Academia.eduAcademia.edu
BÜTÜN ÖYKÜLER KAFKA KİTAPLARI DİZİSİ B0TÜN ÖYKÜLER FranzKAFKA Türkçesi: Kamuran Şipal 3. Basım: Eylül 2012 /CemYayınevi ISBN 13: 9789754068610 Dizgi: Mustafa Balaban Baskı: Umut Matbaası (212) 637 09 34 Sertifika No: 22826 CEMYAYINEVİ İpek Sokağı No: 8/A 34433 Beyoğlu - İstanbul Tel: (212) 293 41 70 Faks: (212) 244 15 33 www.cemyayinevi.com info@cemyayinevi.com Sertifika No: l 0823 FRANZKAFKA •• •• BUTUN OYKULER •• •• Türkçesi: Kamuran Şipal cem"' � 11ev1 V Kafka'nın tüm eserlerini Türk okuyucusuna ulaştıran Yayınevi­ miz, bu kez onun tüm öykülerini tek bir kitapta toplamış bulu­ nuyor. Daha önce degişik kitaplar içinde sunulan bu öykülerin tek bir kitapta toplanmasının çeşitli nedenleri var. Öncelikle, ya­ zarın tüm öykülerinin bir arada basılması, onun sanatına dair bütünlüklü bir görüşün edinilebilmesi için gerekli. Elinizdeki kitabın yapısı, onun kendi öykücülügüne bakışına dair de bir görüş oluşturmamızı kolaylaştırıyor. Çünkü, Kafka'nın saglı­ gında kitap olarak yayınlattıgı, kitaplaşmasına gerek görmeden yayınlattıgı ve hiç yayınlatmadıgı öyküleri bir arada görmek, onun metinleri arasında nasıl bir seçme yaptıgını da gösterecek­ tir. Ayrıca, bu öyküleri derli toplu görünce, öyküler arasındaki geçişkenlikleri, Kafka'nın iç dünyasına dair ipuçlarını da daha kolay yakalama şansına sahip oluyoruz. Bütün Öyküler, beş ana bölümde toplandı: Yazarın Saglıgında Yayınladıgı Kitaplar, Kafka'nın Yayınlanmış Ancak Kitapları­ na A lmadıgı Öyküler, Ölümsonrası Öyküleri, Kafka'nın Ölü­ münden Sonra Geride Bıraktıgı Defterlerden Çevirmen Tara­ fından Alınmış Bazıları isimsiz Birkaç Öykü, Günlük'ten Alın­ mış Kısa Bir Öykü. Ana bölüm başlıklarında, Kafka'nın öykülerinin yazılış, varsa yayınlanış tarihlerine, basılış öykülerine ve öykülerin birbirle­ riyle ilişkilerine dair aydınlatıcı bilgiler bulacaksınız. Bu bilgi­ ler, Paul Raabe'nin Fischer Taschenbuch Verlag'da çıkan "Franz Kafka, Siimtliche Erzahlungen" adlı kitabının sonsö­ zünden yararlanarak, Kamuran Şipal tarafından hazırlanmış­ tır. Cem Yayınevi YAZARIN SAGLIGINDA YAYINLADIGİ KİTAPLAR •Gözlem •Yargı •Değişim •Cezalılar Kolonisi •Bir Köy Hekimi •Bir Açlık Şampiyonu Kafka'nın kitaplarının yayınlanmasına karşı takındıgı çekingen tutum, bunların yayınlanmalarını önlemek için çaba göstermek­ ten geri durmaması herkesçe bilinmektedir. Bu birinci bölümde, saglıgında yazarın yayınlattıgı kitaplardaki öyküler bir bütün­ lük içinde bir araya toplanmakta, Amerika romanının ilk bölü­ münü oluşturan "Der Heizer" (Ateşçi) fragmanı da bu öyküler arasına alınmaktadır. 1. GÖZLEM (Bertrachtung) - Leipzig, Ernst Rowohlt 1913, 99 s. Kitap 1912 Kasımında Poeschel ve Trappe Basımevi'nde 800 adet basılıp Aralık 1912'de yayınlandı.-Dietz No.17. Basılış Öyküsü: Kitabın oluşumu konusunda Kafka'nın mektup­ larından, günlüklerinden ve notlarından oldukça kapsamlı bilgi edinebilmekteyiz. Max Brod'un eşliginde 28 ve 29 Temmuzda Leipzig ve Harz'daki Jungborn'a yolculuk sırasında yazar, ya­ yıncı Emst Rowohlt'u tanıdı. "Rowohlt benden bir kitap istiyor, bu isteginde de pek ciddi. " ( T 652). Temmuz ve Agustosta Kaf­ ka, ikide bir umutsuzluga kapılarak istenen kitabı hazırlamaya adadı kendini. Bu konuda şunları okuruz Günlük'te ( T 282): "21 Agustos. Henüz bir şey yok. Bir şey yok. Küçük kitabın ha­ zırlanması ne çok vaktimi alıyor. Önceden yayınlanmış eski şeyleri okumak ne kadar zararlı, ne kadar gülünç bir özgüven duygusuyla dolduruyor içimi. Bu iş yazmaktan beni alıkoyu­ yor. Yine de dogrusu ortada basılmış hiçbir şey yok, bu aksak­ lık da bunun en iyi kanıtı. Gerçege yalnızca parmak uçlarımla dokunmakla yetinmek istemiyorsam, kitabın çıkmasından son­ ra dergilerden ve eleştirilerden kendimi daha çok uzak tutmam gerekecegi kesin. " Kafka 13 Agustos akşamı Max Brod'ların evinde, onunla bera­ ber kitaba girecek metinleri düzenlemeye çalışır. Tam o akşam9 da Felice Bauer, Brod'ların evinde misafir olarak bulunmakta­ dır. Kafka tanışır kendisiyle. "Dün kitapta yer alacak yazıları düzenlerken Felice Bauer'in etkisi altındaydım. Dolayısıyla me­ tinlerin sıralanışında bir aptallık yapmışımdır belki, bunun so­ nucunda da sıralanışta bir gülünçlük ortaya çıkmış olabilir pe­ kdld," diye yazar Brod'a (Br. 102). Daha sonra da Felice'ye yol­ ladığı bir mektupta (F 56 vd) o akşamki kafa karışıklığının uzun boylu hesabını vermeye çalışır. 14 Ağustos 1912'de çıka­ cak kitabın manuskrisini yayınevine yollar. Manuskriyle birlik­ te yolladığı mektubu da (Br. 103) günlüğüne kaydeder (T 283): "Çok sayın Bay Rowohlt! Görmeyi istediğiniz kısa düzyazı metinlerini yolluyorum. Sanı­ rım küçük bir kitap yapar hepsi. Böyle bir amaç için metinleri bir araya toplarken, biri sorumluluk duyguma aykırı davran­ mamak, öbürü o güzelim kitapların arasında benim de bir kita­ bımın yer alması hırsı olmak üzere iki seçenek karşısında bul­ dum kendimi. Kuşkusuz her zaman doğru kararı verdiğim söy­ lenemez. Ancak şimdi yolladığım metinleri basılmaya değer gö­ recek kadar beğenmeniz beni elbet mutlu kılacaktır. Nihayet bu konuda ne kadar deneyimli, ne kadar zeki olunursa olunsun, metinlerde saklı çirkinlikler ilk bakışta görülecek gibi değildir. Zaten yazarların en yaygın özelliğini, yapıtlarındaki çirkinlikle­ ri her birinin kendine özgü bir yoldan örtüp gizlemesi oluştur­ muyor mu? Saygıyla. " Bundan birkaç gün sonra bir endişe, bir kararsızlık rahat bırak­ maz Kafka'yı ve günlüğe şu notu düşer: "Keşke Rowohlt metin­ leri geri yollasa da onları yine bir yere kilitleyip hiç yoklarmış gibi davransam ve eskisi gibi yine mutsuz hissetsem kendimi." (T 285). 4 Eylülde kitabı basmayı kabul ettiğini bildiren yayınevi, kita­ bın çok çabuk okunup bitirilmesini önlemek için, dizgide on al- 10 tı punto Romen harflerini seçti. Kafka'nın kendisi bunu rica et­ mişti yayınevinden (Br 103). "Ansızın Gezinti" öyküsünün da­ ha iyi bir varyantını 8 Ekim 1912'de (Br 106) yayınevine yolla­ dı, ardından kendisine gönderilen bir dizgi örneğini "olağanüs­ tü güzel" buldu. Daha ayın sonunda kitap tümüyle dizilmişti. Kafka, Kasım ayının ilk günlerinde de tashih provalarını Leip­ zig'e geri yolladı. 11 Aralık 1912'de kitabın ilk nüshası eline geçti, içine bir ithaf yazısı yazıp (krş. F s.176 sonrası) aşağıdaki satırlarla Felice'ye yolladı: "Benim zavallı kitabıma dostça davranacaksın, unutma! Senin o akşam düzenlemeye çalıştığımı gördüğün birkaç sayfa içeri­ yor çünkü. O akşam bir göz atmaya 'değer görmemiştin' bunla­ rı, benim budala, kinci sevgilim! Bugün hiç kimsenin olamaya­ cağı kadar senin bu kitap, yeter ki yalnızca beni sevmeni isteyip gönlündeki yerimi eski, küçük bir kitapla paylaşmaya yanaşma­ yarak kıskançlık duygusuyla onu elinden çekip almayayım. Ki­ taptaki öykülerin yazılış tarihi bakımından nasıl birbirinden ay­ rıldığını fark ettin mi? Örneğin, bunlardan biri kaleme alınalı kuşkusuz 8-10 yıl oluyor. Kitabı olabildiğince az kişiye göster ki, seni benden soğutup uzaklaştırmasın/ar. " Felice'nin kitap karşısındaki tavrı asla bir açıklık ve kesinlik ta­ şımıyor, Kafka sitem ve suçlamalarla gerek kendisini, gerek Fe­ lice'yi yiyip bitiriyordu. Bu da nasıl söz konusu kitabın Kaf­ ka'nın varlığının bir dışavurumunu oluşturduğunu bize göster­ mekte: "Kitabı beğenmediğini söylememen yerinde olurdu aslında (çünkü söylemen doğru'yu yansıtan bir şey olmazdı belki), yal­ nızca öyküler içinde kaybolduğunu açığa vurabilirdin. Gerçek­ ten de kitapta akıl almadık bir düzensizlik göze çarpıyor ya da daha çok uçsuz bucaksız bir karmaşaya açılan aydınlık pence­ releri içeriyor, iyice yakınına sokulmadan bir şey seçemiyor in­ san. Diyeceğim, ona bir türlü ısınamayışım çok iyi anlıyorum, umarım iyi ve güçsüz bir saatinde kitap yine de çeker kendine 11 seni. Zaten kimsenin yakınlık duyacağı bir kitap değil, bunun bilincindeyim, yayıncının boşa giden bunca özverili çabasını ve bol keseden harcadığı bunca parayı düşününce ben de kahrolu­ yorum. Kitabın çıkması düpedüz bir rastlantı ürünü, belki bir ara fırsatını bulup anlatırım sana; kendim böyle bir kitap çıkar­ mak gibi bir niyet beslememiş, kafamdan hiç böyle bir düşünce­ yi geçirmemiştim. Ama sana şimdi bütün bunları yazmamın ne­ deni, kitabı değerlendirmedeki bir kararsızlığını pek doğal kar­ şılayacağımı sana açıklamaktır. . . " (F 218 vd. ) Dostlar çevresinde kitap anlayışla karşılanmış, kabul görmüş, Jürgen Born Kafka-Symposium'da (1965, s.129-136) Max Brod'un, Otto Pick'in, Albert Ehrenstein'ın kitapla ilgili eleşti­ rilerini basmıştır. Otto Stoessl'ün "içe yönelik mizah" saptama­ sı Kafka'yı bir hayli şaşırtmıştır (F 278 vd. ) "Gözlem"in değişik bir isimle baskısı ("ikinci baskı") 1915'de çıktı (Dietz Nr. 23). O zamana kadar kitaptan yaklaşık 400 adet satılmış bulunuyordu. Kitabın tümü ancak 1924'de tükendi. Tek Tek Öyküler Üstüne: Kitap 1 8 kısa öykü· ve metin içerir. Bunlardan aşağıdakiler ilk kez Franz Blei ve Cari Sternheim'ın birlikte çıkardıkları "Hyperion" dergisinin ilk cildinin birinci sayısında 1 908 Martında "Gözlem" toplu ismiyle yayınlandı (s. 91-94) = Dietz Nr. 1:1 [İş A damı]-11 [Dalgın Dışarısını Seyre­ diş]- il/ [Evin Yolu]- iV [Yoldan Gelip Geçenler] - V [Giy­ siler]- VI [Yolcu]- Vl/ [Geri Çevrilme]- V/11 [Ağaçlar]. Prag'da çıkan günlük gazete "Bohemia"nın 27 Mart 191 0'da Paskalya ekinde "Gözlemler" toplu ismiyle Kafka'dan beş öy­ kü daha yayınlandı (Dietz Nr.8): Pencerede [Dalgın Dışarısını Seyrediş] - Geceleyin [Yoldan Gelip Geçenler] - Giysiler Yolcu- Erkek Binicilerin Düşünmesi İçin. Yalnızca son öykü o zaman henüz yayınlanmamıştı. Böylece kitap yarısı yayınlanmış, yarısı yayınlanmamış öyküleri içer­ mekteydi. 12 (1) Şosede Çocuklar: Öykü "Bir Savaşın Tasviri"nin B varyan­ tının ili. bölümünü oluşturmakta (B 1969, s.69-77). Giriş cüm­ leleri öyküye alınmamıştır. Brod, öykünün yazılış tarihi olarak 1903104 tarihini saptar. Buna göre öykü yazılışından hemen on yıl sonra yayınlanmıştır. (2) Köylü Avcısı: 1911 yılında yazılmış olabilir. Günlük'e düşü­ len not: "'Köylü Avcısı' yazılıp bitirildi, beni az buçuk memnun bıraktıgı söylenebilir. " (3) Ansızın Gezinti: Günlük'e 5 Ocak 1912 tarihinde yazıldı (T 232 vd.). Baskı için gözden geçirilip küçük çapta degiştirilmiştir. (4) Kararlar: Pasley-Wagenbach'a göre 5 Şubat 1912'de Gün­ lük'e yazılmıştır. Baskı için üzerinde küçük çapta degişiklige başvurulmuştur. (5) Dağlara Doğru Gezinti: "Bir Savaşın Tasviri"nin B varyan­ tından aldıgı metni bir başlıkla donatmıştır (B 1969, S.47). Bu­ na göre yazılış tarihi yaklaşık 1903/04'tür. (6) Bekarın Mutsuzluğu: Günlük'te 14 Kasım 19ll'de "Uyu­ madan Önce" başlıgıyla yer alıyor (T 160vd. ); Kafka, basım için metni kısaltmıştır. (7) İş Adamı: ilk kez "Hyperion" dergisinin 1. cildinde, 1908'de başlıksız olarak yayınlandı, H, 1, s.91. 1907 yılında kaleme alın­ mış olabilir. (8) Dışarısını Dalgın Seyrediş: Aynı şekilde başlıksız olarak 1908'de "Hyperion" dergisinde çıktı, daha sonra "Bohemia"nın 27 Mart 1910 tarihli sayısında yayınlandı. Bu da daha önceki metin gibi 1907'de yazılmış olabilir. (9) Evin Yolu: "Hyperion"da başlıksız üçüncü yazı olarak 1908'de yayınlandı, yine bundan bir yıl önce kaleme alındı. (10) Gelip Geçenler: Başlıksız dördüncü yazı olarak 1908'de "Hyperion"da çıktı, "Geceleyin" başlıgıyla da 27 Mart 1910'da "Bohemia"da yayınlandı. Yazılış tarihi: 1907. 13 (11) Yolcu: Daha önceki metinlerle birlikte 1908'de "Hyperi­ on"da ve "Yolcu" başlığıyla "Bohemia"da aynı başlıkla yayın­ landı. 1907'de yazılmış olabilir. (12) Giysiler: Kafka, "Bir Savaşın Tasviri"nin A varyasyonun­ dan aldığı metni (B 1969, 130 vd. ) başlıksız olarak 1908'de "Hyperion"da ve 1910'da "Bohemia"da, daha sonra hiç değiş­ tirmeyeceği "Giysiler" başlığıyla yayınlattı. Yazılış tarihi olarak 1903104 gösterilebilir. Görülüyor ki, Kafka tarih bakımından en eski yapıtından bir taşocağı gibi parçalar koparıp koparıp al­ maktadır. (13) Geri Çevirme: 1906'da yazılmış olabilir. Kafka "bir güzel­ liği içermeyen, kaleme alınalı belki bir yıl olmuş" metni, Brod'un "bir olasılıkla 1907 Kasımında" yazıldığını açıkladığı (Br. 50) bir mektupla Hedwig W. 'ye yolladı. Metin ilk 1908'de, başlıksız olarak "Hyperion"da yayınlandı. (14) Erkek Binicilerin Düşünmesi İçin: İlkin "Bohemia"nın, 27 Mart 1910 tarihli sayısında yayınlanan metin, söz konusu tarih­ ten kısa bir süre önce kaleme alınmış olabilir. (15) Sokağa Bakan Pencere: Yazılışı ve yazılış tarihi konusun­ da hiçbir şey bilinmemekte. Pasley/Wagenbach 1906/09 arasın­ da kaleme alınmış olabileceği görüşündeler. (16) Kızılderili Olmak İsteği: Hangi tarihte yazıldığı konusun­ da elde bir ipucu bulunmuyor. (17) Ağaçlar- Metindeki cümleler "Bir Savaşın Tasviri"nin ilk varyasyonundan (B 1969, s. 122) alınmış, değiştirilerek 1908'de "Hyperion"da yayınlanmıştır. Buna göre yazılış tarihi 1903104'tür. (18) Mutsuz Olmak: Pasley'in bildirdiğine göre Günlükler'in ikinci defteri bu öyküyle başlamakta. Günlükler'de yer alış tari­ hi 6 Kasım 1910. Bundan kısa bir süre önce kaleme alınmış ola­ bilir. 14 YARGI - Franz Kafka'nın bir öyküsü. Bayan Felice B. için. Çıktıgı yer: Arkadia, Ein Jahrbuch für Dichtkunst. Çıkaran: Max Brod. Leipzig, Kurt Wolff, 1913, s. 53-65.-Dietz no.18. Basılış Öyküsü: Kafka, 1912'nin 22 Eylülün.il 23 Eylülüne bag­ layan gece, Felice Bauer'le tanışıklıgının erken döneminde kale­ me aldı öyküyü. "Gözlem" manuskrisinin yayınevine teslimin­ den kısa süre sonra yazılan öyküyü Felice'ye ithaf etti. "Yargı" üzerine Günlük'e düşülen, Kafka'nın yaratı süreci için düşün­ dürücü oldugu kadar önemli notu aşagıda okuyucuya sunuyo­ ruz: "23 Eylül. Bu 'Yargı' öyküsünü 22 Eylülü 23 Eylüle baglayan gece akşam ondan sabah altıya kadar yazıp bitirdim. Otur­ maktan uyuşmuş bacaklarımı mlısanın altından zor çekip çı­ karabildim. Harcanan korkunç çaba ve öykünün sanki bir su­ da yüzerek ilerliyormuşum gibi gözlerimin önünde nasıl geli­ şip ilerledigini algılamanın kıvancı. Bu gece birçok kez vücu­ dumun agırlıgını sırtımda taşıdıgımı hissettim. Her şey nasıl da dile getirilebiliyor, nasıl bütün, nasıl alabildigine yabancı akla­ gelimler için yakılmış büyük bir ateş hazır bekliyor ve bunlar ateşte yanıp yok olduktan sonra yeniden dirilip boy gösteri­ yorlardı. Derken pencere önünde beliren bir mavilik. Yolda giden bir araba. Köprüden geçen iki adam. Saat ikide son kez saate baktım. Hizmetçi ilk kez holden geçiyordu ki, öykünün son cümlesi de yazıldı. Söndürülen lamba, günün agarışı. Kalpte hafif sızılar. Gece yarısı kaybolan yorgunluk. Kız kar­ deşlerimin soguktan titreyerek odaya girişleri. Öyküyü kendi­ lerine okuyuşum. Daha önce hizmetçinin önünde uzanıp geri­ nerek 'Şimdiye kadar yazdım hep,' deyişim. Sanki o anda içe­ ri getirilip konmuş gibi hiç ilişilmemiş yatagın görünümü. Şimdiye kadar yazmanın kıraç topraklarında oyalandıgıma ilişkin kanımın dogrulanışı. Yazmak denilen şey ancak böyle bir tutarlılık, ruh ve bedenin böyle katıksız bir açılımıyla . . . " (T 293 vd.) ıs Kafka, sonradan öykünün bütün yönlerini aydınlatıcı bir Gün­ lük notunda gözden geçirir (T 296 vd. ) Prag'daki Johann Gottfried Herder Dernegi'nde düzenlenen 4 Aralık 1912'deki yazarlar gecesinde, Kafka öyküyü oradakilere okur. Başından beri öykünün Max Brod'un hazırlayacagı yıl­ lıkta yer alması düşünülmüştür. 8 Mart 1913'de Kafka tashihi yapılmış provaları Kurt Wolff Yayınevi'ne yollar. Epey bir ge­ cikmeyle "Arkadia" yıllıgı 1913 Mayısında çıkar. Felice Bauer'e yazdıgı mektuplarda yazar, Felice'ye çözülmez şekilde baglı öy­ küyü yorumlamaya çalışır. Kafka ve yayıncısı Wolff 1916'da öykülerden bir kitabın çıkarıl­ ması üzerinde düşünürlerken, "Yargı"nın tek başına yayınlan­ ması planı dogar: "Ben aşagıdaki nedenlerden dolayı Yargı'nın özellikle ayrı bir kitap olarak çıkması görüşündeyim. Bir kez öykü düzyazıdan çok şiire yakın, bu yüzden etkisini açıga vura­ bilmek için çevresinde oldukça serbest bir mekana gereksinim gösteriyordu. Sonra, benim hepsinden çok sevdigim bir çalışma; dolayısıyla, mümkünse bir kez bagımsız olarak okuyucu karşı­ sına çıkarılması hep gönlümde yaşattıgım bir istekti. " (Br 149). Öykü, 1917 Ekiminde yayınlandı: Yargı. Bir Öykü. - Leipzig, Kurt Wolff Yayınevi 1916, 29 sayfa. (Der Jüngste Tag, c. 34)Dietz no. 26. ithaf yazısı yalnızca "F. için" yazısından oluşuyordu. Öykünün ikinci baskısı yine Kurt Wolff Yayınevi'nde 1920'de yapıldı (krş. Dietz no. 38 ve açıklama). 3. A TEŞÇi- Bir fragman- Leipzig, Kurt Wolff Yayınevi 1913, 47 s (Der Jungste Tag, c.3)- Dietz no. 19. Felice'ye yazdıgı bir mektuptan anlaşıldıgına göre 8 Mart 191 3'de Praglı dostlarına "geçen kış ve ilkbahar"da kaleme alınmış "Kayıp" romanından parçalar okudu: "Romanımı yazdıgım defterler tam o sıra önümde bulundugun­ dan (tesadüfen hayli uzun zamandır el sürmedigim defterler üs- 16 te çıkmıştı), bu defterlere el attım. Sanki romanın iyi, yarı iyi ve kötü kaleme alınmış bölümlerini içeren defterlerin dizilimi ol­ duğu gibi belleğimdeymişçesine ilkin umursamaz bir güvenle okumaya koyuldum, ama giderek büyüyen bir şaşkınlığa kapıl­ dım, sonunda bütünüyle yalnız ilk bölümün bir iç gerçeklikten doğup çıktığı kanısı yadsınamaz biçimde yerleşti içime. Kısa ya da uzun kimi yerler dışında romanın kalan bölümü adeta vara­ cağı hiç sezilmeyen büyük bir duyguyla çiziktirilmiş, dolayısıy­ la bir değerden yoksun şeylerdi, diyeceğim yaklaşık 400 büyük defter sayfasından yalnızca elli altısının işe yarar nitelik taşıdığı­ na inandım. Gerideki 350 sayfaya romanın geçen kış ve ilkba­ harda kaleme alınmış varyantında düpedüz işe yaramaz yakla­ şık 200 sayfa da eklenirse, bir şeye benzemeyen 550 sayfayı bo­ şu boşuna yazmışım." (F 332) Böyle bir romanın varlığını herhalde Brod'dan öğrenen yayın­ cı Wollf, bir sürpriz yaparak Kafka'ya 2. 4. 1913 tarihli şu mek­ tubu yolladı: "Gerek sizin, gerek Brod'un pekti/ti tek başına ya­ yınlanabileceğini düşündüğü romanınızın ilk bölümünü oku­ mak için lütfen bir an önce taraftma yollamanızı bütün kalbim­ le ve son derece önemle rica ederim. " Bu ilk bölümün yayınlanması konusundaki kararsızlığı genel­ likle ağır basan Kafka, ne hikmetse mektubu alır almaz, ma­ nuskriyi Kurt Wolffa iletti: "Romanın ilk bölümünü hemen yollayacağım, çünkü hanidir büyük ölçüde temize çekilmiş bulunuyor; pazartesi ya da salı günü manuskri Leipzig'de olacaktır. Romandan ayrı tek başına yayınlanıp yayın/anamayacağını bilmiyorum. Her ne kadar da­ ha sonraki tümüyle başarısız 500 sayfadan iz taşımasa da, ken­ di içinde yeterli bütünlük taşıdığı söylenemez; bir fragman nite­ liğinde ve ileride de öyle kalacak, onu en çok bütünlüğe de böy­ le bir gelecek kazandıracaktır. " (Br. 115) Yollanan metni "hayli bütünsel ve güzel" bulan Wolff, onu he­ men dizgiye verdi, 24 Nisanda da Kafka kendisine gönderilmiş 17 provaları yeniden yayınevine yolladı ve öykü 1913 Mayısında Kurt Wolffun kurduğu, edebiyatta dışavurumculuğun tarihçesi için önemli yazı dizisi "Der Jungste Tag"ın ilk serisinde çıktı. "Kayıp" romanı bilindiği gibi yazarın ölümünden sonra Max Brod tarafından "Amerika" ismiyle yayınlanmıştır. Romanın ilk bölümü olan fragmanı Kafka'nın öyküleri içine kattıksa, bu yetkiyi yazarın kendisinin bize verdiğini söyleyebiliriz: "Ateş­ çi"yi, "Yargı" ve "Değişim"le birlikte "Oğullar" ismini verece­ ği bir kitapta toplamak, Kafka'nın öteden beri içinde yaşattığı istekti. Ama daha sonra yazar bu düşüncesinden vazgeçmiştir. 1916'da tasarlanıp yayınlanmadan kalan öyküler kitabında "Ateşçi" bulunmamaktaydı. Öyleyken Kafka "Ateşçi" fragma­ nına hep kendi içinde bütünsel bir öykü gözüyle bakmıştır. Bu da öyküye bu kitapta yer vermemiz için haklı bir neden oluştu­ ruyor. Kitabın 2. basımı 1916'da, 3. basımı ise 1917/lB'de yapıldı. 4. DEÔİŞİM - Rene Schickele'nin çıkardığı aylık dergi "Die Weissen Bliitter'de yayınlandı. Yıl 2 (1915), H. 10 (Ekim), s. 1177-1230. - Dietz no.21. Bir ara "son derece iğrenç bir öykü" diye nitelediği "küçük öy­ künün" yazılış serüvenini Kafka'nın 18 Kasım ve 6 Aralık ara­ sında Felice Bauer'e yolladığı mektuplardan eksiksiz izleyebil­ mekteyiz. Öykü üzerindeki çalışma pek çok akşam kesintiye uğramıştır, ama Kafka yazmaktan ve bu konuda Felice'yi bilgi­ lendirmekten hiçbir zaman geri kalmadı. Derken 6 Aralığı 7 Aralığa bağlayan gece şöyle yazdı Felice'ye: " . . . dinle şimdi, be­ nim küçük öykü yazılıp bitti, ancak onu sonu hiç de insanı se­ vindirecek gibi değil, daha iyi olabilirdi, buna kuşku yok. " (F 163) Kurt Wolff, 2 Nisan 1963'de "tahtakurusu öyküsünü" kendisi­ ne yollaması için Kafka'yı sıkıştırır. Ama Kafka yanaşmaz bir türlü: "Ne var ki, elimdeki öbür öykü 'Değişim' henüz temize 18 çekilmemiş duruyor öylece, çünkü son zamanda her şey beni edebiyattan uzak tuttu, ondan duyduğum zevkten yoksun bı­ raktı." (Br. 115) Her ne kadar, yeni bitirilmiş öyküyü "Oğul­ lar" kitabına alma isteğinden vazgeçmemişse de - plan hanidir sürdürüyordu varlığını - öykünün yayınlanması gecikmişti. Kendini Leipzig'deki yayıncısı Kurt Wolffa şükran duygu­ suyla bağlı hissetmesine karşın, Kafka 1914'de öyküyü Fisc­ her'in çıkardığı "die Neue Rundschau" dergisine yolladı; der­ ginin redaktörlüğünü yapan Robert Musil, Kafka'ya ilgi duy­ maktaydı. "Bir öykümü, benim en uzun, geçen yıl yazılmış bi­ ricik öykümü "die Neue Randschau" dergisi basmayı kabul­ lendi, ayrıca alabildiğine sevimli daha başka önerilerde de bu­ lundu bana, " diye yazdı 18 Nisan 1914'de Grete Bloch'a (F 556). Ne var ki, tutucu dergi ilerici redaktörünün öykünün ba­ sılmasının uygun olacağı görüşünü benimsemedi. Hertmund Binder, bu konuda yaşananları, Kafka'nın 1914 Temmuzunda yazılmış olabilecek, şimdiye kadar bilinmeyen bir mektubuna dayandırarak ortaya koydu. (Kafka ve 'die Neue Rundsac­ hau'. "Değişim"in basılması serüvenine ilişkin olarak yazarın kaleme aldığı, şimdiye kadar yayınlanmamış bir mektubuyla birlikte. Çıktığı yer: Alman Schiller Derneği'nin 12. yıllığında, 1968, s. 94-111) Brod'un "Tycho Brahes Weg Zu Gott'' romanının Kurt Wolff'un yayınevinde Rene Schickele'nin çıkardığı "die Weis­ sen Blötter" dergisinde tefrika edilmesi üzerine Kafka, başka zaman görülmedik bir davranışla "Değişim"i bir an önce aynı dergide çıkarmaya çalıştı. 7 Nisan 1915'te kaleme aldığı bir mektupla yayınevine başvurdu: " . .. bu öykülerin hemen yayınlanmasını istiyor değilim asla, ancak öykünün basılıp basılmayacağının bir an önce tarafı­ ma bildirilmesini rica edeceğim. Derginizde yazıların tefrika edilmesinden kaçındığınız dikkate alınırsa, öykümün bir de­ fada basılması güçlük doğuracaktır, kuşkusuz farkındayım 19 bunun. Yine de kendim öyküyü geri almıyorsam, nedeni, onun sizin derginizde yayınlanmasına özel bir önem verişim­ dir. Ama yayınlanması konusunda hiçbir umut yoksa, size bir başka öykümü yollayabilirim, bu öykü de tamamlanmış durumda, daktiloyla yaklaşık 30 sayfa; dolayısıyla, uzunluk bakımından dergide yayınlanması daha az sorun oluştura­ caktır. " Öykü derginin Ekim sayısında yayınlandı. Kurt Wolff tam o sı­ rada yazarın Cari Sternheim'la birlikte Fontane Ödülü'nü al­ masını da göz önünde bulundurarak öykünün "der Jüngste Tag" için ayrı bir baskısının yapılmasını önerdi. Kafka daha 15 Ekimde provaları yayınevine yollamış, ayrıca Ottomar Star­ ke'nin kapakta bir böcek resmine degil, bir kapı sahnesine yer vermesini ısrarla istemiş, istedigini de elde etmiştir. Ayrı basım aşagıdaki başlıkla yayınlandı: Degişim- Leipzig, Kurt Wolff Yayınevi 1 91 5, 7 5 s (der Jüngste Tag, c. 22123)- Dietz no. 22, bir açıklamayla- Öykünün ikinci baskısı 1 91 8'de yapıldı (krş. Dietz no. 34). 5. CEZALILAR KOLON/Si- Leipzig, Kurt Wolff1 91 9, 7 1 s. "Bu kitap Drugulin baskılarının yeni dizisinin dördüncü kitabı olarak Leipzig'de W. Drugulin basımevinde 1 000 adet basıldı. " -Dietz no. 35. 31 Aralık 1 91 4'de, Kafka, Günlük'e düştügü notta çalışmaları­ nın bir muhasebesini yapar: "31 Aralık. Agustostan beri çalışıldı, genellikle az ve kötü bir çalışma sayılmaz, ama hangi açıdan bakılırsa bakılsın, yetenegi­ min sınırına olması gerektigi gibi ulaşmış degilim; çünkü yete­ negim öyle görünüyor ki uzun süre varlıgını koruyamayacak (uykusuzluk, baş agrıları, kalp yetmezligi). 'Dava', 'Kalda­ bahn'a İlişkin Anılar', 'Köy ögretmeni', 'Savcı' ve 'Kayıp'ın bir bölümü, ayrıca birkaç küçük yazı başlangıcı üzerinde çalışıldı. Bitirilen yazılar: 'Cezalılar Kolonisi' ve 'Kayıp' romanının bir 20 bölümü; her ikisi de iki haftalık tatil sırasında gerçekleştirildi. " "Cezalılar Kolonisi" Pasly/Wagenbach'a göre 4 ve 18 Ekim 1914'de, yani Felice Bauer'le ilişkinin koptuğu bir sırada kale­ me alındı. Kafka, öyküyü yayınlatmayı ilkin düşünmüyordu. Kurt Wolff kendisinden 1 916'da yayınlanmak üzere ısrarla bir kitap isteyince, Kafka bunun yazılacak yeni bir kitap olması ge­ rektiği, en doğru yolun bu olduğu görüşünü dile getirdi. "Yar­ gı", "Değişim" ve "Cezalılar Kolonisi"nden oluşacak bir öykü cildini uzlaşma ürünü olarak yayınevine önerdi. Ne var ki, öy­ kü cildi düşüncesi gerçekleşmedi; "Yargı" daha önce belirtildiği gibi tek başına basıldı. "Cezalılar Kolonisi" öyküsünü de· "der Jüngste Tag" kitap dizi­ sinde yayınlatma düşüncesine Kafka sıcak bakmadı. Ancak "Bir Köy Hekimi" öykü cildi ortaya çıkınca, Kurt Wolff 1 Ey­ lül 1917'de (Wo 45) bir öneride bulundu, "Cezalılar Koloni­ si"ni küçük öykülerle birlikte ayrı bir ciltte yayınlayabileceğini açıkladı. "Cezalılar Kolonisi"ni olağanüstü bir hayranlık ve takdirle karşıladığını bildirdi. Korkuya kapılan Kafka, 4 Eylül 1917'de kaleme aldığı bir mektupla buna karşı tepkisini açığa vurdu: "'Cezalılar Kolonisi' konusunda bir yanlış anlama söz konusu olabilir. Bu öykünün yayınlanmasını bütün kalbimle asla istemiş değilim. Sondan önceki iki, üç sayfa ele alınacak gi­ bi değil. Bu sayfalar öykünün büyük çapta bir kusuru içerdiği­ ni gösteriyor; sanki bir yerinde bir kurt var da, öykünün kusur­ suz yerlerini de oyup durmakta. " (Br. 159) Ancak bu mektup Wolffu yolundan döndürmedi. 18 Ekim 1918'de yazdığı bir mektupta öyküye duyduğu sevgiyi yineleyerek onu Dragulin­ baskısı olarak elden gelen titizlikle yayın/atacağını açıkladı. (Wo 49). Bunun üzerine hayır diyemeyen Kafka yeniden göz­ den geçirdiği öyküyü Wolffa yolladı ve öykü "Bir Köy Heki­ mi"nden önce basıldı. 6. BİR KÖY HEKİMİ - Kısa Öyküler - Münih ve Leipzig, Kurt Wolff 1919, 1 89 s. - Dietz no. 37 21 Bu ikinci öykü cildi Kafka'nın özellikle 1 91 7 yılının ilk yarı­ sında yazdığı olgunluk dönemi ürünlerini içermekte. Kaf­ ka'nın "pek çok yeni yapıtlar kaleme aldığını" Max Brod'dan öğrenen Kurt Wolffun teşvik ve önerisi sonunda basılıp yayın­ lanmış olabilir. Ancak, pek çok şey de var ki, Kafka'nın böyle bir kitabı hazırlama tasarısını kafasında yaşattığını bize göster­ mektedir; çünkü ölümünden sonra geride bıraktığı oktav def­ terlerinden birincisinin 1 91 7 Şubatı sonunda yazarın çıkarıl­ masını açıkça düşündüğü ciltte yer alacak öykülerin başlıkları­ nı saptadığına tanık oluyoruz: Galeride- Kast Ruhu - [Maden Ocağını Ziyaret] - Kovalı Süvari - Bir Atlı [En Yakın Köy?] - Bir lşadamı [Komşu?] - Bir Köy Hekimi - Düş - Kanun Önünde- Kardeş Katili- Çakallar ve Araplar- Yeni A vukat. (H 440) Altıncı oktav defterinin sonunda ise (Nisan 191 7) yazar öyküle­ rin isimleriyle ilgili olarak yeni bir liste hazırlar: Bir Düş- Ka­ nun Önünde - imparatorun Haberi - Kısa Süre [En Yakın Köy?]- Eskiden Bir Yaprak- Çakallar ve Araplar- Galeride - Kovalı Süvari - Bir Köy Hekimi - Kardeş Katili - On Bir Oğul. (H447) 7 Temmuz 1 91 7'de Kafka 1 3 öyküyü, 20 gün sonra da bunlara ek olarak yine o dönemde yazılmış iki öyküyü Kurt Wolffa yol­ ladı. 1 91 7 Ağustosuyla Eylülü arasında yazarla yayıncı arasın­ da gidip gelen mektuplar elimizde bulunuyor. 20 Ağustosta Kafka mektupla birlikte öykü isimlerini içeren bir de liste gön­ derdi (Br. 159): Yeni A vukat- Bir Köy Hekimi- Kovalı Süvari- Galeride- Es­ kiden Bir Yaprak - Kanun Önünde - Çakallar ve Araplar Maden Ocağını Ziyaret- En Yakın Köy- imparatorun Habe­ ri- Evin Beyin Tasası- On Bir Oğul- Bir Kardeş Katili- Bir Düş- Akademi için Bir Rapor. Yazar "Kovalı Süvari"yi sonradan listeden çıkardı. Tashih pro­ valarını daha 27 Ocak 1 91 8'de yayınevine yollamasına ve yeni- 22 den öykülerin isimlerini bildirmesine karşın, basım işi hayli uzadı ve kitap ancak 1919 sonunda çıkabildi. Basım işinin gerekenden daha uzun süre gecikmesinin bir sonu­ cu olarak, arada geçen zaman içinde kitapta yer alacak kimi öy­ küler dergi ve yıllıklarda yayınlandı. Bu öykülerin her biriyle il­ gili olarak aşağıdaki bilgileri varabiliriz: (1) Yeni Avukat: Birinci oktav defterinde; dolayısıyla yazılış ta­ rihi Şubat 1917. "Marsyas" dergisinde çıktı (y. 1, H. 1, Tem­ muz/Ağustos 1917, s. 80). (2) Bir Köy Hekimi: Elde bir manuskrisi bulunmuyor; 1917'de yazılmış olabilir. ilk kez yayınlandığı yer: "Die Neue Dich­ tung. " Bir yıllık, Leipzig, Kurt Wolff 1918 (daha 1917'de çıktı), s.17-26. (3) Galeride: Elde bir manuskrisi yok; ilk oktav defterindeki lis­ tede ismi geçtiğine göre, 1917 Şubatından önce yazılmış olabilir. (4) Eskiden Bir Yaprak: Sekizinci oktav defterinde yer almak­ ta (H 142). Buna göre yazılış tarihi 1917 Mart/Nisanıdır. llk kez "Marsyas" dergisinde yayınlandı: y. 1, H. 1, Temmuz/Ağustos 1917, s. 80. (5) Kanun Önünde: Bu meseli Kafka daha önce bitirilmiş "Da­ va" romanından almıştır, dolayısıyla, yazılış tarihi: 1914 sonba­ harı. İlk kez "Die Neue Dichtung" yıllığında yayınlandı: "Der Jungste Tag'', Leipzig, Kurt Wolff 1916 (yıllık daha 1915'de çıktı), s. 126-128. (6) Çakallar ve Araplar: Birinci oktav defterinde (H 56). Buna göre yazılış tarihi 1917 Şubatı olabilir. İlk kez yayınlandığı yer: Martin Buber'in çıkardığı aylık dergi "der Jude'', y. 2, Şubat 1917, s. 488-499. (7) Maden Ocağını Ziyaret: Elde bir manuskrisi bulunmuyor. Öykünün "Kast Ruhu"yla aynı olduğunu varsayılırsa, 1917'de yazılması olası. 23 (8) En Yakın Köy: Elde bir manuskrisi yok. İlk oktav defterin­ deki isim listesinde geçen "Bir Atlı"yla aynı olabilir. (9) İmparatorun Haberi: "Çin Seddinin İnşasında" öyküsün­ den bir bölüm (krş. S. 288). Sekizinci oktav defterinde bulunu­ yor; 1917 Mart/Nisanında kaleme alınmış olabilir. İlk kez Prag'da çıkan "Die Selbstwehr" dergisinin 24 Eylül 1919 tarih­ li sayısında yayınlandı. (10) Evin Beyinin Tasası: Elde bir manuskrisi bulunmuyor. 1917 yazında kaleme alınmış olabilir. (11) On Bir Oğul: Elde bir manuskrisi bulunmuyor. 1917'de kaleme alınmış olabilir. (12) Kardeş Katili: Elde bir manuskrisi yok. İlk oktav defterin­ deki isim listesinde yer aldığına göre, 1917 Şubatında yazılmış olabilir. İlk yayınlandığı yer: "Marsyas", y. 1, H. 1, Tem­ muz/Ağustos 1917, s. 82 vol. - Kafka öyküyü 1 Ekim 1918'de yayınevine yollayarak daha önceki varyasyonu olan "Bir Cina­ yet"i geri aldı. Öykü "die Neue Dichtung" yıllığından çıktı: Le­ ipzig, Kurt Wolff, 1918 (yıllık 1917'de yayınlandı), s. 72-76. (13) Bir Düş: "Dava" romanı kapsamında yer alabilecek bir öy­ kü. Dolayısıyla, 1914/15'de yazılmış olabilir. İlk yayınlandığı yer: "Das Jüdische Prag", Bir Toplu Yazı, yayınlayan "Selbst­ wehr" dergisi redaksiyonu, Prag, 1917, s. 32 vd. - Daha 1916'da yayınlanan "Selbstwehr"de çıkan öykü sonradan "Neue Ju­ gend" yıllığında yayınlandı, 1917, Berlin, Neu Jugend Yayınevi (1916), s. 172-174. (14) Akademi İçin Bir Rapor: İkinci oktav defterinde bulunan öykünün (H 69) yazılış tarihi Mayıs/Haziran 1917. İlk "Der Ju­ de" dergisinde yayınlandı, y. 2, Ekim 1917, s. 559-565. 7. BİR A ÇLIK ŞAMPİYONU - Dört öykü. - Berlin, Die Schmiede Yayınevi, 1924, 86 s. (XX. Yüzyılın Zamanları)- Di­ etz no. 44. 24 Kurt Wolff'un "Köy Hekimi" ve "Cezalılar Kolonisi"nden son­ ra Kafka'dan yeni bir manuskri elde etme umudu, 1920'den sonra mektupla yazara pek çok kez başvurmasına karşın ger­ çekleşmeden kaldı. Berlin'de kaldığı süre içinde Kafka yazdığı uzun öykülerini Willy Haas'ın da çalışmakta olduğu yeni yayı­ nevi Die Schmiede'ye yolladı. Max Brod'dan öğrendiğimize gö­ re, yayınevinden gönderilen tashih provalarını Kafka hasta ya­ tağında okudu, ancak kitabın yayınlanmasını göremeden öldü. Kitapta dört uzun öykü yer almakta. Kitaba ismini veren öy­ küyle diğer iki öykü daha önce dergilerde yayınlanmıştı. (1) İlk Acı: Manuskrisi yazarın Oxford'daki ölümsonrası yazı­ ları arasında bulunan öykü, 1921 güz sonuyla 1922 ilkbaharı arasında yazılmış olabilir. Kurt Wolff Yayınevi'nin çıkardığı "Kunst und Literaturzeitschrift" (Sanat ve Edebiyat Dergisi) "Genius"da yayınlandı. Üçüncü yıl, kitap 2, 1921, s. 312 vd. (2) Küçük Bir Kadın: Manuskrisi yine Oxford'da bulunan öy­ kü 1923 Ekiminde yazılmış olabilir. (3) Bir Açlık Şampiyonu: Kitaba ismini veren, yazarın 1922 ilk­ baharında kaleme aldığı öykü Moritz Heimann'ın aracılığıyla "Die Neue Rundschau" dergisinde 1922'de (s. 983-992) yayın­ landı. (4) Şarkıcı Josephine ya da Fare Ulusu: 1924'de kaleme alınan öykünün manuskrisi, yazarın Bodleine kitaplığındaki ölümson­ rası yazıları arasında bulunuyor. Kafka'nın son yapıtı "Die Prager Presse"nin 20 Nisan 1924 tarihli Paskalya ekinde yayın­ landı (krş. Jaromir Louzil, Kafka'nın "Josephine" öyküsünün şimdiye kadar bilinmeyen bir baskısı; çıktığı yer: Zeitschrift für Deutsche Philologie 86, 1967, s. 317-319). 25 GÖZLEM ŞOSEDE ÇOCUKLAR M.B. için Çitin önünden arabaların geçtiğini işitiyordum; bazen de yap­ raklar arasındaki hafif kımıltılı aralıklardan görüyordum onla­ n. Kızgın yaz ortasında tekerleklerin tahta parmaklarıyla ara­ baların oklan nasıl da gacur gucur ediyordu. Irgatlar tarlalar­ dan dönüyor ve bir gülüşüyorlardı ki, aman Allah! Tam o sırada küçük salıncağımıza kurulmuş, evimizin bahçe­ sindeki ağaçlar arasında, dinleniyordum. Çitin önünden gelip geçenlerin arkası bir türlü kesilmiyordu. Koşar adım çocuklar geçmişti bir solukta; ekin demetleri üze­ rinde kadınlar ve erkeklerle arabalar geçmiş, dört bir yandaki çiçek tarhları üzerine gölgeleri düşmüştü; akşama doğru da, elinde baston, gezintiye çıkmış ağır ağır yürüyen bir bay gör­ düm; kol kola girmiş karşıdan gelen birkaç kız, bay'ı selamla­ dı, kenardaki otlar içine çekilerek kendisine yol verdi. Derken kuşlar havalandı yerden, sağa sola saçıldı; bakışlarım­ la onlan izledim, boşlukta nasıl bir çırpıda yükseldiklerini gör­ düm; sonunda sanki kuşlar yükselmiyor da, ben düşüyormu­ şum sandım; gözlerim karararak iplere sımsıkı tutundum, biraz sallanmaya başladım. Çok geçmeden, rüzgar daha bir serin esip, uçan kuşların yerini gökte titreşen yıldızlar alınca hızlan­ dırdım sallanmamı. Mum ışığında akşam yemeğini yemeye koyuldum. Çokluk iki dirseğimi tahta tepsinin üzerine dayayarak, şimdiden yorgun düşmüş, yağlı ekmek dilimlerini dişledim. Hayli ajurlu perde­ ler sıcak rüzgarda şişiyor, bazen dışarıdan geçen biri beni daha iyi görmek ve benimle konuşmak isteyerek elleriyle perdelere 27 GÖZLEM sımsıkı yapışıyordu. İkide bir sönüyordu mum, ama çevresine toplanmış tatarcıklar, çekilip gitmeden bir süre daha karanlık is içinde dolanmalarını sürdürüyordu. Biri pencereden bir şey soracak oldu mu, bir dağa ya da salt bir boşluğa bakar gibi ken­ disine bakıyordum. Ne var ki, çocuklardan biri pencere pervazına tırmanarak öte­ kilerin geldiğini ve evin önünde beklediğini haber verince, gö­ ğüs geçirerek doğrulup kalktım. " Yo ama, neden öyle göğüs geçiriyorsun bakayım? Bir şey mi var yoksa? Bundan böyle savuşturulamayacak büyük bir fela­ ket mi? Bir daha asla belimizi doğrultamayacak mıyız? Ger­ çekten bitti mi her şey? " Biten bir şey yoktu. Seğirtip evin önüne varıyorduk. " Şükür gelebildiniz nihayet! " - " Sen zaten hep gecikirsin. " - "Neden benmiş? " - "Sen ya! Bizimle gelmek istemiyorsan, evde kal! " " Gözünün yaşına bakma sakın! " - " Nasıl? Gözünün yaşına bakma mı? Amma da söz? " Başlanmızla geceyi delip geçiyorduk. Gündüz ve gece diye bir şey yoktu bizim için. Bazen yeleklerimizin düğmeleri dişler gibi birbirine sürtüyordu, bazen aramızda hep aynı uzaklığı koruyup ağızlanmızla ateş püskürerek tropikal bölgelerdeki hayvanlar gibi koşmaya başlıyorduk. Eski savaşlardaki zırhlı süvarilermi­ şiz gibi atlarımızın ayaklan yeri dövüyor, boşlukta dimdik diki­ lerek birbirimizi kısa sokaktan aşağı sürüp bacaklanmızdaki bu ilk hızla şosede koşmaya başlıyorduk. Yol kenarındaki hendek içine inenlerimizin karanlık yamaçta gözden kaybolmalarıyla, tanımadığımız yabancı kimseler gibi tepedeki patikada boy gös­ termeleri bir oluyor ve yukarıdan bize sesleniyorlardı: " Aşağı insenize! " - " Önce siz çıkın yukarı! " - " Bizi bayırdan aşağı yuvarlayasınız, değil mi! Yağma yok! O kadarcık aklımız var daha! " - " Yani o kadar ödleğiz demek istiyorsunuz, değil mi? Gelin haydi, gelin de görelim! " - "Yok canım! Siz mi? Si28 GÖZLEM ze mi kaldı bizi aşağı yuvarlamak? Bizi aşağı yuvarlayacaksı­ nız, ha? " Saldırıya geçiyor, göğüsleniyor, düşüyor ya da kendimiz öyle isteyerek yol kenarındaki hendeğe inip otlar içine uzanıyor­ duk. Her şey aynı ölçüde ısınmış oluyor, otlar içinde ne sıcağı, ne soğuğu hissediyor, sadece bir yorgunluk duyuyorduk. Sağ tarafa dönülüp de el kulak altına konuldu mu, uyuyası ge­ liyordu insanın. Ancak, çene kaldırılıp bir kez daha toparlan­ mak, buna karşılık eskisinden de derin bir hendeğe yuvarlan­ mak isteniyordu. Kollar önde çapraz tutularak, bacaklar rüz­ garda yamulmuş, esintiye karşı ileri fırlamak ve yeniden, bu kez hepsinden derin bir hendeğe kendimizi atmak hevesi uya­ nıyordu içimizde. Ve aynı şeyi habire yinelemekten bir türlü geri kalmıyorduk. En son çukurda gerçek bir uykuya dalmak için nasıl enine bo­ yuna uzamlacağı, Özellikle dizlerde bunu nasıl uygulamak ge­ rekeceği henüz pek akla getirilmiyor, neredeyse ağlamaklı, sanki hasta, sırtüstü yatılıyordu. Oğlanlardan biri, elleri kalça­ larında, karanlık tabanlarıyla yamaçtan inip üzerimizden yola atlarken kırpıştınlıyordu gözler. Zamanla gökyüzünde ay bir hayli yükseliyor, mehtapta bir posta arabası yanımızdan geçip gidiyordu. Dört bir yanda hafif bir rüzgar çıkıp hendek içinde de estiği duyuluyor, yakındaki ormanlardan hışırtılı sesler gelmeye başlıyordu. İşte o zaman yalnız olmak yitiriyordu çekiciliğini. · " Neredesiniz hey ? " - " Gelsenize buraya! " - " Herkes gelsin! " " Haberiniz yok mu, posta arabası geçti! " - " Yok canım! Ne za­ man? " - "Tabii geçti. Sen uyurken. " - " Uyudum mu? Ne mü­ nasebet! " - " Sus sus! Halinden belli. " - " Amma yaptın! " - " Ge­ lin haydi! " Bunun üzerine birbirimize daha çok sokularak koşmaya baş­ lıyorduk. Kimimiz el ele veriyor, yokuş aşağı indiğimizden 29 GÖZLEM başlar yeterince dik tutulamıyordu. İçimizden biri Kızılderi­ lilere özgü bir savaş çığlığı atıyor, bacaklarımız o zamana ka­ dar görülmedik doludizgin bir koşu tutturuyor, biz sıçradık­ ça rüzgar kalçalarımızdan tutup bizi havaya kaldırıyordu. Hiçbir şey alıkoyamazdı bizi yolumuzdan. Kendimizi öyle bir koşuya kaptırıyorduk ki, birbirimizi geride bırakıp geçerken bile kollarımızı kavuşturup sağımıza solumuza bakabiliyor­ duk. Wildbach Köprüsü'ne gelince duruyorduk; ileri gidenlerimiz varsa, onlar da geri dönüyor, altımızda akan su, sanki akşamın geç vakti değilmiş gibi kayaları ve bitki köklerini dövüp duru­ yordu. Neden içimizden biri sıçrayıp oturmuyordu korkuluk üzerine, şaşılacak şeydi! Derken bütün kompartımanları aydınlık, cam pencereleri kuş­ kusuz indirilmiş bir tren, uzaktaki ağaçlar arasından belirip çı­ kıyordu ortaya. Aramızdan biri bir şarkı tutturuyordu. Ama biz hepimiz de şarkı söylemek istiyorduk. Trenin gidişinden daha hızlı şarkı söylüyor, sesimizi yeterli bulmayarak ellerimi­ zi kollarımızı sallıyorduk. Seslerimizle bir curcuna havası yara­ tıyor, bu curcunanın içinde kendimizi rahat hissediyorduk. Kendi sesini başka seslere karıştırdı mı, oltaya yakalanmış gibi bir duygu uyanıyordu insanın içinde. Böylece, arkamızda orman, geziye çıkmış uzak yolcuların ku­ laklarına yolluyorduk şarkılarımızı. Köyde büyükler henüz uyanmamış oluyor, annelerimiz gece için yatakları yapıyordu. Ayrılma vakti gelip çatıyordu sonunda. Hemen yanı başımda­ ki arkadaşı öpüp sonraki üçüne şöylece elimi uzatıyor, yolu ge­ risin geri koşmaya başlıyordum; arkamdan seslenen çıkmıyor­ du. Beni artık göremeyecekleri ilk kavşakta yoldan sapıyor, patikalardan seğirtip yine orman içine dalıyordum. Güneydeki o kente varmaktı amacım; öyle bir kent ki, köyde kendisiyle il­ gili olarak şöyle konuşuluyordu: 30 GÖZLEM " Hani ne insan şu oradakiler! Düşünsenize, hiç uyudukları yok." " Neden? " "Yorulmuyorlar da ondan." "Neden yorulmuyorlar? " 11 Çünkü aptal hepsi. 11 " Aptallar yorulmaz mı? 11 " Aptallar yorulur mu hiç! " 31 GÖZLEM KÖYLÜ Avcısı Nihayet gece saat ona doğru, daha önceden şöylece tanıdığım, bu kez ansızın yine karşıma çıkarak beni iki saat sokak sokak çekip dolaştıran bir adamla, bir şölene davet edildiğim konağın önüne geldim. " İşte böyle! " dedim ve ayrılmamızın ille de gerektiğini belirt­ mek üzere ellerimi çırptım. Şimdiye kadar bundan daha az ke­ sin birkaç girişimde bulunmuş, artık iyice yorulmuştum. " Hemen çıkıyor musunuz yukarı ? " diye sordu o. Ağzındaki dişlerin adeta birbirine vurmasından kaynaklanan bir takırtı işittim. " Evet. " Öyle ya, davetli bulunuyordum, bunu daha başta kendisine söylemiştim. Ama bir an önce kavuşmayı dilediğim yukarıdaki salona çıkmak için davet etmişlerdi beni, yoksa kapı önünde dikilip karşımdaki adamın kulaklarının hizasından ötelere bakmak için değil; üstelik olduğumuz yerde uzun boylu eğleş­ meyi kafamıza koymuş gibi, susup duruyorduk şimdi. Öte yan­ dan, çevremizdeki evler ve evler üstünde yıldızlara kadar uza­ nan bir karanlık da suskunluğumuza katılmakta gecikmemişti. Aynca, nereden gelip nereye gittikleri merak edilmeyen gö­ rünmez yolcuların ayak sesleri, dönüp dolaşıp caddenin karşı yakasına sıkışan rüzgar, odanın birinde kapalı pencerelere kar­ şı şarkılar çağıran bir gramofon, bütün bunlar da, sanki öteden beri kendilerinin olan ve hep kendilerinin kalacak suskunluk içinden seslerini duyurmuştu. 32 GÖZLEM Derken eşlikçim, kendi adına ve bir gülümseyişten sonra benim adıma duruma rıza gösterip, duvar boyunca sağ kolu­ nu yukarı uzattı ve gözlerini yumarak yüzünü koluna yasla­ dı. Ama onun gülümseyişini sonuna kadar izleyemedim, bir utanç duygusu ansızın beni arkama döndürdü; eşlikçimin köylüleri kafese koyan iri, ondan başkası sayılamayacağını ancak bu gü­ lümseme üzerine anlamıştım. Oysa aylardır bu kentteydim, köylü avcılarını avucumun içi gibi tanıdığımı sanıyordum: Ge­ celeyin yan sokaklardan, ellerini ileri uzatarak otel ve meyha­ ne sahipleriymiş gibi birden karşınıza çıkar, önünde dikildiği­ niz ilan sütunlarının arkasına siner, bir saklambaç oyunu oy­ narlar sanki; hiç değilse bir gözleriyle yuvarlak sütunun geri­ sinden sizi kollar, yol kavşaklarında içinize bir korku düşer gi­ bi oldu mu, ansızın önünüz sıra kaldırım kenarını izleyerek bir gölge gibi süzülüp giderler. Ama yine de kendilerini çok iyi an­ lıyordum, koltuk meyhanelerinde ilk karşıma çıkan kentli ta­ nışlarım nihayet bu kimselerdi. Artık yeryüzünü onsuz düşünmeyip kendi içimde de duymaya başladığım diretkenlikle ilk tanışmamı bu kimselere borçlu­ yum. Çoktan ellerinden kurtulsanız, yani ortada çoktan kendi­ leri için kafese koyacak biri kalmasa bile, nasıl ileride yine in­ sanın karşısına dikiliveriyorlardı! Nasıl da durup oturmuyor, uzaktan da olsa insanın yüzüne inandırıcı bakışlarla hala bakıp duruyorlardı. Ve hep aynıydı başvurdukları yöntem: Kaçıp kurtulamayacağınız gibi önünüze gelip dikiliyor, gitmek istedi­ ğiniz yerden sizi alıkoymaya çalışıyorlardı; buna karşılık, ken­ di sinelerinde size barınacağınız bir köşe hazırlıyor ve nihayet içinizde kendilerine karşı bir sempati duygusu uyanacak oldu mu, bunu bir kucaklaşma isteğinin belirtisi görüp, yüzleri ileri­ de, kendilerini bu kucaklaşmaya bırakıyorlardı. Bu eski oyunların, bu kez ancak uzun süre onunla bir arada bu­ lunduktan sonra bilincine varmıştım. Bu utanç verici durumu 33 GÖZLEM silip atmak isteyerek, parmak uçlarımı ezip ufalarcasına birbi­ rine sürtmeye koyuldum. Eşlikçime gelince, önceki gibi halA duvara yaslanmış duruyor, hfilA kendisini bir köylü avcısı görüyordu; alınyazısından duy­ duğu memnunluk, açıktaki yanağını bir pembelikle donatmış­ tı. " Bildim, bildim! " dedim sonunda ve usulcacık omzuna dokun­ dum. Sonra merdivenlerden seğirtip yukarı çıktım; holdeki uşak ve hizmetçilerin işte öylesine nedensiz sadakat taşan yüi­ leri hoş bir sürpriz gibi beni sevindirdi. Paltomu üzerimden so­ yup çizmelerimin tozunu alırlarken, sırasıyla teker teker süz­ düm hepsini. Ardından rahat bir nefes alıp, dimdik yürüyerek salondan içeri girdim. 34 GÖZLEM ANSIZIN GEZİNTİ Akşam evde kalmaya kesinlikle karar verilerek sırta ropdö­ şambr geçirilir, yemeğin ardından aydınlık masada oturularak bitiminde adet olduğu üzere kalkıp yatmaya gidilen bir iş ya da bir oyunla vakit geçirilir, dışarıda ise evde kalmayı pek doğal gösteren sevimsiz bir hava egemenliğini sürdürür, artık sokağa çıkmanın herkesi şaşırtacağı kadar uzun süre masa başında ses­ siz oyalanılır, bu arada merdivenlerde ışıklar söndürülerek cümle kapısı kilitlenir, öyleyken içte ansızın hissedilen sıkıntı­ nın dürtüsüyle kalkılır da ceket değiştirilir, bir anda sokak kı­ yafetiyle ortada boy gösterilir, dışarı çıkmak gerektiği açıkla­ nır, oradakilere kısaca hoşça kalın denilip çıkılır, kapının hızlı ya da yavaş kapatılmasıyla az ya da çok bir can sıkıntısı geride bırakılır, kendilerine bu geç vakit sağlanan beklenmedik öz­ gürlüğü özel bir çeviklikle karşılayan kol ve bacaklarla sokak­ ta soluk alınır, salt bu sokağa çıkma kararıyla tüm karar verme gücünün topluca içte varlığı sezilir, en hızlı değişimleri kolay­ cacık gerçekleştirmek ve bunlara katlanmak için gerekenden daha fazla bir gücün elde bulundurulduğunun her zamankin­ den büyük bir önemle bilincine varılır ve böylece uzun sokak­ lar boyu seğirtilip durulursa, o zaman bu akşam için aile çevre­ sinden büsbütün dışarı çıkılmış olur, aile bireyleri giderek ger­ çekliklerini yitirirken, kendini kaya gibi sağlam, alabildiğine belirgin kenar çizgileriyle donatılmış hisseder insan, yürürken elleri kalçalarına vurur, gerçek kişiliğine kavuşur. Öte yandan, hatırını sormak üzere akşamın bu geç vakti bir dostu ziyaret et­ mek bu duyguyu pekiştirir. 35 GÖZLEM KARARLAR Perişan bir durumdan belini doğrultabilmek, büyük güçlük çe­ kerek sağlanacak enerjiyle bile kolay olmasa gerekirdi. Otur­ duğum sandalyeden koparıp alıyorum kendimi; masanın çev­ resini dolanıyor, başımla boynumu devingen duruma sokuyor, gözlerime ateşli bir ifade oturtup çevrelerindeki kasları geriyo­ rum. İçimdeki bütün duygulara karşı koyarak, şu anda gelme­ yegörsün, A. 'yı büyük bir coşkuyla karşılayacak, B.'nin odam­ daki varlığına nazik katlanacak, C.'nin söylediklerini bütün eziyet ve zahmetine karşın uzun soluklarla içime çekeceğim. Ama böyle olabilse de, başgöstermekte gecikmeyecek her ya­ nılgıyla her şey. Kolay ve Zor, bir an gelip durakalacak, ben de çember içinde gerisin geri çark edeceğim? Bu yüzden en iyisi her şeyi sineye çekmek, ağır bir kitle gibi davranmak, kendini rüzgarın önüne kattığı bir nesne gibi his­ setmek, bir ayartıya uyup da gereksiz bir adım atayım deme­ mek, başkalarına boş boş bakmak, pişmanlık duymamak, sö­ zün kısası yaşam denilen şeyden kalmış en küçük artığın varsa hepsini kendi elinle çökertip ezmek, yani o en son gömüt ses­ sizliğini daha da büyültmek ve ortada bir başka şeyin varlığına izin vermemek. Böyle bir durum için karakteristik bir devinim, serçe parmağın kaşlar üzerinde gezinmesidir. 36 GÖZLEM DAÔLARA DOÔRU GEZİNTİ 11 11 Bilmiyorum! diye bağırdım kof bir sesle. Zorla mı, bilmiyo­ rum. Kimse gelmiyorsa, kimse gelmiyor işte. Kimseye bir kö­ tülükte bulunmadım, kimse de bana kötülükte bulunmadı, ama kimse bana yardım etmek istemiyor. Bitip tükenmeyen kimseler. Ama öyle de değil pek: Bana kimsenin yardım elini uzatmayışı fena ancak, yoksa bu hiçkimseler güzel; böyle bir hiçkimseler topluluğuyla bir gezinti yapmayı - niçin olmasındı hani - ne çok isterdim. Elbet dağlara doğru, başka nereye? Bu hiçkimseler nasıl da birbirine sokulurdu; bir sürü çapraz uzan­ mış ya da iç içe geçmiş kollar, birbirinden minicik adımlarla ay­ rılan bir sürü ayak! Kuşkusuz, hepsi de fraklı. Şöyle böyle yü­ rüyüp gidiyoruz; vücutlarımızın ve kollarımızla bacaklarımızın arasındaki boşluklardan bir rüzgar esiyor. Dağda boyunlarımız özgürlüğe kavuşur. Bir ezgi mınldanmayışımız şaşılacak şey! " 11 37 GÖZLEM BEKARIN MUTSUZLUÔU Öyle görülüyor ki, pek kötü şey beUr kalmak, bir akşam in­ sanlar arasında geçirilmek istendi mi yaşlı bir adam olarak onurunu güçlükle koruyup başkalarından kendisine kapılarını açmasını beklemek, hastalanmak ve yatağın bulunduğu köşe­ den haftalar boyu boş odayı seyretmek, tanışlarla hep sokak kapısı önünde vedalaşmak, asla yanında eşiyle dar merdiven­ lerden çıkamamak, odasında sadece başkalarının odalarına açılan ara kapıların bulunduğunu bilmek, akşam yiyeceğini bir elinde eve taşımak, başkalarının çocuklarına hayran hayran bakıp boyuna " Benim yok! " diye yineleyememek, kılık kıyafet ve davranışında çocukluk anılarındaki bir ya da birkaç beUrı kendine örnek almak. Ve böyle de olacak; şu farkla ki, gerçekte de bugün ve yarın bir vücut ve sahici bir kafayla, yani elleriyle dövmek için bir alın­ la ortada kalacak insan. 38 GÖZLEM İŞ ADAMI Üç beş kişi acıyor olabilir bana, ama bunu hiç sezdiğim yok. Küçük dükk§nım beni tasalara boğuyor, bu tasalar alnımda ve şakaklarımda zonklamalara yol açıyor, ileride rahata kavuşa­ cağım umudunu ise bende uyandırmıyorlar, çünkü dükk§nım küçük. Her gün yapılacak işleri saatler öncesinden belirlemem, yar­ dımcımın belleğini uyarak tutmam, içine düşülmesinden kork­ tuğum yanılgılara karşı onu uyarmam, bir önceki sezonda bir sonraki sezonun modasını, çevremdekiler değil de, o kendi içi­ ne kapalı taşra sakinleri arasında söz konusu olacak modayı kestirmem gerekiyor. Param yabancı ellerde; ne durumda olduklarını bilemem bu ki­ şilerin, başlarına gelebilecek bir felaketi önceden sezemem, se­ zemeyince de onu nasıl savanın? Belki bu kişiler har vurup harman savuran insanlara dönüşmüşlerdir de, bahçeli bir gazi­ noda bir şölen düzenlemekte, daha başkaları da Amerika'ya kaçarken kısa bir süre bu şölene katılmaktadır. Bir iş gününün akşamı kepenkleri indirip, ansızın önümde dükk§nımın bitip tükenmeyen gereksinimlerine ayıramayaca­ ğım saatler buldum mu, sabahleyin benden önce uzağa yollan­ mış girişim hevesim dönüp gelerek varlığımdan içeri saldırıyor, ama burada fazla dayanamayarak beni de kendisiyle amaçsız çekip götürüyor. Ancak ben bu ruh durumundan asla yararlanamıyor, evin yo­ lunu tutmaktan başka şey yapamıyorum; çünkü elim yüzüm pis ve tere bulanmış, giysim leke ve toz içinde; başımda çalışırken 39 GÖZLEM giydiğim kasket, ayağımda sandık çivileriyle dört bir yanı çizil­ miş botlar. Dalgalar üzerinde yürüyorum sanki; yolda iki eli­ min parmaklarını çabuk çabuk sağa sola oynatıyor, karşıma çı­ kan çocukların saçlarını sıvazlıyorum. Ama yol kısa; hemen eve varıyor, asansör kapısını açıp giriyorum içine. Birden yalnız olduğumu görüyorum. Yürüyerek merdivenleri çıkanlar bu çıkışta azıcık yorulur, biri gelip açana kadar kapı­ nın önünde hızlı hızlı soluyan ciğerleriyle bekler; öfkelenip sa­ bırsızlanmak için ellerinde neden vardır; hole girip şapkalarını askıya asarlar ve ancak koridorda yürüyüp birkaç cam kapı önünden geçerek odalarına varınca başlar yalnızlıkları. Oysa benim yalnızlığım daha asansörde başlar: Ellerimi dizle­ rime dayayıp dar ve uzun aynaya bakarım. Asansör çalışmaya koyulunca, şöyle derim kendi kendime: " Susun! Çekilin geri! Ağaçların gölgesine, vitrinlerin kumaş dekorlarının arkasına, çardakların içine mi ulaşmak niyeti­ niz? " Dişlerimin arasından konuşurum; merdivenin korkulukları, asansörün buzlu camlan önünden çağlayanlar gibi kayar aşağı. "Uçup gidin! Benim asla görmediğim kanatlarınız köylük bir ovaya taşısın sizi ya da Paris'i diliyorsanız oraya götürsün. Din adamlarından oluşan alaylar üç ayn sokaktan gelir, birbirlerine yol vermeksizin birbirlerinin içinden geçip giderler; alayların son saflarının ardında boş alan yine açık seçik belirirken, pen­ cerenin sağlayacağı görünümün keyfini çıkarmazlık etmeyin! Mendiller sallayın, dehşete kaptırın kendinizi, duygulanın, ara­ bayla önünüzden geçen güzel bir bayan gördünüz mü, övücü sözler söyleyin kendisine. Ahşap köprü üzerinden yürüyerek çaydan geçin! Suda yıka­ nan çocukları başlannızla selamlayın ve binlerce tayfanın uzaktaki bir zırhlıdan yükselecek hurra sesinden hayretinizi esirgemeyin! 40 GÖZLEM O gösterişsiz adamın peşine takılın! Bir kemerli geçide kıstır­ dınız mı, nesi var, nesi yok, soyup alın üzerinden! Adam solda­ ki sokağa sapıp boynu bükük yoluna devam ederken, elleriniz ceplerinizde, arkasından bakın! Atlarını dörtnala kaldırmış, sağdan soldan dağınık gelecek po­ lisler sizi gerilere doğru sürecektir. Bırakın onları, boş sokak­ lar kendilerini mutsuz kılacaktır, biliyorum. Ve buyrun işte, daha şimdiden atlarını sürüp çifter çifter uzaklaşmaya başladı­ lar; köşebaşlarını usulcacık dönüyor, alanlardan uçar gibi geçi­ yorlar." Derken çıkmam gerekiyor asa,nsörden; asansörü aşağı salıp zi­ li çalıyor ve kapıyı açan hizmetçiyi selamlıyorum. 41 GÖZLEM DIŞARISINI DALGIN SEYREDİŞ Artık hızla yaklaşan bu bahar günlerinde ne yapacağız? Sabah erken gri renkteydi gökyüzü; ama şimdi pencereye yaklaşma­ yagörsün, şaşırıyor insan ve yanağını pencerenin koluna dayı­ yor. Henüz çocuk yaşta bir kız salınarak yürüyor aşağıda ve sağına soluna bakmıyor; batmakta olan güneşin parıltısı yüzüne vur­ muş; arkadan hızlı adımlarla yaklaşan bir adamın gölgesi bu parıltının üzerine düşüyor. Derken geçip gidiyor adam ve kızın yüzü yine apaydınlık orta­ ya çıkıyor. 42 GÖZLEM EVİN YOLU Fırtınanın ardından havada bu ne inandırıcı güç! Yaptığım iyi işler karşıma çıkıp üzerime çullanıyor; doğrusu, benim de bu­ na karşı koyduğum söylenemez. Yolu tutmuş gidiyorum; yürüyüş tempom sokağın bu başında, bu sokakta, bu semtte genellikle söz konusu tempodur. Kapı­ lara ve masalar üzerine indirilen tüm yumruklardan, kadeh to­ kuşturulurken savrulan tüm nüktelerden, yataklardaki sevgili çiftlerinden, yeni yapılmakta olan binalardaki iskelelerden, ev­ lerin duvarları arasında sıkışıp kalmış karanlık sokaklardan, genelevlerdeki sedirlerden haklı olarak ben sorumluyum. Geçmişimi geleceğimle karşılaştırıyorum; ama ikisini de kusur­ suz buluyor, birini ötekisine üstün göremiyor, benim işte öyle­ sine yüzüme gülen talihin adaletsizliğine atıp tutmaktan kendi­ mi alamıyorum. Ancak odama girince, biraz düşünceye kaptırıyorum kendimi; ama merdivenleri çıkarken üzerinde düşünmeye değer bir şey ele geçirdiğim için değil. Pencereyi ardına kadar açmamın ve bahçeli gazinoların birinde haUl çalan müziğin pek bir yaran olmuyor. 43 GÖZLEM GELİP GEÇENLER Geceleyin bir sokakta dolaşmaya çıkarız da, adamın biri uzak­ ta boy göstererek - çünkü önümüzde sokak bayır yukarı çık­ maktadır ve ayrıca dolunay vardır - karşıdan koşup bize doğru yaklaşırsa, ister zayıf ve pejmürde kılıklı biri olsun, isterse ardı sıra seğirten biri yakalayın diye bağırsın, onu tutmaya kalk­ maz, koşarak yoluna devam etmesine karşı durmayız. Çünkü vakit gece olup sokak önümüz sıra dolunayda bayır yu­ karı çıkıyorsa, buna karşı elden ne gelir! Hem belki bu iki kişi söz konusu kovalamacayı kendileri için bir eğlence diye düzen­ lemiştir; belki her ikisi de bir üçüncü kişinin peşine düşmüştür; belki birincisi suçsuz yere kovalanmaktadır; belki arkadan ge­ len bir cinayet işler, biz de suç ortağı oluruz; belki ikisinin de hiç haberi yoktur birbirinden ve her biri davranışının sorumlu­ luğunu kendisi yüklenerek yatmak üzere evine yollanmakta­ dır; belki uyurgezer kimselerdir ikisi de; belki birincisinin üze­ rinde silah vardır. Ve nihayet yorgun olamaz mıyız? Yorgun düşecek kadar şarap içmedik mi? Derken, arkadan gelen ikin­ cisini de göremez olup seviniriz. 44 GÖZLEM YOLCU Tramvayın birinde dikiliyorum; bu dünyada, bu kentte ve ai­ lem içindeki yerim konusunda düpedüz bir kararsızlık içinde­ yim. Herhangi bir konuda haklı olarak ne gibi istekler öne sü­ rebileceğimi bile söyleyecek durumda değilim. Bu tramvayda böylece dikilip kayışlardan birine tutunmamı, kendimi bu tramvaya taşıtmamı, insanların tramvaylar önünden kenara çe­ kilmelerini ya da yolda sessiz yürümelerini ya da vitrinler önünde kımıldamadan durmalarını asla savunamam. Zaten kimsenin böyle bir şey istediği yok benden; hem isterse ne de­ ğişir. Tramvay bir durağa yaklaşıyor, bir kız basamaklara doğru iler­ leyip inmeye hazırlanıyor. Ellerimi vücudunun orasında bura­ sında gezdirmişim gibi, bütün belirginliğiyle algılıyorum kendi­ sini. Üzerinde siyah bir kostüm; etekliğindeki plilerin neredey­ se kımıldadığı yok; dar bir bluz giymiş, bluzun yakası küçük deliklerle donanmış dantellerden oluşuyor. Sol elinin ayasını tramvayın kenarına dayamış; sağ elindeki şemsiye, merdivenin ikinci basamağı üzerinde duruyor. Yüzü esmer; yanlardan ha­ fifçe basık bumu, yuvarlak ve geniş bir uçla sonlanıyor. Gür ve kumral saçları, sağ şakağında tek tek saç telleri var. Küçük ku­ lağı adeta boynuna bitişik; ama yakınında durduğumdan, sağ kulak sayvanının tümüyle arka kısmını ve kulak memesinin di­ bindeki gölgeyi görebiliyorum. O zamanlar şöyle sormuştum kendi kendime: Nasıl oluyor da, kendisiyle ilgili bir şaşkınlığa kapılmıyor kız, ağzını kapalı tu­ tuyor ve böyle bir şaşkınlığı açığa vuran sözler söylemiyor. 45 GÖZLEM GİYSİLER Çok vakit türlü pliler, dantel ve süslerle güzel bir bedene gü­ zelce oturmuş giysiler gördüm mü, uzun süre öyle kalmayacak­ lannı, bir daha düzlenemeyecek kınşıklıklarla örtüleceklerini, süslerin içine dolacak parmak kalınlığında tozun bir daha ora­ lardan uzaklaştınlamayacağını, kimsenin bu zengin giysiyi her sabah giyip akşam çıkaracak kadar kendini üzüntüye ve gülünç duruma sokmak istemeyeceğini düşünürüm. Öyleyken kızlar görürüm, güzel olmaya güzeldirler; zarif kas­ lan, narin kemikleri, gergin tenleri, ipek gibi gür saçlan vardır; gel gelelim, her Allahın günü bu bir tek karnaval giysisiyle boy gösterir, hep aynı yüzü aynı avuçlan içine yatınr ve aynada yansıtırlar. Ancak, kimi akşamlar bir eğlenceden eve döndüler mi, aynada yüzleri pörsümüş, şişmiş, herkes tarafından yeterince görülmüş ve artık taşınacak yanı kalmamış gibi gelir kendilerine. 46 GÖZLEM GERİ ÇEVİRME Güzel bir kıza rastlayıp, " Ne olur, benimle gel ! " diye rica ede­ rim de kız yanımdan suskun geçip giderse, bu davranışıyla şöy­ le söylemek ister gibidir: 11 Sen, görkemli bir isimle donanmış bir prens değilsin. Bir Kı­ zılderilinin boyu bosuyla, dinginlik içinde yatay gözler, çimen­ lerin ve çimenler içinden akıp giden ırmakların havasına doy­ muş bir tenle geniş bedenli bir Amerikalı da değilsin. Sen, bil­ mem neredeki büyük göllere doğru bir geziye de çıkmadın; bu göller üzerinde dolaşmadın. Öyleyse niçin benim gibi güzel bir kız seninle gelsin, rica ederim. 11 " Unutuyorsun ki, seni uzun soluklu atılımlarla sokaklar içinde yalpalar vurarak taşıyıp götüren bir araba yok altında; dar giy­ siler içine tıkılmış, senin için komplimanlar mırıldanan ve çev­ rende yanın ay yapmış yanı başında yürüyen beyler de görmü­ yorum. Göğüslerin korse içine güzelce yerleştirilmiş; ama ba­ cakların ve kalçaların, göğüslerinin katlandığı yoksunluğun acısını çıkarır gibidir; geçen sonbahar hepimizi sevindirmiş taf­ tadan plili giysi var üzerinde; ama yine de - vücutta bu büyük tehlike - gülümsüyorsun arada bir. " 11 Evet, ikimiz de haklıyız; bu yüzden en iyisi, böyle olduğunun kesinlikle bilincine varmamak için, her birimizin tek başına evine yollanmasıdır, öyle değil mi? " 47 GÖZLEM ERKEK BİNİCİLERİN DÜŞÜNMESİ İÇİN Düşününce, hiçbir şeyin bir yarışta insanı birinci olmaya ayart­ maması gerekiyor. Bir ülkenin en iyi binicisi olmanın sağladığı ün, orkestra çalma­ ya başlar başlamaz, insanı öylesine bir kıvanca boğar ki, ertesi gün bir pişmanlık duygusunun önüne geçilemez. Rakiplerimizin, bu kurnaz ve nüfuzlu kişilerin kıskançlığı, sağ­ lı sollu seyirciler arasındaki o dar yoldan geçerken tatsız bir duygu salar içimize. Sonra karşımızdaki düzlüğe doğru seğirti­ riz, çok geçmeden önümüzde ufak noktacıklar halinde atlannı ufka doğru koşturan birkaç kişi kalır yalnız; derken bunları da geride bırakırız. Dostlanmızdan pek çoğu bahiste kazandıkları parayı almak için seğirtir ve sadece omuzlan üzerinden başlarını döndürüp uzak gişelerden yaşa diye bize seslenir; ama en yakın dostları­ mız hiç de bizim ata oynamamış, çünkü bahiste kaybettiler mi bize kızıp içerleyeceklerinden çekinmişlerdir; ne var ki, şimdi atımız birinci gelip kendileri bir şey kazanamayınca, biz önle­ rinden geçerken başlannı çevirir, gözlerini tribünler üzerinde gezdirmeyi uygun bulurlar. Geride bıraktığımız rakiplere gelince, eğer üzerinde sımsıkı oturur, uğradıkları şanssızlıkla nasılsa kendilerine yapılmış gördükleri haksızlığı anlamaya çalışır, yeni bir koşu başlaya­ cakmış da, bu seferki çocuk oyuncağı sayılacak deminkinden sonra ciddi bir koşu olacakmış gibi, başları yukanda bir poz ta­ kınırlar. Bayanlardan pek çoğu yanşı kazananı gülünç bulur; çünkü yarışı kazanan bir büyüklenme havası içindedir; ama ar48 GOZLEM dı arkası kesilmeyen el sıkmalar, selam durmalar, uzaktaki se­ yircilere selam yollamalar karşısında çaresizliğe kapılır; oysa yanşı kaybedenler ağızlannı kapalı tutar, çokluk kişneyen at­ lann boynuna elleriyle hafifçecik vururlar. Üstelik, yavaş yavaş bulutlanmış havadan sonunda bir yağmur atıştırmaya başlar. 49 GÖZLEM SOKAÔA BAKAN PENCERE Kim yalnızlık içinde yaşar, ama yine de bazen insan arasına ka­ rışmak isteğini duyarsa, kim günün değişik zamanlarını, hava­ daki, iş durumundaki vb. değişiklikleri dikkate alarak fazla güçlük çekmeden tutunabileceği rastgele bir insan kolu gör­ mek isterse, sokağa bakan bir pencere olmadan uzun süre ya­ pamaz. Ve böyle bir kimse hiçbir şey aramayarak, yalnızca bezgin bir adam gibi gözlerini dışarıdaki insanlarla gökyüzü arasında aşağı yukarı gezdirir, pencere pervazına yönelir de sonra niyetinden cayar ve başını biraz geriye kaykılmış tutarsa, yine de aşağıdaki atlar, peşleri sıra sürükledikleri arabaların ve gürültünün içine çekip alır kendisini, hele şükür sonunda in­ sanlarla bir uzlaşmaya götürür. 50 GÖZLEM KIZILDERİLİ OLMAK İSTEÔİ Bir Kızılderili olsa insan! Hemen hazır, koşan bir at üzerinde, boşlukta eğilmiş, sarsılan yer üzerinde kısa sürelerle sarsılıp dursa, üzengilerden çekse ayağını, yani üzengi diye bir şeyin varlığım unutsa ve önünde uzayıp giden araziye dümdüz biçil­ miş bir kır gözüyle baksa, derken atın bir boynu ve bir başı ol­ duğunu unutsa! 51 GÖZLEM AÔAÇLAR Çünkü bizler karda ağaç gövdeleri gibiyiz. Görünürde hemen toprak üzerinde bulunur gövdeler ve ufak bir yüklenişte onla­ n yerlerinden söküp atmamak için ortada bir neden yok sanı­ lır. �ma hayır! Olacak şey değildir bu; çünkü gövdeler yere sımsıkı yapışmıştır. Ama bu da yalnız görünürde böyledir. 52 GÖZLEM MUTSUZ OLMAK Artık dayanılmaz olup Kasımda bir akşamüstü odamdaki dar ve uzun halı üzerinden tıpkı bir manejdeymişim gibi seğirttik­ ten sonra, ışıklan yakılmış sokağın görünümünden ürkerek dö­ nüp odanın bir köşesindeki aynanın derinliklerinde yeniden bir hedef ele geçirerek, hiçbir şeyin kendisine karşılık verme­ diği ve hiçbir şeyin bir çığlık gücünü kendisinden alamadığı, yani bir engelle karşılaşmaksızın yükselen ve sustuğu zaman bile sona ermek bilmeyen çığlığı işitmek için, yalnız ve yalnız bunun için bir çığlık koyvermem üzerine duvarda bir kapı açıl­ dı; pek acele; acele gerekiyordu çünkü; aşağıdaki, yolda duran arabanın atlan bile, savaşta gemi azıya almış atlar gibi, gırtlak­ larını savunmasız bırakarak şaha kalkmıştı. Henüz lambası yakılmamış zifiri karanlık koridordan küçük bir hayalet gibi bir çocuk fırladı içeri ve hafifçe oynayan bir taban tahtası üzerinde parmak uçlarına basarak dikildi. Oda­ nın loşluğunda hemen gözleri kamaşıp yüzünü çarçabuk elle­ rine gömecek oldu; ama birden gözleri pencereye ilişerek ya­ tıştı; caddedeki fenerlerin yukarılara saldığı buğular pencere­ ye kadar yükseliyor, pencere kasasının önünde karanlık al­ tında serilip kalıyordu. Sağ dirseğiyle açık kapı önünde duva­ ra yaslanan çocuk kendini dimdik tutuyor, dışarıdan gelen esinti ayak bileklerini, boynunu ve şakaklarını yalayıp geçi­ yordu. Kısa bir süre onu süzüp, " Günaydın! " dedim ve karşısında ya­ n çıplak dikilmek istemediğimden sobanın korkuluğu üzerine atılmış ceketime uzandım. Heyecammın içimden çıkıp gitmesi için biraz açık tuttum ağzımı. Yüreğimde bir öfke kabarıyor, 53 GÖZLEM kirpiklerim titriyordu; kısacası, bir bu konuk eksikti sanki; an­ cak, bu konuğu da beklemiştim. Çocuk, hillil duvar önünde, aynı yerde dikiliyordu; sağ elini du­ vara bastırmıştı; yanakları al aldı; parmak uçlarıyla duvarın pü­ tür pütür beyaz badanasını ezmeye bir türlü doyamıyordu. " Sahi, bana mı gelmek istediniz? Bir yanlışlık olmasın da? Çünkü bu koca evde yanılmak öyle kolay ki! Adımı bilmek is­ tersiniz sanırım; üçüncü katta oturuyorum. Bu durumda, ziya­ ret etmek istediğiniz ben miyim acaba? " " Sakin olun, sakin olun! " dedi çocuk omuzlan üzerinden. " Or­ tada bir yanlışlık yok." " O zaman yaklaşın da, kapıyı kapayayım. " " Kapıyı az önce kapadım, zahmet etmeyin! Hele bir sakinleşin siz! " " Zahmetin sözü mü olur. Ancak bir yığın insan oturur bu kori­ dorda, hepsi de kuşkusuz tanıdık kimselerdir, çoğu bu saatte iş­ ten döner; odaların birinde bir konuşma işittiler mi, kapıyı açıp ne oluyor diye bakmak hakkına sahip olduklarını sanırlar. Gün­ dtizki işlerini bu saatte geride bırakmışlardır; geçici akşam öz­ gürlüklerinde kimsenin sözünü dinlemezler. Zaten sizin de bil­ mediğiniz şey değil bu. Şimdi izin verin de, kapıyı kapayayım. " " Ne diyorsunuz siz Allah aşkına? Neniz var? Bütün ev dolsun isterse odaya. Bakın, bir daha söyleyeyim: Kapıyı kapadım. Kapıyı yalnız siz mi kapayabilirsiniz sanki? Hem de kilitledim. il " O zaman sorun yok. Benim de istediğim bundan fazlası değil. Anahtarla hiç kilitlemeniz gerekmezdi. Eh, şimdi burada bu­ lunduğunuza göre, keyfinize bakın. Benim konuğumsunuz. Ta­ mamen güvenebilirsiniz bana. Çekinmeyin, rahatımza bakın. Sizi ne burada kalmaya, ne gitmeye zorlamak isterim, bunu il­ le söylemem mi gerekiyor size bilmem? Beni bu kadar az mı tanıyorsunuz? " 54 GÖZLEM " Hayır! Söylemeseniz olurdu. Hatta hiç söylememeniz gere­ kirdi. Ben bir çocuğum; ne diye benim için kendinizi bu kadar zahmete sokuyorsunuz? " " Pek de zahmet sayılmaz. Doğru, bir çocuksunuz. Ama hiç de pek küçük sayılmaisınız. Enikonu büyümüş bir haliniz var. Eğer bir kız iseniz, düpedüz kapıyı kilitleyip benimle bir oda­ ya kapanmanız doğru olmaz hani? " " Bu konuda tasalanmamızın gereği yok. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki, sizi çok iyi tanımam, beni fazla koruyacak bir şey sayılmaz; sadece bir yalan uydurup bana söylemek için kendinizi zorlamaktan kurtarır. sizi. Ama bakıyorum yine de bana iltifatlarda bulunuyorsunuz. Bırakın böyle davranmayı, size söylüyorum, bırakın! Sonra, sizi her yerde ve her vakit tanıyacak kadar biliyor değilim; hele bu zifiri karanlıkta. Bu­ raya bir lamba taktırsanız, çok iyi olurdu. Ama hayır! Takıl­ masa daha iyi. Ancak, beni tehdit ettiğinizi de unutmayaca­ ğım. " " Nasıl? Sizi tehdit mi ettim? Aman efendim, neden sonra bu­ raya gelmeniz beni bir sevindirdi ki! Neden sonra diyorum, çünkü epey geç oldu artık. Ne diye bu kadar geç geldiğinizi an­ lamıyorum. Sevincimden belki abuk sabuk konuştuğumu ister­ seniz tekrar tekrar itiraf edeyim. Evet, neyle tehdit ettim di­ yorsanız, hepsiyle tehdit etmiş olayım sizi. Yeter ki patırtı et­ meyin, tamam mı! Ancak, nasıl böyle bir sanıya kapıldınız bil­ mem? Nasıl kırabildiniz beni? Ne diye burada bulunduğunuz kısa süreyi olanca gücünüzle bana zehir etmek istiyorsunuz? Yabancı biri, bana sizden çok daha nazik davranırdı. " " İnanırım; bu söylediğiniz bir kehanet sayılmaz benim için. Ne var ki, yabancı birinin size göstereceği yakınlık, benim bir kez doğamda var. Bunu kendiniz de biliyorsunuz; öyleyse bu mah­ zunluk da ne oluyor? Söyleyin bir komedi oynamak istiyorum diye, hemen odadan çıkıp gideyim. " 55 GÖZLEM " Ya? Demek bunu da söyleyebiliyorsunuz? Biraz fazla cesur­ sunuz. Nihayet benim odamda bulunduğunuzu unutmayın! Parmaklarınızı deli gibi duvara sürtüp duruyorsunuz. Benim odam bu, benim duvarım. Hem söylediğiniz yalnız küstahça değil, öte yandan gülünç. Diyorsunuz ki, doğanız sizi benimle böyle konuşmaya zorluyor. Sahi mi? Doğanız mı zorluyor sizi buna? Pek de nazik bir doğanız varmış! Ne var ki, sizin doğa­ nız benim doğamdır; ben size dostça davranıyorsam, sizin de bana başka türlü davranmamanız gerekir. " " Şimdi bu sizinki dostça davranmak mı? " " Ben daha öncesinden söz ediyorum. " " İleride nasıl davranacağımı biliyor musunuz? " " Hiçbir şey bildiğim yok. " Ansızın komodine doğru yürüyüp üzerindeki mumu yaktım. O zamanlar ne gaz lambası, ne elektrik vardı odamda. Sonra bir süre masa başında oturdum. Derken bundan da bıkarak par­ dösümü giydim, kanepenin üzerinden şapkamı alıp mumu sön­ dürdüm. Dışarı çıkarken ayağım bir koltuğun bacağına takıldı. Merdivenlerde, benimle aynı katta oturan bir kiracıya rastla­ dım. İki basamağı birden işgal etmiş ayaklan üzerinde dinlene­ rek: " Gene mi sokağa çıkıyorsunuz, sizi çapkın sizi? " diye sordu. "Ne yapayım? " dedim. " Odama bir hayalet geldi. " " Çorbada kıl bulmuş gibi hoşlanmamış bir edayla söylüyorsu­ nuz bunu. " " Siz şaka ediyorsunuz ama, unutmayın, hayalet hayalettir. " " Çok doğru! Peki, ya hayaletlere inanan biri değilsem? " " San­ ki ben inanıyor muyum? Ama inanmasam ne çıkar? " " Pek basit, bir hayalet gerçekten sizi ziyarete geldi mi, kork­ mazsınız. " 56 GÖZLEM " Evet ama, bu ikinci derecede bir korku nihayet. Asıl korku, böyle bir görüntünün nedeninden duyulan korkudur. Bu kor­ ku da kalıcıdır. İşte ben de bu korkuyu adeta içimde taşıyo­ rum . " O anda sinirimden bütün ceplerimi karıştırmaya başla­ mıştım. " Ama siz görüntünün kendisinden korkmadığınıza göre, rahat rahat nedenini araştırabilirsiniz. 11 "Anlaşılan hayaletlerle konuşmamışsınız hiç. İnsan bunlardan asla açık seçik bir bilgi sağlayamaz. Kem küm edip dururlar, kendi varlıkları konusunda bizden daha çok kuşku içindedir­ ler; bu da, onların çelimsizliği düşünülürse, şaşılacak şey değil­ dir. " " Ama işittiğime göre, yiyecekle beslenip büyütüyorlarmış. " " Bilginize diyecek yok doğrusu. Öyledir, ama bunu yapacak kimse nerede? " "Neden olmasın? Dişi bir hayaletse örneğin? " dedi komşum ve sıçrayıp bir üst basamağa çıktı. · " Doğru! diye yanıtladım. " Ama hayaletin dişi olması bile, böyle bir şeyin üstesinden gelinebileceğini göstermez. " 11 Kendimi toparlamıştım. Komşum o anda pek yüksekte bulu­ nuyor, beni görebilmek için sahanlıktaki bir korkuluğun üze­ rinden sarkması gerekiyordu. " Ancak, bakın! " diye seslendim arkasından. "Yukarı çıkar da benim hayaleti alıp giderseniz, aramızda her şey biter, hem de ölünceye kadar! 1 1 " Hepsi bir şakaydı canım! dedi komşum ve başını geriye çek­ ti. 11 "O zaman sorun yok! " dedim. Doğrusu rahat rahat gezmeye gidebilirdim artık. Ama kendimi pek yalnız hissediyordum, en iyisi yukarı çıkıp yatağıma uzandım. 57 YARGI YARGI F. için İlkbaharın en güzel zamanı, bir pazar öğle öncesi, genç işada­ mı Georg Bendemann, hemen yalnızca yükseklik ve renk ba­ kımından birbirinden ayrılıp ırmak boyunca uzun bir dizi oluş­ turan alçak ve hafif evlerden birinin ilk katındaki odasında oturuyordu. Yurtdışındaki bir çocukluk arkadaşına yazdığı mektubu yeni bitirmişti; oyunsu bir yavaşlıkla mektubu içine koyup zarfı kapadı; sonra dirseğini masaya dayayarak pencere­ den ırmağa, köprüye ve karşı kıyıdaki hafif yeşil tepelere bak­ tı. Kendi yurdunda işlerinin gidişinden memnun kalmayan arka­ daşının yıllar öncesi düpedüz Rusya'ya kaçıp gittiğini düşündü. Arkadaşı, Petersburg'ta bir mağaza işletiyordu şimdi; başlan­ gıçta pek iyi giden işleri, arkadaşının zamanla seyrekleşen ziya­ retlerindeki yakınmalarına bakılırsa, çoktan durgunlaşmıştı. Dolayısıyla arkadaşı yabancı bir ülkede çalışıp kendini boşuna helak ediyordu; acayip çember sakalı, Georg'un daha çocukluk yıllarından aşinası bulunduğu yüzünü pek saklayamıyor, yüz­ deki solukluk yavaş yavaş oluşan bir hastalığı haber veriyordu. Kendi söylediğine göre, Petersburg'ta yaşayan soydaşlarıyla doğru dürüst konuşup görüştüğü yoktu, ama kentin yerli aile­ leriyle de hemen hiç görüşmüyor, kendini ilerisi için kesinlikle bir bekar yaşamına hazırlıyordu. Besbelli bir çıkmaza girmiş olup kendisine acınan, ama yardı­ mına koşulamayan böyle birine ne yazılırdı? Yine yurduna dö­ nerek artık burada yaşaması, eski dostluk ilişkilerini tümüyle diriltip canlandırması - ortada bunun için bir engel yoktu niha­ yet, ayrıca eşin dostun yardımına güvenmesi mi salık verilme59 YARGI liydi? Ama bu, ona şimdiye kadarki denemelerinin başarısız­ lıkla sonuçlandığını, artık uğraşıp didinmeyi bırakarak yurdu­ na dönmesinin zorunluluğunu açıklamaktan, herkesin temelli yurduna dönen kendisini gözlerini belertip şaşkın şaşkın süz­ mesine ses çıkarmamasını, yalnızca dostlarının işten anladığını, kendisinin ise yerlerinden yurtlarından ayrılmamış başarılı dostlarının sözünden çıkmaması gereken koca bir çocuk sayı­ lacağını söylemek olmayacak mıydı? Ve ne kadar kollanıp gö­ zetilerek söylenirse, arkadaşını o kadar incitmeyecek miydi bu sözler? Hem böyle bir işkenceyi ona reva görmekle ele ne ge­ çecekti? Belki gerçekten yurduna dönmesi bile sağlanamaya­ caktı, çünkü yurdundaki koşullara bundan böyle akıl erdire­ mediğini kendi ağzıyla açıklamıştı. Dolayısıyla, arkadaşı tüm çabalara karşın gurbette yaşamını sürdürecek, verilen öğütlere içerleyip dostlarından biraz daha uzaklaşacaktı. Verilen öğüt­ leri tutup, kuşkusuz isteyerek değil de karşılaştığı tatsız olaylar yüzünden buraya yerleşti diyelim, dostlarına bir türlü ayale uy­ duramayıp dostları olmadan da işin içinden çıkamayara.lc so­ nunda bir utanç duygusuna kapılacak ve bu kez yalnız yurdu­ nu değil, dostlarım da gerçekten kaybedecekti; bu durumda es­ kisi gibi yurtdışında kalması çok daha iyi değil miydi arkadaşı­ nın? Bu koşullar altında onun burada işlerini gerçekten yoluna koyabileceği düşünülebilir miydi? Söz konusu nedenler dikkate alınınca, hiç değilse aradaki mek­ tup bağlantısı sürdürülmek istendi mi, en uzaktaki eşe dosta bile çekinmeden bildirilecek olayları arkadaşından saklamak gerekiyordu. Arkadaşı üç yılı aşkın zamandır yurdunu görme­ ye gelmemişti ve bunu da pek sudan bir bahaneye başvurup Rusya'daki politik durumun karışıklığıyla açıklamaya çalışmış­ tı hep; yani politik durum, ona göre küçük bir işadamının en kısa süre için bile ülke dışına çıkmasına izin vermiyordu; ama yüz binlerce Rus yeryüzünde elini kolunu sallaya sallaya dola­ şıp durmaktaydı. Öte yandan, bu üç yıl içinde özellikle Georg için pek çok şey değişmişti. Aşağı yukarı iki yıl öncesine rast60 YARGI layıp Georg'u bundan böyle babasıyla aynı çatı altında yaşa­ mak zorunda bırakan annesinin ölümünü arkadaşı öğrenmiş olacaktı ki, söz konusu olaya üzülmenin yabancı bir ülkede akıl almaz bir şey sayılmasından başka nedenle açıklanamaya­ cak kuru bir mektup yazıp başsağlığı dilemişti. Georg ise, o gün bugün diğer uğraşlar gibi mağazadaki işe de canla başla sa­ rılmıştı. Annesi hayattayken, belki babası mağazada yalnız kendi dediği olsun istemiş, Georg'u gerçek bir çaba göster­ mekten alıkoymuştu. Belki de annesinin ölümünden sonra ba­ bası, hala mağazada çalışmasına karşın kendini biraz geri plan­ da tutmaya başlamıştı; ama belki - hani hiç de olmayacak şey değildi - mutlu rastlantılar bu konuda hepsinden önemli rol oy­ namıştı. Kesin bir şey varsa, iş durumu son iki yıl beklenmedik bir gelişme göstermiş, mağazadaki personel sayısının iki katı­ na, üretimin ise beş katına çıkarılması gerekmişti ve olumlu ge­ lişmenin ileride de sürüp gideceği kuşkusuzdu. Gel gelelim, arkadaşı bu değişiklikten büsbütün habersizdi. Bir vakit, galiba son olarak başsağlığı mektubunda, yurdundan ay­ rılıp Rusya'ya gelmesi için Georg'u kandırmaya çalışmış, özel­ likle Georg'un iş alanında Petersburg'ta sağlayacağı olanakta­ n uzun uzadıya sayıp dökmüştü. Arkadaşının bu konuda ver­ diği rakamlar, Georg'un işinin şimdiki büyüklüğü yanında hiç kalıyordu. Ama Georg, iş hayatındaki başanlannı arkadaşına yazma isteğini asla duymamıştı; şimdi ise, aradan bu kadar za­ man geçtikten sonra böyle bir şeyden ona söz açması, tuhaf ka­ çardı doğrusu. Böylece Georg, arkadaşına sessiz sakin bir pazar sabahı düşü­ nünce insanın aklına dağınık, düzensiz üşüşen önemsiz olayla­ n yazmakla yetinmişti. Bütün arzusu, aradan geçen uzun süre­ de arkadaşının yurduyla ilgili olarak kafasında oluşturup be­ nimsediği tabloya ilişmemekti. Bir defasında sıradan birinin sı­ radan bir kızla nişanlanmasını, birbirinden hayli aralıkla kale­ me aldığı üç ayn mektupla üç kez arkadaşına bildirmiş, sonun61 YARGI da arkadaşının bu işteki tuhaflıkla ilgilenmesine yol açmıştı ki, hani hiç istemediği bir şeydi bu. Ancak Georg, bir ay kadar önce varlıklı bir ailenin kızı Frieda Brandenfeld ile nişanlandığını arkadaşına duyurmaktansa, ona böylesi haberler iletmeyi yeğlerdi doğrusu. Nişanlısına sık sık arkadaşından ve onunla mektuplaşmasından söz açıyordu. " Demek bizim düğüne hiç gelmeyecek? " demişti bir ara nişan­ lısı. " Oysa ben senin bütün arkadaşlannı tanımak hakkımdır sanıyordum. " Georg da, " Rahatsız etmek istemiyorum kendi­ sini," diye yanıtlamıştı. " Beni yanlış anlama, belki gelir, hiç de­ ğilse ben öyle sanıyorum. Ama gelişi istemeyerek olacak, ken­ dini burada bizlerden kötü durumda hissedecek, belki de beni kıskanacak ve durumdan memnun kalmayıp memnuniyetsizli­ ğini yenebilme gücünden yoksun, tek başına geldiği yere döne­ cektir. Tek başına! Bunun ne demek olduğunu biliyor mu­ sun? " - " Evet, ama bizim evleneceğimizi bir başka yoldan öğ­ renemez mi sanki? " - " Elbet önleyemem bunu; ancak Rus­ ya'da nasıl bir hayat yaşadığı düşünülürse, böyle bir şey pek mümkün değil. " - " Madem onun gibi dostların vardı, benimle hiç nişanlanmayacaktın, Georg! " - " Evet, bunda ikimiz de suç­ luyuz; ama şimdi de olsa başka türlü davranmazdım doğrusu. " Ve derken nişanlısı, Georg'un öpücükleri karşısında hızlı hızlı soluyup, " Ama gücendim doğrusu! " sözlerini ağzından çıka­ nnca, Georg, arkadaşına her şeyi olduğu gibi yazmayı kaçınıl­ maz görmüştü. " Ben, böyle biriyim; onun da beni böyle kabul etmesi gerek, " diye geçirmişti içinden. "Onunla aramdaki dostluğa şimdikinden daha layık duruma sokamam kendimi." Ve gerçekten Georg, bu pazar sabahı yazdığı uzun mektupta nişanlanmasını şu sözlerle arkadaşına bildirdi: " En iyi haberi sona sakladım: Froylayn Frieda Brandenfeld adında, sen Rus­ ya 'ya gittikten çok sonralan bizim buraya gelip yerleşen, yani senin pek tanıyamayacağın varlıklı bir ailenin kızıyla nişanlan­ mış bulunuyorum; ilk fırsatta sana nişanlım konusunda daha 62 YARGI geniş bilgi veririm; bugünlük kendimi pek mutlu hissettiğimi öğrenmen ve bundan böyle şahsımda yalnız sıradan bir dost değil, mutlu bir dost bulacak olmandan başka aramızdaki iliş­ kide hiçbir şeyin değişmediğini öğrenmen yeter. Ayrıca, sana içtenlikle selam yollayıp, çok yakında kendisi de sana mektup yazacak nişanlımın şahsında da yine candan bir dost kazana­ caksın ki, bu da bekar bir kimse için hiç de önemsenmeyecek şey değildir. Biliyorum, seni bizi görmeye gelmekten alıkoyan pek çok neden var; ama benim evlenmem, hiç değilse bir yol bu konudaki engelleri yenebilmem için tam bir fırsat sayılmaz mı? Hani yine sen bilirsin, nasıl uygun görürsen öyle yap. " Elinde bu mektupla Georg, yüzü pencereye dönük, uzun süre masanın başında oturdu. Sokaktan geçerken kendisini selam­ layan bir tanıdığa ancak dalgın bir gülümsemeyle karşılık vere­ bildi. Sonunda mektubu cebine sokup çıktı kapıdan. Küçük bir kori­ dorda karşıya geçerek babasının odasına girdi; aylardır bu oda­ ya ayak atmamış, atmayı da gereksinmemişti, çünkü babasıyla her vakit mağazada görüşüp konuşuyor, öğle yemeğini aynı sa­ atte belli bir lokantada yiyorlardı. Gerçi akşamlan herkes dile­ diği gibi doyuruyordu karnını; ama yemeğin ardından, Georg, arkadaşlarının yanında değilse, ki çokluk onlarla beraber olu­ yordu, ya da son zamanlardaki gibi nişanlısını görmeye gitme­ mişse, ortak kullandıkları salonda, her biri kendi gazetesini okuyarak biraz daha vakit geçiriyordu. Georg, bu güneşli öğle yemeği öncesinde bile, babasının yatıp kalktığı odanın ne çok karanlık olduğuna şaştı. Dar avlunun karşısındaki yüksek du­ var, demek bu kadar gölge yapıyordu. Babası, rahmetli anne­ sini anımsatan çeşitli yadigarlarla bezenmiş bir köşeye, pence­ re önüne oturmuş, gözlerindeki bir rahatsızlık nedeniyle elin­ de yanlamasına tuttuğu gazeteyi okumaya çalışıyor, masanın üzerinde, içinden pek fazla bir şey yenilip içilmemişe benzeyen kahvaltı duruyordu. 63 YARGI " Bak sen, Georg! " diyerek hemen onu karşıladı babası; üzerin­ deki ağır ropdöşambr yürürken açılıp etekleri ayaklarının çev­ resinde uçuştu. "Babam hala dev gibi! " diye geçirdi içinden Georg. "Burası da dayanılmayacak kadar karanlık, " dedi ar­ dından. " Karanlık, evet. " " Pencereyi de kapamışsın. " " Böylesi daha hoşuma gidiyor. " Önceki sözlerinin adeta devamıymış gibi, " Dışarısı da hayli sı­ cak! " dedi Georg ve oturdu. Babası, masanın üzerinden kahvaltı takımını kaldırıp oracıkta­ ki bir sandığın üzerine koydu. Yaşlı adamın hareketlerini tam bir dalgınlık içinde izleyen Ge­ org, "Fikrimi değiştirip Petersburg'a nişanlandığımı bildirdim de, sana yalnız bunu söylemek için geldim, " dedi. Mektubu ce­ binden çekip çıkardı biraz, ama sonra yine cebine itti. " Petersburg'a mı? " diye sordu babası. " Evet, arkadaşıma, " dedi Georg, babasının gözlerini arayarak. " Mağazada bambaşka bir insan şu babam, " diye geçirdi için­ den. " Burada nasıl da kasılarak oturuyor! Kollarını göğsünün üzerinde nasıl da kavuşturmuş! " " Evet, arkadaşına," dedi babası, sözcüklerin üzerine basa­ rak. " Biliyorsun baba. Nişanlandığımı ilkin kendisinden saklamak istedim. Arkadaşımı düşündüğüm için, yoksa başka nedeni yok. Sen de biliyorsun, çok müşkülpesent biridir. Tek başına yaşadığı için pek olacak şey değil, ama başka yoldan da öğre­ nebilir nişanlandığımı ve kuşkusuz bunu önleyemem; ama şim­ diye kadar hep benden öğrenmesin de, demiştim kendi kendime. " 64 YARGI " Şimdi ise fikrini değiştirdin demek? " diye sordu babası. Ko­ caman gazeteyi pencerenin pervazına bıraktı, üzerine de göz­ lüğünü koydu, gözlüğü eliyle kapadı ardından. " Evet, şimdi yine düşünüp taşındım. Benim iyi bir arkadaşım­ sa, dedim, bu mutlu nfşanlanma olayından kendisinin de mut­ luluk duyması gerekir. Dolayısıyla, nişanlandığımı ona bildir­ mekte duraksamaktan vazgeçtim. Ancak, mektubu kutuya at­ madan da sana haber vermek istedim. " " Georg! " dedi babası, dişsiz ağzını yayarak. " Dinle bak! Sen bu işi bana danışmak üzere geldin. Bu, şüphe yok seni yücelten bir davranıştır. Ama şimdi bana gerçeği bütün çıplaklığıyla söyle­ mezsen, bir hiç olmaktan ileri gitmez bu davranışın, hatta o ka­ darcık bile önem taşımaz. Hani burada yeri olmayan konulan deşmek istemem. Aziz valdemizin ölümünden sonra bazı çirkin şeyler oldu. Bunların da sözünün edileceği zaman gelecek sanı­ rım, hatta belki düşündüğümüzden de çabuk. Mağazada kimi şeyler gözümden kaçıyor, belki benden gizlendikleri yok, doğ­ rusu bunların benden gizlendiklerini asla öne sürmek istemem. Ama yeterince güçlü değilim artık, belleğim zayıflıyor, bütün o bir sürü ayrıntıyı görecek göz kalmadı. Bir kez doğanın akışı böyle; ikincisi, valdemizin ölümü beni senden çok sarstı. Ama şu an madem ki bu işten, mektup işinden konuşuyoruz, rica ederim beni aldatma, Georg! Senin için ufak bir şey nihayet, sö­ zünü etmeye bile değmez; onun için doğruyu söyle bana! Ger­ çekten Petersburg'ta böyle bir arkadaşın var mı? " Georg, şaşırmış, ayağa kalktı. " Arkadaşlarımı bir yana bıraka­ lım. Bin arkadaşa değişmem babamı. Biliyor musun, ne düşü­ nüyorum? Sen kendine yeteri kadar bakmıyorsun baba. Oysa yaşlılığın gereğini yerine getirmelisin. Mağazada sensiz yapa­ mam, bunun sanırım çok iyi farkındasın; ancak, baktım ki sağ­ lığını tehdit ediyor, yarından tezi yok mağazayı kapar, bir da­ ha da açmam. Çünkü bu böyle yürümez. Senin için bir başka yaşam biçimi belirlemeliyiz. Ama temelinden başka bir yaşam 65 YARGI biçimi. Burada böyle karanlıkta oturup duruyorsun, oysa salon ne güzel aydınlık. Karnını adamakıllı doyuracaksın; oysa sen kahvaltıdan biraz bir şey alıp bırakıyorsun. Dışarıdaki hava sa­ na çok iyi gelecekken, tutup pencereyi kapıyorsun. Hayır, ba­ ba hayır! Gidip doktoru çağıracağım ve o ne derse yapacağız. Odaları da değiştireceğiz; sen öndeki odaya geçeceksin, ben de buraya. Senin için değişen bir şey olmayacak nihayet, burada­ ki eşyaların tümü yeni odana taşınacak. Ama elbet acelesi yok. Şimdi sen yatağına biraz uzan şöyle bakalım. Mutlaka dinlen­ men gerek. Soyunmana ben yardım ederim; göreceksin, elim­ den gelir. Ama hemen ön odaya geçmek istersen, şimdilik be­ nim yatağa yatıver. Hani pek de akıllıca bir şey olur bu. " Georg, fırça gibi ak saçlı başı göğsünün üzerine düşen babası­ nın hemen yanı başında dikiliyordu. " Georg! " dedi babası usulcacık, yerinden kımıldamadan. Georg, hemen babasının yanma diz çöktü; babasının yorgun yüzünde alabildiğine büyümüş gözbebeklerinin göz köşelerin­ den kendisine doğru çevrildiğini gördü. " Petersburg'ta arkadaşın yok senin. Sen her zaman şaklaban­ lık yapıp durdun, bana karşı bile böyle davranmaktan geri kal­ madın. Özellikle Petersburg gibi bir yerde nerden arkadaşın olacakmış! Buna hiç inanamam doğrusu. " " Düşünsene baba! " diye yanıtladı Georg. Babasını sandalye­ den tutup kaldırdı; pek güçsüz ayakta dikilen babasının üzerin­ den ropdöşambrını çıkardı. " Neredeyse üç yıl oluyor, arkada­ şım bizi ziyarete gelmişti hani. Hala aklımdadır, sen kendisin­ den pek hoşlanmamıştın. En azından iki kez, o sıra odamda bulunmasına karşın sana hayır demiş, arkadaşımın beni gör­ meye geldiğini senden gizlemiştim. Senin ondan hoşlanmayışı­ nı da nihayet çok iyi anlıyordum, arkadaşımın tuhaf huylan vardır çünkü. Ama ileride onunla yine pek güzel sohbet edip konuşmuştun. Onu dinleyişinden, söylediklerini başınla onay66 YARGI layıp kendisine sorular yöneltmenden ne kadar gurur duymuş­ tum! Düşünürsen anımsayacaksın: Rus Devrimi'yle ilgili ina­ nılmaz olaylar anlatmıştı arkadaşım. Örneğin, bir iş gezisinde Kiev'e uğramış da, kentte bir karışıklık varmış, evlerden biri­ nin balkonunda bir rahip görmüş, avcunun içine bıçakla kan­ dan büyük bir haç resmi çizmiş rahip, sonra elini kaldırarak aşağıdaki kalabalığa karşı bir konuşma yapmış. Nitekim sen kendin de bu olayı, sonradan sağda solda anlatıp durmuştun. " B u arada Georg, babasını yeniden sandalyeye oturtup, onun keten bir külot üzerine giydiği triko pantolonunu ve çorapları­ nı dikkatle çıkarmayı başarmıştı. Pek de temiz denemeyecek iç çamaşırlarını görünce, babasının bakımında gösterdiği ihmal yüzünden kendi kendine kızdı. Babasının çamaşır değiştirme­ leriyle ilgilenmek de, elbet kendisine düşüyordu. Babası için nasıl bir geleceğin söz konusu olacağını henüz nişanlısıyla ko­ nuşup görüşerek kesin bir karara bağlamamışlar, çünkü baba­ sının bu evden çıkmayarak eski yaşamını tek başına sürdürece­ ğini sessiz sedasız önceden kabullenmişlerdi. Ama şimdi tam bir kesinlikle kararını vermişti Georg: İlerideki evlerine baba­ sını da alıp götürecekti. Daha bir dikkatle bakınca, ilerideki evlerinde babasına göstermeyi düşündükleri bakımda geç bile kalmış olabilirlerdi. Georg, kollarına alıp yatağa taşıdı babasını. Aradaki birkaç adımlık yeri yürürken babasının, kucağında saatinin kösteğiyle oynadığını fark edip fena halde irkildi. Babasım hemen yatıra­ madı yatağa, saatin kösteğine işte öylesine sımsıkı yapışmıştı. Ama babası yatar yatmaz, yine her şey düzene girdi. Babası kendi eliyle üzerini örtmüş, sonra da yorganı alıp omuzların­ dan hayli yukarılara çekmişti. Gözlerini kaldırmış, alttan pek de düşmanca denemeyecek bir bakışla Georg'a bakıyordu. " Öyle değil mi? Şimdi anımsadın sanırım arkadaşımı? " diye sordu Georg ve babasını cesaretlendiren bir edayla başını sal­ ladı. 67 YARGI Ayaklarının yorganla gereği gibi örtülüp örtülmediğine kendi­ si bakamazmış gibi, " İyice örtüldü mü şimdi üstüm? " diye sor­ du babası. " Yatak hoşuna gitti bakıyorum, " dedi Georg ve yorganla ba­ basının üstünü daha bir düzgün örtmeye çalıştı. Bunun üzerine, " İyice örtüldü mü üstüm? " diye sordu babası yeniden; alacağı yanıtı özel bir dikkatle bekler gibiydi. " Merak etme, örtüldü. " . " Hayır, hayır! " diye sesini yükseltti babası. Öyle ki, sorduğu soruyla hayır cevabı birbirini izlemişti adeta. Sonra babası, yorganı büyük bir güçle üzerinden sıyırıp attı. Yorgan havada uçarken, bir an olduğu gibi açıldı. Derken babası, yatakta doğ­ rulup dikildi ayağa. Yalnız bir eliyle hafifçecik tavana tutun­ muştu. "Üstümü örtmek istedin, biliyorum hayırsız oğulcu­ ğum, biliyorum; ama henüz örtülmüş değilim. Şu an ne kadar güçsüz olursam olayım, gene de gücüm seninle başa çıkmaya yeter, yeter de artar bile. Pekala tanıyorum arkadaşını. Tam gönlümce bir oğul. Zaten bu yüzden değil mi, bunca yıl arka­ daşını da benim gibi aldatıp durdun. Başka neden olacak? Sa­ nıyor musun, onun için gözyaşı dökmedim? Hep bürona ka­ pandın ki, kimse seni rahatsız etmesin, patron meşgul sansın; Rusya'ya yollayacağın asılsız mektupçuklarını rahatçacık yaza­ bilesin! Ama Allah'a şükür, oğlumun gizli niyetlerini başkala­ rının yardımına gerek kalmadan sezinleyebiliyorum. Babasını alt ettiğine, kıçıyla babasının üzerine oturabileceği, onunsa hiç kımıldayamayacağı gibi babasını alt ettiğine inanır inanmaz, efendi oğlum tutup evlenmeye karar vermiş bulunuyor. " Georg, gözlerini kaldırarak babasının korkunç yüzüne baktı. Babasının şimdi pek iyi tanıdığı Petersburglu arkadaşı, hiç da­ ha bu kadar içini sızlatmamıştı. Kocaman Rusya' da yitip gitmiş görüyordu onu; baştan aşağı yağma edilmiş tamtakır bir mağa­ zanın kapısında dikilirken görüyordu. Raf enkazları, didik di68 YARGI dik edilmiş kumaşlar, havagazı lambalarının düşen kollan ara­ sında yıkıldı yıkılacak duruyordu arkadaşı. Niye böyle uzakla­ ra çekip gitmişti sanki? Babası, " Ama baksana sen bana! " diyerek sürdürdü konuşma­ sını. Georg, söylenenleri tümüyle anlayabilmek için adeta dal­ gın, yatağa doğru seğirtti, ancak yan yolda durakladı. " Eteklerini kaldırdığı için, " diyerek ince bir sesle konuşmaya başladı babası. " Eteklerini kaldırdığı için pis haspa! " Ve bunu göstermek üzere babası geceliğini tutup o kadar yukarı çekti ki, kalçasının üst kısmında savaş yıllarından kalmış bir yara izi açığa çıktı. " Eteklerini işte böyle, böyle ve böyle kaldırdığı için peşinden koştun onun ve üzerinde rahatsız edilmeden zevkini gidermek isteyerek valdemizin hatırasını kirlettin, arkadaşına ihanet ettin ve babanı yerinden kımıldamaması için yatağın içi­ ne soktun. Ama baban henüz kımıldayabilir, yoksa kımıldaya­ maz mı ha? " Babası hiçbir yere tutunmadan ayakta duruyor ve bacaklarını oynatıyordu. Adeta her şeyi bildiğinden gözlerinin içi parıldıyordu. Georg, odanın bir köşesinde, babasından elden geldiğince uzakta dikiliyordu. Olur ki dolaylı yoldan, arkadan ya da yuka­ rıdan baskına uğrarım diyerek, uzun süre önce her şeyi dikkat­ le izlemeye karar vermişti. Derken çoktan unuttuğu kararını anımsadı, ama anımsamasıyla yine unutması bir oldu. " Ancak arkadaşına yine de ihanet edemedin! " diye sesini yük­ seltti babası ve sağa sola oynattığı işaret parmağıyla sözlerini pekiştirdi. "Ben, burada ona vekAlet ediyordum! " Ansızın, " Bir komedyen sanki! " diye bağırmaktan kendini ala­ madı Georg, ama hemen hatasını anladı, ancak iş işten geçtik­ ten sonra - bakışları kaskatı kesilmişti - dilini ısırdı; öyle ki, acı­ dan adeta yığılıp kalacak oldu. " Evet! Komedi oynadım tabii! Komedi! İyi dedin. Ama yaşlı babanı avutacak başka ne kalmıştı? Söyle! Ancak cevap verir69 YARGI ken, benim henüz hayattaki oğlum olarak yap bunu. Ne kal­ mıştı bana? Peşinde hain personel, evin arka odasında yaşa­ yan, ta kemiklerinin içine kadar kocamış benim gibi birine ne kalmıştı? Oğlumsa sevincinden bayram yaparak sağa sola se­ ğirtiyor, benim pişirip kotardığım işlere konuyor, zevkinden taklalar atıyor ve şerefli bir insanın sır vermeyen yüzüyle baba­ sının önünden geçip gidiyordu. Sanıyor musun, seni sevmez­ dim ben? Seni dünyaya getiren ben, seni sevmezdim? " Şimdi babam yüzükoyun kapaklanacak, diye düşündü Georg. Ya düşer de orası burası kırılıp parçalanırsa! Kırılıp parçalan­ mak sözcüğü, kafasının içinde keskin bir ıslık gibi öttü. Babası öne doğru kaykıldı, ama düşmedi. Beklediği gibi, oğlu Georg'un kendisine doğru yaklaştığını görünce yeniden doğ­ ruldu. " Olduğun yerde kal, sana ihtiyacım yok! Sen sanıyorsun ki, be­ nim yanıma gelecek kadar gücün var henüz ve yalnızca sen öy­ le istediğin için kendini geride tutuyorsun. Sakın yanılmaya­ sın? Senden hala daha güçlüyüm çünkü. Tek başıma olsam, belki önünde gerilemem gerekirdi; ama kendi gücünü de bana verdi annen; arkadaşınla şahane bir işbirliği içindeyiz. Mağaza­ daki müşterilerin ise şuracıkta, cebimde hepsi. " Babamın geceliğinde bile cepler var, dedi Georg kendi kendi­ ne ve bunu açığa vurarak onu herkesin önünde rezil edebilece­ ğini aklından geçirdi, ama ancak bir an düşündü bunu, çünkü ne olsa unutuyordu artık. " Nişanlının koluna gir de karşıma çık! Bak nasıl onu bir üfle­ yişte uçuruyorum yanından, hem de nasıl! " Georg, inanmamış bir yüz takındı. Babası, sözlerinin gerçekli­ ğini vurgular gibi, Georg'un bulunduğu köşeye doğru başını sallamakla yetindi. " Yanıma gelip de, arkadaşıma nişanlandığımı yazsam mı, yaz­ masam mı diye sorman, beni ne kadar eğlendirdi bilsen! Onun 70 YARGJ her şeyden haberi var, sersem çocuk, her şeyden haberi var onun. Kağıdı kalemi elimden almayı unuttuğun için, ona her şeyi yazdım. Zaten yıllardır buraya gelmeyişinin nedeni de bu değil mi? Çünkü burada olup bitenleri senden bin kat daha iyi biliyor. Senin yolladığın mektupları okumayıp sol elinde bu­ ruştururken, benimkileri okumak üzere sağ eliyle gözlerine yaklaştırıyor. " Kolunu, coşkuyla başının üstünde sallayıp, " Her şeyi senden bin kat daha iyi biliyor o! " diye bağırdı babası. Babasını alaya almak için, " Yüz bin kat! " dedi Georg, ama bu sözler daha ağzından çıkmaya kal�adan ölümcül bir ciddilik kazandı. " Yıllardır bu soruyu bana sorasın diye tetikte bekliyordum. Sanıyor musun, başka bir şeye aldırış ettiğim var? Sanıyor mu­ sun, gazete okuyorum? Al bak işte! " Ve nasılsa yatağın içine alıp getirdiği bir gazete sayfasını Georg'a doğru fırlattı. Ge­ org'un ismini tümüyle unuttuğu eski bir gazeteydi bu. " Yetişkin biri olman amma da uzun sürdü! Annen öldü, bu mutlu günü göremedi; arkadaşın Rusya'da helak olup gidiyor, daha üç yıl önce işte öylesine sarı soluk bir benzi vardı. Bana gelince, görüyorsun ne durumdayım. Bunu görecek gözün var­ dır sanının. " " Demek pusuda beni kollayıp durdun hep ! " diye haykırdı Ge­ org. Babası, acımaklı ve önemsemez bir edayla, " Sanının bu bana daha önce söylemek istediğin bir şeydi, " diye sürdürdü konuş­ masını. " Çünkü hiç yeri değil artık. " Ve ardından sesini yükseltti: "Yani şimdi biliyorsun, senden başka ne vardı! Şimdiye kadar yalnız sen varsın sanıyordun. Doğrusu masum bir çocuktun, ama aslında iblisten farkın yok­ tu. Onun için, söyleyeceklerime kulak ver: Seni şimdi suda bo­ ğularak ölmeye mahkOm ediyorum. " 71 YARGI Georg, odadan kovulmuş hissetti kendini: Peşi sıra yatağın üzerine yığılıp kalan babasının çıkardığı sesi kulaklarında taşı­ yarak odadan dışarı fırladı. Eğik bir yüzey gibi basamakların­ dan hızla aşağı seğirttiği merdivende, sabah temizliği için yuka­ rı çıkan hizmetçisine tosladı. Hizmetçi, Aman Allahım! diyerek önlüğüyle yüzünü kapa­ dı, ama Georg bir anda uzaklaşmıştı. Derken kapıdan sokağa attı kendini. İçinden bir dürtü, onu yolu geçip suya varmaya zorluyordu. Çok geçmeden açlıktan kıvranan bir kimsenin yi­ yeceğe sarılması gibi, köprünün korkuluğunu kavradı. Çocuk­ luk yıllarında sporculuğuyla anne ve babasının göğsünü ka­ bartmıştı; korkuluk üzerinden sıçrayıp arkaya geçti. Giderek güçsüzleşen elleri bir türlü korkuluğu koyvermiyordu; suya dü­ şerken çıkaracağı sesi kolaycacık bastıracak bir otobüsün gel­ mesini bekledi, ardından usulcacık; Sevgili anneciğim, sevgili babacığım! Her vakit sevdim sizi! sözleriyle kendini aşağı bı­ raktı. O anda, köprü üzerinde adeta sonsuz bir trafik vardı. 11 11 11 11 72 DEÖIŞIM DEGİŞİM I Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa, devcileyin bir böceğe dönüşmüş buldu kendini. Bir zırh gibi sertleşmiş sır­ tının üzerinde yatıyor, başını biraz kaldırınca yay biçiminde katı bölmelere ayrılıp bir kümbet yapmış kahverengi karnını görüyordu; bu kamın tepesinde yorgan, her an kayıp tümüyle yere düşmeye hazır, ancak zar zor tutunabilmekteydi. Vücudu­ nun kalan bölümüne oranla acınacak kadar cılız bir sürü ba­ cakçık, ne yapacaklarını şaşırmış, gözlerinin önünde aralıksız çakıp sönüyordu. "Bana da ne oldu böyle?" diye düşündü Gregor. Samsa. Hayır! Düş falan değildi. Odası, biraz fazla küçük olmasına karşın, tastamam bir insan odasıydı ve enikonu aşinası bulunduğu dört duvar arasında sessiz sakin duruyordu. Ambalajlarından çıka­ rılmış kumaş örneklerinden bir koleksiyonun yayıldığı masa­ nın üzerine - Samsa bir firmanın pazarlamacılığını yapıyordu kısa süre önce resimli bir dergiden kesip altın yaldızlı şirin bir çerçeveye geçirdiği bir resim asılmıştı. Başında kürk şapka, boynunda yılan biçimindeki uzun kürk atkıyla dimdik oturmuş bir kadın, kollarının dirsekten aşağı bölümlerinin içinde kay­ bolduğu ağır bir manşonu yukarı kaldırarak izleyicilere uzat­ mıştı resimde. Gregor'un gözü pencereye kaydı; havanın kapalı olduğunu an­ layınca - çinko denizlik üzerine düşen yağmur tanelerinin tıpır­ tısı işitiliyordu - enikonu bir hüzün çöktü üzerine. En iyisi bi­ raz daha uyuyup bütün bu sersemce düşünceleri unutmak, di73 DEGIŞIM ye geçirdi içinden. Ancak, hiç de gerçekleşecek gibi değildi bu; çünkü sağına yatmaya alışmıştı, oysa şimdiki durumunda sağ tarafına bir türlü dönemiyordu. İstediği kadar güçlü bir ham­ leyle kendini o tarafa atsın, her defasında sallanıp sallanıp yine arka üstü düşüyordu. Belki yüz kez denedi, havada debelenen bacaklarını görmemek için gözlerini yumdu; ama sonunda böğrüne şimdiye dek asla duymadığı hafif ve künt bir ağrının saplandığını hissedip vazgeçti. "Hay Allah! " diye düşündü. "Ne zahmetli bir meslek seçmişim kendime. Gün yok ki, yolda olmayayım. Burada, firmadaki asıl işler, gezilerde katlandığım kadar telaş ve tedirginlikle dolu değil. Üstelik bu başbelası yolculuklar; aktarma trenlerini ka­ çırmamak için çektiğim sıkıntılar, rasgele yenen berbat yemek­ ler, boyuna değişik insanlarla düşüp kalkmalar, asla bir sürek­ lilik, asla bir içtenlik kazanamayan ilişkiler. Şeytan görsün hep­ sinin yüzünü! " Ansızın yukarıda, karın bölgesinde hafif bir ka­ şıntı duydu; başını daha iyi kaldırıp bakmak için, sırtüstü sürü­ nerek yavaş yavaş karyolanın ayağına yaklaştı. Kaşınan yeri gördü derken; baştan aşağı küçük ve beyaz noktacıklarla örtül­ müştü. Noktacıkların ne olabileceği konusunda karara vara­ madı, bir ayağıyla söz konusu yeri yoklamak istedi, ama hemen yine vazgeçti; çünkü daha ayağını dokundurur dokundurmaz, bütün vücudunu bir ürperti kaplamıştı. Sırtüstü kayarak eski durumunu aldı. "Sabah erkenden bu ya­ taktan kalkmalar yok mu?" diye düşündü, "adamı büsbütün serseme çeviriyor. İnsan dediğin uykusunu alacak. Başka pa­ zarlamacılar bir haremdeki kadınlar gibi yaşıyor tıpkı. Örne­ ğin, müşterilerden aldığım siparişleri firmaya iletmek için, kal­ dığım otele öğle öncesi bir ara döneyim desem, bu beyleri he­ nüz kahvaltı masasının başında görürüm. Ama sen gel de, bi­ zim patronun karşısında böyle davran; hemen kapı dışarı edi­ lirsin. Ama kim bilir, belki kapı dışarı edilmek benim için hep­ sinden hayırlısı olurdu. Hani anne ve babam olmasa, çoktan bı74 DEölŞIM rakmaz değildim bu işi. Patronun önüne geçip dikilir, ne dü­ şündüğümü bütün açıklığıyla yüzüne karşı söylerdim. Diyecek­ lerimi işitmeyegörsün, kesinlikle düşüp kalırdı yere. Sonra ma­ sasının üzerine o ne acayip oturuş öyle, yanında çalıştırdığı ki­ şilerle o ne yüksekten konuşma! Üstelik kulakları ağır işittiğin­ den, konuştuğu kimse hemen burnunun ucuna kadar kendisi­ ne sokulmak zorunda. Ancak yine de umudumu büsbütün yi­ tirmiş değilim. Anne ve babamın firmaya borcunu bir yol öde­ yecek parayı biriktirdim mi -ki bu da beş, altı yıl sürer daha -, aklımdan geçirdiğim şeyi kesinlikle gerçekleştireceğim. O za­ man görsünlerdi bakalım! Ama yataktan çıkmam gerekiyor şimdi, trenim beşte kalkıyor." Komodin üzerinde tik tak edip duran saate bir göz attı. "Aman Allah ! " diye geçirdi içinden. Saat altı buçuktu ve göstergeler habire ilerleyip durmaktaydı. Hatta altı buçuk da geride kal­ mıştı şimdi, nerdeyse yediye çeyrek vardı. Yoksa çalmamış mıydı saat? Dörtte çalması için saatin gereği gibi kurulduğu ya­ taktan görülebiliyordu ve çaldığına da hiç kuşku yoktu, iyi ama, odadaki bütün eşyayı zangır zangır titreten zil sesini işit­ meyerek uyuyakalmış olabilir miydi? Doğru, rahat bir uyku uyuduğu söylenemezdi; ancak rahatsızlığına karşın deliksiz bir uyku uyumuştu anlaşılan. Peki, şimdi ne yapacaktı? Bir sonra­ ki tren saat yedideydi ve bu trene yetişmek istiyorsa iki ayağı­ nın bir pabuca girmesi gerekiyordu. Üstelik kumaş örnekleri henüz ambalajlarına yerleştirilmemişti; ayrıca bir kırıklık, bir halsizlik vardı üzerinde. Hem trene yetişse bile, patronun pay­ layıcı sözlerini işitmekten kaçınılacak gibi değildi; çünkü ma­ ğazadaki yardımcı kuşkusuz beş treninde kendisini beklemiş, gelmediğini görerek durumu çoktan patrona rapor etmişti. Patronun, zeka denen şeyden nasibini almamış kişiliksiz bir uşağıydı adam. Peki, hastalandığını haber verse? Ama bu da alabildiğine tatsız bir şeydi, kuşku uyandırmaktan öte bir işe yaramayacaktı; çünkü Gregor beş yıldır firmada çalışıyordu ve bu beş yıl içinde bir kez olsun hastalanmamıştı. Kuşkusuz, pat75 DEÖlŞlM ron hemen sigorta doktorunu yanına alıp gelecek, anne ve ba­ basına oğulları Gregor' un tembelliğinden yakınacak, bütün karşı görüş ve itirazları, daha ağızdan çıkar çıkmaz doktoru ta­ nık gösterip geri çevirecekti. Öyle ya, sigorta doktoru için in­ sanların hepsi sapasağlamdı, işten kaçarlardı yalnız. Ama şim­ di Gregor'un durumunda böyle düşünmekte pek de haksız mıydı doktor? Gerçekten Gregor, uzun bir uykunun ardından başındaki doğrusu nedensiz sersemlik bir yana, kendini pek iyi, hatta enikonu acıkmış hissediyordu. Bütün bunları alabildiğine bir çabuklukla kafasından geçirir, ancak doğrulup kalkmaya da bir türlü karar veremezken - tam bu sırada yediye çeyrek kalayı vurmaya başlamıştı saat -, yata­ ğının başucundaki kapının kollanarak tıklatıldığını işitti. "Gre­ gor!" dedi bir ses. Annesiydi. "Saat, yediye çeyrek var. Hani bu sabah yola çıkmıyor muydun?" Annesinin yumuşak sesi. Gregor, cevap verip de kendi sesini işitince irkildi birden; hiç kuşkusuz eski sesiydi; ama şimdi buna aşağılardan gelip yukar­ lara çıkması bir türlü önlenemeyen ıslığa benzer acınacak bir ses karışıyor, konuşulan sözleri ancak ilk anda açık seçik bıra­ kıp yankılanmaya başlar başlamaz bunları öylesine bozuyordu ki, işittiklerinin doğruluğuna insan inanamıyordu. Aslında Gregor uzun boylu cevap verecek, her şeyi açıklayacaktı; ama bu durum karşısında, "Evet, evet, teşekkür ederim anne, şim­ di kalkıyorum! " demekle yetindi. Kapı ahşap olduğu için sesindeki değişiklik dışardan galiba fark edilmemişti, çünkü bu sözler üzerine yatışan annesi ayak­ larını sürüyerek uzaklaştı. Aradaki kısa konuşma Gregor'un beklendiği gibi davranmayarak işe gitmediğine öbür aile birey­ lerinin dikkatini çekmişti. Hafiften, ama yumrukla kapıya vur­ maya başladı babası: "Gregor! Gregor! " diye seslendi. "Bir şey mi var, Gregor?" Ve az sonra babasının uyarıcı sesini daha bir pes perdeden yeni­ den duydu: "Gregor! Gregor! " Öteki kapıdansa kız kardeşinin 76 DECIŞIM usulcacık, "Gregor?" diye sızlandığını işitti. "Rahatsız mısın yoksa, Gregor? Bir şeye ihtiyacın var mı?" Her iki kapıya bir­ den, "Hemen şimdi geliyorum," diye seslendi Gregor ve söz­ cükleri enikonu bir titizlikle söyleyip, aralarına uzun süreli boşluklar yerleştirerek sesindeki tuhaflığı örtbas etmeye çalış­ tı. Bunun üzerine gerçekten kahvaltısının başına döndü baba­ sı; ama kız kardeşi fısıltıyla konuşmasını sürdürdü: "Gregor! Aç kapıyı, ne olursun, Gregor! " Ancak, kapıyı açmayı aklının ucundan geçirdiği yoktu Gregor'un; tersine bunca gezilerde alıştığı tedbirli davranışından evde bulunduğu zaman bile ge­ celeyin bütün kapıları kilitlemeksizin rahat etmeyişinden ötü­ rü kutladı kendini. Niyeti ilkin hiç istifini bozmadan serinkanlılıkla yataktan kal­ kıp giyinmek, kahvaltı yapmak, ancak ondan sonra ilerisini dü­ şünmekti; yatakta düşünüp durmaların kendisini makul bir so­ nuca ulaştırmayacağını kuşkusuz biliyordu. Şimdiye dek yatak­ ta yatarken sık sık vücudunda herhangi bir nedenin, belki de yatışındaki bir anormalliğin yol açtığı hafif bir sızı hissettiğini, ama bu sızının yataktan kalktığında kuruntudan başka şey ol­ madığının açığa çıktığını anımsadı. Acaba bugünkü kuruntusu nasıl yavaş yavaş silinip gidecekti, merak ediyordu doğrusu. Sesindeki değişikliğe fena bir üşütmenin, yani pazarlamacılar­ da görülen bir meslek hastalığının ön belirtisinden başka bir şey gözüyle bakılamayacağından en ufak kuşkusu yoktu. Yor­ ganı üzerinden sıyırıp atmakta hiç güçlük çekmedi; ciğerlerini biraz havayla şişirmek bunun için elvermiş, yorgan kendiliğin­ den yere düşmüştü. Ama sonrası kolay değildi, geniş bedenli biri oluşu işi daha da zorlaştırıyordu. Doğrulup kalkabilmesi için eller ve kollar gerekliydi; oysa Gregor'da bir sürü bacak­ çık vardı yalnız ve bu bacakçıklar durmadan birbirinden alabil­ diğine değişik devinimlerde bulunuyor, bir türlü denetim altın­ da tutulamıyordu. Gregor içlerinden birini bükeyim dese, he­ men bu bacak yine kurtulup gergin durum alıyor, söz konusu bacağa istediği devinimi yaptırsa, ötekilerin hepsi alabildiğine 77 DECIŞIM ağrılı bir telaşla adeta başıboş çalışmaya koyuluyordu. Kendi kendine, "Bir kez şu yatakta gereksiz yere yatıp kalmaktan kurtarmalıyım kendimi! " diye söylendi. İlkin vücudunun ait bölümüyle yataktan çıkmayı düşündü; ama kendisinin henüz gözüyle görüp, en ufak bir bilgi edine­ mediği bu alt bölümün fazla hantal olduğunu anladı; işte öyle­ sine yavaştı devinimleri. Sonunda, nerdeyse çılgına dönmüş, bütün gücünü toparlayıp hiçbir şeye aldırmayarak kendini ile­ riye itti; ancak yönünü doğru dürüst belirleyemediğinden, kar­ yolanın ayaklarına şiddetle çarptı gövdesi; duyduğu müthiş acıyla o anda özellikle bu alt bölümün belki de bedeninin en nazik yeri olduğunu anladı. Bu yüzden, ilkin vücudunun üst bölümüyle yataktan çıkmayı denemek istedi, kollayıp gözeterek başını yatağın kenarına doğru döndürdü, kolayca da başardı bunu; genişlik ve ağırlığı­ na karşın, vücudu sonunda başın dönüşünü izledi. Ama başını yatağın dışına alıp boşlukta tutar tutmaz, böyle bir yol izleyerek ilerlemekten korktu; çünkü kendisini nihayet bu durumda yere bıraktı mı, kafasının yaralanmaması için adeta bir mucize ge­ rekliydi. Oysa şimdi her zamankinden çok aklının başında bu­ lunacağı zamandı; dolayısıyla, en iyisi yine yatakta kalmaktı. Ama onca zahmetten sonra eskisi gibi yine ahlayıp oflayarak yatakta yatıp bacakçıklarının belki eskisinden de fena birbirle­ riyle boğuştuğunu görünce ve. bu keyfi davranışları düzene sokmak için aklına bir çare gelmeyince, yatakta asla kalamaya­ cağını, yataktan kurtulmak için en ufak bir umut bile bulunsa, bu umut uğrunda her şeyi feda etmesinin en uygun davranış olacağını geçirdi içinden. Öte yandan, elden geldiği kadar se­ rinkanlı düşünüp taşınmaları, umutsuzlukla verilecek kararla­ ra yeğlemek gerektiğini zaman zaman aklına getirmeyi unut­ muyordu. Böylesi anlar pek büyük bir dikkatle pencereye diki­ yordu gözlerini; ancak, dar sokağın karşı yakasını da bürüyen sisin görünümü, insana pek güven ve neşe sağlayacak gibi de78 DEÖIŞIM ğildi. Saatin yeniden vurması üzerine, "Yedi oldu!" diye söy­ lendi kendi kendine. "Saat yedi oldu, hala_bu yoğun sis kalk­ madı." Sanki tam bir sessizlik başgösterirse, gerçek ve normal durumun yeniden dönüp geleceği beklentisiyle, kısa bir süre nefes almasını yavaşlatıp kımıldamadan yattı. Ama sonra, "Saat yediyi çeyrek geceyi vurmadan, her ne paha­ sına olursa olsun yataktan çıkmalıyım mutlaka," diye düşündü. "Zaten o zamana kadar beni sormak üzere firmadan biri gele­ cektir, çünkü yediden önce açılır mağaza." Bunun üzerine vü­ cudunu boylu boyunca ve her bir yerini tamamen aynı ölçüde yataktan aşağı sarkıtmaya çalıştı. Kendini yataktan aşağı bı­ raktı mı, yere düşerken iyice havaya kaldıracağı başı belki bun­ dan hiç zarar görmeyecekti; sırtı sertleşmişe benziyordu; düş­ meden dolayı herhalde incinmezdi. Onu en çok kaygılandıran, söz konusu davranışın ister istemez yol açacağı büyük gürül­ tüydü ve gürültü bakarsın bütün kapılann ardında korku değil­ se bile endişe uyandıracaktı. Ama böyle bir şeyin de göze alın­ ması gerekiyordu. Gregor, vücudunun bir yarısını yataktan dışarı sarkıtmıştı ki başvurduğu yeni çare kendini zora koşan bir girişimden çok bir oyundu, bütün yapılması gereken, hamleler halinde yataktan aşağı sarkmaktı -, yardımına bir koşan olsa bu işin ne kadar ko­ laylaşacağını düşündü. Güçlü kuvvetli iki kişi - babasıyla hiz­ metçi geldi aklına - tamamen yeterdi bunun için; bütün yapa­ caklan, kollarını bombeli sırtının altına sokarak kendisini ya­ taktan sıyırıp almak, sonra söz konusu yükle yere eğilerek onun döşeme üzerinde yüzüstü dönmesini dikkat ve sabırla beklemekti. Döşeme üzerinde inşallah bir anlam kazanırdı ba­ cakçıkları. Kapılar kilitli olmasa bile, gerçekten bağınp yardım istemesi doğru muydu? Bunu düşünür düşünmez, tüm çaresiz­ liğine karşın gülümsemeden duramadı. O anda yataktan sarkmasını gittikçe artırmış, dengesini güç koruyabilecek duruma gelmişti, artık hiç vakit geçirmeden ke79 DEÖIŞIM sinlikle karar vermesi gerekiyordu; çünkü daire kapısının zili çaldığında, yediyi on geceyi gösteriyordu saat. Gregor, "Mağa­ zadan biri gelmiştir! " diye söylendi kendi kendine ve adeta do­ nup kaldı; ama bacakçıklan boşlukta inadına daha hızlı devin­ meye başlamıştı. Bir an için her şey sessizliğe gömüldü. Nasıl­ sa saçma bir umuda kapılarak, "Açmıyorlardır kapıyı," diye ge_çirdi içinden. Ama derken, tabii her zamanki gibi, hizmetçi sert adımlarla yürüyüp kapıyı açtı. Gregor daha, "Günaydın! " sözcüğünü işitir işitmez, gelenin kim olduğunu anladı. Müdür Bey'in kendisiydi. Ne diye sanki işe en ufak bir gecikmede in­ sanın hakkında hemen en kötü kuşkuların beslendiği bir firma­ da çalışmaya mahkQm edilmişti! Firmada çalışanların hepsinin de hiç ayrıcasız alçak kişiler mi olması gerekiyordu? Bunların arasında şöyle birkaç sabah saatini bile firma yararına geçirme­ se vicdan azabından deliye dönüp, adeta bir daha yataktan çı­ kamayacak duruma düşen sadık ve işine bağlı kimseler yok muydu? Aslında böyle bir şey gereksizdi ya, diyelim bir soruş­ turmada bulunulacaktı, çıraklardan biri yollanıp bu iş ona yap­ tınlamaz mıydı sanki? İlle Müdür Bey'in kendisi mi çıkıp gel­ meli, hiçbir günahı olmayan aile bireylerine kuşku uyandırıcı bu geç kalma işiyle ilgili soruşturmanın ancak Müdür Bey'in zekasına havale edilebilecek kadar önemli olduğu mu gösteril­ meliydi? Gregor, doğru dürüst bir karara varmaktan çok bu gi­ bi düşüncelerin yol açtığı telaşla bütün gücünü toparlayıp ya­ taktan dışarı attı kendini. Yüksek perdeden pat diye bir ses du­ yuldu. Ama buna gerçek anlamda bir gürültü denemezdi. Düş­ menin yol açtığı sesi, hah biraz yumuşatmıştı; sonra, sırtının da sandığından esnek olduğunu gördü Gregor, bu yüzden düşüşü pek dikkati çekmeyen bir ses çıkarmıştı. Ne var ki, yeteri ka­ dar kollayamadığı başı yere vurmuştu, öfke ve acıyla kafasını çevirip halıya sürtmeye başladı. Müdür Bey' in soldaki yan odadan, "İçerde bir şey düştü," de­ diğini işitti; günün birinde Müdür Bey'in başına da, bugün ken­ disininkine benzer bir olay gelemez mi sanki, diye geçirdi için80 DE01Ş1M den. Doğrusu böyle bir şeyin olabileceğini kabul etmek gereki­ yordu. Ama Gregor'un içinden geçirdiği soruyu kabaca cevap­ lar gibi, o anda bitişik odada Müdür Bey birkaç sert adım ata­ rak rugan çizmelerini gıcırdattı. Sağdaki bitişik odadan ise kız kardeşinin fısıldadığı .duyuldu: "Gregor! Müdür Bey geldi." "Biliyorum," diye cevapladı Gregor; ancak, kız kardeşinin işi­ tebileceği kadar da sesini yükseltmeyi göze alamamıştı. O anda, "Gregor! " diye babası seslendi soldaki bitişik odadan. "Müdür Bey geldi, Gregor! Senin sabah treniyle neden yola çıkmadığını soruyor. Ne cevap vereceğimizi bilemiyoruz. Hem Müdür Bey bizzat seninle konuşmak istiyor. Aç kapıyı lütfen! Müdür Bey, odadaki dağınıklığı. hoş göreceklerdir sanının." Bu konuşma arasında, "Hayırlı sabahlar, Bay Samsa! " diye na­ zik seslendi Müdür Bey. Annesi, "Gregor rahatsız galiba," de­ di. Babası, hala kapıda konuşup duruyordu. "Rahatsız Gre­ gor," diye ekledi annesi. "İna:ıın bana Müdür Bey. Yoksa hiç treni kaçırır mıydı! Aklı hep işinde çünkü. Akşamları asla so­ kağa çıkmıyor, bu yüzden nerdeyse kızdığım bile oluyor kendi­ sine. Şimdi ise sekiz gündür burada; ama her akşam evde kalıp hiçbir yere gitmedi. Masanın başında bizimle oturup sessiz se­ dasız gazetesini okuyor ya da tren tarifelerini inceliyor. Biraz oyalanmak istedi mi kıl testereyi alıyor eline, çalışmaya koyu­ luyor. Örneğin, iki, üç gecelik bir çalışmayla küçük bir resim­ lik oyup çıkardı tahtadan. Hoş bir şey hani, görseniz şaşarsınız, içerde asılı duruyor. Kapıyı açsın, hemen görürsünüz. Şunu da söyleyeyim ki, sizin burada bulunmanızdan mutluluk duyuyo­ rum, Müdür Bey. Biz yalnız olsak, Gregor'a açtıramazdık ka­ pıyı. Öyle inatçıdır ki! Sabahleyin kendisi hayır dedi ama, yine de rahatsız olduğu belli." Bu anda Gregor usulcacık ve düşün­ celi, "Şimdi geliyorum! " diye seslendi odadan; ama dışardaki konuşmanın tek kelimesini bile kaçırmamak için yerinden kı­ mıldamadı. Müdür Bey'in annesine, "Oğlunuzun bu davranışı­ nı açıklayacak başka neden de bulamıyorum zaten hanımefen­ di ! " dediğini işitti. "Öyle ciddi bir şey olmasa bari. Öte yandan, 81 DECIŞIM biz iş adanılan, maalesef mi diyeceksiniz artık, Allaha şükür mü, hafif rahatsızlıkları çok vakit işimizi düşünerek düpedüz yadsımak zorundayız." Babası sabırsızlanmıştı, yeniden kapıya vurarak, "Ne diyorsun, Gregor? Müdür Bey içeri girebilir mi artık?" diye sordu. Ama Gregor, "Hayır! " diye cevapladı. Sol­ daki bitişik odada tatsız bir sessizlik başgöstennişti, sağdaki bi­ tişik odada ise kız kardeşi hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Ne diye kız kardeşi ötekilerin yanma gitmiyordu sanki? Gali­ ba yataktan yeni kalkmış, giyinmeye hemen hiç vakit bulama­ mıştı. Peki, ne diye ağlıyordu acaba? Kendisi kalkıp Müdür Bey'in odaya girmesine izin vermediğinden mi? Yoksa firma­ daki işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu da, işini kaybedince, patronun eski alacak hesaplarıyla anne ve ba­ basının yakasına yeniden yapışacağından korkuyordu, onun için mi? Ama bunlar şimdilik yersiz tasalardan öte bir şey de­ ğildi; Gregor henüz buradaydı ve ailesini bırakıp gitmeyi aklı­ nın ucundan geçirdiği yoktu. Şu anda halının üzerinde y:ıtıyor­ du kuşkusuz ve ne durumda olduğunu bilen biri, kendisinden Müdür Bey'i odaya koyvennesini gerçekten istemeye kalk­ mazdı. Sonradan uygun bir özürle açıklanabilecek böyle bir kabalıktan ötürü de çalıştığı yerden hemen kapıdışarı edile­ mezdi. Gregor'a öyle geliyordu ki, kendisini ağlayıp sızlamalar ve ikna yollu sözlerle rahatsız edeceklerine, kendi haline bı­ rakmaları çok daha yerinde olacaktı. Ama işte ne durumda bu­ lunduğuna ilişkin kesin bir şey bilmemeleri, evdekileri böyle davranmaya zorluyor ve davranışlarını bağışlatıyordu. Bu anda, "Bay Samsa! " diye bağırdı Müdür Bey sesini yüksel­ terek. "Ne oldu, ne var? Odanıza kapanmışsınız, evet veya ha­ yır' dan başka bir cevap çıkmıy.:>r ağzınızdan. Anne ve babanı­ zı yok yere büyük üzüntülere sokuyor, ayrıca, hani söz arasın­ da söylüyorum, işinizi doğrusu görülmedik biçimde savsaklı­ yorsunuz. Şu an, anne ve babanızla patronunuz adına konuşu­ yor ve sizden hemen baiıa kesin bir açıklamada bulunmanızı 82 DEÖIŞIM önemle rica ediyorum. Hayret doğrusu, hayret! Ben sizi sakin, aklı başında biri bilirdim; oysa şimdi kendinizi durup dururken acayip kaprislere kaptırmış görünüyorsunuz. Patron bu sabah bana işinize böyle geç kalmanızın nedeni sayılabilecek kimi şeyler çıtlatmadı değil; bu yakında size verilmiş alacakları talı� sil yetkisiyle ilgili şeyler hani. Ama ben Allah için böyle bir ne­ denin sözü edilemeyeceği konusunda nerdeyse şerefim üzerine temin ettim kendisini. Ancak, şimdi bu akıl almaz inatçılığını­ zı görünce, sizi en ufak şekilde savunmak için hiçbir istek duy­ muyorum. Hem firmadaki yeriniz de öyle pek sağlam sayılmaz. Başlangıçta niyetim sizinle yalnız konuşmak, bunları başka kimse işitmeden size söylemekti. Ne var ki, burada bana boş yere zaman harcattığınızı görünce, neden söyleyeceklerimi sa­ yın anne ve babanız da işitmesin, anlamıyorum. Diyeceğim, son zamanlardaki çalışmanız hiç de memnunluk verici değildi. Doğru; pek verimli çalışmalar için elverişli denebilmekten uzak bir sezondu; ancak hiç iş yapılamayacak kadar da kötü bir sezon yoktur Bay Samsa ve olamaz." Gregor, aklı başından gi­ derek ve telaşından ht>r şeyi unutarak, "Ama Müdür Bey ! " di­ ye cevapladı içerden. "Şimdi açıyorum kapıyı. Hafif bir rahat­ sızlık, o kadar; bir baş dönmesi yataktan kalkmamı engelledi. Şu an henüz yataktayım, ama eski zindeliğime büsbütün yine kavuşmuş hissediyorum kendimi. İşte çıkıyorum yataktan. Bi­ razcık daha sabrediverseniz! Düşündüğüm kadar kolay ger­ çekleşmeyecek yataktan çıkmam. Ama artık kendimi iyileşmiş hissediyorum. Nasıl da öyle durup dururken insanın üzerine çullanıyor şu hastalık! Dün akşam hiçbir şeyim yoktu; annem ve babam da biliyor ya; ama hayır, dün akşam da üzerimde ha­ fif bir kırıklık hissetmiştim. Halimden de anlaşılıyordu. Ne di­ ye durumu firmaya haber vermedim bilmem. Ama insan has­ talığını evde kalmaksızın da atlatabileceğine inanıyor hep. Mü­ dür Bey, anne ve babamı üzmeyin ne olur! Bana yönelttiğiniz suçlamalar için bir neden yok çünkü; sonra, bu konuda şimdi­ ye dek kimse bana bir şey söylemedi. Sanının, yolladığım son 83 DEÖIŞIM sipariş listelerini görmemiş olacaksınız. Hem saat sekiz treniy­ le de yola çıkacağım; birkaç saatlik dinlenme iyi geldi. Burada boşuna vaktinizi kaybetmeyin, Müdür Bey. Birazdan kendim mağazaya geleceğim. Lütfen bunu patrona bildirip, saygılarımı iletin kendisine." Gregor bütün bunları çabuk çabuk, ne konuştuğunu pek bil­ meksizin söylerken, herhalde daha önce yatakta edindiği bece­ ri sayesinde güçlük çekmeden sandığa yaklaşmış ve ona tutu­ narak doğrulmuştu. Gerçekten kapıyı açacak, gerçekten orta­ da gözüküp Müdür Bey'le konuşacaktı. Şimdi odadan çıkması­ nı isteyip duranların, kendisini görünce ne diyeceklerini çok merak ediyordu. Baktı ki korkudan donakaldılar, o zaman ar­ tık sorumluluk diye bir şey tanımayacak ve içi rahatlayacaktı. Ama her şeyi serinkanlı karşıladılar mı, kendisi de telaşa kapıl­ mak için bundan böyle ortada bir neden görr.:eyecek ve elini çabuk tuttu mu saat sekiz trenine yetişebilecekti. İlkin birkaç kez sandığın cilalı pürüzsüz yüzeyinden gerisin geri kaydı aşa·· ğı, ama son bir davranışında dimdik doğruldu. Ne denli kıvran­ dırıcı olursa olsun, karnındaki ağrıları artık umursadığı yoktu. Derken oracıktaki bir sandalyenin arkalığına attı kendini, ba­ caklarıyla sandalyenin kenarlarına sımsıkı yapıştı. Bu yoldan, vücudu üzerindeki denetimi de ele geçirmişti; hiç sesini çıkar­ madan bekledi, çünkü Müdür Bey'in sözlerini bundan böyle işitebiliyordu. Anne ve babasına, "Bir tek kelime anladınız mı konuştukların­ dan?" diye sorduğunu işitti Müdür Bey'in. "Bizi aptal yerine koymuyordur sanırım?" - "Daha neler! " diye cevapladı anne­ si yüksek sesle; ağlamaya başlamıştı. "Belki de ağır hasta yatı­ yor, Gregor, biz de ona eziyet edip duruyoruz.'' Sonra, "Gre­ te! Grete! " diye seslendi annesi. Karşıdan, "Efendim anne! " dediği duyuldu kız kardeşinin. Gregor'un odasının aracılığıyla birbirleriyle haberleşiyorlardı. "Hemen doktora koş Grete! Gregor hasta! Çabuk bir doktor alıp gel! Az önce nasıl konuş84 DEÖIŞIM tuğunu duymadın mı?" Annesinin bağırarak konuşmasıyla kı­ yaslanırsa dikkati çekecek kadar alçak perdeden, "Bir hayvan sesinden kalır yeri yoktu," dedi Müdür Bey. Derken babası, el­ lerini çırparak holden mutfağa doğru, "Anna! Anna! " diye ses­ lendi. "Durma koş, bir çilingir getir! " Hemen iki kız, eteklikle­ rini hışırdatarak holden seğirtip geçtiler - kız kardeşi nasıl da giyinebilmişti o kadar çabuk - ve hızla kapıyı açıp çıktılar. Ka­ pının arkalarından kapandığını bildiren bir ses işitilmedi; gali­ ba kapı, büyük bir felakete uğramış evlerdeki gibi açık bırakıl­ mıştı. Ama Gregor hayli yatışmıştı. Hani_ sesi, belki kulağı alıştığın­ dan, kendisine yeterince açık seçik, hatta eskisinden de açık se­ çik gelmesine karşın, yine de anlaşılamıyordu konuştukları. Ancak, şimdi, dışardakiler kendisinde anormal bir durumun varlığına inanıyor, ona yardıma hazır bulunuyorlardı. Bu yolda ilk önlemler alınırken açığa vurulan umut ve güven rahatlattı Gregor'u. Kendini yine insan toplumu içerisine kabul edilmiş görüyordu ve doğrusu aralarında aynın yapmaksızın gerek doktor, gerek çilingirden olağanüstü ve şaşırtıcı başarılar bek­ lemeye başladı. Kesin önem taşıyan görüşmelerde bulunması­ nın zamanı yaklaşıyordu. Bu görüşmeler için sesine elden gel­ diği kadar netlik kazandırmak üzere bir iki öksürdü, ama bunu pek kısık sesle yapmaya çalıştı; çünkü bakarsın öksürüğünün sesi de insan öksürüğünden başka türlü çıkabilirdi. Ancak, bu konuda kendisi artık bir yargıya varmaktan çekiniyordu. Biti­ şik odayı tam bir sessizlik kaplamıştı. Belki de anne ve babası Müdür Bey'le masada oturmuş, fısıldaşıp duruyor, belki de hepsi birden kapıya yaslanmış, içeriye kulak kabartıyorlardı. Gregor, sandalyeyle kendini yavaş yavaş ileriye doğru itti; der­ ken sandalyeden elini çekerek kapıya doğru atıldı, kapıya tu­ tunup doğruldu - bacakçıklannm tabanlarında bir yapışkanlık vardı -, bir an dinlendi burada. Sonra kilit içinde sokulu anah­ tarı ağzıyla çevirmeye uğraştı. Ne yazık ki doğru dürüst dişleri 85 DE01Ş1M yoktu anlaşılan, anahtarı neyle tutacaktı? Ama çeneleri pek güçlüydü ve çenelerinin yardımıyla anahtan gerçekten yerin­ den oynattı; bu arada bir yeri incinmişti mutlaka, çünkü ağzın­ dan kahverengi bir sıvı anahtar üzerine akıp oradan da yere damlamaya başladı. Bitişik odadan, "İşitiyor musunuz? Anah­ tan çevirmeye uğraşıyor," dedi Müdür Bey. Bu söz, Gregor'u enikonu yüreklendirdi. Ama hepsi bağırmalıydı ona. Anne ve babası, hepsi, "Ha gayret, Gregor!" diye bağırmalıydı: "Sakın koyverme! Yüklen kilide, Gregor!" Gösterdiği çabalan evde­ kilerin merakla izlediği düşüncesiyle bütün gücünü toplayıp çılgınca anahtarı ısırdı. Anahtar döndükçe, o da kilidin çevre­ sinde dolanıp duruyordu. Artık kendisini ayakta tutan ağzıydı yalnızca, gerektiğinde anahtara asılıyor ya da vücudunun tüm ağırlığıyla onu aşağı bastırıyordu. Nihayet çat diye açılan kili­ din tiz sesine uykusundan uyandı adeta, rahat bir nefes aldı. "Çilingirsiz başardım işte!" diye söylendi kendi kendine ve ka­ pıyı iyice açmak için başını kola dayadı. Kapıyı bu tarzda açmak zorunda kalışı, kapının iyice açılması­ na karşın Gregor'un henüz ortada görünmemesine yol açmıştı. Tam salona ayak atacakken pat diye sırtüstü yıkılmamak isti­ yorsa, kapı kanatlarından birinin çevresini pek büyük bir dik­ katle usulcacık dolanması gerekiyordu. Kendisi henüz bu zor işle uğraşıp, başka şeye aldıracak vakit bulamazken, Müdür Bey'in birden yüksek sesle, "Oh ! " diye bir ses çıkardığını işit­ ti; ses, tıpkı bir rüzgar uğultusunu andırıyordu. Az sonra da Müdür Bey'in kendisini gördü Gregor. Kapıya oradakilerin hepsinden yakındı Müdür Bey, elini açık ağzına bastırr.ıış, san­ ki görünmeyen, ama habire üzerine gelen bir güç karşısında yavaş yavaş gerilere çekiliyordu. Müdür Bey'in odada bulun­ masına aldırmayan annesi, geceden dağınık ve dimdik saçlarla oracıkt'l dikiliyordu; Gregor'u görünce, ilkin ellerini kenetle­ yerek babasına baktı, sonra Gregor' a doğru iki adım atarak, giysisinin çepçevre açılıp yayılan etekleriyle yere yığıldı; yüzü göğsüne düşmüş, adeta bütünüyle ortadan silinip kaybolmuş86 DEÖlŞlM tu. Babası, halinde düşmanca bir ifade, yumruğunu sıktı; Gre­ gor'u gerisin geri sürüp odasından içeri tıkmak ister gibiydi; bir ara güvensiz gözlerle çevresine bakındı, ardından elleriyle göz­ lerini kapayıp güçlü göğsü sarsıla sarsıla ağlamaya koyuldu. Bu durumda, salona girmeye kalkmadı Gregor, kapı kanatla• nndan sımsıkı sürmelenmiş olanına içerden yaslandı; öyle ki ancak yarı vücudu görülebiliyor, bu vücut üzerinde seçilen ya­ na eğik başıyla odadakilere çıldır çıldır bakıyordu. Bu arada ortalık iyiden iyiye aydınlanmış, yolun karşı yakasında uzayıp giden başı sonu bellisiz gri-siyah binanın bir bölümü - bir has­ taneydi burası -, cephe kısmını katı bir biçimde oyup geçen dü­ zenli pencereleriyle açığa çıkmıştı. Hala dinmemişti yağmur, ama tek tek görülebilen ve adeta tek tek yukardan aşağı fırla­ tılan iri damlalar halinde yağıyordu şimdi. Masanın üzerini ta­ bak fincan gibi şeyler doldurmuştu; çünkü babası için kahvaltı günün en önemli yemeğiydi ve bu yemeği bir yandan çeşitli ga­ zeteleri okuyarak saatlerce sürdürürdü. Tam karşı duvarda, Gregor'un askerlik döneminden bir resim asılıydı ve resimde Gregor eli meçinde, tasa ve kaygılardan uzak gülümseyen, du­ ruşu ve üniformasına karşı herkesi saygıya davet eden bir teğ­ men olarak görülüyordu. Holün kapısı açılmıştı; daire kapısı da açık bulunduğundan, aşağı inen merdivenin baş tarafı seçi­ lebilmekteydi. "Evet! " dedi Gregor; evde serinkanlılığını yitirmeyen tek kişi kuşkusuz kendisiydi, bunu biliyordu. "Şimdi giyiniyorum. Ko­ leksiyonu toparlayıp yola çıkacağım hemen. Yola çıkmama izin, izin verecek misiniz? Evet, Müdür Bey! Görüyorsunuz dikkafalı değilim; çalışmaktan zevk duyarım. Şu geziler zah­ metli bir iş, ama onlarsız da yaşayamam doğrusu. Peki ama, ne­ reye gidiyorsunuz Müdür Bey? Firmaya mı? Firmaya, öyle mi? Burada geçenleri olduğu gibi rapor edecek misiniz? Hani bir an oluyor, insan çalışacak gücü bulamıyor kendinde. Ama böy­ lesi anlar, geçmişte yapılan işleri anımsamak ve ileride, engel 87 DEÖIŞIM ortadan kalktıktan sonra daha büyük bir şevk ve gayretle işe sarılmayı düşünmek için biçilmiş kaftandır. Nihayet Sayın Pat­ ron' a çok şey borçluyum, siz de pek iyi biliyorsunuz bunu. Öte yandan, anne ve babamla kız kardeşimin geçim yükü de benim omuzlarımda. Şu anda durumum nazik, ama çalışıp bu durum­ dan yine kendimi sıyıracağım. Güç bir iş, bari siz daha da güç­ leştirmeyin. Mağazada benim tarafımı tutun. Pazarlamacıları sevmezler, biliyorum. Tonla para kazanır, gel keyfim gel yaşar­ lar diye düşünürler. Bu önyargıyı daha bir dikkatle düşünüp gözden geçirmek için özel bir neden de bulunmaz. Ama siz Müdür Bey, siz öbür personelden daha derli toplu görebilirsi­ niz durumu. Hani tamamen söz aramızda, Sayın Patron'un kendisinden bile daha derli toplu görebilirsiniz. Çünkü Patron bir iş adamı olduğundan, vereceği yargılarda kolay etki altında kalıp hizmetinde çalıştırdığı bir memurun aleyhinde bir tavır takınabilir örneğin. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, yılın hemen bütününü mağaza dışında geçiren bir pazarlamacı dedikodula­ ra, rastlantılara ve nedensiz şikayetlere kolayca kurban gidebi­ lir, bunlara karşı asla savunamaz kendini, çünkü çokluk bun­ lardan haberi olmaz; olsa da, ancak bir geziyi bitkin sona erdi­ rip firmaya döndüğü ve nedenleri artık bir türlü kestirilemeyen kötü sonuçlarını kendi üzerinde hissettiği zaman olur. Müdür Bey, gitmeyin böyle rica ederim. Bana birazcık hak verdiğinizi gösteren bir tek söz söyleyin hiç değilse." Ama Müdür Bey daha Gregor'un ilk sözleri üzerine arkasına dönmüştü, yalnızca titreyen omuzları üzerinden dudaklarını iyice aralayarak Gregor' a bakıyordu; Gregor konuşurken bir an bile boş durmamış, ondan gözünü ayırmaksızın kapıya doğ­ ru sokulmuş, ama salondan çıkmasını önleyen gizli bir yasak varmış gibi bunu pek ağırdan yapmıştı. Derken hole geldi; aya­ ğını birden salondan çekip alışına bakılırsa, öyle sanılabilirdi ki, sanki ateş üzerine basmıştı. Ama holde sağ elini uzatabildi­ ği kadar ileriye, merdivene doğru uzattı; orada kendisini tanrı­ sal bir kurtuluş bekliyordu adeta. 88 DEOIŞIM Gregor, mağazadaki konumunun iyice sarsılmasını istemiyor­ sa, Müdür Bey'in böyle bir ruh durumu içinde çekip gitmesine asla izin vermemesi gerektiğini seziyordu. Anne ve babası bu gibi şeyleri doğru dürüst kavrayabilecek yetenekten yoksundu; bunca yıl içinde firmadaki işini Gregor'un ömür boyu elinde tutacağı kanısını edinmiş ve şu anda kendilerini üzüntüye öyle­ sine kaptırmışlardı ki, birazcık olsun ileriyi görecek durumda değillerdi. Müdür Bey' in alıkonulması, yatıştırılması, ikna edil­ mesi ve nihayet gönlünün kazanılması gerekiyor, Gregor'la ai­ lesinin geleceği buna bakıyordu. Keşke kız kardeşi şimdi sa­ londa bulunsaydı! Zeki bir kızdı hani; daha Gregor sırtüstü ra­ hat rahat yatarken o ağlamıştı. ve· Müdür Bey'in, kadınlara düşkün bu adamın kız kardeşine karşı dayanamayıp onun de­ diğini yapacağı kuşkusuzdu. Şimdi kız kardeşi olsa dairenin ka­ pısını kapar ve holde konuşacağı sözlerle Müdür Bey'i korku­ larından kurtarırdı. Gel gelelim kız kardeşi evde değildi, dola­ yısıyla Gregor'un kendisi harekete geçmek zorundaydı. Şu an­ da üstesinden gelebileceği devinimlerin neler olduğunu henüz bilmiyordu; bunu umursamaksızın, aynca demin konuştukları­ nın yine yanlış anlaşılabileceğini, belki de yanlış anlaşıldığını düşünmeksizin kapı kanadından ayrıldı; aradaki boşluktan vü­ cudunu ite kaka geçirmeye çalıştı. O sırada holün korkuluğuna iki eliyle gülünç denecek biçimde yapışan Müdür Bey'in yanı­ na gidecekti. Ama hemen tutunacak bir yer arayarak, ufak bir çığlıkla bir sürü bacakçığın üzerine yığılıp kaldı. O saat, bu sa­ bah ilk kez vücudunda bir rahatlık duydu; bacakçıkları sağlam bir zemine kavuşmuştu. Bacakçıklarına tamamen söz geçire­ bildiğini görerek sevindi; hatta istediği yere kendisini taşıyıp götürmek için çaba bile harcıyorlardı. Artık tüm rahatsızlığının sona ermek üzere olduğuna inanmaya başladı Gregor. Başka türlü hareket edemediğinden sağa sola sallanıyor, annesine hiç de uzak bulunmayan bir yerde, tam onun karşısında döşeme üzerinde yatıyordu ki, tamamen kendi içine gömülmüşe benze­ yen annesi birden fırlayıp ayağa kalktı, kollannı iyice ileriye 89 DEGIŞIM U2;ıtıp parmtıklannı gererek, "İmdat! Aman Yarabbi! İmdat! " diye bağırmaya koyuldu. Gregor' u daha iyi görmek ister gibi başını yana eğmişti; ama derken, buna karşıt bir davranışla ge­ ri geri seğirtmek gibi bir saçmalığa kalkıştı; arkasında kurulu kahvaltı masasının bulunduğunu unutmuştu; masanın yanına gelir gelmez, adeta dalgınlığından hemen üzerine oturuverdi; yanı başında devrilen kocaman kahvedenlikten kahvenin sel gibi aktığını fark etmemişe benziyordu. Gregor, annesine bakarak, "Anne! Anne!" diye seslendi usul­ ca, Müdür Bey bir an için tamamen aklından çıkmıştı; ama akan kahveyi görünce çeneleriyle birkaç kez boşluğa doğru hamle yapmadan duramadı. Bunun üzerine yeniden bağırma­ ya başladı annesi; masayı bırakıp kaçtı, karşıdan seğirtip gelen babasının kollarına bıraktı kendini. Ama Gregor'un o anda an­ ne ve babasına ayıracak vakti yoktu; merdivenden inmeye ko­ yulan Müdür Bey, çenesini korkuluğun üzerine dayayarak son bir kez dönüp arkasına baktı. Müdür Bey'e yetişmek isteyer. Gregor, ileriye atıldı hemen. Müdür Bey anlaşılan bir şeyler sezinlemiş olacaktı ki, birkaç basamağı birden inmeye başladı. "Vay canına! " diye haykırdı evden çıkıp gitmek üzereyken ve ses bütün merdivenlerde yankılandı. Ne yazık ki, Müdür Bey'in gidişi şimdiye dek serinkanlılığını pek yitirmemiş baba­ sını da hayli şaşırtmışa benziyordu; çünkü Müdür Bey'in arka­ sından koşması ya da hiç değilse Gregor'u onun peşine düş­ mekten alıkoymaması gerekirken, sağ eliyle Müdür Bey'in şapka ve pardösüsüyle bir sandalye üzerinde bıraktığı bastonu­ nu kapıp sol eliyle masadan büyük bir gazete aldı, ayaklarını yere vurup baston ve gazeteyi havada sallayarak Gregor' u odasından içeri tıkmaya çalıştı. Gregor'un yalvarıp yakarmala­ rının hiçbiri para etmedi ve hiçbiri de anlaşılmadı. Gregor ba­ şını istediği kadar süklüm püklüm döndürsün, babası ayakla­ rıyla giderek daha hoyrat yeri dövüyordu. Karşıda annesi serin havaya aldırmayarak bir pencere açıp dışarı sarktı, pencereden hayli ilerde tuttuğu yüzünü ellerine gömdü. Bunun sonucu ola90 DECJŞJM rak sokakla merdiven arasında güçlü bir hava akımı başgöster­ di, perdeler uçuşmaya, masa üzerindeki gazeteler hışırdayıp gazete yapraklarından kimisi esintiyle yerde sürüklenmeye başladı. Babası aman vermeksizin Gregor'u sıkıştırıyor, bu arada vahşi bir insan gibi sesler çıkarıyordu. Ne var ki, geri ge­ ri gitme konusunda Gregor'un hiç egzersizi yoktu ve gerçekten pek yavaş yürüyordu bu iş. Gregor bir arkasına dönebilse, o sa­ at odasında alabilirdi soluğu; ama fazla zaman isteyen dönme girişimiyle babasını sabırsızlandırmadan çekiniyordu; üstelik her an babasının elindeki bastondan sırtına ya da başına öldü­ rücü bir darbenin inmesi işten değildi. Ancak, sonunda Gregor için başka yapacak şey kalmadı; çünkü geri geri giderken gidi� yönünü bile koruyamadığını dehşetle fark etmişti. Dolayısıyla, bir yandan göz ucuyla sürekli babasına bakarak elden geldiğin­ ce hızlı, ama gerçekte pek yavaş, dönme eylemine girişti. Her­ halde babası iyi niyetini sezmişti ki, dönüş sırasında Gregor'a ilişmedi, tersine bastonunun ucuyla uzaktan onun bu girişimi­ ni yönetmeye çalıştı. Ne olurdu sanki, babası ağzınQan o katla­ nılmaz ıslık seslerini çıkarmasaydı! Bu sesler, Gregor'un aklını başından alıyordu. Nerdeyse tamamen arkasına dönmüştü ki, kulakları boyuna ıslık seslerinde, şaşırarak yine biraz gerisin geri çark etti. Ama sonunda çok şükür başıyla kapının önüne geldi, gövdesinin kapıdan kolay geçemeyecek kadar geniş ol­ duğunu gördü, içinde bulunduğu ruh durumundan ötürü, kapı­ nın öbür kanadını da açıp Gregor'a geçebileceği gibi bir yer sağlamak hiç aklına gelmedi babasının; düşündüğü tek şey var­ sa, Gregor'u bir an önce odasına tıkmaktı. Gregor'un doğrulup kalkarak, kapıdan geçmek için gerekli uzun boylu hazırlıklara girişmesine de asla izin verecek gibi görünmüyor, kendine öz­ gü bir takım sesler çıkararak, sanki önünde hiçbir engel yok­ muşçasına onu ileri doğru sürüp götürmeye uğraşıyordu; Gre­ gor'un peşinden gelen ses, bundan böyle hiç de bir tek babanın sesi gibi çıkmamaktaydı. Ve gerçekten, işin şakaya gelir yanı kalmamıştı artık. Gregor, ne olursa olsun, ıkına sıkına kapıdan 91 DEÔİŞİM geçmeye çalıştı, vücudunun bir yanı yukarı kalkmıştı, sürtün­ mekten böğürlerinden biri baştan aşağı yara bere içinde kal­ mıştı, beyaz kapıda iğrenç lekeler bırakıyordu. Olduğu yere çi­ vilenip kalan Gregor tek başına kıpırdayacak gücü bulamıyor, bir tarafındaki bacakçıklar boşlukta habire çırpınırken, yere bastırılmış öbür taraftakiler sızlayıp duruyordu. Ansızın baba­ sı arkadan, Gregor'u gerçekten esenliğe kavuşturan bir tekme savurdu. Bunun üzerine havada uçtu Gregor; orası burası şid­ detle kanayarak soluğu odanın hayli içerlerinde aldı. Derken bastonla itilerek kapatıldı kapı ve sonunda ortalık yatıştı. il Ancak akşamın alacakaranlığında baygınlığa benzer derin uy­ kusundan uyandı Gregor. Kuşkusuz dışarıdan gelen gürültü ol­ madan da az sonra uyanacaktı, çünkü kendisini yeterince din­ lenmiş ve uykusunu almış hissediyordu; ama öyle sanıyordu ki, hemen belirip kaybolan bir ayak sesi ve hole açılan kapının sa­ kınarak kapatılması onu uyandırmıştı. Sokaktaki elektrik fe­ nerlerinin ışığı yer yer odanın tavanına ve mobilyaların üst kı­ sımlarına vurmuştu; ama aşağısı, Gregor'un bulunduğu yer ka­ ranlıktı. Gregor, ancak şimdi değerini anladığı duyargalarıyla, henüz beceriksiz ve sağı solu yoklayarak, ağır ağır kapıya doğ­ ru sürüklendi; kapının ardında neler olup bittiğini görmek isti­ yordu. Sol tarafı tatsız bir gerilim içinde bir tek uzun yaradan oluşuyordu sanki; iki dizi bacak üzerinde, hayli topallayarak yürümesi gerekiyordu. Üstelik bacakçıklarından biri, öğleden önceki olaylarda ağır bir yara almıştı - hani bir tek bacağının yaralanması mucizeydi - ve bu bacakçık cansız sürüklenip ar­ kadan geliyordu. Gregor ancak kapıya varınca, kendisini oraya çeken şeyin ne olduğunu anladı; bir yiyecek kokusuydu bu; küçük kapının eşi­ ğinde süt dolu bir kase duruyor, sütün içinde ufak ufak doğran­ mış francala parçaları yüzüyordu. Nerdeyse sevincinden güle92 DEôlŞIM cekti Gregor, çünkü sabahkine kıyasla açlığı daha da büyü­ müştü; hemen başını kaseye daldırdı, başı neredeyse gözlerinin üstüne kadar sütün içerisine gömüldü. Ama çok geçmeden, düş kırıklığına uğramış, kendini geriye çekti; hani yalnızca o in­ cinmiş sol böğründen ötürü bir şey yemekte güçlük çektiği için yapmamıştı bunu - ancak bütün vücuduyla sesli sesli soluyarak yemek yiyebiliyordu -, genellikle en sevdiği yiyecek sayılıp kız kardeşinin kuşkusuz bu yüzden odasına getirip koyduğu sütün hiç tadına varamamıştı; hatta nerdeyse tiksinerek kaseden çe­ virdi yüzünü, geri dönüp sürüne sürüne odanın ortasına geldi. Gregor'un kapı aralığından gördüğüne göre, salonda gaz lam­ bası yakılmıştı; ama her vakit günün bu saatinde babası, ikindi üzeri çıkan gazeteyi annesine ve bazen de kız kardeşine yüksek sesle okurken, şimdi ses seda işitilmiyordu. Belki kız kardeşi­ nin her vakit anlattığı ve kendisine yazdığı mektuplarda sözü­ nü ettiği bu gazete okumaların arkası kesilmişti. Ama ev kuş­ kusuz boş değildi, öyleyken enikonu bir sessizliğe gömülmüş­ tü. "Şu bizim aile ne sakin bir hayat yaşıyor," diye söylendi Gregor kendi kendine gözlerini dikip önü sıra karanlığa bakıp dururken, anne ve babasıyla kız kardeşine, böyle güzelim bir evde böyle bir hayat yaşama olanağını sağlayabildiğinden ötü­ rü büyük bir gurur duydu. Ama ya şimdi bütün bu huzur, bu rahatlık, bu memnun yaşayıp gitmeler hazin bir şekilde sona ererse? Derken böylesi düşüncelerle oyalanmayı bırakarak bi­ raz hareket etmeyi uygun gördü, odada aşağı yukarı gezinme­ ye başladı. Uzun akşam süresince bir kez yan kapılardan biri, bir kez de öbürü hafifçe aralanıp, sonra hemen kapatıldı; herhalde biri içeri girmek gereksinimini duymuş, ancak daha sonra düşünce­ sini değiştirmişti. Gregor, salon kapısının hemen yanma gelip durdu; odaya girmekten çekinen ziyaretçinin ne yapıp yapıp içeri girmesini sağlamak ya da hiç değilse kim olduğunu öğren­ mek istiyordu. Ne var ki, kapı bir daha açılmadı ve Gregor da 93 DECJŞJM boş yere bekledi. Sabahleyin kapılar kilitliyken yanına gelmek istemişti herkes; oysa şimdi kendisi bir kapıyı açmış, öbür ka­ pılar da galiba gündüz açılmışken hiç kimse yanma uğramıyor­ du; üstelik anahtarlar da şimdi dışardan kilide sokulu durmak­ taydı. \.ocak �ece e:eç vakit salondaki ışık söndürüldü, anne ve baba­ sıyla kız Karaeşinin bu vakte kadar uyanık beklediklerini anla­ mak güç değildi; çünkü Gregor'un çok iyi işittiğine göre, her üçü de şimdi parmak uçlarına basarak salondan uzaklaşıyordu. Artık sabaha kadar kimse Gregor'un yanına uğramayacak de­ mekti, yani artık bol zamanı vardı Gregor'un, bundan sonraki yaşamına nasıl bir çekidüzen vermesi gerektiğini kimse tarafın­ dan rahatsız edilmeksizin düşünüp kararlaştırabilirdi. Ama ze­ mini üzerinde yamyassı bir durumda yattığı yüksek tavanlı ge­ niş oda onu ürkütüyor, bu ürküntünün nedenini de bir türlü kestiremiyordu; çünkü beş yıldan beri yatıp kalktığı kendi oda­ sıydı burası. Yan bilinçli bir dönüşle, öte yandan hafif bir utanç duygusuyla seğirtip kanepenin altına girdi; sırtının biraz sıkış­ masına ve başını yukarı kaldıramamasına karşın, o saat kendi­ ni pek rahat hissetti burada; üzüldüğü bir şey varsa, fazla geniş bedenini tümüyle kanepe altına yerleştirememesiydi. Bütün gece kanepenin altında kaldı; biraz yarı uykuda geçirdi zamanı, açlığın etkisiyle ikide bir korkuyla sıçrayıp uyandı; bi­ raz da kaygı ve belirsiz umutlara kaptırdı kendini; ama bütün bunlar şimdilik serinkanlı davranması, sabretmesi ve ailesini alabildiğine kollayıp, içerisinde bulunduğu durumda istemeye­ rek yol açtığı üzüntüleri onlar için katlanılır kılmak gerektiğini gösteriyordu. Daha sabahın erken saatinde, aldığı yeni karar­ ların gücünü sınama fırsatını buldu; çünkü hol tarafından gelen kız kardeşi, nerdeyse tamamen giyinik, kapıyı açıp bir göz attı içeri. İlk anda Gregor'u bulamadı, ama derken onu kanepe al­ tında ele geçirince - Hay Allah, bir yerde olacaktı şu Gregor, odadan uçup gitmemişti ya - öylesine korktu ki, kendini topar94 DECJŞIM lamaya fırsat bulamadan, dışardan vurup kapadı kapıyı. Ama sonra böyle yaptığına pişmanlık "duymuş" gibi kapıyı hemen yine açtı. Sanki odada bir ağır hasta, hatta yabancı biri varmış gibi parmak uçlarına basarak içeri girdi. Gregor başını ancak kanepenin kenarına kadar uzatmış, kız kardeşini izliyordu. Acaba kız kardeşi süte el sürmediğini ve bunu da asla aç olma­ dığı için yapmadığını anlayacak mıydı? Kendisine daha uygun bir başka yiyecek getirecek miydi sonra? Doğrusu kanepenin altından fırlayıp çıkarak kız kardeşinin ayaklarına kapanmak ve ondan yiyebileceği iyi şeyler getirmesini rica etmek için ala­ bildiğine güçlü bir istek duyuyordu; ancak kız kardeşi kendili­ ğinden böyle davranmadı mı, onun dikkatini bu nokta üzerine çekmektense açlıktan ölürdü, daha iyi. Ama kız kardeşi bir an­ da süt kasesini görerek hayrete kapılmıştı; dolu duruyordu ka­ se, yalnızca birazcık süt dört bir yanından yere dökülmüştü. Kız kardeşi elleriyle değil de, bir bezle tutarak kaseyi yerden kaldırdı ve alıp dışarı çıkardı. Gregor süt yerine kız kardeşinin ne getireceğini enikonu merak ediyor, kafasından bununla ilgi­ li çeşitli düşünceler geçiriyordu. Ama kız kardeşinin o iyi yü­ rekliliğiyle yaptığı şeyi dünyada önceden sezinleyemezdi; ken­ disinin neden hoşlandığını anlamak için bir sürü yiyeceği eski bir gazetenin üzerine yayarak alıp gelmişti kız kardeşi; pişeli hayli zaman olup yarı kokuşmuş sebze, donmuş beyaz bir sal­ çanın ortasında akşam yemeğinden kalmış kemikler, biraz çe­ kirdeksiz üzüm ve badem, Gregor'un iki gün önce yenilecek gibi olmadığını söylediği bir peynir, bir parça yavan ekmek, üzerine yağ sürülmüş bir dilim ekmek, sonra yine yağ sürülüp tuz ekilmiş ikinci bir dilim ekmek. Hepsinin yanma da, galiba bundan böyle kesinlikle Gregor'a ayrılmış su dolu bir çanak konmuştu. Kendisi varken yemeğe el sürmeyeceğini bilen kız kardeşi incelik göstererek hemen odadan çıkıp gitmiş, hatta di­ lediği gibi rahat hareket edebileceğini Gregor'a sezdirmek üzere anahtarı çevirip kapıyı kilitlemişti. Yemek söz konusu olunca, titremeye başlamıştı Gregor'un bacakçıklan. Hem vü95 DECIŞIM cudundaki yaralar da tamamen iyileşmişe benziyordu. Döşe­ menin üzerinde hareket etmesini engelleyen bir şey hissetmi­ yordu artık; buna hayret etti ve bir aydan fazla zaman önce parmağını birazcık kesmesine karşın, bu yaranın önceki güne kadar kendisine acı çektirdiğini düşündü. "Yoksa kabalaşıp duygusuzlaştım mı eskisine göre?" diye geçirdi içinden. Bütün yiyecekler arasında peynire karşı o saat şiddetli bir istek duy­ du, hırsla peyniri emmeye başladı. Çabuk çabuk, keyfinden gözleri yaşararak peyniri, sebzeyi ve salçayı birbiri ardından yi­ yip yuttu. Gel gelelim, taze yiyeceklerin tadını alamadı pek, kokularına bile katlanamadı; hatta yiyeceği şeyleri seçip seçip biraz uzağa taşıdı bunlardan. Kız kardeşi tekrar saklanıp giz­ lenmesi için bir işaret olarak usulca anahtan çevirdiğinde, Gre­ gor çoktan yiyeceğini yemiş, tembel tembel olduğu yerde yatı­ yordu. Anahtar sesi üzerine, nerdeyse uyuklar durumuna kar­ şın korkuyla fırladı ve seğirtip yine kanepenin altına girdi. Ama yalnızca kız kardeşinin odada bulunduğu kısa süre için bile kanepenin altında kalmak büyük bir çabayı gerektiriyor­ du, çünkü çok yemekten karnı biraz şişmişti, kanepenin altın­ daki daracık yerde güç bela soluk alıyordu. Küçük çapta bo­ ğulma nöbetleri geçirerek, biraz dışan fırlamış gözlerle kız kar­ deşini izledi; kız kardeşi, hiçbir şeyden habersiz, yalnız kalıntı­ lan değil, Gregor' un asla elini sürmediği yiyecekleri de, sanki bundan böyle bir işe yaramayacaklarmış gibi, süpürgeyle bir araya topladı ilkin, sonra hepsini acele bir kovanın içerisine boşalttı, bir tahta kapakla ağzını kapadığı kovayı alıp dışan gö­ türdü. Kız kardeşi arkasına döner dönmez, Gregor kanepenin altından çıktı, uzanıp gerindi ve yellendi. B undan böyle her gün bu şekilde yemeğini yedi Gregor; bir öğün sabahleyin, anne ve babasıyla hizmetçi henüz uyurken; ikinci öğün genel öğle yemeğinden sonra; çünkü öğle yemeği yenir yenmez anne ve babası kısa bir süre kestiriyor, hizmetçi ise kız kardeşi tarafından bir şey alıp gelmesi için çarşıya yolla­ nıyordu. Onlann da Gregor'un açlıktan ölmesini istedikleri 96 DEÖlŞlM yoktu elbet. Ama belki Gregor'un yemek sorununa ilişkin ku­ laktan işittiklerinden öte bilgi sahibi olmaları katlanamayacak­ ları bir şeydi; ama belki kız kardeşi küçük de olsa bir üzüntü­ den esirgemek istiyordu kendilerini; çünkü Allah biliyor ya, zaten yeterince acı çekiyoi:lardı. O ilk günün öğle öncesi, doktorla çilingirin ne gibi bir bahane­ ye başvurulup evden yine uzaklaştırıldığını Gregor bir türlü öğrenemedi; çünkü kendini anlayamadıklarından, onun da başkalarını anlayabileceğini, kız kardeşi de aralarında olmak üzere hiç kimse düşünmüyordu. Dolayısıyla, kız kardeşi oda­ sındayken, yer yer göğüs geçirip ermişlere yakanşlannı işit­ mekle yetinmesi gerekiyordu Gregor'un. Ancak ilerde, kız kardeşi duruma biraz alışınca - tam bir alışma elbet asla söz konusu olamazdı - arada bir tatlı bir söz çalınmaya başladı ku­ lağına. Ö rneğin, getirilen yemekler arasında şöyle adamakıllı bir temizliğe girişti mi, "Yemeği beğenmiş bugün anlaşılan," diyordu kız kardeşi. Giderek seyrekleştiği görülen karşıt du­ rumlarda ise, adeta üzülmüş şöyle söylüyordu: "Gene hiç el sürmeden bırakmış hepsini." Gregor, olup biten yeni olaylan doğrudan haber alamıyorsa da, bitişik odalara kulak kabartarak kimi şeyler öğrenebiliyor­ du. Bitişik odaların birinde bir ses işitmesin, hemen seğirtip ka­ pıya yapıştırıyordu bütün vücudunu. Özellikle ilk zamanl ar ev­ de üstü kapalı da olsa, kendisini ilgilendirmeyen hiçbir konuş­ ma yapılmıyordu. İlk gün boyunca bütün yemeklerde, bundan böyle ailenin nasıl davranması gerektiği konusu görüşülmüştü; ama yemek dışındaki zamanlarda yine aynı şey üzerinde konu­ şuyorlardı, çünkü anlaşılan kimse Gregor'la yalnız kalmaya ya­ naşmadığından ve ev de asla boş bırakılmak istenmediğinden, her vakit aile bireylerinden en az ikisi evde bulunuyordu. Ay­ rıca, hizmetçi daha ilk gün - olup bitenlerden neyi ve ne kada­ rını bildiği pek belli değildi - hemen işi bırakmasına müsaade etmesini ayaklarına kapanarak annesinden rica etmiş ve bir 97 DEÖIŞIM çeyrek saat sonra veda edip giderken, kendisine karşı alabildi­ ğine büyük bir lütuf gösterilmiş gibi söz konusu müsaadeye gö­ zünde yaşlar akarak teşekkürde bulunmuş, kimseye olay konu­ sunda bir şey çıtlatmayacağına kendiliğinden yemini billah et­ mişti. Bu durumda kız kardeşi annesiyle beraber yemeği pişirme ödevini de üstlenmişti; ancak pek zahmetli bir iş değildi bu; çünkü evde hemen hiçbir şey yendiği yoktu. Boyuna Gregor evdekilerin birbirlerini boş yere yemeğe buyur ettiğini işitiyor, ama kimsenin de karşıdakinden, "Teşekkür ederim, yedim yi­ yeceğim kadar," ya da benzeri sözlerden başka bir cevap ala­ madığını görüyordu. Hatta belki bir şey içildiği de yoktu evde. İkide bir kız kardeşi babasına bira isteyip istemediğini soruyor, birayı kendisi alıp gelmek için can atıyor, ama babasının sustu­ ğunu görünce, onun bu konudaki duraksamasını gidermek için kapıcının kansını da bira almaya yollayabileceğini söylüyordu. Ama derken babasının ağzından kesin bir hayır sözcüğü çıkın­ ca, artık biranın lafı edilmez oluyordu. Daha ilk gün babası, ailenin elindeki maddi olanakları hem an­ nesi, hem de kız kardeşine bir bir açıklamıştı. Babası sık sık masadan kalkıyor, beş yıl önceki işinde uğradığı iflastan kurta­ rılmış Wertheim marka kasayı açarak bir belgeyi ya da bir not defterini alıp geliyordu. Babasının şifreli kilidi açışını ve aradı­ ğını içinden alıp kasayı yeniden kapayışını işitiyordu Gregor. Babasının yaptığı açıklamalar, odadaki tutukluluk yaşamının başlamasından bu yana işittiği ilk sevindirici sözlerdi. Şimdiye dek babasının eski işinden geriye beş para bile kalmadığını dü­ şünmüştü hep, hiç değilse babası kendisine bunun tersini ka­ mtlay:m bir söz söylememişti. Ancak, Gregor da babasına bu konuya ilişkin bir şey sormamış, tek düşüncesi, hepsini derin bir umutsuzluğa sürükleyen iflas felaketini ailenin elden geldi­ ğince çabuk unutmasını sağlamak olmuştu. Dolayısıyla, olağa­ nüstü bir çalışmaya koyulmuş, göz açıp kapayacak kadar kısa 98 DECIŞIM sürede firmadaki yardımcılık görevinden pazarlamacılığa yük­ selmişti. Para kazanma bakımından bir pazarlamacının kuşku­ suz bambaşka olanaklar vardı elinde; iş konusunda gösterilen başarılar hemen prim üzerinden hesaplanarak nakit paraya çevrilip eve getirilebiliyor, şaşırmış mutlu ailenin gözü önünde masanın üzerine konabiliyordu. Ne güzel günlerdi bunlar! Ve söz konusu günler, hiç değilse aynı parlaklıkla bir daha yine­ lenmemişti sonradan; oysa Gregor öylesine çok para kazan­ mıştı ki, bütün ailenin geçim yükünü taşıyabilecek duruma gel­ miş ve taşımıştı. Ne var ki günün birinde gerek aile bireyleri, gerek Gregor duruma alışmıştı; Gregor'un verdiği para evden şükranla alınıp kabul ediliyor, Gregor da seve seve bu parayı veriyordu. Ama evdeki içtenlik dolu o pek sıcak hava zamanla kaybolmuştu. Gregor'a yakınlığını hep korumuş bir kişi varsa, o da kız kardeşiydi; kendisinin tersine müziğe bayılan ve hari­ kulade keman çalan kız kardeşini gelecek yıl, bunun doğuraca­ ğı büyük masrafa aldırmaksızın konservatuara göndermek, Gregor'un gizlice kafasında yaşattığı bir plandı. Söz konusu masrafı, çalışıp bir başka yoldan çıkaracaktı. İş gezilerine çık­ madığı kısa sürelerde kız kardeşiyle söyleşilerinde sık sık kon­ servatuann sözü ediliyor, ama her vakit buna gerçekleşmesi düşünülemeyecek bir düş gözüyle bakılıyordu. Anne ve baba­ sı bu konuya i.lişkin masum konuşmaları bile asla hoş karşıla­ mıyorlardı; ancak, Gregor böyle bir şeyi kesin olara'lc kafasın­ da yaşatıyor ve Noel gecesi bunu resmen ailesine açıklamaya niyetleniyordu. İşte Gregor dimdik kapıya yapışmış dışarıya kulak kabartır­ ken, bulunduğu durumda hiç işine yaramayacak böylesi düşün­ celer geçiriyordu kafasından. Bazan vücudunda genel bir yor­ gunluk duyarak dışarıya kulak vermekten vazgeçiyor, kendi haline koyverilmiş başı kapıya vuruyor, her seferinde başım yi­ ne sımsıkı yakalıyordu hemen; çünkü en küçük bir gürültü bi­ tişik salondan işitilip, oradakilerin susmasına yol açıyordu. Bir süre sonra babası, herhalde yüzü kapıya dönük, "Gene ne ya99 DEGIŞIM pıyor Gregor öyle?" diye söyleniyor ve salondaki yanda kesil­ miş konuşma ancak bunun üzerine yavaş yavaş yeniden sürdü­ rülmeye başlamyordu. Derken Gregor, vaktiyle geçirilen bütün felakete karşın, pek küçük olmasına karşın bir servetin hAHi ailenin elinde bulundu­ ğunu, şimdiye dek dokunulmayan faizlerinse aradan geçen za­ man içinde biraz kabardığını yeterince açık seçik öğrenmişti; çünkü babası, biraz kendisi çoktandır bu gibi şeylere uğraşma­ dığından, biraz da annesi söylenilenleri hemen ilk seferinde kavrayamadığından, açıklamalarında sık sık tekrarlara kaçmış­ tı. Öte yandan, Gregor'un her ay eve getirdiği paranın da - ha­ ni Gregor maaşından yalnızca birkaç gulden ayırıyordu kendi­ sine - hepsi harcanmayarak birazı biriktirilmiş ve zamanla bu para ufak bir yekOn oluşturmuştu. Kapının arkasında dikilen Gregor hızlı hızlı başını sallıyor, bu beklenmedik ilerigörüşlü­ lük ve tutumluluktan dolayı sevincini açığa vuruyordu. Gerçi biriktirilen prayla şimdiye kadar babasının patrona borcun­ dan birazını daha ödeyebilir ve firmadaki işi üzerinden sıyırıp atabileceği gün daha da yaklaşırdı; ama babasının böyle dav­ ranması daha iyi olmuştu kuşkusuz. Gel gelelim, eldeki para ailenin örneğin faizlerle yaşamasına hiç de yetecek gibi değil­ di; belki bir, bilemedin iki yıl ailenin ayakta kalmasını sağlaya­ bilirdi ancak. Yani gerçekte ilişilmemesi, darda kalınca başvu­ rulmak üzere bir kenara kaldırılması gereken bir servetti bu ve ailenin geçimini sağlayacak paranın aslında çalışılarak kazanıl­ ması gerekiyordu. Ne var ki, babası sağlıklı olmasına karşın yaşlı bir adamdı, beş yıldır asla bir iş yapmamıştı, en azından kendisinden fazla bir şey beklenecek gibi değildi. Onca zah­ metlere karşılık semeresiz kalmış bir ömrün ilk tatili olan bu son beş yılda fazla yağ bağlayıp şişmanlamış, pek hantallaşmış­ tı. Peki ama, kim kazanacaktı parayı? Evde bile bir yerden bir yere güçlükle kımıldanabilen, her iki günden birini nefes darlı­ ğı dolayısıyla kanepe üzerinde, açık pencere önünde geçiren annesi mi? Yoksa henüz on yedi yaşındaki bir çocuk olup gü100 DEÖIŞIM zel giyinmek, bol bol uyumak, ev işlerine yardım etmek, küçük çapta kimi eğlencelere katılmak ve en başta keman çalmaktan oluşan yaşamı kendisine hiç de çok görülmeyecek kız kardeşi mi? Söz dönüp dolaşıp para kazanma zorunluğuna geldi mi, il­ kin Gregor kapıyı bırakıp çekiliyor ve kendini oracıktaki serin deri kanepenin üzerine atıyor, çünkü utanç ve üzüntüden vü­ cudunu ateş basıyordu. Çokluk bütün gece sabaha kadar burada kalıyor, bir an gözü­ ne uyku girmiyor, saatlerce kanepenin üzerinde dönüp duru­ yordu. Ya da, ne kadar zahmetli bir iş olursa olsun, bir sandal­ yeyi ite kaka pencereye yaklaştırıyor, sonra tırmanıp pervaza çıkıyor, sandalyeye dayanarak pencereye ulaşıyor, eskiden bu davranışının üzerindeki ferahlatıcı etkisini nasılsa anımsayarak pencereden dışarı bakıyordu; çünkü az Herdeki nesneleri bile günden güne daha bulanık görmeye başlamıştı. Eskiden sık sık dikkatini çeken ve çirkin görünümünden ötürü lanetler savur­ duğu hastaneyi asla seçemiyordu artık. Sessiz, ama tamamen kent havası esen Charlotte Sokağı'nda oturduğunu çok iyi bil­ mese, pencereden gördüğü yerin gri renkteki gökle gri topra­ ğın ayırt edilmeyecek gibi birbiriyle kavuştuğu bir çöl parçası olduğuna inanabilecekti. Gözünden hiçbir şey kaçmayan kız kardeşi, yalnız iki kez Gregor' un sandalyesinin pencere önün­ de durduğunu görmüş, bundan böyle odayı her derleyip topla­ yışında sandalyeyi itip yine penceredeki eski yerine yerleştir­ meye, hatta pencerenin iç kanadını açık bırakmaya başlamıştı. Gregor kız kardeşiyle konuşup katlandığı zahmetlerden ötürü teşekkür edebilse, onun kendisi için yaptıklarına: daha kolay katlanabilirdi; ama şimdiki durumda eza duyuyordu bunlar­ dan. Gerçi kız kardeşi durumun sıkıcılığım elden geldiğince gi­ dermeye uğraşıyor ve zaman geçtikçe işin daha iyi üstesinden geliyordu; ancak, Gregor da zamanla her şeyin içyüzünü daha bir eksiksiz görmeye başlamıştı. Bir kez odasına kız kardeşinin ayak atması Gregor için korkunç bir şeydi; genellikle Gre101 DECIŞIM gor'un odasındaki manzarayla karşılaşmaktan evde herkesi esirgemeye pek dikkat etmesine karşın, kız kardeşi odasına gi­ rer girmez kapıyı kapayayım demeden doğru pencereye seğir­ tiyor, nerdeyse boğulacakmış gibi aceleci ellerle pencereyi açı­ yor, hava istediği kadar soğuk olsun, kısa süre pencere önünde dikilip derin derin solumadan yapamıyordu. Bu koşuşma ve gürültülerle her gün iki kez ürkütüyordu Gregor'u. Gregor bü­ tün zaman kanepenin altında titreyip duruyor, pencere kapa­ lıyken kendisiyle bir odada kalmaya katlanabilse, kız kardeşi­ nin kuşkusuz onu bu gürültü ve patırtıyı işitmekten esirgeyece­ ğini çok iyi biliyordu. Birinde - Gregor'un dönüşümünden bu yana bir ay geçmiş, kız kardeşi için Gregor' un görünüşünün pek şaşırtıcı yanı kalma­ mıştı - her zamankinden biraz önce çıkageldi kız kardeşi, Gre­ gor'u hareketsiz ve korkutucu biçimde pencerenin önünde di­ kilmiş dışan bakarken buldu. Hani kız kardeşinin odaya gir­ mekten vazgeçmesi, Gregor için beklenmedik bir şey sayılmaz­ dı, çünkü söz konusu durumda kız kardeşinin hemen pencere­ yi açması olanaksızdı. Ama kız kardeşi içeri girmediği gibi, ge­ risin geri fırlayıp kapıyı kapamıştı. Yabancı biri görse, Gregor kız kardeşini pusuda beklemiş de, üzerine saldırıp ısırmaya yeltenmiş diye düşünebilirdi pekaUi. Gregor, tabii hemen ka­ nepenin altına girip saklandı; ama ancak öğleye kadar bekle­ dikten sonra kız kardeşi çıkıp geldi yeniden, her zamankinden çok tedirgin bir hali vardı. Gregor, kız kardeşinin kendisini görmeye Mia katlanamadığım ve ileride de katlanamayacağı­ nı, vücudunun kanepenin altından dışan fırlayacak ufak bir parçasını bile görüp soluğu kaçmakta almamak için kız karde­ şinin kendini hayli zorlaması gerektiğini anlıyordu. Dolayısıy­ la, vücudunun bu bir parçasını bile görmekten kız kardeşini esirgemek için, günün birinde yatak çarşafım sırtlanarak kane­ peye taşıdı, dört saat harcadı bu iş için, çarşafı tüm vücudunu örtecek gibi kanepenin üzerine yerleştirdi; kız kardeşi kanepe­ nin altına eğilip baksa bile kendisini artık göremezdi. Kız kar102 DECIŞIM deşi gerekli bulmuyor mu, yine uzaklaştırabilirdi çarşafı; çün­ kü Gregor'un, keyfinden böyle büsbütün saklanıp gizlenmedi­ ği açıktı; ama kız kardeşi çarşafa dokunmadı, hatta Gregor bi­ rinde yeni düzeni nasıl karşıladığını görmek için başıyla çarşa­ fı biraz araladığı zaman, kız kardeşinin bakışlarında bir şükran ifadesi sezer gibi oldu. İlk on dört gün anne ve babası Gregor'un odasına girmeyi bir türlü göze alamadı. Şimdiye dek kendisine biraz miskin bir kız gözüyle bakarak ikide bir içerleyip durdukları kız kardeşinin gördüğü işi, anne ve babasının bundan böyle nasıl takdirle kar­ şıladığının farkındaydı Gregor. Bundan böyle kız kardeşi oda­ sını derleyip toplarken annesiyle babası kapının önünde bekli­ yor ve kız kardeşi daha odadan çıkar çıkmaz, içerisinin ne du­ rumda bulunduğunu, Gregor'un ne yiyip içtiğini, bu kez nasıl davrandığını, az da olsa halinde bir iyileşmenin sezilip sezilme­ diğini kendisinden bir bir anlatmasını istiyorlardı. Öte yandan annesi, bir an önce Gregor'u görüp onunla konuşmak istediği­ ni söylüyor, ama babasıyla kız kardeşi, Gregor'un içerden can kulağıyla dinleyip tümüyle onayladığı akla uygun nedenler öne sürerek şimdilik kendisini bundan alıkoyuyorlardı. Ancak son­ ralan, annesine engel olabilmek için her seferinde çaresiz zora başvurdular. Annesi, "N'olur, bırakın beni, Gregor'a gideyim! Bahtı kara oğlum Gregor'a! Onu görmem gerekiyor, anlamı­ yor musunuz ha, anlamıyor musunuz?" diye bağırdıkça, Gre­ gor, belki annesini içeri koyvermekle iyi edeceklerini, her gün değil kuşkusuz, haftada bir gün bunu pek�Ia yapabileceklerini içinden geçiriyordu. Annesi, bütün cesaretine karşın ne de ol­ sa bir çocuk gözüyle bakılması gereken, belki Gregor'a hizmet gibi çetin bir ödevi aslında çocuksu bir düşüncesizlikten üstle­ nen kız kardeşine kıyasla, her şeyi çok daha iyi anlardı kuşku­ suz. Gregor'un, annesini görme isteği çok geçmeden gerçekleşti. En başta annesi ve babasını kollamak isteyen Gregor, gündü103 DEÖIŞIM zün pencereye yaklaşmaktan çekiniyor, ayrıca birkaç metre karelik döşeme üzerinde sağa sola pek sürünemiyor, kımılda­ madan öylece yatıp kalmaya gece vakti bile zor katlanıyordu. Çok sürmemiş, yemek yemekten de en ufak bir zevk almama­ ya başlamıştı. Oyalanmak için duvarlarla tavan üzerinde ordan oraya tırmanıp gezinmek gibi bir alışkanlık edinmişti. Özellik­ le tavandan sarkmak çok hoşuna gidiyordu; döşeme üzerinde yatmaktan bambaşka bir şeydi bu; tavanda daha bir özgür so­ luyabiliyor, hafif bir titreme vücudunu sarıyordu. Tavandaki bu nerdeyse kendisini mutlu kılan oyalanmalar sırasında hazan öyle oluyordu ki, Gregor kendini koyverip pat diye yere düşü­ yor, buna kendisi de şaşıyordu. Ama vücudunu kuşkusuz eski­ siyle kıyaslanamayacak ölçüde denetim altında tutabiliyor, sert bir düşüşte bile hiçbir yeri örselenip zedelenmiyordu. Kız kar­ deşine gelince, Gregor'un oyalanmak için başvurduğu bu yeni uğraşı hemen fark etmişti, çünkü Gregor sağda solda sürünüp dururken de vücudundaki yapışkan madde yer yer izler bırakı­ yordu; sürünme işini Gregor için elden geldiğince kolaylaştır­ mak isteyen kız kardeşi, bunu engelleyen eşyaları , yani en baş­ ta giysi dolabıyla yazı masasını ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Ama bunu tek başına yapabilecek durumda değildi; babasından yardım istemeyi de göze alamıyordu; hizmetçinin­ se yardıma gelmeyeceği kuşkusuzdu; çünkü evden ayrılıp git­ miş eski hizmetçinin yerini alan ve yılmadan işini gören yakla­ şık on altı yaşındaki bu kız mutfak kapısını sürekli kilitli tutup, onu ancak özel çağrılar üzerine açmak için aileden izin kopar­ mıştı. Böylece bir gün, babası evde yokken, kız kardeşi anne­ sinden yardım ister istemez, annesi duyduğu taşkın sevinçten çığlıklar atarak çıkıp geldi hemen, ama Gregor'un kapısının önünde birden sustu, ilkin kuşkusuz kız kardeşi odaya girip her şeyin yerli yerinde olup olmadığına baktı, ancak daha sonra annesinin içeri girmesine izin verdi. Gregor, yatak çarşafını apar topar daha aşağılara çekmiş, onun daha çok katlar ve kıv­ rımlar yapmasını sağlamıştı; doğrusu şimdi çarşaf bütünüyle 104 DEÖIŞIM gelişigüzel kanepe üzerine atılmış izlenimini uyandırıyordu. Ama Gregor, bu kez çarşafın altından çevreyi kolaçan etmeye kalkmadı; annesini henüz bu ilk defasında görmekten alıkoydu kendini, sonunda onun gelmiş olmasına sevinmekle yetindi. "Gel, gel! Ortalarda yoktur o ! " dediğini işitti kız kardeşinin; kız kardeşi, herhalde anriesini elinden tutmuş odadan içeri so­ kuyordu. Derken Gregor iki güçsüz kadının, ne de olsa ağır es­ ki dolabı yerinden oynattıklarını, kendisini fazla zorlamasın­ dan korkan annesinin uyarılarına aldırmayan kız kardeşinin hep işin en zor bölümünü üstlenmek istediğini duydu. Pek uzun sürdü çalışma. Yaklaşık bir çeyrek saat süren uğraşma­ dan sonra annesi en iyisi dolabı odada bırakmak olduğunu söy­ ledi, çünkü bir kez babası eve gelmeden işi bitiremeyecekler ve dolabı odanın ortasında bırakırlarsa Gregor'un gelip geçeceği bütün yolu tıkayacaklardı; ikincisi: Adı geçen eşyaları odadan uzaklaştırmakla Gregor' un hoşuna gidecek bir şey yapacakları hiç de kesin değildi. Hatta tersi söz konusuydu bunun; boş du­ varın manzarası insanın adeta yüreğini sızlatıyordu; aynı duy­ guyu neden Gregor da içinde duymasındı? Nihayet odadaki eş­ yalara hanidir alışmıştı, boş odada kendini öksüz hissedecekti. " Öyle olmayacak mı yani?" diye sordu annesi, konuşmasına son vererek, usulcacık; nerede bulunduğunu kestiremediği Gregor'un sesinin tonunu bile işitmesini önlemek ister gibi nerdeyse fısıltıyla konuşuyordu, çünkü Gregor'un konuşulan sözleri anlamadığından emindi. " Öyle değil mi hani? Eşyaları odadan uzaklaştırmakla adeta iyileşmesinden büsbütün umu­ du kestiğimizi ve hoyrat davranıp onu kendi başına bıraktığı­ mızı Gregor' a göstermiş olmayacak mıyız? Sanırım en iyisi odaya hiç dokunmayıp nasılsa öyle bırakmak, ilerde yine ara­ mıza döndüğünde Gregor'un hiçbir şeyi değişmemiş bulmasını ve arada geçen zamanı daha kolay unutmasını sağlamaktır." Annesinin bu sözlerini işiten Gregor, insanlarla eskisi gibi do­ laysız konuşamamasının, aile içinde sürdürdüğü tekdüze yaşa­ yışla birleşerek son iki ay içerisinde aklını başından aldığını an105 DEÖIŞIM ladı, çünkü odasının boşaltılmasını doğrusu ciddi olarak isteye­ bilmesini başka türlü açıklayamıyordu. Atadan kalma eşyalar­ la rahatçacık döşenmiş odayı, kuşkusuz içerisinde sağa sola sü­ rünebileceği, ama öte yandan insan geçmişini çarçabuk ve büs­ bütün unutacağı bir ine çevirmek hevesine mi kapılmıştı ger­ çekten? Çünkü daha şimdiden bu geçmişi unutmak üzereydi ve hanidir işitmediği annesinin sesi onu silkip sarsarak uyan­ dırmıştı. Hayır, hiçbir şey odadan uzaklaştırılmamalı, her şey eski yerinde kalmalıydı. Eşyaların olumlu etkileri vardı duru­ mu üzerinde, bu etkilerden yoksun kalamazdı. Eşyalar o saçma sağa sola sürünmelerini engellerse, bu kendisi için bir sakınca değil, büyük bir nimetti. Ama ne yazık ki kız kardeşi bu konuda başka türlü düşünüyor­ du; Gregor'la ilgili sorunlar üzerinde konuşulurken anne ve babasının karşısına büyük bir otorite gibi çıkmaya alışmıştı ve bunda pek de haksız sayılmazdı. Dolayısıyla, şimdi de annesi­ nin sözü kız kardeşinin, ilkin planladığı gibi yalnız dolapla ya­ zı masasının değil, kalması zorunlu kanepe dışında bütün eşya­ ların odadan çıkarılması üzerinde diretmesi için yeterli neden oluşturdu. Kız kardeşini böyle bir istekte bulunmaya götüren, elbet yalnız o çocuksu inadı, son zamanlar hiç beklenmezken ve güçlükle edindiği özgüven duygusu değildi; hani gerçekten kız kardeşi sürünme işi için çok yer gerektiğini, oysa bu konu­ da, görüldüğüne göre, odadaki eşyalardan Gregor'un hiç de yararlanmadığını saptamıştı. Ama belki yaşıtı kızlarda rastla­ nıp her fırsatta kendisine doyum sağlamaya çalışan bir roman­ tizm de bu bakımdan bir rol oynuyor ve Grete söz konusu ro­ mantizmin ayartısına kapılarak Gregor'un durumunu gerçek­ tekinden daha korkunç göstermek, böylece kendisine şimdiye kadarkinden daha çok hizmet etme olanağına kavuşmak isti­ yordu. Çünkü Gregor'la boş duvarlardan başka hiçbir şeyin yer almayacağı bir odaya Grete dışında kimse adım atmayı kuşkusuz göze alamayacaktı. 106 DEOIŞIM Böylece annesının sözünü dinleyip de karanndan dönmedi Grete; odada alabildiğine tedirginlik içinde dikilen ve kararsız görünen annesi de sonunda sustu, dolabın dışarı çıkarılmasın­ da kız kardeşine gücü yettiği kadar yardıma koyuldu. Eh, gere­ kirse dolaptan vazgeçebilirdi Gregor, ama masa odada bırakıl­ malıydı. Annesi ve kız kardeşi ahlaya poflaya sürükleyip gö­ türdükleri dolapla dışarı çıkar çıkmaz, hemen kanepenin altın­ dan başını uzattı; dikkatle ve elden geldiğince saygılı, nasıl ya­ pıp da masayı odada bıraktırabileceğini anlamak istedi. Ama, kötü bir şans eseri, odaya annesi dönüp geldi ilkin; bitişik oda­ da dolabı kucaklamış tutan kız kardeşi Grete, tek başına onu sağa sola sallıyor, ama bir türlü yerinden kımıldatamıyordu. Ancak, Gregor'u görmeye alışık değildi annesi. Gregor'un manzarası onu hasta yapabilirdi; dolayısıyla, Gregor korkup geri seğirterek kanepenin ta arka ucuna kadar çekildi; ama çarşafın önde biraz oynamasını önleyecek vakit bulamamış, bu kadarı da annesinin dikkatini çekmeye yetmişti. Annesi boca­ ladı ansızın, bir an sessiz durdu, sonra dönüp Grete'nin yanma gitti. Her ne kadar Gregor ortada olağanüstü bir şeyin söz konusu olmadığım, yalnızca birkaç eşyanın yerinin değiştirildiğini iki­ de bir içinden geçiriyorsa da, az sonra kendi kendine itiraf et­ tiği gibi, annesiyle kız kardeşinin gidip gelmeleri, birbirlerine küçük çapta seslenişleri, eşyaların döşeme üzerinde çıkardığı cızırtılar, dört bir yandan katkılarla güçlenen bir büyük karma­ şa etkisi yapıyordu üzerinde. Başını ve ayaklarını istediği ka­ dar vücuduna yapıştırsın, kamını istediği kadar döşemeye bas­ tırsın, bu duruma uzun süre katlanamayacağını kendi kendine söylemeden duramıyordu. Derken odasını boşaltmaya başladı­ lar. Sevip hoşlandığı ne varsa alıp götürüyorlardı; kıl testerey­ le diğer aletlerin bulunduğu dolabı dışarı çıkarmışlardı; şimdi yere sımsıkı gömülmüş duran ve ticaret akademisi öğrencisi, ortaokul öğrencisi, hatta ilkokul öğrencisiyken başında oturup ödevler yaptığı masayı yerinden oynatmaya uğraşıyorlardı. 107 DEÖIŞIM Annesiyle kız kardeşinin ne ölçüde iyi niyet sahibi olduklarını araştırmaya gerçekten vakit yoktu artık; zaten onların odada bulunduklarını nerdeyse unutmuştu; çünkü bitkin düşmüş, bundan böyle suskun çalışmaya koyulmuşlardı, yalnızca döşe­ me üzerine basan ayaklarının ağır ve hantal sesi işitiliyordu. Bu yüzden, Gregor hemen fırlayıp çıktı ortaya; tam o anda an­ nesiyle kız kardeşi biraz soluk almak için bitişik odada yazı masasına yaslanmış duruyordu. . İ lkin neyi kurtarması gerekti­ ğini gerçekten bildiği yoktu Gregor'un; ansızın gözü Çıplak du­ varda asılı kürklere bürünmüş kadın resmine ilişti; hemen tır­ manıp duvara çıktı, vücudunu çerçevenin camına bastırdı; cam sımsıkı yapıştı vücuduna ve sıcak kamına iyi geldi. Şimdi vücu­ dunu bütünüyle örten bu resmi hiç değilse kimse elinden ala­ mayacaktı. Kadınların odaya dönüşlerini izlemek için başını salonun kapısına döndürdü. Kadınlar fazla bir dinlenmeyi kendilerine çok görmüş, az sonra yine çıkıp gelmişlerdi; Grete kolunu annesinin beline dolamış, nerdeyse onu taşıyıp götürür gibiydi. "Peki şimdi ne alalım odadan?" diyerek çevresinde dolaştırdı bakışlarını. Ansızın, duvarda eğleşen Gregor'la göz göze geldi. Annesi­ nin odada bulunduğunu düşünerek serinkanlılığını koruma­ ya çalıştı, yüzünü annesine doğru eğdi, onu böylelikle çevre­ sine bakmaktan alıkoymak istedi, sesi kuşkusuz titreyerek ve pek düşünmeden, "Gel seninle gidip biraz daha oturalım sa­ londa, ha?" dedi. Kız kardeşinin Gregor için beslediği niyet açıktı; önce annesinin güvenliğini sağlayacak, sonra dönüp gelerek onu kovalayıp duvardan indirecekti. Eh, denesindi bakalım! Gregor, resmin üzerinde oturuyordu; onu verme­ yecekti asla; onu vermektense, sıçrayıp Grete'nin suratına atlayacaktı. Ama annesini asıl tedirginliğe sürükleyen de Grete'nin sözle­ ri olmuştu; birden annesi kenara çekildi, çiçekli duvar kağıdı üzerindeki devcileyin kahverengi lekeye ilişti gözü, gördüğü 108 DEÖIŞIM şeyin Gregor olduğunun gerçekte bilincine varmaksızın çığırt­ kan ve hoyrat, "Aman Allahım! Aman Allahım ! " diye bağır­ dı, tüm umudunu yitirmiş gibi kollarını açarak kanepenin üze­ rine yığıldı ve öylece kımıldamadan kaldı. Kız kardeşi, "Gö­ rürsün sen, Gregor! " diye seslendi bunun üzerine; yumruğunu havaya kaldırarak dik dik Gregor' a baktı. Dönüşüm olayın­ dan beri kız kardeşinin doğrudan Gregor'a yönelttiği ilk söz­ lerdi bunlar. Sonra kız kardeşi, annesinin baygınlığına karşı bir esans alıp gelmek için bitişik odaya seğirtti. Gregor da an­ nesine yardım etmek istiyordu, resmin kurtarılmasına nasıl ol­ sa daha vakit vardı; gel gelelim sımsıkı yapıştığı camdan ancak zorla kendini koparıp alabildi. Kız kardeşine eskisi gibi akıl verip yardımda bulunabilirmişçesine bitişik odaya seğirtti; ama kız kardeşi çeşitli şişecikleri araştırıp gereken esansı bul­ maya çalışırken, ister istemez eli böğründe, arkasında dikilip bekledi. Kız kardeşi arkasına dönüp Gregor'u görünce kork­ tu; şişelerden biri yere düşüp parçalandı; bir cam kırığı gelip Gregor'un yüzünü çizdi, dağlayıcı bir sıvı üzerinden· yere aktı. Derken kız kardeşi Grete, daha fazla oyalanmaksızın, taşıya­ bildiği kadar çok şişeciği alıp annesinin yanına seğirtti; kapıyı ayağıyla itip arkasından kapadı. Bu durumda Gregor, belki kendisinin yüzünden ölümle yüz yüze gelen annesinden ayrıl­ mıştı. Annesinin yanında kalması gereken kız kardeşini ürkü­ tüp odadan kaçırmayı istemiyorsa, kapıyı açamazdı; bekle­ mekten başka yapacağı bir şey yoktu. Kendi kendine yöneltti­ ği suçlamalar ve yüreğini dolduran tasalarla içi bulanarak sü­ rünme eylemine koyuldu; sürünmediği yer kalmadı, duvarlar, mobilyalar ve tavan üzerinde dolaştı sürünerek ve sonunda bütün odanın çevresinde döndüğünü hisseder hissetmez, umutsuzlukla büyük masanın üzerine yığılıp kaldı. Bir süre geçti aradan; Gregor bitkin uzanmış yatıyor, dört bir yanda sessizlik hüküm sürüyordu; belki hayra alamet değildi bu ses­ sizlik. Derken kapının zili çaldı. Hizmetçi kendini mutfağa ki­ litlemiş bulunduğundan, çaresiz kız kardeşi Grete gidip açtı 109 DEÖIŞIM kapıyı. Gelen babasıydı. "Ne oldu, ne var?" dedi hemen. Gre­ te 'nin durumu anlaşılan her şeyi açığa vurmuştu. Kız kardeşi boğuk bir sesle cevap verdi, herhalde yüzünü babasının göğ­ süne bastırmıştı. "Annem bayıldı, ama yine iyileşti biraz; Gre­ gor odasından kaçtı da." "Beklemiştim zaten," dedi babası. "Size de söyleyip durdum hep, ama kadınlara laf anlatmak zor." Açıkça görüldüğü gibi, Grete'nin pek kısa haberini ba­ bası kötüye yormuş, Gregor'un hoyrat davranmak gibi bir su­ çu işlediği sanısına kapılmıştı. Şimdi babasını yatıştırmaya ça­ lışması gerekiyordu Gregor'un; çünkü durum üzerinde onu aydınlatacak ne vakti, ne gücü vardı. Bu yüzden, koşarak oda­ sının kapısına sığındı, vücudunu bastırdı kapıya; babası hol­ den salona ayak atar atmaz, kendi odasına dönme konusunda alabildiğine içten bir niyet beslediğini, kendisini itip sürerek odasına tıkmanın gereksiz olduğunu, bu işin yalnızca kapının açılmasına baktığını, kapı açılmaya görsün, ortadan kaybola­ cağını hemen anlasın istiyordu. Ancak babası, böylesi incelikleri algılayacak bir ruh durumu içinde değildi. Daha salona girer girmez, bir yandan tepesi at­ mış, bir yandan şen bir edayla, "Bak sen! " diye bağırdı. Gre­ gor, başını kapıdan çekip babasına doğru kaldırmıştı. B abası­ nı şimdi orada dikilmiş haliyle gerçekten hiç tasarlamamıştı kafasında; doğru, son zamanlar sağda solda sürünüp dolaşma­ larından ötürü vakit bulup eskisi gibi evde olup bitenlerle ilgi­ lenememişti; dolayısıyla, değişik durumlarla karşılaşmaya as­ lında kendisini hazırlamış olması gerekiyordu. Ama yine de, yine de bu babası mıydı? Eskiden Gregor bir iş gezisinden eve döndüğü akşamlar kendisini üzerinde ropdöşambrla koltukta oturuyor bulduğu, doğrulup kalkmaya asla gücü yetmeyip yal­ nızca kollarını havaya kaldırarak döndüğüne sevindiğini belli eden, yılın birkaç pazarıyla büyük bayramlarda hep beraber yaptıkları gezilerde zaten yavaş yürüyen Gregor'la annesinin arasında onlardan daha yavaş bir tempoyla, eski paltosuna sa­ rılmış, bastonunu hep sakınarak yere bastırıp ilerlemeye çalı1 10 DEÖIŞIM şan ve bir şey söylemek istedi mi, nerdeyse olduğu yerde du­ rup yanındakileri çevresine toplayan adam mıydı bu? Oysa şimdi dimdik karşısında duruyordu bu adam; tıpkı bankalarda çalışan müstahdemlerden biri gibi, vücudunu sımsıkı saran, düğmeleri yaldızlı lacivert bir üniforma giymişti. Ceketinin kaba dik yakasının üstünden kocaman katmerli çenesi sarkı­ yor, fırça gibi kaşların altında kara gözleri zinde ve uyanık ba­ kıp duruyordu. Başka vakit hep dağınık ak saçları tepede ala­ bildiğine özenle iki yana ayrılmış, yukardan aşağı taranmıştı. Yaldızlı harflerle belki bir bankanın isminin baş harfleri işlen­ miş kasketini, bütün odayı dolaşan bir yay çizdirerek kanepe­ nin üzerine attı ve üniformasının etekleri arkada uçuşarak, el­ leri pantolonunun ceplerinde, kaşlarını çatıp Gregor' un üzeri­ ne yürüdü. Galiba ne yapacağını kendisi de bilmiyor, ama ayaklarını alabildiğine havaya kaldırarak adımlarını atıyordu. Çizmelerinin pençelerinin o devcileyin büyüklüğü Gregor'u şaşırttıysa da, Gregor bu şaşkınlıktan yine sıyırıp aldı kendini; çünkü yeni yaşamının daha ilk gününden beri babasının, ken­ disine karşı enikonu sert davranılması gerektiği görüşünü sa­ vunduğunu biliyordu. Dolayısıyla, babasının önünden gerilere kaçtı; babası durunca kendisi de duruyor, babası kımıldar kı­ mıldamaz kendisi de seğirtmeye başlıyordu. Böylece birçok kez salonu fır döndüler, ama öyle fazla önem taşıyan bir olay başgöstermedi; hatta tempodaki yavaşlıktan ötürü yapılan şey bir kovalamaca izlenimini uyandırmaktan uzaktı. Bu yüzden, Gregor da şimdilik döşemenin üzerinden ayrılmadı; aynca ka­ çıp duvarlar üzerine ya da tavana sığınmasını, babasının hiç de iyi karşılamayacağından çekiniyordu. Ancak, böylesi bir ko­ şuşmaya bile uzun süre katlanamayacağını kendi kendine iti­ raf etmeden duramadı; çünkü babasının attığı bir adıma karşı­ lık onun sayılamayacak kadar çok devinimde bulunması gere­ kiyordu. Nefes darlığı şimdiden kendini belli etmeye başla­ mıştı, zaten eskiden de ciğerleri için öyle pek güvenilir ve sağ­ lıklı denemezdi. Bütün gücünü söz konusu koşu için toparla- 111 DE(;JŞIM maya çalışarak rastgele yalpalayıp gidiyor, gözlerini pek açık tutmaya çalışmıyor, aptallığından koşma dışında bir kurtuluş umuduna asla kafasında yer vermiyor, titiz bir oymacılığın eseri olan mobilyaların köşeleriyle sivri uçları bir engel oluş­ turmasına karşın duvarlara sığınabileceğini adeta unutmuş bulunuyordu. O anda hafifçe fırlatılan bir şey havada uçarak hemen yanı başına düştü ve önü sıra yuvarlanmaya başladı. Bu bir elmaydı; hemen bunu bir ikincisi izledi; Gregor korku­ dan olduğu yerde durdu, bundan böyle koşmak yararsızdı, çünkü babası onu elmayla bombardıman etmeyi kafasına koy­ muştu. Büfenin üzerindeki meyvelikten kaptığı elmalarla cep­ lerini doldurmuş, şimdilik pek nişan almaksızın onu elma yağ­ muruna tutuyordu. Al al küçük elmalar sanki elektriklenmiş gibi döşeme üzerinde sağa sola yuvarlanıyor ve birbirlerine tosluyordu. Yavaşça atılmış bir elma Gregor'un sırtını sıyırıp geçti, sırtta herhangi bir yara bereye yol açmaksızın kayıp ye­ re düştü. Ancak hemen onun ardından fırlatılan bir ikinci el­ ma adeta içine işledi Gregor'un; hiç beklemediği inanılmaz ağrı sanki yer değiştirirse kaybolup gidecekmiş gibi, ileriye doğru sürüklenmek istedi; ama kendini adeta yere çivilenmiş hissederek, duyulan tam bir karmaşa içinde, döşemenin üze­ rine serildi. Ancak son bir kez bakınca, oda kapısının ansızın açıldığını ve haykırıp duran kız kardeşinin önü sıra annesinin seğirtip geldiğini - annesinin üzerinde gömlek vardı, çünkü kız kardeşi baygın durumda nefes almasını kolaylaştırmak için giysilerini soymuştu -, annesinin daha sonra babasına doğru koştuğunu, kuşaklan çözülmüş etekliklerin yolda belinden peş peşe kayıp yere düştüğünü, annesinin eteklikler üzerinden sendeleyerek babasının kollarına atıldığını, babasını kucakla­ yıp onunla tam birlik ve beraberlik oluşturduğunu - ne var ki, Gregor'un gözleri olup bitenleri bundan böyle pek seçemez oldu -, ellerini babasının boynuna dolayarak, Gregor'un haya­ tını bağışlaması için yalvarıp yakardığını gördü. 112 DEOIŞIM ili Bir ayı aşkın süredir vücudunda taşıdığı ağır yara - kimse ye­ rinden uzaklaştırmayı göze alamadığından, elma gözle görünür bir hatıra gibi etin içine gömülüp kalmıştı - tiksinti veren o fe­ ci görünümüne karşın, babasına bile Gregor'un nihayet ailenin bir üyesi olduğunu anımsatmıştı; kendisini düşman gözüyle görmemek, Gregor' a karşı duyulan nefreti içine atıp ona hoş­ görüyle, yalnızca hoşgörüyle davranmak gerekiyordu. Gregor, aldığı yara dolayısıyla devinim yeteneğini belki de sürekli yitir­ mişti ve şimdi odasının bir başından öbür başına gidebilmek için yaşlı bir malul gazi gibi dakikalar ve dakikalarca uzun bir zamanı gereksiniyordu - yükseklerde sağa sola tırmanmak di­ ye bir şey söz konusu olamazdı artık -, ama durumundaki bu kötüleşmeye karşılık kazandığı bir şey vardı, kaybettiğinin ye­ rini haydi haydi tutuyordu: Her vakit akşam üzeri, kendisinin daha önceden hep bir iki saat dikkatle gözetlediği salonun ka­ pısı açılıyor, salondan bakılınca seçilemeyecek gibi karanlıkta yatan Gregor, bütün aileyi aydınlık masanın başında oturur­ ken görebiliyor ve konuşmaları bir bakıma evde herkesin iz­ niyle, yani eskisinden bambaşka türlü dinleyebiliyordu. Kuşkusuz artık bu konuşmalar, Gregor'un otellerin daracık odalarında kendini rutubetli yatak yorganlar içerisine attığı ge­ celer hep bir özlemle aklından geçirdiği eski günlerin canlı söy­ leşilerine benzemiyordu. Şimdi çokluk pek sessiz geçip gidi­ yordu zaman. B abası akşam yemeğinden az sonra koltuğunda uyuyakalıyor, annesiyle kız kardeşi ses etmemesi için birbirle­ rini uyarıyorlar, annesi lambanın iyice altına sokularak bir konfeksiyon mağazası için güzel güzel çamaşırlar dikiyor, tez­ gahtar olarak bir yerde kendine iş bulan kız kardeşi, ilerde bel­ ki daha iyi bir işe geçebilmek umuduyla akşamlan stenografi ve Fransızca öğreniyordu. Arada bir babası uyanıyor, uyudu­ ğundan sanki hiç habersiz, annesine, "Bugün yine ne vakte ka­ dar dikip duracaksın bakalım?" diyor, annesiyle birbirlerine 113 DEÖIŞIM yorgun gülümsüyorlar, derken babası yine hemen uykuya dalı­ yordu. Babası bir çeşit inatçılık gösterip evde bile müstahdem üniformasını üzerinden çıkarmaya yanaşmıyor, ropdöşambrı boşuna askıda asılı dururken, o sanki her vakit hizmete hazır­ mış ve evde bile amirlerinin direktiflerini bekliyormuş gibi uyukluyordu. Bu yüzden, hemen daha başlangıçta, zaten yeni sayılmayacak üniforma, annesiyle kız kardeşinin onca üzerine titremesine karşın temizliğini kaybetti. Gregor çokluk bütün gece, yaşlı babasının içinde alabildiğine rahatsız durumda, öy­ leyken mışıl mışıl uyuduğu lekelerden geçilmeyen ve yaldızlı düğmeleri hep ışıl ışıl parlayan giysiden gözlerini ayıramıyor­ du. Saat onu vurur vurmaz, annesi usulca seslenerek babasını uyandırmaya, sonra onu ikna edip yatağa yatırmaya uğraşıyor­ du; çünkü babasının durumunda doğru dürüst bir uykunun sö­ zü edilemezdi; oysa sabah saat altıda görevine başlayacağı için bu uyku kendisine son derece gerekliydi. Ama, bankada müs­ tahdem göreviyle çalışmaya başladığından beri davranışların­ da açığa vurduğu bir dikbaşlılıkla, babası biraz daha masa ba­ şında kalmak için ayak diriyor, ancak bu arada hep de uyuya­ kalıyor ve o zaman sandalyesini yatakla değiştirmeye kendisi­ ni razı etmek için evdekiler akla karayı seçiyordu. Annesi ve kız kardeşi küçük çapta uyarılarla ne kadar üzerine düşerlerse düşsün, babası nerdeyse bir çeyrek saat hep hayır anlamında usulcacık başını sallıyor, gözlerini kapalı tutup yerinden kalk­ mıyordu. Annesi kolundan çekip çekiştiriyor, kulağına hoşuna gidecek sözler söylüyor, kız kardeşi de işini bırakıp annesine yardıma geliyor, ama babasına bu da kar etmeyerek, söz konu­ su çabalar onun koltuğuna daha çok gömülmesine yol açıyor­ du. Ancak kadınlar kollarına girince babası gözlerini açıyor, sı­ rayla bir annesine, bir kız kardeşine bakıyor ve hep şöyle söy­ lüyordu: "Bu da yaşamak sözde! Yaşlı günlerimde göreceğim rahat bu ha?" Derken iki kadına yaslanıp, sanki kendi kendisi için alabildiğine büyük bir yükmüş gibi ağırdan alarak, kapıya 1 14 DEÖIŞIM kadar götürülmesine nza gösteriyor, kapıda annesiyle kız kar­ deşini bir el işaretiyle uzaklaştırıp bundan böyle yalnız başına ilerlemeye çalışıyor, ama az sonra annesi elindeki dikişi, kız kardeşi elindeki kalemi çarçabuk bir kenara bırakarak yine ba­ basına yardım için arkasından koşuyorlardı. Çalışmaktan yıpranmış ve aşın yorgun düşmüş ailede kimin Gregor'la öyle fazla ilgilenmeye vakti vardı? Eve harcanan pa­ ra gittikçe kısılıyordu; hizmetçiye çaresiz yol verilmişti. Ak saç­ ları başının çevresinde uçuşan iri yan bir kadın, pek ağır işleri görmek için sabah ve akşam eve uğruyor, geri kalan işleri ise, o bir sürü dikişlerinin yanı sıra annesi yapıyordu. Hatta Gre­ gor'un bir akşam satışta ele geçen para üzerinde konuşulurken öğrendiğine göre, eskiden annesi ve kız kardeşinin bayram ve eğlentilerde takıp takıştırdığı çeşitli aile mücevherleri de elden çıkarılmıştı. Ama en büyük yakınma nedeni, şimdiki durumda kendilerine pek büyük gelen evden çıkamayışlanydı; çünkü Gregor'un bir başka yere nasıl taşınacağı konusunda kimsenin aklına bir çare gelmiyordu. Ama evdekileri bir başka yere ta­ şınmaktan alıkoymadığını pekala seziyordu Gregor; çünkü bir­ kaç hava deliği bırakılmış uygun bir sandığın içine koyup onu, bir yerden bir yere kolaylıkla götürebilirlerdi; ailesini ev değiş­ tirmekten en başta alıkoyan, daha çok, kendilerini kaptırdıkla­ rı tam bir umutsuzlukla bütün akraba ve eş dost çevresinde kimsenin başına gelmeyen bir felakete uğradıkları düşüncesiy­ di. Elalemin yo�sul kişilerden beklediği ne varsa, hepsini ek­ siksiz yerine getiriyorlardı; babası bankadaki küçük memurla­ ra kahvaltı için dışardan yiyecek alıp geliyor, annesi yabancı insanlara çamaşır dikeceğim diye kendini helak ediyor, kız kardeşi ise müşterilerin isteklerini yapmak için tezgahın arka­ sında sağa sola koşturuyor, daha fazlasına da ailenin gücü el­ vermiyordu. Öte yandan annesiyle kız kardeşi, babasını yatağa yatırdıktan sonra dönüp gelerek ellerindeki işleri bırakıyor, birbirlerine sokulup yanak yanağa oturuyorlar, derken annesi Gregor'un odasını göstererek, "Şu kapıyı kapar mısın, Grete! " 115 DEÖIŞIM diyor, bunun üzerine Gregor yine karanlıkta kalıyordu; bitişik­ te ise annesiyle kız kardeşi gözyaşlarını birbirine katarak ağla­ şıyor ya da donuk bakışlarla önlerindeki masaya bakıp duru­ yorlar, bu da Gregor'un sırtındaki yaranın sanki yeni açılmış gibi sızlamasına yol açıyordu. Geceleri ve gündüzleri adeta gözlerini kırpmadan geçiriyordu Gregor. Bazen, kapının bir dahaki açılışında işleri tıpkı eskisi gibi kendi eline almayı düşünüyordu; uzun zaman sonra yine patronla müdür, yardımcılar, çıraklar, aklından biraz zoru olan odacı, başka mağazalarda çalışan iki üç dost, bir taşra otelinde­ ki oda hizmetçisi, bir anlık tatlı bir anımsama, bir şapkacı dük­ kanında çalışıp kendisine içtenlikle, ama pek nazlanarak kur yaptığı kasiyer kız, bütün bunlar yabancı ya da artık unutulup gitmiş kimselerin görüntüleriyle karışarak hayalinde beliriyor­ du; ama kendisine ve ailesine yardım edebilmekten uzak, hep­ si de yanma yaklaşılmaz kimselerdi; dolayısıyla, bunların son­ radan yine zihninde kaybolup gitmesine seviniyordu. Ama bir an da geliyor, ailesiyle ilgilenmek için hiçbir istek duymuyor­ du; kendisine gereken bakımı göstermediklerinden bir hınç yü­ reğini dolduruyor, hangi yiyeceği canı çektiğini hiç bilmemesi­ ne karşın, yiyeceklerin saklandığı yere nasıl bir yolunu bulup ulaşacağına ilişkin olarak kafasında planlar kuruyordu; açlık falan hissetmese de, payına düşenleri toparlayıp alacaktı bura­ dan. Artık onun pek hoşlanıp hoşlanmayacağını düşünmeyen kız kardeşi, sabahlan işe giderken ayağıyla rastgele bir yiyece­ ği çarçabuk odasından içeri itiyor, akşam da sadece şöyle bir tadına mı bakılmış, yoksa, çok vakit olduğu gibi el sürülmeden bırakılmış mı, hiç aldırış etmeden süpürgenin ucuyla çekip dı­ şarı alıyordu. Odayı derleyip toplamak için artık hep akşamla­ n uğruyor ve bu işi öylesine çabuk yapıp çıkarıyordu ki, daha çabuğu can sağlığıydı. Pislik duvarlar boyunca yol yol uzanı­ yor, sağda solda yumak yumak toz ve çıkartı görülüyordu, ilk z<1n ıanlar kız kardeşi geldiğinde, Gregor odanın en pis köşe hucağına gidip beklemiş, böylece kız kardeşine adeta sitemde 116 DEÖIŞIM bulunmak istemişti. Ama öyle anlaşılıyordu ki, haftalarca ol­ duğu yerde kalabilir, yine de kız kardeşi bildiğinden şaşmazdı; ortadaki pisliği kız kardeşi de Gregor gibi görüyordu, ama bu pisliğe el sürmemeyi anlaşılan kafasına koymuştu. Öte yandan, aslında bütün aileyi sarmış yepyeni bir duyarlıkla, Gregor'un odasının derlenip toplanmasının kendisine bırakılmasına çalı­ şıyordu kız kardeşi. Birinde annesi Gregor'un odasında büyük bir temizliğe girişmiş, ancak birkaç kova su harcadıktan sonra bu işi başarabilmişti. Ama aşın nemin hasta yaptığı Gregor sonradan kanepe üzerine serilip kızgınlık içinde kımıldamadan yatmış, bunun da cezasını yine annesi çekmişti; çünkü akşam olup kız kardeşi Gregor' un odasındaki değişikliği fark eder fark etmez, son derece alınmış bir tavırla oturma odasına se­ ğirtmiş, annesinin yakaran bir edayla ellerini havaya kaldırma­ sına aldırmayarak, ansızın bir ağlama nöbetine kapılmıştı. An­ ne ve babası - babası kuşkusuz korkuyla fırlamıştı koltuğundan - ilkin şaşkın ve çaresiz bakakalmışlar, ama sonunda harekete geçmişlerdi; sağda babası Gregor'un odasının temizlenmesini kız kardeşine bırakmadığı için annesine atıp tutmuş, solda, "Gregor' un odasını bundan böyle asla temizlemeyeceğim! " di­ ye kız kardeşinin bağırdığı duyulmuştu. Ö te yandan, annesi, si­ nirinden gözü hiçbir şey görmeyen babasını adeta çekip sürük­ leyerek yatak odasından içeri sokmaya çalışmış, kız kardeşi, hıçkırıklarla sarsılarak, küçük yumruklarıyla masayı dövmüş­ tü. Gregor' a gelince, kimse kapıyı kapayıp onu bu manzaradan ve gürültü patırtıdan esirgemediğine öfkelenerek yüksek per­ deden ıslıksı sesler çıkarmaya başlamıştı. Ama dışarda çalışmaktan bitkin düşen kız kardeşi usanıp eski­ si gibi Gregor'la ilgilenmeye yanaşmasa bile, yerini hiç de an­ nesinin alması gerekmez, Gregor ihmal edilmiş sayılmazdı; çünkü artık bir hizmetçi bulunuyordu evde. Uzun yıllar iri ke­ mikli sağlam vücudu sayesinde pek çok varta atlatıp ayakta ka­ labildiği anlaşılan bu yaşlı dul kadının Gregor'dan pek tiksin­ diği yoktu. Öyle merak ettiği için değil, rastgele bir gün od.--: sı- 117 DEÖIŞIM nın kapısını açmış, Gregor'un düpedüz şaşırdığını ve kendisini bir kovalayan bulunmazken sağa sola koşmaya başladığını gö­ rünce, ellerini kucağında kavuşturup hayretle olduğu yerde ka­ lakalmıştı. O gün bu gün de sabah ve akşam kapıyı şöyle bir aralayıp Gregor'a bakmaktan kendini alamıyordu. Hatta baş­ langıçta, belki kendisinin sevimli bulduğu, "Gelsene bakayım buraya yaşlı bokböceği seni! " ya da, "Şu yaşlı bokböceğine de bak!" sözleriyle yanına bile çağırdığı olmuştu Gregor'u. Söz konusu çağrılan Gregor düpedüz cevapsız bırakıyor, sanki ka­ pı hıç açılmamış gibi yerinden kımıldamıyordu. Bu hizmetçi olacak kadına, canı istedikçe kendisini rahatsız edeceğine, oda­ sını her gün temizlemesini tembih etselerdi ya! Birinde sabahın erken vakti - belki de yaklaşan bahan müjdeleyen fena bir yağ­ mur camlan dövüp durmaktaydı - hizmetçi yine bu tür sözler söylemeye kalkınca, Gregor'un tepesi öyle attı ki, adeta üzeri­ ne saldırmak ister gibi, ama yavaş ve güçsüz, kadına doğru döndü. Ama korkuya kapılmayan kadın, yalnızca kapının yanı başındaki bir sandalyeyi tutup havaya kaldırmıştı ve iyice açıl­ mış ağzıyla oracıkta dikilirken niyeti açıkça belliydi: Elindeki sandalye Gregor'un sırtına indiği zaman ağzını kapayacaktı. Gregor yine arkasına dönerken, "Demek hepsi bu kadardı?" dedi v e sandalyeyi serinkanlılıkla köşedeki yerine bıraktı. Bundan böyle Gregor hiçbir şey yememeye başlamıştı. Kendi­ si için hazırlanmış yemeğin önünden tesadüfen geçtikçe, sanki oyun olsun diye bir lokma alıp ağzına atıyor, lokmayı saatlerce ağzında tutup çokluk geri tükürüyordu. İ lkin odasının duru­ mundan duyduğu üzüntünün, kendisini yemek yemekten alı­ koyduğunu düşündü, ama odasındaki değişikliğe pek çabuk alışmıştı. Başka yere yerleştirilemeyen eşyaları habire kendi odasına tıkıştınyorlardı ve evin bir odası üç baya kiralandığı için de böylesi eşyalar hayli çoktu. Ağırbaşlı baylar - Gre­ gor'un bir yol kapı aralığından gördüğüne göre, üçünün de top sakalı vardı - yalnız kendi odalarında değil, bir kez kiracı bu­ lunduklarından bütün evde, ama en çok mutfakta her şeyin dü118 DEÖIŞIM zen içinde ve yerli yerinde olmasına alabildiğine dikkat ediyor­ lar, işe yaramaz, hele pis öteberiler görmeye asla katlanamı­ yorlardı. Üstelik odalarındaki mobilyaların çoğunu yanlarında getirmişler, bu yüzden evdeki eski eşyalardan kimisi gereklili­ ğini yitirmişti; satılabilecek gibi değilse de, sokağa atılmak da istenmeyen şeylerdi bunlar; dolayısıyla, hepsi de Gregor'un odasını boyluyordu. Kül sandığıyla mutfaktaki çöp bidonu da bunların arasındaydı. Kullanılmayacak gibi ne varsa, hep de pek aceleci hizmetçi tarafından Gregor'un odasına atılıp geçi­ liyordu. Allaha şükür Gregor, çokluk söz konusu eşyayla onu tutan eli görüyordu yalnız. Belki de hizmetçinin niyeti, uygun bir zaman ve fırsatta eşyaları yine Gregor'un odasından almak ya da tümünü birden kaldırıp sokağa atmaktı. Ama ilk getiri­ lip bırakıldıkları yerde kalıyordu hepsi; Gregor pılı pırtı arasın­ da ıkına sıkına dolaşıyor, bunları yerlerinden sağa sola oynatı­ yordu; ortada sürünecek başka yer kalmadığından, ilkin ister istemez yaptı bunu; ancak zamanla bundan giderek artan bir haz duymaya başladı; oysa söz konusu gezinmelerden sonra, ölesiye yorgun ve üzgün, yine saatlerce yerinden kımıldamak­ sızın duruyordu. Kiracı baylar bazan akşam yemeklerini ortaklaşa kullanılan sa­ londa yediklerinden, kapı kimi akşamlar kapalı tutuluyordu; Gregor, kapının açık kalmasından pek kolay vazgeçebilmişti; nihayet kapı açık olduğu bazı akşamlar da bundan yararlanma­ mış, ailesi tarafından farkına varılmaksızın, odanın en karanlık bir köşesinde uzanıp yatmıştı. Ama bir defasında salonun ka­ pısını azıcık aralık bırakmıştı hizmetçi; kiracı baylar, akşamle­ yin içeri girip ışığı yaktıklarında da yine kapı açıktı. Baylar, es­ kiden babası, annesi ve Gregor'un hep birlikte yemek yediği masanın baş köşesine kurulmuş, peçetelerini açıp çatal ve bı­ çaklarını ellerine almışlardı. Derken bir tabak etle annesi, he­ men arkadan elinde patates dolu büyük bir çanakla kız karde­ şi göründü. Yemekten yoğun bir dumana benzer bir buğu yük­ seliyordu. Kiracı baylar, sanki önce bir denemek ister gibi, ön1 19 DEÖIŞIM lerine getirilip konan tabaklar üzerine eğilmişler ve gerçekten, duruma bakılırsa öbür ikisinin bir otorite saydığı üçüncüleri servis tabağı üzerinde etten bir parça kesmiş, anlaşılan etin ye­ terince pişip pişmediğini, mutfağa geri yollanmasının gerekip gerekmediğini anlamak istemişti. Ama sonuçtan memnun kal­ mış, merakla olayı izleyen Gregor'un annesiyle kız kardeşi de bunun üzerine rahat bir nefes alarak gülümsemişlerdi. Asıl aile üyeleri ise yemeği mutfakta yiyordu; ama babası mut­ fağın yolunu tutmadan salona girip, başında bere, önlerinde eğilerek oradakilerin hepsini birden selamlıyor, masanın çev­ resini şöyle bir dolanıyordu. Kiracı baylann her üçü de doğru­ lup kalkarak top sakallarından içeri bir şeyler mırıldanıyor, sonra yalnız kalıp tam bir sessizlik içinde yemeklerini yemeye koyuluyorlardı. Gregor'un yadırgadığı şey, çeşitli gürültüler ortasında hep onlann yemeği öğüten dişlerinin sesini işitmek­ ti; bununla Gregor' a yemek yemek için dişlerin gerektiği, diş­ ler olmadan en sağlam çenelerin bile işe yaramayacağı anlatıl­ mak isteniyordu adeta. Gregor, mahzun, "İ ştahım var ama, böyle yiyecekler için değil! " diye söyleniyordu kendi kendine. "Bu baylar nasıl da kannlarını doyuruyor! Oysa ben açlıktan ölüyorum." Tam da o akşam Gregor'un kulağına - hanidir evde keman ça­ lındığını anımsamıyordu - mutfaktan doğru bir keman sesi gel­ di. Yemeklerini yiyip bitiren baylardan orta boylusu bir gazete çıkarmış, öbür ikisine gazetenin bir yaprağını uzatmıştı; hep birden arkalarına yaslanmış, gazete okuyup pipolannı tüttürü­ yorlardı . Keman sesini işitince kulak kabarttılar; ayağa kalkıp parmak uçlanna basarak holün kapısına geldiler, burada bir­ birlerine iyice sokularak durdular. Herhalde bayların gelişi mutfaktan işitilmişti, çünkü babasının sesini duydu Gregor: "Yoksa baylar hoşlanmadılar mı kemandan? Hani isterlerse hemen susabilir yine." - "Hayır! Tam tersi! " diye cevapladı baylardan orta boylusu. "Acaba küçük hanım bizim buraya ge1 20 DECIŞIM lip çalamaz mı? Ne de olsa çok daha rahat ve iyi burası." San­ ki keman çalan kendisiymiş gibi, "A tabii ! " dedi babası. Baylar, yeniden salona dönüp bekl�diler. Çok geçmeden nota sehpasıyla annesi, notalarla babası ve kemanla kız kardeşi mutfaktan çıkıp geldi. Kız kardeşi, acele etmeksizin gerekli ha­ zırlıkları yapmaya koyuldu; daha önce hiç de oda kiraya ver­ memiş, dolayısıyla kiracı baylara karşı nezaketi aşırılığa vardı­ ran anne ve babası sandalyelere oturmayı bir türlü göze alama­ mıştı, babası sağ elini üniformasının iki düğmesi arasındaki boşluğa sokarak kapıya yaslanmıştı; ancak annesi, baylardan birinin buyur ettiği sandalyeye çöktü; sandalyeyi bayın o anda rasgele koyduğu yerde bırakmış, dolayısıyla salonun bir köşe­ sinde kalmıştı. Derken kız kardeşi çalmaya başladı; anne ve babası, her biri kendi bulunduğu yerden, kız kardeşinin ellerinin devinimlerini dikkatle izliyordu. Çalan kemanın cazibesine kapılan Gregor, her zamankinden biraz daha ileri çıkmayı göze almıştı; bir ara başını salonun kapısından içeri soktu. Evdekilere karşı besledi­ ği ilgi eskiden hep göğsünü kabartmıştı; son zamanlar ise onla­ rı umursadığı yoktu ve buna da şaşmıyordu pek. Oysa asıl şim­ di saklanıp gizlenmesi için daha çok neden vardı; çünkü odası­ nın dört bir yanı toz toprak içindeydi, en ufak bir kımıldanışta sağa sola tozlar uçuştuğundan, kendisi de baştan aşağı toza bu­ lanmıştı; iplikmiş, kıllarmış, yemek artıklanymış, ne varsa hep­ sini sırtında ve böğürlerinde kendisiyle gittiği yere taşıyıp gö­ türüyordu; her şeye karşı takındığı umursamazlık alabildiğine büyüktü; dolayısıyla, eskisi gibi günde pek çok kez sırt üstü ya­ tıp halıya sürtünerek temizlenmeyi artık bırakmıştı. Ama yine de salonun tertemiz döşemesinin üzerinde biraz daha sürüne­ rek ilerlemekten çekinmemişti. Ancak, kendisine dikkat eden de olmamıştı hani. Bütün aile, çalan kemana dalmıştı; baylara, ilkin elleri pantolonlarının ceplerinde, nota sehpasının pek yakınına, notaları görebilecek121 DEOIŞIM leri ve kız kardeşinin kuşkusuz rahatsız olacağı yere kadar so­ kulan baylara gelince, çok geçmeden yan işitilir bir sesle konu­ şarak başlarını önlerine eğip pencereden yana çekilmişler, bundan böyle de pencere kenarında kalarak, Gregor'un baba­ sı tarafından kaygılı gözlerle izlenmeye başlanmışlardı. Doğru­ su apaçık görülüyordu ki, şöyle nefis ya da eğlendirici bir ke­ man müziği dinleyecekleri sanısına kapılmakla düş kırıklığına uğramışlardı; sanki bütün bu gösteriden bıkmışlardı da, ancak nezaket gereği rahatsız edilmelerine göz yumuyorlardı. Özel­ likle purolarının dumanını havaya üfleyişlerinden enikonu si­ nirli oldukları çıkarılabilirdi. Oysa kız kardeşi bir güzel çalıyor­ du ki ! Başı yana eğilmiş, gözleri, dikkatle ve mahzun, nota çiz­ gilerini izliyordu. Gregor sürünerek biraz daha ilerledi, belki kız kardeşiyle göz göze geleceğini umarak başını yere yakın tu­ tuyordu. Müzik onu bu kadar duygulandırdığına göre, kendisi­ ne bir hayvan gözüyle bakılabilir miydi? Sanki özlemini çekti­ ği bilinmedik besine götüren yol sonunda ortada gözükmüşçe­ sine bir sanıya kapılmıştı. Kız kardeşinin yanına kadar ilerleye­ rek kolundan çekip çekiştirmeye ve böylece ona, kemanını alıp kendi odasına gelmesini dolaylı yoldan anlatmaya karar ver­ mişti; çünkü oradakilerin hiçbiri, kendisinin yapmayı düşündü­ ğü gibi, kız kardeşinin keman çalışını takdir edecek durumda değildi. Kendisi, hiç değilse hayatta olduğu süre kız kardeşini bir daha odasından salmayacak, görünümündeki korkunçluk ilk kez bu konuda işine yarayacaktı; odasının bütün kapılarına aynı anda yetişecek ve olası saldırıları tıslayarak nefesiyle geri püskürtecekti. Ama kız kardeşi zorla değil de, kendi gönlüyle onun yanında kalacaktı; yanı başında kanepede oturacak, ku­ lağını kendisine doğru eğecek, o da kız kardeşine, kendisini konservatuara yollamayı kafasına koyduğunu ve bunu başına gelen şu felaket araya girmese daha geçen Noel'de - Noel geç­ mişti herhalde - yapılacak itirazlara falan kulak asmaksızın an­ ne ve babasına bildirmeyi düşündüğünü bir sır gibi emanet edecekti. Bütün bunları açıklayınca duygulanan kız kardeşinin 122 DEÖIŞIM gözünden yaşlar boşanacak, Gregor da kız kardeşinin omuzla­ rının hizasına kadar doğrulup kalkarak, onun bir mağazada ça­ lışmaya başlayalı beri eşarp ya da yakalık takmadığı boynuna bir öpücük konduracaktı. Kiracı baylardan orta boylusu, "Bay Samsa! " diye seslendi ba­ basına ve bundan başka bir söz söylemeyi gereksiz bularak yalnızca işaret parmağıyla, ilerden ağır ağır yaklaşan Gregor'u gösterdi. Keman sesi sustu birden; baylardan orta boylusu il­ kin başını sallayarak arkadaşlarına gülümsedi, sonra yeniden Gregor'a baktı. Babası Gregor'u odadan çıkarmayı bırakıp, il­ kin kiracı bayları yatıştırmayı zorunlu görmüştü, oysa baylar hiç de sinirlenmiş değildi ve Gregör kendilerini çalan keman­ dan daha çok eğlendirmişti adeta. Babası baylara doğru se­ ğirtmiş, kollarını açarak onları odalarından içeri sokmaya, bir yandan da vücudunu siper ederek Gregor'u gözlerinden sak­ lamaya çalışıyordu. Ne var ki, baylar bunun üzerine gerçekten biraz kızar gibi oldular, babasının davranışına mı, yoksa Gre­ gor gibi bir oda komşuları bulunduğunu şimdiye _dek fark et­ meyip, şimdi ansızın anladıklarına mı içerledikleri belli değil­ di. Babasından bir açıklama bekleyerek ellerini ve kollarını oynattılar, tedirgin ve telaşlı, sakallarını çekiştirdiler, ancak yavaş yavaş uzaklaşıp odalarına girdiler. Bu arada kız kardeşi, ansızın keman çalmasına ara vermenin kendisini içine sürük­ lediği yitikliği yenmiş, gevşecik sarkan ellerinde bir süre ke­ manla yayı tuttuktan ve bala çalıyormuş gibi notalara baktık­ tan sonra birden kendini toparlamış, kemanı güçlükle soluyan ve hızlı hızlı çalışan ciğerlerle hala sandalyesinde oturan anne­ sinin kucağına bırakmış, babasının sıkıştırması karşısında bay­ ların şimdi daha bir çabuk yaklaştıkları bitişik odaya seğirt­ mişti. Kız kardeşinin becerikli elleri altında yastık ve yorgan­ ların nasıl havada uçar gibi sağa sola gidip gelerek bir çekidü­ zene kavuştuğu görülüyordu. Daha baylar odaya varmadan, kız kardeşi yatakları yapıp hazırlamış, odadan dışarı süzül­ müştü. Babasının da öyle bir inadı tutmuştu ki, kiracılarına 123 DEÖIŞIM karşı göstermekle yükümlü bulunduğu saygıyı unutmuştu büs­ bütün; bayları habire gerilere doğru itip sürüyordu. Sonunda baylardan orta boylusu odanın kapısında ayağını güm diye ye­ re vurarak babasını olduğu yerde durdurdu, elini kaldırıp göz­ lerini annesiyle kız kardeşine çevirerek, "Şurasını açıklamak isterim ki," diye söze başladı, "bu evde ve bu aile içindeki çir­ kin durumları dikkate alarak . . . " -sözün burasında kısaca ka­ rar vermiş, yere tükürdü- "odadan hemen çıkacağım. Kuşku­ suz, burada kaldığım günler için de bir kuruş ödeyecek deği­ lim. Hatta tersine; nedenler bulmakta hiç zorluk çekmeyece­ ğim bir tazminat talebiyle karşınıza dikilip dikilmeyeceğimi de ayrıca düşüneceğim." Adam sustu ve bir şey bekliyormuş gibi önü sıra bakmaya başladı. Gerçekten de çok sürmedi, iki ar­ kadaşı atıldı oradan: "Biz de hemen çıkıyoruz! " Bunun üzeri­ ne, baylardan orta boylusu, kolu yakalayarak çat diye vurup kapıyı kapadı. Babası yalpalayarak, elleriyle sağa sola tutunup koltuğuna yü­ rüdü ve yığılıp kaldı üzerine; normal akşam uykucuğunu uyu­ yormuş görünüyor, ama sanki gerekli destekten yoksunmuş gi­ bi başının hızlı hızlı sallanmasına bakılırsa hiç de uyumadığı anlaşılıyordu. Gregor, bütün zaman, kiracı baylann kendisini keşfettikleri yerde kımıldamadan kalmıştı. Planın başarısızlığa uğramasından duyduğu düş kırıklığı, öte yandan belki uzun sü­ ren bir açlığın doğurduğu dermansızlık, onu hareket etme ye­ teneğinden yoksun bırakmıştı. Bir an sonra her şeyin başına yı­ kılacağından adeta kesinlikle korkuyor ve bunu bekliyordu. Hatta annesinin titreyen parmaklan arasından kayarak kuca­ ğından yere düşen ve sesi bir süre yankılanan keman bile Gre­ gor' u ürkütüp yerinden oynatamadı. Konuşmasına bir giriş olarak eliyle masanın üzerine vuran kız kardeşi, "Sevgili anne­ ciğim, sevgili babacığım! " diye sesini yükseltti. "Bu böyle yü­ rümeyecek. Belki siz değilsiniz ama, ben farkındayım. Bu ca­ navar karşısında kardeşimin adını ağzıma almak istemediğim için, şöyle söyleyeceğim; bu belayı başımızdan atmadan olnıa 124 DECIŞIM yacak. Gücümüz yettiği kadar kendisine bakıp etmeye, ona katlanmaya çalıştık. Sanıyorum, bu konuda kimse bize karşı en ufak bir suçlama yöneltemez." "Yerden göğe hakkı var kızın," diye söylendi babası kendi kendine. Hala nefes alm akta güçlük çeken annesi, elini ağzının önüne tutarak, gözleri adeta yuvalarından fırlamış, boğuk bo­ ğuk öksürmeye başladı. Kız kardeşi, annesinin yanma seğirtip alnını tuttu. Kız kardeşi­ nin sözleri, babasının kafasında daha kesin kimi düşünceler uyandırmışa benziyordu; babası doğrulup dimdik oturmuş, ki­ racı bayların akşam yemeklerinden ·hala masa üzerinde duran tabaklar arasındaki müstahdem kasketiyle oynuyor, arada bir sesi çıkmayan Gregor'a bakıyordu. Öksürmekten annesinin kulağı hiçbir şey işitmediğinden, bu kez yalnızca babasına dönüp, "Başımızdan atmaya bakmalıyız onu! " dedi kız kardeşi. "Sizin ikinizi de mezara yollayacak, hiç kuşkunuz olmasın. Hepimiz böyle canını dişine takıp çalıştık­ tan sonra, evde bu bitip tükenmez işkenceye katlanılamaz doğ­ rusu. Ben de katlanamayacağım artık." Bunun üzerine hüngür hüngür ağlamaya başladı kız kardeşi; gözyaşları annesinin yü­ züne damlıyor, bilinçsiz el hareketleriyle onları buradan silip uzaklaştırıyordu. Acımaklı bir ses ve belirgin bir anlayış ifadesiyle, "Peki ama, elimizden ne gelir yavrucuğum?" dedi babası. Kız kardeşi, omuzlarını silkerek çaresizliğini belirtti; daha ön­ ce ağlarken güven dolu bir eda vardı halinde, oysa şimdi ken­ disini bir çaresizliğe kaptırmıştı. Babası yan sorar gibi, "Konuştuklarımızı anlayabilse bari ! " dedi. Kız kardeşi böyle bir şeyin düşünülemeyeceğini belirt­ mek üzere, ağlamasının arasında hızlı hızlı elini salladı. "Konuştuklarımızı anlayabilse bari! " diye yineledi babası ve gözlerini yumarak, böyle bir şeyin olamayacağını söyleyen kız 125 DE01ŞIM kardeşinin görüşünü benimsediğini belirtti. "Belki o zaman kendisiyle bir anlaşmaya varılabilirdi. Ama bu durumda . . . " "Gidecek o evden mutlaka! " diye bağırdı kız kardeşi. "Başka çare yok, baba! Sen onun Gregor olduğu düşüncesini kafandan söküp atmaya çalış, yeter! Zaten bizim asıl mutsuzluğumuz, bunca zaman onun Gregor olduğuna inanmamız değil mi? Na­ sıl Gregor olabilir düşünsenize! Gregor olsa, insanların kendi­ si gibi bir hayvanla bir arada yaşayamayacaklarını görür ve çe­ kip giderdi. Böyle yapsaydı, bir kardeşten yoksun kalırdık, ama yaşamamızı sürdürebilir ve onun anısını da içimizde terte­ miz korurduk. Oysa şimdi peşimizi bir an bile bırakmıyor, ki­ racılarımızı kaçırıyor; galiba bütün eve kendisi el koyup bizi sokağa atacak. Baksana şuna baba!" diye haykırdı kız kardeşi birden: "Gene başladı işte ! " Hatta kız kardeşi Gregor'un dü­ pedüz anlayamadığı bir korkuya kapılarak annesini bıraktı, Gregor'un yakınında bulunmaktansa annesini gözden çıkar­ maya razıymış gibi, onun sandalyesini adeta itip uzaklaştırdı kendisinden ve koşup babasının arkasına sığındı. Kız kardeşi­ nin davranışı babasını da telaşlandırmıştı; doğrulup kalktı ba­ bası, kollarını kız kardeşini korumak ister gibi yarı havaya kal­ dırdı. Ama herhangi bir kimseyi, hele kız kardeşini ürkütmeyi asla aklından geçirdiği yoktu Gregor'un. Yalnızca gerisin geri oda­ sına gitmek için arkasına dönmeye koyulmuş, durumundaki nezaket dolayısıyla çetin dönüşlerde başını yardıma çağırması gerektiğinden ve bu arada kafasını pek çok kez kaldırıp yere vurduğundan, dönüşü kuşkusuz tuhaf bir izlenim uyandırmıştı. Gregor, durup çevresine bakındı. Kötü bir niyet taşımadığı an­ laşılmışa benziyordu; ailesini saran korku bir an sonra kaybol­ muştu. Hepsi suskun ve üzgün, Gregor'a bakıyordu şimdi. An­ nesi, bacaklarını uzatıp birbirine bastırarak sandalyeye seril­ miş yatıyor, bitkinlikten nerdeyse gözleri kapanıyordu; kız kar­ deşi, elini babasının boynuna dolamıştı. "Belki artık dönebili- 126 DE(;JŞJM rim," diye düşündü Gregor ve yeniden uğraşmaya koyuldu. Kendini zorlamaktan ileri gelen o sesli soluyuşun önüne geçe­ miyor, yer yer çaresiz dinlenmesi gerekiyordu. Öte yandan, kendisinden odasına dönmesini kimsenin istediği yoktu şimdi, her şey ona bırakılmıştı. ·Dönme işini tamamlar tamamlamaz, doğru odasının yolunu tuttu. Odasıyla arasındaki uzaklığın bü­ yüklüğüne şaştı ve aynı yolu nasıl biraz önce o dermansız ha­ liyle, adeta farkına varmaksızın geride bırakabildiğini bir türlü aklı almadı. Hızlı hızlı sürünüp ilerlemekten başka şey düşün­ mediği için, ailesinden kendisini rahatsız edecek bir söz, bir sesleniş duyulmadığına pek dikkat etmiyordu. Ancak kapıya vardığında başını geriye döndürdü; boynunda hissettiği sertleş­ me dolayısıyla tam bir döndürüş sayılamazdı bu, ama yine de arkasında hiçbir şeyin değişmediğini gördü; yalnızca kız karde­ şi ayağa kalkmıştı şimdi. Gregor'un son bakışı, o anda büsbü­ tün uyuyakalmış annesini sıyırıp geçti. Gregor daha odadan içeri adımını atar atmaz, bir anda itilip sürmelenerek kilitlenivermişti kapı. Arkasında başgösteren gürültüden Gregor öylesine korktu ki, bacaktan bükülü bükü­ lüverdi. Bu kadar acele davranan kız kardeşiydi; dimdik ora­ cıkta beklemiş, sonra kuş gibi sıçrayıp ileri atılmıştı. Kız karde­ şinin arkadan yaklaştığını hiç de işitememişti Gregor; kız kar­ deşi, kilidin içinde anahtarı çevirirken, anne ve babasına doğ­ ru, "Hele şükür! " diye seslenmişti. Gregor, "Peki şimdi ne olacak?" diye sordu kendi kendine. Çok geçmeden hiç kımıldayamadığını gördü. Buna şaşmadı; tersine, şimdiye dek doğrusu bu bacaklarla devinebilmesini tu­ haf buldu. Ama başka bakımdan oldukça rahat hissediyordu kendini. Bütün vücudunda ağn ve sızılar vardı; ama öyle sanı­ yordu ki, bunlar yavaş yavaş gücünü yitirecek ve sonunda büs­ bütün silinip gidecekti. Sırtındaki çürümüş elmayı ve onun ilti­ haplanıp üzeri baştan aşağı yumuşak tozla örtülmüş çevresini pek algıladığı yoktu artık. Ailesini düşündükçe duygulanıyor, 127 DE01Ş1M içinde sevgi hisleri uyanıyordu. Hani kendisi de, belki kız kar­ deşinden daha bir kesinlikle ortadan kaybolması gerektiğine inanıyordu. Kulenin saati sabahın üçünü vurana dek, bu boş düşünceleri sessiz sakin kafasından geçirdi. Derken dışarıda, pencerenin önünde günün yavaş yavaş ağardığını gördü. Başı, elinde olmaksızın göğsü üzerine düştü ve burun kanatlarından o güçsüz son nefesi çıkıp gitti. Sabah erkenden hizmetçi gelip - güçlü kuvvetli ve aceleci bir kadın olduğundan kapıları öylesine sert vurup kapıyordu ki, o geldikten sonra evde rahat bir uyku uyunamıyordu; oysa böy­ le davranmaması kendisine tekrar tekrar tembih edilmişti - her günkü ziyaretini yaptı, Gregor'da pek dikkati çekecek bir taraf göremedi. Onun bile isteye kımıldamadan yattığını ve kendisi­ ne kırılıp gücenmiş bir süs verdiğini düşündü; çünkü hizmetçi­ ye göre, zeki Gregor'dan beklenmeyecek şey yoktu. O sırada tesadüfen elinde bulunan süpürgeyle Gregor'u gıdıklayıp kapı­ dan uzaklaştırmak istedi. Başaramayınca kızdı, biraz dürtükle­ di Gregor'u, bir direnişle karşılaşmaksızın onu yerinden itebil­ diğini görünce anladı birden. İ şin gerçek yüzünü öğrenerek hayretle gözleri açıldı, kendi kendine bir ıslık tutturdu; ama fazla da oyalanmayarak gidip yatak odasının kapısını birden açtı ve yüksek sesle karanlıktan içeri seslendi: "Gelin bakın şu­ na ayol! Gebermiş! Gebermiş sahi, yatıyor! " Samsa ailesinin üyeleri doğrulup yataklarında oturdu; hizmet­ çinin halinden duydukları korkuyu yenebilmeleri kolay olma­ dı, ancak neden sonra onun verdiği haberi kavrayabildiler. Her biri kendi yattığı taraftan çarçabuk terk etti yatağı. Bay Samsa, yorgam omuzlarına almıştı; Bayan Samsa'nın üzerinde yalnız gecelik vardı. Böylece Gregor' un odasına girdiler. Eve kiracı bayların gelmesinden bu yana Grete'nin yattığı oturma odası­ nın da kapısı açıldı derken; Grete baştan aşağı giyinikti, sanki yatmamıştı hiç, solgun yüzü de bunu doğrular gibiydi. " Ölmüş mü?" dedi. İ lkin annesine, sonra başını kaldırıp soran gözlerle 128 DEÖIŞIM hizmetçinin yüzüne baktı; oysa kendisi durumu araştırabilir, hatta bir araştırmada bulunmadan olup biteni anlayabilirdi. "Galiba öyle," diye cevapladı hizmetçi ve sözlerinin doğrulu­ ğunu kanıtlamak için süpürgeyle Gregor'un ölüsünü itip bir kenara aldı. Bayan Samsa hizmetçinin elinden süpürgeyi al­ mak ister gibi bir hareket yaptı, ama almadı. "Eh," dedi Bay Samsa, "artık Tann'ya şükredebiliriz." Ardından istavroz çı­ kardı ve odadaki üç kadın da kendisi gibi yaptılar. Gözlerini bir an bile ölü Gregor'dan ayırmayan Grete, "Görüyor musu­ nuz, ne kadar sıskalaşmış. Tabii bunca zaman bir şey koymadı ağzına. Odasına taşıdığımız yemekleri yine olduğu gibi dışarı çıkarıyorduk." Gerçekten de Gregor'un vücudu yamyassı ve kupkuru bir hal almıştı, bunun da ancak şimdi farkına vanlabi­ liyordu; çünkü Gregor' u havada taşıyan bacakçıklan yoktu ar­ tık, başkaca dikkati üzerine çeken bir şey de bulunmuyordu. "Biraz bizim odaya gelir misin, Grete! " dedi Bayan Samsa ve mahzun gülümsedi. Grete, arada bir başını çevirip ölü Gre­ gor' a bakarak anne ve babasının ardından yürüdü, onlarla ya­ tak odasına girdi. Hizmetçi, Gregor'un kapısını kapayıp pence­ reyi ardına kadar açtı. Sabahın henüz bu erken saatinde serin havay� bir ılıklık karışmıştı; mart ayının sonlarıydı artık. Bu sırada odalarından çıkan üç kiracı bay, şaşırmış gözlerle sa­ ğa sola bakınıp kahvaltılarını arandı. Baylan düşünen olma­ mıştı. Orta boyluları suratını ekşiterek hizmetçiye, "Kahvaltı­ mız nerde?" diye sordu. Ama hizmetçi parmağını dudaklarına götürüp, acele ve suskun, Gregor'un odasına gelmelerini işaret etti. Gregor'un odasına giren baylar, elleri biraz havı dökülmüş ceketçiklerinin ceplerinde, artık iyice aydınlanmış odada ölü Gregor'un çevresinde dikilmeye başladılar. Birden yatak odasının kapısında üzerinde resmi üniformasıyla Bay Samsa göründü; bir koluna kansı, öbür koluna kızı girmiş­ ti. Hepsinin de gözlerinde ağlamış bir ifade vardı; Grete, yüzü­ nü arada bir babasının koluna bastırıyordu. 129 DEÖIŞIM Bay Samsa, kızıyla kansından ayrılmaksızın, eliyle kapıyı göste­ rerek, "Hemen evimi boşaltınız!" diye bağırdı kiracı baylara. Baylardan orta boylusu, "Bununla ne demek istediğinizi anlaya­ madıın?" dedi afallamış ve tatlı tatlı gülümsedi. Öbür iki bay, ar­ kalarında tuttukları ellerini, sanki lehlerinde sonuçlanacak bü­ yük bir kavganın başgöstermesini sevinçle bekleyerek birbirine sürtüyordu. Bay Samsa, "Ne demek istediğimi söyledim apaçık," diye cevapladı, yanında kızı ve karısıyla bir saf oluşturarak bay­ lardan orta boylusunun üzerine yürüdü. Kafasındaki düşünceler yeni bir düzen içinde yerlerini alıyormuş gibi, baylardan orta boylusu ilkin kımıldamadan durdu ve yere baktı. Sonra, "Öyley­ se biz de gideriz," diye cevapladı, hatta ansızın ruhunda beliren bir alçakgönüllülükle, bu kararlarını uygulamak için kendisin­ den izin ister gibi başını kaldırıp Bay Samsa 'ya baktı. Bay Sam­ sa, iri gözleriyle buyrun gidin der gibi birçok kez başını sallamak­ la yetindi. Bunun üzerine baylardan orta boylusu, gerçekten uzun uzun adımlar atarak hemen yürüyüp hole girdi. Bir süredir ellerini oynatmayı bırakarak konuşulanlara kulak kabartan iki arkadaşı ise, sanki Bay Samsa kendilerinden önce hole gelebilir ve önderleriyle aralarındaki bağlantıyı koparıp atabilirmiş gibi bir korkuyla onun ardından seğirttiler. Holde her üçü şapkaları­ nı askıdan, bastonlarını bastonluktan çekip aldı; Samsa ailesini suskun bir reveransla selamlayıp evden çıktılar. Sonradan anla­ şıldığına göre, büsbütün yersiz bir kuşkuya kapılan Bay Samsa, yanında iki bayanla kapının önüne çıktı; hepsi birden korkuluğa yaslanarak, üç kiracı bayın, yavaş olmakla beraber mola vermek­ sizin yüksek merdivenden inişini, merdivenin her kattaki döne­ meç yerinde gözden kaybolup az sonra yemden ortaya çıkışını izlediler. Baylar aşağıya indikçe, Samsa ailesinin onlara karşı duyduğu ilgi de yavaş yavaş silindi; derken başında et sepetiyle kasılarak merdivenleri çıkan bir kasap çırağının kiracı baylarla karşılaşması, sonra onları geride bırakıp basamakları tırmanma­ ya devam etmesi üzerine, Bay Samsa yanındaki bayanlarla kor­ kuluktan ayrıldı; her biri rahatlamış, kendi odasına döndü. 130 DEÖIŞIM O günü dinlenme ve gezintiye ayırmaya karar vermişlerdi; böyle bir dinlenmeyi hak etmekle kalmayıp, aynca buna tam bir gereksinim duyuyorlardı. Dolayısıyla, masanın başına geç­ tiler; Bay Samsa çalıştığı bankanın müdürlüğüne, Bayan Sam­ sa kendi patronuna, Grete de kendi şefine olmak üzere üç ma­ zeret mektubu yazmaya koyuldular. Mektuplar yazılırken, gi­ deceğini haber vermek üzere hizmetçi girdi odaya, çünkü sa­ bah işini bitirmişti. Mektup yazmakta olan Samsa ailesinin üç üyesi ilkin gözlerini kaldırmaksızın peki anlamında başlarını salladı; ama sonra, hizmetçinin bir türlü uzaklaşmadığını göre­ rek öfkeyle başlarını kaldırdılar. "Daha ne bekliyorsun?" diye sordu Bay Samsa. Hizmetçi sanki bir felaket haberi verecek­ miş de, bunu ancak inceden inceye sorguya çekildiğinde yap­ mak istiyormuş gibi gülümseyerek kapıda dikiliyordu, evde ça­ lıştığı bütün süre Bay Samsa'nın sinirine dokunup durmuş şap­ kasındaki o nerdeyse dimdik devekuşu tüyü hafifçe dört bir ya­ na sallanıyordu. Hizmetçinin en çok saygı duyduğu Bayan Samsa, "Evet, nedir istediğin bakalım?" diye sordu. "Şey," de­ di hizmetçi; içtenlikle gülümsemesi hemen sözlerine devam et­ mesini engellemişti, "diyeceğim, bitişik odadaki o şeyin nasıl ortadan kaldırılacağını siz hiç merak etmeyin, bu işi hallettim ben." Bayan Samsa ile Grete, işlerine yine koyulmak ister gibi, başlarını yazmakta oldukları mektupların üzerine eğdiler. O anda hizmetçinin olup biteni ayrıntılı biçimde anlatmak istedi­ ğini fark eden Bay Samsa, "Kalsın, kalsın! " der gibi kesin bir edayla elini uzattı. Konuşmasına izin verilmeyişi, bir an önce gitmesi gerektiğini hatırlatmıştı hizmetçiye, besbelli kırgın bir tonla sesini yükselterek, "Eh, cümleten hoşça kalın! " dedi ve biraz hoyrat bir tavırla arkasına dönerek, kapıları sert sert çar­ pıp evden çıktı. "Akşam olsun, yol vereceğim kendisine," dedi Bay Samsa; ama ne kansından, ne de kızından bir cevap alabildi; çünkü hizmetçi yeni kavuştukları huzur havasını bulandırmıştı. Anne ve kız doğrulup pencereye yürüdüler, kollarını birbirlerinin 131 DEÖIŞIM bellerine dolayarak pencere önünde dikildiler. Bay Samsa, ba­ şını döndürüp bir süre onlan izledi. Sonra, "Haydi gelsenize! " diye seslendi. "Bırakın şu geçmiş bayat şeyleri artık! Hem bi­ raz da beni düşünün! " Hemen kadınlar onun sözünü dinleye­ rek Bay Samsa'ya doğru seğirttiler; onu sevip okşadılar ve bir solukta mektuplarını yazıp bitirdiler. Sonra her üçü birden evden çıkıp, aylardır yapmadıktan bir şe­ yi yaparak tramvaya atladılar; kentin önündeki açıklığa geldi­ ler. Kendilerinden başka kimsenin bulunmadığı tramvayı baş­ tan başa güneşin sıcacık ışınlan aydınlatmıştı. Oturduktan ka­ nepelere rahatça yaslandılar ve ilerisi için eldeki olanaklar üze­ rinde konuştular; daha bir yakından bakınca, söz konusu ola­ naklann hiç de azımsanamay·acağını gördüler; çünkü, bu konu­ da birbirlerine bir şey çıtlatmamalanna karşın, her üçünün de işine diyecek yoktu ve özellikle gelecek için pek umut vericiy­ di. Durumlarında en büyük ve en çabuk düzelmeyi sağlayacak davranış, kuşkusuz bir başka eve taşınmalanydı; niyetleri, Gre­ gor'un arayıp bulduğu şimdiki evden daha küçük, daha ucuz, ama konumu daha güzel ve elden geldiğince kullanışlı bir baş­ ka eve çıkmaktı. Böylece söyleşip durdular; bir ara Bay ve Ba­ yan Samsa'nın gözleri, üzerine yavaş yavaş bir canlılık gelmiş kızlarına takıldı; son zamanlar yanaklarını saranp soldurtan tüm mihnet ve eziyetlere karşın, onun serpilip açılarak güzel bir kıza dönüştüğünü hemen aynı anda içlerinden geçirdiler. Biraz susar gibi olup adeta bilinçsiz bakışlarla biri ötekine ba­ karak, kızlan için artık yavaş yavaş şöyle efendiden bir koca arama zamanının geldiğini düşündüler. Gidecekleri yere vanp, kendilerinden önce ayağa kalkan kızlannm gencecik vücuduy­ la karşılarında dikildiğini görünce, bunu yeni düşlerinin ve gü­ zel beklentilerinin onaylanışı saydılar. 132 CEZALILAR KOLONiSi CEZALILAR KOLONİSİ Subay, "Bambaşka bir araç bu," dedi inceleme gezisine çıkmış konuğa ve kendisinin hiç de yabancısı olmaması gereken aygı­ tı neredeyse hayranlıkla baştan aşağı süzdü. Konuk, itaatsizlik ve üste hakaret suçundan ölüme mahkOm edilmiş bir erin ida­ mında hazır bulunması için kumandan tarafından yapılan çağ­ rıya sırf nezaket gereği uymuştu. Öyle anlaşılıyor ki, cezalılar kolonisinde de söz konusu idama karşı ilgi pek büyük değildi. En azından burada, dört bir yanı çıplak yamaçlarla çevrilmiş kumlu vadide subayla konuk dışında mahkOmdan, saçı başı birbirine karışmış alık alık bakan bu yayvan ağızlı adamdan ve ağır bir zinciri elinde tutan erden başka kimse görülmüyordu. Erin tuttuğu zincire mahkOmun el ve ayak bileklerine geçiril­ miş küçük zincirler gelip ulanıyor, bu zincirler de yine kendi aralarında daha başka zincirlerle birbirine bağlanıyordu. Bu yetmiyormuş gibi, mahkQmun halinde öylesine köpeksi bir sa­ dakat ifadesi okunuyordu ki, adeta kendisini salıp yamaçlarda elini kolunu sallayarak dolaşmasına izin vermek hiç sakınca doğurmaz, infaz işine başlanacağı an öttürülecek bir ıslıkla dö­ nüp gelmesi sağlanabilirdi. Konuğun aygıttan anladığı yoktu pek; mah�Omun arkasında neredeyse gözle görülür bir ilgisizlikle aşağı yukan geziniyor, bu arada son hazırlıkları bitirmeye çalışan subay, bazen yere iyice gömülmüş aygıtın altına sürünerek giriyor, bazen de üst­ teki parçalan gözden geçirmek için bir merdiveni tırmanıp ay­ gıtın tepesine çıkıyordu. Gerçekte bunlar bir makiniste yaptı­ rılacak şeylerdi; ama subay söz konusu işi canla başla görüyor, aygıta pek bağlılığından mıdır, yoksa daha başka nedenlerden 133 CEZALILAR KOLON/Si mi, bu işi başka kimseye emanet etmek istemiyordu. " Evet, şimdi tamam! • diye sesini yükseltti sonunda ve merdivenden indi. Alabildiğine bitkin düşmüştü, hayli açılmış ağzıyla solu­ yup duruyordu; zarif iki hanım mendilini arkadan üniforması­ nın yakasının altına sıkıştırmıştı. "Bu üniformalar tropik böl­ geler için ağır olsa gerek, " dedi konuk. Oysa subay, konuğun kendisinden aygıta ilişkin bilgi almasını beklemişti; yağla kir­ lenmiş ellerini orada hazır duran bir gerdelde yıkarken, " Kuş­ kusuz! • diye yanıtladı. " Ancak, bu üniformalar bizim için yurt demektir; yurdu da doğrusu yitirmek istemeyiz. " Ellerini bir beze kurularken aygıtı göstererek, "Hele siz şu aygıta bakın bir! " diye ekledi hemen ardından. " Buraya kadar elle hazırlan­ ması gerekiyordu, ama bundan sonrası otomatiktir. " Konuk, başını sallayarak subayın peşinden yürüdü. Subay, her ihtima­ le karşı kendini temize çıkarmak isteyerek, • Elbette, arızalar başgöstermiyor değil bazen," dedi. " Hani bugün böyle bir şey­ le karşılaşacağımızı sanmıyorum, ama yine de bunların dikka­ te alınması gerekiyor; nihayet on iki saat aralıksız çalışmak zo­ runda makine. Hem kimi arızalar başgösterse de ufak şeyler olacaktır, bir solukta giderilebilir hepsi. " Sonunda, " Oturmaz mısınız?" diye sordu subay ve oracıkta yı­ ğınla duran hasır iskemlelerden birini çekip konuğa uzattı, ko­ nuk da iskemleyi alıp oturdu; bir çukurun kenarında oturuyor­ du, şöyle bir baktı çukura: Pek derin değildi; kazılan toprak bir kenara yığılmış, bir set oluşturmuştu; çukurun öbür kenarında ise aygıt vardı. Subay, "Bilmem kumandan size aygıtla ilgili açıklamalarda bulundu mu? " diye sordu. Konuk, eliyle nasıl yorumlanacağı bilinmeyen bir hareket yaptı. Ama subay için bundan iyisi can sağlığıydı, aygıt üzerine kendisi açıklamalara koyulabilirdi. "Bu aygıt, " diye başladı söze, bir manivela kolu­ na yaslanarak, " bizim eski kumandamn bir buluşudur. Ben da­ ha ilk denemelerinde kendisiyle çalıştım, aygıtın yapımı bitin­ ceye kadar da katıldım çalışmalara. Ancak, icat şerefi tümüyle kumandanındır. Bizim eski kumandandan hiç söz açan oldu 134 CEZALILAR KOLONiSi mu size? Hayır, öyle mi? Eh, bütün bu cezalılar kolonisine onun bir eseri gözüyle bakılabileceğini söylersem, pek aşın bir iddiada bulunmuş sayılmam. Eski kumandanın dostu olan biz­ ler, daha kendisinin ölümünde yerine geçecek kimsenin, kafa­ sında isterse binlerce yeni tasan bulunsun, en azından daha pek çok yıl eski durumda bir değişiklik yapamayacağı kadar koloninin kendi içinde kapalı bir bütün oluşturduğunu biliyor­ duk. Nitekim kehanetimiz doğru çıktı bir bakıma, yeni kuman­ dan eskisinin değerini kabullenmek zorunda kaldı. Yazık, eski kumandanı tanıyamadınız. " Ardından, " Ben de boşboğazlık edip duruyorum, " diye ekledi. " Oysa aygıt işte şuracıkta, önü­ nüzde bulunuyor. Gördüğünüz gibi üç parçadan yapılmış ve zamanla parçalardan her biri için halk arasında isimler oluştu­ rulmuştur. Alttaki yatak diye niteleniyor, ara yerdekinin adı hakkak, şu ortada kalkıp inene de tırmık deniyor. " "Tırmık mı? " diye sordu konuk. Anlatılanları pek dikkatini vererek dinleyememişti; bu gölgesiz vadide güneş bütün gücüyle insa­ nın tepesine çullanıyor, düşüncelerini bir noktada toplamasını güçleştiriyordu. Ancak, bir geçit törenine katılacakmış gibi sır­ tında apoletlerin ağırlaştırdığı ve çeşitli kordonların ordan ora­ ya uzandığı dar bir üniforma, hani hani açıklamalarda bulu­ nan, bir yandan konuşup bir yandan elindeki tornavidayla yer yer bir vida üzerinde çalışan subay, konuğun hayranlığım her şeyden çok kendi üzerine çekmişti. Er de, konuğunki gibi bir ruh durumu içindeydi adeta; her iki bileğine mahkOmun zinci­ rini dolamış, bir eliyle tüfeğine yaslanıyor, başını önüne sarkıt­ mış, hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Konuk, onun bu durumuna şaşmıyordu pek; çünkü subay Fransızca konuşuyor, bu dili de kuşkusuz ne er, ne mahkQm anlıyordu. Subayın açıklamalarını izlemek için mahkOmun yine de harcadığı çaba, bu yüzden da­ ha çok dikkati çekiyordu; mahkQm, bakışlarını uykulu bir ıs­ rarla, subayın her seferinde gösterdiği yere yöneltiyordu. Der­ ken konuk bir soru sorup subayın sözünü kesince, mahkQm da subay gibi gözlerini konuğa çevirdi. 135 CEZALILAR KOLONiSi " Evet, tırmık, " dedi subay, " yerinde bir isim. İğneler, tıpkı tır­ mıkta olduğu gibi dizilmiş çünkü. Sonra parçanın bütünü, yal­ nızca belli bir yerde olsa bile tırmık gibi ve bir tırmıktan daha ustalıklı çalışıyor. Zaten siz kendiniz de birazdan göreceksiniz. MahkQm buraya, bu yatak üzerine yatırılıyor; önce size aygıtı anlatayım da, ardından nasıl çalıştığını öğrenir, aygıtın işleyişi­ ni daha iyi izleyebilirsiniz; hem hakkaktaki bir dişli çok aşın­ mış, aygıt çalışırken fazla gıcırdıyor; birbirimizi anlayamayız o zaman. Maalesef bizim burada yedek parça sağlamak güç. Evet, dediğim gibi, burası yatak; baştan başa pamuktan bir ta­ bakayla kaplanmıştır; yatağın ne işe yaradığını ileride öğrene­ ceksiniz. MahkQm, bu pamuk tabakasının üzerine yüzükoyun yatırılır, tabii çıplak olarak. Burada eller, burada ayaklar, bu­ rada da boyun için kayışlar vardır; kayışlarla kıskıvrak bağla­ nır. Yatağın başucunda, daha önce dediğim gibi mahkQmun yüzükoyun yatırıldığı bu yerde keçeden küçük bir tıkaç bulun­ maktadır; keçe tıkaç güçlük çekilmeden öyle ayarlanabilir ki, doğruca mahkQmun ağzından içeri girer; işlevi de, onun bağı­ rıp dilini ısırmasını önlemektir. Keçe tıkacı kuşkusuz ister iste­ mez ağzına alır mahkQm, yoksa boyun kayışıyla ense kemiği­ nin kırılması işten değildir. " " Demek pamuk bu? " diye sordu konuk öne doğru eğilerek. " Ha, tabii, " diye yanıtladı subay ve gülümsedi. " Kendiniz elleyin, bakın isterseniz. " Ardından, ko­ nuğun elini tutup yatağın üzerine koydu. " Özel bir işlemden geçirildiği için pamuk olduğu kolay anlaşılmıyor. " Sonunda konuk, aygıta karşı biraz ilgi duymaya başlamıştı. Güneşten korumak üzere ellerini gözlerine siper ederek başını kaldır­ mış, aygıta bakıyordu; kocaman bir şeydi aygıt. Yatakla hak­ kak, aynı büyüklükte koyu renk iki sandığa benzetilebilirdi. Hakkak yataktan yaklaşık iki metre yukarıya yerleştirilmiş, her iki parça dört pirinç çubukla köşelerden birbirine bağlan­ mıştı ve çubuklar güneşte çevreye sanki ışınlar saçıyordu. San­ dıklar arasında çelik bir banda tutturulmuş, inip kalkıyordu tırmık. 136 CEZALILAR KOLONiSi Subay, konuğun daha önceki ilgisizliğini pek fark etmemişti, ama şimdi onda aygıta karşı uyanan ilgiyi seziyordu; bu yüzden açıklamalarına ara vererek, aygıtı rahat rahat gözden geçirme­ sine zaman bırakmak istedi. MahkOm da konuğa öykünüyor, ellerini siper edemediğinden çıplak gözlerini kırpıştırıp alttan yukarı bakarak aygıtı süzüyordu. Oturduğu sandalyede bacak bacak üstüne atarak, " Peki, diye­ lim adam yatırıldı, " dedi konuk. " Evet, " diye yanıtladı subay; şapkasını biraz arkaya devirip, elini sıcak yüzünde gezdirdi: " Şimdi söyleyeceklerimi dinleyi­ niz lütfen ! Hem yatağın, hem de hakkakın kendisinde birer ba­ tarya vardır; yataktaki batarya yatağın kendisi, hakkaktaki ise tırmık içindir. MahkOm kayışlarla kıskıvrak bağlanır bağlan­ maz, çalıştırılan yatak hem yatay, hem dikey doğrultuda alabil­ diğine küçük ve hızlı titreşimlerde bulunur. Benzeri aygıtları akıl ve ruh hastalıkları kliniklerinde görmüşsünüzdür; ancak, bizim yatağın devinimleri inceden inceye hesaplanmıştır; çün­ kü bu devinimlerin son derece büyük bir titizlikle tırmığın de­ vinimlerine uydurulması gerekmektedir. Yargının asıl infazı da bu tırmığa bırakılmıştır. " " Peki, nasıl bir yargı bu? " diye sordu konuk. Subay şaşırarak, " Demek bunu da bilmiyorsunuz? " dedi ve dudaklarını ısırdı. " Açıklamalarım biraz dağınık kaçarsa, bağışlayınız lütfen; ha­ ni çok özür dilerim; eskiden bu açıklamaları kumandanın ken­ disi yapardı; ama yeni kumandan, bu şerefli görevi kaldırıp at­ tı üzerinden. Ancak, sizin gibi böyle değerli bir konuğa . . . " Ko­ nuk, söz konusu iltifatı geri çevirircesine iki eliyle bir hareket yaptı, ama subay deyim üzerinde diretti. " Sizin gibi böyle de­ ğerli bir konuğa, bizim buradaki infaz usulü üzerinde bilgi ver­ meyişi, yeni uygulamalardan bir diğeri ki . . . " Ağzından az kal­ sın kötü bir söz çıkacaktı, ama kendini tuttu ve yalnızca, " Doğ­ rusu benim bundan haberim yoktu, " dedi. " Kabahat bende de­ ğil. Hem bizim buradaki infaz çeşitlerini size en iyi açıklayabi137 CEZALILAR KOLONiSi lecek biri varsa, o da kuşkusuz benim; çünkü cebimde- " Sözün burasında eliyle ceketinin içi cebine vurdu, " -eski kumandanın kendi yaptığı şemalar bulunuyor. " " Kumandanın kendi yaptığı şemalar mı? " diye sordu konuk. " Her şeyi bu kadar iyi bilen biri miydi kumandan? Hem asker, hem yargıç, hem makine mühendisi, hem kimyager, hem res­ sam? " Subay, başını sallayıp düşünceli bakışlarını bir noktaya dike­ rek. " Evet, öyleydi, " diye yanıtladı. Sonra, muayeneden geçirir gibi ellerini süzdü; şemalara dokunduracak kadar temiz bul­ madı ellerini, oracıktaki gerdele doğru yürüyerek bir kez daha yıkadı. Cebinden meşin bir cüzdan çıkarıp, " Bizim infaz yön­ temlerimiz öyle sert değildir, " dedi. " Çiğnediği buyruk mahkO­ mun vücuduna tırmıkla yazılır, o kadar. Örneğin, bu mahkO­ mun vücuduna . . . " Sözün burasında eliyle mahkOmu gösterdi. " . . . şöyle yazılacak: Üstlerine saygılı davran! " Konuk, mahkOma şöyle bir göz attı. Subay kendisini gösterdi­ ğinde, mahkOm başını önüne eğmişti ve konuşulanlardan bir şeyler öğrenebilmek için bütün işitme gücünü seferber etmişe benziyordu; ne var ki, birbiri üzerine bastırılmış etli dudakları­ nın devinimlerinden açıkça görüldüğüne göre, hiçbir şey anla­ dığı yoktu. Aslında pek çok şey sormak isteyen konuk, mahkO­ mun bu hali karşısında, " Nasıl bir infaz yönteminin kendisini beklediğini biliyor mu? " diye sordu yalnız. " Hayır, " diye yanıt­ ladı subay ve hemen ardından açıklamalarını sürdürmek iste­ diyse de, konuk sözünü kesti: " Demek nasıl bir infaz yöntemi­ nin kendisini beklediğinden haberi yok?" - "Hayır, " diye yine­ ledi subay, konuktan sorusunu biraz daha açmasını bekler gibi bir an durakladıktan sonra, " Bunu ona bildirmek boşuna zah­ mettir, çünkü nasılsa kendi bedeninde öğrenecek, " diye ekle­ di. Konuk susacak oldu, ama derken mahkOmun gözlerinin üzerine çevrildiğini hissetti; mahkOm, subay tarafından söyle­ nenleri uygun bulup bulmadığını kendisine sorar gibiydi adeta. 138 CEZALILAR KOLONiSi B u nedenle, arkasına yaslanmışken yine öne doğru eğilip, " Ama hüküm giydiğini biliyor sanının? " dedi. " Hayır, " diye yanıtladı subay ve kendisinden bazı ilginç açıklamalar daha bekliyormuş gibi konuğa gülümsedi. " Onu da mı bilmiyor? " diye sordu konuk, elini alnında gezdirerek. "O zaman mahkQm savunmasının sonucunu şu an bilmiyor? " " Savunma fırsatı eli­ ne geçmedi ki, " dedi subay, adeta kendi kendisiyle konuşur­ muş, kendisi için pek doğal olan bu tür şeyleri anlatarak konu­ ğu utandırmak istemezmiş gibi gözlerini yana kaçırdı. " Ama kendini savunma fırsatının verilmesi gerekirdi mahkfima! " de­ di konuk ve oturduğu sandalyeden doğrulup kalktı. Aygıtı açıklama işinde gereğinden çok vakit kaybedebileceğini sezen subay, konuğa doğru yürüyerek koluna girdi; dikkatin böyle açık seçik kendi üzerinde toplandığını fark edip esas du­ ruşa geçen - er de öte yandan zinciri çekmişti - mahkQmu gös­ tererek, "Durum şu, " dedi, " ben buraya, bu cezalılar sömürge­ sine genç yaşıma karşın yargıçlık göreviyle atanmış bulunuyo­ rum. Çünkü ceza işlerinde eski kumandanın da yardımcısıy­ dım; sonra, bu aygıtı herkesten iyi bilirim. Yargılarımı verirken şöyle bir temel ilkeye dayanırım hep: Suç, her zaman hiç kuş­ kuya yer bırakmayacak gibi kesindir. Başka mahkemeler bu il­ keye uymayabilir, çünkü yargıçlar kurulu birden çok üyeden oluşur; kaldı ki, onların da üstünde başka mahkemeler vardır. Oysa bizim burada böyle bir şey söz konusu değildir, en azın­ dan eski kumandamn zamanında böyleydi. Doğrusu yeni ku­ mandan, benim yargılama işime karışmak istemedi değil; an­ cak, şimdiye kadar onu bundan uzakta tutmayı başardım ve ilerde de başaracağım. Siz, bu son davayla ilgili bir açıklama is­ temiştiniz; bu dava da bütün ötekiler gibi basit: Sabahleyin bir yüzbaşı gelip, kendisine emir eri olarak verilen ve evinin kapı­ sının önünde yatan bu adamın görev sırasında uyuduğunu bil­ dirdi. Çünkü emir erinin görevi şöyle: Her saat başı kalkıp yüz­ başının kapısının önünde selam durmak. Güç bir görev değil elbet, üstelik de zorunlu; çünkü erin hem nöbet tutup, hem 139 CEZALILAR KOLONiSi yüzbaşının hizmetine koşabilmesi için uyanık kalması gereki­ yor. Yüzbaşı, bu gece, emir eri görevini yapıyor mu, yapmıyor mu, bir bakayım demiş. Saat ikiyi vurduğunda kapıyı açmış, emir erinin yerde kıvrılmış yattığını görmüş. Hemen kırbacı alıp gelerek yüzüne indirmeye başlamış. Emir eri bu durumda kalkıp af dileyecekken bacaklarından yakalamış yüzbaşıyı, onu sarsıp tartaklayarak, ' At elinden kırbacı, yoksa yerim seni ! ' di­ ye bağırmış. Olay bu işte! Yüzbaşı bir saat önce bana geldi, an­ lattıklarını tutanağa geçirdim ve hemen yargımı verdim. Sonra da emir erini zincire vurdurdum. Bütün iş, pek kolay oldu be­ nim için. Ama ilkin emir erini çağırıp sorgulamadan geçireyim desem, iş karışacaktı. O yalan söyleyecek, ben yalanlarım ya­ kaladıkça o yenilerini uyduracak, böylece sürüp gidecekti. Şimdi ise ele geçirmiş bulunuyorum kendisini ve bir daha koy­ vermeye niyetim yok. Nasıl, her şeyi açıklayabildim mi? Ancak zaman geçiyor, yargının infaz işinin şu anda başlaması gerekir­ di, oysa aygıta ilişkin açıklamalarım da henüz sona ermiş de­ ğil. " Konuğu sandalyesine oturmaya zorlayan subay yeniden aygıta yaklaştı. " Gördüğünüz gibi, tırmık bir insanın vücut bi­ çimine uygun yapılmış, " dedi, " burası belden yukarısı için, bu­ rası da bacaklar için. Baş için yalnızca şu küçük hakkak kalemi bulunuyor. Bilmem anlatabildim mi? " Ardından subay, en kapsamlı açıklamalarda bulunmaya hazır, nazik bir edayla ko­ nuğa doğru eğildi. Konuk, kaşlarını çatmış tırmığa bakıyordu. Yargılama yöntemi konusunda verilen bilgiler kendisini doyurmamıştı. Ama yine de ortada bir cezalılar kolonisinin söz konusu olduğunu, dola­ yısıyla özel birtakım önlemlerin zorunluğunu, işin sonuna ka­ dar askeri kurallar çerçevesinde davranmak gerektiğini kendi kendine itiraf etmeden duramadı. Beri yandan, dar görüşlü su­ bayın kafasına girmeyecek yeni bir yargılama yöntemini yavaş olmakla birlikte uygulama alanına sokmaya niyetlenen, yeni kumandandan bir şeyler bekleyebilirdi. Kafasında böylesi dü­ şüncelerle sordu konuk: "Yargının infazında kumandan da bu- 140 CEZALILAR KOLONiSi lunacak mı? " Bu dolaysız sorudan hiç de hoşlanmayan subay, " Kesin değil, " diye yanıtladı, yüzündeki nazik ifade kaybolarak kaşları çatıldı. "Zaten bizi de elimizi çabuk tutmaya zorlayan başlıca neden bu. Hatta, benim için üzücü bir şey olmasına kar­ şın, açıklamalarımı kısa kesmem gerekiyor. Ama yarın sabah aygıt yine temizlensin - tek kusuru varsa, bu kadar pis oluşu size daha çok bilgi sunabilirim. Şimdilik en zorunlu bilgileri ve­ reyim de. - Üzerine yatırıldığı yatak titreşim durumuna geçiril­ di mi, tırmık mahkQmun vücuduna doğru alçalır. Kendisini otomatik olarak öyle ayarlar ki, adamın vücuduna ancak doku­ nur uçlan; bu ayarlamanın ardından hemen şuradaki çelik ip gerilip çubuk biçimini alır. Ve o zaman başlar oyun. İ şin içinde bulunmayan kimse, dıştan bakınca cezalar arasında bir aynın görmez. Tırmık hepsinde de aynı biçimde çalışıyor gibidir. Tit­ reşerek sivri uçlarını mahkfimun vücuduna batırır; bu arada mahkfimun vücudu da yine yatak tarafından titreşim durumu­ na geçirilir. Yargının infazının herkesçe denetlenebilmesini sağlamak üzere, tırmık camdan yapılmıştır. İ ğneleri cam içine yerleştirmek bazı teknik güçlükler doğurmuşsa da, bir hayli de­ nemenin ardından bu iş başarılmıştır. Anlayacağınız, hiçbir zahmetten kaçmış değiliz. Bu durumda herkes, gereken yazının mahkfimun vücuduna nasıl hak edildiğini camdan izleyebilir. İğneleri görmek için, şöyle biraz yakına buyurmaz mısınız? " Konuk, yavaş yavaş doğruldu; yürüyüp tırmığın üzerine eğildi. " Görüyorsunuz işte," dedi subay, " değişik biçimlerde dizilmiş iki dizi iğne. Bir uzun, onun -yanında bir kısa. Uzunu hak etme işini yapıyor, kısası da bu arada çıkan kanı su püskürterek yı­ kıyor ve yazıyı hep görünür durumda tutmaya çalışıyor. Kanlı su da şuradaki küçük oluklara akıtılıyor, sonunda ana olukta toplanıp çukur içerisine iletiliyor. " Subay, kanlı suyun izleye­ ceği yolu parmağıyla ayrıntılı biçimde gösterdi. Açıklamasına olabildiğince bir somutluk verebilmek için, elini çukura açılan ana oluğun ağzına tuttu. Bunun üzerine konuk başını kaldırdı, sağa sola tutunarak sandalyesine geri dönmek istedi. Birden, 141 CEZALILAR KOLONiSi tırmığı görmek için mahkOmun da subayın çağrısına uymuş ol­ duğunu fark ederek irkildi. MahkQm, zinciri elinde tutan uyku­ lu eri kendisiyle biraz öne doğru çekip cam tırmık üzerine eğil­ mişti. Az önce subayla konuğun gözlemlediği şeyi güvensiz ba­ kışlarla aradığı, ancak biri kendisine açıklamada bulunmadan bunu başaramayacağı görülüyordu. Oraya buraya eğiliyor, gözlerini cam tırmığın bir başından öbür başına gezdirip duru­ yordu. Konuk, mahkQmu cam tırmıktan uzaklaştıracak oldu; çünkü davranışı cezalandırılmasına yol açabilirdi. Ama subay bir eliyle konuğu tutup, öbür eliyle toprak yığınından bir kesek parçası alarak ere fırlattı. Şöyle bir silkinerek başını kaldırdı er, mahkOmun nasıl bir işe yeltenmiş olduğunu gördü, silahını elinden bırakıp topuklarını sımsıkı yere bastırarak onu geriye doğru çekti. MahkOm hemen yıkıldı oracığa; yerde kıvranıp durarak zincirlerini şangırdatırken, er yukarıdan mahkOma baktı. Subay, " Kaldır şunu! " diye bağırdı; çünkü konuğun dik­ katini mahkOmun fazlasıyla kendi üzerine çektiğini fark etmiş­ ti. Hatta konuk, tırmığın üzerinden ileriye doğru abanmış, mahkOma ne yapılacağını görmek istiyordu. Subay, " Ona özenli davran! " diye yeniden bağırdı ere. Aygıtın çevresini do­ lanıp mahkOmu bizzat koltukladı, ikide bir ayaklan kayan mahkQmu erin yardımıyla kaldırarak ayağa dikti. Subay dönüp yanma geldiğinde, " Evet, öğrendim artık her şe­ yi, " dedi konuk. Subay, " Yalnız pek önemli bir şey kaldı," di­ ye yanıtladı; konuğu kolundan tutarak ona aygıtın üst kısmını gösterdi: " Oradaki hakkakta tırmığın devinimini yöneten çark bulunuyor. Bu çark yargıyı içeren şemaya göre düzenlenmiştir. Ben, hala eski kumandanın şemalarını kullanmaktayım. Buy­ run bakın! " Deri bir cüzdandan birkaç yaprak kağıt çıkaran su­ bay, " Ama ne yazık ki, elinize veremeyeceğim bunları, " diye ekledi. " Çünkü sahip olduğum en değerli şeylerdir. Oturun da, size uzaktan göstereyim. O zaman gereği gibi görürsünüz hep­ sini. " Ardından konuğa ilk şemayı gösterdi. Konuk, övücü ba­ zı sözler söylemeyi çok istediyse de, şemada labirenti andıran 142 CEZALILAR KOLON/Si ve birbirleriyle pek çok kez kesişip çaprazlaşan çizgilerden başka şey seçemedi aslında; çizgiler, Uğıdın üzerini o kadar sık aralıklarla dolduruyordu ki, yazılı satırlar arasındaki beyaz boşluklar ancak güçlükle algılanabiliyordu. " Okuyun işte! " de­ di subay. Konuk, " Okuyamıyorum , " diye yanıtladı. " Ama oku­ naklı yazılmış hepsi, " dedi subay. Kaçamak yollu, " Pek ustalık­ lı bir yazı, • diye yanıtladı konuk, " ama ben sökemiyorum. " Su­ bay, gülerek cüzdanı yine cebine yerleştirirken, " İlkokul öğ­ rencilerinin okuyabileceği gibi güzelce yazılmış bir yazı değil, " dedi. " Uzun süreli bir egzersize bakar; siz de sökebilirsiniz o zaman. Elbet, basit bir yazı olmaması gerekiyor; çünkü amaç, mahkOmun hemen değil, ancak ortalama on iki saatlik bir za­ man içinde idam edilmesidir. Altıncı saat, dönüm noktası ola­ rak saptanmıştır. Bu bakımdan, bir sürü süslemenin asıl yazıyı çevrelemesi zorunludur. Asıl yazı, bedeni geniş olmayan bir kemer gibi sarar; vücudun kalan yerleri ise süslemelere ayrıl­ mıştır. Nasıl, tırmığın ve tümüyle aygıtın çalışmasını şimdi da­ ha iyi değerlendirebilecek misiniz? - Bakın! " Subay , sıçrayıp merdivenden çıktı yukarı; bir tekerleği döndürüp aşağıya ses­ lendi: " Dikkat! Kenara çekilin lütfen! " Birden aygıt çalışmaya başladı. Çarkın gıcırdaması olmasa, şahaneydi doğrusu. Subay böyle bir tersliği hiç beklememiş gibi, adeta gözdağı vererek çarka doğru yumruğunu salladı, ardından özür dileyip kolları­ nı uzattı konuğa ve aygıtın çalışmasını aşağıdan izlemek için acele merdivenlerden indi. Aygıtın bir yerinde sadece kendisi­ nin fark ettiği bir aksaklık vardı, yeniden merdiveni tırmanıp iki elini birden hakkakın içine uzattı, bir an önce yukarıdan inebilmek üzere bu kez merdiveni kullanmayıp bir direkten kaydı aşağı ve gürültü ortasında dediğini işittirebilmek için se­ sinin olanca gücüyle konuğun kulağına doğru haykırdı: " Aygı­ tın nasıl çalıştığını anlıyorsunuz sanırım? Tırmık, yazıyı hak et­ meye başlıyor. Sırtta yazının hak edilişi tamamlanınca, pamuk tabakası yuvarlanıp mahkOmun vücudunu ağır ağır yana çevi­ rir, üzerinde çalışacağı yeni alanı tırmığa buyur eder. Bu arada, 143 CEZALILAR KOLONiSi yazının bak edildiği yara bere içindeki yerler pamuk üzerine yatırılır, pamuk özel bir işlemden geçirilmiştir, hemen dindirir kanı ve yazının bu kez daha derine bak edilmesi için gereken hazırlığı görür. Tırmığın kenarındaki bu sivri uçlar, mahkOmun vücudu yeniden döndürülürken yaralı yerlerden pamuğu ala­ rak çukurun içine fırlatır, tırmık da bunun üzerine yeniden ça­ lışmaya başlar. Böylece, on iki saat süreyle yazı giderek daha derinlere hak edilir. İ lk altı saatte mahkOm nerdeyse eskisi gi­ bi sürdürür yaşamını; ancak, şimdi bir fark varsa, acı çekmek­ tedir. On iki saat sonra keçe tıkaç ağzından uzaklaştırılır, çün­ kü mahkOmda bağıracak güç kalmaz artık. MahkOmun başu­ cunda durup elektrikle kızdırılan bu çanağa sıcak pirinç lapası konur, mahkOm cam istedikçe diliyle alabildiği kadar alır bu lapadan. Hiçbir mahkOm çıkmaz ki, bu fırsatı kaçırsın. Ben kendim bunca deneyim edindim, böyle birine rastlamadım şimdiye kadar. Ancak altıncı saatte mahkOm, yemek yeme is­ teğini yitirir. Ben, o zaman genellikle buraya diz çöküp duru­ mu izlerim. Son lokmasını seyrek yutar mahkOm, lokmayı da­ ha çok ağzında evirip çevirir, sonunda çukura tükürüp atar. O anda başımı eğerim hemen, yoksa lokma gelip yüzüme çarpar. Altıncı saatte de mahkOm bir sessizleşir ki! İçlerinde en salağı­ nın bile kafası çalışmaya başlar. B u, gözlerin çevresinde kendi­ ni açığa vurur ilkin, oradan dört bir yana dağılır. Hani öylesine ayartıcı bir manzaradır ki, insanın tırmık altına mahkOmun ya­ nı başına yatası gelir, çünkü bundan sonra yapılacak bir şey kalmamıştır; sadece mahkOm yazıyı sökmeye uğraşır. Öte yan­ dan, bir sese kulak verir gibi dudaklarını sivriltir. Siz de gördü­ nüz, yazıyı gözle sökebilmek kolay değil; ancak, bizim mah­ kOm onu yara bereleriyle yapar. Ne var ki, çok çabaya bakar bu; yazıyı tümüyle sökene kadar altı saat geçer aradan. Sonra da tırmık, mahkOmu olduğu gibi iğnelerine geçirir ve kaldırdı­ ğı gibi çukura atar. Kanlı sularla pamuklar üzerine pattadan düşer mahkOm. Böylece yargının infazı sona erer ve biz de, ya­ ni erle ben, mahkumu şöylece gömer geçeriz. " 144 CEZALILAR KOLONiSi Konuk, başını eğip kulağını subaya vermiş, elleri pantolonu­ nun ceplerinde, aygıtın işleyişine bakıyordu. MahkQm da aynı şeyi yapıyordu, ama bir şey anlamaksızın; biraz öne eğilmiş, tit­ reşen iğnelerin devinimini izlerken, subayın işareti üzerine er, bir bıçakla gömleğini ve pantolonunu arkadan kesti, pantolon­ la gömlek mahkQmun üzerinden kayıp yere düştü. MahkOm, açıkta kalan önünü kapamak için giysilerine uzattı elini, ama er mahkumu tutup kaldırdı, onu silkip sallayarak üzerindeki son kalıntıları da indirdi aşağı. Birden subay, aygıtı durdurdu; başgösteren sessizlikte mahkQm tırmık altına yatırıldı. Zincir­ ler çözülüp kayışlar bağlandı. MahkOm, ilk anda bundan bir ra­ hatlık duyar gibi görünüyordu. Derken tırmık biraz aşağı indi, çünkü sıska bir adamdı mahkum; tırmığın uçlan cildine doku­ nur dokunmaz, vücuduna bir ürperti yayıldı. Er sağ eli üzerin­ de çalışırken o sol elini uzattı; ancak nereye uzattığından ha­ bersizdi, ama konuktan yana bir uzatıştı bu. Subay göz ucuyla konuğu aralıksız süzüyor, hiç değilse şöylece açıkladığı idam yönteminin üzerindeki etkisini adeta yüzünden okumaya çalışıyordu. · Ansızın koptu bilek kayışı; herhalde er kayışı fazla sıkmıştı; su­ bayı yardıma çağırarak kopan parçayı gösterdi. Subay karşıya geçip erin yanma geldi ve yüzü konuğa dönük, " Aygıt pek çok parçadan oluşuyor, yer yer bir şey kopup kırılacak elbet, de­ di. Ancak, aygıt üzerinde genel bir yargıya varırken, bunlara aldırmamak gerekir. Hem kayışın yerini tutabilecek bir başka şey sağlanabilir hemen; örneğin, ben şimdi bir zincir kullanaca­ ğım, titreşimdeki hassaslığı sağ kol için kuşkusuz biraz sınırlan­ dıracak bu. Subay, bir zincirle mahkumun kolunu bağlarken ekledi: Aygıtın işler durumda tutulması için gerekli maddi olanaklar, şu sıra pek kısılmış durumda. Eski kumandan zama­ nında bunun için bir ödenek ayrılmıştı, istediğim zaman ona başvurabiliyordum. Öte yandan, burada her türlü yedek parça­ nın saklandığı bir depo vardı. İtiraf edeyim ki, bu olanakları nerdeyse müsrifçe kullandım; ancak daha önceleri yaptım bu11 11 11 11 145 CEZALILAR KOLONiSi nu, yoksa eski kurumlarla savaşıp onları yıkmak için her şey­ den bir bahane gibi yararlanan yeni kumandanın ileri sürdüğü gibi şimdi değil. Aygıt için ayrılan ödenek bundan böyle onun elinin altında; örneğin, birini yollayıp yeni bir kayış rica etsem, yeni kumandan delil olarak kopmuş kayışı görmek istiyor; ye­ ni kayış ise ancak on günde sağlanıyor, kalitesi bozuk bir şey oluyor üstelik, bir işe yaramıyor. Arada geçecek zamanda ay­ gıtı nasıl çalıştıracağımı ise, kimsenin sorup ettiği yok. " Konuk, şöyle düşündü: Başkalarının işine kesin bir müdahale­ de bulunmak, sakıncalıydı her vakit. Ne bu cezalılar kolonisi­ nin, ne onun bağlı bulunduğu devletin bir vatandaşıydı. İdam yöntemini uygun görmediğini söylese, hele bunu önlemeye kalksa, " Sen bir yabancısın, sana susmak düşer! " diyebilirlerdi. Buna da yanıt veremez, böyle bir müdahaleye neden kalkıştı­ ğına kendisinin de akıl erdiremediğini, çünkü gezisinin amacı­ nın yargılama yöntemlerini değiştirmek değil, yalnızca bunları incelemek olduğunu açıklamaktan başka şey yapamazdı. Gel gelelim, şu an kendisini söz konusu davranışa enikonu ayartan bir durum vardı ortada. Yargılamadaki adaletsizlikle infazdaki barbarlık, kuşku götürecek gibi değildi. Kimse bu işte konuğun bir çıkar güttüğü sanısına kapılamazdı, çünkü mahkOm ona ya­ bancıydı, hemşerisi falan değildi; ayrıca, insanda hiç de acıma duygusu uyandıracak bir hali yoktu. Konukta ise yüksek ma­ kamlardan alınmış tavsiye mektupları vardı, burada büyük bir nezaketle karşılanmıştı; hatta infaz olayına davet edilmesi, bu­ radaki mahkeme üzerinde kendisinden adeta bir yargı beklen­ diğini gösteriyordu. Şimdi pek açık seçik işittiği gibi, kumanda­ nın böyle bir yöntemin karşısında yer alması ve subaya karşı adeta düşmanca davranması, bunu daha da olası bir duruma sokuyordu. Ansızın konuk, subayın hırsla bağırdığını işitti; subay, keçe parçasını hayli zahmetle mahkOmun ağzına tam tıkmıştı ki, mahkOm karşı duramadığı bir bulantı hissiyle gözlerini yum146 CEZALILAR KOLONiSi muş, ardından da kusmuştu. Subay, ağzındaki tıkacı çarçabuk çıkarıp mahkOmun başını kaldırarak çukurdan yana döndür­ mek istemişse de geç kalmış, kusmuk aygıttan aşağı sızmaya başlamıştı. " Hep kabahat kumandanda, " diye bağırdı subay ve kendinden geçerek önündeki pirinç çubuklan sarsmaya başla­ dı. "Tıpkı bir ahır gibi pisleniyor aygıt! " Ardından, titreyen el­ leriyle olup biteni konuğa gösterdi: " Saatlerce dil döktüm, in­ fazdan önce mahkOma yiyecek verilmemesi gerektiğini açıkla­ maya çalıştım. Gel gelelim, kumandamn yeni yumuşak düze­ ninde başka görüşler savunuluyor; mahkOm infaza götürülme­ den, kumandanın çevresindeki hanımefendiler onu tatlılarla tı­ ka basa doyuruyorlar. Ömür boyu leş gibi balıklarla beslenen bir adam, nasıl şimdi kalkıp tatlı şeyler yiyebilir. Evet, olmaz değil, üç aydır alınması için yalvarıp durduğum yeni keçe tıkaç sağlansın, bir şey söylemezdim. Yüzü aşkın mahkOmun son an­ larında soğurup ısırdığı bu keçe parçasını insan nasıl ağzına alabilir. " MahkOm başını yere yatırmıştı, sessiz sakin bir hali .vardı. Er, mahkOmun gömleğiyle aygıtı temizlemeye uğraşıyordu. Subay, konuğa doğru yürüdü; konuk, içindeki bir sezgiye uyarak bir adım geriledi; ama subay, konuğu elinden yakalayarak bir ke­ nara çekti. " Sizinle mahrem birkaç şey konuşmak istiyorum, " dedi. " İzin verirsiniz herhalde? " - " Elbette ! " diye yanıtladı ko­ nuk ve gözlerini yere indirerek subayı dinlemeye koyuldu. " B u tür bir yargılamayı ve sizin şu an hayranlıkla izleme fırsa­ tı bulduğunuz idam yöntemini artık bizim burada açıkça tutan kalmadı. Bunun tek savunuculuğunu yapan, aynı zamanda es­ ki kumandanın verasetine sahip çıkan tek kişi benim. Artık yöntemin daha çok geliştirilmesi diye bir şey düşünemem, tüm gücümü var olanı ayakta tutmaya harcamak zorundayım. Eski kumandan hayattayken burası bu tür bir infaz yönteminin ta­ raftarlarıyla doluydu; eski kumandanın ikna yeteneği biraz bende de var, ama ondaki güce gelince, asla! Dolayısıyla, bu 147 CEZALILAR KOLONiSi yöntemin taraftarları sinmiş, kendi köşelerine çekilmiş durum­ dalar. Bir hayli taraftar var henüz, ama kimse taraftarlığını açıklayamıyor. Bugün, yani böyle bir infaz gününde çayevine kadar uzanıp sağa sola kulak kabartırsanız, belki bütün işitece­ ğiniz, iki anlama çekilebilecek kaypak sözler olacaktır. Onları söyleyeceklerin hepsi taraftarlar arasındadır; ama başta şimdi­ ki kumandan varken, ortada şimdiki görüşler egemenliğini sür­ dürürken, bana bir yaran olmuyor bunun. Ve size soruyorum: Böyle bir kumandan ve çevresinde onu etkisi altında tutan ha­ nımlar yüzünden ömür boyu üzerinde çalışılmış böylesine bir eser . . . " Sözün burasında aygıtı gösterdi subay, " -yıkılıp gitsin mi? Ses çıkarılmasın mı buna? Sadece bir yabancı olarak topu topu birkaç gün için bizim adada bulunsa bile, doğru mu böy­ le davranması insanın? Ne var ki, asla vakit kaybetmeye de gelmez. Benim yargılama yetkimi elimden almaya yönelik ki­ mi çalışmalar yapılıyor kumandanlıkta, benim çağrılmadığım toplantılar düzenleniyor; hatta sizin bugünkü ziyaretiniz, orta­ daki durum için bana anlamlı görünüyor; korkak kimseler, kendileri gelmeyerek sizin gibi yabancı birini buraya yolluyor­ lar. Oysa eskiden ne kadar başkaydı infaz işi. İdamdan daha bir gün önce bütün vadi insanla dolup taşar, herkes olayı gör­ mek için koşar gelirdi; sabah erkenden de yanında hanımlarıy­ la kumandan görünürdü; fanfarlar bütün karargahı uyandırır, ben verdiğim tekmille her şeyin hazırlandığını kumandana bil­ . dirirdim. Halk - bütün yüksek rütbeli memurlar infazda hazır bulunmak zorundaydı - aygıtın çevresine dizilirdi; şu gördüğü­ nüz bir yığın hasır sandalye, o günlerden zavallı bir kalıntıdır yalnız. Aygıt, yeni temizlenmiş, ışıl ışıl parıldardı, her infaz için yedek parçalar alırdım. Yüzlerce göz önünde - şu tepelere ka­ dar geniş bir alanı dolduran insanlar, parmaklarının uçlarına basıp dikilerek infaz olayını izlerdi - mahkOm bizzat kumandan tarafından tırmık altına yatırılırdı. Şimdi sıradan bir erin yaptı­ ğı iş, o zamanlar benim, yani mahkeme başkanının göreviydi ve· bundan da onur duyardım. Derken infaz işi başlardı. Hiçbir 148 CEZALILAR KOLONiSi falsolu ses, aygıtın çalışmasına gölge düşüremezdi. Bazıları bundan böyle olayı izlemeyi bırakır, gözlerini yumarak kumla­ ra uzanırdı. Hepsi bilirdi ki, işte şimdi adalet yerini bulacaktır. Sessizlikte yalnızca mahkQmun keçe tıkaç tarafından hafifleti­ len iniltileri işitilirdi. Artık böyle bir aygıtla mahkQmdan inilti­ ler koparılacak gibi değil, keçe tıkaçla boğulup gidiyor hepsi. Bir zamanlar, mahkQmun vücuduna yazıyı hak eden iğneler­ den, bugün kullanılmasına izin verilmeyen yakıcı bir sıvı dam­ lardı. Sonunda gelip çatardı altıncı saat. Olayı yakından izle­ mek isteyen herkesin isteği yerine getirilemezdi. Keskin görüş­ lü kumandan, en başta çocukların dikkate alınmasını buyur­ muştu. Ancak ben, işim dolayısıyla her infazda hazır bulunabi­ liyor, çokluk sağunda bir, solumda bir olmak üzere kollarımda iki yavrucak, oracığa çömüp oturuyordum. Nasıl da acılar için­ de kıvranan mahkQmun yüzünden bir parıltı bizim yüzümüze yansır, nasıl da yanaklarımızı en sonunda kavuştuğumuz ve o sıra yine yavaş yavaş sönmek üzere bulunan adalet ateşine tu­ tardık! Ne günlerdi onlar dostum! " Karşısındakinin kimliğini anlaşılan unutmuştu subay; konuğu kucaklamış, başinı omzuna yaslamıştı. Konuk, büyük bir şaşkınlık içindeydi; subayın üze­ rinden, sabırsızlıkla ötelere bakıyordu. Aygıtı temizleme işini bitiren subay, bir kutudan çanağın içine biraz pirinç lapası dök­ tü. O anda iyice dinlenmiş görünen mahkQm bunu fark eder fark etmez, dilini lapaya doğru uzatmaya çalıştı. Er, ikide bir iterek mahkQmu lapadan uzaklaştırmaya uğraşıyordu; çünkü lapa, daha sonraki bir zaman düşünülerek ortaya konmuştu. Ancak, erin de kirli ellerini çanağa daldırıp, aç gözlü mahkQ­ mun önünde lapadan yemesi yakışıksız bir davranıştı. Subay, hemen yine toparlamıştı kendini, " Hani sizi duygulan­ dırmak değildi niyetim, " diye söze başladı. " Biliyorum, bu geç­ miş zamanlar bir başkasına anlatılmaz artık. Sonra, aygıt henüz çalışıyor ve hiçbir şeyi umursamadan çalışmasını sürdürüyor. Bu vadide mahkOmun cesedi de, her zamanki gibi havada akıl almaz yumuşak bir uçuşun ardından çukuru boyluyor. Gerçi 149 CEZALILAR KOLONiSi eskisi gibi yüzlerce sinek çukurun çevresinde dolanmıyor şim­ di, ama olsun. Eskiden çukurun çevresine sağlam bir korkuluk yerleştirmek zorunda kalmıştık; korkuluk, çoktan sökülüp bir kenara atıldı! " Konuk, yüzünü subaydan kaçırmak isteyip boş bakışlarla çev­ resine bakındı. Issız vadiyi seyrettiği kanısına kapılan subay, konuğun ellerini tuttu, çevresinde şöyle bir dönerek onunla göz göze gelmek istedi: " Şu rezaleti görüyorsunuz, değil mi? " Konuk sesini çıkarmadı. Subay, bir an kendi haline bıraktı ko­ nuğu; bacaklarını açarak, elleri kalçalarında, sesini çıkarama­ yıp gözlerini yere indirdi. Sonra cesaret verici bir edayla gü­ lümseyerek, " Dün kumandan sizi davet ederken, ben yakını­ nızdaydım, " dedi, "onun bu davetini işittim. Kumandanı tanı­ rım, davetten güttüğü amacı anladım hemen. Bana karşı hare­ kete geçebilecek kadar güçlülüğüne karşın, henüz böyle bir şeye kalkışamıyor, ama beni sizin gibi batın sayılır bir yaban­ cının yargısıyla karşı karşıya bırakmak istiyor. İnce hesaplar­ dan koyuluyor yola; çünkü adaya gelişinizin henüz bu ikinci günü; eski kumandanın nasıl biri olduğunu ve düşüncelerini tanımadınız; bir Avrupalıya özgü görüş ve kanılar doğrultu­ sunda davranıyorsunuz henüz; belki de genellikle idam ceza­ sının, özellikle böyle bir yargılama ve infaz yönteminin koyu bir aleyhtarısınız. Üstelik idam işinin, halkın katılımı olmaksı­ zın, kasvetli bir hava içinde, artık biraz yıpranıp aşınmış bir aygıtla yapıldığını görüyorsunuz; bu durumda - hani kuman­ danın düşüncesi böyle - benim yargılama yöntemimi doğru bulmamanız pekala mümkün, değil mi? Bunu da doğru bul­ madınız mı - hala kumandanın açısından konuşuyorum - sus­ mayıp açığa vuracaksınız, çünkü bir sürü sınamadan sonra sağlamlığı anlaşılmış görüşlerinize kuşkusuz güven duymakta­ sınız. Gerçi çeşitli ulusların pek çok değişik özelliğini gördü­ nüz ve bunları saygıyla karşılamasını öğrendiniz. Dolayısıyla, yurdunuzda belki yapacağınız gibi, var gücünüzle böyle bir in­ faz yöntemine karşı cephe almayabilirsiniz. Ama bunun ku150 CEZALILAR KOLONiSi mandana da doğrusu hiç gereği yoktur. Şöylece söylenivermiş dikkatsizce bir söz yeter kendisi için. Sadece isteğine cevap verir görünsün b\J söz, tamam; sizin görüşünüze hiç de uygun düşmüyormuş, bakmaz ona. Bütün kurnazlığını kullanarak ağzınızı arayacağına kuşkum yok. Yanındaki hanımlar da et­ rafınızı saracak, konuşmanıza kulak kabartacaklardır. Örne­ ğin, siz diyeceksiniz ki: 'Bizde sanık, hüküm giymeden önce sorgulanır' ya da: 'Bizde idam cezalarından başka cezalar da vardır' veya: 'Bizde işkence ortaçağda yapılırdı yalnız.' Bunla­ rın hepsi de size doğal göründükleri kadar doğru şeylerdir, be­ nim yargılama yöntemime gölge düşürmeyen masum açıkla­ malardır tümü. Gel gelelim kumandan bu sözlere nasıl baka­ caktır? Kumandan beyin hemen oturduğu sandalyeyi bir ke­ nara itip balkona seğirteceğini, çevresindeki hanımların da onun peşinden koşturacaklarını görür, kumandanın sesini işi­ tir gibi oluyorum adeta. Hanımlar, onun bu sesine gök gürle­ mesi adını takmıştır. Evet, şöyle söze başlıyor kumandan: 'Ba­ tı dünyasının, yeryüzündeki ülkelerin yargılama yöntemlerini incelemekle görevlendirilmiş büyük bir araştırmacısı, bizim eski gelenek ve göreneklere dayanan yargılama yönteminin barbarca nitelik taşıdığını az önce dile getirdiler. Böyle ileri gelen bir kişinin vardığı sonuçtan sonra, söz konusu yargılama yönteminin uygulanmasına daha çok göz yummam düşünüle­ mez. Demek istiyorum ki, bugünden tezi yok . . . vb. ' Bunun üzerine, siz hemen oradan söze karışmak istiyorsunuz; çünkü onun açıkladığı şeyleri söylemiş değilsiniz, benim yargılama yöntemini barbarca göstermediniz asla; tersine, bu konudaki kapsamlı bilginiz nedeniyle, buna en insancıl ve insan onuru­ na en yaraşır bir yöntem diye bakıyorsunuz. Ayrıca, bu aygıta hayranlık duymaktasınız. Gel gelelim, iş işten geçmiştir artık, hanımlarla dolup taşan balkona asla çıkamıyorsunuz; dikkati çekmek istiyorsunuz üzerinize, bağırmak istiyorsunuz, ama bir hanım eli ağzınızı kapıyor; dolayısıyla, hem benim, hem es­ ki kumandanın eseri yıkılıp gidiyor. " 151 CEZALILAR KOLON/Si Konuk gülümseyecekti, kendini tuttu. Güç sandığı ödev, de­ mek bu kadar kolaydı. Kaçamak bir ifade kullanarak, " Benim nüfuzumu gözünüzde fazla büyütüyorsunuz, " dedi. " Kuman­ dan, benim tavsiye mektubumu okudu; yargılama yöntemle­ rinden anlamadığımı biliyor. Ben, bu konudaki görüşümü açı­ ğa vurdum diyelim; işin dışındaki bir özel kişinin görüşü olur, rastgele bir kişinin görüşünden daha çok önem taşımaz; yanıl­ mıyorsam cezalılar kolonisinde hayli geniş yetkilerle donatıl­ mış kumandanın görüşünden çok daha önemsiz nitelik taşıya­ cağı kuşku götürmez böyle bir görüşün. Sizin sandığınız gibi, kumandanın yargılama yöntemlerine ilişkin görüşü bu kadar kesinse, korkarım o zaman burada uygulanan yöntemin sonu gelmiş demektir, bu bakımdan benim herhangi bir yardımım gerekmez. " Nihayet söylenenleri anlamış mıydı subay? Hayır, hala anla­ mamıştı. Hızlı hızlı başını salladı, sonra mahkumla ere şöyle bir göz attı; mahkumla er, ansızın irkilip pirinç lapasından geriye çekildi. Derken subay iyice sokuldu konuğa; konuğun yüzüne değil de, ceketinin belli bir yerine bakarak öncekinden daha alçak bir sesle, " Siz kumandanı tanımıyorsunuz," dedi. " Gerek onun, gerek bizim karşımızda - kullanacağım deyimi bağışlayın lütfen - adeta önyargılardan uzak biri durumundasınız; sizin et­ kinizin önemi, inanın bana, ne kadar büyük görülse azdır. Yar­ gının infazında yalnızca sizin hazır bulunacağınızı işitmekten doğrusu mutluluk duymuştum. Kumandanın bu yoldaki direk­ tifi, aslında benim aleyhimde alınmış bir karardı, ama işte ben lehime çeviriyorum bunu. İ nfazda büyücek bir kalabalığın var­ lığı durumunda önlenemeyecek yalan yanlış fısıltılar ve kü­ çümser bakışlarla dikkatiniz dağılmadan açıklamalarımı dinle­ diniz, aygıtı gördünüz ve şimdi de infaz olayını izlemek üzere­ siniz. Elbet yargınızı verdiniz artık; bu konuda henüz sizi du­ raksatan ufak tefek noktalar kalmışsa, infaz olayını görmeniz bunları da giderecektir. Şimdi sizden ricam şu: Kumandana karşı bana yardımcı olunuz! " 152 ..CEZALILAR KOLONiSi Subayın daha fazla konuşmasına fırsat vermeyen konuk, " Bu­ nu nasıl yapabilirim ki! " diye sesini yükseltti. " Düpedüz olma­ yacak bir şey; size bir zararım dokunmayacağı gibi, bir yararım da dokunamaz. " " Hiç de yapamayacağınız şey değil! " diye yanıtladı subay. Ko­ nuk, subayın ellerini yumruk yaptığını görünce, biraz endişele­ nir gibi oldu. " Hiç de yapamayacağınız şey değil , " diye yinele­ di subay, daha bir direterek. " Bu konuda bir plan düşünüyo­ rum, başarıya ulaşmaması için neden yok. Siz, nüfuzunuzun bu işe elvermeyeceğini sanıyorsunuz ama, ben elvereceğini biliyo­ rum. Diyelim ki haklısınız; ancak, şimdiki infaz yöntemini ya­ şatabilmek için belki yetersiz kalacak çarelerin bile denenmesi gerekmez mi? Evet, şimdi benim planı dinleyin! Gerçekleşme­ si, her şeyden önce bugün infaz yöntemine ilişkin düşüncenizi açığa vurmakta elden geldiğince çekimser davranmanıza bakı­ yor. Doğrudan size bir soru sorulmadıkça, bu konudaki görü­ şünüzü asla açığa vurmayın; soru sorulduğu zaman da kesinlik­ ten uzak ve kısa olsun yanıtınız; bu konuda kolay kolay bir fi­ kir öne süremeyeceğiniz, içerlemiş bulunduğunuz, açıkça ko­ nuşmanız gerekirse, aslında sizin için yapılacak tek şeyin lanet­ ler savurmak olduğu anlaşılsın. Yalan söyleyin demiyorum, as­ la! Sadece kısa yanıtlar verin; örneğin: 'Evet, infazı gördüm' ya da: 'Evet, gerekli bütün açıklamalar yapıldı, hepsini dinledim' deyin, tamam. Nihayet, halinizden anlayacakları kızıp içerle­ meniz için yeterince neden vardır ortada. Elbet kumandan bu­ nu düpedüz yanlış anlayacak ve kendi amacına uygun biçimde yorumlayacaktır. Planım da buna dayanıyor işte. Yarın ku­ mandanlıkta bütün yüksek görevlilerin katılacağı büyük bir toplantı yapılıyor. Kuşkusuz, kumandan bu çeşit toplantıları bir gösteriye dönüştürmenin üstesinden gelmiştir hep. Bu amaçla, her vakit seyircilerle dolup taşan bir galeri yapılmıştır. Toplantıya ben de katılmak zorundayım; ne var ki, bunu düşü­ nünce tiksintiyle sarsılıyor vücudum. Toplantıya sizin de çağrı­ lacağınız kesin; bugün toplantıda benim plana uygun davranır- 153 CEZALILAR KOLONiSi sanız, davet çok önemli bir ricaya dönüşecektir. Ama açıklan­ mayan bir nedenle toplantıya davet edilmezseniz, elbet o za­ man sizin davet edilmek istediğinizi açıklamamız gerekecektir; bunu yaparsanız, davet edileceğinize kuşku yok. Diyeceğim, yarın hanımlarla kumandanın locasında oturacaksınız. Ku­ mandan, ikide bir gözlerini kaldırarak sizin orada bulunduğu­ nuzdan emin olmak isteyecektir. Gündemdeki ilgisiz, gülünç, yalnızca salondaki seyirciler düşünülerek saptanmış konuların - ki çokluk limandaki inşaat konusudur, limandaki inşaat ko­ nusu hep - görüşülmesinden sonra, infaz yöntemi de ele alına­ caktır. Kumandanın kendisi böyle bir şeye yanaşmaz ya da bu yeterince çabuk gerçekleşmezse, o zaman siz işi bana bırakın. Ben, ayağa kalkıp bugünkü infazla ilgili raporumu sunanın. Pek kısa hani, yalnızca rapor. Böyle bir rapor sunmak, bu gibi toplantılarda adet değildir ama, olsun, yapacağım ben. Ku­ mandan, her vakitki gibi nazik gülümseyerek bana teşekkür edecek ve kendini tutamayıp eline geçmiş böyle bir fırsatı ka­ çırmak istemeyecektir. 'Az önce' - işte bu ve buna benzer söz­ lerle başlayacaktır konuşmasına - ' infaz raporu su.n uldu. Ben, rapora yalnız şu kadarını eklemek isterim ki, özellikle bu infaz­ da, kolonimize sonsuz şeref veren ziyareti konusunda hepini­ zin bilgi sahibi olduğu büyük bir araştırmacı da hazır bulun­ muştur. Aynca, bugünkü toplantımızın önemi, onun şimdi ara­ mızdaki varlığıyla bir kat daha artmıştır. Böyle bir durumda, söz konusu büyük araştırmacıya bizim geleneksel yargılama yöntemi ve onu izleyen infaz işlemi üzerinde ne düşündüğünü sormak yerinde bir davranış sayılmaz mı? ' Tabii dört bir yan­ dan alkış sesleri yükselecek, ben başta olmak üzere herkes önerinin lehinde sözler söyleyecektir. Bunun üzerine, kuman­ dan, sizin önünüzde eğilerek konuşmasını sürdürecek ve diye­ cektir ki: 'Madem öyle, ben de buradaki bütün topluluk adına kendisine ilgili soruyu yöneltiyorum.' İşte o zaman kalkıp kor­ kuluğa doğru yürür, ellerinizi herkesin görebileceği gibi korku­ luk üzerine korsunuz; yoksa hanımlar ellerinizi tutup parmak154 CEZALILAR KOLON/Si larınızla oynarlar. Ve sonunda başlarsınız konuşmaya. Bil­ mem, bu an gelip çatana kadar duyacağım heyecana nasıl kat­ lanacağım. Konuşmanızda sınır falan tanımayın, gerçeğin sesi­ ni duyurun bir güzel, korkuluğun üzerine abanın, gümbür gümbür öten bir sesle kumandana doğru haykırın, evet haykı­ rın görüşünüzü! Ama belki istemezsiniz bunu, böyle davran­ mak karakterinize uygun düşmez, belki yurdunuzda böylesi durumlar söz konusu oldu mu, başka türlü davranılır, bu da doğru bir şey, bu da yeter tamamen, o vakit hiç ayağa kalkmaz­ sınız, sadece birkaç laf edersiniz oturduğunuz yerden, fısıldar gibi konuşursunuz; öyle ki, ancak altınızda oturan memurlar si­ zi işitebilsin, bu kadarı da elverir; infaza katılanların azlığın­ dan, gacur gucur dönen çarktan, kopuk kayıştan, iğrenç keçe tıkaçtan söz açmak zorunda bile değilsiniz asla, hayır değilsi­ niz; çünkü bundan ötesini ben üzerime alacağım ve inanın, ya­ pacağım konuşma kumandanı salondan kaçırmazsa, kesinlikle dize getirip kendisini itirafa zorlayacaktır: 'Eski kumandan, se­ nin önünde eğiliyorum.' İşte benim plan; gerçekleşmesine yar­ dım etmek istemez misiniz? Elbette istersiniz, hatta istemek zorundasınız. " Sözün burasında, subay iki kolundan yakal �dı konuğu ve güçlükle soluyarak yüzüne baktı. Son cümleleri o kadar yüksek sesle söylemişti ki, er ile mahkOm da dikkat ke­ sildiler; bir şey anlamamalarına karşın, yemeği bırakıp ağızla­ rındaki lokmayı çiğneyerek konuğa baktılar. Konuğun vereceği yanıt, daha baştan kesinlikle belliydi, bu ko­ nuda bir bocalamanın sözü edilemeyeceği kadar görüp geçir­ miş biriydi konuk; özü sözü doğru bir adamdı ve kimseden kor­ kusu yoktu. Yine de eri ve mahkOmu görüp bir an duraksadı. Ama sonunda vermesi gereken yanıtı verdi: " Hayır! " Subay, birçok kez gözlerini kırpıştırdı; ancak, konuktan ayırmadı ba­ kışlarını. " Bir açıklama ister miydiniz? " diye sordu konuk. Su­ bay, evet anlamında suskun, başını salladı. " Ben, yargılama yönteminizin karşısındayım," dedi konuk. " Siz, daha bana gü­ venip bu işi açmadan önce - bu güveninizi de asla kötüye kul- 155 CEZA LILAR KOLONiSi lanacak değilim - böyle bir yönteme karşı çıkmamın haklılığı, bu karşı çıkışımın alabildiğine küçük de olsa bir başarı sağlayıp sağlayamayacağı üzerinde düşündüm. Bu konuda ilkin kime başvurmam gerektiği açıktı: Kumandana başvuracaktım elbet. Sizse bunu daha da açıklığa kavuşturdunuz, ancak kararımı pe­ kiştirerek değil; çünkü içtenlikli görüşünüz, her ne kadar dü­ şüncemden caydırmadıysa da, duygulandırdı beni. " Subay sesini çıkarmadı, aygıtın başına dönüp pirinç çubuklar­ dan birini tuttu; sonra biraz geriye kaykılıp gözlerini kaldıra­ rak, her şeyin yerli yerinde olup olmadığını anlamak ister gibi hakkaka baktı. Erle mahkfim, birbirleriyle ahbap olmuşa ben­ ziyordu; kayışlarla bağlı durumdaki mahkfim, ere bir işarette bulundu, er de mahkfima doğru eğildi; mahkfim erin kulağına bir şeyler fısıldadı; er de, peki anlamında başını salladı. Konuk, subayın ardından giderek, " Ne yapacağımı henüz bil­ miyorsunuz," dedi. " Yargılama yöntemiyle ilgili görüşümü ku­ mandana bildireceğim, ama bir toplantıda değil, onunla baş başa konuşarak. Hem burada pek uzun zaman kalacak deği­ lim; dolayısıyla, bir toplantıya çağrılmam olanaksız; hemen ya­ rın sabah ayrılacağım buradan, en azından gemime dönmüş olacağım. " Subay, konuğun sözlerini dinlememişe benziyordu: " İ nfaz yönteminin doğruluğuna demek inanmadınız," dedi kendi kendine ve gülümsedi, bir çocuğun saçmalığına gülümseyen ve bu gülümsemenin ardında kendi gerçek düşüncesini gizleyen yaşlı bir adamınkine benziyordu gülümsemesi. " O zaman vakti," dedi nihayet, işe katılmaya bir uyan ve çağ­ rıyı içeren aydınlık gözleriyle konuğa baktı. " Neyin vakti? " diye sordu konuk, ama bir yanıt alamadı. Subay, mahkfima dönüp onun diliyle, " Serbestsin, " dedi. Mah­ kfim ilkin inanamadı. " Evet, serbestsin," diye yineledi subay. Mahkfimun yüzü, ilk kez gerçek bir dirimselliğe kavuştu. Doğ156 CEZALILAR KOLON/Si ru muydu işittiği, yoksa subayın yalnızca geçici bir kaprisi miy­ di? Yoksa yabancı konuk çalışıp da, onun hayatının bağışlan­ masını mı sağlamıştı? Nasıl şeydi bu? Mahkfimun yüzü bütün bunları sorar gibiydi. Ama uzun sürmedi; ne olursa olsun, ma­ dem izin veriliyordu, gerçekten özgürlüğüne kavuşmak istedi ve tırmığın elverdiği ölçüde silkindi. " Kayışları koparacaksın, " diye bağırdı subay. " Sakin ol! Şimdi sökeceğiz onları. " Sonra ere işaret etti, erle kayışlar üzerinde çalışmaya koyuldu. Mahkfim, bir şey söylemeden sessizce ken­ di kendine güldü; bazen yüzünü sola, subaydan yana, bazen de sağa, erden yana çeviriyor, arada konuğu da unutmuyordu. Subay, " Çıkar şunu tırmığın altından! " diye emretti ere. Mah­ kfimu tırmığın altından çıkarırken erin dikkatli davranması ge­ rekiyordu; zaten sabırsızlandığı için mahkfimun sırtı yer yer sıyrılmış, ufak çapta yara bereler oluşmuştu. Ancak, serbest bı­ rakıldıktan sonra, subay mahkfimla pek ilgilenmemeye başla­ dı. Konuğa doğru yürüyerek küçük meşin cüzdanını yeniden çıkardı cebinden, içini karıştırıp sonunda aradığı kağıdı buldu ve konuğa gösterdi. " Okuyun şunu! " dedi. " Okuyamam, " diye yanıtladı konuk. "Bu yazılan sökemediğimi söylemiştim. " Su­ bay, " Biraz daha dikkatle bakın! " diye üsteledi ve birlikte ya­ zıyı okumak için konuğun yanına sokuldu; bu da sonuçsuz ka­ lınca, sanki kağıda asla el sürülmemesi gerekiyormuş gibi, ser­ çe parmağını hayli yüksekten yazının üzerinde gezdirerek ko­ nuğun onu okumasını kolaylaştırmaya çalıştı. Konuk da, hiç değilse subayı memnun etmek için, şimdi çaba harcamaya baş­ lamıştı, ama yazıyı bir türlü sökemedi. Derken subay ilkin ya­ zıyı heceledi, ardından hecelemeden okudu tümüyle. " Adil ol! " yazıyor dedi. " Sanırım okuyabilirsin artık. " Konuk, yazı­ nın üzerine o kadar eğildi ki, subay adeta konuğun elinin tema­ sından korumak isteyerek kağıdı çekip uzağa aldı. Konuk bun­ dan böyle bir şey söylemediyse de, yazıyı hala sökemediği açıktı. " Adil ol! " yazıyor dedi subay yeniden. Konuk, " Olabi- 157 CEZALILAR KOLON/Si lir," dedi, " böyle bir yazının kağıt üzerinde bulunduğuna ina­ nının. " Subay, " Sorun yok o zaman," diye yanıtladı, hiç değil­ se biraz memnundu şimdi; elinde kağıtla merdiveni tırmandı, kağıdı hakkakın içine yerleştirdi ve çarka anlaşılan eskisinden değişik bir düzen verdi. Pek de zahmetli bir işti bu; aynca, ala­ bildiğine küçük dişliler söz konusu olmalıydı ki, bazen subayın başı bütünüyle hakkak içinde kayboluyordu, yani çarkın ince­ den inceye gözden geçirilmesi gerekmekteydi. Konuk, subayın çalışmasını aşağıdan aralıksız izliyordu, boynu kaskatı kesilmişti, güneşin ışınlarına gömülmüş gökyüzüne bakmaktan gözlerine bir ağn yapışmıştı. Erle mahktlm birbi­ riyle meşguldü, başka bir şeye aldırdıkları yoktu. Mahktlmun gömleğiyle pantolonu, er tarafından çukurun içinden süngü­ nün ucuyla çekilip alındı. Mahkum, fena halde pislenmiş göm­ leğini gerdelde yıkamaya koyuldu. Sonra gömlekle pantolonu üzerine geçirdi; ansızın hem mahktlm, hem er kahkahayla gül­ dü, çünkü giysiler arkadan kesilerek iki parçaya ayrılmıştı. Bel­ ki de mahktlm, eri eğlendirmekle yükümlü görüyordu kendini; üzerinde yırtık giysiler, yere çömmüş erin çevresinde dolanı­ yor, er de gülerek dizlerine vuruyordu; ama orada bulunan su� bayla konuğu dikkate alarak az sonra yine toparladılar kendi­ lerini. Yukarıda subay işini bitirdikten sonra, bir kez daha gülümse­ yerek aygıtın bütün parçalarına baştan aşağı yeniden göz gez­ dirdi, o zamana kadar açık duran hakkakın kapağını vurup ka­ padı; aşağı inip ilkin çukura, ardından mahktlma baktı; giysile­ rini çukurdan çıkarıp giymiş olduğunu görerek bundan mem­ nunluk duydu, ellerini yıkamak üzere gerdele yürüdü, gerdel­ deki suyun iğrenç pisliğini neden sonra fark etti, böyle bir du­ rumda ellerini yıkayamayacağına üzüldü, ellerini yerdeki ku­ ma soktu, asıl temizliğin yerini tutacak gibi değilse de, ister is­ temez bu kadarla yetinmesi gerekiyordu; ardından doğrulup üniformasının düğmelerini çözmeye koyuldu; ilkin ceketinin 158 CEZALILAR KOLONiSi yakasının altına sıkıştırdığı iki hanım mendili ellerine düştü. " Al, işte mendillerin! " diyerek mahkOma fırlattı bunlan. Ko­ nuğa dönerek bir açıklamada bulunur gibi, " Hanımefendilerin armağanları, " dedi. Üniformasının ceketini çıkarıp ardından büsbütün soyunmaya başladı, besbelli gösterdiği aceleye karşın, giysisinin her parça­ sına büyük bir özenle davranıyordu; hatta ceketinin gümüş kordonlarını parmaklarıyla güzelce sıvazladı, sallayıp silkerek püsküllerden birini düzeltti. Ama giysisinin tek tek her parça­ sını elden geçirdikten sonra hemen kaldırıp öfkeyle çukura at­ ması, bu özenle hiç bağdaşmıyordu. Sonunda kayışla kısa meç kalmıştı üzerinde; önce meçi kınından çıkarıp kırdı, sonra par­ çalarını, kını, kayışı, tümünü toplayıp öylesine bir savuruşla sa­ vurdu ki, çukurun içinde çın çın öterek hepsi bir yana dağıldı. Şimdi çırılçıplak ortada dikiliyordu subay. Konuk dudaklarını ısırıyor, bir şey söylemiyordu. İleride ne olacağını bilmiyor de� ğildi, ama subayın herhangi bir girişimini engellemeye hakkı yoktu. Savunduğu yargılama yöntemi gerçekten ortadan kaldı­ rılmak üzere bulunuyorsa - nedeni de konuğun işe karışmasıy­ dı belki, ki buna da konuk kendini yükümlü hissediyordu -, o zaman subay tamamen doğru davranıyor demekti; subayın ye­ rinde olsa, konuğun kendisi de başka türlü davranamazdı. Erle mahkOm, olup bitenlerden ilkin bir şey anlamamışlardı, hatta başlarını çevirip baktıkları bile yoktu. MahkOm, mendil­ lere yeniden kavuştuğu için pek sevinçliydi, ama sevinci uzun sürmedi; çünkü er, beklenmedik bir şekilde, acele uzanarak mendilleri mahkumdan çekip almıştı. Bunun üzerine mahkOm, erin palaskasının altına soktuğu mendilleri tekrar oradan çekip çıkarmaya çalıştı; ama er tetikte beklemişti. Böylece boğuşup durdular bir süre. Ancak subay çırılçıplak soyunduğunda, dik­ katleri o yana çevrildi. Özellikle mahkOmun içinde, büyük bir değişiklik arifesinde bulunduğuna ilişkin bir sezgi belirmişti. Kendi başına gelecekler, şimdi subayın başına geliyordu. Belki 159 CEZALILAR KOLONiSi de sonuna kadar götürülecekti iş. Böyle olmasını belki de ya­ bancı konuk istemişti. Yani bir öç almadan başka şey değildi bu. Çektirilmek istenen acıları sonuna kadar çekmemişti ken­ disi; ama aynı acılar subaya sonuna kadar çektirilecek, öcü alı­ nacaktı. Ansızın mahkOmun yüzünde geniş ve suskun bir gü­ lümseme belirip bir daha da kaybolmadı. Ama subay, aygıta dönmüştü yüzünü. Aygıtın dilinden iyi an­ ladığı daha önce görülmüşse de, şimdi onu nasıl kullandığına ve isteklerine aygıtın nasıl boyun eğdiğine tanık olmak insanı adeta şaşkına çeviriyordu. Elini tırmığa yaklaştırması, tırmığın kendisini alıp kabul etmek üzere gerekli konumu ele geçirene kadar birkaç kez inip çıkmasına yetmiş, kenarından tutar tut­ maz yatak titreşime geçmişti; derken keçe tıkaç, karşıdan suba­ yın ağzına doğru yaklaştı. Subay, ilkin tıkacı istemezmiş gibi göründü, ama yalnızca bir an sürdü duraksaması, çok geçme­ den boyun eğip tıkacı benimsedi. Her şey hazırdı, sadece kayış­ lar henüz yanlardan sarkıyordu, ama belli ki ihtiyaç yoktu bun­ lara, subayın bağlanmaması gerekiyordu. Birden mahkOmun gözü, çözük kayışlara ilişti; kayışlar bağlanmadı mı, kanısınca yargının infazı mükemmel olamazdı; bu yüzden ere çarçabuk işaret etti, subayı bağlamak için birlikte seğirttiler. O anda ma­ nivelayı itip hakkakı harekete geçirmek için bir ayağını uzatan subay, mahk.Omla erin yaklaştığını görerek ayağını çekip geri­ ye aldı ve kayışlarla bağlanmasına göz yumdu. Kuşkusuz bağlı durumda manivelaya erişemezdi artık; oysa manivelanın yeri­ ni ne er, ne mahkQm bulabilirdi; konuğa gelince, elini hiçbir şe­ ye sürmemeye kararlıydı. Ancak, gereksizliği de anlaşıldı bu­ nun; çünkü kayışlar bağlanır bağlanmaz, aygıt çalışmaya, yatak titreşmeye, iğneler subayın cildi üzerine inip kalkmaya başladı; tırmık boşlukta bir aşağı, bir yukarı süzülüyordu. Konuk, an­ cak bir süre gözlerini dikip baktıktan sonra, hakkaktaki bir çarkın gıcırdaması gerektiğini anımsadı; oysa her şey sessizdi, en küçük bir gıcırtı işitilmiyordu. 160 CEZALILAR KOLONiSi Aygıt sessiz çalıştığı için, dikkati hiç çekmiyordu. Konuğun gözleri, karşıda dikilen erle mahkOmdaydı. MahkOm ere göre daha hareketliydi; aygıttaki her şeyle ilgileniyor, bazen eğili­ yor, bazen doğrulup ayaklan üzerinde dikiliyor, işaret parma­ ğını uzatarak ere hep bir şeyler göstermek istiyordu. Konuk için tatsız bir durumdu doğrusu. İ şin sonuna kadar bir yere ay­ rılmamayı kafasına koymuştu, ama erle mahkOmu o durumda görmeye de daha çok katlanamayacaktı. " Haydi evlerinize! " dedi her ikisine birden. Belki er karşı koymayacaktı, ama mah­ kOm bu buyruğu düpedüz bir ceza olarak gördü. Ellerini kavuş­ turup, erin kalmasına izin vermesi için konuğa yalvarıp yakar­ dı; hatta konuk hayır anlamında başım sallayarak diretince, ye­ re diz çöktü. Buyrukların böyle bir yerde para etmediğini gö­ ren konuk, erle mahkOmu kovup uzaklaştırmak için karşı tara­ fa geçmek istedi. Derken yukarıdan, hakkakın içinden kopup gelen bir gürültü işitti, başını kaldırıp baktı, yanılmamıştı de­ mek, çarklardan biri gerçekten bozuk düzen çalışıyordu. Hak­ kakın kapağı usulcacık kalktı ilkin, derken tak diye birden açıl­ dı, bir dişlinin sivri uçlan göründü, sivri uçlar yukarıya kalktı ve çok geçmeden çarkın tümü açığa çıktı; sanki bir büyük güç hak­ kakı sıkıştırıyor, çarka aygıtta yer bırakmıyordu. Çark, hakka­ kın kenarına kadar dönüp geldi sonra aşağı düştü, dik durum­ da kumların içinde biraz yuvarlanıp hareketsiz kaldı. Ama he­ men ardından bir başka çark göründü yukarıda; onu birbirin­ den pek ayırt edilemeyecek irili ufaklı bir sürü başka çark izle­ di; aygıtın içinin artık boşaldığı sanılırken bu kez pek çok sayı­ da çarktan oluşan yeni bir grup beliriyor, derken her biri yere düşüyor çarkların, bir süre kumlarda yuvarlanıyor, ardından yere serilip kalıyordu. Bu olay, konuğun buyruğunu mahkO­ mun büsbütün unutmasına yol açmış, çarklar mahkOmu bayağı büyülemişti; boyuna aralarından birini yakalamak istiyor, eri yardıma çağırıyor, ama birden irkilerek elini geri çekiyordu, çünkü hemen arkadan bir başka çark çıkıp geliyor, bu da hiç değilse ilerden yuvarlanmış gelirken, içine korku salıyordu. 161 CEZALILAR KOLONiSi Konuğa gelince, durumdan pek tedirgindi, aygıt besbelli parça­ lanıp dağılıyordu, sessiz sakin işleyişi, yanıltıcı bir izlenimdi sa­ dece. O anda subay, kendi başının çaresine bakacak durumda değildi; dolayısıyla, konuğun içinde subayın yardımına koşma­ sı gerektiği gibi bir duygu belirdi. Ancak, bütün dikkatini çark­ lar. kendi üzerine çektiğinden, aygıtın kalan bölümüne bir göz atmayı unutmuştu; ama şimdi, son çarkın hakkaktan ayrılması­ nın ardından tırmık üzerine eğildiğinde, öncekinden de kötü bir sürprizle karşılaştı. Tırmık yazmıyor, uçlarını cilt içine ba­ tırmakla yetiniyordu, yatak ise vücudu bir yerden bir yere yu­ varlamıyor, onu sadece kaldırıp iğnelerin ağzına veriyordu. Konuk işe el atmayı, başarabilirse aygıtın çalışmasını tümüyle durdurmayı düşündü; çünkü olay, subayın amaçladığı gibi iş­ kence niteliği taşımaktan çıkmış, doğrudan cinayete dönüş­ müştü. Konuk, ellerini ileri uzattı; ama o anda tırmık, yan tara­ fında subayın iğnelere geçirilmiş vücuduyla havaya kalktı; oy­ sa bu, normal olarak on ikinci saatte yapacağı şeydi. Sanki yüz ayrı oluktan boşanırcasına akmaya başlamıştı kan; ancak, suy­ la karışık değildi, su akıtan borucuklar da bu kez görevlerini yapmamıştı. Ve nihayet son işlevini de yerine getirmeye yanaş­ madı aygıt: Vücut, tırmığın uzun iğnelerinden bir türlü çözülüp ayrılamadı; kanı akıyor, ne var ki vücudun kendisi çukurun içi­ ne düşmeden kalıyordu. Tırmık eski durumunu almak üzere hareket etmek istiyor, ama yükten henüz kurtulamadığının kendisi de bilincindeymiş gibi, çukur üzerinde beklemesini sür­ dürüyordu. Karşıda dikilen erle mahkfima, " Ne duruyorsunuz, yardım etsenize! " diye seslendi konuk ve subayın ayaklarına yapıştı. Kendisi subayın ayaklarından itecek, karşıdan da her ikisi subayın başını tutacak, böylece onu kaldırıp iğnelerin al­ tından alacaklardı. Ama erle mahkfim yardıma gelmekte du­ raksadı; mahkfim düpedüz sırtını çevirmişti subaya; anlaşılan onları subayın başını tutmaya zorlamak gerekiyordu. Bu ara­ da, adeta istemeyerek, ölmüş subayın yüzünü gördü konuk. Tıpkı sağlığındakinin aynı yüzdü; üzerinde o vaat edilen esen162 CEZALILAR KOLONiSi likten iz eser yoktu; başkalarının aygıtta bulduğu sona kavuşa­ mamıştı subay; dudakları sımsıkı birbirine bastırılmıştı, açık gözlerinde adeta bir yaşam ifadesi okunuyordu, bakışı sakin ve inanç doluydu, alnına büyük çelik iğnenin ucu gömülmüştü. Konuk, erle mahkQmun önü sıra yürüyüp binalara gelince, iç­ lerinden birini gösteren er, " İşte çayevi," dedi. Bir binanın ze­ min katında mağarayı andıran duvarlarıyla tavanı dumandan kararmış alçacık bir yerdi burası. Yola bakan cephesi tümüyle açıktı. Gerek kumandanın saray biçimindeki konutları, gerek kolonideki tümü pek harap öbür binalarla arasında pek ayrım seçilmemesine karşın, konuğun üzerinde tarihi bir yapı izleni­ mi uyandırmıştı; birden çayevine sokularak, yanında erle mah­ kQm, yol üzerine atılmış boş masalar arasından ilerledi. İçeri­ den gelen serin ve küflü havayı soluyordu. " Eski kumandan iş­ te burada gömülü, " dedi er. " Rahipler ona gömütlükte yer ver­ mekten kaçındı. Bir süre nereye gömüleceği konusunda kara­ ra varılamadı, sonunda burada toprağa verildi. Subay, bundan size hiç söz açmamıştır kuşkusuz, çünkü durumdan en çok utanç duyan kendisi oldu. Hatta birkaç kez geceleyin gelip es­ ki kumandanı mezarından çıkarmayı denedi, ama her seferin­ de kovulup uzaklaştırıldı. " Ere bir türlü inanamayan konuk, " Nerede mezar? " diye sordu. Erle mahkQm, her ikisi birden konuğun önü sıra seğirtip sözde mezarın bulunduğu yeri gös­ terdiler. Konuğu alıp çayevinin arka duvarına götürdüler. Ma­ saların birkaçında müşteriler oturuyordu. Limanda çalışan işçi­ lerdi belki, kısa ve kara top sakallan ışıl ışıl parıldayan güçlü kuvvetli adamlardı. Hiçbirinin üzerinde giysi yoktu, gömlekle­ ri yırtık yırtıktı, yoksul, aşağılanmış insanlardı hepsi. Konuğun yaklaştığını gören birkaçı doğruldu, geri geri çekilip arkalarını duvara vererek ona bakmaya başladı. Konuğun çevresinde, " Bir yabancı; mezarı görmek istiyor," diye bir fısıldaşma oldu. İ tilip kenara alınan bir masanın altından bir mezar taşı çıktı or­ taya. Masanın altında saklı tutulabilecek kadar alçak bir taştı, üzerine pek küçük harflerle bir yazı oyulmuştu. Konuk, yazıyı 163 CEZALILAR KOLONiSi okuyabilmek için yere diz çökmek zorunda kaldı. Yazıda şöy­ le deniliyordu: " Burada eski kumandan yatmaktadır. Artık or­ tada görünmemeleri gereken taraftarları, kendisine bu mezarı hazırladı ve bu kitabeyi başucuna dikti. Bir kehanete göre, ku­ mandan yıllar sonra dirilecek ve taraftarlarını alarak buradan çıkıp koloniyi yeniden ele geçirecek. İnanın ve bekleyin! " Ya­ zıyı okuyup doğrulan konuk, çevresinde dikilen adamların gü­ lümsediklerini gördü; sanki adamlar yazıyı kendisiyle birlikte okumuşlardı da, gülünç bulmuşlardı ve konuğu da kendi gö­ rüşlerine katılmaya çağırıyorlardı. Konuk bunu fark etmemiş gibi yaparak adamlara biraz para dağıttı, masa yine eski yerine itilip mezarın üzeri örtülünceye kadar bekledi, sonra çayevin­ den ayrılıp limana doğru yürüdü. Erle mahkOm, çayevinde tanıdıklara rastlamış ve onlar tarafın­ dan alıkonulmuştu. Ama çok geçmeden tanıdıkların ellerinden kurtulmuş olacaklardı ki, kayıklara inen uzun merdiveni yan­ lamış konuğun ardından seğirttiler. Belki de amaçlan, son an­ da onları da alıp birlikte götürmeye konuğu zorlamaktı. Ko­ nuk, kendisini gemiye götürmek üzere aşağıda bir kayıkçıyla pazarlık ederken, erle mahkQm doludizgin merdivenden indi­ ler; sesleri çıkmıyor, bağırmayı göze alamıyorlardı. Aşağıya vardıklarında, konuk kayığa binmiş bulunuyordu ve kayıkçı palamarı çözmek üzereydi. Erle mahkQm henüz kayığa atlaya­ bilirdi; ama konuk, yerden düğüm yapılmış ağır bir halatı kal­ dırıp gözdağı verircesine her ikisine doğru salladı, onları böyle bir şeye kalkışmaktan alıkoydu. 164 BiR KÖY HEKiMi Babama YENİ AVUKAT Yeni bir avukatımız var: Dr. Bucephalus. Dış görünüşünde Makedonyalı İskender'e savaş atı olarak hizmet ettiği zamanı anımsatacak pek bir özellik seçilmiyor. Ne var ki, duruma aşi­ na olanlar kimi özellikler keşfedebilir bu görünüşte. Ama yine de geçen gün adliye sarayının dış merdivenlerinde hayli saf bir mübaşire rastladım; Avukat Bucephalus, ayaklarını iyice kal­ dırıp mermer basamaklar üzerinde çın çın öten adımlarla mer­ divenleri çıkarken, at yarışlarının küçük bir müdavimine özgü uzman bakışlarla hayran hayran onu seyrediyordu. Genellikle baro, Bucephalus'un üyeliğe kabulüne karşı değil. Bucephalus'un günümüz toplum düzeninde zor durumda bu­ lunduğunu, gerek bu yüzden, gerek dünya tarihi açısından taşı­ dığı önem dolayısıyla ona gösterilecek anlayışı hak ettiğini her­ kes şaşılacak bir kavrayışla kendi kendine itiraf ediyor. Günü­ müzde - doğrusu kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçek bu - Bü­ yük İskender diye biri yok. Gerçi cana kıymaların üstesinden gelen kimi insanlara rastlanıyor bala; mızrağı şölen masası üze­ rinden fırlatıp karşıdaki dostuna isabet ettirme ustalığı da he­ nüz yitirilmiş değil; öte yandan, Makedonya kendilerine dar ge­ lip, baba Philippe'e lanetler savuran pek çok kişi bulunuyor; an­ cak, bir orduyu alıp Hindistan'a götürecek hiç, ama hiç kimse yok. Eskiden de Hindistan kapılarına ulaşılamamış, ama kralın kılıcı söz konusu yönü belirlemişti. Bugün kapılar bambaşka bir yöne, daha ilerilere ve yükseklere taşındı, onların bulunduğu yönü gösterecek kimse seçilmiyor ortalıkta; çok kişi elinde kılıç tutuyor, ama yalnızca havada hızlı hızlı sallamak için; kılıcın de­ vinimleri izlenmek istendi mi, bakışlar serseme dönüyor. 165 BiR KOY HEKiM/ Belki de bu yüzden en iyisi, Bucephalus gibi yasa kitaplannın içine gömülmektir. Üzerindeki binicinin ağırlığını özgür sağn­ lannda duymaksızın, sessiz yanan lambanın ışığında, İskender Savaşı'nın dağdağasından uzak, bizim eski kitaplan okuyor Bucephalus, sayfalan çevirip duruyor. 166 BiR KOY HEKiMi BİR KÖY HEKİMİ Ne yapacağımı enikonu şaşırmış durumdaydım. Acele yola çık­ mam gerekiyordu; ağır bir hasta on mil uzaktaki bir köyde beni bekliyor, sert bir tipi ise onunla aramdaki geniş mekanı doldu­ ruyordu. Bir arabam vardı hafif, tekerlekleri büyük, tam bizim köy yollarına göre; kürk paltoma bürünmüş, elimde çanta, yola çıkmaya hazır, avluda dikilmeye başlamıştım; gel gelelim at yok­ tu arabaya koşacak, at! Kendi atım bir önceki gün, bu buzsu kış mevsiminde fazla zorlandığından ölüp gitmişti; hizmetçim, ödünç bir at bulmak üzere köyde sağa sola seğirtiyordu. Ama umutsuz bir çabaydı, bunu biliyor ve gittikçe karla örtülüp devi­ nim gücümü yitirerek avluda bekliyordum. Derken, elinde fene­ ri sallayarak bahçe kapısında hizmetçim göründü, yalnızdı; tabii, kim şu anda böyle bir yolculuk için atını ödünç verirdi. Bir kez daha boydan boya adımladım avluyu; bir çare bulamıyordum; dalgın, içim içimi yiyerek, yıllardır kullanılmayan domuz ahırı­ nın kırık dökük kapısını ayağımla ittim. Kapı açıldı ve menteşe yerlerinden gıcırdayarak gidip gelmeye başladı. At kokusuna benzer bir koku ve sıcaklık dışarı vurdu ahırdan. Puslu bir fener, bir ipin ucunda sallanıyordu. Derken, alçak tavanlı ahırda çöm­ müş oturan bir adamın mavi gözlü yayvan yüzü göründü. " Ara­ bayı koşayım mı? " diye sordu adam, elleri ve ayaklarının üze­ rinde sürünerek çıkıp geldi. Ne söyleyeceğimi bilemedim, ahır­ da adamdan başka şeyler de var mıdır acaba diyerek eğilip içe­ ri baktım sadece. Hizmetçim, yanı başımda dikiliyordu: " Kendi evinde ne var, ne yok bilmiyor insan," deyince, ikimiz de gül­ dük. O anda birden, " Haydi oğlum, haydi kızım! " diye sesini yükseltti seyis; iki at, sağrıları güçlü iki yaman hayvan, bacakla167 BiR KÖY HEKiMi n iyice kannlanna çekik, güzel biçimli başlarını develer gibi eğip gövdelerini sağa sola kıvırarak, tümüyle doldurdukları kapı boş­ luğundan çıktı. Dışarıda vücutlarından yoğun buğular salarak, uzun bacaklarının üzerinde dimdik doğruldular. " Sen de yardım et! " dedim hizmetçime; uysal kız, koşumları seyise uzatmak üzere koştu. Ama seyis, yanına gelir gelmez kıza sarıldı hemen, yüzünü yüzüne yapıştırdı. Bir çığlık atan kız kaçıp yanıma dönü­ yor. Yanağına gömülmüş iki sıra dişin kırmızı izlerini görüyo­ rum. " Seni hayvan seni ! " diye bağırıyorum tepem atmış. " Kır­ baçlanmak mı istiyor canın? " Ama hemen aklımı başuna toplu­ yor, adamın yabancı biri olduğunu, nereden çıkıp geldiğini bil­ mediğimi, başkaları yardım elini uzatmazken onun kendi gön­ lüyle imdadıma koşup beni güç durumdan kurtarmaya çalıştığı­ nı düşünüyorum. Sanki aklımdan geçenleri sezmiş gibi, adam da savurduğum tehdide aldırmıyor, atlan hazırlamaya ara verme­ den sadece bir kez dönüp bana bakıyor. " Haydi binin! " diyor ardından ve bakıyorum, gerçekten her şey hazır. Böylesine gü­ zel bir arabayla - hemen algılıyorum güzelliğini - şimdiye kadar bir yere gitmedim; güle oynaya biniyor, " Ama arabayı ben süre­ ceğim, sen yolu bilmezsin, " diyorum. " Elbette ! " diyor seyis. " Ben zaten burada, Rosa'mn yanında kalacağım. " - "Hayır! Ha­ yır! " diye bağırıyor Rosa ve başına geleceklerin önsezisiyle ko­ şarak kendini evden içeri atıyor; emniyet zincirinin kapıya takıl­ dığını işitiyorum; kapının kilidi çat diye kilitleniyor. İzini kay­ bettirmek isteyen Rosa'mn ilkin holdeki, sonra odadan odaya seğirterek bütün evdeki ışıklan söndürdüğünü görüyorum. " Sen de benimle geleceksin! " diyorum seyise. "Yoksa istediği kadar önemli olsun, çıkmam bu yolculuğa. Yolculuğun bedeli olarak kızı sana bırakmak aklımın ucundan geçmez. " - " Deh! " diyor seyis, elini çırpıyor; araba, akıntıya kapılmış bir tahta parçası gi­ bi hızla çekilip götürülüyor ileriye; seyisin yüklenmesiyle kapı­ nın çatırdayıp kırıldığını işitiyorum; tüm duyumlarıma aynı öl­ çüde nüfuz eden bir uğultu, gözlerimle kulaklarımı dolduruyor. Ama bu bir an sürüyor yalnızca; hemen benim avlu kapısının 168 BiR KÖY HEKiMi önünde hastanın evinin avlusu başlıyormuş gibi, gideceğim yere varıyorum; atlar sessiz duruyor; dört bir yanda ay ışığı. Hastanın annesiyle babası evden koşarak geliyor; en arkada hastanın kız kardeşi; beni arabadan adeta kucaklayıp indiri­ yorlar. Karmakarışık konuşmalardan bir şey anlamıyorum; hasta odasındaki hava pek solunacak gibi değil; kimsenin ilgi­ lenmediği ocak tütüyor; pencereyi açacağım; ama ilkin hastayı görmek istiyorum; zayıf düşmüş, ateşli olmayan, ne soğuk, ne sıcak bir vücut; boş bakışlarla yorganın altında çırılçıplak doğ­ ruluyor delikanlı, boynuma asılarak kulağıma fısıldıyor: "Bıra­ kın beni, öleyim doktor! " Çevreme bakınıyorum; bu sözleri benden başkası işitmedi, oğlanın annesiyle babası, suskun, öne doğru eğilmiş, vereceğim yargıyı bekliyorlar; kız kardeş, çan­ tam için bir sandalye getiriyor. Çantayı açıp içindeki aletleri karıştırıyorum; oğlan yattığı yerden sürekli ellerini uzatıyor bana, ricasını anımsatmak istiyor; çantadan bir pens alıp mum ışığında gözden geçirdikten sonra tekrar yerine koyuyorum. " Evet," diye düşünüyorum günaha girerek, " böylesi .durumlar­ da tanrılar yardım ediyor, eksik atı yolluyor, sonra işin acele­ sinden ötürü bir ikinci atı birincisinin yanına katıyor, fazladan bir de seyis bağışlıyorlar. " Ancak şimdi Rosa geliyor aklıma; nasıl etsem, nasıl kurtarsam onu? Kızı bu seyisin altından nasıl çekip alsam, kendisinden on mil uzakta, arabamın önünde böyle zaptedilemeyen atlar? O anda bir yolunu bulup koşum­ larını gevşeten, pencereleri anlayamadığım bir şekilde dışarı­ dan itip açan, her biri bir pencereden başını uzatıp, içerdekile­ rin bağırmalarına aldırmayarak hastayı süzen bu atlar! Sanki beni yola çıkmaya çağırıyorlarmış gibi, "Hemen gidiyoruz," di­ ye geçiriyorum içimden, ama beni sıcaktan sersemlemiş sanan kız kardeşin sırtımdan kürkümü almasına göz yumuyorum. Bir kadeh rom çıkarılıyor önüme, yaşlı adam omzuma vuruyor; pek sevdiği içkiden bana ikram edişi, bu teklifsizliğini bağışlatı­ yor adeta. Hayır anlamında başımı sallıyorum; yaşlı adamın bu 169 BiR KÖY HEKiMi kıt görüşlülüğü karşısında midem bulanabilir; sırf bu yüzden ro­ mu içmeye yanaşmıyorum. Yatağın başında dikilmiş duran an­ ne beni yanma çağırıyor; gidiyorum; atlardan biri yüksek sesle odanın tavanına doğru kişnerken başımı oğlanın göğsüne dayı­ yorum, oğlan ıslak sakalımın altında ürperiyor. Sezdiğim şeyin doğrulandığını görüyorum: Oğlan sağlıklı; kan dolaşımı biraz düzensiz, sevecen anne tarafından tıka basa kahveyle doldurul­ muş midesi; en iyisi, onu bir tekmeyle yataktan dışarı atmak. Ama ben bu dünyayı düzeltmeye çıkmadım, oğlanın yatmasına engel olmuyorum. Hükümet tabibi olarak çalışıyor, görevimi en son sınırına, adeta bu sının aşacak noktaya kadar yapıyo­ rum. Aldığım ücret iyi sayılmaz, öyleyken yoksullara karşı elim açık ve yardımsever biriyim. Önce Rosa 'yı düşünmem gereki­ yor, sonra oğlan varsın haklı olsun, nihayet ben de ölmek isti­ yorum. Burada, bu sonu gelmeyen kışta işim ne? Kendi atım öl­ dü, köyde atını bana ödünç verecek kimse çıkmadı. Arabaya koşacağım atlan domuz ahırından sağlamak zorunda kaldım; tesadüfen at bulunmasaydı, domuzlan arabaya koşmam gere­ kecekti. İşte böyle! Ve aile üyelerine başımı sallayarak veda et­ mek istiyorum. Onların bu durumdan haberleri yok; olsa da inanmazlar. Reçete yazmak kolay, ama insanlarla anlaşmak güç. Eh, demek buradaki ziyaretim sona ermiş, yine boş yere zahmete girmiştim; alıştım artık; kapımdaki gece zilinden ya­ rarlanıp bütün köy halkı beni rahatsız edip duruyor. Ama bu kez üstelik Rosa'yı, tarafımdan pek umursanmaksızın yıllardır evimde yaşayıp giden bu güzel kızı feda etmek zorunda bırakı­ lıyorum. Böyle bir fedakarlık benim için fazlasıyla büyük; ne kadar istese de Rosa'yı bana geri veremeyecek bu ailenin üze­ rine atılmamak için çareyi birtakım zeka oyunlarına başvur­ makta buluyor, kafamda, söz konusu fedakarlığı geçici süre ye­ ni bir biçime sokuyorum. Alet çantamı kaparak kürkümü getir­ melerini işaret ediyor, gel gelelim elindeki rom kadehini kokla­ yan babayı, galiba tarafımdan düş kırıklığına uğratılmış - iyi ama, bu insanlar ne bekliyorlar benden? - ve gözleri yaşla dO:. 170 BiR KÖY HEKiMi lup dudaklarını ısıran anneyi, elinde kana bulanmış havluyu sal­ layan kız kardeşi hep bir arada dikiliyor görünce, oğlanın ger­ çekten hasta olabileceğini gerekirse kabule hazır bir yüz takını­ yorum. Oğlanın yanına varıyorum derken; kendisine çorbaların en besleyicisini getiriyorrnuşum gibi bana gülümsüyor. Ah, tam o anda ikisi de kişnemeye başlıyor atların; yüce bir makam ta­ rafından düzenlenen bu gürültünün belki de oğlanın muayene­ sini kolaylaştırması isteniyor. Derken, şu sonuca varıyorum: Evet, oğlan hasta; sağ böğründe, kalça bölgesinde açılmış avuç içi kadar bir yara var. Gül pembesi; ortası koyu, kenarlara doğ­ ru açılan bir sürü pembe nüansı; hafif pütürlü bir yara; kimi yer­ de az, kimi yerde çok birikmiş kan; yer üstündeki bir maden ocağını andırıyor yara. Uzaktan böyle. Yakından bakınca, işi zorlaştıran bir başka neden kendini açığa vuruyor. Hafif bir ıs­ lık koyvermeden kim katlanabilir? Serçe parmak kalınlık ve uzunluğunda kurtlar; kendi renkleri pembe; aynca, kana bulan­ mış gövdeleri; bir uçlan yaranın içinde; beyaz başçık.lan ve bir sürü ayakçıklanyla kıvrılıp bükülerek aydınlığa çıkmaya savaşı­ yorlar. Zavallı çocuk! Sana yardım edilemez artık. Senin o bü­ yük yaranı bulup ortaya çıkardım; böğründeki bu çiçek yüzün­ den mahvolup gideceksin. Oğlanın ailesi mutluluk içinde; beni iş başında görüyor; kız kardeş anneye söylüyor bunu, anne ba­ baya, baba da, açık kapıdan odaya vurmuş ay ışığında içeri sü­ zülen ve parmak uçlarına basıp ileriye uzatılmış kollarıyla den­ gelerini sağlamaya çalışan birkaç konuğa iletiyor. Oğlan yarasının içindeki kımıl kımıl yaşamdan gözleri kamaş­ mış, " Beni kurtaracak mısınız, doktor? " diye fısıldıyor hıçkıra­ rak. Benim bölgemdeki insanlar böyledir, hep yapamayacağı şe­ yi isterler hekimden. Eski inançlarını yitirmişlerdir; rahip, evin­ de oturmuş, ayin giysilerini can sıkıntısından art arda yolup du­ rurken, hekimden o sevecen cerrah eliyle bütün işi görmesini beklerler. Eh, nasıl isterseniz, ben kendim size hizmet edeyim demedim; beni kutsal amaçlar uğrunda kullanmaya kalkarsanız, buna da ses çıkarmam; hizmetçisi elinden alınmış yaşlı bir köy 171 BiR KÖY HEKiMi hekimi için bundan iyisi can sağlığı. Derken geliyorlar: Oğlanın ailesi ve köyün yaşlıları; beni soyuyorlar; başlarında öğretmen­ leriyle bir okul korosu evin karşısına geçiyor ve aşağıdaki güfte­ yi içeren alabildiğine yalın bir ezgiyi okumaya başlıyor: Soyun giysilerini, iyi eder o zaman Baktınız iyi etmedi, öldürün gitsin! Bir hekimden başka nedir ki Bir hekimden başka nedir kil Giysilerimi çıkarıp alıyorlar üzerimden; parmaklarım sakalım­ da, başımı eğerek serinkanlılıkla oradakilere bakıyorum. Ken­ dime tastamam hakimim; oradakilerin hepsinden üstün du­ rumdayım ve öyle de kalıyorum; oysa bunun bana bir yaran dokunmuyor, başımdan ve ayaklarımdan tutup beni yatağa gö­ türerek, duvardan yana, oğlanın yarasının bulunduğu tarafa yatırıyorlar. Sonra hep birlikte çıkıp gidiyorlar odadan; kapı kapatılıyor; yorgan, sıcak sıcak sarıyor beni; pencerelerde atla­ rın başlarının silueti kımıldıyor. " Biliyor musun ?" diye kulağı­ ma fısıldıyor bir ses. " Sana güvenim pek az. Çünkü sen de bir yerde baştan atıldın, kendi ayağınla gelmedin buraya. Bana yardım edecekken, benim ölüm döşeğimi daraltıyorsun. En iyi­ si, tırnaklarımla gözlerini oymam." - " Doğru! " diyorum. " Yüz karası bir durum. Ama hekim olmuşum bir kez, ne yapayım? İ nan ki, benim için de kolay değil. " - "Bu özürle yetineyim mi? Ah, sanırım yetinmem de gerekiyor. Hep yetinmem gerekiyor. Güzel bir yarayla dünyaya geldim; varım yoğum bu yaraydı. " " Genç dostum! " diye yanıtlıyorum. "Hatan şurada: Durumu bütünüyle göremiyorsun: Şimdiye kadar çevrede pek çok has­ ta odasında bulundum; sana şunu söyleyeyim ki, yaranın duru­ mu pek de kötü değil, vücutla dar açı yapan iki balta darbesi­ nin yol açtığı bir yara. Pek çok kimse böğrünü sunar, ormanda balta sesini, hele sesin kendilerine yaklaştığını işitmez pek. " " Gerçekten öyle mi, yoksa bu ateşli durumumda beni aidatı- 172 BiR KÖY HEKiMi yor musun? " - " Gerçekten öyle; bir hükümet doktorunun na­ mus sözünü öbür dünyaya yanında götürebilirsin. " Ve bu na­ mus sözünü kabullendi oğlan, sesi kesildi. Ama kendimi nasıl kurtaracağımı düşünmenin zamanıydı. Ha­ la atlar sadakatle yerlerinde duruyordu. Giysilerimi, kürk pal­ tomu ve çantamı çarçabuk toparladım, giyinmekle oyalanmak istemiyordum. Atlar gelişteki gibi yine öyle hızlı giderse, ade­ ta bir sıçrayışta bu yataktan uzaklaşıp gözümü kendi yatağım­ da açabilirdim. Atın biri, uysal uysal, pencereden çekildi; elim­ dekileri arabadan içeri savurdum; kürk palto fazla ötelere uçup gitti, yenlerinden biri bir çengele takıldı. Bu kadarına da şükür! Ata atladım. Yerde sürüklenen koşulmamış koşumlar; birbirine pek bağlı olmayan atlar; arkada sağa sola yalpalayan araba ve nihayet karlar içinde sürüklenen kürk palto. " Deeh! " demiştim, ama atlar hızlı gitmiyordu; yaşlı adamlar gibi ağır aksak, kar çölünde ilerliyorduk; çocukların gerçekle bağdaş­ mayan yeni şarkısı arkamızda uzun süre yankılanıp durdu: Sevinin ey hastalar Hekim yatagınıza yattı. Bu tempoyla asla eve varamayacağım; o güzelim işim gitti el­ den; yerimi almak isteyen biri hastalarımı çalıyor. Ama boşu­ na; çünkü yerimi dolduramayacak. Evimde o mendebur seyis ortalığı kasıp kavuruyor, Rosa'yı kurban yaptı kendine, bunu daha çok düşünmek istemiyorum. Çırılçıplak, bu alabildiğine mutsuz çağın ayazına açık, dünyevi olmayan atlarla ben yaşlı adam, sağda solda dolanıp duruyorum. Kürk paltom arabanın arkasından sarkıyor, ama ulaşamıyorum ona, ayakta gezip do­ laşabilen rezil hastalardan hiçbiri bana yardım için parmağını bile oynatayım demiyor. Aldatıldım! Aldatıldım ! Gece çıngıra­ ğının yanıltıcı sesine bir kez uyuldu, asla giderilemez artık. 173 BiR KÖY HEKiMi GALERİ DE Sirkte çalışan, ciğerlerinden rahatsız sıska bir kadın binici, ma­ nejde sağa sola yalpalayan bir atın sırtında doymak bilmeyen bir seyirci kalabalığı önünde, elindeki kırbacı şaklatıp duran acımasız bir patron tarafından aylar boyu durup dinlenmeksi­ zin çemberler çizmeye zorlansa, havayı bir uğultuyla yanp ge­ çerek sağa sola öpücükler yollasa, kalçaları yaylanarak inip kalksa, bu oyun orkestra müziğinin gümbürtüsü ve vantilatör­ lerin hiç kesilmeyen uğultusu arasında ağzı giderek daha çok açılan bozbulanık bir gelecekten içeri, doğrusu şahmerdanlar­ dan farksız ellerin çıkardığı bazen yavaş yavaş azalıp susan, ba­ zen yeniden yükselip kabaran alkışlar eşliğinde sürüp gitse, belki o vakit galerideki genç bir seyirci, tüm balkonlan geride bırakarak yüksek merdivenden koşup iner, manejden içeri se­ ğirtir, gösteriye aralıhız kendini uydurmaya çalışan orkestra­ nın fanfarları arasında, " Durun! " diyerek sesini yükseltirdi. Ama işte böyle olmadığından, beyaz ve kırmızı giysiler içinde güzel bir kız, üniformalı görevlilerin açtığı perdeler arasından geçerek uçar gibi maneje geldiğinden ve patron, halinde tesli­ miyet dolu bir ifade, kızın gözlerini arayarak hayvansı bir ezi­ lip büzülmeyle kendisini karşıladığından, sanki manejdeki teh­ likeli geziye çıkacak olan her şeyden çok sevdiği öz torunuy­ muş gibi kızı kollayarak kaldırıp bakla kın atın üzerine oturt­ tuğundan, elindeki kırbacı sallayıp başla işaretini bir türlü ve­ remediğinden, ancak neden sonra kendini yenerek kırbacı şak­ latabildiğinden ve atın yanı sıra ağzı açık seğirtmeye koyuldu­ ğundan, kızın atlayıp sıçramalannı pek dikkatli bakışlarla izle­ yip başardığı hünerleri bir türlü aklı almaz göründüğünden, İn174 BiR KÖY HEKiMi gilizce seslenişlerle onu tehlikelere karşı uyardığından, ellerin­ de çemberler tutan seyislere pek dikkatli' davranmalannı ateş püskürerek hatırlattığından, o büyük salto mortale'den önce ellerini yalvanrcasına havaya kaldırarak orkestrayı susmaya çağırdığından, nihayet küçük biniciyi atın titreyen sırtından in­ direrek her iki yanağına birer öpücük kondurduğundan, seyir­ cilerin hiçbir sevgi gösterisini yeterli görmediğinden ve küçük binici, patrona yaslanmış, kollannı iki yana açıp başını geriye atarak mutluluğunu bütün sirkle paylaşmak ister gibi bir tavır takındığından, bütün bunlar işte böyle olduğundan, galerideki genç seyirci yüzünü korkuluğa dayıyor, gösterinin bitim mar­ şında, ağır bir düşten içerilere gömülür gibi, nedenini bilmek­ sizin ağlamaya başlıyor. 175 BiR KÖY HEKiMi ESKİ DEN B İ R YAPRAK Hani şu bizim yurdun savunulması işi pek savsaklanmış görü­ nüyor. Şimdiye kadar hiç aldırmadık, işimizin gücümüzün pe­ şinde koşup durduk; ancak, son zamanlarda olup bitenler, he­ pimizi tasalandırmaya başladı. Benim, imparator sarayının önündeki alanda bir ayakkabıcı dükUnım var. Sabahleyin şafakta daha dükk�nımı açmaya kalmadan, alana çıkan bütün sokakların başlan silahlı adamlar tarafından tutuluyor. Ama bizim askerler değil bunlar, belli ki kuzeyden inmiş göçebeler. Sınırdan hayli uzaklığına karşın, başkentimize kadar nasıl sokulabildiklerini bir türlü anlayamı­ yorum doğrusu. Ama nasılsa gelmişlerdi bir kez ve her sabah sayılan artıyora benziyordu. Doğaları gereği evlerde oturmaktan hiç hoşlanmıyor, açık ha­ vada konaklıyorlar. İ şleri güçleri kılıç bilemek, ok sivriltmek, at üzerinde talim yapmak. Her zaman temizliği üzerine titredi­ ğimiz bu sessiz alanı düpedüz ahıra çevirdiler. Arada bir dük­ Unlanmızdan dışarı seğirtip, sağımız ve solumuzdaki pislikler­ den hiç değilse en berbat kısmını alandan uzaklaştırmaya çalış­ mıyor değiliz. Ama gittikçe daha seyrek yapmaya başladık bu­ nu, çünkü nasılsa emeğimiz boşa gidiyor; üstelik, azgın atların altına yuvarlanmak ya da kamçı darbeleriyle yaralanmak teh­ likesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Göçebelerle konuşulacak gibi değil. Bizim dilimizi bilmedikle­ ri gibi, kendilerinin de pek bir dilleri bulunmuyor, birbirleriyle tıpkı kargalar gibi anlaşıyorlar; ikide bir karga seslerine benzer bağrışmalar işitiyoruz. Bizim yaşam biçimimiz ve toplum düze176 BlR KOY HEK1M1 nimize akıl erdiremedikleri gibi, aldınş da etmiyorlar. Bu yüz­ den, işaretlerle de olsa bizimle anlaşmaya yanaştıkları yok. Kendilerine bir şey açıklayacağım diye dilinde tüy bitene ka­ dar konuş, eklem yerlerinden kopana kadar ellerini o yana bu yana oynat, seni asla anlamazlar ve anlamayacaklardır. Çokluk suratlarını ekşitirler, gözlerini belertip ağızlarından köpükler saçılır; ama niyetleri ne size bir şey söylemek, ne de sizi kor­ kutmaktır; sadece huylan öyle olduğu için yaparlar bunu. Ken­ dilerine gereken şeyi çekip alırlar; ancak, bunun için zora baş­ vurdukları da söylenemez; çünkü herkes böylesi durumlarda nesi var, nesi yok, onlara bırakıp bir kenara çekilir. Benim dükkandaki mallardan da bir haylisini alıp götürdüler. Ama karşımdaki kasabın başına gelenleri gördükçe, halime şükrediyorum. Adamcağız daha etini getirip dükkanına koyar koymaz, göçebeler hepsini elinden kapıp midelerine indiriyor­ lar. Üstelik atları da et yiyor. Çokluk biniciyle atı yan yana uzanıp her biri bir ucundan dişlemeye koyuluyor et parçasını. Kasap, et vermemeyi korkudan bir türlü göze alamıyor. Ama onun durumunu anlıyor, aramızda para toplayıp kendisini destekliyoruz. Çünkü göçebelere et verilmeyince, kim bilir akıllarına esip neler yaparlar! Ama böyle her Allahın günü et alsalar da, günün birinde yine akıllarına neler esecektir, kim bilir. Geçenlerde kasap, hiç değilse kesim zahmetinden kurtulmak isteyerek sabahleyin canlı bir sığır getirdi dükkanına. Adamca­ ğız bunu bir daha yapar mı! Dükkanımın en dip köşesine çeki­ lip giysi, yastık, yorgan, ne varsa alıp başıma yığdım, tam bir saat yüzükoyun uzanıp yattım yere ve bunu da sırf göçebelerin dört bir yandan üzerine atılıp, etinden sıcak sıcak parçalar ko­ pardıkları sığırın böğürtülerini duymamak için yaptım. Ses se­ da kesildikten epey sonra dükkandan çıkmayı göze alabildim ancak: Göçebeler, her şarap fıçısının başındaki sarhoşlar gibi, sığır artıklarının çevresinde yorgun uzanmış yatıyorlardı. 177 BiR KÖY HEKiMi Sanının tam o sırada sarayın bir penceresinde imparatorun kendisini gördüm. Başka vakitler imparatorun asla bu dış oda­ lara kadar çıkıp geldiği olmaz, hep sarayın göbeğindeki bir bahçede yaşayıp giderdi. Ama bu kez, en azından bana öyle geldi, pencerelerden birinin arkasında dikiliyor, başını eğmiş, sarayın önündeki hayhuya bakıyordu. " Bunun sonu nereye varacak? " diye hepimiz sorup duruyoruz kendimize. " Bu yüke, bu eza ve cefaya daha ne kadar katlana­ cağız? " İ mparatorun sarayı göçebeleri çekip getirdi, ama onla­ rı yine buradan uzaklaştırmanın üstesinden gelemiyor. Sarayın kapısı kapalı; eskiden görkemli bir edayla kapıdan bir içeri gi­ rip, bir dışarı çıkan nöbetçi şimdi demir kafesli pencerelerin ar­ dında nöbeti tutuyor. Yurdun kurtarılması işi biz zanaatkarlar­ la esnafa bırakılmış durumda; oysa biz, böyle bir görevin üste­ sinden gelecek kimseler değiliz ve şimdiye kadar da böyle bir şeyle hiç övünmedik. Belli ki bir yanlış anlama var ortada ve biz de bu yüzden mahvolup gidiyoruz. 178 BJR KÖY HEKiMi KANUN ÖNÜNDE Kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. Bu kapıcıya taşradan bir adam gelir, kanun'dan içeri girmek ister. Ama kapıcı, ken­ disini şimdi içeri koyveremeyeceğini söyler. Adam düşünüp ta­ şınır, ileride girip giremeyeceğini sorar. " Belki," der kapıcı, " ama şimdi giremezsin. " Kapı her zaıµanki gibi açık durduğun­ dan ve kapıcı o sırada kenara çekildiğinden, adam eğilir ve ka­ pıdan içeri bakmak ister. Kapıcı bunu fark edince güler ve, " Madem bu kadar istiyorsun, olmaz dememe aldırma, bir de­ ne bakalım, " der. "Ancak, unutma ki, ben güçlü bir kapıcıyım ve kapıcıların da sadece en küçüğüyüm. Ama her salonun ba­ şında bir başka kapıcı vardır, biri de ötekinden güçlüdür. Da­ ha üçüncüsünü görmeye ben bile dayanamam. " Taşralı adam, böylesi güçlüklerle karşılaşacağım beklememiştir. Nihayet ka­ nun kapısı herkese ve her vakit açık bulunması gerekir, diye düşünür. Ama üzerindeki kürk paltoyla kapıcıyı daha bir dik­ katle süzüp onun iri ve sivri bumunu, uzun ve seyrek kara ta­ tar sakalını görünce, en iyisi giriş iznini koparıncaya kadar beklemeye karar verir. Kapıcı bir tabure uzatır adama ve onu kapının yanı başına oturtur. Günler ve aylar boyu burada otu­ rur adam. Pek çok kez içeri koyverilsin diye uğraşır, ricalarıy­ la usandırır kapıcıyı. Kapıcı, adamı sık sık küçük çapta sorgu­ lamalardan geçirir; ona yeri yurduna ve daha başka pek çok şe­ ye ilişkin sorular yöneltir, ama büyük kişilerin ilgisizlikle sora­ cağı sorulardır bunlar ve her seferinde kapıcı, adama kendisini henüz içeri koyveremeyeceğini yeniden açıklar. Söz konusu yolculuğa koyulurken yanına bir sürü öteberi alan taşralı adam, kapıcıyı rüşvetle kandıracağım diye pek değerli olrnala- 179 BiR KÖY HEKiMi rına bakmayarak bunların tümünü çıkarır elden. Kapıcı veri­ lenlerin hepsini alır, ama bir yandan da, "Tek bunları alıyorum ki, bak şu yola da başvuracaktım, unuttum sanmayasın, der. Taşralı adam, yıllar yılı, neredeyse aralıksız, izleyip durur kapı­ cıyı. Öteki kapıcıları unutur da, bu ilk kapıcıyı kanundan içeri girmesine tek engelmiş gibi görür. Onu karşısına çıkaran uğur­ suz talihe, ilk yıllar yüksek sesle ve kıyasıya lanetler savurur; derken yaşlanır, kendi kendine homurdanıp söylenmeye baş­ lar; zamanla çocuklaşır ve yıllar yılı kapıcıya bakıp dururken onun paltosunun kürk yakasındaki pireleri de keşfettiğinden, pirelere bile kendisine yardım etmeleri, kapıcının gönlünü yapmaları için dil döker. Sonunda gözlerinin feri zayıflar, çev­ resinin gerçekten mi karanlığa gömüldüğünü, yoksa sadece gözlerinin mi kendisini yanılttığını bilemez olur. Ama buna karşılık bir parıltı fark eder karanlıkta; öylesine güçlü bir parıl­ tı ki, bütün görkemiyle kanun kapısından dışarı yansımaktadır. Artık pek bir ömrü kalmamıştır adamın. Kapı önünde geçirdi­ ği bütün zaman içindeki yaşantıları bir araya toplanıp bir soru­ ya dönüşür. Taşlaşmış vücuduyla artık doğrulup kalkamadığın­ dan, kapıcıya el eder. Aradaki boy farkı zamanla taşralı ada­ mın aleyhinde bir hayli değiştiğinden, adama doğru eğilmek zorunda kalır kapıcı, " Hala nedir öğrenmek isteğin bakalım? " der. Amma da açgözlüymüşsün! " diye ekler ardından. Adam, bunun üzerine, " Benim bildiğim, herkes kanuna ulaşmak için didinip çabalar. Peki, nasıl oluyor da, bunca yıl benden başka­ sı girmeye kalkmadı bu kapıdan? " diye sorar. Kapıcı, adamın artık son anlarını yaşadığını görür. Adamın giderek sağırlaşan kulaklarına sesini işittirebilmek için, kapıcı var gücüyle bağırır: Senden başkası giremezdi, çünkü senin içindi bu kapı. Gide­ yim de kapayayım artık. 11 11 11 11 180 BiR KÖY HEKiMi ÇAKALLAR VE ARAPLAR Vahada konakladık. Yol arkadaşlarım uyuyordu. Arabın biri, uzun boylu ve beyaz, önümden geçti; develere yemleri ve sula­ rını vermiş, yatmaya gidiyordu. Sırtüstü otların içine attım kendimi; uyumak istedim, uyuya­ madım; uzaktan uzağa bir çakalın sızlanıp yakınan uluması; doğrulup oturdum. Şimdiye kadar pek uzakta görünen şey yaklaştı ansızın. Çevremde kaynaşıp duran bir çakal sürüsü; mat altın sansı parlayıp sönen gözler; sanki kamçı darbeleri al­ tında düzenli ve çevik devinen ince, uzun gövdeler. İçlerinden biri arkadan geldi, kolumun altından geçerek iyice sokuldu bana; sanki vücudumun sıcaklığını gereksinir gibiydi; sonra karşıma geçerek, benimle neredeyse göz göze şöyle ko­ nuştu: " Ben, bütün bu çevredeki çakalların en yaşlısıyım. Seni niha­ yet bizim burada selamlamaktan mutluluk duyuyorum. Nere­ deyse umudumu kesmiştim, çünkü hanidir seni bekliyoruz; an­ nem bekledi, onun annesi bekledi ve daha gerilere doğru bü­ tün anneler, ta çakalların ilk anasına kadar hep beklediler. İnan bana! " " Şaşırdım doğrusu, " dedim ve dumanıyla çakalları uzak tutma­ sı için oracıkta yakılmaya hazır bekleyen çalı çırpı yığınını ateş­ lemeyi unuttum. " Bu sözleri işitmek çok şaşırttı beni. Oysa yu­ karılardan, kuzeyden buraya gelişim yalnızca bir rastlantı ese­ ridir; kısa bir geziye çıkmış bulunuyorum. Peki, benden ne is­ tediğinizi öğrenebilir miyim, ey çakallar? " 181 BiR KÖY HEKiMi Belki gereğinden çok dostça söylediğim bu sözler üzerine cesa­ retlenmiş, çevremdeki halkalarını daralttılar; hepsi de kısa kı­ sa ve güçlükle soluyordu. " Biliyoruz senin kuzeyden geldiğini, " diye söze başladı en yaş­ lı çakal. "Bizi umutlandıran da bu zaten, çünkü kuzeyde aklın sözü geçer; oysa burada, Araplar arasında böyle bir şeye rast­ lanmaz pek. Araplardaki o soğuk kibir ve azametten bir zerre akıl bile beklenemez. Hayvanları öldürüp yer, ama leşleri kü­ çümserler. " " O kadar yüksek sesle konuşma, yakınımızda Araplar yatı­ yor, " dedim. " B uranın gerçekten yabancısı olduğun nasıl da belli," dedi yaş­ lı çakal. "Yoksa dünya kuruldu kurulalı bir çakalın asla bir Araptan korkmadığını bilirdin. Onlardan korkacağız ha? Böy­ le bir kavmin içine düşmemiz, sanki yeterince bir talihsizlik de­ ğilmiş gibi. " " Olabilir, olabilir, " dedim. "Bana böylesine yabancı konularda bir yargıda bulunmak istemem; pek eski bir kavgaya benziyor sizinki: Bu yüzden, sanının kanınıza işlemiş, belki yine kanla sonlanacak. n " Pek zekisin, " dedi en yaşlı çakal; oradaki bütün çakallar ol­ dukları yerde kımıldamadan durmalarına karşın, daha bir ça­ buk solumaya başladılar; insanın zaman zaman ancak dişlerini sıkarak katlanabileceği pis bir koku yayılıyordu ağızlarından; " pek zekisin; söylediklerin, bizim eski inancımıza da uygun dü­ şüyor. Diyeceğim, onların kanını alınz, kavga da böylelikle bi­ ter. n " İyi ama, " dedim ben, biraz fazla hırçın bir tonla, "onlar ken­ dilerini savunur, tüfekleriyle ateş edip sürü sürü öldürür sizi. " " Görülüyor ki, kuzeyde yaşayanlarda da varlığını sürdüren in­ sanca bir tutumla bizi yanlış anlıyorsun, " dedi yaşlı çakal. "Biz onlan öldürecek değiliz ki! Kendimizi pislikten yuyup arıtmak 1 82 BiR KÖY HEKiMi için Nil 'in bile suyu yetmez sonra. Çünkü daha onların canlı vücutlarını görür görmez soluğu kaçmakta alır, temiz hava ara­ rız kendimize, koşup çöle sığınırız. Zaten bu yüzden değil mi, çölü yurt edindik. " Uzaklardan daha başka pek çoğunun gelip aralarına katıldığı çevremdeki çakallar, bacakları arasına eğdikleri başlarını pen­ çeleriyle temizlemeye koyuldu; bir nefreti gizlemek ister gibiy­ diler adeta; o kadar müthiş bir nefret ki, şöyle fırladığım gibi aralarından kaçıp gitsem, doğrusu sevinecektim. " Peki ne yapmak niyetindesiniz? " diyerek doğrulup kalkacak oldum, ama başaramadım; arkadan i�i genç çakal dişlerini ce­ ketime ve gömleğime sımsıkı geçirmişti; ister istemez oturma­ ya devam ettim. Bir açıklamada bulunarak, ağırbaşlı, " Senin giysinin eteğini tutuyorlar! " dedi en yaşlı çakal. " Sana karşı bir saygı gösterisi. " Ben, bir yaşlı çakala, bir genç çakallara baka­ rak, " Bıraksınlar beni! " diye haykırdım. " Sen istersen bırakır­ lar elbet, " dedi yaşlı çakal. " Ama yine biraz sürer, çünkü Met gereği dişlerini iyice gömüp birbirine bastırdılar ve şimdi onla­ rı ancak yavaş yavaş birbirinden ayırabilirler. Ama sen, bu ara­ da bizim ricamıza kulak verebilirsin. " - " Ama davranışınız bende hiç böyle bir istek uyandıracak gibi değil, " dedim. " Be­ ceriksizliğimizi hoş gör! " diye yanıtladı yaşlı çakal ve bunu söy­ lerken sesindeki o doğal yakınmalı tonu ilk kez yardıma çağır­ dı. " Biçare hayvanlarız biz; dişlerimizden başka bir şeyimiz yok; iyi ya da kötü, yararlanacağımız tek şey varsa dişlerimiz­ dir. " Pek de yatışmamış, " Ne istiyorsun peki benden? " diye sordum. "Sahip! " diye sesini yükseltti yaşlı çakal ve o anda bütün öbür çakallar ulumaya başladı; uluma çok, çok uzaklardan bir ezgi gibi geldi bana. " Sahip! Sen, dünyayı birbirine düşüren kavga­ ya son verebilirsin. Yaşlılarımız bunu yapacak kimseyi bize ta­ rif etmişlerdi, sen tıpkı ona benziyorsun. Araplardan istediği­ miz huzurdur, soluyabileceğimiz gibi bir havadır; gözümüz on1 83 BiR KÖY HEKiMi lan görmeden çevremizdeki ufka rahatça bakabilmek, bir Ara­ bın boğazladığı koyunun çığlığını işitmemektir; bütün hayvan­ lar rahat rahat ölebilmeli, kimse rahatsız etmeden kanlan tara­ fımızdan içilebilmeli ve eti, kemiklerine varıncaya kadar tara­ fımızdan yenilebilmelidir. Temizlik, bütün istediğimiz temiz­ liktir. " Sözün burasında, bütün çakallar ağlaşıp sızlaşmaya baş­ ladı. " Ey asil yürekli, ey iç organları tatlı Sahip! Bu duruma sen nasıl katlanabiliyorsun! Beyazları pislik bunların, karalan pis­ lik; sakallan dehşet saçıyor; göz pınarlarını gören kusmadan duramıyor; kollarını kaldıracak olsalar, koltuk altlarında sanki bir cehennem açıyor kapılarını. Bu yüzden, ey Sahip, bu yüz­ den ey aziz Sahip, şu makası al, her şeye gücü yeten ellerinle, her şeye gücü yeten ellerinle gırtlaklarını kesiver şunların ! " Yaşlı çakal başını ansızın oynatınca, öbür çakallardan biri ko­ şup geldi, azı dişlerinin birinde eski, bir pasla kaplı ufak bir di' kiş makası taşıyordu. Rüzgara karşı savaşarak yanımıza kadar sokulan ve kocaman kamçısını havada sallamaya başlayan kervanımızın kılavuzu, " Makas da geldi nihayet, bitsin şu iş! " diye bağırdı. Bütün çakallar bir solukta dağıldı; ama az ileride yeniden top­ lanıp iyice birbirlerine sokuldular. Öylesine sıkışık ve hareket­ siz bir görünümleri vardı ki, çevresinde yalancı ışıkların uçuş­ tuğu alçak bir engele benziyorlardı. " Ey Sahip! Bu gösteriyi de izleyip işittin işte! " dedi Arap kıla­ vuz ve kavmine özgü soğukluğun izin verdiğinden daha şen bir kahkaha attı. " Demek sen hayvanların ne istediğini biliyor­ sun? " diye sordum. " Elbet Sahip! " diye yanıtladı Arap kılavuz. "Bunu bilmeyen yok ki ! Yeryüzünde Araplar var oldu var ola­ lı bu makas çölde dolaşır hep ve dünya durdukça da dolaşacak. Her gelen Avrupalıya o büyük iş için sunulur; karşılarına çıkan her Avrupalı da çakallara bu iş için biçilmiş kaftan görünür. Saçma bir umut yaşar gider işte bu hayvanlarda; budala, ama gerçekten budala yaratıklardır. Bu yüzden kendilerini severiz, 184 BiR KOY HEKiMi bizim köpeklerimizdir onlar, sizinkilerden de güzel köpekler. Bak şuraya, Sahip! Bir deve öldü, buraya getirttim. " Dört adam deve ölüsünü taşıyıp önümüze yıktı. Hayvanın leşi daha yere serilir serilmez, çakallar seslerini yükseltti. Sanki kendilerini oraya çeken ipler varmış da, bunlara karşı koyacak gücü gösteremiyorlarmış gibi, arada bir duraklayıp gövdeleriy­ le yeri süpürerek sokuldular. Arapları, onlara karşı duydukla­ rı nefreti unutmuşlardı; önlerindeki buram buram tüten leş akıllarından her şeyi silip atmış, onları büyülemişti. Çakalın bi­ ri çoktan leşin boynuna asılmış, daha ilk hamlede atardamarı bulup dişlerini geçirmişti. Gövdesindeki kaslar, umutsuz bir şey olmasına karşın, pek zorlu bir y·angını mutlaka söndürmek isteyerek çılgınca bir tempoyla çalışan küçük bir pompa gibi titreyip kasılıyordu. Ve çok geçmeden bütün çakallar leş üze­ rinde yüksek bir tepe oluşturmuşlardı. Derken Arap kılavuz, çakalların üzerine yürüyüp dokunduğu yeri fena acıtan ince kamçısını var gücüyle sağa sola indirmeye koyuldu. Çakallar başlarını kaldırdılar yan esrik, yarı baygın; karşılarında Arapların dikildiğini gördüler. Çok geçmeden de kamçı darbelerini suratlarında hissettiler, sıçrayarak kendileri­ ni geriye attılar, bir boy kaçıp uzaklaştılar. Ama devenin kanı yerde göller oluşturmuştu, buram buram tütüyordu; vücudu­ nun pek çok yeri enikonu açılmıştı. Derken dayanamayarak tekrar dönüp geldiler; kılavuz elindeki kamçıyı yeniden hava­ ya kaldırmak isteyince, koluna yapıştım. " Haklısın Sahip, " dedi. " Bırakalım, meslekleri olan işi yapsın­ lar. Hem yola çıkma zamanı geldi. Gördün işte onları. Hariku­ lade hayvanlar, değil mi? Bizden de ne çok nefret ediyorlar. " 185 BiR KÖY HEKiMi MADEN OCAGINI ZİYARET Bugün mühendislerin en kodamanları bizim aşağıdaydı. İ dare­ nin bir talimatı uyarınca yeni galeriler açılacaktı, ilk ölçümler­ de bulunmak üzere çıkıp geldiler. Ne de genç, öyleyken birbi­ rinden ne değişik kimseler! Her biri özgürce gelişebilme olana­ ğına kavuşmuş; kesinlikle belirgin karakterleri bu genç yaşla­ rında bütün bağımsızlığıyla açığa vuruyor kendini. Siyah saçlı, yerinde duramayan biri, gözlerini aralıksız dört bir yanda dolaştırıyor. Elinde not defteriyle bir ikincisi, yürürken krokiler çiziyor ayakta, sağa sola göz gezdirip karşılaştırmalar yapıyor, notlar alıyor. Ellerini ceketinin ceplerine sokan ve bu davranışıyla ceketinin tümüyle gerilmesine yol açan bir üçüncüsü dimdik yürüyor; va­ kur bir hali var; ancak dudaklarını sürekli ısırmasıyla, önüne durulacak gibi olmayan sabırsız gençliği kendini belli etmekte. Bir dördüncüsü, üçüncüsüne, onun hiç de kendisinden isteme­ diği açıklamalarda bulunuyor; boyu üçüncüden kısa; üçüncü­ sünü ayartıp baştan çıkarmaya uğraşır gibi onun yanı sıra seğir­ terek işaret parmağını havada tutuyor hep, adeta çevrede gö­ rülen nesnelere ilişkin tekdüze bir anlatıyı üçüncüsüne aralık­ sız buyur ediyor. Belki makam bakımından beşincileri hepsinden üstün; yanında kendisine eşlik eden birinin bulunmasına katlanamıyor; bazen ileri geçiyor, bazen geride kalıyor; adımlarını onun adımlarına göre ayarlıyor topluluk. Rengi uçuk ve çelimsiz bir adam; so1 86 BiR KÖY HEKiMi rumluluk duygusu gözlerini çukura gömmüş; düşünüp durur­ ken çokluk elini alnına dayıyor. Altıncı ve yedincileri biraz kambur yürüyor; baş başa, kol ko­ la, senli benli bir konuşma havası içindeler; kuşkusuz burası bi­ zim kömür ocağımız, bizim en derin dehlizlerdeki işyerimiz ol­ masa, sanılabilir ki, bu kemikli, tüysüz ve patlıcan burunlu bay­ lar, genç din adamlarından başkaları değildir. Biri, çokluk kedimsi mırıltılarla kıs kıs gülüyor; yine gülümse­ yen ötekisi boştaki eliyle konuşmasına gelişigüzel tempo tutu­ yor. Her iki bay da işgal ettikleri mevkilerin sağlamlığından ne kadar emin bulunmalı ve genç yaşlarına karşın bizim maden ocağı uğrunda ne büyük hizmetler görmüş olmalılar ki, bura­ da, bu denli önemli bir inceleme gezisinde, şeflerinin gözü önünde, yalnızca kendilerini ilgilendiren ya da hiç değilse o andaki ödevleriyle düpedüz ilişkisiz sorunların üzerine böyle­ sine şaşmazlıkla eğilebiliyorlar. Yoksa bütün o gülüp etmele­ rine ve dikkatsizliklerine karşın, gözden kaçırılmaması gere­ keni gözden kaçırmayacak kadar yetenekli kişiler mi bunlar? Böylesi kişilere ilişkin bir yargıya varmayı insan pek göze ala­ mıyor. Ama kesin olan bir şey varsa, örneğin sekizincileri, bu iki bay­ la kıyaslanamayacak ölçüde, hatta bütün öbürlerinden daha çok iş üzerinde toplamış dikkatini. Her gördüğü şeye el sürme­ den, ikide bir cebinden çıkarıp ikide bir cebine sokarak koru­ ma altına aldığı küçük bir çekiçle her gördüğü şeyi tıklatmadan duramıyor. Şık giysisine aldırmayarak toz toprak içine çöküyor bazen, elindeki çekiçle yere tık tık vuruyor; ardından yine aya­ ğa kalkıp yürüyerek, bu kez duvarları ve başının üstündeki ta­ vanı tıklatıyor. Bir defasında boylu boyunca yere uzanıp kımıl­ damadan kaldı öylece; biz, acaba başına bir kaza mı geldi diye düşündük; ama o, ince ve uzun vücuduyla kısa bir silkinişten sonra yine fırlayıp ayağa kalktı. Anlaşıldı ki, yine sadece bir in­ celemede bulunmuştu. Hani maden ocağımızı ve taşlarını tanı1 87 BiR KÖY HEKiMi dığımızı sanan bizler, bu mühendisin burada böyle durmadan neyi incelediğine bir türlü akıl erdiremiyoruz. Dokuzunculan, bir çeşit çocuk arabasını itiyor önü sıra; araba­ da ölçüm araç ve gereçleri var. Alabildiğine değerli şeyler; yu­ muşacık pamuklara yatırılmış hepsi. Aslında arabayı bir odacı­ nın itmesi gerekiyor, ama bu görev bir uşağa emanet edilmeye­ rek bir mühendise havale edilmiş ve belli ki mühendis söz ko­ nusu işi seve seve yapıyor. Galiba mühendisler arasında en genci; belki araçlardan hiç anladığı yok, ancak gözlerini bir an bile onlardan ayırmıyor, hatta bu yüzden bazen arabayı bir du­ vara çarpacak gibi oluyor. Ama bir başka mühendis daha var, arabanın yanı sıra yürüye­ rek bir çarpma tehlikesini önlüyor vaktinde. Besbelli araçlar­ dan çok iyi anlıyor ve öyle görülüyor ki, bunların korunmasıy­ la asıl görevlendirilen odur. Zaman zaman, arabayı durdur­ maksızın araçlardan birini çekip alıyor, gözüne dayayıp bakı­ yor içine, orasını burasını söküp takıyor, sallayıp silkiyor, üze­ rine tık tık vuruyor eliyle, kulağına tutup dinliyor ve sonunda, uzaktan pek seçilemeyen küçük nesneyi alabildiğine özen gös­ terip eski yerine koyuyor; arabayı sürüp iten ise, bu arada du­ rup kendisini bekliyor. Biraz zorba biri denebilir bu mühendis için, ama araçlar adına bir zorbalık bu. Araba daha on adım uzaktayken, sözsüz bir parmak işareti üzerine bizim yana çe­ kilmemiz, kolay kolay çekileceğimiz bir yer olmasa da böyle davranmamız gerekiyor. Bu iki bayın ardından elini kolunu sallayarak uşak geliyor. O zengin bilgileri göz önüne alındı mı, doğal olarak mühendis beyler büyüklenme denen şeyi çoktan üzerlerinden sıyırıp at­ mışlar; oysa uşak, bu büyüklenmeyi kendi şahsında toplamışa benziyor. Bir eli arkasında, öbür eliyle üniformasının yaldızlı düğmelerini ya da şık kumaşını sıvazlayarak ikide bir sağa so­ la dönüp başını eğiyor, sanki selam vermişiz de verdiğimiz se­ lamı alıyor ya da selam verdiğimizi sanıp bunun doğruluğunu 188 BiR KOY HEKiMi bulunduğu yükseklikten araştıracak durumda değilmiş gibi ya­ pıyor. Tabii bizim selam falan verdiğimiz yok; ama onu görün­ ce, işletme bürosunda odacılığın berbat bir şey olduğuna ina­ nasımız geliyor. Peşinden gülüyoruz kuşkusuz; ama değil gül­ mek, gök gürlemesi bile a9amı arkasına döndüremeyeceği için, kendisine anlaşılmaz bir kimse gözüyle bakıp ondan yine de saygımızı esirgemiyoruz. Bugün ocakta pek iş görülmez artık; çalışmaya verilen ara hay­ li uzun sürdü; bu tür bir ziyaret, iş düşüncesini insanın kafasın­ dan silip atıyor. Baylar açılması düşünülen dehlizin karanlığın­ dan içeri dalarlarken, arkalarından bakmak pek çekici bir şey; derken karanlıkta yitip gidiyorlar. Bizim vardiyanın işi de çok geçmeden sona eriyor; bayların dehlizlerden dönüşünü göre­ meyeceğiz. 189 BiR KÖY HEKiMi EN YAKIN KÖY Dedem şöyle derdi hep: " Hayat, şaşılacak kadar kısadır. Şimdi belleğimi yokluyorum da, örneğin bir gencin ata atlayarak, mutsuz rastlantılar bir yana, mutlu bir akış izleyecek normal bir yaşam süresinin bile böyle bir şey için yetmeyeceğinden korkmaksızın, en yakın köye gitmeye nasıl karar verebildiğini anlamıyorum. " 190 BiR KÖY HEKiMi İMPARATORUN HABERİ Denir ki: İmparator sana, sen tek kişiye, sen zavallı kuluna, im­ parator güneşinin önünden çok, çok uzaklara kaçan sen mini­ cik gölgeye, işte doğruca sana ölüm döşeğinden bir haber yol­ lamıştır. Yatağının başucunda haberciye diz çöktürmüş ve ku­ lağına fısıldamıştır haberi; hatta pek önem verdiği bir haber ol­ duğundan, haberciye yineletip kulağına söyletmiştir. Sonra da başını sallayarak söylenenin doğruluğunu onaylamıştır. Ve ölümünü izleyen bütün kalabalık önünde - aradaki duvardan engeller yıkılıp sarayın yukarılara doğru geniş kavislerle uza­ yıp giden dış merdivenlerinde, devletin büyükleri halka yapmış dikilmektedir -, bütün bu seyirci kalabalığı önünde haberciyi salmıştır imparator. Haberci, hemen yola koyulmuştur; güçlü kuvvetli, yorulmak bilmez biridir; bazen bu kolunu, bazen öbür kolunu uzatarak kalabalık arasından yol açar kendine. Bir direnişle karşılaştı mı, güneş resmi bulunan göğsünü göste­ rir; hiç kimseye nasip olmayacak bir kolaylıkla ilerleyip durur. Ancak, kalabalık da işte öylesine büyüktür, odaların sonu gel­ mez bir türlü. Kalabalıktan bir kurtulsa, nasıl da kuş gibi uça­ cak ve sen de Allah bilir çok sürmeden onun şahane yumruk seslerini kapında duyacaksın. Ama işte nasıl boşuna çırpınıp durmakta, hala sarayın en içteki odalarından güçlükle yol bu­ lup geçmeye çalışmaktadır ve asla bu odaların üstesinden gele­ meyecektir; gelse de bir şey kazanılmış olmayacak, bu kez merdivenlerden inmeye çalışacaktır. Merdivenleri de inse yine bir şey elde edilemeyecek, bu kez avlulardan geçmesi gereke­ cektir ve avlular bitecek, birinci sarayı içine alan bir ikinci sa­ ray çıkacaktır karşısına; ardından yine merdivenler, yine avlu- 191 BiR KÖY HEKiMi lar ve bin yıllar boyu böylece sürüp gidecektir. Sonunda en dış kapıdan kendini dışarı atabildi diyelim - ama dünyada, dünya­ da olmaz böyle bir şey - bir de bakacak ki, daha yeni duruyor karşısında başkent, dünyanın merkezi başkent, dağ gibi bir pis­ lik tortusu altında başkent; kimse bir yol bulup geçemez için­ den, hele bir ölünün haberiyle asla! Sana gelince: Pencerenin önünde oturur, akşam olunca imparatorun haberini düşlersin. 192 BiR KÖY HEKiMi EVİ N BEYİNİN TASASI Kimi Odradek'in İslavcadan geldiğini söylüyor ve sözcüğün anlamını bu yoldan açıklamaya çalışıyor. Kimi de bunun Al­ mancadan kaynaklandığı, İ slavcadan yalnızca etkilendiği görü­ şünde. Her iki açıklama da bir kesinliği içermediğinden, hiçbi­ rinin doğruyu yansıtmadığı sonucuna varmak haksız olmaz sa­ nırım; kaldı ki, açıklamalardan hiçbirinin sözcüğe bir anlam kazandırdığı yok. Kuşkusuz Odradek adında bir nesne gerçekten var olmasa, kimse bu tür araştırmalarla uğraşmazdı. Hani ilkin sanılır ki, Odradek yıldız biçiminde yassı bir iplik makarasıdır. Ve ger­ çekten de üzerine iplik sanlmışa benziyor; ne var ki, bunlara alabildiğine çeşitli cins ve renkte, düğümlerle birbirine tuttu­ rulmuş, aynca karmakarışık birbirine dolanmış kopuk ve eski iplik parçalan denebilir ancak. Ama yalnızca bir makara değil Odradek; yıldızın orta yerinden bir çapraz çubukçuk çıkıyor; sonra dik açıyla buna bir başkası gelip ekleniyor. Bir yanda bu ikinci çubukçuk, öbür yanda yıldızın kollarından birinin deste­ ğiyle bütün nesne, sanki iki ayak üzerinde durabilmekte. Hani sanılabilir ki, söz konusu nesne eskiden belli bir amaca uygun bir biçim taşıyormuş da, şimdi kırılıp parçalanmış; ama hiç de öyle görünmüyor, en azından bunu doğrulayacak ipuç­ ları yok ortada, buhu kanıtlayacak kırık yerleri hiçbir tarafın­ da seçilmiyor. Tümüyle saçma bir nesneye benzemekte, ama kendine özgü bir bütünlüğü var. Aynca, hayli devingen olup bir türlü yakalanamadığından, bu konuda daha çok şey söyle­ necek gibi değil. 193 BiR KÖY HEKiMi Bazen tavan arasında, bazen merdivenlerde, bazen koridorlar­ da, bazen de holde oyalanıyor. Kimi vakit de aylar boyu görün­ müyor ortalıkta; böyle zamanlarda sanırım başka evlere taşın­ mış oluyor, ama sonunda mutlaka dönüp geliyor bizim eve. Bazen insan kapıdan çıkıp onu aşağıda, merdiven korkuluğuna yaslanmış gördü mü, kendisiyle konuşmadan duramıyor. Kuş­ kusuz güç sorular yöneltmeyerek - minicikliği buna ayartıyor insanı - bir çocukmuş gibi davranıyor kendisine. " Adın ne ba­ kayım? " diye soruyor. " Odradek, " diye yanıtlıyor o. " Peki ne­ rede oturuyorsun? " - " Belli bir yerim yok," diyor Odradek ve gülmeye başlıyor. Ama ancak akciğerleri işe kanştırmadan üs­ tesinden gelinebilecek bir gülüş bu; tıpkı dökülen yapraklarda­ ki çıtırtıyı andırıyor! Çok vakit bu kadarla bitiyor söyleşi. Hem söz konusu yanıtlan bile insan her vakit alamıyor Odra­ dek'ten; çokluk, tahtadan görünümüne uygun düşen bir sus­ kunluk içinde, uzun süre konuşmaksızın öylece duruyor. Sonu ne olacak diye boş yere kendi kendime soruyorum sürek­ li. Ölebilir mi acaba? Ö len her nesnenin daha önce bir çeşit amacı, bir çeşit etkinliği olmuş, bunlara sürtüne sürtüne un ufak olup gitmiştir; ama Odradek'te böyle bir şey yok. Yani ileride bir gün çocuklarımın ve torunlanmın önü sıra, ardından iplikleri sürükleyerek merdivenlerden teker meker aşağı yu­ varlanacak mı? Kimseye zararı yok kuşkusuz; ama ben öldük­ ten sonra da onun yaşamını sürdürebileceğini düşününce, ade­ ta kahroluyorum. 194 BiR KÖY HEKiMi ON B İ R OGUL On bir oğlum var. Birincisi dıştan bakınca öyle pek gösterişli değil, ama ağırbaşlı ve zeki; bir evlat olarak onu da ötekiler gibi sevmeme karşın, kendisine pek değer verdiğim yok. Düşünüşü bana fazla yalın­ kat görünüyor. Ne sağına, ne soluna, ne de ilerisine baktığı var; düşüncelerinin dar çemberinde boyuna koşarak halkalar çizi­ yor, daha doğrusu dolanıp duruyor. İ kincisi güzel, boylu boslu, yakışıklı; kendisini eskrimcilere öz­ gü bir konumda görüp de hayran kalmamak elde değil. O da zeki, ayrıca dünyayı gezip dolaşmış, deneyimli; çok şey gör­ müş, bu yüzden yurdunun taşı toprağına, doğup büyüdükleri yerden ayrılmamış oğullarımdan daha aşina. Ancak; ötekilere üstünlüğünü sadece gezip dolaşmasına borçlu değil, hatta hiç de pek böyle bir şeyden kaynaklanmıyor üstünlüğü; bu çocu­ ğun herkesçe takdir edilen öykünülemeyecek bir yanı var ki, havada pek çok takla atıp, buna karşın kendini adeta akıl al­ maz derecede denetim altına tutarak suya ustalıkla dalışıdır. Tramplen ucuna gelince, kendisine öykünmeye kalkanların ce­ saret ve hevesleri uçup gidiyor; aşağı atlayacaklarına tramplen üzerine oturup, kendilerini bağışlatmak ister gibi kollarını ha­ vaya kaldırıyorlar. Ama yine de (aslında böyle bir oğlum oldu­ ğu için mutluluk duymam gerekirdi) onunla aramdaki ilişki için pek düzgündür denemez. Sol gözü sağ gözünden biraz kü­ çük ve sık sık kırpıştırıyor bu gözünü. Ufak bir özür, orası öy­ le; yüzünü normaldekinden daha pervasız bir ifadeyle donatı­ yor. Yaradılışındaki o yanına yaklaşılmaz dışa kapalılık karşı­ sında, kırpıştırılıp duran bu küçük gözdeki özrü hani kimse 195 BiR KÖY HEKiMi fark edip de ona bir kusur bulamayacaktır. Babası olan ben, fark ediyorum bunu. Beni üzen, oğlumun bu bedensel özrü de­ ğil, onun ruhunda yuvalanan ve nasılsa ona uygun düşen küçük bir düzensizlik, kanında başıboş dolaşan bir zehir, yaşamında yalnızca- benim görebildiğim bir yeteneği geliştirmedeki güç­ süzlüktür. Ancak kendisini benim gerçek oğlum yapan da işte bu; çünkü ondaki özür bizim bütün ailede var, ama ikinci oğ­ lumda aşırı belirgin açığa vuruyor kendini. Üçüncü oğlum da güzel; ama benim hoşuma giden bir güzellik değil bu. Onunkisi bir şarkıcı güzelliği. Kavisli hatları içeren bir ağız, hülyalı gözler, etkili olabilmek için geride plilerle do­ natılmış bir kumaş perdeyi gereksinen bir baş, öne doğru ala­ bildiğine kubbeleşen göğüs, havaya kolay kalkıp fazlasıyla ko­ lay inen eller, üzerindeki yükü taşıyamadıkları için kendilerini naza çeken bacaklar. Aynca, tok denemeyecek bir sesi var; bir an için aldatıyor insanı, müzikten anlayanların kulak kabart­ masını sağlıyor; gel gelelim, soluksuz kalakalıyor hemencecik. Bu oğulla dinleyiciler karşısına çıkmak genel olarak bana ne kadar çekici gelse de, onu en iyisi herkesten saklı tutuyorum, zaten kendisinin de öne çıkmak istediği yok. Ama eksiklerini biliyor da onun için değil; masumiyetinden yalnız. Sonra için­ de yaşadığımız zamana kendini yabancı hissediyor; bizim aile­ den olmasına karşın, sonsuza dek yitirdiği bir başka aileden de geliyormuşçasına çokluk neşesiz; böyle anlarda da hiçbir şey onu neşelendiremiyor. Dördüncü oğlum, belki hepsinden yakın insana. Tam anlamıy­ la yaşadığı zamanın bir çocuğu; herkes tarafından anlaşılabili­ yor, herkesin ortaklaşa kullandığı bir zemin üzerine basıyor ayağı, hiç kimse ona hak vermeden yapamıyor. Varlığındaki hafifliği, devinimlerindeki özgürlüğü, yargılarındaki pervasızlı­ ğı belki de herkesten gördüğü takdire borçlu. Ağzından çıkan sözleri çok vakit yineleyesi geliyor insanın, kuşkusuz ancak ba­ zılarını; çünkü tümüyle alındı mı, fazlasıyla bir hafifliği içeriyor 196 BiR KÖY HEKiMi bunlar. Hayran olunacak bir ustalıkla yüksek bir yerden atla­ yan, kırlangıçlar gibi havayı yanp giden, sonunda hazin biçim­ de kendini kuru toprak üzerinde bulan biri sanki. Bir hiç. İ şte böylesi düşünceler, bu oğlun güzel görünümünün hazzını bana haram ediyor. Beşinci oğlum cana yakın ve iyi yürekli; söz verdiğinden daha çoğunu yapan bir kimse; öylesine silik biri ki, insan onunla be­ raberken yalnız hissediyor kendini. Ama yine de çevresinin saygınlığını hayli kazanmış durumda. Bunun nasıl üstesinden geldiğini soracak olursanız, bir yanıt veremeyeceğim. Belki de masumiyet denen şey, bu dünyanın hayhuyu içinden kendine hepsinden kolay bir yol bulup geçebiliyor; onda da işte bu ma­ sumiyet var. Belki aşın bir masumiyet. Herkese karşı nazik. Belki de aşın bir nezaket. Onu benim önümde övmeyegörsün­ ler, doğrusu fena oluyorum. Oğlum gibi bu kadar övgüye layık birini övmek, ne de olsa övgüyü biraz ucuza almak demektir. Altıncı oğlum, hiç değilse ilk bakışta, hepsinden derin düşünen birine benziyor. Başını önüne sarkıtıp duruyor hep, ama boş­ boğaz. Bu yüzden yanına sokulmak kolay değil. Altta kaldı mı, önüne geçilmez bir hüzne kaptırıyor kendini; üste çıktı mı, bu üstünlüğü boşboğazlığıyla elden çıkarmamaya bakıyor. Ama yine de onda gözü hiçbir şey görmeyen güçlü bir tutkunun var­ lığını yadsıyamayacağım; çok vakit güpegündüz, sanki bir düş­ teymiş gibi, düşünceler arasından bir yol açmaya savaşıyor kendine. Bazen hasta değilken - hatta sağlığı pek yerindeyken - özellikle- alacakaranlıkta yalpaladığı görülüyor; ama bir yar­ dım da gereksinmiyor kimseden, düşmüyor. Belki de nedeni bedensel gelişimidir; çünkü yaşına göre fazla serpilmiş durum­ da. Bu da, vücudundaki dikkati çekecek kadar güzel ayrıntıla­ ra, örneğin el ve ayaklarının zarafetine karşın, genel olarak kendisine bir çirkinlik veriyor. Yedinci oğlum, belki de hepsinden çok benim oğlum. Dünya onu takdir etmekten aciz, onun kendine özgü esprilerini anla197 BiR KÖY HEKiMi mıyor. Hani ona aşın değer verdiğim yok; biliyorum, pek de­ ğer taşımayan biri; tek kusuru onu takdir edememek olsa, yine de dünya mükemmelliğinden bir şey yitirmezdi. Ancak, aile çevresinde bu oğulsuz yapamam. Gelenek karşısında hem bir tedirginlik, hem de huşu dolu bir saygı duyuyor ve bunlann her ikisini, hiç değilse bana göre, yadsınamayacak bir bütün içinde bağdaştırabiliyor. Ama bu bütünü de ne yapacağını herkesten az bilen yine kendisi; geleceğin çarkını harekete geçiremeye­ cek; ama varlığındaki bu yetenek de o kadar cesaretlendirici, o kadar umutlandıncı ki ! Dilerim ki çocuktan olsun ve çocukla­ nnın da çocukları. Ne yazık, bu dilek gerçekleşeceğe benzemi­ yor. Benim için anlaşılmaz görünmeyen, ama çevrenin yargı­ sıyla işte öylesine çelişen çirkin bir kendinden memnunlukla tek başına sağda solda sürtüp duruyor; kızlan umursadığı yok; öyleyken keyfi yerinde hep. Sekizinci oğlum, kendisiyle kolay anlaşamadığım oğlum; oysa bunun için ortada bir neden göremiyorum. Gözleri, bir yaban­ cı gibi bakıyor bana, oysa ben bir baba sevecenliğiyle ona bağ­ lı hissediyorum kendimi. Zaman içinde pek çok şey düzeldi; onu eskiden şöyle bir düşünmek bile, içime bazen bir ürperti salardı. Kendi yolunda yürüyüp duruyor; benimle bütün bağla­ n kopanp attı; kuşkusuz dikkafalılığı ve ufak atletik vücuduy­ la - bacakları küçükken pek cılızdı, ama zamanla cılızlık kay­ bolmuş olabilir - dilediği yerde kendisine bir yol açıp ilerleye­ cektir. Çokluk onu geriye çağınp ne durumda olduğunu, niçin babasına bu kadar uzak durduğunu, aslında nasıl bir amaç güt­ tüğünü sorayım diyorum; ama artık benim o kadar uzağımda­ ki ve aradan o kadar zaman geçti ki, nasılsa öyle kalabilir her şey. Kulağıma geldiğine göre, oğullarımın içinde bir tek kendi­ si topsakal bırakıyor; onun gibi ufak tefek birinde hoş kaçacak bir şey değil kuşkusuz. Dokuzuncu oğlum pek şık giyiniyor, özellikle kadınlara yöne­ len tatlı bakışları var. Öyle tatlı ki, bazen beni bile ayartabili198 BiR KÖY HEKiMi yor; ben ki, onun gözlerinden bütün bu tanrısal pırıltıyı silip atmak için ıslak bir süngerin pekala elvereceğini biliyorum. Ama bu oğlun üstün bir yanı varsa, bakışlarıyla hiç de sağı so­ lu kandırmaya çalışmıyor; ömür boyu kanepenin üzerinde ya­ tıp gözlerini odanın tavanında gezdirsin, başka şey istemeye­ cek; en çok da kapalı göz kapaklarının altında gözlerini din­ lendirmeye bayılıyor. Sevdiği bu durumda konuşmaktan hoş­ lanıyor ve fena da konuşmuyor: Özlü ve açık seçik. Ama an­ cak dar sınırlar içinde dönüp dolaşıyor sözleri; bu sınırları aş­ tı mı, pek boş bir havaya bürünüyor, ki bu da sınırların darlı­ ğından ötürü kaçınılacak gibi değil. Uykulu bakışlarıyla bunu algılayabileceğini umsa, böyle yapın� falan der gibi eliyle işa­ ret edecek insan. Onuncu oğluma herkes ikiyüzlünün biri diye bakıyor. Bu ku­ suru için, onda ne büsbütün yok, ne büsbütün var derim. Şura­ sı kesin ki, üzerinde her vakit sımsıkı iliklenmiş kapalı bir frak, başında eskiliğine karşın titizlikle temizlenmiş bir şapka, de­ vingenlikten yoksun bir yüz, biraz öne çıkık bir çene, gözler üzerinde ağır bir kubbe yapan gözkapakları ve arada bir ağzı­ na götürdüğü iki parmakla yaşını haydi haydi aşan bir görkemi sergileyerek onun ilerden yaklaştığını görenlerin düşüneceği şey, işte ikiyüzlünün ta kendisi olacaktır. Ancak, bir de konuş­ masına kulak verilsin; akıllıca, düşünülüp taşınılmış, hiç uzat­ madan, sinsi bir canlılıkla sorulara karşı çıkan ve tüm dünyay­ la şaşılası, pek doğal ve şen bir uyum içinde bulunan bir konuş­ ma; öyle bir uyum ki, zorunlu olarak boynu gerip vücudu dik tutuyor. Kendilerini pek zeki görüp, dediklerine bakılırsa oğ­ lumun dış görünümünden tiksinti duyan kimseleri, oğlum söz­ leriyle enikonu etkilemiştir. Ancak, onun dış görünümüne al­ dırmayan ve sözlerini ikiyüzlü bulan insanlar da var. Babası olan ben, bu konuda bir şey söylemek istemem; yalnız şu kada­ rını itiraf edeyim ki, sonuncu yargının sahipleri ilkinkilerden daha önemsenmeye değer kişilerdir. 199 BiR KÖY HEKiMi On birinci oğlum narin biri ve sanının oğullarımın arasında en güçsüzü. Ama aldatıcı bir güçsüzlük bu, çünkü bazen güçlü ve kararlı bir tutum takınabiliyor; ancak, böyle zamanlarda bile güçsüzlük nasılsa temelini oluşturuyor işin. Gel gelelim, utan­ dırıcı bir güçsüzlük değil, sadece bizim bu yeryüzünde güçsüz­ lük diye bakılan bir şey. Uçmaya hazırlık da bir güçsüzlüktür nihayet; çünkü ne de olsa bocalayıp durmaktan, kararsızlıktan ve kanat çırpmaktan başka bir şey değildir. Benim oğlumda da işte buna benzer şeyler görülüyor. Kuşkusuz böyle özelliklerin sevindirdiği yok babasını; çünkü bunlar belli ki ailenin yıkımı­ na yönelik özelliklerdir. Bazen, " Seni de giderken yanıma ala­ cağım baba," der gibi bana bakıyor. O zaman ben şöyle düşü­ nüyorum: " Kendisine güvenebileceğim en son kimse sensin. " Bunun üzerine, bakışıyla bana şu yanıtı verir gibi oluyor: " Ya­ ni en azından sonuncu olabilirim. " İşte size on bir oğul. 200 BiR KÖY HEKiMi KARDEŞ KATİLİ Cinayetin aşağıdaki gibi işlendiği kanıtlanmış bulunuyor. Katil Schmar, mehtaplı bir gecede saat dokuz sularında köşe­ başına gidip dikiliyor. Kurbanı Wese, çalıştığı büronun bulun­ duğu sokaktan gelip oturduğu sokağa saparken, mutlaka bu köşeyi dönecektir. Herkesi iliklerine kadar ürperten soğuk bir hava. Ama yalnız­ ca incecik mavi bir giysi vardır Schmar' ın üzerinde; üstelik, ce­ ketçiğinin düğmeleri iliklenmemiştir; Schmar'ın soğuğu falan hissettiği yok, sonra hiç durmayıp hareket ediyor. Yarı kama, yan mutfak bıçağı denecek cinayet aletini olduğu gibi kınından çıkarıp kabzasından sıkıca kavramıştır. Bıçağı ay ışığına tuta­ rak gözden geçiriyor. Işıl ışıl parlıyor bıçağın ağzı; ama Schmar'a bu kadarı yetmiyor, kaldırımın taşlarına çalıyor bıça­ ğı, ortalığa kıvılcımlar saçılıyor. Böyle yaptığı için besbelli piş­ manlık duyuyor sonradan, körlenen ağzını keskinleştirmek için bıçağı bir keman yayı gibi çizmesinin tabanına sürtüyor, bir yandan da tek ayak üzerinde dikilip vücudunu öne eğerek hem bıçağın çizmede çıkardığı sese, hem kurbanının kaderinin belirleneceği sokağa kulak kabartıyor. Ama ne diye yakındaki bir evin ikinci katındaki pencereden olup bitenleri izleyen emekli Pallas göz yumuyor buna? İnsan muamması, çöz çözebilirsen ! Yakasını kaldırıp ropdöşambn­ nın kuşağını şişman vücudu üzerinde bağlamış, başını sallaya­ rak aşağılara bakıyor Pallas. Karşıda, beş ev ötede ise Bayan Wese, sırtında geceliği, geceli­ ğinin üzerinde tilki postundan kürkü, bugün eve dönüşü her 201 BiR KÖY HEKiMi zamankinden geciken kocasını gözlüyor. Sonunda Wese'nin çalıştığı büronun kapısındaki çıngırağın se­ si işitiliyor, bir kapı çıngırağı için fazla gür bir ses kent üzerine yayılıp gökyüzüne doğru yükseliyor; gece mesaisine kalan We­ se oturduğu sokaktan görülemiyor henüz, kapıdan çıktığını yalnız çıngırak sesi haber veriyor ve kaldırımlar Wese'nin ses­ siz adımlarını saymaya başlıyor hemen. Pencereden iyice sarkan Pallas olup bitecek hiçbir şeyi kaçır­ mak istemiyor. Bayan Wese, çıngırak sesiyle yatışmış, gürül­ tüyle kapıyor pencereyi. Ama Schmar yere diz çöküyor, o sıra açıkta başka yeri bulunmadığından, yüzüyle ellerini taşlara bastırıyor; herkes üşürken, ateşler içinde yanıyor kendisi. Bay Wese, tam iki sokağı birbirinden ayıran sınırda duruyor, yalnızca elindeki bastonla öbür sokağa yaslanıyor. O anda öy­ le geliyor içinden. Kendini geceye bürünmüş gökyüzünün, la­ civert rengin, o altınsı rengin çekiciliğine kaptırmış. Her şey­ den habersiz saçlarını sıvazlıyor; yukarıda, gökyüzünde yakın geleceği kendisine haber veren hiçbir kımıltı yok. Her şey, o saçma ve akıl almaz yerini koruyor. Gerçekte Wese'nin yoluna devam etmesi pek akla yakın bir şey; ama Wese, Schmar'ın bı­ çağına doğru ilerliyor. Parmak uçlan üzerinde dikilmiş, kolunu kaldırıp bıçağı dimdik aşağı sarkıtarak, " Wese! " diye sesleniyor Schmar. " Wese! Bu gece Julia' cığın boşuna bekleyecek seni! " Ve Wese'nin boynu­ nun ilkin sağ, sonra sol tarafına, sonra da kamından bir hayli içerlere saplıyor bıçağı. Wese, tıpkı şişe geçirilmiş bir lağım fa­ resi gibi sesler çıkarıyor. "Tamam! " diyor Schmar ardından ve bıçağı, bu artık işe yara­ maz kanlı yükü kendisine en yakın evin ön cephesine doğru fır­ latıyor. " Cinayetin sağladığı mutluluk! Yabancı kanın akışının verdiği hafiflik, adeta bir kanatlanış! Wese, koca gece kuşu se­ ni ! Dostum, meyhane arkadaşım! Sokağın karanlık zemini 202 BiR KÖY HEKiMi üzerinde kanın damla damla akarak can veriyorsun. Ne diye sanki içi kanlı dolu bir kesecik değilsin ki, üzerine oturayım, büsbütün silinip gidesin ortadan. İnsanın bütün dilekleri ger­ çekleşmiyor işte, çiçeksi düşlerinin hepsi yeşeremiyor, senden artakalmış ağır külçe serilmiş yatıyor yerde; tekmelere kapalı. Ama bu halinle bana yönelttiğin o suskun soru da ne oluyor? " Pallas, heyecandan sarsılarak, ansızın iki kanadını birden açtı­ ğı kapıda dikiliyor: Schmar! Schmar! Hepsini gördüm, hepsi­ ni! Pallas'la Schmar birbirini süzüyor. Pallas için yeter bu ka­ darı. Schmar ne yapacağını bilemiyor. 11 11 Bayan Wese, sağında solunda kalab�lık, korkudan hayli koca­ mış bir yüzle seğirtip geliyor. Kürkü açılıyor. Wese'nin üzerine atılıyor hemen; gecelikli bu vücut Wese 'nin, tıpkı bir mezar üzerindeki otlar gibi kan-koca üzerinde kapanan kürk ise ka­ labalığındır. Schmar, dişlerini sıkıp içindeki son bulantı nöbetinin güçlükle önüne geçiyor, polisin omzuna dayıyor başını; polis, çevik adımlarla Schmar'ı alıp götürüyor. · 203 BiR KÖY HEKiMi B İ R DÜŞ Josef K., düş görüyordu. Güzel bir gündü. K.'nın canı dolaşmak istedi. Ama henüz iki adım atmaya kalmadan kendini bir gömütlükte buldu. Kulla­ nışlı denemeyecek kıvrım kıvrım pek yapay yollar vardı bura­ da; ama Josef K., böyle bir yolda, baş döndürücü hızla akan bir ırmak üzerindeymiş gibi sağa sola hiç sallanmadan süzülerek kayıp gidiyordu. Uzaktan bir mezar tümseğini gözüne kestir­ mişti, burada duracaktı. Tümsek nerdeyse onu kendine çeki­ yor, ne kadar acele etse yine gözüne az görünüyordu. Ama tümseği bazen gözden kaybediyor, katlanarak büyük bir güçle birbirine vuran bayraklar önünü kapıyordu. Bayrakları taşı­ yanların görülememesine karşın, tümseğin orada büyük bir şenlik varmış izlenimine kapılıyordu insan. K. bala uzağa bakıp duruyorken, birden yanı başında, yolun kenarında gördü mezarı; nerdeyse geçip gidecekti önünden. Sıçradığı gibi kendini otların içine attı. Toprak, boşlukta duran ayaklan altından baş döndürücü bir hızla kayıp gittiği için, yal­ palayıp tam mezarın önünde diz üstü yere yıkıldı. Mezarın ge­ risinde iki adam dikiliyor, bir kitabe taşını havaya kaldırmış tu­ tuyordu. K. gelir gelmez, taşı toprağa sapladılar; taş da sanki saplandığı yere dikilip çimentolanrnış gibi sapasağlam durdu. O saat bir çalılıktan, K.'nın hemen bir kitabe yazan olduğunu anladığı üçüncü bir adam çıktı; üzerinde yalnızca bir pantolon ve düğmeleri iyi iliklenmemiş bir gömlek vardı, başına kadife bir bere geçirmişti; daha ileriden yaklaşırken, elindeki kurşun­ kalemle havaya birtakım şekiller çizdi. 204 BiR KÖY HEKiMi Taşın baş tarafında bir yerde kalemle çalışmaya koyuldu. Taş pek yüksekti, adamın hiç de o kadar eğilmesi gerekmiyordu çalışırken. Ama ileriye uzanmadan da yapamıyor, çünkü üzeri­ ne basmak istemediği mezar kendisiyle taşın arasına giriyordu. Bu yüzden, ayak parmaklan üzerinde dikiliyor, sol eliyle taşın üst yüzeyine yaslanıyordu. Pek ustalıklı bir çalışma sonunda, bir tek kurşunkalemle taşın üzerine yaldızdan harfler oymayı başardı. "Burada yatan" diye yazdı. Bütün harfler temiz ve gü­ zeldi, derinlemesine oyulmuş olup düpedüz altındandı. İlk iki sözcüğü yazdıktan sonra dönüp K. 'ya baktı adam. Kitabenin kalan bölümünün bir an önce yazılmasını bekleyen K. adama pek aldırmıyor, sadece taşa bakıyordu. Gerçekten de adam başladığı işi sürdürmek istedi, ama yapamadı, bir engel vardı ortada, elinden sarktı kalem ve dönüp yeniden K. 'ya baktı. K. da şimdi adama çevirmişti gözlerini; onun ne yapacağını bile­ mez durumda olduğunu anladı, ama nedenini bir türlü kestire­ medi. Adamın devinimlerindeki tüm canlılık uçup gitmişti. Derken K. da ne yapacağını bilemedi, adamla çaresizlik içinde bakıştılar, ikisinin de gideremediği çirkin bir yanlış anlama vardı ortada. Üstelik, gömütlükteki kilisenin küçük çanı o an­ da çalmaya başlamıştı; ama kitabe yazan elini kaldırıp sallayın­ ca sustu. Ancak, az sonra yeniden başladı, bu kez pek yavaştı, özel bir çağn havası taşımıyordu ve hemen de kesildi, sanki se­ sinin nasıl çıkacağını şöylece bir yoklamak istemişti. Kitabe ya­ zarının durumu alabildiğine üzmüştü K.'yı, ağlamaya başladı, ellerini yüzüne kapayarak uzun süre hıçkırdı. K. yatışana ka­ dar bekledi adam. Sonra, başka çıkar yol göremediğinden, yaz­ ma işini sürdürmeye karar verdi. Taşın üzerine oyduğu ilk kü­ çük çizgi, K. için bir kurtuluş oldu; ama adamın kendini hayli zorlayarak bunun üstesinden gelebildiği anlaşılıyordu. Kaldı ki yazı da eskisi kadar güzel değildi; en başta altın yaldızdan yok­ sun görünüyor, soluk ve sarsak uzanıyordu. Ancak, oyulan harf pek büyük düşmüştü, bir J harfiydi bu; tam bitmek üze­ reyken, adam bir ayağını hırsla yere vurdu, tümsekten içeri gir205 BiR KÖY HEKiMi di ayağı, dört bir yana toz toprak saçıldı. En sonunda adamı anladı K., ama artık özür dileyecek vakit yoktu; bütün parmak­ larını kullanarak toprağı kazmaya başladı; toprak adeta hiç di­ renç göstermiyor, her şey önceden hazırlanmışa benziyordu; yalnız görünürde hafif bir tümsek yapılmış gibiydi. Bu tümse­ ğin hemen altında sarp duvarlarıyla bir çukur çıktı ortaya ve hafif bir rüzgarla sırt üstü döndürülen K. bu çukurun içine gö­ müldü. Ama kendisi aşağılarda, başı henüz dimdik, sonsuz bir derinlik içinde kaybolurken, yukarıda ismi, şahane süslemeler­ le, doludizgin geçti taşın üzerinden. Josef K., manzaranın güzelliğiyle kendinden geçerek uyandı. 206 BiR KÖY HEKiMi AKADEMİ İ Çİ N B İ R RAPOR Sayın Akademi Üyeleri! Geçmişteki maymun yaşamıma ilişkin bir rapor hazırlayıp aka­ demiye sunmaya çağırmakla bana şeref veriyorsunuz. Ne yazık ki, çağrınıza uyamayacağım. Maymun yaşamım nere­ deyse beş yıl geride kaldı. Belki takvi me göre kısa, ama bu za­ manı doludizgin geride bırakan benim için alabildiğine uzun bir süre. Gerçi yer yer seçkin insanların, öğütlerin, alkışların ve orkestra müziğinin eşliğinde geçti bu süre, ama gerçekte yal­ nızdım; çünkü bütün eşlikçiler davranışlarımı izlemek için ma­ nejin çok gerisinde duruyordu. Kökenime ve gençlik anılarıma bağlı kalmakta diretseydim, böyle bir başarıya ulaşamazdım. Özellikle her türlü inattan vazgeçmeyi, kendimi uymakla yü­ kümlü kıldığım en yüce buyruk edindim; ben, özgür maymun, bu boyunduruk altına girmeye razı oldum. Ama bu da anıları­ mın kapılarının bana giderek daha çok kapanmasına yol açtı. İ lkin, insanlar istese, göğün yer üzerinde oluşturduğu o koca­ man kapıdan çıkıp geldiğim yere geri dönebilecekken, söz ko­ nusu kapı, kırbaçla sağlanan gelişimim ilerledikçe alçalıp da­ raldı, insanların dünyasında kendimi daha rahat ve daha gü­ vende hissetmeye başladım; geçmiş yaşamımdan esip duran fırtına yatıştı; bugün topuklarımı serinleten bir esintiden başka şey değil artık; esintinin geldiği, benim de bir vakit gelmiş ol­ duğum kapı öylesine küçüldü ki, gücüm ve iradem elverip ge­ risin geri oraya kadar varabilsem bile, postum yüzülmeden ge­ çemezdim içinden. Açık konuşayım ki, böyle şeyleri benzeti­ lerle anlatmayı ne kadar yeğlesem de, açıkça konuşayım ki maymunluğunuz, eğer buna benzer bir şeyi geride bıraktınızsa 207 BiR KOY HEKiMi beyler, benimkinden uzak olamaz size. Topuklarımın gıdıklan­ masına gelince: Küçük şempanzeden büyük Akhilleus'a kadar bu yeryüzünde gezip dolaşan her yaratığın gıdıklanır topuğu. Ama yine de çok dar sınırlar içinde arzunuzu yerine getirebi­ lir, hatta bunu büyük bir zevkle yapmak isterim. Öğrendiğim ilk şey toka etmek oldu; toka etmek açıkyürekliliğin belirtisi­ dir; kariyerimin doruğunda bulunduğum şu sıra, varsın o ilk to­ kaya açıkyürekli itiraflar da katılsın. Gerçi akademi için önem­ li bir yenilik getirmeyecek söyleyeceklerim, benden beklenen­ lerin ve ne kadar istesem de size söyleyemeyeceklerimin hayli gerisinde kalacak; ama olsun, eski bir maymunun hangi yolu izleyerek insanların dünyasına ayak atıp orada kök saldığını ortaya koyabilir. Ancak, şimdi söyleyeceğim önemsiz şeyleri bile, kendi konumumdan tamamen emin olmasam ve uygar dünyanın bütün büyük varyete sahnelerinde sarsılmaz bir yeri elimde bulundurmasam, elbet söyleyemezdim: Yurdum Altın Sahili'dir. Nasıl yakalandığım konusunda, baş­ kalarının bildirilerine dayanmak zorundayım. Hagenbeck fir­ masından bir avcı grubu - sırası gelmişken şunu da söyleyeyim ki, o zamandan beri söz konusu grubun başkanıyla az kırmızı şarap şişesi devirmedik - sahildeki ağaçlıkta pusuya yatmış beklerken, akşam üstü soydaşlanmdan bir sürünün arasına ka­ tılarak su içmek için sahile indim. Derken ateş edildi, içimiz­ den bir ben vuruldum; iki kurşun yemiştim. Biri yanağımdan; bunun açtığı yara hafifti, ama geride koca­ man ve cascavlak kırmızı bir iz bıraktı, düpedüz bir maymunun uydurduğu, hiç de yakışık almayan o iğrenç Rotpeter<*> adını kazandırdı bana; sanki geçenlerde kuyruğu titreten, daha önce sağda solda kendine biraz bir ün yapmış talimli maymun Pe­ ter'den beni yalnızca yanağımdaki leke ayırıyormuş. Hani ara­ da söylüyorum bunu. (•) Sözcük anlamı: Kırmızı Peter (Ç.N.) 208 BiR KÖY HEKiMi İ kinci kurşun, kalçamın altında bir yere isabet etmişti. Açtığı yara ağırdı, şimdi bile biraz topallamam bu yüzdendir. Geçen­ lerde, gazetelerde bana veriştirip duran o binlerce kişiliksiz adamdan birinin bir yazısında okudum: Benim maymun doğam henüz tümüyle, alt edilmemiş, bunun kanıtı da beni ziyarete ge­ lenlere kurşunun girdiği yeri göstermek için pantolonumu sıyır­ maya can atmammış. Silahı doğrultacak, herifin o yazıyı yazan elinin parmaklarını bir bir havaya uçuracaksın. Ben, ben canı­ mın istediği kimsenin önünde sıyırırım pantolonumu; görülüp görüleceği bakımlı bir post ve bir yara izi - burada belli bir amaç için belli bir sözcük seçelim ki, yanlış anlaşılmasın -, hain bir kurşundan kalan bir yara izi olacaktır. Her şey ortada, saklanıp gizlenecek bir şey yok; gerçek söz konusuysa, yüce ruhlu herkes aşın nezaketi bir kenara bırakır. Oysa söz konusu yazar ziyaret­ çiler önünde pantolonunu sıyırsa, kuşkusuz başka türlü olur du­ rum ve böyle bir şeye kalkışmazsa doğrusu akıllılık eder. İyi ama, o zaman da kibarlık taslayıp benim başımı ağntmasın. Kurşunları yedikten sonra - işte bundan ötesini kendim anım­ sayabiliyorum - Hagenbeck firmasına ait geminin ambarında bir kafes içinde gözlerimi açtım. Öyle dört tarafı parmaklıklı bir kafes değildi; bir sandığa tutturulmuş üç duvarı vardı sade­ ce, sandığın kendisi dördüncü duvarı oluşturuyordu. Kafes ayakta durabilmek için fazla alçak, oturmak için fazla dardı. Bu yüzden, sürekli titreyen bacaklarımı kamıma çekip yere çö­ müyordum; ilk zamanlar belki kimseyi görmemek ve hep ka­ ranlıkta kalmak istediğimden yüzümü sandıktan yana çeviri­ yor, parmaklığın çubuklarının sırtıma battığını hissediyordum. Vahşi hayvanların başlangıçta böyle muhafaza edilmesini ya­ rarlı görürler, ki bunun insanlar açısından gerçekten yerinde bir önlem olduğunu ben de şimdi, edindiğim deneyimlerden sonra yadsıyamayacağım. Ama o zaman böyle bir şeyi düşünmüyordum. Hayatımda ilk . kez bir çıkış yolu bulamaz duruma düşmüştüm; hiç değilse 209 BiR KÖY HEKiMi doğruca önümde uzanan bir yol göremiyordum. Tam karşım­ daydı sandık, sıkıca yan yana dizilmiş tahtalarıyla. Tahtalar arasında yukarıdan aşağı inen aralıklar vardı gerçi ve ilk keş­ fettiğimde mutlu bir ulumayla bunları selamlayacak kadar akılsızlık etmiştim; çünkü aralıklar kuyruğumu sokmaya bile elvermiyor, bütün maymun gücümü kullansam da genişletile­ cek gibi görünmüyordu. Bana sonradan söylediklerine bakılırsa, alışılmadık ölçüde az gürültü yapmışım; buradan da, benim ya çok geçmeden kuyru­ ğu titreteceğim ya da, ilk nazik dönemi atlattım mı, talim ve terbiyeye pek yatkın bir hayvana dönüşeceğim sonucunu çı­ karmışlar. Ve atlattım bu dönemi. Boğuk boğuk hıçkırmalar, canım yanarak pirelenmeler, bir hindistancevizini bezgin yala­ malar, kafamla sandık duvarı dövmeler, yanıma biri yaklaştı mı dilimi çıkarmalar; işte yeni yaşamımdaki ilk uğraşılardı bunlar. Ama hepsinde de içimi bir tek duygu kaplamıştı: Bir çı­ kış yolunun görülmeyişi. Kuşkusuz o zamanlar maymun olarak hissettiklerimi şimdi ancak insan sözleriyle anlatabilecek, yani doğru dürüst dile getiremeyeceğim. Ama gerilerde kalmış maymun yaşamımın gerçeğine artık ulaşamasam da, bu gerçe­ ğin hiç değilse anlattıklarım doğrultusunda olduğuna kuşku yok. O zamana kadar bir sürü çıkış yolum olmuştu hep, oysa artık bir tek çıkış yolunun bile sözü edilemezdi. Köşeye sıkışmıştım. Beni tutup bir yere çivileseler, özgürlüğüm bundan çok kısıtla­ namazdı. Neden mi? Ayak parmaklarının arasındaki eti tır­ naklarınla kaşıya kaşıya yırtıp parçala, nedenini bulamazsın. Seni adeta iki parçaya ayıracak kadar sıkıca parmaklık çubuk­ larına bastır sırtını, nedenini bulamazsın. Bir çıkış yolum yok­ tu, ama ele geçirmem gerekiyordu böyle bir yolu, onsuz yaşa­ yamazdım. Boyuna bu sandık duvar önünde, bir gün kesinlik­ le kuyruğu titretip giderdim. Ama Hagenbeck firmasında da maymunların yeri sandık duvardır. Madem öyle, ben de may- 210 BiR KÖY HEKiMi munluktan vazgeçtim. İşte size karnımdan yumurtlamış olaca­ ğım parlak ve güzel bir düşünce; maymunlar karınlarıyla düşü­ nür çünkü. Benim çıkış yoluyla demek istediğim şeyin, doğru dürüst kav­ ranılamamasından korkuyorum. En alışılmış ve en geniş an­ lamıyla kullanıyorum bu sözcüğü. Bilerek özgürlük demiyo­ rum. Dört bir yana açılan özgürlüğün o yüce duygusu değil benim burada söylemek istediğim. Maymunken belki bu duy­ gu bana yabancı değildi, ayrıca bunun özlemini duyan insan­ lar da tanıdım. Ama kendi payıma, ne o zaman ne de bugün istedim özgürlüğü. Söz arasında şunµ da söyleyeyim ki, öz­ gürlük diyerek pek çok kez insanlar birbirini aldatıyor. Nasıl ki özgürlük en yüce duygulardan sayılıyorsa, bunun yol açtığı aldanışlar da en yüce aldanışlardan sayılıyor. Çok vakit var­ yetelerde sıram gelip sahneye çıkmadan, bir sanatçı çiftin ta­ vandaki trapezlerde çalıştığını, boşlukta ileri geri sallanıp bir­ birinin kollarına atıldığını, birinin ötekini dişleriyle saçların­ dan tutup taşıdığını gördüm. " B u da insan özgürlüğü işte! diye geçirirdim içimden, " ne kendini beğenmiş hareketler. Kutsal doğanın alaya alınması! Maymunların bu manzara karşısındaki kahkahalarına dayanıp yıkılmayacak bir yapı yoktur doğrusu. 11 11 Hayır, özgürlük değildi benim istediğim, yalnızca bir çıkış yo­ luydu; sağa mı olur, sola mı, nereye olursa; başka bir istek üze­ rinde durmuyordum; ama çıkış yolu bir aldanıştan başka şey değilmiş, kabulümdü. İstediğim şey büyük sayılmazdı, yaşaya­ cağım düş kırıklığı da ondan büyük olmayacaktı. İ lerlemeli, ilerlemeliydim! Kollar havaya kalkık, bir sandık duvara sıkıştı­ rılmış durmamalıydım. Bugün açıkça görüyorum; büyük bir iç huzuruna kavuşmadım mı, kurtuluş yoktu benim için. Belki de gerçekten şu andaki durumumu, gemideki ilk günlerin ardından içimi dolduran hu­ zura, bu huzuru da sanırım gemideki adamlara borçluydum. 211 BiR KÖY HEKiMi Her şeye karşın iyi kimselerdi. O vakitler yarı uykularımda yankılanan ağır ayak seslerini bugün bile keyifle anımsıyorum. Her şeyi son derece ağırdan almak gibi bir huylan vardı. İ çle­ rinden biri gözlerini ovmak istese, sanki bir ağırlık kaldırıyor­ muş gibi oynatırdı elini. Kaba, ama candan şakaları vardı. Gü­ lüşlerine her vakit kötü kötü öten, ama pek önem taşımayan bir öksürük karışırdı. Ağızlarında hep tükürüp atacak bir şey bulunur, nereye tükürdüklerini umursamazlardı. Üzerlerine pirelerimin sıçradığından yakınır, ama bundan dolayı bana as­ la gerçekten kızmazlardı. Postumda pirelerin yetiştiğini, pirele­ rinse zıplayıp sıçrayan yaratıklar olduğunu bilirlerdi, bir kez benimsemişlerdi bunu. Boş vakitlerinde bazıları çevremde ya­ rım daire yapıp otururdu; birbirleriyle pek konuşmaz, kumru­ lar gibi sesler çıkarır, sandıklar üzerine uzanarak pipo içer, en ufak bir hareket yapmayagöreyim, elleriyle dizlerine vururlar­ dı; bazen içlerinden biri bir değnek alır, hoşlanacağım yerle­ rimden beni gıdıklardı. Bugün aynı gemiyle bir yolculuk yap­ maya çağrılsam, çağrıyı elbet geri çevirirdim; ama kesinlikle bildiğim bir şey varsa, çağrıya uysam, ambarda anımsayacakla­ nmın tümünün hiç de kötü anılar olmayacağıdır. Bu insanların arasında kavuştuğum huzur, beni en başta her türlü kaçış girişiminden uzak tuttu. Bugünün açısından bakın­ ca öyle görülüyor ki, yaşamak istiyorsam bir çıkış yolu bulmam gerektiğini, ama bu yolun kaçmakla elde edilemeyeceğini hiç değilse sezmiştim o zaman. Bir kaçış mümkün müydü, değil miydi, bildiğim yok artık; ama sanıyorum mümkündü; bir may­ mun her vakit kaçabilecek durumdadır. Bugünkü dişlerimle sı­ radan bir cevizi kırarken dikkatli davranmak zorundaydım; ama o vakitler kafesin kapısındaki kilidi dişleye dişleye zaman­ la koparıp atabilirdim sanıyorum. Ancak bunu yapmadım. Yapsam da ne geçerdi elime? Başımı dışarı çıkarır çıkarmaz beni yine yakalar, öncekinden de kötü bir kafese tıkarlardı; ya da kaçtım diyelim, farkına varmadan öbür hayvanların, örne­ ğin boa yılanlarının yanında soluğu alır, onların kollarında son 212 BiR KÖY HEKiMi .nefesimi verirdim veya kimse görmeden güverteye çıkmayı ba­ şarır, bordadan aşağı atardım kendimi, o zaman da kısa süre okyanusta çalkalanır, ardından boğulup giderdim. Umarsız iş­ lerdi hepsi. Kuşkusuz, o zamanlar bir insan gibi bunları hesap­ lamamış, ama çevremin etkisi altında sanki hesaplamış gibi davranmıştım. · Hesap kitap yapmıyordum ama, alabildiğine serinkanlılıkla iz­ liyordum çevremi. Çevremdeki insanların boyuna gidip gel­ diklerini algılıyordum; hep aynı yüzler, aynı devinimler; çok­ luk bana bir tek kişiymişler gibi görünüyorlardı. Demek ki bu insan ya da bu insanlar rahat rahat d9laşabiliyorlardı. Derken yüce bir amaç belirdi kafamda. Kendileri gibi olursam, kafe­ sin açılacağı sözünü kimse bana vermiyordu. Böyle gerçekleş­ mez görünen vaatlerde bulunmuyordu kimse. Ama zamanla bazı şeyler gerçekleşince, bunlara ilişkin vaatlerin daha önce sizin arayıp da ele geçiremediğiniz yerde bulundukları sonra­ dan anlaşılıyordu. Ne var ki, bu insanlarda beni kendine çeke­ cek pek bir şey yoktu. O sözünü ettiğim özgürlüğün bir savu­ nucusu olaydım, okyanusu, bu insanların bulanık gözlerinde kendini açığa vuran çıkış yoluna yeğlerdim elbet. Kesin bir şey varsa, daha söz konusu şeyleri düşünmeye başlamadan çok önce bu insanları gözlemlemeye koyulmuştum; hatta ancak zamanla biriken gözlemlerdir ki, beni o belirli yöne yöneltmiş­ ti. İ nsanlara öykünmek öyle kolaydı ki ! Tükürmesini daha ilk günler öğrenmiştim. Giderek birbirimizin yüzüne tükürmeye başlamıştık; arada bir fark varsa, benim sonradan yüzümü ya­ layıp tükürüklerden temizlememdi, onlarsa bunu yapmıyordu. Çok geçmeden koca bir adam gibi pipo tüttürmeye koyulmuş­ tum; hele bir de başparmağımı piponun ağzındaki tütünlerin üzerine bastırmayayım, bütün ambarı sevinç çığlıklarına boğu­ yordum; ne var ki, boş ile dolu pipo arasındaki ayrımı uzun sü­ re kavrayamadım. 213 BiR KÖY HEKiMi Beni hepsinden çok uğraştıran, rakı şişesi olmuştu. Kokusun­ dan kahroluyordum; var gücümle zorladım kendimi, ama yine de alışana kadar haftalar geçti. Ne gariptir ki bu konuda ken­ dimle sürdürdüğüm savaşımları, gemideki insanlar, bendeki bütün öbür şeylerden daha ciddiye alıyordu. Bu insanları anı­ larımda da birbirinden ayıramıyorum; ama aralarında biri var­ dı ki, yalnız veya arkadaşlarıyla gece ya da gündüz en değişik saatlerde ikide bir çıkıp geliyor, elinde şişe karşıma geçip bana ders veriyordu. Beni anlayamıyor, var oluşumun sımnı çöz­ mek istiyordu. Şişenin mantar tapasını ağır ağır çıkarıyor, son­ ra olup biteni kavrayıp kavrayamadığımı görmek için bana ba­ kıyordu. Hani itiraf edeyim ki, pek aceleci çılgınca bir dikkat­ le hep onu süzüyordum; bütün yeryüzünü dolaşsa, bir insan öğ­ retmen insan öğrenciler arasında benim gibi parlak bir öğren­ ci bulamaz. Mantarını çıkardıktan sonra şişeyi kaldırıp ağzına götürüyordu; ben de bakışlarımla gırtlağından içerlere kadar onu izliyordum; o, benden hoşnut bir edayla başını sallayıp şi­ şeyi dudaklarına dayıyordu; bense yavaş yavaş durumu kavra­ dığımdan kendimden geçerek cıyaklıyor ve nerem rast gelirse hatır hatır kaşıyıp duruyordum. O seviniyor, şişeyi ağzına da­ yayıp bir yudum alıyor, bense kendisine öykünemeyeceğimden sabırsızlık ve umutsuzlukla kafesimde üstümü başımı pisleti­ yordum; bu da yine onu hayli memnun ediyordu: Derken şişe­ yi kendinden epey uzakta tutuyor, sonra birden coşkuyla ağzı­ na götürerek aşın derecede öğretici bir pozla geriye kaykılıyor, bir dikişte şişeyi boşaltıyordu. Sonunda ben, aşın istekten bit­ kin düşerek kendisini izleyem.ez duruma geliyor, o kamını sı­ vazlayıp sırıtarak kuramsal dersine son verirken, ben parmak­ lığa güç tutunuyordum. Pratik çalışma ancak bundan sonra başlıyordu. Kuramsal ders­ ten fazlasıyla bitkin düşmedim mi? Evet, fazlasıyla bitkin düş­ tüm. Bu, benim alınyazım. Yine de olanca gücümü topluyor, bana uzatılan şişeyi kavrıyordı'Jm; ellerim titreyerek çıkarıyor­ dum mantarını; bu işi becerir becermez, içimde yeni güçler do214 BiR KÖY HEK1M1 ğuyor, şişeyi havaya kaldırıyordum; orijinalinden pek ayırt edi­ lecek gibi değildi; götürüp ağzıma dayıyor, boş olmasına ve içi­ ni sadece bir kokunun doldurmasına karşın, birden şişeyi tik­ sintiyle fırlatıp atıyordum elimden. Öğretmenimi üzüyor, ken­ dim ondan da çok üzülüyordum; şişeyi kaldırıp attıktan sonra güzel güzel karnımı sıvazlayıp sırıtmayı unutmayışım, ne onu ne de beni teselli ediyordu. Pek sık böyle geçiyordu dersler. Öğretmen de öğretmendi doğ­ rusu; bana kızmıyordu, ama bazen vücudumda güç uzanabile­ ceğim bir yere piposunu bastırıyor, söz konusu yer için için ya­ nıp tutuşana kadar da geri çekeyim demiyordu; ama sonra yi­ ne kendisi, o kocaman iyiliksever elleriyle yanan yeri söndürü­ yordu. Bana hiç sinirlenmiyor, ikimizin de aynı safta maymun doğasına karşı savaştığımızı ve benim işimin kendisininkinden de zor olduğunu seziyordu. Bu yüzden bir akşam büyük bir seyirci topluluğu önünde -sa­ nının bir şenlikteydi; gramofon çalıyor, subayın biri gemideki­ ler arasında dolaşıyordu -, işte böyle bir akşam kimsenin bana dikkat etmediği bir an, kafesimin önüne kazara bırakılmış bir içki şişesini kapıp seyircilerin giderek artan dikkatli bakışları karşısında mantarını ustalıkla çıkarmam, şişeyi ağzıma götür­ mem ve hiç duraksayıp yüzümü ekşitmeden, anadan doğma iç­ kicinin biriymişim gibi gözlerimi devirip gırtlağımdan lıkır lıkır sesler çıkararak şişeyi gerçekten boşaltmam, boş şişeyi artık umudunu yitirmiş biri gibi değil de ustalıkla kaldırıp atmam, hem öğretmenim, hem de benim için ne büyük bir zaferdi doğ­ rusu! Karnımı sıvazlamayı unutmuştum, ama buna karşılık, başka türlüsü elimden gelmediğinden, içimden bir şey beni bu­ na zorladığından bir esriklik havası içinde kısaca " Heeey! " di­ ye bir nara atarak insan sesi çıkardım ve bu narayla insanların arasına karışıp onların, " Duydun mu, konuşuyor! " sözlerinin yankısını tere batmış vücudumun her bir köşesinde bir öpücük gibi hissettim. 215 BiR KÖY HEKiMi Yine söylüyorum: İ nsanlara öykünmenin benim için çekici ya­ nı yoktu; bir çıkış yolu aradığım için öykünmüştüm, başka ne­ denden değil. Üstelik, söz konusu zafer bana pek de fazla bir şey kazandırmamıştı. Sesim hemen kaybolmuş, ancak aylar sonra yeniden ortaya çıkmıştı; hatta içki şişesine karşı tiksintim daha da güçlenmişti. Ama tutacağım yön de kesinlikle belir­ lenmiş bulunuyordu. Hamburg'da ilk hayvan terbiyecisinin eline teslim edilmemden kısa süre sonra, önümde iki yol olduğunu anlamıştım: Hayva­ nat bahçesi ya da varyete. Duraksamadım, şöyle dedim kendi kendime: Bütün gücünü kullan, bir varyeteye kapağı atmaya bak! Çıkış yolu budur senin için; oysa hayvanat bahçesi, yeni bir parmaklıklı kafestir yalnızca; oraya girdin mi, hapı yuttu­ ğun gündür. Ve işte o zaman öğrenmeye başladım, beyler! Oh, insan zora gelince öğreniyor, bir çıkış yoluna kavuşmak istedi mi öğreni­ yor, hiçbir şeye aldırış etmeden öğreniyor! Kamçıyla denetli­ yor kendini, öz varlığında en ufak bir direnişle karşılaşmaya görsün, etini kıymık kıymık ediyor. Zamanla maymun doğam apar topar çıkıp gitti içimden; öyle ki, bunu gören ilk öğretme­ nim, adeta maymunlaşıp kısa süre sonra dersi bıraktı, bir klini­ ğe yatırılması gerekti. Neyse ki çok geçmeden iyileşerek dönüp geldi yine. Ama bir hayli öğretmen eskittim doğrusu, hatta aynı zamanda birkaç öğretmen. Yeteneklerime güvenim artıp da, herkes bendeki gelişmeleri izlemeye koyulup, ışıl ışıl bir gelecek beni beklemeye başlayınca, bu kez kendim öğretmenler tuttum, bunları art arda beş ayn odaya yerleştirdim; bir odadan çıkıp doğru öbürüne dalıyor, öğretmenlerin hepsinden ders alıyor­ dum. Evet, bu gelişmeler! Bilim ışınlarının uyanan beynin içine dört bir yandan sızması ! İnkar etmiyorum, beni mutlu kılıyordu. Ama şurasını da itiraf edeyim ki, gözümde fazla büyütmedim 216 BiR KÖY HEKiMi bunu, ne o zamanlar ne de bugün. Şimdiye kadar yeryüzünde eşi görülmedik bir çaba harcayıp bir Avrupalının ortalama kül­ türünü edindim. Bu, gerçekte hiçbir şey değildi belki; ama ka­ festen çıkmama yararı dokunması ve bana bu özel çıkış yolu­ nu, bu insansı çıkış yolunu sağlaması bakımından yine de önemliydi . Almancada çok güzel bir deyim vardır: Zoru başar­ mak. Ben de bunu yaptım, zoru başardım. Özgürlüğü seçeme­ yişim karşısında başka çıkar yol göremedim. Elde ettiğim gelişmelere ve bunlarla şimdiye kadar ulaştığım amaca bir göz attığımda, ne yakınmam için bir neden görüyo­ rum ortada ne de memnun olmam için. Ellerim pantolonumun ceplerinde, şarap şişesi masamın üzerinde, bazen yatıyor, ba­ zen de salıncaklı koltukta oturuyor ve pencereden dışarı bakı­ yorum. Beni ziyarete gelen oldu mu, yakışık aldığı gibi kalkıp karşılıyorum kendisini. Menajerim ön odada; zili çalar çalmaz seğirtip söyleyeceklerime kulak veriyor. Hemen her akşam sahneye çıkıyorum ve artık bundan daha fazla başarılı ola­ mam. Gece geç vakit şölenlerden, bilimsel toplantılardan, eş dost sohbetlerinden döndüm mü, yarı talimli küçük bir dişi şempanzeyi beni bekler buluyor ve maymun usulünce gönül eğlendiriyorum. Ama gündüzün görmek istemiyorum yüzünü, çünkü bakışlarında serseme dönmüş talimli bir hayvanın çıl­ gınlığı okunuyor. Bunu bir ben anlıyorum ve katlanmak gelmi­ yor elimden. Ulaşmak istediğim amaca genel olarak ulaştım . Zahmete değ­ mezdi denilmesin. Hem hiç kimseden bu konuda bir yargı bek­ lemiyorum; amacım, yalnızca bazı bilgileri iletmekti, yalnızca bildirmekti bazı şeyleri; size de Sayın Akademi Üyeleri, size de yalnızca bir bildiride bulundum. 217 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU İLK ACI Bir trapez sanatçısı - bilindiği üzere yukarılarda, büyük sirk sahnelerinin kubbelerinde sergilenen bu sanat, insanoğlunun üstesinden gelebileceği en çetin sanatlardan biridir - ilkin mü­ kemmellik tutkusundan, sonralan giderek işkenceye dönüşen bir alışkanlıktan yaşamını o türlü düzenlemişti ki, aynı toplu­ lukta çalıştığı süre, gece gündüz trapezden ayrılmıyordu. Zaten pek fazla sayılmayan gereksinimleri, sırayla birbirinin yerini alan görevlilerce karşılanıyor, aşağıda nöbet bekleyen görevli­ ler gereksinim duyulan öteberileri özellikle bu iş için yapılmış kaplarla yukarı yolluyor ya da aşağı çekip alıyorlardı. Böyle bir yaşam biçimi, çevre için alışılmamış güçlükler doğurmuyordu pek; gel gelelim programdaki öbür numaralar seyircilere sunu­ lurken, onun dikkatlerden kaçmayacak gibi hala yukarıda bu­ lunması ve kendisi çokluk sessiz durmasına karşın, seyirciler arasından sık sık gözlerini kaldırıp ona bakanların çıkması bi­ raz tatsız bir şeydi. Ama yeri doldurulamayacak olağanüstü bir sanatçı sayıldığından, sirk müdürleri bu duruma göz yumuyor­ du. Aynca, onun keyfinden böyle bir yaşam sürmediği, aslında ancak bu yoldan kendisini sürekli formda tutup sanatını mü­ kemmelliğe kavuşturabileceği de doğal olarak anlaşılmıyor de­ ğildi. Hem sağlığa elverişliydi yukarısı, hatta sıcak mevsimde kubbe­ yi çepeçevre kuşatan yan pencereler açılıp serin hava ve güneş ışığı bütün gücüyle içeri sızdığında güzel olduğu bile söylenebi­ lirdi. Doğru, insanlarla pek sık görüşüp konuşamıyordu trapez sanatçısı; ancak bazen bir meslektaşı ip merdiveni tırmanıp ge­ liyor, trapez üzerinde yan yana oturup sağda ve soldaki iplere 219 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU yaslanarak çene çalıyorlardı; ya da tavanı onarmaya gelen işçi­ ler kendisiyle birkaç laf ediyor, bazen de sirkin itfaiye memu­ ru en üst balkona çıkıp yedek lambalan gözden geçirirken ona seslenerek saygılı, ama pek de anlaşılmayan birkaç şey söylü­ yordu. Bunların dışında sessiz kalıyordu trapez sanatçısının çevresi; ancak arada bir, örneğin ikindi üzeri, boş sirke yolu düşen bir müstahdem düşünceli bakışlarını neredeyse gözün ulaşamadığı yükseklikteki yere yöneltiyor, kendisine birinin baktığından habersiz, tepede hünerlerini sergileyen ya da o sı­ rada dinlenmekte olan sanatçıyı seyrediyordu. Hani kendisini enikonu rahatsız eden bir yerden bir yere o ka­ çınılmaz yolculuklar araya girmese, rahat rahat böyle yaşayıp gidebilirdi trapez sanatçısı. Gerçi menajeri, söz konusu turne­ lerde onun çektiği sıkıntıların elden geldiğince uzamamasına çalışıyordu; kent içindeki yolculuklar yanş arabalarıyla yapılı­ yor, mümkünse geceleyin, olmazsa sabahın pek erken saatle­ rinde henüz bomboş caddelerden doludizgin geçiliyordu; ama yine de trapez sanatçısının içindeki özleme cevap verecek ka­ dar hızlı bir tempo değildi bu. Trende bir kompartıman olduğu gibi kapatılıyor, yolculuğu tavana yakın bagaj filesinde geçiren sanatçı burada her zamanki normal yaşamının acınacak bir benzerini sürdürmeye çalışıyordu. Bir sonra gidilecek kentin sirkinde onun gelişinden çok önce trapez kurulmuş hazır bek­ liyor, ayrıca sirkin bütün kapılan ardına kadar açık, bütün ko­ ridorlar gelip geçişlere serbest tutuluyordu. Her şeye karşın, bütün bu hazırlıklardan sonra trapez sanatçısının ayağını ip merdivene dolayıp bir solukta yine yukarılara çıkarak trapezi­ ne sarılması, menajerin hayatındaki en güzel anlan oluştur­ maktaydı. Şimdiye kadar bir sürü turneyi başarıyla yönetmişse de, her ye­ ni turne menajer için tatsız bir şeydi; çünkü turneler başka sa­ kıncaları bir yana, trapez sanatçısının sinirleri için kuşkusuz hayli yıpratıcıydı. 220 BlR AÇLIK ŞAMPiYONU Günlerden bir gün menajerle trapez sanatçısı, yine bir turneye çıkmıştı; trapez sanatçısı bagaj filesinde uzanmış yatıyor ve düşler kuruyor, menajer ise pencere önündeki koltuklardan bi­ rinde oturmuş, kitap okuyordu. Ansızın trapez sanatçısı, me­ najere usulca seslendi. Hemen kulak kesildi menajer. Trapez sanatçısı, dudaklarını ısırarak, bundan böyle gösterileri için bir değil, karşılıklı iki trapeze gereksinim duyduğunu açıkladı. Menajer, hemen uygun buldu isteği. Trapez sanatçısı ise, sanki isteğini menajerin kabul etmesinin isteğine karşı çıkması kadar önem taşımadığını göstermek amacıyla, tek bir trapez üzerin­ de artık asla, ne olursa olsun gösteride bulunmayacağını belirt­ ti. Belki bu işi bir kez daha yapmak ı;orunda kalacağı düşünce­ sinden irkilir gibiydi. Bir yandan duraksayıp, bir yandan sanat­ çıyı izleyen menajer isteği olumlu karşıladığını, iki trapezin bir trapeze üstünlüğünü, ayrıca bu yeniliğin yararını ve gösterilere renk katacağını bir kez daha vurgulayınca, birden ağlamaya başladı trapez sanatçısı. Menajer, iyice korkmuş, sıçrayıp kalk­ tı; nen var, ne oldu diye sordu. Bir yanıt alamayınca, kanepe­ nin üzerine çıktı, trapez sanatçısını sevip okşayarak yüzünü yü­ züne dayadı; dolayısıyla, sanatçımn gözyaşları menajerin de yüzünü ıslattı. Ancak bir sürü soru ve tatlı sözden sonra trapez sanatçısı hıçkırarak şöyle dedi: " Elimin altında hep bir tek tra­ pezle nasıl yaşarım ben ! " Bu durumda trapez sanatçısını yatış­ tırmak kolaylaşmıştı; hemen menajer ilk tren istasyonundan, bundan sonra uğrayacakları kentteki sirke ikinci trapezin ha­ zırlanması için telefon edeceğine söz verdi; trapez sanatçısını onca zaman bir tek trapez üzerinde çalıştırdığı için kendi ken­ dini suçladı ve nihayet böyle bir hataya dikkatini çektiğinden dolayı ona teşekkür edip övücü sözler söyledi. Böylece onu ya­ vaş yavaş yatıştırmayı başardı ve dönüp yine köşesine oturdu. Ancak, kendisi bir türlü yatışmamıştı; bir yandan kitap okuyor, bir yandan büyük bir endişeyle belli etmeden trapez sanatçısı­ nı izliyordu. Bu çeşit düşünceler bir kez trapez sanatçısının içi­ ni kemirmeye başladıktan sonra, artık işin sonu gelir miydi 221 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU hiç? Zamanla bu düşünceler daha güçlenmeyecek miydi? Onun varlığını tehdit eden şeyler değil miydi hepsi? Ve ger­ çekten menajer, ağlama nöbetini izleyen görünürdeki sakin uyku sırasında, trapez sanatçısının pürüzsüz çocuk alnında şimdiden ilk kınşıklann belirdiğini fark eder gibiydi. 222 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU KÜÇÜ K B İ R KADIN Ufak tefek bir kadın; yaradılıştan pek ince yapılı, ama yine de sımsıkı bir korse takıyor. Üzerinde hep aynı giysiyle görüyo­ rum kendisini, sarımsı gri, nerdeyse tahta renginde bir kostüm; yine aynı renkte püsküller ya da düğmeyi andıran bezeklerle donatılmış biraz. Başına hiç şapka geçirdiği yok; mat san saç­ ları düz taranmış; dağınık değil, ama gevşecik duruyor başında. Korseli olmasına karşın kolaycacık devinebiliyor, ama kuşku­ suz aşırılığa vardırılan bir devingenlik; ellerini daha çok kalça­ larına dayayıp, belden yukansım bir çırpıda insanı şaşırtacak kadar çabuk sağa sola döndürmekten hoşlanıyor. Elinin üze­ rimdeki bıraktığı izlenimini, parmaklan bu kadar kesin birbi­ rinden ayrılmış bir eli hiç daha görmediğimi söyleyerek anlata­ bilirim ancak. Ne var ki, elde anatomik bakımdan herhangi bir gariplik yok, düpedüz normal bir el. İşte bu küçük kadın hiç hoşlanmıyor benden; bende hep bir kusur buluyor; sözde hep kötü davranıyorum kendisine, adım başında onu kızdıracak bir şey yapıyorum; hayat denilen şey alabildiğine küçük zerrelere bölünebilse de, her zerrecik tek başına ele alınabilse, hayatımın her zerresinin kendisini sinir­ lendireceği kuşkusuz. Onu neden böyle kızdırdığımı sık sık dü­ şündüm; bendeki her şey, onun güzellik anlayışına, adalet duy­ gusuna, alışkanlıklarına, gelenek ve göreneklerine, umutlarına ters düşebilir; birbirine böylesine karşıt mizaçlar vardır. Peki ama, bundan ne diye o kadar üzüntü duyuyor? Öyle ya, ara­ mızda benim yüzümden üzülmesini gerektirecek hiçbir ilişki yok. Bana düpedüz bir yabancı gözüyle bakmaya karar versin - zaten böyle biriyim ve onun bu yolda alacağı karara karşı 223 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU kendimi savunmaz, büyük bir memnunlukla karşılardım -, be­ nim varlığımı unutmak istesin, ki varlığımı kabule de asla zor­ lamış değilim kendisini ve ileride de zorlamayacağım, sanırım bütün üzüntüsü silinip giderdi. Kuşkusuz, bu arada onun dav­ ranışının da beni üzdüğünü hiç hesaba katmıyorum, benim bü­ tün üzüntümün, onun üzüntüsünün yanında hiç kaldığını peka­ la biliyorum çünkü, dolayısıyla böyle bir şeyi dikkate aldığım yok. Elbet, onun çektiği acının sevgiyle ilişkisi bulunmadığının da büsbütün bilincindeyim; benim kusurlarımı gerçekten dü­ zeltmek önemli değil kendisi için; zaten bende gördüğü kusur­ lar, benim ilerlemerni köstekleyecek şeyler değil. Ancak, be­ nim ilerlememi de hiç umursadığı söylenemez; kişisel çıkarın­ dan, yani kendisine çektirdiğim acıların öcünü almaktan, gele­ cekte benim yüzümden uğrayabileceği eza ve cefayı önlemek­ ten başka şeyi umursadığı yok. Bu sürüp giden tatsız durumu nasıl sona erdirebileceğine bir ara dikkatini çekmeye çalıştım; ama özellikle bu davranışım onu öylesine çileden çıkardı ki, aynı şeyi bir daha denemeye kalkamam doğrusu. Beri yandan, belli bir sorumluluğun da benim üzerimde bulun­ duğu söylenebilir; çünkü kadın bana ne kadar yabancı da sayıl­ sa ve aramızdaki tek ilişki ona reva gördüğüm, daha doğrusu kendisinin beni buna zorladığı üzüntü de olsa, söz konusu üzüntünün bedensel bakımdan onu ne kadar yıprattığını umur­ samazlıkla karşılayamam. Zaman zaman, hele şu son günler gi­ derek daha sık, onun kimi sabahlar benzi soluk, uyku sersemi, başında ağrılar, neredeyse çalışamaz durumda olduğuna ilişkin haberler geliyor kulağıma; bu haliyle yakınlarını tasalara boğu­ yor, durumunun nedenleri üzerinde şöyle ya da böyle tahmin­ ler yürütülmekte, ama henüz ele geçirilmiş değil bunlar. Söz konusu nedenleri bir ben biliyorum: Boyuna tazelenen o eski üzüntü. Ancak, yakınlarının tasalarını da paylaşıyor değilim; güçlü ve dayanıklı bir kadın; onun kadar kızıp sinirlenebilen biri, sanının kızıp sinirlenmelerinin sonuçlarını da göğüsleye­ bilir; hatta kendini acı çekiyor göstermekten amacının, büsbü224 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU tün değilse bile başkalarının kuşkulu bakışlarının üzerime yö­ nelmesini sağlamak olduğundan şüphe ediyorum. Açık söyle­ mek gerekirse, varlığımla kendisine eza vermemden alabildiği­ ne gurur duyuyor, bana karşı başkalarından yardım istemek, hiç kuşkusuz onuruna yediremeyeceği bir şey olurdu. Yalnızca nefret, sonu gelmeyen, kendisini önüne katıp sürükleyen bir nefret yüzünden benimle uğraşıyor; bu' çirkin işten bir de baş­ kalarına söz açmak, utanç duygusunun asla kaldıramayacağı bir şey olurdu. Ancak, sürekli baskısı altında yaşadığı bu duru­ mu büsbütün susarak geçiştirmek de katlanacağı gibi değil. Dolayısıyla, kadınsı kurnazlığına başvurarak biı: orta yol deni­ yor; sesini çıkarmayarak, sadece gizli bir acının dış belirtileriy­ le sorunu kamuoyunun yargısına sunmak istiyor. Galiba öyle umuyor ki, başkalarının dikkati bir yol adamakıllı üzerime çe­ kildi mi, bana karşı herkeste bir öfke uyanacak, bu öfke güçsüz kişisel öfkesinin üstesinden gelemeyeceği gibi bir güç ve ça­ buklukla benim kesinlikle mahkfim edilmemi sağlayacak. İ şte o zaman kendisi geriye çekilecek, rahat bir nefes alacak ve ba­ na sırt çevirecek. Hani gerçekten bunları umuyorsa yanılıyor. Başkaları, onun rolünü üstlenmeyecektir; başkaları istediği ka­ dar titizlikle incelesin beni, bende öyle bitip tükenmez kusur­ lar asla ele geçiremeyecektir. Ben, onun sandığı gibi işe yara­ maz biri değilim; kendimi övmek, hele bu konuda böyle bir şe­ ye kalkışmak istemem; ama fazla işe yarar biri olmak gibi bir üstünlüğüm yoksa da, buna karşıt özelliklerle de dikkati çeke­ cek biri sayılarnayacağım kuşkusuz. Yalnız onun için, onun ne­ redeyse ak ışınlar saçan gözlerinde böyle biriyim ben, kendi­ sinden başka kimseyi böyle olduğuma inandıramaz. Ama bu bakımdan içim büsbütün de rahat edebilir mi? Hayır, edemez elbet, çünkü onu davranışlarımla adeta hasta ettiğim gerçekten bilindi mi, ki birkaç kovcu, yani haber getirip götürmekte üzer­ lerine olmayan kişiler bunu görür gibi oldular ya da en azından görüp keşfetmiş gibi bir tavır takındılar mı, o zaman herkes ba­ na gelip ne diye zavallı küçük kadına yakışıksız davranışımla 225 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU eza verdiğimi, acaba niyetimin kadını ölüme sürüklemek mi ol­ duğunu, ne zaman artık aklımı başıma toplayıp insan gibi mer­ hamete gelerek bu işe bir son vereceğimi soracak. Herkes de bunu sorunca, kolay kolay bir yanıt bulup veremeyeceğim. Bu durumda, kadındaki hastalık belirtilerine pek inanmadığımı mı açıklayayım? Böyle yaparak, üzerimdeki suçu sıyırıp atmak için başkalarını suçladığım, üstelik bunu da pek kaba biçimde yaptığım gibi tatsız bir izlenimin uyanmasına mı yol açayım? Yoksa kadının gerçekten hastalığına inanmakla birlikte, ona karşı en ufak bir acıma duygusu beslemediğimi, çünkü onun bana büsbütün yabancı bulunduğunu ve aramızdaki ilişkinin yalnızca onun tarafından kurulup, yalnızca onun tarafından ayakta tutulduğunu açıkça söyleyeyim mi? Bana inanılmaya­ cak demek istemiyorum; belki ne inanılacak, ne inanılmaya­ cak, hiç de böyle bir şeyin söz konusu olacağı kadar ileri gidil­ meyecektir; kadının güçsüzlüğü ve hastalığıyla ilgili olarak ve­ receğim yanıt kayda geçirilmekle yetinilecek, bu da benim için pek olumlu bir sonuç doğurmayacaktır. Herkesin böylesi du­ rumlarda bir sevgi ilişkisinin varlığından kuşkuya kapılmaktan kendini alamaması, başka her yanıt gibi bu yanıtımda da hayli güç duruma sokacak beni; oysa böyle bir ilişkinin bulunmadı­ ğı, bulunsa bile ancak benim tarafımdan sürdürülen bir ilişki sayılması gerekeceği alabildiğine açık; gerçekten de yargıların­ daki çarpıcı güçten ve sonuçlar çıkarmadaki yorulmak bilmez­ liğinden ötürü küçük kadına hayranlık duyabilirdim; ancak, ondaki erdemler boyuna cezalandırıyor beni, böyle bir hayran­ lığın doğmasını önlüyor. Kadında bana karşı dostça bir ilgiden eser olmadığı kuşkusuz; bu gerçeği saklamayacak kadar da dü­ rüst kadın; son umudum da zaten burada; bana karşı böyle bir ilgi beslediğine başkalarını inandırmak savaş planına uygun düşse bile, böyle bir davranışa başvuracak kadar kendini unu­ tamaz. Ne var ki, bu konuda büsbütün vurdumduymazlıkla davranacak olan başkaları, görüşünde yine de diretecek ve be­ nim aleyhimde bir yargıya varacaktır. 226 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU Bu durumda doğrusu bana kala kala vakit geç olup başkalan işe karışmadan, küçük kadının öfkesini giderecek gibi değilse de - çünkü imkansız bu -, biraz yumuşatacak şekilde kendimi değiştirmek kalıyor. Gerçekten de, içinde bulunduğum duru­ mun, onu hiç de değiştirtnek istemeyeceğim kadar beni mem­ nun edip etmediğini, zorunluluğuna inandığım için değilse bi­ le, yalnızca kadını yatıştırmak için kendimde kimi değişiklikle­ re başvurup başvuramayacağımı sık sık sordum kendime. Ve bu değişiklikleri içtenlikle gerçekleştirmeye çalıştım, zahmet ve titizlikle yapmaya uğraştım bunu; hatta bu bana uygun dü­ şen bir davranış oldu, beni neredeyse eğlendirdi. Tek tük deği­ şiklikler de görülmedi değil; enikonu belirgin değişikliklerdi, kadının dikkatini bunlann üzerine çekmek zorunda kalmıyor­ dum; her şeyi benden önce fark ediyor, niyetimi daha halim­ den okuyordu. Ancak, bir başanya ulaşmam da kısmet olmadı. Hem nasıl olsundu? Çünkü, şimdi anladığıma göre, kadının benden hoşlanmayışının kökü çok derinlerde yatıyor; hiçbir şey ondaki hoşnutsuzluğu silip atamaz, kendimi yok etmem bi­ le sağlayamaz bunu; diyelim canıma kıydığımı haber aldı, ken­ dini sınırsız bir öfke nöbetine kaptıracağı kuşkusuzdur. Keskin görüşlü kadının bu durumu benim gibi algılamadığını düşüne­ mem; gerek kendi çabalannın umutsuzluğunu, gerek benim suçsuzluğumu, ne kadar iyi niyetli davranırsam davranayım is­ teklerini karşılamadaki güçsüzlüğümü görmemesi akıl alacak şey değil. Elbette görüyor, ama savaşçıl mizacından ötürü, sa­ vaşın tutkusu içinde unutuyor bunu; ayrıca, benim değiştirmek elimden gelmeyen o başbelası mizacımı düşünmüyor, çünkü bu mizaç böylece bana verilmiş bir kez ve beni, zıvanadan çık­ mış birinin kulağına bir uyarıyı fısıldamaya zorluyor. Elbet bu şekilde onunla asla anlaşamayacağız. Ben hep sabahın ilk saat­ lerinin mutluluğuyla evden çıkacak, benim yüzümden onun acı ve ıstıraplara gömülmüş çehresini, öfkeyle kıvnlmış dudakları­ nı, beni sınamadan geçiren, ama sonucu önceden bilen, üze­ rimde gezinip en savruk anlannda bile en ufak bir aynntıyı 227 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU gözden kaçırmayan bakışlarını, genç kızsı yanaklarına oyulmuş acı gülümsemeyi, başını kaldırıp sızlanarak gökyüzüne bakışı­ nı, duruşunu sağlamlık kazandırmak için ellerini kalçalarına gömüşünü, sonra da çileden çıkarak sararıp titreyişini görece­ ğim. Geçen gün, kendi kendime hayretle itiraf ettiğim gibi ilk kez, yakın bir dostuma bu sorunla ilgili bir iki değinmede bulun­ dum; söz arasında hani, üzerinde pek durmadan, birkaç keli­ meyle; zaten dışarıya karşı hiç önemsemediğim sorunun öne­ mini olduğundan biraz daha küçük gösterdim. Ne tuhafsa, dos­ tum anlattıklarımı hiç de önemsemezlik yapmadı, hatta işin önemini daha da büyüttü, dikkatinin başka yana çekilmek is­ tenmesine karşı çıktı ve aynı konu üzerinde diretti. Ancak da­ ha da tuhafı, öyle davranmasına karşın, can alıcı bir noktada da işe gereken önemi göstermedi; çünkü biraz geziye çıkmamı ciddi ciddi öğütledi bana. Hiçbir öğüt bu kadar mantıksız ola­ mazdı; gerçi sorunun kendisi bütün basitliğiyle göz önünde, is­ teyen biraz daha yakından baktı mı görebilir işin içyüzünü; ama yine de benim buradan uzaklaşmamla sorunun tümden ya da hiç değilse en önemli bölümünün çözüme kavuşacağı kadar da basit değil. Tersine, kalkıp bir başka yere gitmekten kaçın­ mak zorundayım; ille de bir plan uyarınca davranmam gereki­ yorsa, bu plan, sorunu, dış dünyanın henüz işe karışmasına izin vermeyen şimdiki dar sınırlan içinde tutmak, yani nerede bu­ lunursam bulunayım, serinkanlılığı elden bırakmamak, soru­ nun yol açabileceği dikkati çekecek hiçbir büyük değişikliğin başgöstermesine izin vermemek, dolayısıyla kimseye konudan söz açmamak, ama başkalarınca bilinmesi sakıncalı bir giz diye değil de küçük çapta, düpedüz kişisel, bu yüzden katlanılması ne de olsa kolay ve böyle de kalması gereken bir sorun olduğu için bunu yapmaktır. Dolayısıyla, dostumun sözlerinin yine de yaran dokunmadı diyemem; bana yeni bir şey öğretmediyse de, temel görüşümü pekiştirdi. 228 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU Daha bir enine boyuna düşünüldüğünde zaten anlaşılacağı gi­ bi, durumun zamanla geçirmiş göründüğü değişiklikler, soru­ nun kendi özünden gelmiyor, yalnızca benim onunla ilgili gö­ rüşümün izlediği gelişim sonucu ortaya çıkan değişiklikler bun­ lar; çünkü söz konusu görüşüm gün geçtikçe biraz daha erkek­ si nitelik kazanıyor, işin özüne daha çok yaklaşıyor, ancak bi­ raz da, ne kadar hafif olursa olsun sürekli sarsıntıların silinip atılamayan etkisi yüzünden sınırlı bir havaya bürünüyor. Soruna karşı daha serinkanlı bir tutum takınacak oluşum, bir kararın, bazen ne kadar yakında bulunursa bulunsun gelmekte daha bir süre gecikebileceği gerçeğini artık anlar gibi olmam­ dan kaynaklanıyor; özellikle genç ya·şta kararların ortaya çıkı­ şındaki tempoyu pek büyütmeye eğilim duyuyor insan; örne­ ğin, bir yol benimle karşılaşan küçük yargıcımın eli ayağı gev­ şeyerek bir eliyle arkalığına tutunup, öbür elini korsesinin bağ­ larında gezdirerek yanlamasına bir sandalyeye çöktüğünü, hırs ve umutsuzluk gözyaşlarının yanaklarından aşağı yuvarlandığı­ nı görünce, karar işte çıkageldi diye düşünmüştüm hep, işte şimdi hesap vermek üzere huzura çağrılacağım demiştim. Gel gelelim, ne karardan eser vardı ortada, ne hesap vermeden. Kadınlar bir de çabuk fenalaşıyor ki ! Oysa kimsenin bütün du­ rumları bir bir izlemeye vakti yok. Hani bunca yılda olup biten nedir? Böylesi durumların, bazen biraz daha güçlü, bazen biraz daha güçsüz bir tekrarı yalnız; yani sayılarının giderek artması. Sonra, yakınlarda dolaşan ve bir fırsatını ele geçirdiler mi işe el atmaya hevesli o kadar çok insan var ki! Ama bir fırsat ele ge­ çirdikleri yok, şimdiye kadar sadece sezgilerine dayandı bu kimseler. Gerçi sezgiler bol bol oyalar sahiplerini, başka işe de yaramazlar. Bugüne kadar da hep böyle oldu, söz konusu kim­ seler hep köşebaşlarında dikildi, aylak aylak bakındı çevreleri­ ne, yakında eğleşmelerini pek kurnaz bir yoldan, en çok akra­ balık nedeniyle bağışlatmaya çalıştı, hep gözetleyip durdu, bu­ runları koku aldı hep, ama bütün bunların sonucu: Hala öyle­ ce dikilip durmaktalar. İşin öncekinden değişik bir yanı varsa, 229 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU benim kendilerini artık yavaş yavaş seçebilmem, yüzlerini bir­ birinden ayırt edebilmem. Eskiden derdim ki, bunlar dört bir yandan usul usul gelip bir araya toplanıyor ve sorun enine bo­ yuna büyümeler kaydediyor da, bu büyümeler gün gelip söz konusu kişileri bir karar vermeye zorlayacak. Oysa bugün öy­ le sanıyorum ki, bunlann hepsi öteden beri vardı ve kararın yaklaşmasıyla hiçbir ilişkileri bulunmuyor, bulunsa da pek az. Karann kendisine gelince: Ne diye böyle iri bir sözcükle nite­ liyorum onu bilmem? Bir gün olur da - elbet yann değil, öbür­ sü gün de değil belki hiç gelmeyecek bir gün - başkalan, benim hep tekrarlayıp duracağım gibi yetkili sayılamayacakları bu so­ runla yine de ilgilenirse, ben hiç zarar görmeksizin bu yargıla­ madan kurtaramayacağım yakamı; ancak, şu noktanın da göz önünde tutulması gerekiyor: Ben kamuya yabancı değilim, öte­ den beri onun tastamam gözü önünde yaşayıp gidiyorum, baş­ kalanna güvenen ve kendisine güvenebilen biri gibi yaşadım hep; dolayısıyla, sonradan ortaya çıkan bu hastalıklı küçük ka­ dın, başkalannın belki çoktan yapışkan bir dulavratotu gibi gö­ rüp çizmelerinin altında, kimsenin kulağının duymayacağı gibi ezip geçeceği bu kadın, olsa olsa başkalannın çoktan saygıde­ ğer bir üyesi olduğumu açıklayan diplomaya ufak ve çirkin bir leke katmaktan başka şey yapmayacak. Sorunun bugünkü du­ rumu işte böyle, yani beni pek tedirgin edecek gibi değil. Aradan yıllar geçtikçe yine de biraz tedirginliğe sürüklenme­ min, sorunun taşıdığı asıl önemle hiçbir ilgisi yok; kızmanın bir nedenden yoksunluğu pekala fark edilse de, bir kimseyi sürek­ li kızdırmak katlanılır şey değil; insanın rahatı kaçıyor, gelece­ ğine pek inanılmasa bile, kararlan bir bakıma yalnız beden yö­ nüyle pusuda gözlüyor insan. Ama burada biraz da yaşlılık be­ lirtisi söz konusu; gençlere her şey yaraşıyor, birtakım çirkin aynntılar gençliğin bitip tükenmez güç kaynağında kaybolu­ yor. Bir gencin biraz pusuda bakışlan olsa, kötü bir gözle gö­ rülmez bu, asla bunu fark eden çıkmaz, hatta gencin kendisi bi­ le farkına varmaz bunun. Ama yaşlılıkta elde kalan kınntılar230 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU dır ancak ve bunların her biri de gereklidir, hiçbiri yenilene­ mez, her biri göz altında tutulur; yaşlanan bir adamın pusuda bekleyen bakışı, açıkça pusuda bekleyen bir bakıştır ve bunu saptamak güç değildir. Ancak, burada da sorunun gerçekten, nesnel olarak kötüye gitmesi diye bir şey söz konusu değildir. Yani nereden bakarsam bakayım, elimle bu sorunun üzerini şöyle birazcık kapayıversem, kimselerce rahatsız edilmeden, kadının bütün kudurup köpürmelerine karşın, normal yaşamı­ mı sessiz sakin sürdürebileceğimi görüyorum ve bu görüşüm­ den de vazgeçmeyeceğim. 231 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU B İR AÇLIK ŞAMPİYONU Son on yıllarda açlık şampiyonlanna rağbet hayli azaldı. Eski­ den insanın kendi başına bu gibi büyük gösteriler düzenlemesi pek kazançlı bir işti; oysa bugün böyle bir şeye kalkışmak akıl karı değil. Başka zamanlardı onlar! Bir vakit bütün kent açlık şampiyonuyla ilgilenirdi. Gösterinin her geçen günü seyirci sa­ yısı artar, herkes açlık şampiyonunu günde en az bir kez gör­ meden duramazdı. Zaman ilerledikçe ortaya aboneler çıkar, günlerce demir parmaklıklı küçük kafesin önünde oturup bek­ leşirlerdi. Gösteriyi daha etkili kılmak için yakılan meşalelerin aydınlığında gece bile açlık şampiyonunu görmeye gelenler olurdu. Güzel havalarda kafes ortaya çıkarılır ve özellikle ço­ cukların ziyaretine açık tutulurdu. Gösteriler çokluk, büyükle­ rin katıldığı moda bir eğlenceden başka şey değilken, küçükler, şaşkın, ağızlan açık, ne olur ne olmaz el ele tutuşur, benzi san, üzerinde siyah bir triko giysi, kaburga kemikleri hayli dışarı fırlamış açlık şampiyonunun bir sandalyeye bile tenezzül etme­ yerek yere serpilmiş samanlar üzerinde oturuşunu, bazen ne­ zaketle başını sallayıp zoraki gülümseyerek sorulan yanıtlayı­ şını, ayrıca sıskalığını seyircilerin elleriyle dokunup anlamaları için kafesin çubuklan arasından kolunu uzatışım, bazen de kendi içine gömülüp kimseyi, hatta kafesteki tek eşya olan sa­ atin kendisi için pek önemli vuruşlarını bile umursamayışını, adeta yumuk gözlerini önüne dikip ara sıra minicik bir bardak­ tan bir yudum su alarak dudaklarını ıslatmaktan başka şey yapmayışını izlerlerdi. Değişip duran seyirciler dışında bir de onların seçtiği sürekli gözcüler vardı ki, ne tuhafsa hep kasaptı bunlar ve görevleri 232 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU açlık şampiyonunun başında üçer üçer beklemek, kimse gör­ meden bir şey yememesi için onu göz altında tutmaktı. Ama bu, seyirci topluluklarının içinin rahat etmesi amacıyla başvu­ rulan bir formaliteden başka şey değildi, çünkü işin içindekiler, açlık şampiyonunun, açlık süresince, ne olursa olsun, hatta zor­ lansa bile ağzına bir lokma yiyecek koymayacağını pekala bi­ lirdi; ne de olsa sanatçı onuru, böyle bir yola başvurmasına izin vermezdi. Elbet, her gözcü bunu anlayamazdı; dolayısıyla, ge­ ce nöbet tutan bazı kişiler görevlerini pek üstünkörü yapmaya kalkıyor, bile bile uzak bir köşeye çekilip iskambil oyununa dalıyor, böylelikle açlık şampiyonunun gizlice yanında bulun­ durduğunu sandıklan azıktan birkaç lokma bir şey atıştırması­ na fırsat vermek istediklerini belli ediyorlardı. Açlık şampiyo­ nu için böylesi gözcülerden daha eza verici ne olabilirdi? Bun­ lar onu üzüyor, onun açlığa katlanabilmesini alabildiğine güç­ leştiriyordu; bazen kendisinden haksız yere kuşkulanıldığını göstermek için, bu tür gözcülükler sırasında dermansızlığını yenip elden geldiğince uzun süre şarkılar söylüyordu. Ama bu pek yarar sağlamıyor, şarkı söylerken bile yiyip içtiğini sanan gözcülerin, onun bu becerisine şaşmalarına yol açıyordu, o ka­ dar. Kafesin hemen yanı başına oturup, salondaki gece lamba­ sının bulanık ışığıyla yetinmeyerek menajerin ellerine tutuş­ turduğu cep fenerlerini üzerine sıkan gözcüleri, açlık şampiyo­ nu kendine kuşkusuz çok daha yakın buluyor, çiğ ışık onu hiç rahatsız etmiyordu; uyuyabildiği yoktu çünkü; şöyle biraz kes­ tirmeye gelince, bunu da her vakit, her ışık durumunda, hatta salon gürültülü ve hıncahınç doluyken bile yapabiliyordu. Ya­ ni böylesi gözcülerle bütün geceyi uykusuz geçirmeye dünden razıydı. Onlarla şakalaşmaya, onlara gezginci yaşamından çe­ şitli olaylar anlatıp onların anlatacaklarını dinlemeye ve bunu da kendilerini uyanık tutmak; kafesinde yiyecek namına bir şey bulunmadığını, açlığa hepsinden çok katlanabileceğini on­ lara göstermek için yapmaya hazırdı. Ama en büyük mutlulu­ ğu, böyle uykusuz geçirilmiş yorucu bir gecenin ardından sa233 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU bah olup, kendi ısmarladığı pek zengin bir kahvaltının gözcü­ ler önüne çıkarıldığını ve onların sağlıklı insanlara özgü bir iş­ tahla kahvaltının başına üşüştüklerini görünce duyuyordu. Ha­ ni söz konusu kahvaltıda bile gözcülere ilişkin çirkin bir rüşve­ tin kokusunu sezenler çıkmıyor değildi; ama bu kadarı da faz­ laydı doğrusu. Hem bu kişilere, madem öyle, buyurun, siz kah­ valtısız nöbet tutun dendiği zaman yan çiziyorlar, ama yine de kuşku duymaktan geri kalmıyorlardı. Aslında böylesi kuşkuların açlık gösterilerinde yer alması kaçı­ nılmazdı; kimse gösteri süresince gece gündüz, hiç ara verme­ den açlık şampiyonunun başında nöbet tutamazdı çünkü. Bu yüzden de, kendi gördüklerine dayanarak, onun gösteri boyun­ ca ağzına bir lokma bir şey koymadan sürekli aç kalıp kalma­ dığını bilebilecek bir kimse çıkamazdı. Bunu bilse bilse açlık şampiyonunun yalnızca kendisi bilebilir, açlık gösterilerinin tam anlamıyla memnun kalmış tek seyircisi yine kendisi olabi­ lirdi. Gel gelelim açlık şampiyonu da bir başka bakımdan asla memnunluk duymuyordu; belki de kendi şahsına karşı besledi­ ği hoşnutsuzluk, onun bu kadar zayıflamasına yol açmaktaydı. Belki söz konusu hoşnutsuzluğu duymasa, açlıktan böyle sü­ zülmez ve onun bu halini görmeyi içleri götürmeyen pek çok kimsenin gösterilerden üzülerek uzak kalmasına yol açmazdı. Aç kalmanın ne kolay olduğunu bir tek kendisi biliyordu. Hat­ ta işin içindekiler arasında bile bunu başka bilen yoktu. Oysa öyle kolay, öyle kolaydı ki! Bunu açıkça söylüyor, ama kendi­ sine inanan çıkmıyordu. Bu itirafını olsa olsa alçakgönüllülü­ ğüne, çok zaman reklam düşkünlüğüne veriyorlar, hatta kendi­ sine, işin bir kolayını bulduğu için açlığa katlanmakta gerçek­ ten zorluk çekmeyen, üstelik bunu yan itiraf gözüpekliğini gösteren bir düzenbaz diye bakanlar çıkıyordu. Açlık şampiyo­ nu, ister istemez sineye çekiyordu hepsini, onca yıldır buna alışmıştı. Ama bir hoşnutsuzluk duygusu da içini sürekli kemi­ rip durmaktaydı. Şimdiye kadar - hani bunu teslim etmek ge­ rekirdi - bir gösteri süresinin bitiminde gönül rızasıyla kafesin234 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU den çıktığı görülmemişti. Menajeri, aç kalma süresini kırk gün diye belirlemişti, onun daha fazla aç kalmasına metropollerde­ ki gösterilerde bile izin vermiyordu ve bunda da haklıydı. De­ neyimler ortaya koymuştu ki, bir kentin gösteriye ilgisi, reklam kampanyasına gittikçe hız verilerek ancak kırk gün ayakta tu­ tulabiliyor ve her geçen gün biraz daha artırılabiliyordu. Ama derken seyircilerde bir çözülme, bir gevşeme başlıyor, gösteri­ ye rağbet hayli azalıyordu. Kuşkusuz bu bakımdan kentten kente, ülkeden ülkeye küçük çapta ayrımlara rastlanmıyor de­ ğildi, ama genellikle ilginin en canlı olduğu süre kırk gündü. Kırkıncı gün, baştan aşağı çiçeklerle bezenmiş kafesin kapısı açılıyor, hayranlıkla dolu bir seyirci kalabalığı salona üşüşüyor, askeri bir bando çalmaya başlıyor, açlık şampiyonunun vücu­ dunda gerekli ölçümleri yapacak iki hekim kafesten içeri süzü­ lüyor, alınan sonuçlar bir megafonla salondakilere iletiliyor ve sonunda, bu iş için seçildiklerinden dolayı mutlu iki genç ba­ yan gelip açlık şampiyonunu kafesinden çıkarmak, birkaç ba­ samak merdivenden indirip üzerinde özenle hazırlanmış bir hasta yemeğinin beklediği küçük bir masaya götürmek istiyor­ du. İ şte böylesi anlarda kafesten çıkmamak için hep ayak diri­ yordu açlık şampiyonu. Ama yine de bir deri bir kemik kalmış kollarını, kendisine doğru eğilen bayanların yardıma hazır uzanmış ellerine gönül rızasıyla bırakıyor, gel gelelim doğrulup ayağa kalkmaya bir türlü yanaşmıyordu. Neden sanki şimdi, neden tam kırk gün sonra gösteri sona ere­ cekti? Oysa daha uzun zaman, sınırları belirsiz uzun bir süre açlığa katlanabilirdi. Neden tam formunu bulduğu bir sıra, hat­ ta daha büsbütün formunu bulmamışken aç kalmaya son vere­ cekti? Ne diye kendisini açlığı sürdürmek, gelip geçmiş açlık şampiyonlarının yalnızca en büyüğü olarak ün yapmaktan de­ ğil - çünkü çoktan böyle bir üne kavuşmuştu belki -, aynı za­ manda aklın alamayacağı ölçüde kendini aşmaktan yoksun bı­ rakmak istiyorlardı; çünkü onun açlığa dayanma gücü hiç sınır tanımıyordu. Kendisine bu kadar hayranlık duyan kalabalığın, 235 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU ona bu kadar az sabır göstermesi nedendi acaba? Madem ki aç kalmaya daha bir süre dayanabilecekti, ne diye önüne duru­ yordu bu kalabalık? Üstelik yorulmuş oluyordu, samanlar için­ de rahatça otururken boylu boyunca kalkıp ayaklan üzerinde dikilerek yemeğe mi gidecekti? Yemeği aklına bile getirmek­ ten içi bulanıyor, bayanların hatırı için bunu belli etmekten kendini güç bela alıkoyuyordu. Başını kaldırıp onların sözde dost, gerçekte pek acımasız gözlerinin içine bakıyor, çöp gibi bir boyun üzerinde oturan kurşun gibi ağır kafasını sallıyordu. Ama her zamanki sahne yineleniyordu derken: Menajer geli­ yor, Tanrının şu samanlar üzerindeki eserini, ermişlik aşaması­ na kendine özgü bir yoldan ulaşmış şu zavallı adamı bir kez görmeye çağırır gibi kollarını konuşmadan - müzik konuşması­ nı engelliyordu çünkü - açlık şampiyonu üzerinde havaya kal­ dırıyordu. Onu ince belinden kavrıyor ve bunu yaparken aşırı bir sakınganlıkla davranarak karşılarındaki yaratığın ne narin bir şey olduğuna seyircileri inandırmak istiyor, sonra onu kim­ se görmeden şöyle biraz sarsıp silkiyor, ardından bu sarsıp silk­ meye dayanamayarak bacakları ve belden yukarısıyla ileri ge­ ri sallanan açlık şampiyonunu, karşılaştıkları manzarayla be­ nizleri ölü gibi sararmış hanımların ellerine teslim ediyordu. Artık bundan sonra, olanları sineye çekmek düşüyordu açlık şampiyonuna. Başı yuvarlanmış da nedense orada durmuş gi­ bi, göğsünün üzerine sarkıyor, karnı içine göçüyordu. Ayakla­ n, kendi kendilerini dik tutabilmek için diz kısımlarıyla sımsı­ kı birbirine yapışıyor, ama üzerine bastıkları asıl zemin değil­ miş de, gerçek zemini ararlarmış gibi yeri eşeliyordu. Bütün vücudunun kuşkusuz tüy hafifliğindeki yükü hanımlardan biri­ nin üzerine biniyor, bu hanım da ilkin hiç değilse yüzünü açlık şampiyonunun dokunuşundan korumak istiyor, yardım arana­ rak, soluk soluğa - bu şerefli görevin böyle olacağını ummamış­ tır çünkü - boynunu alabildiğine geriyor, ama bunu başarama­ yınca ve kendisinden daha şanslı arkadaşı da yardımına koş­ mayıp açlık şampiyonunun elini, bu ufak kemik çıkınını titre236 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU yerek önü sıra taşımakla yetinince, zevkten çılgına dönen sa­ londaki seyircilerin kahkahaları arasında ansızın boşanıp ağla­ maya başlıyor, bunun üzerine oracıkta hazır bekleyen bir uşak hemen seğirtip hanımın yerini alıyordu. Ardından yemeğe ge­ liyordu sıra. Menajer, seyircilerin dikkatini açlık şampiyonun­ dan başka tarafa çekmek için bir yandan eğlenceli boşboğaz­ lıklarda bulunurken, baygınlığa benzer bir yarı uykuya dalmış açlık şampiyonunun ağzına yemekten bir, iki kaşık veriyor, sonra da kulağına sözde açlık şampiyonunun fısıldadığı bir nükteyi seyircilere aktarıyordu. Bando olup bitenleri güçlü bir fanfarla destekliyor, derken seyirciler dağılıyordu. Hani bu du­ rumda kimsenin gördüklerinden memnun kalmamaya hakkı yoktu, kimsenin; bir tek açlık şampiyonu, bir tek o vardı hiç memnunluk duymayan. İşte böylece açlık şampiyonu, arada düzenli küçük molalarla, dıştan bakınca sözde bir görkem içinde herkesten itibar göre­ rek, ama yine de çokluk hüzne gömülmüş yaşayıp gidiyor ve kimse ciddiye almadığından hüznü giderek büyüyordu. Hem nasıl avutulabilirdi ki? Bütün isteklerine kavuşmuş değil miy­ di? Ö rneğin, durumuna acıyan iyi yürekli biri çıksa da, üzüntü­ sünün belki açlık gösterilerinden kaynaklandığını açıklamaya kalksa, açlık şampiyonu, hele gösterinin ilerlemiş bir zamanıy­ sa, öfkeden kudurmuş bir hayvan gibi kafesin demir parmak­ lıklarını sarsarak herkesin içine korku salıyordu. Ama böylesi durumlarda menajerin elinde uygulamaktan hiç çekinmediği bir cezalandırma yöntemi vardı: Salondaki topluluktan açlık şampiyonunu bağışlaması dileğinde bulunuyor, açlığın yol açıp tok kimselerin kolay kavrayamayacağı bir sinirlilikten kaynak­ lanmasa, onun bu davranışının hoş görülemeyeceğini itiraf edi­ yordu, sonra da açlık şampiyonunun yine bir açıklama gerekti­ ren, şimdiye kadarkinden çok daha uzun süre aç kalabileceği savına değinerek besbelli bu savda saklı yüce amacı, iyi niyeti ve büyük özveriyi övüyor, ama hemen ardından seyircilere gösterdiği bir alay resimle söz konusu savı düpedüz çürütmeye 237 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU çalışıyordu; çünkü satışa da çıkarılan resimler, açlık şampiyo­ nunu gösterinin kırkıncı gününde bir yatakta adeta ölü gibi ya­ tarken gösteriyordu. Açlık şampiyonu gerçeğin bu kadar çarpı­ tılışının hiç de yabancısı değildi, ama her seferinde sinirleniyor, bunu güçlükle sineye çekiyordu. Çünkü açlık gösterisinin va­ kitsiz sona erdirilmesinden kaynaklanan bir durumun sonucu, bu durumun nedeni diye ileri sürülmekteydi. Bu anlayışsızlık­ la, bu anlayışsız dünyayla savaşmak olanaksızdı. Bugüne kadar kaç kez saf bir inançla kafesin parmaklıklarına tutunarak can kulağıyla menajeri dinlemişti; ama resimlerin her ortaya çıka­ rılışında parmaklıkları bırakıyor, inleyerek yerdeki samanların üzerine yığılıyor ve ancak bunun üzerine yatışan kalabalık ye­ niden yanına sokulup onu seyre koyuluyordu. Bu tür sahnelerin tanıkları, aradan birkaç yıl geçip de olup bi­ tenleri anımsadıklarında, bir zamanki davranışlarına bir türlü anlam veremiyorlardı, çünkü bu arada daha önce sözü edilen değişim başgöstermişti; neredeyse bir anda gerçekleşmişti de­ ğişim. Belki değişimin köklü nedenleri vardı, ama kim kalkıp bunları araştıracaktı? Her neyse, şımartılmış açlık şampiyonu günün birinde, eğlenceye düşkün seyircilerin kendisini bırakıp başka yerlerdeki gösterilere koştuğunu gördü. Bunun üzerine, menajer onu bir kez daha yanma alıp sağda solda eski ilgiyi ye­ niden bulmayı umarak Avrupa'nın neredeyse yarısını dolaştı. Ama boşuna! Sanki aralarında gizlice anlaşmışlar gibi, her gi­ dilen yerde seyirciler açlık gösterilerine bayağı ilgisiz kalıyor­ du. Kuşkusuz öyle durup dururken gerçekleşmiş bir şey değil­ di bu, zamanında başarıların sarhoşluğuyla pek önemsenmeyip önü alınmaya çalışılmamış kimi olumsuz belirtiler şimdi akla geliyordu. Ama bunlara karşı bir şey yapabilmenin vakti geç­ mişti artık. Hani açlık gösterilerinin el üstünde tutulacağı bir zaman kuşkusuz gelecekti yine. Ama o zamana kadar kim ölür, kim kalırdı? Peki, şimdi açlık şampiyonu ne yapacaktı? Binler­ ce kişinin kendisini çılgınca bağrına bastığını görüp yaşadıktan sonra, küçük panayırlardaki çadırlar içinde sanatını sürdüre238 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU mezdi. Kendisine başka bir meslek edinmeye gelince, bunun için hem yaşı pek ilerlemişti, hem de aç kalmaya bağnazlık de­ recesinde tutkunluğu vardı. Bu yQıden, o eşsiz parlaklıktaki meslek yaşamı boyunca kendisine eşlik eden menajerine yol verip çalışmak üzere bir sirke girdi; boşuna kızıp sinirlenme­ mek için, anlaşmanın koşullannı hiç merak etmedi. Birbirini dengeleyip bütünleyen dünya kadar insan, hayvan, araç ve gerecin bulunduğu büyük bir sirkte herkes için, hatta bir açlık şampiyonu için elbet mütevazı bir ücret karşılığı iş vardı. Hem söz konusu durumda angaje edilen yalnız açlık şampiyonunun kendisi değil, aynı zamanda onun ün salmış es­ ki adıydı. Hatta bu sanat türünde yaştaki ilerlemenin başarı oranında zorunlu bir düşmeye yol açmayacağı göz önüne alı­ nırsa, emekliler arasına kanşmış, artık sanatının doruğunda tu­ tunamayan bir adamın sirkin birinde başını sokacak yer aradı­ ğı hiçbir vakit ileri sürülemezdi. Tersine, açlık şampiyonu yine eskisi gibi aç kalabileceğini ileri sürüyordu ki, buna inanma­ mak için ortada neden yoktu. Hatta o kadar ileri gidiyordu ki, eğer bir karışan çıkmazsa - bunun için hiç duraksamadan söz veriliyordu kendisine - gösterileriyle asıl şimdi dünyaya haklı olarak parmak ısırtacağını söylüyordu. Kuşkusuz bu öyle bir savdı ki, konuşmanın coşku ve heyecanı içinde açlık şampiyo­ nunun unuttuğu dönemin havasını bildiklerinden, bu işte uz­ man kişilerin sadece gülüp geçmesine yol açıyordu. Ama açlık şampiyonu da gerçek durumu aslında fark etmiyor değildi ve kendisini gözde bir numaraymış gibi manejin orta yerine değil, dışarıdaki ahırların oraya, beri yandan kolay ula­ şılabilecek bir yere yerleştirmelerini pek doğal karşılamıştı. Kafesin dört bir yanını büyük ve renkli tabelalar kuşatıyor, se­ yircilere izleyecekleri gösteri konusunda bilgi veriyordu. Mola­ larda sirkteki hayvanları görmek için ahırların bulunduğu yere koşuşan seyircilerin, açlık şampiyonunun önünden geçerken hemen her vakit biraz duraklayıp onu seyretmesi, neredeyse 239 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU kaçınılacak gibi değildi. Onların bu daracık geçitte, bir an ön­ ce görmek istedikleri ahırlara giden bu yol üzerinde durakla­ masına akıl erdiremeyen kimseler arkadan itip sıkıştırarak şöy­ le rahat ve uzun süreli bir seyri engellemese, belki açlık şampi­ yonunun yanından pek de çabuk ayrılmayacaklardı. İşte bu yüzdendir ki, açlık şampiyonu, yaşamının amacı diye bakıp kuşkusuz dört gözle beklediği ziyaretçilerden aynı zamanda bir ürperti duyuyordu. İlk günler gösteri sırasındaki molaları bü­ yük bir sabırsızlıkla beklemiş, kendisinden yana akıp gelen ka­ labalığı sevincinden uçarak izlemiş, ama çok sürmeden - kendi kendini adeta bilerek ve alabildiğine inatla aldatma çabaları bile, edinilen deneyimler karşısında tutunamamıştı - bunların hepsinin de, hiç değilse niyetlerine bakılırsa, ahırları dolaşma­ ya gelenlerden başkaları olmadığına inanmıştı. Ama seyircile­ rin bu uzaktan akıp gelişleri onun için en güzel bir manzara olarak kaldı hep. Çünkü bir kez yanına yaklaştılar mı, çevre­ sinde sürekli oluşan yeni gruplar birbirlerine bağırıp çağırma­ larıyla ortalığı gürültüye boğuyorlardı; gruplardan biri - ki bu grup, çok geçmeden açlık şampiyonunu ötekinden daha çok si­ nirlendirmeye başlamıştı - onu rahat seyretmek istiyordu, an­ ladığından değil de canı öyle istediğinden, öteki gruba inat ol­ sun diye; öteki grup ise, ilkin ahırlara gitmeyi düşünüyordu sa­ dece. Büyük kalabalık çekilince, arkadan geç kalanlar sökün ediyordu. Ne var ki, diledikleri kadar kafesin önünde durmala­ rına kimse ses çıkarmamasına karşın, onlar da hayvanların ya­ nına bir an önce varmak için adımlarını açarak, adeta kendisi­ ne göz ucuyla bile bakmaksızın önünden seğirtip geçiyorlardı. Hani pek de sık rastlanmayan bir şans eseri, bazen yanında ço­ cuklarıyla bir babanın çıkageldiği oluyor, baba parmağıyla aç­ lık şampiyonunu işaret ederek çocuklara uzunboylu açıklama­ larda bulunuyor, onlara önceki yıllarda yaşadığı, şimdikine benzer, ama şimdikiyle kıyaslanamayacak ölçüde büyük göste­ rilerden söz açıyordu. Çocuklar ise, okulda ve hayatın içinde gereken hazırlığı edinemedikleri için, babalarının söyledikle240 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU rinden pek bir şey anlayamıyorlardı. Onlara göre, açlık perhi­ zi de neydi? Ama yine de açlık şampiyonu, çocukların merak­ lı gözlerindeki ışıltıda, yakında daha insaflı zamanların gelece­ ğini müjdeleyen bir şeyler seziyor, hayvan kafeslerine böyle yakın olmasam, belki durumum biraz düzelir diye bazen kendi kendine söyleniyordu. Aradaki bu yakınlık, gelenlerin görmek için ahırları seçmesini kolaylaştırıyordu çünkü. Üstelik hayvan kafeslerinden kalkıp gelen pis koku, geceleri huysuzlaşan hay­ vanların gürültüsü, önünden geçirilip vahşi hayvanlara götürü­ len çiğ etler, yiyecek verilirken hayvanların bağırıp çağırması kendisini pek incitiyor, sürekli bir hüzne gömüyordu. Ama müdüriyete gidip şikayette bulunmayı da göze alamıyordu. Ne de olsa, içlerinde sırf kendisini görmek isteyen tek tük kişilerin de yer aldığı ziyaretçilerin gelişini hayvanlara borçluydu. Hem sirkteki varlığını müdüriyettekilere anımsatırsa, bakarsın hay­ van kafeslerine giden yol üzerinde doğrusu bir engelden başka şey oluşturmadığını akıllarına getirir, kendisini tutup kim bilir hangi köşeye tıkarlardı! Kuşkusuz ufak bir engeldi, giderek daha da ufalan bir engel. Ne de olsa bugünkü günde seyirciler, bir açlık şampiyonunun, kendisine değerli biri gözüyle kendisine bakılmasını istemesin­ deki tuhaflığa alışmış ve böylece açlık şampiyonu hakkında bir yargıya varmıştı. İ stediği kadar aç kalsın, ki öyle de yapıyordu zaten, artık onu hiçbir şey kurtaramazdı, hiç kimse kendisine dönüp bakmıyordu. Aç kalma sanatını birine anlat anlatabilir­ sen! Açlık çekmeyen biri açlığı anlayamaz. O canım afişler pis­ lenip yazıları okunmaz olunca yırtılıp alaşağı ediliyor, ama yer­ lerine yenilerini koymak kimsenin aklına gelmiyordu. Geride bırakılan açlık günlerinin sayısını gösteren tabela, başlangıçta titizlikle günü gününe değiştirilmişken, çoktandır kimseler ya­ nına uğramıyordu artık; çünkü ilk birkaç haftanın ardından gö­ revliler bu küçük işten bile bıkmıştı. Gerçi açlık şampiyonu, bir vakit düşünde yaşattığı gibi açlık perhizlerini sürdürüyor, bu işin de her vakit söylediği gibi kolayca üstesinden geliyordu, 241 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU ama hiç kimse geçen günleri saymıyordu, hatta açlık şampiyo­ nunun kendisi bile başarısının büyüklüğünün bilincinde değil­ di, dolayısıyla içini bir hüzündür kaplıyordu. Ara sıra işsiz güç­ süz birinin kafes önünde durup eski rakamı göstererek onunla eğlenmesi, onu aldatmacılıkla suçlaması iftiranın daniskasıydı. Bunu vurdumduymaz, yaradılıştan kötü kalpli kimseler yapa­ bilirdi ancak. Çünkü aldatan, açlık şampiyonunun kendisi de­ ğildi. O, dürüstlükle çalışıyordu. Asıl insanlar açlık şampiyonu­ nu aldatıyor, onun hakkını yiyordu. Aradan yine pek çok gün geçti ve bu iş kapandı. Günlerden bir gün çıkagelen sirk yetkililerinden birinin dikkatini çekti kafes; görevlilere, içinde çürümüş otlarla sapasağlam kafesi oracıkta bırakıp ne diye kullanmadıklarını sordu. Kimse bir yanıt bulup veremedi. Derken oradakilerden biri, rakam tabelasını görüp açlık şampiyonunu anımsadı. Bunun üzerine sopalarla otlan karıştırarak açlık şampiyonunu bulup çıkardılar. Yetkili, " Hala aç kalmayı sürdürüyor musun? " diye sordu. "B u işe n e zaman son vereceksin? " Açlık şampiyonu, " Beni bağış­ layın ! " diye fısıldadı. Bu sözleri, kulağını kafese yaklaştıran yetkiliden başkası işitmemişti. Yetkili, açlık şampiyonunun ak­ lını oynattığını çevresindekilere anlatmak için parmağıyla ken­ di kafasını göstererek, " Elbette, " diye yanıtladı, " bağışlıyoruz seni . " Açlık şampiyonu, " Her zaman dileğim, açlık gösterileri­ me hayran olmanızdır," dedi. " Zaten hayran değil miyiz! " diye yanıtladı yetkili dostça. " Ama olmamanız gerekirdi," dedi aç­ lık şampiyonu. " Eh, biz de olmayız öyleyse. Peki ama, neden hayran olmayalım? " diye sordu yetkili. " Çünkü ister istemez aç kalmak zorundayım, " dedi açlık şampiyonu. " Bak sen ! " de­ di yetkili. " Peki, neden aç kalmak zorundasın? " - " Çünkü," de­ di açlık şampiyonu, ufacık başını biraz kaldırıp bir öpücük ve­ recekmiş gibi dudaklarını sivriltti, söyleyeceği bütün sözlerin duyulmasını ister gibi, yetkilinin dosdoğru kulağına, " çünkü hoşuma giden yemek bulamıyorum. B ulsam inanın ki böyle bir 242 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU ün peşinde koşmaz, ben de sizin gibi, başkaları gibi karnımı tı­ ka basa doyururdum. " Bunlar, açlık şampiyonunun son sözleri oldu. Ama feri kaçmış gözlerinde, açlık perhizini sürdüreceği­ ne ilişkin artık gururlu değilse bile sağlamlığını koruyan bir inanç vardı hata. " Eh, artık bir çekidüzen verin şuraya! " dedi yetkili. Bunun üzerine açlık şampiyonunu otlarla birlikte götürüp gömdüler ve kafesini genç bir pantere verdiler. Vahşi hayvanın hayli za­ man ıssız kalmış kafesi içinde kendini ordan oraya atışını sey­ retmek, en duygusuz kimselere bile zevk veriyordu. Hiçbir ek­ siği yoktu hayvanın; canının istediği yiyecekler, bakıcılar tara­ fından getirilip önüne konuyordu. Hatta özgürlüğü aradığı bi­ le söylenemezdi. Gereksindiği her şeyi fazlasıyla kendisinde barındıran bu soylu vücut, adeta özgürlüğünü de yanında taşı­ yordu, sanki ağzında, dişlerinin arasında bir yerdeydi bu özgür­ lük. Yaşam kıvancı öylesine bir coşkuyla hançeresinden çıkı­ yordu ki, seyircilerin bu kıvanç karşısında tutunması kolay de­ ğildi. Ama yine de korkularını yenip kafesin çevresini sarıyor ve hayvanı seyretmeye bir türlü doyamıyorlardı. 243 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU ŞARKICI JOSEFİNE YA DA FARE ULUSU Şarkıcımızın adı Josefine. Onu bir kez dinlemeyenler, şarkılar­ da saklı gücü bilmez. Josefine'nin şarkılarıyla peşine takıp sü­ rüklemeyeceği kimse yoktur aramızda. Soydaşlarımızın genel­ likle müziksever olmadığı düşünülürse, bunun önemi daha da iyi anlaşılır. Dirlik düzenlik içinde sessiz bir hayat, bizim için en sevimli müzik yerini tutuyor. Çetin bir yaşamımız var; bir yol kalkıp bütün günlük tasa ve kaygılan üzerimizden atalım desek de; müzik gibi süregeldiğimiz hayata böylesine uzak uğ­ raşlar çok yükseğimizde bizim. Ama bu yüzden pek yakındığı­ mız da yok; işte bu kadarını bile yapamıyoruz; bize son derece gerekliliği kuşku götürmeyen pratik bir açıkgözlülüğe, soyu­ muza vergi en büyük üstünlük gözüyle bakıyor, her vakit, hat­ ta bir gün müziğin bize sağlayabileceği mutluluğu özlesek de böyle bir şey olmaz ya - bu açıkgözlülük gülümsemesiyle ken� dimizi avutmak istiyoruz. Ne var ki, Josefine başka; Josefine müziği seviyor ve bize de sevdirmesini biliyor. Bir o var zaten; onun göçüp gitmesiyle, kim bilir nice zaman yaşamımızdan si­ linip gidecek müzik. Şu müzik neyin nesidir, bu konuda az kafa yormadım. Müziğe karşı en ufak bir yatkınlığımız yok; peki, nasıl oluyor da Jose­ fine'nin şarkılarını anlıyor ya da, Josefine'nin kendisi böyle bir şeyi yadsıdığına göre, hiç değilse anladığımızı sanıyoruz. Çün­ kü Josefine'nin şarkıları en duygusuzların bile duygusuz kala­ mayacağı güzelliktedir de ondan, diyerek en basitinden bir ya­ nıt verilebilir buna, ama doyurucu bir yanıt sayılmaz. Gerçek­ ten böyle olsa, şarkılarını dinledikçe bir olağanüstülük izleni­ mine kapılır, Josefine'nin hançeresinden daha önce dünyada 244 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU işitmediğimiz, işitecek güce de asla sahip bulunmadığımız, bize duyursa duyursa bir tek onun, yalnız ve yalnız onun duyurabi­ leceği bir şeylerin çın çın döküldüğü duygusu uyanırdı içimiz­ de. Ama işte bana sorarsanız, böyle olmuyor, böyle bir duygu uyanmıyor bende ve başkalarında da uyandığını görmedim. Eş dost arasında, Josefine'nin şarkılarının öyle şarkı olarak bir olağanüstülüğü içermediğini birbirimize açıkça söyleyip duru­ yoruz. Hem bakalım şarkı mı bunlar? Ne kadar müzikten anlamasak da, bir şarkı geleneğimiz var; eskiden şarkıyı bilen bir ulustuk; şarkıdan söz açan söylencelerimiz duruyor ortada; hatta eli­ mizde eskiden kalmış, kuşkusuz artık kimsenin söyleyemediği şarkılar var. Yani şarkının ne olduğunu az buçuk biliyoruz, bu bildiğimiz kadarına da Josefine'nin sanatı doğrusu uymuyor. Hem bakalım şarkı mı Josefine'ninki? Belki yalnızca bir ıslık­ tır? Islığı da hani aramızda beceremeyenimiz yoktur; ulusumu­ zun baş hüneridir bu. Doğrusu hüner de değil, yaşamımızın da­ ha çok karakteristik bir dışavurumudur. Islığı hepimiz çalarız, ama hiçbirimiz kuşkusuz sanat diye öne sürmeyi düşünmez bu­ nu. Islık çalışımız biz dikkat etmeden, hatta biz farkına varma­ dan gerçekleşir. Hatta aramızda öyleleri vardır ki, ıslık çalma­ nın bizim özelliklerimizden biri olduğunu bile bilmez. Buna göre, Josefine gerçekten şarkı söylemeyip ıslık çalıyorsa, hatta belki - en azından ben bu görüşteyim - normal bir ıslığın sınır­ larından öteye bile geçemiyor, belki sıradan bir toprak işçisinin çalışırken bütün gün kendini yormadan öttürüp durduğu ıslığı bile kıvırmaya gücü yetmiyorsa, eğer bütün bunlar doğruysa, o zaman Josefine 'nin sözde sanatçılık savı çürütülmüş olur, ama asıl o zaman da Josefine' nin üzerimizdeki büyük etkisinin ne­ denlerini araştırıp saptamak gerekir. Ne var ki, Josefine'nin sanatsal ürünü salt ıslıktan oluşmuyor. Hayli uzağına dikildiniz de ona kulak verdiniz mi, ya da en iyi­ si kendinizi bir denemeye kalkıp, başkalarıyla şarkı söylerken 245 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU Josefine' nin sesini seçmeye kalktınız mı, narinlik ve güçsüzlü­ ğüyle biraz dikkati çeken normal ıslıktan başka şey işitmezsi­ niz kuşkusuz. Ama hemen önünde durdunuz mu, işiteceğiniz şey herhalde bir ıslık olmayacaktır; Josefiıie'nin sanatını anla­ mak için, onu yalnız işitmek değil, görmek de gerekiyor. Jose­ fine 'nin ıslıklan, bizim Allahın günü dilimizden düşürmediği­ miz ıslıklardan bir aynını içermese bile, bir kimsenin salt bey­ lik bir işi yapmak üzere resmen ortaya çıkması gibi bir tuhaflık var bu işte. Fındık kırmak doğrusu bir sanat değildir, bu yüz­ den kimse çıkıp halkı başına toplamay� kalkmaz. Öyleyken bunu yapan ve bunda amacına ulaşan çıkarsa, besbelli işe fın­ dık kırmaktan başka şeyler de karışıyor demektir. Veya yapı­ lan şeyi salt fındık kırmaktır da, bu işi çok güzel becerdiğimiz­ den şimdiye dek üzerinde pek durmamışızdır; derken bu yeni fındıkkıran kalkmış, bize söz konusu becerinin içyüzünü gös­ termiştir. Bu arada onun, fındık kırmanın çoğumuzdan daha az üstesinden gelebilmesi, gösterisinin etkililiği bakımından hatta yarar bile sağlayabilir. Belki Josefine' nin şarkılan da bunun gibi; kendimizde hiç de hayranlık duymadığımız şeyleri Josefine'de görünce bayılıyo­ ruz; zaten o da bu konuda tıpkı bizim gibi düşünüyor. Bir gün Josefine - elbet sık yaptığı bir şeydi bu onun - yanındaki biri­ nin dikkatini ulusumuzun ortak ıslığına çekerken ben de var­ dım; şöyle bir değinip geçmişti ama, Josefine için bu kadarı bi­ le fazlaydı. Onun bu sıradaki gülümsemesi gibi arsızca ve bur­ nu havada bir gülümseme görmedim; dıştan bakınca inceliğin ta kendisi, hatta ince hanımlardan yana zengin ulusumuzun içinde bile inceliğiyle dikkati çeken Josefine' nin davranışı dü­ pedüz bayağıydı. Zaten pek duyarlı biri olan Josefine de sanı­ rım bunu hemen sezmişti ki, kendini toparlamıştı. Yani kuşku götürmeyen bir şey varsa, Josefine, sanatıyla ıslık arasında bir ilişkinin varlığını kabule yanaşmıyor. Karşıt düşüncedekileri sadece hor görüyor, belki de onlara içten içe kin duyuyor. Ba­ yağı bir kendini beğenmişlikle ilgisi yok bunun, çünkü benim 246 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU de biraz aralarında yer aldığım karşıt düşüncedekilerin Josefi­ ne 'ye hayranlığı, halkın hayranlığından kuşkusuz daha az sayıl­ maz; gel gelelim, Josefine'nin dilediği salt hayranlık değil, tıp­ kı kendi belirlediği biçimde bir hayranlık, yoksa salt hayranlı­ ğa boşveriyor Josefine. İ nsan karşısına oturdu mu, anlıyor ken­ disini; ona karşı muhalefet, ancak uzaktan uzağa yapılabiliyor; karşısında insan seziyor ki, onun ıslığı salt ıslıktan başka şeydir. Islık çalmak düşünceye yer vermeyen alışkanlıklarımızdan ol­ duğu için, öyle sanılır ki, Josefine'yi dinlerken de ıslık çalıyo­ ruz; Josefine'nin sanatı bir rahatlık veriyor bize ve biz de rahat­ lamayagörelim, sarılırız ıslığa; ne var ki, Josefine'yi dinlerken kimse ıslık çalmıyor, çıt çıkmıyor hiçbirimizden; özlediğimiz, hiç değilse ıslıklanmız yüzünden uzak kaldığımız huzura ka­ vuşmuşuz gibi susuyoruz. Acaba bizi büyüleyip hayran bırakan Josefine'nin şarkıları mı, yoksa daha çok onun güçsüz sesini kuşatan görkemli sessizlik mi? Bir defasında Josefine tam şar­ kı söylerken, içimizden ufak tefek, budala biri çıkıp alabildiği­ ne masum bir ıslık tutturmaz mı? Doğrusu Josefine'ninkiyle bu ıslık arasında en ufak bir ayrım yoktu; orada, karşımızda Jose­ fine' nin bu kadar pratiğe karşın hala çekingen ıslığı; yanımız­ da, dinleyiciler arasında ise kendini bilmez çocuksu bir ıslık; aradaki aynın belirlenecek gibi değildi; öyleyken içimizden çı­ kan o bozguncuyu hemen ıslıklayıp susturduk. Bunu hiç yap­ mayabilirdik de hani; Josefine kollarını alabildiğine açıp da, boynunu uzatabildiği kadar yukarı uzatıp düpedüz kendinden geçerek o zafer ıslığını öttürürken, zaten bizimki korku ve utancından kuşkusuz sinip saklanacağı bir köşe arayacaktı. Josefine de hep böyledir zaten, küçük bir şeyi, bir rastlantıyı, bir direnişi, salondaki bir çıtırtıyı, ışıklandırmadaki bir bo­ zukluğu şarkılarının etkisini artırmak için fırsat bilir. Ona ka­ lırsa sağır kulaklar önünde şarkı söylemektedir; doğrusu hay­ ranlığın da, alkışın da esirgendiği yok kendisinden; ama dü­ şündüğü gibi bir anlayış görmeye gelince: Josefine hanidir 247 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU bunu gözden çıkarmış durumda. Böyle olunca, başgösterecek bütün aksaklıklar, elbet onun arayıp da bulamadığı şeyler; dı­ şarıdan şarkılarının temiz akışını bozmaya yönelik, ufak bir çabayla, hatta hiç çaba harcamadan, yalnızca kendini bir gös­ terivermekle alt edilecek karşı koymaların, kalabalığı uyan­ dırmada, onlara anlayış değilse bile sezgi dolu bir saygı aşıla­ mada kendisine yararı dokunabilir çünkü. Ufak şeylerden Jo­ sefine bunca yararlandıktan sonra, büyük şeylerden nice ya­ rarlanır, düşünün artık! Pek tedirgin bir yaşamımız var; her yeni gün yeni şaşırtmacalar, yeni tasa, umut ve korkular çıka­ rıyor önümüze; gündüz ya da gece, başı dara düştü mü kapı­ sını çalabileceği eşi dostu olmasa, tek kişinin bütün bunlara göğüs germesi düşünülecek gibi değil; hatta eş dost varken bi­ le çokluk pek güç; kimi zaman bir tek kişinin taşıyacağı yük altında binlerce omzun sarsılıp titrediği görülüyor. İşte böyle­ si anlar kendisi için vaktin geldiğini seziyor Josefine; o narin­ liğiyle karşımıza dikiliveriyor, özellikle göğsünün alt yanı fo­ na halde titriyor; sanki olanca gücü şarkıda toplanmış da, doğrudan şarkıya hizmet etmeyen nesi varsa en ufak bir güç­ ten, en ufak bir var oluş şansından yoksun bırakılmış; sanki çırılçıplak soyulmuş da tüm tehlikelere açık, yalnızca iyi ruh­ ların koruyuculuğuna terk edilmiş bulunuyor; sanki öyle dü­ pedüz kendini unutup şarkılarında yaşarken, yanı başından geçecek soğuk bir esinti hayatına mal olabilecek. Ama işte onu böyle gördük mü, sözde hasımları olan bizler şöyle diyo­ ruz kendi kendimize: " Islık çalmak bile Josefine'den uzak; değil şarkıyı, şarkıyı bir yana bırakalım, şu ülkede herkesin öttürdüğü ıslıkları az buçuk kıvırabilmek için kendini alabil­ diğine zorlaması gerekiyor. " Böyle görünüyor bize; ne var ki, daha önce de söylendiği gibi, kaçınılmazlığına karşın hemen yine silinip gidiveren üstünkörü bir izlenim bu. Çok sürme­ den sıcacık, vücut vücuda vermiş, çekingen soluyuşlarla kulak kabartarak Josefine'yi dinleyen kalabalığın duygu seline biz de kapılıp gidiyoruz. 248 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU Hemen hep devinim üzere bulunan, ikide bir enikonu belirsiz amaçlar uğrunda ordan oraya seğirten alusumuz bireylerinin oluşturduğu dinleyici kalabalığını çevresine toplayabilmek için, Josefine'nin o küçük başını geriye atıp ağzını yan açması, gözlerini kaldırıp şarkı söylemek istediğini sezdiren bir tavır takınması çok kez yetiyor. Dilediği yerde böyle davranabiliyor Josefine; çünkü bunun için ta uzaklardan görülebilen bir yer gerekli değil; şöyle kuytu, işte o anda akla esip de seçilivermiş rasgele bir yer pekala bu işi görüyor. Josefine'nin şarkı söyle­ yeceği haberi hemen yayılıyor etrafa ve çok geçmeden halk alay alay sökün ediyor. Hani ara sıra birtakım engeller başgös­ termiyor değil; çünkü tam da civcivli zamanlarda şarkı söyle­ meye bayılıyor Josefine. Böyle zamanlarda da türlü dert ve ta­ salarla her birimiz bir yana savrulmuş oluyor, ne kadar istesek de Josefine'nin dilediği kadar çabuk bir araya gelemiyoruz. Bu durumda Josefine, o yüce dağlan ben yarattım tavrıyla, yeter­ siz sayıda bir dinleyici topluluğunun önünde belki bir süre bek­ liyor, ama ardından çileden çıkıyor kuşkusuz, daha sonra te­ pinmeye başlıyor, hiç de bir kıza yakışmayacak sövgüler savu­ rup hatta onu bunu ısırdığı oluyor. Ama böyle davranması bi­ le gölge düşürmüyor ününe; Josefine'nin aşırı isteklerinin biraz dizginlemesi gerekirken, bunları yerine getirmek için herkeste bir uğraşıp didinmedir başlıyor; dinleyici toplamak için haber­ ciler çıkarılıyor sağa sola, ama böyle yapıldığı kendisinden sak­ lanıyor; çevredeki bütün yollara gözcüler dikiliyor; gözcüler, uzaktan gelenlere işaret edip çabuk olmalarını bildiriyor ve bü­ tün bu çabalar sürdürülüyor aralıksız, ta ki sonunda az çok bir dinleyici topluluğu bir araya toplansın. Halkı Josefine'nin çevresinde böyle pervane olmaya götüren nedir acaba? İşte size Josefine'nin şarkıları nasıl şeylerdir so­ rusu kadar yanıtlanması güç ve aslında bu soruyla birlikte ele alınması gereken bir diğer soru. Hani halkın Josefine'ye şarkı­ ları dolayısıyla kayıtsız şartsız bağlılığı ileri sürülebilse, bu so­ ru ortadan kaldırılıp tümüyle ikinci soruya bağlanabilirdi. 249 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU Ama işte öyle değil durum; kayıtsız şartsız bir bağlılığı pek ta­ nımıyor ulusumuz. Açıkgözlülüğü her şeyden çok seven bir ulus, çocuksu fısıldaşmalara, dudakları oynatmaktan ileri geç­ meyen masum dedikodulara can atan böyle bir ulus, kendini Josefine'ye kayıtsız şartsız teslim etmez nihayet; sanının ken­ disi de bunu seziyor, güçsüz hançeresini olanca zorlaması da iş­ te bununla savaşmak için. Ancak, böyle genel yargılarda pek de ileri gitmek doğru değil kuşkusuz. Hani kayıtsız şartsız olmasa bile, halk yine de bağlı Josefine 'ye. Örneğin, kalkıp Josefine'ye gülemez. Şunu da iti­ raf etmek gerekiyor ki, Josefine 'nin karşısındakini güldüren halleri de yok değil; zaten gülme denen şeye hep yakın hisse­ deriz kendimizi; sürdürdüğümüz yaşamın onca rezilliğine kar­ şın, hafif bir gülüşü dudaklarımızdan hiç eksik etmeyiz. Ama Josefine'ye güldüğümüz yok. Bazen bende öyle bir izlenim uyanıyor ki, sanki halk Josefine 'yi, nasılsa sivrilmiş ve söz ko­ nusu sivrilmeyi şarkılarına borçlu olduğunu sanan bu narin ve korunmaya muhtaç yaratığı kendisine emanet edilmiş görüyor, ona göz kulak olması gerektiğini sanıyor; ancak, nedenini de bilmiyor kimse; bilinen yalnız ortada böyle bir gerçeğin varlığı. Eh, bir emanete de gülünmez kuşkusuz; gülündü mü emanete hıyanet edilir. Bu yüzden içimizdeki pek kötü niyetli kişilerin ara sıra kalkıp, "Josefine'yi gördük mü, gülmek gelmiyor içi­ mizden, " diye söylenmesi, Josefine'ye karşı yapılmış bir hain­ lik ki, o kadar olur. Yani halk, bir babanın, küçücük elini ricayla mı, yoksa ille ve­ receksin diye mi, pek bilinmeksizin kendisine uzatan bir yavru­ yu bağrına basışı gibi, Josefine' nin üzerine kanat geriyor. Ulu­ sumuzun bu çeşit babalık ödevleri için işe yaramadığı akla ge­ lebilir; ama doğrusu, en azından Josefine'ye karşı örnek ölçü­ de başarıyor bu işi; halkın böyle bir konuda ortaklaşa üstesin­ den geldiğini tek başına yapmak, kimsenin harcı değil. Öyle ya, halkla tek kişi arasında güç bakımından pek büyük bir fark var; 250 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU halk koruyacağı birini çekip sıcacık yakıncağızına alsın tamam, o kimse yeterince korunmuş demektir. Ama Josefine'ye böyle şeylerden söz açmak kimin haddine; " Eksik olsun koruyuculu­ ğunuz, deyip çıkıveriyor. " Ö yle, öyle, eksik olsun, diye düşü­ nüyoruz biz de. Hem onun başkaldınsı söylediklerimizi çürüt­ mez doğrusu; daha çok bu, düpedüz çocuksu bir davranış, ço­ cuksu bir teşekkürdür; bir babanın ise buna aldırmaması gere­ kir. n n Gel gelelim, Josefine ile halk arasındaki bu ilişkiyle o kadar kolay açıklanamayan kimi başka şeyler de işe kanşıyor. Yani Josefine karşıt düşünüşte; o, kendisinin halkı koruduğuna ina­ nıyor. Politik ve ekonomik sıkıntılardan sözde kendi şarkısı kurtanyormuş bizi; şarkısının üstesinden geldiği şey, işte öyle­ sine büyükmüş; felaketi üzerimizden kovup uzaklaştıramıyor mu, bize en azından buna göğüs germe gücünü veriyormuş. Kendisi bunu böyle söylemiyor, bir başka türlü söylediği de yok. Zaten Josefine az konuşan biri, boşboğazlar arasında su­ sup duruyor hep; ama yine de gözlerinde çakan şimşekler bize bunu açıklıyor, kapalı ağzından - ağzını kapalı tutabiien de to­ pu topu üç beş kişi var aramızda, Josefine de işte bunu beceri­ yor - okunuyor bu. Ne zaman kötü bir haber gelse - kimi gün­ ler de kötü haberler, aralarında yanlışları ve yarı doğrulan ol­ mak üzere üst üste damlar - hemen doğruluyor Josefine; oysa başka vakit, yorgun ve bezgin, kalkmayı bilmiyor yerinden; doğruluyor ve boynunu uzatıp kopacak fırtınadan önce bir ço­ ban gibi sürüsünü gözleriyle kucaklamaya çalışıyor. Orası öy­ le; çocuklar da, ele avuca sığmaz ve taşkın davranışlara başvu­ rup benzeri istekler öne sürer; ama Josefine'nin istekleri hiç de onlannki gibi nedensiz değil. Elbet, Josefine bizi ne kurtanyor, ne bize güç sağlıyor. Kendisine bu ulusun kurtarıcısı süsünü vermek kolay doğrusu; bir ulus ki acılara alışkındır, kendini gözetmez, çabuk karar verir, ölümü iyi tanır, dıştan bakıldı mı korkak gibi görünürse de, aşın bir ataklık havasında yaşar sü­ rekli, sonra gözüpek olduğu kadar doğurgandır; tarihçilerin 251 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU genellikle tarih araştırmalarını tümüyle savsaklarız hep - kor­ kudan donakalacağı kurbanlarla da olsa kendi kendini şimdiye dek nasılsa hep kurtarmış bu ulusun sonradan kurtarıcısı ge­ çinmek hiç zor değil bence. Ama yine de bizim, hele başımız sı­ kıştı mı, Josefine'nin sesine her zamankinden dikkatle kulak kabarttığımız yalan değil. Tepemizde dolaşan tehlikeler bizi daha sessiz, daha alçakgönüllü, Josefine 'nin buyruklarına kar­ şı daha uysal yapıyor; seve seve bir araya geliyor, seve seve bir­ birimize sokuluyoruz; hele o üzücü asıl sorun dışında bir başka nedene dayandığından güle oynaya yapıyoruz bunu; sanki sa­ vaştan önce barış içitini bir arada şöyle tez elden - evet, tez davranmak gerekiyor; oysa Josefine çokluk, çokluk unutuyor bunu - içiyoruz. Pek bir şarkı gösterisi de değil, daha çok ulu­ sal bir toplantı bu, öyle bir toplantı ki, karşımızdaki küçük ıs­ lıktan başka ortalıkta çık çıkmıyor; boşboğazlıkla vakit öldürü­ lemeyecek kadar durum nazik. Bu da, elbet Josefine'yi asla memnun bırakacak bir şey değil. Aramızdaki yerinin asla açık seçik belirlenmemesinden duyduğu bütün o sinirli hoşnutsuz­ luğa karşın, Josefine'nin kendine güvenden kamaşan gözleri yine de kimi şeyleri göremiyor; doğrusu öyle pek fazla bir ça­ ba gerektirmeksizin, daha da çok şeyleri görmemesi sağlanabi­ lir. Bir dalkavuklar grubu da bu amaçla, dolayısıyla aslında ka­ mu çıkarına uygun olarak aralıksız çalışıp durmakta. Ne var ki, fazla önemsenmeyerek, ilgi görmeksizin, ulusal bir toplantının bir köşesinde şarkı söylemeye gelince: Doğrusu hiç de küçüm­ senecek birşey sayılmamasına karşın, Josefine' nin bu uğurda şarkılarını feda etmeyeceği kuşkusuz. Hani feda etmesi de gerekmiyor, çünkü ilgi görmüyor değil sa­ natı. Gerçi aklımız bambaşka şeylerde oluyor, ortadaki sessiz­ lik hiç de yalnız şarkının hatırı için değil; kimimiz asla başını kaldırıp Josefine'ye bakmıyor, yanı başındaki komşusunun kürküne gömmüş duruyor yüzünü, yani Josefine orada, yuka­ rıda şarkı söyleyeceğim diye boşuna çırpınıyor; ama yine de, ne diye yadsıyalım, Josefine'nin ıslıklarından birşeylerin bize ka252 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU dar sokulduğunu duyuyoruz. Başkaları kendilerini susmak zo­ runda görürken sesini duyuran bu ıslık, adeta ulusun tek kişi­ ye bir bildirisi gibi yayılıyor çevreye. Tam da ciddi kararlar or­ tasında işitilen Josefine'nin incecik ıslığıyla, düşmanca bir dün­ yanın hayhuyu ortasında yaşayan ulusumuzun zavallılığı ara­ sında adeta bir ayrım yok gibi. Josefine dayatıyor; hiçlikten öteye gitmeyen bu ses, hiçlikten öteye gitmeyen bu başarı da­ yatıyor, bize doğru bir yol açıyor kendine; bunu düşünmek doğrusu hoş bir şey. Diyelim ki bir gün aramızdan gerçek bir şarkıcı çıktı, böyle bir zamanda elbet ona katlanamaz, bu tür saçma bir gösteriden hep birlikte yüz çevirirdik. Kendisini din­ lememizin şarkılarına karşı bir kanıt sayılacağını öğrenmekten Allah Josefine'yi korusun. Hoş, Josefine de biraz sezmiyor de­ ğil bunu, yoksa kendisini dinlediğimizi ne diye ısrarla yadsıma­ ya kalksın. Ama beri yandan boyuna sürdürüyor şarkılarını, ıs­ lıklarını öttürerek atlayıp geçiyor içindeki sezginin üzerinden. Ama Josefine için ortada her vakit bir avuntu kaynağı var: Bir bakıma kendisini gerçekten dinlemiyor değiliz. Belki de bir ses sanatçısını dinler gibi dinliyoruz onu, bir ses sanatçısının üzeri­ mizde boşuna uyandırmaya çalışacağı etkiyi, Josefine ele geçir­ mesini beceriyor; böyle bir etki, yalnızca kendisinin yetersiz olanaklarından beklenebilir. Bu da, sanırım en başta bizim ya­ şamımızla ilgili. Gençlik nedir bildiği yok bizim ulusun, kısacık bir çocukluk ça­ ğından bile habersizdir. Gerçi aralıksız istekler sürülür öne, ço­ cuklara ayrı bir özgürlük sağlansın, özel bir koruma altında bü­ yütülsün çocuklar, biraz tasa ve kaygıdan uzak yaşamak, biraz amaçsız ortada gezip dolaşmak, oynayıp eğlenmek haklan ta­ nınsın ve bunların gerçekleşmesine çalışılsın denir; böylesi is­ tekler sürülür ortaya, hemen herkes de bunları onaylar ve doğ­ rusu söz konusu isteklerden daha da onaylanmaya değer şey yoktur; ancak, yaşamımızın gerçeği düşünülürse, yine bunlar­ dan daha az benimsenmeye elverişli birşey gösterilemez. İstek253 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU ler onaylanır, istekler doğrultusunda çalışmalara girişilir; ne var ki, çok sürmeden yine her şey eski durumuna döner. O tür­ lü bir yaşamımız var ki, bir çocuk şöyle biraz koşup yürüdü ve çevresini az buçuk tanıyıp seçebildi mi, bir yetişkin gibi kendi başının çaresine bakmak zorunda. Ekonomik nedenler yüzün­ den dağınık yaşadığımız bölgeler öyle çok ki! Düşmanlarımız­ sa yığınla. Dört bir yanda bizim için hazırlanmış tuzakların sa­ yısı önceden kestirilecek gibi değil; dolayısıyla çocuklarımızı var olma savaşından uzak tutamayız, bunu yapmak kendilerini vaktinden önce ölümün kucağına atmak olur. Bu üzücü neden­ lere batın sayılır bir başka neden daha gelip katılıyor kuşku­ suz: Soyumuza vergi doğurganlık. Bir kuşak her biri de sayıca kabarık bir öncekini sürüp götürüyor, çocuklara çocukluğunu yaşayacak vakit yok. Başka uluslarda çocuklar titiz bir bakım görseler de, kendileri için okullar açılıp her Allahın günü bu okullardan ulusun yarını çocuklar akın akın çıkıp gelse de, yi­ ne de bunlar uzun süre, her gün, hep aynı çocuk olarak kalır. Bizim okullarımız yoktur ama, ulusumuzun bağrından alabildi­ ğine kısa aralarla gözle kavranamayacak yığınlar halinde ço­ cuklarımız fışkırır; henüz ıslık çalamıyorlar mı, keyifli keyifli ötüşür, henüz yürüyemiyorlar mı yuvarlanır ya da arkadan ge­ lenlerin yüklenmesiyle yerde tekerlenip giderler; henüz gözle­ ri görmüyor mu, savruk sakar her şeyi kendileriyle sürükleyip götürürler; hey gidi çocuklarımız! Sonra o sözü geçen okullar­ daki gibi hep aynı çocuk değillerdir; hayır, her vakit, her vakit yenileri gelir arkadan, aralıksız gelir, bir çocuk daha ortada gö­ rünür görünmez çıkar çocukluktan, ama hemen onun ardı sıra kalabalık ve aceleleriyle ötekilerden ayrılmayan yeni çocuk yüzleri mutluluktan pembe, ileri doğru itişir. Hani bu ne kadar güzel şey olsa, başkaları bu yüzden bize ne kadar imrense de, gerçek bir çocukluk dönemini çocuklarımıza sağlamaktan uzak durumdayız. Bu da birtakım sonuçlara yol açıyor; sökü­ lüp atılamayan dipdiri bir çocuksuluk ulusumuzun içine işlemiş sürdürüyor varlığını. En değerli şeyimiz olan şaşmaz pratik ze254 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU Umıza tam bir aykırılıkla, kimi zaman düpedüz aptalca davra­ nıyoruz. Çocuklar nasıl aptalca davranırsa öyle, saçma, savur­ gan, eliaçık, düşüncesiz ve hepsi de çokluk ufak bir zevk için. Bundan duyduğumuz kıvanç, kuşkusuz çocuk kıvancının bü­ tün gücünü artık içermiyorsa da, kendisinde ondan bir şeyler barındırdığı kuşkusuz. İşte ulusumuzun bu çocuksuluğundan Josefine de öteden beri yararlanıyor. Ama bizim ulusumuz yalnız çocuksu değil, bir bakıma vaktin­ den önce kocamıştır. Çocukluk ve yaşlılık, bizde başkalarında­ kine benzemiyor. Gençlik yüzü gördüğümüz yok; o saat yetiş­ kin bireyler olup çıkıyor ve gereğinden uzun süre öyle kalıyo­ ruz. Bu yüzden, belli bir bezginlik ve ·umutsuzluk, ulusumuzun genellikle dayanıklı ve umut dolu varlığı içinden geniş izler bı­ rakarak yol alıyor. Müziğe karşı yeteneksizliğimiz de sanırım bununla ilgili; müzik için pek yaşlıyız, müziğin heyecanı ve coş­ kusu üzerimizdeki ağırlığa uygun düşmüyor, yorgun bir el işa­ retiyle onu yanımıza yaklaştırmıyoruz. Islıktan başka şeyle uğ­ raştığımız yok; şurda burda biraz ıslık, bizim için doğrusu bu. Kim bilir, belki içimizde müziğe yetenekli olanlarımız vardır; ama böyleleri aramızda bulunsa da, soydaşlarımızın karakteri, söz konusu yeteneği daha gelişip serpilmeden boğup atardı. Ama J osephine dilediği gibi ıslık çalsın, şarkı söylesin ya da kendisi buna ne isim veriyorsa onu yapsın, rahatsız etmiyor bi­ zi, isteklerimize uygun düşüyor, buna pekala katlanabiliyoruz. Josefine'nin bize sunduğu, müziğe ilişkin bir şeyleri içerse bile, elden geldiği kadar bir hiç durumuna indirgenmiştir bu. Bir müzik geleneğini sürdürüyor, ama bunu zerre kadar bize yük olmayacak biçimde yapıyoruz. Ne var ki, Josefine böyle bir ruh durumunu yaşayan ulusumu­ za daha başka şeyler de getiriyor. Konserlerinde, hele bunların nazik zamanlara rastlayanlarında, kendisine şarkıcı olarak yal­ nızca pek genç kimseler ilgi gösteriyor artık; Josefine 'nin du­ daklarını büzüşünü, sevimli ön dişleri arasından havayı üfleyi255 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU şini, ağzından çıkan sesler karşısında hayranlıkla kendinden geçişini ve bunu giderek daha bir anlaşılmaz gördüğü yeni ba­ şarılara güçlenmek için kullanışlarını yalnız gençler şaşkınlıkla izliyor; asıl kalabalık ise, açıkça görüldüğü gibi kendi kabuğu­ na çekilmiş durumda. Bu konserlerde, boğuşma ve didişmeler arasındaki bu kısa molalarda herkes düşlere kaptırıyor kendi­ ni; sanki herkes ellerinin ve kollarının gevşediğini duyuyor; sanki huzurdan yoksun bireyler, ulusun kocaman sıcacık yata­ ğında bir yol keyiflerince uzanıp geriniyorlar. İşte bu düşler arasında da yer yer Josefine'nin ıslığı duyuluyor. Kendisi kadi­ fe gibi pırıl pırıl diye niteliyor bu ıslığı, biz ise dan dun bir ıslık diyoruz; ama ne olursa olsun, Josefine'nin ıslığı için aranıp da bulunmayacak anlardır bunlar; zaten müzik, kendisini hazır bekleyen bir anı asla ele geçiremez. Josefine'nin ıslığı kısa ge­ çen zavallı çocukluğumuzdan, yitip gitmiş, bir daha dünyada ele geçmeyecek o mutluluktan bir şeyler barındırıyor kendisin­ de; ama bugünün civcivli yaşamından, bu yaşamın kısa, akıl al­ maz, öyleyken varlığını sürdüren ve ölüp gitmeyecek olan ne­ şesinden de kimi şeyler saklı bu ıslıkta. Ve bütün bunlar doğ­ rusu öyle iri iri tonlarla değil, hafiften, fısıltıyla, senli benli, ki­ mi biraz kısık sesle dile getiriliyor. Ancak, bir ıslık olduğu kuş­ kusuz. Hem neden olmasın? Islık bizim ulusumuzun dilidir; ne var ki, bazıları ömür boyu ıslık çalar da, farkına varmaz. Jose­ fine 'de ise ıslık, günlük yaşamın bağlarından kurtarmış kendi­ ni, bizleri de kısa bir süre söz konusu bağlardan kurtarıyor; bu gösterilerden kuşkusuz yoksun kalmak istemeyiz. Gel gelelim bununla, Josefine'nin söz konusu anlar bize taze güç falan sağladığı savı arasında dağlar kadar fark var. Kuşku­ suz sıradan kişiler için bu, yoksa Josefine'nin dalkavukları için değil; dalkavuklar apaçık bir küstahlıkla, " Başka nasıl olur ki! diyorlar. " Halkın, hele tehlike apaçık kapıyı çaldığı zamanlar akın akın koşup gelmesi, hatta bu yüzden bazen tehlikenin vaktinde gereği gibi önlenememesi yoksa nasıl açıklanabilir? Hani bu son sözler ne çare doğru; ama Josefine'nin yüzünü 11 11 256 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU .ıııartacak bir şey de değil; hele buna, böylesi toplantıların bek­ kn medik anda düşmanlarımız tarafından dağıtıldığı, bazıları­ mızın bu arada can verdiği, oysa bütün olup bitenlerin suçlusu gözüyle bakılacak, hatta belki ıslığıyla düşmanı çağırıp getiren Josefine'nin her vakit en güvenilir yeri elinde bulundurduğu, taraftarlarının koruyuculuğuna sığınıp usulcacık ve çarçabuk hepimizden önce sıvışıp gittiği eklenirse! Ama bunu da aslında biliyor herkes; öyleyken Josefine bir dahaki sefer canının iste­ diği yerde ve canı istediği zaman şarkı söylemeye kalkar kalk­ maz hemen seğirtiyor. Söz konusu durumda Josefine'nin ade­ ta yasalara bağlı bulunmadığı, ulusu tehlikeye atmak pahasına da olsa dilediğini yapabileceği ve bütün yaptıklarının da bağış­ lanacağı sonucu çıkarılabilir. Ama gerçekten böyle olaydı, Jo­ sefine'nin isteklerinin de anlaşılmadık yanı kalmazdı; hatta kendisine verilmiş özgürlük, bu olağanüstü, başka kimseye ba­ ğışlanmayan, yasaları aslında çiğneyip geçen armağan, halkın Josefine'yi kendisinin ileri sürdüğü gibi anlamadığının, Josefi­ ne' nin sanatı karşısında çaresizlik ve şaşkınlık içinde kaldığı­ nın, kendini bu sanata layık hissetmediğinin, dolayısıyla Jose­ fine'ye verdiği üzüntüyü adeta umutsuz bir davranışla bir baş­ ka yoldan gidermeye çalıştığının ve nasıl Josefine'nin sanatı kavrayış gücünün dışında ise, onun şahsını ve isteklerini de kendi buyrukları dışında bıraktığının bir itirafı sayılabilirdi. Gel gelelim, hiç aslı yok bunun; belki ulusumuz, bazen pek ça­ buk pes ediyor Josefine karşısında; ancak, kimsenin önünde kayıtsız şartsız boyun eğmediği gibi, onun önünde de böyle davrandığı yok. Josefine hanidir, belki sanatla uğraşmaya başladığından beri, şarkı söylemesinin dikkate alınarak her türlü iş güçten uzak tu­ tulması için uğraşıp duruyor; yani günlük geçim derdiyle ya­ şam savaşma ilişkin tüm tasa ve kaygılar üzerinden alınsın, bunlar belki de olduğu gibi ulusun üzerine yıkılsın istiyor. Şıp­ sevdi hayranları, ki böyleleri yok değil aramızda, daha yalnız­ ca isteğin tuhaflığına, böyle bir isteği doğurabilen ruh durumu257 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU na bakarak bunun içsel yönden haklı bir istek sayılabileceği so­ nucuna varabilir. Oysa bizim ulus, daha değişik sonuçlar çıka­ rıyor durumdan ve Josefine'nin isteğini serinkanlılıkla geri çe­ viriyor. Aynca, söz konusu isteğin dayandırılmak istendiği ne­ denleri çürüteceğim diye pek yormuyor kendini. Ö rneğin, Jo­ sefine'nin dediğine göre, çalışırken harcadığı çaba, şarkı söy­ lerken harcadığı çabaya göre az bir şeymiş, ama yine de şarkı­ dan sonra gereği gibi dinlenip yeni şarkılar için güçlenmekten onu alıkoyuyor, bu yüzden her seferinde bitkin düşene kadar didinip çırpınmama karşın, erişebileceği en yüksek düzeye eri­ şemiyormuş. Halk Josefine'yi dinliyor, ama omuz silkip geçi­ yor söylediklerine. Pek kolay duygulanan bu ulus, kimi vakit hiç tınmıyor. Bu yadsıyışlar bazen öyle sert kaçıyor ki, Josefi­ ne'nin kendisi bile şaşıp kalıyor, boyun eğer gibi görünüyor, gerektiği gibi çalışıp çabalıyor, söyleyebildiği kadar şarkı da söylüyor; ama çok geçmiyor aradan, birden taze güçlerle - öy­ le görülüyor ki, bu bakımdan sahip olduğu güçler sınırsız - ye­ niden savaşı ele alıyor. Gel gelelim açıkça ortada olan bir şey varsa, Josefine, sözle di­ le getirdiği isteklerine kavuşmak için uğraşmıyor. Aklı başında biri; işten kaçtığı yok; zaten bizler, işten kaçmak diye bir şey bilmeyiz. İstekleri kabul edilse de, Josefine'nin eski yaşamını sürdüreceği kuşkusuz; çalışması şarkı söylemesini asla köstek­ lemeyecek, çalışması da şarkı söylemesini kuşkusuz daha gü­ zelleştirmeyecektir. Yani onun elde etmeye çalıştığı, sanatının zamanaşımına kesinlikle direten, şimdiye kadar bilinenin kat kat üstünde açıkça takdir görmektir. Ne var ki, başka hemen her isteği gerçekleşebilir görünürken, bu isteği gerçekleşmeye­ ceğim diye dayatıyor. Belki Josefine'nin, daha başlangıçta sal­ dmlannı bir başka yöne yöneltmesi gerekirdi; belki şimdi o da yanıldığını görüyor, ama geri dönemiyor bir türlü; çünkü artık bir gerileyiş, kendi kendine ihanet olacaktır; artık ölmek var, dönmek yoktur kendisi için. 258 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU Hani gerçekten, dediği gibi, düşmanları olsa, Josefine'nin bu savaşımını kılını kıpırdatmadan seyredip keyiflenirdi. Ama düşmanları yok; Şurda hurda bazdan çıkıp kendisine itirazlar yöneltse bile, kimseyi keyiflendirıniyor böyle bir savaş. Çünkü bir kez halk, ilgili konuda bir yargıç gibi soğuk davranıyor, ki bu da bizde az rastlanır bir şeydir. Bir kimse bir tutumu Jose­ fine için yerinde görse bile, halkın gün gelip kendisini de ben­ zer bir davranışa konu yapabileceğini düşünmesi, bütün neşe­ sini kaçırmaya yetiyor. Josefine'nin gerek ileri sürdüğü istek, gerek isteğin geri çevrilmesinde önemli olan, ne bu isteğin, ne geri çevirmenin kendisi değil, ulusun kapısını bireylerinden bi­ rine böyle sımsıkı kapayabilmesidir; hele bu ulusun aynı birey üzerine bir baba, hatta babadan da ileri alçakgönüllü bir seve­ cenlikle titrediği düşünülürse! Halkın yerinde tek kişi olsa, bu noktada şöyle bir sanıya ka­ pılabilirdi insan: Söz konusu kimse bütün zaman Josefine'nin isteklerine boyun eğmiş, ama bu boyun eğişe bir son vermek için sürekli yanıp tutuşmuş, boyun eğişlerin her şeye karşın zamanı gelip gereken sınıra kavuşacağı inancıyla insanüstü bir uysallık göstermiş, hatta tek işi hızlandırsın, tek Josefi­ ne'yi şımartıp onu habire yeni isteklere yöneltsin ve sonunda gerçekten bu en son isteği ortaya atmasını sağlasın diye gere­ kenden çoğuna peki demiş, bu da gerçekleşince kuşkusuz uzun boylu beklemeksizin - her şey çoktan hazırlanmış çünkü - kesin hayır' ı yapıştırmış. Ama durum hiç de böyle değil, bu türlü hileli yollara yüz vermiyor halk; üstelik Josefine'ye kar­ şı duyduğu saygı içten ve sınanmış bir saygı; sonra Josefi­ ne ' nin istediği de kuşkusuz o kadar aşırı bir şey ki, düşünce­ lerini açıklamaktan çekinmeyen her çocuk kendisine sonucu önceden söyleyebilir. Ama her şeye karşın, Josefine'nin ilgili konudaki görüşünde belki sözü geçen sanılar da rol oynuyor ve bunlar onun geri çevrilmekten duyduğu üzüntüye bir bu­ rukluk katıyordur. 259 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU Ne var ki, Josefine bu türlü sanılara kapılsa bile, yılgınlığa dü­ şüp savaşmaktan el çektiği yok. Hatta şu son zamanda savaş daha da kızıştı; Josefine şimdiye kadar bu savaşı yalnız sözde mi sürdürmüştü, şimdi ona göre daha etkili, bize kalırsa kendi­ si için daha sakıncalı yollar denemeye başladı. Bazdan sanıyor ki, Josefine yaşlandığını seziyor, sesinin bozul­ maya yüz tuttuğunu anlıyor, dolayısıyla değerini kabul ettirme yolunda son savaşı verme zamanının gelip çattığını görüyor da, ondan böyle diretiyor. Ben, buna inanmıyorum. Gerçekten öyle olsa, Josefine Josefineli.kten çıkardı. Onun için ne bir yaşlanma söz konusudur, ne sesinde gerileme. Josefine bir istekte bulunu­ yorsa, dış değil, iç nedenler zorladığı için yapıyordur bunu. Onun en yüksekteki bir taca el uzatışı, tacın o anda işte biraz da­ ha aşağı sarkmasından değil, alabildiğine yüksekte bulunmasın­ dandır; elinden gelse, Josefine tacı tutar da daha yükseğe asar. Ne var ki, dış zorluklan küçümsemesi, onu en yakışıksız ön­ lemlere başvurmaktan da alıkoymuyor. Haklılığından yüzde yüz emin; bu durumda ise hakkını hangi yoldan elde edişinin ne önemi var, hele kanısınca doğru dürüst çarelerin para etme­ diği böyle bir dünyada. Hatta hak uğrundaki savaşını, şarkı alanından kendisi için daha az değerli bir başka alana kaydır­ ması belki bu yüzdendir. Taraftarlan, onun ağzından çıkan ki­ mi sözleri çevreye yaymış durumda; buna göre, Josefine, en gizli muhalefet gruplanna kadar herkes için bir zevk kaynağı olacak gibi - halkın anladığı anlamda değil hani, halk zaten öte­ den beri şarkılanndan zevk aldığını ileri sürüyor, kendisinin anladığı anlamda bir zevk bu - şarkı söylemeye düpedüz güçlü hissediyormuş kendini. Ama, diye ekliyormuş Josefine, yüce olana ihanet edip bayağıya yüz veremeyeceğinden, nasılsa öy­ le kalmasını doğru görüyormuş. İşten kurtulma savaşında ise, durum başka türlü; gerçi bu da şarkı uğrunda bir savaşım, ama burada Josefine doğrudan o değerli silahıyla savaşmıyor, baş­ vurduğu her önlem de iyi ve güzel bu yüzden. 260 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU Örneğin, bir ara şöyle bir haber yayıldı ortalığa: Josefine, iste­ diklerine peki denmezse, koloraturlan kısaltmak niyetindey­ miş. Koloratur hiç bilmediğim bir şey benim, Josefine'nin şar­ kılarında da buna benzer bir şeyin hiç farkına varmadım. Gel gelelim, Josefine koloraturlan kısaltacakmış; şimdilik ortadan kaldırmayacak da, yalnız kısaltacak. Gözdağı olarak ileri sür­ düğü şeyi de gerçekten yapasıymış; ne var ki, onun eski dinle­ tileriyle şimdikiler arasında bir aynın çarpmadı benim gözüme. Halk, yine birlik ve bütünlük içinde, Josefine 'yi her zamanki gibi koloratur konusunda bir şey demeksizin dinledi ve istekle­ rine karşı davranışında da bir değişiklik olmadı. Şunu da söy­ leyeyim ki, Josefine'nin endamı gibi, düşünüşünde de kuşku­ suz kimi vakit pek ince ve zarif bir şeyler saklı. Dolayısıyla, ör­ neğin halka karşı koloraturlar konusundaki karan gereğinden sert kaçmış ve pek ansızın alınmış gibi, bir dahaki kez yine ko­ loraturlan tastamam söyleyeceğini açıkladı, ama bir sonraki konserin ardından yine değiştirdi düşüncesini; bundan böyle büyük koloraturlar kesinlikle geçmişe karışacak ve Josefi­ ne 'nin istekleri için uygun bir karara varılmadıkça yeniden or­ taya çıkmayacakmış. Ama düşüncelere dalmış bir büyük adam, nasıl bir çocuğun boşboğazlığını duyar da duymazdan gelirse, halk da bütün bu açıklamaları, kararlan ve karar değiştirmele­ rini gerçekte iyi yürekli, ama ulaşılmaz bir tutumla işitmezlik­ ten geliyor. Josefine'nin ise boyun eğdiği yok; örneğin, bu yakında şöyle bir sav ileri sürdü: Çalışırken bileği incinmiş de, şarkı söyler­ ken ayakta dikilmek zahmet veriyormuş kendisine; bundan böyle şarkıların kendilerinde bile kısaltmaya gitmek zorunday­ mış. Josefine her ne kadar topallıyor ve adamları tarafından koltuklanıyorsa da, kimse ortada gerçek bir incinmenin varlı­ ğına inanmıyor. Josefine'nin narin vücudunun bizimkilerden ayn bir duyarlıkla donatıldığını itiraf etsek bile, değil mi ki bir işçi ulusuz ve Josefine de bu ulusun bir parçasıdır, öyle her sıy­ rık için topallamaya kalkarsak, bütün halkın topallaması bit261 BiR A ÇLIK ŞAMPiYONU mez artık. Josefine istediği kadar bir kötürüm gibi onun bunun yardımıyla yürümeye çalışsın ve söz konusu durumda istediği kadar eskisinden sık halka görünsün, halk onun şarkılarım yi­ ne her zamanki gibi şükran ve hayranlıkla dinliyor, kısaltma işini de fazla büyüttüğü yok. Sürekli topallayamayacağından tutup bir başka şey uyduruyor Josefine, yorgunluğunu öne sürüyor, keyifsizliğini, güçsüzlüğü­ nü bahane ediyor. Artık konserden ayrı olarak bir de tiyatro seyrediyoruz. Bakıyoruz, peşindeki taraftarları şarkı söylesin diye Josefine'ye ricalar yöneltiyor, yalvarıp yakarıyorlar. Hay hay, söylemek istiyormuş ama, söyleyemiyormuş işte. Bunun üzerine onu avutuyor, dört bir yandan kendisine iltifatlar yağ­ dırıyor, onu tutup neredeyse kucaklayarak şarkı söylemesi için önceden belirlenmiş yere getiriyorlar. Sonunda Josefine, neye yorumlanacağı bilinmeyen gözyaşlarıyla boyun eğiyor, ama anlaşılan son gücünü kullanıp bitkin bir halde şarkı söylemek istiyor; kollan eskisi gibi açılmış değil de, biraz fazla kısa izle­ nimini uyandıracak gibi vücudundan sarkıyor aşağı; böyle bir durumda şarkıya başlamak istiyor, ama yine de yürümeyeceği anlaşılıyor işin, ansızın öfkeli bir baş oynatışıyla Josefine bunu belli ediyor ve gözlerimizin önünde yığılıp kalıyor yere. Ne var ki, sonradan kendini toparlayıp yeniden kalkıyor ayağa ve şar­ kı söylemesini sürdürüyor; sanırım eskisinden de pek değişik olmuyor söylediği şarkı; insanın kulağı çok ince nüansları ayırt edebiliyorsa, işte her zamankinden ayrı biraz bir heyecanın varlığı duyulabiliyor seste ve bu heyecan da şarkının sadece ya­ rarına oluyor. En sonunda, hatta eskisinden az bir yorgunluk göze çarpıyor Josefine'de. Süzülür gibi sekişi böyle nitelenebi­ lirse, sağlam adımlarla, taraftarlarının yardımlarını geri çevire­ rek ve saygıyla önünden çekilen kalabalığı soğuk bakışlarla sü­ zerek uzaklaşıyor. Bu son günlerde böyleydi durum; ama en yeni olay, şarkı söy­ lemesinin beklendiği bir anda Josefine'nin ortadan kayboluşu. 262 BiR AÇLIK ŞAMPiYONU Kendisini yalnızca adamları aramıyor, çok kişi üstlendi bu işi, ama boşuna! Josefine kayıplara karıştı, şarkı söylemekten ka­ çıyor, şarkı söylesin diye kendisine ricada bulunulmasını bile istemiyor, bu kez büsbütün bıraktı bizleri. Tuhaftır ama, ne kadar da yanlış hesabı şu akıllı Josefine'nin; sanki işin hiç önünü arkasını hesaplamıyor da, dünyamızda pek hazin olmaktan kurtulamayacak yazgının peşi sıra sürük­ lenip gidiyor. Şarkı söylemeyi kendi eliyle bir yana itip, ruhla­ rımız üzerindeki otoritesini kendi eliyle yok ediyor. Bu ruhları o kadar az tanımasına karşın, nasıl onların üzerinde böyle bir otoriteyi kurabilmiş, şaşılacak şey! Saklanıyor, şarkı söylemi­ yor, ama halk, bu serinkanlı, görünür bir düş kırıklığından uzak, egemen, kendi içinde dingin bu kitle, görünüş her ne ka­ dar yalanlasa da, sadece armağan verip kimseden hatta Josefi­ ne'den bile armağan kabul etmeyen bu ulus, yine kendi yolun­ da yürüyüp gidiyor. Josefine'nin ise yaman olacak hali. Çok geçmeden son ıslığı or­ talıkta yankılanıp sönecek. Josefine, ulusumuzun b�ngi tari­ hinde yalnızca bir epizottur ve halkımız bu kaybın altından kalkacaktır. Elbet, bizler için kolay değil; bundan böyle tam bir suskunluk içinde nasıl bir araya gelebilir, toplantılar düzen­ leyebiliriz? Ama Josefine varken de suskun değil miydi bu top­ lantılar? Sanki Josefine'nin gerçek ıslığı, bu ıslığın anısından çok mu daha sesli, çok mu daha canlıydı? Bu ıslık, onun sağlı­ ğında bile yalnızca bir anı değil miydi? O bilge davranışıyla halk Josefine'nin şarkılarını bu bakımdan kaybedilmezliği do­ layısıyla değil mi böyle el üstünde tuttu. Yani yoksun kalacağımız, belki hiç de fazla bir şey olmayacak. Josefine'ye gelince, dünyanın mihnet ve çilelerinden kurtul­ muş - bu ise ona göre seçilmişlere vergi bir şey -, ulusumuz kahramanlarının sayısız kalabalığı içinde güle oynaya kaybola­ cak ve çok sürmeden bütün öbür kardeşleri gibi, tarihle uğraş­ madığımız için çifte bir kurtuluşa kavuşarak unutulup gidecek. 263 KAFKA'NIN YAYINLANMIŞ ANCAK KİTAPLARINA ALMADIGI ÖYKÜLER Bu bölüm, daha öncekilere bir ek niteliği taşıyor; nedeni de "Gözlem " ve "Bir Köy Hekimi" öykü kitapları henüz çıkma­ dan pek çok çalışma dergilerde yayınlanmıştı. Ötekileri ele aldı­ ğımıza göre, bunların üzerinde de durulmadan geçilmemesi ge­ rekiyor. Kafka, dergilerin ateşli bir okuyucusuydu. Dergilerle çalışması öyle sanıldığı gibi rastlantı sonucu değildi. (1) Yakaranla Söyleşi: Franz Blei'ın çıkardığı iki aylık dergi "Hyperion"da yayınlandı (dizi 2, c. l, "1909, H 8, [Mart/Nisan] s. 126-131). Kafka bir sonraki öykü gibi bunu da 1903/04'de ya­ zılmış olabilecek "Bir Savaşın Tasviri"nden aldı (B s.76-96). Yayınevine yollamadan metinde biraz kısaltmaya gitti. (2) Sarhoşla Söyleşi: Önceki öykü gibi "Hyperion"da çıktı (dizi 2, c. 1, 1909, H 8 [Mart/Nisan]), s.131-133. bu metin de yine "Bir Savaşın Tasviri"nin ilk varyasyonundan alındı (B s. 106-114). (3) Kovalı Süvari: Savaştaki kömür sıkıntısını konu alan, Kaf­ ka 'da hiç alışılmadık şekilde yaşanılan zamanla ilişkili öykü "Prager Presse"nin 25 Aralık 192l'deki Noel ekinde Franz Blei, Albert Ehreinstein, Paul Kornfeld, Robert Musil, Franz Werfel, Alfred Wolfenstein ve daha başka yazarların katkılarıy­ la yayınlandı. - Yazılış tarihi: Aralık/Şubat 1917. Birinci oktav defterinin öyküyle ilişkin bir paralipomenon'unun<•> da bulun­ duğu baş tarafında yer almakta (H 55). Kafka öyküyü "Bir Köy Hekimi" kitabına almayı öteden beri düşünmekteydi (her üç listede de öykünün ismiyle karşılaşmak­ tayız). Ancak, yaşanılan zamanla aşırı ilişkisinden olacak, ya­ zar son anda öyküyü kitaba almaktan vazgeçmiştir. (•) Bir metnin yazılışından sonra yapılan yeni varyasyon ya da eklere verilen ad. 267 TAPINAN' LA SÖYLEŞİ Bir vakitler bir kilise vardı, her gün oraya giderdim; gönlümü kaptırdığım kız akşamları bir yarım saat burada diz çöküp ta­ pınır, ben de rahatlıkla kendisini seyrederdim. Bir gün kız gelmedi; canım sıkılmış, tapınanlara bakıyordum ki, çelimsiz vücuduyla kendini boylu boyunca döşemenin üze­ rine atmış genç bir adam ilişti gözüme. Zaman zaman başını var gücüyle tutuyor, ahlayıp oflayarak taşlar üzerinde duran ellerinin ayalarına indiriyordu. Yalnızca birkaç yaşlı kadın vardı kilisede; başörtüleriyle sarıp sarmaladıkları başcağızlannı sık sık yana eğerek Tapınan'a ba­ kıyorlardı. Şahsına karşı gösterilen ilgi, mutlu kılar gibiydi genç adamı; çünkü her sofuluk nöbetinden önce gözlerini çev­ resinde gezdiriyor, kendisine bakanların çok olup olmadığını anlamak istiyordu. Bense bunu yakışıksız bir davranış gördüm, kiliseden çıkar çıkmaz gidip kendisiyle konuşmaya ve neden bu türlü tapındığını sorup öğrenmeye karar verdim. Evet, be­ nim kızın gelmeyişine içerlemiştim. Ama ancak bir saat sonra doğrulup kalktı adam, titizlikle istav­ roz çıkardı, arada bir duraklayarak kutsal su kurnasına yürüdü. Hemen seğirtip kurna ile kapının arasına dikildim, bana bir açıklamada bulunmadan ona yol vermeyeceğimi biliyordum. Kesin bir tavırla konuşacağım zaman, konuşmaya hazırlık ola­ rak hep yaptığım gibi ağzımı büzdüm; vücudumun ağırlığını ileri uzatılmış sağ ayağıma verip sol ayağımı parmak uçlan üze­ rinde gevşecik tuttum, çünkü bu da bir sağlamlık veriyordu ba­ na. 269 Hani adam, kutsal suyla yüzünü ıslatırken göz ucuyla bana ba­ kıyor olabilirdi. Belki de beni daha önceden fark ederek endi­ şeye kapılmıştı, çünkü hiç beklenmedik bir anda fırlayıp çıktı kapıdan. Cam kapı çat diye arkasından kapandı. Hemen peşi sıra seğirttim; kapının önüne çıkınca, baktım kayıplara karış­ mıştı; çünkü yakında birkaç dar sokak bulunuyordu ve yoğun bir trafik vardı. Sonraki birkaç gün adam ortalarda gözükmedi, ama benim kız yine eskisi gibi kiliseye gelmeye başlamıştı. Omuz kısımlarında saydam danteller görülen - gömleğinin yanmayı dantellerin al­ tında kalıyordu - siyah bir giysi giyiyor, dantellerin alt kenarın­ dan aşağı inen ipek kumaş güzelim bir yaka oluşturuyordu. Kız artık geldiğinden adamı unutmuştum ve sonradan kiliseye yine düzenli uğrayıp alışık olduğu gibi tapınmasını sürdürdüğünde de kendisiyle ilgilenmedim. Ama o hep büyük bir aceleyle, yü­ zü benden başka yana dönük, yanımdan geçip gidiyordu. Bel­ ki de onu hareket eder durumdan başka türlü düşünemediğim için bana öyle geliyor, durduğu zaman bile kendisini kilisenin içinde sessiz saklı süzülüp gidiyormuş görüyordum. Bir gün odamda fazla oyalanmış, geç kalmıştım. Yine de kal­ kıp gittim kiliseye. Ama benim kızı bulamayarak eve dönecek oldum. Baktım yine döşemenin üzerine serilmiş yatıyordu bu genç adam. Derken eski olay geldi aklıma, içimde bir merak uyandı. Parmak uçlanma basarak kapıya vardım, burada oturan kör bir dilencinin eline birkaç kuruş tutuşturup kapının açık kana­ dının arkasına, dilencinin hemen yanı başına sıkıştım. Bir saat oturup bekledim ve belki kurnazca bir yüz takındım bu arada. Olduğum yerde kendimi rahat hissettim ve ileride sık sık bura­ ya gelmeye karar verdim. Bekleyişimin ikinci saatinde, Tapı­ nan için burada böyle pineklemeyi saçma buldum. Ama yine de bir üçüncü saati beklemekle geçirmeye başladım; artık kız­ mıştım; örümceklerin giysimin orasına burasına tırmanmasını 270 ister istemez sineye çektim. Derken içeride kalan son kimseler de, sesli sesli soluyarak kilisenin karanlığından dışarı çıktı. Sonunda o da göründü; sakınarak yürüyor, ayaklarını basma­ dan önce parmak uçlarıyla yeri usulcacık yokluyordu. Doğrulup kalktım, kestirmeden uzun bir adım atarak onu ya­ kaladım. " İyi akşamlar! " dedim ve elim yakasında, onu ite ka­ ka basamaklardan aşağı indirip, kilisenin önündeki aydınlık alana çıkardım. Aşağıda tamamen kararsız bir sesle, " İyi akşamlar, canım efen­ dim! " diye yanıtladı. " Bana kızmayınız ne olur! Sizin bu son derece sadık bendenize kızmayınız! v " Pekala! " dedim. " Ancak size sormak istediğim birkaç şey var. Geçen hafta elimden kurtuldunuz, ama şimdi pek başaramaya­ caksınız bunu. " " Siz merhametli birisiniz beyciğim, eve gitmeme izin verirsiniz sanırım. Ben acınacak bir kimseyim, gerçek bu. " Sesim o sırada yanımızdan geçen tramvayın gürültüsüne karı­ şarak, " Hayır, hayır! " diye haykırdım. " Sizi koyveremem. Tam da benim hoşlanacağım şeyler bunlar. Siz, benim için bir dev­ let kuşusunuz. Bravo bana ki, sizi yakalayabildim! " Bunun üzerine dedi ki: " Hay Allah! Hayat fışkıran bir kalbi­ niz, sanki mermerden oyulmuş bir kafanız var. Benim için dev­ let kuşu diyorsunuz; bana göre ne kadar mutlu olmalısınız. An­ cak, benim mutsuzluğum sallanıp duran bir mutsuzluktur; siv­ ri bir uçta sallanıp duran bir mutsuzluk; dokunulmayagörsün, dokunanın üzerine yıkılır hemen. İyi geceler beyciğim! " " Güzel, " dedim ve sımsıkı tuttum sağ elini. " Soracaklarımı ya­ nıtlamazsanız, burada, sokak ortasında bağırırım; şu anda dük­ kan ve mağazalardan çıkan bütün tezgahtar kızlar ve dışarıda onları gözleyen sevgilileri dört bir yandan koşup gelerek bura­ ya toplanır; çünkü sanırlar ki, bir kupa arabasının atlarından 271 biri yığılıp kalmıştır yere ya da buna benzer bir şey olmuştur. O zaman sizi gösterir, nasıl biri olduğunuzu anlatının kendile­ rine. " Ben böyle deyince, ellerimin birini bırakıp birini öpmeye baş­ ladı. " Bilmek istediklerinizi söyleyeceğim. Yalnız ne olur, şu karşıki yan sokağa girelim. " Ben, başımı sallayarak peki de­ dim; karşı sokağa yürüdük. Ne var ki o, birbirinden hayli aralıklı sarı fenerlerle aydınlatı­ lan sokağın karanlığıyla yetinmedi, beni eski bir eve doğru çe­ kip, ahşap bir merdiven önünde asılı duran ve içinden yere gaz damlayan lambanın altına götürdü. Cebinden özenle bir mendil çıkarıp, basamaklardan birinin üzerine yaydı. "Buyurun oturun, beyciğim! " dedi. " Sorularını­ zı oturduğunuz yerden daha kolay sorabilirsiniz. Ben, ayakta kalacağım; sorularınızı ayakta daha iyi yanıtlayabilirim. Ancak ne olur, eziyet etmeyiniz bana! " Bunun üzerine oturdum. Başımı kaldınp gözlerimi kısarak ona baktım ve, " Siz tam bir tımarhane kaçkınısınız, " dedim. "Evet, tam bir tımarhane kaçkını. Kilisedeki o davranışınız da nedir öyle? Ne sinirlendirici, sizi görenler için ne tatsız şey! Size bak­ maktan nasıl kendini vererek tapınabilir insan! " Vücudunu duvara yapıştırmıştı, yalnızca başı havada serbest oynuyordu. " Sinirlenmeyin canım! Hani sizi ilgilendirmeyen şeylere ne diye sinirlenesiniz. Kendim salakça davransam, bu­ na içerlerim; ama salakça davranan bir başkası ise, sevinirim doğrusu. Onun için, başkalarının beni seyretmesi yaşamımın amacıdır dersem, bana kızmayınız! " " Neden bahsediyorsunuz siz kuzum! " diye bağırdım. Alçak ta­ vanlı hol için fazla yüksek çıkmıştı sesim; ama ses tonumu al­ çaltmaktan da çekindim. " Sahi, neden bahsediyorsunuz siz? Evet, durumunuzu seziyorum, hatta sizi ilk gördüğüm anda sezmiştim. Deneyim sahibiyimdir; bunun karada bir deniz tut272 masından başka şey olmadığını söylersem şaka ediyorum san­ mayın. Öyle bir deniz tutması ki, gerçek isimlerini unutmuşsu­ nuzdur da, şimdi çabuk çabuk ve rasgele isimler saçarsınız nes­ neler Uzerine. Aman çabuk! Aman çabuk! Ne var ki, kendile­ rinden pek uzaklaşmaya kalmadan, yine isimlerini unutursu­ nuz. 'Babil Kulesi' dediğiniz kavak -çünkü bir kavak olduğunu bilmez ya da bilmek istemezdiniz - kırda yine isimsiz iki yana sallanıp durur; aslında sizin 'Sarhoş Nuh' demeniz gerekirdi ona. " "Söylediklerinizi anlamadığıma doğrusu seviniyorum," deyin­ ce biraz afalladım. Sinirlenmiş, " Ama sevinmekle anladlğınızı gösteriyorsunuz," diye yanıtladım hemen. " Ona ne şüphe, Sayın Beyciğim. Ama konuştuklarınız da tuhaf şeyler hani. " Ellerimi bir yukarıdaki basamağın Uzerine koyarak arkama yaslandım, boksörlerin son kurtuluş çaresi sayılıp karşı tarafın saldırısını olanaksız kılan bir konumda sordum: " Başkalarının da sizinle aynı durumda olduğu varsayımından yola koyularak kendinizi kurtarmak istemeniz hoş doğrusu! " Bunun Uzerine cesaretlenir gibi oldu; vücuduna bir birlik ve bütünlük sağlamak üzere ellerini kavuşturdu, biraz isteksiz, " Ancak bunu herkese karşı yaptığım yok," dedi. " Örneğin si­ ze karşı; çünkü elimden gelen bir şey değil. Ama elimden gel­ se sevinir, o zaman kilisedeki insanların ilgisini gereksinmez­ dim. Bu ilgiyi de neden gereksindiğimi biliyor musunuz? " Soru karşısında çaresiz kaldım. Elbette bildiğim yoktu bunu, sanırım bilmek de istemiyordum. Zaten buraya gelmeyi de ben istemedim, diye geçirdim içimden; gel gör ki, bu adam beni an­ lattıklarını dinlemeye zorlamıştı. Dolayısıyla, o anda başımı sallamam yeter, sorduğu şeyi bilmediğimi açıklayabilirdim; ama başımı bir türlü oynatamadım. 273 Karşımda dikilen o ise gülümsedi. Sonra başını dizlerine doğru eğdi ve uykulu bir yüzle anlatmaya koyuldu: " Kendi yaşantıla­ rııria dayanarak yaşadığıma inandığım bir an olmadı hiç. Diye­ ceğim, çevremdeki nesneleri ancak kınk dökük tasarımlar ha­ linde algılayabiliyorum; öyle ki, nesneler bir vakit var olmuşlar da, şimdi ortadan silinip gidiyorlarmış gibi geliyor bana. Her zaman, beyciğim, nesneleri, kendilerini bana göstermeden ön­ ceki durumlarıyla görmeyi dilemişimdir. Bu durumlarıyla gü­ zel ve dingin olmalılar. Herhalde böyledir; çünkü insanların nesnelerden sık sık bu yolda söz ettiklerini işitiyorum. " Derken benim susup da hoşnutsuzluğumu yalnızca yüzümdeki seğirmelerle açığa vurduğumu görerek sordu: " Yoksa insanla­ rın böyle konuştuklarına inanmıyor musunuz? " Başımı sallayarak dediklerini doğrulamam gerekiyormuş gibi geldi bana, ama yapamadım. " Sahi, inanmıyor musunuz sözlerime? Oh, dinleyin bakın! Ço­ cukken bir gün kısa bir öğle uykusundan gözlerimi açmıştım; henüz üzerimde tam bir mahmurluk vardı; annemin doğal bir tonla balkondan aşağı şöyle seslendiğini işittim: 'Ne yapıyor­ sun hayatım? Bu ne sıcak böyle? ' Bir kadın bahçeden karşılık verdi: 'Yeşillikler ortasında ikindi kahvesi içiyorum.' Bu sözle­ ri ikisi de üzerinde pek düşünmeden, sanki biri ötekisinin ne diyeceğini önceden biliyormuş gibi, açık seçiklikten biraz uzak bir edayla söylemişti. " Ansızın bana bir soru yöneltilmiş gibi bir sanı uyandı içimde; bir şey arar gibi, elimi pantolonumun arka cebine attım. Ama aradığım bir şey yoktu, sadece konuşmanın beni ilgilendirdiği­ ni belirtmek için dış görünümümü değiştirmek istemiştim. Beri yandan, anlatılan olayın, benim bir türlü akıl erdiremeyeceğim kadar tuhaflığını ileri sürdüm. Hem gerçekliğine inanmadığımı ve benim sezinleyemediğim bir amaçla uydurulmuş olabileceği­ ni ekledim. Sonra gözlerimi yumdum, çünkü sancıyorlardı. " Oh, sizin de benim gibi düşünmeniz ne iyi! Bunu söylemek 274 için beni yolumdan alıkoymanız, bencillikten uzak bir davranış doğrusu! Değil mi ama; dimdik ve sert adımlarla yürüyemedi­ ğim, bastonumla kaldırım taşlarına vurmadığım ve yanımdan gürültüyle geçen kimselerin giysilerine sürünerek ilerlemedi­ ğim için ne diye utanayım ya da ne diye utanalım! Daha çok, kemikli omuzlarıyla bir siluet gibi, arada bir vitrin camlarında kaybolup binalar boyunca sekip gittiğim için haklı olarak inat­ la yakınmam gerekmez mi? Şu geçirdiğim günlere bakın bir! Niçin her şey bu kadar berbat yapılmış; yüksek evler, ortada gö­ rünür bir neden bulunmaksızın çöküveriyor bazen. Enkaz yığını üzerine tırmanıyor, karşıma kim çıkarsa soruyo­ rum: 'Nasıl olur a canım? Bizim kentte - daha yeni bir bina sonra beşincisi bugün - düşünsenize bir! ' B akıyorum, kimse bana cevap vermiyor. Çok vakit insanlar sokakta devrilerek, cansız serilip kalıyor yerde. Derken dükkan ve mağaza sahipleri, dükkan ve mağa­ zaların mallardan geçilmeyen kapılarını açarak çevik adımlar­ la seğirtiyor, ölüyü alıp oradaki bir eve taşıyorlar; dışarı çıkıp birbirleriyle konuşmaya başlıyorlar ardından: 'Günaydın Gökyüzü de soluk bugün - eşarpların sürümüne diyecek yok öyle savaş! ' Söz konusu evden içeri süzülüyor, parmağımı bü­ kerek elimi birçok kez kaldırıp indirdikten sonra apartman yö­ neticisinin penceresini tıklatıyorum. 'Beyefendi,' diyorum na­ zik, 'demin sizin buraya bir ölü getirdiler. Onu bana gösterir misiniz lütfen.' Adamın bir karara varamamış gibi başını salla­ dığını görerek kesin bir tonla ekliyorum: 'Beyefendi! Ben gizli polisim. Hemen bana ölüyü göstermenizi istiyorum! ' Adam, 'Bir ölü mü?' diye soruyor ve sanki kendisine hakaret edilmiş gibi bir sesle, 'Hayır! Ölü falan yok bizim burada! ' diye ekli­ yor. 'Bizim burası namuslu bir evdir.' Bunun üzerine selam ve­ rip uzaklaşıyorum. Ama derken büyük bir alandan geçmek zorunda kalınca, her şeyi unutuyorum. İşin güçlüğü bozguna uğratıyor beni, ikide 275 bir kendi kendime düşünüyorum: 'Kibir ve azametlerinden bu kadar büyük alanlar yaparlar da, ne diye alanın bir başından öbür başına taştan bir korkuluk yapmazlar?' Bugün güneyba­ tıdan bir rüzgar esiyor. Alan üzerindeki havada hırçın bir hal var. Belediye Sarayı'ndaki kulenin sivri ucu küçük çemberler çiziyor. Bu curcunayı neden susturmaya çalışmazlar? Bütün pencerelerin camlan takırdıyor, sokak fenerleri bambu kamış­ ları gibi eğilip bükülüyor. Sütun üzerindeki Meryem Ana'nın pelerini kıvrım kıvrım; fırtına, pelerini çekip çekiştiriyor. Peki ama, bunu kimsenin gördüğü yok mu? Kaldırım taşlan üzerin­ de yürümeleri gereken erkek ve kadınlar havada süzülüyor adeta. Rüzgar biraz soluklanacak oldu mu, durup birbirleriyle birkaç laf ediyor, eğilerek birbirlerini selamlıyor, ama rüzgar yeniden esmeyegörsün, karşı duramayıp hep birden tabanları kaldırıyorlar. Şapkalarına sımsıkı sanlmalan gerekiyor, ama yumuşak bir hava karşısında bulunuyorlarmış gibi yine de gü­ lüyor gözlerinin içi. Bir tek ben korkuyorum. " Onun b u sözlerinden alınmış, dedim ki: "Daha önce anlattığı­ nız olay var ya, hani anneniz ve bahçedeki kadınla ilgili, doğ­ rusu ben hiç de tuhaf bulmuyorum. Böylesi çok olay görüp işit­ tim, hatta kendim yaşadım bazısını. Bu sizin anlattığınız, niha­ yet pek doğal bir şey. Sanır mısınız, balkonda olsaydım, ben de aynı soruyu sormaz, bahçeden de aynı yamtı vermezdim? İşte öylesine sıradan bir olay . " Ben bunu söyleyince, halinde pek mutlu bir ifade belirdi. Şık giyinmiş olduğumu, boyunbağımın hoşuna gittiğini açıkladı. Hem ne narin bir tenim varmış. Ve itiraflar, sonradan geri alın­ dıklarında her zamankinden kesin nitelik kazanırmış. 276 SARHOŞ'LA SÖYLEŞİ Ufak adımlarla kapıdan çıkar çıkmaz ayı ve yıldızlan, büyük kubbeli göğü, Belediye Sarayı, Meryem Ana Sütunu ve kilise­ siyle Ring Alanı birden üzerime çullandı. Sessiz sakin, yolun gölge kısmından ayrılıp ay ışığına geçtim; pardösümün düğmelerini çözüp ısınmaya çalıştım, sonra elleri­ mi kaldırarak gecenin uğultusunu susturup düşünmeye koyul­ dum: "Hani öyle gerçekmişsiniz gibi yapmanız da ne oluyor! Yeşil kaldırımın üzerinde böyle gülünç durumda dikilen benim ger­ çek olmadığıma beni inandırmak mı niyetiniz? Ama senin ger­ çek olduğun zamanlar çok gerilerde kaldı ey gök! Ve sen ey Ring Alanı, asla gerçekten var olmadın." "Doğru, hala bana bir üstünlüğünüz var, ama ben ancak sizi ra­ hat bıraktığım zaman." "Allaha şükür ki, ay, ay değilsin sen artık. Ay adım verdikleri sana hala ay demekle belki de savsakça davranıyorum. Sana 'acayip renkli unutulmuş kağıt fener' diyecek olsam, ne diye öyle kibirli davranmazsın artık. 'Meryem Ana Sütunu' desem, ne diye kendini bayağı çekip geriye alırsın. Sonra, sana 'sarı ışık saçan ay' dedim mi, takındığın o gözdağı veren tavrını da göremiyorum artık." "Gerçekten, öyle görünüyor ki, sizi düşünmek size yaramıyor, cesaret ve sağlığınızdan bir şeyler yitiriyorsunuz." "Tannın! Düşünen Adam, Sarhoş'tan ders alsa, ne verimli bir şey olurdu bu." ın "Niçin her taraf böyle sessizleşti. Rüzgar kesildi galiba. Ve çokluk sanki küçük tekerlekler üzerinde, alanda ordan oraya yuvarlanan evceğizler, şim�i yere kakılmış gibi duruyor -sus­ kun -; başka vakit onları zeminden ayıran ince ve siyah çizgi as­ la seçilmiyor." Derken koşmaya başladım. Bir engelle karşılaşmaksızın üç kez büyük alanın çevresini dolandım, bir sarhoşa rastlamayınca, hı­ zımı azaltmadan ve yorgunluk duymadan Kari Sokağı'na doğ­ ·-u seğirttim. Gölgem de, çokluk benden kısa, duvar üzerinde, sanki duvarla cadde kenarının oluşturduğu çukur yolda benim­ le geldi. İtfaiye binasının önünden geçerken Kleiner Ring'ten doğru bir ses işittim. O yana sapınca, çeşmenin korkuluğu önünde bir sarhoşun dikildiğini gördüm; kollanın yatay durumda uzatmış tutuyor, ayağındaki takunyalarla yeri dövüyordu. İlkin durup biraz soluklanmak istedim, sonra ona doğru yürüyüp silindir şapkamı çıkararak tanıttım kendimi: " İyi akşamlar, benim nazenin beyzadem! Yaşım yirmi üç, ama bir ad'ım yok henüz. Oysa siz şaşırtıcı, hatta ahenk taşan bir isimle donanmış olarak, o büyük kent Paris'ten geliyorsunuz kuşkusuz. Yoldan çıkmış Fransız sosyetesinin düpedüz yapay kokusu çevrenizi kuşatmış. " " Giysilerinin cicili bicili kuyrukları merdivenlerin basamakları üzerine yayılır, kuyrukların uçlan henüz bahçenin kumlan üzerinde bulunurken, kendileri yüksek ve aydınlık terasa çok­ tan varmış, incecik belleriyle alaylı alaylı dönüp arkalarına ba­ kan o gözleri boyalı büyük hanımefendileri gördünüz elbette. Öyle değil mi, dört bir yana dikilmiş uzun direklere daracık fraklar ve beyaz pantolonlarla uşaklar tırmanır, ayaklarını di­ reklere dolar, belden yukarılannı çokluk arkaya ve yana eğer­ ler; kalın iplerle kocaman gri tenteleri yerden kaldırıp yukarı­ ya germeleri gerekmektedir, büyük hanım sisli bir sabah dile­ miştir çünkü. " Onun geğirmesi üzerine, adeta irkilmiş, sürdür278 düm konuşmamı: " Sahi, doğru mu? O bizim Paris'ten mi geli­ yorsunuz, beyciğim? O fırtınalı Paris'ten, ah o romantik yaşan­ tılar sağanağından mı geliyorsunuz? " Onun yeniden geğirmesi üzerine şaşırmış: " Biliyorum, " dedim, " büyük bir şeref benim için." Sonra pardösümün . düğmelerini çarçabuk ilikleyerek, ateşli ve çekingen, devam ettim: " Biliyorum, beni bir cevaba layık görmüyorsunuz; ama size bu­ gün bunları sormasaydım, artık hep ağlamaklı bir hayat yaşar­ dım. " " Rica ederim söyleyin, benim şık beyzadem, bana anlatılanlar doğru mu? Sadece süslü püslü giysilerden oluşan insanlar var mı Paris'te? Sokak kapısından başka kapılan bulunmayan ev­ ler var mı? Doğru mu pazarları kent üzerinde gökyüzünün in­ ceden bir maviye boyandığı? Sadece yürek biçiminde tıkız ve ak bulutçuklarla bezendiği? Sonra içinde ağaçlardan başka şe­ ye rastlanmayan ve ziyaretçilerle dolup taşan bir müzenin bu­ lunduğu, üzerlerine iliştirilmiş küçük levhalarda ağaçların en ünlü kahramanlar, caniler ve sevgililerin isimlerini taşıdığı doğru mu? " " Sonra bir de şu haber! Şu anlaşılan yalancı haber! " " Öyle değil mi? Ş u Paris sokakları ansızın dallanıp budaklanır; sessiz sakin değildir, öyle değil mi? Her şey her vakit yolunda gitmez; hem nasıl gitsin! Bazen bir kaza olur ve kaldırımlara adeta dokunmayan büyük kentli adımlarıyla yan sokaklardan insanlar çıkıp gülerek bir araya toplanır. Hani hepsi merak içindedir, ama düş kırıklığına uğramaktan da korkarlar. Ne var ki, birbirlerine çarptılar mı, yerlere kadar eğilir ve özür diler­ ler: ' Çok üzgünüm - kazara oldu - öyle olduğunu kabul ediyo­ rum. İsmim - ismim Jerome Paroche; Rue De Cabotin'de ba­ haratçı dükkanım var - izin verirseniz, sizi yarın öğle yemeğine davet etmek istiyorum - karım da doğrusu pek sevinecektir. ' İşte böyle konuşup dururlar; oysa sokak uyuşukluk içindedir ve bacalardan tüten dumanlar evlerin arasına çöker. Böyledir 279 herhalde. Aynca, olacak şey mi: Kibar bir semtin işlek bir bul­ varında iki araba dursun; uşaklar, ağırbaşlı, kapıları açsınlar. Sekiz soylu Sibirya kurt köpeği küçük küçük adımlarla araba­ lardan insin aşağı, havlayıp sıçrayarak doludizgin yolu tutsun. Ve sonra densin ki, Paris'in züppe kılıklı snop gençleridir bun­ lar. " Gözlerini sımsıkı yummuştu. Ben susunca, iki elini ağzına sok­ tu, çenesini çekip çekiştirmeye başladı. Giysisi baştan aşağı pis­ lik içindeydi. Belki şarap içilen lokallerin birinden kapı dışarı edilmişti de, olup bitenin farkında değildi henüz. Belki gündüzle gece arasındaki o kısa ve alabildiğine sessiz ara idi bu; hani başımız, biz beklemezken, ensemizden sarkar ar­ kaya; hani her şey biz farkına varmaksızın, biz kendilerini sey­ �etmediğimiz için devinimden kesilir ve sonra yitip gider; biz ise, eğilip bükülmüş vücutlarımızla tek başımıza kalakalırız; ar­ dından çevremize bakınır, artık hiçbir şey görmez, havanın herhangi bir direncini de hissetmez, ama içten içe anılarımıza tutunuruz: Az çok yakınımızda evler olacaktı, evlerin çatıları ve Allaha şükür köşeli bacaları vardı; bacalardan evlerin içine yağan karanlık, tavanaralanndan geçerek çeşitli odalara dökü­ lürdü. Ve yann, bütün inanılmazlığına karşın, her şeyin gözle görülebileceği bir gündüzün başlayacak oluşu ne büyük mutlu­ luktur. Sarhoş, ansızın kaşlarını kaldırdı; kaşlarıyla gözlerinin arasın­ da bir parıltı belirdi. Ardından kesik kesik konuşarak açıkla­ maya koyuldu: " Hani diyeceğim - hani uykum var - uykum ol­ duğu için de gidip yatacağım - hani diyeceğim, Wenzel Ala­ nı'nda bir eniştem oturuyor - işte oraya gidiyorum - eniştemin yanında kalıyorum çünkü, çünkü yatağım orada - gidiyorum, evet, ancak ismi ne eniştemin, nerede oturuyor, bildiğim yok unuttum galiba - ama ne çıkar, çünkü bir eniştem var mı, onu da bilmiyorum - eh, gidiyorum artık. - Ne dersiniz, onu bulabi­ lecek miyim? " 280 Hiç duraksamadan, "Elbette! " diye yanıtladım. " Ama siz ya­ bancı ülkelerden geliyorsunuz, " diye ekledim. "Tesadüfen uşaklarınız yanınızda değil. İzin verin, sizi ben götüreyim. " Sesini çıkarmadı. Girmesi için kolumu uzattım. 281 KOVALI SÜVARİ Harcanıp tükenmiş bütün kömür; kova tamtakır; anlamsız kü­ rek; soğuğu soluyup duruyor soba; dondurucu rüzgar odada kol geziyor; pencere önündeki ağaçlar kırağıdan kaskatı; gök­ yüzü kendisinden yardım dilenene karşı gümüşten bir kalkan. Çaresiz kömür bulmalıyım; donacak değilim ya. Ardımda acı­ masız soba, önümde gene öyle acımasız bir gökyüzü; atıma at­ lamalı, ustaca aralanndan geçmeli ve orta yerdeki kömürcüye varıp yardım aranmalıyım. Ama benim alışılmış ricalarıma karşı adeta sağırlaşmış kömürcü; zerrece kömürüm kalmadığı­ nı, dolayısıyla kendisinin benim için gökyüzündeki güneşten bayağı farksız olduğunu bir güzel kanıtlamalıyım. Açlıktan hı­ rıltıyla soluyarak kapı eşiğinde can vermek üzere olup da, aşçı hanımefendinin son kahve tortusunu kendisine içirmeye karar verdiği bir dilenci gibi davranmalıyım; tıpkı onun gibi bana da kömürcü öfkesinden ateş püskürmeli, ama " Öldürmeyecek­ sin! " buyruğunun ışığı altında bir kürek kömür doldurup kova­ ma boca etmeli. Sadece havalanışını çözümlemeli bu işi; dolayısıyla, kovayı kendime at yapıyorum. Kovalı süvariyim, yukarı kalkık elim kovanın kulpunda, bu alabildiğine gösterişsiz dizginde. Güç­ lükle bir dönüş yapıp merdivenlerden iniyorum, ama aşağıda kovanı şahlanıyor, enfes, enfes! Yere iyice çökmüş develer bi­ le devecinin değneği altında bundan güzel şahlanamaz. Kaska­ tı donmuş sokaktan düzenli bir tırısla geçiyorum; evlerin ilk katlan hizasına kadar havalanıyorum sık sık, ama evlerin kapı­ larına kadar alçaldığını hiç olmuyor. Kömürcü dükkanının bu­ lunduğu mahzenin önünde işte öylesine yükseklerde süzülüyo282 rum, çok aşağılarda kalan kömürcü masacığının başına çök­ müş, bir şeyler yazıyor; içerdeki aşın sıcaklığın birazını dışarı salıvermek için dükkanın kapısını aralamış. " Kömürcü, kömürcü! " diye sesleniyorum, soğuk çalığı ve kof sesimle, duman bulutlanria gömülerek. "Ne olur, kömürcü, bi­ raz kömür ver! Kömür kovam öylesine boşaldı ki, üzerine bi­ nip dolaşabiliyorum. Ne olur, gel yap bu iyiliği! Elime para geçsin, öderim. " Kömürcü elini götürüp kulağına koyuyor. Şöminenin önünde­ ki sırada oturmuş örgü ören karısına, "Yanlış duymuyorum ya? " diye soruyor omuzlan üzerinden. "Yanlış duymuyorum­ ya? Bir müşteri." " Ben bir şey işitmiyorum," diyor kansı; elinde iğler, sakin sa­ kin soluyor; sırtında tatlı bir sıcaklık. "Evet, evet," diye sesleniyorum ben, "evet benim, eski bir müşteri; sadık, vefalı; ne var ki, şu günlerde parasız. " " Hanım! " diyor kömürcü. "Biri, biri olacak, bu kadar da yanı­ lamam herhalde; beni bu kadar duygulandıracak gibi konuşa­ bildiğine göre, eski, çok eski bir müşterimdir sanının. " " Ne oluyor sana da böyle, Bey? " diyor kadın ve bir an işine ara vererek örgüsünü göğsüne bastırıyor. "Hiç kimseler yok, so­ kak bomboş, bütün müşterilerimiz aldı alacağını, dükkanı ka­ payıp günlerce rahatımıza bakabiliriz. " " Ama durun canım, ben burada kovanın üzerinde oturuyo­ rum, " diye sesleniyorum ve soğuğun duygusuz gözyaşları göz­ lerimi perdeliyor. "Ne olur, başınızı kaldırın da bakın şöyle, beni hemen göreceksiniz. Bir kürek dolusu kömür rica ediyo­ rum; ama yok iki kürek dolusu verirseniz, beni fazlasıyla mut­ lu kılarsınız. Nasıl olsa öbür müşterilerin hepsi aldı alacağını. Oh, şimdiden kömürlerin kova içinde takırdadığını duyar gibi­ yim. " 283 " Geliyorum, " diyor kömürcü ve kısa bacaklarıyla bodrum merdivenlerinden çıkmaya davranıyor; ama hemen yanında beliren karısı, kolundan sımsıkı kıvrayıp diyor ki: " Hayır, git­ meyeceksin bir yere, inatçılığından vazgeçmezsen, ben çıkıp bakarım yukarı. Bu geceki öksürmelerini düşün, neydi o? Ama sen kalkmış, bir iş, belki de hayali bir iş için karını, çocuğunu unutuyor, ciğerlerini feda etmek istiyorsun. Sen kal, ben gidip bakayım. " "O zaman depomuzdaki bütün çeşitleri söyle ona! Fiyatlarını ben sana seslenirim. " - " Peki, peki! " diyor kadın ve sokağa çıkıyor. Kuşkusuz hemen görüyor beni. " Hanımefendi­ ciğim! " diyorum ben. "Derin saygılarımı sunarım. Hepsi bir kürek kömür, hemen şuracıkta kova içine, kendim eve taşırım, en kötüsünden bir kürekçik. Elbet kuruşu kuruşuna ödeyece­ ğim, ama hemen değil, hemen değil. " Bu iki sözcük " hemen değil " nasıl da bir çan sesi gibi yankılanıyor ve akşam vakti ya­ kındaki bir kiliseden gelen çan seslerine nasıl da zihinleri bu­ landırarak karışıyor. - " Ne istiyormuş bakalım? " diye sesleniyor kömürcü aşağıdan. " Hiç! " diye yanıtlıyor kadın. " Hiç kimse yok ki! Ne bir şey gö­ rüyor, ne bir şey işitiyorum. Saat altı; kilisenin çanları çalıyor, o kadar! Biz de kapayalım dükkanı artık, fena ayaz var, yarın da sanırım çok işimiz olacak." Kadın ne bir şey görüyor ne bir şey işitiyor; ama yine de keme­ rini çözüp önlüğünü sallayarak beni oradan kaçırmaya bakı­ yor. Yazık, başarıyor da. İyi bir binek atının tüm üstünlükleriy­ le donatılmış kovam; ancak, karşı koyma gücünden yoksun; bir kadın önlüğü ona tabanları kaldırtıyor. Kadın dükkana doğru yönelip yan küçümser, yan memnun, eliyle havayı döverken, " Seni hain kadın, seni ! " diye haykırı­ yorum. " En berbat kömürden bir kürek rica ettim de verme­ din. " Böylece yükselip buzulsu bölgelere yöneliyor, bir daha görünmemek üzere izimi kaybettiriyorum. 284 ÖLÜMSONRASI ÖYKÜLERİ Bu bölümde Max Brod'un ölümünden sonra dostu Kafka'nın bıraktıgı kagıtlardan çıkarıp yayınladıgı bütün öyküler ele alın­ makta. Ölümsonrası yazıların bir bölümü bugün Oxford'daki Bodleian kitaplıgında ödünç olarak (krş. Malcolm Pas/ey, Franz Kafka'nın manuskrileri. Description and Select lnsdita. Çıktıgı yer: Modern Language Review 57, 1962, s. 55-59), bir bölümü de lsrail'de bulunmaktadır. Kafka okuyucuya sunulan bu kitaptaki metinlerin büyük bir bölümünü oktav defterleriyle diger kagıtlara yazmıştır; bunlar günümüzde Bodleiana kitaplı­ gında saklanmakta ve Malcolm Pas/ey tarafından tanımlanmış bulunmaktadır (Kafka-Symposion, 1965, s. 75 vd.). Kafka'nın ölümsonrası yazılarının yöneticisi Max Brod, dostu­ nun ikisi dışında bizim bu baskıya alınmış öykülerini aşagıdaki kitaplarda toplamıştır: Çin Seddinin inşasında. Ölümsonrası yazılar içinden alınmış, şimdiye kadar basılmayan öyküler. Hazırlayan: Max Brod ve Hans Joachim Schoeps. Berfin: Kiepenhauer 1931, 266 s. - On dokuz öykü içermektedir. Kısaltma: ChM. Bir Savaşın Tasviri. Ölümsonrası yazılarından öyküler, eskiz­ ler, özdeyişler. Baskıya hazırlayan: Max Brod. Frankfurt: S. Fischer 1954. - Sonradan genişletilerek içindeki öyküler yirmi dokuza çıkarılmıştır. Kısaltma: B 3954. 287 BiR SA VAŞJN TASViRi BİR SAV AŞIN TASVİRİ Ve giysiler içinde insanlar Gezerler sallanarak çakıl yolda Üzerlerinde gökyüzü kocaman Uzaktaki tepelerden Uzaktaki tepelere uzanan 1 Saat on iki sularında ilk birkaç kişi ayağa kalktı, birbirleri önünde eğilip birbirlerine ellerini uzattılar, pek güzeldi dedi­ ler, sonra giyinmek üzere büyük kapı boşluğundan hole geçti­ ler. Evin Hanımı orta yerde durmuş çevik reveranslar yapıyor, etekliğindeki göz alıcı pliler salıncak gibi sağa sola gidip geli­ yordu. Ben küçücük bir masada oturmuş - gergin ve ince üç ayağı var­ dı masanın -, o anda üçüncü kadehçik benediktiner'imi<"> yu­ dumluyor, gözlerimi kendi elimle seçerek tabağıma yığdığını kurabiyeler ve pastalar üzerinde dolaştırıyordum. Bir de bak­ tım, benim yeni Tanış, kendini koyvermiş ve saçı sakalı biraz birbirine karışmış, bitişik bir odanın kapısında göründü; ben başımı çevirmek istedim, çünkü bana göre bir şey yoktu orta­ da. Ama Tanışım doğru yanıma geldi ve benim neyle vakit ge­ çirdiğime bakıp dalgın dalgın gülümsedi. Size gelmemi bağış­ layın, dedi. Şimdiye kadar benimkisiyle baş başa bitişik oda­ ların birinde oturdum. Ta saat on buçuktan beri. Hey be bira­ der, böyle nefis bir gece geçirmedim ömrümde. Biliyorum, ya­ kışık almaz size bunu anlatmam, çünkü birbirimizi pek tanımı­ yoruz. Öyle değil mi, bu akşam merdivenlerde karşılaştık, aynı 11 11 11 ( "' ) Bir çeşit likör. (Ç.N.) 289 BiR SA VAŞIN TASViRi evin konukları olarak bir iki laf ettik, hepsi o kadar. Ama şu anda - ne olur - bağışlayın beni - mutluluğumu içimde tutamı­ yorum, çaresiz kaldım. Hani burada kendilerine açılabileceğim başka tanıdıklar da göremediğimden - " Üzülerek kendisine baktım - ağzımdaki meyveli pastanın pek tadı yoktu - ve alttan, hoş bir kırmızılığa bürünmüş yüzüne doğru, "Tabii, " dedim, "size güvenilir biri görünmem beni se­ vindirdi, ama bana açılmış olmanızdan da memnun değilim. Böyle şaşkın durumda bulunmasaydınız, siz kendiniz de, tek başına oturmuş içkisini yudumlayan birine bir kızın sevgisin­ den dem vurmanın yersizliğini hissederdiniz. " Ben bunu söyleyince, birden oracıktaki sandalyeye çöktü, ar­ kasına yaslanıp kollarını sarkıttı, sonra dirseklerini sivriltip ge­ riye aldı onları ve hayli yüksek sesle kendi kendine konuşma­ ya başladı: " Daha demin o odada biz bizeydik Annerl'le. Ve onu öptüm, öptüm - onu - ağzından - omuzlarından öptüm. Aman Tannın, aman Tanrım! " Bizim tarafta biraz daha ateşli bir söyleşinin kokusunu alan ko­ nuklardan birkaçı, · bir yandan esneyerek, sandalyelerini bize doğru yaklaştırdı. Bu yüzden ayağa kalkıp, herkesin işitebile­ ceği gibi: " Pekala, madem istiyorsunuz geliyorum sizinle, " dedim, Ama bakın, yine söylüyorum, şu kış günü, üstelik geceleyin Lauren­ ziberg'e(•) çıkmak deliliktir. Hem hava ayazladı; az buçuk kar da var ortalıkta, dışarıda yollar şimdi paten alanları gibidir. Ar­ tık siz bilirsiniz. 11 1 1 İlkin hayretle bana bakıp ıslak dudaklarla ağzını açtı; ama son­ ra, hemen yakınımıza gelip yerleşmiş baylan görerek güldü ve ayağa kalkıp: (*) Bir tepenin adı. (Ç.N.) 290 BiR SA VAŞIN TASViRi " Yo yo, serin hava iyi gelir, " dedi, "giysilerimiz ateş ve duman­ la dolu. Hem ben de pek içmiş değilim ama, nihayet biraz sar­ hoş sayılının. Eh, şimdi hoşça kalın deyip gidebiliriz. " Böylece Evin Hanımına vardık. Benim Tanış elini öpünce, "Bugün ne kadar da mutlu görünüyorsunuz, sevindim doğru­ su, " dedi kadın. Bu sözlerdeki iyi yüreklilik benim Tanışı duygulandırmıştı, tu­ tup bir kez daha kadının elini öptü; bunun üzerine gülümsedi kadın. Tanışımı çekip götürmek zorunda kaldım. Holde bir hizmetçi kız bekliyordu, ilk kez görüyorduk kendisini. Paltola­ rımızı tuttu, sonra merdivenleri aydınlatmak üzere eline küçük bir lamba aldı. Çıplaktı boynu, yalnızca alt kısmı kadife bir ya­ kalıkla sarılmıştı; bol bir giysi içinde vücudu eğik duruyor, lam­ bayı yere doğru tutarak önümüz sıra merdivenlerden inerken ikide bir gerilip uzanıyordu. İçtiği şaraptan al aldı yanakları. Merdiveni baştan aşağı aydınlatan lambanın güçsüz ışığında dudakları titriyordu. Merdivenin sonuna gelince, lambayı bir basamağın üzenne bıra­ kıp benim Tanışa doğru bir adım attı, onu kucaklayıp öptü ve öy­ lece, kucaklar durumda kaldı. Ancak ben eline bir bahşiş tutuştu­ runca, kollarım uykulu uykulu çözüp aldı benim Tanıştan ve ace­ le etmeden evin küçük kapısını açarak bizi gecenin içine saldı. Tekdüze bir aydınlığa gömülmüş ıssız sokağın üstünde, hafif­ ten bulutlu, dolayısıyla daha bir genişlemiş görünen gökyüzün­ de kocaman bir ay vardı. Buz tutmuş karda ancak ufak adım­ larla yürünebiliyordu. Dışarı çıkar çıkmaz, anlaşılan enikonu bir neşeye kaptırmıştım kendimi. Sanki bir dostum köşeyi dönmüş de kayıplara karış­ mış gibi sokaktan içeri bir isim haykırdım. Sıçrayıp havaya fır­ lattım şapkamı ve çalımlı bir pozla yeniden yakaladım. Tanışım hiç oralı olmadan yürüyordu yanı başımda. Başım eğik tutuyor, konuşmuyordu. 291 BiR SA VAŞIN TASViRi Bu tuhafıma gitti; çünkü onu evdeki topluluk içinden dışarı çı­ kardım mı, sevincinden çılgına döneceğini düşünmüştüm. Eh, şimdi ben de biraz ağır davranabilirdim. Onu coşturup neşe­ lendirmek ister gibi sırtına şöyle bir vurmuştum ki, takındığı tavrı birden anlayamaz olup geri çektim elimi. Şimdilik bana gerekmediğinden tutup ceketimin cebine soktum. Böylece sus pus yürümeye koyulduk. Adımlarımızın çıkardığı sese dikkat ediyor, Tanışıma nasıl bir türlü ayak uyduramadı­ ğımı anlayamıyordum. Oysa hava açıktı, çok iyi görebiliyor­ dum bacaklarını. Öte yandan, yer yer bir pencereye yaslanmış, bizi izleyenler vardı. Ferdinand Sokağı'na geldiğimizde, bak­ tım, Tanışım " Dolar Prensesi " operetinden bir melodi mırıl­ danmaya başladı. Yavaşçacık hani; ama ben çok iyi işitiyor­ dum. Bu da nesiydi? Bana hakaret etmek miydi amacı? Bu müziğe senin olsun demeye, üstelik bütün gezintiden vazgeç­ meye o saat hazırdım. Öyle ya, ne diye konuşmuyordu benim­ le? Beni gereksinmiyordu da ne demeye rahatımı bozdu, beni sıcacık odada likörümün ve çerezimin başında bırakmadı. Doğrusu bu gezinti için can atan ben değildim. Hem ben tek başıma da çıkıp gezebilirdim. Ama işte bir toplantıda bulun­ muş, nankör bir genci mahcup olmaktan kurtarmıştım ve şim­ di de ay ışığında dolaşıp duruyordum. Bu da mümkündü işte. Bütün gün daire, akşam toplantı, gece de sokaklar ve hepsi ka­ rarınca. Bir kez doğallığı içinde sınırsız bir yaşam! Ne var ki, Tanışım henüz arkadan geliyordu; hatta geride kal­ dığını anlayınca adımlarını açtı. Hiçbir şey konuşmuyorduk; seğirtiyorduk da denemezdi. Ama ben, acaba bir yan sokağa sapsam daha iyi etmez miyim, diye geçirdim içimden; nihayet onunla bir gezinti yapmak zorunda değildim. Tek başıma kal­ kıp eve gidebilirdim, kimse beni bundan alıkoyamazdı. Eve varır, Tanışımın nasıl bizim sokağın ağzından hiçbir şey­ den habersiz geçip gittiğine bakardım. Sağlıcakla kal, sevgili Tanışım! Odama ayak atınca bir sıcaklık karşılar beni, masa292 BiR SA VAŞIN TASViRi mm üzerinde duran demir ayaklı lambayı yakar ve işim bitti mi, lime lime şark halısı üzerindeki koltuğa kurulurdum. Ne güzel düşler! Neden olmasındı yani? Peki sonra? Sonrası yok. Sıcacık odada koltuktayım, lamba göğsümü aydınlatmaktadır. Böylece giderek serinler; üzerine resimler çizilmiş duvarlar arasında ve arka duvardaki altın yaldız çerçeveli aynaya çapraz yansıyan döşemenin üzerinde tek başıma saatler geçirirdim. Ayaklanın yorulmuş ve artık ne olursa olsun eve vanp yatağı­ ma uzanmaya karar vermiştim ki, ayrılırken Tanışıma veda et­ sem mi, etmesem mi diye duraksadım. Ama veda etmeden git­ memi çekingenliğim, sesimi yükseltip veda etmemi de bitkinli­ ğim engelliyordu. Bu yüzden durdum; bir evin duvarına ay ışı­ ğı vurmuştu, duvara yaslanıp beklemeye başladım. Tanışım yoldan ayrıldı, sanki kendisini kucaklayıp tutmam ge­ rekiyormuş gibi hızla üzerime doğru geldi. Aramızda besbelli benim unutmuş olacağım bir anlaşmaya uyarak gözlerini kırptı. " Ne var, ne var? " diye sordum. " Yok bir şey, canım! " dedi. "Şu holde beni öpen hizmetçi ko­ nusunda düşüncenizi soracaktım, o kadar. Kimin nesi kuzum bu kız? Onu daha önce bir yerde gördünüz mü? Hayır mı? Ben de öyle. Gerçekten bir hizmetçi mi acaba? Önümüz sıra mer­ divenlerden iniyordu ya, daha o zaman size sormak istemiş­ tim . " " Bir hizmetçi, üstelik birinci sınıf bir şey olmadığını, kırmızı el­ lerini görür görmez anlamıştım; bahşişi avucuna tutuşturunca da cildinin sertliğini hissettim. 11 " Ama cildinin sertliği kızın epeydir bu meslekte çalıştığını gös­ terir yalnız, ki buna benim de bir diyeceğim yok. 11 " Belki haklısınız. O ışıkta her şey seçilebilecek gibi değildi. Bilmem ama, yüzü tanıdığım yaşlıca bir subay kızını anımsatır gibi oldu. " 293 BlR SA VAŞIN TASVJRJ " Bende böyle bir izlenim uyanmadı, " dedi Tanışım. "Bu, benim eve gitmeme engel değil; vakit geç, yarın sabah da­ irede bulunmam gerekiyor; dairede pek uyunmaz da. " Böyle deyip veda için elimi uzattım. " Öf, ne soğuk el! " diye yükseltti sesini Tanışım. "Böyle bir el­ le eve gitmek istemezdim. Siz de kendinizi öptürmeliydiniz, azizim, bu bir kayıp. Şey, bunu giderebilirsiniz ileride. Ama uyumak? Böyle bir gecede? Ne diyorsunuz, kuzum? Düşünse­ nize bir, insan tek başına yatakta yattı mı, nice mutlu düşünce­ ler boğulup gider yorgan altında ve nice mutsuz düşler yorgan altında pişirilip kotarılır. " " Ne boğup attığım, ne pişirip kotardığını bir şey var benim. " "Bırakın Allah aşkına, adamı güldürmek için birebirsiniz. " Ge­ ne yürümeye koyulmuştu Tanışım. Farkında olmaksızın arka­ sından gittim, çünkü söyledikleri kafamı kurcalıyordu. Sözlerinden, Tanışımın bende belli bir şeyin varlığını tahmin ettiğini çıkarır gibi olmuştum. Tahmin ettiği şey bende her ne kadar yoksa da, Tanışımın var sanması, beni onun gözünde saygın biri yapıyordu. İyi ki kalkıp eve gitmemiştim. Kim bilir, belki şimdi yanımda, ağzından soğukta dumanlar salarak hiz­ metçi kızlan düşünen bu adam, böyle bir şeyi hak etmemi bek­ lemeden bana başkaları önünde değer verebilecek biriydi. Al­ lah vere de kızlar onu yoldan çıkarmasaydı. Onu öpüp sıkabi­ lirler; bu kızların kuşkusuz ödevi, onun ise hakkıdır; ama ben­ den kaçırmamalıydılar onu. Çünkü Tanışımı öpüyorlar mı, is­ tenirse beni de biraz öperlerdi şöyle, hani ağız ucuyla; ama onu kaçırdılar mı, benden çalmış olurlardı. Oysa Tanışımın her va­ kit benim yanımda kalması gerekiyor, her vakit; ben olmazsam onu kim korur. Çünkü öylesine aptal ki ! Şubat ayında, gel La­ urenziberg'e gidelim deyin, koşar gelir sizinle. Sonra, ya şimdi düşüverirse? Ya üşütür, ya kıskanç adamın biri Postane Soka­ ğı'ndan çıkıp üzerine çullanırsa? O zaman nice olur halim? 294 BiR SAVAŞIN TASViRi Dünya başıma mı yıkılsın o zaman? Görürüz bakalım, yo, elimden kurtulamaz artık. Yann Froylayn Anna ile konuşacak Tanışım; ilkin kuşkusuz rastgele konular üzerinde; ama birden daha çok içinde tutama­ yıp söyleyecek: " Dün gece, Annacığım, biliyor musun, bizim toplantıdan sonra öyle bir adamla beraberdim ki, vallahi hiç da­ ha bunun gibisine rastlamamışsındır. Öyle bir adam ki, nasıl an­ latayım, sağa sola sallanır bir sırık gibi, tepede de kara kıllı bir kafa. Vücudu bir alay san soluk kumaş parçacığıyla donanmıştı ve bunlar bedenini tümüyle örtüyordu; çünkü dün geceki esinti­ siz havada hiç oynamadan dümdüz duruyordu hepsi. Ne o, An­ nacığım, için mi bulandı? Öyleyse suç benim, iyi anlatamadım demek. Yanımda o çekingen yürüyüşünü bir görecektin! Sevda­ lı halimi sezip, ki bunu anlamak işten değildi, beni böyle bir du­ rumda rahatsız etmemek için epey önümden tek başına yürüyü­ şünü bir görecektin! Sanının, Annacığım, biraz güler, biraz da korkardın; ama ben onun yanımda bulunuşuna sevindim doğru­ su. Çünkü sen neredeydin, Annacığım? Yatağında; ve Afrika se­ nin yatağından daha uzak değildi. Ama kimi zaman da, vallahi, yassı göğsüyle soludu mu, yıldızlı bir göğün inip kalktığını görür gibi oluyordum. Sanıyorsun ki, abartıyorum. Hayır, Annacığım, senin olan ruhum üzerine yemin ederim ki, hayır! " Bana gelince - o anda Franzens Rıhtımı'na doğru ilk adımları­ mızı atıyorduk - böylesi bir konuşma sırasında duyması gere­ ken utancın en ufak bir parçasından Tanışımı kurtarmaya kalkmıyordum. O anda birbirine karışıyordu düşüncelerim, çünkü Moldau(•) ile karşı yakadaki semtler aynı karanlık için­ de serilmiş yatıyordu. İleride birkaç ışık yanıyor ve kendilerin­ den tarafa bakan gözlerle oynuyordu. Aradaki yolu geçerek ırmağın korkuluğuna vardık ve burada durduk. Ben bir ağaç bulup yaslandım. Sudan doğru soğuk bir esinti geldiğinden, eldivenlerimi geçirdim elime. Gece ırmak (•) Elbe Irmağı'nin bir kolu. (Ç.N.) 295 BiR SA YAŞIN TASViRi başında dikilince, çokluk yapıldığı gibi durup dururken iç ge­ çirdim, ama sonra yürüyüşümü sürdürecek oldum. Ne var ki, Tanışım suya bakıyor ve kımıldamıyordu. Derken daha çok so­ kuldu korkuluğa; ayakları demir çubuklara dayandı. Dirsekle­ rini korkuluğa yaslayıp alnını ellerine gömdü. Peki sonra? Son­ ra ben üşüyordum, paltomun yakasını kaldırmadan yapama­ dım. Tanışım ansızın gerindi; sırtı, omuzlan ve boynu hep bir­ den katıldı bu devinime; gergin kolları üzerinde dinlenen vücu­ dunun üst kısmı korkuluktan dışarı taştı. " Anılar, değil mi? " dedim. " Daha anımsamanın kendisi üzücü, kaldı ki içeriği ! Kendinizi böyle şeylere kaptırmayın, size göre, bana göre değil bu. Böylelikle insan - hani gün gibi ortada bir şey - içinde bulunduğu durumu zayıflattığı gibi, öncekini de güçlendiremez; daha önceki durum güçlendirilmeyi gereksin­ mez ya, o da başka. Siz sanıyor musunuz, benim yok anılarım? Oh, sizin bir tek anınıza karşılık hatta on tane. Örneğin, şimdi nasıl L.'de, bir sıranın üzerinde oturduğumu anımsayabilirim: Geceydi; sonra ırmak kıyısında. Elbet yazın. Ve adet edinmi­ şimdir, böyle geceler bacaklarımı karnıma çekip ellerimle sara­ rım. Başımı sıranın tahta arkalığına yaslamıştım, öyle ki karşı sahilin bulutlu tepelerini görüyordum. Sahildeki otelden ince bir keman sesi geliyor, her iki kıyıdan, arada bir, ışıl ışıl du­ manlarla sürülüp götürülür gibi trenler geçiyordu. " Tanışım sözümü keserek ansızın arkasına döndü, beni bala orada gördüğüne adeta şaşırmıştı. " Oh, daha bir sürü şey anla­ tabilirdim! " diye ekledim ve sustum. " Düşünün bir, hep böyle oluyor, " diye başladı Tanışım. "Bu geceki toplantıdan önce ufak bir gezinti yapacaktım, merdi­ venlerden inerken ellerimin manşetler içinde nasıl sağa sola sallandığını görerek şaşmaktan kendimi alamadım; bir de ne­ şeli sallanıyorlardı ki! Hemen düşündüm: Dur hele, dedim, bu­ gün bir şey olacak. Nitekim oldu işte. " Son sözleri söylerken yürümeye başlamıştı, gülümseyerek gözlerini açıp bana baktı. 296 BiR SA VAŞIN TASViRi Demek işi buraya kadar vardırmıştım. Bana böyle şeyler anlat­ maktan çekinmeyecek, öte yandan gülümseyip gözlerini aça­ rak beni süzecekti. Bense, bense kolumu omuzlarına koyup bana hiç gereksinim duymayışım ödüllendirmeye kalkarak gözlerinin içini öpmeyeyim diye kendimi tutacaktım. Ama en kötüsü, bunun da artık zararı dokunamazdı bana, çünkü hiçbir şeyi değiştiremezdi. Değil mi ki gitmem, hemen şimdi kesinlik­ le gitmem gerekiyordu. Hiç değilse biraz daha Tanışımın yanında kalabilmek için tez elden bir çare arıyordum ki, aklıma geldi: Belki de uzun boy­ luluğum Tanışımın hoşuna gitmeyebilir, kendisini benim ya­ nımda pek ufak tefek görebilirdi. Bu düşünce beni öylesine ra­ hatsız etti ki - kuşkusuz gecenin hayli geç vaktiydi, yolda kim­ selere rastlamıyorduk -, yürürken ellerim dizlerime değene ka­ dar sırtımı kamburlaştırdım. Ama Tanışım niyetimi sezmesin diyerek yavaşçacık değiştirdim durumumu, dikkatini üzerim­ den başka tarafa çekmeye çalıştım, hatta onu bir ara ırmaktan yana döndürdüm, elimi uzatıp Schützeninsel'in(•) ağaçlarını ve köprünün ırmakta yansıyan lambalarını gösterdim. Ama Tanı­ şım, birden dönerek bana baktı - ben bu bakışa henüz hazır de­ ğildim - ve dedi ki: " Hoppala, bu da nesi? İki büklüm olmuşsu­ nuz! Ne yapıyorsunuz öyle?" - " Çok doğru, " diye yanıtladım ben; başım aşağıda, pantolonunun dikiş yerindeydi, bu yüzden doğru dürüst yukarı bakamıyordum. " Keskin bir gözünüz var. " " Haydi bakalım! Doğrulun şöyle! Bırakın şu saçmalıkları ! " " Hayır! " dedim ben, hemen burnumun ucuna, yere bakarak. "Nasılsam öyle kalacağım. " " Hani şunu söyleyelim ki, insanı kızdırmak için birebirsiniz. Boşu boşuna burada durmak da ne oluyor yani! Haydi, bu işe bir son verin artık! " " Nasıl da bağırıyorsunuz! Şu sessiz gecede! " (*) Bir ada. (Ç.N.) 297 BiR SA VAŞIN TASViRi " Vallahi, siz bilirsiniz, " diye ekledi. Biraz sonra da: " İkiye çeyrek var, " dedi. Belli ki değirmen kulesinin saatine bakmıştı. Birden, saçlarımdan tutup yukarıya çekmişler gibi doğruldum. İçimdeki heyecan sanki çıkıp gitsin diye bir an açık tuttum ağ­ zımı. Onu anlıyordum, beni başından savmak istiyordu. Yanın­ da bana bir yer yokmuş, hani varsa da bulunur gibi değilmiş. Şey, hem ben neden yanında kalmaya bu kadar can atıyormu­ şum. Hayır, çekip gitmeliymişim işte - hem de o saat -; beni şu anda bekleyen akrabalarıma, dostlarıma. Ama akrabalarım, dostlarım bulunmuyorsa, o vakit başımın çaresine elbet tek ba­ şıma kendim bakmalıymışım (sızlanıp yakınmak neye yarar). Ne var ki, buradan çekip gitmekte geç kalmamalıymışım, çün­ kü onun yanında artık hiçbir şey yardımıma koşamazmış, ne boyum bosum, ne iştahım, ne de soğuk elim. Yok ama gitme­ yip de kalmayı düşünüyorsam, o zaman tehlikeli bir düşüncey­ miş bu. " Söylediklerinize karnım tok," dedim ve yalan da değildi bu. " Hele şükür doğrulabildiniz. Ben yalnız dedim ki, ikiye çeyrek var, o kadar. " " Peki, peki! " diye yanıtladım, iki parmağımın tırnaklarını ta­ kırdayan dişlerimin aralarındaki boşluklara soktum. "Bana söylediklerinize karnım toktu, nerde şimdi bir açıklamanıza gereksinim duyayım. Anlayacağınız, merhametinizden başkası gerekli değil bana. N'olur, sözlerinizi geri alın! " " İkiye çeyrek olduğunu mu? Hay hay, hele saat ikiye çeyrek kalayı da geçtiğine göre. " Sağ kolunu kaldırıp elini çırptı ve manşet zincirinin kastanyet sesine kulak kabarttı. Artık besbelli cinayetteydi sıra. Ben onun yanında kalacaktım, o ise şimdi cebinde sapından kavradığı bıçağı ceketi boyunca 298 BiR SA VAŞIN TASViRi yukan kaldırıp bana yöneltecekti. Bu işin kolaylığına şaşması olasılık dışıydı, ama belki şaşardı, kim bilir. Ben bağırmayacak, gözlerim dayanabildiği süre kendisine bakacaktım, o kadar. " E ? " dedi Tanışım. Uzaktaki siyah camlı bir kahvenin önünde, bir polis memuru, bir kayakçı gibi kaldırım üzerinde kayıp gidiyordu. Kaymasını zorlaştırdığını görünce eline aldı meçini, epey bir yol gittikten sonra adeta bir yay çizip durdu. Derken sevinç çığlıkları ata­ rak, kafasında ezgiler, yeniden buzlar üzerinde sürüklenmeye başladı. İşte pek yakında işlenecek bir cinayetten iki yüz met­ re ötede yalnızca kendini görüp işiten. bu polis memurudur ki, bir çeşit korku saldı içime. Kendimi ister bıçaklatayım, ister kaçayım, her iki durumda da işimin bitik olduğunu anladım. Madem öyle, koşup kaçarak kendimi uzun boylu, dolayısıyla daha acılı bir ölümün eline teslim etmem doğru sayılmaz mıy­ dı? Böyle bir ölümün üstünlüğünü kanıtlayan o.edenlerden ha­ berim yoktu o anda; ancak elimdeki son anı ilgili nedenleri araştırmakla geçiremezdim. Bunun zamanı ileride ·gelecekti, hele bir karanını vereyim de; ve kararımı vermiştim. Kaçacak­ tım ve bu pek kolay gerçekleşecekti. Az sonra o sola, Kari Köprüsü'ne kıvrılırken, ben sağdaki Kari Sokağı'na atacaktım kendimi. Sokak eğri büğrüydü ve karanlık kapıları, henüz açık meyhaneleri içeriyordu. Umudumu yitirmemeliydim. Rıhtımın sonuna gelip kemerli kapıdan geçerek Kreuzheren Alanı'na çıkar çıkmaz, kollarımı kaldırarak o sokağa daldım. Ama işte Seminar Kilisesi'nin küçük bir kapısının önünde tö­ kezleyip düştüm, beklemediğim bir basamak çıkmıştı karşıma. Biraz gürültü oldu, en yakın fener epey uzaktaydı; karanlıkta yatakaldım. Şişman bir kadın, elinde küçük bir lamba, ne olup bittiğine bak­ mak üzere karşı tavernadan çıktı. İçeriden gelen piyanonun se­ si hafifledi, tek elle ça_lınmaya başlamıştı şimdi ve piyanoyu ça­ lan kapıdan yana dönmüştü. Ceketinin düğmeleri boydan boya 299 BiR SAVAŞIN TASViRi iliklenmiş bir adam, tavernanın aralık kapısını ağzına kadar aç­ tı, sonra bir tükürük attı sokağa; kadını tutup öylesine sımsıkı bağrına bastırdı ki, kadın lambayı kollamak için yukarı kaldır­ dı. " Yok bir şey canım! " diye seslendi adam, içeriye doğru. Bu­ nun üzerine dönüp yine meyhaneye girdiler ve kapı kapatıldı. Bir ara kalkayım dedim, tekrar yuvarlandım. " Yerler de cam gibi! " diye söylendim kendi kendime ve dizimde bir sızı duy­ dum. Ama öte yandan, meyhanedekilerin beni görmedikleri­ ne, dolayısıyla bulunduğum yerde ortalık ağarana kadar rahat rahat yatıp kalkabileceğine seviniyordum. Tanışım, anlaşılan yanından ayrıldığımı fark etmeden köprüye kadar gitmişti; çünkü ancak bir süre sonra dönüp geldi. Bana doğru eğilip - yalnızca boynunu bir sırtlan gibi tümüyle eğmiş­ ti sanki - şakak kemiklerimin üzerinde yumuşak elini aşağı yu­ karı gezdirdi ve sonra alnıma koydu: " Canınız acıdı, değil mi? Eh, yerler buz, dikkatli olmak gerek; siz kendiniz böyle deme­ miş miydiniz bana? Başınızda ağrı var mı? Yok mu? Anladım, diziniz. Evet. Bakın bu fena! " Ama beni tutup kaldırmayı da düşündüğü yoktu. Başımı sağ elime dayadım; dirseğim kaldırım taşlarından birinin üzerinde duruyordu. " İşte," dedim, "gene bir araya geldik. " Ve yine içimde o korku uyandığından, iki elimi de bacaklarına dayaya­ rak kendisini başımdan uzaklaştırmak istedim. " Git be, git be! " dedim. Elleri ceplerindeydi; ilkin boş sokağa, sonra Seminar Kilise­ si' ne, ardından başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Nihayet, biti­ şik sokakların birinden tangur tungur bir araba sesi işitince be­ ni anımsadı: " Peki ama, neden konuşmuyorsunuz, azizim? Kendinizi yoksa iyi hissetmiyor musunuz? Ne diye sanki doğ­ rulup kalkmıyorsunuz ayağa? Bir araba bakayım mı, ha? İster­ seniz şu karşı meyhaneden biraz şarap alıp geleyim. Yo, bura­ da, bu ayazda kalamazsınız. Hem Laurenziberg'e çıkacaktık hani ? " 300 BiR SAVAŞIN TASViRi "Tabii, tabii! " dedim ben, kendi kendime, ama işte öylesine bir acıyla doğrulup kalktım. Kalkar kalkmaz da sallanmaya başladım ve dengemi koruyabilmek için gözlerimi hiç sağa so­ la oynatmadan Dördüncü Karl'ın heykeline diktim. Ne var ki, boynunda siyah kadifeden bir yakalık taşıyan bir kızın tutkuy­ la değilse de sadakatle beni sevdiğini aklıma getirmeseydim, bunu yapmam da para etmeyecekti. Sonra, ayın ışığını benim üzerime de yollaması bir incelikti doğrusu. Alçakgönüllülük­ ten köprü kulesinin kemeri altına gidip dikilecektim ki, ayın her şeyi aydınlatmasının pek doğal olduğunu düşündüm. Do­ layısıyla, mehtabın tastamam zevkine varabilmek için sevinç­ le açtım kollarımı. Tembel kollarımq yüzme devinimleri yap­ tırarak acısız ve zahmetsiz ilerlemeye koyulunca, üzerime bir hafiflik geldi. Bunu sanki önceleri ne diye hiç sınamamıştım! Başım serin havada dinleniyor, özellikle sağ dizim en önde uçup gidiyordu ve tık tık vuruşlarla dizime övgümü belli etme­ ye çalışıyordum. Derken, Allah bilir hala altımda yürüyen bir Tanışla az önce yıldızımın pek barışmadığını anımsadım. Bü­ tün bu işte beni sevindiren tek şey, belleğimin böylesi konula­ rı bile kendisinde tutabilecek kadar güçlü oluşuydu. Ne var ki, uzun boylu düşünemezdim, fazla dibe batmamak için yüzme işini sürdürmem gerekiyordu. Ama ileride bana, kaldırım üze­ rinde herkes yüzer, sözü mü olur bunun demelerini istemedi­ ğim için, çarçabuk köprü korkuluğunun hizasına kadar doğ­ ruldum ve yüze yüze, karşıma çıkan ermiş heykellerinin çev­ resinde dolanmaya başladım. Beşinci heykele gelince - tam o anda belli belirsiz kulaçlar atarak kendimi kaldırım üzerinde tutmaya çalışıyordum - Tanışım elimden yakaladı beni. Der­ ken yine kaldırımda dikilmeye başladım ve dizimde bir sızı duydum. " Her vakit," dedi Tanışım, bir eliyle beni tutup, öbür eliyle Er­ miş Ludmilla'nın heykelini göstererek, " her vakit şu soldaki meleğin ellerine hayranlık duymuşumdur. Bakın Allah aşkına, ne narin eller! Gerçek melek elleri! Hiç bunun gibilerini gör301 BiR SA VAŞIN TASViRi dünüz müydü? Siz görmedinizse ben gördüm, çünkü benim bu akşam öptüğüm eller - " Ama benim için şimdi bir üçüncü yok olma olasılığı daha belir­ mişti: Kendimi bıçaklatmayacak ya da kaçmayacaktım; kendi­ mi yalnızca havaya atarak yapacaktım bunu. Tanışım buyur­ sun, Laurenziberg' e gitsindi; kendisini rahatsız etmeyecektim, kendisini kaçışımla olsun rahatsız etmeyecektim. Ve birden haykırdım: "Ne duruyorsunuz, başlasanıza anlatma­ ya. Artık parça pörçük bir şey dinlemek istemiyorum. Bana her şeyi anlatın, başından sonuna kadar, yoksa dinlemem, söy­ leyeyim size. Ama hepsini duymak için can atıyorum. " Bana baktığını görünce, bağırmayı bıraktım. " Hem ağzımın sıkılığı­ na da güvenebilirsiniz! İçinizde ne var, ne yok, açın bana hep­ sini. Böyle benim gibi ağzı sıkı bir dinleyiciyle karşılaşmamış­ sınızdır. " Sonra, ağzımı kulağına yaklaştırıp usulcacık, " Ve benden de korkmayın! " diye sürdürdüm konuşmamı. " Buna gerçekten hiç gerek yok. " · Onun hala güldüğünü işitiyordum. "Evet, evet! " dedim. " Benden korkmanız gereksiz. Bundan hiç kuşkum yok. " Derken serbest bıraktığı parmaklarımla ba­ caklarını çimdikledim. Ama o bir şey hissetmedi. Bunun üzeri­ ne, "Ne diye sanki bu adamla gidersin?" dedim kendi kendi­ me. "Onu sevip ettiğin söylenemez, nefret de etmiyorsun, çün­ kü tüm mutluluğu bir kıza bağlı, hani kızın sağlam ayakkabı ol­ duğu bile belli değil. Yani bu adamın varlığıyla yokluğu senin için bir - tekrar et - varlığıyla yokluğu bir. Ama tehlikeli de sa­ yılamayacağı anlaşıldı. Yani Tanışınla yürümeni sürdür, git La­ urenziberg'e, çünkü bu güzel gecede bir kez yola düşmüşsün; git, ama konuştur onu ve keyfince eğlenmene bak. Böylelikle kimse duymasın - kendini de hepsinden iyi korumuş olursun." 302 BiR SA VAŞIN TASViRi il EGLENMELER YA DA YAŞAMA OLANAKSIZLIGININ KA�ITLANMASI 1 At Üzerinde Ansızın - sanki ilk kez yapmıyormuşum gibi, şöyle bir yaylana­ rak - Tanışımın omuzlarına sıçrayıp oturdum ve yumruklanm­ la sırtına vurarak onu hafiften tırısa kaldırdım. Gel gelelim ilk anda biraz gönülsüz, paldır küldür yol aldığını ve hatta kimi za­ man durduğunu görüp, daha hızlı il�rlemesini sağlamak için pek çok kez çizmelerimle karnına tekmeler savurdum. Böyle davranmam da semeresini verdi ve bir solukta geniş, ama he­ nüz yapımı tamamlanmamış bir bölgeden içeri girdik. Üzerinde at koşturduğum yol taşlı ve hayli bayırdı; ama böy­ le oluşu hoşuma gitti, yolu tutup daha da taşlı bir bayır duru­ ma soktum. Tanışım tökezledikçe yakasına yapışıp çektim yukarı ve ahlayıp pofladıkça kafasına yumruğumu indirdim. Öte yandan, bu güzel havada atla gezintinin ne denli sağlığı­ ma yararlı olduğunu hissettim ve Tanışımı daha da çileden çı­ karmak için, karşıdan bize doğru uzun süreli darbelerle bir rüzg�r estirdim. Derken omuzlarındaki sıçrayıp hoplamalarımı da aşırılığa var­ dırdım. İki elimle boynuna sımsıkı tutunmuş dururken, başımı alabildiğine geriye attım, benden daha zayıf, rüzg�rda hantal ' hantal sağa sola uçuşan değişik bulutları izledim. Güldüm ve gözüpekliğimden korkup titrer gibi oldum. Ceketim açıldı esen yelde ve beni güçlendirdi. Ellerimi sımsıkı birbirine kenetle­ dim, böyle yapmakla Tanışımı adeta nefes alamaz duruma sok­ tum. Ancak, benim yol kenarında yetiştirdiğim ağaçların dalla­ rıyla gökyüzü yavaş yavaş örtülüp görünmez olunca, aklım ba­ şıma geldi. 303 BiR SA VAŞIN TASViRi " Bilmiyorum! " diye bağırdım kof bir sesle. " Zorla mı, bilmiyo­ rum. Kimse gelmiyorsa, kimse gelmiyor işte. Kimseye bir kö­ tülükte bulunmadım, kimse de bana kötülükte bulunmadı, ama kimse bana yardım etmek istemiyor. Bitip tükenmeyen kimseler! Ama öyle de değil pek. Bana kimsenin yardım elini uzatmayışı fena ancak, yoksa bu hiç kimseler güzel; böyle bir hiç kimseler topluluğuyla bir gezinti yapmayı - niçin olmasındı hani - ne kadar isterdim. Elbet dağlara doğru, başka nereye? Bu hiç kimseler nasıl da birbirine sokulurdu; bir sürü çapraz uzanmış ya da iç içe geçmiş kol, küçücük adımlarla birbirinden ayrılan bir sürü ayak. Tabii hepsi de farklı. Şöyle böyle yürü­ yüp gidiyoruz. Gövdelerimizin ve kollarımızla bacaklarımızın arasından bir rüzgar esiyor. Dağda boyunlarımız özgürlüğe ka­ vuşur. Bir türkü çağırmayışımız şaşılacak şey! " Ansızın düşüverdi Tanışım; baktım, dizinden ağır yaralanmış­ tı. Bundan böyle bana bir yararı dokunamayacağından, dün­ den hazır, onu oracıkta taşlar üzerinde bıraktım. Sonra hava­ dan birkaç atmaca ıslıklayıp indirdim aşağı; atmacalar söz din­ leyerek geldiler, kendisine göz kulak olmak için heybetli gaga­ larıyla Tanışımın üzerine kondular. 2 Gezinti Rahat rahat yürüyüşümü sürdürdüm. Ama bir yaya olarak sarplığının zahmetinden korktuğum için giderek düzledim yo­ lu ve sonunda, ileride bir ovaya doğru alçaldım. Kayalar dile­ diğim gibi gözden kayboldu, rüzgar dindi. Küçümsenmeyecek bir tempoyla ilerliyordum. Yokuş aşağı in­ diğimden başımı kaldırıp vücudumu dikleştirmiş, ellerimi en­ semde kavuşturmuştum. Çam ormanlarını seviyor, hep bu or­ manlar içinden geçiyordum. Suskun ve zevkle yıldızlara baktı­ ğım için, gökte yavaş yavaş her zamanki doğuşlarıyla yıldızlar 304 BiR SA VAŞIN TASViRi doğmaya başlamıştı. Ancak ince uzun bir iki bulut gözüme çarptı; onları da yalnız kendi bulundukları yükseklikte esen bir rüzgar, yayalar için şaşırtmaca olsun diye önüne katmış götü­ rüyordu. Yolumun üzerine, hayli uzağa - arada bizi ayıran bir de ırmak bulunabilirdi -, kocaman yüce bir dağ oturttum; fundalıklarla örtülü doruğu göğe yaslanıyordu. En tepedeki dalların küçük kollarını ve bunların devinimlerini bile açık seçik görebiliyor­ dum. Bu manzara, ne denli sıradan olursa olsun beni bir sevin­ dirdi ki, uzaktaki dağınık çalıların dallarında minik bir kuşa dönüştüm, o anda çoktan dağın arkasında bekleyen ve Allah bilir gecikmeden ötürü kızıp duran ayı doğdurmak aklımdan çıktı. Ama derken ayın doğmak üzere olduğunu müjdeleyen serin parıltı dağın üstünden çevreye yayıldı ve birden ayın kendisi tedirgin bir çalının gerisinden boy gösterdi. Bense bu sırada bir başka yöne bakıyordum, başımı yine önüme çevirip ayın he­ men tüm yuvarlağıyla ansızın karşımda parıldadığını görür görmez kasvetli bakışlarla durakaldım; çünkü bayır aşağı inen yol, beni bu korkunç ay içine götürür gibiydi. Ne var ki, çok geçmeden alıştım aya ve onun ne zahmetle gök­ yüzünde yükseldiğini dalgın dalgın seyrettim. Birbirimize doğ­ ru epey yürüdük, derken bir uyku bastırdı; sanırım alışık olma­ dığım gezintinin verdiği yorgunluğun bir sonucuydu bu. Kısa süre yumuk gözlerle yürümemi sürdürdüm; ellerimi gürültüyle ve düzenli olarak birbirine vuruyor, kendimi ancak böylece uyanık tutmaya çalışıyordum. Ama yolun ayaklarımın altından kayıp gitme tehlikesi gösterip her şey, bencileyin yorgun, gözden silinmeye yüz tutunca, bel­ ki ileride bizi bekleyen geceyi geçirmeye niyetlendiğim yük­ sekteki dağınık çam ormanına vaktinde ulaşmak için, yolun sa­ ğındaki bayırı acele tırmanmaya koyuldum. 305 BiR SAVAŞIN TASViRi Acele de etmek gerekiyordu. Yıldızlar, önlerini kapayan bir bulut falan olmaksızın kararmaya başlamıştı. Ayı da silik soluk görüyordum; sanki çalkantılı bir suya gömülür gibi gökte batı­ yordu. Zifiri bir karanlık şimdiden dağın üzerine çökmüştü. Yol ise, benim bayıra yöneldiğim yerde ufalanıp dökülerek son bul­ muştu. Ormanda yıkılan ağaçlann giderek yaklaşan çıtırtılannı işitiyordum. Hani uyumak üzere hiç vakit geçirmeden yosunlar üzerine atabilirdim kendimi, ama ormanda yerde uyumaya çe­ kindiğimden hemen bir ağacın üzerine tırmandım - kol ve ba­ caklarımın arasından hızla aşağı kaydı ağacın gövdesi -; ağaç da sallanmaya başlamıştı, oysa rüzgar falan yoktu. Bir dalın üzeri­ ne uzanıp başımı ağacın gövdesine dayadım ve o anda keyfim öyle isteyip yarattığım bir sincap dimdik kuyruğuyla dalın titrek ucunda tünemiş sallanırken, ben çarçabuk uykuya daldım. Düşsüz, kendimden geçerek, uyudum. Ne ayın batışı, ne güne­ şin doğuşu beni uyandırdı. Uyanacak gibi oldumsa da, " Dün bütün gün az zahmet çekmedin, ne haram edersin uykunu, " deyip yatıştırdım kendimi ve yeniden uyumaya baktım. Hani düş görmemiştim ama, uykumun gene de sürekli olarak hafiften sekteye uğratılmadığı söylenemezdi. Bütün gece biri­ nin yanı başımda konuştuğunu duymuştum. " Irmak kıyısında bank " , " buluttan tepeler " , " ışıl ışıl dumanlı trenler" gibi tek tek sözler dışında konuşulanları işitmemiş, ancak bunlann ne türlü vurgulandığını algılamıştım. Ve anımsıyorum, uyuyor oluşumdan teker teker söylenilenleri anlayamadığıma sevin­ miş, uykumda sevincimden ellerimi ovuşturmuştum. "Tekdüze bir yaşamın vardı, " dedim, kendimi buna inandır­ mak için bağırarak. " Başka bir yerlere götürülmen inan ki ge­ rekliydi. İşte şimdi memnun kalabilirsin, neşeli bir yer burası. Güneş de doğmak üzere. " Derken güneş çıktı, yağmur bulutları mavi gökte ak ak olup in­ celdi ve giderek ufaldı; ışıldıyor ve şaha kalkıyorlardı. B aktım, ovada bir ırmak. 306 BiR SA VAŞIN TASViRi " Evet, tekdüzeydi yaşamın, dolayısıyla bu eğlenmeyi hak ettin sen," diye sürdürdüm konuşmamı adeta zoraki. " Ama tehlike­ ye de düşmüş değil miydi? " O anda birinin burnumun ucunda göğüs geçirdiğini işittim. Çabucak ağaçtan inmeye davrandım, ama dal da tıpkı elim gibi titriyordu, korkudan kaskatı düştüm yere. Ayaklanın toprağa pek hızlı vurmadı ve hiçbir yerimde ağrı sızı duymadım; ama kendimi öyle güçsüz ve mutsuz hisse­ diyordum ki, dünyanın nesnelerini çevremde görme çabasına katlanamadığımdan yüzümü ormanın zeminine gördüm. Her devinim ve düşünmede bir zorlamanın varlığına, dolayısıyla bunlardan sakınmak gerektiğine kuşkum yoktu; oysa yapıla­ cak en doğal şey, kollar vücuda yapışık, yüz saklı, otlar içinde yatmaktı. Ve o sırada zaten bu pek doğal durumda bulundu­ ğundan sevinmesi için kendi kendimi uyardım; çünkü başka vakit böyle bir duruma gelebilmek bir sürü çabaya, bir sürü adımın atılmasına ve bir sürü söze mal olacaktı. Irmak genişti; gürültülü ve ufak dalgalan ışıl ışıldı. Öbür yaka­ sı da çayır çimenlikti; çayır çimenlik giderek fundalığa dönüşü­ yor, fundalığın arkasında, çok ötelerde, yeşil tepelere doğru uzanan, iki yanı yemiş ağaçlarıyla pırıl pırıl yollar seçiliyordu. Bu manzaraya sevinerek uzandım yere; başlamasından korku­ lan bir ağıda kulaklanmı tıkarken, "Burada seve seve yaşayabi­ lirdim," diye düşündüm. "Burası ıssız ve güzel bir yer. Pek bir gözüpekliğe bakmaz burada yaşamak. İnsan burada da eza ve cefa içindedir, gel gelelim güzel devinme zorunluğu yoktur. Böyle bir şey gerekmez hiç, çünkü burada yalnızca dağlarla ko­ caman bir ırmak bulunuyor; bana gelince, onlara cansız gözüy­ le bakacak kadar Allaha şükür aklım başımda. Evet, akşam üs­ tü tek başıma çayır çimenlik bayır yollarda yalpalarken, dağdan daha öksüz hissetmeyeceğim kendimi; şu kadar ki, ben öksüz­ lüğümü duyacağım. Ama sanırım, bu da geçecektir sonradan." Böylece ilerideki yaşamımla oynuyor ve inatla unutmaya sava­ şıyordum. Öte yandan, gözlerimi kırpıştırarak, işte öylesine 307 BiR SA VAŞIN TASViRi mutlu bir renge boyanmış gökytizüne bakıyordum. Hanidir onu böyle görmemiştim: Derken duygulandım ve gökyüzünü yine böyle görür gibi olduğum kimi günler anımsadım. Kulak­ lanmdan elimi çekip kollanmı açtım, sonra da onlan birden ot­ lar içine bıraktım. Uzaktan birinin belli belirsiz hıçkınk sesi geldi kulağıma. Der­ ken bir rüzgar çıktı; daha önce fark etmediğim kuru yapraklar, kalabalık kümeler oluşturarak hışırtıyla havada uçuşmaya baş­ ladı. Ağaçlardaki henüz ham yemişler, akıllannı oynatmış gibi pat küt yeri dövmeye koyuldular. Bir dağın arkasından çirkin bulutlar çıktı ortaya. Irmağın dalgalan çatırdadı ve rüzgann önünde geriye çekildi. Tez elden ayağa kalktım. Yüreğimde bir sızı vardı; çünkü artık görülüyordu ki, dertli durumumdan sıynlabilmem olur şey de­ ğildi. Bulunduğum yerden aynlmak ve eski yaşamıma kavuş­ mak tizere geri dönmeye davranıyordum ki, şu düşünce geçti kafamdan: " Ne tuhaf, hala zamanımızda kibar kişiler bu yön­ temle ırmağın karşı yakasına geçiriliyor. Eski bir alışkanlık iş­ te, başka nedeni yok. " Başımı salladım, şaşırmıştım. 3 Şişko a Araziye Söylev Karşı kıyıdaki ağaçlar içinden iri yan dört çıplak adam çıktı; omuzlarında bir tahtırevan taşıyorlardı. Üzerine şarklı oturu­ şuyla devcileyin bir adam kurulmuştu. Çalılar arasından, henüz açılmamış. ,bir yoldan götürülüyor, öyleyken dikenli dalları eliyle tutup aralamıyor, devinimsiz gövdesiyle bunları serin­ kanlı yarıp geçiyordu._Vücudunun katmer katmer yağlan sağa sola öylesine bir titizlikle yayılmıştı ki, bütün tahtırevanı kap308 BiR SAVAŞIN TASViRi ladıktan başka, sanmtırak bir halının uçları gibi yanlardan sar­ kıyor, ama yine de rahatsız etmiyordu kendisini. Dazlak kafa­ sı küçüktü ve sarı sarı parlıyordu. Düşünen ve düşündüklerini saklamak zahmetine girmeyen bir kimsenin saf ifadesi vardı yüzünde. Arada bir yumduğu gözlerini her açışında çenesi bu­ ruşup büzülüyordu. " Arazi, düşünürken rahatsız ediyor beni, " diye söylendi usul­ ca. " Hırçın bir akıntıya karşı zincirden köprüler gibi, düşünce­ lerimi bocalatıyor. Güzel bir arazi; güzel olduğu için de seyre­ dilmek istiyor. " " Gözlerimi kapayıp diyorum ki: Ey . ırmak kıyısında yükselip suya taşlan yuvarlanan yeşil dağ, sen güzelsin! " " Ama dağ bu kadarına razı olmuyor; istiyor ki, gözlerimi açıp bakayım ona. " "Ama kapalı gözlerle desem ki: Dağ, seni sevmiyorum, çünkü sen bana bulutları, akşam kızıllığını ve yükselen gökyüzünü anımsatıyorsun, bunlar da işte beni adeta ağlamaklı yapan şey­ lerdir; çünkü küçücük bir tahtırevanda taşındı mı, bunlara dün­ yada erişemez insan. Bana bunları göstermekle, seni düzenbaz dağ, erişebileceklerimi güzel güzel, derli toplu karşıma çıkara­ rak içimi şenlendiren uzaklann manzarasını perdeliyorsun. İş­ te bu yüzden de seni sevmiyorum, su kıyısında yükselen dağ; hayır, seni sevmiyorum. " "Ama gözlerim açık konuşmadım mı, bu konuşmamı da önce­ ki gibi umursamıyor dağ, ille de gözlerim açık konuşmak ge­ rek, yoksa memnun olmuyor. " " Oysa dağın bizlere hep dost kalmasına çalışmamız, bunu da salt onu, beyinlerimizin lapasına böyle kaprisli düşkünlük gös­ teren onu aman ayakta tutalım diye yapmamız gerekmez mi ! Yoksa çatallı gölgelerini üzerime çökertecek, sağır, korkunç ve yalın duvarlarını önüme sürecek ve taşıyıcılanm da yol kenar­ larındaki minik taşlara toslayıp tökezleyecektir. " 309 BiR SA VAŞIN TASViRi " Ama işte böyle kendini beğenmiş, böyle usandırıcı ve böyle kinci olan dağ değil yalnız, başka ne varsa öyledir. Dolayısıyla, gözlerimi belertip - ah, ne ağrıyorlar - aralıksız yinelemem ge­ rekiyor: " Evet, dağ, sen güzelsin ve batı yamacındaki ormanlar da beni sevindiriyor doğrusu. Hani senden de, çiçek, memnunum, pembe rengin ruhumu şenlendiriyor. - Ve sen, ot, çayırlarda boy atmış bulunuyorsun artık, güçlüsün ve serinlik veriyorsun. - Sana gelince, yabancı çalılık, öyle ansızın batırıyorsun ki di­ kenlerini, aklımız başımızdan gidiyor. - Ama sen, ırmak, bir hoşuma gidiyorsun ki, uysal sularında kendimi sana taşıyaca­ ğım. " Bu övgüyü Şişko on kez yüksek sesle yineleyip, arada birkaç kez belini alçakgönüllü bükerek başını önüne eğdi ve gözlerini yumarak dedi ki: 11 Ama şimdi ne olur dağ, çiçek, ot, çalılık ve ırmak; bana biraz yer açın da soluk alabileyim! 11 Bunun üzerine çevredeki dağlar apar topar yerlerini bırakıp itiş kakış, havada asılı sislerin gerisine yollandı. Hani ağaçlıklı yollar yerlerinden kımıldamadı ve genişliklerinden pek bir şey yitirmedi; ama erkenden bir belirsizlik içine gömüldüler. Gök­ te, güneşe karşı, kenarları hafif aydınlık nemli bir bulut duru­ yordu; bulutun gölgesinde arazi daha da alçaldı ve tüm nesne­ ler o güzelim siluetini yitirdi. Taşıyıcıların ayak seslerini benim kıyıdan işitebiliyor, ama yüz­ lerinin karanlık dikdörtgeninde hiçbir şeyi kesinlikle seçemi­ yordum. Ancak şu kadarını görüyordum ki, başlarını yana eğ­ miş, bellerini bükmüşlerdi; çünkü sırtlarındaki yük bilindiği gi­ bi değildi. Onlar hesabına tasalanıyordum, çünkü yorulmuşlar­ dı. Bu yüzden, kıyıdaki otlar içine daldıklarını görünce, kendi­ lerini merakla izlemeye koyuldum. Derken, henüz düzgün adımlarla, ıslak kumlara bata çıka yürümeye başladılar ve so310 BiR SA VAŞIN TASViRi nunda balçıklı sazlığa gömüldüler, arkadaki taşıyıcılar tahtıre­ vanı yatay durumda tutabilmek için kamburlarını daha da çı­ kardılar. Ben, ellerimi kavuşturdum. Bundan böyle, taşıyıcıların her adımda ayaklarını yukan çekip almaları gerekiyor, dolayısıyla vücutları bu değişken öğle son­ rasının serin havasında terden ışıl ışıl parlıyordu. Elleri kalçalarında, sessiz sakin oturuyordu Şişko. Sazların uzun uçları öndeki taşıyıcılar geçerken geriliyor, sonra havaya fırlayarak Şişko'nun orasını burasını sıyırıp geçiyordu. Suya yaklaştıkça, devinimleri de düzenini yitiriyordu taşıyıcıla­ rın. Bazen, artık dalgalar üzerinde bulunuyormuş gibi tahtıre­ vanın yalpaladığı görülüyordu. Sazlıktaki küçük su birikintile­ ri, belki derindir diye ya üzerlerinden atlanıp geçiliyor ya da kenarlarından dolaşılıyordu. Bir ara, yaban ördekleri çığlık çığlığa havalanıp dimdik yükselerek gökteki yağmur bulutu­ nun içine daldılar. Ansızın, kısa süreli bir devinim içinde, Şiş­ ko' nun yüzünü gördüm; düpedüz tedirgin bir yüzdü. Ayağa kalkıp zikzak sıçrayışlarla suyla aramdaki kayalık yamaçtan aşağı seğirttim. Bunun tehlikeli bir iş olduğuna aldırmıyor, uşakları kendisini taşıyamaz duruma gelince Şişko'nun yardı­ mına koşmayı tasarlıyordum. Hani öyle düşüncesizce seğirti­ yordum ki, aşağıda ırmak başında kendimi tutamayıp etrafa sıçrayan sular arasında bir süre koşmamı sürdürdüm; sular ne zaman diz boyuma çıktı, o zaman durabildim ancak. Karşıda taşıyıcılar, vücutlarını eğip bükerek tahtırevanı ırmak­ tan geçirmeye başlamışlardı; bir elleriyle kendilerini çalkantılı sular üzerinde tutarken, kıllı dört kollarıyla tahtırevanın hava­ da durmasına uğraşıyor, bu arada alabildiğine şişmiş pazuları gözüküyordu. Sular taşıyıcıların çenelerine geliyordu ilkin, da­ ha sonra ağızlarına kadar çıktı; taşıyıcıların başlan geriye kay­ kılıp tahtırevanın kolları omuzlarına düştü. Sular burunlarının çevresinde dolanıyor, öyleyken uğraşıp didinmeyi elden bırak­ mıyorlardı; henüz ırmağın ortalarına da pek gelmemişlerdi. 311 BiR SAVAŞIN TASViRi Derken başlarına vuran alçacık bir dalga öndekileri dibe çö­ kertti ve dört adam çırpınan elleriyle tahtırevanı da kendileriy­ le aşağı çekerek ırmakta sessiz sedasız boğulup gitti. Sular bir atılışta onlardan boşalan yerleri doldurdu. Derken, büyük bulutun kenarlarından akşam güneşinin yatay ışığı sızıp ufuktaki dağlarla tepeleri aydınlatırken, bulutun al­ tında kalan yerler ve ırmak, silik bir parıltı içinde uzanmış ya­ tıyordu. Şişko, yavaş yavaş akıntı yönüne döndü ve artık gere­ ği kalmayarak kaldırılıp suya atılmış tahtadan parlak bir tanrı heykeli gibi ırmakta sürüklenmeye başladı. Yağmur bulutunun yansısı da onu izliyordu. Uzun bulutlar önden çekiyor, küçük ve tıknazları ise arkadan itiyordu Şişko'yu; bu da küçümsen­ meyecek bir kaynaşmaya yol açıyor, kaynaşma dizlerime ve kı­ yıdaki taşlara vuran sularla da kendini belli ediyordu. Yol boyunca Şişko'ya arkadaşlık edebilmek için çarçabuk ba­ yırı tırmandım, çünkü onu gerçekten seviyordum. Hem olur a, bu görünürde güvenli ülkenin içerdiği tehlikeler konusunda kendisinden bir şeyler öğrenebilirdim. Böylece, dar bir kum şeridi üzerinde yürümeye koyuldum. Kum şeridinin darlığına önce alışmak gerekiyordu. Ellerimi cebime sokmuş, yüzümü dik bir açıyla ırmağa döndürmüştüm; öyle ki, çenem nerdeyse omzuma yapışmıştı. Kıyıdaki taşlara kırlangıçlar konmuştu. Şişko dedi ki: " Kıyıdaki efendi, sakın beni kurtarmaya uğraş­ mayınız. Suyun ve rüzgarın bir öç alışıdır bu; artık işim bitiktir. Evet, bir öç alış bu; çünkü dostum Tapmanla şimdiye dek kaç kez kılıçların şakırtısı ve zillerin göz kamaştırıcılığında, borula­ rın engin görkemi ve davulların hop hop parıltılarında bu nes­ nelerin üzerine saldırdık. " Derken küçük bir sinek, gergin kanatlarıyla, hızında bir yavaş­ lama olmaksızın Şişko'nun karnının bir tarafından girip öbür tarafından çıktı. Şişko anlatmasını sürdürdü: 312 BiR SA VAŞIN TASViRi b Tapınan'la Başlanmış Konuşma Bir zaman bir kilise vardı, her gün oraya giderdim; çünkü gön­ lümü kaptırdığım kız akşamları bir yarım saat burada diz çö­ küp tapınır, ben de rahatlıkla onu seyrederdim. Bir gün kız gelmedi; canım sıkılmış, tapınanlara bakıyordum ki, çelimsiz vücuduyla kendini boylu boyunca döşemenin üze­ rine atmış genç bir adam ilişti gözüme. Zaman zaman var gü­ cüyle başını tutuyor, ahlayıp oflayarak taşlar üzerinde dinle­ nen ellerinin ayalarına indiriyordu. Sadece birkaç yaşlı kadın vardı kilisede; başörtüleriyle sarıp sarmaladıkları başcağızlarmı sık sık yana eğerek döndürüyor ve Tapınan'a bakıyordu. Şahsına karşı gösterilen ilgi mutlu kı­ lar gibiydi genç adamı; çünkü her sofuluk nöbetinden önce gözlerini çevresinde gezdiriyor, kendisine bakanların çok olup olmadığını anlamak istiyordu. Bense bunu yakışıksız bir davra­ nış gördüm, kiliseden çıkar çıkmaz gidip adamla konuşmaya ve neden bu türlü tapındığını sorup öğrenmeye karar verdim. Ha­ ni o sıra her ne kadar yalnızca benim kızın görünmeyişine içer­ lemişsem de, kente geldim geleli her şeyde bir açıklık arıyor, buna hepsinden çok önem veriyordum. Ama ancak bir saat sonra doğrulup kalktı adam, hayli zaman pantolonunu temizlemeye uğraştı; nerdeyse seslenmek; " Ye­ ter, yeter artık, hepimiz gördük işte, pantolonun var! " demek üzereydim ki, binbir titizlikle istavroz çıkarıp, tayfaların o han­ tal adımlarıyla kutsal su kurnasına yürüdü. Hemen seğirtip kurna ile kapının arasında durdum, bana bir açıklamada bulunmadan ona yol vermemeyi kafama koymuş­ tum. Kesin konuşmalar için en iyi hazırlık olarak ağzımı büz­ düm, vücudumu ileri uzattığım sağ ayağıma yaslayıp sol ayağı­ mı parmak uçları üzerinde tuttum; çünkü çok denemiştim, bu bana direnç sağlıyordu. 313 BiR SA YAŞIN TASViRi Hani adam kutsal suyla yüzünü ıslatırken yan gözle bana bakı­ yor olabilirdi. Belki de benim daha önce kendisine baktığımı fark edip telaşlanmıştı; çünkü hiç beklenmedik bir anda fırla­ yıp çıktı kapıdan. Kendisini tutayım diye elimde olmayarak ile­ ri atıldım, cam kapı çat diye arkasından kapandı. Hemen peşi sıra seğirttim, kapının önüne çıkınca baktım, kayıplara karış­ mıştı; çünkü o yakında birkaç dar sokak bulunuyordu ve trafik pek yoğundu. Sonra birkaç gün ortalarda gözükmedi adam, ama benim kız yine eskisi gibi gelip yan cemaat yerlerinden birinde, bir köşe­ de tapınmasını sürdürdü. Omuz kısımlarında saydam danteller görülen - gömleğinin yarım ayı dantellerin altında kalıyordu siyah bir giysi giyiyor, dantellerin alt kenarlarından aşağı inen ipek kumaş güzelim bir yaka oluşturuyordu. Benim kız geldi­ ğinden adamı çoktan unutmuştum ve sonraları yine düzenli ki­ liseye uğrayıp alışık olduğu gibi tapınmasını sürdürdüğünde de ilkin kendisine aldırmadım. Ama o hep, yüzü başka yana dö­ nük, ansızın doludizgin geçiyordu yanımdan. Oysa tapınırken sık sık bana bakıyordu. Sanki kendisini ilk gördüğüm zaman konuşmadım diye bana içerlemişti; onunla konuşmayı dene­ mekle bunu yapma görevini de gerçekten üstlenmişim gibi bir hali vardı. Ve bir vaazdan sonra benim kızın ardından kapıya doğru ilerlemeye çalışıyordum ki, yarı karanlıkta kendisine tosladım, gülümser gibiydi. Onunla konuşmak diye bir görev kuşkusuz yoktu ortada, ama konuşmak isteğini de artık pek duymuyordum. Hatta bir gün koşa koşa kilise alanına vardığımda saat yediyi vuruyordu, be­ nim kız çoktan kiliseden çıkıp gitmişti, yalnızca bu adam mih­ rap korkuluğu önünde tapınacağım diye kendini helak etmek­ teydi; öyleyken duraksadım. Sonunda parmaklarımın uçlarına basarak kapıya vardım; bura­ da oturan kör bir dilencinin eline birkaç kuruş tutuşturup ka­ pının açık kanadı arkasına, dilencinin yanı başına sıkıştım. Bu314 BiR SA VAŞIN TASViRi rada, aşağı yukarı bir yanın saat Tapınan'a yapacağım sürpri­ zin sevinci içinde yaşadım. Ne var ki, sevincim uzun sürmedi; çok geçmeden örümceklerin giysimin orasını burasına tırman­ dığını gördüm, keyfim kaçtı iyice. Üstelik kilisenin karanlığın­ dan sesli sesli soluyarak dışarı çıkanlar oldukça, her seferinde öne doğru eğilmek canımı sıkıyordu. Derken o da göründü. Anladım ki, demin çalmaya başlayan büyük çanların sesi kendisine uğur getirmemişti. Ayaklarını basmadan önce, parmak uçlarıyla usulcacık yeri yokluyordu. Doğrulup kalktım, attığım bir tek uzun adımda onu yakaladım. " İyi akşamlar! " dedim. Elim yakasında, onu itip kakarak basa­ maklardan aşağı indirip kilisenin önündeki aydınlık alana çı­ kardım. Alana gelince bana döndürdü vücudunu. Ben hala arkadan ya­ pışmış, onu bırakmıyordum; derken göğüs göğüse dikilmeye başlamıştık. " Şu arkamdan elinizi çeker misiniz? " dedi. " Ben­ den ne diye kuşkulandığınızı bilmiyorum ama, ben s�çsuzum. " Sonra bir kez daha yineledi: " Benden ne diye kuşkulandığınızı tabii bildiğim yok." " Ne kuşku, ne suçsuzluk sözünün yeri var burada. Rica ede­ rim, bu konuda daha çok konuşmayın. İkimiz de birbirimize yabancı kişileriz; şunun şurasında tanışalı ne kadar oldu! Dola­ yısıyla, şimdi hemen suçsuzluğumuzdan söze başlarsak, sonra nerede alırız soluğu! " - " Benden de alın o kadar! Şey, bizim suçsuzluğumuz, dediniz, bununla hani ben kendi suçsuzluğu­ mu kanıtlarsam, siz de kendinizinkini kanıtlamak zorunda ka­ lacağınızı mı söylemek istediniz? Bu muydu demek istediği­ niz? " " Bu ya da bir başka şey," diye yanıtladım ben. "Sormak istedi­ ğim bir şey var da onun için konuştum sizinle; aklınızdan çıkar­ mayın bunu." "Eve gitsem çok iyi olacak, " dedi ve hafif bir dönüş yaptı. 315 BiR SA YAŞIN TASViRi " Tahmin ederim. Yoksa ne diye sizinle konuşacaktım? Güzel gözlerinizin hatırı için sizinle konuştuğumu sanmazsınız her­ halde." " Acaba pek açık yürekli değil misiniz, ha? " "Burada böyle şeylerin yeri yok diye bir kez daha mı söyleye­ yim? Açık yürekliliğin ne işi var burada, açık yürekli olmayışın ne işi var? Ben soracağım, siz sorduklarımı yanıtlayacaksınız, sonra güle güle. Sonra evinize mi gideceksiniz, buyrun gidin, hem de dilediğiniz kadar çabuk. " " İleride yine buluşsak daha iyi değil mi? Şöyle uygun bir za­ manda? Bir kafeteryada örneğin? Hem nişanlınız gideli henüz birkaç dakika oldu. Pekala yetişebilirsiniz kendisine, sizi ne çok bekledi bilseniz! " O sırada yanımızdan geçen tramvayın gürültüsünden içeri, " Hayır! " diye haykırdım. " Elimden kurtulamazsınız artık. Hatta giderek sizden hoşlanmaya başladım. Siz benim için bir devlet kuşusunuz. Bravo doğrusu bana, sizi yakalayabildim. " Bunun üzerine dedi ki: " Hay Allah! Hayat fışkıran bir kalbi­ niz, sanki mermerden oyulmuş bir kafanız var. Benim için dev­ let kuşu diyorsunuz, buna göre ne kadar mutlu olmalısınız! Hani benimkisi sallanıp duran bir mutsuzluktur, dokunulmaya görsün, dokunanın üzerine yıkılır hemen. Onun için iyi gece­ ler. " " Güzel ! " dedim ben ve onu gafil avlayıp sağ elini yakaladım. " Gönül rızasıyla sorularımı yanıtladınız yanıtladınız, yoksa sizi buna zorlayacak, sağa mı olur, sola mı, nereye giderseniz peşi­ nizden geleceğim. Hatta evinizin merdiveninden çıkacak, oda­ nızda bir yer bulup oturacağım. Kuşkunuz olmasın, bir bakın yüzüme şöyle, dayanacağım sonuna kadar. Peki ama siz -" İyi­ den iyiye kendisine sokuldum, benden bir baş daha uzun oldu­ ğundan boynuna doğru konuşmaya başladım. " - Peki ama siz bundan hangi cesaretle beni alıkoyacaksınız? " 316 BiR SA VAŞIN TASViRi Bunun üzerine geriye çekildi, ellerimin birini bırakıp birini öp­ meye başladı, gözyaşlarıyla ıslattı onları: "Sizden bir şey esir­ genemez. Siz nasıl benim eve gitmekten memnunluk duyacağı­ mı biliyorsanız, ben de sizden bir şey esirgenemeyeceğini bili­ yorum. Ancak, ne olur, şu karşıki yan sokağa girsek. " Başımla hay hay dedim ve yürüdük. Bir araba aramıza girip ben geride kalınca, iki eliyle işaret ederek acele etmemi bildirdi. Fenerlerin pek aralıklı olarak ve neredeyse evlerin ilk katları hizasında sıralandığı sokağın karanlığıyla yetinmeyip beni köhne bir evin alçacık sofasına, ahşap bir merdiven önünde asılı, içinden yere gaz damlayan bir lambanın altına götürdü. Basıla basıla içe doğru kaykılmış bir basamağın üzerine bir me_ndil yayarak beni oturmaya buyur etti: " Oturduğunuz yer­ den sorularınızı daha iyi sorabilirsiniz; bana gelince, ben ayak­ ta kalacağım, çünkü sorduklarınızı ayakta daha iyi yanıtlayabi­ lirim. Ama bakın, eziyet etmek yok! " İşi böylesine ciddiye aldığım görünce oturdum, ama yine de söylemeden duramadım: "Sanki bir komplo hazırlayıcılanymı­ şız gibi beni bu izbe yere çekip getirdiniz; oysa ben yalnız me­ rak, siz de yalnız korku duygusuyla birbirimize bağlı bulunuyo­ ruz. Hani kilisede neden öyle tapınıyorsunuz, sorup soracağım bu size. O nasıl davranıştır! Tam bir aptal gibi! Ne gülünç, gö­ renler için ne tatsız, dindarlar için ne katlanılmaz bir manzara. " Vücudunu duvara yapıştırmıştı, yalnızca başı havada serbest hareket ediyordu: "Bu sizinkisi bir yanılma sadece, çünkü so­ fular davranışımı doğal, sofu olmayanlar ise sofuca buluyor. " 11 Ama benim size kızmam bunu çürütüyor. " 11 Kızgınlığınız - diyelim ki gerçek bir kızgınlıktır - sizin ne sofu­ lardan, ne de ötekilerden olduğunuzu gösterir ancak. " " Haklısınız, davranışınız beni kızdırdı demekle biraz abartma­ ya kaçtım; yo, başta söylediğim gibi, biraz meraklandırdı, o ka­ dar. Peki ya siz? Siz kendiniz nasıl birisiniz? " 317 BiR SA VAŞIN TASViRi " Oh, onun bunun bana bakmasından, ara sıra mihraba bir göl­ ge düşürmekten zevk duyan biriyim." ;' Zevk mi? " diye sordum, yüzümü buruşturarak. " Bilmek istiyorsanız, hayır. Söyleyeceğimi yanlış dile getirdi­ ğim için darılmayın; zevk değil, gereksinim, üzerime çevrilmiş bakışların örsüne şöyle bir saatçik uzanmak gereksinimi. Ben uzanırken bütün - " " Neden bahsediyorsunuz siz, Allah aşkına! " diye bağırdım, bu birkaç söz ve basık tavan için fazla yüksek çıkmıştı sesim; ama sonra susmaktan veya ses tonumu alçaltmaktan korktum. " Sa­ hi, neden bahsediyorsunuz? Vallahi, ta başından beri durumu­ nuzu seziyormuşum da haberim yokmuş. Bu nöbet, karada bu deniz tutması bir çeşit cüzam hastalığına benzemiyor mu, ha? Sizde de öyle olmuyor mu? Ateş içinde kavruluyor ve nesnele­ rin gerçek adlarıyla yerinmiyorsunuz; bunlarla doymuyor, bir çırpıda rastgele adlar yağdırıyorsunuz üzerlerine. Aman ça­ buk, aman çabuk! Ne var ki, kendilerinden kaçar kaçmaz da adlarını yine unutuveriyorsunuz. Kırda 'Babil Kulesi' adını verdiğiniz kavak - çünkü bir kavak olduğunu bilmek istemez­ diniz - yine isimsiz sallanıp durur ortada ve siz ona şimdi 'Sar­ hoş Nuh' dersiniz. " Sözümü keserek, " Söylediklerinizi anlamadığıma seviniyo­ rum, " dedi. . . İçerlemiş, " Ama sevinmekle de anladığınızı gösteriyorsunuz, " diye yanıtladım hemen. " Dedim ya, sizden bir şey saklanamaz. " Ellerimi bir yukarıki basamağın üzerine koyarak arkama yas­ landım, boksörlerin son kurtuluş çaresi olan, karşı tarafın sal­ dırısına adeta imkan vermeyen bir konumda sordum: " Affe­ dersiniz ama, size sunduğum bir açıklamayı gerisin geri bana fırlatıp atmanız açık yürekliliğe sığar mı? " Bunun üzerine ce­ saretlendi. Vücuduna bir birlik ve bütünlük sağlamak isteye318 BiR SA VAŞIN TASViRi rek ellerini kavuşturdu ve hafif bir karşı koyma havası içinde: Açık yüreklilik üzerinde çekişmeyi daha başta kapı dışarı et­ tiniz. Ve doğrusu artık tapınma biçimimi size tastamam açıkla­ maktan başka bir şey umurumda değil. Şimdi, biliyor musunuz, neden öyle tapınıyorum? 11 11 Beni şöyle bir süzdü. Hayır, bilmiyor ve bilmek de istemiyor­ dum. Buraya gelmek de istememiştim zaten, dedim kendi ken­ dime; gel gör ki, bu adam kendisini dinleyeyim diye bayağı zor­ ladı beni. Dolayısıyla, başımı sallayıp hayır demem yetecek, her şey yoluna girecekti; ama işte o anda bunu yapamadım. Karşımda dikilen o ise gülümsedi. Sonra da başını dizlerimin üzerine eğip uykulu bir yüzle anlatmaya koyuldu: Eh artık, neden benimle konuşmanıza ses çıkarmadım, bunu size açıkla­ yabilirim: Meraktan, umuttan. Bakışlarınız hanidir avutuyor beni. Diğer insanlar için masanın üstündeki bir içki kadehi bi­ le heykel gibi sapasağlam dururken, benim çevremdeki nesne­ lerin yağan bir kar gibi yerde eriyip gidişlerindeki hikmeti siz­ den öğrenebileceğimi umuyorum. 11 11 Sustuğumu ve elimde olmadan bir seğirmenin yüzümü boydan boya dolaştığını görerek sordu: " Başka kimseler için böyle ol­ duğuna inanmıyorsunuz, öyle mi? Gerçekten inanmıyor musu­ nuz? Oh, dinleyin bakın! Küçük bir çocuktum, kısa bir öğle uy­ kusundan gözlerimi açtığım zaman, henüz yaşamın kıyısında, annemin balkondan aşağı doğal bir sesle şöyle sorduğunu işit­ tim: 'Ne yapıyorsunuz, şekerim? Aman ne sıcak, değil mi? ' Bahçeden bir kadın sesi yanıtladı: 'Yeşillikler ortasında ikindi kahvesi içiyorum. ' Bu sözler hani düşünülmeden, pek de açık seçik olmayan bir biçimde söylenmişti; kadın soruyu, annem de yanıtı beklemişti adeta. 11 Sanki tarafıma bir soru yöneltilmiş gibi, pantolonumun arka cebine attım elimi ve bir şey arıyormuşum gibi yaptım. Ama aradığım bir şey yoktu, yalnızca o andaki durumumu değiştirip konuşmayla ilgilendiğimi göstermek istemiştim. Öte yandan, 319 BiR SA VAŞIN TASViRi bana anlattığı olayın düpedüz tuhaflığını ve buna bir türlü akıl erdiremediğimi söyledim. Üstelik doğruluğuna da inanmadığı­ mı, benim sezinleyemediğim bir amaçla uydurulmuş olacağını ekledim sözlerime. Sonra da çiğ ışıktan kurtulmak için gözleri­ mi yumdum. " Yok ama, çekinmeyin; hani siz de bu konuda benim gibi dü­ şünüyorsunuz ve çıkar gözetmez bir kimse olduğunuzdan bunu söylemek için durdurdunuz beni. Böylelikle bir umudumu yiti­ riyor, bir diğerine kavuşuyorum. Değil mi yani? Dimdik ve normal adımlarla yürümüyor, basto­ numla kaldırım üzerine vurmuyor, gürültüyle yanımdan geçen­ lerin giysilerine sürünerek ilerlemiyorum diye neden utanacak­ mışım. Daha çok, doğru dürüst sınırlardan yoksun bir gölge gi­ bi evler boyunca sektiğim, bazen vitrin camlarında kaybolarak gittiğim için inatla ve haklı olarak yakınmam gerekmez mi? Şu geçirdiğim günlere bakın bir! Niçin her şey böylesine ber­ bat yapılmış; öyle ki, ortada görünür bir neden bulunmaksızın yüksek evler çökü çöküveriyor bazen. Enkaz yığını üzerine tır­ manıyor, karşıdan kim gelirse soruyorum: 'Nasıl olur a canım? Bizim kentte - daha yeni bir bina - hem bu kaçıncı bugün! - dü­ şünsenize bir!' Bakıyorum, kimse bana yanıt veremiyor. Çokluk insanlar sokakta devrilerek cansız serilip kalıyor yer­ de. Derken dükkan ve mağaza sahipleri, dükkan ve mağazala­ rının mallardan geçilmeyen kapılarını açarak çevik adımlarla seğirtiyor, ölüyü alıp oradaki bir evden içeri taşıyor, sonra dö­ nüp geliyorlar; ağız ve gözlerinin çevresinde bir gülümseme, gevezeliğe başlıyorlar derken. 'Günaydın - Gökyüzü de soluk bugün - Eşarpların sürümüne diyecek yok - öyle, savaş. ' Söz konusu eve seğirtiyor ve parmağımı büküp elimi pek çok kez çekinerek kaldırıp indirdikten sonra kapıcının küçük pencere­ sini tıklatıyorum: 'Günaydın,' diyorum, 'yanılmıyorsam, demin ölmüş birini getirdiler buraya. Acaba onu, bir zahmet, bana gösterebilir misiniz? ' Adam, karar veremezmiş gibi başını sal320 BiR SA VAŞIN TASViRi layınca ekliyorum: 'Bakın, karışmam sonra! Ben gizli polisim, hemen ölüyü göreceğim. ' Bunun üzerine kapıcı, kararsızlığın­ dan sıyrılıp, 'Defolun! ' diye bağırıyor: 'Fena dadandı şu serse­ riler, her Allanın günü buralarda sürtüp duruyorlar. Ölü falan yok bizde, bitişiktedir belki, oraya bakın! ' Selam verip uzakla­ şıyorum. Ama derken büyük bir alandan geçmek zorunda kalınca, hep­ sini unutuyorum bunların. Böyle kocaman alanlar yaparlar da, ne diye içlerinden korkuluklu bir yol yapmazlar? Bugün yine güney-batı'dan esiyor rüzgar, Belediye Sarayı'ndaki kulenin sivri tepesi çemberler çiziyor. Tüm pencerelerin camları takır­ dıyor, sokak fenerleri bambu kamışlan gibi eğilip bükülüyor­ lar. Sütun üzerindeki Hazreti Meryem'in pelerini kıvrım kıv­ rım; rüzgar pelerini çekip çekiştiriyor. Peki ama, kimseler gör­ müyor mu bunu? Kaldırım taşlan üzerinde yürümeleri gere­ ken kadın ve erkekler, boşlukta süzülüyor adeta. Rüzgar kesil­ meye yüz tutunca, durup birbirleriyle birkaç laf ediyor, karşı­ lıklı eğilerek birbirlerini selamlıyor, ama rüzgar yeniden esme­ yegörsün, karşı duramayıp hep birden tabanları kaldıi-ıyorlar. Uçmaması için sımsıkı sarılmaları gerekiyor şapkalarına; ama gene de gözlerinin içi gülüyor; havaya en küçük kusur bulduk­ ları yok. Korkan bir tek benim. " Bunun üzerine dedim ki: " Daha önce anlattığınız olay var ya, anneniz ve bahçedeki kadınla ilgili, doğrusunu isterseniz ben hiç tuhaf bulmuyorum. Böylesi çok olay işittiğim, yaşadığım, hatta kendim de bu olaylara karıştığım için değil yalnızca, pek doğal bir şey de onun için. Hani siz gerçekten sanıyor musunuz ki, yazın o dediğiniz balkonda dikilsem, ben de aynı soruyu so­ ramaz ve bahçeden aynı yanıtı alamazdım? İşte öylesine sıra­ dan bir olay. " Ben böyle deyince, yatışmış göründü. Şık giyinmiş olduğumu, boyunbağımın hoşuna gittiğini açıkladı. Ve itiraflar sonradan geri alındılar mı, hepsinden kesin bir niteliğe kavuşurmuş. 321 BiR SA VAŞIN TASViRi c Tapınan 'ın Hikayesi Sonra yanıma oturdu, çünkü bir çekingenlik gelmişti üzerime. Ona yer açtım, başımı yana eğmiştim. Öyleyken, kendisinin de bir sıkılmıştık içinde oturduğu, benimle arasında az buçuk bir uzaklığı korumaya çalıştığı gözümden kaçmadı. Konuşmakta zahmet çekiyordu: " Şu geçirdiğim günlere bakın bir! Dün gece bir toplantıdayım. 'Eh artık, kışa yaklaştığımıza ger­ çekten seviniyorum,' deyip gaz ışığında bir bayanın önünde tam eğilmiştim ki, sağ üst bacağımın eklem yerinden burkuldu­ ğunu öfkeyle fark ettim. Diz kapağım da hafifçe oynamıştı ye-. rinden. Bu yüzden oturdum ve hala cümleler üzerinde denetim gücü­ mü yitirmemeye çalışarak, 'Değil mi ki, kış çok daha az zahmet verir insana,' diye sürdürdüm konuşmamı: 'Devinimler kolay­ laşır, konuşulacak sözler o kadar yormaz insanı. Öyle değil mi, Froylayncığım. Umanın, bana hak veriyorsunuzdur bu konu­ da.' Öte yandan, sağ bacağım pek canımı sıkıyordu. Bütün bü­ tün çıkmış gibiydi ilkin; ovarak, itip çekerek zamanla biraz ye­ rine oturtmaya çalıştım. Derken durumuma acıyıp, kendi de oturan kızın alçak sesle şöyle söylediğini işittim: 'Hayır ama, hiç de beni etkilemiyorsu­ nuz, neden mi -' 'Durun canım! ' diye yanıtladım, memnun ve mutlu. 'Benimle konuşmanız size beş dakikaya bile mal olmayacak. Sonra lüt­ fen, Froylayncığım, konuşurken bir şeyler de yiyebilirsiniz.' Bunun üzerine kolumu kaldırdım, tunçtan bir kanatlı oğlanın elinde tuttuğu meyvelikten sık taneli bir salkım üzüm aldım, salkımı biraz havaya kaldınp kıza uzattım. Belki bir zarafet de vardı uzatışımda. 322 BiR SAVAŞIN TASViRi 'Yo, hiç de etkilemiyorsunuz beni.' dedi kız yeniden. 'Bütün söyledikleriniz sıkıcı, anlaşılmaz şeyler ve gerçekle ilgisi yok. Yani bana kalırsa, bayım - ne demeye bana hep Froylayncığım diyorsunuz bilmem - bana kalırsa, siz yalnızca pek yorucu bul­ duğunuz için gerçekle ilgilenmiyorsunuz.' Tanrım, işte bunun üzerine keyiflenmiştim. 'Evet, Froyİayn, evet,' diye bağırdım adeta. 'Ne kadar da haklısınız! Hani, Froy­ layncığım, insan pek üstüne düşmeden böyle ansızın anlaşıldı­ ğını görünce ne seviniyor bilseniz! ' 'Evet, gerçek sizin için pek yorucu, bayım; çünkü baksanıza şu halinize! Boylu boyunca pelür kağıdından oyulmuşa benziyor­ sunuz, sarı pelür kağıdından, işte öylesine bir siluetten farkınız yok; yürürseniz, hışırdadığınız duyulacaktır mutlaka. Eh, bu durumda davranışınızı, düşüncenizi ne diye merak etmeli; çün­ kü siz odadaki anlık esintilere göre eğilip bükülmek zorunda­ sınız. ' 'Aklım almıyor. Şuracıkta, odada dikilen birkaç kişi _var. Kol­ larını sandalyelerin arkalıklarına koyuyor ya da piyanoya yas­ lanıyor veya bir bardağı duraksayarak kaldırıp ağızlarına götü­ rüyorlar ya da çekinerek bitişik odaya geçiyor ve sağ omuzla­ rını karanlıkta bir dolaba çırpıp incittikten sonra açık pencere önünde derin derin soluyarak düşünüyorlar: İşte orada akşam yıldızı Venüs duruyor, ben ise bu topluluk içindeyim. Bu top­ lulukla aramda bir ilişki varsa, anlamıyorum nasıl ilişkidir bu: Ama bir ilişki de var mı, orasını bile bilmiyorum. - Ve bakınız, Froylayncığım, içlerindeki belirsizliğe uyarak böyle kararsız, hatta gülünç davranan bu insanlar arasında kendisine ilişkin düpedüz açık sözler işitmeye layık bir tek ben varım sanki. Ve hoşa gitmesi için, alaylı söyleyin bu sözleri; öyle ki, baştan ba­ şa yanınış bir evden temel duvarlar nasıl arta kalırsa, sizin de söyleyeceklerinizden göze görünür bir şeyler geride kalsın. Ba­ kışlar pek bir engele rastlamıyor şimdi; kocaman pencere boş­ luklarından gündüz bulutlar, gece yıldızlar görülüyor gökyü323 BiR SA VAŞIN TASViRi zünde. Ama henüz bulutlar çokluk gri taşlardan yontulmuş; yıldızlar ise doğallıktan yoksun tablolar oluşturmakta. -Buna teşekkür için size bir sır verip desem ki, bir gün gelip yaşamak isteyen bütün insanlar benim gibi görünecek, ne buyururdu­ nuz; sarı pelür kağıdından, öylesine siluetimsi oyulup çıkarıl­ mış - hani siz söylemiştiniz ya, öyle -, yürüdüler mi hışırdadık­ lan duyulur. Başka türlü olmayacaklar şimdikinden, ama işte anlattığım gibi görünecekler. Hatta siz bile, Froylayncığım -' Birden baktım, kız artık yanımda oturmuyor. Söylediği son sözlerden sonra çekip gitmişti anlaşılan; çünkü şimdi benden uzakta, bir pencere öı.:ıünde dikiliyordu; çevresini üç genç al­ mıştı, beyaz ve dik yakalıklarıyla gülerek konuşuyorlardı. Bunun üzerine neşeyle bir bardak şarap yuvarlayıp, piyano ba­ şında oturan adama doğru yürüdüm; adam büsbütün ayrı bir köşede, o anda başını eğip kaldırarak acıklı bir parça çalıyor­ du. Birden korkmasın diye kollayarak kulağına eğildim ve par­ çanın ezgisine uyup usulca dedim ki: 'Ah ne olur, Sayın Bay, bırakınız, biraz da ben çalayım, çünkü şu anda mutlu olmak üzereyim. ' Sözlerime kulak asmadığından, bir süre ne yapacağımı şaşıra­ rak durdum; ardından çekingenliğimi yenerek salondaki ko­ nukları tek tek dolaştım ve aşağı yukarı hepsine şöyle söyle­ dim: 'Bu gece piyano çalacağım. Tamam mı! ' Hepsi de piyano çalan biri olmadığımı biliyor gibiydi, ama ko­ nuşmalarının böyle tatlılıkla kesilmesinden ötürü nazikçe gü­ lümsediler. Ne var ki, piyano çalana yüksek sesle bağırmam üzerine tüm dikkatleri bana yöneldi: 'Ah ne olur, bırakınız, bi­ raz da ben çalayım, şu anda mutlu olmak üzereyim. Bana bir zafer kazandıracak bu! ' Adam piyano çalmasına son verdi, ama oturduğu kahverengi sıradan kalkmadı, üstelik beni anlamamışa benziyordu; iç geçi­ rip uzun parmaklarıyla yüzünü kapadı. 324 BiR SA VAŞIN TASViRi Kendisine biraz acır gibi olup, ona sen yine çalmana bak falan demek istiyordum ki, evin hanımı, yanındaki bir toplulukla çı­ kageldi. ' Komik bir rastlantı bu! ' dediler ve akıl almayacak bir şeye kal­ kışmışım gibi sesli sesli güldüler. Kız da gelmişti, küçümsemeyle bana bakarak dedi ki: 'Aman Hanımefendi, bırakın çalsın. Belki toplantının havasına bir şeyler katmak istiyordur; bu da doğrusu övülecek bir davranış. Lütfen, Hanımefendi! ' Buna hepsi de sevinmişti, sevinçlerinden bağırıp çağırmaya başladılar; çünkü anlaşılan onlar da benim gibi bu sözlerin alay için söylendiğini sanıyordu. Yalnızca piyano çalanın çıkmıyor­ du sesi; başını önüne eğmiş, sol elinin işaret parmağını kum üzerine bir şeyler çiziktirir gibi oturduğu sıranın üzerinde gez­ diriyordu. Ben titremeye başlamıştım; titrediğimi belli etme­ mek için ellerimi pantolonumun ceplerine soktum. Artık eski­ si gibi açık seçik de konuşamaz olmuştum, bütün yQzümde bir ağlama isteği geziniyordu. Dolayısıyla, sözlerimi o türlü seç­ mem gerekiyordu ki, ağlamak istiyormuşum gibi bir düşünce beni dinleyenlere gülünç görünsün. 'Sayın Hanımefendi,' dedim, 'şu anda piyano çalmam gereki­ yor, nedenine gelince -' Ama nedenini unuttuğumdan, dosdoğ­ ru gidip piyanonun başına oturdum. Derken durumumu kavra­ dım yeniden. Piyano çalan ayağa kalkarak nazik bir hareketle sıranın üzerinden atladı, çünkü ben geçmesini engelliyordum. 'Bir zahmet, şu ışığı söndürür müsünüz? Hani yalnızca karan­ lıkta çalabilirim de.' Sonra doğruldum. O anda iki bay, sırayı kavradıkları gibi, bir ıslık öttürüp beni de biraz sağa sola sallayarak piyanodan çok uzağa, yemek masa­ sının başına taşıdılar. Salondakilerin halinde yapılanı onaylar bir ifade vardı. Demin­ ki kız, 'Gördünüz mü, Sayın Hanımefendi,' dedi, 'Ne de güzel 325 BiR SA VAŞIN TASViRi çaldı. Ben biliyordum zaten. Oysa siz bir korktunuz ki.' Anlamıştım; pek güzel bir reveransta bulunup teşekkür ettim. Derken benim için bardağa limonata koydular; kırmızı dudak­ lı bir kız, ben limonatayı içerken bardağımı tuttu. Evin hanımı gümüş bir tabak içinde bana kaymaklı kurabiye ikram etti ve üzerinde kar gibi beyaz giysiyle bir kız kurabiyeleri ağzıma verdi. Gür ve sarı saçlı tombul bir kız da, tepemde bir üzüm salkımı tutuyordu; bana taneleri tek tek koparmak kalıyor, bu arada kız kendini geriye kaçıran gözlerimin içine bakıyordu. Bana böylesine iyi davrandıkları için yeniden piyanoya yanaşa­ cak olur olmaz, el birliğiyle beni bundan alıkoymak istemelerine kuşkusuz şaştım. 'E, yeter artık bu kadar! ' dedi, benim şimdiye kadar ortada göremediğim evin beyi; sonra hemen dışan çıkıp kocaman bir silindir şapka ve çiçek motifleriyle süslenmiş bakır kahverengisi bir pardösüyle döndü. 'Buyurun giysilerinizi! ' dedi. Hani benim pardösümle şapkam değildi, ama adamı bir kez da­ ha gidip arama zahmetine sokmak istemedim. Evin beyi kendi eliyle pardösüyü giydirdi, pardösü ince vücuduma sımsıkı otur­ du, tıpatıp uydu bana. Yüzünde iyilikseverlik okunan bir bayan da eğilip pardösünün düğmelerini teker teker ilikledi. 'Eh, haydi güle güle! ' dedi evin hanımı, 'arayı uzatmayın, yine gelin; biliyorsunuz, her vakit başımızın üzerinde yeriniz var.' Orada bulunanlar, sanki pek gereği varmış gibi önümde eğildi­ ler. Ben de eğilmek istedim, ama pardösüm pek dardı; şapka­ mı alıp, sanırım pek savruk sakar ayrıldım salondan. Ama ufak adımlarla sokak kapısından çıkar çıkmaz, ayı ve yıl­ dızlarıyla, büyük kubbeli göğü, Belediye Sarayı, Meryem Sütu­ nu ve kiliseyle Ring Alanı birden üzerime çullandı. Sakin sakin, gölgeden ayrılıp ay ışığına geçtim; pardösümün düğmelerini çözüp ısınmaya çalıştım, sonra ellerimi kaldırarak gecenin uğultusunu susturup düşünmeye koyuldum: 'Hani öy­ le gerçekmişsiniz gibi yapmanız da nesi! Yeşil kaldırım üzerin326 BiR SA VAŞIN TASViRi de böyle gülünç bir durumda dikilen benim gerçek olmadığıma beni inandırmak mı niyetiniz? Ama senin gerçek olduğun za­ manlar çok gerilerde kaldı, ey gök! Ve sen ey Ring Alanı, hiç­ bir vakit gerçekten varolmadın.' 'Doğru, hala bir üstünlüğünüz var bana, ama ben ancak sizi ra­ hat bıraktığım zaman. ' 'Allaha şükür k i ay, ay değilsin sen artık. Ama ay adını verdik­ leri sana hala ay demem belki bir savsaklıktan başka şey değil. Sana 'Acayip renkli unutulmuş kağıt fener' diyecek olsam, ne diye öyle kibirli davranmazsın artık. 'Meryem Ana Sütunu' de­ sem, ne diye kendini bayağı çekip geriye alırsın. Sonra sana 'Sarı ışık saçan ay' dedim mi, eskiden takındığın o gözdağı ve­ ren tavrını da göremiyorum artık.' 'Vallahi, bana öyle geliyor ki, sizi düşünmek yaramıyor size, cesaret ve sağlığınızdan bir şeyler yitiriyorsunuz.' 'Tanrım! Düşünen Adam, Sarhoş'tan ders alsa, ne verimli bir şey olurdu bu. ' 'Niçin her taraf sessizleşti böyle? Galiba rüzgar kesildi. Ve çokluk küçük tekerlekler üzerinde alanda sanki ordan oraya yuvarlanan evceğizler, şimdi yere çakılmış gibi duruyor -sus­ kun - suskun; başka vakit onları zeminden ayıran ince ve kara çizgi şimdi asla seçilmiyor.' Derken koşmaya başladım. Bir engelle karşılaşmaksızın büyük alanın çevresini üç kez dolandım, bir sarhoşa rastlamayınca hı­ zımı azaltmadan ve bir yorgunluk hissetmeden Kari Sokağı'na doğru seğirttim. Gölgem de, çokluk benden kısa, duvar boyu­ nu izleyerek, sanki duvarla yol arasındaki bir çukurlukta be­ nimle geldi. İtfaiye binası önünden geçerken, Kleiner Ring'ten(*) doğru bir ses işittim. O yana sapınca, çeşmenin korkuluğu önünde bir (•) Prag'da bir caddenin ismi. (Ç.N.) 327 BiR SA VAŞIN TASViRi sarhoşun dikildiğini gördüm; kollarını yatay durumda uzatmış tutuyor, ayağındaki tahta sandallarla yeri dövüyordu. İlkin durup biraz soluklanmaya çalıştım, sonra ona doğru yü­ rüyüp silindir şapkamı çıkardım ve tanıttım kendimi: 'İyi akşamlar, nazenin beyzadem! Yaşım yirmi üç, ama bir adım yok henüz. Size gelince: Şaşırtıcı, hatta ahenk dolu isim­ lerle donanmış olarak o büyük kent Paris'ten geliyorsunuz kuşkusuz. Baştan çıkmış Fransız sosyetesinin düpedüz yapay kokusu çevrenizi sarmış. ' 'Giysilerinin cicili bicili kuyruktan merdivenlerin basamakları üzerine yayılır, kuyrukların uçları henüz bahçenin kumlan üzerinde dinlenirken, kendileri çoktan yüksek ve dört bir yanı açık terasa varmış, incecik belleriyle alaylı alaylı dönüp arkala­ rına bakan o gözleri boyalı büyük hanımları gördünüz elbet. Öyle değil mi, dört bir yana dikilmiş uzun direklere daracık fraklar ve beyaz pantolonlarla uşaklar tırmanır, ayaklarını di­ reklere dolar, belden yukarılannı çokluk arkaya ve yana eğer­ ler; kalın iplerle gri ve kocaman bez perdeleri yerden kaldırıp yukarıya germeleri gerekmektedir, büyük hanım sisli bir sabah dilemiştir çünkü.' Onun geğirmesi üzerine adeta ürkmüş, sürdürdüm konuşma­ mı: 'Sahi, doğru mu? O bizim Paris'ten mi geliyorsunuz, beyci­ ğim? O fırtınalı Paris'ten, ah o romantik hayaller kasırgasın­ dan mı geliyorsunuz?' Onun yeniden geğirmesi üzerine şaşırmış, 'Biliyorum,' dedim, 'büyük bir şeref veriyorsunuz bana.' Ardından pardösümün düğmelerini acele ilikleyerek, coşkulu ve çekingen, konuşma­ mı sürdürdüm: 'Biliyorum, beni bir cevaba layık görmüyorsunuz; ama size bugün bunları sormasaydım, artık hep ağlamaklı bir hayat yaşardım.' ' Rica ederim söyleyin, benim şık beyzadem. Anlatılanlar doğru mu? Sadece süslü püslü giysilerden oluşan insanlar var mı Pa328 BiR SA VAŞIN TASViRi ris'te? Sonra sokak kapısından başka kapılan bulunmayan ev­ ler var mı? Doğru mu pazarları kent üzerinde gökyüzünün açık mavi renge boyandığı? Hepsi yürek biçiminde tıkız ak bulut­ çuklarla süslendiği? Sonra içinde ağaçlardan başka şeye rast­ lanmayan ve ziyaretçilerle dolup taşan bir müzenin bulunduğu? Üzerlerine iliştirilmiş küçük levhalarda ağaçların en ünlü kah­ ramanlar, caniler ve sevgililerin isimlerini taşıdığı doğru mu?' 'Sonra bir de şu haber! Şu anlaşılan düzmece haber! Öyle de­ ğil mi? Şu Paris sokakları ansızın dallanıp budaklanır; sessiz sa­ kin değildir, öyle değil mi? Her şey her vakit yolunda gidecek diye bir şey yoktur; hem nasıl gitsin! _Kimi bir kaza olur ve kal­ dırımlara adeta dokunmayan büyük kentli adımlarıyla ara so­ kaklardan insanlar gelerek bir araya üşüşür. Hani hepsi merak içindedir, ama düş kırıklığına uğramaktan da çekinirler. Çabuk çabuk solur, küçük başcağızlarını ileri uzatırlar. Ama birbirle­ rine çarptılar mı, yerlere kadar eğilir ve özür dilerler: 'Çok üz­ günüm - kazara oldu - bu kalabalıkta - öyle olduğunu kabul ediyorum. Adım - adım Jerome Paroche; Rue de Cabotin'de baharatçı dükkanım var - müsaade buyurursanız, sizi yarın öğ­ le yemeğine davet etmek istiyorum - karım da hani pek sevine­ cektir. ' İşte böylece konuşup dururlar; oysa sokak uyuşukluk içindedir ve bacalardan tüten dumanlar evlerin arasına çöker. Böyledir herhalde. Ayrıca, olacak şey mi: Kibar bir semtin iş­ lek bir bulvarında iki araba dursun; ağırbaşlı uşaklar kapıları açsın. Sekiz soylu kurt köpeği, tin tin adımlarla arabalardan in­ sin, havlayıp sıçrayarak doludizgin yolu tutsun. Ve sonra den­ sin ki, Paris'in kılık değiştirmiş züppe gençleridir bunlar. ' Gözlerini sımsıkı yummuştu. Ben susunca, iki elini ağzına so­ kup alt çenesini çekiştirmeye başladı. Giysisi baştan aşağı pis­ lik içindeydi. Belki şarap içilen lokallerin birinden kapı dışarı edilmişti de, olup bitenin bilincinde değildi henüz. Belki gündüz ve gece arasındaki o küçük ve alabildiğine dur­ gun ara idi, bu; hani başımız, biz beklemezken ensemizden sar329 BiR SA VAŞIN TASViRi kar, hani her şey, biz farkına varmaksızın, biz izlemediğimiz için devingenliğini yitirir ve sonra kaybolup gider; biz ise, yum­ ru karınlarımızla tek başımıza kalırız; sonra çevremize bakınır, artık bir şey görmez, havanın herhangi bir direncini de hisset­ mez, ama içten içe anılarımıza tutunuruz: Az çok yakınımızda evler olacaktı, evlerin çatıları ve Allaha şükür köşeli bacaları vardı; bacalardan evlerin içine yağan karanlık, tavan araların­ dan geçerek çeşitli odalara dökülürdü. Ve yarın, bütün inanıl­ mazlığına karşın, her şeyin seçilebildiği bir gündüzün başlaya­ cak oluşu ne mutluluktur! Sarhoş birden kaşlarını kaldırdı; kaşlarıyla gözleri arasında parlak bir gölge belirdi. Sonra kesik kesik konuşarak açıkla­ maya koyuldu: 'Hani diyeceğim - hani uykum var - uykum ol­ duğu için de gidip yatacağım - hani diyeceğim, Wenzel Ala­ nı'nda bir eniştem oturuyor - işte oraya gidiyorum - eniştemin yanında kalıyorum çünkü, çünkü yatağım orada - gidiyorum, evet - ancak adı ne eniştemin, nerede oturuyor, bildiğim yok unuttum sanının - ama ne çıkar, çünkü bir eniştem var mı, onu da bilmiyorum - eh, gidiyorum artık - ne dersiniz, onu bulabi­ lecek miyim?' Hiç duraksamadan, 'Elbette! ' diye yanıtladım, 'ama siz yaban­ cı diyarlardan geliyorsunuz,' diye ekledim, 'olur a uşaklarınız yanınızda değil. Müsaade buyurun, sizi ben götüreyim.' Sesini çıkarmadı. Girmesi için kolumu uzattım. 11 d Şişko ile Tapınan Arasındaki Konuşmanın Devamı Bense bir süredir kendimi yüreklendirmeye uğraşıyordum. Vücudumu ovuşturup kendi kendime dedim ki: " Eh, zamanı geldi artık konuşmanın. Daha şimdiden şaşırmış gibisin. Ne o, sıkıldın mı? Dur canım? Bu durumları bilmez değilsin. Acele etmeden düşün taşın! Çevren de bekler, merak etme. 11 330 BiR SA VAŞIN TASViRi " Geçen haftaki toplantı var ya, tıpkı oradaki gibi. Biri, elinde­ ki bir kağıttan birşeyler okuyor. Ricası üzerine, bir sahifeyi kendim kopya etmiştim. Onun kaleminden çıkmış sahifeler arasında kendi yazdıklarımı görünce irkiliyorum. Tutarsız şey­ ler. Masanın üç tarafından yazının üzerine eğiliyorlar. Ben ağ­ layarak yeminler ediyor, benim yazım değil diyorum. " " Ama niçin bugünküne benzesindi. Sınırlı bir konuşmanın doğması yalnızca sana bakmıyor mu? Her şey sessiz sakin. Sık işte dişini biraz, azizim! 'Başım ağrıyor. Haydi hoşça kal ! ' diye­ bilirsin. Durma işte, durma! Göster kendini! - O ne? Yine mi engeller, yine mi? Ne geliyor aklına? - Kocaman gökyüzüne karşı yeryüzünün kalkanı gibi yükselen bir yaylayı anımsıyo­ rum. Onu bir dağdan görüp içinden geçmek üzere yola koyul­ muş ve şarkı söylemeye başlamıştım. " Dudaklarım kuru ve laf anlamaz durumda, " Başka türlü yaşa­ nabilmeliydi, değil mi! " dedim. " Hayır, " diye yanıtladı o, sorar gibi ve gülümseyerek. Kendisiyle aramdaki, şimdiye kadar sanki uykuda destekledi­ ğim her şey çöküp yıkılırken, " Peki neden akşamları kilisede tapınıyorsunuz? " diye sordum. " Hayır ama, bunun üzerinde konuşmasak olmaz mı? Tek başı­ na yaşayan hiç kimse akşamleyin bir sorumluluk taşımaz. Kimi şeyler korku verir insana: Ya maddi varlık uçup giderse? Ya insanlar gerçekten alacakaranlıkta göründükleri gibiyseler? Dolayısıyla, bastonsuz yürünmez yolda, onun bunun bakışları­ nı üzerinde duyup maddi bir varlık kazanmak için kiliseye git­ mek ve kilisede bağıra çağıra tapınmak acaba dahi iyi olmaz mı diye düşünülür. " O böyle konuşup susunca, cebimden kırmızı mendilimi çıkarıp iki büklüm, ağlamaya başladım. Bunun üzerine ayağa kalkarak beni öptü ve dedi ki: " Niçin ağ­ lıyorsun? Bak, uzun boylusun, uzun boyu severim; adeta iste­ diğin gibi davranan uzun ellerin var, ne diye kıvanç duymazsın 331 BiR SA VAŞIN TASViRi bundan. Sana bir öğütte bulunayım: Her vakit koyu manşetler tak kollarına. - Bak, sana iltifatlar ediyorum, öyleyken ağlıyor musun? Yaşamın bu güçlüğünü omuzlayacak kadar aklı başın­ da birisin sanının. " " Gerçekte işe yaramaz savaş araçları, kuleler, duvarlar, ipek perdeler yapıyoruz. Vakit bulabilsek hayli şaşar kalırdık bu işe. Ve boşlukta tutuyoruz kendimizi, düşmüyoruz. Yarasalardan daha da çirkiniz, öyleyken kanat çırpıyor, uçuyoruz ... Ve güzel bir gün, 'Oh Tanrım, bugün ne güzel bir gün' demekten artık pek alıkoyamıyor kimse bizi, çünkü bir kez yeryüzüne yerleş­ mişiz; peki demiş, yaşayıp gidiyoruz. " " Yani karda ağaç gövdelerinden kalır yerimiz yok. Ağaç göv­ deleri hemen toprak üzerinde duruyor gibidir; ufak bir yükle­ nişte yerinden sökülüp atılırmış sanılır. Ama hayır, nerde, çün­ kü sımsıkı bağlıdırlar toprağa. Bak işte, bu bile yalnızca görü­ nürde böyledir. " Düşünüp durmam beni ağlamaktan alıkoyuyordu: " Vakit ge­ ce, kimse şu anda söyleyebileceğim sözlerden dolayı yarın be­ ni kınayamaz, çünkü uykuda konuşulmuş olabilir hepsi. " Bunun üzerine dedim ki: " Evet, doğru. Evet ama, neden konu­ şuyorduk? Sanırım gökyüzündeki ışıklardan değil, çünkü bu­ lunduğumuz yer bir sofanın ortası. Hayır -, ama bunlardan da söz edebilirdik, madem ki konuşmamızda düpedüz özgürüz, madem ki ne bir amaca, ne de gerçeğe varmaktır niyetimiz, bu­ nu yalnız latife için, eğlenelim diye yapıyoruz. Ama olsun, siz yine bahçedeki kadın öyküsünü bana bir kez daha anlatamaz mısınız? Ne hayran kalınacak, ne akıllı bir kadın bu! Davranış­ larımıza kendisini örnek almalıyız. Doğrusu bayıldım bu kadı­ na! Hem sonra sizinle karşılaşmam, sizi ele geçirmem de iyi bir rastlantı. Sizinle konuşmaktan büyük zevk duydum. Sizden, şimdiye kadar belki kendimi bile bile öğrenmekten alıkoydu­ ğum kimi şeyler işittim. " 332 BiR SA VAŞIN TASViRi Sevinmişe benziyordu. Bir insan vücuduna dokunmak benim için her vakit tatsız bir şey olmasına karşın, onu kucaklamadan duramadım. Sonra sofadan açık havaya çıktık. Dostum dağınık birkaç bu­ lutçuğu · üfleyerek bir kenara itince, baştan aşağı yıldızlarla kaplı bir gökyüzü belirdi karşımızda. Dostum güçlükle yürü­ yordu. 4 Şişko' nun Yokuşu Derken her şey birden hızla alınıp uzaklara savruldu. Irmağın suları bir uçurum kenarından aşağılara çekildi, ama direndi su­ lar; uçurumun çatlak ve pütürlü kenarında bir süre sallanıp sonra top top ve duman duman aşağı yuvarlandılar. Şişko fazla konuşamadı, ister istemez geriye döndü, gürül gü­ rül ve hızla akan çağlayanda gözden kayboldu. Pek çok keyifli anlar yaşayan ben, kıyıda duruyor ve olup biten­ leri seyrediyordum. "Akciğerlerimiz ne halt etsin! " diye bağır­ dım. " Çabuk solusalar, kendiliklerinden, kendi içlerindeki ze­ hirlerden boğulur, yavaş solusalar, solunamaz havadan, başkal­ dırı durumundaki nesnelerden boğulurlar. Tutturacakları tem­ poyu aramaya kalksalar, daha bu arayışta yıkılıp gidecekler. " Bu arada ırmağın kıyılan uçsuz bucaksız uzanıyordu, ama ben yine de elimin ayasıyla uzaktaki minik bir işaret levhasının de­ mirine dokundum. Hani pek aklım ermedi bu işe; oysa boyum kısa, sanki her zamankinden kısaydı ve ansızın şöyle bir silki­ nen beyaz yabanmersini çalısının boyu boyumu aşmıştı. Gö­ zümden kaçmamıştı bu, çünkü daha demin çalının yanından geçmiştim. Ama yine de yanılmıştım; çünkü kollarım bir uzundu ki, geniş bölgeleri kaplayan yağmur bulutlarına benziyordu; ne var ki 333 BiR SA VAŞIN TASViR/ onlardan daha aceleciydiler. Ne diye sanki zavallı başımı ez­ mek istiyorlardı bilmem. Başım da öyle küçüktü ki, bir karınca yumurtasını andınyordu; ama biraz örselenmişti, artık o kadar yuvarlak sayılmazdı. Bu yuvarlağı rica minnet döndürüp çeviriyordum; çünkü gözle­ rimdeki ifadenin farkına varılmayabilirdi; işte öylesine küçük­ tü gözlerim. Ama bacaklarım, şaşılası bacaklarım ormanlık dağlar üzerinde dinleniyor ve köylük ovalan gölgelendiriyordu. Büyüyor, dur­ madan büyüyorlardı! Araziden yoksun boşluklara doğru uzan­ maya başlamışlar, uzunlukları çoktan görme alanımın dışına taşmıştı. Ama hayır, o değil - boyum kısa, şimdilik kısa -, ve yu­ varlanıyorum - yuvarlanıyorum - dağlarda bir çığım! Ah ne olur, gelip geçenler, lütfen söyleyin, boyum ne kadar benim; şu kollarımı, bacaklarımı bir ölçün! 334 BiR SA VAŞIN TASViRi 111 " Bu da nesi ! " dedi, benimle toplantıdan çıkıp Laurenziberg'e giden yolların birinde sessiz sakin yanımda yürüyen Tanışım. " Eh artık biraz durun da ne olduğunu anlayayım. - Bakın, gö­ rülecek bir işim var. O kadar da zor ki - bu soğuk denebilecek esinti, sonra bu aydınlık gece, hele vakit vakit şu akasyaların yerini bile değiştirir görünen somurtkan rüzgar. " Bahçıvan kulübesinin gölgesi ay ışığında biraz kavisli yolun üzerine gerilmiş duruyordu, biraz da karla bezenmişti. Kapının yanındaki sırayı fark edince elimi kaldırıp gösterdim; çünkü cesaretim yoktu ve ondan sitemler bekliyordum; bu yüzden, sol elimi göğsümün üzerine koydum. Tanışım bir bezginlikle gidip güzel giysilerine aldırmadan sıra­ ya oturdu ve dirseklerini kalçalarına yasladı, alnını dışa doğru büktüğü parmak uçlarına dayayarak şaşırttı beni: " Evet, işte şimdi söyleyeceklerim: Biliyor musunuz, düzenli bir yaşamım var, bir yerinde kusur bulamazsınız; zorunlu ve değerli ne varsa bu yaşam içinde yer alıyor. Girip çıktığım topluluğun alışık olduğu felaket, çevremle birlikte memnun­ lukla izlediğimiz gibi, beni de esirgemedi, sonra o genel mut­ luluk da gecikmeden gösterdi yüzünü ve ufak topluluklarda bu mutluluktan söz açabildim. Evet, şimdiye kadar hiç sev­ memiştim gerçekten. Buna ara sıra yerinir, ama sıkışınca sevdiğimi ileri sürerdim. Ne var ki, şimdi söylemek zorunda­ yım: Evet aşığım ve galiba aşkın coşkusu içindeyim. Kızların sahip olmayı dilediği ateşli bir aşığım. Ama bende daha ön­ ceki bu eksikliğin, ilişkilerime apayrı ve eğlenceli, her şey­ den önce eğlenceli bir yön vereceğini düşünmem gerekmez miydi? " "Durun canım, durun ! " dedim ben, ilgisiz ve yalnızca kendimi düşünerek. " İşittiğime göre, sevgiliniz güzelmiş, değil mi? " 335 BiR SA VAŞIN TASViRi " Evet, güzel. Ne zaman yanında otursam, hep şunu düşünmü­ şümdür: Bu ataklık - hani pek gözükara biriyimdir - bakarsın bir deniz yolculuğuna çıkarım - galonlarla şarap içerim. Ama o gülünce, beklendiği gibi dişlerini göstermez; bütün seçilebile­ cek şey, karanlık, dar ve çarpık bir ağız boşluğudur. Bu boşluk da, gülerken başını ne denli geriye atarsa atsın, kurnaz ve pek kocamış görünür. " " Orası öyle! " diye yanıtladım, i ç geçirerek. " Belki ben de fark etmişimdir bunu, çünkü göze çarpar bir şey olmalı. Ama yalnız bu değil ki ! Zaten kızlardaki güzelliğin kendisi göze çarpıcıdır! Çok vakit türlü pliler, dantel ve süslerle güzel bir bedene gü­ zelce oturmuş giysiler gördüm mü, uzun süre öyle kalmayacak­ larını, yer yer bir daha kaybolmayacak kırışıklıklarla örtüle­ ceklerini, süsler içerisine bir daha temizlenemeyecek parmak kalınlığında tozların dolacağını, kimsenin bu zengin giysiyi her gün sabah giyip akşam çıkaracak kadar kendini üzüntüye ve gülünç duruma sokmak istemeyeceğini düşünürüm. Öyleyken kızlar görürüm, güzel olmaya güzeldirler; zarif kasları, kemik­ çikleri, pürüzsüz tenleri, ipek gibi gür saçları vardır; gel gelelim her Allahın günü bu bir tek doğal karnaval giysisiyle boy gös­ terir, hep aynı yüzü aynı avuçlar içerisine yatırır ve aynada yansıtırlar. Ancak kimi akşamlar bir eğlenceden eve döndüler mi, aynada yüzleri pörsümüş, şişmiş, herkeslerce yeterince gö­ rülmüş ve artık taşınacak yanı kalmamış gelir kendilerine. " " Ama ben yol boyunca ikide bir size sormuştum, kızı güzel bu­ luyor musunuz, demiştim; oysa siz hep başka yana döndürdü­ nüz yüzünüzü, bana yanıt vermediniz. Söyleyin, fena bir şey mi tasarlıyorsunuz kafanızda? Ne diye beni avutmaya kalkmıyor­ sunuz? " Ayaklarımı gölgenin içine daldırdım ve nazikçe, " Avutulmak sizin için gerekli değil, çünkü siz seviliyorsunuz, " dedim. Serin havada üşütmemek için, mavi üzüm motifleriyle süslü mendili­ mi ağzıma tuttum. 336 BiR SA VAŞIN TASViRi Derken bana dönüp, tombul yüzünü oturduğu sıranın alçak arkalığına yasladı: " Biliyor musunuz, genellikle henüz vaktim var; bu yeni başlayan sevgiyi rezilce bir davranışla ya da sada­ katsizliğe saparak veya kalkıp uzak bir ülkeye giderek hala bir sona erdirebilirim; çünkü doğrusu, bu heyecanı yüklen­ sem mi, pek bilmiyorum. Hani bir kesinlik yok ortada, kimse bu işin alacağı yönü ve süresini tastamam söyleyemez. Kafa­ yı tütsülemek istesem de kalkıp bir meyhaneye gitsem, bili­ rim ki bu gece kafayı tütsülemiş olacağım; ama şimdiki duru­ mumda! Bir haftaya kadar dostumuz bir aileyle bir gezinti yapmak istiyoruz; bu, insanın kalbinde iki hafta boyu fırtına­ lar estirmez mi? Akşamın öpücükleri başıboş düşlere kucak açmak için uykumu getiriyor. Ama aldırmıyor, kalkıp bir ge­ ce gezintisine koyuluyorum; gezinti boyunca üzerimde hep bir heyecan, suratım sanki rüzgarın darbelerini yemiş gibi so­ ğuk ve sıcak, elimi cebimdeki pembe bir eşarba dokundurma­ dan duramıyorum; alabildiğine büyük tasalar kımıldıyor içimde, ama peşlerine takılamıyorum; hatta başka zaman kendisiyle hiç bu kadar uzun boylu konuşamayacağım size bile katlanıyorum. " · Pek üşüyordum, gökyüzü de biraz ağarmaya yüz tutmuştu. "Bu durumda ne bir alçaklık para eder, ne sadakatsizlik, ne de kalkıp başka ülkelere gitmek. Kendinizi ister istemez katlede­ ceksiniz, " dedim gülümseyerek. Yolun karşı yakasında iki koruluk vardı; daha arkada, aşağıda ise kent bulunuyordu ve hala az buçuk aydınlıktı. " Öyle olsun! " diye bağırıp ufak ve sert yumruğunu sıraya vur­ du ve geriye çekmeyerek öylece bıraktı. "Ama siz yaşıyor, siz kendinizi öldürınüyorsunuz. Kimse sizi sevmiyor. Elinizden bir iş geldiği yok. Bir an ötesine bile söz geçirecek durumda değil­ siniz. Öyleyken kalkmış, benimle konuşuyorsunuz, alçak herif sizi! Sevgi uzak sizden, korkudan başka şey size heyecan ver­ mez. Şu benim göğsüme bakın bir! " 337 BiR SA VAŞIN TASViRi Ardından hemen ceketini, yeleğini ve gömleğini çıkardı. Göğ­ sü Allah için geniş ve güzeldi. Ben anlatmaya koyuldum: "Evet, böylesi başkaldınlar ara sıra çullanır üzerimize. Bu yaz bir köyde bulunurken ben de yaşa­ dım bunu. Köy, ırmak kenarındaydı. Daha dün gibi anımsıyo­ rum. Çok vakit sahildeki bir sırada çarpık çurpuk otururdum. Yakında bir de sahil oteli vardı ve çokluk otelden keman sesi gelirdi. Güçlü kuvvetli gençler bahçedeki masalara üşüşür, bi­ ra içer, av partilerinden ve daha başka serüvenlerden konuşur­ lardı. Aynca, karşı sahilde bulutlu dağlar görülürdü. " Derken ağzımı çarpıtıp ayağa kalktım, sıranın gerisindeki çi­ menliğe yürüdüm; birkaç küçük karlı dal koparıp, Tanışımın kulağına fısıldadım: " İtiraf edeyim, nişanlıyım. " Tanışım ayağa kalktığıma şaşırmıştı. "Nişanlı mısınız? " Doğru­ su pek eğreti oturuyor, yalnızca sıranın arkalığı vücuduna des­ tek oluyordu. Sonra şapkasını çıkardı; hoş kokulu, güzelce ta­ ranmış yuvarlak başını bu kış mevsiminde moda keskin bir kıv­ rımla boynundan ayıran saçlarını gördüm. Ona böyle zekice bir yanıt vermiş olmama seviniyordum. " Evet," dedim kendi kendime, " topluluk içinde nasıl da çevik boynunu ve özgür kollarını oynatıyor. Bir kadını alıp tatlı tatlı konuşarak bir salon içinden geçirebilir, evin önünde yağmur yağıyormuş ya da orada utangaç biri dikiliyormuş ya da daha başka berbat bir şey oluyormuş, kılı kıpırdamaz hiç! Hayır, ba­ yanların önünde biri ötekisi kadar güzel reveranslarda buluna­ bilir bu adam. Ama şimdi oracıkta sessizce oturuyor. " Tanışım patiskadan bir mendili alnında gezdirip, " Lütfen, " de­ di, "elinizi biraz alnıma koyar mısınız. Rica ediyorum. " Ben hemen söylediğini yapmayınca, ellerini kavuşturdu. Sanki derdimiz tasamız her şeyi karartmıştı; yukarıda tepede küçücük bir odada oturur gibi oturuyorduk; daha önce sabahı müjdeleyen aydınlığı ve rüzgarı fark etmiştik oysa. Hemen 338 BiR SA VAŞIN TASViRi yan yanaydık, ama birbirimizden hiç de hoşlanmıyorduk, ne var ki birbirimizden fazla da uzaklaşamazdık, çünkü kesin ve sağlam duvarlar vardı çevremizde. Ama gülünç ve insan onu­ runa yakışmayacak gibi davranabilirdik, çünkü üstümüzdeki dallardan ve karşımızdaki ağaçlardan utanmamız gerekmiyor­ du. Derken Tanışım, uzun boylu düşünmeksizin, cebinden bir bı­ çak çıkardı, dalgın dalgın açtı bıçağı, sanki oyun oynar gibi sol kolunun yukarısına saplayıp öylece bıraktı. Kolundan hemen kanlar akmaya başlamış, değirmi yanakları sararmıştı. Bıçağı çekip aldım, paltosunu ve frakını keserek kolunu açtım, göm­ leğin kolunu da boydan boya yırttım. Sonra, belki bana yar­ dımcı olabilecek birini bulurum umuduyla yoldan biraz aşağı seğirtip döndüm. Ağaçlardaki bütün dallar nerdeyse apaçık se­ çiliyor ve hiçbiri kımıldamıyordu. Derken derin yarayı şöyle biraz emdim. O anda bahçıvan kulübesi geldi aklıma. Evin so­ lundaki dik çimenliğin oluşturduğu merdiveni koşarak çıkıp, pencere ve kapılan acele gözden geçirdim. Evde ,kimsenin oturmadığını hemen anlamıştım, ama yine de hırsımdan ayak­ larımla deli gibi yeri döverek zili çaldım. Sonra ince bir yol ha­ linde kanayan yaranın başına döndüm. Tanışımın mendilini karda ıslatıp elden geldiğince sardım kolunu. " Ne yaptın a canım, ne yaptın! " diye söylendim. " Benim yü­ zümden kendini yaraladın. Hani durumun o kadar iyi ki, dost­ larla sanlı çevren; şık giyinmiş bir alay insanın uzakta, yakında, masa başlarında ve dağ yollarında görüldüğü bir gündüz vakti kalkıp gezmeye gidebilirsin. Düşün bir, baharda arabaya atla­ yıp fidanlıklara uzanacağız; ama hayır, biz değil, ne yazık ki de­ ğil, ama sen Annacığına gideceksin, sevinerek, doludizgin. Öy­ le vallahi; sonra güneş de en güzel biçimde herkeslere göstere­ cek sizi. Oh, müzik de olacak, uzaktan atların sesleri duyula­ cak, derde tasaya yer kalmayacak, bağırıp çağırmalar işitile­ cek, ağaçlıklı yollarda laternalar çalacak. " 339 BiR SA VAŞIN TASViRi " Aman Tannın! " dedi Tanışım. Ayağa kalkarak bana yaslan­ dı; yürümeye başladık: "Yardım edecek kimseler yok. Bu ho­ şuma gitmedi işte. Affedersiniz. Vakit pek geç mi? Yann sabah belki biraz çalışmam gerekecek. Aman Tannın! " Yukarıda, duvardan az beride yanan bir fener, ağaç gövdeleri­ nin gölgesini yolun ve karın üzerine yansıtıyor, bir sürü dalın gölgesi eğilip bükülmüş, adeta kırılmış bir görüntüyle yamacın üzerinde dinleniyordu. 340 BiR SA VAŞIN TASViRi ÇİN SEDDİ'NİN İNŞASINDA Çin Seddi en kuzeye bakan yerinde tamamlandı, inşaat güney­ doğu ve güneybatıdan alınarak getirilip burada bağlandı birbi­ rine. Bu parça parça inşa yönteminin küçültülmüş modeli do­ ğu ve batıdaki işçi orduları içinde de uygulanmıştı. Şöyle ki: Yirmişer kişilik postalar düzenleniyor, bir posta seddin yakla­ şık beş yüz metre uzunluğundaki bir parçasını örüp çıkarınca, bir komşu posta karşı yönden buna denk uzunlukta bir diğer parçayı örüyordu. Ama iki parça birbirine bağlandıktan sonra inşaat bin metrenin bitiminde yeniden sürdürülmüyor, posta­ lar seddin inşası için yeniden apayrı yerlere yollanıyordu. El­ bet böyle olunca arada bir sürü geniş boşluk doğuyor, boşluk­ lar ancak zamanla yavaş yavaş dolduruluyordu; seddin yapılıp bittiğinin açıklanmasından sonra bile doldurulan kimi boşluk­ lar vardı. Hatta hiç kapatılmamış boşluklar bulunduğu söyleni­ yordu, bazılarına göre boşluklar seddin inşa edilmiş parçaların­ dan daha büyüktü. Orası öyle, sadece ileri sürülen bir savdı bu; yapı çevresinde doğmuş, yapının büyüklüğünden dolayı en azından tek kişinin kendi gözü ve kendi ölçüsüyle doğruluğu­ nu denetleyemeyeceği o bir sürü söylenceden yalnızca biriydi belki. Tutarlı, hiç değilse iki ana bölüm arasında tutarlı bir inşaatın her yönden daha yararlılığına hani daha baştan inanılabilirdi. Değil mi ki set herkesçe söylenip bilindiğine göre, kuzeyli ulus­ lardan korunmak amacıyla yapılıyordu. İyi ama, parçalan bir­ biriyle bağlantılı inşa edilmemiş bir set nasıl koruyabilir? Ko­ rumak şöyle dursun, kendisi sürekli tehlike içindedir böyle bir seddin. Issız yerlerde kaderine terk edilmiş bu duvar parçalan 341 BiR SA VAŞIN TASViRi her vakit kolay yıkılıp atılabilir göçebeler tarafından; hele o za­ manlar set inşasıyla korkuya kapılıp çekirgeler gibi akıl almaz bir çabuklukla yerlerini değiştirip duran göçebelerin, set yapı­ mındaki ilerlemeyi bizim kendimizden, biz set yapımcılarından daha iyi izledikleri düşünülürse. Ama yine de set olduğundan başka türhi yapılamazdı sanının. Bunu anlayabilmek için şu noktanın unutulmaması gerekiyor: Set, yüzyıllar boyu koruyu­ cu bir roi oynayacaktı; dolayısıyla, inşaatın titizlikle yürütül­ mesi, bütün çağ ve ulusların yapı bilgeliğinden yararlanılması, inşaatı yürütenlerde sürekli bir kişisel sorumluluk duygusunun varlığı kesinlikle zorunluydu. İşin kaba bölümlerinde halk ara­ sından devşirilmiş deneyimsiz gündelikçiler, erkekler, kadınlar ve çocuklar, kısaca iyi para karşılığında koşup gelen kimseler çalıştırılabiliyorsa da, daha dört gündelikçiyi yönetmek için ak­ lı başında, yapı alanında yetişmiş biri gerekiyordu; öyle biri ki, set inşasında neyin söz konusu olduğunu bütün yüreğiyle his­ sedebilsin. Ve görülecek işin inceliği ölçüsünde kişilerde ara­ nan erdemler de artıyordu. Böyle kişiler de gerçekten bulun­ muyor değildi el altında, inşaatın gerektirdiği kadar değilse bi­ le yine çok sayıda vardı. Öyle düşünülmeden bu işe girişilmiş değildi; inşaata başlanma­ dan elli yıl önce, surlarla çevrilecek tüm Çin'de mimarlık, özel­ likle duvarcılık en önemli bilim dalı ilan edilmiş ve bütün öbür bilimler bunlarla ilişkisi ölçüsünde hüsnü kabul görmüştü. Çok iyi anımsıyorum: Henüz küçücüktük, doğru dürüst yürümesini bile beceremiyorduk; okulumuzun ufak bahçesine doluşmuş, çakıl taşından bir çeşit duvar örmeye zorlanmıştık; uzun giysi­ sinin eteklerini toplayan öğretmenimiz koşarak duvara tosla­ mıştı; kuşkusuz ortada duvar falan bırakmayıp çökertmiş hep­ sini, bizi de ördüğümüz duvarın çürüklüğünden ötürü öylesine paylayıp azarlamıştı ki, ağlayıp feryat ederek dört bir yana da­ ğılmış, anne ve babalarımızın yanına dönmüştük. Küçücük bir olay ama, o zamanın havası için tipik bir örnek. 342 BiR SA VAŞIN TASViRi Talihim varmış; ben yirmi yaşında en alt kademedeki okulun en üst sınavını vermiştim ki, seddin yapımına başlandı. Talih diyorum, çünkü elde edebilecekleri eğitim ve öğrenimin ben­ den önce doruğuna ulaşmış pek çok kişi yıllar yılı bilgileriyle ne yapacaklannı bilememiş, kafalannda o görkemli inşa tasa­ nlanyla sağda solda aylak aylak dolaşıp durmuş, yığınla ziyan olup gitmişlerdi. Ama sonunda, en alt kademelerden bile olsa yapı kalfası göreviyle set inşasında çalışmaya başlayanlar, ger­ çekten bu işe layık kimselerdi. Set inşası için uzun boylu kafa yormuş ve sürekli kafa yoran, temele koydurdukları ilk taşla kendilerini yapının bir parçası hisseden duvarcılardı hepsi. Böylesi duvarcıları yöneten itici güç, kuşkusuz, mükemmel bir iş başarma tutkusunun yanı sıra inşaatı nihayet şöyle tastamam bitmiş görme sabırsızlığıydı. Bir gündelikçi ise böyle bir sabır­ sızlıktan habersizdir, yalnızca parasını almaya bakar o. Üst ka­ demedeki yöneticiler, hatta orta kademedekiler yapının çeşitli kollardan gelişip büyüdüğünü görerek kendilerini manen güç­ lü tutabilirdi; ne var ki, duygu ve düşünceleri dıştan bakınca küçük ödevlerinin çok ötesinde gezinen alt kademedekilere başka türlü davranmak gerekiyordu. Örneğin, kimselerin otur­ madığı bir dağlık bölgede, yurtlanndan, yuvalanndan yüzlerce mil uzakta aylar, hatta yıllar boyu habire bir yapi't�ını alıp öbürünün yanına koymaları istenemezdi bunlardan. Böylesi harıl harıl sürdürülen, ama uzun bir insan ömrünün bile amaca ulaşılması için yetmeyeceği bir işin doğuracağı umutsuzluk bu insanlann kolunu kanadını kıracak, en başta onları işe daha az elverişli duruma sokacaktı. İşte bu düşünceden yola koyularak parça parça inşa yöntemi seçilmişti. Beş yüz metrelik bir sur parçası aşağı yukarı beş yılda bitirilebiliyordu; kuşkusuz, bu arada yöneticiler genellikle pek bitkin düşüyor, kendilerine, inşaata ve dünyaya karşı tüm güvenlerini yitiriyor, dolayısıyla bin metrelik iki sur parçasının birbirine bağlanma şenliğinin coşkusunu henüz yaşarlarken yerlerinden alınıp çok, pek çok uzaklara gönderiliyorlardı. Yolculukları sırasında orda hurda 343 BiR SA YAŞIN TASViRi yükselen bitmiş set parçalarıyla karşılaşıyor, daha üst kademe­ den yöneticilerin kaldıkları barınaklardan geçiyor, söz konusu yöneticiler tarafından nişanlarla ödüllendiriliyor, köylerden kentlerden akın akın gelen yeni işçi ordularının sevinç bağrış­ malarını duyuyor, kurulacak iskeleler için ormanlarda ağaçla­ rın kesildiğini, dağların yontularak yapı taşlarına dönüştürül­ düğünü görüyor, kutsal yerlerde dini bütün vatandaşların ilahi­ ler söyleyip inşaatın bitmesi için Tanrıya yakardıklarını işiti­ yorlardı. Bütün bunlar da sabırsızlıklarını yatıştırıyordu onla­ rın. Birkaç zaman yurtlarında sürdükleri sakin yaşam kendile­ rini güçlendiriyor, set yapımında çalışanlara verilen değer, an­ lattıklarının herkes tarafından inanç dolu bir alçakgönüllülük­ le dinlenmesi, basit ve sessiz insanlar olan hemşerilerinin gü­ nün birinde seddin bitirileceğine karşı besledikleri güven ruh­ larındaki telleri geriyordu. Derken, umudunu hiç yitirmeyen çocuklar gibi yurtlarına veda ediyorlar, yeniden bu kamu işin­ de çalışmak şevki yüreklerinde önüne geçilemeyecek bir güç kazanıyordu. Gereğinden daha erken evden ayrılıp yola düzü­ lüyorlar, köy halkının bir yansı epey bir uzaklığa kadar onlara eşlik ediyordu. Geçtikleri bütün yerlerde hep insan toplulukla­ rı, flamalar, bayraklar; ülkelerin böyle kocaman, böyle zengin, güzel ve şirin olduğunu daha önce hiç görmemişlerdi. Her va­ tandaş kendisine koruyucu set inşa edilen bir kardeşti ve bütün varlığı, bütün varı yoğuyla ömür boyu bunun için onlara teşek­ kürde bulunuyordu. Birlik! Birlik! El ele, tüm ulus bir halka yapmış; kan, artık tek tek bedenlerin zavallı damarlarında tu­ tuklu kalmıyor, uçsuz bucaksız Çin ülkesi içinden tatlı tatlı akı­ yor, ama sonra dönüp ona geri geliyordu. Böyle oluşu da, parça parça inşa yönteminin akla uygunluğu­ nu kanıtlamaktaydı. Ama kuşkusuz başka nedenler de vardı işin içinde; dolayısıyla, bu sorun üzerinde benim öyle uzun boylu durmamın hiç yadırganacak yanı yok; ilk bakışta ne denli önemsiz görünürse görünsün, tümüyle set inşaatının ana sorunuydu bu. Madem o dönemin düşünce ve yaşantılarını 344 BiR SA YAŞIN TASViRi iletmek ve açıklamak istiyorum, bu işi ne denli kurcalasam ge­ ne azdır. Sanırım ilkin şunu söylemek gerekiyor ki, o zamanlar Babil Kulesi'ni pek aratmayan, ama Tanrının hoşuna gitmesi bakı­ mından hiç değilse insanların kendi değerlendirmelerine göre Babil Kulesi'nin tam karşıtını oluşturan işler başarılmıştı. Bun­ dan söz etmemin nedeni, inşaatın başlangıç döneminde bir bil­ ginin bir kitap yazması ve kitapta pek büyük bir titizlikle söz konusu karşılaştırmaları yapmış olmasıdır. Kitapta kanıtlan­ mak istendiğine göre, Babil Kulesi genellikle ileri sürülen ne­ denlerden ötürü amacına erişememiş değildi ya da en azından bilinen nedenler içinde en başta gelmesi gerekenlere rastlan­ mamaktaydı. Bilgin, salt yazı ve raporlar ileri sürerek kanıtla­ maya çalışmıyordu bunu; sözde kendisi gidip yerinde incele­ melerde bulunmuş ve temelindeki çürüklük yüzünden yapının yıkıldığını, zaten yıkılmaya da mahktlm olduğunu ortaya çıkar­ mıştı. Elbet bu bakımdan içinde yaşadığımız çağ, hanidir geç­ mişe karışmış o çağdan çok daha üstündü. Bizim dönemde he­ men her okumuş kişi meslekten duvarcıydı ve temel atma işin­ de asla yanılgıya düştüğü görülmezdi. Ama bilgin, hiç de bunu anlatmak istiyor değildi; onun ileri sürdüğüne göre, ancak Bü­ yük Çin Seddi'dir ki insanlık tarihinde ilk kez yeni bir Babil Kulesi için güvenilir temeli oluşturacaktı. Yani ilkin set, sonra kule. Söz konusu kitap o zamanlar herkesin elinde dolaşıyor­ du; ama itiraf edeyim ki, bilginin kafasından geçirdiği kule ya­ pımına bugün bile akıl erdiremiyorum bir türlü. Bir çember bi­ le değil de bir çemberin dörtte birini ya da yansını oluşturan set üzerine mi oturacaktı kule? Böyle bir şey sanırım yalnızca simgesel bakımdan açığa vurulmuştu. İyi ama, gerçek nitelik­ teki bu set, yüz binlerce kişinin bu emek ve yaşamının sonucu da ne oluyordu o zaman? Kitapta kuleye ilişkin kuşkusuz açık seçiklikten uzak planlara yer veriliyor, ulusal gücün bu yaman eserde nasıl bir araya toplanacağını gösteren ve ayrıntılara dek inen önerilere de rastlanıyordu. 345 BiR SA VAŞIN TASViRi O zamanlar - bu kitap yalnız bir örnekti - ne karışık düşünce­ ler geçmiyordu akıllardan; belki pek çok kişi bir amaç üzerin­ de birleşmek istiyordu da en başta onun içindi bu. Havada uçu­ şan toz gibi özünde hoppa ve hafif insan varlığı hiçbir bağı kal­ dırmıyor; bu varlık kendi kendini bağlamayagörsün, çok geç­ meden bağlarını çılgınca sarsmaya başlayacak, seddi de, zincir­ lerini de, kendi kendisini de parça parça edip dört bir yana fır­ latacaktır. Seddin inşasına karşı çıkan bu düşünceler de parça parça inşa yöntemine karar verilirken, yöneticiler tarafından dikkate alınmazlık da edilmemiştir belki. Bizler - burada birçoklarının adına konuştuğumu sanıyorum - doğrusu istenirse en üst kade­ medeki yöneticilerin direktiflerini okuyup incelerken kendi kendimizi tanıdık ve başımızdaki yöneticiler olmasa, gerek okulda edindiğimiz bilgilerin, gerek insan aklımızın o büyük bütündeki küçük görevimiz için bize yetmeyeceğini kavradık. Yöneticiler bürosunda - büro nerededir, içinde kimler oturur, şimdiye dek sorduğum kimseler bilemedi ve şimdi de kimsenin bildiği yok -, işte bu büroda galiba insanların tüm düşünce ve istekleri çemberler çizip duruyor, insanların tüm amaçları ve bu amaçlara ulaşmaları ise karşıt çemberleri oluşturuyor. Ve büronun penceresinden, yöneticilerin planlar çizen ellerine pı­ rıl pırıl yansısı vuruyor tanrısal dünyaların. Bu yüzden, gerçekten dileseler, yöneticilerin parçaları birbiriy­ le bağlantılı bir set inşasına karşı duran güçlükleri yenemeyece­ ğini şaşmaz bir gözlemcinin kafası almıyor. Böyle olunca da ka­ la kala şu sonuç kalıyor geriye: Parça parça inşa yöntemi, yöne­ ticilerin kendileri tarafından tasarlanmıştır. Ama söz konusu yöntem darda kalınca başvurulacak bir şeydi ve uygun bir yol değildi. Yani buna göre, yöneticilerin uygun görülemeyecek bir şey istediği sonucunu çıkarmak gerekiyor ki, doğrusu tuhaf bir sonuç! Orası öyle; ama gene de bir başka bakımdan pek haksız sayılmayacak bir yöntem, bugün belki bir sakıncası yok bunun 346 BiR SA VAŞIN TASViRi üzerinde konuşmanın. O vakit birçokları, hatta belli başlı kişi­ ler bile gizli bir ilkeyi benimsemişti; deniyordu ki, var gücünle yöneticilerin direktiflerini anlamaya çalış, ama belli bir sınıra kadar; bu sınıra geldin mi düşünmeyi bırak! Pek de akla yatkın bir ilkeydi doğrusu ve sonra ikide bir yinelenen bir karşılaştır­ mayla daha da yakından açıklanıp yorumlanmıştı: Sana zarar verebileceği için olmasın düşünmeyi bırakman, sana zarar vere­ bileceği de doğrusu hiç kesin değildir. Zaten ne zarar vermenin, ne de vermemenin sözü edilebilir burada. Çünkü sen de bahar­ da bir ırmağa benzersin; ırmak bahar geldi mi kabarır, bir semi­ rip palazlanarak uzun kıyıları boyunca daha bir güçle toprağı besler ve denizin içerilerine kadar korur kendi varlığını, denizin daha çok dengi bir duruma gelir ve onun tarafından daha bir memnunlukla karşılanır. - Yöneticilerin direktifleri üzerinde de işte bu noktaya kadar düşünebilirsin. - Ama derken ırmak ta­ şar, su altında bırakır kıyılarını, eski biçimini yitirir, bayır aşağı akışını yavaşlatır, yazgısına aykın bir davranışla ülke içinde kü­ çük göller oluşturur, kırlara bayırlara zarar verir; ne var ki, hep bu genişlikte koruyamaz kendini, tersyüz edip kıyılarına döner, hatta arkadan gelen sıcak yaz mevsiminde acınacak ölçüde ku­ rur, çekilir suyu. - Yöneticilerin direktifleri üzerinde de sakın bu noktaya kadar düşünmeyesin! Evet, bu karşılaştırma set yapımına alabildiğine uygun düşmüş olabilir; ama benim şimdi anlatacaklarım için geçerliği sınırlı­ dır ancak. Benim incelemem ne de olsa salt tarihsel nitelik ta­ şıyor, çoktan dağılıp gitmiş fırtına bulutlarından şimşek çak­ maz artık; bu yüzden, parça parça inşa yöntemine ilişkin olup bir zaman yeterli görülmüş açıklamanın dışına taşan bir açıkla­ ma sanırım arayabilirim kendime. Düşünme yeteneğimin be­ nim için çizdiği sınırlar dar mı dar; oysa bu konuda geride bı­ rakılması gereken yolun ucu bucağı yok. Bir kez bizleri kime karşı koruyacaktı Büyük Set? Ben Çin'in güneydoğusundanım. Hiçbir kuzeyli kavim yoktur ki, benim 347 BiR SA VAŞIN TASViRi için tehlike oluştursun. Biz, eskiden kalma kitaplarda okuruz ancak kendilerini; yaradılışlarının gereğine uyarak işledikleri zalimlikleri okuyup öğrenir, rahat ve huzur taşan kameriyele­ rimizde göğüs geçiririz. O lanetlenmiş suratları, ardına kadar açılmış ağızları, o sipsivri dişlerle donanmış çeneleri, ağızları­ nın parçalayıp öğüteceği avı yan gözle kollar görünen kısık gözleri, sanatçıların gerçeğe uygun yaptığı resimlerden biliriz. Çocuklarımız arsızlık yaptı mı bu resimleri gösteririz onlara, onlar da hemen ağlaşarak koşup boyunlarımıza sarılır. Ama kuzeyli kavimlere ilişkin bundan öte bilgimiz yoktur. Kendile­ rini görmüş değiliz, köyümüzde kaldıkça ileride de asla onlar­ la karşılaşmayacağımız kuşkusuz; isterlerse azgın atlarına atla­ yıp doludizgin gelsinler üzerimize, ülkemiz fazla büyüktür, bi­ ze kadar koyvermez kendilerini; atlarını koşturur koşturur, bizlere ulaşamadan boşlukta yitip giderler. Madem durum böyle, ne diye yurdumuzu yuvamızı, ırmağımı­ zı, köprülerimizi, annemizi babamızı, ağlayan eşimizi ve çocuk­ larımızı bırakır, uzak kentlere öğrenime gideriz? Aklımızsa da­ ha ötelerde, kuzeydeki settedir hep. Neden mi? Yöneticilere sormalı; onlar bizi tanır, alabildiğine büyük kaygı ve tasalar içinde yuvarlanan yöneticiler bilir bizi, bizim küçük işlerimiz­ den haberleri vardır, alçacık kulübemizde hep bir arada otu­ rurken izlerler bizi, evin reisinin gün kavuştu mu aile bireyleri arasında okuduğu duadan hoşlanır ya da hoşlanmazlar. Kendi­ lerine ilişkin bir düşüncemi açıklamama izin verilirse şunu söy­ leyebilirim ki, bence öteden beri var olagelmişti yöneticiler. Örneğin, yüce mandarinler gibi sonradan türemiş değillerdi; o mandarinler ki, güzelim bir sabah düşünün uyarısıyla bakarsın o saat meclisi toplantıya çağırır, hemen karar alır, bir önceki gün beylere güler yüz gösteren, ama ertesi gün donanma fener­ leri söner sönmez kendilerini karanlık bir köşeye sıkıştırıp so­ padan geçirecek bir Tanrı onuruna fener alayı düzenlemek gi­ bi bir karar da olsa bu, yerine getirilmesi için davullar çaldırtıp halkı daha o akşam yataklarından dışarı uğratırlar. Doğrusu 348 BiR SA VAŞIN TASViRi öteden beri vardı yöneticiler ve set yapımı kararı da gene öte­ den beri vardı. Masum kuzeyli kavimler bu seddin yapımına kendilerinin yol açtığını, saygıdeğer ve masum imparator da bu seddin kendi buyruğuyla inşa edildiğini sanıyor. Oysa biz set yapımında çalışanlar, bizler bunu başka türlü biliyor ve dilimi­ zi tutuyoruz. (•) Ben, henüz set yapılırken ve daha sonra hemen yalnızca karşı­ laştırmalı kavimler tarihiyle uğraştım - belli birtakım sorunlar var, ancak bu yoldan özleri kavranabiliyor - ve şu sonuca var­ dım: Biz Çinlilerde kimi halk ve devlet kuruluşlarının saydam­ lıkta üzerlerine yok; öte yandan, kimilerinin de kapalılıkta bir benzerine daha rastlanacak gibi değil. Bu sonuncu durumun nedenlerini araştırıp ele geçirmek kendimi bildim bileli beni büyülemiştir, hala da büyüleyip durur. Set yapımında da bu so­ runların enikonu etkisi seziliyor. Bizim en kapalı ve karanlık kuruluşlarımızdan biri de hiç kuş­ kusuz imparatorluğumuzdur. Elbet Pekin'de, özellikle saray erkanı arasında biraz saydamlık sezilir sezilmeye; ne var ki, bu da gerçek olmaktan çok görünürde bir saydamlıktır. Aynca, yüksek okullardaki devlet hukuku ve tarih kürsüsü hocaları da ilgili konuda eksiksiz bilgileri olduğunu ve bu bilgileri öğrenci­ lere aktarabildiklerini öne sürerler. Alt kademedeki okullara inildikçe, insanın kendi bildikleri üzerindeki kuşkulan anlaşı­ lacağı üzere silinip gidiyor ortadan; dolayısıyla, yan bilginlik, ezeli gerçeklerinden bir şey yitirmeyen, ama sisler puslar için­ de hiçbir vakit tanınmayan ve yüzyıllardan beri donup kalmış bulunan üç beş ilke çevresinde dağlar gibi yükseliyor. Ne var ki, özellikle imparatorluğu da bana kalırsa halka sorma­ lı; çünkü imparatorluğun son dayanakları halkın içinde bulunu­ yor. Bu konuda, kuşkusuz, ben gene ancak kendi yurdumdan söz açabilirim. Yurdumda tarla ve kır tanrılarına tapınırız; bütün yılımızı öylesine değişiklik ve güzelliklerle dolduran bu tapınma ("') " Max Brod "da var. "Edisyon Kritik " te yok. 349 BiR SA VAŞIN TASViRi dışında aklımız fikrimiz hep imparatordadır. Ama şimdiki impa­ ratorda değil; doğrusu kendisini tanısak ya da kendisine ilişkin kesin bir şeyler bilsek, şimdikinde de olabilirdi. Elbet bizler - içi­ mizdeki biricik meraktı işte -bu yolda bir şey öğrenelim diye uğ­ rayıp duruyor, ama ne tuhaftır ki bir şey de öğrenemiyorduk; ne bunca yer gezip dolaşan hacılardan, ne yakın ve uzak köylerden, ne de yalnız bizim ırmaklarda değil, kutsal nehirlerde de dolaşan gemicilerden öğrendiğimiz bir bilgi oluyordu. Bir sürü şey işiti­ yor, ama bu bir sürü şeyden hiçbir şey çıkaramıyorduk. Ülkemiz işte öylesine büyüktür, hiçbir masal onun büyüklüğü­ nü anlatamaz, gökyüzü bile pek kapatamaz üzerini. Pekin ise ancak bir nokta, imparator sarayı desen bir noktacıktır. Orası öyle; imparator, imparator olarak dünyanın bütün yüce katla­ rından daha yücedir. Ama hayattaki imparator, bizim gibi bir insan olan imparator bizim gibi bir yatakta yatar, yatak yapılır­ ken cömertçe davranılmıştır, ama belki yine de dardır ve kısa­ dır boyu. Bizim gibi imparator da bazen uzanıp gerinir, çok yo­ rulmuşsa narin ağzıyla esner. Ama bizlerin nasıl haberimiz ol­ sun bütün bunlardan, binlerce mil uzakta, güneyde yaşayan bizlerin; öyle ya, nerdeyse Tibet yaylasına komşudur sınırları­ mız. Hem bir haber bize kadar ulaşsa bile pek geç ulaşır, çok­ tan bayatlamış olur. Saray erkanı ışıl ışıl, ama yine de karanlık bir topluluk halinde sarar imparatorun çevresini - hizmetkarlar ve gözde kişiler giysisine bürünmüştür tüm kötülük ve düş­ manlık -, imparatorluğa karşıt ağırlığı oluşturur, zehirli okları­ nı imparatora saplayıp kendisini bulunduğu terazinin kefesin­ den alaşağı etmeye bakarlar hep. İmparatorluk ölümsüzdür, ama imparatorlar birer birer devrilip gider, hatta bütün bir ha­ nedanlığın yıkıldığı, tek bir hırıltılı solukla can verdiği görülür. Bütün bu çekişmelerden ve başa gelen felaketlerden halkın as­ la haberi olmaz; gecikmiş haberciler, kente yabancı kişiler gibi sokak başlarında tıklım tıklım dikilir; pazar meydanının göbe­ ğinde, çok, çok ileride efendileri idam edilirken yanlarında ge­ tirdikleri azığı sessiz sakin atıştırırlar. 350 BiR SA VAŞIN TASViRi Hani bu ilişkiyi dile getiren bir söylence vardır: Denir ki, İmparator sana, sen tek kişiye, sen zavallı kuluna, im­ parator güneşinin önünden çok, çok uzaklara kaçan sen mini­ cik gölgeye, işte doğruca sana ölüm döşeğinden bir haber yol­ lamıştır. Yatağının yanı başında haberciye diz çöktürmüş ve haberi kulağına fısıldamıştır; hatta ne kadar önemli olmalı ki, haberciye yineletip kulağına söyletmiştir haberi. Sonra da ba­ şını sallayıp söylenenin doğruluğunu onaylamıştır. Ve ölmesini izleyen bütün kalabalık önünde - aradaki duvardan engeller yı­ kılıp yüksek dış merdivenlerde devletin büyükleri halka yap­ mış dikilmektedir - bütün bunların önünde haberciyi salmıştır. Haberci o saat yola koyulmuştur; güçlü kuvvetli, yorulmak bil­ mez biridir; kimi zaman bu kolunu, kimi zaman öbür kolunu uzatarak kalabalık arasından yol açar kendine. Bir direnişle karşılaştı mı, göğsündeki güneş resmini gösterir ve hiç kimseye nasip olmayacak bir kolaylıkla ilerleyip durur. Ancak kalaba­ lık da işte öylesine büyüktür, evlerin sonu gelmez bir türlü. Önünde kır bayır şöyle bir açılıverse, nasıl da kuş gibi uçacak ve sen de kuşkusuz çok sürmeden onun görkemli yumrukları­ nın sesini kapında işiteceksin. Ama işte nasıl boşuna çırpınıp durur; hala sarayın en içteki odalarından güçlükle geçmeye ça­ lışmaktadır ve bu odaların üstesinden asla gelemeyecektir; gel­ se de bir şey kazanılmış olmayacak, bu kez dış merdivenlerden inmeye uğraşacaktır. Merdivenleri de inse, yine bir şey elde edilmeyecek, bu kez avlulardan geçmesi gerekecektir ve avlu­ lar bitecek, birinci sarayı içeren bir ikinci saray çıkacaktır kar­ şısına; sonra yine merdivenler, yine avlular; ve binyıllar boyu sürüp gidecektir bu. Sonunda en dış kapıdan kendini dışarı atabildi diyelim - ama dünyada, dünyada olmaz böyle bir şey , bir de bakacak ki, daha yeni duruyor karşısında başkent, sıra­ dan evleri ve insanlarıyla önünde dağ gibi yükselen dünyanın göbeği başkent; kimse bir yol bulup geçemez içinden, hele bir ölünün haberiyle asla. - Sana gelince, pencerenin başında otu­ rur, akşam olunca İmparator'un haberini düşlersin. 351 BiR SA VAŞIN TASViRi Tıpkı böyle işte, böyle umutlu ve umutsuzdur halkımızın impara­ tora bakışı. Hangi imparator ülkeyi yönetiyor, bildiği yoktur; hat­ ta imparator sülalesinin adı üzerinde bile kuşkulan vardır. Okul­ da buna ilişkin bir sürü bilgi sırayla öğretilmektedir; ama ortada­ ki genel belirsizlik havası o kadar büyüktür ki, en değme öğren­ ci bile bu havaya kaptırır kendini. Çoktan ölüp gitmiş imparator­ lar bizim köylerimizde tahta çıkarılır; öte yandan, artık yalnız şarkı ve türkülerde yaşayan bir imparator bakarsın az önce bir bildiri yayınlamıştır da, rahip mihrabın önünde dikilmiş okumak­ tadır bildiriyi. Tarihimizin en eski çağlarındaki savaşların daha yeni yapıldığı olur ve komşunuz alı al moru mor, bir savaş habe­ riyle damlar evinize. İmparator hanımları, ipekli yastıklarda faz­ la semirmiş, açıkgöz soylularca yüce adet ve geleneklere yaban­ cılaştırılmış, içleri hükmetme tutkusuyla taşıp kabararak hırstan gözleri dönmüş, şehvet içine yayılıp kurulmuş, kötü eylemlerini yineleyip dururlar. Aradan ne çok zaman geçmişse, o kadar da­ ha bir ürkütücü parıldar tüm renkler; derken günün birinde köy feryat ve figanla öğrenir ki, imparatoriçelerden biri binyıllar ön­ cesi kocasını öldürüp iri iri yudumlarla kanını içmiştir. İşte halkın geçmiş hükümdarlara karşı böyledir tutumu; şim­ dikileri ise ölüler arasına karıştırdığı görülür. Bir kez, insan ömrü boyunca bir kez, imparatorun eyalette geziye çıkmış bir memuru yolu düşüp bizim köye uğrasa, yöneticiler adına bir­ takım isteklerde bulunsa, vergi listelerini gözden geçirse, oku­ la gidip dersleri dinlese, işimiz gücümüz üzerine bilgi alsa biz­ den, sonra bütün bu öğrendiklerini tahtırevanına binmeden çevresinde toplanmış köy halkı önünde uzun boylu uyanlara dönüştürerek özetlese, o zaman bütün yüzlerde bir gülümse­ me dolaşır, bizimkiler kaçamak yollu birbirine bakar, memu­ run kendilerini gözlemlemesine fırsat vermemek için başlarını yanlarındaki çocuklarına doğru eğerler. Amma da iş, diye dü­ şünür herkes, bir diriden söz eder gibi bir ölüden söz ediyor bu memur; çünkü dediği imparator öleli, sülalesi ortadan sili­ nip gideli ne çok zaman geçti, Memur Bey eğleniyor bizimle, 352 BiR SA VAŞIN TASViRi ama biz gene onu gücendirmemek için bir şey anlamamış gibi yapalım. Ama gerçekten kulluk etmeye gelince, bunu ancak şimdiki hükümdarımıza karşı yaparız; çünkü başka türlüsü gü­ naha girmek sayılır. Ve memurun tahtırevanı uzaklaşırken ar­ tık dağılıp dökülmüş bir kavanozun külleri arasından çıkarılan rastgele biri, ayaklarını yere vurarak kendini köyün efendisi ilan eder. Bunun gibi, bizim köyün imanları devlet yönetimindeki deği­ şikliklerden, kendi zamanlarında yapılan savaşlardan genellik­ le pek az etkilenir. Bu konuda gençliğimde geçen bir olayı anımsıyorum. Bize komşu, ama yine de uzak eyaletlerin birin­ de bir ayaklanma başgöstermişti. Ayaklanmanın nedenleri ak­ lımda kalmadı, hem önemli de değil, çünkü söz konusu eyalet­ te her yeni doğan günle ayaklanma için de yeni nedenler doğar, sinirli ve ateşlidir bizim halk. Ve işte günün birinde ayak/anan­ ların dağıttığı broşürlerden biri o eyaletten geçen bir dilenci ara­ cılığıyla bizim eve ulaşmıştı. Tam da bir bayram günüydü, evi­ mizin odalarını konuklar doldurmuştu; rahip ortada oturmuş, broşürü inceliyordu. Birden herkes gülmeye başladı, broşür o itiş kakışta yırtılıp parçalandı, başka zaman kuşkusuz bol bol bağışlara gömülen dilenci itilip kakılarak evden uzaklaştırıldı ve herkes dağılıp giderek dışarıdaki güzelim günün kucağına at­ tı kendini. Neden mi? Komşu eyaletin lehçesi bizimkinden eni­ konu değişiktir, yazı dillerinin bizim için antik karakter taşıyan kimi biçimlerinde de kendini belli eder bu. Rahip işte böyle iki sayfa okur okumaz kesinlikle karar verilmişti: Eskimiş şeylerdi hepsi, öteden beri işitilmiş, öteden beri acıları çekilip unutulmuş şeylerdi. Ve - öyle anımsar gibiyim - dilencinin halindeki o yadsınamayacak dehşet ifadesine aldırmayarak herkes gülmüş, başını sallayıp geçmiş, bu konuda artık başka bir şey işitmek is­ tememişti. Bizde insanlar şimdiki zamanı yok etmeye bu kadar hazırdır işte. (•) (•) "Max Brod " da var. "Edisyon Kritik "te yok. 353 BiR SA VAŞIN TASViRi Şimdi bu tür olaylara bakıp, doğrusu bizim bir imparatorumuz bulunmadığı sonucu çıkarılmak istenirse, gerçekten pek de uzaklaşılmış sayılmaz. Ben onu bilir, onu söylerim, bizim gü­ neydeki halk gibi imparatoruna bağlı bir başka halk belki yok­ tur yeryüzünde; gelin görün ki, bu bağlılığın imparatora bir ya­ ran dokunmamaktadır. Köyün çıkış yerindeki küçük sütun üzerinde kutsal ejderha dikilmiş, bildik bileli alevden soluğunu doğruca Pekin üzerine üfleyip durur; ama Pekin'in kendisi kö­ yümüzdeki insanlara öbür dünyadaki yaşamdan çok daha ya­ bancıdır. Bizim tepeden baktığımızda görebildiğimizden de ge­ niş bir alanı kaplayan yan yana dizilmiş evlerin kırları ve tarla­ ları örttüğü, evler arasında gece gündüz insanların baş başa di­ kildiği bir kent var mıdır? Pekin ile imparatorun tek bir şey, ör­ neğin bir bulut olup zamanın akışı içinde güneş altında sessiz sakin salınıp durduğuna inanmak, böyle bir kenti tasarlamak­ tan daha kolaydır bizler için. Eh, böylesi görüş ve düşüncelerin sonucu da özgür ve başıboş bir yaşam sürmek oluyor. Hiç de öyle ahlaksızca değil hani, ben kendi yurdumdaki kadar bir ahlak temizliğine gezip dolaş­ tığım yerlerde asla rastlamadım; ama bir yaşam ki, şimdiki ya­ salardan hiç birine bağlı olmayıp, eski çağlardan bize ulaşmış buyruk ve uyarılara önem veriyor yalnız. Ama ben genellemelerden kaçıyor, eyaletimizin on bin köyün­ de, hele bütün Çin'in beş yüz eyaletinde de durumun böyle ol­ duğunu ileri sürmek istemiyorum. Ancak öyle sanıyorum ki, bu konu üzerinde okuduğum pek çok yazıya ve kendi gözlem­ lerime dayanarak - en başta set yapımında çalışanlar, sezip his­ sedebilen kimseye bütün eyaletlerin ruhunda gezip dolaşma fırsatını veriyordu -, işte bütün bunlara dayanarak sanının di­ yebilirim ki, imparatorla ilgili görüşler, ne zaman ve nerede olursa olsun benim yurdumdaki görüşle belli bir ortak temel çizgi üzerinde birleşiyor. Doğrusu bu görüşü hiç de bir erdem saymak niyetinde değilim, hatta tersine. Bunun da suçu en baş354 BiR SAVAŞIN TASViRi ta hükümetlerin kendisindedir; çünkü hükümetler yeryüzünün bu en eski ülkesinde şimdiye dek imparatorluk kurumunu, ül­ kenin en uzak sınırlarına kadar doğrudan ve sürekli olarak et­ kisini hissettirecek gibi bir saydamlığa ve açıklığa kavuştura­ mamış ya da bu görevi başka görevler yanında savsaklamıştır. Ama öbür yandan, halktaki tasanın ve inanç gücünün bir güç­ süzlüğü de seçiliyor burada; çünkü halk, imparatorluğu Pe­ kin 'deki o gömülmüşlüğünden çıkarıp bütün diriliği ve canlılı­ ğıyla kendi yurttaş göğsüne bastırmasını başaramıyor; oysa göğsün, böyle bir dokunuşu bir kez yaşayarak onda eriyip git­ mekten daha yüce bir isteği yok. Dolayısıyla, böyle bir görüş erdem sayılamaz. Ne var ki, özel­ likle bu güçsüzlüğün adeta halkımızın birlik ve bütünlüğünü sağlayan en önemli etkenlerden biri oluşu, deyim yerindeyse doğrudan doğruya üzerinde yaşadığımız zemini oluşturması inadına tuhaf bir durum. Burada yerilip kınanacak bir şeyin varlığını uzun uzadıya kanıtlamaya kalkmak, kendi vicdanımı­ zı silkip sarsmak değil, bundan çok daha kötüsü ayaklarımız al­ tındaki zemini çekip almak demektir. Onun için, sorunun irde­ lenmesinde şimdilik daha ileri gitmek istemiyorum. 355 BiR SA VAŞIN TASViRi GERİ ÇEVRİLME Küçük kentimiz hani sınır boyunda değil, hayır hiç değil, sınır bizden bir ötede ki, belki bugüne· kadar kentimizden kimse oraya ayak atmamıştır. Sınıra varmak için ıssız yaylalardan, ay­ nca geniş ve verimli topraklardan geçmek gerekiyor. Yolun bir parçasını göz önüne getirmek bile yoruyor insanı, kaldı ki bir parçasından çoğu da göz önüne getirilemiyor. Sonra kocaman kentler var yol üstünde, bizim küçük kentimizden çok daha büyük kentler. Bizimki gibi on tanesi yan yana konsa, ayrıca bir onu daha yukarıdan aralara sıkıştırılsa, bu devcileyin ve sı­ kışık kentlerden birini oluşturamaz. Buralara giderken yolu şa­ şırıp kaybolmasa da, kentlerin içinde insanın kaybolacağı kesin ve kentler de öylesine büyük ki, bunlarla ne kadar yüz yüze gelmeyeyim dense boş. Ama başkentin bizim kente uzaklığı - elbet böylesi uzaklıklar birbiriyle kıyaslanabilirse, çünkü üç yüz yaşında bir adam, iki yüz yaşındakinden daha yaşlıdır demeye benzer bu - sınırın bi­ ze uzaklığından çok daha fazla. Sınır boyundaki savaşlardan zaman zaman haber alabilirken, başkente ilişkin hemen hiçbir şey öğrenemiyoruz; biz halktan alanlan söylüyorum kuşkusuz, yoksa başımızdaki yöneticiler elbet başkentle çok sıkı bir bağ­ lantı içindeler, iki üç ay gibi kısa bir zamanda başkentten ha­ ber alabiliyor, en azından aldıklarını ileri sürüyorlar. .. Ve durum böyleyken, ne garip şeyse - dönüp dolaşıp şaşarım buna doğrusu - başkentin bizden bütün istediklerine sessiz sa­ kin boyun eğeriz. Yüzyıllardır bizde halkın önayak olduğu si­ yasal bir değişiklik görülmemiştir. Başkentte yüce hükümdar­ ların biri gelip biri gitti, hatta kimi hanedanların kökü kazındı 356 BiR SA VAŞIN TASViRi ya da saf dışı bırakılıp yerlerini yenileri aldı; geçen yüzyıl baş­ kentin kendisi bile yıkılarak çok uzağına bir yenisi kuruldu, ama sonra o da yıkılıp eski kent yeniden yapıldı, bütün bunlar doğrusu küçük kentimizi hiç etkilemedi. Bizim memurlar yer­ lerinde kaldı hep; en yüksekleri başkentten geldiler, orta kade­ medekiler başkentten değilse de dışardan, en alt kademedeki­ ler de bizim kendi aramızdan; hiç değişmedi bu, biz de yeterli gördük bu kadarını. En yüksek memurumuz başvergicidir; al­ bay rütbesinde bir adam olup öyle de çağrılıyor. Bugün yaşlı biri, ama ben kendisini yıllardır tanırım, çünkü daha çocuklu­ ğumda albaydı; ilkin pek çabuk yükseldi, ama sonra durakladı sanırım; eh, rütbesi küçük kentimiz için yetiyor, daha büyüğü­ nü hiç de aramızda barındıracak gücümüz yok. Onu ne zaman hayalimde canlandırayım desem, pazar meydanındaki evinin verandasında, ağzında çubuğu, arkasına yaslanmış oturur gö­ rürüm. Başının üstündeki çatıda imparatorluk bayrağı dalgala­ nır; arada bir askeri eğitimlerin yapılmasına elverecek genişlik­ teki verandanın sağına soluna kuruması için çamaşırlar asılmış­ tır. İpekten cici giysiler giymiş torunları Albay'ın çevresinde oynaşırlar, ama pazar meydanına inmeleri de yasaklanmıştır, öbür çocuklar kendilerinin dengi değillerdir çünkü. Ama yine de meydan çeker çocukları, en azından başlarını verandanın parmaklıkları arasından çıkarır, aşağıdaki çocuklar birbirleriy­ le dövüşürken, onlar da bu dövüşe yukarıdan katılırlar. İşte bu Albay bizim kenti yönetir. Sanırım, yönetim yetkisini kendisine veren bir belgeyi henüz kimseye göstermiş değil. Al­ lah bilir, böyle bir belge de yok elinde. Belki gerçekten başver­ gicidir. Ama bu kadarı yeter mi? Bu kadarı yönetimin tüm alanlarında söz sahibi olma yetkisini de verebilir mi kendisine? Devlet için çok önemli bir görevin başında, orası öyle; ama biz halk için bundan da önemlisi var. Bizler sanki şöyle der gibiyiz: " Eh, nemiz varsa aldın, buyur bizim kendimizi de al bari! " Çünkü gerçekte yönetimi zorla ele geçirmiş değil Albay, dola­ yısıyla bir zorbadır denemez. Ta eski çağlardan beri gelişim sü357 BiR SA VAŞIN TASViRi reci öyle bir yol izlemiş ki, başvergici, memurların başı aşama­ sına yükselmiş; Albay'ın kendisi de işte bizim gibi bu geleneğe uyuyor. Hani paye bakımından fazla bir aynın gözetmeksizin yaşıyor aramızda, ama gene de biz halktakilerden büsbütün değişik bi­ ri. Bir delege topluluğu bir dilekle karşısına çıktı mı, duvar gi­ bi dikilir oracıkta; geride kendisinden başka kimse yoktur. Ba­ zı seslerin düpedüz arkadan doğru fısıldadığını duyar gibi olur insan, ama bakarsın bir yanılmadır bu, bütün sorunu karara bağlayan yalnız odur, hiç değilse bizler için. Bu gibi kabullerde onu görecek insan! Çocukken ben de vardım birinde, bir yan­ gın kentin en yoksul semtini silip süpürmüştü de, halk arasın­ dan seçilen birkaç kişi hükümetten yardım dilemek için kendi­ sine başvurmuştu. Nalbantlık yapan babam halk arasında say­ gın biridir; o da delege seçilmiş, beni de yanma almıştı. Olağa­ nüstü bir şey değildir, çünkü böyle bir gösteriye herkes koşar, kalabalıktan pek seçilmez olur gerçek delegeler. Albay bu gibi kabulleri çokluk verandada düzenlediğinden, bazı kimseler de pazar meydanından merdiven dayayıp yukarıya tırmanır ve parmaklık üzerinden bakarak durumu izlemeye çalışır. Yangın olayında öyle düzenlenmişti ki, verandanın hemen dörtte biri Albay'a ayrılmış, geri kalanını da kalabalık doldurmuştu. Bir­ kaç asker halkı göz altında tutuyor, ayrıca Albay'ın çevresinde bir yarım daire oluşturuyordu. Gerçekte bir teki bile yeterdi bu işler için, askerden korkumuz işte öylesine büyüktür. Pek bilmiyorum, bu askerler nereden geliyor, ama çok uzaktan gel­ dikleri kuşkusuz. Hepsi birbirine öylesine benziyor ki, ünifor­ ma giymeseler de olur. Ufak tefek, çelimsiz, ama çevik kimse­ ler; en göze çarpan yanları da ağızlarını fazlasıyla dolduran diş­ leri ve küçük, çekik gözlerinde çakıp sönen tedirgin ışıltı. İşte bu yanlan da çocukları korkutuyor, ama öte yandan eğlendiri­ yor onları; çünkü çocukların kendileri de hep bu dişler ve göz­ ler tarafından korkutulmak, ardından çığlık çığlığa kaçışmak istiyor. Çocukluktaki bu korkunun sanırım büyüyünce de kay358 BiR SA VAŞIN TASViRi bolduğu yok, en azından sürüp gidiyor etkisi. Kuşkusuz bunda daha başka nedenler de rol oynuyor; bizim hiç anlamadığımız bir lehçe konuşuyor askerler, bizim lehçemize pek alışamıyor­ lar, bu da onların kendi içlerine kapanmasına ve insanın yanla­ rına pek sokulamamasına yol açıyor. Hani huylarına suylarına da uygun düşmüyor değil bu; işte öylesine sessiz, ağırbaşlı ve soğuk adamlar. Bir kötülükleri yok kimseye, öyleyken bayağı katlanılmaz şeyler. Bakıyorsun, içlerinden biri bir dükkana gi­ rip birkaç kuruşluk öteberi alıyor, sonra dükkandan çıkmayıp yaslanıyor tezgaha, orada öylece duruyor, konuşulanlara kulak kabartıyor, belki anlamıyor bir şey, ama gören der ki sanki an­ lıyor; ağzını açıp bir şey söylediği yok, sadece gözlerini dikip konuşana, arada bir dinleyenlere bakıyor, beri yandan elini ke­ merindeki uzun bıçağının kabzasından ayırmıyor. Bu da işte iğrenç bir şey, bu durumda artık konuşası gelmiyor insanın. Derken dükkan boşalıyor ve içerde kimsecikler kalmayınca as­ ker de çekip gidiyor. Yani nerede askerler boy gösterse, orada bizim cıvıl cıvıl halkın üzerine bir durgunluktur çöküyor. Diye­ ceğim, yangın olayında da böyleydi durum. Bütün törenlerde ve resmi kabullerdeki gibi Albay dimdik duruyor, ileri doğru uzanmış ellerinde iki uzun bambu çubuğu tutuyordu. Eski bir adettir hani, anlamı da aşağı yukarı şöyledir: İşte Albay nasıl değnekleri tutuyorsa, yasaları da eliyle öylece tutup destekli­ yor, dolayısıyla yasalar da kendisine destek oluyor. Herkes yu­ karıda, verandada kendisini nelerin beklediğini biliyor, öyley­ ken her seferinde donakalıyor korkudan. Diyeceğim, o zaman da delegeler arasından sözcü seçilen kişi bir türlü söze başlaya­ mamıştı; Albay'in karşısına gelip durdu, ama derken cesareti uçup gitti; bin dereden su getirdi, sonra yine dönüp kalabalığın arasına karıştı. O anda konuşmaya istekli başka da uygun biri çıkmadı - bu işe elverişli sayılamayacaklardan biz konuşalım diyenler bulundu elbet -, enikonu karışmıştı ortalık, kentteki bazı kişilere, bazı ünlü konuşmacılara haberciler yollandı. Bü­ tün bu süre içinde Albay hiç kımıldamadan yerinde duruyor, 359 BiR SA VAŞIN TASViRi yalnızca nefes alıp verirken göğsü dikkati çekecek gibi inip kal­ kıyordu. Güçlükle soluyordu da ondan değildi, ancak hayli be­ lirgindi soluyuşu, nasıl kurbağalar solur, öyleydi. Ne var ki, kurbağalarda böyledir hep; bizim burada ise alışılmadık bir şeydi. Ben, büyükler arasından yavaşçacık ilerlere sokulmuş­ tum; iki asker arasındaki boşluktan Albay'ı izlemeye başladım. Ansızın oradakilerden biri, diziyle itip uzaklaştırdı beni. Bu arada daha önce sözcü seçilen kimse kendisini toparlamıştı; iki kişi tarafından sıkı sıkıya koltuklanarak konuşmaya başladı. Ciddi ciddi o büyük felaketten söz ederken boyuna gülümse­ mesi, süklüm püklüm gülümsemesi ve Albay'ı da birazcık gü­ lümsetebilmek için elden gelen çabayı harcamasına karşın, Al­ bay'ın yüzünde hiçbir tebessüm belirtisinin görülmeyişi doku­ naklı bir manzaraydı doğrusu. Sözcü, en sonunda delegelerin dileğini bildirdi; sanırım hepsi bir yıl için vergiden bağışık kı­ lınmaktı bu, ama imparator ormanlarından daha ucuza keres­ te sağlanmasına izin verilmesi de bu arada rica edilmiş olabilir­ di. Konuşmanın ardından sözcü yerlere kadar eğildi; Albay'ın kendisi, askerlerle gerideki birkaç memur dışında oradaki her­ kes gibi eğilmiş durumda kaldı. Veranda kenarında, merdiven üzerindekilerin bu nazik anda göze görünmek istemeyip birkaç basamak aşağı inmeleri ve ancak vakit vakit verandanın he­ men kenarından başlarını kaldırıp durumu kolaçan etmeleri, bir çocuk için gülünecek şeydi doğrusu! Bir vakit sürdü bu; derken bir memur, kısa boylu bir adam Albay'ın önüne geldi, parmak uçlarına basarak Albay'ın yüzüne doğru uzandı. Derin derin soluyuşlarını bir yana bırakırsak, hala kımıldamaksızın orada dikilen Albay bir şeyler fısıldadı memurun kulağına; bu­ nun üzerine memur ellerini çırptı ve herkes ayağa kalkınca şu açıklamada bulundu: " Dileğiniz kabul edilmemiştir! Uzaklaşın şimdi! " Birden varlığı yadsınmaz bir ferahlık kalabalığı dolaş­ tı, herkes itişe kakışa verandadan dışarı attı kendini. Yine biz hepimiz gibi normal bir insana dönüşmüş Albay'a pek dikkat eden yoktu; ben yalnız şu kadarını gördüm ki, Albay, gerçek360 BiR SA VAŞIN TASViRi ten bitkin durumda elinden değnekleri bıraktı; değnekler düş­ tü yere, sonra Albay memurların hemen getirdiği bir koltuğa çöktü ve vakit geçirmeyip çubuğunu ağzına yerleştirdi. Doğrusu seyrek karşılaşılan bir şey değildir bu, genelde durum böyledir. Bazen ufak tefek dilekler yerine getirilir getirilmeye; ama o zaman Albay hükümetin bir memuru değil de otorite sa­ hibi özel bir kişi olarak sorumluluğu omuzlarına yüklenir ve böyle davranışının - elbet kesinlikle değil de havaya göre - hü­ kümetten düpedüz gizli tutulması gerekir. Hani küçük kenti­ mizde Albay'ın gözleri, bizim değerlendirebildiğimiz kadarıyla aynı zamanda hükümetin gözleridir. Ama yine de bir ayrım ya­ pılır burada, ayrımın içyüzü de büsbütün kavranacak gibi de­ ğildir. Ne var ki, önemli sorunlarda halk bir geri çevrilmeyle karşıla­ şacağından her vakit emin olabiliyor. Ve yine ne tuhafsa, bu geri çevrilmeler olmadan da yapamıyor bir bakıma. Öte yan­ dan, söz konusu başvurularda ve eli boş dönmelerde hiç de bir formalite havası yok. Hep zinde ve ağırbaşlı gidiliyor, kuşku­ suz bayağı güçlenilmiş olarak ve mutlu sayılmasa da asla düş kırıklığına uğranılmadan ve yorgun düşülmeden dönülüyor. Bu konuda kimseye bir şey sormam gerekli değil, herkes gibi ben de bunu kendi içimde duyumsuyorum. Hatta aradaki ilişki­ leri araştırmak merakına kapıldığım bile yok. (•) . Gel gelelim, gördüğüm kadarıyla belli bir yaş grubu var ki, du­ rumdan memnun değil. Aşağı yukarı on yedi ile yirmi yaş ara­ sındaki gençler hepsi; yani en sudan düşüncenin, hele devrim­ ci nitelikte bir düşüncenin etkisinin nerelere kadar varabilece­ ğini uzaktan yakından sezemeyen pek toy oğlanlar. Ve işte böyleleri arasına hoşnutsuzluk sinsice sokuluyor. (•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik " te yok. 361 BiR SA VAŞIN TASViRi YASALAR SORUNU ÜZERİNE Yasalarımız bilinmez herkesçe, bizi yöneten o küçük soylular grubunun elinde bir sırdır. Bu eski yasalara tıpatıp uyulduğun­ dan kuşkumuz yok, ama bilinmeyen yasalara göre yönetilmek gene de enikonu rahatsız edici bir şey. Bunu söylerken, gizli yasaların çeşitli biçimde yorumlanabileceğini ve tüm ulusun değil de, tek tek kişilerin yoruma katılmasından doğacak sa­ kıncaları düşünmüyorum. Bu sakıncalar belki hiç de o kadar büyük değil. Çünkü yasalar öyle eski ki, yorumlarında da yüz­ yılların emeği var; yorumun kendisi de kuşkusuz artık yasalaş­ mış bulunuyor. Yorum konusunda hala özgür davranma ola­ nakları yok değil, ama bunlar pek sınırlı. Hem soylular yasala­ rı yorumlarken, yalnızca kendi çıkarlarını düşünüp bizim zara­ rımıza davranmak için besbelli bir neden görmüyor; çünkü ya­ salar daha başta soylular için konmuş. Soyluların kendileri ise yasa dışında; işte bu yüzden, yasalar yalnızca soyluların eline bırakılmış. Hani bunda bir hikmet olduğu kuşkusuz - eski ya­ saların hikmetinden kim sual edebilir? -, ama beri yandan bir üzüntü kaynağı bizler için; sanırım bu da kaçınılmaz bir şey. Hem bu sözde yasaların varlığı, salt bir sanıya dayanmaktadır. Yürürlükteki bir geleneğe göre vardır işte yasalar ve sır olarak soylulara emanet edilmiştir; ama eski ve eskiliğinden dolayı inanılmaya değer geleneklerden daha fazla şeyler değiller, ol­ maları da imkansız, çünkü taşıdıkları nitelik, söz konusu yasa­ ların saklı tutulmasını gerektiriyor. Biz halktan olanlar yine de kendi aramızda çok eski zamanlar­ dan beri soyluların davranışlarını dikkatle izliyor, atalarımızın buna ilişkin notlarını elimizde bulunduruyor, söz konusu not362 BlR SA VAŞIN TASVJRJ lan özenle sürdürüyor, sayısız olgularda kimi ilkeler sezer gibi oluyor, bunlara dayanarak falan ya da filan tarihsel yazgı sonu­ cuna varıyor, alabildiğine titizlikle elenmiş sonuçlara bakarak bugün ve yarın hesabına kendimize çekidüzen vermeye çalışı­ yorsak da, bütün bunlar kesinlikten uzak şeylerdir, belki de bir zeka oyunudur hepsi; çünkü belki bizim ele geçirmeye çalıştı­ ğımız yasalar diye bir şey yoktur hiç. İçimizde küçük bir toplu­ luk gerçekten bu düşüncede ve kanıtlamaya çalışıyor ki, bir ya­ sa varsa, şudur ancak: Soylular ne yaparsa, yasa odur. Bu top­ luluk ortada yalnız soyluların keyfi eylemlerini görüp halk ge­ leneğini yoksuyor; bu geleneğin sadece rastlantı niteliğinde az bir yarar sağladığı, oysa çokluk büyük zararlara yol açtığı, çün­ kü halka temelsiz ve yalancı bir güven verdiği, bu güvenin de onu ilerideki olaylar bakımından düşüncesiz davranışlara sü­ rüklediği kanısında. Söz konusu zararlar doğrusu gizlenecek gibi değil, ama halkımızın büyük çoğunluğu bunun nedenini geleneğin henüz hiç de istenen zenginliğe ulaşamamasında gö­ rüyor; yani gelenek konusunda da pek çok araştırma gerek­ mekte; eldeki malzeme, bütün o devcileyin görünümüne karşın henüz pek cılız, yeterli duruma gelmesi daha yüzyılların geç­ mesine bağlı bulunuyor. Şimdilik bu karanlık tabloyu aydınla­ tan bir şey varsa, bir gün geleneğin ve gelenek araştırmalarının altına toplam çizgisinin çekilip rahat soluk alınacağı, her şeyin gün ışığına çıkacağı, yasaların salt halkın mahna dönüşüp soy­ luların ortadan silinip gideceği inancıdır. Söz konusu inanç, soylulara karşı bir nefret duygusuyla açığa vurulmuyor, yo as­ la, kimse yapmıyor bunu. Bizler, daha çok, yasalara henüz la­ yık görülemediğimiz için kendi kendimizden nefret ediyoruz. Gerçekte yasa diye bir şeyin varlığına inanmayan, bir bakıma pek cazip bir parti ülkemizde serpilip gelişemediyse, işte bu yüzdendir, yani soylularla onların varoluş hakkını düpedüz ka­ bullenmesidir nedeni. Doğrusu istenirse, bir çeşit çelişik anla­ tımla şöyle dile getirilebilir bu: Hem yasaların varlığına inana­ cak, hem soylulara sırt çevirecek bir parti hemen bütün halkı 363 BiR SA VAŞIN TASViRi arkasında bulacaktır. Böyle bir partinin doğması ise olanaksız; çünkü soylulara sırt çevirmeyi göze alamaz hiçbirimiz. İşte te­ pemizde bu keskin kılıç, yaşayıp gidiyoruz. Yazarın biri bunu şöyle özetlemişti: Bizim uymakla yükümlü kılındığımız, gözle görülüp varlığı kuşku götürmeyen tek yasa varsa soylulardır; nasıl olur da kendimizi bu tek yasadan yoksun bırakırız. 364 BiR SA VAŞIN TASViRi KENT ARMASI Babil Kulesi 'nin yapımında ilkin bütün işler hayli düzen içinde yürüyordu, hatta belki gereğinden fazla bir düzendi bu; kıla­ vuzlar, tercümanlar, işçi barınakları, çevre yollan üzerinde ge­ reğinden çok durulmuştu, sanki yüzyıllar boyu sürecek bir iş vardı ortada. Hatta o zamanlar egeqı.en bir kanıya göre, bu iş­ te ne denli ağır davranılsa gene azdı; ama bu kanıyı da asla pek aşırılığa vardırmamak gerekiyordu, yoksa kulenin temellerini atmaktan korkup çekinilebilirdi. Yani şöyle bir gerekçeden yo­ la çıkılıyordu bu konuda: Önemli olan, gökyüzüne kadar uza­ nacak bir kuleyi yapma düşüncesidir, bu düşünce yanında üst tarafı ikinci planda kalır. Bir kez de böyle bir düşünce tüm bü­ yüklüğüyle kavranıldı mı, bir daha yitip gitmezdi ortadan; in­ sanlar dünya yüzünde yaşadıkça, kuleyi yapıp bitirmek için güçlü bir istek varlığını sürdürürdü. Ve bu bakımdan da gele­ cek hesabına tasalanmamak gerekiyordu; tersine, insanlığın bilgi dağarcığı sürekli zenginleşip durmaktaydı, mimarlık sana­ tı gelişmiş ve daha da gelişecekti; bizim bir yılda yapıp çıkardı­ ğımız iş yüz yıl sonra belki altı ayda görülecekti, hem daha iyi, daha sağlam. Öyleyse şimdiden bütün gücü bu iş için seferber edip didinmek niçindi? Kulenin bir kuşaklık sürede yapılma umudu bulunur da, o zaman bir anlam taşırdı bu. Ne var ki, böyle bir şey dünyada beklenemezdi. Hatta bakarsınız gelecek ilk kuşak, daha üstün bilgi düzeyinden ötürü kendinden önce­ ki kuşağın işçiliğinde kusurlar bulacak ve yeniden yapmak için eskiden yapılanları yıkacaktı. İşte bu türlü düşünceler insanın elini kolunu bağlıyor, dolayısıyla kuleden çok işçi kentinin ku­ rulmasına çalışılıyordu. Ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen her 365 BiR SA VAŞIN TASViRi topluluk kentin en güzel sitesine kendisi konmak istiyor, en kanlı çarpışmalara kadar vardırılan kavga dövüşlere kalkışılı­ yordu. Giderek kavgalar bir türlü arkası alınmaz duruma gel­ miş, bu da baştakilerin eline yeni bir gerekçe vermişti: Yeteri kadar üzerine düşülemeyişi de kule yapımının pek ağır ilerle­ mesine yol açıyor, hatta belki yapım işinin genel bir barışın sağlanmasından sonraya bırakılmasını gerektiriyordu. Ne var ki, vakit yalnız savaşmakla geçirilmeyerek, aralarda kentin gü­ zelleştirilmesine de çaba harcanıyor, ama bu da kuşkusuz kıs­ kançlıklara ve yeni çekişmelere yol açıyordu. Böylece ilk ku­ şak gelip geçmiş, ama arkadan gelen kuşakların hiçbiri birinci­ sinden başka türlü çıkmamıştı; sadece yapı ustalığı zamanla ge­ lişmiş, ama o geliştikçe savaş tutkusu da büyümüştü. Üstelik daha ikinci ve üçüncü kuşak, gökyüzünü ele geçirmede yarar­ lanılacak bir kule yapımının saçmalığını anlamıştı; gel gelelim. kuşaklar o denH birbirine bağlanmıştı ki, hiçbiri kenti bırakıp gidemiyordu. Söylence olsun, şarkı türkü olsun, bu kentin bağrından kopmuş ne varsa, hepsi de kahinler tarafından geleceği önceden haber verilen bir günün özlemiyle doludur; o gün gelince, dev bir yumruk kısa aralarla birbirini izleyen beş vuruşta kenti tuzla buz edecektir. Kentin armasındaki yumruk amblemi de işte buradan geliyor. 366 BiR SA VAŞIN TASViRi MECAZLAR ÜSTÜNE Çoklan dert yanar, " Bilgelerin sözleri mecazlardan başka şey değil, günlük yaşamda bir işe yaramıyor, oysa bizim bu yaşam­ dan başkası yok elimizde, " diye yakınır. Bilge, " Karşıya geç! " dese bununla söylemek istediği, gerçekten karşıya geçilmesi değildir; aradaki yol zahmete değiyorsa, nihayet altından kal­ kılabilir bunun; ancak, onun söylemek istediği efsanemsi bir karşı, bizim tanımadığımız, onun da bize daha yakından açık­ layamadığı, dolayısıyla bize burada yararı dokunmayacak bir şeydir. Bütün bu mecazlann anlattığı, kavranılamayanın kav­ ranılmazlığıdır ki, bunu da zaten biliyoruz. Oysa bizi her gün uğraştınp duran sorunlar apayrı. Bunun üzerine biri şöyle dedi: "Ne diye diretiyorsunuz? Me­ cazlann ardından yürüdünüz mü, kendiniz de mecaza dönüşür, günlük yaşamın mihnetlerinden kurtulursunuz. " Bir diğeri de şöyle söyledi: "Bahse girerim ki bu da bir mecaz. " Birincisi yanıtladı: "Bahsi kazandın. " İkincisi dedi ki: " Ama ne yazık ki sadece mecazi olarak. " Birincisi yanıtladı: " Hayır, gerçekten; mecazi olarak kaybet­ tin. n 367 BiR SA VAŞIN TASViRi POSEIDON Poseidon çalışma masasının başında oturuyor ve hesap kitap­ la uğraşıyordu. Tüm suların yönetimi ona göz açtırmıyordu iş­ ten. Hani kendisine dilediği kadar yardımcı sağlayabilirdi ve zaten bir sürü yardımcısı vardı; ama görevini pek ciddiye aldı­ ğından bütün hesaplan bir kez daha kendisi gözden geçiriyor, dolayısıyla yardımcıların ona pek bir yardımı dokunmuyordu. İşinden zevk aldığı söylenemezdi, doğrusu bunu omuzlarına yüklenmiş görev olduğu için yapıyordu sadece; hatta kaç kez, kendi deyimiyle daha uygun bir iş için başvuruda bulunmuştu; ama ne zaman değişik iş önerileri önüne çıkarılsa görülüyor­ du ki, en uygunu yine de şimdiki işiydi. Sonra, ona başka bir iş bulmak pek güçtü; örneğin, belli bir denize bakmakla görev­ lendirilemezdi; çünkü burada da hesap işi küçülmüyor, yalnız­ ca daha küçük rakamlarla uğraşılmasını gerektiriyordu. Bu bir yana, koca Poseidon her zaman üstün bir mevkide olabilirdi ancak. Ne var ki, su dışında da kendisine bir iş önerisinde bu­ lunulmasın, daha bu işi göz önüne getirmekten içi bulanıyor, tanrısal solunumu düzenini yitiriyor, tunçtan göğüs kafesi sar­ sılıyordu. Hem onun sızlanmalarını da önemseyen yoktu doğ­ rusu; güçlü bir kişi sızlandı mı, en akıl almayacak konuda bile peki demeye çalışmak, öyle görünmek gerekir. Poseidon'u gerçekten görevinden almayı ise kimse düşünmüyordu; dünya kuruldu kurulalı denizlerin tanrılığına atanmıştı ve öyle de ka­ lacaktı. Poseidon'un en çok canını sıkan şey - ki bu da görevinden memnun olmayışının başlıca nedeniydi -, herkesin kendisini kafasında canlandırış biçimiydi, onu üç çatallı asasıyla arabası368 BlR SA VAŞIN TASViRi na kurulmuş, dalgalar, sular içinde habire yol alırken düşün­ mesiydi örneğin. Oysa Poseidon okyanusun derinliklerinde oturuyor, boyuna hesap kitapla uğraşıyordu. Arada bir gidip Jüpiter'i ziyaret et­ mesi sayılmazsa, tekdüze pir yaşam sürüyordu hep; hem Jüpi­ ter'i her ziyaretinden de çokluk çileden çıkmış durumda dönü­ yordu. Yani denizleri pek doğru dürüst görmüş denemezdi; Olymp'e acele çıkıp inerken şöyle bir göz atıyordu, o kadar; gerçekte bir baştan bir başa hiçbirinin içinden geçmemişti. Hep söylerdi, dünyanın batacağı günü gözlüyordu; o gün kanı­ sınca telaşsız bir anı ele geçirecek, batış olayından hemen önce son hesabı da kontrol edip denizlerde çarçabuk şöyle ufak bir tur atabilecekti. 369 BiR SA VAŞIN TASViRi Avcı GRACCHUS İki oğlan rıhtım duvarı üzerinde oturmuş zar atıyor, adamın bi­ ri bir anıtın basamakları üzerinde, kılıç sallayan bir kahrama­ nın gölgesinde gazete okuyordu. Çeşme başında bir kız elinde­ ki kovaya su dolduruyor, bir meyve satıcısı malının yanı başına uzanmış, denize bakıyordu. Bir meyhanenin açık kapı ve pen­ cerelerinden içerideki kuytu bir köşede şarap içen iki adam gö­ rülüyor, berideki bir masada oturan meyhaneci uyukluyordu. Derken bir tekne, su üstünde taşınır gibi hafiften süzülerek kü­ çük limandan içeri girdi. Mavi mintanlı bir adam, karaya atla­ yıp halatı oradaki halkalara geçirdi. Gümüş düğmeli siyah giy­ siler giymiş diğer iki kişi, kaptanın arkasından karaya bir tabut çıkardı; tabutun içinde, çiçek motiflerinin süslediği, kenarları püsküllü kocaman bir örtü altında anlaşılan biri yatıyordu. Kimse gelenlerle ilgilenmedi rıhtımda, halatlarla uğraşan kap­ tanı beklemek için adamlar tabutu yere indirdiklerinde bile kimse yanlarına sokulmadı, kimse bir soru yöneltmedi, kimse alıcı gözüyle bakmadı kendilerine. Kaptan, kucağında bir çocukla o anda güvertede görünen saç­ ları dağılmış bir kadın tarafından biraz daha alıkonuldu. Sonra gelip solda, kıyıya yakın dimdik yükselen sarımtırak ve iki kat­ lı bir konağı gösterdi; adamlar tabutu yüklenip konağın ince ve zarif sütunlu, ama pek alçak kapısından içeri soktular. Küçük bir oğlan pencereyi açtı, tam kapıdan girip evin içinde kaybo­ lurlarken gördü gelenleri ve yeniden çarçabuk pencereyi kapa­ dı. Derken kapı da örtüldü, kara meşeden titiz bir işçilikle ya­ pılmış bir kapıydı. Çan kulesinin çevresinde uçuşan bir küme güvercin o anda evin önüne indi ve sanki yemleri ev içinde sak370 BiR SA VAŞIN TASViRi (anıyormuş gibi kapı önünde toplandı. Güvercinlerden biri ha­ valanıp konağın ilk katına kadar yükseldi ve pencerenin camı­ nı gagalamaya başladı. Açık renkte, besili ve diri hayvanlardı. Tekneden var gücüyle mısır taneleri savurdu kadın; güvercin­ ler taneleri yerden toplamaya başladılar, sonra kadından yana uçup gittiler. Silindir şapkasında matem kurdelesiyle bir adam, limana açı­ lan dar ve pek dik sokakların birinden inerek geldi. Dikkatle çevresine bakındı; her şey kendisini üzüp tasalandım gibiydi; gözü bir köşedeki çöplere takılarak yüzünü buruşturdu. Anıtın basamaklarında yemiş kabukları vardı, geçerken bastonuyla bunları aşağı iteledi. Sonra konağa gelip kapıyı vurdu, başın­ dan silindir şapkasını çıkarıp siyah eldivenli sağ eline aldı. He­ men açılmıştı kapı; uzun girişte iki sıra yapmış elli kadar oğlan adamın önünde eğildi. Kaptan merdivenlerden inerek geldi, Bay'ı selamladı, alıp yu­ karı çıkardı onu; zemin kattaki avluyu çevreleyen derme çat­ ma, ama zarif galerilerden geçirdi; sonra her ikisi, peşlerinde saygılı bir uzaklıktan itişip takışarak kendilerini izleyen çocuk­ lar, evin arka cephesindeki serin ve büyük bir salona girdiler. Karşıda başka bir ev yoktu, yalnızca çıplak ve gri-siyah bir ka­ yalık görülüyordu. Adamlar, tabutun başucuna yerleştirilmiş birkaç uzun mumu yaktılar; ama mumlar ortalığı aydınlatama­ dı, daha önce sessiz sakin duran gölgeleri ürküttü sadece ve gölgeler duvarlar üzerinde oynaşmaya başladı. Tabutun örtüsü geriye atılmıştı. Adeta ormana dönüşmüş saç sakalı darmada­ ğınık, avcıya benzeyen esmer bir adam yatıyordu tabutta. Kı­ mıldamadan, yumuk gözlerle, besbelli soluk almadan yatıyor, ama ölmüş biri olabileceği ancak çevresinden anlaşılıyordu. Bay ileriden yaklaşıp bir elini tabutun içinde yatan adamın al­ nına koydu, sonra diz çöküp duaya başladı. Kaptan, tabutu ta­ şıyanlara el edip odadan çıkmalarını bildirdi. Adamlar dışarı çıktı. Oracıkta birikmiş çocukları kovup kapadılar kapıyı. Ama 371 BiR SA VAŞIN TASViRi Bay'a bu sessizlik de az göründü, Kaptan'a baktı, Kaptan anla­ dı hemen ve bir ara kapıdan bitişik odaya geçti. Bunun üzeri­ ne, tabuttaki adam hemen gözlerini açtı, acılı bir gülümseyişle yüzünü Bay'a döndürerek, " Siz kimsiniz? " diye sordu. Bay şa­ şırmadı hiç, diz çökmüşken doğruldu ve " Riva Belediye Baş­ kanı , " diye yanıtladı. Tabuttaki adam başını salladı, şöylece kolunu uzatıp bir san­ dalyeyi gösterdi ve Belediye Başkanı oturduktan sonra, " Bili­ yordum zaten, Sayın Başkan," dedi. "Ama ne yaparsınız ki, ilk anda aklıma gelmiyor hiçbir şey, tüm nesneler gözlerimin önünde dönüp duruyor, her şeyi biliyor olsam da yine sormak en iyisi. Sanırım, siz de benim Avcı Gracchus olduğumu bili­ yorsunuzdur. n " Kuşkusuz! " dedi Belediye Başkanı. "Bana bu gece geleceği­ nizi haber verdiler. Çoktan uyumuştuk. Gece yansına doğru birden seslendi eşim: 'Salvatore' - adım Salvatore'dir - 'şu pen­ ceredeki güvercine bak ! ' Gerçekten güvercindi, ama horoz ka­ dar vardı. Uçup geldi ve kulağıma fısıldadı: 'Yarın ölü Avcı Gracchus geliyor, kent adına karşılayasın onu! "' Avcı başını sallayıp, dilini dudaklarının arasında gezdirdi: " Evet, güvercinler önüm sıra uçuyorlar. Ama ne dersiniz, Sa­ yın Başkan, Riva'da kalacak mıyım? " " Henüz böyle bir şey söyleyemem, " diye yanıtladı Belediye Başkanı: "Ölü müsünüz? " " Evet, " dedi Avcı, "gördüğünüz gibi. Çok yıl önce, ama çok, pek çok yıl olmalı, Karaorman'da - Almanya'da bir ormandır bir dağkeçisini kovalarken kayalardan aşağı yuvarlanmıştım. O gün bugün ölüyüm. " " Ama yaşıyorsunuz aynı zamanda," dedi Belediye Başkanı. " Bir bakıma, " diye yanıtladı Avcı, " bir bakıma yaşıyorum ay­ nı zamanda. Ölüm teknem yolunu şaşırdı, dümenin döndürül372 BiR SA VAŞIN TASViRi mesindeki bir yanlışlıktan mı, kaptanın bir anlık gafletinden mi, yurdumdaki o olağanüstü güzelliklerin yol açtığı bir dalgın­ lıktan mı, nedendi bilmiyorum; bildiğim tek şey, dünya yüzün­ de kalmam, teknemin de o gün bugün dünyevi sularda seyret­ mesidir. Böylece yurdumun dağlarında yaşamaktan başka bir şey istemeyen ben, öldükten sonra yeryüzünün tüm ülkelerini dolaşıp duruyorum. " " Ve öbür dünyayla da bir ilişkiniz yok? " diye sordu Belediye Başkanı, yüzünü buruşturarak. "Yukarılara götüren o büyük merdivenin üzerindeyim hep," diye yanıtladı Avcı. " Bu uçsuz bucaksız dış merdivende oyala­ nıyorum hep; kimi üstte, kimi altta, kimi sağda, kimi soldayım; boyuna devinip duruyorum. Sanki bir kelebek olup çıktı Avcı Gracchus. Gülmeyiniz! " " Gülmüyorum," dedi Belediye Başkanı. " Çok iyi edersiniz, " dedi Avcı Gracchus. " Hep devinip duruyo­ rum. Ama diyelim son hızla atıldım ileri; yukarıda kapı daha pı­ rıl pırıl karşıma çıkar çıkmaz, rastgele bir dünyevi suda, ıpıssız teknemde açıyorum gözlerimi. Bir zamanki ölümümde işlenen hata, kamaramda dört bir yandan yüzüme karşı sırıtıyor. Der­ ken Kaptan'ın karısı Julia kapıyı vurup, kıyılarından geçtiğimiz ülkelerin sabah içitini getiriyor tabutuma. Tahta bir kerevette yatıyorum, üzerimde - beni seyretmek hiç de hoş bir şey değil pis bir kefen var, kır saç ve sakalım birbirine karışmış, çözülmez olmuş; uzun püsküllü, büyük ve çiçekli bir ipek şal örtmüş ayak­ larımı, başucumda yanan bir mum vücudumu aydınlatıyor. Kar­ şımdaki duvarda küçük bir resim asılı; bir boşiman besbelli; değme motiflerle bezenmiş kalkanını elden geldiğince kendisi­ ne siper ederek mızrağıyla bana nişan alıyor. Gemilerde kimi aptalca resimlere rastlanır, ama sözünü ettiğim resim hepsinden aptalca. Bunun dışında tahta kafesim bomboş. Bordadaki bir lombozdan güney gecesinin sıcak havası doluyor içeri ve köhne tekneye vuran suların sesini işitiyorum. 373 BiR SA VAŞIN TASViRi İşte o gün bugün, sağ Avcı Gracchus iken yurdum Karaor­ man'da bir dağkeçisini kovalayıp kayalıktan aşağı yuvarlandı­ ğımdan beri burada yatıyorum. Hani her şey bir düzen içinde gerçekleşmişti; kovalamış, yuvarlanmış aşağı, bir uçurumda kanım aka aka can vermiştim ve bu tekne öbür dünyaya taşı­ yacaktı beni. İlk kez bu kerevet üzerine nasıl bir kıvançla uzan­ dığımı hala anımsarım: Bu loş dört duvarın işittiği kadar şarkı türküyü, o zamana dek dağlar benden asla işitmemiştir. Seve seve yaşamış, seve seve ölmüştüm. Teknenin güvertesine ayak basmadan, kutu, çanta ve her zaman gururla yanımda taşıdı­ ğım av tüfeği gibi ıvır zıvır nem varsa, mutluluktan hepsini kal­ dırıp atmıştım aşağı, gelinlik giyen bir kız gibi kefenimi bir gü­ zel üzerime geçirmiştim. Bu tabutun içine uzanmış ve bekle­ meye başlamıştım. Derken felaket gelip çatmıştı. " " Kötü bir yazgı," dedi Belediye Başkanı, elini kendisini savu­ nur gibi havaya kaldırarak. "Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok mu? " "Hayır, " diye yanıtladı Avcı. " Ben bir avcıydım; yoksa bu bir suç mu? Karaorman'da avlanıyordum. O zaman henüz kurtlar vardı Karaorman'da. Pusuda bekler, ateş eder, derilerini yü­ zerdim; bu bir suç mu? Avcılıkta almış yürümüştüm, Karaor­ man'ın büyük avcısına çıkmıştı adım; bu bir suç mu? " " Böyle bir şeye karar vermek bana düşmez," dedi Belediye Başkanı. " Ne var ki, bana da olup bitenlerde senin bir suçun yok gibi görünüyor. Peki, suç kimde? " " Kaptan'da, " dedi Avcı. " Buraya yazdıklarımı kimse okuma­ yacak, kimse bana yardıma gelmeyecek; insanlar bana yardım­ la yükümlü kılınsaydı bile, yine de tüm evlerin kapı ve pence­ releri kapalı kalırdı; herkes yataklarında yatıyor, yorganları başlarına çekmiş, tümüyle yeryüzü gece için bir barınağa dö­ nüşmüş, bu da iyiye işaret, çünkü kimsenin haberi yok benden; haberi olsa bile yerimi bilemez; yerimi bilse, beni o yerde nasıl tutacağını bilmez ve dolayısıyla bana nasıl yardım edeceğini 374 BiR SA VAŞIN TASViRi bilmezdi. Bana yardım düşüncesi bir hastalık; öyle bir hastalık ki, yatakta iyileştirilmesi gerekiyor. Bunu biliyor ve bildiğim için, örneğin şimdiki gibi kendimi tu­ tamadığım anlar haykırıp yardım istemeyi çok düşünsem de, kendimi bundan alıkoyuyordum. Denebilir ki, bu düşünceleri kafamdan kovmam için çevreme bakınmam, nerede bulundu­ ğumu ve yüzyıllardır - bunu ileri sürebilirim sanırım - nerede yaşadığımı aklımdan geçirmem yeter. " " Olur şey değil! " dedi Belediye Başkanı. " Olur şey değil! Pe­ ki, şimdi bizim burada, Riva'da kalmayı mı düşünüyorsunuz? " "Düşündüğüm yok, " dedi Avcı Gracchus gülümseyerek ve sözlerindeki alaylı tondan ötürü gönlünü almak isteyerek elini Belediye B aşkanı'nın dizi üzerine koydu. " Buradayım, ötesini bilmiyorum, bundan öte bir şey de gelmez elimden. Teknem dümensiz; ölüm ülkesinin en dip bölgelerin­ den esip gelen rüzgarla seyrediyor. " 375 BiR SA VAŞIN TASViRi ÇİFfLİK KAPISINA VURUŞ Yaz içinde pek sıcak bir gündü. Kız kardeşimle eve giderken bir çiftlik kapısının önünden geçtim. Bilerek mi vurdu karde­ şim kapıya, yoksa dalgınlıkla mı, ya da hiç vurmayıp yumru­ ğuyla yalnız gözdağı mı verdi, farkında değilim. Yüz adım ka­ dar ötede, sola kıvrılan yolun kenarında köy başlıyordu. Bil­ mediğimiz bir köydü, ama daha ilk evi geçer geçmez ortaya birtakım adamlar çıkıp bize el etmeye başladılar, dostlukla ya da uyararak, kendileri de korkmuş, korkudan iki büklüm. Bize önünden geçtiğimiz çiftliği gösteriyor, çiftlik kapısına vuruşu anımsatıyorlardı: Çiftlik sahipleri bizi dava edecek ve soruştur­ ma da hemen başlayacakmış. Ben pek sakindim, kız kardeşimi de yatıştırdım. Belki kardeşim asla vurmamıştı kapıya. Hem vurmuş da olsa, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey suç sayıl­ mazdı. Çevremizi saran adamlara da bunu anlatmaya çalıştım; beni dinlediler, ama bir yargıya varmaktan da kaçındılar. Son­ ra dediler ki, yalnızca kız kardeşim değil, onun ağabeyi olarak ben de dava edilecekmişim. Gülümseyerek başımı salladım. Uzakta bir duman bulutu seçmiş de alevlerin yükselmesini beklermişiz gibi hepimiz başımızı çevirmiş, çiftlikten yana ba­ kıyorduk. Ve gerçekten çok sürmedi, ardına kadar açık kapı­ dan içeri atlıların girdiğini gördük. Bir toz bulutu kalktı hava­ ya, her şey toz dumana büründü; yalnızca atlıların uzun mız­ raklarının uçları ışıl ışıl seçilebiliyordu. Ve anlaşılan adamlar daha avluda gözden kaybolur kaybolmaz, atlarının başlarını geriye döndürmüş, üzerimize doğru gelmeye başlamışlardı. Kız kardeşimi yanımdan itip uzaklaştırmaya çalışarak, kendim her şeyi çözümleyeceğimi açıkladım. Ama kız kardeşim, beni 376 BiR SA VAŞIN TASViRi yalnız bırakmaya yanaşmadı. Ben hiç değilse üstünü değiştir­ mesini, baylann karşısına daha düzgün bir kıyafetle çıkmasını söyledim. Sonunda kız kardeşim beni dinleyip evin uzun yolu­ nu tuttu. Adamlar gelir gelmez, daha atlanndan inmeden kar­ deşimi sordular. Ürkek çekingen, şu anqa burada olmadığını, ama geleceğini bilirdim. Cevabımı adeta ilgisizlikle karşıladı­ lar; beni ele geçirmişlerdi ya, bu kendileri için hepsinden önemli görünüyordu. Başlıca iki kişiydiler; genç ve enerjik bir yargıçla onun Asmann adında sessiz yardımcısı. Derken köy odasına buyur edildim. Başımı sallayıp pantolon askılarımı çe­ kip çekiştirerek, baylann dikkatli bakışları altında ağır ağır yü­ rümeye koyuldum. Ben kentliyi, bu köylü insanlann elinden kurtarmak, üstelik onlardan saygı, itibar görmek için tek bir sözün elvereceğine neredeyse hala inancımı sürdürüyordum. Ne var ki, köy odasına gelip eşikten içeri ayak atar atmaz, ben� den önce seğirtip içerde bekleyen Yargıç'ın, " Bu adama acıyo­ rum! " dediğini işittim. Ama bununla benim o andaki durumu­ mu değil, ileride başıma gelecekleri anlatmak istediği tüm kuş­ kulann üstündeydi. Oda, bir köy odasından çok bir cezaevi hücresine benziyordu: Döşemede kocaman malta taşlan, çırıl­ çıplak kara bir duvar, bir yerde ucu duvar içine gömülmüş de­ mir bir halka, ortada yan kereveti, yarı ameliyat masasını an­ dıran bir şey. Acaba cezaevi havasından başka bir hava ileride soluyabilecek miydim? İşte büyük sorun; daha doğrusu, salıverilmekten umu­ du kesmesem, işte o zaman söz konusu olacak büyük sorun. (•) (•) " Max Brod"da var. " Edisyon Kritik " te yok. 377 BiR SA VAŞIN TASViRi MELEZLEME Acayip bir hayvanım var, yarı kedi, yarı kuzu. Öbür eşyalar­ la babamdan miras kaldı. Ama gelişip serpilmesi benim za­ manımda oldu. Eskiden kediden çok kuzuya benziyordu, şimdi her ikisini de eşit ölçüde andırıyor. B aşı ve pençeleriy­ le bir kedi, iriliği ve gövde biçimiyle kuzu, çakıp sönen vahşi gözleri, yumuşak ve gergin postu, hem hoplamayı, hem sü­ rünmeyi andıran devinimleriyle kedi ve kuzu. Pencere per­ vazında güneş altında kıvrılıp mırmıra başlıyor, çayır çimen­ de ise çılgıncasına koşup duruyor; öyle ki, yakalayabilene aş­ kolsun! Kediden kaçıyor, kuzu gördü mü de saldırmaya kal­ kıyor. Mehtaplı gecelerde çatıların yağmur oluklarında gez­ sin, can atıyor. Miyavlayamıyor ve farelerden tiksinti duyu­ yor. Tavuk kümesinin başında pusuya yatıp saatlerce bekli­ yor; gel gelelim önüne çıkan fırsatlardan yararlanarak hakla­ dığı bir tavuk da olmadı şimdiye kadar. Kendisini şekerli süt­ le besliyorum; bir iyi geliyor ki! İri iri yudumlarla yırtıcı hay­ van dişleri arasından emip alır sütü. Çocuklar için kuşkusuz büyük bir eğlence kaynağı. Pazarları öğleden önce ziyaret saati. Ben hayvancığı kucağımda tutuyorum, bütün komşu çocuklar da çevremde dikilişiyor. Hiç kimsenin yanıtlayama­ yacağı en akla gelmedik sorular yöneltiyorlar bana: Ne diye böyle bir hayvan varmış, ne diye başkasının değil de benim­ miş bu hayvan, daha önce de böyle bir hayvan yaşamış mıy­ mış, peki ölünce ne olacakmış, kendini yalnız hissediyor muy­ muş, neden yavruları yokmuş, adı neymiş ve benzeri soru­ lar. (•) (•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik " te yok. 378 BiR SA YAŞIN TASViRi Sorulan yanıtlayacağım diye hiç zahmete sokmuyorum kendi­ mi, başkaca bir açıklamaya başvurmadan kucağımdaki hayva­ nı göstermekle ye_tiniyorum. Bazen çocuklar yanlarında kedi getiriyor; hatta birinde iki kuzu getirdiler. Ama umdukları ger­ çekleşmedi, bir tanışma sahnesi yaşayamadılar. Hayvanlar, hayvan gözleriyle sessiz sakin birbirlerini süzdü ve anlaşılan birbirlerinin varlıklarını bir tanrısal olgu olarak kabullendiler. Kucağımda ne korku biliyor hayvan, ne de onu bunu izleme hevesine kapılıyor. İyice bana sokulup, her yerdekinden rahat hissediyor kendini. Onu bakıp büyütmüş aileye bağlı. Bu da sa­ nının olağanüstü bir sadakat değil, dünyada dünürlük yoluyla sayısız akrabaları bulunmasına karşin, kan yoluyla belki tek akrabası olmayan, dolayısıyla bizim yanımızda kavuştuğu se­ vecenliğe kutsal gözüyle bakan bir hayvanın şaşmaz içgüdüsü. Bazen beni koklayıp bacaklarımın arasından kıvrılıp sürtüne­ rek geçmeye kalktı da benden bir türlü ayrılmaya yanaşmadı mı, gülmeden duramıyorum. - Kuzu ve kediliği yetmezmiş gi­ bi, üstelik nerdeyse köpek gibi davranmak istiyor ve buna bağ­ lı her şey. Böyle bir şeye de doğrusu inanmıyor değilim. Birbir­ lerinden ne kadar ayn varlıklarsa da, hem bir kedinin, hem bir kuzunun tedirginliği var içinde. Bir gün, herkesin bazen başına gelebileceği gibi, işlerim ters gitmiş, bir çıkar yol bulamaz ol­ muştum; neyim varsa elden çıkıp gitmesine aldırmamak istiyor ve böyle bir ruh durumu içinde evde, kucağımda hayvan, bir salıncaklı sandalyede oturuyordum ki, nasılsa bir ara gözüm ona ilişti; baktım, kocaman bıyıklarından yere yaşlar damlıyor. - Benim mi, yoksa onun gözyaşları mıydı acaba? - Kuzu ruhlu bu kedide bir de insan duyguları mı vardı ne? Babamdan bana çok bir şey kalmadı, ama bu kahta da diyecek yok doğrusu. Hani birbirinden çok farklı olsalar da, hayvanın içinde hem bir kedinin hem bir kuzunun tedirginliği var. Bu yüzden kendisine dar geliyor postu. Bazen sıçrayıp yanımdaki koltuğa çıkıyor, ön ayaklarını omuzlarıma dayayıp ağzını kulağıma yaklaştın379 BiR SA VAŞIN TASViRi yor, bana bir şeyler söylüyor sanki. Ve gerçekten öne doğru eğiliyor ardından, sözlerinin üzerimdeki etkisini gözlemek ister gibi yüzüme bakıyor. Hatırı hoş olsun diye söylediklerini anlamışım gibi yapıyor, başımı sallıyorum. Bunun üzerine sıç­ rayıp yere atlıyor, orası senin, burası benim hoplayıp zıplaya­ rak dolaşmaya başlıyor. Belki bu hayvan için kasabın bıçagı bir kurtuluş sayılırdı; ama bir miras işte, böyle bir kurtuluşu ondan esirgemek zorunda­ yım. Dolayısıyla, akıllıca bir işe çagıran o akıllı insan gözleriy­ le bazen beni ne kadar süzerse süzsün, kendiliginden soluksuz kalana kadar beklemesi gerekiyor.(•) (•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik" te yok. 380 · BlR SAVAŞIN TASVlRl KÖPRÜ Katı ve soğuktum, bir köprüydüm, bir uçurum üzerinde uzan­ mış yatıyordum. Bir yakaya ayak uçlarım, öbür yakaya ellerim gömülmüştü; çatlayıp dökülen balçık toprağa sımsıkı geçirmiş­ tim dişlerimi. Giysimin etekleri iki yanımda uçuşuyor, derin­ lerde o buz gibi suyuyla alabalıklı dere gürül gürül akıyordu. Hiçbir turist yolunu şaşırıp da bu geçit vermez yücelere uğra­ mıyordu, henüz haritalara geçirilmemişti köprü. - Böylece uçu­ rum üzerinde uzanmış yatıyor, bekliyordum; çaresiz bekliyor­ dum. Bir köprü bir kez kurulmaya görsün, yıkılıp çökmedikçe kurtulamaz köprülükten. Bir gün akşama doğruydu - birinci akşam mı, bininci akşam mı, bilmiyorum -, düşüncelerim ara­ lıksız bir karmaşa içinde yüzüyor, boyuna çemberler. çiziyordu. Yazın bir akşam üzeri - her zamankinden daha boğuk çağıldı­ yordu dere - ansızın bir insanın ayak seslerini işittim! Bana doğru, bana doğru! - Uzan, gerin köprü, çekidüzen ver kendi­ ne, korkuluksuz ahşap köprü; sana kendini emanet edeni elin­ de tut, adımlarındaki güvensizliği sezdirmeden yok et ve bak­ tın sendeliyor, göster kim olduğunu, bir dağ tanrısı gibi fırlatıp at onu karaya! Adam gelip bastonunun demir ucuyla şöyle bir yokladı beni; sonra yine bastonunun ucuyla giysimin eteklerini kaldırıp üzerimde düzeltti. Bastonunun ucunu çalı gibi saçlan­ ma daldırdı ve belki yabansı bakışlarını çevresinde gezdirip uzun süre öylece tuttu. Ama derken - o anda dere tepe adamın peşinden seğirtiyordum düşümde - her iki ayağıyla sıçradığı gi­ bi karnımın orta yerine gelip dikildi. Müthiş bir acıyla korku­ dan donakaldım; kim olduğundan şuncacık haberim yoktu. Bir çocuk mu? Bir düş mü? Bir eşkıya mı? Canına kıymak isteyen 381 BiR SA VAŞIN TASViRi biri mi? Bir baştan çıkarıcı mı? Bir yok edici mi? Ve onu gör­ mek için· arkama döndüm. - Köprü arkasına dönüyor! Henüz dönmem sona ermemişti ki, birden çökmeye başladım; çöktüm ve çok geçmeden paramparça oldum, doludizgin akan sularda şimdiye dek beni hep sessiz sakin süzüp durmuş çakılların şiş­ lerine geçirildim. 382 BiR SA VAŞIN TASViRi AKBABA Bir akbaba vardı, ayaklarımı gagalıyordu. Çizme ve çorapları­ mı didik didik etmiş, sıra ayaklanma gelmişti. Durup dinlen­ meden gagalıyordu; arada bir havalanıp çevremde tedirgin do­ lanıyor, sonra yine çalışmasını sürdürüyordu. Derken bir Bay geçti karşıdan, bir vakit durumu izledi, sonra niçin akbabaya ses çıkarmadığımı sordu. " Ne yapabilirim ki! " dedim. " Geldi, haydi gagalamaya başladı; kuşkusuz ilkin kovmak istedim, hat­ ta boğacak oldum kendisini; ancak, böyle bir hayvanın gücüne diyecek yok. Baktım hemen suratıma atlayacak, ben de ayak­ larımı gözden çıkarmayı uygun buldum; artık didik didik edil­ melerine de bir şey kalmadı. " - "Vallahi bilmem ki neden bun­ ca işkenceye katlanıyorsunuz! " dedi Bay. " Bir kurşun akbaba­ nın işini görür hemen. " - " Ya? " diye sordum ben. " Peki bunu siz yapar mısınız? " - " Hay hay! " dedi Bay. " Yalnız eve kadar gideyim de silahımı alıp geleyim. Bir yarım saat daha bekleye­ bilir misiniz? " - " Bilmem," diye yanıtladım ben ve bir süre acı­ dan kaskatı kesildim, ardından dedim ki: "Ne olur, siz gene bir deneyin! " - " Peki, peki! " dedi Bay. " Bir koşu gider gelirim. " Biz konuşurken, akbaba gözlerini bir Bay'a, bir bana çevirmiş, sessiz sakin bizi dinlemişti. Şimdi görüyordum ki, bütün söyle­ nenleri anlamıştı; ansızın havalandı, hız almak için alabildiğine geriye kaykılıp usta bir mızrak atıcısı gibi gagasını ağzımdan içeri daldırdı, derinlere gömdü. Ben arka üstü yıkılırken, onun tüm çukurlan dolduran, tüm kıyılardan taşan kanlar içinde kurtuluşsuz boğulup gittiğini görerek rahatladım. 383 BiR SA VAŞIN TASViRi YOLA ÇIKIŞ Atımı ahırdan alıp gelmesini buyurdum. Uşağım ne dediğimi anlamadı. Kendim gittim, eyerleyip bindim üzerine. Uzaktan bir boru sesi işitip, bu nedir diye sordum. Uşağın bir şeyden ha­ beri yoktu ve bir şey de işitmemişti. Kapıda beni durdurup sor­ du: "Bey nereye gidiyorlar? " - "Bilmem, " dedim, " buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelik­ le hedefime varabilirim. " - " Demek hedefinizi biliyorsunuz? " diye sordu uşağım. " Evet, " diye yanıtladım, " Söyledim ya. Bu­ radan uzağa - işte hedefim. " 384 BiR SA VAŞIN TASViRi VAZGEÇ! Sabahın pek erken saatiydi, yollar temiz ve boştu. İstasyona gi­ diyordum. Bir kulenin saatini benimkiyle karşılaştırınca, bak­ tım, sandığımdan çok daha geç olmuş; acele etmem gerekiyor­ du; bunun verdiği korku, yol konusunda bir duraksamaya gö­ türdü beni, henüz bu kenti pek iyi tanımıyordum, Allahtan ki yakında bir polis memuru vardı, ona koştum ve soluk soluğa yolu sordum. Polis gülümseyerek, " Benden mi yolu öğrenmek istiyorsun? " dedi. " Evet," dedim. " Kendim bulamadığıma gö­ re. " - " Vazgeç, vazgeç! " diye yanıtladı polis memuru ve gülü­ şüyle yalnız kalmak isteyen bir kimse gibi çarçabuk yüzünü döndürdü. 385 BiR SA VAŞIN TASViRi GECELEYİN Gömülmek geceye. Bazen düşüncelere dalmak için baş eğilir ya, onun gibi tıpkı, düpedüz gömülmüş olmak. Dört bir yanda insanlar uyumaktadır. Ufak bir oyunculuk, masum bir kendini aldatış, sanki evlerde uyumaktadırlar, sağlam yataklarda, sağ­ lam çatılar altında, döşekler üzerinde boylu boyunca uzanmış ya da kıvrılıp büzülmüş, çarşaflar üzerinde, yorganlar altında; gerçekte bir araya gelmişlerdir, o bir vakitler ve sonralan oldu­ ğu gibi çöl bir yerde, açıkta bir konak, sayılamayacak kadar in­ san, bir önder, bir kavim, soğuk bir gökyüzü altında, soğuk topraklar üzerinde, önce ayakta, şimdi savrulmuş yerlere, alın­ lar kollara bastırılmış, yüzler yere doğru, sakin sakin soluya­ rak. Ve sen uyanık durursun, nöbetçilerden birisin, yanı başın­ daki yanan çalı çırpı yığınından bir odun parçasını sallayarak sana en yakın kişiyi bulursun. Neden uyanıksın? Birinin uyu­ maması gerekiyor işte. Birinin nöbet tutması gerekiyor. 386 BiR SA VAŞIN TASViRi DÜMENCİ "Ben dümenci değil miyim? " diye bağırdım. " Sen mi? " diye sordu esmer, uzun boylu bir adam ve bir düşü uzaklaştırmak is­ ter gibi eliyle gözlerini ovdu. Başımın üstünde ölü gözü bir fe­ ner, karanlık gecede dümen başında dikilmiştim; derken bu adam çıkagelmiş, beni oradan kovmak istiyordu. Ben çekilme­ yince, ayağını göğsüme dayadı ve beni yavaş yavaş yere çökert­ ti; bense hfil� dümeni bırakmıyordum ve yere yıkılırken elim boydan boya döndürdü dümeni. Ama adam hemen dümeni ya­ kalayıp toparladı, beni de itip uzaklaştırdı oradan. Ne var ki, çok sürmeden aklım başıma gelmişti, tayfaların bulunduğu ye­ re açılan lombar deliğine seğirtip bağırdım: " Hey tayfalar! Hey arkadaşlar! Çabuk koşun! Yabancının biri dümeri başından kovdu beni! " Derken ağır ağır geldiler, merdivenden tırmanıp çıktılar yukarı; yalpa vuran, yorgun, güçlü kişiler. " Ben dü­ menci değil miyim ? " diye sordum. Başlarıyla onayladılar, ama gözleri sadece yabancıdaydı; bir yarım daire yapmışlardı ççvre­ sinde. Yabancı, " Haydi rahatsız etmeyin beni ! " deyince bir araya toplandılar, bana doğru başlarını sallayarak gerisin geri merdivenden indiler. Ne biçim insanlardı böyle! Adamlarda düşünce denen bir şey var mıydı acaba! Yoksa bu dünyada, an­ lamsız, saçma, sürüklenip gidiyorlar mıydı? 387 BiR SA VAŞIN TASViRi TOPAÇ Filozofun biri hep de çocukların oynadığı yerlerde eğleşiyordu. Ve elinde topaç bir oğlan gördü mü, pusuya yatıyordu hemen. Daha topaç dönmeye başlar başlamaz, yakalamak için peşine düşüyordu. Çocukların bağırıp çağırmalarına ve onu oyuncak­ larından uzak tutmak istemelerine kulak asmıyordu hiç. Topa­ cı henüz döner durumda yakalamayagörsün, dünyalar kendisi­ nin oluyordu; ama işte hepsi bir an, sonra topacı kaldırıp yere atıyor ve çekip gidiyordu. Çünkü ona göre rastgele küçük bir şeyi, dolayısıyla bir topacı tanımak, genel'i tanımak için yeter­ liydi. Bu yüzden büyük sorunlarla oyalanmıyor, bunu tutumlu bir uğraş görmüyordu. En küçük nesne gerçekten tanındı mı, her şey tanınmış demekti, dolayısıyla topaçlardan başka şeyle ilgilendiği yoktu. Ve topacı döndürme hazırlıkları yapılırken her defasında işin bu kez başarıya ulaşacağı umuduna kapılı­ yor, topaç dönmeye başlayıp soluk soluğa arkasından koşar­ ken bu umut ruhunda kesinlik kazanıyordu; ama o aptalca tah­ ta parçasını eline almayagörsün fenalaşıyor, şimdiye dek işit­ mediği, şimdi ansızın kulaklarından içeri dolan çocuk haykırış­ ları onu önüne katıp kovalıyor, sanki beceriksizce savrulan bir kaytan altındaki topaç gibi sağa sola yalpalıyordu. 388 BiR SA VAŞIN TASViRi KISA HAYVAN MASALI " Öf! " dedi fare. "Dünya da günden güne daralıyor. İlkin bir genişti ki korktum, koştum ileri, uzakta sağlı sollu duvarlar gö­ rür görmez dünyalar benim oldu. Ama bu uzun duvarlar da bir çabuk birbirlerine doğru yaklaşıyor ki, en son odadayım işte; orada, köşede de kapan duruyor, gide gide kısılacağım kapa­ na. " Kedi, " Sen de öyleyse yönünü değiştir," dedi ve fareyi yedi. 389 BiR SAVAŞIN TASViR/ KARI-KOCA İşlerin genel durumu bir kötü ki, bazen, bürodan vakit ayıra­ bilirsem, örnek çantasını bizzat yükleniyor, müşterileri ken­ dim dolaşıyorum. Bu arada hanidir kafama koydum, bir yol K. 'ye uğrayacağım; eskiden aramızda sürekli bir ticari ilişki vardı, ama son yılda bu ilişki adeta gevşeyip çözüldü, bilmi­ yorum neden. Hem bu tür aksaklıklar için ortada hiç de ger­ çek nedenler bulunması gerekmez; günümüzün değişen ko­ şullarında çok vakit hiç denecek bir şey, o andaki hava kesin rol oynar bu konuda; ama gene öyle hiç denecek bir şey, bir söz her şeyi yine düzene sokabilir. Gel gelelim, K. 'ye ulaşa­ bilmek biraz külfetli �ir iş; yaşlı bir adam K., son zamanlar hastalıkla başı pek dertte, işleri hala kendi elinde bulundur­ masına karşın mağazaya uğradığı pek yok; dolayısıyla, ken­ disiyle konuşmak isteyenin kalkıp evine gitmesi gerekiyor, böyle bir iş ziyaretini de seve seve bugünden yarına erteliyor insan. Ama dün akşam saat altıdan sonra yine de kalkıp yola düştüm; kuşkusuz ziyaret saati geçmişti artık, ama nasılsa işin görgü ku­ ralları değil, ticari açıdan ele alınması gerekiyordu. Şansım var­ mış; K. 'yi evde buldum. Girişte söylediklerine göre, az önce karısıyla bir gezintiden dönmüş ve şimdi de yatakta yatan has­ ta oğlunun adasındaymış. Buyrun, siz de gidin dendiyse de il­ kin duraksadım, ama sonra bu lanet olası ziyaretten bir an ön­ ce kurtulmak isteği baskın çıktı; üzerimde palto ve şapka, elim­ de çantayla olduğum gibi hizmetçinin peşine takıldım, karanlık bir odadan geçip iyi aydınlatılmamış bir başka odaya girdik; içeride ufak bir kalabalık vardı. 390 BiR SA VAŞIN TAS ViRi Bir içgüdüyle olacak, gözüm ilkin, benim çok iyi tanıdığım, bir bakıma rakibim sayılan bir pazarlamacıya ilişti. Demek ben­ den önce sessiz sedasız çıkıp gelmişti buraya. Hastanın yatağı­ nın hemen yanı başına bir hekim gibi kurulmuştu; düğmeleri çözük duran kabarık ve güzel paltosuyla yüce dağlan ben ya­ rattım der gibi oturuyordu. Bir arsız ki, o kadar olur! Hasta da Allah bilir benimkine benzer şeyler geçiriyordu kafasından; ateşten biraz kızarmış yanaklarla yatakta yatıyor, zaman za­ man gözlerini çevirip pazarlamacıya bakıyordu. Hani genç de­ nemezdi artık bu oğula, ben yaşta biriydi; hastalık nedeniyle biraz bakımsız top sakalı vardı. Uzun boylu, geniş omuzlu, ama sinsi sinsi sürüp giden rahatsızlığı dolayısıyla şaşılacak ölçüde kötülemiş, kamburu çıkmış, özgüvenini yitirmiş yaşlı K., dışar­ dan geldiği gibi üzerinde kürk öylece duruyor, oğluna mırılda­ narak bir şeyler söylüyordu. Ufak tefek, narin, ama alabildiği­ ne hareketli karısı - bu hareketliliği yalnızca kocasıyla ilgiliydi, bizleri gördüğü yoktu pek - adamın üzerinden kürkü çıkarma­ ya uğraşıyordu; aralarındaki boy farkından biraz zorlandıysa da sonunda başardı. Asıl güçlük belki bir başka ye.rdeydi: K. pek sabırsızdı, ellerini telaşla sağa sola gezdirerek oturacak bir koltuk arandı; onu da yine kadın hemen getirip altına sürdü kocasının, içinde adeta kaybolduğu kürkü alarak dışarı çıkar­ dı. Sonunda vakit gelmiş gibi göründü bana, daha doğrusu vaktin geldiği falan yoktu ve böyle bir yerde sanırım asla da gelme­ yecekti; bir girişimde bulunmak istiyorsam, hemen davran­ mam gerekiyordu; çünkü öyle seziyordum ki, bir iş konuşma­ sı için şu andaki koşullar zaman geçtikçe iyileşmeyip, daha da kötüleşecekti; pazarlamacının besbelli niyetlendiği gibi bura­ ya postu sermek bana göre değildi; üstelik onu şuncacık umur­ samayı düşünmüyordum, dolayısıyla hemen meramımı açıkla­ maya koyuldum. Oysa anladığım kadarıyla, K., tam bu sırada oğluyla biraz sohbet etmek istemişti. Ne yaparsın ki bir alış­ kanlığım vardır, biraz şöyle konuşup coştum mu - bu da pek 391 BiR SA VAŞIN TASViRi çabuk olur, özellikle şimdi hasta odasında her vakitkinden de çabuk gerçekleşti - ayağa kalkar, bir aşağı bir yukarı dolaşı­ rım. İnsanın kendi bürosunda iyi, güzel de, yabancı yerde bi­ raz tatsız kaçıyor. Ama tutamamıştım kendimi, hele alışık ol­ duğum sigaradan da uzak kalınca. Eh, herkesin kötü huyları vardır, doğrusu pazarlamacınınkilerle kıyaslanırsa, benimkiler övülecek gibi kalır. Örneğin, onun dizi üzerinde tutup ağır ağır sağa-sola oynattığı şapkasını bazen ansızın, hiç beklenme­ dik anda başına geçirmesine ne demeli! Gerçi hemen, sanki bir yanlışlık yapmış gibi çıkarıyor yine, ama olsun, bir an ba­ şında tutuyor ya; üstelik bunu zaman zaman yineliyor. Böyle bir davranış da doğrusu yakışıksız bir şey. Beni rahatsız etmi­ yor etmeye, ben odada bir aşağı, bir yukarı boyuna geziniyo­ rum, aklım kendi işimde, onu gördüğüm yok; ama öyleleri bu­ lunabilir ki, bu şapka hokkabazlığıyla çileden çıkabilir. Ama bir konuşmanın coşkusu içinde yalnızca böyle bir rahatsızlığa değil, hiç kimseye aldırmıyorum; olup bitenin farkındayımdır, ama konuşmamı bitirmedikçe ya da bayağı itirazlar işitmedik­ çe, adeta görmezlikten geliyorum hepsini. Örneğin, şimdi de K. 'nin beni pek dinleyecek durumda olmadığını fark etmiş­ tim; elleri koltuğun dirsek dayayacak yerlerinde, rahatsızlıkla sağa sola dönüp duruyordu; gözlerini bana doğru kaldırmıyor, pek anlamsız bakışlarla bir şeyler arar gibi boşluğa bakıyordu. Yüzü de o kadar ilgisizdi ki, sanki sözlerimden hiçbiri, hatta benim oradaki varlığıma ilişkin hiçbir duygu kendisine kadar sokulamıyordu. Bana pek de umut vermeyen bütün bu hasta davranışını görmesine görüyor, öyleyken sanki sözlerimle ve yaptığım karlı önerilerle - verdiğim ödünlerden, kimsenin benden istemediği ödünlerden kendim bile ürkmüştüm - her şeyi eninde sonunda bir düzene sokacağımı hala umut eder gi­ bi konuşmaktan geri kalmıyordum. Pazarlamacının - şöylece gözüme çarpmıştı - şapkasını nihayet kendi haline bırakıp, kollarını göğsü üzerinde kavuşturması da bir bakıma beni memnun etmişti; biraz da onu hedef alan sözlerim, planlarına 392 BiR SA VAŞIN-TASViRi ağır bir darbe indirmişe benziyordu; ikinci derecede önemli bir kimse gibi görüp o ana kadar kendisiyle ilgilenmediğim oğul, yatakta birden yarı doğrulup yumruğuyla gözdağı vere­ rek beni susturmasaydı, bunun keyfiyle belki daha uzun za­ man konuşmamı sürdürecektim. Oğul anlaşılan bir şey daha söylemek, bir şey göstermek istemiş, ama gücü yetmemişti. Ben ilkin bunu bir sayıklamaya verdim, ama hemen ardından gözlerim kendiliğinden K.'ye yöneldi, o vakit durumu daha iyi kavradım. K., sanki bir an sonra görevini yapamayacak açık, camsı ve dı­ şarı fırlamış, sadece birkaç dakika daha çalışıp işlevine son ve­ recekmişe benzeyen gözlerle oracıkta oturuyor, sanki biri en­ sesinden tutuyormuş ya da ensesine vuruyormuş gibi öne doğ­ ru kaykılmış titriyordu; alt dudağı, hatta apaçık gözüken diş et­ leriyle alt çenesi tümüyle sarkmış, bütün yüzü adeta dağılıp dö­ külmüştü. Güçlükle de olsa nefes alıyordu henüz, ama derken rahatlamış biri gibi geriye, koltuğun arkalığına yıkıldı, gözleri­ ni yumdu; büyük bir çaba belirtisi bir an yüzünde dolaştı, son­ ra tamam. Hemen fırladım; cansız sarkan soğuk eli içim ürpe­ rerek yakaladım, nabız falan kalmamıştı. Eh, demek bitmişti işi. Elbet, yaşlı bir adam. Hepimizin ölümü böyle kolay olsun. Gel gelelim, ne de çok şey vardı şimdi yapılacak! Hiç vakit ge­ çirmeden yapılması gereken şey neydi? Yardım için çevreme bakındım; oğul yorganı başına çekmişti, hıçkırıp duruyordu. Pazarlamacı ise bir kurbağa gibi soğuk, K.'nin iki adım karşı­ sında adeta sandalyesine çivilenmiş oturuyordu; görünüşe ba­ kılırsa, olup bitecekleri beklemekten başka bir girişimde bu­ lunmamak kararındaydı; yani ben, bir ben kalıyordum bir şey­ ler yapacak ve hemen de yapılacakların en zorunu yapmam, kadına katlanabileceği gibi, yani dünyada var olmayan bir bi­ çimde ölüm haberini iletmem gerekiyordu. Kadının bitişik odadan yerde sürüklenerek yaklaşan hamarat adımlarını işit­ meye başlamıştım bile. 393 BiR SA VAŞIN TASViRi Derken - hala sokak kıyafetiyleydi, üstünü değiştirmeye za­ man bulamamıştı, - sobada güzelce ısıttığı bir gecelikle çıkagel­ di, geceliği kocasına giydirecekti. Bizi öyle pek sessiz bulunca, " Uyudu ha! " dedi, gülümseyip başını salladı. Ve demin benim tiksinip çekinerek tuttuğum eli olup bitenlerden habersiz bir kimsenin sonsuz rahatlığıyla avcuna aldı, ufak bir kan-koca oyunu oynar gibi öptü eli, bunun üzerine - biz odadaki diğer üç kişi nasıl da bakakalmıştık! - K. kımıldadı, sesli sesli esnedi, ka­ nsının elinden geceliği giydi, pek fazla uzun gezintiyle kendini çok yorduğu için karısının sevecen sitemlerini kızgın, alaylı bir yüzle ses çıkarmadan dinledi, uyuyakalışını bize başka türlü açıklamak için, ne tuhafsa can sıkıntısı gibi bir şeyden söz etti. Sonra, başka bir odaya geçerken belki üşütebilirim diye şimdi­ lik oğlunun yatağına girdi; hemen kadının getirip oğlun ayak­ ları dibine koyduğu iki yastık üzerine yerleştirildi başı. Daha önce olup bitenlerden sonra, ben bunda artık bir gariplik gör­ memiştim. Derken K., akşam gazetesini istedi ve odadaki ko­ nuklarını hiç umursamaksızın gazeteyi gözlerinin önüne tuttu; ama henüz okumaya başlamadan orasına burasına bakıyor, arada bize önerilerimiz konusunda şaşılası bir ticari zeka eseri sayılabilecek hayli tatsız şeyler söylüyordu. Bir yandan da boş­ taki elini boyuna hayır der gibi oynatıyor ve dilini şapırdatarak ağzında bizim davranışımızın yol açtığı kötü tadı adeta üstü ka­ palı dile getiriyordu. Derken, pazarlamacı bazı yersiz sözler çı­ kardı ağzından; sanırım, öyle ince düşünceli biri değilse de, olup bitenlerden sonra bir dengenin sağlanması gereğini his­ setmişti, ama kuşkusuz davranışı hepsinden az sağlayabilirdi bu dengeyi. Dolayısıyla, birden veda edip ayrıldım; neredeyse minnettardım pazarlamacıya, o olmasa hemen çekip gitmeye karar verecek gücü kendimde bulamazdım. Holde Bayan K. 'le karşılaştım. Acınacak durumunu görünce, o anda aklıma geldi, bana biraz annemi anımsattığını söyledim. Kadın sesini çıkarmayınca ekledim: " Kim ne derse desin, mu­ cizeler yaratabilen bir kadındı. Bizim kırıp döktüklerimizi, o 394 BiR SA VAŞIN TASViRi toplar yerine koyardı. Daha çocukken kendisini kaybettim. " Bile isteye aşın ölçüde yavaş ve tane tane konuşmuştum; çün­ kü sanıyordum ki, yaşlı kadıncağız ağır işitiyordu. Ama demek . sağırmış, çünkü bir girişi gereksiz bularak sordu: " Kocamın du­ rumu? " Veda sırasındaki üç beş sözünden çıkardığıma göre, beni pazarlamacıyla kanştınnıştı, yoksa bana daha bir yakınlık göstereceğinden kuşkum yoktu. Derken merdivenlerden indim. İniş, önceki çıkıştan daha güç­ tü ve çıkışın kendisi de üstelik kolay olmamıştı. Of, başarısız sonuçlanan ne de çok iş ziyaretleri vardı ve ileride de taşımak gerekiyordu bu yükü. 395 BiR SA VAŞIN TASViRi KOMŞU İşimin bütün yükü benim omuzlarımda. Daktilolar ve ticari defterlerle ön odada iki kız; yazıhanesi, kasası, müşteriler için danışma masası, rahat, büyük bir koltuğu ve telefonuyla benim kendi odam; işte bütün çalışma düzeneğim. Öylesine derli top­ lu, öylesine kolay yönetilir. Pek gencim ve işler tıkır tıkır yürü­ yor elimin altında. Allaha şükür, Allaha şükür. Benim onca za­ man cimrice davranıp kiralamakta duraksadığım bitişikteki küçük boş daireyi, yılbaşında genç bir adam bir solukta tutu­ verdi. Burası da yine bir oda, odanın bir ön odası var, ama faz­ ladan bir de mutfağı bulunuyor. Odayla ön oda doğrusu işime yarayabilirdi - yanımdaki iki kız kimi zaman işten göz açamaz olmuştu -, peki mutfağı ne yapacaktım? Cimrice duraksamam­ la daireyi tutup başkasına kaptırmıştım. Şimdi ise söz konusu dairede bu genç adam kalıyor. Adı Harras. Hani orada ne ya­ par, ne eder, bildiğim yok. Kapı üzerinde "Harras, Büro" yazı­ lı. Sordum soruşturdum, dediler ki, benimkine benzer bir işi varmış. Kredi vermekten ille sakınılmalı denemezmiş, çünkü nihayet yükselmek için çaba gösteren genç biri söz konusuy­ muş, ilerisi belki parlak olabilirmiş. Ne var ki, kredi için kesin­ likle salık da verilemezmiş; çünkü şu an görünürde bir serma­ ye yokmuş ortada. Yani hiçbir şey bilinmeyince verilmesi adet olmuş bir bilgi. Bazen merdivende rastlıyorum Harras'a. Her vakit çok, ama çok acele işi olmalı ki, önümden kaşla göz ara­ sında sessiz sedasız geçip gidiyor. Kendisini şöyle adamakıllı bir görmüş değilim. Bürosunun anahtarını önceden hazırlamış tutuyor elinde, hemen kapıyı açıyor, bir farenin kuyruğu gibi içeri süzülüyor. Bana gelince, şimdiye kadar gereğinden sık 396 BiR SA VAŞIN TASViRi okuduğum "Harras, Büro " tabelası önünde yine kalakalıyo­ rum. Dürüst çalışanı ele veren, dürüst olmayanı ise saklayıp gizle­ yen şu rezalet ince duvarlar. Telefonum, odamı komşumun odasından ayıran duvara yerleştirilmiş. Ama benim bunu be­ lirtmem, özellikle komik bir şey oluşundan. Telefon karşı du­ varda da bulunsa, bütün konuşulanlar yine bitişik daireden işi­ tilirdi. Artık alıştım, telefonda müşterilerimin adlarını söylemi­ yorum. Ne var ki, arada geçen konuşmanın karakteristik, ama kaçınılmaz sözcüklerinden ilgili adlan bulup çıkarmak için kuşkusuz pek kurnaz olmanın gereği yok. Bazen kulaklık ku­ lağımda, içimde tedirginliğin dürtüsü, parmak uçlanma basa­ rak aygıtın çevresinde dönüp dolanıyor, yine de birtakım sırla­ rın ele geçirilmesini önleyemiyorum. Elbet böyle olunca, iş ko­ nusundalci kararlarım kesinlik taşımaktan uzak kalıyor, sesim titrek çıkıyor. Ben telefon ederken, Harras ne yapıyor ola? Bi­ raz fazla abartmaya kaçarak - ama bir açıklığa kavuşmak için çokluk böyle davranmak gerekiyor - hani diyebilirdim ki, Har­ ras neylesin telefonu, benimkinden yararlanıyor işte, kanepesi­ ni duvara bitiştirmiş, kulağı benim burada; ben ise, telefon ça­ lınca ister istemez seğirtiyor, müşterilerimin dileklerini öğreni­ yor, önemli kararlar alıyor, uzun boylu konuşmalar yapıyor, ama her şeyden önce, bütün bunlar olup biterken duvar aracı­ lığıyla Harras'a raporlar sunuyorum. Belki Harras hiç bekle­ miyor konuşmamın sonunu, durum üzerinde kendisini yeterin­ ce aydınlatan sözlerimi dinler dinlemez kalkıyor, adeti üzerine kent içinde bir gölge gibi sessizce seğirtiyor ve daha ben kulak­ lığı yerine asmadan Allah bilir benim aleyhimdeki çalışmaları­ na çoktan koyulmuş bulunuyor. 397 BiR SA VAŞIN TASViRi SINAV Bir uşağım; ama ortada yapılacak iş yok benim için. Çekingen bir huyum var; başkalarından öne geçeyim, hatta başkaların­ dan geride kalmayayım diye uğraşmıyorum. Ne var ki, boş otu­ ruşumun nedenlerinden ancak biri bu, belki bu nedenin işsiz güçsüzlüğümle hiç ilişkisi olmayabilir. Asıl sorun, kuşkusuz işe çağırılmayışım. Başkaları çağrıldı; hani benden de çok işin ar­ dına düşmediler, belki çağrılmak isteğini bile duymadılar; ben­ se bu isteği, hiç değilse zaman zaman, olanca gücüyle içimde hissediyorum. İşte böylece uşaklar odasında kerevet üzerinde yatıyor, ta­ vandaki direklere bakıyorum. Uyuyor, uyanıyor ve çok geç­ meden gene uyuyorum. Bazen kalkıp karşıdaki meyhaneye varıyorum. Kekremsi bir biraları var, bazen tiksintiden içme­ yip döktüğüm bardaklar oluyor, ama sonra yine içiyorum. Meyhanede oturmak hoşuma gidiyor; çünkü kapalı küçük pencerenin gerisinde, kimse tarafından görülmeden karşıya, çalıştığım evin pencerelerine bakabiliyorum. Pek bir şey se­ çildiği yok, sanırım yalnızca koridorun sokağa bakan pence­ releri görülüyor; üstelik Beyefendi ile Hanımefendi' nin da­ irelerine uzanan koridorun pencereleri değil bunlar. Ama yanılabilirim de; nitekim böyle olduğunu bir gün biri ben sormadan ileri sürdü; hem evin bu cephesinin bıraktığı genel izlenim de bunu doğruluyor. Ancak seyrek açılıyor pencere­ ler, açıldı mı da hep bir uşak tarafından açılıyor ve sanırım sonradan uşak, biraz aşağıya bakmak üzere pervaza yaslanı­ yor. Demek bunlar, onun gafil avlanamayacağı koridorlar. Sonra, ben bu uşakları tanımıyorum; hep yukarıda çalışan 398 BiR SA VAŞIN TASViRi uşaklar benim kaldığım odada değil, başka bir yerde yatıp kalkıyor. Bir gün meyhaneye vardığımda, benim gözetleme yerine ben­ den önce bir müşterinin gelmiş oturduğunu gördüm. O yana pek dikkatle bakmaya çekindim, hemen kapıdan dönüp gide­ cek oldum. Ama müşteri beni masasına çağırdı; anlaşıldı ki, o da benim gibi bir uşak. Şimdiye kadar kendisiyle bir konuş­ muşluğum yoktu, ama onu bir yerden gözüm ısırır gibiydi. " Ne diye hemen savuşmak istiyorsun? Otur şöyle, benden bir şey iç! " Bunun üzerine oturdum. Bana birkaç şey sordu, ama ben yanıtlayamadım sorularını, hatta ne sorulduğunu bile anlaya­ madım. Bu yüzden, "Olur ya, beni çağırdığına belki pişmanlık duymuşsundur, böyle bir şey varsa gideyim," dedim ve hemen kalkmaya davrandım. Ama o, elini masanın üzerinden uzata­ rak beni yerime oturttu. " Gitme, kal! " dedi. "Yalnızca bir sı­ navdı bu; sorulan yanıtlayamayan sınavı kazanmış sayılır. " 399 BiR SA VAŞIN TASViRi LEHTE KONUŞUCULAR Lehimde konuşulacaklar var mı, hiç belli değildi, bu konuda kesin bir şey öğrenememiştim; bütün yüzlerde bana karşı bir soğukluk göze çarpmaktaydı; karşıma çıkanların ve benim iki­ de bir koridorlarda rastladıklarımın çoğu şişman ve yaşlı ka­ dınlara benziyordu; vücutlarını baştan aşağı örten koyu mavi ve beyaz yollu kocaman önlükleri vardı hepsinin, karınlarını sı­ vazlıyor ve hantal hantal sağa sola dönüp duruyorlardı. Bir mahkeme binasında mıydık, bunu bile öğrenememiştim. Kimi belirtiler bir mahkemede bulunduğumuzu, pek çok belirti de bunun tersini gösteriyordu. Bütün ayrıntılar bir yana, bana mahkemeyi en çok anımsatan şey bir uğultuydu; uzaktan uza­ ğa işitiliyor, bir türlü arkası kesilmiyordu, hangi yönden geldi­ ği söylenecek gibi değildi; her bir yanı öylesine dolduruyordu ki, bütün yönlerden geliyor sanılabilir ya da o anda tesadüfen bulunulan yer uğultunun gerçek kaynağıdır denebilirdi; ama kuşkusuz bir aldanıştı bu, çünkü uğultu uzaktan geliyordu. Hatta, fazla süslü sayılmayan yüksek kapılarıyla dar, sadece üstü kubbeli ve hafif dönemeçlerle uzayıp giden koridorlar ko­ yu bir sessizlik için yapılmış gibiydiler, bir müze ya da bir ki­ taplığın koridorlarına benziyorlardı. Peki, bir mahkeme değil­ se, ne diye o zaman burada bir lehte konuşucu arıyordum? Her tarafta lehte bir konuşucu arıyordum da ondan; her tarafta ge­ reklidir böyle bir lehte konuşucu, hatta başka yerde mahkeme­ den daha gereklidir; çünkü kabul edilmelidir ki, mahkeme yar­ gısını yasalara göre verir. Burada adaletsiz ya da üstünkörü ça­ lışılıyor dendi mi, nasıl yaşanır o zaman; mahkeme yasalardaki görkemin kendini serbestçe açığa vurmasını sağlar, buna güve400 BiR SA VAŞIN TASViRi nilmelidir, çünkü bu biricik görevidir onun; yasalar ise suçla­ ma, lehte konuşma ve yargı gibi şeylerin hepsini kendisinde barındınr, bir kimsenin kendi başına burada işe karışması cina­ yet olur. Ama bir yargıya gelince iş başkadır; bir yargı şurada burada, akrabalar ve yabancılar, dostlar ve düşmanlar arasın­ da, aile içinde ve halk arasında, köyde kentte, kısaca her yerde yapılacak soruşturmalara dayanır. Burada işte öylesine gerek­ lidir lehte konuşucular, yığınla lehte konuşucular, üstelik en iyileri, biri ötekinin hemen yanı başında, canlı bir duvar; çün­ kü lehte konuşucular yaradılıştan ağır kişilerdir; oysa suçlayıcı­ lar, bu kurnaz tilkiler, bu çevik gelincikler, bu göze görünmez farecikler en küçük deliklerden ustalıkla geçer, lehte konuşu­ cuların bacakları arasından usulca, çabucak süzülüverirler. Onun için de dikkat gerekir. Ben de zaten bu amaçla burada­ yım, lehte konuşucular topluyorum kendime. Ama bir tek ol­ sun bulamadım henüz, yalnızca bu yaşlı kadınlar gelip gidiyor, durmadan gelip gidiyorlar; arama işiyle uğraşmasaydım, bu du­ rumun uykumu getirmesi işten değildi. Yanlış yere geldim; yanlış yere geldiğim duygusundan ne çare kurtaramıyorum kendimi. Öyle bir yerde olmalıydım ki, orada çeşit çeşit insan­ lar bir araya gelmiş bulunsun, çeşitli bölgelerden, toplumun değişik kesimlerinden ve her türlü meslekten değişik yaşta in­ sanlar; içlerinden işe yarayacakları, dost olanları, benim için lehte bir çift söz söyleyecekleri seçebilmeliydim. Büyük bir pa­ nayır belki bunun için hepsinden elverişliydi. Oysa ben bu ko­ ridorlarda oyalanıp duruyor, yaşlı kadınlardan başka kimsele­ ri göremiyorum; üstelik gördüklerim pek fazla değildi ve hep aynı kişilerdi; bu üç beş kişi bile o hantal davranışlarına karşın kendilerini yakalamama fırsat vermeyerek elimden kayıveri­ yorlardı; yağmur bulutları gibi süzülüp gidiyorlar, gözleri be­ nim bilmediğim iş güçlerinden başka şey görmüyordu. Ne diye böyle körü körüne bir binadan içeri dalıyor, giriş kapısı üstün­ deki tabelayı okumuyor, bir anda kendimi koridorlarda bulu­ yor ve buradan bir yere ayrılmıyorum; öyle ki, ne zaman bina401 BiR SA VAŞIN TASViRi nın önüne geldim, ne zaman merdivenleri koşup çıktım yuka­ rı, hiç anımsadığım yok. Ama geri de dönemem; bu zaman kay­ bı, bu yanlış yolda olduğumu itiraf benim için katlanılacak gibi değil. Nasıl? Sabırsız bir uğultunun eşliğindeki bu kısa ve hızlı yaşam içinde bir merdivenden aşağı mı ineceğim? Olacak şey mi? Senin payına ayrılmış zaman o kadar kısa ki, bir saniye yi­ tirdin mi bütün ömrünü elden çıkardın demektir; çünkü öm­ rün, yitirdiğin zamandan daha uzun değildir, uzunluğu yitirebi­ leceğin zamana eşittir hep, yalnızca o kadardır. Yani bir yolu tuttun mu, ne olursa olsun onu izlemeye bak, yalnızca kazanır, bir tehlikeye atmazsın kendini; belki sonunda yuvarlanırsın aşağı, ama daha ilk basamakların ardından geri döner, merdi­ venleri koşarak inmeye kalkarsan, daha işin başında yuvarla­ nıp gidersin, hem belki değil, kesin olarak. Yani bu koridorlar­ da bir şey bulamadın mı, kapılan aç; kapıların arkasında da bir şey ele geçiremedin mi, yukarılarda yeni katlar vardır; oralar­ da da bir şey bulamadın mı zararı yok, yeni merdivenlere atıl, tırman yukarı; sen çıkmaktan vazgeçmedikçe, basamakların sonu gelmez, senin yukarılara tırmanan ayaklarının altında on­ lar da yükselip durur. 402 BiR SA VAŞIN TASVIRI DÖNÜŞ Döndüm işte. Holü yürüyüp geçtim. Sağıma soluma bakmıyo­ rum. Babamın eski çiftliği. Orta yerde bir su birikintisi. Eski, işe yaramaz, iç içe geçmiş araç ve gereçler tavanarasına çıkan merdivenin önünü kapıyor. Kedi, korkuluk üzerine sinmiş. Vaktiyle oyun oynanırken bir çub�ğa dolanmış yırtık pırtık bez rüzgarda uçuşuyor. Geldim. Kim karşılayacak beni? Mut­ fak kapısının arkasında bekleyen kim? Bacadan duman tütü­ yor, akşam kahvesi pişiriliyor. Evinde misin? Kendini evinde hissediyor musun? Bilmem, hiç emin değilim. Babamın evi, ama eşyalar yan yana, soğuk soğuk duruyor; sanki hepsi de be­ nim kimini unuttuğum, kimini hiç bilmediğim kendi sorunları­ na dalmış. Onlara ne yararım dokunabilir? Onlar için neyim? O babanın, yaşlı çiftlik sahibinin oğlu olsam da ne çıkar? Ve mutfak kapısını vurmayı göze alamıyor, yalnızca uzaktan ku­ lak kabartıyorum, yalnızca uzaktan, ayaküstü, gizlice dinler­ ken suçüstü yakalanmayacağım gibi. Ama uzaktan kulak ka­ barttığım için bir şey duyamıyor, bir saatin hafiften tıkırtısını işitiyorum ya da belki sadece, çocukluk günlerinden doğru işi­ tir gibi oluyorum. Mutfakta başkaca olup bitenler, oradakilerin benden sakladığı bir sır. Kapı önündeki duraksamam uzadık­ ça, yabancılık artıyor. Ya şimdi biri kapıyı açar da bana bir şey sorarsa? O zaman kendim, sımnı gizlemek isteyen biri duru­ muna düşmez miyim? 403 BiR SA VAŞJN TASViRi BİR ARADA Beş arkadaşız, günün birinde bir evden art arda çıktık dışarı. İlkin birimiz çıktı ve kapının yanı başına gidip durdu; sonra ikincimiz çıktı, daha doğrusu tıpkı bir cıva kabarcığı gibi çevik ve hafif kayarak geldi, birincinin uzağında sayılmayacak bir ye­ re dikildi; sonra üçüncümüz, daha sonra dördüncümüz, onun ardından da beşincimiz çıktı. Derken hepimiz bir dizi halinde dikilmeye başladık. Herkesin dikkati bize çevrildi ve bizi gös­ terip dediler ki: "Bu beş kişi var ya, şimdi evden çıktı! " İşte o gün bugün bir arada yaşıyoruz, boyuna bir altıncımız aramıza karışmak istemese gül gibi yaşayıp gideceğiz; bize bir şey yap­ tığı yok, ama hoşlanmıyoruz kendisinden, bu kadarı da yeter sanının; istenmediği bir yere ne diye ille gireceğim diye uğraşır durur. Onu tanıyıp etmiyor ve aramıza da almak istemiyoruz. Hani biz beşimiz de eskiden tanımıyorduk birbirimizi ve deni­ lebilir ki şimdi de tanıyor değiliz; ama biz beşimizde mümkün olan, hoş görülen şey o altıncısında mümkün değil ve hoş gö­ rülmüyor. Kaldı ki beş kişiyiz, altı olmak istemiyoruz. Hem za­ ten canım, bu boyuna bir arada oluşun anlamı ne? Biz beşimiz için de anlamı yok ya, işte bir kez bir araya gelmişiz ve öylece kalıyoruz, ama deneyimlerimize dayanarak yeni bir birleşme de istemiyoruz. Gel gelelim, bütün bunları o altıncıya nasıl an­ latırsın; uzun boylu açıklamalara kalkmak kendisini bir bakı­ ma aramıza almak olur, biz de en iyisi bir açıklamada bulun­ muyor, onu da aramıza almıyoruz. İstediği kadar surat asıp so­ murtsun, bir dirsek vuruşuyla yanımızdan itip uzaklaştırıyoruz; ama ne kadar uzaklaştırsak, gene çıkıp geliyor. 404 BiR SA VAŞIN TASViRi BLUMFELD, YAŞLICA BİR BEKAR Yaşlıca bir bekar olan Blumfeld, bir akşam dairesine çıkıyordu. Zahmetli bir işti hani, çünkü altıncı katta oturuyordu. Son za­ manlarda sık sık yaptığı gibi, düşünüyordu çıkarken: Bu yapa­ yalnız yaşam pek de sıkıcı bir şeydi, işte şu an bayağı bir gizlilik içinde altı kat çıkacak, boş odalarına kavuşacaktı; sonra yine bayağı bir gizlilik içinde ropdöşambrını üzerine geçirip piposu­ nu ateşleyecek, yıllardır abonesi bulunduğu Fransızca dergiye şöyle bir göz gezdirip kendi eliyle hazırladığı kiraz rakısını ara­ da yudumlayacak ve nihayet yarım saat kadar sonra, bu kafası­ na bir şey girmeyen hizmetçinin aklına estiği gibi kaldırıp attığı yastık yorgana tümüyle yeniden bir çekidüzen verip yatağa gi­ recekti. Yanında biri, kendisi bütün bu işleri görürken onu izle­ yecek biri bulunsa, başının üzerinde yeri vardı Blumfeld'in. Acaba küçük bir köpek edinsem mi diye aklından geçirmemiş değildi. Böyle bir köpek eğlendirir insanı, her şeyden önce nan­ körlük bilmez ve sadık olur. Blumfeld'in bir meslektaşının böy­ le bir köpeği vardır, efendisinden başka kimselere sokulmaz, birkaç dakika efendisini görmesin, hemen yüksek sesle havla­ yarak karşılar onu; efendisine, bu olağanüstü velinimetine yeni­ den kavuşmaktan duyduğu sevinci besbelli böylece anlatmak ister. Öyle, bir köpeğin sakıncalı yanlan da yok değildir. Ne denli temiz tutulsa, odayı pisletir yine. Bunun asla önüne geçi­ lemez; odadan içeri alınmadan her defasında hayvan sıcak su banyosuna sokulamaz, hem sağlığı da kaldırmaz bunu. Gel ge­ lelim, odasındaki pisliği de Blumfeld'in içi kaldırmaz, odası te­ miz olmadan yapamaz hiç, bu konuda ne yazık ki pek titiz ol­ mayan hizmetçiyle haftada birkaç kez kavga eder. Kulağı ağır 405 BiR SA VAŞIN TASViRi işiten hizmetçiyi kolundan tutup çeker hep, odanın temizliğin­ de kusur bulduğu köşelerine götürür. Bu sert tutumuyla, oda­ nın az çok istediği gibi bir düzene kavuşmasını sağlamıştır. Ne var ki, bir köpeği eve soktu mu, şimdiye dek bunca özen göste­ rip yanma yaklaştırmadığı pisliği doğrudan kendi eliyle odasına buyur edecektir. Köpeklerin hiç yanından ayrılmayan pireler de boy gösterecektir ortalıkta. Eh, bir yol da pireler ortalıkta göründü mü, Blumfeld'in rahat odasını köpeğe bırakıp kendine bir başka oda arayacağı gün artık uzak sayılmazdı. Pislik de kö­ peklerin kötü yanlarından ancak biriydi. Köpekler de hastala­ nırdı ve köpek hastalıklarından doğrusu anlayan yoktu. Hasta hayvancağız bir köşede büzülüp kalır, olmadı topallar sağda solda, inilder, ufak ufak öksürür, bir derdi vardır, onunla pen­ çeleşir hep; bir battaniyeye sarılıp sarmalanır, karşısında ıslıkla bir melodi öttürülür, önüne süt çanağı sürülür; kısaca, gelip ge­ çici bir hastalıktır umuduyla - olmayacak şey de değildir bu hayvana bakılıp edilir; ama gerçekte ciddi, iğrenç ve bulaşıcı bir hastalık söz konusudur belki. Köpek hastalanmadı da sağlıklı yaşadı diyelim, ileride bir gün yaşlanır nihayet; işte sadık hay­ van zamanında karar verilip evden uzaklı;ıştınlamamıştır ve derken bir an gelir, ağlayan köpek gözlerinden kendi kocamış­ lığının kendisine baktığını görür gibi olur insan. O vakit de göz­ leri yan körleşmiş, ciğerleri zayıf düşmüş, yağlanıp nerdeyse ye­ rinden kımıldayamaz duruma gelmiş hayvancağızla uğraşılıp durulur artık, köpeğin daha önce insana yaşattığı zevkler paha­ lıya ödenir. Blumfeld her ne kadar bugün bir köpeğe kavuşma­ yı çok istiyorsa da, yarın kendisininkileri bastıracak ahlayıp of­ lamalarla vücudunu sürüyüp onunla basamakları tırmanacak böyle yaşlanmış bir köpeğin rahatsızlığını başına sarmaktansa, bir otuz yıl daha bu merdivenleri yalnız çıkmaya razıydı. Dolayısıyla, yalnız kalacak Blumfeld. Doğrusu geçkin bir bakire gibi hevesleri yok; böyle bir bakire, yakıncağızında kendisine bağ­ lı bir canlı yaratık bulunsun da onun üzerine kanat gersin, onu se­ vip koklasın, boyuna onun hizmetine baksın ister; öyle ki, bunun 406 BiR SA VAŞIN TASViRi için bir kedi, bir kanarya kuşu, hatta kırmızı süs balıklan elverir; o da olmadı, pencere önünde yetiştireceği çiçeklere bile razıdır. Gel gelelim, Blumfeld'in istediği bir can yoldaşıdır, o kadar; pek bir bakan gerektirmeyen, ara sıra bir tekmeyi kaldıracak, darda kalınca sokakta geceleyebilecek, ama Blumfeld'in de keyfi istedi mi hemen havlama, zıplama ve el yalamalarla emre hazır buluna­ cak bir hayvan. İşte bu tür bir şey istediği Blumfeld'in. Bunu da pek büyük sakıncaları göze almaksızın elde edemeyeceğini anla­ dığından isteğinden vazgeçiyor; ama yine de, inatçı mizacından dolayı vakit vakit, örneğin bu akşam aynı düşünceleri kafasından bir kez daha geçirmekten alıkoyamıyor kendini. Yukarıda, kapısının önünde cebinden anahtarı çıkarırken, içerden doğru kulağına bir ses geliyor. Acayip, takur tukur bir gürültü; ama pek canlı, pek düzenli. Blumfeld'in zihninden da­ ha az önce köpeklere ilişkin düşünceler geçtiği için, ses nöbet­ leşe yeri döven köpek pençelerini anımsatıyor kendisine. Ama köpek pençeleri de takırdamaz, köpek pençeleri değil bunlar. Çarçabuk kapıyı açıp elektrik düğmesini çeviriyor. Böyle bir manzarayla karşılaşmayı doğrusu beklememiştir. Bir hokka­ bazlık, başka şey değil; üzerlerinde mavi çizgilerle iki küçük beyaz selüloit top, yan yana zıplayıp duruyor parke üzerinde; biri yere düşerken ötekisi havaya kalkıyor, yorulmaksızın oyunlarını sürdürüyorlar. Blumfeld, lisede okurken bir elektrik deneyinde küçük ve yu­ varlak cisimciklerin benzer biçimde zıpladığını görmüştür; ama onlarla kıyaslanınca hayli iri bunlar, oda içinde sere serpe hop­ layıp duruyorlar, üstelik şimdi bir elektrik deneyinin de yapıldı­ ğı yok. Blumfeld, daha bir yakından görebilmek için toplara doğru eğiliyor. Kuşkusuz normal toplar; belki her topun içinde de ayrıca birkaç küçük top var, söz konusu takırtıya bunlar yol açıyordur. Toplar iplere falan asılmış olmasınlar diye elini boş­ lukta gezdiriyor; hayır, düpedüz özgür devinimleri. Ne yazık ki, Blumfeld küçük bir çocuk değil, yoksa böyle iki top sevindirici 407 BiR SA VAŞIN TASViRi bir sürpriz olurdu kendisi için; ancak şimdi gördükleri kendisin­ de tatsız bir duygu uyandırıyor. Anlaşılan sıradan bekar biri olarak gözlerden saklı bir yaşam sürmek, büsbütün değersiz bir şey değilmiş; işte şimdi biri, kimse artık, gelip bu sır örtüsünü kaldırmış, odasından içeri ona bu iki komik topu yollamıştı. Toplardan birini yakalamak istiyor, ama toplar geriye kaçıyor önünden, odanın içinde onu arkalarından çekip götürüyor. Ne budalaca şey peşlerinden koşmak diye düşünüyor Blumfeld, durup topların arkasından bakıyor; toplar da bu kez, kovalama­ ca sona ermiş göründüğünden oldukları yerde duruyorlar. Ama hayır, yakalayacağım anlan! diye düşünüyor Blumfeld yeniden ve toplara doğru seğirtiyor. Hemen sıvışıyor toplar; ama Blumfeld bacaklarını açarak anlan odanın bir köşesine sı­ kıştırıyor ve bir bavulun önünde, sonunda birini ele geçiriyor. Serincecik, küçük bir top; avucunda dönüp duruyor, gözü elin­ den kaçıp kurtulmakta. Öbür topa gelince, arkadaşının başının dara düştüğünü görmüş gibi, eskisinden de yükseklere sıçrama­ ya başlıyor, Blumfeld'in eline dokunana kadar sıçramalarını büyütüp uzatıyor. Blumfeld'in eline vuruyor sonunda, zıplama­ lannı gittikçe hızlandırarak sürdürüyor vuruşları, saldın nokta­ larını değiştiriyor, arkadaşını sımsıkı avcunda tutan ele bir şey yapamadığı için ansızın daha da yukarılara sıçrayıp anlaşılan Blumfeld'in yüzüne ulaşmak istiyor. Blumfeld bu topu da yaka­ layıp ikisini birden bir yere tıkayabilir; gel gelelim, o anda iki küçük topa karşı bu tür önlemlere başvurmayı onuruna yedire­ miyor. Hem insanın böyle iki topu olması eğlenceli bir şey; za­ ten çok geçmeden yeterince yorulup bir dolabın altına yuvarla­ nacak ve seslerini kesecekler. Böyle düşünüyor Blumfeld; ama yine de elindeki topu bir çeşit hırsla kaldırıp yere fırlatıyor; an­ cak ne hikmetse topun ince, nerdeyse saydam selüloit kılıfı tuz­ la buz olmuyor. Hiç ara vermeden eskisi gibi birbirine uyumlu alçaktan zıplamalannı hemen yine sürdürmeye başlıyorlar. 11 11 Blumfeld sakin sakin soyunuyor, sonra bir çekidüzen veriyor 408 BiR SAVAŞIN TASViRi dolapta.ki giysilerine; hizmetçinin her şeyi yolu yordamınca yerleştirip yerleştirmediğine dikkatle bakar hep. Arada bir iki kez omuzları üzerinden toplara göz atıyor. Peşleri bırakılmış toplar, şimdi kendi peşine düşmüşe benziyorlar. Arkasından gelmiş, onun hemen gerisinde zıplamaya başlamışlardır. Blum­ feld ropdöşambrını üzerine geçiriyor ve pipoluktan btr pipo al­ mak üzere karşı duvara yürümek istiyor. Arkasına dönmeksi­ zin elinde olmadan bir tekme savuruyor geriye doğru. Ama toplar kaçıp tekmeyi savuşturmayı başarıyor, pipoyu almak için yola koyulur koyulmaz da Blumfeld'e eşlik ediyorlar. Blumfeld terliklerini sürüyor yerde, gelişigüzel adımlar atıyor; ama yine de attığı her adımı topların nerdeyse aralıksız yere vuruşları izliyor, ona ayak uyduruyor toplar. Ansızın Blumfeld arkasına dönüyor, topların bunun nasıl üstesinden geldiklerini görmek istiyor. Ama kendisi döner dönmez, toplar bir yanın daire çizip yine arkasına geçiyorlar ve onun her geriye dönü­ sünde yineliyorlar bunu; buyruğuna verilmiş eşlikçiler gibi, Blumfeld'in önünde eğleşmekten sakınıyorlar. Şimdiye dek anlaşılan kendilerini yalnızca tanıtmak için onun önunde eğleş­ meyi göze almış, şimdi ise görevlerine başlamışlardır. Bu ana kadar Blumfeld, kontrol altına almaya gücünün yetme­ diği bütün durumlarda hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi dav­ ranmayı her zaman tek çare bilmiştir. Bu da çokluk işe yaramış, durumda en azından bir düzelme sağlamıştır. Dolayısıyla şimdi de böyle davranıyor, pipoluğun önünde durup dudaklarını bü­ kerek bir pipo seçiyor kendisine, hazırdaki tütün kesesinden içine tıka basa tütün dolduruyor ve hiç aldırmayarak toplan koyveriyor arkasında sıçrayıp zıplasınlar. Ancak, masanın ora­ ya gitmekte de duraksıyor, topların zıplamalanyla adımlan ara­ sındaki uyum bayağı eza veriyor kendisine. Böylece ayakta di­ kilmesini sürdürüyor, piponun içine tütünleri bastırması uzuyor gereksiz yere, kendisini masadan ayıran uzaklığı ölçüp biçiyor. Ama sonunda güçsüzlüğünü yenip aradaki yolu paldır küldür yürüyerek geride bırakıyor; öyle ki, topları işitmiyor hiç. Gel 409 BiR SA VAŞIN TASViRi gelelim, masanın başına çöker çökmez, onların yeniden sandal­ yenin arkasında önceki gibi zıpladıklarını duyuyor. Masanın yukarısında, duvarda elle erişilebilecek yükseklikte bir raf vardır. Üzerinde mini mini kadehlerin ortasında bir şişe kiraz rakısı durmakta, şişenin yanı başında Fransızca bir dergi­ nin bir deste eski sayısı bulunmaktadır. Tam da o gün yeni bir sayısı gelmiştir derginin; Blumfeld bu sayıyı indiriyor raftan, ki­ raz rakısını düpedüz unutuyor. içinde öyle bir duygu var ki, yalnızca avunmak için alışık olduğu şeyleri yapıyor bugün; okumak için gerçekten bir gereksinim duymuyor. Başka zaman sayfaları teker teker titizlikle çevirip bakarken, bu kez rastgele bir yerinden açıyor dergiyi ve kocaman bir resimle karşılaşıyor. Resme iyice bakmak için zorluyor kendim: Resim, Rus İmpara­ toruyla Fransız Cumhurbaşkanı arasındaki bir karşılaşmayı gösteriyor. Bir gemide geçiyor karşılaşma. Hayli uzaklara ka­ dar, çepeçevre bir sürü gemi seçiliyor, bacalarından yükselen dumanlar bulutsuz gökyüzünde dağılıp kayboluyor. Anlaşılan biraz önce kocaman adımlarla birbirlerine doğru seğirtmiş im­ paratorla Cumhurbaşkanı, o anda el sıkışıyorlar. imparatorun gerisinde iki, Cumhurbaşkanının gerisinde yine iki kişi dikili­ yor, İmparatorla Başkanın neşeli yüzlerine karşılık, onlara eşlik edenlerin yüzlerinde pek ciddi bir ifade var. Her eşlikçi grubun­ dakilerin bakışları, kendi büyükleri üzerinde toplanmış. Daha aşağıda - anlaşılan geminin en üst güvertesinde geçiyor olay resmin kenarıyla yanda kesilmiş uzun diziler halinde selam du­ ran tayfalar seçiliyor. Blumfeld 'in ilgisi giderek artıyor resme, resmi kendisinden biraz uzakta tutup gözlerini kısarak seyredi­ yor. Böylesi yüce sahnelere enikonu bir yakınlık duymuştur hep. Resimdeki baş kişilerin böyle serbestçe, candan ve nazik, birbirlerinin ellerini sıkmalarını gerçeğe pek uygun buluyor. Ayrıca eşlikçilerin duruşlarıyla - hepsi de kuşkusuz yüksek aşamada kişiler ve isimleri resmin altında yazılı - bu tarihi anın önemini dile getirmeleri yerinde bir davranış. (•) (•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik "te yok. 410 BiR SA YAŞIN TASViRi Kendisine gereken şeyleri tutup raftan indirecekken, sessiz oturuyor Blumfeld, bala ateşlenmeden duran piposunun ağzı­ na bakıyor. Tetikte beklemektedir. Derken ansızın, hiç bek­ lenmedik bir anda uyuşukluğundan sıyrılıyor, sandalyesiyle ar­ kasına dönüyor. Ama toplar da buna uygun bir uyanıklık gös­ teriyor ya da kendilerini yöneten bir yasaya hiç düşünmeden uyuyorlar: Blumfeld döner dönmez onlar da yerlerini değiştiri­ yor, Blumfeld'in arkasına geçip saklanıyorlar. Şimdi Blumfeld, sırtı masaya dönük, elinde ateşlenmemiş piposuyla oturuyor. Toplar da artık masanın altında zıplamakta ve masa altına bir halı yayılmış bulunduğundan sesleri fazla işitilmemektedir. Bu da az buz bir kazanç değildir doğrusu. Blumfeld pek cılız ve boğuk sesler işitiyor şimdi, bunları kulakla algılayabilmek çok büyük bir dikkati gerektiriyor. Ne var ki, pek dikkatlidir Blum­ feld; bir bir duyuyor sesleri. Ama belki ancak geçici bir süre için; belki bir an sonra onları da hiç duymayacaktır. Halı üze­ rinde varlıklarını bu denli az belli edebilmeleri, topların büyük bir güçsüzlüğü gibi görünüyor Blumfeld'e. Altlarına bir ya da en iyisi iki halı sürülüverdi mi, adeta sesleri solukları kesilecek­ tir. Ne var ki sadece belli bir süre; kaldı ki, yalnızca var olma­ ları bile kendilerini bir çeşit güçle donatıyor. Şimdi bir köpek olsa ne çok işine yarardı Blumfeld'in, şöyle gencinden, acarından bir şey; bir solukta topların hakkından geliverirdi; Böyle bir köpeğin pençeleriyle toplara nasıl girişe­ ceğini, topları yerlerinden nasıl sürüp atarak oda içinde oradan oraya kovalayacağını, sonunda onları nasıl dişlerinin arasına kıstıracağım gözlerinin önünde canlandırıyor. İlk fırsatta bir köpek edinmenin yoluna bakması hiç de olmayacak şey değil. Ama şimdilik yalnızca Blumfeld'den korkması gerekiyor top­ ların, Blumfeld ise şu anda onların işlerini bitirmek için bir is­ tek duymuyor, belki buna karar verme gücünden yoksun sade­ ce. Akşam, işten yorulmuş, eve dönüyor, tam dinlenecekken böyle bir sürpriz çıkıyor karşısına. Doğrusu ne denli yorgun 41 1 BiR SA VAŞIN TASViRi düştüğünü ancak şimdi fark ediyor. Canlarına okuyacağı kuş­ kusuz topların, hem de ilk fırsatta, ama şimdi değil; yarın ol­ sun, belki yapar bunu. Sonra, tarafsız bir gözle bakıldığında, toplar da enikonu ölçülü davranmaya başladılar artık. Hani za­ man zaman zıplayıp meydana çıkar, kendilerini gösterir ve ar­ dından gene yerlerine dönebilirler ya da daha yukarılara sıçra­ yarak masanın kenarlarına vurur, gürültülerinin hah tarafın­ dan emilmesinin böylelikle acısını çıkarırlardı. Ama yapmıyor­ lar bunu, Blumfeld'i durup dururken kışkırtmak istemiyor, an­ laşılan ille yapılması gerektiği kadarıyla yetiniyorlar. Ne var ki, bu kadarı da masa başında oturmayı Blumfeld'e ze­ hir etmeye yetiyor; daha oturalı birkaç dakika geçmişken, kal­ kıp yatmayı geçiriyor kafasından. Bunun bir nedeni de, bulun­ duğu yerde piposunu içememesidir, çünkü kibriti komodinin üzerine bırakmıştır; yani kibriti oradan alıp gelmesi gerekiyor. Ancak bir kez komodinin yanına varmışken, kuşkusuz artık orada kalıp yatağa yatmakla daha iyi edecektir. Bu istekte bir art düşünce de rol oynamıyor, değil; çünkü sanıyor ki, madem toplar kör bir tutkuyla hep arkasında eğleşmek istiyor, o vakit yatak üzerine de sıçrayıp çıkacak ve kendisi yatağa yatar yat­ maz, isteyerek ya da istemeyerek onları altında ezecektir. Top­ lardan artakalan parçaların da zıplayabileceği düşüncesini ko­ vuyor kafasından. Olağanüstü şeylerin bile bir yerde bir sının vardır. Yekpare toplar, aralıksız denemese de zıplar her vakit; oysa top parçalarının hiç zıpladığı görülmez, yani kendi oda­ sında da zıplamayacaklardır. Bu türlü düşüncelerle adeta yüreklenmiş, " Haydi bakalım," di­ ye sesleniyor ve peşinde toplar, paldır küldür yeniden yatağa doğru ilerliyor. Umduğu da gerçekleşir gibi görünüyor, kasten gidip yatağın hemen yanı başına dikilir dikilmez, topun biri ya­ tağın üzerine sıçrıyor. Gel gelelim, beklenmedik bir şeyle kar­ şılaşıyor Blumfeld, öbür topun yatağın altına girdiğini görüyor. Topların yatağın altında da sıçrayabileceğini hiç aklından ge412 BiR SA VAŞIN TASViRi çirmemiştir. Topa içinden ateş püskürüyor, bu davranışının dü­ pedüz haksızlığını hissediyor oysa; çünkü yatağın altında sıçra­ yan top, belki görevini yatak üstündeki toptan daha iyi yapa­ caktır. Şimdi topların nerede karar kılacağında bütün iş; çünkü onların uzun süre birbirinden ayrı çalışabileceğini sanmıyor Blumfeld. Ve gerçekten bir an sonra aşağıdaki top da sıçrayıp yatağın üzerine çıkıyor. Şimdi işte ele geçirdim onları! diye düşünüyor Blumfeld, sevinçten uçuyor ve ropdöşambrını çıka­ rıp kendini yatağa atmak istiyor. Ama tam o anda aynı top, ye­ niden aşağı atlayıp yatağın altına giriyor. Pek büyük düş kırık­ lığına uğrayan Blumfeld, bayağı yığılıp kalıyor. Top, belki ya­ tak üzerinde yalnızca durumu kolaçan etti ve yukarısını beğen­ medi. Öbür top da ona uyup yataktan atlıyor aşağı ve aşağıda kalıyor; öyle ya, aşağısı daha iyi. Eh, bu şamatacılar artık bü­ tün gece başımda, diye düşünüyor Blumfeld, dudaklarını bir­ birine bastırıp başını sallıyor. 11 11 11 11 Üzülüyor ama, doğrusu bilmiyor, topların gece ne zararı doku­ nabilir kendisine. Uykusuna diyecek yoktur, topların çıkaraca­ ğı ufak gürültünün üstesinden gelmesi işten değildir. Bundan tastamam emin olmak üzere, edindiği deneyime dayanarak iki halı sürüyor topların altına. Sanki küçük bir köpeği var da ona yumuşacık bir yatak yapmak istiyor. Toplar da yorulmuş ve uykuları gelmiş gibi, eskisine göre daha alçaktan ve daha yavaş zıplamaya başlıyorlar. Blumfeld yatağın önünde diz çöküp ge­ ce lambasıyla aşağısını aydınlattı mı, bazen öyle sanıyor ki, toplar halılar üzerinde serilip kalacak ve bir daha kalkamaya­ caklar; işte öylesine güçsüz yere düşüşleri, öylesine yavaş, biraz yuvarlanıp duruyor, ama ardından görevlerini düşünüp yeni­ den doğruluyorlar. Ne var ki, sabah erken yatağın altına göz atınca, Blumfeld'in sessiz ve masum iki çocuk topuyla karşılaş­ ması hiç de olmayacak şey değildir. Gel gelelim, zıplamalarını sabaha dek sürdürmeye bile daya­ namıyor toplar, çünkü Blumfeld yatağa yatar yatmaz seslerini 413 BiR SA VAŞIN TASViRi hiç işitmez oluyor; bir şey duyar mıyım diye kendini zorluyor, yataktan sarkıp kulak kabartıyor, ama çıt yok. Halılar böylesi­ ne etkili değildir, bunun bir tek açıklaması var, o da topların zıplamaktan vazgeçmeleri. Ya yumuşak halılardan yeterince güç alamıyorlar, dolayısıyla zıplamayı geçici bir süre bıraktılar; ya da, ki bu olasılık birincisinden daha büyük, büsbütün el çek­ tiler zıplamaktan. Blumfeld kalkıp gerçek durumu anlayabilir; ama sonunda sessizliğe kavuşmaktan öyle memnun ki, en iyisi yatağında kalıyor, seslerini kesmiş toplara bakışlarıyla bile iliş­ mek istemiyor. Hatta piposunu tüttürmeyi bile bırakıp yan ta­ rafına dönüyor ve hemen uykuya dalıyor. Ne var ki, yine de rahatsız ediliyor geceleyin; her zamanki gibi bu kez de düşsüz, ama pek tedirgin bir uyku uyuyor; gece bo­ yunca, sanki biri kapıyı vuruyormuş gibi aldatıcı bir duyguya kapılarak sayısız defalar yataktan sıçrayıp kalkıyor. Kendisi de kesinlikle biliyor ki, kapıyı çalan yoktur; gece kim gelip de ça­ lar kapıyı, hem de onun gibi tek başına yaşayan bir bekarın ka­ pısını. Hani kesinlikle biliyor bunu, öyleyken her defasında ye­ niden sıçrayarak uyanıp, bir an merak içinde kapıya bakıyor; ağzı aralık, gözleri açılmış ve tel tel olmuş saçları ıslak alnında sallanıyor. Şimdiye dek kaç kez uyandırıldığını hesaplamaya çalışıyor, ama ortaya çıkan müthiş sayıyla adeta aklı başından gidiyor; gerisin geri yatağa atıyor kendini. Bu kapı vuruşlarının nereden geldiğini bilecek gibi; gerçekte kapıya falan vuruldu­ ğu yok, bambaşka bir yerden geliyor sesler, ama uyku sersem­ liğiyle böyle bir sanıya nerden vardığını kestiremiyor. Ancak şu kadarını biliyor ki, bir sürü minicik iğrenç darbe bir araya gelip o kocaman ve güçlü vuruşları doğurmaktadır. Bu vuruş­ ları işitmese, küçük darbelerin tüm iğrençliğini sinesine çeke­ cek, ama nedense vakit geç bunun için, bu bakımdan hiçbir şey yapamaz artık, geçmiş ola; konuşacak durumda bile değildir, ancak sessizce esnemek için açıyor ağzını, bütün olup bitenler­ den dolayı tepesi atarak yüzünü yastıklara gömüyor. Böylece geçip gidiyor gece. 414 BiR SA VAŞIN TASViRi Sabahleyin hizmetçinin kapıyı tıklatmasına uyanıyor, kurtul­ duğu için bir oh diyerek hafif kapı sesini selamlıyor; bu sesin işitilmediğinden hep yakınmıştır şimdiye kadar; tam, " Giri­ niz! " diyecekken, cılız, ama bayağı savaşkan ve diri bir başka tıkırtı işitiyor: Yatağın altındaki topların sesi. Uyandılar mı? Gece boyunca, Blumfeld'in tersine yeni güçler mi topladılar? Blumfeld, " Bir dakika! " diye sesleniyor hizmetçiye, yataktan sıçrayıp çıkıyor, ama topların arkasında kalmasına dikkat edi­ yor; sonra, bala toplara sırtı dönük, yere atıyor kendini ve ba­ şını çevirip onlara bakıyor, lanetler savuracak gibi oluyor. Top­ lar, sıkıntılı yorganları ite kaka üzerlerinden atan çocuklar gi­ bi, belki bütün gece sürdürdükleri hafif çırpınmalarla halıları yatağın altından öylesine dışan itelemişler ki, yeniden çıplak parkeye kavuşmuş, gürültü yapabiliyorlar. Blumfeld, " Halıla­ ra! Halılara! " diye söyleniyor içerlemiş bir yüzle; ancak toplar halıların üzerinde yeniden sessizleştiğinde, hizmetçiye içeri git­ mesini buyuruyor. Etine buduna, salak, baston yutmuş gibi dik dik yürüyen bir kadın; kahvaltıyı masa üzerine bırakıp gereken ufak tefek birkaç işi yapmaya koyuluyor. Bu arada; topları ol­ dukları yerde tutabilmek için, üzerinde ropdöşambr, yatağının yanı başında kımıldamaksızın dikiliyor Blumfeld. Acaba bir şey fark edecek mi diye bakışlarıyla hizmetçiyi kolluyor. Ku­ lakları ağır işittiğine göre pek olacak şey değil; öyleyken hiz­ metçinin yer yer duraklayıp odadaki eşyalardan rastgele birine tutunduğunu, kaşlarını kaldırarak çevresine kulak kabarttığını görür gibi oluyor ve bunu berbat bir uykunun yol açtığı duyar­ lığa veriyor. Hizmetçinin elini biraz daha çabuk tutmasını sağ­ layabilse, başka şey istemeyecek; gelin görün ki, kadın da bu­ gün inadına ağırdan alıyor. Nazlana nazlana Blumfeld'in giysi­ leriyle çizmelerini yüklenip sofaya yollanıyor, epey bir zaman da dönmüyor. Pek uzun aralarla tekdüze sesler geliyor dışarı­ dan; kadın pat küt vurarak giysileri temizliyor. Blumfeld de ça­ resiz bekliyor yatakta; toplan ardından koşturmak istemiyor­ sa, bir yere kımıldamaması gerekiyor; olabildiğince sıcak iç415 BiR SA VAŞIN TASViRi mekten hoşlandığı kahvesini ister istemez soğutuyor; ardında günün puslu, bulanık ağardığı pencerenin çekilmiş perdesine bakmaktan öte bir şey gelmiyor elinden. Hele şükür, işi bitiyor hizmetçinin; iyi sabahlar dileyip gitmek istiyor. Ama daha oda­ dan çıkmadan, kapının yanında dikilip biraz dudaklarını oyna­ tıyor ve uzun uzun Blumfeld'i süzüyor. Blumfeld ağzını arama­ yı tam aklından geçirirken de kadın sıvışıp gidiyor. Blumfeld kalkıp trak diye kapıyı açsın, onun ne salak, ne kuş beyinli bir cadaloz olduğunu arkasından bağırsın, öyle istiyor ki! Ama derken kadına ne diye kızdığını düşünüyor, onda bula bula yal­ nız şu saçma davranışı buluyor kızacak. Bir şey sezinlemediği kuşkusuz, öyleyken kendisine sezinlemiş süsünü veriyor. Blumfeld'in ne de dağınık zihni! Bu da sadece bir gece berbat uyku uyumasından! Berbat uykusunun küçük bir nedenini, ak­ şam alışkanlıklarına aykırı davranıp pipo ve rom içmeyişinde görüyor. Düşünüp taşınmalarının sonunda, " Bir yol pipo içme­ sem, rom içmesem, hep berbat uyku uyuyorum, " diye geçiriyor içinden. Şimdiden sonra sağlığına daha çok özen gösterecek; bunu bir başlangıç olarak komodinin üzerinde duvara yerleştirilmiş ec­ za dolabından pamuk alıyor ve iki minik yuvarlak yapıp kulak­ larına tıkıyor. Sonra kalkıp bir denemede bulunmak için yürü­ yor biraz. Toplar da ardından geliyor, ama Blumfeld seslerini bayağı işitmiyor artık; biraz daha pamuk sesleri büsbütün işitil­ mez yapacaktır. Derken üç beş adım daha atıyor, önemsenme­ ye değer bir terslik yok. Toplar da Blumfeld de tek başlarına şimdi, bağlı olmaya bağlılar birbirlerine, ama birbirlerini de ra­ hatsız etmiyorlar. Ancak, Blumfeld ne zaman hızla arkasına dönse, karşı devinimi yeterince çabuk gerçekleştiremeyen top­ lardan birine tosluyor dizi. Bir tek olay sayılmazsa, rahat rahat kahvesini içiyor. Bir de aç ki, gece uyumamış, upuzun bir yol tepmiş sanki. Soğuk suyla elini yüzünü yıkayarak bir güzel se­ rinleyip kendine geliyor. Şimdiye kadar perdeleri kaldırıp aç­ madı, ne olur ne olmaz karanlıkta kalmayı yeğledi, toplan gö416 BiR SA VAŞIN TASViRi recek yabancı gözlerin gereği yok çünkü; ama şimdi hazırlan­ ması bitip gitmeye davranınca, topların bakarsın - sanmıyor ya - peşinden sokağa çıkmayı da göze alabileceğini düşünüp, bu­ nu önlemeye çalışmak gerektiğini görüyor. Güzel bir düşünce geliyor aklına. Büyük giysi dolabını açıyor ve arkasını dolaba dönüp dikiliyor. Toplar Blumfeld'in niyetini sanki sezinlemiş­ tir, dolabın içine girmekten sakınıyorlar kendilerini. Blumfeld ile dolap arasındaki en ufak yerden yararlanıyor, olmadı bir an için zıplayıp dolaba giriyor, ama hemen karanlıktan korkup dı­ şarı kaçıyorlar; dolabın kenarından içeriye bir türlü sokulamı­ yor, buna rıza göstermektense görevlerini çiğneyip nerdeyse Blumfeld'in sağında solunda eğleşm�ye başlıyorlar. Ama bu küçük hilelerinden yardım ummasınlar boşuna, çünkü şimdi Blumfeld'in kendisi geri geri yürüyüp dolaba giriyor; eh, top­ lar da buyursunlardı bakalım. Böylece işleri görülecek, çünkü dolabın zemininde çizme, kutu ve küçük bavullar gibi ufak te­ fek çeşitli eşya vardır; hepsi derli toplu yerleştirilmişse de - bir­ den şimdi üzülüyor buna Blumfeld - yine toplan hayli engelle­ yeceklerdir. Derken, dolabın kapağını nerdeyse çekip örten Blumfeld, yıllardır kendisinde görmediği bir çeviklikle ansızın sıçrayıp dolaptan çıkarak kapağı itiyor ve anahtarı çeviriyor, böylece kodese tıkılmış oluyor toplar. "Eh, başardık sonunda, " diye düşünüyor Blumfeld ve yüzünden terleri siliyor. Dolabın içindeki şamatalarına da bak! Sanki dünya başlarına yıkılmış! Ama Blumfeld'in keyfine diyecek yok. Odadan çıkıyor; ıssız koridorla karşılaşmak rahatlatıyor kendisini. Pamuklan kulak­ larından çıkarıyor. Uyanmak üzere bulunan evdeki bir sürü sesle mest oluyor adeta. Ortalıkta tek tük kimseler görülüyor; henüz pek erken. Aşağıda, girişte, hizmetçinin oturduğu bodrum kapısının önünde kadının on yaşındaki küçük oğlu dikiliyor. Tıpkı anne­ si. Yaşlı kadının çirkinliğinden bir zerresi bile bu çocuk yüzün­ de unutulmamış. Elleri pantolonunun ceplerinde, çarpık ba­ caklarıyla oracıkta dikiliyor ve daha şimdiden guatrı olup güç417 BiR SA VAŞIN TASViRi itikle soluduğu için pof pof edip duruyor. Başka zaman yolu üzerinde çocuğu görmekten elden geldiğince kaçınmak için yü­ rüyüşünü hızlandırırken, bugün onun yanma gelince durmak istiyor Blumfeld. Hizmetçi kadın tarafından dünyaya getirilen oğlan, soyunun tüm özelliklerini kendisinde barındırıyorsa da, değil mi ki henüz çocuk, bu biçimsiz kafa içinde ne de olsa ço­ cuk düşünceleri vardır; anlayışlı bir dille konuşulup bir şey so­ ruldu mu, kuşkusuz ince bir sesle, masum ve saygılı, cevap ve­ recektir; hatta biraz kendini zorladı mı, bu yanakları okşayabi­ lir insan. İşte böyle düşünüyor Blumfeld, ama yine de çocuğun önünde durmayıp yürümesini sürdürüyor. Sokağa çıkınca, odada sandığından daha iç açıcı olduğunu görüyor havanın. Sabah sisi dağılmakta, güçlü bir rüzgarın sürüp temizlediği gökyüzünde yer yer mavilikler kendini açığa vurmaktadır. Ev­ den her zamankine göre çok daha erken çıkışını toplara borç­ ludur Blumfeld; hatta gazeteyi bile okumadan masanın üzerin­ de unutmuştur; ama böylelikle bir hayli zaman kazandığı da kuşkusuzdur ve dolayısıyla şimdi ağır ağır yürüyebiliyor. Ne tuhaf, toplardan yakasını kurtarır kurtarmaz hiç umursamama­ ya başlamıştır onları. Peşinden koşarlarken, denebilirdi ki ken­ disinin olan şeylerdir bunlar, kişiliği üzerinde bir yargı verilir­ ken hesaba katılmaları gereken şeylerdir; ama şimdi evde, do­ lap içinde birer oyuncağa dönüşmüşlerdir. Derken aklına geli­ yor Blumfeld'in, belki de toplan zararsız duruma getirmenin en iyi yolu, onların gerçek görevlerini yapmalarını sağlamaktır. Oracıkta, evin girişinde hala çocuk dikiliyor; Blumfeld topları ona verecek, ödünç falan değil, kesinlikle armağan edecek, bu da işte topların bir çeşit idam fermanı olacak. Sağlam kalsalar bile, dolaptaki kadar önem taşımayacaklardır çocuğun elinde, bütün evdekiler oğlanın nasıl toplarla oynadığını görecek, der­ ken başka çocuklar oyuna katılacak ve böylelikle topların Blumfeld'in yaşamına eşlik eden nesneler değil, oyun toplan olduğu sarsılmaz ve karşı durulmaz bir gerçek kimliğiyle orta­ ya çıkacaktır. Blumfeld, gerisin geri seğirtip eve dalıyor. Tam 418 BiR SA VAŞIN TASViRi o anda oğlan bodrum merdiveninden aşağı inmiş, kapıyı açıp içeri girmek üzeredir. Bu durumda çocuğa ismiyle seslenmesi gerekiyor. Oğlana ilişkin diğer şeyler gibi gülünç bir isim, " Alf­ red, Alfred! " diyor Blumfeld. Çocuk, epey bir süre duraksıyor. " Gel haydi, nazlanma Alfred! Bak, bir şey vereceğim sana. " Kapıcının iki küçük kızı karşı kapıdan çıkıyor, merakla Blum­ feld 'in sağına soluna gelip dikiliyorlar. Oğlandan daha çabuk durumu kavrıyor, ne diye onun hemen koşup gelmediğine akıl erdiremiyorlar. Çocuğa gelmesi için el ederlerken gözlerini Blumfeld'den ayırmıyor, ama Alfred'i bekleyen armağanın iç­ yüzünü de bir türlü kestiremiyorlar. Meraktan ölüyor, bazen bu ayağa, bazen bir ötekine aktarip duruyorlar vücutlarının ağırlığını. Hem kızların, hem de oğlanın durumuna Blumfeld gülüyor. Sonunda inceden inceye düşünüp kararını vermiş gö­ rünüyor oğlan; hantal adımlarla, kaskatı, merdivenleri çıkıp geliyor. Evin girişinde bile, o anda bodrum kapısından görü­ nen annesinden ayırmıyor gözünü. Kadın da ne dediğini anla­ sın ve gerekirse gelip başlarında bulunsun diye, Blumfeld, sesi­ nin bütün gürlüğüyle bağırıyor: " Yukarıda, odamda iki tane güzel top var," diyor, " ister misin, sana vereyim? " Oğlan ağzı­ nı büzüyor yalnızca, nasıl davranacağını bilemiyor, arkasına dönüp ne yapayım der gibi aşağıya, annesine bakıyor. Oysa kızlar hoplayıp zıplamaya başlıyor Blumfeld'in çevresinde, ne olur topları bize ver diyorlar. "Toplarla siz de oynayacaksınız, " diyor Blumfeld, ama oğlanın cevabını gözlüyor. Toplan hemen kızlara armağan edebilir, ama kızlar ona pek hoppa görünü­ yor, şu an oğlana daha büyük bir güven duyuyor içinde. Oğlan ise, hiç konuşmaksızın sanki akıl danışmıştır annesine; Blum­ feld yeniden sorunca, başını sallayarak topları istediğini bildi­ riyor. Armağanına karşılık bir teşekkür elde edemeyeceğine aldırmayarak, "Dinle öyleyse, " diyor Blumfeld, " odamın anahtarı annende; anahtarı alır, sonra yine ona götürüp verir­ sin; işte bu da benim giysi dolabımın anahtarı. Toplar dolabın içinde. Sonra yine dolabın ve odanın kapısını iyice kapar kilit419 BiR SAVAŞIN TASViRi lersin. Toplara gelince, ne istersen yap onları. Bana geri ver­ mek zorunda değilsin. Anladın mı dediklerimi? " Ama ne çare, oğlan söylenileni anlamamıştır. Blumfeld, bu alabildiğine be­ yinsiz yaratığa her şeyi açık seçik anlatmaya çalışmış, bu niye­ tinden ötürü de her şeyi gereğinden çok yineleyip gereğinden çok anahtarlardan, odadan, dolaptan söz açmıştır; dolayısıyla, oğlan gözlerini dikmiş, kendisine iyilik etmek değil, kendisini ayartmak isteyen biriymiş gibi Blumfeld'e bakıyor. Kızlar, kuş­ kusuz o saat her şeyi kavramıştır, Blumfeld'in başına üşüşüyor, ellerini anahtara uzatıyorlar. "Durun hele! " diyor Blumfeld ve kızıp içerliyor hepsine. Hem zaman da geçiyor, artık öyle pek oyalanamaz. Şu hizmetçi kadın ne diye kendisini anladığını, çocuk hesabına gerekeni eksiksiz yapacağını nihayet söylemez sanki. Böyle davranacakken hala aşağıda, kapının yam başın­ da dikiliyor, kulakları ağır işiten arsız kişiler gibi yapmacık gü­ lümsüyor; yukarıda Blumfeld'in çocuğuna karşı ansızın bir hayranlığa kapılıp, ona çarpım tablosunu sorduğunu sanıyor belki. Ama Blumfeld de aşağı inerek kadının kulağına bağırıp, oğlunun Allah rızası için kendisini toplardan kurtarmasını iste­ yemez! Giysi dolabının anahtarını bütün gün bu aileye teslim etmeye kalkmakla zaten yeterince kendini zorlamıştır. Çocuğu alıp yukarı çıkararak toplan orada verecekken, anahtarı ona uzatması kendisini gözettiğinden değil. Ama topları da ilkin yukarıda armağan edip sonra çocuğun elinden geri alması dü­ şünülemez; ama böyle de olacağı belli, çünkü eşlikçileri olarak toplar yine peşine takılıp gelecektir. Yeniden yapmaya kalktı­ ğı bir açıklamayı oğlanın boş bakışları karşısında yanda kese­ rek, " Demek hala anlamadın söylediğimi? " diye soruyor hü­ zünlenmiş. Böylesine boş bir bakış insanın kolunu kanadını kı­ rıyor, boşluğu anlayışla doldurmak için onu niyetlendiğinden uzun boylu konuşmaya zorluyor. Kızlar, "Toplan biz alalım, ona veririz, " diye bağırıyor hemen. Açıkgöz şeyler; toplan ancak oğlanın aracılığıyla ele geçirebi­ leceklerini, ama bu aracılığa da kendilerinin önayak olmaları 420 BiR SA VAŞIN TASViRi gerektiğini sezdiler. Çalan bir saat sesi geliyor kapıcı odasın­ dan, Blumfeld'e acele etmesini anımsatıyor. " Peki, alın öyley­ se dolabın anahtarını! " diyor Blumfeld. O anahtarı vermiyor da, anahtar elinden çekilip alınıyor sanki. Anahtarı oğlana ver­ seydi, kıyaslanamaz ölçüde daha büyük bir güven duyacaktı. " Kapının anahtarını da aşağıya inerek kadından alırsınız! " di­ yor ardından. "Toplan alıp döndünüz mü, iki anahtarı da kadı­ na geri verirsiniz. " - "Peki, peki! " diye bağırıyor, koşarak mer­ diveni iniyor kızlar. Her şeyi, her şeyi biliyorlar. Sanki oğlanın kalın kafalılığı kendisine de bulaşan Blumfeld, yaptığı açıkla­ malardan kızların nasıl bir anda durumu olanca çıplaklığıyla kavrayabildiğini anlamıyor doğrusu. Derken kızlar, çoktan aşağıya varıp hizmetçi kadının etekleri­ ni çekiştirmeye başlıyorlar. Ama ne denli hoş bir manzara da olsa, kızların işlerini nasıl göreceklerini daha çok izleyemiyor Blumfeld. Hani vakit geç de yalnız ondan değil; toplar sokağa çıktığında orada bulunmak istemiyor. Hatta kızlar yukarıda odasının kapısını açtıkları zaman, kendisi birkaç sokak ötede olmayı diliyor. Çünkü toplardan daha neler bekleyebileceğini bilmiyor. Böylece bu sabah ikinci kez evden sokağa çıkıyor. Ama hizmetçinin kızlara karşı nasıl bayağı direttiğini, öte yan­ dan oğlanın çarpık bacaklarını oynatarak nasıl annesinin yar­ dımına koştuğunu görebilmiştir. Ne diye dünya yüzünde hiz­ metçi kadın gibi insanlar yaşar ve üreyip çoğalırlar, aklı almı­ yor bir türlü. Çalıştığı çamaşır fabrikasına giderken, işle ilgili düşünceler ya­ vaş yavaş bütün öbür düşünceleri geri plana itiyor kafasında. Adımlarını açıyor; oğlan yüzünden gecikmiştir, ama yine de herkesten önce bürosuna varıyor. Cam bir kılıf içinde bir yer burası. Blumfeld için bir yazı masası, emrindeki stajyerler için de iki kürsüsü var. Kürsüler sanki okul çocukları için yapılmış, öylesine alçak ve dar; ama yine de büronun içi pek sıkışık, bu yüzden stajyerlerin ayakta çalışması gerekiyor; oturdular mı, 421 BiR SA VAŞIN TASViRi Blumfeld 'in sandalyesine yer kalmıyor çünkü. Böylece bütün gün kürsülerine yapışık dikiliyorlar. Bu pek rahatsızlık veriyor onlara kuşkusuz, ama Blumfeld'in kendilerini göz altında bu­ lundurması da güçleşiyor. Büyük bir istekle kürsülerine yana­ şıyorlar, ama çalışmak değil, birbiriyle fiskos etmek, hatta bi­ raz şekerleme yapmak için. Stajyerlerle Blumfeld'in başı hayli dertte, omuzlarına yüklenmiş dağ gibi işi varken, onlardan hiç de yeterince destek görmüyor. Kendi evlerinde çalışan kadın­ lara ilişkin bütün mal ve para işleri, fabrikanın titizlik isteyen bazı malların üretimiyle görevlendirdiği Blumfeld'in elinden geçiyor. İşin çokluğunu ancak durumu bütün aynntılanyla ya­ kından görenler kestirebilir. Ama Blumfeld'in doğrudan bağlı bulunduğu şef birkaç yıl önce ölmüş, o zamandan beri de du­ rumu öyle yakından görecek kimse kalmamıştır; onun için de Blumfeld hiç kimseye işi üzerinde bir yargıda bulunma yetkisi tanımıyor. Örneğin, fabrikatör Bay Ottomar, Blumfeld'in işini belli ki küçümsemektedir. Blumfeld'in yirmi yıllık çalışmasıyla fabrikaya değerli hizmetlerde bulunduğunu kabul ediyor kuş­ kusuz, ister istemez kabul etmesi gerektiği için değil sadece; Blumfeld'e sadık ve güvenilir biri gözüyle de bakıyor; öyley­ ken gördüğü işi küçümsüyor; çünkü sanıyor ki, bu iş Blum­ feld 'in yaptığından daha basit, dolayısıyla her bakımdan daha yararlı biçimde düzenlenip yürütülebilir. Söylendiğine göre inanılmayacak bir şey de değil doğrusu -, Blumfeld'in seksiyo­ nuna Ottomar'ın o kadar seyrek uğramasının tek nedeni de buymuş: Blumfeld'in çalışma yöntemlerini görüp sinirlenmek istemiyormuş Bay Ottomar. Elbet değerinin bilinmeyişi Blum­ feld için üzücü bir şey, ama elinden ne gelir; çünkü Bay Otto­ mar'ı yaklaşık bir ay sürekli olarak kendi seksiyonunda kalıp burada üstesinden gelinecek çok değişik işleri araştırıp incele­ meye, üzerlerinde sözümona daha iyi yöntemlerini uygulama­ ya ve bunun seksiyonda ister istemez yol açacağı çöküntüyü görüp kendisine hak vermeye zorlayamaz. Bu yüzden Blum­ feld, yolundan şaşmaksızın yapıyor işini. Neden sonra Bay Ot422 BiR SA VAŞIN TASViRi tomar bir ara seksiyona uğrayacak olsa, ilkin ürküyor biraz; derken yine de bir memurun görev duygusuyla kalkıp şu ya da bu konuda açıklamalarda bulunmak için güçsüz bir denemeye girişiyor. Yapılan açıklamaları sesini çıkarmaksızın, başını sal­ layıp gözleri yerde dinleyerek ilerliyor Bay Ottomar. Blum­ feld'i üzen, değerinin bilinmeyişinden çok, bir gün işinden ay­ rılması gerektiği zaman, bunun seksiyonda kimsenin içinden çıkamayacağı bir karmaşaya yol açacağı düşüncesidir; çünkü fabrikada yerini alıp işletmeyi aylar boyu hiç değilse en ağır sarsıntılardan uzak tutacak kimseyi bilmiyor. Şef birini küçüm­ sese, fabrikadaki memurlar, yeter ki ellerinden gelsin, bu ko­ nuda kuşkusuz onu bastırmaya çalışır. Dolayısıyla, herkes kü­ çümsüyor Blumfeld'i, kimse eğitimi için bir süre onun seksiyo­ nunda çalışmayı gerekli saymıyor; fabrikaya yeni adamlar alın­ sa, kimse kendi gönlüyle Blumfeld'in yanında çalışmak istemi­ yor. Bu yüzden, Blumfeld'in seksiyonunda ilerisi için yetişen genç elemanlar yoktur. Şimdiye kadar bütün işleri tek başına, yalnız bir tek odacının desteğiyle çekip çeviren Blumfeld, yanı­ na bir yardımcı verilmesi için haftalar boyu en çetiİı boğuşma­ lara girişmek zorunda kalmıştır. Hemen her gün Bay Otto­ mar'ın bürosunun yolunu tutmuş, neden kendi seksiyonuna bir yardımcı gerektiğini serinkanlılıkla ve tek tek ona açıklamaya çalışmıştır: Hani Blumfeld kendini gözetmek istediği için sek­ siyona gerekmiyordu yardımcı; hayır, Blumfeld'in kendini gö­ zetmek istediği yoktu, üzerine düşeninden çoğunu yapıp çıka­ rıyordu işin ve buna bir son vermeyi de aklından geçirmiyordu; ama Bay Ottomar lütfen düşünsünlerdi, zamanla fabrika hayli gelişme göstermiş, bütün seksiyonlar bu gelişmeye uygun ola­ rak büyütülmüş, gel gelelim Blumfeld 'in seksiyonu hep unutul­ muştu. Oysa bu seksiyonda da bir çoğalmıştır ki işler! Blum­ feld fabrikaya girdiğinde - o zamanlan kuşkusuz artık anımsa­ yamazdı Bay Ottomar - yaklaşık on dikişçi kadın çalışıyordu topu topu; şimdi ise sayıları elli ile altmış arasında değişmek­ teydi. Böyle bir iş de güç kuvvet isterdi insandan. Blumfeld 423 BiR SA VAŞIN TASViRi kendini düpedüz işe vereceğini garanti edebilirdi ama, işlerin tümüyle altından kalkacağını bundan böyle söyleyemezdi. Doğrusu Blumfeld'in dilediğini hiç de büsbütün geri çevirme­ mişti Bay Ottomar; eski bir memura karşı böyle bir davranışta bulunamazdı; ama söylenilenleri pek dinlemez bir tavır takın­ ması, kendisinden bir ricaya gelmiş Blumfeld'i bırakıp başka­ larıyla konuşması, yarı buçuk sözverilerde bulunması ve birkaç gün içinde yine her şeyi unutuvermesi, bütün bunlar pek aşağı­ layıcı bir davranıştı; Blumfeld için değil aslında, hayal peşinde koşan biri denemezdi Blumfeld için; saygınlık görmek, değerli biri gözüyle bakılmak ne denli güzel şey sayılsa da, bunlarsız yapabilirdi; her şeye karşın direnebildiği süre işinde direnecek­ ti; değil mi ki haklıydı ve hak, kimi vakit aradan epey zaman geçse de yerini bulurdu. Gerçekten Blumfeld sonunda iki staj­ yere kavuşmuştu, ama ne stajyerler! Bay Ottomar'ın stajyerle­ ri kendisinden esirgemeyip onları buyruğuna vermekle, Blum­ feld 'in seksiyonuna karşı küçümsemesini daha açık seçik gös­ terebileceğine inanılabilirdi. Hatta belki onca zaman Blum­ feld 'i oyalayıp durmasının tek nedeni böyle iki yardımcı ara­ ması, bunları da anlaşılacağı tizere kolay ele geçirememesiydi. Eh, artık yakınamazdı Blumfeld, çünkü alacağı yanıt önceden belliydi, kendisi bir tane isterken iki yardımcı verilmişti yanma; işte her şeyi öylesine ustalıkla düzenlemişti Bay Ottomar. Kuş­ kusuz, Blumfeld yine de yakınmıyor değildi; ama artık yanma yardımcı almak umuduyla bunu yapmıyor, güç durumda kalışı kendisini düpedtiz yakınmaya zorluyordu. Aynca pek ısrarla yakınmıyor, arada uygun bir fırsat çıktı mı bunu yapıyordu. Öyleyken kötü niyetli arkadaşları arasında çok geçmeden bir söylenti dolaşmaya başlamıştı: Güya biri Bay Ottomar'a sora­ sıymış, böyle umulmadık bir yardıma kavuşan Blumfeld'in ha­ ta yakınması olacak şey miymiş? Bunun tizerine Bay Ottomar da diyesiymiş ki, doğru, Blumfeld hala yakınıyor, ama haklı adam. Ottomar'ın kendisi de sonunda durumu kavrayasıymış ve Blumfeld'e her dikişçi kadın için yavaş yavaş bir yardımcı, 424 BiR SA VAŞIN TASViRi yani altmışa yakın yardımcı vermeye niyetlenesiymiş. Ama baktı ki, bunlar da yetmiyor, o zaman daha çoğunu verecek ve bu yolda yürümekten geri durmayacakmış; ta ki Blumfeld'in seksiyonunda zaten yıllardır esen tımarhane havası tastamam gelişip çıksınmış ortaya. Hani böyle sözlerle Bay Ottomar'ın konuşmasına ustalıklı biçimde öykünülmüşse de, Bay Otto­ mar'ın kendisi - bundan kuşkusu yoktu Blumfeld'in - onun hakkında değil böyle, benzer biçimde bile konuşmuş olmaktan çok uzaktı. Bu, düpedüz iki kattaki bürolarda yan gelip yatan­ ların uydurmasıydı. Blumfeld dikkate almıyordu bunu; ama ne vardı, yardımcıların seksiyondaki varlıklarını da böylesine se­ rinkanlılıkla dikkate almayabilseydi! Gel gelelim, onlar dikilip duruyordu ortada ve artık yerlerinden oynatılacak gibi de de­ ğillerdi. Saz benizli, çelimsiz oğlanlar! Ellerindeki belgelere göre okul çağını geride bırakmaları gerekiyordu ama, doğrusu bunu yaptıklarına inanmak güçtü. Hatta onları bir öğretmenin gözetimine bile bırakmak istemezdi insan, henüz annelerinin elinden tutmaları gerektiği işte öylesine açıktı. Daha adam gi­ bi davranmasını beceremiyorlar, uzun süre ayakta durmak, he­ le ilk zamanlar kendilerini hayli yoruyordu. Göz altında tutul­ madılar mı dermansızlıktan dizleri bükülüyor, çarpık bir du­ ruşla, kamburlarını çıkarıp bir köşeye çekilerek ayakta pinek­ liyorlardı. Rahatlarına düşkünlükleri böyle sürerse, ömür boyu sakat kalacaklarını kafalarına sokmaya çalışıyordu Blumfeld. Yardımcılara ufak bir iş yaptırmak tehlikeyi göze almaktı; bir gün birinin bir eşyayı topu topu birkaç adım öteye taşıması ge­ rekmişti de aşırı bir hamaratlıkla seğirtmiş, dizini kürsüye çar­ pıp yaralamıştı. Oda dikişçi kadınla, kürsülerin üzeri mallarla doluydu; öyleyken Bluinfeld hepsini bir yana bırakmış, ağla­ yan yardımcıyı alıp büroya götürmüş, ufak bir sargıyla yarasını sarmak zorunda kalmıştı. Ama yardımcıların hamaratlığı bir göz boyamaydı sadece; bazen tıpkı çocuklar gibi kendilerini göstermek istiyor, ama bununla daha çok veya hemen her va­ kit şeflerinin dikkatini başka yöne çekmek, onu yanıltmak 425 BiR SA VAŞIN TASViRi amacını güdüyorlardı. Bir gün Blumfeld, işlerin en civcivli bir vaktinde alnından terler damlayarak doludizgin yardımcıların önünden geçerken, onların nasıl mal paketleri arasına sinmiş, birbirleriyle pul değiştokuşu yaptıklarını görmüştü. Yumrukla­ rını kafalarına indireyim demişti o zaman ve davranışlarının cezası da yalnız ve yalnız buydu ama, ne yapsın ki daha çocuk­ tular; Blumfeld de çocuk katili olamazdı. Böylece onların der­ dini ileride de çekmek zorunda kalmıştı. Pek büyük bir çaba ve uyanıklık isteyen mal dağıtım işinde yardımcıların kendisine destek olacaklarını tasarlamıştı ilkin. Öyle düşünmüştü ki, kendisi orta yerdeki kürsünün gerisinde dikilip her şeyi her an göz altında tutabilecek ve kayıt işine bakacak, bu arada yar­ dımcılar da onun direktiflerine uyup sağa sola seğirterek bütün malı dağıtacaklardı. Ne kadar sıkı olursa olsun kendi denetimi­ nin fabrikaya iş yapan dikişçi kadınlar topluluğu için yetersiz kaldığını, yardımcıların uyanıklığıyla bunun bütünlenmesi ge­ rektiğini düşünmüş, yardımcıların yavaş yavaş deneyim kaza­ nıp her ufak işte ondan buyruk beklemekten kendilerini kurta­ racaklarını, teslim edilecek mal ve kendilerine beslenecek gü­ ven bakımından gün gelip dikişçi kadınları birbirinden ayırma­ sını öğreneceklerini geçirmişti kafasından. Ama yardımcılara bakılırsa, tüm umutları boşa çıkmıştı. Onları dikişçi kadınlarla doğrusu hiç konuşturmaması gerektiğini Blumfeld çok geçme­ den anlamıştı: Çünkü kimi kadınların yanına baştan beri hiç sokulmamış, kendilerinden hoşlanmamış ya da korkmuşlar, hoşlandıklarını ise çok vakit ta kapı önlerine kadar çıkıp karşı­ lamışlardı. Bunlara dilediklerini getirip veriyor, kadınların al­ mayı zaten hak ettikleri şeyleri bir çeşit gizlilik içinde ellerine tutuşturuyorlardı. Kayırdıkları bu kadınlar için boş bir rafta çeşit çeşit kumaş parçalan, beş para etmez artıklar, ayrıca he­ nüz işe yarar ufak tefek nesneler biriktiriyor, Blumfeld'in ar­ kasına geçip daha uzaktan, mutlulukla dolup taşarak, bunları sallayıp kadınlara işaretlerde bulunuyorlar, karşılığında ise on­ lar tarafından ağızlarına bonbon şekerleri sokuluyordu. Blum426 BiR SA VAŞIN TASViRi feld çok geçmeden bu çirkin duruma son verdi, dikişçi kadın­ lar geldikçe yardımcıları bölmeden içeri iteledi, ama yardımcı­ lar hayli zaman duruma büyük bir haksızlık gözüyle bakmak­ tan geri kalmadılar, karşı koydular, kasten kalemleri kırdılar; kimi zaman da, kuşkusuz başlarını kaldırmayı göze alamadan çat çat camlara vurdular, sözde Blumfeld'in kendilerine reva gördüğü kötü davranışa dikişçi kadınların dikkatini çekmeye çalıştılar. Kendi yaptıkları haksızlığı ise bir türlü akıllan almıyor. Örne­ ğin, hemen hep geç geliyorlar büroya. Daha ilk gençlik yılların­ dan beri mesai saatinden en az yarım saat önce büroda bulun­ maya pek doğal gözüyle bakan şefleri Blumfeld - yükselme hır­ sından, aşın ödev duygusundan değil, yalnız ve yalnız öyle ya­ kışık alacağını düşündüğünden - kendi yardımcılarını çokluk bir saatten fazla beklemek zorunda kalıyor. Kahvaltı sandviçi­ ni yiyerek salondaki kürsünün gerisinde dikiliyor, dikişçi ka­ dınların küçük defterlerdeki hesaplarını gözden geçiriyor; çok geçmeden de işe dalıyor ve işten başka bir şeyi aklına getirmi­ yor. Derken ansızın öyle korkuyor ki, kalem bir vakit titriyor elinde; yardımcılardan biri doludizgin içeri dalmıştır, sanki yı­ ğılıp kalacaktır oracığa, bir eliyle bir yere tutunurken, öbür eli­ ni güçlükle soluyan göğsüne bastırıyor; ama bunun hepsi, geç kalışı için bir özür öne sürmek istemekten başka bir şey değil; bir gülünç özür ki, Blumfeld işitmezlikten geliyor; çünkü böy­ le yapmasa, oğlana hak ettiği sopayı çekecek. Oysa şimdi onu biraz süzüyor, sonra elini uzatarak bölmeyi gösteriyor ve yeni­ den dönüp işine bakıyor. Eh, bu durumda, şefinin davranışın­ daki iyiliği görerek yardımcının kendi yerine seğirtmesi gerek­ mez mi? Ama hayır; acele etmeyerek salına salma, parmak uç­ larına basarak yürüyor; bir adım atıyor, sonra ötekini onun önüne koyuyor. Şefiyle alay etmek mi niyeti? O da değil; yal­ nızca yine o korku ve kendini beğenmişlik karışımı ki, insanı çileden çıkarıyor. Yoksa Blumfeld'in, kendisi bugün şimdiye dek hiç yapmadığı bir şeyi yapıp işe bu kadar geç gelmesine 427 BiR SA VAŞIN TASViRi karşın, hayli bekledikten sonra - defteri kontrol etmeyi canı is­ temiyor bir türlü -, ortalığı süpüren kafasız odacının havaya kaldırdığı toz bulutları arasından iki yardımcısının sokaktan büroya doğru sakin, serinkanlı yaklaştığını görmesi nasıl açık­ lanabilir? Kollarını sımsıkı birbirlerinin bellerine dolamışlar; birbirlerine önemli, ama işleriyle olsa olsa yasak bir ilişki için­ de bulunduğu kuşkusuz şeyler anlatıyorlar sanki. Cam kapıya yaklaştıkça, adımlarını yavaşlatıyorlar. Hele şükür biri kavrı­ yor sonunda tokmağı ve aşağı bastırmadan bir süre elinde tu­ tuyor; bala anlatıyor, dinliyor ve gülüşüyorlar. Ellerini hızla havaya kaldırarak odacıya, Aç haydi şu bizim beyzadelere ka­ pıyı! diye haykırıyor Blumfeld. Ama yardımcılar içeri girince de kendileriyle tartışmak istemiyor, selamlarına karşılık ver­ meyerek masasına yöneliyor, hesap işlerine koyuluyor hemen, yardımcıların ne yaptığını da anlamak üzere zaman zaman ba­ şını kaldırıp bakıyor. Pek yorgun görünüyor biri ve gözlerini ovuşturuyor; pardösüsünü çiviye asarken fırsattan yararlanıp duvara yaslanıyor biraz; sokaktayken zindeydi, ama şimdi işe başlama zorunluğu onu yoruyor. Öbür yardımcı çalışmaya he­ vesli gerçi, ama gözü ancak belli işlerde. Örneğin, öteden beri ortalığı süpürsün istiyor. Gel gelelim, bu da kendisine yaraşır bir iş değildir; ortalığı süpürmek yalnızca odacıya düşer. Bu işi yardımcının yapmasına doğrusu bir diyeceği yoktur Blum­ feld 'in, yardımcı mı süpürmek istiyordu ortalığı, süpürsündü; nasıl olsa odacının yaptığından daha kötü görülmezdi bu iş. Ne var ki, yardımcı bu işi yapacaksa daha önce, odacı ortalığı sü­ pürmeye başlamadan gelmeli, bürodaki çalışmalara ayıracağı zamanı bu işe harcamamalıydı. Diyelim bu oğlan doğru dürüst bir şey düşünemiyordu, hiç değilse odacı, bu yarı kör moruk, patronun Blumfeld'in seksiyonundan başka seksiyonda varlı­ ğına kuşkusuz katlanamayacağı, işte ancak Tanrının ve şefin inayetiyle yaşayıp giden odacı olacak bu adam hoşgörüyle dav­ ranıp bir an için süpürgeyi yardımcının eline bıraksaydı ya! Ni­ hayet beceriksizin biri yardımcı, o saat süpürme hevesi uçup gi11 11 428 BiR SA VAŞIN TASViRi decek, bir an sonra süpürgeyle odacının arkasından koşacak ki, bu işi geri verebilsin ona. Gel gelelim, odacının da en çok ken­ disini sorumlu gördüğü bu süpürme işidir; yardımcı oğlan yanı­ na yaklaşmaya kalkar kalkmaz, titreyen elleriyle süpürgeye daha bir sıkı sarılıyor. Bütün dikkatini süpürgesini yardımcıya kaptırmamak üzerinde toplayabilmek için, olduğu yerde durup süpürmeyi bırakıyor. Ama yardımcı ben süpüreyim diye oda­ cıyla konuşarak ona ricada bulunmuyor; hesap kitapla uğraşır görünen Blumfeld'den korkuyor çünkü. Hem normal tonla söylenen sözler de hiçbir işe yaramaz, çünkü odacıya sesini işit­ tirebilmek için alabildiğine bağırmak gerekir. Dolayısıyla, yar­ dımcı ilkin kolundan çekip çekiştiriyor odacıyı. Odacı kuşku­ suz ortada neyin döndüğünü biliyor, kaşlarını çatarak yardım­ cıyı süzüyor, başını sallıyor, süpürgeyi daha çok kendinden ya­ na çekerek göğsüne bastırıyor. Bunun üzerine, ellerini kavuş­ turup ricaya başlıyor yardımcı. Ricayla bir şey elde edebilece­ ğini umduğu yok; rica etmek kendisini eğlendiriyor sadece. Öbür yardımcı alçak sesle gülerek durumu izliyor. ve akıl ala­ cak gibi değilse de, besbelli Blumfeld'in kendisini işitmediğini sanıyor. Odacının üzerinde en küçük bir etki göstermiyor rica­ ları; odacı arkasına dönüyor ve artık süpürgeyi yine güvenle kullanabileceğine inanıyor. Ama yardımcı, parmak uçlarının üzerinde sekerek ve iki elini yalvarır gibi birbirine sürterek odacının peşinden gidiyor ve bu kez öbür yandan yalvarıp ya­ karmaya başlıyor. Odacının bu dönüşleriyle yardımcının onun peşinden koşturması birçok kez yineleniyor. Sonunda odacı dört bir yandan yolların kesildiğini görüyor ve biraz daha az saf olsa başta fark edebileceği şeyi, yani kendisinin yardımcı­ dan önce yorulacağını seziyor. Bu yüzden de dışarıdan destek arıyor kendine, parmağıyla Blumfeld' i göstererek yardımcının gözünü korkutuyor; yardımcı peşini bırakmadı mı onu Blum­ feld'e şikayet edecek. Yardımcı gerçekten süpürgeyi ele geçir­ mek istiyorsa, pek acele etmesi gerektiğini görüyor, arsızcası­ na el atıyor süpürgeye. Derken öteki yardımcının ansızın hay429 BiR SA VAŞIN TASViRi kırışı, bundan sonra olacakları haber veriyor. Bir adım gerile­ yip yardımcıyı da kendisiyle çekerek süpürgeyi kurtarıyor oda­ cı. Ama yardımcı vazgeçmiyor artık; ağzı açık, gözleri çakmak çakmak, ileri atılıyor. Odacı kaçmak istiyor, ama koşacak yer­ de titreyip duruyor yaşlı bacakları. Yardımcı süpürgeyi çekip çekiştiriyor, ele geçiremese de yere düşmesini sağlıyor onun, dolayısıyla odacı için süpürge elden çıkıyor. Ama öyle görülü­ yor ki, yardımcı için de elden çıkıyor süpürge; çünkü yere düş­ mesi üzerine, her üçü, odacı ve yardımcılar ilkin donakalıyor, Blumfeld'in her şeyi öğreneceğinden çekiniyorlar. Gerçekten de Blumfeld, ancak şimdi işin farkına varmış gibi, başını kaldı­ rıp küçük penceresinden bakıyor; sert sert, süzerek, her birini gözden geçiriyor; hatta yerdeki süpürge bile dikkatinden kaç­ mıyor. Sessizliğin pek uzamasından mı, yoksa süpürme açgöz­ lülüğünü yenememesinden mi, her nedense suçlu yardımcı eği­ liyor; ama pek sakınarak yapıyor bunu, süpürgeye değil de san­ ki bir hayvana uzanıyor eli; derken süpürgeyi alıyor, yere bir çalıyor şöyle; ama Blumfeld sıçrayıp bölmesinden çıkınca, he­ men korkarak süpürgeyi gene kaldırıp atıyor elinden. İkiniz de işe haydi, çıt yok artık! diye bağırıyor Blumfeld ve eliyle yardımcılara kürsülerinin yolunu gösteriyor. Yardımcılar he­ men Blumfeld'in dediğini yapıyor, ama öyle utanmış olarak, başlan önde değil; hatta şeflerinin yanından geçerken hantal vücutlarıyla dönüyor ve kendilerini pataklamaktan alıkoymak ister gibi dik dik Blumfeld'in gözlerinin içine bakıyorlar. Oysa Blumfeld'in ilke olarak hiç dayak atmadığını, deneyimlerin şimdiye dek yeterince kendilerine öğretmiş olması gerekiyor. Ama işte alabildiğine ürkek yaratıklar; her vakit, en ufak bir incelik duygusundan yoksun, gerçek ya da sözümona gerçek haklarını kollayıp gözetmeye bakıyorlar. 11 11 430 BiR SA VAŞIN TASViRi YUVA Yuvamı yapıp bitirdim, bir şeye de benzedi sanırım. Dışardan yalnız bir büyük delik görünüyor, ama gerçekte bir yere çıktı­ ğı yok deliğin, daha birkaç adım sonra doğal, sert taşlara toslu­ yor. Bilerek böyle bir hileyi uyguladım diye övünmek istemem; daha çok bu, bir sürü başansız yapı denemelerimin birinden kaldı, ama nihayet bu tek deliği de kapamadan bırakmak bana elverişli göründü. Doğru, kimi hileler öylesine bir incelikle he­ saplanmıştır ki, kendi başlannı yerler sonunda, bunu herkesten iyi bilirim. Sonra, bu delikle bir kez burada araştınlmaya değer bir şeylerin bulunabileceğine dikkati çekişim, elbet atak bir davranış. Ne var ki ödlek olduğumu, bir şeyi yalnız ödleklikten yaptığımı sanan da beni tanımamış demektir. Söz konusu de­ likten yaklaşık bin adım kadar ötede, yuvanın istendiğinde kal­ dınlıp alınacak bir yosun tabakasıyla örtülü gerçek kapısı yer alıyor; yeryüzünde bir şey ne kadar sağlama alınabilirse, işte o kadar sağlama alınmış durumda. Doğru, biri yosunlar üzerine basabilir ya da tökezleyip yosunlar içine girebilir, o zaman be­ nim yuva açığa çıkıp canı isteyen - ancak unutulmasın ki, pek sık rastlanmayan kimi becerileri gerektirir bu - içeri sızabilir ve içerde ne var, ne yok bir daha hayır gelmemecesine kırıp dö­ ker. Bunu bilmiyor değilim kuşkusuz ve yaşamımın doruğuna ulaştığım şu an bile bir saatçik olsun tam bir rahat yüzü gördü­ ğüm yok; orada, o karanlık yosunlar altındaki deliğin elinde canım, düşümde çok vakit bu delik başında açgözlü bir ağzın sağı solu aralıksız koklayıp durduğunu görüyorum. Denecek ki, ben bu giriş deliğini de gerçekten kapayabilirdim, üstünü ince bir tabaka halinde sert toprakla örter, aşağıları ise gevşek 431 BiR SA VAŞIN TASViRi toprakla tıkardım; öyle ki, her vakit yeni baştan kendime yol açıp dışarı çıkmak beni pek zahmete sokmasın. Ama gerçek­ leştirilecek gibi değil bu; öngörülü davranmak zorunluğu, be­ nim ha deyince dışarı çıkabilme olanağını elimde bulundurma­ mı istiyor; öngörülü davranmak zorunluğu, ne çare çok zaman olduğu gibi, yaşam denen şeyin tehlikeye atılmasını istiyor. Bü­ tün bunlar da zahmetli hesaplan gerektiriyor ve keskin zekalı bir kafanın kendi kendinden duyduğu memnunluk sürüp giden hesapların tek nedeni. Bir an önce dışarı çıkma olanağını her zaman elimde bulundurmam gerekiyor; çünkü tüm uyanıklığı­ ma karşın, hiç umulmadık yandan bir saldırıya uğrayamaz mı­ yım? Ben yuvamın göbeğinde huzur içinde yaşarım, düşmanım da bu arada herhangi bir yerden ağır ağır ve sessizce toprağı oyarak bana yaklaşabilir. Onun sezgi gücünün benimkinden üstünlüğünü söylemek istemiyorum; ben nasıl kendisinden ha­ bersizsem, belki onun da benden haberi yoktur. Ama işte kö­ rü körüne toprağı oyup giden açgözlü haydutlar vardır ve yu­ vamın alabildiğine genişliğinden ötürü onlar bile rastgele bir noktada benim dehlizlerden birine toslamayı umabilir. Doğru, kendi yuvamda olmak, bütün yollan ve yönleri inceden inceye tanımak gibi bir üstünlük bulunuyor elimde; söz konusu hay­ dudun kurbanım olması işten değildir, hem de tadına doyulma­ yacak bir kurban! Gel gelelim kocamaktayım artık, benden güçlüler pek çok, düşmanlarıma gelince sayısız, bakarsın birin­ den kaçayım derken öbürünün eline düşüveririm. Ah, neler, neler olmaz ki! Bir yerde kolayca erişebileceğim tümüyle açık bir kapı bulunduğu güvencesinin de içimde yaşaması gerekiyor kuşkusuz; öyle bir kapı ki, dışarı çıkmam gerektiğinde beni hiç uğraştırmasın; yani ben, yumuşak bile olsa, toprağı umutsuzca oymaya çalışırken ansızın - Allah saklasın! - arkamdan gelen düşmanımın dişlerini sağrılanmda duymayayım. Hem beni tehdit eden düşmanlar yalnızca dışarıda değil, toprağın içinde de var. Ben kendilerini henüz hiç görmedim, ama efsaneler sö­ zünü ediyor bunların ve ben de varlıklarına bütün kalbimle 432 BiR SA VAŞIN TASViRi inanıyorum. Toprağın içinde yaşayan yaratıklar; efsaneler bile nice şeyler olduklarını tanımlayamıyor. Hatta kurbanlarından bile hiçbiri kendilerini görmemiştir; çıkar gelirler, hemen altı­ nızda yaşam alanlan olan toprağı pençeleriyle oyduğunu du­ yarsınız ve daha o anda işiniz bitmiş demektir. Kendi evimde­ yim sözü yerinde değildir bu bakımdan, onların evindeyim de­ meniz daha doğrudur. Söz konusu çıkış da beni kurtaramaz el­ lerinden. Belki beni asla kurtarmayıp mahvedecek bir şeydir, ama ne de olsa bir umuttur, bu çıkış kapısı olmadan yaşaya­ mam. Bu büyük dehlizden başka, beni dış dünyaya bağlayan pek dar ve oldukça tehlikesiz diğer dehlizler bana soluyacağım temiz havayı sağlıyor. Orman farelerinin açtığı dehlizler hepsi; bunları da gereği gibi benim yuvanın içine almayı başardım. Ayrıca, söz konusu dehlizler beni ta uzaklara dek koku alma olanağıyla donatıyor, böylece koruyor beni. Sonra binbir çeşit küçük yaratık bu yollardan geçerek bana geliyor; bunları ken­ dime yiyecek yapıyor, dolayısıyla yuvamdan hiç ayrılmaksızın iyi kötü geçinmeme yetecek gibi avlanabiliyorum; elbet bu da az şey değil sanırım. Ama yuvamın en güzel yanı sessizliği. Aldatıcı bir sessizlik, orası öyle; birden bozulabilir ve her şey sona erer, ama şimdi­ lik var henüz. Saatlerce yuvamın dehlizlerinde sessiz saklı do­ laşıyor, arada bir hemen dişlerimin arasında susturduğum bir küçük hayvancağızın çıtırtısını ya da bana bir yerde onarım zo­ runluğunu haber veren pıtır pıtır toprağın dökülüşünü işitiyo­ rum, hepsi o kadar; başkaca sessiz oluyor ortalık. Ormanın ha­ vası esip geliyor; hem sıcak, hem serin içerisi. Bazen boylu bo­ yunca yere uzanıyor, zevkten sağa sola dönüp duruyorum. Yaklaşan ihtiyarlık günlerine böyle bir yuvayla girilmesi, güz başladığında başını sokabilecek bir çatının elde bulundurulma­ sı güzel şey doğrusu! Her yüz metrede dehlizleri genişletip küçük ve yuvarlak alan­ lar yaptım; buralarda rahatçacık kıvrılıp yatabiliyor, kendi sı433 BiR SA VAŞIN TASViRi caklığımla ısınıp başımı dinleyebiliyorum. Gönül rahatlığının, doymuş isteklerin ve içimde yaşattığım amaca, yani bir yuvaya kavuşmanın o tatlı uykusunu uyuyabiliyorum. Bilmem eski günlerden kalma bir alışkanlıktan mı, yoksa bu yuvadaki tehli­ kelerin de beni uyandıracak kadar büyüklüğünden mi, düzenli olarak arada bir ansızın korkuya kapılarak derin uykumdan sıçrayıp kalkıyor, sağı solu dinliyor, gece gündüz yuvada ara­ lıksız egemenliğini sürdüren sessizliğin derinliklerine kulak ka­ bartıyorum. Sonra da yatışmış gülümsüyor ve gevşemiş organ­ larımla az öncekinden daha derin bir uykuya dalıyorum. Yol­ larda ve ormanlardaki evsiz barksız gezgin kardeşler, en iyi du­ rumda bir küme yaprak altına sinmiş ya da kendi soydaşların­ dan bir topluluk arasında; tepelerinde yerin göğün tüm fela­ ketleri! Bense burada, dört bir yandan güven altına alınmış bir alanda yatıyorum - bu çeşit elliden çok alan var yuvamda - ve canım isteyip birini, canım isteyip öbürünü seçtiğim birazcık kestirmeler ve deliksiz uykularla saatler geçip gidiyor. Yuvamın ortasına biraz uzakta, en kötü bir tehlike anında, doğrudan bir kovalamaca değil de bir kuşatmada kullanılmak üzere düşünülmüş ana alan bulunuyor. Yuvamda başka her şey belki bedenden çok pek sıkı bir kafa çalışmasının eseriy­ ken, bu kale alanı bedenimdeki tüm organların alabildiğine çe­ tin uğraşısı sonucu ortaya çıktı. Birkaç kez yorgunluktan umut­ suzluğa düşüp her şeyi olduğu gibi bırakmaya kalktım; sırtüstü kendimi yere atıp yaptığım yuvaya lanetler savurdum, sürüne sürüne dışarı çıkıp yuvayı açıkta bıraktım. Ne diye bırakmaya­ caktım ki, bir daha yuvaya dönmek istemiyordum. Gel gelelim aradan saatler ve günler geçince pişmanlık duyarak ters yüz et­ tim, yuvanın sapasağlam yerinde durduğunu görünce az kaldı sevincimden bir şarkı tutturuyordum; içten bir neşeyle yeniden sarıldım işte. Alanın plan gereği bulunacağı yerde toprak pek yumuşak ve kumluydu, dolayısıyla kale alanı üzerindeki çalış­ mam boş yere güçleşiyordu (Boş yere sözüyle demek istedi­ ğim, bu boşuna çalışmanın yuvaya hiç yarar sağlamamasıydı). 434 BiR SA VAŞIN TASViRi Güzelim kubbesiyle yuvarlak ve büyük alanı oluşturabilmesi için sert bir kıvam alıncaya kadar bayağı dövülmesi, tokmak­ lanması gerekiyordu toprağın. Oysa böyle bir iş için benim to­ pu topu bir alnım vardı; alnımla gece gündüz demeyip, geriler­ den koşa koşa gelerek toprağa tosladım; ne zaman ki toprağa vura vura alnımdan kanlar aktığını görüyordum, o zaman mut­ lu hissediyordum kendimi; çünkü bu, duvarın sertleştiğine bir kanıttı. Böylece, herkesin de kabul edeceği gibi, kale alanını doğrusu hak ettim. İşte bu alana azıklanmı yığıyorum, yuva içinde avladığım av­ lardan o andaki gereksinimimi giderdikten sonra arta kalanını, ayrıca yuva dışı avlanmalardan getirdiklerimi istif ediyorum buraya. Alan öyle büyük ki, yanın yıllık azıkla bile doldurula­ maz. Dolayısıyla, bu azıkları pekala açıp yayabiliyor, araların­ da gezip dolaşarak kendileriyle oynayabiliyor, azlık çoklukları ve türlü kokularıyla zevkleniyor, yuvada ne kadar yiyecek var yok, derli toplu görebiliyorum. Sonra her vakit yeni düzenle­ melere de gidebiliyor, mevsimine göre gerekli ön he�aplamala­ rı ve avlanma planlarını yapabiliyorum. Öyle zamanlar oluyor ki, bolluk içinde yüzüyor, yiyeceğe karşı doymuşluğumdan sa­ ğa sola kayıp giden küçük hayvancıklara hiç el sürmüyorum; kuşkusuz bu da bazı nedenlerden ötürü belki ihtiyatsız bir dav­ ranış. Sık sık savunma hazırlıklarıyla uğraşmam, yuvanın bu amaç için kullanılmasına ilişkin görüşlerimde değişikliklere ya da gelişmelere yol açıyor, elbet küçük çapta oluyor bu. Örne­ ğin, savunmayı tümüyle kale alanına sınırlandırmak kimi za­ man bana sakıncalı görünüyor. Nihayet yuvadaki çeşitlilik çe­ şitli olanaklar sağlıyor; dolayısıyla azıktan şöyle biraz dağıtıp, bazı küçük alanları onlarla donatmayı daha öngörülü bir dav­ ranış sayıyorum. Bunun üzerine kalkıyor, diyelim baştan her üçüncüsünü yedek azık alanı ya da her dördüncüsünü ana ve her ikincisini ise ikinci derecede önemli alan yapıyor veya bu­ na yakın bir davranışla alanları tek tek belirliyorum. Olmazsa kimi dehlizleri, yanıltma amacı güderek azıkla donatım dışında 435 BiR SA VAŞIN TASViRi bırakıyor ya da bazılarının üzerinden atlayıp geçerek, ana çıkış kapısına göre durumlarını göz önüne alıp çok az alanı bu iş için seçiyorum. Böylesi her yeni plan, kuşkusuz kolay altından kal­ kılamayacak bir hamallık istiyor; çaresiz yeni hesaplara girişi­ yor, sonra da yükleri oraya buraya taşıyorum. Doğru, bu işi te­ laşa kapılmadan serinkanlılıkla yapabilirim; nefis azıkları ağız­ da taşımak, dilenilen yerde yorgunluk çıkarmak, belli bir anda canının çektiği yiyecekten biraz atıştırmak hiç de kötü bir şey değil. Kötü bir şey varsa, bazen, genellikle uykudan korkuyla sıçrayıp kalktım mı, azıkların yürürlükteki dağıtım biçimini te­ melden yanlış, beni büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakabi­ lecek, uyku ve yorgunluğa bakılmaksızın tez elden düzeltilme­ si gereken bir dağıtım gibi görmem. O zaman koşuyor, o za­ man kanatlanıp uçuyor, o zaman hesap kitaba fırsat bulamıyo­ rum; az önce alabildiğine titizlikle yeni bir planı uygulamak is­ teyen ben, canımın istediği gibi davranıp dişlerimin önüne ne çıkarsa kavrıyor, sürüklüyor, taşıyor, ahlayıp ofluyor, inliyor, sendeliyorum. Bana alabildiğine tehlikeli görünen böyle bir durumda nasıl olursa olsun gerçekleşecek herhangi bir değişik­ liğe razıyım. Ne zaman ki yavaş yavaş iyice uyanmış oluyorum, üzerime bir serinkanlılık geliyor, neden böyle aşın bir telaşa kapıldığımı pek anlamıyorum. Evimin, kendi elimle kaçırdığım evimin huzurunu derin derin içime çekiyor, yattığım yere dö­ nüyor, yeni bir yorgunlukla hemen uykuya dalıyorum, uyandı­ ğımda bana bir düş gibi gelen gece çalışmasının yadsınamaz kanıtı olarak, bakıyorum bir fare hala dişlerimin arasında sar­ kıyor ağzımdan. Sonra gene öyle zamanlar oluyor ki, bütün azıklann bir araya toplanması bana en iyi düzenleme gibi gö­ rünüyor. Küçük küçük alanlardaki azıklar ne işime yarar sanki diyorum. Zaten buralara ne kadar azık yerleştirilebilir? Hem ne kadar yerleştirilirse yerleştirilsin, yolu tıkar bunlar ve bir gün kendimi savunmam gerekip koşmak zorunda kaldığımda daha çok ayağıma dolaşırlar. Sonra, onca saçmalığına karşın gene de şurası gerçek ki, azıkların tümünü bir arada görmedi436 BiR SA VAŞIN TASViRi niz de elde henüz ne kadar azık bulunduğunu şöyle bir bakışta kestiremediniz mi, özgüveniniz sarsıntıya uğruyor. Azıkları böyle pek çok parçaya bölmek bir hayli azığın elden çıkıp git­ mesine yol açamaz mı? Ben hep enine boyuna dehlizlerde do­ ludizgin koşturup her şeyin yerli yerinde durup durmadığına bakamam ki! Hani azıklann bölünmesini gerektiren temel dü­ şünceye diyecek yok, ama ancak benim kale alanı gibi birden çok alan bulunursa. Böyle birden çok alan. Elbet! Ama kimin gücü yeter? Hem bu alanları benim yuvanın genel planı içine şimdi, yani sonradan yerleştirmek olacak şey mi! Yine de ne saklayayım, yapının hatalı bir yanı bu; zaten bir şeyden elde yalnız bir adet bulunuyorsa, ortada ·her vakit bir yanlışlık var demektir. Şunu da itiraf edeyim ki, yuvanın bütün yapımı süre­ since birden çok alan isteği gönlümde belli belirsiz, ama iyi ni­ yet sahibi olaydım, yeteri kadar açık seçik, yaşayıp durdu hep; ne var ki, boyun eğmedim isteğe, bu devcileyin iş için kendimi güçsüz hissettim; hatta işin zorunluğunu kafamda canlandırma gücünü bile görmedim kendimde; genellikle yetersiz bir şeyin · benim koşullarda bir istisna, bir lütuf sayılacağını, belki tok­ mak işi gören alnımın esirgenmesi yazgım açısından pek önem­ li görüldüğü için yetmez'in yeteceğini düşünüp daha az belirsiz denemeyecek bu tür düşüncelerle kendimi avutmaya çalıştım. Dolayısıyla bir tek kale alanım var şimdi, ama bir tek alanın yetmeyeceğine ilişkin içimdeki belirsiz duygular kayboldu. Her neyse, bu tek alanla yetinmem gerekiyor. Küçük alanlar, nerde bunun yerini tutabilsin! Bu görüş de içimde olgunlaşır olgunlaşmaz, ne var, ne yok, küçük alanlardan gerisin geri ka­ le alanına sürüyüp getirmeye koyuluyorum. Derken bütün .. alan ve dehlizleri serbest durumda el altında bulundurmak, et­ lerin kale alanında kümelendiğini görmek, her biri kendince beni büyüleyen ve benim ta uzaktan kesinlikle birbirinden ayırt edebildiğim pek çok kokudan oluşan karışımın ta en uç­ taki dehlizlere kadar sızdığını hissetmek bir süre için avutuyor beni. Bunu her vakit huzur dolu günler izliyor; yattığım yerle437 BiR SA VAŞIN TASViRi ri yavaş yavaş, adım adım dış çevrelerden içerlere kaydırıyor, durmadan daha çok kokular içine dalıyorum; sonunda artık dayanamayıp bir gece kale alanı üzerine atılıyor, azıklar ara­ sında zorlu bir temizliğe girişiyor, sevdiğim en iyi yiyeceklerle düpedüz kendimden geçene kadar doyuruyorum karnımı. Mutlu, ama nazik zamanlar; fırsattan yararlanabilecek biri için, kendini tehlikeye atmadan beni haklayıvermek işten değil. Ha­ ni bu bakımdan da bir ikinci ya da bir üçüncü kale alanının ek­ sikliği, netameli biçimde belli ediyor kendini; çünkü böylesine kocaman ve sessiz azık yığınını görmek beni baştan çıkarıyor. Buna karşı çeşitli yoll�rdan kendimi savunmaya çalışıyorum; nitekim azığın küçük küçük alanlara dağıtımı da bu tür önlem­ lerden biri; ne çare, bu önlem de benzerliği gibi beni yoksunlu­ ğa mahkOm edip daha büyük bir açgözlülüğün içimde doğma­ sına yol açıyor; bu açgözlülük de, aklın sesini susturup savun­ ma planlarımı, kendi amaçlarına uygun olarak dilediği gibi de­ ğiştiriyor. Böylesi zamanlardan sonra kendimi toparlamak için genellikle yuvayı yeniden gözden geçiriyor, gereken onarımları yapıp her defasında kısa süre için de olsa sık sık dışarı çıkıyorum. Yuva­ dan uzun süre ayrı kalmak, böyle zamanlarda bile fazla ağır bir ceza gibi görünüyor bana; ne var ki, arada bir gezintiye çıkma­ mın zorunluğuna aklım yatıyor. Ne zaman kapıya yaklaşsam, yüce duygular uyanıyor içimde. Yuvamda yaşayıp giderken bu kapının yanına uğramıyor, hatta buraya götüren dehlizin baş­ langıç bölümlerine bile ayak atmaktan kaçıyorum. Sonra, ka­ pının oralarda dolaşmak hiç kolay değil; çünkü burada zikzak dehlizlerden başlı başına küçük bir eser oluşturdum, yuvayı yapmaya buradan başlamıştım, o vakitler planladığım gibi yu­ vayı sona erdirmemin kısmet olacağın_a umudum yoktu, biraz da oyun olsun için çalışmaya bu köşeden koyulmuştum; dola­ yısıyla, buradaki ilk çalışma kıvancım, labirent bir yapı tarzın­ da kendini açığa vurdu. Labirent yapı, o vakitler gözüme bütün yapılardan üstün görünmüştü; şimdi ise daha doğru bir değer438 BlR SA YAŞIN TASV1R1 lendirmeyle buna yuvanın tümüyle pek bağdaşmayan cimrice bir el işi gibi bakıyorum. Kuramsal açıdan belki nefis bir şey işte yuvamın girişi demiştim o vakit alay eder gibi görünmez düşmanlarıma; sanki topunun da o an giriş labirentinde boğu­ lup gittiğini görmüştüm -, gerçekte ise sıkı bir saldırıya karşı koyamayacak ya da bütün gücüyle yaşam savaşma girişmiş bir düşman karşısında zor dayanabilecek, duvarları fazlasıyla ince bir oyuncaktan başka bir şey değil. Yani şimdi yuvanın bu par­ çasını yeniden mi kurup çatsam? Kararı bugünden yarına erte­ leyip duruyorum ve sanırım söz konusu parça nasılsa öyle ka­ lacak. Böyle bir değişikliğe kalkışmam hayli bir çalışmayı ge­ rektireceği gibi, akla gelebilecek en sakıncalı girişim olur. Yu­ vayı ilk yapmaya başladığım yerde enikonu rahat çalışabiliyor­ dum, tehlike başka herhangi bir yerdekinden pek büyük değil­ di; ama şimdi böyle bir şeye kalkışmam, yuvanın üzerine bile bile bütün dünyanın dikkatini çekmem demektir, bugün bir şey yapılamaz artık. Buna adeta seviniyorum, çünkü bu ilk ese­ rime karşı içimde bir çeşit duyarlık da yaşıyor. Hem büyük bir saldırı durumunda hangi plana göre yapılmış bir kapı kurtara­ bilir beni? Bir kapı aldatabilir, saldırganın dikkatini başka ya­ na çekebilir, üzebilir onu; eh, bunu benim kapı da yapar. Ama gerçekten büyük bir saldırıya yapıdaki bütün olanaklarla, bü­ tün bedensel ve ruhsal güçlerimle hemen karşı koymak zorun­ dayım, bu kuşkusuz pek doğal bir şey; dolayısıyla, kapı da şim­ diki durumunda kalabilir. Yapının doğal koşullardan ister iste­ mez kaynaklanmış öyle çok güçsüz yanı var ki, benim elimden çıkan ve sonradan da olsa gene tastamam farkına varılan bu kusuru da barındırabilir kendisinde. Söz konusu kusurun kimi zaman, hatta her vakit beni tedirgin etmediğini söylemek iste­ miyorum elbet. Normal gezintilerimde yapının bu parçasına sokulmaktan kaçıyorsam, buranın manzarası canımı sıkıyor, bilincimde yeterince sesini duyurmasına karşın yapıdaki bu ku­ suru göreyim istemiyorum, en başta onun için. Yukarıda, giriş­ teki hata ne denli giderilmez nitelik taşırsa taşısın, gene de, el439 BiR SA VAŞIN TASViRi den geldiği süre, manzarasından koruyabilirim kendimi. Kapı­ ya doğru yola çıkmayagöreyim, arada bunca dehlizin ve alanın varlığını unutarak hemen büyük bir tehlike içine dalıyorniu­ şum gibi bir duyguya kapılıyorum. Sanki postum inceliyormuş da arası çok geçmeden cascavlak etimle ortada kalabilir ve tam da bu an düşmanlarım ulumalarıyla beni selamlayabilirlermiş gibi geliyor bana. Kuşkusuz, bir duyguya gerçekte yol açan, çı­ kışın çıkış olarak kendisi, yani yuvanın koruma gücünün sona ermesidir; ama beri yandan, kapının yapılışı da beni enikonu üzüyor. Bazen düşümde burasını yıkıp yeniden yapıyorum; te­ melinden değiştiriyor, çabucak da devcileyin çabalarla gecele­ yin kimse farkına varmaksızın yeniden çatıp çıkarıyorum orta­ ya ve artık kimse burasını ele geçiremez diyorum. Bana bu dü­ şü gördüren uyku, uykuların en tatlısı; uyandığımda sevinç ve selamet yaşlan bıyıklarımda ışıl ışıl parlıyor. Dolayısıyla dışarı çıkmak istedim mi, bu labirent işkencesini bedenen de yenmem gerekiyor; bazen kendi yapımda bir an için yolumu şaşıracak duruma düşmem, yani bu eserin, kendi­ sine ilişkin yargısını çoktan vermiş bana haklı olarak varlığını kanıtlamak için hala çaba harcıyor görünmesi bir yandan canı­ mı sıkıyor, bir yandan duygulandırıyor beni. Ama derken bir süre elimi sürmediğim - bir süre kımıldamıyorum çünkü - yo­ sun örtünün altındaki ormanın zeminiyle yekvücut olmuş bu­ luyorum kendimi. Şöyle bir başımı kımıldatayım, yad eldeyim demektir. Bu ufak devinimi de uzun süre göze alamıyorum; gi­ riş labirentinin güçlüklerini yenmek olmasa, kuşkusuz bugün bundan vazgeçer, geri dönerdim. Nasıl? Yuvan tehlikeden uzak, kendi içinde kapalı bir bütün. Huzur içinde, sıcacık, kar­ nın tok yaşayıp gidiyorsun; bir sürü dehliz ve alanların efendi­ si, tek efendisi sayılırsın; bütün bunları umarım feda etmek ni­ yetinde değilsin, ama bir bakıma gözden çıkarmak atmak isti­ yorsun; gerçi hepsini yeniden ele geçirmeye güvenin var, ama ne de olsa tehlikeli, çok tehlikeli bir oyun oynamayı göze alı­ yorsun. Bunun için akla uygun nedenler mi var? Yo, yo böyle 440 BiR SA VAŞIN TASViRi bir şey için akla uygun nedenler bulunamaz. Ama derken yine de kapıyı sakınarak kaldırıp dışarı süzülüyorum ve bu hain yer­ den elden geldiği kadar hızla uzaklaşıyorum. Ama doğrusu açıkta değilim, gerçi bundan böyle dehlizler ara­ sından ezile büzüle geçtiğim yok, ormanda özgür koşturup du­ ruyorum. Yuvada, hatta şimdikinden on kez büyük de olsa ka­ le alanında kendilerine yer olmayan yeni güçler hissediyorum içimde. Sonra, yiyecek bakımından dışarısı daha elverişli; av­ lanmak her ne kadar daha güç, başarı şansı her ne kadar daha azsa da, sonuç yuvadakine göre her yönden daha olumlu; bü­ tün bunları yadsıdığım yok, bundan. yararlanmasını biliyor, bu­ nun tadını çıkarıyorum; hiç degilse herkes gibi, ama belki her­ kesten çok; çünkü ben öyle bir serseri gibi zirzopluktan ya da umutsuzluktan avlanmıyor, bir amaç uğruna ve serinkanlılıkla yapıyorum bunu. Aynca ben özgür bir yaşam için yaratılmış, bu yaşamın eline terk edilmiş değilim; tersine, vaktimin sınırlı olduğunu, sonsuz süre burada avlanamayacağımı, canım istedi mi ve buradaki yaşamdan bıktım mı, birinin beni yanına çağı­ racağını ve bu çağrıya da karşı koyamayacağımı biliyorum. Dolayısıyla buradaki zamanın enikonu tadını çıkarabilir, vakti tasasız, kaygısız geçirebilirim; daha doğrusu geçirebilirdim, ama geçiremiyorum. Yuva pek uğraştırıyor beni, girişten çar­ çabuk koşup uzaklaştım diyelim, arası çok geçmeden dönüp yi­ ne geliyorum. Saklanıp gizlenecek elverişli bir yer arıyor, yuva­ mın girişini - bu kez dışarıdan - günler ve gecelerce gözetliyo­ rum. İstendiği kadar budalalık densin, bana anlatılmaz bir zevk veriyor bu, beni yatıştırıyor. Uyurken yuvamın önünde değil de kendi önümde duruyorum sanki; bir yandan derin bir uyku çekmek, bir yandan gözümü dört açıp kendi başımda nöbet tutmak mutluluğuna erişiyorum adeta. Sanki gece hayaletleri­ ni yalnızca uykunun çaresizlik ve saflığı içinde değil, uyanıklı­ ğın bütün gücü ve serinkanlı yargı yeteneğiyle de karşımda görmek gibi bir ayrıcalıkla donatılmıştım. Ve bana kalırsa, işin tuhafı, sık sık inandığım ve yuvama indiğimde belki yine inana441 BiR SA VAŞIN TASViRi cağım gibi o kadar kötü değil durumum. Bu bakımdan, kuşku­ suz başka bakımdan da, ama özellikle bu bakımdan yaptığım gezintiler gerçekten zorunlu. Orası öyle; girişi pek kıyıda ke­ narda seçmeme karşın, buradaki trafik bir haftalık gözlemleri­ mi özetlersem pek yoğun; ama belki bütün yerleşim bölgele­ rinde aynıdır durum. Sonra, tam bir yalnızlık içinde bulunup ağır b:r tempoyla sağı solu araştıran bir saldırganın eline düş­ mektense, büyücek bir trafiğin eline kendini teslim etmek bel­ ki daha iyidir; çünkü böylesine bir trafik, büyüklüğü dolayısıy­ la kendi kendisini de birlikte sürükleyip götürür. Böylesine bir trafikte düşmaniar çoktur, daha da çok yardımcıları vardır, ama düşmanlar birbirleriyle boğuşur ve yuva önünden doludiz­ gin geçerler. Bu son zamanda doğrudan girişin başında oyala­ nıp sağı solu araştıran bir kimseye rastlamadım, hem onun, hem benim hesabıma rastlamadığım da iyi oldu, çünkü yuvayı merak ettiğimden, ne yaptığımı bilmeyerek koşup gırtlağına sarılırdım. Kuşkusuz, bazen de öyleleri geliyordu ki, yakınla­ rında bulunmayı göze alamıyor, kendilerini daha uzaktan seç­ meyeyim, soluğu kaçmakta alıyordum; böylelerinin yuvaya karşı davranışları üzerinde elbet kesin bir şey söyleyemem, ama diyebilirim ki, az sonra dönüp gelmem içimi ferahlatmaya yetiyordu; kimseyi ortada bulamıyor ve giriş kapısının da sapa­ sağlam yerinde durduğunu görüyordum. Bazen öyle mutlu za­ manlar da yaşıyordum ki, dünyanın bana karşı düşmanlığı ga­ liba sona erdi ya da yatışıp hafifledi veya güçlü yuva adeta be­ ni kaldırıyor da şimdiye dek sürüp gelen o yok etme savaşı dı­ şında tutuyor diyordum kendi kendime. Yuva şimdiye kadar düşündüğümden ya da yuva içinde düşünmeyi göze alabilece­ ğimden belki daha çok koruyordu beni. Bu sanı kimi vakit içimde o denli güçleniyor ki, çocukça bir isteğe kapılıp bundan böyle bir daha yuvaya dönmemek, girişe yakın bir yere yerleş­ mek, yaşamımı bu girişi gözlemekle geçirmek, içinde olsam yu­ vanın nasıl beni sımsıkı güvenlik altına alacağını hep gözümün önüne getirip mutluluğumu bunda bulmak istiyorum. Ama iş442 BiR SA VAŞIN TASVJRJ te çocuksu düşlerden korkuyla sıçrayıp çarçabuk uyanılıyor. Benim yuvada bulduğum güvenlik de nasıl bir güvenlikti? Öy­ le ya, yuva içindeyken beni bekleyen tehlikeleri, burada, dışa­ rıda edindiğim deneyimlere dayanarak hiç değerlendirebilir miyim? Ben yuvada yokken, bakalım düşmanlarım doğru dü­ rüst kokumu alabilirler mi? Kokumu alacakları kuşkusuz, ama tam değil. Oysa tam olarak alınacak bir kokunun varlığı, çok­ luk normal tehlikenin önkoşulu değil midir? Yani benim bura­ da yaptığım deneyler gerçek bir deneyin yarısı, hatta onda bir değerinde; beni yatıştırmaya ve yalancıktan yatıştırarak alabil­ diğine büyük bir tehlikenin içine yuvarlamaya elverişli şeyler. Hayır, öyle sandığım gibi uykumu hiç de denetlediğim yok; da­ ha doğrusu, bana uykumu zehir edecek o yaratık uyanık bekli­ yor, oysa ben uyuyorum. Belki de benim canıma okuyacak düşman, giriş kapısının önünden umursamazlıkla ve salınarak geçenler arasındadır; kapının sapasağlam yerinde durup saldı­ rılarını beklediğinden tıpkı benim gibi emin olmak isteyenler­ le, ev sahibini içerde ele geçiremeyeceklerini, hatta belki onun bitişik bir çalılıkta masum masum pusuya yattığını bildikleri için, yalnız bunun için giriş önünde durmayarak geçip gidenler arasında bulunmaktadır. Derken gözetleme yerimden ayrılı­ yor, yuva dışında yaşamaktan bıkıyorum; bana öyle geliyor ki, dışarıda artık öğreneceğim bir şey kalmamıştır, ne şimdi, ne de sonra. Ve buradaki her şeye veda ederek yuvaya inesim, bir daha hiç geri dönmeyesim, her şeyi kendi haline bırakıp yarar­ sız gözetlemelerle olacakları engellemekten vazgeçesim geli­ yor. Ama giriş kapısı dışında olup bitenleri bunca zaman gör­ mekten şımarmış, başlı başına büyük bir iş sayılması gereken yuvaya inişi gerçekleştirmek ve çepçevre arkamda, eski yerine yerleştirilen kapının gerisinde olacakları bundan böyle bileme­ mek kahrediyor beni. İlkin fırtınalı gecelerde, avladığım avları çarçabuk içeri almayı deniyorum; üstesinden de geliyorum sa­ nının. Ama gerçekten bu işi başarıp başaramadığım yuvaya in­ diğimde anlaşılacak, ne var ki ben anlayamayacağım bunu, bel443 BiR SA VAŞIN TASViRi ki ben de anlayacağım ama, o zaman iş işten geçmiş olacak. Dolayısıyla bu niyetimden vazgeçiyor, yuvaya inmiyorum. Asıl girişten kuşkusuz yeteri kadar uzakta bir deney çukuru eşiyo­ rum, boyu kendi boyumdan uzun değil ve yosun bir örtüyle dı­ şarıya kapalı. Çukura sürünerek giriyor, arkamdan yosun örtü­ yü üzerime çekip tetikte bekliyorum. Günün değişik saatlerin­ de kısa ve uzunca süreler çukur içinde kalıyor, derken yosun örtüyü üzerimden kaldırıp atıyorum; ortaya çıkıyor ve dikkati­ me çarpan şeyleri kaydediyorum. Birbirine hiç benzemeyen iyi kötü birtakım deneyimler ediniyor, ama yuvaya inme konu­ sunda genel bir yasa, şaşmaz bir yöntem ele geçiremiyorum. Bu yüzden de henüz asıl girişten içeri girmiş, yuvaya inmiş de­ ğilim; ama bunu her şeye karşın pek yakında yapma zorunluğu belimi büküyor. Başımı alıp uzaklara gitmek, hiçbir iç açıcılığı, hiçbir güvenliği bulunmayan, birbirinden farksız sürüyle tehli­ kenin oluşturduğu, dolayısıyla güvenlik içindeki yuvamla yuva dışı karşılaştırmalanmdaki gibi tek tek tehlikeleri enine boyu­ na gözümün önüne serip bende korku uyandırmayan eski ya­ şamı yeniden sırtlanmaya karar vermekten çok uzak değilim. Elbet, böyle bir karan vermek, anlamsız bir özgürlük içinde pek uzun süre yaşamaktan kaynaklanan bir aptallık olur sade­ ce; henüz yuva benim elimde, bir tek adım attım mı güvenlik içindeyim. Böylece bütün kuşkulardan kendimi koparıp alıyor, güpegündüz, dosdoğru, ama bu kez ne olursa olsun kaldırıp aç­ mak için giriş kapısına seğirtiyorum; gene de yapmak elimden gelmiyor bir türlü, kapının üzerinden koşarak geçiyor, bile bi­ le dikenli bir çalılık içine dalıyor, kendimi cezalandırmak, bil­ mediğim bir suçtan ötürü cezalandırmak istiyorum. Kuşkusuz bu durumda gene de haklı olduğumu, elimdeki en değerli şeyi dört bir yanda, yerde, ağaçta ve havadaki tüm yaratıklara hiç değilse bir an için peşkeş çekmeksizin yuvaya gerçekten inile­ meyeceğini sonunda çaresiz itiraf zorunda kalıyorum kendi kendime. Tehlike de kuruntu değil, pek gerçek nitelik taşıyor. Öyle ya, içinde peşime düşme hevesi uyandıracağım yaratığın 444 BiR SA VAŞIN TASViRi gerçek bir düşmanım olması gerekmez; rastgele, minicik, za­ rarsız bir yaratıkta da bu hevesi uyandırabilirim pekala; ufak, pis bir canlı; meraktan peşime takılır ve böylece, kendisi fark etmeksizin, tüm dünyayı peşinden sürükleyip getirir. Doğrusu böyle bir yaratık da olması gerekmez; belki - ki bu olasılık öte­ kisi kadar kötüdür, kimi bakımdan hatta en kötüsüdür olasılık­ lann -, belki benim soydan herhangi biridir bu; yuvalardan an­ layan, yuvaların değerini bilen biri, bir orman münzevisi, bir banşsever, ama işte kendisi yuva yapmadan yuvada oturmak isteyen arsız ve aylak biridir. Ah ne olur şimdi gelse, ne olur o pis açgözlülüğüyle girişi bulup yosun örtüyü kaldırmaya uğraş­ sa ve kaldırabilse, ne olur benim y�rime ıkına ıkına girse içeri de bir an kıçı açıkta kalacak kadar ilerlese, ne olur bunlar ger­ çekleşse de sonunda çıldırmış gibi yerimden fırlayıp hiçbir şeyi umursamadan üzerine çullansam, onu dişlerimle paralayıp eti­ ni didik didik etsem, kıymık kıymık yapsam, kanını içsem ve kadavrasının içini öbür avlanmdan biri gibi doldursam, ama hepsinden önce, asıl önemlisi de bu, sonunda tekrar yuvamda olsam, bu kez hatta içimden gelerek hayranlıkla labirent deh­ lizleri seyretsem, ama ilkin yosun örtüyü üzerime çekip dinlen­ meye koyulsam, geri kalan tüm yaşamım boyunca da dinlen­ sem! Ama kimseler gelmiyor işte, benim de yalnızca kendim­ den medet ummam gerekiyor. Durmadan işin zorluğunu düşü­ ne düşüne korkaklığım enikonu kayboldu, girişten girişin dışı­ na bile kaçtığım yok artık, çevresinde çemberler çizmek en sevdiğim şey. Artık nerdeyse öyle ki, sanki ben kendim düşma­ nım, yuvadan başarıyla içeri girebilmek için uygun bir fırsat kolluyorum. Kendisine güvenebileceğim, tutup benim gözetle­ ıne yerine dikebileceğim birini bulsam, belki rahat rahat inebi­ lirdim yuvaya. Kendisine güvenebileceğim bu kimseyle anla­ şırdım; benim yuvaya indiğim andaki durumla bunu izleyecek uzun süre içindeki durumu adamakıllı izler, bir tehlike anında yosun örtüye vururdu; ama işte yalnızca tehlike anında. Böyle­ ce yukarıda her şey eksiksiz çözüme kavuşur, ortada başıma iş 445 BiR SA VAŞIN TASViRi açacak kimse kalmaz, olsa olsa kendisine güvendiğim yaratık kalırdı yalnız. Çünkü yaptığının karşılığını benden istemeye­ cek miydi bu yaratık? En azından yuvayı görmeye kalkmaya­ cak mıydı? Onu kendi nzamla yuvadan içeri koyvermek bile enikonu tatsız bir şey. Yuvayı ziyaretçiler için değil, kendim için yaptım ve sanıyorum onu koyvermezdim içeri; ama yuva­ ya inmemi sağlayamayacakmış o zaman, olsun. Hiç mi hiç yu­ vama koyvermezdim. Çünkü ya kendisini bırakacaktım, yalnız inecekti yuvaya, ki bu da asla akıl alacak bir şey değildi, ya da onunla birlikte yuvaya inecektik, ki o zaman da onun bana sağ­ layacağı arkamdan gözetlemede bulunma yararından yoksun kalacaktım. Sonra, şu güvenme işi bakalım nasıl şey? Göz gö­ zeyken güven beslediğim birine, kendisini görmediğim, yosun örtünün bizi birbirimizden ayırdığı zaman da güvenebilir mi­ yim? Bir kimseyi göz altında tuttuktan ya da hiç değilse tuta­ bilme olanağını ele geçirdikten sonra kendisine güvenmek pek zor değildir. Hatta belki uzaktan uzağa güvenilebilir bir kimse­ ye; ne var ki yuva içinden, yani bir başka dünyadan dışardaki birine tastamam güvenebilmek sanıyorum olur şey değildir. Ama böyle kuşkulara kapılmak bile gereksizdir; ben yuvaya inerken ya da indikten sonra, hayattaki o sayısız rastlantılar­ dan birinin güvendiğim kimsenin görevini yapmasını engelle­ yeceğini düşünmek bile yeter; en ufak bir engelleme de doğru­ su hiç hesapta olmayan sonuçlar doğurabilir benim için. Yo yo, bütün bunlar özetlendiğinde yalnızım diye, güvenebileceğim kimse yok diye yakınmamam gerekiyor. Bu durumun beni bir yarardan yoksun bırakmadığı kuşkusuz, hatta belki beni birta­ kım zararlardan da esirgemektedir. Güvenme işine gelince, an­ cak kendime ve yuvama güvenebilirim. Bunu da daha önceden düşünmem, şimdi beni böyle uğraştıran durum için önceden hazırlanmam gerekirdi. Yuvayı yapmaya başladığımda hiç de­ ğilse biraz başarılabilirdi bu. İlk dehlizi o türlü açmalıydım ki, ben girişin birinden o kaçınılmaz bir hayli zahmeti üstlenip aşağı ineyim, başlangıç dehlizi bir koşu geçip ikinci girişe gele446 BiR SA VAŞIN TASViRi yim, bu amaç için oraya yerleştirilmiş yosun örtüyü şöyle biraz kaldırıp birkaç gündüz ve gece boyunca durumu kolaçan ede­ yim! İşin doğrusu da buydu yalnız. Gerçi iki girişin varlığı teh­ likeyi iki kat büyütürdü; ama bu sakınca tümüyle giderilebilir, sadece gözetleme yeri olarak belirlenen giriş pek dar yapılabi­ lirdi. Derken yine teknik düşüncelere dalıp gidiyor, o benim dört başı mamur yuva düşünü bir ara yeniden düşlemeye baş­ lıyorum. Bu da az buçuk yatıştırıyor beni; farkına varılmadan içeri ve dışarı kayabilmemi sağlayacak açık seçik ya da biraz belirsiz yapı olanaklarını kapalı gözlerimin önünden, zevkten sarhoş, geçiriyorum. Bulunduğum yerde uzanmış, üzerlerinde düşünüp dururken, bu olanakların değerini gereğinden çok büyütüyorum gözüm­ de, ama gerçek yararlar değil de, yalnızca teknik buluş ve ba­ şarılar olarak; çünkü, bir engelle karşılaşmaksızın bu içeri ve dışarı kayışlar da neymiş? Tedirgin bir ruhun kendini değer­ lendirmedeki bir güvensizliğin, aşağılık heveslerin, kötü huyla­ rın bir belirtisi; bu huylar oracıkta duran ve yalnız kendisine tümüyle güvenebildiniz mi gönlünüzü ferahlatan yuva karşı­ sında daha da kötüleşiyor. Orası öyle, şu an bu yuva dışında­ yım, ona dönebilmenin bir yolunu arıyorum; yuva bunun için gerekli teknik olanakları içerseydi, doğrusu pek güzel olurdu. Ama hiç de pek güzel kaçmazdı belki. Yuvayı yalnızca alabil­ diğine bir güven duygusuyla girilip barınılacak bir oyuk gibi görmek, onu şu an içimde yaşayan korku dolayısıyla pek kü­ çümsemek sayılmaz mı? Elbet, aynı zamanda böyle güvenilir bir oyuktur yuva ya da öyle olması gerekir; diyelim büyük bir tehlike karşısında gördüm kendimi, o zaman dişlerimi sıkıp bü­ tün irade gücümü toplar, yuvanın benim canımı kurtarmak gö­ revini üstlenmiş bir oyuktan başka şey olmamasını ve kendisi­ ne verilmiş bu açık seçik görevi eksiksiz yerine getirmesini is­ terim; böyle bir durumda başka her görevi onun üzerinden al­ maya hazırımdır. Ama işte öyle ki, yuvam gerçekte - gerçek de işte pek sıkışık zamanlarda görülmüyor, tehlikeli zamanlarda 447 BiR SA VAŞIN TASViRi bile onu görebilmek için çaba harcamak gerekiyor - epey bir güvenlik sağlıyor bana; ne var ki asla yeterli değil bu güvenlik; çünkü tasa ve kaygılar yuvada hiç sona eriyor mu? Doğru, yu­ vada daha bir başka, daha bir soylu, daha kapsamlı şeyler bun­ lar, çokluk hayli gerilere itilmiş durumdalar; ama olsun, kahre­ dici etkilerinin, yuva dışında bir yaşamın yol açacağı tasalardan kalır yeri yok. Yuvayı yalnızca yaşamımı güven altına almak için yapsaydım aldanmazdım; ama o devcileyin çalışmayla bu­ nun sağlayacağı gerçek güven, en azından benim hissedip ya­ rarlanabileceğim kadarıyla asla birbirine uygun düşmezdi. Bu­ nu kendi kendime itiraf etmek pek acı bir şey; ama işte şu an bana, yani kendisini yapıp elinde bulunduran kimseye kapısını kapayan, hatta bayağı büzülüp içine gömülen giriş karşısında böyle bir itirafın yapılması gerekiyor. Gel gelelim yuva, yalnız bir kurtuluş deliği değil. Kale alanında dikilmeyegöreyim, çev­ remde yığın yığın et stokları, yüzüm bu alandan çıkan on adet dehlize dönük, - öyle dehlizler ki, her biri özellikle yuva için­ deki yerin bütününe uygun olarak alçaktan, yüksekten, uzun­ lamasına ya da yuvarlak, genişleyerek ya da daralarak ve hep­ si de bir ölçüde sessiz, boş, geniş, her biri kendince beni bir sü­ rü alanlara alıp götürüyor ve bu alanların kendileri de bütü­ nüyle sessiz ve boş - o zaman güvenlik düşüncesi pek uzağım­ da kalıyor, o zaman buranın, tırnaklarımla çalışarak, dişleye­ rek, tepinerek ve itip kakarak dikbaşlı topraktan kazanılmış kalem, asla başka kimsenin eline geçemeyecek kalem olduğu­ nu biliyorum; öylesine benim olan bir kale ki, sonunda düşma­ nım tarafından o ölümcül darbeyi de rahatçacık burada kabul­ lenebilirim, nihayet kanım burada kendi toprağımda akar ve kaybolup gitmez. Yarı mışıl mışıl uyuyarak, yarı neşe içinde uyanık, her vakit dehlizlerde geçirdiğim o güzel saatlerin anla­ mı da bundan başka nedir? Öyle dehlizler ki, haz dolu gerinip uzanmalanm, yerlerde çocuksu yuvarlanmalarını, düşler için­ de serilip yatmalarını göz önüne alınarak ve uyuyup da bir da­ ha uyanmayacağım düşünülerek sadece ve sadece benim için 448 BiR SA VAŞIN TASViRi yapılmış. Ve her birini çok iyi bildiğim, hepsi birbirinin tıpkısı olmasına karşın, daha duvarlarının kıvrım ve kavislerine baka­ rak, gözüm kapalı, birini ötekinden açıkça ayırabildiğim küçük alanlar; beni huzur ve sıcaklıkla öylesine sarıyor ki, hiçbir yu­ va barındırdığı kuşu böylesine saramaz. Sonra hepsi, hepsi ses­ siz ve boş. Ama madem öyle, ne diye duraksıyorum o zaman? Ne diye saldırgan yaratıktan korkum, yuvamı bir daha görememe ola­ sılığından daha büyük? Evet, bu sonuncusu neyse ki gerçekleş­ meyecek bir şey, yuvanın benim için taşıdığı önemi anlamak üzere düşünüp taşınmam gerekli değil; benimle yuvam öylesi­ ne bir bütün oluşturuyor ki, rahat rahat, tüm korkulara karşın rahat rahat buraya yerleşebilirdim; kapıyı bütün sakıncaları dinlemeyip açmak için hiç de kendimi yenmeye çalışmam ge­ rekmez, elim boş öylece beklemem düpedüz yeterdi; çünkü hiçbir şey bizi sürekli ayıramaz birbirimizden ve sonunda nasıl­ sa bir yolunu bulup yuvaya ineceğime kuşku yok. Ama doğru, o vakte dek ne çok zaman geçebilir aradan ve bu zaman içinde hem burada, yukarıda, hem aşağıda nelerle karşılaşılmaz. Ama bu zamanı kısaltmak ve gerekeni hemen yapmak yalnızca ba­ na bakıyor. Ve derken, yorgunluktan artık bir şey düşünemeyecek durum­ da, başımı önüme sarkıtıp sarsılan bacaklarla yarı uyuyarak, yürümekten çok el yordamıyla girişe sokuluyor, yosun örtüyü kaldırıyorum; yavaşçacık aşağı iniyor, ama girişi dalgınlıkla, hiç gereği yokken uzun süre açık bırakıyor, unuttuğum şeyi sonradan yapmak üzere yeniden yukarı çıkıyorum. Ama ne­ den çıkıyorum yukarı? Bütün yapacağım, yosun örtüyü çekip girişi kapamak, ala; böylece yeniden aşağı iniyor, nihayet yo­ sun örtüyü çekip kapıyorum. Ancak bu yoldan, ancak ve ancak bu yoldan söz konusu işi yapabilirim. Derken yosun örtünün altında yatıyorum, yuvaya taşıdığım avlar üzerindeyim, etlerin özsuları ve etlerden akan kanlar çevremi sarıyor. Nihayet özle449 BiR SA VAŞIN TASViRi mini çektiğim uykuyu uyumaya başlayabilirim. Beni rahatsız edecek hiçbir şey yok, kimse peşime düşmedi; yosun örtü üze­ rinde, hiç değilse şimdiye kadar sessizlik hüküm sürüyora ben­ ziyor; hem sessizlik hüküm sürmese bile sanının şu an sağı so­ lu gözetleyerek oyalanamam; yerimi değiştirdim, yukarıdaki dünyadan yuvama indim ve hemen de etkisini üzerimde hisse­ diyorum yuvamın. Yeni bir dünya, bana yeni güçler veriyor, yukarıdaki yorgunluk, yorgunluk değil burada; bir geziden döndüm, katlandığım zahmetlerin yol açtığı yorgunluktan ak­ lım başımda değil. Ama barınağımı yeniden görmem, beni bekleyen yerleşme işini düşünmem, bütün mekanları şöyle ça­ bucak, en azından üstünkörü gözden geçirmem, hele bir an ön­ ce kale alanına sokulmak zorunda bulunmam, bütün bunlar yorgunluğumu telaş ve hamaratlığa çeviriyor; öyle ki, yuvaya ayak attığım anda uzun ve derin bir uyku uyumuşum sanki. İşin başı uğraştırıcı, kendimi büsbütün çalışmaya vermem ge­ rekiyor, yani avlarımı giriş labirentinin duvarları güçsüz dara­ cık dehlizleri içinden taşımak zorundayım. Var gücümle avla­ rımı önüm sıra itelemeye başlıyorum; oluyor da; ama benim için pek yavaş bir tempo; hızlandırmak için küme küme etler­ den birazını ayırıp geride bırakıyor, üzerlerinden, aralarından ıkına sıkına geçiyorum. Şimdi avların yalnızca bir parçası var önümde, şimdi bu parçayı ileriye taşıyıp götürmek daha kolay; ama burada, daracık dehlizler içinde, o bol et yığınları ortasın­ da öylesine sıkışıp kalmışım ki, tek başıma bile aralarından bir yol bulup geçmek her vakit kolay değil, hani pekala kendi azık­ larımın ortasında boğulup gidebilirim; çünkü daha şimdiden bol azıklann sıkıştırmasından, azıklardan bir bölümünü yiye­ rek kendimi kurtardığım oluyor. Ama gene de başarıya ulaşı­ yor taşıma işi, pek de uzun sayılamayacak bir sürede yapıp çı­ karıyorum; labirentin üstesinden geliyor, oh diyerek gerçek bir dehlize dikiliyorum. Bir bağlantı yolundan yararlanarak, özel­ likle böylesi durumlar için öngörülmüş bir ana dehlize götürü­ yorum avlan; dehliz hayli bir eğimle kale alanına iniyor. Yapı450 BiR SAVAŞIN TASViRi lacak bir şey kalmamıştır artık, bütün iş adeta kendiliğinden yürüyor, yuvarlanıyor önümde. İşte nihayet kale alanına gel­ dim, nihayet dinlenebilirim. Hiçbir şey değişmemiş, öylece du­ ruyor, büyük bir felaket gerçekleşmemişe benziyor yokluğum­ da, ilk bakışta dikkatime çarpan ufak tefek hasarlar çok geç­ meden onarılacak şeyler. Ne var ki, ilkin dehlizler içinde uzun bir geziye çıkmak gerekiyor, ama güç bir iş sayılmaz bu, tıpkı eskiden yaptığım gibi ya da - hani hiç kocamış değilim, ama şimdiden pek çok şey belleğimden silinip gidiyor tümüyle - ge­ nellikle yapıldığını işittiğim gibi dostlarla bir boşboğazlık. Ka­ le alanını gördükten sonra ikinci dehlizi dolaşmakta bile bile nazlı davranıyorum, kale alanını gördükten sonra elimde sınır­ sız zaman var - zaten yuva içinde hep zamanım sınırsızdır -, çünkü yuvada yaptığım her şey iyi ve önemlidir, bir bakıma do­ yurur beni. İkinci dehlizi dolaşmaya başlıyor, derken gözden geçirme işini yanda kesip üçüncü dehlize atlıyorum; oradan da kale alanına dönüyor, ne var ki ikinci dehlizi şimdi yine dolaş­ madan duramıyorum; böylece işle oynuyor, onu. çoğaltıyor, kendi kendime gülüyor, seviniyor, ortadaki bir sürü işten dü­ pedüz şaşkına dönüyor, çalışmaktan da geri kalmıyorum. Çün­ kü sizlerin batın için, dehlizler ve alanlar, hepsinden çok senin sorunların için kale alanı, dönüp geldim buraya; onca zaman kendim için titreyip sizlere dönüşü geciktirme budalalığını yaptıktan sonra tatlı canımı şuncacık umursamadım. Madem ki artık yanınızdayım, tehlike ne umurumda? Sizler benimsiniz, ben de sizin, birbirimize bağlıyız, kim ne yapabilir bize? Düş­ manlarım isterse şimdiden yukarıda, girişin önünde birikmiş olsun! Yosun örtüyü delip geçecek ağız hazırda beklesin ister­ se! Derken suskunluğu ve boşluğuyla yuvanın kendisi de beni selamlıyor, benim söylediklerimi pekiştiriyor. Öyleyken bir uyuşukluk çöküyor üzerime, en sevdiğim alanla­ rın birinde şöyle biraz kıvrılıp yatıyorum; hiç de her şeyi göz­ den geçirmiş değilim henüz, ama bu işi ileride sonuna dek sür­ düreceğim nihayet; hem amacım burada uyumak değil, yalnız451 BiR SA VAŞIN 7ASVIRI ca içimdeki ayartıya karşı duramayarak öyle bir durum almak istiyorum ki, sanki uyuyacağım; sadece anlamak istiyorum san­ ki, eskisi gibi gene öyle güzel güzel uyunabiliyor mu yuvamda? Evet, uyunabiliyor; ama uykudan da çekip alamıyorum kendi­ mi, derin bir uykuya gömülüp kalıyorum. Epey bir zaman uyumuş olmalıyım. Birbirini sürüp götüren uy­ . kuların sonuncusu kendiliğinden çözülüp dağılıyor. Sonunda pek hafiflemiş olmalı uykum, çünkü doğrusu pek işitilmeyecek gibi bir ıslık beni uyandırıyor. Hemen anlıyorum; benim yete­ rince göz altında tutmadığım, fazlasıyla göz yumup gözettiğim o küçük yaratıklar bir yerde yeni bir yol açtı, bu yol da bir es­ ki yolla kavuştu ve hava buraya sıkışıp kaldı, şimdi de o ıslıksı sese yol açıyor. Bu ne durup dinlenmeden çalışan yaratıklar, bu ne sinir bozucu bir hamaratlık böyle! Dehliz duvarlarına iyice kulak verip deney hendekleri kazarak hasar yerini belir­ lemem gerekiyor; ancak daha sonra gürültüyü ortadan kaldıra­ bilirim. Hem bakarsın yeni hendek yuvanın koşullarına uyar da, yeni bir hava iletim yolu diye seve seve kullanırım kendisi­ ni. Ama o küçük yaratıkları da ileride daha sıkı göz altında tut­ mam, hiçbirini esirgeyip bağışlamamam gerekiyor. Bu gibi araştırmalarda hayli deneyim sahibi olduğumdan sanı­ yorum fazla zaman almayacak ve hemen koyulabilirim işe. Doğru, başka işler de var görülecek, ama bu iş hepsinden ace­ le, dehlizlerim sessiz sakin olmalı. Sonra oldukça masum bir gürültü; geldiğimde hjç işitmedim; oysa geldiğimde de vardı kuşkusuz. Gürültüyü iŞhebilmek için önce yine tastamam yu­ vama yerleşmem gerekiyordu, çünkü yalnızca ev sahibinin ku­ laklarıyla işitebileceği bir gürültü bu. Sürekli bile değil, oysa böylesi gürültüler süreklilik gösterir; arada büyük molalar ve­ riyor, besbelli hava akımının birikmesinden kaynaklanıyor molalar. İncelemeye, araştırmaya koyuluyor, ama işe el atacak yeri bir türlü bulamıyorum; bir iki yeri eşiyorum, ama rastgele; bu yoldan kuşkusuz bir şey çıkmıyor ortaya; dolayısıyla, o bü452 BiR SA VAŞIN TASVJRJ yük eşme çabası ve eşilen yeri kapayıp düzeleme gibi ondan da büyük zahmetler boşa gidiyor. Gürültünün geldiği yere bir tür­ lü yaklaşamıyorum; hiç değişmeyen bir incelikte, düzenli ara­ larla, bazen keskin bir ötüş, bazen bir ıslık gibi yankılanıp du­ ruyor. Doğrusu şimdilik kendi haline bırakabilirdim bu işi; pek rahatsız edici bir gürültü; orası öyle; ama nereden çıktığına iliş­ kin tahminimin doğruluğundan pek kuşku duyulamaz, yani gü­ rültü pek büyüyüp güçlenecek gibi değil; hatta öyle olabilir ki - gel gelelim şimdiye kadar biç böyle uzun süre beklemedim -, bu gibi gürültüler zamanla, o küçük toprak oyucuların sonraki çalışmalarıyla kendiliklerinden yitip gider. Bu bir yana, çokluk sistemli araştırma ve incelemeler başarısız kalır da, bir rastlan­ tı sizi aksaklığın izi üzerine çıkarır. Böylece kendimi avutuyor, dehlizlerde daha bir memnun gezinmek, geldiğimden beri ço­ ğunu görmediğim alanları dolaşmak ve bu arada hep biraz ka­ le alanında oyalanmak istiyorum; ama derken kendimi tutamı­ yor, çaresiz sürdürüyorum araştırmalarımı. O küçücük yaratık­ lar, başka bir işte daha iyi değerlendirebileceğim çok, ama pek çok zamanımı alıyor. Böylesi durumlarda beni kendine çeken her vakit işin teknik yönü; örneğin kulaklarımın en ince nüans­ larına kadar algılama gücünü gösterdiği, dolayısıyla tastamam kayda geçirebileceğim bir gürültüden gürültü kaynağını kestir­ meye çalışıyorum ve içimden bir şey gerçeğin tahminime uyup uymadığını sınamaya itiyor beni. Ve de haklı olarak, çünkü bu konuyu açıklığa kavuşturamadığım süre kendimi güven içinde hissedemem; söz konusu, bir duvardan yuvarlanan kum tane­ ciğinin nerede karar kılacağını bilmekmiş yalnızca, olsun. Kal­ di ki böyle bir gürültü bu bakımdan hiç de önemsenmeyecek gibi değildir. Ancak, önemli ya da önemsiz, ne çok ararsam arayayım, önemli ya da önemsiz bir şeycik saptayamıyorum ya da daha doğrusu ele geçirdiğim şey gereğinden fazla önem ta­ şıyor. Bula bula benim gözde alanımı mı buldu diye düşünü­ yor, buradan pek uzağa açılıp nerdeyse bir sonraki alanın orta­ sına geliyorum. Olup bitenler doğrusu bir şakaya benziyor; öy453 BiR SA VAŞIN TASViRi le ki, bana söz konusu rahatsızlığı yalnız bu en sevdiğim alanı­ mın vermeyip başka yerlerde de birtakım rahatsız edici gürül­ tülerin varlığını ortaya çıkarmak istiyorum adeta. Ve bir gü­ lümsemeyle kulak kabartmaya koyuluyor, ama çok geçmeden gülümsemeyi bırakıyorum; çünkü gerçekten aynı keskin ötüş burada da var. Hiç denecek gibi bir şey; bazen öyle sanıyorum ki, benden başkası da işitemez. Gerçi şimdi egzersizlerin has­ saslaştırdığı kulaklarımla gittikçe daha açık seçik işitiyorum se­ si; oysa karşılaştırmalar yaparak kendim de güven getireceğim gibi, gerçekte dört bir yanda tıpkı tıpkısına aynı gürültü duyu­ luyor. Doğrudan duvara kulağımı dayayarak değil de, dehliz ortasında durup kulak kabartınca anlıyorum ki, gürültünün güçlendiği de yok. Dehliz ortasından kulak kabarttım mı, an­ cak güçlükle, bütün dikkatimi vererek yer yer bir sesin soluğu­ nu işitiyor, daha doğrusu işitir gibi oluyorum. Ama gürültünün de işte her yerde aynı kalışıdır ki hepsinden çok rahatsız ediyor beni, çünkü başlangıçtaki tahminimle uyuşmuyor; gürültü kay­ nağını doğru tahmin edebilmişsem, bunun eninde sonunda saptayabileceğim bir yerden büyük bir güçle çıkması ve gide­ rek gücünü yitirmesi gerekirdi. İyi ama, benim açıklamam doğ­ ru değilse, başka nasıl açıklanabilir bu? Geriye bir de şu olası­ lık kalıyor. Belki iki gürültü kaynağı var da, ben şimdiye kadar hep onların uzağında kulak kabarttım; kaynaklardan birine yaklaştığım zaman buradan çıkan gürültüler artıp büyüdüyse de, öbür kaynaktan gelen gürültülerin azalması dolayısıyla so­ nuç hep aynı kaldı. İyice kulak kabartınca bu yeni tahminime uygun düşen tınlamaları pek silik ve belirsiz de olsa, seçer gibi­ yim. Ama sanının araştırma bölgesini şimdiye kadarkinden çok daha genişletmem gerekiyor. Bu yüzden, dehlizden aşağı yürüyüp kale alanına gelerek kulak kabartmaya başlıyorum. Ne tuhaf, aynı gürültü burada da duyuluyor. Evet, yokluğum­ dan arsızca yararlanmış zerrece önemsiz birtakım yaratıkların sağı solup eşip oymalarıyla ortaya çıkan bir gürültü bu. Kuşku­ suz, bana düşmanca bir niyet beslemekten uzak bu yaratıklar, 454 BiR SA VAŞIN TASViRi hepsi de yalnızca kendi iş güçleriyle uğraşıyor; karşılarına en­ gel çıkmadıkça bir kez izledikleri yönden şaşmazlar; bütün bunları biliyorum; yine de onların kale alanına kadar sokulma­ ya yeltenmelerini kafam almıyor, sinirlendiriyor bu beni, yapı­ lacak işler için pek gerekli aklımı karıştırıyor. Kale alanının hayli derinlikte bulunuşu mu, yoksa onun büyük genişliği ve dolayısıyla güçlü hava akımı mı toprağı oyup eşenleri kaçırdı, yoksa oydukları yerin kale alanı olduğunu nasılsa öğrenip, bu bilgi kalın kafalarından içeri girebildi de ondan mı çekip gitti­ ler, bu olasılıklar arasında bir aynın yapmak istemiyorum. Ancak, şimdiye kadar kale alanı duvarlarının eşilip oyulduğu­ nu hiç görmemiştim. Daha önce de çeşitli hayvanlar kale ala­ nından çevreye yayılan güçlü kokuların ayartısına karşı dura­ mayarak sürü sürü gelmişti gerçi, burası asıl avlandığım yerdi; ama onlar yukarıda bir yerde toprağı eşip oyarak dehlizlerime girmiş, ardından nefes nefese, zorlu bir cazibeye kendilerini kaptırarak, dehlizlerden seğirtip inmişti aşağı. Şimdi ise dehliz­ lerin duvarlarını da oymaya çalışıyorlardı. N'olur hiç değilse delikanlılık ya da yeniyetme çağımın alabildiğine önemli plan­ larını gerçekleştirmiş, daha doğrusu gerçekleştirecek güce sa­ hip olsaydım! Çünkü yeterince istek vardı içimde. Bu gözde planlardan biri, kale alanını onu çevreleyen topraktan çözüp almak, yani duvarlarını aşağı yukan benim boyuma denk ka­ lınlıkta bırakıp alanın dört bir yanında topraktan yazık ki çö­ zülemeyecek ufak bir temele varıncaya kadar duvar genişliğin­ de bir boşluk sağlamaktı. Bu boşluğu, benim için söz konusu olabilecek en güzel oturma yeri diye tasarlamıştım ve sanıyo­ rum bunda pek de haksız değildim. Bu yuvarlak boşlukta asılı kalmak, kendimi yukan çekmek, aşağı kaymak, parende atıp yeniden ayaklarımın altında toprağa kavuşmak ve bütün bu oyunları da gerçek kale alanında değil, onun gövdesinin üze­ rinde oynayabilmek, kale alanından uzak durabilmek, gözleri­ mi ondan başka tarafa çevirip dinlendirebilmek, onu görme kı­ vancını bir başka zamana erteleyebilmek, ama yine de ondan 455 BiR SA VAŞIN TASViRi yoksun kalmamak, tersine onu bayağı kıskıvrak pençelerimin arasında tutabilmek, - ki bu da olmayacak bir şey; çünkü açık duran, sıradan bir tek kapısı var alanın -, ama her şeyden önce alanı göz altında bulundurabilmek, onu görmekten yoksunlu­ ğun acısını o türlü çıkarabilmek ki, alanda oturmakla boşlukta oturmak arasında bir seçme yapmak gerekti mi boşluğu seç­ mek, ömür boyu hep orada dolaşıp alanı korumak. İşte o vakit ne duvarlarda gürültüler, ne de kale alanının yanı başına kadar böyle arsızca toprağı eşip oymalar görülür, kale alanında dirlik düzenlik güvence altına alınır, ben de bunun bekçiliğini yapar­ dım. O zaman küçücük yaratıkların sağı solu eşmelerine kulak vermekten kurtulur, hazla kendimden geçerek bir başka şeyi, şu anda büsbütün yoksun kaldığım bir şeyi, kale alanındaki sessizliğin uğultusunu dinlerdim. Ancak bütün bu güzel şeyden eser yok şimdi ve benim kalkıp işe koyulmam gerekiyor. İşin de şimdi doğrudan doğruya kale alanıyla ilgisinden ötürü ade­ ta memnunluk duymalıyım, çünkü şevke getiriyor, kanatlandı­ rıyor bu beni. Kuşkusuz - giderek gerekliliği daha çok anlaşılı­ yor bunun - olanca gücümü ilkin pek sudan bir şey gibi görü­ nen bu işe ayırmak zorundayım. Şimdi kale alanının duvarları­ na kulak kabartıp dinliyorum; yukarıları, aşağıları, duvarları, zemini, girişleri ya da iç bölümleri, nereyi dinlersem dinleye­ yim, her yerde, her yerde aynı gürültü. Bu aralıklarla sürüp gi­ den gürültüyü uzun boylu dinlemeler ne çok zamana, ne çok çabaya bakıyor! Büyüklüğü dolayısıyla kale alanının dehlizler­ den farkı, yani kulak yerden uzaklaştırılınca bir şey işitilmeme­ si, yeter ki istenmesin, insanın kendini aldatması için ufak bir avuntu oluşturabilir. Ancak, ben dinlenmek, kendimi toparla­ mak için yapıyorum sık sık bu denemeleri; kendimi zorlayarak kulak kabartıyor, hiçbir şey işitmeyince mutluluk duyuyorum. İyi ama, o gürültü olayına yol açan ne? Bu yeni durum karşı­ sında ilk açıklamalarım büsbütün yetersiz kalıyor. Ama aklıma gelen öbür açıklamaları da ister istemez geri çeviriyorum. Ha­ ni düşünebilirdi ki, duyduğum ses iş başındaki küçücük yara456 BiR SA VAŞIN TASViRi tıkların gürültüsüdür; ama bu da bütün deneyimlere aykırı dü­ şüyor; her vakit varolmasına karşın hiç işitmediğim bir şeyi an­ sızın işitmeye başlayamam sanırım. Yuvadaki rahatsız edici gü­ rültülere karşı duyarlığım yıllar geçtikçe belki büyümüştür de, işitmedeki duyarlığım asla artmamıştır. O küçücük hayvancık­ ların sesleri doğaları gereği işitilmiyor. Yoksa şimdiye kadar katlanır mıyım bu duruma? Açlıktan ölmek tehlikesini göze alır, onların kökünü kuruturdum. Ama belki - bu düşüncenin de bazen usulcacık sızdığı oluyor kafamın içine -, yuvada be­ nim henüz tanımadığım bir canlı yaşıyordur da, henüz kendisi­ ni tanımıyorumdur. Olmayacak şey değil. Hani aşağıda, yu­ vamdaki canlıları yeterince uzun .süredir titizlikle gözetleyip duruyorum; ne var ki, dünya çeşit çeşit şeylerle dolu ve kötü sürprizler eksik değil hiç. Ama bir tek hayvan da değil bu, bü­ yük bir sürüdür bakarsın ve ansızın benim bölgeme dalmıştır, küçük küçük hayvanlardan bir sürüdür. Seslerini işitebildiğime göre, o küçücük yaratıklardan üstün şeylerdir, ama pek üstün­ lükleri de yoktur bunlardan; çünkü çıkardıkları ses gerçekte hiç de büyük değildir. Yani bilinmedik hayvanlardir belki. Yol­ culuk üzre bir sürüdür, yalnızca benim buradan geçip gitmek­ tedir; gerçi beni rahatsız ediyor şimdi, ama çok sürmeden geçi­ şi sona erecek. Yani bekleyebilirdim aslında ve hiç de boşuna çalışmam gerekmezdi. İyi ama, madem yabancı hayvanlardır, ne diye göremiyorum kendilerini? İçlerinden bir tanesini ele geçireyim diye onca yer eştim, hiçbir sonuç alamadım. Derken aklıma geliyor, belki pek minicik hayvanlardır diyorum, bildik­ lerimden çok küçük şeyler, ama çıkardıkları ses cüsselerine gö­ re büyük. Onun için, eştiğim toprağı incelemeye koyuluyor, toprak külçelerini havaya savuruyorum; minik zerrecikler çö­ zülüp ayrılıyor havada, ama gürültücü yaratıkları aralarında göremiyorum. Yavaş yavaş anlıyorum ki, rastgele toprağı eş­ melerle bir şey ele geçiremeyeceğim, böyle yapmakla yuvamın duvarlarının altını üstüne getirmekten başka bir şey elime geç­ meyecek. Hızla orayı eşiyor, burayı eşiyor, delikleri, çukurları 457 BiR SA VAŞIN TASViRi yeniden kapayacak vakit bulamıyorum, pek çok yerde şimdi­ den yığılmış duran topraklar yolu ve görüşü kapıyor. Kuşkusuz bütün bunların pek rahatsız ettiği yok beni; artık ne gezinebi­ lir, ne çevreme göz atabilir, ne de dinlenebilirim; sık sık bir de­ likte iş görürken şöyle birazcık uyukladığım oldu; pençelerim­ den biri, uyumadan önce yukarıda bir yerden koparıp aşağı al­ mak istediğim toprağa gömüldü. Bundan böyle uyguladığım yöntemi değiştireceğim; gürültünün geldiği yönde büyük ve düzgün bir hendek açacak, bütün varsayımlardan bağımsız eşecek, gürültünün gerçek kaynağını bulmadan eşmeyi bırak­ mayacağım. Bulunca da, baktım ki gücüm yetiyor, ortadan kal­ dıracağım varlığını; gücüm elvermedi mi, en azından bir kesin­ liğe ulaşmış olacağım. Bu kesinlik ya beni yatıştıracak ya da umutsuzluğa sürükleyecek; ama ister o, ister bu, hangisi ise ar­ tık, kuşkudan uzak ve haklı bir şey olacak. Bu karar rahatlatı­ yor beni, önceki tüm girişimlerimi aceleye getirilmiş görüyo­ rum; dönüş heyecanı içinde, henüz yukarıdaki dünyanın tasa­ larından kendimi kurtaramamış, henüz yuvadaki huzurun içine tümüyle kabul edilmemiş, bunca vakit yuvadan uzak kalışım­ dan ötürü duyarlığım alabildiğine artmış, tuhaflığı kuşku gö­ türmeyen böyle bir durumla karşılaşınca tam bir şaşkınlığa ka­ pılmış buluyorum kendimi. Ne olmuştu yani? Hafiften bir ötüş, uzun aralarla ancak işitilebilen bir ses, bir hiç. Alışılabilirdi de­ mek istemem, hayır, alışılmazdı, şimdilik kendisine karşı doğ­ rudan bir eyleme kalkışmaksızın bir süre gözetlenebilir yani birkaç saatte bir, zaman zaman kulak kabartılıp dinlenebilir ve sonuç kayda geçirilebilirdi; ne var ki, öyle benim gibi kulağı duvarlar boyunca gezdirmek ve gürültünün hemen her işitil­ mesinde toprağı eşip oymak, bir şey bulayım diye değil de, duyduğum tedirginliğin gerektirdiği bir şeyi yapmak için böyle bir şeye kalkışmak nedendi? Artık başka türlü olacak umanın. Ama umduğum falan da yok, gözlerimi yumup kendime ateş püskürerek içten içe itiraf ediyorum durumu; çünkü tedirgin­ lik, saatlerden beri içimde öylece kımıldayıp duruyor; hani ak458 BlR SA VAŞIN TASV1R1 hm beni geride tutmasa, bakarsın en iyisi rastgele bir yerde, is­ ter bir şey işitilsin, ister işitilmesin, kalın kafalılıkla, inatla, sırf eşmiş olmak için eşmeye başlardım toprağı; ya hiç anlamsız, ya da işte toprak yediği için toprağı eşen o küçük yaratıklar gibi. Bu akla uygun yeni plan hem cezbediyor beni, hem cezbetmi­ yor. Plana diyecek yok, hiç değilse ben kusurlu yanını göremi­ yorum; anladığım kadarıyla hedefe götürmesi gerek. Öyleyken doğrusu inanmıyorum bu plana; inancım öyle az ki, nihayet yol açabileceği korkunç sonuçlarından bile ürktüğüm yok, yani korkunç bir sonuçla karşılaşacağıma bile inanmıyorum. Hatta bana öyle geliyor ki, daha gürültüyü fark eder fark etmez top­ rağı böyle eşmeyi düşünüp durmuşum da, yalnız güvenemedi­ ğimden işe koyulamamışım. Öyleyken başlayacağım eşmeye, benim için yapacak başka şey kalmıyor; ama hemen başlama­ yacağım da işi biraz sonraya erteleyeceğim. Akıl denen şeye yeniden saygınlığını kazandırmak gerekiyorsa, eksiksiz bir say­ gınlık olmalı bu; öyle kalkıp doludizgin işe atılmayacağım. Hiç değilse, toprağı alt üst etmelerle yuvaya verdiğim zararları il­ kin onarmaya çalışacağım. Az zamanımı almayacak, ama ya­ pılması gerekiyor. Gerçekten bir hedefe götürmesini istiyor­ sam, galiba uzun bir hendek açacağım; hiçbir hedefe götürme­ di mi, uçsuz bucaksız bir şey olacak. Kuşkusuz, hayli zaman yu­ vadan uzak kalmak anlamına gelecek bu. Yuva dışındaki gibi kötü bir uzak kalış değil hani, istedim mi işe ara verebilir ve bir ziyarette bulunmak üzere kalkıp yuvama dönebilirim; bunu yapmasam bile, kale alanının havası bana doğru esip gelecek, ben iş başındayken çevremi kuşatacaktır. Ama yine de bu, yu­ vadan uzak kalmak ve onu belirsiz bir alınyazısının eline teslim etmek demektir. Dolayısıyla, yuvayı derli toplu bırakıp gitmek istiyorum; yuvanın huzuru uğruna didinip duran ben kendim, bu huzuru bozmuş da bozulan huzuru hemen sağlamamış ol­ mayayım. Böylece toprağı eşip yeniden çukurlara dolduruyo­ rum; benim çok iyi bildiğim bir iş: Sayısız kez, nerdeyse bir iş gördüğüm bilincinden uzak yaptım bunu; dolayısıyla, hepsin459 BiR SA VAŞIN TASViRi den çok sonunda toprağı sıkıştırma ve düzlemede - kendimi yalnızca bir övme değil, gerçek hani - bir ustayımdır ki, o ka­ dar olur. Ama bu kez güç geliyor, zihnim fazla dağınık, işin or­ tasında ikide bir kulağımı duvara bastırıp dinliyor, toprağı da­ ha yerden pek kaldırmadan bir umursamazlıkla yine bayır aşa­ ğı akıtıyorum. Daha yoğun bir dikkat isteyen en son güzelleş­ tirme çabasına girişecek gücü adeta bulamıyorum; çirkin tüm­ sekler, rahatsız edici çatlaklar kalıyor geride, hele bütün olarak böyle onarılmış bir duvarda eski kıvraklık bir türlü gelip yeri­ ni bulmuyor. Bunun yalnız geçici bir iş oluşuyla kendimi avut­ maya çalışıyorum; geri dönersem, huzur da sağlanırsa, her şeyi o zaman kesinlikle onarırım, bir solukta her şey yapılıp biter o zaman. Evet, masallarda her şey bir solukta gerçekleşir ve be­ nim avuntunun kaynağı da masallardır. Böyle ikide bir çalış­ maya ara vermekten, dehlizler içinde dolaşmaktan ve yeni gü­ rültü kaynakları ele geçirmektense, bu işi hemen şimdi tasta­ mam yapıp çıkarırsam daha yararlı bir iş yapardım kuşkusuz; yeni gürültü kaynakları ele geçirmek doğrusu işten değildir, bunun için rastgele bir yerde durup kulak kabartmaktan başka şey gerekmez. Sonra, daha başka işe yaramaz keşifler de yapı­ yorum arada. Bazen öyle sanıyorum ki, gürültü sona ermiştir; uzun boylu molalar veriyor çünkü; ama söz konusu ötüş kimi vakit işitilemiyor, kendi damarlarınızdaki kan kulağınızda ge­ reğinden çok bir gümbürtüyle gümbürdüyor, o zaman iki mo­ la birleşip tek molaya dönüşüyor ve kısa süre öyle sanılıyor ki, ötüş bir daha işitilmemek üzere sona ermiştir; kulak kabart­ maktan vazgeçiliyor artık, sıçrayıp kalkıyor, tüm yaşam bir de­ ğişim geçirmiştir, sanki bir yerden bir kaynak kaynayıvermiştir de, kaynaktan yuvanın sessizliği akıp gelmektedir. Bu keşif he­ men bir süzgeçten geçirilmek istenmiyor, önce bunun hiç kuş­ ku duyulmaksızın kendisine emanet edilebileceği biri aranıyor, dolayısıyla bir koşu kale alanına geliniyor, tüm varlığınızla ye­ ni bir hayata doğduğunuzdan epeydir ağzınıza bir şeycik koy­ madığınız anımsanıyor. Toprak altında üzeri yarı kapanmış 460 BiR SA VAŞIN TASViRi azıklardan rastgele biri çekilip çıkanlıyor, azık gövdeye indiri­ lirken tersyüz edilerek keşfin yapıldığı yere seğirtiliyor, ilkin şöylece, yemek yerken yalnızca bir kez daha keşfin varlığından emin olmak isteniyor, kulak kabartılıyor, ama bu şöylece kulak kabartış hemen gösteriyor ki, rezilcesine yanılmmıştır; çünkü orada, çok uzakta yılmadan ötüp durmaktadır ses. Ve yiyecek ağızdan tükürülüp atılıyor, üzerine basa basa yerin dibine yol­ layasınız geliyor yiyeceği ve gerisin geri iş başına dönülüyor, ama hangi iştir bilinmiyor. Gerekli görülen yerde, böyle yerler de çıkıyor yeteri kadar, otomatik olarak bir şeyler yapılmaya çalışılıyor; öyle ki sadece bir denetçi gelmiştir de, önünde bir komedi oynanıyor adeta. Ama kısa-bir süre çalışılır çalışılmaz yeni bir saptamada bulunuluyor; gürültü işte biraz güçlenmiş gibidir, öyle çok değil kuşkusuz, zaten pek ince nüanslar söz konusudur hep, ama işte biraz güçlenmiştir, kulak tarafından açık seçik algılanabiliyor. Ve güçlenme bir yaklaşmaya benze­ mektedir, güçlenmeden çok daha açık seçik olarak güçlenme­ yi kendisiyle taşıyıp getiren ayak sesleri işitiliyor, görülüyor bayağı. Sıçrayıp duvardan geriye çekilerek söz konusu sapta­ manın doğuracağı bütün sonuçlar bir tek bakışla topluca kav­ ranıyor. Öyle hissediliyor ki, sanki yuva gerçekte asla bir saldı­ rıya karşı savunmak için yapılmamıştır; böyle bir amaç beslen­ miştir beslenmeye; ama bütün yaşam deneyimine bir aykınlık içinde saldırı tehlikesine, dolayısıyla savunmaya ilişkin bütün önlemler uzak bir düşünce gibi görülmüştür veya öyle görül­ memiştir de (nasıl olur böyle bir şey!) huzurlu bir yaşam için gerekli önlemler kadar değerli sayılmamış, huzurlu bir yaşam için alınacak önlemlere yapının her yerinde öncelik tanınmış­ tır. Ana planı bozmaksızın pek çok şey o yönde düzenlenebile­ cekken, nedense bu fırsat elden kaçırılmıştır. Bütün bu yıllar pek mutlu yaşadım, mutluluk şımarttı beni, gerçi hep tedirgin­ dim, ama mutluluk içindeki tedirginlikten bir şey çıkmıyor. Şimdi ilk yapılacak şey, doğrusu yuvayı savunma açısından ve böyle bir savunmada akla gelebilecek olasılıkların tümü bakı461 BiR SA VAŞIN TASViRi mından gözden geçirmek, bir savunmayla bunun gerektirdiği bir yapı planı hazırlamak ve sonra, bir delikanlı gibi zinde güç­ lerle hemen işe koyulmak. Yapılması zorunlu iş budur; böyle bir iş için şunu da söylemeli ki, vakit hayli geçmiştir; ama bu­ dur yapılması gereken; yoksa tehlike zaten yeterince çabuk ba­ na yaklaşamazmış gibi, üstelik sersemce bir endişeyle kalka­ rak, savunmadan yoksun, bütün gücümü tehlike kaynağının aranmasına harcamaktan başka işe yaramayacak bir büyük araştırma hendeği açmam değil. Ansızın daha önceki planımı anlamaya başlıyorum; daha önce aklıma yatmış bu planda en ufak bir mantık eseri göremiyorum şimdi; yeniden tutup işi bı­ rakıyor, kulak kabartmaları bırakıyorum. Gürültünün giderek güçlendiğine ilişkin daha başka saptamalarda bulunmak niye­ tinde değilim, saptamalar yetti artık, her şeye paydos diyorum. İçimdeki çatışmayı yatıştırayım, başka şey istemeyeceğim. Ye­ niden kendimi dehlizlerin kılavuzluğuna bırakıp olduğum yer­ den ayrılıyor, boyuna daha uzak dehlizlere, döndüğümden be­ ri görmediğim, yeri eşip oyan pençelerimle henüz hiç ilişmedi­ ğim dehlizlere seğirtiyorum. Benim içlerine ayak atışımla deh­ lizlerin sessizliği uyanıp üzerime çöküyor, ama kendimi sessiz­ liğe bırakmayarak seğirtip geçiyorum içinden. Ne arıyorum, bildiğim yok; belki yalnızca zaman kazanmaktır yaptığım. Der­ ken dolaşa dolaşa o kadar uzaklara geliyorum ki, kendimi giriş labirentinin orada buluyorum, yosun örtüye kulak verip dinle­ yesim geliyor; işte öylesine uzak, yaşadığım duruma öylesine uzak şeylere karşı içimde bir ilgi uyanıyor. Yukarıya kadar so­ kulup kulak kabartıyorum, koyu bir sessizlik: Ne güzel burası, hiç kimsenin yuvamı merak ettiği yok, herkesin kendi işi gücü var, benimle bir alıp vereceği bulunmayan işler; nasıl yaptım da böyle bir sonuca ulaşabildim. Burası, bu yosun örtü, benim saatlerce kulak kabartıp bir şey işitmeyeceğim tek yeri yuva­ mın; yuvadaki durum düpedüz tersine döndü, şimdiye kadar bir tehlike kaynağı olan burası bir rahat ve huzur köşesi şimdi; oysa kale alanı dünyanın ve dünyadaki tehlikelerin gürültü pa462 BiR SA VAŞIN TASViRi tırtısı içine çekilip alındı. Doğrusu şimdi bulunduğum yerde de gerçekte rahat ve huzur yok, hiçbir şey değişmiş değil; ama ses­ siz, ama gürültülü, tehlike eskisi gibi yine yosun örtüsü üstün­ de pusuda bekliyor. Ne var ki, ben bu tehlikeye karşı duyarlı­ ğımı yitirdim; yuvamın duvarlarındaki ötüş beni pek uğraştır­ dı. Uğraştırdı mı? Ses güçlentyor, yaklaşıyor, bense labirent içinden kıvrıla kıvrıla geçiyor, buraya, yosun örtü altına gelip konaklıyorum; yuvamı o ötüp duran yaratığa şimdiden bırak­ mışım sanki, burada, yukarıda biraz kafamı dinleyeyim, sanki başka şey istemeyeceğim. O ötüp duran yaratığa mı dedim? Gürültünün nedenine ilişkin görüşüm değişti de, yeniden belli bir görüş mü edindim yoksa? Öyle ya, gürültü küçücük yara­ tıkların oyduğu oluklardan geliyordu sanırım. Benim görüşüm bu değil miydi? Bu görüşten de henüz uzaklaşmışa benzemiyo­ rum. Gürültünün, doğrudan değilse bile dolaylı olarak oluklar­ dı kaynağı. Diyelim ki oluklarla ilişkisi yok, o zaman daha baş­ tan hiç tahminde bulunmamak gerekir; o zaman gürültünün nedenini belki ele geçirinceye ya da bu neden kendini açığa vu­ runcaya kadar beklemekten başka çare yoktur. Tahminlerle kuşkusuz şimdi bile oynanabilir; örneğin denebilir ki, uzakta bir yeri sular oyup girmiştir içeri, bana ıslık ya da bir ötme gi­ bi görünen şey gerçekte bir su çağıltısıdır. Ama bu bakımdan hiçbir deneyimimin bulunmayışı bir yana - rastladığım ilk te­ mel suyunu hemen yolunu çevirip atmıştım dışarı ve kumlu ze­ minde böyle bir durum bir daha karşıma çıkmamıştı -, bu bir yana, bayağı bir ötme bu, çağıltı gibi yorumlanacak bir şey de­ ğil. Gel gelelim, serinkanlılığımı elden bırakmamam için baş­ vurduğum bütün kendimi uyarmaların işe yaradığı yok, hayal gücü eli boş oturmak istemiyor, ben de bu arada gerçekten ina­ nacak oluyorum ki - bunu kendime karşı yoksamam neye ya­ rar -, o ötüş bir hayvandan geliyor, bir sürü küçücük değil, ko­ caman bir tek hayvandan. Bunun gerçeğe uymadığını gösteren kimi belirtiler de eksik değil: Sesin her yerde ve hep aynı güç­ te, ayrıca gece gündüz aralıksız işitilmesi. 463 BiR SAVAŞIN TASViRi Orası öyle, ilkin bir sürü küçücük hayvanın yuvamda yaşadığı tahminine yönelmek durumundaydım; ama yaptığım kazılarda bunlarla karşılaşmam gerekirdi, oysa en ufak izlerine rastlaya­ madım; dolayısıyla, kocaman bir hayvanın varlığını benimse­ mek kalıyor geriye; üstelik bu tür bir tahmine karşı çıkar görü­ nen şe:ı, böyle bir hayvanın varlığını olanaksız değil, onu yal­ nızca bütün tasarımlar ötesinde tehlikeli kılan bir nitelik taşı­ yor. Ben de sadece söz konusu nedenden ötürü böyle bir tah­ mine karşı çıkmıştım. Şimdi bu yanılmadan kendimi sıyırıyo­ rum. Hanidir bir düşünceyle oynayıp duruyorum kafamda: Ses çok, çok uzaklardan işitiliyorsa, hayvanın çılgın bir tempoya çalışmasındandır diyorum; öylesine hızla toprağı oyup gidiyor ki, yolda rahatçacık yürüyen gezmeye çıkmış biri sanki. O top­ rağı oyarken yerler titriyor, oyduktan sonra da sürüp gidiyor titreme; sonraki titremeyle oyma işinin kendisinden kaynakla­ nan ses büyük bir uzaklıkta birleşiyor ve sesin yalnızca en son durumunu işiten ben ise bunu her yerde aynı güçte duyuyo­ rum. Hayvanın bana doğru gelmeyişi de bu işte rol oynuyor; bu yüzden de değişmiyor ses; amacını bir türlü keşfedemediğim bir plan var gibi ortada; ancak öyle sanıyorum ki, söz konusu hayvan, varlığımdan haberi bulunduğunu asla ileri sürmek is­ temem ama beni kıskaca alıyor, benim kendisini gözetlediğim­ den bu yana Allah bilir pek çok kez yuvamın çevresinde dolan­ dı. Sesin cinsi beni uzun uzun düşündürüyor, bir ötüş mü, bir ıslık mı? Ben kendim toprağı eşeleyip kazsam, bambaşka bir ses gelirdi kulağıma. Ötmeyi ancak şöyle açıklıyorum: Hayva­ nın gerçek oyma aracı pençeleri değil; pençeleri belki yalnızca sonradan yardıma koşuyor; söz konusu araç ağzı ya da hortu­ mudur; ama olağanüstü gücü bir yana, kimi keskin yerleri de olsa gerekir bu ağzın ya da hortumun. Belki hayvan tek bir zor­ lu hamleyle hortumunu toprağa geçiriyor, büyük bir parçayı koparıp alıyor topraktan; ben de bu arada bir şey duymuyo­ rum; bir sessizlik anı bu; ama derken o yeni bir hamle için ye­ niden nefes alıyor. Onun bu nefes alışını da - ki bunun yeri sar464 BiR SA YAŞIN TASViRi san bir gümbürtü niteliği taşıması gerekiyor, yalnızca hayvanın gücünden değil, aynı zamanda onun çabukluğundan, hamarat­ lığından kaynaklanan bir gümbürtü -, sonradan usulcacık bir ötüş gibi işitiyorum ben. Ancak hayvan, böyle aralıksız çalışma yeteneğini nereden buluyor, hiç aklım almıyor doğrusu. Belki o kısa sessizlikler, hayvan için birazcık dinlenme fırsatı da sağ­ lıyor; ama gerçek anlamda büyük bir mola da vermişe benze­ miyor şimdiye kadar; gece gündüz toprağı oyuyor, hep aynı güç ve zindelik içinde, gözleri önünde ise bir an önce gerçek­ leştirmeyi tasarladığı, gerçekleştirmek için de zorunlu tüm güç­ leri elde bulundurduğu bir plan. Eh, böyle bir düşmanla karşı­ laşacağımı nereden bilebilirdim? Ama düşmanın özellikleri bir yana, şimdi olup biten öyle bir şey var ki, doğrusu istenirse her vakit bundan korkup çekinmem, buna karşı önlem almam ge­ rekirdi: Biri yaklaşıyor! Nasıl da bu kadar zaman böyle sessiz ve pürüzsüz olup bitti her şey? Düşmanlarıma kim kılavuzluk etti de, benim yuvanın çevresinde kocaman bir kavis çizerek geçip gittiler? Ne diye onca zaman kollanıp gözetildim de, şim­ di böyle korku içine salındım? Üzerlerinde inceden inceye dü­ şünüp zaman harcadığım o ufak tefek tehlikeler, bu bir tek teh­ like yanında nedir ki? Yoksa yuvaya yaklaşacaklann hepsin­ den üstün bir gücü, yuvanın sahibi olarak elde bulundurduğum sanısına mı kaptırdım kendimi? Oysa bu büyük ve hassas yapı­ nın sahibi kimliğiyle doğal olarak ciddi her saldırıya karşı ken­ dimi savunamayacak durumdayım. Böyle bir yuvaya kavuş­ mak mutluluğu beni şımarttı, yuvanın duyarlığı beni de duyar­ lı yaptı, onun bir yeri incinse sanki benim incinmiş gibi acı du­ yuyorum. İşte bunu önceden görmem, kendi savunmamı değil - bunu bile ne savruk, ne beceriksizce yaptım -, yuvanın savu­ nulmasını düşünmem gerekirdi. En başta önceden önlem alıp yuvanın tek tek, ama elden geldiği kadar çok bölümlerini, bir saldırıya uğradılar mı en kısa zamanda toprakla örtebilmeli, daha az tehlikedeki bölümlerden ayırabilmeliydim; hem de bu­ nu o kadar çok toprak kitlesiyle öylesine etkili biçimde yapa465 BiR SA VAŞIN TASViR/ bilmeliydim ki, saldırgan ancak bu toprak yığınlarının ardında gerçek yuvanın saklı yattığını dünyada sezemesin. Hatta top­ rakla örtme yalnız yuvayı gizlemeye değil, saldırganı da altın­ da gömmeye elvermeliydi. Gel gelelim bu yolda en ufak bir adım atılmadı, bu yönde hiç, ama hiçbir önlem alınmadı; bir çocuk gibi düşüncesiz, tasasız yaşayıp gittim, ergenlik yıllarımı çocuksu oyunlarla geçirdim, tehlike düşünceleriyle bile oyna­ yıp durdum yalnızca, gerçek tehlikeleri gerçekten düşünme fır­ satını elden kaçırdım. Oysa uyarılar eksik olmadı hiç. Doğru, şimdiki gibi bir şey hiç başıma gelmemişti, ama gene de yuvanın ilk yapıldığı zamanlarda biraz bunu andıran bir du­ rumla karşılaşmamış değildim. Aradaki başlıca aynın, yuva ya­ pımının başlangıç dönemiydi o zamanlar ve ben henüz bayağı ufak bir çırak sayılırdım, ilk dehlizde çalışıyordum henüz, labi­ rent ancak kaba çizgileriyle planlanmıştı, ufak bir alanı oyup çıkarmıştım sadece, ama gerek büyüklük, gerek duvarların iş­ lenmesi bakımından bir şeye benzememişti; kısacası, bütün iş öylesine başlangıç evresindeydi ki, hepsine yalnızca bir dene­ me, sabır tükendi mi, büyük bir üzüntü duyulmaksızın ansızın yüzüstü bırakılacak bir deneme gözüyle bakılabilirdi. Derken öyle olmuştu ki, bir gün çalışmaya mola vermiş - yaşamımda hep fazlasıyla molalar verdim -, yığdığını toprak kümeleri ara­ sında uzanmış yatıyordum, ansızın uzaktan bir ses işittim. Gençtim o günler, içimde korkudan çok bir merak uyandı. İşi bırakıp kulak kabarttım, nihayet kulak kabartıyordum, altında uzanıp yatmak ve gelen sese kulak kabartma zorunluğunu duy­ mamak için yukarıya, yosun örtünün oraya koşmuyor, hiç de­ ğilse kulak kabartıyordum. Tıpkı benimki gibi bir toprağı eşme eyleminin sürdürüldüğünü pekata seçebilmiştim; ses kuşkusuz biraz güçsüzdü benimkinden, ama bunda aradaki uzaklığın ne kadar payı olduğu doğrusu kestirilemezdi. Merak içindeydim, ama bunun dışında sakin ve serinkanlıydım. Belki yabancı bir yuvada bulunuyordum da, yuvanın sahibi toprağı oya oya ya­ nıma sokuluyor diye geçiriyordum içimden. Bu tahminimin 466 BiR SAVAŞIN TASViRi doğruluğu ortaya çıksa, asla orayı burayı ele geçirme sevdasını ya da oraya buraya saldırma isteğini gönlümde yaşatmadığım için bulunduğum yerden çekip gider, yuvamı başka bir yerde kurardım. Ama doğru, henüz.gençtim, henüz kurulmuş bir yu­ vam yoktu, henüz serinkanlılığımı yitirmeyebilirdim. Hem işin ilerideki seyri önemsenecek bir telaş uyandırmıştı bende; an­ cak, bunu yorumlamak kolay değildi. Toprağı oyup duran ya­ ratık, benim toprağı oyduğumu duyarak gerçekten bana ulaş­ ma çabasını göstermiş ve yarı yolda şimdi gerçekten olduğu gi­ bi, yön değiştirmişse, benim çalışırken verdiğim molalardan ötürü mü, izleyeceği yol bakımından bir nirengi noktası ele ge­ çiremediği için mi, yoksa kendisi niyetini değiştirdi de ondan mı bunu yaptığı kestirilecek gibi değildi. Belki de tümüyle ya­ nılmıştım, belki doğrudan hiç de bana yönelmemişti yabancı yaratık. Ama her şeye karşın gürültü gittikçe yaklaşıyormuş gi­ bi bir zaman daha güçlenmesini sürdürmüştü. O günler bir de­ likanlı olan ben, yeri oyup duran yaratığın ansızın topraktan ortaya çıkıverdiğini görsem, belki hiç de memnunluk duymaz değildim, ne var ki buna benzer bir şeyle karşılaşrriadıin; top­ rağı oyan, belli bir noktadan sonra sanki yavaş yavaş ilk yönün­ den başka yana sapıyormuş gibi ses zayıflamaya başladı, gittik­ çe hafifledi ve derken toprağı oyan bana büsbütün ters bir yö­ ne yönelmeyi kafasına koymuş da benden düpedüz uzaklaşı­ yormuş gibi kesildi ansızın. Uzun zaman ardı sıra sessizliğe ku­ lak kabartıp onu izledim, ancak sonra yine işe koyuldum. Ha­ ni bu yeteri kadar açık seçik bir uyarıydı, ama çok geçmeden aklımdan çıkıp gitti uyarı, benim yapı planlarını da doğrusu pek etkilemedi. O zamanla bugün arasında yetişkinlik çağım bulunuyor, ama arada sanki hiçbir şey yokmuş gibi, değil mi? Çalışma arasında hala uzun bir mola veriyor, duvara kulağımı dayayıp dinliyo­ rum; toprağı oyan yeniden değiştirdi niyetini, tersyüz etti, yap­ tığı gezintiden dönüyor, kendisini karşılamaya hazırlanmam için yetecek zaman bıraktı bana. Ama benim tarafımda her şey 467 BiR SA VAŞIN TASViRi o bir zamankinden kötü durumda; büyük yapı oracıkta savun­ masız duruyor, bense artık ufak bir çırak değil, yaşını başını al­ mış bir mimarım, elimde kalan güç kuvvet karar anında uçup gidiyor. Ama nice kocamış olursam olayım, bana öyle geliyor ki, şimdikinden de kocamış olmayı seve seve benimseyeceğim; öylesine kocamış ki, yosun altındaki dinlenme yerimden hiç doğrulup kalkamayayım, çünkü gerçekte burada yatmaya kat­ lanamıyor, sanki burası rahatlık yerine içimi yeni tasalarla dol­ duruyormuş gibi kalkıp yeniden aşağılara, yuvanın derinlikle­ rine koşturuyorum. En son durum nasıldı? Ötme daha bir za­ yıflamış mıydı? Hayır, hayır, güçlenmişti. Rastgele belki on ye­ re kulağımı dayayıp dinliyor, yanıldığımı açık seçik görüyo­ rum; ötme nasılsa öyle kalmış, değişen bir şey yok. Orada, dı­ şarda hiç değişiklik görülmez; dışarıda sakin, serinkanlı ve za­ manın üstünde bulunulur; burada, içerdeyse her geçen an sağa sola kulak kabartanı sarsıp silker. Ve böylece tersyüz edip ka­ le alanına götüren uzun yolu tutuyorum, dört bir yanımda her şey bana telaşlı, tedirgin görünüyor; bana bakıyor, sanki beni rahatsız etmemek için gözlerini hemen yine başka yana çeviri­ yor; ama ardından kendilerini zorlayıp, aldığım kurtarıcı karar­ ları yüzümdeki ifadeden okumaya çalışıyorlar. Ben başımı sal­ lıyorum, çünkü henüz böyle bir karar vermiş değilim. Kale ala­ nına da yeni bir planı gerçekleştirmek üzere gitmiyorum. Der­ ken araştırma hendeğini açmak istediğim yerin önünden yürü­ yüp gidiyor, burasını bir kez daha gözden geçiriyorum; açıla­ cak hendek için elverişli bir yerdi doğrusu; hendek o küçük ha­ va iletim yollarından çoğunun bulunduğu yönde açılır, hava iletim yolları işimi pek kolaylaştırırdı; belki hendeği hiç de o kadar uzağa götürmeyebilir, gürültü kaynağının hemen yanı başına kadar toprağı eşip gitmeyebilirdim, belki hava iletim yollarına kulak verip dinlemem yeterdi. Ama artık hiçbir dü­ şünce, bu hendeği açmam için beni yüreklendirecek güçte de­ ğil. Hendek bana bir kesinlik mi sağlayacak? Artık öyle bir du­ ruma geldim ki, kesinlik falan aradığım yok. Kale alanında de468 BİR SA VAŞIN TASViRi risi soyulmuş pembe etlerden nefis bir parça seçiyor, kıvrılıp toprak yığınlarından birinin içine giriyorum; burası sessizdir, gerçek sessizlikten geride bir şey kaldıysa elbet. Eti yalayıp azar azar tadına bakıyorum, düşüncelerim uzakta yolu tutmuş yaklaşan yabancı hayvana gidiyor, henüz yiyebildiğim süre azıklarımdan bol bol yemeyi düşünüyorum. Bu da öyle sanıyo­ rum ki benim gerçekleştirebileceğim tek plan. Beri yandan, ya­ bancı hayvanın ne gibi bir amaç güdebileceğini keşfetmeye uğ­ raşıyorum. Bir yolculuğa mı çıktı, yoksa kendi yuvasını kurma­ ya mı çalışıyor? Bir yolculuğa çıkmış bulunuyorsa, o zaman belki kendisiyle bir anlaşmaya varabilirim; baktım gerçekten bana kadar sokulabildi, azıklanmdan birazını ona veririm, yi­ ne yoluna koyulup uzaklaşır. Toprak yığınları içinde her şeyi düşleyebilirim, bunlar arasında anlaşma da var kuşkusuz; oysa çok iyi biliyorum ki, gerçekleşecek şey değil bu; birbirimizi gördüğümüz, görmek değil, yakında sezdiğimiz an, ikimiz de kendimizi kaybedecek, istersek gırtlağımıza kadar tok olalım, kendimizi yeni bir açlığa kaptırıp, birimiz öbürümüzden ne da­ ha önce, ne daha sonra karşılıklı pençelerimizi ve· dişlerimizi göstereceğiz. Ve her vakitki gibi şimdi de yerden göğe haklı olacağız; çünkü, isterse bir yolculuğa çıksın, kim yabancı bir yuvayı görür de gezisine ve geleceğine ilişkin planlarını değiş­ tirmez? Ama belki hayvan kendi yuvasında toprağı eşip oyma­ dadır, o zaman bir anlaşmayı düşümde bile yaşatamam. İsterse yuvası benimle bir komşuluğu kaldıracak gibi tuhaf bir hayvan olsun, benim yuvam kaldırmaz böyle bir komşuluğu, en azın­ dan kulakla algılanabilir bir yakınlığı kaldırmaz. Orası öyle, hayvan pek uzakta bulunuyora benziyor; biraz daha gerilese, denebilirdi ki ses de kaybolup gider, o zaman belki yine eski günlerdeki gibi her şey düzelir, bu iş de kötü, ama gelecek için hayırlı bir deneyim sayılır, benim yuva içinde alabildiğine de­ ğişik onarımlara girişmeme önayak olur; dirlik düzenlik içinde yaşarsam ve doğrudan beni tehdit eden bir tehlike de ortada bulunmazsa, daha bir sürü önemli işleri yapıp çıkarmaya peka469 BiR SA VAŞIN TASViRi yeter gücüm; ama belki yabancı hayvan çalışma bakımından elindeki alabildiğine zengin olanakları düşünerek benim yön­ de yuvasını genişletmekten vazgeçer, bir başka tarafta bunun acısını çıkarır. Bu da kuşkusuz öyle konuşup görüşmelerle de­ ğil, olsa olsa hayvanın kendisinin düşünüp taşınması ya da be­ nim zora başvurmam sonucu elde edilecek bir şeydir. Her iki durumda da, onun bana ilişkin bir şey bilip bilmediği ve bili­ yorsa ne bildiği sorusu kesin önem taşıyor. Ne kadar düşünür­ sem, hayvanın beni işitmesini o kadar akıl almayacak bir şey görüyorum. Hiç tasarlayabileceğim bir şey değilse de, hayvan bana ilişkin başka birtakım bilgiler edinmiş olabilir, ama işitti­ ğini doğrusu sanmıyorum. Varlığından habersiz bulunduğum süre beni işittiği söylenemez, çünkü sesimi çıkarmadım hiç; yu­ vaya yeniden kavuşmaktan daha sessiz ne düşünülebilir? Ama sonra, deneme hendeklerini açarken toprağı eşip oymam pek az gürültü çıkarmasına karşın, yine de işitmiş olabilir beni. İyi ama, beni işitse, benim de sanırım bunu biraz anlamam gere­ kir, çünkü en azından çalışırken sık sık durup kulak kabartırdı. - Oysa durumda hiçbir değişiklikle karşılaşmamıştım. I� 470 BiR SA VAŞIN TASViRi KÖY ÖÔRETMENİ Daha küçücük sıradan bir köstebeği iğrenç bulanlar - ki ben de bunlar arasındayım -, birkaç yıl önce ufak bir köy yakınında görülüp köye geçici bir ün kazandıran dev köstebekle karşılaş­ salardı, tiksintiden ölürlerdi belki. Kuşkusuz köy çok geçme­ den unutuldu ve şimdi, tümüyle açıklamasız kalan, açıklanma­ sı için de pek çaba gösterilmeyen, konuyla ilgilenmesi gerekip doğrusu çok daha az önemli sorunlarla ilgileneceğim diye çır­ pınan çevrelerin anlaşılmaz savsaklamasından ötürü şöyle iyi­ ce araştırılıp incelenmeyerek akıldan çıkıp giden olayın ünsüz­ lüğünü paylaşıyor yine. Köyün tren yoluna çok uzak düşüşü bunun için bir özür sayılamaz. O zaman bir hayli insan merak edip ta nerelerden gelmişti; dış ülkelerden bile gelen,ler çıkmış, ancak sadece merak etmekle kalmayıp durumla daha çok ilgi­ lenmesi gerekenler ortada görünmemişti. Hatta bazı sıradan insanlar, normal günlük işlerinden pek baş alıp şöyle bir oh di­ yemeyen kimseler, işte böyleleri bir çıkar gözetmeksizin konu­ ya el atmasaydı, olayla ilgili söylentiler belki en yakın çevreden öteye pek taşmayacaktı. Hani itiraf etmeli ki, başka zaman önüne zor durulacak söylentinin kendisi de bu kez bayağı han­ tal davranmıştı, düpedüz arkadan sürülüp itilmese, yayılacağı yoktu çevreye. Ama söz konusu sorunla uğraşmamak için, el­ bet bu da yeterli bir neden sayılamazdı; tersine, söz konusu hantallığın nedeninin de ayrıca araştırılması gerekiyordu. Böy­ le yapılacakken, olay üzerinde şimdi elde bulunan tek yazılı in­ celemeyi hazırlamakla yaşlı köy öğretmeni görevlendirilmişti. Mesleğinde seçkin bir kişiydi öğretmen; ama olayın ilerideki çalışmalara temel oluşturabilecek doğru dürüst bir tanımını 471 BiR SA VAŞIN TASViRi yapmaya ne yeteneği, ne bilgisi elverecek gibiydi. Öğretmenin hazırladığı broşür basılmış ve o zamanlar köyü dolaşmaya ge­ lenlere bol miktarda satılmıştı; ama öğretmen, kimse tarafın­ dan desteklenmeyen o tek kalmış çabalarının gerçekte değer taşımadığını görecek kadar zekiydi. Öyleyken çabalarını gev­ şetmemesine ve özü gereği sorunun yıldan yıla içinden çıkıl­ maz bir durum almasına karşın onu incelemeyi yaşamının bir ödevi bilmesi, bize bir yandan olayın etki derecesini, öte yan­ dan kimsenin pek dikkate almadığı yaşlı bir köy öğretmeninde nasıl bir çaba ve inanç gücü bulunabileceğini gösteriyor. Ama hatırı sayılır kişilerin sorun karşısındaki ilgisiz tutumundan öğ­ retmenin neler çektiğini de broşürün ardından yayınladığı bir ek açık açık anlatmakta. Ama ek olaydan ancak birkaç yıl son­ ra yayınlanıyor ve öyle bir zamanda yayınlanıyor ki, bu yazıy­ la neyin söz konusu edildiğini artık pek anımsayan kalmamış gibidir. Bu ekte, belki ustalıklı değilse de, açıkyürekliliğiyle inandırıcı bir anlatıma başvuruyor öğretmen; en az anlayışsız­ lık beklediği insanların kendisine gösterdiği anlayışsızlıktan yaka silkiyor, bu insanlara ilişkin şu çok yerinde sözleri söylü­ yor: " Ben değil ama, onlar yaşlı köy öğretmenleri gibi konuş­ makta. " Arada da, özellikle üstlendiği iş için başvurduğu bir bilginin sözlerini iletiyor okuyuculara. Bilginin adı yazıda ve­ rilmiyor, ama çeşitli ayrıntılardan kimliğini saptayabiliyoruz. Daha bilgin'in huzuruna kabul edilebilmesi bile, öğretmenin karşısına büyük güçlükler çıkarmıştı. Bütün bu güçlükleri ye­ nen öğretmen daha hoşbeş sırasında fark etmişti ki, bilgin bu işte sökülüp atılmaz bir önyargıya saplanmıştır. Öğretmenin, kaleme aldığı broşüre dayanarak sunduğu uzun raporu bil­ gin'in nasıl bir dalgınlık içinde dinlediğini, sözde onun biraz düşünüp taşınarak söylediği şu sözler ortaya koyuyordu: " Kuş­ kusuz değişik köstebekler vardır. Toprak da ne bileyim sizin orada hayli kara ve tok. Eh, böyle olunca köstebeklere pek yağlı bir besin sağlıyor, onlar da alışmadık ölçüde büyüyüp az­ manlaşıyorlar. " - " Ama bu kadar da değil sanırım! " diye sesini 472 BlR SA VAŞIN TASViRi yükseltmiş öğretmen, hırsından işi biraz aşırılığa vardırarak duvarda iki metrelik bir yeri göstermişti. " Yo, büyüyorlar, bü­ yüyorlar, " diye yanıtlamıştı bilgin de; anlaşılan olayı tümüyle pek komik bulmuştu. Dolayısıyla, böyle bir sonuçla dönüp eve gelmişti öğretmen. Akşam üzeri yolda, kar altında nasıl eşiyle altı çocuğunun kendisini beklediği ve nasıl onlara bütün umu­ dunun kesinlikle suya düştüğünü itiraf zorunda kaldığı da ek yazıda belirtiliyordu. Bilginin öğretmene karşı davranışını okuduğumda, öğretme­ nin kaleme aldığı asıl broşürden henüz hiç haberim yoktu. Ama bu olaya ilişkin ele geçirilebilecek tüm malzemeyi hemen derleyip toparlamayı kafama koymuştum. Yumruğumu tutup bilginin suratına indiremeyeceğime göre, kaleme alacağım in­ celeme en azından öğretmeni, daha yerinde bir söyleyişle, pek öğretmeni değil de açıkyürekliliği kuşku götürmeyen bir ada­ mın iyi niyetini savunacaktı. İtiraf edeyim ki, sonradan piş­ manlık duydum böyle bir kararı aldığıma; çünkü onu uygula­ manın beni tuhaf bir duruma düşüreceğini çok geçmeden sez­ miştim. Bir kez bilgini, hele kamuoyunu öğretmenin lehinde etkileyebilecek kadar hiç de nüfuzlu biri değildim; öte yandan, öğretmen, asıl niyetinden, yani dev köstebeğin gerçekten gö­ rüldüğünü kanıtlamak istemesinden çok, davranışındaki açık­ yürekliliği savunmanın benim için önem taşıdığını çaresiz anla­ yacaktı, oysa böyle bir davranış kendisi için pek doğal ve savu­ nulmayı gerektirmeyen bir şeydi. Yani iş sonunda o noktaya dökülecekti ki, öğretmene hoş görüneceğim derken onun tara­ fından büsbütün yanlış anlaşılacak ve ona yardım edeyim der­ ken belki kendim yardım gerekir duruma düşecektim; bana yardım edecek birinin çıkması ise sanırım pek olacak gibi de­ ğildi. Kaldı ki, verdiğim kararla büyük bir yükün altına girmiş oluyordum. Y azdıklanma inanılmasını istiyorsam, öğretmeni tanık gösteremezdim; çünkü zaten öğretmen başkalarını ken­ disine inandırmayı başaramamış biriydi. Beni yanıltmaktan başka işe yaramayacağı için, kendi çalışmamı bitirmeden öğ473 BiR SA VAŞIN TASViRi retmenin broşürünü okumaktan kaçındım. Hatta öğretmenle bir bağlantı kurmaya bile yanaşmadım. Ne var ki, öğretmen yaptığım incelemelerden birtakım kimselerin aracılığıyla ha­ ber almadı değil; ama kendi amacına uygunluk içinde mi, yok­ sa ona karşıt doğrultuda mı çalıştığımı bilmiyordu. Hatta, ileri­ de kendisi bunu yadsımak istemişse de, sonuncu olasılığa ön­ celik tanımıştı sanırım; çünkü çeşitli engeller çıkardı yoluma, elimde bunu gösteren kanıtlar var. Bu da pek kolay üstesinden gelebileceği bir şeydi; bir kez ben, onun benden önce yaptığı araştırmalara yeniden girişmek zorundaydım; bu yüzden, her vakit işimi sekteye uğratabiliyordu, ki bu da benim yöntemime haklı olarak yakıştırılacak tek kusur, ama şunu da söyleyeyim ki, kaçınılamayacak bir kusurdu; ne var ki ihtiyatlı davranmak­ la, hatta kendi görüşümü hiç hesaba katmamakla bu kusuru enikonu gideriyordum. Yoksa benim yazı, öğretmenin her tür­ lü etkisinden bağımsız hazırlanıyordu; hatta belki bu noktada gereğinden çok titizlik göstermiştim, sanki şimdiye kadar kim­ se olayı incelememiş de, ilk kez ben görgü tanıklarını sorguya çekmekte, verilen bilgileri ilk kez ben yan yana dizmekte, bun­ lardan sonuçlar çıkarmaktaydım, evet tıpkı böyleydi durum. Sonradan öğretmenin broşürünü okuduğum vakit - uzun boy­ lu bir başlığı vardı doğrusu: " Şimdiye kadar kimsenin görme­ diği büyüklükte bir köstebek " - şunu anladım ki, öğretmenle ben, her ikimiz de asıl gerçeği, yani köstebeğin varlığını kanıt­ ladığımızı sanıyorsak da, önemli noktalarda birbirimizden ay­ rılıyorduk. Ne de olsa görüş ayrılıklarımız öğretmenle aramda benim doğrusu her şeye karşın arzuladığım dostça bir ilişkinin kurulmasını önledi. Hatta onda beni hedef alan bir çeşit düş­ manlık giderek gelişip serpilmeye başlamıştı. Doğrusu bana karşı her vakit alçakgönüllü, her vakit başı aşağıda davran­ maktaydı; ama böyle davranışı, içindeki dostça denemeyecek gerçek duygulara o kadar daha bir açıklık kazandırıyordu. Di­ yeceğim, öğretmen benim bu işe el atmakla ona bayağı zararım dokunduğu kanısındaydı; kendisine bu konuda yararımın da 474 BiR SA VAŞIN TASViRi dokunduğu ya da dokunabileceğine ilişkin inancıma gelince, bu, kendisine sorarsanız en iyi olasılıkla· bir saflıktı, hatta bir büyüklük taslayış, bir kurnazlıktı belki. Her şeyden önce ikide bir belirttiği gibi, onun şimdiye kadarki bütün rakipleri düş­ manlıklarını hiç açığa vurmamış ya da bunu yanlarında başka kimse yokken yapmış veya ancak sözle dile getirmişlerdi. Ben­ se onda takıldığım noktalan hemen broşür kılığında bastırma­ yı gerekli bulmuştum; ayrıca, sorun üzerine üstünkörü de olsa eğilen az sayıdaki rakipler, hiç değilse öğretmenin görüşünü, yani bu konudaki egemen görüşü dinlemişlerdi de ondan son­ ra kendileri diyeceklerini demiş, bana gelince sistemsiz derle­ yip topladığım ve yer yer kavrayam�dığım bilgilerden öyle so­ nuçlar çıkarmıştım ki, temelden doğru sayılsalar bile inandırı­ cılıktan uzaktı hepsi, hem gerek halk, gerek bilginler bakımın­ dan; gel gelelim, en hafif bir şekilde inandırıcılıktan uzak gö­ rünmesi, bu işte ele geçirilebilecek sonuçların en kötüsüydü. Üstü örtülü de olsa açığa vurulan bu çeşit yergileri yanıtlamak işten değildi benim için; örneğin, onun asıl kendi broşürü, ina­ nılmazlığın kuşkusuz daniskasıydı. Ancak, öğretmenin bir baş­ ka kuşkusu da vardı ki, bunu ortadan kaldırmak pek kolay sa­ yılmazdı, kendisine karşı genel olarak pek çekingen davranışı­ mın nedeni de buydu. Diyeceğim, köstebeğin ilk sözcülüğünü yapmak onurundan kendisini yoksun bırakmak istediğime iç­ ten içe inanıyordu öğretmen. Ama şahsı için ortada hiç de onurlandırıcı gözle bakılabilecek bir şey bulunmuyordu, gü­ lünç bir duruma düşmüş olmak vardı sadece, hem bu gülünç­ lük de karşısında giderek azalan bir okuyucu kitlesi buluyordu ve ben de bir gülünçlüğün peşinde değildim kuşkusuz. Ayrıca broşürümün giriş bölümünde, öğretmene her vakit köstebeğin bulucusu gözüyle bakılması gerektiğini -doğrusu kendisi bile bulmamıştı köstebeği - ve başına gelenlere karşı duyduğum il­ ginin beni bu yazıyı kaleme almak zorunda bıraktığını kesin­ likle belirtmiştim. "Bu yazımın amacı, " diyordum incelememin sonunda, pek de coşkulu bir dille, ama bu coşku benim o za475 BiR SA VAŞIN TASViRi manki heyecanıma uygun düşüyordu, öğretmenin broşürü­ nün hak ettiği yaygınlığı kazanmasına yardım etmektir. Bu amaca varıldı mı, geçici süre ve eğreti olarak bu işe karışan is­ mim, yine hemen oradan kapı dışarı edilip unutulabilir. Yani soruna büyük ölçüde karışmak istemiyordum adeta, öğretme­ nin şahsıma karşı o inanılmaz eleştiriyi yönelteceği sanki içime doğmuştu. Gel gelelim öğretmen, yazımın işte bu son bölümü­ nü saldırısına temel aldı. Söylediği ya da söylemeye getirdiği şeylerin görünürde biraz haklı yanı bulunduğunu yadsımıyo­ rum; onun bana karşı davranışında, broşüründekiyle adeta kı­ yaslanamayacak bir keskin görüşlülük eseri gösterdiği birkaç kez dikkatimi çekmişti. Diyeceğim, yazımın giriş bölümünün ikiyüzlü olduğunu ileri sürdü öğretmen. Benim bütün istedi­ ğim, gerçekten yazısının yayılması ise, ne diye o zaman yalnız­ ca kendisi ve yazısı üzerine eğilmiyor, ne diye broşürünün üs­ tünlüklerini ve içerdiği savların çürütülemeyeceğini göstermi­ yor, ne diye çalışmamı buluşunun önemini belirtmek ve herke­ se anlatmakla sınırlandırmıyordum da broşürü tümüyle boşla­ yıp, kendim keşiften içeri yol almakta diretiyordum? Yoksa keşif yapılmış değil miydi? Yoksa bu bakımdan daha yapılacak bir şey mi kalmıştı? Madem keşfi yeniden kendim yapmamın zorunluğuna inanmaktaydım, niçin yazımın girişinde keşiften el çektiğimi resmen açıklamaya kalkıyordum? Bu ikiyüzlü bir alçakgönüllülük sayılabilirdi ama, ondan da kötü bir şeydi işte. Ben keşfin değerini yok etmeye bakıyordum, keşfin üzerine dikkati çekmemin amacı onu değersiz kılmaktı. Kendisi ise araştırıp inceleyerek söz konusu keşfi yapmış ve kaldırıp bir kenara koymuştu. Keşfin çevresinde şöyle biraz bir sessizlik başgöstermişken, ben yine ortalığı velveleye vemiş, öte yandan kendisinin durumunu şimdiye kadar görülmedik ölçüde zorlaş­ tırmıştım. Açıkyürekliliğini savunmanın ne önemi vardı onun için? Önemli olan işin kendisi, yalnızca işin kendisiydi. Gel ge­ lelim, ben işin içyüzünü anlamadığım ve değerini doğru dürüst kavrayamadığımdan, bende bunu duyup sezecek güç bulun11 11 476 BİR SA YAŞIN TASViRi madığından ona ihanet etmiştim. Aklımın ereceği sınırın dün­ ya kadar ötesindeydi bu iş. Kendisi karşımda oturuyor, buru­ şuk kocamış yüzüyle sessiz sakin bana bakıyordu ama, işte bunlardan başkası olamazdı düşündükleri. Yalnızca işin kendi­ sinin onun için önem taşıdığı elbet doğru değildi, pek açgözlüy­ dü hatta ve para da kazanmak istiyordu, ki çok nüfuslu ailesi göz önünde tutulursa, bu hiç de şaşılacak bir şey sayılmazdı. Öyleyken, soruna karşı benim ilgim kendisininkine oranla gö: züne öylesine az görünüyordu ki, kendisini, gerçekten pek faz­ la ayrılmaksızın, çıkarını hiç düşünmeyen biri diye ortaya ko­ yabileceğini sanıyordu. Ve doğrusu öğretmenin suçlamaları­ nın, aslında onun yalnızca köstebeğini adeta iki eliyle sımsıkı kavramasından ve parmağıyla bile olsa yanına yaklaşmak iste­ yeni hain diye nitelemesinden kaynaklandığını kendi kendime söylemem, içimi rahatlatmaya yetmiyordu. Durum öyle değil­ di; öğretmenin davranışı açgözlülükle, en azından sadece aç­ gözlülükle açıklanamazdı; daha çok, sürdürdüğü büyük çaba­ ların ve tam anlamıyla uğradığı başarısızlıkların yol açtığı bir kızgınlıktı nedeni. Ama bu kızgınlık da yine her şeyi açıklaya­ mıyordu. Kim bilir, belki benim soruna karşı ilgim gerçekten pek azdı, yabancılardaki ilgisizlik öğretmen için artık alışılmış bir şeydi; ama genelde böyleydi, tek kişiler söz konusu olunca iş değişiyordu. Gel gelelim sonunda biri çıkmış, işe olağanüstü bir biçimde el atmıştı ve bunun bile sorunu kavradığı yoktu. İş bir yol buraya geldi mi, asla inkara kalkmıyordum. Hayvanbi­ limci değilim, köstebeği ben keşfedeydim, eh o zaman bütün gücümle kendi tezimi savunurdum, ama ben keşfetmemiştim. Böylesine büyük bir köstebek kuşkusuz dikkate değer bir şey; ama öyledir diye tüm dünyanın sürekli bununla ilgilenmesi beklenemez; hele köstebeğin varlığı tam bir kesinlikle sapta­ nıp, kendisi en azından ortaya çıkarılmadığı süre. Aynca şunu da itiraf etmiştim: Keşfeden ben olaydım, belki hiç de köste­ bek için böyle uğraşmazdım; oysa öğretmenin kendisi için seve seve ve gönüllü olarak yapmıştım bunu. 477 BiR SA VAŞIN TASViRi Yazım haşan kazansaydı, öğretmenle aramdaki uyuşmazlık belki silinip gidecekti. Ne var ki, başarıdan ses seda çıkmadı. Yazı belki iyi bir biçimde, yeteri kadar inandırıcı kaleme alın­ mamıştı; ben ticaretle uğraşının, böyle bir yazının gerektirdiği bilgiler bakımından öğretmene haydi haydi üstün sayılırsam da, broşürün kaleme alınması işi sanırım yeteneklerimi hayli aşmıştı, oysa öğretmende bu kadarı söz konusu değildi. Öte yandan, yazının başarısız kalışı, başka türlü de yorumlanabilir­ di, belki uygunsuz bir zamanda yayınlanmıştı yazı. Ancak, ge­ reken ilgiyi uyandırmayan köstebeğin keşfi pek fazla geride kalmış değildi ki büsbütün unutulmuş bulunsun ve benim yazı herkesi gafil avlasın. Ama baştaki az buçuk ilginin büsbütün kaybolmasına yetecek zaman da geçmişti aradan. Benim yazı üzerinde düşünme zahmetine katlananlar, kendilerini yıllar öncesinin tartışmasında esen o bıkkınlık havasına kaptırıp bu yavan soruyla ilgili olarak Allah bilir gene boş çabaların sürdü­ rüleceğini içlerinden geçirmişlerdi, hatta bazıları öğretmenin broşürüyle karıştırmıştı benim yazımı. Örneğin, belli başlı bir tarım dergisinde, Allahtan ki derginin sonunda küçük harfler­ le basılmış şu sözler yer alıyordu: " Dev köstebekle ilgili yazı bi­ ze bir kez daha yollanmış bulunuyor. Anımsadığımız kadarıy­ la yıllar öncesi yazıya yürekten gülüp geçmiştik. O günden bu yana da ne yazıdaki zeka eseri arttı, ne bizlerin zekasında bir azalma oldu. Ne var ki, şimdi bir ikinci kez gülemeyeceğiz, o kadar. Şimdi bizim öğretmen derneklerine soruyoruz: Acaba bir köy öğretmeni, dev köstebekler ardında koşup durmaktan daha yararlı bir iş bulamaz mı kendisine? " Doğrusu bağışlan­ maz bir karıştırma. Öğretmenin ne ilk, ne de sonraki yazısını okumuş, " dev köstebek " ve "köy öğretmeni " gibi aceleyle ele geçirilmiş zavallı iki sözcüğe başvuran beyler, herkesçe el üs­ tünde tutulan ilgili ve çıkarların temsilcisi kimliğiyle sahnede boy göstermişti. Buna karşı başarıyla alınacak çeşitli önlemler vardı kuşkusuz, ama öğretmenle aramda doğru dürüst bir an­ laşmanın eksikliği, beni bu önlemleri almaktan alıkoydu; tersi478 BiR SA VAŞIN TASViRi ne, dergiyi başarabildiğim süre öğretmenden gizlemeye bak­ tım. Ama çok geçmeden öğretmen derginin varlığını öğrenmiş­ ti; bunu daha, Noel'de beni ziyarete niyetlendiğini bildiren mektubundaki bir cümleden çıkarmıştım. Şöyleydi cümle: " Dünya zaten kötü, onun kötü olmasını daha da kolaylaştırı­ yor insanlar. " Bununla demek istiyordu ki, ben kötü dünyanın tarafındaydım; kendi içimdeki kötülükle yetinmiyordum da, · dünyanın kötüye gidişini kolaylaştırıyordum; yani genel kötü­ lüğü kışkırtıp yuvasından dışan uğratıyor, onun zafere ulaşma­ sına yardım ediyordum. Eh, gerekli kararlan almıştım, kendi­ sini serinkanlı bekleyebilirdim. Onun ileriden gelerek her za­ mankinden daha kaba biçimde selam verişini, karşıma geçip suskun oturuşunu, o bir tuhaf astarlı ceketinin göğüs cebinden titizlikle çıkardığı dergiyi açarak önüme sürüşünü sakin, serin­ kanlı izledim: " Biliyorum! " diyerek dergiyi okumadan geri it­ tim önüne. "Biliyorsunuz demek! " dedi göğüs geçirerek; baş­ kalarının yanıtlannı yinelemek gibi öğretmenlerde görülen es­ ki bir alışkanlığa sahipti. "Elbet bunu sineye çekecek, karşılık­ sız bırakacak değilim! " diye sürdürdü konuşmasını; parmağıy­ la sinirli sinirli derginin üzerine vurdu; sanki ben karşıt görüş­ teymişim gibi dik dik bana baktı, söyemek istediğim şey sanı­ nın içine doğmuştu. Zaten başka zamanlar da onun pek konuş­ tuğum sözlerden değil de, daha başka kimi belirtilerden niyet­ lerimi sezmede çokluk hiç yanılmadığını, ancak bu sezgiye kendini bırakmayıp dikkatini başka tarafa yönelttiğini fark eder gibi olmuştum. O vakit kendisine söylediklerimi hemen sözcüğü sözcüğüne yineleyebilirim, çünkü konuşmamızdan az sonra not etmiştim hepsini: "Dilediğinizi yapın! " demiştim. "Bugünden tezi yok yollanmız aynlıyor. Sanıyorum sizin için ne bir sürpriz, ne de tatsız bir şey olacak bu. Hani dergideki not değil bana bu karan verdiren; not, karanını yalnız pekiştir­ di. Başlangıçta ortaya çıkışımla size bir yaranının dokunacağı­ nı sanıyordum; şimdi ister istemez görüyorum ki, her bakım­ dan zaranm dokundu. İşte verdiğim kararın gerçek nedeni bu479 BiR SA VAŞIN TASViRi dur. Niçin böyle oldu durum, bilmiyorum; başarı ve başarısız­ lık nedenlerinin yorumu çok çeşitlidir hep, siz de yalnızca be­ nim aleyhimdeki yorumları bulup öne sürmeyin. Kendinizden pay biçin; olup bitenlerin tümünü göz önünde tutarsak, siz de en iyi niyetlerle yola koyuldunuz, ama başarı kazanamadınız. Çünkü benimle ilişkinizin de ne yazık ki söz konusu başarısız­ lıklar arasında yer aldığını söylersem, şaka ediyorum sanma­ yın, çünkü kendi aleyhimde bir şey bu. Şimdi tutup bu işten el çekmem ne bir korkaklık, ne bir ihanettir. Hatta böyle bir şe­ ye kendi kendimi yenerek kalkışıyorum, şahsınıza karşı ne ka­ dar büyük bir saygı duyduğumu yazımdan çıkarabilirsiniz. Siz bana bir bakıma öğretmenlik yaptınız ve hatta köstebeğe nere­ deyse kanım kaynamıştı. Öyleyken bir kenara çekiliyorum, köstebeğin bulucusu sizsiniz, nasıl edersem edeyim, erişebile­ ceğiniz bir üne erişmekten sizi alıkoyuyor, başarısızlığı davet edip sizin üzerinize yıkıyorum. En azından siz böyle düşünü­ yorsunuz. Neyse, burada keselim artık. Size karşı davranışımın kefaretini ödeyebileceğim tek bir yol var, o da sizden af dile­ mek ve siz isterseniz, şimdi burada yaptığım itirafı herkese kar­ şı da açık açık, örneğin bu dergide yinelemektir. " İşte o zaman söylediğim sözlerdi bunlar; pek de içtenlikle söylenmiş sayıl­ mazdı, ama içtenlikli yerleri kolaycacık görülebilirdi. Açıkla­ mam, yaklaşık beklediğim etkiyi yapmıştı. Yaşlı kimselerin ço­ ğu gençlere karşı aldatıcı, yalan dolansı bir tutum takınır; yaş­ lılarla bir arada sessiz sakin yaşar, aradaki ilişkinin sağlam ni­ telik taşıdığına inanır, kafalarında dolaşan ön plandaki düşün­ celeri bilir, ağızlarından boyuna barışı ve huzuru onaylayan sözler duyar, bunların hepsine pek doğal gözüyle bakarsınız; ama ansızın pek önemli bir şey olup bir süredir hazırlanan hu­ zur havasının etkisini göstermesi gerekti mi, bu yaşlı insanlar yabancı kimseler gibi dikilir karşınıza, daha derin ve daha güç­ lü düşünce sahibi olduklarını gösterirler, ancak o anda bayağı açarlar bayraklarını ve bu bayraklar üzerinde dehşete kapıla­ rak yeni parolayı okursunuz. Dehşete en başta yol açan, yaşlı480 BiR SA YAŞIN TASViRi ların şimdi söylediklerinin gerçekten çok daha haklı, anlamlı ve sanki doğal'dan da doğal özellik taşımasıdır. Ama bunlarda­ ki eşi görülmedik yalansı taraf, şimdi söylediklerini doğrusu her vakit söylemiş olmaları, ama işte bunun da önceden sezil­ meyişidir. Bu köy öğretmeninin içii:ıi adamakıllı okumuş olacaktım ki, açıklamaları beni şimdi pek şaşırtmamıştı: " Evladım! " dedi ve elini elimin üzerine koyarak dostça okşamaya başladı. " Nere­ den esti aklınıza bu işle uğraşmak? İlk kez böyle bir şey kula­ ğıma çalınmıştı ki, benim hanımla oturup konuştum. " Birden masadan geriye çekilip kollarını açtı ve yere bakmaya başladı; sanki yerde karısı enikonu küçülmüş .duruyordu da onunla ko­ nuşuyordu. " 'Bunca yıldır,' dedim hanıma, 'bir başımıza sava­ şır dururuz, ama şimdi kentte yüce bir yardımcı bizi destekle­ yeceğe benziyor, kentli bir tüccar, adı da şöyle şöyle. Eh, baya­ ğı sevinebiliriz artık, öyle değil mi? Kentte bir tüccar, az şey midir! Çapaçul bir köylü bize inansa da inandığını açığa vursa, bir yardımı dokunmaz bunun, çünkü bir köylü ne yaparsa kö­ tü yapar; ister yaşlı köy öğretmeninin hakkı var desin, ister ya­ kışıksız biçimde aşağılayıcı bir tükürük savursun, göstereceği etki bakımından ikisinin de birbirinden kalır yeri yoktur. Ve bir köylü yerine on bin köylü bizi savunsa, belki etkisi daha da kötü olur bunun. Oysa kentteki bir tüccar başkadır, eşi dostu vardır böyle birinin, söz arasında söyledikleri bile konuşula ko­ nuşula geniş çevrelere yayılır, yeni yardımcılar çıkıp işe el atar­ lar, içlerinden biri der ki örneğin: ' Köy öğretmenlerinden de insanın öğreneceği kimi şeyler vardır' ve daha belki ertesi gün, dış görünüşlerine bakılırsa pek kendilerinden böyle bir şey bekleyemeyeceğimiz bir yığın insan bu sözleri birbirlerine fısıl­ dayıp durmaktadır. Derken gerekli para da sağlanır; biri kalkıp para toplar, ötekiler parayı onun avcuna sayarlar. Denir ki, köy öğretmeni köyünden alınıp ortaya çıkarılsın; ve ansızın ge­ lirler, köy öğretmeninin dış görünüşüne bakmayarak onu ara­ larına alır, karısıyla çocukları öğretmene sarılıp bırakmadıkla481 BiR SA YAŞIN TASViRi rı için onları da birlikte götürürler. Kentli kişileri hiç dikkatle izledin mi şimdiye kadar? Aralıksız cıvıldaşır dururlar; bir ara­ ya gelip de bir sıra yaptılar mı, cıvıldaşma sağdan sola yürür, sonra geri döner ve gidip gelir sürekli. İşte böylece cıvıldaşarak bizi kaldırıp arabaya bindirirler, insan teker teker her birine başını eğip selam verecek vakti pek bulamaz. Arabacı yerinde­ ki bay, kelebek gözlüğünü düzeltir, kırbacı şaklatır ve yola ko­ yuluruz. Gelenlerin hepsi de veda için köyden yana el sallarlar, sanki biz henüz köydeyiz de, kendi aralarında oturmuyoruz. Derken kentten pek sabırsız kimselerin içine doluştuğu birkaç araba bizi karşılar. Biz yaklaştığımızda yerlerinden doğrulur, bizi görebilmek için boyunlarım uzatırlar; daha önce paraları toplayan kimse düzeni sağlar ve herkesi sessiz olmaya çağırır. Kente girdiğimizde ar:ıbalar artık upuzun bir dizi oluşturmuş­ tur. Biz sanmışızdır ki, o bir sürü karşılamalar, hoş geldin de­ meler sona ermiştir, ama otelin önünde yeni başladığını görü­ rüz bunların. Kentte öyledir, bir çağırışta toplanıverir yığınla insan. Birinin ilgilendiği şeyle hemen öbürü de ilgilenmeye başlar. Solurken birbirlerinin düşüncelerini de içlerine çekerek kendilerine mal ederler. Kiminin arabası yoktur, otel önünde bekler, arabası bulunanlar vardır, ama öz saygılarından kullan­ maz, onlar da beklerler. Parayı toplamış olan kimse nasıl da her şeyi kuş bakışı görür, akıl alacak gibi değildir.' " Öğretmeni sakin sakin dinlemiş, hatta o konuşurken daha da sakinleşip yazımın elinde kalan bütün nüshalarını masanın üzerine yığmıştım. Pek az eksik nüsha vardı, çünkü sağa sola yolladığım nüshaları son günler bir sirkülerle geri istemiş, bü­ yük bir bölümünü de yeniden ele geçirmiştim. Çok kimse, böy­ le bir yazının kendilerine geldiğini hiç anımsayamadıklarını, gelmişse bile ne yazık ki yitip gitmiş olacağını bildiren pek na­ zik mektuplar yollamıştı. Böylesi de yerindeydi, gerçekte bun­ dan başka da bir şey istemiyordum. Yalnızca biri çıkıp yazımı bir antika diye saklaması için benden izin istemiş, sirkülerin ru­ huna uyarak ilerki yirmi yıl içinde onu herkesten saklı tutaca482 BiR SA VAŞIN TASViRi ğı konusunda bana söz vermişti. Sirküleri henüz köy öğretme­ ni görmemişti. Bana söylediklerinin, onu kendisine gösterme­ mi kolaylaştırdığına sevinmiştim. Ama aramızda böyle bir ko­ nuşma geçmeden de bir kaygıya kapılmaksızın yapabilirdim bunu, çünkü yazımı kaleme alırken çok dikkatli davranmış, köy öğretmenini ve yüklendiği işin çıkarını asla gözden uzak tutmamıştım. Sirkülerdeki ana cümleler şöyleydi çünkü: " İçin­ de savunulan düşüncelerden caydığım ya da kimi bölümlerde bunları yanlış veya kanıtlanmaz gördüğüm için yazıyı geri isti­ yor değilim. Ricam, sadece kişisel, ama pek zorunlu nedenlere dayanıyor; ne var ki, sorunun kendisiyle ilgili olarak takındı­ ğım tutum konusunda en ufak bir sonuç çıkarılmasına izin ve­ recek gibi değil. Buna özellikle dikkatinizi çeker, istenilirse bu­ nun çevreye de böyle duyurulmasını rica ederim. " Henüz sirküleri iki elimle kapamış, saklı tutuyordum; dedim ki: " Peki, iş böyle sonuçlanmadığı için bana sitemde bulunmak mı niyetiniz? Neden yapmak istiyorsunuz bunu? Birbirimizden güzel güzel ayrılsak daha iyi değil mi? Anlamaya çalışın artık, bir keşifte bulundunuz, doğru; ama bu keşif, başka bütün ke­ şifleri tümüyle gölgede bırakan bir şey değil ki! Dolayısıyla, si­ ze yapılan haksızlık da bütün diğer haksızlıkları gölgede bıra­ kacak bir şey sayılamaz. O bilgin topluluklarının bütün yasala­ rını bilmiyorum; ancak, en iyi durumda bile, zavallı eşinize de belki anlattığınız karşılamayı uzaktan olsun anımsatacak bir karşılama töreni sanmam ki sizin için düzenlenmiş olsun. Ben kendim yazının etkisinden bir şeyler ummuşsam, o da şu oldu: Sanıyordum ki, yazı belki bir profesörün dikkatini bizim olay üzerine çeker, profesör de genç bir öğrencisini sorunu incele­ mekle görevlendirir, öğrenci kalkar size gelir, sizin ve benim yaptığım incelemeleri yeniden gözden geçirir ve vardığı sonu­ cu sözü edilmeye değer görürse - bütün genç öğrencilerin içle­ rinin de kuşkuyla dolu olduklarını hiç akıldan çıkarmamak ge­ rekir - bir broşür yayınlar ve sizin yazdıklarınız bu broşürde bi­ limsel nedenlere oturur. Ama bu umut gerçekleşseydi bile, ge483 BiR SA VAŞIN TASViRi ne pek bir şey elde edilmiş sayılmazdı. Böyle tuhaf bir şeyi sa­ vunan öğrencinin broşürü belki alay konusu edilirdi. Bunun da ne kolay gerçekleşebileceğini buradaki tanın dergisi örneğinde görüyorsunuz; bilimsel dergiler ise bu konuda daha hoyrat bir tutumla davranırlar. Bunun da anlaşılmayacak yanı yoktur, profesörler kendi kendilerine, bilime ve kendilerinden sonra gelecek kuşaklara karşı büyük ölçüde sorumluluk yüklenmiş­ tir, her yeni buluşu hemen tutup baştacı etmezler. Bizler, bu bakımdan daha avantajlı durumdayız. Ama şimdi bunu bir ya­ na bırakıp diyeyim ki, öğrencinin broşürü ilgiyle karşılandı. Ne olur o zaman? Adınız kuşkusuz birkaç kez şerefle anılır, belki toplumsal konumunuza da yararı dokunur bunun; 'Bizim köy öğretmeni uyumuyormuş' denir ve tarım dergisi de, dergilerin bellek ve vicdanları varsa, açıkça sizden bağışlanmasını diler, iyi yürekli profesörün biri de uğraşıp sizin için bir burs sağlar; sizi kente çekmeye uğraşmaları, bir ilkokulda size iş bulup kentin bilimsel olanaklarından eğitim ve öğreniminizi geliştir­ mede yararlanma fırsatını size vermeye çalışmaları da olmaya­ cak şey değildir. Açık konuşmam gerekirse şunu söylemeliyim ki, yalnızca çalışacaklarını sanıyorum, hepsi bu. Oysa gerçekte sizi kente çağıracaklar, siz de kalkıp gideceksiniz, hem de sıra­ dan bir ricacı olarak giden birisiniz, yüzlercesi vardır ya, işte onlardan biri; törenli falan bir karşılama yapılmayacak; kentte sizinle konuşup içtenlikle sürdürdüğünüz çabaların değerini teslim edecekler, ama aynı zamanda bakacaklar ki, kocamış bir adamsınız, bu yaşta bilimsel bir öğrenime başlamanızdan hayır çıkmayacaktır; siz de zaten planlı bir çalışmadan çok, rastlantı sonucu böyle bir keşfe ulaşmışsınızdır ve bu tek keşif dışında bir çalışmada bulunmayı düşünmüyorsunuzdur. Söz konusu nedenlerden ötürü sizi Allah bilir köyde bırakacak, keşfiniz üzerindeki çalışmaları ise sürdürecekler; çünkü bir yol takdir gördükten sonra bir daha unutulacak gibi küçük bir şey değil­ dir. Ama siz bu konuda fazla bir şey öğrenemeyecek, öğrene­ ceklerinizi de pek anlamayacaksınız. Yapılan her keşif daha o 484 BiR SA VAŞIN TASViRi saat bilimler topluluğu içerisine alınarak bir bakıma keşif nite­ liğini yitirir, bütün içinde eriyerek kaybolur; bundan böyle söz konusu keşfi seçebilmek için bilimsel eğitim görmüş bir gözü olması gerekir insanın. Keşif hemen, varlıklarından henüz hiç haberimiz olmayan temel düşüncelere bağlanır ve bilimsel ko­ nuşmalarda bu temel düşüncelere bağlı olarak yukarılara, ta bulutlara kadar çekilip çıkarılır. Nasıl aklımız erebilir buna? Örneğin, bilginlerin söyleşilerine kulak verirsek sanırız ki, keş­ fin sözü edilmektedir; oysa üzerinde konuşulan apayrı şeyler­ dir. Bir başka kez de öyle olur ki keşiften degil, büsbütün degi­ şik bir şeyden konuşuldugunu sanırız, ama bu kez de keşfin ta kendisinden söz açılmaktadır. Bilmem anlıyor musunuz bunu? Köyde kalıp aldıgınız parayla ailenizi biraz daha iyi doyurabilir, giydirebilirsiniz; ama keşfi­ niz elinizden alınır ve siz de bir yolunu bulup buna karşı çıka­ mazsınız, çünkü gerçek degerini ancak kentte kazanmıştır keşif Ve belki size karşı hiç de nankörce davranılmaz, diyelim keşfin yapıldıgı yere küçük bir müze kurulur ve burası köyün görül­ meye deger bir yerine dönüştürülür, siz de o yerin anahtarını korumaya memur edilirsiniz ve gözle görülür ödüllendirme/e­ rin de eksik edilmemesi için, bilim kurumlarının hizmetinde ça­ lışanların genellikle gögüslerinde taşıdıkları gibi bir madalyaya da kavuşabilirsiniz. Bütün bunlar olabilir, ama siz bunları mı istemiştiniz? " Bir cevap bulmakla oyalanmayıp pek dogru olarak sordu ögret­ men: "Demek siz benim için bunları ele geçirmeye çalıştınız? " "Belki, " dedim, "o vakit fazla düşünüp taşınarak davranma­ mıştım, dolayısıyla kesin bir yanıt veremeyecegim. Size yardım etmek istemiştim, başaramadım, hatta şimdiye kadarki girişim­ lerimin en başarısızıydı diyebilirim. Şimdi bu işten sıyrılmak ve olanları gücümün elverdigi kadar olmamış duruma sokmak amacındayım. "(•) (•) "Max Brod"da var. " Edisyon Kritik " te yok. 485 BiR SA VAŞIN TASViRi " Öyle olsun! " diyerek karşılık verdi köy öğretmeni; piposunu çıkarıp, ceplerinde açıkta taşıdığı tütünden alarak içine tıkıştır­ maya başladı. "Bu nankör işe kendi gönlünüzle el attınız, şim­ di de yine kendi gönlünüzle bu işten sıyrılmak istiyorsunuz. Hiç yanlış bir tarafı yok bu davranışın . " - " Dikkafalı değilim­ dir, " diye cevapladım, "önerimde acaba kusurlu bir taraf mı görüyorsunuz? " - "Yo, asla! " dedi köy öğretmeni. Piposundan dumanlar çıkmaya başlamıştı; tütününün kokusuna dayanama­ yarak kalktım, odada aşağı yukarı gezinmeye koyuldum. Köy öğretmeninin bana karşı pek suskun davrandığına, hele beni ziyarete geldi mi odamdan bir yere kımıldamak istemediğine daha önce görüşüp konuşmalarımızdan alışıktım. Kimi zaman onun bu durumunu pek yadırgamıştım; hep benden istediği bir şey daha var diye düşünmüş, kendisine buyrun alın dediğim paraları hiç almam dememişti. Ancak kalkıp gitmeye gelince, hep canı istediği zaman yapmıştı bunu. Gideceği vakit, pipo­ sundaki tütün normalde içilip bitmiş olur, yaylanıp kalkar, gü­ zelce ve saygılı bir edayla masaya yaklaştırdığı sandalyesinin çevresinde şöyle bir döner, köşede duran boğum boğum basto­ nunu kavrar, içtenlikle elimi sıkıp giderdi. Ama bugün onun suskun suskun oturması adeta sinirime dokunuyordu. Benim gibi, bir kimseye bir daha görüşmemek üzere ayrılmanız öne­ risinde bulunur, öneriniz de o kimse tarafından pek uygun kar­ şılanırsa, ortaklaşa görülmesi gereken az buçuk işi bir an önce görüp çıkarır, suskun varlığınızı boş yere karşınızdakinin sırtı­ na yüklemezsiniz. Bu ufak tefek yapışkan adama benim masa­ da otururken arkadan bakıldı mı, hani sanılabilirdi ki, onu oda­ dan dışarı atmak dünyada başarılacak gibi değildir. 486 BiR SA VAŞIN TASViRi BİR KÖPEGİN ARAŞTIRMALARI Yaşamım nasıl da değişti, ama doğrusu nasıl da değişmemiş bulunuyor. Şimdi bazen düşüncelerimi gerilerde gezdirip, he­ nüz köpekler arasında günlerimi geçirerek onların dert ve ta­ salarını paylaştığım, köpekler içinde bir köpek olduğum günle­ ri aklıma getiriyorum da, biraz dalı� dikkatle bakınca görüyo­ rum ki, bu işte öteden beri aksayan bir taraf, kınk kopuk bir yer vardı, o pek saygıdeğer ulusal toplantılarda hafif bir hoş­ nutsuzluktur hep sarardı içimi; arada bir, ama hayır, pek sık, eş dost arasında bile kendimi bu hoşnutsuzluğa kaptırır, yakınlık duyduğum bir köpek arkadaşı yalnızca görmek, nasılsa işte onu yeni bir gözle görmek bile beni aptallaştım, korkutur, ça­ resizlik, hatta umutsuzluğa sürüklerdi. Ama sonra yine bir öl­ çüde yatışır, kendilerine durumu açıkladığım dostlarım yardı­ mıma koşar, derken yine sessiz sakin yaşamaya başlardım; öy­ le günler ki, yukarıda sözü edilen şaşırtıcı durumlar yine eksik olmaz, ama bunları şimdi daha bir serinkanlı karşılar, yaşadı­ ğım hayatın içine daha bir serinkanlı yerleştirirdim. Bunlar belki yorardı beni; ama başkaca bana zararı dokunmaz, gerçi biraz soğuk, çekingen, ürkek, hesabi, ama her şeye karşın bas­ bayağı bir köpek varlığını sürdürmeme izin verirlerdi. Zaten arada böylesi molalar olmasa, nasıl bu yaşa erişirdim; gençliği­ min pek tatsız olaylarını gözden geçirip, yaşlılığın pek tatsız olaylarına göğüs gererken gösterdiğim bu dinginliğe hangi ça­ bayla ulaşır, itiraf edeyim ki silik, daha ihtiyatlı bir deyimle pek parlak denemeyecek doğal yeteneğimden gerekli sonuçları na­ sıl çıkarıp, adeta tümüyle onların gösterdiği doğrultuda bir ömür sürerdim. Kendi kabuğuma çekilmiş, yalnızlık içinde, sa487 BiR SA VAŞIN TASViRi dece o umutsuz, ama benim için zorunlu araştırmalarla vakit geçirerek yaşayıp gidiyorum; ama uzaktan uzağa da kuşbakışı görüyorum ulusumu, bu bakışı yitirmiş değilim; sık sık haber­ ler sızıp geliyor bana kadar, benim de zaman zaman sesimi işit­ tirdiğim fırsatlar çıkıyor. Bana saygıyla davranıyorlar; yaşayış biçimimi anlamıyor, ama bundan ötürü bana darılıp gücenmi­ yorlar; hatta sağda solda uzaktan koşup geçtiklerini gördüğüm genç köpeklerin, küçüklüklerini hayal meyal da olsa pek anım­ sayamadığım bu genç kuşağın saygı dolu bir selamı benden esirgediği yok. Hani bir gerçeğin gözden uzak tutulmaması gerekiyor: Açıkça ortada duran bütün acayipliklerime karşın, hiç de büsbütün so­ yuma yabancı bir yanım bulunmuyor. Çünkü düşünüyorum da - düşünmek için de gereken zamana, isteğe ve yeteneğe sahi­ bim - doğrusu köpeklerin durumuna hiç diyecek yok. Biz kö­ pekler dışında dört bir taraf çeşit çeşit yaratıklarla dolu; zaval­ lı, pek bir değer taşımayan, suskun, bazı bağırtılardan başka şey bilmeyen yaratıklar hepsi; biz köpeklerden pek çoğu, bun­ ları kendisine inceleme konusu yapıyor, bunlara isimler takı­ yor, bunlara yardım etmeye, bunları eğitip soylulaştırmaya uğ­ raşıyor. Beni rahatsız etmeye kalkmadıkları süre umursadığım yok onları; birini ötekine karıştırıyor, kendilerini görmezden geliyorum. Ama bir şey var, gözümden kaçmayacak gibi göze çarpıcı: Biz köpeklerle karşılaştırırsak ne kadar az bir dayanış­ ma var aralarında; birbirlerinin yanından nasıl da yabancı, sus­ kun ve bir çeşit düşmanlıkla geçip gidiyorlar; ancak en bayağı bir çıkar kaygısıyla birazcık, o da dıştan birbirlerine bağlılar; hatta bu çıkardan bile sık sık kin ve kavgalar doğuyor. Biz kö­ pekler öyle miyiz! Sanırım şunu söyleyebiliriz ki, biz bütün kö­ pekler bir tek topluluk içinde yaşarız; oysa, normal olarak za­ man içinde gelişip ortaya çıkmış sayısız ve köklü ayrılıklardan ötürü birbirimizden işte öylesine değişik konumlarımız vardır. Hepimiz bir topluluk içindeyiz! Bir güç birbirimize doğru iter bizi ve hiçbir şey kendimizi bu itici güce bırakmaktan bizi alı488 BiR SA VAŞIN TASViRi koyamaz; gerek benim bala bildiğim birkaçı, gerek aklımdan çıkıp gitmiş o sayılamayacak kadarıyla tüm yasa ve kurumları­ mız, elde edebileceğimiz bu en büyük mutluluğun özleminden, yani sıcacık hep bir arada bulunma isteğinden kaynaklanıyor. Ancak, bir de tersyüzü var işin. Benim bildiğim, hiçbir yaratık biz köpekler kadar dağınık yaşamaz; hiçbirinde bizdeki kadar çok, bizdeki kadar sayılamayacak sınıf, cins ve meslek aynlık­ ları görülmez. Birbirimizle dayanışma içinde kalmak isteyen bizler -bunu da her şeye karşın o coşkulu anlarımızda başarı­ yoruz -, özellikle bizler de biri ötekine benzemeyen ve çok va­ kit yanı başınızdaki soydaşlarınızın bile kavrayamadığı mes­ leklerde, köpeklerin olmayan, hatta daha çok köpeklere karşı konmuş yasalara tutunarak birbirimizden pek ayrı yaşayıp du­ ruruz. Ne çetin şeylerdir bunlar; en iyisi kurcalamadan geçil­ mek istenen - bu görüşü de anlıyor, kendiminkinden de iyi an­ lıyorum -, ama beni de tümüyle sultası altında tutan şeyler. Ne­ den ben de ötekiler gibi davranmıyor, kendi ulusumla birlik içinde yaşayıp, bu birliği bozacak bir şeyle karşılaştım mı sesi­ mi çıkarmadan bunu benimsemiyor, büyük hesap içinde ufak bir yanlış gibi buna bakmıyor, kuşkusuz bizi hep karşı konul­ maz bir güçle toplum içinden çekip almaya çalışan güce değil, mutlulukla bizi birbirimize bağlamak isteyen güce hep yüzüm dönük kalmıyorum. Küçüklüğümdeki bir olay geliyor aklıma; sanırım herkesin ço­ cukluğundan bildiği o mutlu ve nedeni açıklanmaz coşkularla dolu ruh durumlarından birini yaşıyordum, pek gencecik bir köpektim henüz, hoşuma gitmeyen hiçbir şey yoktu, her şey benimle ilişkiliydi; öyle sanıyordum ki, çevremde büyük olay­ lar olup bitiyor, bunlar hep benden soruluyor, benim bunların sözcülüğünü yapabilmem gerekiyordu; kendileri hesabına ko­ şup durmasam, kendileri hesabına bedenimi sağa sola devin­ dirmesem perişanlık içinde yerde yatıp kalacaklardı. Evet, ara­ dan yıllar geçtikçe uçup gidecek çocuksu hayaller; ama o za­ manlar güçlüydü bu hayaller, büsbütün onların çekiciliğine 489 BiR SA VAŞIN TASViRi kaptırmıştım kendimi; ayrıca, kuşkusuz o çılgınca umutlara hak verir görünen olağanüstü bir durumla da karşılaşmıştım. Gerçekte olağanüstü bir şey değildi, sonraları bunun gibisini ve bundan da tuhafını hayli sık yaşadım; ama o zamanki olay güçlü, silinmez, sonraki bir sürü olaya yön veren bir izlenim bi­ raktı üzerimde. Diyeceğim, günün birinde ufak bir köpek top­ luluğuna rastladım; daha doğrusu ben rastlamadım da o gelip beni buldu. Uzun süre zifiri bir karanlıkta koşup durmuştum, ileride gerçekleşecek büyük olayların önsezisi vardı ruhumda öyle bir önsezi ki, kuşkusuz kolayca aldatıyordu beni, çünkü hep içimde yaşıyordu -, uzun süre zifiri karanlıkta koşup dur­ muş, her şeye karşı kör ve sağır, sağa sola seğirtmiştim; yalnız­ ca içimdeki o belirsiz isteğin yol göstericiliğine bırakmıştım kendimi ve derken tam yerine gelmişim gibi bir duyguyla ansı­ zın durakalmıştım; gözlerimi kaldırmış, apaydınlık bir gün or­ tasında bulunduğumu görmüştüm; biraz pusluydu hava, tüm çevrem iç içe geçmiş dalgalar halinde mest edici kokularla do­ luydu; karışık sesler çıkarıp selamladım sabahı; ansızın, kendi­ lerini sanki ben çağırmışım gibi, şimdiye kadar asla işitmedi­ ğim müthiş bir gürültüyle karanlık bir köşeden yedi köpek gün ışığında ortaya çıktı. Köpek olduklarını açık seçik görmesem ve nasıl çıkardıklarını kestiremesem de gürültüyü onların yan­ ları sıra getirdiğini işitmesem, hemen kaçmakta alırdım soluğu, ama bu durumda yerimden kımıldamadım. O vakitler yalnızca köpek soyuna vergi yaratıcı müzik yeteneğinden hemen hiç ha­ berim yoktu, benim ancak yavaş yavaş gelişen gözlem gücüm­ den şimdiye kadar anlaşılacağı üzere saklı kalmıştı bu yetenek; öyle ya, müzik ta ana sütü emdiğim zamandan beri pek doğal ve varlığı zorunlu bir nesne gibi çevremi sarmış, bu nesneyi normal yaşamımdan ayırmaya beni zorlayan hiçbir durumla karşılaşmamıştım; bu konuda çocuksu aklımın alacağı biçimde belli belirsiz dikkatim çekilmeye çalışılmıştı, o kadar; dolayı­ sıyla, ansızın yedi büyük müzisyenle karşılaşmak hayli şaşırt­ mıştı beni, adeta sarsılmıştım. Ne konuşuyor, ne şakıyor, genel 490 BiR SA VAŞIN TASViRi olarak nerdeyse büyük bir inatla susuyor, ama bomboş mekan içinde de kaşla göz arasında bir müzik kotarıp çıkarıyorlardı. Her şeyleri müzikti, ayaklarını kaldırıp indirmeleri, başlarını şu ya da bu yana döndürmeleri, koşmaları, dinlenmeleri, birbi­ rine karşı konumlarını belirlemeleri, örneğin birinin ön ayak­ larını baştakinin sırtına dayayıp arka arkaya dizilmeleri ve baş­ takinin öbürlerinin yükünü dimdik sırtında taşıması ya da hep­ sinin yere yakın bir yükseklikte sessizce süzülüp giden vücutla­ rını birbirlerine dayayıp bir halka yapmaları müzikti. Bu bir­ leşmeler sırasında da yanılgıya düşmüyorlar, biraz güvensizlik içinde bulunan, hemen öbürleriyle kaynaşamayan, müziğin ez­ gisine adeta bazen ayak uyduramayan en sonuncusunda bile böyle bir yanılma görülmüyordu. Ötekilerdeki müthiş güvenle karşılaştırıldı mı, güven duygusundan yoksun denebilirdi so­ nuncusu için; ama daha da büyük, daha da yetersiz bir güven­ sizlik de olsa bu, zararı yoktu; çünkü ötekiler, o büyük ustalar tempoyu sarsılmaz biçimde koruyorlardı. Ancak, kendileri pek görülmüyor, hiçbiri pek seçilmiyordu. Ortaya çıkıvermişlerdi, bir köpek olarak yürekten kendilerini selamlamıştım; doğru, kendilerine eşlik eden gürültü beni pek şaşırtmıştı, ama ne de olsa köpektiler, benim gibi, senin gibi köpeklerdi; yolda karşı­ laştığım köpekleri nasıl izliyorsam, onları da öylece izlemiş, kendilerine sokulmak, kendileriyle selamlaşmak istemiştim; onlar da pek yakınımdaydı hani. Benden pek büyüktüler, be­ nim içinde yer aldığım o tüyleri uzun ve yünsü köpek cinsinden değillerdi, ama gene de boy bos ve biçim bakımından bana pek yabancı sayılmazlardı; hatta çok iyi tanıdığım şeylerdi, bu ve benzeri cinsten pek çok köpek vardı bildiğim. Ama siz daha bu düşüncelerle oyalanırken, müzik yavaş yavaş ağırlık kazanıp öne çıkıyor, bayağı kavrıyor sizi, bu gerçek köpekçiklerden uzaklaştırıyor, dört bir yandan, yukardan, aşağıdan, her bir ta­ raftan gelen, dinleyeni ortasına alıp üzerine çullanan, onu al­ tında ezen ve o yok olurken artık uzak sayılabilecek bir yakın­ lıktan işitilir işitilmez fanfarlarını öttüren müzikle, yalnız ve 491 BiR SA VAŞIN TASViRi yalnız bu müzikle, hiç istemeyişinize, tüm gücünüzle diretme­ nize, bir acıyla karşı karşıya bırakılıyormuşsunuz gibi ulumanı­ za aldırmayarak sizi uğraşmak zorunda bırakıyor, derken yine salıveriyordu; çünkü artık fazlasıyla bitkin düşmüş, fazlasıyla yok olmuş, dermansız kalmışsınızdır; müziği işitecek haliniz yoktur; salıverilmişsiniz ve yedi küçük köpeğin önünüzden alay halinde geçişlerini, sıçrayıp zıplamalarını görmüşsünüz­ dür; üzerinizde ne kadar yanlarına yaklaşılmaz bir izlenim bı­ raksalar da yine seslenecek, sizi aydınlatmalarını rica edecek, burada böyle ne yaptıklarını soracak olmuşsunuzdur - henüz bir çocuktum, her vakit ve herkese sorular yöneltebileceğimi sanıyordum -. Ama işte tam davranacaktım, yedi köpekle aramda o hoş, aşina ve köpeksi bağlantıyı tam duyumsamıştım ki, yeniden ortaya çıktı müzik; aklımı başımdan alıp, sanki kendim de müzisyenlerden biriymişim gibi beni fır fır döndür­ meye başladı, oysa bu müziğin bir kurbanıydım sadece; ne ka­ dar merhamet diledimse de oraya buraya savurup durdu beni ve sonunda o çevrede yetişen, ama benim şimdiye kadar farkı­ na varmadığım dağınık bir çalılığa sıkıştırdı, kıskıvrak kucakla­ yıp başımı bastırarak yere eğdi, açıklıkta ne kadar gümbürde­ yerek ötmüş olursa olsun, bana biraz soluk alma fırsatını verdi. Doğrusu, yedi köpeğin bu hünerinden çok - aklımın ermediği bir hünerdi, beri yandan yeteneklerimin büsbütün dışındaydı onların cesaretlerine şaşıyordum, yaptıkları müziğin etkisine nasıl da kendilerini öyle düpedüz ve açıkça bırakmaya kalka­ biliyorlar, bu müziğe öyle sessiz sakin nasıl da katlanıyor, nasıl olup da müzik onları çökertip soluksuz bırakmıyordu. Kuşku­ suz şimdi sığındığım kovuktan daha bir dikkatle bakınca, onla­ rın pek serinkanlı değil, alabildiğine gergin bir hava içinde ça­ lıştıklarını görüyordum. Görünürde alabildiğine güvenle devi­ nen bu bacaklar, her adımda sonu gelmez korkulu bir kasıl­ mayla titriyor, adeta mutsuzluktan kaskatı kesiliyor, biri öteki­ ne bakıyor, boyuna yeniden söz geçirmeyi başardıkları dilleri hemen ardından gene bir karış ağızlarından sarkıyordu. Onla492 BiR SA VAŞIN TASViRi rı böylesine heyecanlandıran başaramama korkusu değildi el­ bet; onlarınki gibi bir şeye yeltenebilen, böyle bir şeyi kotarıp ortaya çıkarabilenin korku nesineydi artık. Hem neden kork­ sunlardı? Şimdi burada yaptıklarını yapmaya bir zorlayan mı vardı onları? Özellikle şimdi kendilerini böyle anlaşılmaz bi­ çimde yardım gereksinir gördüğüm için, artık dayanamayıp çıl­ gınca gürültü arasından sorularımı yüksek sesle ve meydan okurcasına haykırdım. Onlarsa - akıl erdirilecek gibi değildi, akıl erdirilecek gibi değildi doğrusu - yanıt vermeyerek, sanki ben orada yokmuşum gibi davrandılar. Köpek seslenmesini büsbütün yanıtsız bırakan köpekler; görgü kurallarına karşı iş­ lenmiş bir suç ki, ister en küçük köpek işlesin bunu, ister en bü­ yük, asla bağışlanmaz. Yoksa köpek değiller miydi? Ama nasıl olurdu, şimdi daha bir dikkatle kulak kabartıyor, usulcacık bir­ birlerine seslendiklerini bile işitiyordum; birbirlerini şevke ge­ tiriyor, güçlüklere birbirlerinin dikkatini çekiyor, yanılgılara karşı birbirlerini uyarıyorlardı. Seslenmelerime özellikle hedef aldığım en küçük köpek, ikide bir yan gözle bana bakıyordu; sanki bana yanıt vermeyi pek istiyordu da, yanıt vermesine müsaade edilmediği için kendini tutuyordu. Ama ne diye mü­ saade edilmesindi buna? Yasalarımızın her vakit kayıtsız şart­ sız gerçekleştirilmesini istediği bir şey, bu kez ne diye gerçek­ leştirilemesindi? İçimde bu soru başkaldırıp duruyordu, müzi­ ği unutmuştum adeta. Karşımdaki bu köpekler, yasaları ayak­ lar altına alıyordu. Ne kadar büyük sihirbaz olsalar da, yasalar kendileri için de geçerliydi; bunu ben daha o zamanki çocuklu­ ğumla pek iyi anlamış, sonradan daha da çok şeyleri anlamaya başlamıştım. Nedeni suçluluk duygusuysa, susmakta gerçekten haklıydım kuşkusuz. Çünkü o nasıl davranıştı öyle ! Yüksek sesli müzik şimdiye kadar farkına varmamı önlemişti ama şim­ di görüyordum ki, tüm haya duygularını sıyırıp atmışlardı üzer­ lerinden; sefil yaratıklar, dünyanın hem en gülünç, hem en utanç verici eylemini gerçekleştiriyor, arka bacakları üzerinde dimdik yürüyorlardı. Tüh Allah kahretsin! Giysilerini soyunu493 BiR SA VAŞIN TASViRi yor, mahrem yerlerini gururla sergiliyorlardı; bundan haz du­ yuyor ve bir an içlerindeki iyi içgüdüye uyup da ön bacakları­ nı indirseler, sanki yaptıkları bir hataymış, doğa'nın kendisi ha­ taymış gibi korkuyla irkiliyor, bacaklarını yine çarçabuk hava­ ya kaldırıyorlardı. Bakışları, biraz günahkarlığa saptıkları için sanki bağışlanma diliyordu. Dünya tersine mi dönmüştü? Ne­ redeydim? Ne olmuştu? Kendi varlığım söz konusuydu, dola­ yısıyla daha çok duraksayamazdım, çepçevre beni kıskaca al­ mış çalılıklardan kurtardım kendimi, bir hamlede sıçrayıp dışa­ rı çıktım; niyetim, köpeklerin yanına varmaktı; ben küçük öğ­ rencinin bir öğretmen gibi davranması, ne yaptıklarını onların kafalarına sokması, onları daha çok günaha girmekten alıkoy­ ması gerekiyordu. "Bak şu koca köpeklere! Bak şu koca kö­ peklere! " diye yineliyordum kendi kendime. Ama tam çalılık­ tan kurtulmuş, köpeklerle aramda iki üç sıçrayışlık bir yer kal­ mıştı ki, deminki gürültü tekrar üzerime çullandı. Belki o şevk­ le, artık yabancım olmayan bu gürültüye bile karşı koyabilir­ dim; ama derken gürültünün o müthiş, öyleyken belki üstesin­ den gelinebilecek gücü arasında duru, sert, hep aynı kalan, bü­ yük uzaklıklardan bayağı hiç değişmeksizin kopup gelen ses, belki gürültü içindeki bu gerçek melodi yükselip bana diz çö­ kertti. Ah, bu köpeklerinki nasıl insanın aklını başından alan bir müzikti böyle? Daha ileri gidemiyor, onlara akıl hocalığı yapmak istemiyordum; bacaklarını açıp günah işleyebilir ve başkalarını da sessiz sakin kendilerini seyretme günahına sü­ rükleyebilirlerdi; ben küçücük bir köpektim, kim öylesine güç bir işi yapmamı isteyebilirdi benden? Hatta olduğumdan da küçülttüm kendimi; köpekler gelip benden davranışları konu­ sunda ne düşündüğümü sorsalar bir köpek eniği gibi ciyaklar, belki kendilerine hak verirdim. Ama arası çok geçmeden tüm gürültü ve aydınlığı yanlarında götürerek karanlıkta gözden kayboldular. Daha önce dediğim gibi, bütün bu olayda pek alışılmadık bir taraf yoktu; uzun bir yaşam süresince bir kimsenin karşısına 494 BiR SA VAŞIN TASViRi öyle şaşırtıcı şeyler çıkar ki, bütün'ün içinden alınıp bir çocuk gözüyle incelendi mi, daha da şaşırtıcı görünür. Sonra, her şey gibi söz konusu olay da o yerinde deyimle " söze boğulur" atla­ nıp geçilirdi üzerinden: İşte yedi müzisyen bir 'lfaya toplanmış­ tır da, sabahın sessizliğinde bir konser vermektedir, küçük bir köpek de yolunu şaşırıp onların bulunduğu yere gelmiştir, ra­ hatsız eden bir dinleyicidir hani, köpekler konserlerini özellik­ le korkunç ve yüce bir hava içinde icra ederek onu kovmaya çalışırlar, ama boşuna. Bu küçük köpek, yönelttiği sorularla ra­ hatlarını kaçırmıştır. Bu durumda, bir yabancının çevrelerinde yalnızca eğleşmesiyle yeterince rahatı kaçan müzisyenler, üste­ lik bu rahatsızlığı sorulara yanıtlar vererek daha da büyütseler miydi? Yasalar hiçbir yöneltenin sorusunun yanıtsız bırakılma­ masını buyursa bile, böyle küçücük, böyle serseri bir köpek sö­ zü edilmeye değer bir şey miydi? Belki de hiç anladıkları yok­ tu onu, çünkü sorularını pek anlaşılmayacak havlamalarla açı­ ğa vuruyordu. Ama belki de onu pekala anlıyor, kendilerini yenerek ona yanıt veriyorlardı da, o küçük yaratık, yanıtı mü­ zikten ayıramıyordu. Arka bacakları üzerinde yürümeye gelin­ ce, belki böyle yürümeleri gerçekten bir istisnaydı, yine de bir suç işliyorlardı. Ama işte yalnızdılar; dostlar arasında yedi dost, senli benli bir hava içinde bir araya gelmişlerdi; kendi dört duvarları içinde adeta yapayalnızdılar; çünkü dostlar ne de olsa başkaları değildir ve başkalarının bulunmadığı yerde küçücük meraklı bir sokak köpeği de bu başkalarının yerini tu­ tamaz. Bu durumda da sanki hiçbir şey olmamış gibi değil miy­ di? Büsbütün öyle de değil, ama ona yakın; öte yandan anne ve babaların yavrularını daha az sağda solda koşturup, kendileri­ ne daha çok susmalarını ve yaşlılara saygı beslemelerini öğret­ meleri gerekirdi. Bu noktaya gelindi mi, olay kapanmış demektir. Ama büyük­ ler için kapanan bir olay, küçükler için henüz kapanmış sayıl­ maz. Sağda solda koşmaya, olup biteni anlamaya, sorular so­ rup suçlamalarda bulunmaya, araştırıp incelemeye başlamış495 BiR SA VAŞIN TASViRi tım; herkesi olayın geçtiği yere çekip götürmek, benim eğleşti­ ğim yeri, yedi müzisyenin eğleştiği yeri, onların nerede ve na­ sıl dans edip konserlerini verdiklerini göstermek istiyordum; başlarından savıp da alay edecekken içlerinden biri benimle gelseydi, öyle sanıyorum ki, olup biteni bütün açıklığıyla anla­ tabilmP.k için masumiyetimi gözden çıkarır, ben de arka bacak­ larım üzerinde dikilmeye çalışırdım. Eh, bir çocuk ne yaparsa kötü sayılır, ama sonunda da her yaptığı bağışlanır. Gel gele­ lim, ben bu çocuksuluğu sonradan da elden bırakmadım, bu çocuksulukla büyüyüp kocadım. Bugün kuşkusuz çok daha az önemsediğim olay üzerinde nasıl o zaman bağıra çağıra tartışıp bunu öğelerine ayırmaya, içinde yaşadığım topluluğu umursa­ maksızın oradakileri bu olay için bir ölçü diye almaya çalış­ maktan bir türlü geri kalmamışsam, nasıl o zaman, ben de her­ kes gibi can sıkıcı bulduğum, ama işte bu yüzden - başkaların­ dan ayn - incelemelerimle düpedüz dağıtıp çözerek gözlerimi sonunda yine o alışılmış sakin ve mutlu gündelik yaşama çevi­ rebilmek için boyuna bu işle uğraşmışsam, sonradan da tıpkı o zamanlardaki gibi, ancak daha çocuksu önlemlere başvurarak - ama aradaki fark fazla büyük değil - aynı iş üzerinde çalıştım hep ve bugün de hala çalışıp duruyorum. Ama işte o konserle başladı. Bundan ötürü yakınmıyorum; bu­ rada sesini duyuran benim doğuştan varlığımın, konser olmasa da bir başka yoldan kendini açığa vuracağı kuşkusuzdu. Ne var ki, bunun o kadar çabuk gerçekleşmesi, önceleri kimi vakit üz­ dü beni, çocukluğumun büyük bir parçasından etti, bazılarımı­ zın yıllarca uzatmasını becerdiği yavru köpeklerinin o mutlu yaşamı bende topu topu bir iki ay gibi kısa sürdü. Ama aldır­ ma, çocukluktan daha önemli şeyler vardır. Ve belki yaşlılı­ ğımda çetin bir yaşamla kazanılmış çocuksu bir mutluluk bana el sallamaktadır. Gerçek bir çocuğun kazanabileceğinden daha büyük bir mutluluk; ama yaşlılığımda kendisine katlanma gü­ cüm bulunacaktı. 496 BiR SA VAŞJN TASViRi O zaman araştırmalarıma en basit şeylerden başlamıştım, mal­ zeme eksik değildi elimin altında, yazık ki değildi; çünkü özel­ likle malzemenin bolluğu, kasvetli saatlerde beni umutsuzluğa düşürüyordu. Köpeklerin neyle beslendiklerini araştırmaya başlamıştım. Eh, kuşkusuz basit bir sorun değil; çok, çok eski zamanlardan beri uğraştırıp durur bizleri, düşünüp taşınmala­ rımızın ana konusudur, bu alanda sayısız gözlem, deney ve gö­ rüşler vardır, gelişip bir bilim oluşturmuştur hepsi; bir bilim ki devcileyin boyutları yalnızca tek kişinin değil, bilginlerin tü­ münün birden kavrayış gücünü aşıyor ve salt köpeklerin bütü­ nü tarafından, o da işte ahlaya oflaya ve taşınabildiği kadar ta­ şınıyor. Çok eskilerden beri elde var olan bir servet sürekli ufa­ lanıp dökülmekte, zahmetle yeniden bütünlenmesi gerekmek­ tedir; bu durumda benim kendi araştırmalarımdaki güçlükler­ den ve pek de gerçekleştirilecek gibi gözükmeyen önkoşullar­ dan hiç söz açmamak daha yerinde olur. Bütün bunların bir iti­ raz niteliği taşıdığı söylenmesin bana, çünkü hepsini biliyorum; gerçek bilime burnumu sokmayı aklımın ucundan geçirdiğim yok, bu bilime yaraşan saygıyı duyuyorum, ama bunu çoğalt­ mak konusunda da ne yeterince bilgim, ne huzurum -hele bir­ kaç yıldır - ne de hevesim var. Yiyeceği yiyor, ama en ufak bir incelemeye layık görmüyorum. Bu bakımdan bütün bilimlerin özü, yani annelerin memeden kesip yaşam içine salarken yav­ rularından uymasını istedikleri o küçük kural bana yetiyor: " lslatabildiğin her şeyi ıslat! " Ve gerçekten nerdeyse her şeyi kapsamıyor mu bu kural? Ta atalarımızdan beri sürdürülen araştırmaların buna ekleyeceği öyle hatırı sayılır bir şey var mı? Hep ayrıntılar, hep ayrıntılar ve ne kadar da güvenileme­ yecek şeyler hepsi. Oysa söz konusu kural, biz köpekler yaşa­ dıkça varlığını sürdürecek. Bizim ana besinimize ilişkin bir ku­ ral. Doğru, daha başka yardımcı çareler de var elimizde, ama darda kalırsak, yıllar da öyle pek kötü değilse, bu ana besin ya­ şatabilir bizi; bu ana besini ise toprak üzerinde ele geçiririz, toprak da bizim idrarımızı gereksinir, ondan alır besinini ve 497 BiR SA VAŞIN TASViRi ancak buna karşılık ana besinimizi bize verir; söz konusu besi­ nin ortaya çıkması da kuşkusuz - bunun da unutulmaması ge­ rekiyor - belli birtakım sözler, şarkılar, devinimlerle çabuklaş­ tırılabilir. Ama bana kalırsa hepsi bu kadar; bu yönden konu üzerinde söylenecek öyle önemli bir şey kalmamıştır. Bu nok­ tada ben de doğrusu köpeklerin çoğuyla aynı düşünceyi payla­ şıyorum ve bu yoldaki asi görüşlerin şiddetle karşısındayım. Doğrusu benim istediğim özel davranış görmek, ille de haklı çıkmak değil, kendi ulusumun bireyleriyle anlaşabilirsem mut­ lu hissederim kendimi, nitekim söz konusu durumda oluyor bu. Ama benim kendi girişimlerim bir başka doğrultuda. Ken­ di gördüklerimin bana öğrettiği gibi, bilimin ortaya koyduğu kurallara uyulup ıslatılır ve işlenirse, toprak besini verir bize ve bu da gene bilimin tümüyle ya da kısmen saptadığı yasalarda açıklanan nitelik, miktar, biçim, yer ve saatlerde olur. Bunu kabul ediyorum, ama benim sorum şu: " Toprak bu besini ne­ reden alır? " Bir soru ki, genellikle anlaşılmadığı bahane edilir hep, en iyi bir olasılıkla şöyle yanıtlanır: " Yiyeceğin yetmezse bizimkinden veririz. " Dikkat buyurulsun bu yanıta. Biliyorum, bir kez ele geçirdiğimiz yiyecekleri aramızda dağıtmak köpek ulusunun erdemlerinden değildir. Yaşam çetin, toprak çorak­ tır, bilim bilgiden yana zengin, ama pratik başarılar açısından fakirdir yeteri kadar; yiyeceği olan bunu elinde tutup başkası­ na vermez, bu bencillik değil, bir köpek yasası, oybirliğiyle alınmış ulusal bir karardır; bencilliğin yenilmesinden doğup çıkmıştır ortaya, çünkü varlıklar hep azınlıktadır. Dolayısıyla " yiyeceğin yetmezse bizimkinden veririz " yanıtı boyuna yine­ lenen bir deyiş, bir şaka, bir takılma sözüdür. Böyle olduğunu unutmuş değilim. Ama o zamanlar sorularımla sağda solda sürtüp dururken bana karşı alayın bir kenara bırakılmış olma­ sı, bu yüzden daha büyük önem taşıyordu benim için. Gerçi ba­ na hala yiyecek bir şey veren çıkmıyordu - öyle hemen nereden alınacaktı yiyecek -; o anda birinin elinde yiyecek bulunsa bile, açlıktan kudurmuş, gözü başka şey görmüyordu. Ama önerile498 BiR SA VAŞIN TASViRi ri ciddiydi ve bazen, yeteri kadar çabuk davranıp da çekip al­ dım mı, gerçekten ele geçirdiğim kimi ufak tefek yiyecekler bi­ le oluyordu. Ne diye bana karşı böyle özel bir davranış göste­ riyor, beni gözetiyor, beni başkalarından üstün tutuyorlardı? Sıska, cılız, kötü beslenmiş, yiyecek ardında pek koşmayan bir köpektim de onun için mi? Ama bir sürü kötü beslenmiş kö­ pek sağda solda koşup duruyor, elden geldi mi onların bile bi­ razcık yiyecekleri ellerinden kapılıp alınıyor, çokluk açgözlü­ lükten değil de, ilke bakımından böyle davranılıyordu. Yo yo, başkalarından üstün tutuyorlardı beni, doğrusu ayrıntılarıyla bunu kanıtlayamazdım, daha çok böyle olduğuna ilişkin belli bir izlenim edinmiştim. Benim sorular mıydı acaba onları se­ vindiren? Benim sorulan mı öyle pek zekice buluyorlardı? Ha­ yır, sorularıma sevinmiyor, tümünü aptalca görüyorlardı. Ama yine de onları bana karşı böyle lütufkar davranmaya zorlayan, benim sorulardan başkası olamazdı. Sorularıma katlanmaktan­ sa, en iyisi o pek tatsız şeyi yapıp ağzımı yiyecekle tıka basa doldurmak istiyorlardı adeta - doldurmuyorlardı da doldur­ mak istiyorlardı -. Ama o zaman da beni en iyisi başlarından kovup uzaklaştırmaları, soru sormamı yasaklamaları gerekmez miydi? Hayır, işte bunu yapmayı düşünmüyorlar, sorularımı işitmek istemiyor, ama sorularımdan ötürü de beni başlarından kovup uzaklaştırmaya kalkmıyorlardı. Her ne kadar alay edil­ miş, budala küçük bir hayvancık davranışı görmüş, sağa sola itilip kakılmışsam da, doğrusu saygınlığımın en yüksek olduğu zaman bu zamandı, sonradan benzer bir durum asla çıkmadı karşıma; nereye gitsem kapılar açılıyor, hiçbir şey benden esir­ genmiyor, hoyrat davranmak bahanesi altında gerçekte bana iltifatlarda bulunuluyordu. Ve bütün bunların hepsi de anlaşı­ lan yalnızca benim sorularım, benim sabırsızlığım, benim araş­ tırı tutkum yüzündendi. Yani böylece beni uyutmak mı istiyor­ lardı, zora başvurmaksızın, adeta sevip okşayarak beni yanlış bir yoldan, yanlışlığı öyle bütün kuşkular üstünde bulunmayıp, dolayısıyla zor kullanılmasına izin vermeyen bir yoldan geri çe499 BiR SA VAŞIN TASViRi virmek miydi niyetleri? Ayrıca, bana karşı bir saygı ve korku, zor kullanmaktan kendilerini alıkoyuyordu. Daha o zamanlar buna yakın bir şeyi adeta sezinlemiştim. Bugün ise kesinlikle, o zaman bana böyle davrananların kendilerinden daha kesin­ likle biliyorum böyle olduğunu; yalan değil, beni kandırıp yo­ lumdan saptırmak istediler. Ama başaramadılar, tam tersi geç­ ti ellerine, dikkatim daha bir incelik kazandı. Hatta anlaşıldı ki, bendim ötekileri kandırmak, ayartmak isteyen ve bir ölçü­ de de bunda başarı sağlamıştım. Ancak öbür köpeklerin yardı­ mıyla anlamaya başlamıştım kendi sorularımı. "Toprak bu be­ sini nereden alıyor? " diye sormuştum örneğin; bunu sorarken, öyleymiş gibi görünse bile toprak umurumda mı, toprağın der­ di tasası umurumda mıydı? Hiç de değil; çok geçmeden anladı­ ğıma göre, benden düpedüz uzak bir şeydi bu, beni yalnızca köpekler ilgilendiriyordu. Öyle ya, köpeklerden başka ne var­ dı ki? Geniş ve boş dünyada köpeklerden başka kimden yar­ dım umulabilirdi? Bilgilerin, soruların ve yanıtların tümü kö­ peklerde saklı değil miydi? Ama etkin duruma getirilebilse. gün ışığına çıkarılabilse bu bilgi, itiraf ettiklerinden, kendi ken­ dilerine itiraf ettiklerinden sonsuz derecede çok daha fazla şey bilmeseler! En iyi yiyeceklerin bulunduğu yerler suskun, kapa­ lı olur ya, en konuşkan köpekler ondan da suskun, kapalıdır. Köpek soydaşınızın çevresinde sessiz saklı dolanırsınız, hırstan köpürür, kendi kuyruğunuzla kendinizi döver, sorar, ricalarda bulunur, sızlanıp yakınır, ısırır ve derken ele geçirir, hiçbir ça­ ba harcamadan elde edeceğiniz şeyi ele geçirirsiniz. Size sev­ giyle kulak verişler, dostça dokunuşlar, saygılı koklayışlar, can­ dan kucaklaşmalar; benim ve senin iniltilerin birbirine karışır, tekleşir, her şey buna yönelmiştir. Bir mest oluş, bir unutuş, bir buluş; ama özellikle elde edilmek istenilen şey, yani bilginin iti­ rafı da ele geçmeden kalır hep. Bu yoldaki sesli ya da sessiz bir soruya olsa olsa, o da ayartmalar son sınıra vardırıldı mı, yal­ nızca sağır yüz ifadeleri, yan gözle bakışlar, puslu, bulanık göz­ ler yanıt ��rir. Çocukken, o müzisyen köpeklere seslendiğim, 500 BiR SA VAŞIN TASViRi ama onların sustuğu zamankinden pek farklı değil. Hani denebilirdi ki: " Sen kendin köpek soydaşlarından dert yanıyorsun, pek önemli sorunlara ilişkin susmalarından yakını­ yorsun, onların itiraf ettikleri ve pratikte değerlendirmek iste­ diklerinden daha çok bilgi sahibi olduklarını ileri sürüyorsun, nedenini ve hikmetini kuşkusuz açığa vurmadıkları susuşları yaşamı sana zehir ediyor, senin için katlanılmaz duruma soku­ yor, bu yaşamı değiştirmek ya da onu terk etmek zorunda gö­ rüyorsun kendini; olabilir, ama sen kendin de bir köpeksin, sende de bu köpek bilgisi var, vursana işte açığa bunu; soru bi­ çiminde değil de yanıt olarak. Bunu açığa vurdun mu, kim sa­ na karşı durabilir? O büyük köpek korosu sanki bunu bekle­ miş gibi çöküp yıkılacak, o zaman da işte istediğin kadar ger­ çek, istediğin kadar açıklık ve itiraf sana, ardından böyle atıp tuttuğun bu basık yaşamın tavanı açılacak ve biz köpekler hep birden, yan yana, yüce özgürlüğe doğru yükseleceğiz. Diyelim bu sonuncusu başarıya ulaşmadı, şimdiye kadarkinden daha mı kötüleşecek durum? Diyelim, gerçeğin bütünü yan gerçekten daha da katlanılmaz nitelik kazandı, susanların yaŞamı sürdü­ renler olup dolayısıyla haklı bulunduktan doğrulandı, içimizde daha şimdiden yaşayan o hafif umutsuzluk tam bir umutsuzlu­ ğa dönüştü, olsun! Madem ki yaşamana izin verildiği gibi yaşa­ mak istemiyorsun, bir sınamaya değer. Böyle de, niçin başka­ larını susmalarından ötürü kınıyor, ama kendin susuyorsun? " Yanıt kolay: Bir köpeğim de ondan. Pek önemli konularda tıp­ kı ötekiler gibi sımsıkı içine kapalı, kendi sorularına karşı du­ ran, korkudan kaskatı bir köpek. Aslında, hiç değilse büyükler arasına karıştığımdan beri öbür köpeklere sorular yöneltmem, bir yanıt beklediğim için mi? Böyle sersemce umutlara mı ka­ pılıyorum? Yaşamımızın dayandığı temelleri görüyor, bunların ne kadar derinde bulunduklarını seziyor, yapım işinde çalışan işçileri karanlık işçilerinin başında izliyor, öyleyken hala bun­ ların tümünün yok edileceğini, bunların terk edileceğini mi bekliyorum? Hayır, Allah biliyor ya, böyle bir şey beklediğim 501 BiR SA VAŞIN TASViRi yok artık. Onları anlıyorum, benim de damarlarımda onların kanı var, onların o yoksul, sürekli genç, sürekli istek dolu kanı. Ama aramızdaki ortak nokta yalnızca kanlarımız degil, bilgi­ miz de, yalnızca bilgimiz degil, bunun anahtarı da ortak. Söz konusu anahtarı ötekiler olmadan ele geçiremem, ötekiler yar­ dım etmeksizin sahip olamam buna. En soylu iligi içinde barın­ dıran demir kemiklere, bütün köpeklerin dişlerinin ortak ısırış­ larıyla diş geçirilebilir ancak. Kuşkusuz sadece bir benzetme olup, bir abartma havası var şimdi söyleyecegimde; bütün dişler hazır olsalar, ama ısırmasalar, kemik kendi kendine açılacak ve ilik en güçsüz bir köpegin bile uzanıp alacagı gibi ortada durup duracaktır. Bu benzetmenin sınırları içinde kalırsam, benim amacım, sordugum soruların ve yaptıgım araştırmaların hedefi müthiş bir şey oluyor: Bütün köpekleri ne yapıp yapıp bir ara­ ya toplamak, onların işe hazır bulunmalarının baskısıyla kemi­ gin kendiliginden açılmasını saglamak, sonra onları hoşlandık­ ları özyaşamlarının içine salmak, ardından tek başıma, uzak ya­ kın çevremde kimseler olmaksızın iligi sömürüp emmek. Bu müthiş bir şey gibi geliyor bana; öyle ki, besinimi yalnızca bir kemigin iliginden degil de, köpeklerin tümünün iliginden alaca­ gım adeta. Ama işte hepsi bir benzetme. Burada söz konusu olan ilik bir yiyecek degil, bunun tersi, yani bir zehirdir. <•> Sorularımla sadece kendi kendimi kamçılıyor, çevremde bana yanıt veren o tek şey, yani o susuşla kendimi şevke getirmeye çalışıyorum. Araştırmalannla giderek daha çok bilincine vardı­ ğın bütün o köpeklerin susmalarına ve hep de susacak olmala­ rına daha ne kadar göğüs gereceksin? İşte benim tek tek soru­ lar üstündeki asıl can alıcı sorum: Daha ne kadar göğüs gere­ ceksin? Yalnızca kendi kendime yöneltilmiş bir soru, benden başkasını rahatsız ettiği yok. Ne yaparsın ki tek tek sorulardan daha kolay yanıtlayabiliyorum bunu. Anlaşılan o doğal sonum gelip çatana kadar buna göğüs gerebileceğim, tedirgin sorula­ ra yaşlılığın huzuru giderek daha çok karşı koyacak. Belki' de (•) " Max Brod"da var. "Edisyon Kritik"te yok. 502 BiR SA VAŞIN TASViRi susup, çevrem suskunlukla sarılı, adeta huzur içinde öleceğim; serinkanlılıkla bunu gözlüyorum. Biz köpekler, sanki kötülük için hayran olunacak güçte bir yürek, vaktinden önce eskitile­ meyecek bir akciğerle donatılmışızdır; bütün sorulara, hatta kendi sorularımıza karşı durabiliyoruz, adeta bir suskunluk dalgakıranından kalır yerimiz yoktur. Son zamanda yaşamımın bütünü üzerinde giderek daha çok düşüncelere dalıyor, benim belki de işlemiş olabileceğim, tüm aksaklığa yol açan o kesin hatayı arıyor, ama bir türlü bulamı­ yorum. Oysa böyle bir hatayı her şeye karşın işlemiş olmam ge­ rekiyor; işlememiş, öyleyken uzun bir ömür boyu sürdürülen dürüst çalışmalarla istediğim şeyi el� geçirememişsem, bu, iste­ diğim şeyin olanaksızlığını ortaya koyar, tastamam bir umut­ suzluğa sürükler beni. Hayatında yapmış olduğun işlere bir bak şöyle! İlkin: "Toprak bizim için besini nereden alır? " soru­ suna ilişkin incelemelerini ele al! Gerçekte kuşkusuz tutku de­ recesinde yaşamayı seven ben küçük köpekçik, bütün nazlann, bütün zevklerin çevresinde bir yay çizip onlardan kaçıyor, ayartılara karşı başımı bacaklarımın arasına gömüyor ve çalış­ maya koyuluyordum. Ne bilgelik, ne yöntem ne de amaç bakımından bilginlere özgü bir çalışmaydı bu, ama yine de öyle kesin bir rol oynamış ola­ mazlar. Fazla öğrendiğim bir şey yoktu, çünkü vaktinden önce ana kucağından ayrılmış, çok geçmeden kendi başıma yaşama­ ya alışmıştım; özgür bir yaşam sürüyordum; oysa pek erken ba­ ğımsızlık, sistemli bir öğrenimin düşmanıdır. Ne var ki çok şey görüp işittim, binbir cins köpekle düşüp kalktım ve bu, az bu­ çuk da olsa bilgeliğin yerini tuttu; ama bunun dışında, öğrenme için bağımsızlık bir sakınca oluştursa bile, kendi başına yürütü­ len araştırmalar da bir bakıma üstünlüktür. Benim durumum­ da daha da gerekliydi bağımsızlık, çünkü ben bilimin gerçek yöntemini izleyemiyor, yani benden öncekilerin çalışmaların­ dan yararlanıp kendimle çağdaş araştırmacılar arasında bir bağ 503 BiR SA VAŞIN TASViRi kuramıyordum. Tümüyle tek başıma yapmam gerekiyordu her şeyi. İşin ta başından başlamış, gençler için o mutluluk veren, yaşlılar içinse son derece bezginliğe sürükleyici bilinçle, yani tesadüfen çekeceğim sonuç çizgisinin aynı zamanda kesin çizgi niteliğini taşıyacağı bilinciyle işe koyulmuştum. Şimdi olsun, öteden beri olsun, araştırmalarımda gerçekten pek mi yalnız­ dım? Evet ve hayır. Her vakit orda burda benim durumumda yaşamış ve hala da yaşayan köpeklerin bulunmaması akıl ala­ cak gibi değil. Doğrusu bu kadar da kötü olamaz durumum. Başka köpeklerden kıl kadar farklı değilim. Her köpekte be­ nim gibi bir sorma içgüdüsü vardır ve benim de içimde her kö­ pekteki gibi bir susma içgüdüsü yaşıyor. Herkeste bir sorma iç­ güdüsü vardır. Yoksa sorularımla en hafif sarsıntılara çokluk bir haz, kuşkusuz aşırı bir hazla yaşamamın benden esirgenme­ diği sarsıntılar:ı yol açabilir miydim? Öyle bir durumum olma­ saydı, daha çok şey ele geçirebilmem gerekmez miydi? Bir sus­ ma içgüdüsüne sahip bulunmamın ise maalesef kanıtlanması gereksiz. Yani temelde rastgele bir köpekten bir başkalığım bulunmuyor; dolayısıyla, aradaki tüm görüş ayrılıklarına ve so­ ğukluklara karşın, aslında her köpek beni kabullenecek ve ben de her köpeğe karşı bundan başka türlü davranmayacağım. Ama işte her çeşitli öğelerin karışımı değişik bende; kişisel ba­ kımdan pek büyük, ulusal bakımdan önemsiz bir ayrım. Peki, hep varolan bu öğelerin karışımının geçmişte ve zamanımızda hiç benimkine benzer biçimde sonuçlandığı, benimkine mutsuz denirse, ondan çok daha mutsuz bir karışım niteliği taşıdığı gö­ rülmemiş midir? Görülmediği savı, eldeki tüm deneyimlere ay­ kırı düşer. Biz köpekler en harikulade mesleklerde çalışırız; öyle meslekler ki, elde enikonu güvenilir bilgiler bulunmasa, varlıklarına dünyada inanılacak gibi değildir. Hepsinden çok hava köpeklerini buna örnek vermek isterim. Biri bana ilk kez hava köpeklerinden söz edince gülmüş, asla kulak asmamıştım. Nasıl yani? Alabildiğine minik bir cins köpek bulunacak, be­ nim kafamdan pek de iri sayılmayacak vücudu, yaşını başını al504 BiR SA VAŞIN TASViRi dığı zaman bile daha irileşmeyecek ve bu köpek elbet güçsüz, zayıf, görünürde yapmacık, gelişmemiş, aşırı bir titizlikle tıraş edilmiş bu yaratık, şöyle doğru dürüst sıçrayıp zıplama yetene­ ğinden bile yoksun bu köpek, anlatıldığına göre çokluk hava­ da, yüksekte devinecek, öte yandan görünür bir iş yapmayıp dinlenmekle vakit geçirecekti, öyle mi? Hayır hayır, beni buna inandırmaya çalışmak, küçük bir köpeğin saflıgını pek fazla sö­ mürmektir sanıyorum. Ama arası çok geçmeden başka bir yer­ de, bir başka hava köpeğinden söz edildiğini işittim. Herkes birleşmişti de benimle eğleniyor muydu? Ne var ki, müzisyen köpekleri gördüm derken ve o gün bugün her şeye olabilir gö­ züyle bakmaya başladım; hiçbir önyargı kavrayış gücümü sınır­ landırmadı, en saçma haberlerin ardına düştüm, izleyebildiğim kadar izledim hepsini; en saçma şey, bana bu saçma yaşam içinde anlamlı şeyden daha da olası ve araştırmalarım için özel­ likle verimli göründü. Hava köpeklerinde de durum böyleydi. Onlar üzerinde türlü türlü şeyler duyup öğreniyordum, bugü­ ne kadar içlerinden birini bile görebilmiş değilim, ama varlık­ larına hanidir güven getirdim, benim dünya görüşümde önem­ li yerleri var. Çokluk olduğu gibi burada da beni kuşkusuz her şeyden önce düşündüren, onların marifetleri değil. Söz konusu köpeklerin böyle havada süzülebilmesi doğrusu harikulade bir şey, kim yadsıyabilir bunu, buna şaşmakta öbür köpeklerle be­ raberim. Ama kendi duygularım bakımından bana daha da ha­ rikulade gelen bir şey varsa, o da bu yaratıkların saçmalıkları, suskun saçmalıklarıdır. Genellikle hiçbir temele dayanmıyor saçmalık, havada süzülüyorlar, o kadar tastamam, yaşam akışı­ nı sürdürüyor, sağda solda da sanat ve sanatçılardan söz edili­ yor, hepsi bu. Ama neden, içleri tümüyle iyilik dolu köpekler, neden havada süzülür? Mesleklerinin anlamı ne bunların? Ne­ den ağızlarından hiçbir açıklayıcı söz çıkmaz? Neden yukarı­ larda süzülürler de, bir köpek için gurur nedeni olan bacakla­ rını işlev yapamaz duruma sokar, doyurucu topraktan ayrı ya­ şar, ekmemişken biçer, hatta sözde köpeklerin sırtından beyler 505 BiR SA VAŞIN TASViRi gibi geçinirler. Sorularımla böylesi konulara ne de olsa biraz canlılık getirdiğim için, kendi kendime iltifatlarda bulunabili­ rim doğrusu. Söz konusu hüner için nedenler aranmaya başla­ nıp bunun üzerine oturtulacağı bir temel tez elden saptanmaya çalışıldı. Başlandı yalnız; işin, başlangıç evresini de aşacağı yok kuşkusuz; ama gene de hiç yoktan iyi bir şey. Bu arada gerçe­ ğin kendisi ortaya çıkmamasına karşın - asla bu noktaya kadar ilerlendiği olmayacak - yine de akıllan karıştıran yalanın ger­ çek yüzü biraz açığa çıkarılırdı. Çünkü yaşamınızdaki bütün saçma olaylar, özellikle en saçmaları bir nedene oturtulabilir. Tamamen değil kuşkusuz - işin şeytani tarafı da burada -, ama kendini tatsız sorulara karşı korumak için yeter bu kadarı. Yi­ ne hava köpeklerini örnek alalım: İlkin sanılacağı gibi öyle bu­ runları havada değil, daha çok köpek soydaşlarını özellikle ge­ reksinen yaratıklar; kendinizi onların yerine koydunuz mu, on­ ları anlayabilirsiniz. Söz konusu köpekler açıktan açığa yapa­ masalar bile - çünkü susma görevine aykırı bir davranış sayılır bu - başka herhangi bir yoldan yaşayış biçimlerini bağışlatmak ya da dikkati başka yana çekmek, bunu unutturmak zorunda­ dırlar; böyle bir şeyi de işte bana anlatıldığına göre adeta çekil­ mez bir boşboğazlıkla yapmaya çalışıyorlar. Aralıksız anlatıp duruyorlar; bedensel çabalarla pek bir alıp verecekleri olmadı­ ğı için durmadan kafa yordukları felsefi düşünceleri, biraz da o yüksekteki yerlerinden yaptıkları gözlemleri anlatıyorlar. Ve böyle başıboş bir yaşamda pek doğal olduğu üzere zeka güçle­ ri çok parlak sayılmayıp felsefelerinin de gözlemleri gibi değer­ sizliğine ve bilimin bunlardan pek yararlanamamasına, zaten böyle acınacak yardım kaynaklarını gereksinmemesine karşın, böyle olmasına karşın, hava köpeklerinin nedir amacı diye so­ rulduğunda alınacak yanıt, onların bilime geniş çapta hizmet ettikleridir. " Doğru ama, hizmetleri değersiz ve can sıkıcı nite­ lik taşıyor" dediniz mi, buna verilecek yanıt omuz silkme, oya­ lama, öfke ya da gülme olacaktır ve bir an sonra gene sorun, gene bilime hizmet ettikleri yanıtını alacaksınızdır ve nihayet 506 BiR SA VAŞIN TASViRi bir daha kendinizi tutamayarak sormaya kalkın, size aynı yanıt verilecektir. Belki fazla inatçı davranmayıp boyun eğmek, ha­ len yaşayıp duran hava köpeklerinin yaşam haklarını kabullen­ mek değil ama - çünkü bu imkansız bir şey -, varlıklarına kat­ lanmak uygun olacaktır. Ne var ki, bundan ötesi de istenemez, fazla olur o kadarı, ama isteniyor işte. Aralıksız türeyen yeni hava köpeklerinin varlıklarına katlanılması isteniyor. Bunların nereden çıkıp geldiği asla pek bilinecek gibi değil. Çiftleşmey­ le mi çoğalıyorlar acaba? Buna da güçleri yetiyor mu? Öyle ya, güzel bir posttan başka bir şey değiller; çiftleşecek neleri var ki! Bu gerçekleşmeyecek şey haydi gerçekleşse bile, ne zaman gerçekleşecek? Çünkü hep yalnız, kendi kendilerine yeter, yu­ karıda, havada görüyorsunuz onları; bir yol tenezzül buyurup yerde yürüseler, bunu ancak kısa süreler için yapıyorlar, birkaç çıtkırıldım adım atıyor, sonra yine koyu yalnızlıklarına gömü­ lüyor, kendilerini zorlasalar bile kopamadıkları, hiç değilse ko­ pamadıklarını ileri sürdükleri sözde düşüncelere dalıyorlar. Çiftleşip üremediklerine göre toprak üzerinde yaşamaktan gö­ nüllü el çekip kendi istekleriyle hava köpeğine dönuşecek, ra­ hatlık ve hüner uğruna havada, yastıklar ve minderler üzerin­ deki kuru bir yaşamı seçecek köpeklerin çıkacağı hiç düşünü­ lebilir mi? Böyle bir şey düşünülemez; ne çiftleşme yoluyla bir üreme, ne hava köpekleri arasına gönüllü bir karışma tasarla­ nacak gibidir. Ama duruma bakılırsa, habire yeni hava köpek­ leri türemekte. Bundan da şu sonuca varmak gerekiyor: Bu yoldaki engeller ne denli bize yenilmez görünse de, bir kez va­ rolan bir köpek cinsi ne kadar acayip olursa olsun soyu tüken­ memekte, hiç değilse her cinsten böyle bir şeye karşı kendini başarıyla savunan bir yaratık geriye kalmakta. Şimdi hava köpekleri gibi ayn baş çeken, anlamsız, dış görü­ nüşleri alabildiğine acayip, yaşama gücünden yoksun bir kö­ pek cinsi için geçerli bir şeyin, benim cins için de geçerliğini be­ nimsemem gerekmez mi? Kaldı ki, benim asla öyle acayip bir görünüşüm yok; hiç değilse bizim burada, bu çevrede pek sık 507 BiR SA VAŞIN TASViRi rastlanıp bir olağanüstülüğü içermeyen orta sınıf köpeklerde­ nim; ne öyle özellikle yüceltilecek, ne aşağılanacak bir yanım var; hatta kendime bakmayı öyle boşlamadığını ve çok hareket edip durduğum zamanlarda, yani gençlik ve biraz da yetişkin­ lik çağımda pek şirin bir köpektim. Hepsinden çok önden gö­ rünüşüm övgü konusu yapılırdı: Narin bacaklarım, başımı tutu­ şumdaki zarafet, beri yandan o gri-beyaz-san, yalnız kıl uçla­ rında kıvrım kıvrım postum pek beğenilirdi; bütün bunlarda bir acayiplik yok, acayip olan sadece benim doğam; ama bunun da nedenleri, benim asla gözden uzak tutmamam gerektiği üzere, o genel köpek doğasında saklı yatıyor. Ne bileyim, hava köpeği bile yalnız kalmadığına, köpeklerin o büyük dünyası içinde sık sık bir hava köpeğiyle karşılaşıldığına ve hava kö­ peklerinin kendilerine sanki yoktan yeni kuşaklar sağladıkları­ na göre, ben de kendimin mahvolmuş bir köpek sayılamayaca­ ğıma güvenebilirim doğal olarak. Kuşkusuz, benim soydaşları­ mın özel bir alınyazısı bulunmalı; dolayısıyla, onların bana gö­ rünür bir yardımı dokunmayacak; bir kez kendilerini asla tar.ı­ yamayacağım. Biz, susmaların yükü altında ezilip bunalanlarız; havaya karşı açlığımızdan, susuşları delip çıkmak istiyoruz dı­ şarı; bizden başkalarını bu susuş rahatsız etmiyora benziyor; sözde sakin sakin konser vermiş, ama gerçekte telaş ve heye­ can içinde kıvranmış o müzisyen köpeklerdeki gibi bir görünüş bu, ama güçlü bir görünüş; yanına sokulmaya kalkın, her saldı­ rıyı alayla karşılıyor. Benim soydaşlarım acaba kendi başları­ nın çaresine nasıl bakıyor? Onların her şeye karşın yaşama de­ nemeleri nasıl şeydir? Her birinde değişiktir bu sanırım. Genç­ liğimde sorularla işin üstesinden gelmeye uğraşmış, yani çok soru soranları ele geçirdim mi, işte benim soydaşlarım diyece­ ğimi düşünmüştüm. Bu yolu da bir süre kendimi yenerek iz!e­ meye çalıştım; kendimi yenerek; çünkü beni en başta ilgilendi­ ren, bana yanıt vereceklerdi; benim yanıtlayamayacağım soru­ larla habire öne çıkanlardan nefret ederim. Ama genç olup so­ ru sormayan var mıdır? Pek çok soru içinden gerçek soruları 508 BiR SA VAŞIN TASViRi nasıl bulup çıkarayım? Biri ötekisi gibi gelir kulağa, önemli olan niyettir, o da işte açığa vurmaz kendini, çokluk soran için bile gizli kalır. Zaten soru sormak genelde köpeklerde rastla­ nan bir özelliktir, karmakarışık sorup durur hepsi; öyle ki, ger­ çek soruların izi silinmek isteniyor gibidir. Hayır, soru soran gençler arasında soydaşlarımı bulamam; susanlar arasında, kendilerinden biri olduğum yaşlılar arasında da öyle. Ama so­ rular da ne oluyor? Bu yol başarısızlığa götürdü beni; belki soydaşlarım benden çok akıllıdır, bu yaşama göğüs gerebilmek için apayrı ve pek seçkin önlemlere başvuruyorlar; kuşkusuz öyle önlemler ki, kendi yaşantılarıma dayanarak konuşursam, belki darda kaldıklarında bir yardımı dokunuyor onlara, onla­ rı yatıştırıyor, uyutuyor, soyda değişikliğe yol açan bir etki ya­ pıyor, ama genellikle onların da önlemleri tıpkı benimkiler gi­ bi gerçek önlem niteliğini taşımaktan uzak, çünkü ne kadar gö­ zümü çevrede dolaştırsam da ortada bir başarı göremiyorum. Korkarım, soydaşlarımı en az bana tanıtacak bir şey varsa, o da başarıdır. Peki ama, nerde benim bu soydaşlar? Evet, işte ya­ kınmamın konusu, işte yakınma, evet. Neredeler? Hem her yerde, hem hiçbir yerde. Belki kapı komşumdur benim, ben­ den üç sıçrayış ötededir, sık sık sesleniyoruzdur birbirimize, hatta belki o kalkıp bana geliyordur da, ben ona gitmiyorum­ dur. Soydaşım mı acaba? Bilmem, ben kendisinde buna benzer bir şey görmüyorum, ama bakarsın öyledir. Bakarsın öyledir, ama bundan daha akıl almayacak bir şey de doğrusu düşünüle­ mez. Uzaktayken, adeta bir oyun oynayarak, tüm hayal gücü­ mü yardıma çağırıyor, bana kuşkulu gelen bazı noktalar ele ge­ çirir gibi oluyorum komşumda; ama önüme gelip dikilmeye­ görsün, bütün buluşlarıma gülüp geçiyorum. Yaşlı bir köpek; ben ki orta boylu bile değilim, benden de biraz kısa: Kahveren­ gi kısa tüyleri, yorgunlukla sarkan bir başı var; yerde sürünür gibi adımlan; üstelik sol arka bacağı da bir hastalık nedeniyle hep biraz geriden geliyor. Onunla yakından görüştüğüm kadar hanidir kimseyle görüştüğüm yok, ona az buçuk katlanabildi509 BiR SA VAŞIN TASViRi ğim için memnunum, yanımdan ayrılıp gitti mi, arkasından en dostça sözleri haykırıyorum; sevgiden değil kuşkusuz, çünkü ardından gidersem, sürüklenen bacağı, yere fazla yakın kıçı, adeta sessiz saklı uzaklaşmasıyla onu gene düpedüz iğrenç bu­ lacağımı düşünerek kendi kendime kızdığımdan. Bazen bana öyle geliyor ki, onu bir soydaşım görmekle kendimle alay et­ mek istiyorum sanki. Zaten konuşmalarımızda da soydaşlıkla yorumlanacak hiçbir şeyin kendini açığa vurduğu yok; gerçi ze­ ki ve bizim koşullara göre kültürlü yeterince, kendisinden çok şey öğrenebilirdim; ama zeka ile kültür mü benim aradığım? Genellikle yerel sorunlar üzerinde söyleşiyoruz, yalnızlığımın bu bakımdan kazandırdığı bir keskin görüşlülükle, bir köpeğin ortalama pek elverişsiz sayılmayacak koşullarda yaşamını sür­ dürmesi ve normaldeki alabildiğine büyük tehlikelerden ken­ dini koruyabilmesinin bile ne çok zeka gücünü gerektirdiğini görüp şaşıyorum. Bilim bunu sağlayacak yasaları sunuyor ger­ çi, ama bunları en kaba temel çizgileriyle olsun uzaktan uzağa anlamak bile hiç kolay değil; anlaşılsa bile asıl zorluk o zaman başgösteriyor: Bu yasaları yerel koşullara uygulamak. Bu ko­ nuda da size yardım elini uzatacak pek kimse yoktur, hemen her geçen saat omuzlarınıza yeni ödevler yükler, her karış top­ rak kendi yükümlülüklerini çıkarır karşınıza; hiç kimse bir yer­ de sürekli yerleştiğini ve yaşamının bir bakıma kendiliğinden akıp gittiğini ileri süremez, gereksinimleri bayağı günden güne azalan ben bile yapamam bunu. Ve bütün o sonu gelmez çaba­ lar niye? Hepsi kendini daha çok suskunluğa gömmek ve hiç­ bir vakit, hiç kimse tarafından bu suskunluktan bir daha çeki­ lip alınamamak için. İkide bir, köpeklerin çağlar içinde sürdürdüğü genel ilerleme övgü konusu yapılıyor ve bununla da sanırım en başta bilimde­ ki ilerleme anlatılmak isteniyor. Elbet, bilim ilerleyip duruyor, önüne geçilecek gibi değil, hatta giderek hızlanıyor ilerleme, sürekli hızlanıyor, ama bunun övülecek neresi var? Öyle ki, yaşlanıp kocadığı ve bu yüzden günden güne daha çabuk ölü510 BiR SAVAŞIN TASViRi me yaklaştığı için bir kimse övülmek isteniyor gibidir. Bu da doğal, üstelik çirkin bir durum; övülecek yanını göremiyorum ben. Benim gördüğüm tek şey çöküntü; ama bununla demek istemiyorum ki, önceki kuşaklar yaradılış bakımından bizden daha iyiydi; ancak, daha gençtiler; bu da onların büyük üstün­ lüğüydü, bellekleri bugünkülerin belleği gibi fazla yüklü değil­ di, onları konuşturmak daha kolaydı, bunu bir başaran çıkma­ mışsa bile, ilgili konudaki olanaklar daha zengindi; zaten daha büyük bu olanakların varlığından değil midir, o eski, ama doğ­ rusu saf anlatıları dinlemek öyle heyecan salıyor içimize. Yer yer üstü kapalı bir söz işitiyor, üzerimizde yüzyılların yükü bu­ lunmasa, nerdeyse yerimizden sıçrayacak oluyoruz. Hayır ha­ yır, kendi zamanımı kötüleyici ne söylersem söyleyeyim, önce­ ki kuşaklar yeni kuşaklardan daha iyi değildi; hatta bazı ba­ kımdan çok daha kötü ve güçsüzdüler. Mucizeler, kuşkusuz o vakitler de canı isteyenin yakalayabileceği gibi sokaklarda se­ re serpe dolaşmıyordu; ama köpekler, başka türlü açıklayama­ yacağım bunu, henüz şimdiki gibi köpek değillerdj, henüz kö­ peklerin yapısında bir yumuşaklık vardı; gerçek söz, o vakitler henüz işe karışabilir, bu yapıyı belirleyebilir, değiştirebilir, is­ teğe göre değişikliklere yol açabilir, tersine çevirebilirdi, evet, bu söz de vardı o vakitler, hiç değilse yakındaydı, herkesin di­ linin ucunda süzülüyor, herkes bunu öğrenebiliyordu; oysa şimdi nereye gitti bu söz? Şimdi sözcük kalabalığı içine el ata­ yım deseniz, yerinde bulamazsınız. Bizimkisi mahvolmuş bir kuşaktır belki, ama o vakitki kuşaktan daha masumdur. Benim kuşağın duraksayıp çekinmelerini anlayabiliyorum; hem hiç de duraksama değil bu, binlerce gece önce görülmüş ve binlerce kez unutulmuş bir düşün yeniden unutuluşudur; işte bu binler­ ce kez unutmadan ötürü kim bize kızabilir? Ama atalarımızın duraksayışlarını da anlamıyor değilim; biz olsaydık, biz de bel­ ki başka türlü davranmazdık; neredeyse şöyle diyeceğim geli­ yor: Ne mutlu ki, suçu yüklenme zorunda kalan bizler olmadık; daha çok biz, bizden önce başkaları tarafından karartılmış bir 511 BiR SA VAŞIN TASViRi dünyada adeta suçsuz bir suskunluk içinde ölüme doğru seğir­ tebiliyoruz. Atalarımız sapa yollarda dolaştıkları zaman, bu­ nun sonu gelmeyen bir dolaşma niteliği taşıyacağına sanırım pek inandıkları yoktu, çünkü dörtyol ağzını görüyorlardı he­ nüz, dilediklerinde geri dönmeleri kolaydı; geri dönmekte du­ raksamışlarsa, kısa bir süre daha köpeksi yaşayışın tadını çı­ karmak istemelerindendi. Bu yaşam hiç de öyle tipik bir köpek yaşamı değildi henüz; oysa daha şimdiden onun güzelliği baş­ larını döndürmüştü; ileride nasıl olacaktı kim bilir; hiç değilse biraz ileride; böylece sapa yollarda gezmelerini sürdürdüler. Tarihin akışına baktığımızda sezdiğimiz bir şeyi, yani ruhun, yaşamın kendisinden daha erken değiştiğini ve dolayısıyla kö­ pek yaşamından haz duymaya başladıklarında kendilerinin ar­ tık kocamış köpek ruhu taşıyor olmaları gerektiğini ve her çe­ şit köpeksi hazlar içinde yuvarlanıp duran gözlerinin kendileri­ ni inandırmak istediği gibi çıkış noktasına hiç de yakın bulun­ madıklarını bilmiyorlardı. Kim bugün artık gençlikten söz ede­ bilir. Asıl genç köpekler onlardı, ama ne çare tek tutkuları ko­ camış köpekler olmaya yönelmişti, bu da ellerinden gelmeye­ cek bir şey değildi; kendilerini izleyen tüm kuşaklar, ama hep­ sinden çok biz son kuşak kanıtlamaktayız bunu. Bütün bunlar üzerinde elbet komşumla söyleştiğim yok; ama onunla, bu tipik kocamış köpekle karşı karşıya oturdum mu ya da ağzımı onun şimdiden yüzülmüş deri kokusunu hafifçe anımsatan postuna gömdüm mü, ikide bir bunları düşünmeden duramıyorum. Bunlar üzerinde onunla ve bir başkasıyla ko­ nuşmak saçma olur. Konuşmanın nasıl bir yol izleyeceğini bili­ yorum; o, yer yer ufak birkaç itirazda bulunacak, ama sonunda bana hak verecek - silahların en iyisi de hak veriştir -, dolayı­ sıyla sorun'un kendisi de uyuyacak; madem öyle, ne diye onca zahmet edip uykusundan uyandırmalı? Ama bakarsın kuru sözleri aşan bir anlaşma vardır komşumla aramda, bunu ileri sürmekten bir türlü kendimi alıkoyamıyorum, oysa böyle oldu­ ğunu gösterecek bir kanıt yok elimde ve belki düpedüz yanılı512 BiR SAVAŞIN TASViRi yorum; çünkü öteden beri kendisiyle düşüp kalktığım tek kim­ se odur ve ona tutunmam gerekir. " Ne bileyim, belki de her şe­ ye karşın benim soydaşımsın kendine göre? Onca uğraştın, bir başarı elde edemedin diye utanıyor musun? Bak, senin başına gelenin bir eşi benim de başıma geldi. Yalnız kaldım mı, hün­ gür hüngür yaşlar boşanıyor gözümden. Gel, iki kişi olunca öy­ le pek acı gelmez yaşam," diye içimden geçiriyorum bazen ve gözlerimi dikip kendisine bakıyorum. O, gözlerini yere indiri­ yor, ama halinden de bir şey çıkarılacak gibi değil; donuk göz­ lerle bana bakıyor. Ama belki de onun soru sorma yöntemi iş­ te böyle bakıp etmesidir ve dolayısıyla ben de, tıpkı onun beni uğrattığı gibi düş kırıklığına uğratıyorum kendisini. Gençliğim­ de başka sorular benim için önem taşımasaydı da, kendi kendi­ me bol bol yetmeseydim, belki sorularımı sesli sorar, ondan belirsiz ve güçsüz de olsa bir söz işitirdim, yani susup durduğu bugünküne göre daha az bir başarı sağlardım. Ama herkes böyle susup durmuyor mu? Ancak, sağda solda elde ettikleri minicik sonuçlarla kaybolmuş ve unutulmuş bulunan, çağların karanlığıyla zamanın dağdağası içinden asla bir yol bularak kendisine ulaşamayacağım tek tük araştırmacının soydaşım ol­ madığına, herkesin, kendine göre, kendince başarısız, susarak ya da açıkgözlü boşboğazlıkta bulunarak, yani umutsuz araştır­ maları hangi davranışı gerektiriyorsa onu yaparak çaba göste­ ren herkesin soydaşım sayılacağına beni inanmaktan alıkoyan nedir? Ama o vakit asla kendimi ötekilerden ayırmayıp onla­ rın arasında kalabilmem, yaramaz bir çocuk gibi büyüklerin safları arasından itişip kakışarak kendimi dışarı atmaya çalış­ mamam gerekirdi. Öyle ya, onlar da benim gibi dı�arı atmak is­ tiyorlardı kendilerini; ama onlarda benim zihnimi karıştıran şey, hiç kimsenin dışarı çıkamayacağını, bütün itişip kakışma­ ların budalaca bir davranış sayılacağını kendilerine söyleyen bir zekaları bulunmasıydı. Doğru; böylesi düşünceler besbelli komşumun üzerimdeki et­ kisinden kaynaklanıyor, komşum aklımı karıştırıyor, karasev513 BiR SAVAŞIN TASViRi dalı yapıyor beni; hayli neşe içinde komşum; hiç değilse kendi yaşam bölgesinde eğleştiği zaman onun bağırıp çağırdığını, şar­ kılar söylediğini işitiyor, bundan hoşnutsuzluk duyuyorum. Bu en son dosttan da yüz çevirsem, ne denli pişkin olduğunuzu sansanız da her köpek dostunuzun sizi ister istemez sürükleye­ ceği belirsiz düşlerin peşine takılmaktan vazgeçip elimde kalan birazcık zamanı sırf araştırmalar uğrunda harcasam iyi eder­ dim. Bir daha komşum geldi mi bir köşeye büzülüp uyuyormu­ şum gibi yapacak ve bunu her defasında yineleyeceğim, ta ki ayağını kessin benim buradan. Sonra, araştırmalarıma bir düzensizlik geldi; pek o kadar dik­ katimi veremiyor, yoruluyorum; bir zaman şevkle konuşup durmuşken, şimdi hantal hantal devinebiliyorum ancak, "Top­ rak besini nereden alır? " sorusunu incelemeye başladığım gün­ leri anımsıyorum. Kuşkusuz, ötekiler arasında yaşıyordum o zaman; neresi en kalabalıksa oraya sokulmaya çalışıyor, herke­ si çalışmalarımın tanığı yapmak istiyordum; hatta bu tanıklar, çalışmalarımdan daha önemliydi benim için; çalışmalarımın henüz genel bir etki uyandırabileceğini umuyor, bu da beni kuşkusuz enikonu kamçılıyordu. Şimdi ise yalnızlığa gömül­ düm, benim için geçmiş ola artık. Bir vakitler öyle güçlüydüm ki, hiç işitilmemiş bir şey yaparak bizim bütün ilkelerimize ay­ kırı düşen ve o zamanki görgü tanıklarının müthiş bir şey diye anımsayacağı bir işi başarıp normal olarak sınırsız bir uzman­ laşmaya doğru yol alan bilimde bir bakıma dikkate değer bir yalınlık saptadım. Bilim, gereksindiğimiz besini genelde topra­ ğın bize verdiğini öğretiyor; bu önkoşulu öne sürdükten sonra, çeşitli yiyeceklerin en iyi ve en bol nasıl yetiştirileceğine ilişkin yöntemleri açıklıyor. Elbet, toprağın bize besinimizi verdiği doğru, buna hiç kuşku yok; ama genellikle anlatıldığı gibi o ka­ dar da basit ve üzerinde araştırmaya hiç yer bırakmayan bir şey değil bu. Hani her gün yinelenen en ilkel olayları ele ala­ lım. Benim nerdeyse şimdi yaptığım gibi elimiz büsbütün boş otursak, toprağı şöylece üstünkörü işlesek ve oracığa kıvrılıp 514 BiR SA VAŞIN TASViRi yatarak yerden ne bitecek diye beklesek, bunun bizim besini­ miz olacağı kuşkusuzdur; yeter ki bir şey bitsin yerden. Ancak, bu bir kural da sayılamaz. Bilime karşı özgürlüğü elden bırak­ mayanlar - böyleleri de kuşkusuz az sayıdadır, çünkü bilimin çekiciliğine kapılanlar giderek artıyor - öyle özel gözlemlere hiç başvurmasalar bile, toprak üzerinde ele geçireceğimiz besi­ nimizden büyük bölümünün yukarıdan geldiğini göreceklerdir; hatta becerikliliğimiz ve açgözlülüğümüzün derecesine göre daha toprağa değmeden, yiyeceğin en büyük parçasını havada kapıyoruz. Bununla bilimi kötüleyen bir şey söylemiş sayılmak istemem, çünkü besini de oluşturan nihayet topraktır. Toprak besinin bir bölümünü kendi içinden . çıkarıyormuş da, öbür bö­ lümünü yukarıdan indiriyormuş, belki önemli bir ayrım yoktur arada; her iki durumda da toprağı işlemenin gerekliliğini sap­ tayan bilimin, belki bunları birbirinden ayırma sorunuyla uğ­ raşmaması gerekirdi; şöyle bir söz vardır çünkü: Lokman ağ­ zında mı, bu kez de çözümledin sorunları. Ancak bana öyle geliyor ki, bilim, üstü kapalı da olsa hiç değilse biraz bu gibi so­ runlarla uğraşmaktadır; çünkü ne de olsa besinin sağlanması bakımından iki ana yöntem tanıyor, yani toprağın temel olarak işlenmesi, sonra da bunun söz, dans ve şarkı biçiminde bütün­ lenmesi, yani olgunlaştırma çabası. Ben burada tümüyle değil­ se de, yeterince açık seçik ortada bulunup benim yaptığım ay­ rıma uyan ikili bir bölme işlemi görüyorum. Toprağın işlenme­ si, kanımca her iki çeşit besinin elde edilmesini sağlıyor ve her iki durumda da yapılması gerekiyor; söz, dans ve şarkılar ise dar anlamda toprağın beslenmesini pek ilgilendirmeyip besi­ nin yukarıdan aşağı çekilmesini sağlıyor daha çok. Benim bu görüşümü gelenekler de pekiştiriyor. Halk bu noktada, kendi­ si farkında olmaksızın, bilimin yanlışım çıkarıyor sanki, bilim de buna karşı kendini savunmayı göze alamıyor. Bilimin söyle­ diği gibi, bütün o töreler besini yukarıdan almak için salt top­ rağı güçlendirmeye yarasaydı, mantıksal sonuca göre bunların tümüyle yerde olup bitmesi, bütün sözlerin toprağa fısıldanma11 11 515 BiR SAVAŞIN TASViRi sı, bütün zıplayıp sıçramaların, bütün dansların toprağa karşı yapılması gerekirdi. Bilimin de istediği, benim bildiğime göre sanırım bundan başkası değildir. Ama işin tuhafı, halk bütün bu törenlerde yukarıya yöneliyor. Hani bilime aykırı bir davra­ nış değil, bilim yasaklamıyor böyle bir şeyi, çiftçiyi bu konuda özgür bırakıyor, öğrettiği şeylerde toprağı düşünüyor yalnızca, çiftçi toprağa ilişkin öğrettiklerini yapsın yeter ki, başka şey is­ temiyor; ama bana kalırsa, düşünce sistemine göre daha çok is­ tekler öne sürmesi gerekirdi. Asla bilimin pek derinliklerine inemeyen ben, o büyük coşkusuyla halkımızın sihirli sözleri yukarılara seslenip eski halk ezgilerini bir yakınma gibi yuka­ rılara yollamasına, sanki toprağı unutmak ve bir daha oraya dönmemek ister gibi zıplayıp dans etmesine bilginlerimiz nasıl göz yumuyor, bir türlü akıl erdiremiyorum. Benim çıkış nok­ tam da, bu çelişkileri özellikle vurgulamak oldu; bilimin öğre­ tilerine uyarak, hasat zamanı yaklaştı mı kendimi düpedüz top­ rakla sınırlıyor, dans ederken ayaklarımla toprağı eşeliyor, toprağa elden geldiğince yakın bulunmak için başımı döndürü­ yordum. Sonralan ağzım için yerde bir çukur açtım, çukurun içine konuşup ezgiler söyledim; öyle ki, yalnızca toprak duydu ağzımdan çıkanları, ne çevremde, ne üstümde başka bir işiten olmadı. Araştırmalarımdan fazla bir sonuç elde edemedim; bazen bir yiyeceğe kavuşamayarak keşfimden ötürü tam sevinip kıvana­ cak oluyordum ki, derken yine besin çıkarılıyordu önüme; san­ ki benim tuhaf davranışım ilkin şaşkınlık uyandırmış da, sonra bunun sağladığı üstünlük anlaşılmıştı ve benim bağırıp çağır­ malanma gereksinim duyulmuyordu artık. Hatta çokluk yiye­ cek eskisinden daha bol önüme sürülüyor, ama derken yine ar­ kası kesiliyordu. Şimdiye kadar genç köpeklerde görülmeyen bir hamaratlıkla yaptığım bütün denemeleri tek tek not ediyor­ dum; beni daha ileriye götürecek bir izi yer yer ele geçirdiğimi sanıyor, ama iz yine belirsizlikler ortasında gözden kaybolu­ yordu. Bilimsel hazırlığımın yetersizliği de kuşkusuz çalışmala516 BiR SA VAŞIN TASViRi rıma sekte vurmaktaydı. Örneğin, yiyeceğin arkasının kesilme­ sinin benim deneyden değil, bilimin gereklerine aykırı biçimde toprağın işlenmesinden kaynaklandığı konusunda bana·güven­ ce verecek ne vardı? Ve bu da doğruysa, o zaman vardığım tüm sonuçlar sağlamlığını yitirirdi. Kimi koşullar altında, yani toprağı hiç işlemesem de, bir kez yalnızca yukarıya yönelik tö­ renlerle yiyeceklerin yukarıdan inişini, sonra da salt toprağa yönelik törenlerle yiyeceğin arkasının kesilmesini sağlayabil­ seydim, düpedüz titiz bir deneyde bulunmuş olurdum. Böyle bir deneye girişmemiş de değilim, ama içimde sağlam bir inanç duymadan yaptım bunu ve deneme koşulları eksiksiz yerine getirilmemişti; çünkü, benim sarsılmaz inancıma göre, toprağın hiç değilse belli bir ölçüde işlenmesi her vakit zorunluydu ve buna inanmayanlar haklı olsa bile haklılıkları yine de kanıtla­ namazdı; değil mi ki toprağın sulanması içgüdüsel yoldan ger­ çekleşiyor ve belli sınırlar içinde asla önüne geçilemiyordu. Sa­ pa sayılacak bir başka deneyde ise daha çok başarı kazanmış, az çok dikkati çekmiştim: Besini yukarıdan yere indirecek, . ama normalde yapıldığı gibi onu havadayken kapm ayacaktım. Bunun için, besin yukarıdan inerken ben hep ufak bir sıçrama­ da bulunuyordum; ama sıçrama öyle hesaplanmıştı ki amaca elvermiyor, çokluk besin boğuk bir sesle ve umursamaz, yere düşüyor, ben de hırsla üzerine atılıyordum; yalnızca açlığın de­ ğil, aynı zamanda düş kırıklığının yol açtığı bir hırstı bu. Ama tek tük durumlarda da apayrı bir şey, mucizemsi bir şey ger­ çekleşip yiyecek yere düşmüyor, havada benim peşime, ben aç köpeğin peşine takılıyordu. Ama uzun sürmüyordu bu, şöyle biraz beni kovalıyor, sonra gene de düşüyor yere ya da ortadan büsbütün yitip gidiyor ya da - en çok karşılaşılan da buydu ben açgözlülüğümle vaktinden önce deneye son vererek besini tutup gövdeme indiriyordum. Yine de mutluydum o vakitler, çevremde bir fısıldaşma eksik olmuyordu, bir tedirginlik ve uyanıklık almıştı herkesi; bildiklerim, tanıdıklarım sorularıma eskisi gibi kapalı değildi; kendi bakışlarımın sadece bir yansısı 5 17 BiR SAVAŞIN TASViRi da sayılsa, gözlerinde yardım aranan bir ışıltı görüyordum, baş­ ka da bir istediğim yoktu, memnundum. Derken öğrendim ki ötekiler de benimle birlikte öğrendiler -, söz konusu deney bi­ lim tarafından çoktan ele alınmış, benimkinden çok daha üstün bir başarıyla gerçekleştirilmişti; ama kendi kendine söz geçir­ menin zorluğu yüzünden çoktandır uygulandığı yoktu ve sözde bilimsel önemsizliği nedeniyle bir daha yinelenmemesi gereki­ yordu. Benim deney yalnızca önceden bilinen bir şeyi kanıtla­ mıştı, bu da toprağın besini yukarıdan sadece düz değil, aynı zamanda eğik, hatta helezon biçiminde almasıydı. Kalakalmış­ tım ortada, ama cesaretim kırılmamıştı, henüz pek gençtim; olup bitenler, hayatımın belki de bu en büyük eserini gerçek­ leştirmem için beni şevke getirmişti. Deneyimin bilim tarafın­ dan değersiz kılındığına inanmıyordum, ama inanıp inanma­ mak ne işe yarardı ki! İşe yarayacak olan ancak kanıttı ve ben de bu yolu izlemek istiyor, dolayısıyla gerçekte bu biraz sapa deneyi aydınlığın tam içine, araştırmanın tam ortasına yerleş­ tirmek istiyordum. Besinin önünden geriye kaçarsam, toprağın onu eğik olarak kendisine doğru çekip almadığını, besini be­ nim ardım sıra sürüklediğimi kanıtlamak istiyordum. Ne var ki bu deneyi geliştiremedim; yiyeceği önünde görüp de bilimsel denemelere girişmek uzun süre katlanılamayacak bir şeydi. Ama ben bir başka türlü davranmak, dayanabildiğim süre ken­ dimi büsbütün perhize çekmek istiyordum; kuşkusuz, bu arada besinin yüzünü hiç görmeyecek, her türlü ayartıdan kaçacak­ tım. Kendimi geriye çekip gözlerim yumuk yatakalsam, gece gündüz yatakalsam böyle, besini yerden kaldırmayı, havada yakalamayı kendime iş edinmesem ve besin, benim öyledir de­ meyi göze alamayıp öyle olduğunu içten içe umduğum gibi, toprağın yalnızca o verimli denemeyecek zorunlu sulanması, ezgilerin ve sihirli sözlerin sessizce söylenmesi üzerine (kendi­ mi güçsüz düşürmemek için dansı işe karıştırmamak istiyor­ dum), diğer bütün önlemlere gerek kalmadan yukarıdan inip toprağı umursamaksızın dişlerimi tıklatarak içeri koyverilme518 BiR SA VAŞIN TASViRi sini rica etse, böyle bir şey gerçekleşse, bilimin söylediği çürü­ tülmezdi gerçi; çünkü istisna oluşturan durumlar ve bir kezliği­ ne olaylar için yeterince esnekliği vardır bilimin, ama Allahtan ki o kadar esneklik gösteremeyen halk ne derdi buna? Çünkü bu, tarihsel geleneklerle bize iletildiği gibi, bir istisna oluştur­ mayacaktı nihayet; tarihin bize ilettiğine göre, örneğin bir kö­ pek bir hastalık nedeniyle ya da melankoli yüzünden besini ha­ zırlamaya, aramaya, gövdesine indirmeye yanaşmazsa, köpek­ ler bir araya gelip sihirli sözler söylerler, besin de normal yo­ lundan saparak gelir, hastanın ağzına girer. Ama benim gü­ cümde ve sağlığımda ne bir eksiklik, ne de bozukluk vardı; iş­ tahım öylesine yerindeydi ki, günlerce kendisinden başka bir şey düşünmemi engelliyordu; ister inanılsın, ister inanılmasın, perhize gönüllü olarak başvurmuştum, besinin yukarıdan inip gelmesini kendim sağlayacak durumdaydım ve böyle de yap­ mak istiyor, köpeklerin herhangi bir yardımına gereksinim duymuyordum, hatta böyle bir yardımı kabullenmeyi kesinlik­ le yasaklamıştım kendime. Issız sapa bir çalılıkta yemek üzerine konuşmaları, yemek yer­ ken dil şaklatmalannı ve kemik çıtırtılarını işitmeyeceğim uy­ gun bir yer seçtim kendime, son bir kez tıka basa karnımı do­ yurup oracığa uzandım. Başarabilirsem bütün zamanı gözlerim kapalı geçirecektim; bir yiyecek gelmediği süre benim için hep gece sayılacaktı: Ama deney günler ve haftalarca sürecekmiş, sürsündü. Kuşkusuz - bu da hayli güçleştiriyordu işi az bir uy­ ku uyumam ya da en iyisi hiç uyumamam gerekiyordu; çünkü besini sihirli sözlerle havadan yere indirmekle kalmayacak, uyuyakalıp besinin geldiğinden habersiz bulunmamak için te­ tikte bekleyecektim; beri yandan uyku arayıp da ele geçmeye­ cek bir şeydi benim için; çünkü uyuyarak, uyanıkkenkinden daha uzun süre açlığa katlanabilecektim; söz konusu nedenler­ den ötürü zamanı dikkatle parçalara ayırıp sık sık, ama hep pek kısa bir süre uyumaya karar verdim. Bunun için de uyur­ ken başımı güçsüz bir dala yasladım; dal çok geçmeden çıtırtıy- 519 BiR SA VAŞIN TASViRi la bükülüyor ve beni uyandırıyordu. Böylece yattım, uyudum, uyanık bekledim, düşler gördüm ya da kendi kendime sessiz ezgiler söyledim. İlk zaman bir şey olmadan geçip gitti; belki henüz besinin yollandığı yerde, benim olayların alışılmış akışı­ na karşı direttiğimin nasılsa farkına varılmamıştı, dolayısıyla, her şey bir sessizlik içinde kaldı. Köpeklerin yokluğumu seze­ rek çok geçmeden beni arayıp bulacakları ve bana karşı bir ey­ leme girişebilecekleri tasası çabalarımı biraz sekteye uğrattı di­ yebilirim. İkinci bir tasa da, toprağın yalnızca sulama sonucu, bilimsel açıdan verimsizliğine karşın besin denen şeyi buyurup vereceği ve bunun kokusunun da beni baştan çıkaracağıydı. Ama henüz buna benzer bir şey gerçekleşmedi ve ben de aç kalmayı sürdürebildim. Söz konusu tasalar bir yana, sakindim ilkin; şimdiye kadar böylesine sakin olduğumu hiç görmemiş­ tim. Gerçekte bilimin söylediklerini çürütmek amacıyla çalışı­ yordum, öyleyken içimi bilimin hizmetinde çalışan bir kimse­ nin hazzı ve adeta atasözüne dönüşmüş serinkanlılığı doldur­ muştu. Kendimi kaptırdığım düşlerde bilim beni bağışlıyordu: Benim araştırmalarımın da bilimde bir yeri vardı; araştırmala­ rım ne denli başarılı nitelik taşırsa taşısın, hatta en çok bu ba­ şarılı niteliklerinden ötürü köpeklerin dünyası için asla kaybol­ muş sayılamayacağım sözleri, zengin bir avuntu gibi kulakla­ rımda yankılanıyordu. Bilim dostça bir yakınlık gösteriyordu bana, vardığım sonuçların değerlendirilmesini kendisi üzerine alacaktı, bu sözveri bile deneyimin bir çeşit gerçekleşmesi an­ lamına gelmeliydi; şimdiye kadar kendimi içten içe toplumdan dışlanmış hissedip, kudurmuş biri gibi ulusumun surlarına sal­ dıran bana büyük bir saygınlıkla kucak açılacak, bir araya top­ lanmış köpek vücutlarının özlenen sıcaklığı bir sel gibi beni sa­ racak, zorla kaldırıp ulusumun omuzları üzerine alınacak, ora­ da sağa sola yalpalayacaktım. Açlığın tuhaf etkisi işte. Derken yaptığım iş bana o denli büyük göründü ki, duygulandım ve kendi kendime acıdığımdan orada, çalılıkta bile sessizce ağla­ maya kpyuldum. Kuşkusuz pek anlaşılır şey değildi davranı520 B1R SA VAŞIN TASV1R1 şım; öyle ya, hak edilmiş bir ödülü beklemem gerektiğine göre, neden ağlıyordum? Sanırım sadece rahatlıktandı. Kendimi ne zaman rahat hissetmişsem, ki seyrek olmuştu bu, ağlamıştım hep. Sonradan kuşkusuz çok sürmedi, geçti hepsi. O güzel gö­ rüntüler, açlığın ciddi boyutlara ulaşmasıyla yavaş yavaş uçup gitti; çok geçmeden bütün hayallere ve duygusallıklara çarça­ buk veda edip mide ve bağırsaklarımdaki o kemirici açlıkla dü­ pedüz yalnız buldum kendimi. O vakitler sayısız defa, Açlık bu! diye geçirdim içimden; sanki açlıkla benim hala iki ayrı şey sayılacağımıza ve benim onu baş ağrıtıcı bir aşık gibi silkip üzerimden atabileceğime kendimi inandırmak ister gibiydim; oysa gerçekte bir tek şeydik ikimiz, bu da enikonu tatsız bir du­ rumdu. Açlık bu! " diye kendi kendime açıklamalarda bulu­ nan ben değil, gerçekte açlıktı, dolayısıyla benimle eğleniyor­ du. Kötü, kötü bir zamandı işte. Bu zamanı düşündükçe tüyle­ rim diken diken oluyor; yalnızca o vakitler enine boyuna çek­ tiğim acıdan değil kuşkusuz; o vakitler bunun üstesinden gele­ mediğim için, bir şey elde etmek istiyorsam, bu acıyı bir kez daha enine boyuna yaşamam gerektiği için; çünkü aç kalmaya bugün de araştırmalarda başvurulacak en son ve en güçlü bir yöntem diye bakıyorum. Açlık içinden yol alıyor dünya; en yü­ ce şeye erişmek, en yüce bir iş görerek sağlanabilir ancak; bu en yüce iş de, biz köpek dünyasında gönüllü üstlenilen açlıktır. Yani o zamanlar ayrıntılarıyla aklıma geldi mi - ve yaşadıkça da bunları kurcalamaktan zevk alacağım - ileride beni gözle­ yen kötü günleri de düşünmeden duramıyorum. Öyle görünü­ yor ki, böyle bir deneyden sonra kendime gelebilmek için ade­ ta bir ömrün geçmesini beklemek gerekmekte; o zamanki aç­ lıkla şimdi aramda bütün bir yetişkinlik çağı bulunuyor, öyley­ ken henüz kendime gelmiş değilim. Bir ikinci açlık perhizine koyulurken daha kararlı davranacağım, şimdi daha çok dene­ yim sahibiyim ve yeni bir denemeye başvurmanın zorunluğunu da daha iyi görüyorum, ama gücüm daha az şimdi, ilk defaki açlık perhizinden bu yana azaldı; o bilinen korkulu durumları 11 11 11 521 BiR SA VAŞIN TASViRi daha beklerken dermanım kesilecek. İştahım şimdi daha zayıf, ama bana bir yararı dokunmayacak, deneyi biraz değerinden düşürecek yalmzca ve beni bir vakitler gerektiğinden daha uzun süre açlık perhizini sürdürmeye zorlayacak. Bunun ve öbür önkoşulların sanıyorum bilincindeyim, aradan geçen uzun zaman içinde ön denemeleri eksik etmedim çünkü; açlığı, hayli sık olarak bayağı yakaladım ucundan, ama henüz işi so­ nuna kadar götürecek gücüm yoktu ve gençliğin hiçbir şeyden çekinmeyen saldırı hevesi kuşkusuz bir daha geri gelmemek üzere uçup gitti. Zaten daha o zamanlar açlık perhizini sürdü­ rürken kaybolmaya başlamıştı. Kimi düşünceler yiyip bitiriyor­ du beni. Atalarımız sanki gözdağı verir gibi karşımda dikiliyor­ du. Açıkça söylemeyi göze alamasam bile en başta onları suç­ lu görüyordum; köpeksi yaşayışa onlar yol açmıştı, yani onla­ rın tehditlerini kolaycacık karşı tehditlerle yanıtlayabiliyor, ama bilgileri önünde de eğiliyordum; bizim artık kestiremed�­ ğimiz kaynaklardan geliyor bilgileri; dolayısıyla, içimde her ne kadar onlara karşı savaşmak isteğini duyuyorsam da, yasaları­ nı asla düpedüz çiğnemeyecek, yalnızca içlerindeki boşluklar­ dan yürüyüp gidecektim, özellikle söz konusu boşlukları sez­ mede ustaydım. Açlık perhizi bakımından ünlü bir konuşmaya dayanıyordum; konuşmada bilgelerimizden biri aç kalmanın yasaklanmasını istemiş, bir ikinci bilge de kendisini şu sözlerle bundan vazgeçirmeye çalışmıştı: " Aç kalacak olan nerde ki? " Birinci bilge de, bunun doğruluğuna inanıp artık yasaktan söz etmemişti. Ama yine de şu soru çıkıyor ortaya: " Aç kalmak, buna karşın gerçekte yasaklanmış olmuyor mu? " Yorumcula­ rın büyük çoğunluğu, hayır diyor, serbest bırakılmış görüyor aç kalmayı, ikinci bilgeye uyuyor, dolayısıyla hatalı bir açıklama­ nın kötü sonuçlara yol açacağından tasa etmiyor. Açlığa başla­ madan bunu kesinlikle öğrenmiştim. Ama şimdi açlıkla kıvrı­ larak, biraz zihin bulanıklığı içinde kurtuluşu sürekli arka ba­ caklarımda arayıp, onları umutsuzlukla çiğner ya da emerken, ta kıçıma kadar bunları yaparken söz konusu konuşmanın ge522 BiR SA VAŞIN TASViRi nellikle yorumu bana temelden yanlış göründü, yorumbilime lanetler savurdum, bu bilime kapılıp yanlış yollara saptığım için kendi kendime ilendim; bir çocuğun bile anlayacağı gibi, söz konusu konuşmada elbet açlık yasağından fazla bir şey var­ dı; birinci bilge açlığı yasaklamak istemiş ve istediği de hemen yapılmış, yani açlık yasaklanmıştı; ikinci bilge ona hak vermek­ le kalmamış, hatta aç kalmayı akıl almayacak bir şey görmüş, yani ilk yasağın üzerine bir ikincisini, köpek yaradılışının yasa­ ğını bindirmişti; birinci bilge, bunu kabul edip kesin bir yasağı dile getirmekten kendini alıkoymuş, yani köpeklere bütün bunları anlatarak durumu kavramaya çalışmalarını ve aç kal­ mayı kendi kendilerine yasaklamayı buyurmuştu. Yani, nor­ mal bir yasak yerine üçlü bir yasak vardı ortada, ben de bu ya­ sağı çiğnemiştim. Evet ama, hiç değilse gecikmiş de olsam şim­ di boyun eğebilir, açlığa son verebilirdim; ama acılar arasında açlığı sürdürmem için bir ayartı varlığımda sesini duyurmuş, ben de yabancı bir köpeğin ardına düşer gibi şehvani bir duy­ guyla hemen ayartının peşine takılmıştım. Açlığa son veremi­ yordum, ayağa kalkıp şenlikli yerlere koşarak kendimi kurtar­ maya gücüm yetmeyecek kadar zayıf düşmüştüm. Ormandaki iğne yapraklar üzerinde sağa sola yuvarlanıp duruyordum, uy­ ku yüzü gördüğüm yoktu artık, dört bir yanda sesler işitiyor­ dum, yaşamımın şimdiye kadarki bölümünde dünya uyumuş da sanki şimdi uyanıyordu. Bir daha bir şey yiyemeyecekmişim gibi bir duygu belirmişti içimde, çünkü yemek yiyerek, başıboş bırakılmış, gürültü patırtı içindeki dünyayı yeniden susturmanı gerekiyordu; işte bunu gerçekleştiremeyecektim, en büyük gü­ rültünün karnımdan geldiğini kuşkusuz işitiyordum, ikide bir kamıma dayıyordum kulağımı, sanırım her defasında gözlerim dehşetle açılıyor, çünkü işittiğime pek inanamıyordum. Der­ ken durum iyiden iyiye kötüleşti ve birden baş dönmesine ben­ zer bir şey gelip çullandı üzerime, bünyem saçma kurtuluş giri­ şimlerinde bulundu, yemek kokulan gelmeye başladı burnu­ ma, hanidir yemediğim seçkin yemekler, çocukluğumun haz 523 BiR SA VAŞIN TASViRi kaynakları; hatta annemin memelerinden yükselen o canım kokuyu duyuyordum; kokulara karşı diretmek için verdiğim kararı unutmuştum, daha doğrusu bu kararla, şimdiki davranı­ şım da bu kararın bir parçasıymış gibi dört bir yana sürüklen­ meye başlamıştım; hep birkaç adım atıyor, yiyeceği yalnızca kendimi korumak için ele geçirmeyi diliyormuşum gibi orayı burayı kokluyordum. Bir şey bulamayışım düş kırıklığına uğ­ ratmıyordu beni; yemekler vardı, ama hep benden birkaç adım ötede kalıyor, ben daha yanlarına varmadan bacaklarım bükü­ lü bükülüveriyordu. Ama aynı zamanda biliyordum ki, varolan bir şey de yoktu; o küçük devinimleri bir daha çekip gideme­ yeceğim bir yerde yığılıp kalarak bundan böyle doğrulamaya­ cağımdan korktuğum için yapıyordum. Son umutlar, son ayar­ tılar silinip gitmişti, sefalet içinde mahvolacaktım burada; araş­ tırmalarımın, çocuksu mutlu zamanlardaki bu çocuksu dene­ melerin bana ne yaran dokunabilirdi ki? Şimdi, burada iş cid­ diydi, araştırmaların değerini kanıtlaması gerekiyordu şimdi, ama neredeydi araştırmalar! Ortada çaresizlik içinde ağzım boşluğa açmış bir köpek vardı yalnız; hala farkına varmaksızın, telaşlı bir çabuklukla aralıksız toprağı suluyor, ama belleğinde­ ki bütün o sihirli sözler kalabalığı arasından bir tekini bile anımsayamıyordu artık, yeni doğanların annelerinin altına bü­ zülüp sinmelerini sağlayan o şiirciği bile anımsayamıyordu. Ba­ na öyle geliyordu ki, burada kardeşlerimden bir koşu uzaklık­ ta değil de, herkeslerden alabildiğine uzak bir yerdeydim; doğ­ rusu ölümüm hiç de açlıktan değil, öksüzlüğümden olacaktı. Öyle ya, kimsenin umursadığı yoktu beni, yeraltında, yer üs­ tünde, havada kims-:!nin; onların aldırmazlığı yüzünden mah­ voluyordum; onların umursamazlığı ölüyor diyordu benim için ve dedikleri gerçekleşecekti. Ve ben de onlara katılmıyor muy­ dum? Aynı şeyi söylemiyor muydum ben de? Bu öksüzlüğü kendim istememiş miydim? Doğru, ey köpekler, ama burada böyle kuyruğu titretmek için değil, gerçeğe ulaşmak için, bu yalan dünyasından çıkmak için; öyle bir dünya ki, bir kimse bu524 BiR SA VAŞIN TASViRi lup kendisinden gerçeği öğrenemiyordunuz, yalan içinde do­ ğup büyümüş benden bile. Belki gerçek pek uzakta değil, do­ layısıyla ben de öyle düşündüğüm kadar bir başına bırakılmış değildim; başkaları değil, yalnızca kendim tarafından terk edil­ miştim, işin üstesinden gelemeyerek ölüp giden kendim tara­ fından. Ne var ki, sinirli bir köpeğin sandığı gibi öyle çabuk ölünmü­ yor. Bayılmıştım, o kadar; yeniden ayılıp da gözlerimi açtığım zaman, karşımda yabancı bir köpek dikiliyordu. Açlık duydu­ ğum yoktu, kendimi pek güçlü hissediyordum, eklem yerlerim­ de bir esneklik algılar gibiydim, ama doğrulmaya çalışmıyor, bu yolda bir denemeye bile girişmiyordum. Her zamankinden çok bir şey yoktu gördüğüm; güzel, ama pek de fazla olağanüs­ tülüğü içermeyen bir köpek karşımda dikiliyordu, işte buydu, başka şey değildi gördüğüm; öyleyken daha fazla bir şeyler gö­ rür gibiydim. Altımda kan vardı, ilk anda yiyecek diye düşün­ müştüm; ama hemen anladım ki benim kustuğum kandı. Yüzü­ mü kandan çevirip yabancı köpeğe döndüm. Cılız, uzun bacak­ lı, koyu kumral bir şeydi; yer yer beyaz benekleri, tatlı, keskin, araştıran bakışları vardı. "Ne yapıyorsun burada? " diye sordu. " Buradan çekip gitmelisin! " diye ekledi. " Şu anda gidemem, " dedim, başka bir açıklamada da bulunmadım; çünkü ona her şeyi nasıl açıklayabilirdim, üstelik acele bir iş var gibiydi. "Ri­ ca ederim git! " diye üsteledi o ve sinirli sinirli bir bacağını kal­ dırıp bir bacağını indirdi. " Bırak beni ! " dedim. "Yoluna git, il­ gilenme benimle, zaten ötekiler de ilgilenmiyor. " - " Senin iyi­ liğin için rica ediyorum," dedi. - " Ne için rica edersen et! " de­ dim. " İstesem bile gidemem. " - " Neden bu değil, " dedi gülüm­ seyerek. " Gidebilirsin. Bak, halinden güçsüzlüğün anlaşılıyor, yavaş yavaş buradan gitsen iyi edersin, şimdi gitmekte durak­ sarsan, sonra koşmam gerekir. " - " Bu, benim bileceğim iş! " de­ dim. " Ama benim de! " diye yanıtladı o, dikbaşlılığıma canı sı­ kılmış gibiydi. Şimdilik beni burada bırakmaya razı olmuştu anlaşılan; ama fırsattan yararlanıp sevgiyle bana sokulmak isti525 BiR SA VAŞIN TASViRi yordu. Başka vakit bu güzel köpeğin sevgisine gönülden katla­ nırdım, ama o zaman aklım almadı nasıl olduğunu, bir dehşet duydum. "Defol! " diye bağırdım; kendimi başka türlü savuna­ madığımdan daha da gür çıkmıştı sesim, " Peki, canım, peki! " dedi o, yavaş yavaş geriye çekilerek. " Amma da tuhafsın, ho­ şuna gitmiyor muyum yani? " - " Hoşuma gitmeni istiyorsan, çek git buradan ve beni rahat bırak! " diye üsteledim, ama onu inandırmak istediğim kadar kendimden emin değildim artık. Açlığın bileyip keskinleştirdiği duygularımla onda bir şeyler görüyor, bir şeyler işitiyordum; henüz başlangıç durumunday­ dı bu, ama giderek büyüyor, yaklaşıyordu; anlamıştım ki, artık doğrulup kalkacağımı aklım almasa bile, bu köpekte yine de beni buradan kovup uzaklaştırma gücü vardı. Dolayısıyla, be­ nim kaba sözlerim üzerine usulcacık başını sallamakla yetinen yabancı köpeği giderek daha büyük bir şehvetle süzmeye baş­ lamıştım. " Kimsin sen! " diye sordum. " Bir avcı! " dedi. " Peki, ne diye benim burada kalmamı istemiyorsun? " dedim. " Bana engel oluyorsun," diye yanıtladı, " sen buradayken avlana­ mam. " - " Bir dene bakalım. Belki avlanabilirsin." - " Hayır! " dedi. " Üzgünüm ama, buradan gitmen gerekiyor. " - "Sen de bırakıver bugün avlanmayı! " dedim rica yollu. " Olmaz! " diye yanıtladı. " Avlanmam gerekiyor. " - "Benim gitmem gerekiyor, senin avlanman gerekiyor. Neden bu gerekmeler, anlıyor mu­ sun? " - " Yo! " dedi. " Ama bunda anlaşılmayacak bir taraf da yok; kendiliğinden anlaşılan doğal şeyler! " - " Pek öyle de de­ ğil! " diye yanıtladım. " Baksana beni buradan kovup uzaklaş­ tırman seni üzüyor, öyleyken yapıyorsun bunu. " - " Evet," de­ di. " Evet." diye yineledim ben öfkeyle. " Cevap mı bu da yani. Hangisinden vazgeçmek senin için daha kolay, avlanmaktan mı, yoksa beni buradan kovmaktan mı? " - " Avlanmaktan, " de­ di duraksamaksızın. " Gördün mü bak! " dedim. " Bir çelişki var işte ortada. " - " Nasıl bir çelişkiymiş? " diye sordu. " A canım küçük köpekçiğim, böyle davranmamın gerektiğine akıl erdi­ remiyor musun gerçekten? Böyle kendiliğinden anlaşılan bir 526 BiR SA VAŞIN TASViRi şeyi anlamıyor musun? " Artık bir şey demedim, çünkü fark et­ miştim ki - beri yandan yeni bir yaşam, dehşetin yol açtığı o ye­ ni yaşam ansızın uyanıvermişti içimde -, benden başka kimse­ nin seçemeyeceği o akıl almaz aynntılardan fark etmiştim ki, küçük köpek, göğsünün tüm derinliğiyle şarki. söylemeye ha­ zırlanıyordu. "Şarkı söyleyeceksin, " dedim. " Evet," dedi, "he­ nüz başladığım yok. Ama sen hazırlanmaya bak. " - " İstediğin kadar yadsımaya çalış, işitiyorum ben söylediğini, " dedim titre­ yerek. Sustu. Ben de o vakitler bir şeyi anlar gibi olmuştum; öyle bir şey ki, benden önce hiçbir köpek anlayamamıştı bunu, en azından geleneklerde buna ilişkin en ufak bir işaret yoktu, sonsuz bir korku ve utançla yüzümü çarçabuk önümdeki kan birikintisine gömdüm. Çünkü anlar gibi olmuştum ki, yabancı köpek henüz kendisi farkına varmadan şarkı söylemeye başla­ mıştı; dahası var, şarkının melodisi, ondan bağımsız, kendi özel yasasına uyup havada süzülerek ilerliyor, sanki yabancı köpe­ ği dışarıda bırakıp bunun dışında yalnızca beni hedef alıyordu. Bugün kuşkusuz bu gördüklerimi yadsıyor, bunları benim o za­ manki sinirlerimin gerginliğine veriyorum; ama bir yanılgı da sayılsa, şahane bir tarafı var bu yanılgının, o açlık zamanından kurtarıp bu dünya içine kaçırabildiğim uydurma da olsa biricik gerçek bu, hiç değilse kendimiz olmaktan tümüyle çıktığımız vakit bizim nerelere kadar ulaşabileceğimizi bize gösteriyor. Normal koşullar altında ağır hasta yatmam, kımıldayacak gücü bulamamam gerekirdi; ama işte yabancı köpeğin çok geçme­ den kendi ezgisi diye sahip çıkar göründüğü ezgiye karşı dura­ madım. Güçlendikçe güçlendi ezgi, büyümesinin belki de sını­ n yoktu ve şimdiden kulaklarımı adeta paralar gibiydi. Ama en kötüsü, sanki yalnızca benim için vardı, yüceliği karşısında or­ manın suskunluğa gömüldüğü bu ses, yalnızca benim için var­ dı; hala burada kalmayı göze alabilen, ses önünde kendi pisliği ve kendi kanı içinde yan gelmiş yatan ben kimdim? Zangır zangır titreyerek doğruldum, yukarıdan aşağı kendimi şöyle bir süzdüm, bu durumda biri nasıl koşabilir diye geçirdim içim527 BiR SA VAŞIN TASViRi den, ama der demez ezgi beni önüne kattı, şahane sıçrayıp zıp­ lamalarla uçup gitmeye başladım. Dostlarıma hiçbir şey anlat­ madım, yanlarına geldiğimde belki bütün olup bitenleri hemen anlatabilirdim ama, pek dermansızdım; sonradan ise bir şey anlatmamam bana yerinde bir davranış göründü. Kendimi tu­ tamayıp çıtlattığım sözlere gelince, bunlar da konuşmalar ara­ sında b:� iz bırakmadan yitip gitti. Şunu da söyleyeyim ki, be­ densel bakımdan bir iki saatte kendimi toparlamıştım, oysa ruhça bugün bile acısını çekiyorum olanların. Ancak, araştırmalarımı genişletip köpeklerin müziğiyle ilgilen­ meye başlamıştım. Bilim, kuşkusuz burada da eli boş durma­ mıştı; müzikbilim, yanlış öğrenmemişsem, belki de besinbilim­ den çok daha kapsamlıydı, en azından daha sağlam temellere dayanıyordu. Nedeni de, bu alanda besin alanındakinden daha serinkanlı çalışılabilmesi ve daha çok gözlemler yapılıp göz­ lemlerin belli sistemler içerisine yerleştirilmesi, besin alanında ise her şeyden önce pratik sonuçlar çıkarmaya önem verilme­ siydi. Dolayısıyla, müzikbilime karşı duyulan saygı, besinbili­ me karşı duyulan saygıdan daha büyüktü; buna karşılık, birin­ ci ikincisi kadar halkın içine derinliğine yerleşmiş değildi. Or­ mandaki sesi işitmeden önce müzikbilime yabancı olduğum kadar başka bir bilime yabancı değildim. Müzisyen köpeklerle ilgili yaşantım, dikkatimi söz konusu bilim üzerine çekmemiş değildi, ama daha pek toydum o zamanlar. Beri yandan, bu bi­ limin yanına sokulabilmek kolay değildi; müzikbilime pek çe­ tin bir bilim diye bakılır ve bu bilim fazla kalabalığa karşı, ki­ bar ve soylu, kapalı tutar kendini. Sonra, o köpeklerde müzik ilkin benim en çok dikkatimi çeken şey olmuştu, ama sonra suskun köpek varlıklarını müzikten daha önemli bulmuştum, başka yerde onların korkunç müziklerine benzeyen hiçbir şey seçemiyordum, dolayısıyla bunu umursayabilirdim, ama onla­ rın varlıkları o zamandan beri dört bir yandaki köpeklerin hep­ sinde karşıma çıkıyordu. Köpeklerin varlığını kavramada da besin araştırmaları bana, hedefe götüren en elverişli ve dolam528 BiR SA VAŞIN TASViRİ haçsız yol görünüyordu. Her iki bilim arasındaki sınır bölge el­ bet daha o zamanlar kuşkumu uyandırmıştı, besini yukarıdan aşağı çağıran şarkı bilimiydi bu da. Hani müzikbilim içine de asla gerektiği gibi giremeyişim ve bu bakımdan bilimin her va­ kit özellikle aşağıladığı yarı bilginler arasında bile yer alamayı­ şım, burada yine beni pek rahatsız eden bir şey. Bu her zaman anımsatacak bana kendini. Bir bilgin önünde en kolayından bir bilimsel sınava çekilsem, başarı şansım - ne yazık ki elimde ka­ nıtlar var bunu gösteren - hiç yok gibidir. Kuşkusuz bunun da nedenleri, daha önce sözü edilen yaşam koşulları bir yana, özellikle bilimsel yetersizliğim, belleğimin güçsüzlüğü, ama en çok bilimsel amacı göz önünde tutacak durumda bulunamayı­ şımdır. Bütün bunları da açıkça, hatta bir çeşit kıvanç duyarak itiraf ediyorum kendi kendime; çünkü bilimsel yetersizliğimin derinlerde yatan nedeni bana bir içgüdü gibi görünüyor, hem de kötü bir içgüdü değil. Yüksekten atsam diyebilirdim ki, işte bu içgüdü bilimsel yeteneklerimi mahvetti; öyle ya, yaşamda en basit şeyler sayılamayacağı kuşku götürmeyen alışılmış gün­ lük işlerde enikonu zeka eseri gösteren, her şeyden önce, var­ dığım sonuçlara bakarak da anlaşılabileceği gibi, biİimi olmasa da bilginleri pek iyi anlayan benim gibi birinin, pençesini kal­ dırıp bilimin yalnız ilk basamağına koymaya daha baştan gücü­ nün yetmeyişi, en azından pek tuhaf bir şey kaçardı sanının. İş­ te bir içgüdüdür ki, doğruca bilimin, ama bugün üzerine eğili­ nenden bir başka bilimin, bilimlerin en sonuncusunun batın için özgürlüğü her şeyden üstün tutmama yol açtı. Özgürlük! Doğrusu; bugünkü durumuyla cılız ve kuru bir bitki. Ama ne de olsa özgürlük, ne de olsa elde bir varlık. 529 KAFKA'NIN ÖLÜMÜNDEN SONRA GERİDE BIRAKTIGI DEFTERLERDEN ÇEVİRMEN TARAFINDAN ALINMIŞ, BAZILARI İSİMSİZ BİRKAÇ ÖYKÜ GÜNDELİK BİR ŞAŞKINLIK Gündelik bir olay: Katlanılması gündelik bir şaşkınlık. A., H . 'deki B. ile önemli bir iş anlaşması yapacaktır. Ön konuşma­ larda bulunmak için kalkıp H. 'ye gidiyor; hem gidiş, hem dö­ nüşte on dakikada alıyor yolu; eve geldiğinde, bu hızlı tempo­ dan ötürü böbürleniyor. Ertesi gün yine kalkıp gidiyor H. 'ye; bu kez iş anlaşması kesin sonuca bağlanacaktır. Bu da belki pek çok saati gerektireceğinden, sabah erkenden yola çıkıyor. Bütün yan koşullar, hiç değilse A'nın kanısına göre, bir önceki günün tıpatıp aynı olmasına karşın, H. 'ye gitmesi on saat alıyor bu kez. Akşam yorgun argın H. 'ye vardığında bir de işitiyor ki, B. kendisinin ortada görünmeyişine kızarak yanın saat önce onu aramak için evden ayrılmış; hani yolda birbirlerine nasıl rastlamamışlar, hayretmiş doğrusu. Bu durumda, kalıp B.'yi beklemesi salık veriliyor A. 'ya. Ama A., iş telaşıyla vakit geçir­ meden yola düşüyor, gerisin geri eve seğirtiyor. Bu kez, pek farkına varmaksızın adeta bir solukta alıyor yolu. Evde öğreniyor ki, B. daha erkenden çıkagelmiş, hani B. geldi­ ğinde A. evden yeni aynlasıymış, B. de diyesiymiş ki, şimdi hiç vaktim yok, hemen gitmem gerekiyor. Bu anlaşılmaz davranı­ şına karşın, B. yine de evde kalıp onu beklemiş. Gerçi hala dönmedi mi diye sormuş ikide bir; ama şu an henüz yukarıda A. 'nın odasında bulunuyormuş. B ile konuşarak olup bitenleri kendisine hala açıklayabileceği için mutlu, merdivenleri koşarak çıkıyor A. Yukarıya tam var­ mak üzereyken, ayağı tökezleyip bilek kirişlerinden birini inci­ tiyor, acıdan adeta kaybediyor kendini, bağıracak gücü bula­ mıyor, karanlıkta kıvranıp duruyor yalnızca ve B 'nin -çok 533 uzakta mı, yoksa hemen yanı başında mı, kestiremiyor bir tür­ lü- hırsla paldır küldür merdivenlerden indiğini ve bir daha gö­ rünmemek üzere çekip gittiğini işitiyor. 534 SANÇO PANZA'YLA İLGİLİ GERÇEK Sanço Panza, hani kendisi hiç övünmüş değil bununla, ele ge­ çirdiği bir alay şövalye ve haydut romanını yıllar yılı akşam ve gece saatlerinde okuyarak, sonradan Donkişot adını verdiği şeytanını oyalayıp dikkatini üzerinden başka yöne çekmesini öylesine becermişti ki, gemi azıya alan şeytanı en çılgınca işle­ re kalkışmış, ama ortada kendisi için· belirlenmiş bir obje -ki bu da Sanço Panza olabilirdi ancak- kalmadığından, çılgınlıkları­ nın kimseye zararı dokunmamıştı. Sanço Panza, artık bu özgür insan, sakin serinkanlı, belki bir sorumluluk duygusuyla davra­ nıp çıktığı seferlerde Donkişot'un peşini bırakmamış, bunu da ömrünün sonuna kadar kendisi için büyük ve yararlı bir eğlen­ ce bilmişti. 535 SİRENLERİN SUSUŞU Yetersiz, hatta çocuksu önlemlerin bile insanı esenliğe kavuş­ turabileceğinin kanıtıdır: Sirenlerden korunmak isteyen Odysseus kulaklarına balmumu tıkamış, kendisini seren direğine sımsıkı zincirlemişti. Aynı şe­ yi, Sirenlerin daha uzaktan ayartıp baştan çıkardığı kimseler değil ama, başkaları öteden beri yapabilirdi kuşkusuz. Ama bunun bir işe yaramayacağı bütün dünyaca biliniyordu. Siren­ lerin şarkıları ne varsa delip geçiyor, şarkının ayartısına kapı­ lanların içinde zincir ve direklerden daha da fazlasını kırıp par­ çalayabilecek bir tutkunun doğmasına yol açıyordu. Belki Odysseus da işitmişti bunu, ama umursadığı yoktu. Bir avuç balmumuyla bir bağ zincire katıksız güven besliyor, başvurdu­ ğu önlemden dolayı sevinç içinde Sirenlere doğru yol alıyordu. Ama Sirenlerin şarkıdan çok daha tehlikeli bir silahları vardı ki, o da susuşlarıdır. Hani böyle bir durumla karşılaşılmamıştır şimdiye kadar, ama karşılaşılabilir: Bir kimse belki Sirenlerin şarkısından kurtarabilir kendini, ama susuşlarından asla. Dün­ yada hiçbir nesne yoktur ki, kendi gücüyle Sirenleri yenmenin mutluluğuna ve bu mutluluktan kaynaklanarak her şeyi önüne katıp sürükleyecek büyüklenmeye karşı durabilsin. Ve gerçek­ ten, Odysseus yanlarına yaklaştığı zaman, yeni düşmanlarının üstesinden ancak susmakla gelebileceklerine inandıklarından mıdır, yoksa balmumu ve zincirden başka şey düşünmeyen Odysseus'un yüzündeki mutluluk kendilerine şarkı söylemeyi tümüyle unutturduğundan mı, artık nedense, o yaman şarkıcı Sirenler şarkı söylemeyi bırakmış, susuyordu. 536 Ama Odysseus besbelli Sirenlerin susuşunu fark etmiyor, on­ ların şarkı söylediğini, ama kendisinin bunu işitmediğini sanı­ yordu. İlkin Sirenlerin boyunlarını döndürüşünün, derin derin soluyuşlarının, gözlerinin yaşla doluşunun ve yarı açılan ağızla­ rının şöylece farkına varmış, ne var ki büt,ün bunların, çevre­ sinde yankılanıp sönen, ama kendisince işitilmeyen şarkılardan kaynaklandığını düşünmüştü. Ancak, çok geçmeden söz konu­ su görüntülerin tümü, Odysseus'un uzaklara çevrilmiş gözleri önünden kayıp gitmişti. Odysseus'un azmi karşısında Sirenler ortadan kaybolup gitmiş, kendilerine iyice yaklaşan Odysseus onları görmez olmuştu. Ne var ki, Sirenler her zamankinden daha bir güzel gerinip uzandılar, sonra arkalarına döndüler, korkunç saçlarını rüzgar­ da uçuşmaya bıraktılar ve kayaların üstüne sere serpe açıp yay­ dılar pençelerini. Artık Odysseus'u ayartıp baştan çıkarmayı düşünmüyor, yalnızca ondaki bir çift iri ve parlak gözü elden geldiğince uzun süre seyretmek istiyorlardı. Sirenlerde bilinç diye bir şey bulunsaydı, daha o vakit yok olup giderlerdi. Ama bu bilincin olmayışından ötürü hayatta kaldı­ lar, ellerinden de bir tek Odysseus kurtuldu. Sonra buna ek olarak öteden beri şöyle bir şey anlatılır: Odys­ seus, öylesine kurnaz, öylesine tilkinin biriymiş ki, Yazgı Tan­ rıçası bile içindeki gizli niyeti keşfedememiş; doğrusu insan ak­ lının alacağı şey değil ama, Sirenlerin sustuğunu Odysseus bel­ ki gerçekten sezmiş ve yukarıdaki düzmece olayı hem Sirenle­ re, hem tanrılara karşı adeta kalkan diye kullanmıştı. 537 PROMETHEUS Prometheus'tan söz açan dört söylence bulunuyor elimizde: Birincisine göre, Prometheus, tanrılara ihanet ederek sırlarını insanlara ilettiği için Kaflcas dağlarındaki kayalıklara kıskıvrak zincirlenmiştir ve tanrıların yolladığı kartallar tarafından kara­ ciğeri yenmektedir; ama Prometheus'un ciğeri yendikçe büyü­ mekte, büyüdükçe yine kartallara yem olmaktadır. İkinci söylenceye göre, Prometheus, kartalların aralıksız veriş­ tiren gagalarının acısıyla, zincirlendiği kayaların giderek daha içine gömülmüş, sonunda kendisi de bir kaya parçasına dönüş­ müştür. Üçüncü söylenceye göre, Prometheus'un tanrılara ihaneti ara­ dan geçen binyıllar içinde unutulmuş, tanrılar unutmuş, kartal­ lar unutmuş, Prometheus'un kendisi unutmuştur. Söylencenin dördüncüsüne göre, anlamını yitirip boşlukta ka­ lan olaydan bezilmiş, tanrılar bezmiş, kartallar bezmiş, yara bezgin kapanmıştır. Kala kala geriye açıklanamayan kayalar kalmıştır. - Söylence, açıklanamayanı açıklamaya uğraşıyor. Bir gerçeklik temelin­ den çıkıp geldiği için, yine ister istemez açıklanamaz'da sonla­ nacaktır. 538 Evimizde, bu koskoca kenar mahalle evinde, yıkılmak bilme­ yen ortaçağ harabelerine yaslanmış bu kışlamsı kira evinde bu­ gün, sisli ve buzsu bu kış sabahı aşağıdaki bildiri dağıtıldı. Bütün Ev Sakinlerine: Elimde beş çocuk tüfeği var. Dolabımda asılı duruyor hepsi, her askıda bir tane. Birincisi benim. Ötekiler, kim gelip isterse onun olacak. Başvuranların sayısı dördü geçti mi, sonrakiler kendi tüfeklerini yanlarında getirip benim dolapta saklayacak. Çünkü birlik ve beraberlik bozulmamalı, birlik ve beraberlik bozulursa yerimizde sayarız. Şunu da söyleyeyim ki, bendeki tüfeklerin tüfek diye kullanılmaya hiç elverişli yanı yok, meka­ nizmalarından hayır kalmamış, tıpaları kopmuş, yalnız tetikle­ ri çalışıyor ve basınca çat diye bir ses çıkarıyor. Yani gerekti­ ğiı:ıde bu gibi başka tüfekler sağlamak güç değil. Ama ilk za­ manlar tüfeksiz kimseler de gelse kabulüm. Biz, yani tüfekliler, tehlike anında tüfeksizleri ortamıza alırız. Kızılderililere karşı ilk Amerikalı toprak sahiplerinin başarıyla uyguladıkları savaş yöntemi, nihayet benzeri koşulların egemenliğini sürdürdüğü bizim burada da ne diye sonuç vermesin? Diyeceğim, hiç tü­ feksiz de yapılabilir; hatta beş tüfek ille gerekli değil. Ama ma­ dem elimizde var bir kez, bunları kullanabiliriz. Gel gelelim, benim dışımdaki dört kişi tüfek taşımak istemezse, kendileri bilir. Bu durumda önder olarak ben bir tüfek taşırım, tamam. Ancak, bir önderimiz bulunmazsa daha iyi. Dolayısıyla, ben de tüfeğimi kırıp atacak ya da bir kenara kaldıracağım. Bu ilk bildiriydi. Bizim evde bildirileri okuyacak, hele üzerle­ rinde düşünüp kafa yoracak ne kimsenin vakti var, ne isteği. Tavanarasından yola koyulan bir pislik seli, tüm katların kori­ dorlarındaki yeni pisliklerle beslenir, merdivenleri silip süpü539 rerek aşağılara akar ve aşağıda kabarıp taşarak yukarılara çık­ maya uğraşan pislik seliyle savaşır durur. Çok geçmeden, kü­ çük kağıt parçalarından oluşan bildiriler de, böyle bir pislik se­ linde yüzmeye başlamıştı. Ama aradan bir hafta geçti, bir ikin­ ci bildiri daha: Ev sakinlerine: Şimdiye kadar gelip bana başvuran çıkmadı. Ekmek peşinde koşmadığım zaman evdeydim sürekli, dışan çıkarken odamın kapısını hep açık bıraktım, masanın üzerine de boş bir kağıt koydum; isteyen gelip listeye adını kaydedebilirdi, ama kimse yapmadı bunu. 540 İki elim bir savaşa tutuştu. Okuduğum kitabı trak diye kapatıp, kendilerini kavgada rahatsız etmemesi için bir kenara ittiler. Sonra karşımda selam durup beni hakem seçtiler. Ve hemen parmaklarını birbirine geçirip masanın kenarında koşuşmaya başladılar; kimi vakit biri, kimi vakit ötekisi ağır basarak, ba­ zen sağa, bazen sola gidip geldiler. Gözlerimi üzerlerinden ayırmadım. Madem benim kendi elim ikisi de, hakyemez bir hakem rolünü oynamalıyım; yoksa yanlış bir kararın doğuraca­ ğı tatsız olayları kendi elimle başıma sararım. Ama görevim de kolay değil; karanlıkta ellerimin ayalan, karşılıklı olarak, dik­ katimden kaçmaması gereken çeşitli hilelere başvuruyorlar; dolayısıyla, çenemi masaya bastırıyorum; artık gözümden bir şey kaçamaz. Sol elime karşı kötü bir niyet beslemeksizin, ya­ şam boyu hep sağ elimi üstün tuttum. Sol elim bir yol ağzını açıp bir şey diyeydi, uysal ve hakkaniyetten ayrılmaz biri olan ben, bu kötü davranışımdan hemen vazgeçerdim. Gel gelelim, gık demedi sol elim; örneğin sağ elim, sokakta bir ara başım­ dan çıkarıp aldığı şapkaya boşlukta bir yay çizdirirken, sol elim kalçamda ürkek ürkek gezindi; şimdi giriştikleri savaşa hiç ge­ reği gibi hazırlıklı değildi bu yüzden. Nasıl edeceksin de, benim sol bileğim, asla bükülmeden o yaman sağ bileğime dayana­ caksın? Nasıl o kız gibi narin parmakçığını, sağ elimin beş par­ mağının kıskacında tutabileceksin? Olup bitenler bana bir sa­ vaşma gibi gelmiyor artık; durumu sol elimin doğal sonu gibi görüyorum. Daha şimdiden sıkıştırılıp masanın sol köşesinin ta ucuna kadar itildi; üzerinde de bir makinenin piston kolu gibi düzenli inip çıkan sağ elim. Bu nazik durumda aklıma o kurta­ rıcı fikir gelip karşımda savaşanların kendi ellerim olduğunu, onları bir çırpıda birbirinden ayırarak kavgaya ve bu nazik du­ ruma son verebileceğimi düşünmesem, bu düşünce kafamda 541 uyanmasa, sol elim bilek kökünden kopar, masadan aşağı fırla­ tıp atılır ve belki o zaman zafer sarhoşluğuyla kendini dizginle­ yemeyen sağ elim, beş başlı o cehennem köpeği(*) gibi davra­ nıp benim dikkatle savaşı izleyen yüzüme atlardı. Oysa şimdi iki elim birbirinin üzerinde duruyor, sağ elim sol elimin sırtını sıvazlıyor ve ben dürüst davranmış hakem de, başımla bu du­ rumu onayladığımı bildiriyorum. (*) Yunan mitolojisinde Yeraltı ülkesinin bekçiliğini yapan Kerbaros adında­ ki köpek (Ç.N.) 542 Dün ilk kez müdüriyete gittim. Bizim gece vardiyası delege seçti beni. Çalışırken kullandığımız fenerler yapılış bakımın­ dan pek yetersizdi, ayrıca yakıtla doldurulmaları bizi pek uğ­ raştınyordu; müdüriyette girişimde bulunacak, bu tatsız duru­ mun giderilmesini sağlayacaktım. Bana orada bu işe bakan bü­ royu gösterdiler. Kapıyı tıklatıp içeri girdim. Narin yapılı genç bir adam, benzi enikonu uçuk, büyük bir masanın başından ba­ na gülümsedi. Uzun, pek uzun bir süre başını salladı. Acaba otursam mıydı, karar veremedim; ilerde bir sandalye boş duru­ yordu, ama henüz bu ilk ziyaretimde hemen oturmasam daha iyi olur diye düşündüm, ayakta durumu anlatmaya koyuldum. Ancak, ben alçakgönüllü davranmayı düşünürken, davranışım adamı besbelli güç duruma sokmuştu; çünkü sandalyesinin ye­ rini değiştirmek istemiyorsa, yüzünü çevirip başını kaldırarak bana bakması gerekmekteydi. Ne var ki, boynunü çevirmek için olanca gücünü harcamasına karşın yine de bunu doğru dü­ rüst başaramıyor, ben konuşurken, yüzü yarı bana dönük, şaşı bir bakışla tavana bakıyordu, ben de istemeyerek onun baktı­ ğı yere gözlerimi dikmiştim. Konuşmamı bitirince, ağırdan ala­ rak ayağa kalktı; omzuma vurarak, "Demek öyle, demek öy­ le, " dedi ve beni tutup bitişik odadan içeri soktu. Saçı sakalı birbirine karışmış bir adam besbelli burada bizi beklemişti, çünkü masada çalıştığını gösteren herhangi bir belirti yoktu; karşıda açık bir cam kapı seçiliyor, buradan çiçekler ve fidan­ larla dolu bir bahçeye geçiliyordu. Kulağına genç adamın fısıl­ dadığı birkaç sözcükten oluşan kısa bilgi, gür sakallı adamın biz çalışanların derdini anlamasına yetti. Hemen ayağa kalka­ rak, "Bana göre, aziz- " diye başladı; ne var ki, ansızın durakla­ dı; ben, ismimi öğrenmek istiyor sanarak kendimi yeniden ta­ nıtmak için ağzımı açmıştım ki, birden sözümü kesti: " Zahmet 543 etme, zahmet etme, kendini çok iyi tanıttın bana. Diyeceğim, senin ya da sizlerin dileği haklı bir dilek kuşkusuz; bunu her­ keslerden çok takdir edecek birileri varsa, onlar da benimle müdüriyette çalışan beylerdir. Gönlümüz ister ki, işletmenin kendisinden önce işletmede çalışan işçilerin durumu düzgün olsun. Değil mi ama? Bir işletme nihayet her vakit yeniden ku­ rulabilir, paraya bakar alt tarafı, paranın da şeytan görsün yü­ zünü. Gel gelelim, bir insan göçüp gitti mi, bir insan göçüp git­ miş demektir. Eşi dul kalır geride, çocukları yetim kalır. Allah saklasın! Dolayısıyla, yeni iş güvenliklerinin, yeni çalışma ko­ laylıklarının, yeni rahatlıkların, yeni ve lüks koşulların sağlan­ ması için yapılacak her önerinin başımızın üzerinde yeri vardır. Kim böyle bir öneriyle bize çıkar gelirse, o bizim adamımızdır. Sözün kısası, sen de bizi uyarmaya yönelik önerilerini bırak burada, hepsini inceden inceye gözden geçirelim; baktık ki kü­ çük, ama çok önemli bir nokta unutulmuş, kuşkusuz onu da si­ zinkilerin arasına katmazlık yapmayız. İncelemelerimiz sonla­ nır sonlanmaz da yeni fenerlerinize kavuşursunuz. Bu arada yeraltında çalışan arkadaşlarınıza şunu söylemeyi unutmayın: Onların çalıştığı dehlizleri salonlara dönüştürmedikçe, burada rahat etmeyeceğiz; hele gün gelip sizleri rugan çizmelerle ölü­ me yollayamadığımız süre, rahat yüzü görmek haram bize. Di­ yeceklerim bu kadar. Arkadaşlarınıza en içten selamlarımızı iletiniz lütfen! " BİR ÇİFfLİÔİN SAVUNULMASINDAN SAHNELER Bir adam boyunu pek bulmayan ve aralıkları içermeyen basit bir tahta çitti. Arkasında üç kişi dikiliyor, yüzleri çit üzerinden ileri taşıyordu. En uzunları ortadakiydi; ondan bir baş kısa olan öbür ikisi ortadakine sokulmuş, hepsi bir birlik ve bütün­ lük içinde bir grup oluşturmuştu. Her üçü de çiti, daha doğru­ su çitin çevrelediği çiftliği savunuyordu. Başkaları da vardı, ama doğrudan savunmaya katılmıyordu bunlar. Avlunun orta­ sına bir masa atılmış, başında biri oturuyordu; sıcak havada üniformasını çıkarıp sandalyenin arkalığına geçirmişti. Önün­ de birkaç kağıt parçası vardı; fazla mürekkep harcanmasını ge­ rektiren uzun ve dolgun harflerle üzerlerine birtakım yazılar çiziktiriyor, kağıtların hemen yukarısına raptiyelerle. tutturul­ muş krokiye arada bir göz atıyordu. Kroki çiftliğin planını içeriyor, masa başındaki kumandan olan adam da planı göz önünde tutarak savunmaya ilişkin buyrukları kaleme alıyordu. Bazen sandalyesinden yarı doğ­ rulup üç savunucuya ve çit önünde uzanan boş araziye bakı­ yor, gördüklerinden savunma buyruklarını kaleme alırken yararlanıyor, durumun gerginliğinden dolayı hızlı bir tem­ poyla çalışıyordu. Yakındaki kumlar içinde oynayan yalına­ yak küçük bir çocuk, kumandan çağırır çağırmaz koşuyor, ha­ zırlanan pusulaları alıp gereken yerlere dağıtıyordu; ancak, pusulaları vermeden önce, kumandan her defasında ceketinin yeniyle oğlanın ıslak kumda pislenmiş ellerini silmek zorunda kalıyordu; büyük bir tekneden çevreye sıçrayan sular kumla­ rı ıslatıyordu çünkü. Adamın biri teknenin içinde asker çama­ şırları yıkıyordu; çitin bir latasıyla avluda tek başına duran cı545 hz ıhlamur ağacı arasına bir ip germiş, üzerine kuruması için çamaşır asmıştı. Bir ara kumandan, ter içindeki vücuduna yapışmış gömleği sı­ yırıp çıkardı üzerinden; kısa bir seslenişle teknenin başındaki ere fırlattı; er de, ipten kurumuş bir gömlek alarak kumanda­ na götürdü. Teknenin az ilerisindeki ağacın gölgesinde, çevre­ sinde olup bitenlere aldırışsız, yitik bakışlarını gökyüzüne ve havada uçan kuşlara çevirmiş genç bir adam bir sandalyede sallanarak oturuyor, trompetle askeri marşlar çalıyordu. Hani bu da pek çok şey gibi gerekliydi; ama kimi vakit sabrı taşan kumandan, yeter artık çalma der gibi eliyle işaret ediyor, hatta bazen dönüp adamı paylıyordu. Her seferinde kısa bir sessizlik başgösteriyor, ama derken adam alçak perdeden, ilkin şöyle bir yoklamak isteyerek trompetini yeniden öttürmeye koyulu­ yor ve zamanla kendini tutamayarak elindeki sazın sesini yine eski gürlüğüne kavuşturuyordu. Tavanarasındaki pencerenin perdesi indirilmişti, bunun da şa­ şılacak yanı yoktu; çünkü evin bu cephesindeki tüm pencere­ ler, düşmanın içeriyi görmesini önlemek ve saldırısından evi korumak üzere şu ya da bu şekilde kapatılmıştı. Ama tavana­ rasındaki pencerenin arkasına çiftlik kiracısının kızı sinmiş, trompet çalan delikanlıyı seyretmekteydi; trompetten dökülen ezgilerle öylesine kendinden geçiyordu ki, bazen gözlerini ka­ payıp elini kalbinin üzerine koymadan edemiyordu. Hani as­ lında evin arka cephesindeki büyük odada keten sargı bezleri hazırlayan hizmetçilerin başında bulunması gerekmekteydi; ama trompet sesinin pek hafif işitildiği, insanı asla doyurama­ yıp içinde sadece özlem duyguları uyandırdığı arka odada faz­ la dayanamamış, adeta terk edilmiş duran bunaltıcı evin mer­ divenlerini tırmanıp gizlice tavanarasına çıkmıştı. Zaman za­ man kafasını pencereden biraz dışarı uzatıyor, babası hala işi­ nin başında mı, yoksa uşaklara bakmaya mı gitti, anlamak isti­ yordu. Çünkü babası gitmişse, kendisi de tavanarasında kala546 mazdı artık. Ama her defasında babasını kapı önündeki taş ba­ samağın üzerinde oturmuş, piposunu tüttürürken ve tavanara­ sı için kaplama tahtaları keserken görüyordu; yan kesilmiş ya da bütün kaplama tahtaları ve diğer malzeme, koca bir yığın halinde çevresini kuşatmıştı. Ev ve çatı ne yazık ki savaştan za­ rar görecekti; şimdiden önlem alınması gerekiyordu. Kapının yanı başında bir pencere vardı; üzerine tahtalar çakılarak ör­ tülmüş, yalnızca ortasında bir delik bırakılmıştı. Delikten du­ manlar çıkıyor ve sesler geliyordu; mutfaktı burası ve çiftlik ki­ racısının hanımı aşçı askerlerle öğle yemeğini yeni hazırlamış­ tı. Büyük ocak bunun için elvermemiş, ayrıca iki kazan kurul­ muştu; ama şimdi görülüyordu ki, bunlar da yetecek gibi değil­ di. Erat önüne bol yemek çıkarılmasına kumandan çok önem vermekteydi. Bu yüzden, üçüncü bir kazanın daha yardıma çağrılması kararlaştırılmıştı; ama kazan biraz özürlüydü ve adamın biri evin bahçe tarafında delik yerlerini lehimlemeye uğraşıyordu. Başlangıçta bu işi evin önünde yapmaya kalkmış, ancak kumandan çekiç seslerine katlanamadığı için, kazan yu­ varlana yuvarlana oradan uzaklaştırılmıştı. Aşçılar pek sabır­ sızlanıyor, kazanın onarımının bitip bitmediğine bakması için sık sık birini yolluyorlardı. Ama onarım işi henüz bitmiş değil­ di ve kazanın bugünkü öğle yemeği için kullanılması söz konu­ su olamazdı; dolayısıyla, erata dağıtılacak yemekte kısıntıya gi­ dilmesi gerekiyordu. İlkin kumandanın yemeği verildi. Kumandan, kendisine ayrı yemek pişirilmesini birkaç kez kesinlikle yasaklamış, öyleyken evin hanımı kumandanın önüne normal erat yemeğinden çı­ karmayı bir türlü içine sindirememişti; hem, kumandanın hiz­ metine bakma işini bir başkasına bırakmak da istemiyordu. Güzel bir beyaz önlük kuşanıp, içinde tavuk çorbası bulunan kaseyi gümüş bir tepsi üzerine yerleştirdi, tepsiyi alıp kuman­ dana götürmek üzere avluya çıktı; çünkü onun yemek için işi­ ne ara verip eve gelmesi beklenemezdi. Bizzat evin hanımının yaklaştığını gören kumandan, büyük bir nezaket gösterip he547 men ayağa kalktı; ama yemek yiyecek vakti olmadığını, yemek için ne zaman, ne de huzuru bulunduğunu kadına söylemekten kendini alamadı. Evin hanımı başını eğdi; yukarı kaldırdığı gözlerinde yaşlar belirip rica edince, elindeki kaseden hala ayakta dikilen kumandan sonunda bir kaşık çorba aldı. Böyle­ likle en aşın bir nezaketin bile gereği yerine getirilmiş oldu. Kumandan, önünde eğilerek evin hanımını selamlayıp yeniden işinin başına oturdu; kadının kısa bir süre daha yanı başında di­ kildikten sonra göğüs geçirerek mutfağa döndüğünü belki pek fark etmemişti. Eratın iştahı hiç de kumandanınkine benzemiyordu. Çaldığı düdükle karavana işaretini veren bir aşçının sakal bıyıktan ge­ çilmeyen yüzü, mutfak penceresindeki deliğin ardında seçilir seçilmez, dört bir yanda bir kaynaşma başgösterdi; hatta ku­ mandanın hoşlanmayacağı ölçüde bir kaynaşmaydı bu. İki er, doğrusu büyük bir fıçıdan başka türlü nitelenemeyecek el ara­ basını ahşap sundurmadan çıkardı. Yerlerinden ayrılmasına izin verilmeyen, bu yüzden yemeğin ayaklarına götürülmesi gereken askerler için mutfak penceresindeki delikten şarıl şa­ rıl çorba akıtıldı fıçıya. İlkin araba, çit başındaki savunuculara yöneldi; kumandan, parmağıyla orayı göstermese de galiba yi­ ne yapılacaktı bu, çünkü çit başındaki üç er o anda düşman tehlikesine en yakın kişilerdi ve sıradan bir kimse bile, belki subaylardan da çok bunun ne anlama geldiğini bilirdi. Ama kumandan için hepsinden önemlisi, dağıtımı çabuklaştır­ mak ve yemek yüzünden savunma işindeki tatsız aksamaların süresini elden geldiğince kısaltmaktı; çünkü genel olarak ör­ nek üç askerin bile çit önündeki araziden çok, evin avlusuyla ve küçük el arabasıyla ilgilenmeye başladığını görüyordu. Bu üç askere hemen yemekleri verilmiş, sonra araba çit boyunca sürülüp götürülmüştü; çünkü çit gerisine yaklaşık her yirmi adımda bir, üç asker gibi gerektiğinde doğrulup düşmanı kar­ şılamaya hazır bir er çökmüştü. İhtiyat erler ise, ellerinde çor548 ba Useleri, uzun bir sıra halinde evden çıkarak mutfak pence­ resinin önüne geliyordu. Trompetçi de yaklaşmış, sandalyesi­ nin altından çorba kasesini alıp yerine trompetini bırakmış, bu­ nu yapmakla çiftlik kiracısının kızını üzüntüye boğmuştu, çün­ kü onun uzaklaştığını gören kız da kalkıp hizmetçilerin yanma gitmişti. Ansızın ıhlamur ağacının tepesinde bir hışırtıdır başladı; düş­ manı dürbünle gözetleme görevini üstlenen bir er tünemişti buraya; gördüğü önemli ve zorunlu işe karşın, çorba arabası­ nın başındaki er tarafından hiç değilse şimdilik unutulmuştu. Birkaç kişinin, işsiz güçsüz birkaç ihtiyat erinin yemeklerini daha bir ağız tadıyla yemek isteyip ağaç gövdesinin çevresine gelip oturması, çorbadan kalkan buğuların ve nefis kokunun yukarıya kadar çıkması, ağaç üstündeki eri daha da kızdırmış­ tı. Bağırmayı göze alamamış, ama elleriyle sağı solu dövmüş, dikkati üzerine çekmek için dürbünü pek çok kez dallar ve yapraklar arasından aşağı itelemişti. Ama boşuna! Kuşkusuz, kendisi de arabadan çorba alacaklar arasındaydı; ama şimdi araba turunu bitirip ikinci kez ona gelinceye kadar beklemesi gerekiyordu. Bu da elbet uzun sürecekti, çünkü avlu büyüktü, aşağı yukarı üçer kişilik kırk postaya yemek dağıtılacaktı ve araba deli dolu erler tarafından çekilerek sonunda ıhlamurun yanına dönüp geldiğinde içinde pek az çorba kalmış, özellikle et parçaları nerdeyse suyunu çekmişti. Her ne kadar gözetle­ yici, bir çatal değnek ucuna oturtulmuş kiiseyle uzatılan çorba artığını seve seve kabullendiyse de, öfkeden gözü dönerek he­ men ağacın gövdesinden biraz aşağı kayıp -bu da işte onun te­ şekkürüydü- çorbayı uzatan erin yüzüne bir tekme indirdi. Bunun üzerine er, yanındaki arkadaşına söyleyip omzuna çık­ tı ve bir solukta ağaca tırmandı. Aşağıdan görülmeyen bir kavga başladı yukarıda; kavga yalnız dalların sallanması, bo­ ğuk iniltiler ve yaprakların sağa sola uçuşmasıyla kendini bel­ li ediyordu. 549 Sonunda dürbün yere düştü ve ortalık birden sessizleşti. Ney­ se ki başka işlerle pek meşguldü kumandan; çit dışındaki ara­ zide birtakım şeyler dönüyora benziyordu, bu yüzden ağaçta geçenlerin farkına varmamıştı. Derken yine sessiz sedasız ağaçtan indi er; dürbün, hayli nezaketle yukarıdaki gözetleyi­ ciye uzatıldı ve her şey yine yoluna girdi. Hani çorbaya bile pek bir şey olmamıştı; çünkü gözetleyici, daha boğuşma başlama­ dan kiiseyi en yüksekteki dallara, rüzgiirdan zarar görmeyecek gibi titizlikle yerleştirmişti. 550 Köylünün biri yolda karşıma çıkarak, benden evine kadar gel­ memi istedi. Kendisine belki yardımım dokunabileceği kanı­ sındaydı, patırtı yapmışlardı karısıyla, bu da ona hayatı zehir ediyordu. Üstelik hayırsız ve salak çocukları vardı, ya elleri bö­ ğürlerinde sağda solda dikilir ya da olmadık densizliklere kal­ kışırlardı. Ben seve seve kendisiyle geleceğimi, ama ona bir yardımım dokunabileceğinin hiç de kesinlik taşımadığını, belki çocukları yola getirebileceğimi, anc�k karısına karşı bakarsın hiçbir şey yapamayacağımı, çünkü kadındaki kavga tutkusu­ nun genellikle erkeğin mizacından kaynaklandığını, kendisi­ ninse şimdiye kadar değişmek için sanırım çaba harcayıp başa­ ramadığını, dolayısıyla benim de bu işin altından kalkacağımı beklememesi gerektiğini açıkladım. Kadındaki kavga tutkusu­ nu kendi üzerime yöneltmekten başka bir şey gelmeyecekti elimden. Köylüden çok kendi kendimle böylece konuşup dur­ dum, ama sonra emeğimin karşılığında bana ne para vereceği­ ni sordum açıkça. Adam, bu konuda kolay anlaşabileceğimizi söyledi; yeter ki kendisine biraz yararım dokunsun, dilediğim şeyi çiftlikten alıp götürebilecektim. Bunun üzerine olduğum yerde durdum, öyle genel sözverilerle yetinemeyeceğimi, bana ödeyeceği aylık ücretin kesinlikle belirlenmesi gerektiğini bil­ dirdim. Köylü, aylık ücret istediğim için şaşırdı. Ben de onun şaşırmasına şaşırdım. İki insanın ömür boyu çalışarak kotardı­ ğı bir tatsızlığın iki saatte düzeltilebileceğine mi inanıyordu yoksa? İki saat sonra hizmetime karşılık bir torba bezelyeyi yüklenecek, bir şükran duygusuyla elini öpecek, eski partalla­ rımı sırtıma geçip buzsu şosede yine yola koyulacaktım, öyle mi? Hayır, hayır! Köylü, başını önüne eğmiş, sesini çıkarma­ dan, ama merakla beni dinliyordu. Doğrusu uzun süre yanında kalıp ilkin her şeyi bilip anlamam, ortadaki tatsızlığı düzeltmek 551 için atılacak adımları enikonu araştırmam gerektiğini söyle­ dim. Ve sonra, elden geldiği kadar işe gerçek anlamda çekidü­ zen vermek için, yine bir vakit yanından ayrılmayacak, derken yaşlanacak, çalışmaktan yorgun düşecek, bundan böyle de hep yanında kalıp dinlenecek, bütün ailenin bana besleyeceği min net duygularının keyfini çıkaracaktım. " Ama bu seninki akıl alacak şey değil, " diye yanıtladı köylü, " galiba senin niyetin çiftliğe yerleşmek, sonunda da beni kapı dı­ şarı edip yerime geçmek. Şimdikiler yetmiyormuş gibi, dertlerin bu en büyüğünü de kendi elimle başıma sarmaktan başka nedir bu! " - " Karşılıklı birbirimize güvenmeden elbet anlaşamayız, " dedim. " Ben de sana güveniyor değil miyim? Senden bütün is­ tediğim bana vereceğin bir söz; bu sözü de bakarsın yerine getir­ meyebilirsin, her şeyi senin dilediğin gibi bir düzene sokarım da, sen verdiğin sözlerin hiçbirine aldırmaz, beni yine tutup uzaklaş­ tırabilirsin evinden. " Köylü beni süzerek dedi ki: "Sen öyle ev­ den uzaklaştırılacak birine benzemiyorsun. " Ben, " Dilediğin gi­ bi yap, hakkımda dilediğin gibi düşün, " diye yanıtladım. " Ama unutma, hani bunu da bir dostun gibi seninle erkek erkeğe ko­ nuşuyorum, sen ne kadar beni evine almasan, evdeki duruma zaten uzun süre dayanamayacaksın. Böyle bir kadın, böyle ço­ cuklarla artık nasıl yaşayabilirsin? Madem beni evine almaya ce­ saret edemiyorsun, o zaman en iyisi şimdiden tezi yok evini çı­ kar gözden, evinin ilerde başına açacağı belalardan kurtul, gel benimle, birlikte gezip dolaşalım; bana karşı şimdi gösterdiğin güvensizliği unutmam diye de korkma. " - " Kendi başına buyruk değilim ben," diye yanıtladı köylü. " On beş yılı aşkın bir zaman var ki, karımla beraber yaşıyorum, kolay değildi doğrusu; nasıl bunun üstesinden gelebildiğimi bir türlü aklım almıyor. Ama yi­ ne de onu bırakıp gidemem, önce karımı kendisine katlanabile­ ceğim duruma sokmak için bütün çareleri deneyeceğim. Seni de yolda görünce, yardımına başvurup bu konuda son kez büyük bir denemeye girişebileceğimi düşünmüştüm. Gel benimle, iste­ diğini sana vereceğim. Ne istiyorsun söyle? " - " İstediğim çok bir 552 şey sayılmaz," dedim. " Doğrusu senin bu sıkışık durumunu sö­ mürmek niyetinde değilim. Beni ömür boyu yanına uşak alacak­ sın. Her işten anlarım, sana çok yardımım dokunacaktır. Ancak, bana başka uşaklar gibi davranmayacak, şunu yap, bunu yap di­ ye emirler vermeyeceksin; ben bazen şu işe, bazen bu işe el ata­ cak, bazen de elimi hiçbir işe sürmeyip oturacağım, keyfim nasıl isterse artık. Benden belli bir işi yapmamı isteyebilirsin, ama faz­ la üzerime düşmek yok. Söylediğin işi yapmaya gönlüm olmadı­ ğını anladın mı, sesini çıkarmadan kabulleneceksin durumu. Ba­ na para vermesen de fark etmez; ama evde giyeceğim giysiler, çamaşırlar ve çizmeler gerektiğinde olduğu gibi tümüyle yenile­ necek. Bunları köyde bulamadın mı; kente gidip oradan getire­ ceksin. Ama bu bakımdan korkmanın gereği yok, üzerimdekiler yıllarca gider henüz. Uşaklara çıkarılan normal yemek benim için de elverir, ancak her gün et isterim. " Köylü sanki bütün öte­ kileri kabul etmiş de, bir bu koşula takılmış gibi, " Her gün mü? " diye atıldı. - " Evet, her gün, " diye yanıtladım. - " Zaten senin diş­ lerinde bir olağanüstülük var, " dedi köylü, tuhaf karşıladığı iste­ ğimi böylece bağışlamaya çalıştı, hatta elini ağzıma sokup dişle­ rimi yokladı, "Ne keskin şeyler! Adeta köpek dişleri. " - "Uzun lafın kısası, her gün et olacak, " dedim ben. "Bira ve şınapsa ge­ lince, sen ne kadar içiyorsan, bana da o kadar vereceksin. " " Ama çok olur bu, " dedi köylü, " çünkü ben fazla içerim. " - " Da­ ha iyi ya, " dedim, " ama baktım ki, sen içkiyi azaltıyorsun, ben de azaltırım. Kim bilir, belki de evdeki bozuk düzenden dolayı böy­ le çok içiyorsundur. " - " Hayır, " dedi köylü, "bunların birbiriyle ne ilişkisi var? Ama öyle olsun, ben ne kadar içersem, sen de o kadar içeceksin; oturup birlikte içeceğiz. " - " Olmaz," dedim, " ben kimseyle bir sofrada oturamam. Tek başıma yiyip içmek is­ terim. " - "Tek başına mı? " diye sordu köylü, şaşırmış. " İstekle­ rinin çokluğundan doğrusu başım dönmeye başladı. " - " O kadar çok istek de değil," dedim, "hem zaten sonuna geldik. Bir tek is­ teğim kaldı: Bütün gece başucumda yanacak idare lambası için gaz. Lamba torbamda, pek küçücük bir şey, öyle fazla gaz har553 camayacaktır. Hiç sözü edilmeye değmez ama, eksik bir şey kal­ masın, sonradan aramızda kavga çıkmasın diye söylüyorum; çünkü ücretimin ödenmesinde tartışmalara hiç gelemem. Nor­ mal olarak iyi yüreklilikte eşi gösterilemeyecek biriyimdir; ama şimdi bu kararlaştıracağımız ücreti ilerde tarafıma ödemekten kaçınırsan, korkunç biri kesilirim, söylemedi deme bak. Hak et­ tiğim şey, isterse az olsun, benden esirgendi mi, sen uyurken evi­ ni ateşe vermemi bekleyebilirsin. Ama aramızda kesinlikle be­ lirlediğimiz ücrete, fazla değer taşımasa bile zaman zaman sev­ giden ufak bir hediyecik de ekledin mi, sadakat ve sebatla sana hizmet ederim, her işte enikonu yardımım dokunur sana. İşte bütün istediğim. Ha, bir de isim günüm olan 24 Ağustos'ta beş litrelik bir fıçı rom. " - "Beş litre mi? " diye haykırdı köylü, elle­ rini kavuşturarak. " Evet, ama, bana daha az vermeyi aklından geçirir gibisin. Oysa ben seni düşünerek isteklerimi o kadar kı­ sıtladım ki, şurda bir üçüncü kişi bulunup konuştuklarımızı din­ lese, utanırdım doğrusu. Üçüncü bir kişi önünde seninle dünya­ da böyle konuşamazdım. Zaten şimdi konuştuklarımızı da kim­ se öğrenmemeli. Hoş öğrense de, inanacak kimse çıkmaz ya. " Bunun üzerine köylü dedi ki, " Sen gene yoluna koyulsan iyi edersin. Ben, eve gidip kanınla barışmaya bakacağım. Son gün­ lerde çok dayaktan geçirdim kendisini, bu işe biraz ara verece­ ğim, davramşım bakarsın onu bana minnettar kılacaktır. Aynca, çocuk.lan da az ıslatmadım, ahırdan kırbacı kaptığım gibi giriş­ tim hep; onları dövmeyi de biraz boşlayacağım, belki durum dü­ zelir böyle yaparsam. Hani şimdiye kadar da sık sık dayak işine ara verdim, durumda bir düzelme görülmedi ama, olsun. Senin isteklerine gelince: Bunları yerine getirecek gücüm yok, diyelim ki yerine getirebildim, ama yo, maddi durumum bu yükü kaldı­ racak gibi değil, hayır, imkansız, her Allanın günü et, sonra beş litre rom. Zaten gücüm yetse bile kanın izin vermeyecektir, ka­ nın da izin vermedi mi yine yapamam. " - " Peki, o zaman bu uzun boylu pazarlık niye? " diye yanıtladım ... 554 Masanın üzerinde iri bir somun duruyordu. Babam, elinde bir bıçakla gelerek somunu kesip iki parçaya ayırmak istedi. Bıçak büyük ve keskin, ekmek de ne çok yumuşak, ne çok sertti, öy­ leyken kesme işinin bir türlü üstesinden gelemedi. Biz çocuk­ lar, başımızı kaldırıp şaşkın şaşkın kendisine baktık. Babamız, "Ne şaşırıyorsunuz? dedi. " Aslında bir şeyin başarılması, ba­ şarılamamasından çok daha garip değil mi? Haydi siz gidip ya­ tın, ben uğraşacağım, bakarsınız keserim sonra. 11 11 Biz gidip yattık; ama geceleyin zaman zaman içimizden biri ya­ takta doğrulup boynunu uzatarak babamıza baktı; babamız, uzun ceketiyle bu boylu boslu adam, hala elindeki bıçağı ek­ meğe batırmaya uğraşıyordu. Tam biz sabah erkenden uyan­ mıştık ki, bıçağı elinden bırakarak şöyle söyledi: " Bakın çocuk­ lar! Ben bu işin üstesinden gelemedim: Çetin bir iş .." Kendimi­ zi göstermek isteyerek bir de biz deneyelim dedik, babamız da izin verdi. Gel gelelim, bıçağı yerinden pek oynatamadık; do­ kunur dokunmaz bayağı şahlanıyordu elimizde; üstelik sapı, babamızın daha önce kavradığı bu yer ateş gibi yanıyordu. Ba­ bamız gülerek dedi ki, " Kalsın, kalsın! Şimdi ben kente iniyo­ rum; akşam dönünce yine uğraşır, kesmeye çalışırım. Bir so­ munun beni soytarı yerine koymasına katlanamam doğrusu. Nasıl olsa eninde sonunda kesilecek. Onun için, istediği kadar diretebilir şimdi, ilişmeyin diretsin. " Ama babam bunu söyler söylemez ekmek büzülüp ufaldı; her şeyi göze almış bir insanın ağzı nasıl büzülürse öyle tıpkı; sonunda da küçücük bir somu­ na dönüştü. 555 Havramızda yaklaşık sansar iriliğinde bir hayvan yaşıyor. Çokluk pek iyi görebiliyoruz kendisini, aşağı yukarı iki met­ re yakınına kadar sokulmamıza ses çıkarmıyor. Rengi açık yeşil; henüz kimse el sürmüş değil postuna, yani bu konuda bir şey söylenemez. Hatta postun gerçek renginin de belli ol­ madığını neredeyse ileri süresi geliyor insanın. Belki görü­ nürdeki renge yol açan, posta yapışıp kalmış tozlar ve sıva parçacıklarıdır; çünkü havranın iç duvarlarındaki sıvayı andı­ rıyor renk, ama ondan biraz daha açık. Korkaklığı bir yana, alabildiğine sessiz, pinekleyip durmaktan hoşlanan bir hay­ van; ürkütülmese sanırım bulunduğu yeri pek değiştirmeye­ cek. En sevdiği yer de kadınlar bölümünün kafesi; belirgin bir hazla pençelerini kafesin gözlerine geçiriyor, gövdesini ileri­ ye uzatıp yukarıdan tapınanlara bakıyor. Ne var ki, havranın bekçisi, hayvanı asla kafese yaklaştırmamakla görevlendiril­ mişti; hayvan oraya alışırdı yoksa; kadınlar kendisinden kork­ tukları için de buna izin vermemek gerekiyordu. Kadınların neden korktukları belli değil. İlk bakışta korkutucu bir görü­ nümü yok değil hayvanın; en başta uzun boynu, üç köşeli yü­ zü, nerdeyse yatay durumda ileri fırlamış dişleri, üst dudak yukarısında dişler üzerinden taşan bir dizi açık renkte pek sert fırçamsı uzun kıl; bütün bunlar korkutabilir insanı, ama çok geçmeden görünürdeki korkutuculuğunun ne kadar ma­ sum nitelik taşıdığı ister istemez anlaşılıyor; çünkü bir kez in­ sanlardan uzak tutuyor kendini, bir orman hayvanından daha ürkek, öyleyken en hoşlandığı yer binanın içi. Galiba şanssız­ lığı da bu binanın bir havra, yani vakit vakit insanlarla dolup taşan bir yer oluşu. Kendisiyle konuşulup anlaşılabilse, bizim bu dağ kasabasındaki cemaatin yıldan yıla küçüldüğü ve hav­ rayı ayakta tutmak için gerekli paranın sağlanmasında şimdi556 den güçlük çekildiği söylenerek hayvanı avutma yoluna gidi­ lebilirdi belki. Bir süre sonra havranın bir zahire deposu ya da buna benzer bir yere dönüştürülmesi, dolayısıyla hayvanın şimdi eksikliğini duyduğu huzura ilerde kavuşması olmayacak şey değil. Doğru; hayvandan korkan yalnızca kadınlar; erkeklerin hani­ dir oralı olduğu yok. Bir kuşaktakiler onu öbür kuşaktakilere gösterdi, herkes tekrar tekrar gördü kendisini, sonunda da ona dönüp bakan kalmadı. Onu ilk gören çocuklar bile şaşırmıyor artık. Havranın evcil bir hayvanına dönüştü. Neden havranın kendine özgü, başka yerde rastlanmayan bir evcil hayvanı bu­ lunmasındı? Kadınlar olmasa, hayvanın tapınaktaki varlığını bundan böyle pek kimse fark etmeyecekti. Ama kadınların da gerçekte hayvandan korktuğu yok. Zaten böyle bir hayvandan her gün korkmak, yıllar ve yıllar boyu böyle bir korkuyu yaşa­ mak tuhaf kaçardı. Gerçi hayvanın erkeklerden çok kendi ya­ kınlarında eğleştiğini söyleyerek, korkakça davranışlarını hak­ lı göstermeye çalışmıyor değil kadınlar; söyledikleri de doğru; daha aşağılara, erkeklerin yanma inmeyi hayvan göze alamı­ yor; şimdiye kadar onu havranın zemininde kimse görmedi. Kadınlar bölümünün kafesine yaklaştırılmadı mı, en azından karşı duvarda, kafes hizasında oyalanıyor. Pek dar bir pervaz bulunuyor burada, iki parmak eninde bile değil ve havranın üç başını dolanıyor; bazen işte bu pervazda usulcacık sağa sola sü­ zülüyor hayvan, ama çok vakit yüzünü kadınlara çevirip sessiz oturuyor. Bu dar yoldan nasıl böyle kolaylıkla yararlanabili­ yor, akıl alacak gibi değil. Aynca, pervazlardan oluşan yolun sonuna gelip geriye dönüşü görülmeye değer. Artık kocadığı kuşkusuz; ama yine de havada en atak taklaları atmaktan geri durmuyor. Bu takla atmalarda da başarısızlığa uğradığı hiç yok; boşlukta arkasına dönüveriyor ve pervazdaki gezisini he­ men yine sürdürmeye başlıyor. Orası öyle; birkaç kez seyretti mi kanıksıyor insan, boyuna gözlerini dikip hayvana bakacak 557 neden bulamıyor. Hani kadınlan da hayvanla ilgilenmeye gö­ türen ne korku, ne de merak duygusu; tapınmaya daha çok kendilerini verseler, büsbütün unutabilirlerdi hayvanı. Öteki­ ler izin verse, sofu kadınlar bunu yapmaz da değillerdi; ama iş­ te büyük çoğunluğu oluşturan öbür kadınlar, her vakit dikkati Üzerlerine çekmekten hoşlanıyor, hayvanı da bu konuda seve seve başvurdukları bir bahane yapıyorlar. Ellerinden gelse de göze alabilseler, daha çok korkuya kapılabilmek için hayvanı ayartıp daha fazla yanlarına sokulmasını sağlarlardı. Ama doğ­ rusu hiç de onların yanına sokulmaya yanaşmıyor hayvan, ken­ disine ilişmedikleri süre kadınlan da erkekler gibi pek umursa­ mıyor. Ayin dışındaki zamanlar, anlaşılan bizim henüz sapta­ yamadığımız bir duvar kovuğunda yaşadığı gibi, ayin sırasında da gizli saklı kalabilse hepsinden çok memnun olacak. Ama ta­ pınma başlar başlamaz, gürültüden ürkerek ortaya çıkıyor. Ne olup bittiğini görmek mi amacı? Uyanık ve tetikte bulunmak mı? Yoksa yeri gelince kaçabilmesini sağlayacak bir özgürlüğü elinde bulundurmak mı istiyor? Her nedense çıkıyor ortaya. Korkusundan havada taklalarını atıyor ve ayin bitmeden de çekilip gitmeyi göze alamıyor. Daha çok yükseklerde eğleşme­ si, buraların kuşkusuz en güvenilir yerler oluşundan; aynca, en iyi gezinme olanaklarına da kafes üzerinde ve duvardaki per­ vazda kavuşuyor, ama buralarda da asla kalmıyor her vakit, bazen daha aşağılara, erkeklerin bulunduğu yere doğru iniyor; kutsal yasalar hücresinin perdesi parlak bir pirinç sopayla tut­ turulmuş; pirinç sopa hayvanı adeta kendine çekiyor, oldukça sık süzülerek yaklaşıyor buraya, ama sopanın yanına gelince hep uslu uslu duruyor. Kutsal yasalar hücresinin hemen önün­ de bile oradakileri rahatsız ettiği söylenemez; sürekli açık du­ ran, belki de göz kapaklarından yoksun çil çil gözleriyle cema­ ati seyrediyor sanki; ama kuşkusuz kimseye baktığı yok, gözü yalnız kendisini tehdidi altında hissettiği tehlikelerde. Bu konuda, hiç değilse az öncesine kadar, bizim kadınlardan pek de zekiye benzemiyordu doğrusu. Korkacağı ne gibi tehli558 keler olabilir çünkü? Kendisine bir şey yapmaya niyetlenen kim? Yıllardan beri adeta kendi başına buyruk yaşayıp gitmi­ yor mu? Erkeklerin kendisine kanştıklan yok. Kadınlann ço­ ğunluğu ise, hayvan ortadan kaybolmayagörsün, belki mutsuz hissederlerdi kendini. Sonra havrada tek hayvan; hiçbir düş­ manı bulunmuyor. Söz konusu durumu aradan geçen bunca yıldan sonra sezmesi gerekirdi. Gürültülü ayinler kendisi için pek ürkütücü olabilir; ama nihayet gürültü kararlı bir ölçüde kalıyor ve her gün, bay­ ram günleri biraz daha artarak, düzenli ve aralıksız yineleni­ yor; bu durumda, artık alışması beklenirdi; kaldı ki gürültünün, peşine düşmüş olabilecek düşmanlannın gürültüsü değil de, iç­ yüzünü bir türlü kavrayamadığı bir gürültü niteliği taşıdığını görüyor. Neden öyleyse bu korku? Çoktan geçmişe kanşmış zamanların anımsanması mı? Yoksa gelecek zamanlann bir önsezisi mi? Yoksa bu hayvan, her defasında tapınmak için havrada bir araya gelen üç ayrı kuşağın insanlarından daha mı çok şey biliyor? Anlatılanlara bakılırsa, pek çok yıl önce gerçekten havradan kapı dışan edilmek istenmiş. Hani doğrudur belki; ama bunla­ nn uydurma anlatılar olması daha akla yakın. Gerçekliği kanıt­ lanabilen bir şey varsa, böyle bir hayvanın tapmaktaki varlığı­ na göz yumulmasının dinsel yasalar açısından caiz sayılıp sayıl­ mayacağının bir vakitler tartışılmış olması. Çeşitli hahamlara raporlar hazırlatılmış bu konuda, çeşitli görüşler belirip ortaya çıkmış; çoğunluk, hayvanın havradan atılması ve tapınağın ye­ niden kutsanması düşüncesini savunmuş. Ama dışarıdan buy­ ruklar vermek kolaymış, çünkü gerçekte hayvan yakalanacak gibi değilmiş, bu yüzden de onu havradan dışarı atmak olanak­ sızmış; ne var ki yakalanıp havradan uzaklaştırıldı mı, insan kendisinden yakayı sıyırdığına güvenebilirmiş. Anlatılanlara bakılırsa, pek çok yıl önce hayvan gerçekten havradan kapı dışarı edilmek istenmiş. Havraya bakan adamın 559 anımsadığına göre, kendisi gibi havra bakıcılığı yapan dedesi bundan söz açmayı pek severmiş; o da çocukluğunda hayvan­ dan kurtulmanın olanaksızlığından konuşulduğunu işitmiş, bu­ nun üzerine tırmanma işinde yaman biri sayılan dedeyi bir hırs basmış, tüm köşe bucağı ve saklanıp gizlenecek yerleriyle hav­ ranın açık seçik ortada bulunduğu ışıl ışıl bir kuşluk vakti yanı­ na bir ip, bir sapan ve bir de sopa alarak usulcacık tapınaktan içeri girmiş. 560 GÜNLÜK'TEN ALINMIŞ KISA BİR ÖYKÜ KALDA HATIINA İLİŞKİN ANILAR Hayatımda bir süre -çok yıl geçti aradan- Rusya'nın iç kesimin­ de küçük bir demiryolunun istasyonunda çalışmıştım. Kendimi o zamanki kadar bir öksüzlük içinde hissetmedim hiç. Burada yeri olmayan çeşitli nedenlerden kendime böyle bir köşe ara­ mıştım, çevremde ne kadar büyük b•r yalnızlık hissedersem, o kadar memnunluk duyacağımı düşünmüştüm;- dolayısıyla, şimdi de bundan yakınmak istemem. Ne var ki, ilk zamanlar oyalanacağım bir iş yoktu. Küçük demiryolu belki başlangıçta kimi ekonomik nedenlerle döşenmek istenmiş, gel gelelim pa­ ra yetişmediğinden iş yarıda kalmış, arabayla bizim buradan beş günlük uzaklıktaki büyücek bir kasaba olan Kalda'ya ka­ dar uzatılacakken, adeta ıssız çölden farksız bir köyden öteye geçememişti; köyden Kalda'ya varmak için tam bir günlük yo­ lu tepmek gerekiyordu. Oraya kadar uzatılsaydı bile, yine de bu hat önceden kestirilemeyecek bir süre kazanç sağlamaya­ caktı, çünkü hattın döşenmesiyle ilgili planın tümünde bir sa­ katlık vardı: Ülkeye demiryolu değil, yol gerekliydi. Şimdiki durumunda ise hattın varlığını sürdürmesi düpedüz olanaksız­ dı; her gün işleyen iki tren hafif bir arabanın üstesinden gelebi­ leceği yükleri taşıyor, trenle yolculuk edenler yazın birkaç rençperden ileri geçmiyordu. Ama hattın tümüyle tatil edilme­ sine de yanaşılmayıp işler durumda tutulmaya çalışılıyor, iler­ de genişletilebilmesi için gerekli finansmanın sağlanacağı umu­ luyordu. Gel gelelim, bana göre bu da pek bir umut vaat etme­ yip bir umutsuzluk ve tembellikten başka bir şey değildi. Mal­ zeme ve kömür olduğu süre hat çalışsın isteniyor, üç, beş işçi­ ye ücretleri sanki bir bağışta bulunuluyormuş gibi ve kırpılarak 563 veriliyor öte yandan söz konusu işletmenin tümüyle iflası göz­ leniyordu. İşte ben de bu hatta görevliydim, hattın döşendiği ilk zamanlardan kalma, istasyon işini de gören tahta bir bara­ kada yatıp kalkıyordum. Barakanın tek bir odası vardı; içine yatak olarak bir kerevet, aynca gerekebilecek yazı işleri için bir de masa konmuş, masanın üzerine de bir telgraf aygıtı yer­ leştirilmişti. İlkbaharda buraya geldiğimde trenlerden biri is­ tasyondan sabahın pek erken saatinde geçiyor -sonradan de­ ğiştirildi bu-, bazen ben uyurken bir yolcunun kalkıp istasyona geldiği oluyordu. Kuşkusuz böyle durumlarda -geceler yazın ta ortalarına kadar pek serin gidiyordu- açıkta beklemek isteme­ yen yolcu benim barakanın kapısını vuruyor, ben de sürgüsü­ nü çekip kapıyı açıyordum, çokluk birlikte oturup saatlerce çe­ ne çalıyorduk. Ben kerevetin üzerinde yatıyordum; konuğum ise yere çömüyordu ya da verdiğim talimata uyarak çay yapı­ yor, güzel bir anlaşma havası içinde yapılan çayı içiyorduk. Köydeki bütün bu insanların üstün özelliği, halim selim kimse­ ler oluşudur. Sırtlandığım yalnızlığın kısa zaman sonra geçmiş­ te duyduğum endişeleri dağıtmaya başladığını kendi kendime itiraf etsem de, katıksız bir yalnızlığa pek dayanacak kimse ol­ madığımı fark etmiş, kısaca insanı sürekli yalnız tutmanın iler­ de baş gösterebilecek bir felaket için güç denemesi sayılacağı sonucuna varmıştım. Yalnızlık her şeyden güçlüdür ve kişiyi yeniden insanlara yaklaştırır. Kuşkusuz o zaman, yalnızlıktan daha başka, daha az üzücü görünen, gerçekte henüz bilinme­ yen yollar aranıp bulunmaya çalışılır. Kalda hattında, insanlar arasına umduğumdan daha çok karış­ maya başlamıştım. Buna düzenli bir konuşup görüşme dene­ mezdi kuşkusuz. Benim için söz konusu olabilecek beş köyden her biri gerek istasyondan, gerek öbür köylerden birkaç saat uzaktaydı. İşimden olmak istemiyorsam, istasyondan pek de açılmayı göze alamazdım. En azından ilk zamanlar böyle bir şeye kalkışmayı hiç arzulamıyordum. Dolayısıyla, kalkıp köy­ lere gidemezdim, tren yolcularıyla ya da yolun uzunluğundan 564 yılmayarak beni ziyarete gelen öbür kimselerle yetinmem ge­ rekiyordu. Henüz işe başladığım ilk ay böyle kimseler türemiş­ ti; ama ne kadar nazik ve güler yüzlü sayılsalar da, beni görme­ ye gelmelerindeki tek nedenin, belki bana bir şey satabilecek­ leri düşüncesi olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Zaten kendileri de niyetlerini hiç gizlemiyor, gelirken yanlarında çeşitli ötebe­ riler getiriyorlardı. Param olduğu süre, ilk zamanlar getirdikle­ ri her şeyi gözüm kapalı alıyordum; gelmeleri, hele birkaçının gelmesi beni işte öylesine sevindiriyordu. Ancak sonralan bu alışverişi sınırlandırdım; böyle bir yola başvurmamın bir nede­ ni, benim alışveriş yöntemine küçümseyerek bakmalarıydı. Hem trenle de yiyecek getirtebiliyordum; ancak, bunlar pek kalitesiz ve köylülerinkinden çok daha pahalıydı. Başlangıçta sebze yetiştireceğim küçük bir bahçe kurmayı, bir inek almayı ve bu yoldan kendimi elden geldiğince başkalann­ dan bağımsız kılmayı amaçlamıştım. Göreve başlarken bahçe­ de gerekecek çeşitli araç ve gereçlerle tohumlar getirmiştim yanımda; toprak dersen bol mu boldu; kulübemin çevresinde ekilmemiş durumda göz alabildiğine kesintisiz uianıyor, en ufak bir engebeyi içermiyordu. Ama bu toprağı dize getirecek güç yoktu bende. İlkbahara kadar kaskatı donup kalmış inatçı bir topraktı; benim o yeni ve ucu keskin kazmama bile karşı koyuyor, hangi tohumu eksem ziyan olup gidiyordu. Bu çalış­ malar, beni umutsuzluk nöbetlerine uğratmıştı. Günlerce kere­ vette uzanmış yatıyor, trenler geldiğinde bile dışarı çıkmıyor, kerevetin hemen üstündeki küçük bir pencereden başımı uza­ tıp hasta olduğumu açıklamakla yetiniyordum. Bunun üzerine üç kişilik tren personeli ısınmak için benim barakaya geliyor, ne var ki içeride de fazla bir sıcaklık bulamıyordu; çünkü kolay gümleyebilecek eski demir sobayı kullanmaktan elden geldi­ ğince kaçınıyordum. En iyisi eski, kalın bir paltoya sarınıp ya­ tıyor, üzerimi de köylülerden zamanla satın aldığım postlarla örtüyordum. "İkide bir hastalanıyorsun," diyorlardı bana. "Hastalıklı birisin. Buradan artık bir yere gidemez, burada 565 ölürsün," diyorlardı. Beni üzmek için böyle söylemiyorlardı hani, fırsat buldukça gerçeği hiç saklamadan açığa vurmak gi­ bi bir huyları vardı. Bunu da, çokluk gözlerini tuhaf bir şekilde açıp bana dik dik bakarak yapıyorlardı. Ayda bir kez, ama hep değişik zamanlarda bir müfettiş gelerek defterleri gözden geçiriyor, bilet paralarını teslim alıyor ve her vakit denemese de- maaşımı ödüyordu. Gelişi her defasın­ da bana bir gün önceden, müfettişi hemen gerideki istasyonda bırakmış tren personeli tarafından bildiriliyordu. Bunu yap­ makla sanki bana alabildiğine büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi davranıyordu tren personeli; oysa ben günlük işleri düzen içinde yürütüyordum. Aynca en ufak bir çaba gerekmiyordu bunun için. Ama müfettiş her zaman istasyona öyle bir suratla adım atıyordu ki, sanki bu kez benim kusurlarımı yüzde yüz kesinlikle gün ışığına çıkaracaktı. Barakanın kapısını hep bir diz vuruşuyla açıyor, bir yandan da beni süzüyor, benim defte­ ri eline alır almaz sözde bir hata yakalayıveriyordu. Gözlerinin önünde yeniden hesap kitaba başvurup benim değil, kendisi­ nin hataya düştüğünü kanıtlamam hayli zamanı gerektiriyor­ du. Benim elde ettiğim gelirden hiç memnun kalmıyor, trak di­ ye defteri kapatıp yeniden sert bakışlarla beni süzmeye koyu­ luyordu. "Bu hattı tatil etmek zorunda kalacağım," diyordu her seferinde. Ben de genel olarak, "Günün birinde gerçekten öyle de olacak," diye yanıtlıyordum. Denetimin sona ermesiyle birbirimize davranışımız da değişi­ yordu. Şınaps hiç eksik olmuyordu evde, mümkünse önceden bir de çerez hazırlıyordum. Karşılıklı kadeh kaldırıyorduk. An­ sızın müfettiş, zararsız denebilecek sesiyle şarkı söylemeye ko­ yuluyordu. Ama asla ikiyi geçmiyordu söylediği şarkı. Bir ta­ nesi kasvetliydi ve şöyle başlıyordu: "Nereye gidiyorsun yavru­ cak, ormanda?" İkincisi iç açıcıydı ve şöyleydi ilk dizesi: "Ey neşeli arkadaşlar, beni de alın aranıza! " Ücretimin küçük ya da büyük taksitlerle tarafıma ödenmesi, müfettişte uyandırdığım 566 havaya bakıyordu. Söyleşilerin ancak başında belli bir kuşkuy­ la süzüp duruyordum kendisini; sonradan tam bir görüş birliği­ ne varıyor, idareye veryansın ediyorduk. Müfettiş kulağıma fı­ sıldayarak bana sağlayacağı gelecek konusunda gizli vaatlerde bulunuyordu. Derken kucak kucağa kerevetin üzerine yıkılı­ yor, çokluk on saat öylece sarmaş dolaş kalıyorduk. Ertesi sa­ bah müfettiş yine amirim sıfatıyla gitmeye hazırlanıyor, ben de peronda selam durup kendisini uğurluyordum. Trene binerken son bir kez arkasına dönüp bana şöyle diyordu: "Evet dostum, bir ay sonra yine görüşürüz. Seni ileride bekleyen tehlikeyi bi­ liyorsun." Bana her seferinde güçlükle döndürdüğü şişmiş yü­ zü hala gözlerimin önündedir; bu yüzde ne varsa, yanaklar, bu­ run, dudaklar ileri fırlamış oluyordu� Bu, her ay bir kez başgösteren büyük değişiklikti. Böyle za­ manlarda işi oluruna bırakıyor, geceden kazara biraz şınaps kalmışsa, müfettiş gider gitmez kafama dikiyordum. Çokluk, trenin kalkacağını bildiren kampana çalarken içki gırtlağım­ dan lıkır lıkır aşağılara yuvarlanıyordu. Böyle bir gecenin ar­ dından müthiş bir susuzluk duyuyordum; sanki içimde benden başka biri daha vardı da, başıyla boynunu ağzımdan dışarı uza­ tıyor, içecek bir şey, içecek bir şey diye haykırıyordu. İçkiden yana sıkıntısı yoktu müfettişin, bindiği trende hatırı sayılır bir içki stoku bulunuyordu; oysa ben artıklarla yetinmek zorun­ daydım. Ama sonra bütün bir ay bir yudum içki ağzıma koymuyor, si­ gara falan da tüttürmüyor, yalnızca görevimi yapıp başka şey istemiyordum. Dediğim gibi görülecek fazla iş yoktu, ama olan işin de adamakıllı üstesinden gelmeye çalışıyordum. Örneğin, bir kilometre sağma ve bir kilometre soluna kadar tren hattını her gün temizleyip gözden geçirmem gerekiyordu. Ama ben bu konudaki talimata bağlı kalmayıp, çokluk bir kilometreden hayli ötelere kadar uzanıyordum; öyle ki, biraz daha gitsem is­ tasyonu göremez olacaktım. Hava açıksa beş kilometreden se567 çebiliyordum istasyonu, çünkü arazi bayağı düzdü. İstasyon­ dan uzaklaştıkça uzaklaşıyor, sonunda barakam gözlerimin önünde nerdeyse kaybolarak pır pır titreşen bir noktaya dönü­ şüyor, böylesi durumlarda bazen bir göz yanılması sonucu bir sürü kara lekenin barakama doğru ilerlediğini algılar gibi olu­ yordum. Kalabalık topluluklar, kalabalık gruplar. Ama bazen de gerçekten biri barakama yaklaşıyor, o zaman elimdeki kaz­ mayı havada sallayarak bütün yolu gerisin geri seğirtiyordum. Akşama doğru işimi bitirip kesinlikle barakama çekiliyordum. Genellikle kimsenin ziyaretime gelmeyeceği bir saatti; çünkü köylere dönüş yolu geceleyin pek emin sayılmazdı. Çevrede ne idüğü belirsiz bir sürü insan dolaşıyordu ve buranın yerlileri değillerdi; bazen öncekiler gidip başkaları geliyor, ama giden­ ler sonra yeniden dönüyordu. Çoğunu görmüştüm, istasyonun yalnızlığı kendilerini cezbediyordu; doğrusu tehlikeli sayılmaz­ lardı, ama yine de sertliği elden bırakmamak gerekiyordu. Bunlar, akşamın uzun süren alacakaranlığında rahatımı kaçı­ ran tek kişilerdi. Başka zamanlar kerevete uzanmış yatıyor, ne geçmişi, ne de Kalda hattını düşünüyordum. Bir sonraki tren saat on ile on bir arasında geçiyordu. Sözün kısası, düşündü­ ğüm bir şey yoktu. Arada bir, okumam için trenden attıkları eski bir gazeteyi elime alıyordum; Kalda'da olup biten birta­ kım skandalların haberlerini içeriyordu gazete; haberler beni ilgilendirmeye ilgilendiriyor, ama gazetenin bir tek sayısından işin içyüzünü kavrayamıyordum. Ayrıca, her sayıda "Kuman­ danın İntikamı" adındaki bir romandan bir bölüm yer alıyor­ du. Belinde bir hançer taşıyan, hatta bir defasında hançeri diş­ lerinin arasında tuta.ı bu kumandan bir ara düşüme bile girdi. Şunu da belirteyim ki, fazla bir şey okuduğum söylenemezdi, çünkü hemen kararıyordu hava; gazyağı olsun, mum olsun ateş pahasınaydı, almaya insanın gücü yetecek gibi değildi. Akşam­ ları gelip giden tren için işaret lambasını yarım saat yanık tut­ mak üzere idareden topu topu yarım litre gaz veriyorlardı; ayın 568 bitmesine daha uzun bir zaman varken bu yarım litreyi harca­ yıp tüketiyordum. Ama işaret lambasının ışığına da hani hiç gerek yoktu; sonraları, en azından mehtaplı gecelerde lambayı yakmamaya başlamıştım. Yaz geçtikten sonra gazyağına son derece gereksinim duyacağımı önceden çok doğru olarak tah­ min etmiştim. Dolayısıyla, barakanın bir köşesine bir çukur kazdım, eski bir bira fıçısını ziftleyip yerleştirdim içine, her ay artırdığım gazyağını fıçıya boca ettim, üzerini de samanla ört­ tüm, kimse işin farkına varmadı. Barakada gaz kokusu arttık­ ça duyduğum memnunluk büyüdü; kokun•m artmasının nede­ ni, fıçı tahtalarının eskiyip çürümüş olmasıydı ve tahtalar gaz­ yağını emdikçe emiyordu. Sonunda f�çıyı alıp ne olur ne olmaz barakanın dışında bir yere gömdüm; çünkü müfettiş bir ara bir kutu kibritle bana karşı caka satmak istemiş, ben kutuyu elin­ den alayım deyince de kibritleri birer birer ateşleyip havaya fırlatmıştı. Böylece her ikimiz, özellikle fıçıdaki gazyağı gerçek bir tehlikeyle yüz yüze gelmişti; ben hemen müfettişin boğ�ı­ na sarılıp kibritleri elinden bırakana kadar koyvermemiş, böy­ lece tehlikeyi savuşturmuştum. Kış için gerekli öteberileri nasıl sağlayacağımı boş saatlerimde ikide bir düşünüp duruyordum. Şimdi bu sıcak mevsimde so­ ğuktan böyle donarsam, -üstelik söylediklerine göre, hava yıl­ lardır görülmedik ölçüde sıcak gidiyormuş-, kışın halim berbat demekti. Gazyağı biriktirmem kapristen başka bir şey sayıl­ mazdı; gerçekte akıllı davranıp kış için bir sürü öteberi biriktir­ mem gerekiyordu. İdareden fazla bir şey beklenemeyeceği kuşkusuzdu. Ne var ki, hayli düşüncesiz davranıyordum. Daha doğrusu düşüncesizlik ettiğim yoktu, gel gelelim bu konuda fazla çaba harcamayacak kadar kendini az düşünen biriydim. Şu sıra sıcak mevsimde durumum zararsızdı; dolayısıyla, her­ hangi bir girişimde bulunmuyordum. Beni ayartarak bu istasyona çekip getiren nedenlerden biri de, av yapma umuduydu. Bana buranın av hayvanları bakımından 569 alabildiğine zengin olduğunu söylemişlerdi. Alacağım tüfeği belirlemiştim şimdiden; biraz para biriktireyim, hemen getirte­ cektim. Ne var ki, çevrede av hayvanından iz eser olmadığı za­ manla anlaşılmıştı. Kurtlarla ayılar vardı yalnızca, istasyonda çalışmaya başladığım ilk aylar bunlara da hiç rastlamamıştım; üstelik koca koca acayip farelerin ortalıkta dolaştığı buraya da­ ha ilk geldiğimde dikkatimi çekmişti, sanki bir rüzgar kendile­ rini önüne katmış gibi bozkır üzerinden sürüyle seğirtip geli­ yorlardı. Ne var ki, benim sevinÇle beklediğim av hayvanları görünürde yoktu. Bana yanlış bilgi vermiş değillerdi, av hayvanından ya­ na zengin bir bölge vardı, ama oraya ulaşmak için üç günlük bir yolu tepmek gerekiyordu; yüzlerce kilometre gidilip de kimse­ lere rastlanmayan bu topraklarda şu ya da bu yere ilişkin bilgi­ lerin ister istemez kesinlik taşımayacağını düşünememiştim. Her neyse, şimdilik bir av tüfeğine gerek duymuyordum, buna ayrılmış parayı başka şeylere harcayabilirdim. Ama kış için kendime bir tüfek sağlamak zorundayım kuşkusuz; bunun için düzenli olarak bir kenara para koyuyordum. Kimi vakit yiye­ ceklerime saldıran farelere karşı uzun bıçağım, gereken işi gö­ rüyordu. Henüz her şeyin benim için bir merak konusu oluşturduğu ilk zamanlar bir ara bıçağımla böyle bir fareyi avlamış, duvarın gözümün hizasına gelen bir yerine yapıştırıp incelemiştim. Kü­ çük hayvanlar karşıda, göz hizasında tutuldu mu, doğru dürüst seçilebiliyor ancak. Yere eğilip de bakıldı mı, haklarında bü­ tünlükten uzak yanlış bir fikir edinilebiliyor. Barakamdaki fa­ relerin en ilginç yanı pençeleriydi; biraz çukur ama uçları gene de sivri kocaman şeylerdi bunlar, yeri kazmak için bire birdi­ ler. Fare son bir kasılma içindeki vücuduyla duvarda asılı du­ rurken, anlaşılan pençelerini fare doğasıyla bağdaşmayacak gi­ bi sımsıkı germişti ve pençeler insana doğru uzanmış minik el­ leri andırıyordu. 570 Genellikle bu hayvanların beni pek rahatsız ettiği yoktu; ne var ki, geceleyin sert toprağın üzerinde paldır küldür koşarak barakanın önünden geçip gitmelerine uyanıyordum bazen. Kalkıp oturdum da bir mum yaktım mı, tahta direklerin altın­ daki bir boşlukta bir farenin dışarıdan uzatılmış pençelerinin hani hani çalıştığını görüyordum. Sonuca götürmeyecek bir çalışmaydı, çünkü yeterli büyüklükte bir çukurun kazılabilme­ si günlerce sürecek bir çabayı gerektiriyordu; oysa gün şöyle biraz aydınlanınca kaçıp gidiyordu fare, öyleyken hedefini bi­ len bir işçi gibi uğraşıp didiniyordu. İyi iş çıkardığı da söylene­ bilirdi kuşkusuz; kazı sırasında havaya uçuşan toprak gözle se­ çilemeyecek kadar küçük zerreciklerdi, ama farenin pençesini boşa salladığı da hiç görülmüyordu. Geceleyin çokluk uzun uzun bu hayvanları izliyor, manzaradaki tekdüzelik ve sessizlik giderek uykumu getiriyordu. Derken mumu söndürecek gücü bulamadan dalıyordum, mum ışığı, iş başındaki fareyi bir süre daha aydınlatmaya devam ediyordu. Bir defasında sıcak bir geceydi; yine çalışan pençelerin sesini işiterek hayvanın kendisini görmek istedim; sakınarak, ışık fa­ lan yakmadan dışarı çıktım. Hayvan elden geldiği kadar tahta duvara yaklaşabilmek, pençelerini tahtanın altındaki derinliğe daha çok gömebilmek için sivri ağızlı başını iyice toprağa sok­ muş, nerdeyse ön ayaklarının arasına sıkıştırmıştı. Hani sanıla­ bilirdi ki, barakada bulunan biri hayvanı pençelerinden sımsı­ kı yakalamış da bütünüyle içeri çekmek istiyor; işte o kadar gergin durumdaydı hayvanın tüm bedeni. Öyleyken bir tekme­ de her şey sona ermişti, bir tekmede canını cehenneme yolla­ mıştım. Biricik mülküm olan barakamın, ben düpedüz uyanık­ ken saldırıya uğramasına göz yumamazdım. Barakayı farelere karşı güven altına almak için ne çok delik varsa ot ve kıtıkla tıkadım tümünü ve her sabah dört bir yanı gözden geçirdim. Barakanın zemini yalnızca tokmak kullanıla­ rak sert bir duruma getirilmişti, ama bundan böyle zemine ta571 ban tahtaları döşedim, kışın da bana yararı dokunabilirdi tah­ ta zeminin. İstasyona en yakın köyde oturan Jekoz adında bir köylü söz vermiş, bu iş için elverişli kuru tahtalar getireceğini söylemişti. Ben de bu vaadine karşılık kendisine sık sık izzet ikramda bulunmuştum. Zaten arayı pek açmaz, iki haftada bir çıkar gelir, bazen trenle kimi öteberiler yollardı. Ne var ki, tah­ taları bir türlü getirmedi. Bunun için çeşitli bahaneler ileri sü­ rüyordu; en sık başvurduğu bahane de, böyle bir yükü sırtlana­ mayacak kadar yaşlanması, tahtaları taşıyıp getirebilecek oğlu­ nun ise tarladaki işlerle uğraşmasıydı. Söylediğine göre, ki doğ­ ruya da benziyordu söylediği, yetmişini çoktan geçmişti; ama boylu bosluydu, gücü kuvveti hala oldukça yerindeydi. Öte yandan, ileri sürdüğü bahaneleri de sürekli değiştiriyordu; ör­ neğin, bir defasında, benim istediğim gibi uzun tahtaları sağla­ manın güçlüğünden söz açmıştı. Ben tahta diye sıkboğaz etmi­ yordum kendisini, tahtalar olmasa da olurdu, üstelik zemini tahtayla kaplama düşüncesini de kafama yine Jekoz'un kendi­ si sokmuştu, zeminin tahtayla kaplanması hiç de yararlı değil­ di bakarsın. Sözün kısası, bu yaşlı adamın savurduğu yalanlan serinkanlılıkla dinleyebiliyordum. Kendisini selamlarken, "Tahtalar Jekoz!" diyordum hep. O, yan kekeleyerek hemen özürleri sıralamaya başlıyordu; bana müfettiş, kumandan, ba­ zen de yalnızca telgrafçı diyor, bir dahaki gelişinde tahtaları getirmekle kalmayıp oğlunun ve birkaç komşunun yardımıyla barakamı tümüyle yıkarak yerine sağlam bir ev konduracağına söz veriyordu. Söylediklerini uzun uzun dinliyor, ama sonunda dinlemekten yorulup onu barakadan uzaklaştırıyordum. Je­ koz, kapıda kendisini bağışlatmak için sözde pek güçsüz kolla­ rını havaya kaldırıyordu; oysa kollarıyla gerçekte büyük bir adamı gırtlaklayabilirdi. Tahtaları niçin getirmediğinin farkın­ daydım, kış yaklaştı mı onlara daha çok gereksinim duyacağı­ mı ve karşılığında kendisine daha çok para ödeyeceğimi bili­ yordu. Öte yandan, tahtaları bana teslim etmediği süre kendi­ si de gözümde daha büyük bir değer taşıyacaktı. Eh, aptal de572 ğildi elbet, art düşüncelerini sezdiğimin bilincindeydi; ama bundan yararlanmayışıma kendi hesabına bir avantaj gözüyle bakıyor ve böyle bir avantajı elden çıkarmak istemiyordu. Barakayı hayvanlara karşı güven altına almak ve kıştan korun­ mak için yaptığım tüm hazırlıklar, ağır biçimde hastalanmam üzerine -istasyonda ilk hizmet yılımın üç ayı sona ermek üze­ reydi- yarıda kesildi. O zamana kadar yıllar boyu hiç hastalan­ mamış, hatta en ufak rahatsızlıklardan bile uzak yaşamışken, şimdi hastalanmıştım. Şiddetli bir öksürükle başladı. İstasyon­ dan iç kesimlere doğru yarım saat kadar uzakta küçük bir çay akıyor, gereken suyu el arabasına yüklediğim bir fıçıyla bura­ dan sağlıyordum. Yine aynı çayda banyo yapıyordum sık sık; öksürük nöbetleri öylesine güçlüydü ki, öksürürken iki bük­ lüm oluyordum; böyle yapmayıp da bütün gücümü toparlama­ dım mı dayanamayacaktım sanki. Tren personeli öksürmem­ den dehşete kapılacak diye düşünüyordum, ama öksürük per­ sonelin yabancısı değildi ve kurt öksürüğü diyorlardı adına. Sonunda, ben kendim de öksürüğümde bir uluma sesi işitmeye başlamıştım. Barakanın önündeki küçük sırada oturuyor, ulu­ yarak trenin gelişini selamlıyor, uluyarak onu uğurluyordum. Geceleri yatacakken kerevetin üzerinde diz çöküyor, hiç değil­ se uluma sesini işitmekten kurtulmak için yüzümü postlara gö­ müyordum. Ne zaman vücudumun bir yerinde önemli bir da­ mar çatlayacak da, bu duruma bir son verecek diye merakla bekliyordum. Ama benzeri bir şey olmadı, hatta öksürük bir, iki gün içinde kesildi. Bir çay varmış, öksürüğe birebirmiş gü­ ya; trenin makinistlerinden biri bana çayı getireceğine söz ver­ miş, ama öksürük başladıktan sekiz gün sonra çayın içilmesi gerektiğini, yoksa bir işe yaramayacağını açıklamıştı ve seki­ zinci günde de gerçekten getirmişti çayı. Tren personelinden ayrı olarak iki köylü yolcunun da barakamdan içeri girdiğini anımsıyorum; çünkü çayın içilmesinden sonraki ilk öksürüğü işitmek uğurlu sayılmaktaydı. Çayı içmiş, daha ilk yudumunu öksürerek oradakilerin yüzlerine püskürtmüştüm. Öksürük, 573 son iki günde zaten şiddetini kaybetmişti, yine de çayı içer iç­ mez bir hafifleme hissetmiştim. Ne var ki, geride bir ateş kal­ mış ve bir türlü geçmek bilmemişti. Ateş beni hayli sarsmış, bütün direncimi yitirmiştim; bazen öyle oluyordu ki, ansızın al­ nımdan ter boşanıyor, bütün vücudumu bir titreme alıyor, ne­ rede bulunursam bulunayım aklım başıma gelinceye kadar ye­ re uzanıp yatmadan duramıyordum. Sağlığımın iyileşmeyip da­ ha da kötüleştiğinin, mutlaka Kalda'ya gidip durumum düzele­ ne kadar orada kalmam gerektiğinin çok iyi bilincindeydim. 574 METİNLE İLGİLİ AÇIKLAMALAR Açıklamalar, metinlerin oluşumuna, yazılış tarihlerine ve bize hangi yollardan geldiğine ilişkin şimdiye kadar eldeki bil­ gileri içermektedir. Bu bilgilerin okuyuculara sunumunda aşa­ ğıdaki kısaltmalar kullanılmıştır: B: Bir Savaşın Tasviri (Beshreibung eines Kampfes) Br: Mektuplar (Briefe) Chm: Bein Bau der Chinesischen Mauer (Çin Seddi'nin İn­ şasında) Dietz: Dietz, Ludwig, Drucke Franz Kafkas bis 1924. Eine Bibliographie mit Ammenkungen. İn: Kafka Symposion. Ber­ lin 1965 (Dietz, Ludwig, Franz Kafka'nın 1924 yılına kadar ba­ sılmış yapıtları. Açıklamalarla bir bibliyografya. Çıktığı yer: Kafka-Sypmposion. Berlin 1965) E: Erzahlungen (Öyküler) F: Briefe an Felice {Felice'ye Mektuplar) H: Hochzeitsrer Bereitungen (Taşrada Düğün Hazırlıkları) K.-S.: Kafka-Symposion. Berlin 1965 {Kafka Sempozyumu. Berlin 1965) P/W.: Pasley Malcolm und Klaus Wagenbach, Datierung Samtlicher Texte Franz Kafkas. İn: Kafka Symposion, Berlin 1965, s. 55-83. (Pasley Malcolm ve Klaus Wagenbach, Franz Kafka'nın Bütün Yapıtlarının Tarihlendirilmesi. Çıktığı yer: Kafka Sempozyumu, Berlin 1965, s. 55-83.) T: Tagebücher {Günlükler) Wo: Kurt Wolff, Briefwechsel eines Verlogers 191 1-1963. Hersg. Von Bemhard Zeller und Ellen Otten. Frankfurt/Main 575 1966. (Kurt Wolff, Bir Yayıncının Mektuplaşması 191 1-1963. Yayınlayanlar: Bernhard Zeller ve Ellen Otten, Frankfurt/Ma­ in 1966.) 576 KAFKA'NIN YAŞAMINA İLİŞKİN NOTLAR 1883, 3 Temmuz: Franz Kafka, ticaretle uğraşan Hermann Kafka'yla (1852-1931), kızlık soyadı Löwy olan Julie'nin (1856-1934) en büyük çocuklan olarak yaşama gözlerini açar. · 1889, 16 Eylül: Aeischmark 'ta (Et Pazarı) Deutsche Knabenschule'ye (Alman-Erkek İ lkokulu) gider. Çocukluğunda rol oynamış başlıca kişiler: Fransız mürebbiye Bailly, kahya kadın Marie Wemer, bir ahçı kadın ve öğretmen Moritz Beck. 1893, 20 Eylül: Kafka, Kinsky-Palais' taki Altstii.dter Deutscher Gymnasi­ um'a (Altstadt-Alman Lisesi) girer. Daha ilk lise yıllannda yazma· ya başlar. 1896, 13 Haziran: Bar-mizwah (Konfırmasyon). 1897: Rudolf lllovvy ile kurulan dostluk. 1898: Hugo Bergmann ile ömür boyu süren, Ewald Felix Pribram ile üni­ versite günlerine, Oskar Pollak 'la 1 904 yılına kadar uzanan dost­ lukların kuruluşu. Sosyalizme ilgi, Nietzsche'den, Darwin'den, do­ ğa tarihi hocası Adolf Gottwald'dan etkilenme. 1901 Temmuz: Olgunluk sınavı (Abitur). Sonbahar: Prag'daki Alman Üniversitesi'ne (Deutsche Universi­ tii.t) girer; iki hafta kimya, sonra hukuk derslerine devam eder, ara­ da sanat tarihi derslerini izler. 1902 İlkbaha r: Agustos Saver'den germanistik okur. Ekim: Paul Kisch 'le germanistik öğrenimi için Münih'e gider. Kış yarıyılında Prag'da hukuk öğrenimi; Max Brod'la ilk karşılaşma. 1903 Temmuz: Hukuk tarihi devlet sınavı. 1904 Güz/Kış: Bir Savaşm Tasviri'nin ilk varyantı (Beschreibung eines Kampfes) üzerinde çalışma. 1905 Temmu.ıJAğustos: Zuckmantel'deki (Silezya) şifa yurdu; ilk sevgi. Sonbabar/KIŞ: Oskar Baum, Max Brod ve Felix Weltsch'le düzen­ li buluşup konuşmaların başlaması. 1906, 16 Mart: Doktora sınavı. Nisan-Eylül: Annesinin üvey kardeşi olan dayısı Richard Löwy'nin 577 Prag'daki avukatlık bürosunda çalışma. 18 Hazinn: Alfred Weber'in yanında hukuk doktorasını yapar. Ekim: 19fJ7 Eylülüne kadar ilkin sulh hukuk, daha sonra ceza mah­ kemesinde çalışır. 1907 hkbahar: Hochzeitsvorbereitungen auf dem hande (Taşrada Dügün Hazırlıkları). Ekim: Özel sigorta ortaklığı Assicurazioni Generali'ye yardımcı eleman olarak girer. 1908 Şubat: Mayıs'a kadar Prag Ticaret Akademisi'nde işçi sigortası kur­ su. Mart: Betrachtung (Gözlem) adı altında kısa düz yazıları iki ayda bir çıkan Hyperion dergisinde yayınlanır. Temmuz sonu: Yarı tüzel Prag İşçi Kaza Sigortası 'nda yardımcı memur olarak çalışmaya başlar. Petersburg'tan gelmiş Rus İmparatorluk Balesi'nin (Eugenie Edu­ ardowa) bir gösterisine gider. Günlük. 4 Eylül: Max ve Otto Brod'la tatil için Gardasee kıyısındaki Ri­ va'ya yolculuk. 11 Eylül: Brescia'da düzenlenen uçuş toplantısında Die Aeroplane in Brescia (Brestia 'da Uçaklar). Arahk: Kuzey Bohemya'ya iş gezisi. 1910: Franz Werfel'le daha yakından tanışma. 1 Mayıs: Sigortanın hukuk danışmanı olur. Ağustos: Saaz'da tatil. 8-17 Ekim: Max ve Otto Brod'la Paris'e gezi. 3-9 Arahk: Berlin 'e gezi (tiyatro gösterilerini izleme). 1911, 30 Ocak'lan yaklaşık 12 Şubat'a kadar: Friedland'a iş gezisi; gezi günlüğü. Şubat sonu: Kuzey Bohemya'ya iş gezisi. Nisan: Warnsdorf'a iş gezisi (doğal tedavi uzmanı Schnitzer'le ta­ nışma). 26 Ağustos • 13 Eylül: Max Brod'la Lugano'ya, Stresa'ya, Mila­ no'ya ve Paris'e tatil gezisi. Gezinin hemen ardından, Kafka, Zü­ rih çevresindeki Erlenbach Sanatoryumu'nda bir hafta kalır. 578 Max Brod'la Richard ve Samuel üzerinde çalışma. 4 Ekim: Lemberg'ten gelerek 1 912 başına kadar Prag'da kalan bir doğu Yahudi tiyatro topluluğunun gösterisini izler. Oyuncu Jizc­ hak Löwy ile tanışma ve kurulan dostluk. 14 Arallk: Hermann Kafka, ailenin mülkiyetindeki asbest fabrika­ sıyla yeteri kadar ilgilenmediği için, oğlu Kafka'ya suçlamalar yö­ neltir. Kafka, öğle sonralan boş kaldıkça fabrikaya göz kulak ola­ cağına söz verir. 1912 Kıış: Der Verschollene'nin (Kayıp) ilk varyantı yazılır. 6 Mart: Hermann Kafka'nın asbest fabrikasıyla ilgili olarak oğluna yönelttiği suçlamalar; Kafka'da intihar düşünceleri. İleriki haftalar yine zaman zaman fabrikada çalışma. 1 Hazinn: Kafka, Çek anarşisti Frantisek Soukup'un • Amerika ve memurları • üstüne verdiği projeksiyonlu konferansı izler; konfe­ rans, Der Verschollene'nin (Kayıp) yazılmasını olumlu yönde etki­ ler. 28 Hazinn - 7 Temmuz: Max Brod'la Weimar'a tatil gezisi. 8-29 Temmuz: Harz'ta Stapelburg dolayındaki Jungborn Doğal Tedavi Yurdu'nda kalır. Aiustosun ilk yamc Betrachtung (Gözlem) cildi baskıya hazır du­ ruma getirildi. 13 Aiustos: Prag'ta Max Brod'ların evinde Felice Bauer'le ilk kar­ şılaşma. 20 Eylül: Felice Bauer'e ilk mektubun yazılışı. 22-23 Eylül: Der Verschollene (Kayıp) üzerinde çalışma (İkinci Varyant) 28 Eylül: Kafka, yazdığı mektuba Felice'den yanıt alır. 7 Ekim: Asbest fabrikası dolayısıyla aile içinde tartışma. Kafka'da intihar düşünceleri. 17 Kasmc Die Verwandlung (Degişim) üzerinde çalışmaya başlar. 25-26 Kasım: Kratzau'ya iş gezisi. Arallk: Prag-Herder Derneği 'nin düzenlediği yazarlar gecesinde, Kafka, Das Urteil (Yargı) öyküsünü okur. 6-7 Anhk: Die Verwandlung (Degişim) bitirilir. 9 Arallk: Leitmeritz'e iş gezisi. 579 1913, 18 Ocak: Kafka, Prag'da konuk topluluk olarak bulunan Rus İmpa­ ratorluk Balesi 'nin bir gösterisini izler. Martin Buber'le tanışma. 24 Ocak: Kafka Der Vershollene (Kayıp) romanı üzerindeki çalış­ masına ara verir. 1 Mart: Çalıştığı sigortada sekreterliğe yükselir, gerektiğinde mü­ düre vekalet eder. 23-24 Mart: Felice'yle Berlin'de buluşma. Albert Ehrenstein. 25 Mart: Leipzig üzerinden Prag'a dönüş. 27 Mart: Aussig'e iş gezisi. 7 Nisan: Prag dolayındaki Troja'da bahçe işlerinde çalışmaya baş­ lar. 22 Nisan: Aussig'e iş gezisi. 11-12 Mayıs: Felice'yle görüşmek üzere Berlin'e yolculuk. 10-16 Haziran: Bir mektup yazarak Felice'ye evlenme önerisinde bulunur. 28 Haziran: Prag'da yaşayan doktor ve yazar Ernst Weiss'la ilk karşılaşma. 6 Temmuz: Küçük kız kardeşi Ottla ve anne babasıyla, büyük kız kardeşlerinin Radesowitz'deki yazlıklarında. 13 Temmuz: Radesowitz'e gezi. 23 Temmuz: Felix Weltsch'le Roztok 'ta. 28 Ağustos: Felice'nin babasına yazılan mektup. 6-13 Eylül: Müdür Marschner'le Viyana'ya giderek, Uluslararası Kazaları Önleme ve Kazazedeleri Kurtarma Kongresi'ne katılır, XI. Siyonist Kongresi'ni izler. Albert Ehrenstein, Lise Weltsch, Felix Stössinger ve Ernst Weiss'la buluşma. 14 Eylül: Trieste üzerinden Venedik 'e yolculuk. 22 Eylül-13 Ekim: Dr. V. Hartungen'in Riva'daki sanatoryumun­ da İsviçreli G.W.'ye gönlünü kaptırır. 1 Kasun: Felice'nin arkadaşı Grete Bloch'la tanışma. 8-9 Kasun: Berlin'de Felice'nin yanında. Arahk ortası: Ernst Weiss, çalıştığı firmaya giderek Felice'yi bulur ve Kafka adına kendisinden uzun süre susmasının nedenini açıkla­ masını rica eder. 580 1914, Şubat sonu: Robert Musil, Kafka'ya Neue Rundschau gazetesini birlikte çıkarmalarını önerir. 28 Şubat-1 Mart: Berlin'de Felice'yle buluşma. Martin Buber'i zi­ yaret. Mart sonu: Kafka, Felice'nin kendisiyle evlenmek istememesi du­ rumunda, Berlin'de gazetecilik yapmaya karar verir. 12-13 Nisan: Berlin'de Felice'yle resmi olmayan nişanlanma. 1 Mayıs: Felice Prag'da; Kafka ile birlikte ev arama. 30 Mayıs: Kafka, 1 Temmuz'da, Felice'yle resmen nişanlanmak üzere babasıyla Berlin'e gider 2 Temmuz: Felice'yle görüşmek için 1 1 ve 12 Temmuz'da Berlin'e gitmeye karar verir. 12 Temmuz: Berlin'de Askanischer Hof Oteli'nde Felice 'yle gö­ rüşme; Grete Bloch, Erna Bauer ve Ernst Weiss da görüşmede ha­ zır bulunur; sonunda nişanın bozulmasına karar verilir. 13-26 Temmuz: İzin; ilkin Lübeck ve Travemünde'ye, daha sonra Ernst Weiss ve Rahel �ansara ile Danimarka sınırları içindeki Ma­ rielyst'e yolculuk. Ağustos başc Kafka'nın askere alınması geriye bırakılır. Ağustos: Prozess (Dava) üzerinde çalışma. 5-18 Ekim: Dava üzerindeki çalışmalarını hızlandırmak üzere işye­ rinden izin alır; bu arada Der Verschollene romanının bir bölümü Oklahoma Doğa Tiyatrosu bölümü ve in der Stratfkolonie (Cezalılar Sömürgesi) öyküsü bitirilir. olan 25 Ekim: Kafka, Grete Bloch'tan bir yanıt alır; Grete Bloch, Feli­ ce'nin Kafka'ya bir mektup yollayacağını haber vermektedir. 27 Ekim: Felice'den bir mektup alır; Felice, Kafka'dan davranışı­ nın nedenini açıklamasını rica eder. Ekim sonu/Kasun başc Kafka mektubu yanıtlar. 18 Arahk: Dorfschullehrer (Köy Okulu Öğretmeni) üz�rinde çalış­ ma. 1915, 6 Ocak: Dorfschullehrer (Köy Okulu Öğretmeni) üzerindeki çalış­ malara ara verilir. 20 Ocak: Dava üzerindeki çalışmalar yarıda kesilir. 23-24 Ocak: Bodenbach'ta Felice'yle buluşma. 581 8 Şubal: Blumfeld, ein lilterer Junggeselle'yi (Blumfeld, Yaflıca bir Bekar) yazılmaya başlanır. 23-24 Ma)'IS: Felice ve Grete Bloch da Bohemya İsviçresi'nde. Haziran: Felice 'yle Karlsbad 'da. 20-23 Temmuz: Ruhmbrug dolayındaki (Kuzey Bohemya) Fran­ kenstein Sanatoryumu'nda. 14 Eylül: Mucizeler gösterdiği söylenen bir hahamı Max Brod'la ziyaret eder. Ekim: Cari Sternheim, Fontane Armağanı'nı kazanır; ama Franz Blei'ın önerisi üzerine armağan için öngörülen para ödülü Kaf­ ka'ya iletilir. Venwandlung çıkarılan Weisse Blatter (Degişim), Rene Schickele tarafından (Beyaz Yapraklar) dizisinin 10. kitabı ola­ rak yayınlanır. 1916, 8-10 Nisan: Ottla'yla Karlsbad'da. 14 Nisan: Robert Musil, Prag'a gelerek Kafka'yı ziyaret eder. Nisan ortası: Nevrasteniden rahatsız olan Kafka, bir sinir hekimi­ ne başvurur. 9 Ma)'IS: Kafka işinden ayrılmak ister, ama başvurusu geri çevrilir. 10-14 Ma)'IS: Karlsbad ve Marienbad'a iş gezisi. Temmuz: Marienbad'a dinlenmeye gider, burada Felice 'yle Schloss Balmoral Oteli'nde kalır. 10 Kasmı: Kafka Münih'e gider ve Galeri Goltz'ta Cezalılar Kolo­ nisi'ni okur. 11 Aralık: Felice'yle Münih'te. 12 Aralık: Kafka, Prag'a döner. 26 Kasım: Bugünden başlamak üzere, kız kardeşi Ottla'nın kirala­ yıp düzenlediği Alşimistler Sokağı 'ndaki evinde çalışmaya başlar; nisan sonuna kadar burada, sonradan Köy Hekimi (Landartzt) cil­ dinde toplayacağı öyküleri yazar. 1917, İlkyaz: İbranice öğrenmeye başlar. Temmuz başı: Felice'yle ikinci kez nişanlanır; birlikte geziye çıka­ rak Budapeşte üzerinden Felice'nin Arad'daki kız kardeşine gi­ derler. Ardından Kafka tek başına Viyana üzerinden Prag'a döner. 12-13 Ağustos: Kafka'nın ağzından geceleyin kan gelir. 13 Ağustos: Dr. Mühlstein'a başvurulur. 582 13-14 Ağustos: Ağızdan yeniden kan gelir. 14 Ağustos: Yine Dr. Mühlstein'a başvurulur. 24 Ağustos: Hastalık üzerinde Max Brod'la konuşma. 28 Ağustos: Dr. Mühlstein'a başvurulur. 3 Eylül: Bir kez daha Dr. Mühlstein'a gidilir; Dr. Mühlstein, çekti­ ği röntgen filminde bir apeks nezlesi saptar. 4 Eylül: Max Brod'un ısrarı üzerine Profesör Dr. Friedel Pick'e başvurulur; Prof. Pick, Dr. Mühlstein'ın koyduğu teşhisi doğrular. 7 Eylül: İşçi Kaza Sigortası, dinlenip kendini toparlaması için Kaf­ ka 'yı üç ay gibi bir süre izinli sayar. 12 Eylül: Kafka, Zürau 'daki kız kardeşi Ottla'nın yanına gider. 21 Eylül: Zürau 'a gelen Felice, akşamleyin Ottla'yla Prag'a döner. 22 Arahk: Ottla Prag'a gider ve babasına Kafka'nın o zamana ka­ dar aileden gizli tutulmuş hastalığını açıklar. 23 Aralık: Küçük bir köylü olarak bundan böyle taşrada yaşamak isteyen Kafka, kendisini emekliye ayırmaları için işyerine başvu­ rur, ama başvurusu bir kez daha geri çevrilir. 22 Aralık: Felice'yle buluşmak üzere Prag'a gider. 25 Aralık: Felice'yle birlikte Max Brod 'u ve eşini ziyaret eder. Felice'yle nişanın bozulması; Kafka'nın hastalığına Felice'yle ayrıl­ malarının nedeni olarak bakılır. 26 Aralık: Öğleden önce Max Brod'da, Tolstoy'un Yeniden Diri­ liş'i üstüne söyleşi. Öğleden sonra Brod, Baum, Weltsch ve bunla­ rın eşleri, ayrıca Felice'yle Schipkapass' a gezi. 27 Aralık: Kafka, Felice'yi istasyona götürüp yolcu eder. Dr. Mühlslein'a gidip görünür. 28 Aralık: Askerlikten bağışık kılınma tarihi 1 Ocak olarak sapta­ nır ve Kafka işyerine döner. 1918, 1 Ocak: İşyerine başvurarak kendisini emekliye ayırmalarını ister. Ama yalnızca dinlenme izni uzatılır. Yaklaşık 6 Ocak: Kör dostu Oskar Baum'la Zürau' a gider. Mart sonu: Ottla'nın bir yıl önce düzenlediği bahçede çalışmaya başlar. 18 Nisan: Prag'a yaptığı bir yolculuktan dönen Ottla, işyerinden iz- 583 nin daha fazla uzatılmasına yanaşmadıkları haberini ağabeyine ile­ tir. 30 Nisan: Kafka, Prag'a döner ve 2 Mayıs 'ta sigortadaki işine yeni­ den başlar. Eylülün 2. haftası: Dinlenmek üzere Turnau'a gider. Bahçede ça­ lışmalar. İbranice öğrenimi. 14 Ekim: Kafka, o günlerde bütün Avrupa'yı kasıp kavuran İspan­ yol gribine yakalanır ve çok sıkıntılı günler geçirir. 19 Kasmı: Kafka yeniden işyerinde çalışmaya başlar. 30 Kasım: Julie Kafka, oğlunu Schelesen'e götürerek, Stildi Pansi­ yonu'na yerleştirir. 1919, 22 Ocak: Kafka dinlenmek üzere yeniden Schelesen 'e gider. Bura­ da ayakkabıcılık yapan, aynca Yahudi cemaatinin işlerini gören Praglı bir adamın kızı Julie Wohryzek 'le tanışır. Mart sonu: Kafka, Ottla'yla Prag'a döner. İlkbahar/Yaz: Kafka, sık sık Julie Wohryzek'le buluşur. 12-15 Mayıs: Kafka hastalanır. Sonbahar: Julie Wohryzek 'le evlenme girişimi başarısızlıkla sonuç­ lanır. Kasmı: Yeniden Schelesen'de Pansiyon Stüdl'de Max Brod'la be­ raber. Minze Eisner'le tanışma. Babama Mektup. 15-16 Kasım: Ottla, Schelesen'e gelerek, ağabeyini ziyaret eder. 21 Kasmı: Sigortada yeniden işe başlama. 22-29 Aralık: Kafka çalışamaz durumdadır. 1920, 5 Ocak-29 Şubat: O-özdeyişleri (Er-Aphorismen). Ateşçi'nin çeviri­ si üzerinde çalışan Çek gazetecisi Milena Jesenska'ya yazılan ilk mektubun bu zamana rastlama olasılığı vardır. 21-24 Şubat: Hastalık nedeniyle çalışamaz durumdadır. Mart: Gustav Janouch 'la tanışma. Nisan başı: Kür için Metan 'a gider; burada ilkin birkaç gün Hotel Emma'da, daha sonra Untermais'teki Otteburg Pansiyonu'nda ka­ lır. Milena'yla mektuplaşma. Mayısın 2. haftası: Ottla, İşçi Kaza Sigortası'na başvurarak ağabe­ yi Kafka'nın izninin uzatılmasını sağlar. 584 29 Haziran - 4 Temmuz: Kafka, Viyana'da Milena'yla beraber. 14-15 Ağustos: Milena'yla Gmünd'de, Avusturya ile Çekoslavakya arasındaki sınır kentinde buluşma. Ağustos sonu: Üç yıllık bir aradan sonra yeniden yazıp çizmeye başlar. Ekim: Ottla, sigortadan ağabeyi için bir dinlenme izni koparır. 18 Arabk: Kafka, Matliary'de Hohe Tatra (Yüksek Tetra) yatıp dinlenerek ve şişmanlama kürü yaparak, tüberkülozun ilerlemesi­ ni durdurmaya çalışır. 1921, Ocak: Milena, bir çeşit veda mektubu yazar. Cevap mektubunda Kafka, Milena'dan aralarındaki mektuplaşmaya son vermelerini ve bir daha görüşmemelerini ister. 31 Ocak - 3 Şubat: Kafka ağır bir üşütme nedeniyle yatağa düşer. 8 Şubat: Robert Klopstock'la ilk karşılaşma; arada kurulan dost­ luk. Mart sonu I Nisan başı: Kafka, yüksek ateşle seyreden bir bağırsak enfeksiyonuna yakalanır. Yaklaşlk 10 Mayu: Ottla yeniden işyerine başvurarak iznin uzatıl­ masını rica eder; 13 Mayıs'ta izin uzatılır. 14-19 Ağustos: Ateşlenen Kafka yatakta yatar. 26 Ağustos: Prag'a dönüş. Eylül: Ernst Weiss, Gustav Janouch, Minze Eisner ve Milena'yla buluşma. Ekim başı: Milena'ya bütün günlük notlarını verir. ıs Ekim: Günlük tutmaya yeniden başlar. 17 Ekim: Kafka'nın haberi olmadan, Dr. O. Hennann'la konuşan anne ve babası, Kafka'yı muayene etmesi ve bir raporla oğulları­ nın sağlık kürü yapmasına olanak sağlamasını isterler. 24 Ekim: Albert Ehrenstein'la buluşma. 29 Ekim: İşyeri, Kafka'nın sağlık kürü yapmasını kabul eder. Kasun: Kafka, Prag'da düzenli bir sağlık kürü uygular. Bunu izle­ yen günlerde Milena'nın ziyaretleri sıklaşır. 1922, Ocak ortası: Sinir krizi. 27 Ocak: Kafka, dinlenmek üzere Riesengebirge 'deki Spindel- 585 mühle'ye gider. 3 Şubat: Genel sekreterliğe yükselir. 17 Şubat: Spindelmühle'den dönüş. Hemen ardından Açlık Şampi­ yonu (Ein Hungerkünstler) yazılır. Şato üzerindeki çalışmaların başlaması. Haziran sonac Luschnitz kıyısında Ottla'nın yazlık bir ev kiraladı­ ğı Plana'ya gidiş. 1 Temmuz: Kafka emekliye ayrılır. Bunu izleyen haftalarda Bir Köpegin Araştırmaları (Forschungen eines Hundes) yazılır. 14 Temmuz: Babası Frazensbad'da ağır hastalanır; hemen Prag'a getirilerek, ameliyat edilir; Kafka da hiç zaman kaybetmeden Prag'a gelir. 19 Temmuz: Plana'ya dönüş. Ağustos başa: Kafka, birkaç günlüğüne yeniden Prag'a döner. Ağustos sonac Ottla'nın eylülde Prag'a döneceği, oysa kendisinin bir ay daha otelde yalnız kalacağı düşüncesi Kafka'yı bir sinir kri­ zine sürükler. Şato üzerindeki çalışmalara ara verilir. 10 Eylül: Sinir krizi. İklimin sertliğini ileri süren Ottla, ağabeyine Plana'dan ayrılmasını salık verir. 18 Eylül: Kafka, Prag'a döner. Eylül sonu: Yeni bir sinir krizi. 1923, Kış/İlkbahar: Kafka, hastalığı nedeniyle çokluk yataktan çıkamaz. Filistinli Bayan Pua Bentovim 'den İbranice dersi alır. Nisan sonu/Mayu başa: Filistin üzerine bilgiler ileten Hugo Berg­ mann'la buluşmalar; Filistin'e göçme ve Bergmann'ın evinde kal, ma planı. Mayu başı-yaklaşık 11 Mayıs: Dinlenmek üzere Dobrichowitz'de. Haziran: Milena'yla son karşılaşma. Temmuz başa/6 Ağustos: Elli ve çocuklarıyla Baltık Denizi kıyısın­ daki Müritz'te. Dora Dymant'la tanışma. 7-8 Ağustos: Berlin'de. 9 Ağustos: Prag'a dönüş. 22-23 Eylül: Prag'da. 24 Eylül: Berlin 'e giderek Dora Dymant'ın yanında kalır. 586 25 Eylül: Steglitz'te, Miquelstrasse 8 No. 'lu evde oturur. Daha son­ ra Pua Bentovim'le ve Brod'un bayan dostu Emmy Salveter'le bu­ luşma. Yahudilik Bilimi Yüksek Okulu'ndaki dersleri izler. 7 Ekim: Ernst Weiss, Kafka'yı ziyaret eder. Ekimin 2. haftasc Ottla ile annesi, Kafka'yı ay sonunda Prag'a ge­ lerek dostlarına ve tanıdıklarına veda etme planından vazgeçirme­ ye çalışır, bunda da başarılı olurlar. ıs Kasım: Grunewaldstrasse'de 13 No.'lu eve taşınma. Kasmım 3. hartası: Max Brod, Berlin'e gelerek Kafka'yı ziyaret eder. Aralık ortası: Ottla, işyerine giderek ağabeyinin durumunu açıklar ve Kafka'nın Çekoslovakya dışında uzun bir süre kalması için izin ister. Noel: Kafka ateşlenmiş, yatağa düşmüştür. 1924, 1 Şubat: Berlin-Zehlendorf'ta Heidestrasse 25-26 numaralı eve ta­ şınma. Sağlık durumunun ansızın kötüleşmesi. 17 Mart: Max Brod'la birlikte Prag'a dönüş. Martın 2. haftası: Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu (Josefine, die Sangerin öder das Volk der Mause) yazılır. Mart: Hastalık gırtlağa sıçrar; Kafka bundan böyle ancak fısıldaya­ rak konuşabilir. Nisanın 2. haftası: Aşağı-Avusturya'da Wiener Wald Sanatoryu­ mu'nda. Hastalığına gırtlak tüberkülozu tanısı konur. Nisan ortası: Kafka, Viyana'da Prof. M. Hajek'in üniversite klini­ ğinde birkaç gün geçirir, daha önce konulan tanı doğrulanır. 19 Nisan: Klosterneuburg dolayındaki Kierling'te Dr. Hoffmann Sanatoryumu'na taşınma. Daha önce Viyana'da olduğu gibi, bura­ da da Kafka'ya Dora bakar. Mayıs başı: Açlık Şampiyonu cildine girecek öykülerin provaları­ nın tashihini yapar. 12 Mayıs: Max Brod, dostu Kafka'yı ziyaret eder. 3 Haziran: Kafka, dünyaya gözlerini yumar. 11 Haziran: Prag-Straschnitz'deki Yahudi Gömütlüğü 'nde toprağa verilir. 587 ÖYKÜ ADLARI DİZİNİ isimsiz öyküler, ilk birkaç kelimeleriyle vurgulu olarak belirtilmiştir Ağaçlar, 52 Dışarısını Dalgın Seyrediş, 42 Akademi İçin Bir Rapor, 207 Dönüş, 403 Akba�a, 383 Dümenci, 387 Ansızın Gezinti, 35 Dün ilk kez müdüriyete Avcı Gracchus, 370 En Yakın Köy, 190 Bekarın Mutsuzluğu, 38 Erkek Binicilerin Düşünmesi Bir Açlık Şampiyonu, 232 , 543 ... İçin, 48 Bir Arada, 404 Eskiden Bir Yaprak, 176 Bir Çiftliğin Savunulmasından Evimizde, bu koskoca kenar ... , 539 Evin Beyinin Tasası, 193 Sahneler, 545 Bir Düş, 204 Evin Yolu, 43 Bir Köpeğin Araşbrmalan, 487 Galeride, 174 Bir Köy Hekimi, 167 Geceleyin, 386 Bir Savaşın Tasviri, 289 Gelip Geçenler, 44 Blumfeld, Yaşlıca Bir Bekar, 405 Geri Çevirme, 47 Cezalılar Kolonisi, 133 Geri Çevrilme, 356 Çakallar ve Araplar, 181 Giysiler, 46 Çiftlik Kapısına Vuruş, 376 Gündelik Bir Şaşkınlık, 533 Çin Seddi'nin İnşasında, 341 Havramızda yaklaşık sansar Dağlara Doğru Gezinti, 37 İki elim bir savaşa tutuştu Değişim, 73 İlk Acı, 219 589 ... ... , 556 , 541 İmparatorun Haberi, 191 Mutsuz Olmak, 53 İşadamı, 39 On Bir Oğul, 195 Kalda Hathna İlişkin ..., 563 Poseidon, 368 Kanun Önünde, 179 Prometheus, 538 Kararlar, 36 Sanço Panza'yla İlgili ..., 535 Kardeş Katili, 201 Sarhoş'la Söyleşi, 277 Kan-Koca, 390 Sınav, 398 Kent Arması, 365 Sirenlerin Susuşu, 536 Kısa Hayvan Masalı, 389 Sokağa Bakan Pencere, 50 Kızılderili Olmak İsteği, 51 Şarkıa Josefine ya da Fare Ulusu, 244 Komşu, 396 Şosede Çocuklar, 27 Kovalı Süvari, 282 Köprü, 381 Tapman'la Söyleşi, 269 Köy Öğretmeni, 471 Topaç, 388 Köylü Avcısı, 33 Vazgeç, 385 Köylünün biri yolda ... Yargı, 59 , 551 Küçük Bir Kadın, 223 Yasalar Sorunu Üzerine, 362 Lehte Konuşucular, 400 Yeni Avukat, 165 Maden Ocağını Ziyaret, 186 Yola Çıkış, 384 Masanın üzerinde iri bir . ., 555 Yolcu, 45 Mecazlar Üstüne, 367 Yuva, 431 . Melezleme, 378 590 İÇİNDEKİLER • Yazarın Sağlığında Yayınladığı Kitaplar ............................ . 7 - Gözlem .......................................................................... . 27 � Yargı .............................................................................. - Değişim ....................................... : ........ . . . . . .. . . 59 .................. - Cezahlar Kolonisi ........................................................ . - Bir Köy Hekimi ........................ ................................... . - Bir Açlık Şaınpiyonu .................................................. . 73 133 165 219 • Kafka'run Yayınlanmış Ancak Kitaplanna Almadığı Öyküleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • Ölümsonrası Öyküleri .......................................................... . - Bir Savaşın Tasviri ...................................................... . 265 285 289 • Kafka'run Ölümünden Sonra Geride Bırakbğı Defterler­ den Çevirmen Tarafından Alınmış, Bazıları İsimsiz Birkaç Öykü .................................................................................. . • Günlük'ten Alınmış Kısa Bir Öykü .................................... . • Metinle İlgili Açıklamalar ..................................................... . • Kafka'run Yaşamına İlişkin Notlar ....................................... • Öykü Adlan Dizini ................................................................ 591 . 531 561 575 577 589 E Kalka bütün eserleri • • • • • • e • • • • • • Sata Dava KarıD (Amerika) Hlkareıer Bir Savaıın Tasviri Detııım Taırada Düğün Haz1rlıklar1 Bütün ÖJküler Günlükler Babama MektuD Mllena'ra Mektuglar Yeni Bulunmuı MektuDlar OHla'ra ve Ailesine MektuDlar kalka üzerine • • e • Kafka'da inanı ve Umutsuzluk Fellce're Mektuglar üzerine Kalka ile Sörıeıner Yaıamörküsü