BÜTÜN ÖYKÜLER
KAFKA KİTAPLARI DİZİSİ
B0TÜN ÖYKÜLER
FranzKAFKA
Türkçesi: Kamuran Şipal
3. Basım: Eylül 2012 /CemYayınevi
ISBN 13: 9789754068610
Dizgi: Mustafa Balaban
Baskı: Umut Matbaası
(212) 637 09 34
Sertifika No: 22826
CEMYAYINEVİ
İpek Sokağı No: 8/A
34433 Beyoğlu - İstanbul
Tel: (212) 293 41 70 Faks: (212) 244 15 33
www.cemyayinevi.com
info@cemyayinevi.com
Sertifika No: l 0823
FRANZKAFKA
••
••
BUTUN
OYKULER
••
••
Türkçesi:
Kamuran Şipal
cem"'
� 11ev1 V
Kafka'nın tüm eserlerini Türk okuyucusuna ulaştıran Yayınevi
miz, bu kez onun tüm öykülerini tek bir kitapta toplamış bulu
nuyor. Daha önce degişik kitaplar içinde sunulan bu öykülerin
tek bir kitapta toplanmasının çeşitli nedenleri var. Öncelikle, ya
zarın tüm öykülerinin bir arada basılması, onun sanatına dair
bütünlüklü bir görüşün edinilebilmesi için gerekli. Elinizdeki
kitabın yapısı, onun kendi öykücülügüne bakışına dair de bir
görüş oluşturmamızı kolaylaştırıyor. Çünkü, Kafka'nın saglı
gında kitap olarak yayınlattıgı, kitaplaşmasına gerek görmeden
yayınlattıgı ve hiç yayınlatmadıgı öyküleri bir arada görmek,
onun metinleri arasında nasıl bir seçme yaptıgını da gösterecek
tir. Ayrıca, bu öyküleri derli toplu görünce, öyküler arasındaki
geçişkenlikleri, Kafka'nın iç dünyasına dair ipuçlarını da daha
kolay yakalama şansına sahip oluyoruz.
Bütün Öyküler, beş ana bölümde toplandı: Yazarın Saglıgında
Yayınladıgı Kitaplar, Kafka'nın Yayınlanmış Ancak Kitapları
na A lmadıgı Öyküler, Ölümsonrası Öyküleri, Kafka'nın Ölü
münden Sonra Geride Bıraktıgı Defterlerden Çevirmen Tara
fından Alınmış Bazıları isimsiz Birkaç Öykü, Günlük'ten Alın
mış Kısa Bir Öykü.
Ana bölüm başlıklarında, Kafka'nın öykülerinin yazılış, varsa
yayınlanış tarihlerine, basılış öykülerine ve öykülerin birbirle
riyle ilişkilerine dair aydınlatıcı bilgiler bulacaksınız. Bu bilgi
ler, Paul Raabe'nin Fischer Taschenbuch Verlag'da çıkan
"Franz Kafka, Siimtliche Erzahlungen" adlı kitabının sonsö
zünden yararlanarak, Kamuran Şipal tarafından hazırlanmış
tır.
Cem Yayınevi
YAZARIN SAGLIGINDA
YAYINLADIGİ KİTAPLAR
•Gözlem
•Yargı
•Değişim
•Cezalılar Kolonisi
•Bir Köy Hekimi
•Bir Açlık Şampiyonu
Kafka'nın kitaplarının yayınlanmasına karşı takındıgı çekingen
tutum, bunların yayınlanmalarını önlemek için çaba göstermek
ten geri durmaması herkesçe bilinmektedir. Bu birinci bölümde,
saglıgında yazarın yayınlattıgı kitaplardaki öyküler bir bütün
lük içinde bir araya toplanmakta, Amerika romanının ilk bölü
münü oluşturan "Der Heizer" (Ateşçi) fragmanı da bu öyküler
arasına alınmaktadır.
1. GÖZLEM (Bertrachtung) - Leipzig, Ernst Rowohlt 1913, 99
s. Kitap 1912 Kasımında Poeschel ve Trappe Basımevi'nde 800
adet basılıp Aralık 1912'de yayınlandı.-Dietz No.17.
Basılış Öyküsü: Kitabın oluşumu konusunda Kafka'nın mektup
larından, günlüklerinden ve notlarından oldukça kapsamlı bilgi
edinebilmekteyiz. Max Brod'un eşliginde 28 ve 29 Temmuzda
Leipzig ve Harz'daki Jungborn'a yolculuk sırasında yazar, ya
yıncı Emst Rowohlt'u tanıdı. "Rowohlt benden bir kitap istiyor,
bu isteginde de pek ciddi. " ( T 652). Temmuz ve Agustosta Kaf
ka, ikide bir umutsuzluga kapılarak istenen kitabı hazırlamaya
adadı kendini. Bu konuda şunları okuruz Günlük'te ( T 282):
"21 Agustos. Henüz bir şey yok. Bir şey yok. Küçük kitabın ha
zırlanması ne çok vaktimi alıyor. Önceden yayınlanmış eski
şeyleri okumak ne kadar zararlı, ne kadar gülünç bir özgüven
duygusuyla dolduruyor içimi. Bu iş yazmaktan beni alıkoyu
yor. Yine de dogrusu ortada basılmış hiçbir şey yok, bu aksak
lık da bunun en iyi kanıtı. Gerçege yalnızca parmak uçlarımla
dokunmakla yetinmek istemiyorsam, kitabın çıkmasından son
ra dergilerden ve eleştirilerden kendimi daha çok uzak tutmam
gerekecegi kesin. "
Kafka 13 Agustos akşamı Max Brod'ların evinde, onunla bera
ber kitaba girecek metinleri düzenlemeye çalışır. Tam o akşam9
da Felice Bauer, Brod'ların evinde misafir olarak bulunmakta
dır. Kafka tanışır kendisiyle. "Dün kitapta yer alacak yazıları
düzenlerken Felice Bauer'in etkisi altındaydım. Dolayısıyla me
tinlerin sıralanışında bir aptallık yapmışımdır belki, bunun so
nucunda da sıralanışta bir gülünçlük ortaya çıkmış olabilir pe
kdld," diye yazar Brod'a (Br. 102). Daha sonra da Felice'ye yol
ladığı bir mektupta (F 56 vd) o akşamki kafa karışıklığının
uzun boylu hesabını vermeye çalışır. 14 Ağustos 1912'de çıka
cak kitabın manuskrisini yayınevine yollar. Manuskriyle birlik
te yolladığı mektubu da (Br. 103) günlüğüne kaydeder (T 283):
"Çok sayın Bay Rowohlt!
Görmeyi istediğiniz kısa düzyazı metinlerini yolluyorum. Sanı
rım küçük bir kitap yapar hepsi. Böyle bir amaç için metinleri
bir araya toplarken, biri sorumluluk duyguma aykırı davran
mamak, öbürü o güzelim kitapların arasında benim de bir kita
bımın yer alması hırsı olmak üzere iki seçenek karşısında bul
dum kendimi. Kuşkusuz her zaman doğru kararı verdiğim söy
lenemez. Ancak şimdi yolladığım metinleri basılmaya değer gö
recek kadar beğenmeniz beni elbet mutlu kılacaktır. Nihayet bu
konuda ne kadar deneyimli, ne kadar zeki olunursa olunsun,
metinlerde saklı çirkinlikler ilk bakışta görülecek gibi değildir.
Zaten yazarların en yaygın özelliğini, yapıtlarındaki çirkinlikle
ri her birinin kendine özgü bir yoldan örtüp gizlemesi oluştur
muyor mu?
Saygıyla. "
Bundan birkaç gün sonra bir endişe, bir kararsızlık rahat bırak
maz Kafka'yı ve günlüğe şu notu düşer: "Keşke Rowohlt metin
leri geri yollasa da onları yine bir yere kilitleyip hiç yoklarmış
gibi davransam ve eskisi gibi yine mutsuz hissetsem kendimi."
(T 285).
4 Eylülde kitabı basmayı kabul ettiğini bildiren yayınevi, kita
bın çok çabuk okunup bitirilmesini önlemek için, dizgide on al-
10
tı punto Romen harflerini seçti. Kafka'nın kendisi bunu rica et
mişti yayınevinden (Br 103). "Ansızın Gezinti" öyküsünün da
ha iyi bir varyantını 8 Ekim 1912'de (Br 106) yayınevine yolla
dı, ardından kendisine gönderilen bir dizgi örneğini "olağanüs
tü güzel" buldu. Daha ayın sonunda kitap tümüyle dizilmişti.
Kafka, Kasım ayının ilk günlerinde de tashih provalarını Leip
zig'e geri yolladı. 11 Aralık 1912'de kitabın ilk nüshası eline
geçti, içine bir ithaf yazısı yazıp (krş. F s.176 sonrası) aşağıdaki
satırlarla Felice'ye yolladı:
"Benim zavallı kitabıma dostça davranacaksın, unutma! Senin
o akşam düzenlemeye çalıştığımı gördüğün birkaç sayfa içeri
yor çünkü. O akşam bir göz atmaya 'değer görmemiştin' bunla
rı, benim budala, kinci sevgilim! Bugün hiç kimsenin olamaya
cağı kadar senin bu kitap, yeter ki yalnızca beni sevmeni isteyip
gönlündeki yerimi eski, küçük bir kitapla paylaşmaya yanaşma
yarak kıskançlık duygusuyla onu elinden çekip almayayım. Ki
taptaki öykülerin yazılış tarihi bakımından nasıl birbirinden ay
rıldığını fark ettin mi? Örneğin, bunlardan biri kaleme alınalı
kuşkusuz 8-10 yıl oluyor. Kitabı olabildiğince az kişiye göster
ki, seni benden soğutup uzaklaştırmasın/ar. "
Felice'nin kitap karşısındaki tavrı asla bir açıklık ve kesinlik ta
şımıyor, Kafka sitem ve suçlamalarla gerek kendisini, gerek Fe
lice'yi yiyip bitiriyordu. Bu da nasıl söz konusu kitabın Kaf
ka'nın varlığının bir dışavurumunu oluşturduğunu bize göster
mekte:
"Kitabı beğenmediğini söylememen yerinde olurdu aslında
(çünkü söylemen doğru'yu yansıtan bir şey olmazdı belki), yal
nızca öyküler içinde kaybolduğunu açığa vurabilirdin. Gerçek
ten de kitapta akıl almadık bir düzensizlik göze çarpıyor ya da
daha çok uçsuz bucaksız bir karmaşaya açılan aydınlık pence
releri içeriyor, iyice yakınına sokulmadan bir şey seçemiyor in
san. Diyeceğim, ona bir türlü ısınamayışım çok iyi anlıyorum,
umarım iyi ve güçsüz bir saatinde kitap yine de çeker kendine
11
seni. Zaten kimsenin yakınlık duyacağı bir kitap değil, bunun
bilincindeyim, yayıncının boşa giden bunca özverili çabasını ve
bol keseden harcadığı bunca parayı düşününce ben de kahrolu
yorum. Kitabın çıkması düpedüz bir rastlantı ürünü, belki bir
ara fırsatını bulup anlatırım sana; kendim böyle bir kitap çıkar
mak gibi bir niyet beslememiş, kafamdan hiç böyle bir düşünce
yi geçirmemiştim. Ama sana şimdi bütün bunları yazmamın ne
deni, kitabı değerlendirmedeki bir kararsızlığını pek doğal kar
şılayacağımı sana açıklamaktır. . . " (F 218 vd. )
Dostlar çevresinde kitap anlayışla karşılanmış, kabul görmüş,
Jürgen Born Kafka-Symposium'da (1965, s.129-136) Max
Brod'un, Otto Pick'in, Albert Ehrenstein'ın kitapla ilgili eleşti
rilerini basmıştır. Otto Stoessl'ün "içe yönelik mizah" saptama
sı Kafka'yı bir hayli şaşırtmıştır (F 278 vd. )
"Gözlem"in değişik bir isimle baskısı ("ikinci baskı") 1915'de
çıktı (Dietz Nr. 23). O zamana kadar kitaptan yaklaşık 400 adet
satılmış bulunuyordu. Kitabın tümü ancak 1924'de tükendi.
Tek Tek Öyküler Üstüne: Kitap 1 8 kısa öykü· ve metin içerir.
Bunlardan aşağıdakiler ilk kez Franz Blei ve Cari Sternheim'ın
birlikte çıkardıkları "Hyperion" dergisinin ilk cildinin birinci
sayısında 1 908 Martında "Gözlem" toplu ismiyle yayınlandı (s.
91-94) = Dietz Nr. 1:1 [İş A damı]-11 [Dalgın Dışarısını Seyre
diş]- il/ [Evin Yolu]- iV [Yoldan Gelip Geçenler] - V [Giy
siler]- VI [Yolcu]- Vl/ [Geri Çevrilme]- V/11 [Ağaçlar].
Prag'da çıkan günlük gazete "Bohemia"nın 27 Mart 191 0'da
Paskalya ekinde "Gözlemler" toplu ismiyle Kafka'dan beş öy
kü daha yayınlandı (Dietz Nr.8): Pencerede [Dalgın Dışarısını
Seyrediş] - Geceleyin [Yoldan Gelip Geçenler] - Giysiler Yolcu- Erkek Binicilerin Düşünmesi İçin.
Yalnızca son öykü o zaman henüz yayınlanmamıştı. Böylece
kitap yarısı yayınlanmış, yarısı yayınlanmamış öyküleri içer
mekteydi.
12
(1) Şosede Çocuklar: Öykü "Bir Savaşın Tasviri"nin B varyan
tının ili. bölümünü oluşturmakta (B 1969, s.69-77). Giriş cüm
leleri öyküye alınmamıştır. Brod, öykünün yazılış tarihi olarak
1903104 tarihini saptar. Buna göre öykü yazılışından hemen on
yıl sonra yayınlanmıştır.
(2) Köylü Avcısı: 1911 yılında yazılmış olabilir. Günlük'e düşü
len not: "'Köylü Avcısı' yazılıp bitirildi, beni az buçuk memnun
bıraktıgı söylenebilir. "
(3) Ansızın Gezinti: Günlük'e 5 Ocak 1912 tarihinde yazıldı (T
232 vd.). Baskı için gözden geçirilip küçük çapta degiştirilmiştir.
(4) Kararlar: Pasley-Wagenbach'a göre 5 Şubat 1912'de Gün
lük'e yazılmıştır. Baskı için üzerinde küçük çapta degişiklige
başvurulmuştur.
(5) Dağlara Doğru Gezinti: "Bir Savaşın Tasviri"nin B varyan
tından aldıgı metni bir başlıkla donatmıştır (B 1969, S.47). Bu
na göre yazılış tarihi yaklaşık 1903/04'tür.
(6) Bekarın Mutsuzluğu: Günlük'te 14 Kasım 19ll'de "Uyu
madan Önce" başlıgıyla yer alıyor (T 160vd. ); Kafka, basım
için metni kısaltmıştır.
(7) İş Adamı: ilk kez "Hyperion" dergisinin 1. cildinde, 1908'de
başlıksız olarak yayınlandı, H, 1, s.91. 1907 yılında kaleme alın
mış olabilir.
(8) Dışarısını Dalgın Seyrediş: Aynı şekilde başlıksız olarak
1908'de "Hyperion" dergisinde çıktı, daha sonra "Bohemia"nın
27 Mart 1910 tarihli sayısında yayınlandı. Bu da daha önceki
metin gibi 1907'de yazılmış olabilir.
(9) Evin Yolu: "Hyperion"da başlıksız üçüncü yazı olarak
1908'de yayınlandı, yine bundan bir yıl önce kaleme alındı.
(10) Gelip Geçenler: Başlıksız dördüncü yazı olarak 1908'de
"Hyperion"da çıktı, "Geceleyin" başlıgıyla da 27 Mart 1910'da
"Bohemia"da yayınlandı. Yazılış tarihi: 1907.
13
(11) Yolcu: Daha önceki metinlerle birlikte 1908'de "Hyperi
on"da ve "Yolcu" başlığıyla "Bohemia"da aynı başlıkla yayın
landı. 1907'de yazılmış olabilir.
(12) Giysiler: Kafka, "Bir Savaşın Tasviri"nin A varyasyonun
dan aldığı metni (B 1969, 130 vd. ) başlıksız olarak 1908'de
"Hyperion"da ve 1910'da "Bohemia"da, daha sonra hiç değiş
tirmeyeceği "Giysiler" başlığıyla yayınlattı. Yazılış tarihi olarak
1903104 gösterilebilir. Görülüyor ki, Kafka tarih bakımından en
eski yapıtından bir taşocağı gibi parçalar koparıp koparıp al
maktadır.
(13) Geri Çevirme: 1906'da yazılmış olabilir. Kafka "bir güzel
liği içermeyen, kaleme alınalı belki bir yıl olmuş" metni,
Brod'un "bir olasılıkla 1907 Kasımında" yazıldığını açıkladığı
(Br. 50) bir mektupla Hedwig W. 'ye yolladı. Metin ilk 1908'de,
başlıksız olarak "Hyperion"da yayınlandı.
(14) Erkek Binicilerin Düşünmesi İçin: İlkin "Bohemia"nın, 27
Mart 1910 tarihli sayısında yayınlanan metin, söz konusu tarih
ten kısa bir süre önce kaleme alınmış olabilir.
(15) Sokağa Bakan Pencere: Yazılışı ve yazılış tarihi konusun
da hiçbir şey bilinmemekte. Pasley/Wagenbach 1906/09 arasın
da kaleme alınmış olabileceği görüşündeler.
(16) Kızılderili Olmak İsteği: Hangi tarihte yazıldığı konusun
da elde bir ipucu bulunmuyor.
(17) Ağaçlar- Metindeki cümleler "Bir Savaşın Tasviri"nin ilk
varyasyonundan (B 1969, s. 122) alınmış, değiştirilerek 1908'de
"Hyperion"da yayınlanmıştır. Buna göre yazılış tarihi
1903104'tür.
(18) Mutsuz Olmak: Pasley'in bildirdiğine göre Günlükler'in
ikinci defteri bu öyküyle başlamakta. Günlükler'de yer alış tari
hi 6 Kasım 1910. Bundan kısa bir süre önce kaleme alınmış ola
bilir.
14
YARGI - Franz Kafka'nın bir öyküsü. Bayan Felice B. için.
Çıktıgı yer: Arkadia, Ein Jahrbuch für Dichtkunst. Çıkaran:
Max Brod. Leipzig, Kurt Wolff, 1913, s. 53-65.-Dietz no.18.
Basılış Öyküsü: Kafka, 1912'nin 22 Eylülün.il 23 Eylülüne bag
layan gece, Felice Bauer'le tanışıklıgının erken döneminde kale
me aldı öyküyü. "Gözlem" manuskrisinin yayınevine teslimin
den kısa süre sonra yazılan öyküyü Felice'ye ithaf etti. "Yargı"
üzerine Günlük'e düşülen, Kafka'nın yaratı süreci için düşün
dürücü oldugu kadar önemli notu aşagıda okuyucuya sunuyo
ruz:
"23 Eylül. Bu 'Yargı' öyküsünü 22 Eylülü 23 Eylüle baglayan
gece akşam ondan sabah altıya kadar yazıp bitirdim. Otur
maktan uyuşmuş bacaklarımı mlısanın altından zor çekip çı
karabildim. Harcanan korkunç çaba ve öykünün sanki bir su
da yüzerek ilerliyormuşum gibi gözlerimin önünde nasıl geli
şip ilerledigini algılamanın kıvancı. Bu gece birçok kez vücu
dumun agırlıgını sırtımda taşıdıgımı hissettim. Her şey nasıl da
dile getirilebiliyor, nasıl bütün, nasıl alabildigine yabancı akla
gelimler için yakılmış büyük bir ateş hazır bekliyor ve bunlar
ateşte yanıp yok olduktan sonra yeniden dirilip boy gösteri
yorlardı. Derken pencere önünde beliren bir mavilik. Yolda
giden bir araba. Köprüden geçen iki adam. Saat ikide son kez
saate baktım. Hizmetçi ilk kez holden geçiyordu ki, öykünün
son cümlesi de yazıldı. Söndürülen lamba, günün agarışı.
Kalpte hafif sızılar. Gece yarısı kaybolan yorgunluk. Kız kar
deşlerimin soguktan titreyerek odaya girişleri. Öyküyü kendi
lerine okuyuşum. Daha önce hizmetçinin önünde uzanıp geri
nerek 'Şimdiye kadar yazdım hep,' deyişim. Sanki o anda içe
ri getirilip konmuş gibi hiç ilişilmemiş yatagın görünümü.
Şimdiye kadar yazmanın kıraç topraklarında oyalandıgıma
ilişkin kanımın dogrulanışı. Yazmak denilen şey ancak böyle
bir tutarlılık, ruh ve bedenin böyle katıksız bir açılımıyla . . . "
(T 293 vd.)
ıs
Kafka, sonradan öykünün bütün yönlerini aydınlatıcı bir Gün
lük notunda gözden geçirir (T 296 vd. )
Prag'daki Johann Gottfried Herder Dernegi'nde düzenlenen 4
Aralık 1912'deki yazarlar gecesinde, Kafka öyküyü oradakilere
okur. Başından beri öykünün Max Brod'un hazırlayacagı yıl
lıkta yer alması düşünülmüştür. 8 Mart 1913'de Kafka tashihi
yapılmış provaları Kurt Wolff Yayınevi'ne yollar. Epey bir ge
cikmeyle "Arkadia" yıllıgı 1913 Mayısında çıkar. Felice Bauer'e
yazdıgı mektuplarda yazar, Felice'ye çözülmez şekilde baglı öy
küyü yorumlamaya çalışır.
Kafka ve yayıncısı Wolff 1916'da öykülerden bir kitabın çıkarıl
ması üzerinde düşünürlerken, "Yargı"nın tek başına yayınlan
ması planı dogar: "Ben aşagıdaki nedenlerden dolayı Yargı'nın
özellikle ayrı bir kitap olarak çıkması görüşündeyim. Bir kez
öykü düzyazıdan çok şiire yakın, bu yüzden etkisini açıga vura
bilmek için çevresinde oldukça serbest bir mekana gereksinim
gösteriyordu. Sonra, benim hepsinden çok sevdigim bir çalışma;
dolayısıyla, mümkünse bir kez bagımsız olarak okuyucu karşı
sına çıkarılması hep gönlümde yaşattıgım bir istekti. " (Br 149).
Öykü, 1917 Ekiminde yayınlandı: Yargı. Bir Öykü. - Leipzig,
Kurt Wolff Yayınevi 1916, 29 sayfa. (Der Jüngste Tag, c. 34)Dietz no. 26.
ithaf yazısı yalnızca "F. için" yazısından oluşuyordu. Öykünün
ikinci baskısı yine Kurt Wolff Yayınevi'nde 1920'de yapıldı
(krş. Dietz no. 38 ve açıklama).
3. A TEŞÇi- Bir fragman- Leipzig, Kurt Wolff Yayınevi 1913,
47 s (Der Jungste Tag, c.3)- Dietz no. 19.
Felice'ye yazdıgı bir mektuptan anlaşıldıgına göre 8 Mart
191 3'de Praglı dostlarına "geçen kış ve ilkbahar"da kaleme
alınmış "Kayıp" romanından parçalar okudu:
"Romanımı yazdıgım defterler tam o sıra önümde bulundugun
dan (tesadüfen hayli uzun zamandır el sürmedigim defterler üs-
16
te çıkmıştı), bu defterlere el attım. Sanki romanın iyi, yarı iyi ve
kötü kaleme alınmış bölümlerini içeren defterlerin dizilimi ol
duğu gibi belleğimdeymişçesine ilkin umursamaz bir güvenle
okumaya koyuldum, ama giderek büyüyen bir şaşkınlığa kapıl
dım, sonunda bütünüyle yalnız ilk bölümün bir iç gerçeklikten
doğup çıktığı kanısı yadsınamaz biçimde yerleşti içime. Kısa ya
da uzun kimi yerler dışında romanın kalan bölümü adeta vara
cağı hiç sezilmeyen büyük bir duyguyla çiziktirilmiş, dolayısıy
la bir değerden yoksun şeylerdi, diyeceğim yaklaşık 400 büyük
defter sayfasından yalnızca elli altısının işe yarar nitelik taşıdığı
na inandım. Gerideki 350 sayfaya romanın geçen kış ve ilkba
harda kaleme alınmış varyantında düpedüz işe yaramaz yakla
şık 200 sayfa da eklenirse, bir şeye benzemeyen 550 sayfayı bo
şu boşuna yazmışım." (F 332)
Böyle bir romanın varlığını herhalde Brod'dan öğrenen yayın
cı Wollf, bir sürpriz yaparak Kafka'ya 2. 4. 1913 tarihli şu mek
tubu yolladı: "Gerek sizin, gerek Brod'un pekti/ti tek başına ya
yınlanabileceğini düşündüğü romanınızın ilk bölümünü oku
mak için lütfen bir an önce taraftma yollamanızı bütün kalbim
le ve son derece önemle rica ederim. "
Bu ilk bölümün yayınlanması konusundaki kararsızlığı genel
likle ağır basan Kafka, ne hikmetse mektubu alır almaz, ma
nuskriyi Kurt Wolffa iletti:
"Romanın ilk bölümünü hemen yollayacağım, çünkü hanidir
büyük ölçüde temize çekilmiş bulunuyor; pazartesi ya da salı
günü manuskri Leipzig'de olacaktır. Romandan ayrı tek başına
yayınlanıp yayın/anamayacağını bilmiyorum. Her ne kadar da
ha sonraki tümüyle başarısız 500 sayfadan iz taşımasa da, ken
di içinde yeterli bütünlük taşıdığı söylenemez; bir fragman nite
liğinde ve ileride de öyle kalacak, onu en çok bütünlüğe de böy
le bir gelecek kazandıracaktır. " (Br. 115)
Yollanan metni "hayli bütünsel ve güzel" bulan Wolff, onu he
men dizgiye verdi, 24 Nisanda da Kafka kendisine gönderilmiş
17
provaları yeniden yayınevine yolladı ve öykü 1913 Mayısında
Kurt Wolffun kurduğu, edebiyatta dışavurumculuğun tarihçesi
için önemli yazı dizisi "Der Jungste Tag"ın ilk serisinde çıktı.
"Kayıp" romanı bilindiği gibi yazarın ölümünden sonra Max
Brod tarafından "Amerika" ismiyle yayınlanmıştır. Romanın
ilk bölümü olan fragmanı Kafka'nın öyküleri içine kattıksa, bu
yetkiyi yazarın kendisinin bize verdiğini söyleyebiliriz: "Ateş
çi"yi, "Yargı" ve "Değişim"le birlikte "Oğullar" ismini verece
ği bir kitapta toplamak, Kafka'nın öteden beri içinde yaşattığı
istekti. Ama daha sonra yazar bu düşüncesinden vazgeçmiştir.
1916'da tasarlanıp yayınlanmadan kalan öyküler kitabında
"Ateşçi" bulunmamaktaydı. Öyleyken Kafka "Ateşçi" fragma
nına hep kendi içinde bütünsel bir öykü gözüyle bakmıştır. Bu
da öyküye bu kitapta yer vermemiz için haklı bir neden oluştu
ruyor.
Kitabın 2. basımı 1916'da, 3. basımı ise 1917/lB'de yapıldı.
4. DEÔİŞİM - Rene Schickele'nin çıkardığı aylık dergi "Die
Weissen Bliitter'de yayınlandı. Yıl 2 (1915), H. 10 (Ekim), s.
1177-1230. - Dietz no.21.
Bir ara "son derece iğrenç bir öykü" diye nitelediği "küçük öy
künün" yazılış serüvenini Kafka'nın 18 Kasım ve 6 Aralık ara
sında Felice Bauer'e yolladığı mektuplardan eksiksiz izleyebil
mekteyiz. Öykü üzerindeki çalışma pek çok akşam kesintiye
uğramıştır, ama Kafka yazmaktan ve bu konuda Felice'yi bilgi
lendirmekten hiçbir zaman geri kalmadı. Derken 6 Aralığı 7
Aralığa bağlayan gece şöyle yazdı Felice'ye: " . . . dinle şimdi, be
nim küçük öykü yazılıp bitti, ancak onu sonu hiç de insanı se
vindirecek gibi değil, daha iyi olabilirdi, buna kuşku yok. " (F
163)
Kurt Wolff, 2 Nisan 1963'de "tahtakurusu öyküsünü" kendisi
ne yollaması için Kafka'yı sıkıştırır. Ama Kafka yanaşmaz bir
türlü: "Ne var ki, elimdeki öbür öykü 'Değişim' henüz temize
18
çekilmemiş duruyor öylece, çünkü son zamanda her şey beni
edebiyattan uzak tuttu, ondan duyduğum zevkten yoksun bı
raktı." (Br. 115) Her ne kadar, yeni bitirilmiş öyküyü "Oğul
lar" kitabına alma isteğinden vazgeçmemişse de - plan hanidir
sürdürüyordu varlığını - öykünün yayınlanması gecikmişti.
Kendini Leipzig'deki yayıncısı Kurt Wolffa şükran duygu
suyla bağlı hissetmesine karşın, Kafka 1914'de öyküyü Fisc
her'in çıkardığı "die Neue Rundschau" dergisine yolladı; der
ginin redaktörlüğünü yapan Robert Musil, Kafka'ya ilgi duy
maktaydı. "Bir öykümü, benim en uzun, geçen yıl yazılmış bi
ricik öykümü "die Neue Randschau" dergisi basmayı kabul
lendi, ayrıca alabildiğine sevimli daha başka önerilerde de bu
lundu bana, " diye yazdı 18 Nisan 1914'de Grete Bloch'a (F
556). Ne var ki, tutucu dergi ilerici redaktörünün öykünün ba
sılmasının uygun olacağı görüşünü benimsemedi. Hertmund
Binder, bu konuda yaşananları, Kafka'nın 1914 Temmuzunda
yazılmış olabilecek, şimdiye kadar bilinmeyen bir mektubuna
dayandırarak ortaya koydu. (Kafka ve 'die Neue Rundsac
hau'. "Değişim"in basılması serüvenine ilişkin olarak yazarın
kaleme aldığı, şimdiye kadar yayınlanmamış bir mektubuyla
birlikte. Çıktığı yer: Alman Schiller Derneği'nin 12. yıllığında,
1968, s. 94-111)
Brod'un "Tycho Brahes Weg Zu Gott'' romanının Kurt
Wolff'un yayınevinde Rene Schickele'nin çıkardığı "die Weis
sen Blötter" dergisinde tefrika edilmesi üzerine Kafka, başka
zaman görülmedik bir davranışla "Değişim"i bir an önce aynı
dergide çıkarmaya çalıştı. 7 Nisan 1915'te kaleme aldığı bir
mektupla yayınevine başvurdu:
" . .. bu öykülerin hemen yayınlanmasını istiyor değilim asla,
ancak öykünün basılıp basılmayacağının bir an önce tarafı
ma bildirilmesini rica edeceğim. Derginizde yazıların tefrika
edilmesinden kaçındığınız dikkate alınırsa, öykümün bir de
fada basılması güçlük doğuracaktır, kuşkusuz farkındayım
19
bunun. Yine de kendim öyküyü geri almıyorsam, nedeni,
onun sizin derginizde yayınlanmasına özel bir önem verişim
dir. Ama yayınlanması konusunda hiçbir umut yoksa, size
bir başka öykümü yollayabilirim, bu öykü de tamamlanmış
durumda, daktiloyla yaklaşık 30 sayfa; dolayısıyla, uzunluk
bakımından dergide yayınlanması daha az sorun oluştura
caktır. "
Öykü derginin Ekim sayısında yayınlandı. Kurt Wolff tam o sı
rada yazarın Cari Sternheim'la birlikte Fontane Ödülü'nü al
masını da göz önünde bulundurarak öykünün "der Jüngste
Tag" için ayrı bir baskısının yapılmasını önerdi. Kafka daha 15
Ekimde provaları yayınevine yollamış, ayrıca Ottomar Star
ke'nin kapakta bir böcek resmine degil, bir kapı sahnesine yer
vermesini ısrarla istemiş, istedigini de elde etmiştir.
Ayrı basım aşagıdaki başlıkla yayınlandı:
Degişim- Leipzig, Kurt Wolff Yayınevi 1 91 5, 7 5 s (der Jüngste
Tag, c. 22123)- Dietz no. 22, bir açıklamayla- Öykünün ikinci
baskısı 1 91 8'de yapıldı (krş. Dietz no. 34).
5. CEZALILAR KOLON/Si- Leipzig, Kurt Wolff1 91 9, 7 1 s.
"Bu kitap Drugulin baskılarının yeni dizisinin dördüncü kitabı
olarak Leipzig'de W. Drugulin basımevinde 1 000 adet basıldı. "
-Dietz no. 35.
31 Aralık 1 91 4'de, Kafka, Günlük'e düştügü notta çalışmaları
nın bir muhasebesini yapar:
"31 Aralık. Agustostan beri çalışıldı, genellikle az ve kötü bir
çalışma sayılmaz, ama hangi açıdan bakılırsa bakılsın, yetenegi
min sınırına olması gerektigi gibi ulaşmış degilim; çünkü yete
negim öyle görünüyor ki uzun süre varlıgını koruyamayacak
(uykusuzluk, baş agrıları, kalp yetmezligi). 'Dava', 'Kalda
bahn'a İlişkin Anılar', 'Köy ögretmeni', 'Savcı' ve 'Kayıp'ın bir
bölümü, ayrıca birkaç küçük yazı başlangıcı üzerinde çalışıldı.
Bitirilen yazılar: 'Cezalılar Kolonisi' ve 'Kayıp' romanının bir
20
bölümü; her ikisi de iki haftalık tatil sırasında gerçekleştirildi. "
"Cezalılar Kolonisi" Pasly/Wagenbach'a göre 4 ve 18 Ekim
1914'de, yani Felice Bauer'le ilişkinin koptuğu bir sırada kale
me alındı. Kafka, öyküyü yayınlatmayı ilkin düşünmüyordu.
Kurt Wolff kendisinden 1 916'da yayınlanmak üzere ısrarla bir
kitap isteyince, Kafka bunun yazılacak yeni bir kitap olması ge
rektiği, en doğru yolun bu olduğu görüşünü dile getirdi. "Yar
gı", "Değişim" ve "Cezalılar Kolonisi"nden oluşacak bir öykü
cildini uzlaşma ürünü olarak yayınevine önerdi. Ne var ki, öy
kü cildi düşüncesi gerçekleşmedi; "Yargı" daha önce belirtildiği
gibi tek başına basıldı.
"Cezalılar Kolonisi" öyküsünü de· "der Jüngste Tag" kitap dizi
sinde yayınlatma düşüncesine Kafka sıcak bakmadı. Ancak
"Bir Köy Hekimi" öykü cildi ortaya çıkınca, Kurt Wolff 1 Ey
lül 1917'de (Wo 45) bir öneride bulundu, "Cezalılar Koloni
si"ni küçük öykülerle birlikte ayrı bir ciltte yayınlayabileceğini
açıkladı. "Cezalılar Kolonisi"ni olağanüstü bir hayranlık ve
takdirle karşıladığını bildirdi. Korkuya kapılan Kafka, 4 Eylül
1917'de kaleme aldığı bir mektupla buna karşı tepkisini açığa
vurdu: "'Cezalılar Kolonisi' konusunda bir yanlış anlama söz
konusu olabilir. Bu öykünün yayınlanmasını bütün kalbimle
asla istemiş değilim. Sondan önceki iki, üç sayfa ele alınacak gi
bi değil. Bu sayfalar öykünün büyük çapta bir kusuru içerdiği
ni gösteriyor; sanki bir yerinde bir kurt var da, öykünün kusur
suz yerlerini de oyup durmakta. " (Br. 159) Ancak bu mektup
Wolffu yolundan döndürmedi. 18 Ekim 1918'de yazdığı bir
mektupta öyküye duyduğu sevgiyi yineleyerek onu Dragulin
baskısı olarak elden gelen titizlikle yayın/atacağını açıkladı.
(Wo 49). Bunun üzerine hayır diyemeyen Kafka yeniden göz
den geçirdiği öyküyü Wolffa yolladı ve öykü "Bir Köy Heki
mi"nden önce basıldı.
6. BİR KÖY HEKİMİ - Kısa Öyküler - Münih ve Leipzig,
Kurt Wolff 1919, 1 89 s. - Dietz no. 37
21
Bu ikinci öykü cildi Kafka'nın özellikle 1 91 7 yılının ilk yarı
sında yazdığı olgunluk dönemi ürünlerini içermekte. Kaf
ka'nın "pek çok yeni yapıtlar kaleme aldığını" Max Brod'dan
öğrenen Kurt Wolffun teşvik ve önerisi sonunda basılıp yayın
lanmış olabilir. Ancak, pek çok şey de var ki, Kafka'nın böyle
bir kitabı hazırlama tasarısını kafasında yaşattığını bize göster
mektedir; çünkü ölümünden sonra geride bıraktığı oktav def
terlerinden birincisinin 1 91 7 Şubatı sonunda yazarın çıkarıl
masını açıkça düşündüğü ciltte yer alacak öykülerin başlıkları
nı saptadığına tanık oluyoruz: Galeride- Kast Ruhu - [Maden
Ocağını Ziyaret] - Kovalı Süvari - Bir Atlı [En Yakın Köy?]
- Bir lşadamı [Komşu?] - Bir Köy Hekimi - Düş - Kanun
Önünde- Kardeş Katili- Çakallar ve Araplar- Yeni A vukat.
(H 440)
Altıncı oktav defterinin sonunda ise (Nisan 191 7) yazar öyküle
rin isimleriyle ilgili olarak yeni bir liste hazırlar: Bir Düş- Ka
nun Önünde - imparatorun Haberi - Kısa Süre [En Yakın
Köy?]- Eskiden Bir Yaprak- Çakallar ve Araplar- Galeride
- Kovalı Süvari - Bir Köy Hekimi - Kardeş Katili - On Bir
Oğul. (H447)
7 Temmuz 1 91 7'de Kafka 1 3 öyküyü, 20 gün sonra da bunlara
ek olarak yine o dönemde yazılmış iki öyküyü Kurt Wolffa yol
ladı. 1 91 7 Ağustosuyla Eylülü arasında yazarla yayıncı arasın
da gidip gelen mektuplar elimizde bulunuyor. 20 Ağustosta
Kafka mektupla birlikte öykü isimlerini içeren bir de liste gön
derdi (Br. 159):
Yeni A vukat- Bir Köy Hekimi- Kovalı Süvari- Galeride- Es
kiden Bir Yaprak - Kanun Önünde - Çakallar ve Araplar Maden Ocağını Ziyaret- En Yakın Köy- imparatorun Habe
ri- Evin Beyin Tasası- On Bir Oğul- Bir Kardeş Katili- Bir
Düş- Akademi için Bir Rapor.
Yazar "Kovalı Süvari"yi sonradan listeden çıkardı. Tashih pro
valarını daha 27 Ocak 1 91 8'de yayınevine yollamasına ve yeni-
22
den öykülerin isimlerini bildirmesine karşın, basım işi hayli
uzadı ve kitap ancak 1919 sonunda çıkabildi.
Basım işinin gerekenden daha uzun süre gecikmesinin bir sonu
cu olarak, arada geçen zaman içinde kitapta yer alacak kimi öy
küler dergi ve yıllıklarda yayınlandı. Bu öykülerin her biriyle il
gili olarak aşağıdaki bilgileri varabiliriz:
(1) Yeni Avukat: Birinci oktav defterinde; dolayısıyla yazılış ta
rihi Şubat 1917. "Marsyas" dergisinde çıktı (y. 1, H. 1, Tem
muz/Ağustos 1917, s. 80).
(2) Bir Köy Hekimi: Elde bir manuskrisi bulunmuyor; 1917'de
yazılmış olabilir. ilk kez yayınlandığı yer: "Die Neue Dich
tung. " Bir yıllık, Leipzig, Kurt Wolff 1918 (daha 1917'de çıktı),
s.17-26.
(3) Galeride: Elde bir manuskrisi yok; ilk oktav defterindeki lis
tede ismi geçtiğine göre, 1917 Şubatından önce yazılmış olabilir.
(4) Eskiden Bir Yaprak: Sekizinci oktav defterinde yer almak
ta (H 142). Buna göre yazılış tarihi 1917 Mart/Nisanıdır. llk kez
"Marsyas" dergisinde yayınlandı: y. 1, H. 1, Temmuz/Ağustos
1917, s. 80.
(5) Kanun Önünde: Bu meseli Kafka daha önce bitirilmiş "Da
va" romanından almıştır, dolayısıyla, yazılış tarihi: 1914 sonba
harı. İlk kez "Die Neue Dichtung" yıllığında yayınlandı: "Der
Jungste Tag'', Leipzig, Kurt Wolff 1916 (yıllık daha 1915'de
çıktı), s. 126-128.
(6) Çakallar ve Araplar: Birinci oktav defterinde (H 56). Buna
göre yazılış tarihi 1917 Şubatı olabilir. İlk kez yayınlandığı yer:
Martin Buber'in çıkardığı aylık dergi "der Jude'', y. 2, Şubat
1917, s. 488-499.
(7) Maden Ocağını Ziyaret: Elde bir manuskrisi bulunmuyor.
Öykünün "Kast Ruhu"yla aynı olduğunu varsayılırsa, 1917'de
yazılması olası.
23
(8) En Yakın Köy: Elde bir manuskrisi yok. İlk oktav defterin
deki isim listesinde geçen "Bir Atlı"yla aynı olabilir.
(9) İmparatorun Haberi: "Çin Seddinin İnşasında" öyküsün
den bir bölüm (krş. S. 288). Sekizinci oktav defterinde bulunu
yor; 1917 Mart/Nisanında kaleme alınmış olabilir. İlk kez
Prag'da çıkan "Die Selbstwehr" dergisinin 24 Eylül 1919 tarih
li sayısında yayınlandı.
(10) Evin Beyinin Tasası: Elde bir manuskrisi bulunmuyor.
1917 yazında kaleme alınmış olabilir.
(11) On Bir Oğul: Elde bir manuskrisi bulunmuyor. 1917'de
kaleme alınmış olabilir.
(12) Kardeş Katili: Elde bir manuskrisi yok. İlk oktav defterin
deki isim listesinde yer aldığına göre, 1917 Şubatında yazılmış
olabilir. İlk yayınlandığı yer: "Marsyas", y. 1, H. 1, Tem
muz/Ağustos 1917, s. 82 vol. - Kafka öyküyü 1 Ekim 1918'de
yayınevine yollayarak daha önceki varyasyonu olan "Bir Cina
yet"i geri aldı. Öykü "die Neue Dichtung" yıllığından çıktı: Le
ipzig, Kurt Wolff, 1918 (yıllık 1917'de yayınlandı), s. 72-76.
(13) Bir Düş: "Dava" romanı kapsamında yer alabilecek bir öy
kü. Dolayısıyla, 1914/15'de yazılmış olabilir. İlk yayınlandığı
yer: "Das Jüdische Prag", Bir Toplu Yazı, yayınlayan "Selbst
wehr" dergisi redaksiyonu, Prag, 1917, s. 32 vd. - Daha 1916'da
yayınlanan "Selbstwehr"de çıkan öykü sonradan "Neue Ju
gend" yıllığında yayınlandı, 1917, Berlin, Neu Jugend Yayınevi
(1916), s. 172-174.
(14) Akademi İçin Bir Rapor: İkinci oktav defterinde bulunan
öykünün (H 69) yazılış tarihi Mayıs/Haziran 1917. İlk "Der Ju
de" dergisinde yayınlandı, y. 2, Ekim 1917, s. 559-565.
7. BİR A ÇLIK ŞAMPİYONU - Dört öykü. - Berlin, Die
Schmiede Yayınevi, 1924, 86 s. (XX. Yüzyılın Zamanları)- Di
etz no. 44.
24
Kurt Wolff'un "Köy Hekimi" ve "Cezalılar Kolonisi"nden son
ra Kafka'dan yeni bir manuskri elde etme umudu, 1920'den
sonra mektupla yazara pek çok kez başvurmasına karşın ger
çekleşmeden kaldı. Berlin'de kaldığı süre içinde Kafka yazdığı
uzun öykülerini Willy Haas'ın da çalışmakta olduğu yeni yayı
nevi Die Schmiede'ye yolladı. Max Brod'dan öğrendiğimize gö
re, yayınevinden gönderilen tashih provalarını Kafka hasta ya
tağında okudu, ancak kitabın yayınlanmasını göremeden öldü.
Kitapta dört uzun öykü yer almakta. Kitaba ismini veren öy
küyle diğer iki öykü daha önce dergilerde yayınlanmıştı.
(1) İlk Acı: Manuskrisi yazarın Oxford'daki ölümsonrası yazı
ları arasında bulunan öykü, 1921 güz sonuyla 1922 ilkbaharı
arasında yazılmış olabilir. Kurt Wolff Yayınevi'nin çıkardığı
"Kunst und Literaturzeitschrift" (Sanat ve Edebiyat Dergisi)
"Genius"da yayınlandı. Üçüncü yıl, kitap 2, 1921, s. 312 vd.
(2) Küçük Bir Kadın: Manuskrisi yine Oxford'da bulunan öy
kü 1923 Ekiminde yazılmış olabilir.
(3) Bir Açlık Şampiyonu: Kitaba ismini veren, yazarın 1922 ilk
baharında kaleme aldığı öykü Moritz Heimann'ın aracılığıyla
"Die Neue Rundschau" dergisinde 1922'de (s. 983-992) yayın
landı.
(4) Şarkıcı Josephine ya da Fare Ulusu: 1924'de kaleme alınan
öykünün manuskrisi, yazarın Bodleine kitaplığındaki ölümson
rası yazıları arasında bulunuyor. Kafka'nın son yapıtı "Die
Prager Presse"nin 20 Nisan 1924 tarihli Paskalya ekinde yayın
landı (krş. Jaromir Louzil, Kafka'nın "Josephine" öyküsünün
şimdiye kadar bilinmeyen bir baskısı; çıktığı yer: Zeitschrift für
Deutsche Philologie 86, 1967, s. 317-319).
25
GÖZLEM
ŞOSEDE ÇOCUKLAR
M.B. için
Çitin önünden arabaların geçtiğini işitiyordum; bazen de yap
raklar arasındaki hafif kımıltılı aralıklardan görüyordum onla
n. Kızgın yaz ortasında tekerleklerin tahta parmaklarıyla ara
baların oklan nasıl da gacur gucur ediyordu. Irgatlar tarlalar
dan dönüyor ve bir gülüşüyorlardı ki, aman Allah!
Tam o sırada küçük salıncağımıza kurulmuş, evimizin bahçe
sindeki ağaçlar arasında, dinleniyordum.
Çitin önünden gelip geçenlerin arkası bir türlü kesilmiyordu.
Koşar adım çocuklar geçmişti bir solukta; ekin demetleri üze
rinde kadınlar ve erkeklerle arabalar geçmiş, dört bir yandaki
çiçek tarhları üzerine gölgeleri düşmüştü; akşama doğru da,
elinde baston, gezintiye çıkmış ağır ağır yürüyen bir bay gör
düm; kol kola girmiş karşıdan gelen birkaç kız, bay'ı selamla
dı, kenardaki otlar içine çekilerek kendisine yol verdi.
Derken kuşlar havalandı yerden, sağa sola saçıldı; bakışlarım
la onlan izledim, boşlukta nasıl bir çırpıda yükseldiklerini gör
düm; sonunda sanki kuşlar yükselmiyor da, ben düşüyormu
şum sandım; gözlerim karararak iplere sımsıkı tutundum, biraz
sallanmaya başladım. Çok geçmeden, rüzgar daha bir serin
esip, uçan kuşların yerini gökte titreşen yıldızlar alınca hızlan
dırdım sallanmamı.
Mum ışığında akşam yemeğini yemeye koyuldum. Çokluk iki
dirseğimi tahta tepsinin üzerine dayayarak, şimdiden yorgun
düşmüş, yağlı ekmek dilimlerini dişledim. Hayli ajurlu perde
ler sıcak rüzgarda şişiyor, bazen dışarıdan geçen biri beni daha
iyi görmek ve benimle konuşmak isteyerek elleriyle perdelere
27
GÖZLEM
sımsıkı yapışıyordu. İkide bir sönüyordu mum, ama çevresine
toplanmış tatarcıklar, çekilip gitmeden bir süre daha karanlık
is içinde dolanmalarını sürdürüyordu. Biri pencereden bir şey
soracak oldu mu, bir dağa ya da salt bir boşluğa bakar gibi ken
disine bakıyordum.
Ne var ki, çocuklardan biri pencere pervazına tırmanarak öte
kilerin geldiğini ve evin önünde beklediğini haber verince, gö
ğüs geçirerek doğrulup kalktım.
" Yo ama, neden öyle göğüs geçiriyorsun bakayım? Bir şey mi
var yoksa? Bundan böyle savuşturulamayacak büyük bir fela
ket mi? Bir daha asla belimizi doğrultamayacak mıyız? Ger
çekten bitti mi her şey? "
Biten bir şey yoktu. Seğirtip evin önüne varıyorduk. " Şükür
gelebildiniz nihayet! " - " Sen zaten hep gecikirsin. " - "Neden
benmiş? " - "Sen ya! Bizimle gelmek istemiyorsan, evde kal! " " Gözünün yaşına bakma sakın! " - " Nasıl? Gözünün yaşına
bakma mı? Amma da söz? "
Başlanmızla geceyi delip geçiyorduk. Gündüz ve gece diye bir
şey yoktu bizim için. Bazen yeleklerimizin düğmeleri dişler gibi
birbirine sürtüyordu, bazen aramızda hep aynı uzaklığı koruyup
ağızlanmızla ateş püskürerek tropikal bölgelerdeki hayvanlar
gibi koşmaya başlıyorduk. Eski savaşlardaki zırhlı süvarilermi
şiz gibi atlarımızın ayaklan yeri dövüyor, boşlukta dimdik diki
lerek birbirimizi kısa sokaktan aşağı sürüp bacaklanmızdaki bu
ilk hızla şosede koşmaya başlıyorduk. Yol kenarındaki hendek
içine inenlerimizin karanlık yamaçta gözden kaybolmalarıyla,
tanımadığımız yabancı kimseler gibi tepedeki patikada boy gös
termeleri bir oluyor ve yukarıdan bize sesleniyorlardı:
" Aşağı insenize! " - " Önce siz çıkın yukarı! " - " Bizi bayırdan
aşağı yuvarlayasınız, değil mi! Yağma yok! O kadarcık aklımız
var daha! " - " Yani o kadar ödleğiz demek istiyorsunuz, değil
mi? Gelin haydi, gelin de görelim! " - "Yok canım! Siz mi? Si28
GÖZLEM
ze mi kaldı bizi aşağı yuvarlamak? Bizi aşağı yuvarlayacaksı
nız, ha? "
Saldırıya geçiyor, göğüsleniyor, düşüyor ya da kendimiz öyle
isteyerek yol kenarındaki hendeğe inip otlar içine uzanıyor
duk. Her şey aynı ölçüde ısınmış oluyor, otlar içinde ne sıcağı,
ne soğuğu hissediyor, sadece bir yorgunluk duyuyorduk.
Sağ tarafa dönülüp de el kulak altına konuldu mu, uyuyası ge
liyordu insanın. Ancak, çene kaldırılıp bir kez daha toparlan
mak, buna karşılık eskisinden de derin bir hendeğe yuvarlan
mak isteniyordu. Kollar önde çapraz tutularak, bacaklar rüz
garda yamulmuş, esintiye karşı ileri fırlamak ve yeniden, bu
kez hepsinden derin bir hendeğe kendimizi atmak hevesi uya
nıyordu içimizde. Ve aynı şeyi habire yinelemekten bir türlü
geri kalmıyorduk.
En son çukurda gerçek bir uykuya dalmak için nasıl enine bo
yuna uzamlacağı, Özellikle dizlerde bunu nasıl uygulamak ge
rekeceği henüz pek akla getirilmiyor, neredeyse ağlamaklı,
sanki hasta, sırtüstü yatılıyordu. Oğlanlardan biri, elleri kalça
larında, karanlık tabanlarıyla yamaçtan inip üzerimizden yola
atlarken kırpıştınlıyordu gözler.
Zamanla gökyüzünde ay bir hayli yükseliyor, mehtapta bir
posta arabası yanımızdan geçip gidiyordu. Dört bir yanda hafif
bir rüzgar çıkıp hendek içinde de estiği duyuluyor, yakındaki
ormanlardan hışırtılı sesler gelmeye başlıyordu. İşte o zaman
yalnız olmak yitiriyordu çekiciliğini.
·
" Neredesiniz hey ? " - " Gelsenize buraya! " - " Herkes gelsin! " " Haberiniz yok mu, posta arabası geçti! " - " Yok canım! Ne za
man? " - "Tabii geçti. Sen uyurken. " - " Uyudum mu? Ne mü
nasebet! " - " Sus sus! Halinden belli. " - " Amma yaptın! " - " Ge
lin haydi! "
Bunun üzerine birbirimize daha çok sokularak koşmaya baş
lıyorduk. Kimimiz el ele veriyor, yokuş aşağı indiğimizden
29
GÖZLEM
başlar yeterince dik tutulamıyordu. İçimizden biri Kızılderi
lilere özgü bir savaş çığlığı atıyor, bacaklarımız o zamana ka
dar görülmedik doludizgin bir koşu tutturuyor, biz sıçradık
ça rüzgar kalçalarımızdan tutup bizi havaya kaldırıyordu.
Hiçbir şey alıkoyamazdı bizi yolumuzdan. Kendimizi öyle bir
koşuya kaptırıyorduk ki, birbirimizi geride bırakıp geçerken
bile kollarımızı kavuşturup sağımıza solumuza bakabiliyor
duk.
Wildbach Köprüsü'ne gelince duruyorduk; ileri gidenlerimiz
varsa, onlar da geri dönüyor, altımızda akan su, sanki akşamın
geç vakti değilmiş gibi kayaları ve bitki köklerini dövüp duru
yordu. Neden içimizden biri sıçrayıp oturmuyordu korkuluk
üzerine, şaşılacak şeydi!
Derken bütün kompartımanları aydınlık, cam pencereleri kuş
kusuz indirilmiş bir tren, uzaktaki ağaçlar arasından belirip çı
kıyordu ortaya. Aramızdan biri bir şarkı tutturuyordu. Ama
biz hepimiz de şarkı söylemek istiyorduk. Trenin gidişinden
daha hızlı şarkı söylüyor, sesimizi yeterli bulmayarak ellerimi
zi kollarımızı sallıyorduk. Seslerimizle bir curcuna havası yara
tıyor, bu curcunanın içinde kendimizi rahat hissediyorduk.
Kendi sesini başka seslere karıştırdı mı, oltaya yakalanmış gibi
bir duygu uyanıyordu insanın içinde.
Böylece, arkamızda orman, geziye çıkmış uzak yolcuların ku
laklarına yolluyorduk şarkılarımızı. Köyde büyükler henüz
uyanmamış oluyor, annelerimiz gece için yatakları yapıyordu.
Ayrılma vakti gelip çatıyordu sonunda. Hemen yanı başımda
ki arkadaşı öpüp sonraki üçüne şöylece elimi uzatıyor, yolu ge
risin geri koşmaya başlıyordum; arkamdan seslenen çıkmıyor
du. Beni artık göremeyecekleri ilk kavşakta yoldan sapıyor,
patikalardan seğirtip yine orman içine dalıyordum. Güneydeki
o kente varmaktı amacım; öyle bir kent ki, köyde kendisiyle il
gili olarak şöyle konuşuluyordu:
30
GÖZLEM
" Hani ne insan şu oradakiler! Düşünsenize, hiç uyudukları
yok."
" Neden? "
"Yorulmuyorlar da ondan."
"Neden yorulmuyorlar? "
11
Çünkü aptal hepsi.
11
" Aptallar yorulmaz mı?
11
" Aptallar yorulur mu hiç! "
31
GÖZLEM
KÖYLÜ Avcısı
Nihayet gece saat ona doğru, daha önceden şöylece tanıdığım,
bu kez ansızın yine karşıma çıkarak beni iki saat sokak sokak
çekip dolaştıran bir adamla, bir şölene davet edildiğim konağın
önüne geldim.
" İşte böyle! " dedim ve ayrılmamızın ille de gerektiğini belirt
mek üzere ellerimi çırptım. Şimdiye kadar bundan daha az ke
sin birkaç girişimde bulunmuş, artık iyice yorulmuştum.
" Hemen çıkıyor musunuz yukarı ? " diye sordu o. Ağzındaki
dişlerin adeta birbirine vurmasından kaynaklanan bir takırtı
işittim.
" Evet. "
Öyle ya, davetli bulunuyordum, bunu daha başta kendisine
söylemiştim. Ama bir an önce kavuşmayı dilediğim yukarıdaki
salona çıkmak için davet etmişlerdi beni, yoksa kapı önünde
dikilip karşımdaki adamın kulaklarının hizasından ötelere
bakmak için değil; üstelik olduğumuz yerde uzun boylu eğleş
meyi kafamıza koymuş gibi, susup duruyorduk şimdi. Öte yan
dan, çevremizdeki evler ve evler üstünde yıldızlara kadar uza
nan bir karanlık da suskunluğumuza katılmakta gecikmemişti.
Aynca, nereden gelip nereye gittikleri merak edilmeyen gö
rünmez yolcuların ayak sesleri, dönüp dolaşıp caddenin karşı
yakasına sıkışan rüzgar, odanın birinde kapalı pencerelere kar
şı şarkılar çağıran bir gramofon, bütün bunlar da, sanki öteden
beri kendilerinin olan ve hep kendilerinin kalacak suskunluk
içinden seslerini duyurmuştu.
32
GÖZLEM
Derken eşlikçim, kendi adına ve bir gülümseyişten sonra
benim adıma duruma rıza gösterip, duvar boyunca sağ kolu
nu yukarı uzattı ve gözlerini yumarak yüzünü koluna yasla
dı.
Ama onun gülümseyişini sonuna kadar izleyemedim, bir utanç
duygusu ansızın beni arkama döndürdü; eşlikçimin köylüleri
kafese koyan iri, ondan başkası sayılamayacağını ancak bu gü
lümseme üzerine anlamıştım. Oysa aylardır bu kentteydim,
köylü avcılarını avucumun içi gibi tanıdığımı sanıyordum: Ge
celeyin yan sokaklardan, ellerini ileri uzatarak otel ve meyha
ne sahipleriymiş gibi birden karşınıza çıkar, önünde dikildiği
niz ilan sütunlarının arkasına siner, bir saklambaç oyunu oy
narlar sanki; hiç değilse bir gözleriyle yuvarlak sütunun geri
sinden sizi kollar, yol kavşaklarında içinize bir korku düşer gi
bi oldu mu, ansızın önünüz sıra kaldırım kenarını izleyerek bir
gölge gibi süzülüp giderler. Ama yine de kendilerini çok iyi an
lıyordum, koltuk meyhanelerinde ilk karşıma çıkan kentli ta
nışlarım nihayet bu kimselerdi.
Artık yeryüzünü onsuz düşünmeyip kendi içimde de duymaya
başladığım diretkenlikle ilk tanışmamı bu kimselere borçlu
yum. Çoktan ellerinden kurtulsanız, yani ortada çoktan kendi
leri için kafese koyacak biri kalmasa bile, nasıl ileride yine in
sanın karşısına dikiliveriyorlardı! Nasıl da durup oturmuyor,
uzaktan da olsa insanın yüzüne inandırıcı bakışlarla hala bakıp
duruyorlardı. Ve hep aynıydı başvurdukları yöntem: Kaçıp
kurtulamayacağınız gibi önünüze gelip dikiliyor, gitmek istedi
ğiniz yerden sizi alıkoymaya çalışıyorlardı; buna karşılık, ken
di sinelerinde size barınacağınız bir köşe hazırlıyor ve nihayet
içinizde kendilerine karşı bir sempati duygusu uyanacak oldu
mu, bunu bir kucaklaşma isteğinin belirtisi görüp, yüzleri ileri
de, kendilerini bu kucaklaşmaya bırakıyorlardı.
Bu eski oyunların, bu kez ancak uzun süre onunla bir arada bu
lunduktan sonra bilincine varmıştım. Bu utanç verici durumu
33
GÖZLEM
silip atmak isteyerek, parmak uçlarımı ezip ufalarcasına birbi
rine sürtmeye koyuldum.
Eşlikçime gelince, önceki gibi halA duvara yaslanmış duruyor,
hfilA kendisini bir köylü avcısı görüyordu; alınyazısından duy
duğu memnunluk, açıktaki yanağını bir pembelikle donatmış
tı.
" Bildim, bildim! " dedim sonunda ve usulcacık omzuna dokun
dum. Sonra merdivenlerden seğirtip yukarı çıktım; holdeki
uşak ve hizmetçilerin işte öylesine nedensiz sadakat taşan yüi
leri hoş bir sürpriz gibi beni sevindirdi. Paltomu üzerimden so
yup çizmelerimin tozunu alırlarken, sırasıyla teker teker süz
düm hepsini. Ardından rahat bir nefes alıp, dimdik yürüyerek
salondan içeri girdim.
34
GÖZLEM
ANSIZIN GEZİNTİ
Akşam evde kalmaya kesinlikle karar verilerek sırta ropdö
şambr geçirilir, yemeğin ardından aydınlık masada oturularak
bitiminde adet olduğu üzere kalkıp yatmaya gidilen bir iş ya da
bir oyunla vakit geçirilir, dışarıda ise evde kalmayı pek doğal
gösteren sevimsiz bir hava egemenliğini sürdürür, artık sokağa
çıkmanın herkesi şaşırtacağı kadar uzun süre masa başında ses
siz oyalanılır, bu arada merdivenlerde ışıklar söndürülerek
cümle kapısı kilitlenir, öyleyken içte ansızın hissedilen sıkıntı
nın dürtüsüyle kalkılır da ceket değiştirilir, bir anda sokak kı
yafetiyle ortada boy gösterilir, dışarı çıkmak gerektiği açıkla
nır, oradakilere kısaca hoşça kalın denilip çıkılır, kapının hızlı
ya da yavaş kapatılmasıyla az ya da çok bir can sıkıntısı geride
bırakılır, kendilerine bu geç vakit sağlanan beklenmedik öz
gürlüğü özel bir çeviklikle karşılayan kol ve bacaklarla sokak
ta soluk alınır, salt bu sokağa çıkma kararıyla tüm karar verme
gücünün topluca içte varlığı sezilir, en hızlı değişimleri kolay
cacık gerçekleştirmek ve bunlara katlanmak için gerekenden
daha fazla bir gücün elde bulundurulduğunun her zamankin
den büyük bir önemle bilincine varılır ve böylece uzun sokak
lar boyu seğirtilip durulursa, o zaman bu akşam için aile çevre
sinden büsbütün dışarı çıkılmış olur, aile bireyleri giderek ger
çekliklerini yitirirken, kendini kaya gibi sağlam, alabildiğine
belirgin kenar çizgileriyle donatılmış hisseder insan, yürürken
elleri kalçalarına vurur, gerçek kişiliğine kavuşur. Öte yandan,
hatırını sormak üzere akşamın bu geç vakti bir dostu ziyaret et
mek bu duyguyu pekiştirir.
35
GÖZLEM
KARARLAR
Perişan bir durumdan belini doğrultabilmek, büyük güçlük çe
kerek sağlanacak enerjiyle bile kolay olmasa gerekirdi. Otur
duğum sandalyeden koparıp alıyorum kendimi; masanın çev
resini dolanıyor, başımla boynumu devingen duruma sokuyor,
gözlerime ateşli bir ifade oturtup çevrelerindeki kasları geriyo
rum. İçimdeki bütün duygulara karşı koyarak, şu anda gelme
yegörsün, A. 'yı büyük bir coşkuyla karşılayacak, B.'nin odam
daki varlığına nazik katlanacak, C.'nin söylediklerini bütün
eziyet ve zahmetine karşın uzun soluklarla içime çekeceğim.
Ama böyle olabilse de, başgöstermekte gecikmeyecek her ya
nılgıyla her şey. Kolay ve Zor, bir an gelip durakalacak, ben de
çember içinde gerisin geri çark edeceğim?
Bu yüzden en iyisi her şeyi sineye çekmek, ağır bir kitle gibi
davranmak, kendini rüzgarın önüne kattığı bir nesne gibi his
setmek, bir ayartıya uyup da gereksiz bir adım atayım deme
mek, başkalarına boş boş bakmak, pişmanlık duymamak, sö
zün kısası yaşam denilen şeyden kalmış en küçük artığın varsa
hepsini kendi elinle çökertip ezmek, yani o en son gömüt ses
sizliğini daha da büyültmek ve ortada bir başka şeyin varlığına
izin vermemek.
Böyle bir durum için karakteristik bir devinim, serçe parmağın
kaşlar üzerinde gezinmesidir.
36
GÖZLEM
DAÔLARA DOÔRU GEZİNTİ
11
11
Bilmiyorum! diye bağırdım kof bir sesle. Zorla mı, bilmiyo
rum. Kimse gelmiyorsa, kimse gelmiyor işte. Kimseye bir kö
tülükte bulunmadım, kimse de bana kötülükte bulunmadı,
ama kimse bana yardım etmek istemiyor. Bitip tükenmeyen
kimseler. Ama öyle de değil pek: Bana kimsenin yardım elini
uzatmayışı fena ancak, yoksa bu hiçkimseler güzel; böyle bir
hiçkimseler topluluğuyla bir gezinti yapmayı - niçin olmasındı
hani - ne çok isterdim. Elbet dağlara doğru, başka nereye? Bu
hiçkimseler nasıl da birbirine sokulurdu; bir sürü çapraz uzan
mış ya da iç içe geçmiş kollar, birbirinden minicik adımlarla ay
rılan bir sürü ayak! Kuşkusuz, hepsi de fraklı. Şöyle böyle yü
rüyüp gidiyoruz; vücutlarımızın ve kollarımızla bacaklarımızın
arasındaki boşluklardan bir rüzgar esiyor. Dağda boyunlarımız
özgürlüğe kavuşur. Bir ezgi mınldanmayışımız şaşılacak şey! "
11
37
GÖZLEM
BEKARIN MUTSUZLUÔU
Öyle görülüyor ki, pek kötü şey beUr kalmak, bir akşam in
sanlar arasında geçirilmek istendi mi yaşlı bir adam olarak
onurunu güçlükle koruyup başkalarından kendisine kapılarını
açmasını beklemek, hastalanmak ve yatağın bulunduğu köşe
den haftalar boyu boş odayı seyretmek, tanışlarla hep sokak
kapısı önünde vedalaşmak, asla yanında eşiyle dar merdiven
lerden çıkamamak, odasında sadece başkalarının odalarına
açılan ara kapıların bulunduğunu bilmek, akşam yiyeceğini bir
elinde eve taşımak, başkalarının çocuklarına hayran hayran
bakıp boyuna " Benim yok! " diye yineleyememek, kılık kıyafet
ve davranışında çocukluk anılarındaki bir ya da birkaç beUrı
kendine örnek almak.
Ve böyle de olacak; şu farkla ki, gerçekte de bugün ve yarın bir
vücut ve sahici bir kafayla, yani elleriyle dövmek için bir alın
la ortada kalacak insan.
38
GÖZLEM
İŞ ADAMI
Üç beş kişi acıyor olabilir bana, ama bunu hiç sezdiğim yok.
Küçük dükk§nım beni tasalara boğuyor, bu tasalar alnımda ve
şakaklarımda zonklamalara yol açıyor, ileride rahata kavuşa
cağım umudunu ise bende uyandırmıyorlar, çünkü dükk§nım
küçük.
Her gün yapılacak işleri saatler öncesinden belirlemem, yar
dımcımın belleğini uyarak tutmam, içine düşülmesinden kork
tuğum yanılgılara karşı onu uyarmam, bir önceki sezonda bir
sonraki sezonun modasını, çevremdekiler değil de, o kendi içi
ne kapalı taşra sakinleri arasında söz konusu olacak modayı
kestirmem gerekiyor.
Param yabancı ellerde; ne durumda olduklarını bilemem bu ki
şilerin, başlarına gelebilecek bir felaketi önceden sezemem, se
zemeyince de onu nasıl savanın? Belki bu kişiler har vurup
harman savuran insanlara dönüşmüşlerdir de, bahçeli bir gazi
noda bir şölen düzenlemekte, daha başkaları da Amerika'ya
kaçarken kısa bir süre bu şölene katılmaktadır.
Bir iş gününün akşamı kepenkleri indirip, ansızın önümde
dükk§nımın bitip tükenmeyen gereksinimlerine ayıramayaca
ğım saatler buldum mu, sabahleyin benden önce uzağa yollan
mış girişim hevesim dönüp gelerek varlığımdan içeri saldırıyor,
ama burada fazla dayanamayarak beni de kendisiyle amaçsız
çekip götürüyor.
Ancak ben bu ruh durumundan asla yararlanamıyor, evin yo
lunu tutmaktan başka şey yapamıyorum; çünkü elim yüzüm pis
ve tere bulanmış, giysim leke ve toz içinde; başımda çalışırken
39
GÖZLEM
giydiğim kasket, ayağımda sandık çivileriyle dört bir yanı çizil
miş botlar. Dalgalar üzerinde yürüyorum sanki; yolda iki eli
min parmaklarını çabuk çabuk sağa sola oynatıyor, karşıma çı
kan çocukların saçlarını sıvazlıyorum. Ama yol kısa; hemen
eve varıyor, asansör kapısını açıp giriyorum içine.
Birden yalnız olduğumu görüyorum. Yürüyerek merdivenleri
çıkanlar bu çıkışta azıcık yorulur, biri gelip açana kadar kapı
nın önünde hızlı hızlı soluyan ciğerleriyle bekler; öfkelenip sa
bırsızlanmak için ellerinde neden vardır; hole girip şapkalarını
askıya asarlar ve ancak koridorda yürüyüp birkaç cam kapı
önünden geçerek odalarına varınca başlar yalnızlıkları.
Oysa benim yalnızlığım daha asansörde başlar: Ellerimi dizle
rime dayayıp dar ve uzun aynaya bakarım. Asansör çalışmaya
koyulunca, şöyle derim kendi kendime:
" Susun! Çekilin geri! Ağaçların gölgesine, vitrinlerin kumaş
dekorlarının arkasına, çardakların içine mi ulaşmak niyeti
niz? "
Dişlerimin arasından konuşurum; merdivenin korkulukları,
asansörün buzlu camlan önünden çağlayanlar gibi kayar aşağı.
"Uçup gidin! Benim asla görmediğim kanatlarınız köylük bir
ovaya taşısın sizi ya da Paris'i diliyorsanız oraya götürsün. Din
adamlarından oluşan alaylar üç ayn sokaktan gelir, birbirlerine
yol vermeksizin birbirlerinin içinden geçip giderler; alayların
son saflarının ardında boş alan yine açık seçik belirirken, pen
cerenin sağlayacağı görünümün keyfini çıkarmazlık etmeyin!
Mendiller sallayın, dehşete kaptırın kendinizi, duygulanın, ara
bayla önünüzden geçen güzel bir bayan gördünüz mü, övücü
sözler söyleyin kendisine.
Ahşap köprü üzerinden yürüyerek çaydan geçin! Suda yıka
nan çocukları başlannızla selamlayın ve binlerce tayfanın
uzaktaki bir zırhlıdan yükselecek hurra sesinden hayretinizi
esirgemeyin!
40
GÖZLEM
O gösterişsiz adamın peşine takılın! Bir kemerli geçide kıstır
dınız mı, nesi var, nesi yok, soyup alın üzerinden! Adam solda
ki sokağa sapıp boynu bükük yoluna devam ederken, elleriniz
ceplerinizde, arkasından bakın!
Atlarını dörtnala kaldırmış, sağdan soldan dağınık gelecek po
lisler sizi gerilere doğru sürecektir. Bırakın onları, boş sokak
lar kendilerini mutsuz kılacaktır, biliyorum. Ve buyrun işte,
daha şimdiden atlarını sürüp çifter çifter uzaklaşmaya başladı
lar; köşebaşlarını usulcacık dönüyor, alanlardan uçar gibi geçi
yorlar."
Derken çıkmam gerekiyor asa,nsörden; asansörü aşağı salıp zi
li çalıyor ve kapıyı açan hizmetçiyi selamlıyorum.
41
GÖZLEM
DIŞARISINI DALGIN SEYREDİŞ
Artık hızla yaklaşan bu bahar günlerinde ne yapacağız? Sabah
erken gri renkteydi gökyüzü; ama şimdi pencereye yaklaşma
yagörsün, şaşırıyor insan ve yanağını pencerenin koluna dayı
yor.
Henüz çocuk yaşta bir kız salınarak yürüyor aşağıda ve sağına
soluna bakmıyor; batmakta olan güneşin parıltısı yüzüne vur
muş; arkadan hızlı adımlarla yaklaşan bir adamın gölgesi bu
parıltının üzerine düşüyor.
Derken geçip gidiyor adam ve kızın yüzü yine apaydınlık orta
ya çıkıyor.
42
GÖZLEM
EVİN YOLU
Fırtınanın ardından havada bu ne inandırıcı güç! Yaptığım iyi
işler karşıma çıkıp üzerime çullanıyor; doğrusu, benim de bu
na karşı koyduğum söylenemez.
Yolu tutmuş gidiyorum; yürüyüş tempom sokağın bu başında,
bu sokakta, bu semtte genellikle söz konusu tempodur. Kapı
lara ve masalar üzerine indirilen tüm yumruklardan, kadeh to
kuşturulurken savrulan tüm nüktelerden, yataklardaki sevgili
çiftlerinden, yeni yapılmakta olan binalardaki iskelelerden, ev
lerin duvarları arasında sıkışıp kalmış karanlık sokaklardan,
genelevlerdeki sedirlerden haklı olarak ben sorumluyum.
Geçmişimi geleceğimle karşılaştırıyorum; ama ikisini de kusur
suz buluyor, birini ötekisine üstün göremiyor, benim işte öyle
sine yüzüme gülen talihin adaletsizliğine atıp tutmaktan kendi
mi alamıyorum.
Ancak odama girince, biraz düşünceye kaptırıyorum kendimi;
ama merdivenleri çıkarken üzerinde düşünmeye değer bir şey
ele geçirdiğim için değil. Pencereyi ardına kadar açmamın ve
bahçeli gazinoların birinde haUl çalan müziğin pek bir yaran
olmuyor.
43
GÖZLEM
GELİP GEÇENLER
Geceleyin bir sokakta dolaşmaya çıkarız da, adamın biri uzak
ta boy göstererek - çünkü önümüzde sokak bayır yukarı çık
maktadır ve ayrıca dolunay vardır - karşıdan koşup bize doğru
yaklaşırsa, ister zayıf ve pejmürde kılıklı biri olsun, isterse ardı
sıra seğirten biri yakalayın diye bağırsın, onu tutmaya kalk
maz, koşarak yoluna devam etmesine karşı durmayız.
Çünkü vakit gece olup sokak önümüz sıra dolunayda bayır yu
karı çıkıyorsa, buna karşı elden ne gelir! Hem belki bu iki kişi
söz konusu kovalamacayı kendileri için bir eğlence diye düzen
lemiştir; belki her ikisi de bir üçüncü kişinin peşine düşmüştür;
belki birincisi suçsuz yere kovalanmaktadır; belki arkadan ge
len bir cinayet işler, biz de suç ortağı oluruz; belki ikisinin de
hiç haberi yoktur birbirinden ve her biri davranışının sorumlu
luğunu kendisi yüklenerek yatmak üzere evine yollanmakta
dır; belki uyurgezer kimselerdir ikisi de; belki birincisinin üze
rinde silah vardır. Ve nihayet yorgun olamaz mıyız? Yorgun
düşecek kadar şarap içmedik mi? Derken, arkadan gelen ikin
cisini de göremez olup seviniriz.
44
GÖZLEM
YOLCU
Tramvayın birinde dikiliyorum; bu dünyada, bu kentte ve ai
lem içindeki yerim konusunda düpedüz bir kararsızlık içinde
yim. Herhangi bir konuda haklı olarak ne gibi istekler öne sü
rebileceğimi bile söyleyecek durumda değilim. Bu tramvayda
böylece dikilip kayışlardan birine tutunmamı, kendimi bu
tramvaya taşıtmamı, insanların tramvaylar önünden kenara çe
kilmelerini ya da yolda sessiz yürümelerini ya da vitrinler
önünde kımıldamadan durmalarını asla savunamam. Zaten
kimsenin böyle bir şey istediği yok benden; hem isterse ne de
ğişir.
Tramvay bir durağa yaklaşıyor, bir kız basamaklara doğru iler
leyip inmeye hazırlanıyor. Ellerimi vücudunun orasında bura
sında gezdirmişim gibi, bütün belirginliğiyle algılıyorum kendi
sini. Üzerinde siyah bir kostüm; etekliğindeki plilerin neredey
se kımıldadığı yok; dar bir bluz giymiş, bluzun yakası küçük
deliklerle donanmış dantellerden oluşuyor. Sol elinin ayasını
tramvayın kenarına dayamış; sağ elindeki şemsiye, merdivenin
ikinci basamağı üzerinde duruyor. Yüzü esmer; yanlardan ha
fifçe basık bumu, yuvarlak ve geniş bir uçla sonlanıyor. Gür ve
kumral saçları, sağ şakağında tek tek saç telleri var. Küçük ku
lağı adeta boynuna bitişik; ama yakınında durduğumdan, sağ
kulak sayvanının tümüyle arka kısmını ve kulak memesinin di
bindeki gölgeyi görebiliyorum.
O zamanlar şöyle sormuştum kendi kendime: Nasıl oluyor da,
kendisiyle ilgili bir şaşkınlığa kapılmıyor kız, ağzını kapalı tu
tuyor ve böyle bir şaşkınlığı açığa vuran sözler söylemiyor.
45
GÖZLEM
GİYSİLER
Çok vakit türlü pliler, dantel ve süslerle güzel bir bedene gü
zelce oturmuş giysiler gördüm mü, uzun süre öyle kalmayacak
lannı, bir daha düzlenemeyecek kınşıklıklarla örtüleceklerini,
süslerin içine dolacak parmak kalınlığında tozun bir daha ora
lardan uzaklaştınlamayacağını, kimsenin bu zengin giysiyi her
sabah giyip akşam çıkaracak kadar kendini üzüntüye ve gülünç
duruma sokmak istemeyeceğini düşünürüm.
Öyleyken kızlar görürüm, güzel olmaya güzeldirler; zarif kas
lan, narin kemikleri, gergin tenleri, ipek gibi gür saçlan vardır;
gel gelelim, her Allahın günü bu bir tek karnaval giysisiyle boy
gösterir, hep aynı yüzü aynı avuçlan içine yatınr ve aynada
yansıtırlar.
Ancak, kimi akşamlar bir eğlenceden eve döndüler mi, aynada
yüzleri pörsümüş, şişmiş, herkes tarafından yeterince görülmüş
ve artık taşınacak yanı kalmamış gibi gelir kendilerine.
46
GÖZLEM
GERİ ÇEVİRME
Güzel bir kıza rastlayıp, " Ne olur, benimle gel ! " diye rica ede
rim de kız yanımdan suskun geçip giderse, bu davranışıyla şöy
le söylemek ister gibidir:
11
Sen, görkemli bir isimle donanmış bir prens değilsin. Bir Kı
zılderilinin boyu bosuyla, dinginlik içinde yatay gözler, çimen
lerin ve çimenler içinden akıp giden ırmakların havasına doy
muş bir tenle geniş bedenli bir Amerikalı da değilsin. Sen, bil
mem neredeki büyük göllere doğru bir geziye de çıkmadın; bu
göller üzerinde dolaşmadın. Öyleyse niçin benim gibi güzel bir
kız seninle gelsin, rica ederim.
11
" Unutuyorsun ki, seni uzun soluklu atılımlarla sokaklar içinde
yalpalar vurarak taşıyıp götüren bir araba yok altında; dar giy
siler içine tıkılmış, senin için komplimanlar mırıldanan ve çev
rende yanın ay yapmış yanı başında yürüyen beyler de görmü
yorum. Göğüslerin korse içine güzelce yerleştirilmiş; ama ba
cakların ve kalçaların, göğüslerinin katlandığı yoksunluğun
acısını çıkarır gibidir; geçen sonbahar hepimizi sevindirmiş taf
tadan plili giysi var üzerinde; ama yine de - vücutta bu büyük
tehlike - gülümsüyorsun arada bir. "
11
Evet, ikimiz de haklıyız; bu yüzden en iyisi, böyle olduğunun
kesinlikle bilincine varmamak için, her birimizin tek başına
evine yollanmasıdır, öyle değil mi? "
47
GÖZLEM
ERKEK BİNİCİLERİN DÜŞÜNMESİ İÇİN
Düşününce, hiçbir şeyin bir yarışta insanı birinci olmaya ayart
maması gerekiyor.
Bir ülkenin en iyi binicisi olmanın sağladığı ün, orkestra çalma
ya başlar başlamaz, insanı öylesine bir kıvanca boğar ki, ertesi
gün bir pişmanlık duygusunun önüne geçilemez.
Rakiplerimizin, bu kurnaz ve nüfuzlu kişilerin kıskançlığı, sağ
lı sollu seyirciler arasındaki o dar yoldan geçerken tatsız bir
duygu salar içimize. Sonra karşımızdaki düzlüğe doğru seğirti
riz, çok geçmeden önümüzde ufak noktacıklar halinde atlannı
ufka doğru koşturan birkaç kişi kalır yalnız; derken bunları da
geride bırakırız.
Dostlanmızdan pek çoğu bahiste kazandıkları parayı almak
için seğirtir ve sadece omuzlan üzerinden başlarını döndürüp
uzak gişelerden yaşa diye bize seslenir; ama en yakın dostları
mız hiç de bizim ata oynamamış, çünkü bahiste kaybettiler mi
bize kızıp içerleyeceklerinden çekinmişlerdir; ne var ki, şimdi
atımız birinci gelip kendileri bir şey kazanamayınca, biz önle
rinden geçerken başlannı çevirir, gözlerini tribünler üzerinde
gezdirmeyi uygun bulurlar.
Geride bıraktığımız rakiplere gelince, eğer üzerinde sımsıkı
oturur, uğradıkları şanssızlıkla nasılsa kendilerine yapılmış
gördükleri haksızlığı anlamaya çalışır, yeni bir koşu başlaya
cakmış da, bu seferki çocuk oyuncağı sayılacak deminkinden
sonra ciddi bir koşu olacakmış gibi, başları yukanda bir poz ta
kınırlar. Bayanlardan pek çoğu yanşı kazananı gülünç bulur;
çünkü yarışı kazanan bir büyüklenme havası içindedir; ama ar48
GOZLEM
dı arkası kesilmeyen el sıkmalar, selam durmalar, uzaktaki se
yircilere selam yollamalar karşısında çaresizliğe kapılır; oysa
yanşı kaybedenler ağızlannı kapalı tutar, çokluk kişneyen at
lann boynuna elleriyle hafifçecik vururlar.
Üstelik, yavaş yavaş bulutlanmış havadan sonunda bir yağmur
atıştırmaya başlar.
49
GÖZLEM
SOKAÔA BAKAN PENCERE
Kim yalnızlık içinde yaşar, ama yine de bazen insan arasına ka
rışmak isteğini duyarsa, kim günün değişik zamanlarını, hava
daki, iş durumundaki vb. değişiklikleri dikkate alarak fazla
güçlük çekmeden tutunabileceği rastgele bir insan kolu gör
mek isterse, sokağa bakan bir pencere olmadan uzun süre ya
pamaz. Ve böyle bir kimse hiçbir şey aramayarak, yalnızca
bezgin bir adam gibi gözlerini dışarıdaki insanlarla gökyüzü
arasında aşağı yukarı gezdirir, pencere pervazına yönelir de
sonra niyetinden cayar ve başını biraz geriye kaykılmış tutarsa,
yine de aşağıdaki atlar, peşleri sıra sürükledikleri arabaların ve
gürültünün içine çekip alır kendisini, hele şükür sonunda in
sanlarla bir uzlaşmaya götürür.
50
GÖZLEM
KIZILDERİLİ OLMAK İSTEÔİ
Bir Kızılderili olsa insan! Hemen hazır, koşan bir at üzerinde,
boşlukta eğilmiş, sarsılan yer üzerinde kısa sürelerle sarsılıp
dursa, üzengilerden çekse ayağını, yani üzengi diye bir şeyin
varlığım unutsa ve önünde uzayıp giden araziye dümdüz biçil
miş bir kır gözüyle baksa, derken atın bir boynu ve bir başı ol
duğunu unutsa!
51
GÖZLEM
AÔAÇLAR
Çünkü bizler karda ağaç gövdeleri gibiyiz. Görünürde hemen
toprak üzerinde bulunur gövdeler ve ufak bir yüklenişte onla
n yerlerinden söküp atmamak için ortada bir neden yok sanı
lır. �ma hayır! Olacak şey değildir bu; çünkü gövdeler yere
sımsıkı yapışmıştır. Ama bu da yalnız görünürde böyledir.
52
GÖZLEM
MUTSUZ OLMAK
Artık dayanılmaz olup Kasımda bir akşamüstü odamdaki dar
ve uzun halı üzerinden tıpkı bir manejdeymişim gibi seğirttik
ten sonra, ışıklan yakılmış sokağın görünümünden ürkerek dö
nüp odanın bir köşesindeki aynanın derinliklerinde yeniden
bir hedef ele geçirerek, hiçbir şeyin kendisine karşılık verme
diği ve hiçbir şeyin bir çığlık gücünü kendisinden alamadığı,
yani bir engelle karşılaşmaksızın yükselen ve sustuğu zaman
bile sona ermek bilmeyen çığlığı işitmek için, yalnız ve yalnız
bunun için bir çığlık koyvermem üzerine duvarda bir kapı açıl
dı; pek acele; acele gerekiyordu çünkü; aşağıdaki, yolda duran
arabanın atlan bile, savaşta gemi azıya almış atlar gibi, gırtlak
larını savunmasız bırakarak şaha kalkmıştı.
Henüz lambası yakılmamış zifiri karanlık koridordan küçük
bir hayalet gibi bir çocuk fırladı içeri ve hafifçe oynayan bir
taban tahtası üzerinde parmak uçlarına basarak dikildi. Oda
nın loşluğunda hemen gözleri kamaşıp yüzünü çarçabuk elle
rine gömecek oldu; ama birden gözleri pencereye ilişerek ya
tıştı; caddedeki fenerlerin yukarılara saldığı buğular pencere
ye kadar yükseliyor, pencere kasasının önünde karanlık al
tında serilip kalıyordu. Sağ dirseğiyle açık kapı önünde duva
ra yaslanan çocuk kendini dimdik tutuyor, dışarıdan gelen
esinti ayak bileklerini, boynunu ve şakaklarını yalayıp geçi
yordu.
Kısa bir süre onu süzüp, " Günaydın! " dedim ve karşısında ya
n çıplak dikilmek istemediğimden sobanın korkuluğu üzerine
atılmış ceketime uzandım. Heyecammın içimden çıkıp gitmesi
için biraz açık tuttum ağzımı. Yüreğimde bir öfke kabarıyor,
53
GÖZLEM
kirpiklerim titriyordu; kısacası, bir bu konuk eksikti sanki; an
cak, bu konuğu da beklemiştim.
Çocuk, hillil duvar önünde, aynı yerde dikiliyordu; sağ elini du
vara bastırmıştı; yanakları al aldı; parmak uçlarıyla duvarın pü
tür pütür beyaz badanasını ezmeye bir türlü doyamıyordu.
" Sahi, bana mı gelmek istediniz? Bir yanlışlık olmasın da?
Çünkü bu koca evde yanılmak öyle kolay ki! Adımı bilmek is
tersiniz sanırım; üçüncü katta oturuyorum. Bu durumda, ziya
ret etmek istediğiniz ben miyim acaba? "
" Sakin olun, sakin olun! " dedi çocuk omuzlan üzerinden. " Or
tada bir yanlışlık yok."
" O zaman yaklaşın da, kapıyı kapayayım. "
" Kapıyı az önce kapadım, zahmet etmeyin! Hele bir sakinleşin
siz! "
" Zahmetin sözü mü olur. Ancak bir yığın insan oturur bu kori
dorda, hepsi de kuşkusuz tanıdık kimselerdir, çoğu bu saatte iş
ten döner; odaların birinde bir konuşma işittiler mi, kapıyı açıp
ne oluyor diye bakmak hakkına sahip olduklarını sanırlar. Gün
dtizki işlerini bu saatte geride bırakmışlardır; geçici akşam öz
gürlüklerinde kimsenin sözünü dinlemezler. Zaten sizin de bil
mediğiniz şey değil bu. Şimdi izin verin de, kapıyı kapayayım. "
" Ne diyorsunuz siz Allah aşkına? Neniz var? Bütün ev dolsun
isterse odaya. Bakın, bir daha söyleyeyim: Kapıyı kapadım.
Kapıyı yalnız siz mi kapayabilirsiniz sanki? Hem de kilitledim.
il
" O zaman sorun yok. Benim de istediğim bundan fazlası değil.
Anahtarla hiç kilitlemeniz gerekmezdi. Eh, şimdi burada bu
lunduğunuza göre, keyfinize bakın. Benim konuğumsunuz. Ta
mamen güvenebilirsiniz bana. Çekinmeyin, rahatımza bakın.
Sizi ne burada kalmaya, ne gitmeye zorlamak isterim, bunu il
le söylemem mi gerekiyor size bilmem? Beni bu kadar az mı
tanıyorsunuz? "
54
GÖZLEM
" Hayır! Söylemeseniz olurdu. Hatta hiç söylememeniz gere
kirdi. Ben bir çocuğum; ne diye benim için kendinizi bu kadar
zahmete sokuyorsunuz? "
" Pek de zahmet sayılmaz. Doğru, bir çocuksunuz. Ama hiç de
pek küçük sayılmaisınız. Enikonu büyümüş bir haliniz var.
Eğer bir kız iseniz, düpedüz kapıyı kilitleyip benimle bir oda
ya kapanmanız doğru olmaz hani? "
" Bu konuda tasalanmamızın gereği yok. Ancak şu kadarını
söyleyeyim ki, sizi çok iyi tanımam, beni fazla koruyacak bir
şey sayılmaz; sadece bir yalan uydurup bana söylemek için
kendinizi zorlamaktan kurtarır. sizi. Ama bakıyorum yine de
bana iltifatlarda bulunuyorsunuz. Bırakın böyle davranmayı,
size söylüyorum, bırakın! Sonra, sizi her yerde ve her vakit
tanıyacak kadar biliyor değilim; hele bu zifiri karanlıkta. Bu
raya bir lamba taktırsanız, çok iyi olurdu. Ama hayır! Takıl
masa daha iyi. Ancak, beni tehdit ettiğinizi de unutmayaca
ğım. "
" Nasıl? Sizi tehdit mi ettim? Aman efendim, neden sonra bu
raya gelmeniz beni bir sevindirdi ki! Neden sonra diyorum,
çünkü epey geç oldu artık. Ne diye bu kadar geç geldiğinizi an
lamıyorum. Sevincimden belki abuk sabuk konuştuğumu ister
seniz tekrar tekrar itiraf edeyim. Evet, neyle tehdit ettim di
yorsanız, hepsiyle tehdit etmiş olayım sizi. Yeter ki patırtı et
meyin, tamam mı! Ancak, nasıl böyle bir sanıya kapıldınız bil
mem? Nasıl kırabildiniz beni? Ne diye burada bulunduğunuz
kısa süreyi olanca gücünüzle bana zehir etmek istiyorsunuz?
Yabancı biri, bana sizden çok daha nazik davranırdı. "
" İnanırım; bu söylediğiniz bir kehanet sayılmaz benim için. Ne
var ki, yabancı birinin size göstereceği yakınlık, benim bir kez
doğamda var. Bunu kendiniz de biliyorsunuz; öyleyse bu mah
zunluk da ne oluyor? Söyleyin bir komedi oynamak istiyorum
diye, hemen odadan çıkıp gideyim. "
55
GÖZLEM
" Ya? Demek bunu da söyleyebiliyorsunuz? Biraz fazla cesur
sunuz. Nihayet benim odamda bulunduğunuzu unutmayın!
Parmaklarınızı deli gibi duvara sürtüp duruyorsunuz. Benim
odam bu, benim duvarım. Hem söylediğiniz yalnız küstahça
değil, öte yandan gülünç. Diyorsunuz ki, doğanız sizi benimle
böyle konuşmaya zorluyor. Sahi mi? Doğanız mı zorluyor sizi
buna? Pek de nazik bir doğanız varmış! Ne var ki, sizin doğa
nız benim doğamdır; ben size dostça davranıyorsam, sizin de
bana başka türlü davranmamanız gerekir. "
" Şimdi bu sizinki dostça davranmak mı? "
" Ben daha öncesinden söz ediyorum. "
" İleride nasıl davranacağımı biliyor musunuz? "
" Hiçbir şey bildiğim yok. "
Ansızın komodine doğru yürüyüp üzerindeki mumu yaktım. O
zamanlar ne gaz lambası, ne elektrik vardı odamda. Sonra bir
süre masa başında oturdum. Derken bundan da bıkarak par
dösümü giydim, kanepenin üzerinden şapkamı alıp mumu sön
dürdüm. Dışarı çıkarken ayağım bir koltuğun bacağına takıldı.
Merdivenlerde, benimle aynı katta oturan bir kiracıya rastla
dım. İki basamağı birden işgal etmiş ayaklan üzerinde dinlene
rek:
" Gene mi sokağa çıkıyorsunuz, sizi çapkın sizi? " diye sordu.
"Ne yapayım? " dedim. " Odama bir hayalet geldi. "
" Çorbada kıl bulmuş gibi hoşlanmamış bir edayla söylüyorsu
nuz bunu. "
" Siz şaka ediyorsunuz ama, unutmayın, hayalet hayalettir. "
" Çok doğru! Peki, ya hayaletlere inanan biri değilsem? " " San
ki ben inanıyor muyum? Ama inanmasam ne çıkar? "
" Pek basit, bir hayalet gerçekten sizi ziyarete geldi mi, kork
mazsınız. "
56
GÖZLEM
" Evet ama, bu ikinci derecede bir korku nihayet. Asıl korku,
böyle bir görüntünün nedeninden duyulan korkudur. Bu kor
ku da kalıcıdır. İşte ben de bu korkuyu adeta içimde taşıyo
rum . " O anda sinirimden bütün ceplerimi karıştırmaya başla
mıştım.
" Ama siz görüntünün kendisinden korkmadığınıza göre, rahat
rahat nedenini araştırabilirsiniz.
11
"Anlaşılan hayaletlerle konuşmamışsınız hiç. İnsan bunlardan
asla açık seçik bir bilgi sağlayamaz. Kem küm edip dururlar,
kendi varlıkları konusunda bizden daha çok kuşku içindedir
ler; bu da, onların çelimsizliği düşünülürse, şaşılacak şey değil
dir. "
" Ama işittiğime göre, yiyecekle beslenip büyütüyorlarmış. "
" Bilginize diyecek yok doğrusu. Öyledir, ama bunu yapacak
kimse nerede? "
"Neden olmasın? Dişi bir hayaletse örneğin? " dedi komşum ve
sıçrayıp bir üst basamağa çıktı.
·
" Doğru! diye yanıtladım. " Ama hayaletin dişi olması bile,
böyle bir şeyin üstesinden gelinebileceğini göstermez. "
11
Kendimi toparlamıştım. Komşum o anda pek yüksekte bulu
nuyor, beni görebilmek için sahanlıktaki bir korkuluğun üze
rinden sarkması gerekiyordu. " Ancak, bakın! " diye seslendim
arkasından. "Yukarı çıkar da benim hayaleti alıp giderseniz,
aramızda her şey biter, hem de ölünceye kadar!
1
1
" Hepsi bir şakaydı canım! dedi komşum ve başını geriye çek
ti.
11
"O zaman sorun yok! " dedim. Doğrusu rahat rahat gezmeye
gidebilirdim artık. Ama kendimi pek yalnız hissediyordum, en
iyisi yukarı çıkıp yatağıma uzandım.
57
YARGI
YARGI
F. için
İlkbaharın en güzel zamanı, bir pazar öğle öncesi, genç işada
mı Georg Bendemann, hemen yalnızca yükseklik ve renk ba
kımından birbirinden ayrılıp ırmak boyunca uzun bir dizi oluş
turan alçak ve hafif evlerden birinin ilk katındaki odasında
oturuyordu. Yurtdışındaki bir çocukluk arkadaşına yazdığı
mektubu yeni bitirmişti; oyunsu bir yavaşlıkla mektubu içine
koyup zarfı kapadı; sonra dirseğini masaya dayayarak pencere
den ırmağa, köprüye ve karşı kıyıdaki hafif yeşil tepelere bak
tı.
Kendi yurdunda işlerinin gidişinden memnun kalmayan arka
daşının yıllar öncesi düpedüz Rusya'ya kaçıp gittiğini düşündü.
Arkadaşı, Petersburg'ta bir mağaza işletiyordu şimdi; başlan
gıçta pek iyi giden işleri, arkadaşının zamanla seyrekleşen ziya
retlerindeki yakınmalarına bakılırsa, çoktan durgunlaşmıştı.
Dolayısıyla arkadaşı yabancı bir ülkede çalışıp kendini boşuna
helak ediyordu; acayip çember sakalı, Georg'un daha çocukluk
yıllarından aşinası bulunduğu yüzünü pek saklayamıyor, yüz
deki solukluk yavaş yavaş oluşan bir hastalığı haber veriyordu.
Kendi söylediğine göre, Petersburg'ta yaşayan soydaşlarıyla
doğru dürüst konuşup görüştüğü yoktu, ama kentin yerli aile
leriyle de hemen hiç görüşmüyor, kendini ilerisi için kesinlikle
bir bekar yaşamına hazırlıyordu.
Besbelli bir çıkmaza girmiş olup kendisine acınan, ama yardı
mına koşulamayan böyle birine ne yazılırdı? Yine yurduna dö
nerek artık burada yaşaması, eski dostluk ilişkilerini tümüyle
diriltip canlandırması - ortada bunun için bir engel yoktu niha
yet, ayrıca eşin dostun yardımına güvenmesi mi salık verilme59
YARGI
liydi? Ama bu, ona şimdiye kadarki denemelerinin başarısız
lıkla sonuçlandığını, artık uğraşıp didinmeyi bırakarak yurdu
na dönmesinin zorunluluğunu açıklamaktan, herkesin temelli
yurduna dönen kendisini gözlerini belertip şaşkın şaşkın süz
mesine ses çıkarmamasını, yalnızca dostlarının işten anladığını,
kendisinin ise yerlerinden yurtlarından ayrılmamış başarılı
dostlarının sözünden çıkmaması gereken koca bir çocuk sayı
lacağını söylemek olmayacak mıydı? Ve ne kadar kollanıp gö
zetilerek söylenirse, arkadaşını o kadar incitmeyecek miydi bu
sözler? Hem böyle bir işkenceyi ona reva görmekle ele ne ge
çecekti? Belki gerçekten yurduna dönmesi bile sağlanamaya
caktı, çünkü yurdundaki koşullara bundan böyle akıl erdire
mediğini kendi ağzıyla açıklamıştı. Dolayısıyla, arkadaşı tüm
çabalara karşın gurbette yaşamını sürdürecek, verilen öğütlere
içerleyip dostlarından biraz daha uzaklaşacaktı. Verilen öğüt
leri tutup, kuşkusuz isteyerek değil de karşılaştığı tatsız olaylar
yüzünden buraya yerleşti diyelim, dostlarına bir türlü ayale uy
duramayıp dostları olmadan da işin içinden çıkamayara.lc so
nunda bir utanç duygusuna kapılacak ve bu kez yalnız yurdu
nu değil, dostlarım da gerçekten kaybedecekti; bu durumda es
kisi gibi yurtdışında kalması çok daha iyi değil miydi arkadaşı
nın? Bu koşullar altında onun burada işlerini gerçekten yoluna
koyabileceği düşünülebilir miydi?
Söz konusu nedenler dikkate alınınca, hiç değilse aradaki mek
tup bağlantısı sürdürülmek istendi mi, en uzaktaki eşe dosta
bile çekinmeden bildirilecek olayları arkadaşından saklamak
gerekiyordu. Arkadaşı üç yılı aşkın zamandır yurdunu görme
ye gelmemişti ve bunu da pek sudan bir bahaneye başvurup
Rusya'daki politik durumun karışıklığıyla açıklamaya çalışmış
tı hep; yani politik durum, ona göre küçük bir işadamının en
kısa süre için bile ülke dışına çıkmasına izin vermiyordu; ama
yüz binlerce Rus yeryüzünde elini kolunu sallaya sallaya dola
şıp durmaktaydı. Öte yandan, bu üç yıl içinde özellikle Georg
için pek çok şey değişmişti. Aşağı yukarı iki yıl öncesine rast60
YARGI
layıp Georg'u bundan böyle babasıyla aynı çatı altında yaşa
mak zorunda bırakan annesinin ölümünü arkadaşı öğrenmiş
olacaktı ki, söz konusu olaya üzülmenin yabancı bir ülkede
akıl almaz bir şey sayılmasından başka nedenle açıklanamaya
cak kuru bir mektup yazıp başsağlığı dilemişti. Georg ise, o
gün bugün diğer uğraşlar gibi mağazadaki işe de canla başla sa
rılmıştı. Annesi hayattayken, belki babası mağazada yalnız
kendi dediği olsun istemiş, Georg'u gerçek bir çaba göster
mekten alıkoymuştu. Belki de annesinin ölümünden sonra ba
bası, hala mağazada çalışmasına karşın kendini biraz geri plan
da tutmaya başlamıştı; ama belki - hani hiç de olmayacak şey
değildi - mutlu rastlantılar bu konuda hepsinden önemli rol oy
namıştı. Kesin bir şey varsa, iş durumu son iki yıl beklenmedik
bir gelişme göstermiş, mağazadaki personel sayısının iki katı
na, üretimin ise beş katına çıkarılması gerekmişti ve olumlu ge
lişmenin ileride de sürüp gideceği kuşkusuzdu.
Gel gelelim, arkadaşı bu değişiklikten büsbütün habersizdi. Bir
vakit, galiba son olarak başsağlığı mektubunda, yurdundan ay
rılıp Rusya'ya gelmesi için Georg'u kandırmaya çalışmış, özel
likle Georg'un iş alanında Petersburg'ta sağlayacağı olanakta
n uzun uzadıya sayıp dökmüştü. Arkadaşının bu konuda ver
diği rakamlar, Georg'un işinin şimdiki büyüklüğü yanında hiç
kalıyordu. Ama Georg, iş hayatındaki başanlannı arkadaşına
yazma isteğini asla duymamıştı; şimdi ise, aradan bu kadar za
man geçtikten sonra böyle bir şeyden ona söz açması, tuhaf ka
çardı doğrusu.
Böylece Georg, arkadaşına sessiz sakin bir pazar sabahı düşü
nünce insanın aklına dağınık, düzensiz üşüşen önemsiz olayla
n yazmakla yetinmişti. Bütün arzusu, aradan geçen uzun süre
de arkadaşının yurduyla ilgili olarak kafasında oluşturup be
nimsediği tabloya ilişmemekti. Bir defasında sıradan birinin sı
radan bir kızla nişanlanmasını, birbirinden hayli aralıkla kale
me aldığı üç ayn mektupla üç kez arkadaşına bildirmiş, sonun61
YARGI
da arkadaşının bu işteki tuhaflıkla ilgilenmesine yol açmıştı ki,
hani hiç istemediği bir şeydi bu.
Ancak Georg, bir ay kadar önce varlıklı bir ailenin kızı Frieda
Brandenfeld ile nişanlandığını arkadaşına duyurmaktansa, ona
böylesi haberler iletmeyi yeğlerdi doğrusu. Nişanlısına sık sık
arkadaşından ve onunla mektuplaşmasından söz açıyordu.
" Demek bizim düğüne hiç gelmeyecek? " demişti bir ara nişan
lısı. " Oysa ben senin bütün arkadaşlannı tanımak hakkımdır
sanıyordum. " Georg da, " Rahatsız etmek istemiyorum kendi
sini," diye yanıtlamıştı. " Beni yanlış anlama, belki gelir, hiç de
ğilse ben öyle sanıyorum. Ama gelişi istemeyerek olacak, ken
dini burada bizlerden kötü durumda hissedecek, belki de beni
kıskanacak ve durumdan memnun kalmayıp memnuniyetsizli
ğini yenebilme gücünden yoksun, tek başına geldiği yere döne
cektir. Tek başına! Bunun ne demek olduğunu biliyor mu
sun? " - " Evet, ama bizim evleneceğimizi bir başka yoldan öğ
renemez mi sanki? " - " Elbet önleyemem bunu; ancak Rus
ya'da nasıl bir hayat yaşadığı düşünülürse, böyle bir şey pek
mümkün değil. " - " Madem onun gibi dostların vardı, benimle
hiç nişanlanmayacaktın, Georg! " - " Evet, bunda ikimiz de suç
luyuz; ama şimdi de olsa başka türlü davranmazdım doğrusu. "
Ve derken nişanlısı, Georg'un öpücükleri karşısında hızlı hızlı
soluyup, " Ama gücendim doğrusu! " sözlerini ağzından çıka
nnca, Georg, arkadaşına her şeyi olduğu gibi yazmayı kaçınıl
maz görmüştü. " Ben, böyle biriyim; onun da beni böyle kabul
etmesi gerek, " diye geçirmişti içinden. "Onunla aramdaki
dostluğa şimdikinden daha layık duruma sokamam kendimi."
Ve gerçekten Georg, bu pazar sabahı yazdığı uzun mektupta
nişanlanmasını şu sözlerle arkadaşına bildirdi: " En iyi haberi
sona sakladım: Froylayn Frieda Brandenfeld adında, sen Rus
ya 'ya gittikten çok sonralan bizim buraya gelip yerleşen, yani
senin pek tanıyamayacağın varlıklı bir ailenin kızıyla nişanlan
mış bulunuyorum; ilk fırsatta sana nişanlım konusunda daha
62
YARGI
geniş bilgi veririm; bugünlük kendimi pek mutlu hissettiğimi
öğrenmen ve bundan böyle şahsımda yalnız sıradan bir dost
değil, mutlu bir dost bulacak olmandan başka aramızdaki iliş
kide hiçbir şeyin değişmediğini öğrenmen yeter. Ayrıca, sana
içtenlikle selam yollayıp, çok yakında kendisi de sana mektup
yazacak nişanlımın şahsında da yine candan bir dost kazana
caksın ki, bu da bekar bir kimse için hiç de önemsenmeyecek
şey değildir. Biliyorum, seni bizi görmeye gelmekten alıkoyan
pek çok neden var; ama benim evlenmem, hiç değilse bir yol
bu konudaki engelleri yenebilmem için tam bir fırsat sayılmaz
mı? Hani yine sen bilirsin, nasıl uygun görürsen öyle yap. "
Elinde bu mektupla Georg, yüzü pencereye dönük, uzun süre
masanın başında oturdu. Sokaktan geçerken kendisini selam
layan bir tanıdığa ancak dalgın bir gülümsemeyle karşılık vere
bildi.
Sonunda mektubu cebine sokup çıktı kapıdan. Küçük bir kori
dorda karşıya geçerek babasının odasına girdi; aylardır bu oda
ya ayak atmamış, atmayı da gereksinmemişti, çünkü babasıyla
her vakit mağazada görüşüp konuşuyor, öğle yemeğini aynı sa
atte belli bir lokantada yiyorlardı. Gerçi akşamlan herkes dile
diği gibi doyuruyordu karnını; ama yemeğin ardından, Georg,
arkadaşlarının yanında değilse, ki çokluk onlarla beraber olu
yordu, ya da son zamanlardaki gibi nişanlısını görmeye gitme
mişse, ortak kullandıkları salonda, her biri kendi gazetesini
okuyarak biraz daha vakit geçiriyordu. Georg, bu güneşli öğle
yemeği öncesinde bile, babasının yatıp kalktığı odanın ne çok
karanlık olduğuna şaştı. Dar avlunun karşısındaki yüksek du
var, demek bu kadar gölge yapıyordu. Babası, rahmetli anne
sini anımsatan çeşitli yadigarlarla bezenmiş bir köşeye, pence
re önüne oturmuş, gözlerindeki bir rahatsızlık nedeniyle elin
de yanlamasına tuttuğu gazeteyi okumaya çalışıyor, masanın
üzerinde, içinden pek fazla bir şey yenilip içilmemişe benzeyen
kahvaltı duruyordu.
63
YARGI
" Bak sen, Georg! " diyerek hemen onu karşıladı babası; üzerin
deki ağır ropdöşambr yürürken açılıp etekleri ayaklarının çev
resinde uçuştu. "Babam hala dev gibi! " diye geçirdi içinden
Georg. "Burası da dayanılmayacak kadar karanlık, " dedi ar
dından.
" Karanlık, evet. "
" Pencereyi de kapamışsın. "
" Böylesi daha hoşuma gidiyor. "
Önceki sözlerinin adeta devamıymış gibi, " Dışarısı da hayli sı
cak! " dedi Georg ve oturdu.
Babası, masanın üzerinden kahvaltı takımını kaldırıp oracıkta
ki bir sandığın üzerine koydu.
Yaşlı adamın hareketlerini tam bir dalgınlık içinde izleyen Ge
org, "Fikrimi değiştirip Petersburg'a nişanlandığımı bildirdim
de, sana yalnız bunu söylemek için geldim, " dedi. Mektubu ce
binden çekip çıkardı biraz, ama sonra yine cebine itti.
" Petersburg'a mı? " diye sordu babası.
" Evet, arkadaşıma, " dedi Georg, babasının gözlerini arayarak.
" Mağazada bambaşka bir insan şu babam, " diye geçirdi için
den. " Burada nasıl da kasılarak oturuyor! Kollarını göğsünün
üzerinde nasıl da kavuşturmuş! "
" Evet, arkadaşına," dedi babası, sözcüklerin üzerine basa
rak.
" Biliyorsun baba. Nişanlandığımı ilkin kendisinden saklamak
istedim. Arkadaşımı düşündüğüm için, yoksa başka nedeni
yok. Sen de biliyorsun, çok müşkülpesent biridir. Tek başına
yaşadığı için pek olacak şey değil, ama başka yoldan da öğre
nebilir nişanlandığımı ve kuşkusuz bunu önleyemem; ama şim
diye kadar hep benden öğrenmesin de, demiştim kendi kendime. "
64
YARGI
" Şimdi ise fikrini değiştirdin demek? " diye sordu babası. Ko
caman gazeteyi pencerenin pervazına bıraktı, üzerine de göz
lüğünü koydu, gözlüğü eliyle kapadı ardından.
" Evet, şimdi yine düşünüp taşındım. Benim iyi bir arkadaşım
sa, dedim, bu mutlu nfşanlanma olayından kendisinin de mut
luluk duyması gerekir. Dolayısıyla, nişanlandığımı ona bildir
mekte duraksamaktan vazgeçtim. Ancak, mektubu kutuya at
madan da sana haber vermek istedim. "
" Georg! " dedi babası, dişsiz ağzını yayarak. " Dinle bak! Sen bu
işi bana danışmak üzere geldin. Bu, şüphe yok seni yücelten bir
davranıştır. Ama şimdi bana gerçeği bütün çıplaklığıyla söyle
mezsen, bir hiç olmaktan ileri gitmez bu davranışın, hatta o ka
darcık bile önem taşımaz. Hani burada yeri olmayan konulan
deşmek istemem. Aziz valdemizin ölümünden sonra bazı çirkin
şeyler oldu. Bunların da sözünün edileceği zaman gelecek sanı
rım, hatta belki düşündüğümüzden de çabuk. Mağazada kimi
şeyler gözümden kaçıyor, belki benden gizlendikleri yok, doğ
rusu bunların benden gizlendiklerini asla öne sürmek istemem.
Ama yeterince güçlü değilim artık, belleğim zayıflıyor, bütün o
bir sürü ayrıntıyı görecek göz kalmadı. Bir kez doğanın akışı
böyle; ikincisi, valdemizin ölümü beni senden çok sarstı. Ama
şu an madem ki bu işten, mektup işinden konuşuyoruz, rica
ederim beni aldatma, Georg! Senin için ufak bir şey nihayet, sö
zünü etmeye bile değmez; onun için doğruyu söyle bana! Ger
çekten Petersburg'ta böyle bir arkadaşın var mı? "
Georg, şaşırmış, ayağa kalktı. " Arkadaşlarımı bir yana bıraka
lım. Bin arkadaşa değişmem babamı. Biliyor musun, ne düşü
nüyorum? Sen kendine yeteri kadar bakmıyorsun baba. Oysa
yaşlılığın gereğini yerine getirmelisin. Mağazada sensiz yapa
mam, bunun sanırım çok iyi farkındasın; ancak, baktım ki sağ
lığını tehdit ediyor, yarından tezi yok mağazayı kapar, bir da
ha da açmam. Çünkü bu böyle yürümez. Senin için bir başka
yaşam biçimi belirlemeliyiz. Ama temelinden başka bir yaşam
65
YARGI
biçimi. Burada böyle karanlıkta oturup duruyorsun, oysa salon
ne güzel aydınlık. Karnını adamakıllı doyuracaksın; oysa sen
kahvaltıdan biraz bir şey alıp bırakıyorsun. Dışarıdaki hava sa
na çok iyi gelecekken, tutup pencereyi kapıyorsun. Hayır, ba
ba hayır! Gidip doktoru çağıracağım ve o ne derse yapacağız.
Odaları da değiştireceğiz; sen öndeki odaya geçeceksin, ben de
buraya. Senin için değişen bir şey olmayacak nihayet, burada
ki eşyaların tümü yeni odana taşınacak. Ama elbet acelesi yok.
Şimdi sen yatağına biraz uzan şöyle bakalım. Mutlaka dinlen
men gerek. Soyunmana ben yardım ederim; göreceksin, elim
den gelir. Ama hemen ön odaya geçmek istersen, şimdilik be
nim yatağa yatıver. Hani pek de akıllıca bir şey olur bu. "
Georg, fırça gibi ak saçlı başı göğsünün üzerine düşen babası
nın hemen yanı başında dikiliyordu.
" Georg! " dedi babası usulcacık, yerinden kımıldamadan.
Georg, hemen babasının yanma diz çöktü; babasının yorgun
yüzünde alabildiğine büyümüş gözbebeklerinin göz köşelerin
den kendisine doğru çevrildiğini gördü.
" Petersburg'ta arkadaşın yok senin. Sen her zaman şaklaban
lık yapıp durdun, bana karşı bile böyle davranmaktan geri kal
madın. Özellikle Petersburg gibi bir yerde nerden arkadaşın
olacakmış! Buna hiç inanamam doğrusu. "
" Düşünsene baba! " diye yanıtladı Georg. Babasını sandalye
den tutup kaldırdı; pek güçsüz ayakta dikilen babasının üzerin
den ropdöşambrını çıkardı. " Neredeyse üç yıl oluyor, arkada
şım bizi ziyarete gelmişti hani. Hala aklımdadır, sen kendisin
den pek hoşlanmamıştın. En azından iki kez, o sıra odamda
bulunmasına karşın sana hayır demiş, arkadaşımın beni gör
meye geldiğini senden gizlemiştim. Senin ondan hoşlanmayışı
nı da nihayet çok iyi anlıyordum, arkadaşımın tuhaf huylan
vardır çünkü. Ama ileride onunla yine pek güzel sohbet edip
konuşmuştun. Onu dinleyişinden, söylediklerini başınla onay66
YARGI
layıp kendisine sorular yöneltmenden ne kadar gurur duymuş
tum! Düşünürsen anımsayacaksın: Rus Devrimi'yle ilgili ina
nılmaz olaylar anlatmıştı arkadaşım. Örneğin, bir iş gezisinde
Kiev'e uğramış da, kentte bir karışıklık varmış, evlerden biri
nin balkonunda bir rahip görmüş, avcunun içine bıçakla kan
dan büyük bir haç resmi çizmiş rahip, sonra elini kaldırarak
aşağıdaki kalabalığa karşı bir konuşma yapmış. Nitekim sen
kendin de bu olayı, sonradan sağda solda anlatıp durmuştun. "
B u arada Georg, babasını yeniden sandalyeye oturtup, onun
keten bir külot üzerine giydiği triko pantolonunu ve çorapları
nı dikkatle çıkarmayı başarmıştı. Pek de temiz denemeyecek iç
çamaşırlarını görünce, babasının bakımında gösterdiği ihmal
yüzünden kendi kendine kızdı. Babasının çamaşır değiştirme
leriyle ilgilenmek de, elbet kendisine düşüyordu. Babası için
nasıl bir geleceğin söz konusu olacağını henüz nişanlısıyla ko
nuşup görüşerek kesin bir karara bağlamamışlar, çünkü baba
sının bu evden çıkmayarak eski yaşamını tek başına sürdürece
ğini sessiz sedasız önceden kabullenmişlerdi. Ama şimdi tam
bir kesinlikle kararını vermişti Georg: İlerideki evlerine baba
sını da alıp götürecekti. Daha bir dikkatle bakınca, ilerideki
evlerinde babasına göstermeyi düşündükleri bakımda geç bile
kalmış olabilirlerdi.
Georg, kollarına alıp yatağa taşıdı babasını. Aradaki birkaç
adımlık yeri yürürken babasının, kucağında saatinin kösteğiyle
oynadığını fark edip fena halde irkildi. Babasım hemen yatıra
madı yatağa, saatin kösteğine işte öylesine sımsıkı yapışmıştı.
Ama babası yatar yatmaz, yine her şey düzene girdi. Babası
kendi eliyle üzerini örtmüş, sonra da yorganı alıp omuzların
dan hayli yukarılara çekmişti. Gözlerini kaldırmış, alttan pek
de düşmanca denemeyecek bir bakışla Georg'a bakıyordu.
" Öyle değil mi? Şimdi anımsadın sanırım arkadaşımı? " diye
sordu Georg ve babasını cesaretlendiren bir edayla başını sal
ladı.
67
YARGI
Ayaklarının yorganla gereği gibi örtülüp örtülmediğine kendi
si bakamazmış gibi, " İyice örtüldü mü şimdi üstüm? " diye sor
du babası.
" Yatak hoşuna gitti bakıyorum, " dedi Georg ve yorganla ba
basının üstünü daha bir düzgün örtmeye çalıştı.
Bunun üzerine, " İyice örtüldü mü üstüm? " diye sordu babası
yeniden; alacağı yanıtı özel bir dikkatle bekler gibiydi.
" Merak etme, örtüldü. " .
" Hayır, hayır! " diye sesini yükseltti babası. Öyle ki, sorduğu
soruyla hayır cevabı birbirini izlemişti adeta. Sonra babası,
yorganı büyük bir güçle üzerinden sıyırıp attı. Yorgan havada
uçarken, bir an olduğu gibi açıldı. Derken babası, yatakta doğ
rulup dikildi ayağa. Yalnız bir eliyle hafifçecik tavana tutun
muştu. "Üstümü örtmek istedin, biliyorum hayırsız oğulcu
ğum, biliyorum; ama henüz örtülmüş değilim. Şu an ne kadar
güçsüz olursam olayım, gene de gücüm seninle başa çıkmaya
yeter, yeter de artar bile. Pekala tanıyorum arkadaşını. Tam
gönlümce bir oğul. Zaten bu yüzden değil mi, bunca yıl arka
daşını da benim gibi aldatıp durdun. Başka neden olacak? Sa
nıyor musun, onun için gözyaşı dökmedim? Hep bürona ka
pandın ki, kimse seni rahatsız etmesin, patron meşgul sansın;
Rusya'ya yollayacağın asılsız mektupçuklarını rahatçacık yaza
bilesin! Ama Allah'a şükür, oğlumun gizli niyetlerini başkala
rının yardımına gerek kalmadan sezinleyebiliyorum. Babasını
alt ettiğine, kıçıyla babasının üzerine oturabileceği, onunsa hiç
kımıldayamayacağı gibi babasını alt ettiğine inanır inanmaz,
efendi oğlum tutup evlenmeye karar vermiş bulunuyor. "
Georg, gözlerini kaldırarak babasının korkunç yüzüne baktı.
Babasının şimdi pek iyi tanıdığı Petersburglu arkadaşı, hiç da
ha bu kadar içini sızlatmamıştı. Kocaman Rusya' da yitip gitmiş
görüyordu onu; baştan aşağı yağma edilmiş tamtakır bir mağa
zanın kapısında dikilirken görüyordu. Raf enkazları, didik di68
YARGI
dik edilmiş kumaşlar, havagazı lambalarının düşen kollan ara
sında yıkıldı yıkılacak duruyordu arkadaşı. Niye böyle uzakla
ra çekip gitmişti sanki?
Babası, " Ama baksana sen bana! " diyerek sürdürdü konuşma
sını. Georg, söylenenleri tümüyle anlayabilmek için adeta dal
gın, yatağa doğru seğirtti, ancak yan yolda durakladı.
" Eteklerini kaldırdığı için, " diyerek ince bir sesle konuşmaya
başladı babası. " Eteklerini kaldırdığı için pis haspa! " Ve bunu
göstermek üzere babası geceliğini tutup o kadar yukarı çekti
ki, kalçasının üst kısmında savaş yıllarından kalmış bir yara izi
açığa çıktı. " Eteklerini işte böyle, böyle ve böyle kaldırdığı için
peşinden koştun onun ve üzerinde rahatsız edilmeden zevkini
gidermek isteyerek valdemizin hatırasını kirlettin, arkadaşına
ihanet ettin ve babanı yerinden kımıldamaması için yatağın içi
ne soktun. Ama baban henüz kımıldayabilir, yoksa kımıldaya
maz mı ha? " Babası hiçbir yere tutunmadan ayakta duruyor ve
bacaklarını oynatıyordu. Adeta her şeyi bildiğinden gözlerinin
içi parıldıyordu.
Georg, odanın bir köşesinde, babasından elden geldiğince
uzakta dikiliyordu. Olur ki dolaylı yoldan, arkadan ya da yuka
rıdan baskına uğrarım diyerek, uzun süre önce her şeyi dikkat
le izlemeye karar vermişti. Derken çoktan unuttuğu kararını
anımsadı, ama anımsamasıyla yine unutması bir oldu.
" Ancak arkadaşına yine de ihanet edemedin! " diye sesini yük
seltti babası ve sağa sola oynattığı işaret parmağıyla sözlerini
pekiştirdi. "Ben, burada ona vekAlet ediyordum! "
Ansızın, " Bir komedyen sanki! " diye bağırmaktan kendini ala
madı Georg, ama hemen hatasını anladı, ancak iş işten geçtik
ten sonra - bakışları kaskatı kesilmişti - dilini ısırdı; öyle ki, acı
dan adeta yığılıp kalacak oldu.
" Evet! Komedi oynadım tabii! Komedi! İyi dedin. Ama yaşlı
babanı avutacak başka ne kalmıştı? Söyle! Ancak cevap verir69
YARGI
ken, benim henüz hayattaki oğlum olarak yap bunu. Ne kal
mıştı bana? Peşinde hain personel, evin arka odasında yaşa
yan, ta kemiklerinin içine kadar kocamış benim gibi birine ne
kalmıştı? Oğlumsa sevincinden bayram yaparak sağa sola se
ğirtiyor, benim pişirip kotardığım işlere konuyor, zevkinden
taklalar atıyor ve şerefli bir insanın sır vermeyen yüzüyle baba
sının önünden geçip gidiyordu. Sanıyor musun, seni sevmez
dim ben? Seni dünyaya getiren ben, seni sevmezdim? "
Şimdi babam yüzükoyun kapaklanacak, diye düşündü Georg.
Ya düşer de orası burası kırılıp parçalanırsa! Kırılıp parçalan
mak sözcüğü, kafasının içinde keskin bir ıslık gibi öttü.
Babası öne doğru kaykıldı, ama düşmedi. Beklediği gibi, oğlu
Georg'un kendisine doğru yaklaştığını görünce yeniden doğ
ruldu.
" Olduğun yerde kal, sana ihtiyacım yok! Sen sanıyorsun ki, be
nim yanıma gelecek kadar gücün var henüz ve yalnızca sen öy
le istediğin için kendini geride tutuyorsun. Sakın yanılmaya
sın? Senden hala daha güçlüyüm çünkü. Tek başıma olsam,
belki önünde gerilemem gerekirdi; ama kendi gücünü de bana
verdi annen; arkadaşınla şahane bir işbirliği içindeyiz. Mağaza
daki müşterilerin ise şuracıkta, cebimde hepsi. "
Babamın geceliğinde bile cepler var, dedi Georg kendi kendi
ne ve bunu açığa vurarak onu herkesin önünde rezil edebilece
ğini aklından geçirdi, ama ancak bir an düşündü bunu, çünkü
ne olsa unutuyordu artık.
" Nişanlının koluna gir de karşıma çık! Bak nasıl onu bir üfle
yişte uçuruyorum yanından, hem de nasıl! "
Georg, inanmamış bir yüz takındı. Babası, sözlerinin gerçekli
ğini vurgular gibi, Georg'un bulunduğu köşeye doğru başını
sallamakla yetindi.
" Yanıma gelip de, arkadaşıma nişanlandığımı yazsam mı, yaz
masam mı diye sorman, beni ne kadar eğlendirdi bilsen! Onun
70
YARGJ
her şeyden haberi var, sersem çocuk, her şeyden haberi var
onun. Kağıdı kalemi elimden almayı unuttuğun için, ona her
şeyi yazdım. Zaten yıllardır buraya gelmeyişinin nedeni de bu
değil mi? Çünkü burada olup bitenleri senden bin kat daha iyi
biliyor. Senin yolladığın mektupları okumayıp sol elinde bu
ruştururken, benimkileri okumak üzere sağ eliyle gözlerine
yaklaştırıyor. "
Kolunu, coşkuyla başının üstünde sallayıp, " Her şeyi senden
bin kat daha iyi biliyor o! " diye bağırdı babası.
Babasını alaya almak için, " Yüz bin kat! " dedi Georg, ama bu
sözler daha ağzından çıkmaya kal�adan ölümcül bir ciddilik
kazandı.
" Yıllardır bu soruyu bana sorasın diye tetikte bekliyordum.
Sanıyor musun, başka bir şeye aldırış ettiğim var? Sanıyor mu
sun, gazete okuyorum? Al bak işte! " Ve nasılsa yatağın içine
alıp getirdiği bir gazete sayfasını Georg'a doğru fırlattı. Ge
org'un ismini tümüyle unuttuğu eski bir gazeteydi bu.
" Yetişkin biri olman amma da uzun sürdü! Annen öldü, bu
mutlu günü göremedi; arkadaşın Rusya'da helak olup gidiyor,
daha üç yıl önce işte öylesine sarı soluk bir benzi vardı. Bana
gelince, görüyorsun ne durumdayım. Bunu görecek gözün var
dır sanının. "
" Demek pusuda beni kollayıp durdun hep ! " diye haykırdı Ge
org.
Babası, acımaklı ve önemsemez bir edayla, " Sanının bu bana
daha önce söylemek istediğin bir şeydi, " diye sürdürdü konuş
masını. " Çünkü hiç yeri değil artık. "
Ve ardından sesini yükseltti: "Yani şimdi biliyorsun, senden
başka ne vardı! Şimdiye kadar yalnız sen varsın sanıyordun.
Doğrusu masum bir çocuktun, ama aslında iblisten farkın yok
tu. Onun için, söyleyeceklerime kulak ver: Seni şimdi suda bo
ğularak ölmeye mahkOm ediyorum. "
71
YARGI
Georg, odadan kovulmuş hissetti kendini: Peşi sıra yatağın
üzerine yığılıp kalan babasının çıkardığı sesi kulaklarında taşı
yarak odadan dışarı fırladı. Eğik bir yüzey gibi basamakların
dan hızla aşağı seğirttiği merdivende, sabah temizliği için yuka
rı çıkan hizmetçisine tosladı.
Hizmetçi, Aman Allahım! diyerek önlüğüyle yüzünü kapa
dı, ama Georg bir anda uzaklaşmıştı. Derken kapıdan sokağa
attı kendini. İçinden bir dürtü, onu yolu geçip suya varmaya
zorluyordu. Çok geçmeden açlıktan kıvranan bir kimsenin yi
yeceğe sarılması gibi, köprünün korkuluğunu kavradı. Çocuk
luk yıllarında sporculuğuyla anne ve babasının göğsünü ka
bartmıştı; korkuluk üzerinden sıçrayıp arkaya geçti. Giderek
güçsüzleşen elleri bir türlü korkuluğu koyvermiyordu; suya dü
şerken çıkaracağı sesi kolaycacık bastıracak bir otobüsün gel
mesini bekledi, ardından usulcacık; Sevgili anneciğim, sevgili
babacığım! Her vakit sevdim sizi! sözleriyle kendini aşağı bı
raktı. O anda, köprü üzerinde adeta sonsuz bir trafik vardı.
11
11
11
11
72
DEÖIŞIM
DEGİŞİM
I
Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa, devcileyin
bir böceğe dönüşmüş buldu kendini. Bir zırh gibi sertleşmiş sır
tının üzerinde yatıyor, başını biraz kaldırınca yay biçiminde
katı bölmelere ayrılıp bir kümbet yapmış kahverengi karnını
görüyordu; bu kamın tepesinde yorgan, her an kayıp tümüyle
yere düşmeye hazır, ancak zar zor tutunabilmekteydi. Vücudu
nun kalan bölümüne oranla acınacak kadar cılız bir sürü ba
cakçık, ne yapacaklarını şaşırmış, gözlerinin önünde aralıksız
çakıp sönüyordu.
"Bana da ne oldu böyle?" diye düşündü Gregor. Samsa. Hayır!
Düş falan değildi. Odası, biraz fazla küçük olmasına karşın,
tastamam bir insan odasıydı ve enikonu aşinası bulunduğu dört
duvar arasında sessiz sakin duruyordu. Ambalajlarından çıka
rılmış kumaş örneklerinden bir koleksiyonun yayıldığı masa
nın üzerine - Samsa bir firmanın pazarlamacılığını yapıyordu kısa süre önce resimli bir dergiden kesip altın yaldızlı şirin bir
çerçeveye geçirdiği bir resim asılmıştı. Başında kürk şapka,
boynunda yılan biçimindeki uzun kürk atkıyla dimdik oturmuş
bir kadın, kollarının dirsekten aşağı bölümlerinin içinde kay
bolduğu ağır bir manşonu yukarı kaldırarak izleyicilere uzat
mıştı resimde.
Gregor'un gözü pencereye kaydı; havanın kapalı olduğunu an
layınca - çinko denizlik üzerine düşen yağmur tanelerinin tıpır
tısı işitiliyordu - enikonu bir hüzün çöktü üzerine. En iyisi bi
raz daha uyuyup bütün bu sersemce düşünceleri unutmak, di73
DEGIŞIM
ye geçirdi içinden. Ancak, hiç de gerçekleşecek gibi değildi bu;
çünkü sağına yatmaya alışmıştı, oysa şimdiki durumunda sağ
tarafına bir türlü dönemiyordu. İstediği kadar güçlü bir ham
leyle kendini o tarafa atsın, her defasında sallanıp sallanıp yine
arka üstü düşüyordu. Belki yüz kez denedi, havada debelenen
bacaklarını görmemek için gözlerini yumdu; ama sonunda
böğrüne şimdiye dek asla duymadığı hafif ve künt bir ağrının
saplandığını hissedip vazgeçti.
"Hay Allah! " diye düşündü. "Ne zahmetli bir meslek seçmişim
kendime. Gün yok ki, yolda olmayayım. Burada, firmadaki asıl
işler, gezilerde katlandığım kadar telaş ve tedirginlikle dolu
değil. Üstelik bu başbelası yolculuklar; aktarma trenlerini ka
çırmamak için çektiğim sıkıntılar, rasgele yenen berbat yemek
ler, boyuna değişik insanlarla düşüp kalkmalar, asla bir sürek
lilik, asla bir içtenlik kazanamayan ilişkiler. Şeytan görsün hep
sinin yüzünü! " Ansızın yukarıda, karın bölgesinde hafif bir ka
şıntı duydu; başını daha iyi kaldırıp bakmak için, sırtüstü sürü
nerek yavaş yavaş karyolanın ayağına yaklaştı. Kaşınan yeri
gördü derken; baştan aşağı küçük ve beyaz noktacıklarla örtül
müştü. Noktacıkların ne olabileceği konusunda karara vara
madı, bir ayağıyla söz konusu yeri yoklamak istedi, ama hemen
yine vazgeçti; çünkü daha ayağını dokundurur dokundurmaz,
bütün vücudunu bir ürperti kaplamıştı.
Sırtüstü kayarak eski durumunu aldı. "Sabah erkenden bu ya
taktan kalkmalar yok mu?" diye düşündü, "adamı büsbütün
serseme çeviriyor. İnsan dediğin uykusunu alacak. Başka pa
zarlamacılar bir haremdeki kadınlar gibi yaşıyor tıpkı. Örne
ğin, müşterilerden aldığım siparişleri firmaya iletmek için, kal
dığım otele öğle öncesi bir ara döneyim desem, bu beyleri he
nüz kahvaltı masasının başında görürüm. Ama sen gel de, bi
zim patronun karşısında böyle davran; hemen kapı dışarı edi
lirsin. Ama kim bilir, belki kapı dışarı edilmek benim için hep
sinden hayırlısı olurdu. Hani anne ve babam olmasa, çoktan bı74
DEölŞIM
rakmaz değildim bu işi. Patronun önüne geçip dikilir, ne dü
şündüğümü bütün açıklığıyla yüzüne karşı söylerdim. Diyecek
lerimi işitmeyegörsün, kesinlikle düşüp kalırdı yere. Sonra ma
sasının üzerine o ne acayip oturuş öyle, yanında çalıştırdığı ki
şilerle o ne yüksekten konuşma! Üstelik kulakları ağır işittiğin
den, konuştuğu kimse hemen burnunun ucuna kadar kendisi
ne sokulmak zorunda. Ancak yine de umudumu büsbütün yi
tirmiş değilim. Anne ve babamın firmaya borcunu bir yol öde
yecek parayı biriktirdim mi -ki bu da beş, altı yıl sürer daha -,
aklımdan geçirdiğim şeyi kesinlikle gerçekleştireceğim. O za
man görsünlerdi bakalım! Ama yataktan çıkmam gerekiyor
şimdi, trenim beşte kalkıyor."
Komodin üzerinde tik tak edip duran saate bir göz attı. "Aman
Allah ! " diye geçirdi içinden. Saat altı buçuktu ve göstergeler
habire ilerleyip durmaktaydı. Hatta altı buçuk da geride kal
mıştı şimdi, nerdeyse yediye çeyrek vardı. Yoksa çalmamış
mıydı saat? Dörtte çalması için saatin gereği gibi kurulduğu ya
taktan görülebiliyordu ve çaldığına da hiç kuşku yoktu, iyi
ama, odadaki bütün eşyayı zangır zangır titreten zil sesini işit
meyerek uyuyakalmış olabilir miydi? Doğru, rahat bir uyku
uyuduğu söylenemezdi; ancak rahatsızlığına karşın deliksiz bir
uyku uyumuştu anlaşılan. Peki, şimdi ne yapacaktı? Bir sonra
ki tren saat yedideydi ve bu trene yetişmek istiyorsa iki ayağı
nın bir pabuca girmesi gerekiyordu. Üstelik kumaş örnekleri
henüz ambalajlarına yerleştirilmemişti; ayrıca bir kırıklık, bir
halsizlik vardı üzerinde. Hem trene yetişse bile, patronun pay
layıcı sözlerini işitmekten kaçınılacak gibi değildi; çünkü ma
ğazadaki yardımcı kuşkusuz beş treninde kendisini beklemiş,
gelmediğini görerek durumu çoktan patrona rapor etmişti.
Patronun, zeka denen şeyden nasibini almamış kişiliksiz bir
uşağıydı adam. Peki, hastalandığını haber verse? Ama bu da
alabildiğine tatsız bir şeydi, kuşku uyandırmaktan öte bir işe
yaramayacaktı; çünkü Gregor beş yıldır firmada çalışıyordu ve
bu beş yıl içinde bir kez olsun hastalanmamıştı. Kuşkusuz, pat75
DEÖlŞlM
ron hemen sigorta doktorunu yanına alıp gelecek, anne ve ba
basına oğulları Gregor' un tembelliğinden yakınacak, bütün
karşı görüş ve itirazları, daha ağızdan çıkar çıkmaz doktoru ta
nık gösterip geri çevirecekti. Öyle ya, sigorta doktoru için in
sanların hepsi sapasağlamdı, işten kaçarlardı yalnız. Ama şim
di Gregor'un durumunda böyle düşünmekte pek de haksız
mıydı doktor? Gerçekten Gregor, uzun bir uykunun ardından
başındaki doğrusu nedensiz sersemlik bir yana, kendini pek iyi,
hatta enikonu acıkmış hissediyordu.
Bütün bunları alabildiğine bir çabuklukla kafasından geçirir,
ancak doğrulup kalkmaya da bir türlü karar veremezken - tam
bu sırada yediye çeyrek kalayı vurmaya başlamıştı saat -, yata
ğının başucundaki kapının kollanarak tıklatıldığını işitti. "Gre
gor!" dedi bir ses. Annesiydi. "Saat, yediye çeyrek var. Hani
bu sabah yola çıkmıyor muydun?" Annesinin yumuşak sesi.
Gregor, cevap verip de kendi sesini işitince irkildi birden; hiç
kuşkusuz eski sesiydi; ama şimdi buna aşağılardan gelip yukar
lara çıkması bir türlü önlenemeyen ıslığa benzer acınacak bir
ses karışıyor, konuşulan sözleri ancak ilk anda açık seçik bıra
kıp yankılanmaya başlar başlamaz bunları öylesine bozuyordu
ki, işittiklerinin doğruluğuna insan inanamıyordu. Aslında
Gregor uzun boylu cevap verecek, her şeyi açıklayacaktı; ama
bu durum karşısında, "Evet, evet, teşekkür ederim anne, şim
di kalkıyorum! " demekle yetindi.
Kapı ahşap olduğu için sesindeki değişiklik dışardan galiba
fark edilmemişti, çünkü bu sözler üzerine yatışan annesi ayak
larını sürüyerek uzaklaştı. Aradaki kısa konuşma Gregor'un
beklendiği gibi davranmayarak işe gitmediğine öbür aile birey
lerinin dikkatini çekmişti. Hafiften, ama yumrukla kapıya vur
maya başladı babası:
"Gregor! Gregor! " diye seslendi. "Bir şey mi var, Gregor?" Ve
az sonra babasının uyarıcı sesini daha bir pes perdeden yeni
den duydu: "Gregor! Gregor! " Öteki kapıdansa kız kardeşinin
76
DECIŞIM
usulcacık, "Gregor?" diye sızlandığını işitti. "Rahatsız mısın
yoksa, Gregor? Bir şeye ihtiyacın var mı?" Her iki kapıya bir
den, "Hemen şimdi geliyorum," diye seslendi Gregor ve söz
cükleri enikonu bir titizlikle söyleyip, aralarına uzun süreli
boşluklar yerleştirerek sesindeki tuhaflığı örtbas etmeye çalış
tı. Bunun üzerine gerçekten kahvaltısının başına döndü baba
sı; ama kız kardeşi fısıltıyla konuşmasını sürdürdü: "Gregor!
Aç kapıyı, ne olursun, Gregor! " Ancak, kapıyı açmayı aklının
ucundan geçirdiği yoktu Gregor'un; tersine bunca gezilerde
alıştığı tedbirli davranışından evde bulunduğu zaman bile ge
celeyin bütün kapıları kilitlemeksizin rahat etmeyişinden ötü
rü kutladı kendini.
Niyeti ilkin hiç istifini bozmadan serinkanlılıkla yataktan kal
kıp giyinmek, kahvaltı yapmak, ancak ondan sonra ilerisini dü
şünmekti; yatakta düşünüp durmaların kendisini makul bir so
nuca ulaştırmayacağını kuşkusuz biliyordu. Şimdiye dek yatak
ta yatarken sık sık vücudunda herhangi bir nedenin, belki de
yatışındaki bir anormalliğin yol açtığı hafif bir sızı hissettiğini,
ama bu sızının yataktan kalktığında kuruntudan başka şey ol
madığının açığa çıktığını anımsadı. Acaba bugünkü kuruntusu
nasıl yavaş yavaş silinip gidecekti, merak ediyordu doğrusu.
Sesindeki değişikliğe fena bir üşütmenin, yani pazarlamacılar
da görülen bir meslek hastalığının ön belirtisinden başka bir
şey gözüyle bakılamayacağından en ufak kuşkusu yoktu. Yor
ganı üzerinden sıyırıp atmakta hiç güçlük çekmedi; ciğerlerini
biraz havayla şişirmek bunun için elvermiş, yorgan kendiliğin
den yere düşmüştü. Ama sonrası kolay değildi, geniş bedenli
biri oluşu işi daha da zorlaştırıyordu. Doğrulup kalkabilmesi
için eller ve kollar gerekliydi; oysa Gregor'da bir sürü bacak
çık vardı yalnız ve bu bacakçıklar durmadan birbirinden alabil
diğine değişik devinimlerde bulunuyor, bir türlü denetim altın
da tutulamıyordu. Gregor içlerinden birini bükeyim dese, he
men bu bacak yine kurtulup gergin durum alıyor, söz konusu
bacağa istediği devinimi yaptırsa, ötekilerin hepsi alabildiğine
77
DECIŞIM
ağrılı bir telaşla adeta başıboş çalışmaya koyuluyordu. Kendi
kendine, "Bir kez şu yatakta gereksiz yere yatıp kalmaktan
kurtarmalıyım kendimi! " diye söylendi.
İlkin vücudunun ait bölümüyle yataktan çıkmayı düşündü;
ama kendisinin henüz gözüyle görüp, en ufak bir bilgi edine
mediği bu alt bölümün fazla hantal olduğunu anladı; işte öyle
sine yavaştı devinimleri. Sonunda, nerdeyse çılgına dönmüş,
bütün gücünü toparlayıp hiçbir şeye aldırmayarak kendini ile
riye itti; ancak yönünü doğru dürüst belirleyemediğinden, kar
yolanın ayaklarına şiddetle çarptı gövdesi; duyduğu müthiş
acıyla o anda özellikle bu alt bölümün belki de bedeninin en
nazik yeri olduğunu anladı.
Bu yüzden, ilkin vücudunun üst bölümüyle yataktan çıkmayı
denemek istedi, kollayıp gözeterek başını yatağın kenarına
doğru döndürdü, kolayca da başardı bunu; genişlik ve ağırlığı
na karşın, vücudu sonunda başın dönüşünü izledi. Ama başını
yatağın dışına alıp boşlukta tutar tutmaz, böyle bir yol izleyerek
ilerlemekten korktu; çünkü kendisini nihayet bu durumda yere
bıraktı mı, kafasının yaralanmaması için adeta bir mucize ge
rekliydi. Oysa şimdi her zamankinden çok aklının başında bu
lunacağı zamandı; dolayısıyla, en iyisi yine yatakta kalmaktı.
Ama onca zahmetten sonra eskisi gibi yine ahlayıp oflayarak
yatakta yatıp bacakçıklarının belki eskisinden de fena birbirle
riyle boğuştuğunu görünce ve. bu keyfi davranışları düzene
sokmak için aklına bir çare gelmeyince, yatakta asla kalamaya
cağını, yataktan kurtulmak için en ufak bir umut bile bulunsa,
bu umut uğrunda her şeyi feda etmesinin en uygun davranış
olacağını geçirdi içinden. Öte yandan, elden geldiği kadar se
rinkanlı düşünüp taşınmaları, umutsuzlukla verilecek kararla
ra yeğlemek gerektiğini zaman zaman aklına getirmeyi unut
muyordu. Böylesi anlar pek büyük bir dikkatle pencereye diki
yordu gözlerini; ancak, dar sokağın karşı yakasını da bürüyen
sisin görünümü, insana pek güven ve neşe sağlayacak gibi de78
DEÖIŞIM
ğildi. Saatin yeniden vurması üzerine, "Yedi oldu!" diye söy
lendi kendi kendine. "Saat yedi oldu, hala_bu yoğun sis kalk
madı." Sanki tam bir sessizlik başgösterirse, gerçek ve normal
durumun yeniden dönüp geleceği beklentisiyle, kısa bir süre
nefes almasını yavaşlatıp kımıldamadan yattı.
Ama sonra, "Saat yediyi çeyrek geceyi vurmadan, her ne paha
sına olursa olsun yataktan çıkmalıyım mutlaka," diye düşündü.
"Zaten o zamana kadar beni sormak üzere firmadan biri gele
cektir, çünkü yediden önce açılır mağaza." Bunun üzerine vü
cudunu boylu boyunca ve her bir yerini tamamen aynı ölçüde
yataktan aşağı sarkıtmaya çalıştı. Kendini yataktan aşağı bı
raktı mı, yere düşerken iyice havaya kaldıracağı başı belki bun
dan hiç zarar görmeyecekti; sırtı sertleşmişe benziyordu; düş
meden dolayı herhalde incinmezdi. Onu en çok kaygılandıran,
söz konusu davranışın ister istemez yol açacağı büyük gürül
tüydü ve gürültü bakarsın bütün kapılann ardında korku değil
se bile endişe uyandıracaktı. Ama böyle bir şeyin de göze alın
ması gerekiyordu.
Gregor, vücudunun bir yarısını yataktan dışarı sarkıtmıştı ki başvurduğu yeni çare kendini zora koşan bir girişimden çok bir
oyundu, bütün yapılması gereken, hamleler halinde yataktan
aşağı sarkmaktı -, yardımına bir koşan olsa bu işin ne kadar ko
laylaşacağını düşündü. Güçlü kuvvetli iki kişi - babasıyla hiz
metçi geldi aklına - tamamen yeterdi bunun için; bütün yapa
caklan, kollarını bombeli sırtının altına sokarak kendisini ya
taktan sıyırıp almak, sonra söz konusu yükle yere eğilerek
onun döşeme üzerinde yüzüstü dönmesini dikkat ve sabırla
beklemekti. Döşeme üzerinde inşallah bir anlam kazanırdı ba
cakçıkları. Kapılar kilitli olmasa bile, gerçekten bağınp yardım
istemesi doğru muydu? Bunu düşünür düşünmez, tüm çaresiz
liğine karşın gülümsemeden duramadı.
O anda yataktan sarkmasını gittikçe artırmış, dengesini güç
koruyabilecek duruma gelmişti, artık hiç vakit geçirmeden ke79
DEÖIŞIM
sinlikle karar vermesi gerekiyordu; çünkü daire kapısının zili
çaldığında, yediyi on geceyi gösteriyordu saat. Gregor, "Mağa
zadan biri gelmiştir! " diye söylendi kendi kendine ve adeta do
nup kaldı; ama bacakçıklan boşlukta inadına daha hızlı devin
meye başlamıştı. Bir an için her şey sessizliğe gömüldü. Nasıl
sa saçma bir umuda kapılarak, "Açmıyorlardır kapıyı," diye
ge_çirdi içinden. Ama derken, tabii her zamanki gibi, hizmetçi
sert adımlarla yürüyüp kapıyı açtı. Gregor daha, "Günaydın! "
sözcüğünü işitir işitmez, gelenin kim olduğunu anladı. Müdür
Bey'in kendisiydi. Ne diye sanki işe en ufak bir gecikmede in
sanın hakkında hemen en kötü kuşkuların beslendiği bir firma
da çalışmaya mahkQm edilmişti! Firmada çalışanların hepsinin
de hiç ayrıcasız alçak kişiler mi olması gerekiyordu? Bunların
arasında şöyle birkaç sabah saatini bile firma yararına geçirme
se vicdan azabından deliye dönüp, adeta bir daha yataktan çı
kamayacak duruma düşen sadık ve işine bağlı kimseler yok
muydu? Aslında böyle bir şey gereksizdi ya, diyelim bir soruş
turmada bulunulacaktı, çıraklardan biri yollanıp bu iş ona yap
tınlamaz mıydı sanki? İlle Müdür Bey'in kendisi mi çıkıp gel
meli, hiçbir günahı olmayan aile bireylerine kuşku uyandırıcı
bu geç kalma işiyle ilgili soruşturmanın ancak Müdür Bey'in
zekasına havale edilebilecek kadar önemli olduğu mu gösteril
meliydi? Gregor, doğru dürüst bir karara varmaktan çok bu gi
bi düşüncelerin yol açtığı telaşla bütün gücünü toparlayıp ya
taktan dışarı attı kendini. Yüksek perdeden pat diye bir ses du
yuldu. Ama buna gerçek anlamda bir gürültü denemezdi. Düş
menin yol açtığı sesi, hah biraz yumuşatmıştı; sonra, sırtının da
sandığından esnek olduğunu gördü Gregor, bu yüzden düşüşü
pek dikkati çekmeyen bir ses çıkarmıştı. Ne var ki, yeteri ka
dar kollayamadığı başı yere vurmuştu, öfke ve acıyla kafasını
çevirip halıya sürtmeye başladı.
Müdür Bey' in soldaki yan odadan, "İçerde bir şey düştü," de
diğini işitti; günün birinde Müdür Bey'in başına da, bugün ken
disininkine benzer bir olay gelemez mi sanki, diye geçirdi için80
DE01Ş1M
den. Doğrusu böyle bir şeyin olabileceğini kabul etmek gereki
yordu. Ama Gregor'un içinden geçirdiği soruyu kabaca cevap
lar gibi, o anda bitişik odada Müdür Bey birkaç sert adım ata
rak rugan çizmelerini gıcırdattı. Sağdaki bitişik odadan ise kız
kardeşinin fısıldadığı .duyuldu: "Gregor! Müdür Bey geldi." "Biliyorum," diye cevapladı Gregor; ancak, kız kardeşinin işi
tebileceği kadar da sesini yükseltmeyi göze alamamıştı.
O anda, "Gregor! " diye babası seslendi soldaki bitişik odadan.
"Müdür Bey geldi, Gregor! Senin sabah treniyle neden yola
çıkmadığını soruyor. Ne cevap vereceğimizi bilemiyoruz. Hem
Müdür Bey bizzat seninle konuşmak istiyor. Aç kapıyı lütfen!
Müdür Bey, odadaki dağınıklığı. hoş göreceklerdir sanının."
Bu konuşma arasında, "Hayırlı sabahlar, Bay Samsa! " diye na
zik seslendi Müdür Bey. Annesi, "Gregor rahatsız galiba," de
di. Babası, hala kapıda konuşup duruyordu. "Rahatsız Gre
gor," diye ekledi annesi. "İna:ıın bana Müdür Bey. Yoksa hiç
treni kaçırır mıydı! Aklı hep işinde çünkü. Akşamları asla so
kağa çıkmıyor, bu yüzden nerdeyse kızdığım bile oluyor kendi
sine. Şimdi ise sekiz gündür burada; ama her akşam evde kalıp
hiçbir yere gitmedi. Masanın başında bizimle oturup sessiz se
dasız gazetesini okuyor ya da tren tarifelerini inceliyor. Biraz
oyalanmak istedi mi kıl testereyi alıyor eline, çalışmaya koyu
luyor. Örneğin, iki, üç gecelik bir çalışmayla küçük bir resim
lik oyup çıkardı tahtadan. Hoş bir şey hani, görseniz şaşarsınız,
içerde asılı duruyor. Kapıyı açsın, hemen görürsünüz. Şunu da
söyleyeyim ki, sizin burada bulunmanızdan mutluluk duyuyo
rum, Müdür Bey. Biz yalnız olsak, Gregor'a açtıramazdık ka
pıyı. Öyle inatçıdır ki! Sabahleyin kendisi hayır dedi ama, yine
de rahatsız olduğu belli." Bu anda Gregor usulcacık ve düşün
celi, "Şimdi geliyorum! " diye seslendi odadan; ama dışardaki
konuşmanın tek kelimesini bile kaçırmamak için yerinden kı
mıldamadı. Müdür Bey'in annesine, "Oğlunuzun bu davranışı
nı açıklayacak başka neden de bulamıyorum zaten hanımefen
di ! " dediğini işitti. "Öyle ciddi bir şey olmasa bari. Öte yandan,
81
DECIŞIM
biz iş adanılan, maalesef mi diyeceksiniz artık, Allaha şükür
mü, hafif rahatsızlıkları çok vakit işimizi düşünerek düpedüz
yadsımak zorundayız." Babası sabırsızlanmıştı, yeniden kapıya
vurarak, "Ne diyorsun, Gregor? Müdür Bey içeri girebilir mi
artık?" diye sordu. Ama Gregor, "Hayır! " diye cevapladı. Sol
daki bitişik odada tatsız bir sessizlik başgöstennişti, sağdaki bi
tişik odada ise kız kardeşi hıçkırarak ağlamaya başlamıştı.
Ne diye kız kardeşi ötekilerin yanma gitmiyordu sanki? Gali
ba yataktan yeni kalkmış, giyinmeye hemen hiç vakit bulama
mıştı. Peki, ne diye ağlıyordu acaba? Kendisi kalkıp Müdür
Bey'in odaya girmesine izin vermediğinden mi? Yoksa firma
daki işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu da,
işini kaybedince, patronun eski alacak hesaplarıyla anne ve ba
basının yakasına yeniden yapışacağından korkuyordu, onun
için mi? Ama bunlar şimdilik yersiz tasalardan öte bir şey de
ğildi; Gregor henüz buradaydı ve ailesini bırakıp gitmeyi aklı
nın ucundan geçirdiği yoktu. Şu anda halının üzerinde y:ıtıyor
du kuşkusuz ve ne durumda olduğunu bilen biri, kendisinden
Müdür Bey'i odaya koyvennesini gerçekten istemeye kalk
mazdı. Sonradan uygun bir özürle açıklanabilecek böyle bir
kabalıktan ötürü de çalıştığı yerden hemen kapıdışarı edile
mezdi. Gregor'a öyle geliyordu ki, kendisini ağlayıp sızlamalar
ve ikna yollu sözlerle rahatsız edeceklerine, kendi haline bı
rakmaları çok daha yerinde olacaktı. Ama işte ne durumda bu
lunduğuna ilişkin kesin bir şey bilmemeleri, evdekileri böyle
davranmaya zorluyor ve davranışlarını bağışlatıyordu.
Bu anda, "Bay Samsa! " diye bağırdı Müdür Bey sesini yüksel
terek. "Ne oldu, ne var? Odanıza kapanmışsınız, evet veya ha
yır' dan başka bir cevap çıkmıy.:>r ağzınızdan. Anne ve babanı
zı yok yere büyük üzüntülere sokuyor, ayrıca, hani söz arasın
da söylüyorum, işinizi doğrusu görülmedik biçimde savsaklı
yorsunuz. Şu an, anne ve babanızla patronunuz adına konuşu
yor ve sizden hemen baiıa kesin bir açıklamada bulunmanızı
82
DEÖIŞIM
önemle rica ediyorum. Hayret doğrusu, hayret! Ben sizi sakin,
aklı başında biri bilirdim; oysa şimdi kendinizi durup dururken
acayip kaprislere kaptırmış görünüyorsunuz. Patron bu sabah
bana işinize böyle geç kalmanızın nedeni sayılabilecek kimi
şeyler çıtlatmadı değil; bu yakında size verilmiş alacakları talı�
sil yetkisiyle ilgili şeyler hani. Ama ben Allah için böyle bir ne
denin sözü edilemeyeceği konusunda nerdeyse şerefim üzerine
temin ettim kendisini. Ancak, şimdi bu akıl almaz inatçılığını
zı görünce, sizi en ufak şekilde savunmak için hiçbir istek duy
muyorum. Hem firmadaki yeriniz de öyle pek sağlam sayılmaz.
Başlangıçta niyetim sizinle yalnız konuşmak, bunları başka
kimse işitmeden size söylemekti. Ne var ki, burada bana boş
yere zaman harcattığınızı görünce, neden söyleyeceklerimi sa
yın anne ve babanız da işitmesin, anlamıyorum. Diyeceğim,
son zamanlardaki çalışmanız hiç de memnunluk verici değildi.
Doğru; pek verimli çalışmalar için elverişli denebilmekten
uzak bir sezondu; ancak hiç iş yapılamayacak kadar da kötü bir
sezon yoktur Bay Samsa ve olamaz." Gregor, aklı başından gi
derek ve telaşından ht>r şeyi unutarak, "Ama Müdür Bey ! " di
ye cevapladı içerden. "Şimdi açıyorum kapıyı. Hafif bir rahat
sızlık, o kadar; bir baş dönmesi yataktan kalkmamı engelledi.
Şu an henüz yataktayım, ama eski zindeliğime büsbütün yine
kavuşmuş hissediyorum kendimi. İşte çıkıyorum yataktan. Bi
razcık daha sabrediverseniz! Düşündüğüm kadar kolay ger
çekleşmeyecek yataktan çıkmam. Ama artık kendimi iyileşmiş
hissediyorum. Nasıl da öyle durup dururken insanın üzerine
çullanıyor şu hastalık! Dün akşam hiçbir şeyim yoktu; annem
ve babam da biliyor ya; ama hayır, dün akşam da üzerimde ha
fif bir kırıklık hissetmiştim. Halimden de anlaşılıyordu. Ne di
ye durumu firmaya haber vermedim bilmem. Ama insan has
talığını evde kalmaksızın da atlatabileceğine inanıyor hep. Mü
dür Bey, anne ve babamı üzmeyin ne olur! Bana yönelttiğiniz
suçlamalar için bir neden yok çünkü; sonra, bu konuda şimdi
ye dek kimse bana bir şey söylemedi. Sanının, yolladığım son
83
DEÖIŞIM
sipariş listelerini görmemiş olacaksınız. Hem saat sekiz treniy
le de yola çıkacağım; birkaç saatlik dinlenme iyi geldi. Burada
boşuna vaktinizi kaybetmeyin, Müdür Bey. Birazdan kendim
mağazaya geleceğim. Lütfen bunu patrona bildirip, saygılarımı
iletin kendisine."
Gregor bütün bunları çabuk çabuk, ne konuştuğunu pek bil
meksizin söylerken, herhalde daha önce yatakta edindiği bece
ri sayesinde güçlük çekmeden sandığa yaklaşmış ve ona tutu
narak doğrulmuştu. Gerçekten kapıyı açacak, gerçekten orta
da gözüküp Müdür Bey'le konuşacaktı. Şimdi odadan çıkması
nı isteyip duranların, kendisini görünce ne diyeceklerini çok
merak ediyordu. Baktı ki korkudan donakaldılar, o zaman ar
tık sorumluluk diye bir şey tanımayacak ve içi rahatlayacaktı.
Ama her şeyi serinkanlı karşıladılar mı, kendisi de telaşa kapıl
mak için bundan böyle ortada bir neden görr.:eyecek ve elini
çabuk tuttu mu saat sekiz trenine yetişebilecekti. İlkin birkaç
kez sandığın cilalı pürüzsüz yüzeyinden gerisin geri kaydı aşa··
ğı, ama son bir davranışında dimdik doğruldu. Ne denli kıvran
dırıcı olursa olsun, karnındaki ağrıları artık umursadığı yoktu.
Derken oracıktaki bir sandalyenin arkalığına attı kendini, ba
caklarıyla sandalyenin kenarlarına sımsıkı yapıştı. Bu yoldan,
vücudu üzerindeki denetimi de ele geçirmişti; hiç sesini çıkar
madan bekledi, çünkü Müdür Bey'in sözlerini bundan böyle
işitebiliyordu.
Anne ve babasına, "Bir tek kelime anladınız mı konuştukların
dan?" diye sorduğunu işitti Müdür Bey'in. "Bizi aptal yerine
koymuyordur sanırım?" - "Daha neler! " diye cevapladı anne
si yüksek sesle; ağlamaya başlamıştı. "Belki de ağır hasta yatı
yor, Gregor, biz de ona eziyet edip duruyoruz.'' Sonra, "Gre
te! Grete! " diye seslendi annesi. Karşıdan, "Efendim anne! "
dediği duyuldu kız kardeşinin. Gregor'un odasının aracılığıyla
birbirleriyle haberleşiyorlardı. "Hemen doktora koş Grete!
Gregor hasta! Çabuk bir doktor alıp gel! Az önce nasıl konuş84
DEÖIŞIM
tuğunu duymadın mı?" Annesinin bağırarak konuşmasıyla kı
yaslanırsa dikkati çekecek kadar alçak perdeden, "Bir hayvan
sesinden kalır yeri yoktu," dedi Müdür Bey. Derken babası, el
lerini çırparak holden mutfağa doğru, "Anna! Anna! " diye ses
lendi. "Durma koş, bir çilingir getir! " Hemen iki kız, eteklikle
rini hışırdatarak holden seğirtip geçtiler - kız kardeşi nasıl da
giyinebilmişti o kadar çabuk - ve hızla kapıyı açıp çıktılar. Ka
pının arkalarından kapandığını bildiren bir ses işitilmedi; gali
ba kapı, büyük bir felakete uğramış evlerdeki gibi açık bırakıl
mıştı.
Ama Gregor hayli yatışmıştı. Hani_ sesi, belki kulağı alıştığın
dan, kendisine yeterince açık seçik, hatta eskisinden de açık se
çik gelmesine karşın, yine de anlaşılamıyordu konuştukları.
Ancak, şimdi, dışardakiler kendisinde anormal bir durumun
varlığına inanıyor, ona yardıma hazır bulunuyorlardı. Bu yolda
ilk önlemler alınırken açığa vurulan umut ve güven rahatlattı
Gregor'u. Kendini yine insan toplumu içerisine kabul edilmiş
görüyordu ve doğrusu aralarında aynın yapmaksızın gerek
doktor, gerek çilingirden olağanüstü ve şaşırtıcı başarılar bek
lemeye başladı. Kesin önem taşıyan görüşmelerde bulunması
nın zamanı yaklaşıyordu. Bu görüşmeler için sesine elden gel
diği kadar netlik kazandırmak üzere bir iki öksürdü, ama bunu
pek kısık sesle yapmaya çalıştı; çünkü bakarsın öksürüğünün
sesi de insan öksürüğünden başka türlü çıkabilirdi. Ancak, bu
konuda kendisi artık bir yargıya varmaktan çekiniyordu. Biti
şik odayı tam bir sessizlik kaplamıştı. Belki de anne ve babası
Müdür Bey'le masada oturmuş, fısıldaşıp duruyor, belki de
hepsi birden kapıya yaslanmış, içeriye kulak kabartıyorlardı.
Gregor, sandalyeyle kendini yavaş yavaş ileriye doğru itti; der
ken sandalyeden elini çekerek kapıya doğru atıldı, kapıya tu
tunup doğruldu - bacakçıklannm tabanlarında bir yapışkanlık
vardı -, bir an dinlendi burada. Sonra kilit içinde sokulu anah
tarı ağzıyla çevirmeye uğraştı. Ne yazık ki doğru dürüst dişleri
85
DE01Ş1M
yoktu anlaşılan, anahtarı neyle tutacaktı? Ama çeneleri pek
güçlüydü ve çenelerinin yardımıyla anahtan gerçekten yerin
den oynattı; bu arada bir yeri incinmişti mutlaka, çünkü ağzın
dan kahverengi bir sıvı anahtar üzerine akıp oradan da yere
damlamaya başladı. Bitişik odadan, "İşitiyor musunuz? Anah
tan çevirmeye uğraşıyor," dedi Müdür Bey. Bu söz, Gregor'u
enikonu yüreklendirdi. Ama hepsi bağırmalıydı ona. Anne ve
babası, hepsi, "Ha gayret, Gregor!" diye bağırmalıydı: "Sakın
koyverme! Yüklen kilide, Gregor!" Gösterdiği çabalan evde
kilerin merakla izlediği düşüncesiyle bütün gücünü toplayıp
çılgınca anahtarı ısırdı. Anahtar döndükçe, o da kilidin çevre
sinde dolanıp duruyordu. Artık kendisini ayakta tutan ağzıydı
yalnızca, gerektiğinde anahtara asılıyor ya da vücudunun tüm
ağırlığıyla onu aşağı bastırıyordu. Nihayet çat diye açılan kili
din tiz sesine uykusundan uyandı adeta, rahat bir nefes aldı.
"Çilingirsiz başardım işte!" diye söylendi kendi kendine ve ka
pıyı iyice açmak için başını kola dayadı.
Kapıyı bu tarzda açmak zorunda kalışı, kapının iyice açılması
na karşın Gregor'un henüz ortada görünmemesine yol açmıştı.
Tam salona ayak atacakken pat diye sırtüstü yıkılmamak isti
yorsa, kapı kanatlarından birinin çevresini pek büyük bir dik
katle usulcacık dolanması gerekiyordu. Kendisi henüz bu zor
işle uğraşıp, başka şeye aldıracak vakit bulamazken, Müdür
Bey'in birden yüksek sesle, "Oh ! " diye bir ses çıkardığını işit
ti; ses, tıpkı bir rüzgar uğultusunu andırıyordu. Az sonra da
Müdür Bey'in kendisini gördü Gregor. Kapıya oradakilerin
hepsinden yakındı Müdür Bey, elini açık ağzına bastırr.ıış, san
ki görünmeyen, ama habire üzerine gelen bir güç karşısında
yavaş yavaş gerilere çekiliyordu. Müdür Bey'in odada bulun
masına aldırmayan annesi, geceden dağınık ve dimdik saçlarla
oracıkt'l dikiliyordu; Gregor'u görünce, ilkin ellerini kenetle
yerek babasına baktı, sonra Gregor' a doğru iki adım atarak,
giysisinin çepçevre açılıp yayılan etekleriyle yere yığıldı; yüzü
göğsüne düşmüş, adeta bütünüyle ortadan silinip kaybolmuş86
DEÖlŞlM
tu. Babası, halinde düşmanca bir ifade, yumruğunu sıktı; Gre
gor'u gerisin geri sürüp odasından içeri tıkmak ister gibiydi; bir
ara güvensiz gözlerle çevresine bakındı, ardından elleriyle göz
lerini kapayıp güçlü göğsü sarsıla sarsıla ağlamaya koyuldu.
Bu durumda, salona girmeye kalkmadı Gregor, kapı kanatla•
nndan sımsıkı sürmelenmiş olanına içerden yaslandı; öyle ki
ancak yarı vücudu görülebiliyor, bu vücut üzerinde seçilen ya
na eğik başıyla odadakilere çıldır çıldır bakıyordu. Bu arada
ortalık iyiden iyiye aydınlanmış, yolun karşı yakasında uzayıp
giden başı sonu bellisiz gri-siyah binanın bir bölümü - bir has
taneydi burası -, cephe kısmını katı bir biçimde oyup geçen dü
zenli pencereleriyle açığa çıkmıştı. Hala dinmemişti yağmur,
ama tek tek görülebilen ve adeta tek tek yukardan aşağı fırla
tılan iri damlalar halinde yağıyordu şimdi. Masanın üzerini ta
bak fincan gibi şeyler doldurmuştu; çünkü babası için kahvaltı
günün en önemli yemeğiydi ve bu yemeği bir yandan çeşitli ga
zeteleri okuyarak saatlerce sürdürürdü. Tam karşı duvarda,
Gregor'un askerlik döneminden bir resim asılıydı ve resimde
Gregor eli meçinde, tasa ve kaygılardan uzak gülümseyen, du
ruşu ve üniformasına karşı herkesi saygıya davet eden bir teğ
men olarak görülüyordu. Holün kapısı açılmıştı; daire kapısı
da açık bulunduğundan, aşağı inen merdivenin baş tarafı seçi
lebilmekteydi.
"Evet! " dedi Gregor; evde serinkanlılığını yitirmeyen tek kişi
kuşkusuz kendisiydi, bunu biliyordu. "Şimdi giyiniyorum. Ko
leksiyonu toparlayıp yola çıkacağım hemen. Yola çıkmama
izin, izin verecek misiniz? Evet, Müdür Bey! Görüyorsunuz
dikkafalı değilim; çalışmaktan zevk duyarım. Şu geziler zah
metli bir iş, ama onlarsız da yaşayamam doğrusu. Peki ama, ne
reye gidiyorsunuz Müdür Bey? Firmaya mı? Firmaya, öyle mi?
Burada geçenleri olduğu gibi rapor edecek misiniz? Hani bir
an oluyor, insan çalışacak gücü bulamıyor kendinde. Ama böy
lesi anlar, geçmişte yapılan işleri anımsamak ve ileride, engel
87
DEÖIŞIM
ortadan kalktıktan sonra daha büyük bir şevk ve gayretle işe
sarılmayı düşünmek için biçilmiş kaftandır. Nihayet Sayın Pat
ron' a çok şey borçluyum, siz de pek iyi biliyorsunuz bunu. Öte
yandan, anne ve babamla kız kardeşimin geçim yükü de benim
omuzlarımda. Şu anda durumum nazik, ama çalışıp bu durum
dan yine kendimi sıyıracağım. Güç bir iş, bari siz daha da güç
leştirmeyin. Mağazada benim tarafımı tutun. Pazarlamacıları
sevmezler, biliyorum. Tonla para kazanır, gel keyfim gel yaşar
lar diye düşünürler. Bu önyargıyı daha bir dikkatle düşünüp
gözden geçirmek için özel bir neden de bulunmaz. Ama siz
Müdür Bey, siz öbür personelden daha derli toplu görebilirsi
niz durumu. Hani tamamen söz aramızda, Sayın Patron'un
kendisinden bile daha derli toplu görebilirsiniz. Çünkü Patron
bir iş adamı olduğundan, vereceği yargılarda kolay etki altında
kalıp hizmetinde çalıştırdığı bir memurun aleyhinde bir tavır
takınabilir örneğin. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, yılın hemen
bütününü mağaza dışında geçiren bir pazarlamacı dedikodula
ra, rastlantılara ve nedensiz şikayetlere kolayca kurban gidebi
lir, bunlara karşı asla savunamaz kendini, çünkü çokluk bun
lardan haberi olmaz; olsa da, ancak bir geziyi bitkin sona erdi
rip firmaya döndüğü ve nedenleri artık bir türlü kestirilemeyen
kötü sonuçlarını kendi üzerinde hissettiği zaman olur. Müdür
Bey, gitmeyin böyle rica ederim. Bana birazcık hak verdiğinizi
gösteren bir tek söz söyleyin hiç değilse."
Ama Müdür Bey daha Gregor'un ilk sözleri üzerine arkasına
dönmüştü, yalnızca titreyen omuzları üzerinden dudaklarını
iyice aralayarak Gregor' a bakıyordu; Gregor konuşurken bir
an bile boş durmamış, ondan gözünü ayırmaksızın kapıya doğ
ru sokulmuş, ama salondan çıkmasını önleyen gizli bir yasak
varmış gibi bunu pek ağırdan yapmıştı. Derken hole geldi; aya
ğını birden salondan çekip alışına bakılırsa, öyle sanılabilirdi
ki, sanki ateş üzerine basmıştı. Ama holde sağ elini uzatabildi
ği kadar ileriye, merdivene doğru uzattı; orada kendisini tanrı
sal bir kurtuluş bekliyordu adeta.
88
DEOIŞIM
Gregor, mağazadaki konumunun iyice sarsılmasını istemiyor
sa, Müdür Bey'in böyle bir ruh durumu içinde çekip gitmesine
asla izin vermemesi gerektiğini seziyordu. Anne ve babası bu
gibi şeyleri doğru dürüst kavrayabilecek yetenekten yoksundu;
bunca yıl içinde firmadaki işini Gregor'un ömür boyu elinde
tutacağı kanısını edinmiş ve şu anda kendilerini üzüntüye öyle
sine kaptırmışlardı ki, birazcık olsun ileriyi görecek durumda
değillerdi. Müdür Bey' in alıkonulması, yatıştırılması, ikna edil
mesi ve nihayet gönlünün kazanılması gerekiyor, Gregor'la ai
lesinin geleceği buna bakıyordu. Keşke kız kardeşi şimdi sa
londa bulunsaydı! Zeki bir kızdı hani; daha Gregor sırtüstü ra
hat rahat yatarken o ağlamıştı. ve· Müdür Bey'in, kadınlara
düşkün bu adamın kız kardeşine karşı dayanamayıp onun de
diğini yapacağı kuşkusuzdu. Şimdi kız kardeşi olsa dairenin ka
pısını kapar ve holde konuşacağı sözlerle Müdür Bey'i korku
larından kurtarırdı. Gel gelelim kız kardeşi evde değildi, dola
yısıyla Gregor'un kendisi harekete geçmek zorundaydı. Şu an
da üstesinden gelebileceği devinimlerin neler olduğunu henüz
bilmiyordu; bunu umursamaksızın, aynca demin konuştukları
nın yine yanlış anlaşılabileceğini, belki de yanlış anlaşıldığını
düşünmeksizin kapı kanadından ayrıldı; aradaki boşluktan vü
cudunu ite kaka geçirmeye çalıştı. O sırada holün korkuluğuna
iki eliyle gülünç denecek biçimde yapışan Müdür Bey'in yanı
na gidecekti. Ama hemen tutunacak bir yer arayarak, ufak bir
çığlıkla bir sürü bacakçığın üzerine yığılıp kaldı. O saat, bu sa
bah ilk kez vücudunda bir rahatlık duydu; bacakçıkları sağlam
bir zemine kavuşmuştu. Bacakçıklarına tamamen söz geçire
bildiğini görerek sevindi; hatta istediği yere kendisini taşıyıp
götürmek için çaba bile harcıyorlardı. Artık tüm rahatsızlığının
sona ermek üzere olduğuna inanmaya başladı Gregor. Başka
türlü hareket edemediğinden sağa sola sallanıyor, annesine hiç
de uzak bulunmayan bir yerde, tam onun karşısında döşeme
üzerinde yatıyordu ki, tamamen kendi içine gömülmüşe benze
yen annesi birden fırlayıp ayağa kalktı, kollannı iyice ileriye
89
DEGIŞIM
U2;ıtıp parmtıklannı gererek, "İmdat! Aman Yarabbi! İmdat! "
diye bağırmaya koyuldu. Gregor' u daha iyi görmek ister gibi
başını yana eğmişti; ama derken, buna karşıt bir davranışla ge
ri geri seğirtmek gibi bir saçmalığa kalkıştı; arkasında kurulu
kahvaltı masasının bulunduğunu unutmuştu; masanın yanına
gelir gelmez, adeta dalgınlığından hemen üzerine oturuverdi;
yanı başında devrilen kocaman kahvedenlikten kahvenin sel
gibi aktığını fark etmemişe benziyordu.
Gregor, annesine bakarak, "Anne! Anne!" diye seslendi usul
ca, Müdür Bey bir an için tamamen aklından çıkmıştı; ama
akan kahveyi görünce çeneleriyle birkaç kez boşluğa doğru
hamle yapmadan duramadı. Bunun üzerine yeniden bağırma
ya başladı annesi; masayı bırakıp kaçtı, karşıdan seğirtip gelen
babasının kollarına bıraktı kendini. Ama Gregor'un o anda an
ne ve babasına ayıracak vakti yoktu; merdivenden inmeye ko
yulan Müdür Bey, çenesini korkuluğun üzerine dayayarak son
bir kez dönüp arkasına baktı. Müdür Bey'e yetişmek isteyer.
Gregor, ileriye atıldı hemen. Müdür Bey anlaşılan bir şeyler
sezinlemiş olacaktı ki, birkaç basamağı birden inmeye başladı.
"Vay canına! " diye haykırdı evden çıkıp gitmek üzereyken ve
ses bütün merdivenlerde yankılandı. Ne yazık ki, Müdür
Bey'in gidişi şimdiye dek serinkanlılığını pek yitirmemiş baba
sını da hayli şaşırtmışa benziyordu; çünkü Müdür Bey'in arka
sından koşması ya da hiç değilse Gregor'u onun peşine düş
mekten alıkoymaması gerekirken, sağ eliyle Müdür Bey'in
şapka ve pardösüsüyle bir sandalye üzerinde bıraktığı bastonu
nu kapıp sol eliyle masadan büyük bir gazete aldı, ayaklarını
yere vurup baston ve gazeteyi havada sallayarak Gregor' u
odasından içeri tıkmaya çalıştı. Gregor'un yalvarıp yakarmala
rının hiçbiri para etmedi ve hiçbiri de anlaşılmadı. Gregor ba
şını istediği kadar süklüm püklüm döndürsün, babası ayakla
rıyla giderek daha hoyrat yeri dövüyordu. Karşıda annesi serin
havaya aldırmayarak bir pencere açıp dışarı sarktı, pencereden
hayli ilerde tuttuğu yüzünü ellerine gömdü. Bunun sonucu ola90
DECJŞJM
rak sokakla merdiven arasında güçlü bir hava akımı başgöster
di, perdeler uçuşmaya, masa üzerindeki gazeteler hışırdayıp
gazete yapraklarından kimisi esintiyle yerde sürüklenmeye
başladı. Babası aman vermeksizin Gregor'u sıkıştırıyor, bu
arada vahşi bir insan gibi sesler çıkarıyordu. Ne var ki, geri ge
ri gitme konusunda Gregor'un hiç egzersizi yoktu ve gerçekten
pek yavaş yürüyordu bu iş. Gregor bir arkasına dönebilse, o sa
at odasında alabilirdi soluğu; ama fazla zaman isteyen dönme
girişimiyle babasını sabırsızlandırmadan çekiniyordu; üstelik
her an babasının elindeki bastondan sırtına ya da başına öldü
rücü bir darbenin inmesi işten değildi. Ancak, sonunda Gregor
için başka yapacak şey kalmadı; çünkü geri geri giderken gidi�
yönünü bile koruyamadığını dehşetle fark etmişti. Dolayısıyla,
bir yandan göz ucuyla sürekli babasına bakarak elden geldiğin
ce hızlı, ama gerçekte pek yavaş, dönme eylemine girişti. Her
halde babası iyi niyetini sezmişti ki, dönüş sırasında Gregor'a
ilişmedi, tersine bastonunun ucuyla uzaktan onun bu girişimi
ni yönetmeye çalıştı. Ne olurdu sanki, babası ağzınQan o katla
nılmaz ıslık seslerini çıkarmasaydı! Bu sesler, Gregor'un aklını
başından alıyordu. Nerdeyse tamamen arkasına dönmüştü ki,
kulakları boyuna ıslık seslerinde, şaşırarak yine biraz gerisin
geri çark etti. Ama sonunda çok şükür başıyla kapının önüne
geldi, gövdesinin kapıdan kolay geçemeyecek kadar geniş ol
duğunu gördü, içinde bulunduğu ruh durumundan ötürü, kapı
nın öbür kanadını da açıp Gregor'a geçebileceği gibi bir yer
sağlamak hiç aklına gelmedi babasının; düşündüğü tek şey var
sa, Gregor'u bir an önce odasına tıkmaktı. Gregor'un doğrulup
kalkarak, kapıdan geçmek için gerekli uzun boylu hazırlıklara
girişmesine de asla izin verecek gibi görünmüyor, kendine öz
gü bir takım sesler çıkararak, sanki önünde hiçbir engel yok
muşçasına onu ileri doğru sürüp götürmeye uğraşıyordu; Gre
gor'un peşinden gelen ses, bundan böyle hiç de bir tek babanın
sesi gibi çıkmamaktaydı. Ve gerçekten, işin şakaya gelir yanı
kalmamıştı artık. Gregor, ne olursa olsun, ıkına sıkına kapıdan
91
DEÔİŞİM
geçmeye çalıştı, vücudunun bir yanı yukarı kalkmıştı, sürtün
mekten böğürlerinden biri baştan aşağı yara bere içinde kal
mıştı, beyaz kapıda iğrenç lekeler bırakıyordu. Olduğu yere çi
vilenip kalan Gregor tek başına kıpırdayacak gücü bulamıyor,
bir tarafındaki bacakçıklar boşlukta habire çırpınırken, yere
bastırılmış öbür taraftakiler sızlayıp duruyordu. Ansızın baba
sı arkadan, Gregor'u gerçekten esenliğe kavuşturan bir tekme
savurdu. Bunun üzerine havada uçtu Gregor; orası burası şid
detle kanayarak soluğu odanın hayli içerlerinde aldı. Derken
bastonla itilerek kapatıldı kapı ve sonunda ortalık yatıştı.
il
Ancak akşamın alacakaranlığında baygınlığa benzer derin uy
kusundan uyandı Gregor. Kuşkusuz dışarıdan gelen gürültü ol
madan da az sonra uyanacaktı, çünkü kendisini yeterince din
lenmiş ve uykusunu almış hissediyordu; ama öyle sanıyordu ki,
hemen belirip kaybolan bir ayak sesi ve hole açılan kapının sa
kınarak kapatılması onu uyandırmıştı. Sokaktaki elektrik fe
nerlerinin ışığı yer yer odanın tavanına ve mobilyaların üst kı
sımlarına vurmuştu; ama aşağısı, Gregor'un bulunduğu yer ka
ranlıktı. Gregor, ancak şimdi değerini anladığı duyargalarıyla,
henüz beceriksiz ve sağı solu yoklayarak, ağır ağır kapıya doğ
ru sürüklendi; kapının ardında neler olup bittiğini görmek isti
yordu. Sol tarafı tatsız bir gerilim içinde bir tek uzun yaradan
oluşuyordu sanki; iki dizi bacak üzerinde, hayli topallayarak
yürümesi gerekiyordu. Üstelik bacakçıklarından biri, öğleden
önceki olaylarda ağır bir yara almıştı - hani bir tek bacağının
yaralanması mucizeydi - ve bu bacakçık cansız sürüklenip ar
kadan geliyordu.
Gregor ancak kapıya varınca, kendisini oraya çeken şeyin ne
olduğunu anladı; bir yiyecek kokusuydu bu; küçük kapının eşi
ğinde süt dolu bir kase duruyor, sütün içinde ufak ufak doğran
mış francala parçaları yüzüyordu. Nerdeyse sevincinden güle92
DEôlŞIM
cekti Gregor, çünkü sabahkine kıyasla açlığı daha da büyü
müştü; hemen başını kaseye daldırdı, başı neredeyse gözlerinin
üstüne kadar sütün içerisine gömüldü. Ama çok geçmeden,
düş kırıklığına uğramış, kendini geriye çekti; hani yalnızca o in
cinmiş sol böğründen ötürü bir şey yemekte güçlük çektiği için
yapmamıştı bunu - ancak bütün vücuduyla sesli sesli soluyarak
yemek yiyebiliyordu -, genellikle en sevdiği yiyecek sayılıp kız
kardeşinin kuşkusuz bu yüzden odasına getirip koyduğu sütün
hiç tadına varamamıştı; hatta nerdeyse tiksinerek kaseden çe
virdi yüzünü, geri dönüp sürüne sürüne odanın ortasına geldi.
Gregor'un kapı aralığından gördüğüne göre, salonda gaz lam
bası yakılmıştı; ama her vakit günün bu saatinde babası, ikindi
üzeri çıkan gazeteyi annesine ve bazen de kız kardeşine yüksek
sesle okurken, şimdi ses seda işitilmiyordu. Belki kız kardeşi
nin her vakit anlattığı ve kendisine yazdığı mektuplarda sözü
nü ettiği bu gazete okumaların arkası kesilmişti. Ama ev kuş
kusuz boş değildi, öyleyken enikonu bir sessizliğe gömülmüş
tü. "Şu bizim aile ne sakin bir hayat yaşıyor," diye söylendi
Gregor kendi kendine gözlerini dikip önü sıra karanlığa bakıp
dururken, anne ve babasıyla kız kardeşine, böyle güzelim bir
evde böyle bir hayat yaşama olanağını sağlayabildiğinden ötü
rü büyük bir gurur duydu. Ama ya şimdi bütün bu huzur, bu
rahatlık, bu memnun yaşayıp gitmeler hazin bir şekilde sona
ererse? Derken böylesi düşüncelerle oyalanmayı bırakarak bi
raz hareket etmeyi uygun gördü, odada aşağı yukarı gezinme
ye başladı.
Uzun akşam süresince bir kez yan kapılardan biri, bir kez de
öbürü hafifçe aralanıp, sonra hemen kapatıldı; herhalde biri
içeri girmek gereksinimini duymuş, ancak daha sonra düşünce
sini değiştirmişti. Gregor, salon kapısının hemen yanma gelip
durdu; odaya girmekten çekinen ziyaretçinin ne yapıp yapıp
içeri girmesini sağlamak ya da hiç değilse kim olduğunu öğren
mek istiyordu. Ne var ki, kapı bir daha açılmadı ve Gregor da
93
DECJŞJM
boş yere bekledi. Sabahleyin kapılar kilitliyken yanına gelmek
istemişti herkes; oysa şimdi kendisi bir kapıyı açmış, öbür ka
pılar da galiba gündüz açılmışken hiç kimse yanma uğramıyor
du; üstelik anahtarlar da şimdi dışardan kilide sokulu durmak
taydı.
\.ocak �ece e:eç vakit salondaki ışık söndürüldü, anne ve baba
sıyla kız Karaeşinin bu vakte kadar uyanık beklediklerini anla
mak güç değildi; çünkü Gregor'un çok iyi işittiğine göre, her
üçü de şimdi parmak uçlarına basarak salondan uzaklaşıyordu.
Artık sabaha kadar kimse Gregor'un yanına uğramayacak de
mekti, yani artık bol zamanı vardı Gregor'un, bundan sonraki
yaşamına nasıl bir çekidüzen vermesi gerektiğini kimse tarafın
dan rahatsız edilmeksizin düşünüp kararlaştırabilirdi. Ama ze
mini üzerinde yamyassı bir durumda yattığı yüksek tavanlı ge
niş oda onu ürkütüyor, bu ürküntünün nedenini de bir türlü
kestiremiyordu; çünkü beş yıldan beri yatıp kalktığı kendi oda
sıydı burası. Yan bilinçli bir dönüşle, öte yandan hafif bir utanç
duygusuyla seğirtip kanepenin altına girdi; sırtının biraz sıkış
masına ve başını yukarı kaldıramamasına karşın, o saat kendi
ni pek rahat hissetti burada; üzüldüğü bir şey varsa, fazla geniş
bedenini tümüyle kanepe altına yerleştirememesiydi.
Bütün gece kanepenin altında kaldı; biraz yarı uykuda geçirdi
zamanı, açlığın etkisiyle ikide bir korkuyla sıçrayıp uyandı; bi
raz da kaygı ve belirsiz umutlara kaptırdı kendini; ama bütün
bunlar şimdilik serinkanlı davranması, sabretmesi ve ailesini
alabildiğine kollayıp, içerisinde bulunduğu durumda istemeye
rek yol açtığı üzüntüleri onlar için katlanılır kılmak gerektiğini
gösteriyordu. Daha sabahın erken saatinde, aldığı yeni karar
ların gücünü sınama fırsatını buldu; çünkü hol tarafından gelen
kız kardeşi, nerdeyse tamamen giyinik, kapıyı açıp bir göz attı
içeri. İlk anda Gregor'u bulamadı, ama derken onu kanepe al
tında ele geçirince - Hay Allah, bir yerde olacaktı şu Gregor,
odadan uçup gitmemişti ya - öylesine korktu ki, kendini topar94
DECJŞIM
lamaya fırsat bulamadan, dışardan vurup kapadı kapıyı. Ama
sonra böyle yaptığına pişmanlık "duymuş" gibi kapıyı hemen
yine açtı. Sanki odada bir ağır hasta, hatta yabancı biri varmış
gibi parmak uçlarına basarak içeri girdi. Gregor başını ancak
kanepenin kenarına kadar uzatmış, kız kardeşini izliyordu.
Acaba kız kardeşi süte el sürmediğini ve bunu da asla aç olma
dığı için yapmadığını anlayacak mıydı? Kendisine daha uygun
bir başka yiyecek getirecek miydi sonra? Doğrusu kanepenin
altından fırlayıp çıkarak kız kardeşinin ayaklarına kapanmak
ve ondan yiyebileceği iyi şeyler getirmesini rica etmek için ala
bildiğine güçlü bir istek duyuyordu; ancak kız kardeşi kendili
ğinden böyle davranmadı mı, onun dikkatini bu nokta üzerine
çekmektense açlıktan ölürdü, daha iyi. Ama kız kardeşi bir an
da süt kasesini görerek hayrete kapılmıştı; dolu duruyordu ka
se, yalnızca birazcık süt dört bir yanından yere dökülmüştü.
Kız kardeşi elleriyle değil de, bir bezle tutarak kaseyi yerden
kaldırdı ve alıp dışarı çıkardı. Gregor süt yerine kız kardeşinin
ne getireceğini enikonu merak ediyor, kafasından bununla ilgi
li çeşitli düşünceler geçiriyordu. Ama kız kardeşinin o iyi yü
rekliliğiyle yaptığı şeyi dünyada önceden sezinleyemezdi; ken
disinin neden hoşlandığını anlamak için bir sürü yiyeceği eski
bir gazetenin üzerine yayarak alıp gelmişti kız kardeşi; pişeli
hayli zaman olup yarı kokuşmuş sebze, donmuş beyaz bir sal
çanın ortasında akşam yemeğinden kalmış kemikler, biraz çe
kirdeksiz üzüm ve badem, Gregor'un iki gün önce yenilecek
gibi olmadığını söylediği bir peynir, bir parça yavan ekmek,
üzerine yağ sürülmüş bir dilim ekmek, sonra yine yağ sürülüp
tuz ekilmiş ikinci bir dilim ekmek. Hepsinin yanma da, galiba
bundan böyle kesinlikle Gregor'a ayrılmış su dolu bir çanak
konmuştu. Kendisi varken yemeğe el sürmeyeceğini bilen kız
kardeşi incelik göstererek hemen odadan çıkıp gitmiş, hatta di
lediği gibi rahat hareket edebileceğini Gregor'a sezdirmek
üzere anahtarı çevirip kapıyı kilitlemişti. Yemek söz konusu
olunca, titremeye başlamıştı Gregor'un bacakçıklan. Hem vü95
DECIŞIM
cudundaki yaralar da tamamen iyileşmişe benziyordu. Döşe
menin üzerinde hareket etmesini engelleyen bir şey hissetmi
yordu artık; buna hayret etti ve bir aydan fazla zaman önce
parmağını birazcık kesmesine karşın, bu yaranın önceki güne
kadar kendisine acı çektirdiğini düşündü. "Yoksa kabalaşıp
duygusuzlaştım mı eskisine göre?" diye geçirdi içinden. Bütün
yiyecekler arasında peynire karşı o saat şiddetli bir istek duy
du, hırsla peyniri emmeye başladı. Çabuk çabuk, keyfinden
gözleri yaşararak peyniri, sebzeyi ve salçayı birbiri ardından yi
yip yuttu. Gel gelelim, taze yiyeceklerin tadını alamadı pek,
kokularına bile katlanamadı; hatta yiyeceği şeyleri seçip seçip
biraz uzağa taşıdı bunlardan. Kız kardeşi tekrar saklanıp giz
lenmesi için bir işaret olarak usulca anahtan çevirdiğinde, Gre
gor çoktan yiyeceğini yemiş, tembel tembel olduğu yerde yatı
yordu. Anahtar sesi üzerine, nerdeyse uyuklar durumuna kar
şın korkuyla fırladı ve seğirtip yine kanepenin altına girdi.
Ama yalnızca kız kardeşinin odada bulunduğu kısa süre için
bile kanepenin altında kalmak büyük bir çabayı gerektiriyor
du, çünkü çok yemekten karnı biraz şişmişti, kanepenin altın
daki daracık yerde güç bela soluk alıyordu. Küçük çapta bo
ğulma nöbetleri geçirerek, biraz dışan fırlamış gözlerle kız kar
deşini izledi; kız kardeşi, hiçbir şeyden habersiz, yalnız kalıntı
lan değil, Gregor' un asla elini sürmediği yiyecekleri de, sanki
bundan böyle bir işe yaramayacaklarmış gibi, süpürgeyle bir
araya topladı ilkin, sonra hepsini acele bir kovanın içerisine
boşalttı, bir tahta kapakla ağzını kapadığı kovayı alıp dışan gö
türdü. Kız kardeşi arkasına döner dönmez, Gregor kanepenin
altından çıktı, uzanıp gerindi ve yellendi.
B undan böyle her gün bu şekilde yemeğini yedi Gregor; bir
öğün sabahleyin, anne ve babasıyla hizmetçi henüz uyurken;
ikinci öğün genel öğle yemeğinden sonra; çünkü öğle yemeği
yenir yenmez anne ve babası kısa bir süre kestiriyor, hizmetçi
ise kız kardeşi tarafından bir şey alıp gelmesi için çarşıya yolla
nıyordu. Onlann da Gregor'un açlıktan ölmesini istedikleri
96
DEÖlŞlM
yoktu elbet. Ama belki Gregor'un yemek sorununa ilişkin ku
laktan işittiklerinden öte bilgi sahibi olmaları katlanamayacak
ları bir şeydi; ama belki kız kardeşi küçük de olsa bir üzüntü
den esirgemek istiyordu kendilerini; çünkü Allah biliyor ya,
zaten yeterince acı çekiyoi:lardı.
O ilk günün öğle öncesi, doktorla çilingirin ne gibi bir bahane
ye başvurulup evden yine uzaklaştırıldığını Gregor bir türlü
öğrenemedi; çünkü kendini anlayamadıklarından, onun da
başkalarını anlayabileceğini, kız kardeşi de aralarında olmak
üzere hiç kimse düşünmüyordu. Dolayısıyla, kız kardeşi oda
sındayken, yer yer göğüs geçirip ermişlere yakanşlannı işit
mekle yetinmesi gerekiyordu Gregor'un. Ancak ilerde, kız
kardeşi duruma biraz alışınca - tam bir alışma elbet asla söz
konusu olamazdı - arada bir tatlı bir söz çalınmaya başladı ku
lağına. Ö rneğin, getirilen yemekler arasında şöyle adamakıllı
bir temizliğe girişti mi, "Yemeği beğenmiş bugün anlaşılan,"
diyordu kız kardeşi. Giderek seyrekleştiği görülen karşıt du
rumlarda ise, adeta üzülmüş şöyle söylüyordu: "Gene hiç el
sürmeden bırakmış hepsini."
Gregor, olup biten yeni olaylan doğrudan haber alamıyorsa
da, bitişik odalara kulak kabartarak kimi şeyler öğrenebiliyor
du. Bitişik odaların birinde bir ses işitmesin, hemen seğirtip ka
pıya yapıştırıyordu bütün vücudunu. Özellikle ilk zamanl ar ev
de üstü kapalı da olsa, kendisini ilgilendirmeyen hiçbir konuş
ma yapılmıyordu. İlk gün boyunca bütün yemeklerde, bundan
böyle ailenin nasıl davranması gerektiği konusu görüşülmüştü;
ama yemek dışındaki zamanlarda yine aynı şey üzerinde konu
şuyorlardı, çünkü anlaşılan kimse Gregor'la yalnız kalmaya ya
naşmadığından ve ev de asla boş bırakılmak istenmediğinden,
her vakit aile bireylerinden en az ikisi evde bulunuyordu. Ay
rıca, hizmetçi daha ilk gün - olup bitenlerden neyi ve ne kada
rını bildiği pek belli değildi - hemen işi bırakmasına müsaade
etmesini ayaklarına kapanarak annesinden rica etmiş ve bir
97
DEÖIŞIM
çeyrek saat sonra veda edip giderken, kendisine karşı alabildi
ğine büyük bir lütuf gösterilmiş gibi söz konusu müsaadeye gö
zünde yaşlar akarak teşekkürde bulunmuş, kimseye olay konu
sunda bir şey çıtlatmayacağına kendiliğinden yemini billah et
mişti.
Bu durumda kız kardeşi annesiyle beraber yemeği pişirme
ödevini de üstlenmişti; ancak pek zahmetli bir iş değildi bu;
çünkü evde hemen hiçbir şey yendiği yoktu. Boyuna Gregor
evdekilerin birbirlerini boş yere yemeğe buyur ettiğini işitiyor,
ama kimsenin de karşıdakinden, "Teşekkür ederim, yedim yi
yeceğim kadar," ya da benzeri sözlerden başka bir cevap ala
madığını görüyordu. Hatta belki bir şey içildiği de yoktu evde.
İkide bir kız kardeşi babasına bira isteyip istemediğini soruyor,
birayı kendisi alıp gelmek için can atıyor, ama babasının sustu
ğunu görünce, onun bu konudaki duraksamasını gidermek için
kapıcının kansını da bira almaya yollayabileceğini söylüyordu.
Ama derken babasının ağzından kesin bir hayır sözcüğü çıkın
ca, artık biranın lafı edilmez oluyordu.
Daha ilk gün babası, ailenin elindeki maddi olanakları hem an
nesi, hem de kız kardeşine bir bir açıklamıştı. Babası sık sık
masadan kalkıyor, beş yıl önceki işinde uğradığı iflastan kurta
rılmış Wertheim marka kasayı açarak bir belgeyi ya da bir not
defterini alıp geliyordu. Babasının şifreli kilidi açışını ve aradı
ğını içinden alıp kasayı yeniden kapayışını işitiyordu Gregor.
Babasının yaptığı açıklamalar, odadaki tutukluluk yaşamının
başlamasından bu yana işittiği ilk sevindirici sözlerdi. Şimdiye
dek babasının eski işinden geriye beş para bile kalmadığını dü
şünmüştü hep, hiç değilse babası kendisine bunun tersini ka
mtlay:m bir söz söylememişti. Ancak, Gregor da babasına bu
konuya ilişkin bir şey sormamış, tek düşüncesi, hepsini derin
bir umutsuzluğa sürükleyen iflas felaketini ailenin elden geldi
ğince çabuk unutmasını sağlamak olmuştu. Dolayısıyla, olağa
nüstü bir çalışmaya koyulmuş, göz açıp kapayacak kadar kısa
98
DECIŞIM
sürede firmadaki yardımcılık görevinden pazarlamacılığa yük
selmişti. Para kazanma bakımından bir pazarlamacının kuşku
suz bambaşka olanaklar vardı elinde; iş konusunda gösterilen
başarılar hemen prim üzerinden hesaplanarak nakit paraya
çevrilip eve getirilebiliyor, şaşırmış mutlu ailenin gözü önünde
masanın üzerine konabiliyordu. Ne güzel günlerdi bunlar! Ve
söz konusu günler, hiç değilse aynı parlaklıkla bir daha yine
lenmemişti sonradan; oysa Gregor öylesine çok para kazan
mıştı ki, bütün ailenin geçim yükünü taşıyabilecek duruma gel
miş ve taşımıştı. Ne var ki günün birinde gerek aile bireyleri,
gerek Gregor duruma alışmıştı; Gregor'un verdiği para evden
şükranla alınıp kabul ediliyor, Gregor da seve seve bu parayı
veriyordu. Ama evdeki içtenlik dolu o pek sıcak hava zamanla
kaybolmuştu. Gregor'a yakınlığını hep korumuş bir kişi varsa,
o da kız kardeşiydi; kendisinin tersine müziğe bayılan ve hari
kulade keman çalan kız kardeşini gelecek yıl, bunun doğuraca
ğı büyük masrafa aldırmaksızın konservatuara göndermek,
Gregor'un gizlice kafasında yaşattığı bir plandı. Söz konusu
masrafı, çalışıp bir başka yoldan çıkaracaktı. İş gezilerine çık
madığı kısa sürelerde kız kardeşiyle söyleşilerinde sık sık kon
servatuann sözü ediliyor, ama her vakit buna gerçekleşmesi
düşünülemeyecek bir düş gözüyle bakılıyordu. Anne ve baba
sı bu konuya i.lişkin masum konuşmaları bile asla hoş karşıla
mıyorlardı; ancak, Gregor böyle bir şeyi kesin olara'lc kafasın
da yaşatıyor ve Noel gecesi bunu resmen ailesine açıklamaya
niyetleniyordu.
İşte Gregor dimdik kapıya yapışmış dışarıya kulak kabartır
ken, bulunduğu durumda hiç işine yaramayacak böylesi düşün
celer geçiriyordu kafasından. Bazan vücudunda genel bir yor
gunluk duyarak dışarıya kulak vermekten vazgeçiyor, kendi
haline koyverilmiş başı kapıya vuruyor, her seferinde başım yi
ne sımsıkı yakalıyordu hemen; çünkü en küçük bir gürültü bi
tişik salondan işitilip, oradakilerin susmasına yol açıyordu. Bir
süre sonra babası, herhalde yüzü kapıya dönük, "Gene ne ya99
DEGIŞIM
pıyor Gregor öyle?" diye söyleniyor ve salondaki yanda kesil
miş konuşma ancak bunun üzerine yavaş yavaş yeniden sürdü
rülmeye başlamyordu.
Derken Gregor, vaktiyle geçirilen bütün felakete karşın, pek
küçük olmasına karşın bir servetin hAHi ailenin elinde bulundu
ğunu, şimdiye dek dokunulmayan faizlerinse aradan geçen za
man içinde biraz kabardığını yeterince açık seçik öğrenmişti;
çünkü babası, biraz kendisi çoktandır bu gibi şeylere uğraşma
dığından, biraz da annesi söylenilenleri hemen ilk seferinde
kavrayamadığından, açıklamalarında sık sık tekrarlara kaçmış
tı. Öte yandan, Gregor'un her ay eve getirdiği paranın da - ha
ni Gregor maaşından yalnızca birkaç gulden ayırıyordu kendi
sine - hepsi harcanmayarak birazı biriktirilmiş ve zamanla bu
para ufak bir yekOn oluşturmuştu. Kapının arkasında dikilen
Gregor hızlı hızlı başını sallıyor, bu beklenmedik ilerigörüşlü
lük ve tutumluluktan dolayı sevincini açığa vuruyordu. Gerçi
biriktirilen prayla şimdiye kadar babasının patrona borcun
dan birazını daha ödeyebilir ve firmadaki işi üzerinden sıyırıp
atabileceği gün daha da yaklaşırdı; ama babasının böyle dav
ranması daha iyi olmuştu kuşkusuz. Gel gelelim, eldeki para
ailenin örneğin faizlerle yaşamasına hiç de yetecek gibi değil
di; belki bir, bilemedin iki yıl ailenin ayakta kalmasını sağlaya
bilirdi ancak. Yani gerçekte ilişilmemesi, darda kalınca başvu
rulmak üzere bir kenara kaldırılması gereken bir servetti bu ve
ailenin geçimini sağlayacak paranın aslında çalışılarak kazanıl
ması gerekiyordu. Ne var ki, babası sağlıklı olmasına karşın
yaşlı bir adamdı, beş yıldır asla bir iş yapmamıştı, en azından
kendisinden fazla bir şey beklenecek gibi değildi. Onca zah
metlere karşılık semeresiz kalmış bir ömrün ilk tatili olan bu
son beş yılda fazla yağ bağlayıp şişmanlamış, pek hantallaşmış
tı. Peki ama, kim kazanacaktı parayı? Evde bile bir yerden bir
yere güçlükle kımıldanabilen, her iki günden birini nefes darlı
ğı dolayısıyla kanepe üzerinde, açık pencere önünde geçiren
annesi mi? Yoksa henüz on yedi yaşındaki bir çocuk olup gü100
DEÖIŞIM
zel giyinmek, bol bol uyumak, ev işlerine yardım etmek, küçük
çapta kimi eğlencelere katılmak ve en başta keman çalmaktan
oluşan yaşamı kendisine hiç de çok görülmeyecek kız kardeşi
mi? Söz dönüp dolaşıp para kazanma zorunluğuna geldi mi, il
kin Gregor kapıyı bırakıp çekiliyor ve kendini oracıktaki serin
deri kanepenin üzerine atıyor, çünkü utanç ve üzüntüden vü
cudunu ateş basıyordu.
Çokluk bütün gece sabaha kadar burada kalıyor, bir an gözü
ne uyku girmiyor, saatlerce kanepenin üzerinde dönüp duru
yordu. Ya da, ne kadar zahmetli bir iş olursa olsun, bir sandal
yeyi ite kaka pencereye yaklaştırıyor, sonra tırmanıp pervaza
çıkıyor, sandalyeye dayanarak pencereye ulaşıyor, eskiden bu
davranışının üzerindeki ferahlatıcı etkisini nasılsa anımsayarak
pencereden dışarı bakıyordu; çünkü az Herdeki nesneleri bile
günden güne daha bulanık görmeye başlamıştı. Eskiden sık sık
dikkatini çeken ve çirkin görünümünden ötürü lanetler savur
duğu hastaneyi asla seçemiyordu artık. Sessiz, ama tamamen
kent havası esen Charlotte Sokağı'nda oturduğunu çok iyi bil
mese, pencereden gördüğü yerin gri renkteki gökle gri topra
ğın ayırt edilmeyecek gibi birbiriyle kavuştuğu bir çöl parçası
olduğuna inanabilecekti. Gözünden hiçbir şey kaçmayan kız
kardeşi, yalnız iki kez Gregor' un sandalyesinin pencere önün
de durduğunu görmüş, bundan böyle odayı her derleyip topla
yışında sandalyeyi itip yine penceredeki eski yerine yerleştir
meye, hatta pencerenin iç kanadını açık bırakmaya başlamıştı.
Gregor kız kardeşiyle konuşup katlandığı zahmetlerden ötürü
teşekkür edebilse, onun kendisi için yaptıklarına: daha kolay
katlanabilirdi; ama şimdiki durumda eza duyuyordu bunlar
dan. Gerçi kız kardeşi durumun sıkıcılığım elden geldiğince gi
dermeye uğraşıyor ve zaman geçtikçe işin daha iyi üstesinden
geliyordu; ancak, Gregor da zamanla her şeyin içyüzünü daha
bir eksiksiz görmeye başlamıştı. Bir kez odasına kız kardeşinin
ayak atması Gregor için korkunç bir şeydi; genellikle Gre101
DECIŞIM
gor'un odasındaki manzarayla karşılaşmaktan evde herkesi
esirgemeye pek dikkat etmesine karşın, kız kardeşi odasına gi
rer girmez kapıyı kapayayım demeden doğru pencereye seğir
tiyor, nerdeyse boğulacakmış gibi aceleci ellerle pencereyi açı
yor, hava istediği kadar soğuk olsun, kısa süre pencere önünde
dikilip derin derin solumadan yapamıyordu. Bu koşuşma ve
gürültülerle her gün iki kez ürkütüyordu Gregor'u. Gregor bü
tün zaman kanepenin altında titreyip duruyor, pencere kapa
lıyken kendisiyle bir odada kalmaya katlanabilse, kız kardeşi
nin kuşkusuz onu bu gürültü ve patırtıyı işitmekten esirgeyece
ğini çok iyi biliyordu.
Birinde - Gregor'un dönüşümünden bu yana bir ay geçmiş, kız
kardeşi için Gregor' un görünüşünün pek şaşırtıcı yanı kalma
mıştı - her zamankinden biraz önce çıkageldi kız kardeşi, Gre
gor'u hareketsiz ve korkutucu biçimde pencerenin önünde di
kilmiş dışan bakarken buldu. Hani kız kardeşinin odaya gir
mekten vazgeçmesi, Gregor için beklenmedik bir şey sayılmaz
dı, çünkü söz konusu durumda kız kardeşinin hemen pencere
yi açması olanaksızdı. Ama kız kardeşi içeri girmediği gibi, ge
risin geri fırlayıp kapıyı kapamıştı. Yabancı biri görse, Gregor
kız kardeşini pusuda beklemiş de, üzerine saldırıp ısırmaya
yeltenmiş diye düşünebilirdi pekaUi. Gregor, tabii hemen ka
nepenin altına girip saklandı; ama ancak öğleye kadar bekle
dikten sonra kız kardeşi çıkıp geldi yeniden, her zamankinden
çok tedirgin bir hali vardı. Gregor, kız kardeşinin kendisini
görmeye Mia katlanamadığım ve ileride de katlanamayacağı
nı, vücudunun kanepenin altından dışan fırlayacak ufak bir
parçasını bile görüp soluğu kaçmakta almamak için kız karde
şinin kendini hayli zorlaması gerektiğini anlıyordu. Dolayısıy
la, vücudunun bu bir parçasını bile görmekten kız kardeşini
esirgemek için, günün birinde yatak çarşafım sırtlanarak kane
peye taşıdı, dört saat harcadı bu iş için, çarşafı tüm vücudunu
örtecek gibi kanepenin üzerine yerleştirdi; kız kardeşi kanepe
nin altına eğilip baksa bile kendisini artık göremezdi. Kız kar102
DECIŞIM
deşi gerekli bulmuyor mu, yine uzaklaştırabilirdi çarşafı; çün
kü Gregor'un, keyfinden böyle büsbütün saklanıp gizlenmedi
ği açıktı; ama kız kardeşi çarşafa dokunmadı, hatta Gregor bi
rinde yeni düzeni nasıl karşıladığını görmek için başıyla çarşa
fı biraz araladığı zaman, kız kardeşinin bakışlarında bir şükran
ifadesi sezer gibi oldu.
İlk on dört gün anne ve babası Gregor'un odasına girmeyi bir
türlü göze alamadı. Şimdiye dek kendisine biraz miskin bir kız
gözüyle bakarak ikide bir içerleyip durdukları kız kardeşinin
gördüğü işi, anne ve babasının bundan böyle nasıl takdirle kar
şıladığının farkındaydı Gregor. Bundan böyle kız kardeşi oda
sını derleyip toplarken annesiyle babası kapının önünde bekli
yor ve kız kardeşi daha odadan çıkar çıkmaz, içerisinin ne du
rumda bulunduğunu, Gregor'un ne yiyip içtiğini, bu kez nasıl
davrandığını, az da olsa halinde bir iyileşmenin sezilip sezilme
diğini kendisinden bir bir anlatmasını istiyorlardı. Öte yandan
annesi, bir an önce Gregor'u görüp onunla konuşmak istediği
ni söylüyor, ama babasıyla kız kardeşi, Gregor'un içerden can
kulağıyla dinleyip tümüyle onayladığı akla uygun nedenler öne
sürerek şimdilik kendisini bundan alıkoyuyorlardı. Ancak son
ralan, annesine engel olabilmek için her seferinde çaresiz zora
başvurdular. Annesi, "N'olur, bırakın beni, Gregor'a gideyim!
Bahtı kara oğlum Gregor'a! Onu görmem gerekiyor, anlamı
yor musunuz ha, anlamıyor musunuz?" diye bağırdıkça, Gre
gor, belki annesini içeri koyvermekle iyi edeceklerini, her gün
değil kuşkusuz, haftada bir gün bunu pek�Ia yapabileceklerini
içinden geçiriyordu. Annesi, bütün cesaretine karşın ne de ol
sa bir çocuk gözüyle bakılması gereken, belki Gregor'a hizmet
gibi çetin bir ödevi aslında çocuksu bir düşüncesizlikten üstle
nen kız kardeşine kıyasla, her şeyi çok daha iyi anlardı kuşku
suz.
Gregor'un, annesini görme isteği çok geçmeden gerçekleşti.
En başta annesi ve babasını kollamak isteyen Gregor, gündü103
DEÖIŞIM
zün pencereye yaklaşmaktan çekiniyor, ayrıca birkaç metre
karelik döşeme üzerinde sağa sola pek sürünemiyor, kımılda
madan öylece yatıp kalmaya gece vakti bile zor katlanıyordu.
Çok sürmemiş, yemek yemekten de en ufak bir zevk almama
ya başlamıştı. Oyalanmak için duvarlarla tavan üzerinde ordan
oraya tırmanıp gezinmek gibi bir alışkanlık edinmişti. Özellik
le tavandan sarkmak çok hoşuna gidiyordu; döşeme üzerinde
yatmaktan bambaşka bir şeydi bu; tavanda daha bir özgür so
luyabiliyor, hafif bir titreme vücudunu sarıyordu. Tavandaki
bu nerdeyse kendisini mutlu kılan oyalanmalar sırasında hazan
öyle oluyordu ki, Gregor kendini koyverip pat diye yere düşü
yor, buna kendisi de şaşıyordu. Ama vücudunu kuşkusuz eski
siyle kıyaslanamayacak ölçüde denetim altında tutabiliyor, sert
bir düşüşte bile hiçbir yeri örselenip zedelenmiyordu. Kız kar
deşine gelince, Gregor'un oyalanmak için başvurduğu bu yeni
uğraşı hemen fark etmişti, çünkü Gregor sağda solda sürünüp
dururken de vücudundaki yapışkan madde yer yer izler bırakı
yordu; sürünme işini Gregor için elden geldiğince kolaylaştır
mak isteyen kız kardeşi, bunu engelleyen eşyaları , yani en baş
ta giysi dolabıyla yazı masasını ortadan kaldırmayı kafasına
koymuştu. Ama bunu tek başına yapabilecek durumda değildi;
babasından yardım istemeyi de göze alamıyordu; hizmetçinin
se yardıma gelmeyeceği kuşkusuzdu; çünkü evden ayrılıp git
miş eski hizmetçinin yerini alan ve yılmadan işini gören yakla
şık on altı yaşındaki bu kız mutfak kapısını sürekli kilitli tutup,
onu ancak özel çağrılar üzerine açmak için aileden izin kopar
mıştı. Böylece bir gün, babası evde yokken, kız kardeşi anne
sinden yardım ister istemez, annesi duyduğu taşkın sevinçten
çığlıklar atarak çıkıp geldi hemen, ama Gregor'un kapısının
önünde birden sustu, ilkin kuşkusuz kız kardeşi odaya girip her
şeyin yerli yerinde olup olmadığına baktı, ancak daha sonra
annesinin içeri girmesine izin verdi. Gregor, yatak çarşafını
apar topar daha aşağılara çekmiş, onun daha çok katlar ve kıv
rımlar yapmasını sağlamıştı; doğrusu şimdi çarşaf bütünüyle
104
DEÖIŞIM
gelişigüzel kanepe üzerine atılmış izlenimini uyandırıyordu.
Ama Gregor, bu kez çarşafın altından çevreyi kolaçan etmeye
kalkmadı; annesini henüz bu ilk defasında görmekten alıkoydu
kendini, sonunda onun gelmiş olmasına sevinmekle yetindi.
"Gel, gel! Ortalarda yoktur o ! " dediğini işitti kız kardeşinin;
kız kardeşi, herhalde anriesini elinden tutmuş odadan içeri so
kuyordu. Derken Gregor iki güçsüz kadının, ne de olsa ağır es
ki dolabı yerinden oynattıklarını, kendisini fazla zorlamasın
dan korkan annesinin uyarılarına aldırmayan kız kardeşinin
hep işin en zor bölümünü üstlenmek istediğini duydu. Pek
uzun sürdü çalışma. Yaklaşık bir çeyrek saat süren uğraşma
dan sonra annesi en iyisi dolabı odada bırakmak olduğunu söy
ledi, çünkü bir kez babası eve gelmeden işi bitiremeyecekler ve
dolabı odanın ortasında bırakırlarsa Gregor'un gelip geçeceği
bütün yolu tıkayacaklardı; ikincisi: Adı geçen eşyaları odadan
uzaklaştırmakla Gregor' un hoşuna gidecek bir şey yapacakları
hiç de kesin değildi. Hatta tersi söz konusuydu bunun; boş du
varın manzarası insanın adeta yüreğini sızlatıyordu; aynı duy
guyu neden Gregor da içinde duymasındı? Nihayet odadaki eş
yalara hanidir alışmıştı, boş odada kendini öksüz hissedecekti.
" Öyle olmayacak mı yani?" diye sordu annesi, konuşmasına
son vererek, usulcacık; nerede bulunduğunu kestiremediği
Gregor'un sesinin tonunu bile işitmesini önlemek ister gibi
nerdeyse fısıltıyla konuşuyordu, çünkü Gregor'un konuşulan
sözleri anlamadığından emindi. " Öyle değil mi hani? Eşyaları
odadan uzaklaştırmakla adeta iyileşmesinden büsbütün umu
du kestiğimizi ve hoyrat davranıp onu kendi başına bıraktığı
mızı Gregor' a göstermiş olmayacak mıyız? Sanırım en iyisi
odaya hiç dokunmayıp nasılsa öyle bırakmak, ilerde yine ara
mıza döndüğünde Gregor'un hiçbir şeyi değişmemiş bulmasını
ve arada geçen zamanı daha kolay unutmasını sağlamaktır."
Annesinin bu sözlerini işiten Gregor, insanlarla eskisi gibi do
laysız konuşamamasının, aile içinde sürdürdüğü tekdüze yaşa
yışla birleşerek son iki ay içerisinde aklını başından aldığını an105
DEÖIŞIM
ladı, çünkü odasının boşaltılmasını doğrusu ciddi olarak isteye
bilmesini başka türlü açıklayamıyordu. Atadan kalma eşyalar
la rahatçacık döşenmiş odayı, kuşkusuz içerisinde sağa sola sü
rünebileceği, ama öte yandan insan geçmişini çarçabuk ve büs
bütün unutacağı bir ine çevirmek hevesine mi kapılmıştı ger
çekten? Çünkü daha şimdiden bu geçmişi unutmak üzereydi
ve hanidir işitmediği annesinin sesi onu silkip sarsarak uyan
dırmıştı. Hayır, hiçbir şey odadan uzaklaştırılmamalı, her şey
eski yerinde kalmalıydı. Eşyaların olumlu etkileri vardı duru
mu üzerinde, bu etkilerden yoksun kalamazdı. Eşyalar o saçma
sağa sola sürünmelerini engellerse, bu kendisi için bir sakınca
değil, büyük bir nimetti.
Ama ne yazık ki kız kardeşi bu konuda başka türlü düşünüyor
du; Gregor'la ilgili sorunlar üzerinde konuşulurken anne ve
babasının karşısına büyük bir otorite gibi çıkmaya alışmıştı ve
bunda pek de haksız sayılmazdı. Dolayısıyla, şimdi de annesi
nin sözü kız kardeşinin, ilkin planladığı gibi yalnız dolapla ya
zı masasının değil, kalması zorunlu kanepe dışında bütün eşya
ların odadan çıkarılması üzerinde diretmesi için yeterli neden
oluşturdu. Kız kardeşini böyle bir istekte bulunmaya götüren,
elbet yalnız o çocuksu inadı, son zamanlar hiç beklenmezken
ve güçlükle edindiği özgüven duygusu değildi; hani gerçekten
kız kardeşi sürünme işi için çok yer gerektiğini, oysa bu konu
da, görüldüğüne göre, odadaki eşyalardan Gregor'un hiç de
yararlanmadığını saptamıştı. Ama belki yaşıtı kızlarda rastla
nıp her fırsatta kendisine doyum sağlamaya çalışan bir roman
tizm de bu bakımdan bir rol oynuyor ve Grete söz konusu ro
mantizmin ayartısına kapılarak Gregor'un durumunu gerçek
tekinden daha korkunç göstermek, böylece kendisine şimdiye
kadarkinden daha çok hizmet etme olanağına kavuşmak isti
yordu. Çünkü Gregor'la boş duvarlardan başka hiçbir şeyin
yer almayacağı bir odaya Grete dışında kimse adım atmayı
kuşkusuz göze alamayacaktı.
106
DEOIŞIM
Böylece annesının sözünü dinleyip de karanndan dönmedi
Grete; odada alabildiğine tedirginlik içinde dikilen ve kararsız
görünen annesi de sonunda sustu, dolabın dışarı çıkarılmasın
da kız kardeşine gücü yettiği kadar yardıma koyuldu. Eh, gere
kirse dolaptan vazgeçebilirdi Gregor, ama masa odada bırakıl
malıydı. Annesi ve kız kardeşi ahlaya poflaya sürükleyip gö
türdükleri dolapla dışarı çıkar çıkmaz, hemen kanepenin altın
dan başını uzattı; dikkatle ve elden geldiğince saygılı, nasıl ya
pıp da masayı odada bıraktırabileceğini anlamak istedi. Ama,
kötü bir şans eseri, odaya annesi dönüp geldi ilkin; bitişik oda
da dolabı kucaklamış tutan kız kardeşi Grete, tek başına onu
sağa sola sallıyor, ama bir türlü yerinden kımıldatamıyordu.
Ancak, Gregor'u görmeye alışık değildi annesi. Gregor'un
manzarası onu hasta yapabilirdi; dolayısıyla, Gregor korkup
geri seğirterek kanepenin ta arka ucuna kadar çekildi; ama
çarşafın önde biraz oynamasını önleyecek vakit bulamamış, bu
kadarı da annesinin dikkatini çekmeye yetmişti. Annesi boca
ladı ansızın, bir an sessiz durdu, sonra dönüp Grete'nin yanma
gitti.
Her ne kadar Gregor ortada olağanüstü bir şeyin söz konusu
olmadığım, yalnızca birkaç eşyanın yerinin değiştirildiğini iki
de bir içinden geçiriyorsa da, az sonra kendi kendine itiraf et
tiği gibi, annesiyle kız kardeşinin gidip gelmeleri, birbirlerine
küçük çapta seslenişleri, eşyaların döşeme üzerinde çıkardığı
cızırtılar, dört bir yandan katkılarla güçlenen bir büyük karma
şa etkisi yapıyordu üzerinde. Başını ve ayaklarını istediği ka
dar vücuduna yapıştırsın, kamını istediği kadar döşemeye bas
tırsın, bu duruma uzun süre katlanamayacağını kendi kendine
söylemeden duramıyordu. Derken odasını boşaltmaya başladı
lar. Sevip hoşlandığı ne varsa alıp götürüyorlardı; kıl testerey
le diğer aletlerin bulunduğu dolabı dışarı çıkarmışlardı; şimdi
yere sımsıkı gömülmüş duran ve ticaret akademisi öğrencisi,
ortaokul öğrencisi, hatta ilkokul öğrencisiyken başında oturup
ödevler yaptığı masayı yerinden oynatmaya uğraşıyorlardı.
107
DEÖIŞIM
Annesiyle kız kardeşinin ne ölçüde iyi niyet sahibi olduklarını
araştırmaya gerçekten vakit yoktu artık; zaten onların odada
bulunduklarını nerdeyse unutmuştu; çünkü bitkin düşmüş,
bundan böyle suskun çalışmaya koyulmuşlardı, yalnızca döşe
me üzerine basan ayaklarının ağır ve hantal sesi işitiliyordu.
Bu yüzden, Gregor hemen fırlayıp çıktı ortaya; tam o anda an
nesiyle kız kardeşi biraz soluk almak için bitişik odada yazı
masasına yaslanmış duruyordu. . İ lkin neyi kurtarması gerekti
ğini gerçekten bildiği yoktu Gregor'un; ansızın gözü Çıplak du
varda asılı kürklere bürünmüş kadın resmine ilişti; hemen tır
manıp duvara çıktı, vücudunu çerçevenin camına bastırdı; cam
sımsıkı yapıştı vücuduna ve sıcak kamına iyi geldi. Şimdi vücu
dunu bütünüyle örten bu resmi hiç değilse kimse elinden ala
mayacaktı. Kadınların odaya dönüşlerini izlemek için başını
salonun kapısına döndürdü.
Kadınlar fazla bir dinlenmeyi kendilerine çok görmüş, az
sonra yine çıkıp gelmişlerdi; Grete kolunu annesinin beline
dolamış, nerdeyse onu taşıyıp götürür gibiydi. "Peki şimdi ne
alalım odadan?" diyerek çevresinde dolaştırdı bakışlarını.
Ansızın, duvarda eğleşen Gregor'la göz göze geldi. Annesi
nin odada bulunduğunu düşünerek serinkanlılığını koruma
ya çalıştı, yüzünü annesine doğru eğdi, onu böylelikle çevre
sine bakmaktan alıkoymak istedi, sesi kuşkusuz titreyerek ve
pek düşünmeden, "Gel seninle gidip biraz daha oturalım sa
londa, ha?" dedi. Kız kardeşinin Gregor için beslediği niyet
açıktı; önce annesinin güvenliğini sağlayacak, sonra dönüp
gelerek onu kovalayıp duvardan indirecekti. Eh, denesindi
bakalım! Gregor, resmin üzerinde oturuyordu; onu verme
yecekti asla; onu vermektense, sıçrayıp Grete'nin suratına
atlayacaktı.
Ama annesini asıl tedirginliğe sürükleyen de Grete'nin sözle
ri olmuştu; birden annesi kenara çekildi, çiçekli duvar kağıdı
üzerindeki devcileyin kahverengi lekeye ilişti gözü, gördüğü
108
DEÖIŞIM
şeyin Gregor olduğunun gerçekte bilincine varmaksızın çığırt
kan ve hoyrat, "Aman Allahım! Aman Allahım ! " diye bağır
dı, tüm umudunu yitirmiş gibi kollarını açarak kanepenin üze
rine yığıldı ve öylece kımıldamadan kaldı. Kız kardeşi, "Gö
rürsün sen, Gregor! " diye seslendi bunun üzerine; yumruğunu
havaya kaldırarak dik dik Gregor' a baktı. Dönüşüm olayın
dan beri kız kardeşinin doğrudan Gregor'a yönelttiği ilk söz
lerdi bunlar. Sonra kız kardeşi, annesinin baygınlığına karşı
bir esans alıp gelmek için bitişik odaya seğirtti. Gregor da an
nesine yardım etmek istiyordu, resmin kurtarılmasına nasıl ol
sa daha vakit vardı; gel gelelim sımsıkı yapıştığı camdan ancak
zorla kendini koparıp alabildi. Kız kardeşine eskisi gibi akıl
verip yardımda bulunabilirmişçesine bitişik odaya seğirtti;
ama kız kardeşi çeşitli şişecikleri araştırıp gereken esansı bul
maya çalışırken, ister istemez eli böğründe, arkasında dikilip
bekledi. Kız kardeşi arkasına dönüp Gregor'u görünce kork
tu; şişelerden biri yere düşüp parçalandı; bir cam kırığı gelip
Gregor'un yüzünü çizdi, dağlayıcı bir sıvı üzerinden· yere aktı.
Derken kız kardeşi Grete, daha fazla oyalanmaksızın, taşıya
bildiği kadar çok şişeciği alıp annesinin yanına seğirtti; kapıyı
ayağıyla itip arkasından kapadı. Bu durumda Gregor, belki
kendisinin yüzünden ölümle yüz yüze gelen annesinden ayrıl
mıştı. Annesinin yanında kalması gereken kız kardeşini ürkü
tüp odadan kaçırmayı istemiyorsa, kapıyı açamazdı; bekle
mekten başka yapacağı bir şey yoktu. Kendi kendine yöneltti
ği suçlamalar ve yüreğini dolduran tasalarla içi bulanarak sü
rünme eylemine koyuldu; sürünmediği yer kalmadı, duvarlar,
mobilyalar ve tavan üzerinde dolaştı sürünerek ve sonunda
bütün odanın çevresinde döndüğünü hisseder hissetmez,
umutsuzlukla büyük masanın üzerine yığılıp kaldı. Bir süre
geçti aradan; Gregor bitkin uzanmış yatıyor, dört bir yanda
sessizlik hüküm sürüyordu; belki hayra alamet değildi bu ses
sizlik. Derken kapının zili çaldı. Hizmetçi kendini mutfağa ki
litlemiş bulunduğundan, çaresiz kız kardeşi Grete gidip açtı
109
DEÖIŞIM
kapıyı. Gelen babasıydı. "Ne oldu, ne var?" dedi hemen. Gre
te 'nin durumu anlaşılan her şeyi açığa vurmuştu. Kız kardeşi
boğuk bir sesle cevap verdi, herhalde yüzünü babasının göğ
süne bastırmıştı. "Annem bayıldı, ama yine iyileşti biraz; Gre
gor odasından kaçtı da." "Beklemiştim zaten," dedi babası.
"Size de söyleyip durdum hep, ama kadınlara laf anlatmak
zor." Açıkça görüldüğü gibi, Grete'nin pek kısa haberini ba
bası kötüye yormuş, Gregor'un hoyrat davranmak gibi bir su
çu işlediği sanısına kapılmıştı. Şimdi babasını yatıştırmaya ça
lışması gerekiyordu Gregor'un; çünkü durum üzerinde onu
aydınlatacak ne vakti, ne gücü vardı. Bu yüzden, koşarak oda
sının kapısına sığındı, vücudunu bastırdı kapıya; babası hol
den salona ayak atar atmaz, kendi odasına dönme konusunda
alabildiğine içten bir niyet beslediğini, kendisini itip sürerek
odasına tıkmanın gereksiz olduğunu, bu işin yalnızca kapının
açılmasına baktığını, kapı açılmaya görsün, ortadan kaybola
cağını hemen anlasın istiyordu.
Ancak babası, böylesi incelikleri algılayacak bir ruh durumu
içinde değildi. Daha salona girer girmez, bir yandan tepesi at
mış, bir yandan şen bir edayla, "Bak sen! " diye bağırdı. Gre
gor, başını kapıdan çekip babasına doğru kaldırmıştı. B abası
nı şimdi orada dikilmiş haliyle gerçekten hiç tasarlamamıştı
kafasında; doğru, son zamanlar sağda solda sürünüp dolaşma
larından ötürü vakit bulup eskisi gibi evde olup bitenlerle ilgi
lenememişti; dolayısıyla, değişik durumlarla karşılaşmaya as
lında kendisini hazırlamış olması gerekiyordu. Ama yine de,
yine de bu babası mıydı? Eskiden Gregor bir iş gezisinden eve
döndüğü akşamlar kendisini üzerinde ropdöşambrla koltukta
oturuyor bulduğu, doğrulup kalkmaya asla gücü yetmeyip yal
nızca kollarını havaya kaldırarak döndüğüne sevindiğini belli
eden, yılın birkaç pazarıyla büyük bayramlarda hep beraber
yaptıkları gezilerde zaten yavaş yürüyen Gregor'la annesinin
arasında onlardan daha yavaş bir tempoyla, eski paltosuna sa
rılmış, bastonunu hep sakınarak yere bastırıp ilerlemeye çalı1 10
DEÖIŞIM
şan ve bir şey söylemek istedi mi, nerdeyse olduğu yerde du
rup yanındakileri çevresine toplayan adam mıydı bu? Oysa
şimdi dimdik karşısında duruyordu bu adam; tıpkı bankalarda
çalışan müstahdemlerden biri gibi, vücudunu sımsıkı saran,
düğmeleri yaldızlı lacivert bir üniforma giymişti. Ceketinin
kaba dik yakasının üstünden kocaman katmerli çenesi sarkı
yor, fırça gibi kaşların altında kara gözleri zinde ve uyanık ba
kıp duruyordu. Başka vakit hep dağınık ak saçları tepede ala
bildiğine özenle iki yana ayrılmış, yukardan aşağı taranmıştı.
Yaldızlı harflerle belki bir bankanın isminin baş harfleri işlen
miş kasketini, bütün odayı dolaşan bir yay çizdirerek kanepe
nin üzerine attı ve üniformasının etekleri arkada uçuşarak, el
leri pantolonunun ceplerinde, kaşlarını çatıp Gregor' un üzeri
ne yürüdü. Galiba ne yapacağını kendisi de bilmiyor, ama
ayaklarını alabildiğine havaya kaldırarak adımlarını atıyordu.
Çizmelerinin pençelerinin o devcileyin büyüklüğü Gregor'u
şaşırttıysa da, Gregor bu şaşkınlıktan yine sıyırıp aldı kendini;
çünkü yeni yaşamının daha ilk gününden beri babasının, ken
disine karşı enikonu sert davranılması gerektiği görüşünü sa
vunduğunu biliyordu. Dolayısıyla, babasının önünden gerilere
kaçtı; babası durunca kendisi de duruyor, babası kımıldar kı
mıldamaz kendisi de seğirtmeye başlıyordu. Böylece birçok
kez salonu fır döndüler, ama öyle fazla önem taşıyan bir olay
başgöstermedi; hatta tempodaki yavaşlıktan ötürü yapılan şey
bir kovalamaca izlenimini uyandırmaktan uzaktı. Bu yüzden,
Gregor da şimdilik döşemenin üzerinden ayrılmadı; aynca ka
çıp duvarlar üzerine ya da tavana sığınmasını, babasının hiç de
iyi karşılamayacağından çekiniyordu. Ancak, böylesi bir ko
şuşmaya bile uzun süre katlanamayacağını kendi kendine iti
raf etmeden duramadı; çünkü babasının attığı bir adıma karşı
lık onun sayılamayacak kadar çok devinimde bulunması gere
kiyordu. Nefes darlığı şimdiden kendini belli etmeye başla
mıştı, zaten eskiden de ciğerleri için öyle pek güvenilir ve sağ
lıklı denemezdi. Bütün gücünü söz konusu koşu için toparla-
111
DE(;JŞIM
maya çalışarak rastgele yalpalayıp gidiyor, gözlerini pek açık
tutmaya çalışmıyor, aptallığından koşma dışında bir kurtuluş
umuduna asla kafasında yer vermiyor, titiz bir oymacılığın
eseri olan mobilyaların köşeleriyle sivri uçları bir engel oluş
turmasına karşın duvarlara sığınabileceğini adeta unutmuş
bulunuyordu. O anda hafifçe fırlatılan bir şey havada uçarak
hemen yanı başına düştü ve önü sıra yuvarlanmaya başladı.
Bu bir elmaydı; hemen bunu bir ikincisi izledi; Gregor korku
dan olduğu yerde durdu, bundan böyle koşmak yararsızdı,
çünkü babası onu elmayla bombardıman etmeyi kafasına koy
muştu. Büfenin üzerindeki meyvelikten kaptığı elmalarla cep
lerini doldurmuş, şimdilik pek nişan almaksızın onu elma yağ
muruna tutuyordu. Al al küçük elmalar sanki elektriklenmiş
gibi döşeme üzerinde sağa sola yuvarlanıyor ve birbirlerine
tosluyordu. Yavaşça atılmış bir elma Gregor'un sırtını sıyırıp
geçti, sırtta herhangi bir yara bereye yol açmaksızın kayıp ye
re düştü. Ancak hemen onun ardından fırlatılan bir ikinci el
ma adeta içine işledi Gregor'un; hiç beklemediği inanılmaz
ağrı sanki yer değiştirirse kaybolup gidecekmiş gibi, ileriye
doğru sürüklenmek istedi; ama kendini adeta yere çivilenmiş
hissederek, duyulan tam bir karmaşa içinde, döşemenin üze
rine serildi. Ancak son bir kez bakınca, oda kapısının ansızın
açıldığını ve haykırıp duran kız kardeşinin önü sıra annesinin
seğirtip geldiğini - annesinin üzerinde gömlek vardı, çünkü kız
kardeşi baygın durumda nefes almasını kolaylaştırmak için
giysilerini soymuştu -, annesinin daha sonra babasına doğru
koştuğunu, kuşaklan çözülmüş etekliklerin yolda belinden
peş peşe kayıp yere düştüğünü, annesinin eteklikler üzerinden
sendeleyerek babasının kollarına atıldığını, babasını kucakla
yıp onunla tam birlik ve beraberlik oluşturduğunu - ne var ki,
Gregor'un gözleri olup bitenleri bundan böyle pek seçemez
oldu -, ellerini babasının boynuna dolayarak, Gregor'un haya
tını bağışlaması için yalvarıp yakardığını gördü.
112
DEOIŞIM
ili
Bir ayı aşkın süredir vücudunda taşıdığı ağır yara - kimse ye
rinden uzaklaştırmayı göze alamadığından, elma gözle görünür
bir hatıra gibi etin içine gömülüp kalmıştı - tiksinti veren o fe
ci görünümüne karşın, babasına bile Gregor'un nihayet ailenin
bir üyesi olduğunu anımsatmıştı; kendisini düşman gözüyle
görmemek, Gregor' a karşı duyulan nefreti içine atıp ona hoş
görüyle, yalnızca hoşgörüyle davranmak gerekiyordu. Gregor,
aldığı yara dolayısıyla devinim yeteneğini belki de sürekli yitir
mişti ve şimdi odasının bir başından öbür başına gidebilmek
için yaşlı bir malul gazi gibi dakikalar ve dakikalarca uzun bir
zamanı gereksiniyordu - yükseklerde sağa sola tırmanmak di
ye bir şey söz konusu olamazdı artık -, ama durumundaki bu
kötüleşmeye karşılık kazandığı bir şey vardı, kaybettiğinin ye
rini haydi haydi tutuyordu: Her vakit akşam üzeri, kendisinin
daha önceden hep bir iki saat dikkatle gözetlediği salonun ka
pısı açılıyor, salondan bakılınca seçilemeyecek gibi karanlıkta
yatan Gregor, bütün aileyi aydınlık masanın başında oturur
ken görebiliyor ve konuşmaları bir bakıma evde herkesin iz
niyle, yani eskisinden bambaşka türlü dinleyebiliyordu.
Kuşkusuz artık bu konuşmalar, Gregor'un otellerin daracık
odalarında kendini rutubetli yatak yorganlar içerisine attığı ge
celer hep bir özlemle aklından geçirdiği eski günlerin canlı söy
leşilerine benzemiyordu. Şimdi çokluk pek sessiz geçip gidi
yordu zaman. B abası akşam yemeğinden az sonra koltuğunda
uyuyakalıyor, annesiyle kız kardeşi ses etmemesi için birbirle
rini uyarıyorlar, annesi lambanın iyice altına sokularak bir
konfeksiyon mağazası için güzel güzel çamaşırlar dikiyor, tez
gahtar olarak bir yerde kendine iş bulan kız kardeşi, ilerde bel
ki daha iyi bir işe geçebilmek umuduyla akşamlan stenografi
ve Fransızca öğreniyordu. Arada bir babası uyanıyor, uyudu
ğundan sanki hiç habersiz, annesine, "Bugün yine ne vakte ka
dar dikip duracaksın bakalım?" diyor, annesiyle birbirlerine
113
DEÖIŞIM
yorgun gülümsüyorlar, derken babası yine hemen uykuya dalı
yordu. Babası bir çeşit inatçılık gösterip evde bile müstahdem
üniformasını üzerinden çıkarmaya yanaşmıyor, ropdöşambrı
boşuna askıda asılı dururken, o sanki her vakit hizmete hazır
mış ve evde bile amirlerinin direktiflerini bekliyormuş gibi
uyukluyordu. Bu yüzden, hemen daha başlangıçta, zaten yeni
sayılmayacak üniforma, annesiyle kız kardeşinin onca üzerine
titremesine karşın temizliğini kaybetti. Gregor çokluk bütün
gece, yaşlı babasının içinde alabildiğine rahatsız durumda, öy
leyken mışıl mışıl uyuduğu lekelerden geçilmeyen ve yaldızlı
düğmeleri hep ışıl ışıl parlayan giysiden gözlerini ayıramıyor
du.
Saat onu vurur vurmaz, annesi usulca seslenerek babasını
uyandırmaya, sonra onu ikna edip yatağa yatırmaya uğraşıyor
du; çünkü babasının durumunda doğru dürüst bir uykunun sö
zü edilemezdi; oysa sabah saat altıda görevine başlayacağı için
bu uyku kendisine son derece gerekliydi. Ama, bankada müs
tahdem göreviyle çalışmaya başladığından beri davranışların
da açığa vurduğu bir dikbaşlılıkla, babası biraz daha masa ba
şında kalmak için ayak diriyor, ancak bu arada hep de uyuya
kalıyor ve o zaman sandalyesini yatakla değiştirmeye kendisi
ni razı etmek için evdekiler akla karayı seçiyordu. Annesi ve
kız kardeşi küçük çapta uyarılarla ne kadar üzerine düşerlerse
düşsün, babası nerdeyse bir çeyrek saat hep hayır anlamında
usulcacık başını sallıyor, gözlerini kapalı tutup yerinden kalk
mıyordu. Annesi kolundan çekip çekiştiriyor, kulağına hoşuna
gidecek sözler söylüyor, kız kardeşi de işini bırakıp annesine
yardıma geliyor, ama babasına bu da kar etmeyerek, söz konu
su çabalar onun koltuğuna daha çok gömülmesine yol açıyor
du. Ancak kadınlar kollarına girince babası gözlerini açıyor, sı
rayla bir annesine, bir kız kardeşine bakıyor ve hep şöyle söy
lüyordu: "Bu da yaşamak sözde! Yaşlı günlerimde göreceğim
rahat bu ha?" Derken iki kadına yaslanıp, sanki kendi kendisi
için alabildiğine büyük bir yükmüş gibi ağırdan alarak, kapıya
1 14
DEÖIŞIM
kadar götürülmesine nza gösteriyor, kapıda annesiyle kız kar
deşini bir el işaretiyle uzaklaştırıp bundan böyle yalnız başına
ilerlemeye çalışıyor, ama az sonra annesi elindeki dikişi, kız
kardeşi elindeki kalemi çarçabuk bir kenara bırakarak yine ba
basına yardım için arkasından koşuyorlardı.
Çalışmaktan yıpranmış ve aşın yorgun düşmüş ailede kimin
Gregor'la öyle fazla ilgilenmeye vakti vardı? Eve harcanan pa
ra gittikçe kısılıyordu; hizmetçiye çaresiz yol verilmişti. Ak saç
ları başının çevresinde uçuşan iri yan bir kadın, pek ağır işleri
görmek için sabah ve akşam eve uğruyor, geri kalan işleri ise,
o bir sürü dikişlerinin yanı sıra annesi yapıyordu. Hatta Gre
gor'un bir akşam satışta ele geçen para üzerinde konuşulurken
öğrendiğine göre, eskiden annesi ve kız kardeşinin bayram ve
eğlentilerde takıp takıştırdığı çeşitli aile mücevherleri de elden
çıkarılmıştı. Ama en büyük yakınma nedeni, şimdiki durumda
kendilerine pek büyük gelen evden çıkamayışlanydı; çünkü
Gregor'un bir başka yere nasıl taşınacağı konusunda kimsenin
aklına bir çare gelmiyordu. Ama evdekileri bir başka yere ta
şınmaktan alıkoymadığını pekala seziyordu Gregor; çünkü bir
kaç hava deliği bırakılmış uygun bir sandığın içine koyup onu,
bir yerden bir yere kolaylıkla götürebilirlerdi; ailesini ev değiş
tirmekten en başta alıkoyan, daha çok, kendilerini kaptırdıkla
rı tam bir umutsuzlukla bütün akraba ve eş dost çevresinde
kimsenin başına gelmeyen bir felakete uğradıkları düşüncesiy
di. Elalemin yo�sul kişilerden beklediği ne varsa, hepsini ek
siksiz yerine getiriyorlardı; babası bankadaki küçük memurla
ra kahvaltı için dışardan yiyecek alıp geliyor, annesi yabancı
insanlara çamaşır dikeceğim diye kendini helak ediyor, kız
kardeşi ise müşterilerin isteklerini yapmak için tezgahın arka
sında sağa sola koşturuyor, daha fazlasına da ailenin gücü el
vermiyordu. Öte yandan annesiyle kız kardeşi, babasını yatağa
yatırdıktan sonra dönüp gelerek ellerindeki işleri bırakıyor,
birbirlerine sokulup yanak yanağa oturuyorlar, derken annesi
Gregor'un odasını göstererek, "Şu kapıyı kapar mısın, Grete! "
115
DEÖIŞIM
diyor, bunun üzerine Gregor yine karanlıkta kalıyordu; bitişik
te ise annesiyle kız kardeşi gözyaşlarını birbirine katarak ağla
şıyor ya da donuk bakışlarla önlerindeki masaya bakıp duru
yorlar, bu da Gregor'un sırtındaki yaranın sanki yeni açılmış
gibi sızlamasına yol açıyordu.
Geceleri ve gündüzleri adeta gözlerini kırpmadan geçiriyordu
Gregor. Bazen, kapının bir dahaki açılışında işleri tıpkı eskisi
gibi kendi eline almayı düşünüyordu; uzun zaman sonra yine
patronla müdür, yardımcılar, çıraklar, aklından biraz zoru olan
odacı, başka mağazalarda çalışan iki üç dost, bir taşra otelinde
ki oda hizmetçisi, bir anlık tatlı bir anımsama, bir şapkacı dük
kanında çalışıp kendisine içtenlikle, ama pek nazlanarak kur
yaptığı kasiyer kız, bütün bunlar yabancı ya da artık unutulup
gitmiş kimselerin görüntüleriyle karışarak hayalinde beliriyor
du; ama kendisine ve ailesine yardım edebilmekten uzak, hep
si de yanma yaklaşılmaz kimselerdi; dolayısıyla, bunların son
radan yine zihninde kaybolup gitmesine seviniyordu. Ama bir
an da geliyor, ailesiyle ilgilenmek için hiçbir istek duymuyor
du; kendisine gereken bakımı göstermediklerinden bir hınç yü
reğini dolduruyor, hangi yiyeceği canı çektiğini hiç bilmemesi
ne karşın, yiyeceklerin saklandığı yere nasıl bir yolunu bulup
ulaşacağına ilişkin olarak kafasında planlar kuruyordu; açlık
falan hissetmese de, payına düşenleri toparlayıp alacaktı bura
dan. Artık onun pek hoşlanıp hoşlanmayacağını düşünmeyen
kız kardeşi, sabahlan işe giderken ayağıyla rastgele bir yiyece
ği çarçabuk odasından içeri itiyor, akşam da sadece şöyle bir
tadına mı bakılmış, yoksa, çok vakit olduğu gibi el sürülmeden
bırakılmış mı, hiç aldırış etmeden süpürgenin ucuyla çekip dı
şarı alıyordu. Odayı derleyip toplamak için artık hep akşamla
n uğruyor ve bu işi öylesine çabuk yapıp çıkarıyordu ki, daha
çabuğu can sağlığıydı. Pislik duvarlar boyunca yol yol uzanı
yor, sağda solda yumak yumak toz ve çıkartı görülüyordu, ilk
z<1n ıanlar kız kardeşi geldiğinde, Gregor odanın en pis köşe
hucağına gidip beklemiş, böylece kız kardeşine adeta sitemde
116
DEÖIŞIM
bulunmak istemişti. Ama öyle anlaşılıyordu ki, haftalarca ol
duğu yerde kalabilir, yine de kız kardeşi bildiğinden şaşmazdı;
ortadaki pisliği kız kardeşi de Gregor gibi görüyordu, ama bu
pisliğe el sürmemeyi anlaşılan kafasına koymuştu. Öte yandan,
aslında bütün aileyi sarmış yepyeni bir duyarlıkla, Gregor'un
odasının derlenip toplanmasının kendisine bırakılmasına çalı
şıyordu kız kardeşi. Birinde annesi Gregor'un odasında büyük
bir temizliğe girişmiş, ancak birkaç kova su harcadıktan sonra
bu işi başarabilmişti. Ama aşın nemin hasta yaptığı Gregor
sonradan kanepe üzerine serilip kızgınlık içinde kımıldamadan
yatmış, bunun da cezasını yine annesi çekmişti; çünkü akşam
olup kız kardeşi Gregor' un odasındaki değişikliği fark eder
fark etmez, son derece alınmış bir tavırla oturma odasına se
ğirtmiş, annesinin yakaran bir edayla ellerini havaya kaldırma
sına aldırmayarak, ansızın bir ağlama nöbetine kapılmıştı. An
ne ve babası - babası kuşkusuz korkuyla fırlamıştı koltuğundan
- ilkin şaşkın ve çaresiz bakakalmışlar, ama sonunda harekete
geçmişlerdi; sağda babası Gregor'un odasının temizlenmesini
kız kardeşine bırakmadığı için annesine atıp tutmuş, solda,
"Gregor' un odasını bundan böyle asla temizlemeyeceğim! " di
ye kız kardeşinin bağırdığı duyulmuştu. Ö te yandan, annesi, si
nirinden gözü hiçbir şey görmeyen babasını adeta çekip sürük
leyerek yatak odasından içeri sokmaya çalışmış, kız kardeşi,
hıçkırıklarla sarsılarak, küçük yumruklarıyla masayı dövmüş
tü. Gregor' a gelince, kimse kapıyı kapayıp onu bu manzaradan
ve gürültü patırtıdan esirgemediğine öfkelenerek yüksek per
deden ıslıksı sesler çıkarmaya başlamıştı.
Ama dışarda çalışmaktan bitkin düşen kız kardeşi usanıp eski
si gibi Gregor'la ilgilenmeye yanaşmasa bile, yerini hiç de an
nesinin alması gerekmez, Gregor ihmal edilmiş sayılmazdı;
çünkü artık bir hizmetçi bulunuyordu evde. Uzun yıllar iri ke
mikli sağlam vücudu sayesinde pek çok varta atlatıp ayakta ka
labildiği anlaşılan bu yaşlı dul kadının Gregor'dan pek tiksin
diği yoktu. Öyle merak ettiği için değil, rastgele bir gün od.--: sı-
117
DEÖIŞIM
nın kapısını açmış, Gregor'un düpedüz şaşırdığını ve kendisini
bir kovalayan bulunmazken sağa sola koşmaya başladığını gö
rünce, ellerini kucağında kavuşturup hayretle olduğu yerde ka
lakalmıştı. O gün bu gün de sabah ve akşam kapıyı şöyle bir
aralayıp Gregor'a bakmaktan kendini alamıyordu. Hatta baş
langıçta, belki kendisinin sevimli bulduğu, "Gelsene bakayım
buraya yaşlı bokböceği seni! " ya da, "Şu yaşlı bokböceğine de
bak!" sözleriyle yanına bile çağırdığı olmuştu Gregor'u. Söz
konusu çağrılan Gregor düpedüz cevapsız bırakıyor, sanki ka
pı hıç açılmamış gibi yerinden kımıldamıyordu. Bu hizmetçi
olacak kadına, canı istedikçe kendisini rahatsız edeceğine, oda
sını her gün temizlemesini tembih etselerdi ya! Birinde sabahın
erken vakti - belki de yaklaşan bahan müjdeleyen fena bir yağ
mur camlan dövüp durmaktaydı - hizmetçi yine bu tür sözler
söylemeye kalkınca, Gregor'un tepesi öyle attı ki, adeta üzeri
ne saldırmak ister gibi, ama yavaş ve güçsüz, kadına doğru
döndü. Ama korkuya kapılmayan kadın, yalnızca kapının yanı
başındaki bir sandalyeyi tutup havaya kaldırmıştı ve iyice açıl
mış ağzıyla oracıkta dikilirken niyeti açıkça belliydi: Elindeki
sandalye Gregor'un sırtına indiği zaman ağzını kapayacaktı.
Gregor yine arkasına dönerken, "Demek hepsi bu kadardı?"
dedi v e sandalyeyi serinkanlılıkla köşedeki yerine bıraktı.
Bundan böyle Gregor hiçbir şey yememeye başlamıştı. Kendi
si için hazırlanmış yemeğin önünden tesadüfen geçtikçe, sanki
oyun olsun diye bir lokma alıp ağzına atıyor, lokmayı saatlerce
ağzında tutup çokluk geri tükürüyordu. İ lkin odasının duru
mundan duyduğu üzüntünün, kendisini yemek yemekten alı
koyduğunu düşündü, ama odasındaki değişikliğe pek çabuk
alışmıştı. Başka yere yerleştirilemeyen eşyaları habire kendi
odasına tıkıştınyorlardı ve evin bir odası üç baya kiralandığı
için de böylesi eşyalar hayli çoktu. Ağırbaşlı baylar - Gre
gor'un bir yol kapı aralığından gördüğüne göre, üçünün de top
sakalı vardı - yalnız kendi odalarında değil, bir kez kiracı bu
lunduklarından bütün evde, ama en çok mutfakta her şeyin dü118
DEÖIŞIM
zen içinde ve yerli yerinde olmasına alabildiğine dikkat ediyor
lar, işe yaramaz, hele pis öteberiler görmeye asla katlanamı
yorlardı. Üstelik odalarındaki mobilyaların çoğunu yanlarında
getirmişler, bu yüzden evdeki eski eşyalardan kimisi gereklili
ğini yitirmişti; satılabilecek gibi değilse de, sokağa atılmak da
istenmeyen şeylerdi bunlar; dolayısıyla, hepsi de Gregor'un
odasını boyluyordu. Kül sandığıyla mutfaktaki çöp bidonu da
bunların arasındaydı. Kullanılmayacak gibi ne varsa, hep de
pek aceleci hizmetçi tarafından Gregor'un odasına atılıp geçi
liyordu. Allaha şükür Gregor, çokluk söz konusu eşyayla onu
tutan eli görüyordu yalnız. Belki de hizmetçinin niyeti, uygun
bir zaman ve fırsatta eşyaları yine Gregor'un odasından almak
ya da tümünü birden kaldırıp sokağa atmaktı. Ama ilk getiri
lip bırakıldıkları yerde kalıyordu hepsi; Gregor pılı pırtı arasın
da ıkına sıkına dolaşıyor, bunları yerlerinden sağa sola oynatı
yordu; ortada sürünecek başka yer kalmadığından, ilkin ister
istemez yaptı bunu; ancak zamanla bundan giderek artan bir
haz duymaya başladı; oysa söz konusu gezinmelerden sonra,
ölesiye yorgun ve üzgün, yine saatlerce yerinden kımıldamak
sızın duruyordu.
Kiracı baylar bazan akşam yemeklerini ortaklaşa kullanılan sa
londa yediklerinden, kapı kimi akşamlar kapalı tutuluyordu;
Gregor, kapının açık kalmasından pek kolay vazgeçebilmişti;
nihayet kapı açık olduğu bazı akşamlar da bundan yararlanma
mış, ailesi tarafından farkına varılmaksızın, odanın en karanlık
bir köşesinde uzanıp yatmıştı. Ama bir defasında salonun ka
pısını azıcık aralık bırakmıştı hizmetçi; kiracı baylar, akşamle
yin içeri girip ışığı yaktıklarında da yine kapı açıktı. Baylar, es
kiden babası, annesi ve Gregor'un hep birlikte yemek yediği
masanın baş köşesine kurulmuş, peçetelerini açıp çatal ve bı
çaklarını ellerine almışlardı. Derken bir tabak etle annesi, he
men arkadan elinde patates dolu büyük bir çanakla kız karde
şi göründü. Yemekten yoğun bir dumana benzer bir buğu yük
seliyordu. Kiracı baylar, sanki önce bir denemek ister gibi, ön1 19
DEÖIŞIM
lerine getirilip konan tabaklar üzerine eğilmişler ve gerçekten,
duruma bakılırsa öbür ikisinin bir otorite saydığı üçüncüleri
servis tabağı üzerinde etten bir parça kesmiş, anlaşılan etin ye
terince pişip pişmediğini, mutfağa geri yollanmasının gerekip
gerekmediğini anlamak istemişti. Ama sonuçtan memnun kal
mış, merakla olayı izleyen Gregor'un annesiyle kız kardeşi de
bunun üzerine rahat bir nefes alarak gülümsemişlerdi.
Asıl aile üyeleri ise yemeği mutfakta yiyordu; ama babası mut
fağın yolunu tutmadan salona girip, başında bere, önlerinde
eğilerek oradakilerin hepsini birden selamlıyor, masanın çev
resini şöyle bir dolanıyordu. Kiracı baylann her üçü de doğru
lup kalkarak top sakallarından içeri bir şeyler mırıldanıyor,
sonra yalnız kalıp tam bir sessizlik içinde yemeklerini yemeye
koyuluyorlardı. Gregor'un yadırgadığı şey, çeşitli gürültüler
ortasında hep onlann yemeği öğüten dişlerinin sesini işitmek
ti; bununla Gregor' a yemek yemek için dişlerin gerektiği, diş
ler olmadan en sağlam çenelerin bile işe yaramayacağı anlatıl
mak isteniyordu adeta. Gregor, mahzun, "İ ştahım var ama,
böyle yiyecekler için değil! " diye söyleniyordu kendi kendine.
"Bu baylar nasıl da kannlarını doyuruyor! Oysa ben açlıktan
ölüyorum."
Tam da o akşam Gregor'un kulağına - hanidir evde keman ça
lındığını anımsamıyordu - mutfaktan doğru bir keman sesi gel
di. Yemeklerini yiyip bitiren baylardan orta boylusu bir gazete
çıkarmış, öbür ikisine gazetenin bir yaprağını uzatmıştı; hep
birden arkalarına yaslanmış, gazete okuyup pipolannı tüttürü
yorlardı . Keman sesini işitince kulak kabarttılar; ayağa kalkıp
parmak uçlanna basarak holün kapısına geldiler, burada bir
birlerine iyice sokularak durdular. Herhalde bayların gelişi
mutfaktan işitilmişti, çünkü babasının sesini duydu Gregor:
"Yoksa baylar hoşlanmadılar mı kemandan? Hani isterlerse
hemen susabilir yine." - "Hayır! Tam tersi! " diye cevapladı
baylardan orta boylusu. "Acaba küçük hanım bizim buraya ge1 20
DECIŞIM
lip çalamaz mı? Ne de olsa çok daha rahat ve iyi burası." San
ki keman çalan kendisiymiş gibi, "A tabii ! " dedi babası.
Baylar, yeniden salona dönüp bekl�diler. Çok geçmeden nota
sehpasıyla annesi, notalarla babası ve kemanla kız kardeşi
mutfaktan çıkıp geldi. Kız kardeşi, acele etmeksizin gerekli ha
zırlıkları yapmaya koyuldu; daha önce hiç de oda kiraya ver
memiş, dolayısıyla kiracı baylara karşı nezaketi aşırılığa vardı
ran anne ve babası sandalyelere oturmayı bir türlü göze alama
mıştı, babası sağ elini üniformasının iki düğmesi arasındaki
boşluğa sokarak kapıya yaslanmıştı; ancak annesi, baylardan
birinin buyur ettiği sandalyeye çöktü; sandalyeyi bayın o anda
rasgele koyduğu yerde bırakmış, dolayısıyla salonun bir köşe
sinde kalmıştı.
Derken kız kardeşi çalmaya başladı; anne ve babası, her biri
kendi bulunduğu yerden, kız kardeşinin ellerinin devinimlerini
dikkatle izliyordu. Çalan kemanın cazibesine kapılan Gregor,
her zamankinden biraz daha ileri çıkmayı göze almıştı; bir ara
başını salonun kapısından içeri soktu. Evdekilere karşı besledi
ği ilgi eskiden hep göğsünü kabartmıştı; son zamanlar ise onla
rı umursadığı yoktu ve buna da şaşmıyordu pek. Oysa asıl şim
di saklanıp gizlenmesi için daha çok neden vardı; çünkü odası
nın dört bir yanı toz toprak içindeydi, en ufak bir kımıldanışta
sağa sola tozlar uçuştuğundan, kendisi de baştan aşağı toza bu
lanmıştı; iplikmiş, kıllarmış, yemek artıklanymış, ne varsa hep
sini sırtında ve böğürlerinde kendisiyle gittiği yere taşıyıp gö
türüyordu; her şeye karşı takındığı umursamazlık alabildiğine
büyüktü; dolayısıyla, eskisi gibi günde pek çok kez sırt üstü ya
tıp halıya sürtünerek temizlenmeyi artık bırakmıştı. Ama yine
de salonun tertemiz döşemesinin üzerinde biraz daha sürüne
rek ilerlemekten çekinmemişti.
Ancak, kendisine dikkat eden de olmamıştı hani. Bütün aile,
çalan kemana dalmıştı; baylara, ilkin elleri pantolonlarının
ceplerinde, nota sehpasının pek yakınına, notaları görebilecek121
DEOIŞIM
leri ve kız kardeşinin kuşkusuz rahatsız olacağı yere kadar so
kulan baylara gelince, çok geçmeden yan işitilir bir sesle konu
şarak başlarını önlerine eğip pencereden yana çekilmişler,
bundan böyle de pencere kenarında kalarak, Gregor'un baba
sı tarafından kaygılı gözlerle izlenmeye başlanmışlardı. Doğru
su apaçık görülüyordu ki, şöyle nefis ya da eğlendirici bir ke
man müziği dinleyecekleri sanısına kapılmakla düş kırıklığına
uğramışlardı; sanki bütün bu gösteriden bıkmışlardı da, ancak
nezaket gereği rahatsız edilmelerine göz yumuyorlardı. Özel
likle purolarının dumanını havaya üfleyişlerinden enikonu si
nirli oldukları çıkarılabilirdi. Oysa kız kardeşi bir güzel çalıyor
du ki ! Başı yana eğilmiş, gözleri, dikkatle ve mahzun, nota çiz
gilerini izliyordu. Gregor sürünerek biraz daha ilerledi, belki
kız kardeşiyle göz göze geleceğini umarak başını yere yakın tu
tuyordu. Müzik onu bu kadar duygulandırdığına göre, kendisi
ne bir hayvan gözüyle bakılabilir miydi? Sanki özlemini çekti
ği bilinmedik besine götüren yol sonunda ortada gözükmüşçe
sine bir sanıya kapılmıştı. Kız kardeşinin yanına kadar ilerleye
rek kolundan çekip çekiştirmeye ve böylece ona, kemanını alıp
kendi odasına gelmesini dolaylı yoldan anlatmaya karar ver
mişti; çünkü oradakilerin hiçbiri, kendisinin yapmayı düşündü
ğü gibi, kız kardeşinin keman çalışını takdir edecek durumda
değildi. Kendisi, hiç değilse hayatta olduğu süre kız kardeşini
bir daha odasından salmayacak, görünümündeki korkunçluk
ilk kez bu konuda işine yarayacaktı; odasının bütün kapılarına
aynı anda yetişecek ve olası saldırıları tıslayarak nefesiyle geri
püskürtecekti. Ama kız kardeşi zorla değil de, kendi gönlüyle
onun yanında kalacaktı; yanı başında kanepede oturacak, ku
lağını kendisine doğru eğecek, o da kız kardeşine, kendisini
konservatuara yollamayı kafasına koyduğunu ve bunu başına
gelen şu felaket araya girmese daha geçen Noel'de - Noel geç
mişti herhalde - yapılacak itirazlara falan kulak asmaksızın an
ne ve babasına bildirmeyi düşündüğünü bir sır gibi emanet
edecekti. Bütün bunları açıklayınca duygulanan kız kardeşinin
122
DEÖIŞIM
gözünden yaşlar boşanacak, Gregor da kız kardeşinin omuzla
rının hizasına kadar doğrulup kalkarak, onun bir mağazada ça
lışmaya başlayalı beri eşarp ya da yakalık takmadığı boynuna
bir öpücük konduracaktı.
Kiracı baylardan orta boylusu, "Bay Samsa! " diye seslendi ba
basına ve bundan başka bir söz söylemeyi gereksiz bularak
yalnızca işaret parmağıyla, ilerden ağır ağır yaklaşan Gregor'u
gösterdi. Keman sesi sustu birden; baylardan orta boylusu il
kin başını sallayarak arkadaşlarına gülümsedi, sonra yeniden
Gregor'a baktı. Babası Gregor'u odadan çıkarmayı bırakıp, il
kin kiracı bayları yatıştırmayı zorunlu görmüştü, oysa baylar
hiç de sinirlenmiş değildi ve Gregör kendilerini çalan keman
dan daha çok eğlendirmişti adeta. Babası baylara doğru se
ğirtmiş, kollarını açarak onları odalarından içeri sokmaya, bir
yandan da vücudunu siper ederek Gregor'u gözlerinden sak
lamaya çalışıyordu. Ne var ki, baylar bunun üzerine gerçekten
biraz kızar gibi oldular, babasının davranışına mı, yoksa Gre
gor gibi bir oda komşuları bulunduğunu şimdiye _dek fark et
meyip, şimdi ansızın anladıklarına mı içerledikleri belli değil
di. Babasından bir açıklama bekleyerek ellerini ve kollarını
oynattılar, tedirgin ve telaşlı, sakallarını çekiştirdiler, ancak
yavaş yavaş uzaklaşıp odalarına girdiler. Bu arada kız kardeşi,
ansızın keman çalmasına ara vermenin kendisini içine sürük
lediği yitikliği yenmiş, gevşecik sarkan ellerinde bir süre ke
manla yayı tuttuktan ve bala çalıyormuş gibi notalara baktık
tan sonra birden kendini toparlamış, kemanı güçlükle soluyan
ve hızlı hızlı çalışan ciğerlerle hala sandalyesinde oturan anne
sinin kucağına bırakmış, babasının sıkıştırması karşısında bay
ların şimdi daha bir çabuk yaklaştıkları bitişik odaya seğirt
mişti. Kız kardeşinin becerikli elleri altında yastık ve yorgan
ların nasıl havada uçar gibi sağa sola gidip gelerek bir çekidü
zene kavuştuğu görülüyordu. Daha baylar odaya varmadan,
kız kardeşi yatakları yapıp hazırlamış, odadan dışarı süzül
müştü. Babasının da öyle bir inadı tutmuştu ki, kiracılarına
123
DEÖIŞIM
karşı göstermekle yükümlü bulunduğu saygıyı unutmuştu büs
bütün; bayları habire gerilere doğru itip sürüyordu. Sonunda
baylardan orta boylusu odanın kapısında ayağını güm diye ye
re vurarak babasını olduğu yerde durdurdu, elini kaldırıp göz
lerini annesiyle kız kardeşine çevirerek, "Şurasını açıklamak
isterim ki," diye söze başladı, "bu evde ve bu aile içindeki çir
kin durumları dikkate alarak . . . " -sözün burasında kısaca ka
rar vermiş, yere tükürdü- "odadan hemen çıkacağım. Kuşku
suz, burada kaldığım günler için de bir kuruş ödeyecek deği
lim. Hatta tersine; nedenler bulmakta hiç zorluk çekmeyece
ğim bir tazminat talebiyle karşınıza dikilip dikilmeyeceğimi de
ayrıca düşüneceğim." Adam sustu ve bir şey bekliyormuş gibi
önü sıra bakmaya başladı. Gerçekten de çok sürmedi, iki ar
kadaşı atıldı oradan: "Biz de hemen çıkıyoruz! " Bunun üzeri
ne, baylardan orta boylusu, kolu yakalayarak çat diye vurup
kapıyı kapadı.
Babası yalpalayarak, elleriyle sağa sola tutunup koltuğuna yü
rüdü ve yığılıp kaldı üzerine; normal akşam uykucuğunu uyu
yormuş görünüyor, ama sanki gerekli destekten yoksunmuş gi
bi başının hızlı hızlı sallanmasına bakılırsa hiç de uyumadığı
anlaşılıyordu. Gregor, bütün zaman, kiracı baylann kendisini
keşfettikleri yerde kımıldamadan kalmıştı. Planın başarısızlığa
uğramasından duyduğu düş kırıklığı, öte yandan belki uzun sü
ren bir açlığın doğurduğu dermansızlık, onu hareket etme ye
teneğinden yoksun bırakmıştı. Bir an sonra her şeyin başına yı
kılacağından adeta kesinlikle korkuyor ve bunu bekliyordu.
Hatta annesinin titreyen parmaklan arasından kayarak kuca
ğından yere düşen ve sesi bir süre yankılanan keman bile Gre
gor' u ürkütüp yerinden oynatamadı. Konuşmasına bir giriş
olarak eliyle masanın üzerine vuran kız kardeşi, "Sevgili anne
ciğim, sevgili babacığım! " diye sesini yükseltti. "Bu böyle yü
rümeyecek. Belki siz değilsiniz ama, ben farkındayım. Bu ca
navar karşısında kardeşimin adını ağzıma almak istemediğim
için, şöyle söyleyeceğim; bu belayı başımızdan atmadan olnıa 124
DECIŞIM
yacak. Gücümüz yettiği kadar kendisine bakıp etmeye, ona
katlanmaya çalıştık. Sanıyorum, bu konuda kimse bize karşı en
ufak bir suçlama yöneltemez."
"Yerden göğe hakkı var kızın," diye söylendi babası kendi
kendine. Hala nefes alm akta güçlük çeken annesi, elini ağzının
önüne tutarak, gözleri adeta yuvalarından fırlamış, boğuk bo
ğuk öksürmeye başladı.
Kız kardeşi, annesinin yanma seğirtip alnını tuttu. Kız kardeşi
nin sözleri, babasının kafasında daha kesin kimi düşünceler
uyandırmışa benziyordu; babası doğrulup dimdik oturmuş, ki
racı bayların akşam yemeklerinden ·hala masa üzerinde duran
tabaklar arasındaki müstahdem kasketiyle oynuyor, arada bir
sesi çıkmayan Gregor'a bakıyordu.
Öksürmekten annesinin kulağı hiçbir şey işitmediğinden, bu
kez yalnızca babasına dönüp, "Başımızdan atmaya bakmalıyız
onu! " dedi kız kardeşi. "Sizin ikinizi de mezara yollayacak, hiç
kuşkunuz olmasın. Hepimiz böyle canını dişine takıp çalıştık
tan sonra, evde bu bitip tükenmez işkenceye katlanılamaz doğ
rusu. Ben de katlanamayacağım artık." Bunun üzerine hüngür
hüngür ağlamaya başladı kız kardeşi; gözyaşları annesinin yü
züne damlıyor, bilinçsiz el hareketleriyle onları buradan silip
uzaklaştırıyordu.
Acımaklı bir ses ve belirgin bir anlayış ifadesiyle, "Peki ama,
elimizden ne gelir yavrucuğum?" dedi babası.
Kız kardeşi, omuzlarını silkerek çaresizliğini belirtti; daha ön
ce ağlarken güven dolu bir eda vardı halinde, oysa şimdi ken
disini bir çaresizliğe kaptırmıştı.
Babası yan sorar gibi, "Konuştuklarımızı anlayabilse bari ! "
dedi. Kız kardeşi böyle bir şeyin düşünülemeyeceğini belirt
mek üzere, ağlamasının arasında hızlı hızlı elini salladı.
"Konuştuklarımızı anlayabilse bari! " diye yineledi babası ve
gözlerini yumarak, böyle bir şeyin olamayacağını söyleyen kız
125
DE01ŞIM
kardeşinin görüşünü benimsediğini belirtti. "Belki o zaman
kendisiyle bir anlaşmaya varılabilirdi. Ama bu durumda . . . "
"Gidecek o evden mutlaka! " diye bağırdı kız kardeşi. "Başka
çare yok, baba! Sen onun Gregor olduğu düşüncesini kafandan
söküp atmaya çalış, yeter! Zaten bizim asıl mutsuzluğumuz,
bunca zaman onun Gregor olduğuna inanmamız değil mi? Na
sıl Gregor olabilir düşünsenize! Gregor olsa, insanların kendi
si gibi bir hayvanla bir arada yaşayamayacaklarını görür ve çe
kip giderdi. Böyle yapsaydı, bir kardeşten yoksun kalırdık,
ama yaşamamızı sürdürebilir ve onun anısını da içimizde terte
miz korurduk. Oysa şimdi peşimizi bir an bile bırakmıyor, ki
racılarımızı kaçırıyor; galiba bütün eve kendisi el koyup bizi
sokağa atacak. Baksana şuna baba!" diye haykırdı kız kardeşi
birden: "Gene başladı işte ! " Hatta kız kardeşi Gregor'un dü
pedüz anlayamadığı bir korkuya kapılarak annesini bıraktı,
Gregor'un yakınında bulunmaktansa annesini gözden çıkar
maya razıymış gibi, onun sandalyesini adeta itip uzaklaştırdı
kendisinden ve koşup babasının arkasına sığındı. Kız kardeşi
nin davranışı babasını da telaşlandırmıştı; doğrulup kalktı ba
bası, kollarını kız kardeşini korumak ister gibi yarı havaya kal
dırdı.
Ama herhangi bir kimseyi, hele kız kardeşini ürkütmeyi asla
aklından geçirdiği yoktu Gregor'un. Yalnızca gerisin geri oda
sına gitmek için arkasına dönmeye koyulmuş, durumundaki
nezaket dolayısıyla çetin dönüşlerde başını yardıma çağırması
gerektiğinden ve bu arada kafasını pek çok kez kaldırıp yere
vurduğundan, dönüşü kuşkusuz tuhaf bir izlenim uyandırmıştı.
Gregor, durup çevresine bakındı. Kötü bir niyet taşımadığı an
laşılmışa benziyordu; ailesini saran korku bir an sonra kaybol
muştu. Hepsi suskun ve üzgün, Gregor'a bakıyordu şimdi. An
nesi, bacaklarını uzatıp birbirine bastırarak sandalyeye seril
miş yatıyor, bitkinlikten nerdeyse gözleri kapanıyordu; kız kar
deşi, elini babasının boynuna dolamıştı. "Belki artık dönebili-
126
DE(;JŞJM
rim," diye düşündü Gregor ve yeniden uğraşmaya koyuldu.
Kendini zorlamaktan ileri gelen o sesli soluyuşun önüne geçe
miyor, yer yer çaresiz dinlenmesi gerekiyordu. Öte yandan,
kendisinden odasına dönmesini kimsenin istediği yoktu şimdi,
her şey ona bırakılmıştı. ·Dönme işini tamamlar tamamlamaz,
doğru odasının yolunu tuttu. Odasıyla arasındaki uzaklığın bü
yüklüğüne şaştı ve aynı yolu nasıl biraz önce o dermansız ha
liyle, adeta farkına varmaksızın geride bırakabildiğini bir türlü
aklı almadı. Hızlı hızlı sürünüp ilerlemekten başka şey düşün
mediği için, ailesinden kendisini rahatsız edecek bir söz, bir
sesleniş duyulmadığına pek dikkat etmiyordu. Ancak kapıya
vardığında başını geriye döndürdü; boynunda hissettiği sertleş
me dolayısıyla tam bir döndürüş sayılamazdı bu, ama yine de
arkasında hiçbir şeyin değişmediğini gördü; yalnızca kız karde
şi ayağa kalkmıştı şimdi. Gregor'un son bakışı, o anda büsbü
tün uyuyakalmış annesini sıyırıp geçti.
Gregor daha odadan içeri adımını atar atmaz, bir anda itilip
sürmelenerek kilitlenivermişti kapı. Arkasında başgösteren
gürültüden Gregor öylesine korktu ki, bacaktan bükülü bükü
lüverdi. Bu kadar acele davranan kız kardeşiydi; dimdik ora
cıkta beklemiş, sonra kuş gibi sıçrayıp ileri atılmıştı. Kız karde
şinin arkadan yaklaştığını hiç de işitememişti Gregor; kız kar
deşi, kilidin içinde anahtarı çevirirken, anne ve babasına doğ
ru, "Hele şükür! " diye seslenmişti.
Gregor, "Peki şimdi ne olacak?" diye sordu kendi kendine.
Çok geçmeden hiç kımıldayamadığını gördü. Buna şaşmadı;
tersine, şimdiye dek doğrusu bu bacaklarla devinebilmesini tu
haf buldu. Ama başka bakımdan oldukça rahat hissediyordu
kendini. Bütün vücudunda ağn ve sızılar vardı; ama öyle sanı
yordu ki, bunlar yavaş yavaş gücünü yitirecek ve sonunda büs
bütün silinip gidecekti. Sırtındaki çürümüş elmayı ve onun ilti
haplanıp üzeri baştan aşağı yumuşak tozla örtülmüş çevresini
pek algıladığı yoktu artık. Ailesini düşündükçe duygulanıyor,
127
DE01Ş1M
içinde sevgi hisleri uyanıyordu. Hani kendisi de, belki kız kar
deşinden daha bir kesinlikle ortadan kaybolması gerektiğine
inanıyordu. Kulenin saati sabahın üçünü vurana dek, bu boş
düşünceleri sessiz sakin kafasından geçirdi. Derken dışarıda,
pencerenin önünde günün yavaş yavaş ağardığını gördü. Başı,
elinde olmaksızın göğsü üzerine düştü ve burun kanatlarından
o güçsüz son nefesi çıkıp gitti.
Sabah erkenden hizmetçi gelip - güçlü kuvvetli ve aceleci bir
kadın olduğundan kapıları öylesine sert vurup kapıyordu ki, o
geldikten sonra evde rahat bir uyku uyunamıyordu; oysa böy
le davranmaması kendisine tekrar tekrar tembih edilmişti - her
günkü ziyaretini yaptı, Gregor'da pek dikkati çekecek bir taraf
göremedi. Onun bile isteye kımıldamadan yattığını ve kendisi
ne kırılıp gücenmiş bir süs verdiğini düşündü; çünkü hizmetçi
ye göre, zeki Gregor'dan beklenmeyecek şey yoktu. O sırada
tesadüfen elinde bulunan süpürgeyle Gregor'u gıdıklayıp kapı
dan uzaklaştırmak istedi. Başaramayınca kızdı, biraz dürtükle
di Gregor'u, bir direnişle karşılaşmaksızın onu yerinden itebil
diğini görünce anladı birden. İ şin gerçek yüzünü öğrenerek
hayretle gözleri açıldı, kendi kendine bir ıslık tutturdu; ama
fazla da oyalanmayarak gidip yatak odasının kapısını birden
açtı ve yüksek sesle karanlıktan içeri seslendi: "Gelin bakın şu
na ayol! Gebermiş! Gebermiş sahi, yatıyor! "
Samsa ailesinin üyeleri doğrulup yataklarında oturdu; hizmet
çinin halinden duydukları korkuyu yenebilmeleri kolay olma
dı, ancak neden sonra onun verdiği haberi kavrayabildiler. Her
biri kendi yattığı taraftan çarçabuk terk etti yatağı. Bay Samsa,
yorgam omuzlarına almıştı; Bayan Samsa'nın üzerinde yalnız
gecelik vardı. Böylece Gregor' un odasına girdiler. Eve kiracı
bayların gelmesinden bu yana Grete'nin yattığı oturma odası
nın da kapısı açıldı derken; Grete baştan aşağı giyinikti, sanki
yatmamıştı hiç, solgun yüzü de bunu doğrular gibiydi. " Ölmüş
mü?" dedi. İ lkin annesine, sonra başını kaldırıp soran gözlerle
128
DEÖIŞIM
hizmetçinin yüzüne baktı; oysa kendisi durumu araştırabilir,
hatta bir araştırmada bulunmadan olup biteni anlayabilirdi.
"Galiba öyle," diye cevapladı hizmetçi ve sözlerinin doğrulu
ğunu kanıtlamak için süpürgeyle Gregor'un ölüsünü itip bir
kenara aldı. Bayan Samsa hizmetçinin elinden süpürgeyi al
mak ister gibi bir hareket yaptı, ama almadı. "Eh," dedi Bay
Samsa, "artık Tann'ya şükredebiliriz." Ardından istavroz çı
kardı ve odadaki üç kadın da kendisi gibi yaptılar. Gözlerini
bir an bile ölü Gregor'dan ayırmayan Grete, "Görüyor musu
nuz, ne kadar sıskalaşmış. Tabii bunca zaman bir şey koymadı
ağzına. Odasına taşıdığımız yemekleri yine olduğu gibi dışarı
çıkarıyorduk." Gerçekten de Gregor'un vücudu yamyassı ve
kupkuru bir hal almıştı, bunun da ancak şimdi farkına vanlabi
liyordu; çünkü Gregor' u havada taşıyan bacakçıklan yoktu ar
tık, başkaca dikkati üzerine çeken bir şey de bulunmuyordu.
"Biraz bizim odaya gelir misin, Grete! " dedi Bayan Samsa ve
mahzun gülümsedi. Grete, arada bir başını çevirip ölü Gre
gor' a bakarak anne ve babasının ardından yürüdü, onlarla ya
tak odasına girdi. Hizmetçi, Gregor'un kapısını kapayıp pence
reyi ardına kadar açtı. Sabahın henüz bu erken saatinde serin
havay� bir ılıklık karışmıştı; mart ayının sonlarıydı artık.
Bu sırada odalarından çıkan üç kiracı bay, şaşırmış gözlerle sa
ğa sola bakınıp kahvaltılarını arandı. Baylan düşünen olma
mıştı. Orta boyluları suratını ekşiterek hizmetçiye, "Kahvaltı
mız nerde?" diye sordu. Ama hizmetçi parmağını dudaklarına
götürüp, acele ve suskun, Gregor'un odasına gelmelerini işaret
etti. Gregor'un odasına giren baylar, elleri biraz havı dökülmüş
ceketçiklerinin ceplerinde, artık iyice aydınlanmış odada ölü
Gregor'un çevresinde dikilmeye başladılar.
Birden yatak odasının kapısında üzerinde resmi üniformasıyla
Bay Samsa göründü; bir koluna kansı, öbür koluna kızı girmiş
ti. Hepsinin de gözlerinde ağlamış bir ifade vardı; Grete, yüzü
nü arada bir babasının koluna bastırıyordu.
129
DEÖIŞIM
Bay Samsa, kızıyla kansından ayrılmaksızın, eliyle kapıyı göste
rerek, "Hemen evimi boşaltınız!" diye bağırdı kiracı baylara.
Baylardan orta boylusu, "Bununla ne demek istediğinizi anlaya
madıın?" dedi afallamış ve tatlı tatlı gülümsedi. Öbür iki bay, ar
kalarında tuttukları ellerini, sanki lehlerinde sonuçlanacak bü
yük bir kavganın başgöstermesini sevinçle bekleyerek birbirine
sürtüyordu. Bay Samsa, "Ne demek istediğimi söyledim apaçık,"
diye cevapladı, yanında kızı ve karısıyla bir saf oluşturarak bay
lardan orta boylusunun üzerine yürüdü. Kafasındaki düşünceler
yeni bir düzen içinde yerlerini alıyormuş gibi, baylardan orta
boylusu ilkin kımıldamadan durdu ve yere baktı. Sonra, "Öyley
se biz de gideriz," diye cevapladı, hatta ansızın ruhunda beliren
bir alçakgönüllülükle, bu kararlarını uygulamak için kendisin
den izin ister gibi başını kaldırıp Bay Samsa 'ya baktı. Bay Sam
sa, iri gözleriyle buyrun gidin der gibi birçok kez başını sallamak
la yetindi. Bunun üzerine baylardan orta boylusu, gerçekten
uzun uzun adımlar atarak hemen yürüyüp hole girdi. Bir süredir
ellerini oynatmayı bırakarak konuşulanlara kulak kabartan iki
arkadaşı ise, sanki Bay Samsa kendilerinden önce hole gelebilir
ve önderleriyle aralarındaki bağlantıyı koparıp atabilirmiş gibi
bir korkuyla onun ardından seğirttiler. Holde her üçü şapkaları
nı askıdan, bastonlarını bastonluktan çekip aldı; Samsa ailesini
suskun bir reveransla selamlayıp evden çıktılar. Sonradan anla
şıldığına göre, büsbütün yersiz bir kuşkuya kapılan Bay Samsa,
yanında iki bayanla kapının önüne çıktı; hepsi birden korkuluğa
yaslanarak, üç kiracı bayın, yavaş olmakla beraber mola vermek
sizin yüksek merdivenden inişini, merdivenin her kattaki döne
meç yerinde gözden kaybolup az sonra yemden ortaya çıkışını
izlediler. Baylar aşağıya indikçe, Samsa ailesinin onlara karşı
duyduğu ilgi de yavaş yavaş silindi; derken başında et sepetiyle
kasılarak merdivenleri çıkan bir kasap çırağının kiracı baylarla
karşılaşması, sonra onları geride bırakıp basamakları tırmanma
ya devam etmesi üzerine, Bay Samsa yanındaki bayanlarla kor
kuluktan ayrıldı; her biri rahatlamış, kendi odasına döndü.
130
DEÖIŞIM
O günü dinlenme ve gezintiye ayırmaya karar vermişlerdi;
böyle bir dinlenmeyi hak etmekle kalmayıp, aynca buna tam
bir gereksinim duyuyorlardı. Dolayısıyla, masanın başına geç
tiler; Bay Samsa çalıştığı bankanın müdürlüğüne, Bayan Sam
sa kendi patronuna, Grete de kendi şefine olmak üzere üç ma
zeret mektubu yazmaya koyuldular. Mektuplar yazılırken, gi
deceğini haber vermek üzere hizmetçi girdi odaya, çünkü sa
bah işini bitirmişti. Mektup yazmakta olan Samsa ailesinin üç
üyesi ilkin gözlerini kaldırmaksızın peki anlamında başlarını
salladı; ama sonra, hizmetçinin bir türlü uzaklaşmadığını göre
rek öfkeyle başlarını kaldırdılar. "Daha ne bekliyorsun?" diye
sordu Bay Samsa. Hizmetçi sanki bir felaket haberi verecek
miş de, bunu ancak inceden inceye sorguya çekildiğinde yap
mak istiyormuş gibi gülümseyerek kapıda dikiliyordu, evde ça
lıştığı bütün süre Bay Samsa'nın sinirine dokunup durmuş şap
kasındaki o nerdeyse dimdik devekuşu tüyü hafifçe dört bir ya
na sallanıyordu. Hizmetçinin en çok saygı duyduğu Bayan
Samsa, "Evet, nedir istediğin bakalım?" diye sordu. "Şey," de
di hizmetçi; içtenlikle gülümsemesi hemen sözlerine devam et
mesini engellemişti, "diyeceğim, bitişik odadaki o şeyin nasıl
ortadan kaldırılacağını siz hiç merak etmeyin, bu işi hallettim
ben." Bayan Samsa ile Grete, işlerine yine koyulmak ister gibi,
başlarını yazmakta oldukları mektupların üzerine eğdiler. O
anda hizmetçinin olup biteni ayrıntılı biçimde anlatmak istedi
ğini fark eden Bay Samsa, "Kalsın, kalsın! " der gibi kesin bir
edayla elini uzattı. Konuşmasına izin verilmeyişi, bir an önce
gitmesi gerektiğini hatırlatmıştı hizmetçiye, besbelli kırgın bir
tonla sesini yükselterek, "Eh, cümleten hoşça kalın! " dedi ve
biraz hoyrat bir tavırla arkasına dönerek, kapıları sert sert çar
pıp evden çıktı.
"Akşam olsun, yol vereceğim kendisine," dedi Bay Samsa;
ama ne kansından, ne de kızından bir cevap alabildi; çünkü
hizmetçi yeni kavuştukları huzur havasını bulandırmıştı. Anne
ve kız doğrulup pencereye yürüdüler, kollarını birbirlerinin
131
DEÖIŞIM
bellerine dolayarak pencere önünde dikildiler. Bay Samsa, ba
şını döndürüp bir süre onlan izledi. Sonra, "Haydi gelsenize! "
diye seslendi. "Bırakın şu geçmiş bayat şeyleri artık! Hem bi
raz da beni düşünün! " Hemen kadınlar onun sözünü dinleye
rek Bay Samsa'ya doğru seğirttiler; onu sevip okşadılar ve bir
solukta mektuplarını yazıp bitirdiler.
Sonra her üçü birden evden çıkıp, aylardır yapmadıktan bir şe
yi yaparak tramvaya atladılar; kentin önündeki açıklığa geldi
ler. Kendilerinden başka kimsenin bulunmadığı tramvayı baş
tan başa güneşin sıcacık ışınlan aydınlatmıştı. Oturduktan ka
nepelere rahatça yaslandılar ve ilerisi için eldeki olanaklar üze
rinde konuştular; daha bir yakından bakınca, söz konusu ola
naklann hiç de azımsanamay·acağını gördüler; çünkü, bu konu
da birbirlerine bir şey çıtlatmamalanna karşın, her üçünün de
işine diyecek yoktu ve özellikle gelecek için pek umut vericiy
di. Durumlarında en büyük ve en çabuk düzelmeyi sağlayacak
davranış, kuşkusuz bir başka eve taşınmalanydı; niyetleri, Gre
gor'un arayıp bulduğu şimdiki evden daha küçük, daha ucuz,
ama konumu daha güzel ve elden geldiğince kullanışlı bir baş
ka eve çıkmaktı. Böylece söyleşip durdular; bir ara Bay ve Ba
yan Samsa'nın gözleri, üzerine yavaş yavaş bir canlılık gelmiş
kızlarına takıldı; son zamanlar yanaklarını saranp soldurtan
tüm mihnet ve eziyetlere karşın, onun serpilip açılarak güzel
bir kıza dönüştüğünü hemen aynı anda içlerinden geçirdiler.
Biraz susar gibi olup adeta bilinçsiz bakışlarla biri ötekine ba
karak, kızlan için artık yavaş yavaş şöyle efendiden bir koca
arama zamanının geldiğini düşündüler. Gidecekleri yere vanp,
kendilerinden önce ayağa kalkan kızlannm gencecik vücuduy
la karşılarında dikildiğini görünce, bunu yeni düşlerinin ve gü
zel beklentilerinin onaylanışı saydılar.
132
CEZALILAR KOLONiSi
CEZALILAR KOLONİSİ
Subay, "Bambaşka bir araç bu," dedi inceleme gezisine çıkmış
konuğa ve kendisinin hiç de yabancısı olmaması gereken aygı
tı neredeyse hayranlıkla baştan aşağı süzdü. Konuk, itaatsizlik
ve üste hakaret suçundan ölüme mahkOm edilmiş bir erin ida
mında hazır bulunması için kumandan tarafından yapılan çağ
rıya sırf nezaket gereği uymuştu. Öyle anlaşılıyor ki, cezalılar
kolonisinde de söz konusu idama karşı ilgi pek büyük değildi.
En azından burada, dört bir yanı çıplak yamaçlarla çevrilmiş
kumlu vadide subayla konuk dışında mahkOmdan, saçı başı
birbirine karışmış alık alık bakan bu yayvan ağızlı adamdan ve
ağır bir zinciri elinde tutan erden başka kimse görülmüyordu.
Erin tuttuğu zincire mahkOmun el ve ayak bileklerine geçiril
miş küçük zincirler gelip ulanıyor, bu zincirler de yine kendi
aralarında daha başka zincirlerle birbirine bağlanıyordu. Bu
yetmiyormuş gibi, mahkQmun halinde öylesine köpeksi bir sa
dakat ifadesi okunuyordu ki, adeta kendisini salıp yamaçlarda
elini kolunu sallayarak dolaşmasına izin vermek hiç sakınca
doğurmaz, infaz işine başlanacağı an öttürülecek bir ıslıkla dö
nüp gelmesi sağlanabilirdi.
Konuğun aygıttan anladığı yoktu pek; mah�Omun arkasında
neredeyse gözle görülür bir ilgisizlikle aşağı yukan geziniyor,
bu arada son hazırlıkları bitirmeye çalışan subay, bazen yere
iyice gömülmüş aygıtın altına sürünerek giriyor, bazen de üst
teki parçalan gözden geçirmek için bir merdiveni tırmanıp ay
gıtın tepesine çıkıyordu. Gerçekte bunlar bir makiniste yaptı
rılacak şeylerdi; ama subay söz konusu işi canla başla görüyor,
aygıta pek bağlılığından mıdır, yoksa daha başka nedenlerden
133
CEZALILAR KOLON/Si
mi, bu işi başka kimseye emanet etmek istemiyordu. " Evet,
şimdi tamam! • diye sesini yükseltti sonunda ve merdivenden
indi. Alabildiğine bitkin düşmüştü, hayli açılmış ağzıyla solu
yup duruyordu; zarif iki hanım mendilini arkadan üniforması
nın yakasının altına sıkıştırmıştı. "Bu üniformalar tropik böl
geler için ağır olsa gerek, " dedi konuk. Oysa subay, konuğun
kendisinden aygıta ilişkin bilgi almasını beklemişti; yağla kir
lenmiş ellerini orada hazır duran bir gerdelde yıkarken, " Kuş
kusuz! • diye yanıtladı. " Ancak, bu üniformalar bizim için yurt
demektir; yurdu da doğrusu yitirmek istemeyiz. " Ellerini bir
beze kurularken aygıtı göstererek, "Hele siz şu aygıta bakın
bir! " diye ekledi hemen ardından. " Buraya kadar elle hazırlan
ması gerekiyordu, ama bundan sonrası otomatiktir. " Konuk,
başını sallayarak subayın peşinden yürüdü. Subay, her ihtima
le karşı kendini temize çıkarmak isteyerek, • Elbette, arızalar
başgöstermiyor değil bazen," dedi. " Hani bugün böyle bir şey
le karşılaşacağımızı sanmıyorum, ama yine de bunların dikka
te alınması gerekiyor; nihayet on iki saat aralıksız çalışmak zo
runda makine. Hem kimi arızalar başgösterse de ufak şeyler
olacaktır, bir solukta giderilebilir hepsi. "
Sonunda, " Oturmaz mısınız?" diye sordu subay ve oracıkta yı
ğınla duran hasır iskemlelerden birini çekip konuğa uzattı, ko
nuk da iskemleyi alıp oturdu; bir çukurun kenarında oturuyor
du, şöyle bir baktı çukura: Pek derin değildi; kazılan toprak bir
kenara yığılmış, bir set oluşturmuştu; çukurun öbür kenarında
ise aygıt vardı. Subay, "Bilmem kumandan size aygıtla ilgili
açıklamalarda bulundu mu? " diye sordu. Konuk, eliyle nasıl
yorumlanacağı bilinmeyen bir hareket yaptı. Ama subay için
bundan iyisi can sağlığıydı, aygıt üzerine kendisi açıklamalara
koyulabilirdi. "Bu aygıt, " diye başladı söze, bir manivela kolu
na yaslanarak, " bizim eski kumandamn bir buluşudur. Ben da
ha ilk denemelerinde kendisiyle çalıştım, aygıtın yapımı bitin
ceye kadar da katıldım çalışmalara. Ancak, icat şerefi tümüyle
kumandanındır. Bizim eski kumandandan hiç söz açan oldu
134
CEZALILAR KOLONiSi
mu size? Hayır, öyle mi? Eh, bütün bu cezalılar kolonisine
onun bir eseri gözüyle bakılabileceğini söylersem, pek aşın bir
iddiada bulunmuş sayılmam. Eski kumandanın dostu olan biz
ler, daha kendisinin ölümünde yerine geçecek kimsenin, kafa
sında isterse binlerce yeni tasan bulunsun, en azından daha
pek çok yıl eski durumda bir değişiklik yapamayacağı kadar
koloninin kendi içinde kapalı bir bütün oluşturduğunu biliyor
duk. Nitekim kehanetimiz doğru çıktı bir bakıma, yeni kuman
dan eskisinin değerini kabullenmek zorunda kaldı. Yazık, eski
kumandanı tanıyamadınız. " Ardından, " Ben de boşboğazlık
edip duruyorum, " diye ekledi. " Oysa aygıt işte şuracıkta, önü
nüzde bulunuyor. Gördüğünüz gibi üç parçadan yapılmış ve
zamanla parçalardan her biri için halk arasında isimler oluştu
rulmuştur. Alttaki yatak diye niteleniyor, ara yerdekinin adı
hakkak, şu ortada kalkıp inene de tırmık deniyor. " "Tırmık
mı? " diye sordu konuk. Anlatılanları pek dikkatini vererek
dinleyememişti; bu gölgesiz vadide güneş bütün gücüyle insa
nın tepesine çullanıyor, düşüncelerini bir noktada toplamasını
güçleştiriyordu. Ancak, bir geçit törenine katılacakmış gibi sır
tında apoletlerin ağırlaştırdığı ve çeşitli kordonların ordan ora
ya uzandığı dar bir üniforma, hani hani açıklamalarda bulu
nan, bir yandan konuşup bir yandan elindeki tornavidayla yer
yer bir vida üzerinde çalışan subay, konuğun hayranlığım her
şeyden çok kendi üzerine çekmişti. Er de, konuğunki gibi bir
ruh durumu içindeydi adeta; her iki bileğine mahkOmun zinci
rini dolamış, bir eliyle tüfeğine yaslanıyor, başını önüne sarkıt
mış, hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Konuk, onun bu durumuna
şaşmıyordu pek; çünkü subay Fransızca konuşuyor, bu dili de
kuşkusuz ne er, ne mahkQm anlıyordu. Subayın açıklamalarını
izlemek için mahkOmun yine de harcadığı çaba, bu yüzden da
ha çok dikkati çekiyordu; mahkQm, bakışlarını uykulu bir ıs
rarla, subayın her seferinde gösterdiği yere yöneltiyordu. Der
ken konuk bir soru sorup subayın sözünü kesince, mahkQm da
subay gibi gözlerini konuğa çevirdi.
135
CEZALILAR KOLONiSi
" Evet, tırmık, " dedi subay, " yerinde bir isim. İğneler, tıpkı tır
mıkta olduğu gibi dizilmiş çünkü. Sonra parçanın bütünü, yal
nızca belli bir yerde olsa bile tırmık gibi ve bir tırmıktan daha
ustalıklı çalışıyor. Zaten siz kendiniz de birazdan göreceksiniz.
MahkQm buraya, bu yatak üzerine yatırılıyor; önce size aygıtı
anlatayım da, ardından nasıl çalıştığını öğrenir, aygıtın işleyişi
ni daha iyi izleyebilirsiniz; hem hakkaktaki bir dişli çok aşın
mış, aygıt çalışırken fazla gıcırdıyor; birbirimizi anlayamayız o
zaman. Maalesef bizim burada yedek parça sağlamak güç.
Evet, dediğim gibi, burası yatak; baştan başa pamuktan bir ta
bakayla kaplanmıştır; yatağın ne işe yaradığını ileride öğrene
ceksiniz. MahkQm, bu pamuk tabakasının üzerine yüzükoyun
yatırılır, tabii çıplak olarak. Burada eller, burada ayaklar, bu
rada da boyun için kayışlar vardır; kayışlarla kıskıvrak bağla
nır. Yatağın başucunda, daha önce dediğim gibi mahkQmun
yüzükoyun yatırıldığı bu yerde keçeden küçük bir tıkaç bulun
maktadır; keçe tıkaç güçlük çekilmeden öyle ayarlanabilir ki,
doğruca mahkQmun ağzından içeri girer; işlevi de, onun bağı
rıp dilini ısırmasını önlemektir. Keçe tıkacı kuşkusuz ister iste
mez ağzına alır mahkQm, yoksa boyun kayışıyla ense kemiği
nin kırılması işten değildir. " " Demek pamuk bu? " diye sordu
konuk öne doğru eğilerek. " Ha, tabii, " diye yanıtladı subay ve
gülümsedi. " Kendiniz elleyin, bakın isterseniz. " Ardından, ko
nuğun elini tutup yatağın üzerine koydu. " Özel bir işlemden
geçirildiği için pamuk olduğu kolay anlaşılmıyor. " Sonunda
konuk, aygıta karşı biraz ilgi duymaya başlamıştı. Güneşten
korumak üzere ellerini gözlerine siper ederek başını kaldır
mış, aygıta bakıyordu; kocaman bir şeydi aygıt. Yatakla hak
kak, aynı büyüklükte koyu renk iki sandığa benzetilebilirdi.
Hakkak yataktan yaklaşık iki metre yukarıya yerleştirilmiş,
her iki parça dört pirinç çubukla köşelerden birbirine bağlan
mıştı ve çubuklar güneşte çevreye sanki ışınlar saçıyordu. San
dıklar arasında çelik bir banda tutturulmuş, inip kalkıyordu
tırmık.
136
CEZALILAR KOLONiSi
Subay, konuğun daha önceki ilgisizliğini pek fark etmemişti,
ama şimdi onda aygıta karşı uyanan ilgiyi seziyordu; bu yüzden
açıklamalarına ara vererek, aygıtı rahat rahat gözden geçirme
sine zaman bırakmak istedi. MahkOm da konuğa öykünüyor,
ellerini siper edemediğinden çıplak gözlerini kırpıştırıp alttan
yukarı bakarak aygıtı süzüyordu.
Oturduğu sandalyede bacak bacak üstüne atarak, " Peki, diye
lim adam yatırıldı, " dedi konuk.
" Evet, " diye yanıtladı subay; şapkasını biraz arkaya devirip,
elini sıcak yüzünde gezdirdi: " Şimdi söyleyeceklerimi dinleyi
niz lütfen ! Hem yatağın, hem de hakkakın kendisinde birer ba
tarya vardır; yataktaki batarya yatağın kendisi, hakkaktaki ise
tırmık içindir. MahkOm kayışlarla kıskıvrak bağlanır bağlan
maz, çalıştırılan yatak hem yatay, hem dikey doğrultuda alabil
diğine küçük ve hızlı titreşimlerde bulunur. Benzeri aygıtları
akıl ve ruh hastalıkları kliniklerinde görmüşsünüzdür; ancak,
bizim yatağın devinimleri inceden inceye hesaplanmıştır; çün
kü bu devinimlerin son derece büyük bir titizlikle tırmığın de
vinimlerine uydurulması gerekmektedir. Yargının asıl infazı da
bu tırmığa bırakılmıştır. "
" Peki, nasıl bir yargı bu? " diye sordu konuk. Subay şaşırarak,
" Demek bunu da bilmiyorsunuz? " dedi ve dudaklarını ısırdı.
" Açıklamalarım biraz dağınık kaçarsa, bağışlayınız lütfen; ha
ni çok özür dilerim; eskiden bu açıklamaları kumandanın ken
disi yapardı; ama yeni kumandan, bu şerefli görevi kaldırıp at
tı üzerinden. Ancak, sizin gibi böyle değerli bir konuğa . . . " Ko
nuk, söz konusu iltifatı geri çevirircesine iki eliyle bir hareket
yaptı, ama subay deyim üzerinde diretti. " Sizin gibi böyle de
ğerli bir konuğa, bizim buradaki infaz usulü üzerinde bilgi ver
meyişi, yeni uygulamalardan bir diğeri ki . . . " Ağzından az kal
sın kötü bir söz çıkacaktı, ama kendini tuttu ve yalnızca, " Doğ
rusu benim bundan haberim yoktu, " dedi. " Kabahat bende de
ğil. Hem bizim buradaki infaz çeşitlerini size en iyi açıklayabi137
CEZALILAR KOLONiSi
lecek biri varsa, o da kuşkusuz benim; çünkü cebimde- " Sözün
burasında eliyle ceketinin içi cebine vurdu, " -eski kumandanın
kendi yaptığı şemalar bulunuyor. "
" Kumandanın kendi yaptığı şemalar mı? " diye sordu konuk.
" Her şeyi bu kadar iyi bilen biri miydi kumandan? Hem asker,
hem yargıç, hem makine mühendisi, hem kimyager, hem res
sam? "
Subay, başını sallayıp düşünceli bakışlarını bir noktaya dike
rek. " Evet, öyleydi, " diye yanıtladı. Sonra, muayeneden geçirir
gibi ellerini süzdü; şemalara dokunduracak kadar temiz bul
madı ellerini, oracıktaki gerdele doğru yürüyerek bir kez daha
yıkadı. Cebinden meşin bir cüzdan çıkarıp, " Bizim infaz yön
temlerimiz öyle sert değildir, " dedi. " Çiğnediği buyruk mahkO
mun vücuduna tırmıkla yazılır, o kadar. Örneğin, bu mahkO
mun vücuduna . . . " Sözün burasında eliyle mahkOmu gösterdi.
" . . . şöyle yazılacak: Üstlerine saygılı davran! "
Konuk, mahkOma şöyle bir göz attı. Subay kendisini gösterdi
ğinde, mahkOm başını önüne eğmişti ve konuşulanlardan bir
şeyler öğrenebilmek için bütün işitme gücünü seferber etmişe
benziyordu; ne var ki, birbiri üzerine bastırılmış etli dudakları
nın devinimlerinden açıkça görüldüğüne göre, hiçbir şey anla
dığı yoktu. Aslında pek çok şey sormak isteyen konuk, mahkO
mun bu hali karşısında, " Nasıl bir infaz yönteminin kendisini
beklediğini biliyor mu? " diye sordu yalnız. " Hayır, " diye yanıt
ladı subay ve hemen ardından açıklamalarını sürdürmek iste
diyse de, konuk sözünü kesti: " Demek nasıl bir infaz yöntemi
nin kendisini beklediğinden haberi yok?" - "Hayır, " diye yine
ledi subay, konuktan sorusunu biraz daha açmasını bekler gibi
bir an durakladıktan sonra, " Bunu ona bildirmek boşuna zah
mettir, çünkü nasılsa kendi bedeninde öğrenecek, " diye ekle
di. Konuk susacak oldu, ama derken mahkOmun gözlerinin
üzerine çevrildiğini hissetti; mahkOm, subay tarafından söyle
nenleri uygun bulup bulmadığını kendisine sorar gibiydi adeta.
138
CEZALILAR KOLONiSi
B u nedenle, arkasına yaslanmışken yine öne doğru eğilip,
" Ama hüküm giydiğini biliyor sanının? " dedi. " Hayır, " diye
yanıtladı subay ve kendisinden bazı ilginç açıklamalar daha
bekliyormuş gibi konuğa gülümsedi. " Onu da mı bilmiyor? "
diye sordu konuk, elini alnında gezdirerek. "O zaman mahkQm
savunmasının sonucunu şu an bilmiyor? " " Savunma fırsatı eli
ne geçmedi ki, " dedi subay, adeta kendi kendisiyle konuşur
muş, kendisi için pek doğal olan bu tür şeyleri anlatarak konu
ğu utandırmak istemezmiş gibi gözlerini yana kaçırdı. " Ama
kendini savunma fırsatının verilmesi gerekirdi mahkfima! " de
di konuk ve oturduğu sandalyeden doğrulup kalktı.
Aygıtı açıklama işinde gereğinden çok vakit kaybedebileceğini
sezen subay, konuğa doğru yürüyerek koluna girdi; dikkatin
böyle açık seçik kendi üzerinde toplandığını fark edip esas du
ruşa geçen - er de öte yandan zinciri çekmişti - mahkQmu gös
tererek, "Durum şu, " dedi, " ben buraya, bu cezalılar sömürge
sine genç yaşıma karşın yargıçlık göreviyle atanmış bulunuyo
rum. Çünkü ceza işlerinde eski kumandanın da yardımcısıy
dım; sonra, bu aygıtı herkesten iyi bilirim. Yargılarımı verirken
şöyle bir temel ilkeye dayanırım hep: Suç, her zaman hiç kuş
kuya yer bırakmayacak gibi kesindir. Başka mahkemeler bu il
keye uymayabilir, çünkü yargıçlar kurulu birden çok üyeden
oluşur; kaldı ki, onların da üstünde başka mahkemeler vardır.
Oysa bizim burada böyle bir şey söz konusu değildir, en azın
dan eski kumandamn zamanında böyleydi. Doğrusu yeni ku
mandan, benim yargılama işime karışmak istemedi değil; an
cak, şimdiye kadar onu bundan uzakta tutmayı başardım ve
ilerde de başaracağım. Siz, bu son davayla ilgili bir açıklama is
temiştiniz; bu dava da bütün ötekiler gibi basit: Sabahleyin bir
yüzbaşı gelip, kendisine emir eri olarak verilen ve evinin kapı
sının önünde yatan bu adamın görev sırasında uyuduğunu bil
dirdi. Çünkü emir erinin görevi şöyle: Her saat başı kalkıp yüz
başının kapısının önünde selam durmak. Güç bir görev değil
elbet, üstelik de zorunlu; çünkü erin hem nöbet tutup, hem
139
CEZALILAR KOLONiSi
yüzbaşının hizmetine koşabilmesi için uyanık kalması gereki
yor. Yüzbaşı, bu gece, emir eri görevini yapıyor mu, yapmıyor
mu, bir bakayım demiş. Saat ikiyi vurduğunda kapıyı açmış,
emir erinin yerde kıvrılmış yattığını görmüş. Hemen kırbacı
alıp gelerek yüzüne indirmeye başlamış. Emir eri bu durumda
kalkıp af dileyecekken bacaklarından yakalamış yüzbaşıyı, onu
sarsıp tartaklayarak, ' At elinden kırbacı, yoksa yerim seni ! ' di
ye bağırmış. Olay bu işte! Yüzbaşı bir saat önce bana geldi, an
lattıklarını tutanağa geçirdim ve hemen yargımı verdim. Sonra
da emir erini zincire vurdurdum. Bütün iş, pek kolay oldu be
nim için. Ama ilkin emir erini çağırıp sorgulamadan geçireyim
desem, iş karışacaktı. O yalan söyleyecek, ben yalanlarım ya
kaladıkça o yenilerini uyduracak, böylece sürüp gidecekti.
Şimdi ise ele geçirmiş bulunuyorum kendisini ve bir daha koy
vermeye niyetim yok. Nasıl, her şeyi açıklayabildim mi? Ancak
zaman geçiyor, yargının infaz işinin şu anda başlaması gerekir
di, oysa aygıta ilişkin açıklamalarım da henüz sona ermiş de
ğil. " Konuğu sandalyesine oturmaya zorlayan subay yeniden
aygıta yaklaştı. " Gördüğünüz gibi, tırmık bir insanın vücut bi
çimine uygun yapılmış, " dedi, " burası belden yukarısı için, bu
rası da bacaklar için. Baş için yalnızca şu küçük hakkak kalemi
bulunuyor. Bilmem anlatabildim mi? " Ardından subay, en
kapsamlı açıklamalarda bulunmaya hazır, nazik bir edayla ko
nuğa doğru eğildi.
Konuk, kaşlarını çatmış tırmığa bakıyordu. Yargılama yöntemi
konusunda verilen bilgiler kendisini doyurmamıştı. Ama yine
de ortada bir cezalılar kolonisinin söz konusu olduğunu, dola
yısıyla özel birtakım önlemlerin zorunluğunu, işin sonuna ka
dar askeri kurallar çerçevesinde davranmak gerektiğini kendi
kendine itiraf etmeden duramadı. Beri yandan, dar görüşlü su
bayın kafasına girmeyecek yeni bir yargılama yöntemini yavaş
olmakla birlikte uygulama alanına sokmaya niyetlenen, yeni
kumandandan bir şeyler bekleyebilirdi. Kafasında böylesi dü
şüncelerle sordu konuk: "Yargının infazında kumandan da bu-
140
CEZALILAR KOLONiSi
lunacak mı? " Bu dolaysız sorudan hiç de hoşlanmayan subay,
" Kesin değil, " diye yanıtladı, yüzündeki nazik ifade kaybolarak
kaşları çatıldı. "Zaten bizi de elimizi çabuk tutmaya zorlayan
başlıca neden bu. Hatta, benim için üzücü bir şey olmasına kar
şın, açıklamalarımı kısa kesmem gerekiyor. Ama yarın sabah
aygıt yine temizlensin - tek kusuru varsa, bu kadar pis oluşu size daha çok bilgi sunabilirim. Şimdilik en zorunlu bilgileri ve
reyim de. - Üzerine yatırıldığı yatak titreşim durumuna geçiril
di mi, tırmık mahkQmun vücuduna doğru alçalır. Kendisini
otomatik olarak öyle ayarlar ki, adamın vücuduna ancak doku
nur uçlan; bu ayarlamanın ardından hemen şuradaki çelik ip
gerilip çubuk biçimini alır. Ve o zaman başlar oyun. İ şin içinde
bulunmayan kimse, dıştan bakınca cezalar arasında bir aynın
görmez. Tırmık hepsinde de aynı biçimde çalışıyor gibidir. Tit
reşerek sivri uçlarını mahkfimun vücuduna batırır; bu arada
mahkfimun vücudu da yine yatak tarafından titreşim durumu
na geçirilir. Yargının infazının herkesçe denetlenebilmesini
sağlamak üzere, tırmık camdan yapılmıştır. İ ğneleri cam içine
yerleştirmek bazı teknik güçlükler doğurmuşsa da, bir hayli de
nemenin ardından bu iş başarılmıştır. Anlayacağınız, hiçbir
zahmetten kaçmış değiliz. Bu durumda herkes, gereken yazının
mahkfimun vücuduna nasıl hak edildiğini camdan izleyebilir.
İğneleri görmek için, şöyle biraz yakına buyurmaz mısınız? "
Konuk, yavaş yavaş doğruldu; yürüyüp tırmığın üzerine eğildi.
" Görüyorsunuz işte," dedi subay, " değişik biçimlerde dizilmiş
iki dizi iğne. Bir uzun, onun -yanında bir kısa. Uzunu hak etme
işini yapıyor, kısası da bu arada çıkan kanı su püskürterek yı
kıyor ve yazıyı hep görünür durumda tutmaya çalışıyor. Kanlı
su da şuradaki küçük oluklara akıtılıyor, sonunda ana olukta
toplanıp çukur içerisine iletiliyor. " Subay, kanlı suyun izleye
ceği yolu parmağıyla ayrıntılı biçimde gösterdi. Açıklamasına
olabildiğince bir somutluk verebilmek için, elini çukura açılan
ana oluğun ağzına tuttu. Bunun üzerine konuk başını kaldırdı,
sağa sola tutunarak sandalyesine geri dönmek istedi. Birden,
141
CEZALILAR KOLONiSi
tırmığı görmek için mahkOmun da subayın çağrısına uymuş ol
duğunu fark ederek irkildi. MahkQm, zinciri elinde tutan uyku
lu eri kendisiyle biraz öne doğru çekip cam tırmık üzerine eğil
mişti. Az önce subayla konuğun gözlemlediği şeyi güvensiz ba
kışlarla aradığı, ancak biri kendisine açıklamada bulunmadan
bunu başaramayacağı görülüyordu. Oraya buraya eğiliyor,
gözlerini cam tırmığın bir başından öbür başına gezdirip duru
yordu. Konuk, mahkQmu cam tırmıktan uzaklaştıracak oldu;
çünkü davranışı cezalandırılmasına yol açabilirdi. Ama subay
bir eliyle konuğu tutup, öbür eliyle toprak yığınından bir kesek
parçası alarak ere fırlattı. Şöyle bir silkinerek başını kaldırdı
er, mahkOmun nasıl bir işe yeltenmiş olduğunu gördü, silahını
elinden bırakıp topuklarını sımsıkı yere bastırarak onu geriye
doğru çekti. MahkOm hemen yıkıldı oracığa; yerde kıvranıp
durarak zincirlerini şangırdatırken, er yukarıdan mahkOma
baktı. Subay, " Kaldır şunu! " diye bağırdı; çünkü konuğun dik
katini mahkOmun fazlasıyla kendi üzerine çektiğini fark etmiş
ti. Hatta konuk, tırmığın üzerinden ileriye doğru abanmış,
mahkOma ne yapılacağını görmek istiyordu. Subay, " Ona
özenli davran! " diye yeniden bağırdı ere. Aygıtın çevresini do
lanıp mahkOmu bizzat koltukladı, ikide bir ayaklan kayan
mahkQmu erin yardımıyla kaldırarak ayağa dikti.
Subay dönüp yanma geldiğinde, " Evet, öğrendim artık her şe
yi, " dedi konuk. Subay, " Yalnız pek önemli bir şey kaldı," di
ye yanıtladı; konuğu kolundan tutarak ona aygıtın üst kısmını
gösterdi: " Oradaki hakkakta tırmığın devinimini yöneten çark
bulunuyor. Bu çark yargıyı içeren şemaya göre düzenlenmiştir.
Ben, hala eski kumandanın şemalarını kullanmaktayım. Buy
run bakın! " Deri bir cüzdandan birkaç yaprak kağıt çıkaran su
bay, " Ama ne yazık ki, elinize veremeyeceğim bunları, " diye
ekledi. " Çünkü sahip olduğum en değerli şeylerdir. Oturun da,
size uzaktan göstereyim. O zaman gereği gibi görürsünüz hep
sini. " Ardından konuğa ilk şemayı gösterdi. Konuk, övücü ba
zı sözler söylemeyi çok istediyse de, şemada labirenti andıran
142
CEZALILAR KOLON/Si
ve birbirleriyle pek çok kez kesişip çaprazlaşan çizgilerden
başka şey seçemedi aslında; çizgiler, Uğıdın üzerini o kadar sık
aralıklarla dolduruyordu ki, yazılı satırlar arasındaki beyaz
boşluklar ancak güçlükle algılanabiliyordu. " Okuyun işte! " de
di subay. Konuk, " Okuyamıyorum , " diye yanıtladı. " Ama oku
naklı yazılmış hepsi, " dedi subay. Kaçamak yollu, " Pek ustalık
lı bir yazı, • diye yanıtladı konuk, " ama ben sökemiyorum. " Su
bay, gülerek cüzdanı yine cebine yerleştirirken, " İlkokul öğ
rencilerinin okuyabileceği gibi güzelce yazılmış bir yazı değil, "
dedi. " Uzun süreli bir egzersize bakar; siz de sökebilirsiniz o
zaman. Elbet, basit bir yazı olmaması gerekiyor; çünkü amaç,
mahkOmun hemen değil, ancak ortalama on iki saatlik bir za
man içinde idam edilmesidir. Altıncı saat, dönüm noktası ola
rak saptanmıştır. Bu bakımdan, bir sürü süslemenin asıl yazıyı
çevrelemesi zorunludur. Asıl yazı, bedeni geniş olmayan bir
kemer gibi sarar; vücudun kalan yerleri ise süslemelere ayrıl
mıştır. Nasıl, tırmığın ve tümüyle aygıtın çalışmasını şimdi da
ha iyi değerlendirebilecek misiniz? - Bakın! " Subay , sıçrayıp
merdivenden çıktı yukarı; bir tekerleği döndürüp aşağıya ses
lendi: " Dikkat! Kenara çekilin lütfen! " Birden aygıt çalışmaya
başladı. Çarkın gıcırdaması olmasa, şahaneydi doğrusu. Subay
böyle bir tersliği hiç beklememiş gibi, adeta gözdağı vererek
çarka doğru yumruğunu salladı, ardından özür dileyip kolları
nı uzattı konuğa ve aygıtın çalışmasını aşağıdan izlemek için
acele merdivenlerden indi. Aygıtın bir yerinde sadece kendisi
nin fark ettiği bir aksaklık vardı, yeniden merdiveni tırmanıp
iki elini birden hakkakın içine uzattı, bir an önce yukarıdan
inebilmek üzere bu kez merdiveni kullanmayıp bir direkten
kaydı aşağı ve gürültü ortasında dediğini işittirebilmek için se
sinin olanca gücüyle konuğun kulağına doğru haykırdı: " Aygı
tın nasıl çalıştığını anlıyorsunuz sanırım? Tırmık, yazıyı hak et
meye başlıyor. Sırtta yazının hak edilişi tamamlanınca, pamuk
tabakası yuvarlanıp mahkOmun vücudunu ağır ağır yana çevi
rir, üzerinde çalışacağı yeni alanı tırmığa buyur eder. Bu arada,
143
CEZALILAR KOLONiSi
yazının bak edildiği yara bere içindeki yerler pamuk üzerine
yatırılır, pamuk özel bir işlemden geçirilmiştir, hemen dindirir
kanı ve yazının bu kez daha derine bak edilmesi için gereken
hazırlığı görür. Tırmığın kenarındaki bu sivri uçlar, mahkOmun
vücudu yeniden döndürülürken yaralı yerlerden pamuğu ala
rak çukurun içine fırlatır, tırmık da bunun üzerine yeniden ça
lışmaya başlar. Böylece, on iki saat süreyle yazı giderek daha
derinlere hak edilir. İ lk altı saatte mahkOm nerdeyse eskisi gi
bi sürdürür yaşamını; ancak, şimdi bir fark varsa, acı çekmek
tedir. On iki saat sonra keçe tıkaç ağzından uzaklaştırılır, çün
kü mahkOmda bağıracak güç kalmaz artık. MahkOmun başu
cunda durup elektrikle kızdırılan bu çanağa sıcak pirinç lapası
konur, mahkOm cam istedikçe diliyle alabildiği kadar alır bu
lapadan. Hiçbir mahkOm çıkmaz ki, bu fırsatı kaçırsın. Ben
kendim bunca deneyim edindim, böyle birine rastlamadım
şimdiye kadar. Ancak altıncı saatte mahkOm, yemek yeme is
teğini yitirir. Ben, o zaman genellikle buraya diz çöküp duru
mu izlerim. Son lokmasını seyrek yutar mahkOm, lokmayı da
ha çok ağzında evirip çevirir, sonunda çukura tükürüp atar. O
anda başımı eğerim hemen, yoksa lokma gelip yüzüme çarpar.
Altıncı saatte de mahkOm bir sessizleşir ki! İçlerinde en salağı
nın bile kafası çalışmaya başlar. B u, gözlerin çevresinde kendi
ni açığa vurur ilkin, oradan dört bir yana dağılır. Hani öylesine
ayartıcı bir manzaradır ki, insanın tırmık altına mahkOmun ya
nı başına yatası gelir, çünkü bundan sonra yapılacak bir şey
kalmamıştır; sadece mahkOm yazıyı sökmeye uğraşır. Öte yan
dan, bir sese kulak verir gibi dudaklarını sivriltir. Siz de gördü
nüz, yazıyı gözle sökebilmek kolay değil; ancak, bizim mah
kOm onu yara bereleriyle yapar. Ne var ki, çok çabaya bakar
bu; yazıyı tümüyle sökene kadar altı saat geçer aradan. Sonra
da tırmık, mahkOmu olduğu gibi iğnelerine geçirir ve kaldırdı
ğı gibi çukura atar. Kanlı sularla pamuklar üzerine pattadan
düşer mahkOm. Böylece yargının infazı sona erer ve biz de, ya
ni erle ben, mahkumu şöylece gömer geçeriz. "
144
CEZALILAR KOLONiSi
Konuk, başını eğip kulağını subaya vermiş, elleri pantolonu
nun ceplerinde, aygıtın işleyişine bakıyordu. MahkQm da aynı
şeyi yapıyordu, ama bir şey anlamaksızın; biraz öne eğilmiş, tit
reşen iğnelerin devinimini izlerken, subayın işareti üzerine er,
bir bıçakla gömleğini ve pantolonunu arkadan kesti, pantolon
la gömlek mahkQmun üzerinden kayıp yere düştü. MahkOm,
açıkta kalan önünü kapamak için giysilerine uzattı elini, ama
er mahkumu tutup kaldırdı, onu silkip sallayarak üzerindeki
son kalıntıları da indirdi aşağı. Birden subay, aygıtı durdurdu;
başgösteren sessizlikte mahkQm tırmık altına yatırıldı. Zincir
ler çözülüp kayışlar bağlandı. MahkOm, ilk anda bundan bir ra
hatlık duyar gibi görünüyordu. Derken tırmık biraz aşağı indi,
çünkü sıska bir adamdı mahkum; tırmığın uçlan cildine doku
nur dokunmaz, vücuduna bir ürperti yayıldı. Er sağ eli üzerin
de çalışırken o sol elini uzattı; ancak nereye uzattığından ha
bersizdi, ama konuktan yana bir uzatıştı bu. Subay göz ucuyla
konuğu aralıksız süzüyor, hiç değilse şöylece açıkladığı idam
yönteminin üzerindeki etkisini adeta yüzünden okumaya çalışıyordu.
·
Ansızın koptu bilek kayışı; herhalde er kayışı fazla sıkmıştı; su
bayı yardıma çağırarak kopan parçayı gösterdi. Subay karşıya
geçip erin yanma geldi ve yüzü konuğa dönük, " Aygıt pek çok
parçadan oluşuyor, yer yer bir şey kopup kırılacak elbet, de
di. Ancak, aygıt üzerinde genel bir yargıya varırken, bunlara
aldırmamak gerekir. Hem kayışın yerini tutabilecek bir başka
şey sağlanabilir hemen; örneğin, ben şimdi bir zincir kullanaca
ğım, titreşimdeki hassaslığı sağ kol için kuşkusuz biraz sınırlan
dıracak bu. Subay, bir zincirle mahkumun kolunu bağlarken
ekledi: Aygıtın işler durumda tutulması için gerekli maddi
olanaklar, şu sıra pek kısılmış durumda. Eski kumandan zama
nında bunun için bir ödenek ayrılmıştı, istediğim zaman ona
başvurabiliyordum. Öte yandan, burada her türlü yedek parça
nın saklandığı bir depo vardı. İtiraf edeyim ki, bu olanakları
nerdeyse müsrifçe kullandım; ancak daha önceleri yaptım bu11
11
11
11
145
CEZALILAR KOLONiSi
nu, yoksa eski kurumlarla savaşıp onları yıkmak için her şey
den bir bahane gibi yararlanan yeni kumandanın ileri sürdüğü
gibi şimdi değil. Aygıt için ayrılan ödenek bundan böyle onun
elinin altında; örneğin, birini yollayıp yeni bir kayış rica etsem,
yeni kumandan delil olarak kopmuş kayışı görmek istiyor; ye
ni kayış ise ancak on günde sağlanıyor, kalitesi bozuk bir şey
oluyor üstelik, bir işe yaramıyor. Arada geçecek zamanda ay
gıtı nasıl çalıştıracağımı ise, kimsenin sorup ettiği yok. "
Konuk, şöyle düşündü: Başkalarının işine kesin bir müdahale
de bulunmak, sakıncalıydı her vakit. Ne bu cezalılar kolonisi
nin, ne onun bağlı bulunduğu devletin bir vatandaşıydı. İdam
yöntemini uygun görmediğini söylese, hele bunu önlemeye
kalksa, " Sen bir yabancısın, sana susmak düşer! " diyebilirlerdi.
Buna da yanıt veremez, böyle bir müdahaleye neden kalkıştı
ğına kendisinin de akıl erdiremediğini, çünkü gezisinin amacı
nın yargılama yöntemlerini değiştirmek değil, yalnızca bunları
incelemek olduğunu açıklamaktan başka şey yapamazdı. Gel
gelelim, şu an kendisini söz konusu davranışa enikonu ayartan
bir durum vardı ortada. Yargılamadaki adaletsizlikle infazdaki
barbarlık, kuşku götürecek gibi değildi. Kimse bu işte konuğun
bir çıkar güttüğü sanısına kapılamazdı, çünkü mahkOm ona ya
bancıydı, hemşerisi falan değildi; ayrıca, insanda hiç de acıma
duygusu uyandıracak bir hali yoktu. Konukta ise yüksek ma
kamlardan alınmış tavsiye mektupları vardı, burada büyük bir
nezaketle karşılanmıştı; hatta infaz olayına davet edilmesi, bu
radaki mahkeme üzerinde kendisinden adeta bir yargı beklen
diğini gösteriyordu. Şimdi pek açık seçik işittiği gibi, kumanda
nın böyle bir yöntemin karşısında yer alması ve subaya karşı
adeta düşmanca davranması, bunu daha da olası bir duruma
sokuyordu.
Ansızın konuk, subayın hırsla bağırdığını işitti; subay, keçe
parçasını hayli zahmetle mahkOmun ağzına tam tıkmıştı ki,
mahkOm karşı duramadığı bir bulantı hissiyle gözlerini yum146
CEZALILAR KOLONiSi
muş, ardından da kusmuştu. Subay, ağzındaki tıkacı çarçabuk
çıkarıp mahkOmun başını kaldırarak çukurdan yana döndür
mek istemişse de geç kalmış, kusmuk aygıttan aşağı sızmaya
başlamıştı. " Hep kabahat kumandanda, " diye bağırdı subay ve
kendinden geçerek önündeki pirinç çubuklan sarsmaya başla
dı. "Tıpkı bir ahır gibi pisleniyor aygıt! " Ardından, titreyen el
leriyle olup biteni konuğa gösterdi: " Saatlerce dil döktüm, in
fazdan önce mahkOma yiyecek verilmemesi gerektiğini açıkla
maya çalıştım. Gel gelelim, kumandamn yeni yumuşak düze
ninde başka görüşler savunuluyor; mahkOm infaza götürülme
den, kumandanın çevresindeki hanımefendiler onu tatlılarla tı
ka basa doyuruyorlar. Ömür boyu leş gibi balıklarla beslenen
bir adam, nasıl şimdi kalkıp tatlı şeyler yiyebilir. Evet, olmaz
değil, üç aydır alınması için yalvarıp durduğum yeni keçe tıkaç
sağlansın, bir şey söylemezdim. Yüzü aşkın mahkOmun son an
larında soğurup ısırdığı bu keçe parçasını insan nasıl ağzına
alabilir. "
MahkOm başını yere yatırmıştı, sessiz sakin bir hali .vardı. Er,
mahkOmun gömleğiyle aygıtı temizlemeye uğraşıyordu. Subay,
konuğa doğru yürüdü; konuk, içindeki bir sezgiye uyarak bir
adım geriledi; ama subay, konuğu elinden yakalayarak bir ke
nara çekti. " Sizinle mahrem birkaç şey konuşmak istiyorum, "
dedi. " İzin verirsiniz herhalde? " - " Elbette ! " diye yanıtladı ko
nuk ve gözlerini yere indirerek subayı dinlemeye koyuldu.
" B u tür bir yargılamayı ve sizin şu an hayranlıkla izleme fırsa
tı bulduğunuz idam yöntemini artık bizim burada açıkça tutan
kalmadı. Bunun tek savunuculuğunu yapan, aynı zamanda es
ki kumandanın verasetine sahip çıkan tek kişi benim. Artık
yöntemin daha çok geliştirilmesi diye bir şey düşünemem, tüm
gücümü var olanı ayakta tutmaya harcamak zorundayım. Eski
kumandan hayattayken burası bu tür bir infaz yönteminin ta
raftarlarıyla doluydu; eski kumandanın ikna yeteneği biraz
bende de var, ama ondaki güce gelince, asla! Dolayısıyla, bu
147
CEZALILAR KOLONiSi
yöntemin taraftarları sinmiş, kendi köşelerine çekilmiş durum
dalar. Bir hayli taraftar var henüz, ama kimse taraftarlığını
açıklayamıyor. Bugün, yani böyle bir infaz gününde çayevine
kadar uzanıp sağa sola kulak kabartırsanız, belki bütün işitece
ğiniz, iki anlama çekilebilecek kaypak sözler olacaktır. Onları
söyleyeceklerin hepsi taraftarlar arasındadır; ama başta şimdi
ki kumandan varken, ortada şimdiki görüşler egemenliğini sür
dürürken, bana bir yaran olmuyor bunun. Ve size soruyorum:
Böyle bir kumandan ve çevresinde onu etkisi altında tutan ha
nımlar yüzünden ömür boyu üzerinde çalışılmış böylesine bir
eser . . . " Sözün burasında aygıtı gösterdi subay, " -yıkılıp gitsin
mi? Ses çıkarılmasın mı buna? Sadece bir yabancı olarak topu
topu birkaç gün için bizim adada bulunsa bile, doğru mu böy
le davranması insanın? Ne var ki, asla vakit kaybetmeye de
gelmez. Benim yargılama yetkimi elimden almaya yönelik ki
mi çalışmalar yapılıyor kumandanlıkta, benim çağrılmadığım
toplantılar düzenleniyor; hatta sizin bugünkü ziyaretiniz, orta
daki durum için bana anlamlı görünüyor; korkak kimseler,
kendileri gelmeyerek sizin gibi yabancı birini buraya yolluyor
lar. Oysa eskiden ne kadar başkaydı infaz işi. İdamdan daha
bir gün önce bütün vadi insanla dolup taşar, herkes olayı gör
mek için koşar gelirdi; sabah erkenden de yanında hanımlarıy
la kumandan görünürdü; fanfarlar bütün karargahı uyandırır,
ben verdiğim tekmille her şeyin hazırlandığını kumandana bil
.
dirirdim. Halk - bütün yüksek rütbeli memurlar infazda hazır
bulunmak zorundaydı - aygıtın çevresine dizilirdi; şu gördüğü
nüz bir yığın hasır sandalye, o günlerden zavallı bir kalıntıdır
yalnız. Aygıt, yeni temizlenmiş, ışıl ışıl parıldardı, her infaz için
yedek parçalar alırdım. Yüzlerce göz önünde - şu tepelere ka
dar geniş bir alanı dolduran insanlar, parmaklarının uçlarına
basıp dikilerek infaz olayını izlerdi - mahkOm bizzat kumandan
tarafından tırmık altına yatırılırdı. Şimdi sıradan bir erin yaptı
ğı iş, o zamanlar benim, yani mahkeme başkanının göreviydi
ve· bundan da onur duyardım. Derken infaz işi başlardı. Hiçbir
148
CEZALILAR KOLONiSi
falsolu ses, aygıtın çalışmasına gölge düşüremezdi. Bazıları
bundan böyle olayı izlemeyi bırakır, gözlerini yumarak kumla
ra uzanırdı. Hepsi bilirdi ki, işte şimdi adalet yerini bulacaktır.
Sessizlikte yalnızca mahkQmun keçe tıkaç tarafından hafifleti
len iniltileri işitilirdi. Artık böyle bir aygıtla mahkQmdan inilti
ler koparılacak gibi değil, keçe tıkaçla boğulup gidiyor hepsi.
Bir zamanlar, mahkQmun vücuduna yazıyı hak eden iğneler
den, bugün kullanılmasına izin verilmeyen yakıcı bir sıvı dam
lardı. Sonunda gelip çatardı altıncı saat. Olayı yakından izle
mek isteyen herkesin isteği yerine getirilemezdi. Keskin görüş
lü kumandan, en başta çocukların dikkate alınmasını buyur
muştu. Ancak ben, işim dolayısıyla her infazda hazır bulunabi
liyor, çokluk sağunda bir, solumda bir olmak üzere kollarımda
iki yavrucak, oracığa çömüp oturuyordum. Nasıl da acılar için
de kıvranan mahkQmun yüzünden bir parıltı bizim yüzümüze
yansır, nasıl da yanaklarımızı en sonunda kavuştuğumuz ve o
sıra yine yavaş yavaş sönmek üzere bulunan adalet ateşine tu
tardık! Ne günlerdi onlar dostum! " Karşısındakinin kimliğini
anlaşılan unutmuştu subay; konuğu kucaklamış, başinı omzuna
yaslamıştı. Konuk, büyük bir şaşkınlık içindeydi; subayın üze
rinden, sabırsızlıkla ötelere bakıyordu. Aygıtı temizleme işini
bitiren subay, bir kutudan çanağın içine biraz pirinç lapası dök
tü. O anda iyice dinlenmiş görünen mahkQm bunu fark eder
fark etmez, dilini lapaya doğru uzatmaya çalıştı. Er, ikide bir
iterek mahkQmu lapadan uzaklaştırmaya uğraşıyordu; çünkü
lapa, daha sonraki bir zaman düşünülerek ortaya konmuştu.
Ancak, erin de kirli ellerini çanağa daldırıp, aç gözlü mahkQ
mun önünde lapadan yemesi yakışıksız bir davranıştı.
Subay, hemen yine toparlamıştı kendini, " Hani sizi duygulan
dırmak değildi niyetim, " diye söze başladı. " Biliyorum, bu geç
miş zamanlar bir başkasına anlatılmaz artık. Sonra, aygıt henüz
çalışıyor ve hiçbir şeyi umursamadan çalışmasını sürdürüyor.
Bu vadide mahkOmun cesedi de, her zamanki gibi havada akıl
almaz yumuşak bir uçuşun ardından çukuru boyluyor. Gerçi
149
CEZALILAR KOLONiSi
eskisi gibi yüzlerce sinek çukurun çevresinde dolanmıyor şim
di, ama olsun. Eskiden çukurun çevresine sağlam bir korkuluk
yerleştirmek zorunda kalmıştık; korkuluk, çoktan sökülüp bir
kenara atıldı! "
Konuk, yüzünü subaydan kaçırmak isteyip boş bakışlarla çev
resine bakındı. Issız vadiyi seyrettiği kanısına kapılan subay,
konuğun ellerini tuttu, çevresinde şöyle bir dönerek onunla
göz göze gelmek istedi: " Şu rezaleti görüyorsunuz, değil mi? "
Konuk sesini çıkarmadı. Subay, bir an kendi haline bıraktı ko
nuğu; bacaklarını açarak, elleri kalçalarında, sesini çıkarama
yıp gözlerini yere indirdi. Sonra cesaret verici bir edayla gü
lümseyerek, " Dün kumandan sizi davet ederken, ben yakını
nızdaydım, " dedi, "onun bu davetini işittim. Kumandanı tanı
rım, davetten güttüğü amacı anladım hemen. Bana karşı hare
kete geçebilecek kadar güçlülüğüne karşın, henüz böyle bir
şeye kalkışamıyor, ama beni sizin gibi batın sayılır bir yaban
cının yargısıyla karşı karşıya bırakmak istiyor. İnce hesaplar
dan koyuluyor yola; çünkü adaya gelişinizin henüz bu ikinci
günü; eski kumandanın nasıl biri olduğunu ve düşüncelerini
tanımadınız; bir Avrupalıya özgü görüş ve kanılar doğrultu
sunda davranıyorsunuz henüz; belki de genellikle idam ceza
sının, özellikle böyle bir yargılama ve infaz yönteminin koyu
bir aleyhtarısınız. Üstelik idam işinin, halkın katılımı olmaksı
zın, kasvetli bir hava içinde, artık biraz yıpranıp aşınmış bir
aygıtla yapıldığını görüyorsunuz; bu durumda - hani kuman
danın düşüncesi böyle - benim yargılama yöntemimi doğru
bulmamanız pekala mümkün, değil mi? Bunu da doğru bul
madınız mı - hala kumandanın açısından konuşuyorum - sus
mayıp açığa vuracaksınız, çünkü bir sürü sınamadan sonra
sağlamlığı anlaşılmış görüşlerinize kuşkusuz güven duymakta
sınız. Gerçi çeşitli ulusların pek çok değişik özelliğini gördü
nüz ve bunları saygıyla karşılamasını öğrendiniz. Dolayısıyla,
yurdunuzda belki yapacağınız gibi, var gücünüzle böyle bir in
faz yöntemine karşı cephe almayabilirsiniz. Ama bunun ku150
CEZALILAR KOLONiSi
mandana da doğrusu hiç gereği yoktur. Şöylece söylenivermiş
dikkatsizce bir söz yeter kendisi için. Sadece isteğine cevap
verir görünsün b\J söz, tamam; sizin görüşünüze hiç de uygun
düşmüyormuş, bakmaz ona. Bütün kurnazlığını kullanarak
ağzınızı arayacağına kuşkum yok. Yanındaki hanımlar da et
rafınızı saracak, konuşmanıza kulak kabartacaklardır. Örne
ğin, siz diyeceksiniz ki: 'Bizde sanık, hüküm giymeden önce
sorgulanır' ya da: 'Bizde idam cezalarından başka cezalar da
vardır' veya: 'Bizde işkence ortaçağda yapılırdı yalnız.' Bunla
rın hepsi de size doğal göründükleri kadar doğru şeylerdir, be
nim yargılama yöntemime gölge düşürmeyen masum açıkla
malardır tümü. Gel gelelim kumandan bu sözlere nasıl baka
caktır? Kumandan beyin hemen oturduğu sandalyeyi bir ke
nara itip balkona seğirteceğini, çevresindeki hanımların da
onun peşinden koşturacaklarını görür, kumandanın sesini işi
tir gibi oluyorum adeta. Hanımlar, onun bu sesine gök gürle
mesi adını takmıştır. Evet, şöyle söze başlıyor kumandan: 'Ba
tı dünyasının, yeryüzündeki ülkelerin yargılama yöntemlerini
incelemekle görevlendirilmiş büyük bir araştırmacısı, bizim
eski gelenek ve göreneklere dayanan yargılama yönteminin
barbarca nitelik taşıdığını az önce dile getirdiler. Böyle ileri
gelen bir kişinin vardığı sonuçtan sonra, söz konusu yargılama
yönteminin uygulanmasına daha çok göz yummam düşünüle
mez. Demek istiyorum ki, bugünden tezi yok . . . vb. ' Bunun
üzerine, siz hemen oradan söze karışmak istiyorsunuz; çünkü
onun açıkladığı şeyleri söylemiş değilsiniz, benim yargılama
yöntemini barbarca göstermediniz asla; tersine, bu konudaki
kapsamlı bilginiz nedeniyle, buna en insancıl ve insan onuru
na en yaraşır bir yöntem diye bakıyorsunuz. Ayrıca, bu aygıta
hayranlık duymaktasınız. Gel gelelim, iş işten geçmiştir artık,
hanımlarla dolup taşan balkona asla çıkamıyorsunuz; dikkati
çekmek istiyorsunuz üzerinize, bağırmak istiyorsunuz, ama
bir hanım eli ağzınızı kapıyor; dolayısıyla, hem benim, hem es
ki kumandanın eseri yıkılıp gidiyor. "
151
CEZALILAR KOLON/Si
Konuk gülümseyecekti, kendini tuttu. Güç sandığı ödev, de
mek bu kadar kolaydı. Kaçamak bir ifade kullanarak, " Benim
nüfuzumu gözünüzde fazla büyütüyorsunuz, " dedi. " Kuman
dan, benim tavsiye mektubumu okudu; yargılama yöntemle
rinden anlamadığımı biliyor. Ben, bu konudaki görüşümü açı
ğa vurdum diyelim; işin dışındaki bir özel kişinin görüşü olur,
rastgele bir kişinin görüşünden daha çok önem taşımaz; yanıl
mıyorsam cezalılar kolonisinde hayli geniş yetkilerle donatıl
mış kumandanın görüşünden çok daha önemsiz nitelik taşıya
cağı kuşku götürmez böyle bir görüşün. Sizin sandığınız gibi,
kumandanın yargılama yöntemlerine ilişkin görüşü bu kadar
kesinse, korkarım o zaman burada uygulanan yöntemin sonu
gelmiş demektir, bu bakımdan benim herhangi bir yardımım
gerekmez. "
Nihayet söylenenleri anlamış mıydı subay? Hayır, hala anla
mamıştı. Hızlı hızlı başını salladı, sonra mahkumla ere şöyle bir
göz attı; mahkumla er, ansızın irkilip pirinç lapasından geriye
çekildi. Derken subay iyice sokuldu konuğa; konuğun yüzüne
değil de, ceketinin belli bir yerine bakarak öncekinden daha
alçak bir sesle, " Siz kumandanı tanımıyorsunuz," dedi. " Gerek
onun, gerek bizim karşımızda - kullanacağım deyimi bağışlayın
lütfen - adeta önyargılardan uzak biri durumundasınız; sizin et
kinizin önemi, inanın bana, ne kadar büyük görülse azdır. Yar
gının infazında yalnızca sizin hazır bulunacağınızı işitmekten
doğrusu mutluluk duymuştum. Kumandanın bu yoldaki direk
tifi, aslında benim aleyhimde alınmış bir karardı, ama işte ben
lehime çeviriyorum bunu. İ nfazda büyücek bir kalabalığın var
lığı durumunda önlenemeyecek yalan yanlış fısıltılar ve kü
çümser bakışlarla dikkatiniz dağılmadan açıklamalarımı dinle
diniz, aygıtı gördünüz ve şimdi de infaz olayını izlemek üzere
siniz. Elbet yargınızı verdiniz artık; bu konuda henüz sizi du
raksatan ufak tefek noktalar kalmışsa, infaz olayını görmeniz
bunları da giderecektir. Şimdi sizden ricam şu: Kumandana
karşı bana yardımcı olunuz! "
152
..CEZALILAR KOLONiSi
Subayın daha fazla konuşmasına fırsat vermeyen konuk, " Bu
nu nasıl yapabilirim ki! " diye sesini yükseltti. " Düpedüz olma
yacak bir şey; size bir zararım dokunmayacağı gibi, bir yararım
da dokunamaz. "
" Hiç de yapamayacağınız şey değil! " diye yanıtladı subay. Ko
nuk, subayın ellerini yumruk yaptığını görünce, biraz endişele
nir gibi oldu. " Hiç de yapamayacağınız şey değil , " diye yinele
di subay, daha bir direterek. " Bu konuda bir plan düşünüyo
rum, başarıya ulaşmaması için neden yok. Siz, nüfuzunuzun bu
işe elvermeyeceğini sanıyorsunuz ama, ben elvereceğini biliyo
rum. Diyelim ki haklısınız; ancak, şimdiki infaz yöntemini ya
şatabilmek için belki yetersiz kalacak çarelerin bile denenmesi
gerekmez mi? Evet, şimdi benim planı dinleyin! Gerçekleşme
si, her şeyden önce bugün infaz yöntemine ilişkin düşüncenizi
açığa vurmakta elden geldiğince çekimser davranmanıza bakı
yor. Doğrudan size bir soru sorulmadıkça, bu konudaki görü
şünüzü asla açığa vurmayın; soru sorulduğu zaman da kesinlik
ten uzak ve kısa olsun yanıtınız; bu konuda kolay kolay bir fi
kir öne süremeyeceğiniz, içerlemiş bulunduğunuz, açıkça ko
nuşmanız gerekirse, aslında sizin için yapılacak tek şeyin lanet
ler savurmak olduğu anlaşılsın. Yalan söyleyin demiyorum, as
la! Sadece kısa yanıtlar verin; örneğin: 'Evet, infazı gördüm' ya
da: 'Evet, gerekli bütün açıklamalar yapıldı, hepsini dinledim'
deyin, tamam. Nihayet, halinizden anlayacakları kızıp içerle
meniz için yeterince neden vardır ortada. Elbet kumandan bu
nu düpedüz yanlış anlayacak ve kendi amacına uygun biçimde
yorumlayacaktır. Planım da buna dayanıyor işte. Yarın ku
mandanlıkta bütün yüksek görevlilerin katılacağı büyük bir
toplantı yapılıyor. Kuşkusuz, kumandan bu çeşit toplantıları
bir gösteriye dönüştürmenin üstesinden gelmiştir hep. Bu
amaçla, her vakit seyircilerle dolup taşan bir galeri yapılmıştır.
Toplantıya ben de katılmak zorundayım; ne var ki, bunu düşü
nünce tiksintiyle sarsılıyor vücudum. Toplantıya sizin de çağrı
lacağınız kesin; bugün toplantıda benim plana uygun davranır-
153
CEZALILAR KOLONiSi
sanız, davet çok önemli bir ricaya dönüşecektir. Ama açıklan
mayan bir nedenle toplantıya davet edilmezseniz, elbet o za
man sizin davet edilmek istediğinizi açıklamamız gerekecektir;
bunu yaparsanız, davet edileceğinize kuşku yok. Diyeceğim,
yarın hanımlarla kumandanın locasında oturacaksınız. Ku
mandan, ikide bir gözlerini kaldırarak sizin orada bulunduğu
nuzdan emin olmak isteyecektir. Gündemdeki ilgisiz, gülünç,
yalnızca salondaki seyirciler düşünülerek saptanmış konuların
- ki çokluk limandaki inşaat konusudur, limandaki inşaat ko
nusu hep - görüşülmesinden sonra, infaz yöntemi de ele alına
caktır. Kumandanın kendisi böyle bir şeye yanaşmaz ya da bu
yeterince çabuk gerçekleşmezse, o zaman siz işi bana bırakın.
Ben, ayağa kalkıp bugünkü infazla ilgili raporumu sunanın.
Pek kısa hani, yalnızca rapor. Böyle bir rapor sunmak, bu gibi
toplantılarda adet değildir ama, olsun, yapacağım ben. Ku
mandan, her vakitki gibi nazik gülümseyerek bana teşekkür
edecek ve kendini tutamayıp eline geçmiş böyle bir fırsatı ka
çırmak istemeyecektir. 'Az önce' - işte bu ve buna benzer söz
lerle başlayacaktır konuşmasına - ' infaz raporu su.n uldu. Ben,
rapora yalnız şu kadarını eklemek isterim ki, özellikle bu infaz
da, kolonimize sonsuz şeref veren ziyareti konusunda hepini
zin bilgi sahibi olduğu büyük bir araştırmacı da hazır bulun
muştur. Aynca, bugünkü toplantımızın önemi, onun şimdi ara
mızdaki varlığıyla bir kat daha artmıştır. Böyle bir durumda,
söz konusu büyük araştırmacıya bizim geleneksel yargılama
yöntemi ve onu izleyen infaz işlemi üzerinde ne düşündüğünü
sormak yerinde bir davranış sayılmaz mı? ' Tabii dört bir yan
dan alkış sesleri yükselecek, ben başta olmak üzere herkes
önerinin lehinde sözler söyleyecektir. Bunun üzerine, kuman
dan, sizin önünüzde eğilerek konuşmasını sürdürecek ve diye
cektir ki: 'Madem öyle, ben de buradaki bütün topluluk adına
kendisine ilgili soruyu yöneltiyorum.' İşte o zaman kalkıp kor
kuluğa doğru yürür, ellerinizi herkesin görebileceği gibi korku
luk üzerine korsunuz; yoksa hanımlar ellerinizi tutup parmak154
CEZALILAR KOLON/Si
larınızla oynarlar. Ve sonunda başlarsınız konuşmaya. Bil
mem, bu an gelip çatana kadar duyacağım heyecana nasıl kat
lanacağım. Konuşmanızda sınır falan tanımayın, gerçeğin sesi
ni duyurun bir güzel, korkuluğun üzerine abanın, gümbür
gümbür öten bir sesle kumandana doğru haykırın, evet haykı
rın görüşünüzü! Ama belki istemezsiniz bunu, böyle davran
mak karakterinize uygun düşmez, belki yurdunuzda böylesi
durumlar söz konusu oldu mu, başka türlü davranılır, bu da
doğru bir şey, bu da yeter tamamen, o vakit hiç ayağa kalkmaz
sınız, sadece birkaç laf edersiniz oturduğunuz yerden, fısıldar
gibi konuşursunuz; öyle ki, ancak altınızda oturan memurlar si
zi işitebilsin, bu kadarı da elverir; infaza katılanların azlığın
dan, gacur gucur dönen çarktan, kopuk kayıştan, iğrenç keçe
tıkaçtan söz açmak zorunda bile değilsiniz asla, hayır değilsi
niz; çünkü bundan ötesini ben üzerime alacağım ve inanın, ya
pacağım konuşma kumandanı salondan kaçırmazsa, kesinlikle
dize getirip kendisini itirafa zorlayacaktır: 'Eski kumandan, se
nin önünde eğiliyorum.' İşte benim plan; gerçekleşmesine yar
dım etmek istemez misiniz? Elbette istersiniz, hatta istemek
zorundasınız. " Sözün burasında, subay iki kolundan yakal �dı
konuğu ve güçlükle soluyarak yüzüne baktı. Son cümleleri o
kadar yüksek sesle söylemişti ki, er ile mahkOm da dikkat ke
sildiler; bir şey anlamamalarına karşın, yemeği bırakıp ağızla
rındaki lokmayı çiğneyerek konuğa baktılar.
Konuğun vereceği yanıt, daha baştan kesinlikle belliydi, bu ko
nuda bir bocalamanın sözü edilemeyeceği kadar görüp geçir
miş biriydi konuk; özü sözü doğru bir adamdı ve kimseden kor
kusu yoktu. Yine de eri ve mahkOmu görüp bir an duraksadı.
Ama sonunda vermesi gereken yanıtı verdi: " Hayır! " Subay,
birçok kez gözlerini kırpıştırdı; ancak, konuktan ayırmadı ba
kışlarını. " Bir açıklama ister miydiniz? " diye sordu konuk. Su
bay, evet anlamında suskun, başını salladı. " Ben, yargılama
yönteminizin karşısındayım," dedi konuk. " Siz, daha bana gü
venip bu işi açmadan önce - bu güveninizi de asla kötüye kul-
155
CEZA LILAR KOLONiSi
lanacak değilim - böyle bir yönteme karşı çıkmamın haklılığı,
bu karşı çıkışımın alabildiğine küçük de olsa bir başarı sağlayıp
sağlayamayacağı üzerinde düşündüm. Bu konuda ilkin kime
başvurmam gerektiği açıktı: Kumandana başvuracaktım elbet.
Sizse bunu daha da açıklığa kavuşturdunuz, ancak kararımı pe
kiştirerek değil; çünkü içtenlikli görüşünüz, her ne kadar dü
şüncemden caydırmadıysa da, duygulandırdı beni. "
Subay sesini çıkarmadı, aygıtın başına dönüp pirinç çubuklar
dan birini tuttu; sonra biraz geriye kaykılıp gözlerini kaldıra
rak, her şeyin yerli yerinde olup olmadığını anlamak ister gibi
hakkaka baktı. Erle mahkfim, birbirleriyle ahbap olmuşa ben
ziyordu; kayışlarla bağlı durumdaki mahkfim, ere bir işarette
bulundu, er de mahkfima doğru eğildi; mahkfim erin kulağına
bir şeyler fısıldadı; er de, peki anlamında başını salladı.
Konuk, subayın ardından giderek, " Ne yapacağımı henüz bil
miyorsunuz," dedi. " Yargılama yöntemiyle ilgili görüşümü ku
mandana bildireceğim, ama bir toplantıda değil, onunla baş
başa konuşarak. Hem burada pek uzun zaman kalacak deği
lim; dolayısıyla, bir toplantıya çağrılmam olanaksız; hemen ya
rın sabah ayrılacağım buradan, en azından gemime dönmüş
olacağım. "
Subay, konuğun sözlerini dinlememişe benziyordu: " İ nfaz
yönteminin doğruluğuna demek inanmadınız," dedi kendi
kendine ve gülümsedi, bir çocuğun saçmalığına gülümseyen ve
bu gülümsemenin ardında kendi gerçek düşüncesini gizleyen
yaşlı bir adamınkine benziyordu gülümsemesi.
" O zaman vakti," dedi nihayet, işe katılmaya bir uyan ve çağ
rıyı içeren aydınlık gözleriyle konuğa baktı.
" Neyin vakti? " diye sordu konuk, ama bir yanıt alamadı.
Subay, mahkfima dönüp onun diliyle, " Serbestsin, " dedi. Mah
kfim ilkin inanamadı. " Evet, serbestsin," diye yineledi subay.
Mahkfimun yüzü, ilk kez gerçek bir dirimselliğe kavuştu. Doğ156
CEZALILAR KOLON/Si
ru muydu işittiği, yoksa subayın yalnızca geçici bir kaprisi miy
di? Yoksa yabancı konuk çalışıp da, onun hayatının bağışlan
masını mı sağlamıştı? Nasıl şeydi bu? Mahkfimun yüzü bütün
bunları sorar gibiydi. Ama uzun sürmedi; ne olursa olsun, ma
dem izin veriliyordu, gerçekten özgürlüğüne kavuşmak istedi
ve tırmığın elverdiği ölçüde silkindi.
" Kayışları koparacaksın, " diye bağırdı subay. " Sakin ol! Şimdi
sökeceğiz onları. " Sonra ere işaret etti, erle kayışlar üzerinde
çalışmaya koyuldu. Mahkfim, bir şey söylemeden sessizce ken
di kendine güldü; bazen yüzünü sola, subaydan yana, bazen de
sağa, erden yana çeviriyor, arada konuğu da unutmuyordu.
Subay, " Çıkar şunu tırmığın altından! " diye emretti ere. Mah
kfimu tırmığın altından çıkarırken erin dikkatli davranması ge
rekiyordu; zaten sabırsızlandığı için mahkfimun sırtı yer yer
sıyrılmış, ufak çapta yara bereler oluşmuştu. Ancak, serbest bı
rakıldıktan sonra, subay mahkfimla pek ilgilenmemeye başla
dı. Konuğa doğru yürüyerek küçük meşin cüzdanını yeniden
çıkardı cebinden, içini karıştırıp sonunda aradığı kağıdı buldu
ve konuğa gösterdi. " Okuyun şunu! " dedi. " Okuyamam, " diye
yanıtladı konuk. "Bu yazılan sökemediğimi söylemiştim. " Su
bay, " Biraz daha dikkatle bakın! " diye üsteledi ve birlikte ya
zıyı okumak için konuğun yanına sokuldu; bu da sonuçsuz ka
lınca, sanki kağıda asla el sürülmemesi gerekiyormuş gibi, ser
çe parmağını hayli yüksekten yazının üzerinde gezdirerek ko
nuğun onu okumasını kolaylaştırmaya çalıştı. Konuk da, hiç
değilse subayı memnun etmek için, şimdi çaba harcamaya baş
lamıştı, ama yazıyı bir türlü sökemedi. Derken subay ilkin ya
zıyı heceledi, ardından hecelemeden okudu tümüyle. " Adil
ol! " yazıyor dedi. " Sanırım okuyabilirsin artık. " Konuk, yazı
nın üzerine o kadar eğildi ki, subay adeta konuğun elinin tema
sından korumak isteyerek kağıdı çekip uzağa aldı. Konuk bun
dan böyle bir şey söylemediyse de, yazıyı hala sökemediği
açıktı. " Adil ol! " yazıyor dedi subay yeniden. Konuk, " Olabi-
157
CEZALILAR KOLON/Si
lir," dedi, " böyle bir yazının kağıt üzerinde bulunduğuna ina
nının. " Subay, " Sorun yok o zaman," diye yanıtladı, hiç değil
se biraz memnundu şimdi; elinde kağıtla merdiveni tırmandı,
kağıdı hakkakın içine yerleştirdi ve çarka anlaşılan eskisinden
değişik bir düzen verdi. Pek de zahmetli bir işti bu; aynca, ala
bildiğine küçük dişliler söz konusu olmalıydı ki, bazen subayın
başı bütünüyle hakkak içinde kayboluyordu, yani çarkın ince
den inceye gözden geçirilmesi gerekmekteydi.
Konuk, subayın çalışmasını aşağıdan aralıksız izliyordu, boynu
kaskatı kesilmişti, güneşin ışınlarına gömülmüş gökyüzüne
bakmaktan gözlerine bir ağn yapışmıştı. Erle mahktlm birbi
riyle meşguldü, başka bir şeye aldırdıkları yoktu. Mahktlmun
gömleğiyle pantolonu, er tarafından çukurun içinden süngü
nün ucuyla çekilip alındı. Mahkum, fena halde pislenmiş göm
leğini gerdelde yıkamaya koyuldu. Sonra gömlekle pantolonu
üzerine geçirdi; ansızın hem mahktlm, hem er kahkahayla gül
dü, çünkü giysiler arkadan kesilerek iki parçaya ayrılmıştı. Bel
ki de mahktlm, eri eğlendirmekle yükümlü görüyordu kendini;
üzerinde yırtık giysiler, yere çömmüş erin çevresinde dolanı
yor, er de gülerek dizlerine vuruyordu; ama orada bulunan su�
bayla konuğu dikkate alarak az sonra yine toparladılar kendi
lerini.
Yukarıda subay işini bitirdikten sonra, bir kez daha gülümse
yerek aygıtın bütün parçalarına baştan aşağı yeniden göz gez
dirdi, o zamana kadar açık duran hakkakın kapağını vurup ka
padı; aşağı inip ilkin çukura, ardından mahktlma baktı; giysile
rini çukurdan çıkarıp giymiş olduğunu görerek bundan mem
nunluk duydu, ellerini yıkamak üzere gerdele yürüdü, gerdel
deki suyun iğrenç pisliğini neden sonra fark etti, böyle bir du
rumda ellerini yıkayamayacağına üzüldü, ellerini yerdeki ku
ma soktu, asıl temizliğin yerini tutacak gibi değilse de, ister is
temez bu kadarla yetinmesi gerekiyordu; ardından doğrulup
üniformasının düğmelerini çözmeye koyuldu; ilkin ceketinin
158
CEZALILAR KOLONiSi
yakasının altına sıkıştırdığı iki hanım mendili ellerine düştü.
" Al, işte mendillerin! " diyerek mahkOma fırlattı bunlan. Ko
nuğa dönerek bir açıklamada bulunur gibi, " Hanımefendilerin
armağanları, " dedi.
Üniformasının ceketini çıkarıp ardından büsbütün soyunmaya
başladı, besbelli gösterdiği aceleye karşın, giysisinin her parça
sına büyük bir özenle davranıyordu; hatta ceketinin gümüş
kordonlarını parmaklarıyla güzelce sıvazladı, sallayıp silkerek
püsküllerden birini düzeltti. Ama giysisinin tek tek her parça
sını elden geçirdikten sonra hemen kaldırıp öfkeyle çukura at
ması, bu özenle hiç bağdaşmıyordu. Sonunda kayışla kısa meç
kalmıştı üzerinde; önce meçi kınından çıkarıp kırdı, sonra par
çalarını, kını, kayışı, tümünü toplayıp öylesine bir savuruşla sa
vurdu ki, çukurun içinde çın çın öterek hepsi bir yana dağıldı.
Şimdi çırılçıplak ortada dikiliyordu subay. Konuk dudaklarını
ısırıyor, bir şey söylemiyordu. İleride ne olacağını bilmiyor de�
ğildi, ama subayın herhangi bir girişimini engellemeye hakkı
yoktu. Savunduğu yargılama yöntemi gerçekten ortadan kaldı
rılmak üzere bulunuyorsa - nedeni de konuğun işe karışmasıy
dı belki, ki buna da konuk kendini yükümlü hissediyordu -, o
zaman subay tamamen doğru davranıyor demekti; subayın ye
rinde olsa, konuğun kendisi de başka türlü davranamazdı.
Erle mahkOm, olup bitenlerden ilkin bir şey anlamamışlardı,
hatta başlarını çevirip baktıkları bile yoktu. MahkOm, mendil
lere yeniden kavuştuğu için pek sevinçliydi, ama sevinci uzun
sürmedi; çünkü er, beklenmedik bir şekilde, acele uzanarak
mendilleri mahkumdan çekip almıştı. Bunun üzerine mahkOm,
erin palaskasının altına soktuğu mendilleri tekrar oradan çekip
çıkarmaya çalıştı; ama er tetikte beklemişti. Böylece boğuşup
durdular bir süre. Ancak subay çırılçıplak soyunduğunda, dik
katleri o yana çevrildi. Özellikle mahkOmun içinde, büyük bir
değişiklik arifesinde bulunduğuna ilişkin bir sezgi belirmişti.
Kendi başına gelecekler, şimdi subayın başına geliyordu. Belki
159
CEZALILAR KOLONiSi
de sonuna kadar götürülecekti iş. Böyle olmasını belki de ya
bancı konuk istemişti. Yani bir öç almadan başka şey değildi
bu. Çektirilmek istenen acıları sonuna kadar çekmemişti ken
disi; ama aynı acılar subaya sonuna kadar çektirilecek, öcü alı
nacaktı. Ansızın mahkOmun yüzünde geniş ve suskun bir gü
lümseme belirip bir daha da kaybolmadı.
Ama subay, aygıta dönmüştü yüzünü. Aygıtın dilinden iyi an
ladığı daha önce görülmüşse de, şimdi onu nasıl kullandığına
ve isteklerine aygıtın nasıl boyun eğdiğine tanık olmak insanı
adeta şaşkına çeviriyordu. Elini tırmığa yaklaştırması, tırmığın
kendisini alıp kabul etmek üzere gerekli konumu ele geçirene
kadar birkaç kez inip çıkmasına yetmiş, kenarından tutar tut
maz yatak titreşime geçmişti; derken keçe tıkaç, karşıdan suba
yın ağzına doğru yaklaştı. Subay, ilkin tıkacı istemezmiş gibi
göründü, ama yalnızca bir an sürdü duraksaması, çok geçme
den boyun eğip tıkacı benimsedi. Her şey hazırdı, sadece kayış
lar henüz yanlardan sarkıyordu, ama belli ki ihtiyaç yoktu bun
lara, subayın bağlanmaması gerekiyordu. Birden mahkOmun
gözü, çözük kayışlara ilişti; kayışlar bağlanmadı mı, kanısınca
yargının infazı mükemmel olamazdı; bu yüzden ere çarçabuk
işaret etti, subayı bağlamak için birlikte seğirttiler. O anda ma
nivelayı itip hakkakı harekete geçirmek için bir ayağını uzatan
subay, mahk.Omla erin yaklaştığını görerek ayağını çekip geri
ye aldı ve kayışlarla bağlanmasına göz yumdu. Kuşkusuz bağlı
durumda manivelaya erişemezdi artık; oysa manivelanın yeri
ni ne er, ne mahkQm bulabilirdi; konuğa gelince, elini hiçbir şe
ye sürmemeye kararlıydı. Ancak, gereksizliği de anlaşıldı bu
nun; çünkü kayışlar bağlanır bağlanmaz, aygıt çalışmaya, yatak
titreşmeye, iğneler subayın cildi üzerine inip kalkmaya başladı;
tırmık boşlukta bir aşağı, bir yukarı süzülüyordu. Konuk, an
cak bir süre gözlerini dikip baktıktan sonra, hakkaktaki bir
çarkın gıcırdaması gerektiğini anımsadı; oysa her şey sessizdi,
en küçük bir gıcırtı işitilmiyordu.
160
CEZALILAR KOLONiSi
Aygıt sessiz çalıştığı için, dikkati hiç çekmiyordu. Konuğun
gözleri, karşıda dikilen erle mahkOmdaydı. MahkOm ere göre
daha hareketliydi; aygıttaki her şeyle ilgileniyor, bazen eğili
yor, bazen doğrulup ayaklan üzerinde dikiliyor, işaret parma
ğını uzatarak ere hep bir şeyler göstermek istiyordu. Konuk
için tatsız bir durumdu doğrusu. İ şin sonuna kadar bir yere ay
rılmamayı kafasına koymuştu, ama erle mahkOmu o durumda
görmeye de daha çok katlanamayacaktı. " Haydi evlerinize! "
dedi her ikisine birden. Belki er karşı koymayacaktı, ama mah
kOm bu buyruğu düpedüz bir ceza olarak gördü. Ellerini kavuş
turup, erin kalmasına izin vermesi için konuğa yalvarıp yakar
dı; hatta konuk hayır anlamında başım sallayarak diretince, ye
re diz çöktü. Buyrukların böyle bir yerde para etmediğini gö
ren konuk, erle mahkOmu kovup uzaklaştırmak için karşı tara
fa geçmek istedi. Derken yukarıdan, hakkakın içinden kopup
gelen bir gürültü işitti, başını kaldırıp baktı, yanılmamıştı de
mek, çarklardan biri gerçekten bozuk düzen çalışıyordu. Hak
kakın kapağı usulcacık kalktı ilkin, derken tak diye birden açıl
dı, bir dişlinin sivri uçlan göründü, sivri uçlar yukarıya kalktı ve
çok geçmeden çarkın tümü açığa çıktı; sanki bir büyük güç hak
kakı sıkıştırıyor, çarka aygıtta yer bırakmıyordu. Çark, hakka
kın kenarına kadar dönüp geldi sonra aşağı düştü, dik durum
da kumların içinde biraz yuvarlanıp hareketsiz kaldı. Ama he
men ardından bir başka çark göründü yukarıda; onu birbirin
den pek ayırt edilemeyecek irili ufaklı bir sürü başka çark izle
di; aygıtın içinin artık boşaldığı sanılırken bu kez pek çok sayı
da çarktan oluşan yeni bir grup beliriyor, derken her biri yere
düşüyor çarkların, bir süre kumlarda yuvarlanıyor, ardından
yere serilip kalıyordu. Bu olay, konuğun buyruğunu mahkO
mun büsbütün unutmasına yol açmış, çarklar mahkOmu bayağı
büyülemişti; boyuna aralarından birini yakalamak istiyor, eri
yardıma çağırıyor, ama birden irkilerek elini geri çekiyordu,
çünkü hemen arkadan bir başka çark çıkıp geliyor, bu da hiç
değilse ilerden yuvarlanmış gelirken, içine korku salıyordu.
161
CEZALILAR KOLONiSi
Konuğa gelince, durumdan pek tedirgindi, aygıt besbelli parça
lanıp dağılıyordu, sessiz sakin işleyişi, yanıltıcı bir izlenimdi sa
dece. O anda subay, kendi başının çaresine bakacak durumda
değildi; dolayısıyla, konuğun içinde subayın yardımına koşma
sı gerektiği gibi bir duygu belirdi. Ancak, bütün dikkatini çark
lar. kendi üzerine çektiğinden, aygıtın kalan bölümüne bir göz
atmayı unutmuştu; ama şimdi, son çarkın hakkaktan ayrılması
nın ardından tırmık üzerine eğildiğinde, öncekinden de kötü
bir sürprizle karşılaştı. Tırmık yazmıyor, uçlarını cilt içine ba
tırmakla yetiniyordu, yatak ise vücudu bir yerden bir yere yu
varlamıyor, onu sadece kaldırıp iğnelerin ağzına veriyordu.
Konuk işe el atmayı, başarabilirse aygıtın çalışmasını tümüyle
durdurmayı düşündü; çünkü olay, subayın amaçladığı gibi iş
kence niteliği taşımaktan çıkmış, doğrudan cinayete dönüş
müştü. Konuk, ellerini ileri uzattı; ama o anda tırmık, yan tara
fında subayın iğnelere geçirilmiş vücuduyla havaya kalktı; oy
sa bu, normal olarak on ikinci saatte yapacağı şeydi. Sanki yüz
ayrı oluktan boşanırcasına akmaya başlamıştı kan; ancak, suy
la karışık değildi, su akıtan borucuklar da bu kez görevlerini
yapmamıştı. Ve nihayet son işlevini de yerine getirmeye yanaş
madı aygıt: Vücut, tırmığın uzun iğnelerinden bir türlü çözülüp
ayrılamadı; kanı akıyor, ne var ki vücudun kendisi çukurun içi
ne düşmeden kalıyordu. Tırmık eski durumunu almak üzere
hareket etmek istiyor, ama yükten henüz kurtulamadığının
kendisi de bilincindeymiş gibi, çukur üzerinde beklemesini sür
dürüyordu. Karşıda dikilen erle mahkfima, " Ne duruyorsunuz,
yardım etsenize! " diye seslendi konuk ve subayın ayaklarına
yapıştı. Kendisi subayın ayaklarından itecek, karşıdan da her
ikisi subayın başını tutacak, böylece onu kaldırıp iğnelerin al
tından alacaklardı. Ama erle mahkfim yardıma gelmekte du
raksadı; mahkfim düpedüz sırtını çevirmişti subaya; anlaşılan
onları subayın başını tutmaya zorlamak gerekiyordu. Bu ara
da, adeta istemeyerek, ölmüş subayın yüzünü gördü konuk.
Tıpkı sağlığındakinin aynı yüzdü; üzerinde o vaat edilen esen162
CEZALILAR KOLONiSi
likten iz eser yoktu; başkalarının aygıtta bulduğu sona kavuşa
mamıştı subay; dudakları sımsıkı birbirine bastırılmıştı, açık
gözlerinde adeta bir yaşam ifadesi okunuyordu, bakışı sakin ve
inanç doluydu, alnına büyük çelik iğnenin ucu gömülmüştü.
Konuk, erle mahkQmun önü sıra yürüyüp binalara gelince, iç
lerinden birini gösteren er, " İşte çayevi," dedi. Bir binanın ze
min katında mağarayı andıran duvarlarıyla tavanı dumandan
kararmış alçacık bir yerdi burası. Yola bakan cephesi tümüyle
açıktı. Gerek kumandanın saray biçimindeki konutları, gerek
kolonideki tümü pek harap öbür binalarla arasında pek ayrım
seçilmemesine karşın, konuğun üzerinde tarihi bir yapı izleni
mi uyandırmıştı; birden çayevine sokularak, yanında erle mah
kQm, yol üzerine atılmış boş masalar arasından ilerledi. İçeri
den gelen serin ve küflü havayı soluyordu. " Eski kumandan iş
te burada gömülü, " dedi er. " Rahipler ona gömütlükte yer ver
mekten kaçındı. Bir süre nereye gömüleceği konusunda kara
ra varılamadı, sonunda burada toprağa verildi. Subay, bundan
size hiç söz açmamıştır kuşkusuz, çünkü durumdan en çok
utanç duyan kendisi oldu. Hatta birkaç kez geceleyin gelip es
ki kumandanı mezarından çıkarmayı denedi, ama her seferin
de kovulup uzaklaştırıldı. " Ere bir türlü inanamayan konuk,
" Nerede mezar? " diye sordu. Erle mahkQm, her ikisi birden
konuğun önü sıra seğirtip sözde mezarın bulunduğu yeri gös
terdiler. Konuğu alıp çayevinin arka duvarına götürdüler. Ma
saların birkaçında müşteriler oturuyordu. Limanda çalışan işçi
lerdi belki, kısa ve kara top sakallan ışıl ışıl parıldayan güçlü
kuvvetli adamlardı. Hiçbirinin üzerinde giysi yoktu, gömlekle
ri yırtık yırtıktı, yoksul, aşağılanmış insanlardı hepsi. Konuğun
yaklaştığını gören birkaçı doğruldu, geri geri çekilip arkalarını
duvara vererek ona bakmaya başladı. Konuğun çevresinde,
" Bir yabancı; mezarı görmek istiyor," diye bir fısıldaşma oldu.
İ tilip kenara alınan bir masanın altından bir mezar taşı çıktı or
taya. Masanın altında saklı tutulabilecek kadar alçak bir taştı,
üzerine pek küçük harflerle bir yazı oyulmuştu. Konuk, yazıyı
163
CEZALILAR KOLONiSi
okuyabilmek için yere diz çökmek zorunda kaldı. Yazıda şöy
le deniliyordu: " Burada eski kumandan yatmaktadır. Artık or
tada görünmemeleri gereken taraftarları, kendisine bu mezarı
hazırladı ve bu kitabeyi başucuna dikti. Bir kehanete göre, ku
mandan yıllar sonra dirilecek ve taraftarlarını alarak buradan
çıkıp koloniyi yeniden ele geçirecek. İnanın ve bekleyin! " Ya
zıyı okuyup doğrulan konuk, çevresinde dikilen adamların gü
lümsediklerini gördü; sanki adamlar yazıyı kendisiyle birlikte
okumuşlardı da, gülünç bulmuşlardı ve konuğu da kendi gö
rüşlerine katılmaya çağırıyorlardı. Konuk bunu fark etmemiş
gibi yaparak adamlara biraz para dağıttı, masa yine eski yerine
itilip mezarın üzeri örtülünceye kadar bekledi, sonra çayevin
den ayrılıp limana doğru yürüdü.
Erle mahkOm, çayevinde tanıdıklara rastlamış ve onlar tarafın
dan alıkonulmuştu. Ama çok geçmeden tanıdıkların ellerinden
kurtulmuş olacaklardı ki, kayıklara inen uzun merdiveni yan
lamış konuğun ardından seğirttiler. Belki de amaçlan, son an
da onları da alıp birlikte götürmeye konuğu zorlamaktı. Ko
nuk, kendisini gemiye götürmek üzere aşağıda bir kayıkçıyla
pazarlık ederken, erle mahkQm doludizgin merdivenden indi
ler; sesleri çıkmıyor, bağırmayı göze alamıyorlardı. Aşağıya
vardıklarında, konuk kayığa binmiş bulunuyordu ve kayıkçı
palamarı çözmek üzereydi. Erle mahkQm henüz kayığa atlaya
bilirdi; ama konuk, yerden düğüm yapılmış ağır bir halatı kal
dırıp gözdağı verircesine her ikisine doğru salladı, onları böyle
bir şeye kalkışmaktan alıkoydu.
164
BiR KÖY HEKiMi
Babama
YENİ AVUKAT
Yeni bir avukatımız var: Dr. Bucephalus. Dış görünüşünde
Makedonyalı İskender'e savaş atı olarak hizmet ettiği zamanı
anımsatacak pek bir özellik seçilmiyor. Ne var ki, duruma aşi
na olanlar kimi özellikler keşfedebilir bu görünüşte. Ama yine
de geçen gün adliye sarayının dış merdivenlerinde hayli saf bir
mübaşire rastladım; Avukat Bucephalus, ayaklarını iyice kal
dırıp mermer basamaklar üzerinde çın çın öten adımlarla mer
divenleri çıkarken, at yarışlarının küçük bir müdavimine özgü
uzman bakışlarla hayran hayran onu seyrediyordu.
Genellikle baro, Bucephalus'un üyeliğe kabulüne karşı değil.
Bucephalus'un günümüz toplum düzeninde zor durumda bu
lunduğunu, gerek bu yüzden, gerek dünya tarihi açısından taşı
dığı önem dolayısıyla ona gösterilecek anlayışı hak ettiğini her
kes şaşılacak bir kavrayışla kendi kendine itiraf ediyor. Günü
müzde - doğrusu kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçek bu - Bü
yük İskender diye biri yok. Gerçi cana kıymaların üstesinden
gelen kimi insanlara rastlanıyor bala; mızrağı şölen masası üze
rinden fırlatıp karşıdaki dostuna isabet ettirme ustalığı da he
nüz yitirilmiş değil; öte yandan, Makedonya kendilerine dar ge
lip, baba Philippe'e lanetler savuran pek çok kişi bulunuyor; an
cak, bir orduyu alıp Hindistan'a götürecek hiç, ama hiç kimse
yok. Eskiden de Hindistan kapılarına ulaşılamamış, ama kralın
kılıcı söz konusu yönü belirlemişti. Bugün kapılar bambaşka bir
yöne, daha ilerilere ve yükseklere taşındı, onların bulunduğu
yönü gösterecek kimse seçilmiyor ortalıkta; çok kişi elinde kılıç
tutuyor, ama yalnızca havada hızlı hızlı sallamak için; kılıcın de
vinimleri izlenmek istendi mi, bakışlar serseme dönüyor.
165
BiR KOY HEKiM/
Belki de bu yüzden en iyisi, Bucephalus gibi yasa kitaplannın
içine gömülmektir. Üzerindeki binicinin ağırlığını özgür sağn
lannda duymaksızın, sessiz yanan lambanın ışığında, İskender
Savaşı'nın dağdağasından uzak, bizim eski kitaplan okuyor
Bucephalus, sayfalan çevirip duruyor.
166
BiR KOY HEKiMi
BİR KÖY HEKİMİ
Ne yapacağımı enikonu şaşırmış durumdaydım. Acele yola çık
mam gerekiyordu; ağır bir hasta on mil uzaktaki bir köyde beni
bekliyor, sert bir tipi ise onunla aramdaki geniş mekanı doldu
ruyordu. Bir arabam vardı hafif, tekerlekleri büyük, tam bizim
köy yollarına göre; kürk paltoma bürünmüş, elimde çanta, yola
çıkmaya hazır, avluda dikilmeye başlamıştım; gel gelelim at yok
tu arabaya koşacak, at! Kendi atım bir önceki gün, bu buzsu kış
mevsiminde fazla zorlandığından ölüp gitmişti; hizmetçim,
ödünç bir at bulmak üzere köyde sağa sola seğirtiyordu. Ama
umutsuz bir çabaydı, bunu biliyor ve gittikçe karla örtülüp devi
nim gücümü yitirerek avluda bekliyordum. Derken, elinde fene
ri sallayarak bahçe kapısında hizmetçim göründü, yalnızdı; tabii,
kim şu anda böyle bir yolculuk için atını ödünç verirdi. Bir kez
daha boydan boya adımladım avluyu; bir çare bulamıyordum;
dalgın, içim içimi yiyerek, yıllardır kullanılmayan domuz ahırı
nın kırık dökük kapısını ayağımla ittim. Kapı açıldı ve menteşe
yerlerinden gıcırdayarak gidip gelmeye başladı. At kokusuna
benzer bir koku ve sıcaklık dışarı vurdu ahırdan. Puslu bir fener,
bir ipin ucunda sallanıyordu. Derken, alçak tavanlı ahırda çöm
müş oturan bir adamın mavi gözlü yayvan yüzü göründü. " Ara
bayı koşayım mı? " diye sordu adam, elleri ve ayaklarının üze
rinde sürünerek çıkıp geldi. Ne söyleyeceğimi bilemedim, ahır
da adamdan başka şeyler de var mıdır acaba diyerek eğilip içe
ri baktım sadece. Hizmetçim, yanı başımda dikiliyordu: " Kendi
evinde ne var, ne yok bilmiyor insan," deyince, ikimiz de gül
dük. O anda birden, " Haydi oğlum, haydi kızım! " diye sesini
yükseltti seyis; iki at, sağrıları güçlü iki yaman hayvan, bacakla167
BiR KÖY HEKiMi
n iyice kannlanna çekik, güzel biçimli başlarını develer gibi eğip
gövdelerini sağa sola kıvırarak, tümüyle doldurdukları kapı boş
luğundan çıktı. Dışarıda vücutlarından yoğun buğular salarak,
uzun bacaklarının üzerinde dimdik doğruldular. " Sen de yardım
et! " dedim hizmetçime; uysal kız, koşumları seyise uzatmak
üzere koştu. Ama seyis, yanına gelir gelmez kıza sarıldı hemen,
yüzünü yüzüne yapıştırdı. Bir çığlık atan kız kaçıp yanıma dönü
yor. Yanağına gömülmüş iki sıra dişin kırmızı izlerini görüyo
rum. " Seni hayvan seni ! " diye bağırıyorum tepem atmış. " Kır
baçlanmak mı istiyor canın? " Ama hemen aklımı başuna toplu
yor, adamın yabancı biri olduğunu, nereden çıkıp geldiğini bil
mediğimi, başkaları yardım elini uzatmazken onun kendi gön
lüyle imdadıma koşup beni güç durumdan kurtarmaya çalıştığı
nı düşünüyorum. Sanki aklımdan geçenleri sezmiş gibi, adam da
savurduğum tehdide aldırmıyor, atlan hazırlamaya ara verme
den sadece bir kez dönüp bana bakıyor. " Haydi binin! " diyor
ardından ve bakıyorum, gerçekten her şey hazır. Böylesine gü
zel bir arabayla - hemen algılıyorum güzelliğini - şimdiye kadar
bir yere gitmedim; güle oynaya biniyor, " Ama arabayı ben süre
ceğim, sen yolu bilmezsin, " diyorum. " Elbette ! " diyor seyis.
" Ben zaten burada, Rosa'mn yanında kalacağım. " - "Hayır! Ha
yır! " diye bağırıyor Rosa ve başına geleceklerin önsezisiyle ko
şarak kendini evden içeri atıyor; emniyet zincirinin kapıya takıl
dığını işitiyorum; kapının kilidi çat diye kilitleniyor. İzini kay
bettirmek isteyen Rosa'mn ilkin holdeki, sonra odadan odaya
seğirterek bütün evdeki ışıklan söndürdüğünü görüyorum. " Sen
de benimle geleceksin! " diyorum seyise. "Yoksa istediği kadar
önemli olsun, çıkmam bu yolculuğa. Yolculuğun bedeli olarak
kızı sana bırakmak aklımın ucundan geçmez. " - " Deh! " diyor
seyis, elini çırpıyor; araba, akıntıya kapılmış bir tahta parçası gi
bi hızla çekilip götürülüyor ileriye; seyisin yüklenmesiyle kapı
nın çatırdayıp kırıldığını işitiyorum; tüm duyumlarıma aynı öl
çüde nüfuz eden bir uğultu, gözlerimle kulaklarımı dolduruyor.
Ama bu bir an sürüyor yalnızca; hemen benim avlu kapısının
168
BiR KÖY HEKiMi
önünde hastanın evinin avlusu başlıyormuş gibi, gideceğim yere
varıyorum; atlar sessiz duruyor; dört bir yanda ay ışığı.
Hastanın annesiyle babası evden koşarak geliyor; en arkada
hastanın kız kardeşi; beni arabadan adeta kucaklayıp indiri
yorlar. Karmakarışık konuşmalardan bir şey anlamıyorum;
hasta odasındaki hava pek solunacak gibi değil; kimsenin ilgi
lenmediği ocak tütüyor; pencereyi açacağım; ama ilkin hastayı
görmek istiyorum; zayıf düşmüş, ateşli olmayan, ne soğuk, ne
sıcak bir vücut; boş bakışlarla yorganın altında çırılçıplak doğ
ruluyor delikanlı, boynuma asılarak kulağıma fısıldıyor: "Bıra
kın beni, öleyim doktor! " Çevreme bakınıyorum; bu sözleri
benden başkası işitmedi, oğlanın annesiyle babası, suskun, öne
doğru eğilmiş, vereceğim yargıyı bekliyorlar; kız kardeş, çan
tam için bir sandalye getiriyor. Çantayı açıp içindeki aletleri
karıştırıyorum; oğlan yattığı yerden sürekli ellerini uzatıyor
bana, ricasını anımsatmak istiyor; çantadan bir pens alıp mum
ışığında gözden geçirdikten sonra tekrar yerine koyuyorum.
" Evet," diye düşünüyorum günaha girerek, " böylesi .durumlar
da tanrılar yardım ediyor, eksik atı yolluyor, sonra işin acele
sinden ötürü bir ikinci atı birincisinin yanına katıyor, fazladan
bir de seyis bağışlıyorlar. " Ancak şimdi Rosa geliyor aklıma;
nasıl etsem, nasıl kurtarsam onu? Kızı bu seyisin altından nasıl
çekip alsam, kendisinden on mil uzakta, arabamın önünde
böyle zaptedilemeyen atlar? O anda bir yolunu bulup koşum
larını gevşeten, pencereleri anlayamadığım bir şekilde dışarı
dan itip açan, her biri bir pencereden başını uzatıp, içerdekile
rin bağırmalarına aldırmayarak hastayı süzen bu atlar! Sanki
beni yola çıkmaya çağırıyorlarmış gibi, "Hemen gidiyoruz," di
ye geçiriyorum içimden, ama beni sıcaktan sersemlemiş sanan
kız kardeşin sırtımdan kürkümü almasına göz yumuyorum.
Bir kadeh rom çıkarılıyor önüme, yaşlı adam omzuma vuruyor;
pek sevdiği içkiden bana ikram edişi, bu teklifsizliğini bağışlatı
yor adeta. Hayır anlamında başımı sallıyorum; yaşlı adamın bu
169
BiR KÖY HEKiMi
kıt görüşlülüğü karşısında midem bulanabilir; sırf bu yüzden ro
mu içmeye yanaşmıyorum. Yatağın başında dikilmiş duran an
ne beni yanma çağırıyor; gidiyorum; atlardan biri yüksek sesle
odanın tavanına doğru kişnerken başımı oğlanın göğsüne dayı
yorum, oğlan ıslak sakalımın altında ürperiyor. Sezdiğim şeyin
doğrulandığını görüyorum: Oğlan sağlıklı; kan dolaşımı biraz
düzensiz, sevecen anne tarafından tıka basa kahveyle doldurul
muş midesi; en iyisi, onu bir tekmeyle yataktan dışarı atmak.
Ama ben bu dünyayı düzeltmeye çıkmadım, oğlanın yatmasına
engel olmuyorum. Hükümet tabibi olarak çalışıyor, görevimi
en son sınırına, adeta bu sının aşacak noktaya kadar yapıyo
rum. Aldığım ücret iyi sayılmaz, öyleyken yoksullara karşı elim
açık ve yardımsever biriyim. Önce Rosa 'yı düşünmem gereki
yor, sonra oğlan varsın haklı olsun, nihayet ben de ölmek isti
yorum. Burada, bu sonu gelmeyen kışta işim ne? Kendi atım öl
dü, köyde atını bana ödünç verecek kimse çıkmadı. Arabaya
koşacağım atlan domuz ahırından sağlamak zorunda kaldım;
tesadüfen at bulunmasaydı, domuzlan arabaya koşmam gere
kecekti. İşte böyle! Ve aile üyelerine başımı sallayarak veda et
mek istiyorum. Onların bu durumdan haberleri yok; olsa da
inanmazlar. Reçete yazmak kolay, ama insanlarla anlaşmak
güç. Eh, demek buradaki ziyaretim sona ermiş, yine boş yere
zahmete girmiştim; alıştım artık; kapımdaki gece zilinden ya
rarlanıp bütün köy halkı beni rahatsız edip duruyor. Ama bu
kez üstelik Rosa'yı, tarafımdan pek umursanmaksızın yıllardır
evimde yaşayıp giden bu güzel kızı feda etmek zorunda bırakı
lıyorum. Böyle bir fedakarlık benim için fazlasıyla büyük; ne
kadar istese de Rosa'yı bana geri veremeyecek bu ailenin üze
rine atılmamak için çareyi birtakım zeka oyunlarına başvur
makta buluyor, kafamda, söz konusu fedakarlığı geçici süre ye
ni bir biçime sokuyorum. Alet çantamı kaparak kürkümü getir
melerini işaret ediyor, gel gelelim elindeki rom kadehini kokla
yan babayı, galiba tarafımdan düş kırıklığına uğratılmış - iyi
ama, bu insanlar ne bekliyorlar benden? - ve gözleri yaşla dO:.
170
BiR KÖY HEKiMi
lup dudaklarını ısıran anneyi, elinde kana bulanmış havluyu sal
layan kız kardeşi hep bir arada dikiliyor görünce, oğlanın ger
çekten hasta olabileceğini gerekirse kabule hazır bir yüz takını
yorum. Oğlanın yanına varıyorum derken; kendisine çorbaların
en besleyicisini getiriyorrnuşum gibi bana gülümsüyor. Ah, tam
o anda ikisi de kişnemeye başlıyor atların; yüce bir makam ta
rafından düzenlenen bu gürültünün belki de oğlanın muayene
sini kolaylaştırması isteniyor. Derken, şu sonuca varıyorum:
Evet, oğlan hasta; sağ böğründe, kalça bölgesinde açılmış avuç
içi kadar bir yara var. Gül pembesi; ortası koyu, kenarlara doğ
ru açılan bir sürü pembe nüansı; hafif pütürlü bir yara; kimi yer
de az, kimi yerde çok birikmiş kan; yer üstündeki bir maden
ocağını andırıyor yara. Uzaktan böyle. Yakından bakınca, işi
zorlaştıran bir başka neden kendini açığa vuruyor. Hafif bir ıs
lık koyvermeden kim katlanabilir? Serçe parmak kalınlık ve
uzunluğunda kurtlar; kendi renkleri pembe; aynca, kana bulan
mış gövdeleri; bir uçlan yaranın içinde; beyaz başçık.lan ve bir
sürü ayakçıklanyla kıvrılıp bükülerek aydınlığa çıkmaya savaşı
yorlar. Zavallı çocuk! Sana yardım edilemez artık. Senin o bü
yük yaranı bulup ortaya çıkardım; böğründeki bu çiçek yüzün
den mahvolup gideceksin. Oğlanın ailesi mutluluk içinde; beni
iş başında görüyor; kız kardeş anneye söylüyor bunu, anne ba
baya, baba da, açık kapıdan odaya vurmuş ay ışığında içeri sü
zülen ve parmak uçlarına basıp ileriye uzatılmış kollarıyla den
gelerini sağlamaya çalışan birkaç konuğa iletiyor.
Oğlan yarasının içindeki kımıl kımıl yaşamdan gözleri kamaş
mış, " Beni kurtaracak mısınız, doktor? " diye fısıldıyor hıçkıra
rak. Benim bölgemdeki insanlar böyledir, hep yapamayacağı şe
yi isterler hekimden. Eski inançlarını yitirmişlerdir; rahip, evin
de oturmuş, ayin giysilerini can sıkıntısından art arda yolup du
rurken, hekimden o sevecen cerrah eliyle bütün işi görmesini
beklerler. Eh, nasıl isterseniz, ben kendim size hizmet edeyim
demedim; beni kutsal amaçlar uğrunda kullanmaya kalkarsanız,
buna da ses çıkarmam; hizmetçisi elinden alınmış yaşlı bir köy
171
BiR KÖY HEKiMi
hekimi için bundan iyisi can sağlığı. Derken geliyorlar: Oğlanın
ailesi ve köyün yaşlıları; beni soyuyorlar; başlarında öğretmen
leriyle bir okul korosu evin karşısına geçiyor ve aşağıdaki güfte
yi içeren alabildiğine yalın bir ezgiyi okumaya başlıyor:
Soyun giysilerini, iyi eder o zaman
Baktınız iyi etmedi, öldürün gitsin!
Bir hekimden başka nedir ki
Bir hekimden başka nedir kil
Giysilerimi çıkarıp alıyorlar üzerimden; parmaklarım sakalım
da, başımı eğerek serinkanlılıkla oradakilere bakıyorum. Ken
dime tastamam hakimim; oradakilerin hepsinden üstün du
rumdayım ve öyle de kalıyorum; oysa bunun bana bir yaran
dokunmuyor, başımdan ve ayaklarımdan tutup beni yatağa gö
türerek, duvardan yana, oğlanın yarasının bulunduğu tarafa
yatırıyorlar. Sonra hep birlikte çıkıp gidiyorlar odadan; kapı
kapatılıyor; yorgan, sıcak sıcak sarıyor beni; pencerelerde atla
rın başlarının silueti kımıldıyor. " Biliyor musun ?" diye kulağı
ma fısıldıyor bir ses. " Sana güvenim pek az. Çünkü sen de bir
yerde baştan atıldın, kendi ayağınla gelmedin buraya. Bana
yardım edecekken, benim ölüm döşeğimi daraltıyorsun. En iyi
si, tırnaklarımla gözlerini oymam." - " Doğru! " diyorum. " Yüz
karası bir durum. Ama hekim olmuşum bir kez, ne yapayım?
İ nan ki, benim için de kolay değil. " - "Bu özürle yetineyim mi?
Ah, sanırım yetinmem de gerekiyor. Hep yetinmem gerekiyor.
Güzel bir yarayla dünyaya geldim; varım yoğum bu yaraydı. " " Genç dostum! " diye yanıtlıyorum. "Hatan şurada: Durumu
bütünüyle göremiyorsun: Şimdiye kadar çevrede pek çok has
ta odasında bulundum; sana şunu söyleyeyim ki, yaranın duru
mu pek de kötü değil, vücutla dar açı yapan iki balta darbesi
nin yol açtığı bir yara. Pek çok kimse böğrünü sunar, ormanda
balta sesini, hele sesin kendilerine yaklaştığını işitmez pek. " " Gerçekten öyle mi, yoksa bu ateşli durumumda beni aidatı-
172
BiR KÖY HEKiMi
yor musun? " - " Gerçekten öyle; bir hükümet doktorunun na
mus sözünü öbür dünyaya yanında götürebilirsin. " Ve bu na
mus sözünü kabullendi oğlan, sesi kesildi.
Ama kendimi nasıl kurtaracağımı düşünmenin zamanıydı. Ha
la atlar sadakatle yerlerinde duruyordu. Giysilerimi, kürk pal
tomu ve çantamı çarçabuk toparladım, giyinmekle oyalanmak
istemiyordum. Atlar gelişteki gibi yine öyle hızlı giderse, ade
ta bir sıçrayışta bu yataktan uzaklaşıp gözümü kendi yatağım
da açabilirdim. Atın biri, uysal uysal, pencereden çekildi; elim
dekileri arabadan içeri savurdum; kürk palto fazla ötelere
uçup gitti, yenlerinden biri bir çengele takıldı. Bu kadarına da
şükür! Ata atladım. Yerde sürüklenen koşulmamış koşumlar;
birbirine pek bağlı olmayan atlar; arkada sağa sola yalpalayan
araba ve nihayet karlar içinde sürüklenen kürk palto. " Deeh! "
demiştim, ama atlar hızlı gitmiyordu; yaşlı adamlar gibi ağır
aksak, kar çölünde ilerliyorduk; çocukların gerçekle bağdaş
mayan yeni şarkısı arkamızda uzun süre yankılanıp durdu:
Sevinin ey hastalar
Hekim yatagınıza yattı.
Bu tempoyla asla eve varamayacağım; o güzelim işim gitti el
den; yerimi almak isteyen biri hastalarımı çalıyor. Ama boşu
na; çünkü yerimi dolduramayacak. Evimde o mendebur seyis
ortalığı kasıp kavuruyor, Rosa'yı kurban yaptı kendine, bunu
daha çok düşünmek istemiyorum. Çırılçıplak, bu alabildiğine
mutsuz çağın ayazına açık, dünyevi olmayan atlarla ben yaşlı
adam, sağda solda dolanıp duruyorum. Kürk paltom arabanın
arkasından sarkıyor, ama ulaşamıyorum ona, ayakta gezip do
laşabilen rezil hastalardan hiçbiri bana yardım için parmağını
bile oynatayım demiyor. Aldatıldım! Aldatıldım ! Gece çıngıra
ğının yanıltıcı sesine bir kez uyuldu, asla giderilemez artık.
173
BiR KÖY HEKiMi
GALERİ DE
Sirkte çalışan, ciğerlerinden rahatsız sıska bir kadın binici, ma
nejde sağa sola yalpalayan bir atın sırtında doymak bilmeyen
bir seyirci kalabalığı önünde, elindeki kırbacı şaklatıp duran
acımasız bir patron tarafından aylar boyu durup dinlenmeksi
zin çemberler çizmeye zorlansa, havayı bir uğultuyla yanp ge
çerek sağa sola öpücükler yollasa, kalçaları yaylanarak inip
kalksa, bu oyun orkestra müziğinin gümbürtüsü ve vantilatör
lerin hiç kesilmeyen uğultusu arasında ağzı giderek daha çok
açılan bozbulanık bir gelecekten içeri, doğrusu şahmerdanlar
dan farksız ellerin çıkardığı bazen yavaş yavaş azalıp susan, ba
zen yeniden yükselip kabaran alkışlar eşliğinde sürüp gitse,
belki o vakit galerideki genç bir seyirci, tüm balkonlan geride
bırakarak yüksek merdivenden koşup iner, manejden içeri se
ğirtir, gösteriye aralıhız kendini uydurmaya çalışan orkestra
nın fanfarları arasında, " Durun! " diyerek sesini yükseltirdi.
Ama işte böyle olmadığından, beyaz ve kırmızı giysiler içinde
güzel bir kız, üniformalı görevlilerin açtığı perdeler arasından
geçerek uçar gibi maneje geldiğinden ve patron, halinde tesli
miyet dolu bir ifade, kızın gözlerini arayarak hayvansı bir ezi
lip büzülmeyle kendisini karşıladığından, sanki manejdeki teh
likeli geziye çıkacak olan her şeyden çok sevdiği öz torunuy
muş gibi kızı kollayarak kaldırıp bakla kın atın üzerine oturt
tuğundan, elindeki kırbacı sallayıp başla işaretini bir türlü ve
remediğinden, ancak neden sonra kendini yenerek kırbacı şak
latabildiğinden ve atın yanı sıra ağzı açık seğirtmeye koyuldu
ğundan, kızın atlayıp sıçramalannı pek dikkatli bakışlarla izle
yip başardığı hünerleri bir türlü aklı almaz göründüğünden, İn174
BiR KÖY HEKiMi
gilizce seslenişlerle onu tehlikelere karşı uyardığından, ellerin
de çemberler tutan seyislere pek dikkatli' davranmalannı ateş
püskürerek hatırlattığından, o büyük salto mortale'den önce
ellerini yalvanrcasına havaya kaldırarak orkestrayı susmaya
çağırdığından, nihayet küçük biniciyi atın titreyen sırtından in
direrek her iki yanağına birer öpücük kondurduğundan, seyir
cilerin hiçbir sevgi gösterisini yeterli görmediğinden ve küçük
binici, patrona yaslanmış, kollannı iki yana açıp başını geriye
atarak mutluluğunu bütün sirkle paylaşmak ister gibi bir tavır
takındığından, bütün bunlar işte böyle olduğundan, galerideki
genç seyirci yüzünü korkuluğa dayıyor, gösterinin bitim mar
şında, ağır bir düşten içerilere gömülür gibi, nedenini bilmek
sizin ağlamaya başlıyor.
175
BiR KÖY HEKiMi
ESKİ DEN B İ R YAPRAK
Hani şu bizim yurdun savunulması işi pek savsaklanmış görü
nüyor. Şimdiye kadar hiç aldırmadık, işimizin gücümüzün pe
şinde koşup durduk; ancak, son zamanlarda olup bitenler, he
pimizi tasalandırmaya başladı.
Benim, imparator sarayının önündeki alanda bir ayakkabıcı
dükUnım var. Sabahleyin şafakta daha dükk�nımı açmaya
kalmadan, alana çıkan bütün sokakların başlan silahlı adamlar
tarafından tutuluyor. Ama bizim askerler değil bunlar, belli ki
kuzeyden inmiş göçebeler. Sınırdan hayli uzaklığına karşın,
başkentimize kadar nasıl sokulabildiklerini bir türlü anlayamı
yorum doğrusu. Ama nasılsa gelmişlerdi bir kez ve her sabah
sayılan artıyora benziyordu.
Doğaları gereği evlerde oturmaktan hiç hoşlanmıyor, açık ha
vada konaklıyorlar. İ şleri güçleri kılıç bilemek, ok sivriltmek,
at üzerinde talim yapmak. Her zaman temizliği üzerine titredi
ğimiz bu sessiz alanı düpedüz ahıra çevirdiler. Arada bir dük
Unlanmızdan dışarı seğirtip, sağımız ve solumuzdaki pislikler
den hiç değilse en berbat kısmını alandan uzaklaştırmaya çalış
mıyor değiliz. Ama gittikçe daha seyrek yapmaya başladık bu
nu, çünkü nasılsa emeğimiz boşa gidiyor; üstelik, azgın atların
altına yuvarlanmak ya da kamçı darbeleriyle yaralanmak teh
likesiyle karşı karşıya kalıyoruz.
Göçebelerle konuşulacak gibi değil. Bizim dilimizi bilmedikle
ri gibi, kendilerinin de pek bir dilleri bulunmuyor, birbirleriyle
tıpkı kargalar gibi anlaşıyorlar; ikide bir karga seslerine benzer
bağrışmalar işitiyoruz. Bizim yaşam biçimimiz ve toplum düze176
BlR KOY HEK1M1
nimize akıl erdiremedikleri gibi, aldınş da etmiyorlar. Bu yüz
den, işaretlerle de olsa bizimle anlaşmaya yanaştıkları yok.
Kendilerine bir şey açıklayacağım diye dilinde tüy bitene ka
dar konuş, eklem yerlerinden kopana kadar ellerini o yana bu
yana oynat, seni asla anlamazlar ve anlamayacaklardır. Çokluk
suratlarını ekşitirler, gözlerini belertip ağızlarından köpükler
saçılır; ama niyetleri ne size bir şey söylemek, ne de sizi kor
kutmaktır; sadece huylan öyle olduğu için yaparlar bunu. Ken
dilerine gereken şeyi çekip alırlar; ancak, bunun için zora baş
vurdukları da söylenemez; çünkü herkes böylesi durumlarda
nesi var, nesi yok, onlara bırakıp bir kenara çekilir.
Benim dükkandaki mallardan da bir haylisini alıp götürdüler.
Ama karşımdaki kasabın başına gelenleri gördükçe, halime
şükrediyorum. Adamcağız daha etini getirip dükkanına koyar
koymaz, göçebeler hepsini elinden kapıp midelerine indiriyor
lar. Üstelik atları da et yiyor. Çokluk biniciyle atı yan yana
uzanıp her biri bir ucundan dişlemeye koyuluyor et parçasını.
Kasap, et vermemeyi korkudan bir türlü göze alamıyor. Ama
onun durumunu anlıyor, aramızda para toplayıp kendisini
destekliyoruz. Çünkü göçebelere et verilmeyince, kim bilir
akıllarına esip neler yaparlar! Ama böyle her Allahın günü et
alsalar da, günün birinde yine akıllarına neler esecektir, kim
bilir.
Geçenlerde kasap, hiç değilse kesim zahmetinden kurtulmak
isteyerek sabahleyin canlı bir sığır getirdi dükkanına. Adamca
ğız bunu bir daha yapar mı! Dükkanımın en dip köşesine çeki
lip giysi, yastık, yorgan, ne varsa alıp başıma yığdım, tam bir
saat yüzükoyun uzanıp yattım yere ve bunu da sırf göçebelerin
dört bir yandan üzerine atılıp, etinden sıcak sıcak parçalar ko
pardıkları sığırın böğürtülerini duymamak için yaptım. Ses se
da kesildikten epey sonra dükkandan çıkmayı göze alabildim
ancak: Göçebeler, her şarap fıçısının başındaki sarhoşlar gibi,
sığır artıklarının çevresinde yorgun uzanmış yatıyorlardı.
177
BiR KÖY HEKiMi
Sanının tam o sırada sarayın bir penceresinde imparatorun
kendisini gördüm. Başka vakitler imparatorun asla bu dış oda
lara kadar çıkıp geldiği olmaz, hep sarayın göbeğindeki bir
bahçede yaşayıp giderdi. Ama bu kez, en azından bana öyle
geldi, pencerelerden birinin arkasında dikiliyor, başını eğmiş,
sarayın önündeki hayhuya bakıyordu.
" Bunun sonu nereye varacak? " diye hepimiz sorup duruyoruz
kendimize. " Bu yüke, bu eza ve cefaya daha ne kadar katlana
cağız? " İ mparatorun sarayı göçebeleri çekip getirdi, ama onla
rı yine buradan uzaklaştırmanın üstesinden gelemiyor. Sarayın
kapısı kapalı; eskiden görkemli bir edayla kapıdan bir içeri gi
rip, bir dışarı çıkan nöbetçi şimdi demir kafesli pencerelerin ar
dında nöbeti tutuyor. Yurdun kurtarılması işi biz zanaatkarlar
la esnafa bırakılmış durumda; oysa biz, böyle bir görevin üste
sinden gelecek kimseler değiliz ve şimdiye kadar da böyle bir
şeyle hiç övünmedik. Belli ki bir yanlış anlama var ortada ve
biz de bu yüzden mahvolup gidiyoruz.
178
BJR KÖY HEKiMi
KANUN ÖNÜNDE
Kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. Bu kapıcıya taşradan
bir adam gelir, kanun'dan içeri girmek ister. Ama kapıcı, ken
disini şimdi içeri koyveremeyeceğini söyler. Adam düşünüp ta
şınır, ileride girip giremeyeceğini sorar. " Belki," der kapıcı,
" ama şimdi giremezsin. " Kapı her zaıµanki gibi açık durduğun
dan ve kapıcı o sırada kenara çekildiğinden, adam eğilir ve ka
pıdan içeri bakmak ister. Kapıcı bunu fark edince güler ve,
" Madem bu kadar istiyorsun, olmaz dememe aldırma, bir de
ne bakalım, " der. "Ancak, unutma ki, ben güçlü bir kapıcıyım
ve kapıcıların da sadece en küçüğüyüm. Ama her salonun ba
şında bir başka kapıcı vardır, biri de ötekinden güçlüdür. Da
ha üçüncüsünü görmeye ben bile dayanamam. " Taşralı adam,
böylesi güçlüklerle karşılaşacağım beklememiştir. Nihayet ka
nun kapısı herkese ve her vakit açık bulunması gerekir, diye
düşünür. Ama üzerindeki kürk paltoyla kapıcıyı daha bir dik
katle süzüp onun iri ve sivri bumunu, uzun ve seyrek kara ta
tar sakalını görünce, en iyisi giriş iznini koparıncaya kadar
beklemeye karar verir. Kapıcı bir tabure uzatır adama ve onu
kapının yanı başına oturtur. Günler ve aylar boyu burada otu
rur adam. Pek çok kez içeri koyverilsin diye uğraşır, ricalarıy
la usandırır kapıcıyı. Kapıcı, adamı sık sık küçük çapta sorgu
lamalardan geçirir; ona yeri yurduna ve daha başka pek çok şe
ye ilişkin sorular yöneltir, ama büyük kişilerin ilgisizlikle sora
cağı sorulardır bunlar ve her seferinde kapıcı, adama kendisini
henüz içeri koyveremeyeceğini yeniden açıklar. Söz konusu
yolculuğa koyulurken yanına bir sürü öteberi alan taşralı
adam, kapıcıyı rüşvetle kandıracağım diye pek değerli olrnala-
179
BiR KÖY HEKiMi
rına bakmayarak bunların tümünü çıkarır elden. Kapıcı veri
lenlerin hepsini alır, ama bir yandan da, "Tek bunları alıyorum
ki, bak şu yola da başvuracaktım, unuttum sanmayasın, der.
Taşralı adam, yıllar yılı, neredeyse aralıksız, izleyip durur kapı
cıyı. Öteki kapıcıları unutur da, bu ilk kapıcıyı kanundan içeri
girmesine tek engelmiş gibi görür. Onu karşısına çıkaran uğur
suz talihe, ilk yıllar yüksek sesle ve kıyasıya lanetler savurur;
derken yaşlanır, kendi kendine homurdanıp söylenmeye baş
lar; zamanla çocuklaşır ve yıllar yılı kapıcıya bakıp dururken
onun paltosunun kürk yakasındaki pireleri de keşfettiğinden,
pirelere bile kendisine yardım etmeleri, kapıcının gönlünü
yapmaları için dil döker. Sonunda gözlerinin feri zayıflar, çev
resinin gerçekten mi karanlığa gömüldüğünü, yoksa sadece
gözlerinin mi kendisini yanılttığını bilemez olur. Ama buna
karşılık bir parıltı fark eder karanlıkta; öylesine güçlü bir parıl
tı ki, bütün görkemiyle kanun kapısından dışarı yansımaktadır.
Artık pek bir ömrü kalmamıştır adamın. Kapı önünde geçirdi
ği bütün zaman içindeki yaşantıları bir araya toplanıp bir soru
ya dönüşür. Taşlaşmış vücuduyla artık doğrulup kalkamadığın
dan, kapıcıya el eder. Aradaki boy farkı zamanla taşralı ada
mın aleyhinde bir hayli değiştiğinden, adama doğru eğilmek
zorunda kalır kapıcı, " Hala nedir öğrenmek isteğin bakalım? "
der. Amma da açgözlüymüşsün! " diye ekler ardından. Adam,
bunun üzerine, " Benim bildiğim, herkes kanuna ulaşmak için
didinip çabalar. Peki, nasıl oluyor da, bunca yıl benden başka
sı girmeye kalkmadı bu kapıdan? " diye sorar. Kapıcı, adamın
artık son anlarını yaşadığını görür. Adamın giderek sağırlaşan
kulaklarına sesini işittirebilmek için, kapıcı var gücüyle bağırır:
Senden başkası giremezdi, çünkü senin içindi bu kapı. Gide
yim de kapayayım artık.
11
11
11
11
180
BiR KÖY HEKiMi
ÇAKALLAR VE ARAPLAR
Vahada konakladık. Yol arkadaşlarım uyuyordu. Arabın biri,
uzun boylu ve beyaz, önümden geçti; develere yemleri ve sula
rını vermiş, yatmaya gidiyordu.
Sırtüstü otların içine attım kendimi; uyumak istedim, uyuya
madım; uzaktan uzağa bir çakalın sızlanıp yakınan uluması;
doğrulup oturdum. Şimdiye kadar pek uzakta görünen şey
yaklaştı ansızın. Çevremde kaynaşıp duran bir çakal sürüsü;
mat altın sansı parlayıp sönen gözler; sanki kamçı darbeleri al
tında düzenli ve çevik devinen ince, uzun gövdeler.
İçlerinden biri arkadan geldi, kolumun altından geçerek iyice
sokuldu bana; sanki vücudumun sıcaklığını gereksinir gibiydi;
sonra karşıma geçerek, benimle neredeyse göz göze şöyle ko
nuştu:
" Ben, bütün bu çevredeki çakalların en yaşlısıyım. Seni niha
yet bizim burada selamlamaktan mutluluk duyuyorum. Nere
deyse umudumu kesmiştim, çünkü hanidir seni bekliyoruz; an
nem bekledi, onun annesi bekledi ve daha gerilere doğru bü
tün anneler, ta çakalların ilk anasına kadar hep beklediler.
İnan bana! "
" Şaşırdım doğrusu, " dedim ve dumanıyla çakalları uzak tutma
sı için oracıkta yakılmaya hazır bekleyen çalı çırpı yığınını ateş
lemeyi unuttum. " Bu sözleri işitmek çok şaşırttı beni. Oysa yu
karılardan, kuzeyden buraya gelişim yalnızca bir rastlantı ese
ridir; kısa bir geziye çıkmış bulunuyorum. Peki, benden ne is
tediğinizi öğrenebilir miyim, ey çakallar? "
181
BiR KÖY HEKiMi
Belki gereğinden çok dostça söylediğim bu sözler üzerine cesa
retlenmiş, çevremdeki halkalarını daralttılar; hepsi de kısa kı
sa ve güçlükle soluyordu.
" Biliyoruz senin kuzeyden geldiğini, " diye söze başladı en yaş
lı çakal. "Bizi umutlandıran da bu zaten, çünkü kuzeyde aklın
sözü geçer; oysa burada, Araplar arasında böyle bir şeye rast
lanmaz pek. Araplardaki o soğuk kibir ve azametten bir zerre
akıl bile beklenemez. Hayvanları öldürüp yer, ama leşleri kü
çümserler. "
" O kadar yüksek sesle konuşma, yakınımızda Araplar yatı
yor, " dedim.
" B uranın gerçekten yabancısı olduğun nasıl da belli," dedi yaş
lı çakal. "Yoksa dünya kuruldu kurulalı bir çakalın asla bir
Araptan korkmadığını bilirdin. Onlardan korkacağız ha? Böy
le bir kavmin içine düşmemiz, sanki yeterince bir talihsizlik de
ğilmiş gibi. "
" Olabilir, olabilir, " dedim. "Bana böylesine yabancı konularda
bir yargıda bulunmak istemem; pek eski bir kavgaya benziyor
sizinki: Bu yüzden, sanının kanınıza işlemiş, belki yine kanla
sonlanacak.
n
" Pek zekisin, " dedi en yaşlı çakal; oradaki bütün çakallar ol
dukları yerde kımıldamadan durmalarına karşın, daha bir ça
buk solumaya başladılar; insanın zaman zaman ancak dişlerini
sıkarak katlanabileceği pis bir koku yayılıyordu ağızlarından;
" pek zekisin; söylediklerin, bizim eski inancımıza da uygun dü
şüyor. Diyeceğim, onların kanını alınz, kavga da böylelikle bi
ter.
n
" İyi ama, " dedim ben, biraz fazla hırçın bir tonla, "onlar ken
dilerini savunur, tüfekleriyle ateş edip sürü sürü öldürür sizi. "
" Görülüyor ki, kuzeyde yaşayanlarda da varlığını sürdüren in
sanca bir tutumla bizi yanlış anlıyorsun, " dedi yaşlı çakal. "Biz
onlan öldürecek değiliz ki! Kendimizi pislikten yuyup arıtmak
1 82
BiR KÖY HEKiMi
için Nil 'in bile suyu yetmez sonra. Çünkü daha onların canlı
vücutlarını görür görmez soluğu kaçmakta alır, temiz hava ara
rız kendimize, koşup çöle sığınırız. Zaten bu yüzden değil mi,
çölü yurt edindik. "
Uzaklardan daha başka pek çoğunun gelip aralarına katıldığı
çevremdeki çakallar, bacakları arasına eğdikleri başlarını pen
çeleriyle temizlemeye koyuldu; bir nefreti gizlemek ister gibiy
diler adeta; o kadar müthiş bir nefret ki, şöyle fırladığım gibi
aralarından kaçıp gitsem, doğrusu sevinecektim.
" Peki ne yapmak niyetindesiniz? " diyerek doğrulup kalkacak
oldum, ama başaramadım; arkadan i�i genç çakal dişlerini ce
ketime ve gömleğime sımsıkı geçirmişti; ister istemez oturma
ya devam ettim. Bir açıklamada bulunarak, ağırbaşlı, " Senin
giysinin eteğini tutuyorlar! " dedi en yaşlı çakal. " Sana karşı bir
saygı gösterisi. " Ben, bir yaşlı çakala, bir genç çakallara baka
rak, " Bıraksınlar beni! " diye haykırdım. " Sen istersen bırakır
lar elbet, " dedi yaşlı çakal. " Ama yine biraz sürer, çünkü Met
gereği dişlerini iyice gömüp birbirine bastırdılar ve şimdi onla
rı ancak yavaş yavaş birbirinden ayırabilirler. Ama sen, bu ara
da bizim ricamıza kulak verebilirsin. " - " Ama davranışınız
bende hiç böyle bir istek uyandıracak gibi değil, " dedim. " Be
ceriksizliğimizi hoş gör! " diye yanıtladı yaşlı çakal ve bunu söy
lerken sesindeki o doğal yakınmalı tonu ilk kez yardıma çağır
dı. " Biçare hayvanlarız biz; dişlerimizden başka bir şeyimiz
yok; iyi ya da kötü, yararlanacağımız tek şey varsa dişlerimiz
dir. "
Pek de yatışmamış, " Ne istiyorsun peki benden? " diye sordum.
"Sahip! " diye sesini yükseltti yaşlı çakal ve o anda bütün öbür
çakallar ulumaya başladı; uluma çok, çok uzaklardan bir ezgi
gibi geldi bana. " Sahip! Sen, dünyayı birbirine düşüren kavga
ya son verebilirsin. Yaşlılarımız bunu yapacak kimseyi bize ta
rif etmişlerdi, sen tıpkı ona benziyorsun. Araplardan istediği
miz huzurdur, soluyabileceğimiz gibi bir havadır; gözümüz on1 83
BiR KÖY HEKiMi
lan görmeden çevremizdeki ufka rahatça bakabilmek, bir Ara
bın boğazladığı koyunun çığlığını işitmemektir; bütün hayvan
lar rahat rahat ölebilmeli, kimse rahatsız etmeden kanlan tara
fımızdan içilebilmeli ve eti, kemiklerine varıncaya kadar tara
fımızdan yenilebilmelidir. Temizlik, bütün istediğimiz temiz
liktir. " Sözün burasında, bütün çakallar ağlaşıp sızlaşmaya baş
ladı. " Ey asil yürekli, ey iç organları tatlı Sahip! Bu duruma sen
nasıl katlanabiliyorsun! Beyazları pislik bunların, karalan pis
lik; sakallan dehşet saçıyor; göz pınarlarını gören kusmadan
duramıyor; kollarını kaldıracak olsalar, koltuk altlarında sanki
bir cehennem açıyor kapılarını. Bu yüzden, ey Sahip, bu yüz
den ey aziz Sahip, şu makası al, her şeye gücü yeten ellerinle,
her şeye gücü yeten ellerinle gırtlaklarını kesiver şunların ! "
Yaşlı çakal başını ansızın oynatınca, öbür çakallardan biri ko
şup geldi, azı dişlerinin birinde eski, bir pasla kaplı ufak bir di'
kiş makası taşıyordu.
Rüzgara karşı savaşarak yanımıza kadar sokulan ve kocaman
kamçısını havada sallamaya başlayan kervanımızın kılavuzu,
" Makas da geldi nihayet, bitsin şu iş! " diye bağırdı.
Bütün çakallar bir solukta dağıldı; ama az ileride yeniden top
lanıp iyice birbirlerine sokuldular. Öylesine sıkışık ve hareket
siz bir görünümleri vardı ki, çevresinde yalancı ışıkların uçuş
tuğu alçak bir engele benziyorlardı.
" Ey Sahip! Bu gösteriyi de izleyip işittin işte! " dedi Arap kıla
vuz ve kavmine özgü soğukluğun izin verdiğinden daha şen bir
kahkaha attı. " Demek sen hayvanların ne istediğini biliyor
sun? " diye sordum. " Elbet Sahip! " diye yanıtladı Arap kılavuz.
"Bunu bilmeyen yok ki ! Yeryüzünde Araplar var oldu var ola
lı bu makas çölde dolaşır hep ve dünya durdukça da dolaşacak.
Her gelen Avrupalıya o büyük iş için sunulur; karşılarına çıkan
her Avrupalı da çakallara bu iş için biçilmiş kaftan görünür.
Saçma bir umut yaşar gider işte bu hayvanlarda; budala, ama
gerçekten budala yaratıklardır. Bu yüzden kendilerini severiz,
184
BiR KOY HEKiMi
bizim köpeklerimizdir onlar, sizinkilerden de güzel köpekler.
Bak şuraya, Sahip! Bir deve öldü, buraya getirttim. "
Dört adam deve ölüsünü taşıyıp önümüze yıktı. Hayvanın leşi
daha yere serilir serilmez, çakallar seslerini yükseltti. Sanki
kendilerini oraya çeken ipler varmış da, bunlara karşı koyacak
gücü gösteremiyorlarmış gibi, arada bir duraklayıp gövdeleriy
le yeri süpürerek sokuldular. Arapları, onlara karşı duydukla
rı nefreti unutmuşlardı; önlerindeki buram buram tüten leş
akıllarından her şeyi silip atmış, onları büyülemişti. Çakalın bi
ri çoktan leşin boynuna asılmış, daha ilk hamlede atardamarı
bulup dişlerini geçirmişti. Gövdesindeki kaslar, umutsuz bir
şey olmasına karşın, pek zorlu bir y·angını mutlaka söndürmek
isteyerek çılgınca bir tempoyla çalışan küçük bir pompa gibi
titreyip kasılıyordu. Ve çok geçmeden bütün çakallar leş üze
rinde yüksek bir tepe oluşturmuşlardı.
Derken Arap kılavuz, çakalların üzerine yürüyüp dokunduğu
yeri fena acıtan ince kamçısını var gücüyle sağa sola indirmeye
koyuldu. Çakallar başlarını kaldırdılar yan esrik, yarı baygın;
karşılarında Arapların dikildiğini gördüler. Çok geçmeden de
kamçı darbelerini suratlarında hissettiler, sıçrayarak kendileri
ni geriye attılar, bir boy kaçıp uzaklaştılar. Ama devenin kanı
yerde göller oluşturmuştu, buram buram tütüyordu; vücudu
nun pek çok yeri enikonu açılmıştı. Derken dayanamayarak
tekrar dönüp geldiler; kılavuz elindeki kamçıyı yeniden hava
ya kaldırmak isteyince, koluna yapıştım.
" Haklısın Sahip, " dedi. " Bırakalım, meslekleri olan işi yapsın
lar. Hem yola çıkma zamanı geldi. Gördün işte onları. Hariku
lade hayvanlar, değil mi? Bizden de ne çok nefret ediyorlar. "
185
BiR KÖY HEKiMi
MADEN OCAGINI ZİYARET
Bugün mühendislerin en kodamanları bizim aşağıdaydı. İ dare
nin bir talimatı uyarınca yeni galeriler açılacaktı, ilk ölçümler
de bulunmak üzere çıkıp geldiler. Ne de genç, öyleyken birbi
rinden ne değişik kimseler! Her biri özgürce gelişebilme olana
ğına kavuşmuş; kesinlikle belirgin karakterleri bu genç yaşla
rında bütün bağımsızlığıyla açığa vuruyor kendini.
Siyah saçlı, yerinde duramayan biri, gözlerini aralıksız dört bir
yanda dolaştırıyor.
Elinde not defteriyle bir ikincisi, yürürken krokiler çiziyor
ayakta, sağa sola göz gezdirip karşılaştırmalar yapıyor, notlar
alıyor.
Ellerini ceketinin ceplerine sokan ve bu davranışıyla ceketinin
tümüyle gerilmesine yol açan bir üçüncüsü dimdik yürüyor; va
kur bir hali var; ancak dudaklarını sürekli ısırmasıyla, önüne
durulacak gibi olmayan sabırsız gençliği kendini belli etmekte.
Bir dördüncüsü, üçüncüsüne, onun hiç de kendisinden isteme
diği açıklamalarda bulunuyor; boyu üçüncüden kısa; üçüncü
sünü ayartıp baştan çıkarmaya uğraşır gibi onun yanı sıra seğir
terek işaret parmağını havada tutuyor hep, adeta çevrede gö
rülen nesnelere ilişkin tekdüze bir anlatıyı üçüncüsüne aralık
sız buyur ediyor.
Belki makam bakımından beşincileri hepsinden üstün; yanında
kendisine eşlik eden birinin bulunmasına katlanamıyor; bazen
ileri geçiyor, bazen geride kalıyor; adımlarını onun adımlarına
göre ayarlıyor topluluk. Rengi uçuk ve çelimsiz bir adam; so1 86
BiR KÖY HEKiMi
rumluluk duygusu gözlerini çukura gömmüş; düşünüp durur
ken çokluk elini alnına dayıyor.
Altıncı ve yedincileri biraz kambur yürüyor; baş başa, kol ko
la, senli benli bir konuşma havası içindeler; kuşkusuz burası bi
zim kömür ocağımız, bizim en derin dehlizlerdeki işyerimiz ol
masa, sanılabilir ki, bu kemikli, tüysüz ve patlıcan burunlu bay
lar, genç din adamlarından başkaları değildir.
Biri, çokluk kedimsi mırıltılarla kıs kıs gülüyor; yine gülümse
yen ötekisi boştaki eliyle konuşmasına gelişigüzel tempo tutu
yor. Her iki bay da işgal ettikleri mevkilerin sağlamlığından ne
kadar emin bulunmalı ve genç yaşlarına karşın bizim maden
ocağı uğrunda ne büyük hizmetler görmüş olmalılar ki, bura
da, bu denli önemli bir inceleme gezisinde, şeflerinin gözü
önünde, yalnızca kendilerini ilgilendiren ya da hiç değilse o
andaki ödevleriyle düpedüz ilişkisiz sorunların üzerine böyle
sine şaşmazlıkla eğilebiliyorlar. Yoksa bütün o gülüp etmele
rine ve dikkatsizliklerine karşın, gözden kaçırılmaması gere
keni gözden kaçırmayacak kadar yetenekli kişiler mi bunlar?
Böylesi kişilere ilişkin bir yargıya varmayı insan pek göze ala
mıyor.
Ama kesin olan bir şey varsa, örneğin sekizincileri, bu iki bay
la kıyaslanamayacak ölçüde, hatta bütün öbürlerinden daha
çok iş üzerinde toplamış dikkatini. Her gördüğü şeye el sürme
den, ikide bir cebinden çıkarıp ikide bir cebine sokarak koru
ma altına aldığı küçük bir çekiçle her gördüğü şeyi tıklatmadan
duramıyor. Şık giysisine aldırmayarak toz toprak içine çöküyor
bazen, elindeki çekiçle yere tık tık vuruyor; ardından yine aya
ğa kalkıp yürüyerek, bu kez duvarları ve başının üstündeki ta
vanı tıklatıyor. Bir defasında boylu boyunca yere uzanıp kımıl
damadan kaldı öylece; biz, acaba başına bir kaza mı geldi diye
düşündük; ama o, ince ve uzun vücuduyla kısa bir silkinişten
sonra yine fırlayıp ayağa kalktı. Anlaşıldı ki, yine sadece bir in
celemede bulunmuştu. Hani maden ocağımızı ve taşlarını tanı1 87
BiR KÖY HEKiMi
dığımızı sanan bizler, bu mühendisin burada böyle durmadan
neyi incelediğine bir türlü akıl erdiremiyoruz.
Dokuzunculan, bir çeşit çocuk arabasını itiyor önü sıra; araba
da ölçüm araç ve gereçleri var. Alabildiğine değerli şeyler; yu
muşacık pamuklara yatırılmış hepsi. Aslında arabayı bir odacı
nın itmesi gerekiyor, ama bu görev bir uşağa emanet edilmeye
rek bir mühendise havale edilmiş ve belli ki mühendis söz ko
nusu işi seve seve yapıyor. Galiba mühendisler arasında en
genci; belki araçlardan hiç anladığı yok, ancak gözlerini bir an
bile onlardan ayırmıyor, hatta bu yüzden bazen arabayı bir du
vara çarpacak gibi oluyor.
Ama bir başka mühendis daha var, arabanın yanı sıra yürüye
rek bir çarpma tehlikesini önlüyor vaktinde. Besbelli araçlar
dan çok iyi anlıyor ve öyle görülüyor ki, bunların korunmasıy
la asıl görevlendirilen odur. Zaman zaman, arabayı durdur
maksızın araçlardan birini çekip alıyor, gözüne dayayıp bakı
yor içine, orasını burasını söküp takıyor, sallayıp silkiyor, üze
rine tık tık vuruyor eliyle, kulağına tutup dinliyor ve sonunda,
uzaktan pek seçilemeyen küçük nesneyi alabildiğine özen gös
terip eski yerine koyuyor; arabayı sürüp iten ise, bu arada du
rup kendisini bekliyor. Biraz zorba biri denebilir bu mühendis
için, ama araçlar adına bir zorbalık bu. Araba daha on adım
uzaktayken, sözsüz bir parmak işareti üzerine bizim yana çe
kilmemiz, kolay kolay çekileceğimiz bir yer olmasa da böyle
davranmamız gerekiyor.
Bu iki bayın ardından elini kolunu sallayarak uşak geliyor. O
zengin bilgileri göz önüne alındı mı, doğal olarak mühendis
beyler büyüklenme denen şeyi çoktan üzerlerinden sıyırıp at
mışlar; oysa uşak, bu büyüklenmeyi kendi şahsında toplamışa
benziyor. Bir eli arkasında, öbür eliyle üniformasının yaldızlı
düğmelerini ya da şık kumaşını sıvazlayarak ikide bir sağa so
la dönüp başını eğiyor, sanki selam vermişiz de verdiğimiz se
lamı alıyor ya da selam verdiğimizi sanıp bunun doğruluğunu
188
BiR KOY HEKiMi
bulunduğu yükseklikten araştıracak durumda değilmiş gibi ya
pıyor. Tabii bizim selam falan verdiğimiz yok; ama onu görün
ce, işletme bürosunda odacılığın berbat bir şey olduğuna ina
nasımız geliyor. Peşinden gülüyoruz kuşkusuz; ama değil gül
mek, gök gürlemesi bile a9amı arkasına döndüremeyeceği için,
kendisine anlaşılmaz bir kimse gözüyle bakıp ondan yine de
saygımızı esirgemiyoruz.
Bugün ocakta pek iş görülmez artık; çalışmaya verilen ara hay
li uzun sürdü; bu tür bir ziyaret, iş düşüncesini insanın kafasın
dan silip atıyor. Baylar açılması düşünülen dehlizin karanlığın
dan içeri dalarlarken, arkalarından bakmak pek çekici bir şey;
derken karanlıkta yitip gidiyorlar. Bizim vardiyanın işi de çok
geçmeden sona eriyor; bayların dehlizlerden dönüşünü göre
meyeceğiz.
189
BiR KÖY HEKiMi
EN YAKIN KÖY
Dedem şöyle derdi hep: " Hayat, şaşılacak kadar kısadır. Şimdi
belleğimi yokluyorum da, örneğin bir gencin ata atlayarak,
mutsuz rastlantılar bir yana, mutlu bir akış izleyecek normal
bir yaşam süresinin bile böyle bir şey için yetmeyeceğinden
korkmaksızın, en yakın köye gitmeye nasıl karar verebildiğini
anlamıyorum. "
190
BiR KÖY HEKiMi
İMPARATORUN HABERİ
Denir ki: İmparator sana, sen tek kişiye, sen zavallı kuluna, im
parator güneşinin önünden çok, çok uzaklara kaçan sen mini
cik gölgeye, işte doğruca sana ölüm döşeğinden bir haber yol
lamıştır. Yatağının başucunda haberciye diz çöktürmüş ve ku
lağına fısıldamıştır haberi; hatta pek önem verdiği bir haber ol
duğundan, haberciye yineletip kulağına söyletmiştir. Sonra da
başını sallayarak söylenenin doğruluğunu onaylamıştır. Ve
ölümünü izleyen bütün kalabalık önünde - aradaki duvardan
engeller yıkılıp sarayın yukarılara doğru geniş kavislerle uza
yıp giden dış merdivenlerinde, devletin büyükleri halka yapmış
dikilmektedir -, bütün bu seyirci kalabalığı önünde haberciyi
salmıştır imparator. Haberci, hemen yola koyulmuştur; güçlü
kuvvetli, yorulmak bilmez biridir; bazen bu kolunu, bazen
öbür kolunu uzatarak kalabalık arasından yol açar kendine.
Bir direnişle karşılaştı mı, güneş resmi bulunan göğsünü göste
rir; hiç kimseye nasip olmayacak bir kolaylıkla ilerleyip durur.
Ancak, kalabalık da işte öylesine büyüktür, odaların sonu gel
mez bir türlü. Kalabalıktan bir kurtulsa, nasıl da kuş gibi uça
cak ve sen de Allah bilir çok sürmeden onun şahane yumruk
seslerini kapında duyacaksın. Ama işte nasıl boşuna çırpınıp
durmakta, hala sarayın en içteki odalarından güçlükle yol bu
lup geçmeye çalışmaktadır ve asla bu odaların üstesinden gele
meyecektir; gelse de bir şey kazanılmış olmayacak, bu kez
merdivenlerden inmeye çalışacaktır. Merdivenleri de inse yine
bir şey elde edilemeyecek, bu kez avlulardan geçmesi gereke
cektir ve avlular bitecek, birinci sarayı içine alan bir ikinci sa
ray çıkacaktır karşısına; ardından yine merdivenler, yine avlu-
191
BiR KÖY HEKiMi
lar ve bin yıllar boyu böylece sürüp gidecektir. Sonunda en dış
kapıdan kendini dışarı atabildi diyelim - ama dünyada, dünya
da olmaz böyle bir şey - bir de bakacak ki, daha yeni duruyor
karşısında başkent, dünyanın merkezi başkent, dağ gibi bir pis
lik tortusu altında başkent; kimse bir yol bulup geçemez için
den, hele bir ölünün haberiyle asla! Sana gelince: Pencerenin
önünde oturur, akşam olunca imparatorun haberini düşlersin.
192
BiR KÖY HEKiMi
EVİ N BEYİNİN TASASI
Kimi Odradek'in İslavcadan geldiğini söylüyor ve sözcüğün
anlamını bu yoldan açıklamaya çalışıyor. Kimi de bunun Al
mancadan kaynaklandığı, İ slavcadan yalnızca etkilendiği görü
şünde. Her iki açıklama da bir kesinliği içermediğinden, hiçbi
rinin doğruyu yansıtmadığı sonucuna varmak haksız olmaz sa
nırım; kaldı ki, açıklamalardan hiçbirinin sözcüğe bir anlam
kazandırdığı yok.
Kuşkusuz Odradek adında bir nesne gerçekten var olmasa,
kimse bu tür araştırmalarla uğraşmazdı. Hani ilkin sanılır ki,
Odradek yıldız biçiminde yassı bir iplik makarasıdır. Ve ger
çekten de üzerine iplik sanlmışa benziyor; ne var ki, bunlara
alabildiğine çeşitli cins ve renkte, düğümlerle birbirine tuttu
rulmuş, aynca karmakarışık birbirine dolanmış kopuk ve eski
iplik parçalan denebilir ancak. Ama yalnızca bir makara değil
Odradek; yıldızın orta yerinden bir çapraz çubukçuk çıkıyor;
sonra dik açıyla buna bir başkası gelip ekleniyor. Bir yanda bu
ikinci çubukçuk, öbür yanda yıldızın kollarından birinin deste
ğiyle bütün nesne, sanki iki ayak üzerinde durabilmekte.
Hani sanılabilir ki, söz konusu nesne eskiden belli bir amaca
uygun bir biçim taşıyormuş da, şimdi kırılıp parçalanmış; ama
hiç de öyle görünmüyor, en azından bunu doğrulayacak ipuç
ları yok ortada, buhu kanıtlayacak kırık yerleri hiçbir tarafın
da seçilmiyor. Tümüyle saçma bir nesneye benzemekte, ama
kendine özgü bir bütünlüğü var. Aynca, hayli devingen olup
bir türlü yakalanamadığından, bu konuda daha çok şey söyle
necek gibi değil.
193
BiR KÖY HEKiMi
Bazen tavan arasında, bazen merdivenlerde, bazen koridorlar
da, bazen de holde oyalanıyor. Kimi vakit de aylar boyu görün
müyor ortalıkta; böyle zamanlarda sanırım başka evlere taşın
mış oluyor, ama sonunda mutlaka dönüp geliyor bizim eve.
Bazen insan kapıdan çıkıp onu aşağıda, merdiven korkuluğuna
yaslanmış gördü mü, kendisiyle konuşmadan duramıyor. Kuş
kusuz güç sorular yöneltmeyerek - minicikliği buna ayartıyor
insanı - bir çocukmuş gibi davranıyor kendisine. " Adın ne ba
kayım? " diye soruyor. " Odradek, " diye yanıtlıyor o. " Peki ne
rede oturuyorsun? " - " Belli bir yerim yok," diyor Odradek ve
gülmeye başlıyor. Ama ancak akciğerleri işe kanştırmadan üs
tesinden gelinebilecek bir gülüş bu; tıpkı dökülen yapraklarda
ki çıtırtıyı andırıyor! Çok vakit bu kadarla bitiyor söyleşi. Hem
söz konusu yanıtlan bile insan her vakit alamıyor Odra
dek'ten; çokluk, tahtadan görünümüne uygun düşen bir sus
kunluk içinde, uzun süre konuşmaksızın öylece duruyor.
Sonu ne olacak diye boş yere kendi kendime soruyorum sürek
li. Ölebilir mi acaba? Ö len her nesnenin daha önce bir çeşit
amacı, bir çeşit etkinliği olmuş, bunlara sürtüne sürtüne un
ufak olup gitmiştir; ama Odradek'te böyle bir şey yok. Yani
ileride bir gün çocuklarımın ve torunlanmın önü sıra, ardından
iplikleri sürükleyerek merdivenlerden teker meker aşağı yu
varlanacak mı? Kimseye zararı yok kuşkusuz; ama ben öldük
ten sonra da onun yaşamını sürdürebileceğini düşününce, ade
ta kahroluyorum.
194
BiR KÖY HEKiMi
ON B İ R OGUL
On bir oğlum var.
Birincisi dıştan bakınca öyle pek gösterişli değil, ama ağırbaşlı
ve zeki; bir evlat olarak onu da ötekiler gibi sevmeme karşın,
kendisine pek değer verdiğim yok. Düşünüşü bana fazla yalın
kat görünüyor. Ne sağına, ne soluna, ne de ilerisine baktığı var;
düşüncelerinin dar çemberinde boyuna koşarak halkalar çizi
yor, daha doğrusu dolanıp duruyor.
İ kincisi güzel, boylu boslu, yakışıklı; kendisini eskrimcilere öz
gü bir konumda görüp de hayran kalmamak elde değil. O da
zeki, ayrıca dünyayı gezip dolaşmış, deneyimli; çok şey gör
müş, bu yüzden yurdunun taşı toprağına, doğup büyüdükleri
yerden ayrılmamış oğullarımdan daha aşina. Ancak; ötekilere
üstünlüğünü sadece gezip dolaşmasına borçlu değil, hatta hiç
de pek böyle bir şeyden kaynaklanmıyor üstünlüğü; bu çocu
ğun herkesçe takdir edilen öykünülemeyecek bir yanı var ki,
havada pek çok takla atıp, buna karşın kendini adeta akıl al
maz derecede denetim altına tutarak suya ustalıkla dalışıdır.
Tramplen ucuna gelince, kendisine öykünmeye kalkanların ce
saret ve hevesleri uçup gidiyor; aşağı atlayacaklarına tramplen
üzerine oturup, kendilerini bağışlatmak ister gibi kollarını ha
vaya kaldırıyorlar. Ama yine de (aslında böyle bir oğlum oldu
ğu için mutluluk duymam gerekirdi) onunla aramdaki ilişki
için pek düzgündür denemez. Sol gözü sağ gözünden biraz kü
çük ve sık sık kırpıştırıyor bu gözünü. Ufak bir özür, orası öy
le; yüzünü normaldekinden daha pervasız bir ifadeyle donatı
yor. Yaradılışındaki o yanına yaklaşılmaz dışa kapalılık karşı
sında, kırpıştırılıp duran bu küçük gözdeki özrü hani kimse
195
BiR KÖY HEKiMi
fark edip de ona bir kusur bulamayacaktır. Babası olan ben,
fark ediyorum bunu. Beni üzen, oğlumun bu bedensel özrü de
ğil, onun ruhunda yuvalanan ve nasılsa ona uygun düşen küçük
bir düzensizlik, kanında başıboş dolaşan bir zehir, yaşamında
yalnızca- benim görebildiğim bir yeteneği geliştirmedeki güç
süzlüktür. Ancak kendisini benim gerçek oğlum yapan da işte
bu; çünkü ondaki özür bizim bütün ailede var, ama ikinci oğ
lumda aşırı belirgin açığa vuruyor kendini.
Üçüncü oğlum da güzel; ama benim hoşuma giden bir güzellik
değil bu. Onunkisi bir şarkıcı güzelliği. Kavisli hatları içeren
bir ağız, hülyalı gözler, etkili olabilmek için geride plilerle do
natılmış bir kumaş perdeyi gereksinen bir baş, öne doğru ala
bildiğine kubbeleşen göğüs, havaya kolay kalkıp fazlasıyla ko
lay inen eller, üzerindeki yükü taşıyamadıkları için kendilerini
naza çeken bacaklar. Aynca, tok denemeyecek bir sesi var; bir
an için aldatıyor insanı, müzikten anlayanların kulak kabart
masını sağlıyor; gel gelelim, soluksuz kalakalıyor hemencecik.
Bu oğulla dinleyiciler karşısına çıkmak genel olarak bana ne
kadar çekici gelse de, onu en iyisi herkesten saklı tutuyorum,
zaten kendisinin de öne çıkmak istediği yok. Ama eksiklerini
biliyor da onun için değil; masumiyetinden yalnız. Sonra için
de yaşadığımız zamana kendini yabancı hissediyor; bizim aile
den olmasına karşın, sonsuza dek yitirdiği bir başka aileden de
geliyormuşçasına çokluk neşesiz; böyle anlarda da hiçbir şey
onu neşelendiremiyor.
Dördüncü oğlum, belki hepsinden yakın insana. Tam anlamıy
la yaşadığı zamanın bir çocuğu; herkes tarafından anlaşılabili
yor, herkesin ortaklaşa kullandığı bir zemin üzerine basıyor
ayağı, hiç kimse ona hak vermeden yapamıyor. Varlığındaki
hafifliği, devinimlerindeki özgürlüğü, yargılarındaki pervasızlı
ğı belki de herkesten gördüğü takdire borçlu. Ağzından çıkan
sözleri çok vakit yineleyesi geliyor insanın, kuşkusuz ancak ba
zılarını; çünkü tümüyle alındı mı, fazlasıyla bir hafifliği içeriyor
196
BiR KÖY HEKiMi
bunlar. Hayran olunacak bir ustalıkla yüksek bir yerden atla
yan, kırlangıçlar gibi havayı yanp giden, sonunda hazin biçim
de kendini kuru toprak üzerinde bulan biri sanki. Bir hiç. İ şte
böylesi düşünceler, bu oğlun güzel görünümünün hazzını bana
haram ediyor.
Beşinci oğlum cana yakın ve iyi yürekli; söz verdiğinden daha
çoğunu yapan bir kimse; öylesine silik biri ki, insan onunla be
raberken yalnız hissediyor kendini. Ama yine de çevresinin
saygınlığını hayli kazanmış durumda. Bunun nasıl üstesinden
geldiğini soracak olursanız, bir yanıt veremeyeceğim. Belki de
masumiyet denen şey, bu dünyanın hayhuyu içinden kendine
hepsinden kolay bir yol bulup geçebiliyor; onda da işte bu ma
sumiyet var. Belki aşın bir masumiyet. Herkese karşı nazik.
Belki de aşın bir nezaket. Onu benim önümde övmeyegörsün
ler, doğrusu fena oluyorum. Oğlum gibi bu kadar övgüye layık
birini övmek, ne de olsa övgüyü biraz ucuza almak demektir.
Altıncı oğlum, hiç değilse ilk bakışta, hepsinden derin düşünen
birine benziyor. Başını önüne sarkıtıp duruyor hep, ama boş
boğaz. Bu yüzden yanına sokulmak kolay değil. Altta kaldı mı,
önüne geçilmez bir hüzne kaptırıyor kendini; üste çıktı mı, bu
üstünlüğü boşboğazlığıyla elden çıkarmamaya bakıyor. Ama
yine de onda gözü hiçbir şey görmeyen güçlü bir tutkunun var
lığını yadsıyamayacağım; çok vakit güpegündüz, sanki bir düş
teymiş gibi, düşünceler arasından bir yol açmaya savaşıyor
kendine. Bazen hasta değilken - hatta sağlığı pek yerindeyken
- özellikle- alacakaranlıkta yalpaladığı görülüyor; ama bir yar
dım da gereksinmiyor kimseden, düşmüyor. Belki de nedeni
bedensel gelişimidir; çünkü yaşına göre fazla serpilmiş durum
da. Bu da, vücudundaki dikkati çekecek kadar güzel ayrıntıla
ra, örneğin el ve ayaklarının zarafetine karşın, genel olarak
kendisine bir çirkinlik veriyor.
Yedinci oğlum, belki de hepsinden çok benim oğlum. Dünya
onu takdir etmekten aciz, onun kendine özgü esprilerini anla197
BiR KÖY HEKiMi
mıyor. Hani ona aşın değer verdiğim yok; biliyorum, pek de
ğer taşımayan biri; tek kusuru onu takdir edememek olsa, yine
de dünya mükemmelliğinden bir şey yitirmezdi. Ancak, aile
çevresinde bu oğulsuz yapamam. Gelenek karşısında hem bir
tedirginlik, hem de huşu dolu bir saygı duyuyor ve bunlann her
ikisini, hiç değilse bana göre, yadsınamayacak bir bütün içinde
bağdaştırabiliyor. Ama bu bütünü de ne yapacağını herkesten
az bilen yine kendisi; geleceğin çarkını harekete geçiremeye
cek; ama varlığındaki bu yetenek de o kadar cesaretlendirici, o
kadar umutlandıncı ki ! Dilerim ki çocuktan olsun ve çocukla
nnın da çocukları. Ne yazık, bu dilek gerçekleşeceğe benzemi
yor. Benim için anlaşılmaz görünmeyen, ama çevrenin yargı
sıyla işte öylesine çelişen çirkin bir kendinden memnunlukla
tek başına sağda solda sürtüp duruyor; kızlan umursadığı yok;
öyleyken keyfi yerinde hep.
Sekizinci oğlum, kendisiyle kolay anlaşamadığım oğlum; oysa
bunun için ortada bir neden göremiyorum. Gözleri, bir yaban
cı gibi bakıyor bana, oysa ben bir baba sevecenliğiyle ona bağ
lı hissediyorum kendimi. Zaman içinde pek çok şey düzeldi;
onu eskiden şöyle bir düşünmek bile, içime bazen bir ürperti
salardı. Kendi yolunda yürüyüp duruyor; benimle bütün bağla
n kopanp attı; kuşkusuz dikkafalılığı ve ufak atletik vücuduy
la - bacakları küçükken pek cılızdı, ama zamanla cılızlık kay
bolmuş olabilir - dilediği yerde kendisine bir yol açıp ilerleye
cektir. Çokluk onu geriye çağınp ne durumda olduğunu, niçin
babasına bu kadar uzak durduğunu, aslında nasıl bir amaç güt
tüğünü sorayım diyorum; ama artık benim o kadar uzağımda
ki ve aradan o kadar zaman geçti ki, nasılsa öyle kalabilir her
şey. Kulağıma geldiğine göre, oğullarımın içinde bir tek kendi
si topsakal bırakıyor; onun gibi ufak tefek birinde hoş kaçacak
bir şey değil kuşkusuz.
Dokuzuncu oğlum pek şık giyiniyor, özellikle kadınlara yöne
len tatlı bakışları var. Öyle tatlı ki, bazen beni bile ayartabili198
BiR KÖY HEKiMi
yor; ben ki, onun gözlerinden bütün bu tanrısal pırıltıyı silip
atmak için ıslak bir süngerin pekala elvereceğini biliyorum.
Ama bu oğlun üstün bir yanı varsa, bakışlarıyla hiç de sağı so
lu kandırmaya çalışmıyor; ömür boyu kanepenin üzerinde ya
tıp gözlerini odanın tavanında gezdirsin, başka şey istemeye
cek; en çok da kapalı göz kapaklarının altında gözlerini din
lendirmeye bayılıyor. Sevdiği bu durumda konuşmaktan hoş
lanıyor ve fena da konuşmuyor: Özlü ve açık seçik. Ama an
cak dar sınırlar içinde dönüp dolaşıyor sözleri; bu sınırları aş
tı mı, pek boş bir havaya bürünüyor, ki bu da sınırların darlı
ğından ötürü kaçınılacak gibi değil. Uykulu bakışlarıyla bunu
algılayabileceğini umsa, böyle yapın� falan der gibi eliyle işa
ret edecek insan.
Onuncu oğluma herkes ikiyüzlünün biri diye bakıyor. Bu ku
suru için, onda ne büsbütün yok, ne büsbütün var derim. Şura
sı kesin ki, üzerinde her vakit sımsıkı iliklenmiş kapalı bir frak,
başında eskiliğine karşın titizlikle temizlenmiş bir şapka, de
vingenlikten yoksun bir yüz, biraz öne çıkık bir çene, gözler
üzerinde ağır bir kubbe yapan gözkapakları ve arada bir ağzı
na götürdüğü iki parmakla yaşını haydi haydi aşan bir görkemi
sergileyerek onun ilerden yaklaştığını görenlerin düşüneceği
şey, işte ikiyüzlünün ta kendisi olacaktır. Ancak, bir de konuş
masına kulak verilsin; akıllıca, düşünülüp taşınılmış, hiç uzat
madan, sinsi bir canlılıkla sorulara karşı çıkan ve tüm dünyay
la şaşılası, pek doğal ve şen bir uyum içinde bulunan bir konuş
ma; öyle bir uyum ki, zorunlu olarak boynu gerip vücudu dik
tutuyor. Kendilerini pek zeki görüp, dediklerine bakılırsa oğ
lumun dış görünümünden tiksinti duyan kimseleri, oğlum söz
leriyle enikonu etkilemiştir. Ancak, onun dış görünümüne al
dırmayan ve sözlerini ikiyüzlü bulan insanlar da var. Babası
olan ben, bu konuda bir şey söylemek istemem; yalnız şu kada
rını itiraf edeyim ki, sonuncu yargının sahipleri ilkinkilerden
daha önemsenmeye değer kişilerdir.
199
BiR KÖY HEKiMi
On birinci oğlum narin biri ve sanının oğullarımın arasında en
güçsüzü. Ama aldatıcı bir güçsüzlük bu, çünkü bazen güçlü ve
kararlı bir tutum takınabiliyor; ancak, böyle zamanlarda bile
güçsüzlük nasılsa temelini oluşturuyor işin. Gel gelelim, utan
dırıcı bir güçsüzlük değil, sadece bizim bu yeryüzünde güçsüz
lük diye bakılan bir şey. Uçmaya hazırlık da bir güçsüzlüktür
nihayet; çünkü ne de olsa bocalayıp durmaktan, kararsızlıktan
ve kanat çırpmaktan başka bir şey değildir. Benim oğlumda da
işte buna benzer şeyler görülüyor. Kuşkusuz böyle özelliklerin
sevindirdiği yok babasını; çünkü bunlar belli ki ailenin yıkımı
na yönelik özelliklerdir. Bazen, " Seni de giderken yanıma ala
cağım baba," der gibi bana bakıyor. O zaman ben şöyle düşü
nüyorum: " Kendisine güvenebileceğim en son kimse sensin. "
Bunun üzerine, bakışıyla bana şu yanıtı verir gibi oluyor: " Ya
ni en azından sonuncu olabilirim. "
İşte size on bir oğul.
200
BiR KÖY HEKiMi
KARDEŞ KATİLİ
Cinayetin aşağıdaki gibi işlendiği kanıtlanmış bulunuyor.
Katil Schmar, mehtaplı bir gecede saat dokuz sularında köşe
başına gidip dikiliyor. Kurbanı Wese, çalıştığı büronun bulun
duğu sokaktan gelip oturduğu sokağa saparken, mutlaka bu
köşeyi dönecektir.
Herkesi iliklerine kadar ürperten soğuk bir hava. Ama yalnız
ca incecik mavi bir giysi vardır Schmar' ın üzerinde; üstelik, ce
ketçiğinin düğmeleri iliklenmemiştir; Schmar'ın soğuğu falan
hissettiği yok, sonra hiç durmayıp hareket ediyor. Yarı kama,
yan mutfak bıçağı denecek cinayet aletini olduğu gibi kınından
çıkarıp kabzasından sıkıca kavramıştır. Bıçağı ay ışığına tuta
rak gözden geçiriyor. Işıl ışıl parlıyor bıçağın ağzı; ama
Schmar'a bu kadarı yetmiyor, kaldırımın taşlarına çalıyor bıça
ğı, ortalığa kıvılcımlar saçılıyor. Böyle yaptığı için besbelli piş
manlık duyuyor sonradan, körlenen ağzını keskinleştirmek
için bıçağı bir keman yayı gibi çizmesinin tabanına sürtüyor,
bir yandan da tek ayak üzerinde dikilip vücudunu öne eğerek
hem bıçağın çizmede çıkardığı sese, hem kurbanının kaderinin
belirleneceği sokağa kulak kabartıyor.
Ama ne diye yakındaki bir evin ikinci katındaki pencereden
olup bitenleri izleyen emekli Pallas göz yumuyor buna? İnsan
muamması, çöz çözebilirsen ! Yakasını kaldırıp ropdöşambn
nın kuşağını şişman vücudu üzerinde bağlamış, başını sallaya
rak aşağılara bakıyor Pallas.
Karşıda, beş ev ötede ise Bayan Wese, sırtında geceliği, geceli
ğinin üzerinde tilki postundan kürkü, bugün eve dönüşü her
201
BiR KÖY HEKiMi
zamankinden geciken kocasını gözlüyor.
Sonunda Wese'nin çalıştığı büronun kapısındaki çıngırağın se
si işitiliyor, bir kapı çıngırağı için fazla gür bir ses kent üzerine
yayılıp gökyüzüne doğru yükseliyor; gece mesaisine kalan We
se oturduğu sokaktan görülemiyor henüz, kapıdan çıktığını
yalnız çıngırak sesi haber veriyor ve kaldırımlar Wese'nin ses
siz adımlarını saymaya başlıyor hemen.
Pencereden iyice sarkan Pallas olup bitecek hiçbir şeyi kaçır
mak istemiyor. Bayan Wese, çıngırak sesiyle yatışmış, gürül
tüyle kapıyor pencereyi. Ama Schmar yere diz çöküyor, o sıra
açıkta başka yeri bulunmadığından, yüzüyle ellerini taşlara
bastırıyor; herkes üşürken, ateşler içinde yanıyor kendisi.
Bay Wese, tam iki sokağı birbirinden ayıran sınırda duruyor,
yalnızca elindeki bastonla öbür sokağa yaslanıyor. O anda öy
le geliyor içinden. Kendini geceye bürünmüş gökyüzünün, la
civert rengin, o altınsı rengin çekiciliğine kaptırmış. Her şey
den habersiz saçlarını sıvazlıyor; yukarıda, gökyüzünde yakın
geleceği kendisine haber veren hiçbir kımıltı yok. Her şey, o
saçma ve akıl almaz yerini koruyor. Gerçekte Wese'nin yoluna
devam etmesi pek akla yakın bir şey; ama Wese, Schmar'ın bı
çağına doğru ilerliyor.
Parmak uçlan üzerinde dikilmiş, kolunu kaldırıp bıçağı dimdik
aşağı sarkıtarak, " Wese! " diye sesleniyor Schmar. " Wese! Bu
gece Julia' cığın boşuna bekleyecek seni! " Ve Wese'nin boynu
nun ilkin sağ, sonra sol tarafına, sonra da kamından bir hayli
içerlere saplıyor bıçağı. Wese, tıpkı şişe geçirilmiş bir lağım fa
resi gibi sesler çıkarıyor.
"Tamam! " diyor Schmar ardından ve bıçağı, bu artık işe yara
maz kanlı yükü kendisine en yakın evin ön cephesine doğru fır
latıyor. " Cinayetin sağladığı mutluluk! Yabancı kanın akışının
verdiği hafiflik, adeta bir kanatlanış! Wese, koca gece kuşu se
ni ! Dostum, meyhane arkadaşım! Sokağın karanlık zemini
202
BiR KÖY HEKiMi
üzerinde kanın damla damla akarak can veriyorsun. Ne diye
sanki içi kanlı dolu bir kesecik değilsin ki, üzerine oturayım,
büsbütün silinip gidesin ortadan. İnsanın bütün dilekleri ger
çekleşmiyor işte, çiçeksi düşlerinin hepsi yeşeremiyor, senden
artakalmış ağır külçe serilmiş yatıyor yerde; tekmelere kapalı.
Ama bu halinle bana yönelttiğin o suskun soru da ne oluyor? "
Pallas, heyecandan sarsılarak, ansızın iki kanadını birden açtı
ğı kapıda dikiliyor: Schmar! Schmar! Hepsini gördüm, hepsi
ni! Pallas'la Schmar birbirini süzüyor. Pallas için yeter bu ka
darı. Schmar ne yapacağını bilemiyor.
11
11
Bayan Wese, sağında solunda kalab�lık, korkudan hayli koca
mış bir yüzle seğirtip geliyor. Kürkü açılıyor. Wese'nin üzerine
atılıyor hemen; gecelikli bu vücut Wese 'nin, tıpkı bir mezar
üzerindeki otlar gibi kan-koca üzerinde kapanan kürk ise ka
labalığındır.
Schmar, dişlerini sıkıp içindeki son bulantı nöbetinin güçlükle
önüne geçiyor, polisin omzuna dayıyor başını; polis, çevik
adımlarla Schmar'ı alıp götürüyor.
·
203
BiR KÖY HEKiMi
B İ R DÜŞ
Josef K., düş görüyordu.
Güzel bir gündü. K.'nın canı dolaşmak istedi. Ama henüz iki
adım atmaya kalmadan kendini bir gömütlükte buldu. Kulla
nışlı denemeyecek kıvrım kıvrım pek yapay yollar vardı bura
da; ama Josef K., böyle bir yolda, baş döndürücü hızla akan bir
ırmak üzerindeymiş gibi sağa sola hiç sallanmadan süzülerek
kayıp gidiyordu. Uzaktan bir mezar tümseğini gözüne kestir
mişti, burada duracaktı. Tümsek nerdeyse onu kendine çeki
yor, ne kadar acele etse yine gözüne az görünüyordu. Ama
tümseği bazen gözden kaybediyor, katlanarak büyük bir güçle
birbirine vuran bayraklar önünü kapıyordu. Bayrakları taşı
yanların görülememesine karşın, tümseğin orada büyük bir
şenlik varmış izlenimine kapılıyordu insan.
K. bala uzağa bakıp duruyorken, birden yanı başında, yolun
kenarında gördü mezarı; nerdeyse geçip gidecekti önünden.
Sıçradığı gibi kendini otların içine attı. Toprak, boşlukta duran
ayaklan altından baş döndürücü bir hızla kayıp gittiği için, yal
palayıp tam mezarın önünde diz üstü yere yıkıldı. Mezarın ge
risinde iki adam dikiliyor, bir kitabe taşını havaya kaldırmış tu
tuyordu. K. gelir gelmez, taşı toprağa sapladılar; taş da sanki
saplandığı yere dikilip çimentolanrnış gibi sapasağlam durdu.
O saat bir çalılıktan, K.'nın hemen bir kitabe yazan olduğunu
anladığı üçüncü bir adam çıktı; üzerinde yalnızca bir pantolon
ve düğmeleri iyi iliklenmemiş bir gömlek vardı, başına kadife
bir bere geçirmişti; daha ileriden yaklaşırken, elindeki kurşun
kalemle havaya birtakım şekiller çizdi.
204
BiR KÖY HEKiMi
Taşın baş tarafında bir yerde kalemle çalışmaya koyuldu. Taş
pek yüksekti, adamın hiç de o kadar eğilmesi gerekmiyordu
çalışırken. Ama ileriye uzanmadan da yapamıyor, çünkü üzeri
ne basmak istemediği mezar kendisiyle taşın arasına giriyordu.
Bu yüzden, ayak parmaklan üzerinde dikiliyor, sol eliyle taşın
üst yüzeyine yaslanıyordu. Pek ustalıklı bir çalışma sonunda,
bir tek kurşunkalemle taşın üzerine yaldızdan harfler oymayı
başardı. "Burada yatan" diye yazdı. Bütün harfler temiz ve gü
zeldi, derinlemesine oyulmuş olup düpedüz altındandı. İlk iki
sözcüğü yazdıktan sonra dönüp K. 'ya baktı adam. Kitabenin
kalan bölümünün bir an önce yazılmasını bekleyen K. adama
pek aldırmıyor, sadece taşa bakıyordu. Gerçekten de adam
başladığı işi sürdürmek istedi, ama yapamadı, bir engel vardı
ortada, elinden sarktı kalem ve dönüp yeniden K. 'ya baktı. K.
da şimdi adama çevirmişti gözlerini; onun ne yapacağını bile
mez durumda olduğunu anladı, ama nedenini bir türlü kestire
medi. Adamın devinimlerindeki tüm canlılık uçup gitmişti.
Derken K. da ne yapacağını bilemedi, adamla çaresizlik içinde
bakıştılar, ikisinin de gideremediği çirkin bir yanlış anlama
vardı ortada. Üstelik, gömütlükteki kilisenin küçük çanı o an
da çalmaya başlamıştı; ama kitabe yazan elini kaldırıp sallayın
ca sustu. Ancak, az sonra yeniden başladı, bu kez pek yavaştı,
özel bir çağn havası taşımıyordu ve hemen de kesildi, sanki se
sinin nasıl çıkacağını şöylece bir yoklamak istemişti. Kitabe ya
zarının durumu alabildiğine üzmüştü K.'yı, ağlamaya başladı,
ellerini yüzüne kapayarak uzun süre hıçkırdı. K. yatışana ka
dar bekledi adam. Sonra, başka çıkar yol göremediğinden, yaz
ma işini sürdürmeye karar verdi. Taşın üzerine oyduğu ilk kü
çük çizgi, K. için bir kurtuluş oldu; ama adamın kendini hayli
zorlayarak bunun üstesinden gelebildiği anlaşılıyordu. Kaldı ki
yazı da eskisi kadar güzel değildi; en başta altın yaldızdan yok
sun görünüyor, soluk ve sarsak uzanıyordu. Ancak, oyulan
harf pek büyük düşmüştü, bir J harfiydi bu; tam bitmek üze
reyken, adam bir ayağını hırsla yere vurdu, tümsekten içeri gir205
BiR KÖY HEKiMi
di ayağı, dört bir yana toz toprak saçıldı. En sonunda adamı
anladı K., ama artık özür dileyecek vakit yoktu; bütün parmak
larını kullanarak toprağı kazmaya başladı; toprak adeta hiç di
renç göstermiyor, her şey önceden hazırlanmışa benziyordu;
yalnız görünürde hafif bir tümsek yapılmış gibiydi. Bu tümse
ğin hemen altında sarp duvarlarıyla bir çukur çıktı ortaya ve
hafif bir rüzgarla sırt üstü döndürülen K. bu çukurun içine gö
müldü. Ama kendisi aşağılarda, başı henüz dimdik, sonsuz bir
derinlik içinde kaybolurken, yukarıda ismi, şahane süslemeler
le, doludizgin geçti taşın üzerinden.
Josef K., manzaranın güzelliğiyle kendinden geçerek uyandı.
206
BiR KÖY HEKiMi
AKADEMİ İ Çİ N B İ R RAPOR
Sayın Akademi Üyeleri!
Geçmişteki maymun yaşamıma ilişkin bir rapor hazırlayıp aka
demiye sunmaya çağırmakla bana şeref veriyorsunuz.
Ne yazık ki, çağrınıza uyamayacağım. Maymun yaşamım nere
deyse beş yıl geride kaldı. Belki takvi me göre kısa, ama bu za
manı doludizgin geride bırakan benim için alabildiğine uzun
bir süre. Gerçi yer yer seçkin insanların, öğütlerin, alkışların ve
orkestra müziğinin eşliğinde geçti bu süre, ama gerçekte yal
nızdım; çünkü bütün eşlikçiler davranışlarımı izlemek için ma
nejin çok gerisinde duruyordu. Kökenime ve gençlik anılarıma
bağlı kalmakta diretseydim, böyle bir başarıya ulaşamazdım.
Özellikle her türlü inattan vazgeçmeyi, kendimi uymakla yü
kümlü kıldığım en yüce buyruk edindim; ben, özgür maymun,
bu boyunduruk altına girmeye razı oldum. Ama bu da anıları
mın kapılarının bana giderek daha çok kapanmasına yol açtı.
İ lkin, insanlar istese, göğün yer üzerinde oluşturduğu o koca
man kapıdan çıkıp geldiğim yere geri dönebilecekken, söz ko
nusu kapı, kırbaçla sağlanan gelişimim ilerledikçe alçalıp da
raldı, insanların dünyasında kendimi daha rahat ve daha gü
vende hissetmeye başladım; geçmiş yaşamımdan esip duran
fırtına yatıştı; bugün topuklarımı serinleten bir esintiden başka
şey değil artık; esintinin geldiği, benim de bir vakit gelmiş ol
duğum kapı öylesine küçüldü ki, gücüm ve iradem elverip ge
risin geri oraya kadar varabilsem bile, postum yüzülmeden ge
çemezdim içinden. Açık konuşayım ki, böyle şeyleri benzeti
lerle anlatmayı ne kadar yeğlesem de, açıkça konuşayım ki
maymunluğunuz, eğer buna benzer bir şeyi geride bıraktınızsa
207
BiR KOY HEKiMi
beyler, benimkinden uzak olamaz size. Topuklarımın gıdıklan
masına gelince: Küçük şempanzeden büyük Akhilleus'a kadar
bu yeryüzünde gezip dolaşan her yaratığın gıdıklanır topuğu.
Ama yine de çok dar sınırlar içinde arzunuzu yerine getirebi
lir, hatta bunu büyük bir zevkle yapmak isterim. Öğrendiğim
ilk şey toka etmek oldu; toka etmek açıkyürekliliğin belirtisi
dir; kariyerimin doruğunda bulunduğum şu sıra, varsın o ilk to
kaya açıkyürekli itiraflar da katılsın. Gerçi akademi için önem
li bir yenilik getirmeyecek söyleyeceklerim, benden beklenen
lerin ve ne kadar istesem de size söyleyemeyeceklerimin hayli
gerisinde kalacak; ama olsun, eski bir maymunun hangi yolu
izleyerek insanların dünyasına ayak atıp orada kök saldığını
ortaya koyabilir. Ancak, şimdi söyleyeceğim önemsiz şeyleri
bile, kendi konumumdan tamamen emin olmasam ve uygar
dünyanın bütün büyük varyete sahnelerinde sarsılmaz bir yeri
elimde bulundurmasam, elbet söyleyemezdim:
Yurdum Altın Sahili'dir. Nasıl yakalandığım konusunda, baş
kalarının bildirilerine dayanmak zorundayım. Hagenbeck fir
masından bir avcı grubu - sırası gelmişken şunu da söyleyeyim
ki, o zamandan beri söz konusu grubun başkanıyla az kırmızı
şarap şişesi devirmedik - sahildeki ağaçlıkta pusuya yatmış
beklerken, akşam üstü soydaşlanmdan bir sürünün arasına ka
tılarak su içmek için sahile indim. Derken ateş edildi, içimiz
den bir ben vuruldum; iki kurşun yemiştim.
Biri yanağımdan; bunun açtığı yara hafifti, ama geride koca
man ve cascavlak kırmızı bir iz bıraktı, düpedüz bir maymunun
uydurduğu, hiç de yakışık almayan o iğrenç Rotpeter<*> adını
kazandırdı bana; sanki geçenlerde kuyruğu titreten, daha önce
sağda solda kendine biraz bir ün yapmış talimli maymun Pe
ter'den beni yalnızca yanağımdaki leke ayırıyormuş. Hani ara
da söylüyorum bunu.
(•) Sözcük anlamı: Kırmızı Peter (Ç.N.)
208
BiR KÖY HEKiMi
İ kinci kurşun, kalçamın altında bir yere isabet etmişti. Açtığı
yara ağırdı, şimdi bile biraz topallamam bu yüzdendir. Geçen
lerde, gazetelerde bana veriştirip duran o binlerce kişiliksiz
adamdan birinin bir yazısında okudum: Benim maymun doğam
henüz tümüyle, alt edilmemiş, bunun kanıtı da beni ziyarete ge
lenlere kurşunun girdiği yeri göstermek için pantolonumu sıyır
maya can atmammış. Silahı doğrultacak, herifin o yazıyı yazan
elinin parmaklarını bir bir havaya uçuracaksın. Ben, ben canı
mın istediği kimsenin önünde sıyırırım pantolonumu; görülüp
görüleceği bakımlı bir post ve bir yara izi - burada belli bir amaç
için belli bir sözcük seçelim ki, yanlış anlaşılmasın -, hain bir
kurşundan kalan bir yara izi olacaktır. Her şey ortada, saklanıp
gizlenecek bir şey yok; gerçek söz konusuysa, yüce ruhlu herkes
aşın nezaketi bir kenara bırakır. Oysa söz konusu yazar ziyaret
çiler önünde pantolonunu sıyırsa, kuşkusuz başka türlü olur du
rum ve böyle bir şeye kalkışmazsa doğrusu akıllılık eder. İyi
ama, o zaman da kibarlık taslayıp benim başımı ağntmasın.
Kurşunları yedikten sonra - işte bundan ötesini kendim anım
sayabiliyorum - Hagenbeck firmasına ait geminin ambarında
bir kafes içinde gözlerimi açtım. Öyle dört tarafı parmaklıklı
bir kafes değildi; bir sandığa tutturulmuş üç duvarı vardı sade
ce, sandığın kendisi dördüncü duvarı oluşturuyordu. Kafes
ayakta durabilmek için fazla alçak, oturmak için fazla dardı.
Bu yüzden, sürekli titreyen bacaklarımı kamıma çekip yere çö
müyordum; ilk zamanlar belki kimseyi görmemek ve hep ka
ranlıkta kalmak istediğimden yüzümü sandıktan yana çeviri
yor, parmaklığın çubuklarının sırtıma battığını hissediyordum.
Vahşi hayvanların başlangıçta böyle muhafaza edilmesini ya
rarlı görürler, ki bunun insanlar açısından gerçekten yerinde
bir önlem olduğunu ben de şimdi, edindiğim deneyimlerden
sonra yadsıyamayacağım.
Ama o zaman böyle bir şeyi düşünmüyordum. Hayatımda ilk .
kez bir çıkış yolu bulamaz duruma düşmüştüm; hiç değilse
209
BiR KÖY HEKiMi
doğruca önümde uzanan bir yol göremiyordum. Tam karşım
daydı sandık, sıkıca yan yana dizilmiş tahtalarıyla. Tahtalar
arasında yukarıdan aşağı inen aralıklar vardı gerçi ve ilk keş
fettiğimde mutlu bir ulumayla bunları selamlayacak kadar
akılsızlık etmiştim; çünkü aralıklar kuyruğumu sokmaya bile
elvermiyor, bütün maymun gücümü kullansam da genişletile
cek gibi görünmüyordu.
Bana sonradan söylediklerine bakılırsa, alışılmadık ölçüde az
gürültü yapmışım; buradan da, benim ya çok geçmeden kuyru
ğu titreteceğim ya da, ilk nazik dönemi atlattım mı, talim ve
terbiyeye pek yatkın bir hayvana dönüşeceğim sonucunu çı
karmışlar. Ve atlattım bu dönemi. Boğuk boğuk hıçkırmalar,
canım yanarak pirelenmeler, bir hindistancevizini bezgin yala
malar, kafamla sandık duvarı dövmeler, yanıma biri yaklaştı
mı dilimi çıkarmalar; işte yeni yaşamımdaki ilk uğraşılardı
bunlar. Ama hepsinde de içimi bir tek duygu kaplamıştı: Bir çı
kış yolunun görülmeyişi. Kuşkusuz o zamanlar maymun olarak
hissettiklerimi şimdi ancak insan sözleriyle anlatabilecek, yani
doğru dürüst dile getiremeyeceğim. Ama gerilerde kalmış
maymun yaşamımın gerçeğine artık ulaşamasam da, bu gerçe
ğin hiç değilse anlattıklarım doğrultusunda olduğuna kuşku
yok.
O zamana kadar bir sürü çıkış yolum olmuştu hep, oysa artık
bir tek çıkış yolunun bile sözü edilemezdi. Köşeye sıkışmıştım.
Beni tutup bir yere çivileseler, özgürlüğüm bundan çok kısıtla
namazdı. Neden mi? Ayak parmaklarının arasındaki eti tır
naklarınla kaşıya kaşıya yırtıp parçala, nedenini bulamazsın.
Seni adeta iki parçaya ayıracak kadar sıkıca parmaklık çubuk
larına bastır sırtını, nedenini bulamazsın. Bir çıkış yolum yok
tu, ama ele geçirmem gerekiyordu böyle bir yolu, onsuz yaşa
yamazdım. Boyuna bu sandık duvar önünde, bir gün kesinlik
le kuyruğu titretip giderdim. Ama Hagenbeck firmasında da
maymunların yeri sandık duvardır. Madem öyle, ben de may-
210
BiR KÖY HEKiMi
munluktan vazgeçtim. İşte size karnımdan yumurtlamış olaca
ğım parlak ve güzel bir düşünce; maymunlar karınlarıyla düşü
nür çünkü.
Benim çıkış yoluyla demek istediğim şeyin, doğru dürüst kav
ranılamamasından korkuyorum. En alışılmış ve en geniş an
lamıyla kullanıyorum bu sözcüğü. Bilerek özgürlük demiyo
rum. Dört bir yana açılan özgürlüğün o yüce duygusu değil
benim burada söylemek istediğim. Maymunken belki bu duy
gu bana yabancı değildi, ayrıca bunun özlemini duyan insan
lar da tanıdım. Ama kendi payıma, ne o zaman ne de bugün
istedim özgürlüğü. Söz arasında şunµ da söyleyeyim ki, öz
gürlük diyerek pek çok kez insanlar birbirini aldatıyor. Nasıl
ki özgürlük en yüce duygulardan sayılıyorsa, bunun yol açtığı
aldanışlar da en yüce aldanışlardan sayılıyor. Çok vakit var
yetelerde sıram gelip sahneye çıkmadan, bir sanatçı çiftin ta
vandaki trapezlerde çalıştığını, boşlukta ileri geri sallanıp bir
birinin kollarına atıldığını, birinin ötekini dişleriyle saçların
dan tutup taşıdığını gördüm. " B u da insan özgürlüğü işte!
diye geçirirdim içimden, " ne kendini beğenmiş hareketler.
Kutsal doğanın alaya alınması! Maymunların bu manzara
karşısındaki kahkahalarına dayanıp yıkılmayacak bir yapı
yoktur doğrusu.
11
11
Hayır, özgürlük değildi benim istediğim, yalnızca bir çıkış yo
luydu; sağa mı olur, sola mı, nereye olursa; başka bir istek üze
rinde durmuyordum; ama çıkış yolu bir aldanıştan başka şey
değilmiş, kabulümdü. İstediğim şey büyük sayılmazdı, yaşaya
cağım düş kırıklığı da ondan büyük olmayacaktı. İ lerlemeli,
ilerlemeliydim! Kollar havaya kalkık, bir sandık duvara sıkıştı
rılmış durmamalıydım.
Bugün açıkça görüyorum; büyük bir iç huzuruna kavuşmadım
mı, kurtuluş yoktu benim için. Belki de gerçekten şu andaki
durumumu, gemideki ilk günlerin ardından içimi dolduran hu
zura, bu huzuru da sanırım gemideki adamlara borçluydum.
211
BiR KÖY HEKiMi
Her şeye karşın iyi kimselerdi. O vakitler yarı uykularımda
yankılanan ağır ayak seslerini bugün bile keyifle anımsıyorum.
Her şeyi son derece ağırdan almak gibi bir huylan vardı. İ çle
rinden biri gözlerini ovmak istese, sanki bir ağırlık kaldırıyor
muş gibi oynatırdı elini. Kaba, ama candan şakaları vardı. Gü
lüşlerine her vakit kötü kötü öten, ama pek önem taşımayan
bir öksürük karışırdı. Ağızlarında hep tükürüp atacak bir şey
bulunur, nereye tükürdüklerini umursamazlardı. Üzerlerine
pirelerimin sıçradığından yakınır, ama bundan dolayı bana as
la gerçekten kızmazlardı. Postumda pirelerin yetiştiğini, pirele
rinse zıplayıp sıçrayan yaratıklar olduğunu bilirlerdi, bir kez
benimsemişlerdi bunu. Boş vakitlerinde bazıları çevremde ya
rım daire yapıp otururdu; birbirleriyle pek konuşmaz, kumru
lar gibi sesler çıkarır, sandıklar üzerine uzanarak pipo içer, en
ufak bir hareket yapmayagöreyim, elleriyle dizlerine vururlar
dı; bazen içlerinden biri bir değnek alır, hoşlanacağım yerle
rimden beni gıdıklardı. Bugün aynı gemiyle bir yolculuk yap
maya çağrılsam, çağrıyı elbet geri çevirirdim; ama kesinlikle
bildiğim bir şey varsa, çağrıya uysam, ambarda anımsayacakla
nmın tümünün hiç de kötü anılar olmayacağıdır.
Bu insanların arasında kavuştuğum huzur, beni en başta her
türlü kaçış girişiminden uzak tuttu. Bugünün açısından bakın
ca öyle görülüyor ki, yaşamak istiyorsam bir çıkış yolu bulmam
gerektiğini, ama bu yolun kaçmakla elde edilemeyeceğini hiç
değilse sezmiştim o zaman. Bir kaçış mümkün müydü, değil
miydi, bildiğim yok artık; ama sanıyorum mümkündü; bir may
mun her vakit kaçabilecek durumdadır. Bugünkü dişlerimle sı
radan bir cevizi kırarken dikkatli davranmak zorundaydım;
ama o vakitler kafesin kapısındaki kilidi dişleye dişleye zaman
la koparıp atabilirdim sanıyorum. Ancak bunu yapmadım.
Yapsam da ne geçerdi elime? Başımı dışarı çıkarır çıkarmaz
beni yine yakalar, öncekinden de kötü bir kafese tıkarlardı; ya
da kaçtım diyelim, farkına varmadan öbür hayvanların, örne
ğin boa yılanlarının yanında soluğu alır, onların kollarında son
212
BiR KÖY HEKiMi
.nefesimi verirdim veya kimse görmeden güverteye çıkmayı ba
şarır, bordadan aşağı atardım kendimi, o zaman da kısa süre
okyanusta çalkalanır, ardından boğulup giderdim. Umarsız iş
lerdi hepsi. Kuşkusuz, o zamanlar bir insan gibi bunları hesap
lamamış, ama çevremin etkisi altında sanki hesaplamış gibi
davranmıştım.
·
Hesap kitap yapmıyordum ama, alabildiğine serinkanlılıkla iz
liyordum çevremi. Çevremdeki insanların boyuna gidip gel
diklerini algılıyordum; hep aynı yüzler, aynı devinimler; çok
luk bana bir tek kişiymişler gibi görünüyorlardı. Demek ki bu
insan ya da bu insanlar rahat rahat d9laşabiliyorlardı. Derken
yüce bir amaç belirdi kafamda. Kendileri gibi olursam, kafe
sin açılacağı sözünü kimse bana vermiyordu. Böyle gerçekleş
mez görünen vaatlerde bulunmuyordu kimse. Ama zamanla
bazı şeyler gerçekleşince, bunlara ilişkin vaatlerin daha önce
sizin arayıp da ele geçiremediğiniz yerde bulundukları sonra
dan anlaşılıyordu. Ne var ki, bu insanlarda beni kendine çeke
cek pek bir şey yoktu. O sözünü ettiğim özgürlüğün bir savu
nucusu olaydım, okyanusu, bu insanların bulanık gözlerinde
kendini açığa vuran çıkış yoluna yeğlerdim elbet. Kesin bir şey
varsa, daha söz konusu şeyleri düşünmeye başlamadan çok
önce bu insanları gözlemlemeye koyulmuştum; hatta ancak
zamanla biriken gözlemlerdir ki, beni o belirli yöne yöneltmiş
ti.
İ nsanlara öykünmek öyle kolaydı ki ! Tükürmesini daha ilk
günler öğrenmiştim. Giderek birbirimizin yüzüne tükürmeye
başlamıştık; arada bir fark varsa, benim sonradan yüzümü ya
layıp tükürüklerden temizlememdi, onlarsa bunu yapmıyordu.
Çok geçmeden koca bir adam gibi pipo tüttürmeye koyulmuş
tum; hele bir de başparmağımı piponun ağzındaki tütünlerin
üzerine bastırmayayım, bütün ambarı sevinç çığlıklarına boğu
yordum; ne var ki, boş ile dolu pipo arasındaki ayrımı uzun sü
re kavrayamadım.
213
BiR KÖY HEKiMi
Beni hepsinden çok uğraştıran, rakı şişesi olmuştu. Kokusun
dan kahroluyordum; var gücümle zorladım kendimi, ama yine
de alışana kadar haftalar geçti. Ne gariptir ki bu konuda ken
dimle sürdürdüğüm savaşımları, gemideki insanlar, bendeki
bütün öbür şeylerden daha ciddiye alıyordu. Bu insanları anı
larımda da birbirinden ayıramıyorum; ama aralarında biri var
dı ki, yalnız veya arkadaşlarıyla gece ya da gündüz en değişik
saatlerde ikide bir çıkıp geliyor, elinde şişe karşıma geçip bana
ders veriyordu. Beni anlayamıyor, var oluşumun sımnı çöz
mek istiyordu. Şişenin mantar tapasını ağır ağır çıkarıyor, son
ra olup biteni kavrayıp kavrayamadığımı görmek için bana ba
kıyordu. Hani itiraf edeyim ki, pek aceleci çılgınca bir dikkat
le hep onu süzüyordum; bütün yeryüzünü dolaşsa, bir insan öğ
retmen insan öğrenciler arasında benim gibi parlak bir öğren
ci bulamaz. Mantarını çıkardıktan sonra şişeyi kaldırıp ağzına
götürüyordu; ben de bakışlarımla gırtlağından içerlere kadar
onu izliyordum; o, benden hoşnut bir edayla başını sallayıp şi
şeyi dudaklarına dayıyordu; bense yavaş yavaş durumu kavra
dığımdan kendimden geçerek cıyaklıyor ve nerem rast gelirse
hatır hatır kaşıyıp duruyordum. O seviniyor, şişeyi ağzına da
yayıp bir yudum alıyor, bense kendisine öykünemeyeceğimden
sabırsızlık ve umutsuzlukla kafesimde üstümü başımı pisleti
yordum; bu da yine onu hayli memnun ediyordu: Derken şişe
yi kendinden epey uzakta tutuyor, sonra birden coşkuyla ağzı
na götürerek aşın derecede öğretici bir pozla geriye kaykılıyor,
bir dikişte şişeyi boşaltıyordu. Sonunda ben, aşın istekten bit
kin düşerek kendisini izleyem.ez duruma geliyor, o kamını sı
vazlayıp sırıtarak kuramsal dersine son verirken, ben parmak
lığa güç tutunuyordum.
Pratik çalışma ancak bundan sonra başlıyordu. Kuramsal ders
ten fazlasıyla bitkin düşmedim mi? Evet, fazlasıyla bitkin düş
tüm. Bu, benim alınyazım. Yine de olanca gücümü topluyor,
bana uzatılan şişeyi kavrıyordı'Jm; ellerim titreyerek çıkarıyor
dum mantarını; bu işi becerir becermez, içimde yeni güçler do214
BiR KÖY HEK1M1
ğuyor, şişeyi havaya kaldırıyordum; orijinalinden pek ayırt edi
lecek gibi değildi; götürüp ağzıma dayıyor, boş olmasına ve içi
ni sadece bir kokunun doldurmasına karşın, birden şişeyi tik
sintiyle fırlatıp atıyordum elimden. Öğretmenimi üzüyor, ken
dim ondan da çok üzülüyordum; şişeyi kaldırıp attıktan sonra
güzel güzel karnımı sıvazlayıp sırıtmayı unutmayışım, ne onu
ne de beni teselli ediyordu.
Pek sık böyle geçiyordu dersler. Öğretmen de öğretmendi doğ
rusu; bana kızmıyordu, ama bazen vücudumda güç uzanabile
ceğim bir yere piposunu bastırıyor, söz konusu yer için için ya
nıp tutuşana kadar da geri çekeyim demiyordu; ama sonra yi
ne kendisi, o kocaman iyiliksever elleriyle yanan yeri söndürü
yordu. Bana hiç sinirlenmiyor, ikimizin de aynı safta maymun
doğasına karşı savaştığımızı ve benim işimin kendisininkinden
de zor olduğunu seziyordu.
Bu yüzden bir akşam büyük bir seyirci topluluğu önünde -sa
nının bir şenlikteydi; gramofon çalıyor, subayın biri gemideki
ler arasında dolaşıyordu -, işte böyle bir akşam kimsenin bana
dikkat etmediği bir an, kafesimin önüne kazara bırakılmış bir
içki şişesini kapıp seyircilerin giderek artan dikkatli bakışları
karşısında mantarını ustalıkla çıkarmam, şişeyi ağzıma götür
mem ve hiç duraksayıp yüzümü ekşitmeden, anadan doğma iç
kicinin biriymişim gibi gözlerimi devirip gırtlağımdan lıkır lıkır
sesler çıkararak şişeyi gerçekten boşaltmam, boş şişeyi artık
umudunu yitirmiş biri gibi değil de ustalıkla kaldırıp atmam,
hem öğretmenim, hem de benim için ne büyük bir zaferdi doğ
rusu! Karnımı sıvazlamayı unutmuştum, ama buna karşılık,
başka türlüsü elimden gelmediğinden, içimden bir şey beni bu
na zorladığından bir esriklik havası içinde kısaca " Heeey! " di
ye bir nara atarak insan sesi çıkardım ve bu narayla insanların
arasına karışıp onların, " Duydun mu, konuşuyor! " sözlerinin
yankısını tere batmış vücudumun her bir köşesinde bir öpücük
gibi hissettim.
215
BiR KÖY HEKiMi
Yine söylüyorum: İ nsanlara öykünmenin benim için çekici ya
nı yoktu; bir çıkış yolu aradığım için öykünmüştüm, başka ne
denden değil. Üstelik, söz konusu zafer bana pek de fazla bir
şey kazandırmamıştı. Sesim hemen kaybolmuş, ancak aylar
sonra yeniden ortaya çıkmıştı; hatta içki şişesine karşı tiksintim
daha da güçlenmişti. Ama tutacağım yön de kesinlikle belir
lenmiş bulunuyordu.
Hamburg'da ilk hayvan terbiyecisinin eline teslim edilmemden
kısa süre sonra, önümde iki yol olduğunu anlamıştım: Hayva
nat bahçesi ya da varyete. Duraksamadım, şöyle dedim kendi
kendime: Bütün gücünü kullan, bir varyeteye kapağı atmaya
bak! Çıkış yolu budur senin için; oysa hayvanat bahçesi, yeni
bir parmaklıklı kafestir yalnızca; oraya girdin mi, hapı yuttu
ğun gündür.
Ve işte o zaman öğrenmeye başladım, beyler! Oh, insan zora
gelince öğreniyor, bir çıkış yoluna kavuşmak istedi mi öğreni
yor, hiçbir şeye aldırış etmeden öğreniyor! Kamçıyla denetli
yor kendini, öz varlığında en ufak bir direnişle karşılaşmaya
görsün, etini kıymık kıymık ediyor. Zamanla maymun doğam
apar topar çıkıp gitti içimden; öyle ki, bunu gören ilk öğretme
nim, adeta maymunlaşıp kısa süre sonra dersi bıraktı, bir klini
ğe yatırılması gerekti. Neyse ki çok geçmeden iyileşerek dönüp
geldi yine.
Ama bir hayli öğretmen eskittim doğrusu, hatta aynı zamanda
birkaç öğretmen. Yeteneklerime güvenim artıp da, herkes
bendeki gelişmeleri izlemeye koyulup, ışıl ışıl bir gelecek beni
beklemeye başlayınca, bu kez kendim öğretmenler tuttum,
bunları art arda beş ayn odaya yerleştirdim; bir odadan çıkıp
doğru öbürüne dalıyor, öğretmenlerin hepsinden ders alıyor
dum.
Evet, bu gelişmeler! Bilim ışınlarının uyanan beynin içine dört
bir yandan sızması ! İnkar etmiyorum, beni mutlu kılıyordu.
Ama şurasını da itiraf edeyim ki, gözümde fazla büyütmedim
216
BiR KÖY HEKiMi
bunu, ne o zamanlar ne de bugün. Şimdiye kadar yeryüzünde
eşi görülmedik bir çaba harcayıp bir Avrupalının ortalama kül
türünü edindim. Bu, gerçekte hiçbir şey değildi belki; ama ka
festen çıkmama yararı dokunması ve bana bu özel çıkış yolu
nu, bu insansı çıkış yolunu sağlaması bakımından yine de
önemliydi . Almancada çok güzel bir deyim vardır: Zoru başar
mak. Ben de bunu yaptım, zoru başardım. Özgürlüğü seçeme
yişim karşısında başka çıkar yol göremedim.
Elde ettiğim gelişmelere ve bunlarla şimdiye kadar ulaştığım
amaca bir göz attığımda, ne yakınmam için bir neden görüyo
rum ortada ne de memnun olmam için. Ellerim pantolonumun
ceplerinde, şarap şişesi masamın üzerinde, bazen yatıyor, ba
zen de salıncaklı koltukta oturuyor ve pencereden dışarı bakı
yorum. Beni ziyarete gelen oldu mu, yakışık aldığı gibi kalkıp
karşılıyorum kendisini. Menajerim ön odada; zili çalar çalmaz
seğirtip söyleyeceklerime kulak veriyor. Hemen her akşam
sahneye çıkıyorum ve artık bundan daha fazla başarılı ola
mam. Gece geç vakit şölenlerden, bilimsel toplantılardan, eş
dost sohbetlerinden döndüm mü, yarı talimli küçük bir dişi
şempanzeyi beni bekler buluyor ve maymun usulünce gönül
eğlendiriyorum. Ama gündüzün görmek istemiyorum yüzünü,
çünkü bakışlarında serseme dönmüş talimli bir hayvanın çıl
gınlığı okunuyor. Bunu bir ben anlıyorum ve katlanmak gelmi
yor elimden.
Ulaşmak istediğim amaca genel olarak ulaştım . Zahmete değ
mezdi denilmesin. Hem hiç kimseden bu konuda bir yargı bek
lemiyorum; amacım, yalnızca bazı bilgileri iletmekti, yalnızca
bildirmekti bazı şeyleri; size de Sayın Akademi Üyeleri, size de
yalnızca bir bildiride bulundum.
217
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
İLK ACI
Bir trapez sanatçısı - bilindiği üzere yukarılarda, büyük sirk
sahnelerinin kubbelerinde sergilenen bu sanat, insanoğlunun
üstesinden gelebileceği en çetin sanatlardan biridir - ilkin mü
kemmellik tutkusundan, sonralan giderek işkenceye dönüşen
bir alışkanlıktan yaşamını o türlü düzenlemişti ki, aynı toplu
lukta çalıştığı süre, gece gündüz trapezden ayrılmıyordu. Zaten
pek fazla sayılmayan gereksinimleri, sırayla birbirinin yerini
alan görevlilerce karşılanıyor, aşağıda nöbet bekleyen görevli
ler gereksinim duyulan öteberileri özellikle bu iş için yapılmış
kaplarla yukarı yolluyor ya da aşağı çekip alıyorlardı. Böyle bir
yaşam biçimi, çevre için alışılmamış güçlükler doğurmuyordu
pek; gel gelelim programdaki öbür numaralar seyircilere sunu
lurken, onun dikkatlerden kaçmayacak gibi hala yukarıda bu
lunması ve kendisi çokluk sessiz durmasına karşın, seyirciler
arasından sık sık gözlerini kaldırıp ona bakanların çıkması bi
raz tatsız bir şeydi. Ama yeri doldurulamayacak olağanüstü bir
sanatçı sayıldığından, sirk müdürleri bu duruma göz yumuyor
du. Aynca, onun keyfinden böyle bir yaşam sürmediği, aslında
ancak bu yoldan kendisini sürekli formda tutup sanatını mü
kemmelliğe kavuşturabileceği de doğal olarak anlaşılmıyor de
ğildi.
Hem sağlığa elverişliydi yukarısı, hatta sıcak mevsimde kubbe
yi çepeçevre kuşatan yan pencereler açılıp serin hava ve güneş
ışığı bütün gücüyle içeri sızdığında güzel olduğu bile söylenebi
lirdi. Doğru, insanlarla pek sık görüşüp konuşamıyordu trapez
sanatçısı; ancak bazen bir meslektaşı ip merdiveni tırmanıp ge
liyor, trapez üzerinde yan yana oturup sağda ve soldaki iplere
219
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
yaslanarak çene çalıyorlardı; ya da tavanı onarmaya gelen işçi
ler kendisiyle birkaç laf ediyor, bazen de sirkin itfaiye memu
ru en üst balkona çıkıp yedek lambalan gözden geçirirken ona
seslenerek saygılı, ama pek de anlaşılmayan birkaç şey söylü
yordu. Bunların dışında sessiz kalıyordu trapez sanatçısının
çevresi; ancak arada bir, örneğin ikindi üzeri, boş sirke yolu
düşen bir müstahdem düşünceli bakışlarını neredeyse gözün
ulaşamadığı yükseklikteki yere yöneltiyor, kendisine birinin
baktığından habersiz, tepede hünerlerini sergileyen ya da o sı
rada dinlenmekte olan sanatçıyı seyrediyordu.
Hani kendisini enikonu rahatsız eden bir yerden bir yere o ka
çınılmaz yolculuklar araya girmese, rahat rahat böyle yaşayıp
gidebilirdi trapez sanatçısı. Gerçi menajeri, söz konusu turne
lerde onun çektiği sıkıntıların elden geldiğince uzamamasına
çalışıyordu; kent içindeki yolculuklar yanş arabalarıyla yapılı
yor, mümkünse geceleyin, olmazsa sabahın pek erken saatle
rinde henüz bomboş caddelerden doludizgin geçiliyordu; ama
yine de trapez sanatçısının içindeki özleme cevap verecek ka
dar hızlı bir tempo değildi bu. Trende bir kompartıman olduğu
gibi kapatılıyor, yolculuğu tavana yakın bagaj filesinde geçiren
sanatçı burada her zamanki normal yaşamının acınacak bir
benzerini sürdürmeye çalışıyordu. Bir sonra gidilecek kentin
sirkinde onun gelişinden çok önce trapez kurulmuş hazır bek
liyor, ayrıca sirkin bütün kapılan ardına kadar açık, bütün ko
ridorlar gelip geçişlere serbest tutuluyordu. Her şeye karşın,
bütün bu hazırlıklardan sonra trapez sanatçısının ayağını ip
merdivene dolayıp bir solukta yine yukarılara çıkarak trapezi
ne sarılması, menajerin hayatındaki en güzel anlan oluştur
maktaydı.
Şimdiye kadar bir sürü turneyi başarıyla yönetmişse de, her ye
ni turne menajer için tatsız bir şeydi; çünkü turneler başka sa
kıncaları bir yana, trapez sanatçısının sinirleri için kuşkusuz
hayli yıpratıcıydı.
220
BlR AÇLIK ŞAMPiYONU
Günlerden bir gün menajerle trapez sanatçısı, yine bir turneye
çıkmıştı; trapez sanatçısı bagaj filesinde uzanmış yatıyor ve
düşler kuruyor, menajer ise pencere önündeki koltuklardan bi
rinde oturmuş, kitap okuyordu. Ansızın trapez sanatçısı, me
najere usulca seslendi. Hemen kulak kesildi menajer. Trapez
sanatçısı, dudaklarını ısırarak, bundan böyle gösterileri için bir
değil, karşılıklı iki trapeze gereksinim duyduğunu açıkladı.
Menajer, hemen uygun buldu isteği. Trapez sanatçısı ise, sanki
isteğini menajerin kabul etmesinin isteğine karşı çıkması kadar
önem taşımadığını göstermek amacıyla, tek bir trapez üzerin
de artık asla, ne olursa olsun gösteride bulunmayacağını belirt
ti. Belki bu işi bir kez daha yapmak ı;orunda kalacağı düşünce
sinden irkilir gibiydi. Bir yandan duraksayıp, bir yandan sanat
çıyı izleyen menajer isteği olumlu karşıladığını, iki trapezin bir
trapeze üstünlüğünü, ayrıca bu yeniliğin yararını ve gösterilere
renk katacağını bir kez daha vurgulayınca, birden ağlamaya
başladı trapez sanatçısı. Menajer, iyice korkmuş, sıçrayıp kalk
tı; nen var, ne oldu diye sordu. Bir yanıt alamayınca, kanepe
nin üzerine çıktı, trapez sanatçısını sevip okşayarak yüzünü yü
züne dayadı; dolayısıyla, sanatçımn gözyaşları menajerin de
yüzünü ıslattı. Ancak bir sürü soru ve tatlı sözden sonra trapez
sanatçısı hıçkırarak şöyle dedi: " Elimin altında hep bir tek tra
pezle nasıl yaşarım ben ! " Bu durumda trapez sanatçısını yatış
tırmak kolaylaşmıştı; hemen menajer ilk tren istasyonundan,
bundan sonra uğrayacakları kentteki sirke ikinci trapezin ha
zırlanması için telefon edeceğine söz verdi; trapez sanatçısını
onca zaman bir tek trapez üzerinde çalıştırdığı için kendi ken
dini suçladı ve nihayet böyle bir hataya dikkatini çektiğinden
dolayı ona teşekkür edip övücü sözler söyledi. Böylece onu ya
vaş yavaş yatıştırmayı başardı ve dönüp yine köşesine oturdu.
Ancak, kendisi bir türlü yatışmamıştı; bir yandan kitap okuyor,
bir yandan büyük bir endişeyle belli etmeden trapez sanatçısı
nı izliyordu. Bu çeşit düşünceler bir kez trapez sanatçısının içi
ni kemirmeye başladıktan sonra, artık işin sonu gelir miydi
221
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
hiç? Zamanla bu düşünceler daha güçlenmeyecek miydi?
Onun varlığını tehdit eden şeyler değil miydi hepsi? Ve ger
çekten menajer, ağlama nöbetini izleyen görünürdeki sakin
uyku sırasında, trapez sanatçısının pürüzsüz çocuk alnında
şimdiden ilk kınşıklann belirdiğini fark eder gibiydi.
222
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
KÜÇÜ K B İ R KADIN
Ufak tefek bir kadın; yaradılıştan pek ince yapılı, ama yine de
sımsıkı bir korse takıyor. Üzerinde hep aynı giysiyle görüyo
rum kendisini, sarımsı gri, nerdeyse tahta renginde bir kostüm;
yine aynı renkte püsküller ya da düğmeyi andıran bezeklerle
donatılmış biraz. Başına hiç şapka geçirdiği yok; mat san saç
ları düz taranmış; dağınık değil, ama gevşecik duruyor başında.
Korseli olmasına karşın kolaycacık devinebiliyor, ama kuşku
suz aşırılığa vardırılan bir devingenlik; ellerini daha çok kalça
larına dayayıp, belden yukansım bir çırpıda insanı şaşırtacak
kadar çabuk sağa sola döndürmekten hoşlanıyor. Elinin üze
rimdeki bıraktığı izlenimini, parmaklan bu kadar kesin birbi
rinden ayrılmış bir eli hiç daha görmediğimi söyleyerek anlata
bilirim ancak. Ne var ki, elde anatomik bakımdan herhangi bir
gariplik yok, düpedüz normal bir el.
İşte bu küçük kadın hiç hoşlanmıyor benden; bende hep bir
kusur buluyor; sözde hep kötü davranıyorum kendisine, adım
başında onu kızdıracak bir şey yapıyorum; hayat denilen şey
alabildiğine küçük zerrelere bölünebilse de, her zerrecik tek
başına ele alınabilse, hayatımın her zerresinin kendisini sinir
lendireceği kuşkusuz. Onu neden böyle kızdırdığımı sık sık dü
şündüm; bendeki her şey, onun güzellik anlayışına, adalet duy
gusuna, alışkanlıklarına, gelenek ve göreneklerine, umutlarına
ters düşebilir; birbirine böylesine karşıt mizaçlar vardır. Peki
ama, bundan ne diye o kadar üzüntü duyuyor? Öyle ya, ara
mızda benim yüzümden üzülmesini gerektirecek hiçbir ilişki
yok. Bana düpedüz bir yabancı gözüyle bakmaya karar versin
- zaten böyle biriyim ve onun bu yolda alacağı karara karşı
223
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
kendimi savunmaz, büyük bir memnunlukla karşılardım -, be
nim varlığımı unutmak istesin, ki varlığımı kabule de asla zor
lamış değilim kendisini ve ileride de zorlamayacağım, sanırım
bütün üzüntüsü silinip giderdi. Kuşkusuz, bu arada onun dav
ranışının da beni üzdüğünü hiç hesaba katmıyorum, benim bü
tün üzüntümün, onun üzüntüsünün yanında hiç kaldığını peka
la biliyorum çünkü, dolayısıyla böyle bir şeyi dikkate aldığım
yok. Elbet, onun çektiği acının sevgiyle ilişkisi bulunmadığının
da büsbütün bilincindeyim; benim kusurlarımı gerçekten dü
zeltmek önemli değil kendisi için; zaten bende gördüğü kusur
lar, benim ilerlemerni köstekleyecek şeyler değil. Ancak, be
nim ilerlememi de hiç umursadığı söylenemez; kişisel çıkarın
dan, yani kendisine çektirdiğim acıların öcünü almaktan, gele
cekte benim yüzümden uğrayabileceği eza ve cefayı önlemek
ten başka şeyi umursadığı yok. Bu sürüp giden tatsız durumu
nasıl sona erdirebileceğine bir ara dikkatini çekmeye çalıştım;
ama özellikle bu davranışım onu öylesine çileden çıkardı ki,
aynı şeyi bir daha denemeye kalkamam doğrusu.
Beri yandan, belli bir sorumluluğun da benim üzerimde bulun
duğu söylenebilir; çünkü kadın bana ne kadar yabancı da sayıl
sa ve aramızdaki tek ilişki ona reva gördüğüm, daha doğrusu
kendisinin beni buna zorladığı üzüntü de olsa, söz konusu
üzüntünün bedensel bakımdan onu ne kadar yıprattığını umur
samazlıkla karşılayamam. Zaman zaman, hele şu son günler gi
derek daha sık, onun kimi sabahlar benzi soluk, uyku sersemi,
başında ağrılar, neredeyse çalışamaz durumda olduğuna ilişkin
haberler geliyor kulağıma; bu haliyle yakınlarını tasalara boğu
yor, durumunun nedenleri üzerinde şöyle ya da böyle tahmin
ler yürütülmekte, ama henüz ele geçirilmiş değil bunlar. Söz
konusu nedenleri bir ben biliyorum: Boyuna tazelenen o eski
üzüntü. Ancak, yakınlarının tasalarını da paylaşıyor değilim;
güçlü ve dayanıklı bir kadın; onun kadar kızıp sinirlenebilen
biri, sanının kızıp sinirlenmelerinin sonuçlarını da göğüsleye
bilir; hatta kendini acı çekiyor göstermekten amacının, büsbü224
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
tün değilse bile başkalarının kuşkulu bakışlarının üzerime yö
nelmesini sağlamak olduğundan şüphe ediyorum. Açık söyle
mek gerekirse, varlığımla kendisine eza vermemden alabildiği
ne gurur duyuyor, bana karşı başkalarından yardım istemek,
hiç kuşkusuz onuruna yediremeyeceği bir şey olurdu. Yalnızca
nefret, sonu gelmeyen, kendisini önüne katıp sürükleyen bir
nefret yüzünden benimle uğraşıyor; bu' çirkin işten bir de baş
kalarına söz açmak, utanç duygusunun asla kaldıramayacağı
bir şey olurdu. Ancak, sürekli baskısı altında yaşadığı bu duru
mu büsbütün susarak geçiştirmek de katlanacağı gibi değil.
Dolayısıyla, kadınsı kurnazlığına başvurarak biı: orta yol deni
yor; sesini çıkarmayarak, sadece gizli bir acının dış belirtileriy
le sorunu kamuoyunun yargısına sunmak istiyor. Galiba öyle
umuyor ki, başkalarının dikkati bir yol adamakıllı üzerime çe
kildi mi, bana karşı herkeste bir öfke uyanacak, bu öfke güçsüz
kişisel öfkesinin üstesinden gelemeyeceği gibi bir güç ve ça
buklukla benim kesinlikle mahkfim edilmemi sağlayacak. İ şte
o zaman kendisi geriye çekilecek, rahat bir nefes alacak ve ba
na sırt çevirecek. Hani gerçekten bunları umuyorsa yanılıyor.
Başkaları, onun rolünü üstlenmeyecektir; başkaları istediği ka
dar titizlikle incelesin beni, bende öyle bitip tükenmez kusur
lar asla ele geçiremeyecektir. Ben, onun sandığı gibi işe yara
maz biri değilim; kendimi övmek, hele bu konuda böyle bir şe
ye kalkışmak istemem; ama fazla işe yarar biri olmak gibi bir
üstünlüğüm yoksa da, buna karşıt özelliklerle de dikkati çeke
cek biri sayılarnayacağım kuşkusuz. Yalnız onun için, onun ne
redeyse ak ışınlar saçan gözlerinde böyle biriyim ben, kendi
sinden başka kimseyi böyle olduğuma inandıramaz. Ama bu
bakımdan içim büsbütün de rahat edebilir mi? Hayır, edemez
elbet, çünkü onu davranışlarımla adeta hasta ettiğim gerçekten
bilindi mi, ki birkaç kovcu, yani haber getirip götürmekte üzer
lerine olmayan kişiler bunu görür gibi oldular ya da en azından
görüp keşfetmiş gibi bir tavır takındılar mı, o zaman herkes ba
na gelip ne diye zavallı küçük kadına yakışıksız davranışımla
225
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
eza verdiğimi, acaba niyetimin kadını ölüme sürüklemek mi ol
duğunu, ne zaman artık aklımı başıma toplayıp insan gibi mer
hamete gelerek bu işe bir son vereceğimi soracak. Herkes de
bunu sorunca, kolay kolay bir yanıt bulup veremeyeceğim. Bu
durumda, kadındaki hastalık belirtilerine pek inanmadığımı mı
açıklayayım? Böyle yaparak, üzerimdeki suçu sıyırıp atmak
için başkalarını suçladığım, üstelik bunu da pek kaba biçimde
yaptığım gibi tatsız bir izlenimin uyanmasına mı yol açayım?
Yoksa kadının gerçekten hastalığına inanmakla birlikte, ona
karşı en ufak bir acıma duygusu beslemediğimi, çünkü onun
bana büsbütün yabancı bulunduğunu ve aramızdaki ilişkinin
yalnızca onun tarafından kurulup, yalnızca onun tarafından
ayakta tutulduğunu açıkça söyleyeyim mi? Bana inanılmaya
cak demek istemiyorum; belki ne inanılacak, ne inanılmaya
cak, hiç de böyle bir şeyin söz konusu olacağı kadar ileri gidil
meyecektir; kadının güçsüzlüğü ve hastalığıyla ilgili olarak ve
receğim yanıt kayda geçirilmekle yetinilecek, bu da benim için
pek olumlu bir sonuç doğurmayacaktır. Herkesin böylesi du
rumlarda bir sevgi ilişkisinin varlığından kuşkuya kapılmaktan
kendini alamaması, başka her yanıt gibi bu yanıtımda da hayli
güç duruma sokacak beni; oysa böyle bir ilişkinin bulunmadı
ğı, bulunsa bile ancak benim tarafımdan sürdürülen bir ilişki
sayılması gerekeceği alabildiğine açık; gerçekten de yargıların
daki çarpıcı güçten ve sonuçlar çıkarmadaki yorulmak bilmez
liğinden ötürü küçük kadına hayranlık duyabilirdim; ancak,
ondaki erdemler boyuna cezalandırıyor beni, böyle bir hayran
lığın doğmasını önlüyor. Kadında bana karşı dostça bir ilgiden
eser olmadığı kuşkusuz; bu gerçeği saklamayacak kadar da dü
rüst kadın; son umudum da zaten burada; bana karşı böyle bir
ilgi beslediğine başkalarını inandırmak savaş planına uygun
düşse bile, böyle bir davranışa başvuracak kadar kendini unu
tamaz. Ne var ki, bu konuda büsbütün vurdumduymazlıkla
davranacak olan başkaları, görüşünde yine de diretecek ve be
nim aleyhimde bir yargıya varacaktır.
226
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
Bu durumda doğrusu bana kala kala vakit geç olup başkalan
işe karışmadan, küçük kadının öfkesini giderecek gibi değilse
de - çünkü imkansız bu -, biraz yumuşatacak şekilde kendimi
değiştirmek kalıyor. Gerçekten de, içinde bulunduğum duru
mun, onu hiç de değiştirtnek istemeyeceğim kadar beni mem
nun edip etmediğini, zorunluluğuna inandığım için değilse bi
le, yalnızca kadını yatıştırmak için kendimde kimi değişiklikle
re başvurup başvuramayacağımı sık sık sordum kendime. Ve
bu değişiklikleri içtenlikle gerçekleştirmeye çalıştım, zahmet
ve titizlikle yapmaya uğraştım bunu; hatta bu bana uygun dü
şen bir davranış oldu, beni neredeyse eğlendirdi. Tek tük deği
şiklikler de görülmedi değil; enikonu belirgin değişikliklerdi,
kadının dikkatini bunlann üzerine çekmek zorunda kalmıyor
dum; her şeyi benden önce fark ediyor, niyetimi daha halim
den okuyordu. Ancak, bir başanya ulaşmam da kısmet olmadı.
Hem nasıl olsundu? Çünkü, şimdi anladığıma göre, kadının
benden hoşlanmayışının kökü çok derinlerde yatıyor; hiçbir
şey ondaki hoşnutsuzluğu silip atamaz, kendimi yok etmem bi
le sağlayamaz bunu; diyelim canıma kıydığımı haber aldı, ken
dini sınırsız bir öfke nöbetine kaptıracağı kuşkusuzdur. Keskin
görüşlü kadının bu durumu benim gibi algılamadığını düşüne
mem; gerek kendi çabalannın umutsuzluğunu, gerek benim
suçsuzluğumu, ne kadar iyi niyetli davranırsam davranayım is
teklerini karşılamadaki güçsüzlüğümü görmemesi akıl alacak
şey değil. Elbette görüyor, ama savaşçıl mizacından ötürü, sa
vaşın tutkusu içinde unutuyor bunu; ayrıca, benim değiştirmek
elimden gelmeyen o başbelası mizacımı düşünmüyor, çünkü
bu mizaç böylece bana verilmiş bir kez ve beni, zıvanadan çık
mış birinin kulağına bir uyarıyı fısıldamaya zorluyor. Elbet bu
şekilde onunla asla anlaşamayacağız. Ben hep sabahın ilk saat
lerinin mutluluğuyla evden çıkacak, benim yüzümden onun acı
ve ıstıraplara gömülmüş çehresini, öfkeyle kıvnlmış dudakları
nı, beni sınamadan geçiren, ama sonucu önceden bilen, üze
rimde gezinip en savruk anlannda bile en ufak bir aynntıyı
227
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
gözden kaçırmayan bakışlarını, genç kızsı yanaklarına oyulmuş
acı gülümsemeyi, başını kaldırıp sızlanarak gökyüzüne bakışı
nı, duruşunu sağlamlık kazandırmak için ellerini kalçalarına
gömüşünü, sonra da çileden çıkarak sararıp titreyişini görece
ğim.
Geçen gün, kendi kendime hayretle itiraf ettiğim gibi ilk kez,
yakın bir dostuma bu sorunla ilgili bir iki değinmede bulun
dum; söz arasında hani, üzerinde pek durmadan, birkaç keli
meyle; zaten dışarıya karşı hiç önemsemediğim sorunun öne
mini olduğundan biraz daha küçük gösterdim. Ne tuhafsa, dos
tum anlattıklarımı hiç de önemsemezlik yapmadı, hatta işin
önemini daha da büyüttü, dikkatinin başka yana çekilmek is
tenmesine karşı çıktı ve aynı konu üzerinde diretti. Ancak da
ha da tuhafı, öyle davranmasına karşın, can alıcı bir noktada da
işe gereken önemi göstermedi; çünkü biraz geziye çıkmamı
ciddi ciddi öğütledi bana. Hiçbir öğüt bu kadar mantıksız ola
mazdı; gerçi sorunun kendisi bütün basitliğiyle göz önünde, is
teyen biraz daha yakından baktı mı görebilir işin içyüzünü;
ama yine de benim buradan uzaklaşmamla sorunun tümden ya
da hiç değilse en önemli bölümünün çözüme kavuşacağı kadar
da basit değil. Tersine, kalkıp bir başka yere gitmekten kaçın
mak zorundayım; ille de bir plan uyarınca davranmam gereki
yorsa, bu plan, sorunu, dış dünyanın henüz işe karışmasına izin
vermeyen şimdiki dar sınırlan içinde tutmak, yani nerede bu
lunursam bulunayım, serinkanlılığı elden bırakmamak, soru
nun yol açabileceği dikkati çekecek hiçbir büyük değişikliğin
başgöstermesine izin vermemek, dolayısıyla kimseye konudan
söz açmamak, ama başkalarınca bilinmesi sakıncalı bir giz diye
değil de küçük çapta, düpedüz kişisel, bu yüzden katlanılması
ne de olsa kolay ve böyle de kalması gereken bir sorun olduğu
için bunu yapmaktır. Dolayısıyla, dostumun sözlerinin yine de
yaran dokunmadı diyemem; bana yeni bir şey öğretmediyse
de, temel görüşümü pekiştirdi.
228
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
Daha bir enine boyuna düşünüldüğünde zaten anlaşılacağı gi
bi, durumun zamanla geçirmiş göründüğü değişiklikler, soru
nun kendi özünden gelmiyor, yalnızca benim onunla ilgili gö
rüşümün izlediği gelişim sonucu ortaya çıkan değişiklikler bun
lar; çünkü söz konusu görüşüm gün geçtikçe biraz daha erkek
si nitelik kazanıyor, işin özüne daha çok yaklaşıyor, ancak bi
raz da, ne kadar hafif olursa olsun sürekli sarsıntıların silinip
atılamayan etkisi yüzünden sınırlı bir havaya bürünüyor.
Soruna karşı daha serinkanlı bir tutum takınacak oluşum, bir
kararın, bazen ne kadar yakında bulunursa bulunsun gelmekte
daha bir süre gecikebileceği gerçeğini artık anlar gibi olmam
dan kaynaklanıyor; özellikle genç ya·şta kararların ortaya çıkı
şındaki tempoyu pek büyütmeye eğilim duyuyor insan; örne
ğin, bir yol benimle karşılaşan küçük yargıcımın eli ayağı gev
şeyerek bir eliyle arkalığına tutunup, öbür elini korsesinin bağ
larında gezdirerek yanlamasına bir sandalyeye çöktüğünü, hırs
ve umutsuzluk gözyaşlarının yanaklarından aşağı yuvarlandığı
nı görünce, karar işte çıkageldi diye düşünmüştüm hep, işte
şimdi hesap vermek üzere huzura çağrılacağım demiştim. Gel
gelelim, ne karardan eser vardı ortada, ne hesap vermeden.
Kadınlar bir de çabuk fenalaşıyor ki ! Oysa kimsenin bütün du
rumları bir bir izlemeye vakti yok. Hani bunca yılda olup biten
nedir? Böylesi durumların, bazen biraz daha güçlü, bazen biraz
daha güçsüz bir tekrarı yalnız; yani sayılarının giderek artması.
Sonra, yakınlarda dolaşan ve bir fırsatını ele geçirdiler mi işe el
atmaya hevesli o kadar çok insan var ki! Ama bir fırsat ele ge
çirdikleri yok, şimdiye kadar sadece sezgilerine dayandı bu
kimseler. Gerçi sezgiler bol bol oyalar sahiplerini, başka işe de
yaramazlar. Bugüne kadar da hep böyle oldu, söz konusu kim
seler hep köşebaşlarında dikildi, aylak aylak bakındı çevreleri
ne, yakında eğleşmelerini pek kurnaz bir yoldan, en çok akra
balık nedeniyle bağışlatmaya çalıştı, hep gözetleyip durdu, bu
runları koku aldı hep, ama bütün bunların sonucu: Hala öyle
ce dikilip durmaktalar. İşin öncekinden değişik bir yanı varsa,
229
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
benim kendilerini artık yavaş yavaş seçebilmem, yüzlerini bir
birinden ayırt edebilmem. Eskiden derdim ki, bunlar dört bir
yandan usul usul gelip bir araya toplanıyor ve sorun enine bo
yuna büyümeler kaydediyor da, bu büyümeler gün gelip söz
konusu kişileri bir karar vermeye zorlayacak. Oysa bugün öy
le sanıyorum ki, bunlann hepsi öteden beri vardı ve kararın
yaklaşmasıyla hiçbir ilişkileri bulunmuyor, bulunsa da pek az.
Karann kendisine gelince: Ne diye böyle iri bir sözcükle nite
liyorum onu bilmem? Bir gün olur da - elbet yann değil, öbür
sü gün de değil belki hiç gelmeyecek bir gün - başkalan, benim
hep tekrarlayıp duracağım gibi yetkili sayılamayacakları bu so
runla yine de ilgilenirse, ben hiç zarar görmeksizin bu yargıla
madan kurtaramayacağım yakamı; ancak, şu noktanın da göz
önünde tutulması gerekiyor: Ben kamuya yabancı değilim, öte
den beri onun tastamam gözü önünde yaşayıp gidiyorum, baş
kalanna güvenen ve kendisine güvenebilen biri gibi yaşadım
hep; dolayısıyla, sonradan ortaya çıkan bu hastalıklı küçük ka
dın, başkalannın belki çoktan yapışkan bir dulavratotu gibi gö
rüp çizmelerinin altında, kimsenin kulağının duymayacağı gibi
ezip geçeceği bu kadın, olsa olsa başkalannın çoktan saygıde
ğer bir üyesi olduğumu açıklayan diplomaya ufak ve çirkin bir
leke katmaktan başka şey yapmayacak. Sorunun bugünkü du
rumu işte böyle, yani beni pek tedirgin edecek gibi değil.
Aradan yıllar geçtikçe yine de biraz tedirginliğe sürüklenme
min, sorunun taşıdığı asıl önemle hiçbir ilgisi yok; kızmanın bir
nedenden yoksunluğu pekala fark edilse de, bir kimseyi sürek
li kızdırmak katlanılır şey değil; insanın rahatı kaçıyor, gelece
ğine pek inanılmasa bile, kararlan bir bakıma yalnız beden yö
nüyle pusuda gözlüyor insan. Ama burada biraz da yaşlılık be
lirtisi söz konusu; gençlere her şey yaraşıyor, birtakım çirkin
aynntılar gençliğin bitip tükenmez güç kaynağında kaybolu
yor. Bir gencin biraz pusuda bakışlan olsa, kötü bir gözle gö
rülmez bu, asla bunu fark eden çıkmaz, hatta gencin kendisi bi
le farkına varmaz bunun. Ama yaşlılıkta elde kalan kınntılar230
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
dır ancak ve bunların her biri de gereklidir, hiçbiri yenilene
mez, her biri göz altında tutulur; yaşlanan bir adamın pusuda
bekleyen bakışı, açıkça pusuda bekleyen bir bakıştır ve bunu
saptamak güç değildir. Ancak, burada da sorunun gerçekten,
nesnel olarak kötüye gitmesi diye bir şey söz konusu değildir.
Yani nereden bakarsam bakayım, elimle bu sorunun üzerini
şöyle birazcık kapayıversem, kimselerce rahatsız edilmeden,
kadının bütün kudurup köpürmelerine karşın, normal yaşamı
mı sessiz sakin sürdürebileceğimi görüyorum ve bu görüşüm
den de vazgeçmeyeceğim.
231
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
B İR AÇLIK ŞAMPİYONU
Son on yıllarda açlık şampiyonlanna rağbet hayli azaldı. Eski
den insanın kendi başına bu gibi büyük gösteriler düzenlemesi
pek kazançlı bir işti; oysa bugün böyle bir şeye kalkışmak akıl
karı değil. Başka zamanlardı onlar! Bir vakit bütün kent açlık
şampiyonuyla ilgilenirdi. Gösterinin her geçen günü seyirci sa
yısı artar, herkes açlık şampiyonunu günde en az bir kez gör
meden duramazdı. Zaman ilerledikçe ortaya aboneler çıkar,
günlerce demir parmaklıklı küçük kafesin önünde oturup bek
leşirlerdi. Gösteriyi daha etkili kılmak için yakılan meşalelerin
aydınlığında gece bile açlık şampiyonunu görmeye gelenler
olurdu. Güzel havalarda kafes ortaya çıkarılır ve özellikle ço
cukların ziyaretine açık tutulurdu. Gösteriler çokluk, büyükle
rin katıldığı moda bir eğlenceden başka şey değilken, küçükler,
şaşkın, ağızlan açık, ne olur ne olmaz el ele tutuşur, benzi san,
üzerinde siyah bir triko giysi, kaburga kemikleri hayli dışarı
fırlamış açlık şampiyonunun bir sandalyeye bile tenezzül etme
yerek yere serpilmiş samanlar üzerinde oturuşunu, bazen ne
zaketle başını sallayıp zoraki gülümseyerek sorulan yanıtlayı
şını, ayrıca sıskalığını seyircilerin elleriyle dokunup anlamaları
için kafesin çubuklan arasından kolunu uzatışım, bazen de
kendi içine gömülüp kimseyi, hatta kafesteki tek eşya olan sa
atin kendisi için pek önemli vuruşlarını bile umursamayışını,
adeta yumuk gözlerini önüne dikip ara sıra minicik bir bardak
tan bir yudum su alarak dudaklarını ıslatmaktan başka şey
yapmayışını izlerlerdi.
Değişip duran seyirciler dışında bir de onların seçtiği sürekli
gözcüler vardı ki, ne tuhafsa hep kasaptı bunlar ve görevleri
232
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
açlık şampiyonunun başında üçer üçer beklemek, kimse gör
meden bir şey yememesi için onu göz altında tutmaktı. Ama
bu, seyirci topluluklarının içinin rahat etmesi amacıyla başvu
rulan bir formaliteden başka şey değildi, çünkü işin içindekiler,
açlık şampiyonunun, açlık süresince, ne olursa olsun, hatta zor
lansa bile ağzına bir lokma yiyecek koymayacağını pekala bi
lirdi; ne de olsa sanatçı onuru, böyle bir yola başvurmasına izin
vermezdi. Elbet, her gözcü bunu anlayamazdı; dolayısıyla, ge
ce nöbet tutan bazı kişiler görevlerini pek üstünkörü yapmaya
kalkıyor, bile bile uzak bir köşeye çekilip iskambil oyununa
dalıyor, böylelikle açlık şampiyonunun gizlice yanında bulun
durduğunu sandıklan azıktan birkaç lokma bir şey atıştırması
na fırsat vermek istediklerini belli ediyorlardı. Açlık şampiyo
nu için böylesi gözcülerden daha eza verici ne olabilirdi? Bun
lar onu üzüyor, onun açlığa katlanabilmesini alabildiğine güç
leştiriyordu; bazen kendisinden haksız yere kuşkulanıldığını
göstermek için, bu tür gözcülükler sırasında dermansızlığını
yenip elden geldiğince uzun süre şarkılar söylüyordu. Ama bu
pek yarar sağlamıyor, şarkı söylerken bile yiyip içtiğini sanan
gözcülerin, onun bu becerisine şaşmalarına yol açıyordu, o ka
dar. Kafesin hemen yanı başına oturup, salondaki gece lamba
sının bulanık ışığıyla yetinmeyerek menajerin ellerine tutuş
turduğu cep fenerlerini üzerine sıkan gözcüleri, açlık şampiyo
nu kendine kuşkusuz çok daha yakın buluyor, çiğ ışık onu hiç
rahatsız etmiyordu; uyuyabildiği yoktu çünkü; şöyle biraz kes
tirmeye gelince, bunu da her vakit, her ışık durumunda, hatta
salon gürültülü ve hıncahınç doluyken bile yapabiliyordu. Ya
ni böylesi gözcülerle bütün geceyi uykusuz geçirmeye dünden
razıydı. Onlarla şakalaşmaya, onlara gezginci yaşamından çe
şitli olaylar anlatıp onların anlatacaklarını dinlemeye ve bunu
da kendilerini uyanık tutmak; kafesinde yiyecek namına bir
şey bulunmadığını, açlığa hepsinden çok katlanabileceğini on
lara göstermek için yapmaya hazırdı. Ama en büyük mutlulu
ğu, böyle uykusuz geçirilmiş yorucu bir gecenin ardından sa233
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
bah olup, kendi ısmarladığı pek zengin bir kahvaltının gözcü
ler önüne çıkarıldığını ve onların sağlıklı insanlara özgü bir iş
tahla kahvaltının başına üşüştüklerini görünce duyuyordu. Ha
ni söz konusu kahvaltıda bile gözcülere ilişkin çirkin bir rüşve
tin kokusunu sezenler çıkmıyor değildi; ama bu kadarı da faz
laydı doğrusu. Hem bu kişilere, madem öyle, buyurun, siz kah
valtısız nöbet tutun dendiği zaman yan çiziyorlar, ama yine de
kuşku duymaktan geri kalmıyorlardı.
Aslında böylesi kuşkuların açlık gösterilerinde yer alması kaçı
nılmazdı; kimse gösteri süresince gece gündüz, hiç ara verme
den açlık şampiyonunun başında nöbet tutamazdı çünkü. Bu
yüzden de, kendi gördüklerine dayanarak, onun gösteri boyun
ca ağzına bir lokma bir şey koymadan sürekli aç kalıp kalma
dığını bilebilecek bir kimse çıkamazdı. Bunu bilse bilse açlık
şampiyonunun yalnızca kendisi bilebilir, açlık gösterilerinin
tam anlamıyla memnun kalmış tek seyircisi yine kendisi olabi
lirdi. Gel gelelim açlık şampiyonu da bir başka bakımdan asla
memnunluk duymuyordu; belki de kendi şahsına karşı besledi
ği hoşnutsuzluk, onun bu kadar zayıflamasına yol açmaktaydı.
Belki söz konusu hoşnutsuzluğu duymasa, açlıktan böyle sü
zülmez ve onun bu halini görmeyi içleri götürmeyen pek çok
kimsenin gösterilerden üzülerek uzak kalmasına yol açmazdı.
Aç kalmanın ne kolay olduğunu bir tek kendisi biliyordu. Hat
ta işin içindekiler arasında bile bunu başka bilen yoktu. Oysa
öyle kolay, öyle kolaydı ki! Bunu açıkça söylüyor, ama kendi
sine inanan çıkmıyordu. Bu itirafını olsa olsa alçakgönüllülü
ğüne, çok zaman reklam düşkünlüğüne veriyorlar, hatta kendi
sine, işin bir kolayını bulduğu için açlığa katlanmakta gerçek
ten zorluk çekmeyen, üstelik bunu yan itiraf gözüpekliğini
gösteren bir düzenbaz diye bakanlar çıkıyordu. Açlık şampiyo
nu, ister istemez sineye çekiyordu hepsini, onca yıldır buna
alışmıştı. Ama bir hoşnutsuzluk duygusu da içini sürekli kemi
rip durmaktaydı. Şimdiye kadar - hani bunu teslim etmek ge
rekirdi - bir gösteri süresinin bitiminde gönül rızasıyla kafesin234
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
den çıktığı görülmemişti. Menajeri, aç kalma süresini kırk gün
diye belirlemişti, onun daha fazla aç kalmasına metropollerde
ki gösterilerde bile izin vermiyordu ve bunda da haklıydı. De
neyimler ortaya koymuştu ki, bir kentin gösteriye ilgisi, reklam
kampanyasına gittikçe hız verilerek ancak kırk gün ayakta tu
tulabiliyor ve her geçen gün biraz daha artırılabiliyordu. Ama
derken seyircilerde bir çözülme, bir gevşeme başlıyor, gösteri
ye rağbet hayli azalıyordu. Kuşkusuz bu bakımdan kentten
kente, ülkeden ülkeye küçük çapta ayrımlara rastlanmıyor de
ğildi, ama genellikle ilginin en canlı olduğu süre kırk gündü.
Kırkıncı gün, baştan aşağı çiçeklerle bezenmiş kafesin kapısı
açılıyor, hayranlıkla dolu bir seyirci kalabalığı salona üşüşüyor,
askeri bir bando çalmaya başlıyor, açlık şampiyonunun vücu
dunda gerekli ölçümleri yapacak iki hekim kafesten içeri süzü
lüyor, alınan sonuçlar bir megafonla salondakilere iletiliyor ve
sonunda, bu iş için seçildiklerinden dolayı mutlu iki genç ba
yan gelip açlık şampiyonunu kafesinden çıkarmak, birkaç ba
samak merdivenden indirip üzerinde özenle hazırlanmış bir
hasta yemeğinin beklediği küçük bir masaya götürmek istiyor
du. İ şte böylesi anlarda kafesten çıkmamak için hep ayak diri
yordu açlık şampiyonu. Ama yine de bir deri bir kemik kalmış
kollarını, kendisine doğru eğilen bayanların yardıma hazır
uzanmış ellerine gönül rızasıyla bırakıyor, gel gelelim doğrulup
ayağa kalkmaya bir türlü yanaşmıyordu.
Neden sanki şimdi, neden tam kırk gün sonra gösteri sona ere
cekti? Oysa daha uzun zaman, sınırları belirsiz uzun bir süre
açlığa katlanabilirdi. Neden tam formunu bulduğu bir sıra, hat
ta daha büsbütün formunu bulmamışken aç kalmaya son vere
cekti? Ne diye kendisini açlığı sürdürmek, gelip geçmiş açlık
şampiyonlarının yalnızca en büyüğü olarak ün yapmaktan de
ğil - çünkü çoktan böyle bir üne kavuşmuştu belki -, aynı za
manda aklın alamayacağı ölçüde kendini aşmaktan yoksun bı
rakmak istiyorlardı; çünkü onun açlığa dayanma gücü hiç sınır
tanımıyordu. Kendisine bu kadar hayranlık duyan kalabalığın,
235
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
ona bu kadar az sabır göstermesi nedendi acaba? Madem ki aç
kalmaya daha bir süre dayanabilecekti, ne diye önüne duru
yordu bu kalabalık? Üstelik yorulmuş oluyordu, samanlar için
de rahatça otururken boylu boyunca kalkıp ayaklan üzerinde
dikilerek yemeğe mi gidecekti? Yemeği aklına bile getirmek
ten içi bulanıyor, bayanların hatırı için bunu belli etmekten
kendini güç bela alıkoyuyordu. Başını kaldırıp onların sözde
dost, gerçekte pek acımasız gözlerinin içine bakıyor, çöp gibi
bir boyun üzerinde oturan kurşun gibi ağır kafasını sallıyordu.
Ama her zamanki sahne yineleniyordu derken: Menajer geli
yor, Tanrının şu samanlar üzerindeki eserini, ermişlik aşaması
na kendine özgü bir yoldan ulaşmış şu zavallı adamı bir kez
görmeye çağırır gibi kollarını konuşmadan - müzik konuşması
nı engelliyordu çünkü - açlık şampiyonu üzerinde havaya kal
dırıyordu. Onu ince belinden kavrıyor ve bunu yaparken aşırı
bir sakınganlıkla davranarak karşılarındaki yaratığın ne narin
bir şey olduğuna seyircileri inandırmak istiyor, sonra onu kim
se görmeden şöyle biraz sarsıp silkiyor, ardından bu sarsıp silk
meye dayanamayarak bacakları ve belden yukarısıyla ileri ge
ri sallanan açlık şampiyonunu, karşılaştıkları manzarayla be
nizleri ölü gibi sararmış hanımların ellerine teslim ediyordu.
Artık bundan sonra, olanları sineye çekmek düşüyordu açlık
şampiyonuna. Başı yuvarlanmış da nedense orada durmuş gi
bi, göğsünün üzerine sarkıyor, karnı içine göçüyordu. Ayakla
n, kendi kendilerini dik tutabilmek için diz kısımlarıyla sımsı
kı birbirine yapışıyor, ama üzerine bastıkları asıl zemin değil
miş de, gerçek zemini ararlarmış gibi yeri eşeliyordu. Bütün
vücudunun kuşkusuz tüy hafifliğindeki yükü hanımlardan biri
nin üzerine biniyor, bu hanım da ilkin hiç değilse yüzünü açlık
şampiyonunun dokunuşundan korumak istiyor, yardım arana
rak, soluk soluğa - bu şerefli görevin böyle olacağını ummamış
tır çünkü - boynunu alabildiğine geriyor, ama bunu başarama
yınca ve kendisinden daha şanslı arkadaşı da yardımına koş
mayıp açlık şampiyonunun elini, bu ufak kemik çıkınını titre236
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
yerek önü sıra taşımakla yetinince, zevkten çılgına dönen sa
londaki seyircilerin kahkahaları arasında ansızın boşanıp ağla
maya başlıyor, bunun üzerine oracıkta hazır bekleyen bir uşak
hemen seğirtip hanımın yerini alıyordu. Ardından yemeğe ge
liyordu sıra. Menajer, seyircilerin dikkatini açlık şampiyonun
dan başka tarafa çekmek için bir yandan eğlenceli boşboğaz
lıklarda bulunurken, baygınlığa benzer bir yarı uykuya dalmış
açlık şampiyonunun ağzına yemekten bir, iki kaşık veriyor,
sonra da kulağına sözde açlık şampiyonunun fısıldadığı bir
nükteyi seyircilere aktarıyordu. Bando olup bitenleri güçlü bir
fanfarla destekliyor, derken seyirciler dağılıyordu. Hani bu du
rumda kimsenin gördüklerinden memnun kalmamaya hakkı
yoktu, kimsenin; bir tek açlık şampiyonu, bir tek o vardı hiç
memnunluk duymayan.
İşte böylece açlık şampiyonu, arada düzenli küçük molalarla,
dıştan bakınca sözde bir görkem içinde herkesten itibar göre
rek, ama yine de çokluk hüzne gömülmüş yaşayıp gidiyor ve
kimse ciddiye almadığından hüznü giderek büyüyordu. Hem
nasıl avutulabilirdi ki? Bütün isteklerine kavuşmuş değil miy
di? Ö rneğin, durumuna acıyan iyi yürekli biri çıksa da, üzüntü
sünün belki açlık gösterilerinden kaynaklandığını açıklamaya
kalksa, açlık şampiyonu, hele gösterinin ilerlemiş bir zamanıy
sa, öfkeden kudurmuş bir hayvan gibi kafesin demir parmak
lıklarını sarsarak herkesin içine korku salıyordu. Ama böylesi
durumlarda menajerin elinde uygulamaktan hiç çekinmediği
bir cezalandırma yöntemi vardı: Salondaki topluluktan açlık
şampiyonunu bağışlaması dileğinde bulunuyor, açlığın yol açıp
tok kimselerin kolay kavrayamayacağı bir sinirlilikten kaynak
lanmasa, onun bu davranışının hoş görülemeyeceğini itiraf edi
yordu, sonra da açlık şampiyonunun yine bir açıklama gerekti
ren, şimdiye kadarkinden çok daha uzun süre aç kalabileceği
savına değinerek besbelli bu savda saklı yüce amacı, iyi niyeti
ve büyük özveriyi övüyor, ama hemen ardından seyircilere
gösterdiği bir alay resimle söz konusu savı düpedüz çürütmeye
237
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
çalışıyordu; çünkü satışa da çıkarılan resimler, açlık şampiyo
nunu gösterinin kırkıncı gününde bir yatakta adeta ölü gibi ya
tarken gösteriyordu. Açlık şampiyonu gerçeğin bu kadar çarpı
tılışının hiç de yabancısı değildi, ama her seferinde sinirleniyor,
bunu güçlükle sineye çekiyordu. Çünkü açlık gösterisinin va
kitsiz sona erdirilmesinden kaynaklanan bir durumun sonucu,
bu durumun nedeni diye ileri sürülmekteydi. Bu anlayışsızlık
la, bu anlayışsız dünyayla savaşmak olanaksızdı. Bugüne kadar
kaç kez saf bir inançla kafesin parmaklıklarına tutunarak can
kulağıyla menajeri dinlemişti; ama resimlerin her ortaya çıka
rılışında parmaklıkları bırakıyor, inleyerek yerdeki samanların
üzerine yığılıyor ve ancak bunun üzerine yatışan kalabalık ye
niden yanına sokulup onu seyre koyuluyordu.
Bu tür sahnelerin tanıkları, aradan birkaç yıl geçip de olup bi
tenleri anımsadıklarında, bir zamanki davranışlarına bir türlü
anlam veremiyorlardı, çünkü bu arada daha önce sözü edilen
değişim başgöstermişti; neredeyse bir anda gerçekleşmişti de
ğişim. Belki değişimin köklü nedenleri vardı, ama kim kalkıp
bunları araştıracaktı? Her neyse, şımartılmış açlık şampiyonu
günün birinde, eğlenceye düşkün seyircilerin kendisini bırakıp
başka yerlerdeki gösterilere koştuğunu gördü. Bunun üzerine,
menajer onu bir kez daha yanma alıp sağda solda eski ilgiyi ye
niden bulmayı umarak Avrupa'nın neredeyse yarısını dolaştı.
Ama boşuna! Sanki aralarında gizlice anlaşmışlar gibi, her gi
dilen yerde seyirciler açlık gösterilerine bayağı ilgisiz kalıyor
du. Kuşkusuz öyle durup dururken gerçekleşmiş bir şey değil
di bu, zamanında başarıların sarhoşluğuyla pek önemsenmeyip
önü alınmaya çalışılmamış kimi olumsuz belirtiler şimdi akla
geliyordu. Ama bunlara karşı bir şey yapabilmenin vakti geç
mişti artık. Hani açlık gösterilerinin el üstünde tutulacağı bir
zaman kuşkusuz gelecekti yine. Ama o zamana kadar kim ölür,
kim kalırdı? Peki, şimdi açlık şampiyonu ne yapacaktı? Binler
ce kişinin kendisini çılgınca bağrına bastığını görüp yaşadıktan
sonra, küçük panayırlardaki çadırlar içinde sanatını sürdüre238
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
mezdi. Kendisine başka bir meslek edinmeye gelince, bunun
için hem yaşı pek ilerlemişti, hem de aç kalmaya bağnazlık de
recesinde tutkunluğu vardı. Bu yQıden, o eşsiz parlaklıktaki
meslek yaşamı boyunca kendisine eşlik eden menajerine yol
verip çalışmak üzere bir sirke girdi; boşuna kızıp sinirlenme
mek için, anlaşmanın koşullannı hiç merak etmedi.
Birbirini dengeleyip bütünleyen dünya kadar insan, hayvan,
araç ve gerecin bulunduğu büyük bir sirkte herkes için, hatta
bir açlık şampiyonu için elbet mütevazı bir ücret karşılığı iş
vardı. Hem söz konusu durumda angaje edilen yalnız açlık
şampiyonunun kendisi değil, aynı zamanda onun ün salmış es
ki adıydı. Hatta bu sanat türünde yaştaki ilerlemenin başarı
oranında zorunlu bir düşmeye yol açmayacağı göz önüne alı
nırsa, emekliler arasına kanşmış, artık sanatının doruğunda tu
tunamayan bir adamın sirkin birinde başını sokacak yer aradı
ğı hiçbir vakit ileri sürülemezdi. Tersine, açlık şampiyonu yine
eskisi gibi aç kalabileceğini ileri sürüyordu ki, buna inanma
mak için ortada neden yoktu. Hatta o kadar ileri gidiyordu ki,
eğer bir karışan çıkmazsa - bunun için hiç duraksamadan söz
veriliyordu kendisine - gösterileriyle asıl şimdi dünyaya haklı
olarak parmak ısırtacağını söylüyordu. Kuşkusuz bu öyle bir
savdı ki, konuşmanın coşku ve heyecanı içinde açlık şampiyo
nunun unuttuğu dönemin havasını bildiklerinden, bu işte uz
man kişilerin sadece gülüp geçmesine yol açıyordu.
Ama açlık şampiyonu da gerçek durumu aslında fark etmiyor
değildi ve kendisini gözde bir numaraymış gibi manejin orta
yerine değil, dışarıdaki ahırların oraya, beri yandan kolay ula
şılabilecek bir yere yerleştirmelerini pek doğal karşılamıştı.
Kafesin dört bir yanını büyük ve renkli tabelalar kuşatıyor, se
yircilere izleyecekleri gösteri konusunda bilgi veriyordu. Mola
larda sirkteki hayvanları görmek için ahırların bulunduğu yere
koşuşan seyircilerin, açlık şampiyonunun önünden geçerken
hemen her vakit biraz duraklayıp onu seyretmesi, neredeyse
239
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
kaçınılacak gibi değildi. Onların bu daracık geçitte, bir an ön
ce görmek istedikleri ahırlara giden bu yol üzerinde durakla
masına akıl erdiremeyen kimseler arkadan itip sıkıştırarak şöy
le rahat ve uzun süreli bir seyri engellemese, belki açlık şampi
yonunun yanından pek de çabuk ayrılmayacaklardı. İşte bu
yüzdendir ki, açlık şampiyonu, yaşamının amacı diye bakıp
kuşkusuz dört gözle beklediği ziyaretçilerden aynı zamanda bir
ürperti duyuyordu. İlk günler gösteri sırasındaki molaları bü
yük bir sabırsızlıkla beklemiş, kendisinden yana akıp gelen ka
labalığı sevincinden uçarak izlemiş, ama çok sürmeden - kendi
kendini adeta bilerek ve alabildiğine inatla aldatma çabaları
bile, edinilen deneyimler karşısında tutunamamıştı - bunların
hepsinin de, hiç değilse niyetlerine bakılırsa, ahırları dolaşma
ya gelenlerden başkaları olmadığına inanmıştı. Ama seyircile
rin bu uzaktan akıp gelişleri onun için en güzel bir manzara
olarak kaldı hep. Çünkü bir kez yanına yaklaştılar mı, çevre
sinde sürekli oluşan yeni gruplar birbirlerine bağırıp çağırma
larıyla ortalığı gürültüye boğuyorlardı; gruplardan biri - ki bu
grup, çok geçmeden açlık şampiyonunu ötekinden daha çok si
nirlendirmeye başlamıştı - onu rahat seyretmek istiyordu, an
ladığından değil de canı öyle istediğinden, öteki gruba inat ol
sun diye; öteki grup ise, ilkin ahırlara gitmeyi düşünüyordu sa
dece. Büyük kalabalık çekilince, arkadan geç kalanlar sökün
ediyordu. Ne var ki, diledikleri kadar kafesin önünde durmala
rına kimse ses çıkarmamasına karşın, onlar da hayvanların ya
nına bir an önce varmak için adımlarını açarak, adeta kendisi
ne göz ucuyla bile bakmaksızın önünden seğirtip geçiyorlardı.
Hani pek de sık rastlanmayan bir şans eseri, bazen yanında ço
cuklarıyla bir babanın çıkageldiği oluyor, baba parmağıyla aç
lık şampiyonunu işaret ederek çocuklara uzunboylu açıklama
larda bulunuyor, onlara önceki yıllarda yaşadığı, şimdikine
benzer, ama şimdikiyle kıyaslanamayacak ölçüde büyük göste
rilerden söz açıyordu. Çocuklar ise, okulda ve hayatın içinde
gereken hazırlığı edinemedikleri için, babalarının söyledikle240
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
rinden pek bir şey anlayamıyorlardı. Onlara göre, açlık perhi
zi de neydi? Ama yine de açlık şampiyonu, çocukların merak
lı gözlerindeki ışıltıda, yakında daha insaflı zamanların gelece
ğini müjdeleyen bir şeyler seziyor, hayvan kafeslerine böyle
yakın olmasam, belki durumum biraz düzelir diye bazen kendi
kendine söyleniyordu. Aradaki bu yakınlık, gelenlerin görmek
için ahırları seçmesini kolaylaştırıyordu çünkü. Üstelik hayvan
kafeslerinden kalkıp gelen pis koku, geceleri huysuzlaşan hay
vanların gürültüsü, önünden geçirilip vahşi hayvanlara götürü
len çiğ etler, yiyecek verilirken hayvanların bağırıp çağırması
kendisini pek incitiyor, sürekli bir hüzne gömüyordu. Ama
müdüriyete gidip şikayette bulunmayı da göze alamıyordu. Ne
de olsa, içlerinde sırf kendisini görmek isteyen tek tük kişilerin
de yer aldığı ziyaretçilerin gelişini hayvanlara borçluydu. Hem
sirkteki varlığını müdüriyettekilere anımsatırsa, bakarsın hay
van kafeslerine giden yol üzerinde doğrusu bir engelden başka
şey oluşturmadığını akıllarına getirir, kendisini tutup kim bilir
hangi köşeye tıkarlardı!
Kuşkusuz ufak bir engeldi, giderek daha da ufalan bir engel.
Ne de olsa bugünkü günde seyirciler, bir açlık şampiyonunun,
kendisine değerli biri gözüyle kendisine bakılmasını istemesin
deki tuhaflığa alışmış ve böylece açlık şampiyonu hakkında bir
yargıya varmıştı. İ stediği kadar aç kalsın, ki öyle de yapıyordu
zaten, artık onu hiçbir şey kurtaramazdı, hiç kimse kendisine
dönüp bakmıyordu. Aç kalma sanatını birine anlat anlatabilir
sen! Açlık çekmeyen biri açlığı anlayamaz. O canım afişler pis
lenip yazıları okunmaz olunca yırtılıp alaşağı ediliyor, ama yer
lerine yenilerini koymak kimsenin aklına gelmiyordu. Geride
bırakılan açlık günlerinin sayısını gösteren tabela, başlangıçta
titizlikle günü gününe değiştirilmişken, çoktandır kimseler ya
nına uğramıyordu artık; çünkü ilk birkaç haftanın ardından gö
revliler bu küçük işten bile bıkmıştı. Gerçi açlık şampiyonu, bir
vakit düşünde yaşattığı gibi açlık perhizlerini sürdürüyor, bu
işin de her vakit söylediği gibi kolayca üstesinden geliyordu,
241
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
ama hiç kimse geçen günleri saymıyordu, hatta açlık şampiyo
nunun kendisi bile başarısının büyüklüğünün bilincinde değil
di, dolayısıyla içini bir hüzündür kaplıyordu. Ara sıra işsiz güç
süz birinin kafes önünde durup eski rakamı göstererek onunla
eğlenmesi, onu aldatmacılıkla suçlaması iftiranın daniskasıydı.
Bunu vurdumduymaz, yaradılıştan kötü kalpli kimseler yapa
bilirdi ancak. Çünkü aldatan, açlık şampiyonunun kendisi de
ğildi. O, dürüstlükle çalışıyordu. Asıl insanlar açlık şampiyonu
nu aldatıyor, onun hakkını yiyordu.
Aradan yine pek çok gün geçti ve bu iş kapandı. Günlerden bir
gün çıkagelen sirk yetkililerinden birinin dikkatini çekti kafes;
görevlilere, içinde çürümüş otlarla sapasağlam kafesi oracıkta
bırakıp ne diye kullanmadıklarını sordu. Kimse bir yanıt bulup
veremedi. Derken oradakilerden biri, rakam tabelasını görüp
açlık şampiyonunu anımsadı. Bunun üzerine sopalarla otlan
karıştırarak açlık şampiyonunu bulup çıkardılar.
Yetkili, " Hala aç kalmayı sürdürüyor musun? " diye sordu. "B u
işe n e zaman son vereceksin? " Açlık şampiyonu, " Beni bağış
layın ! " diye fısıldadı. Bu sözleri, kulağını kafese yaklaştıran
yetkiliden başkası işitmemişti. Yetkili, açlık şampiyonunun ak
lını oynattığını çevresindekilere anlatmak için parmağıyla ken
di kafasını göstererek, " Elbette, " diye yanıtladı, " bağışlıyoruz
seni . " Açlık şampiyonu, " Her zaman dileğim, açlık gösterileri
me hayran olmanızdır," dedi. " Zaten hayran değil miyiz! " diye
yanıtladı yetkili dostça. " Ama olmamanız gerekirdi," dedi aç
lık şampiyonu. " Eh, biz de olmayız öyleyse. Peki ama, neden
hayran olmayalım? " diye sordu yetkili. " Çünkü ister istemez
aç kalmak zorundayım, " dedi açlık şampiyonu. " Bak sen ! " de
di yetkili. " Peki, neden aç kalmak zorundasın? " - " Çünkü," de
di açlık şampiyonu, ufacık başını biraz kaldırıp bir öpücük ve
recekmiş gibi dudaklarını sivriltti, söyleyeceği bütün sözlerin
duyulmasını ister gibi, yetkilinin dosdoğru kulağına, " çünkü
hoşuma giden yemek bulamıyorum. B ulsam inanın ki böyle bir
242
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
ün peşinde koşmaz, ben de sizin gibi, başkaları gibi karnımı tı
ka basa doyururdum. " Bunlar, açlık şampiyonunun son sözleri
oldu. Ama feri kaçmış gözlerinde, açlık perhizini sürdüreceği
ne ilişkin artık gururlu değilse bile sağlamlığını koruyan bir
inanç vardı hata.
" Eh, artık bir çekidüzen verin şuraya! " dedi yetkili. Bunun
üzerine açlık şampiyonunu otlarla birlikte götürüp gömdüler
ve kafesini genç bir pantere verdiler. Vahşi hayvanın hayli za
man ıssız kalmış kafesi içinde kendini ordan oraya atışını sey
retmek, en duygusuz kimselere bile zevk veriyordu. Hiçbir ek
siği yoktu hayvanın; canının istediği yiyecekler, bakıcılar tara
fından getirilip önüne konuyordu. Hatta özgürlüğü aradığı bi
le söylenemezdi. Gereksindiği her şeyi fazlasıyla kendisinde
barındıran bu soylu vücut, adeta özgürlüğünü de yanında taşı
yordu, sanki ağzında, dişlerinin arasında bir yerdeydi bu özgür
lük. Yaşam kıvancı öylesine bir coşkuyla hançeresinden çıkı
yordu ki, seyircilerin bu kıvanç karşısında tutunması kolay de
ğildi. Ama yine de korkularını yenip kafesin çevresini sarıyor
ve hayvanı seyretmeye bir türlü doyamıyorlardı.
243
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
ŞARKICI JOSEFİNE YA DA FARE ULUSU
Şarkıcımızın adı Josefine. Onu bir kez dinlemeyenler, şarkılar
da saklı gücü bilmez. Josefine'nin şarkılarıyla peşine takıp sü
rüklemeyeceği kimse yoktur aramızda. Soydaşlarımızın genel
likle müziksever olmadığı düşünülürse, bunun önemi daha da
iyi anlaşılır. Dirlik düzenlik içinde sessiz bir hayat, bizim için
en sevimli müzik yerini tutuyor. Çetin bir yaşamımız var; bir
yol kalkıp bütün günlük tasa ve kaygılan üzerimizden atalım
desek de; müzik gibi süregeldiğimiz hayata böylesine uzak uğ
raşlar çok yükseğimizde bizim. Ama bu yüzden pek yakındığı
mız da yok; işte bu kadarını bile yapamıyoruz; bize son derece
gerekliliği kuşku götürmeyen pratik bir açıkgözlülüğe, soyu
muza vergi en büyük üstünlük gözüyle bakıyor, her vakit, hat
ta bir gün müziğin bize sağlayabileceği mutluluğu özlesek de böyle bir şey olmaz ya - bu açıkgözlülük gülümsemesiyle ken�
dimizi avutmak istiyoruz. Ne var ki, Josefine başka; Josefine
müziği seviyor ve bize de sevdirmesini biliyor. Bir o var zaten;
onun göçüp gitmesiyle, kim bilir nice zaman yaşamımızdan si
linip gidecek müzik.
Şu müzik neyin nesidir, bu konuda az kafa yormadım. Müziğe
karşı en ufak bir yatkınlığımız yok; peki, nasıl oluyor da Jose
fine'nin şarkılarını anlıyor ya da, Josefine'nin kendisi böyle bir
şeyi yadsıdığına göre, hiç değilse anladığımızı sanıyoruz. Çün
kü Josefine'nin şarkıları en duygusuzların bile duygusuz kala
mayacağı güzelliktedir de ondan, diyerek en basitinden bir ya
nıt verilebilir buna, ama doyurucu bir yanıt sayılmaz. Gerçek
ten böyle olsa, şarkılarını dinledikçe bir olağanüstülük izleni
mine kapılır, Josefine'nin hançeresinden daha önce dünyada
244
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
işitmediğimiz, işitecek güce de asla sahip bulunmadığımız, bize
duyursa duyursa bir tek onun, yalnız ve yalnız onun duyurabi
leceği bir şeylerin çın çın döküldüğü duygusu uyanırdı içimiz
de. Ama işte bana sorarsanız, böyle olmuyor, böyle bir duygu
uyanmıyor bende ve başkalarında da uyandığını görmedim. Eş
dost arasında, Josefine'nin şarkılarının öyle şarkı olarak bir
olağanüstülüğü içermediğini birbirimize açıkça söyleyip duru
yoruz.
Hem bakalım şarkı mı bunlar? Ne kadar müzikten anlamasak
da, bir şarkı geleneğimiz var; eskiden şarkıyı bilen bir ulustuk;
şarkıdan söz açan söylencelerimiz duruyor ortada; hatta eli
mizde eskiden kalmış, kuşkusuz artık kimsenin söyleyemediği
şarkılar var. Yani şarkının ne olduğunu az buçuk biliyoruz, bu
bildiğimiz kadarına da Josefine'nin sanatı doğrusu uymuyor.
Hem bakalım şarkı mı Josefine'ninki? Belki yalnızca bir ıslık
tır? Islığı da hani aramızda beceremeyenimiz yoktur; ulusumu
zun baş hüneridir bu. Doğrusu hüner de değil, yaşamımızın da
ha çok karakteristik bir dışavurumudur. Islığı hepimiz çalarız,
ama hiçbirimiz kuşkusuz sanat diye öne sürmeyi düşünmez bu
nu. Islık çalışımız biz dikkat etmeden, hatta biz farkına varma
dan gerçekleşir. Hatta aramızda öyleleri vardır ki, ıslık çalma
nın bizim özelliklerimizden biri olduğunu bile bilmez. Buna
göre, Josefine gerçekten şarkı söylemeyip ıslık çalıyorsa, hatta
belki - en azından ben bu görüşteyim - normal bir ıslığın sınır
larından öteye bile geçemiyor, belki sıradan bir toprak işçisinin
çalışırken bütün gün kendini yormadan öttürüp durduğu ıslığı
bile kıvırmaya gücü yetmiyorsa, eğer bütün bunlar doğruysa, o
zaman Josefine 'nin sözde sanatçılık savı çürütülmüş olur, ama
asıl o zaman da Josefine' nin üzerimizdeki büyük etkisinin ne
denlerini araştırıp saptamak gerekir.
Ne var ki, Josefine'nin sanatsal ürünü salt ıslıktan oluşmuyor.
Hayli uzağına dikildiniz de ona kulak verdiniz mi, ya da en iyi
si kendinizi bir denemeye kalkıp, başkalarıyla şarkı söylerken
245
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
Josefine' nin sesini seçmeye kalktınız mı, narinlik ve güçsüzlü
ğüyle biraz dikkati çeken normal ıslıktan başka şey işitmezsi
niz kuşkusuz. Ama hemen önünde durdunuz mu, işiteceğiniz
şey herhalde bir ıslık olmayacaktır; Josefiıie'nin sanatını anla
mak için, onu yalnız işitmek değil, görmek de gerekiyor. Jose
fine 'nin ıslıklan, bizim Allahın günü dilimizden düşürmediği
miz ıslıklardan bir aynını içermese bile, bir kimsenin salt bey
lik bir işi yapmak üzere resmen ortaya çıkması gibi bir tuhaflık
var bu işte. Fındık kırmak doğrusu bir sanat değildir, bu yüz
den kimse çıkıp halkı başına toplamay� kalkmaz. Öyleyken
bunu yapan ve bunda amacına ulaşan çıkarsa, besbelli işe fın
dık kırmaktan başka şeyler de karışıyor demektir. Veya yapı
lan şeyi salt fındık kırmaktır da, bu işi çok güzel becerdiğimiz
den şimdiye dek üzerinde pek durmamışızdır; derken bu yeni
fındıkkıran kalkmış, bize söz konusu becerinin içyüzünü gös
termiştir. Bu arada onun, fındık kırmanın çoğumuzdan daha az
üstesinden gelebilmesi, gösterisinin etkililiği bakımından hatta
yarar bile sağlayabilir.
Belki Josefine' nin şarkılan da bunun gibi; kendimizde hiç de
hayranlık duymadığımız şeyleri Josefine'de görünce bayılıyo
ruz; zaten o da bu konuda tıpkı bizim gibi düşünüyor. Bir gün
Josefine - elbet sık yaptığı bir şeydi bu onun - yanındaki biri
nin dikkatini ulusumuzun ortak ıslığına çekerken ben de var
dım; şöyle bir değinip geçmişti ama, Josefine için bu kadarı bi
le fazlaydı. Onun bu sıradaki gülümsemesi gibi arsızca ve bur
nu havada bir gülümseme görmedim; dıştan bakınca inceliğin
ta kendisi, hatta ince hanımlardan yana zengin ulusumuzun
içinde bile inceliğiyle dikkati çeken Josefine' nin davranışı dü
pedüz bayağıydı. Zaten pek duyarlı biri olan Josefine de sanı
rım bunu hemen sezmişti ki, kendini toparlamıştı. Yani kuşku
götürmeyen bir şey varsa, Josefine, sanatıyla ıslık arasında bir
ilişkinin varlığını kabule yanaşmıyor. Karşıt düşüncedekileri
sadece hor görüyor, belki de onlara içten içe kin duyuyor. Ba
yağı bir kendini beğenmişlikle ilgisi yok bunun, çünkü benim
246
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
de biraz aralarında yer aldığım karşıt düşüncedekilerin Josefi
ne 'ye hayranlığı, halkın hayranlığından kuşkusuz daha az sayıl
maz; gel gelelim, Josefine'nin dilediği salt hayranlık değil, tıp
kı kendi belirlediği biçimde bir hayranlık, yoksa salt hayranlı
ğa boşveriyor Josefine. İ nsan karşısına oturdu mu, anlıyor ken
disini; ona karşı muhalefet, ancak uzaktan uzağa yapılabiliyor;
karşısında insan seziyor ki, onun ıslığı salt ıslıktan başka şeydir.
Islık çalmak düşünceye yer vermeyen alışkanlıklarımızdan ol
duğu için, öyle sanılır ki, Josefine'yi dinlerken de ıslık çalıyo
ruz; Josefine'nin sanatı bir rahatlık veriyor bize ve biz de rahat
lamayagörelim, sarılırız ıslığa; ne var ki, Josefine'yi dinlerken
kimse ıslık çalmıyor, çıt çıkmıyor hiçbirimizden; özlediğimiz,
hiç değilse ıslıklanmız yüzünden uzak kaldığımız huzura ka
vuşmuşuz gibi susuyoruz. Acaba bizi büyüleyip hayran bırakan
Josefine'nin şarkıları mı, yoksa daha çok onun güçsüz sesini
kuşatan görkemli sessizlik mi? Bir defasında Josefine tam şar
kı söylerken, içimizden ufak tefek, budala biri çıkıp alabildiği
ne masum bir ıslık tutturmaz mı? Doğrusu Josefine'ninkiyle bu
ıslık arasında en ufak bir ayrım yoktu; orada, karşımızda Jose
fine' nin bu kadar pratiğe karşın hala çekingen ıslığı; yanımız
da, dinleyiciler arasında ise kendini bilmez çocuksu bir ıslık;
aradaki aynın belirlenecek gibi değildi; öyleyken içimizden çı
kan o bozguncuyu hemen ıslıklayıp susturduk. Bunu hiç yap
mayabilirdik de hani; Josefine kollarını alabildiğine açıp da,
boynunu uzatabildiği kadar yukarı uzatıp düpedüz kendinden
geçerek o zafer ıslığını öttürürken, zaten bizimki korku ve
utancından kuşkusuz sinip saklanacağı bir köşe arayacaktı.
Josefine de hep böyledir zaten, küçük bir şeyi, bir rastlantıyı,
bir direnişi, salondaki bir çıtırtıyı, ışıklandırmadaki bir bo
zukluğu şarkılarının etkisini artırmak için fırsat bilir. Ona ka
lırsa sağır kulaklar önünde şarkı söylemektedir; doğrusu hay
ranlığın da, alkışın da esirgendiği yok kendisinden; ama dü
şündüğü gibi bir anlayış görmeye gelince: Josefine hanidir
247
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
bunu gözden çıkarmış durumda. Böyle olunca, başgösterecek
bütün aksaklıklar, elbet onun arayıp da bulamadığı şeyler; dı
şarıdan şarkılarının temiz akışını bozmaya yönelik, ufak bir
çabayla, hatta hiç çaba harcamadan, yalnızca kendini bir gös
terivermekle alt edilecek karşı koymaların, kalabalığı uyan
dırmada, onlara anlayış değilse bile sezgi dolu bir saygı aşıla
mada kendisine yararı dokunabilir çünkü. Ufak şeylerden Jo
sefine bunca yararlandıktan sonra, büyük şeylerden nice ya
rarlanır, düşünün artık! Pek tedirgin bir yaşamımız var; her
yeni gün yeni şaşırtmacalar, yeni tasa, umut ve korkular çıka
rıyor önümüze; gündüz ya da gece, başı dara düştü mü kapı
sını çalabileceği eşi dostu olmasa, tek kişinin bütün bunlara
göğüs germesi düşünülecek gibi değil; hatta eş dost varken bi
le çokluk pek güç; kimi zaman bir tek kişinin taşıyacağı yük
altında binlerce omzun sarsılıp titrediği görülüyor. İşte böyle
si anlar kendisi için vaktin geldiğini seziyor Josefine; o narin
liğiyle karşımıza dikiliveriyor, özellikle göğsünün alt yanı fo
na halde titriyor; sanki olanca gücü şarkıda toplanmış da,
doğrudan şarkıya hizmet etmeyen nesi varsa en ufak bir güç
ten, en ufak bir var oluş şansından yoksun bırakılmış; sanki
çırılçıplak soyulmuş da tüm tehlikelere açık, yalnızca iyi ruh
ların koruyuculuğuna terk edilmiş bulunuyor; sanki öyle dü
pedüz kendini unutup şarkılarında yaşarken, yanı başından
geçecek soğuk bir esinti hayatına mal olabilecek. Ama işte
onu böyle gördük mü, sözde hasımları olan bizler şöyle diyo
ruz kendi kendimize: " Islık çalmak bile Josefine'den uzak;
değil şarkıyı, şarkıyı bir yana bırakalım, şu ülkede herkesin
öttürdüğü ıslıkları az buçuk kıvırabilmek için kendini alabil
diğine zorlaması gerekiyor. " Böyle görünüyor bize; ne var ki,
daha önce de söylendiği gibi, kaçınılmazlığına karşın hemen
yine silinip gidiveren üstünkörü bir izlenim bu. Çok sürme
den sıcacık, vücut vücuda vermiş, çekingen soluyuşlarla kulak
kabartarak Josefine'yi dinleyen kalabalığın duygu seline biz
de kapılıp gidiyoruz.
248
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
Hemen hep devinim üzere bulunan, ikide bir enikonu belirsiz
amaçlar uğrunda ordan oraya seğirten alusumuz bireylerinin
oluşturduğu dinleyici kalabalığını çevresine toplayabilmek
için, Josefine'nin o küçük başını geriye atıp ağzını yan açması,
gözlerini kaldırıp şarkı söylemek istediğini sezdiren bir tavır
takınması çok kez yetiyor. Dilediği yerde böyle davranabiliyor
Josefine; çünkü bunun için ta uzaklardan görülebilen bir yer
gerekli değil; şöyle kuytu, işte o anda akla esip de seçilivermiş
rasgele bir yer pekala bu işi görüyor. Josefine'nin şarkı söyle
yeceği haberi hemen yayılıyor etrafa ve çok geçmeden halk
alay alay sökün ediyor. Hani ara sıra birtakım engeller başgös
termiyor değil; çünkü tam da civcivli zamanlarda şarkı söyle
meye bayılıyor Josefine. Böyle zamanlarda da türlü dert ve ta
salarla her birimiz bir yana savrulmuş oluyor, ne kadar istesek
de Josefine'nin dilediği kadar çabuk bir araya gelemiyoruz. Bu
durumda Josefine, o yüce dağlan ben yarattım tavrıyla, yeter
siz sayıda bir dinleyici topluluğunun önünde belki bir süre bek
liyor, ama ardından çileden çıkıyor kuşkusuz, daha sonra te
pinmeye başlıyor, hiç de bir kıza yakışmayacak sövgüler savu
rup hatta onu bunu ısırdığı oluyor. Ama böyle davranması bi
le gölge düşürmüyor ününe; Josefine'nin aşırı isteklerinin biraz
dizginlemesi gerekirken, bunları yerine getirmek için herkeste
bir uğraşıp didinmedir başlıyor; dinleyici toplamak için haber
ciler çıkarılıyor sağa sola, ama böyle yapıldığı kendisinden sak
lanıyor; çevredeki bütün yollara gözcüler dikiliyor; gözcüler,
uzaktan gelenlere işaret edip çabuk olmalarını bildiriyor ve bü
tün bu çabalar sürdürülüyor aralıksız, ta ki sonunda az çok bir
dinleyici topluluğu bir araya toplansın.
Halkı Josefine'nin çevresinde böyle pervane olmaya götüren
nedir acaba? İşte size Josefine'nin şarkıları nasıl şeylerdir so
rusu kadar yanıtlanması güç ve aslında bu soruyla birlikte ele
alınması gereken bir diğer soru. Hani halkın Josefine'ye şarkı
ları dolayısıyla kayıtsız şartsız bağlılığı ileri sürülebilse, bu so
ru ortadan kaldırılıp tümüyle ikinci soruya bağlanabilirdi.
249
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
Ama işte öyle değil durum; kayıtsız şartsız bir bağlılığı pek ta
nımıyor ulusumuz. Açıkgözlülüğü her şeyden çok seven bir
ulus, çocuksu fısıldaşmalara, dudakları oynatmaktan ileri geç
meyen masum dedikodulara can atan böyle bir ulus, kendini
Josefine'ye kayıtsız şartsız teslim etmez nihayet; sanının ken
disi de bunu seziyor, güçsüz hançeresini olanca zorlaması da iş
te bununla savaşmak için.
Ancak, böyle genel yargılarda pek de ileri gitmek doğru değil
kuşkusuz. Hani kayıtsız şartsız olmasa bile, halk yine de bağlı
Josefine 'ye. Örneğin, kalkıp Josefine'ye gülemez. Şunu da iti
raf etmek gerekiyor ki, Josefine 'nin karşısındakini güldüren
halleri de yok değil; zaten gülme denen şeye hep yakın hisse
deriz kendimizi; sürdürdüğümüz yaşamın onca rezilliğine kar
şın, hafif bir gülüşü dudaklarımızdan hiç eksik etmeyiz. Ama
Josefine'ye güldüğümüz yok. Bazen bende öyle bir izlenim
uyanıyor ki, sanki halk Josefine 'yi, nasılsa sivrilmiş ve söz ko
nusu sivrilmeyi şarkılarına borçlu olduğunu sanan bu narin ve
korunmaya muhtaç yaratığı kendisine emanet edilmiş görüyor,
ona göz kulak olması gerektiğini sanıyor; ancak, nedenini de
bilmiyor kimse; bilinen yalnız ortada böyle bir gerçeğin varlığı.
Eh, bir emanete de gülünmez kuşkusuz; gülündü mü emanete
hıyanet edilir. Bu yüzden içimizdeki pek kötü niyetli kişilerin
ara sıra kalkıp, "Josefine'yi gördük mü, gülmek gelmiyor içi
mizden, " diye söylenmesi, Josefine'ye karşı yapılmış bir hain
lik ki, o kadar olur.
Yani halk, bir babanın, küçücük elini ricayla mı, yoksa ille ve
receksin diye mi, pek bilinmeksizin kendisine uzatan bir yavru
yu bağrına basışı gibi, Josefine' nin üzerine kanat geriyor. Ulu
sumuzun bu çeşit babalık ödevleri için işe yaramadığı akla ge
lebilir; ama doğrusu, en azından Josefine'ye karşı örnek ölçü
de başarıyor bu işi; halkın böyle bir konuda ortaklaşa üstesin
den geldiğini tek başına yapmak, kimsenin harcı değil. Öyle ya,
halkla tek kişi arasında güç bakımından pek büyük bir fark var;
250
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
halk koruyacağı birini çekip sıcacık yakıncağızına alsın tamam,
o kimse yeterince korunmuş demektir. Ama Josefine'ye böyle
şeylerden söz açmak kimin haddine; " Eksik olsun koruyuculu
ğunuz, deyip çıkıveriyor. " Ö yle, öyle, eksik olsun, diye düşü
nüyoruz biz de. Hem onun başkaldınsı söylediklerimizi çürüt
mez doğrusu; daha çok bu, düpedüz çocuksu bir davranış, ço
cuksu bir teşekkürdür; bir babanın ise buna aldırmaması gere
kir.
n
n
Gel gelelim, Josefine ile halk arasındaki bu ilişkiyle o kadar
kolay açıklanamayan kimi başka şeyler de işe kanşıyor. Yani
Josefine karşıt düşünüşte; o, kendisinin halkı koruduğuna ina
nıyor. Politik ve ekonomik sıkıntılardan sözde kendi şarkısı
kurtanyormuş bizi; şarkısının üstesinden geldiği şey, işte öyle
sine büyükmüş; felaketi üzerimizden kovup uzaklaştıramıyor
mu, bize en azından buna göğüs germe gücünü veriyormuş.
Kendisi bunu böyle söylemiyor, bir başka türlü söylediği de
yok. Zaten Josefine az konuşan biri, boşboğazlar arasında su
sup duruyor hep; ama yine de gözlerinde çakan şimşekler bize
bunu açıklıyor, kapalı ağzından - ağzını kapalı tutabiien de to
pu topu üç beş kişi var aramızda, Josefine de işte bunu beceri
yor - okunuyor bu. Ne zaman kötü bir haber gelse - kimi gün
ler de kötü haberler, aralarında yanlışları ve yarı doğrulan ol
mak üzere üst üste damlar - hemen doğruluyor Josefine; oysa
başka vakit, yorgun ve bezgin, kalkmayı bilmiyor yerinden;
doğruluyor ve boynunu uzatıp kopacak fırtınadan önce bir ço
ban gibi sürüsünü gözleriyle kucaklamaya çalışıyor. Orası öy
le; çocuklar da, ele avuca sığmaz ve taşkın davranışlara başvu
rup benzeri istekler öne sürer; ama Josefine'nin istekleri hiç de
onlannki gibi nedensiz değil. Elbet, Josefine bizi ne kurtanyor,
ne bize güç sağlıyor. Kendisine bu ulusun kurtarıcısı süsünü
vermek kolay doğrusu; bir ulus ki acılara alışkındır, kendini
gözetmez, çabuk karar verir, ölümü iyi tanır, dıştan bakıldı mı
korkak gibi görünürse de, aşın bir ataklık havasında yaşar sü
rekli, sonra gözüpek olduğu kadar doğurgandır; tarihçilerin 251
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
genellikle tarih araştırmalarını tümüyle savsaklarız hep - kor
kudan donakalacağı kurbanlarla da olsa kendi kendini şimdiye
dek nasılsa hep kurtarmış bu ulusun sonradan kurtarıcısı ge
çinmek hiç zor değil bence. Ama yine de bizim, hele başımız sı
kıştı mı, Josefine'nin sesine her zamankinden dikkatle kulak
kabarttığımız yalan değil. Tepemizde dolaşan tehlikeler bizi
daha sessiz, daha alçakgönüllü, Josefine 'nin buyruklarına kar
şı daha uysal yapıyor; seve seve bir araya geliyor, seve seve bir
birimize sokuluyoruz; hele o üzücü asıl sorun dışında bir başka
nedene dayandığından güle oynaya yapıyoruz bunu; sanki sa
vaştan önce barış içitini bir arada şöyle tez elden - evet, tez
davranmak gerekiyor; oysa Josefine çokluk, çokluk unutuyor
bunu - içiyoruz. Pek bir şarkı gösterisi de değil, daha çok ulu
sal bir toplantı bu, öyle bir toplantı ki, karşımızdaki küçük ıs
lıktan başka ortalıkta çık çıkmıyor; boşboğazlıkla vakit öldürü
lemeyecek kadar durum nazik. Bu da, elbet Josefine'yi asla
memnun bırakacak bir şey değil. Aramızdaki yerinin asla açık
seçik belirlenmemesinden duyduğu bütün o sinirli hoşnutsuz
luğa karşın, Josefine'nin kendine güvenden kamaşan gözleri
yine de kimi şeyleri göremiyor; doğrusu öyle pek fazla bir ça
ba gerektirmeksizin, daha da çok şeyleri görmemesi sağlanabi
lir. Bir dalkavuklar grubu da bu amaçla, dolayısıyla aslında ka
mu çıkarına uygun olarak aralıksız çalışıp durmakta. Ne var ki,
fazla önemsenmeyerek, ilgi görmeksizin, ulusal bir toplantının
bir köşesinde şarkı söylemeye gelince: Doğrusu hiç de küçüm
senecek birşey sayılmamasına karşın, Josefine' nin bu uğurda
şarkılarını feda etmeyeceği kuşkusuz.
Hani feda etmesi de gerekmiyor, çünkü ilgi görmüyor değil sa
natı. Gerçi aklımız bambaşka şeylerde oluyor, ortadaki sessiz
lik hiç de yalnız şarkının hatırı için değil; kimimiz asla başını
kaldırıp Josefine'ye bakmıyor, yanı başındaki komşusunun
kürküne gömmüş duruyor yüzünü, yani Josefine orada, yuka
rıda şarkı söyleyeceğim diye boşuna çırpınıyor; ama yine de, ne
diye yadsıyalım, Josefine'nin ıslıklarından birşeylerin bize ka252
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
dar sokulduğunu duyuyoruz. Başkaları kendilerini susmak zo
runda görürken sesini duyuran bu ıslık, adeta ulusun tek kişi
ye bir bildirisi gibi yayılıyor çevreye. Tam da ciddi kararlar or
tasında işitilen Josefine'nin incecik ıslığıyla, düşmanca bir dün
yanın hayhuyu ortasında yaşayan ulusumuzun zavallılığı ara
sında adeta bir ayrım yok gibi. Josefine dayatıyor; hiçlikten
öteye gitmeyen bu ses, hiçlikten öteye gitmeyen bu başarı da
yatıyor, bize doğru bir yol açıyor kendine; bunu düşünmek
doğrusu hoş bir şey. Diyelim ki bir gün aramızdan gerçek bir
şarkıcı çıktı, böyle bir zamanda elbet ona katlanamaz, bu tür
saçma bir gösteriden hep birlikte yüz çevirirdik. Kendisini din
lememizin şarkılarına karşı bir kanıt sayılacağını öğrenmekten
Allah Josefine'yi korusun. Hoş, Josefine de biraz sezmiyor de
ğil bunu, yoksa kendisini dinlediğimizi ne diye ısrarla yadsıma
ya kalksın. Ama beri yandan boyuna sürdürüyor şarkılarını, ıs
lıklarını öttürerek atlayıp geçiyor içindeki sezginin üzerinden.
Ama Josefine için ortada her vakit bir avuntu kaynağı var: Bir
bakıma kendisini gerçekten dinlemiyor değiliz. Belki de bir ses
sanatçısını dinler gibi dinliyoruz onu, bir ses sanatçısının üzeri
mizde boşuna uyandırmaya çalışacağı etkiyi, Josefine ele geçir
mesini beceriyor; böyle bir etki, yalnızca kendisinin yetersiz
olanaklarından beklenebilir. Bu da, sanırım en başta bizim ya
şamımızla ilgili.
Gençlik nedir bildiği yok bizim ulusun, kısacık bir çocukluk ça
ğından bile habersizdir. Gerçi aralıksız istekler sürülür öne, ço
cuklara ayrı bir özgürlük sağlansın, özel bir koruma altında bü
yütülsün çocuklar, biraz tasa ve kaygıdan uzak yaşamak, biraz
amaçsız ortada gezip dolaşmak, oynayıp eğlenmek haklan ta
nınsın ve bunların gerçekleşmesine çalışılsın denir; böylesi is
tekler sürülür ortaya, hemen herkes de bunları onaylar ve doğ
rusu söz konusu isteklerden daha da onaylanmaya değer şey
yoktur; ancak, yaşamımızın gerçeği düşünülürse, yine bunlar
dan daha az benimsenmeye elverişli birşey gösterilemez. İstek253
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
ler onaylanır, istekler doğrultusunda çalışmalara girişilir; ne
var ki, çok sürmeden yine her şey eski durumuna döner. O tür
lü bir yaşamımız var ki, bir çocuk şöyle biraz koşup yürüdü ve
çevresini az buçuk tanıyıp seçebildi mi, bir yetişkin gibi kendi
başının çaresine bakmak zorunda. Ekonomik nedenler yüzün
den dağınık yaşadığımız bölgeler öyle çok ki! Düşmanlarımız
sa yığınla. Dört bir yanda bizim için hazırlanmış tuzakların sa
yısı önceden kestirilecek gibi değil; dolayısıyla çocuklarımızı
var olma savaşından uzak tutamayız, bunu yapmak kendilerini
vaktinden önce ölümün kucağına atmak olur. Bu üzücü neden
lere batın sayılır bir başka neden daha gelip katılıyor kuşku
suz: Soyumuza vergi doğurganlık. Bir kuşak her biri de sayıca
kabarık bir öncekini sürüp götürüyor, çocuklara çocukluğunu
yaşayacak vakit yok. Başka uluslarda çocuklar titiz bir bakım
görseler de, kendileri için okullar açılıp her Allahın günü bu
okullardan ulusun yarını çocuklar akın akın çıkıp gelse de, yi
ne de bunlar uzun süre, her gün, hep aynı çocuk olarak kalır.
Bizim okullarımız yoktur ama, ulusumuzun bağrından alabildi
ğine kısa aralarla gözle kavranamayacak yığınlar halinde ço
cuklarımız fışkırır; henüz ıslık çalamıyorlar mı, keyifli keyifli
ötüşür, henüz yürüyemiyorlar mı yuvarlanır ya da arkadan ge
lenlerin yüklenmesiyle yerde tekerlenip giderler; henüz gözle
ri görmüyor mu, savruk sakar her şeyi kendileriyle sürükleyip
götürürler; hey gidi çocuklarımız! Sonra o sözü geçen okullar
daki gibi hep aynı çocuk değillerdir; hayır, her vakit, her vakit
yenileri gelir arkadan, aralıksız gelir, bir çocuk daha ortada gö
rünür görünmez çıkar çocukluktan, ama hemen onun ardı sıra
kalabalık ve aceleleriyle ötekilerden ayrılmayan yeni çocuk
yüzleri mutluluktan pembe, ileri doğru itişir. Hani bu ne kadar
güzel şey olsa, başkaları bu yüzden bize ne kadar imrense de,
gerçek bir çocukluk dönemini çocuklarımıza sağlamaktan
uzak durumdayız. Bu da birtakım sonuçlara yol açıyor; sökü
lüp atılamayan dipdiri bir çocuksuluk ulusumuzun içine işlemiş
sürdürüyor varlığını. En değerli şeyimiz olan şaşmaz pratik ze254
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
Umıza tam bir aykırılıkla, kimi zaman düpedüz aptalca davra
nıyoruz. Çocuklar nasıl aptalca davranırsa öyle, saçma, savur
gan, eliaçık, düşüncesiz ve hepsi de çokluk ufak bir zevk için.
Bundan duyduğumuz kıvanç, kuşkusuz çocuk kıvancının bü
tün gücünü artık içermiyorsa da, kendisinde ondan bir şeyler
barındırdığı kuşkusuz. İşte ulusumuzun bu çocuksuluğundan
Josefine de öteden beri yararlanıyor.
Ama bizim ulusumuz yalnız çocuksu değil, bir bakıma vaktin
den önce kocamıştır. Çocukluk ve yaşlılık, bizde başkalarında
kine benzemiyor. Gençlik yüzü gördüğümüz yok; o saat yetiş
kin bireyler olup çıkıyor ve gereğinden uzun süre öyle kalıyo
ruz. Bu yüzden, belli bir bezginlik ve ·umutsuzluk, ulusumuzun
genellikle dayanıklı ve umut dolu varlığı içinden geniş izler bı
rakarak yol alıyor. Müziğe karşı yeteneksizliğimiz de sanırım
bununla ilgili; müzik için pek yaşlıyız, müziğin heyecanı ve coş
kusu üzerimizdeki ağırlığa uygun düşmüyor, yorgun bir el işa
retiyle onu yanımıza yaklaştırmıyoruz. Islıktan başka şeyle uğ
raştığımız yok; şurda burda biraz ıslık, bizim için doğrusu bu.
Kim bilir, belki içimizde müziğe yetenekli olanlarımız vardır;
ama böyleleri aramızda bulunsa da, soydaşlarımızın karakteri,
söz konusu yeteneği daha gelişip serpilmeden boğup atardı.
Ama J osephine dilediği gibi ıslık çalsın, şarkı söylesin ya da
kendisi buna ne isim veriyorsa onu yapsın, rahatsız etmiyor bi
zi, isteklerimize uygun düşüyor, buna pekala katlanabiliyoruz.
Josefine'nin bize sunduğu, müziğe ilişkin bir şeyleri içerse bile,
elden geldiği kadar bir hiç durumuna indirgenmiştir bu. Bir
müzik geleneğini sürdürüyor, ama bunu zerre kadar bize yük
olmayacak biçimde yapıyoruz.
Ne var ki, Josefine böyle bir ruh durumunu yaşayan ulusumu
za daha başka şeyler de getiriyor. Konserlerinde, hele bunların
nazik zamanlara rastlayanlarında, kendisine şarkıcı olarak yal
nızca pek genç kimseler ilgi gösteriyor artık; Josefine 'nin du
daklarını büzüşünü, sevimli ön dişleri arasından havayı üfleyi255
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
şini, ağzından çıkan sesler karşısında hayranlıkla kendinden
geçişini ve bunu giderek daha bir anlaşılmaz gördüğü yeni ba
şarılara güçlenmek için kullanışlarını yalnız gençler şaşkınlıkla
izliyor; asıl kalabalık ise, açıkça görüldüğü gibi kendi kabuğu
na çekilmiş durumda. Bu konserlerde, boğuşma ve didişmeler
arasındaki bu kısa molalarda herkes düşlere kaptırıyor kendi
ni; sanki herkes ellerinin ve kollarının gevşediğini duyuyor;
sanki huzurdan yoksun bireyler, ulusun kocaman sıcacık yata
ğında bir yol keyiflerince uzanıp geriniyorlar. İşte bu düşler
arasında da yer yer Josefine'nin ıslığı duyuluyor. Kendisi kadi
fe gibi pırıl pırıl diye niteliyor bu ıslığı, biz ise dan dun bir ıslık
diyoruz; ama ne olursa olsun, Josefine'nin ıslığı için aranıp da
bulunmayacak anlardır bunlar; zaten müzik, kendisini hazır
bekleyen bir anı asla ele geçiremez. Josefine'nin ıslığı kısa ge
çen zavallı çocukluğumuzdan, yitip gitmiş, bir daha dünyada
ele geçmeyecek o mutluluktan bir şeyler barındırıyor kendisin
de; ama bugünün civcivli yaşamından, bu yaşamın kısa, akıl al
maz, öyleyken varlığını sürdüren ve ölüp gitmeyecek olan ne
şesinden de kimi şeyler saklı bu ıslıkta. Ve bütün bunlar doğ
rusu öyle iri iri tonlarla değil, hafiften, fısıltıyla, senli benli, ki
mi biraz kısık sesle dile getiriliyor. Ancak, bir ıslık olduğu kuş
kusuz. Hem neden olmasın? Islık bizim ulusumuzun dilidir; ne
var ki, bazıları ömür boyu ıslık çalar da, farkına varmaz. Jose
fine 'de ise ıslık, günlük yaşamın bağlarından kurtarmış kendi
ni, bizleri de kısa bir süre söz konusu bağlardan kurtarıyor; bu
gösterilerden kuşkusuz yoksun kalmak istemeyiz.
Gel gelelim bununla, Josefine'nin söz konusu anlar bize taze
güç falan sağladığı savı arasında dağlar kadar fark var. Kuşku
suz sıradan kişiler için bu, yoksa Josefine'nin dalkavukları için
değil; dalkavuklar apaçık bir küstahlıkla, " Başka nasıl olur ki!
diyorlar. " Halkın, hele tehlike apaçık kapıyı çaldığı zamanlar
akın akın koşup gelmesi, hatta bu yüzden bazen tehlikenin
vaktinde gereği gibi önlenememesi yoksa nasıl açıklanabilir?
Hani bu son sözler ne çare doğru; ama Josefine'nin yüzünü
11
11
256
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
.ıııartacak bir şey de değil; hele buna, böylesi toplantıların bek
kn medik anda düşmanlarımız tarafından dağıtıldığı, bazıları
mızın bu arada can verdiği, oysa bütün olup bitenlerin suçlusu
gözüyle bakılacak, hatta belki ıslığıyla düşmanı çağırıp getiren
Josefine'nin her vakit en güvenilir yeri elinde bulundurduğu,
taraftarlarının koruyuculuğuna sığınıp usulcacık ve çarçabuk
hepimizden önce sıvışıp gittiği eklenirse! Ama bunu da aslında
biliyor herkes; öyleyken Josefine bir dahaki sefer canının iste
diği yerde ve canı istediği zaman şarkı söylemeye kalkar kalk
maz hemen seğirtiyor. Söz konusu durumda Josefine'nin ade
ta yasalara bağlı bulunmadığı, ulusu tehlikeye atmak pahasına
da olsa dilediğini yapabileceği ve bütün yaptıklarının da bağış
lanacağı sonucu çıkarılabilir. Ama gerçekten böyle olaydı, Jo
sefine'nin isteklerinin de anlaşılmadık yanı kalmazdı; hatta
kendisine verilmiş özgürlük, bu olağanüstü, başka kimseye ba
ğışlanmayan, yasaları aslında çiğneyip geçen armağan, halkın
Josefine'yi kendisinin ileri sürdüğü gibi anlamadığının, Josefi
ne' nin sanatı karşısında çaresizlik ve şaşkınlık içinde kaldığı
nın, kendini bu sanata layık hissetmediğinin, dolayısıyla Jose
fine'ye verdiği üzüntüyü adeta umutsuz bir davranışla bir baş
ka yoldan gidermeye çalıştığının ve nasıl Josefine'nin sanatı
kavrayış gücünün dışında ise, onun şahsını ve isteklerini de
kendi buyrukları dışında bıraktığının bir itirafı sayılabilirdi.
Gel gelelim, hiç aslı yok bunun; belki ulusumuz, bazen pek ça
buk pes ediyor Josefine karşısında; ancak, kimsenin önünde
kayıtsız şartsız boyun eğmediği gibi, onun önünde de böyle
davrandığı yok.
Josefine hanidir, belki sanatla uğraşmaya başladığından beri,
şarkı söylemesinin dikkate alınarak her türlü iş güçten uzak tu
tulması için uğraşıp duruyor; yani günlük geçim derdiyle ya
şam savaşma ilişkin tüm tasa ve kaygılar üzerinden alınsın,
bunlar belki de olduğu gibi ulusun üzerine yıkılsın istiyor. Şıp
sevdi hayranları, ki böyleleri yok değil aramızda, daha yalnız
ca isteğin tuhaflığına, böyle bir isteği doğurabilen ruh durumu257
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
na bakarak bunun içsel yönden haklı bir istek sayılabileceği so
nucuna varabilir. Oysa bizim ulus, daha değişik sonuçlar çıka
rıyor durumdan ve Josefine'nin isteğini serinkanlılıkla geri çe
viriyor. Aynca, söz konusu isteğin dayandırılmak istendiği ne
denleri çürüteceğim diye pek yormuyor kendini. Ö rneğin, Jo
sefine'nin dediğine göre, çalışırken harcadığı çaba, şarkı söy
lerken harcadığı çabaya göre az bir şeymiş, ama yine de şarkı
dan sonra gereği gibi dinlenip yeni şarkılar için güçlenmekten
onu alıkoyuyor, bu yüzden her seferinde bitkin düşene kadar
didinip çırpınmama karşın, erişebileceği en yüksek düzeye eri
şemiyormuş. Halk Josefine'yi dinliyor, ama omuz silkip geçi
yor söylediklerine. Pek kolay duygulanan bu ulus, kimi vakit
hiç tınmıyor. Bu yadsıyışlar bazen öyle sert kaçıyor ki, Josefi
ne'nin kendisi bile şaşıp kalıyor, boyun eğer gibi görünüyor,
gerektiği gibi çalışıp çabalıyor, söyleyebildiği kadar şarkı da
söylüyor; ama çok geçmiyor aradan, birden taze güçlerle - öy
le görülüyor ki, bu bakımdan sahip olduğu güçler sınırsız - ye
niden savaşı ele alıyor.
Gel gelelim açıkça ortada olan bir şey varsa, Josefine, sözle di
le getirdiği isteklerine kavuşmak için uğraşmıyor. Aklı başında
biri; işten kaçtığı yok; zaten bizler, işten kaçmak diye bir şey
bilmeyiz. İstekleri kabul edilse de, Josefine'nin eski yaşamını
sürdüreceği kuşkusuz; çalışması şarkı söylemesini asla köstek
lemeyecek, çalışması da şarkı söylemesini kuşkusuz daha gü
zelleştirmeyecektir. Yani onun elde etmeye çalıştığı, sanatının
zamanaşımına kesinlikle direten, şimdiye kadar bilinenin kat
kat üstünde açıkça takdir görmektir. Ne var ki, başka hemen
her isteği gerçekleşebilir görünürken, bu isteği gerçekleşmeye
ceğim diye dayatıyor. Belki Josefine'nin, daha başlangıçta sal
dmlannı bir başka yöne yöneltmesi gerekirdi; belki şimdi o da
yanıldığını görüyor, ama geri dönemiyor bir türlü; çünkü artık
bir gerileyiş, kendi kendine ihanet olacaktır; artık ölmek var,
dönmek yoktur kendisi için.
258
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
Hani gerçekten, dediği gibi, düşmanları olsa, Josefine'nin bu
savaşımını kılını kıpırdatmadan seyredip keyiflenirdi. Ama
düşmanları yok; Şurda hurda bazdan çıkıp kendisine itirazlar
yöneltse bile, kimseyi keyiflendirıniyor böyle bir savaş. Çünkü
bir kez halk, ilgili konuda bir yargıç gibi soğuk davranıyor, ki
bu da bizde az rastlanır bir şeydir. Bir kimse bir tutumu Jose
fine için yerinde görse bile, halkın gün gelip kendisini de ben
zer bir davranışa konu yapabileceğini düşünmesi, bütün neşe
sini kaçırmaya yetiyor. Josefine'nin gerek ileri sürdüğü istek,
gerek isteğin geri çevrilmesinde önemli olan, ne bu isteğin, ne
geri çevirmenin kendisi değil, ulusun kapısını bireylerinden bi
rine böyle sımsıkı kapayabilmesidir; hele bu ulusun aynı birey
üzerine bir baba, hatta babadan da ileri alçakgönüllü bir seve
cenlikle titrediği düşünülürse!
Halkın yerinde tek kişi olsa, bu noktada şöyle bir sanıya ka
pılabilirdi insan: Söz konusu kimse bütün zaman Josefine'nin
isteklerine boyun eğmiş, ama bu boyun eğişe bir son vermek
için sürekli yanıp tutuşmuş, boyun eğişlerin her şeye karşın
zamanı gelip gereken sınıra kavuşacağı inancıyla insanüstü
bir uysallık göstermiş, hatta tek işi hızlandırsın, tek Josefi
ne'yi şımartıp onu habire yeni isteklere yöneltsin ve sonunda
gerçekten bu en son isteği ortaya atmasını sağlasın diye gere
kenden çoğuna peki demiş, bu da gerçekleşince kuşkusuz
uzun boylu beklemeksizin - her şey çoktan hazırlanmış çünkü
- kesin hayır' ı yapıştırmış. Ama durum hiç de böyle değil, bu
türlü hileli yollara yüz vermiyor halk; üstelik Josefine'ye kar
şı duyduğu saygı içten ve sınanmış bir saygı; sonra Josefi
ne ' nin istediği de kuşkusuz o kadar aşırı bir şey ki, düşünce
lerini açıklamaktan çekinmeyen her çocuk kendisine sonucu
önceden söyleyebilir. Ama her şeye karşın, Josefine'nin ilgili
konudaki görüşünde belki sözü geçen sanılar da rol oynuyor
ve bunlar onun geri çevrilmekten duyduğu üzüntüye bir bu
rukluk katıyordur.
259
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
Ne var ki, Josefine bu türlü sanılara kapılsa bile, yılgınlığa dü
şüp savaşmaktan el çektiği yok. Hatta şu son zamanda savaş
daha da kızıştı; Josefine şimdiye kadar bu savaşı yalnız sözde
mi sürdürmüştü, şimdi ona göre daha etkili, bize kalırsa kendi
si için daha sakıncalı yollar denemeye başladı.
Bazdan sanıyor ki, Josefine yaşlandığını seziyor, sesinin bozul
maya yüz tuttuğunu anlıyor, dolayısıyla değerini kabul ettirme
yolunda son savaşı verme zamanının gelip çattığını görüyor da,
ondan böyle diretiyor. Ben, buna inanmıyorum. Gerçekten öyle
olsa, Josefine Josefineli.kten çıkardı. Onun için ne bir yaşlanma
söz konusudur, ne sesinde gerileme. Josefine bir istekte bulunu
yorsa, dış değil, iç nedenler zorladığı için yapıyordur bunu.
Onun en yüksekteki bir taca el uzatışı, tacın o anda işte biraz da
ha aşağı sarkmasından değil, alabildiğine yüksekte bulunmasın
dandır; elinden gelse, Josefine tacı tutar da daha yükseğe asar.
Ne var ki, dış zorluklan küçümsemesi, onu en yakışıksız ön
lemlere başvurmaktan da alıkoymuyor. Haklılığından yüzde
yüz emin; bu durumda ise hakkını hangi yoldan elde edişinin
ne önemi var, hele kanısınca doğru dürüst çarelerin para etme
diği böyle bir dünyada. Hatta hak uğrundaki savaşını, şarkı
alanından kendisi için daha az değerli bir başka alana kaydır
ması belki bu yüzdendir. Taraftarlan, onun ağzından çıkan ki
mi sözleri çevreye yaymış durumda; buna göre, Josefine, en
gizli muhalefet gruplanna kadar herkes için bir zevk kaynağı
olacak gibi - halkın anladığı anlamda değil hani, halk zaten öte
den beri şarkılanndan zevk aldığını ileri sürüyor, kendisinin
anladığı anlamda bir zevk bu - şarkı söylemeye düpedüz güçlü
hissediyormuş kendini. Ama, diye ekliyormuş Josefine, yüce
olana ihanet edip bayağıya yüz veremeyeceğinden, nasılsa öy
le kalmasını doğru görüyormuş. İşten kurtulma savaşında ise,
durum başka türlü; gerçi bu da şarkı uğrunda bir savaşım, ama
burada Josefine doğrudan o değerli silahıyla savaşmıyor, baş
vurduğu her önlem de iyi ve güzel bu yüzden.
260
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
Örneğin, bir ara şöyle bir haber yayıldı ortalığa: Josefine, iste
diklerine peki denmezse, koloraturlan kısaltmak niyetindey
miş. Koloratur hiç bilmediğim bir şey benim, Josefine'nin şar
kılarında da buna benzer bir şeyin hiç farkına varmadım. Gel
gelelim, Josefine koloraturlan kısaltacakmış; şimdilik ortadan
kaldırmayacak da, yalnız kısaltacak. Gözdağı olarak ileri sür
düğü şeyi de gerçekten yapasıymış; ne var ki, onun eski dinle
tileriyle şimdikiler arasında bir aynın çarpmadı benim gözüme.
Halk, yine birlik ve bütünlük içinde, Josefine 'yi her zamanki
gibi koloratur konusunda bir şey demeksizin dinledi ve istekle
rine karşı davranışında da bir değişiklik olmadı. Şunu da söy
leyeyim ki, Josefine'nin endamı gibi, düşünüşünde de kuşku
suz kimi vakit pek ince ve zarif bir şeyler saklı. Dolayısıyla, ör
neğin halka karşı koloraturlar konusundaki karan gereğinden
sert kaçmış ve pek ansızın alınmış gibi, bir dahaki kez yine ko
loraturlan tastamam söyleyeceğini açıkladı, ama bir sonraki
konserin ardından yine değiştirdi düşüncesini; bundan böyle
büyük koloraturlar kesinlikle geçmişe karışacak ve Josefi
ne 'nin istekleri için uygun bir karara varılmadıkça yeniden or
taya çıkmayacakmış. Ama düşüncelere dalmış bir büyük adam,
nasıl bir çocuğun boşboğazlığını duyar da duymazdan gelirse,
halk da bütün bu açıklamaları, kararlan ve karar değiştirmele
rini gerçekte iyi yürekli, ama ulaşılmaz bir tutumla işitmezlik
ten geliyor.
Josefine'nin ise boyun eğdiği yok; örneğin, bu yakında şöyle
bir sav ileri sürdü: Çalışırken bileği incinmiş de, şarkı söyler
ken ayakta dikilmek zahmet veriyormuş kendisine; bundan
böyle şarkıların kendilerinde bile kısaltmaya gitmek zorunday
mış. Josefine her ne kadar topallıyor ve adamları tarafından
koltuklanıyorsa da, kimse ortada gerçek bir incinmenin varlı
ğına inanmıyor. Josefine'nin narin vücudunun bizimkilerden
ayn bir duyarlıkla donatıldığını itiraf etsek bile, değil mi ki bir
işçi ulusuz ve Josefine de bu ulusun bir parçasıdır, öyle her sıy
rık için topallamaya kalkarsak, bütün halkın topallaması bit261
BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU
mez artık. Josefine istediği kadar bir kötürüm gibi onun bunun
yardımıyla yürümeye çalışsın ve söz konusu durumda istediği
kadar eskisinden sık halka görünsün, halk onun şarkılarım yi
ne her zamanki gibi şükran ve hayranlıkla dinliyor, kısaltma
işini de fazla büyüttüğü yok.
Sürekli topallayamayacağından tutup bir başka şey uyduruyor
Josefine, yorgunluğunu öne sürüyor, keyifsizliğini, güçsüzlüğü
nü bahane ediyor. Artık konserden ayrı olarak bir de tiyatro
seyrediyoruz. Bakıyoruz, peşindeki taraftarları şarkı söylesin
diye Josefine'ye ricalar yöneltiyor, yalvarıp yakarıyorlar. Hay
hay, söylemek istiyormuş ama, söyleyemiyormuş işte. Bunun
üzerine onu avutuyor, dört bir yandan kendisine iltifatlar yağ
dırıyor, onu tutup neredeyse kucaklayarak şarkı söylemesi için
önceden belirlenmiş yere getiriyorlar. Sonunda Josefine, neye
yorumlanacağı bilinmeyen gözyaşlarıyla boyun eğiyor, ama
anlaşılan son gücünü kullanıp bitkin bir halde şarkı söylemek
istiyor; kollan eskisi gibi açılmış değil de, biraz fazla kısa izle
nimini uyandıracak gibi vücudundan sarkıyor aşağı; böyle bir
durumda şarkıya başlamak istiyor, ama yine de yürümeyeceği
anlaşılıyor işin, ansızın öfkeli bir baş oynatışıyla Josefine bunu
belli ediyor ve gözlerimizin önünde yığılıp kalıyor yere. Ne var
ki, sonradan kendini toparlayıp yeniden kalkıyor ayağa ve şar
kı söylemesini sürdürüyor; sanırım eskisinden de pek değişik
olmuyor söylediği şarkı; insanın kulağı çok ince nüansları ayırt
edebiliyorsa, işte her zamankinden ayrı biraz bir heyecanın
varlığı duyulabiliyor seste ve bu heyecan da şarkının sadece ya
rarına oluyor. En sonunda, hatta eskisinden az bir yorgunluk
göze çarpıyor Josefine'de. Süzülür gibi sekişi böyle nitelenebi
lirse, sağlam adımlarla, taraftarlarının yardımlarını geri çevire
rek ve saygıyla önünden çekilen kalabalığı soğuk bakışlarla sü
zerek uzaklaşıyor.
Bu son günlerde böyleydi durum; ama en yeni olay, şarkı söy
lemesinin beklendiği bir anda Josefine'nin ortadan kayboluşu.
262
BiR AÇLIK ŞAMPiYONU
Kendisini yalnızca adamları aramıyor, çok kişi üstlendi bu işi,
ama boşuna! Josefine kayıplara karıştı, şarkı söylemekten ka
çıyor, şarkı söylesin diye kendisine ricada bulunulmasını bile
istemiyor, bu kez büsbütün bıraktı bizleri.
Tuhaftır ama, ne kadar da yanlış hesabı şu akıllı Josefine'nin;
sanki işin hiç önünü arkasını hesaplamıyor da, dünyamızda
pek hazin olmaktan kurtulamayacak yazgının peşi sıra sürük
lenip gidiyor. Şarkı söylemeyi kendi eliyle bir yana itip, ruhla
rımız üzerindeki otoritesini kendi eliyle yok ediyor. Bu ruhları
o kadar az tanımasına karşın, nasıl onların üzerinde böyle bir
otoriteyi kurabilmiş, şaşılacak şey! Saklanıyor, şarkı söylemi
yor, ama halk, bu serinkanlı, görünür bir düş kırıklığından
uzak, egemen, kendi içinde dingin bu kitle, görünüş her ne ka
dar yalanlasa da, sadece armağan verip kimseden hatta Josefi
ne'den bile armağan kabul etmeyen bu ulus, yine kendi yolun
da yürüyüp gidiyor.
Josefine'nin ise yaman olacak hali. Çok geçmeden son ıslığı or
talıkta yankılanıp sönecek. Josefine, ulusumuzun b�ngi tari
hinde yalnızca bir epizottur ve halkımız bu kaybın altından
kalkacaktır. Elbet, bizler için kolay değil; bundan böyle tam
bir suskunluk içinde nasıl bir araya gelebilir, toplantılar düzen
leyebiliriz? Ama Josefine varken de suskun değil miydi bu top
lantılar? Sanki Josefine'nin gerçek ıslığı, bu ıslığın anısından
çok mu daha sesli, çok mu daha canlıydı? Bu ıslık, onun sağlı
ğında bile yalnızca bir anı değil miydi? O bilge davranışıyla
halk Josefine'nin şarkılarını bu bakımdan kaybedilmezliği do
layısıyla değil mi böyle el üstünde tuttu.
Yani yoksun kalacağımız, belki hiç de fazla bir şey olmayacak.
Josefine'ye gelince, dünyanın mihnet ve çilelerinden kurtul
muş - bu ise ona göre seçilmişlere vergi bir şey -, ulusumuz
kahramanlarının sayısız kalabalığı içinde güle oynaya kaybola
cak ve çok sürmeden bütün öbür kardeşleri gibi, tarihle uğraş
madığımız için çifte bir kurtuluşa kavuşarak unutulup gidecek.
263
KAFKA'NIN YAYINLANMIŞ
ANCAK
KİTAPLARINA ALMADIGI
ÖYKÜLER
Bu bölüm, daha öncekilere bir ek niteliği taşıyor; nedeni de
"Gözlem " ve "Bir Köy Hekimi" öykü kitapları henüz çıkma
dan pek çok çalışma dergilerde yayınlanmıştı. Ötekileri ele aldı
ğımıza göre, bunların üzerinde de durulmadan geçilmemesi ge
rekiyor. Kafka, dergilerin ateşli bir okuyucusuydu. Dergilerle
çalışması öyle sanıldığı gibi rastlantı sonucu değildi.
(1) Yakaranla Söyleşi: Franz Blei'ın çıkardığı iki aylık dergi
"Hyperion"da yayınlandı (dizi 2, c. l, "1909, H 8, [Mart/Nisan]
s. 126-131). Kafka bir sonraki öykü gibi bunu da 1903/04'de ya
zılmış olabilecek "Bir Savaşın Tasviri"nden aldı (B s.76-96).
Yayınevine yollamadan metinde biraz kısaltmaya gitti.
(2) Sarhoşla Söyleşi: Önceki öykü gibi "Hyperion"da çıktı (dizi
2, c. 1, 1909, H 8 [Mart/Nisan]), s.131-133. bu metin de yine "Bir
Savaşın Tasviri"nin ilk varyasyonundan alındı (B s. 106-114).
(3) Kovalı Süvari: Savaştaki kömür sıkıntısını konu alan, Kaf
ka 'da hiç alışılmadık şekilde yaşanılan zamanla ilişkili öykü
"Prager Presse"nin 25 Aralık 192l'deki Noel ekinde Franz
Blei, Albert Ehreinstein, Paul Kornfeld, Robert Musil, Franz
Werfel, Alfred Wolfenstein ve daha başka yazarların katkılarıy
la yayınlandı. - Yazılış tarihi: Aralık/Şubat 1917. Birinci oktav
defterinin öyküyle ilişkin bir paralipomenon'unun<•> da bulun
duğu baş tarafında yer almakta (H 55).
Kafka öyküyü "Bir Köy Hekimi" kitabına almayı öteden beri
düşünmekteydi (her üç listede de öykünün ismiyle karşılaşmak
tayız). Ancak, yaşanılan zamanla aşırı ilişkisinden olacak, ya
zar son anda öyküyü kitaba almaktan vazgeçmiştir.
(•) Bir metnin yazılışından sonra yapılan yeni varyasyon ya da eklere verilen
ad.
267
TAPINAN' LA SÖYLEŞİ
Bir vakitler bir kilise vardı, her gün oraya giderdim; gönlümü
kaptırdığım kız akşamları bir yarım saat burada diz çöküp ta
pınır, ben de rahatlıkla kendisini seyrederdim.
Bir gün kız gelmedi; canım sıkılmış, tapınanlara bakıyordum
ki, çelimsiz vücuduyla kendini boylu boyunca döşemenin üze
rine atmış genç bir adam ilişti gözüme. Zaman zaman başını
var gücüyle tutuyor, ahlayıp oflayarak taşlar üzerinde duran
ellerinin ayalarına indiriyordu.
Yalnızca birkaç yaşlı kadın vardı kilisede; başörtüleriyle sarıp
sarmaladıkları başcağızlannı sık sık yana eğerek Tapınan'a ba
kıyorlardı. Şahsına karşı gösterilen ilgi, mutlu kılar gibiydi
genç adamı; çünkü her sofuluk nöbetinden önce gözlerini çev
resinde gezdiriyor, kendisine bakanların çok olup olmadığını
anlamak istiyordu. Bense bunu yakışıksız bir davranış gördüm,
kiliseden çıkar çıkmaz gidip kendisiyle konuşmaya ve neden
bu türlü tapındığını sorup öğrenmeye karar verdim. Evet, be
nim kızın gelmeyişine içerlemiştim.
Ama ancak bir saat sonra doğrulup kalktı adam, titizlikle istav
roz çıkardı, arada bir duraklayarak kutsal su kurnasına yürüdü.
Hemen seğirtip kurna ile kapının arasına dikildim, bana bir
açıklamada bulunmadan ona yol vermeyeceğimi biliyordum.
Kesin bir tavırla konuşacağım zaman, konuşmaya hazırlık ola
rak hep yaptığım gibi ağzımı büzdüm; vücudumun ağırlığını
ileri uzatılmış sağ ayağıma verip sol ayağımı parmak uçlan üze
rinde gevşecik tuttum, çünkü bu da bir sağlamlık veriyordu ba
na.
269
Hani adam, kutsal suyla yüzünü ıslatırken göz ucuyla bana ba
kıyor olabilirdi. Belki de beni daha önceden fark ederek endi
şeye kapılmıştı, çünkü hiç beklenmedik bir anda fırlayıp çıktı
kapıdan. Cam kapı çat diye arkasından kapandı. Hemen peşi
sıra seğirttim; kapının önüne çıkınca, baktım kayıplara karış
mıştı; çünkü yakında birkaç dar sokak bulunuyordu ve yoğun
bir trafik vardı.
Sonraki birkaç gün adam ortalarda gözükmedi, ama benim kız
yine eskisi gibi kiliseye gelmeye başlamıştı. Omuz kısımlarında
saydam danteller görülen - gömleğinin yanmayı dantellerin al
tında kalıyordu - siyah bir giysi giyiyor, dantellerin alt kenarın
dan aşağı inen ipek kumaş güzelim bir yaka oluşturuyordu. Kız
artık geldiğinden adamı unutmuştum ve sonradan kiliseye yine
düzenli uğrayıp alışık olduğu gibi tapınmasını sürdürdüğünde
de kendisiyle ilgilenmedim. Ama o hep büyük bir aceleyle, yü
zü benden başka yana dönük, yanımdan geçip gidiyordu. Bel
ki de onu hareket eder durumdan başka türlü düşünemediğim
için bana öyle geliyor, durduğu zaman bile kendisini kilisenin
içinde sessiz saklı süzülüp gidiyormuş görüyordum.
Bir gün odamda fazla oyalanmış, geç kalmıştım. Yine de kal
kıp gittim kiliseye. Ama benim kızı bulamayarak eve dönecek
oldum. Baktım yine döşemenin üzerine serilmiş yatıyordu bu
genç adam. Derken eski olay geldi aklıma, içimde bir merak
uyandı.
Parmak uçlanma basarak kapıya vardım, burada oturan kör
bir dilencinin eline birkaç kuruş tutuşturup kapının açık kana
dının arkasına, dilencinin hemen yanı başına sıkıştım. Bir saat
oturup bekledim ve belki kurnazca bir yüz takındım bu arada.
Olduğum yerde kendimi rahat hissettim ve ileride sık sık bura
ya gelmeye karar verdim. Bekleyişimin ikinci saatinde, Tapı
nan için burada böyle pineklemeyi saçma buldum. Ama yine
de bir üçüncü saati beklemekle geçirmeye başladım; artık kız
mıştım; örümceklerin giysimin orasına burasına tırmanmasını
270
ister istemez sineye çektim. Derken içeride kalan son kimseler
de, sesli sesli soluyarak kilisenin karanlığından dışarı çıktı.
Sonunda o da göründü; sakınarak yürüyor, ayaklarını basma
dan önce parmak uçlarıyla yeri usulcacık yokluyordu.
Doğrulup kalktım, kestirmeden uzun bir adım atarak onu ya
kaladım. " İyi akşamlar! " dedim ve elim yakasında, onu ite ka
ka basamaklardan aşağı indirip, kilisenin önündeki aydınlık
alana çıkardım.
Aşağıda tamamen kararsız bir sesle, " İyi akşamlar, canım efen
dim! " diye yanıtladı. " Bana kızmayınız ne olur! Sizin bu son
derece sadık bendenize kızmayınız! v
" Pekala! " dedim. " Ancak size sormak istediğim birkaç şey var.
Geçen hafta elimden kurtuldunuz, ama şimdi pek başaramaya
caksınız bunu. "
" Siz merhametli birisiniz beyciğim, eve gitmeme izin verirsiniz
sanırım. Ben acınacak bir kimseyim, gerçek bu. "
Sesim o sırada yanımızdan geçen tramvayın gürültüsüne karı
şarak, " Hayır, hayır! " diye haykırdım. " Sizi koyveremem. Tam
da benim hoşlanacağım şeyler bunlar. Siz, benim için bir dev
let kuşusunuz. Bravo bana ki, sizi yakalayabildim! "
Bunun üzerine dedi ki: " Hay Allah! Hayat fışkıran bir kalbi
niz, sanki mermerden oyulmuş bir kafanız var. Benim için dev
let kuşu diyorsunuz; bana göre ne kadar mutlu olmalısınız. An
cak, benim mutsuzluğum sallanıp duran bir mutsuzluktur; siv
ri bir uçta sallanıp duran bir mutsuzluk; dokunulmayagörsün,
dokunanın üzerine yıkılır hemen. İyi geceler beyciğim! "
" Güzel, " dedim ve sımsıkı tuttum sağ elini. " Soracaklarımı ya
nıtlamazsanız, burada, sokak ortasında bağırırım; şu anda dük
kan ve mağazalardan çıkan bütün tezgahtar kızlar ve dışarıda
onları gözleyen sevgilileri dört bir yandan koşup gelerek bura
ya toplanır; çünkü sanırlar ki, bir kupa arabasının atlarından
271
biri yığılıp kalmıştır yere ya da buna benzer bir şey olmuştur.
O zaman sizi gösterir, nasıl biri olduğunuzu anlatının kendile
rine. "
Ben böyle deyince, ellerimin birini bırakıp birini öpmeye baş
ladı. " Bilmek istediklerinizi söyleyeceğim. Yalnız ne olur, şu
karşıki yan sokağa girelim. " Ben, başımı sallayarak peki de
dim; karşı sokağa yürüdük.
Ne var ki o, birbirinden hayli aralıklı sarı fenerlerle aydınlatı
lan sokağın karanlığıyla yetinmedi, beni eski bir eve doğru çe
kip, ahşap bir merdiven önünde asılı duran ve içinden yere gaz
damlayan lambanın altına götürdü.
Cebinden özenle bir mendil çıkarıp, basamaklardan birinin
üzerine yaydı. "Buyurun oturun, beyciğim! " dedi. " Sorularını
zı oturduğunuz yerden daha kolay sorabilirsiniz. Ben, ayakta
kalacağım; sorularınızı ayakta daha iyi yanıtlayabilirim. Ancak
ne olur, eziyet etmeyiniz bana! "
Bunun üzerine oturdum. Başımı kaldınp gözlerimi kısarak ona
baktım ve, " Siz tam bir tımarhane kaçkınısınız, " dedim. "Evet,
tam bir tımarhane kaçkını. Kilisedeki o davranışınız da nedir
öyle? Ne sinirlendirici, sizi görenler için ne tatsız şey! Size bak
maktan nasıl kendini vererek tapınabilir insan! "
Vücudunu duvara yapıştırmıştı, yalnızca başı havada serbest
oynuyordu. " Sinirlenmeyin canım! Hani sizi ilgilendirmeyen
şeylere ne diye sinirlenesiniz. Kendim salakça davransam, bu
na içerlerim; ama salakça davranan bir başkası ise, sevinirim
doğrusu. Onun için, başkalarının beni seyretmesi yaşamımın
amacıdır dersem, bana kızmayınız! "
" Neden bahsediyorsunuz siz kuzum! " diye bağırdım. Alçak ta
vanlı hol için fazla yüksek çıkmıştı sesim; ama ses tonumu al
çaltmaktan da çekindim. " Sahi, neden bahsediyorsunuz siz?
Evet, durumunuzu seziyorum, hatta sizi ilk gördüğüm anda
sezmiştim. Deneyim sahibiyimdir; bunun karada bir deniz tut272
masından başka şey olmadığını söylersem şaka ediyorum san
mayın. Öyle bir deniz tutması ki, gerçek isimlerini unutmuşsu
nuzdur da, şimdi çabuk çabuk ve rasgele isimler saçarsınız nes
neler Uzerine. Aman çabuk! Aman çabuk! Ne var ki, kendile
rinden pek uzaklaşmaya kalmadan, yine isimlerini unutursu
nuz. 'Babil Kulesi' dediğiniz kavak -çünkü bir kavak olduğunu
bilmez ya da bilmek istemezdiniz - kırda yine isimsiz iki yana
sallanıp durur; aslında sizin 'Sarhoş Nuh' demeniz gerekirdi
ona. "
"Söylediklerinizi anlamadığıma doğrusu seviniyorum," deyin
ce biraz afalladım.
Sinirlenmiş, " Ama sevinmekle anladlğınızı gösteriyorsunuz,"
diye yanıtladım hemen.
" Ona ne şüphe, Sayın Beyciğim. Ama konuştuklarınız da tuhaf
şeyler hani. "
Ellerimi bir yukarıdaki basamağın Uzerine koyarak arkama
yaslandım, boksörlerin son kurtuluş çaresi sayılıp karşı tarafın
saldırısını olanaksız kılan bir konumda sordum: " Başkalarının
da sizinle aynı durumda olduğu varsayımından yola koyularak
kendinizi kurtarmak istemeniz hoş doğrusu! "
Bunun Uzerine cesaretlenir gibi oldu; vücuduna bir birlik ve
bütünlük sağlamak üzere ellerini kavuşturdu, biraz isteksiz,
" Ancak bunu herkese karşı yaptığım yok," dedi. " Örneğin si
ze karşı; çünkü elimden gelen bir şey değil. Ama elimden gel
se sevinir, o zaman kilisedeki insanların ilgisini gereksinmez
dim. Bu ilgiyi de neden gereksindiğimi biliyor musunuz? "
Soru karşısında çaresiz kaldım. Elbette bildiğim yoktu bunu,
sanırım bilmek de istemiyordum. Zaten buraya gelmeyi de ben
istemedim, diye geçirdim içimden; gel gör ki, bu adam beni an
lattıklarını dinlemeye zorlamıştı. Dolayısıyla, o anda başımı
sallamam yeter, sorduğu şeyi bilmediğimi açıklayabilirdim;
ama başımı bir türlü oynatamadım.
273
Karşımda dikilen o ise gülümsedi. Sonra başını dizlerine doğru
eğdi ve uykulu bir yüzle anlatmaya koyuldu: " Kendi yaşantıla
rııria dayanarak yaşadığıma inandığım bir an olmadı hiç. Diye
ceğim, çevremdeki nesneleri ancak kınk dökük tasarımlar ha
linde algılayabiliyorum; öyle ki, nesneler bir vakit var olmuşlar
da, şimdi ortadan silinip gidiyorlarmış gibi geliyor bana. Her
zaman, beyciğim, nesneleri, kendilerini bana göstermeden ön
ceki durumlarıyla görmeyi dilemişimdir. Bu durumlarıyla gü
zel ve dingin olmalılar. Herhalde böyledir; çünkü insanların
nesnelerden sık sık bu yolda söz ettiklerini işitiyorum. "
Derken benim susup da hoşnutsuzluğumu yalnızca yüzümdeki
seğirmelerle açığa vurduğumu görerek sordu: " Yoksa insanla
rın böyle konuştuklarına inanmıyor musunuz? "
Başımı sallayarak dediklerini doğrulamam gerekiyormuş gibi
geldi bana, ama yapamadım.
" Sahi, inanmıyor musunuz sözlerime? Oh, dinleyin bakın! Ço
cukken bir gün kısa bir öğle uykusundan gözlerimi açmıştım;
henüz üzerimde tam bir mahmurluk vardı; annemin doğal bir
tonla balkondan aşağı şöyle seslendiğini işittim: 'Ne yapıyor
sun hayatım? Bu ne sıcak böyle? ' Bir kadın bahçeden karşılık
verdi: 'Yeşillikler ortasında ikindi kahvesi içiyorum.' Bu sözle
ri ikisi de üzerinde pek düşünmeden, sanki biri ötekisinin ne
diyeceğini önceden biliyormuş gibi, açık seçiklikten biraz uzak
bir edayla söylemişti. "
Ansızın bana bir soru yöneltilmiş gibi bir sanı uyandı içimde;
bir şey arar gibi, elimi pantolonumun arka cebine attım. Ama
aradığım bir şey yoktu, sadece konuşmanın beni ilgilendirdiği
ni belirtmek için dış görünümümü değiştirmek istemiştim. Beri
yandan, anlatılan olayın, benim bir türlü akıl erdiremeyeceğim
kadar tuhaflığını ileri sürdüm. Hem gerçekliğine inanmadığımı
ve benim sezinleyemediğim bir amaçla uydurulmuş olabileceği
ni ekledim. Sonra gözlerimi yumdum, çünkü sancıyorlardı.
" Oh, sizin de benim gibi düşünmeniz ne iyi! Bunu söylemek
274
için beni yolumdan alıkoymanız, bencillikten uzak bir davranış
doğrusu! Değil mi ama; dimdik ve sert adımlarla yürüyemedi
ğim, bastonumla kaldırım taşlarına vurmadığım ve yanımdan
gürültüyle geçen kimselerin giysilerine sürünerek ilerlemedi
ğim için ne diye utanayım ya da ne diye utanalım! Daha çok,
kemikli omuzlarıyla bir siluet gibi, arada bir vitrin camlarında
kaybolup binalar boyunca sekip gittiğim için haklı olarak inat
la yakınmam gerekmez mi? Şu geçirdiğim günlere bakın bir!
Niçin her şey bu kadar berbat yapılmış; yüksek evler, ortada gö
rünür bir neden bulunmaksızın çöküveriyor bazen.
Enkaz yığını üzerine tırmanıyor, karşıma kim çıkarsa soruyo
rum: 'Nasıl olur a canım? Bizim kentte - daha yeni bir bina sonra beşincisi bugün - düşünsenize bir! ' B akıyorum, kimse
bana cevap vermiyor.
Çok vakit insanlar sokakta devrilerek, cansız serilip kalıyor
yerde. Derken dükkan ve mağaza sahipleri, dükkan ve mağa
zaların mallardan geçilmeyen kapılarını açarak çevik adımlar
la seğirtiyor, ölüyü alıp oradaki bir eve taşıyorlar; dışarı çıkıp
birbirleriyle konuşmaya başlıyorlar ardından: 'Günaydın Gökyüzü de soluk bugün - eşarpların sürümüne diyecek yok öyle savaş! ' Söz konusu evden içeri süzülüyor, parmağımı bü
kerek elimi birçok kez kaldırıp indirdikten sonra apartman yö
neticisinin penceresini tıklatıyorum. 'Beyefendi,' diyorum na
zik, 'demin sizin buraya bir ölü getirdiler. Onu bana gösterir
misiniz lütfen.' Adamın bir karara varamamış gibi başını salla
dığını görerek kesin bir tonla ekliyorum: 'Beyefendi! Ben gizli
polisim. Hemen bana ölüyü göstermenizi istiyorum! ' Adam,
'Bir ölü mü?' diye soruyor ve sanki kendisine hakaret edilmiş
gibi bir sesle, 'Hayır! Ölü falan yok bizim burada! ' diye ekli
yor. 'Bizim burası namuslu bir evdir.' Bunun üzerine selam ve
rip uzaklaşıyorum.
Ama derken büyük bir alandan geçmek zorunda kalınca, her
şeyi unutuyorum. İşin güçlüğü bozguna uğratıyor beni, ikide
275
bir kendi kendime düşünüyorum: 'Kibir ve azametlerinden bu
kadar büyük alanlar yaparlar da, ne diye alanın bir başından
öbür başına taştan bir korkuluk yapmazlar?' Bugün güneyba
tıdan bir rüzgar esiyor. Alan üzerindeki havada hırçın bir hal
var. Belediye Sarayı'ndaki kulenin sivri ucu küçük çemberler
çiziyor. Bu curcunayı neden susturmaya çalışmazlar? Bütün
pencerelerin camlan takırdıyor, sokak fenerleri bambu kamış
ları gibi eğilip bükülüyor. Sütun üzerindeki Meryem Ana'nın
pelerini kıvrım kıvrım; fırtına, pelerini çekip çekiştiriyor. Peki
ama, bunu kimsenin gördüğü yok mu? Kaldırım taşlan üzerin
de yürümeleri gereken erkek ve kadınlar havada süzülüyor
adeta. Rüzgar biraz soluklanacak oldu mu, durup birbirleriyle
birkaç laf ediyor, eğilerek birbirlerini selamlıyor, ama rüzgar
yeniden esmeyegörsün, karşı duramayıp hep birden tabanları
kaldırıyorlar. Şapkalarına sımsıkı sanlmalan gerekiyor, ama
yumuşak bir hava karşısında bulunuyorlarmış gibi yine de gü
lüyor gözlerinin içi. Bir tek ben korkuyorum. "
Onun b u sözlerinden alınmış, dedim ki: "Daha önce anlattığı
nız olay var ya, hani anneniz ve bahçedeki kadınla ilgili, doğ
rusu ben hiç de tuhaf bulmuyorum. Böylesi çok olay görüp işit
tim, hatta kendim yaşadım bazısını. Bu sizin anlattığınız, niha
yet pek doğal bir şey. Sanır mısınız, balkonda olsaydım, ben de
aynı soruyu sormaz, bahçeden de aynı yamtı vermezdim? İşte
öylesine sıradan bir olay . "
Ben bunu söyleyince, halinde pek mutlu bir ifade belirdi. Şık
giyinmiş olduğumu, boyunbağımın hoşuna gittiğini açıkladı.
Hem ne narin bir tenim varmış. Ve itiraflar, sonradan geri alın
dıklarında her zamankinden kesin nitelik kazanırmış.
276
SARHOŞ'LA SÖYLEŞİ
Ufak adımlarla kapıdan çıkar çıkmaz ayı ve yıldızlan, büyük
kubbeli göğü, Belediye Sarayı, Meryem Ana Sütunu ve kilise
siyle Ring Alanı birden üzerime çullandı.
Sessiz sakin, yolun gölge kısmından ayrılıp ay ışığına geçtim;
pardösümün düğmelerini çözüp ısınmaya çalıştım, sonra elleri
mi kaldırarak gecenin uğultusunu susturup düşünmeye koyul
dum:
"Hani öyle gerçekmişsiniz gibi yapmanız da ne oluyor! Yeşil
kaldırımın üzerinde böyle gülünç durumda dikilen benim ger
çek olmadığıma beni inandırmak mı niyetiniz? Ama senin ger
çek olduğun zamanlar çok gerilerde kaldı ey gök! Ve sen ey
Ring Alanı, asla gerçekten var olmadın."
"Doğru, hala bana bir üstünlüğünüz var, ama ben ancak sizi ra
hat bıraktığım zaman."
"Allaha şükür ki, ay, ay değilsin sen artık. Ay adım verdikleri
sana hala ay demekle belki de savsakça davranıyorum. Sana
'acayip renkli unutulmuş kağıt fener' diyecek olsam, ne diye
öyle kibirli davranmazsın artık. 'Meryem Ana Sütunu' desem,
ne diye kendini bayağı çekip geriye alırsın. Sonra, sana 'sarı
ışık saçan ay' dedim mi, takındığın o gözdağı veren tavrını da
göremiyorum artık."
"Gerçekten, öyle görünüyor ki, sizi düşünmek size yaramıyor,
cesaret ve sağlığınızdan bir şeyler yitiriyorsunuz."
"Tannın! Düşünen Adam, Sarhoş'tan ders alsa, ne verimli bir
şey olurdu bu."
ın
"Niçin her taraf böyle sessizleşti. Rüzgar kesildi galiba. Ve
çokluk sanki küçük tekerlekler üzerinde, alanda ordan oraya
yuvarlanan evceğizler, şim�i yere kakılmış gibi duruyor -sus
kun -; başka vakit onları zeminden ayıran ince ve siyah çizgi as
la seçilmiyor."
Derken koşmaya başladım. Bir engelle karşılaşmaksızın üç kez
büyük alanın çevresini dolandım, bir sarhoşa rastlamayınca, hı
zımı azaltmadan ve yorgunluk duymadan Kari Sokağı'na doğ
·-u seğirttim. Gölgem de, çokluk benden kısa, duvar üzerinde,
sanki duvarla cadde kenarının oluşturduğu çukur yolda benim
le geldi.
İtfaiye binasının önünden geçerken Kleiner Ring'ten doğru bir
ses işittim. O yana sapınca, çeşmenin korkuluğu önünde bir
sarhoşun dikildiğini gördüm; kollanın yatay durumda uzatmış
tutuyor, ayağındaki takunyalarla yeri dövüyordu. İlkin durup
biraz soluklanmak istedim, sonra ona doğru yürüyüp silindir
şapkamı çıkararak tanıttım kendimi:
" İyi akşamlar, benim nazenin beyzadem! Yaşım yirmi üç, ama
bir ad'ım yok henüz. Oysa siz şaşırtıcı, hatta ahenk taşan bir
isimle donanmış olarak, o büyük kent Paris'ten geliyorsunuz
kuşkusuz. Yoldan çıkmış Fransız sosyetesinin düpedüz yapay
kokusu çevrenizi kuşatmış. "
" Giysilerinin cicili bicili kuyrukları merdivenlerin basamakları
üzerine yayılır, kuyrukların uçlan henüz bahçenin kumlan
üzerinde bulunurken, kendileri yüksek ve aydınlık terasa çok
tan varmış, incecik belleriyle alaylı alaylı dönüp arkalarına ba
kan o gözleri boyalı büyük hanımefendileri gördünüz elbette.
Öyle değil mi, dört bir yana dikilmiş uzun direklere daracık
fraklar ve beyaz pantolonlarla uşaklar tırmanır, ayaklarını di
reklere dolar, belden yukarılannı çokluk arkaya ve yana eğer
ler; kalın iplerle kocaman gri tenteleri yerden kaldırıp yukarı
ya germeleri gerekmektedir, büyük hanım sisli bir sabah dile
miştir çünkü. " Onun geğirmesi üzerine, adeta irkilmiş, sürdür278
düm konuşmamı: " Sahi, doğru mu? O bizim Paris'ten mi geli
yorsunuz, beyciğim? O fırtınalı Paris'ten, ah o romantik yaşan
tılar sağanağından mı geliyorsunuz? " Onun yeniden geğirmesi
üzerine şaşırmış: " Biliyorum, " dedim, " büyük bir şeref benim
için." Sonra pardösümün . düğmelerini çarçabuk ilikleyerek,
ateşli ve çekingen, devam ettim:
" Biliyorum, beni bir cevaba layık görmüyorsunuz; ama size bu
gün bunları sormasaydım, artık hep ağlamaklı bir hayat yaşar
dım. "
" Rica ederim söyleyin, benim şık beyzadem, bana anlatılanlar
doğru mu? Sadece süslü püslü giysilerden oluşan insanlar var
mı Paris'te? Sokak kapısından başka kapılan bulunmayan ev
ler var mı? Doğru mu pazarları kent üzerinde gökyüzünün in
ceden bir maviye boyandığı? Sadece yürek biçiminde tıkız ve
ak bulutçuklarla bezendiği? Sonra içinde ağaçlardan başka şe
ye rastlanmayan ve ziyaretçilerle dolup taşan bir müzenin bu
lunduğu, üzerlerine iliştirilmiş küçük levhalarda ağaçların en
ünlü kahramanlar, caniler ve sevgililerin isimlerini taşıdığı
doğru mu? "
" Sonra bir de şu haber! Şu anlaşılan yalancı haber! "
" Öyle değil mi? Ş u Paris sokakları ansızın dallanıp budaklanır;
sessiz sakin değildir, öyle değil mi? Her şey her vakit yolunda
gitmez; hem nasıl gitsin! Bazen bir kaza olur ve kaldırımlara
adeta dokunmayan büyük kentli adımlarıyla yan sokaklardan
insanlar çıkıp gülerek bir araya toplanır. Hani hepsi merak
içindedir, ama düş kırıklığına uğramaktan da korkarlar. Ne var
ki, birbirlerine çarptılar mı, yerlere kadar eğilir ve özür diler
ler: ' Çok üzgünüm - kazara oldu - öyle olduğunu kabul ediyo
rum. İsmim - ismim Jerome Paroche; Rue De Cabotin'de ba
haratçı dükkanım var - izin verirseniz, sizi yarın öğle yemeğine
davet etmek istiyorum - karım da doğrusu pek sevinecektir. '
İşte böyle konuşup dururlar; oysa sokak uyuşukluk içindedir
ve bacalardan tüten dumanlar evlerin arasına çöker. Böyledir
279
herhalde. Aynca, olacak şey mi: Kibar bir semtin işlek bir bul
varında iki araba dursun; uşaklar, ağırbaşlı, kapıları açsınlar.
Sekiz soylu Sibirya kurt köpeği küçük küçük adımlarla araba
lardan insin aşağı, havlayıp sıçrayarak doludizgin yolu tutsun.
Ve sonra densin ki, Paris'in züppe kılıklı snop gençleridir bun
lar. "
Gözlerini sımsıkı yummuştu. Ben susunca, iki elini ağzına sok
tu, çenesini çekip çekiştirmeye başladı. Giysisi baştan aşağı pis
lik içindeydi. Belki şarap içilen lokallerin birinden kapı dışarı
edilmişti de, olup bitenin farkında değildi henüz.
Belki gündüzle gece arasındaki o kısa ve alabildiğine sessiz ara
idi bu; hani başımız, biz beklemezken, ensemizden sarkar ar
kaya; hani her şey biz farkına varmaksızın, biz kendilerini sey
�etmediğimiz için devinimden kesilir ve sonra yitip gider; biz
ise, eğilip bükülmüş vücutlarımızla tek başımıza kalakalırız; ar
dından çevremize bakınır, artık hiçbir şey görmez, havanın
herhangi bir direncini de hissetmez, ama içten içe anılarımıza
tutunuruz: Az çok yakınımızda evler olacaktı, evlerin çatıları
ve Allaha şükür köşeli bacaları vardı; bacalardan evlerin içine
yağan karanlık, tavanaralanndan geçerek çeşitli odalara dökü
lürdü. Ve yann, bütün inanılmazlığına karşın, her şeyin gözle
görülebileceği bir gündüzün başlayacak oluşu ne büyük mutlu
luktur.
Sarhoş, ansızın kaşlarını kaldırdı; kaşlarıyla gözlerinin arasın
da bir parıltı belirdi. Ardından kesik kesik konuşarak açıkla
maya koyuldu: " Hani diyeceğim - hani uykum var - uykum ol
duğu için de gidip yatacağım - hani diyeceğim, Wenzel Ala
nı'nda bir eniştem oturuyor - işte oraya gidiyorum - eniştemin
yanında kalıyorum çünkü, çünkü yatağım orada - gidiyorum,
evet, ancak ismi ne eniştemin, nerede oturuyor, bildiğim yok unuttum galiba - ama ne çıkar, çünkü bir eniştem var mı, onu
da bilmiyorum - eh, gidiyorum artık. - Ne dersiniz, onu bulabi
lecek miyim? "
280
Hiç duraksamadan, "Elbette! " diye yanıtladım. " Ama siz ya
bancı ülkelerden geliyorsunuz, " diye ekledim. "Tesadüfen
uşaklarınız yanınızda değil. İzin verin, sizi ben götüreyim. "
Sesini çıkarmadı. Girmesi için kolumu uzattım.
281
KOVALI SÜVARİ
Harcanıp tükenmiş bütün kömür; kova tamtakır; anlamsız kü
rek; soğuğu soluyup duruyor soba; dondurucu rüzgar odada
kol geziyor; pencere önündeki ağaçlar kırağıdan kaskatı; gök
yüzü kendisinden yardım dilenene karşı gümüşten bir kalkan.
Çaresiz kömür bulmalıyım; donacak değilim ya. Ardımda acı
masız soba, önümde gene öyle acımasız bir gökyüzü; atıma at
lamalı, ustaca aralanndan geçmeli ve orta yerdeki kömürcüye
varıp yardım aranmalıyım. Ama benim alışılmış ricalarıma
karşı adeta sağırlaşmış kömürcü; zerrece kömürüm kalmadığı
nı, dolayısıyla kendisinin benim için gökyüzündeki güneşten
bayağı farksız olduğunu bir güzel kanıtlamalıyım. Açlıktan hı
rıltıyla soluyarak kapı eşiğinde can vermek üzere olup da, aşçı
hanımefendinin son kahve tortusunu kendisine içirmeye karar
verdiği bir dilenci gibi davranmalıyım; tıpkı onun gibi bana da
kömürcü öfkesinden ateş püskürmeli, ama " Öldürmeyecek
sin! " buyruğunun ışığı altında bir kürek kömür doldurup kova
ma boca etmeli.
Sadece havalanışını çözümlemeli bu işi; dolayısıyla, kovayı
kendime at yapıyorum. Kovalı süvariyim, yukarı kalkık elim
kovanın kulpunda, bu alabildiğine gösterişsiz dizginde. Güç
lükle bir dönüş yapıp merdivenlerden iniyorum, ama aşağıda
kovanı şahlanıyor, enfes, enfes! Yere iyice çökmüş develer bi
le devecinin değneği altında bundan güzel şahlanamaz. Kaska
tı donmuş sokaktan düzenli bir tırısla geçiyorum; evlerin ilk
katlan hizasına kadar havalanıyorum sık sık, ama evlerin kapı
larına kadar alçaldığını hiç olmuyor. Kömürcü dükkanının bu
lunduğu mahzenin önünde işte öylesine yükseklerde süzülüyo282
rum, çok aşağılarda kalan kömürcü masacığının başına çök
müş, bir şeyler yazıyor; içerdeki aşın sıcaklığın birazını dışarı
salıvermek için dükkanın kapısını aralamış.
" Kömürcü, kömürcü! " diye sesleniyorum, soğuk çalığı ve kof
sesimle, duman bulutlanria gömülerek. "Ne olur, kömürcü, bi
raz kömür ver! Kömür kovam öylesine boşaldı ki, üzerine bi
nip dolaşabiliyorum. Ne olur, gel yap bu iyiliği! Elime para
geçsin, öderim. "
Kömürcü elini götürüp kulağına koyuyor. Şöminenin önünde
ki sırada oturmuş örgü ören karısına, "Yanlış duymuyorum
ya? " diye soruyor omuzlan üzerinden. "Yanlış duymuyorum
ya? Bir müşteri."
" Ben bir şey işitmiyorum," diyor kansı; elinde iğler, sakin sa
kin soluyor; sırtında tatlı bir sıcaklık.
"Evet, evet," diye sesleniyorum ben, "evet benim, eski bir
müşteri; sadık, vefalı; ne var ki, şu günlerde parasız. "
" Hanım! " diyor kömürcü. "Biri, biri olacak, bu kadar da yanı
lamam herhalde; beni bu kadar duygulandıracak gibi konuşa
bildiğine göre, eski, çok eski bir müşterimdir sanının. "
" Ne oluyor sana da böyle, Bey? " diyor kadın ve bir an işine ara
vererek örgüsünü göğsüne bastırıyor. "Hiç kimseler yok, so
kak bomboş, bütün müşterilerimiz aldı alacağını, dükkanı ka
payıp günlerce rahatımıza bakabiliriz. "
" Ama durun canım, ben burada kovanın üzerinde oturuyo
rum, " diye sesleniyorum ve soğuğun duygusuz gözyaşları göz
lerimi perdeliyor. "Ne olur, başınızı kaldırın da bakın şöyle,
beni hemen göreceksiniz. Bir kürek dolusu kömür rica ediyo
rum; ama yok iki kürek dolusu verirseniz, beni fazlasıyla mut
lu kılarsınız. Nasıl olsa öbür müşterilerin hepsi aldı alacağını.
Oh, şimdiden kömürlerin kova içinde takırdadığını duyar gibi
yim. "
283
" Geliyorum, " diyor kömürcü ve kısa bacaklarıyla bodrum
merdivenlerinden çıkmaya davranıyor; ama hemen yanında
beliren karısı, kolundan sımsıkı kıvrayıp diyor ki: " Hayır, git
meyeceksin bir yere, inatçılığından vazgeçmezsen, ben çıkıp
bakarım yukarı. Bu geceki öksürmelerini düşün, neydi o? Ama
sen kalkmış, bir iş, belki de hayali bir iş için karını, çocuğunu
unutuyor, ciğerlerini feda etmek istiyorsun. Sen kal, ben gidip
bakayım. " "O zaman depomuzdaki bütün çeşitleri söyle ona!
Fiyatlarını ben sana seslenirim. " - " Peki, peki! " diyor kadın ve
sokağa çıkıyor. Kuşkusuz hemen görüyor beni. " Hanımefendi
ciğim! " diyorum ben. "Derin saygılarımı sunarım. Hepsi bir
kürek kömür, hemen şuracıkta kova içine, kendim eve taşırım,
en kötüsünden bir kürekçik. Elbet kuruşu kuruşuna ödeyece
ğim, ama hemen değil, hemen değil. " Bu iki sözcük " hemen
değil " nasıl da bir çan sesi gibi yankılanıyor ve akşam vakti ya
kındaki bir kiliseden gelen çan seslerine nasıl da zihinleri bu
landırarak karışıyor.
-
" Ne istiyormuş bakalım? " diye sesleniyor kömürcü aşağıdan.
" Hiç! " diye yanıtlıyor kadın. " Hiç kimse yok ki! Ne bir şey gö
rüyor, ne bir şey işitiyorum. Saat altı; kilisenin çanları çalıyor,
o kadar! Biz de kapayalım dükkanı artık, fena ayaz var, yarın
da sanırım çok işimiz olacak."
Kadın ne bir şey görüyor ne bir şey işitiyor; ama yine de keme
rini çözüp önlüğünü sallayarak beni oradan kaçırmaya bakı
yor. Yazık, başarıyor da. İyi bir binek atının tüm üstünlükleriy
le donatılmış kovam; ancak, karşı koyma gücünden yoksun; bir
kadın önlüğü ona tabanları kaldırtıyor.
Kadın dükkana doğru yönelip yan küçümser, yan memnun,
eliyle havayı döverken, " Seni hain kadın, seni ! " diye haykırı
yorum. " En berbat kömürden bir kürek rica ettim de verme
din. " Böylece yükselip buzulsu bölgelere yöneliyor, bir daha
görünmemek üzere izimi kaybettiriyorum.
284
ÖLÜMSONRASI ÖYKÜLERİ
Bu bölümde Max Brod'un ölümünden sonra dostu Kafka'nın
bıraktıgı kagıtlardan çıkarıp yayınladıgı bütün öyküler ele alın
makta. Ölümsonrası yazıların bir bölümü bugün Oxford'daki
Bodleian kitaplıgında ödünç olarak (krş. Malcolm Pas/ey,
Franz Kafka'nın manuskrileri. Description and Select lnsdita.
Çıktıgı yer: Modern Language Review 57, 1962, s. 55-59), bir
bölümü de lsrail'de bulunmaktadır. Kafka okuyucuya sunulan
bu kitaptaki metinlerin büyük bir bölümünü oktav defterleriyle
diger kagıtlara yazmıştır; bunlar günümüzde Bodleiana kitaplı
gında saklanmakta ve Malcolm Pas/ey tarafından tanımlanmış
bulunmaktadır (Kafka-Symposion, 1965, s. 75 vd.).
Kafka'nın ölümsonrası yazılarının yöneticisi Max Brod, dostu
nun ikisi dışında bizim bu baskıya alınmış öykülerini aşagıdaki
kitaplarda toplamıştır:
Çin Seddinin inşasında. Ölümsonrası yazılar içinden alınmış,
şimdiye kadar basılmayan öyküler. Hazırlayan: Max Brod ve
Hans Joachim Schoeps. Berfin: Kiepenhauer 1931, 266 s. - On
dokuz öykü içermektedir. Kısaltma: ChM.
Bir Savaşın Tasviri. Ölümsonrası yazılarından öyküler, eskiz
ler, özdeyişler. Baskıya hazırlayan: Max Brod. Frankfurt: S.
Fischer 1954. - Sonradan genişletilerek içindeki öyküler yirmi
dokuza çıkarılmıştır. Kısaltma: B 3954.
287
BiR SA VAŞJN TASViRi
BİR SAV AŞIN TASVİRİ
Ve giysiler içinde insanlar
Gezerler sallanarak çakıl yolda
Üzerlerinde gökyüzü kocaman
Uzaktaki tepelerden
Uzaktaki tepelere uzanan
1
Saat on iki sularında ilk birkaç kişi ayağa kalktı, birbirleri
önünde eğilip birbirlerine ellerini uzattılar, pek güzeldi dedi
ler, sonra giyinmek üzere büyük kapı boşluğundan hole geçti
ler. Evin Hanımı orta yerde durmuş çevik reveranslar yapıyor,
etekliğindeki göz alıcı pliler salıncak gibi sağa sola gidip geli
yordu.
Ben küçücük bir masada oturmuş - gergin ve ince üç ayağı var
dı masanın -, o anda üçüncü kadehçik benediktiner'imi<"> yu
dumluyor, gözlerimi kendi elimle seçerek tabağıma yığdığını
kurabiyeler ve pastalar üzerinde dolaştırıyordum. Bir de bak
tım, benim yeni Tanış, kendini koyvermiş ve saçı sakalı biraz
birbirine karışmış, bitişik bir odanın kapısında göründü; ben
başımı çevirmek istedim, çünkü bana göre bir şey yoktu orta
da. Ama Tanışım doğru yanıma geldi ve benim neyle vakit ge
çirdiğime bakıp dalgın dalgın gülümsedi. Size gelmemi bağış
layın, dedi. Şimdiye kadar benimkisiyle baş başa bitişik oda
ların birinde oturdum. Ta saat on buçuktan beri. Hey be bira
der, böyle nefis bir gece geçirmedim ömrümde. Biliyorum, ya
kışık almaz size bunu anlatmam, çünkü birbirimizi pek tanımı
yoruz. Öyle değil mi, bu akşam merdivenlerde karşılaştık, aynı
11
11
11
( "' ) Bir çeşit likör. (Ç.N.)
289
BiR SA VAŞIN TASViRi
evin konukları olarak bir iki laf ettik, hepsi o kadar. Ama şu
anda - ne olur - bağışlayın beni - mutluluğumu içimde tutamı
yorum, çaresiz kaldım. Hani burada kendilerine açılabileceğim
başka tanıdıklar da göremediğimden - "
Üzülerek kendisine baktım - ağzımdaki meyveli pastanın pek
tadı yoktu - ve alttan, hoş bir kırmızılığa bürünmüş yüzüne
doğru, "Tabii, " dedim, "size güvenilir biri görünmem beni se
vindirdi, ama bana açılmış olmanızdan da memnun değilim.
Böyle şaşkın durumda bulunmasaydınız, siz kendiniz de, tek
başına oturmuş içkisini yudumlayan birine bir kızın sevgisin
den dem vurmanın yersizliğini hissederdiniz. "
Ben bunu söyleyince, birden oracıktaki sandalyeye çöktü, ar
kasına yaslanıp kollarını sarkıttı, sonra dirseklerini sivriltip ge
riye aldı onları ve hayli yüksek sesle kendi kendine konuşma
ya başladı:
" Daha demin o odada biz bizeydik Annerl'le. Ve onu öptüm,
öptüm - onu - ağzından - omuzlarından öptüm. Aman Tannın,
aman Tanrım! "
Bizim tarafta biraz daha ateşli bir söyleşinin kokusunu alan ko
nuklardan birkaçı, · bir yandan esneyerek, sandalyelerini bize
doğru yaklaştırdı. Bu yüzden ayağa kalkıp, herkesin işitebile
ceği gibi:
" Pekala, madem istiyorsunuz geliyorum sizinle, " dedim, Ama
bakın, yine söylüyorum, şu kış günü, üstelik geceleyin Lauren
ziberg'e(•) çıkmak deliliktir. Hem hava ayazladı; az buçuk kar
da var ortalıkta, dışarıda yollar şimdi paten alanları gibidir. Ar
tık siz bilirsiniz.
11
1
1
İlkin hayretle bana bakıp ıslak dudaklarla ağzını açtı; ama son
ra, hemen yakınımıza gelip yerleşmiş baylan görerek güldü ve
ayağa kalkıp:
(*) Bir tepenin adı. (Ç.N.)
290
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Yo yo, serin hava iyi gelir, " dedi, "giysilerimiz ateş ve duman
la dolu. Hem ben de pek içmiş değilim ama, nihayet biraz sar
hoş sayılının. Eh, şimdi hoşça kalın deyip gidebiliriz. "
Böylece Evin Hanımına vardık. Benim Tanış elini öpünce,
"Bugün ne kadar da mutlu görünüyorsunuz, sevindim doğru
su, " dedi kadın.
Bu sözlerdeki iyi yüreklilik benim Tanışı duygulandırmıştı, tu
tup bir kez daha kadının elini öptü; bunun üzerine gülümsedi
kadın. Tanışımı çekip götürmek zorunda kaldım. Holde bir
hizmetçi kız bekliyordu, ilk kez görüyorduk kendisini. Paltola
rımızı tuttu, sonra merdivenleri aydınlatmak üzere eline küçük
bir lamba aldı. Çıplaktı boynu, yalnızca alt kısmı kadife bir ya
kalıkla sarılmıştı; bol bir giysi içinde vücudu eğik duruyor, lam
bayı yere doğru tutarak önümüz sıra merdivenlerden inerken
ikide bir gerilip uzanıyordu. İçtiği şaraptan al aldı yanakları.
Merdiveni baştan aşağı aydınlatan lambanın güçsüz ışığında
dudakları titriyordu.
Merdivenin sonuna gelince, lambayı bir basamağın üzenne bıra
kıp benim Tanışa doğru bir adım attı, onu kucaklayıp öptü ve öy
lece, kucaklar durumda kaldı. Ancak ben eline bir bahşiş tutuştu
runca, kollarım uykulu uykulu çözüp aldı benim Tanıştan ve ace
le etmeden evin küçük kapısını açarak bizi gecenin içine saldı.
Tekdüze bir aydınlığa gömülmüş ıssız sokağın üstünde, hafif
ten bulutlu, dolayısıyla daha bir genişlemiş görünen gökyüzün
de kocaman bir ay vardı. Buz tutmuş karda ancak ufak adım
larla yürünebiliyordu.
Dışarı çıkar çıkmaz, anlaşılan enikonu bir neşeye kaptırmıştım
kendimi. Sanki bir dostum köşeyi dönmüş de kayıplara karış
mış gibi sokaktan içeri bir isim haykırdım. Sıçrayıp havaya fır
lattım şapkamı ve çalımlı bir pozla yeniden yakaladım.
Tanışım hiç oralı olmadan yürüyordu yanı başımda. Başım
eğik tutuyor, konuşmuyordu.
291
BiR SA VAŞIN TASViRi
Bu tuhafıma gitti; çünkü onu evdeki topluluk içinden dışarı çı
kardım mı, sevincinden çılgına döneceğini düşünmüştüm. Eh,
şimdi ben de biraz ağır davranabilirdim. Onu coşturup neşe
lendirmek ister gibi sırtına şöyle bir vurmuştum ki, takındığı
tavrı birden anlayamaz olup geri çektim elimi. Şimdilik bana
gerekmediğinden tutup ceketimin cebine soktum.
Böylece sus pus yürümeye koyulduk. Adımlarımızın çıkardığı
sese dikkat ediyor, Tanışıma nasıl bir türlü ayak uyduramadı
ğımı anlayamıyordum. Oysa hava açıktı, çok iyi görebiliyor
dum bacaklarını. Öte yandan, yer yer bir pencereye yaslanmış,
bizi izleyenler vardı. Ferdinand Sokağı'na geldiğimizde, bak
tım, Tanışım " Dolar Prensesi " operetinden bir melodi mırıl
danmaya başladı. Yavaşçacık hani; ama ben çok iyi işitiyor
dum. Bu da nesiydi? Bana hakaret etmek miydi amacı? Bu
müziğe senin olsun demeye, üstelik bütün gezintiden vazgeç
meye o saat hazırdım. Öyle ya, ne diye konuşmuyordu benim
le? Beni gereksinmiyordu da ne demeye rahatımı bozdu, beni
sıcacık odada likörümün ve çerezimin başında bırakmadı.
Doğrusu bu gezinti için can atan ben değildim. Hem ben tek
başıma da çıkıp gezebilirdim. Ama işte bir toplantıda bulun
muş, nankör bir genci mahcup olmaktan kurtarmıştım ve şim
di de ay ışığında dolaşıp duruyordum. Bu da mümkündü işte.
Bütün gün daire, akşam toplantı, gece de sokaklar ve hepsi ka
rarınca. Bir kez doğallığı içinde sınırsız bir yaşam!
Ne var ki, Tanışım henüz arkadan geliyordu; hatta geride kal
dığını anlayınca adımlarını açtı. Hiçbir şey konuşmuyorduk;
seğirtiyorduk da denemezdi. Ama ben, acaba bir yan sokağa
sapsam daha iyi etmez miyim, diye geçirdim içimden; nihayet
onunla bir gezinti yapmak zorunda değildim. Tek başıma kal
kıp eve gidebilirdim, kimse beni bundan alıkoyamazdı.
Eve varır, Tanışımın nasıl bizim sokağın ağzından hiçbir şey
den habersiz geçip gittiğine bakardım. Sağlıcakla kal, sevgili
Tanışım! Odama ayak atınca bir sıcaklık karşılar beni, masa292
BiR SA VAŞIN TASViRi
mm üzerinde duran demir ayaklı lambayı yakar ve işim bitti
mi, lime lime şark halısı üzerindeki koltuğa kurulurdum. Ne
güzel düşler! Neden olmasındı yani? Peki sonra? Sonrası yok.
Sıcacık odada koltuktayım, lamba göğsümü aydınlatmaktadır.
Böylece giderek serinler; üzerine resimler çizilmiş duvarlar
arasında ve arka duvardaki altın yaldız çerçeveli aynaya çapraz
yansıyan döşemenin üzerinde tek başıma saatler geçirirdim.
Ayaklanın yorulmuş ve artık ne olursa olsun eve vanp yatağı
ma uzanmaya karar vermiştim ki, ayrılırken Tanışıma veda et
sem mi, etmesem mi diye duraksadım. Ama veda etmeden git
memi çekingenliğim, sesimi yükseltip veda etmemi de bitkinli
ğim engelliyordu. Bu yüzden durdum; bir evin duvarına ay ışı
ğı vurmuştu, duvara yaslanıp beklemeye başladım.
Tanışım yoldan ayrıldı, sanki kendisini kucaklayıp tutmam ge
rekiyormuş gibi hızla üzerime doğru geldi. Aramızda besbelli
benim unutmuş olacağım bir anlaşmaya uyarak gözlerini kırptı.
" Ne var, ne var? " diye sordum.
" Yok bir şey, canım! " dedi. "Şu holde beni öpen hizmetçi ko
nusunda düşüncenizi soracaktım, o kadar. Kimin nesi kuzum
bu kız? Onu daha önce bir yerde gördünüz mü? Hayır mı? Ben
de öyle. Gerçekten bir hizmetçi mi acaba? Önümüz sıra mer
divenlerden iniyordu ya, daha o zaman size sormak istemiş
tim . "
" Bir hizmetçi, üstelik birinci sınıf bir şey olmadığını, kırmızı el
lerini görür görmez anlamıştım; bahşişi avucuna tutuşturunca
da cildinin sertliğini hissettim.
11
" Ama cildinin sertliği kızın epeydir bu meslekte çalıştığını gös
terir yalnız, ki buna benim de bir diyeceğim yok.
11
" Belki haklısınız. O ışıkta her şey seçilebilecek gibi değildi.
Bilmem ama, yüzü tanıdığım yaşlıca bir subay kızını anımsatır
gibi oldu. "
293
BlR SA VAŞIN TASVJRJ
" Bende böyle bir izlenim uyanmadı, " dedi Tanışım.
"Bu, benim eve gitmeme engel değil; vakit geç, yarın sabah da
irede bulunmam gerekiyor; dairede pek uyunmaz da. " Böyle
deyip veda için elimi uzattım.
" Öf, ne soğuk el! " diye yükseltti sesini Tanışım. "Böyle bir el
le eve gitmek istemezdim. Siz de kendinizi öptürmeliydiniz,
azizim, bu bir kayıp. Şey, bunu giderebilirsiniz ileride. Ama
uyumak? Böyle bir gecede? Ne diyorsunuz, kuzum? Düşünse
nize bir, insan tek başına yatakta yattı mı, nice mutlu düşünce
ler boğulup gider yorgan altında ve nice mutsuz düşler yorgan
altında pişirilip kotarılır. "
" Ne boğup attığım, ne pişirip kotardığını bir şey var benim. "
"Bırakın Allah aşkına, adamı güldürmek için birebirsiniz. " Ge
ne yürümeye koyulmuştu Tanışım. Farkında olmaksızın arka
sından gittim, çünkü söyledikleri kafamı kurcalıyordu.
Sözlerinden, Tanışımın bende belli bir şeyin varlığını tahmin
ettiğini çıkarır gibi olmuştum. Tahmin ettiği şey bende her ne
kadar yoksa da, Tanışımın var sanması, beni onun gözünde
saygın biri yapıyordu. İyi ki kalkıp eve gitmemiştim. Kim bilir,
belki şimdi yanımda, ağzından soğukta dumanlar salarak hiz
metçi kızlan düşünen bu adam, böyle bir şeyi hak etmemi bek
lemeden bana başkaları önünde değer verebilecek biriydi. Al
lah vere de kızlar onu yoldan çıkarmasaydı. Onu öpüp sıkabi
lirler; bu kızların kuşkusuz ödevi, onun ise hakkıdır; ama ben
den kaçırmamalıydılar onu. Çünkü Tanışımı öpüyorlar mı, is
tenirse beni de biraz öperlerdi şöyle, hani ağız ucuyla; ama onu
kaçırdılar mı, benden çalmış olurlardı. Oysa Tanışımın her va
kit benim yanımda kalması gerekiyor, her vakit; ben olmazsam
onu kim korur. Çünkü öylesine aptal ki ! Şubat ayında, gel La
urenziberg'e gidelim deyin, koşar gelir sizinle. Sonra, ya şimdi
düşüverirse? Ya üşütür, ya kıskanç adamın biri Postane Soka
ğı'ndan çıkıp üzerine çullanırsa? O zaman nice olur halim?
294
BiR SAVAŞIN TASViRi
Dünya başıma mı yıkılsın o zaman? Görürüz bakalım, yo,
elimden kurtulamaz artık.
Yann Froylayn Anna ile konuşacak Tanışım; ilkin kuşkusuz
rastgele konular üzerinde; ama birden daha çok içinde tutama
yıp söyleyecek: " Dün gece, Annacığım, biliyor musun, bizim
toplantıdan sonra öyle bir adamla beraberdim ki, vallahi hiç da
ha bunun gibisine rastlamamışsındır. Öyle bir adam ki, nasıl an
latayım, sağa sola sallanır bir sırık gibi, tepede de kara kıllı bir
kafa. Vücudu bir alay san soluk kumaş parçacığıyla donanmıştı
ve bunlar bedenini tümüyle örtüyordu; çünkü dün geceki esinti
siz havada hiç oynamadan dümdüz duruyordu hepsi. Ne o, An
nacığım, için mi bulandı? Öyleyse suç benim, iyi anlatamadım
demek. Yanımda o çekingen yürüyüşünü bir görecektin! Sevda
lı halimi sezip, ki bunu anlamak işten değildi, beni böyle bir du
rumda rahatsız etmemek için epey önümden tek başına yürüyü
şünü bir görecektin! Sanının, Annacığım, biraz güler, biraz da
korkardın; ama ben onun yanımda bulunuşuna sevindim doğru
su. Çünkü sen neredeydin, Annacığım? Yatağında; ve Afrika se
nin yatağından daha uzak değildi. Ama kimi zaman da, vallahi,
yassı göğsüyle soludu mu, yıldızlı bir göğün inip kalktığını görür
gibi oluyordum. Sanıyorsun ki, abartıyorum. Hayır, Annacığım,
senin olan ruhum üzerine yemin ederim ki, hayır! "
Bana gelince - o anda Franzens Rıhtımı'na doğru ilk adımları
mızı atıyorduk - böylesi bir konuşma sırasında duyması gere
ken utancın en ufak bir parçasından Tanışımı kurtarmaya
kalkmıyordum. O anda birbirine karışıyordu düşüncelerim,
çünkü Moldau(•) ile karşı yakadaki semtler aynı karanlık için
de serilmiş yatıyordu. İleride birkaç ışık yanıyor ve kendilerin
den tarafa bakan gözlerle oynuyordu.
Aradaki yolu geçerek ırmağın korkuluğuna vardık ve burada
durduk. Ben bir ağaç bulup yaslandım. Sudan doğru soğuk bir
esinti geldiğinden, eldivenlerimi geçirdim elime. Gece ırmak
(•) Elbe Irmağı'nin bir kolu. (Ç.N.)
295
BiR SA YAŞIN TASViRi
başında dikilince, çokluk yapıldığı gibi durup dururken iç ge
çirdim, ama sonra yürüyüşümü sürdürecek oldum. Ne var ki,
Tanışım suya bakıyor ve kımıldamıyordu. Derken daha çok so
kuldu korkuluğa; ayakları demir çubuklara dayandı. Dirsekle
rini korkuluğa yaslayıp alnını ellerine gömdü. Peki sonra? Son
ra ben üşüyordum, paltomun yakasını kaldırmadan yapama
dım. Tanışım ansızın gerindi; sırtı, omuzlan ve boynu hep bir
den katıldı bu devinime; gergin kolları üzerinde dinlenen vücu
dunun üst kısmı korkuluktan dışarı taştı.
" Anılar, değil mi? " dedim. " Daha anımsamanın kendisi üzücü,
kaldı ki içeriği ! Kendinizi böyle şeylere kaptırmayın, size göre,
bana göre değil bu. Böylelikle insan - hani gün gibi ortada bir
şey - içinde bulunduğu durumu zayıflattığı gibi, öncekini de
güçlendiremez; daha önceki durum güçlendirilmeyi gereksin
mez ya, o da başka. Siz sanıyor musunuz, benim yok anılarım?
Oh, sizin bir tek anınıza karşılık hatta on tane. Örneğin, şimdi
nasıl L.'de, bir sıranın üzerinde oturduğumu anımsayabilirim:
Geceydi; sonra ırmak kıyısında. Elbet yazın. Ve adet edinmi
şimdir, böyle geceler bacaklarımı karnıma çekip ellerimle sara
rım. Başımı sıranın tahta arkalığına yaslamıştım, öyle ki karşı
sahilin bulutlu tepelerini görüyordum. Sahildeki otelden ince
bir keman sesi geliyor, her iki kıyıdan, arada bir, ışıl ışıl du
manlarla sürülüp götürülür gibi trenler geçiyordu. "
Tanışım sözümü keserek ansızın arkasına döndü, beni bala
orada gördüğüne adeta şaşırmıştı. " Oh, daha bir sürü şey anla
tabilirdim! " diye ekledim ve sustum.
" Düşünün bir, hep böyle oluyor, " diye başladı Tanışım. "Bu
geceki toplantıdan önce ufak bir gezinti yapacaktım, merdi
venlerden inerken ellerimin manşetler içinde nasıl sağa sola
sallandığını görerek şaşmaktan kendimi alamadım; bir de ne
şeli sallanıyorlardı ki! Hemen düşündüm: Dur hele, dedim, bu
gün bir şey olacak. Nitekim oldu işte. " Son sözleri söylerken
yürümeye başlamıştı, gülümseyerek gözlerini açıp bana baktı.
296
BiR SA VAŞIN TASViRi
Demek işi buraya kadar vardırmıştım. Bana böyle şeyler anlat
maktan çekinmeyecek, öte yandan gülümseyip gözlerini aça
rak beni süzecekti. Bense, bense kolumu omuzlarına koyup
bana hiç gereksinim duymayışım ödüllendirmeye kalkarak
gözlerinin içini öpmeyeyim diye kendimi tutacaktım. Ama en
kötüsü, bunun da artık zararı dokunamazdı bana, çünkü hiçbir
şeyi değiştiremezdi. Değil mi ki gitmem, hemen şimdi kesinlik
le gitmem gerekiyordu.
Hiç değilse biraz daha Tanışımın yanında kalabilmek için tez
elden bir çare arıyordum ki, aklıma geldi: Belki de uzun boy
luluğum Tanışımın hoşuna gitmeyebilir, kendisini benim ya
nımda pek ufak tefek görebilirdi. Bu düşünce beni öylesine ra
hatsız etti ki - kuşkusuz gecenin hayli geç vaktiydi, yolda kim
selere rastlamıyorduk -, yürürken ellerim dizlerime değene ka
dar sırtımı kamburlaştırdım. Ama Tanışım niyetimi sezmesin
diyerek yavaşçacık değiştirdim durumumu, dikkatini üzerim
den başka tarafa çekmeye çalıştım, hatta onu bir ara ırmaktan
yana döndürdüm, elimi uzatıp Schützeninsel'in(•) ağaçlarını ve
köprünün ırmakta yansıyan lambalarını gösterdim. Ama Tanı
şım, birden dönerek bana baktı - ben bu bakışa henüz hazır de
ğildim - ve dedi ki: " Hoppala, bu da nesi? İki büklüm olmuşsu
nuz! Ne yapıyorsunuz öyle?" - " Çok doğru, " diye yanıtladım
ben; başım aşağıda, pantolonunun dikiş yerindeydi, bu yüzden
doğru dürüst yukarı bakamıyordum. " Keskin bir gözünüz var. "
" Haydi bakalım! Doğrulun şöyle! Bırakın şu saçmalıkları ! "
" Hayır! " dedim ben, hemen burnumun ucuna, yere bakarak.
"Nasılsam öyle kalacağım. "
" Hani şunu söyleyelim ki, insanı kızdırmak için birebirsiniz.
Boşu boşuna burada durmak da ne oluyor yani! Haydi, bu işe
bir son verin artık! "
" Nasıl da bağırıyorsunuz! Şu sessiz gecede! "
(*) Bir ada. (Ç.N.)
297
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Vallahi, siz bilirsiniz, " diye ekledi. Biraz sonra da:
" İkiye çeyrek var, " dedi. Belli ki değirmen kulesinin saatine
bakmıştı.
Birden, saçlarımdan tutup yukarıya çekmişler gibi doğruldum.
İçimdeki heyecan sanki çıkıp gitsin diye bir an açık tuttum ağ
zımı. Onu anlıyordum, beni başından savmak istiyordu. Yanın
da bana bir yer yokmuş, hani varsa da bulunur gibi değilmiş.
Şey, hem ben neden yanında kalmaya bu kadar can atıyormu
şum. Hayır, çekip gitmeliymişim işte - hem de o saat -; beni şu
anda bekleyen akrabalarıma, dostlarıma. Ama akrabalarım,
dostlarım bulunmuyorsa, o vakit başımın çaresine elbet tek ba
şıma kendim bakmalıymışım (sızlanıp yakınmak neye yarar).
Ne var ki, buradan çekip gitmekte geç kalmamalıymışım, çün
kü onun yanında artık hiçbir şey yardımıma koşamazmış, ne
boyum bosum, ne iştahım, ne de soğuk elim. Yok ama gitme
yip de kalmayı düşünüyorsam, o zaman tehlikeli bir düşüncey
miş bu.
" Söylediklerinize karnım tok," dedim ve yalan da değildi bu.
" Hele şükür doğrulabildiniz. Ben yalnız dedim ki, ikiye çeyrek
var, o kadar. "
" Peki, peki! " diye yanıtladım, iki parmağımın tırnaklarını ta
kırdayan dişlerimin aralarındaki boşluklara soktum. "Bana
söylediklerinize karnım toktu, nerde şimdi bir açıklamanıza
gereksinim duyayım. Anlayacağınız, merhametinizden başkası
gerekli değil bana. N'olur, sözlerinizi geri alın! "
" İkiye çeyrek olduğunu mu? Hay hay, hele saat ikiye çeyrek
kalayı da geçtiğine göre. "
Sağ kolunu kaldırıp elini çırptı ve manşet zincirinin kastanyet
sesine kulak kabarttı.
Artık besbelli cinayetteydi sıra. Ben onun yanında kalacaktım,
o ise şimdi cebinde sapından kavradığı bıçağı ceketi boyunca
298
BiR SA VAŞIN TASViRi
yukan kaldırıp bana yöneltecekti. Bu işin kolaylığına şaşması
olasılık dışıydı, ama belki şaşardı, kim bilir. Ben bağırmayacak,
gözlerim dayanabildiği süre kendisine bakacaktım, o kadar.
" E ? " dedi Tanışım.
Uzaktaki siyah camlı bir kahvenin önünde, bir polis memuru,
bir kayakçı gibi kaldırım üzerinde kayıp gidiyordu. Kaymasını
zorlaştırdığını görünce eline aldı meçini, epey bir yol gittikten
sonra adeta bir yay çizip durdu. Derken sevinç çığlıkları ata
rak, kafasında ezgiler, yeniden buzlar üzerinde sürüklenmeye
başladı. İşte pek yakında işlenecek bir cinayetten iki yüz met
re ötede yalnızca kendini görüp işiten. bu polis memurudur ki,
bir çeşit korku saldı içime. Kendimi ister bıçaklatayım, ister
kaçayım, her iki durumda da işimin bitik olduğunu anladım.
Madem öyle, koşup kaçarak kendimi uzun boylu, dolayısıyla
daha acılı bir ölümün eline teslim etmem doğru sayılmaz mıy
dı? Böyle bir ölümün üstünlüğünü kanıtlayan o.edenlerden ha
berim yoktu o anda; ancak elimdeki son anı ilgili nedenleri
araştırmakla geçiremezdim. Bunun zamanı ileride ·gelecekti,
hele bir karanını vereyim de; ve kararımı vermiştim. Kaçacak
tım ve bu pek kolay gerçekleşecekti. Az sonra o sola, Kari
Köprüsü'ne kıvrılırken, ben sağdaki Kari Sokağı'na atacaktım
kendimi. Sokak eğri büğrüydü ve karanlık kapıları, henüz açık
meyhaneleri içeriyordu. Umudumu yitirmemeliydim.
Rıhtımın sonuna gelip kemerli kapıdan geçerek Kreuzheren
Alanı'na çıkar çıkmaz, kollarımı kaldırarak o sokağa daldım.
Ama işte Seminar Kilisesi'nin küçük bir kapısının önünde tö
kezleyip düştüm, beklemediğim bir basamak çıkmıştı karşıma.
Biraz gürültü oldu, en yakın fener epey uzaktaydı; karanlıkta
yatakaldım.
Şişman bir kadın, elinde küçük bir lamba, ne olup bittiğine bak
mak üzere karşı tavernadan çıktı. İçeriden gelen piyanonun se
si hafifledi, tek elle ça_lınmaya başlamıştı şimdi ve piyanoyu ça
lan kapıdan yana dönmüştü. Ceketinin düğmeleri boydan boya
299
BiR SAVAŞIN TASViRi
iliklenmiş bir adam, tavernanın aralık kapısını ağzına kadar aç
tı, sonra bir tükürük attı sokağa; kadını tutup öylesine sımsıkı
bağrına bastırdı ki, kadın lambayı kollamak için yukarı kaldır
dı. " Yok bir şey canım! " diye seslendi adam, içeriye doğru. Bu
nun üzerine dönüp yine meyhaneye girdiler ve kapı kapatıldı.
Bir ara kalkayım dedim, tekrar yuvarlandım. " Yerler de cam
gibi! " diye söylendim kendi kendime ve dizimde bir sızı duy
dum. Ama öte yandan, meyhanedekilerin beni görmedikleri
ne, dolayısıyla bulunduğum yerde ortalık ağarana kadar rahat
rahat yatıp kalkabileceğine seviniyordum.
Tanışım, anlaşılan yanından ayrıldığımı fark etmeden köprüye
kadar gitmişti; çünkü ancak bir süre sonra dönüp geldi. Bana
doğru eğilip - yalnızca boynunu bir sırtlan gibi tümüyle eğmiş
ti sanki - şakak kemiklerimin üzerinde yumuşak elini aşağı yu
karı gezdirdi ve sonra alnıma koydu: " Canınız acıdı, değil mi?
Eh, yerler buz, dikkatli olmak gerek; siz kendiniz böyle deme
miş miydiniz bana? Başınızda ağrı var mı? Yok mu? Anladım,
diziniz. Evet. Bakın bu fena! "
Ama beni tutup kaldırmayı da düşündüğü yoktu. Başımı sağ
elime dayadım; dirseğim kaldırım taşlarından birinin üzerinde
duruyordu. " İşte," dedim, "gene bir araya geldik. " Ve yine
içimde o korku uyandığından, iki elimi de bacaklarına dayaya
rak kendisini başımdan uzaklaştırmak istedim. " Git be, git
be! " dedim.
Elleri ceplerindeydi; ilkin boş sokağa, sonra Seminar Kilise
si' ne, ardından başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Nihayet, biti
şik sokakların birinden tangur tungur bir araba sesi işitince be
ni anımsadı: " Peki ama, neden konuşmuyorsunuz, azizim?
Kendinizi yoksa iyi hissetmiyor musunuz? Ne diye sanki doğ
rulup kalkmıyorsunuz ayağa? Bir araba bakayım mı, ha? İster
seniz şu karşı meyhaneden biraz şarap alıp geleyim. Yo, bura
da, bu ayazda kalamazsınız. Hem Laurenziberg'e çıkacaktık
hani ? "
300
BiR SAVAŞIN TASViRi
"Tabii, tabii! " dedim ben, kendi kendime, ama işte öylesine
bir acıyla doğrulup kalktım. Kalkar kalkmaz da sallanmaya
başladım ve dengemi koruyabilmek için gözlerimi hiç sağa so
la oynatmadan Dördüncü Karl'ın heykeline diktim. Ne var ki,
boynunda siyah kadifeden bir yakalık taşıyan bir kızın tutkuy
la değilse de sadakatle beni sevdiğini aklıma getirmeseydim,
bunu yapmam da para etmeyecekti. Sonra, ayın ışığını benim
üzerime de yollaması bir incelikti doğrusu. Alçakgönüllülük
ten köprü kulesinin kemeri altına gidip dikilecektim ki, ayın
her şeyi aydınlatmasının pek doğal olduğunu düşündüm. Do
layısıyla, mehtabın tastamam zevkine varabilmek için sevinç
le açtım kollarımı. Tembel kollarımq yüzme devinimleri yap
tırarak acısız ve zahmetsiz ilerlemeye koyulunca, üzerime bir
hafiflik geldi. Bunu sanki önceleri ne diye hiç sınamamıştım!
Başım serin havada dinleniyor, özellikle sağ dizim en önde
uçup gidiyordu ve tık tık vuruşlarla dizime övgümü belli etme
ye çalışıyordum. Derken, Allah bilir hala altımda yürüyen bir
Tanışla az önce yıldızımın pek barışmadığını anımsadım. Bü
tün bu işte beni sevindiren tek şey, belleğimin böylesi konula
rı bile kendisinde tutabilecek kadar güçlü oluşuydu. Ne var ki,
uzun boylu düşünemezdim, fazla dibe batmamak için yüzme
işini sürdürmem gerekiyordu. Ama ileride bana, kaldırım üze
rinde herkes yüzer, sözü mü olur bunun demelerini istemedi
ğim için, çarçabuk köprü korkuluğunun hizasına kadar doğ
ruldum ve yüze yüze, karşıma çıkan ermiş heykellerinin çev
resinde dolanmaya başladım. Beşinci heykele gelince - tam o
anda belli belirsiz kulaçlar atarak kendimi kaldırım üzerinde
tutmaya çalışıyordum - Tanışım elimden yakaladı beni. Der
ken yine kaldırımda dikilmeye başladım ve dizimde bir sızı
duydum.
" Her vakit," dedi Tanışım, bir eliyle beni tutup, öbür eliyle Er
miş Ludmilla'nın heykelini göstererek, " her vakit şu soldaki
meleğin ellerine hayranlık duymuşumdur. Bakın Allah aşkına,
ne narin eller! Gerçek melek elleri! Hiç bunun gibilerini gör301
BiR SA VAŞIN TASViRi
dünüz müydü? Siz görmedinizse ben gördüm, çünkü benim bu
akşam öptüğüm eller - "
Ama benim için şimdi bir üçüncü yok olma olasılığı daha belir
mişti: Kendimi bıçaklatmayacak ya da kaçmayacaktım; kendi
mi yalnızca havaya atarak yapacaktım bunu. Tanışım buyur
sun, Laurenziberg' e gitsindi; kendisini rahatsız etmeyecektim,
kendisini kaçışımla olsun rahatsız etmeyecektim.
Ve birden haykırdım: "Ne duruyorsunuz, başlasanıza anlatma
ya. Artık parça pörçük bir şey dinlemek istemiyorum. Bana
her şeyi anlatın, başından sonuna kadar, yoksa dinlemem, söy
leyeyim size. Ama hepsini duymak için can atıyorum. " Bana
baktığını görünce, bağırmayı bıraktım. " Hem ağzımın sıkılığı
na da güvenebilirsiniz! İçinizde ne var, ne yok, açın bana hep
sini. Böyle benim gibi ağzı sıkı bir dinleyiciyle karşılaşmamış
sınızdır. "
Sonra, ağzımı kulağına yaklaştırıp usulcacık, " Ve benden de
korkmayın! " diye sürdürdüm konuşmamı. " Buna gerçekten
hiç gerek yok. "
·
Onun hala güldüğünü işitiyordum.
"Evet, evet! " dedim. " Benden korkmanız gereksiz. Bundan
hiç kuşkum yok. " Derken serbest bıraktığı parmaklarımla ba
caklarını çimdikledim. Ama o bir şey hissetmedi. Bunun üzeri
ne, "Ne diye sanki bu adamla gidersin?" dedim kendi kendi
me. "Onu sevip ettiğin söylenemez, nefret de etmiyorsun, çün
kü tüm mutluluğu bir kıza bağlı, hani kızın sağlam ayakkabı ol
duğu bile belli değil. Yani bu adamın varlığıyla yokluğu senin
için bir - tekrar et - varlığıyla yokluğu bir. Ama tehlikeli de sa
yılamayacağı anlaşıldı. Yani Tanışınla yürümeni sürdür, git La
urenziberg'e, çünkü bu güzel gecede bir kez yola düşmüşsün;
git, ama konuştur onu ve keyfince eğlenmene bak. Böylelikle kimse duymasın - kendini de hepsinden iyi korumuş olursun."
302
BiR SA VAŞIN TASViRi
il
EGLENMELER YA DA YAŞAMA
OLANAKSIZLIGININ KA�ITLANMASI
1
At Üzerinde
Ansızın - sanki ilk kez yapmıyormuşum gibi, şöyle bir yaylana
rak - Tanışımın omuzlarına sıçrayıp oturdum ve yumruklanm
la sırtına vurarak onu hafiften tırısa kaldırdım. Gel gelelim ilk
anda biraz gönülsüz, paldır küldür yol aldığını ve hatta kimi za
man durduğunu görüp, daha hızlı il�rlemesini sağlamak için
pek çok kez çizmelerimle karnına tekmeler savurdum. Böyle
davranmam da semeresini verdi ve bir solukta geniş, ama he
nüz yapımı tamamlanmamış bir bölgeden içeri girdik.
Üzerinde at koşturduğum yol taşlı ve hayli bayırdı; ama böy
le oluşu hoşuma gitti, yolu tutup daha da taşlı bir bayır duru
ma soktum. Tanışım tökezledikçe yakasına yapışıp çektim
yukarı ve ahlayıp pofladıkça kafasına yumruğumu indirdim.
Öte yandan, bu güzel havada atla gezintinin ne denli sağlığı
ma yararlı olduğunu hissettim ve Tanışımı daha da çileden çı
karmak için, karşıdan bize doğru uzun süreli darbelerle bir
rüzg�r estirdim.
Derken omuzlarındaki sıçrayıp hoplamalarımı da aşırılığa var
dırdım. İki elimle boynuna sımsıkı tutunmuş dururken, başımı
alabildiğine geriye attım, benden daha zayıf, rüzg�rda hantal
'
hantal sağa sola uçuşan değişik bulutları izledim. Güldüm ve
gözüpekliğimden korkup titrer gibi oldum. Ceketim açıldı esen
yelde ve beni güçlendirdi. Ellerimi sımsıkı birbirine kenetle
dim, böyle yapmakla Tanışımı adeta nefes alamaz duruma sok
tum. Ancak, benim yol kenarında yetiştirdiğim ağaçların dalla
rıyla gökyüzü yavaş yavaş örtülüp görünmez olunca, aklım ba
şıma geldi.
303
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Bilmiyorum! " diye bağırdım kof bir sesle. " Zorla mı, bilmiyo
rum. Kimse gelmiyorsa, kimse gelmiyor işte. Kimseye bir kö
tülükte bulunmadım, kimse de bana kötülükte bulunmadı,
ama kimse bana yardım etmek istemiyor. Bitip tükenmeyen
kimseler! Ama öyle de değil pek. Bana kimsenin yardım elini
uzatmayışı fena ancak, yoksa bu hiç kimseler güzel; böyle bir
hiç kimseler topluluğuyla bir gezinti yapmayı - niçin olmasındı
hani - ne kadar isterdim. Elbet dağlara doğru, başka nereye?
Bu hiç kimseler nasıl da birbirine sokulurdu; bir sürü çapraz
uzanmış ya da iç içe geçmiş kol, küçücük adımlarla birbirinden
ayrılan bir sürü ayak. Tabii hepsi de farklı. Şöyle böyle yürü
yüp gidiyoruz. Gövdelerimizin ve kollarımızla bacaklarımızın
arasından bir rüzgar esiyor. Dağda boyunlarımız özgürlüğe ka
vuşur. Bir türkü çağırmayışımız şaşılacak şey! "
Ansızın düşüverdi Tanışım; baktım, dizinden ağır yaralanmış
tı. Bundan böyle bana bir yararı dokunamayacağından, dün
den hazır, onu oracıkta taşlar üzerinde bıraktım. Sonra hava
dan birkaç atmaca ıslıklayıp indirdim aşağı; atmacalar söz din
leyerek geldiler, kendisine göz kulak olmak için heybetli gaga
larıyla Tanışımın üzerine kondular.
2
Gezinti
Rahat rahat yürüyüşümü sürdürdüm. Ama bir yaya olarak
sarplığının zahmetinden korktuğum için giderek düzledim yo
lu ve sonunda, ileride bir ovaya doğru alçaldım. Kayalar dile
diğim gibi gözden kayboldu, rüzgar dindi.
Küçümsenmeyecek bir tempoyla ilerliyordum. Yokuş aşağı in
diğimden başımı kaldırıp vücudumu dikleştirmiş, ellerimi en
semde kavuşturmuştum. Çam ormanlarını seviyor, hep bu or
manlar içinden geçiyordum. Suskun ve zevkle yıldızlara baktı
ğım için, gökte yavaş yavaş her zamanki doğuşlarıyla yıldızlar
304
BiR SA VAŞIN TASViRi
doğmaya başlamıştı. Ancak ince uzun bir iki bulut gözüme
çarptı; onları da yalnız kendi bulundukları yükseklikte esen bir
rüzgar, yayalar için şaşırtmaca olsun diye önüne katmış götü
rüyordu.
Yolumun üzerine, hayli uzağa - arada bizi ayıran bir de ırmak
bulunabilirdi -, kocaman yüce bir dağ oturttum; fundalıklarla
örtülü doruğu göğe yaslanıyordu. En tepedeki dalların küçük
kollarını ve bunların devinimlerini bile açık seçik görebiliyor
dum. Bu manzara, ne denli sıradan olursa olsun beni bir sevin
dirdi ki, uzaktaki dağınık çalıların dallarında minik bir kuşa
dönüştüm, o anda çoktan dağın arkasında bekleyen ve Allah
bilir gecikmeden ötürü kızıp duran ayı doğdurmak aklımdan
çıktı.
Ama derken ayın doğmak üzere olduğunu müjdeleyen serin
parıltı dağın üstünden çevreye yayıldı ve birden ayın kendisi
tedirgin bir çalının gerisinden boy gösterdi. Bense bu sırada bir
başka yöne bakıyordum, başımı yine önüme çevirip ayın he
men tüm yuvarlağıyla ansızın karşımda parıldadığını görür
görmez kasvetli bakışlarla durakaldım; çünkü bayır aşağı inen
yol, beni bu korkunç ay içine götürür gibiydi.
Ne var ki, çok geçmeden alıştım aya ve onun ne zahmetle gök
yüzünde yükseldiğini dalgın dalgın seyrettim. Birbirimize doğ
ru epey yürüdük, derken bir uyku bastırdı; sanırım alışık olma
dığım gezintinin verdiği yorgunluğun bir sonucuydu bu. Kısa
süre yumuk gözlerle yürümemi sürdürdüm; ellerimi gürültüyle
ve düzenli olarak birbirine vuruyor, kendimi ancak böylece
uyanık tutmaya çalışıyordum.
Ama yolun ayaklarımın altından kayıp gitme tehlikesi gösterip
her şey, bencileyin yorgun, gözden silinmeye yüz tutunca, bel
ki ileride bizi bekleyen geceyi geçirmeye niyetlendiğim yük
sekteki dağınık çam ormanına vaktinde ulaşmak için, yolun sa
ğındaki bayırı acele tırmanmaya koyuldum.
305
BiR SAVAŞIN TASViRi
Acele de etmek gerekiyordu. Yıldızlar, önlerini kapayan bir
bulut falan olmaksızın kararmaya başlamıştı. Ayı da silik soluk
görüyordum; sanki çalkantılı bir suya gömülür gibi gökte batı
yordu. Zifiri bir karanlık şimdiden dağın üzerine çökmüştü. Yol
ise, benim bayıra yöneldiğim yerde ufalanıp dökülerek son bul
muştu. Ormanda yıkılan ağaçlann giderek yaklaşan çıtırtılannı
işitiyordum. Hani uyumak üzere hiç vakit geçirmeden yosunlar
üzerine atabilirdim kendimi, ama ormanda yerde uyumaya çe
kindiğimden hemen bir ağacın üzerine tırmandım - kol ve ba
caklarımın arasından hızla aşağı kaydı ağacın gövdesi -; ağaç da
sallanmaya başlamıştı, oysa rüzgar falan yoktu. Bir dalın üzeri
ne uzanıp başımı ağacın gövdesine dayadım ve o anda keyfim
öyle isteyip yarattığım bir sincap dimdik kuyruğuyla dalın titrek
ucunda tünemiş sallanırken, ben çarçabuk uykuya daldım.
Düşsüz, kendimden geçerek, uyudum. Ne ayın batışı, ne güne
şin doğuşu beni uyandırdı. Uyanacak gibi oldumsa da, " Dün
bütün gün az zahmet çekmedin, ne haram edersin uykunu, "
deyip yatıştırdım kendimi ve yeniden uyumaya baktım.
Hani düş görmemiştim ama, uykumun gene de sürekli olarak
hafiften sekteye uğratılmadığı söylenemezdi. Bütün gece biri
nin yanı başımda konuştuğunu duymuştum. " Irmak kıyısında
bank " , " buluttan tepeler " , " ışıl ışıl dumanlı trenler" gibi tek
tek sözler dışında konuşulanları işitmemiş, ancak bunlann ne
türlü vurgulandığını algılamıştım. Ve anımsıyorum, uyuyor
oluşumdan teker teker söylenilenleri anlayamadığıma sevin
miş, uykumda sevincimden ellerimi ovuşturmuştum.
"Tekdüze bir yaşamın vardı, " dedim, kendimi buna inandır
mak için bağırarak. " Başka bir yerlere götürülmen inan ki ge
rekliydi. İşte şimdi memnun kalabilirsin, neşeli bir yer burası.
Güneş de doğmak üzere. "
Derken güneş çıktı, yağmur bulutları mavi gökte ak ak olup in
celdi ve giderek ufaldı; ışıldıyor ve şaha kalkıyorlardı. B aktım,
ovada bir ırmak.
306
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Evet, tekdüzeydi yaşamın, dolayısıyla bu eğlenmeyi hak ettin
sen," diye sürdürdüm konuşmamı adeta zoraki. " Ama tehlike
ye de düşmüş değil miydi? " O anda birinin burnumun ucunda
göğüs geçirdiğini işittim. Çabucak ağaçtan inmeye davrandım,
ama dal da tıpkı elim gibi titriyordu, korkudan kaskatı düştüm
yere. Ayaklanın toprağa pek hızlı vurmadı ve hiçbir yerimde
ağrı sızı duymadım; ama kendimi öyle güçsüz ve mutsuz hisse
diyordum ki, dünyanın nesnelerini çevremde görme çabasına
katlanamadığımdan yüzümü ormanın zeminine gördüm. Her
devinim ve düşünmede bir zorlamanın varlığına, dolayısıyla
bunlardan sakınmak gerektiğine kuşkum yoktu; oysa yapıla
cak en doğal şey, kollar vücuda yapışık, yüz saklı, otlar içinde
yatmaktı. Ve o sırada zaten bu pek doğal durumda bulundu
ğundan sevinmesi için kendi kendimi uyardım; çünkü başka
vakit böyle bir duruma gelebilmek bir sürü çabaya, bir sürü
adımın atılmasına ve bir sürü söze mal olacaktı.
Irmak genişti; gürültülü ve ufak dalgalan ışıl ışıldı. Öbür yaka
sı da çayır çimenlikti; çayır çimenlik giderek fundalığa dönüşü
yor, fundalığın arkasında, çok ötelerde, yeşil tepelere doğru
uzanan, iki yanı yemiş ağaçlarıyla pırıl pırıl yollar seçiliyordu.
Bu manzaraya sevinerek uzandım yere; başlamasından korku
lan bir ağıda kulaklanmı tıkarken, "Burada seve seve yaşayabi
lirdim," diye düşündüm. "Burası ıssız ve güzel bir yer. Pek bir
gözüpekliğe bakmaz burada yaşamak. İnsan burada da eza ve
cefa içindedir, gel gelelim güzel devinme zorunluğu yoktur.
Böyle bir şey gerekmez hiç, çünkü burada yalnızca dağlarla ko
caman bir ırmak bulunuyor; bana gelince, onlara cansız gözüy
le bakacak kadar Allaha şükür aklım başımda. Evet, akşam üs
tü tek başıma çayır çimenlik bayır yollarda yalpalarken, dağdan
daha öksüz hissetmeyeceğim kendimi; şu kadar ki, ben öksüz
lüğümü duyacağım. Ama sanırım, bu da geçecektir sonradan."
Böylece ilerideki yaşamımla oynuyor ve inatla unutmaya sava
şıyordum. Öte yandan, gözlerimi kırpıştırarak, işte öylesine
307
BiR SA VAŞIN TASViRi
mutlu bir renge boyanmış gökytizüne bakıyordum. Hanidir
onu böyle görmemiştim: Derken duygulandım ve gökyüzünü
yine böyle görür gibi olduğum kimi günler anımsadım. Kulak
lanmdan elimi çekip kollanmı açtım, sonra da onlan birden ot
lar içine bıraktım.
Uzaktan birinin belli belirsiz hıçkınk sesi geldi kulağıma. Der
ken bir rüzgar çıktı; daha önce fark etmediğim kuru yapraklar,
kalabalık kümeler oluşturarak hışırtıyla havada uçuşmaya baş
ladı. Ağaçlardaki henüz ham yemişler, akıllannı oynatmış gibi
pat küt yeri dövmeye koyuldular. Bir dağın arkasından çirkin
bulutlar çıktı ortaya. Irmağın dalgalan çatırdadı ve rüzgann
önünde geriye çekildi.
Tez elden ayağa kalktım. Yüreğimde bir sızı vardı; çünkü artık
görülüyordu ki, dertli durumumdan sıynlabilmem olur şey de
ğildi. Bulunduğum yerden aynlmak ve eski yaşamıma kavuş
mak tizere geri dönmeye davranıyordum ki, şu düşünce geçti
kafamdan: " Ne tuhaf, hala zamanımızda kibar kişiler bu yön
temle ırmağın karşı yakasına geçiriliyor. Eski bir alışkanlık iş
te, başka nedeni yok. " Başımı salladım, şaşırmıştım.
3
Şişko
a
Araziye Söylev
Karşı kıyıdaki ağaçlar içinden iri yan dört çıplak adam çıktı;
omuzlarında bir tahtırevan taşıyorlardı. Üzerine şarklı oturu
şuyla devcileyin bir adam kurulmuştu. Çalılar arasından, henüz
açılmamış. ,bir yoldan götürülüyor, öyleyken dikenli dalları
eliyle tutup aralamıyor, devinimsiz gövdesiyle bunları serin
kanlı yarıp geçiyordu._Vücudunun katmer katmer yağlan sağa
sola öylesine bir titizlikle yayılmıştı ki, bütün tahtırevanı kap308
BiR SAVAŞIN TASViRi
ladıktan başka, sanmtırak bir halının uçları gibi yanlardan sar
kıyor, ama yine de rahatsız etmiyordu kendisini. Dazlak kafa
sı küçüktü ve sarı sarı parlıyordu. Düşünen ve düşündüklerini
saklamak zahmetine girmeyen bir kimsenin saf ifadesi vardı
yüzünde. Arada bir yumduğu gözlerini her açışında çenesi bu
ruşup büzülüyordu.
" Arazi, düşünürken rahatsız ediyor beni, " diye söylendi usul
ca. " Hırçın bir akıntıya karşı zincirden köprüler gibi, düşünce
lerimi bocalatıyor. Güzel bir arazi; güzel olduğu için de seyre
dilmek istiyor. "
" Gözlerimi kapayıp diyorum ki: Ey . ırmak kıyısında yükselip
suya taşlan yuvarlanan yeşil dağ, sen güzelsin! "
" Ama dağ bu kadarına razı olmuyor; istiyor ki, gözlerimi açıp
bakayım ona. "
"Ama kapalı gözlerle desem ki: Dağ, seni sevmiyorum, çünkü
sen bana bulutları, akşam kızıllığını ve yükselen gökyüzünü
anımsatıyorsun, bunlar da işte beni adeta ağlamaklı yapan şey
lerdir; çünkü küçücük bir tahtırevanda taşındı mı, bunlara dün
yada erişemez insan. Bana bunları göstermekle, seni düzenbaz
dağ, erişebileceklerimi güzel güzel, derli toplu karşıma çıkara
rak içimi şenlendiren uzaklann manzarasını perdeliyorsun. İş
te bu yüzden de seni sevmiyorum, su kıyısında yükselen dağ;
hayır, seni sevmiyorum. "
"Ama gözlerim açık konuşmadım mı, bu konuşmamı da önce
ki gibi umursamıyor dağ, ille de gözlerim açık konuşmak ge
rek, yoksa memnun olmuyor. "
" Oysa dağın bizlere hep dost kalmasına çalışmamız, bunu da
salt onu, beyinlerimizin lapasına böyle kaprisli düşkünlük gös
teren onu aman ayakta tutalım diye yapmamız gerekmez mi !
Yoksa çatallı gölgelerini üzerime çökertecek, sağır, korkunç ve
yalın duvarlarını önüme sürecek ve taşıyıcılanm da yol kenar
larındaki minik taşlara toslayıp tökezleyecektir. "
309
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Ama işte böyle kendini beğenmiş, böyle usandırıcı ve böyle
kinci olan dağ değil yalnız, başka ne varsa öyledir. Dolayısıyla,
gözlerimi belertip - ah, ne ağrıyorlar - aralıksız yinelemem ge
rekiyor:
" Evet, dağ, sen güzelsin ve batı yamacındaki ormanlar da beni
sevindiriyor doğrusu. Hani senden de, çiçek, memnunum,
pembe rengin ruhumu şenlendiriyor. - Ve sen, ot, çayırlarda
boy atmış bulunuyorsun artık, güçlüsün ve serinlik veriyorsun.
- Sana gelince, yabancı çalılık, öyle ansızın batırıyorsun ki di
kenlerini, aklımız başımızdan gidiyor. - Ama sen, ırmak, bir
hoşuma gidiyorsun ki, uysal sularında kendimi sana taşıyaca
ğım. "
Bu övgüyü Şişko on kez yüksek sesle yineleyip, arada birkaç
kez belini alçakgönüllü bükerek başını önüne eğdi ve gözlerini
yumarak dedi ki:
11
Ama şimdi ne olur dağ, çiçek, ot, çalılık ve ırmak; bana biraz
yer açın da soluk alabileyim!
11
Bunun üzerine çevredeki dağlar apar topar yerlerini bırakıp
itiş kakış, havada asılı sislerin gerisine yollandı. Hani ağaçlıklı
yollar yerlerinden kımıldamadı ve genişliklerinden pek bir şey
yitirmedi; ama erkenden bir belirsizlik içine gömüldüler. Gök
te, güneşe karşı, kenarları hafif aydınlık nemli bir bulut duru
yordu; bulutun gölgesinde arazi daha da alçaldı ve tüm nesne
ler o güzelim siluetini yitirdi.
Taşıyıcıların ayak seslerini benim kıyıdan işitebiliyor, ama yüz
lerinin karanlık dikdörtgeninde hiçbir şeyi kesinlikle seçemi
yordum. Ancak şu kadarını görüyordum ki, başlarını yana eğ
miş, bellerini bükmüşlerdi; çünkü sırtlarındaki yük bilindiği gi
bi değildi. Onlar hesabına tasalanıyordum, çünkü yorulmuşlar
dı. Bu yüzden, kıyıdaki otlar içine daldıklarını görünce, kendi
lerini merakla izlemeye koyuldum. Derken, henüz düzgün
adımlarla, ıslak kumlara bata çıka yürümeye başladılar ve so310
BiR SA VAŞIN TASViRi
nunda balçıklı sazlığa gömüldüler, arkadaki taşıyıcılar tahtıre
vanı yatay durumda tutabilmek için kamburlarını daha da çı
kardılar. Ben, ellerimi kavuşturdum.
Bundan böyle, taşıyıcıların her adımda ayaklarını yukan çekip
almaları gerekiyor, dolayısıyla vücutları bu değişken öğle son
rasının serin havasında terden ışıl ışıl parlıyordu.
Elleri kalçalarında, sessiz sakin oturuyordu Şişko. Sazların
uzun uçları öndeki taşıyıcılar geçerken geriliyor, sonra havaya
fırlayarak Şişko'nun orasını burasını sıyırıp geçiyordu.
Suya yaklaştıkça, devinimleri de düzenini yitiriyordu taşıyıcıla
rın. Bazen, artık dalgalar üzerinde bulunuyormuş gibi tahtıre
vanın yalpaladığı görülüyordu. Sazlıktaki küçük su birikintile
ri, belki derindir diye ya üzerlerinden atlanıp geçiliyor ya da
kenarlarından dolaşılıyordu. Bir ara, yaban ördekleri çığlık
çığlığa havalanıp dimdik yükselerek gökteki yağmur bulutu
nun içine daldılar. Ansızın, kısa süreli bir devinim içinde, Şiş
ko' nun yüzünü gördüm; düpedüz tedirgin bir yüzdü. Ayağa
kalkıp zikzak sıçrayışlarla suyla aramdaki kayalık yamaçtan
aşağı seğirttim. Bunun tehlikeli bir iş olduğuna aldırmıyor,
uşakları kendisini taşıyamaz duruma gelince Şişko'nun yardı
mına koşmayı tasarlıyordum. Hani öyle düşüncesizce seğirti
yordum ki, aşağıda ırmak başında kendimi tutamayıp etrafa
sıçrayan sular arasında bir süre koşmamı sürdürdüm; sular ne
zaman diz boyuma çıktı, o zaman durabildim ancak.
Karşıda taşıyıcılar, vücutlarını eğip bükerek tahtırevanı ırmak
tan geçirmeye başlamışlardı; bir elleriyle kendilerini çalkantılı
sular üzerinde tutarken, kıllı dört kollarıyla tahtırevanın hava
da durmasına uğraşıyor, bu arada alabildiğine şişmiş pazuları
gözüküyordu. Sular taşıyıcıların çenelerine geliyordu ilkin, da
ha sonra ağızlarına kadar çıktı; taşıyıcıların başlan geriye kay
kılıp tahtırevanın kolları omuzlarına düştü. Sular burunlarının
çevresinde dolanıyor, öyleyken uğraşıp didinmeyi elden bırak
mıyorlardı; henüz ırmağın ortalarına da pek gelmemişlerdi.
311
BiR SAVAŞIN TASViRi
Derken başlarına vuran alçacık bir dalga öndekileri dibe çö
kertti ve dört adam çırpınan elleriyle tahtırevanı da kendileriy
le aşağı çekerek ırmakta sessiz sedasız boğulup gitti. Sular bir
atılışta onlardan boşalan yerleri doldurdu.
Derken, büyük bulutun kenarlarından akşam güneşinin yatay
ışığı sızıp ufuktaki dağlarla tepeleri aydınlatırken, bulutun al
tında kalan yerler ve ırmak, silik bir parıltı içinde uzanmış ya
tıyordu. Şişko, yavaş yavaş akıntı yönüne döndü ve artık gere
ği kalmayarak kaldırılıp suya atılmış tahtadan parlak bir tanrı
heykeli gibi ırmakta sürüklenmeye başladı. Yağmur bulutunun
yansısı da onu izliyordu. Uzun bulutlar önden çekiyor, küçük
ve tıknazları ise arkadan itiyordu Şişko'yu; bu da küçümsen
meyecek bir kaynaşmaya yol açıyor, kaynaşma dizlerime ve kı
yıdaki taşlara vuran sularla da kendini belli ediyordu.
Yol boyunca Şişko'ya arkadaşlık edebilmek için çarçabuk ba
yırı tırmandım, çünkü onu gerçekten seviyordum. Hem olur a,
bu görünürde güvenli ülkenin içerdiği tehlikeler konusunda
kendisinden bir şeyler öğrenebilirdim. Böylece, dar bir kum
şeridi üzerinde yürümeye koyuldum. Kum şeridinin darlığına
önce alışmak gerekiyordu. Ellerimi cebime sokmuş, yüzümü
dik bir açıyla ırmağa döndürmüştüm; öyle ki, çenem nerdeyse
omzuma yapışmıştı.
Kıyıdaki taşlara kırlangıçlar konmuştu.
Şişko dedi ki: " Kıyıdaki efendi, sakın beni kurtarmaya uğraş
mayınız. Suyun ve rüzgarın bir öç alışıdır bu; artık işim bitiktir.
Evet, bir öç alış bu; çünkü dostum Tapmanla şimdiye dek kaç
kez kılıçların şakırtısı ve zillerin göz kamaştırıcılığında, borula
rın engin görkemi ve davulların hop hop parıltılarında bu nes
nelerin üzerine saldırdık. "
Derken küçük bir sinek, gergin kanatlarıyla, hızında bir yavaş
lama olmaksızın Şişko'nun karnının bir tarafından girip öbür
tarafından çıktı. Şişko anlatmasını sürdürdü:
312
BiR SA VAŞIN TASViRi
b
Tapınan'la Başlanmış Konuşma
Bir zaman bir kilise vardı, her gün oraya giderdim; çünkü gön
lümü kaptırdığım kız akşamları bir yarım saat burada diz çö
küp tapınır, ben de rahatlıkla onu seyrederdim.
Bir gün kız gelmedi; canım sıkılmış, tapınanlara bakıyordum
ki, çelimsiz vücuduyla kendini boylu boyunca döşemenin üze
rine atmış genç bir adam ilişti gözüme. Zaman zaman var gü
cüyle başını tutuyor, ahlayıp oflayarak taşlar üzerinde dinle
nen ellerinin ayalarına indiriyordu.
Sadece birkaç yaşlı kadın vardı kilisede; başörtüleriyle sarıp
sarmaladıkları başcağızlarmı sık sık yana eğerek döndürüyor
ve Tapınan'a bakıyordu. Şahsına karşı gösterilen ilgi mutlu kı
lar gibiydi genç adamı; çünkü her sofuluk nöbetinden önce
gözlerini çevresinde gezdiriyor, kendisine bakanların çok olup
olmadığını anlamak istiyordu. Bense bunu yakışıksız bir davra
nış gördüm, kiliseden çıkar çıkmaz gidip adamla konuşmaya ve
neden bu türlü tapındığını sorup öğrenmeye karar verdim. Ha
ni o sıra her ne kadar yalnızca benim kızın görünmeyişine içer
lemişsem de, kente geldim geleli her şeyde bir açıklık arıyor,
buna hepsinden çok önem veriyordum.
Ama ancak bir saat sonra doğrulup kalktı adam, hayli zaman
pantolonunu temizlemeye uğraştı; nerdeyse seslenmek; " Ye
ter, yeter artık, hepimiz gördük işte, pantolonun var! " demek
üzereydim ki, binbir titizlikle istavroz çıkarıp, tayfaların o han
tal adımlarıyla kutsal su kurnasına yürüdü.
Hemen seğirtip kurna ile kapının arasında durdum, bana bir
açıklamada bulunmadan ona yol vermemeyi kafama koymuş
tum. Kesin konuşmalar için en iyi hazırlık olarak ağzımı büz
düm, vücudumu ileri uzattığım sağ ayağıma yaslayıp sol ayağı
mı parmak uçları üzerinde tuttum; çünkü çok denemiştim, bu
bana direnç sağlıyordu.
313
BiR SA YAŞIN TASViRi
Hani adam kutsal suyla yüzünü ıslatırken yan gözle bana bakı
yor olabilirdi. Belki de benim daha önce kendisine baktığımı
fark edip telaşlanmıştı; çünkü hiç beklenmedik bir anda fırla
yıp çıktı kapıdan. Kendisini tutayım diye elimde olmayarak ile
ri atıldım, cam kapı çat diye arkasından kapandı. Hemen peşi
sıra seğirttim, kapının önüne çıkınca baktım, kayıplara karış
mıştı; çünkü o yakında birkaç dar sokak bulunuyordu ve trafik
pek yoğundu.
Sonra birkaç gün ortalarda gözükmedi adam, ama benim kız
yine eskisi gibi gelip yan cemaat yerlerinden birinde, bir köşe
de tapınmasını sürdürdü. Omuz kısımlarında saydam danteller
görülen - gömleğinin yarım ayı dantellerin altında kalıyordu siyah bir giysi giyiyor, dantellerin alt kenarlarından aşağı inen
ipek kumaş güzelim bir yaka oluşturuyordu. Benim kız geldi
ğinden adamı çoktan unutmuştum ve sonraları yine düzenli ki
liseye uğrayıp alışık olduğu gibi tapınmasını sürdürdüğünde de
ilkin kendisine aldırmadım. Ama o hep, yüzü başka yana dö
nük, ansızın doludizgin geçiyordu yanımdan. Oysa tapınırken
sık sık bana bakıyordu. Sanki kendisini ilk gördüğüm zaman
konuşmadım diye bana içerlemişti; onunla konuşmayı dene
mekle bunu yapma görevini de gerçekten üstlenmişim gibi bir
hali vardı. Ve bir vaazdan sonra benim kızın ardından kapıya
doğru ilerlemeye çalışıyordum ki, yarı karanlıkta kendisine
tosladım, gülümser gibiydi.
Onunla konuşmak diye bir görev kuşkusuz yoktu ortada, ama
konuşmak isteğini de artık pek duymuyordum. Hatta bir gün
koşa koşa kilise alanına vardığımda saat yediyi vuruyordu, be
nim kız çoktan kiliseden çıkıp gitmişti, yalnızca bu adam mih
rap korkuluğu önünde tapınacağım diye kendini helak etmek
teydi; öyleyken duraksadım.
Sonunda parmaklarımın uçlarına basarak kapıya vardım; bura
da oturan kör bir dilencinin eline birkaç kuruş tutuşturup ka
pının açık kanadı arkasına, dilencinin yanı başına sıkıştım. Bu314
BiR SA VAŞIN TASViRi
rada, aşağı yukarı bir yanın saat Tapınan'a yapacağım sürpri
zin sevinci içinde yaşadım. Ne var ki, sevincim uzun sürmedi;
çok geçmeden örümceklerin giysimin orasını burasına tırman
dığını gördüm, keyfim kaçtı iyice. Üstelik kilisenin karanlığın
dan sesli sesli soluyarak dışarı çıkanlar oldukça, her seferinde
öne doğru eğilmek canımı sıkıyordu.
Derken o da göründü. Anladım ki, demin çalmaya başlayan
büyük çanların sesi kendisine uğur getirmemişti. Ayaklarını
basmadan önce, parmak uçlarıyla usulcacık yeri yokluyordu.
Doğrulup kalktım, attığım bir tek uzun adımda onu yakaladım.
" İyi akşamlar! " dedim. Elim yakasında, onu itip kakarak basa
maklardan aşağı indirip kilisenin önündeki aydınlık alana çı
kardım.
Alana gelince bana döndürdü vücudunu. Ben hala arkadan ya
pışmış, onu bırakmıyordum; derken göğüs göğüse dikilmeye
başlamıştık. " Şu arkamdan elinizi çeker misiniz? " dedi. " Ben
den ne diye kuşkulandığınızı bilmiyorum ama, ben s�çsuzum. "
Sonra bir kez daha yineledi: " Benden ne diye kuşkulandığınızı
tabii bildiğim yok."
" Ne kuşku, ne suçsuzluk sözünün yeri var burada. Rica ede
rim, bu konuda daha çok konuşmayın. İkimiz de birbirimize
yabancı kişileriz; şunun şurasında tanışalı ne kadar oldu! Dola
yısıyla, şimdi hemen suçsuzluğumuzdan söze başlarsak, sonra
nerede alırız soluğu! " - " Benden de alın o kadar! Şey, bizim
suçsuzluğumuz, dediniz, bununla hani ben kendi suçsuzluğu
mu kanıtlarsam, siz de kendinizinkini kanıtlamak zorunda ka
lacağınızı mı söylemek istediniz? Bu muydu demek istediği
niz? "
" Bu ya da bir başka şey," diye yanıtladım ben. "Sormak istedi
ğim bir şey var da onun için konuştum sizinle; aklınızdan çıkar
mayın bunu."
"Eve gitsem çok iyi olacak, " dedi ve hafif bir dönüş yaptı.
315
BiR SA YAŞIN TASViRi
" Tahmin ederim. Yoksa ne diye sizinle konuşacaktım? Güzel
gözlerinizin hatırı için sizinle konuştuğumu sanmazsınız her
halde."
" Acaba pek açık yürekli değil misiniz, ha? "
"Burada böyle şeylerin yeri yok diye bir kez daha mı söyleye
yim? Açık yürekliliğin ne işi var burada, açık yürekli olmayışın
ne işi var? Ben soracağım, siz sorduklarımı yanıtlayacaksınız,
sonra güle güle. Sonra evinize mi gideceksiniz, buyrun gidin,
hem de dilediğiniz kadar çabuk. "
" İleride yine buluşsak daha iyi değil mi? Şöyle uygun bir za
manda? Bir kafeteryada örneğin? Hem nişanlınız gideli henüz
birkaç dakika oldu. Pekala yetişebilirsiniz kendisine, sizi ne
çok bekledi bilseniz! "
O sırada yanımızdan geçen tramvayın gürültüsünden içeri,
" Hayır! " diye haykırdım. " Elimden kurtulamazsınız artık.
Hatta giderek sizden hoşlanmaya başladım. Siz benim için bir
devlet kuşusunuz. Bravo doğrusu bana, sizi yakalayabildim. "
Bunun üzerine dedi ki: " Hay Allah! Hayat fışkıran bir kalbi
niz, sanki mermerden oyulmuş bir kafanız var. Benim için dev
let kuşu diyorsunuz, buna göre ne kadar mutlu olmalısınız!
Hani benimkisi sallanıp duran bir mutsuzluktur, dokunulmaya
görsün, dokunanın üzerine yıkılır hemen. Onun için iyi gece
ler. "
" Güzel ! " dedim ben ve onu gafil avlayıp sağ elini yakaladım.
" Gönül rızasıyla sorularımı yanıtladınız yanıtladınız, yoksa sizi
buna zorlayacak, sağa mı olur, sola mı, nereye giderseniz peşi
nizden geleceğim. Hatta evinizin merdiveninden çıkacak, oda
nızda bir yer bulup oturacağım. Kuşkunuz olmasın, bir bakın
yüzüme şöyle, dayanacağım sonuna kadar. Peki ama siz -" İyi
den iyiye kendisine sokuldum, benden bir baş daha uzun oldu
ğundan boynuna doğru konuşmaya başladım. " - Peki ama siz
bundan hangi cesaretle beni alıkoyacaksınız? "
316
BiR SA VAŞIN TASViRi
Bunun üzerine geriye çekildi, ellerimin birini bırakıp birini öp
meye başladı, gözyaşlarıyla ıslattı onları: "Sizden bir şey esir
genemez. Siz nasıl benim eve gitmekten memnunluk duyacağı
mı biliyorsanız, ben de sizden bir şey esirgenemeyeceğini bili
yorum. Ancak, ne olur, şu karşıki yan sokağa girsek. " Başımla
hay hay dedim ve yürüdük. Bir araba aramıza girip ben geride
kalınca, iki eliyle işaret ederek acele etmemi bildirdi.
Fenerlerin pek aralıklı olarak ve neredeyse evlerin ilk katları
hizasında sıralandığı sokağın karanlığıyla yetinmeyip beni
köhne bir evin alçacık sofasına, ahşap bir merdiven önünde
asılı, içinden yere gaz damlayan bir lambanın altına götürdü.
Basıla basıla içe doğru kaykılmış bir basamağın üzerine bir
me_ndil yayarak beni oturmaya buyur etti: " Oturduğunuz yer
den sorularınızı daha iyi sorabilirsiniz; bana gelince, ben ayak
ta kalacağım, çünkü sorduklarınızı ayakta daha iyi yanıtlayabi
lirim. Ama bakın, eziyet etmek yok! "
İşi böylesine ciddiye aldığım görünce oturdum, ama yine de
söylemeden duramadım: "Sanki bir komplo hazırlayıcılanymı
şız gibi beni bu izbe yere çekip getirdiniz; oysa ben yalnız me
rak, siz de yalnız korku duygusuyla birbirimize bağlı bulunuyo
ruz. Hani kilisede neden öyle tapınıyorsunuz, sorup soracağım
bu size. O nasıl davranıştır! Tam bir aptal gibi! Ne gülünç, gö
renler için ne tatsız, dindarlar için ne katlanılmaz bir manzara. "
Vücudunu duvara yapıştırmıştı, yalnızca başı havada serbest
hareket ediyordu: "Bu sizinkisi bir yanılma sadece, çünkü so
fular davranışımı doğal, sofu olmayanlar ise sofuca buluyor. "
11
Ama benim size kızmam bunu çürütüyor. "
11
Kızgınlığınız - diyelim ki gerçek bir kızgınlıktır - sizin ne sofu
lardan, ne de ötekilerden olduğunuzu gösterir ancak. "
" Haklısınız, davranışınız beni kızdırdı demekle biraz abartma
ya kaçtım; yo, başta söylediğim gibi, biraz meraklandırdı, o ka
dar. Peki ya siz? Siz kendiniz nasıl birisiniz? "
317
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Oh, onun bunun bana bakmasından, ara sıra mihraba bir göl
ge düşürmekten zevk duyan biriyim."
;' Zevk mi? " diye sordum, yüzümü buruşturarak.
" Bilmek istiyorsanız, hayır. Söyleyeceğimi yanlış dile getirdi
ğim için darılmayın; zevk değil, gereksinim, üzerime çevrilmiş
bakışların örsüne şöyle bir saatçik uzanmak gereksinimi. Ben
uzanırken bütün - "
" Neden bahsediyorsunuz siz, Allah aşkına! " diye bağırdım, bu
birkaç söz ve basık tavan için fazla yüksek çıkmıştı sesim; ama
sonra susmaktan veya ses tonumu alçaltmaktan korktum. " Sa
hi, neden bahsediyorsunuz? Vallahi, ta başından beri durumu
nuzu seziyormuşum da haberim yokmuş. Bu nöbet, karada bu
deniz tutması bir çeşit cüzam hastalığına benzemiyor mu, ha?
Sizde de öyle olmuyor mu? Ateş içinde kavruluyor ve nesnele
rin gerçek adlarıyla yerinmiyorsunuz; bunlarla doymuyor, bir
çırpıda rastgele adlar yağdırıyorsunuz üzerlerine. Aman ça
buk, aman çabuk! Ne var ki, kendilerinden kaçar kaçmaz da
adlarını yine unutuveriyorsunuz. Kırda 'Babil Kulesi' adını
verdiğiniz kavak - çünkü bir kavak olduğunu bilmek istemez
diniz - yine isimsiz sallanıp durur ortada ve siz ona şimdi 'Sar
hoş Nuh' dersiniz. "
Sözümü keserek, " Söylediklerinizi anlamadığıma seviniyo
rum, " dedi. . .
İçerlemiş, " Ama sevinmekle de anladığınızı gösteriyorsunuz, "
diye yanıtladım hemen.
" Dedim ya, sizden bir şey saklanamaz. "
Ellerimi bir yukarıki basamağın üzerine koyarak arkama yas
landım, boksörlerin son kurtuluş çaresi olan, karşı tarafın sal
dırısına adeta imkan vermeyen bir konumda sordum: " Affe
dersiniz ama, size sunduğum bir açıklamayı gerisin geri bana
fırlatıp atmanız açık yürekliliğe sığar mı? " Bunun üzerine ce
saretlendi. Vücuduna bir birlik ve bütünlük sağlamak isteye318
BiR SA VAŞIN TASViRi
rek ellerini kavuşturdu ve hafif bir karşı koyma havası içinde:
Açık yüreklilik üzerinde çekişmeyi daha başta kapı dışarı et
tiniz. Ve doğrusu artık tapınma biçimimi size tastamam açıkla
maktan başka bir şey umurumda değil. Şimdi, biliyor musunuz,
neden öyle tapınıyorum?
11
11
Beni şöyle bir süzdü. Hayır, bilmiyor ve bilmek de istemiyor
dum. Buraya gelmek de istememiştim zaten, dedim kendi ken
dime; gel gör ki, bu adam kendisini dinleyeyim diye bayağı zor
ladı beni. Dolayısıyla, başımı sallayıp hayır demem yetecek,
her şey yoluna girecekti; ama işte o anda bunu yapamadım.
Karşımda dikilen o ise gülümsedi. Sonra da başını dizlerimin
üzerine eğip uykulu bir yüzle anlatmaya koyuldu: Eh artık,
neden benimle konuşmanıza ses çıkarmadım, bunu size açıkla
yabilirim: Meraktan, umuttan. Bakışlarınız hanidir avutuyor
beni. Diğer insanlar için masanın üstündeki bir içki kadehi bi
le heykel gibi sapasağlam dururken, benim çevremdeki nesne
lerin yağan bir kar gibi yerde eriyip gidişlerindeki hikmeti siz
den öğrenebileceğimi umuyorum.
11
11
Sustuğumu ve elimde olmadan bir seğirmenin yüzümü boydan
boya dolaştığını görerek sordu: " Başka kimseler için böyle ol
duğuna inanmıyorsunuz, öyle mi? Gerçekten inanmıyor musu
nuz? Oh, dinleyin bakın! Küçük bir çocuktum, kısa bir öğle uy
kusundan gözlerimi açtığım zaman, henüz yaşamın kıyısında,
annemin balkondan aşağı doğal bir sesle şöyle sorduğunu işit
tim: 'Ne yapıyorsunuz, şekerim? Aman ne sıcak, değil mi? '
Bahçeden bir kadın sesi yanıtladı: 'Yeşillikler ortasında ikindi
kahvesi içiyorum. ' Bu sözler hani düşünülmeden, pek de açık
seçik olmayan bir biçimde söylenmişti; kadın soruyu, annem
de yanıtı beklemişti adeta.
11
Sanki tarafıma bir soru yöneltilmiş gibi, pantolonumun arka
cebine attım elimi ve bir şey arıyormuşum gibi yaptım. Ama
aradığım bir şey yoktu, yalnızca o andaki durumumu değiştirip
konuşmayla ilgilendiğimi göstermek istemiştim. Öte yandan,
319
BiR SA VAŞIN TASViRi
bana anlattığı olayın düpedüz tuhaflığını ve buna bir türlü akıl
erdiremediğimi söyledim. Üstelik doğruluğuna da inanmadığı
mı, benim sezinleyemediğim bir amaçla uydurulmuş olacağını
ekledim sözlerime. Sonra da çiğ ışıktan kurtulmak için gözleri
mi yumdum.
" Yok ama, çekinmeyin; hani siz de bu konuda benim gibi dü
şünüyorsunuz ve çıkar gözetmez bir kimse olduğunuzdan bunu
söylemek için durdurdunuz beni. Böylelikle bir umudumu yiti
riyor, bir diğerine kavuşuyorum.
Değil mi yani? Dimdik ve normal adımlarla yürümüyor, basto
numla kaldırım üzerine vurmuyor, gürültüyle yanımdan geçen
lerin giysilerine sürünerek ilerlemiyorum diye neden utanacak
mışım. Daha çok, doğru dürüst sınırlardan yoksun bir gölge gi
bi evler boyunca sektiğim, bazen vitrin camlarında kaybolarak
gittiğim için inatla ve haklı olarak yakınmam gerekmez mi?
Şu geçirdiğim günlere bakın bir! Niçin her şey böylesine ber
bat yapılmış; öyle ki, ortada görünür bir neden bulunmaksızın
yüksek evler çökü çöküveriyor bazen. Enkaz yığını üzerine tır
manıyor, karşıdan kim gelirse soruyorum: 'Nasıl olur a canım?
Bizim kentte - daha yeni bir bina - hem bu kaçıncı bugün! - dü
şünsenize bir!' Bakıyorum, kimse bana yanıt veremiyor.
Çokluk insanlar sokakta devrilerek cansız serilip kalıyor yer
de. Derken dükkan ve mağaza sahipleri, dükkan ve mağazala
rının mallardan geçilmeyen kapılarını açarak çevik adımlarla
seğirtiyor, ölüyü alıp oradaki bir evden içeri taşıyor, sonra dö
nüp geliyorlar; ağız ve gözlerinin çevresinde bir gülümseme,
gevezeliğe başlıyorlar derken. 'Günaydın - Gökyüzü de soluk
bugün - Eşarpların sürümüne diyecek yok - öyle, savaş. ' Söz
konusu eve seğirtiyor ve parmağımı büküp elimi pek çok kez
çekinerek kaldırıp indirdikten sonra kapıcının küçük pencere
sini tıklatıyorum: 'Günaydın,' diyorum, 'yanılmıyorsam, demin
ölmüş birini getirdiler buraya. Acaba onu, bir zahmet, bana
gösterebilir misiniz? ' Adam, karar veremezmiş gibi başını sal320
BiR SA VAŞIN TASViRi
layınca ekliyorum: 'Bakın, karışmam sonra! Ben gizli polisim,
hemen ölüyü göreceğim. ' Bunun üzerine kapıcı, kararsızlığın
dan sıyrılıp, 'Defolun! ' diye bağırıyor: 'Fena dadandı şu serse
riler, her Allanın günü buralarda sürtüp duruyorlar. Ölü falan
yok bizde, bitişiktedir belki, oraya bakın! ' Selam verip uzakla
şıyorum.
Ama derken büyük bir alandan geçmek zorunda kalınca, hep
sini unutuyorum bunların. Böyle kocaman alanlar yaparlar da,
ne diye içlerinden korkuluklu bir yol yapmazlar? Bugün yine
güney-batı'dan esiyor rüzgar, Belediye Sarayı'ndaki kulenin
sivri tepesi çemberler çiziyor. Tüm pencerelerin camları takır
dıyor, sokak fenerleri bambu kamışlan gibi eğilip bükülüyor
lar. Sütun üzerindeki Hazreti Meryem'in pelerini kıvrım kıv
rım; rüzgar pelerini çekip çekiştiriyor. Peki ama, kimseler gör
müyor mu bunu? Kaldırım taşlan üzerinde yürümeleri gere
ken kadın ve erkekler, boşlukta süzülüyor adeta. Rüzgar kesil
meye yüz tutunca, durup birbirleriyle birkaç laf ediyor, karşı
lıklı eğilerek birbirlerini selamlıyor, ama rüzgar yeniden esme
yegörsün, karşı duramayıp hep birden tabanları kaldıi-ıyorlar.
Uçmaması için sımsıkı sarılmaları gerekiyor şapkalarına; ama
gene de gözlerinin içi gülüyor; havaya en küçük kusur bulduk
ları yok. Korkan bir tek benim. "
Bunun üzerine dedim ki: " Daha önce anlattığınız olay var ya,
anneniz ve bahçedeki kadınla ilgili, doğrusunu isterseniz ben
hiç tuhaf bulmuyorum. Böylesi çok olay işittiğim, yaşadığım,
hatta kendim de bu olaylara karıştığım için değil yalnızca, pek
doğal bir şey de onun için. Hani siz gerçekten sanıyor musunuz
ki, yazın o dediğiniz balkonda dikilsem, ben de aynı soruyu so
ramaz ve bahçeden aynı yanıtı alamazdım? İşte öylesine sıra
dan bir olay. "
Ben böyle deyince, yatışmış göründü. Şık giyinmiş olduğumu,
boyunbağımın hoşuna gittiğini açıkladı. Ve itiraflar sonradan
geri alındılar mı, hepsinden kesin bir niteliğe kavuşurmuş.
321
BiR SA VAŞIN TASViRi
c
Tapınan 'ın Hikayesi
Sonra yanıma oturdu, çünkü bir çekingenlik gelmişti üzerime.
Ona yer açtım, başımı yana eğmiştim. Öyleyken, kendisinin de
bir sıkılmıştık içinde oturduğu, benimle arasında az buçuk bir
uzaklığı korumaya çalıştığı gözümden kaçmadı. Konuşmakta
zahmet çekiyordu:
" Şu geçirdiğim günlere bakın bir!
Dün gece bir toplantıdayım. 'Eh artık, kışa yaklaştığımıza ger
çekten seviniyorum,' deyip gaz ışığında bir bayanın önünde
tam eğilmiştim ki, sağ üst bacağımın eklem yerinden burkuldu
ğunu öfkeyle fark ettim. Diz kapağım da hafifçe oynamıştı ye-.
rinden.
Bu yüzden oturdum ve hala cümleler üzerinde denetim gücü
mü yitirmemeye çalışarak, 'Değil mi ki, kış çok daha az zahmet
verir insana,' diye sürdürdüm konuşmamı: 'Devinimler kolay
laşır, konuşulacak sözler o kadar yormaz insanı. Öyle değil mi,
Froylayncığım. Umanın, bana hak veriyorsunuzdur bu konu
da.' Öte yandan, sağ bacağım pek canımı sıkıyordu. Bütün bü
tün çıkmış gibiydi ilkin; ovarak, itip çekerek zamanla biraz ye
rine oturtmaya çalıştım.
Derken durumuma acıyıp, kendi de oturan kızın alçak sesle
şöyle söylediğini işittim: 'Hayır ama, hiç de beni etkilemiyorsu
nuz, neden mi -'
'Durun canım! ' diye yanıtladım, memnun ve mutlu. 'Benimle
konuşmanız size beş dakikaya bile mal olmayacak. Sonra lüt
fen, Froylayncığım, konuşurken bir şeyler de yiyebilirsiniz.'
Bunun üzerine kolumu kaldırdım, tunçtan bir kanatlı oğlanın
elinde tuttuğu meyvelikten sık taneli bir salkım üzüm aldım,
salkımı biraz havaya kaldınp kıza uzattım. Belki bir zarafet de
vardı uzatışımda.
322
BiR SAVAŞIN TASViRi
'Yo, hiç de etkilemiyorsunuz beni.' dedi kız yeniden. 'Bütün
söyledikleriniz sıkıcı, anlaşılmaz şeyler ve gerçekle ilgisi yok.
Yani bana kalırsa, bayım - ne demeye bana hep Froylayncığım
diyorsunuz bilmem - bana kalırsa, siz yalnızca pek yorucu bul
duğunuz için gerçekle ilgilenmiyorsunuz.'
Tanrım, işte bunun üzerine keyiflenmiştim. 'Evet, Froyİayn,
evet,' diye bağırdım adeta. 'Ne kadar da haklısınız! Hani, Froy
layncığım, insan pek üstüne düşmeden böyle ansızın anlaşıldı
ğını görünce ne seviniyor bilseniz! '
'Evet, gerçek sizin için pek yorucu, bayım; çünkü baksanıza şu
halinize! Boylu boyunca pelür kağıdından oyulmuşa benziyor
sunuz, sarı pelür kağıdından, işte öylesine bir siluetten farkınız
yok; yürürseniz, hışırdadığınız duyulacaktır mutlaka. Eh, bu
durumda davranışınızı, düşüncenizi ne diye merak etmeli; çün
kü siz odadaki anlık esintilere göre eğilip bükülmek zorunda
sınız. '
'Aklım almıyor. Şuracıkta, odada dikilen birkaç kişi _var. Kol
larını sandalyelerin arkalıklarına koyuyor ya da piyanoya yas
lanıyor veya bir bardağı duraksayarak kaldırıp ağızlarına götü
rüyorlar ya da çekinerek bitişik odaya geçiyor ve sağ omuzla
rını karanlıkta bir dolaba çırpıp incittikten sonra açık pencere
önünde derin derin soluyarak düşünüyorlar: İşte orada akşam
yıldızı Venüs duruyor, ben ise bu topluluk içindeyim. Bu top
lulukla aramda bir ilişki varsa, anlamıyorum nasıl ilişkidir bu:
Ama bir ilişki de var mı, orasını bile bilmiyorum. - Ve bakınız,
Froylayncığım, içlerindeki belirsizliğe uyarak böyle kararsız,
hatta gülünç davranan bu insanlar arasında kendisine ilişkin
düpedüz açık sözler işitmeye layık bir tek ben varım sanki. Ve
hoşa gitmesi için, alaylı söyleyin bu sözleri; öyle ki, baştan ba
şa yanınış bir evden temel duvarlar nasıl arta kalırsa, sizin de
söyleyeceklerinizden göze görünür bir şeyler geride kalsın. Ba
kışlar pek bir engele rastlamıyor şimdi; kocaman pencere boş
luklarından gündüz bulutlar, gece yıldızlar görülüyor gökyü323
BiR SA VAŞIN TASViRi
zünde. Ama henüz bulutlar çokluk gri taşlardan yontulmuş;
yıldızlar ise doğallıktan yoksun tablolar oluşturmakta. -Buna
teşekkür için size bir sır verip desem ki, bir gün gelip yaşamak
isteyen bütün insanlar benim gibi görünecek, ne buyururdu
nuz; sarı pelür kağıdından, öylesine siluetimsi oyulup çıkarıl
mış - hani siz söylemiştiniz ya, öyle -, yürüdüler mi hışırdadık
lan duyulur. Başka türlü olmayacaklar şimdikinden, ama işte
anlattığım gibi görünecekler. Hatta siz bile, Froylayncığım -'
Birden baktım, kız artık yanımda oturmuyor. Söylediği son
sözlerden sonra çekip gitmişti anlaşılan; çünkü şimdi benden
uzakta, bir pencere öı.:ıünde dikiliyordu; çevresini üç genç al
mıştı, beyaz ve dik yakalıklarıyla gülerek konuşuyorlardı.
Bunun üzerine neşeyle bir bardak şarap yuvarlayıp, piyano ba
şında oturan adama doğru yürüdüm; adam büsbütün ayrı bir
köşede, o anda başını eğip kaldırarak acıklı bir parça çalıyor
du. Birden korkmasın diye kollayarak kulağına eğildim ve par
çanın ezgisine uyup usulca dedim ki:
'Ah ne olur, Sayın Bay, bırakınız, biraz da ben çalayım, çünkü
şu anda mutlu olmak üzereyim. '
Sözlerime kulak asmadığından, bir süre ne yapacağımı şaşıra
rak durdum; ardından çekingenliğimi yenerek salondaki ko
nukları tek tek dolaştım ve aşağı yukarı hepsine şöyle söyle
dim: 'Bu gece piyano çalacağım. Tamam mı! '
Hepsi de piyano çalan biri olmadığımı biliyor gibiydi, ama ko
nuşmalarının böyle tatlılıkla kesilmesinden ötürü nazikçe gü
lümsediler. Ne var ki, piyano çalana yüksek sesle bağırmam
üzerine tüm dikkatleri bana yöneldi: 'Ah ne olur, bırakınız, bi
raz da ben çalayım, şu anda mutlu olmak üzereyim. Bana bir
zafer kazandıracak bu! '
Adam piyano çalmasına son verdi, ama oturduğu kahverengi
sıradan kalkmadı, üstelik beni anlamamışa benziyordu; iç geçi
rip uzun parmaklarıyla yüzünü kapadı.
324
BiR SA VAŞIN TASViRi
Kendisine biraz acır gibi olup, ona sen yine çalmana bak falan
demek istiyordum ki, evin hanımı, yanındaki bir toplulukla çı
kageldi.
' Komik bir rastlantı bu! ' dediler ve akıl almayacak bir şeye kal
kışmışım gibi sesli sesli güldüler.
Kız da gelmişti, küçümsemeyle bana bakarak dedi ki: 'Aman
Hanımefendi, bırakın çalsın. Belki toplantının havasına bir
şeyler katmak istiyordur; bu da doğrusu övülecek bir davranış.
Lütfen, Hanımefendi! '
Buna hepsi de sevinmişti, sevinçlerinden bağırıp çağırmaya
başladılar; çünkü anlaşılan onlar da benim gibi bu sözlerin alay
için söylendiğini sanıyordu. Yalnızca piyano çalanın çıkmıyor
du sesi; başını önüne eğmiş, sol elinin işaret parmağını kum
üzerine bir şeyler çiziktirir gibi oturduğu sıranın üzerinde gez
diriyordu. Ben titremeye başlamıştım; titrediğimi belli etme
mek için ellerimi pantolonumun ceplerine soktum. Artık eski
si gibi açık seçik de konuşamaz olmuştum, bütün yQzümde bir
ağlama isteği geziniyordu. Dolayısıyla, sözlerimi o türlü seç
mem gerekiyordu ki, ağlamak istiyormuşum gibi bir düşünce
beni dinleyenlere gülünç görünsün.
'Sayın Hanımefendi,' dedim, 'şu anda piyano çalmam gereki
yor, nedenine gelince -' Ama nedenini unuttuğumdan, dosdoğ
ru gidip piyanonun başına oturdum. Derken durumumu kavra
dım yeniden. Piyano çalan ayağa kalkarak nazik bir hareketle
sıranın üzerinden atladı, çünkü ben geçmesini engelliyordum.
'Bir zahmet, şu ışığı söndürür müsünüz? Hani yalnızca karan
lıkta çalabilirim de.' Sonra doğruldum.
O anda iki bay, sırayı kavradıkları gibi, bir ıslık öttürüp beni de
biraz sağa sola sallayarak piyanodan çok uzağa, yemek masa
sının başına taşıdılar.
Salondakilerin halinde yapılanı onaylar bir ifade vardı. Demin
ki kız, 'Gördünüz mü, Sayın Hanımefendi,' dedi, 'Ne de güzel
325
BiR SA VAŞIN TASViRi
çaldı. Ben biliyordum zaten. Oysa siz bir korktunuz ki.'
Anlamıştım; pek güzel bir reveransta bulunup teşekkür ettim.
Derken benim için bardağa limonata koydular; kırmızı dudak
lı bir kız, ben limonatayı içerken bardağımı tuttu. Evin hanımı
gümüş bir tabak içinde bana kaymaklı kurabiye ikram etti ve
üzerinde kar gibi beyaz giysiyle bir kız kurabiyeleri ağzıma
verdi. Gür ve sarı saçlı tombul bir kız da, tepemde bir üzüm
salkımı tutuyordu; bana taneleri tek tek koparmak kalıyor, bu
arada kız kendini geriye kaçıran gözlerimin içine bakıyordu.
Bana böylesine iyi davrandıkları için yeniden piyanoya yanaşa
cak olur olmaz, el birliğiyle beni bundan alıkoymak istemelerine
kuşkusuz şaştım. 'E, yeter artık bu kadar! ' dedi, benim şimdiye
kadar ortada göremediğim evin beyi; sonra hemen dışan çıkıp
kocaman bir silindir şapka ve çiçek motifleriyle süslenmiş bakır
kahverengisi bir pardösüyle döndü. 'Buyurun giysilerinizi! ' dedi.
Hani benim pardösümle şapkam değildi, ama adamı bir kez da
ha gidip arama zahmetine sokmak istemedim. Evin beyi kendi
eliyle pardösüyü giydirdi, pardösü ince vücuduma sımsıkı otur
du, tıpatıp uydu bana. Yüzünde iyilikseverlik okunan bir bayan
da eğilip pardösünün düğmelerini teker teker ilikledi.
'Eh, haydi güle güle! ' dedi evin hanımı, 'arayı uzatmayın, yine
gelin; biliyorsunuz, her vakit başımızın üzerinde yeriniz var.'
Orada bulunanlar, sanki pek gereği varmış gibi önümde eğildi
ler. Ben de eğilmek istedim, ama pardösüm pek dardı; şapka
mı alıp, sanırım pek savruk sakar ayrıldım salondan.
Ama ufak adımlarla sokak kapısından çıkar çıkmaz, ayı ve yıl
dızlarıyla, büyük kubbeli göğü, Belediye Sarayı, Meryem Sütu
nu ve kiliseyle Ring Alanı birden üzerime çullandı.
Sakin sakin, gölgeden ayrılıp ay ışığına geçtim; pardösümün
düğmelerini çözüp ısınmaya çalıştım, sonra ellerimi kaldırarak
gecenin uğultusunu susturup düşünmeye koyuldum: 'Hani öy
le gerçekmişsiniz gibi yapmanız da nesi! Yeşil kaldırım üzerin326
BiR SA VAŞIN TASViRi
de böyle gülünç bir durumda dikilen benim gerçek olmadığıma
beni inandırmak mı niyetiniz? Ama senin gerçek olduğun za
manlar çok gerilerde kaldı, ey gök! Ve sen ey Ring Alanı, hiç
bir vakit gerçekten varolmadın.'
'Doğru, hala bir üstünlüğünüz var bana, ama ben ancak sizi ra
hat bıraktığım zaman. '
'Allaha şükür k i ay, ay değilsin sen artık. Ama ay adını verdik
leri sana hala ay demem belki bir savsaklıktan başka şey değil.
Sana 'Acayip renkli unutulmuş kağıt fener' diyecek olsam, ne
diye öyle kibirli davranmazsın artık. 'Meryem Ana Sütunu' de
sem, ne diye kendini bayağı çekip geriye alırsın. Sonra sana
'Sarı ışık saçan ay' dedim mi, eskiden takındığın o gözdağı ve
ren tavrını da göremiyorum artık.'
'Vallahi, bana öyle geliyor ki, sizi düşünmek yaramıyor size,
cesaret ve sağlığınızdan bir şeyler yitiriyorsunuz.'
'Tanrım! Düşünen Adam, Sarhoş'tan ders alsa, ne verimli bir
şey olurdu bu. '
'Niçin her taraf sessizleşti böyle? Galiba rüzgar kesildi. Ve
çokluk küçük tekerlekler üzerinde alanda sanki ordan oraya
yuvarlanan evceğizler, şimdi yere çakılmış gibi duruyor -sus
kun - suskun; başka vakit onları zeminden ayıran ince ve kara
çizgi şimdi asla seçilmiyor.'
Derken koşmaya başladım. Bir engelle karşılaşmaksızın büyük
alanın çevresini üç kez dolandım, bir sarhoşa rastlamayınca hı
zımı azaltmadan ve bir yorgunluk hissetmeden Kari Sokağı'na
doğru seğirttim. Gölgem de, çokluk benden kısa, duvar boyu
nu izleyerek, sanki duvarla yol arasındaki bir çukurlukta be
nimle geldi.
İtfaiye binası önünden geçerken, Kleiner Ring'ten(*) doğru bir
ses işittim. O yana sapınca, çeşmenin korkuluğu önünde bir
(•) Prag'da bir caddenin ismi. (Ç.N.)
327
BiR SA VAŞIN TASViRi
sarhoşun dikildiğini gördüm; kollarını yatay durumda uzatmış
tutuyor, ayağındaki tahta sandallarla yeri dövüyordu.
İlkin durup biraz soluklanmaya çalıştım, sonra ona doğru yü
rüyüp silindir şapkamı çıkardım ve tanıttım kendimi:
'İyi akşamlar, nazenin beyzadem! Yaşım yirmi üç, ama bir
adım yok henüz. Size gelince: Şaşırtıcı, hatta ahenk dolu isim
lerle donanmış olarak o büyük kent Paris'ten geliyorsunuz
kuşkusuz. Baştan çıkmış Fransız sosyetesinin düpedüz yapay
kokusu çevrenizi sarmış. '
'Giysilerinin cicili bicili kuyruktan merdivenlerin basamakları
üzerine yayılır, kuyrukların uçları henüz bahçenin kumlan
üzerinde dinlenirken, kendileri çoktan yüksek ve dört bir yanı
açık terasa varmış, incecik belleriyle alaylı alaylı dönüp arkala
rına bakan o gözleri boyalı büyük hanımları gördünüz elbet. Öyle değil mi, dört bir yana dikilmiş uzun direklere daracık
fraklar ve beyaz pantolonlarla uşaklar tırmanır, ayaklarını di
reklere dolar, belden yukarılannı çokluk arkaya ve yana eğer
ler; kalın iplerle gri ve kocaman bez perdeleri yerden kaldırıp
yukarıya germeleri gerekmektedir, büyük hanım sisli bir sabah
dilemiştir çünkü.'
Onun geğirmesi üzerine adeta ürkmüş, sürdürdüm konuşma
mı: 'Sahi, doğru mu? O bizim Paris'ten mi geliyorsunuz, beyci
ğim? O fırtınalı Paris'ten, ah o romantik hayaller kasırgasın
dan mı geliyorsunuz?'
Onun yeniden geğirmesi üzerine şaşırmış, 'Biliyorum,' dedim,
'büyük bir şeref veriyorsunuz bana.' Ardından pardösümün
düğmelerini acele ilikleyerek, coşkulu ve çekingen, konuşma
mı sürdürdüm:
'Biliyorum, beni bir cevaba layık görmüyorsunuz; ama size bugün
bunları sormasaydım, artık hep ağlamaklı bir hayat yaşardım.'
' Rica ederim söyleyin, benim şık beyzadem. Anlatılanlar doğru
mu? Sadece süslü püslü giysilerden oluşan insanlar var mı Pa328
BiR SA VAŞIN TASViRi
ris'te? Sonra sokak kapısından başka kapılan bulunmayan ev
ler var mı? Doğru mu pazarları kent üzerinde gökyüzünün açık
mavi renge boyandığı? Hepsi yürek biçiminde tıkız ak bulut
çuklarla süslendiği? Sonra içinde ağaçlardan başka şeye rast
lanmayan ve ziyaretçilerle dolup taşan bir müzenin bulunduğu?
Üzerlerine iliştirilmiş küçük levhalarda ağaçların en ünlü kah
ramanlar, caniler ve sevgililerin isimlerini taşıdığı doğru mu?'
'Sonra bir de şu haber! Şu anlaşılan düzmece haber! Öyle de
ğil mi? Şu Paris sokakları ansızın dallanıp budaklanır; sessiz sa
kin değildir, öyle değil mi? Her şey her vakit yolunda gidecek
diye bir şey yoktur; hem nasıl gitsin! _Kimi bir kaza olur ve kal
dırımlara adeta dokunmayan büyük kentli adımlarıyla ara so
kaklardan insanlar gelerek bir araya üşüşür. Hani hepsi merak
içindedir, ama düş kırıklığına uğramaktan da çekinirler. Çabuk
çabuk solur, küçük başcağızlarını ileri uzatırlar. Ama birbirle
rine çarptılar mı, yerlere kadar eğilir ve özür dilerler: 'Çok üz
günüm - kazara oldu - bu kalabalıkta - öyle olduğunu kabul
ediyorum. Adım - adım Jerome Paroche; Rue de Cabotin'de
baharatçı dükkanım var - müsaade buyurursanız, sizi yarın öğ
le yemeğine davet etmek istiyorum - karım da hani pek sevine
cektir. ' İşte böylece konuşup dururlar; oysa sokak uyuşukluk
içindedir ve bacalardan tüten dumanlar evlerin arasına çöker.
Böyledir herhalde. Ayrıca, olacak şey mi: Kibar bir semtin iş
lek bir bulvarında iki araba dursun; ağırbaşlı uşaklar kapıları
açsın. Sekiz soylu kurt köpeği, tin tin adımlarla arabalardan in
sin, havlayıp sıçrayarak doludizgin yolu tutsun. Ve sonra den
sin ki, Paris'in kılık değiştirmiş züppe gençleridir bunlar. '
Gözlerini sımsıkı yummuştu. Ben susunca, iki elini ağzına so
kup alt çenesini çekiştirmeye başladı. Giysisi baştan aşağı pis
lik içindeydi. Belki şarap içilen lokallerin birinden kapı dışarı
edilmişti de, olup bitenin bilincinde değildi henüz.
Belki gündüz ve gece arasındaki o küçük ve alabildiğine dur
gun ara idi, bu; hani başımız, biz beklemezken ensemizden sar329
BiR SA VAŞIN TASViRi
kar, hani her şey, biz farkına varmaksızın, biz izlemediğimiz
için devingenliğini yitirir ve sonra kaybolup gider; biz ise, yum
ru karınlarımızla tek başımıza kalırız; sonra çevremize bakınır,
artık bir şey görmez, havanın herhangi bir direncini de hisset
mez, ama içten içe anılarımıza tutunuruz: Az çok yakınımızda
evler olacaktı, evlerin çatıları ve Allaha şükür köşeli bacaları
vardı; bacalardan evlerin içine yağan karanlık, tavan araların
dan geçerek çeşitli odalara dökülürdü. Ve yarın, bütün inanıl
mazlığına karşın, her şeyin seçilebildiği bir gündüzün başlaya
cak oluşu ne mutluluktur!
Sarhoş birden kaşlarını kaldırdı; kaşlarıyla gözleri arasında
parlak bir gölge belirdi. Sonra kesik kesik konuşarak açıkla
maya koyuldu: 'Hani diyeceğim - hani uykum var - uykum ol
duğu için de gidip yatacağım - hani diyeceğim, Wenzel Ala
nı'nda bir eniştem oturuyor - işte oraya gidiyorum - eniştemin
yanında kalıyorum çünkü, çünkü yatağım orada - gidiyorum,
evet - ancak adı ne eniştemin, nerede oturuyor, bildiğim yok unuttum sanının - ama ne çıkar, çünkü bir eniştem var mı, onu
da bilmiyorum - eh, gidiyorum artık - ne dersiniz, onu bulabi
lecek miyim?'
Hiç duraksamadan, 'Elbette! ' diye yanıtladım, 'ama siz yaban
cı diyarlardan geliyorsunuz,' diye ekledim, 'olur a uşaklarınız
yanınızda değil. Müsaade buyurun, sizi ben götüreyim.'
Sesini çıkarmadı. Girmesi için kolumu uzattım.
11
d
Şişko ile Tapınan Arasındaki Konuşmanın Devamı
Bense bir süredir kendimi yüreklendirmeye uğraşıyordum.
Vücudumu ovuşturup kendi kendime dedim ki: " Eh, zamanı
geldi artık konuşmanın. Daha şimdiden şaşırmış gibisin. Ne o,
sıkıldın mı? Dur canım? Bu durumları bilmez değilsin. Acele
etmeden düşün taşın! Çevren de bekler, merak etme.
11
330
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Geçen haftaki toplantı var ya, tıpkı oradaki gibi. Biri, elinde
ki bir kağıttan birşeyler okuyor. Ricası üzerine, bir sahifeyi
kendim kopya etmiştim. Onun kaleminden çıkmış sahifeler
arasında kendi yazdıklarımı görünce irkiliyorum. Tutarsız şey
ler. Masanın üç tarafından yazının üzerine eğiliyorlar. Ben ağ
layarak yeminler ediyor, benim yazım değil diyorum. "
" Ama niçin bugünküne benzesindi. Sınırlı bir konuşmanın
doğması yalnızca sana bakmıyor mu? Her şey sessiz sakin. Sık
işte dişini biraz, azizim! 'Başım ağrıyor. Haydi hoşça kal ! ' diye
bilirsin. Durma işte, durma! Göster kendini! - O ne? Yine mi
engeller, yine mi? Ne geliyor aklına? - Kocaman gökyüzüne
karşı yeryüzünün kalkanı gibi yükselen bir yaylayı anımsıyo
rum. Onu bir dağdan görüp içinden geçmek üzere yola koyul
muş ve şarkı söylemeye başlamıştım. "
Dudaklarım kuru ve laf anlamaz durumda, " Başka türlü yaşa
nabilmeliydi, değil mi! " dedim.
" Hayır, " diye yanıtladı o, sorar gibi ve gülümseyerek.
Kendisiyle aramdaki, şimdiye kadar sanki uykuda destekledi
ğim her şey çöküp yıkılırken, " Peki neden akşamları kilisede
tapınıyorsunuz? " diye sordum.
" Hayır ama, bunun üzerinde konuşmasak olmaz mı? Tek başı
na yaşayan hiç kimse akşamleyin bir sorumluluk taşımaz. Kimi
şeyler korku verir insana: Ya maddi varlık uçup giderse? Ya
insanlar gerçekten alacakaranlıkta göründükleri gibiyseler?
Dolayısıyla, bastonsuz yürünmez yolda, onun bunun bakışları
nı üzerinde duyup maddi bir varlık kazanmak için kiliseye git
mek ve kilisede bağıra çağıra tapınmak acaba dahi iyi olmaz mı
diye düşünülür. " O böyle konuşup susunca, cebimden kırmızı
mendilimi çıkarıp iki büklüm, ağlamaya başladım.
Bunun üzerine ayağa kalkarak beni öptü ve dedi ki: " Niçin ağ
lıyorsun? Bak, uzun boylusun, uzun boyu severim; adeta iste
diğin gibi davranan uzun ellerin var, ne diye kıvanç duymazsın
331
BiR SA VAŞIN TASViRi
bundan. Sana bir öğütte bulunayım: Her vakit koyu manşetler
tak kollarına. - Bak, sana iltifatlar ediyorum, öyleyken ağlıyor
musun? Yaşamın bu güçlüğünü omuzlayacak kadar aklı başın
da birisin sanının. "
" Gerçekte işe yaramaz savaş araçları, kuleler, duvarlar, ipek
perdeler yapıyoruz. Vakit bulabilsek hayli şaşar kalırdık bu işe.
Ve boşlukta tutuyoruz kendimizi, düşmüyoruz. Yarasalardan
daha da çirkiniz, öyleyken kanat çırpıyor, uçuyoruz ... Ve güzel
bir gün, 'Oh Tanrım, bugün ne güzel bir gün' demekten artık
pek alıkoyamıyor kimse bizi, çünkü bir kez yeryüzüne yerleş
mişiz; peki demiş, yaşayıp gidiyoruz. "
" Yani karda ağaç gövdelerinden kalır yerimiz yok. Ağaç göv
deleri hemen toprak üzerinde duruyor gibidir; ufak bir yükle
nişte yerinden sökülüp atılırmış sanılır. Ama hayır, nerde, çün
kü sımsıkı bağlıdırlar toprağa. Bak işte, bu bile yalnızca görü
nürde böyledir. "
Düşünüp durmam beni ağlamaktan alıkoyuyordu: " Vakit ge
ce, kimse şu anda söyleyebileceğim sözlerden dolayı yarın be
ni kınayamaz, çünkü uykuda konuşulmuş olabilir hepsi. "
Bunun üzerine dedim ki: " Evet, doğru. Evet ama, neden konu
şuyorduk? Sanırım gökyüzündeki ışıklardan değil, çünkü bu
lunduğumuz yer bir sofanın ortası. Hayır -, ama bunlardan da
söz edebilirdik, madem ki konuşmamızda düpedüz özgürüz,
madem ki ne bir amaca, ne de gerçeğe varmaktır niyetimiz, bu
nu yalnız latife için, eğlenelim diye yapıyoruz. Ama olsun, siz
yine bahçedeki kadın öyküsünü bana bir kez daha anlatamaz
mısınız? Ne hayran kalınacak, ne akıllı bir kadın bu! Davranış
larımıza kendisini örnek almalıyız. Doğrusu bayıldım bu kadı
na! Hem sonra sizinle karşılaşmam, sizi ele geçirmem de iyi bir
rastlantı. Sizinle konuşmaktan büyük zevk duydum. Sizden,
şimdiye kadar belki kendimi bile bile öğrenmekten alıkoydu
ğum kimi şeyler işittim. "
332
BiR SA VAŞIN TASViRi
Sevinmişe benziyordu. Bir insan vücuduna dokunmak benim
için her vakit tatsız bir şey olmasına karşın, onu kucaklamadan
duramadım.
Sonra sofadan açık havaya çıktık. Dostum dağınık birkaç bu
lutçuğu · üfleyerek bir kenara itince, baştan aşağı yıldızlarla
kaplı bir gökyüzü belirdi karşımızda. Dostum güçlükle yürü
yordu.
4
Şişko' nun Yokuşu
Derken her şey birden hızla alınıp uzaklara savruldu. Irmağın
suları bir uçurum kenarından aşağılara çekildi, ama direndi su
lar; uçurumun çatlak ve pütürlü kenarında bir süre sallanıp
sonra top top ve duman duman aşağı yuvarlandılar.
Şişko fazla konuşamadı, ister istemez geriye döndü, gürül gü
rül ve hızla akan çağlayanda gözden kayboldu.
Pek çok keyifli anlar yaşayan ben, kıyıda duruyor ve olup biten
leri seyrediyordum. "Akciğerlerimiz ne halt etsin! " diye bağır
dım. " Çabuk solusalar, kendiliklerinden, kendi içlerindeki ze
hirlerden boğulur, yavaş solusalar, solunamaz havadan, başkal
dırı durumundaki nesnelerden boğulurlar. Tutturacakları tem
poyu aramaya kalksalar, daha bu arayışta yıkılıp gidecekler. "
Bu arada ırmağın kıyılan uçsuz bucaksız uzanıyordu, ama ben
yine de elimin ayasıyla uzaktaki minik bir işaret levhasının de
mirine dokundum. Hani pek aklım ermedi bu işe; oysa boyum
kısa, sanki her zamankinden kısaydı ve ansızın şöyle bir silki
nen beyaz yabanmersini çalısının boyu boyumu aşmıştı. Gö
zümden kaçmamıştı bu, çünkü daha demin çalının yanından
geçmiştim.
Ama yine de yanılmıştım; çünkü kollarım bir uzundu ki, geniş
bölgeleri kaplayan yağmur bulutlarına benziyordu; ne var ki
333
BiR SA VAŞIN TASViR/
onlardan daha aceleciydiler. Ne diye sanki zavallı başımı ez
mek istiyorlardı bilmem.
Başım da öyle küçüktü ki, bir karınca yumurtasını andınyordu;
ama biraz örselenmişti, artık o kadar yuvarlak sayılmazdı. Bu
yuvarlağı rica minnet döndürüp çeviriyordum; çünkü gözle
rimdeki ifadenin farkına varılmayabilirdi; işte öylesine küçük
tü gözlerim.
Ama bacaklarım, şaşılası bacaklarım ormanlık dağlar üzerinde
dinleniyor ve köylük ovalan gölgelendiriyordu. Büyüyor, dur
madan büyüyorlardı! Araziden yoksun boşluklara doğru uzan
maya başlamışlar, uzunlukları çoktan görme alanımın dışına
taşmıştı. Ama hayır, o değil - boyum kısa, şimdilik kısa -, ve yu
varlanıyorum - yuvarlanıyorum - dağlarda bir çığım! Ah ne
olur, gelip geçenler, lütfen söyleyin, boyum ne kadar benim; şu
kollarımı, bacaklarımı bir ölçün!
334
BiR SA VAŞIN TASViRi
111
" Bu da nesi ! " dedi, benimle toplantıdan çıkıp Laurenziberg'e
giden yolların birinde sessiz sakin yanımda yürüyen Tanışım.
" Eh artık biraz durun da ne olduğunu anlayayım. - Bakın, gö
rülecek bir işim var. O kadar da zor ki - bu soğuk denebilecek
esinti, sonra bu aydınlık gece, hele vakit vakit şu akasyaların
yerini bile değiştirir görünen somurtkan rüzgar. "
Bahçıvan kulübesinin gölgesi ay ışığında biraz kavisli yolun
üzerine gerilmiş duruyordu, biraz da karla bezenmişti. Kapının
yanındaki sırayı fark edince elimi kaldırıp gösterdim; çünkü
cesaretim yoktu ve ondan sitemler bekliyordum; bu yüzden,
sol elimi göğsümün üzerine koydum.
Tanışım bir bezginlikle gidip güzel giysilerine aldırmadan sıra
ya oturdu ve dirseklerini kalçalarına yasladı, alnını dışa doğru
büktüğü parmak uçlarına dayayarak şaşırttı beni:
" Evet, işte şimdi söyleyeceklerim: Biliyor musunuz, düzenli
bir yaşamım var, bir yerinde kusur bulamazsınız; zorunlu ve
değerli ne varsa bu yaşam içinde yer alıyor. Girip çıktığım
topluluğun alışık olduğu felaket, çevremle birlikte memnun
lukla izlediğimiz gibi, beni de esirgemedi, sonra o genel mut
luluk da gecikmeden gösterdi yüzünü ve ufak topluluklarda
bu mutluluktan söz açabildim. Evet, şimdiye kadar hiç sev
memiştim gerçekten. Buna ara sıra yerinir, ama sıkışınca
sevdiğimi ileri sürerdim. Ne var ki, şimdi söylemek zorunda
yım: Evet aşığım ve galiba aşkın coşkusu içindeyim. Kızların
sahip olmayı dilediği ateşli bir aşığım. Ama bende daha ön
ceki bu eksikliğin, ilişkilerime apayrı ve eğlenceli, her şey
den önce eğlenceli bir yön vereceğini düşünmem gerekmez
miydi? "
"Durun canım, durun ! " dedim ben, ilgisiz ve yalnızca kendimi
düşünerek. " İşittiğime göre, sevgiliniz güzelmiş, değil mi? "
335
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Evet, güzel. Ne zaman yanında otursam, hep şunu düşünmü
şümdür: Bu ataklık - hani pek gözükara biriyimdir - bakarsın
bir deniz yolculuğuna çıkarım - galonlarla şarap içerim. Ama o
gülünce, beklendiği gibi dişlerini göstermez; bütün seçilebile
cek şey, karanlık, dar ve çarpık bir ağız boşluğudur. Bu boşluk
da, gülerken başını ne denli geriye atarsa atsın, kurnaz ve pek
kocamış görünür. "
" Orası öyle! " diye yanıtladım, i ç geçirerek. " Belki ben de fark
etmişimdir bunu, çünkü göze çarpar bir şey olmalı. Ama yalnız
bu değil ki ! Zaten kızlardaki güzelliğin kendisi göze çarpıcıdır!
Çok vakit türlü pliler, dantel ve süslerle güzel bir bedene gü
zelce oturmuş giysiler gördüm mü, uzun süre öyle kalmayacak
larını, yer yer bir daha kaybolmayacak kırışıklıklarla örtüle
ceklerini, süsler içerisine bir daha temizlenemeyecek parmak
kalınlığında tozların dolacağını, kimsenin bu zengin giysiyi her
gün sabah giyip akşam çıkaracak kadar kendini üzüntüye ve
gülünç duruma sokmak istemeyeceğini düşünürüm. Öyleyken
kızlar görürüm, güzel olmaya güzeldirler; zarif kasları, kemik
çikleri, pürüzsüz tenleri, ipek gibi gür saçları vardır; gel gelelim
her Allahın günü bu bir tek doğal karnaval giysisiyle boy gös
terir, hep aynı yüzü aynı avuçlar içerisine yatırır ve aynada
yansıtırlar. Ancak kimi akşamlar bir eğlenceden eve döndüler
mi, aynada yüzleri pörsümüş, şişmiş, herkeslerce yeterince gö
rülmüş ve artık taşınacak yanı kalmamış gelir kendilerine. "
" Ama ben yol boyunca ikide bir size sormuştum, kızı güzel bu
luyor musunuz, demiştim; oysa siz hep başka yana döndürdü
nüz yüzünüzü, bana yanıt vermediniz. Söyleyin, fena bir şey mi
tasarlıyorsunuz kafanızda? Ne diye beni avutmaya kalkmıyor
sunuz? "
Ayaklarımı gölgenin içine daldırdım ve nazikçe, " Avutulmak
sizin için gerekli değil, çünkü siz seviliyorsunuz, " dedim. Serin
havada üşütmemek için, mavi üzüm motifleriyle süslü mendili
mi ağzıma tuttum.
336
BiR SA VAŞIN TASViRi
Derken bana dönüp, tombul yüzünü oturduğu sıranın alçak
arkalığına yasladı: " Biliyor musunuz, genellikle henüz vaktim
var; bu yeni başlayan sevgiyi rezilce bir davranışla ya da sada
katsizliğe saparak veya kalkıp uzak bir ülkeye giderek hala
bir sona erdirebilirim; çünkü doğrusu, bu heyecanı yüklen
sem mi, pek bilmiyorum. Hani bir kesinlik yok ortada, kimse
bu işin alacağı yönü ve süresini tastamam söyleyemez. Kafa
yı tütsülemek istesem de kalkıp bir meyhaneye gitsem, bili
rim ki bu gece kafayı tütsülemiş olacağım; ama şimdiki duru
mumda! Bir haftaya kadar dostumuz bir aileyle bir gezinti
yapmak istiyoruz; bu, insanın kalbinde iki hafta boyu fırtına
lar estirmez mi? Akşamın öpücükleri başıboş düşlere kucak
açmak için uykumu getiriyor. Ama aldırmıyor, kalkıp bir ge
ce gezintisine koyuluyorum; gezinti boyunca üzerimde hep
bir heyecan, suratım sanki rüzgarın darbelerini yemiş gibi so
ğuk ve sıcak, elimi cebimdeki pembe bir eşarba dokundurma
dan duramıyorum; alabildiğine büyük tasalar kımıldıyor
içimde, ama peşlerine takılamıyorum; hatta başka zaman
kendisiyle hiç bu kadar uzun boylu konuşamayacağım size bile katlanıyorum. "
·
Pek üşüyordum, gökyüzü de biraz ağarmaya yüz tutmuştu.
"Bu durumda ne bir alçaklık para eder, ne sadakatsizlik, ne de
kalkıp başka ülkelere gitmek. Kendinizi ister istemez katlede
ceksiniz, " dedim gülümseyerek.
Yolun karşı yakasında iki koruluk vardı; daha arkada, aşağıda
ise kent bulunuyordu ve hala az buçuk aydınlıktı.
" Öyle olsun! " diye bağırıp ufak ve sert yumruğunu sıraya vur
du ve geriye çekmeyerek öylece bıraktı. "Ama siz yaşıyor, siz
kendinizi öldürınüyorsunuz. Kimse sizi sevmiyor. Elinizden bir
iş geldiği yok. Bir an ötesine bile söz geçirecek durumda değil
siniz. Öyleyken kalkmış, benimle konuşuyorsunuz, alçak herif
sizi! Sevgi uzak sizden, korkudan başka şey size heyecan ver
mez. Şu benim göğsüme bakın bir! "
337
BiR SA VAŞIN TASViRi
Ardından hemen ceketini, yeleğini ve gömleğini çıkardı. Göğ
sü Allah için geniş ve güzeldi.
Ben anlatmaya koyuldum: "Evet, böylesi başkaldınlar ara sıra
çullanır üzerimize. Bu yaz bir köyde bulunurken ben de yaşa
dım bunu. Köy, ırmak kenarındaydı. Daha dün gibi anımsıyo
rum. Çok vakit sahildeki bir sırada çarpık çurpuk otururdum.
Yakında bir de sahil oteli vardı ve çokluk otelden keman sesi
gelirdi. Güçlü kuvvetli gençler bahçedeki masalara üşüşür, bi
ra içer, av partilerinden ve daha başka serüvenlerden konuşur
lardı. Aynca, karşı sahilde bulutlu dağlar görülürdü. "
Derken ağzımı çarpıtıp ayağa kalktım, sıranın gerisindeki çi
menliğe yürüdüm; birkaç küçük karlı dal koparıp, Tanışımın
kulağına fısıldadım: " İtiraf edeyim, nişanlıyım. "
Tanışım ayağa kalktığıma şaşırmıştı. "Nişanlı mısınız? " Doğru
su pek eğreti oturuyor, yalnızca sıranın arkalığı vücuduna des
tek oluyordu. Sonra şapkasını çıkardı; hoş kokulu, güzelce ta
ranmış yuvarlak başını bu kış mevsiminde moda keskin bir kıv
rımla boynundan ayıran saçlarını gördüm.
Ona böyle zekice bir yanıt vermiş olmama seviniyordum.
" Evet," dedim kendi kendime, " topluluk içinde nasıl da çevik
boynunu ve özgür kollarını oynatıyor. Bir kadını alıp tatlı tatlı
konuşarak bir salon içinden geçirebilir, evin önünde yağmur
yağıyormuş ya da orada utangaç biri dikiliyormuş ya da daha
başka berbat bir şey oluyormuş, kılı kıpırdamaz hiç! Hayır, ba
yanların önünde biri ötekisi kadar güzel reveranslarda buluna
bilir bu adam. Ama şimdi oracıkta sessizce oturuyor. "
Tanışım patiskadan bir mendili alnında gezdirip, " Lütfen, " de
di, "elinizi biraz alnıma koyar mısınız. Rica ediyorum. " Ben
hemen söylediğini yapmayınca, ellerini kavuşturdu.
Sanki derdimiz tasamız her şeyi karartmıştı; yukarıda tepede
küçücük bir odada oturur gibi oturuyorduk; daha önce sabahı
müjdeleyen aydınlığı ve rüzgarı fark etmiştik oysa. Hemen
338
BiR SA VAŞIN TASViRi
yan yanaydık, ama birbirimizden hiç de hoşlanmıyorduk, ne
var ki birbirimizden fazla da uzaklaşamazdık, çünkü kesin ve
sağlam duvarlar vardı çevremizde. Ama gülünç ve insan onu
runa yakışmayacak gibi davranabilirdik, çünkü üstümüzdeki
dallardan ve karşımızdaki ağaçlardan utanmamız gerekmiyor
du.
Derken Tanışım, uzun boylu düşünmeksizin, cebinden bir bı
çak çıkardı, dalgın dalgın açtı bıçağı, sanki oyun oynar gibi sol
kolunun yukarısına saplayıp öylece bıraktı. Kolundan hemen
kanlar akmaya başlamış, değirmi yanakları sararmıştı. Bıçağı
çekip aldım, paltosunu ve frakını keserek kolunu açtım, göm
leğin kolunu da boydan boya yırttım. Sonra, belki bana yar
dımcı olabilecek birini bulurum umuduyla yoldan biraz aşağı
seğirtip döndüm. Ağaçlardaki bütün dallar nerdeyse apaçık se
çiliyor ve hiçbiri kımıldamıyordu. Derken derin yarayı şöyle
biraz emdim. O anda bahçıvan kulübesi geldi aklıma. Evin so
lundaki dik çimenliğin oluşturduğu merdiveni koşarak çıkıp,
pencere ve kapılan acele gözden geçirdim. Evde ,kimsenin
oturmadığını hemen anlamıştım, ama yine de hırsımdan ayak
larımla deli gibi yeri döverek zili çaldım. Sonra ince bir yol ha
linde kanayan yaranın başına döndüm. Tanışımın mendilini
karda ıslatıp elden geldiğince sardım kolunu.
" Ne yaptın a canım, ne yaptın! " diye söylendim. " Benim yü
zümden kendini yaraladın. Hani durumun o kadar iyi ki, dost
larla sanlı çevren; şık giyinmiş bir alay insanın uzakta, yakında,
masa başlarında ve dağ yollarında görüldüğü bir gündüz vakti
kalkıp gezmeye gidebilirsin. Düşün bir, baharda arabaya atla
yıp fidanlıklara uzanacağız; ama hayır, biz değil, ne yazık ki de
ğil, ama sen Annacığına gideceksin, sevinerek, doludizgin. Öy
le vallahi; sonra güneş de en güzel biçimde herkeslere göstere
cek sizi. Oh, müzik de olacak, uzaktan atların sesleri duyula
cak, derde tasaya yer kalmayacak, bağırıp çağırmalar işitile
cek, ağaçlıklı yollarda laternalar çalacak. "
339
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Aman Tannın! " dedi Tanışım. Ayağa kalkarak bana yaslan
dı; yürümeye başladık: "Yardım edecek kimseler yok. Bu ho
şuma gitmedi işte. Affedersiniz. Vakit pek geç mi? Yann sabah
belki biraz çalışmam gerekecek. Aman Tannın! "
Yukarıda, duvardan az beride yanan bir fener, ağaç gövdeleri
nin gölgesini yolun ve karın üzerine yansıtıyor, bir sürü dalın
gölgesi eğilip bükülmüş, adeta kırılmış bir görüntüyle yamacın
üzerinde dinleniyordu.
340
BiR SA VAŞIN TASViRi
ÇİN SEDDİ'NİN İNŞASINDA
Çin Seddi en kuzeye bakan yerinde tamamlandı, inşaat güney
doğu ve güneybatıdan alınarak getirilip burada bağlandı birbi
rine. Bu parça parça inşa yönteminin küçültülmüş modeli do
ğu ve batıdaki işçi orduları içinde de uygulanmıştı. Şöyle ki:
Yirmişer kişilik postalar düzenleniyor, bir posta seddin yakla
şık beş yüz metre uzunluğundaki bir parçasını örüp çıkarınca,
bir komşu posta karşı yönden buna denk uzunlukta bir diğer
parçayı örüyordu. Ama iki parça birbirine bağlandıktan sonra
inşaat bin metrenin bitiminde yeniden sürdürülmüyor, posta
lar seddin inşası için yeniden apayrı yerlere yollanıyordu. El
bet böyle olunca arada bir sürü geniş boşluk doğuyor, boşluk
lar ancak zamanla yavaş yavaş dolduruluyordu; seddin yapılıp
bittiğinin açıklanmasından sonra bile doldurulan kimi boşluk
lar vardı. Hatta hiç kapatılmamış boşluklar bulunduğu söyleni
yordu, bazılarına göre boşluklar seddin inşa edilmiş parçaların
dan daha büyüktü. Orası öyle, sadece ileri sürülen bir savdı bu;
yapı çevresinde doğmuş, yapının büyüklüğünden dolayı en
azından tek kişinin kendi gözü ve kendi ölçüsüyle doğruluğu
nu denetleyemeyeceği o bir sürü söylenceden yalnızca biriydi
belki.
Tutarlı, hiç değilse iki ana bölüm arasında tutarlı bir inşaatın
her yönden daha yararlılığına hani daha baştan inanılabilirdi.
Değil mi ki set herkesçe söylenip bilindiğine göre, kuzeyli ulus
lardan korunmak amacıyla yapılıyordu. İyi ama, parçalan bir
biriyle bağlantılı inşa edilmemiş bir set nasıl koruyabilir? Ko
rumak şöyle dursun, kendisi sürekli tehlike içindedir böyle bir
seddin. Issız yerlerde kaderine terk edilmiş bu duvar parçalan
341
BiR SA VAŞIN TASViRi
her vakit kolay yıkılıp atılabilir göçebeler tarafından; hele o za
manlar set inşasıyla korkuya kapılıp çekirgeler gibi akıl almaz
bir çabuklukla yerlerini değiştirip duran göçebelerin, set yapı
mındaki ilerlemeyi bizim kendimizden, biz set yapımcılarından
daha iyi izledikleri düşünülürse. Ama yine de set olduğundan
başka türhi yapılamazdı sanının. Bunu anlayabilmek için şu
noktanın unutulmaması gerekiyor: Set, yüzyıllar boyu koruyu
cu bir roi oynayacaktı; dolayısıyla, inşaatın titizlikle yürütül
mesi, bütün çağ ve ulusların yapı bilgeliğinden yararlanılması,
inşaatı yürütenlerde sürekli bir kişisel sorumluluk duygusunun
varlığı kesinlikle zorunluydu. İşin kaba bölümlerinde halk ara
sından devşirilmiş deneyimsiz gündelikçiler, erkekler, kadınlar
ve çocuklar, kısaca iyi para karşılığında koşup gelen kimseler
çalıştırılabiliyorsa da, daha dört gündelikçiyi yönetmek için ak
lı başında, yapı alanında yetişmiş biri gerekiyordu; öyle biri ki,
set inşasında neyin söz konusu olduğunu bütün yüreğiyle his
sedebilsin. Ve görülecek işin inceliği ölçüsünde kişilerde ara
nan erdemler de artıyordu. Böyle kişiler de gerçekten bulun
muyor değildi el altında, inşaatın gerektirdiği kadar değilse bi
le yine çok sayıda vardı.
Öyle düşünülmeden bu işe girişilmiş değildi; inşaata başlanma
dan elli yıl önce, surlarla çevrilecek tüm Çin'de mimarlık, özel
likle duvarcılık en önemli bilim dalı ilan edilmiş ve bütün öbür
bilimler bunlarla ilişkisi ölçüsünde hüsnü kabul görmüştü. Çok
iyi anımsıyorum: Henüz küçücüktük, doğru dürüst yürümesini
bile beceremiyorduk; okulumuzun ufak bahçesine doluşmuş,
çakıl taşından bir çeşit duvar örmeye zorlanmıştık; uzun giysi
sinin eteklerini toplayan öğretmenimiz koşarak duvara tosla
mıştı; kuşkusuz ortada duvar falan bırakmayıp çökertmiş hep
sini, bizi de ördüğümüz duvarın çürüklüğünden ötürü öylesine
paylayıp azarlamıştı ki, ağlayıp feryat ederek dört bir yana da
ğılmış, anne ve babalarımızın yanına dönmüştük. Küçücük bir
olay ama, o zamanın havası için tipik bir örnek.
342
BiR SA VAŞIN TASViRi
Talihim varmış; ben yirmi yaşında en alt kademedeki okulun
en üst sınavını vermiştim ki, seddin yapımına başlandı. Talih
diyorum, çünkü elde edebilecekleri eğitim ve öğrenimin ben
den önce doruğuna ulaşmış pek çok kişi yıllar yılı bilgileriyle
ne yapacaklannı bilememiş, kafalannda o görkemli inşa tasa
nlanyla sağda solda aylak aylak dolaşıp durmuş, yığınla ziyan
olup gitmişlerdi. Ama sonunda, en alt kademelerden bile olsa
yapı kalfası göreviyle set inşasında çalışmaya başlayanlar, ger
çekten bu işe layık kimselerdi. Set inşası için uzun boylu kafa
yormuş ve sürekli kafa yoran, temele koydurdukları ilk taşla
kendilerini yapının bir parçası hisseden duvarcılardı hepsi.
Böylesi duvarcıları yöneten itici güç, kuşkusuz, mükemmel bir
iş başarma tutkusunun yanı sıra inşaatı nihayet şöyle tastamam
bitmiş görme sabırsızlığıydı. Bir gündelikçi ise böyle bir sabır
sızlıktan habersizdir, yalnızca parasını almaya bakar o. Üst ka
demedeki yöneticiler, hatta orta kademedekiler yapının çeşitli
kollardan gelişip büyüdüğünü görerek kendilerini manen güç
lü tutabilirdi; ne var ki, duygu ve düşünceleri dıştan bakınca
küçük ödevlerinin çok ötesinde gezinen alt kademedekilere
başka türlü davranmak gerekiyordu. Örneğin, kimselerin otur
madığı bir dağlık bölgede, yurtlanndan, yuvalanndan yüzlerce
mil uzakta aylar, hatta yıllar boyu habire bir yapi't�ını alıp
öbürünün yanına koymaları istenemezdi bunlardan. Böylesi
harıl harıl sürdürülen, ama uzun bir insan ömrünün bile amaca
ulaşılması için yetmeyeceği bir işin doğuracağı umutsuzluk bu
insanlann kolunu kanadını kıracak, en başta onları işe daha az
elverişli duruma sokacaktı. İşte bu düşünceden yola koyularak
parça parça inşa yöntemi seçilmişti. Beş yüz metrelik bir sur
parçası aşağı yukarı beş yılda bitirilebiliyordu; kuşkusuz, bu
arada yöneticiler genellikle pek bitkin düşüyor, kendilerine,
inşaata ve dünyaya karşı tüm güvenlerini yitiriyor, dolayısıyla
bin metrelik iki sur parçasının birbirine bağlanma şenliğinin
coşkusunu henüz yaşarlarken yerlerinden alınıp çok, pek çok
uzaklara gönderiliyorlardı. Yolculukları sırasında orda hurda
343
BiR SA YAŞIN TASViRi
yükselen bitmiş set parçalarıyla karşılaşıyor, daha üst kademe
den yöneticilerin kaldıkları barınaklardan geçiyor, söz konusu
yöneticiler tarafından nişanlarla ödüllendiriliyor, köylerden
kentlerden akın akın gelen yeni işçi ordularının sevinç bağrış
malarını duyuyor, kurulacak iskeleler için ormanlarda ağaçla
rın kesildiğini, dağların yontularak yapı taşlarına dönüştürül
düğünü görüyor, kutsal yerlerde dini bütün vatandaşların ilahi
ler söyleyip inşaatın bitmesi için Tanrıya yakardıklarını işiti
yorlardı. Bütün bunlar da sabırsızlıklarını yatıştırıyordu onla
rın. Birkaç zaman yurtlarında sürdükleri sakin yaşam kendile
rini güçlendiriyor, set yapımında çalışanlara verilen değer, an
lattıklarının herkes tarafından inanç dolu bir alçakgönüllülük
le dinlenmesi, basit ve sessiz insanlar olan hemşerilerinin gü
nün birinde seddin bitirileceğine karşı besledikleri güven ruh
larındaki telleri geriyordu. Derken, umudunu hiç yitirmeyen
çocuklar gibi yurtlarına veda ediyorlar, yeniden bu kamu işin
de çalışmak şevki yüreklerinde önüne geçilemeyecek bir güç
kazanıyordu. Gereğinden daha erken evden ayrılıp yola düzü
lüyorlar, köy halkının bir yansı epey bir uzaklığa kadar onlara
eşlik ediyordu. Geçtikleri bütün yerlerde hep insan toplulukla
rı, flamalar, bayraklar; ülkelerin böyle kocaman, böyle zengin,
güzel ve şirin olduğunu daha önce hiç görmemişlerdi. Her va
tandaş kendisine koruyucu set inşa edilen bir kardeşti ve bütün
varlığı, bütün varı yoğuyla ömür boyu bunun için onlara teşek
kürde bulunuyordu. Birlik! Birlik! El ele, tüm ulus bir halka
yapmış; kan, artık tek tek bedenlerin zavallı damarlarında tu
tuklu kalmıyor, uçsuz bucaksız Çin ülkesi içinden tatlı tatlı akı
yor, ama sonra dönüp ona geri geliyordu.
Böyle oluşu da, parça parça inşa yönteminin akla uygunluğu
nu kanıtlamaktaydı. Ama kuşkusuz başka nedenler de vardı
işin içinde; dolayısıyla, bu sorun üzerinde benim öyle uzun
boylu durmamın hiç yadırganacak yanı yok; ilk bakışta ne
denli önemsiz görünürse görünsün, tümüyle set inşaatının ana
sorunuydu bu. Madem o dönemin düşünce ve yaşantılarını
344
BiR SA YAŞIN TASViRi
iletmek ve açıklamak istiyorum, bu işi ne denli kurcalasam ge
ne azdır.
Sanırım ilkin şunu söylemek gerekiyor ki, o zamanlar Babil
Kulesi'ni pek aratmayan, ama Tanrının hoşuna gitmesi bakı
mından hiç değilse insanların kendi değerlendirmelerine göre
Babil Kulesi'nin tam karşıtını oluşturan işler başarılmıştı. Bun
dan söz etmemin nedeni, inşaatın başlangıç döneminde bir bil
ginin bir kitap yazması ve kitapta pek büyük bir titizlikle söz
konusu karşılaştırmaları yapmış olmasıdır. Kitapta kanıtlan
mak istendiğine göre, Babil Kulesi genellikle ileri sürülen ne
denlerden ötürü amacına erişememiş değildi ya da en azından
bilinen nedenler içinde en başta gelmesi gerekenlere rastlan
mamaktaydı. Bilgin, salt yazı ve raporlar ileri sürerek kanıtla
maya çalışmıyordu bunu; sözde kendisi gidip yerinde incele
melerde bulunmuş ve temelindeki çürüklük yüzünden yapının
yıkıldığını, zaten yıkılmaya da mahktlm olduğunu ortaya çıkar
mıştı. Elbet bu bakımdan içinde yaşadığımız çağ, hanidir geç
mişe karışmış o çağdan çok daha üstündü. Bizim dönemde he
men her okumuş kişi meslekten duvarcıydı ve temel atma işin
de asla yanılgıya düştüğü görülmezdi. Ama bilgin, hiç de bunu
anlatmak istiyor değildi; onun ileri sürdüğüne göre, ancak Bü
yük Çin Seddi'dir ki insanlık tarihinde ilk kez yeni bir Babil
Kulesi için güvenilir temeli oluşturacaktı. Yani ilkin set, sonra
kule. Söz konusu kitap o zamanlar herkesin elinde dolaşıyor
du; ama itiraf edeyim ki, bilginin kafasından geçirdiği kule ya
pımına bugün bile akıl erdiremiyorum bir türlü. Bir çember bi
le değil de bir çemberin dörtte birini ya da yansını oluşturan
set üzerine mi oturacaktı kule? Böyle bir şey sanırım yalnızca
simgesel bakımdan açığa vurulmuştu. İyi ama, gerçek nitelik
teki bu set, yüz binlerce kişinin bu emek ve yaşamının sonucu
da ne oluyordu o zaman? Kitapta kuleye ilişkin kuşkusuz açık
seçiklikten uzak planlara yer veriliyor, ulusal gücün bu yaman
eserde nasıl bir araya toplanacağını gösteren ve ayrıntılara dek
inen önerilere de rastlanıyordu.
345
BiR SA VAŞIN TASViRi
O zamanlar - bu kitap yalnız bir örnekti - ne karışık düşünce
ler geçmiyordu akıllardan; belki pek çok kişi bir amaç üzerin
de birleşmek istiyordu da en başta onun içindi bu. Havada uçu
şan toz gibi özünde hoppa ve hafif insan varlığı hiçbir bağı kal
dırmıyor; bu varlık kendi kendini bağlamayagörsün, çok geç
meden bağlarını çılgınca sarsmaya başlayacak, seddi de, zincir
lerini de, kendi kendisini de parça parça edip dört bir yana fır
latacaktır.
Seddin inşasına karşı çıkan bu düşünceler de parça parça inşa
yöntemine karar verilirken, yöneticiler tarafından dikkate
alınmazlık da edilmemiştir belki. Bizler - burada birçoklarının
adına konuştuğumu sanıyorum - doğrusu istenirse en üst kade
medeki yöneticilerin direktiflerini okuyup incelerken kendi
kendimizi tanıdık ve başımızdaki yöneticiler olmasa, gerek
okulda edindiğimiz bilgilerin, gerek insan aklımızın o büyük
bütündeki küçük görevimiz için bize yetmeyeceğini kavradık.
Yöneticiler bürosunda - büro nerededir, içinde kimler oturur,
şimdiye dek sorduğum kimseler bilemedi ve şimdi de kimsenin
bildiği yok -, işte bu büroda galiba insanların tüm düşünce ve
istekleri çemberler çizip duruyor, insanların tüm amaçları ve
bu amaçlara ulaşmaları ise karşıt çemberleri oluşturuyor. Ve
büronun penceresinden, yöneticilerin planlar çizen ellerine pı
rıl pırıl yansısı vuruyor tanrısal dünyaların.
Bu yüzden, gerçekten dileseler, yöneticilerin parçaları birbiriy
le bağlantılı bir set inşasına karşı duran güçlükleri yenemeyece
ğini şaşmaz bir gözlemcinin kafası almıyor. Böyle olunca da ka
la kala şu sonuç kalıyor geriye: Parça parça inşa yöntemi, yöne
ticilerin kendileri tarafından tasarlanmıştır. Ama söz konusu
yöntem darda kalınca başvurulacak bir şeydi ve uygun bir yol
değildi. Yani buna göre, yöneticilerin uygun görülemeyecek bir
şey istediği sonucunu çıkarmak gerekiyor ki, doğrusu tuhaf bir
sonuç! Orası öyle; ama gene de bir başka bakımdan pek haksız
sayılmayacak bir yöntem, bugün belki bir sakıncası yok bunun
346
BiR SA VAŞIN TASViRi
üzerinde konuşmanın. O vakit birçokları, hatta belli başlı kişi
ler bile gizli bir ilkeyi benimsemişti; deniyordu ki, var gücünle
yöneticilerin direktiflerini anlamaya çalış, ama belli bir sınıra
kadar; bu sınıra geldin mi düşünmeyi bırak! Pek de akla yatkın
bir ilkeydi doğrusu ve sonra ikide bir yinelenen bir karşılaştır
mayla daha da yakından açıklanıp yorumlanmıştı: Sana zarar
verebileceği için olmasın düşünmeyi bırakman, sana zarar vere
bileceği de doğrusu hiç kesin değildir. Zaten ne zarar vermenin,
ne de vermemenin sözü edilebilir burada. Çünkü sen de bahar
da bir ırmağa benzersin; ırmak bahar geldi mi kabarır, bir semi
rip palazlanarak uzun kıyıları boyunca daha bir güçle toprağı
besler ve denizin içerilerine kadar korur kendi varlığını, denizin
daha çok dengi bir duruma gelir ve onun tarafından daha bir
memnunlukla karşılanır. - Yöneticilerin direktifleri üzerinde de
işte bu noktaya kadar düşünebilirsin. - Ama derken ırmak ta
şar, su altında bırakır kıyılarını, eski biçimini yitirir, bayır aşağı
akışını yavaşlatır, yazgısına aykın bir davranışla ülke içinde kü
çük göller oluşturur, kırlara bayırlara zarar verir; ne var ki, hep
bu genişlikte koruyamaz kendini, tersyüz edip kıyılarına döner,
hatta arkadan gelen sıcak yaz mevsiminde acınacak ölçüde ku
rur, çekilir suyu. - Yöneticilerin direktifleri üzerinde de sakın
bu noktaya kadar düşünmeyesin!
Evet, bu karşılaştırma set yapımına alabildiğine uygun düşmüş
olabilir; ama benim şimdi anlatacaklarım için geçerliği sınırlı
dır ancak. Benim incelemem ne de olsa salt tarihsel nitelik ta
şıyor, çoktan dağılıp gitmiş fırtına bulutlarından şimşek çak
maz artık; bu yüzden, parça parça inşa yöntemine ilişkin olup
bir zaman yeterli görülmüş açıklamanın dışına taşan bir açıkla
ma sanırım arayabilirim kendime. Düşünme yeteneğimin be
nim için çizdiği sınırlar dar mı dar; oysa bu konuda geride bı
rakılması gereken yolun ucu bucağı yok.
Bir kez bizleri kime karşı koruyacaktı Büyük Set? Ben Çin'in
güneydoğusundanım. Hiçbir kuzeyli kavim yoktur ki, benim
347
BiR SA VAŞIN TASViRi
için tehlike oluştursun. Biz, eskiden kalma kitaplarda okuruz
ancak kendilerini; yaradılışlarının gereğine uyarak işledikleri
zalimlikleri okuyup öğrenir, rahat ve huzur taşan kameriyele
rimizde göğüs geçiririz. O lanetlenmiş suratları, ardına kadar
açılmış ağızları, o sipsivri dişlerle donanmış çeneleri, ağızları
nın parçalayıp öğüteceği avı yan gözle kollar görünen kısık
gözleri, sanatçıların gerçeğe uygun yaptığı resimlerden biliriz.
Çocuklarımız arsızlık yaptı mı bu resimleri gösteririz onlara,
onlar da hemen ağlaşarak koşup boyunlarımıza sarılır. Ama
kuzeyli kavimlere ilişkin bundan öte bilgimiz yoktur. Kendile
rini görmüş değiliz, köyümüzde kaldıkça ileride de asla onlar
la karşılaşmayacağımız kuşkusuz; isterlerse azgın atlarına atla
yıp doludizgin gelsinler üzerimize, ülkemiz fazla büyüktür, bi
ze kadar koyvermez kendilerini; atlarını koşturur koşturur,
bizlere ulaşamadan boşlukta yitip giderler.
Madem durum böyle, ne diye yurdumuzu yuvamızı, ırmağımı
zı, köprülerimizi, annemizi babamızı, ağlayan eşimizi ve çocuk
larımızı bırakır, uzak kentlere öğrenime gideriz? Aklımızsa da
ha ötelerde, kuzeydeki settedir hep. Neden mi? Yöneticilere
sormalı; onlar bizi tanır, alabildiğine büyük kaygı ve tasalar
içinde yuvarlanan yöneticiler bilir bizi, bizim küçük işlerimiz
den haberleri vardır, alçacık kulübemizde hep bir arada otu
rurken izlerler bizi, evin reisinin gün kavuştu mu aile bireyleri
arasında okuduğu duadan hoşlanır ya da hoşlanmazlar. Kendi
lerine ilişkin bir düşüncemi açıklamama izin verilirse şunu söy
leyebilirim ki, bence öteden beri var olagelmişti yöneticiler.
Örneğin, yüce mandarinler gibi sonradan türemiş değillerdi; o
mandarinler ki, güzelim bir sabah düşünün uyarısıyla bakarsın
o saat meclisi toplantıya çağırır, hemen karar alır, bir önceki
gün beylere güler yüz gösteren, ama ertesi gün donanma fener
leri söner sönmez kendilerini karanlık bir köşeye sıkıştırıp so
padan geçirecek bir Tanrı onuruna fener alayı düzenlemek gi
bi bir karar da olsa bu, yerine getirilmesi için davullar çaldırtıp
halkı daha o akşam yataklarından dışarı uğratırlar. Doğrusu
348
BiR SA VAŞIN TASViRi
öteden beri vardı yöneticiler ve set yapımı kararı da gene öte
den beri vardı. Masum kuzeyli kavimler bu seddin yapımına
kendilerinin yol açtığını, saygıdeğer ve masum imparator da bu
seddin kendi buyruğuyla inşa edildiğini sanıyor. Oysa biz set
yapımında çalışanlar, bizler bunu başka türlü biliyor ve dilimi
zi tutuyoruz. (•)
Ben, henüz set yapılırken ve daha sonra hemen yalnızca karşı
laştırmalı kavimler tarihiyle uğraştım - belli birtakım sorunlar
var, ancak bu yoldan özleri kavranabiliyor - ve şu sonuca var
dım: Biz Çinlilerde kimi halk ve devlet kuruluşlarının saydam
lıkta üzerlerine yok; öte yandan, kimilerinin de kapalılıkta bir
benzerine daha rastlanacak gibi değil. Bu sonuncu durumun
nedenlerini araştırıp ele geçirmek kendimi bildim bileli beni
büyülemiştir, hala da büyüleyip durur. Set yapımında da bu so
runların enikonu etkisi seziliyor.
Bizim en kapalı ve karanlık kuruluşlarımızdan biri de hiç kuş
kusuz imparatorluğumuzdur. Elbet Pekin'de, özellikle saray
erkanı arasında biraz saydamlık sezilir sezilmeye; ne var ki, bu
da gerçek olmaktan çok görünürde bir saydamlıktır. Aynca,
yüksek okullardaki devlet hukuku ve tarih kürsüsü hocaları da
ilgili konuda eksiksiz bilgileri olduğunu ve bu bilgileri öğrenci
lere aktarabildiklerini öne sürerler. Alt kademedeki okullara
inildikçe, insanın kendi bildikleri üzerindeki kuşkulan anlaşı
lacağı üzere silinip gidiyor ortadan; dolayısıyla, yan bilginlik,
ezeli gerçeklerinden bir şey yitirmeyen, ama sisler puslar için
de hiçbir vakit tanınmayan ve yüzyıllardan beri donup kalmış
bulunan üç beş ilke çevresinde dağlar gibi yükseliyor.
Ne var ki, özellikle imparatorluğu da bana kalırsa halka sorma
lı; çünkü imparatorluğun son dayanakları halkın içinde bulunu
yor. Bu konuda, kuşkusuz, ben gene ancak kendi yurdumdan
söz açabilirim. Yurdumda tarla ve kır tanrılarına tapınırız; bütün
yılımızı öylesine değişiklik ve güzelliklerle dolduran bu tapınma
("') " Max Brod "da var. "Edisyon Kritik " te yok.
349
BiR SA VAŞIN TASViRi
dışında aklımız fikrimiz hep imparatordadır. Ama şimdiki impa
ratorda değil; doğrusu kendisini tanısak ya da kendisine ilişkin
kesin bir şeyler bilsek, şimdikinde de olabilirdi. Elbet bizler - içi
mizdeki biricik meraktı işte -bu yolda bir şey öğrenelim diye uğ
rayıp duruyor, ama ne tuhaftır ki bir şey de öğrenemiyorduk; ne
bunca yer gezip dolaşan hacılardan, ne yakın ve uzak köylerden,
ne de yalnız bizim ırmaklarda değil, kutsal nehirlerde de dolaşan
gemicilerden öğrendiğimiz bir bilgi oluyordu. Bir sürü şey işiti
yor, ama bu bir sürü şeyden hiçbir şey çıkaramıyorduk.
Ülkemiz işte öylesine büyüktür, hiçbir masal onun büyüklüğü
nü anlatamaz, gökyüzü bile pek kapatamaz üzerini. Pekin ise
ancak bir nokta, imparator sarayı desen bir noktacıktır. Orası
öyle; imparator, imparator olarak dünyanın bütün yüce katla
rından daha yücedir. Ama hayattaki imparator, bizim gibi bir
insan olan imparator bizim gibi bir yatakta yatar, yatak yapılır
ken cömertçe davranılmıştır, ama belki yine de dardır ve kısa
dır boyu. Bizim gibi imparator da bazen uzanıp gerinir, çok yo
rulmuşsa narin ağzıyla esner. Ama bizlerin nasıl haberimiz ol
sun bütün bunlardan, binlerce mil uzakta, güneyde yaşayan
bizlerin; öyle ya, nerdeyse Tibet yaylasına komşudur sınırları
mız. Hem bir haber bize kadar ulaşsa bile pek geç ulaşır, çok
tan bayatlamış olur. Saray erkanı ışıl ışıl, ama yine de karanlık
bir topluluk halinde sarar imparatorun çevresini - hizmetkarlar
ve gözde kişiler giysisine bürünmüştür tüm kötülük ve düş
manlık -, imparatorluğa karşıt ağırlığı oluşturur, zehirli okları
nı imparatora saplayıp kendisini bulunduğu terazinin kefesin
den alaşağı etmeye bakarlar hep. İmparatorluk ölümsüzdür,
ama imparatorlar birer birer devrilip gider, hatta bütün bir ha
nedanlığın yıkıldığı, tek bir hırıltılı solukla can verdiği görülür.
Bütün bu çekişmelerden ve başa gelen felaketlerden halkın as
la haberi olmaz; gecikmiş haberciler, kente yabancı kişiler gibi
sokak başlarında tıklım tıklım dikilir; pazar meydanının göbe
ğinde, çok, çok ileride efendileri idam edilirken yanlarında ge
tirdikleri azığı sessiz sakin atıştırırlar.
350
BiR SA VAŞIN TASViRi
Hani bu ilişkiyi dile getiren bir söylence vardır:
Denir ki, İmparator sana, sen tek kişiye, sen zavallı kuluna, im
parator güneşinin önünden çok, çok uzaklara kaçan sen mini
cik gölgeye, işte doğruca sana ölüm döşeğinden bir haber yol
lamıştır. Yatağının yanı başında haberciye diz çöktürmüş ve
haberi kulağına fısıldamıştır; hatta ne kadar önemli olmalı ki,
haberciye yineletip kulağına söyletmiştir haberi. Sonra da ba
şını sallayıp söylenenin doğruluğunu onaylamıştır. Ve ölmesini
izleyen bütün kalabalık önünde - aradaki duvardan engeller yı
kılıp yüksek dış merdivenlerde devletin büyükleri halka yap
mış dikilmektedir - bütün bunların önünde haberciyi salmıştır.
Haberci o saat yola koyulmuştur; güçlü kuvvetli, yorulmak bil
mez biridir; kimi zaman bu kolunu, kimi zaman öbür kolunu
uzatarak kalabalık arasından yol açar kendine. Bir direnişle
karşılaştı mı, göğsündeki güneş resmini gösterir ve hiç kimseye
nasip olmayacak bir kolaylıkla ilerleyip durur. Ancak kalaba
lık da işte öylesine büyüktür, evlerin sonu gelmez bir türlü.
Önünde kır bayır şöyle bir açılıverse, nasıl da kuş gibi uçacak
ve sen de kuşkusuz çok sürmeden onun görkemli yumrukları
nın sesini kapında işiteceksin. Ama işte nasıl boşuna çırpınıp
durur; hala sarayın en içteki odalarından güçlükle geçmeye ça
lışmaktadır ve bu odaların üstesinden asla gelemeyecektir; gel
se de bir şey kazanılmış olmayacak, bu kez dış merdivenlerden
inmeye uğraşacaktır. Merdivenleri de inse, yine bir şey elde
edilmeyecek, bu kez avlulardan geçmesi gerekecektir ve avlu
lar bitecek, birinci sarayı içeren bir ikinci saray çıkacaktır kar
şısına; sonra yine merdivenler, yine avlular; ve binyıllar boyu
sürüp gidecektir bu. Sonunda en dış kapıdan kendini dışarı
atabildi diyelim - ama dünyada, dünyada olmaz böyle bir şey , bir de bakacak ki, daha yeni duruyor karşısında başkent, sıra
dan evleri ve insanlarıyla önünde dağ gibi yükselen dünyanın
göbeği başkent; kimse bir yol bulup geçemez içinden, hele bir
ölünün haberiyle asla. - Sana gelince, pencerenin başında otu
rur, akşam olunca İmparator'un haberini düşlersin.
351
BiR SA VAŞIN TASViRi
Tıpkı böyle işte, böyle umutlu ve umutsuzdur halkımızın impara
tora bakışı. Hangi imparator ülkeyi yönetiyor, bildiği yoktur; hat
ta imparator sülalesinin adı üzerinde bile kuşkulan vardır. Okul
da buna ilişkin bir sürü bilgi sırayla öğretilmektedir; ama ortada
ki genel belirsizlik havası o kadar büyüktür ki, en değme öğren
ci bile bu havaya kaptırır kendini. Çoktan ölüp gitmiş imparator
lar bizim köylerimizde tahta çıkarılır; öte yandan, artık yalnız
şarkı ve türkülerde yaşayan bir imparator bakarsın az önce bir
bildiri yayınlamıştır da, rahip mihrabın önünde dikilmiş okumak
tadır bildiriyi. Tarihimizin en eski çağlarındaki savaşların daha
yeni yapıldığı olur ve komşunuz alı al moru mor, bir savaş habe
riyle damlar evinize. İmparator hanımları, ipekli yastıklarda faz
la semirmiş, açıkgöz soylularca yüce adet ve geleneklere yaban
cılaştırılmış, içleri hükmetme tutkusuyla taşıp kabararak hırstan
gözleri dönmüş, şehvet içine yayılıp kurulmuş, kötü eylemlerini
yineleyip dururlar. Aradan ne çok zaman geçmişse, o kadar da
ha bir ürkütücü parıldar tüm renkler; derken günün birinde köy
feryat ve figanla öğrenir ki, imparatoriçelerden biri binyıllar ön
cesi kocasını öldürüp iri iri yudumlarla kanını içmiştir.
İşte halkın geçmiş hükümdarlara karşı böyledir tutumu; şim
dikileri ise ölüler arasına karıştırdığı görülür. Bir kez, insan
ömrü boyunca bir kez, imparatorun eyalette geziye çıkmış bir
memuru yolu düşüp bizim köye uğrasa, yöneticiler adına bir
takım isteklerde bulunsa, vergi listelerini gözden geçirse, oku
la gidip dersleri dinlese, işimiz gücümüz üzerine bilgi alsa biz
den, sonra bütün bu öğrendiklerini tahtırevanına binmeden
çevresinde toplanmış köy halkı önünde uzun boylu uyanlara
dönüştürerek özetlese, o zaman bütün yüzlerde bir gülümse
me dolaşır, bizimkiler kaçamak yollu birbirine bakar, memu
run kendilerini gözlemlemesine fırsat vermemek için başlarını
yanlarındaki çocuklarına doğru eğerler. Amma da iş, diye dü
şünür herkes, bir diriden söz eder gibi bir ölüden söz ediyor
bu memur; çünkü dediği imparator öleli, sülalesi ortadan sili
nip gideli ne çok zaman geçti, Memur Bey eğleniyor bizimle,
352
BiR SA VAŞIN TASViRi
ama biz gene onu gücendirmemek için bir şey anlamamış gibi
yapalım. Ama gerçekten kulluk etmeye gelince, bunu ancak
şimdiki hükümdarımıza karşı yaparız; çünkü başka türlüsü gü
naha girmek sayılır. Ve memurun tahtırevanı uzaklaşırken ar
tık dağılıp dökülmüş bir kavanozun külleri arasından çıkarılan
rastgele biri, ayaklarını yere vurarak kendini köyün efendisi
ilan eder.
Bunun gibi, bizim köyün imanları devlet yönetimindeki deği
şikliklerden, kendi zamanlarında yapılan savaşlardan genellik
le pek az etkilenir. Bu konuda gençliğimde geçen bir olayı
anımsıyorum. Bize komşu, ama yine de uzak eyaletlerin birin
de bir ayaklanma başgöstermişti. Ayaklanmanın nedenleri ak
lımda kalmadı, hem önemli de değil, çünkü söz konusu eyalet
te her yeni doğan günle ayaklanma için de yeni nedenler doğar,
sinirli ve ateşlidir bizim halk. Ve işte günün birinde ayak/anan
ların dağıttığı broşürlerden biri o eyaletten geçen bir dilenci ara
cılığıyla bizim eve ulaşmıştı. Tam da bir bayram günüydü, evi
mizin odalarını konuklar doldurmuştu; rahip ortada oturmuş,
broşürü inceliyordu. Birden herkes gülmeye başladı, broşür o
itiş kakışta yırtılıp parçalandı, başka zaman kuşkusuz bol bol
bağışlara gömülen dilenci itilip kakılarak evden uzaklaştırıldı
ve herkes dağılıp giderek dışarıdaki güzelim günün kucağına at
tı kendini. Neden mi? Komşu eyaletin lehçesi bizimkinden eni
konu değişiktir, yazı dillerinin bizim için antik karakter taşıyan
kimi biçimlerinde de kendini belli eder bu. Rahip işte böyle iki
sayfa okur okumaz kesinlikle karar verilmişti: Eskimiş şeylerdi
hepsi, öteden beri işitilmiş, öteden beri acıları çekilip unutulmuş
şeylerdi. Ve - öyle anımsar gibiyim - dilencinin halindeki o
yadsınamayacak dehşet ifadesine aldırmayarak herkes gülmüş,
başını sallayıp geçmiş, bu konuda artık başka bir şey işitmek is
tememişti. Bizde insanlar şimdiki zamanı yok etmeye bu kadar
hazırdır işte. (•)
(•) "Max Brod " da var. "Edisyon Kritik "te yok.
353
BiR SA VAŞIN TASViRi
Şimdi bu tür olaylara bakıp, doğrusu bizim bir imparatorumuz
bulunmadığı sonucu çıkarılmak istenirse, gerçekten pek de
uzaklaşılmış sayılmaz. Ben onu bilir, onu söylerim, bizim gü
neydeki halk gibi imparatoruna bağlı bir başka halk belki yok
tur yeryüzünde; gelin görün ki, bu bağlılığın imparatora bir ya
ran dokunmamaktadır. Köyün çıkış yerindeki küçük sütun
üzerinde kutsal ejderha dikilmiş, bildik bileli alevden soluğunu
doğruca Pekin üzerine üfleyip durur; ama Pekin'in kendisi kö
yümüzdeki insanlara öbür dünyadaki yaşamdan çok daha ya
bancıdır. Bizim tepeden baktığımızda görebildiğimizden de ge
niş bir alanı kaplayan yan yana dizilmiş evlerin kırları ve tarla
ları örttüğü, evler arasında gece gündüz insanların baş başa di
kildiği bir kent var mıdır? Pekin ile imparatorun tek bir şey, ör
neğin bir bulut olup zamanın akışı içinde güneş altında sessiz
sakin salınıp durduğuna inanmak, böyle bir kenti tasarlamak
tan daha kolaydır bizler için.
Eh, böylesi görüş ve düşüncelerin sonucu da özgür ve başıboş
bir yaşam sürmek oluyor. Hiç de öyle ahlaksızca değil hani,
ben kendi yurdumdaki kadar bir ahlak temizliğine gezip dolaş
tığım yerlerde asla rastlamadım; ama bir yaşam ki, şimdiki ya
salardan hiç birine bağlı olmayıp, eski çağlardan bize ulaşmış
buyruk ve uyarılara önem veriyor yalnız.
Ama ben genellemelerden kaçıyor, eyaletimizin on bin köyün
de, hele bütün Çin'in beş yüz eyaletinde de durumun böyle ol
duğunu ileri sürmek istemiyorum. Ancak öyle sanıyorum ki,
bu konu üzerinde okuduğum pek çok yazıya ve kendi gözlem
lerime dayanarak - en başta set yapımında çalışanlar, sezip his
sedebilen kimseye bütün eyaletlerin ruhunda gezip dolaşma
fırsatını veriyordu -, işte bütün bunlara dayanarak sanının di
yebilirim ki, imparatorla ilgili görüşler, ne zaman ve nerede
olursa olsun benim yurdumdaki görüşle belli bir ortak temel
çizgi üzerinde birleşiyor. Doğrusu bu görüşü hiç de bir erdem
saymak niyetinde değilim, hatta tersine. Bunun da suçu en baş354
BiR SAVAŞIN TASViRi
ta hükümetlerin kendisindedir; çünkü hükümetler yeryüzünün
bu en eski ülkesinde şimdiye dek imparatorluk kurumunu, ül
kenin en uzak sınırlarına kadar doğrudan ve sürekli olarak et
kisini hissettirecek gibi bir saydamlığa ve açıklığa kavuştura
mamış ya da bu görevi başka görevler yanında savsaklamıştır.
Ama öbür yandan, halktaki tasanın ve inanç gücünün bir güç
süzlüğü de seçiliyor burada; çünkü halk, imparatorluğu Pe
kin 'deki o gömülmüşlüğünden çıkarıp bütün diriliği ve canlılı
ğıyla kendi yurttaş göğsüne bastırmasını başaramıyor; oysa
göğsün, böyle bir dokunuşu bir kez yaşayarak onda eriyip git
mekten daha yüce bir isteği yok.
Dolayısıyla, böyle bir görüş erdem sayılamaz. Ne var ki, özel
likle bu güçsüzlüğün adeta halkımızın birlik ve bütünlüğünü
sağlayan en önemli etkenlerden biri oluşu, deyim yerindeyse
doğrudan doğruya üzerinde yaşadığımız zemini oluşturması
inadına tuhaf bir durum. Burada yerilip kınanacak bir şeyin
varlığını uzun uzadıya kanıtlamaya kalkmak, kendi vicdanımı
zı silkip sarsmak değil, bundan çok daha kötüsü ayaklarımız al
tındaki zemini çekip almak demektir. Onun için, sorunun irde
lenmesinde şimdilik daha ileri gitmek istemiyorum.
355
BiR SA VAŞIN TASViRi
GERİ ÇEVRİLME
Küçük kentimiz hani sınır boyunda değil, hayır hiç değil, sınır
bizden bir ötede ki, belki bugüne· kadar kentimizden kimse
oraya ayak atmamıştır. Sınıra varmak için ıssız yaylalardan, ay
nca geniş ve verimli topraklardan geçmek gerekiyor. Yolun bir
parçasını göz önüne getirmek bile yoruyor insanı, kaldı ki bir
parçasından çoğu da göz önüne getirilemiyor. Sonra kocaman
kentler var yol üstünde, bizim küçük kentimizden çok daha
büyük kentler. Bizimki gibi on tanesi yan yana konsa, ayrıca
bir onu daha yukarıdan aralara sıkıştırılsa, bu devcileyin ve sı
kışık kentlerden birini oluşturamaz. Buralara giderken yolu şa
şırıp kaybolmasa da, kentlerin içinde insanın kaybolacağı kesin
ve kentler de öylesine büyük ki, bunlarla ne kadar yüz yüze
gelmeyeyim dense boş.
Ama başkentin bizim kente uzaklığı - elbet böylesi uzaklıklar
birbiriyle kıyaslanabilirse, çünkü üç yüz yaşında bir adam, iki
yüz yaşındakinden daha yaşlıdır demeye benzer bu - sınırın bi
ze uzaklığından çok daha fazla. Sınır boyundaki savaşlardan
zaman zaman haber alabilirken, başkente ilişkin hemen hiçbir
şey öğrenemiyoruz; biz halktan alanlan söylüyorum kuşkusuz,
yoksa başımızdaki yöneticiler elbet başkentle çok sıkı bir bağ
lantı içindeler, iki üç ay gibi kısa bir zamanda başkentten ha
ber alabiliyor, en azından aldıklarını ileri sürüyorlar. ..
Ve durum böyleyken, ne garip şeyse - dönüp dolaşıp şaşarım
buna doğrusu - başkentin bizden bütün istediklerine sessiz sa
kin boyun eğeriz. Yüzyıllardır bizde halkın önayak olduğu si
yasal bir değişiklik görülmemiştir. Başkentte yüce hükümdar
ların biri gelip biri gitti, hatta kimi hanedanların kökü kazındı
356
BiR SA VAŞIN TASViRi
ya da saf dışı bırakılıp yerlerini yenileri aldı; geçen yüzyıl baş
kentin kendisi bile yıkılarak çok uzağına bir yenisi kuruldu,
ama sonra o da yıkılıp eski kent yeniden yapıldı, bütün bunlar
doğrusu küçük kentimizi hiç etkilemedi. Bizim memurlar yer
lerinde kaldı hep; en yüksekleri başkentten geldiler, orta kade
medekiler başkentten değilse de dışardan, en alt kademedeki
ler de bizim kendi aramızdan; hiç değişmedi bu, biz de yeterli
gördük bu kadarını. En yüksek memurumuz başvergicidir; al
bay rütbesinde bir adam olup öyle de çağrılıyor. Bugün yaşlı
biri, ama ben kendisini yıllardır tanırım, çünkü daha çocuklu
ğumda albaydı; ilkin pek çabuk yükseldi, ama sonra durakladı
sanırım; eh, rütbesi küçük kentimiz için yetiyor, daha büyüğü
nü hiç de aramızda barındıracak gücümüz yok. Onu ne zaman
hayalimde canlandırayım desem, pazar meydanındaki evinin
verandasında, ağzında çubuğu, arkasına yaslanmış oturur gö
rürüm. Başının üstündeki çatıda imparatorluk bayrağı dalgala
nır; arada bir askeri eğitimlerin yapılmasına elverecek genişlik
teki verandanın sağına soluna kuruması için çamaşırlar asılmış
tır. İpekten cici giysiler giymiş torunları Albay'ın çevresinde
oynaşırlar, ama pazar meydanına inmeleri de yasaklanmıştır,
öbür çocuklar kendilerinin dengi değillerdir çünkü. Ama yine
de meydan çeker çocukları, en azından başlarını verandanın
parmaklıkları arasından çıkarır, aşağıdaki çocuklar birbirleriy
le dövüşürken, onlar da bu dövüşe yukarıdan katılırlar.
İşte bu Albay bizim kenti yönetir. Sanırım, yönetim yetkisini
kendisine veren bir belgeyi henüz kimseye göstermiş değil. Al
lah bilir, böyle bir belge de yok elinde. Belki gerçekten başver
gicidir. Ama bu kadarı yeter mi? Bu kadarı yönetimin tüm
alanlarında söz sahibi olma yetkisini de verebilir mi kendisine?
Devlet için çok önemli bir görevin başında, orası öyle; ama biz
halk için bundan da önemlisi var. Bizler sanki şöyle der gibiyiz:
" Eh, nemiz varsa aldın, buyur bizim kendimizi de al bari! "
Çünkü gerçekte yönetimi zorla ele geçirmiş değil Albay, dola
yısıyla bir zorbadır denemez. Ta eski çağlardan beri gelişim sü357
BiR SA VAŞIN TASViRi
reci öyle bir yol izlemiş ki, başvergici, memurların başı aşama
sına yükselmiş; Albay'ın kendisi de işte bizim gibi bu geleneğe
uyuyor.
Hani paye bakımından fazla bir aynın gözetmeksizin yaşıyor
aramızda, ama gene de biz halktakilerden büsbütün değişik bi
ri. Bir delege topluluğu bir dilekle karşısına çıktı mı, duvar gi
bi dikilir oracıkta; geride kendisinden başka kimse yoktur. Ba
zı seslerin düpedüz arkadan doğru fısıldadığını duyar gibi olur
insan, ama bakarsın bir yanılmadır bu, bütün sorunu karara
bağlayan yalnız odur, hiç değilse bizler için. Bu gibi kabullerde
onu görecek insan! Çocukken ben de vardım birinde, bir yan
gın kentin en yoksul semtini silip süpürmüştü de, halk arasın
dan seçilen birkaç kişi hükümetten yardım dilemek için kendi
sine başvurmuştu. Nalbantlık yapan babam halk arasında say
gın biridir; o da delege seçilmiş, beni de yanma almıştı. Olağa
nüstü bir şey değildir, çünkü böyle bir gösteriye herkes koşar,
kalabalıktan pek seçilmez olur gerçek delegeler. Albay bu gibi
kabulleri çokluk verandada düzenlediğinden, bazı kimseler de
pazar meydanından merdiven dayayıp yukarıya tırmanır ve
parmaklık üzerinden bakarak durumu izlemeye çalışır. Yangın
olayında öyle düzenlenmişti ki, verandanın hemen dörtte biri
Albay'a ayrılmış, geri kalanını da kalabalık doldurmuştu. Bir
kaç asker halkı göz altında tutuyor, ayrıca Albay'ın çevresinde
bir yarım daire oluşturuyordu. Gerçekte bir teki bile yeterdi
bu işler için, askerden korkumuz işte öylesine büyüktür. Pek
bilmiyorum, bu askerler nereden geliyor, ama çok uzaktan gel
dikleri kuşkusuz. Hepsi birbirine öylesine benziyor ki, ünifor
ma giymeseler de olur. Ufak tefek, çelimsiz, ama çevik kimse
ler; en göze çarpan yanları da ağızlarını fazlasıyla dolduran diş
leri ve küçük, çekik gözlerinde çakıp sönen tedirgin ışıltı. İşte
bu yanlan da çocukları korkutuyor, ama öte yandan eğlendiri
yor onları; çünkü çocukların kendileri de hep bu dişler ve göz
ler tarafından korkutulmak, ardından çığlık çığlığa kaçışmak
istiyor. Çocukluktaki bu korkunun sanırım büyüyünce de kay358
BiR SA VAŞIN TASViRi
bolduğu yok, en azından sürüp gidiyor etkisi. Kuşkusuz bunda
daha başka nedenler de rol oynuyor; bizim hiç anlamadığımız
bir lehçe konuşuyor askerler, bizim lehçemize pek alışamıyor
lar, bu da onların kendi içlerine kapanmasına ve insanın yanla
rına pek sokulamamasına yol açıyor. Hani huylarına suylarına
da uygun düşmüyor değil bu; işte öylesine sessiz, ağırbaşlı ve
soğuk adamlar. Bir kötülükleri yok kimseye, öyleyken bayağı
katlanılmaz şeyler. Bakıyorsun, içlerinden biri bir dükkana gi
rip birkaç kuruşluk öteberi alıyor, sonra dükkandan çıkmayıp
yaslanıyor tezgaha, orada öylece duruyor, konuşulanlara kulak
kabartıyor, belki anlamıyor bir şey, ama gören der ki sanki an
lıyor; ağzını açıp bir şey söylediği yok, sadece gözlerini dikip
konuşana, arada bir dinleyenlere bakıyor, beri yandan elini ke
merindeki uzun bıçağının kabzasından ayırmıyor. Bu da işte
iğrenç bir şey, bu durumda artık konuşası gelmiyor insanın.
Derken dükkan boşalıyor ve içerde kimsecikler kalmayınca as
ker de çekip gidiyor. Yani nerede askerler boy gösterse, orada
bizim cıvıl cıvıl halkın üzerine bir durgunluktur çöküyor. Diye
ceğim, yangın olayında da böyleydi durum. Bütün törenlerde
ve resmi kabullerdeki gibi Albay dimdik duruyor, ileri doğru
uzanmış ellerinde iki uzun bambu çubuğu tutuyordu. Eski bir
adettir hani, anlamı da aşağı yukarı şöyledir: İşte Albay nasıl
değnekleri tutuyorsa, yasaları da eliyle öylece tutup destekli
yor, dolayısıyla yasalar da kendisine destek oluyor. Herkes yu
karıda, verandada kendisini nelerin beklediğini biliyor, öyley
ken her seferinde donakalıyor korkudan. Diyeceğim, o zaman
da delegeler arasından sözcü seçilen kişi bir türlü söze başlaya
mamıştı; Albay'in karşısına gelip durdu, ama derken cesareti
uçup gitti; bin dereden su getirdi, sonra yine dönüp kalabalığın
arasına karıştı. O anda konuşmaya istekli başka da uygun biri
çıkmadı - bu işe elverişli sayılamayacaklardan biz konuşalım
diyenler bulundu elbet -, enikonu karışmıştı ortalık, kentteki
bazı kişilere, bazı ünlü konuşmacılara haberciler yollandı. Bü
tün bu süre içinde Albay hiç kımıldamadan yerinde duruyor,
359
BiR SA VAŞIN TASViRi
yalnızca nefes alıp verirken göğsü dikkati çekecek gibi inip kal
kıyordu. Güçlükle soluyordu da ondan değildi, ancak hayli be
lirgindi soluyuşu, nasıl kurbağalar solur, öyleydi. Ne var ki,
kurbağalarda böyledir hep; bizim burada ise alışılmadık bir
şeydi. Ben, büyükler arasından yavaşçacık ilerlere sokulmuş
tum; iki asker arasındaki boşluktan Albay'ı izlemeye başladım.
Ansızın oradakilerden biri, diziyle itip uzaklaştırdı beni. Bu
arada daha önce sözcü seçilen kimse kendisini toparlamıştı; iki
kişi tarafından sıkı sıkıya koltuklanarak konuşmaya başladı.
Ciddi ciddi o büyük felaketten söz ederken boyuna gülümse
mesi, süklüm püklüm gülümsemesi ve Albay'ı da birazcık gü
lümsetebilmek için elden gelen çabayı harcamasına karşın, Al
bay'ın yüzünde hiçbir tebessüm belirtisinin görülmeyişi doku
naklı bir manzaraydı doğrusu. Sözcü, en sonunda delegelerin
dileğini bildirdi; sanırım hepsi bir yıl için vergiden bağışık kı
lınmaktı bu, ama imparator ormanlarından daha ucuza keres
te sağlanmasına izin verilmesi de bu arada rica edilmiş olabilir
di. Konuşmanın ardından sözcü yerlere kadar eğildi; Albay'ın
kendisi, askerlerle gerideki birkaç memur dışında oradaki her
kes gibi eğilmiş durumda kaldı. Veranda kenarında, merdiven
üzerindekilerin bu nazik anda göze görünmek istemeyip birkaç
basamak aşağı inmeleri ve ancak vakit vakit verandanın he
men kenarından başlarını kaldırıp durumu kolaçan etmeleri,
bir çocuk için gülünecek şeydi doğrusu! Bir vakit sürdü bu;
derken bir memur, kısa boylu bir adam Albay'ın önüne geldi,
parmak uçlarına basarak Albay'ın yüzüne doğru uzandı. Derin
derin soluyuşlarını bir yana bırakırsak, hala kımıldamaksızın
orada dikilen Albay bir şeyler fısıldadı memurun kulağına; bu
nun üzerine memur ellerini çırptı ve herkes ayağa kalkınca şu
açıklamada bulundu: " Dileğiniz kabul edilmemiştir! Uzaklaşın
şimdi! " Birden varlığı yadsınmaz bir ferahlık kalabalığı dolaş
tı, herkes itişe kakışa verandadan dışarı attı kendini. Yine biz
hepimiz gibi normal bir insana dönüşmüş Albay'a pek dikkat
eden yoktu; ben yalnız şu kadarını gördüm ki, Albay, gerçek360
BiR SA VAŞIN TASViRi
ten bitkin durumda elinden değnekleri bıraktı; değnekler düş
tü yere, sonra Albay memurların hemen getirdiği bir koltuğa
çöktü ve vakit geçirmeyip çubuğunu ağzına yerleştirdi.
Doğrusu seyrek karşılaşılan bir şey değildir bu, genelde durum
böyledir. Bazen ufak tefek dilekler yerine getirilir getirilmeye;
ama o zaman Albay hükümetin bir memuru değil de otorite sa
hibi özel bir kişi olarak sorumluluğu omuzlarına yüklenir ve
böyle davranışının - elbet kesinlikle değil de havaya göre - hü
kümetten düpedüz gizli tutulması gerekir. Hani küçük kenti
mizde Albay'ın gözleri, bizim değerlendirebildiğimiz kadarıyla
aynı zamanda hükümetin gözleridir. Ama yine de bir ayrım ya
pılır burada, ayrımın içyüzü de büsbütün kavranacak gibi de
ğildir.
Ne var ki, önemli sorunlarda halk bir geri çevrilmeyle karşıla
şacağından her vakit emin olabiliyor. Ve yine ne tuhafsa, bu
geri çevrilmeler olmadan da yapamıyor bir bakıma. Öte yan
dan, söz konusu başvurularda ve eli boş dönmelerde hiç de bir
formalite havası yok. Hep zinde ve ağırbaşlı gidiliyor, kuşku
suz bayağı güçlenilmiş olarak ve mutlu sayılmasa da asla düş
kırıklığına uğranılmadan ve yorgun düşülmeden dönülüyor.
Bu konuda kimseye bir şey sormam gerekli değil, herkes gibi
ben de bunu kendi içimde duyumsuyorum. Hatta aradaki ilişki
leri araştırmak merakına kapıldığım bile yok. (•)
.
Gel gelelim, gördüğüm kadarıyla belli bir yaş grubu var ki, du
rumdan memnun değil. Aşağı yukarı on yedi ile yirmi yaş ara
sındaki gençler hepsi; yani en sudan düşüncenin, hele devrim
ci nitelikte bir düşüncenin etkisinin nerelere kadar varabilece
ğini uzaktan yakından sezemeyen pek toy oğlanlar. Ve işte
böyleleri arasına hoşnutsuzluk sinsice sokuluyor.
(•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik " te yok.
361
BiR SA VAŞIN TASViRi
YASALAR SORUNU ÜZERİNE
Yasalarımız bilinmez herkesçe, bizi yöneten o küçük soylular
grubunun elinde bir sırdır. Bu eski yasalara tıpatıp uyulduğun
dan kuşkumuz yok, ama bilinmeyen yasalara göre yönetilmek
gene de enikonu rahatsız edici bir şey. Bunu söylerken, gizli
yasaların çeşitli biçimde yorumlanabileceğini ve tüm ulusun
değil de, tek tek kişilerin yoruma katılmasından doğacak sa
kıncaları düşünmüyorum. Bu sakıncalar belki hiç de o kadar
büyük değil. Çünkü yasalar öyle eski ki, yorumlarında da yüz
yılların emeği var; yorumun kendisi de kuşkusuz artık yasalaş
mış bulunuyor. Yorum konusunda hala özgür davranma ola
nakları yok değil, ama bunlar pek sınırlı. Hem soylular yasala
rı yorumlarken, yalnızca kendi çıkarlarını düşünüp bizim zara
rımıza davranmak için besbelli bir neden görmüyor; çünkü ya
salar daha başta soylular için konmuş. Soyluların kendileri ise
yasa dışında; işte bu yüzden, yasalar yalnızca soyluların eline
bırakılmış. Hani bunda bir hikmet olduğu kuşkusuz - eski ya
saların hikmetinden kim sual edebilir? -, ama beri yandan bir
üzüntü kaynağı bizler için; sanırım bu da kaçınılmaz bir şey.
Hem bu sözde yasaların varlığı, salt bir sanıya dayanmaktadır.
Yürürlükteki bir geleneğe göre vardır işte yasalar ve sır olarak
soylulara emanet edilmiştir; ama eski ve eskiliğinden dolayı
inanılmaya değer geleneklerden daha fazla şeyler değiller, ol
maları da imkansız, çünkü taşıdıkları nitelik, söz konusu yasa
ların saklı tutulmasını gerektiriyor.
Biz halktan olanlar yine de kendi aramızda çok eski zamanlar
dan beri soyluların davranışlarını dikkatle izliyor, atalarımızın
buna ilişkin notlarını elimizde bulunduruyor, söz konusu not362
BlR SA VAŞIN TASVJRJ
lan özenle sürdürüyor, sayısız olgularda kimi ilkeler sezer gibi
oluyor, bunlara dayanarak falan ya da filan tarihsel yazgı sonu
cuna varıyor, alabildiğine titizlikle elenmiş sonuçlara bakarak
bugün ve yarın hesabına kendimize çekidüzen vermeye çalışı
yorsak da, bütün bunlar kesinlikten uzak şeylerdir, belki de bir
zeka oyunudur hepsi; çünkü belki bizim ele geçirmeye çalıştı
ğımız yasalar diye bir şey yoktur hiç. İçimizde küçük bir toplu
luk gerçekten bu düşüncede ve kanıtlamaya çalışıyor ki, bir ya
sa varsa, şudur ancak: Soylular ne yaparsa, yasa odur. Bu top
luluk ortada yalnız soyluların keyfi eylemlerini görüp halk ge
leneğini yoksuyor; bu geleneğin sadece rastlantı niteliğinde az
bir yarar sağladığı, oysa çokluk büyük zararlara yol açtığı, çün
kü halka temelsiz ve yalancı bir güven verdiği, bu güvenin de
onu ilerideki olaylar bakımından düşüncesiz davranışlara sü
rüklediği kanısında. Söz konusu zararlar doğrusu gizlenecek
gibi değil, ama halkımızın büyük çoğunluğu bunun nedenini
geleneğin henüz hiç de istenen zenginliğe ulaşamamasında gö
rüyor; yani gelenek konusunda da pek çok araştırma gerek
mekte; eldeki malzeme, bütün o devcileyin görünümüne karşın
henüz pek cılız, yeterli duruma gelmesi daha yüzyılların geç
mesine bağlı bulunuyor. Şimdilik bu karanlık tabloyu aydınla
tan bir şey varsa, bir gün geleneğin ve gelenek araştırmalarının
altına toplam çizgisinin çekilip rahat soluk alınacağı, her şeyin
gün ışığına çıkacağı, yasaların salt halkın mahna dönüşüp soy
luların ortadan silinip gideceği inancıdır. Söz konusu inanç,
soylulara karşı bir nefret duygusuyla açığa vurulmuyor, yo as
la, kimse yapmıyor bunu. Bizler, daha çok, yasalara henüz la
yık görülemediğimiz için kendi kendimizden nefret ediyoruz.
Gerçekte yasa diye bir şeyin varlığına inanmayan, bir bakıma
pek cazip bir parti ülkemizde serpilip gelişemediyse, işte bu
yüzdendir, yani soylularla onların varoluş hakkını düpedüz ka
bullenmesidir nedeni. Doğrusu istenirse, bir çeşit çelişik anla
tımla şöyle dile getirilebilir bu: Hem yasaların varlığına inana
cak, hem soylulara sırt çevirecek bir parti hemen bütün halkı
363
BiR SA VAŞIN TASViRi
arkasında bulacaktır. Böyle bir partinin doğması ise olanaksız;
çünkü soylulara sırt çevirmeyi göze alamaz hiçbirimiz. İşte te
pemizde bu keskin kılıç, yaşayıp gidiyoruz. Yazarın biri bunu
şöyle özetlemişti: Bizim uymakla yükümlü kılındığımız, gözle
görülüp varlığı kuşku götürmeyen tek yasa varsa soylulardır;
nasıl olur da kendimizi bu tek yasadan yoksun bırakırız.
364
BiR SA VAŞIN TASViRi
KENT ARMASI
Babil Kulesi 'nin yapımında ilkin bütün işler hayli düzen içinde
yürüyordu, hatta belki gereğinden fazla bir düzendi bu; kıla
vuzlar, tercümanlar, işçi barınakları, çevre yollan üzerinde ge
reğinden çok durulmuştu, sanki yüzyıllar boyu sürecek bir iş
vardı ortada. Hatta o zamanlar egeqı.en bir kanıya göre, bu iş
te ne denli ağır davranılsa gene azdı; ama bu kanıyı da asla pek
aşırılığa vardırmamak gerekiyordu, yoksa kulenin temellerini
atmaktan korkup çekinilebilirdi. Yani şöyle bir gerekçeden yo
la çıkılıyordu bu konuda: Önemli olan, gökyüzüne kadar uza
nacak bir kuleyi yapma düşüncesidir, bu düşünce yanında üst
tarafı ikinci planda kalır. Bir kez de böyle bir düşünce tüm bü
yüklüğüyle kavranıldı mı, bir daha yitip gitmezdi ortadan; in
sanlar dünya yüzünde yaşadıkça, kuleyi yapıp bitirmek için
güçlü bir istek varlığını sürdürürdü. Ve bu bakımdan da gele
cek hesabına tasalanmamak gerekiyordu; tersine, insanlığın
bilgi dağarcığı sürekli zenginleşip durmaktaydı, mimarlık sana
tı gelişmiş ve daha da gelişecekti; bizim bir yılda yapıp çıkardı
ğımız iş yüz yıl sonra belki altı ayda görülecekti, hem daha iyi,
daha sağlam. Öyleyse şimdiden bütün gücü bu iş için seferber
edip didinmek niçindi? Kulenin bir kuşaklık sürede yapılma
umudu bulunur da, o zaman bir anlam taşırdı bu. Ne var ki,
böyle bir şey dünyada beklenemezdi. Hatta bakarsınız gelecek
ilk kuşak, daha üstün bilgi düzeyinden ötürü kendinden önce
ki kuşağın işçiliğinde kusurlar bulacak ve yeniden yapmak için
eskiden yapılanları yıkacaktı. İşte bu türlü düşünceler insanın
elini kolunu bağlıyor, dolayısıyla kuleden çok işçi kentinin ku
rulmasına çalışılıyordu. Ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen her
365
BiR SA VAŞIN TASViRi
topluluk kentin en güzel sitesine kendisi konmak istiyor, en
kanlı çarpışmalara kadar vardırılan kavga dövüşlere kalkışılı
yordu. Giderek kavgalar bir türlü arkası alınmaz duruma gel
miş, bu da baştakilerin eline yeni bir gerekçe vermişti: Yeteri
kadar üzerine düşülemeyişi de kule yapımının pek ağır ilerle
mesine yol açıyor, hatta belki yapım işinin genel bir barışın
sağlanmasından sonraya bırakılmasını gerektiriyordu. Ne var
ki, vakit yalnız savaşmakla geçirilmeyerek, aralarda kentin gü
zelleştirilmesine de çaba harcanıyor, ama bu da kuşkusuz kıs
kançlıklara ve yeni çekişmelere yol açıyordu. Böylece ilk ku
şak gelip geçmiş, ama arkadan gelen kuşakların hiçbiri birinci
sinden başka türlü çıkmamıştı; sadece yapı ustalığı zamanla ge
lişmiş, ama o geliştikçe savaş tutkusu da büyümüştü. Üstelik
daha ikinci ve üçüncü kuşak, gökyüzünü ele geçirmede yarar
lanılacak bir kule yapımının saçmalığını anlamıştı; gel gelelim.
kuşaklar o denH birbirine bağlanmıştı ki, hiçbiri kenti bırakıp
gidemiyordu.
Söylence olsun, şarkı türkü olsun, bu kentin bağrından kopmuş
ne varsa, hepsi de kahinler tarafından geleceği önceden haber
verilen bir günün özlemiyle doludur; o gün gelince, dev bir
yumruk kısa aralarla birbirini izleyen beş vuruşta kenti tuzla
buz edecektir. Kentin armasındaki yumruk amblemi de işte
buradan geliyor.
366
BiR SA VAŞIN TASViRi
MECAZLAR ÜSTÜNE
Çoklan dert yanar, " Bilgelerin sözleri mecazlardan başka şey
değil, günlük yaşamda bir işe yaramıyor, oysa bizim bu yaşam
dan başkası yok elimizde, " diye yakınır. Bilge, " Karşıya geç! "
dese bununla söylemek istediği, gerçekten karşıya geçilmesi
değildir; aradaki yol zahmete değiyorsa, nihayet altından kal
kılabilir bunun; ancak, onun söylemek istediği efsanemsi bir
karşı, bizim tanımadığımız, onun da bize daha yakından açık
layamadığı, dolayısıyla bize burada yararı dokunmayacak bir
şeydir. Bütün bu mecazlann anlattığı, kavranılamayanın kav
ranılmazlığıdır ki, bunu da zaten biliyoruz. Oysa bizi her gün
uğraştınp duran sorunlar apayrı.
Bunun üzerine biri şöyle dedi: "Ne diye diretiyorsunuz? Me
cazlann ardından yürüdünüz mü, kendiniz de mecaza dönüşür,
günlük yaşamın mihnetlerinden kurtulursunuz. "
Bir diğeri de şöyle söyledi: "Bahse girerim ki bu da bir mecaz.
"
Birincisi yanıtladı: "Bahsi kazandın. "
İkincisi dedi ki: " Ama ne yazık ki sadece mecazi olarak. "
Birincisi yanıtladı: " Hayır, gerçekten; mecazi olarak kaybet
tin.
n
367
BiR SA VAŞIN TASViRi
POSEIDON
Poseidon çalışma masasının başında oturuyor ve hesap kitap
la uğraşıyordu. Tüm suların yönetimi ona göz açtırmıyordu iş
ten. Hani kendisine dilediği kadar yardımcı sağlayabilirdi ve
zaten bir sürü yardımcısı vardı; ama görevini pek ciddiye aldı
ğından bütün hesaplan bir kez daha kendisi gözden geçiriyor,
dolayısıyla yardımcıların ona pek bir yardımı dokunmuyordu.
İşinden zevk aldığı söylenemezdi, doğrusu bunu omuzlarına
yüklenmiş görev olduğu için yapıyordu sadece; hatta kaç kez,
kendi deyimiyle daha uygun bir iş için başvuruda bulunmuştu;
ama ne zaman değişik iş önerileri önüne çıkarılsa görülüyor
du ki, en uygunu yine de şimdiki işiydi. Sonra, ona başka bir iş
bulmak pek güçtü; örneğin, belli bir denize bakmakla görev
lendirilemezdi; çünkü burada da hesap işi küçülmüyor, yalnız
ca daha küçük rakamlarla uğraşılmasını gerektiriyordu. Bu bir
yana, koca Poseidon her zaman üstün bir mevkide olabilirdi
ancak. Ne var ki, su dışında da kendisine bir iş önerisinde bu
lunulmasın, daha bu işi göz önüne getirmekten içi bulanıyor,
tanrısal solunumu düzenini yitiriyor, tunçtan göğüs kafesi sar
sılıyordu. Hem onun sızlanmalarını da önemseyen yoktu doğ
rusu; güçlü bir kişi sızlandı mı, en akıl almayacak konuda bile
peki demeye çalışmak, öyle görünmek gerekir. Poseidon'u
gerçekten görevinden almayı ise kimse düşünmüyordu; dünya
kuruldu kurulalı denizlerin tanrılığına atanmıştı ve öyle de ka
lacaktı.
Poseidon'un en çok canını sıkan şey - ki bu da görevinden
memnun olmayışının başlıca nedeniydi -, herkesin kendisini
kafasında canlandırış biçimiydi, onu üç çatallı asasıyla arabası368
BlR SA VAŞIN TASViRi
na kurulmuş, dalgalar, sular içinde habire yol alırken düşün
mesiydi örneğin.
Oysa Poseidon okyanusun derinliklerinde oturuyor, boyuna
hesap kitapla uğraşıyordu. Arada bir gidip Jüpiter'i ziyaret et
mesi sayılmazsa, tekdüze pir yaşam sürüyordu hep; hem Jüpi
ter'i her ziyaretinden de çokluk çileden çıkmış durumda dönü
yordu. Yani denizleri pek doğru dürüst görmüş denemezdi;
Olymp'e acele çıkıp inerken şöyle bir göz atıyordu, o kadar;
gerçekte bir baştan bir başa hiçbirinin içinden geçmemişti.
Hep söylerdi, dünyanın batacağı günü gözlüyordu; o gün kanı
sınca telaşsız bir anı ele geçirecek, batış olayından hemen önce
son hesabı da kontrol edip denizlerde çarçabuk şöyle ufak bir
tur atabilecekti.
369
BiR SA VAŞIN TASViRi
Avcı GRACCHUS
İki oğlan rıhtım duvarı üzerinde oturmuş zar atıyor, adamın bi
ri bir anıtın basamakları üzerinde, kılıç sallayan bir kahrama
nın gölgesinde gazete okuyordu. Çeşme başında bir kız elinde
ki kovaya su dolduruyor, bir meyve satıcısı malının yanı başına
uzanmış, denize bakıyordu. Bir meyhanenin açık kapı ve pen
cerelerinden içerideki kuytu bir köşede şarap içen iki adam gö
rülüyor, berideki bir masada oturan meyhaneci uyukluyordu.
Derken bir tekne, su üstünde taşınır gibi hafiften süzülerek kü
çük limandan içeri girdi. Mavi mintanlı bir adam, karaya atla
yıp halatı oradaki halkalara geçirdi. Gümüş düğmeli siyah giy
siler giymiş diğer iki kişi, kaptanın arkasından karaya bir tabut
çıkardı; tabutun içinde, çiçek motiflerinin süslediği, kenarları
püsküllü kocaman bir örtü altında anlaşılan biri yatıyordu.
Kimse gelenlerle ilgilenmedi rıhtımda, halatlarla uğraşan kap
tanı beklemek için adamlar tabutu yere indirdiklerinde bile
kimse yanlarına sokulmadı, kimse bir soru yöneltmedi, kimse
alıcı gözüyle bakmadı kendilerine.
Kaptan, kucağında bir çocukla o anda güvertede görünen saç
ları dağılmış bir kadın tarafından biraz daha alıkonuldu. Sonra
gelip solda, kıyıya yakın dimdik yükselen sarımtırak ve iki kat
lı bir konağı gösterdi; adamlar tabutu yüklenip konağın ince ve
zarif sütunlu, ama pek alçak kapısından içeri soktular. Küçük
bir oğlan pencereyi açtı, tam kapıdan girip evin içinde kaybo
lurlarken gördü gelenleri ve yeniden çarçabuk pencereyi kapa
dı. Derken kapı da örtüldü, kara meşeden titiz bir işçilikle ya
pılmış bir kapıydı. Çan kulesinin çevresinde uçuşan bir küme
güvercin o anda evin önüne indi ve sanki yemleri ev içinde sak370
BiR SA VAŞIN TASViRi
(anıyormuş gibi kapı önünde toplandı. Güvercinlerden biri ha
valanıp konağın ilk katına kadar yükseldi ve pencerenin camı
nı gagalamaya başladı. Açık renkte, besili ve diri hayvanlardı.
Tekneden var gücüyle mısır taneleri savurdu kadın; güvercin
ler taneleri yerden toplamaya başladılar, sonra kadından yana
uçup gittiler.
Silindir şapkasında matem kurdelesiyle bir adam, limana açı
lan dar ve pek dik sokakların birinden inerek geldi. Dikkatle
çevresine bakındı; her şey kendisini üzüp tasalandım gibiydi;
gözü bir köşedeki çöplere takılarak yüzünü buruşturdu. Anıtın
basamaklarında yemiş kabukları vardı, geçerken bastonuyla
bunları aşağı iteledi. Sonra konağa gelip kapıyı vurdu, başın
dan silindir şapkasını çıkarıp siyah eldivenli sağ eline aldı. He
men açılmıştı kapı; uzun girişte iki sıra yapmış elli kadar oğlan
adamın önünde eğildi.
Kaptan merdivenlerden inerek geldi, Bay'ı selamladı, alıp yu
karı çıkardı onu; zemin kattaki avluyu çevreleyen derme çat
ma, ama zarif galerilerden geçirdi; sonra her ikisi, peşlerinde
saygılı bir uzaklıktan itişip takışarak kendilerini izleyen çocuk
lar, evin arka cephesindeki serin ve büyük bir salona girdiler.
Karşıda başka bir ev yoktu, yalnızca çıplak ve gri-siyah bir ka
yalık görülüyordu. Adamlar, tabutun başucuna yerleştirilmiş
birkaç uzun mumu yaktılar; ama mumlar ortalığı aydınlatama
dı, daha önce sessiz sakin duran gölgeleri ürküttü sadece ve
gölgeler duvarlar üzerinde oynaşmaya başladı. Tabutun örtüsü
geriye atılmıştı. Adeta ormana dönüşmüş saç sakalı darmada
ğınık, avcıya benzeyen esmer bir adam yatıyordu tabutta. Kı
mıldamadan, yumuk gözlerle, besbelli soluk almadan yatıyor,
ama ölmüş biri olabileceği ancak çevresinden anlaşılıyordu.
Bay ileriden yaklaşıp bir elini tabutun içinde yatan adamın al
nına koydu, sonra diz çöküp duaya başladı. Kaptan, tabutu ta
şıyanlara el edip odadan çıkmalarını bildirdi. Adamlar dışarı
çıktı. Oracıkta birikmiş çocukları kovup kapadılar kapıyı. Ama
371
BiR SA VAŞIN TASViRi
Bay'a bu sessizlik de az göründü, Kaptan'a baktı, Kaptan anla
dı hemen ve bir ara kapıdan bitişik odaya geçti. Bunun üzeri
ne, tabuttaki adam hemen gözlerini açtı, acılı bir gülümseyişle
yüzünü Bay'a döndürerek, " Siz kimsiniz? " diye sordu. Bay şa
şırmadı hiç, diz çökmüşken doğruldu ve " Riva Belediye Baş
kanı , " diye yanıtladı.
Tabuttaki adam başını salladı, şöylece kolunu uzatıp bir san
dalyeyi gösterdi ve Belediye Başkanı oturduktan sonra, " Bili
yordum zaten, Sayın Başkan," dedi. "Ama ne yaparsınız ki, ilk
anda aklıma gelmiyor hiçbir şey, tüm nesneler gözlerimin
önünde dönüp duruyor, her şeyi biliyor olsam da yine sormak
en iyisi. Sanırım, siz de benim Avcı Gracchus olduğumu bili
yorsunuzdur.
n
" Kuşkusuz! " dedi Belediye Başkanı. "Bana bu gece geleceği
nizi haber verdiler. Çoktan uyumuştuk. Gece yansına doğru
birden seslendi eşim: 'Salvatore' - adım Salvatore'dir - 'şu pen
ceredeki güvercine bak ! ' Gerçekten güvercindi, ama horoz ka
dar vardı. Uçup geldi ve kulağıma fısıldadı: 'Yarın ölü Avcı
Gracchus geliyor, kent adına karşılayasın onu! "'
Avcı başını sallayıp, dilini dudaklarının arasında gezdirdi:
" Evet, güvercinler önüm sıra uçuyorlar. Ama ne dersiniz, Sa
yın Başkan, Riva'da kalacak mıyım? "
" Henüz böyle bir şey söyleyemem, " diye yanıtladı Belediye
Başkanı: "Ölü müsünüz? "
" Evet, " dedi Avcı, "gördüğünüz gibi. Çok yıl önce, ama çok,
pek çok yıl olmalı, Karaorman'da - Almanya'da bir ormandır bir dağkeçisini kovalarken kayalardan aşağı yuvarlanmıştım.
O gün bugün ölüyüm. "
" Ama yaşıyorsunuz aynı zamanda," dedi Belediye Başkanı.
" Bir bakıma, " diye yanıtladı Avcı, " bir bakıma yaşıyorum ay
nı zamanda. Ölüm teknem yolunu şaşırdı, dümenin döndürül372
BiR SA VAŞIN TASViRi
mesindeki bir yanlışlıktan mı, kaptanın bir anlık gafletinden
mi, yurdumdaki o olağanüstü güzelliklerin yol açtığı bir dalgın
lıktan mı, nedendi bilmiyorum; bildiğim tek şey, dünya yüzün
de kalmam, teknemin de o gün bugün dünyevi sularda seyret
mesidir. Böylece yurdumun dağlarında yaşamaktan başka bir
şey istemeyen ben, öldükten sonra yeryüzünün tüm ülkelerini
dolaşıp duruyorum. "
" Ve öbür dünyayla da bir ilişkiniz yok? " diye sordu Belediye
Başkanı, yüzünü buruşturarak.
"Yukarılara götüren o büyük merdivenin üzerindeyim hep,"
diye yanıtladı Avcı. " Bu uçsuz bucaksız dış merdivende oyala
nıyorum hep; kimi üstte, kimi altta, kimi sağda, kimi soldayım;
boyuna devinip duruyorum. Sanki bir kelebek olup çıktı Avcı
Gracchus. Gülmeyiniz! "
" Gülmüyorum," dedi Belediye Başkanı.
" Çok iyi edersiniz, " dedi Avcı Gracchus. " Hep devinip duruyo
rum. Ama diyelim son hızla atıldım ileri; yukarıda kapı daha pı
rıl pırıl karşıma çıkar çıkmaz, rastgele bir dünyevi suda, ıpıssız
teknemde açıyorum gözlerimi. Bir zamanki ölümümde işlenen
hata, kamaramda dört bir yandan yüzüme karşı sırıtıyor. Der
ken Kaptan'ın karısı Julia kapıyı vurup, kıyılarından geçtiğimiz
ülkelerin sabah içitini getiriyor tabutuma. Tahta bir kerevette
yatıyorum, üzerimde - beni seyretmek hiç de hoş bir şey değil pis bir kefen var, kır saç ve sakalım birbirine karışmış, çözülmez
olmuş; uzun püsküllü, büyük ve çiçekli bir ipek şal örtmüş ayak
larımı, başucumda yanan bir mum vücudumu aydınlatıyor. Kar
şımdaki duvarda küçük bir resim asılı; bir boşiman besbelli;
değme motiflerle bezenmiş kalkanını elden geldiğince kendisi
ne siper ederek mızrağıyla bana nişan alıyor. Gemilerde kimi
aptalca resimlere rastlanır, ama sözünü ettiğim resim hepsinden
aptalca. Bunun dışında tahta kafesim bomboş. Bordadaki bir
lombozdan güney gecesinin sıcak havası doluyor içeri ve köhne
tekneye vuran suların sesini işitiyorum.
373
BiR SA VAŞIN TASViRi
İşte o gün bugün, sağ Avcı Gracchus iken yurdum Karaor
man'da bir dağkeçisini kovalayıp kayalıktan aşağı yuvarlandı
ğımdan beri burada yatıyorum. Hani her şey bir düzen içinde
gerçekleşmişti; kovalamış, yuvarlanmış aşağı, bir uçurumda
kanım aka aka can vermiştim ve bu tekne öbür dünyaya taşı
yacaktı beni. İlk kez bu kerevet üzerine nasıl bir kıvançla uzan
dığımı hala anımsarım: Bu loş dört duvarın işittiği kadar şarkı
türküyü, o zamana dek dağlar benden asla işitmemiştir. Seve
seve yaşamış, seve seve ölmüştüm. Teknenin güvertesine ayak
basmadan, kutu, çanta ve her zaman gururla yanımda taşıdı
ğım av tüfeği gibi ıvır zıvır nem varsa, mutluluktan hepsini kal
dırıp atmıştım aşağı, gelinlik giyen bir kız gibi kefenimi bir gü
zel üzerime geçirmiştim. Bu tabutun içine uzanmış ve bekle
meye başlamıştım. Derken felaket gelip çatmıştı. "
" Kötü bir yazgı," dedi Belediye Başkanı, elini kendisini savu
nur gibi havaya kaldırarak. "Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok
mu? "
"Hayır, " diye yanıtladı Avcı. " Ben bir avcıydım; yoksa bu bir
suç mu? Karaorman'da avlanıyordum. O zaman henüz kurtlar
vardı Karaorman'da. Pusuda bekler, ateş eder, derilerini yü
zerdim; bu bir suç mu? Avcılıkta almış yürümüştüm, Karaor
man'ın büyük avcısına çıkmıştı adım; bu bir suç mu? "
" Böyle bir şeye karar vermek bana düşmez," dedi Belediye
Başkanı. " Ne var ki, bana da olup bitenlerde senin bir suçun
yok gibi görünüyor. Peki, suç kimde? "
" Kaptan'da, " dedi Avcı. " Buraya yazdıklarımı kimse okuma
yacak, kimse bana yardıma gelmeyecek; insanlar bana yardım
la yükümlü kılınsaydı bile, yine de tüm evlerin kapı ve pence
releri kapalı kalırdı; herkes yataklarında yatıyor, yorganları
başlarına çekmiş, tümüyle yeryüzü gece için bir barınağa dö
nüşmüş, bu da iyiye işaret, çünkü kimsenin haberi yok benden;
haberi olsa bile yerimi bilemez; yerimi bilse, beni o yerde nasıl
tutacağını bilmez ve dolayısıyla bana nasıl yardım edeceğini
374
BiR SA VAŞIN TASViRi
bilmezdi. Bana yardım düşüncesi bir hastalık; öyle bir hastalık
ki, yatakta iyileştirilmesi gerekiyor.
Bunu biliyor ve bildiğim için, örneğin şimdiki gibi kendimi tu
tamadığım anlar haykırıp yardım istemeyi çok düşünsem de,
kendimi bundan alıkoyuyordum. Denebilir ki, bu düşünceleri
kafamdan kovmam için çevreme bakınmam, nerede bulundu
ğumu ve yüzyıllardır - bunu ileri sürebilirim sanırım - nerede
yaşadığımı aklımdan geçirmem yeter. "
" Olur şey değil! " dedi Belediye Başkanı. " Olur şey değil! Pe
ki, şimdi bizim burada, Riva'da kalmayı mı düşünüyorsunuz? "
"Düşündüğüm yok, " dedi Avcı Gracchus gülümseyerek ve
sözlerindeki alaylı tondan ötürü gönlünü almak isteyerek elini
Belediye B aşkanı'nın dizi üzerine koydu.
" Buradayım, ötesini bilmiyorum, bundan öte bir şey de gelmez
elimden. Teknem dümensiz; ölüm ülkesinin en dip bölgelerin
den esip gelen rüzgarla seyrediyor. "
375
BiR SA VAŞIN TASViRi
ÇİFfLİK KAPISINA VURUŞ
Yaz içinde pek sıcak bir gündü. Kız kardeşimle eve giderken
bir çiftlik kapısının önünden geçtim. Bilerek mi vurdu karde
şim kapıya, yoksa dalgınlıkla mı, ya da hiç vurmayıp yumru
ğuyla yalnız gözdağı mı verdi, farkında değilim. Yüz adım ka
dar ötede, sola kıvrılan yolun kenarında köy başlıyordu. Bil
mediğimiz bir köydü, ama daha ilk evi geçer geçmez ortaya
birtakım adamlar çıkıp bize el etmeye başladılar, dostlukla ya
da uyararak, kendileri de korkmuş, korkudan iki büklüm. Bize
önünden geçtiğimiz çiftliği gösteriyor, çiftlik kapısına vuruşu
anımsatıyorlardı: Çiftlik sahipleri bizi dava edecek ve soruştur
ma da hemen başlayacakmış. Ben pek sakindim, kız kardeşimi
de yatıştırdım. Belki kardeşim asla vurmamıştı kapıya. Hem
vurmuş da olsa, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey suç sayıl
mazdı. Çevremizi saran adamlara da bunu anlatmaya çalıştım;
beni dinlediler, ama bir yargıya varmaktan da kaçındılar. Son
ra dediler ki, yalnızca kız kardeşim değil, onun ağabeyi olarak
ben de dava edilecekmişim. Gülümseyerek başımı salladım.
Uzakta bir duman bulutu seçmiş de alevlerin yükselmesini
beklermişiz gibi hepimiz başımızı çevirmiş, çiftlikten yana ba
kıyorduk. Ve gerçekten çok sürmedi, ardına kadar açık kapı
dan içeri atlıların girdiğini gördük. Bir toz bulutu kalktı hava
ya, her şey toz dumana büründü; yalnızca atlıların uzun mız
raklarının uçları ışıl ışıl seçilebiliyordu. Ve anlaşılan adamlar
daha avluda gözden kaybolur kaybolmaz, atlarının başlarını
geriye döndürmüş, üzerimize doğru gelmeye başlamışlardı.
Kız kardeşimi yanımdan itip uzaklaştırmaya çalışarak, kendim
her şeyi çözümleyeceğimi açıkladım. Ama kız kardeşim, beni
376
BiR SA VAŞIN TASViRi
yalnız bırakmaya yanaşmadı. Ben hiç değilse üstünü değiştir
mesini, baylann karşısına daha düzgün bir kıyafetle çıkmasını
söyledim. Sonunda kız kardeşim beni dinleyip evin uzun yolu
nu tuttu. Adamlar gelir gelmez, daha atlanndan inmeden kar
deşimi sordular. Ürkek çekingen, şu anqa burada olmadığını,
ama geleceğini bilirdim. Cevabımı adeta ilgisizlikle karşıladı
lar; beni ele geçirmişlerdi ya, bu kendileri için hepsinden
önemli görünüyordu. Başlıca iki kişiydiler; genç ve enerjik bir
yargıçla onun Asmann adında sessiz yardımcısı. Derken köy
odasına buyur edildim. Başımı sallayıp pantolon askılarımı çe
kip çekiştirerek, baylann dikkatli bakışları altında ağır ağır yü
rümeye koyuldum. Ben kentliyi, bu köylü insanlann elinden
kurtarmak, üstelik onlardan saygı, itibar görmek için tek bir
sözün elvereceğine neredeyse hala inancımı sürdürüyordum.
Ne var ki, köy odasına gelip eşikten içeri ayak atar atmaz, ben�
den önce seğirtip içerde bekleyen Yargıç'ın, " Bu adama acıyo
rum! " dediğini işittim. Ama bununla benim o andaki durumu
mu değil, ileride başıma gelecekleri anlatmak istediği tüm kuş
kulann üstündeydi. Oda, bir köy odasından çok bir cezaevi
hücresine benziyordu: Döşemede kocaman malta taşlan, çırıl
çıplak kara bir duvar, bir yerde ucu duvar içine gömülmüş de
mir bir halka, ortada yan kereveti, yarı ameliyat masasını an
dıran bir şey.
Acaba cezaevi havasından başka bir hava ileride soluyabilecek
miydim? İşte büyük sorun; daha doğrusu, salıverilmekten umu
du kesmesem, işte o zaman söz konusu olacak büyük sorun. (•)
(•) " Max Brod"da var. " Edisyon Kritik " te yok.
377
BiR SA VAŞIN TASViRi
MELEZLEME
Acayip bir hayvanım var, yarı kedi, yarı kuzu. Öbür eşyalar
la babamdan miras kaldı. Ama gelişip serpilmesi benim za
manımda oldu. Eskiden kediden çok kuzuya benziyordu,
şimdi her ikisini de eşit ölçüde andırıyor. B aşı ve pençeleriy
le bir kedi, iriliği ve gövde biçimiyle kuzu, çakıp sönen vahşi
gözleri, yumuşak ve gergin postu, hem hoplamayı, hem sü
rünmeyi andıran devinimleriyle kedi ve kuzu. Pencere per
vazında güneş altında kıvrılıp mırmıra başlıyor, çayır çimen
de ise çılgıncasına koşup duruyor; öyle ki, yakalayabilene aş
kolsun! Kediden kaçıyor, kuzu gördü mü de saldırmaya kal
kıyor. Mehtaplı gecelerde çatıların yağmur oluklarında gez
sin, can atıyor. Miyavlayamıyor ve farelerden tiksinti duyu
yor. Tavuk kümesinin başında pusuya yatıp saatlerce bekli
yor; gel gelelim önüne çıkan fırsatlardan yararlanarak hakla
dığı bir tavuk da olmadı şimdiye kadar. Kendisini şekerli süt
le besliyorum; bir iyi geliyor ki! İri iri yudumlarla yırtıcı hay
van dişleri arasından emip alır sütü. Çocuklar için kuşkusuz
büyük bir eğlence kaynağı. Pazarları öğleden önce ziyaret
saati. Ben hayvancığı kucağımda tutuyorum, bütün komşu
çocuklar da çevremde dikilişiyor. Hiç kimsenin yanıtlayama
yacağı en akla gelmedik sorular yöneltiyorlar bana: Ne diye
böyle bir hayvan varmış, ne diye başkasının değil de benim
miş bu hayvan, daha önce de böyle bir hayvan yaşamış mıy
mış, peki ölünce ne olacakmış, kendini yalnız hissediyor muy
muş, neden yavruları yokmuş, adı neymiş ve benzeri soru
lar. (•)
(•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik " te yok.
378
BiR SA YAŞIN TASViRi
Sorulan yanıtlayacağım diye hiç zahmete sokmuyorum kendi
mi, başkaca bir açıklamaya başvurmadan kucağımdaki hayva
nı göstermekle ye_tiniyorum. Bazen çocuklar yanlarında kedi
getiriyor; hatta birinde iki kuzu getirdiler. Ama umdukları ger
çekleşmedi, bir tanışma sahnesi yaşayamadılar. Hayvanlar,
hayvan gözleriyle sessiz sakin birbirlerini süzdü ve anlaşılan
birbirlerinin varlıklarını bir tanrısal olgu olarak kabullendiler.
Kucağımda ne korku biliyor hayvan, ne de onu bunu izleme
hevesine kapılıyor. İyice bana sokulup, her yerdekinden rahat
hissediyor kendini. Onu bakıp büyütmüş aileye bağlı. Bu da sa
nının olağanüstü bir sadakat değil, dünyada dünürlük yoluyla
sayısız akrabaları bulunmasına karşin, kan yoluyla belki tek
akrabası olmayan, dolayısıyla bizim yanımızda kavuştuğu se
vecenliğe kutsal gözüyle bakan bir hayvanın şaşmaz içgüdüsü.
Bazen beni koklayıp bacaklarımın arasından kıvrılıp sürtüne
rek geçmeye kalktı da benden bir türlü ayrılmaya yanaşmadı
mı, gülmeden duramıyorum. - Kuzu ve kediliği yetmezmiş gi
bi, üstelik nerdeyse köpek gibi davranmak istiyor ve buna bağ
lı her şey. Böyle bir şeye de doğrusu inanmıyor değilim. Birbir
lerinden ne kadar ayn varlıklarsa da, hem bir kedinin, hem bir
kuzunun tedirginliği var içinde. Bir gün, herkesin bazen başına
gelebileceği gibi, işlerim ters gitmiş, bir çıkar yol bulamaz ol
muştum; neyim varsa elden çıkıp gitmesine aldırmamak istiyor
ve böyle bir ruh durumu içinde evde, kucağımda hayvan, bir
salıncaklı sandalyede oturuyordum ki, nasılsa bir ara gözüm
ona ilişti; baktım, kocaman bıyıklarından yere yaşlar damlıyor.
- Benim mi, yoksa onun gözyaşları mıydı acaba? - Kuzu ruhlu
bu kedide bir de insan duyguları mı vardı ne? Babamdan bana
çok bir şey kalmadı, ama bu kahta da diyecek yok doğrusu.
Hani birbirinden çok farklı olsalar da, hayvanın içinde hem bir
kedinin hem bir kuzunun tedirginliği var. Bu yüzden kendisine
dar geliyor postu. Bazen sıçrayıp yanımdaki koltuğa çıkıyor,
ön ayaklarını omuzlarıma dayayıp ağzını kulağıma yaklaştın379
BiR SA VAŞIN TASViRi
yor, bana bir şeyler söylüyor sanki. Ve gerçekten öne doğru
eğiliyor ardından, sözlerinin üzerimdeki etkisini gözlemek ister gibi yüzüme bakıyor. Hatırı hoş olsun diye söylediklerini
anlamışım gibi yapıyor, başımı sallıyorum. Bunun üzerine sıç
rayıp yere atlıyor, orası senin, burası benim hoplayıp zıplaya
rak dolaşmaya başlıyor.
Belki bu hayvan için kasabın bıçagı bir kurtuluş sayılırdı; ama
bir miras işte, böyle bir kurtuluşu ondan esirgemek zorunda
yım. Dolayısıyla, akıllıca bir işe çagıran o akıllı insan gözleriy
le bazen beni ne kadar süzerse süzsün, kendiliginden soluksuz
kalana kadar beklemesi gerekiyor.(•)
(•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik" te yok.
380
·
BlR SAVAŞIN TASVlRl
KÖPRÜ
Katı ve soğuktum, bir köprüydüm, bir uçurum üzerinde uzan
mış yatıyordum. Bir yakaya ayak uçlarım, öbür yakaya ellerim
gömülmüştü; çatlayıp dökülen balçık toprağa sımsıkı geçirmiş
tim dişlerimi. Giysimin etekleri iki yanımda uçuşuyor, derin
lerde o buz gibi suyuyla alabalıklı dere gürül gürül akıyordu.
Hiçbir turist yolunu şaşırıp da bu geçit vermez yücelere uğra
mıyordu, henüz haritalara geçirilmemişti köprü. - Böylece uçu
rum üzerinde uzanmış yatıyor, bekliyordum; çaresiz bekliyor
dum. Bir köprü bir kez kurulmaya görsün, yıkılıp çökmedikçe
kurtulamaz köprülükten. Bir gün akşama doğruydu - birinci
akşam mı, bininci akşam mı, bilmiyorum -, düşüncelerim ara
lıksız bir karmaşa içinde yüzüyor, boyuna çemberler. çiziyordu.
Yazın bir akşam üzeri - her zamankinden daha boğuk çağıldı
yordu dere - ansızın bir insanın ayak seslerini işittim! Bana
doğru, bana doğru! - Uzan, gerin köprü, çekidüzen ver kendi
ne, korkuluksuz ahşap köprü; sana kendini emanet edeni elin
de tut, adımlarındaki güvensizliği sezdirmeden yok et ve bak
tın sendeliyor, göster kim olduğunu, bir dağ tanrısı gibi fırlatıp
at onu karaya! Adam gelip bastonunun demir ucuyla şöyle bir
yokladı beni; sonra yine bastonunun ucuyla giysimin eteklerini
kaldırıp üzerimde düzeltti. Bastonunun ucunu çalı gibi saçlan
ma daldırdı ve belki yabansı bakışlarını çevresinde gezdirip
uzun süre öylece tuttu. Ama derken - o anda dere tepe adamın
peşinden seğirtiyordum düşümde - her iki ayağıyla sıçradığı gi
bi karnımın orta yerine gelip dikildi. Müthiş bir acıyla korku
dan donakaldım; kim olduğundan şuncacık haberim yoktu. Bir
çocuk mu? Bir düş mü? Bir eşkıya mı? Canına kıymak isteyen
381
BiR SA VAŞIN TASViRi
biri mi? Bir baştan çıkarıcı mı? Bir yok edici mi? Ve onu gör
mek için· arkama döndüm. - Köprü arkasına dönüyor! Henüz
dönmem sona ermemişti ki, birden çökmeye başladım; çöktüm
ve çok geçmeden paramparça oldum, doludizgin akan sularda
şimdiye dek beni hep sessiz sakin süzüp durmuş çakılların şiş
lerine geçirildim.
382
BiR SA VAŞIN TASViRi
AKBABA
Bir akbaba vardı, ayaklarımı gagalıyordu. Çizme ve çorapları
mı didik didik etmiş, sıra ayaklanma gelmişti. Durup dinlen
meden gagalıyordu; arada bir havalanıp çevremde tedirgin do
lanıyor, sonra yine çalışmasını sürdürüyordu. Derken bir Bay
geçti karşıdan, bir vakit durumu izledi, sonra niçin akbabaya
ses çıkarmadığımı sordu. " Ne yapabilirim ki! " dedim. " Geldi,
haydi gagalamaya başladı; kuşkusuz ilkin kovmak istedim, hat
ta boğacak oldum kendisini; ancak, böyle bir hayvanın gücüne
diyecek yok. Baktım hemen suratıma atlayacak, ben de ayak
larımı gözden çıkarmayı uygun buldum; artık didik didik edil
melerine de bir şey kalmadı. " - "Vallahi bilmem ki neden bun
ca işkenceye katlanıyorsunuz! " dedi Bay. " Bir kurşun akbaba
nın işini görür hemen. " - " Ya? " diye sordum ben. " Peki bunu
siz yapar mısınız? " - " Hay hay! " dedi Bay. " Yalnız eve kadar
gideyim de silahımı alıp geleyim. Bir yarım saat daha bekleye
bilir misiniz? " - " Bilmem," diye yanıtladım ben ve bir süre acı
dan kaskatı kesildim, ardından dedim ki: "Ne olur, siz gene bir
deneyin! " - " Peki, peki! " dedi Bay. " Bir koşu gider gelirim. "
Biz konuşurken, akbaba gözlerini bir Bay'a, bir bana çevirmiş,
sessiz sakin bizi dinlemişti. Şimdi görüyordum ki, bütün söyle
nenleri anlamıştı; ansızın havalandı, hız almak için alabildiğine
geriye kaykılıp usta bir mızrak atıcısı gibi gagasını ağzımdan
içeri daldırdı, derinlere gömdü. Ben arka üstü yıkılırken, onun
tüm çukurlan dolduran, tüm kıyılardan taşan kanlar içinde
kurtuluşsuz boğulup gittiğini görerek rahatladım.
383
BiR SA VAŞIN TASViRi
YOLA ÇIKIŞ
Atımı ahırdan alıp gelmesini buyurdum. Uşağım ne dediğimi
anlamadı. Kendim gittim, eyerleyip bindim üzerine. Uzaktan
bir boru sesi işitip, bu nedir diye sordum. Uşağın bir şeyden ha
beri yoktu ve bir şey de işitmemişti. Kapıda beni durdurup sor
du: "Bey nereye gidiyorlar? " - "Bilmem, " dedim, " buradan
uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelik
le hedefime varabilirim. " - " Demek hedefinizi biliyorsunuz? "
diye sordu uşağım. " Evet, " diye yanıtladım, " Söyledim ya. Bu
radan uzağa - işte hedefim. "
384
BiR SA VAŞIN TASViRi
VAZGEÇ!
Sabahın pek erken saatiydi, yollar temiz ve boştu. İstasyona gi
diyordum. Bir kulenin saatini benimkiyle karşılaştırınca, bak
tım, sandığımdan çok daha geç olmuş; acele etmem gerekiyor
du; bunun verdiği korku, yol konusunda bir duraksamaya gö
türdü beni, henüz bu kenti pek iyi tanımıyordum, Allahtan ki
yakında bir polis memuru vardı, ona koştum ve soluk soluğa
yolu sordum. Polis gülümseyerek, " Benden mi yolu öğrenmek
istiyorsun? " dedi. " Evet," dedim. " Kendim bulamadığıma gö
re. " - " Vazgeç, vazgeç! " diye yanıtladı polis memuru ve gülü
şüyle yalnız kalmak isteyen bir kimse gibi çarçabuk yüzünü
döndürdü.
385
BiR SA VAŞIN TASViRi
GECELEYİN
Gömülmek geceye. Bazen düşüncelere dalmak için baş eğilir
ya, onun gibi tıpkı, düpedüz gömülmüş olmak. Dört bir yanda
insanlar uyumaktadır. Ufak bir oyunculuk, masum bir kendini
aldatış, sanki evlerde uyumaktadırlar, sağlam yataklarda, sağ
lam çatılar altında, döşekler üzerinde boylu boyunca uzanmış
ya da kıvrılıp büzülmüş, çarşaflar üzerinde, yorganlar altında;
gerçekte bir araya gelmişlerdir, o bir vakitler ve sonralan oldu
ğu gibi çöl bir yerde, açıkta bir konak, sayılamayacak kadar in
san, bir önder, bir kavim, soğuk bir gökyüzü altında, soğuk
topraklar üzerinde, önce ayakta, şimdi savrulmuş yerlere, alın
lar kollara bastırılmış, yüzler yere doğru, sakin sakin soluya
rak. Ve sen uyanık durursun, nöbetçilerden birisin, yanı başın
daki yanan çalı çırpı yığınından bir odun parçasını sallayarak
sana en yakın kişiyi bulursun. Neden uyanıksın? Birinin uyu
maması gerekiyor işte. Birinin nöbet tutması gerekiyor.
386
BiR SA VAŞIN TASViRi
DÜMENCİ
"Ben dümenci değil miyim? " diye bağırdım. " Sen mi? " diye
sordu esmer, uzun boylu bir adam ve bir düşü uzaklaştırmak is
ter gibi eliyle gözlerini ovdu. Başımın üstünde ölü gözü bir fe
ner, karanlık gecede dümen başında dikilmiştim; derken bu
adam çıkagelmiş, beni oradan kovmak istiyordu. Ben çekilme
yince, ayağını göğsüme dayadı ve beni yavaş yavaş yere çökert
ti; bense hfil� dümeni bırakmıyordum ve yere yıkılırken elim
boydan boya döndürdü dümeni. Ama adam hemen dümeni ya
kalayıp toparladı, beni de itip uzaklaştırdı oradan. Ne var ki,
çok sürmeden aklım başıma gelmişti, tayfaların bulunduğu ye
re açılan lombar deliğine seğirtip bağırdım: " Hey tayfalar! Hey
arkadaşlar! Çabuk koşun! Yabancının biri dümeri başından
kovdu beni! " Derken ağır ağır geldiler, merdivenden tırmanıp
çıktılar yukarı; yalpa vuran, yorgun, güçlü kişiler. " Ben dü
menci değil miyim ? " diye sordum. Başlarıyla onayladılar, ama
gözleri sadece yabancıdaydı; bir yarım daire yapmışlardı ççvre
sinde. Yabancı, " Haydi rahatsız etmeyin beni ! " deyince bir
araya toplandılar, bana doğru başlarını sallayarak gerisin geri
merdivenden indiler. Ne biçim insanlardı böyle! Adamlarda
düşünce denen bir şey var mıydı acaba! Yoksa bu dünyada, an
lamsız, saçma, sürüklenip gidiyorlar mıydı?
387
BiR SA VAŞIN TASViRi
TOPAÇ
Filozofun biri hep de çocukların oynadığı yerlerde eğleşiyordu.
Ve elinde topaç bir oğlan gördü mü, pusuya yatıyordu hemen.
Daha topaç dönmeye başlar başlamaz, yakalamak için peşine
düşüyordu. Çocukların bağırıp çağırmalarına ve onu oyuncak
larından uzak tutmak istemelerine kulak asmıyordu hiç. Topa
cı henüz döner durumda yakalamayagörsün, dünyalar kendisi
nin oluyordu; ama işte hepsi bir an, sonra topacı kaldırıp yere
atıyor ve çekip gidiyordu. Çünkü ona göre rastgele küçük bir
şeyi, dolayısıyla bir topacı tanımak, genel'i tanımak için yeter
liydi. Bu yüzden büyük sorunlarla oyalanmıyor, bunu tutumlu
bir uğraş görmüyordu. En küçük nesne gerçekten tanındı mı,
her şey tanınmış demekti, dolayısıyla topaçlardan başka şeyle
ilgilendiği yoktu. Ve topacı döndürme hazırlıkları yapılırken
her defasında işin bu kez başarıya ulaşacağı umuduna kapılı
yor, topaç dönmeye başlayıp soluk soluğa arkasından koşar
ken bu umut ruhunda kesinlik kazanıyordu; ama o aptalca tah
ta parçasını eline almayagörsün fenalaşıyor, şimdiye dek işit
mediği, şimdi ansızın kulaklarından içeri dolan çocuk haykırış
ları onu önüne katıp kovalıyor, sanki beceriksizce savrulan bir
kaytan altındaki topaç gibi sağa sola yalpalıyordu.
388
BiR SA VAŞIN TASViRi
KISA HAYVAN MASALI
" Öf! " dedi fare. "Dünya da günden güne daralıyor. İlkin bir
genişti ki korktum, koştum ileri, uzakta sağlı sollu duvarlar gö
rür görmez dünyalar benim oldu. Ama bu uzun duvarlar da bir
çabuk birbirlerine doğru yaklaşıyor ki, en son odadayım işte;
orada, köşede de kapan duruyor, gide gide kısılacağım kapa
na. "
Kedi, " Sen de öyleyse yönünü değiştir," dedi ve fareyi yedi.
389
BiR SAVAŞIN TASViR/
KARI-KOCA
İşlerin genel durumu bir kötü ki, bazen, bürodan vakit ayıra
bilirsem, örnek çantasını bizzat yükleniyor, müşterileri ken
dim dolaşıyorum. Bu arada hanidir kafama koydum, bir yol
K. 'ye uğrayacağım; eskiden aramızda sürekli bir ticari ilişki
vardı, ama son yılda bu ilişki adeta gevşeyip çözüldü, bilmi
yorum neden. Hem bu tür aksaklıklar için ortada hiç de ger
çek nedenler bulunması gerekmez; günümüzün değişen ko
şullarında çok vakit hiç denecek bir şey, o andaki hava kesin
rol oynar bu konuda; ama gene öyle hiç denecek bir şey, bir
söz her şeyi yine düzene sokabilir. Gel gelelim, K. 'ye ulaşa
bilmek biraz külfetli �ir iş; yaşlı bir adam K., son zamanlar
hastalıkla başı pek dertte, işleri hala kendi elinde bulundur
masına karşın mağazaya uğradığı pek yok; dolayısıyla, ken
disiyle konuşmak isteyenin kalkıp evine gitmesi gerekiyor,
böyle bir iş ziyaretini de seve seve bugünden yarına erteliyor
insan.
Ama dün akşam saat altıdan sonra yine de kalkıp yola düştüm;
kuşkusuz ziyaret saati geçmişti artık, ama nasılsa işin görgü ku
ralları değil, ticari açıdan ele alınması gerekiyordu. Şansım var
mış; K. 'yi evde buldum. Girişte söylediklerine göre, az önce
karısıyla bir gezintiden dönmüş ve şimdi de yatakta yatan has
ta oğlunun adasındaymış. Buyrun, siz de gidin dendiyse de il
kin duraksadım, ama sonra bu lanet olası ziyaretten bir an ön
ce kurtulmak isteği baskın çıktı; üzerimde palto ve şapka, elim
de çantayla olduğum gibi hizmetçinin peşine takıldım, karanlık
bir odadan geçip iyi aydınlatılmamış bir başka odaya girdik;
içeride ufak bir kalabalık vardı.
390
BiR SA VAŞIN TAS ViRi
Bir içgüdüyle olacak, gözüm ilkin, benim çok iyi tanıdığım, bir
bakıma rakibim sayılan bir pazarlamacıya ilişti. Demek ben
den önce sessiz sedasız çıkıp gelmişti buraya. Hastanın yatağı
nın hemen yanı başına bir hekim gibi kurulmuştu; düğmeleri
çözük duran kabarık ve güzel paltosuyla yüce dağlan ben ya
rattım der gibi oturuyordu. Bir arsız ki, o kadar olur! Hasta da
Allah bilir benimkine benzer şeyler geçiriyordu kafasından;
ateşten biraz kızarmış yanaklarla yatakta yatıyor, zaman za
man gözlerini çevirip pazarlamacıya bakıyordu. Hani genç de
nemezdi artık bu oğula, ben yaşta biriydi; hastalık nedeniyle
biraz bakımsız top sakalı vardı. Uzun boylu, geniş omuzlu, ama
sinsi sinsi sürüp giden rahatsızlığı dolayısıyla şaşılacak ölçüde
kötülemiş, kamburu çıkmış, özgüvenini yitirmiş yaşlı K., dışar
dan geldiği gibi üzerinde kürk öylece duruyor, oğluna mırılda
narak bir şeyler söylüyordu. Ufak tefek, narin, ama alabildiği
ne hareketli karısı - bu hareketliliği yalnızca kocasıyla ilgiliydi,
bizleri gördüğü yoktu pek - adamın üzerinden kürkü çıkarma
ya uğraşıyordu; aralarındaki boy farkından biraz zorlandıysa
da sonunda başardı. Asıl güçlük belki bir başka ye.rdeydi: K.
pek sabırsızdı, ellerini telaşla sağa sola gezdirerek oturacak bir
koltuk arandı; onu da yine kadın hemen getirip altına sürdü
kocasının, içinde adeta kaybolduğu kürkü alarak dışarı çıkar
dı.
Sonunda vakit gelmiş gibi göründü bana, daha doğrusu vaktin
geldiği falan yoktu ve böyle bir yerde sanırım asla da gelme
yecekti; bir girişimde bulunmak istiyorsam, hemen davran
mam gerekiyordu; çünkü öyle seziyordum ki, bir iş konuşma
sı için şu andaki koşullar zaman geçtikçe iyileşmeyip, daha da
kötüleşecekti; pazarlamacının besbelli niyetlendiği gibi bura
ya postu sermek bana göre değildi; üstelik onu şuncacık umur
samayı düşünmüyordum, dolayısıyla hemen meramımı açıkla
maya koyuldum. Oysa anladığım kadarıyla, K., tam bu sırada
oğluyla biraz sohbet etmek istemişti. Ne yaparsın ki bir alış
kanlığım vardır, biraz şöyle konuşup coştum mu - bu da pek
391
BiR SA VAŞIN TASViRi
çabuk olur, özellikle şimdi hasta odasında her vakitkinden de
çabuk gerçekleşti - ayağa kalkar, bir aşağı bir yukarı dolaşı
rım. İnsanın kendi bürosunda iyi, güzel de, yabancı yerde bi
raz tatsız kaçıyor. Ama tutamamıştım kendimi, hele alışık ol
duğum sigaradan da uzak kalınca. Eh, herkesin kötü huyları
vardır, doğrusu pazarlamacınınkilerle kıyaslanırsa, benimkiler
övülecek gibi kalır. Örneğin, onun dizi üzerinde tutup ağır
ağır sağa-sola oynattığı şapkasını bazen ansızın, hiç beklenme
dik anda başına geçirmesine ne demeli! Gerçi hemen, sanki
bir yanlışlık yapmış gibi çıkarıyor yine, ama olsun, bir an ba
şında tutuyor ya; üstelik bunu zaman zaman yineliyor. Böyle
bir davranış da doğrusu yakışıksız bir şey. Beni rahatsız etmi
yor etmeye, ben odada bir aşağı, bir yukarı boyuna geziniyo
rum, aklım kendi işimde, onu gördüğüm yok; ama öyleleri bu
lunabilir ki, bu şapka hokkabazlığıyla çileden çıkabilir. Ama
bir konuşmanın coşkusu içinde yalnızca böyle bir rahatsızlığa
değil, hiç kimseye aldırmıyorum; olup bitenin farkındayımdır,
ama konuşmamı bitirmedikçe ya da bayağı itirazlar işitmedik
çe, adeta görmezlikten geliyorum hepsini. Örneğin, şimdi de
K. 'nin beni pek dinleyecek durumda olmadığını fark etmiş
tim; elleri koltuğun dirsek dayayacak yerlerinde, rahatsızlıkla
sağa sola dönüp duruyordu; gözlerini bana doğru kaldırmıyor,
pek anlamsız bakışlarla bir şeyler arar gibi boşluğa bakıyordu.
Yüzü de o kadar ilgisizdi ki, sanki sözlerimden hiçbiri, hatta
benim oradaki varlığıma ilişkin hiçbir duygu kendisine kadar
sokulamıyordu. Bana pek de umut vermeyen bütün bu hasta
davranışını görmesine görüyor, öyleyken sanki sözlerimle ve
yaptığım karlı önerilerle - verdiğim ödünlerden, kimsenin
benden istemediği ödünlerden kendim bile ürkmüştüm - her
şeyi eninde sonunda bir düzene sokacağımı hala umut eder gi
bi konuşmaktan geri kalmıyordum. Pazarlamacının - şöylece
gözüme çarpmıştı - şapkasını nihayet kendi haline bırakıp,
kollarını göğsü üzerinde kavuşturması da bir bakıma beni
memnun etmişti; biraz da onu hedef alan sözlerim, planlarına
392
BiR SA VAŞIN-TASViRi
ağır bir darbe indirmişe benziyordu; ikinci derecede önemli
bir kimse gibi görüp o ana kadar kendisiyle ilgilenmediğim
oğul, yatakta birden yarı doğrulup yumruğuyla gözdağı vere
rek beni susturmasaydı, bunun keyfiyle belki daha uzun za
man konuşmamı sürdürecektim. Oğul anlaşılan bir şey daha
söylemek, bir şey göstermek istemiş, ama gücü yetmemişti.
Ben ilkin bunu bir sayıklamaya verdim, ama hemen ardından
gözlerim kendiliğinden K.'ye yöneldi, o vakit durumu daha iyi
kavradım.
K., sanki bir an sonra görevini yapamayacak açık, camsı ve dı
şarı fırlamış, sadece birkaç dakika daha çalışıp işlevine son ve
recekmişe benzeyen gözlerle oracıkta oturuyor, sanki biri en
sesinden tutuyormuş ya da ensesine vuruyormuş gibi öne doğ
ru kaykılmış titriyordu; alt dudağı, hatta apaçık gözüken diş et
leriyle alt çenesi tümüyle sarkmış, bütün yüzü adeta dağılıp dö
külmüştü. Güçlükle de olsa nefes alıyordu henüz, ama derken
rahatlamış biri gibi geriye, koltuğun arkalığına yıkıldı, gözleri
ni yumdu; büyük bir çaba belirtisi bir an yüzünde dolaştı, son
ra tamam. Hemen fırladım; cansız sarkan soğuk eli içim ürpe
rerek yakaladım, nabız falan kalmamıştı. Eh, demek bitmişti
işi. Elbet, yaşlı bir adam. Hepimizin ölümü böyle kolay olsun.
Gel gelelim, ne de çok şey vardı şimdi yapılacak! Hiç vakit ge
çirmeden yapılması gereken şey neydi? Yardım için çevreme
bakındım; oğul yorganı başına çekmişti, hıçkırıp duruyordu.
Pazarlamacı ise bir kurbağa gibi soğuk, K.'nin iki adım karşı
sında adeta sandalyesine çivilenmiş oturuyordu; görünüşe ba
kılırsa, olup bitecekleri beklemekten başka bir girişimde bu
lunmamak kararındaydı; yani ben, bir ben kalıyordum bir şey
ler yapacak ve hemen de yapılacakların en zorunu yapmam,
kadına katlanabileceği gibi, yani dünyada var olmayan bir bi
çimde ölüm haberini iletmem gerekiyordu. Kadının bitişik
odadan yerde sürüklenerek yaklaşan hamarat adımlarını işit
meye başlamıştım bile.
393
BiR SA VAŞIN TASViRi
Derken - hala sokak kıyafetiyleydi, üstünü değiştirmeye za
man bulamamıştı, - sobada güzelce ısıttığı bir gecelikle çıkagel
di, geceliği kocasına giydirecekti. Bizi öyle pek sessiz bulunca,
" Uyudu ha! " dedi, gülümseyip başını salladı. Ve demin benim
tiksinip çekinerek tuttuğum eli olup bitenlerden habersiz bir
kimsenin sonsuz rahatlığıyla avcuna aldı, ufak bir kan-koca
oyunu oynar gibi öptü eli, bunun üzerine - biz odadaki diğer üç
kişi nasıl da bakakalmıştık! - K. kımıldadı, sesli sesli esnedi, ka
nsının elinden geceliği giydi, pek fazla uzun gezintiyle kendini
çok yorduğu için karısının sevecen sitemlerini kızgın, alaylı bir
yüzle ses çıkarmadan dinledi, uyuyakalışını bize başka türlü
açıklamak için, ne tuhafsa can sıkıntısı gibi bir şeyden söz etti.
Sonra, başka bir odaya geçerken belki üşütebilirim diye şimdi
lik oğlunun yatağına girdi; hemen kadının getirip oğlun ayak
ları dibine koyduğu iki yastık üzerine yerleştirildi başı. Daha
önce olup bitenlerden sonra, ben bunda artık bir gariplik gör
memiştim. Derken K., akşam gazetesini istedi ve odadaki ko
nuklarını hiç umursamaksızın gazeteyi gözlerinin önüne tuttu;
ama henüz okumaya başlamadan orasına burasına bakıyor,
arada bize önerilerimiz konusunda şaşılası bir ticari zeka eseri
sayılabilecek hayli tatsız şeyler söylüyordu. Bir yandan da boş
taki elini boyuna hayır der gibi oynatıyor ve dilini şapırdatarak
ağzında bizim davranışımızın yol açtığı kötü tadı adeta üstü ka
palı dile getiriyordu. Derken, pazarlamacı bazı yersiz sözler çı
kardı ağzından; sanırım, öyle ince düşünceli biri değilse de,
olup bitenlerden sonra bir dengenin sağlanması gereğini his
setmişti, ama kuşkusuz davranışı hepsinden az sağlayabilirdi
bu dengeyi. Dolayısıyla, birden veda edip ayrıldım; neredeyse
minnettardım pazarlamacıya, o olmasa hemen çekip gitmeye
karar verecek gücü kendimde bulamazdım.
Holde Bayan K. 'le karşılaştım. Acınacak durumunu görünce,
o anda aklıma geldi, bana biraz annemi anımsattığını söyledim.
Kadın sesini çıkarmayınca ekledim: " Kim ne derse desin, mu
cizeler yaratabilen bir kadındı. Bizim kırıp döktüklerimizi, o
394
BiR SA VAŞIN TASViRi
toplar yerine koyardı. Daha çocukken kendisini kaybettim. "
Bile isteye aşın ölçüde yavaş ve tane tane konuşmuştum; çün
kü sanıyordum ki, yaşlı kadıncağız ağır işitiyordu. Ama demek
. sağırmış, çünkü bir girişi gereksiz bularak sordu: " Kocamın du
rumu? " Veda sırasındaki üç beş sözünden çıkardığıma göre,
beni pazarlamacıyla kanştınnıştı, yoksa bana daha bir yakınlık
göstereceğinden kuşkum yoktu.
Derken merdivenlerden indim. İniş, önceki çıkıştan daha güç
tü ve çıkışın kendisi de üstelik kolay olmamıştı. Of, başarısız
sonuçlanan ne de çok iş ziyaretleri vardı ve ileride de taşımak
gerekiyordu bu yükü.
395
BiR SA VAŞIN TASViRi
KOMŞU
İşimin bütün yükü benim omuzlarımda. Daktilolar ve ticari
defterlerle ön odada iki kız; yazıhanesi, kasası, müşteriler için
danışma masası, rahat, büyük bir koltuğu ve telefonuyla benim
kendi odam; işte bütün çalışma düzeneğim. Öylesine derli top
lu, öylesine kolay yönetilir. Pek gencim ve işler tıkır tıkır yürü
yor elimin altında. Allaha şükür, Allaha şükür. Benim onca za
man cimrice davranıp kiralamakta duraksadığım bitişikteki
küçük boş daireyi, yılbaşında genç bir adam bir solukta tutu
verdi. Burası da yine bir oda, odanın bir ön odası var, ama faz
ladan bir de mutfağı bulunuyor. Odayla ön oda doğrusu işime
yarayabilirdi - yanımdaki iki kız kimi zaman işten göz açamaz
olmuştu -, peki mutfağı ne yapacaktım? Cimrice duraksamam
la daireyi tutup başkasına kaptırmıştım. Şimdi ise söz konusu
dairede bu genç adam kalıyor. Adı Harras. Hani orada ne ya
par, ne eder, bildiğim yok. Kapı üzerinde "Harras, Büro" yazı
lı. Sordum soruşturdum, dediler ki, benimkine benzer bir işi
varmış. Kredi vermekten ille sakınılmalı denemezmiş, çünkü
nihayet yükselmek için çaba gösteren genç biri söz konusuy
muş, ilerisi belki parlak olabilirmiş. Ne var ki, kredi için kesin
likle salık da verilemezmiş; çünkü şu an görünürde bir serma
ye yokmuş ortada. Yani hiçbir şey bilinmeyince verilmesi adet
olmuş bir bilgi. Bazen merdivende rastlıyorum Harras'a. Her
vakit çok, ama çok acele işi olmalı ki, önümden kaşla göz ara
sında sessiz sedasız geçip gidiyor. Kendisini şöyle adamakıllı
bir görmüş değilim. Bürosunun anahtarını önceden hazırlamış
tutuyor elinde, hemen kapıyı açıyor, bir farenin kuyruğu gibi
içeri süzülüyor. Bana gelince, şimdiye kadar gereğinden sık
396
BiR SA VAŞIN TASViRi
okuduğum "Harras, Büro " tabelası önünde yine kalakalıyo
rum.
Dürüst çalışanı ele veren, dürüst olmayanı ise saklayıp gizle
yen şu rezalet ince duvarlar. Telefonum, odamı komşumun
odasından ayıran duvara yerleştirilmiş. Ama benim bunu be
lirtmem, özellikle komik bir şey oluşundan. Telefon karşı du
varda da bulunsa, bütün konuşulanlar yine bitişik daireden işi
tilirdi. Artık alıştım, telefonda müşterilerimin adlarını söylemi
yorum. Ne var ki, arada geçen konuşmanın karakteristik, ama
kaçınılmaz sözcüklerinden ilgili adlan bulup çıkarmak için
kuşkusuz pek kurnaz olmanın gereği yok. Bazen kulaklık ku
lağımda, içimde tedirginliğin dürtüsü, parmak uçlanma basa
rak aygıtın çevresinde dönüp dolanıyor, yine de birtakım sırla
rın ele geçirilmesini önleyemiyorum. Elbet böyle olunca, iş ko
nusundalci kararlarım kesinlik taşımaktan uzak kalıyor, sesim
titrek çıkıyor. Ben telefon ederken, Harras ne yapıyor ola? Bi
raz fazla abartmaya kaçarak - ama bir açıklığa kavuşmak için
çokluk böyle davranmak gerekiyor - hani diyebilirdim ki, Har
ras neylesin telefonu, benimkinden yararlanıyor işte, kanepesi
ni duvara bitiştirmiş, kulağı benim burada; ben ise, telefon ça
lınca ister istemez seğirtiyor, müşterilerimin dileklerini öğreni
yor, önemli kararlar alıyor, uzun boylu konuşmalar yapıyor,
ama her şeyden önce, bütün bunlar olup biterken duvar aracı
lığıyla Harras'a raporlar sunuyorum. Belki Harras hiç bekle
miyor konuşmamın sonunu, durum üzerinde kendisini yeterin
ce aydınlatan sözlerimi dinler dinlemez kalkıyor, adeti üzerine
kent içinde bir gölge gibi sessizce seğirtiyor ve daha ben kulak
lığı yerine asmadan Allah bilir benim aleyhimdeki çalışmaları
na çoktan koyulmuş bulunuyor.
397
BiR SA VAŞIN TASViRi
SINAV
Bir uşağım; ama ortada yapılacak iş yok benim için. Çekingen
bir huyum var; başkalarından öne geçeyim, hatta başkaların
dan geride kalmayayım diye uğraşmıyorum. Ne var ki, boş otu
ruşumun nedenlerinden ancak biri bu, belki bu nedenin işsiz
güçsüzlüğümle hiç ilişkisi olmayabilir. Asıl sorun, kuşkusuz işe
çağırılmayışım. Başkaları çağrıldı; hani benden de çok işin ar
dına düşmediler, belki çağrılmak isteğini bile duymadılar; ben
se bu isteği, hiç değilse zaman zaman, olanca gücüyle içimde
hissediyorum.
İşte böylece uşaklar odasında kerevet üzerinde yatıyor, ta
vandaki direklere bakıyorum. Uyuyor, uyanıyor ve çok geç
meden gene uyuyorum. Bazen kalkıp karşıdaki meyhaneye
varıyorum. Kekremsi bir biraları var, bazen tiksintiden içme
yip döktüğüm bardaklar oluyor, ama sonra yine içiyorum.
Meyhanede oturmak hoşuma gidiyor; çünkü kapalı küçük
pencerenin gerisinde, kimse tarafından görülmeden karşıya,
çalıştığım evin pencerelerine bakabiliyorum. Pek bir şey se
çildiği yok, sanırım yalnızca koridorun sokağa bakan pence
releri görülüyor; üstelik Beyefendi ile Hanımefendi' nin da
irelerine uzanan koridorun pencereleri değil bunlar. Ama
yanılabilirim de; nitekim böyle olduğunu bir gün biri ben
sormadan ileri sürdü; hem evin bu cephesinin bıraktığı genel
izlenim de bunu doğruluyor. Ancak seyrek açılıyor pencere
ler, açıldı mı da hep bir uşak tarafından açılıyor ve sanırım
sonradan uşak, biraz aşağıya bakmak üzere pervaza yaslanı
yor. Demek bunlar, onun gafil avlanamayacağı koridorlar.
Sonra, ben bu uşakları tanımıyorum; hep yukarıda çalışan
398
BiR SA VAŞIN TASViRi
uşaklar benim kaldığım odada değil, başka bir yerde yatıp
kalkıyor.
Bir gün meyhaneye vardığımda, benim gözetleme yerine ben
den önce bir müşterinin gelmiş oturduğunu gördüm. O yana
pek dikkatle bakmaya çekindim, hemen kapıdan dönüp gide
cek oldum. Ama müşteri beni masasına çağırdı; anlaşıldı ki, o
da benim gibi bir uşak. Şimdiye kadar kendisiyle bir konuş
muşluğum yoktu, ama onu bir yerden gözüm ısırır gibiydi. " Ne
diye hemen savuşmak istiyorsun? Otur şöyle, benden bir şey
iç! " Bunun üzerine oturdum. Bana birkaç şey sordu, ama ben
yanıtlayamadım sorularını, hatta ne sorulduğunu bile anlaya
madım. Bu yüzden, "Olur ya, beni çağırdığına belki pişmanlık
duymuşsundur, böyle bir şey varsa gideyim," dedim ve hemen
kalkmaya davrandım. Ama o, elini masanın üzerinden uzata
rak beni yerime oturttu. " Gitme, kal! " dedi. "Yalnızca bir sı
navdı bu; sorulan yanıtlayamayan sınavı kazanmış sayılır. "
399
BiR SA VAŞIN TASViRi
LEHTE KONUŞUCULAR
Lehimde konuşulacaklar var mı, hiç belli değildi, bu konuda
kesin bir şey öğrenememiştim; bütün yüzlerde bana karşı bir
soğukluk göze çarpmaktaydı; karşıma çıkanların ve benim iki
de bir koridorlarda rastladıklarımın çoğu şişman ve yaşlı ka
dınlara benziyordu; vücutlarını baştan aşağı örten koyu mavi
ve beyaz yollu kocaman önlükleri vardı hepsinin, karınlarını sı
vazlıyor ve hantal hantal sağa sola dönüp duruyorlardı. Bir
mahkeme binasında mıydık, bunu bile öğrenememiştim. Kimi
belirtiler bir mahkemede bulunduğumuzu, pek çok belirti de
bunun tersini gösteriyordu. Bütün ayrıntılar bir yana, bana
mahkemeyi en çok anımsatan şey bir uğultuydu; uzaktan uza
ğa işitiliyor, bir türlü arkası kesilmiyordu, hangi yönden geldi
ği söylenecek gibi değildi; her bir yanı öylesine dolduruyordu
ki, bütün yönlerden geliyor sanılabilir ya da o anda tesadüfen
bulunulan yer uğultunun gerçek kaynağıdır denebilirdi; ama
kuşkusuz bir aldanıştı bu, çünkü uğultu uzaktan geliyordu.
Hatta, fazla süslü sayılmayan yüksek kapılarıyla dar, sadece
üstü kubbeli ve hafif dönemeçlerle uzayıp giden koridorlar ko
yu bir sessizlik için yapılmış gibiydiler, bir müze ya da bir ki
taplığın koridorlarına benziyorlardı. Peki, bir mahkeme değil
se, ne diye o zaman burada bir lehte konuşucu arıyordum? Her
tarafta lehte bir konuşucu arıyordum da ondan; her tarafta ge
reklidir böyle bir lehte konuşucu, hatta başka yerde mahkeme
den daha gereklidir; çünkü kabul edilmelidir ki, mahkeme yar
gısını yasalara göre verir. Burada adaletsiz ya da üstünkörü ça
lışılıyor dendi mi, nasıl yaşanır o zaman; mahkeme yasalardaki
görkemin kendini serbestçe açığa vurmasını sağlar, buna güve400
BiR SA VAŞIN TASViRi
nilmelidir, çünkü bu biricik görevidir onun; yasalar ise suçla
ma, lehte konuşma ve yargı gibi şeylerin hepsini kendisinde
barındınr, bir kimsenin kendi başına burada işe karışması cina
yet olur. Ama bir yargıya gelince iş başkadır; bir yargı şurada
burada, akrabalar ve yabancılar, dostlar ve düşmanlar arasın
da, aile içinde ve halk arasında, köyde kentte, kısaca her yerde
yapılacak soruşturmalara dayanır. Burada işte öylesine gerek
lidir lehte konuşucular, yığınla lehte konuşucular, üstelik en
iyileri, biri ötekinin hemen yanı başında, canlı bir duvar; çün
kü lehte konuşucular yaradılıştan ağır kişilerdir; oysa suçlayıcı
lar, bu kurnaz tilkiler, bu çevik gelincikler, bu göze görünmez
farecikler en küçük deliklerden ustalıkla geçer, lehte konuşu
cuların bacakları arasından usulca, çabucak süzülüverirler.
Onun için de dikkat gerekir. Ben de zaten bu amaçla burada
yım, lehte konuşucular topluyorum kendime. Ama bir tek ol
sun bulamadım henüz, yalnızca bu yaşlı kadınlar gelip gidiyor,
durmadan gelip gidiyorlar; arama işiyle uğraşmasaydım, bu du
rumun uykumu getirmesi işten değildi. Yanlış yere geldim;
yanlış yere geldiğim duygusundan ne çare kurtaramıyorum
kendimi. Öyle bir yerde olmalıydım ki, orada çeşit çeşit insan
lar bir araya gelmiş bulunsun, çeşitli bölgelerden, toplumun
değişik kesimlerinden ve her türlü meslekten değişik yaşta in
sanlar; içlerinden işe yarayacakları, dost olanları, benim için
lehte bir çift söz söyleyecekleri seçebilmeliydim. Büyük bir pa
nayır belki bunun için hepsinden elverişliydi. Oysa ben bu ko
ridorlarda oyalanıp duruyor, yaşlı kadınlardan başka kimsele
ri göremiyorum; üstelik gördüklerim pek fazla değildi ve hep
aynı kişilerdi; bu üç beş kişi bile o hantal davranışlarına karşın
kendilerini yakalamama fırsat vermeyerek elimden kayıveri
yorlardı; yağmur bulutları gibi süzülüp gidiyorlar, gözleri be
nim bilmediğim iş güçlerinden başka şey görmüyordu. Ne diye
böyle körü körüne bir binadan içeri dalıyor, giriş kapısı üstün
deki tabelayı okumuyor, bir anda kendimi koridorlarda bulu
yor ve buradan bir yere ayrılmıyorum; öyle ki, ne zaman bina401
BiR SA VAŞIN TASViRi
nın önüne geldim, ne zaman merdivenleri koşup çıktım yuka
rı, hiç anımsadığım yok. Ama geri de dönemem; bu zaman kay
bı, bu yanlış yolda olduğumu itiraf benim için katlanılacak gibi
değil. Nasıl? Sabırsız bir uğultunun eşliğindeki bu kısa ve hızlı
yaşam içinde bir merdivenden aşağı mı ineceğim? Olacak şey
mi? Senin payına ayrılmış zaman o kadar kısa ki, bir saniye yi
tirdin mi bütün ömrünü elden çıkardın demektir; çünkü öm
rün, yitirdiğin zamandan daha uzun değildir, uzunluğu yitirebi
leceğin zamana eşittir hep, yalnızca o kadardır. Yani bir yolu
tuttun mu, ne olursa olsun onu izlemeye bak, yalnızca kazanır,
bir tehlikeye atmazsın kendini; belki sonunda yuvarlanırsın
aşağı, ama daha ilk basamakların ardından geri döner, merdi
venleri koşarak inmeye kalkarsan, daha işin başında yuvarla
nıp gidersin, hem belki değil, kesin olarak. Yani bu koridorlar
da bir şey bulamadın mı, kapılan aç; kapıların arkasında da bir
şey ele geçiremedin mi, yukarılarda yeni katlar vardır; oralar
da da bir şey bulamadın mı zararı yok, yeni merdivenlere atıl,
tırman yukarı; sen çıkmaktan vazgeçmedikçe, basamakların
sonu gelmez, senin yukarılara tırmanan ayaklarının altında on
lar da yükselip durur.
402
BiR SA VAŞIN TASVIRI
DÖNÜŞ
Döndüm işte. Holü yürüyüp geçtim. Sağıma soluma bakmıyo
rum. Babamın eski çiftliği. Orta yerde bir su birikintisi. Eski,
işe yaramaz, iç içe geçmiş araç ve gereçler tavanarasına çıkan
merdivenin önünü kapıyor. Kedi, korkuluk üzerine sinmiş.
Vaktiyle oyun oynanırken bir çub�ğa dolanmış yırtık pırtık
bez rüzgarda uçuşuyor. Geldim. Kim karşılayacak beni? Mut
fak kapısının arkasında bekleyen kim? Bacadan duman tütü
yor, akşam kahvesi pişiriliyor. Evinde misin? Kendini evinde
hissediyor musun? Bilmem, hiç emin değilim. Babamın evi,
ama eşyalar yan yana, soğuk soğuk duruyor; sanki hepsi de be
nim kimini unuttuğum, kimini hiç bilmediğim kendi sorunları
na dalmış. Onlara ne yararım dokunabilir? Onlar için neyim?
O babanın, yaşlı çiftlik sahibinin oğlu olsam da ne çıkar? Ve
mutfak kapısını vurmayı göze alamıyor, yalnızca uzaktan ku
lak kabartıyorum, yalnızca uzaktan, ayaküstü, gizlice dinler
ken suçüstü yakalanmayacağım gibi. Ama uzaktan kulak ka
barttığım için bir şey duyamıyor, bir saatin hafiften tıkırtısını
işitiyorum ya da belki sadece, çocukluk günlerinden doğru işi
tir gibi oluyorum. Mutfakta başkaca olup bitenler, oradakilerin
benden sakladığı bir sır. Kapı önündeki duraksamam uzadık
ça, yabancılık artıyor. Ya şimdi biri kapıyı açar da bana bir şey
sorarsa? O zaman kendim, sımnı gizlemek isteyen biri duru
muna düşmez miyim?
403
BiR SA VAŞJN TASViRi
BİR ARADA
Beş arkadaşız, günün birinde bir evden art arda çıktık dışarı.
İlkin birimiz çıktı ve kapının yanı başına gidip durdu; sonra
ikincimiz çıktı, daha doğrusu tıpkı bir cıva kabarcığı gibi çevik
ve hafif kayarak geldi, birincinin uzağında sayılmayacak bir ye
re dikildi; sonra üçüncümüz, daha sonra dördüncümüz, onun
ardından da beşincimiz çıktı. Derken hepimiz bir dizi halinde
dikilmeye başladık. Herkesin dikkati bize çevrildi ve bizi gös
terip dediler ki: "Bu beş kişi var ya, şimdi evden çıktı! " İşte o
gün bugün bir arada yaşıyoruz, boyuna bir altıncımız aramıza
karışmak istemese gül gibi yaşayıp gideceğiz; bize bir şey yap
tığı yok, ama hoşlanmıyoruz kendisinden, bu kadarı da yeter
sanının; istenmediği bir yere ne diye ille gireceğim diye uğraşır
durur. Onu tanıyıp etmiyor ve aramıza da almak istemiyoruz.
Hani biz beşimiz de eskiden tanımıyorduk birbirimizi ve deni
lebilir ki şimdi de tanıyor değiliz; ama biz beşimizde mümkün
olan, hoş görülen şey o altıncısında mümkün değil ve hoş gö
rülmüyor. Kaldı ki beş kişiyiz, altı olmak istemiyoruz. Hem za
ten canım, bu boyuna bir arada oluşun anlamı ne? Biz beşimiz
için de anlamı yok ya, işte bir kez bir araya gelmişiz ve öylece
kalıyoruz, ama deneyimlerimize dayanarak yeni bir birleşme
de istemiyoruz. Gel gelelim, bütün bunları o altıncıya nasıl an
latırsın; uzun boylu açıklamalara kalkmak kendisini bir bakı
ma aramıza almak olur, biz de en iyisi bir açıklamada bulun
muyor, onu da aramıza almıyoruz. İstediği kadar surat asıp so
murtsun, bir dirsek vuruşuyla yanımızdan itip uzaklaştırıyoruz;
ama ne kadar uzaklaştırsak, gene çıkıp geliyor.
404
BiR SA VAŞIN TASViRi
BLUMFELD, YAŞLICA BİR BEKAR
Yaşlıca bir bekar olan Blumfeld, bir akşam dairesine çıkıyordu.
Zahmetli bir işti hani, çünkü altıncı katta oturuyordu. Son za
manlarda sık sık yaptığı gibi, düşünüyordu çıkarken: Bu yapa
yalnız yaşam pek de sıkıcı bir şeydi, işte şu an bayağı bir gizlilik
içinde altı kat çıkacak, boş odalarına kavuşacaktı; sonra yine
bayağı bir gizlilik içinde ropdöşambrını üzerine geçirip piposu
nu ateşleyecek, yıllardır abonesi bulunduğu Fransızca dergiye
şöyle bir göz gezdirip kendi eliyle hazırladığı kiraz rakısını ara
da yudumlayacak ve nihayet yarım saat kadar sonra, bu kafası
na bir şey girmeyen hizmetçinin aklına estiği gibi kaldırıp attığı
yastık yorgana tümüyle yeniden bir çekidüzen verip yatağa gi
recekti. Yanında biri, kendisi bütün bu işleri görürken onu izle
yecek biri bulunsa, başının üzerinde yeri vardı Blumfeld'in.
Acaba küçük bir köpek edinsem mi diye aklından geçirmemiş
değildi. Böyle bir köpek eğlendirir insanı, her şeyden önce nan
körlük bilmez ve sadık olur. Blumfeld'in bir meslektaşının böy
le bir köpeği vardır, efendisinden başka kimselere sokulmaz,
birkaç dakika efendisini görmesin, hemen yüksek sesle havla
yarak karşılar onu; efendisine, bu olağanüstü velinimetine yeni
den kavuşmaktan duyduğu sevinci besbelli böylece anlatmak
ister. Öyle, bir köpeğin sakıncalı yanlan da yok değildir. Ne
denli temiz tutulsa, odayı pisletir yine. Bunun asla önüne geçi
lemez; odadan içeri alınmadan her defasında hayvan sıcak su
banyosuna sokulamaz, hem sağlığı da kaldırmaz bunu. Gel ge
lelim, odasındaki pisliği de Blumfeld'in içi kaldırmaz, odası te
miz olmadan yapamaz hiç, bu konuda ne yazık ki pek titiz ol
mayan hizmetçiyle haftada birkaç kez kavga eder. Kulağı ağır
405
BiR SA VAŞIN TASViRi
işiten hizmetçiyi kolundan tutup çeker hep, odanın temizliğin
de kusur bulduğu köşelerine götürür. Bu sert tutumuyla, oda
nın az çok istediği gibi bir düzene kavuşmasını sağlamıştır. Ne
var ki, bir köpeği eve soktu mu, şimdiye dek bunca özen göste
rip yanma yaklaştırmadığı pisliği doğrudan kendi eliyle odasına
buyur edecektir. Köpeklerin hiç yanından ayrılmayan pireler
de boy gösterecektir ortalıkta. Eh, bir yol da pireler ortalıkta
göründü mü, Blumfeld'in rahat odasını köpeğe bırakıp kendine
bir başka oda arayacağı gün artık uzak sayılmazdı. Pislik de kö
peklerin kötü yanlarından ancak biriydi. Köpekler de hastala
nırdı ve köpek hastalıklarından doğrusu anlayan yoktu. Hasta
hayvancağız bir köşede büzülüp kalır, olmadı topallar sağda
solda, inilder, ufak ufak öksürür, bir derdi vardır, onunla pen
çeleşir hep; bir battaniyeye sarılıp sarmalanır, karşısında ıslıkla
bir melodi öttürülür, önüne süt çanağı sürülür; kısaca, gelip ge
çici bir hastalıktır umuduyla - olmayacak şey de değildir bu hayvana bakılıp edilir; ama gerçekte ciddi, iğrenç ve bulaşıcı bir
hastalık söz konusudur belki. Köpek hastalanmadı da sağlıklı
yaşadı diyelim, ileride bir gün yaşlanır nihayet; işte sadık hay
van zamanında karar verilip evden uzaklı;ıştınlamamıştır ve
derken bir an gelir, ağlayan köpek gözlerinden kendi kocamış
lığının kendisine baktığını görür gibi olur insan. O vakit de göz
leri yan körleşmiş, ciğerleri zayıf düşmüş, yağlanıp nerdeyse ye
rinden kımıldayamaz duruma gelmiş hayvancağızla uğraşılıp
durulur artık, köpeğin daha önce insana yaşattığı zevkler paha
lıya ödenir. Blumfeld her ne kadar bugün bir köpeğe kavuşma
yı çok istiyorsa da, yarın kendisininkileri bastıracak ahlayıp of
lamalarla vücudunu sürüyüp onunla basamakları tırmanacak
böyle yaşlanmış bir köpeğin rahatsızlığını başına sarmaktansa,
bir otuz yıl daha bu merdivenleri yalnız çıkmaya razıydı.
Dolayısıyla, yalnız kalacak Blumfeld. Doğrusu geçkin bir bakire
gibi hevesleri yok; böyle bir bakire, yakıncağızında kendisine bağ
lı bir canlı yaratık bulunsun da onun üzerine kanat gersin, onu se
vip koklasın, boyuna onun hizmetine baksın ister; öyle ki, bunun
406
BiR SA VAŞIN TASViRi
için bir kedi, bir kanarya kuşu, hatta kırmızı süs balıklan elverir;
o da olmadı, pencere önünde yetiştireceği çiçeklere bile razıdır.
Gel gelelim, Blumfeld'in istediği bir can yoldaşıdır, o kadar; pek
bir bakan gerektirmeyen, ara sıra bir tekmeyi kaldıracak, darda
kalınca sokakta geceleyebilecek, ama Blumfeld'in de keyfi istedi
mi hemen havlama, zıplama ve el yalamalarla emre hazır buluna
cak bir hayvan. İşte bu tür bir şey istediği Blumfeld'in. Bunu da
pek büyük sakıncaları göze almaksızın elde edemeyeceğini anla
dığından isteğinden vazgeçiyor; ama yine de, inatçı mizacından
dolayı vakit vakit, örneğin bu akşam aynı düşünceleri kafasından
bir kez daha geçirmekten alıkoyamıyor kendini.
Yukarıda, kapısının önünde cebinden anahtarı çıkarırken,
içerden doğru kulağına bir ses geliyor. Acayip, takur tukur bir
gürültü; ama pek canlı, pek düzenli. Blumfeld'in zihninden da
ha az önce köpeklere ilişkin düşünceler geçtiği için, ses nöbet
leşe yeri döven köpek pençelerini anımsatıyor kendisine. Ama
köpek pençeleri de takırdamaz, köpek pençeleri değil bunlar.
Çarçabuk kapıyı açıp elektrik düğmesini çeviriyor. Böyle bir
manzarayla karşılaşmayı doğrusu beklememiştir. Bir hokka
bazlık, başka şey değil; üzerlerinde mavi çizgilerle iki küçük
beyaz selüloit top, yan yana zıplayıp duruyor parke üzerinde;
biri yere düşerken ötekisi havaya kalkıyor, yorulmaksızın
oyunlarını sürdürüyorlar.
Blumfeld, lisede okurken bir elektrik deneyinde küçük ve yu
varlak cisimciklerin benzer biçimde zıpladığını görmüştür; ama
onlarla kıyaslanınca hayli iri bunlar, oda içinde sere serpe hop
layıp duruyorlar, üstelik şimdi bir elektrik deneyinin de yapıldı
ğı yok. Blumfeld, daha bir yakından görebilmek için toplara
doğru eğiliyor. Kuşkusuz normal toplar; belki her topun içinde
de ayrıca birkaç küçük top var, söz konusu takırtıya bunlar yol
açıyordur. Toplar iplere falan asılmış olmasınlar diye elini boş
lukta gezdiriyor; hayır, düpedüz özgür devinimleri. Ne yazık ki,
Blumfeld küçük bir çocuk değil, yoksa böyle iki top sevindirici
407
BiR SA VAŞIN TASViRi
bir sürpriz olurdu kendisi için; ancak şimdi gördükleri kendisin
de tatsız bir duygu uyandırıyor. Anlaşılan sıradan bekar biri
olarak gözlerden saklı bir yaşam sürmek, büsbütün değersiz bir
şey değilmiş; işte şimdi biri, kimse artık, gelip bu sır örtüsünü
kaldırmış, odasından içeri ona bu iki komik topu yollamıştı.
Toplardan birini yakalamak istiyor, ama toplar geriye kaçıyor
önünden, odanın içinde onu arkalarından çekip götürüyor. Ne
budalaca şey peşlerinden koşmak diye düşünüyor Blumfeld,
durup topların arkasından bakıyor; toplar da bu kez, kovalama
ca sona ermiş göründüğünden oldukları yerde duruyorlar.
Ama hayır, yakalayacağım anlan! diye düşünüyor Blumfeld
yeniden ve toplara doğru seğirtiyor. Hemen sıvışıyor toplar;
ama Blumfeld bacaklarını açarak anlan odanın bir köşesine sı
kıştırıyor ve bir bavulun önünde, sonunda birini ele geçiriyor.
Serincecik, küçük bir top; avucunda dönüp duruyor, gözü elin
den kaçıp kurtulmakta. Öbür topa gelince, arkadaşının başının
dara düştüğünü görmüş gibi, eskisinden de yükseklere sıçrama
ya başlıyor, Blumfeld'in eline dokunana kadar sıçramalarını
büyütüp uzatıyor. Blumfeld'in eline vuruyor sonunda, zıplama
lannı gittikçe hızlandırarak sürdürüyor vuruşları, saldın nokta
larını değiştiriyor, arkadaşını sımsıkı avcunda tutan ele bir şey
yapamadığı için ansızın daha da yukarılara sıçrayıp anlaşılan
Blumfeld'in yüzüne ulaşmak istiyor. Blumfeld bu topu da yaka
layıp ikisini birden bir yere tıkayabilir; gel gelelim, o anda iki
küçük topa karşı bu tür önlemlere başvurmayı onuruna yedire
miyor. Hem insanın böyle iki topu olması eğlenceli bir şey; za
ten çok geçmeden yeterince yorulup bir dolabın altına yuvarla
nacak ve seslerini kesecekler. Böyle düşünüyor Blumfeld; ama
yine de elindeki topu bir çeşit hırsla kaldırıp yere fırlatıyor; an
cak ne hikmetse topun ince, nerdeyse saydam selüloit kılıfı tuz
la buz olmuyor. Hiç ara vermeden eskisi gibi birbirine uyumlu
alçaktan zıplamalannı hemen yine sürdürmeye başlıyorlar.
11
11
Blumfeld sakin sakin soyunuyor, sonra bir çekidüzen veriyor
408
BiR SAVAŞIN TASViRi
dolapta.ki giysilerine; hizmetçinin her şeyi yolu yordamınca
yerleştirip yerleştirmediğine dikkatle bakar hep. Arada bir iki
kez omuzları üzerinden toplara göz atıyor. Peşleri bırakılmış
toplar, şimdi kendi peşine düşmüşe benziyorlar. Arkasından
gelmiş, onun hemen gerisinde zıplamaya başlamışlardır. Blum
feld ropdöşambrını üzerine geçiriyor ve pipoluktan btr pipo al
mak üzere karşı duvara yürümek istiyor. Arkasına dönmeksi
zin elinde olmadan bir tekme savuruyor geriye doğru. Ama
toplar kaçıp tekmeyi savuşturmayı başarıyor, pipoyu almak
için yola koyulur koyulmaz da Blumfeld'e eşlik ediyorlar.
Blumfeld terliklerini sürüyor yerde, gelişigüzel adımlar atıyor;
ama yine de attığı her adımı topların nerdeyse aralıksız yere
vuruşları izliyor, ona ayak uyduruyor toplar. Ansızın Blumfeld
arkasına dönüyor, topların bunun nasıl üstesinden geldiklerini
görmek istiyor. Ama kendisi döner dönmez, toplar bir yanın
daire çizip yine arkasına geçiyorlar ve onun her geriye dönü
sünde yineliyorlar bunu; buyruğuna verilmiş eşlikçiler gibi,
Blumfeld'in önünde eğleşmekten sakınıyorlar. Şimdiye dek
anlaşılan kendilerini yalnızca tanıtmak için onun önunde eğleş
meyi göze almış, şimdi ise görevlerine başlamışlardır.
Bu ana kadar Blumfeld, kontrol altına almaya gücünün yetme
diği bütün durumlarda hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi dav
ranmayı her zaman tek çare bilmiştir. Bu da çokluk işe yaramış,
durumda en azından bir düzelme sağlamıştır. Dolayısıyla şimdi
de böyle davranıyor, pipoluğun önünde durup dudaklarını bü
kerek bir pipo seçiyor kendisine, hazırdaki tütün kesesinden
içine tıka basa tütün dolduruyor ve hiç aldırmayarak toplan
koyveriyor arkasında sıçrayıp zıplasınlar. Ancak, masanın ora
ya gitmekte de duraksıyor, topların zıplamalanyla adımlan ara
sındaki uyum bayağı eza veriyor kendisine. Böylece ayakta di
kilmesini sürdürüyor, piponun içine tütünleri bastırması uzuyor
gereksiz yere, kendisini masadan ayıran uzaklığı ölçüp biçiyor.
Ama sonunda güçsüzlüğünü yenip aradaki yolu paldır küldür
yürüyerek geride bırakıyor; öyle ki, topları işitmiyor hiç. Gel
409
BiR SA VAŞIN TASViRi
gelelim, masanın başına çöker çökmez, onların yeniden sandal
yenin arkasında önceki gibi zıpladıklarını duyuyor.
Masanın yukarısında, duvarda elle erişilebilecek yükseklikte
bir raf vardır. Üzerinde mini mini kadehlerin ortasında bir şişe
kiraz rakısı durmakta, şişenin yanı başında Fransızca bir dergi
nin bir deste eski sayısı bulunmaktadır. Tam da o gün yeni bir
sayısı gelmiştir derginin; Blumfeld bu sayıyı indiriyor raftan, ki
raz rakısını düpedüz unutuyor. içinde öyle bir duygu var ki,
yalnızca avunmak için alışık olduğu şeyleri yapıyor bugün;
okumak için gerçekten bir gereksinim duymuyor. Başka zaman
sayfaları teker teker titizlikle çevirip bakarken, bu kez rastgele
bir yerinden açıyor dergiyi ve kocaman bir resimle karşılaşıyor.
Resme iyice bakmak için zorluyor kendim: Resim, Rus İmpara
toruyla Fransız Cumhurbaşkanı arasındaki bir karşılaşmayı
gösteriyor. Bir gemide geçiyor karşılaşma. Hayli uzaklara ka
dar, çepeçevre bir sürü gemi seçiliyor, bacalarından yükselen
dumanlar bulutsuz gökyüzünde dağılıp kayboluyor. Anlaşılan
biraz önce kocaman adımlarla birbirlerine doğru seğirtmiş im
paratorla Cumhurbaşkanı, o anda el sıkışıyorlar. imparatorun
gerisinde iki, Cumhurbaşkanının gerisinde yine iki kişi dikili
yor, İmparatorla Başkanın neşeli yüzlerine karşılık, onlara eşlik
edenlerin yüzlerinde pek ciddi bir ifade var. Her eşlikçi grubun
dakilerin bakışları, kendi büyükleri üzerinde toplanmış. Daha
aşağıda - anlaşılan geminin en üst güvertesinde geçiyor olay resmin kenarıyla yanda kesilmiş uzun diziler halinde selam du
ran tayfalar seçiliyor. Blumfeld 'in ilgisi giderek artıyor resme,
resmi kendisinden biraz uzakta tutup gözlerini kısarak seyredi
yor. Böylesi yüce sahnelere enikonu bir yakınlık duymuştur
hep. Resimdeki baş kişilerin böyle serbestçe, candan ve nazik,
birbirlerinin ellerini sıkmalarını gerçeğe pek uygun buluyor.
Ayrıca eşlikçilerin duruşlarıyla - hepsi de kuşkusuz yüksek
aşamada kişiler ve isimleri resmin altında yazılı - bu tarihi
anın önemini dile getirmeleri yerinde bir davranış. (•)
(•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik "te yok.
410
BiR SA YAŞIN TASViRi
Kendisine gereken şeyleri tutup raftan indirecekken, sessiz
oturuyor Blumfeld, bala ateşlenmeden duran piposunun ağzı
na bakıyor. Tetikte beklemektedir. Derken ansızın, hiç bek
lenmedik bir anda uyuşukluğundan sıyrılıyor, sandalyesiyle ar
kasına dönüyor. Ama toplar da buna uygun bir uyanıklık gös
teriyor ya da kendilerini yöneten bir yasaya hiç düşünmeden
uyuyorlar: Blumfeld döner dönmez onlar da yerlerini değiştiri
yor, Blumfeld'in arkasına geçip saklanıyorlar. Şimdi Blumfeld,
sırtı masaya dönük, elinde ateşlenmemiş piposuyla oturuyor.
Toplar da artık masanın altında zıplamakta ve masa altına bir
halı yayılmış bulunduğundan sesleri fazla işitilmemektedir. Bu
da az buz bir kazanç değildir doğrusu. Blumfeld pek cılız ve
boğuk sesler işitiyor şimdi, bunları kulakla algılayabilmek çok
büyük bir dikkati gerektiriyor. Ne var ki, pek dikkatlidir Blum
feld; bir bir duyuyor sesleri. Ama belki ancak geçici bir süre
için; belki bir an sonra onları da hiç duymayacaktır. Halı üze
rinde varlıklarını bu denli az belli edebilmeleri, topların büyük
bir güçsüzlüğü gibi görünüyor Blumfeld'e. Altlarına bir ya da
en iyisi iki halı sürülüverdi mi, adeta sesleri solukları kesilecek
tir. Ne var ki sadece belli bir süre; kaldı ki, yalnızca var olma
ları bile kendilerini bir çeşit güçle donatıyor.
Şimdi bir köpek olsa ne çok işine yarardı Blumfeld'in, şöyle
gencinden, acarından bir şey; bir solukta topların hakkından
geliverirdi; Böyle bir köpeğin pençeleriyle toplara nasıl girişe
ceğini, topları yerlerinden nasıl sürüp atarak oda içinde oradan
oraya kovalayacağını, sonunda onları nasıl dişlerinin arasına
kıstıracağım gözlerinin önünde canlandırıyor. İlk fırsatta bir
köpek edinmenin yoluna bakması hiç de olmayacak şey değil.
Ama şimdilik yalnızca Blumfeld'den korkması gerekiyor top
ların, Blumfeld ise şu anda onların işlerini bitirmek için bir is
tek duymuyor, belki buna karar verme gücünden yoksun sade
ce. Akşam, işten yorulmuş, eve dönüyor, tam dinlenecekken
böyle bir sürpriz çıkıyor karşısına. Doğrusu ne denli yorgun
41 1
BiR SA VAŞIN TASViRi
düştüğünü ancak şimdi fark ediyor. Canlarına okuyacağı kuş
kusuz topların, hem de ilk fırsatta, ama şimdi değil; yarın ol
sun, belki yapar bunu. Sonra, tarafsız bir gözle bakıldığında,
toplar da enikonu ölçülü davranmaya başladılar artık. Hani za
man zaman zıplayıp meydana çıkar, kendilerini gösterir ve ar
dından gene yerlerine dönebilirler ya da daha yukarılara sıçra
yarak masanın kenarlarına vurur, gürültülerinin hah tarafın
dan emilmesinin böylelikle acısını çıkarırlardı. Ama yapmıyor
lar bunu, Blumfeld'i durup dururken kışkırtmak istemiyor, an
laşılan ille yapılması gerektiği kadarıyla yetiniyorlar.
Ne var ki, bu kadarı da masa başında oturmayı Blumfeld'e ze
hir etmeye yetiyor; daha oturalı birkaç dakika geçmişken, kal
kıp yatmayı geçiriyor kafasından. Bunun bir nedeni de, bulun
duğu yerde piposunu içememesidir, çünkü kibriti komodinin
üzerine bırakmıştır; yani kibriti oradan alıp gelmesi gerekiyor.
Ancak bir kez komodinin yanına varmışken, kuşkusuz artık
orada kalıp yatağa yatmakla daha iyi edecektir. Bu istekte bir
art düşünce de rol oynamıyor, değil; çünkü sanıyor ki, madem
toplar kör bir tutkuyla hep arkasında eğleşmek istiyor, o vakit
yatak üzerine de sıçrayıp çıkacak ve kendisi yatağa yatar yat
maz, isteyerek ya da istemeyerek onları altında ezecektir. Top
lardan artakalan parçaların da zıplayabileceği düşüncesini ko
vuyor kafasından. Olağanüstü şeylerin bile bir yerde bir sının
vardır. Yekpare toplar, aralıksız denemese de zıplar her vakit;
oysa top parçalarının hiç zıpladığı görülmez, yani kendi oda
sında da zıplamayacaklardır.
Bu türlü düşüncelerle adeta yüreklenmiş, " Haydi bakalım," di
ye sesleniyor ve peşinde toplar, paldır küldür yeniden yatağa
doğru ilerliyor. Umduğu da gerçekleşir gibi görünüyor, kasten
gidip yatağın hemen yanı başına dikilir dikilmez, topun biri ya
tağın üzerine sıçrıyor. Gel gelelim, beklenmedik bir şeyle kar
şılaşıyor Blumfeld, öbür topun yatağın altına girdiğini görüyor.
Topların yatağın altında da sıçrayabileceğini hiç aklından ge412
BiR SA VAŞIN TASViRi
çirmemiştir. Topa içinden ateş püskürüyor, bu davranışının dü
pedüz haksızlığını hissediyor oysa; çünkü yatağın altında sıçra
yan top, belki görevini yatak üstündeki toptan daha iyi yapa
caktır. Şimdi topların nerede karar kılacağında bütün iş; çünkü
onların uzun süre birbirinden ayrı çalışabileceğini sanmıyor
Blumfeld. Ve gerçekten bir an sonra aşağıdaki top da sıçrayıp
yatağın üzerine çıkıyor. Şimdi işte ele geçirdim onları! diye
düşünüyor Blumfeld, sevinçten uçuyor ve ropdöşambrını çıka
rıp kendini yatağa atmak istiyor. Ama tam o anda aynı top, ye
niden aşağı atlayıp yatağın altına giriyor. Pek büyük düş kırık
lığına uğrayan Blumfeld, bayağı yığılıp kalıyor. Top, belki ya
tak üzerinde yalnızca durumu kolaçan etti ve yukarısını beğen
medi. Öbür top da ona uyup yataktan atlıyor aşağı ve aşağıda
kalıyor; öyle ya, aşağısı daha iyi. Eh, bu şamatacılar artık bü
tün gece başımda, diye düşünüyor Blumfeld, dudaklarını bir
birine bastırıp başını sallıyor.
11
11
11
11
Üzülüyor ama, doğrusu bilmiyor, topların gece ne zararı doku
nabilir kendisine. Uykusuna diyecek yoktur, topların çıkaraca
ğı ufak gürültünün üstesinden gelmesi işten değildir. Bundan
tastamam emin olmak üzere, edindiği deneyime dayanarak iki
halı sürüyor topların altına. Sanki küçük bir köpeği var da ona
yumuşacık bir yatak yapmak istiyor. Toplar da yorulmuş ve
uykuları gelmiş gibi, eskisine göre daha alçaktan ve daha yavaş
zıplamaya başlıyorlar. Blumfeld yatağın önünde diz çöküp ge
ce lambasıyla aşağısını aydınlattı mı, bazen öyle sanıyor ki,
toplar halılar üzerinde serilip kalacak ve bir daha kalkamaya
caklar; işte öylesine güçsüz yere düşüşleri, öylesine yavaş, biraz
yuvarlanıp duruyor, ama ardından görevlerini düşünüp yeni
den doğruluyorlar. Ne var ki, sabah erken yatağın altına göz
atınca, Blumfeld'in sessiz ve masum iki çocuk topuyla karşılaş
ması hiç de olmayacak şey değildir.
Gel gelelim, zıplamalarını sabaha dek sürdürmeye bile daya
namıyor toplar, çünkü Blumfeld yatağa yatar yatmaz seslerini
413
BiR SA VAŞIN TASViRi
hiç işitmez oluyor; bir şey duyar mıyım diye kendini zorluyor,
yataktan sarkıp kulak kabartıyor, ama çıt yok. Halılar böylesi
ne etkili değildir, bunun bir tek açıklaması var, o da topların
zıplamaktan vazgeçmeleri. Ya yumuşak halılardan yeterince
güç alamıyorlar, dolayısıyla zıplamayı geçici bir süre bıraktılar;
ya da, ki bu olasılık birincisinden daha büyük, büsbütün el çek
tiler zıplamaktan. Blumfeld kalkıp gerçek durumu anlayabilir;
ama sonunda sessizliğe kavuşmaktan öyle memnun ki, en iyisi
yatağında kalıyor, seslerini kesmiş toplara bakışlarıyla bile iliş
mek istemiyor. Hatta piposunu tüttürmeyi bile bırakıp yan ta
rafına dönüyor ve hemen uykuya dalıyor.
Ne var ki, yine de rahatsız ediliyor geceleyin; her zamanki gibi
bu kez de düşsüz, ama pek tedirgin bir uyku uyuyor; gece bo
yunca, sanki biri kapıyı vuruyormuş gibi aldatıcı bir duyguya
kapılarak sayısız defalar yataktan sıçrayıp kalkıyor. Kendisi de
kesinlikle biliyor ki, kapıyı çalan yoktur; gece kim gelip de ça
lar kapıyı, hem de onun gibi tek başına yaşayan bir bekarın ka
pısını. Hani kesinlikle biliyor bunu, öyleyken her defasında ye
niden sıçrayarak uyanıp, bir an merak içinde kapıya bakıyor;
ağzı aralık, gözleri açılmış ve tel tel olmuş saçları ıslak alnında
sallanıyor. Şimdiye dek kaç kez uyandırıldığını hesaplamaya
çalışıyor, ama ortaya çıkan müthiş sayıyla adeta aklı başından
gidiyor; gerisin geri yatağa atıyor kendini. Bu kapı vuruşlarının
nereden geldiğini bilecek gibi; gerçekte kapıya falan vuruldu
ğu yok, bambaşka bir yerden geliyor sesler, ama uyku sersem
liğiyle böyle bir sanıya nerden vardığını kestiremiyor. Ancak
şu kadarını biliyor ki, bir sürü minicik iğrenç darbe bir araya
gelip o kocaman ve güçlü vuruşları doğurmaktadır. Bu vuruş
ları işitmese, küçük darbelerin tüm iğrençliğini sinesine çeke
cek, ama nedense vakit geç bunun için, bu bakımdan hiçbir şey
yapamaz artık, geçmiş ola; konuşacak durumda bile değildir,
ancak sessizce esnemek için açıyor ağzını, bütün olup bitenler
den dolayı tepesi atarak yüzünü yastıklara gömüyor. Böylece
geçip gidiyor gece.
414
BiR SA VAŞIN TASViRi
Sabahleyin hizmetçinin kapıyı tıklatmasına uyanıyor, kurtul
duğu için bir oh diyerek hafif kapı sesini selamlıyor; bu sesin
işitilmediğinden hep yakınmıştır şimdiye kadar; tam, " Giri
niz! " diyecekken, cılız, ama bayağı savaşkan ve diri bir başka
tıkırtı işitiyor: Yatağın altındaki topların sesi. Uyandılar mı?
Gece boyunca, Blumfeld'in tersine yeni güçler mi topladılar?
Blumfeld, " Bir dakika! " diye sesleniyor hizmetçiye, yataktan
sıçrayıp çıkıyor, ama topların arkasında kalmasına dikkat edi
yor; sonra, bala toplara sırtı dönük, yere atıyor kendini ve ba
şını çevirip onlara bakıyor, lanetler savuracak gibi oluyor. Top
lar, sıkıntılı yorganları ite kaka üzerlerinden atan çocuklar gi
bi, belki bütün gece sürdürdükleri hafif çırpınmalarla halıları
yatağın altından öylesine dışan itelemişler ki, yeniden çıplak
parkeye kavuşmuş, gürültü yapabiliyorlar. Blumfeld, " Halıla
ra! Halılara! " diye söyleniyor içerlemiş bir yüzle; ancak toplar
halıların üzerinde yeniden sessizleştiğinde, hizmetçiye içeri git
mesini buyuruyor. Etine buduna, salak, baston yutmuş gibi dik
dik yürüyen bir kadın; kahvaltıyı masa üzerine bırakıp gereken
ufak tefek birkaç işi yapmaya koyuluyor. Bu arada; topları ol
dukları yerde tutabilmek için, üzerinde ropdöşambr, yatağının
yanı başında kımıldamaksızın dikiliyor Blumfeld. Acaba bir
şey fark edecek mi diye bakışlarıyla hizmetçiyi kolluyor. Ku
lakları ağır işittiğine göre pek olacak şey değil; öyleyken hiz
metçinin yer yer duraklayıp odadaki eşyalardan rastgele birine
tutunduğunu, kaşlarını kaldırarak çevresine kulak kabarttığını
görür gibi oluyor ve bunu berbat bir uykunun yol açtığı duyar
lığa veriyor. Hizmetçinin elini biraz daha çabuk tutmasını sağ
layabilse, başka şey istemeyecek; gelin görün ki, kadın da bu
gün inadına ağırdan alıyor. Nazlana nazlana Blumfeld'in giysi
leriyle çizmelerini yüklenip sofaya yollanıyor, epey bir zaman
da dönmüyor. Pek uzun aralarla tekdüze sesler geliyor dışarı
dan; kadın pat küt vurarak giysileri temizliyor. Blumfeld de ça
resiz bekliyor yatakta; toplan ardından koşturmak istemiyor
sa, bir yere kımıldamaması gerekiyor; olabildiğince sıcak iç415
BiR SA VAŞIN TASViRi
mekten hoşlandığı kahvesini ister istemez soğutuyor; ardında
günün puslu, bulanık ağardığı pencerenin çekilmiş perdesine
bakmaktan öte bir şey gelmiyor elinden. Hele şükür, işi bitiyor
hizmetçinin; iyi sabahlar dileyip gitmek istiyor. Ama daha oda
dan çıkmadan, kapının yanında dikilip biraz dudaklarını oyna
tıyor ve uzun uzun Blumfeld'i süzüyor. Blumfeld ağzını arama
yı tam aklından geçirirken de kadın sıvışıp gidiyor. Blumfeld
kalkıp trak diye kapıyı açsın, onun ne salak, ne kuş beyinli bir
cadaloz olduğunu arkasından bağırsın, öyle istiyor ki! Ama
derken kadına ne diye kızdığını düşünüyor, onda bula bula yal
nız şu saçma davranışı buluyor kızacak. Bir şey sezinlemediği
kuşkusuz, öyleyken kendisine sezinlemiş süsünü veriyor.
Blumfeld'in ne de dağınık zihni! Bu da sadece bir gece berbat
uyku uyumasından! Berbat uykusunun küçük bir nedenini, ak
şam alışkanlıklarına aykırı davranıp pipo ve rom içmeyişinde
görüyor. Düşünüp taşınmalarının sonunda, " Bir yol pipo içme
sem, rom içmesem, hep berbat uyku uyuyorum, " diye geçiriyor
içinden.
Şimdiden sonra sağlığına daha çok özen gösterecek; bunu bir
başlangıç olarak komodinin üzerinde duvara yerleştirilmiş ec
za dolabından pamuk alıyor ve iki minik yuvarlak yapıp kulak
larına tıkıyor. Sonra kalkıp bir denemede bulunmak için yürü
yor biraz. Toplar da ardından geliyor, ama Blumfeld seslerini
bayağı işitmiyor artık; biraz daha pamuk sesleri büsbütün işitil
mez yapacaktır. Derken üç beş adım daha atıyor, önemsenme
ye değer bir terslik yok. Toplar da Blumfeld de tek başlarına
şimdi, bağlı olmaya bağlılar birbirlerine, ama birbirlerini de ra
hatsız etmiyorlar. Ancak, Blumfeld ne zaman hızla arkasına
dönse, karşı devinimi yeterince çabuk gerçekleştiremeyen top
lardan birine tosluyor dizi. Bir tek olay sayılmazsa, rahat rahat
kahvesini içiyor. Bir de aç ki, gece uyumamış, upuzun bir yol
tepmiş sanki. Soğuk suyla elini yüzünü yıkayarak bir güzel se
rinleyip kendine geliyor. Şimdiye kadar perdeleri kaldırıp aç
madı, ne olur ne olmaz karanlıkta kalmayı yeğledi, toplan gö416
BiR SA VAŞIN TASViRi
recek yabancı gözlerin gereği yok çünkü; ama şimdi hazırlan
ması bitip gitmeye davranınca, topların bakarsın - sanmıyor ya
- peşinden sokağa çıkmayı da göze alabileceğini düşünüp, bu
nu önlemeye çalışmak gerektiğini görüyor. Güzel bir düşünce
geliyor aklına. Büyük giysi dolabını açıyor ve arkasını dolaba
dönüp dikiliyor. Toplar Blumfeld'in niyetini sanki sezinlemiş
tir, dolabın içine girmekten sakınıyorlar kendilerini. Blumfeld
ile dolap arasındaki en ufak yerden yararlanıyor, olmadı bir an
için zıplayıp dolaba giriyor, ama hemen karanlıktan korkup dı
şarı kaçıyorlar; dolabın kenarından içeriye bir türlü sokulamı
yor, buna rıza göstermektense görevlerini çiğneyip nerdeyse
Blumfeld'in sağında solunda eğleşm�ye başlıyorlar. Ama bu
küçük hilelerinden yardım ummasınlar boşuna, çünkü şimdi
Blumfeld'in kendisi geri geri yürüyüp dolaba giriyor; eh, top
lar da buyursunlardı bakalım. Böylece işleri görülecek, çünkü
dolabın zemininde çizme, kutu ve küçük bavullar gibi ufak te
fek çeşitli eşya vardır; hepsi derli toplu yerleştirilmişse de - bir
den şimdi üzülüyor buna Blumfeld - yine toplan hayli engelle
yeceklerdir. Derken, dolabın kapağını nerdeyse çekip örten
Blumfeld, yıllardır kendisinde görmediği bir çeviklikle ansızın
sıçrayıp dolaptan çıkarak kapağı itiyor ve anahtarı çeviriyor,
böylece kodese tıkılmış oluyor toplar. "Eh, başardık sonunda, "
diye düşünüyor Blumfeld ve yüzünden terleri siliyor. Dolabın
içindeki şamatalarına da bak! Sanki dünya başlarına yıkılmış!
Ama Blumfeld'in keyfine diyecek yok. Odadan çıkıyor; ıssız
koridorla karşılaşmak rahatlatıyor kendisini. Pamuklan kulak
larından çıkarıyor. Uyanmak üzere bulunan evdeki bir sürü
sesle mest oluyor adeta. Ortalıkta tek tük kimseler görülüyor;
henüz pek erken.
Aşağıda, girişte, hizmetçinin oturduğu bodrum kapısının
önünde kadının on yaşındaki küçük oğlu dikiliyor. Tıpkı anne
si. Yaşlı kadının çirkinliğinden bir zerresi bile bu çocuk yüzün
de unutulmamış. Elleri pantolonunun ceplerinde, çarpık ba
caklarıyla oracıkta dikiliyor ve daha şimdiden guatrı olup güç417
BiR SA VAŞIN TASViRi
itikle soluduğu için pof pof edip duruyor. Başka zaman yolu
üzerinde çocuğu görmekten elden geldiğince kaçınmak için yü
rüyüşünü hızlandırırken, bugün onun yanma gelince durmak
istiyor Blumfeld. Hizmetçi kadın tarafından dünyaya getirilen
oğlan, soyunun tüm özelliklerini kendisinde barındırıyorsa da,
değil mi ki henüz çocuk, bu biçimsiz kafa içinde ne de olsa ço
cuk düşünceleri vardır; anlayışlı bir dille konuşulup bir şey so
ruldu mu, kuşkusuz ince bir sesle, masum ve saygılı, cevap ve
recektir; hatta biraz kendini zorladı mı, bu yanakları okşayabi
lir insan. İşte böyle düşünüyor Blumfeld, ama yine de çocuğun
önünde durmayıp yürümesini sürdürüyor. Sokağa çıkınca,
odada sandığından daha iç açıcı olduğunu görüyor havanın.
Sabah sisi dağılmakta, güçlü bir rüzgarın sürüp temizlediği
gökyüzünde yer yer mavilikler kendini açığa vurmaktadır. Ev
den her zamankine göre çok daha erken çıkışını toplara borç
ludur Blumfeld; hatta gazeteyi bile okumadan masanın üzerin
de unutmuştur; ama böylelikle bir hayli zaman kazandığı da
kuşkusuzdur ve dolayısıyla şimdi ağır ağır yürüyebiliyor. Ne
tuhaf, toplardan yakasını kurtarır kurtarmaz hiç umursamama
ya başlamıştır onları. Peşinden koşarlarken, denebilirdi ki ken
disinin olan şeylerdir bunlar, kişiliği üzerinde bir yargı verilir
ken hesaba katılmaları gereken şeylerdir; ama şimdi evde, do
lap içinde birer oyuncağa dönüşmüşlerdir. Derken aklına geli
yor Blumfeld'in, belki de toplan zararsız duruma getirmenin
en iyi yolu, onların gerçek görevlerini yapmalarını sağlamaktır.
Oracıkta, evin girişinde hala çocuk dikiliyor; Blumfeld topları
ona verecek, ödünç falan değil, kesinlikle armağan edecek, bu
da işte topların bir çeşit idam fermanı olacak. Sağlam kalsalar
bile, dolaptaki kadar önem taşımayacaklardır çocuğun elinde,
bütün evdekiler oğlanın nasıl toplarla oynadığını görecek, der
ken başka çocuklar oyuna katılacak ve böylelikle topların
Blumfeld'in yaşamına eşlik eden nesneler değil, oyun toplan
olduğu sarsılmaz ve karşı durulmaz bir gerçek kimliğiyle orta
ya çıkacaktır. Blumfeld, gerisin geri seğirtip eve dalıyor. Tam
418
BiR SA VAŞIN TASViRi
o anda oğlan bodrum merdiveninden aşağı inmiş, kapıyı açıp
içeri girmek üzeredir. Bu durumda çocuğa ismiyle seslenmesi
gerekiyor. Oğlana ilişkin diğer şeyler gibi gülünç bir isim, " Alf
red, Alfred! " diyor Blumfeld. Çocuk, epey bir süre duraksıyor.
" Gel haydi, nazlanma Alfred! Bak, bir şey vereceğim sana. "
Kapıcının iki küçük kızı karşı kapıdan çıkıyor, merakla Blum
feld 'in sağına soluna gelip dikiliyorlar. Oğlandan daha çabuk
durumu kavrıyor, ne diye onun hemen koşup gelmediğine akıl
erdiremiyorlar. Çocuğa gelmesi için el ederlerken gözlerini
Blumfeld'den ayırmıyor, ama Alfred'i bekleyen armağanın iç
yüzünü de bir türlü kestiremiyorlar. Meraktan ölüyor, bazen
bu ayağa, bazen bir ötekine aktarip duruyorlar vücutlarının
ağırlığını. Hem kızların, hem de oğlanın durumuna Blumfeld
gülüyor. Sonunda inceden inceye düşünüp kararını vermiş gö
rünüyor oğlan; hantal adımlarla, kaskatı, merdivenleri çıkıp
geliyor. Evin girişinde bile, o anda bodrum kapısından görü
nen annesinden ayırmıyor gözünü. Kadın da ne dediğini anla
sın ve gerekirse gelip başlarında bulunsun diye, Blumfeld, sesi
nin bütün gürlüğüyle bağırıyor: " Yukarıda, odamda iki tane
güzel top var," diyor, " ister misin, sana vereyim? " Oğlan ağzı
nı büzüyor yalnızca, nasıl davranacağını bilemiyor, arkasına
dönüp ne yapayım der gibi aşağıya, annesine bakıyor. Oysa
kızlar hoplayıp zıplamaya başlıyor Blumfeld'in çevresinde, ne
olur topları bize ver diyorlar. "Toplarla siz de oynayacaksınız, "
diyor Blumfeld, ama oğlanın cevabını gözlüyor. Toplan hemen
kızlara armağan edebilir, ama kızlar ona pek hoppa görünü
yor, şu an oğlana daha büyük bir güven duyuyor içinde. Oğlan
ise, hiç konuşmaksızın sanki akıl danışmıştır annesine; Blum
feld yeniden sorunca, başını sallayarak topları istediğini bildi
riyor. Armağanına karşılık bir teşekkür elde edemeyeceğine
aldırmayarak, "Dinle öyleyse, " diyor Blumfeld, " odamın
anahtarı annende; anahtarı alır, sonra yine ona götürüp verir
sin; işte bu da benim giysi dolabımın anahtarı. Toplar dolabın
içinde. Sonra yine dolabın ve odanın kapısını iyice kapar kilit419
BiR SAVAŞIN TASViRi
lersin. Toplara gelince, ne istersen yap onları. Bana geri ver
mek zorunda değilsin. Anladın mı dediklerimi? " Ama ne çare,
oğlan söylenileni anlamamıştır. Blumfeld, bu alabildiğine be
yinsiz yaratığa her şeyi açık seçik anlatmaya çalışmış, bu niye
tinden ötürü de her şeyi gereğinden çok yineleyip gereğinden
çok anahtarlardan, odadan, dolaptan söz açmıştır; dolayısıyla,
oğlan gözlerini dikmiş, kendisine iyilik etmek değil, kendisini
ayartmak isteyen biriymiş gibi Blumfeld'e bakıyor. Kızlar, kuş
kusuz o saat her şeyi kavramıştır, Blumfeld'in başına üşüşüyor,
ellerini anahtara uzatıyorlar. "Durun hele! " diyor Blumfeld ve
kızıp içerliyor hepsine. Hem zaman da geçiyor, artık öyle pek
oyalanamaz. Şu hizmetçi kadın ne diye kendisini anladığını,
çocuk hesabına gerekeni eksiksiz yapacağını nihayet söylemez
sanki. Böyle davranacakken hala aşağıda, kapının yam başın
da dikiliyor, kulakları ağır işiten arsız kişiler gibi yapmacık gü
lümsüyor; yukarıda Blumfeld'in çocuğuna karşı ansızın bir
hayranlığa kapılıp, ona çarpım tablosunu sorduğunu sanıyor
belki. Ama Blumfeld de aşağı inerek kadının kulağına bağırıp,
oğlunun Allah rızası için kendisini toplardan kurtarmasını iste
yemez! Giysi dolabının anahtarını bütün gün bu aileye teslim
etmeye kalkmakla zaten yeterince kendini zorlamıştır. Çocuğu
alıp yukarı çıkararak toplan orada verecekken, anahtarı ona
uzatması kendisini gözettiğinden değil. Ama topları da ilkin
yukarıda armağan edip sonra çocuğun elinden geri alması dü
şünülemez; ama böyle de olacağı belli, çünkü eşlikçileri olarak
toplar yine peşine takılıp gelecektir. Yeniden yapmaya kalktı
ğı bir açıklamayı oğlanın boş bakışları karşısında yanda kese
rek, " Demek hala anlamadın söylediğimi? " diye soruyor hü
zünlenmiş. Böylesine boş bir bakış insanın kolunu kanadını kı
rıyor, boşluğu anlayışla doldurmak için onu niyetlendiğinden
uzun boylu konuşmaya zorluyor.
Kızlar, "Toplan biz alalım, ona veririz, " diye bağırıyor hemen.
Açıkgöz şeyler; toplan ancak oğlanın aracılığıyla ele geçirebi
leceklerini, ama bu aracılığa da kendilerinin önayak olmaları
420
BiR SA VAŞIN TASViRi
gerektiğini sezdiler. Çalan bir saat sesi geliyor kapıcı odasın
dan, Blumfeld'e acele etmesini anımsatıyor. " Peki, alın öyley
se dolabın anahtarını! " diyor Blumfeld. O anahtarı vermiyor
da, anahtar elinden çekilip alınıyor sanki. Anahtarı oğlana ver
seydi, kıyaslanamaz ölçüde daha büyük bir güven duyacaktı.
" Kapının anahtarını da aşağıya inerek kadından alırsınız! " di
yor ardından. "Toplan alıp döndünüz mü, iki anahtarı da kadı
na geri verirsiniz. " - "Peki, peki! " diye bağırıyor, koşarak mer
diveni iniyor kızlar. Her şeyi, her şeyi biliyorlar. Sanki oğlanın
kalın kafalılığı kendisine de bulaşan Blumfeld, yaptığı açıkla
malardan kızların nasıl bir anda durumu olanca çıplaklığıyla
kavrayabildiğini anlamıyor doğrusu.
Derken kızlar, çoktan aşağıya varıp hizmetçi kadının etekleri
ni çekiştirmeye başlıyorlar. Ama ne denli hoş bir manzara da
olsa, kızların işlerini nasıl göreceklerini daha çok izleyemiyor
Blumfeld. Hani vakit geç de yalnız ondan değil; toplar sokağa
çıktığında orada bulunmak istemiyor. Hatta kızlar yukarıda
odasının kapısını açtıkları zaman, kendisi birkaç sokak ötede
olmayı diliyor. Çünkü toplardan daha neler bekleyebileceğini
bilmiyor. Böylece bu sabah ikinci kez evden sokağa çıkıyor.
Ama hizmetçinin kızlara karşı nasıl bayağı direttiğini, öte yan
dan oğlanın çarpık bacaklarını oynatarak nasıl annesinin yar
dımına koştuğunu görebilmiştir. Ne diye dünya yüzünde hiz
metçi kadın gibi insanlar yaşar ve üreyip çoğalırlar, aklı almı
yor bir türlü.
Çalıştığı çamaşır fabrikasına giderken, işle ilgili düşünceler ya
vaş yavaş bütün öbür düşünceleri geri plana itiyor kafasında.
Adımlarını açıyor; oğlan yüzünden gecikmiştir, ama yine de
herkesten önce bürosuna varıyor. Cam bir kılıf içinde bir yer
burası. Blumfeld için bir yazı masası, emrindeki stajyerler için
de iki kürsüsü var. Kürsüler sanki okul çocukları için yapılmış,
öylesine alçak ve dar; ama yine de büronun içi pek sıkışık, bu
yüzden stajyerlerin ayakta çalışması gerekiyor; oturdular mı,
421
BiR SA VAŞIN TASViRi
Blumfeld 'in sandalyesine yer kalmıyor çünkü. Böylece bütün
gün kürsülerine yapışık dikiliyorlar. Bu pek rahatsızlık veriyor
onlara kuşkusuz, ama Blumfeld'in kendilerini göz altında bu
lundurması da güçleşiyor. Büyük bir istekle kürsülerine yana
şıyorlar, ama çalışmak değil, birbiriyle fiskos etmek, hatta bi
raz şekerleme yapmak için. Stajyerlerle Blumfeld'in başı hayli
dertte, omuzlarına yüklenmiş dağ gibi işi varken, onlardan hiç
de yeterince destek görmüyor. Kendi evlerinde çalışan kadın
lara ilişkin bütün mal ve para işleri, fabrikanın titizlik isteyen
bazı malların üretimiyle görevlendirdiği Blumfeld'in elinden
geçiyor. İşin çokluğunu ancak durumu bütün aynntılanyla ya
kından görenler kestirebilir. Ama Blumfeld'in doğrudan bağlı
bulunduğu şef birkaç yıl önce ölmüş, o zamandan beri de du
rumu öyle yakından görecek kimse kalmamıştır; onun için de
Blumfeld hiç kimseye işi üzerinde bir yargıda bulunma yetkisi
tanımıyor. Örneğin, fabrikatör Bay Ottomar, Blumfeld'in işini
belli ki küçümsemektedir. Blumfeld'in yirmi yıllık çalışmasıyla
fabrikaya değerli hizmetlerde bulunduğunu kabul ediyor kuş
kusuz, ister istemez kabul etmesi gerektiği için değil sadece;
Blumfeld'e sadık ve güvenilir biri gözüyle de bakıyor; öyley
ken gördüğü işi küçümsüyor; çünkü sanıyor ki, bu iş Blum
feld 'in yaptığından daha basit, dolayısıyla her bakımdan daha
yararlı biçimde düzenlenip yürütülebilir. Söylendiğine göre inanılmayacak bir şey de değil doğrusu -, Blumfeld'in seksiyo
nuna Ottomar'ın o kadar seyrek uğramasının tek nedeni de
buymuş: Blumfeld'in çalışma yöntemlerini görüp sinirlenmek
istemiyormuş Bay Ottomar. Elbet değerinin bilinmeyişi Blum
feld için üzücü bir şey, ama elinden ne gelir; çünkü Bay Otto
mar'ı yaklaşık bir ay sürekli olarak kendi seksiyonunda kalıp
burada üstesinden gelinecek çok değişik işleri araştırıp incele
meye, üzerlerinde sözümona daha iyi yöntemlerini uygulama
ya ve bunun seksiyonda ister istemez yol açacağı çöküntüyü
görüp kendisine hak vermeye zorlayamaz. Bu yüzden Blum
feld, yolundan şaşmaksızın yapıyor işini. Neden sonra Bay Ot422
BiR SA VAŞIN TASViRi
tomar bir ara seksiyona uğrayacak olsa, ilkin ürküyor biraz;
derken yine de bir memurun görev duygusuyla kalkıp şu ya da
bu konuda açıklamalarda bulunmak için güçsüz bir denemeye
girişiyor. Yapılan açıklamaları sesini çıkarmaksızın, başını sal
layıp gözleri yerde dinleyerek ilerliyor Bay Ottomar. Blum
feld'i üzen, değerinin bilinmeyişinden çok, bir gün işinden ay
rılması gerektiği zaman, bunun seksiyonda kimsenin içinden
çıkamayacağı bir karmaşaya yol açacağı düşüncesidir; çünkü
fabrikada yerini alıp işletmeyi aylar boyu hiç değilse en ağır
sarsıntılardan uzak tutacak kimseyi bilmiyor. Şef birini küçüm
sese, fabrikadaki memurlar, yeter ki ellerinden gelsin, bu ko
nuda kuşkusuz onu bastırmaya çalışır. Dolayısıyla, herkes kü
çümsüyor Blumfeld'i, kimse eğitimi için bir süre onun seksiyo
nunda çalışmayı gerekli saymıyor; fabrikaya yeni adamlar alın
sa, kimse kendi gönlüyle Blumfeld'in yanında çalışmak istemi
yor. Bu yüzden, Blumfeld'in seksiyonunda ilerisi için yetişen
genç elemanlar yoktur. Şimdiye kadar bütün işleri tek başına,
yalnız bir tek odacının desteğiyle çekip çeviren Blumfeld, yanı
na bir yardımcı verilmesi için haftalar boyu en çetiİı boğuşma
lara girişmek zorunda kalmıştır. Hemen her gün Bay Otto
mar'ın bürosunun yolunu tutmuş, neden kendi seksiyonuna bir
yardımcı gerektiğini serinkanlılıkla ve tek tek ona açıklamaya
çalışmıştır: Hani Blumfeld kendini gözetmek istediği için sek
siyona gerekmiyordu yardımcı; hayır, Blumfeld'in kendini gö
zetmek istediği yoktu, üzerine düşeninden çoğunu yapıp çıka
rıyordu işin ve buna bir son vermeyi de aklından geçirmiyordu;
ama Bay Ottomar lütfen düşünsünlerdi, zamanla fabrika hayli
gelişme göstermiş, bütün seksiyonlar bu gelişmeye uygun ola
rak büyütülmüş, gel gelelim Blumfeld 'in seksiyonu hep unutul
muştu. Oysa bu seksiyonda da bir çoğalmıştır ki işler! Blum
feld fabrikaya girdiğinde - o zamanlan kuşkusuz artık anımsa
yamazdı Bay Ottomar - yaklaşık on dikişçi kadın çalışıyordu
topu topu; şimdi ise sayıları elli ile altmış arasında değişmek
teydi. Böyle bir iş de güç kuvvet isterdi insandan. Blumfeld
423
BiR SA VAŞIN TASViRi
kendini düpedüz işe vereceğini garanti edebilirdi ama, işlerin
tümüyle altından kalkacağını bundan böyle söyleyemezdi.
Doğrusu Blumfeld'in dilediğini hiç de büsbütün geri çevirme
mişti Bay Ottomar; eski bir memura karşı böyle bir davranışta
bulunamazdı; ama söylenilenleri pek dinlemez bir tavır takın
ması, kendisinden bir ricaya gelmiş Blumfeld'i bırakıp başka
larıyla konuşması, yarı buçuk sözverilerde bulunması ve birkaç
gün içinde yine her şeyi unutuvermesi, bütün bunlar pek aşağı
layıcı bir davranıştı; Blumfeld için değil aslında, hayal peşinde
koşan biri denemezdi Blumfeld için; saygınlık görmek, değerli
biri gözüyle bakılmak ne denli güzel şey sayılsa da, bunlarsız
yapabilirdi; her şeye karşın direnebildiği süre işinde direnecek
ti; değil mi ki haklıydı ve hak, kimi vakit aradan epey zaman
geçse de yerini bulurdu. Gerçekten Blumfeld sonunda iki staj
yere kavuşmuştu, ama ne stajyerler! Bay Ottomar'ın stajyerle
ri kendisinden esirgemeyip onları buyruğuna vermekle, Blum
feld 'in seksiyonuna karşı küçümsemesini daha açık seçik gös
terebileceğine inanılabilirdi. Hatta belki onca zaman Blum
feld 'i oyalayıp durmasının tek nedeni böyle iki yardımcı ara
ması, bunları da anlaşılacağı tizere kolay ele geçirememesiydi.
Eh, artık yakınamazdı Blumfeld, çünkü alacağı yanıt önceden
belliydi, kendisi bir tane isterken iki yardımcı verilmişti yanma;
işte her şeyi öylesine ustalıkla düzenlemişti Bay Ottomar. Kuş
kusuz, Blumfeld yine de yakınmıyor değildi; ama artık yanma
yardımcı almak umuduyla bunu yapmıyor, güç durumda kalışı
kendisini düpedtiz yakınmaya zorluyordu. Aynca pek ısrarla
yakınmıyor, arada uygun bir fırsat çıktı mı bunu yapıyordu.
Öyleyken kötü niyetli arkadaşları arasında çok geçmeden bir
söylenti dolaşmaya başlamıştı: Güya biri Bay Ottomar'a sora
sıymış, böyle umulmadık bir yardıma kavuşan Blumfeld'in ha
ta yakınması olacak şey miymiş? Bunun tizerine Bay Ottomar
da diyesiymiş ki, doğru, Blumfeld hala yakınıyor, ama haklı
adam. Ottomar'ın kendisi de sonunda durumu kavrayasıymış
ve Blumfeld'e her dikişçi kadın için yavaş yavaş bir yardımcı,
424
BiR SA VAŞIN TASViRi
yani altmışa yakın yardımcı vermeye niyetlenesiymiş. Ama
baktı ki, bunlar da yetmiyor, o zaman daha çoğunu verecek ve
bu yolda yürümekten geri durmayacakmış; ta ki Blumfeld'in
seksiyonunda zaten yıllardır esen tımarhane havası tastamam
gelişip çıksınmış ortaya. Hani böyle sözlerle Bay Ottomar'ın
konuşmasına ustalıklı biçimde öykünülmüşse de, Bay Otto
mar'ın kendisi - bundan kuşkusu yoktu Blumfeld'in - onun
hakkında değil böyle, benzer biçimde bile konuşmuş olmaktan
çok uzaktı. Bu, düpedüz iki kattaki bürolarda yan gelip yatan
ların uydurmasıydı. Blumfeld dikkate almıyordu bunu; ama ne
vardı, yardımcıların seksiyondaki varlıklarını da böylesine se
rinkanlılıkla dikkate almayabilseydi! Gel gelelim, onlar dikilip
duruyordu ortada ve artık yerlerinden oynatılacak gibi de de
ğillerdi. Saz benizli, çelimsiz oğlanlar! Ellerindeki belgelere
göre okul çağını geride bırakmaları gerekiyordu ama, doğrusu
bunu yaptıklarına inanmak güçtü. Hatta onları bir öğretmenin
gözetimine bile bırakmak istemezdi insan, henüz annelerinin
elinden tutmaları gerektiği işte öylesine açıktı. Daha adam gi
bi davranmasını beceremiyorlar, uzun süre ayakta durmak, he
le ilk zamanlar kendilerini hayli yoruyordu. Göz altında tutul
madılar mı dermansızlıktan dizleri bükülüyor, çarpık bir du
ruşla, kamburlarını çıkarıp bir köşeye çekilerek ayakta pinek
liyorlardı. Rahatlarına düşkünlükleri böyle sürerse, ömür boyu
sakat kalacaklarını kafalarına sokmaya çalışıyordu Blumfeld.
Yardımcılara ufak bir iş yaptırmak tehlikeyi göze almaktı; bir
gün birinin bir eşyayı topu topu birkaç adım öteye taşıması ge
rekmişti de aşırı bir hamaratlıkla seğirtmiş, dizini kürsüye çar
pıp yaralamıştı. Oda dikişçi kadınla, kürsülerin üzeri mallarla
doluydu; öyleyken Bluinfeld hepsini bir yana bırakmış, ağla
yan yardımcıyı alıp büroya götürmüş, ufak bir sargıyla yarasını
sarmak zorunda kalmıştı. Ama yardımcıların hamaratlığı bir
göz boyamaydı sadece; bazen tıpkı çocuklar gibi kendilerini
göstermek istiyor, ama bununla daha çok veya hemen her va
kit şeflerinin dikkatini başka yöne çekmek, onu yanıltmak
425
BiR SA VAŞIN TASViRi
amacını güdüyorlardı. Bir gün Blumfeld, işlerin en civcivli bir
vaktinde alnından terler damlayarak doludizgin yardımcıların
önünden geçerken, onların nasıl mal paketleri arasına sinmiş,
birbirleriyle pul değiştokuşu yaptıklarını görmüştü. Yumrukla
rını kafalarına indireyim demişti o zaman ve davranışlarının
cezası da yalnız ve yalnız buydu ama, ne yapsın ki daha çocuk
tular; Blumfeld de çocuk katili olamazdı. Böylece onların der
dini ileride de çekmek zorunda kalmıştı. Pek büyük bir çaba ve
uyanıklık isteyen mal dağıtım işinde yardımcıların kendisine
destek olacaklarını tasarlamıştı ilkin. Öyle düşünmüştü ki,
kendisi orta yerdeki kürsünün gerisinde dikilip her şeyi her an
göz altında tutabilecek ve kayıt işine bakacak, bu arada yar
dımcılar da onun direktiflerine uyup sağa sola seğirterek bütün
malı dağıtacaklardı. Ne kadar sıkı olursa olsun kendi denetimi
nin fabrikaya iş yapan dikişçi kadınlar topluluğu için yetersiz
kaldığını, yardımcıların uyanıklığıyla bunun bütünlenmesi ge
rektiğini düşünmüş, yardımcıların yavaş yavaş deneyim kaza
nıp her ufak işte ondan buyruk beklemekten kendilerini kurta
racaklarını, teslim edilecek mal ve kendilerine beslenecek gü
ven bakımından gün gelip dikişçi kadınları birbirinden ayırma
sını öğreneceklerini geçirmişti kafasından. Ama yardımcılara
bakılırsa, tüm umutları boşa çıkmıştı. Onları dikişçi kadınlarla
doğrusu hiç konuşturmaması gerektiğini Blumfeld çok geçme
den anlamıştı: Çünkü kimi kadınların yanına baştan beri hiç
sokulmamış, kendilerinden hoşlanmamış ya da korkmuşlar,
hoşlandıklarını ise çok vakit ta kapı önlerine kadar çıkıp karşı
lamışlardı. Bunlara dilediklerini getirip veriyor, kadınların al
mayı zaten hak ettikleri şeyleri bir çeşit gizlilik içinde ellerine
tutuşturuyorlardı. Kayırdıkları bu kadınlar için boş bir rafta
çeşit çeşit kumaş parçalan, beş para etmez artıklar, ayrıca he
nüz işe yarar ufak tefek nesneler biriktiriyor, Blumfeld'in ar
kasına geçip daha uzaktan, mutlulukla dolup taşarak, bunları
sallayıp kadınlara işaretlerde bulunuyorlar, karşılığında ise on
lar tarafından ağızlarına bonbon şekerleri sokuluyordu. Blum426
BiR SA VAŞIN TASViRi
feld çok geçmeden bu çirkin duruma son verdi, dikişçi kadın
lar geldikçe yardımcıları bölmeden içeri iteledi, ama yardımcı
lar hayli zaman duruma büyük bir haksızlık gözüyle bakmak
tan geri kalmadılar, karşı koydular, kasten kalemleri kırdılar;
kimi zaman da, kuşkusuz başlarını kaldırmayı göze alamadan
çat çat camlara vurdular, sözde Blumfeld'in kendilerine reva
gördüğü kötü davranışa dikişçi kadınların dikkatini çekmeye
çalıştılar.
Kendi yaptıkları haksızlığı ise bir türlü akıllan almıyor. Örne
ğin, hemen hep geç geliyorlar büroya. Daha ilk gençlik yılların
dan beri mesai saatinden en az yarım saat önce büroda bulun
maya pek doğal gözüyle bakan şefleri Blumfeld - yükselme hır
sından, aşın ödev duygusundan değil, yalnız ve yalnız öyle ya
kışık alacağını düşündüğünden - kendi yardımcılarını çokluk
bir saatten fazla beklemek zorunda kalıyor. Kahvaltı sandviçi
ni yiyerek salondaki kürsünün gerisinde dikiliyor, dikişçi ka
dınların küçük defterlerdeki hesaplarını gözden geçiriyor; çok
geçmeden de işe dalıyor ve işten başka bir şeyi aklına getirmi
yor. Derken ansızın öyle korkuyor ki, kalem bir vakit titriyor
elinde; yardımcılardan biri doludizgin içeri dalmıştır, sanki yı
ğılıp kalacaktır oracığa, bir eliyle bir yere tutunurken, öbür eli
ni güçlükle soluyan göğsüne bastırıyor; ama bunun hepsi, geç
kalışı için bir özür öne sürmek istemekten başka bir şey değil;
bir gülünç özür ki, Blumfeld işitmezlikten geliyor; çünkü böy
le yapmasa, oğlana hak ettiği sopayı çekecek. Oysa şimdi onu
biraz süzüyor, sonra elini uzatarak bölmeyi gösteriyor ve yeni
den dönüp işine bakıyor. Eh, bu durumda, şefinin davranışın
daki iyiliği görerek yardımcının kendi yerine seğirtmesi gerek
mez mi? Ama hayır; acele etmeyerek salına salma, parmak uç
larına basarak yürüyor; bir adım atıyor, sonra ötekini onun
önüne koyuyor. Şefiyle alay etmek mi niyeti? O da değil; yal
nızca yine o korku ve kendini beğenmişlik karışımı ki, insanı
çileden çıkarıyor. Yoksa Blumfeld'in, kendisi bugün şimdiye
dek hiç yapmadığı bir şeyi yapıp işe bu kadar geç gelmesine
427
BiR SA VAŞIN TASViRi
karşın, hayli bekledikten sonra - defteri kontrol etmeyi canı is
temiyor bir türlü -, ortalığı süpüren kafasız odacının havaya
kaldırdığı toz bulutları arasından iki yardımcısının sokaktan
büroya doğru sakin, serinkanlı yaklaştığını görmesi nasıl açık
lanabilir? Kollarını sımsıkı birbirlerinin bellerine dolamışlar;
birbirlerine önemli, ama işleriyle olsa olsa yasak bir ilişki için
de bulunduğu kuşkusuz şeyler anlatıyorlar sanki. Cam kapıya
yaklaştıkça, adımlarını yavaşlatıyorlar. Hele şükür biri kavrı
yor sonunda tokmağı ve aşağı bastırmadan bir süre elinde tu
tuyor; bala anlatıyor, dinliyor ve gülüşüyorlar. Ellerini hızla
havaya kaldırarak odacıya, Aç haydi şu bizim beyzadelere ka
pıyı! diye haykırıyor Blumfeld. Ama yardımcılar içeri girince
de kendileriyle tartışmak istemiyor, selamlarına karşılık ver
meyerek masasına yöneliyor, hesap işlerine koyuluyor hemen,
yardımcıların ne yaptığını da anlamak üzere zaman zaman ba
şını kaldırıp bakıyor. Pek yorgun görünüyor biri ve gözlerini
ovuşturuyor; pardösüsünü çiviye asarken fırsattan yararlanıp
duvara yaslanıyor biraz; sokaktayken zindeydi, ama şimdi işe
başlama zorunluğu onu yoruyor. Öbür yardımcı çalışmaya he
vesli gerçi, ama gözü ancak belli işlerde. Örneğin, öteden beri
ortalığı süpürsün istiyor. Gel gelelim, bu da kendisine yaraşır
bir iş değildir; ortalığı süpürmek yalnızca odacıya düşer. Bu işi
yardımcının yapmasına doğrusu bir diyeceği yoktur Blum
feld 'in, yardımcı mı süpürmek istiyordu ortalığı, süpürsündü;
nasıl olsa odacının yaptığından daha kötü görülmezdi bu iş. Ne
var ki, yardımcı bu işi yapacaksa daha önce, odacı ortalığı sü
pürmeye başlamadan gelmeli, bürodaki çalışmalara ayıracağı
zamanı bu işe harcamamalıydı. Diyelim bu oğlan doğru dürüst
bir şey düşünemiyordu, hiç değilse odacı, bu yarı kör moruk,
patronun Blumfeld'in seksiyonundan başka seksiyonda varlı
ğına kuşkusuz katlanamayacağı, işte ancak Tanrının ve şefin
inayetiyle yaşayıp giden odacı olacak bu adam hoşgörüyle dav
ranıp bir an için süpürgeyi yardımcının eline bıraksaydı ya! Ni
hayet beceriksizin biri yardımcı, o saat süpürme hevesi uçup gi11
11
428
BiR SA VAŞIN TASViRi
decek, bir an sonra süpürgeyle odacının arkasından koşacak ki,
bu işi geri verebilsin ona. Gel gelelim, odacının da en çok ken
disini sorumlu gördüğü bu süpürme işidir; yardımcı oğlan yanı
na yaklaşmaya kalkar kalkmaz, titreyen elleriyle süpürgeye
daha bir sıkı sarılıyor. Bütün dikkatini süpürgesini yardımcıya
kaptırmamak üzerinde toplayabilmek için, olduğu yerde durup
süpürmeyi bırakıyor. Ama yardımcı ben süpüreyim diye oda
cıyla konuşarak ona ricada bulunmuyor; hesap kitapla uğraşır
görünen Blumfeld'den korkuyor çünkü. Hem normal tonla
söylenen sözler de hiçbir işe yaramaz, çünkü odacıya sesini işit
tirebilmek için alabildiğine bağırmak gerekir. Dolayısıyla, yar
dımcı ilkin kolundan çekip çekiştiriyor odacıyı. Odacı kuşku
suz ortada neyin döndüğünü biliyor, kaşlarını çatarak yardım
cıyı süzüyor, başını sallıyor, süpürgeyi daha çok kendinden ya
na çekerek göğsüne bastırıyor. Bunun üzerine, ellerini kavuş
turup ricaya başlıyor yardımcı. Ricayla bir şey elde edebilece
ğini umduğu yok; rica etmek kendisini eğlendiriyor sadece.
Öbür yardımcı alçak sesle gülerek durumu izliyor. ve akıl ala
cak gibi değilse de, besbelli Blumfeld'in kendisini işitmediğini
sanıyor. Odacının üzerinde en küçük bir etki göstermiyor rica
ları; odacı arkasına dönüyor ve artık süpürgeyi yine güvenle
kullanabileceğine inanıyor. Ama yardımcı, parmak uçlarının
üzerinde sekerek ve iki elini yalvarır gibi birbirine sürterek
odacının peşinden gidiyor ve bu kez öbür yandan yalvarıp ya
karmaya başlıyor. Odacının bu dönüşleriyle yardımcının onun
peşinden koşturması birçok kez yineleniyor. Sonunda odacı
dört bir yandan yolların kesildiğini görüyor ve biraz daha az
saf olsa başta fark edebileceği şeyi, yani kendisinin yardımcı
dan önce yorulacağını seziyor. Bu yüzden de dışarıdan destek
arıyor kendine, parmağıyla Blumfeld' i göstererek yardımcının
gözünü korkutuyor; yardımcı peşini bırakmadı mı onu Blum
feld'e şikayet edecek. Yardımcı gerçekten süpürgeyi ele geçir
mek istiyorsa, pek acele etmesi gerektiğini görüyor, arsızcası
na el atıyor süpürgeye. Derken öteki yardımcının ansızın hay429
BiR SA VAŞIN TASViRi
kırışı, bundan sonra olacakları haber veriyor. Bir adım gerile
yip yardımcıyı da kendisiyle çekerek süpürgeyi kurtarıyor oda
cı. Ama yardımcı vazgeçmiyor artık; ağzı açık, gözleri çakmak
çakmak, ileri atılıyor. Odacı kaçmak istiyor, ama koşacak yer
de titreyip duruyor yaşlı bacakları. Yardımcı süpürgeyi çekip
çekiştiriyor, ele geçiremese de yere düşmesini sağlıyor onun,
dolayısıyla odacı için süpürge elden çıkıyor. Ama öyle görülü
yor ki, yardımcı için de elden çıkıyor süpürge; çünkü yere düş
mesi üzerine, her üçü, odacı ve yardımcılar ilkin donakalıyor,
Blumfeld'in her şeyi öğreneceğinden çekiniyorlar. Gerçekten
de Blumfeld, ancak şimdi işin farkına varmış gibi, başını kaldı
rıp küçük penceresinden bakıyor; sert sert, süzerek, her birini
gözden geçiriyor; hatta yerdeki süpürge bile dikkatinden kaç
mıyor. Sessizliğin pek uzamasından mı, yoksa süpürme açgöz
lülüğünü yenememesinden mi, her nedense suçlu yardımcı eği
liyor; ama pek sakınarak yapıyor bunu, süpürgeye değil de san
ki bir hayvana uzanıyor eli; derken süpürgeyi alıyor, yere bir
çalıyor şöyle; ama Blumfeld sıçrayıp bölmesinden çıkınca, he
men korkarak süpürgeyi gene kaldırıp atıyor elinden. İkiniz
de işe haydi, çıt yok artık! diye bağırıyor Blumfeld ve eliyle
yardımcılara kürsülerinin yolunu gösteriyor. Yardımcılar he
men Blumfeld'in dediğini yapıyor, ama öyle utanmış olarak,
başlan önde değil; hatta şeflerinin yanından geçerken hantal
vücutlarıyla dönüyor ve kendilerini pataklamaktan alıkoymak
ister gibi dik dik Blumfeld'in gözlerinin içine bakıyorlar. Oysa
Blumfeld'in ilke olarak hiç dayak atmadığını, deneyimlerin
şimdiye dek yeterince kendilerine öğretmiş olması gerekiyor.
Ama işte alabildiğine ürkek yaratıklar; her vakit, en ufak bir
incelik duygusundan yoksun, gerçek ya da sözümona gerçek
haklarını kollayıp gözetmeye bakıyorlar.
11
11
430
BiR SA VAŞIN TASViRi
YUVA
Yuvamı yapıp bitirdim, bir şeye de benzedi sanırım. Dışardan
yalnız bir büyük delik görünüyor, ama gerçekte bir yere çıktı
ğı yok deliğin, daha birkaç adım sonra doğal, sert taşlara toslu
yor. Bilerek böyle bir hileyi uyguladım diye övünmek istemem;
daha çok bu, bir sürü başansız yapı denemelerimin birinden
kaldı, ama nihayet bu tek deliği de kapamadan bırakmak bana
elverişli göründü. Doğru, kimi hileler öylesine bir incelikle he
saplanmıştır ki, kendi başlannı yerler sonunda, bunu herkesten
iyi bilirim. Sonra, bu delikle bir kez burada araştınlmaya değer
bir şeylerin bulunabileceğine dikkati çekişim, elbet atak bir
davranış. Ne var ki ödlek olduğumu, bir şeyi yalnız ödleklikten
yaptığımı sanan da beni tanımamış demektir. Söz konusu de
likten yaklaşık bin adım kadar ötede, yuvanın istendiğinde kal
dınlıp alınacak bir yosun tabakasıyla örtülü gerçek kapısı yer
alıyor; yeryüzünde bir şey ne kadar sağlama alınabilirse, işte o
kadar sağlama alınmış durumda. Doğru, biri yosunlar üzerine
basabilir ya da tökezleyip yosunlar içine girebilir, o zaman be
nim yuva açığa çıkıp canı isteyen - ancak unutulmasın ki, pek
sık rastlanmayan kimi becerileri gerektirir bu - içeri sızabilir ve
içerde ne var, ne yok bir daha hayır gelmemecesine kırıp dö
ker. Bunu bilmiyor değilim kuşkusuz ve yaşamımın doruğuna
ulaştığım şu an bile bir saatçik olsun tam bir rahat yüzü gördü
ğüm yok; orada, o karanlık yosunlar altındaki deliğin elinde
canım, düşümde çok vakit bu delik başında açgözlü bir ağzın
sağı solu aralıksız koklayıp durduğunu görüyorum. Denecek
ki, ben bu giriş deliğini de gerçekten kapayabilirdim, üstünü
ince bir tabaka halinde sert toprakla örter, aşağıları ise gevşek
431
BiR SA VAŞIN TASViRi
toprakla tıkardım; öyle ki, her vakit yeni baştan kendime yol
açıp dışarı çıkmak beni pek zahmete sokmasın. Ama gerçek
leştirilecek gibi değil bu; öngörülü davranmak zorunluğu, be
nim ha deyince dışarı çıkabilme olanağını elimde bulundurma
mı istiyor; öngörülü davranmak zorunluğu, ne çare çok zaman
olduğu gibi, yaşam denen şeyin tehlikeye atılmasını istiyor. Bü
tün bunlar da zahmetli hesaplan gerektiriyor ve keskin zekalı
bir kafanın kendi kendinden duyduğu memnunluk sürüp giden
hesapların tek nedeni. Bir an önce dışarı çıkma olanağını her
zaman elimde bulundurmam gerekiyor; çünkü tüm uyanıklığı
ma karşın, hiç umulmadık yandan bir saldırıya uğrayamaz mı
yım? Ben yuvamın göbeğinde huzur içinde yaşarım, düşmanım
da bu arada herhangi bir yerden ağır ağır ve sessizce toprağı
oyarak bana yaklaşabilir. Onun sezgi gücünün benimkinden
üstünlüğünü söylemek istemiyorum; ben nasıl kendisinden ha
bersizsem, belki onun da benden haberi yoktur. Ama işte kö
rü körüne toprağı oyup giden açgözlü haydutlar vardır ve yu
vamın alabildiğine genişliğinden ötürü onlar bile rastgele bir
noktada benim dehlizlerden birine toslamayı umabilir. Doğru,
kendi yuvamda olmak, bütün yollan ve yönleri inceden inceye
tanımak gibi bir üstünlük bulunuyor elimde; söz konusu hay
dudun kurbanım olması işten değildir, hem de tadına doyulma
yacak bir kurban! Gel gelelim kocamaktayım artık, benden
güçlüler pek çok, düşmanlarıma gelince sayısız, bakarsın birin
den kaçayım derken öbürünün eline düşüveririm. Ah, neler,
neler olmaz ki! Bir yerde kolayca erişebileceğim tümüyle açık
bir kapı bulunduğu güvencesinin de içimde yaşaması gerekiyor
kuşkusuz; öyle bir kapı ki, dışarı çıkmam gerektiğinde beni hiç
uğraştırmasın; yani ben, yumuşak bile olsa, toprağı umutsuzca
oymaya çalışırken ansızın - Allah saklasın! - arkamdan gelen
düşmanımın dişlerini sağrılanmda duymayayım. Hem beni
tehdit eden düşmanlar yalnızca dışarıda değil, toprağın içinde
de var. Ben kendilerini henüz hiç görmedim, ama efsaneler sö
zünü ediyor bunların ve ben de varlıklarına bütün kalbimle
432
BiR SA VAŞIN TASViRi
inanıyorum. Toprağın içinde yaşayan yaratıklar; efsaneler bile
nice şeyler olduklarını tanımlayamıyor. Hatta kurbanlarından
bile hiçbiri kendilerini görmemiştir; çıkar gelirler, hemen altı
nızda yaşam alanlan olan toprağı pençeleriyle oyduğunu du
yarsınız ve daha o anda işiniz bitmiş demektir. Kendi evimde
yim sözü yerinde değildir bu bakımdan, onların evindeyim de
meniz daha doğrudur. Söz konusu çıkış da beni kurtaramaz el
lerinden. Belki beni asla kurtarmayıp mahvedecek bir şeydir,
ama ne de olsa bir umuttur, bu çıkış kapısı olmadan yaşaya
mam. Bu büyük dehlizden başka, beni dış dünyaya bağlayan
pek dar ve oldukça tehlikesiz diğer dehlizler bana soluyacağım
temiz havayı sağlıyor. Orman farelerinin açtığı dehlizler hepsi;
bunları da gereği gibi benim yuvanın içine almayı başardım.
Ayrıca, söz konusu dehlizler beni ta uzaklara dek koku alma
olanağıyla donatıyor, böylece koruyor beni. Sonra binbir çeşit
küçük yaratık bu yollardan geçerek bana geliyor; bunları ken
dime yiyecek yapıyor, dolayısıyla yuvamdan hiç ayrılmaksızın
iyi kötü geçinmeme yetecek gibi avlanabiliyorum; elbet bu da
az şey değil sanırım.
Ama yuvamın en güzel yanı sessizliği. Aldatıcı bir sessizlik,
orası öyle; birden bozulabilir ve her şey sona erer, ama şimdi
lik var henüz. Saatlerce yuvamın dehlizlerinde sessiz saklı do
laşıyor, arada bir hemen dişlerimin arasında susturduğum bir
küçük hayvancağızın çıtırtısını ya da bana bir yerde onarım zo
runluğunu haber veren pıtır pıtır toprağın dökülüşünü işitiyo
rum, hepsi o kadar; başkaca sessiz oluyor ortalık. Ormanın ha
vası esip geliyor; hem sıcak, hem serin içerisi. Bazen boylu bo
yunca yere uzanıyor, zevkten sağa sola dönüp duruyorum.
Yaklaşan ihtiyarlık günlerine böyle bir yuvayla girilmesi, güz
başladığında başını sokabilecek bir çatının elde bulundurulma
sı güzel şey doğrusu!
Her yüz metrede dehlizleri genişletip küçük ve yuvarlak alan
lar yaptım; buralarda rahatçacık kıvrılıp yatabiliyor, kendi sı433
BiR SA VAŞIN TASViRi
caklığımla ısınıp başımı dinleyebiliyorum. Gönül rahatlığının,
doymuş isteklerin ve içimde yaşattığım amaca, yani bir yuvaya
kavuşmanın o tatlı uykusunu uyuyabiliyorum. Bilmem eski
günlerden kalma bir alışkanlıktan mı, yoksa bu yuvadaki tehli
kelerin de beni uyandıracak kadar büyüklüğünden mi, düzenli
olarak arada bir ansızın korkuya kapılarak derin uykumdan
sıçrayıp kalkıyor, sağı solu dinliyor, gece gündüz yuvada ara
lıksız egemenliğini sürdüren sessizliğin derinliklerine kulak ka
bartıyorum. Sonra da yatışmış gülümsüyor ve gevşemiş organ
larımla az öncekinden daha derin bir uykuya dalıyorum. Yol
larda ve ormanlardaki evsiz barksız gezgin kardeşler, en iyi du
rumda bir küme yaprak altına sinmiş ya da kendi soydaşların
dan bir topluluk arasında; tepelerinde yerin göğün tüm fela
ketleri! Bense burada, dört bir yandan güven altına alınmış bir
alanda yatıyorum - bu çeşit elliden çok alan var yuvamda - ve
canım isteyip birini, canım isteyip öbürünü seçtiğim birazcık
kestirmeler ve deliksiz uykularla saatler geçip gidiyor.
Yuvamın ortasına biraz uzakta, en kötü bir tehlike anında,
doğrudan bir kovalamaca değil de bir kuşatmada kullanılmak
üzere düşünülmüş ana alan bulunuyor. Yuvamda başka her
şey belki bedenden çok pek sıkı bir kafa çalışmasının eseriy
ken, bu kale alanı bedenimdeki tüm organların alabildiğine çe
tin uğraşısı sonucu ortaya çıktı. Birkaç kez yorgunluktan umut
suzluğa düşüp her şeyi olduğu gibi bırakmaya kalktım; sırtüstü
kendimi yere atıp yaptığım yuvaya lanetler savurdum, sürüne
sürüne dışarı çıkıp yuvayı açıkta bıraktım. Ne diye bırakmaya
caktım ki, bir daha yuvaya dönmek istemiyordum. Gel gelelim
aradan saatler ve günler geçince pişmanlık duyarak ters yüz et
tim, yuvanın sapasağlam yerinde durduğunu görünce az kaldı
sevincimden bir şarkı tutturuyordum; içten bir neşeyle yeniden
sarıldım işte. Alanın plan gereği bulunacağı yerde toprak pek
yumuşak ve kumluydu, dolayısıyla kale alanı üzerindeki çalış
mam boş yere güçleşiyordu (Boş yere sözüyle demek istedi
ğim, bu boşuna çalışmanın yuvaya hiç yarar sağlamamasıydı).
434
BiR SA VAŞIN TASViRi
Güzelim kubbesiyle yuvarlak ve büyük alanı oluşturabilmesi
için sert bir kıvam alıncaya kadar bayağı dövülmesi, tokmak
lanması gerekiyordu toprağın. Oysa böyle bir iş için benim to
pu topu bir alnım vardı; alnımla gece gündüz demeyip, geriler
den koşa koşa gelerek toprağa tosladım; ne zaman ki toprağa
vura vura alnımdan kanlar aktığını görüyordum, o zaman mut
lu hissediyordum kendimi; çünkü bu, duvarın sertleştiğine bir
kanıttı. Böylece, herkesin de kabul edeceği gibi, kale alanını
doğrusu hak ettim.
İşte bu alana azıklanmı yığıyorum, yuva içinde avladığım av
lardan o andaki gereksinimimi giderdikten sonra arta kalanını,
ayrıca yuva dışı avlanmalardan getirdiklerimi istif ediyorum
buraya. Alan öyle büyük ki, yanın yıllık azıkla bile doldurula
maz. Dolayısıyla, bu azıkları pekala açıp yayabiliyor, araların
da gezip dolaşarak kendileriyle oynayabiliyor, azlık çoklukları
ve türlü kokularıyla zevkleniyor, yuvada ne kadar yiyecek var
yok, derli toplu görebiliyorum. Sonra her vakit yeni düzenle
melere de gidebiliyor, mevsimine göre gerekli ön he�aplamala
rı ve avlanma planlarını yapabiliyorum. Öyle zamanlar oluyor
ki, bolluk içinde yüzüyor, yiyeceğe karşı doymuşluğumdan sa
ğa sola kayıp giden küçük hayvancıklara hiç el sürmüyorum;
kuşkusuz bu da bazı nedenlerden ötürü belki ihtiyatsız bir dav
ranış. Sık sık savunma hazırlıklarıyla uğraşmam, yuvanın bu
amaç için kullanılmasına ilişkin görüşlerimde değişikliklere ya
da gelişmelere yol açıyor, elbet küçük çapta oluyor bu. Örne
ğin, savunmayı tümüyle kale alanına sınırlandırmak kimi za
man bana sakıncalı görünüyor. Nihayet yuvadaki çeşitlilik çe
şitli olanaklar sağlıyor; dolayısıyla azıktan şöyle biraz dağıtıp,
bazı küçük alanları onlarla donatmayı daha öngörülü bir dav
ranış sayıyorum. Bunun üzerine kalkıyor, diyelim baştan her
üçüncüsünü yedek azık alanı ya da her dördüncüsünü ana ve
her ikincisini ise ikinci derecede önemli alan yapıyor veya bu
na yakın bir davranışla alanları tek tek belirliyorum. Olmazsa
kimi dehlizleri, yanıltma amacı güderek azıkla donatım dışında
435
BiR SA VAŞIN TASViRi
bırakıyor ya da bazılarının üzerinden atlayıp geçerek, ana çıkış
kapısına göre durumlarını göz önüne alıp çok az alanı bu iş için
seçiyorum. Böylesi her yeni plan, kuşkusuz kolay altından kal
kılamayacak bir hamallık istiyor; çaresiz yeni hesaplara girişi
yor, sonra da yükleri oraya buraya taşıyorum. Doğru, bu işi te
laşa kapılmadan serinkanlılıkla yapabilirim; nefis azıkları ağız
da taşımak, dilenilen yerde yorgunluk çıkarmak, belli bir anda
canının çektiği yiyecekten biraz atıştırmak hiç de kötü bir şey
değil. Kötü bir şey varsa, bazen, genellikle uykudan korkuyla
sıçrayıp kalktım mı, azıkların yürürlükteki dağıtım biçimini te
melden yanlış, beni büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakabi
lecek, uyku ve yorgunluğa bakılmaksızın tez elden düzeltilme
si gereken bir dağıtım gibi görmem. O zaman koşuyor, o za
man kanatlanıp uçuyor, o zaman hesap kitaba fırsat bulamıyo
rum; az önce alabildiğine titizlikle yeni bir planı uygulamak is
teyen ben, canımın istediği gibi davranıp dişlerimin önüne ne
çıkarsa kavrıyor, sürüklüyor, taşıyor, ahlayıp ofluyor, inliyor,
sendeliyorum. Bana alabildiğine tehlikeli görünen böyle bir
durumda nasıl olursa olsun gerçekleşecek herhangi bir değişik
liğe razıyım. Ne zaman ki yavaş yavaş iyice uyanmış oluyorum,
üzerime bir serinkanlılık geliyor, neden böyle aşın bir telaşa
kapıldığımı pek anlamıyorum. Evimin, kendi elimle kaçırdığım
evimin huzurunu derin derin içime çekiyor, yattığım yere dö
nüyor, yeni bir yorgunlukla hemen uykuya dalıyorum, uyandı
ğımda bana bir düş gibi gelen gece çalışmasının yadsınamaz
kanıtı olarak, bakıyorum bir fare hala dişlerimin arasında sar
kıyor ağzımdan. Sonra gene öyle zamanlar oluyor ki, bütün
azıklann bir araya toplanması bana en iyi düzenleme gibi gö
rünüyor. Küçük küçük alanlardaki azıklar ne işime yarar sanki
diyorum. Zaten buralara ne kadar azık yerleştirilebilir? Hem
ne kadar yerleştirilirse yerleştirilsin, yolu tıkar bunlar ve bir
gün kendimi savunmam gerekip koşmak zorunda kaldığımda
daha çok ayağıma dolaşırlar. Sonra, onca saçmalığına karşın
gene de şurası gerçek ki, azıkların tümünü bir arada görmedi436
BiR SA VAŞIN TASViRi
niz de elde henüz ne kadar azık bulunduğunu şöyle bir bakışta
kestiremediniz mi, özgüveniniz sarsıntıya uğruyor. Azıkları
böyle pek çok parçaya bölmek bir hayli azığın elden çıkıp git
mesine yol açamaz mı? Ben hep enine boyuna dehlizlerde do
ludizgin koşturup her şeyin yerli yerinde durup durmadığına
bakamam ki! Hani azıklann bölünmesini gerektiren temel dü
şünceye diyecek yok, ama ancak benim kale alanı gibi birden
çok alan bulunursa. Böyle birden çok alan. Elbet! Ama kimin
gücü yeter? Hem bu alanları benim yuvanın genel planı içine
şimdi, yani sonradan yerleştirmek olacak şey mi! Yine de ne
saklayayım, yapının hatalı bir yanı bu; zaten bir şeyden elde
yalnız bir adet bulunuyorsa, ortada ·her vakit bir yanlışlık var
demektir. Şunu da itiraf edeyim ki, yuvanın bütün yapımı süre
since birden çok alan isteği gönlümde belli belirsiz, ama iyi ni
yet sahibi olaydım, yeteri kadar açık seçik, yaşayıp durdu hep;
ne var ki, boyun eğmedim isteğe, bu devcileyin iş için kendimi
güçsüz hissettim; hatta işin zorunluğunu kafamda canlandırma
gücünü bile görmedim kendimde; genellikle yetersiz bir şeyin
·
benim koşullarda bir istisna, bir lütuf sayılacağını, belki tok
mak işi gören alnımın esirgenmesi yazgım açısından pek önem
li görüldüğü için yetmez'in yeteceğini düşünüp daha az belirsiz
denemeyecek bu tür düşüncelerle kendimi avutmaya çalıştım.
Dolayısıyla bir tek kale alanım var şimdi, ama bir tek alanın
yetmeyeceğine ilişkin içimdeki belirsiz duygular kayboldu.
Her neyse, bu tek alanla yetinmem gerekiyor. Küçük alanlar,
nerde bunun yerini tutabilsin! Bu görüş de içimde olgunlaşır
olgunlaşmaz, ne var, ne yok, küçük alanlardan gerisin geri ka
le alanına sürüyüp getirmeye koyuluyorum. Derken bütün
.. alan ve dehlizleri serbest durumda el altında bulundurmak, et
lerin kale alanında kümelendiğini görmek, her biri kendince
beni büyüleyen ve benim ta uzaktan kesinlikle birbirinden
ayırt edebildiğim pek çok kokudan oluşan karışımın ta en uç
taki dehlizlere kadar sızdığını hissetmek bir süre için avutuyor
beni. Bunu her vakit huzur dolu günler izliyor; yattığım yerle437
BiR SA VAŞIN TASViRi
ri yavaş yavaş, adım adım dış çevrelerden içerlere kaydırıyor,
durmadan daha çok kokular içine dalıyorum; sonunda artık
dayanamayıp bir gece kale alanı üzerine atılıyor, azıklar ara
sında zorlu bir temizliğe girişiyor, sevdiğim en iyi yiyeceklerle
düpedüz kendimden geçene kadar doyuruyorum karnımı.
Mutlu, ama nazik zamanlar; fırsattan yararlanabilecek biri için,
kendini tehlikeye atmadan beni haklayıvermek işten değil. Ha
ni bu bakımdan da bir ikinci ya da bir üçüncü kale alanının ek
sikliği, netameli biçimde belli ediyor kendini; çünkü böylesine
kocaman ve sessiz azık yığınını görmek beni baştan çıkarıyor.
Buna karşı çeşitli yoll�rdan kendimi savunmaya çalışıyorum;
nitekim azığın küçük küçük alanlara dağıtımı da bu tür önlem
lerden biri; ne çare, bu önlem de benzerliği gibi beni yoksunlu
ğa mahkOm edip daha büyük bir açgözlülüğün içimde doğma
sına yol açıyor; bu açgözlülük de, aklın sesini susturup savun
ma planlarımı, kendi amaçlarına uygun olarak dilediği gibi de
ğiştiriyor.
Böylesi zamanlardan sonra kendimi toparlamak için genellikle
yuvayı yeniden gözden geçiriyor, gereken onarımları yapıp her
defasında kısa süre için de olsa sık sık dışarı çıkıyorum. Yuva
dan uzun süre ayrı kalmak, böyle zamanlarda bile fazla ağır bir
ceza gibi görünüyor bana; ne var ki, arada bir gezintiye çıkma
mın zorunluğuna aklım yatıyor. Ne zaman kapıya yaklaşsam,
yüce duygular uyanıyor içimde. Yuvamda yaşayıp giderken bu
kapının yanına uğramıyor, hatta buraya götüren dehlizin baş
langıç bölümlerine bile ayak atmaktan kaçıyorum. Sonra, ka
pının oralarda dolaşmak hiç kolay değil; çünkü burada zikzak
dehlizlerden başlı başına küçük bir eser oluşturdum, yuvayı
yapmaya buradan başlamıştım, o vakitler planladığım gibi yu
vayı sona erdirmemin kısmet olacağın_a umudum yoktu, biraz
da oyun olsun için çalışmaya bu köşeden koyulmuştum; dola
yısıyla, buradaki ilk çalışma kıvancım, labirent bir yapı tarzın
da kendini açığa vurdu. Labirent yapı, o vakitler gözüme bütün
yapılardan üstün görünmüştü; şimdi ise daha doğru bir değer438
BlR SA YAŞIN TASV1R1
lendirmeyle buna yuvanın tümüyle pek bağdaşmayan cimrice
bir el işi gibi bakıyorum. Kuramsal açıdan belki nefis bir şey işte yuvamın girişi demiştim o vakit alay eder gibi görünmez
düşmanlarıma; sanki topunun da o an giriş labirentinde boğu
lup gittiğini görmüştüm -, gerçekte ise sıkı bir saldırıya karşı
koyamayacak ya da bütün gücüyle yaşam savaşma girişmiş bir
düşman karşısında zor dayanabilecek, duvarları fazlasıyla ince
bir oyuncaktan başka bir şey değil. Yani şimdi yuvanın bu par
çasını yeniden mi kurup çatsam? Kararı bugünden yarına erte
leyip duruyorum ve sanırım söz konusu parça nasılsa öyle ka
lacak. Böyle bir değişikliğe kalkışmam hayli bir çalışmayı ge
rektireceği gibi, akla gelebilecek en sakıncalı girişim olur. Yu
vayı ilk yapmaya başladığım yerde enikonu rahat çalışabiliyor
dum, tehlike başka herhangi bir yerdekinden pek büyük değil
di; ama şimdi böyle bir şeye kalkışmam, yuvanın üzerine bile
bile bütün dünyanın dikkatini çekmem demektir, bugün bir
şey yapılamaz artık. Buna adeta seviniyorum, çünkü bu ilk ese
rime karşı içimde bir çeşit duyarlık da yaşıyor. Hem büyük bir
saldırı durumunda hangi plana göre yapılmış bir kapı kurtara
bilir beni? Bir kapı aldatabilir, saldırganın dikkatini başka ya
na çekebilir, üzebilir onu; eh, bunu benim kapı da yapar. Ama
gerçekten büyük bir saldırıya yapıdaki bütün olanaklarla, bü
tün bedensel ve ruhsal güçlerimle hemen karşı koymak zorun
dayım, bu kuşkusuz pek doğal bir şey; dolayısıyla, kapı da şim
diki durumunda kalabilir. Yapının doğal koşullardan ister iste
mez kaynaklanmış öyle çok güçsüz yanı var ki, benim elimden
çıkan ve sonradan da olsa gene tastamam farkına varılan bu
kusuru da barındırabilir kendisinde. Söz konusu kusurun kimi
zaman, hatta her vakit beni tedirgin etmediğini söylemek iste
miyorum elbet. Normal gezintilerimde yapının bu parçasına
sokulmaktan kaçıyorsam, buranın manzarası canımı sıkıyor,
bilincimde yeterince sesini duyurmasına karşın yapıdaki bu ku
suru göreyim istemiyorum, en başta onun için. Yukarıda, giriş
teki hata ne denli giderilmez nitelik taşırsa taşısın, gene de, el439
BiR SA VAŞIN TASViRi
den geldiği süre, manzarasından koruyabilirim kendimi. Kapı
ya doğru yola çıkmayagöreyim, arada bunca dehlizin ve alanın
varlığını unutarak hemen büyük bir tehlike içine dalıyorniu
şum gibi bir duyguya kapılıyorum. Sanki postum inceliyormuş
da arası çok geçmeden cascavlak etimle ortada kalabilir ve tam
da bu an düşmanlarım ulumalarıyla beni selamlayabilirlermiş
gibi geliyor bana. Kuşkusuz, bir duyguya gerçekte yol açan, çı
kışın çıkış olarak kendisi, yani yuvanın koruma gücünün sona
ermesidir; ama beri yandan, kapının yapılışı da beni enikonu
üzüyor. Bazen düşümde burasını yıkıp yeniden yapıyorum; te
melinden değiştiriyor, çabucak da devcileyin çabalarla gecele
yin kimse farkına varmaksızın yeniden çatıp çıkarıyorum orta
ya ve artık kimse burasını ele geçiremez diyorum. Bana bu dü
şü gördüren uyku, uykuların en tatlısı; uyandığımda sevinç ve
selamet yaşlan bıyıklarımda ışıl ışıl parlıyor.
Dolayısıyla dışarı çıkmak istedim mi, bu labirent işkencesini
bedenen de yenmem gerekiyor; bazen kendi yapımda bir an
için yolumu şaşıracak duruma düşmem, yani bu eserin, kendi
sine ilişkin yargısını çoktan vermiş bana haklı olarak varlığını
kanıtlamak için hala çaba harcıyor görünmesi bir yandan canı
mı sıkıyor, bir yandan duygulandırıyor beni. Ama derken bir
süre elimi sürmediğim - bir süre kımıldamıyorum çünkü - yo
sun örtünün altındaki ormanın zeminiyle yekvücut olmuş bu
luyorum kendimi. Şöyle bir başımı kımıldatayım, yad eldeyim
demektir. Bu ufak devinimi de uzun süre göze alamıyorum; gi
riş labirentinin güçlüklerini yenmek olmasa, kuşkusuz bugün
bundan vazgeçer, geri dönerdim. Nasıl? Yuvan tehlikeden
uzak, kendi içinde kapalı bir bütün. Huzur içinde, sıcacık, kar
nın tok yaşayıp gidiyorsun; bir sürü dehliz ve alanların efendi
si, tek efendisi sayılırsın; bütün bunları umarım feda etmek ni
yetinde değilsin, ama bir bakıma gözden çıkarmak atmak isti
yorsun; gerçi hepsini yeniden ele geçirmeye güvenin var, ama
ne de olsa tehlikeli, çok tehlikeli bir oyun oynamayı göze alı
yorsun. Bunun için akla uygun nedenler mi var? Yo, yo böyle
440
BiR SA VAŞIN TASViRi
bir şey için akla uygun nedenler bulunamaz. Ama derken yine
de kapıyı sakınarak kaldırıp dışarı süzülüyorum ve bu hain yer
den elden geldiği kadar hızla uzaklaşıyorum.
Ama doğrusu açıkta değilim, gerçi bundan böyle dehlizler ara
sından ezile büzüle geçtiğim yok, ormanda özgür koşturup du
ruyorum. Yuvada, hatta şimdikinden on kez büyük de olsa ka
le alanında kendilerine yer olmayan yeni güçler hissediyorum
içimde. Sonra, yiyecek bakımından dışarısı daha elverişli; av
lanmak her ne kadar daha güç, başarı şansı her ne kadar daha
azsa da, sonuç yuvadakine göre her yönden daha olumlu; bü
tün bunları yadsıdığım yok, bundan. yararlanmasını biliyor, bu
nun tadını çıkarıyorum; hiç degilse herkes gibi, ama belki her
kesten çok; çünkü ben öyle bir serseri gibi zirzopluktan ya da
umutsuzluktan avlanmıyor, bir amaç uğruna ve serinkanlılıkla
yapıyorum bunu. Aynca ben özgür bir yaşam için yaratılmış,
bu yaşamın eline terk edilmiş değilim; tersine, vaktimin sınırlı
olduğunu, sonsuz süre burada avlanamayacağımı, canım istedi
mi ve buradaki yaşamdan bıktım mı, birinin beni yanına çağı
racağını ve bu çağrıya da karşı koyamayacağımı biliyorum.
Dolayısıyla buradaki zamanın enikonu tadını çıkarabilir, vakti
tasasız, kaygısız geçirebilirim; daha doğrusu geçirebilirdim,
ama geçiremiyorum. Yuva pek uğraştırıyor beni, girişten çar
çabuk koşup uzaklaştım diyelim, arası çok geçmeden dönüp yi
ne geliyorum. Saklanıp gizlenecek elverişli bir yer arıyor, yuva
mın girişini - bu kez dışarıdan - günler ve gecelerce gözetliyo
rum. İstendiği kadar budalalık densin, bana anlatılmaz bir zevk
veriyor bu, beni yatıştırıyor. Uyurken yuvamın önünde değil
de kendi önümde duruyorum sanki; bir yandan derin bir uyku
çekmek, bir yandan gözümü dört açıp kendi başımda nöbet
tutmak mutluluğuna erişiyorum adeta. Sanki gece hayaletleri
ni yalnızca uykunun çaresizlik ve saflığı içinde değil, uyanıklı
ğın bütün gücü ve serinkanlı yargı yeteneğiyle de karşımda
görmek gibi bir ayrıcalıkla donatılmıştım. Ve bana kalırsa, işin
tuhafı, sık sık inandığım ve yuvama indiğimde belki yine inana441
BiR SA VAŞIN TASViRi
cağım gibi o kadar kötü değil durumum. Bu bakımdan, kuşku
suz başka bakımdan da, ama özellikle bu bakımdan yaptığım
gezintiler gerçekten zorunlu. Orası öyle; girişi pek kıyıda ke
narda seçmeme karşın, buradaki trafik bir haftalık gözlemleri
mi özetlersem pek yoğun; ama belki bütün yerleşim bölgele
rinde aynıdır durum. Sonra, tam bir yalnızlık içinde bulunup
ağır b:r tempoyla sağı solu araştıran bir saldırganın eline düş
mektense, büyücek bir trafiğin eline kendini teslim etmek bel
ki daha iyidir; çünkü böylesine bir trafik, büyüklüğü dolayısıy
la kendi kendisini de birlikte sürükleyip götürür. Böylesine bir
trafikte düşmaniar çoktur, daha da çok yardımcıları vardır,
ama düşmanlar birbirleriyle boğuşur ve yuva önünden doludiz
gin geçerler. Bu son zamanda doğrudan girişin başında oyala
nıp sağı solu araştıran bir kimseye rastlamadım, hem onun,
hem benim hesabıma rastlamadığım da iyi oldu, çünkü yuvayı
merak ettiğimden, ne yaptığımı bilmeyerek koşup gırtlağına
sarılırdım. Kuşkusuz, bazen de öyleleri geliyordu ki, yakınla
rında bulunmayı göze alamıyor, kendilerini daha uzaktan seç
meyeyim, soluğu kaçmakta alıyordum; böylelerinin yuvaya
karşı davranışları üzerinde elbet kesin bir şey söyleyemem,
ama diyebilirim ki, az sonra dönüp gelmem içimi ferahlatmaya
yetiyordu; kimseyi ortada bulamıyor ve giriş kapısının da sapa
sağlam yerinde durduğunu görüyordum. Bazen öyle mutlu za
manlar da yaşıyordum ki, dünyanın bana karşı düşmanlığı ga
liba sona erdi ya da yatışıp hafifledi veya güçlü yuva adeta be
ni kaldırıyor da şimdiye dek sürüp gelen o yok etme savaşı dı
şında tutuyor diyordum kendi kendime. Yuva şimdiye kadar
düşündüğümden ya da yuva içinde düşünmeyi göze alabilece
ğimden belki daha çok koruyordu beni. Bu sanı kimi vakit
içimde o denli güçleniyor ki, çocukça bir isteğe kapılıp bundan
böyle bir daha yuvaya dönmemek, girişe yakın bir yere yerleş
mek, yaşamımı bu girişi gözlemekle geçirmek, içinde olsam yu
vanın nasıl beni sımsıkı güvenlik altına alacağını hep gözümün
önüne getirip mutluluğumu bunda bulmak istiyorum. Ama iş442
BiR SA VAŞIN TASVJRJ
te çocuksu düşlerden korkuyla sıçrayıp çarçabuk uyanılıyor.
Benim yuvada bulduğum güvenlik de nasıl bir güvenlikti? Öy
le ya, yuva içindeyken beni bekleyen tehlikeleri, burada, dışa
rıda edindiğim deneyimlere dayanarak hiç değerlendirebilir
miyim? Ben yuvada yokken, bakalım düşmanlarım doğru dü
rüst kokumu alabilirler mi? Kokumu alacakları kuşkusuz, ama
tam değil. Oysa tam olarak alınacak bir kokunun varlığı, çok
luk normal tehlikenin önkoşulu değil midir? Yani benim bura
da yaptığım deneyler gerçek bir deneyin yarısı, hatta onda bir
değerinde; beni yatıştırmaya ve yalancıktan yatıştırarak alabil
diğine büyük bir tehlikenin içine yuvarlamaya elverişli şeyler.
Hayır, öyle sandığım gibi uykumu hiç de denetlediğim yok; da
ha doğrusu, bana uykumu zehir edecek o yaratık uyanık bekli
yor, oysa ben uyuyorum. Belki de benim canıma okuyacak
düşman, giriş kapısının önünden umursamazlıkla ve salınarak
geçenler arasındadır; kapının sapasağlam yerinde durup saldı
rılarını beklediğinden tıpkı benim gibi emin olmak isteyenler
le, ev sahibini içerde ele geçiremeyeceklerini, hatta belki onun
bitişik bir çalılıkta masum masum pusuya yattığını bildikleri
için, yalnız bunun için giriş önünde durmayarak geçip gidenler
arasında bulunmaktadır. Derken gözetleme yerimden ayrılı
yor, yuva dışında yaşamaktan bıkıyorum; bana öyle geliyor ki,
dışarıda artık öğreneceğim bir şey kalmamıştır, ne şimdi, ne de
sonra. Ve buradaki her şeye veda ederek yuvaya inesim, bir
daha hiç geri dönmeyesim, her şeyi kendi haline bırakıp yarar
sız gözetlemelerle olacakları engellemekten vazgeçesim geli
yor. Ama giriş kapısı dışında olup bitenleri bunca zaman gör
mekten şımarmış, başlı başına büyük bir iş sayılması gereken
yuvaya inişi gerçekleştirmek ve çepçevre arkamda, eski yerine
yerleştirilen kapının gerisinde olacakları bundan böyle bileme
mek kahrediyor beni. İlkin fırtınalı gecelerde, avladığım avları
çarçabuk içeri almayı deniyorum; üstesinden de geliyorum sa
nının. Ama gerçekten bu işi başarıp başaramadığım yuvaya in
diğimde anlaşılacak, ne var ki ben anlayamayacağım bunu, bel443
BiR SA VAŞIN TASViRi
ki ben de anlayacağım ama, o zaman iş işten geçmiş olacak.
Dolayısıyla bu niyetimden vazgeçiyor, yuvaya inmiyorum. Asıl
girişten kuşkusuz yeteri kadar uzakta bir deney çukuru eşiyo
rum, boyu kendi boyumdan uzun değil ve yosun bir örtüyle dı
şarıya kapalı. Çukura sürünerek giriyor, arkamdan yosun örtü
yü üzerime çekip tetikte bekliyorum. Günün değişik saatlerin
de kısa ve uzunca süreler çukur içinde kalıyor, derken yosun
örtüyü üzerimden kaldırıp atıyorum; ortaya çıkıyor ve dikkati
me çarpan şeyleri kaydediyorum. Birbirine hiç benzemeyen iyi
kötü birtakım deneyimler ediniyor, ama yuvaya inme konu
sunda genel bir yasa, şaşmaz bir yöntem ele geçiremiyorum.
Bu yüzden de henüz asıl girişten içeri girmiş, yuvaya inmiş de
ğilim; ama bunu her şeye karşın pek yakında yapma zorunluğu
belimi büküyor. Başımı alıp uzaklara gitmek, hiçbir iç açıcılığı,
hiçbir güvenliği bulunmayan, birbirinden farksız sürüyle tehli
kenin oluşturduğu, dolayısıyla güvenlik içindeki yuvamla yuva
dışı karşılaştırmalanmdaki gibi tek tek tehlikeleri enine boyu
na gözümün önüne serip bende korku uyandırmayan eski ya
şamı yeniden sırtlanmaya karar vermekten çok uzak değilim.
Elbet, böyle bir karan vermek, anlamsız bir özgürlük içinde
pek uzun süre yaşamaktan kaynaklanan bir aptallık olur sade
ce; henüz yuva benim elimde, bir tek adım attım mı güvenlik
içindeyim. Böylece bütün kuşkulardan kendimi koparıp alıyor,
güpegündüz, dosdoğru, ama bu kez ne olursa olsun kaldırıp aç
mak için giriş kapısına seğirtiyorum; gene de yapmak elimden
gelmiyor bir türlü, kapının üzerinden koşarak geçiyor, bile bi
le dikenli bir çalılık içine dalıyor, kendimi cezalandırmak, bil
mediğim bir suçtan ötürü cezalandırmak istiyorum. Kuşkusuz
bu durumda gene de haklı olduğumu, elimdeki en değerli şeyi
dört bir yanda, yerde, ağaçta ve havadaki tüm yaratıklara hiç
değilse bir an için peşkeş çekmeksizin yuvaya gerçekten inile
meyeceğini sonunda çaresiz itiraf zorunda kalıyorum kendi
kendime. Tehlike de kuruntu değil, pek gerçek nitelik taşıyor.
Öyle ya, içinde peşime düşme hevesi uyandıracağım yaratığın
444
BiR SA VAŞIN TASViRi
gerçek bir düşmanım olması gerekmez; rastgele, minicik, za
rarsız bir yaratıkta da bu hevesi uyandırabilirim pekala; ufak,
pis bir canlı; meraktan peşime takılır ve böylece, kendisi fark
etmeksizin, tüm dünyayı peşinden sürükleyip getirir. Doğrusu
böyle bir yaratık da olması gerekmez; belki - ki bu olasılık öte
kisi kadar kötüdür, kimi bakımdan hatta en kötüsüdür olasılık
lann -, belki benim soydan herhangi biridir bu; yuvalardan an
layan, yuvaların değerini bilen biri, bir orman münzevisi, bir
banşsever, ama işte kendisi yuva yapmadan yuvada oturmak
isteyen arsız ve aylak biridir. Ah ne olur şimdi gelse, ne olur o
pis açgözlülüğüyle girişi bulup yosun örtüyü kaldırmaya uğraş
sa ve kaldırabilse, ne olur benim y�rime ıkına ıkına girse içeri
de bir an kıçı açıkta kalacak kadar ilerlese, ne olur bunlar ger
çekleşse de sonunda çıldırmış gibi yerimden fırlayıp hiçbir şeyi
umursamadan üzerine çullansam, onu dişlerimle paralayıp eti
ni didik didik etsem, kıymık kıymık yapsam, kanını içsem ve
kadavrasının içini öbür avlanmdan biri gibi doldursam, ama
hepsinden önce, asıl önemlisi de bu, sonunda tekrar yuvamda
olsam, bu kez hatta içimden gelerek hayranlıkla labirent deh
lizleri seyretsem, ama ilkin yosun örtüyü üzerime çekip dinlen
meye koyulsam, geri kalan tüm yaşamım boyunca da dinlen
sem! Ama kimseler gelmiyor işte, benim de yalnızca kendim
den medet ummam gerekiyor. Durmadan işin zorluğunu düşü
ne düşüne korkaklığım enikonu kayboldu, girişten girişin dışı
na bile kaçtığım yok artık, çevresinde çemberler çizmek en
sevdiğim şey. Artık nerdeyse öyle ki, sanki ben kendim düşma
nım, yuvadan başarıyla içeri girebilmek için uygun bir fırsat
kolluyorum. Kendisine güvenebileceğim, tutup benim gözetle
ıne yerine dikebileceğim birini bulsam, belki rahat rahat inebi
lirdim yuvaya. Kendisine güvenebileceğim bu kimseyle anla
şırdım; benim yuvaya indiğim andaki durumla bunu izleyecek
uzun süre içindeki durumu adamakıllı izler, bir tehlike anında
yosun örtüye vururdu; ama işte yalnızca tehlike anında. Böyle
ce yukarıda her şey eksiksiz çözüme kavuşur, ortada başıma iş
445
BiR SA VAŞIN TASViRi
açacak kimse kalmaz, olsa olsa kendisine güvendiğim yaratık
kalırdı yalnız. Çünkü yaptığının karşılığını benden istemeye
cek miydi bu yaratık? En azından yuvayı görmeye kalkmaya
cak mıydı? Onu kendi nzamla yuvadan içeri koyvermek bile
enikonu tatsız bir şey. Yuvayı ziyaretçiler için değil, kendim
için yaptım ve sanıyorum onu koyvermezdim içeri; ama yuva
ya inmemi sağlayamayacakmış o zaman, olsun. Hiç mi hiç yu
vama koyvermezdim. Çünkü ya kendisini bırakacaktım, yalnız
inecekti yuvaya, ki bu da asla akıl alacak bir şey değildi, ya da
onunla birlikte yuvaya inecektik, ki o zaman da onun bana sağ
layacağı arkamdan gözetlemede bulunma yararından yoksun
kalacaktım. Sonra, şu güvenme işi bakalım nasıl şey? Göz gö
zeyken güven beslediğim birine, kendisini görmediğim, yosun
örtünün bizi birbirimizden ayırdığı zaman da güvenebilir mi
yim? Bir kimseyi göz altında tuttuktan ya da hiç değilse tuta
bilme olanağını ele geçirdikten sonra kendisine güvenmek pek
zor değildir. Hatta belki uzaktan uzağa güvenilebilir bir kimse
ye; ne var ki yuva içinden, yani bir başka dünyadan dışardaki
birine tastamam güvenebilmek sanıyorum olur şey değildir.
Ama böyle kuşkulara kapılmak bile gereksizdir; ben yuvaya
inerken ya da indikten sonra, hayattaki o sayısız rastlantılar
dan birinin güvendiğim kimsenin görevini yapmasını engelle
yeceğini düşünmek bile yeter; en ufak bir engelleme de doğru
su hiç hesapta olmayan sonuçlar doğurabilir benim için. Yo yo,
bütün bunlar özetlendiğinde yalnızım diye, güvenebileceğim
kimse yok diye yakınmamam gerekiyor. Bu durumun beni bir
yarardan yoksun bırakmadığı kuşkusuz, hatta belki beni birta
kım zararlardan da esirgemektedir. Güvenme işine gelince, an
cak kendime ve yuvama güvenebilirim. Bunu da daha önceden
düşünmem, şimdi beni böyle uğraştıran durum için önceden
hazırlanmam gerekirdi. Yuvayı yapmaya başladığımda hiç de
ğilse biraz başarılabilirdi bu. İlk dehlizi o türlü açmalıydım ki,
ben girişin birinden o kaçınılmaz bir hayli zahmeti üstlenip
aşağı ineyim, başlangıç dehlizi bir koşu geçip ikinci girişe gele446
BiR SA VAŞIN TASViRi
yim, bu amaç için oraya yerleştirilmiş yosun örtüyü şöyle biraz
kaldırıp birkaç gündüz ve gece boyunca durumu kolaçan ede
yim! İşin doğrusu da buydu yalnız. Gerçi iki girişin varlığı teh
likeyi iki kat büyütürdü; ama bu sakınca tümüyle giderilebilir,
sadece gözetleme yeri olarak belirlenen giriş pek dar yapılabi
lirdi. Derken yine teknik düşüncelere dalıp gidiyor, o benim
dört başı mamur yuva düşünü bir ara yeniden düşlemeye baş
lıyorum. Bu da az buçuk yatıştırıyor beni; farkına varılmadan
içeri ve dışarı kayabilmemi sağlayacak açık seçik ya da biraz
belirsiz yapı olanaklarını kapalı gözlerimin önünden, zevkten
sarhoş, geçiriyorum.
Bulunduğum yerde uzanmış, üzerlerinde düşünüp dururken,
bu olanakların değerini gereğinden çok büyütüyorum gözüm
de, ama gerçek yararlar değil de, yalnızca teknik buluş ve ba
şarılar olarak; çünkü, bir engelle karşılaşmaksızın bu içeri ve
dışarı kayışlar da neymiş? Tedirgin bir ruhun kendini değer
lendirmedeki bir güvensizliğin, aşağılık heveslerin, kötü huyla
rın bir belirtisi; bu huylar oracıkta duran ve yalnız kendisine
tümüyle güvenebildiniz mi gönlünüzü ferahlatan yuva karşı
sında daha da kötüleşiyor. Orası öyle, şu an bu yuva dışında
yım, ona dönebilmenin bir yolunu arıyorum; yuva bunun için
gerekli teknik olanakları içerseydi, doğrusu pek güzel olurdu.
Ama hiç de pek güzel kaçmazdı belki. Yuvayı yalnızca alabil
diğine bir güven duygusuyla girilip barınılacak bir oyuk gibi
görmek, onu şu an içimde yaşayan korku dolayısıyla pek kü
çümsemek sayılmaz mı? Elbet, aynı zamanda böyle güvenilir
bir oyuktur yuva ya da öyle olması gerekir; diyelim büyük bir
tehlike karşısında gördüm kendimi, o zaman dişlerimi sıkıp bü
tün irade gücümü toplar, yuvanın benim canımı kurtarmak gö
revini üstlenmiş bir oyuktan başka şey olmamasını ve kendisi
ne verilmiş bu açık seçik görevi eksiksiz yerine getirmesini is
terim; böyle bir durumda başka her görevi onun üzerinden al
maya hazırımdır. Ama işte öyle ki, yuvam gerçekte - gerçek de
işte pek sıkışık zamanlarda görülmüyor, tehlikeli zamanlarda
447
BiR SA VAŞIN TASViRi
bile onu görebilmek için çaba harcamak gerekiyor - epey bir
güvenlik sağlıyor bana; ne var ki asla yeterli değil bu güvenlik;
çünkü tasa ve kaygılar yuvada hiç sona eriyor mu? Doğru, yu
vada daha bir başka, daha bir soylu, daha kapsamlı şeyler bun
lar, çokluk hayli gerilere itilmiş durumdalar; ama olsun, kahre
dici etkilerinin, yuva dışında bir yaşamın yol açacağı tasalardan
kalır yeri yok. Yuvayı yalnızca yaşamımı güven altına almak
için yapsaydım aldanmazdım; ama o devcileyin çalışmayla bu
nun sağlayacağı gerçek güven, en azından benim hissedip ya
rarlanabileceğim kadarıyla asla birbirine uygun düşmezdi. Bu
nu kendi kendime itiraf etmek pek acı bir şey; ama işte şu an
bana, yani kendisini yapıp elinde bulunduran kimseye kapısını
kapayan, hatta bayağı büzülüp içine gömülen giriş karşısında
böyle bir itirafın yapılması gerekiyor. Gel gelelim yuva, yalnız
bir kurtuluş deliği değil. Kale alanında dikilmeyegöreyim, çev
remde yığın yığın et stokları, yüzüm bu alandan çıkan on adet
dehlize dönük, - öyle dehlizler ki, her biri özellikle yuva için
deki yerin bütününe uygun olarak alçaktan, yüksekten, uzun
lamasına ya da yuvarlak, genişleyerek ya da daralarak ve hep
si de bir ölçüde sessiz, boş, geniş, her biri kendince beni bir sü
rü alanlara alıp götürüyor ve bu alanların kendileri de bütü
nüyle sessiz ve boş - o zaman güvenlik düşüncesi pek uzağım
da kalıyor, o zaman buranın, tırnaklarımla çalışarak, dişleye
rek, tepinerek ve itip kakarak dikbaşlı topraktan kazanılmış
kalem, asla başka kimsenin eline geçemeyecek kalem olduğu
nu biliyorum; öylesine benim olan bir kale ki, sonunda düşma
nım tarafından o ölümcül darbeyi de rahatçacık burada kabul
lenebilirim, nihayet kanım burada kendi toprağımda akar ve
kaybolup gitmez. Yarı mışıl mışıl uyuyarak, yarı neşe içinde
uyanık, her vakit dehlizlerde geçirdiğim o güzel saatlerin anla
mı da bundan başka nedir? Öyle dehlizler ki, haz dolu gerinip
uzanmalanm, yerlerde çocuksu yuvarlanmalarını, düşler için
de serilip yatmalarını göz önüne alınarak ve uyuyup da bir da
ha uyanmayacağım düşünülerek sadece ve sadece benim için
448
BiR SA VAŞIN TASViRi
yapılmış. Ve her birini çok iyi bildiğim, hepsi birbirinin tıpkısı
olmasına karşın, daha duvarlarının kıvrım ve kavislerine baka
rak, gözüm kapalı, birini ötekinden açıkça ayırabildiğim küçük
alanlar; beni huzur ve sıcaklıkla öylesine sarıyor ki, hiçbir yu
va barındırdığı kuşu böylesine saramaz. Sonra hepsi, hepsi ses
siz ve boş.
Ama madem öyle, ne diye duraksıyorum o zaman? Ne diye
saldırgan yaratıktan korkum, yuvamı bir daha görememe ola
sılığından daha büyük? Evet, bu sonuncusu neyse ki gerçekleş
meyecek bir şey, yuvanın benim için taşıdığı önemi anlamak
üzere düşünüp taşınmam gerekli değil; benimle yuvam öylesi
ne bir bütün oluşturuyor ki, rahat rahat, tüm korkulara karşın
rahat rahat buraya yerleşebilirdim; kapıyı bütün sakıncaları
dinlemeyip açmak için hiç de kendimi yenmeye çalışmam ge
rekmez, elim boş öylece beklemem düpedüz yeterdi; çünkü
hiçbir şey bizi sürekli ayıramaz birbirimizden ve sonunda nasıl
sa bir yolunu bulup yuvaya ineceğime kuşku yok. Ama doğru,
o vakte dek ne çok zaman geçebilir aradan ve bu zaman içinde
hem burada, yukarıda, hem aşağıda nelerle karşılaşılmaz. Ama
bu zamanı kısaltmak ve gerekeni hemen yapmak yalnızca ba
na bakıyor.
Ve derken, yorgunluktan artık bir şey düşünemeyecek durum
da, başımı önüme sarkıtıp sarsılan bacaklarla yarı uyuyarak,
yürümekten çok el yordamıyla girişe sokuluyor, yosun örtüyü
kaldırıyorum; yavaşçacık aşağı iniyor, ama girişi dalgınlıkla,
hiç gereği yokken uzun süre açık bırakıyor, unuttuğum şeyi
sonradan yapmak üzere yeniden yukarı çıkıyorum. Ama ne
den çıkıyorum yukarı? Bütün yapacağım, yosun örtüyü çekip
girişi kapamak, ala; böylece yeniden aşağı iniyor, nihayet yo
sun örtüyü çekip kapıyorum. Ancak bu yoldan, ancak ve ancak
bu yoldan söz konusu işi yapabilirim. Derken yosun örtünün
altında yatıyorum, yuvaya taşıdığım avlar üzerindeyim, etlerin
özsuları ve etlerden akan kanlar çevremi sarıyor. Nihayet özle449
BiR SA VAŞIN TASViRi
mini çektiğim uykuyu uyumaya başlayabilirim. Beni rahatsız
edecek hiçbir şey yok, kimse peşime düşmedi; yosun örtü üze
rinde, hiç değilse şimdiye kadar sessizlik hüküm sürüyora ben
ziyor; hem sessizlik hüküm sürmese bile sanının şu an sağı so
lu gözetleyerek oyalanamam; yerimi değiştirdim, yukarıdaki
dünyadan yuvama indim ve hemen de etkisini üzerimde hisse
diyorum yuvamın. Yeni bir dünya, bana yeni güçler veriyor,
yukarıdaki yorgunluk, yorgunluk değil burada; bir geziden
döndüm, katlandığım zahmetlerin yol açtığı yorgunluktan ak
lım başımda değil. Ama barınağımı yeniden görmem, beni
bekleyen yerleşme işini düşünmem, bütün mekanları şöyle ça
bucak, en azından üstünkörü gözden geçirmem, hele bir an ön
ce kale alanına sokulmak zorunda bulunmam, bütün bunlar
yorgunluğumu telaş ve hamaratlığa çeviriyor; öyle ki, yuvaya
ayak attığım anda uzun ve derin bir uyku uyumuşum sanki.
İşin başı uğraştırıcı, kendimi büsbütün çalışmaya vermem ge
rekiyor, yani avlarımı giriş labirentinin duvarları güçsüz dara
cık dehlizleri içinden taşımak zorundayım. Var gücümle avla
rımı önüm sıra itelemeye başlıyorum; oluyor da; ama benim
için pek yavaş bir tempo; hızlandırmak için küme küme etler
den birazını ayırıp geride bırakıyor, üzerlerinden, aralarından
ıkına sıkına geçiyorum. Şimdi avların yalnızca bir parçası var
önümde, şimdi bu parçayı ileriye taşıyıp götürmek daha kolay;
ama burada, daracık dehlizler içinde, o bol et yığınları ortasın
da öylesine sıkışıp kalmışım ki, tek başıma bile aralarından bir
yol bulup geçmek her vakit kolay değil, hani pekala kendi azık
larımın ortasında boğulup gidebilirim; çünkü daha şimdiden
bol azıklann sıkıştırmasından, azıklardan bir bölümünü yiye
rek kendimi kurtardığım oluyor. Ama gene de başarıya ulaşı
yor taşıma işi, pek de uzun sayılamayacak bir sürede yapıp çı
karıyorum; labirentin üstesinden geliyor, oh diyerek gerçek bir
dehlize dikiliyorum. Bir bağlantı yolundan yararlanarak, özel
likle böylesi durumlar için öngörülmüş bir ana dehlize götürü
yorum avlan; dehliz hayli bir eğimle kale alanına iniyor. Yapı450
BiR SAVAŞIN TASViRi
lacak bir şey kalmamıştır artık, bütün iş adeta kendiliğinden
yürüyor, yuvarlanıyor önümde. İşte nihayet kale alanına gel
dim, nihayet dinlenebilirim. Hiçbir şey değişmemiş, öylece du
ruyor, büyük bir felaket gerçekleşmemişe benziyor yokluğum
da, ilk bakışta dikkatime çarpan ufak tefek hasarlar çok geç
meden onarılacak şeyler. Ne var ki, ilkin dehlizler içinde uzun
bir geziye çıkmak gerekiyor, ama güç bir iş sayılmaz bu, tıpkı
eskiden yaptığım gibi ya da - hani hiç kocamış değilim, ama
şimdiden pek çok şey belleğimden silinip gidiyor tümüyle - ge
nellikle yapıldığını işittiğim gibi dostlarla bir boşboğazlık. Ka
le alanını gördükten sonra ikinci dehlizi dolaşmakta bile bile
nazlı davranıyorum, kale alanını gördükten sonra elimde sınır
sız zaman var - zaten yuva içinde hep zamanım sınırsızdır -,
çünkü yuvada yaptığım her şey iyi ve önemlidir, bir bakıma do
yurur beni. İkinci dehlizi dolaşmaya başlıyor, derken gözden
geçirme işini yanda kesip üçüncü dehlize atlıyorum; oradan da
kale alanına dönüyor, ne var ki ikinci dehlizi şimdi yine dolaş
madan duramıyorum; böylece işle oynuyor, onu. çoğaltıyor,
kendi kendime gülüyor, seviniyor, ortadaki bir sürü işten dü
pedüz şaşkına dönüyor, çalışmaktan da geri kalmıyorum. Çün
kü sizlerin batın için, dehlizler ve alanlar, hepsinden çok senin
sorunların için kale alanı, dönüp geldim buraya; onca zaman
kendim için titreyip sizlere dönüşü geciktirme budalalığını
yaptıktan sonra tatlı canımı şuncacık umursamadım. Madem ki
artık yanınızdayım, tehlike ne umurumda? Sizler benimsiniz,
ben de sizin, birbirimize bağlıyız, kim ne yapabilir bize? Düş
manlarım isterse şimdiden yukarıda, girişin önünde birikmiş
olsun! Yosun örtüyü delip geçecek ağız hazırda beklesin ister
se! Derken suskunluğu ve boşluğuyla yuvanın kendisi de beni
selamlıyor, benim söylediklerimi pekiştiriyor.
Öyleyken bir uyuşukluk çöküyor üzerime, en sevdiğim alanla
rın birinde şöyle biraz kıvrılıp yatıyorum; hiç de her şeyi göz
den geçirmiş değilim henüz, ama bu işi ileride sonuna dek sür
düreceğim nihayet; hem amacım burada uyumak değil, yalnız451
BiR SA VAŞIN 7ASVIRI
ca içimdeki ayartıya karşı duramayarak öyle bir durum almak
istiyorum ki, sanki uyuyacağım; sadece anlamak istiyorum san
ki, eskisi gibi gene öyle güzel güzel uyunabiliyor mu yuvamda?
Evet, uyunabiliyor; ama uykudan da çekip alamıyorum kendi
mi, derin bir uykuya gömülüp kalıyorum.
Epey bir zaman uyumuş olmalıyım. Birbirini sürüp götüren uy
. kuların sonuncusu kendiliğinden çözülüp dağılıyor. Sonunda
pek hafiflemiş olmalı uykum, çünkü doğrusu pek işitilmeyecek
gibi bir ıslık beni uyandırıyor. Hemen anlıyorum; benim yete
rince göz altında tutmadığım, fazlasıyla göz yumup gözettiğim
o küçük yaratıklar bir yerde yeni bir yol açtı, bu yol da bir es
ki yolla kavuştu ve hava buraya sıkışıp kaldı, şimdi de o ıslıksı
sese yol açıyor. Bu ne durup dinlenmeden çalışan yaratıklar,
bu ne sinir bozucu bir hamaratlık böyle! Dehliz duvarlarına
iyice kulak verip deney hendekleri kazarak hasar yerini belir
lemem gerekiyor; ancak daha sonra gürültüyü ortadan kaldıra
bilirim. Hem bakarsın yeni hendek yuvanın koşullarına uyar
da, yeni bir hava iletim yolu diye seve seve kullanırım kendisi
ni. Ama o küçük yaratıkları da ileride daha sıkı göz altında tut
mam, hiçbirini esirgeyip bağışlamamam gerekiyor.
Bu gibi araştırmalarda hayli deneyim sahibi olduğumdan sanı
yorum fazla zaman almayacak ve hemen koyulabilirim işe.
Doğru, başka işler de var görülecek, ama bu iş hepsinden ace
le, dehlizlerim sessiz sakin olmalı. Sonra oldukça masum bir
gürültü; geldiğimde hjç işitmedim; oysa geldiğimde de vardı
kuşkusuz. Gürültüyü iŞhebilmek için önce yine tastamam yu
vama yerleşmem gerekiyordu, çünkü yalnızca ev sahibinin ku
laklarıyla işitebileceği bir gürültü bu. Sürekli bile değil, oysa
böylesi gürültüler süreklilik gösterir; arada büyük molalar ve
riyor, besbelli hava akımının birikmesinden kaynaklanıyor
molalar. İncelemeye, araştırmaya koyuluyor, ama işe el atacak
yeri bir türlü bulamıyorum; bir iki yeri eşiyorum, ama rastgele;
bu yoldan kuşkusuz bir şey çıkmıyor ortaya; dolayısıyla, o bü452
BiR SA VAŞIN TASVJRJ
yük eşme çabası ve eşilen yeri kapayıp düzeleme gibi ondan da
büyük zahmetler boşa gidiyor. Gürültünün geldiği yere bir tür
lü yaklaşamıyorum; hiç değişmeyen bir incelikte, düzenli ara
larla, bazen keskin bir ötüş, bazen bir ıslık gibi yankılanıp du
ruyor. Doğrusu şimdilik kendi haline bırakabilirdim bu işi; pek
rahatsız edici bir gürültü; orası öyle; ama nereden çıktığına iliş
kin tahminimin doğruluğundan pek kuşku duyulamaz, yani gü
rültü pek büyüyüp güçlenecek gibi değil; hatta öyle olabilir ki
- gel gelelim şimdiye kadar biç böyle uzun süre beklemedim -,
bu gibi gürültüler zamanla, o küçük toprak oyucuların sonraki
çalışmalarıyla kendiliklerinden yitip gider. Bu bir yana, çokluk
sistemli araştırma ve incelemeler başarısız kalır da, bir rastlan
tı sizi aksaklığın izi üzerine çıkarır. Böylece kendimi avutuyor,
dehlizlerde daha bir memnun gezinmek, geldiğimden beri ço
ğunu görmediğim alanları dolaşmak ve bu arada hep biraz ka
le alanında oyalanmak istiyorum; ama derken kendimi tutamı
yor, çaresiz sürdürüyorum araştırmalarımı. O küçücük yaratık
lar, başka bir işte daha iyi değerlendirebileceğim çok, ama pek
çok zamanımı alıyor. Böylesi durumlarda beni kendine çeken
her vakit işin teknik yönü; örneğin kulaklarımın en ince nüans
larına kadar algılama gücünü gösterdiği, dolayısıyla tastamam
kayda geçirebileceğim bir gürültüden gürültü kaynağını kestir
meye çalışıyorum ve içimden bir şey gerçeğin tahminime uyup
uymadığını sınamaya itiyor beni. Ve de haklı olarak, çünkü bu
konuyu açıklığa kavuşturamadığım süre kendimi güven içinde
hissedemem; söz konusu, bir duvardan yuvarlanan kum tane
ciğinin nerede karar kılacağını bilmekmiş yalnızca, olsun. Kal
di ki böyle bir gürültü bu bakımdan hiç de önemsenmeyecek
gibi değildir. Ancak, önemli ya da önemsiz, ne çok ararsam
arayayım, önemli ya da önemsiz bir şeycik saptayamıyorum ya
da daha doğrusu ele geçirdiğim şey gereğinden fazla önem ta
şıyor. Bula bula benim gözde alanımı mı buldu diye düşünü
yor, buradan pek uzağa açılıp nerdeyse bir sonraki alanın orta
sına geliyorum. Olup bitenler doğrusu bir şakaya benziyor; öy453
BiR SA VAŞIN TASViRi
le ki, bana söz konusu rahatsızlığı yalnız bu en sevdiğim alanı
mın vermeyip başka yerlerde de birtakım rahatsız edici gürül
tülerin varlığını ortaya çıkarmak istiyorum adeta. Ve bir gü
lümsemeyle kulak kabartmaya koyuluyor, ama çok geçmeden
gülümsemeyi bırakıyorum; çünkü gerçekten aynı keskin ötüş
burada da var. Hiç denecek gibi bir şey; bazen öyle sanıyorum
ki, benden başkası da işitemez. Gerçi şimdi egzersizlerin has
saslaştırdığı kulaklarımla gittikçe daha açık seçik işitiyorum se
si; oysa karşılaştırmalar yaparak kendim de güven getireceğim
gibi, gerçekte dört bir yanda tıpkı tıpkısına aynı gürültü duyu
luyor. Doğrudan duvara kulağımı dayayarak değil de, dehliz
ortasında durup kulak kabartınca anlıyorum ki, gürültünün
güçlendiği de yok. Dehliz ortasından kulak kabarttım mı, an
cak güçlükle, bütün dikkatimi vererek yer yer bir sesin soluğu
nu işitiyor, daha doğrusu işitir gibi oluyorum. Ama gürültünün
de işte her yerde aynı kalışıdır ki hepsinden çok rahatsız ediyor
beni, çünkü başlangıçtaki tahminimle uyuşmuyor; gürültü kay
nağını doğru tahmin edebilmişsem, bunun eninde sonunda
saptayabileceğim bir yerden büyük bir güçle çıkması ve gide
rek gücünü yitirmesi gerekirdi. İyi ama, benim açıklamam doğ
ru değilse, başka nasıl açıklanabilir bu? Geriye bir de şu olası
lık kalıyor. Belki iki gürültü kaynağı var da, ben şimdiye kadar
hep onların uzağında kulak kabarttım; kaynaklardan birine
yaklaştığım zaman buradan çıkan gürültüler artıp büyüdüyse
de, öbür kaynaktan gelen gürültülerin azalması dolayısıyla so
nuç hep aynı kaldı. İyice kulak kabartınca bu yeni tahminime
uygun düşen tınlamaları pek silik ve belirsiz de olsa, seçer gibi
yim. Ama sanının araştırma bölgesini şimdiye kadarkinden
çok daha genişletmem gerekiyor. Bu yüzden, dehlizden aşağı
yürüyüp kale alanına gelerek kulak kabartmaya başlıyorum.
Ne tuhaf, aynı gürültü burada da duyuluyor. Evet, yokluğum
dan arsızca yararlanmış zerrece önemsiz birtakım yaratıkların
sağı solup eşip oymalarıyla ortaya çıkan bir gürültü bu. Kuşku
suz, bana düşmanca bir niyet beslemekten uzak bu yaratıklar,
454
BiR SA VAŞIN TASViRi
hepsi de yalnızca kendi iş güçleriyle uğraşıyor; karşılarına en
gel çıkmadıkça bir kez izledikleri yönden şaşmazlar; bütün
bunları biliyorum; yine de onların kale alanına kadar sokulma
ya yeltenmelerini kafam almıyor, sinirlendiriyor bu beni, yapı
lacak işler için pek gerekli aklımı karıştırıyor. Kale alanının
hayli derinlikte bulunuşu mu, yoksa onun büyük genişliği ve
dolayısıyla güçlü hava akımı mı toprağı oyup eşenleri kaçırdı,
yoksa oydukları yerin kale alanı olduğunu nasılsa öğrenip, bu
bilgi kalın kafalarından içeri girebildi de ondan mı çekip gitti
ler, bu olasılıklar arasında bir aynın yapmak istemiyorum.
Ancak, şimdiye kadar kale alanı duvarlarının eşilip oyulduğu
nu hiç görmemiştim. Daha önce de çeşitli hayvanlar kale ala
nından çevreye yayılan güçlü kokuların ayartısına karşı dura
mayarak sürü sürü gelmişti gerçi, burası asıl avlandığım yerdi;
ama onlar yukarıda bir yerde toprağı eşip oyarak dehlizlerime
girmiş, ardından nefes nefese, zorlu bir cazibeye kendilerini
kaptırarak, dehlizlerden seğirtip inmişti aşağı. Şimdi ise dehliz
lerin duvarlarını da oymaya çalışıyorlardı. N'olur hiç değilse
delikanlılık ya da yeniyetme çağımın alabildiğine önemli plan
larını gerçekleştirmiş, daha doğrusu gerçekleştirecek güce sa
hip olsaydım! Çünkü yeterince istek vardı içimde. Bu gözde
planlardan biri, kale alanını onu çevreleyen topraktan çözüp
almak, yani duvarlarını aşağı yukan benim boyuma denk ka
lınlıkta bırakıp alanın dört bir yanında topraktan yazık ki çö
zülemeyecek ufak bir temele varıncaya kadar duvar genişliğin
de bir boşluk sağlamaktı. Bu boşluğu, benim için söz konusu
olabilecek en güzel oturma yeri diye tasarlamıştım ve sanıyo
rum bunda pek de haksız değildim. Bu yuvarlak boşlukta asılı
kalmak, kendimi yukan çekmek, aşağı kaymak, parende atıp
yeniden ayaklarımın altında toprağa kavuşmak ve bütün bu
oyunları da gerçek kale alanında değil, onun gövdesinin üze
rinde oynayabilmek, kale alanından uzak durabilmek, gözleri
mi ondan başka tarafa çevirip dinlendirebilmek, onu görme kı
vancını bir başka zamana erteleyebilmek, ama yine de ondan
455
BiR SA VAŞIN TASViRi
yoksun kalmamak, tersine onu bayağı kıskıvrak pençelerimin
arasında tutabilmek, - ki bu da olmayacak bir şey; çünkü açık
duran, sıradan bir tek kapısı var alanın -, ama her şeyden önce
alanı göz altında bulundurabilmek, onu görmekten yoksunlu
ğun acısını o türlü çıkarabilmek ki, alanda oturmakla boşlukta
oturmak arasında bir seçme yapmak gerekti mi boşluğu seç
mek, ömür boyu hep orada dolaşıp alanı korumak. İşte o vakit
ne duvarlarda gürültüler, ne de kale alanının yanı başına kadar
böyle arsızca toprağı eşip oymalar görülür, kale alanında dirlik
düzenlik güvence altına alınır, ben de bunun bekçiliğini yapar
dım. O zaman küçücük yaratıkların sağı solu eşmelerine kulak
vermekten kurtulur, hazla kendimden geçerek bir başka şeyi,
şu anda büsbütün yoksun kaldığım bir şeyi, kale alanındaki
sessizliğin uğultusunu dinlerdim. Ancak bütün bu güzel şeyden
eser yok şimdi ve benim kalkıp işe koyulmam gerekiyor. İşin
de şimdi doğrudan doğruya kale alanıyla ilgisinden ötürü ade
ta memnunluk duymalıyım, çünkü şevke getiriyor, kanatlandı
rıyor bu beni. Kuşkusuz - giderek gerekliliği daha çok anlaşılı
yor bunun - olanca gücümü ilkin pek sudan bir şey gibi görü
nen bu işe ayırmak zorundayım. Şimdi kale alanının duvarları
na kulak kabartıp dinliyorum; yukarıları, aşağıları, duvarları,
zemini, girişleri ya da iç bölümleri, nereyi dinlersem dinleye
yim, her yerde, her yerde aynı gürültü. Bu aralıklarla sürüp gi
den gürültüyü uzun boylu dinlemeler ne çok zamana, ne çok
çabaya bakıyor! Büyüklüğü dolayısıyla kale alanının dehlizler
den farkı, yani kulak yerden uzaklaştırılınca bir şey işitilmeme
si, yeter ki istenmesin, insanın kendini aldatması için ufak bir
avuntu oluşturabilir. Ancak, ben dinlenmek, kendimi toparla
mak için yapıyorum sık sık bu denemeleri; kendimi zorlayarak
kulak kabartıyor, hiçbir şey işitmeyince mutluluk duyuyorum.
İyi ama, o gürültü olayına yol açan ne? Bu yeni durum karşı
sında ilk açıklamalarım büsbütün yetersiz kalıyor. Ama aklıma
gelen öbür açıklamaları da ister istemez geri çeviriyorum. Ha
ni düşünebilirdi ki, duyduğum ses iş başındaki küçücük yara456
BiR SA VAŞIN TASViRi
tıkların gürültüsüdür; ama bu da bütün deneyimlere aykırı dü
şüyor; her vakit varolmasına karşın hiç işitmediğim bir şeyi an
sızın işitmeye başlayamam sanırım. Yuvadaki rahatsız edici gü
rültülere karşı duyarlığım yıllar geçtikçe belki büyümüştür de,
işitmedeki duyarlığım asla artmamıştır. O küçücük hayvancık
ların sesleri doğaları gereği işitilmiyor. Yoksa şimdiye kadar
katlanır mıyım bu duruma? Açlıktan ölmek tehlikesini göze
alır, onların kökünü kuruturdum. Ama belki - bu düşüncenin
de bazen usulcacık sızdığı oluyor kafamın içine -, yuvada be
nim henüz tanımadığım bir canlı yaşıyordur da, henüz kendisi
ni tanımıyorumdur. Olmayacak şey değil. Hani aşağıda, yu
vamdaki canlıları yeterince uzun .süredir titizlikle gözetleyip
duruyorum; ne var ki, dünya çeşit çeşit şeylerle dolu ve kötü
sürprizler eksik değil hiç. Ama bir tek hayvan da değil bu, bü
yük bir sürüdür bakarsın ve ansızın benim bölgeme dalmıştır,
küçük küçük hayvanlardan bir sürüdür. Seslerini işitebildiğime
göre, o küçücük yaratıklardan üstün şeylerdir, ama pek üstün
lükleri de yoktur bunlardan; çünkü çıkardıkları ses gerçekte
hiç de büyük değildir. Yani bilinmedik hayvanlardir belki. Yol
culuk üzre bir sürüdür, yalnızca benim buradan geçip gitmek
tedir; gerçi beni rahatsız ediyor şimdi, ama çok sürmeden geçi
şi sona erecek. Yani bekleyebilirdim aslında ve hiç de boşuna
çalışmam gerekmezdi. İyi ama, madem yabancı hayvanlardır,
ne diye göremiyorum kendilerini? İçlerinden bir tanesini ele
geçireyim diye onca yer eştim, hiçbir sonuç alamadım. Derken
aklıma geliyor, belki pek minicik hayvanlardır diyorum, bildik
lerimden çok küçük şeyler, ama çıkardıkları ses cüsselerine gö
re büyük. Onun için, eştiğim toprağı incelemeye koyuluyor,
toprak külçelerini havaya savuruyorum; minik zerrecikler çö
zülüp ayrılıyor havada, ama gürültücü yaratıkları aralarında
göremiyorum. Yavaş yavaş anlıyorum ki, rastgele toprağı eş
melerle bir şey ele geçiremeyeceğim, böyle yapmakla yuvamın
duvarlarının altını üstüne getirmekten başka bir şey elime geç
meyecek. Hızla orayı eşiyor, burayı eşiyor, delikleri, çukurları
457
BiR SA VAŞIN TASViRi
yeniden kapayacak vakit bulamıyorum, pek çok yerde şimdi
den yığılmış duran topraklar yolu ve görüşü kapıyor. Kuşkusuz
bütün bunların pek rahatsız ettiği yok beni; artık ne gezinebi
lir, ne çevreme göz atabilir, ne de dinlenebilirim; sık sık bir de
likte iş görürken şöyle birazcık uyukladığım oldu; pençelerim
den biri, uyumadan önce yukarıda bir yerden koparıp aşağı al
mak istediğim toprağa gömüldü. Bundan böyle uyguladığım
yöntemi değiştireceğim; gürültünün geldiği yönde büyük ve
düzgün bir hendek açacak, bütün varsayımlardan bağımsız
eşecek, gürültünün gerçek kaynağını bulmadan eşmeyi bırak
mayacağım. Bulunca da, baktım ki gücüm yetiyor, ortadan kal
dıracağım varlığını; gücüm elvermedi mi, en azından bir kesin
liğe ulaşmış olacağım. Bu kesinlik ya beni yatıştıracak ya da
umutsuzluğa sürükleyecek; ama ister o, ister bu, hangisi ise ar
tık, kuşkudan uzak ve haklı bir şey olacak. Bu karar rahatlatı
yor beni, önceki tüm girişimlerimi aceleye getirilmiş görüyo
rum; dönüş heyecanı içinde, henüz yukarıdaki dünyanın tasa
larından kendimi kurtaramamış, henüz yuvadaki huzurun içine
tümüyle kabul edilmemiş, bunca vakit yuvadan uzak kalışım
dan ötürü duyarlığım alabildiğine artmış, tuhaflığı kuşku gö
türmeyen böyle bir durumla karşılaşınca tam bir şaşkınlığa ka
pılmış buluyorum kendimi. Ne olmuştu yani? Hafiften bir ötüş,
uzun aralarla ancak işitilebilen bir ses, bir hiç. Alışılabilirdi de
mek istemem, hayır, alışılmazdı, şimdilik kendisine karşı doğ
rudan bir eyleme kalkışmaksızın bir süre gözetlenebilir yani
birkaç saatte bir, zaman zaman kulak kabartılıp dinlenebilir ve
sonuç kayda geçirilebilirdi; ne var ki, öyle benim gibi kulağı
duvarlar boyunca gezdirmek ve gürültünün hemen her işitil
mesinde toprağı eşip oymak, bir şey bulayım diye değil de,
duyduğum tedirginliğin gerektirdiği bir şeyi yapmak için böyle
bir şeye kalkışmak nedendi? Artık başka türlü olacak umanın.
Ama umduğum falan da yok, gözlerimi yumup kendime ateş
püskürerek içten içe itiraf ediyorum durumu; çünkü tedirgin
lik, saatlerden beri içimde öylece kımıldayıp duruyor; hani ak458
BlR SA VAŞIN TASV1R1
hm beni geride tutmasa, bakarsın en iyisi rastgele bir yerde, is
ter bir şey işitilsin, ister işitilmesin, kalın kafalılıkla, inatla, sırf
eşmiş olmak için eşmeye başlardım toprağı; ya hiç anlamsız, ya
da işte toprak yediği için toprağı eşen o küçük yaratıklar gibi.
Bu akla uygun yeni plan hem cezbediyor beni, hem cezbetmi
yor. Plana diyecek yok, hiç değilse ben kusurlu yanını göremi
yorum; anladığım kadarıyla hedefe götürmesi gerek. Öyleyken
doğrusu inanmıyorum bu plana; inancım öyle az ki, nihayet yol
açabileceği korkunç sonuçlarından bile ürktüğüm yok, yani
korkunç bir sonuçla karşılaşacağıma bile inanmıyorum. Hatta
bana öyle geliyor ki, daha gürültüyü fark eder fark etmez top
rağı böyle eşmeyi düşünüp durmuşum da, yalnız güvenemedi
ğimden işe koyulamamışım. Öyleyken başlayacağım eşmeye,
benim için yapacak başka şey kalmıyor; ama hemen başlama
yacağım da işi biraz sonraya erteleyeceğim. Akıl denen şeye
yeniden saygınlığını kazandırmak gerekiyorsa, eksiksiz bir say
gınlık olmalı bu; öyle kalkıp doludizgin işe atılmayacağım. Hiç
değilse, toprağı alt üst etmelerle yuvaya verdiğim zararları il
kin onarmaya çalışacağım. Az zamanımı almayacak, ama ya
pılması gerekiyor. Gerçekten bir hedefe götürmesini istiyor
sam, galiba uzun bir hendek açacağım; hiçbir hedefe götürme
di mi, uçsuz bucaksız bir şey olacak. Kuşkusuz, hayli zaman yu
vadan uzak kalmak anlamına gelecek bu. Yuva dışındaki gibi
kötü bir uzak kalış değil hani, istedim mi işe ara verebilir ve bir
ziyarette bulunmak üzere kalkıp yuvama dönebilirim; bunu
yapmasam bile, kale alanının havası bana doğru esip gelecek,
ben iş başındayken çevremi kuşatacaktır. Ama yine de bu, yu
vadan uzak kalmak ve onu belirsiz bir alınyazısının eline teslim
etmek demektir. Dolayısıyla, yuvayı derli toplu bırakıp gitmek
istiyorum; yuvanın huzuru uğruna didinip duran ben kendim,
bu huzuru bozmuş da bozulan huzuru hemen sağlamamış ol
mayayım. Böylece toprağı eşip yeniden çukurlara dolduruyo
rum; benim çok iyi bildiğim bir iş: Sayısız kez, nerdeyse bir iş
gördüğüm bilincinden uzak yaptım bunu; dolayısıyla, hepsin459
BiR SA VAŞIN TASViRi
den çok sonunda toprağı sıkıştırma ve düzlemede - kendimi
yalnızca bir övme değil, gerçek hani - bir ustayımdır ki, o ka
dar olur. Ama bu kez güç geliyor, zihnim fazla dağınık, işin or
tasında ikide bir kulağımı duvara bastırıp dinliyor, toprağı da
ha yerden pek kaldırmadan bir umursamazlıkla yine bayır aşa
ğı akıtıyorum. Daha yoğun bir dikkat isteyen en son güzelleş
tirme çabasına girişecek gücü adeta bulamıyorum; çirkin tüm
sekler, rahatsız edici çatlaklar kalıyor geride, hele bütün olarak
böyle onarılmış bir duvarda eski kıvraklık bir türlü gelip yeri
ni bulmuyor. Bunun yalnız geçici bir iş oluşuyla kendimi avut
maya çalışıyorum; geri dönersem, huzur da sağlanırsa, her şeyi
o zaman kesinlikle onarırım, bir solukta her şey yapılıp biter o
zaman. Evet, masallarda her şey bir solukta gerçekleşir ve be
nim avuntunun kaynağı da masallardır. Böyle ikide bir çalış
maya ara vermekten, dehlizler içinde dolaşmaktan ve yeni gü
rültü kaynakları ele geçirmektense, bu işi hemen şimdi tasta
mam yapıp çıkarırsam daha yararlı bir iş yapardım kuşkusuz;
yeni gürültü kaynakları ele geçirmek doğrusu işten değildir,
bunun için rastgele bir yerde durup kulak kabartmaktan başka
şey gerekmez. Sonra, daha başka işe yaramaz keşifler de yapı
yorum arada. Bazen öyle sanıyorum ki, gürültü sona ermiştir;
uzun boylu molalar veriyor çünkü; ama söz konusu ötüş kimi
vakit işitilemiyor, kendi damarlarınızdaki kan kulağınızda ge
reğinden çok bir gümbürtüyle gümbürdüyor, o zaman iki mo
la birleşip tek molaya dönüşüyor ve kısa süre öyle sanılıyor ki,
ötüş bir daha işitilmemek üzere sona ermiştir; kulak kabart
maktan vazgeçiliyor artık, sıçrayıp kalkıyor, tüm yaşam bir de
ğişim geçirmiştir, sanki bir yerden bir kaynak kaynayıvermiştir
de, kaynaktan yuvanın sessizliği akıp gelmektedir. Bu keşif he
men bir süzgeçten geçirilmek istenmiyor, önce bunun hiç kuş
ku duyulmaksızın kendisine emanet edilebileceği biri aranıyor,
dolayısıyla bir koşu kale alanına geliniyor, tüm varlığınızla ye
ni bir hayata doğduğunuzdan epeydir ağzınıza bir şeycik koy
madığınız anımsanıyor. Toprak altında üzeri yarı kapanmış
460
BiR SA VAŞIN TASViRi
azıklardan rastgele biri çekilip çıkanlıyor, azık gövdeye indiri
lirken tersyüz edilerek keşfin yapıldığı yere seğirtiliyor, ilkin
şöylece, yemek yerken yalnızca bir kez daha keşfin varlığından
emin olmak isteniyor, kulak kabartılıyor, ama bu şöylece kulak
kabartış hemen gösteriyor ki, rezilcesine yanılmmıştır; çünkü
orada, çok uzakta yılmadan ötüp durmaktadır ses. Ve yiyecek
ağızdan tükürülüp atılıyor, üzerine basa basa yerin dibine yol
layasınız geliyor yiyeceği ve gerisin geri iş başına dönülüyor,
ama hangi iştir bilinmiyor. Gerekli görülen yerde, böyle yerler
de çıkıyor yeteri kadar, otomatik olarak bir şeyler yapılmaya
çalışılıyor; öyle ki sadece bir denetçi gelmiştir de, önünde bir
komedi oynanıyor adeta. Ama kısa-bir süre çalışılır çalışılmaz
yeni bir saptamada bulunuluyor; gürültü işte biraz güçlenmiş
gibidir, öyle çok değil kuşkusuz, zaten pek ince nüanslar söz
konusudur hep, ama işte biraz güçlenmiştir, kulak tarafından
açık seçik algılanabiliyor. Ve güçlenme bir yaklaşmaya benze
mektedir, güçlenmeden çok daha açık seçik olarak güçlenme
yi kendisiyle taşıyıp getiren ayak sesleri işitiliyor, görülüyor
bayağı. Sıçrayıp duvardan geriye çekilerek söz konusu sapta
manın doğuracağı bütün sonuçlar bir tek bakışla topluca kav
ranıyor. Öyle hissediliyor ki, sanki yuva gerçekte asla bir saldı
rıya karşı savunmak için yapılmamıştır; böyle bir amaç beslen
miştir beslenmeye; ama bütün yaşam deneyimine bir aykınlık
içinde saldırı tehlikesine, dolayısıyla savunmaya ilişkin bütün
önlemler uzak bir düşünce gibi görülmüştür veya öyle görül
memiştir de (nasıl olur böyle bir şey!) huzurlu bir yaşam için
gerekli önlemler kadar değerli sayılmamış, huzurlu bir yaşam
için alınacak önlemlere yapının her yerinde öncelik tanınmış
tır. Ana planı bozmaksızın pek çok şey o yönde düzenlenebile
cekken, nedense bu fırsat elden kaçırılmıştır. Bütün bu yıllar
pek mutlu yaşadım, mutluluk şımarttı beni, gerçi hep tedirgin
dim, ama mutluluk içindeki tedirginlikten bir şey çıkmıyor.
Şimdi ilk yapılacak şey, doğrusu yuvayı savunma açısından ve
böyle bir savunmada akla gelebilecek olasılıkların tümü bakı461
BiR SA VAŞIN TASViRi
mından gözden geçirmek, bir savunmayla bunun gerektirdiği
bir yapı planı hazırlamak ve sonra, bir delikanlı gibi zinde güç
lerle hemen işe koyulmak. Yapılması zorunlu iş budur; böyle
bir iş için şunu da söylemeli ki, vakit hayli geçmiştir; ama bu
dur yapılması gereken; yoksa tehlike zaten yeterince çabuk ba
na yaklaşamazmış gibi, üstelik sersemce bir endişeyle kalka
rak, savunmadan yoksun, bütün gücümü tehlike kaynağının
aranmasına harcamaktan başka işe yaramayacak bir büyük
araştırma hendeği açmam değil. Ansızın daha önceki planımı
anlamaya başlıyorum; daha önce aklıma yatmış bu planda en
ufak bir mantık eseri göremiyorum şimdi; yeniden tutup işi bı
rakıyor, kulak kabartmaları bırakıyorum. Gürültünün giderek
güçlendiğine ilişkin daha başka saptamalarda bulunmak niye
tinde değilim, saptamalar yetti artık, her şeye paydos diyorum.
İçimdeki çatışmayı yatıştırayım, başka şey istemeyeceğim. Ye
niden kendimi dehlizlerin kılavuzluğuna bırakıp olduğum yer
den ayrılıyor, boyuna daha uzak dehlizlere, döndüğümden be
ri görmediğim, yeri eşip oyan pençelerimle henüz hiç ilişmedi
ğim dehlizlere seğirtiyorum. Benim içlerine ayak atışımla deh
lizlerin sessizliği uyanıp üzerime çöküyor, ama kendimi sessiz
liğe bırakmayarak seğirtip geçiyorum içinden. Ne arıyorum,
bildiğim yok; belki yalnızca zaman kazanmaktır yaptığım. Der
ken dolaşa dolaşa o kadar uzaklara geliyorum ki, kendimi giriş
labirentinin orada buluyorum, yosun örtüye kulak verip dinle
yesim geliyor; işte öylesine uzak, yaşadığım duruma öylesine
uzak şeylere karşı içimde bir ilgi uyanıyor. Yukarıya kadar so
kulup kulak kabartıyorum, koyu bir sessizlik: Ne güzel burası,
hiç kimsenin yuvamı merak ettiği yok, herkesin kendi işi gücü
var, benimle bir alıp vereceği bulunmayan işler; nasıl yaptım
da böyle bir sonuca ulaşabildim. Burası, bu yosun örtü, benim
saatlerce kulak kabartıp bir şey işitmeyeceğim tek yeri yuva
mın; yuvadaki durum düpedüz tersine döndü, şimdiye kadar
bir tehlike kaynağı olan burası bir rahat ve huzur köşesi şimdi;
oysa kale alanı dünyanın ve dünyadaki tehlikelerin gürültü pa462
BiR SA VAŞIN TASViRi
tırtısı içine çekilip alındı. Doğrusu şimdi bulunduğum yerde de
gerçekte rahat ve huzur yok, hiçbir şey değişmiş değil; ama ses
siz, ama gürültülü, tehlike eskisi gibi yine yosun örtüsü üstün
de pusuda bekliyor. Ne var ki, ben bu tehlikeye karşı duyarlı
ğımı yitirdim; yuvamın duvarlarındaki ötüş beni pek uğraştır
dı. Uğraştırdı mı? Ses güçlentyor, yaklaşıyor, bense labirent
içinden kıvrıla kıvrıla geçiyor, buraya, yosun örtü altına gelip
konaklıyorum; yuvamı o ötüp duran yaratığa şimdiden bırak
mışım sanki, burada, yukarıda biraz kafamı dinleyeyim, sanki
başka şey istemeyeceğim. O ötüp duran yaratığa mı dedim?
Gürültünün nedenine ilişkin görüşüm değişti de, yeniden belli
bir görüş mü edindim yoksa? Öyle ya, gürültü küçücük yara
tıkların oyduğu oluklardan geliyordu sanırım. Benim görüşüm
bu değil miydi? Bu görüşten de henüz uzaklaşmışa benzemiyo
rum. Gürültünün, doğrudan değilse bile dolaylı olarak oluklar
dı kaynağı. Diyelim ki oluklarla ilişkisi yok, o zaman daha baş
tan hiç tahminde bulunmamak gerekir; o zaman gürültünün
nedenini belki ele geçirinceye ya da bu neden kendini açığa vu
runcaya kadar beklemekten başka çare yoktur. Tahminlerle
kuşkusuz şimdi bile oynanabilir; örneğin denebilir ki, uzakta
bir yeri sular oyup girmiştir içeri, bana ıslık ya da bir ötme gi
bi görünen şey gerçekte bir su çağıltısıdır. Ama bu bakımdan
hiçbir deneyimimin bulunmayışı bir yana - rastladığım ilk te
mel suyunu hemen yolunu çevirip atmıştım dışarı ve kumlu ze
minde böyle bir durum bir daha karşıma çıkmamıştı -, bu bir
yana, bayağı bir ötme bu, çağıltı gibi yorumlanacak bir şey de
ğil. Gel gelelim, serinkanlılığımı elden bırakmamam için baş
vurduğum bütün kendimi uyarmaların işe yaradığı yok, hayal
gücü eli boş oturmak istemiyor, ben de bu arada gerçekten ina
nacak oluyorum ki - bunu kendime karşı yoksamam neye ya
rar -, o ötüş bir hayvandan geliyor, bir sürü küçücük değil, ko
caman bir tek hayvandan. Bunun gerçeğe uymadığını gösteren
kimi belirtiler de eksik değil: Sesin her yerde ve hep aynı güç
te, ayrıca gece gündüz aralıksız işitilmesi.
463
BiR SAVAŞIN TASViRi
Orası öyle, ilkin bir sürü küçücük hayvanın yuvamda yaşadığı
tahminine yönelmek durumundaydım; ama yaptığım kazılarda
bunlarla karşılaşmam gerekirdi, oysa en ufak izlerine rastlaya
madım; dolayısıyla, kocaman bir hayvanın varlığını benimse
mek kalıyor geriye; üstelik bu tür bir tahmine karşı çıkar görü
nen şe:ı, böyle bir hayvanın varlığını olanaksız değil, onu yal
nızca bütün tasarımlar ötesinde tehlikeli kılan bir nitelik taşı
yor. Ben de sadece söz konusu nedenden ötürü böyle bir tah
mine karşı çıkmıştım. Şimdi bu yanılmadan kendimi sıyırıyo
rum. Hanidir bir düşünceyle oynayıp duruyorum kafamda: Ses
çok, çok uzaklardan işitiliyorsa, hayvanın çılgın bir tempoya
çalışmasındandır diyorum; öylesine hızla toprağı oyup gidiyor
ki, yolda rahatçacık yürüyen gezmeye çıkmış biri sanki. O top
rağı oyarken yerler titriyor, oyduktan sonra da sürüp gidiyor
titreme; sonraki titremeyle oyma işinin kendisinden kaynakla
nan ses büyük bir uzaklıkta birleşiyor ve sesin yalnızca en son
durumunu işiten ben ise bunu her yerde aynı güçte duyuyo
rum. Hayvanın bana doğru gelmeyişi de bu işte rol oynuyor; bu
yüzden de değişmiyor ses; amacını bir türlü keşfedemediğim
bir plan var gibi ortada; ancak öyle sanıyorum ki, söz konusu
hayvan, varlığımdan haberi bulunduğunu asla ileri sürmek is
temem ama beni kıskaca alıyor, benim kendisini gözetlediğim
den bu yana Allah bilir pek çok kez yuvamın çevresinde dolan
dı. Sesin cinsi beni uzun uzun düşündürüyor, bir ötüş mü, bir
ıslık mı? Ben kendim toprağı eşeleyip kazsam, bambaşka bir
ses gelirdi kulağıma. Ötmeyi ancak şöyle açıklıyorum: Hayva
nın gerçek oyma aracı pençeleri değil; pençeleri belki yalnızca
sonradan yardıma koşuyor; söz konusu araç ağzı ya da hortu
mudur; ama olağanüstü gücü bir yana, kimi keskin yerleri de
olsa gerekir bu ağzın ya da hortumun. Belki hayvan tek bir zor
lu hamleyle hortumunu toprağa geçiriyor, büyük bir parçayı
koparıp alıyor topraktan; ben de bu arada bir şey duymuyo
rum; bir sessizlik anı bu; ama derken o yeni bir hamle için ye
niden nefes alıyor. Onun bu nefes alışını da - ki bunun yeri sar464
BiR SA YAŞIN TASViRi
san bir gümbürtü niteliği taşıması gerekiyor, yalnızca hayvanın
gücünden değil, aynı zamanda onun çabukluğundan, hamarat
lığından kaynaklanan bir gümbürtü -, sonradan usulcacık bir
ötüş gibi işitiyorum ben. Ancak hayvan, böyle aralıksız çalışma
yeteneğini nereden buluyor, hiç aklım almıyor doğrusu. Belki
o kısa sessizlikler, hayvan için birazcık dinlenme fırsatı da sağ
lıyor; ama gerçek anlamda büyük bir mola da vermişe benze
miyor şimdiye kadar; gece gündüz toprağı oyuyor, hep aynı
güç ve zindelik içinde, gözleri önünde ise bir an önce gerçek
leştirmeyi tasarladığı, gerçekleştirmek için de zorunlu tüm güç
leri elde bulundurduğu bir plan. Eh, böyle bir düşmanla karşı
laşacağımı nereden bilebilirdim? Ama düşmanın özellikleri bir
yana, şimdi olup biten öyle bir şey var ki, doğrusu istenirse her
vakit bundan korkup çekinmem, buna karşı önlem almam ge
rekirdi: Biri yaklaşıyor! Nasıl da bu kadar zaman böyle sessiz
ve pürüzsüz olup bitti her şey? Düşmanlarıma kim kılavuzluk
etti de, benim yuvanın çevresinde kocaman bir kavis çizerek
geçip gittiler? Ne diye onca zaman kollanıp gözetildim de, şim
di böyle korku içine salındım? Üzerlerinde inceden inceye dü
şünüp zaman harcadığım o ufak tefek tehlikeler, bu bir tek teh
like yanında nedir ki? Yoksa yuvaya yaklaşacaklann hepsin
den üstün bir gücü, yuvanın sahibi olarak elde bulundurduğum
sanısına mı kaptırdım kendimi? Oysa bu büyük ve hassas yapı
nın sahibi kimliğiyle doğal olarak ciddi her saldırıya karşı ken
dimi savunamayacak durumdayım. Böyle bir yuvaya kavuş
mak mutluluğu beni şımarttı, yuvanın duyarlığı beni de duyar
lı yaptı, onun bir yeri incinse sanki benim incinmiş gibi acı du
yuyorum. İşte bunu önceden görmem, kendi savunmamı değil
- bunu bile ne savruk, ne beceriksizce yaptım -, yuvanın savu
nulmasını düşünmem gerekirdi. En başta önceden önlem alıp
yuvanın tek tek, ama elden geldiği kadar çok bölümlerini, bir
saldırıya uğradılar mı en kısa zamanda toprakla örtebilmeli,
daha az tehlikedeki bölümlerden ayırabilmeliydim; hem de bu
nu o kadar çok toprak kitlesiyle öylesine etkili biçimde yapa465
BiR SA VAŞIN TASViR/
bilmeliydim ki, saldırgan ancak bu toprak yığınlarının ardında
gerçek yuvanın saklı yattığını dünyada sezemesin. Hatta top
rakla örtme yalnız yuvayı gizlemeye değil, saldırganı da altın
da gömmeye elvermeliydi. Gel gelelim bu yolda en ufak bir
adım atılmadı, bu yönde hiç, ama hiçbir önlem alınmadı; bir
çocuk gibi düşüncesiz, tasasız yaşayıp gittim, ergenlik yıllarımı
çocuksu oyunlarla geçirdim, tehlike düşünceleriyle bile oyna
yıp durdum yalnızca, gerçek tehlikeleri gerçekten düşünme fır
satını elden kaçırdım. Oysa uyarılar eksik olmadı hiç.
Doğru, şimdiki gibi bir şey hiç başıma gelmemişti, ama gene de
yuvanın ilk yapıldığı zamanlarda biraz bunu andıran bir du
rumla karşılaşmamış değildim. Aradaki başlıca aynın, yuva ya
pımının başlangıç dönemiydi o zamanlar ve ben henüz bayağı
ufak bir çırak sayılırdım, ilk dehlizde çalışıyordum henüz, labi
rent ancak kaba çizgileriyle planlanmıştı, ufak bir alanı oyup
çıkarmıştım sadece, ama gerek büyüklük, gerek duvarların iş
lenmesi bakımından bir şeye benzememişti; kısacası, bütün iş
öylesine başlangıç evresindeydi ki, hepsine yalnızca bir dene
me, sabır tükendi mi, büyük bir üzüntü duyulmaksızın ansızın
yüzüstü bırakılacak bir deneme gözüyle bakılabilirdi. Derken
öyle olmuştu ki, bir gün çalışmaya mola vermiş - yaşamımda
hep fazlasıyla molalar verdim -, yığdığını toprak kümeleri ara
sında uzanmış yatıyordum, ansızın uzaktan bir ses işittim.
Gençtim o günler, içimde korkudan çok bir merak uyandı. İşi
bırakıp kulak kabarttım, nihayet kulak kabartıyordum, altında
uzanıp yatmak ve gelen sese kulak kabartma zorunluğunu duy
mamak için yukarıya, yosun örtünün oraya koşmuyor, hiç de
ğilse kulak kabartıyordum. Tıpkı benimki gibi bir toprağı eşme
eyleminin sürdürüldüğünü pekata seçebilmiştim; ses kuşkusuz
biraz güçsüzdü benimkinden, ama bunda aradaki uzaklığın ne
kadar payı olduğu doğrusu kestirilemezdi. Merak içindeydim,
ama bunun dışında sakin ve serinkanlıydım. Belki yabancı bir
yuvada bulunuyordum da, yuvanın sahibi toprağı oya oya ya
nıma sokuluyor diye geçiriyordum içimden. Bu tahminimin
466
BiR SAVAŞIN TASViRi
doğruluğu ortaya çıksa, asla orayı burayı ele geçirme sevdasını
ya da oraya buraya saldırma isteğini gönlümde yaşatmadığım
için bulunduğum yerden çekip gider, yuvamı başka bir yerde
kurardım. Ama doğru, henüz.gençtim, henüz kurulmuş bir yu
vam yoktu, henüz serinkanlılığımı yitirmeyebilirdim. Hem işin
ilerideki seyri önemsenecek bir telaş uyandırmıştı bende; an
cak, bunu yorumlamak kolay değildi. Toprağı oyup duran ya
ratık, benim toprağı oyduğumu duyarak gerçekten bana ulaş
ma çabasını göstermiş ve yarı yolda şimdi gerçekten olduğu gi
bi, yön değiştirmişse, benim çalışırken verdiğim molalardan
ötürü mü, izleyeceği yol bakımından bir nirengi noktası ele ge
çiremediği için mi, yoksa kendisi niyetini değiştirdi de ondan
mı bunu yaptığı kestirilecek gibi değildi. Belki de tümüyle ya
nılmıştım, belki doğrudan hiç de bana yönelmemişti yabancı
yaratık. Ama her şeye karşın gürültü gittikçe yaklaşıyormuş gi
bi bir zaman daha güçlenmesini sürdürmüştü. O günler bir de
likanlı olan ben, yeri oyup duran yaratığın ansızın topraktan
ortaya çıkıverdiğini görsem, belki hiç de memnunluk duymaz
değildim, ne var ki buna benzer bir şeyle karşılaşrriadıin; top
rağı oyan, belli bir noktadan sonra sanki yavaş yavaş ilk yönün
den başka yana sapıyormuş gibi ses zayıflamaya başladı, gittik
çe hafifledi ve derken toprağı oyan bana büsbütün ters bir yö
ne yönelmeyi kafasına koymuş da benden düpedüz uzaklaşı
yormuş gibi kesildi ansızın. Uzun zaman ardı sıra sessizliğe ku
lak kabartıp onu izledim, ancak sonra yine işe koyuldum. Ha
ni bu yeteri kadar açık seçik bir uyarıydı, ama çok geçmeden
aklımdan çıkıp gitti uyarı, benim yapı planlarını da doğrusu
pek etkilemedi.
O zamanla bugün arasında yetişkinlik çağım bulunuyor, ama
arada sanki hiçbir şey yokmuş gibi, değil mi? Çalışma arasında
hala uzun bir mola veriyor, duvara kulağımı dayayıp dinliyo
rum; toprağı oyan yeniden değiştirdi niyetini, tersyüz etti, yap
tığı gezintiden dönüyor, kendisini karşılamaya hazırlanmam
için yetecek zaman bıraktı bana. Ama benim tarafımda her şey
467
BiR SA VAŞIN TASViRi
o bir zamankinden kötü durumda; büyük yapı oracıkta savun
masız duruyor, bense artık ufak bir çırak değil, yaşını başını al
mış bir mimarım, elimde kalan güç kuvvet karar anında uçup
gidiyor. Ama nice kocamış olursam olayım, bana öyle geliyor
ki, şimdikinden de kocamış olmayı seve seve benimseyeceğim;
öylesine kocamış ki, yosun altındaki dinlenme yerimden hiç
doğrulup kalkamayayım, çünkü gerçekte burada yatmaya kat
lanamıyor, sanki burası rahatlık yerine içimi yeni tasalarla dol
duruyormuş gibi kalkıp yeniden aşağılara, yuvanın derinlikle
rine koşturuyorum. En son durum nasıldı? Ötme daha bir za
yıflamış mıydı? Hayır, hayır, güçlenmişti. Rastgele belki on ye
re kulağımı dayayıp dinliyor, yanıldığımı açık seçik görüyo
rum; ötme nasılsa öyle kalmış, değişen bir şey yok. Orada, dı
şarda hiç değişiklik görülmez; dışarıda sakin, serinkanlı ve za
manın üstünde bulunulur; burada, içerdeyse her geçen an sağa
sola kulak kabartanı sarsıp silker. Ve böylece tersyüz edip ka
le alanına götüren uzun yolu tutuyorum, dört bir yanımda her
şey bana telaşlı, tedirgin görünüyor; bana bakıyor, sanki beni
rahatsız etmemek için gözlerini hemen yine başka yana çeviri
yor; ama ardından kendilerini zorlayıp, aldığım kurtarıcı karar
ları yüzümdeki ifadeden okumaya çalışıyorlar. Ben başımı sal
lıyorum, çünkü henüz böyle bir karar vermiş değilim. Kale ala
nına da yeni bir planı gerçekleştirmek üzere gitmiyorum. Der
ken araştırma hendeğini açmak istediğim yerin önünden yürü
yüp gidiyor, burasını bir kez daha gözden geçiriyorum; açıla
cak hendek için elverişli bir yerdi doğrusu; hendek o küçük ha
va iletim yollarından çoğunun bulunduğu yönde açılır, hava
iletim yolları işimi pek kolaylaştırırdı; belki hendeği hiç de o
kadar uzağa götürmeyebilir, gürültü kaynağının hemen yanı
başına kadar toprağı eşip gitmeyebilirdim, belki hava iletim
yollarına kulak verip dinlemem yeterdi. Ama artık hiçbir dü
şünce, bu hendeği açmam için beni yüreklendirecek güçte de
ğil. Hendek bana bir kesinlik mi sağlayacak? Artık öyle bir du
ruma geldim ki, kesinlik falan aradığım yok. Kale alanında de468
BİR SA VAŞIN TASViRi
risi soyulmuş pembe etlerden nefis bir parça seçiyor, kıvrılıp
toprak yığınlarından birinin içine giriyorum; burası sessizdir,
gerçek sessizlikten geride bir şey kaldıysa elbet. Eti yalayıp
azar azar tadına bakıyorum, düşüncelerim uzakta yolu tutmuş
yaklaşan yabancı hayvana gidiyor, henüz yiyebildiğim süre
azıklarımdan bol bol yemeyi düşünüyorum. Bu da öyle sanıyo
rum ki benim gerçekleştirebileceğim tek plan. Beri yandan, ya
bancı hayvanın ne gibi bir amaç güdebileceğini keşfetmeye uğ
raşıyorum. Bir yolculuğa mı çıktı, yoksa kendi yuvasını kurma
ya mı çalışıyor? Bir yolculuğa çıkmış bulunuyorsa, o zaman
belki kendisiyle bir anlaşmaya varabilirim; baktım gerçekten
bana kadar sokulabildi, azıklanmdan birazını ona veririm, yi
ne yoluna koyulup uzaklaşır. Toprak yığınları içinde her şeyi
düşleyebilirim, bunlar arasında anlaşma da var kuşkusuz; oysa
çok iyi biliyorum ki, gerçekleşecek şey değil bu; birbirimizi
gördüğümüz, görmek değil, yakında sezdiğimiz an, ikimiz de
kendimizi kaybedecek, istersek gırtlağımıza kadar tok olalım,
kendimizi yeni bir açlığa kaptırıp, birimiz öbürümüzden ne da
ha önce, ne daha sonra karşılıklı pençelerimizi ve· dişlerimizi
göstereceğiz. Ve her vakitki gibi şimdi de yerden göğe haklı
olacağız; çünkü, isterse bir yolculuğa çıksın, kim yabancı bir
yuvayı görür de gezisine ve geleceğine ilişkin planlarını değiş
tirmez? Ama belki hayvan kendi yuvasında toprağı eşip oyma
dadır, o zaman bir anlaşmayı düşümde bile yaşatamam. İsterse
yuvası benimle bir komşuluğu kaldıracak gibi tuhaf bir hayvan
olsun, benim yuvam kaldırmaz böyle bir komşuluğu, en azın
dan kulakla algılanabilir bir yakınlığı kaldırmaz. Orası öyle,
hayvan pek uzakta bulunuyora benziyor; biraz daha gerilese,
denebilirdi ki ses de kaybolup gider, o zaman belki yine eski
günlerdeki gibi her şey düzelir, bu iş de kötü, ama gelecek için
hayırlı bir deneyim sayılır, benim yuva içinde alabildiğine de
ğişik onarımlara girişmeme önayak olur; dirlik düzenlik içinde
yaşarsam ve doğrudan beni tehdit eden bir tehlike de ortada
bulunmazsa, daha bir sürü önemli işleri yapıp çıkarmaya peka469
BiR SA VAŞIN TASViRi
yeter gücüm; ama belki yabancı hayvan çalışma bakımından
elindeki alabildiğine zengin olanakları düşünerek benim yön
de yuvasını genişletmekten vazgeçer, bir başka tarafta bunun
acısını çıkarır. Bu da kuşkusuz öyle konuşup görüşmelerle de
ğil, olsa olsa hayvanın kendisinin düşünüp taşınması ya da be
nim zora başvurmam sonucu elde edilecek bir şeydir. Her iki
durumda da, onun bana ilişkin bir şey bilip bilmediği ve bili
yorsa ne bildiği sorusu kesin önem taşıyor. Ne kadar düşünür
sem, hayvanın beni işitmesini o kadar akıl almayacak bir şey
görüyorum. Hiç tasarlayabileceğim bir şey değilse de, hayvan
bana ilişkin başka birtakım bilgiler edinmiş olabilir, ama işitti
ğini doğrusu sanmıyorum. Varlığından habersiz bulunduğum
süre beni işittiği söylenemez, çünkü sesimi çıkarmadım hiç; yu
vaya yeniden kavuşmaktan daha sessiz ne düşünülebilir? Ama
sonra, deneme hendeklerini açarken toprağı eşip oymam pek
az gürültü çıkarmasına karşın, yine de işitmiş olabilir beni. İyi
ama, beni işitse, benim de sanırım bunu biraz anlamam gere
kir, çünkü en azından çalışırken sık sık durup kulak kabartırdı.
- Oysa durumda hiçbir değişiklikle karşılaşmamıştım.
I�
470
BiR SA VAŞIN TASViRi
KÖY ÖÔRETMENİ
Daha küçücük sıradan bir köstebeği iğrenç bulanlar - ki ben de
bunlar arasındayım -, birkaç yıl önce ufak bir köy yakınında
görülüp köye geçici bir ün kazandıran dev köstebekle karşılaş
salardı, tiksintiden ölürlerdi belki. Kuşkusuz köy çok geçme
den unutuldu ve şimdi, tümüyle açıklamasız kalan, açıklanma
sı için de pek çaba gösterilmeyen, konuyla ilgilenmesi gerekip
doğrusu çok daha az önemli sorunlarla ilgileneceğim diye çır
pınan çevrelerin anlaşılmaz savsaklamasından ötürü şöyle iyi
ce araştırılıp incelenmeyerek akıldan çıkıp giden olayın ünsüz
lüğünü paylaşıyor yine. Köyün tren yoluna çok uzak düşüşü
bunun için bir özür sayılamaz. O zaman bir hayli insan merak
edip ta nerelerden gelmişti; dış ülkelerden bile gelen,ler çıkmış,
ancak sadece merak etmekle kalmayıp durumla daha çok ilgi
lenmesi gerekenler ortada görünmemişti. Hatta bazı sıradan
insanlar, normal günlük işlerinden pek baş alıp şöyle bir oh di
yemeyen kimseler, işte böyleleri bir çıkar gözetmeksizin konu
ya el atmasaydı, olayla ilgili söylentiler belki en yakın çevreden
öteye pek taşmayacaktı. Hani itiraf etmeli ki, başka zaman
önüne zor durulacak söylentinin kendisi de bu kez bayağı han
tal davranmıştı, düpedüz arkadan sürülüp itilmese, yayılacağı
yoktu çevreye. Ama söz konusu sorunla uğraşmamak için, el
bet bu da yeterli bir neden sayılamazdı; tersine, söz konusu
hantallığın nedeninin de ayrıca araştırılması gerekiyordu. Böy
le yapılacakken, olay üzerinde şimdi elde bulunan tek yazılı in
celemeyi hazırlamakla yaşlı köy öğretmeni görevlendirilmişti.
Mesleğinde seçkin bir kişiydi öğretmen; ama olayın ilerideki
çalışmalara temel oluşturabilecek doğru dürüst bir tanımını
471
BiR SA VAŞIN TASViRi
yapmaya ne yeteneği, ne bilgisi elverecek gibiydi. Öğretmenin
hazırladığı broşür basılmış ve o zamanlar köyü dolaşmaya ge
lenlere bol miktarda satılmıştı; ama öğretmen, kimse tarafın
dan desteklenmeyen o tek kalmış çabalarının gerçekte değer
taşımadığını görecek kadar zekiydi. Öyleyken çabalarını gev
şetmemesine ve özü gereği sorunun yıldan yıla içinden çıkıl
maz bir durum almasına karşın onu incelemeyi yaşamının bir
ödevi bilmesi, bize bir yandan olayın etki derecesini, öte yan
dan kimsenin pek dikkate almadığı yaşlı bir köy öğretmeninde
nasıl bir çaba ve inanç gücü bulunabileceğini gösteriyor. Ama
hatırı sayılır kişilerin sorun karşısındaki ilgisiz tutumundan öğ
retmenin neler çektiğini de broşürün ardından yayınladığı bir
ek açık açık anlatmakta. Ama ek olaydan ancak birkaç yıl son
ra yayınlanıyor ve öyle bir zamanda yayınlanıyor ki, bu yazıy
la neyin söz konusu edildiğini artık pek anımsayan kalmamış
gibidir. Bu ekte, belki ustalıklı değilse de, açıkyürekliliğiyle
inandırıcı bir anlatıma başvuruyor öğretmen; en az anlayışsız
lık beklediği insanların kendisine gösterdiği anlayışsızlıktan
yaka silkiyor, bu insanlara ilişkin şu çok yerinde sözleri söylü
yor: " Ben değil ama, onlar yaşlı köy öğretmenleri gibi konuş
makta. " Arada da, özellikle üstlendiği iş için başvurduğu bir
bilginin sözlerini iletiyor okuyuculara. Bilginin adı yazıda ve
rilmiyor, ama çeşitli ayrıntılardan kimliğini saptayabiliyoruz.
Daha bilgin'in huzuruna kabul edilebilmesi bile, öğretmenin
karşısına büyük güçlükler çıkarmıştı. Bütün bu güçlükleri ye
nen öğretmen daha hoşbeş sırasında fark etmişti ki, bilgin bu
işte sökülüp atılmaz bir önyargıya saplanmıştır. Öğretmenin,
kaleme aldığı broşüre dayanarak sunduğu uzun raporu bil
gin'in nasıl bir dalgınlık içinde dinlediğini, sözde onun biraz
düşünüp taşınarak söylediği şu sözler ortaya koyuyordu: " Kuş
kusuz değişik köstebekler vardır. Toprak da ne bileyim sizin
orada hayli kara ve tok. Eh, böyle olunca köstebeklere pek
yağlı bir besin sağlıyor, onlar da alışmadık ölçüde büyüyüp az
manlaşıyorlar. " - " Ama bu kadar da değil sanırım! " diye sesini
472
BlR SA VAŞIN TASViRi
yükseltmiş öğretmen, hırsından işi biraz aşırılığa vardırarak
duvarda iki metrelik bir yeri göstermişti. " Yo, büyüyorlar, bü
yüyorlar, " diye yanıtlamıştı bilgin de; anlaşılan olayı tümüyle
pek komik bulmuştu. Dolayısıyla, böyle bir sonuçla dönüp eve
gelmişti öğretmen. Akşam üzeri yolda, kar altında nasıl eşiyle
altı çocuğunun kendisini beklediği ve nasıl onlara bütün umu
dunun kesinlikle suya düştüğünü itiraf zorunda kaldığı da ek
yazıda belirtiliyordu.
Bilginin öğretmene karşı davranışını okuduğumda, öğretme
nin kaleme aldığı asıl broşürden henüz hiç haberim yoktu.
Ama bu olaya ilişkin ele geçirilebilecek tüm malzemeyi hemen
derleyip toparlamayı kafama koymuştum. Yumruğumu tutup
bilginin suratına indiremeyeceğime göre, kaleme alacağım in
celeme en azından öğretmeni, daha yerinde bir söyleyişle, pek
öğretmeni değil de açıkyürekliliği kuşku götürmeyen bir ada
mın iyi niyetini savunacaktı. İtiraf edeyim ki, sonradan piş
manlık duydum böyle bir kararı aldığıma; çünkü onu uygula
manın beni tuhaf bir duruma düşüreceğini çok geçmeden sez
miştim. Bir kez bilgini, hele kamuoyunu öğretmenin lehinde
etkileyebilecek kadar hiç de nüfuzlu biri değildim; öte yandan,
öğretmen, asıl niyetinden, yani dev köstebeğin gerçekten gö
rüldüğünü kanıtlamak istemesinden çok, davranışındaki açık
yürekliliği savunmanın benim için önem taşıdığını çaresiz anla
yacaktı, oysa böyle bir davranış kendisi için pek doğal ve savu
nulmayı gerektirmeyen bir şeydi. Yani iş sonunda o noktaya
dökülecekti ki, öğretmene hoş görüneceğim derken onun tara
fından büsbütün yanlış anlaşılacak ve ona yardım edeyim der
ken belki kendim yardım gerekir duruma düşecektim; bana
yardım edecek birinin çıkması ise sanırım pek olacak gibi de
ğildi. Kaldı ki, verdiğim kararla büyük bir yükün altına girmiş
oluyordum. Y azdıklanma inanılmasını istiyorsam, öğretmeni
tanık gösteremezdim; çünkü zaten öğretmen başkalarını ken
disine inandırmayı başaramamış biriydi. Beni yanıltmaktan
başka işe yaramayacağı için, kendi çalışmamı bitirmeden öğ473
BiR SA VAŞIN TASViRi
retmenin broşürünü okumaktan kaçındım. Hatta öğretmenle
bir bağlantı kurmaya bile yanaşmadım. Ne var ki, öğretmen
yaptığım incelemelerden birtakım kimselerin aracılığıyla ha
ber almadı değil; ama kendi amacına uygunluk içinde mi, yok
sa ona karşıt doğrultuda mı çalıştığımı bilmiyordu. Hatta, ileri
de kendisi bunu yadsımak istemişse de, sonuncu olasılığa ön
celik tanımıştı sanırım; çünkü çeşitli engeller çıkardı yoluma,
elimde bunu gösteren kanıtlar var. Bu da pek kolay üstesinden
gelebileceği bir şeydi; bir kez ben, onun benden önce yaptığı
araştırmalara yeniden girişmek zorundaydım; bu yüzden, her
vakit işimi sekteye uğratabiliyordu, ki bu da benim yöntemime
haklı olarak yakıştırılacak tek kusur, ama şunu da söyleyeyim
ki, kaçınılamayacak bir kusurdu; ne var ki ihtiyatlı davranmak
la, hatta kendi görüşümü hiç hesaba katmamakla bu kusuru
enikonu gideriyordum. Yoksa benim yazı, öğretmenin her tür
lü etkisinden bağımsız hazırlanıyordu; hatta belki bu noktada
gereğinden çok titizlik göstermiştim, sanki şimdiye kadar kim
se olayı incelememiş de, ilk kez ben görgü tanıklarını sorguya
çekmekte, verilen bilgileri ilk kez ben yan yana dizmekte, bun
lardan sonuçlar çıkarmaktaydım, evet tıpkı böyleydi durum.
Sonradan öğretmenin broşürünü okuduğum vakit - uzun boy
lu bir başlığı vardı doğrusu: " Şimdiye kadar kimsenin görme
diği büyüklükte bir köstebek " - şunu anladım ki, öğretmenle
ben, her ikimiz de asıl gerçeği, yani köstebeğin varlığını kanıt
ladığımızı sanıyorsak da, önemli noktalarda birbirimizden ay
rılıyorduk. Ne de olsa görüş ayrılıklarımız öğretmenle aramda
benim doğrusu her şeye karşın arzuladığım dostça bir ilişkinin
kurulmasını önledi. Hatta onda beni hedef alan bir çeşit düş
manlık giderek gelişip serpilmeye başlamıştı. Doğrusu bana
karşı her vakit alçakgönüllü, her vakit başı aşağıda davran
maktaydı; ama böyle davranışı, içindeki dostça denemeyecek
gerçek duygulara o kadar daha bir açıklık kazandırıyordu. Di
yeceğim, öğretmen benim bu işe el atmakla ona bayağı zararım
dokunduğu kanısındaydı; kendisine bu konuda yararımın da
474
BiR SA VAŞIN TASViRi
dokunduğu ya da dokunabileceğine ilişkin inancıma gelince,
bu, kendisine sorarsanız en iyi olasılıkla· bir saflıktı, hatta bir
büyüklük taslayış, bir kurnazlıktı belki. Her şeyden önce ikide
bir belirttiği gibi, onun şimdiye kadarki bütün rakipleri düş
manlıklarını hiç açığa vurmamış ya da bunu yanlarında başka
kimse yokken yapmış veya ancak sözle dile getirmişlerdi. Ben
se onda takıldığım noktalan hemen broşür kılığında bastırma
yı gerekli bulmuştum; ayrıca, sorun üzerine üstünkörü de olsa
eğilen az sayıdaki rakipler, hiç değilse öğretmenin görüşünü,
yani bu konudaki egemen görüşü dinlemişlerdi de ondan son
ra kendileri diyeceklerini demiş, bana gelince sistemsiz derle
yip topladığım ve yer yer kavrayam�dığım bilgilerden öyle so
nuçlar çıkarmıştım ki, temelden doğru sayılsalar bile inandırı
cılıktan uzaktı hepsi, hem gerek halk, gerek bilginler bakımın
dan; gel gelelim, en hafif bir şekilde inandırıcılıktan uzak gö
rünmesi, bu işte ele geçirilebilecek sonuçların en kötüsüydü.
Üstü örtülü de olsa açığa vurulan bu çeşit yergileri yanıtlamak
işten değildi benim için; örneğin, onun asıl kendi broşürü, ina
nılmazlığın kuşkusuz daniskasıydı. Ancak, öğretmenin bir baş
ka kuşkusu da vardı ki, bunu ortadan kaldırmak pek kolay sa
yılmazdı, kendisine karşı genel olarak pek çekingen davranışı
mın nedeni de buydu. Diyeceğim, köstebeğin ilk sözcülüğünü
yapmak onurundan kendisini yoksun bırakmak istediğime iç
ten içe inanıyordu öğretmen. Ama şahsı için ortada hiç de
onurlandırıcı gözle bakılabilecek bir şey bulunmuyordu, gü
lünç bir duruma düşmüş olmak vardı sadece, hem bu gülünç
lük de karşısında giderek azalan bir okuyucu kitlesi buluyordu
ve ben de bir gülünçlüğün peşinde değildim kuşkusuz. Ayrıca
broşürümün giriş bölümünde, öğretmene her vakit köstebeğin
bulucusu gözüyle bakılması gerektiğini -doğrusu kendisi bile
bulmamıştı köstebeği - ve başına gelenlere karşı duyduğum il
ginin beni bu yazıyı kaleme almak zorunda bıraktığını kesin
likle belirtmiştim. "Bu yazımın amacı, " diyordum incelememin
sonunda, pek de coşkulu bir dille, ama bu coşku benim o za475
BiR SA VAŞIN TASViRi
manki heyecanıma uygun düşüyordu, öğretmenin broşürü
nün hak ettiği yaygınlığı kazanmasına yardım etmektir. Bu
amaca varıldı mı, geçici süre ve eğreti olarak bu işe karışan is
mim, yine hemen oradan kapı dışarı edilip unutulabilir. Yani
soruna büyük ölçüde karışmak istemiyordum adeta, öğretme
nin şahsıma karşı o inanılmaz eleştiriyi yönelteceği sanki içime
doğmuştu. Gel gelelim öğretmen, yazımın işte bu son bölümü
nü saldırısına temel aldı. Söylediği ya da söylemeye getirdiği
şeylerin görünürde biraz haklı yanı bulunduğunu yadsımıyo
rum; onun bana karşı davranışında, broşüründekiyle adeta kı
yaslanamayacak bir keskin görüşlülük eseri gösterdiği birkaç
kez dikkatimi çekmişti. Diyeceğim, yazımın giriş bölümünün
ikiyüzlü olduğunu ileri sürdü öğretmen. Benim bütün istedi
ğim, gerçekten yazısının yayılması ise, ne diye o zaman yalnız
ca kendisi ve yazısı üzerine eğilmiyor, ne diye broşürünün üs
tünlüklerini ve içerdiği savların çürütülemeyeceğini göstermi
yor, ne diye çalışmamı buluşunun önemini belirtmek ve herke
se anlatmakla sınırlandırmıyordum da broşürü tümüyle boşla
yıp, kendim keşiften içeri yol almakta diretiyordum? Yoksa
keşif yapılmış değil miydi? Yoksa bu bakımdan daha yapılacak
bir şey mi kalmıştı? Madem keşfi yeniden kendim yapmamın
zorunluğuna inanmaktaydım, niçin yazımın girişinde keşiften
el çektiğimi resmen açıklamaya kalkıyordum? Bu ikiyüzlü bir
alçakgönüllülük sayılabilirdi ama, ondan da kötü bir şeydi işte.
Ben keşfin değerini yok etmeye bakıyordum, keşfin üzerine
dikkati çekmemin amacı onu değersiz kılmaktı. Kendisi ise
araştırıp inceleyerek söz konusu keşfi yapmış ve kaldırıp bir
kenara koymuştu. Keşfin çevresinde şöyle biraz bir sessizlik
başgöstermişken, ben yine ortalığı velveleye vemiş, öte yandan
kendisinin durumunu şimdiye kadar görülmedik ölçüde zorlaş
tırmıştım. Açıkyürekliliğini savunmanın ne önemi vardı onun
için? Önemli olan işin kendisi, yalnızca işin kendisiydi. Gel ge
lelim, ben işin içyüzünü anlamadığım ve değerini doğru dürüst
kavrayamadığımdan, bende bunu duyup sezecek güç bulun11
11
476
BİR SA YAŞIN TASViRi
madığından ona ihanet etmiştim. Aklımın ereceği sınırın dün
ya kadar ötesindeydi bu iş. Kendisi karşımda oturuyor, buru
şuk kocamış yüzüyle sessiz sakin bana bakıyordu ama, işte
bunlardan başkası olamazdı düşündükleri. Yalnızca işin kendi
sinin onun için önem taşıdığı elbet doğru değildi, pek açgözlüy
dü hatta ve para da kazanmak istiyordu, ki çok nüfuslu ailesi
göz önünde tutulursa, bu hiç de şaşılacak bir şey sayılmazdı.
Öyleyken, soruna karşı benim ilgim kendisininkine oranla gö: züne öylesine az görünüyordu ki, kendisini, gerçekten pek faz
la ayrılmaksızın, çıkarını hiç düşünmeyen biri diye ortaya ko
yabileceğini sanıyordu. Ve doğrusu öğretmenin suçlamaları
nın, aslında onun yalnızca köstebeğini adeta iki eliyle sımsıkı
kavramasından ve parmağıyla bile olsa yanına yaklaşmak iste
yeni hain diye nitelemesinden kaynaklandığını kendi kendime
söylemem, içimi rahatlatmaya yetmiyordu. Durum öyle değil
di; öğretmenin davranışı açgözlülükle, en azından sadece aç
gözlülükle açıklanamazdı; daha çok, sürdürdüğü büyük çaba
ların ve tam anlamıyla uğradığı başarısızlıkların yol açtığı bir
kızgınlıktı nedeni. Ama bu kızgınlık da yine her şeyi açıklaya
mıyordu. Kim bilir, belki benim soruna karşı ilgim gerçekten
pek azdı, yabancılardaki ilgisizlik öğretmen için artık alışılmış
bir şeydi; ama genelde böyleydi, tek kişiler söz konusu olunca
iş değişiyordu. Gel gelelim sonunda biri çıkmış, işe olağanüstü
bir biçimde el atmıştı ve bunun bile sorunu kavradığı yoktu. İş
bir yol buraya geldi mi, asla inkara kalkmıyordum. Hayvanbi
limci değilim, köstebeği ben keşfedeydim, eh o zaman bütün
gücümle kendi tezimi savunurdum, ama ben keşfetmemiştim.
Böylesine büyük bir köstebek kuşkusuz dikkate değer bir şey;
ama öyledir diye tüm dünyanın sürekli bununla ilgilenmesi
beklenemez; hele köstebeğin varlığı tam bir kesinlikle sapta
nıp, kendisi en azından ortaya çıkarılmadığı süre. Aynca şunu
da itiraf etmiştim: Keşfeden ben olaydım, belki hiç de köste
bek için böyle uğraşmazdım; oysa öğretmenin kendisi için seve
seve ve gönüllü olarak yapmıştım bunu.
477
BiR SA VAŞIN TASViRi
Yazım haşan kazansaydı, öğretmenle aramdaki uyuşmazlık
belki silinip gidecekti. Ne var ki, başarıdan ses seda çıkmadı.
Yazı belki iyi bir biçimde, yeteri kadar inandırıcı kaleme alın
mamıştı; ben ticaretle uğraşının, böyle bir yazının gerektirdiği
bilgiler bakımından öğretmene haydi haydi üstün sayılırsam
da, broşürün kaleme alınması işi sanırım yeteneklerimi hayli
aşmıştı, oysa öğretmende bu kadarı söz konusu değildi. Öte
yandan, yazının başarısız kalışı, başka türlü de yorumlanabilir
di, belki uygunsuz bir zamanda yayınlanmıştı yazı. Ancak, ge
reken ilgiyi uyandırmayan köstebeğin keşfi pek fazla geride
kalmış değildi ki büsbütün unutulmuş bulunsun ve benim yazı
herkesi gafil avlasın. Ama baştaki az buçuk ilginin büsbütün
kaybolmasına yetecek zaman da geçmişti aradan. Benim yazı
üzerinde düşünme zahmetine katlananlar, kendilerini yıllar
öncesinin tartışmasında esen o bıkkınlık havasına kaptırıp bu
yavan soruyla ilgili olarak Allah bilir gene boş çabaların sürdü
rüleceğini içlerinden geçirmişlerdi, hatta bazıları öğretmenin
broşürüyle karıştırmıştı benim yazımı. Örneğin, belli başlı bir
tarım dergisinde, Allahtan ki derginin sonunda küçük harfler
le basılmış şu sözler yer alıyordu: " Dev köstebekle ilgili yazı bi
ze bir kez daha yollanmış bulunuyor. Anımsadığımız kadarıy
la yıllar öncesi yazıya yürekten gülüp geçmiştik. O günden bu
yana da ne yazıdaki zeka eseri arttı, ne bizlerin zekasında bir
azalma oldu. Ne var ki, şimdi bir ikinci kez gülemeyeceğiz, o
kadar. Şimdi bizim öğretmen derneklerine soruyoruz: Acaba
bir köy öğretmeni, dev köstebekler ardında koşup durmaktan
daha yararlı bir iş bulamaz mı kendisine? " Doğrusu bağışlan
maz bir karıştırma. Öğretmenin ne ilk, ne de sonraki yazısını
okumuş, " dev köstebek " ve "köy öğretmeni " gibi aceleyle ele
geçirilmiş zavallı iki sözcüğe başvuran beyler, herkesçe el üs
tünde tutulan ilgili ve çıkarların temsilcisi kimliğiyle sahnede
boy göstermişti. Buna karşı başarıyla alınacak çeşitli önlemler
vardı kuşkusuz, ama öğretmenle aramda doğru dürüst bir an
laşmanın eksikliği, beni bu önlemleri almaktan alıkoydu; tersi478
BiR SA VAŞIN TASViRi
ne, dergiyi başarabildiğim süre öğretmenden gizlemeye bak
tım. Ama çok geçmeden öğretmen derginin varlığını öğrenmiş
ti; bunu daha, Noel'de beni ziyarete niyetlendiğini bildiren
mektubundaki bir cümleden çıkarmıştım. Şöyleydi cümle:
" Dünya zaten kötü, onun kötü olmasını daha da kolaylaştırı
yor insanlar. " Bununla demek istiyordu ki, ben kötü dünyanın
tarafındaydım; kendi içimdeki kötülükle yetinmiyordum da, ·
dünyanın kötüye gidişini kolaylaştırıyordum; yani genel kötü
lüğü kışkırtıp yuvasından dışan uğratıyor, onun zafere ulaşma
sına yardım ediyordum. Eh, gerekli kararlan almıştım, kendi
sini serinkanlı bekleyebilirdim. Onun ileriden gelerek her za
mankinden daha kaba biçimde selam verişini, karşıma geçip
suskun oturuşunu, o bir tuhaf astarlı ceketinin göğüs cebinden
titizlikle çıkardığı dergiyi açarak önüme sürüşünü sakin, serin
kanlı izledim: " Biliyorum! " diyerek dergiyi okumadan geri it
tim önüne. "Biliyorsunuz demek! " dedi göğüs geçirerek; baş
kalarının yanıtlannı yinelemek gibi öğretmenlerde görülen es
ki bir alışkanlığa sahipti. "Elbet bunu sineye çekecek, karşılık
sız bırakacak değilim! " diye sürdürdü konuşmasını; parmağıy
la sinirli sinirli derginin üzerine vurdu; sanki ben karşıt görüş
teymişim gibi dik dik bana baktı, söyemek istediğim şey sanı
nın içine doğmuştu. Zaten başka zamanlar da onun pek konuş
tuğum sözlerden değil de, daha başka kimi belirtilerden niyet
lerimi sezmede çokluk hiç yanılmadığını, ancak bu sezgiye
kendini bırakmayıp dikkatini başka tarafa yönelttiğini fark
eder gibi olmuştum. O vakit kendisine söylediklerimi hemen
sözcüğü sözcüğüne yineleyebilirim, çünkü konuşmamızdan az
sonra not etmiştim hepsini: "Dilediğinizi yapın! " demiştim.
"Bugünden tezi yok yollanmız aynlıyor. Sanıyorum sizin için
ne bir sürpriz, ne de tatsız bir şey olacak bu. Hani dergideki
not değil bana bu karan verdiren; not, karanını yalnız pekiştir
di. Başlangıçta ortaya çıkışımla size bir yaranının dokunacağı
nı sanıyordum; şimdi ister istemez görüyorum ki, her bakım
dan zaranm dokundu. İşte verdiğim kararın gerçek nedeni bu479
BiR SA VAŞIN TASViRi
dur. Niçin böyle oldu durum, bilmiyorum; başarı ve başarısız
lık nedenlerinin yorumu çok çeşitlidir hep, siz de yalnızca be
nim aleyhimdeki yorumları bulup öne sürmeyin. Kendinizden
pay biçin; olup bitenlerin tümünü göz önünde tutarsak, siz de
en iyi niyetlerle yola koyuldunuz, ama başarı kazanamadınız.
Çünkü benimle ilişkinizin de ne yazık ki söz konusu başarısız
lıklar arasında yer aldığını söylersem, şaka ediyorum sanma
yın, çünkü kendi aleyhimde bir şey bu. Şimdi tutup bu işten el
çekmem ne bir korkaklık, ne bir ihanettir. Hatta böyle bir şe
ye kendi kendimi yenerek kalkışıyorum, şahsınıza karşı ne ka
dar büyük bir saygı duyduğumu yazımdan çıkarabilirsiniz. Siz
bana bir bakıma öğretmenlik yaptınız ve hatta köstebeğe nere
deyse kanım kaynamıştı. Öyleyken bir kenara çekiliyorum,
köstebeğin bulucusu sizsiniz, nasıl edersem edeyim, erişebile
ceğiniz bir üne erişmekten sizi alıkoyuyor, başarısızlığı davet
edip sizin üzerinize yıkıyorum. En azından siz böyle düşünü
yorsunuz. Neyse, burada keselim artık. Size karşı davranışımın
kefaretini ödeyebileceğim tek bir yol var, o da sizden af dile
mek ve siz isterseniz, şimdi burada yaptığım itirafı herkese kar
şı da açık açık, örneğin bu dergide yinelemektir. " İşte o zaman
söylediğim sözlerdi bunlar; pek de içtenlikle söylenmiş sayıl
mazdı, ama içtenlikli yerleri kolaycacık görülebilirdi. Açıkla
mam, yaklaşık beklediğim etkiyi yapmıştı. Yaşlı kimselerin ço
ğu gençlere karşı aldatıcı, yalan dolansı bir tutum takınır; yaş
lılarla bir arada sessiz sakin yaşar, aradaki ilişkinin sağlam ni
telik taşıdığına inanır, kafalarında dolaşan ön plandaki düşün
celeri bilir, ağızlarından boyuna barışı ve huzuru onaylayan
sözler duyar, bunların hepsine pek doğal gözüyle bakarsınız;
ama ansızın pek önemli bir şey olup bir süredir hazırlanan hu
zur havasının etkisini göstermesi gerekti mi, bu yaşlı insanlar
yabancı kimseler gibi dikilir karşınıza, daha derin ve daha güç
lü düşünce sahibi olduklarını gösterirler, ancak o anda bayağı
açarlar bayraklarını ve bu bayraklar üzerinde dehşete kapıla
rak yeni parolayı okursunuz. Dehşete en başta yol açan, yaşlı480
BiR SA YAŞIN TASViRi
ların şimdi söylediklerinin gerçekten çok daha haklı, anlamlı
ve sanki doğal'dan da doğal özellik taşımasıdır. Ama bunlarda
ki eşi görülmedik yalansı taraf, şimdi söylediklerini doğrusu
her vakit söylemiş olmaları, ama işte bunun da önceden sezil
meyişidir.
Bu köy öğretmeninin içii:ıi adamakıllı okumuş olacaktım ki,
açıklamaları beni şimdi pek şaşırtmamıştı: " Evladım! " dedi ve
elini elimin üzerine koyarak dostça okşamaya başladı. " Nere
den esti aklınıza bu işle uğraşmak? İlk kez böyle bir şey kula
ğıma çalınmıştı ki, benim hanımla oturup konuştum. " Birden
masadan geriye çekilip kollarını açtı ve yere bakmaya başladı;
sanki yerde karısı enikonu küçülmüş .duruyordu da onunla ko
nuşuyordu. " 'Bunca yıldır,' dedim hanıma, 'bir başımıza sava
şır dururuz, ama şimdi kentte yüce bir yardımcı bizi destekle
yeceğe benziyor, kentli bir tüccar, adı da şöyle şöyle. Eh, baya
ğı sevinebiliriz artık, öyle değil mi? Kentte bir tüccar, az şey
midir! Çapaçul bir köylü bize inansa da inandığını açığa vursa,
bir yardımı dokunmaz bunun, çünkü bir köylü ne yaparsa kö
tü yapar; ister yaşlı köy öğretmeninin hakkı var desin, ister ya
kışıksız biçimde aşağılayıcı bir tükürük savursun, göstereceği
etki bakımından ikisinin de birbirinden kalır yeri yoktur. Ve
bir köylü yerine on bin köylü bizi savunsa, belki etkisi daha da
kötü olur bunun. Oysa kentteki bir tüccar başkadır, eşi dostu
vardır böyle birinin, söz arasında söyledikleri bile konuşula ko
nuşula geniş çevrelere yayılır, yeni yardımcılar çıkıp işe el atar
lar, içlerinden biri der ki örneğin: ' Köy öğretmenlerinden de
insanın öğreneceği kimi şeyler vardır' ve daha belki ertesi gün,
dış görünüşlerine bakılırsa pek kendilerinden böyle bir şey
bekleyemeyeceğimiz bir yığın insan bu sözleri birbirlerine fısıl
dayıp durmaktadır. Derken gerekli para da sağlanır; biri kalkıp
para toplar, ötekiler parayı onun avcuna sayarlar. Denir ki,
köy öğretmeni köyünden alınıp ortaya çıkarılsın; ve ansızın ge
lirler, köy öğretmeninin dış görünüşüne bakmayarak onu ara
larına alır, karısıyla çocukları öğretmene sarılıp bırakmadıkla481
BiR SA YAŞIN TASViRi
rı için onları da birlikte götürürler. Kentli kişileri hiç dikkatle
izledin mi şimdiye kadar? Aralıksız cıvıldaşır dururlar; bir ara
ya gelip de bir sıra yaptılar mı, cıvıldaşma sağdan sola yürür,
sonra geri döner ve gidip gelir sürekli. İşte böylece cıvıldaşarak
bizi kaldırıp arabaya bindirirler, insan teker teker her birine
başını eğip selam verecek vakti pek bulamaz. Arabacı yerinde
ki bay, kelebek gözlüğünü düzeltir, kırbacı şaklatır ve yola ko
yuluruz. Gelenlerin hepsi de veda için köyden yana el sallarlar,
sanki biz henüz köydeyiz de, kendi aralarında oturmuyoruz.
Derken kentten pek sabırsız kimselerin içine doluştuğu birkaç
araba bizi karşılar. Biz yaklaştığımızda yerlerinden doğrulur,
bizi görebilmek için boyunlarım uzatırlar; daha önce paraları
toplayan kimse düzeni sağlar ve herkesi sessiz olmaya çağırır.
Kente girdiğimizde ar:ıbalar artık upuzun bir dizi oluşturmuş
tur. Biz sanmışızdır ki, o bir sürü karşılamalar, hoş geldin de
meler sona ermiştir, ama otelin önünde yeni başladığını görü
rüz bunların. Kentte öyledir, bir çağırışta toplanıverir yığınla
insan. Birinin ilgilendiği şeyle hemen öbürü de ilgilenmeye
başlar. Solurken birbirlerinin düşüncelerini de içlerine çekerek
kendilerine mal ederler. Kiminin arabası yoktur, otel önünde
bekler, arabası bulunanlar vardır, ama öz saygılarından kullan
maz, onlar da beklerler. Parayı toplamış olan kimse nasıl da
her şeyi kuş bakışı görür, akıl alacak gibi değildir.' "
Öğretmeni sakin sakin dinlemiş, hatta o konuşurken daha da
sakinleşip yazımın elinde kalan bütün nüshalarını masanın
üzerine yığmıştım. Pek az eksik nüsha vardı, çünkü sağa sola
yolladığım nüshaları son günler bir sirkülerle geri istemiş, bü
yük bir bölümünü de yeniden ele geçirmiştim. Çok kimse, böy
le bir yazının kendilerine geldiğini hiç anımsayamadıklarını,
gelmişse bile ne yazık ki yitip gitmiş olacağını bildiren pek na
zik mektuplar yollamıştı. Böylesi de yerindeydi, gerçekte bun
dan başka da bir şey istemiyordum. Yalnızca biri çıkıp yazımı
bir antika diye saklaması için benden izin istemiş, sirkülerin ru
huna uyarak ilerki yirmi yıl içinde onu herkesten saklı tutaca482
BiR SA VAŞIN TASViRi
ğı konusunda bana söz vermişti. Sirküleri henüz köy öğretme
ni görmemişti. Bana söylediklerinin, onu kendisine gösterme
mi kolaylaştırdığına sevinmiştim. Ama aramızda böyle bir ko
nuşma geçmeden de bir kaygıya kapılmaksızın yapabilirdim
bunu, çünkü yazımı kaleme alırken çok dikkatli davranmış,
köy öğretmenini ve yüklendiği işin çıkarını asla gözden uzak
tutmamıştım. Sirkülerdeki ana cümleler şöyleydi çünkü: " İçin
de savunulan düşüncelerden caydığım ya da kimi bölümlerde
bunları yanlış veya kanıtlanmaz gördüğüm için yazıyı geri isti
yor değilim. Ricam, sadece kişisel, ama pek zorunlu nedenlere
dayanıyor; ne var ki, sorunun kendisiyle ilgili olarak takındı
ğım tutum konusunda en ufak bir sonuç çıkarılmasına izin ve
recek gibi değil. Buna özellikle dikkatinizi çeker, istenilirse bu
nun çevreye de böyle duyurulmasını rica ederim. "
Henüz sirküleri iki elimle kapamış, saklı tutuyordum; dedim
ki: " Peki, iş böyle sonuçlanmadığı için bana sitemde bulunmak
mı niyetiniz? Neden yapmak istiyorsunuz bunu? Birbirimizden
güzel güzel ayrılsak daha iyi değil mi? Anlamaya çalışın artık,
bir keşifte bulundunuz, doğru; ama bu keşif, başka bütün ke
şifleri tümüyle gölgede bırakan bir şey değil ki! Dolayısıyla, si
ze yapılan haksızlık da bütün diğer haksızlıkları gölgede bıra
kacak bir şey sayılamaz. O bilgin topluluklarının bütün yasala
rını bilmiyorum; ancak, en iyi durumda bile, zavallı eşinize de
belki anlattığınız karşılamayı uzaktan olsun anımsatacak bir
karşılama töreni sanmam ki sizin için düzenlenmiş olsun. Ben
kendim yazının etkisinden bir şeyler ummuşsam, o da şu oldu:
Sanıyordum ki, yazı belki bir profesörün dikkatini bizim olay
üzerine çeker, profesör de genç bir öğrencisini sorunu incele
mekle görevlendirir, öğrenci kalkar size gelir, sizin ve benim
yaptığım incelemeleri yeniden gözden geçirir ve vardığı sonu
cu sözü edilmeye değer görürse - bütün genç öğrencilerin içle
rinin de kuşkuyla dolu olduklarını hiç akıldan çıkarmamak ge
rekir - bir broşür yayınlar ve sizin yazdıklarınız bu broşürde bi
limsel nedenlere oturur. Ama bu umut gerçekleşseydi bile, ge483
BiR SA VAŞIN TASViRi
ne pek bir şey elde edilmiş sayılmazdı. Böyle tuhaf bir şeyi sa
vunan öğrencinin broşürü belki alay konusu edilirdi. Bunun da
ne kolay gerçekleşebileceğini buradaki tanın dergisi örneğinde
görüyorsunuz; bilimsel dergiler ise bu konuda daha hoyrat bir
tutumla davranırlar. Bunun da anlaşılmayacak yanı yoktur,
profesörler kendi kendilerine, bilime ve kendilerinden sonra
gelecek kuşaklara karşı büyük ölçüde sorumluluk yüklenmiş
tir, her yeni buluşu hemen tutup baştacı etmezler. Bizler, bu
bakımdan daha avantajlı durumdayız. Ama şimdi bunu bir ya
na bırakıp diyeyim ki, öğrencinin broşürü ilgiyle karşılandı. Ne
olur o zaman? Adınız kuşkusuz birkaç kez şerefle anılır, belki
toplumsal konumunuza da yararı dokunur bunun; 'Bizim köy
öğretmeni uyumuyormuş' denir ve tarım dergisi de, dergilerin
bellek ve vicdanları varsa, açıkça sizden bağışlanmasını diler,
iyi yürekli profesörün biri de uğraşıp sizin için bir burs sağlar;
sizi kente çekmeye uğraşmaları, bir ilkokulda size iş bulup
kentin bilimsel olanaklarından eğitim ve öğreniminizi geliştir
mede yararlanma fırsatını size vermeye çalışmaları da olmaya
cak şey değildir. Açık konuşmam gerekirse şunu söylemeliyim
ki, yalnızca çalışacaklarını sanıyorum, hepsi bu. Oysa gerçekte
sizi kente çağıracaklar, siz de kalkıp gideceksiniz, hem de sıra
dan bir ricacı olarak giden birisiniz, yüzlercesi vardır ya, işte
onlardan biri; törenli falan bir karşılama yapılmayacak; kentte
sizinle konuşup içtenlikle sürdürdüğünüz çabaların değerini
teslim edecekler, ama aynı zamanda bakacaklar ki, kocamış bir
adamsınız, bu yaşta bilimsel bir öğrenime başlamanızdan hayır
çıkmayacaktır; siz de zaten planlı bir çalışmadan çok, rastlantı
sonucu böyle bir keşfe ulaşmışsınızdır ve bu tek keşif dışında
bir çalışmada bulunmayı düşünmüyorsunuzdur. Söz konusu
nedenlerden ötürü sizi Allah bilir köyde bırakacak, keşfiniz
üzerindeki çalışmaları ise sürdürecekler; çünkü bir yol takdir
gördükten sonra bir daha unutulacak gibi küçük bir şey değil
dir. Ama siz bu konuda fazla bir şey öğrenemeyecek, öğrene
ceklerinizi de pek anlamayacaksınız. Yapılan her keşif daha o
484
BiR SA VAŞIN TASViRi
saat bilimler topluluğu içerisine alınarak bir bakıma keşif nite
liğini yitirir, bütün içinde eriyerek kaybolur; bundan böyle söz
konusu keşfi seçebilmek için bilimsel eğitim görmüş bir gözü
olması gerekir insanın. Keşif hemen, varlıklarından henüz hiç
haberimiz olmayan temel düşüncelere bağlanır ve bilimsel ko
nuşmalarda bu temel düşüncelere bağlı olarak yukarılara, ta
bulutlara kadar çekilip çıkarılır. Nasıl aklımız erebilir buna?
Örneğin, bilginlerin söyleşilerine kulak verirsek sanırız ki, keş
fin sözü edilmektedir; oysa üzerinde konuşulan apayrı şeyler
dir. Bir başka kez de öyle olur ki keşiften degil, büsbütün degi
şik bir şeyden konuşuldugunu sanırız, ama bu kez de keşfin ta
kendisinden söz açılmaktadır.
Bilmem anlıyor musunuz bunu? Köyde kalıp aldıgınız parayla
ailenizi biraz daha iyi doyurabilir, giydirebilirsiniz; ama keşfi
niz elinizden alınır ve siz de bir yolunu bulup buna karşı çıka
mazsınız, çünkü gerçek degerini ancak kentte kazanmıştır keşif
Ve belki size karşı hiç de nankörce davranılmaz, diyelim keşfin
yapıldıgı yere küçük bir müze kurulur ve burası köyün görül
meye deger bir yerine dönüştürülür, siz de o yerin anahtarını
korumaya memur edilirsiniz ve gözle görülür ödüllendirme/e
rin de eksik edilmemesi için, bilim kurumlarının hizmetinde ça
lışanların genellikle gögüslerinde taşıdıkları gibi bir madalyaya
da kavuşabilirsiniz. Bütün bunlar olabilir, ama siz bunları mı
istemiştiniz? "
Bir cevap bulmakla oyalanmayıp pek dogru olarak sordu ögret
men: "Demek siz benim için bunları ele geçirmeye çalıştınız? "
"Belki, " dedim, "o vakit fazla düşünüp taşınarak davranma
mıştım, dolayısıyla kesin bir yanıt veremeyecegim. Size yardım
etmek istemiştim, başaramadım, hatta şimdiye kadarki girişim
lerimin en başarısızıydı diyebilirim. Şimdi bu işten sıyrılmak ve
olanları gücümün elverdigi kadar olmamış duruma sokmak
amacındayım. "(•)
(•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik " te yok.
485
BiR SA VAŞIN TASViRi
" Öyle olsun! " diyerek karşılık verdi köy öğretmeni; piposunu
çıkarıp, ceplerinde açıkta taşıdığı tütünden alarak içine tıkıştır
maya başladı. "Bu nankör işe kendi gönlünüzle el attınız, şim
di de yine kendi gönlünüzle bu işten sıyrılmak istiyorsunuz.
Hiç yanlış bir tarafı yok bu davranışın . " - " Dikkafalı değilim
dir, " diye cevapladım, "önerimde acaba kusurlu bir taraf mı
görüyorsunuz? " - "Yo, asla! " dedi köy öğretmeni. Piposundan
dumanlar çıkmaya başlamıştı; tütününün kokusuna dayanama
yarak kalktım, odada aşağı yukarı gezinmeye koyuldum. Köy
öğretmeninin bana karşı pek suskun davrandığına, hele beni
ziyarete geldi mi odamdan bir yere kımıldamak istemediğine
daha önce görüşüp konuşmalarımızdan alışıktım. Kimi zaman
onun bu durumunu pek yadırgamıştım; hep benden istediği bir
şey daha var diye düşünmüş, kendisine buyrun alın dediğim
paraları hiç almam dememişti. Ancak kalkıp gitmeye gelince,
hep canı istediği zaman yapmıştı bunu. Gideceği vakit, pipo
sundaki tütün normalde içilip bitmiş olur, yaylanıp kalkar, gü
zelce ve saygılı bir edayla masaya yaklaştırdığı sandalyesinin
çevresinde şöyle bir döner, köşede duran boğum boğum basto
nunu kavrar, içtenlikle elimi sıkıp giderdi. Ama bugün onun
suskun suskun oturması adeta sinirime dokunuyordu. Benim
gibi, bir kimseye bir daha görüşmemek üzere ayrılmanız öne
risinde bulunur, öneriniz de o kimse tarafından pek uygun kar
şılanırsa, ortaklaşa görülmesi gereken az buçuk işi bir an önce
görüp çıkarır, suskun varlığınızı boş yere karşınızdakinin sırtı
na yüklemezsiniz. Bu ufak tefek yapışkan adama benim masa
da otururken arkadan bakıldı mı, hani sanılabilirdi ki, onu oda
dan dışarı atmak dünyada başarılacak gibi değildir.
486
BiR SA VAŞIN TASViRi
BİR KÖPEGİN ARAŞTIRMALARI
Yaşamım nasıl da değişti, ama doğrusu nasıl da değişmemiş
bulunuyor. Şimdi bazen düşüncelerimi gerilerde gezdirip, he
nüz köpekler arasında günlerimi geçirerek onların dert ve ta
salarını paylaştığım, köpekler içinde bir köpek olduğum günle
ri aklıma getiriyorum da, biraz dalı� dikkatle bakınca görüyo
rum ki, bu işte öteden beri aksayan bir taraf, kınk kopuk bir
yer vardı, o pek saygıdeğer ulusal toplantılarda hafif bir hoş
nutsuzluktur hep sarardı içimi; arada bir, ama hayır, pek sık, eş
dost arasında bile kendimi bu hoşnutsuzluğa kaptırır, yakınlık
duyduğum bir köpek arkadaşı yalnızca görmek, nasılsa işte
onu yeni bir gözle görmek bile beni aptallaştım, korkutur, ça
resizlik, hatta umutsuzluğa sürüklerdi. Ama sonra yine bir öl
çüde yatışır, kendilerine durumu açıkladığım dostlarım yardı
mıma koşar, derken yine sessiz sakin yaşamaya başlardım; öy
le günler ki, yukarıda sözü edilen şaşırtıcı durumlar yine eksik
olmaz, ama bunları şimdi daha bir serinkanlı karşılar, yaşadı
ğım hayatın içine daha bir serinkanlı yerleştirirdim. Bunlar
belki yorardı beni; ama başkaca bana zararı dokunmaz, gerçi
biraz soğuk, çekingen, ürkek, hesabi, ama her şeye karşın bas
bayağı bir köpek varlığını sürdürmeme izin verirlerdi. Zaten
arada böylesi molalar olmasa, nasıl bu yaşa erişirdim; gençliği
min pek tatsız olaylarını gözden geçirip, yaşlılığın pek tatsız
olaylarına göğüs gererken gösterdiğim bu dinginliğe hangi ça
bayla ulaşır, itiraf edeyim ki silik, daha ihtiyatlı bir deyimle pek
parlak denemeyecek doğal yeteneğimden gerekli sonuçları na
sıl çıkarıp, adeta tümüyle onların gösterdiği doğrultuda bir
ömür sürerdim. Kendi kabuğuma çekilmiş, yalnızlık içinde, sa487
BiR SA VAŞIN TASViRi
dece o umutsuz, ama benim için zorunlu araştırmalarla vakit
geçirerek yaşayıp gidiyorum; ama uzaktan uzağa da kuşbakışı
görüyorum ulusumu, bu bakışı yitirmiş değilim; sık sık haber
ler sızıp geliyor bana kadar, benim de zaman zaman sesimi işit
tirdiğim fırsatlar çıkıyor. Bana saygıyla davranıyorlar; yaşayış
biçimimi anlamıyor, ama bundan ötürü bana darılıp gücenmi
yorlar; hatta sağda solda uzaktan koşup geçtiklerini gördüğüm
genç köpeklerin, küçüklüklerini hayal meyal da olsa pek anım
sayamadığım bu genç kuşağın saygı dolu bir selamı benden
esirgediği yok.
Hani bir gerçeğin gözden uzak tutulmaması gerekiyor: Açıkça
ortada duran bütün acayipliklerime karşın, hiç de büsbütün so
yuma yabancı bir yanım bulunmuyor. Çünkü düşünüyorum da
- düşünmek için de gereken zamana, isteğe ve yeteneğe sahi
bim - doğrusu köpeklerin durumuna hiç diyecek yok. Biz kö
pekler dışında dört bir taraf çeşit çeşit yaratıklarla dolu; zaval
lı, pek bir değer taşımayan, suskun, bazı bağırtılardan başka
şey bilmeyen yaratıklar hepsi; biz köpeklerden pek çoğu, bun
ları kendisine inceleme konusu yapıyor, bunlara isimler takı
yor, bunlara yardım etmeye, bunları eğitip soylulaştırmaya uğ
raşıyor. Beni rahatsız etmeye kalkmadıkları süre umursadığım
yok onları; birini ötekine karıştırıyor, kendilerini görmezden
geliyorum. Ama bir şey var, gözümden kaçmayacak gibi göze
çarpıcı: Biz köpeklerle karşılaştırırsak ne kadar az bir dayanış
ma var aralarında; birbirlerinin yanından nasıl da yabancı, sus
kun ve bir çeşit düşmanlıkla geçip gidiyorlar; ancak en bayağı
bir çıkar kaygısıyla birazcık, o da dıştan birbirlerine bağlılar;
hatta bu çıkardan bile sık sık kin ve kavgalar doğuyor. Biz kö
pekler öyle miyiz! Sanırım şunu söyleyebiliriz ki, biz bütün kö
pekler bir tek topluluk içinde yaşarız; oysa, normal olarak za
man içinde gelişip ortaya çıkmış sayısız ve köklü ayrılıklardan
ötürü birbirimizden işte öylesine değişik konumlarımız vardır.
Hepimiz bir topluluk içindeyiz! Bir güç birbirimize doğru iter
bizi ve hiçbir şey kendimizi bu itici güce bırakmaktan bizi alı488
BiR SA VAŞIN TASViRi
koyamaz; gerek benim bala bildiğim birkaçı, gerek aklımdan
çıkıp gitmiş o sayılamayacak kadarıyla tüm yasa ve kurumları
mız, elde edebileceğimiz bu en büyük mutluluğun özleminden,
yani sıcacık hep bir arada bulunma isteğinden kaynaklanıyor.
Ancak, bir de tersyüzü var işin. Benim bildiğim, hiçbir yaratık
biz köpekler kadar dağınık yaşamaz; hiçbirinde bizdeki kadar
çok, bizdeki kadar sayılamayacak sınıf, cins ve meslek aynlık
ları görülmez. Birbirimizle dayanışma içinde kalmak isteyen
bizler -bunu da her şeye karşın o coşkulu anlarımızda başarı
yoruz -, özellikle bizler de biri ötekine benzemeyen ve çok va
kit yanı başınızdaki soydaşlarınızın bile kavrayamadığı mes
leklerde, köpeklerin olmayan, hatta daha çok köpeklere karşı
konmuş yasalara tutunarak birbirimizden pek ayrı yaşayıp du
ruruz. Ne çetin şeylerdir bunlar; en iyisi kurcalamadan geçil
mek istenen - bu görüşü de anlıyor, kendiminkinden de iyi an
lıyorum -, ama beni de tümüyle sultası altında tutan şeyler. Ne
den ben de ötekiler gibi davranmıyor, kendi ulusumla birlik
içinde yaşayıp, bu birliği bozacak bir şeyle karşılaştım mı sesi
mi çıkarmadan bunu benimsemiyor, büyük hesap içinde ufak
bir yanlış gibi buna bakmıyor, kuşkusuz bizi hep karşı konul
maz bir güçle toplum içinden çekip almaya çalışan güce değil,
mutlulukla bizi birbirimize bağlamak isteyen güce hep yüzüm
dönük kalmıyorum.
Küçüklüğümdeki bir olay geliyor aklıma; sanırım herkesin ço
cukluğundan bildiği o mutlu ve nedeni açıklanmaz coşkularla
dolu ruh durumlarından birini yaşıyordum, pek gencecik bir
köpektim henüz, hoşuma gitmeyen hiçbir şey yoktu, her şey
benimle ilişkiliydi; öyle sanıyordum ki, çevremde büyük olay
lar olup bitiyor, bunlar hep benden soruluyor, benim bunların
sözcülüğünü yapabilmem gerekiyordu; kendileri hesabına ko
şup durmasam, kendileri hesabına bedenimi sağa sola devin
dirmesem perişanlık içinde yerde yatıp kalacaklardı. Evet, ara
dan yıllar geçtikçe uçup gidecek çocuksu hayaller; ama o za
manlar güçlüydü bu hayaller, büsbütün onların çekiciliğine
489
BiR SA VAŞIN TASViRi
kaptırmıştım kendimi; ayrıca, kuşkusuz o çılgınca umutlara
hak verir görünen olağanüstü bir durumla da karşılaşmıştım.
Gerçekte olağanüstü bir şey değildi, sonraları bunun gibisini
ve bundan da tuhafını hayli sık yaşadım; ama o zamanki olay
güçlü, silinmez, sonraki bir sürü olaya yön veren bir izlenim bi
raktı üzerimde. Diyeceğim, günün birinde ufak bir köpek top
luluğuna rastladım; daha doğrusu ben rastlamadım da o gelip
beni buldu. Uzun süre zifiri bir karanlıkta koşup durmuştum,
ileride gerçekleşecek büyük olayların önsezisi vardı ruhumda öyle bir önsezi ki, kuşkusuz kolayca aldatıyordu beni, çünkü
hep içimde yaşıyordu -, uzun süre zifiri karanlıkta koşup dur
muş, her şeye karşı kör ve sağır, sağa sola seğirtmiştim; yalnız
ca içimdeki o belirsiz isteğin yol göstericiliğine bırakmıştım
kendimi ve derken tam yerine gelmişim gibi bir duyguyla ansı
zın durakalmıştım; gözlerimi kaldırmış, apaydınlık bir gün or
tasında bulunduğumu görmüştüm; biraz pusluydu hava, tüm
çevrem iç içe geçmiş dalgalar halinde mest edici kokularla do
luydu; karışık sesler çıkarıp selamladım sabahı; ansızın, kendi
lerini sanki ben çağırmışım gibi, şimdiye kadar asla işitmedi
ğim müthiş bir gürültüyle karanlık bir köşeden yedi köpek gün
ışığında ortaya çıktı. Köpek olduklarını açık seçik görmesem
ve nasıl çıkardıklarını kestiremesem de gürültüyü onların yan
ları sıra getirdiğini işitmesem, hemen kaçmakta alırdım soluğu,
ama bu durumda yerimden kımıldamadım. O vakitler yalnızca
köpek soyuna vergi yaratıcı müzik yeteneğinden hemen hiç ha
berim yoktu, benim ancak yavaş yavaş gelişen gözlem gücüm
den şimdiye kadar anlaşılacağı üzere saklı kalmıştı bu yetenek;
öyle ya, müzik ta ana sütü emdiğim zamandan beri pek doğal
ve varlığı zorunlu bir nesne gibi çevremi sarmış, bu nesneyi
normal yaşamımdan ayırmaya beni zorlayan hiçbir durumla
karşılaşmamıştım; bu konuda çocuksu aklımın alacağı biçimde
belli belirsiz dikkatim çekilmeye çalışılmıştı, o kadar; dolayı
sıyla, ansızın yedi büyük müzisyenle karşılaşmak hayli şaşırt
mıştı beni, adeta sarsılmıştım. Ne konuşuyor, ne şakıyor, genel
490
BiR SA VAŞIN TASViRi
olarak nerdeyse büyük bir inatla susuyor, ama bomboş mekan
içinde de kaşla göz arasında bir müzik kotarıp çıkarıyorlardı.
Her şeyleri müzikti, ayaklarını kaldırıp indirmeleri, başlarını
şu ya da bu yana döndürmeleri, koşmaları, dinlenmeleri, birbi
rine karşı konumlarını belirlemeleri, örneğin birinin ön ayak
larını baştakinin sırtına dayayıp arka arkaya dizilmeleri ve baş
takinin öbürlerinin yükünü dimdik sırtında taşıması ya da hep
sinin yere yakın bir yükseklikte sessizce süzülüp giden vücutla
rını birbirlerine dayayıp bir halka yapmaları müzikti. Bu bir
leşmeler sırasında da yanılgıya düşmüyorlar, biraz güvensizlik
içinde bulunan, hemen öbürleriyle kaynaşamayan, müziğin ez
gisine adeta bazen ayak uyduramayan en sonuncusunda bile
böyle bir yanılma görülmüyordu. Ötekilerdeki müthiş güvenle
karşılaştırıldı mı, güven duygusundan yoksun denebilirdi so
nuncusu için; ama daha da büyük, daha da yetersiz bir güven
sizlik de olsa bu, zararı yoktu; çünkü ötekiler, o büyük ustalar
tempoyu sarsılmaz biçimde koruyorlardı. Ancak, kendileri pek
görülmüyor, hiçbiri pek seçilmiyordu. Ortaya çıkıvermişlerdi,
bir köpek olarak yürekten kendilerini selamlamıştım; doğru,
kendilerine eşlik eden gürültü beni pek şaşırtmıştı, ama ne de
olsa köpektiler, benim gibi, senin gibi köpeklerdi; yolda karşı
laştığım köpekleri nasıl izliyorsam, onları da öylece izlemiş,
kendilerine sokulmak, kendileriyle selamlaşmak istemiştim;
onlar da pek yakınımdaydı hani. Benden pek büyüktüler, be
nim içinde yer aldığım o tüyleri uzun ve yünsü köpek cinsinden
değillerdi, ama gene de boy bos ve biçim bakımından bana pek
yabancı sayılmazlardı; hatta çok iyi tanıdığım şeylerdi, bu ve
benzeri cinsten pek çok köpek vardı bildiğim. Ama siz daha bu
düşüncelerle oyalanırken, müzik yavaş yavaş ağırlık kazanıp
öne çıkıyor, bayağı kavrıyor sizi, bu gerçek köpekçiklerden
uzaklaştırıyor, dört bir yandan, yukardan, aşağıdan, her bir ta
raftan gelen, dinleyeni ortasına alıp üzerine çullanan, onu al
tında ezen ve o yok olurken artık uzak sayılabilecek bir yakın
lıktan işitilir işitilmez fanfarlarını öttüren müzikle, yalnız ve
491
BiR SA VAŞIN TASViRi
yalnız bu müzikle, hiç istemeyişinize, tüm gücünüzle diretme
nize, bir acıyla karşı karşıya bırakılıyormuşsunuz gibi ulumanı
za aldırmayarak sizi uğraşmak zorunda bırakıyor, derken yine
salıveriyordu; çünkü artık fazlasıyla bitkin düşmüş, fazlasıyla
yok olmuş, dermansız kalmışsınızdır; müziği işitecek haliniz
yoktur; salıverilmişsiniz ve yedi küçük köpeğin önünüzden
alay halinde geçişlerini, sıçrayıp zıplamalarını görmüşsünüz
dür; üzerinizde ne kadar yanlarına yaklaşılmaz bir izlenim bı
raksalar da yine seslenecek, sizi aydınlatmalarını rica edecek,
burada böyle ne yaptıklarını soracak olmuşsunuzdur - henüz
bir çocuktum, her vakit ve herkese sorular yöneltebileceğimi
sanıyordum -. Ama işte tam davranacaktım, yedi köpekle
aramda o hoş, aşina ve köpeksi bağlantıyı tam duyumsamıştım
ki, yeniden ortaya çıktı müzik; aklımı başımdan alıp, sanki
kendim de müzisyenlerden biriymişim gibi beni fır fır döndür
meye başladı, oysa bu müziğin bir kurbanıydım sadece; ne ka
dar merhamet diledimse de oraya buraya savurup durdu beni
ve sonunda o çevrede yetişen, ama benim şimdiye kadar farkı
na varmadığım dağınık bir çalılığa sıkıştırdı, kıskıvrak kucakla
yıp başımı bastırarak yere eğdi, açıklıkta ne kadar gümbürde
yerek ötmüş olursa olsun, bana biraz soluk alma fırsatını verdi.
Doğrusu, yedi köpeğin bu hünerinden çok - aklımın ermediği
bir hünerdi, beri yandan yeteneklerimin büsbütün dışındaydı onların cesaretlerine şaşıyordum, yaptıkları müziğin etkisine
nasıl da kendilerini öyle düpedüz ve açıkça bırakmaya kalka
biliyorlar, bu müziğe öyle sessiz sakin nasıl da katlanıyor, nasıl
olup da müzik onları çökertip soluksuz bırakmıyordu. Kuşku
suz şimdi sığındığım kovuktan daha bir dikkatle bakınca, onla
rın pek serinkanlı değil, alabildiğine gergin bir hava içinde ça
lıştıklarını görüyordum. Görünürde alabildiğine güvenle devi
nen bu bacaklar, her adımda sonu gelmez korkulu bir kasıl
mayla titriyor, adeta mutsuzluktan kaskatı kesiliyor, biri öteki
ne bakıyor, boyuna yeniden söz geçirmeyi başardıkları dilleri
hemen ardından gene bir karış ağızlarından sarkıyordu. Onla492
BiR SA VAŞIN TASViRi
rı böylesine heyecanlandıran başaramama korkusu değildi el
bet; onlarınki gibi bir şeye yeltenebilen, böyle bir şeyi kotarıp
ortaya çıkarabilenin korku nesineydi artık. Hem neden kork
sunlardı? Şimdi burada yaptıklarını yapmaya bir zorlayan mı
vardı onları? Özellikle şimdi kendilerini böyle anlaşılmaz bi
çimde yardım gereksinir gördüğüm için, artık dayanamayıp çıl
gınca gürültü arasından sorularımı yüksek sesle ve meydan
okurcasına haykırdım. Onlarsa - akıl erdirilecek gibi değildi,
akıl erdirilecek gibi değildi doğrusu - yanıt vermeyerek, sanki
ben orada yokmuşum gibi davrandılar. Köpek seslenmesini
büsbütün yanıtsız bırakan köpekler; görgü kurallarına karşı iş
lenmiş bir suç ki, ister en küçük köpek işlesin bunu, ister en bü
yük, asla bağışlanmaz. Yoksa köpek değiller miydi? Ama nasıl
olurdu, şimdi daha bir dikkatle kulak kabartıyor, usulcacık bir
birlerine seslendiklerini bile işitiyordum; birbirlerini şevke ge
tiriyor, güçlüklere birbirlerinin dikkatini çekiyor, yanılgılara
karşı birbirlerini uyarıyorlardı. Seslenmelerime özellikle hedef
aldığım en küçük köpek, ikide bir yan gözle bana bakıyordu;
sanki bana yanıt vermeyi pek istiyordu da, yanıt vermesine
müsaade edilmediği için kendini tutuyordu. Ama ne diye mü
saade edilmesindi buna? Yasalarımızın her vakit kayıtsız şart
sız gerçekleştirilmesini istediği bir şey, bu kez ne diye gerçek
leştirilemesindi? İçimde bu soru başkaldırıp duruyordu, müzi
ği unutmuştum adeta. Karşımdaki bu köpekler, yasaları ayak
lar altına alıyordu. Ne kadar büyük sihirbaz olsalar da, yasalar
kendileri için de geçerliydi; bunu ben daha o zamanki çocuklu
ğumla pek iyi anlamış, sonradan daha da çok şeyleri anlamaya
başlamıştım. Nedeni suçluluk duygusuysa, susmakta gerçekten
haklıydım kuşkusuz. Çünkü o nasıl davranıştı öyle ! Yüksek
sesli müzik şimdiye kadar farkına varmamı önlemişti ama şim
di görüyordum ki, tüm haya duygularını sıyırıp atmışlardı üzer
lerinden; sefil yaratıklar, dünyanın hem en gülünç, hem en
utanç verici eylemini gerçekleştiriyor, arka bacakları üzerinde
dimdik yürüyorlardı. Tüh Allah kahretsin! Giysilerini soyunu493
BiR SA VAŞIN TASViRi
yor, mahrem yerlerini gururla sergiliyorlardı; bundan haz du
yuyor ve bir an içlerindeki iyi içgüdüye uyup da ön bacakları
nı indirseler, sanki yaptıkları bir hataymış, doğa'nın kendisi ha
taymış gibi korkuyla irkiliyor, bacaklarını yine çarçabuk hava
ya kaldırıyorlardı. Bakışları, biraz günahkarlığa saptıkları için
sanki bağışlanma diliyordu. Dünya tersine mi dönmüştü? Ne
redeydim? Ne olmuştu? Kendi varlığım söz konusuydu, dola
yısıyla daha çok duraksayamazdım, çepçevre beni kıskaca al
mış çalılıklardan kurtardım kendimi, bir hamlede sıçrayıp dışa
rı çıktım; niyetim, köpeklerin yanına varmaktı; ben küçük öğ
rencinin bir öğretmen gibi davranması, ne yaptıklarını onların
kafalarına sokması, onları daha çok günaha girmekten alıkoy
ması gerekiyordu. "Bak şu koca köpeklere! Bak şu koca kö
peklere! " diye yineliyordum kendi kendime. Ama tam çalılık
tan kurtulmuş, köpeklerle aramda iki üç sıçrayışlık bir yer kal
mıştı ki, deminki gürültü tekrar üzerime çullandı. Belki o şevk
le, artık yabancım olmayan bu gürültüye bile karşı koyabilir
dim; ama derken gürültünün o müthiş, öyleyken belki üstesin
den gelinebilecek gücü arasında duru, sert, hep aynı kalan, bü
yük uzaklıklardan bayağı hiç değişmeksizin kopup gelen ses,
belki gürültü içindeki bu gerçek melodi yükselip bana diz çö
kertti. Ah, bu köpeklerinki nasıl insanın aklını başından alan
bir müzikti böyle? Daha ileri gidemiyor, onlara akıl hocalığı
yapmak istemiyordum; bacaklarını açıp günah işleyebilir ve
başkalarını da sessiz sakin kendilerini seyretme günahına sü
rükleyebilirlerdi; ben küçücük bir köpektim, kim öylesine güç
bir işi yapmamı isteyebilirdi benden? Hatta olduğumdan da
küçülttüm kendimi; köpekler gelip benden davranışları konu
sunda ne düşündüğümü sorsalar bir köpek eniği gibi ciyaklar,
belki kendilerine hak verirdim. Ama arası çok geçmeden tüm
gürültü ve aydınlığı yanlarında götürerek karanlıkta gözden
kayboldular.
Daha önce dediğim gibi, bütün bu olayda pek alışılmadık bir
taraf yoktu; uzun bir yaşam süresince bir kimsenin karşısına
494
BiR SA VAŞIN TASViRi
öyle şaşırtıcı şeyler çıkar ki, bütün'ün içinden alınıp bir çocuk
gözüyle incelendi mi, daha da şaşırtıcı görünür. Sonra, her şey
gibi söz konusu olay da o yerinde deyimle " söze boğulur" atla
nıp geçilirdi üzerinden: İşte yedi müzisyen bir 'lfaya toplanmış
tır da, sabahın sessizliğinde bir konser vermektedir, küçük bir
köpek de yolunu şaşırıp onların bulunduğu yere gelmiştir, ra
hatsız eden bir dinleyicidir hani, köpekler konserlerini özellik
le korkunç ve yüce bir hava içinde icra ederek onu kovmaya
çalışırlar, ama boşuna. Bu küçük köpek, yönelttiği sorularla ra
hatlarını kaçırmıştır. Bu durumda, bir yabancının çevrelerinde
yalnızca eğleşmesiyle yeterince rahatı kaçan müzisyenler, üste
lik bu rahatsızlığı sorulara yanıtlar vererek daha da büyütseler
miydi? Yasalar hiçbir yöneltenin sorusunun yanıtsız bırakılma
masını buyursa bile, böyle küçücük, böyle serseri bir köpek sö
zü edilmeye değer bir şey miydi? Belki de hiç anladıkları yok
tu onu, çünkü sorularını pek anlaşılmayacak havlamalarla açı
ğa vuruyordu. Ama belki de onu pekala anlıyor, kendilerini
yenerek ona yanıt veriyorlardı da, o küçük yaratık, yanıtı mü
zikten ayıramıyordu. Arka bacakları üzerinde yürümeye gelin
ce, belki böyle yürümeleri gerçekten bir istisnaydı, yine de bir
suç işliyorlardı. Ama işte yalnızdılar; dostlar arasında yedi
dost, senli benli bir hava içinde bir araya gelmişlerdi; kendi
dört duvarları içinde adeta yapayalnızdılar; çünkü dostlar ne
de olsa başkaları değildir ve başkalarının bulunmadığı yerde
küçücük meraklı bir sokak köpeği de bu başkalarının yerini tu
tamaz. Bu durumda da sanki hiçbir şey olmamış gibi değil miy
di? Büsbütün öyle de değil, ama ona yakın; öte yandan anne ve
babaların yavrularını daha az sağda solda koşturup, kendileri
ne daha çok susmalarını ve yaşlılara saygı beslemelerini öğret
meleri gerekirdi.
Bu noktaya gelindi mi, olay kapanmış demektir. Ama büyük
ler için kapanan bir olay, küçükler için henüz kapanmış sayıl
maz. Sağda solda koşmaya, olup biteni anlamaya, sorular so
rup suçlamalarda bulunmaya, araştırıp incelemeye başlamış495
BiR SA VAŞIN TASViRi
tım; herkesi olayın geçtiği yere çekip götürmek, benim eğleşti
ğim yeri, yedi müzisyenin eğleştiği yeri, onların nerede ve na
sıl dans edip konserlerini verdiklerini göstermek istiyordum;
başlarından savıp da alay edecekken içlerinden biri benimle
gelseydi, öyle sanıyorum ki, olup biteni bütün açıklığıyla anla
tabilmP.k için masumiyetimi gözden çıkarır, ben de arka bacak
larım üzerinde dikilmeye çalışırdım. Eh, bir çocuk ne yaparsa
kötü sayılır, ama sonunda da her yaptığı bağışlanır. Gel gele
lim, ben bu çocuksuluğu sonradan da elden bırakmadım, bu
çocuksulukla büyüyüp kocadım. Bugün kuşkusuz çok daha az
önemsediğim olay üzerinde nasıl o zaman bağıra çağıra tartışıp
bunu öğelerine ayırmaya, içinde yaşadığım topluluğu umursa
maksızın oradakileri bu olay için bir ölçü diye almaya çalış
maktan bir türlü geri kalmamışsam, nasıl o zaman, ben de her
kes gibi can sıkıcı bulduğum, ama işte bu yüzden - başkaların
dan ayn - incelemelerimle düpedüz dağıtıp çözerek gözlerimi
sonunda yine o alışılmış sakin ve mutlu gündelik yaşama çevi
rebilmek için boyuna bu işle uğraşmışsam, sonradan da tıpkı o
zamanlardaki gibi, ancak daha çocuksu önlemlere başvurarak
- ama aradaki fark fazla büyük değil - aynı iş üzerinde çalıştım
hep ve bugün de hala çalışıp duruyorum.
Ama işte o konserle başladı. Bundan ötürü yakınmıyorum; bu
rada sesini duyuran benim doğuştan varlığımın, konser olmasa
da bir başka yoldan kendini açığa vuracağı kuşkusuzdu. Ne var
ki, bunun o kadar çabuk gerçekleşmesi, önceleri kimi vakit üz
dü beni, çocukluğumun büyük bir parçasından etti, bazılarımı
zın yıllarca uzatmasını becerdiği yavru köpeklerinin o mutlu
yaşamı bende topu topu bir iki ay gibi kısa sürdü. Ama aldır
ma, çocukluktan daha önemli şeyler vardır. Ve belki yaşlılı
ğımda çetin bir yaşamla kazanılmış çocuksu bir mutluluk bana
el sallamaktadır. Gerçek bir çocuğun kazanabileceğinden daha
büyük bir mutluluk; ama yaşlılığımda kendisine katlanma gü
cüm bulunacaktı.
496
BiR SA VAŞJN TASViRi
O zaman araştırmalarıma en basit şeylerden başlamıştım, mal
zeme eksik değildi elimin altında, yazık ki değildi; çünkü özel
likle malzemenin bolluğu, kasvetli saatlerde beni umutsuzluğa
düşürüyordu. Köpeklerin neyle beslendiklerini araştırmaya
başlamıştım. Eh, kuşkusuz basit bir sorun değil; çok, çok eski
zamanlardan beri uğraştırıp durur bizleri, düşünüp taşınmala
rımızın ana konusudur, bu alanda sayısız gözlem, deney ve gö
rüşler vardır, gelişip bir bilim oluşturmuştur hepsi; bir bilim ki
devcileyin boyutları yalnızca tek kişinin değil, bilginlerin tü
münün birden kavrayış gücünü aşıyor ve salt köpeklerin bütü
nü tarafından, o da işte ahlaya oflaya ve taşınabildiği kadar ta
şınıyor. Çok eskilerden beri elde var olan bir servet sürekli ufa
lanıp dökülmekte, zahmetle yeniden bütünlenmesi gerekmek
tedir; bu durumda benim kendi araştırmalarımdaki güçlükler
den ve pek de gerçekleştirilecek gibi gözükmeyen önkoşullar
dan hiç söz açmamak daha yerinde olur. Bütün bunların bir iti
raz niteliği taşıdığı söylenmesin bana, çünkü hepsini biliyorum;
gerçek bilime burnumu sokmayı aklımın ucundan geçirdiğim
yok, bu bilime yaraşan saygıyı duyuyorum, ama bunu çoğalt
mak konusunda da ne yeterince bilgim, ne huzurum -hele bir
kaç yıldır - ne de hevesim var. Yiyeceği yiyor, ama en ufak bir
incelemeye layık görmüyorum. Bu bakımdan bütün bilimlerin
özü, yani annelerin memeden kesip yaşam içine salarken yav
rularından uymasını istedikleri o küçük kural bana yetiyor:
" lslatabildiğin her şeyi ıslat! " Ve gerçekten nerdeyse her şeyi
kapsamıyor mu bu kural? Ta atalarımızdan beri sürdürülen
araştırmaların buna ekleyeceği öyle hatırı sayılır bir şey var
mı? Hep ayrıntılar, hep ayrıntılar ve ne kadar da güvenileme
yecek şeyler hepsi. Oysa söz konusu kural, biz köpekler yaşa
dıkça varlığını sürdürecek. Bizim ana besinimize ilişkin bir ku
ral. Doğru, daha başka yardımcı çareler de var elimizde, ama
darda kalırsak, yıllar da öyle pek kötü değilse, bu ana besin ya
şatabilir bizi; bu ana besini ise toprak üzerinde ele geçiririz,
toprak da bizim idrarımızı gereksinir, ondan alır besinini ve
497
BiR SA VAŞIN TASViRi
ancak buna karşılık ana besinimizi bize verir; söz konusu besi
nin ortaya çıkması da kuşkusuz - bunun da unutulmaması ge
rekiyor - belli birtakım sözler, şarkılar, devinimlerle çabuklaş
tırılabilir. Ama bana kalırsa hepsi bu kadar; bu yönden konu
üzerinde söylenecek öyle önemli bir şey kalmamıştır. Bu nok
tada ben de doğrusu köpeklerin çoğuyla aynı düşünceyi payla
şıyorum ve bu yoldaki asi görüşlerin şiddetle karşısındayım.
Doğrusu benim istediğim özel davranış görmek, ille de haklı
çıkmak değil, kendi ulusumun bireyleriyle anlaşabilirsem mut
lu hissederim kendimi, nitekim söz konusu durumda oluyor
bu. Ama benim kendi girişimlerim bir başka doğrultuda. Ken
di gördüklerimin bana öğrettiği gibi, bilimin ortaya koyduğu
kurallara uyulup ıslatılır ve işlenirse, toprak besini verir bize ve
bu da gene bilimin tümüyle ya da kısmen saptadığı yasalarda
açıklanan nitelik, miktar, biçim, yer ve saatlerde olur. Bunu
kabul ediyorum, ama benim sorum şu: " Toprak bu besini ne
reden alır? " Bir soru ki, genellikle anlaşılmadığı bahane edilir
hep, en iyi bir olasılıkla şöyle yanıtlanır: " Yiyeceğin yetmezse
bizimkinden veririz. " Dikkat buyurulsun bu yanıta. Biliyorum,
bir kez ele geçirdiğimiz yiyecekleri aramızda dağıtmak köpek
ulusunun erdemlerinden değildir. Yaşam çetin, toprak çorak
tır, bilim bilgiden yana zengin, ama pratik başarılar açısından
fakirdir yeteri kadar; yiyeceği olan bunu elinde tutup başkası
na vermez, bu bencillik değil, bir köpek yasası, oybirliğiyle
alınmış ulusal bir karardır; bencilliğin yenilmesinden doğup
çıkmıştır ortaya, çünkü varlıklar hep azınlıktadır. Dolayısıyla
" yiyeceğin yetmezse bizimkinden veririz " yanıtı boyuna yine
lenen bir deyiş, bir şaka, bir takılma sözüdür. Böyle olduğunu
unutmuş değilim. Ama o zamanlar sorularımla sağda solda
sürtüp dururken bana karşı alayın bir kenara bırakılmış olma
sı, bu yüzden daha büyük önem taşıyordu benim için. Gerçi ba
na hala yiyecek bir şey veren çıkmıyordu - öyle hemen nereden
alınacaktı yiyecek -; o anda birinin elinde yiyecek bulunsa bile,
açlıktan kudurmuş, gözü başka şey görmüyordu. Ama önerile498
BiR SA VAŞIN TASViRi
ri ciddiydi ve bazen, yeteri kadar çabuk davranıp da çekip al
dım mı, gerçekten ele geçirdiğim kimi ufak tefek yiyecekler bi
le oluyordu. Ne diye bana karşı böyle özel bir davranış göste
riyor, beni gözetiyor, beni başkalarından üstün tutuyorlardı?
Sıska, cılız, kötü beslenmiş, yiyecek ardında pek koşmayan bir
köpektim de onun için mi? Ama bir sürü kötü beslenmiş kö
pek sağda solda koşup duruyor, elden geldi mi onların bile bi
razcık yiyecekleri ellerinden kapılıp alınıyor, çokluk açgözlü
lükten değil de, ilke bakımından böyle davranılıyordu. Yo yo,
başkalarından üstün tutuyorlardı beni, doğrusu ayrıntılarıyla
bunu kanıtlayamazdım, daha çok böyle olduğuna ilişkin belli
bir izlenim edinmiştim. Benim sorular mıydı acaba onları se
vindiren? Benim sorulan mı öyle pek zekice buluyorlardı? Ha
yır, sorularıma sevinmiyor, tümünü aptalca görüyorlardı. Ama
yine de onları bana karşı böyle lütufkar davranmaya zorlayan,
benim sorulardan başkası olamazdı. Sorularıma katlanmaktan
sa, en iyisi o pek tatsız şeyi yapıp ağzımı yiyecekle tıka basa
doldurmak istiyorlardı adeta - doldurmuyorlardı da doldur
mak istiyorlardı -. Ama o zaman da beni en iyisi başlarından
kovup uzaklaştırmaları, soru sormamı yasaklamaları gerekmez
miydi? Hayır, işte bunu yapmayı düşünmüyorlar, sorularımı
işitmek istemiyor, ama sorularımdan ötürü de beni başlarından
kovup uzaklaştırmaya kalkmıyorlardı. Her ne kadar alay edil
miş, budala küçük bir hayvancık davranışı görmüş, sağa sola
itilip kakılmışsam da, doğrusu saygınlığımın en yüksek olduğu
zaman bu zamandı, sonradan benzer bir durum asla çıkmadı
karşıma; nereye gitsem kapılar açılıyor, hiçbir şey benden esir
genmiyor, hoyrat davranmak bahanesi altında gerçekte bana
iltifatlarda bulunuluyordu. Ve bütün bunların hepsi de anlaşı
lan yalnızca benim sorularım, benim sabırsızlığım, benim araş
tırı tutkum yüzündendi. Yani böylece beni uyutmak mı istiyor
lardı, zora başvurmaksızın, adeta sevip okşayarak beni yanlış
bir yoldan, yanlışlığı öyle bütün kuşkular üstünde bulunmayıp,
dolayısıyla zor kullanılmasına izin vermeyen bir yoldan geri çe499
BiR SA VAŞIN TASViRi
virmek miydi niyetleri? Ayrıca, bana karşı bir saygı ve korku,
zor kullanmaktan kendilerini alıkoyuyordu. Daha o zamanlar
buna yakın bir şeyi adeta sezinlemiştim. Bugün ise kesinlikle,
o zaman bana böyle davrananların kendilerinden daha kesin
likle biliyorum böyle olduğunu; yalan değil, beni kandırıp yo
lumdan saptırmak istediler. Ama başaramadılar, tam tersi geç
ti ellerine, dikkatim daha bir incelik kazandı. Hatta anlaşıldı
ki, bendim ötekileri kandırmak, ayartmak isteyen ve bir ölçü
de de bunda başarı sağlamıştım. Ancak öbür köpeklerin yardı
mıyla anlamaya başlamıştım kendi sorularımı. "Toprak bu be
sini nereden alıyor? " diye sormuştum örneğin; bunu sorarken,
öyleymiş gibi görünse bile toprak umurumda mı, toprağın der
di tasası umurumda mıydı? Hiç de değil; çok geçmeden anladı
ğıma göre, benden düpedüz uzak bir şeydi bu, beni yalnızca
köpekler ilgilendiriyordu. Öyle ya, köpeklerden başka ne var
dı ki? Geniş ve boş dünyada köpeklerden başka kimden yar
dım umulabilirdi? Bilgilerin, soruların ve yanıtların tümü kö
peklerde saklı değil miydi? Ama etkin duruma getirilebilse.
gün ışığına çıkarılabilse bu bilgi, itiraf ettiklerinden, kendi ken
dilerine itiraf ettiklerinden sonsuz derecede çok daha fazla şey
bilmeseler! En iyi yiyeceklerin bulunduğu yerler suskun, kapa
lı olur ya, en konuşkan köpekler ondan da suskun, kapalıdır.
Köpek soydaşınızın çevresinde sessiz saklı dolanırsınız, hırstan
köpürür, kendi kuyruğunuzla kendinizi döver, sorar, ricalarda
bulunur, sızlanıp yakınır, ısırır ve derken ele geçirir, hiçbir ça
ba harcamadan elde edeceğiniz şeyi ele geçirirsiniz. Size sev
giyle kulak verişler, dostça dokunuşlar, saygılı koklayışlar, can
dan kucaklaşmalar; benim ve senin iniltilerin birbirine karışır,
tekleşir, her şey buna yönelmiştir. Bir mest oluş, bir unutuş, bir
buluş; ama özellikle elde edilmek istenilen şey, yani bilginin iti
rafı da ele geçmeden kalır hep. Bu yoldaki sesli ya da sessiz bir
soruya olsa olsa, o da ayartmalar son sınıra vardırıldı mı, yal
nızca sağır yüz ifadeleri, yan gözle bakışlar, puslu, bulanık göz
ler yanıt ��rir. Çocukken, o müzisyen köpeklere seslendiğim,
500
BiR SA VAŞIN TASViRi
ama onların sustuğu zamankinden pek farklı değil.
Hani denebilirdi ki: " Sen kendin köpek soydaşlarından dert
yanıyorsun, pek önemli sorunlara ilişkin susmalarından yakını
yorsun, onların itiraf ettikleri ve pratikte değerlendirmek iste
diklerinden daha çok bilgi sahibi olduklarını ileri sürüyorsun,
nedenini ve hikmetini kuşkusuz açığa vurmadıkları susuşları
yaşamı sana zehir ediyor, senin için katlanılmaz duruma soku
yor, bu yaşamı değiştirmek ya da onu terk etmek zorunda gö
rüyorsun kendini; olabilir, ama sen kendin de bir köpeksin,
sende de bu köpek bilgisi var, vursana işte açığa bunu; soru bi
çiminde değil de yanıt olarak. Bunu açığa vurdun mu, kim sa
na karşı durabilir? O büyük köpek korosu sanki bunu bekle
miş gibi çöküp yıkılacak, o zaman da işte istediğin kadar ger
çek, istediğin kadar açıklık ve itiraf sana, ardından böyle atıp
tuttuğun bu basık yaşamın tavanı açılacak ve biz köpekler hep
birden, yan yana, yüce özgürlüğe doğru yükseleceğiz. Diyelim
bu sonuncusu başarıya ulaşmadı, şimdiye kadarkinden daha mı
kötüleşecek durum? Diyelim, gerçeğin bütünü yan gerçekten
daha da katlanılmaz nitelik kazandı, susanların yaŞamı sürdü
renler olup dolayısıyla haklı bulunduktan doğrulandı, içimizde
daha şimdiden yaşayan o hafif umutsuzluk tam bir umutsuzlu
ğa dönüştü, olsun! Madem ki yaşamana izin verildiği gibi yaşa
mak istemiyorsun, bir sınamaya değer. Böyle de, niçin başka
larını susmalarından ötürü kınıyor, ama kendin susuyorsun? "
Yanıt kolay: Bir köpeğim de ondan. Pek önemli konularda tıp
kı ötekiler gibi sımsıkı içine kapalı, kendi sorularına karşı du
ran, korkudan kaskatı bir köpek. Aslında, hiç değilse büyükler
arasına karıştığımdan beri öbür köpeklere sorular yöneltmem,
bir yanıt beklediğim için mi? Böyle sersemce umutlara mı ka
pılıyorum? Yaşamımızın dayandığı temelleri görüyor, bunların
ne kadar derinde bulunduklarını seziyor, yapım işinde çalışan
işçileri karanlık işçilerinin başında izliyor, öyleyken hala bun
ların tümünün yok edileceğini, bunların terk edileceğini mi
bekliyorum? Hayır, Allah biliyor ya, böyle bir şey beklediğim
501
BiR SA VAŞIN TASViRi
yok artık. Onları anlıyorum, benim de damarlarımda onların
kanı var, onların o yoksul, sürekli genç, sürekli istek dolu kanı.
Ama aramızdaki ortak nokta yalnızca kanlarımız degil, bilgi
miz de, yalnızca bilgimiz degil, bunun anahtarı da ortak. Söz
konusu anahtarı ötekiler olmadan ele geçiremem, ötekiler yar
dım etmeksizin sahip olamam buna. En soylu iligi içinde barın
dıran demir kemiklere, bütün köpeklerin dişlerinin ortak ısırış
larıyla diş geçirilebilir ancak. Kuşkusuz sadece bir benzetme
olup, bir abartma havası var şimdi söyleyecegimde; bütün dişler
hazır olsalar, ama ısırmasalar, kemik kendi kendine açılacak ve
ilik en güçsüz bir köpegin bile uzanıp alacagı gibi ortada durup
duracaktır. Bu benzetmenin sınırları içinde kalırsam, benim
amacım, sordugum soruların ve yaptıgım araştırmaların hedefi
müthiş bir şey oluyor: Bütün köpekleri ne yapıp yapıp bir ara
ya toplamak, onların işe hazır bulunmalarının baskısıyla kemi
gin kendiliginden açılmasını saglamak, sonra onları hoşlandık
ları özyaşamlarının içine salmak, ardından tek başıma, uzak ya
kın çevremde kimseler olmaksızın iligi sömürüp emmek. Bu
müthiş bir şey gibi geliyor bana; öyle ki, besinimi yalnızca bir
kemigin iliginden degil de, köpeklerin tümünün iliginden alaca
gım adeta. Ama işte hepsi bir benzetme. Burada söz konusu
olan ilik bir yiyecek degil, bunun tersi, yani bir zehirdir. <•>
Sorularımla sadece kendi kendimi kamçılıyor, çevremde bana
yanıt veren o tek şey, yani o susuşla kendimi şevke getirmeye
çalışıyorum. Araştırmalannla giderek daha çok bilincine vardı
ğın bütün o köpeklerin susmalarına ve hep de susacak olmala
rına daha ne kadar göğüs gereceksin? İşte benim tek tek soru
lar üstündeki asıl can alıcı sorum: Daha ne kadar göğüs gere
ceksin? Yalnızca kendi kendime yöneltilmiş bir soru, benden
başkasını rahatsız ettiği yok. Ne yaparsın ki tek tek sorulardan
daha kolay yanıtlayabiliyorum bunu. Anlaşılan o doğal sonum
gelip çatana kadar buna göğüs gerebileceğim, tedirgin sorula
ra yaşlılığın huzuru giderek daha çok karşı koyacak. Belki' de
(•) " Max Brod"da var. "Edisyon Kritik"te yok.
502
BiR SA VAŞIN TASViRi
susup, çevrem suskunlukla sarılı, adeta huzur içinde öleceğim;
serinkanlılıkla bunu gözlüyorum. Biz köpekler, sanki kötülük
için hayran olunacak güçte bir yürek, vaktinden önce eskitile
meyecek bir akciğerle donatılmışızdır; bütün sorulara, hatta
kendi sorularımıza karşı durabiliyoruz, adeta bir suskunluk
dalgakıranından kalır yerimiz yoktur.
Son zamanda yaşamımın bütünü üzerinde giderek daha çok
düşüncelere dalıyor, benim belki de işlemiş olabileceğim, tüm
aksaklığa yol açan o kesin hatayı arıyor, ama bir türlü bulamı
yorum. Oysa böyle bir hatayı her şeye karşın işlemiş olmam ge
rekiyor; işlememiş, öyleyken uzun bir ömür boyu sürdürülen
dürüst çalışmalarla istediğim şeyi el� geçirememişsem, bu, iste
diğim şeyin olanaksızlığını ortaya koyar, tastamam bir umut
suzluğa sürükler beni. Hayatında yapmış olduğun işlere bir
bak şöyle! İlkin: "Toprak bizim için besini nereden alır? " soru
suna ilişkin incelemelerini ele al! Gerçekte kuşkusuz tutku de
recesinde yaşamayı seven ben küçük köpekçik, bütün nazlann,
bütün zevklerin çevresinde bir yay çizip onlardan kaçıyor,
ayartılara karşı başımı bacaklarımın arasına gömüyor ve çalış
maya koyuluyordum.
Ne bilgelik, ne yöntem ne de amaç bakımından bilginlere özgü
bir çalışmaydı bu, ama yine de öyle kesin bir rol oynamış ola
mazlar. Fazla öğrendiğim bir şey yoktu, çünkü vaktinden önce
ana kucağından ayrılmış, çok geçmeden kendi başıma yaşama
ya alışmıştım; özgür bir yaşam sürüyordum; oysa pek erken ba
ğımsızlık, sistemli bir öğrenimin düşmanıdır. Ne var ki çok şey
görüp işittim, binbir cins köpekle düşüp kalktım ve bu, az bu
çuk da olsa bilgeliğin yerini tuttu; ama bunun dışında, öğrenme
için bağımsızlık bir sakınca oluştursa bile, kendi başına yürütü
len araştırmalar da bir bakıma üstünlüktür. Benim durumum
da daha da gerekliydi bağımsızlık, çünkü ben bilimin gerçek
yöntemini izleyemiyor, yani benden öncekilerin çalışmaların
dan yararlanıp kendimle çağdaş araştırmacılar arasında bir bağ
503
BiR SA VAŞIN TASViRi
kuramıyordum. Tümüyle tek başıma yapmam gerekiyordu her
şeyi. İşin ta başından başlamış, gençler için o mutluluk veren,
yaşlılar içinse son derece bezginliğe sürükleyici bilinçle, yani
tesadüfen çekeceğim sonuç çizgisinin aynı zamanda kesin çizgi
niteliğini taşıyacağı bilinciyle işe koyulmuştum. Şimdi olsun,
öteden beri olsun, araştırmalarımda gerçekten pek mi yalnız
dım? Evet ve hayır. Her vakit orda burda benim durumumda
yaşamış ve hala da yaşayan köpeklerin bulunmaması akıl ala
cak gibi değil. Doğrusu bu kadar da kötü olamaz durumum.
Başka köpeklerden kıl kadar farklı değilim. Her köpekte be
nim gibi bir sorma içgüdüsü vardır ve benim de içimde her kö
pekteki gibi bir susma içgüdüsü yaşıyor. Herkeste bir sorma iç
güdüsü vardır. Yoksa sorularımla en hafif sarsıntılara çokluk
bir haz, kuşkusuz aşırı bir hazla yaşamamın benden esirgenme
diği sarsıntılar:ı yol açabilir miydim? Öyle bir durumum olma
saydı, daha çok şey ele geçirebilmem gerekmez miydi? Bir sus
ma içgüdüsüne sahip bulunmamın ise maalesef kanıtlanması
gereksiz. Yani temelde rastgele bir köpekten bir başkalığım
bulunmuyor; dolayısıyla, aradaki tüm görüş ayrılıklarına ve so
ğukluklara karşın, aslında her köpek beni kabullenecek ve ben
de her köpeğe karşı bundan başka türlü davranmayacağım.
Ama işte her çeşitli öğelerin karışımı değişik bende; kişisel ba
kımdan pek büyük, ulusal bakımdan önemsiz bir ayrım. Peki,
hep varolan bu öğelerin karışımının geçmişte ve zamanımızda
hiç benimkine benzer biçimde sonuçlandığı, benimkine mutsuz
denirse, ondan çok daha mutsuz bir karışım niteliği taşıdığı gö
rülmemiş midir? Görülmediği savı, eldeki tüm deneyimlere ay
kırı düşer. Biz köpekler en harikulade mesleklerde çalışırız;
öyle meslekler ki, elde enikonu güvenilir bilgiler bulunmasa,
varlıklarına dünyada inanılacak gibi değildir. Hepsinden çok
hava köpeklerini buna örnek vermek isterim. Biri bana ilk kez
hava köpeklerinden söz edince gülmüş, asla kulak asmamıştım.
Nasıl yani? Alabildiğine minik bir cins köpek bulunacak, be
nim kafamdan pek de iri sayılmayacak vücudu, yaşını başını al504
BiR SA VAŞIN TASViRi
dığı zaman bile daha irileşmeyecek ve bu köpek elbet güçsüz,
zayıf, görünürde yapmacık, gelişmemiş, aşırı bir titizlikle tıraş
edilmiş bu yaratık, şöyle doğru dürüst sıçrayıp zıplama yetene
ğinden bile yoksun bu köpek, anlatıldığına göre çokluk hava
da, yüksekte devinecek, öte yandan görünür bir iş yapmayıp
dinlenmekle vakit geçirecekti, öyle mi? Hayır hayır, beni buna
inandırmaya çalışmak, küçük bir köpeğin saflıgını pek fazla sö
mürmektir sanıyorum. Ama arası çok geçmeden başka bir yer
de, bir başka hava köpeğinden söz edildiğini işittim. Herkes
birleşmişti de benimle eğleniyor muydu? Ne var ki, müzisyen
köpekleri gördüm derken ve o gün bugün her şeye olabilir gö
züyle bakmaya başladım; hiçbir önyargı kavrayış gücümü sınır
landırmadı, en saçma haberlerin ardına düştüm, izleyebildiğim
kadar izledim hepsini; en saçma şey, bana bu saçma yaşam
içinde anlamlı şeyden daha da olası ve araştırmalarım için özel
likle verimli göründü. Hava köpeklerinde de durum böyleydi.
Onlar üzerinde türlü türlü şeyler duyup öğreniyordum, bugü
ne kadar içlerinden birini bile görebilmiş değilim, ama varlık
larına hanidir güven getirdim, benim dünya görüşümde önem
li yerleri var. Çokluk olduğu gibi burada da beni kuşkusuz her
şeyden önce düşündüren, onların marifetleri değil. Söz konusu
köpeklerin böyle havada süzülebilmesi doğrusu harikulade bir
şey, kim yadsıyabilir bunu, buna şaşmakta öbür köpeklerle be
raberim. Ama kendi duygularım bakımından bana daha da ha
rikulade gelen bir şey varsa, o da bu yaratıkların saçmalıkları,
suskun saçmalıklarıdır. Genellikle hiçbir temele dayanmıyor
saçmalık, havada süzülüyorlar, o kadar tastamam, yaşam akışı
nı sürdürüyor, sağda solda da sanat ve sanatçılardan söz edili
yor, hepsi bu. Ama neden, içleri tümüyle iyilik dolu köpekler,
neden havada süzülür? Mesleklerinin anlamı ne bunların? Ne
den ağızlarından hiçbir açıklayıcı söz çıkmaz? Neden yukarı
larda süzülürler de, bir köpek için gurur nedeni olan bacakla
rını işlev yapamaz duruma sokar, doyurucu topraktan ayrı ya
şar, ekmemişken biçer, hatta sözde köpeklerin sırtından beyler
505
BiR SA VAŞIN TASViRi
gibi geçinirler. Sorularımla böylesi konulara ne de olsa biraz
canlılık getirdiğim için, kendi kendime iltifatlarda bulunabili
rim doğrusu. Söz konusu hüner için nedenler aranmaya başla
nıp bunun üzerine oturtulacağı bir temel tez elden saptanmaya
çalışıldı. Başlandı yalnız; işin, başlangıç evresini de aşacağı yok
kuşkusuz; ama gene de hiç yoktan iyi bir şey. Bu arada gerçe
ğin kendisi ortaya çıkmamasına karşın - asla bu noktaya kadar
ilerlendiği olmayacak - yine de akıllan karıştıran yalanın ger
çek yüzü biraz açığa çıkarılırdı. Çünkü yaşamınızdaki bütün
saçma olaylar, özellikle en saçmaları bir nedene oturtulabilir.
Tamamen değil kuşkusuz - işin şeytani tarafı da burada -, ama
kendini tatsız sorulara karşı korumak için yeter bu kadarı. Yi
ne hava köpeklerini örnek alalım: İlkin sanılacağı gibi öyle bu
runları havada değil, daha çok köpek soydaşlarını özellikle ge
reksinen yaratıklar; kendinizi onların yerine koydunuz mu, on
ları anlayabilirsiniz. Söz konusu köpekler açıktan açığa yapa
masalar bile - çünkü susma görevine aykırı bir davranış sayılır
bu - başka herhangi bir yoldan yaşayış biçimlerini bağışlatmak
ya da dikkati başka yana çekmek, bunu unutturmak zorunda
dırlar; böyle bir şeyi de işte bana anlatıldığına göre adeta çekil
mez bir boşboğazlıkla yapmaya çalışıyorlar. Aralıksız anlatıp
duruyorlar; bedensel çabalarla pek bir alıp verecekleri olmadı
ğı için durmadan kafa yordukları felsefi düşünceleri, biraz da o
yüksekteki yerlerinden yaptıkları gözlemleri anlatıyorlar. Ve
böyle başıboş bir yaşamda pek doğal olduğu üzere zeka güçle
ri çok parlak sayılmayıp felsefelerinin de gözlemleri gibi değer
sizliğine ve bilimin bunlardan pek yararlanamamasına, zaten
böyle acınacak yardım kaynaklarını gereksinmemesine karşın,
böyle olmasına karşın, hava köpeklerinin nedir amacı diye so
rulduğunda alınacak yanıt, onların bilime geniş çapta hizmet
ettikleridir. " Doğru ama, hizmetleri değersiz ve can sıkıcı nite
lik taşıyor" dediniz mi, buna verilecek yanıt omuz silkme, oya
lama, öfke ya da gülme olacaktır ve bir an sonra gene sorun,
gene bilime hizmet ettikleri yanıtını alacaksınızdır ve nihayet
506
BiR SA VAŞIN TASViRi
bir daha kendinizi tutamayarak sormaya kalkın, size aynı yanıt
verilecektir. Belki fazla inatçı davranmayıp boyun eğmek, ha
len yaşayıp duran hava köpeklerinin yaşam haklarını kabullen
mek değil ama - çünkü bu imkansız bir şey -, varlıklarına kat
lanmak uygun olacaktır. Ne var ki, bundan ötesi de istenemez,
fazla olur o kadarı, ama isteniyor işte. Aralıksız türeyen yeni
hava köpeklerinin varlıklarına katlanılması isteniyor. Bunların
nereden çıkıp geldiği asla pek bilinecek gibi değil. Çiftleşmey
le mi çoğalıyorlar acaba? Buna da güçleri yetiyor mu? Öyle ya,
güzel bir posttan başka bir şey değiller; çiftleşecek neleri var
ki! Bu gerçekleşmeyecek şey haydi gerçekleşse bile, ne zaman
gerçekleşecek? Çünkü hep yalnız, kendi kendilerine yeter, yu
karıda, havada görüyorsunuz onları; bir yol tenezzül buyurup
yerde yürüseler, bunu ancak kısa süreler için yapıyorlar, birkaç
çıtkırıldım adım atıyor, sonra yine koyu yalnızlıklarına gömü
lüyor, kendilerini zorlasalar bile kopamadıkları, hiç değilse ko
pamadıklarını ileri sürdükleri sözde düşüncelere dalıyorlar.
Çiftleşip üremediklerine göre toprak üzerinde yaşamaktan gö
nüllü el çekip kendi istekleriyle hava köpeğine dönuşecek, ra
hatlık ve hüner uğruna havada, yastıklar ve minderler üzerin
deki kuru bir yaşamı seçecek köpeklerin çıkacağı hiç düşünü
lebilir mi? Böyle bir şey düşünülemez; ne çiftleşme yoluyla bir
üreme, ne hava köpekleri arasına gönüllü bir karışma tasarla
nacak gibidir. Ama duruma bakılırsa, habire yeni hava köpek
leri türemekte. Bundan da şu sonuca varmak gerekiyor: Bu
yoldaki engeller ne denli bize yenilmez görünse de, bir kez va
rolan bir köpek cinsi ne kadar acayip olursa olsun soyu tüken
memekte, hiç değilse her cinsten böyle bir şeye karşı kendini
başarıyla savunan bir yaratık geriye kalmakta.
Şimdi hava köpekleri gibi ayn baş çeken, anlamsız, dış görü
nüşleri alabildiğine acayip, yaşama gücünden yoksun bir kö
pek cinsi için geçerli bir şeyin, benim cins için de geçerliğini be
nimsemem gerekmez mi? Kaldı ki, benim asla öyle acayip bir
görünüşüm yok; hiç değilse bizim burada, bu çevrede pek sık
507
BiR SA VAŞIN TASViRi
rastlanıp bir olağanüstülüğü içermeyen orta sınıf köpeklerde
nim; ne öyle özellikle yüceltilecek, ne aşağılanacak bir yanım
var; hatta kendime bakmayı öyle boşlamadığını ve çok hareket
edip durduğum zamanlarda, yani gençlik ve biraz da yetişkin
lik çağımda pek şirin bir köpektim. Hepsinden çok önden gö
rünüşüm övgü konusu yapılırdı: Narin bacaklarım, başımı tutu
şumdaki zarafet, beri yandan o gri-beyaz-san, yalnız kıl uçla
rında kıvrım kıvrım postum pek beğenilirdi; bütün bunlarda
bir acayiplik yok, acayip olan sadece benim doğam; ama bunun
da nedenleri, benim asla gözden uzak tutmamam gerektiği
üzere, o genel köpek doğasında saklı yatıyor. Ne bileyim, hava
köpeği bile yalnız kalmadığına, köpeklerin o büyük dünyası
içinde sık sık bir hava köpeğiyle karşılaşıldığına ve hava kö
peklerinin kendilerine sanki yoktan yeni kuşaklar sağladıkları
na göre, ben de kendimin mahvolmuş bir köpek sayılamayaca
ğıma güvenebilirim doğal olarak. Kuşkusuz, benim soydaşları
mın özel bir alınyazısı bulunmalı; dolayısıyla, onların bana gö
rünür bir yardımı dokunmayacak; bir kez kendilerini asla tar.ı
yamayacağım. Biz, susmaların yükü altında ezilip bunalanlarız;
havaya karşı açlığımızdan, susuşları delip çıkmak istiyoruz dı
şarı; bizden başkalarını bu susuş rahatsız etmiyora benziyor;
sözde sakin sakin konser vermiş, ama gerçekte telaş ve heye
can içinde kıvranmış o müzisyen köpeklerdeki gibi bir görünüş
bu, ama güçlü bir görünüş; yanına sokulmaya kalkın, her saldı
rıyı alayla karşılıyor. Benim soydaşlarım acaba kendi başları
nın çaresine nasıl bakıyor? Onların her şeye karşın yaşama de
nemeleri nasıl şeydir? Her birinde değişiktir bu sanırım. Genç
liğimde sorularla işin üstesinden gelmeye uğraşmış, yani çok
soru soranları ele geçirdim mi, işte benim soydaşlarım diyece
ğimi düşünmüştüm. Bu yolu da bir süre kendimi yenerek iz!e
meye çalıştım; kendimi yenerek; çünkü beni en başta ilgilendi
ren, bana yanıt vereceklerdi; benim yanıtlayamayacağım soru
larla habire öne çıkanlardan nefret ederim. Ama genç olup so
ru sormayan var mıdır? Pek çok soru içinden gerçek soruları
508
BiR SA VAŞIN TASViRi
nasıl bulup çıkarayım? Biri ötekisi gibi gelir kulağa, önemli
olan niyettir, o da işte açığa vurmaz kendini, çokluk soran için
bile gizli kalır. Zaten soru sormak genelde köpeklerde rastla
nan bir özelliktir, karmakarışık sorup durur hepsi; öyle ki, ger
çek soruların izi silinmek isteniyor gibidir. Hayır, soru soran
gençler arasında soydaşlarımı bulamam; susanlar arasında,
kendilerinden biri olduğum yaşlılar arasında da öyle. Ama so
rular da ne oluyor? Bu yol başarısızlığa götürdü beni; belki
soydaşlarım benden çok akıllıdır, bu yaşama göğüs gerebilmek
için apayrı ve pek seçkin önlemlere başvuruyorlar; kuşkusuz
öyle önlemler ki, kendi yaşantılarıma dayanarak konuşursam,
belki darda kaldıklarında bir yardımı dokunuyor onlara, onla
rı yatıştırıyor, uyutuyor, soyda değişikliğe yol açan bir etki ya
pıyor, ama genellikle onların da önlemleri tıpkı benimkiler gi
bi gerçek önlem niteliğini taşımaktan uzak, çünkü ne kadar gö
zümü çevrede dolaştırsam da ortada bir başarı göremiyorum.
Korkarım, soydaşlarımı en az bana tanıtacak bir şey varsa, o da
başarıdır. Peki ama, nerde benim bu soydaşlar? Evet, işte ya
kınmamın konusu, işte yakınma, evet. Neredeler? Hem her
yerde, hem hiçbir yerde. Belki kapı komşumdur benim, ben
den üç sıçrayış ötededir, sık sık sesleniyoruzdur birbirimize,
hatta belki o kalkıp bana geliyordur da, ben ona gitmiyorum
dur. Soydaşım mı acaba? Bilmem, ben kendisinde buna benzer
bir şey görmüyorum, ama bakarsın öyledir. Bakarsın öyledir,
ama bundan daha akıl almayacak bir şey de doğrusu düşünüle
mez. Uzaktayken, adeta bir oyun oynayarak, tüm hayal gücü
mü yardıma çağırıyor, bana kuşkulu gelen bazı noktalar ele ge
çirir gibi oluyorum komşumda; ama önüme gelip dikilmeye
görsün, bütün buluşlarıma gülüp geçiyorum. Yaşlı bir köpek;
ben ki orta boylu bile değilim, benden de biraz kısa: Kahveren
gi kısa tüyleri, yorgunlukla sarkan bir başı var; yerde sürünür
gibi adımlan; üstelik sol arka bacağı da bir hastalık nedeniyle
hep biraz geriden geliyor. Onunla yakından görüştüğüm kadar
hanidir kimseyle görüştüğüm yok, ona az buçuk katlanabildi509
BiR SA VAŞIN TASViRi
ğim için memnunum, yanımdan ayrılıp gitti mi, arkasından en
dostça sözleri haykırıyorum; sevgiden değil kuşkusuz, çünkü
ardından gidersem, sürüklenen bacağı, yere fazla yakın kıçı,
adeta sessiz saklı uzaklaşmasıyla onu gene düpedüz iğrenç bu
lacağımı düşünerek kendi kendime kızdığımdan. Bazen bana
öyle geliyor ki, onu bir soydaşım görmekle kendimle alay et
mek istiyorum sanki. Zaten konuşmalarımızda da soydaşlıkla
yorumlanacak hiçbir şeyin kendini açığa vurduğu yok; gerçi ze
ki ve bizim koşullara göre kültürlü yeterince, kendisinden çok
şey öğrenebilirdim; ama zeka ile kültür mü benim aradığım?
Genellikle yerel sorunlar üzerinde söyleşiyoruz, yalnızlığımın
bu bakımdan kazandırdığı bir keskin görüşlülükle, bir köpeğin
ortalama pek elverişsiz sayılmayacak koşullarda yaşamını sür
dürmesi ve normaldeki alabildiğine büyük tehlikelerden ken
dini koruyabilmesinin bile ne çok zeka gücünü gerektirdiğini
görüp şaşıyorum. Bilim bunu sağlayacak yasaları sunuyor ger
çi, ama bunları en kaba temel çizgileriyle olsun uzaktan uzağa
anlamak bile hiç kolay değil; anlaşılsa bile asıl zorluk o zaman
başgösteriyor: Bu yasaları yerel koşullara uygulamak. Bu ko
nuda da size yardım elini uzatacak pek kimse yoktur, hemen
her geçen saat omuzlarınıza yeni ödevler yükler, her karış top
rak kendi yükümlülüklerini çıkarır karşınıza; hiç kimse bir yer
de sürekli yerleştiğini ve yaşamının bir bakıma kendiliğinden
akıp gittiğini ileri süremez, gereksinimleri bayağı günden güne
azalan ben bile yapamam bunu. Ve bütün o sonu gelmez çaba
lar niye? Hepsi kendini daha çok suskunluğa gömmek ve hiç
bir vakit, hiç kimse tarafından bu suskunluktan bir daha çeki
lip alınamamak için.
İkide bir, köpeklerin çağlar içinde sürdürdüğü genel ilerleme
övgü konusu yapılıyor ve bununla da sanırım en başta bilimde
ki ilerleme anlatılmak isteniyor. Elbet, bilim ilerleyip duruyor,
önüne geçilecek gibi değil, hatta giderek hızlanıyor ilerleme,
sürekli hızlanıyor, ama bunun övülecek neresi var? Öyle ki,
yaşlanıp kocadığı ve bu yüzden günden güne daha çabuk ölü510
BiR SAVAŞIN TASViRi
me yaklaştığı için bir kimse övülmek isteniyor gibidir. Bu da
doğal, üstelik çirkin bir durum; övülecek yanını göremiyorum
ben. Benim gördüğüm tek şey çöküntü; ama bununla demek
istemiyorum ki, önceki kuşaklar yaradılış bakımından bizden
daha iyiydi; ancak, daha gençtiler; bu da onların büyük üstün
lüğüydü, bellekleri bugünkülerin belleği gibi fazla yüklü değil
di, onları konuşturmak daha kolaydı, bunu bir başaran çıkma
mışsa bile, ilgili konudaki olanaklar daha zengindi; zaten daha
büyük bu olanakların varlığından değil midir, o eski, ama doğ
rusu saf anlatıları dinlemek öyle heyecan salıyor içimize. Yer
yer üstü kapalı bir söz işitiyor, üzerimizde yüzyılların yükü bu
lunmasa, nerdeyse yerimizden sıçrayacak oluyoruz. Hayır ha
yır, kendi zamanımı kötüleyici ne söylersem söyleyeyim, önce
ki kuşaklar yeni kuşaklardan daha iyi değildi; hatta bazı ba
kımdan çok daha kötü ve güçsüzdüler. Mucizeler, kuşkusuz o
vakitler de canı isteyenin yakalayabileceği gibi sokaklarda se
re serpe dolaşmıyordu; ama köpekler, başka türlü açıklayama
yacağım bunu, henüz şimdiki gibi köpek değillerdj, henüz kö
peklerin yapısında bir yumuşaklık vardı; gerçek söz, o vakitler
henüz işe karışabilir, bu yapıyı belirleyebilir, değiştirebilir, is
teğe göre değişikliklere yol açabilir, tersine çevirebilirdi, evet,
bu söz de vardı o vakitler, hiç değilse yakındaydı, herkesin di
linin ucunda süzülüyor, herkes bunu öğrenebiliyordu; oysa
şimdi nereye gitti bu söz? Şimdi sözcük kalabalığı içine el ata
yım deseniz, yerinde bulamazsınız. Bizimkisi mahvolmuş bir
kuşaktır belki, ama o vakitki kuşaktan daha masumdur. Benim
kuşağın duraksayıp çekinmelerini anlayabiliyorum; hem hiç de
duraksama değil bu, binlerce gece önce görülmüş ve binlerce
kez unutulmuş bir düşün yeniden unutuluşudur; işte bu binler
ce kez unutmadan ötürü kim bize kızabilir? Ama atalarımızın
duraksayışlarını da anlamıyor değilim; biz olsaydık, biz de bel
ki başka türlü davranmazdık; neredeyse şöyle diyeceğim geli
yor: Ne mutlu ki, suçu yüklenme zorunda kalan bizler olmadık;
daha çok biz, bizden önce başkaları tarafından karartılmış bir
511
BiR SA VAŞIN TASViRi
dünyada adeta suçsuz bir suskunluk içinde ölüme doğru seğir
tebiliyoruz. Atalarımız sapa yollarda dolaştıkları zaman, bu
nun sonu gelmeyen bir dolaşma niteliği taşıyacağına sanırım
pek inandıkları yoktu, çünkü dörtyol ağzını görüyorlardı he
nüz, dilediklerinde geri dönmeleri kolaydı; geri dönmekte du
raksamışlarsa, kısa bir süre daha köpeksi yaşayışın tadını çı
karmak istemelerindendi. Bu yaşam hiç de öyle tipik bir köpek
yaşamı değildi henüz; oysa daha şimdiden onun güzelliği baş
larını döndürmüştü; ileride nasıl olacaktı kim bilir; hiç değilse
biraz ileride; böylece sapa yollarda gezmelerini sürdürdüler.
Tarihin akışına baktığımızda sezdiğimiz bir şeyi, yani ruhun,
yaşamın kendisinden daha erken değiştiğini ve dolayısıyla kö
pek yaşamından haz duymaya başladıklarında kendilerinin ar
tık kocamış köpek ruhu taşıyor olmaları gerektiğini ve her çe
şit köpeksi hazlar içinde yuvarlanıp duran gözlerinin kendileri
ni inandırmak istediği gibi çıkış noktasına hiç de yakın bulun
madıklarını bilmiyorlardı. Kim bugün artık gençlikten söz ede
bilir. Asıl genç köpekler onlardı, ama ne çare tek tutkuları ko
camış köpekler olmaya yönelmişti, bu da ellerinden gelmeye
cek bir şey değildi; kendilerini izleyen tüm kuşaklar, ama hep
sinden çok biz son kuşak kanıtlamaktayız bunu.
Bütün bunlar üzerinde elbet komşumla söyleştiğim yok; ama
onunla, bu tipik kocamış köpekle karşı karşıya oturdum mu ya
da ağzımı onun şimdiden yüzülmüş deri kokusunu hafifçe
anımsatan postuna gömdüm mü, ikide bir bunları düşünmeden
duramıyorum. Bunlar üzerinde onunla ve bir başkasıyla ko
nuşmak saçma olur. Konuşmanın nasıl bir yol izleyeceğini bili
yorum; o, yer yer ufak birkaç itirazda bulunacak, ama sonunda
bana hak verecek - silahların en iyisi de hak veriştir -, dolayı
sıyla sorun'un kendisi de uyuyacak; madem öyle, ne diye onca
zahmet edip uykusundan uyandırmalı? Ama bakarsın kuru
sözleri aşan bir anlaşma vardır komşumla aramda, bunu ileri
sürmekten bir türlü kendimi alıkoyamıyorum, oysa böyle oldu
ğunu gösterecek bir kanıt yok elimde ve belki düpedüz yanılı512
BiR SAVAŞIN TASViRi
yorum; çünkü öteden beri kendisiyle düşüp kalktığım tek kim
se odur ve ona tutunmam gerekir. " Ne bileyim, belki de her şe
ye karşın benim soydaşımsın kendine göre? Onca uğraştın, bir
başarı elde edemedin diye utanıyor musun? Bak, senin başına
gelenin bir eşi benim de başıma geldi. Yalnız kaldım mı, hün
gür hüngür yaşlar boşanıyor gözümden. Gel, iki kişi olunca öy
le pek acı gelmez yaşam," diye içimden geçiriyorum bazen ve
gözlerimi dikip kendisine bakıyorum. O, gözlerini yere indiri
yor, ama halinden de bir şey çıkarılacak gibi değil; donuk göz
lerle bana bakıyor. Ama belki de onun soru sorma yöntemi iş
te böyle bakıp etmesidir ve dolayısıyla ben de, tıpkı onun beni
uğrattığı gibi düş kırıklığına uğratıyorum kendisini. Gençliğim
de başka sorular benim için önem taşımasaydı da, kendi kendi
me bol bol yetmeseydim, belki sorularımı sesli sorar, ondan
belirsiz ve güçsüz de olsa bir söz işitirdim, yani susup durduğu
bugünküne göre daha az bir başarı sağlardım. Ama herkes
böyle susup durmuyor mu? Ancak, sağda solda elde ettikleri
minicik sonuçlarla kaybolmuş ve unutulmuş bulunan, çağların
karanlığıyla zamanın dağdağası içinden asla bir yol bularak
kendisine ulaşamayacağım tek tük araştırmacının soydaşım ol
madığına, herkesin, kendine göre, kendince başarısız, susarak
ya da açıkgözlü boşboğazlıkta bulunarak, yani umutsuz araştır
maları hangi davranışı gerektiriyorsa onu yaparak çaba göste
ren herkesin soydaşım sayılacağına beni inanmaktan alıkoyan
nedir? Ama o vakit asla kendimi ötekilerden ayırmayıp onla
rın arasında kalabilmem, yaramaz bir çocuk gibi büyüklerin
safları arasından itişip kakışarak kendimi dışarı atmaya çalış
mamam gerekirdi. Öyle ya, onlar da benim gibi dı�arı atmak is
tiyorlardı kendilerini; ama onlarda benim zihnimi karıştıran
şey, hiç kimsenin dışarı çıkamayacağını, bütün itişip kakışma
ların budalaca bir davranış sayılacağını kendilerine söyleyen
bir zekaları bulunmasıydı.
Doğru; böylesi düşünceler besbelli komşumun üzerimdeki et
kisinden kaynaklanıyor, komşum aklımı karıştırıyor, karasev513
BiR SAVAŞIN TASViRi
dalı yapıyor beni; hayli neşe içinde komşum; hiç değilse kendi
yaşam bölgesinde eğleştiği zaman onun bağırıp çağırdığını, şar
kılar söylediğini işitiyor, bundan hoşnutsuzluk duyuyorum. Bu
en son dosttan da yüz çevirsem, ne denli pişkin olduğunuzu
sansanız da her köpek dostunuzun sizi ister istemez sürükleye
ceği belirsiz düşlerin peşine takılmaktan vazgeçip elimde kalan
birazcık zamanı sırf araştırmalar uğrunda harcasam iyi eder
dim. Bir daha komşum geldi mi bir köşeye büzülüp uyuyormu
şum gibi yapacak ve bunu her defasında yineleyeceğim, ta ki
ayağını kessin benim buradan.
Sonra, araştırmalarıma bir düzensizlik geldi; pek o kadar dik
katimi veremiyor, yoruluyorum; bir zaman şevkle konuşup
durmuşken, şimdi hantal hantal devinebiliyorum ancak, "Top
rak besini nereden alır? " sorusunu incelemeye başladığım gün
leri anımsıyorum. Kuşkusuz, ötekiler arasında yaşıyordum o
zaman; neresi en kalabalıksa oraya sokulmaya çalışıyor, herke
si çalışmalarımın tanığı yapmak istiyordum; hatta bu tanıklar,
çalışmalarımdan daha önemliydi benim için; çalışmalarımın
henüz genel bir etki uyandırabileceğini umuyor, bu da beni
kuşkusuz enikonu kamçılıyordu. Şimdi ise yalnızlığa gömül
düm, benim için geçmiş ola artık. Bir vakitler öyle güçlüydüm
ki, hiç işitilmemiş bir şey yaparak bizim bütün ilkelerimize ay
kırı düşen ve o zamanki görgü tanıklarının müthiş bir şey diye
anımsayacağı bir işi başarıp normal olarak sınırsız bir uzman
laşmaya doğru yol alan bilimde bir bakıma dikkate değer bir
yalınlık saptadım. Bilim, gereksindiğimiz besini genelde topra
ğın bize verdiğini öğretiyor; bu önkoşulu öne sürdükten sonra,
çeşitli yiyeceklerin en iyi ve en bol nasıl yetiştirileceğine ilişkin
yöntemleri açıklıyor. Elbet, toprağın bize besinimizi verdiği
doğru, buna hiç kuşku yok; ama genellikle anlatıldığı gibi o ka
dar da basit ve üzerinde araştırmaya hiç yer bırakmayan bir
şey değil bu. Hani her gün yinelenen en ilkel olayları ele ala
lım. Benim nerdeyse şimdi yaptığım gibi elimiz büsbütün boş
otursak, toprağı şöylece üstünkörü işlesek ve oracığa kıvrılıp
514
BiR SA VAŞIN TASViRi
yatarak yerden ne bitecek diye beklesek, bunun bizim besini
miz olacağı kuşkusuzdur; yeter ki bir şey bitsin yerden. Ancak,
bu bir kural da sayılamaz. Bilime karşı özgürlüğü elden bırak
mayanlar - böyleleri de kuşkusuz az sayıdadır, çünkü bilimin
çekiciliğine kapılanlar giderek artıyor - öyle özel gözlemlere
hiç başvurmasalar bile, toprak üzerinde ele geçireceğimiz besi
nimizden büyük bölümünün yukarıdan geldiğini göreceklerdir;
hatta becerikliliğimiz ve açgözlülüğümüzün derecesine göre
daha toprağa değmeden, yiyeceğin en büyük parçasını havada
kapıyoruz. Bununla bilimi kötüleyen bir şey söylemiş sayılmak
istemem, çünkü besini de oluşturan nihayet topraktır. Toprak
besinin bir bölümünü kendi içinden . çıkarıyormuş da, öbür bö
lümünü yukarıdan indiriyormuş, belki önemli bir ayrım yoktur
arada; her iki durumda da toprağı işlemenin gerekliliğini sap
tayan bilimin, belki bunları birbirinden ayırma sorunuyla uğ
raşmaması gerekirdi; şöyle bir söz vardır çünkü: Lokman ağ
zında mı, bu kez de çözümledin sorunları. Ancak bana öyle
geliyor ki, bilim, üstü kapalı da olsa hiç değilse biraz bu gibi so
runlarla uğraşmaktadır; çünkü ne de olsa besinin sağlanması
bakımından iki ana yöntem tanıyor, yani toprağın temel olarak
işlenmesi, sonra da bunun söz, dans ve şarkı biçiminde bütün
lenmesi, yani olgunlaştırma çabası. Ben burada tümüyle değil
se de, yeterince açık seçik ortada bulunup benim yaptığım ay
rıma uyan ikili bir bölme işlemi görüyorum. Toprağın işlenme
si, kanımca her iki çeşit besinin elde edilmesini sağlıyor ve her
iki durumda da yapılması gerekiyor; söz, dans ve şarkılar ise
dar anlamda toprağın beslenmesini pek ilgilendirmeyip besi
nin yukarıdan aşağı çekilmesini sağlıyor daha çok. Benim bu
görüşümü gelenekler de pekiştiriyor. Halk bu noktada, kendi
si farkında olmaksızın, bilimin yanlışım çıkarıyor sanki, bilim
de buna karşı kendini savunmayı göze alamıyor. Bilimin söyle
diği gibi, bütün o töreler besini yukarıdan almak için salt top
rağı güçlendirmeye yarasaydı, mantıksal sonuca göre bunların
tümüyle yerde olup bitmesi, bütün sözlerin toprağa fısıldanma11
11
515
BiR SAVAŞIN TASViRi
sı, bütün zıplayıp sıçramaların, bütün dansların toprağa karşı
yapılması gerekirdi. Bilimin de istediği, benim bildiğime göre
sanırım bundan başkası değildir. Ama işin tuhafı, halk bütün
bu törenlerde yukarıya yöneliyor. Hani bilime aykırı bir davra
nış değil, bilim yasaklamıyor böyle bir şeyi, çiftçiyi bu konuda
özgür bırakıyor, öğrettiği şeylerde toprağı düşünüyor yalnızca,
çiftçi toprağa ilişkin öğrettiklerini yapsın yeter ki, başka şey is
temiyor; ama bana kalırsa, düşünce sistemine göre daha çok is
tekler öne sürmesi gerekirdi. Asla bilimin pek derinliklerine
inemeyen ben, o büyük coşkusuyla halkımızın sihirli sözleri
yukarılara seslenip eski halk ezgilerini bir yakınma gibi yuka
rılara yollamasına, sanki toprağı unutmak ve bir daha oraya
dönmemek ister gibi zıplayıp dans etmesine bilginlerimiz nasıl
göz yumuyor, bir türlü akıl erdiremiyorum. Benim çıkış nok
tam da, bu çelişkileri özellikle vurgulamak oldu; bilimin öğre
tilerine uyarak, hasat zamanı yaklaştı mı kendimi düpedüz top
rakla sınırlıyor, dans ederken ayaklarımla toprağı eşeliyor,
toprağa elden geldiğince yakın bulunmak için başımı döndürü
yordum. Sonralan ağzım için yerde bir çukur açtım, çukurun
içine konuşup ezgiler söyledim; öyle ki, yalnızca toprak duydu
ağzımdan çıkanları, ne çevremde, ne üstümde başka bir işiten
olmadı.
Araştırmalarımdan fazla bir sonuç elde edemedim; bazen bir
yiyeceğe kavuşamayarak keşfimden ötürü tam sevinip kıvana
cak oluyordum ki, derken yine besin çıkarılıyordu önüme; san
ki benim tuhaf davranışım ilkin şaşkınlık uyandırmış da, sonra
bunun sağladığı üstünlük anlaşılmıştı ve benim bağırıp çağır
malanma gereksinim duyulmuyordu artık. Hatta çokluk yiye
cek eskisinden daha bol önüme sürülüyor, ama derken yine ar
kası kesiliyordu. Şimdiye kadar genç köpeklerde görülmeyen
bir hamaratlıkla yaptığım bütün denemeleri tek tek not ediyor
dum; beni daha ileriye götürecek bir izi yer yer ele geçirdiğimi
sanıyor, ama iz yine belirsizlikler ortasında gözden kaybolu
yordu. Bilimsel hazırlığımın yetersizliği de kuşkusuz çalışmala516
BiR SA VAŞIN TASViRi
rıma sekte vurmaktaydı. Örneğin, yiyeceğin arkasının kesilme
sinin benim deneyden değil, bilimin gereklerine aykırı biçimde
toprağın işlenmesinden kaynaklandığı konusunda bana·güven
ce verecek ne vardı? Ve bu da doğruysa, o zaman vardığım
tüm sonuçlar sağlamlığını yitirirdi. Kimi koşullar altında, yani
toprağı hiç işlemesem de, bir kez yalnızca yukarıya yönelik tö
renlerle yiyeceklerin yukarıdan inişini, sonra da salt toprağa
yönelik törenlerle yiyeceğin arkasının kesilmesini sağlayabil
seydim, düpedüz titiz bir deneyde bulunmuş olurdum. Böyle
bir deneye girişmemiş de değilim, ama içimde sağlam bir inanç
duymadan yaptım bunu ve deneme koşulları eksiksiz yerine
getirilmemişti; çünkü, benim sarsılmaz inancıma göre, toprağın
hiç değilse belli bir ölçüde işlenmesi her vakit zorunluydu ve
buna inanmayanlar haklı olsa bile haklılıkları yine de kanıtla
namazdı; değil mi ki toprağın sulanması içgüdüsel yoldan ger
çekleşiyor ve belli sınırlar içinde asla önüne geçilemiyordu. Sa
pa sayılacak bir başka deneyde ise daha çok başarı kazanmış,
az çok dikkati çekmiştim: Besini yukarıdan yere indirecek,
.
ama normalde yapıldığı gibi onu havadayken kapm ayacaktım.
Bunun için, besin yukarıdan inerken ben hep ufak bir sıçrama
da bulunuyordum; ama sıçrama öyle hesaplanmıştı ki amaca
elvermiyor, çokluk besin boğuk bir sesle ve umursamaz, yere
düşüyor, ben de hırsla üzerine atılıyordum; yalnızca açlığın de
ğil, aynı zamanda düş kırıklığının yol açtığı bir hırstı bu. Ama
tek tük durumlarda da apayrı bir şey, mucizemsi bir şey ger
çekleşip yiyecek yere düşmüyor, havada benim peşime, ben aç
köpeğin peşine takılıyordu. Ama uzun sürmüyordu bu, şöyle
biraz beni kovalıyor, sonra gene de düşüyor yere ya da ortadan
büsbütün yitip gidiyor ya da - en çok karşılaşılan da buydu ben açgözlülüğümle vaktinden önce deneye son vererek besini
tutup gövdeme indiriyordum. Yine de mutluydum o vakitler,
çevremde bir fısıldaşma eksik olmuyordu, bir tedirginlik ve
uyanıklık almıştı herkesi; bildiklerim, tanıdıklarım sorularıma
eskisi gibi kapalı değildi; kendi bakışlarımın sadece bir yansısı
5 17
BiR SAVAŞIN TASViRi
da sayılsa, gözlerinde yardım aranan bir ışıltı görüyordum, baş
ka da bir istediğim yoktu, memnundum. Derken öğrendim ki ötekiler de benimle birlikte öğrendiler -, söz konusu deney bi
lim tarafından çoktan ele alınmış, benimkinden çok daha üstün
bir başarıyla gerçekleştirilmişti; ama kendi kendine söz geçir
menin zorluğu yüzünden çoktandır uygulandığı yoktu ve sözde
bilimsel önemsizliği nedeniyle bir daha yinelenmemesi gereki
yordu. Benim deney yalnızca önceden bilinen bir şeyi kanıtla
mıştı, bu da toprağın besini yukarıdan sadece düz değil, aynı
zamanda eğik, hatta helezon biçiminde almasıydı. Kalakalmış
tım ortada, ama cesaretim kırılmamıştı, henüz pek gençtim;
olup bitenler, hayatımın belki de bu en büyük eserini gerçek
leştirmem için beni şevke getirmişti. Deneyimin bilim tarafın
dan değersiz kılındığına inanmıyordum, ama inanıp inanma
mak ne işe yarardı ki! İşe yarayacak olan ancak kanıttı ve ben
de bu yolu izlemek istiyor, dolayısıyla gerçekte bu biraz sapa
deneyi aydınlığın tam içine, araştırmanın tam ortasına yerleş
tirmek istiyordum. Besinin önünden geriye kaçarsam, toprağın
onu eğik olarak kendisine doğru çekip almadığını, besini be
nim ardım sıra sürüklediğimi kanıtlamak istiyordum. Ne var ki
bu deneyi geliştiremedim; yiyeceği önünde görüp de bilimsel
denemelere girişmek uzun süre katlanılamayacak bir şeydi.
Ama ben bir başka türlü davranmak, dayanabildiğim süre ken
dimi büsbütün perhize çekmek istiyordum; kuşkusuz, bu arada
besinin yüzünü hiç görmeyecek, her türlü ayartıdan kaçacak
tım. Kendimi geriye çekip gözlerim yumuk yatakalsam, gece
gündüz yatakalsam böyle, besini yerden kaldırmayı, havada
yakalamayı kendime iş edinmesem ve besin, benim öyledir de
meyi göze alamayıp öyle olduğunu içten içe umduğum gibi,
toprağın yalnızca o verimli denemeyecek zorunlu sulanması,
ezgilerin ve sihirli sözlerin sessizce söylenmesi üzerine (kendi
mi güçsüz düşürmemek için dansı işe karıştırmamak istiyor
dum), diğer bütün önlemlere gerek kalmadan yukarıdan inip
toprağı umursamaksızın dişlerimi tıklatarak içeri koyverilme518
BiR SA VAŞIN TASViRi
sini rica etse, böyle bir şey gerçekleşse, bilimin söylediği çürü
tülmezdi gerçi; çünkü istisna oluşturan durumlar ve bir kezliği
ne olaylar için yeterince esnekliği vardır bilimin, ama Allahtan
ki o kadar esneklik gösteremeyen halk ne derdi buna? Çünkü
bu, tarihsel geleneklerle bize iletildiği gibi, bir istisna oluştur
mayacaktı nihayet; tarihin bize ilettiğine göre, örneğin bir kö
pek bir hastalık nedeniyle ya da melankoli yüzünden besini ha
zırlamaya, aramaya, gövdesine indirmeye yanaşmazsa, köpek
ler bir araya gelip sihirli sözler söylerler, besin de normal yo
lundan saparak gelir, hastanın ağzına girer. Ama benim gü
cümde ve sağlığımda ne bir eksiklik, ne de bozukluk vardı; iş
tahım öylesine yerindeydi ki, günlerce kendisinden başka bir
şey düşünmemi engelliyordu; ister inanılsın, ister inanılmasın,
perhize gönüllü olarak başvurmuştum, besinin yukarıdan inip
gelmesini kendim sağlayacak durumdaydım ve böyle de yap
mak istiyor, köpeklerin herhangi bir yardımına gereksinim
duymuyordum, hatta böyle bir yardımı kabullenmeyi kesinlik
le yasaklamıştım kendime.
Issız sapa bir çalılıkta yemek üzerine konuşmaları, yemek yer
ken dil şaklatmalannı ve kemik çıtırtılarını işitmeyeceğim uy
gun bir yer seçtim kendime, son bir kez tıka basa karnımı do
yurup oracığa uzandım. Başarabilirsem bütün zamanı gözlerim
kapalı geçirecektim; bir yiyecek gelmediği süre benim için hep
gece sayılacaktı: Ama deney günler ve haftalarca sürecekmiş,
sürsündü. Kuşkusuz - bu da hayli güçleştiriyordu işi az bir uy
ku uyumam ya da en iyisi hiç uyumamam gerekiyordu; çünkü
besini sihirli sözlerle havadan yere indirmekle kalmayacak,
uyuyakalıp besinin geldiğinden habersiz bulunmamak için te
tikte bekleyecektim; beri yandan uyku arayıp da ele geçmeye
cek bir şeydi benim için; çünkü uyuyarak, uyanıkkenkinden
daha uzun süre açlığa katlanabilecektim; söz konusu nedenler
den ötürü zamanı dikkatle parçalara ayırıp sık sık, ama hep
pek kısa bir süre uyumaya karar verdim. Bunun için de uyur
ken başımı güçsüz bir dala yasladım; dal çok geçmeden çıtırtıy-
519
BiR SA VAŞIN TASViRi
la bükülüyor ve beni uyandırıyordu. Böylece yattım, uyudum,
uyanık bekledim, düşler gördüm ya da kendi kendime sessiz
ezgiler söyledim. İlk zaman bir şey olmadan geçip gitti; belki
henüz besinin yollandığı yerde, benim olayların alışılmış akışı
na karşı direttiğimin nasılsa farkına varılmamıştı, dolayısıyla,
her şey bir sessizlik içinde kaldı. Köpeklerin yokluğumu seze
rek çok geçmeden beni arayıp bulacakları ve bana karşı bir ey
leme girişebilecekleri tasası çabalarımı biraz sekteye uğrattı di
yebilirim. İkinci bir tasa da, toprağın yalnızca sulama sonucu,
bilimsel açıdan verimsizliğine karşın besin denen şeyi buyurup
vereceği ve bunun kokusunun da beni baştan çıkaracağıydı.
Ama henüz buna benzer bir şey gerçekleşmedi ve ben de aç
kalmayı sürdürebildim. Söz konusu tasalar bir yana, sakindim
ilkin; şimdiye kadar böylesine sakin olduğumu hiç görmemiş
tim. Gerçekte bilimin söylediklerini çürütmek amacıyla çalışı
yordum, öyleyken içimi bilimin hizmetinde çalışan bir kimse
nin hazzı ve adeta atasözüne dönüşmüş serinkanlılığı doldur
muştu. Kendimi kaptırdığım düşlerde bilim beni bağışlıyordu:
Benim araştırmalarımın da bilimde bir yeri vardı; araştırmala
rım ne denli başarılı nitelik taşırsa taşısın, hatta en çok bu ba
şarılı niteliklerinden ötürü köpeklerin dünyası için asla kaybol
muş sayılamayacağım sözleri, zengin bir avuntu gibi kulakla
rımda yankılanıyordu. Bilim dostça bir yakınlık gösteriyordu
bana, vardığım sonuçların değerlendirilmesini kendisi üzerine
alacaktı, bu sözveri bile deneyimin bir çeşit gerçekleşmesi an
lamına gelmeliydi; şimdiye kadar kendimi içten içe toplumdan
dışlanmış hissedip, kudurmuş biri gibi ulusumun surlarına sal
dıran bana büyük bir saygınlıkla kucak açılacak, bir araya top
lanmış köpek vücutlarının özlenen sıcaklığı bir sel gibi beni sa
racak, zorla kaldırıp ulusumun omuzları üzerine alınacak, ora
da sağa sola yalpalayacaktım. Açlığın tuhaf etkisi işte. Derken
yaptığım iş bana o denli büyük göründü ki, duygulandım ve
kendi kendime acıdığımdan orada, çalılıkta bile sessizce ağla
maya kpyuldum. Kuşkusuz pek anlaşılır şey değildi davranı520
B1R SA VAŞIN TASV1R1
şım; öyle ya, hak edilmiş bir ödülü beklemem gerektiğine göre,
neden ağlıyordum? Sanırım sadece rahatlıktandı. Kendimi ne
zaman rahat hissetmişsem, ki seyrek olmuştu bu, ağlamıştım
hep. Sonradan kuşkusuz çok sürmedi, geçti hepsi. O güzel gö
rüntüler, açlığın ciddi boyutlara ulaşmasıyla yavaş yavaş uçup
gitti; çok geçmeden bütün hayallere ve duygusallıklara çarça
buk veda edip mide ve bağırsaklarımdaki o kemirici açlıkla dü
pedüz yalnız buldum kendimi. O vakitler sayısız defa, Açlık
bu! diye geçirdim içimden; sanki açlıkla benim hala iki ayrı
şey sayılacağımıza ve benim onu baş ağrıtıcı bir aşık gibi silkip
üzerimden atabileceğime kendimi inandırmak ister gibiydim;
oysa gerçekte bir tek şeydik ikimiz, bu da enikonu tatsız bir du
rumdu. Açlık bu! " diye kendi kendime açıklamalarda bulu
nan ben değil, gerçekte açlıktı, dolayısıyla benimle eğleniyor
du. Kötü, kötü bir zamandı işte. Bu zamanı düşündükçe tüyle
rim diken diken oluyor; yalnızca o vakitler enine boyuna çek
tiğim acıdan değil kuşkusuz; o vakitler bunun üstesinden gele
mediğim için, bir şey elde etmek istiyorsam, bu acıyı bir kez
daha enine boyuna yaşamam gerektiği için; çünkü aç kalmaya
bugün de araştırmalarda başvurulacak en son ve en güçlü bir
yöntem diye bakıyorum. Açlık içinden yol alıyor dünya; en yü
ce şeye erişmek, en yüce bir iş görerek sağlanabilir ancak; bu
en yüce iş de, biz köpek dünyasında gönüllü üstlenilen açlıktır.
Yani o zamanlar ayrıntılarıyla aklıma geldi mi - ve yaşadıkça
da bunları kurcalamaktan zevk alacağım - ileride beni gözle
yen kötü günleri de düşünmeden duramıyorum. Öyle görünü
yor ki, böyle bir deneyden sonra kendime gelebilmek için ade
ta bir ömrün geçmesini beklemek gerekmekte; o zamanki aç
lıkla şimdi aramda bütün bir yetişkinlik çağı bulunuyor, öyley
ken henüz kendime gelmiş değilim. Bir ikinci açlık perhizine
koyulurken daha kararlı davranacağım, şimdi daha çok dene
yim sahibiyim ve yeni bir denemeye başvurmanın zorunluğunu
da daha iyi görüyorum, ama gücüm daha az şimdi, ilk defaki
açlık perhizinden bu yana azaldı; o bilinen korkulu durumları
11
11
11
521
BiR SA VAŞIN TASViRi
daha beklerken dermanım kesilecek. İştahım şimdi daha zayıf,
ama bana bir yararı dokunmayacak, deneyi biraz değerinden
düşürecek yalmzca ve beni bir vakitler gerektiğinden daha
uzun süre açlık perhizini sürdürmeye zorlayacak. Bunun ve
öbür önkoşulların sanıyorum bilincindeyim, aradan geçen
uzun zaman içinde ön denemeleri eksik etmedim çünkü; açlığı,
hayli sık olarak bayağı yakaladım ucundan, ama henüz işi so
nuna kadar götürecek gücüm yoktu ve gençliğin hiçbir şeyden
çekinmeyen saldırı hevesi kuşkusuz bir daha geri gelmemek
üzere uçup gitti. Zaten daha o zamanlar açlık perhizini sürdü
rürken kaybolmaya başlamıştı. Kimi düşünceler yiyip bitiriyor
du beni. Atalarımız sanki gözdağı verir gibi karşımda dikiliyor
du. Açıkça söylemeyi göze alamasam bile en başta onları suç
lu görüyordum; köpeksi yaşayışa onlar yol açmıştı, yani onla
rın tehditlerini kolaycacık karşı tehditlerle yanıtlayabiliyor,
ama bilgileri önünde de eğiliyordum; bizim artık kestiremed�
ğimiz kaynaklardan geliyor bilgileri; dolayısıyla, içimde her ne
kadar onlara karşı savaşmak isteğini duyuyorsam da, yasaları
nı asla düpedüz çiğnemeyecek, yalnızca içlerindeki boşluklar
dan yürüyüp gidecektim, özellikle söz konusu boşlukları sez
mede ustaydım. Açlık perhizi bakımından ünlü bir konuşmaya
dayanıyordum; konuşmada bilgelerimizden biri aç kalmanın
yasaklanmasını istemiş, bir ikinci bilge de kendisini şu sözlerle
bundan vazgeçirmeye çalışmıştı: " Aç kalacak olan nerde ki? "
Birinci bilge de, bunun doğruluğuna inanıp artık yasaktan söz
etmemişti. Ama yine de şu soru çıkıyor ortaya: " Aç kalmak,
buna karşın gerçekte yasaklanmış olmuyor mu? " Yorumcula
rın büyük çoğunluğu, hayır diyor, serbest bırakılmış görüyor aç
kalmayı, ikinci bilgeye uyuyor, dolayısıyla hatalı bir açıklama
nın kötü sonuçlara yol açacağından tasa etmiyor. Açlığa başla
madan bunu kesinlikle öğrenmiştim. Ama şimdi açlıkla kıvrı
larak, biraz zihin bulanıklığı içinde kurtuluşu sürekli arka ba
caklarımda arayıp, onları umutsuzlukla çiğner ya da emerken,
ta kıçıma kadar bunları yaparken söz konusu konuşmanın ge522
BiR SA VAŞIN TASViRi
nellikle yorumu bana temelden yanlış göründü, yorumbilime
lanetler savurdum, bu bilime kapılıp yanlış yollara saptığım
için kendi kendime ilendim; bir çocuğun bile anlayacağı gibi,
söz konusu konuşmada elbet açlık yasağından fazla bir şey var
dı; birinci bilge açlığı yasaklamak istemiş ve istediği de hemen
yapılmış, yani açlık yasaklanmıştı; ikinci bilge ona hak vermek
le kalmamış, hatta aç kalmayı akıl almayacak bir şey görmüş,
yani ilk yasağın üzerine bir ikincisini, köpek yaradılışının yasa
ğını bindirmişti; birinci bilge, bunu kabul edip kesin bir yasağı
dile getirmekten kendini alıkoymuş, yani köpeklere bütün
bunları anlatarak durumu kavramaya çalışmalarını ve aç kal
mayı kendi kendilerine yasaklamayı buyurmuştu. Yani, nor
mal bir yasak yerine üçlü bir yasak vardı ortada, ben de bu ya
sağı çiğnemiştim. Evet ama, hiç değilse gecikmiş de olsam şim
di boyun eğebilir, açlığa son verebilirdim; ama acılar arasında
açlığı sürdürmem için bir ayartı varlığımda sesini duyurmuş,
ben de yabancı bir köpeğin ardına düşer gibi şehvani bir duy
guyla hemen ayartının peşine takılmıştım. Açlığa son veremi
yordum, ayağa kalkıp şenlikli yerlere koşarak kendimi kurtar
maya gücüm yetmeyecek kadar zayıf düşmüştüm. Ormandaki
iğne yapraklar üzerinde sağa sola yuvarlanıp duruyordum, uy
ku yüzü gördüğüm yoktu artık, dört bir yanda sesler işitiyor
dum, yaşamımın şimdiye kadarki bölümünde dünya uyumuş
da sanki şimdi uyanıyordu. Bir daha bir şey yiyemeyecekmişim
gibi bir duygu belirmişti içimde, çünkü yemek yiyerek, başıboş
bırakılmış, gürültü patırtı içindeki dünyayı yeniden susturmanı
gerekiyordu; işte bunu gerçekleştiremeyecektim, en büyük gü
rültünün karnımdan geldiğini kuşkusuz işitiyordum, ikide bir
kamıma dayıyordum kulağımı, sanırım her defasında gözlerim
dehşetle açılıyor, çünkü işittiğime pek inanamıyordum. Der
ken durum iyiden iyiye kötüleşti ve birden baş dönmesine ben
zer bir şey gelip çullandı üzerime, bünyem saçma kurtuluş giri
şimlerinde bulundu, yemek kokulan gelmeye başladı burnu
ma, hanidir yemediğim seçkin yemekler, çocukluğumun haz
523
BiR SA VAŞIN TASViRi
kaynakları; hatta annemin memelerinden yükselen o canım
kokuyu duyuyordum; kokulara karşı diretmek için verdiğim
kararı unutmuştum, daha doğrusu bu kararla, şimdiki davranı
şım da bu kararın bir parçasıymış gibi dört bir yana sürüklen
meye başlamıştım; hep birkaç adım atıyor, yiyeceği yalnızca
kendimi korumak için ele geçirmeyi diliyormuşum gibi orayı
burayı kokluyordum. Bir şey bulamayışım düş kırıklığına uğ
ratmıyordu beni; yemekler vardı, ama hep benden birkaç adım
ötede kalıyor, ben daha yanlarına varmadan bacaklarım bükü
lü bükülüveriyordu. Ama aynı zamanda biliyordum ki, varolan
bir şey de yoktu; o küçük devinimleri bir daha çekip gideme
yeceğim bir yerde yığılıp kalarak bundan böyle doğrulamaya
cağımdan korktuğum için yapıyordum. Son umutlar, son ayar
tılar silinip gitmişti, sefalet içinde mahvolacaktım burada; araş
tırmalarımın, çocuksu mutlu zamanlardaki bu çocuksu dene
melerin bana ne yaran dokunabilirdi ki? Şimdi, burada iş cid
diydi, araştırmaların değerini kanıtlaması gerekiyordu şimdi,
ama neredeydi araştırmalar! Ortada çaresizlik içinde ağzım
boşluğa açmış bir köpek vardı yalnız; hala farkına varmaksızın,
telaşlı bir çabuklukla aralıksız toprağı suluyor, ama belleğinde
ki bütün o sihirli sözler kalabalığı arasından bir tekini bile
anımsayamıyordu artık, yeni doğanların annelerinin altına bü
zülüp sinmelerini sağlayan o şiirciği bile anımsayamıyordu. Ba
na öyle geliyordu ki, burada kardeşlerimden bir koşu uzaklık
ta değil de, herkeslerden alabildiğine uzak bir yerdeydim; doğ
rusu ölümüm hiç de açlıktan değil, öksüzlüğümden olacaktı.
Öyle ya, kimsenin umursadığı yoktu beni, yeraltında, yer üs
tünde, havada kims-:!nin; onların aldırmazlığı yüzünden mah
voluyordum; onların umursamazlığı ölüyor diyordu benim için
ve dedikleri gerçekleşecekti. Ve ben de onlara katılmıyor muy
dum? Aynı şeyi söylemiyor muydum ben de? Bu öksüzlüğü
kendim istememiş miydim? Doğru, ey köpekler, ama burada
böyle kuyruğu titretmek için değil, gerçeğe ulaşmak için, bu
yalan dünyasından çıkmak için; öyle bir dünya ki, bir kimse bu524
BiR SA VAŞIN TASViRi
lup kendisinden gerçeği öğrenemiyordunuz, yalan içinde do
ğup büyümüş benden bile. Belki gerçek pek uzakta değil, do
layısıyla ben de öyle düşündüğüm kadar bir başına bırakılmış
değildim; başkaları değil, yalnızca kendim tarafından terk edil
miştim, işin üstesinden gelemeyerek ölüp giden kendim tara
fından.
Ne var ki, sinirli bir köpeğin sandığı gibi öyle çabuk ölünmü
yor. Bayılmıştım, o kadar; yeniden ayılıp da gözlerimi açtığım
zaman, karşımda yabancı bir köpek dikiliyordu. Açlık duydu
ğum yoktu, kendimi pek güçlü hissediyordum, eklem yerlerim
de bir esneklik algılar gibiydim, ama doğrulmaya çalışmıyor,
bu yolda bir denemeye bile girişmiyordum. Her zamankinden
çok bir şey yoktu gördüğüm; güzel, ama pek de fazla olağanüs
tülüğü içermeyen bir köpek karşımda dikiliyordu, işte buydu,
başka şey değildi gördüğüm; öyleyken daha fazla bir şeyler gö
rür gibiydim. Altımda kan vardı, ilk anda yiyecek diye düşün
müştüm; ama hemen anladım ki benim kustuğum kandı. Yüzü
mü kandan çevirip yabancı köpeğe döndüm. Cılız, uzun bacak
lı, koyu kumral bir şeydi; yer yer beyaz benekleri, tatlı, keskin,
araştıran bakışları vardı. "Ne yapıyorsun burada? " diye sordu.
" Buradan çekip gitmelisin! " diye ekledi. " Şu anda gidemem, "
dedim, başka bir açıklamada da bulunmadım; çünkü ona her
şeyi nasıl açıklayabilirdim, üstelik acele bir iş var gibiydi. "Ri
ca ederim git! " diye üsteledi o ve sinirli sinirli bir bacağını kal
dırıp bir bacağını indirdi. " Bırak beni ! " dedim. "Yoluna git, il
gilenme benimle, zaten ötekiler de ilgilenmiyor. " - " Senin iyi
liğin için rica ediyorum," dedi. - " Ne için rica edersen et! " de
dim. " İstesem bile gidemem. " - " Neden bu değil, " dedi gülüm
seyerek. " Gidebilirsin. Bak, halinden güçsüzlüğün anlaşılıyor,
yavaş yavaş buradan gitsen iyi edersin, şimdi gitmekte durak
sarsan, sonra koşmam gerekir. " - " Bu, benim bileceğim iş! " de
dim. " Ama benim de! " diye yanıtladı o, dikbaşlılığıma canı sı
kılmış gibiydi. Şimdilik beni burada bırakmaya razı olmuştu
anlaşılan; ama fırsattan yararlanıp sevgiyle bana sokulmak isti525
BiR SA VAŞIN TASViRi
yordu. Başka vakit bu güzel köpeğin sevgisine gönülden katla
nırdım, ama o zaman aklım almadı nasıl olduğunu, bir dehşet
duydum. "Defol! " diye bağırdım; kendimi başka türlü savuna
madığımdan daha da gür çıkmıştı sesim, " Peki, canım, peki! "
dedi o, yavaş yavaş geriye çekilerek. " Amma da tuhafsın, ho
şuna gitmiyor muyum yani? " - " Hoşuma gitmeni istiyorsan,
çek git buradan ve beni rahat bırak! " diye üsteledim, ama onu
inandırmak istediğim kadar kendimden emin değildim artık.
Açlığın bileyip keskinleştirdiği duygularımla onda bir şeyler
görüyor, bir şeyler işitiyordum; henüz başlangıç durumunday
dı bu, ama giderek büyüyor, yaklaşıyordu; anlamıştım ki, artık
doğrulup kalkacağımı aklım almasa bile, bu köpekte yine de
beni buradan kovup uzaklaştırma gücü vardı. Dolayısıyla, be
nim kaba sözlerim üzerine usulcacık başını sallamakla yetinen
yabancı köpeği giderek daha büyük bir şehvetle süzmeye baş
lamıştım. " Kimsin sen! " diye sordum. " Bir avcı! " dedi. " Peki,
ne diye benim burada kalmamı istemiyorsun? " dedim. " Bana
engel oluyorsun," diye yanıtladı, " sen buradayken avlana
mam. " - " Bir dene bakalım. Belki avlanabilirsin." - " Hayır! "
dedi. " Üzgünüm ama, buradan gitmen gerekiyor. " - "Sen de
bırakıver bugün avlanmayı! " dedim rica yollu. " Olmaz! " diye
yanıtladı. " Avlanmam gerekiyor. " - "Benim gitmem gerekiyor,
senin avlanman gerekiyor. Neden bu gerekmeler, anlıyor mu
sun? " - " Yo! " dedi. " Ama bunda anlaşılmayacak bir taraf da
yok; kendiliğinden anlaşılan doğal şeyler! " - " Pek öyle de de
ğil! " diye yanıtladım. " Baksana beni buradan kovup uzaklaş
tırman seni üzüyor, öyleyken yapıyorsun bunu. " - " Evet," de
di. " Evet." diye yineledim ben öfkeyle. " Cevap mı bu da yani.
Hangisinden vazgeçmek senin için daha kolay, avlanmaktan
mı, yoksa beni buradan kovmaktan mı? " - " Avlanmaktan, " de
di duraksamaksızın. " Gördün mü bak! " dedim. " Bir çelişki var
işte ortada. " - " Nasıl bir çelişkiymiş? " diye sordu. " A canım
küçük köpekçiğim, böyle davranmamın gerektiğine akıl erdi
remiyor musun gerçekten? Böyle kendiliğinden anlaşılan bir
526
BiR SA VAŞIN TASViRi
şeyi anlamıyor musun? " Artık bir şey demedim, çünkü fark et
miştim ki - beri yandan yeni bir yaşam, dehşetin yol açtığı o ye
ni yaşam ansızın uyanıvermişti içimde -, benden başka kimse
nin seçemeyeceği o akıl almaz aynntılardan fark etmiştim ki,
küçük köpek, göğsünün tüm derinliğiyle şarki. söylemeye ha
zırlanıyordu. "Şarkı söyleyeceksin, " dedim. " Evet," dedi, "he
nüz başladığım yok. Ama sen hazırlanmaya bak. " - " İstediğin
kadar yadsımaya çalış, işitiyorum ben söylediğini, " dedim titre
yerek. Sustu. Ben de o vakitler bir şeyi anlar gibi olmuştum;
öyle bir şey ki, benden önce hiçbir köpek anlayamamıştı bunu,
en azından geleneklerde buna ilişkin en ufak bir işaret yoktu,
sonsuz bir korku ve utançla yüzümü çarçabuk önümdeki kan
birikintisine gömdüm. Çünkü anlar gibi olmuştum ki, yabancı
köpek henüz kendisi farkına varmadan şarkı söylemeye başla
mıştı; dahası var, şarkının melodisi, ondan bağımsız, kendi özel
yasasına uyup havada süzülerek ilerliyor, sanki yabancı köpe
ği dışarıda bırakıp bunun dışında yalnızca beni hedef alıyordu.
Bugün kuşkusuz bu gördüklerimi yadsıyor, bunları benim o za
manki sinirlerimin gerginliğine veriyorum; ama bir yanılgı da
sayılsa, şahane bir tarafı var bu yanılgının, o açlık zamanından
kurtarıp bu dünya içine kaçırabildiğim uydurma da olsa biricik
gerçek bu, hiç değilse kendimiz olmaktan tümüyle çıktığımız
vakit bizim nerelere kadar ulaşabileceğimizi bize gösteriyor.
Normal koşullar altında ağır hasta yatmam, kımıldayacak gücü
bulamamam gerekirdi; ama işte yabancı köpeğin çok geçme
den kendi ezgisi diye sahip çıkar göründüğü ezgiye karşı dura
madım. Güçlendikçe güçlendi ezgi, büyümesinin belki de sını
n yoktu ve şimdiden kulaklarımı adeta paralar gibiydi. Ama en
kötüsü, sanki yalnızca benim için vardı, yüceliği karşısında or
manın suskunluğa gömüldüğü bu ses, yalnızca benim için var
dı; hala burada kalmayı göze alabilen, ses önünde kendi pisliği
ve kendi kanı içinde yan gelmiş yatan ben kimdim? Zangır
zangır titreyerek doğruldum, yukarıdan aşağı kendimi şöyle
bir süzdüm, bu durumda biri nasıl koşabilir diye geçirdim içim527
BiR SA VAŞIN TASViRi
den, ama der demez ezgi beni önüne kattı, şahane sıçrayıp zıp
lamalarla uçup gitmeye başladım. Dostlarıma hiçbir şey anlat
madım, yanlarına geldiğimde belki bütün olup bitenleri hemen
anlatabilirdim ama, pek dermansızdım; sonradan ise bir şey
anlatmamam bana yerinde bir davranış göründü. Kendimi tu
tamayıp çıtlattığım sözlere gelince, bunlar da konuşmalar ara
sında b:� iz bırakmadan yitip gitti. Şunu da söyleyeyim ki, be
densel bakımdan bir iki saatte kendimi toparlamıştım, oysa
ruhça bugün bile acısını çekiyorum olanların.
Ancak, araştırmalarımı genişletip köpeklerin müziğiyle ilgilen
meye başlamıştım. Bilim, kuşkusuz burada da eli boş durma
mıştı; müzikbilim, yanlış öğrenmemişsem, belki de besinbilim
den çok daha kapsamlıydı, en azından daha sağlam temellere
dayanıyordu. Nedeni de, bu alanda besin alanındakinden daha
serinkanlı çalışılabilmesi ve daha çok gözlemler yapılıp göz
lemlerin belli sistemler içerisine yerleştirilmesi, besin alanında
ise her şeyden önce pratik sonuçlar çıkarmaya önem verilme
siydi. Dolayısıyla, müzikbilime karşı duyulan saygı, besinbili
me karşı duyulan saygıdan daha büyüktü; buna karşılık, birin
ci ikincisi kadar halkın içine derinliğine yerleşmiş değildi. Or
mandaki sesi işitmeden önce müzikbilime yabancı olduğum
kadar başka bir bilime yabancı değildim. Müzisyen köpeklerle
ilgili yaşantım, dikkatimi söz konusu bilim üzerine çekmemiş
değildi, ama daha pek toydum o zamanlar. Beri yandan, bu bi
limin yanına sokulabilmek kolay değildi; müzikbilime pek çe
tin bir bilim diye bakılır ve bu bilim fazla kalabalığa karşı, ki
bar ve soylu, kapalı tutar kendini. Sonra, o köpeklerde müzik
ilkin benim en çok dikkatimi çeken şey olmuştu, ama sonra
suskun köpek varlıklarını müzikten daha önemli bulmuştum,
başka yerde onların korkunç müziklerine benzeyen hiçbir şey
seçemiyordum, dolayısıyla bunu umursayabilirdim, ama onla
rın varlıkları o zamandan beri dört bir yandaki köpeklerin hep
sinde karşıma çıkıyordu. Köpeklerin varlığını kavramada da
besin araştırmaları bana, hedefe götüren en elverişli ve dolam528
BiR SA VAŞIN TASViRİ
haçsız yol görünüyordu. Her iki bilim arasındaki sınır bölge el
bet daha o zamanlar kuşkumu uyandırmıştı, besini yukarıdan
aşağı çağıran şarkı bilimiydi bu da. Hani müzikbilim içine de
asla gerektiği gibi giremeyişim ve bu bakımdan bilimin her va
kit özellikle aşağıladığı yarı bilginler arasında bile yer alamayı
şım, burada yine beni pek rahatsız eden bir şey. Bu her zaman
anımsatacak bana kendini. Bir bilgin önünde en kolayından bir
bilimsel sınava çekilsem, başarı şansım - ne yazık ki elimde ka
nıtlar var bunu gösteren - hiç yok gibidir. Kuşkusuz bunun da
nedenleri, daha önce sözü edilen yaşam koşulları bir yana,
özellikle bilimsel yetersizliğim, belleğimin güçsüzlüğü, ama en
çok bilimsel amacı göz önünde tutacak durumda bulunamayı
şımdır. Bütün bunları da açıkça, hatta bir çeşit kıvanç duyarak
itiraf ediyorum kendi kendime; çünkü bilimsel yetersizliğimin
derinlerde yatan nedeni bana bir içgüdü gibi görünüyor, hem
de kötü bir içgüdü değil. Yüksekten atsam diyebilirdim ki, işte
bu içgüdü bilimsel yeteneklerimi mahvetti; öyle ya, yaşamda
en basit şeyler sayılamayacağı kuşku götürmeyen alışılmış gün
lük işlerde enikonu zeka eseri gösteren, her şeyden önce, var
dığım sonuçlara bakarak da anlaşılabileceği gibi, biİimi olmasa
da bilginleri pek iyi anlayan benim gibi birinin, pençesini kal
dırıp bilimin yalnız ilk basamağına koymaya daha baştan gücü
nün yetmeyişi, en azından pek tuhaf bir şey kaçardı sanının. İş
te bir içgüdüdür ki, doğruca bilimin, ama bugün üzerine eğili
nenden bir başka bilimin, bilimlerin en sonuncusunun batın
için özgürlüğü her şeyden üstün tutmama yol açtı. Özgürlük!
Doğrusu; bugünkü durumuyla cılız ve kuru bir bitki. Ama ne
de olsa özgürlük, ne de olsa elde bir varlık.
529
KAFKA'NIN ÖLÜMÜNDEN SONRA
GERİDE BIRAKTIGI DEFTERLERDEN
ÇEVİRMEN TARAFINDAN ALINMIŞ,
BAZILARI İSİMSİZ BİRKAÇ ÖYKÜ
GÜNDELİK BİR ŞAŞKINLIK
Gündelik bir olay: Katlanılması gündelik bir şaşkınlık. A.,
H . 'deki B. ile önemli bir iş anlaşması yapacaktır. Ön konuşma
larda bulunmak için kalkıp H. 'ye gidiyor; hem gidiş, hem dö
nüşte on dakikada alıyor yolu; eve geldiğinde, bu hızlı tempo
dan ötürü böbürleniyor. Ertesi gün yine kalkıp gidiyor H. 'ye;
bu kez iş anlaşması kesin sonuca bağlanacaktır. Bu da belki
pek çok saati gerektireceğinden, sabah erkenden yola çıkıyor.
Bütün yan koşullar, hiç değilse A'nın kanısına göre, bir önceki
günün tıpatıp aynı olmasına karşın, H. 'ye gitmesi on saat alıyor
bu kez. Akşam yorgun argın H. 'ye vardığında bir de işitiyor ki,
B. kendisinin ortada görünmeyişine kızarak yanın saat önce
onu aramak için evden ayrılmış; hani yolda birbirlerine nasıl
rastlamamışlar, hayretmiş doğrusu. Bu durumda, kalıp B.'yi
beklemesi salık veriliyor A. 'ya. Ama A., iş telaşıyla vakit geçir
meden yola düşüyor, gerisin geri eve seğirtiyor.
Bu kez, pek farkına varmaksızın adeta bir solukta alıyor yolu.
Evde öğreniyor ki, B. daha erkenden çıkagelmiş, hani B. geldi
ğinde A. evden yeni aynlasıymış, B. de diyesiymiş ki, şimdi hiç
vaktim yok, hemen gitmem gerekiyor. Bu anlaşılmaz davranı
şına karşın, B. yine de evde kalıp onu beklemiş. Gerçi hala
dönmedi mi diye sormuş ikide bir; ama şu an henüz yukarıda
A. 'nın odasında bulunuyormuş.
B ile konuşarak olup bitenleri kendisine hala açıklayabileceği
için mutlu, merdivenleri koşarak çıkıyor A. Yukarıya tam var
mak üzereyken, ayağı tökezleyip bilek kirişlerinden birini inci
tiyor, acıdan adeta kaybediyor kendini, bağıracak gücü bula
mıyor, karanlıkta kıvranıp duruyor yalnızca ve B 'nin -çok
533
uzakta mı, yoksa hemen yanı başında mı, kestiremiyor bir tür
lü- hırsla paldır küldür merdivenlerden indiğini ve bir daha gö
rünmemek üzere çekip gittiğini işitiyor.
534
SANÇO PANZA'YLA İLGİLİ GERÇEK
Sanço Panza, hani kendisi hiç övünmüş değil bununla, ele ge
çirdiği bir alay şövalye ve haydut romanını yıllar yılı akşam ve
gece saatlerinde okuyarak, sonradan Donkişot adını verdiği
şeytanını oyalayıp dikkatini üzerinden başka yöne çekmesini
öylesine becermişti ki, gemi azıya alan şeytanı en çılgınca işle
re kalkışmış, ama ortada kendisi için· belirlenmiş bir obje -ki bu
da Sanço Panza olabilirdi ancak- kalmadığından, çılgınlıkları
nın kimseye zararı dokunmamıştı. Sanço Panza, artık bu özgür
insan, sakin serinkanlı, belki bir sorumluluk duygusuyla davra
nıp çıktığı seferlerde Donkişot'un peşini bırakmamış, bunu da
ömrünün sonuna kadar kendisi için büyük ve yararlı bir eğlen
ce bilmişti.
535
SİRENLERİN SUSUŞU
Yetersiz, hatta çocuksu önlemlerin bile insanı esenliğe kavuş
turabileceğinin kanıtıdır:
Sirenlerden korunmak isteyen Odysseus kulaklarına balmumu
tıkamış, kendisini seren direğine sımsıkı zincirlemişti. Aynı şe
yi, Sirenlerin daha uzaktan ayartıp baştan çıkardığı kimseler
değil ama, başkaları öteden beri yapabilirdi kuşkusuz. Ama
bunun bir işe yaramayacağı bütün dünyaca biliniyordu. Siren
lerin şarkıları ne varsa delip geçiyor, şarkının ayartısına kapı
lanların içinde zincir ve direklerden daha da fazlasını kırıp par
çalayabilecek bir tutkunun doğmasına yol açıyordu. Belki
Odysseus da işitmişti bunu, ama umursadığı yoktu. Bir avuç
balmumuyla bir bağ zincire katıksız güven besliyor, başvurdu
ğu önlemden dolayı sevinç içinde Sirenlere doğru yol alıyordu.
Ama Sirenlerin şarkıdan çok daha tehlikeli bir silahları vardı
ki, o da susuşlarıdır. Hani böyle bir durumla karşılaşılmamıştır
şimdiye kadar, ama karşılaşılabilir: Bir kimse belki Sirenlerin
şarkısından kurtarabilir kendini, ama susuşlarından asla. Dün
yada hiçbir nesne yoktur ki, kendi gücüyle Sirenleri yenmenin
mutluluğuna ve bu mutluluktan kaynaklanarak her şeyi önüne
katıp sürükleyecek büyüklenmeye karşı durabilsin. Ve gerçek
ten, Odysseus yanlarına yaklaştığı zaman, yeni düşmanlarının
üstesinden ancak susmakla gelebileceklerine inandıklarından
mıdır, yoksa balmumu ve zincirden başka şey düşünmeyen
Odysseus'un yüzündeki mutluluk kendilerine şarkı söylemeyi
tümüyle unutturduğundan mı, artık nedense, o yaman şarkıcı
Sirenler şarkı söylemeyi bırakmış, susuyordu.
536
Ama Odysseus besbelli Sirenlerin susuşunu fark etmiyor, on
ların şarkı söylediğini, ama kendisinin bunu işitmediğini sanı
yordu. İlkin Sirenlerin boyunlarını döndürüşünün, derin derin
soluyuşlarının, gözlerinin yaşla doluşunun ve yarı açılan ağızla
rının şöylece farkına varmış, ne var ki büt,ün bunların, çevre
sinde yankılanıp sönen, ama kendisince işitilmeyen şarkılardan
kaynaklandığını düşünmüştü. Ancak, çok geçmeden söz konu
su görüntülerin tümü, Odysseus'un uzaklara çevrilmiş gözleri
önünden kayıp gitmişti. Odysseus'un azmi karşısında Sirenler
ortadan kaybolup gitmiş, kendilerine iyice yaklaşan Odysseus
onları görmez olmuştu.
Ne var ki, Sirenler her zamankinden daha bir güzel gerinip
uzandılar, sonra arkalarına döndüler, korkunç saçlarını rüzgar
da uçuşmaya bıraktılar ve kayaların üstüne sere serpe açıp yay
dılar pençelerini. Artık Odysseus'u ayartıp baştan çıkarmayı
düşünmüyor, yalnızca ondaki bir çift iri ve parlak gözü elden
geldiğince uzun süre seyretmek istiyorlardı.
Sirenlerde bilinç diye bir şey bulunsaydı, daha o vakit yok olup
giderlerdi. Ama bu bilincin olmayışından ötürü hayatta kaldı
lar, ellerinden de bir tek Odysseus kurtuldu.
Sonra buna ek olarak öteden beri şöyle bir şey anlatılır: Odys
seus, öylesine kurnaz, öylesine tilkinin biriymiş ki, Yazgı Tan
rıçası bile içindeki gizli niyeti keşfedememiş; doğrusu insan ak
lının alacağı şey değil ama, Sirenlerin sustuğunu Odysseus bel
ki gerçekten sezmiş ve yukarıdaki düzmece olayı hem Sirenle
re, hem tanrılara karşı adeta kalkan diye kullanmıştı.
537
PROMETHEUS
Prometheus'tan söz açan dört söylence bulunuyor elimizde:
Birincisine göre, Prometheus, tanrılara ihanet ederek sırlarını
insanlara ilettiği için Kaflcas dağlarındaki kayalıklara kıskıvrak
zincirlenmiştir ve tanrıların yolladığı kartallar tarafından kara
ciğeri yenmektedir; ama Prometheus'un ciğeri yendikçe büyü
mekte, büyüdükçe yine kartallara yem olmaktadır.
İkinci söylenceye göre, Prometheus, kartalların aralıksız veriş
tiren gagalarının acısıyla, zincirlendiği kayaların giderek daha
içine gömülmüş, sonunda kendisi de bir kaya parçasına dönüş
müştür.
Üçüncü söylenceye göre, Prometheus'un tanrılara ihaneti ara
dan geçen binyıllar içinde unutulmuş, tanrılar unutmuş, kartal
lar unutmuş, Prometheus'un kendisi unutmuştur.
Söylencenin dördüncüsüne göre, anlamını yitirip boşlukta ka
lan olaydan bezilmiş, tanrılar bezmiş, kartallar bezmiş, yara
bezgin kapanmıştır.
Kala kala geriye açıklanamayan kayalar kalmıştır. - Söylence,
açıklanamayanı açıklamaya uğraşıyor. Bir gerçeklik temelin
den çıkıp geldiği için, yine ister istemez açıklanamaz'da sonla
nacaktır.
538
Evimizde, bu koskoca kenar mahalle evinde, yıkılmak bilme
yen ortaçağ harabelerine yaslanmış bu kışlamsı kira evinde bu
gün, sisli ve buzsu bu kış sabahı aşağıdaki bildiri dağıtıldı.
Bütün Ev Sakinlerine:
Elimde beş çocuk tüfeği var. Dolabımda asılı duruyor hepsi,
her askıda bir tane. Birincisi benim. Ötekiler, kim gelip isterse
onun olacak. Başvuranların sayısı dördü geçti mi, sonrakiler
kendi tüfeklerini yanlarında getirip benim dolapta saklayacak.
Çünkü birlik ve beraberlik bozulmamalı, birlik ve beraberlik
bozulursa yerimizde sayarız. Şunu da söyleyeyim ki, bendeki
tüfeklerin tüfek diye kullanılmaya hiç elverişli yanı yok, meka
nizmalarından hayır kalmamış, tıpaları kopmuş, yalnız tetikle
ri çalışıyor ve basınca çat diye bir ses çıkarıyor. Yani gerekti
ğiı:ıde bu gibi başka tüfekler sağlamak güç değil. Ama ilk za
manlar tüfeksiz kimseler de gelse kabulüm. Biz, yani tüfekliler,
tehlike anında tüfeksizleri ortamıza alırız. Kızılderililere karşı
ilk Amerikalı toprak sahiplerinin başarıyla uyguladıkları savaş
yöntemi, nihayet benzeri koşulların egemenliğini sürdürdüğü
bizim burada da ne diye sonuç vermesin? Diyeceğim, hiç tü
feksiz de yapılabilir; hatta beş tüfek ille gerekli değil. Ama ma
dem elimizde var bir kez, bunları kullanabiliriz. Gel gelelim,
benim dışımdaki dört kişi tüfek taşımak istemezse, kendileri
bilir. Bu durumda önder olarak ben bir tüfek taşırım, tamam.
Ancak, bir önderimiz bulunmazsa daha iyi. Dolayısıyla, ben de
tüfeğimi kırıp atacak ya da bir kenara kaldıracağım.
Bu ilk bildiriydi. Bizim evde bildirileri okuyacak, hele üzerle
rinde düşünüp kafa yoracak ne kimsenin vakti var, ne isteği.
Tavanarasından yola koyulan bir pislik seli, tüm katların kori
dorlarındaki yeni pisliklerle beslenir, merdivenleri silip süpü539
rerek aşağılara akar ve aşağıda kabarıp taşarak yukarılara çık
maya uğraşan pislik seliyle savaşır durur. Çok geçmeden, kü
çük kağıt parçalarından oluşan bildiriler de, böyle bir pislik se
linde yüzmeye başlamıştı. Ama aradan bir hafta geçti, bir ikin
ci bildiri daha:
Ev sakinlerine:
Şimdiye kadar gelip bana başvuran çıkmadı. Ekmek peşinde
koşmadığım zaman evdeydim sürekli, dışan çıkarken odamın
kapısını hep açık bıraktım, masanın üzerine de boş bir kağıt
koydum; isteyen gelip listeye adını kaydedebilirdi, ama kimse
yapmadı bunu.
540
İki elim bir savaşa tutuştu. Okuduğum kitabı trak diye kapatıp,
kendilerini kavgada rahatsız etmemesi için bir kenara ittiler.
Sonra karşımda selam durup beni hakem seçtiler. Ve hemen
parmaklarını birbirine geçirip masanın kenarında koşuşmaya
başladılar; kimi vakit biri, kimi vakit ötekisi ağır basarak, ba
zen sağa, bazen sola gidip geldiler. Gözlerimi üzerlerinden
ayırmadım. Madem benim kendi elim ikisi de, hakyemez bir
hakem rolünü oynamalıyım; yoksa yanlış bir kararın doğuraca
ğı tatsız olayları kendi elimle başıma sararım. Ama görevim de
kolay değil; karanlıkta ellerimin ayalan, karşılıklı olarak, dik
katimden kaçmaması gereken çeşitli hilelere başvuruyorlar;
dolayısıyla, çenemi masaya bastırıyorum; artık gözümden bir
şey kaçamaz. Sol elime karşı kötü bir niyet beslemeksizin, ya
şam boyu hep sağ elimi üstün tuttum. Sol elim bir yol ağzını
açıp bir şey diyeydi, uysal ve hakkaniyetten ayrılmaz biri olan
ben, bu kötü davranışımdan hemen vazgeçerdim. Gel gelelim,
gık demedi sol elim; örneğin sağ elim, sokakta bir ara başım
dan çıkarıp aldığı şapkaya boşlukta bir yay çizdirirken, sol elim
kalçamda ürkek ürkek gezindi; şimdi giriştikleri savaşa hiç ge
reği gibi hazırlıklı değildi bu yüzden. Nasıl edeceksin de, benim
sol bileğim, asla bükülmeden o yaman sağ bileğime dayana
caksın? Nasıl o kız gibi narin parmakçığını, sağ elimin beş par
mağının kıskacında tutabileceksin? Olup bitenler bana bir sa
vaşma gibi gelmiyor artık; durumu sol elimin doğal sonu gibi
görüyorum. Daha şimdiden sıkıştırılıp masanın sol köşesinin ta
ucuna kadar itildi; üzerinde de bir makinenin piston kolu gibi
düzenli inip çıkan sağ elim. Bu nazik durumda aklıma o kurta
rıcı fikir gelip karşımda savaşanların kendi ellerim olduğunu,
onları bir çırpıda birbirinden ayırarak kavgaya ve bu nazik du
ruma son verebileceğimi düşünmesem, bu düşünce kafamda
541
uyanmasa, sol elim bilek kökünden kopar, masadan aşağı fırla
tıp atılır ve belki o zaman zafer sarhoşluğuyla kendini dizginle
yemeyen sağ elim, beş başlı o cehennem köpeği(*) gibi davra
nıp benim dikkatle savaşı izleyen yüzüme atlardı. Oysa şimdi
iki elim birbirinin üzerinde duruyor, sağ elim sol elimin sırtını
sıvazlıyor ve ben dürüst davranmış hakem de, başımla bu du
rumu onayladığımı bildiriyorum.
(*) Yunan mitolojisinde Yeraltı ülkesinin bekçiliğini yapan Kerbaros adında
ki köpek (Ç.N.)
542
Dün ilk kez müdüriyete gittim. Bizim gece vardiyası delege
seçti beni. Çalışırken kullandığımız fenerler yapılış bakımın
dan pek yetersizdi, ayrıca yakıtla doldurulmaları bizi pek uğ
raştınyordu; müdüriyette girişimde bulunacak, bu tatsız duru
mun giderilmesini sağlayacaktım. Bana orada bu işe bakan bü
royu gösterdiler. Kapıyı tıklatıp içeri girdim. Narin yapılı genç
bir adam, benzi enikonu uçuk, büyük bir masanın başından ba
na gülümsedi. Uzun, pek uzun bir süre başını salladı. Acaba
otursam mıydı, karar veremedim; ilerde bir sandalye boş duru
yordu, ama henüz bu ilk ziyaretimde hemen oturmasam daha
iyi olur diye düşündüm, ayakta durumu anlatmaya koyuldum.
Ancak, ben alçakgönüllü davranmayı düşünürken, davranışım
adamı besbelli güç duruma sokmuştu; çünkü sandalyesinin ye
rini değiştirmek istemiyorsa, yüzünü çevirip başını kaldırarak
bana bakması gerekmekteydi. Ne var ki, boynunü çevirmek
için olanca gücünü harcamasına karşın yine de bunu doğru dü
rüst başaramıyor, ben konuşurken, yüzü yarı bana dönük, şaşı
bir bakışla tavana bakıyordu, ben de istemeyerek onun baktı
ğı yere gözlerimi dikmiştim. Konuşmamı bitirince, ağırdan ala
rak ayağa kalktı; omzuma vurarak, "Demek öyle, demek öy
le, " dedi ve beni tutup bitişik odadan içeri soktu. Saçı sakalı
birbirine karışmış bir adam besbelli burada bizi beklemişti,
çünkü masada çalıştığını gösteren herhangi bir belirti yoktu;
karşıda açık bir cam kapı seçiliyor, buradan çiçekler ve fidan
larla dolu bir bahçeye geçiliyordu. Kulağına genç adamın fısıl
dadığı birkaç sözcükten oluşan kısa bilgi, gür sakallı adamın
biz çalışanların derdini anlamasına yetti. Hemen ayağa kalka
rak, "Bana göre, aziz- " diye başladı; ne var ki, ansızın durakla
dı; ben, ismimi öğrenmek istiyor sanarak kendimi yeniden ta
nıtmak için ağzımı açmıştım ki, birden sözümü kesti: " Zahmet
543
etme, zahmet etme, kendini çok iyi tanıttın bana. Diyeceğim,
senin ya da sizlerin dileği haklı bir dilek kuşkusuz; bunu her
keslerden çok takdir edecek birileri varsa, onlar da benimle
müdüriyette çalışan beylerdir. Gönlümüz ister ki, işletmenin
kendisinden önce işletmede çalışan işçilerin durumu düzgün
olsun. Değil mi ama? Bir işletme nihayet her vakit yeniden ku
rulabilir, paraya bakar alt tarafı, paranın da şeytan görsün yü
zünü. Gel gelelim, bir insan göçüp gitti mi, bir insan göçüp git
miş demektir. Eşi dul kalır geride, çocukları yetim kalır. Allah
saklasın! Dolayısıyla, yeni iş güvenliklerinin, yeni çalışma ko
laylıklarının, yeni rahatlıkların, yeni ve lüks koşulların sağlan
ması için yapılacak her önerinin başımızın üzerinde yeri vardır.
Kim böyle bir öneriyle bize çıkar gelirse, o bizim adamımızdır.
Sözün kısası, sen de bizi uyarmaya yönelik önerilerini bırak
burada, hepsini inceden inceye gözden geçirelim; baktık ki kü
çük, ama çok önemli bir nokta unutulmuş, kuşkusuz onu da si
zinkilerin arasına katmazlık yapmayız. İncelemelerimiz sonla
nır sonlanmaz da yeni fenerlerinize kavuşursunuz. Bu arada
yeraltında çalışan arkadaşlarınıza şunu söylemeyi unutmayın:
Onların çalıştığı dehlizleri salonlara dönüştürmedikçe, burada
rahat etmeyeceğiz; hele gün gelip sizleri rugan çizmelerle ölü
me yollayamadığımız süre, rahat yüzü görmek haram bize. Di
yeceklerim bu kadar. Arkadaşlarınıza en içten selamlarımızı
iletiniz lütfen! "
BİR ÇİFfLİÔİN SAVUNULMASINDAN SAHNELER
Bir adam boyunu pek bulmayan ve aralıkları içermeyen basit
bir tahta çitti. Arkasında üç kişi dikiliyor, yüzleri çit üzerinden
ileri taşıyordu. En uzunları ortadakiydi; ondan bir baş kısa
olan öbür ikisi ortadakine sokulmuş, hepsi bir birlik ve bütün
lük içinde bir grup oluşturmuştu. Her üçü de çiti, daha doğru
su çitin çevrelediği çiftliği savunuyordu. Başkaları da vardı,
ama doğrudan savunmaya katılmıyordu bunlar. Avlunun orta
sına bir masa atılmış, başında biri oturuyordu; sıcak havada
üniformasını çıkarıp sandalyenin arkalığına geçirmişti. Önün
de birkaç kağıt parçası vardı; fazla mürekkep harcanmasını ge
rektiren uzun ve dolgun harflerle üzerlerine birtakım yazılar
çiziktiriyor, kağıtların hemen yukarısına raptiyelerle. tutturul
muş krokiye arada bir göz atıyordu.
Kroki çiftliğin planını içeriyor, masa başındaki kumandan
olan adam da planı göz önünde tutarak savunmaya ilişkin
buyrukları kaleme alıyordu. Bazen sandalyesinden yarı doğ
rulup üç savunucuya ve çit önünde uzanan boş araziye bakı
yor, gördüklerinden savunma buyruklarını kaleme alırken
yararlanıyor, durumun gerginliğinden dolayı hızlı bir tem
poyla çalışıyordu. Yakındaki kumlar içinde oynayan yalına
yak küçük bir çocuk, kumandan çağırır çağırmaz koşuyor, ha
zırlanan pusulaları alıp gereken yerlere dağıtıyordu; ancak,
pusulaları vermeden önce, kumandan her defasında ceketinin
yeniyle oğlanın ıslak kumda pislenmiş ellerini silmek zorunda
kalıyordu; büyük bir tekneden çevreye sıçrayan sular kumla
rı ıslatıyordu çünkü. Adamın biri teknenin içinde asker çama
şırları yıkıyordu; çitin bir latasıyla avluda tek başına duran cı545
hz ıhlamur ağacı arasına bir ip germiş, üzerine kuruması için
çamaşır asmıştı.
Bir ara kumandan, ter içindeki vücuduna yapışmış gömleği sı
yırıp çıkardı üzerinden; kısa bir seslenişle teknenin başındaki
ere fırlattı; er de, ipten kurumuş bir gömlek alarak kumanda
na götürdü. Teknenin az ilerisindeki ağacın gölgesinde, çevre
sinde olup bitenlere aldırışsız, yitik bakışlarını gökyüzüne ve
havada uçan kuşlara çevirmiş genç bir adam bir sandalyede
sallanarak oturuyor, trompetle askeri marşlar çalıyordu. Hani
bu da pek çok şey gibi gerekliydi; ama kimi vakit sabrı taşan
kumandan, yeter artık çalma der gibi eliyle işaret ediyor, hatta
bazen dönüp adamı paylıyordu. Her seferinde kısa bir sessizlik
başgösteriyor, ama derken adam alçak perdeden, ilkin şöyle
bir yoklamak isteyerek trompetini yeniden öttürmeye koyulu
yor ve zamanla kendini tutamayarak elindeki sazın sesini yine
eski gürlüğüne kavuşturuyordu.
Tavanarasındaki pencerenin perdesi indirilmişti, bunun da şa
şılacak yanı yoktu; çünkü evin bu cephesindeki tüm pencere
ler, düşmanın içeriyi görmesini önlemek ve saldırısından evi
korumak üzere şu ya da bu şekilde kapatılmıştı. Ama tavana
rasındaki pencerenin arkasına çiftlik kiracısının kızı sinmiş,
trompet çalan delikanlıyı seyretmekteydi; trompetten dökülen
ezgilerle öylesine kendinden geçiyordu ki, bazen gözlerini ka
payıp elini kalbinin üzerine koymadan edemiyordu. Hani as
lında evin arka cephesindeki büyük odada keten sargı bezleri
hazırlayan hizmetçilerin başında bulunması gerekmekteydi;
ama trompet sesinin pek hafif işitildiği, insanı asla doyurama
yıp içinde sadece özlem duyguları uyandırdığı arka odada faz
la dayanamamış, adeta terk edilmiş duran bunaltıcı evin mer
divenlerini tırmanıp gizlice tavanarasına çıkmıştı. Zaman za
man kafasını pencereden biraz dışarı uzatıyor, babası hala işi
nin başında mı, yoksa uşaklara bakmaya mı gitti, anlamak isti
yordu. Çünkü babası gitmişse, kendisi de tavanarasında kala546
mazdı artık. Ama her defasında babasını kapı önündeki taş ba
samağın üzerinde oturmuş, piposunu tüttürürken ve tavanara
sı için kaplama tahtaları keserken görüyordu; yan kesilmiş ya
da bütün kaplama tahtaları ve diğer malzeme, koca bir yığın
halinde çevresini kuşatmıştı. Ev ve çatı ne yazık ki savaştan za
rar görecekti; şimdiden önlem alınması gerekiyordu. Kapının
yanı başında bir pencere vardı; üzerine tahtalar çakılarak ör
tülmüş, yalnızca ortasında bir delik bırakılmıştı. Delikten du
manlar çıkıyor ve sesler geliyordu; mutfaktı burası ve çiftlik ki
racısının hanımı aşçı askerlerle öğle yemeğini yeni hazırlamış
tı. Büyük ocak bunun için elvermemiş, ayrıca iki kazan kurul
muştu; ama şimdi görülüyordu ki, bunlar da yetecek gibi değil
di. Erat önüne bol yemek çıkarılmasına kumandan çok önem
vermekteydi. Bu yüzden, üçüncü bir kazanın daha yardıma
çağrılması kararlaştırılmıştı; ama kazan biraz özürlüydü ve
adamın biri evin bahçe tarafında delik yerlerini lehimlemeye
uğraşıyordu. Başlangıçta bu işi evin önünde yapmaya kalkmış,
ancak kumandan çekiç seslerine katlanamadığı için, kazan yu
varlana yuvarlana oradan uzaklaştırılmıştı. Aşçılar pek sabır
sızlanıyor, kazanın onarımının bitip bitmediğine bakması için
sık sık birini yolluyorlardı. Ama onarım işi henüz bitmiş değil
di ve kazanın bugünkü öğle yemeği için kullanılması söz konu
su olamazdı; dolayısıyla, erata dağıtılacak yemekte kısıntıya gi
dilmesi gerekiyordu.
İlkin kumandanın yemeği verildi. Kumandan, kendisine ayrı
yemek pişirilmesini birkaç kez kesinlikle yasaklamış, öyleyken
evin hanımı kumandanın önüne normal erat yemeğinden çı
karmayı bir türlü içine sindirememişti; hem, kumandanın hiz
metine bakma işini bir başkasına bırakmak da istemiyordu.
Güzel bir beyaz önlük kuşanıp, içinde tavuk çorbası bulunan
kaseyi gümüş bir tepsi üzerine yerleştirdi, tepsiyi alıp kuman
dana götürmek üzere avluya çıktı; çünkü onun yemek için işi
ne ara verip eve gelmesi beklenemezdi. Bizzat evin hanımının
yaklaştığını gören kumandan, büyük bir nezaket gösterip he547
men ayağa kalktı; ama yemek yiyecek vakti olmadığını, yemek
için ne zaman, ne de huzuru bulunduğunu kadına söylemekten
kendini alamadı. Evin hanımı başını eğdi; yukarı kaldırdığı
gözlerinde yaşlar belirip rica edince, elindeki kaseden hala
ayakta dikilen kumandan sonunda bir kaşık çorba aldı. Böyle
likle en aşın bir nezaketin bile gereği yerine getirilmiş oldu.
Kumandan, önünde eğilerek evin hanımını selamlayıp yeniden
işinin başına oturdu; kadının kısa bir süre daha yanı başında di
kildikten sonra göğüs geçirerek mutfağa döndüğünü belki pek
fark etmemişti.
Eratın iştahı hiç de kumandanınkine benzemiyordu. Çaldığı
düdükle karavana işaretini veren bir aşçının sakal bıyıktan ge
çilmeyen yüzü, mutfak penceresindeki deliğin ardında seçilir
seçilmez, dört bir yanda bir kaynaşma başgösterdi; hatta ku
mandanın hoşlanmayacağı ölçüde bir kaynaşmaydı bu. İki er,
doğrusu büyük bir fıçıdan başka türlü nitelenemeyecek el ara
basını ahşap sundurmadan çıkardı. Yerlerinden ayrılmasına
izin verilmeyen, bu yüzden yemeğin ayaklarına götürülmesi
gereken askerler için mutfak penceresindeki delikten şarıl şa
rıl çorba akıtıldı fıçıya. İlkin araba, çit başındaki savunuculara
yöneldi; kumandan, parmağıyla orayı göstermese de galiba yi
ne yapılacaktı bu, çünkü çit başındaki üç er o anda düşman
tehlikesine en yakın kişilerdi ve sıradan bir kimse bile, belki
subaylardan da çok bunun ne anlama geldiğini bilirdi.
Ama kumandan için hepsinden önemlisi, dağıtımı çabuklaştır
mak ve yemek yüzünden savunma işindeki tatsız aksamaların
süresini elden geldiğince kısaltmaktı; çünkü genel olarak ör
nek üç askerin bile çit önündeki araziden çok, evin avlusuyla
ve küçük el arabasıyla ilgilenmeye başladığını görüyordu. Bu
üç askere hemen yemekleri verilmiş, sonra araba çit boyunca
sürülüp götürülmüştü; çünkü çit gerisine yaklaşık her yirmi
adımda bir, üç asker gibi gerektiğinde doğrulup düşmanı kar
şılamaya hazır bir er çökmüştü. İhtiyat erler ise, ellerinde çor548
ba Useleri, uzun bir sıra halinde evden çıkarak mutfak pence
resinin önüne geliyordu. Trompetçi de yaklaşmış, sandalyesi
nin altından çorba kasesini alıp yerine trompetini bırakmış, bu
nu yapmakla çiftlik kiracısının kızını üzüntüye boğmuştu, çün
kü onun uzaklaştığını gören kız da kalkıp hizmetçilerin yanma
gitmişti.
Ansızın ıhlamur ağacının tepesinde bir hışırtıdır başladı; düş
manı dürbünle gözetleme görevini üstlenen bir er tünemişti
buraya; gördüğü önemli ve zorunlu işe karşın, çorba arabası
nın başındaki er tarafından hiç değilse şimdilik unutulmuştu.
Birkaç kişinin, işsiz güçsüz birkaç ihtiyat erinin yemeklerini
daha bir ağız tadıyla yemek isteyip ağaç gövdesinin çevresine
gelip oturması, çorbadan kalkan buğuların ve nefis kokunun
yukarıya kadar çıkması, ağaç üstündeki eri daha da kızdırmış
tı. Bağırmayı göze alamamış, ama elleriyle sağı solu dövmüş,
dikkati üzerine çekmek için dürbünü pek çok kez dallar ve
yapraklar arasından aşağı itelemişti. Ama boşuna! Kuşkusuz,
kendisi de arabadan çorba alacaklar arasındaydı; ama şimdi
araba turunu bitirip ikinci kez ona gelinceye kadar beklemesi
gerekiyordu. Bu da elbet uzun sürecekti, çünkü avlu büyüktü,
aşağı yukarı üçer kişilik kırk postaya yemek dağıtılacaktı ve
araba deli dolu erler tarafından çekilerek sonunda ıhlamurun
yanına dönüp geldiğinde içinde pek az çorba kalmış, özellikle
et parçaları nerdeyse suyunu çekmişti. Her ne kadar gözetle
yici, bir çatal değnek ucuna oturtulmuş kiiseyle uzatılan çorba
artığını seve seve kabullendiyse de, öfkeden gözü dönerek he
men ağacın gövdesinden biraz aşağı kayıp -bu da işte onun te
şekkürüydü- çorbayı uzatan erin yüzüne bir tekme indirdi.
Bunun üzerine er, yanındaki arkadaşına söyleyip omzuna çık
tı ve bir solukta ağaca tırmandı. Aşağıdan görülmeyen bir
kavga başladı yukarıda; kavga yalnız dalların sallanması, bo
ğuk iniltiler ve yaprakların sağa sola uçuşmasıyla kendini bel
li ediyordu.
549
Sonunda dürbün yere düştü ve ortalık birden sessizleşti. Ney
se ki başka işlerle pek meşguldü kumandan; çit dışındaki ara
zide birtakım şeyler dönüyora benziyordu, bu yüzden ağaçta
geçenlerin farkına varmamıştı. Derken yine sessiz sedasız
ağaçtan indi er; dürbün, hayli nezaketle yukarıdaki gözetleyi
ciye uzatıldı ve her şey yine yoluna girdi. Hani çorbaya bile pek
bir şey olmamıştı; çünkü gözetleyici, daha boğuşma başlama
dan kiiseyi en yüksekteki dallara, rüzgiirdan zarar görmeyecek
gibi titizlikle yerleştirmişti.
550
Köylünün biri yolda karşıma çıkarak, benden evine kadar gel
memi istedi. Kendisine belki yardımım dokunabileceği kanı
sındaydı, patırtı yapmışlardı karısıyla, bu da ona hayatı zehir
ediyordu. Üstelik hayırsız ve salak çocukları vardı, ya elleri bö
ğürlerinde sağda solda dikilir ya da olmadık densizliklere kal
kışırlardı. Ben seve seve kendisiyle geleceğimi, ama ona bir
yardımım dokunabileceğinin hiç de kesinlik taşımadığını, belki
çocukları yola getirebileceğimi, anc�k karısına karşı bakarsın
hiçbir şey yapamayacağımı, çünkü kadındaki kavga tutkusu
nun genellikle erkeğin mizacından kaynaklandığını, kendisi
ninse şimdiye kadar değişmek için sanırım çaba harcayıp başa
ramadığını, dolayısıyla benim de bu işin altından kalkacağımı
beklememesi gerektiğini açıkladım. Kadındaki kavga tutkusu
nu kendi üzerime yöneltmekten başka bir şey gelmeyecekti
elimden. Köylüden çok kendi kendimle böylece konuşup dur
dum, ama sonra emeğimin karşılığında bana ne para vereceği
ni sordum açıkça. Adam, bu konuda kolay anlaşabileceğimizi
söyledi; yeter ki kendisine biraz yararım dokunsun, dilediğim
şeyi çiftlikten alıp götürebilecektim. Bunun üzerine olduğum
yerde durdum, öyle genel sözverilerle yetinemeyeceğimi, bana
ödeyeceği aylık ücretin kesinlikle belirlenmesi gerektiğini bil
dirdim. Köylü, aylık ücret istediğim için şaşırdı. Ben de onun
şaşırmasına şaşırdım. İki insanın ömür boyu çalışarak kotardı
ğı bir tatsızlığın iki saatte düzeltilebileceğine mi inanıyordu
yoksa? İki saat sonra hizmetime karşılık bir torba bezelyeyi
yüklenecek, bir şükran duygusuyla elini öpecek, eski partalla
rımı sırtıma geçip buzsu şosede yine yola koyulacaktım, öyle
mi? Hayır, hayır! Köylü, başını önüne eğmiş, sesini çıkarma
dan, ama merakla beni dinliyordu. Doğrusu uzun süre yanında
kalıp ilkin her şeyi bilip anlamam, ortadaki tatsızlığı düzeltmek
551
için atılacak adımları enikonu araştırmam gerektiğini söyle
dim. Ve sonra, elden geldiği kadar işe gerçek anlamda çekidü
zen vermek için, yine bir vakit yanından ayrılmayacak, derken
yaşlanacak, çalışmaktan yorgun düşecek, bundan böyle de hep
yanında kalıp dinlenecek, bütün ailenin bana besleyeceği min
net duygularının keyfini çıkaracaktım.
" Ama bu seninki akıl alacak şey değil, " diye yanıtladı köylü,
" galiba senin niyetin çiftliğe yerleşmek, sonunda da beni kapı dı
şarı edip yerime geçmek. Şimdikiler yetmiyormuş gibi, dertlerin
bu en büyüğünü de kendi elimle başıma sarmaktan başka nedir
bu! " - " Karşılıklı birbirimize güvenmeden elbet anlaşamayız, "
dedim. " Ben de sana güveniyor değil miyim? Senden bütün is
tediğim bana vereceğin bir söz; bu sözü de bakarsın yerine getir
meyebilirsin, her şeyi senin dilediğin gibi bir düzene sokarım da,
sen verdiğin sözlerin hiçbirine aldırmaz, beni yine tutup uzaklaş
tırabilirsin evinden. " Köylü beni süzerek dedi ki: "Sen öyle ev
den uzaklaştırılacak birine benzemiyorsun. " Ben, " Dilediğin gi
bi yap, hakkımda dilediğin gibi düşün, " diye yanıtladım. " Ama
unutma, hani bunu da bir dostun gibi seninle erkek erkeğe ko
nuşuyorum, sen ne kadar beni evine almasan, evdeki duruma
zaten uzun süre dayanamayacaksın. Böyle bir kadın, böyle ço
cuklarla artık nasıl yaşayabilirsin? Madem beni evine almaya ce
saret edemiyorsun, o zaman en iyisi şimdiden tezi yok evini çı
kar gözden, evinin ilerde başına açacağı belalardan kurtul, gel
benimle, birlikte gezip dolaşalım; bana karşı şimdi gösterdiğin
güvensizliği unutmam diye de korkma. " - " Kendi başına buyruk
değilim ben," diye yanıtladı köylü. " On beş yılı aşkın bir zaman
var ki, karımla beraber yaşıyorum, kolay değildi doğrusu; nasıl
bunun üstesinden gelebildiğimi bir türlü aklım almıyor. Ama yi
ne de onu bırakıp gidemem, önce karımı kendisine katlanabile
ceğim duruma sokmak için bütün çareleri deneyeceğim. Seni de
yolda görünce, yardımına başvurup bu konuda son kez büyük
bir denemeye girişebileceğimi düşünmüştüm. Gel benimle, iste
diğini sana vereceğim. Ne istiyorsun söyle? " - " İstediğim çok bir
552
şey sayılmaz," dedim. " Doğrusu senin bu sıkışık durumunu sö
mürmek niyetinde değilim. Beni ömür boyu yanına uşak alacak
sın. Her işten anlarım, sana çok yardımım dokunacaktır. Ancak,
bana başka uşaklar gibi davranmayacak, şunu yap, bunu yap di
ye emirler vermeyeceksin; ben bazen şu işe, bazen bu işe el ata
cak, bazen de elimi hiçbir işe sürmeyip oturacağım, keyfim nasıl
isterse artık. Benden belli bir işi yapmamı isteyebilirsin, ama faz
la üzerime düşmek yok. Söylediğin işi yapmaya gönlüm olmadı
ğını anladın mı, sesini çıkarmadan kabulleneceksin durumu. Ba
na para vermesen de fark etmez; ama evde giyeceğim giysiler,
çamaşırlar ve çizmeler gerektiğinde olduğu gibi tümüyle yenile
necek. Bunları köyde bulamadın mı; kente gidip oradan getire
ceksin. Ama bu bakımdan korkmanın gereği yok, üzerimdekiler
yıllarca gider henüz. Uşaklara çıkarılan normal yemek benim
için de elverir, ancak her gün et isterim. " Köylü sanki bütün öte
kileri kabul etmiş de, bir bu koşula takılmış gibi, " Her gün mü? "
diye atıldı. - " Evet, her gün, " diye yanıtladım. - " Zaten senin diş
lerinde bir olağanüstülük var, " dedi köylü, tuhaf karşıladığı iste
ğimi böylece bağışlamaya çalıştı, hatta elini ağzıma sokup dişle
rimi yokladı, "Ne keskin şeyler! Adeta köpek dişleri. " - "Uzun
lafın kısası, her gün et olacak, " dedim ben. "Bira ve şınapsa ge
lince, sen ne kadar içiyorsan, bana da o kadar vereceksin. " " Ama çok olur bu, " dedi köylü, " çünkü ben fazla içerim. " - " Da
ha iyi ya, " dedim, " ama baktım ki, sen içkiyi azaltıyorsun, ben de
azaltırım. Kim bilir, belki de evdeki bozuk düzenden dolayı böy
le çok içiyorsundur. " - " Hayır, " dedi köylü, "bunların birbiriyle
ne ilişkisi var? Ama öyle olsun, ben ne kadar içersem, sen de o
kadar içeceksin; oturup birlikte içeceğiz. " - " Olmaz," dedim,
" ben kimseyle bir sofrada oturamam. Tek başıma yiyip içmek is
terim. " - "Tek başına mı? " diye sordu köylü, şaşırmış. " İstekle
rinin çokluğundan doğrusu başım dönmeye başladı. " - " O kadar
çok istek de değil," dedim, "hem zaten sonuna geldik. Bir tek is
teğim kaldı: Bütün gece başucumda yanacak idare lambası için
gaz. Lamba torbamda, pek küçücük bir şey, öyle fazla gaz har553
camayacaktır. Hiç sözü edilmeye değmez ama, eksik bir şey kal
masın, sonradan aramızda kavga çıkmasın diye söylüyorum;
çünkü ücretimin ödenmesinde tartışmalara hiç gelemem. Nor
mal olarak iyi yüreklilikte eşi gösterilemeyecek biriyimdir; ama
şimdi bu kararlaştıracağımız ücreti ilerde tarafıma ödemekten
kaçınırsan, korkunç biri kesilirim, söylemedi deme bak. Hak et
tiğim şey, isterse az olsun, benden esirgendi mi, sen uyurken evi
ni ateşe vermemi bekleyebilirsin. Ama aramızda kesinlikle be
lirlediğimiz ücrete, fazla değer taşımasa bile zaman zaman sev
giden ufak bir hediyecik de ekledin mi, sadakat ve sebatla sana
hizmet ederim, her işte enikonu yardımım dokunur sana. İşte
bütün istediğim. Ha, bir de isim günüm olan 24 Ağustos'ta beş
litrelik bir fıçı rom. " - "Beş litre mi? " diye haykırdı köylü, elle
rini kavuşturarak. " Evet, ama, bana daha az vermeyi aklından
geçirir gibisin. Oysa ben seni düşünerek isteklerimi o kadar kı
sıtladım ki, şurda bir üçüncü kişi bulunup konuştuklarımızı din
lese, utanırdım doğrusu. Üçüncü bir kişi önünde seninle dünya
da böyle konuşamazdım. Zaten şimdi konuştuklarımızı da kim
se öğrenmemeli. Hoş öğrense de, inanacak kimse çıkmaz ya. "
Bunun üzerine köylü dedi ki, " Sen gene yoluna koyulsan iyi
edersin. Ben, eve gidip kanınla barışmaya bakacağım. Son gün
lerde çok dayaktan geçirdim kendisini, bu işe biraz ara verece
ğim, davramşım bakarsın onu bana minnettar kılacaktır. Aynca,
çocuk.lan da az ıslatmadım, ahırdan kırbacı kaptığım gibi giriş
tim hep; onları dövmeyi de biraz boşlayacağım, belki durum dü
zelir böyle yaparsam. Hani şimdiye kadar da sık sık dayak işine
ara verdim, durumda bir düzelme görülmedi ama, olsun. Senin
isteklerine gelince: Bunları yerine getirecek gücüm yok, diyelim
ki yerine getirebildim, ama yo, maddi durumum bu yükü kaldı
racak gibi değil, hayır, imkansız, her Allanın günü et, sonra beş
litre rom. Zaten gücüm yetse bile kanın izin vermeyecektir, ka
nın da izin vermedi mi yine yapamam. " - " Peki, o zaman bu
uzun boylu pazarlık niye? " diye yanıtladım ...
554
Masanın üzerinde iri bir somun duruyordu. Babam, elinde bir
bıçakla gelerek somunu kesip iki parçaya ayırmak istedi. Bıçak
büyük ve keskin, ekmek de ne çok yumuşak, ne çok sertti, öy
leyken kesme işinin bir türlü üstesinden gelemedi. Biz çocuk
lar, başımızı kaldırıp şaşkın şaşkın kendisine baktık. Babamız,
"Ne şaşırıyorsunuz? dedi. " Aslında bir şeyin başarılması, ba
şarılamamasından çok daha garip değil mi? Haydi siz gidip ya
tın, ben uğraşacağım, bakarsınız keserim sonra.
11
11
Biz gidip yattık; ama geceleyin zaman zaman içimizden biri ya
takta doğrulup boynunu uzatarak babamıza baktı; babamız,
uzun ceketiyle bu boylu boslu adam, hala elindeki bıçağı ek
meğe batırmaya uğraşıyordu. Tam biz sabah erkenden uyan
mıştık ki, bıçağı elinden bırakarak şöyle söyledi: " Bakın çocuk
lar! Ben bu işin üstesinden gelemedim: Çetin bir iş .." Kendimi
zi göstermek isteyerek bir de biz deneyelim dedik, babamız da
izin verdi. Gel gelelim, bıçağı yerinden pek oynatamadık; do
kunur dokunmaz bayağı şahlanıyordu elimizde; üstelik sapı,
babamızın daha önce kavradığı bu yer ateş gibi yanıyordu. Ba
bamız gülerek dedi ki, " Kalsın, kalsın! Şimdi ben kente iniyo
rum; akşam dönünce yine uğraşır, kesmeye çalışırım. Bir so
munun beni soytarı yerine koymasına katlanamam doğrusu.
Nasıl olsa eninde sonunda kesilecek. Onun için, istediği kadar
diretebilir şimdi, ilişmeyin diretsin. " Ama babam bunu söyler
söylemez ekmek büzülüp ufaldı; her şeyi göze almış bir insanın
ağzı nasıl büzülürse öyle tıpkı; sonunda da küçücük bir somu
na dönüştü.
555
Havramızda yaklaşık sansar iriliğinde bir hayvan yaşıyor.
Çokluk pek iyi görebiliyoruz kendisini, aşağı yukarı iki met
re yakınına kadar sokulmamıza ses çıkarmıyor. Rengi açık
yeşil; henüz kimse el sürmüş değil postuna, yani bu konuda
bir şey söylenemez. Hatta postun gerçek renginin de belli ol
madığını neredeyse ileri süresi geliyor insanın. Belki görü
nürdeki renge yol açan, posta yapışıp kalmış tozlar ve sıva
parçacıklarıdır; çünkü havranın iç duvarlarındaki sıvayı andı
rıyor renk, ama ondan biraz daha açık. Korkaklığı bir yana,
alabildiğine sessiz, pinekleyip durmaktan hoşlanan bir hay
van; ürkütülmese sanırım bulunduğu yeri pek değiştirmeye
cek. En sevdiği yer de kadınlar bölümünün kafesi; belirgin bir
hazla pençelerini kafesin gözlerine geçiriyor, gövdesini ileri
ye uzatıp yukarıdan tapınanlara bakıyor. Ne var ki, havranın
bekçisi, hayvanı asla kafese yaklaştırmamakla görevlendiril
mişti; hayvan oraya alışırdı yoksa; kadınlar kendisinden kork
tukları için de buna izin vermemek gerekiyordu. Kadınların
neden korktukları belli değil. İlk bakışta korkutucu bir görü
nümü yok değil hayvanın; en başta uzun boynu, üç köşeli yü
zü, nerdeyse yatay durumda ileri fırlamış dişleri, üst dudak
yukarısında dişler üzerinden taşan bir dizi açık renkte pek
sert fırçamsı uzun kıl; bütün bunlar korkutabilir insanı, ama
çok geçmeden görünürdeki korkutuculuğunun ne kadar ma
sum nitelik taşıdığı ister istemez anlaşılıyor; çünkü bir kez in
sanlardan uzak tutuyor kendini, bir orman hayvanından daha
ürkek, öyleyken en hoşlandığı yer binanın içi. Galiba şanssız
lığı da bu binanın bir havra, yani vakit vakit insanlarla dolup
taşan bir yer oluşu. Kendisiyle konuşulup anlaşılabilse, bizim
bu dağ kasabasındaki cemaatin yıldan yıla küçüldüğü ve hav
rayı ayakta tutmak için gerekli paranın sağlanmasında şimdi556
den güçlük çekildiği söylenerek hayvanı avutma yoluna gidi
lebilirdi belki.
Bir süre sonra havranın bir zahire deposu ya da buna benzer
bir yere dönüştürülmesi, dolayısıyla hayvanın şimdi eksikliğini
duyduğu huzura ilerde kavuşması olmayacak şey değil.
Doğru; hayvandan korkan yalnızca kadınlar; erkeklerin hani
dir oralı olduğu yok. Bir kuşaktakiler onu öbür kuşaktakilere
gösterdi, herkes tekrar tekrar gördü kendisini, sonunda da ona
dönüp bakan kalmadı. Onu ilk gören çocuklar bile şaşırmıyor
artık. Havranın evcil bir hayvanına dönüştü. Neden havranın
kendine özgü, başka yerde rastlanmayan bir evcil hayvanı bu
lunmasındı? Kadınlar olmasa, hayvanın tapınaktaki varlığını
bundan böyle pek kimse fark etmeyecekti. Ama kadınların da
gerçekte hayvandan korktuğu yok. Zaten böyle bir hayvandan
her gün korkmak, yıllar ve yıllar boyu böyle bir korkuyu yaşa
mak tuhaf kaçardı. Gerçi hayvanın erkeklerden çok kendi ya
kınlarında eğleştiğini söyleyerek, korkakça davranışlarını hak
lı göstermeye çalışmıyor değil kadınlar; söyledikleri de doğru;
daha aşağılara, erkeklerin yanma inmeyi hayvan göze alamı
yor; şimdiye kadar onu havranın zemininde kimse görmedi.
Kadınlar bölümünün kafesine yaklaştırılmadı mı, en azından
karşı duvarda, kafes hizasında oyalanıyor. Pek dar bir pervaz
bulunuyor burada, iki parmak eninde bile değil ve havranın üç
başını dolanıyor; bazen işte bu pervazda usulcacık sağa sola sü
zülüyor hayvan, ama çok vakit yüzünü kadınlara çevirip sessiz
oturuyor. Bu dar yoldan nasıl böyle kolaylıkla yararlanabili
yor, akıl alacak gibi değil. Aynca, pervazlardan oluşan yolun
sonuna gelip geriye dönüşü görülmeye değer. Artık kocadığı
kuşkusuz; ama yine de havada en atak taklaları atmaktan geri
durmuyor. Bu takla atmalarda da başarısızlığa uğradığı hiç
yok; boşlukta arkasına dönüveriyor ve pervazdaki gezisini he
men yine sürdürmeye başlıyor. Orası öyle; birkaç kez seyretti
mi kanıksıyor insan, boyuna gözlerini dikip hayvana bakacak
557
neden bulamıyor. Hani kadınlan da hayvanla ilgilenmeye gö
türen ne korku, ne de merak duygusu; tapınmaya daha çok
kendilerini verseler, büsbütün unutabilirlerdi hayvanı. Öteki
ler izin verse, sofu kadınlar bunu yapmaz da değillerdi; ama iş
te büyük çoğunluğu oluşturan öbür kadınlar, her vakit dikkati
Üzerlerine çekmekten hoşlanıyor, hayvanı da bu konuda seve
seve başvurdukları bir bahane yapıyorlar. Ellerinden gelse de
göze alabilseler, daha çok korkuya kapılabilmek için hayvanı
ayartıp daha fazla yanlarına sokulmasını sağlarlardı. Ama doğ
rusu hiç de onların yanına sokulmaya yanaşmıyor hayvan, ken
disine ilişmedikleri süre kadınlan da erkekler gibi pek umursa
mıyor. Ayin dışındaki zamanlar, anlaşılan bizim henüz sapta
yamadığımız bir duvar kovuğunda yaşadığı gibi, ayin sırasında
da gizli saklı kalabilse hepsinden çok memnun olacak. Ama ta
pınma başlar başlamaz, gürültüden ürkerek ortaya çıkıyor. Ne
olup bittiğini görmek mi amacı? Uyanık ve tetikte bulunmak
mı? Yoksa yeri gelince kaçabilmesini sağlayacak bir özgürlüğü
elinde bulundurmak mı istiyor? Her nedense çıkıyor ortaya.
Korkusundan havada taklalarını atıyor ve ayin bitmeden de
çekilip gitmeyi göze alamıyor. Daha çok yükseklerde eğleşme
si, buraların kuşkusuz en güvenilir yerler oluşundan; aynca, en
iyi gezinme olanaklarına da kafes üzerinde ve duvardaki per
vazda kavuşuyor, ama buralarda da asla kalmıyor her vakit,
bazen daha aşağılara, erkeklerin bulunduğu yere doğru iniyor;
kutsal yasalar hücresinin perdesi parlak bir pirinç sopayla tut
turulmuş; pirinç sopa hayvanı adeta kendine çekiyor, oldukça
sık süzülerek yaklaşıyor buraya, ama sopanın yanına gelince
hep uslu uslu duruyor. Kutsal yasalar hücresinin hemen önün
de bile oradakileri rahatsız ettiği söylenemez; sürekli açık du
ran, belki de göz kapaklarından yoksun çil çil gözleriyle cema
ati seyrediyor sanki; ama kuşkusuz kimseye baktığı yok, gözü
yalnız kendisini tehdidi altında hissettiği tehlikelerde.
Bu konuda, hiç değilse az öncesine kadar, bizim kadınlardan
pek de zekiye benzemiyordu doğrusu. Korkacağı ne gibi tehli558
keler olabilir çünkü? Kendisine bir şey yapmaya niyetlenen
kim? Yıllardan beri adeta kendi başına buyruk yaşayıp gitmi
yor mu? Erkeklerin kendisine kanştıklan yok. Kadınlann ço
ğunluğu ise, hayvan ortadan kaybolmayagörsün, belki mutsuz
hissederlerdi kendini. Sonra havrada tek hayvan; hiçbir düş
manı bulunmuyor.
Söz konusu durumu aradan geçen bunca yıldan sonra sezmesi
gerekirdi. Gürültülü ayinler kendisi için pek ürkütücü olabilir;
ama nihayet gürültü kararlı bir ölçüde kalıyor ve her gün, bay
ram günleri biraz daha artarak, düzenli ve aralıksız yineleni
yor; bu durumda, artık alışması beklenirdi; kaldı ki gürültünün,
peşine düşmüş olabilecek düşmanlannın gürültüsü değil de, iç
yüzünü bir türlü kavrayamadığı bir gürültü niteliği taşıdığını
görüyor. Neden öyleyse bu korku? Çoktan geçmişe kanşmış
zamanların anımsanması mı? Yoksa gelecek zamanlann bir
önsezisi mi? Yoksa bu hayvan, her defasında tapınmak için
havrada bir araya gelen üç ayrı kuşağın insanlarından daha mı
çok şey biliyor?
Anlatılanlara bakılırsa, pek çok yıl önce gerçekten havradan
kapı dışan edilmek istenmiş. Hani doğrudur belki; ama bunla
nn uydurma anlatılar olması daha akla yakın. Gerçekliği kanıt
lanabilen bir şey varsa, böyle bir hayvanın tapmaktaki varlığı
na göz yumulmasının dinsel yasalar açısından caiz sayılıp sayıl
mayacağının bir vakitler tartışılmış olması. Çeşitli hahamlara
raporlar hazırlatılmış bu konuda, çeşitli görüşler belirip ortaya
çıkmış; çoğunluk, hayvanın havradan atılması ve tapınağın ye
niden kutsanması düşüncesini savunmuş. Ama dışarıdan buy
ruklar vermek kolaymış, çünkü gerçekte hayvan yakalanacak
gibi değilmiş, bu yüzden de onu havradan dışarı atmak olanak
sızmış; ne var ki yakalanıp havradan uzaklaştırıldı mı, insan
kendisinden yakayı sıyırdığına güvenebilirmiş.
Anlatılanlara bakılırsa, pek çok yıl önce hayvan gerçekten
havradan kapı dışarı edilmek istenmiş. Havraya bakan adamın
559
anımsadığına göre, kendisi gibi havra bakıcılığı yapan dedesi
bundan söz açmayı pek severmiş; o da çocukluğunda hayvan
dan kurtulmanın olanaksızlığından konuşulduğunu işitmiş, bu
nun üzerine tırmanma işinde yaman biri sayılan dedeyi bir hırs
basmış, tüm köşe bucağı ve saklanıp gizlenecek yerleriyle hav
ranın açık seçik ortada bulunduğu ışıl ışıl bir kuşluk vakti yanı
na bir ip, bir sapan ve bir de sopa alarak usulcacık tapınaktan
içeri girmiş.
560
GÜNLÜK'TEN ALINMIŞ
KISA BİR ÖYKÜ
KALDA HATIINA İLİŞKİN ANILAR
Hayatımda bir süre -çok yıl geçti aradan- Rusya'nın iç kesimin
de küçük bir demiryolunun istasyonunda çalışmıştım. Kendimi
o zamanki kadar bir öksüzlük içinde hissetmedim hiç. Burada
yeri olmayan çeşitli nedenlerden kendime böyle bir köşe ara
mıştım, çevremde ne kadar büyük b•r yalnızlık hissedersem, o
kadar memnunluk duyacağımı düşünmüştüm;- dolayısıyla,
şimdi de bundan yakınmak istemem. Ne var ki, ilk zamanlar
oyalanacağım bir iş yoktu. Küçük demiryolu belki başlangıçta
kimi ekonomik nedenlerle döşenmek istenmiş, gel gelelim pa
ra yetişmediğinden iş yarıda kalmış, arabayla bizim buradan
beş günlük uzaklıktaki büyücek bir kasaba olan Kalda'ya ka
dar uzatılacakken, adeta ıssız çölden farksız bir köyden öteye
geçememişti; köyden Kalda'ya varmak için tam bir günlük yo
lu tepmek gerekiyordu. Oraya kadar uzatılsaydı bile, yine de
bu hat önceden kestirilemeyecek bir süre kazanç sağlamaya
caktı, çünkü hattın döşenmesiyle ilgili planın tümünde bir sa
katlık vardı: Ülkeye demiryolu değil, yol gerekliydi. Şimdiki
durumunda ise hattın varlığını sürdürmesi düpedüz olanaksız
dı; her gün işleyen iki tren hafif bir arabanın üstesinden gelebi
leceği yükleri taşıyor, trenle yolculuk edenler yazın birkaç
rençperden ileri geçmiyordu. Ama hattın tümüyle tatil edilme
sine de yanaşılmayıp işler durumda tutulmaya çalışılıyor, iler
de genişletilebilmesi için gerekli finansmanın sağlanacağı umu
luyordu. Gel gelelim, bana göre bu da pek bir umut vaat etme
yip bir umutsuzluk ve tembellikten başka bir şey değildi. Mal
zeme ve kömür olduğu süre hat çalışsın isteniyor, üç, beş işçi
ye ücretleri sanki bir bağışta bulunuluyormuş gibi ve kırpılarak
563
veriliyor öte yandan söz konusu işletmenin tümüyle iflası göz
leniyordu. İşte ben de bu hatta görevliydim, hattın döşendiği
ilk zamanlardan kalma, istasyon işini de gören tahta bir bara
kada yatıp kalkıyordum. Barakanın tek bir odası vardı; içine
yatak olarak bir kerevet, aynca gerekebilecek yazı işleri için
bir de masa konmuş, masanın üzerine de bir telgraf aygıtı yer
leştirilmişti. İlkbaharda buraya geldiğimde trenlerden biri is
tasyondan sabahın pek erken saatinde geçiyor -sonradan de
ğiştirildi bu-, bazen ben uyurken bir yolcunun kalkıp istasyona
geldiği oluyordu. Kuşkusuz böyle durumlarda -geceler yazın ta
ortalarına kadar pek serin gidiyordu- açıkta beklemek isteme
yen yolcu benim barakanın kapısını vuruyor, ben de sürgüsü
nü çekip kapıyı açıyordum, çokluk birlikte oturup saatlerce çe
ne çalıyorduk. Ben kerevetin üzerinde yatıyordum; konuğum
ise yere çömüyordu ya da verdiğim talimata uyarak çay yapı
yor, güzel bir anlaşma havası içinde yapılan çayı içiyorduk.
Köydeki bütün bu insanların üstün özelliği, halim selim kimse
ler oluşudur. Sırtlandığım yalnızlığın kısa zaman sonra geçmiş
te duyduğum endişeleri dağıtmaya başladığını kendi kendime
itiraf etsem de, katıksız bir yalnızlığa pek dayanacak kimse ol
madığımı fark etmiş, kısaca insanı sürekli yalnız tutmanın iler
de baş gösterebilecek bir felaket için güç denemesi sayılacağı
sonucuna varmıştım. Yalnızlık her şeyden güçlüdür ve kişiyi
yeniden insanlara yaklaştırır. Kuşkusuz o zaman, yalnızlıktan
daha başka, daha az üzücü görünen, gerçekte henüz bilinme
yen yollar aranıp bulunmaya çalışılır.
Kalda hattında, insanlar arasına umduğumdan daha çok karış
maya başlamıştım. Buna düzenli bir konuşup görüşme dene
mezdi kuşkusuz. Benim için söz konusu olabilecek beş köyden
her biri gerek istasyondan, gerek öbür köylerden birkaç saat
uzaktaydı. İşimden olmak istemiyorsam, istasyondan pek de
açılmayı göze alamazdım. En azından ilk zamanlar böyle bir
şeye kalkışmayı hiç arzulamıyordum. Dolayısıyla, kalkıp köy
lere gidemezdim, tren yolcularıyla ya da yolun uzunluğundan
564
yılmayarak beni ziyarete gelen öbür kimselerle yetinmem ge
rekiyordu. Henüz işe başladığım ilk ay böyle kimseler türemiş
ti; ama ne kadar nazik ve güler yüzlü sayılsalar da, beni görme
ye gelmelerindeki tek nedenin, belki bana bir şey satabilecek
leri düşüncesi olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Zaten kendileri
de niyetlerini hiç gizlemiyor, gelirken yanlarında çeşitli ötebe
riler getiriyorlardı. Param olduğu süre, ilk zamanlar getirdikle
ri her şeyi gözüm kapalı alıyordum; gelmeleri, hele birkaçının
gelmesi beni işte öylesine sevindiriyordu. Ancak sonralan bu
alışverişi sınırlandırdım; böyle bir yola başvurmamın bir nede
ni, benim alışveriş yöntemine küçümseyerek bakmalarıydı.
Hem trenle de yiyecek getirtebiliyordum; ancak, bunlar pek
kalitesiz ve köylülerinkinden çok daha pahalıydı.
Başlangıçta sebze yetiştireceğim küçük bir bahçe kurmayı, bir
inek almayı ve bu yoldan kendimi elden geldiğince başkalann
dan bağımsız kılmayı amaçlamıştım. Göreve başlarken bahçe
de gerekecek çeşitli araç ve gereçlerle tohumlar getirmiştim
yanımda; toprak dersen bol mu boldu; kulübemin çevresinde
ekilmemiş durumda göz alabildiğine kesintisiz uianıyor, en
ufak bir engebeyi içermiyordu. Ama bu toprağı dize getirecek
güç yoktu bende. İlkbahara kadar kaskatı donup kalmış inatçı
bir topraktı; benim o yeni ve ucu keskin kazmama bile karşı
koyuyor, hangi tohumu eksem ziyan olup gidiyordu. Bu çalış
malar, beni umutsuzluk nöbetlerine uğratmıştı. Günlerce kere
vette uzanmış yatıyor, trenler geldiğinde bile dışarı çıkmıyor,
kerevetin hemen üstündeki küçük bir pencereden başımı uza
tıp hasta olduğumu açıklamakla yetiniyordum. Bunun üzerine
üç kişilik tren personeli ısınmak için benim barakaya geliyor,
ne var ki içeride de fazla bir sıcaklık bulamıyordu; çünkü kolay
gümleyebilecek eski demir sobayı kullanmaktan elden geldi
ğince kaçınıyordum. En iyisi eski, kalın bir paltoya sarınıp ya
tıyor, üzerimi de köylülerden zamanla satın aldığım postlarla
örtüyordum. "İkide bir hastalanıyorsun," diyorlardı bana.
"Hastalıklı birisin. Buradan artık bir yere gidemez, burada
565
ölürsün," diyorlardı. Beni üzmek için böyle söylemiyorlardı
hani, fırsat buldukça gerçeği hiç saklamadan açığa vurmak gi
bi bir huyları vardı. Bunu da, çokluk gözlerini tuhaf bir şekilde
açıp bana dik dik bakarak yapıyorlardı.
Ayda bir kez, ama hep değişik zamanlarda bir müfettiş gelerek
defterleri gözden geçiriyor, bilet paralarını teslim alıyor ve her vakit denemese de- maaşımı ödüyordu. Gelişi her defasın
da bana bir gün önceden, müfettişi hemen gerideki istasyonda
bırakmış tren personeli tarafından bildiriliyordu. Bunu yap
makla sanki bana alabildiğine büyük bir lütufta bulunuyormuş
gibi davranıyordu tren personeli; oysa ben günlük işleri düzen
içinde yürütüyordum. Aynca en ufak bir çaba gerekmiyordu
bunun için. Ama müfettiş her zaman istasyona öyle bir suratla
adım atıyordu ki, sanki bu kez benim kusurlarımı yüzde yüz
kesinlikle gün ışığına çıkaracaktı. Barakanın kapısını hep bir
diz vuruşuyla açıyor, bir yandan da beni süzüyor, benim defte
ri eline alır almaz sözde bir hata yakalayıveriyordu. Gözlerinin
önünde yeniden hesap kitaba başvurup benim değil, kendisi
nin hataya düştüğünü kanıtlamam hayli zamanı gerektiriyor
du. Benim elde ettiğim gelirden hiç memnun kalmıyor, trak di
ye defteri kapatıp yeniden sert bakışlarla beni süzmeye koyu
luyordu. "Bu hattı tatil etmek zorunda kalacağım," diyordu
her seferinde. Ben de genel olarak, "Günün birinde gerçekten
öyle de olacak," diye yanıtlıyordum.
Denetimin sona ermesiyle birbirimize davranışımız da değişi
yordu. Şınaps hiç eksik olmuyordu evde, mümkünse önceden
bir de çerez hazırlıyordum. Karşılıklı kadeh kaldırıyorduk. An
sızın müfettiş, zararsız denebilecek sesiyle şarkı söylemeye ko
yuluyordu. Ama asla ikiyi geçmiyordu söylediği şarkı. Bir ta
nesi kasvetliydi ve şöyle başlıyordu: "Nereye gidiyorsun yavru
cak, ormanda?" İkincisi iç açıcıydı ve şöyleydi ilk dizesi: "Ey
neşeli arkadaşlar, beni de alın aranıza! " Ücretimin küçük ya da
büyük taksitlerle tarafıma ödenmesi, müfettişte uyandırdığım
566
havaya bakıyordu. Söyleşilerin ancak başında belli bir kuşkuy
la süzüp duruyordum kendisini; sonradan tam bir görüş birliği
ne varıyor, idareye veryansın ediyorduk. Müfettiş kulağıma fı
sıldayarak bana sağlayacağı gelecek konusunda gizli vaatlerde
bulunuyordu. Derken kucak kucağa kerevetin üzerine yıkılı
yor, çokluk on saat öylece sarmaş dolaş kalıyorduk. Ertesi sa
bah müfettiş yine amirim sıfatıyla gitmeye hazırlanıyor, ben de
peronda selam durup kendisini uğurluyordum. Trene binerken
son bir kez arkasına dönüp bana şöyle diyordu: "Evet dostum,
bir ay sonra yine görüşürüz. Seni ileride bekleyen tehlikeyi bi
liyorsun." Bana her seferinde güçlükle döndürdüğü şişmiş yü
zü hala gözlerimin önündedir; bu yüzde ne varsa, yanaklar, bu
run, dudaklar ileri fırlamış oluyordu�
Bu, her ay bir kez başgösteren büyük değişiklikti. Böyle za
manlarda işi oluruna bırakıyor, geceden kazara biraz şınaps
kalmışsa, müfettiş gider gitmez kafama dikiyordum. Çokluk,
trenin kalkacağını bildiren kampana çalarken içki gırtlağım
dan lıkır lıkır aşağılara yuvarlanıyordu. Böyle bir gecenin ar
dından müthiş bir susuzluk duyuyordum; sanki içimde benden
başka biri daha vardı da, başıyla boynunu ağzımdan dışarı uza
tıyor, içecek bir şey, içecek bir şey diye haykırıyordu. İçkiden
yana sıkıntısı yoktu müfettişin, bindiği trende hatırı sayılır bir
içki stoku bulunuyordu; oysa ben artıklarla yetinmek zorun
daydım.
Ama sonra bütün bir ay bir yudum içki ağzıma koymuyor, si
gara falan da tüttürmüyor, yalnızca görevimi yapıp başka şey
istemiyordum. Dediğim gibi görülecek fazla iş yoktu, ama olan
işin de adamakıllı üstesinden gelmeye çalışıyordum. Örneğin,
bir kilometre sağma ve bir kilometre soluna kadar tren hattını
her gün temizleyip gözden geçirmem gerekiyordu. Ama ben
bu konudaki talimata bağlı kalmayıp, çokluk bir kilometreden
hayli ötelere kadar uzanıyordum; öyle ki, biraz daha gitsem is
tasyonu göremez olacaktım. Hava açıksa beş kilometreden se567
çebiliyordum istasyonu, çünkü arazi bayağı düzdü. İstasyon
dan uzaklaştıkça uzaklaşıyor, sonunda barakam gözlerimin
önünde nerdeyse kaybolarak pır pır titreşen bir noktaya dönü
şüyor, böylesi durumlarda bazen bir göz yanılması sonucu bir
sürü kara lekenin barakama doğru ilerlediğini algılar gibi olu
yordum. Kalabalık topluluklar, kalabalık gruplar. Ama bazen
de gerçekten biri barakama yaklaşıyor, o zaman elimdeki kaz
mayı havada sallayarak bütün yolu gerisin geri seğirtiyordum.
Akşama doğru işimi bitirip kesinlikle barakama çekiliyordum.
Genellikle kimsenin ziyaretime gelmeyeceği bir saatti; çünkü
köylere dönüş yolu geceleyin pek emin sayılmazdı. Çevrede ne
idüğü belirsiz bir sürü insan dolaşıyordu ve buranın yerlileri
değillerdi; bazen öncekiler gidip başkaları geliyor, ama giden
ler sonra yeniden dönüyordu. Çoğunu görmüştüm, istasyonun
yalnızlığı kendilerini cezbediyordu; doğrusu tehlikeli sayılmaz
lardı, ama yine de sertliği elden bırakmamak gerekiyordu.
Bunlar, akşamın uzun süren alacakaranlığında rahatımı kaçı
ran tek kişilerdi. Başka zamanlar kerevete uzanmış yatıyor, ne
geçmişi, ne de Kalda hattını düşünüyordum. Bir sonraki tren
saat on ile on bir arasında geçiyordu. Sözün kısası, düşündü
ğüm bir şey yoktu. Arada bir, okumam için trenden attıkları
eski bir gazeteyi elime alıyordum; Kalda'da olup biten birta
kım skandalların haberlerini içeriyordu gazete; haberler beni
ilgilendirmeye ilgilendiriyor, ama gazetenin bir tek sayısından
işin içyüzünü kavrayamıyordum. Ayrıca, her sayıda "Kuman
danın İntikamı" adındaki bir romandan bir bölüm yer alıyor
du. Belinde bir hançer taşıyan, hatta bir defasında hançeri diş
lerinin arasında tuta.ı bu kumandan bir ara düşüme bile girdi.
Şunu da belirteyim ki, fazla bir şey okuduğum söylenemezdi,
çünkü hemen kararıyordu hava; gazyağı olsun, mum olsun ateş
pahasınaydı, almaya insanın gücü yetecek gibi değildi. Akşam
ları gelip giden tren için işaret lambasını yarım saat yanık tut
mak üzere idareden topu topu yarım litre gaz veriyorlardı; ayın
568
bitmesine daha uzun bir zaman varken bu yarım litreyi harca
yıp tüketiyordum. Ama işaret lambasının ışığına da hani hiç
gerek yoktu; sonraları, en azından mehtaplı gecelerde lambayı
yakmamaya başlamıştım. Yaz geçtikten sonra gazyağına son
derece gereksinim duyacağımı önceden çok doğru olarak tah
min etmiştim. Dolayısıyla, barakanın bir köşesine bir çukur
kazdım, eski bir bira fıçısını ziftleyip yerleştirdim içine, her ay
artırdığım gazyağını fıçıya boca ettim, üzerini de samanla ört
tüm, kimse işin farkına varmadı. Barakada gaz kokusu arttık
ça duyduğum memnunluk büyüdü; kokun•m artmasının nede
ni, fıçı tahtalarının eskiyip çürümüş olmasıydı ve tahtalar gaz
yağını emdikçe emiyordu. Sonunda f�çıyı alıp ne olur ne olmaz
barakanın dışında bir yere gömdüm; çünkü müfettiş bir ara bir
kutu kibritle bana karşı caka satmak istemiş, ben kutuyu elin
den alayım deyince de kibritleri birer birer ateşleyip havaya
fırlatmıştı. Böylece her ikimiz, özellikle fıçıdaki gazyağı gerçek
bir tehlikeyle yüz yüze gelmişti; ben hemen müfettişin boğ�ı
na sarılıp kibritleri elinden bırakana kadar koyvermemiş, böy
lece tehlikeyi savuşturmuştum.
Kış için gerekli öteberileri nasıl sağlayacağımı boş saatlerimde
ikide bir düşünüp duruyordum. Şimdi bu sıcak mevsimde so
ğuktan böyle donarsam, -üstelik söylediklerine göre, hava yıl
lardır görülmedik ölçüde sıcak gidiyormuş-, kışın halim berbat
demekti. Gazyağı biriktirmem kapristen başka bir şey sayıl
mazdı; gerçekte akıllı davranıp kış için bir sürü öteberi biriktir
mem gerekiyordu. İdareden fazla bir şey beklenemeyeceği
kuşkusuzdu. Ne var ki, hayli düşüncesiz davranıyordum. Daha
doğrusu düşüncesizlik ettiğim yoktu, gel gelelim bu konuda
fazla çaba harcamayacak kadar kendini az düşünen biriydim.
Şu sıra sıcak mevsimde durumum zararsızdı; dolayısıyla, her
hangi bir girişimde bulunmuyordum.
Beni ayartarak bu istasyona çekip getiren nedenlerden biri de,
av yapma umuduydu. Bana buranın av hayvanları bakımından
569
alabildiğine zengin olduğunu söylemişlerdi. Alacağım tüfeği
belirlemiştim şimdiden; biraz para biriktireyim, hemen getirte
cektim. Ne var ki, çevrede av hayvanından iz eser olmadığı za
manla anlaşılmıştı. Kurtlarla ayılar vardı yalnızca, istasyonda
çalışmaya başladığım ilk aylar bunlara da hiç rastlamamıştım;
üstelik koca koca acayip farelerin ortalıkta dolaştığı buraya da
ha ilk geldiğimde dikkatimi çekmişti, sanki bir rüzgar kendile
rini önüne katmış gibi bozkır üzerinden sürüyle seğirtip geli
yorlardı.
Ne var ki, benim sevinÇle beklediğim av hayvanları görünürde
yoktu. Bana yanlış bilgi vermiş değillerdi, av hayvanından ya
na zengin bir bölge vardı, ama oraya ulaşmak için üç günlük bir
yolu tepmek gerekiyordu; yüzlerce kilometre gidilip de kimse
lere rastlanmayan bu topraklarda şu ya da bu yere ilişkin bilgi
lerin ister istemez kesinlik taşımayacağını düşünememiştim.
Her neyse, şimdilik bir av tüfeğine gerek duymuyordum, buna
ayrılmış parayı başka şeylere harcayabilirdim. Ama kış için
kendime bir tüfek sağlamak zorundayım kuşkusuz; bunun için
düzenli olarak bir kenara para koyuyordum. Kimi vakit yiye
ceklerime saldıran farelere karşı uzun bıçağım, gereken işi gö
rüyordu.
Henüz her şeyin benim için bir merak konusu oluşturduğu ilk
zamanlar bir ara bıçağımla böyle bir fareyi avlamış, duvarın
gözümün hizasına gelen bir yerine yapıştırıp incelemiştim. Kü
çük hayvanlar karşıda, göz hizasında tutuldu mu, doğru dürüst
seçilebiliyor ancak. Yere eğilip de bakıldı mı, haklarında bü
tünlükten uzak yanlış bir fikir edinilebiliyor. Barakamdaki fa
relerin en ilginç yanı pençeleriydi; biraz çukur ama uçları gene
de sivri kocaman şeylerdi bunlar, yeri kazmak için bire birdi
ler. Fare son bir kasılma içindeki vücuduyla duvarda asılı du
rurken, anlaşılan pençelerini fare doğasıyla bağdaşmayacak gi
bi sımsıkı germişti ve pençeler insana doğru uzanmış minik el
leri andırıyordu.
570
Genellikle bu hayvanların beni pek rahatsız ettiği yoktu; ne
var ki, geceleyin sert toprağın üzerinde paldır küldür koşarak
barakanın önünden geçip gitmelerine uyanıyordum bazen.
Kalkıp oturdum da bir mum yaktım mı, tahta direklerin altın
daki bir boşlukta bir farenin dışarıdan uzatılmış pençelerinin
hani hani çalıştığını görüyordum. Sonuca götürmeyecek bir
çalışmaydı, çünkü yeterli büyüklükte bir çukurun kazılabilme
si günlerce sürecek bir çabayı gerektiriyordu; oysa gün şöyle
biraz aydınlanınca kaçıp gidiyordu fare, öyleyken hedefini bi
len bir işçi gibi uğraşıp didiniyordu. İyi iş çıkardığı da söylene
bilirdi kuşkusuz; kazı sırasında havaya uçuşan toprak gözle se
çilemeyecek kadar küçük zerreciklerdi, ama farenin pençesini
boşa salladığı da hiç görülmüyordu. Geceleyin çokluk uzun
uzun bu hayvanları izliyor, manzaradaki tekdüzelik ve sessizlik
giderek uykumu getiriyordu. Derken mumu söndürecek gücü
bulamadan dalıyordum, mum ışığı, iş başındaki fareyi bir süre
daha aydınlatmaya devam ediyordu.
Bir defasında sıcak bir geceydi; yine çalışan pençelerin sesini
işiterek hayvanın kendisini görmek istedim; sakınarak, ışık fa
lan yakmadan dışarı çıktım. Hayvan elden geldiği kadar tahta
duvara yaklaşabilmek, pençelerini tahtanın altındaki derinliğe
daha çok gömebilmek için sivri ağızlı başını iyice toprağa sok
muş, nerdeyse ön ayaklarının arasına sıkıştırmıştı. Hani sanıla
bilirdi ki, barakada bulunan biri hayvanı pençelerinden sımsı
kı yakalamış da bütünüyle içeri çekmek istiyor; işte o kadar
gergin durumdaydı hayvanın tüm bedeni. Öyleyken bir tekme
de her şey sona ermişti, bir tekmede canını cehenneme yolla
mıştım. Biricik mülküm olan barakamın, ben düpedüz uyanık
ken saldırıya uğramasına göz yumamazdım.
Barakayı farelere karşı güven altına almak için ne çok delik
varsa ot ve kıtıkla tıkadım tümünü ve her sabah dört bir yanı
gözden geçirdim. Barakanın zemini yalnızca tokmak kullanıla
rak sert bir duruma getirilmişti, ama bundan böyle zemine ta571
ban tahtaları döşedim, kışın da bana yararı dokunabilirdi tah
ta zeminin. İstasyona en yakın köyde oturan Jekoz adında bir
köylü söz vermiş, bu iş için elverişli kuru tahtalar getireceğini
söylemişti. Ben de bu vaadine karşılık kendisine sık sık izzet
ikramda bulunmuştum. Zaten arayı pek açmaz, iki haftada bir
çıkar gelir, bazen trenle kimi öteberiler yollardı. Ne var ki, tah
taları bir türlü getirmedi. Bunun için çeşitli bahaneler ileri sü
rüyordu; en sık başvurduğu bahane de, böyle bir yükü sırtlana
mayacak kadar yaşlanması, tahtaları taşıyıp getirebilecek oğlu
nun ise tarladaki işlerle uğraşmasıydı. Söylediğine göre, ki doğ
ruya da benziyordu söylediği, yetmişini çoktan geçmişti; ama
boylu bosluydu, gücü kuvveti hala oldukça yerindeydi. Öte
yandan, ileri sürdüğü bahaneleri de sürekli değiştiriyordu; ör
neğin, bir defasında, benim istediğim gibi uzun tahtaları sağla
manın güçlüğünden söz açmıştı. Ben tahta diye sıkboğaz etmi
yordum kendisini, tahtalar olmasa da olurdu, üstelik zemini
tahtayla kaplama düşüncesini de kafama yine Jekoz'un kendi
si sokmuştu, zeminin tahtayla kaplanması hiç de yararlı değil
di bakarsın. Sözün kısası, bu yaşlı adamın savurduğu yalanlan
serinkanlılıkla dinleyebiliyordum. Kendisini selamlarken,
"Tahtalar Jekoz!" diyordum hep. O, yan kekeleyerek hemen
özürleri sıralamaya başlıyordu; bana müfettiş, kumandan, ba
zen de yalnızca telgrafçı diyor, bir dahaki gelişinde tahtaları
getirmekle kalmayıp oğlunun ve birkaç komşunun yardımıyla
barakamı tümüyle yıkarak yerine sağlam bir ev konduracağına
söz veriyordu. Söylediklerini uzun uzun dinliyor, ama sonunda
dinlemekten yorulup onu barakadan uzaklaştırıyordum. Je
koz, kapıda kendisini bağışlatmak için sözde pek güçsüz kolla
rını havaya kaldırıyordu; oysa kollarıyla gerçekte büyük bir
adamı gırtlaklayabilirdi. Tahtaları niçin getirmediğinin farkın
daydım, kış yaklaştı mı onlara daha çok gereksinim duyacağı
mı ve karşılığında kendisine daha çok para ödeyeceğimi bili
yordu. Öte yandan, tahtaları bana teslim etmediği süre kendi
si de gözümde daha büyük bir değer taşıyacaktı. Eh, aptal de572
ğildi elbet, art düşüncelerini sezdiğimin bilincindeydi; ama
bundan yararlanmayışıma kendi hesabına bir avantaj gözüyle
bakıyor ve böyle bir avantajı elden çıkarmak istemiyordu.
Barakayı hayvanlara karşı güven altına almak ve kıştan korun
mak için yaptığım tüm hazırlıklar, ağır biçimde hastalanmam
üzerine -istasyonda ilk hizmet yılımın üç ayı sona ermek üze
reydi- yarıda kesildi. O zamana kadar yıllar boyu hiç hastalan
mamış, hatta en ufak rahatsızlıklardan bile uzak yaşamışken,
şimdi hastalanmıştım. Şiddetli bir öksürükle başladı. İstasyon
dan iç kesimlere doğru yarım saat kadar uzakta küçük bir çay
akıyor, gereken suyu el arabasına yüklediğim bir fıçıyla bura
dan sağlıyordum. Yine aynı çayda banyo yapıyordum sık sık;
öksürük nöbetleri öylesine güçlüydü ki, öksürürken iki bük
lüm oluyordum; böyle yapmayıp da bütün gücümü toparlama
dım mı dayanamayacaktım sanki. Tren personeli öksürmem
den dehşete kapılacak diye düşünüyordum, ama öksürük per
sonelin yabancısı değildi ve kurt öksürüğü diyorlardı adına.
Sonunda, ben kendim de öksürüğümde bir uluma sesi işitmeye
başlamıştım. Barakanın önündeki küçük sırada oturuyor, ulu
yarak trenin gelişini selamlıyor, uluyarak onu uğurluyordum.
Geceleri yatacakken kerevetin üzerinde diz çöküyor, hiç değil
se uluma sesini işitmekten kurtulmak için yüzümü postlara gö
müyordum. Ne zaman vücudumun bir yerinde önemli bir da
mar çatlayacak da, bu duruma bir son verecek diye merakla
bekliyordum. Ama benzeri bir şey olmadı, hatta öksürük bir,
iki gün içinde kesildi. Bir çay varmış, öksürüğe birebirmiş gü
ya; trenin makinistlerinden biri bana çayı getireceğine söz ver
miş, ama öksürük başladıktan sekiz gün sonra çayın içilmesi
gerektiğini, yoksa bir işe yaramayacağını açıklamıştı ve seki
zinci günde de gerçekten getirmişti çayı. Tren personelinden
ayrı olarak iki köylü yolcunun da barakamdan içeri girdiğini
anımsıyorum; çünkü çayın içilmesinden sonraki ilk öksürüğü
işitmek uğurlu sayılmaktaydı. Çayı içmiş, daha ilk yudumunu
öksürerek oradakilerin yüzlerine püskürtmüştüm. Öksürük,
573
son iki günde zaten şiddetini kaybetmişti, yine de çayı içer iç
mez bir hafifleme hissetmiştim. Ne var ki, geride bir ateş kal
mış ve bir türlü geçmek bilmemişti. Ateş beni hayli sarsmış,
bütün direncimi yitirmiştim; bazen öyle oluyordu ki, ansızın al
nımdan ter boşanıyor, bütün vücudumu bir titreme alıyor, ne
rede bulunursam bulunayım aklım başıma gelinceye kadar ye
re uzanıp yatmadan duramıyordum. Sağlığımın iyileşmeyip da
ha da kötüleştiğinin, mutlaka Kalda'ya gidip durumum düzele
ne kadar orada kalmam gerektiğinin çok iyi bilincindeydim.
574
METİNLE İLGİLİ AÇIKLAMALAR
Açıklamalar, metinlerin oluşumuna, yazılış tarihlerine ve
bize hangi yollardan geldiğine ilişkin şimdiye kadar eldeki bil
gileri içermektedir. Bu bilgilerin okuyuculara sunumunda aşa
ğıdaki kısaltmalar kullanılmıştır:
B: Bir Savaşın Tasviri (Beshreibung eines Kampfes)
Br: Mektuplar (Briefe)
Chm: Bein Bau der Chinesischen Mauer (Çin Seddi'nin İn
şasında)
Dietz: Dietz, Ludwig, Drucke Franz Kafkas bis 1924. Eine
Bibliographie mit Ammenkungen. İn: Kafka Symposion. Ber
lin 1965 (Dietz, Ludwig, Franz Kafka'nın 1924 yılına kadar ba
sılmış yapıtları. Açıklamalarla bir bibliyografya. Çıktığı yer:
Kafka-Sypmposion. Berlin 1965)
E: Erzahlungen (Öyküler)
F: Briefe an Felice {Felice'ye Mektuplar)
H: Hochzeitsrer Bereitungen (Taşrada Düğün Hazırlıkları)
K.-S.: Kafka-Symposion. Berlin 1965 {Kafka Sempozyumu.
Berlin 1965)
P/W.: Pasley Malcolm und Klaus Wagenbach, Datierung
Samtlicher Texte Franz Kafkas. İn: Kafka Symposion, Berlin
1965, s. 55-83. (Pasley Malcolm ve Klaus Wagenbach, Franz
Kafka'nın Bütün Yapıtlarının Tarihlendirilmesi. Çıktığı yer:
Kafka Sempozyumu, Berlin 1965, s. 55-83.)
T: Tagebücher {Günlükler)
Wo: Kurt Wolff, Briefwechsel eines Verlogers 191 1-1963.
Hersg. Von Bemhard Zeller und Ellen Otten. Frankfurt/Main
575
1966. (Kurt Wolff, Bir Yayıncının Mektuplaşması 191 1-1963.
Yayınlayanlar: Bernhard Zeller ve Ellen Otten, Frankfurt/Ma
in 1966.)
576
KAFKA'NIN YAŞAMINA İLİŞKİN NOTLAR
1883, 3 Temmuz: Franz Kafka, ticaretle uğraşan Hermann Kafka'yla
(1852-1931), kızlık soyadı Löwy olan Julie'nin (1856-1934) en büyük çocuklan olarak yaşama gözlerini açar.
·
1889, 16 Eylül: Aeischmark 'ta (Et Pazarı) Deutsche Knabenschule'ye
(Alman-Erkek İ lkokulu) gider. Çocukluğunda rol oynamış başlıca
kişiler: Fransız mürebbiye Bailly, kahya kadın Marie Wemer, bir
ahçı kadın ve öğretmen Moritz Beck.
1893, 20 Eylül: Kafka, Kinsky-Palais' taki Altstii.dter Deutscher Gymnasi
um'a (Altstadt-Alman Lisesi) girer. Daha ilk lise yıllannda yazma·
ya başlar.
1896, 13 Haziran: Bar-mizwah (Konfırmasyon).
1897: Rudolf lllovvy ile kurulan dostluk.
1898: Hugo Bergmann ile ömür boyu süren, Ewald Felix Pribram ile üni
versite günlerine, Oskar Pollak 'la 1 904 yılına kadar uzanan dost
lukların kuruluşu. Sosyalizme ilgi, Nietzsche'den, Darwin'den, do
ğa tarihi hocası Adolf Gottwald'dan etkilenme.
1901 Temmuz: Olgunluk sınavı (Abitur).
Sonbahar: Prag'daki Alman Üniversitesi'ne (Deutsche Universi
tii.t) girer; iki hafta kimya, sonra hukuk derslerine devam eder, ara
da sanat tarihi derslerini izler.
1902 İlkbaha r: Agustos Saver'den germanistik okur.
Ekim: Paul Kisch 'le germanistik öğrenimi için Münih'e gider. Kış
yarıyılında Prag'da hukuk öğrenimi; Max Brod'la ilk karşılaşma.
1903 Temmuz: Hukuk tarihi devlet sınavı.
1904 Güz/Kış: Bir Savaşm Tasviri'nin ilk varyantı (Beschreibung eines
Kampfes) üzerinde çalışma.
1905 Temmu.ıJAğustos: Zuckmantel'deki (Silezya) şifa yurdu; ilk sevgi.
Sonbabar/KIŞ: Oskar Baum, Max Brod ve Felix Weltsch'le düzen
li buluşup konuşmaların başlaması.
1906, 16 Mart: Doktora sınavı.
Nisan-Eylül: Annesinin üvey kardeşi olan dayısı Richard Löwy'nin
577
Prag'daki avukatlık bürosunda çalışma.
18 Hazinn: Alfred Weber'in yanında hukuk doktorasını yapar.
Ekim: 19fJ7 Eylülüne kadar ilkin sulh hukuk, daha sonra ceza mah
kemesinde çalışır.
1907 hkbahar: Hochzeitsvorbereitungen auf dem hande
(Taşrada Dügün
Hazırlıkları).
Ekim: Özel sigorta ortaklığı Assicurazioni Generali'ye yardımcı
eleman olarak girer.
1908 Şubat: Mayıs'a kadar Prag Ticaret Akademisi'nde işçi sigortası kur
su.
Mart: Betrachtung
(Gözlem)
adı altında kısa düz yazıları iki ayda
bir çıkan Hyperion dergisinde yayınlanır.
Temmuz sonu: Yarı tüzel Prag İşçi Kaza Sigortası 'nda yardımcı
memur olarak çalışmaya başlar.
Petersburg'tan gelmiş Rus İmparatorluk Balesi'nin (Eugenie Edu
ardowa) bir gösterisine gider.
Günlük.
4 Eylül: Max ve Otto Brod'la tatil için Gardasee kıyısındaki Ri
va'ya yolculuk.
11 Eylül: Brescia'da düzenlenen uçuş toplantısında Die Aeroplane
in Brescia
(Brestia 'da Uçaklar).
Arahk: Kuzey Bohemya'ya iş gezisi.
1910: Franz Werfel'le daha yakından tanışma.
1 Mayıs: Sigortanın hukuk danışmanı olur.
Ağustos: Saaz'da tatil.
8-17 Ekim: Max ve Otto Brod'la Paris'e gezi.
3-9 Arahk: Berlin 'e gezi (tiyatro gösterilerini izleme).
1911, 30 Ocak'lan yaklaşık 12 Şubat'a kadar: Friedland'a iş gezisi; gezi
günlüğü.
Şubat sonu: Kuzey Bohemya'ya iş gezisi.
Nisan: Warnsdorf'a iş gezisi (doğal tedavi uzmanı Schnitzer'le ta
nışma).
26 Ağustos
•
13 Eylül: Max Brod'la Lugano'ya, Stresa'ya, Mila
no'ya ve Paris'e tatil gezisi. Gezinin hemen ardından, Kafka, Zü
rih çevresindeki Erlenbach Sanatoryumu'nda bir hafta kalır.
578
Max Brod'la Richard ve Samuel üzerinde çalışma.
4 Ekim: Lemberg'ten gelerek 1 912 başına kadar Prag'da kalan bir
doğu Yahudi tiyatro topluluğunun gösterisini izler. Oyuncu Jizc
hak Löwy ile tanışma ve kurulan dostluk.
14 Arallk: Hermann Kafka, ailenin mülkiyetindeki asbest fabrika
sıyla yeteri kadar ilgilenmediği için, oğlu Kafka'ya suçlamalar yö
neltir. Kafka, öğle sonralan boş kaldıkça fabrikaya göz kulak ola
cağına söz verir.
1912 Kıış: Der Verschollene'nin (Kayıp) ilk varyantı yazılır.
6 Mart: Hermann Kafka'nın asbest fabrikasıyla ilgili olarak oğluna
yönelttiği suçlamalar; Kafka'da intihar düşünceleri. İleriki haftalar
yine zaman zaman fabrikada çalışma.
1 Hazinn: Kafka, Çek anarşisti Frantisek Soukup'un • Amerika ve
memurları • üstüne verdiği projeksiyonlu konferansı izler; konfe
rans, Der Verschollene'nin
(Kayıp) yazılmasını olumlu yönde etki
ler.
28 Hazinn
- 7 Temmuz: Max Brod'la Weimar'a tatil gezisi.
8-29 Temmuz: Harz'ta Stapelburg dolayındaki Jungborn Doğal
Tedavi Yurdu'nda kalır.
Aiustosun ilk yamc Betrachtung (Gözlem) cildi baskıya hazır du
ruma getirildi.
13 Aiustos: Prag'ta Max Brod'ların evinde Felice Bauer'le ilk kar
şılaşma.
20 Eylül: Felice Bauer'e ilk mektubun yazılışı.
22-23 Eylül: Der Verschollene (Kayıp) üzerinde çalışma (İkinci
Varyant)
28
Eylül: Kafka, yazdığı mektuba Felice'den yanıt alır.
7 Ekim: Asbest fabrikası dolayısıyla aile içinde tartışma. Kafka'da
intihar düşünceleri.
17 Kasmc Die Verwandlung (Degişim) üzerinde çalışmaya başlar.
25-26 Kasım: Kratzau'ya iş gezisi.
Arallk: Prag-Herder Derneği 'nin düzenlediği yazarlar gecesinde,
Kafka, Das Urteil
(Yargı) öyküsünü okur.
6-7 Anhk: Die Verwandlung (Degişim) bitirilir.
9
Arallk: Leitmeritz'e iş gezisi.
579
1913, 18
Ocak: Kafka, Prag'da konuk topluluk olarak bulunan Rus İmpa
ratorluk Balesi 'nin bir gösterisini izler. Martin Buber'le tanışma.
24 Ocak: Kafka Der Vershollene (Kayıp) romanı üzerindeki çalış
masına ara verir.
1 Mart: Çalıştığı sigortada sekreterliğe yükselir, gerektiğinde mü
düre vekalet eder.
23-24 Mart: Felice'yle Berlin'de buluşma. Albert Ehrenstein.
25
Mart: Leipzig üzerinden Prag'a dönüş.
27 Mart: Aussig'e iş gezisi.
7 Nisan: Prag dolayındaki Troja'da bahçe işlerinde çalışmaya baş
lar.
22 Nisan: Aussig'e iş gezisi.
11-12 Mayıs: Felice'yle görüşmek üzere Berlin'e yolculuk.
10-16 Haziran: Bir mektup yazarak Felice'ye evlenme önerisinde
bulunur.
28 Haziran: Prag'da yaşayan doktor ve yazar Ernst Weiss'la ilk
karşılaşma.
6 Temmuz: Küçük kız kardeşi Ottla ve anne babasıyla, büyük kız
kardeşlerinin Radesowitz'deki yazlıklarında.
13 Temmuz: Radesowitz'e gezi.
23 Temmuz: Felix Weltsch'le Roztok 'ta.
28
Ağustos: Felice'nin babasına yazılan mektup.
6-13
Eylül: Müdür Marschner'le Viyana'ya giderek, Uluslararası
Kazaları Önleme ve Kazazedeleri Kurtarma Kongresi'ne katılır,
XI. Siyonist Kongresi'ni izler. Albert Ehrenstein, Lise Weltsch,
Felix Stössinger ve Ernst Weiss'la buluşma.
14 Eylül: Trieste üzerinden Venedik 'e yolculuk.
22 Eylül-13 Ekim: Dr. V. Hartungen'in Riva'daki sanatoryumun
da İsviçreli G.W.'ye gönlünü kaptırır.
1 Kasun: Felice'nin arkadaşı Grete Bloch'la tanışma.
8-9 Kasun: Berlin'de Felice'nin yanında.
Arahk ortası: Ernst Weiss, çalıştığı firmaya giderek Felice'yi bulur
ve Kafka adına kendisinden uzun süre susmasının nedenini açıkla
masını rica eder.
580
1914, Şubat sonu: Robert Musil, Kafka'ya Neue Rundschau gazetesini
birlikte çıkarmalarını önerir.
28 Şubat-1 Mart: Berlin'de Felice'yle buluşma. Martin Buber'i zi
yaret.
Mart sonu: Kafka, Felice'nin kendisiyle evlenmek istememesi du
rumunda, Berlin'de gazetecilik yapmaya karar verir.
12-13 Nisan: Berlin'de Felice'yle resmi olmayan nişanlanma.
1 Mayıs: Felice Prag'da; Kafka ile birlikte ev arama.
30
Mayıs: Kafka, 1 Temmuz'da, Felice'yle resmen nişanlanmak
üzere babasıyla Berlin'e gider
2 Temmuz: Felice'yle görüşmek için 1 1 ve 12 Temmuz'da Berlin'e
gitmeye karar verir.
12 Temmuz: Berlin'de Askanischer Hof Oteli'nde Felice 'yle gö
rüşme; Grete Bloch, Erna Bauer ve Ernst Weiss da görüşmede ha
zır bulunur; sonunda nişanın bozulmasına karar verilir.
13-26 Temmuz: İzin; ilkin Lübeck ve Travemünde'ye, daha sonra
Ernst Weiss ve Rahel �ansara ile Danimarka sınırları içindeki Ma
rielyst'e yolculuk.
Ağustos başc Kafka'nın askere alınması geriye bırakılır.
Ağustos: Prozess (Dava) üzerinde çalışma.
5-18 Ekim: Dava üzerindeki çalışmalarını hızlandırmak üzere işye
rinden izin alır; bu arada
Der Verschollene romanının bir bölümü
Oklahoma Doğa Tiyatrosu bölümü ve in der Stratfkolonie
(Cezalılar Sömürgesi) öyküsü bitirilir.
olan
25 Ekim: Kafka, Grete Bloch'tan bir yanıt alır; Grete Bloch, Feli
ce'nin Kafka'ya bir mektup yollayacağını haber vermektedir.
27 Ekim: Felice'den bir mektup alır; Felice, Kafka'dan davranışı
nın nedenini açıklamasını rica eder.
Ekim sonu/Kasun başc Kafka mektubu yanıtlar.
18 Arahk: Dorfschullehrer (Köy Okulu Öğretmeni) üz�rinde çalış
ma.
1915, 6 Ocak: Dorfschullehrer (Köy Okulu Öğretmeni) üzerindeki çalış
malara ara verilir.
20 Ocak: Dava üzerindeki çalışmalar yarıda kesilir.
23-24 Ocak: Bodenbach'ta Felice'yle buluşma.
581
8 Şubal: Blumfeld, ein lilterer Junggeselle'yi (Blumfeld, Yaflıca bir
Bekar) yazılmaya başlanır.
23-24 Ma)'IS: Felice ve Grete Bloch da Bohemya İsviçresi'nde.
Haziran: Felice 'yle Karlsbad 'da.
20-23 Temmuz: Ruhmbrug dolayındaki (Kuzey Bohemya) Fran
kenstein Sanatoryumu'nda.
14
Eylül: Mucizeler gösterdiği söylenen bir hahamı Max Brod'la
ziyaret eder.
Ekim: Cari Sternheim, Fontane Armağanı'nı kazanır; ama Franz
Blei'ın önerisi üzerine armağan için öngörülen para ödülü Kaf
ka'ya iletilir. Venwandlung
çıkarılan Weisse Blatter
(Degişim), Rene Schickele tarafından
(Beyaz Yapraklar) dizisinin 10. kitabı ola
rak yayınlanır.
1916, 8-10 Nisan: Ottla'yla Karlsbad'da.
14
Nisan: Robert Musil, Prag'a gelerek Kafka'yı ziyaret eder.
Nisan ortası: Nevrasteniden rahatsız olan Kafka, bir sinir hekimi
ne başvurur.
9 Ma)'IS: Kafka işinden ayrılmak ister, ama başvurusu geri çevrilir.
10-14 Ma)'IS: Karlsbad ve Marienbad'a iş gezisi.
Temmuz: Marienbad'a dinlenmeye gider, burada Felice 'yle
Schloss Balmoral Oteli'nde kalır.
10 Kasmı: Kafka Münih'e gider ve Galeri Goltz'ta
Cezalılar Kolo
nisi'ni okur.
11 Aralık: Felice'yle Münih'te.
12 Aralık: Kafka, Prag'a döner.
26 Kasım: Bugünden başlamak üzere, kız kardeşi Ottla'nın kirala
yıp düzenlediği Alşimistler Sokağı 'ndaki evinde çalışmaya başlar;
nisan sonuna kadar burada, sonradan Köy Hekimi (Landartzt) cil
dinde toplayacağı öyküleri yazar.
1917,
İlkyaz: İbranice öğrenmeye başlar.
Temmuz başı: Felice'yle ikinci kez nişanlanır; birlikte geziye çıka
rak Budapeşte üzerinden Felice'nin Arad'daki kız kardeşine gi
derler. Ardından Kafka tek başına Viyana üzerinden Prag'a döner.
12-13 Ağustos: Kafka'nın ağzından geceleyin kan gelir.
13 Ağustos: Dr. Mühlstein'a başvurulur.
582
13-14 Ağustos: Ağızdan yeniden kan gelir.
14 Ağustos: Yine Dr. Mühlstein'a başvurulur.
24 Ağustos: Hastalık üzerinde Max Brod'la konuşma.
28 Ağustos: Dr. Mühlstein'a başvurulur.
3 Eylül: Bir kez daha Dr. Mühlstein'a gidilir; Dr. Mühlstein, çekti
ği röntgen filminde bir apeks nezlesi saptar.
4 Eylül: Max Brod'un ısrarı üzerine Profesör Dr. Friedel Pick'e
başvurulur; Prof. Pick, Dr. Mühlstein'ın koyduğu teşhisi doğrular.
7 Eylül: İşçi Kaza Sigortası, dinlenip kendini toparlaması için Kaf
ka 'yı üç ay gibi bir süre izinli sayar.
12 Eylül: Kafka, Zürau 'daki kız kardeşi Ottla'nın yanına gider.
21 Eylül: Zürau 'a gelen Felice, akşamleyin Ottla'yla Prag'a döner.
22 Arahk: Ottla Prag'a gider ve babasına Kafka'nın o zamana ka
dar aileden gizli tutulmuş hastalığını açıklar.
23 Aralık: Küçük bir köylü olarak bundan böyle taşrada yaşamak
isteyen Kafka, kendisini emekliye ayırmaları için işyerine başvu
rur, ama başvurusu bir kez daha geri çevrilir.
22 Aralık: Felice'yle buluşmak üzere Prag'a gider.
25 Aralık: Felice'yle birlikte Max Brod 'u ve eşini ziyaret eder.
Felice'yle nişanın bozulması; Kafka'nın hastalığına Felice'yle ayrıl
malarının nedeni olarak bakılır.
26 Aralık: Öğleden önce Max Brod'da, Tolstoy'un Yeniden Diri
liş'i üstüne söyleşi. Öğleden sonra Brod, Baum, Weltsch ve bunla
rın eşleri, ayrıca Felice'yle Schipkapass' a gezi.
27 Aralık: Kafka, Felice'yi istasyona götürüp yolcu eder. Dr.
Mühlslein'a gidip görünür.
28 Aralık: Askerlikten bağışık kılınma tarihi 1 Ocak olarak sapta
nır ve Kafka işyerine döner.
1918, 1 Ocak: İşyerine başvurarak kendisini emekliye ayırmalarını ister.
Ama yalnızca dinlenme izni uzatılır.
Yaklaşık 6 Ocak: Kör dostu Oskar Baum'la Zürau' a gider.
Mart sonu: Ottla'nın bir yıl önce düzenlediği bahçede çalışmaya
başlar.
18 Nisan: Prag'a yaptığı bir yolculuktan dönen Ottla, işyerinden iz-
583
nin daha fazla uzatılmasına yanaşmadıkları haberini ağabeyine ile
tir.
30 Nisan: Kafka, Prag'a döner ve 2 Mayıs 'ta sigortadaki işine yeni
den başlar.
Eylülün 2. haftası: Dinlenmek üzere Turnau'a gider. Bahçede ça
lışmalar. İbranice öğrenimi.
14 Ekim: Kafka, o günlerde bütün Avrupa'yı kasıp kavuran İspan
yol gribine yakalanır ve çok sıkıntılı günler geçirir.
19 Kasmı: Kafka yeniden işyerinde çalışmaya başlar.
30 Kasım: Julie Kafka, oğlunu Schelesen'e götürerek, Stildi Pansi
yonu'na yerleştirir.
1919, 22 Ocak: Kafka dinlenmek üzere yeniden Schelesen 'e gider. Bura
da ayakkabıcılık yapan, aynca Yahudi cemaatinin işlerini gören
Praglı bir adamın kızı Julie Wohryzek 'le tanışır.
Mart sonu: Kafka, Ottla'yla Prag'a döner.
İlkbahar/Yaz: Kafka, sık sık Julie Wohryzek'le buluşur.
12-15 Mayıs: Kafka hastalanır.
Sonbahar: Julie Wohryzek 'le evlenme girişimi başarısızlıkla sonuç
lanır.
Kasmı: Yeniden Schelesen'de Pansiyon Stüdl'de Max Brod'la be
raber. Minze Eisner'le tanışma.
Babama Mektup.
15-16 Kasım: Ottla, Schelesen'e gelerek, ağabeyini ziyaret eder.
21 Kasmı: Sigortada yeniden işe başlama.
22-29 Aralık: Kafka çalışamaz durumdadır.
1920, 5 Ocak-29 Şubat: O-özdeyişleri (Er-Aphorismen). Ateşçi'nin çeviri
si üzerinde çalışan Çek gazetecisi Milena Jesenska'ya yazılan ilk
mektubun bu zamana rastlama olasılığı vardır.
21-24 Şubat: Hastalık nedeniyle çalışamaz durumdadır.
Mart: Gustav Janouch 'la tanışma.
Nisan başı: Kür için Metan 'a gider; burada ilkin birkaç gün Hotel
Emma'da, daha sonra Untermais'teki Otteburg Pansiyonu'nda ka
lır. Milena'yla mektuplaşma.
Mayısın 2. haftası: Ottla, İşçi Kaza Sigortası'na başvurarak ağabe
yi Kafka'nın izninin uzatılmasını sağlar.
584
29 Haziran
-
4 Temmuz: Kafka, Viyana'da Milena'yla beraber.
14-15 Ağustos: Milena'yla Gmünd'de, Avusturya ile Çekoslavakya
arasındaki sınır kentinde buluşma.
Ağustos sonu: Üç yıllık bir aradan sonra yeniden yazıp çizmeye
başlar.
Ekim: Ottla, sigortadan ağabeyi için bir dinlenme izni koparır.
18 Arabk: Kafka, Matliary'de Hohe Tatra (Yüksek Tetra) yatıp
dinlenerek ve şişmanlama kürü yaparak, tüberkülozun ilerlemesi
ni durdurmaya çalışır.
1921, Ocak: Milena, bir çeşit veda mektubu yazar. Cevap mektubunda
Kafka, Milena'dan aralarındaki mektuplaşmaya son vermelerini
ve bir daha görüşmemelerini ister.
31 Ocak - 3 Şubat: Kafka ağır bir üşütme nedeniyle yatağa düşer.
8 Şubat: Robert Klopstock'la ilk karşılaşma; arada kurulan dost
luk.
Mart sonu I Nisan başı: Kafka, yüksek ateşle seyreden bir bağırsak
enfeksiyonuna yakalanır.
Yaklaşlk 10 Mayu: Ottla yeniden işyerine başvurarak iznin uzatıl
masını rica eder; 13 Mayıs'ta izin uzatılır.
14-19 Ağustos: Ateşlenen Kafka yatakta yatar.
26 Ağustos: Prag'a dönüş.
Eylül: Ernst Weiss, Gustav Janouch, Minze Eisner ve Milena'yla
buluşma.
Ekim başı: Milena'ya bütün günlük notlarını verir.
ıs
Ekim: Günlük tutmaya yeniden başlar.
17 Ekim: Kafka'nın haberi olmadan, Dr. O. Hennann'la konuşan
anne ve babası, Kafka'yı muayene etmesi ve bir raporla oğulları
nın sağlık kürü yapmasına olanak sağlamasını isterler.
24 Ekim: Albert Ehrenstein'la buluşma.
29 Ekim: İşyeri, Kafka'nın sağlık kürü yapmasını kabul eder.
Kasun: Kafka, Prag'da düzenli bir sağlık kürü uygular. Bunu izle
yen günlerde Milena'nın ziyaretleri sıklaşır.
1922, Ocak ortası: Sinir krizi.
27 Ocak: Kafka, dinlenmek üzere Riesengebirge 'deki Spindel-
585
mühle'ye gider.
3 Şubat: Genel sekreterliğe yükselir.
17 Şubat: Spindelmühle'den dönüş. Hemen ardından Açlık Şampi
yonu
(Ein Hungerkünstler) yazılır.
Şato
üzerindeki çalışmaların
başlaması.
Haziran sonac Luschnitz kıyısında Ottla'nın yazlık bir ev kiraladı
ğı Plana'ya gidiş.
1 Temmuz: Kafka emekliye ayrılır. Bunu izleyen haftalarda Bir
Köpegin Araştırmaları
(Forschungen eines Hundes) yazılır.
14 Temmuz: Babası Frazensbad'da ağır hastalanır; hemen Prag'a
getirilerek, ameliyat edilir; Kafka da hiç zaman kaybetmeden
Prag'a gelir.
19 Temmuz: Plana'ya dönüş.
Ağustos başa: Kafka, birkaç günlüğüne yeniden Prag'a döner.
Ağustos sonac Ottla'nın eylülde Prag'a döneceği, oysa kendisinin
bir ay daha otelde yalnız kalacağı düşüncesi Kafka'yı bir sinir kri
zine sürükler.
Şato üzerindeki çalışmalara ara verilir.
10 Eylül: Sinir krizi. İklimin sertliğini ileri süren Ottla, ağabeyine
Plana'dan ayrılmasını salık verir.
18 Eylül: Kafka, Prag'a döner.
Eylül sonu: Yeni bir sinir krizi.
1923, Kış/İlkbahar: Kafka, hastalığı nedeniyle çokluk yataktan çıkamaz.
Filistinli Bayan Pua Bentovim 'den İbranice dersi alır.
Nisan sonu/Mayu başa: Filistin üzerine bilgiler ileten Hugo Berg
mann'la buluşmalar; Filistin'e göçme ve Bergmann'ın
evinde kal,
ma planı.
Mayu başı-yaklaşık 11 Mayıs: Dinlenmek üzere Dobrichowitz'de.
Haziran: Milena'yla son karşılaşma.
Temmuz başa/6 Ağustos: Elli ve çocuklarıyla Baltık Denizi kıyısın
daki Müritz'te. Dora Dymant'la tanışma.
7-8 Ağustos: Berlin'de.
9 Ağustos: Prag'a dönüş.
22-23 Eylül: Prag'da.
24 Eylül: Berlin 'e giderek Dora Dymant'ın yanında kalır.
586
25 Eylül: Steglitz'te, Miquelstrasse 8 No. 'lu evde oturur. Daha son
ra Pua Bentovim'le ve Brod'un bayan dostu Emmy Salveter'le bu
luşma. Yahudilik Bilimi Yüksek Okulu'ndaki dersleri izler.
7 Ekim: Ernst Weiss, Kafka'yı ziyaret eder.
Ekimin 2. haftasc Ottla ile annesi, Kafka'yı ay sonunda Prag'a ge
lerek dostlarına ve tanıdıklarına veda etme planından vazgeçirme
ye çalışır, bunda da başarılı olurlar.
ıs Kasım: Grunewaldstrasse'de 13 No.'lu eve taşınma.
Kasmım 3. hartası: Max Brod, Berlin'e gelerek Kafka'yı ziyaret
eder.
Aralık ortası: Ottla, işyerine giderek ağabeyinin durumunu açıklar
ve Kafka'nın Çekoslovakya dışında uzun bir süre kalması için izin
ister.
Noel: Kafka ateşlenmiş, yatağa düşmüştür.
1924,
1 Şubat: Berlin-Zehlendorf'ta Heidestrasse 25-26 numaralı eve ta
şınma. Sağlık durumunun ansızın kötüleşmesi.
17 Mart: Max Brod'la birlikte Prag'a dönüş.
Martın 2. haftası: Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu (Josefine, die
Sangerin öder das Volk der Mause) yazılır.
Mart: Hastalık gırtlağa sıçrar; Kafka bundan böyle ancak fısıldaya
rak konuşabilir.
Nisanın 2. haftası: Aşağı-Avusturya'da Wiener Wald Sanatoryu
mu'nda. Hastalığına gırtlak tüberkülozu tanısı konur.
Nisan ortası: Kafka, Viyana'da Prof. M. Hajek'in üniversite klini
ğinde birkaç gün geçirir, daha önce konulan tanı doğrulanır.
19
Nisan: Klosterneuburg dolayındaki Kierling'te Dr. Hoffmann
Sanatoryumu'na taşınma. Daha önce Viyana'da olduğu gibi, bura
da da Kafka'ya Dora bakar.
Mayıs başı: Açlık Şampiyonu cildine girecek öykülerin provaları
nın tashihini yapar.
12 Mayıs: Max Brod, dostu Kafka'yı ziyaret eder.
3 Haziran: Kafka, dünyaya gözlerini yumar.
11 Haziran: Prag-Straschnitz'deki Yahudi Gömütlüğü 'nde toprağa
verilir.
587
ÖYKÜ ADLARI DİZİNİ
isimsiz öyküler, ilk birkaç
kelimeleriyle vurgulu olarak belirtilmiştir
Ağaçlar, 52
Dışarısını Dalgın Seyrediş, 42
Akademi İçin Bir Rapor, 207
Dönüş, 403
Akba�a, 383
Dümenci, 387
Ansızın Gezinti, 35
Dün ilk kez müdüriyete
Avcı Gracchus, 370
En Yakın Köy, 190
Bekarın Mutsuzluğu, 38
Erkek Binicilerin Düşünmesi
Bir Açlık Şampiyonu, 232
, 543
...
İçin, 48
Bir Arada, 404
Eskiden Bir Yaprak, 176
Bir Çiftliğin Savunulmasından
Evimizde, bu koskoca kenar
...
, 539
Evin Beyinin Tasası, 193
Sahneler, 545
Bir Düş, 204
Evin Yolu, 43
Bir Köpeğin Araşbrmalan, 487
Galeride, 174
Bir Köy Hekimi, 167
Geceleyin, 386
Bir Savaşın Tasviri, 289
Gelip Geçenler, 44
Blumfeld, Yaşlıca Bir Bekar, 405
Geri Çevirme, 47
Cezalılar Kolonisi, 133
Geri Çevrilme, 356
Çakallar ve Araplar, 181
Giysiler, 46
Çiftlik Kapısına Vuruş, 376
Gündelik Bir Şaşkınlık, 533
Çin Seddi'nin İnşasında, 341
Havramızda yaklaşık sansar
Dağlara Doğru Gezinti, 37
İki elim bir savaşa tutuştu
Değişim, 73
İlk Acı, 219
589
...
...
, 556
, 541
İmparatorun Haberi, 191
Mutsuz Olmak, 53
İşadamı, 39
On Bir Oğul, 195
Kalda Hathna İlişkin ..., 563
Poseidon, 368
Kanun Önünde, 179
Prometheus, 538
Kararlar, 36
Sanço Panza'yla İlgili ..., 535
Kardeş Katili, 201
Sarhoş'la Söyleşi, 277
Kan-Koca, 390
Sınav, 398
Kent Arması, 365
Sirenlerin Susuşu, 536
Kısa Hayvan Masalı, 389
Sokağa Bakan Pencere, 50
Kızılderili Olmak İsteği, 51
Şarkıa Josefine ya da Fare
Ulusu, 244
Komşu, 396
Şosede Çocuklar, 27
Kovalı Süvari, 282
Köprü, 381
Tapman'la Söyleşi, 269
Köy Öğretmeni, 471
Topaç, 388
Köylü Avcısı, 33
Vazgeç, 385
Köylünün biri yolda
...
Yargı, 59
, 551
Küçük Bir Kadın, 223
Yasalar Sorunu Üzerine, 362
Lehte Konuşucular, 400
Yeni Avukat, 165
Maden Ocağını Ziyaret, 186
Yola Çıkış, 384
Masanın üzerinde iri bir . ., 555
Yolcu, 45
Mecazlar Üstüne, 367
Yuva, 431
.
Melezleme, 378
590
İÇİNDEKİLER
• Yazarın Sağlığında Yayınladığı Kitaplar ............................
.
7
- Gözlem ..........................................................................
.
27
� Yargı ..............................................................................
- Değişim ....................................... :
........
.
. . . . ..
.
.
59
..................
- Cezahlar Kolonisi ........................................................
.
- Bir Köy Hekimi ........................ ...................................
.
- Bir Açlık Şaınpiyonu ..................................................
.
73
133
165
219
• Kafka'run Yayınlanmış Ancak Kitaplanna Almadığı
Öyküleri
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
• Ölümsonrası Öyküleri ..........................................................
.
- Bir Savaşın Tasviri ......................................................
.
265
285
289
• Kafka'run Ölümünden Sonra Geride Bırakbğı Defterler
den Çevirmen Tarafından Alınmış, Bazıları İsimsiz Birkaç Öykü ..................................................................................
.
• Günlük'ten Alınmış Kısa Bir Öykü ....................................
.
• Metinle İlgili Açıklamalar ..................................................... .
• Kafka'run Yaşamına İlişkin Notlar .......................................
• Öykü Adlan Dizini ................................................................
591
.
531
561
575
577
589
E Kalka
bütün eserleri
•
•
•
•
•
•
e
•
•
•
•
•
•
Sata
Dava
KarıD (Amerika)
Hlkareıer
Bir Savaıın Tasviri
Detııım
Taırada Düğün Haz1rlıklar1
Bütün ÖJküler
Günlükler
Babama MektuD
Mllena'ra Mektuglar
Yeni Bulunmuı MektuDlar
OHla'ra ve Ailesine MektuDlar
kalka üzerine
•
•
e
•
Kafka'da inanı ve Umutsuzluk
Fellce're Mektuglar üzerine
Kalka ile Sörıeıner
Yaıamörküsü