GEORGE THOMSON
□
AİSKHYLOS VE A T İN A
P A Y E L Y A Y IN L A R I : 88
Bilim Kitapları
: 32
ıSBN 975-388-015-4
dizıi-baskı: Teknografik Matbaası
kapak filmleri: Ebru'Grafik
kapak basımı: Çetin O fs e t i
Cilt: Esra Mücellithanesi
George Thomson 1903 yılında Londra'da
doğdu. 1926’da Cambridge Üniversitesi’ni
bitiren yazar, İrlanda’ya giderek orada bir
süre dil üzerine incelemeler yaptı. Daha
sonraları Galway, Cambridge ve Birming
ham Üniversitelerinde Yunan dili ve ede
biyatı dersleri verdi. Bu arada, bazı eski
Yunan klasiklerini çok başarılı çevirilerle
İngiliz dillerine kazandıran Thomson, 1937
yılında öğretim üyesi olarak Birmingham
Üniversitesi’ne girdi ve öğretim üyeliğin
den ayrıldığı 1970 yılma kadar bu üni
versitede Eski Yunan dili ve edebiyatı
alanında i'.giyle izlenen dersler verdi, Yu
nan dili üzerine birçok kitap hazırladı.
George Thomson 1987 yılında Londra’da öl
dü. (George Thomson hakkında daha faz
la bilgiyi yazarın, yayınlarımız arasında
çıkan öteki kitaplarında bulabilirsiniz.)
BİR B A K K H A
GEORGE THOMSON
A İ S K H Y L O S VE A T İ N A
D R A M A N IN T O P LU M S A L K Ö K E N LE R İ Ü ZE R İN E
B İR İNCE LE M E
İngilizce aslından çeviren
M E H M ET H. D O Ğ A N
P A Y E L Y A Y IN E V İ
İstanbul
Yapıtın özgün adı: Aeschylus and Athens
O
Türkçe birinci basım: Mart 1990
Kapak resmi: Mehmet Tannsever
Efes Tiyatrosu’ndan bir kabartma
George Thomson’m bu yapıtı, Lawrence and Wishart
Yayınevi’nin 1973 tarihli dördüncü basımından Türk
çe’ye çevrilmiştir. Kitabın İngiltere’deki ilk basımı
1941’de, ikinci basımı 1946’da, üçüncü basımı da
1966’da gene aynı yayınevi tarafından yapılmıştır.
K.F.T.'ve
İÇİNDEKİLER
B İR İN C İ B A S IM A ÖNSÖZ .
İK İN C İ B A S IM A ÖNSÖZ .
Ü Ç Ü N C Ü B A S IM A ÖNSÖZ
D Ö R D Ü N C Ü B A S IM A ÖNSÖZ
........................
G İR İŞ
Tragedya ve demokrasi — fikirlerin göreceliği — ilkel Yu
nan toplumu üzerine Morgan’ın söyledikleri — karşılaştırmalı
insanbilim — evrimcilik ve yayılmacılık — tarihsel dilbilim
— klasik araştırmadan beklenenler.
15
16
16
17
19
B İR İN C İ BÖ LÜ M
KABİLE
I.
t o p l u m u
T O T E M C İL İK
Çağdaş kabilelerin ekonomik sınıflandırılması — Avustral
ya totemciliği — yiyeceği artırma törenleri — totemci ta
27
bu — yansılama büyüsü — totemden geliş — ilkel sürü
nün parçalanması — edinme ve üretim — totemciliğin
çöküşü — işbölümü — soyu belirleme biçimleri — bun
ların ekonomik anlamı — dıştan evlenmeciliğin kökeni
— kabile işbirliği — totemci ataya tapınma — başkanlık
ve kutsallık — doğa tanrıları — Yunanistan’da totemci
lik — klan belirtkeleri — klan şöleni — erginleme ve
evlenme — kutsal evlilik — tanrı-kral töreni.
........................................................
II. D IŞ T A N E V LE N M E
İlkel Hint-Avrupa kültürü — akrabalığı sınıflandırma sis
temi — Morgan’ın grup evliliği kuramı — Hint-Avrupa
sınıflandırma sistemi — Yunan fratrisi — tarihöncesi Yu
nanistan’da anasoylu geliş — Zeus ve Hera — erkek kar
deş karşılığı Yunan terimleri — işbirliği ve yarışma
41
10
İÇİNDEKİLER
— hayvanda mülkiyet — Yahudi kalıt yasası — dıştan
evlenmenin çöküşü — adam öldürme — Erinys’ler.
...................................................................
III. M Ü L K İY E T
Homeros şiirlerinde toprağı kullanma hakkı — Eski Ahit’
te toprağın bölüştürülüşü — tarihöncesi Yunanistan’da
toprağın bölüştürülmesi — toprakta özel ayırımlar — ga
nimetin ve yiyeceğin bölüştürülmesi ve özel ayırımı — as
keri hizmet karşılığı özel ayırım — Attika kalıt yasası
57
— ilkel komünizmin bir simgesi: Moira — tanrılar ara
sında işlev bölüşümü — Yunan zanaatçı klanları — Eğiriciler olarak Moira’lar — giysilerin ve adların büyüsü —
kundak bağı totemci desenleri — daîmon — doğum, ev
lenme ve ölüm — Yunan klan adı — ata ruhları olarak
Moira’lar — Norns — Moira, Erinys, Dike — Moira ve
Zeus — Nomos.
İK İN C İ BÖLÜM
KABİLEDEN
DEVLETE
.......................................................................
IV. M O N A R Ş İ
Minos kültürü — Yunan lehçeleri — Yunan dininde Hel-
81
lcnöncesi öğeler — Akhaların toplumsal örgütlenmeleri
— vasallık — yöneticiler ve halk — Olympos’a yansıdığı
şekliyle Akha toplumu — toplum ve din — mit ve din
sel tören — epik’in evrimi — İlyada ve Odysseia — mo
narşinin çöküşü — Hesiodos.
................................................................
V. A R İS T O K R A S İ
Dor’ lann fethi — serflik — timenos’un gelişimi — topra
ğın mülk edinilmesi — aristokrat rahiplik — adam öl
dürme konusunda aristokrat yasası — Attika’mn erken
tarihi — Eupatridai’ ler — Drakon yasaları — İonia’nın
erken tarihi — Hesiodos’ta toprak sahibi ve köylü —
Moira ve Metron — koral lirik — İonia bilimi — top
lum ve evren — Anaksimandros.
VI. T İR A N L IK
...............................................
Midas ve Gyges — metal para — tüccar sınıfının yük
selişi — aristokratların ticaret karşısında tavrı — Solon
— orta sınıf ve ortalama — Peisistratos — Uranlığın ta
rihsel işlevi — Theognis ve demokratik devrim.
92
109
İÇİNDEKİLER
11
Ü Ç Ü N C Ü BÖ LÜM
DRAMANIN
KÖKENİ
VII. E R G İN LE M E
Yaş sınıflan — doğum ve öliim üzerine ilkellerin düşün
celeri — erginlemede doğum ve ölüm — arındırmalar ve
sınamalar — Erkekler Evi — gizli cemiyetler — tö
rensel drama — Sparta’da erginleme — Girit’te — A ti
na’da erginleme — saçların kesilmesi — erginlemede in
san kurban etme — Zeus’un doğuşu — Koureta’lar — Dionysos’un doğumu ve ölümü — evlat edinme — tanrılaş
ma — boğa-böğürten — Pelops — Olimpiyat Oyunla
rının kökeni — eski kralın ölümü — prytaneion — Eleusis’te erginleme — Eleusis Mysteria’ları ve Olimpiyat
Oyunları — Mysteria’ların ilkel erginlemeyle ilişkisi.
V III. DİONYSOS
Dionysos ve Apollon — erginlemenin ilk biçimi — es
ki Çin’de erginleme — Natureingang — çağdaş Avru
pa’nın köylü festivalleri — Frazer’in kuramı — eiresione ve pharmakos — Euripides’in Bakkhalar'ı — Agrionia
— mit ve Lykurgos — suya batırma — Dionysos’un ev
lenmesi — Proitos’un kızları — İo — Hera ve inek —
Dionizyak thiasos.
123
157
IX . O R F E C İLİK
Dionysos ve tiranlık — Arion — Orfeciliğin Trakya kö
keni — madencilik endüstrisi — Orfecilik ve Hesiodos’çu
Tanndoğum — Dike — Aşk — Orfeci öteki dünya — ruh
ve beden — Ananke — Çember — Diodoros maden
leri anlatıyor — Orfeci mitler — Orfeci thiasoi — Orfe
cilik ve demokratik hareket.
180
............................................................
X. D İTH Y R A M B O S
Kent Dionysia’nın ilk günü — pontpe, agon, komos — bir
boğa olarak Dionysos — Arion ve dithyrambos — Arkhilokhos — Koureta’lar ilahisi — tanrı, rahip ve şair — Eleuther kızları — pompe ve stasimon — Dionizyak tutku
oyunu — tragedyada dinsel tören kalıntıları.
196
X I. T R A G E D Y A
....................................................................
Üçüncü oyuncunun evrimi — İkincinin evrimi — Ulak
— Ksanthos ve Melanthos — Bakkhalar’&a. komik öğeler
207
12
İÇİNDEKİLER
— hypokrites ve exarchon — oyuncunun kökeni — mis
tik törenin laikleşmesi — strofik biçim — nakarat — kommos ve agon — anagnorisis — slichomythia — bilmece
ler — sahne — ortaçağ kilise oyunları — Peisistratos ve
dithyrambos — totemci klanın dinsel törenlerinde dramanın kökeni.
D Ö R D Ü N C Ü BÖLÜM
AİSKHYLOS
X II. D E M O K R A S İ
................................................................
Fratri ve yurttaşlık — Attika, Gortyna ve Sparta’da kalıtçılık kuralları — Sparta’da kadınların konumu — ilkel
Attika’da kadınların konumu — Attika kabile sisteminin
yeniden örgütlenmesi — takvim reformu — Attika kabi
le sistemi üzerine Aristoteles’in düşünceleri — isonomia
— Pythagoras — erken Pythagorasçılığın politik önemi
— Orfecilikle ilişkisi — Pythagorasçı ortalama öğretisi —
Alkmaion — Hippokrates — orta sınıfın zaferi.
X III. A T İN A V E PERS E Lİ ....................................................
Pers İmparatorluğunun yükselişi — Kleisthenes ve Pers
Eli — Miltiades — Marathon — Themistokles — Yunan
lıların dağılışı — Salamis — Themistokles’in düşüşü —
Sparta serîlerinin başkaldırısı — Kimon’un düşüşü — A ti
na emperyalizmi.
X IV . D Ö R TLE M E
....................................................................
Kent Dionysia’da yarışmalar — leitourgia’aın kökeni
— satir oyunu — Pickard-Cambridge, Aristoteles’i anla
tıyor — törensel müstehcenlik — komedinin kökeni —
Peloponesos draması — Lenaia — Attika komedisinin
törensel temeli — üçleme.
X V. O R ESTEİA
........................................................................
Aiskhylos’un yaşamı — yaşayan oyunlar — Atreus’un Sa
rayı — Agamemnon — Khoiphoroi — mitsel simgecilik
— Apollon ve Erinys’ler — Orestes’in arındırılması —
Eumenides — Adalet nedir? — Apollon ve exegete’ler
— Erinys’ler ve Semnai’ ler — metoikoi — Athena’cı tö
ren alayı.
İÇİNDEKİLER
X V I. İL K O Y U N L A R
Persler — Aiskhylos ve tek tragedya — Thebai’ye Karşı
Yedi Kişi — Klandan devlete — İo miti — Danaos kızla
rı — Yakarıcılar — Danaos kızları evlenmeyi neden red
dediyor? — Mısır’da içten evlenme — Aiskhylos ve içten
evlenme — kız kalıtçı tartışmaları üzerine Aristoteles’in
düşünceleri — Hypernmcstra’nın yargılanması — İlâhi ve
13
342
insani yasa.
X V II. PROM ETHEUS
Ateşin bulunuşu — Hesiodos’ta Prometheus — mistik
anıştırmalar — Prometheus tapımları — Herakles — Pro
metheus hatalı mı? — tirana ilişkin popüler görüş — bir
tiran olarak Zeus — Prometheus’un karakterleştirilmesi —
363
acı çekme yoluyla akıl — uygarlığın kökenleri — Z in
cire Vurulmuş Prometheus’un — Kurtulmuş Prometheus’un
— Ateşi Taşıyan Prometheus’un yapısı — Moskhion
— Kritias — Pythagoras’ ın dinin toplumsal işlevi üzeri
ne görüşleri — Protagoras — Philemon — Diogenes —
Shelley.
X V III. A İS K H Y L O S ’T A N SO NRA
Tek tragedyanın evrimi — köle emeği — emperyalizm —
Atina demokrasisinde çelişmeler — sophrosyne — para
nın işlevi — Yunan düşüncesinde para — koronun çö
küşü — deus ex machina — peripiteia — Sophokles-
397
Aiskhylos ilişkisi — Elektra — Oidipus Tyrannus — Sophokles’in düşüncesi — Euripides — İon — Bakkhalar
— aile yaşamının gözden düşüşü — Medea — Melos’un
yıkılışı — Troyalı Kadınlar — idealizm ve maddecilik —
Moira, Ananke, Tykhe —
Yunan tragedyasının sonu.
X IX . A C IM A ve K O R K U
Aristoteles’in Poetika"sı — katharsis — epilepsi — Korybant’lar töreni — ilkel sahip olma kuramı — Dionysos ta
panlarında sahip olma — ilkel halklar arasında histeri —
Orfeci ve Dionizyak tapanların ruhbilimsel kökeni — Eleusis’te dinsel histeri — Platon’un fon 'u — şair, cin çarp
mış kişidir — oyuncu — tragedya ve Mysteria’lar — kat-
425
harsis’m toplumsal işlevi — sanatların toplumsal işlevi.
Z A M A N D İZ İN S E L TA B LO
441
14
İÇİNDEKİLER
ŞEMALAR
A K R A B A L IK S IN IF L A N D IR M A SİSTEM İ ...............................
E R G İN L E M E N İN T A R İH İ ............................................................
O Y U N C U N U N E V R İM İ .................
Y U N A N T R A G E D Y A S IN IN TÖ R E N K A L IB I ..........................
Y U N A N Ş İİR İN İN E V R İM İ
........................................................
42
154
206
226
230
RESİMLER
BİR B A K K H A (Attika Vazosu) ....................
H A N E D A N A R M A S I İŞLE M E Lİ K A L K A N IY L A A SKER
(Attika Vazosu) ........................................................................
Ç Ö M LE K Ç İ Ç A M U R U İÇ İN T O P R A Ğ I K A Z A N K Ö LE LE R
(Korinthos tableti)
...........
DİONYSOS V E S A T İR L E R (Attika Vazosu) ................
4
79
121
A T H E N A B A Y K U Ş U (Bir Attika metal parası) ..........................
231
25
BİRİNCİ BASIMA ÖNSÖZ
Bu kitap, yıllardır üzerinde çalışmakta olduğum Aiskhylos’un oyunlarını, Yunan toplumunun genel evrimi, özel
likle de kabile toplumundan devlete geçiş döneminin ışı
ğı altında yeniden yorumlama çabasıdır. Kapladığı zaman
öyle geniş ki, daha çok zaman harcamak gerekirdi üzerin
de, ama araştırmanın yakın gelecekte belki de güç olaca
ğı düşüncesiyle çalışmayı daha fazla geciktirmeden yayım
lamaya karar verdim.
Kendi özel alanımda çok şey borçlu olduğum kitap
lar, Jane Harrison ile Ridgeway’in yapıtları, Comford'un
ilk yapıtları, daha genel anlamda Morgan’m Eski Toplum'u, Engels’in Ailenin Kökeni ve Caudwell’in Yanılsama
ve Gerçeklik’i oldu. Ötekilerini notlarda ve göndermelerde
andım.
West Kerry’de Blasket Adası'ndaki köylü-balıkçı dost
lanma olan özel bir gönül borcumdan da söz etmeliyim.onlar, kitaplardan öğrenilemeyecek birçok şeyle birlikte
kapitalizm öncesi bir toplumda yaşamanın nasıl bir şey
olduğunu da öğrettiler bana. Sözde kapitalist sistemin yörüngesindeler, doğru, çünkü kira ödemek zorundalar, ama
çoğu ödemiyor; genellikle gelenekleri, özellikle de şiirle
riyse. toplumsal ilişkilerin benim içinde yetiştiğim top
lumsal ilişkilerden derinden farklı olduğu bir zamandan
geliyor.
Bu durumda, bu çalışmadaki yeniliklerden dolayı ken
dimi borçlu hissettiğim kaynaklar — beni, diğer birçok kim
seyle birlikte yaşama karşı tüm tutumumu yeniden dü-
16
ÖNSÖZ
zene koymaya zorlayan son on yılın politik olayları dı
şında— bunlar.
Resimler için Mrs. H. F. Stewart’a, XV. ve XVII. Bö
lümlerdeki Oresteia ve Zincire Vurulmuş Prometheus adlı
yapıtlarımın baskılarından yaptığım alıntılar için izinle
rinden dolayı Cambridge University Press yetkililerine te
şekkürlerimi sunmak isterim.
Eylül, 1940
GEORGE THOMSON
İK İNCİ BASIM A ÖNSÖZ
Beş yıl sonra şu çalışmaya dönüp baktığımda onun sis
temli bir biçimde yeniden açımsanması gereken çok ge
niş bir alanın bir ön taslağı olduğunu görüyorum. Üze
rinde çalışıp değiştirmek istediğim birçok ayrıntı var, ama
genel olarak hem yöntem hem de sonuçlar, zamanı ge
lince yayımlamayı umduğum daha ileri bir araştırma sı
navından başarıyla geçti. Bu arada, kitap hâlâ aranıyor,
bunun için de yalnızca küçük birkaç düzeltme v e ekle
yeniden yayımlanıyor.
Eylül, 1945
GEORGE THOMSON
ÜÇÜNCÜ BASIM A ÖNSÖZ
Bu kitap, Aiskhylos tarihsel olarak incelenirse — yani
şair, Shelley’nin deyimiyle çağının hem bir yaratıcısı hem
de bir yaratısı olarak alınırsa— oyunlan canlılıklarına
yeniden kavuşturulmuş olur ve daha geniş bir kitlenin
ilgisini çeker inancıyla yazıldı. Yedi dile çevrildi bugü
ne kadar, birçok ülkede oyuncuların yetiştirilmesinde bir
el kitabı olarak kullanılmakta. Bu nedenle, umuyorum ki
şairi, profesyonel yorumcuları arasında yaygın olan sko-
17
ÖNSÖZ
lastisizmden kurtarmak için birşeyler yapılmış oluyor
böylece. Hem unutulmamalıdır ki, Aiskhylos'gil drama
dersane için değil tiyatro için, çağdaş Avrupa tiyatrosu
için değil büyük bir ulusal şenliğin bir parçası olarak es
ki Atina tiyatrosu için yazılmıştır. Onu en iyi biçimde ki
taplardan değil, Yunanistan’a gidip, bu amaçla yenileş
tirilmiş eski tiyatrolarda, çoğunluğu uzak yerlerden dağ
lan aşıp gelmiş köylülerden oluşan beş-yirmi beş bin se
yirci önünde, çağdaş Grek dilinde oynanan oyunları sey
rederek tanıyabiliriz.
Bu basım genel okuru amaçlamaktadır, bunun için de
notlar ve ekler atlanmıştır.
Birmingham. 1966
GEORGE THOMSON
DÖRDÜNCÜ BASIMA ÖNSÖZ
Suppliant'lar (Yakarıcılar) üzerine son araştırmalara
dikkati çekebilmek için XVI. Bölümün son kısmını yeni
den yazdım ve XIX. Bölümde Aristoteles’in katharsis öğ
retisiyle ilgili yorumuma açıklık getirdim. Bu basımda
önemli değişiklikler yalnızca bunlar, fakat kitabın kapsa
mına giren alanın, benim Eski Yunan Toplumu Üstüne
İncelemeler adlı yapıtımın ilk iki cildinde, daha ileri ka
nıtlar ve tüm göndermelerle, yeniden gözden geçirildiği
unutulmamalıdır.
Oresteia ve Zincire Vurulmuş Prometheus’un yeni bir
çevirisini yaptım (Bölüm XV ve XVI), Laurel Classical
Drama dizisinde yayımlandı bunlar.
Birmingham. 1973
GEORGE THOMSON
G İR İŞ
Yunan tragedyası Atina demokrasisinin belirleyici iş
levlerinden biriydi. Biçimi ve içeriği, gelişimi ve çöküşü
yönünden ait olduğu toplumsal yapının evrimiyle koşul
luydu.
Sayısız adaya ve vadiye bölünmüş Ege yöresinde si
yasal iktidarın merkezileştirilmesi güçtü, siyasal birimler
se özerk kalma eğilimindeydi. Böylece, dışa doğru geniş
leme sınırlı olunca iç gelişmeleri buna uygun olarak yo
ğun oluyordu. Demokratik kent-devlette eski toplum, zo
runlu olarak küçük ölçüde, en yüksek noktasına çıktı. Bu
devletler öyle hızla ilerlemişti ki, geçmişten birçok gele
neği beraberlerinde taşıyorlar, özerklikleriyse, karşılaştır
ma ve çözümleme için bol bol gereç sağlayan aynı olay
ların değişik biçimlerinin bozulmadan sürmesini kolaylaş
tırıyordu. Ayrıca, çevreleri ilkel halklar tarafından sarıl
mış olduğu için, dikkatli yurttaşlar kendi atalarının da
bir zamanlar şimdi şu barbarların yaşadığı gibi yaşamış
olduğunu kavrayamamazlık edemiyorlardı. Bir de, demok
ratik hareketin başarısı, yorumlayıcılarım olayların kö
kenlerine doğru araştırmaya itiyordu; oysa bu ilerleme
yoluna çıkan şiddetli muhalefet, ister insanla insan, is
terse insanla doğa arasındaki çatışmaya olsun insani iler
lemenin itici gücü olarak bakmayı öğretiyordu. Sonuçta,
aynı zamanda akılcı ve dinamik bir evrim görüşüne va
rılıyordu.
Aiskhylos, yazdığı gibi dövüşmesini de bilen bir de-
20
AtSKHYLOS VE A TİN A
mokrattı. Demokrasinin, kendisine karşı birleşmiş iç ve
dış düşmanları üzerindeki zaferi onun sanatının esin kay
nağı idi. Yunanistan’daki en ileri topluluğun önde gelen
yurttaşlarından biriydi o; aynı zamanda, eski Attika soy
lularından biri olarak kökleri ta ilkel kabile toplumunda
olan yerel geleneklerin kalıtçısıydı. Yaşamı boyunca onu
uğraştıran temel soru, bu gelenekler içinde saygıyla sak
lanan kabile toplumunun nasıl olup da kuruluşuna ken
disinin de yardım ettiği demokratik kent-devletine evrimleştiği sorusuydu. Onun sanatım anlamak istiyorsak,
bizi de ilgilendirmesi gereken bir sorudur bu; aynı za
manda, Avrupa uygarlığını anlama konusunda onun sa
natına değişmez tarihsel bir önem verecek yaşamsal bir
sorudur bu.
Yunanlıların yaşam hakkındaki görüşleri, bazan gös
terildiği gibi, Yunanlıların doğasında var olan birtakım
niteliklerin ifadesi değildi; ayrışık bir halk olan Yunan
toplumunun, maddi ve tarihsel çevrenin özel koşulların
ca belirlenen karmaşık ve devamlı ilerlemesine verdiği
zengin ve değişik bir yanıttı. İnsanların boş zamanla
rından yararlanma tarzı, fiziksel dünya, yanlış ve doğru
hakkındaki düşünceleri, sanatları, felsefe ve dinleri, ken
dileri de maddi varlıklarını koruma tarzlarınca belirlenen
toplumsal ilişkilerindeki değişim ve gelişimlere uygun ola
rak değişir ve- gelişir. Bu, nesnel bir gerçekliğin var ol
duğunu, ya da bazı insanların başkalarından daha ger
çek bir nesnel gerçeklik düşüncesi oluşturmuş olduğunu
yadsımak demek değildir; tersine, her nesnel gerçeklik
düşüncesi, insanın kendisinin kafasında kurduğu dünya
daki yerince belirlenen bilinçli ya da bilinçsiz varsayım
lardan başlamasına bağlı olarak, görecedir.
Dolayısıyla yalnızca Yunanlıların yaşam görüşü de
ğil, bizim Yunanlıların görüşü hakkındaki görüşümüz de
görecedir. Bizim görüşümüz tümüyle nesnel olamaz, bazı
çağdaş araştırmacıların ileri sürdükleri tarafsızlık hayal
den öte bir şey değildir; fakat bu, biz kendi önyargıları
GİRİŞ
21
mızı tanıdığımız ve çözümlediğimiz oranda az ya da çok
nesnel olacaktır. Önyargılarımızı düzeltmek için önce on
ların bilincine varmamız gerekir. Geçmişin tarihini yazan
kişi bugünkü toplumda yaşayan bir insandır. Birer yurt
taş olarak çağdaş toplumsal değişikliklere karşı ya da
kayıtsız olanlar, eski Yunan uygarlığında sabit ve mutlak
olarak değerli bir şey arayacaklardır, bu kendi onaycı ta
vırlarını hem yansıtacak hem de güçlendirecektir. Onay
lamayan diğerleriyse Yunan tarihini devamlı bir değişim
süreci olarak inceleyecekler, bu da, temelde yatan yasa
ları ortaya çıkarabilirse bugünkü toplumda değişikliğe yol
açan güçleri anlamalarına ve yönlendirmelerine yardım
edecektir. Bu gibilere devrimci bir şair olan Aiskhylos’u
incelemek özellikle uygun gelecek ve ona yaklaşırken ta
şıdıkları önyargılar, onunkine benzer olduğu için, olumlu
bir yarar sağlayacaktır.
Öteki uygar halklar gibi Yunanlıların da bir zaman
lar kabileler halinde örgütlendikleri bilinen bir şey. On
ların kabile kurumlannın kesin yapısının nasıl olduğu,
kanıtları da kendi başına çözülemeyecek kadar parçalı
olan bir sorudur. Yine de, kent-devleti doğru bir biçim
de anlamak için onun yalnızca ne olduğunu ve neye dö
nüştüğünü değil, aynı zamanda artık ne olmadığını da
araştırmak gerekir. Bu nedenle, içindeki kanıtların, kabilesel kurumlar üzerine genel olarak bildiklerimizin ışı
ğında incelenmesi gerekir. Bu ilke, ondokuzuncu yüzyıl
da Morgan, on sekizinci yüzyılda da Millar ve Ferguson
gibi bazı önoelleri tarafından eski Yunan tarihine uygu
landı; fakat o zamandan bugüne birikmiş olan bütün bil
gilere karşın, konu özellikle bu ülkede yaşayan çağdaş
tarihçiler tarafından o denli ihmal edilmiştir ki, bunlar
dan çoğunun daha önceden çıkarılmış sonuçlardan ha
berleri bile yoktur.
Çağımızda halen yaşayan kabileleri başat yiyecek
üretme tarzlarına göre sınıflandırmak yoluyla, maddi kül
türle toplumsal kurumlar arasında bazı değerli bağlan
tılar kurulmaktadır, bu sonuçlar bazı çekincelerle kazıbi-
22
AİSKHYLOS VE A TİN A
lim (arkeoloji) sorunlarına da uygulanabilir. Yunan kazıbiliminin bazı bölümlerinde daha şimdiden Harrison,
Ridgeway, Cook ve diğerleri tarafından bu çizgilerden gi
dilerek önemli çalışmalar yapıldı, fakat büyük ölçüde,
Morgan'ı ihmalleri yüzünden, insanbilimsel (antropolojik)
kanıtlan kullanışları yeteri kadar sistemli değildi. Bu, yön
temlerinin geçerliliği konusundaki son kuşkuları haklı
göstermese bile açıklar. Örneğin, Pickard-Cambridge bu
kitapta araştırılacak sorulardan biri olan tragedyanın kö
kenleri konusunda şunlan belirtiyor: «Avustralya’nın ya
banıl topraklanndan, Orta A frik a’dan ve öteki uzak böl
gelerden çıkanlacak bütün kanıtlar, Yunanistan'ın ken
disinden kanıtlar olmadıkça hiçbir şey göstermez.» Bu
bölgeci anlayış Yunan tragedyasının kökeni sorununun
neden hâlâ çözülememiş olarak durduğunu açıklamaya
kadar gider. Yunanistan’da, bunu tanıyacak biçimde eği
tilmiş gözlerin görebileceği çok bol kanıt var.
Her ikisi de, eşit olmayan gelişmeye yol açan iki
etmen, toplumsal evrimin karşılaştırmalı incelemesini kar
maşık duruma getirmektedir. Önce, birçok ilkel toplulu
ğun gelişimi, bulundukları yerdeki ekonomik güçlükler
nedeniyle gecikmiştir. Çağdaş Avustralya'nın aşağı avcı
kabileleri, yontmataş çağının kapanmasıyla birlikte Avru
pa’da terk edilmiş olan üretim tarzının ötesine geçememiş
lerdir; fakat ekonomik gelişmelerinin durdurulmuş olma
sına karşın toplumsal kurumlan sabit kalmamış, geliş
mesini sürdürmüştür, ama ancak o üretim tarzının belir
lediği yönlerde. Sonuç olarak, çağdaş Avustralya'nın top
lumsal örgütlenmesinden yontmataş çağı Avrupa’smınkine daha ileri bir çözümleme yapmaksızın tartışmayı sür
dürmek zamansız olurdu; ama iki bilgi grubu arasmda
bağlantı kurulabileceğini yadsımak da aynı şekilde yan
lış olurdu.
İkincisi, daha geri halklar devamlı olarak daha ileri
halkların kültürel etkisine uğramakta, sonuçta gelişme
leri hızlandınlmış, yolundan saptınlmış ya da engellen
GİRİŞ
23
miş olmaktadır. Daha uç olgularda, halkların kendileri
ortadan kalkmaktadır. Zorlaştırıcı bir etmen bu, çözüm
lenmesi gerekir; fakat unutulmamalıdır ki, yabancı ya da
yerli bütün toplumsal kurumlarm işlevi herhangi bir ge
reksinimi karşılamak olduğuna göre, şu ya da bu göre
neğin kökeni onun dışardan alınmış olduğunu söylemekle
açıklanamaz. Ferguson’un da belirttiği gibi, «uluslar ken
dilerinin nerdeyse bulabilecek durumda oldukları şeyi alır
lar dışardan.»
Eski Yunanlıların geçirdiği evrimin daha sonraki ev
releri yalnızca maddi kalıntılarında değil, aynı zamanda
dillerinde katmanlaşmış durumdadır. Hint-Avrupa dille
rinin karşılaştırmalı incelemesi, kaynak dili (Parent-speech)
konuşan halkın kültürüyle ilgili bazı genel sonuçlar çı
karmanın mümkün olduğu bir noktaya ulaşmıştır. Bu
çalışma, diğer dil gruplan üzerine yapılan çalışmalarla
ilişkilendirildiğinde, tarihsel dilbilim yeni bir etkinlik dü
zeyine yükseltilmiş olacaktır. Bugün bile, Yunanistan gibi
çok sınırlı bir alanda tarihsel dilbilimle toplumsal insan
bilimin birlikte uygulanması yeni ve önemli sonuçlar çı
karabilir ortaya.
Bazan, özellikle de son yıllarda, klasik çalışmalarda
ileri araştırma olanaklarının sınırlı olduğu söylenmekte
dir. Ben, bu alandaki olanakların herhangi bir tarih ya
da fizik bilimi alanındaki kadar sınırsız olduğuna inanı
yorum; ama bunları kullanacaksak, zamanlarında işe ya
ramış fakat bugün içleri boşalmış olan geleneksel yön
temlerden kendimizi kurtarmak zorundayız. Aiskhylos’un
sanatı, bütün sanatlar gibi, toplumsal evrimin bir ürünü
olarak incelenmeli; bu amaçla, klasik araştırma yöntem
lerinin bölümlemeciliği ve klasik araştırma ile tarih bi
limlerinin diğer dallan arasındaki engeller ortadan kal
dırılmalıdır. Eski usulde yetişmiş kimseler için biraz zor
bir iştir bu, ama girişilmelidir. Bugün, kültürel ve top
lumsal bir dağılma döneminde yaşıyoruz, fakat yeni bir
bütünlenme umudu başvermektedir bundan. Aiskhylos üze
24
AÎSKHYLOS VE A T İN A
rine çalışmamızı böyle bir amaca yönlendirmekle, o nasıl
başardıysa, biz de kuram ve uygulama, şiir" ve yaşam ara
sında gerçek bir uyuma ulaşmayı umut edebiliriz.
GÖNDERM ELER
Pickard-Cambridge, A.W . Dithyramb, Tragedy and Comedy (Dithyrambos, Tragedya ve Komedya), Oxford, 1927.
Ferguson, A . Essay on the History o f C ivil Society (Sivil Toplumun
Tarihi Üzerine Bir Deneme), Basel, 1789.
B İR İN C İ B Ö LÜ M
KABÎLE
TOPLUMU
^fP ı
HANEDAN
ARM ASI
İŞLE M E Lİ
K A L K A N IY L A
ASKER
1
TOTEMCİLİK
M odem çağlarda yaşamını sürdüren kabileler başat
yiyecek üretim tarzlarına göre aşağıdaki kategorilere ay
rılmaktadır: Aşağı Avcılar (yiyecek toplama ve avlanma);
Yukan Avcılar Cavlanma ve balık tutma); Çobanlık (iki
aşama); Tarımcılık (üç aşama). Yukan avcılık aşaması,
m ızrağa ek olarak yayın da kullanılmasıyla aşağı olanT
dan ayrılmakta. İkinci çobanlık aşamasında hayvan ye
tiştirmeye ek olarak tarım da yapılmaktadır. Üç tarım aşa
masından ilki bahçe tanmıyla. İkincisi tarla tanm ıyla ni
telenmekte, üçüncüsündeyse tarla tanmı hayvan yetiş
tirmeyle desteklenmektedir. Bu sonuncusu, kabilenin top
lumsal ve politik yapısının zaten çözülme döneminde ol
duğu bir gelişim aşamasını belirliyor.
Kuşkusuz, böyle bir sınıflandırma bir soyutlamadır.
Kategoriler karşılıklı olarak birbirini dışlamıyor. Yani, yi
yecek toplama yukan avcılar grubunda da, avcılık ise ço
banlık ve tarımcılık gruplarının başlangıcından sonuna ka
dar varlığını sürdürmektedir, fakat her durumda önemi
ni yitirerek. Bunlar kesin bir zamandizinsel sıra da oluş
turmamaktadırlar. Hayvan yetiştirme ve toprağın işlen
mesi dönemlerinden önce bütün dünyada avcılık vardı,
ondan sonra da yiyecek biriktirme; ama hayvan yetiştir
meyle toprağın işlenmesi arasmdaki ilişki büyük ölçüde
coğrafik etmenlerce belirlendiği için değişkendir. Dünya
nın bazı bölgeleri evcil hayvanlar, bazı bölgeleriyse ekile-
28
KABİLE TOPLUMU
bilir bitkiler yönünden zengindir. Yine bazılarında her iki
si de boldur; bunlarda, iki üretim tarzı da başlangıçtan
beri karışık tarım biçiminde birleşmiş olabilmektedir.
Daha ilkel aşamalarında kabile toplumunun karak
teristik dini totemciliktir. Kabileyi oluşturan klanlardan
her biri «totem » denilen bir doğal nesneyle bağıntılı du
rumdadır. Klan kişileri kendilerini kendi totem türleriyle
akraba, onun soyundan geliyor sayarlar. Onu yemeleri
yasaklanmıştır ve totemin sayısını artırmak için gelenek
sel bir tören yaparlar. A yn ı totemin üyeleri kendi ara
larında evlenemezler.
Totemcilik bugün Avustralya’nın aşağı avcı kabileleri
arasında eksiksiz yaşamaktadır; az çok bozulmuş biçim
lerde de olsâ Amerika, Melanezya, Afrika, Hindistan ve
Asya’nın öteki yörelerindeki daha ileri kabileler arasında
da rastlanmaktadır; Hint-Avrupa, Sami ve Çin halkları
arasında, totemci bir kökene bağlanan birçok gelenek ve
kurum vardır. Bütün bu halklar kabileler halinde örgüt
lenmiş durumdadır, bu yüzden bunların da daha önce
totemci olduklarına değgin görüş, totemciliğin kabile sis
teminin doğasında var olan bir özellik olduğu gösterile
bilirse, daha da güçlenmiş olacaktır. Bu konunun ince
lenmesinde Avustralya’dan elde edilen kanıtlar birincil
önemdedir, çünkü o doğrudan bilgi sahibi olduğumuz en
ilkel katmanı temsil etmektedir. Bununla birlikte, Avust
ralya’da bile totemciliğin bugünkü biçimi, ilerde görece
ğimiz gibi, totemciliğin ilk biçimi değildir. Avustralya to
temciliğinin bugünkü biçiminden yapacağımız bir çözüm
lemeden onun ilk biçimini çıkarsayabilir ve her ikisinin
uygun bir ekonomik ve toplumsal değişimle ilgisini bu
labilirsek, yalnızca Avustralya'da değil fakat dünyanın
öteki yörelerinde de totemciliğin tarihine değgin yaklaşık
bir sonuca varmış sayabiliriz kendimizi.
Avustralya totemlerinin büyük çoğunluğu yenilebilir
bitki ve hayvan türleridir. Kalanı çoğunlukla taşlar ve
yıldızlar gibi doğal nesneler ya da yağmur ve rüzgâr gibi
doğal olaylardır. Bu cansız totemler totemci sistemin ta
TOTEMCİLİK
29
mamen gelişmesinden sonra benzetme yoluyla oluşturul
muş olup ikincil önemdedir. Sistemin kökenini ararken
dikkatimizi bitkiler ve hayvanlar üzerinde yoğunlaştır
mamız gerekir; bunların çoğunun yenilebilir şeyler ol
ması. totemin kökeninin yiyecek sağlamakla ilişkili oldu
ğu varsayımımızı haklı göstermektedir.
Totem türlerinin artması için yapılan törenler, üre
me mevsiminin başında, «totem merkezi» denilen daha
öhceden belirlenmiş bir yerde, totemin ait olduğu klanın
av bölgesinde yapılır. Totem merkezi genellikle söz ko
nusu türlerin gerçekten üretildiği bir yerdedir. Bu nokta
son gözlemciler tarafından saptanmış, fakat ne anlama
geldiği henüz anlaşılamamıştır. Kanguru klanının atala
rını bugün kanguruların sayıca artması için törenlerin
yapıldığı yere getiren şeyin ne olduğunu sorarsak, yanıt,
oraya kanguru yemek için geldiklerinden başka bir şey
olmayabilir.
Bugün klan üyelerinin totem türlerini öldürmeleri de
ğilse bile yemeleri yasaktır; fakat bu kuralın önemli is
tisnaları vardır. Orta Avustralya klanlarından bazıları ara
sında, çoğaltma törenleri sırasında klan başkanmm totem
türünden biraz yemeye izinli olması bir yana, buna zo
runludur da. Başkanın açıklamasına göre, büyüsünü ya
pabilmek için «totemi bedenine alması» gerekmektedir.
Tabunun totem sırasında bu bozuluşunun ilk çağlardaki
genel uygulamadan geldiği, klan atalarının bir alışkan
lık olarak ya da yalnızca kendi totem türleriyle besleniyormuş gibi gösterildiği kabile geleneklerince kanıtlan
maktadır. Bu gelenekler gösteriyor ki, önceleri, belli tür
ler yasaklanmak şöyle dursun başlıca yiyecek kaynağı
idiler. Son derece düşük teknik düzeyin yiyecek bulmayı
ciddi şekilde zorlaştırdığı, bunun sonucu olarak da yiye
cek türlerinin son derece sınırlı olduğu bir çağı göster
mektedir bunlar. Totemci klanın kökeni, başlıca yiyecek
haline gelmiş belli bir hayvan ve bitki türünün yetiş
me yerine toplanmış bir yiyecek toplayıcıları kalabalığın-
30
KABİLE TOPLUMU
dadır. Geriye, olayın nasıl olup da tam tersine dönüştü
ğünü görmek kalıyor.
Çoğaltma törenleri, totemin, eğer bir bitkiyse büyü
me ve toplanmasını, eğer bir hayvansa onun belirleyici
alışkanlıklarını, hareket ve bağırışını, bazı durumlarda
da yakalanıp öldürülmesini oyun biçiminde gösterecek gibi
hazırlanır. Bu tür gösterilerin ilk işlevi, alışkanlıkları, ya
kalanmadan önce incelenmesi gereken türlerin davranış
larının çalışılarak öğrenilmesi olabilir. Daha ileri bir aşa
mada teknikteki ilerlemelere bağlı olarak bu işlevin ye
rini büyüsel bir deneme çalışması aidi: bu denemede klan
erkekleri başarılı bir yiyecek arama eylemini önceden
yansılayarak gerçek görev için gereken kolektif ve top
luca uyumlu gücü bedenlerinde uyandırmış oluyorlardı.
İlkel büyü, gerçekliği kontrol altına aldığınız yanılsama
sını yaratarak gerçekten kontrol edebileceğiniz anlayışı
na dayanıyordu. Gerçek tekniğin yetersizliklerini tamam
layan bir yanılsama tekniğidir bu. Düşük üretim düzeyi
nedeniyle kişi, dış dünyanın nesnelliğinin henüz tam ola
rak bilincinde değildir; sonuç olarak, hazırlık töreninin
yapılışı gerçek görevdeki başarının nedeni gibi görünür;
fakat aynı zamanda eyleme bir yol gösterici olarak bü
yü, değerli bir gerçeği de ortaya kor: dış dünya, insanın
ona karşı öznel tutumuyla gerçekten değiştirilebilir. Yan
sılama töreniyle güçleri uyarılmış ve örgütlenmiş olan
avcılar gerçekte de eskisinden daha iyi birer avcı olurlar.
Klanın her üyesi kendi totem türüyle güçlü bir ya
kınlık hatta özdeşlik duygusuna sahiptir. Kanguruyla bes
lenen insanlar onlar gelişince kendileri de gelişerek, on
lar açlık çekince kendileri de açlık çekerek ve onları kontrollan altına almak için oyunlarla onların kişiliğine bü
rünerek, sözcüğün tam anlamıyla kanlan kanlan, etleri
etleri oluyordu onlann; bu belirleyici yakınlığı kendile
rinin kanguru olduklarını söyleyerek dile getiriyorlardı.
Sonuç olarak, en yaşlı üyelerin kullandığı yetke, atalara
tapınma biçiminde yansımış oluyor, atalaraysa kanguru
biçiminde tapınılmış oluyordu.
TO TEM CİLİK
31
Dolayısıyla totemciliğin evriminde ilk aşamanın, baş
lıca yiyecek kaynaklarına ulaşabilmek için bölünen ilkel
sürünün bu parçalanışı olduğu çıkarsanabilir. Bu şekilde
oluşan yeni gruplar birbiriyle bağlantıyı yitirdiği sürece
değişiklik yalnızca niceliksel oluyordu — bir sürü yerine
iki; fakat biyolojik soydeğişimiyle karşılaştırılabilir bir
aşamada bu değişiklik niteliksel bir durum aldı. Yiyecek
lerini basit edinme yoluyla bağımsız olarak elde etmeyi
sürdürmek yerine, her biri diğerleri için üreten birbirine
bağımlı bir klanlar toplancası (kompleksi) olarak bütün
leştiler; kabile toplumunun tüm yapısının üzerinde kurul
duğu bu işbirliği ilkesi, totem türlerinin yenmesi üzerine
konan bir tabuyla sürdürüldü. H er birim, işlevi öteki klan
lar için kendi türünden bir besi kaynağı üretmek olan
bir totemci klan haline geldi. Bu ürün alışverişinin na
sıl gerçekleştirildiğini daha sonra tartışacağız.
Üretim tekniği geliştikçe ve yeni yiyecek kaynaklan
ortaya çıktıkça başlangıçtaki bu kısıtlamalar ortadan
kalktı. Bu yolla, ekonomik tabanını yitirdiği için de totem
cilik, toplumun kurulu yapısı için bir onaylama sağlayan
büyüsel-dinsel bir sisteme dönüştü. Kanguruların avlan
ması artık özel bir teknik olmaktan çıktığı için totem
türlerine ilişkin olarak kangurucularm işlevi salt büyüsel
bir duruma geldi — kangurulan diğer klanların yararına
büyütmek ve çoğaltmak üzere geleneksel törenleri yö
neten büyücüler oldular. Bu arada, törenler de bu du
ruma uyduruldu ve geliştirildi. Böylece totem türlerinin
eylemlerinin temsil edilmesi olmaktan çıkıp klan ataları
nın yaşamında, hâlâ totemci biçimleriyle kavranan olay
ları anma törenleri haline geldiler ve böylece klanın ge
leneksel tarihini gençlere aktararak toplumsal yasayı, tö
reyi güçlendirme görevini yüklendiler. Bir ekonomik bi
rim olarak klanın daha da çöküşüyle birlikte bu işlev de
ortadan kalktı. Geriye kalan tek şey, ortak soy-sop olma
nın esinlendirdiği bir akrabalık duygusu, belirleyici bir
ata tapımı, dıştan evlenme uygulaması ve belli bir hay
van ve bitki türünün yenmesine karşı salt biçimsel bir
32
KABİLE TOPLUMU
tabu oldu. Kabile toplumunun daha ileri aşamalarında
klanın karakteristik özellikleri bunlar; hepsi de eski Yu
nanistan’la ilgili kayıtlarda izlenebilir.
Klan üyeliği soyla belirleniyordu. İlk insanbilimciler
soyun baba yoluyla gelmeden önce ana yoluyla geldiğine
inanırlardı. Bu görüş, hepsi tarafından olmasa da çoğu
çağdaş yetke tarafından reddedilmektedir. Ben bunun
doğru olduğunu sanıyorum.
Çağdaş kabilelerde, anayanlı soydan babayanlı soya
geçişle ilgili birçok örnek saptanmakta, ama tersi bir olu
şumdan hiçbir örnek görülmemektedir. Tek başına bu, bi
rincinin daha eski olduğu gibi bir varsayım yaratıyor.
Anayanlı soy, avcılığın çeşitli derecelerinde biraz ağır ba
sıyor, ama daha ileri derecelerde, çobanlık döneminde çok
hızlı, tarım dönemindeyse yavaş olmak üzere düşüyor. Bu
da soydan geliş tarzının üretim tarzıyla ilişkili olduğunu
akla getiriyor.
Bu üretim tarzlarının her biri cinsler arasında özel
bir işbölümüyle belirlenmiştir. Avcıhk-öncesi aşamada
üretim diye bir şey yoktu, yalnızca tohumların, meyvalann ve küçük hayvanların basitçe elde edilişi söz ko
nusuydu, bu yüzden de işbölümü diye bir şey olamazdı.
Bununla birlikte mızrağın bulunuşuyla birlikte kadınlar
yiyecek toplama işini sürdürürken, avcılık erkeklerin gö
revi. haline geldi. Bu bölünme avcı kabileler arasında ev
renseldir, bu da hiç kuşkusuz ilkönce anaların görece
hareketsizliğinin kabul ettirdiği bir şeydi. Avcılık, hay
vanların evcilleştirilmesine yol açtı, buna göre de hay
van yetiştirme normal olarak erkek işi oluyor. Öte yan
dan, kadınlarca sürdürülen yiyecek toplama işi gördüğü
müz gibi kabilenin yerleşim bölgesinin çevresinde tohum
tanmma yol açtı; buna uygun olarak da bahçe tarımı
hemen hemen evrensel olarak kadınların işi oluyor. So
nunda, bahçe tarımı yerini tarla tarımına, çapa da hay
van tarafından çekilen sabana bırakınca tarım çalışması
erkeklere geçti. Cinsler arasında bu durmadan değişen
gerilimler anayanlı soydan babayanlı soya yavaş yavaş
TOTEMCİLİK
33
geçişe uygun düşmektedir. Süreç avcılıkla başladı — iler
lemesi bu aşamada durmuş olan çağdaş kabileler arasın
da oldukça yüksek babayanlı soya rastlanması buna bağ
lıdır; hayvan yetiştirmenin başlamasıyla yoğunlaştı, ama
tarımın ilk evresinde geçici olarak kesintiye uğradı.
İki tür soyun hemen hemen eşit olarak dengelendiği
Avustralya avcı kabileleri arasında babayanlı soy oranı,
bu anakaraya özgü gelişen dıştan evlenme sisteminin kar
maşıklığına oranla artıyor — henüz anımsanacak bir geç
mişte bazı bölgelerde gelişmiş bir sistemdir bu; basit şe
killer karmaşıklardan daha ilkel olduğuna göre de, ana
tarafından gelmenin baba tarafından gelmeden daha il
kel olduğu sonucu çıkıyor ortaya. Öteki kanıtlar da ay
nı şeyi gösteriyor. Rastlantıyla son derece eksiksiz bilgiler
edindiğimiz birbirinden uzak iki kabilede, evli erkeklerin
avlarının tümünü ya da en iyi kısımlarını karılarının anababalarma vermesini gerektiren gelişmiş kurallar bulu
yoruz. Benzeri kurallara Melanezya’da da rastlanıyor-, bun
lar, erkeklerin kanlarının ait olduklan klanla birlikte ya
şadıkları bir toplum durumunu gösteriyor — bu da kadın
larda merkezileşmiş bir anasoylu klandır.
\
Bir başka Avustralya klanı olan" Yukumpil, bu anlam
da bir geleneğe sahip: önceleri erkekler ava gittiklerinde
kanlarını ve çocuklannı birlikte götürürlerdi, fakat daha
sonra çocuklarını yaşlı bir kadının bakımına bırakmaya
başladılar. Bu gelenek, avcılığın gelişiminin ortaya çıkar
dığı cinsler arası işbölümü üzerine söylediklerimize uygun
düşüyor. İlk kamp kurulduğunda kadınlann hareketsiz
liği ve erkeklerin uzun süre yokluklan kampın onların
sorumluluğu altında olmasını gerektiriyordu. Klan kadmlann çevresinde toplanmıştı, çocuklar da içinde doğduk
ları klana ait oluyordu.
Kabilenin ya da dıştan evlenmeci klanlar grubunun,
doğallıkla içten evlenmeci olan ilkel insan kalabalığından
evrimleşmesinin, basit yiyecek edinme evresinden ortak
laşa üretime ilerlemeyle belirlendiğini ve yeni sistemde
klanların birbirine ekonomik bağımlılığının totem türleri
34
KABİLE TOPLUMU
üzerine konan tabuyla sağlama bağlandığını, bu tabunun
her klanı kendi av bölgesinde elde ettiği yiyeceğin bir bö
lümünü öteki klanlara vermeye zorunlu tuttuğunu gös
termiştim. Geriye, klanların neden dıştan evlenmeci ol
duklarını düşünmek kalıyor. Bu klanlar, neden ataları
olan ilkel sürü gibi kendi içlerinde çoğalmayı sürdürme
diler? Bu soruyu yanıtlamak için tartışmamızı özetleme
miz gerekiyor. Bizi, her klanın başlangıçta özel bir yiyecek
türüyle yaşadığına; erkeklerin evlenmiş oldukları klanla
birlikte yaşadıklarına ve ürünlerini o klanın üyelerine
teslim etmek zorunda olduklarına inandıracak nedenleri
görmüştük. Böylece, öteki klanlardan koca alma uygula
ması, her klana, kendisinin üretmediği yiyeceklere ulaş
ma olanağı sağlayarak besi düzenini genişletmelerini müm
kün kılıyordu. Dıştan evlenmenin başlangıçtaki işlevi, yi
yecek dolaşımını sağlamaktı.
Kabile, düşük üretim düzeyinin koşullandırdığı bir iş
bölümü temelinde ilkel sürüden evrimleşmiş çok hücreli
bir organizmaydı; bu evrimleşme dıştan evlenme kuralı
ve totem tabusunca etkilenmiş, yansılama büyüsüyle des
teklenmiş, ideolojik olarak da hayvan biçiminde kavranan
atalara tapınma biçiminde yansımıştı.
Bu sistemin temeli işbirliğiydi. Bütün topluluğun bir
leşik çabası, topluluğu ancak varlığını sürdürebilecek dü
zeyde tutmak için gerekli olduğu sürece, birkaç kişinin,
çalışmaksızın, başkalarının çalışmasıyla yaşaması olanak
sızdı; tek toplumsal eşitsizlikse, kişinin kendi değeriyle
kazandığı saygınlıktı. İlk dönemlerden beri, Yunan atasözünün dediği gibi, «eylemde zayıf, öğütte güçlü» en yaşlı
üyelerin ayrıcalıklı bir konumdan yararlandıkları bir ger
çek, fakat bu tür ayrıcalıklar genel kabule dayanırdı. Bu
ilkel topluluklar, Yunan toplumunun hiçbir zaman olma
dığı derecede demokratikti.
Aşağı avcı kabileler arasında totemcilik kurumu, ger
üretim tekniğ'ne geçildiğinde kökeninden çok uzak
laşmış o^a da. hâlâ kabilelerin kendi yapıları kadar ke
çek
TOTEM CİLİK
35
sin ve kalıcı uygulama ve inançlarıyla uyumlu, tutarlı
bir sistemdir. Kabileyle birlikte gelişmiştir, kabileyle bir
likte yıkılır. Kabilenin yapısı, daha sonra inceleyeceğimiz
ekonomik değişikliklere bağlı olarak dağılınca, insanla
rın ve hayvanların birbiriyle akraba oldukları fikri de son
bulur ve yabanıl çığlıkları, kendinden geçme hareketleri
ve esritici ritmiyle yansılama töreni çok çeşitli, ikinci de
receden etkinliklere dönüşür; şiir, müzik ve dans sanat
ları da bunlardan ortaya çıkar.
Kabile toplumunun erken evrelerinin özelliği olan
ataya tapınma, şimdi kabile yaşlılarının kullandığı yet
kenin bir ifadesi ve olumlamasıdır. Dinsel olmaktan çok
büyüseldir. Toteme dua edilmez, ancak emirler verilir. Tapmanlar, tören eyleminin zorlayıcı gücüyle isteklerini to
teme zorla kabul ettirirler; bu zorlama ilkesi, topluluğun,
henüz üyelerinin her birine ve hepsine üstün olduğu bir
toplum durumuna uygun düşmektedir. Daha ileri tapın
ma biçimleri, bir yönetici smıfm ortaya çıkışma bir ya
nıt olarak gelişir: babadan oğula büyücüler, rahipler, baş
kanlar ve krallar. Totem şimdi duayla ve yatıştırmayla
güdülmektedir, insan şeklini almış ve tannlaşmıştır. Ge
nellikle başkan ya da kral uyruğu için neyse, tanrı da
topluluk için odur. Tanrı fikri krallığın gerçekliğinden
çıkar ortaya; fakat insan bilincinde bölünme artık toplum
daki ayrılmayla oluşur, ilişki terse dönmüştür. Kralın gü
cü Tanrıdan geliyormuş gibi görünür, yetkesiyse Tanrı
nın istenci olarak kabul edilir. Böylece, gerçeklik, için
den çıkmış olan fikir tarafından güçlendirilmiş olur. Biri
diğerini etkiler.
Krallık klanı hükmünü genişlettikçe, bağımlı klanla
rın totem tanrıları onunkiyle birleşir, onun tarafından
emilir, böylece kabilenin ya da kabileler grubunun, so
nunda da devletin tanrısı durumuna gelir. Fakat bu yeni
tanrı hâlâ kökeninden izler taşımaktadır. Onun, kendi
hayvan şekline bedmdesmis ya da bedenleşehilir o'duğuna inanılır, ya da ^e1enekse! koruyucusu olarak bir hay-
36
KABİLE TOPLUMU
van eşlik eder ona; ya da 1dan atasını, klan hayvanının
oğlu, ya da hayvan şeklindeki klan tanrısıyla yatmış ka
dının oğlu olarak betimleyen mitler uydurulur. Dinsel
simgecilik, Tanrı fikrinin kökenindeki hayvan izleriyle
doludur henüz.
Çiftçiliğin gelişmesiyle birlikte, yağmurun kaynağı
olarak gök ve tohumların yatağı olarak toprak, tüm ka
bilelerin ortak çıkar alanını kucaklayan yeni ve evren
sel bir önem kazanır; fakat bu koşullardan ortaya çıkan
yeni gök tanrıları ve yeni toprak tanrıçaları genellikle
antropomorfizm (insanbiçimcilik) öncesi kökeninden bazı
izleri gizleyemez. Yunan Zeus’u Hint-Avrupa gök tanrı
sından gelmedir; ve belki de Yunanca konuşan halklar
Yunanistan'a gelmeden önce de insan biçimindeydi; ama
onun bazı özellikleri, meşe ağacı ile çok ilkel, belki de ilk
birlikteliğini göstermektedir. A ynca göçlerin, federasyon
ların, istilaların ve fetih savaşlarının ortaya çıkardığı
kültür erimesi nedeniyle çoğu kez tanrı, insan biçimini
aldıktan sonra bile bağlantı kurulduğu daha ilkel katman
lardan totemci öğelerle benzeşmiştir. Bu yüzden, Yunan
Zeus’unun çeşitli kökenleri vardır. Akha fatihleri için ata
erkil bir çoban monarkm bütün özelliklerini taşıyan bir
gök tanrısıdır, fakat Arkadya'mn geri, dağlı kabileleri
için hemen hemen kesinlikle Likya’lı Zeus’tur o; G irit’te
ki Praisos halkı için — domuz eti tabuları vardı bunların—
onu doğurmuş olan bir domuzdu.
Bu yüzden, Yunan dinindeki totem kalıntıları soru
nunu incelerken birçok araştırmacı, ne yazık ki, dikkat
lerini tanrıların hayvan çağrışımlarıyla sınırlandırmak
tadır. Yunan panteonunun tanrıları, kabilelerin eriyerek
halklara dönüşüşünü, bir halkın bir diğeri tarafından bo
yunduruk altına almışını, çeşitli yabancı kültürlerin ya
yılma ve birleşmesini de içine alan uzun ve karmaşık bir
sürecin ürünüdür hep. Bu koşullarda, birçoğunun yaptığı
gibi şu ya da bu tanrının, kökeninde Hellenik mi yoksa
Hellen-öncesi mi, totemci mi yoksa değil mi olduğunu
TOTEM CİLİK
37
sormanın hiçbir anlamı yoktur. Totemciliğin en açık ka
nıtı farklı bir yönde yatmaktadır.
İon’un anası Kreousa, Erechthedai klamndandı. Çocu
ğunu terk ederken bir çift yılan şekli verilmiş bir altın
gerdanlık takar ona; bunu yaparken de klanının gelenek
sel töresini izliyordur. İlkel kabileler arasmda, çocukları
nı klan totemini temsil eden yara izleriyle, dövmelerle,
boya ya da süslemelerle işaretlemek yaygın bir uygula
madır. Bu durumda, görenek, Erechtheus’un büyükbaba
sı olan Erichthonios’un anısma bir saygı olarak açıklanırdı. Erechtheus’un yılandan kuyruğu olan bir insan ol
duğu söylenirdi; büyükbabası ise, bir geleneğe göre, do
ğuşta b ir çift yılan tarafından korunmuştu, bir başka ge
leneğe göreyse kendisi bir yılan şeklinde doğmuştu. Bir
başka deyişle, Erechtheus oğullarının belirtkesi bir yı
landı, klan atalarıysa bir yılan adamdı. Yılan, klanın to
temiydi. Bir başka yılan klanı Thebai’li Spartoi’lerdi, Kadmos'un öldürdüğü ejderden geliyorlardı; EpameinondasTn
mezarı üzerinde, o klanın üyeliğinin bir işareti olarak ej
derha figürüyle süslü bir kalkan vardı. Eteoboutosoğulları Öküz Çobanı Boutos’lardan geldiklerini ileri sürerler
di; ve belli ki, bir totemci klanın komün şenliğinden kal
ma, törensel olarak bir öküzün kurban edilişiyle ünlü
Diipolia rahipliğini ellerinde tutuyorlardı. Dionysos Melpomenos rahipliğini ellerinde tutan bir başka Attika kla
nı Euııeosoğullan, soylarını Hypsipyle yoluyla şarap tan
rısı Dionysos’a dayarlardı; söylencelerin birinde, Hypsipyle
tam öldürülmek üzereyken oğullarının beklenmedik bir
anda ortaya çıkışıyla ölümden kurtulur; oğullan, klanın
belirtkesi olan altın asmayı göstererek kimliklerini kanıt
larlar. Bir de Theseus’tan gelme Lykia'Iı ioxidai’lerin kuş
konmaz yakmaları yasaktı: Theseus tarafından kovalanır
ken bir kuşkonmaz ocağına sığınmış olan kadın ataları
Perigoune'nin anısma kutsal sayarlardı kuşkonmazı. Son
örnek belki de bunların en dikkate değeri. Totem türü
üzerine konan tabu yaşamakta ve bu türe totemci biçim
de hâlâ tapınılmaktadır.
38
KABİLE TOPLUMU
Çoban toplumda sığır, eti için değil sütü için besle
nir; bu yüzden de evcil hayvanlarm eti, özellikle dişile
rinin, çoğunlukla tabudur. Böylece totem tabusu yeni bir
ekonomik işlev edinmiş oluyor. Bu arada, avcılık döne
minin çoğaltma töreni ortak bir yemeğe dönüşmüştür: bu
yemekte, klan üyeleri ölülerinin ruhlarıyla birlikte şefle
rinin başkanlığında zaman zaman toplanırlar ve kutsal
sürülerinden gelen eti ayinle yerler. Burada Diipolia’nm,
aynı zamanda Homeros'un anlattığı Akhalıların bayram
larının tohumunu görüyoruz. Nestor, halkına, kabilenin
tanrısı Poseidon’a kurban ettiği boğaların etiyle şölen ve
rir. Totem kurbanı yüzyıllarca sonra Orfeci kardeşlik ayi
ninde yeniden ortaya çıkar; bu törende, sınıf savaşımının
boyun eğdirdiği ve baskı altına aldığı insanlar boğa
Dionysos’un etini yiyerek, kanını içerek yitmiş bir eşit
liğin yanılsamasıyla karın doyururlar.
Totemci ayinin bir işlevinin de yetişen kuşağa klanın
geleneklerinin iletilmesi olduğunu görmüştük. Ergenlik
çağına erişmiş olanlar her yıl özel törenlerle ergin yaşa
ma sokulurlardı; bu törenler onlara cinsel ve besinsel
tabularda dile getirildiği şekliyle toplumsal töreleri öğ
retmek ve yaşlılarca anlatılan kabile törelerinin çiğnenmezliği duygusuyla etkilemek üzere hazırlanırdı. Aynı za
manda bedensel, tinsel ve toplumsal olan bu çetin deği
şimin anlamı, bu tür törenlerin hepsinin altında yatan,
çocuğun erkek ya da kadın olmakla yeniden doğmuş ol
duğu fikrinde dile getirilirdi.
Erginlemeyi evlenme izlerdi. Kabile toplumunun en
erken döneminde, iki ayrı cinsten kişilerin çiftleşmesin
de tek kısıtlamanın dıştan evlenme kuralının dayattığı
kısıtlamalar olması olasıdır; aynı zamanda, yiyecek top
lama aşamasında cinsel ilişkinin yılın üretim mevsimle
riyle sınırlandırılmış olması da olasıdır. Bu, yıllık evlen
melerin önemi, bir parçası oldukları mevsimsel sürecin
etkin nedenini kendilerinde gören çiftin öznel davranı
şıyla daha da artmıştır — bu evlenmeler Doğa’nm bere
ketini artırmak için tasarlanan ayinin yansılama eylem
TOTEM CİLİK
39
leri olarak yapılırdı; daha sonraki bir dönemdeyse, karşıt
cinslerin ilişkileri tekeşli duruma geldiğinde, bu büyüsel
işlev seçilmiş bir çiftin törensel birleşmesinde ya da kut
sal evlilikte varlığını sürdürdü.
Çayırlan olduğu sürece hayvanlar kendi kendilerine
beslenir ve ürer; fakat toprağı sürme, ekme ve biçme
işi hayvan yetiştirme işiyle karşılaştırıldığında yavaş, çe
tin ve belirsizdir. Sabır, ileriyi görüş ve inanç gerek
tirir. Bundan dolayı da, büyünün yaygın şekilde geliş
mesi tarım toplumunun belirgin bir özelliğidir. Klan ya
pısı, kutsal kardeşlik cemiyetlerinin oluşumu için bir ka
lıp olarak yaşamaya devam eder; tohum ekme zamanın
dan hasada kadar olan yıllık süreci yansılama büyüsüy
le yürütme gibi özel bir işlevi olan örgütlü rahiplik ve
en sonunda bir tanrı-kral bundan ortaya çıkmıştır. Gö
revi yıllık olarak başlar, bir taç giyme töreniyle kutsanır;
erginlik ayinlerine dayalı bu tören onun yeniden ama bu
kez insan olarak değil tanrı olarak doğduğunu anlatır.
Birtakım törensel oyunlarla bir rahibeyle çiftleşir, top
rağı klanlar arasında bölüştürür, kutsal çapasıyla top
rağa ilk çapayı vurur, kutsal orağıyla mısırın ilk püskü
lünü .keser ve sonunda yeni yılda yerini taptaze, canlı
bir ardılına bırakmak üzere öldürülür. Bu, incelikle iş
lenmiş tarım büyüsü, toprağın bereketinin ve halkın gö
nencinin kralın fiziksel gücüne bağlı olduğu anlamında
anlaşılmıştır, fakat nesnel olarak örgütlü tanmın onsuz
olanaksız olacağı son derece yoğun bir kontrolün bü
yüyle ortaya konmasıydı. Bu onun olumlu yanı, fakat bu
büyünün bir de olumsuz yanı var: gerçek tekniğe bir yar
dım, bir katkı olarak başlamıştı, şimdiyse bir engel ha
line gelmektedir.
Tanrı-kral töreni eski Mısır’da ve Babil'de, bir dere
ceye kadar da Yunanistan’da açıkça görülebilir — örne
ğin, Eleusis’te kutsal evlilikte ve toprağı sürme ayininde.
Bu yüzden, Attika Kekrops’ununki gibi Akhalar-öncesi
monarşilerden bazıları bu tarımsal ve hiyeratik tiptendi.
Bu sorular erken Yunan’m kabilesel kurumlannı ve
40
KABİLE TOPLUMU
onları yıkıma götüren nedenleri daha yakından incele
dikten sonra yeniden ele alınacaktır.
GÖNDERMELER
Hobhouse, L.T., Wheeler, G.C. ve Ginsberg, T. Material Culture and
Social Institutions of the Simpler Peoples (Daha Basit Halkların
Maddi Kültürü ve Toplumsal Kurumlan), Londra, 1930.
Spencer, B. ve Gillen, F.H. The Arunta (Aruntalar), Londra, 1927.
Briffauit, R. The Mothers (Analar), Londra, 1927.
Frazer, J.G. The Golden Bough (Altın Dal), Londra, 1923-27.
u
DIŞTAN
EVLENME
Hlnt-Avrupa dilleri, üçüncü binyılm sonlannda Baltık Deniziyle Hazer Denizi arasındaki Avrasya düzlüğü
nün bir bölümüne yerleşmiş bir halkın konuşmasından tü
remiştir. Ege yöresinde Yunanca konuşan kabilelerin ilk
görülüşü, bir varsayım olarak İ.Ö. 1800’lere kadar götü
rülmektedir. Üçüncü binyılm sonunda, ilk halk parça
lanmış, güneye, doğuya ve batıya göç etmiştir; kaynak dil
(parent speech) türevsel dillere ayrılmıştır, bugün hâlâ
yaşayan ya da yazılı kayıtlarda saklı durumda olan HintAvrupa dilleri bu türevsel dillerden gelmektedir.
Kazıbilimsel kalıntılar kanıtına dayanarak ilk halkın
kimliğini tanıma girişimleri bugün güvenilemeyecek ka
dar varsayımsaldır, ama dile ait bilgilerin karşılaştırmalı
bir çözümlemesinden bu halkın kültürüne değgin bazı so
nuçlar çıkarabiliriz. Bu kanıtlar göstermektedir ki, dağıl
maları sırasında, ilkel Hint-Avrupalılar tarımla ilgili bazı
şeyler bilen çoban halktı çoğunlukla; klanlar şeklinde, bel
ki de bir tür başkan ya da kralın emri altodaki köy
yerleşim yerlerinde örgütlenmişlerdi; soy, erkek çizgisi
ne göre tutuluyor, kadınlarsa evlendikleri klanla birlikte
yaşıyordu. Yani bir önceki bölümde kabul edilen sınıflan
dırma terimleriyle söylersek, onları İkinci Çobanlık Döne
mine sokabiliriz. Onların akrabalık ilişkilerini incelersek,
toplumsal tarihlerini biraz daha aydınlatmış oluruz.
Bütün dünyadaki ilkel dillerde akrabalık terimleri
42
KABİLE TOPLUMU
AK R AB ALIK SINIFLANDIRM A SİSTEMİ
Büyük-büyükana-baba
Torunlar
G büyükbaba, g büyükanne, U amca ve kaymbaba, a hala ve kaynana,
F baba, m anne, C erkek kuzen, c kız kuzen, B erkek kardeş, s kız
kardeş, N kardeş oğlu, n kardeş kızı, S Oğul, d kız evlat. E G O bir
erkektir. EG O bir kadın olduğunda, erkek kardeş çocukları yeğenler
dir, kız kardeşinkilerse oğul ve kız evlatlardır.
DIŞTAN EVLENME
43
bugün bize çok yabancı gelen bir biçimde kullanılır. Ba
bamdan söz ettiğim zaman beni dünyaya getiren adamı
kastederim; fakat bir ilkel klan erkeği babasından söz
ettiğinde, babasının erkek kardeşini kastediyor olabilir.
Kullandığı terim ikisi arasında bir ayrım yapmamakta
dır. Bizde baba terimi, ana-babalıkla belirlenen fizyolo
jik bir yakınlığı gösterir; ilkel kabiledeyse bir kolektif
toplumsal yakınlığı gösterir. Diğer terimlerde de aynı şey.
Sınıflandırma sistemi dediğimiz de budur. Ayrıntıları,
farklı halklar arasında değişiklikler gösterir, ama her yer
de aynı ilkeye dayanır; bu ilke kısaca şöyle açıklanabilir-,
«Baba» için kullanılan terim yalnızca gerçek babaya
değil, babanın erkek kardeşlerine, babanın babasının er
kek kardeşlerinin oğullarına, babanın babasının babası
nın erkek kardeşlerinin oğullarının oğullarına... vb. da
uygulanır. «An a» için kullanılan terim gerçek anaya, ana
nın kız kardeşlerine, ananın anasının kız kardeşlerinin
kız çocuklarına... vb. uygulanır. «Erkek kardeş» ve «kız
kardeş» için kullanılan terimler, «babalar», «analar» denilenlerin çocuklarına da uygulanır.
Öte yandan, babamın erkek kardeşleri benim «babalarım»ken, annemin erkek kardeşleri «dayı-amca» diye
çevrilebilecek farklı bir terimle gösterilir. Aynı terim ba
bamın anasının erkek kardeşlerinin çocuklarına... vb. da
uygulanır. Aynı şekilde, anamın kız kardeşleri benim analanmken babamın kız kardeşleri benim «hala-teyze»mdir,
aynı terim anamın babasının kız kardeşlerinin kız ço
cuklarına... vb. u ygu la n ır!*).
Babamın erkek kardeşlerinin ve annemin kız kardeş
lerinin çocukları benim «erkek kardeşim» ve «kız kar
deşim »dır. fakat babamın kız kardeşlerinin ve annemin
erkek kardeşlerinin çocukları, sistemin en ilkel tiplerin
(* ) İngilizcede hem «dayı» hem «amca», hem «hala» hem «teyze»
yakınlıkları aynı sözcükle, sırasıyla tim d e » ve taunt» sözcükleriyle
karşılanır. (Çev.)
44
KABİLE TOPLUMU
de, erkeksem «kayınbirader» ve «karı», kadınsam «ko
ca» ve «görüm ce» terimlerine eşdeğer terimlerle gösteri
lir. Yanda verdiğim iz şemada bu terimler, erkek ve dişi
kuzenler olarak çevrilmiştir. Aynı şekilde, erkeksem, be
nim erkek kardeşimin çocukları benim «oğul»larım ve
«kız»larımdır; buna karşılık, kadınsam, benim erkek kar
deşlerimin çocukları benim erkek ve kız «yeğen»lerimdir,
oysa kız kardeşlerimin çocukları benim «oğul»lanm ve
«kız»lanm dır. Son olarak, benim kaymbabam, annemin
erkek kardeşi için kullanılan aynı terimle, kaynanamsa
babamın kız kardeşi için kullanılan terimle gösterilir.
Bu terminoloji, dıştan evlenmeci ve kendi aralarında
evlenen iki gruba bölünmüş olan bir topluluğa özgü ak
rabalıkları ifade etmek için düzenlenmiştir. Babam, onun
erkek kardeşleri, kız kardeşleri A grubuna giriyor; anam
ve onun erkek ve kız kardeşleriyse B grubuna giriyor.
Babamın erkek kardeşleri anamın kız kardeşleriyle, ba
bamın kız kardeşleri anamın erkek kardeşleriyle evlidir.
Babayanlı soyda ben A grubuna, anayanlı soyda B gru
buna girerim. Herhalde, benim kendi kuşağımda, benim
grubumun üyeleri benim «erkek ve kız kardeşlerim»dir;
oysa öteki gruptakiler benim erkek ve kız «kuzen »lerimdir. Benim altımdaki kuşak, bir yandan «oğul»larım ve
«kız»larım, öte yandan erkek ve kız «yeğen»lerim arasın
da aynı şekilde ayrılır. Son olarak, benim kaymbabam,
annemin erkek kardeşiyle aynı terimle gösterilir, çünkü
o annemin erkek kardeşidir; kaynanamsa babamın kız kar
deşiyle aynı terimlerle gösterilir, çünkü o babamın kız
kardeşidir. Dünyanın birçok yerinde bu terimlerle ifade
edilen evlilik sistemi hâlâ sürmektedir. Sürmediği yerler
deyse onun eskiden var olduğu, onu ifade etmek için dü
zenlenen terminolojinin yaşamasıyla kanıtlanmaktadır.
Sınıflandırma ilkesinin açıklanması için aynı uslam
lama yeterlidir. Bir erkek, karısına uyguladığı terimi ka
rısının kız kardeşlerine; bir kadmsa kocasına uyguladığı
terimin aynını kocasının erkek kardeşlerine uygular. Ka
rısının kız kardeşleri karısı, kocasının erkek kardeşleri
DIŞTAN EVLENME
45
de kocası değildir gerçekte, ama yine de onları erkekse
«karı», kadınsa «koca» diye çağırır. Adlar dizini (nomen
clature) gerçekliğe uymamaktadır. Buna göre, sınıflan
dırma sistemini bulmuş olan Morgan tarafından, bu ad
lar dizininin ğerçekliğe uyduğu daha önceki bir durum
dan bugüne yaşayarak gelmiş olduğu çıkarsanmaktadır:
her kuşakta, her grubun erkek kardeşlerinin öteki gru
bun kız kardeşleriyle kolektif olarak çiftleştiği bir top
lumdu bu. Bu varsayıma dayanarak, sistem kendini açık
lıyor. Eğer her erkek kardeş her kız kardeşin kocasıysa,
bu kolektif birleşmenin ürünleri de hepsinin çocukları ola
caktır: çocuklar karşısında her erkek baba, her kadınsa
ana ilişkisi içinde olacaktır. Bu gibi durumlarda termi
nolojinin böyle bir kan yakınlığını değil, fakat evlilikle
saptanan toplumsal yakınlıkları ifade ettiği görülecektir.
Morgan’m sınıflandırma sistemi kuramı Howitt, Ri
vers, Spencer ve Gillen tarafından ilke olarak kabul edi
liyordu, fakat bugün Batı Avrupa ve Amerika'da çoğu
yetkelerce reddedüiyor. Getirdiği sonuçlar sırf burjuva sı
nıfının çağdaş toplum karşısındaki tavrıyla uyuşmadığı
için kuramın terk edildiğini üeri süren Sovyetler Birliğ i’nden insanbilimcilerceyse onaylanmaktadır. M organi
okuyanlar, tartışmasının onu dikkat çekici bir biçimde
sosyalist devrimi önceden haber vermeye götürdüğünü
anımsayacaklardır.
Bu sorunda Morgan’a karşı çıkış, kendisinin bazı yo
rumlarına karşın, hiç kuşkusuz kabul ettirilen, sınıflan
dırma sisteminin Hint-Avrupa diller grubunda hiçbir izi
olmadığı varsayımıyla güçlendirümektedir. Bu varsayımın
doğru olmaması bir yana, şimdiye kadar çözülmemiş, çok
iyi bilinen bazı anormallikler de içinde Hint-Avrupa ter
minolojisi, onun, sınıflandırma sisteminden geldiği hipo
tezine dayanılarak eksiksiz ve açık bir biçimde açıklanmaktadır. Bu sonuç Hint-Avrupa dillerini konuşan halk
ların kültürel tarihi yönünden çok önemlidir, çünkü on
ların kabile kurumlanılın, insan ırkının öteki dallarmdakilerle aynı karakterde olduğunu gösteriyor.
46
KABlLE TOPLUMU
Önceki bölümde kabilenin evrimindeki ilk aşamanın,
ilkel sürünün dıştan evlenmeci iki birime ayrılması oldu
ğu tartışılmıştı. Buysa, sınıflandırma sistemine yansımış
olan aşamadır. Daha sonraki aşamalar dünyanın başka
bölgelerinde değişmekteydi. Melanezya, Hindistan ve Ame
rika gibi bölgelerde kabile çok sayıda fratriden, her fratri çok sayıda klandan oluşuyor. Morgan’m gösterdiği gi
bi, fratri en azından Kuzey Am erika’da bir tek köken
klanın parçalanmasımn ortaya çıkardığı birbiriyle ilişki
li bir klanlar grubudur. Bugün dıştan evlenmeci birim
klandır, ama bunun daha önce fratri olduğuna inanmak
için nedenler vardır.
Hin t-Avrupa kabile sistemi aynı tipe giriyordu. Yu
nanlılar arasında kabile, fratri ve klan phyle. phratria ve
gânos'la gösterilir: Romalılar arasındaysa tribus, curia ve
gens'le. Dor Yunanlıları üç kabileye, İonia’lılar ise dört
kabileye ayrılmıştı. Dor kabilelerinin alt bölümlenmeleri
henüz kesinlikle saptanmış değildir, fakat dört İon ka
bilesinin her biri birçok fratriden, her fratri de birçok
klandan oluşuyordu. Dahası, Kuzey Am erika Kızılderilile
ri arasında olduğu gibi Yunanlılar arasında da fratri ilk
başlangıçta dıştan evlenmeci idi. Bu sonucun kanıtları,
erkek kardeş için ilkel Hint-Avrupa dilindeki terimin öz
gül Yunan kullanımında yatmaktadır.
Hint-Avrupalı bhrater"den gelme Yunan phrater söz
cüğü — başka dillerde «brother» terimini ortaya çıkarmış
tır— bir erkek kardeşi değil fratri deki yoldaş üyeliği gös
teriyordu. Atina’da birçok erkek çocuk, yaşı gelince Apatouria şenliğinde kendi babasının fratrisine resmen ka
bul edilirdi; bu şenlik, «aynı babalardan olan» erkeklerin
şenliği anlamına gelirdi. Phrâter’ler hangi anlamda «kar
deş» ya da «aynı babaların» oğullarıydı? Erkek çocuk
ların agelai denilen cemiyetlerde örgütlendiği Sparta’da,
kâsis teriminin bir değişkesi (varyantı) olan kâsios terimi,
aynı agâla içindeki bütün erkek kardeşler ve erkek ku
zenler için kullanılırdı; aynı sözcüğün b‘r başka değiş
kesi olan kâses Sparta’da «herkesm kendi kuşağından»
DIŞTAN EVLENME
47
bir erkek için kullanılırdı. İon phrâteres’i ile Dor kâsioi’si
başlangıçta, her kuşakta aynı babadan olan oğullar, ba
banın erkek kardeşlerinin oğulları, babanın babasının er
kek kardeşlerinin oğulları... vb. idi. Sınıflandırma anla
mında birbirinin kardeşleriydiler. Bu sonuca büyük ölçü
de, sınıflandırma sistemine başvurmaksızın yalnızca iç
kanıtlar üzerinde çalışan Kretsehmer tarafından varıl
mıştı.
Yunan fratrisi babayanlı soya dayanıyordu. Bu yüz
den de, biraz önce de belirttiğimiz gibi, dağılışı sırasında
Hint-Avrupa kökenli halkların toplumu idi. Dahası, Homeros’un ideal Olympos toplumu — daha sonra görece
ğimiz gibi gerçek dünyayı model olarak almıştır— son
derece ataerkildi. Fakat bu tablonun bir başka yanı daha
var, şimdi de onu incelemeyi sürdürelim.
Tarihsel dönemde Lykia halkı, hem kalıt-almada (suc
cession) hem de soy-sopta hâlâ anayanlı idi; Lykia, toplumunun bu özelliği Bellerophon söylencesinde yansımak
tadır: Bellerophon, Argos’tan Lykia’ya göç etmiş, orada
kralın kızıyla evlenmiş, aynı zamanda krallıkta bir kalıt
payı kazanmıştı. Krallık ayrıcalığının evlenme hakkı ola
rak elde edildiği bu tür bir kalıtçılık, Yunan soybilimlerinde dikkati çekecek kadar ortaktır. Bu nedenle de, an
latıldığına göre, istilacı Dor liderlerinden biri olan Temenos, krallığını, kızı Hym etho’yla evlenen Deiphontes’e
bırakma niyetini açıklayınca kendi oğullan tarafından
öldürülür, fakat halk krallığın Deiphontes’e verilmesinde
diretir. Bu söylence anayanlı kalıtçılıkla babayanlı kalıtçılık arasındaki çatışmayı açıkça dile getiriyor. Calydonia
av mili de aynı derecede anlamlıdır. M eleager yaban do
muzunu Atalanta’ya verince annesinin erkek kardeşle
ri onu Atalanta’dan geri alırlar, çünkü eğer M eleager
domuzdan vazgeçiyorsa, domuz, «doğum hakkı» olarak
kendilerine aittir. M eleager annesinin klanına aittir, klan
onun kazandığı ganimetin klanda kalmasında diretmek
tedir. Aynca, bir Attika söylencesinde. Kral Kekrops’un
saltanatından önce kadınların erkeklerle eşit haklara sa-
48
KABİLE TOPLUMU
hip oldukları, evlilik diye bir şey olmadığı ve çocukların
analarına göre adlandınldıkları açık bir şekilde anlatı
lıyor.
Lykia halkı Girit’in Dor-öncesi halklarıyla yakın ge
leneksel bağlara sahipti. Minos G irit’i ve Mykene kazibilimsel kalıntılarından açıkça görülmektedir ki, bu dönem
de kadınlar, tarih dönemi Yunanistan’mdakinden çok üs
tün bir toplumsal konuma sahiptiler. Aynca, Minos tannbilimi, Homerosçu tanrıbilimden derinden farklıydı. Homeros’un tanrıları bütünüyle insan biçimindeydiler; M i
nos tanrılarıysa büyük ölçüde hayvan biçiminde. Home
rosçu Olympos, Zeus ve Hera tarafından yönetilir; tekeşli
bir çifttirler bunlar, hakim olan taraf erkektir. Minos toplumunun başlıca tapımı bir anatanrıçaya tapınma idi, ona
bağımlı bir erkek eşi vardı; bu, oğlu ya da kocası veya
her ikisi olurdu. Bu nedenlerle, Minos toplumu kurumlannın, henüz kesinlikle belirlenmemiş bir ölçüde, anayanb
olduğu bugün genellikle kabul edilmektedir.
Homerosçu söylenceyle onun gerisinde yatan gerçek
likler arasındaki bu zıtlık çok çarpıcıdır ve yalnızca bir
tane de değildir. Daha sonraki bölümlerde verilecek olan
nedenlerden dolayı, ilkel toplumun, Yunanistan’da Homeros’tan hem önce hem sonra açıkça izlenebilen kabi
le, klan, erginleme gibi bu tür temel kurumlan Homeros’un şiirlerinde hemen hemen hiç geçmez. Bu yüzden,
Homeros, Zeus ve Hera’yı bize kan-koca olarak sunar
ken Herodotos’un sözlerini haklı olarak anımsayacağız;
Yunan tanrıbilimini yapanlar Homeros ve Hesiodos’tu.
Cook'un da gösterdiği gibi, Homerosçu Zeus ve Hera gö
rüşü, bu iki tarafın birbiriyle tamamen ilişkisiz olduğu
daha eski iki söylencenin yeniden diriltilişiydi. Birinde
eşler Hera ile Herakles’ti, tanrıça başat taraftı; ötekinde
Zeus ve Dione'ydi, tann başat taraftı. İlk çift Minoan’dır,
İkincisiyse Hint-Avrupalı. Zeus ile Dione, her ikisi de adca
Yunanlıdır, onlara ortak tapınma Aristoteles'e göre Hellenlerin ilk yurtları olan Dodona’ya kadar götürülebilir.
Hint-Avrupalı göçlerinin sonucu olarak halkların birbi
DIŞTAN EVLENME
49
rine karışması, kaynaşması göçmen baba tanrının yerli
ana tanrıçayla birleşmesinde simgeleniyordu; öncelik bi
rinciye veriliyordu, bu da kadınların konumunda bir düş
meyi gösteriyordu.
Kuşkusuz, mitolojik bilgilerin yorumlanması çoğu kez
kesin değildir, fakat neyse ki bu son durum yalnızca mi
tolojiye dayanmamaktadır. Özellikle kesin ve sağlam ka
nıtlarla desteklenmektedir, bu da ana sonucu soru ko
nusu olmaktan çıkarıyor.
Hint-Avrupa bhrâter «erkek kardeş» sözcüğü. Yunan
ve Hitit dışında bütün türev dillerde bu anlamda yaşa
maktadır; aynı şekilde suesor «kız kardeş» sözcüğü de Yu
nanca ve çağdaş Arnavutça dışmda bütün dillerde yaşa
maktadır. Bu üç dilin, Hint-Avrupa dilleri dışındaki dil
lerden derinden etkilendiği herkesçe bilinen bir şey: Hi
titçe, Sümerce ve Akatçadan, Arnavutça Türkçeden, Yu
nanca ise Ege yöresinin Yunan-öncesi dilleri tarafından.
Hint-Avrupa bhrater’in ve suesor'un Yunanca türevleri
phrâter ve eor’dur. Bunlardan ilki, gördüğümüz gibi, fratrinin bir yoldaş üyesini göstermekte kullanılıyor; İkincisi
yalnızca Hesykios’un bir yorumunda yaşamakta. Erkek
kardeşin ve kız kardeşin Yunancası adelphos ve adelpM'
dir; yani phrater âdelphos ve eor adelphos: «aynı babadan»
bir erkek kardeş ve kız kardeşin, yani opatros'un (phrater-eor) tersine, «aynı rahimden» bir erkek ya da kız kar
deş. Homeros Yunancasında, bunların da kökende ana
yolundan gelen akrabalığı ima ettiğini gösterecek bir bi
çimde kullanılan kasignetos ve hasigrıete sözcüklerini de
buluyoruz. Kretschmer’in topladığı bu kanıtlar kesindir.
Yunanca konuşan halklar Ege’ye girişlerinden sonra anayanlı soyu kabul ettiler ve phrater ile eor’un yeni anla
mı, daha sonra onların yerini alan tanımlayıcı sıfatlar
la gösterilmeye başlandı. Bununla birlikte, fratrinin babayanlı örgütlenmesini sürdürüyorlardı, bundan dolayı
da phrâter terimi yaşamını sürdürdü. Kadınların fratriye eşdeğerde örgütleri yoktu, sonunda eor terimi orta
dan kayboldu. Dilbilimsel bilgiler bu hipoteze dayanarak
50
KABİLE TOPLUMU
tamamen açıklanabiliyor, bir başka hipoteze göreyse an
laşılmaz kalıyor.
Bazı kazıbilimciler Ege’nin Hint-Avrupalı olan ve ol
mayan halkları arasındaki bu ayrımı tanırken, bunun
anlamının öncelikle ırksal olduğunu varsayma eğilimi
göstermektedir. Bir yanlış anlamadır bu. İlkel Hint-Avrupalıların babayanlı kurumlan, başat olarak çobanlık olan
üretim tarzlarıyla açıklanıyor. Biraz önce gösterdik ki,
çoban toplum babayanlı soya doğru belirgin bir eğilim
taşıma özelliğindedir. Ayrıca, araştırmamızın daha son
raki bir aşamasında, Hint-Avrupa toplumunun çok daha
erken bir dönemde anayanlı olduğuna inanmak için baş
ka nedenler bulacağız. Aynı şekilde, Yunanistan’da anahakkı’nm daha sonraki düşüşü bir ırk sorunu değildir,
bütün nüfusun ortak tarihine ait bir şeydir.
Avcı erkeğin avına sahip olamayıp bölüştürülmek üze
re evine getirmesi avcı kabilelerin özelliğidir. A v tekniği
bireysel üretime izin vermeyecek kadar düşük olduğu sü
rece üretim kadar tüketim de zorunlu olarak kolektifti.
Am a insanlar tek başına avlanmaya başladığında, artık
bireysel olan üretim tarzıyla, hâlâ kolektif olan tüketim
tarzı arasında bir çelişki ortaya çıktı; özel mülkiyetin to
humu işte bu çelişkide yatıyordu. Aynı şekilde, bir insan
kendi elleriyle, kendisi ve hemen yakınları için elde etti
ği şey üzerinde hak ileri sürdüğünde, bu savda bireysel
ailenin tohumlan yatıyordu. Fakat bu parçalayıcı eği
limlerin toplumun dış yapısını bozacak kadar güçlene
bilmesi için uzun zaman geçmesi gerekti. İlk etkileri, klan
işbirliğini yoğunlaştırmak oldu, işbirliği her yönde geli
şerek tüm toplumsal yaşam alanını sardı. Klanlar, kar
maşık bir karşılıklı hizmetler sistemiyle birbirine bağ
lanmış oldu; bundan da, herkesin saygınlık için birbiriyle rekabet ettiği bir yapıcı yarışma ruhu doğdu. Avdan
ya da yağmadan bir artık-ürün elde eden insan, bu ba
şarısını bir başka klanı kendi klanı ile şölene çağırmak
yoluyla gösteriyordu. Böyle bir çağın aynı zamanda bir
meydan okumaydı, çünkü şölene katılmayı kabul eden
DIŞTAN EVLENME
51
klana, buna mümkünse fazlasıyla karşılık verme gibi mo
ral bir zorunluluk yüklüyordu. Bunu yerine getirememe,
saygınlığı yitirme anlamına geliyordu. Daha ileri bir aşa
mada, bu zorunluluk, yerine getirilmezse, bir tür çalış
ma hizmetine döndürülebiliyordu. Klanlar eşit değildi ar
tık. İşbirliği yarışmaya dönmüştü.
Kuzey Amerika'nın bazı bölgelerinde bu eğilimler
«potlatch» Cpotlaç) diye bilinen bir sisteme dönüşmüş
tü (* ). Bu eğilim ler Çin geleneğinde açıklıkla; Homeros
şiirlerinin bir özelliği olan hediye değiş-tokuşundaysa da
ha belli belirsiz izlenebilir. Glâukos, Diodemes’le altma
karşılık tunç bir kalkan değiştiğinde, Homeros bunu
Glaukos’un aklının başında olmadığını söyleyerek açıkla
yabilir ancak; fakat Glaukos’un kendisine bir baba yadi
garı sunulduktan sonra Mentes’in Telemakhos’a vaat et
tiğine benzer bir karşılık bekliyor olması daha olasıdır.
Bu konuksever değiş-tokuşlann bir takasa nasıl dönüşe
bildiğim kolaylıkla görebiliyoruz.
Özel mai sahipliğinin gelişmesi, sığırların evcilleşti
rilmesinden güçlü bir itici güç çıkardı. A v kokabilir, bo
zulabilir, topraksa hareketsizdir, ama sığır biçiminde ser
vet dayanıklıdır, çalması ya da değiş-tokuş yapılması ko
laydır. Çoban kabileler, zorunlu olarak göçebe oldukları
için sığır çapullan ve savaş yoluyla servetlerini çabucak
artınrlar; avcılıktan ortaya çıkmış olan savaş, erkeklerle
yapıldığı için, çoban toplumun kendisinde zaten var olan
servet biriktirme eğilimini güçlendirmiştir. Devamlı ha
reket halinde olan bu kavgacı kabileler yörelerindeki böl
geleri birbiri ardından talan edip dururlar. Erkek esirler
öldürülür, kadınlarsa köle olarak alınıp götürülür, doku
ma işindeki ustalıklan sığır hesabıyla ölçülür. Fakat sa
vaş, önder birliğini gerektirir, sonunda bıT kabileler ön
celeri büyüsel değil askeri olan bir tür krallık çıkarırlar
(* ) Potlatch: Kuzeybatı kıyısındaki Kızılderililerin bir tören sen
liği; bu şenlikte şöleni veren, cömertçe hediyeler dağıtırdı, ama öte
yandan dağıtılan bu hediyelerin karşılığı beklenirdi. (Ç tv.)
52
KABİLE TOPLUMU
ortaya. Krallar, başarılı önderliklerinin bir ödülü olarak
soygunlardan aslan payını alırlar, böylece birikmiş olan
servet, kabile toplumu nun en tepeden başlayarak tüm do
kusunu, yapısmı sarsan toplumsal eşitsizlikleri giderek
artırır. Bu sürecin ayrıntılarım gelecek bölümde tartışa
cağız. Şu anda onun kalıtçılık kuralları üzerindeki etkisi
ilgilendiriyor bizi.
En sonunda Kenan ülkesine yerleşmiş olan Yahudi
kabileleri bu özellikte bir çoban halktı. Robertson Smith’
in de gösterdiği gibi Yahudi kütüğü başlangıçta belki de
anayanlı idi, fakat Yahudiler tarıma başladıklarında ar
tık güçlü bir biçimde ataerkildiler. Taşınmaz ve kişisel
bütün mülkiyet erkek çizgisine geçirilmişti. Toprak satı
lamazdı; edinilen mallar erkek çocuklar arasında dağıtı
lırdı. Fakat bir insanın erkek evladı yoksa ne olurdu?
Sayılar Kitabı'nda (xxvii, 8) şunları okuyoruz: «Eğer bir
insan ölürse ve oğlu yoksa, o zaman onun mirasını kızı
na geçirteceksin.» Bu, kullanma hakkının doğallıkla bir
başka klandan olan evlendiği adama geçmesi demek olu
yordu. Dolayısıyla yasada şöyle deniyordu Cxxxvi, 8): «Ve
İsrailoğullannm herhangi bir kabilesinde bir miras edin
miş olan her kız evlat, babasının kabilesinden bir aileye
kan olacaktır, ki İsrailoğullanndan her biri babalarının
kalıtından yararlanabilsin.» İngilizceye çeviride «Aile» (fa
mily) ile karşılanan sözcük aslında bir klandır. Kadm
kalıtçı kendi klanı içinden biriyle evlenmeye zorlanıyor
du. Mal mülk ancak bu şekilde erkek çizgisinde kala
bilirdi. Kabile sisteminin yapısının dayandığı dıştan ev
lenme ilkesi ve onunla birlikte kadının özgürlüğü özel
mülkiyet çıkarlarına feda ediliyordu.
Yunanistan'da bu olgu daha yavaş gelişmiştir, çünkü
gördüğümüz gibi baba-hakkına doğru eğilim geçici ola
rak tersine dönmüştü, ama dıştan evlenmenin bozulma
sının Dor yayılmasından önce yönetici aileler arasmda
başlamış olması en azından olası bir şeydi. Dor-öncesi
soybilimin dikkate değer bir özelliği olarak, bir erkeğin
kendi erkek kardeşinin ya da babasının erkek kardeşi
DIŞTAN EVLENME
53
nin kızıyla evlenmesi çok sık görülür; ama bu soybilimlerin tarihsel değeri sorgulamaya açık olduğu için en iyi
si onlara fazla güvenmemek. Minos Yunanistan’ının yağ
masından ortaya çıkan yeni servetin yıkıcı etkilerine değ
gin daha açık kanıtlar, aynı dönemde akraba arasmda
adam öldürmeyle ilgili gelenekler ve söylencelerden elde
edilmektedir.
Kabile toplumu, akraba ile zina ve büyücülük olmak
üzere iki ana suç tanır. Akrabayla zina dıştan evlenme
kurallarını bozmaktır; büyücülük, topluluğa hizmet için
düşünülmüş olan büyüyü bireysel amaçla kötüye kullan
maktır. Klanlar arası adam öldürme yaygındır, fakat bir
suç değildir — yani genellikle toplulukça cezalandınlmamakta, fakat ilgili kişilerin ait olduğu klanlarca çözül
mektedir. Bu çözülüş tarzı önemli bir konudur.
Bir insan öldürüldüğünde onun klan arkadaşları öcü
nü almak zorundadır. Zorunluluk, anında ve mutlak ola
rak yerine getirilir. Durumun koşullarına hiç bakılmaksı
zın yapılır. Kurbanın ait olduğu klan zararın ödenmesi
için suçlunun klanına başvurur. Eğer uygun bir ödeme
kabul edilirse sorun çözülmüş olur. Eğer edilmezse, kur
banın klan arkadaşları suçluyu arayıp bulur ve öldürür
ler; ya da öldüremezlerse onun klanından bir başka üye
yi öldürürler. Bu sonuncu durumda, öteki klan aynı zo
runluluğu yüklenmiş olur, böylece kuşaklar boyu süre
bilecek bir kan davası başlamış olur.
Bu yasalar Kuzey Amerika'nın yukarı avcı ve ta
rımcı kabileleri arasında ayrıntılarıyla incelenebilir; ilkel
Germen kabileleri ve Yunanlılar arasında da izlenebilir.
Attika yasasında «dava» ve «savunma» terimleri kovala
mak ve kaçmak demektir, tarihsel dönemde bile, adam
öldürmeden dolayı kovalama, kurbanın yakınlarının gi
rişimine bırakılırdı. Homeros şiirlerinde adam öldüren,
zararı ödemek ya da ülkeyi terk etmek seçeneklerine sa
hiptir. Zarar, taşınabilir mallarla ödenir, oysa mitolojik
kanıtlar ilk zamanlarda bunun emek hizmeti şeklini al
dığını da akla getirmektedir.
54
KABİLE TOPLUMU
Fakat bir insan kendi klanından bir insanı öldürün
ce ne oluyordu? Klan kolektif mülkiyete dayandığı süre
ce zarar ödeme diye bir şey olanaksızdı, fakat aynı za
manda suçun temel nedenlerinden biri yoktu, bu yüzden
de klan içi adam öldürme son derece enderdi. Am a Yu
nanistan'da bizim ilgilendiğimiz dönem boyunca, Roma
İmparatorluğunun son döneminde Germenler arasında ol
duğu gibi, adam öldürme yaygın hale geldi. Fetih savaş
larıyla zenginleşmiş yönetici aileler, yok edici saltanat
ve miras kavgalarında birbirine girdi.
Klan, dayanışmasını, üretim tekniği bireyin kendi ken
dine yeter olamayacağı derecede düşük olduğu sürece
bireyin ancak birlikte çalışan bir grubun üyesi olarak
varolabildiği gerçeğine borçluydu. Kabile toplumunun ta
rihi boyunca, klan akrabalığı bütün öteki bağların en
kutsalıdır. Klan içi adam öldürmenin yarattığı dehşet, es
ki İskandinavyalIlar üzerine yazdığı yazılarda Grönbech
tarafından çok güzel anlatılmaktadır. Klanlar arası adam
öldürmenin »yaşamın kendisine karşı bir suç olmadığını,
hatta doğadışı herhangi bir şey sayılmadığını» açıkladık
tan sonra şöyle sürdürüyor yazar:
Öte yandan, klana girdiğim iz andan başlayarak yaşa
m ın kutsallığı, klanın kan dökmeyi kutsal şeylere karşı
saygısızlık, sağgörüsüzlük, kendini öldürme olarak say
masıyla mutlak b ir dokunulmazlık katma yükselir. Tep
ki, b ir iğneyle b ir sinire dokunulduğundaki kadar ani ve
yanılmaz b ir biçimde ortaya çıkar.
Eski İskandinavyalIlar arasmda klan arkadaşını öl
düren bir kimse lanetlenir ve klandan atılırdı. Yasadışı
biri olurdu. Bazan olduğu gibi, bir başka klana kabul
edilmedikçe toplumun bir üyesi olarak var olamazdı ar
tık. Bir varlık olabildiği tek yer olan klandan koparılın
ca çıldırır ve açlıktan ölürdü. Yunanistan’da da öyle. Bir
klan arkadaşını öldüren kimse topluluğun dışına sürü
lür, yakınlarının 'ânetleri, ya da onların diliyle söylersek,
DIŞTAN EVLENME
55
onu çıldırtan ve bir yığın kemikten başka bir şey kalmaymcaya kadar kanmı emen kurbanının intikam ruh
ları Erinys’ler ya da A ra i’ler peşini bırakmazdı.
Bu Erinys’ler yılanlar olarak düşünülürdü. Başka yer
lerde olduğu gibi Yunanistan’da da yılan, ölülerin ruh
larının yaygın bir simgesi olmuştu: bunun nedeni, kuş
kusuz, yılanın derisini atıp böylece yaşamım yenileme
sidir. Oidipus söylencesinde, Attika’lı şairlerin anlattığı
gibi, Erinys'ler, oğlunun ve torunlarının Laios’tan miras
aldığı laneti temsil etmektedirler. Pindaros'ta, Oidipus’un
oğullan, babalannın baba katilliğinin cezası olarak Erinys’
ler tarafından yok edilirler. Herodotos’un kaydettiği şek
liyle Dor söylencesiydi bu. Fakat Odysseia'da Oidipus’u
cezalandıran Erinys anasının öç alıcı ruhuydu; başka söy
lencelerdeyse, Erinys’lerin işlevi, dişi soyundan bir yakı
nı öldürmenin öcünü almaktır. Dayısını öldüren oğlu Meleagros’a karşı, anası Althai tarafından çağınlmışlardi;
Erinys'ler, anası Eriphyle’yi öldürdüğü için Alkmaion’u,
Klyteimnestra’yı öldürdüğü için Orestes'i cezalandırmış
lardı. Erinys'ler, soyları anadan gelen bir topluluğun ata
sal ruhlarıydılar; Mykene Çağının bu söylencelerindeki
önemleri, anayanlı bir toplumun yönetici sınıfı içinde mül
kiyetin hızla büyüyüşünün hızlandırdığı saltanat kavgala
rını yansıtır.
Erinys sözcüğü belki de Hint-Avrupa kökenli değil;
Ege kökenli olduğunu gösteren başka belirtiler de var.
Homeros şiirlerinde ve yine mistik Eleusis söylencesinde
Erinys’ler yalan yere yeminin cezalandırıcıları olarak da
görünürler. Yalan yere yemin suçu, yeminle smanmayı
öngörür, bu da Diamond’un gösterdiği gibi, hukukun ge
lişiminde ileri bir aşamayı gösterir. Gelişen mülkiyet ve
ticaret ilişkileri, yazılı bir yasa kitabının yayımlanması
nı zorunlu kılıncaya kadar ortaya çıkmaz — örneğin, Hi
tit yasasında olduğu gibi; hatta orada bile ancak başlı
başına kanıtların olmadığı durumlarda kullanılır. İmdi,
Girit kenti Gortyna'nın Yasa Kitabında yeminle sınama
Diamond'un ergin yasa diye tanımladığı şeyin gelişme
56
KABİLE TOPLUMU
sinden önce başka herhangi bir yasa kitabmdakinden da
ha geniş olarak anlatılır. Dahası, Yunan geleneğinde bu
sınama kurumu Giritli yasa yapıcı Rhadamanthys’a da
yandırılır. Yunanlıların halk belleğinde derin bir iz bı
rakmış olan Minos Giriti’nin yasa sisteminin bu noktaya
kadar ilerlemiş olduğunu düşünmek zor değildir, fakat o
zamanlar büyük bir ticaret kenti olmayan Gortyba’da
hukukun bu denli gelişmiş olması açıklanması gereken
bir anormalliktir elbet. Açıklama şurada gibi görünüyor:
Minos kültürü G ir ifi fetheden Yunanca konuşan fatih
ler tarafından kısmen özümlenmişti.
Dolayısıyla, Ege'ye göç eden Hint-Avrupalı göçmen
lerin anayanlı soyu kabul ettiklerinde Erinys'ler tapımmı
da aldıkları sonucuna varılabilir. Aynı zamanda, gelecek
bölümde göreceğimiz gibi, kendilerine özgü ata ruhla
rından da yoksun değillerdi.
GÖNDERMELER
Morgan, L.H., Ancient Society (Eski Toplum), New York, 1877.
Kretschmer, P. Einleitung tu r Geschichte der griechischen Sprache
(Yunan Dilinin Tarihine Giriş), Göttingen, 1896.
Grönbech, V. The Culture o f the Teutons (Tötonlann Kültürü), Oxford,
1931.
Harrison, J.E. Prolegomena to the Study o f Greek Religion (Yunan
Dininin İncelenmesine Giriş), 3. Bas. Cambridge, 1922.
------------------ Themis, Cambridge, 1912.
Diamond, A.S. Prim itive Law (İlkel Hukuk), 2. Bas. Londra, 1935.
Ill
MÜLKİYET
Homeros’ta bir kabile başkanı mallarını sayarken ev
eşyalarını, kölelerini, hayvanlarını sıralar, fakat hayvan
larının yayıldığı otlaklardan söz etmez; en azından, hal
kının kendisine hediye olarak verdikleri dışında işlediği
topraklara kendi malı olarak bakıp bakmadığı karanlık.
Çağdaş birçok araştırmacı, özel mülkiyete artık apaçık
ve karşı konulmaz bir hak olarak bakılır olduğu bir çev
renin etkisi altında oldukları için bu olguyu değerlendi
rememiştir. Fakat İngiltere’de bile, Enclosure Yasaları’yla (* ) köylülerin ortak tarlalarının sonuncusundan da ko
vulmalarının üzerinden bir yüzyıldan az bir zaman geç
ti; O rta Çağlardaysa, ilk çitle çevirmelerden önce bizim
anladığımız anlamda özel toprak mülkiyeti yoktu.
Nilsson, Homeros’taki benzetmelerin şiirlerin evrim i
nin en son tabakasına ait olduğunu ileri sürüyor. Bunlar
dan birinde, ellerinde ölçüleri ortak bir arazi parçasını
eşit parçalara bölen iki adam anlatılır. Çağdaş yorumcu
lar bu pasajı kendi önyargılarıyla uzlaştırmakta güçlük
çekmekte, iki kardeşin babalarının toprağım aralarında
bölüşmekte olduğu şeklinde yorumlamaktadır; ama adam
lar kardeş olarak tanımlanmamıştır; toprak babalarının
arazisi olsaydı, ortak diye nitelenmemesi gerekirdi. Söz
(* ) Enclosure Acts: Ortak topraklardan bir bölümünün ki$isel kul
lanım için etrafı çitle çevrilerek ayrılmasına izin veren yasalar. (Çev.)
58
KABİLE TOPLUMU
cüklerin doğal yorumlaması, toprağın mülkiyet için değil
kullanım için bölünüyor olduğu- şeklindedir, bu da A vru
pa’nın diğer bölgelerinde ve başka yerlerde toprağın il
kel kullanım şeklinin bilinen özelliğine uygun düşer. Ridgeway'i özenle dışta tutarsak, çağdaş araştırmacılar bu
konuda Homeros şiirlerindeki kanıtların ancak ilkel top
lumda genellikle toprağın kullanımının karşılaştırmalı bir
çözümlemesi ışığında anlaşılabileceğini görmemektedirler.
Kazı bilimcilerin dikkatlerini çevirmeleri gereken ivedi gö
revlerden biridir bu; doğallıkla bizim burada girişemeyeceğimiz kadar karmaşık bir iştir. Bununla birlikte bir
başka seçenek de var. İnsanların dünya hakkındaki fi
kirlerinin en sonunda ekonomik ilişkileriyle koşullandığı
doğruysa, bu ilişkilerin yansıdığı fikirleri incelemekle bun
lar hakkında bir şeyler bulmak mümkün olacaktır.
Üç Kader Tanrıçası —Yunanca’da Molrai, Latince’de
Parcae, Alm anca’da Nornen— Avrupa edebiyat geleneği
nin ortak gövdesinin bir parçasıdır hâlâ. Bunlar oturup
insan kaderinin ipliğini eğiren, her insan için daha do
ğuşta yaşamının önemli olaylarını, özellikle de hepsinin
sonuncusu olan ölümü kararlaştıran tanrıçalardır. Bu bö
lüm, bu kavramın çözülmesine ayrılmıştır.
M oira sözcüğünün temel anlamı, bir pay ya da bö
lümdür. Diyakos John'm Hesiodos’u yorumlarken söyledi
ği gibi, M oîra'lar (Kader tanrıçaları) «dağıtım lar» ya da
«bölümler»dir. Kura çekme işlemiyle verilen ya da alınan
bir kısım anlamındaki lâchos sözcüğü moira ile ilişkili
dir. M oira’lardan biri Pay tanrıçası Lechesis’in adını ta
şırdı. Bu anlamda lâchos günlük dilde bir toprak parça
sı ya da kiralık arazi için kullanılan, başlangıçtaysa ku
ra çekhıede kullanılan bir odun parçası anlamında kleros’
la eşanlamlıdır.
Gephyraioi’lerin Attika klanı, Boiotia’da yerleşmiş,
«paylarına Tanagra parçası çıkmış» Kadmos kolunun bir
dalından geliyordu. Bu deyimin, sözcüğün tam anla
mında kullanılıp kullanılmadığı bizim söyleyebileceğimi
zin ötesinde bir şey; fakat başka bir yerde, göçmen ka-
M Ü LK İYE T
59
hilelerin işgal edilen topraklar için kura çekme alışkan
lığında olduklarını biliyoruz. İsrail kabilelerinin Vaat Edil
miş Toprakları nasıl işgal etmiş oldukları anımsanacaktır:
İsrailoğullanyla konuş ve onlara de ki. Ürdün üze
rinden Kenan eline girdiğinizde, orada oturanların tümü
nü sürüp çıkaracaksınız... Ve oturanların topraklarını el
lerinden alacaksınız ve oraya yerleşeceksiniz.- çünkü top
rağı sahip olmanız için verdim size. Ve toprağı aileleri
niz arasında kalıt olarak kurayla böleceksiniz; ve daha
kalabalık olana daha çok kalıt vereceksiniz, ve sayıca
daha az olana daha az kalıt vereceksiniz; her insanın ka
lıtı, kurasının çıktığı yerde olacaktır; babalarınızın kabi
lelerine göre kalıt alacaksınız (Num. XXXIII, 51-4).
Ve Joshua İsrailoğullanna dedi, babalarınızın Yüce
Tanrı'sının size vermiş olduğu toprağa sahip olmak için
daha ne kadar sallanacaksınız? Aranızdan, her kabileden
üç erkek seçip adını veriniz: onları göndereceğim ve on
lar kalkıp bir uçtan bir uca geçecekler toprağı, ve on
ların güçlerine ve yeteneklerine göre dağıtacağım; ve tek
rar bana gelecekler... Sonunda toprağı yedi parçaya bö
leceksiniz, ve buraya bana getireceksiniz yaptığınız bö
lümlemeyi ki Yüce Tanrım ız önünde burada sizin için
kura çekebileyim (Joshua xvııı, 3-6).
Toprak, kabileler arasında kurayla bölüştürülecek ve her
kabilenin toprağı «aileler» ya da klanlar arasında kuray
la yeniden bölünecekti.
Pindaros, yedinci Olympian’da Rodos adasının Helios’
un oğulları tarafından üç m oira'ya nasıl bölündüğünü
anlatır. Bu üç m oira'nm üç göçebe aileye karşılık olduğu
aynı söylencenin Homeros'çu anlatılışında da açıktır. Dağı
tımın kurayla yapıldığı açıkça söylenmemekte, ama bu
Pindaros’un aynı şiirde adanın kökeni hakkında anlattığı
mitten çıkarsanabilir. Olympos tanrıları yeni fethedilmiş
dünya için kura çekerken Helios orada değildi, bu yüz
den de kUros’suz kaldı. Yapılan atama, Rodos adasmı,
60
KABİLE TOPLUMU
daha sonra da su yüzüne çıktığını uzaktan fark ettiği de
nizin altını ona vererek düzeltildi; bu düzenlemeyse Lachesis'e başvurularak onaylandı.
Helios ve Rodos’un adı geçmeden de olsa, aynı mit
İlyada'da da anlatılır. Kronos’un oğullan dünyayı üç
moiro’ya bölerler, bunun için kura çekerler ve Poseidon,
Zeus'u kendi m,oiro’sında kalması konusunda uyarır. A y
nı şekilde Hesiodos, Hekate'nin ilk bölüşüm ya da dasmos
sırasında kendisine verilmiş olan payı devamlı olarak
elinde tutarak Zeus’tan bir kara ve deniz moira’sı aldığı
nı anlatır.
Mitolojideki kanıt tarihsel söylenceyle de destekleni
yor. Dor başkanları Peloponnessos’u fethettikten sonra ku
ra çekerek ülkeyi üç bölgeye ayırırlar. Bu yüzden Tanagra
bölgesinin Kadmosoğullarına aynı şekilde verilmiş olma
sı olasıdır.
Odysseia'da Kral Nausithoos, Phaiak'lan yeni yurt
larına götürdüğünde «ekilebilir toprakları bölûştürmüştür». Herodotos’a göre, Kyrene halkı «toprağın yeniden
bölüştürülmesine» katılmak üzere Yunanistan’dan yerleşiciler çağırmıştır. Bir süre sonra Kyrene topraklan Arkadia'dan gelen bir hakem tarafından bir kez daha bö
lüştürülmüştür: hakem, toprağı üç moira’ya, oturanlarıy
sa üç kabileye bölmüştür. Bu kabileler toprağın bölün
mesi amacıyla yaratılmış yapay birimlerdi. Kabile siste
mi, akrabalığa dayanan temeli yıkıldıktan sonra bile şu
ya da bu biçimdeki düzenli toplum için gerekli bir te
mel gibi görünmekteydi. Böylece, Solon zamanında, malı
mülkü elinden alınmış Attika köylüleri toprağın yeniden
bölüştürülmesini istediklerinde bu istekleri eski kabile uy
gulamasına bir başvuru demek oluyordu; aynı şekilde,
fethedilmiş toprakların klerouchia yasasına göre Atina'lı
yerleşiciler arasında bölüştürülmesi, kabilesel yerleşim dü
şüncesinin yeni koşullarda sürdüğünü gösteriyordu.
Kral Nausithoos, toprakları bölüştürmenin yanında
«tapmaklar da yaptırdı». Kyrene’li hakem, toprağı kabi
leler arasında bölüştürmekten başka bazı mülkleri toplu
M Ü LK İYE T
61
luğun baş rahibi olarak krala ayırdı; AtinalIlarsa Lesbos’
daki yerleşim yerlerinde, rahiplik için benzeri topraklar
ayırdılar. Ayrılan bu topraklar ya da temene, rahiplerin,
başkanlarm ve kralların kullanımı için «ayrılm ış» mülk
lerdi.
Homeros’ta açıkça görüyoruz ki, güç ya da ayrıcalık
verme hakkı krala aitken, toprak verme hakkı halkındı;
halk, askeri hizmetinin ödülü olarak önderlerine toprak
bağışlardı, bunlar kabileye ya da klana kurayla verilmiş
topraklar değildi, bir kişiye verilen özel bir hediye idi.
Lykia Kralı, Bellerophon’u kraliyet rütbeleriyle ödüllen
dirmiş, halk ise ekilebilir toprakların en iyisinden bir
temânos bağışlamıştı. Akhilleus dövüşmeye geldiği Aeneas’ı
uyarır: dövüşü kazansa bile Priamos’tan kraliyet rütbe
leri beklememelidir, çünkü onun bakmak zorunda oldu
ğu kendi oğullan vardır; ayrıca halktan da bir temĞnos
beklememelidir. Aynı şekilde, Aitolia'nın yaşlıları (belki
de klanların başkanları) ülkedeki en verimli topraklar
dan bir temĞnos sunarak M eleager’i kendileri adma sa
vaşmak için kandırmaya çalışırlar. Toprağın mülk edi
nilmesi, onun en verimli kısmının ortak nzayla bir ki
şiye bağışlanabildiği bir toplulukta fazla ileri gitmiş ola
mazdı. Homeros şiirlerindeki temenos, kolektif bir kabile
sistemi içinde gelişen toprakta özel mülkiyet tohumunu
temsil etmektedir.
Ganimet de aynı şekilde dağıtılırdı. Helios'a verilen
Rodos adasının Pindaros tarafından onun lâchos'u ya da
geras'ı (kendi toprağı ya da ayrıcalığı) olarak tanımla
nışı gibi aynı terimler — moira ya da lâchos, gûras ya da
tim e— de her savaşçıya verilen yağma payı için kullanı
lır. Dağıtım işi eskiden olduğu gibi bir dasmos diye ad
landırılır; kral nasıl kendisi için «ayrılm ış» bir temenos
alıyorsa, ganimetin bölüştü rülmesinde de genel .bölüştür
meden ayrılmış «seçme bir hediye» alırdı. Burada da en
son yetke halka bırakılmış gibi görünmektedir. Akhilleus,
Khryseis için bir karşılık isteyen Agamemnon’a «Akha’
lar sana nasıl bir geras verirler?» diye bağırır. «A ld ığı
62
KABİLE TOPLUMU
mız ganimetler çoktan dağıtıldı, halkm onları yeniden
bir araya toplaması doğru olmaz.» Yine de, öyle görünü
yor ki, kral başka payları yasallarına verebilecek du
rumdadır-, bazan da payından daha fazlasını kendisine
ayırmakla suçlanır. Aslında halkından kendisine hediye
olarak verilen şeyi bir hak olarak ileri sürmeye başla
mıştır. Krallığın kendisi konusunda da aynı belirsizlik
ortaya çıkar. Bir zamanlar belli bir aileye verilirken, as
keri önderlik bir uzmanlık uğraşı olduğu için kalıtsal ol
ma eğilimini göstermekteydi, ama yine de halkın ona
masına bakıyordu. Telemakhos babasının krallığının ken
disine kalacağını umuyordu, ama hakkı olarak ileri sür
düğü tek şey, onun kişisel mülkiyetinin kalıtçısı olduğuy
du. Temenosoğulları krallığı ailede tutmak için babala
rım öldürünce, halk krallığı Deiphontes’e geri verdi.
İ.Ö. 484 yılında Atina halkı gümüş madenlerinden
gelen bir artık-ürünün bütün yurttaşlar arasında bölüş
türülmesini önerdi, fakat Themistokles onları bu paranın
bir donanma yapımına harcanması konusunda ikna etti.
Kabile toplumuna özgü bölüştürme sistemi devletin çı
karlarıyla uyuşmaz duruma gelmişti. Aydınlatıcı bir olay
dır bu, çünkü sıradan halkın ilkel mülkiyet anlayışına na
sıl inatla bağlı olduğunu göstermektedir.
Toprak ve ganimet için geçerli olan şey yiyecek için
de geçerliydi. Eski zamanlarda, Plutarkhos’un yazdığına
göre, yemekler Moira ya da Lachesis tarafından eşitlik
ilkesine göre verilirken, her şey namusluca ve serbestçe
düzenlenirdi; Plutarkhos, bu savma bir destek olarak, ye
mek anlamına gelen eski sözcüğün aslında bir bölüm de
mek olduğuna işaret ediyor. Etimolojisi doğru: dais, desmos’la aynı kökten gelmektedir. Et m oira’sı eşit olarak
bölünür ve kura ile dağıtılırdı başlangıçta; fakat en gü
zel parça olan sırt kısmı, yemeğe başkanlık eden kimse
için bir göras olarak ayrılırdı. Menelaos, Sparta'da konuk
larını masaya çağırdığında, hizmetçilerin kendi önüne
koyduğu etin sırt kısmını konuklanna uzatmıştı. Domuz
çobanı Eumaios kılık değiştirmiş olan Odysseus'a aynı
M Ü LK İYE T
63
ikramı gösterir, bir drama ustalığıdır bu. çünkü efendi
sine, onun kim olduğunu bilmeksizin efendilere özgü par
çayı vermiştir.
Plutarkhos, ortak yemek eşitliğinin zamanla lüks mal
ların artışıyla (aslında mülkiyetin büyümesiyle demeliy
di) bozulduğuna, fakat devlet kurbanlarında etin halk ara
sında dağıtılışında bu eşitliğin sürdüğüne işaret ediyor.
Atina demokrasisinde büyük paraların harcandığı bu dev
let kurban törenleri ekonomik bir gereksinmeyi karşılı
yordu, çünkü aşağı sınıflara tek kızartma et yeme fır
satını sağlıyordu; dayandıkları ilkeyse —yurttaşların tan
rılarıyla yiyecek bölüşmek için bir araya gelmeleri— bu
törenlerin, ilkel klanların komün şenliğinden geldiğini
gösteriyor.
Son olarak, kralın ya da başkanın bütün bu ayrıca
lıklardan yararlanma koşullan İlyada'nm ünlü bir pasa
jında verilmektedir: «Lykia halkı en yüce onurlan bize
neden vermiştir — yiyecekte ve içecekte en yüce yeri, ön
celiği? Bize tanrı diye bakmaktalar. zengin topraklardan
bir temenos vermişlerdir. Bu yüzden de kavgada en ön
de olmalıyız ki, halk, bizim yağlı sürülerimizle beslenen
ve en güzel şaraplarımızı kana kana içen bu bizim kral
larım ız dövüşebiliyor diyebilsinler.» Krallık onurlan as
keri hizmet karşılığı halkın bir hediyesiydi.
Demokratik devrimden sonra kuranın kullanımı A ti
na devletinin yönetiminde bütünleyici bir öge oldu; Yunan
yazarlan, ona demokratik bir yapının ayırıcı özelliği ola
rak bakmakta düşünce birliği içindedir. Dolayısıyla, ka
bile kökenine kadar geriye doğru izlemiş olduğumuz es
ki demokrasideki öteki öğelere eklenebilir. Gerçek şu ki,
eski demokrasi, temelde, sıradan halkın yitirilen eşitliği
yeniden ele geçirme arayışıydı.
Gözden geçirdiğimiz bütün anahtar sözcükler — moira,
kleros, lachos, dasmos— Yunan kalıt yasalarındaki ter
minolojide yeniden ortaya çıkıyor. Bir insanın babasın
dan kalıt olarak aldığı mülk onun kl&ros'udur, ya da şi
irdeki adıyla moira'sıdır. Eski günlerde, baba ölmeden
64
KABİLE TOPLUMU
önce malını mülkünü oğulları arasında paylaştırırdi;
Odysseıa’daki bir pasajdan öğrendiğimize göre, bu dasmos
kurayla yapılırdı. Attika yasasında mülkiyet oğullara ka
lırdı-, oğul yoksa, kızlara; çocukları yoksa, erkek kardeş
lere; herhangi bir yakın akraba yoksa, klan arkadaşla
rına. Aynı öncelik kuralları Gortyna Yasasında ve İb
rani Hukukunda da görülüyor; Morgan'm da gösterdiği
gibi, bunların, kalıt hakkının klan çevresinden bireysel
aileye yavaş yavaş sınırlandırılışına denk düştüğünü ve
böylece kolektif mülk sahipliğinden özel mülkiyete geçişi
görmek için sırayı tersine çevirmemiz yeter. Demokrat
Atina’da bile bu geçiş tamamlanmış değildi. Yetkin yasa
nın özelliklerinden biri olan vasiyet düzenleme hakkı, ya
sal füru (çocuklar, torunlar) olmadığı zaman taranıyor
du ancak. Böylece, oğulun babasınm malı mülkü üzerin
deki mülkiyet savı, bütün mülkiyetin klanca kolektif ol
duğu zamanm son iziydi. Geçişse öyle alttan alta gerçek
leşmişti ki, özel mülkiyetin kullanımını düzenleyen ku
rallar hâlâ kökeni ilkel ortaklaşmacılıkta olan terimler
le ifade ediliyordu.
Dolayısıyla, yiyeceğe, ganimete ve toprağa uygulanı
şıyla Moira fikrinin, kabile toplumunun evriminde bir
biri ardından gelen üç aşamada servetin kolektif dağıtılışını yansıttığı sonucuna varılabilir. Bunların en eski
si yiyeceğin dağıtılışıydı, avcılık dönemine kadar uzanır.
Ondan sonraki, savaşta elde edilen kölelerin ve öteki can
sız taşınabilir malların dağıtılışıydı, bu da avcılığın bir
gelişimiydi; sonuncusu, tarım amaçlarıyla toprağın bölün
mesi.
Kura kullanımı, kuşkusuz, eşitliğin bir garantisiydi.
Mallar olabildiğince eşit olarak bölünüyor, sonra da ay
rılan parçalar insanın kendi kontrolü dışında olduğu için
tarafsız olan bir işlemle dağıtılıyordu. Aynı nedenlerle
ona bir büyü, insanın paymı saptayan Moirâ*ya ya da
Kader ruhlarına bir başvuru olarak bakılıyordu. Özel
mülkiyetin büyümesiyle birlikte kuranın kullanımı gittik
çe daha çok sınırlanır oldu, halk arasmdaki Moira kav
M Ü LK İYE T
65
ramı da buna göre değiştirildi. M oira'lar her insanın ya
şamdaki payını saptayan tanrıçalar haline geldi.
Bu servet bölüşümlerinin yanı sıra Moira sözcüğü iş
lev bülüşümlerine de uygulanır. Burada da gerçek dün
yadan kaybolup gitmiş olan bir toplumsal düzenin izle
rini Olimpos’un ideal dünyasında yansımış buluruz.
Zeus, Titan’larla savaşa girmeden önce, tanrılara,
eğer yenerse yalnızca şu anda ayrıcalıkları olanların bu
ayrıcalıklarına saygı duymakla kalmayıp şu anda ayrıca
lığı olmayanlara yenilerini vereceğine yemin etti. Sonuçta,
savaş sona erdiğinde egemenliği yüklenmeye çağırıldı.
Zeus askeri hizmetinin ödülü olarak kral oldu. Kral ol
duktan sonra tanrılara çeşitli ayrıcalıklar ya da işlevler
devretti. Hephaistos’un geras'ı ateşti; Atlas'a verilen moira,
gökleri yukarda tutmaktı; nympha’larm moira’sı, ölümlü
leri ilk gençliklerinde korumaktı; Apollon’a müzik ve dans
verildi, oysa Hades’in lâchos'u ağlayıştı, feryattı. Moira'sı
ya da tim i'si aşk-yapmak olan Aphrodite dokuma tezga
hında çakşırken yakalanınca Athena Zeus’a itirazda bu
lunur: Aphrodite onun feZeros’unu çaldığı için Moira’lardan aldığı sanatı yerine getiremeyecektir artık. Aiskhylos’
ta Erinys’ler Apollon’u, M oira’ların doğuşta kendilerine
bağışladığı lâchos’u kendilerinden çalmakla suçlarlar;
Asklepios aynı nedenlerle cezalandırılır: ölüleri ayağa kal
dırmaya çalışırken Hades’in m oira’sma girmiştir haksız
yere.
Kabile toplumunun ilk evresinde tek işbölümü cinsler
arasında olmuştu, fakat hayvan yetiştirme, toprağı işle
me ve el sanatlarının gelişmesiyle birlikte uzmanlık uğ
raşları belli klanlarda kalıtsal olma yolunu tuttu. Eski Yu
nanistan’da bu türlü birçok uğraş klanına rastlarız: Homerosoğulları (şiir okuyanlar), Asklepiosoğullan (hekim
ler), İamidoğullan, Brankhosoğullan ve Krontidai’ler (ga
ipten haber verenler, biliciler), Euonesoğullan (lir çalıcı
lar), Kerykes ve Theokerykes’ler (haberciler). Sparta’da
habercilerin hepsi Talthybiadai klanına aitti: Herodotos’
un belirttiğine göre, habercilik klanın gira s’ıydı. Adı bir
68
KABİLE TOPLUMU
uğraş anlamı taşıyan birçok başka klan vardır: Poimenidai
(çobanlar), Aigeirotomoi (kavak kesiciler), Bouzygai (öküz
-koşucular), Phreorychoi (kuyu kazıcılar), Daidalidai ve
Kropidai (heykel yontucular); Hephaistiadai, Aithalidai,
Eupyridai ve Pelekes (silah yapımcıları ve demirciler).
Çağdaş bir tarihçi, Attika’nın zanaatçı klanlarını tar
tışırken bunların esnaf loncaları olması gerektiğini söy
lüyor ve bu tür esnaf loncalarının ilkel Attika’da buluna
bilmesinin olasılıkdışı olduğunu göz önüne alarak «bu
adların hayal ürünü seçimler olduğu» sonucuna vanyor.
Bunların çoğu elbette loncaydı — yani yeni üyelerin, eski
üye oylarıyla girebildiği meslek birlikleri; fakat Grönbech’
in de gösterdiği gibi lonca, klandan gelen bir şeydir. Or
taçağ esnaf loncası zanaatçı klanın ilerlemiş bir biçimin
den başka bir şey değildi. Aralarındaki tek yapısal fark,
lonca üyeliğinin, oğulun baba uğraşını sürdürmeye layık
olması dışında, doğumla saptanıyor olmamasıydı; ilkel
klanda yabancılar bile genellikle üyelerin oylarıyla kabul
edilirdi. Zanaatçı klan, kabile toplumunun daha yüksek
aşamalarının yaygın bir özelliği olduğuna göre onun ilkel
Attika’da bulunduğunu varsaymakta güçlük çekmeyiz; var
olmasaydı bile, en azından, içinden giderek zanaatçı klan
ların geliştiği ilkel klanlar vardı. Eğer bu tarihçi ilkel
toplumun tarihine biraz daha dikkatle bakmış olsaydı,
hayal ürünlerine başvurmasına gerek kalmazdı.
Asklepiosoğullan, hekimler tanrısı Asklepios’tan gel
diklerini ileri sürüyorlardı; İamid’ler, biliciler tanrısı Apollon’dan; Kerykes’ler, haberciler tanrısı Hermes’ten; Talthybiad’lar ve Theokerykes’ler, haberci Talthybios'tan; Daidalidler, yontucu Daidalos'tan; Bouztgai’ler, sabana ilk
hayvanı koşan ilk insan olduğu söylenen Bouzyges’ten.
Bütün bu durumlarda klanın uğraşı, klanın, soyundan
geldiğini ileri sürdüğü tanrının geleneksel işleviyle uyuş
maktadır.
Burada da. son zamanlardaki tarihçiler ilkel klanın
yapısını bilmediklerinden ötürü sonu gelmez karışıklıklar
icat ediyorlar. Biraz önce adı geçen klanlardan bazıları
M Ü LK İYE T
67
kesinlikle — örneğin Homerosoğulları ve Asklepiosoğulları— ötekilerse olasılıkla, tarihsel dönemde esnaf loncala
rıydı, Kökenleri söz konusu olduğunda bu nokta, gördü
ğümüz gibi, kesin değildir; fakat ilk atalarının mitsel ol
masıyla da saptanmaz. Wade-Gery, Atina grenos'unu «kur
maca bir ortak ata ile birbirine bağlı bir grup Atinalı»
olarak tanımlıyor — «kurmaca, çünkü ileri sürülen ata
her zaman mitseldir» diyor. Bu bir non sequitur'dan (mantıkdışı sonuç) başka bir şey değildir. Klanın ilk atasının
mitsel olması onun ortak ata savının yanlış olduğunu gös
termez. Gösterseydi, bütün dünyadaki totemci klanların
ortak soy özelliklerinin bir kurmaca olması gerekirdi, çün
kü bu durumlarda ilk ata hiç de bir insani yaratık değil
dir. Yunanistan’daki ve başka yerlerdeki klanın gerçek
doğası bundan doksan yıl önce Morgan tarafından açık
lanmış olmasaydı, bu gibi yanlış anlamaların bağışlan
ması kolay olurdu.
Hekim Asklepios, insan hekimin mitsel bir izdüşümü
dür. Bilici olarak Apollon ve haberci olarak Hermes ger
çek bilicilerin ve gerçek habercilerin imgelerine göre bi
çimlendirilmişlerdi. Talthybios tarihsel bir kişi idiyse, ki
kuşkuludur bu, sonradan adını ondan alan klana aitti.
Kahraman Bouzyges, Bouzygai’lerin geleneksel işlevinin
bir kişileştirilmesinden başka bir şey değildir. Herodotos'a
göre, «tanrılara adlarını veren, ayrıcalıklarını ve hüner
lerini birbirinden ayıran ve onların biçimlerini saptayan»,
Homeros ve Hesiodos'tu. Bu nitelik ve ünlerin bazıları Herodotos’un kabul ettiğinden daha eski olabilir, ama te
mel nokta doğrudur: bunlar ilkel değil, türevseldi. Ya
yılmacı kabileler bütün Ege’ye yayılmış, Kronosoğullan
da böylece dünyayı işgal etmişti; yayılmacı kabileler top
rağı kura ile bölüşürlerdi, Kronosoğullan da dünyayı böl
düler; bu kabilelerin krallan egemenliklerini askeri hiz
mete borçluydular, Olympos krallan da öyle. Bu koşutluk
bundan sonraki bölümde sürdürülecektir. Aynı şekilde,
tanrılar arasındaki işbölümü, Homeros şiirlerinde görül
düğü gibi, gerçek dünyada ilkel klan uğraşlan sistemi
68
KABİLE TOPLUMU
nin ortaya çıkarmış olduğu işbölümünün yansısından baş
ka bir şey değildir — bir insanın yaşamdaki uğraşının,
içinde doğduğu klan tarafından saptandığı bir sistemdi
bu.
Bu bizi önemli bir soruya getiriyor: M oira’lar nasıl ol
du da iplik bükücüler — Klotho, Atropos ve Lachesis— ol
dular?
İplik bükmenin kişileştirilmişi olan Klotho, üç M oira’
mn en eskisidir, çünkü Homeros Moira'lardan söz eder
ken kolektif olarak Klotho'lar der ve öteki ikisinin adını
hiç geçirmez. Atropos daha sonraki literatürde «ince eğirilmiş yaşamı ikiye ayıran iğrenç makasın tanrıçası»
olarak ortaya çıkar açıkça, dokuma tezgahından, doku
nan kısmın kesilişi olayına dayanan bir imgedir bu. «Y a
şamımı bir dokumacı gibi sardım-, kesip tezgâhtan ayı
racak beni». Fakat bu kavram erken Yunan literatüründe
yoktur, sözcüğün Yunanca yorumuna da uymamaktadır
— geriye döndürülemeyecek olandır, ipliği yeniden çözü
lemeyecek olandır o. Aiskhylos’a kadar izlenebilecek olan
bu yorum bile bükmek, eğirmek ya da dokumak işlem
leriyle kolayca uzlaştınlamaz. İplik bükücünün eğirdiği
ipliği geriye açması ya da dokumacının dokuduğu şeyi
geriye sökmesi zor bir iş değildir. Penelope bunun tam
tersinin sağlam bir örneğidir. Bu yüzden de bu yorumun
yanlış bir sözcük kökenine dayanması olasıdır. Sözcük,
dönme fikrine dayalıdır (tre p o ): bundan kuşku yok; fakat
olabilir ki, önek, olumsuz değil pekiştirmelidir. Bu du
rumda Atropos, p ile fe’nın değişmesiyle âtraktos'un bir
varyantıdır sadece — «döndürülemez olan» değil de Dön
dürücü: iğ ’in kişileştirilmesi.
Bölüştürme tanrıçası Lachesis kalıyor geriye. Klotho
ve Atropos’un yanıbaşmda onun yeri, ilk başlarda onun
da eğirme sanatıyla bir yananlam yakınlığı taşıyor ol
ması gerektiğini akla getiriyor — ya henüz işlenmemiş
yünün eğiriciler arasında bölüştürülmesi ya da iği dol
durmak için gerekli yün miktarı, ki bu da aynı şey de
mektir.
M Ü LK İYE T
69
O zaman Klotho'lar ya da M oira’lar nasıl oldu da
kader eğiriciler oldular? Bunun yanıtı onların insan pro
totiplerinin işlevinde aranmalıdır. Aynı zamanda, bir in
sanın kaderinin M oira’lar tarafından, doğduğu sırada bü
külmüş, eğirilmiş olduğunu da gözden kaçırmamalıyız
— söylence, bu konuda ısrarlıdır. Klandaki kadmlar bir
çocuğun doğumunda ne örmekle uğraşıyorlardı? Bu so
ruya öyle görünüyor ki yalnızca bir tek yanıt verilebilir.Onun giysilerini.
Giysilerin ilk işlevi, kuşkusuz, bedeni korumaktır, fa
kat ilkel halklar arasında bu işlev genellikle bir insanın
giysileriyle yaşamı arasında sıkı bir ilişki olduğu dü
şüncesi üzerine kurulu büyüsel uygulama ve inançlarla
örtülüdür. A ynı fikir, bedeni, hacamatla, dövmeyle, boya
mayla süsleme töresinin ya da takılıp çıkarılabilir süsler
takınma töresinin de temelini oluşturmaktadır.
Eski Yunanistan'da yeni doğan çocuk kundak bağla
rıyla sarılır ve gerdanlık, küpe gibi tılsımlarla donatılırdı.
Bu eşyalar kolektif olarak gnorismata ya da andaç ola
rak bilinirdi, çünkü çocuğu tanıtacak kadar farklıydı bir
birinden. İstenmeyen bir çocuk bir yere bırakıldığında an
daçlarıyla birlikte bırakılırdı. Anababası çocuğun ölmesi
gerektiği konusunda kararlı olduğu zaman bile, onun
kurtulabileceğini ummak bir yana, aynı şey yapılırdı. Ör
nekse, bebek Cyrus dağlarda vahşi hayvanlara yem ola
rak bırakılacağı söylenerek bir çobana teslim edildiğin
de, üzeri işli keten giysilerle zengin bir biçimde kuşatıl
mış ve altından süsler takılmıştı üzerine; çoban onu ken
disinin ölü doğmuş çocuğuyla değiştirdiğinde bu andaç
ları birinden öbürüne aktarmıştır. Bu yüzden, andaçla
rın çocukla birlikte bırakılma töresi, genellikle, daha son
ra iyileşebileceği umuduyla yapılmış olamazdı, bununla
birlikte özel durumlarda bu ikincil bir neden olabilir; ço
cuğun öldürülmeyip ölmeye bırakılması ve giysilerinin
de birlikte terk edilmesiyse, bir zamanlar bırakılmanın,
kısmen çocuğun yaşamının onun kökeninin işaretlerini ta
70
KABİLE TOPLUMU
şıyan giysileriyle ilişkili olduğu inancına dayalı bir tö
rensel eylem olduğunu akla getiriyor.
Bu işaretler totemsel miydi? Soru dikkate değer, çün
kü ilkel kabileler arasında çocukların dövmelerle ya da
başka yollardan ait olduklan klanın totem işaretleriyle
işaretlenmesi yaygın bir olaydı.
Arapça yvasm, develere vurulan bir markadır. Robert
son Smith’e göre bu yalnızca develerin üzerine değil aynı
zamanda sahipleri üzerine de konan bir totem işaretiydi
başlangıçta. Ayrıca, belirtildiği gibi, sözcüğün kendisi
ad'ın Arapçası olan ism (isim) ile akrabadır. Aynı eşitlik,
kesinlikle, Hint-Avrupa dillerinde de vardır. Latince nota
ve nomen. Yunanca onotâzo ve onoma aynı kökten türe
medir. Bazı araştırmacılar, anlamı ilk bakışta görünürde
olmadığı için bu eşitliği kabul etmekte ikircik göstermek
tedir. Fakat Sami dillerindeki ömekseme onu apaçık ha
le getiriyor. İşaret ve ad aynı şeydir, taşıyıcısından bedenleşmiş olan klan totemini biri yazılı biçimde, ötekiyse konuşma biçiminde temsil etmektedir. Bu bize, ilkel
toplumda adın evrensel olarak niçin tabularla kuşatılmış
olduğunu açıklar.
Gnorismata'nın totemsel olduğuna değgin herhangi bir
kanıt var mıdır? Thebai’li Spartoi’lerin iki belirtkeleri var
dı — yılan ve mızrak. Öyküsü şu: Bu klanın her üyesinin
bedeni doğuştan bir mızrakla işaretlenirdi; fakat doğum
işaretleri kalıtsal olmadığına göra, akla daha yalanı, mız
rağın bir totem dövmesi olduğu ileri sürülmektedir. Bu
nunla birlikte, en yakın örnek, bebek İon’la birlikte terk
edilen yılan gerdanlıktır. Birinci bölümde söylediğimiz gi
bi, yılan bu klanın totemiydi.
Oresteia'da, Orestes kız kardeşine kendini daha bir
çocukken onun kendisine dokuduğu bir giysiyi göstere
rek tanıtın belki de yorumcunun gözlemlediği gibi, üze
rinde hayvan desenleri olan kundak bağlarını. Bu hay
van desenleri, madeni süslerde ve bebeklerin bağlandığı
üzeri nakış işlemeli kundak bağlarında geleneksel bir
m otif'ti. Menander’in komedilerinde birçok örneği vardır
M Ü LK İYE T
71
bunun. Syriskos bulunmuş bir bebeğin andaçlarını ince
liyor: «İşte, üzeri altınla kaplı demir bir halka, mühürde
bir şeyler kazılı — bir boğa mı, yoksa bir keçi mi?» Sür
dürür: «Doris, mücevher kutusuyla içindeki süsleri geti
rir misin, hani saklaman için vermiştim sana... Bir er
kek keçi değü mi bu, yoksa bir öküz mü, ya da buna
benzer bir hayvan?... Beni bir çocukken bu giysiler için
de bulmuşlar.» Gnorismata üzerindeki bu hayvan desen
leri, açıkça, çocuğu, klanın totemiyle işaretlemek gibi es
k i bir töreden gelmekte.
Totem belirtkesinin iki anlamı vardır. Onu taşıyan
çocuğun, klan atasını bir kez daha canlandırdığını ve
klanın geleneksel görevlerini ve ayrıcalıklarını doğuştan
kalıt olarak aldığını gösteriyordu. Bu nedenle, üzerine
klan totemi işlenmiş kundak bağlarını dokuyan kadınla
rın mitsel izdüşümleri olarak M oira’lar, kabilenin yaşa
mında kişiye verilen payı doğumdan başlayarak sapta
mak gibi bir ata töresinin yetkesini temsil ediyordu. Bu
na, Yunanistan’ın bebek ölüm oranının yüksek olduğu bazı
bölgelerinde yeni doğmuş bir çocuğun yaşamının, çocuk
doğmadan hemen önce o evde toplanan ve bir günde be
beğe tam bir giysi dokuyan evlenmemiş kızlar tarafın
dan korunacağı inancının hâlâ sürmekte olduğu (ya da
geçen yüzyılda hâlâ var olduğu) eklenebilir.
M oira ile klan totemi arasındaki bağ, bir başka yol
dan kuruluyor. Orfecilerin ve Pythagorasçılann daimon'u,
her insana doğumda verilen ve yaşamının bütün çetin
olaylarını saptayan koruyucu ruhtu. Mısır’da fea’nın, Mek
sika’da nagual’ın, Kuzey Am erika’daysa mamtoo’nun iş
levidir bu — tek tek bütün totemler klanın kolektif to
teminden ortaya çıkmıştır, birçok durumda onunla bir
leşmişlerdir. Bu bireysel daimon yanında kalıtsal bir da
im on' un izlerini de buluyoruz: Aiskhylos’un daimon geri
ne s'i ya da klanın daimon’u. Dahası, daimon ve moira söz
cükleri, anlamlarının temelde aynı olduğunu gösterecek
bir biçimde devamlı birlikte görülürler. Yunanca «biri
nin şansını denemesi», «birinin m oira'sim araştırmak» ya
72
KABİLE TOPLUMU
da başka bir deyişle «birinin daimon’m ı sınavdan geçir
mek» tir. Empedokles, doğuşta insanın yaşamını başlatan
iki tür daimoes ya da nıoirai olduğunu söylüyor. İphigenia
aynı solukta, hem kendisini rahimden çıkarmış olan kötü
daim oria, hem de annesine böyle kadersiz bir çocuk do
ğurtmuş olan M oira’lara karşı haykırır. Daim on'un bu
anlamının temel olduğu, onun sözcük kökeniyle de ka
nıtlanıyor; çünkü daimon, bir yemek anlamına gelen dais'
le bir parça anlamına gelen dasmos'la, akraba bir sözcük
tür: her insanın moira’sını saptayan, Bölüştürücü ya da
ata ruhudur.
Moira'larm işlevi yalnızca doğumla kalmıyordu. On
lar aynı zamanda yeniden doğmakla, evlilikle ve ölümle
de ilgiliydiler. Atina’da bir insan, öldüğü haberi yayıl
dıktan ve yakınlarınca usulünce ağlandıktan sonra çıkıp
yurda dönerse, temsili bir doğum töreniyle topluluğa ye
niden kabul edilirdi; deuteropotmos yani ikinci potmos
almış biri denirdi böylesine: potmos, «birinin payına dü
şen» anlamında moira’yla eşanlamlıdır. Mitolojide Zeus ile
Hera’nın zifa f yatağını bekleyenler M oira’lardı. Tapımda,
Yunan gelin, Artemis’e ve Moira’lara saçından bir tu
tam sunardı. Antiphon zifa f gecesinden konuşurken, «bu
gece yeni bir potmos, yeni bir daimon başlıyor» der. Ve
nihayet, moira biotoio ve moira gamou (yaşam bölümü,
evlilik bölümü) deyimlerini karşılayan moira thanatou
deyimi (ölüm bölümü) insanın yaşamda olduğu kadar
ölümde de bir payı olduğunu gösteriyor. İlkel düşüncede
doğum, evlatlığa kabul, erginleme, evlenme ve ölümle il
gili fikirlerin birbiriyle olan bağını inceleme fırsatını bul
duğumuzda bütün bunlar daha açık bir hale gelecektir.
Moira'larm ilkel kabileye özgü ekonomik ve toplum
sal işlevlerin bir simgesi olarak ortaya çıktığını ileri sür
düm-. yiyeceğin paylaşılması, ganimetin paylaşılması, top
rağın paylaşılması ve klanlar arasında işbölümü. Bu iş
levler kabile yaşlılarının yönetimi altında, ata töresinin
kabul edilmiş temsilleri olarak sürdürülürdü. Bu nedenle,
M oira’lar ata töresinin yetkesini simgeliyor idiyse, bun-
M Ü LKİYET
73
larm niçin dişi biçiminde kavranıldığmı araştırmak uy
gun olur.
Robertson Smith’in Sami halklarının başlangıçta anayanlı olduğu savını desteklemek için ileri sürdüğü kanıt
lar arasında Sami dillerinde kabile birimlerinin dişi ola
rak kabul edilişi de vardır. «Eğer» der, «cinslerin (gen
der) kullanılışı oluşmaya başladığı sırada gerçek kan ba
ğının babadan geldiği varsayılıyor idiyse, kabile biriminin
soyun anası olarak kişileştirilebilmesi inanılmaz bir şey
dir.» Aynı kanıt Yunanlılar için de geçerliydi. Klanın adı
nın normal tipi -id sonekinin bir başka sonek olan -a ile
uzatılması olan -ida öğesine dayanır. Bu soneklerin ikisi
de dişidir, kuzey-batı Yunanistan lehçelerindeyse bu tip
ten dişi klan adları giderek ortadan kalkmıştı. Yani tarih
sel zamanlarda yalnızca erkeklere özgü olan tipik Yunan
klan adı başlangıçta kadınlarla sınırlıydı.
Ana-spyu ilkesinin tam olarak işlediği bir kabile şu
özellikleri taşır: Çocuklar ananın klanına aittir. Büyüdük
lerinde, erkekler başka klanlardan kadınlarla evlenirler
ve evlendikleri klanla birlikte yaşamaya giderler. Kadın
lar kendi klanlarında kalır. Bu nedenle klanın soyu ka
dınlardan izlenir ve klanın işleri kadınlar tarafından yö
netilir. Bu nedenle, eğer M oira’Iar bir hak olarak klanın
yaşlılarına teslim edilmiş olan kabile töresi yetkesini tem
sil ediyor idiyse ve eğer yaşlılar kadın idiyseler, o zaman
Moira'ların kökende klanın ata ruhlarından başka bir şey
olmadıklarım söyleyebiliriz.
Gördüğümüz gibi Erinys’ler de böyleydi. M oira’larla
Erinys’ler başlangıçta özdeş miydiler? Bence değil. Doğ
ru, ortak çok şeyleri vardı. Her ikisi de dişiydi, her iki
sine de yalmzca dişi cinsiyet tapmıyordu. Eğer bizim
önerdiğimiz gibi Erinys’ler Ege kökenli idiyseler, cinsellik
leri Hellen öncesi Yunanistan'ın anayanlı kurumlarıyla
'açıklanır. Öte yandan. M oira’ların adı Hint-Avrupalıdır.
Fakat önceki bölümde gördüğümüz gibi, Yunanistan’a göç
eden Hint-Avrupalı göçmenler babayanlı idiler. Bu açık
çelişki, M oira’ların kökeninin Hint-Avrupa halklarının da-
74
KABİLE TOPLUMU
ğılmalarmdan önceki ilkel kültüründe bulunduğu varsa
yımına dayanarak çözülebilir; bu varsayımsa bazı ba
ğımsız kanıtlarla desteklenmektedir.
Öncelikle, Yunan M oira’larıyla Germen N o m ’lan ara
sında çarpıcı bir benzerlik vardır. Onlar da doğum, ev
lenme ve ölümle ilişkiliydiler; onlar da kader ipliği eğiricileriydi. Germenler bu kavramı doğrudan Yunanlılardan
türetmiş olamazlar; Latinceden türetmiş olmaları da ola
sı değildir, çünkü Romalıların Parcae kavramı Ciplik bü
kücüler) Yunancadan basit bir kelime alimiydi ve böyle
olduğu için de eğitilmiş sınıflarla sınırlıydı. İplik bükü
cüler olarak Parcae’ler halk düşüncesinde bir etki yapmış
larsa, onun izlerini, yaygın Gallik ve Germanik Matres
Deae tapımlarmda bulmayı umabiliriz. Fakat bu konuda
bol kanıt olmasına karşın, bu tanrıların Parcae’lerle özdeş
olduğu bir tek örnek vardır, iplik bükücüler olarak temsil
edildikleri hiçbir örnek yoktur. Norn'lar üzerine şu ana
kadar yapılandan daha yakın bir araştırma gerekir, fakat
bu çekinceyle onların M oira’larla yakınlıklarının ortak bir
Hint-Avrupa kökenine bağlı olması gerektiği ileri sürüle
bilir.
İkinci olarak, M oira’ların yiyeceğin paylaşılmasıyla il
gili anlamı da gösteriyor ki, bu fikrin kökleri avcılık dö
nem indedir— dağılma sırasında, Hint-Avrupa toplumunun
çok gerilerde bıraktığı bir aşamadır bu; birinci bölümde
de gördüğümüz gibi bu aşamanın özelliklerinden biri
anayanlı soyun nispeten yüksek sıklığıdır. Bu nedenle
şöyle görünüyor ki, Moira fikrinde biz Hint-Avrupa halk
larının en eski geleneklerinden birini buluyoruz.
Erinys’lerin tersine M oira’larm hayvansal çağrışımları
yoktur. Bu da doğallıkla benim ileri sürdüğüm varsayım
dan çıkıyor. Anayanlı toplumun ata ruhları olarak Erinys’
ler dişi atalarla bağlarını sürdürüyorlardı; fakat Hint-Av
rupa dilini konuşan halk, dağılmalarından önce babayanlı soyu kabul edince, Moira’lar artık erkek olan atalan
temsil edemez oldular, böylece totem kökenlerinden kop
muş oldular.
M Ü LK İYE T
75
Fakat kökenleri birbirinden ayrı olmasına karşın iş
levleri yakından birbiriyle ilişkilidir. Aiskhylos, başlan
gıçta dünyanın «üçlü M oira’lar ve unutmayan Erinys’ler»
ce yönetildiğini söylüyor. Thebai’li kadınlar «kötülük ge
tirici M oira’ya ve Oidipus’un gölgesi kara Erinys’lere»
haykırırlar. Agamemnon, Akhilleus’un geras'ım ya da moira’smı elinden aldığı için pişmanlık gösterdiğinde, bu kö
tü davranışını, Zeus’un, M oira’nın ve Erinys’lerin kötülü
ğüne bağlar. Homeros sonrası dönemde Moira çoğunluk
la bu anlamda Dike'yle ya da Adalet'le yer değiştirir.
Agamemnon ve Menelaos, Aias’m cesedinin gömülmesini
—ki ölülerin moira'sıdır bu— reddedince, ölünün bir ya
kını lanet yağdırır onlara, Zeus'u, Erinys’leri ve Dike’yi
çağırır: burada Dike’ye uygulanan Telesphoros sanlığı
Cepithet) aynı zamanda M oira’nm geleneksel sanlığıydı.
Oresteia’da çocukları tarafından dövülen anababalar Dike’nin adına, Erinys’lerin tahtlarına haykırırlar. Son ola
rak, Herakleitos, Güneş mefra’sını ya da ölçülerini aşacak
olsaydı, Dike’nin elçileri Erinys'ler tarafından saptanaca
ğını söyler. Daha sonraki bir bölümde bu «ölçüler»in ger
çekte «parçalar, paylar» olduğunu, mĞtron fikrininse Moira'nın Homeros sonrası bir gelişmesi olduğunu göreceğiz.
Bu pasajlar önce, Attika şiirinde Dike’ye yüklenen iş
levin daha önceleri M oira’ya ait olduğunu; ikinci olarak,
her ikisinin de işlevsel olarak Erinys’lerle ilişkili olduğu
nu ortaya koyuyor. Aralarındaki yakınlığın aslı şöyle gibi
görünüyor: Moira ya da Dike insan davranışlarına kon
muş yerleşik payların ya da sınırların aşılmasına, bozul
masına kızdıkları halde suç işleyenin gerçek cezalandı
rılması Erinys’ler aracılığıyla yerine getiriliyor. M oira’lar
ne yapılacağına karar veriyor, Erinys’lerse bu kararların
yerine getirilmesine bakıyor. M oira’larla Erinys’ler arasın
daki bu geleneksel işbirliği Yunan uygarlığının altında ya
tan kültürlerin birbiri içinde erimiş olmasına uygun dü
şüyor; M oira’ların elindeki üstün yetke, bu uygarlıktaki
Hint-Avrupa öğesinin egemenliğini yansıtıyor.
Agamemnon, yanlış davranışını açıklarken, Zeus’un
76
KABİLE TOPLUMU
adını Moira ve Erinys’le birleştirir. Zeus’un M oira karşı
sındaki yeri nedir? Aiskhylos’a göre, Zeus ilk kez kral
olduğunda M oira’larm yetkesini çiğneyecek güçte değil
di. Homeros şiirlerinde Zeus’un M oira’lar karşısındaki
durumu, kralın halkı karşısındaki ikiyanlı durumunun
aynıdır. Sarpedon ölmek üzereyken Zeus onu kurtar
mak için didinir; bu da, istese yapabileceğini gösterir;
fakat Hera hiddetle onu uyarıp eğer Kader’in kararlarını
bozarsa öteki tanrıların da aynını yapacağını söyleyince
vazgeçer. Öte yandan, moira theon ve epeklosanto theoi
gibi kalıplaşmış deyimler, Moira’îarm yetkesinin tanrı
ların gittikçe artan gücü karşısında sönmekte olduğunu
gösteriyor; sonunda bağımlı duruma düşmeleri de daha
sonraki bir dönemin bir tapım adı olan moiragetes’te
ortaya çıkıyor: moiragetes, «M oira’ların önderi» anlamına
geliyor, Zeus tarafından Olympia’da, Apollon tarafından
da Delphoi’de doğurulmuştur. Yeni tanrılar üstün gelmiş
lerdir. Kabilenin yerine devlet geçmiştir.
Cinsiyetlerini açıkladıktan sonra, M oira’larm işlevle
rinin neden iğ ile simgelendiğini anlamada güçlük çek
meyiz. Eğirmek kadınların göreviydi. Tarla tarımının ge
lişmesinden önce tarım da öyle. Bu bağlamda M oira’mn
önemini, onu. Yunan düşüncesinde kökeni erkeklerin ça
lışmasında olan bir başka öğeyle karşılaştırdığımızda açık
ça ortaya çıkıyor.
Çoban toplumda erkekler sürülere bakar, kadınlar
erkeklerin eve getirdiği yünü işler. Çayır kavramı, toplum
sal önemi, sonunda M oira’mnkini gölgede bırakmış olan
bir sözcüğün temelinde yatmaktadır: nomos sözcüğü. Bu
da başlangıçta bir bölümü ya da payı gösteriyordu, fa
kat moira öncelikle ekilen toprağa uygulandığı halde no
mos çayıra özgü idi. Öyleyse, özel mülkiyet doğallıkla
ekilmemiş topraklarda ekilmiş topraklardan çok daha ya
vaş gelişmişti. Klanın moira'sının aile topraklarına par
çalanmasından çok sonra çayırlar hâlâ ortak durumdaydı,
kullanımları töresel haklarla düzenleniyordu. Bu yolla,
nomos sözcüğü, ortak kullanım ya da onaylanan töre an
77
M Ü LK İYE T
lamını kazandı, daha sonraki bir dönemdeyse yasayla ku
rulan bir töre oldu. O halde, hem Moira hem de Nomos'un
kökleri kabile toplumunun ekonomik ilişkilerindedir; fa
kat tarihsel dönemin başlangıcında M oira’mn ilkel anla
mı daha o zamandan kaybolmak üzereyken, Nomos fikri
demokratik kent-devletinde çok daha sonralara kadar ger
çek yerine oturmaz. M oira’nın düşüşü ve Nomos’un yük
selişi anayanlı kabileden babayanlı devlete geçişe denk
düşüyor.
Moira fikriyle henüz işimiz bitmedi. O, toplumsal bün
yedeki ilk kökleri kuruduktan sonra taze kökler verir,
bunlar yoluyla kendini, üzerinde beslendiği devamlı de
ğişen bünyenin harekete getirdiği yeni düşünce tarzla
rına uydurarak yeniden canlılık kazanır; böylece, onun
birbiri ardından biçim değiştirmelerinin altında yatan sü
reğenlik, toplumun süreğenliğinden başka bir şey değildir.
GÖNDERM ELER
Borecky, B. Survivals o f Some Tribal Ideas in
Yunan’da Kabile Kökenli Bazı Fikirlerin
Chadwick, H.M. The Heroic Age (Kahramanlık
Nilsson, H.M. Homer and Mycenae (Homeros
Classical Greek (Klasik
İzleri), Prague, 1965.
Çağı), Cambridge, 1912.
ve Mykene’liler), Lond
ra, 1933.
Wade-Gery, H.T. Eupatridae, Archons and Areopagus, Classical Quar
terly, sayı 25.
Robertson Smith, W. Religion o f the Semites (Samilerin Dini), 3. Bas.
Londra, 1927.
------------------ Kinship and Marriage in Early Arabia (Eski Arabistan’
da Akrabalık ve Evlenme), 2. Bas. Londra, 1903.
İK İNC İ BÖLÜM
KABİLEDEN
d e v l e t e
Ç Ö M LE K Ç İ Ç A M U R U İÇ İN T O P R A Ğ I K A Z A N K Ö LE LE R
IV
MONARŞİ
Girit'e ilk yerleşenler belki de Kuzey Afrika köken
liydiler, Aşağı Mısır’ın ilkel sakinleriyle aynı soydan ge
liyorlardı. Bunlar erken bir dönemde Kıbns ve Küçük As
ya’dan gelen göçmenlerle karışmışlardı. Toplumsal ve kül
türel gelişimleri, Mısır'ın ve Doğu’nun ileri devletleriyle
ilişkileriyle devamlı olarak kamçılanmış, İ.Ö. ikinci binyılın ortalarına kadar da Knossos kenti çevresinde top
lanmış son derece örgütlü, teokratik, ticari bir devlet kur
muşlardı. Minos G irit’inin ticari bağlantıları bütün Ak
deniz’e yayılmıştı, Lykia’yla, Kyklad’larla ve Yunan ana
karasının bazı kesimleriyle ilişkileri özellikle çok sıkıydı.
Argos ve Attika söylenceleri bu bölgelerin bir zamanlar
Knossos tarafından yönetildiğini, en azından vergiye bağ
landığını akla getirmektedir. Bütün bunlar, denize ege
menliği ve ileri bir devlet örgütünü gerektirir; bunlar da
kesinlikle Minos çağınm. Yunan geleneğini çok derinden
etkilemiş olan özellikleridir. Minos’un deniz gücünden,
Thukydides tarihsel bir olgu olarak söz eder; onun bir
yasa yapıcı olarak ünü, her cana sonsuz yaşamda kendi
payını dağıtan ölülerin yüce yargıcı olarak mistik gele
nekte yaşammı sürdürmüştür.
Bu üstün toplumsal örgütlenme düzeyi, Girit'in dı
şında bir daha görülmedi. Anakaranın kentleri — Orkhomenos, Thebai, Argos, Tiryns ve Mykene— nispeten kü
çük ve etrafı çevrili askerî kalelerdi; kalın duvarları, çev-
82
KABİLEDEN DEVLETE
resindeki ovalara çatık kaşlarıyla korkuturcasma bakar
dı. ikinci binyılm ortasından hemen sonra Knossos kenti
yıkıldı ve iktidar merkezi, yönetici hanedanı komşuları
üzerinde karanlık bir hegemonya sürdürmüş olan Mykene’e geçti. Hanedanların gücü temelde fetih ve yağmaya
dayanıyordu. Mykene ile Thebai arasmda bitmek bilme
yen bir savaş vardı. Yağmacı çetelerin Mısır sınırına ka
dar uzanan deniz akınlarmda ve Troya’nm kuşatılmasın
da uç noktasına erişen yoğun bir karışıklık dönemiydi bu.
Bu yağmacıları yağmadan geçiren ve Tesalya’da, Peloponesos’ta ve Girit’te yeni hanedanlar kuran Dor kabilele
rinin akımyla son buldu (İ.Ö. 1000). Dor yayılmasından
sonra daha oturmuş koşullar ortaya çıktı. Minos uygar
lığının varlığı tükenmişti.
Bu Dor-öncesi hanedanların kökenleri karanlıktır, ama
onlardan çoğunun Yunanca konuşuyor olması olasıdır.
Tarihsel dönemde Yunanistan'daki lehçelerin dağılımı Yu
nan dilinin Ege yöresine birbirini izleyen üç hareketle ta
şınmış olduğunu akla getiriyor. Birincisi, Attika ve İonia
ana lehçesi Boiotia’ya, Attika’ya ve kuzey Peloponesos’a
getirildi. G irit’in politik etkisinin en yüksek noktasında,
olduğu dönemdir b u — «erkek kardeş» ve «kral» karşı
lığı sözcükler de içinde, çok sayıda ve önemli yabancı
öğenin Yunancaya girişiyle kendini gösteren bir olgudur
bu. İkinci hareket, Knossos’un düşüşüyle (İ.Ö. 1450) bir
likte Aeolis ve Arkadia ana lehçesini Tesalya, Peloponesos, Girit, Rodos ve Kıbrıs’a getirmiştir. Bunun, Homeros
şiirlerinde anlatılan Akha prenslerinin dili olması son de
nece olasıdır. Üçüncü hareket, Dor yayılımı idi, Arkadia
yaylaları dışında bütün Peloponesos’ta Akha lehçelerini
bastırmış ve denizötesinde Girit, Rodos ve Lykia sahil
lerine kadar uzanmıştı. Bu arada, daha sonra bizim İonia’
ca diye bileceğimiz lehçenin içine karışıp kaybolmuş Aeolis
lehçesi ve çeşitli yerel lehçeler, Dor yayılmasından kaçan
lar tarafından Ege’nin karşısına, Küçük Asya’nın kuzey
.ve orta sahillerine taşınmıştır.
Aynı olgu, doğal olarak daha az kesinlikle, din ta
MONARŞİ
83
rihine de yansımıştır. Dodona ve Delphoi’deki Yeryüzü;
Eleusis, Argos ve Arkadia’daki Demeter; Boiotia, Attika
ve Sparta’daki Athena; Argos, Arkadia ve Elis’teki Hera
tapımları — hepsi Heleıı-öncesi döneme aittir. Dodona’da
Yeryüzü erken bir tarihte Zeus’la birleşmiştir; Delphoi’de,
oraya Girit'ten, Girit’e de Anadolu’dan getirilmiş olan
Apollon onun yerine geçmiştir. Athena'nm Attika’da, Hera’nm Argos’ta, Demeter’inse Arkadia’daki üstünlüğünü
Poseidon kabul etmez, Olympia’daysa Hera Zeus karşısın
da geriler. Zeus adı kesinlikle Hint-Avrupalı olduğu için ve
Akha hanedanlarının çoğu ondan geldiklerini ileri sürdü
ğüne göre, bunların Zeus tapımmı Peloponesos'a ve deniz
yoluyla Girit'e yaymada araçlık etmiş olmaları olasıdır.
Barışçı sızmayla başlayan olay giderek şiddetlendi,
Akha dönemiyse bir felaket getirdi. Karanlık kökenlerini
Zeus’un görkemli adı altmda gizleyen bu kuzeyli yayıl
macılar, Mykene’in, Sparta’nm ve Minos Girit'inin zen
gin hâzinelerini yağmaladılar. Ege’ye girdiklerinde kabilesel örgütlenmeleri ilkel olmaktan çok uzak olmalıydı,
fakat o zamana kadar çürüme tohumları içten içe ya
vaşça büyümekteydi. Fetihlerin çalkantısı içinde, toplu
mun eski yapısıyla onun biçim değiştirmiş içeriği arasın
daki çelişkinin giderek artan yoğunluğu bir karışıklığı
hızlandırdı, bundan da, Dor yayılmasından sonra yeni
ve farklı bir yapı çıktı ortaya. Bundan sonra, topluluk
kendine karşın, serveti yaratanlarla ondan yararlananlar
arasında bölündü. İşbölümlerini çoğaltarak, barbarlıktan
uygarlığa geçişi belirlemiş olan büyük teknik ve kültü
rel ilerlemeleri mümkün kılan da işte bu iç zıtlıktı. Fa
kat bu zıtlık durağan değildi — toplumsal değişmenin bü
tün fempo’sunu yoğun ve devamlı bir şekilde hızlandıran
bir savaşımdı. Akha fetihleriyle çağdaş Avrupa arasındaki
süre, ilkel sürüden bu fetihçi kabilelerin ortaya çıkma
sından bu yana geçmiş olan sayısız çağların önemsiz bir
bölümünden başka bir şey değildir.
Akha’lann toplumsal örgütlenmeleri, Homeros şiirle
rinin de yardımıyla kazıbilimsel kalıntılardan yeniden bir
84
KABİLEDEN DEVLETE
araya getirilmektedir. Kral, vasallarmm evleriyle çevrili
yüksek kayalık bir tepeye kurulu sarayında yaşar. Kral
la vasal arasındaki ilişki, 2000 yıl sonra ilkel Germenler
arasında benzeri koşullarda bulduğumuz ilişkinin aynı
dır. Vasallar, askeri hizmetin ödülü olarak, fethedilmiş
toprakların bir bölümünün yönetimini timar olarak elle
rinde tutar, buna karşılık kralın çağrısı üzerine silahla
rını alıp onun hizmetine koşardı. Bellerophon'un Lykia
kralı, Phoiniks’in Akhilleus’un babası karşısındaki duru
mu böyleydi; Odysseus'un askerlik hizmetinden nasıl bo
şuna kaçmaya çalıştığını anımsayalım. Vasal, politik ko
nularda kendisine danışılma ve kralın sofrasında yemek
yeme haklarına sahipti. İlyada'da bu tür danışma mec
lisi örnekleri boldur; Odysseia’daysa davacıların suçu, ta
nınan ayrıcalığı kötüye kullanmalarmdadır. Son olarak
her vasal kendi vasalları karşısında kralın durumunday
dı. Odysseus Agamemnon’un bir vasalı, fakat İthaka prens
lerinin kralıydı.
Bu ilişkinin devrimci özelliği, kişisel olması, akraba
lıkla ilişkisi olmaması, dolayısıyla da kabile ilişkilerine
karşı olmasıydı. Kişisel ve kabilesel bağlılıklar arasında,
sonuçta ortaya çıkan, yönetici başkanlar arasındaki zıtlığı
tartışmıştık; bu, aynı zamanda Homeros şiirlerinin dik
kate değer bir özelliğini de açıklamaktadır. İlyada'nm
bir tek dizesinden Akha ordusunun, birçok yüzyıl sonra
Atina ve Sparta ordularında olduğu gibi, bir kabile te
melinde örgütlendiğini öğreniyoruz; fakat bu olgudan bir
rastlantıyla söz ediliyor, bir daha da adı geçmiyor. Ka
bile kurumlan konusundaki bu suskunluk, onların artık
var olmadıklarını değil, fakat bu şiirlerin, karşı çıktık
ları bağlılıklara içgüdüsel olarak fazla önem vermeyen
bir yönetici sınıf geleneğine ait olduğunu gösteriyor. Sı
radan askerler fratrilere göre düzenleniyordu, ama her
vasal kendi lordunu izliyordu.
Esthloi —zengin, iyi silahlanmış, yiğit ve «iy i»— ile
önderlerini izlemekten başka bir şey yapmayan kakoi ara
sındaki ayrım, sonunda olacağı kadar sert değildi; çünkü
MONARŞİ
85
başkanlann gücü toprağa değil yağmadan elde ettikleri
varlığa dayanır, bu tür varlık ise kazanıldığı kadar ko
laylıkla yitirilebilir de. Yine de görülebilir bir ayrımdır
bu. Thersites savaşa karşı sesini yükseltme cesaretini gös
terince Odysseus döver onu. Sonradan-görmeye, yararlı
bir ders verilmiştir. Akhilleus ölüler arasında bir kral
olmaktansa yaşayanlar arasında bir serf olmayı yeğleye
ceğini açıklar; bu arada. Hesiodos'tan öğrendiğimize gö
re, serf bu dünyadaki haksızlıklara karşı kendini, bun
ların öteki dünyada cezalandırılacakları umuduyla ayak
ta tutardı. Topluluk kendine karşı bölünmüştür. Dış dün
yaya bakışı, birleşik değildir artık.
Bu Akha prenslerinin özellikleri — toplumsal örgüt
lenmeleri, kişisel idealleri, sıradan halka davranışları—
şairlerinin, tanrıları hakkında kendilerine anlattığı öykü
lerde yansımaktadır.
Zeus’un oturduğu yer, başı bulutlarla kaplı Olympos
zirveleridir. Başlangıçta, bulut toplayıcı ve gürleyici ola
rak tek başına oturuyordu, öteki tannlar başka yerde ka
lıyorlardı: Hera Argos’ta, Aphrodite Paphos’ta, Athena
Erektheus’un sarayında; fakat şimdi bir tek göksel kent
te bir araya toplanmışlardır — Zeus ortadaki sarayda,
ötekilerse Hephaistos’un kendileri için yaptığı, çevredeki
konaklarda oturmaktadırlar. Zeus’un üstünlüğü, günlük
yaşamda çoğu kez karşı çıkılırsa da, yine de tanınır.
Astlarını toplantıya çağırır, bu toplantılarda insanoğlu
nun işleri tartışılır; onları et, şarap ve müzikle ağırlar.
Bu tannlar bencildir, vicdansızdır, tutkuludur, duyulann
verdiği bütün hazlara şiddetle bağlıdırlar. Kendilerine ta
panlardan bir tek şeyle ayrılırlar — hiçbir zaman ölmez
ler; bu ayncalık konusunda da son derece kıskançtırlar.
Ölümlüler kendi ölümlü durumlarının üstünde bir şeye
göz dikmemelidirler, yoksa yıldırımla çarpılırlar. Sıradan
halkın başkanları karşısında durumları neyse, başkanlann da tanrılan karşısındaki durumları odur. Bu Akha’
lar, doğal güçleri kontrol etmedeki sınırlılık duygularım,
hu güçleri bir doğaüstü yaratıklar sınıfı olarak kişileş-
86
KABİLEDEN DEVLETE
tirmekle dile getirirler — kendileri nasıl uyruklarını yö
netiyorsa, bu güçler de kendilerini öylece yönetmektedir.
Akha’lann Olympos’u toplumsal gerçekliğin mitsel aynar
sidir.
A vcı kabilede yaşlıların yetkesinin ata tapınması ola
rak düşünüldüğü, daha sonra iktidar bir başkanın ya da
kralın elinde toplandığında, kralın imgesinde bir tan
rıya tapmıldığı anımsanacaktır. İnsan toplumunun daha
sonraki evrimi, toplumu yönettiğine inanılan kutsal güç
lerle ilişkilerde gittikçe artan bir karmaşa ortaya çıkar
dı. Bazı tanrılar diğerlerine bağımlı kılındı; kabileler ve
halklar arasındaki savaşlara göklerde bahis tutuluyordu.
Firavunların krallık nişanlarını oluşturan totem belirtke
leri galaksisi, krallığın birleşmesine yol açmış olan, baş
langıçta bağımsız kabilelerin birleşmelerinin ve birbiri
ne bağımlı duruma gelmelerinin billurlaşmış bir simge
siydi; Dicle ve Fırat’ın rakip kentleri arasındaki durma
dan değişen ilişkiler, karmaşık ve kararsız Babil tapına
ğında yansır. Aynı şekilde. Zeus'un kavgacı, şamatacı
Olymposlular üzerindeki hükümranlığı, Atreus’un sarayı
nın gevşek egemenliği yönetimindeki Akhalar Yunanis
tan'ının örgütlenmesini doğurur.
Mit, dinsel törenlerden yaratılmıştı. Bu tören terimi
geniş anlamda alınmalıdır, çünkü ilkel toplumda her şey
kutsaldır, hiçbir şey aşağılık değildir. Her eylemin — ye
mek, içmek, toprağı sürmek, dövüşmek— kendine özgü
bir yolu yöntemi vardır; adı konunca kutsallaşır. Yansı
lama törenindeki şarkı ve dansta, dansı yapan, şarkıyı
söyleyen her kişi, ritmin hipnotik etkisi altında kendine
özgü, bireysel olan gerçekliğin bilincinden herkesçe ortak,
kolektif olan bilinçdışı fantazya dünyasına çekilir, o iç
dünyadan eylem için taze güçle donanmış olarak geri dö
nerdi. Yansılamalı dinsel törenlerden gelişmiş olan şiir
ve dans, büyülü bir yoğunluk düzeyine yükseltilmiş ko
nuşma ve harekettir. Şiir ve dans, ortak kökenleri ve iş
levleri yüzünden uzun bir süre birbirinden ayrılmadı. Şi
irin danstan, mitin dinsel törenden ayrılması, kültürü üre
MONARŞİ
87
tim işinden kopmuş olan bir yönetici sınıfın ortaya çıkı
şıyla başladı ancak. İlkel Germenlerde olduğu gibi Yu
nanistan’da da bu sınıf, fetih hakkıyla yöneten bir askeri
aristokrasiydi, bunun ilk ürünü de, her iki durumda, epik
şiir sanatıydı. Savaş bitince yorgun fakat doygun savaş
çılar, içlerinden birinin ya da daha sonra bir halk şairi
nin, zaferlerinin onurunu söylediği bir şiiri, bir şarkıyı
dinleyince bütün yorgunluklarım unuturlardı. Bu şarkı
ve şiirlerin işlevi, koral şiirde olduğu gibi, eyleme hazır
lamak değil, eylemden sonra dinlendirmekti; dolayısıyla
da daha az gergin, daha az yoğun, daha az dinseldi.
Dahası, temaları klan ya da kabilenin kolektif söylence
leri değil, bireylerin serüvenleriydi; bu yüzden teknikleri
alışılandan daha özgür, yeniliklere daha açıktı.
Yunan epiğinin gerisinde. Kuzey Amerika kabileleri-1
nin bazıları arasında gördüğümüz gibi ortak şarkı söyle
me geleneği yatar. Epiğin evrimindeki kesin aşama, as
keri hanedanların yükselişiydi, bu da şarkı sanatına ye
ni temalar ve yeni bir teknik kazandırdı. Yeni temalar,
fetih savaşları, yeni teknikse kralın vasallarmı ağırladı
ğı şenliklerde, eğitim görmüş bir ozanın söylediği şarkiy
di. Yazılı belgelerde sanatın evrim i bu noktadan başlar
yarak izlenebilir. Chadwick’in konuyu ustaca işlediği ça
lışmasında gösterdiği gibi, Yunan ve Toton epiğinin ta
rihi, birtakım ortak özellikler gösterir, bunlarsa, her iki
sini de kendi toplumsal çevreleriyle ilişkilendirmemizi ola
naklı kılar.
Toton şarkı ve şiirlerinin temaları başlangıçta çağdaş
tı. Ozan, dünün zaferinin bugününü söyler. Eğitimin yar
dımıyla şarkı ya da şiirin vezin biçimi kendisi için ikinci
bir dil olmuştur; ozan, bu dilde günlük dilde olduğu ka
dar akıcıdır. Saray ozanı kralın bir vasalıdır, gücünü, ba
şarılarının anısını sürdürerek sağlamlaştırır.
Homeros şiirleri bu döneme ait değildir, ondan daha
öncesini gösterir. İlyada’da. ozanlar hakkında pek az şey
duyanz, çünkü onun teması, içinde bulunulan gerçek sa
vaştır; fakat bir kez Akhilleus, boş bir zamanında, «in
88
KABİLEDEN DEVLETE
sanların büyüklüğünü» —savaştaki yiğitlikleri olmalı bu—
şarkıyla söyleyerek avutur kendini; birinci kitaptaki Olympos şöleni ise Apollon'dan ve Musa’lardan şarkılar ve dans
larla sona erer. Odysseia'da Phemios, Akhaların yurda
dönüşlerini, Demodokos ise Troya atını anlatır şiirlerin
de; çağdaş temaların çok popüler olduğu açıklıkla söy
leniyor bize. Mykene’de de bir ozandan söz edildiğini du
yarız: Agamemnon, Kraliçesinin korunmasını emanet et
miştir ona — açıkça, yüksek düzeyde bir vasaldır bu.
Homeros şiirleri ikinci aşamaya aittir. Akha monar
şileri Dor yayılmacılarına yenilmişlerdir, Tesalya’nın ve
Peloponesos’un varlıklı aileleri kültürel gelenekleriyle bir
likte Küçük Asya’ya kaçmışlardır. Orada, kısmen yerli
nüfustan, kısmen de şimdi bütün Ege’de kaynaşmakta olan
sığınmacılardan oluşan yeni krallıklar buldular. Bu yeni
yerleşim yerleri, kralın en büyük toprak sahibinden baş
ka bir şey olmadığı küçük tarım devletleridir. Bu koşul
larda ozanlar artık çağdaş zaferleri söylememektedir, çün
kü şarkısı söylenecek zafer yoktur artık, onlar da bu yüz
den geçmişin idealize edilmiş geleneklerine dönerler.
Yunan epik şiirinin olgunlaşması, monarşinin çökmedöneminde bu çevrede olmuştur. Bu göçmenlerin beraber
lerinde getirdikleri şiirlerin daha o zamanda yüksek bir
artistik düzeyde olduğu varsayılabilir. Şimdiyse yetkinleştjrilmiştir. İlyada ve Odysseia'nın evrimindeki son aşama
nın altında yatan ana etmen, gerilerinde yüzlerce yıllık
bir geleneği taşıyan sanatçıların Minos uygarlığı etkisin
de oluşmuş zengin ve çok iyi işlenmiş birçok tema üze
rinde yoğunlaştıkları bu olaysız dönemdir; şimdi bu te
malar, kaynaklandıkları ülkeden sökülüp ayrılmış olduğu
için daha da cesaretle yeni kalıplara dökülüyordu. Bu şi
irlerin ustaca yapıları o denli etkileyicidir ki, tek yaza
rın elinden çıkmış olduğunun kanıtı olarak ileri sürül
mektedir; fakat kuşaklar boyunca sözlü gelenekle taşın
manın da aynı etkiyi yaratmaması için hiçbir neden yok
tur. Köylerde, sanat yönünden yetkin eski öykülere ya da
halk masallarına rastlanabiliyor; bu, onların işinin bilin
MONARŞİ
89
cinde bir sanatçının yapıtları olduğunu değil, yüzyılların
akışı içinde devamlı olarak yeni biçimler kazandığını, bir
tür doğal aşınmayla çapaklarının, fazlalıklarının döküle
rek cilalandığmı gösterir. Homerosoğullannm kalıtsal şa
irleriyse, geleneksel gereci, içine kendi kişisel bakışlarını
da katarak yetkinleştiren olgun ve incelmiş, bilinçli sanatçı'lardı.
Aynı şekilde, İlyoda öyküsünün imgelendiği trajik yo
ğunluk, şiirin içinde geliştiği tarihsel koşullardan ortaya
çıkmaktadır. İlyada yazıldığı sıralarda Akha hanedanları
yükseliyor ve düşüyorlardı. İzm ir’in ve Khios’un bu bilgi
li, ince ozanları anlattıkları yarı barbar soyguncu çete
başlarından çok uzaktılar. Bunun sonucu, kendileriyle ge
reçleri arasında dinamik bir gerilim oluştu; gereçlerini o
denli iyi özümlemişlerdi ki, bu gerilim öykünün kahra
manlarının kendilerinde bulunan bir şey gibi görünmek
tedir. Sarpedon, vasalma şöyle söylüyor: «Eğer bizler def
tanrılar gibi hep yaşayacak, hiç yaşlanıp ölmeyecek ol
saydık, seni savaşa göndermezdim, ne de kendim gider
dim; ama, dört yanımızı bin türlü ölüm ve tehlike sarmış
olduğuna göre, gidelim o zaman — ya şan veririz ya da
şan kazanırız.» Bir soyguncu çetesinin başının sözleri de
ğil bunlar. Krala kılıç kaldıran, çadırında somurtup du
ran. bir çocuk gibi hıçkıran, kentlerin sunularını ayağı
nın ucuyla iten, üzüntüden yerlerde kıvranan, düşmanı
nın cesedini arabasının arkasına bağlayıp sürükleyen ve
ani bir öfkeye kapılıp öldürürüm korkusuyla yaşlı Priamos’a çekip gitmesi için yalvaran Akhilleus — işte gerçek
Akha başkam, kıpır kıpır hayvan hırsızı, Knossos’lu yağ
macı. budur. Fakat Akhilleus gidicidir; Agamemnon da,
Aias da. Soygun ve yağmayla oluşturdukları devlet, ağıl
da panik halinde koyunların kaçışmalarını, çayırda tır
panların uzun uzun savruluşunu ya da dokuma tezga
hında kadın parmaklarının güzelliğini, inceliğini anlatma
yı seven İonia'lı sessiz, sakin, duyarlı ozanların ezgili heksameter'lerinde anımsanmak üzere silinip gitmektedir. Bu
nun için de, onu gördüklerinde, Akhilleus geleceği karşı
90
KABİLEDEN DEVLETE
sında endişelidir. «Yurduma, Pythia'ya dönecek miyim;
erinç içinde mi geçireceğim ömrümü, yoksa savaşta gepgenç ölüp sonsuza kadar ozanların dudaklarında mı ya
şayacağım?» Bir tek başyapıtta, beş yüzyıllık devrimci
değişimi kristalleştiren İlyadanın ikilemi budur işte.
İlyada'dan daha sonra olan Odysseia'da teknik ay
nıdır, ancak gereç daha az gelenekseldir — İthaka’daki
sahneler büyük ölçüde kurgusal olmalı; ses de yumuşak
tır, daha az kahramancadır. Nilsson’un ileri sürdüğü gi
bi, Fenikeliler üzerine öyküler, deniz ticaretinin yeniden
canlanmaya henüz başladığı geç sekizinci yüzyıla aitse,
şiirin ana temalarından biri olan deniz korkusuna, de
nizin büyüsüne, çok geçmeden kent-devletin evrim ini ta
mamlayacak olan yeni bir bunalımı hızlandıracak ticari
hareketin yol açtığı çıkarsanabilir.
Epik sanat monarşiyle gelişmişti, monarşiyle çöktü.
Savaşta kabilelere önderlik edecek bir krala gereksinme
vardı; savaşlar doruğuna ulaştığında ise Yunan krallıkla
rı Mykene’deki bir yüce monarşinin yönetimi altında bir
leştiler; ne var ki, bu sistem de Dorlann tehdidiyle değil
kendini bir banş temeline uyduramadığı için hızla çök
tü. Akha krallığının dayanıksızlığı Homeros şiirlerinde
açıkça bellidir. Agamemnon, savaş alanında bile en güçlü
vasalmı kontrol etmekten acizdir, bu arada yurdundaki
sarayı bir zorba tarafından ele geçirilmiştir. Troya Sava
şından sonra gelen kuşaklarda Akha federasyonu çok sa
yıda küçük prensliklere bölündü; bunlardan her birinde,
askeri gereksinmelerin baskısı gevşeyince, kral, ayrıcalık
larını vasallanyia bölüşmeye zorlandı, sonunda adından
başka bir şey kalmadı geriye.
Krallık sarayları güçlerini yitirince, ozanlar gelenek
sel tekniklerini beraberlerinde götürüp, temalarını yeni
çevrelerine uydurarak halk arasına dağıldılar. Zengin ve
işsiz güçsüz bir aristokrasi için yaratılan Homeros şiirle
ri hoşnut etmeyi amaçlıyordu; fakat bu ozanların şimdi
kendilerini adadıkları köylüler için şiir, aç ağızlan doyuramadıkça hiçbir şeye yaramıyordu. Hesiodos’un şiirleri
MONARŞİ
91
birşeyler öğretmek için yazılmıştı: köylüler, İşler ve GünZer'den çiftçilik, yıldız okuma, hava koşullan, büyü ve fal
lar hakkında, genellikle de kötü kaderlerini nasıl iyileşti
rebilecekleri hakkında bilgi alırlardı; Theogony’de, onla
ra dünyanın başlangıcı anlatılıyordu, Olympos’lulann, bü
tün insanlar ekmeklerini alınterleri karşılığı kazanmak
zorunda olmaksızın mutlu bir şekilde yaşarlarken Altın
Çağın tannlannı şiddet ve hileyle nasıl ele geçirdikleri
anlatılıyordu. Hesiodos’un şiirinde köylüler «çalışmaya,
çalışmaya, hep çalışmaya» koşuluyorlardı, aynı zamanda,
ilkel ortaklaşmacılığın halkta hâlâ yaşayan anılarıyla bes
leniyorlardı.
GÖNDERMELER
Chadwick, H.M. The Heroic Age (Kahramanlık Çağı), Cambridge, 1912.
V
ARİSTOKRASİ
Agamemnon, Althilleus’u yatıştırmak için başka şey
lerle birlikte, büyük ve küçük baş hayvan sürüleri olan
zengin insanların oturduğu Messenia’da yedi ilçe verir
ona; dediğine göre bu yedi ilçe onu bir tann gibi, hedi
yelerle onurlandıracaktır. Bu ilçeler, belli ki, kendi baş
kentinden yönetilemeyecek kadar uzak oldukları için kra
lın bir vasala hediye etmek istediği krallık arazileriydi.
Fethedilmiş topraklan bu tür örgütleme yöntemi Batı A v
rupa'daki feodal sistemin benzeridir; kraldan vasalları ve
vasallannm vasallan yoluyla serilere kadar uzanan ben
zer bir rütbe sıralamasına dayanır. TĞmenos’ta bir iler
lemeyi gösterir bu, çünkü toprağın gerçekte ad'a değilse
bile, hükümdara ait olduğunu anlatır. Bu sistem, daha
önce görmüş olduğumuz gibi, barış zamanında yerel başkanlarm merkezden kaçma eğilimleri çok güçlü olduğu
için sürmedi ve Dor yayılmacıları tarafından ortadan kal
dırıldı.
Dorlar Pelop'onesos’a girdiklerinde kabile örgütlenme
leri hâlâ büyük ölçüde sağlamdı. Erişkin erkeklerden olu
şan kabile meclisleri hâlâ yetkesini sürdürebiliyordu. Temenos’un oğullarının davranışı ve Sparta apella’sm m da
ha sonraki tarihi bunu göstermektedir. Aynı şekilde,
Sparta’da etkili yönetim kurulu uzun süre kabile yaşlıla
rı konseyi olan gerousia idi. Sparta krallığının işlevi te
melde askeri olarak kaldı ve tarihsel dönemde görev ka-
ARİSTOKRASİ
93
lıtsal olsa da, Temenos’un ölümünden sonra meclisin oy
nadığı rol gösteriyor ki, ardıllık hakkı halkın onamasına
bağlıydı.
Sparta’daki Dor yerleşimi, ayırıcı karakterini, toplam
nüfusun küçük bir azınlığını oluşturan fatihlerle sınırlı
kabile sisteminin giderek çok az bir iç değişiklikle katı
bir şekilde dışa kapalı bir yönetici sınıfa dönüşmüş ol
masından alıyordu. Spartalılar, sayıları az olduğu için,
serfleri askeri örgütlerini devamlı bir hazırlık durumun
da tutarak baskı altında tutabiliyordu, bu örgütlenmenin
temeliyse kabileseldi. Aynı nedenle, saflarını, özel mülki
yetin gelişmesi sonucu ortaya çıkacak yıkıcı, bozucu eşit
sizliklere karşı kapalı tutmak zorundaydılar. Buna uygun
olarak, iktidarlarında kabilenin ortak mülkiyet ilkesini
kendi aralarında sürdürmek için her şeyi yaptılar. Top
rak aile mülklerine bölünmüştü, fakat bu mülkler satı
lamaz, el değiştiremezdi; işlevleriyse, üretimin yüzde el
lisi karşılığında onları işleyen serfleri sömürmek yoluyla
her Spartalmın kolektif yiyecek kaynağına katkılarını sağ
lamaktı, çünkü hâlâ birlikte yemek yiyorlardı. Aynı za
manda, ticaretin geliştirilmesine karşı çıkıyorlar ve onsuz
örgütlü bir ticaretin olanaksız olduğu bir yasalar kitabı
yayımlamaya yanaşmıyorlardı. Bu yolla, eşitlik temeline
dayalı evrimleşmiş bir sistem, sınıf egemenliğinin bir ara
cına dönüştürülmüştü. Yapısı hâlâ kabileseldi, ama işlevi
yönünden bir devlet olmuştu.
Bu önlemlere karşın eşitsizlikler büyüyordu. El de
ğiştirmeye karşı yasanın hile yolu bulunabiliyordu, böyIece ortaya bir topraksız Spartalılar smıfı çıktı. Böylece
kurulmuş olan iç baskı çekinceli bir genişleme politika
sıyla karşılaşıyordu. Çekinceli olunmak zorundaydı, çün
kü savaşta bir yenilgi, serflere durmadan bekledikleri fır
satı verebilirdi. Aynı nedenle, Sparta dış politikasını, baş
ka devletlerdeki toprak sahibi sınıfın üstünlüğünü olabil
diğince uzun sürdürme kararlılığı yönlendiriyordu.
Tesalya ve Girit’te bağımlı nüfusa Dor fatihleri de
aynı davranışı gösteriyordu, oysa serfliğin güncel biçimi
94
KABİLEDEN DEVLETE
çok daha gevşemiş görünüyor. G irit’te benzeri bir ortak
yemekler ve aile mülkleri sistemi buluyoruz, fakat hiç
kuşkusuz adanın deniz ortasında olmasının yardımıyla top
lumsal örgütlenme bazı yönleriyle daha ileriydi, ya da
en azından beşinci yüzyıla kadar böyle olmuştu. O dö
nemde, belki de daha önce, Gortyna Dorları, Attika’da So
lon yasalarından daha ilkel de olsa bir yazılı yasalar ki
tabına sahiptiler, bu da özel mülkiyette önemli bir geliş
meyi gösteriyor. Daha önce de belirttiğim gibi, Dorlar za
manındaki Girit’in bazı yasal kurumlan Minos kültürü
ne bazı şeyler borçlu olmuş olabilir.
Dorların egemenliği yalnızca bu üç bölgede tamdı.
Sikyon ve Argolis’te, üç Dor kabilesinden başka Dor-öncesi unsurlardan oluşan bir dördüncüsü vardı, bu da Doröncesi nüfusun fetih eylemiyle serfliğe düşürülmemiş ol
duğunu gösteriyor. Bu bölgelerdeki Dor aristokrasileri da
ha zayıftı, bu yüzden de ticaretin gelişmesine direnmede
daha az başarılıydılar.
Yunanistan’ın başka bölgelerinde — Attika ve İonia’
da— yayılma savaşlanndan sonra ortaya çıkmış olan ye
ni toplumsal sistem, Dorian kendi uyruklarından ayırmış
olana benzer bir ırksal ve kültürel ayrılığa dayanmıyor
du. İ.Ö. yedinci yüzyılın sonuna kadar Attika toprak sa
hipleri kendi köylülerini serflikten daha kötü bir duruma
düşürmeyi başarmışlardı, fakat kendileri ortak bir kül
tür ve ortak kabile bağları yoluyla köylüye bağlı olduk
ları için bu süreç uzun bir zaman aldı, ve köylüler ara
sında şiddetli bir öfke doğurdu. Spartalılar toprağı kı
lıçla kazanmışlardı, Attika soylulanysa onu çalmak zorun
da kalmışlardı.
Toprak mülkiyetinin tohumu, görmüş olduğumuz gi
bi, tĞmenos’tu. Bu tohum, eninde sonunda gelişmek zo
rundaydı, çünkü ekonomik olarak ileriydi. Kabile sistemi
yönetiminde, klana ait olan toprak ya kolektif olarak iş
leniyordu ya da aileler arasında bölünmüştü, belli zaman
larda yeniden dağıtılıyordu. Bu iki yöntem, tanmm geliş
mesinde daha sonraki aşamaları karşılar. Başlangıçta top
ARİSTOKRASİ
95
rak kolektif olarak işlenmişti, çünkü işlenebileceği tek yol
buydu; aynı şekilde, aile mülklerine bölüştürme, daha kü
çük birimin yükselen etkinliğini yansıtır. Doğal olarak,
daha küçük birim de önce yönetici sınıflar arasında or
taya çıkmıştı. TĞmenos genellikle en iyi topraklardan olu
şuyordu; yeniden dağıtılmaya uğramadığı için de etrafı
çevrilebiliyor ve daha iyi konulabiliyordu; ona sahip olan
başkansa onu, savaş sonunda yurda getirilmiş köle eme
ğiyle işleyebiliyordu. A yn ca toprağı çevirmenin getirdiği
ekonomik yararlar sıradan halka bırakılmamıştı. Yoksul
biri bir temenos umudu taşıyamazdı, ancak çorak bir top
rağı açıp etrafını çevirebilir ve kazanılmış hakkı olurdu
bu onun. Eschatiö'dir bu, Odysseia'da örnekleri vardır.
Onun köle emeği kaynağı sınırlıydı, fakat Dor yayılmalanndan sonra klamndan koparılmış ve moral çöküntü
içindeki toplumdışı binlerce kişiden ucuz kiralık emek
sağlamak olanaklıydı; bunlar hasatta işe koşulurlar, son
ra da bütün kış boyu işsizliğe, serseriliğe terk edilirdi.
Bu koşullarda, mülk edinmenin anlamı, hem değeri ar
tırmak hem de ekilen toprakların alanını genişletmekti.
Bununla birlikte, bu genişleme sürecinin sınırına ulaş
ması yalnızca bir zaman sorunuydu; ondan sonra toprak
mülkiyeti merkezileşmeye başladı. Kötü bir mevsimden
sonra tohumluk ve yiyecek tahılı borç verme yoluyla bü
yük toprak sahibi küçüklerinin alacaklısı oldu; kötü mev
simlerin birbiri ardından gelişiyle de küçük toprak sahi
bi, borcunu ya toprağından vazgeçerek ya da bir tür yıl
lık haraç sistemiyle alacaklısına bağlanarak ödeyebilece
ği bir noktaya geldi. Toprağmı elinden kaçırdı ya da bir
serf oldu çıktı.
Temenos öncelikle askeri hizmetin karşılığı bir ödül
dü, fakat bir tanrının hizmetine de adanmış olabilir. Ger
çekten de başkan genellikle bir rahip olduğu için iki
tipi birbirinden kesinlikle ayıramayız. Temene’nin rahip
ailelere ayrılması, toprağın soyluların kontroluna girişi
nin başlıca yollarından biriydi. Tanrı nasıl hizmetinde
kullanacağı bir başkana sahipse, başkan da içinde otu-
96
KABİLEDEN DEVLETE
racağı bir ev ve yaşamını sürdürebileceği buğday tarla
ları istiyordu. Çoğu durumda, kendi temenos’unun ürü
nüne ek olarak bir de ondalık (öşür) alıyordu. Ondalık'm
kökeni, klanın tanrısıyla paylaştığı ortak yemeklere yapı
lan katkıda yatmaktadır; ancak rahipler artık halkla tan
rıları arasmda herkesin kabul ettiği aracılar olmuştu; bu
yüzden de tanrı, yiyeceğini yalnızca onlarla paylaşıyordu.
Rahiplik, daha Mykene döneminde iyi örgütlenmişti.
Miletos’taki Branchidai, Eleusis’teki Eumolpidai tapımları gibi klan tapımlarmdan ve Delphoi’deki sınırlı sayıda
soylu ailelerden hizmete çağırılan Apollon rahipliğinden
açıkça bellidir bu. Fakat dinin toprak sahibi sınıfın eko
nomik egemenliğini güçlendiren bir yol olarak bilinçli bir
biçimde örgütlenmesi ancak İ.Ö. sekiz ve yedinci yüzyıl
larda oldu. Bu süreç, geçmişle herhangi bir açık kopma
taşımadığı için karşı konulması daha da zorlaşıyordu, çün
kü klan başkanı hep dini bir lider olarak tanınmıştı geç
mişte. Klan tapımı şimdi yalnızca başkanın ailesine özgü
kalıtsal bir hizmet olmuştu; klan başkanlan da en bü
yük toprak sahibi olarak, dini yetkilerini kendi maddi çı
karlarını güven altına almak için kullanarak klanlarına
karşı birleşiyorlardı. Bu yetke dolayısıyla ata gelenekle- *
rinin ve töresel haklann onaylı yorumlayıcıları ve yurt
taşlar arasındaki anlaşmazlıkların yargıçları olmuşlardı;
bir tanm ekonomisinde bu tür anlaşmazlıklar hemen he
men bütünüyle toprakla ilgili olduğu için de toprak sa
hipleri olarak kendi çıkarları iyi bir biçimde korunmuş
oluyordu. Böylece, kabile sisteminde kendilerine tanınan
ayrıcalıkları genişleterek bu sistemi devlete dönüştürmüş
lerdi.
Kabileden devlete bu geçiş, aristokrasi yönetiminde
adam öldürme yasasının gelişiminde çok açık bir biçim
de kendini gösterir. Daha önce açıklandığı gibi (s. 53)
kabile toplumunda klan için adam öldürme aforozla ce
zalandırılıyordu, oysa klanlar arası adam öldürme, kur
banın klanına suçlunun klanından ödence (tazminat) al
ma yükümlülüğünü yüklüyordu. Her iki durumda da gi-
ARİSTOKRASİ
97
rişim klandaydı. Am a şimdi, toprağın mülk edinilmesiy
le yaratılmış yeni koşullarda, klan kendine karşı bölün
müş durumdadır. Buna göre de, öç alma zorunluluğu, da
vada girişimin yine kurbanın yakınlarına bırakıldığı hal
ler dışında, ortadan kaldırılmış oluyordu; bütün adam öl
dürme eylemleri, ne olursa olsun, aforozla cezalandırıla
bilir suçlar gibi işlem görmektedir.
Kabile toplumunda, gördük ki, klan içinde adam öl
dürme nedeniyle aforoz edilmiş olan kişi, edinilme yo
luyla bir başka klana kabul edilebiliyordu. Germen ka
nıtlarında bu oldukça açıktır, Yunanistan’daysa yakancılarm kabulüne ilişkin törelerde izlenebilir. Yakancı bir
hiketes idi, size başvuran biri — bir yabancı; yakan ey
lemiyse, aslında, edinilmek için yapılmış bir başvuruydu.
Odysseus da Phaiak’lann krallık sarayına girdikten son
ra Kraliçenin dizlerine kapanır, sonra da ocağın külleri
içine bağdaş kurar, bunun üzerine Kral onu elinden tu
tar ve masaya götürür, en sevdiği oğlunun kendisi için
boşalttığı sandalyeye oturtur. Yakancı bundan daha açık
nasıl söyleyebilirdi: Sizin çocuğunuz olayım, daha doğru
su, sizin çocuğunuzum ben. Evlat edinilmeyi rica eder,
ricası kabul edilince de bir akraba davranışı görür.
Toplumdışmm evlatlığa bu kabulü adam öldürme hakKmdaki aristokrat yasanın bir başka yönünü açıklar bi
ze. Adam öldüren toplumdışı edilirdi, ama anndıktan
sonra yeniden topluluğa kabul edilebilirdi. Bu da rahi
bin yönettiği bir törenle olurdu; böylece rahipler şiddet
suçlannm ele alınmasında tek seçimi kendilerine ayırmış
oluyorlardı. Fakat erginleme törenini incelerken göreceği
miz gibi, evlatlığa kabul işlemi gibi armma işlemi de
rejenerasyon ya da yeniden doğma fikrine dayanır. Bu
nedenle, her iki durumda da — aforoz ve arınma— kabile
toplumundan gelmekteydi, her iki durumda da aristok
rasi yönetiminde meydana gelen değişiklik, girişimin klan
dan devlete geçişiydi. Akrabalık fikri insanların kafasın
da bir kenara atılamayacak kadar derinde kök salmıştı,
bunun için de soylular halka, Bizler hepimiz bir soyda
98
KABİLEDEN DEVLETE
nız, öyleyse her türlü adam öldürme soya karşı işlenmiş,
onaylı yetkililerin ele alması gereken bir suçtur, derlerdi.
Kabilenin akrabalık kavramı genişlemiştir, fakat sınıf ay
rımı derinleşmektedir.
Attika’da ceza yasalarında yedinci yüzyılın başların
da ulaşılan bu gelişme, Delphoi'deki Apollon rahipliği
nin politik etkisine çok şey borçluydu; Sparta’yla yakın
işbirliği içinde çalışan bu rahiplik, aristokrasinin, toplum
sal işlevi konusunda Ortaçağ Papalığı kadar bilinçli ve
onun kadar güçlü din kalesi haline gelmişti. Sıradan hal
kın gözünde, yalnızca, ammsanamayacak kadar eski ge
leneklerden bir kopuş değil, aynı zamanda özel mülkiye
tin gelişmesiyle birlikte kışkırtıcı nedenlerin arttığı bir
suçun yargılanmasında yöneticilere tam bir teslimiyet an
lamına geliyordu bu.
Şimdi, Sparta’dan farklı, İonia’dansa daha yavaş ge
lişmiş olan erken Attika tarihine dönelim. Attika, ana
karanın, yayılmalar dönemini fazla karışıklığa uğrama
dan atlatan sayılı bölgelerinden biriydi, sonuç olarak da
onun gelenekleri bizi ta Mykene Çağma götürür. Çok şey
hâlâ karanlık olarak kalıyorsa da, bu konu Wade-Gery’
nin Thulcidides ve Aristoteles’ten gelen kanıtlan dikkatli
bir biçimde çözümlemesiyle büyük ölçüde aydınlanmış du
rumdadır.
Kekrops ve ardıllarının yönetimi altında Attika, her
biri kendi başkanlarma (ârchontes) ve kendi prytaneion'
una ya da danışma meclisine — daha sonraki bölümde üze
rinde çok şey söyleyeceğimiz bir kurumdur bu— sahip da
ğınık kabile toplumlannm oluşturduğu gevşek bir fede
rasyondu. Atina’da da Atina’lı kralın başkanlığında bir
Kraliyet Danışma Meclisi vardı; bu başkanlar da onun
içindeydi; fakat banş zamanında kendi yerel özerklikle
rinden hoşnut oldukları için bu meclise katılmazlardı. Bu
nu, Homeros şiirlerinden çıkan, erken krallığın temelinin
askeri olduğu kanıtını da böylece doğrulayan Thukidides’ten öğreniyoruz.
Bir süre sonra, daha önce verdiğimiz
nedenlerden
ARİSTOKRASİ
gg
dolayı, bu yerel başkanlar, izleyicilerinkinden farklı ortak
çıkarlar geliştirdiler. Atina’da oturmaya başladılar; ora
da, Kral Theseus’un yaptırdığı yeni prytaneion’da topla
nan meclise düzenli olarak katılıyorlardı, yerel meclisler
se ortadan kalkmıştı. Yerel özerkliğin yerine merkezi kont
rol geçmişti. Başkanlar yönetici bir smıf oluşturmak üze
re birleşmişlerdi. Bundan sonra devlet, hâlâ ârchontes de
nilen, yeniden oluşturulan Meclisin ilk üyelerinin erkek
çizgisinden gelen ailelerden yine kendilerince seçilen yet
kililerce yönetildi. Meclisin kendisi, görev süreleri ayın
ailelerden üyeliğe çağırılan diğerlerinin katılmasıyla sona
ermiş olan drchontes’lardan oluşmuştu. Eupatridai yöne
tici kastı bu şekilde ortaya çıktı.
Attika geleneğinde bu değişikliklerin tümü Theseus’un
saltanatında toplanmıştı, ama gerçekte birçok yüzyıla ya
yılmış olmalı. Özellikle krallığın çöküşü çok yavaştı. Gö
reve önceleri krallık klanı içinde seçimle geliniyordu, son
ra Eupatridai’nin geriye kalanına da açıldı, o zaman gö
rev süresi on yıla, en sonunda da bir yıla indirildi. Bu
son aşamaya ancak yedinci yüzyılın başlangıcında ulaşıl
dı. Ondan sonra bile, artık kendine verdiği adla ârchon
basileus, krallık zamanından kalma işlevlerini yerine ge
tirmeye ve Meclise başkanlık etmeye devam ediyordu.
Wade-Gery'nin de gösterdiği gibi. Thukidides'in ve Aris
toteles’in bu gelişmeye değgin anlattıkları, birbirinden ba
ğımsız da olsa, oldukça tutarlıdır. Zamandizinsellik dışın
da temelde doğru olduklarından pek kuşku duyulamaz.
Burada, beşinci yüzyıl Atina ulusçularının, demokrasileri
nin kurucusunun Theseus olduğuna değgin savlarıyla ge
lenek saptırılmıştır. Attika'nm merkezileştirilmesine, bu
işe gönülsüz yerel başkanlara zorla kabul ettirilmiş bir
demokratik reform olarak; monarşinin çöküşüneyse, ver
dikleri yeni unvanları Eupatridai’nin yüzlerine fırlattık
tan sonra çekilen Theseus yönünden onurlandırıcı bir öz
veri eylemi olarak bakılıyordu.
Thukidides ve Aristoteles’teki
öznel öğeler kolayca
100
KABİLEDEN DEVLETE
ayıklanabilir, fakat ne yazık ki Wade-Gery, çağdaş oldu
ğu için daha da sinsice olan kendi önyargılarını sokmak
tadır araya. Yani, Meclis üyeliğinin neden Eupatridai’yle
sınırlı tutulduğunu sorduğunda ve buna «işlevleri, aris
tokratik bir toplumda ancak kalıtsal bir aristoi'ce uygun
bir biçimde yerine getirilebilir işlevler olduğu» için ya
nıtını verdiğinde, toplumu aristokratlaştıranlann, kendi öz
çıkarları peşindeki bu aristoi’ler olduğunu unutuyor gibi
bir tehlike içine girmektedir. Yönetici sınıfın, gücünü do
ğal bir yönetme yeteneğine borçlu olduğu gibi eleştirel
olmayan bir varsayıma karşı çıkmak gerekir.
Dor yayılmasını izleyen dönemde Attika’nm, belki de
Peloponesos’taki karışıklığın da yardımıyla, denizaşırı ti
carette bazı ilerlemeler gösterdiğine değgin belirtiler var;
fakat bu hareket yedinci yüzyılda Ege-ötesi ticaret yolu
üzerinde daha uygun bir durumda olan Aiginia’nın reka
betiyle durdurulmuş gibi görünmektedir. İ.Ö. yaklaşık 632’
de, Megara tiranı Theagenes'in kızlarından biriyle evlen
miş olan Kylon adlı Cklam belirsiz) bir asil, Atin a’da bir
tiranlık kurma girişiminde bulundu. Theagenes’in gücü
yünlü kumaş ticaretine dayandığına göre Kylon’un da ti
cari ilişkileri olması mümkündür; fakat, eğer öyle ise. A ti
na’daki ticari çıkarlar toprak sahiplerine başarılı bir şe
kilde meydan okuyacak kadar güçlü değildi, çünkü Kylon’
un girişimi boşa çıkmıştı. Athena Polias tapmağına sığın
dıktan sonra zamanın archon'u olan, Alkmaionidai’lerin
önderi Megakles’in kışkırtmasıyla öldürüldü. Kylon’un er
kek kardeşi ve ailesi ömür boyu sürgüne mahkûm edildi,
fakat yandaşlan, sığınma hakkını çiğnedikleri için Alkmaionidailerin sürgününden kurtuldular. Birkaç yıl sonra,
Eupatridai, Drakon tarafından hazırlanan bir yasalar ki
tabı yayımladı; kendi girişimleriyle böyle bir adım atmalan olası olmadığına göre, bunun da tüccar sınıfından ge
len bir baskının sonucu olması mümkündür. Daha önce
tartışmış olduğumuz, adam öldürmeyle ilgili maddeler dı
şında Drakon'un Yasa Kitabı hakkında bütün bildiği
miz şey, küçük tarım ürünü hırsızlıklarının ölüm cezasını
ARİSTOKRASİ
101
gerektiren bir suç haline getirildiği ve genellikle yasanın
kanla ysızılmış olduğunun söylendiğidir.
Asya kıyısındaki kentlere dönersek, kendimizi yine çok
farklı bir durumda buluruz. Her şeyden önce, bu toplu
lukların hepsi yenidir, fethedilmiş bir toprağı işgal et
mek gibi eski bir geleneğe uygun olarak anakaradan göç
eden göçmenler tarafından kurulmuşlardır; fakat kendi
leri de karışık bir tip olan yeni gelenlerin Grek olmayan
yerli halkla daha da karışmaları yönünden Peloponesos’
taki Dor yerleşim bölgelerinden farklıydılar.
İkinci olarak, bu devletler karadan ve denizden önem
li coğrafik bağlantılara sahiptiler. Asya tarafındaki iç böl
geler Phrygia, Maionia ve daha sonra da Lydia gibi zen
gin ticari krallıkların yönetimi altındaydı, bunlar da Babil ve Suriye ile ilişkideydiler. Doğu sanatmın etkisi Homeros şiirlerinde bile izlenebilir. Dahası, Odysseia'dan öğ
rendiğimize göre, Fenike tüccarları daha o zamanlar Ege’
de etkindiler; Asya Grekleri, abece de' içinde ticaret tek
niğini onlardan almıştı.
Homeros şiirlerinden öğrenebildiğimiz kadarıyla seki
zinci yüzyılın sonuna kadar İonia ekonomisi birincil ola
rak tarıma dayalıydı, fakat ondan sonraki dönemde de
niz ticareti ve kolonileşme o denli hızla ve yaygın olarak
gelişti ki — Kırım ’dan güney İtalya’ya, Sicilya’ya ve Kuzey
A frik a’ya kadar uzanan— toprak için savaşım nispeten
kısa sürmüştü. Topraksız insanlar kaderlerini denizlerötesinde aramaya yüreklendiriliyordu. Toprağı ele geçirme
nin meydana getirdiği iç baskılar koloni genişlemesinde
bir çıkış noktası bulmuş oldu, bu da ticaret olanaklarını
çoğaltarak toprak sahiplerinin durumunu zayıflattı. Y e
dinci yüzyılın sonunda İonia’nın başta gelen kentlerinde
politik kontrol, toprak sahibi aristokratların elinden, ta
rihsel işlevleri bundan sonraki bölümde incelenecek olan
tiranlar ve ticaret prensleri tarafından zorla çekilip alın
dı. Şimdi üzerinde düşünmemiz gereken şey, aristokrasi
nin yükselişinin temelinde yatan ekonomik ve toplumsal
102
KABİLEDEN DEVLETE
değişikliklerin, Yunan şiiri ve düşüncesi üzerindeki etki
sidir.
Sekizinci yüzyıl Boiotia’sında yaşamış olan Hesiodos'
un şiiri zamanının bir belgesi olarak özellikle değerlidir,
çünkü Hesiodos’un kendisi bir yönetici sınıf üyesi değil
dir. Bir küçük çiftçiydi o, Ege'nin öteki yakasından Kym ai’
den gelen bir göçmenin oğluydu, epik gelenek konusunda
eğitimini oradan aldığı kuşkusuz. Köylülere karşı tutumu
aynı zamanda koruyucu ve önleyicidir. Rekabetin artan
şiddetine ve yönetici toprak sahiplerinin zorbalığının ya
rattığı acılara karşı uyanıktır; ama amacı tutucu olduğu
için —yerleşik düzeni sürdürmek— her sınıfı sırasıyla,
savlarını yumuşatmaya çağırır. Soylular, güçlerini kötüye
kullanmamaları — her şeyden önce, çarpık, hileli yargı
lar vermemeleri— konusunda uyarılır; köylülere, çok ça
lışmak ve verimi artırmak yoluyla topraklarını en iyi bi
çimde işlemeleri ve yoksunu oldukları şeye göz dikmektense ellerindekinden yararlanmanın daha iyi olduğunu
unutmamaları salık verilir. Bu tutum, bugün ilk kez or
taya çıkan bazı atasözlerinde kristalleşmiştir: Hiçbir şe
yin fazlasına bakma; gereğinden fazlası için çabalama;,
her şeyde ölçü en iyisidir; acı, hissetmeyi öğretir. Dün
yaya bakışı Chaucer’ın Papaz’ınm ağzından dile getirilen
ortaçağ skolastiklerini anımsatır bize o: «Bildim ki, her
şeyin bir üstü vardır, aklın akıldan üstün oluşu gibi; ve
hüner o ki, insanlar görevlerini gerektiği gibi yapsın, fa
kat şüphesiz, zorbalıklar ve sizden aşağıdaki kimselere kö
tülük etmek lanete layıktır.» Chaucer’ın Papaz’mm İngil
tere’si de, köylülerin buna benzer zorunluluklarla efen
dilerine bağlı olduğu tarımsal bir ekonomik temele sa
hipti.
«Ölçü» ya da m etron’la ilgili atasözü olmuş ünlü öğ
reti Homeros şiirlerinde görülmez. Buna en yakın şey, Poseidon’un Zeus’a kendi moira sı içinde kalması uyarısmı
yaptığı pasajda bulunur; ama genellikle, bu konuyu tar
tışırken görmüş olduğumuz gibi, moira’nm anlattığı şey,
toplumun her üyesinin, emeğinin ürünündeki paydan ya-
ARİSTOKRASİ
103
rarlanma kesin hakkıdır. M etron fikri yeni bir kılık için
deki m oira'dır, ama vurgu, anlamlı bir biçimde olumsuz
yöne kaymıştır: bu kadar ve fazlası yok. Homeros şiirle
rinde sözcük yalnızca somut anlamda, bir ölçü aleti ya da
belli miktarda mısır, yağ ya da şarap anlamında kullanı
lır. Toprak sahibi aristokratlar yönetimi altında serf, üret
tiğinin belli bir miktarını efendisine vermek zorundaydı;
efendi bu yükümlülükten fazlasını isteyemez, serfse daha
fazlasını elinde tutamazdı. Bir tarım ekonomisine özgü
ekonomik ilişkiler, ahlâki bir ilke olarak yansır, bu da
apaçık bir yaptırım olarak bu ilişkileri çevrelerdi.
Aynı fikir, aristokratik şiir yoluyla Alkman’dan Pindaros'a kadar uzanır. Delphoi’deki Apollon tapmağının
girişinde kazılı «Kendini Bil» formülü, «Hiçbir şeyin faz
lasına bakmamın bir değişik şeklinden başka bir şey de
ğildir: sen bir ölümlü olarak sınırlarını bil ve çok yük
seğe göz dikerek, tanrı olma yollarını arayarak kutsal
cezayı çağırma, demektir. Bütün tutkulu arzuların tehli
keli ve cezaya lâyık olduğunu söyleyen bu görüşün için
de va r olan bir öğedir bu. Toplumsal temelinin büyük öl
çüde ortadan kalktığı bir çağda aristokratik ideallerine
bağlı kalmış olan Pindaros’ta Olympos tanrıları ve tanrı
çaları, dış görünüşleriyle Homeros’unkilerle aynı olma
sına karşın, sorumsuz neşelerini yitirmişlerdir — görkemli,
heybetli görünüşleri vardır, ama acımasızdırlar.
Hesiodos’tan sonra epik sanat giderek yaratıcılığını
yitirdi, fakat onun içinden epik hexameter’e ve epik leh
çeye dayalı eleji beyitleri ortaya çıktı. Elejik şiir genel
likle laiktir, bu bakımdan da epik geleneği sürdürür. Bu
nunla birlikte, koral lirik sanatı, aristokrasi için çok da
ha önemli ve daha çok ona özgüdür.
Savaştaki önderlikleri dolayısıyla halkın yağmanın
aslan payıyla ödüllendirdiği Akha başkanları, kabile ve
klan zincirlerini koparıp kendilerini zorla kabul ettirme
yoluna girdiler; buna uygun olarak da şiirleri, yani epik,
laik, dinamik ve bireyciydi. Bu başkanlann yerini şimdi
üretim çalışmasından kopmuş, yakın bir işbirliği içinde
104
KABİLEDEN DEVLETE
halka karşı birleşmiş yerleşik toprak sahipleri almaktay
dı. Onlar da kendileriyle uyrukları arasındaki klan bağ
larım koparmışlardı, ama kendi saflan içinde her aile ka
lıtsal ayrıcalıklarının belirtkesi olarak geleneksel tapanı
nı sıkı bir biçimde sürdürüyordu. Bu yüzden de aristok
rat şür dincidir, statiktir, kolektiftir ve yapı bakımından
epikten daha ilkeldir. Onun en karakteristik biçimi olan
koral od, aslmda doğrudan totemci klanın atasal tören
lerinden kalmadır.
Koral od bir İlâhidir, b ir tören şarkısıdır, ölülere bir
ağıttır, ya da Oyunlarda kazanılan bir utku için söylenen
bir zafer şarkısıdır. Özü hâlâ törenseldir— kurban töreni,
adak töreni ya da kahramanı yurda dönüşünde karşılama
töreni. Pindaros’un od’unun merkezinde mit bulunur, açı
lış ve başlangıçtaki zafer övgüsü arasında yer alır; bu mi
tin işlevi, klanının ata şanlarını kutlamaktır. Buna benzer
bir biçimde, bu odların yapılan, bestelendikleri sınıfın du
ral birliğiyle uyum içinde, titizlikle biçimseldir, bütünüy
le dramadışıdır. Söyleyişte de (diction) epikten çok uzak
tırlar. Homeros’un deyişi sadedir, kendiliğindendir, bilinçli
yapaylıktan iz yoktur onda; toplumsal aynlıklann henüz
taşlaşmadığı bir toplum ortamıdır. Tarihsel misyonlannm
henüz bilincine varmamış oldukları bir zamanda Spartalılar için şiir yazmış olan Alkman’m koral od’larmda da
aynı akıcılıktan bazı izler bulunur. Olgun Sparta, Stesikhoros’un parçalannda görülür — heybetli, cesur, tum
turaklı; bu eğilim ler Pindaros tarafından yetkinliğe ka
vuşturulur-, dinsel törenin resmi, yüksek tonu, onun elle
rinde, işlenmiş, kendi bilincinde, zor beğenir aristokrat
sanatın en yüksek noktasına çıkarılır.
Aristokrat şiirin gelişimi, beklenileceği gibi, Aiolis ve
İonia kıyıları boyunca çok hızlıydı. Kolektif uzun koral
od’un bir zamanlar Küçük Asya sahillerinde var olduğu,
Sardis’li Alkman’m ve Lesbos’lu Terpandros’un kayıtla
rından bellidir; fakat bu şairler Sparta’ya göçtüler ve Kü
çük Asya’da koral od. Alkaios’un ve Sappho'nun kişisel li
rikleri olan monodi’nin kalıpları içine sıkıştı. H er ikisi de
ARİSTOKRASİ
105
eski soylular sınıfmdandı, fakat o günlerin Lesbos’unda
toprak sahiplerinin politik üstünlüğü zaten çökmek üze
reydi, bunun sonucu onlarla halk arasındaki toplumsal en
geller yıkılmaktaydı. Sappho’nun od’u küçük fakat ay
dınlanmış bir aristokrat çevrenin içli bireyciliğiyle incel
miş ve zenginleşmiş halk şarkısının sadeliğine ve yo
ğunluğuna sahiptir.
Fakat Yunan aristokrasisinin en büyük başarısı — şiirdekinden de büyük— İonia bilimiydi. Bu hareket Asya
sahilleriyle sınırlıydı, çünkü ticaretin hızlı gelişimi nede
niyle, üretim çalışmasıyla doğrudan ilişki, bilime ve şiire
daha bir canlılık getirmişti. İonia bilimi bir ticaret aris
tokrasisinin eseriydi. Kurucusu Thales'in kendisi, çok gez
miş ve söylendiğine göre bir yağ tekeli kurmuş bir tüc
cardı. Geliştirdiği iki bilim olan geometri ve astronomiden
birincisi, tanmın ve mimarinin gereksinmeleriyle, İkinci
siyse denizötesi ticaretin gelişmesinde yeterli bir seyrüse
fer tekniğine olan gereksinimle ortaya çıkmıştı. Her iki
sinde de, Mısır ve Babil’le temaslarından elde ettiği bilgi
leri Yunanlılara sunmaktan biraz daha fazla bir şey yap
mıştı; fakat yine de doğrudan bir gereksinime hizmet edi
yordu; bu yolla, bu tekniklerden elde edilmiş olan bilgileri
bir tek kuramda: evrenin kökeni ve gelişmesi kuramında
düzene koymayı amaçlayan İonia felsefe okulunun temel
lerini atmışta. Bu son aşamaya ancak İonia ticareti çök
me dönemindeyken ulaşılması anlamlıdır. Anaksimandros’
un yapıtı (İ.Ö. 611-547) Miletos’ta tiranlığm çöküşünü iz
lemiş olan yıkıcı içsavaşlar sırasında meydana getirilmişti.
Bu felsefecilerin kendilerini adadıkları temel soru, de
ğişme sorunuydu: dünya bugünkü durumuna nasıl geldi?
Bu soru temeldir, çünkü hiçbir zaman dural olmamasına
karşın, ilkel sürünün Asya kıyısında kabile ve klan te
melinden Yunan yerleşim biçimine ilk parçalanmasından
beri kesiksiz bir devamlılık sürdürmüş olan insan toplumunun eski yapısı, sınıf savaşımı ile çatırdamaktaydı ar
tık. Moira çözümlemesinde gördüğümüz gibi, bu yapı Yu
nan düşüncesinin biçimlendirdiği kalıptı-, fakat bu kalıp
106
KABİLEDEN DEVLETE
parçalanıyordu artık, bu yapıyı dile getirmek için biçim
lenmiş olan geleneksel düşünce tarzları, bu yapının yerine
geçmekte olan yeni toplumsal yapının meydan okuyuşuyla
karşı karşıyaydı. İonia aristokrasisini, içinde yaşadıkları
dünyanın kökenini ve evrimini soruşturmaya iten de, işte,
kalıtsal fikirlerle çağdaş gerçeklik arasmda birdenbire
ortaya çıkan bu çelişkiydi. Geleneksel fikirler, ilk kez ol
mak üzere, bilinçli olarak uygulanan bilimsel bir yöntem
halinde düzenleniyordu.
Dünya düzeni için kullandıkları sözcük kosmos idi.
Bu sözcüğün birincil anıştırması (yananlamı) toplumsal
dı; bu yananlamsa, — Girit'in kosmoi'si, Lokroi’nin fcosmopoleis'i gibi— birtakım politik terimlerde hâlâ yaşamı
nı sürdürüyordu. îlyada’da hosmeo fiili yalnızca iki an
lamda kullanılır: birliklerin savaş için düzenlenmesi ve
işgal edilmiş topraklara kabilelerin yerleştirilmesi anlam
larında; birlikler, kabileler ve fratriler halinde düzenlen
dikleri için bu iki anlam gerçekte aynıydı. Böyleee, İonia'lı
filozoflar dünya düzenini kabile düzeni terimleriyle tanım
lıyorlardı. Dünyayı bir düzene indirgemede, doğallıkla ve
kaçınılmaz bir biçimde, geleneksel düşünce tarzlarında var
olan düzen kavramından yola çıkıyorlardı.
Toplumun bu kabile yapısı, farklılaşmamış ilk çekir
değin organik bölünmesiyle evrimleşmişti. İlkel sürü klan
lara bölünmüştü, klanlar klan gruplanna. Bu birimler için
deki birimler, karmaşık bir işbirliği ve yarışma, karşı
lıklı rekabet ve iki taraflı hizmetler ağı içinde bir arada
tutuluyordu. Klanlar üretim işinde işbirliği yapıyor, say
gınlık elde etmek için yanşıyordu. Birbirinden evlenmeyle
birleşiyor, kan davalanyla aynhyordu. Bu zıt güçlerin et
kileşmeleriyle ortaya çıkan gerginlik — işbirliği ve yarış
ma, bir araya gelme ve düşmanlık, çekme ve itme— ka
bile sisteminin dinamiğiydi, özel mülkiyetin gelişimi onun
iç dengesini bozuncaya kadar da yaşamını sürdürdü. Yu
nanistan’da, ilk sarsıntısını askeri önderlerden bir yöne
tici sınıfı — daha sonra toprak sahibi bir aristokrasi olarak
güçlenecek bir sınıftır bu— ortaya çıkaran fetih savaşları
ARİSTOKRASİ
107
sırasında geçirmişti. Ve bu çözülme hiçbir yerde İonia’
daki kadar hızlı olmamıştı. Asya sahillerindeki İonia yer
leşenleri, Sparta’daki Dor fatihleri gibi, bir kabile teme
linde örgütlenmişlerdi, bu örgütlenmeyi denizaşırı kolo
nilerinde de sürdürdüler; fakat Sparta’lı fatihler saflarını
sıklaştırabildikleri halde İonia’lı Yunanlılar sistemlerinin,
gözleri önünde, ticaret potasında eridiğini gördüler.
Anaksimandros, fiziksel evrenin to âperion (sınırsız!
adını verdiği, uzamsal olarak sonsuz, niteliksel olarak be
lirsiz bir şeyden, hareket yoluyla meydana gelmiş birta
kım maddelerden oluştuğunu düşünüyordu. Bir başka de
yişle, evren bir tek ilk çekirdekten farklılaşma yoluyla
evrimleşmişti. Dünya düzeni nasıl farklılaşma yoluyla
meydana geldiyse, aynı şekilde benzeşme yoluyla yok olu
yordu. Türev maddeler hiç durmadan birbirine saldırıyor,
sonuçta içinden çıktıkları farklılaşmamış birinci madde
içine emilmek yoluyla kimliklerini yitiriyorlar. Anaksimandros’un sözleriyle söylersek, «zaman sırasına göre, bir
birinin adaletsizliklerini cezalandırıyorlar.»
Bütün bunlar İonia düşüncesinin kökenleriyle ciddi
olarak uğraşan çağdaş birkaç araştırmacıdan biri olan
Com ford tarafından açıklanmaktadır. Biraz önce alıntı
ladığımız Anaksimandros’un cümlesi açıkça m etron fik
rine (kurulu düzenin devamı için belirlenen «ölçülerin»
ya da sınırlamaların gereğince gözlenmesi gerektiği kav
ramı) dayanır; gördüğümüz gibi, bu kavram, ilkel moira
fikrinin aristokrasi tarafından yeniden yorumlanmasın
dan başka bir şey değildir. Bu yüzden Comford, Anak
simandros’un ikincil maddeleriyle Yunan kabile toplumunun m oira'sı arasında ilişki kurmakta çok haklıdır. Var
dığı sonuç, «cezayı ödeme» için kullanılan deyimin ay
rıntılı bir incelemesiyle doğrulanmaktadır: Latince poenas
dare'ye karşılık olan didonai diken kai tisin. îmdi, Calhoun’
un da gösterdiği gibi, diken didonai deyimi (tisin didonai
bunun İon dilindeki bir değişkeninden başka bir şey de
ğildir) yalnızca ilkel kendine-yardım'dan türemiş olan özel
dava ile ilgili olarak kullanılıyor; bundan başka, birincil
108
KABİLEDEN DEVLETE
olarak adam öldürme için ödence ya da bedel vermek
anlammda kullanılıyor. Yani, Anaksimandros bir madde
nin bir başkasma saldırışını, rakip klanlar arasında kan
gütme ya da kan davası terimleriyle tanımlamaktadır.
Bu nedenle de Anaksimandros’un fiziksel evren hakkmdaki kuramının, temelde ilkel düşüncede var olan an
lamların bilinçli bir gerçekleşmesi olduğu açık gibi gö
rünüyor. İlkel maddeciliğin ilkel toplumun silinip gittiği
bir sırada kristalleşmiş ve formülleşmiş karakteristik gö
rüşüydü bu.
GÖNDERMELER
Comford, F.M. From Religion to Philosophy (Dinden
Londra, 1913.
------------------ Principium Sapientiae, Cambridge, 1952.
Felsefeye),
VI
TİRANLIK
İ.Ö. Yedinci ve altıncı yüzyıllardaki ekonomik ve po
litik değişiklikler — ticaretin gelişmesi, tüccar sınıfının
ortaya çıkışı, kentlerin inşası— bu değişikliklerin su yü
züne çıkardığı uzak erimli bir teknik ilerlemeyle yoğun
laşmıştı. Dokunduğu her şeyi altına çeviren Phrygia kra
lı Midas’ın öyküsü bir halk masalı olarak hâlâ bellekler
de; üzerinde sihirli mührü olan altm yüzüğünün yardı
m ıyla kendisini görünmez yapan, kralın sarayma gizlice
girip onu öldüren ve kendini kral ilân eden Lydia’lı
Gyges de aynı derecede ünlüydü eski çağlarda. Her iki
söylencenin de tarihsel bir temeli vardır. Madeni parayı
bulanlar, Sipylos’un ve Tomolos’un altın ve gümüş ma
denlerini işleten Phrygia'lı ve Lydia’lı tüccarlardı. Midas
ve Gyges de parasal güçlerini krallığı ele geçirmek için
kullanmış olan tüccar prenslerdi. Bu, parayla kral olmuş
kişiler geçmişin krallarından o denli farklıydılar ki, yeni
adla çağınlıyorlardi: tyrannoi, ya da tiranlar.
Gyges masah, madeni paranın evriminde son aşama
yı göstermektedir: değerinin garantisi olarak üzerine ün,
lü bir tüccarın belirtkesi vurulmuş metal kullanımı. Demir
çubuklar, altm ve gümüş kaplar, alışverişi kolaylaştırmak
için uzun zamandan beri kullanılmaktaydı, fakat büyük
olmalan ve kabul edilmiş bir standartlan olmayışı dola
şımlarını sınırlandırıyordu. Ticaret, genellikle takasa ba
ğım lı olmuştu, yani büyük ölçüde ani gereksinimle-
110
KABİLEDEN DEVLETE
rin yerine getirilişiyle sınırlıydı. Yeni madeni paralar,
bu gelişmemiş araçların tersine hafifti, standartlaştırılmıştı ve devlet garantisi altındaydı. Gyges’in yüzüğü gibi
her yere girebiliyordu. Ateşin, dünyanın yapılmış oldu
ğu birincil madde olduğunu söyleyen Herakleitos’un söz
leriyle söylersek, «ateş her şeyle değiştirilir, her şey de
ateşle; tıpkı altının eşyalarla, eşyaların da altınla değiş
tirilişi gibi.»
Paranın kullanımı yaygınlaştıkça tüccarlar, birbiri
ardından birçok kentte, güçlerini doğuştan, varlıklarını
ise topraktan almış olan eski soyluların politik ayrıcalık
larına meydan okuyorlardı Sappho ve Alkaios, Penthilidai’nin, soylu bir aileden bir kızla evlenen tiran Pittakos
tarafından devrildiğini görmüşlerdi; Ephesos Basilidai’si
aşağı yukarı aynı sırada düşmüştü; yedinci yüzyılın so
nunda Thrasyboulos, Miletos'ta tirandı. Bu sırada ana
karada Korinthos Bakchiadai’si Kypselos tarafından devirildi, bir süre sonra da Sikyon’da Orthagoras, M egara’
daysa Theagenes tarafından tiranlıklar kuruldu Bu ilk
tiranlardan birçoğunun tüccar sınıfından olduğu, hepsi
nin Ege-ötesi ticaret yolu üzerinde kurulmuş kentlerden
olduğu bilinmektedir.
Attika’da tiranlığm gelişimi daha yavaştı, bu yüzden
de izlenmesi daha kolaydır. AtinalIlar yedinci yüzyıldaki
koloni genişlemesinde fazla bir rol oynamamıştı, dolayı
sıyla içerdeki toprak mücadelesi daha şiddetli oldu.
Ticaret özgürlüğü, iktidarlarının ekonomik temelinin
para tarafından oyulduğunu gören Eupatridai'lerin kontrolundan kurtulma demekti. Toprak sahipleri, bu nouveaux riches'lerin (sonradan görmeler, çev.) rekabetiyle kar
şı karşıya kalınca, köylü sınıfını daha da yoğun bir bi
çimde sömürerek kayıplarım karşılamaya çalıştılar. Bu
nunla birlikte sonuçta köylüleri toprağın yeniden bölüş
türülmesi için ayağa kaldırarak, tarımdaki bu huzursuz
luktan kendileri için yeni ayrıcalıklar koparmakta yarar
lanan rakiplerinin oyunlarına gelmiş oldular. Her iki ta
ra f da, toprağa sahip olan aristokrasiye karşı oldukları
T İR A N L IK
111
için tüccarların ve köylülerin çıkarları ortaktı; fakat köy
lüler paranın ortaya çıkışından çok zarar gördüler, en
kötü toprak sahipleriyse köylülerle ilişkileri en azından
geleneksel ve kişisel olan soylular değil, gelenekten hiç
hoşlanmayan ve topraklarını tamamen ticari bir temel
de işleten tüccarların kendisiydi. Bu toprakları ya spe
külatör olarak, yoksul düşmüş soylular'dan satm almak yo
luyla — çünkü paranın ilk etkilerinden biri toprağın alı
nıp satılmasını kolaylaştırmak olmuştu— ya da soylu aile
lerle evlenerek ve bu yolla onların politik ayrıcalıkların
dan kendilerine bir pay alarak elde etmişlerdi.
Aristokrasinin bu gelişmeler karşısındaki tutumu şi
irlerinde ortaya çıkar. Toprak varlığı Tanrıdan gelir, Tan
rı göklerden yağmur gönderir, bu yüzden de şereflidir,
kalıcıdır bu zenginlik; ticaretle kazanılmış varlıksa, insan
yapısıdır, tehlikeli ve kararsızdır. Kötü bir mevsimin ka
yıpları, Tann’nın yardımıyla gelecek yıl yerine konabi
lir, ama denizdeki bir fırtına tüccarm gemisini bütün
sermayesiyle birlikte batırabilir. Mal peşinde koşmak, teh
likelidir, çünkü göklerin kıskançlığını davet eder. Tut
ku kendini aşmaya sürükler insanı. Daha fazlasını is
terken elindekini de yitirir insan. Kanatlı umutların çe
kiciliğine kapılmış insan, kuş avlayan bir çocuk gibidir.
Tanrılar da kendilerinden üstün kimselerle evlenenleri
kıskanırlar. Pindaros’un anlattığı gibi İksion’un günahı
da buydu. Tanrıların kendisine verdiği onur payından ba
şı dönmüş olan İksion, Göklerin Kraliçesine saldırmaya
kalkışmış, ama ancak bir bulutu kucaklayabilmiş, daha
sonra da Tartarus'a fırlatılmıştı.
Attika’da ilk büyük bunalım altıncı yüzyılın başla
rında oldu. Köylüler başkaldırmanın sınırmdaydılar. En
aşağı sınıfa, üretimlerinin ancak altıda birini kendileri
ne ayırma izni verilmişti. Faiz oranlan yüzde elliye çık
mış olan tefecilerin ağına düşmüş köylüler topraklarını,
çocuklannı, kendilerini satmaya zorlanıyorlardı. Birçoğu,
denizaşırı yerlere sürüklenmişti, birçoğu dilenci ya da
köleydi, bir zamanlar kendilerinin olan topraklarda ev
112
KABİLEDEN DEVLETE
siz yurtsuzdular. Eupatridai, bir köylü isyanım bastıra
caklarsa, mülklerini yitirme tehdidi karşısında onlar ka
dar korkmuş olan tüccarların işbirliğini kazanmak zo
runda olduklarını kabul ediyordu. Bunun için, kendisi de
ticaretle uğraşan bir Eupatridai üyesi olan Solon'a dik
tatörlük güçleri verildi (İ.Ö. 593).
Solon bir devrimci olsaydı tiran yapardı kendini, böylece kendi halkının ilerlemesini bir kuşaktan daha fazla
hızlandırmış olurdu; fakat kuşkusuz, niyeti bu olmuş ol
saydı o göreve de atanamazdı. Eupatridai, adamlarını ta
nıyordu.
Önce, en az değişiklikle köylüler üzerindeki ekono
mik baskıyı hafifletti. Birikmiş borçları silerek ve borç
karşılığı köleliği yasaklayarak toprağın yeniden bölüştü
rülmesi isteklerini savuşturdu. Altıda bir sistemini değiş
tirmek ya da geçerli faiz oranlarını sınırlamak için hiç
bir şey yapmadı. Küçük toprak sahipleri, tefecilerin yağ
masına karşı hâlâ savunmasız durumdaydı, hâlâ topra
ğından atılmak tehlikesi altındaydı. Hiç kuşkusuz, Solon’
un niyetlerinin bir parçasıydı bu, çünkü köylüler topra
ğa bağlı kaldığı sürece, sanayinin gelişmesinin gereği olan
ucuz emek kaynağı olamazlardı. Köle emeğinin sanayi
de sömürülmesi henüz başlamadığı bir zamanda tüccar
sınıfı için çok önemli bir etmendi bu. Ayrıca, Atm alıla
rın Laurion gümüş yataklarını işlemeye başlamaları da
bu döneme rastladı ve emeğin ana kaynağı büyük ola
sılıkla topraklarından atılan köylülerdi.,..
Bundan başka, Solon kabile sisteminin son bulmasın
dan beri çalışamaz durumda olan halk meclisini yeniden
canlandırarak çalışan sınıfa hükümette bir söz hakkı ver
di. Kendi üyelerinden olmasa da archont’lan ve öteki
devlet memurlarını seçen bu organdı. Adam öldürme dı
şında davalara bakmak için bir adalet mahkemesi olarak
da toplanıyordu. Meclisin canlandırılmasının, doğal ola
rak Atina’ya Meclis toplantısı için gidemeyecek kadar yok
sul olan köylülere doğrudan bir yararı olamazdı, fakat
artık kendi yasal güçlüklerini çözebilen zanaatçıların du
TİR A N L IK
113
rumunu önemli bir biçimde düzeltti. Öte yandan, Mec
lisin hemen yanında bir başka organ daha kurdu Solon:
Dört Yüzler Danışma Meclisi; işçi sınıfı bu meclisin dı
şında tutuldu, Meclis yalnızca Danışma Meclisinin önü
ne getirdiği önergeleri onaylayabiliyordu. Solon'un bu or
ganı kurma nedeni hem işçi sınıfı üzerine hem de Areopa
gus Meclisi —eski Eupatridai Meclisinin şimdiki adıydı
bu— üzerine bir kontrol getirmekti. Bu yenilikten ka
zançlı çıkan sınıf, bu yüzden, yeni orta sınıf oldu.
Solon, Eupatridai’leri mallarından mülklerinden ol
maktan kurtardığı için bunun karşılığı bir şey istemek
durumundaydı artık. Doğuştan gelen archont'luk hakla
rından vazgeçtiler. Yönetim görevleri ve bundan sonra
Areopagus Meclisine üyelik için gerekli nitelikler toprak
mülkiyetine bağlandı.
Yani,
varlıklı
tüccarlar ser
mayelerini toprağa yatırmak yoluyla archont olabilecek
lerdi artık, buysa aristokrasinin tekelinde önemli bir ge
dikti; fakat toprak sahibi olmuş bir tüccar, dünyaya ba
kışı ve çıkarlarıyla bir toprak sahibi olmaya doğru git
tiği için tüccar sınıfının bütün isteklerini karşılamıyor
du bu. Wade-Gery’nin sorunu koyduğu gibi:
Solon yönetiminde yeni zenginler yönetici sınıfa gir
mek için toprak almaya hazırliklıydılar; belki de kişisel
m ülkü gerçek mülk haline çevirerek malikâne sahipleri
ne dönüştüler... Fakat kısa süre sonra, böyle yapmış olan
lar kendilerini eski aristokrasiyle sımsıkı birleşmiş •‘top
rak ağası» gibi hissetmeye başladılar; yeni zenginler de
tüccarın b ir tüccar olarak, önce b ir malikâne sahibi ol
maksızın yönetici sınıfa girm e hakkını kazanmak isti
yorlardı.
Areopagus Meclisinin yanı başında Dört Yüzler Mec
lisi kurumu, ticaretin gelişmesi sonucunda, dinsel ve laik
çıkarlar arasında gittikçe artan farklılaşmayı yansıtıyor
du. Yine de, bu sonuncusu artık yalnızca Eupatridai’den
oluşmamasına karşın gericiliğin kalesi olmayı sürdürü
114
KABİLEDEN DEVLETE
yordu. Adam öldürme davalarında yargı hakkının yanın
da, halk mahkemesinin reddettiği davalarda yasal kovuş
turmada bulunma hakkım elinde tutuyor ve yasaların
uygulanması üzerinde, sınırları saptanmış olmadığı için
daha da etkili olan genel gözcülük görevi görüyordu.
Solon'un reformlarının genel anlamı, onun çalışan sı
nıfa karşı tutumu üzerine Adcock’ın yazdıklarından çok
açık bir şekilde ortaya çıkıyor:
Meclis üzerindeki sınırlamalarının gerçek anlamı, po
litikada yönetimi ve ilk girişim i varlıklı ya da orta sını
fın ellerinde tutmaktı. Aristokrat yönetimin halkı yıllar
ca politik yönden eğitimsiz, hırslı önderlerin kolayca al
databildiği kimseler olarak bıraktığı b ir gerçekti; Solon’
un şiirleri de onun, yönlendirilmemiş umutların ne ka
dar tehlikeli olabileceğini çok iyi bildiğini gösteriyor. Fa
kat bunun değişkeni: halk kitlelerini politik güçten yok
sun bırakmak da ondan daha büyük b ir kötülük, daha
büyük bir tehlikeydi; Solon, yeni ekonomik düzenin yok
sul A tinalıları fesata karışamayacak kadar meşgul ve hoş
nut tutacağını da umut etmiş olabilir. Kendilerine yeten
bu ufacık gücü onlara vermekle halkın daha fazlasını
elde etmeye kandınlamayacağı umulabilirdi. Ayrıca hem
politika, hem de adalet, halk gerçekten yönetimde değil
se, onların kötü yönetime ve adaletsizliğe karşı korun
malarını gerektirirdi.
Solon halka ne çok fazla ne de çok az, ölçülü bir güç ver
miş olduğunu ileri sürerken, Yunan düşüncesine önemli
bir katkıda bulunmuş oluyordu. Eski aristokrasinin pa
rolası: hiçbir şeyde aşırıya kaçma; insanın dünya nimet
lerinden yararlanmasına bir üst sınır getiriyor ama bir
alt' sınır koymuyordu. Solon ortalamayı bulduğunu ileri
sürüyordu, böylece yükselen orta sınıfın karakteristik gö
rüşünü de ilk kez dile getirmiş oluyordu.
Daha sonraki otuz yıl içinde, özel mülkiyette zengin
lik artmaya devam ederken aristokrat cephe de çatla
T İR A N LIK
115
maya başladı. Solon’un kendisi sonradan ticarete dünmüş
bir toprak sahibi idi, şimdi öteki soylu aileler de onun
izinden gidiyordu — hepsinden çok da Küçük Asya’mn
iç bölgeleri için büyük bir entrepot olan Sardis'le ticari
ilişkiler sürdüren Alkmaionidai'ler ve Laurion madenleri
ne ilgi duyan Peisistratidailer. Bu iki soylu aileden her
biri kendi politik yandaşlarını örgütlüyordu. Alkmaion’un
oğlu Megakles, tüccarları, liman esnafmı, Peisistratos’sa
madencileri örgütlüyordu. Eteoboutadai’lerden Lykourgos,
büyük toprak sahiplerinin başında, her ikisine de kar
şıydı bunların, aynı zamanda birbirleriyle de rekabettey
diler. Karşıt güçler bölündüğü sürece, kurulu düzen ya
şamasını sürdürüyordu. Peisistratos iki kez iktidarı ele
geçirme girişiminde bulundu, her ikisinde de hasımlanmn bir araya gelmesiyle geriye püskürtüldü. İkinci sür
gününü Trakya’daki Pangaion Dağındaki gümüş maden
lerinde önemli parasal kazançlar elde etmekle geçirdi;
bu arada, 546'da, Sardis, Perslerin eline geçmişti. Rakibi
Megakles’e büyük bir darbe olmalıydı bu. A ltı yıl sonra
üçüncü girişimde bulundu, bu kez başarılıydı.
Öteki tiranlıklar gibi Peisistratos’un yönetimi de is
ter istemez otokratikti, çünkü güçlü bir biçimde merke
zileşmiş bir monarşi, bir karşıdevrimden tek korunma yo
luydu. Yeni orta sımfı savunuşuyla olduğu kadar, yöne
timinin saltıkçı (mutlakçı) özelliğiyle de, İngiliz Tudorlarıyla gözle görünür bir benzerlik gösterir Peisistratos.
Tarım sorununu çözmek için, sürgüne gönderilmiş ko
damanların boşalttığı topraklan kullandı. Köylüler kü
çük mülk sahipleri olarak hükümetin de yardımıyla zor
la alınmış topraklara yerleştirildi. İstekleri yerine gelmiş
ti. Sağlam bir başarıydı bu. Bu arada, metal para siste
mini ve dış ticareti geliştirmede gösterdiği canlı ticari
politikası tüccarların devamlı desteğini sağlıyordu ona;
eski kent duvanmn yıkılması ve kent devriminin şaşmaz
bir belirtisi olan bir kemerli su yolunun yapımı da içinde
olmak üzere, kapsamlı kamu işleri programı, çalışan sını
fa — gemi yapımı, çömlekçilik ve metalürji alanındaki
116
KABİLEDEN DEVLETE
özel girişimin emek gereksinimine ek olarak— çalışma ala
nı sağladı. Bir yüzyıl sonra Sparta hâlâ bir köy görünü
mündeydi; Atina ise daha o zamandan bir kentti.
Bu toplumsal değişiklikler, zorunlu olarak, toplumun
din ve kültür yaşamında bir dönüşümü de içeriyordu;
Peisistratos yönetiminde bu da bilinçli olarak yönlendi
riliyordu. Athena Polias tapmağını bitirdi, Panathenaia’yı
büyük bir ulusal festival olarak yeniden düzenledi. Aris
tokrasinin çok dar klan tapımmı dengelemek üzere, o gü
ne kadar Olympos’lu olarak pek tanınmayan Dionysos’a
tapınmayı resmen tanıdı ve çok geçmeden bir kent ola
rak Panathenaia’yı bile gölgede bırakacak olan Dionysia
Kenti festivalini kurdu ya da yeniden canlandırdı. Son
olarak da, Homeros şiirlerinin İonia’lı ozanlarca halk
önünde okunuşunu başlattı, Homeros şiirleri de ilk kez
olmak üzere Attika’da tanınmış oldu. Bütün bu yenilik
lerin altında yatan amaç, bir ulusal bilinç ruhunu özen
direrek yeni kent-devletinin ticari genişlemesini güçlendirmekti.
Peisistratos’un başarısı, öncelikle içinde bulunduğu
durumun nesnel olanaklarını doğru hesaplamasına daya
nıyordu. Yönetiminin, kendisini İonia ile ticari rekabet
ten kurtaran Perslerin Ege'ye doğru ilerlemesiyle aynı
zamana rastlaması gerçekten de bir şanstı onun için, ama
bu şansı kazanca çevirmekte hızlı davrandı. Dış politi
kada yaptığı en önemli işlerden biri Hellespont’ta (Ça
nakkale Boğazı) Sigeion’u ele geçirmesiydi. Böylece Dardanelles’in kontrolü Atm alılar için, kendilerine bol mik
tarda ucuz mısır sağlayarak ve o günkü üretim düzeyin
de kendi öz kaynaklarıyla yapabileceklerinden çok daha
kalabalık bir sanayi nüfusunu desteklemelerini mümkün
kılarak en yaşamsal çıkarlardan biri haline geldi. Bu po
litikanın olumsuz bir yanı da vardı kuşkusuz. İç pazan
bastırıyor ve tarım tekniğinin geliştirilmesini önlüyordu;
fakat Atina, Hellespont’u kontrol edebildiği ve kentlere
akını emebildiği sürece haklı görülüyordu bu.
Peisistratos 528'de öldü, yerine iki oğlu geçti; Hip-
T İR A N L IK
117
parkhos ile Hippias. Hipparkhos dokuz yıl sonra bir kan
davası sonucu öldürüldü. Ondan sonraki yüzyılda Atina
lIlar, Hipparkhos’un katillerinin tiranlığın devrilmesinden
sorumlu olduğuna inanıyorlardı, fakat gerçekte Hippias
bir dokuz yıl daha iktidarda kaldı. Saltanatının son yıl
larında gittikçe artan kötü ünü, hiç kuşkusuz kişisel et
menlere olduğu kadar, öncelikle politik güçler dengesin
de meydana gelmekte olan değişikliklere bağlıydı. Peisistratos orta sınıflan güçlendirirken işini öyle eksiksiz yap
mıştı ki, bu sınıflar şimdi korumacı bir diktatörlükten
vazgeçecek kadar güçlü hissediyorlardı kendilerini. So
nuç olarak, Hippias ancak daha ileri derecede zoralım
larla karşılayabileceği parasal güçlüklere batmışken, dik
tatörlüğün gerektirdiği harcamalara gittikçe daha taham
mülsüz oluyorlardı. Böylece, ileri bir güç olarak başlan
mış olan tiranlık, ilerlemeye bir engel olmuştu. Son darbe
512’de, Hippias’ın, Perslerin Trakya’yı işgaliyle ana gelir
kaynağından yoksun kalmasıyla inmiş oldu.
Bununla birlikte, onun devrilmesini gerçekleştiren ile
rici güçler değil, karşıtlarının bir araya gelmesiydi: ba
basının düşmanının oğlu Kleisthenes, kendi çıkarına ha
reket eden Megakles ve tiranlığın zayıflamasını bir kar
şıdevrim fırsatı olarak gören öteki sürgün aristokratlar.
Alkmaionidai’ler yıllardır yorulmaz bir biçimde kendi ser
vetlerini artırıyorlardı; özellikle, Delphoi’de yangının yer
le bir ettiği tapmağın onarılması için önemli bir kontrat
elde etmişlerdi. Kleisthenes, Peisistratos’un Sparta ile ge
liştirdiği bu dostça ilişkileri koparmak için Delphoi’deki
etkisini kullandı ve 510’da Sparta ordusunun başında
Sparta kralıyla birlikte Attika’ya girdi. Bağlaşıklarıyla,
Hippias tiranlığını yıktıktan sonra aristokrasinin yeniden
ayağa kaldırılması konusunda açıkça anlaştı, fakat Kle
isthenes onun yerine göz dikmişti. Amacı ortaya çıkınca
aristokratların önderlerinden Isagoras ikinci bir müdaha
lede bulunması için Sparta'ya başvurdu. Kleisthenes ise
halka başvurmakla yanıt verdi buna. Aristokratların ağ
zını birtakım demokratik reform larla kapattı ve orada
118
KABİLEDEN DEVLETE
oturan yüzlerce yabancıyı ve köleyi serbest bıraktı. Bu
nun sonucunda, Sparta Kralı, yanında muhbir Isagoras
olmak üzere ancien regim e’i (eski rejim) yeniden ayağa
dikmek için Attika'da görününce, ordusuyla birlikte Akropolis’e kapatıldı ve ancak bir daha müdahale etmeye
ceği konusunda anlaşmaya vanlm ca serbest bırakıldı.
Halk için büyük bir zaferdi bu.
Yunan Uranlığının işlevi geçiciydi. Tiranlık, aristok
rasi yönetiminde zorla bir gedik açarak orta sınıfa, de
mokratik devrimin son aşaması için güçlerini sağlamlaş
tırma olanağını verdi; bu aşamaya Uranlığın kendisinin
devrilmesi de dahildi. Tiranlığm Yunan geleneğinde he
men hemen oy birliğiyle suçlanmasının nedeni budur. Ön
ce aristokratlar tarafından, ilerici olduğu için, daha son
ra da demokratlar tarafından gericiliğe dönüştüğü için
suçlanmıştı. Onun lehinde söyleyecek şeyi olan yalnızca
iki şair vardı: Pindaros ile Simonides; onlar da para kar
şılığı efendilerine hizmet ediyorlardı. Kuşkusuz, Dionysia
kentindeki ilk şairler Peisistratos hakkmdaki övgülerinde
içtendiler (saltanatı, geleneksel olarak Kronos’un efsane
vi saltanatına benzetiliyordu), fakat yazdıkları yok oldu;
Aiskhylos’un çağdaşları içinse Uranlık, her şeyden önce,
ülkeden kovulduktan sonra yabancı bir gücün kuklası
olarak tekrar Uranlığı kurmak umuduyla güçlerini ulusal
düşmanla birleştiren Hippias demekti. Sonunda, her yer
de geçici olduğu için ve birçok devlette başarılı bir kar
şıdevrimle sona erdirildiği için tiranlık, halkın gözünde,
eline büyük varlık geçirince ölümlü olduğunu unutup kut
sal öfkenin tuzağına düşerek kendi yıkımına sürüklenen
bir insanın gösterişli bir iktidar tırmanışı olarak simge
leşti. Bu geleneğin gerisinde, göz açıp kapayıncaya ka
dar, dilenciyi krala, kralıysa dilenciye dönüştüren pa
ranın güvenilmez kaypaklığı anlayışı yatmaktadır.
Demokratik hareketin karşılaştiğı şiddeUi direnç, Theognis'in şiirlerinde canlı bir biçimde anlatılmıştır. Tipi
nin tam adamı olan bu gerici bon vivant (işret adamı),
uygarlığı kendi sınıfının ayrıcalıklarıyla bir tutuyordu:
T İR A N LIK
119
Utanç ortadan kalktı; guru r ve küstahlık adaleti ele
geçirdi, dünyaya sahip oldu... Kent yine kent, ama halk
değişti: b ir zamanlar yasa nedir bilmiyorlardı, sırtlarına
keçi derisi geçirip geyikler gib i duvarlar ardında otu ru r
lardı; ama şimdi soylu oldular, b ir zamanların soylula
rıysa ayaklar altında — Ah, hangi yürek dayanır buna?
Ezin onları, sıktıkça sıkın boyunduruklarını — onlara
efendilerini sevdirmenin tek yolu bu... Halk kitlesi bir tek
erdem tanır, servet, gerisi boş... Hiç doğmamış olmak
en iyisi, ne de gün ışığını görmek; ya da doğmuşsan he
men ölüm ün kapılarına doğru koşmak ve bir yığın top
rağın altında uzanmak.
Eski kast sistemi yıkılmıştır artık; çünkü serfler, artık
eşekler gibi üzerlerine binilmesinden hoşnut değildir; çün
kü kişisel bağlılık ve özgürlük hakkmdaki yazılı olma
yan eski yasa geçer akça olmuştur — öyleyse uygarlık yok
olmuştur. Am a uygarlık Theognis’i bekleyemezdi. Doğru,
eski kültür parçalanıyordu, ama yalnızca yeni emeller,
yeni değerler, yeni fikirler pıtrak gibi açmaya başladığı
için.
GÖNDERMELER
Adcock, F.E. Cambridge Ancient Society (Cambridge Eski Çağlar Ta
rihi), c. 4.
Ure, P.N. The Origin of Tyranny (Tiranlığın Kökeni), Cambridge, 1922.
Ü Ç Ü N C Ü BÖ LÜ M
DRAMANIN
KÖKENİ
DİONYSOS VE S A T Y R ’LE R
VII
ERGİNLEME
İlkel avcı kabilede, topluluğun üyeleri daha önceden
belirttiğimiz cinselliğe bağlı işbölümünün yanında, yaşa
göre, çocuklar, yetişkinler ve yaşlılar olarak derecelendi
rilirler. Çocuklar yiyecek toplama işinde kadınlara yar
dım ederler; erkekler avlanır ve savaşırlar; yaşlılarsa ka
bilenin danışmanlarıdır. Bir aşamadan ötekine geçiş, er
ginleme törenleriyle gerçekleştirilir. Bunlardan en önem
lisi, ergenlik çağma gelen erkek çocukların erginleme
sidir; aynı zamanda, tam kabile statüsüne giriş ve evlen
meye hazırlıktır bu. K ız çocukların erginlemesi de buna
benzer, ama bu konuda daha az yaygm kanıtlar var; çün
kü ilkel kadınlar, doğallıkla, kendi erkeklerinden sakla
dıkları gizleri erkek insanbilimcilere açmakta isteksizdir
ler; bizim kendi toplumumuzda da kadınların statüsü öy
ledir ki, içlerinden çok azı insanbilimci olma fırsatına sa
hiptir.
Erginlemenin işlevi —çocuğun yetişkin statüsüne ka
bulü— ilkel düşüncede çocuğun öldüğü ve yeniden doğ
duğu inancıyla dile getirilir. Bu kavramı anlayabilmek
için bizim doğumun ve ölümün doğası hakkmdaki çağdaş
kavramları bir kenara bırakmamız gerekir. İlkel toplum
da yeni doğan çocuğa, yeniden yaşama dönen atalardan
biri olarak bakılır. Bunun içindir ki, Yunanistan da için
de ölmede üzere dünyanın birçok yerinde, çocuğa büyük
anababalanndan birinin adını vermek bir töre haline gel-
124
D R A M A N IN KÖKENİ
iniştir. Çocuk ergenlik çağma erişince, bir çocuk olarak
ölür ve bir erkek ya da bir kadın olarak yeniden doğar.
Yetişkin de aynı biçimde bir yaşlıya dönüşür; ölümdeyse,
yaşlı en yüksek mertebeye yani totem atalar aşamasma
girmiş olur, oradan da zamanı gelince bu çevrimin tü
münden yeniden geçmek üzere yeniden doğar. Doğum
ölümdür, ölümse doğum. Bunlar başsız sonsuz değişim sü
recinin birbirini bütünleyen, birbirinden ayrılmaz yüzle
ridir; bu süreç bizim anladığımız gibi yalnızca doğumu
ve ölümü değil, aynı zamanda dölleme ve doğurma gü
cünün gelişmesini ve çökmesini de içerir. Afrika zenci
leri üzerine çalışmasında Cureau’nun da işaret ettiği gibi,
«yerliler, fiziksel yaşamda her ciddi olayın, yeniden di
rilişin izlediği ölüme eşit olduğunu ileri sürerler.»
Bu düşünce tarzı ilkel erginlemenin evrensel bir özel
liğiyle —adayın yansılamak ya da simgesel ölümü ve ye
niden dirilişi— somut bir biçimde dile getirilir. Tören
çeşitli biçimler alır. Bazıları son derece gerçekçidir, ada
yın öldürülmesi ve bir kadından yeniden doğuşu eylemini
içerir; ötekilerde, bir tann ya da ruh tarafından yutulduğu ve geriye kusulduğu varsayılır. Bu öge öylesine te
meldir ki, kabile toplumunun daha ileri aşamalarına öz
gü daha incelmiş biçimlerinde bile kolaylıkla tanınır. Si
hirli uyku ya da düş, böyledir: aday, bir çocuk gibi din
lenmesi için yere yatırılır ve bir atanm ruhu tarafından
ele geçirildikten sonra bir erkek olarak uyanır. Birçok
erginleme töreninde ortak olan; yeni bir kimlik elde et
mek için adayın önce eski kimliğinden kurtulması ge
rektiği ilkesine dayanarak, oğlan çocuğun kız, kızınsa oğ
lan gibi giydirilmesi töresinin de böyle bir şey olduğu
varsayılabilir. Birçok kabilede oğlan çocukları erginlen
mek üzere alınıp götürüldüklerinde anaları öldü diye ar
kalarından ağlar, yas tutar, döndüklerindeyse, konuşma
yan, yürüyemeyen ya da arkadaşlarını tanıyamayan be
beklermiş gibi davranırlar onlara. Aynı zamanda, ilkel
düşüncede, yeni bir kimlik demek olan yeni bir ad alır
lar. Tıpkı yeni doğan bir çocuğa atalarından birinin adı
ERGİNLEME
125
nın verilişi, onun ilk zamanlarda nasıl adını taşıdığı in
sanın yeniden yaşama gelişi anlamına geliyor idiyse, er
ginlemede yeni bir adın almışı da adayın yeniden doğdu
ğu anlamına gelir.
Ölümün ve yeniden yaşama dönüşün bu dramatik
temsillerinin yanında, aday genellikle bedeninin bir par
çasının kesilmesinden ibaret bir ameliyat işleminden ge
çirilir: oğlansa sünnet derisinin alınması, kızsa klitori
sin kesilmesi; bir dişin sökülmesi; bir parmağın kesilme
si; saçın tümüyle ya da bir tutamının kesilmesi gibi. Bu
ameliyatlardan en ilkeli sünnet ve diş sökülmesidir, her
ikisi de Avustralya'da görülüyor, ama hiçbir zaman bir
likte değil. Bu da, bunların tümünün başlangıçta ortak
bir amaca ulaşmanın farklı yöntemleri olduğunu akla ge
tiriyor. Bu amacın ne olduğu, bizim şu anda ulaşmak is
tediğimiz hedefin dışında kalmaktadır; fakat kesilen kı
sım dikkatle saklandığına göre, bu törenlerle, yeniden
doğabilir diye bedenlerin tümüyle ya da kısmen korun
duğu ölü gömme törenleri arasında bir koşutluk olduğu
gözlenebilir.
Geriye kalan erginleme törenleri, her zaman birbi
rinden ayınlam ayacağı için birlikte alınabilecek iki sı
nıfa ayrılır: arınma ve sınama törenleri. Adaylar su ya
da kan içinde yıkanır, bir derede ya da denizde suya
sokulur, ya da bir ateş önünde bir süre kavrulur; bazan
acı verici engelleri olan yarışlara sokulur; çoğu kez öl
dürücü sonuçlar veren yapmacık dövüşlere girerler; bi
linçsiz düşünceye kadar kamçılanırlar; kulakları ve burun
ları delinir, etleri bıçakla çizilir ya da derilerine dövme
yapılır. Bu törenlerin çoğunda rastlanabilecek fiziksel acı,
bütün dünyada bir güç denemesi ya da bir dayanma sı
navı olarak açıklanmaktadır; bunlarda başarısızlıksa, elen
me ya da gözden düşme anlamına gelir: bu sınamaların
sertliğinin, adayı korkutarak devamlı bîr boyun eğme
alışkanlığı vermek üzere yaşlılarca bilerek uygulandığın
dan kuşku edilemez. Yine de onlann ilk işlevinin arın
ma ve çile olması olasıdır. Tıpkı kirliliğin hastalık, has-
126
D R AM ANIN KÖKENİ
talığmsa ölüm oluşu gibi, arınma da yaşamın yenilenme
sidir.
En sonunda, adaya kabilenin töreleri ve gelenekleri
hakkında bilgi verilir. Bu iş, dinsel öğütlerle ya da so
rulu yanıtlı sorgulamalarla, dramatik danslar yaptırıla
rak, kutsal nesnelerin gösterilip anlamlarının tümüyle
açıklanmasıyla yapılır. Törenin tamamı son derece giz
lidir. Kabilenin yerleşim yerinden uzakta, genellikle özel
olarak tören için hazırlanmış bir yerde yapılır; yaşlıların
ve onların ergin yardımcılarının dışında bütün topluluk
üyelerinin uzak durması, yoksa ölüme mahkûm edilecek
leri uyarılır. Birçok kabilede gerçek erginlemeden önce
aylarca sürebilen bir inziva dönemi geçirilir; adaylar yer
leşim yerine geri döndüklerinde, yaptıkları, gördükleri ya
da işittikleri hakkında erginlenmemiş olanlara herhangi
bir şey açıklamaları kesinlikle yasaklanır.
Çoğu avcı kabileler arasmda erginlemeyi hemen ev
lenme izler, dolayısıyla evlenmenin tören olarak ergin
lemenin kendisinden herhangi bir ayrımı yoktur. Birçok
ilkel halkların evlenme törenlerinin erginlemeye niçin bu
kadar yakından benzediğinin açıklaması budur. Bu, özel
likle törendeki kadın taraf için gerçektir, çünkü onun du
rumunda evliliğin ergenlik çağından sonraya bırakılması
seyrektir. Öte yandan, erkekler kabile toplumunun daha
yukarı aşamalarında, evlenmeden önce bir başka dene
me dönemi daha geçirmek zorundadır. Bu süre Erkekler
Evi’nde geçirilir; Hutton Webster burayı şöyle anlatıyor:
Erkekler Evi, genellikle b ir kabile yerleşim yerindeki
en büyük binadır. Köyün ortak malıdır-, bir danışma odası
ya da köy odası, yabancılar için b ir konuk evi ve erkek
ler için uyuma yeri olarak kullanılır... Evlenmenin ve
b ir kadının özel mülke alınmasının hemen kabileye ka
bulü izlemediği zamanlarda, Erkekler Evi evlenmemiş
gençlerin cinsel eğilim lerine engel olacak etkili b ir hapisane olur. O zaman, bekarlar için bir kulüp olarak kulla
n ılır... Kuruluşuna yol açan ilk fik irler unutulup gidince,
ERGİNLEME
127
çok sağlam bir biçimde kurulmuş ve çok yaygınlaşmış
olan b ir kurum un başka kullanımlara ayrılması yoluyla
yaşamaya devam etmesi beklenebilir. Askerlik görevinde,
gençlerin kapatıldığı ve savaş sanatına alıştırüdığı gar
nizonlar olarak bu evler çoğu kez yararlı birer savunma
aracı olarak kullanılır. Topluluğun dini tapınmaları ge
nellikle burada yapılır. Sıklıkla drama temsilleri için ti
yatro görevi görür... Bu durumda, ilkel b ir toplulukta han
g i biçimde olursa olsun Erkekler EvVnin varlığı, bugün
ya da geçmişte, g iz li erginleme törenlerinin va r olduğunu
kuvvetle göstermektedir.
Genellikle, bir bütün olarak erginleme kabileyle iliş
kilidir, fakat Avustralya ve Yeni Gine’deki aşağı avcı ka
bilelerinden elde edilen kanıtlar, onun totemci klanda mer
kezileşmiş olduğu bir önceki aşamayı açıklıkla göstermek
tedir. Bu dinsel törenlerin klandan kabilelere geçişi, kabile
sisteminin sağlamlaştığının kanıtıdır; tersine, bu sistem da
ğılm aya başladığında, erginleme ve zayıflamaya uğraya
rak kabilesel özelliğini yitirir — bu durumda törenler dik
katsiz. baştan savma v e bağmtısız hale gelir, genellikle yi
ne yapılıyordur ama evcil bir karakter kazanmıştır ve ço
ğu kez erişkinlikten önce yapılır— ya da başlangıçtaki
birleştirici özelliğini korur, eski klanın yeni ve değişik
bir şekli olan büyüsel bir kardeşlik cemiyetinin ya da
gizli bir cemiyetin temellerini oluşturur. Ayrıca, Webster’
in de gösterdiği gibi, bu cemiyetlerin ortaya çıkışı ve kla
nın çöküşü, toplumsal eşitsizliklerin gelişmesiyle ilişkilidir:
İncelemekte olduğumuz şekliyle erginleme törenleri de
m okratik ve kabilesel yanlarını ancak bütün toplumsal
kontrolün kabile yaşlılarının elinde olduğu ilkel aşamadan
ortaya çıkmamış olan toplamlarda korumaktadır. Bütün
Avustralya ve Y eni Gine’de bu özellikteki törenlerin var
lığı, bu adalarda kesin ve kalıcı başkanlıkların olmayı
şıyla ilişkili olm alıdır... Melanezya ve A frika ’da politik
merkezileşme büyük ölçüde, geniş b ir alanda egemen ve
128
D RA M A N IN KÖKENİ
çoğunlukla kalıtsal yapıda başkanlıkların kurulmasıyla so
nuçlanmıştır, fakat bu süreç, toplumun ilk aşamalarında
yalnızca yaşlılara bırakılan toplumsal kontrol işlevlerinin
kabile başkanlarına teslim edilmesine kadar sürmemiş
tir... Gelişen politik merkezileşmeyle birlikte bu işlevler
modası geçmiş b ir hale gelir, cemiyetlerin dinsel ve dra
matik yönleri en önemli yeri kazanır. Bu son aşamaya
hem Polinezya’da hem de Kuzey Am erika’da ulaşılmıştır.
Gizli cemiyette klanın yapısı devam eder, fakat şe
kil değiştirmiştir. Cemiyetin ayrı bir totemi, ayrı bir ge
leneği ve ayrı dinsel törenleri vardır; birliğini, üyelerini
canlı tutan güçlü dayanışma duygusundan alır; birçok
durumda, yerine getirmesi gereken büyüsel-ekonomik iş
levleri vardır: yiyecek olarak kullanılan hayvanların üre
tilmesi, yağmurun yağdırılması, hasadın oluşturulması gi
bi. Öte yandan üyelik kan birliğine değil üyeliğe kabul
töreniyle (erginleme) başlayan dinsel uygulayım birliği
ne dayanır. Başka bir deyişle, topluluğa kabul için gerekli
yeterlik doğum değil, yeniden doğumdur. Buna göre, to
tem artık kalıtsal değildir, kabulle elde edilir.
Genellikle —fakat her zaman değil— bir delikanlı olan
aday tek başına ormana gider; orada tam bir yalnızlık
içinde, aç kalarak, uyuyarak ve ilgili hayvanı düşleyerek
günler, haftalar ve aylar geçirir: giderek o hayvan kendi
bireysel totemi ya da koruyucu ruhu, kişinin kaderini
biçimlendiren ve yaşamının bütün çetin olaylarını sap
tayan güç olur. Eve döndüğünde bir ergindir, böylece ye
ni bir ad alır. Kwakiutl Kızılderilileri arasında adaylar
hem geçirdikeri fiziksel yoksunluklar hem de koruyucu ru
hun artık vücutlarına girdiği ve onları ele geçirdiği inan
cının verdiği güçle geçici bir delilik içinde dönerler eve.
Daha sonra bu ruh, yeni erginlenmiş üyenin öldüğü ve
yeniden doğduğunu anlatacak şekilde hazırlanmış şarkı
ların ve dansların toplu olarak söylenmesi ve yapılmasıyla
bedenden kovulur. Kuzey Am erika’da bu cemiyetlerin baş
lıca işlevleri haline gelmiş olan hastaların iyileştirilme
ERGİNLEME
129
siyle ilgili törenin altında da aynı fikir yatmaktadır.
Ojibwa kardeşlik cemiyetlerinde ruhu cinlerden kurtarı
lan hasta böylece erginlenmiş olur; Cape Flattery K ızıl
derililerinin Tsiahk kardeşlik cemiyetinde hasta tedavi
edilmeden önce erginlenmiş olmak zorundadır. Yeniden
doğma yoluyla sağlığına kavuşur.
Bu kardeşlik cemiyetleri güçlerini, hiç kuşkusuz, ön
celikle bazı büyü şekillerini tekellerinde bulundurmaktan
alır; fakat insan toplumunun bu aşamasında büyü, üretim
tekniğinin bir bütünleyicisi olmaktan çok daha Öte bir
şey haline gelmiştir. Erginlenenlerin yararlandığı ayrıca
lıklar ekonomik temelini yitirmiştir ve az ya da çok bi
linçli olarak toplumsal sömürü amacıyla kullanılmaktadır.
İlkel Am erika’nın en ileri bölgelerinden olan Meksika ve
Peru’da tarımın gelişmesinde değişmez bir eğilim olan bü
yünün bu aşın önem kazanması, halkı, kana susamış bir
teokrasiye mutlak kulluk durumuna düşürdü; bunların
giderek incelikle yürüttükleri bu insan özverisi, kendi kül
türlerinin, İspanyol fetihlerinin yarattığı daha büyük kor
ku içinde ortadan kalkmasıyla son buldu.
Son olarak, bu kardeşlik cemiyetlerinin yalnızca Am e
rika’da değil A frika ve Polinezya’daki evrensel bir özel
liği, bir tür dinsel tören dramasınm belli zamanlarda tem
sil edilmesidir: bu törenlerde aktörler kabile atalarını ço
ğu kez totem biçiminde canlandırırlar. Diyelim, Hopi Kı
zılderililerinin Katcina kardeşlik cemiyetleri, topluluğun
hâlâ etkin üyeleri olarak bakılan ve kendilerine dans yo
luyla, yağmur gönderme ve ürünü büyütme görevleri
yükletilen atalarına ait bir maskeli dans yaparlar. Böyle
bir dinsel tören, bir dinleyici topluluğu önünde yapılması
ve bir eylemi temsil etmesi yönünden gelişmiş dramaya
benzer, oysa onun ata ruhlarıyla ilişkisi ve ekonomik iş
levi, ilkel avcı klanın yansılama töreniyle olan bağını da
açık bir biçimde ortaya kor.
Daha önceki bir bölümde, gerçek üretim tekniğinin
bir parçası olarak doğan ve totem türlerinin eylemlerini
temsil eden totemci klanın yansılama dansının, hayvan
130
DRAMAN1N KÖKENİ
olarak kavranan klan atalarının etkinliklerinin bir tür
oyunlaştınlmasma nasıl dönüştüğünü görmüştük (s. 31).
Dinsel tören bu yolla bütün özelliklerini öyküleme biçi
minde yeniden üreten bir m it ortaya çıkardı. Bu durum
larda mitin, dinsel törenin açıklaması olduğu söylenir ço
ğu kez; fakat daha çok, hiç olmazsa ilk aşamalarmda,
törensel eylemin sözlü biçimidir — törene katılanlarm za
man zaman paylaştığı unutulmaz bir deneyin kolektif ifa
desidir. Daha sonraları, klan sistemi çöküş halindeyken,
mit, törenden kendini ayırabilir ve kendine özgü bağım
sız özellikler geliştirebilir. Yine de, bunlar bile büyük öl
çüde dinsel törenin esinlendirdiği şeylerdir, çünkü ilkel
toplumda hemen hemen her yaşantı herhangi bir tören
sel eylem biçimini alır. Y a da hem mit hem de dinsel tö
ren baştaki yakınlıklarını sürdürerek, daha önce görmüş
olduğumuz gibi klanın yapısmı hiç bozulmadan saklayan
büyüsel kardeşliğin dramasmda yaşamaya devam eder.
Bu koşullar altında, kardeşlik cemiyeti gizli olduğuna gö
re, mit, erginlenmemiş olanlara yalnızca dıştan görünür
biçimiyle açıklanan, iç anlamı «anlayanlara» saklanan bir
giz olur. Son olarak, kardeşlik cemiyetinin kendisi çökü
şe geçtiğinde, onun dramatik işlevi genellikle en daya
nıklı, en kalıcı yanıdır. Mistikler toplumu, oyunları gizli
iç anlamını yitirmiş, fakat hâlâ nasılsa yaşamı yenileyen
bir giz özelliğini bir dereceye kadar koruyan bir aktörler
loncası haline gelir.
Bundan sonraki işimiz, bu sonuçların ışığı altında es
ki Yunanistan’da benzeri kurumlarla ilgili kanıtlan in
celemektir. Bunlar, başlıca, gençlikte ya da erkekliğin
başlangıcında yapılan törenlerde, Zeus'un ve Dionysos’un
doğumuyla ilgili mitlerde, bazı şenliklerin törensel köken
lerinde, mistik dinin tapımlarında ve son olarak dramanın
kökenlerinde bulunmaktadır.
Şiddetin, sertliğin bir simgesi haline gelmiş olan Spar
ta gençliğinin geleneksel eğitimi Plutarkhos tarafından
uzun uzun anlatılmaktadır.
Yeni doğan çocuk kabilenin yaşlılarına götürülür, on
ERGİNLEME
131
lar da yetiştirilecek mi yoksa bırakılacak mı olduğuna ka
rar verirlerdi. Oğlan çocuklar yedi yaşma kadar anababalarmm bakımında kalırdı; yedi yaşma gelince, kendi
lerinden birinin önderlik ettiği agelai'lerden ya da «grup
lar» dan birine verilirlerdi. AgĞlai üyeleri, sıkı bir disiplin
altında ve yaşlıların devamlı kontrolunda bir komün ya
şamı sürerlerdi. Başlarını traş ederler, kaba giysiler gi
yerler, yalınayak dolaşırlardı. Günü, sahte dövüşler de içe
ren atletizm çalışmalarıyla geçirirlerdi. Yaz boyunca Eurotas’tan topladıkları sazlar üzerinde uyurlar, bu sazlan bı
çak kullanmaksızm elleriyle yolarlardı. Kışın bu sazlarm
yerini kaplanboğanotu denilen bitkinin yapraklan alır
dı. On iki yaşından sonra hem yazm hem de kışın giye
cekleri bir tek giysiye izin verilir, nadir ve özel durumlar
dışında yağlanmalan ya da yıkanmaları yasaklanırdı.
Aralarında umut verici olanlar teker teker «dost» (âşık)
diye adlandırılan bir adama verilir, çocuk onunla yaşam
boyu sürecek yakın bir ilişkiye girerdi. On yedi yaşında,
bir eiren’in, yani erişkin statüsünün ikinci yılında olan bir
adamın önderliği altında, agela"dan boua'ya, ya da «öküz
ler sürüsü»ne yükseltilirlerdi. Eiren, onların oyunlarını,
dövüşlerini, yakalanmadan yiyecek ve yakacak çalarak ha
zırlamak zorunda oldukları yiyeceklerini yapışlarını de
netlerdi. Akşam yemeğinden sonra onlarla birlikte kalır,
onlara şarkılar öğretir, kamu işleri hakkında sorular so
rardı. Yanlış yanıt veren çocuğun parmağı eiren tarafın
dan ısırılırdı. Öğrendikleri şarkılar arasında, üç korolu
bir şenlikte kendilerinin okuyacağı bölüm de olurdu: ko
rolardan biri kendilerinin, İkincisi erkeklerin, üçüncüsü
de yaşlıların korosuydu. Yaşlılar, «bir zamanlar genç, ce
sur ve çeviktik» diye başlardı; erkekler yanıt verirdi, «Biz
de öyleyiz şimdi, istersen gel ve dene»; erkek çocuklar so
nunu getirirdi, «Am a biz en güçlünüz olacağız yakında.»
On sekiz yaşmda, bir melleiren olurdu erkek çocuk, on
dan sonraki iki yıl içinde bir gün bütün denemelerin en
şiddetlisi uygulanırdı kendisine: Artemis Orthia altannda,
bütün öteki melleiren’lerce halk önünde kırbaçlanırlar-
132
DRAMAN1N KÖKENİ
dı. Plutarkhos, kendisinin, bu barbarca sınav süresince hiç
ses çıkarmadan ölen birçok çocuk gördüğünü söylüyor.
Melleiren yirmi ya§ma gelince bir eiren olurdu ve
pheidition ya da p h ilitio ria girerdi: erkeklerin, kleroi’larından ve av ürününden katkılarla gerçekleştirilen ortak
yemeklere katıldıkları kulüp binasıydı bu. Çocukların bu
gibi olaylara ancak oradaki yaşlı adamın —kapıyı göste
rerek— «buradan dışan tek sözcük çıkamaz» uyarısından
sonra katılmalarına izin verilirdi. Erkekliğe erişildikten
hemen sonra evlenmeye izin verilmezdi, oysa belli bir sü
renin ötesinde evlenmemiş kalanlar — bunun süresi be
lirtilmiyor— çeşitli cezalara ve yetkisizliklere uğrarlardı.
Erkekler evlendikten sonra bile kulüp binasında yemeye
ve yatmaya devam ederlerdi.
Kızların eğitimiyle ilgili daha az şey biliyoruz, ama
onlar da halk şenliklerinde dans etme ve koşma çalış
maları için agelai'de örgütlenirlerdi, erkekler onlan bu
ralarda görür ve evlenme önerileri için fırsat olarak bili
nirdi bu şenlikler. Gelin, kocası tarafından bir güç gös
terisiyle alınıp götürülürdü. Yaşlı bir kadın eşlik ederdi
geline, kadın kızın saçlarını keser, erkek giysileri giydirir
sonra da karanlıkta bırakırdı onu. Kocası gecenin geç bir
saatinde görmeye gelirdi onu, onunla yatar ve gecenin ka
lan bölümünü geçirmek üzere kulüp binasına dönerdi.
Plutarkhos, kadınların ergenlik çağından sonra bir süre
daha evlenmediklerini söylüyor; bu, onların da eğitiminin
devlet tarafından sıkı bir biçimde kontrol edildiği kanı
tıyla uyuşuyor.
Aristoteles'e göre, Dor Girit’i kurumlan Sparta’nmkilerden daha eskiydi; bu savma destek olarak da, Girit
lilerin, erkeklerin birlikte yemek yedikleri anclreion’un ya
da «erkekler evi»nin, Spartalılann pheidition'un eski adı
olduğuna işaret ediyor. G irit’te de erkek çocuklar kaba
giysiler giyinmiş olarak yemeklere katılırlardı, fakat Spartalı çocuklann boua'ya girme yaşı olan on yedi yaşma ka
dar agela’ya girmezlerdi. AgĞla'da fiziksel güçlüklere alıştınlır, avcılık, koşu, bir agĞla'nın ötekine karşı çıkarıldığı
ERGİNLEME
133
sahte dövüş, geleneksel olarak Kureta’lara yakıştırılan lir
ve flüt eşliğinde müzikle savaşa gidişi temsil eden ulusal
savaş dansı eğitimi görürlerdi. Agelai üyelerini yaşça kü
çüklerden ayırt etmek için kullanılan dromeis ve apodromoi: «koşucular» ve «koşucu olmayanlar» terimleri bu ko
şuların ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Giritli oğlan çocuğunun da aşağıda anlatacağımız şe
kilde edindiği dostu vardı. Dost, üç günlük niyet bildiri
sini verdikten sonra yakın yoldaşlarıyla birlikte çocuğun
evine gider ve onların yardımıyla çocuğu yakınlarından
alır götürürdü, yoldaşları onlara Erkekler Evi’ne kadar
eşlik ederdi. Bundan sonra çocuğu ülkenin istediği bir
yerine götürmekte özgürdü. Çocuk iki ay süreyle yalnız
ca yeni arkadaşlarıyla yaşar, zamanının çoğunu avda ge
çirirdi. İnziva dönemi bittikten sonra dostundan bir sa
vaş giysisi, bir öküz ve bir içki kabı gibi hediyeler alır,
evine dönerdi; öküzü Zeus'a kurban eder ve Erkekler
Evi’ndeki arkadaşlarına bir şölen verirdi.
Strabon’dan öğrendiğimize göre, «agela’dan bir üst
dereceye geçenlerin hepsi aynı zamanda evlenmek zorun
daydılar». Yani evlenme, aynı yaş grubuna girenlerin
hepsini kapsayan, devlet kontrolünde ve kamusal bir
törendi. Giritli kızların eğitiminde uygulanan şeyler hak
kında önemli bir kayda rastlanmıyor, yalnızca Giritli kız
lar ergenlik çağında evlenirler ve «ev sahibi olacak yaşa
gelinceye kadar» anababalarıyla birlikte yaşamayı sürdü
rürlerdi.
Bu kanıtlardaki bazı ayrıntılar, araştırmamızın daha
sonraki aşamalarında önem kazanacak, fakat iki sistemin
genel özelliği daha şimdiden açık. Her iki ülkede de ço
cukluktan erkekliğe geçişte çetin dönem on yedi yaşında
başlıyor. Geçiş olayı, Sparta’da kırbaçlanma denemesiyle,
G irit’teyse iki aylık inzivayla gerçekleştiriliyor. İnsan bu
aylar süresince neler olduğunu biraz daha ayrıntılı bil
mek istiyor, ama şurası açık ki, çocuğun bu dönemin
sonunda aldığı hediyeler onun artık bir erkek olduğunu
ve erkeklerle yemek yemeye hak kazandığını gösteriyor.
134
D RAM ANIN KÖKENİ
Sparta ve G irit’teki Dor disiplininin Yunan dünyasal
da büyük ölçüde tek olduğu, öteki Yunanlılar arasında
yarattığı tükenmez ilgiden açıkça görülür. Bu türlü gö
reneklerin Yunan ırkının Ege bölgesine gelen son kolunca ve özellikle daha önceki b ir bölümde verdiğimiz ne
denlerden dolayı, Yunanistan’daki en tutucu aristokrasi
olan Spartalılarca daha iyi bir biçimde korunmuş olması
doğaldır. Bununla birlikte, agelai'nin İonia’lılar arasında
da var olduğu, Miletos ve İzm ir’den elde edilen kayıtlar
dan anlaşılmaktadır; Atina’da oğlan çocukların eğitimi,
Spartalılarınkinden daha az sert de olsa, aynı çizgiyi iz
liyordu.
Yıllık Apatouria şenliğinde, yıl içinde doğmuş öz ve
üvey çocukların adlan, baba tarafından kendi fratrisinin
kütüğüne yazdırılır, şenliğin üçüncü günündeyse daha
önceki yıllarda kabul edilmiş çocuklar adına törenler ya
pılırdı: saçlarından bir tutam kesilip Artemis’e adanır,
kızlar içinse gamelia denilen (düğün kurbanı) bir kurban
kesilirdi; bu kurbanın amacı onlara koca bulmaktı. Bu
şenlikte oğlan çocukların, fratrinin yetişkin üyeleri kar
şısında şiir okuma yarışmalarına girmeleri de görenek
tendi.
Atina eğitim sistemi İ.Ö. dördüncü yüzyılın son bölü
münde yeniden örgütlendi, buna değgin kanıtlar çoğun
lukla geç tarihlerdedir. Bununla birlikte, temel özellikle
rinin daha önceki bir döneme kadar uzanıyor olması ola
sıdır; bugüne kadar gelen kanıtlardan biri olan adayla
rın ettiği bağlılık yeminlerinde eskiye ait olması gereken
öğeler vardır. Çocuklar, kabile kökeni daha sonraki bir
bölümde görülecek bir yetkili olan gymnasiarchos'un de
netiminde beden eğitimi görürlerdi. On sekiz yaşında,
Spartalılann melleirenes'inin karşılığı olan Ğpheboi olur
lar ve iki yıllığına sınırda askeri hizmete gönderilirlerdi.
Bu dönem süresince, önceleri siyah ya da kül rengi, daha
sonraysa beyaz özel bir giysi giyerlerdi. Askerlik hizme
tinin sonunda bir sınavdan (dokimasia) geçirilirler ve tam
yurttaş statüsüne kabul edilirlerdi. Özerk bir birim olarak
ERGİNLEME
135
kent-devletin çöküşünden sonra bunların askerlik görevle
ri giderek kaldırıldı, bunun yerini atletizm ve felsefe eği
timi aldı, bu da Roma İmparatorluğunun her yanından
varlıklı delikanlıları Atina’ya çekiyordu: Atina disiplini
nin bu gelişiminde, kabile erginlemesi yaş gruplarının çağ
daş üniversitedeki akademik derecelerle olan ilişkisinin
izlerini fark ediyoruz.
Spartalı ve Giritli oğlan çocukların kaba giysileri, hiç
kuşkusuz, ağır yaşam koşullarına uygun olmalarıyla açık
lanıyordu; fakat Atina giysisinin özel renkleri, her üçünün
da dinsel tören kökenli olduğunu akla getiriyor. Siyah ve
kül rengi, Argos dışında bütün Yunanistan’da geleneksel
matem rengiydi, Argos’ta ise beyazdı bu. Bu yüzden, bi
zim burada çocuğun erginlemede öldüğüne değgin ilkel
bir inancın izini görmemiz mümkün.
Saç kesme göreneğinin altında da aynı inanç yatı
yor gibi görünüyor. Sparta’da çocuğun saçı, agâla'ya gi
rişinden bir eiren oluncaya kadar dipten kırpılırdi; kızın
saçıysa düğün gecesi güveyin gelişinden hemen önce ke
silirdi. Atina’da saç, Apatouria’nm üçüncü günü kesilirdi,
buna, belki de bu töreni bir anıştırma olarak koureötis
hemera denirdi. Bu göreneğe G irit’te rastlanmıyor; ama
bunun ters bir rastlantı olduğu kuşkusuz, çünkü dünya
nın diğer birçok bölgesinde olduğu gibi eski Yunanistan'
da saçın belli iki olayda kesildiğine değgin hem yazınsal
hem de yazıtsal bol kanıt var: bir oğlan çocuğun ergen
liğe erişmesi ya da bir kızın evlenmesi, bir de bir yakı
nın ölümü. Aynı törenin bazan başka durumlarda da,
özellikle bir hastalıktan kurtulmada ya da tehlikeyi at
latmada yerine getirildiği doğrudur; fakat biraz önce gör
dük ki, ilkel toplumda yaşamdaki her bunalıma ergin
leme ışığı altında bakılabilirdi. Laconia’daki Gytheion’da
ilkelliği apaçık yerel bir söylence vardı: Orestes, anası
nın öldürülmesinden sonra parmaklarından birini ısırıp
kopararak sağlığını yeniden kazanır, aynı zamanda Erinys’
lere şükran sunusu olarak saçını kestirir. Burada saçın
kesilmesi aynı yapıda daha da ilkel bir törenle ilişkilidir.
136
D R A M A N IN KÖKENİ
Daha sonraki bir bölümde göreceğimiz gibi, düzelmiş olan
Orestes’in bir anlamda yeniden doğmuş olduğu fikri Aiskhylos’un Oresteio'smda da izlenebilir (s. 323). Bunalım,
ergenlik, yaş dönümü, tehlike, hastalık ya da ölüm ola
bilir, ama her durumda yaşamın yenilenmesini gerektiren
bir olaydır.
Zeus’un ve Dionysos'un doğumlarına ilişkin mitleri
incelemeden önce ilkel erginleme öykümüze bir ayrıntı
daha eklememiz gerekiyor. Gördük ki, törenin b ir biçi
minde aday öldürülüyor ve bir ruh tarafından yeniyor gi
bi yapılıyor, daha sonra da ruh onu bir insan olarak ye
niden kusuyordu. Bazı kabilelerde bunun bir gösteriden
daha fazla bir şey olduğu ve olmakta devam ettiği gö
rülüyor. Adaylardan biri gerçekten öldürülüyor ve eti di
ğerleri tarafından yeniyor. Günümüzde, erginlemede bu
yamyamlık pratiği çok enderdir, belki de hep böyle ol
muştur, çünkü yalandan ölüm fikri erginlemenin kendi
sinde olduğuna göre, bir yamyamlık gösterisinin mutla
ka gerçeklikten gelmiş olduğunu varsayma hakkım ken
dimizde göremeyiz; fakat başka kanıtların ışığı altında
düşünülmesi gereken olasılığı kabul etmek zorundayız.
Rhea, G irit’teki İda dağmda Zeus’u doğurunca, onu,
çocuklarını yutma alışkanlığı olan babası Kronos’tan giz
ler ve onun yerine kundağa sarılı bir taş koyar, Kronos da
bu taşı yutar. Poseidon’u doğurduğunda da aynı hileyi
yapar, bu kez çocuk yerine koyduğu şey bir taydır. At,
Poseidon'uıı hayvan şekillerinden biridir, Zeus’un yerine
konulan taşsa besbelli bir göktaşı, bir yıldırım taşıdır. Bu
bize söylencenin köklerinin, dinin en aşağı tabakasında
olduğunu gösteriyor.
Bebe Zeus Rhea tarafından Kureta’lara emanet edilir,
onlar da bebeğin ağlayışı Kronos’un kulaklarına gitme
sin diye davullarını vurarak, mızraklarını kalkanlarına
çarparak çevresinde dans ederler. Rendel Harris’in de gös
terdiği gibi Kureta’lann bu savaş dansının ilk başlangıç
ta bir arı dansı olduğuna inanmak için neden vardır. Kureta'lar arıcılık sanatını bulmakla ünlü idiler, bebe Zeus
ERGİNLEME
137
da onların koruması altındayken «an-adam» Melisseus'un
kız kardeşleri tarafından beslenmişti; fakat mitteki bu öge,
Zeus tapımının kökeni bakımından büyük önem taşısa da,
şu anda bizi ilgilendirmiyor. Öyküyü bitirecek olursak,
Zeus büyüdüğünde, babasını, taşı ve aynı zamanda öteki
çocukları kusmaya zorlar, onların da yardımıyla babasını
tahtından indirir ve Tartarus a sürer.
Bu söylence, Girit'te Palaikastro’daki gerçek bir ta
pımla ilişkiliydi, orada tanrının doğumunun gizi Kureta’lar adlı gizli bir cemiyet tarafından temsil edilir; din
sel törenler, tanrının «en büyük koûros» olarak yürümeye
ve dansa katılmaya ve gelecek yıl için şarkı söylemeye
çağırıldığı bir İlâhiyi içerirdi. Koûros sözcüğü bir oğlan
çocuk ya da delikanlı anlamına gelir, Homeros şiirlerinde
kouros'la eşanlamlı bir topluluk adı olarak kullanılan Kureta’lar adı bundan türemedir.
Jane Harrison, bu kanıtlardan şu sonuca varıyordu:
«Kureta’lar, kendileri erginlenmiş, başkalarını erginleyecek
ve onları kabile görevlerinde, kabile danslarında yetişti
recek, analarından çalacak, bir tür sahte ölümle yok edip
sonunda yeniden doğmuş, erişkin delikanlı ve tam kabile
üyesi olarak geri getirecek delikanlılardı.» Jane Harrison
bu sonuca varırken eski G irit’te oğlan çocukların erginlen
miş erkeklerce evlerinden çalınıp vahşi doğada soyutlan
masının gerçek bir görenek olduğunun ve Kureta’lann bu
olay için hazırlanırlarken oğlan çocukların yaptığı savaş
dansının geleneksel bulucuları olduğunun farkında değildi.
Zeus. Kureta'larm bakımına bırakıldığında ergenlik
çağına yaklaşan bir çocuk değil bir bebek olduğu gerçe
ğine dayanarak bu yoruma karşı çıkılabilir; fakat bu çe
lişki, sanıyorum açıklanabilir. Önce, daha önce de belirt
tiğimiz gibi, erginleme pratiği son bulurken, törenler da
ha erken yaşta yapılmaya doğru gidiyor. Bunun hemen el
altındaki bir örneği, Yahudilerin sünnet törenleridir; baş
langıçta evliliğe hazırlık sırasmda yapılırdı, şimdiyse do
ğumdan birkaç gün sonra. Böylesi yer değiştirmeler töre
nin kendisinde oluyorsa, törensel kökenleriyle bağlarını
138
D R A M A N IN KÖKENİ
yitirmiş olan mitlerde daha da kolaylıkla olabilirdi. A y
rıca, öyle görünüyor ki, öteki kutsal çocuklar gibi — ör
neğin Homeros İlâhisindeki Hermes— bebek Zeus da ola
ğanüstü bir hızla büyümüştür. Kallimachos, Kureta’lara
emanet edildikten sonra çocuğun hemen bir delikanlı ol
duğunu, çenesinde hemen tüylerin bittiğini ve henüz bir
çocukken her şeyi kusursuz anlayabildiğini söylüyor; Aratos ise daha da ileri giderek bebeğin bir yıllık bir süre
içinde büyümüş olduğunu söylüyor.
Kureta’lar öteki benzeri örgütlerle yakından ilişkiliy
di, aslında onlarla kanştırılmaktalar: Batı Küçük Asya’nın
ana tanrıçasının rahipleri olan Korybant’larla ve demiri
bulan büyücüler olduklarına inanılan İda’lı Daktyl’lerle,
Zeus'un doğumuyla ilgili bazı değişik öykülerde Kureta’
ların yerini Korybant’lar alır, bunlar da demircilikle iliş
kilidirler. Bugüne kadar Yunanistan'da bilinen en eski de
mir parçası, G irit’te ikinci ■Orta Minos döneminden ka
lan diğer şeyler arasında bulunmuştu; Küçük Asya’da ise
demir en azından İ.Ö. on üçüncü yüzyıl, belki de çok da
ha öncesinde Hitit’lerce çok iyi biliniyordu. Bütün yeni
teknikler gibi demirin işlenmesi de ilk anda bir giz, bir
büyüsel kardeşliğin işlevi olarak biliniyor olmalı; dolayı
sıyla Kureta’lar, Korybant’lar ve Daktyl’lerle ilgili mit
lerin tarihöncesi Girit ve Küçük Asya’daki ilk ilkel toplumların halk-belleğini ifade ettiğine değgin diğer kanıtla
ra uyuyor bu.
Dionysos’un doğumuyla ilgili, bazıları Phrygia’mn Sabazios’undan, diğerleriyse M ısır Osiris’inden türeme bir
çok değişik öykü vardır. Şimdilik kendimi Yunan gelene
ğinin iki merkeziyle — Thebai ve Girit— sınırlı tutacağım.
Zeus, Kadmos'un kızı Semele’ye âşık olur ve istedi
ği her şeyi vaat eder ona. Hera’ca aklı çelinen Semele, Hera'ya kur yaptığı gibi kendisine de kur yapmasını ister on
dan; bunun üzerine Zeus ateşten bir arabada görünerek
şimşeklerini çakar, Semele de korkudan ölür. Zeus, onun
doğmamış çocuğunu alevler içinden kaparak baldırına giz
ler, zamanı gelince de oradan Dionysos doğar. Thebai miti
ERGİNLEME
139
böyle. Zeus’un çocuğa bağışladığı onurlara çok kızan He
ra, Titanları ayartır ve onları çocuğu ortadan kaldırma
ya kandırır. Buna dayanarak, yanlarına çekici oyuncak
lar —bir könos ya da bir topaç, bir rhombos, Hesperid’
lerin altın elmaları— alan Titanlar, çocuğu bakıcıları Kureta’larm elinden alırlar, parça parça ederler, kol ve ba
caklarını bir kazana atarlar, kaynatıp yerler. Mitin bu
bölümü G irit’te Zagreus töreninde ve Orfeci mystery’lerde canlandırılır. Zeus olan biteni öğrenince, şimşekleriyle
Titanları yakar ve ölmüş çocuk her nasılsa yeniden ya
şama kavuşur — söylence bu noktada değişiklik gösteriyor.
Dionysos'un Zeus’un baldırından doğuşu yeni bir ka
rışıklık çıkarıyor ortaya. M itin bu bölümü, Kronos’un ço
cuklarını sağal tmasına ve Zeus tarafından yutulup onun
oğlu olarak yeniden doğan Orfeci Phanes mitine uygun
düşüyor. Phanes’in yeniden doğuşu, besbelli bir evlât edin
me simgesi. Hiç kuşkusuz, dinsel törenlerde yakın bir te
meli olmayan hieratik bir algılama, ama böyle bir mitografi geleneksel bir kalıbı gerektirir, bu durumda bunu bi
raz önce bir erginleme simgesi olarak açıklamış olduğu
muz Kronos miti sağlamaktadır. O zaman, erginlemeyle
evlât edinme arasında ortak olan şey neydi? Yanıt, bun
ların ilkel toplumda gerçekte birbirinin aynı oluşudur.
Yabancılar yeniden doğma eylem iyle kabul edilirdi klana.
Aynı şekilde, Yahudilerin, yasal çocuk üzerinde doğum
dan hemen sonra uygulanan sünnet töreni, hangi yaşta
olursa olsun yabancılar üzerinde bir kabul töreni olarak
da uygulanırdı. Eski İzlanda masallarında, klana kabul
edilen yabancı, açıkça yeniden doğmuş olarak tanımlanır
ve erginlemede olduğu gibi yeni ad alır. Herakles Olympos’a çıktığında Hera bir sedirde oturuyordur, onu bağ
rına basar ve bir çocuk doğumunu yansılayarak giysile
rinin içinden geçirerek yere indirir. Bu miti kaydeden Diodoros, yabancıların barbarlarca kabul edilmesi için ben
zer törenlerin hâlâ yapıldığını, yalnızca ilkel kabileler
den değil fakat ortaçağ ve modern çağlar Avrupa'smdan
birçok koşutlukların verilebileceğini ekliyor.
140
D RAM ANIN KÖKENİ
Böyle bile olsa, Dionysos’un Zeus tarafından sağaltılmasına basit bir evlât edinme işi olarak bakılamaz, çün
kü Zeus tanınan, herkesçe kabul edilen babaydı. Bir ev
lât edinme değil, bir tanrılaştırmaydı bu. Değişik bir an
latımda, şimşeğin amacının hem anneyi hem de çocuğu
ölümsüzleştirmek olduğu açıkça söyleniyor. Cook’m gös
terdiği gibi, Zeus’un şimşeği, başlangıçta, ölümsüzlüğe ka
vuşturmak için öldürmek olarak kavranıyordu. Buna ben
zer şekilde, Demeter, Demophon’u ölümsüzleştirmek iste
yince bir ateş içine göm er onu — çocuğun anası doğal
olarak onu öldürmeye çalıştığını sanarak razı gelmez bu
na. Çocuk sonsuza kadar yaşayabilmek için ölmek zorun
dadır. Tanrılaştırma, evlâtlığa kabulün bir şeklidir, evlât
lığa kabulse erginlemenin bir şekli.
Yemek için Dionysos’u kaçıran Titanların, ilk bakışta,
yenilmekten kurtarmak için Zeus’u kaçıran Kureta’larla
ortak bir yanı yok gibi görünüyor, ama bu tür aşırı zıt
lıkların altta yatan bir yakınlığı gizlemeye uygun oluşu,
mitolojide çok bilinen bir şeydir, önümüzdeki durumda
bizim kuşkularımız da bir Epaphos doğum miti tarafın
dan doğrulanmaktadır: Hera’nın çocuğu kaçırmaya kan
dırdığı kötü kişiler Kureta’lardır. Zıtlık, yalnızca törenin
kendisinin çift yanlılığının mitsel bir ifadesidir.
Çocuğu kandırmak için kullanılan oyuncakların ince
lenmesinden de aynı sonuca ulaşılır, Hesperid’lerin Altın
Elmaları bir halk masalı motifidir, fakat konos ve rhom
bos dinsel törenden türemedir. Konos belki de bildiğimiz
tipten bir topaçtı, rhombos da bir sicimin ucuna bağ
lanmış bir tahta parçasıydı, havaya atılınca dönerdi; her
ikisi de mistik törenlerde gök gürültüsünü taklit etmek
için kullanılırdı. Aslında rhombos, Andrew Lang’ın çok ön
ceden gösterdiği gibi, çağdaş yabanılların yağmur yağdır
mak ve erginlemede adayları korkutmak için kullandığı
boğa böğürten denen bir aletin aynıdır. Bunun için,
Avustralya’nın W iradthuri kabilesinde yalnızca erginlen
miş olanlar gerçekten görebilir bu aleti, erginlenmemiş
olanlarsa bunun bir ruhun sesi olduğuna inanırlar. Er
ERGİNLEME
141
ginlemenin doruk noktasında, karanlıkta olur bu, yaşlı
erkekler ellerindeki boğa sesi çıkaran aleti döndürerek
adayların çevresindeki halkayı daraltırlar. O nokta aşı
lınca aletler adaylara gösterilir ve nasıl kullanıldığı açık
lanır. Anakalypsis'tir bu, kutsal nesnelerin ortaya çıkarıl
ması; silik bir anısı, Titan’ların Dionysos’a gösterdiği oyun
caklara takılıp kalmış törendir bu. Ayrıca, boğa sesi çı
karan aletin erginlemede neden böyle önemli bir rol oy
nadığını soracak olursak, bunun yanıtını bir W iradthuri
başkanınm şu sözlerinde buluruz.- aletin çıkardığı ses, yağ
muru yağmaya, her şeyi yeniden büyümeye çağıran ru
hun sesidir.
Sonunda, Dionysos haşlandı ve yendi. Bu durumda
olan tek kişi de değildi o. Medeia, Pelias’m kızlarına, yaşlı
babalarını kaynatmak yoluyla yeniden gençleştireceklerini
söyler. Onları kandıramaymca yaşlı bir koç alır, keser,
parçalar ve parçaları kaynayan bir kazana atar, bir süre
sonra kazandan bir kuzu çıkanr. Semele’nin kız kardeşi
ve Dionysos’un üvey anası İno, oğlu Melikertes’i bir kay
nar su kazanma atar, sonra da içinde oğlunun ölüsü bu
lunan kazanı kapar ve denize atlar. Bu yolla her ikisi
de ölümsüz olur, anaya Leukothea, çocuğa ise Palaimon
adı verilir. Thetis, Akhilleus’un doğumunda, kandırılan
baba araya girinceye kadar bütün çocuklarını düzenli
olarak kaynar suda kaynatırmış. Bu öyküyü Hesiodos an
latıyor, onu kaydeden yorumcuya göreyse Thetis çocuğun
ölümlü olup olmadığını görmek istermiş, fakat biz öyle
sanıyoruz ki, onun gerçek nedeni, daha çok, çocuğunu
ölümsüz yapmaktı. Bununla birlikte, bunların en ünlüsü
Pelops'un kaynatılmasıdır, bu da bizi Olimpiyat Oyun
larının kökenine getirir. Tartışmanın bu aşamasında Weniger ve Com ford’un izini izleyeceğiz.
Pelops daha bir çocukken babası Tantalos, tanrıları,
katılanlarm getireceği -şeylerle kurulacak bir şölene ça
ğırır. Tantalos’un kendisi de oğlunun etiyle katkıda bulu
nur şölene; oğlunu kesmiş, bir kazanda kaynatmış ve hiç
142
D RA M A N IN KÖKENİ
bir şeyden kuşkulanmayan konuklarına et diye sunmuş
tur. Zeus önlerine konan yemeğin ne olduğunu anlayın
ca, çocuğun yeniden kazana konup yaşama kavuşturul
masını emreder. Bu yapılır, çocuk daha önce doğum tan
rıçası olarak tanımış olduğumuz Klotho tarafından ka
zandan çıkarılır. Burada bir yeniden-doğum tanrıçasıdır
o. Tantalos yıldırım la yakılır.
Pelops’a gelince, yanaklarında erkeklik çiçekleri açar
açmaz, Elis Kralı Oinomaos'un kızı Hippodameia ile ev
lenmeyi akima kor. Hippodameia’yı o güne kadar on üç
erkek istemiştir; hepsi de, babasının, kızıyla evlenme kar
şılığı her adayın karşısına diktiği sınavda yok olmuştur.
Sınav, bir araba yarışıdır. Aday, evleneceği kızı yanına
alarak bir arabaya biner, babası da bir başka arabada
onu izler, yetişir ve öldürür önu. Fakat Pelops, kralın ara
bacısını rüşvetle kandırarak arabasının tekerleklerinden
birinin dingil çivisini çıkarttırır. Sonuçta kralın arabası
parçalanır, Kralın kendisiyse Pelops’un mızrağıyla ölür.
Böylece Pelops, Hippodameia ile evlenir ve kaymbabasının yerine kral olur.
Tarihsel dönemde Olimpiyat Oyunları, kırk dokuz ve
elli aylık değişken aralarla her dört yılda bir kutlanırdı.
Bir kutlama Apollonios ayma rastladığında, ondan son
raki, dört yıl sonra onu izleyen Parthenios ayında yapı
lırdı. Bu düzenleme, besbelli, sekiz yıllık çevrimin böle
nine dayanmaktadır, bu da 354 günlük Yunan ayyılınm
365 1/4 günlük güneş yılm a denk düşürüldüğü en kısa
dönemdir. Sekiz yılda ikisi arasındaki fark tamamı tama
mına dokuz gün oluyordu, bu da araya her biri otuzar
günlük üç ay sokarak yapılıyordu, Güneş ve ay hesapla
malarının bu uzlaştınlmaları mite çevrilirse Güneş’in ve
Ay'ın birleşmesi olarak görünüyordu, Frazer'in de göster
diği gibi kutsal evliliğin çok yaygın bir şeklidir bu. Bu
durumda göksel çift Pelops ve Hippodameia ile kişileştirilmiş oluyordu.
Pelops’unki bir araba yarışıydı, fakat Olympia yerel
geleneklerinden biliyoruz ki, en erken dönemde tek ya
ERGİNLEME
143
rışma koşuydu. Ayrıca, Olympos takviminin altında yatan
sekizli çevrim, bir hayli astronomi bilgisi gerektirmektedir.
Sekizli hesaplamada ihmal edilen, mevsimlerin yıllık sı
rasına denk düşen daha erken bir çevrimin yerini almış
olmalıdır bu. Bu nedenlerle, festivalin başlangıçta yıllık
olması olasıdır.
Yerel geleneğe dönecek olursak, anımsanacaktır, Weniger'in ve Cornford'un işaret ettiği gibi, Olympia’nm iki
rahip klanı İamidai ile Klytiadai — çok eski tarihlerden
beri festivali yönetmişlerdi bunlar— bu geleneği kaydet
miş olan Pausanias İ.S. ikinci yüzyılda Olympiayı ziyaret
ettiği sırada hâlâ yönetimdeydi. Bu nedenle, bizdeki şek
linin geç olması nedeniyle geleneğin doğruluğundan kuş
kulanmaya yer yoktur. Bu geleneğe göre, Ehea Zeus’u do
ğurunca çocuğu «İda’nm Daktyl'lerine, bir başka adıyla
Kuretalara emanet eder»; bunlar G irit’ten Olympia’ya gi
derler ve orada yarış yaparak eğlenirler, kazanana yaban
zeytini dalından taç giydirilir, yaban zeytini o kadar bol
dur ki, yörede «yeşil yapraklarını, gece üzerinde uyumak
için kullanırlar.»
Gözlediğimize göre, yapraklar hâlâ yeşil olmalıydılar.
Bir başka deyişle, bu pratiğin törensel bir anlamı vardı,
okuyucu Spartalı çocukların yaptıklarını anımsayacaktın
onlar da günlük yarışlarından sonra gece Eurotas’tan ge
len sazlar üzerinde yatarlardı. Bunun da törensel bir an
lamı vardı, çünkü bıçak kullanmak yasaktı. Burada Olim
piyat galibinin prytaneion’a ya da belediye konağına gö
türüldükten sonra yaprak yağmuruna tutulduğu da ekle
nebilir. Bu, genellikle bir bereket töreni olarak yorumla
nır, bir anlamda öyleydi de, fakat sorunun özünü açık
lamıyor yine de. Sparta’da, anlatıldığına göre, ölünün me
zarına hiçbir sunu konmaması, yalnızca mor renkte bir
asker giysisi giydirilen bedenin zeytin yapraklan üzerine
yatmlması gibi bir görenek vardı. Bu yapraklann büyüsel
gücü, hem yaşayanlar hem de ölüler için yaşamın yeni
liğiydi.
Olympia’da, bir de kadınlar festivali kutlanırdı: He-
144
D R A M A N IN KÖKENİ
raia. Bu da her dört yılda bir yapılırdı, bunun da başlan
gıçta yıllık olması olasılığı var. Festival, On A ltı Kadın
adlı bir kardeşlik cemiyeti gözetiminde yapılırdı; bunlar
Hera için yeni bir kaftan örerler, biri Hippodameia için
ötekiyse Dionysos'un yerel bir gelini olan Physkoa için
iki koro hazırlarlardı önceden. Bu, festivalin ne Hera’nm
ne de Hippodameia’nm, yalnızca «bitkileri büyüten kız»
Physkoa’nm olduğu bir zamana kadar geriye gittiğini ak
la getiriyor. Festivalde başlıca olay, kızlar için üç ko
şudan ibaretti. Kazananlar zeytin dalından taç giyer ve
Hera’ya kurban edilen inekten bir pay alırdı.
Özetlersek, Olimpiyat’m çekirdeği olan erkekler koşu
su, yılın feoûros’unun kim olacağmı belirlemek için yapı
lan yıllık bir deneme ya da agon'du. Heraia’daki kadın
lar yarışı kesinlikle aynı anlamda bir denemeydi, kaza
nan yılın feoure'si olurdu. Her ikisi de erginleme deneme
leriydi, fakat kazananlar için bundan daha büyük bir an
lamı vardı — erginleme ve aynı zamanda tanrılaşma. Bu
na göre, iki festival bir arada düzenlenince, kazanan çift
kutsal evlilikte, bir çift oluşturuyordu — yılın Hippodameia’sı ve Pelops’u.
Bir soru daha kalıyor geriye. Kazandıkları yılm so
nunda bu çift ne oluyordu? Bu durumlarda sıklıkla ne ol
duğunu, Frazer'in, Golden Bough (Altın Dal) da, kutsal ev
lenme üzerine ansiklopedik çalışmasında topladığı kanıt
lardan biliyoruz. Onun da gösterdiği gibi, kral başlangıç
ta kutsaldı: tann gözüyle bakılırdı ona, daha iyisi şöyle
söyleyelim, gerçekten tanrıydı o; tanrılık fikri taç giydir
me töreniyle kendisine verilen büyü güçlerinin bir yan
sımasıydı yalnızca. Bu törenin, daha sonra giderek tan
rılaşma diye bakılan şeyden ayırılamayışı Hocart’m konu
üzerindeki çalışmasında daha da açığa çıkmıştır; buradan,
taç giydirmenin özelleşmiş bir erginleme töreni olduğu
da anlaşılıyor. Erkekliğin eşiğinde olan oğlan çocuğu gi
bi, kutsal onurlara aday olan kişi de ölecek ve yeniden
doğacaktır. Dahası, yerine getireceği işlev olan ürünlerin
büyüsel kontrolü son derece güç ve önemli bir görevdir.
ERGİNLEME
145
topluluğun yaşamı buna bağlıdır; bunun emanet edildiği
kişinin kendisinin de yaşamın en dinç ve en güzel döne
minde olması gerekir; bu durum geçici olduğu için onun
görev süresi de bir tek çevrimle sınırlıdır: tohum atma
zamanından hasada kadar. Yılın sonunda öldürülür — ya
da öldürülmez de, yeryüzündeki görevini yerine getirdik
ten sonra tann arkadaşlarına katılmaya gönderilir. Son
olarak, bu büyüsel güçler fizik güçlere dayandığı için,
onun yerine geçen genellikle bir dövüş denemesiyle se
çilir: bu denemede kral daha genç ve daha güçlü bir er
keğin karşısına çıkar ve yenilir. Bu özellik Plutarkhos'un
kaydettiği Olympia'da bir gelenekte görülür. «Eski zaman
larda» diyor Plutarkhos, «bir tek dövüşlük bir deneme ya
pılırdı orada, yenilenin öldürülmesiyle biterdi.»
Bu yüzden Pelops miti, ilkel erginlemenin tarihöncesi
Olympia'da almış olduğu özgül biçimin bir simgesi ola
rak yorumlanabilir. İki bölümden oluşur: erkekliğe ergin
leme, krallığa erginleme. Birincisi, adayların çocuk olarak
tanrılar tarafından yutulup erkek olarak yeniden dünya
ya getirildiğine inanılan bir törenle yerine getirilirdi. İkin
cisi bir yarışma sınavıyla (başlangıçta koşu, daha sonra
da araba yarışı) gerçekleştirilirdi; kazanan, yılın tann-kralı ilân edilirdi. Son olarak, yılın bitiminde tann-kral, ye
rine geçen tarafından öldürülürdü.
Tarihsel zamanlarda bile Olimpiyat galibine çok bü
yük saygı duyulur, krallık ya da kutsallık denilebilecek
onurlar verilirdi. Olympia’da zeytin dalından taç giyer,
prytaneion'da şölen verilirdi kendisine. Doğduğu kente dö
nüşünde mor giysiler giydirilir, bir zafer alayında beyaz
atların çektiği bir arabada, duvarlar arasında açılmış bir
gedikten geçirilirdi. Sparta'da, besbelli ona yakın olmanın,
kralları zafere götüreceği inancıyla, krallarla yan yana
savaşa giderdi. Atina'da, yaşamının geri kalan süresince
prytaneion’da hükümet hesabına yemek yeme hakkından
yararlanırdı, öldükten sonra da bir kahraman olarak say
gı duyulurdu ona, kutsaldan daha az ölümlü. Bütün bun
ları akılda tutmadıkça, Pindaros’un birçok şiirde, oyun
146
D R A M A N IN KÖKENİ
larda galip geleni ısrarla uyarışım değerlendirenleyiz; «çok
fazlasını arama, çok uzak geleceğe gözlerini dikme, bir
tanrı olmayı isteme!» Delphoi’den sonra Yunan aristok
rasisinin kendilerini en rahat hissettikleri Olympia’daki Altis’te bile bu garip çelişkiyle karşılaşırlardı, bu çelişki de,
sırf sökülüp atılamaz olduğu için ve eski günlerdeki ra
hipliğin süsleriyle sofuca gizlenebildiği için kabul edilirdi.
Tartışmamızın gidişi bizi ilkel kabilenin erginleme
törenlerinden çok uzaklara sürükledi, fakat aynı iz ta
sona kadar böyle gidiyor. Yunan kent-devletindeki prytaneion, seçkin yurttaşların ve yabancıların ağırlandığı, ye
mek yenen bir yer değildi yalnızca, topluluğun kutsal oca
ğıydı, Atina’da, epheboi meşale yarışlarında kazananlar
tarafından yılda bir canlandırılırdı. Hutton W ebster’in
işaret ettiği gibi, Erkekler Evi gibi «o kadar sağlam bir
biçimde kurulmuş, çok yaygın bir kurumun, kuruluşuna
yol açmış daha eski fikirler ortadan kayboldukça başka
kullanımlara aynlmak yoluyla yaşamını sürdürmesi bek
lenebilir.»
Dolayısıyla Comford'un, Ridgeway’in Olimpiyat Oyun
larının kökeninde bir ölüler festivali olduğu görüşünü red
detmekte haklı olduğu güvenle söylenebilir. Seçkin kişile
rin ölüm törenlerinde atletizm yarışmaları yapılması tö
resinin Homeros şiirleriyle ve tarihsel zamanlardaki ger
çek pratikle doğrulandığı doğrudur; fakat C om ford’un gö
rüşü bugün öyle aydınlanmış ve yaygınlaşmıştır ki, er
genlik ve ölüm aynı yapıda olaylar olarak görülmektedir,
her ikisi de yaşamı yenileştirmek için yapılan törene uy
gun fırsatlardır.
Eleusis Mysteria’lanna değgin bilgilerimiz büyük öl
çüde Hellenistik dönemden ya da daha sonrasmdan gel
mektedir, fakat yaşamsal önemde birçok noktada gelenek
Platon, Aristophanes ve Aiskhylos yoluyla Homeros’un Demeter İlâhisine, hatta daha geriye, kazıbilimsel kanıtlarla
Mykene dönemine kadar götürülebilir.
Öte yandan, İ.Ö. beşinci yüzyıla kadar tapımın ilkel
karakterinin daha sonraki eklemeler ve yeniden düzen
ERGİNLEME
147
lemelerle kökten değişmiş olduğu da açık bir gerçektir.
Başlangıçta, öyle görünüyor ki, bir tek klanın, Eumolpidai’nin mülkiyetindeydi. Demeter’in insanoğluna büyük
hizmeti — Mysteria’lann bunu kutladığına inanırlardı—
tarımın bulunuşuydu. Aynı hizmet Atina'da, Eleusis Mysteria’larıyla ortak çok şeyi olan, ayrıca kadınlara ayrılmış
olan Thesmophoria festivalinde kutlanırdı. Dolayısıyla Ele
usis tapımmm kökende aynı türden olması olasılığı var
dır. Gerçekten de, tarım sanatını kendisi ortaya çıkarmış
fakat sabanın kullanılışını üvey oğlu Triptolemos aracı
lığıyla öğretmiş olan Eleusis Demeter'i miti, daha önceki
bir bölümde gördüğümüz gibi Cs. 32) bahçe tarımından
tarla tarımına geçişle ilişkili olan anayanlı soydan babayanh soya geçişi yansıtır gibi görünmektedir. Hiç kuşku
suz, çok eski olan Eumolpidai’nin bir işlevi, Rharian ova
sının törenle sürülmesiydi; bu da klanm bir zamanlar bir
kral klanı olduğunu ve Hooke ve başkalarının erken Babil
ve M ısır’da incelediklerine benzer işlevlerle yüklü olduğu
nu akla getiriyor. Tarihöncesi dönem boyunca tapım yerel
di, yabancılar ancak edinim yoluyla kabul edilirdi, fakat
altmcı yüzyılda, belki de Erginleme Evi’ni yeniden kuran
Peisistratos yönetiminde, büyüyen Attika devletince dev
ralınmış ve köleler dahil Yunanca konuşan tüm kişilere
açılmıştı. Tiranın Eleusis’e olan ilgisinin, Orfeci hareketi
koruması altına alışıyla aynı nedenlerle uyandığı konu
su kuşku götürmez. Aristoteles, eski aristokratik tapımlan n sayılarının azaltılmasının ve temellerinin genişletil
mesinin demokrasinin bir özelliği olduğunu söylüyor. Bu
yüzden Mysteria'lann evrim i Attika devletinin evriminin
bir bölümüydü. Küçük ve ilkel bir kabile toplumunda ye
rel bir tapım olarak başladığı için sırasıyla, tarımsal bü
yüye dayanan erken krallığı, aristokrasinin din tekelini
ve en sonunda demokratik devrimin zorlamasıyla devlet
kontrolünün kabulünü yansıtıyordu.
Büyük Eleusis Mysteria’lan yılda bir, yaklaşık olarak
bizim Eylül ayma denk düşen ve gelecek yılın ekininin
ekildiği aydan hemen önce gelen Boedromion ayında kut
148
D RAM ANIN KÖKENt
lanırdı. Plutarkhos, ilkel Attika'da ekim işinin tarihsel zamanlardakinden daha erken yapıldığını söylüyor, bu yüz
den Mysteria’larm kökende tarım yılının başlangıcıyla ay
nı zamana denk düşecek biçimde tasarlandığını çıkarsayabiliriz.
Büyük Mysteria'lara kabul edilmeyi isteyen erkek ya
da kadın, her şeyden önce, Herakles adına Demeter’ce ku
rulmuş olduğu söylenen A g ra ’nın Küçük Mysteria’larmda
erginlenmiş olmak zorundaydı. Herakles Hades’e inmeye
hazırlanırken Eleusis'e gider ve erginlenmesini rica eder,
fakat bir yabancı olduğu için bu isteği reddedilir. Bunun
üzerine A g ra ’da Demeter tarafından topluluğa kabul edi
lir, ondan sonra da isteği yerine getirilir. Küçük Mysteria’
lar geçen yazm şarabının içilir kıvama geldiği Şubatın
sonuyla Martın başına denk düşen Anthesterion ayında
kutlanırdı. Aday, bu Mysteria’lara katıldıktan sonra onu
izleyen sonbaharda Eleusis'te erginlenmezdi, en azından
gelecek yıla kadar beklemek zorundaydı. Bu ara, besbelli
bir sınama, deneme dönemiydi, tıpkı Sparta'da melleirenes’te, Atina'daysa âpheboi'de geçirilen iki yıl gibi. Yine
anlatıldığına göre, adayın erginleme sırasında giysisi de
ğiştirilmez, parça parça dökülünceye kadar giyilmesi ge
rekirdi.
Boedromion'un on dördüncü günü, epheboi Eleusis’e
yürürdü, ertesi gün kutsal eşyaları, olasılıkla Demeter’in
ve Persephone’nin tasvirlerini buradan Atina’ya götürür
dü. Ertesi gün, adaylar Eumolpidai ve Kerykes’in yüksek
rahipleri hierophantes ve daidoûchos’ların huzurunda A ti
na’da toplanırlardı; rahipler, değersiz kimselerin oradan
ayrılmasını resmi bir dille bildirirdi. Barbarlar ve arın
mamış katiller kesinlikle safdışı tutulurdu.
Bunu arındırma izlerdi. Adaylar deniz kenarına iner
ler, yıkanırlardı. Bir başka törende bir domuz kesilir ve
kam alçak bir yerde oturan, başı örtülü adayın üzerine
akıtılırdı. İlkel erginlemeye benzerliğinden, domuzun ka
nının adayın kendi kanının yerine geçtiğini kestirebiliriz;
başa örtülen örtünün anlamı da, evlenmede her iki ta
ERGİNLEME
149
rafça da giyilmesinden, ölümdeyse hem cesedin başına
örtülmesinden hem de bir yas simgesi olarak yakınları
tarafından giyilmesinden açıklığa kavuşuyor. Bu durum
da, belki de Homeros İlâhisinde kızı için yas tutarken başı
örtülü, yere oturmuş olarak betimlenen Demeter mitiyle
ilişkiliydi.
Olayların bundan sonraki aşaması karanlık. Besbelli,
Epidauros’taki Asklepios tapımmdan gelen bir öğeyle bir
kurbandan oluşuyordu. Adaylar aynı zamanda «evde otu
ruyor» olarak betimlenmekte. Daha sonra, on dokuzuncu
gün, büyük alay tarlaların içinden şarkı söyleyerek, dans
ederek Eleusis'e doğru yola çıkardı. Önlerinde İakkhos tas
virlerini taşırlardı, bu sonuncusu Dionysos tapımmdan ka
rışma bir başka öge gibi görünüyor. Yolda, Kephissos köp
rüsü üzerinde lanetler okunur, ayıp hareketler de dahil
çeşitli törenler yapılırdı. Bütün dünyada yaygın ilkel bir
bereket törenidir bu, fakat erginlemeyle özellikle bağıntılı
olmadığı için şimdilik üzerinde fazla durmayacağız. Öyle
görünüyor ki, alaya, deneme dönemleri artık bitmiş olan
lar kadar bir önceki baharda A g ra ’da henüz erginlenme
miş olanlar da katılırdı; sonuçta, Eleusis’e varıldığında, yü
rüyüşe katılanlar iki dereceye ayrılırdı: daha fazla iler
lemeden bir yıl daha beklemek zorunda olan m-ystai'ler
ve Eleusis gizlerinin kendilerine gösterildiği Erginleme
Evi’ne ( telestârion) kabul edilmiş olan epoptai'ler.
Bu vesileyle «görülen ve işitilen» şeyin kesinlikle ne
olduğu bir tahmin sorunu. Bununla birlikte şurası açık
ki, yüksek rahip ve rahibelerin oynadığı kutsal bir evlen
me temsiliyle, ruhun yargı sandalyesine yolculuğunu sim
geleyen törensel bir drama vardı. Aiskhylos’a kadar geriye
izlenebilen törenin en göze çarpan özelliklerinden biri, ka
ranlığı aydınlatan ve seyircilerin kederini sevince dönüş
türen meşale ışığının aniden parlayışı idi. Aynı zamanda,
kurtuluşlarının bir simgesi olarak onlara bir mısır başa
ğının gösterildiği de belirtiliyor. Homeros İlâhisinin sim
gelerinden çıkarılacak diğer özellikler güvenilemeyecek
kadar belirsizdir.
150
D RAM ANIN KÖKENİ
Erginlenenler, duydukları ya da gördükleri hakkında
hiçbir şey söylemeyeceklerine dair yemin ederlerdi; böylece zorlandıkları sessizlik, Pythagorasçılann «dil üzerin
de öküz»üne, Orfecilerin «dil üzerinde kapı»sma denk
düşen «dil üzerinde altın anahtar» gizemli simgesiyle ifa
de edilirdi.
Eleusis Myster’lerinin gerçek içeriği hakkmdaki ka
nıtlarımızın bu kadar zayıf olmasının ana nedeni, belki
de gizlerin çok iyi saklanması değil de, bu kadar iyi bi
linmesidir. Aiskhylos ve Platon gibi yazarların bu konu
lan anlatışlarındaki alışılmış sıradan aşinalık, kendilerini
dinleyenlerin bu konularda genel ve derin bir bilgi sahibi
olmalarını gerektiriyor; ayrıca gizemsel formüllerin birço
ğunun Attika'nın günlük dilinde bir genel geçerlilik ka
zanmış olduğunu gösteriyor. Yunan literatüründe çok bu
lunan bu yarı örtülü anıştırmalar yoluyla, törenin ken
disi değilse bile en azından mistiklerin hemen hemen ay
nı derecede anlamlı olan öznel davranışı açıklanabilir.
Eleusis'te erginlenenler, öteki insanlardan, gelecek için
«daha parlak umutlar» taşıması yönünden farklıydı: bun
dan sonraki yaşamda «daha iy i bir kader» umudu; ölüm
lülüğün «kötülüklerinden kurtulunca» zafer tacını giyeoeği ve tanrılarla kutlu bir birliktelik içinde yaşayacağı
umudu. Mistik törenlerde gördüklerinden akimda yer et
miş olanları Plutarkhos canlı bir biçimde şöyle anlatıyor:
Önce dolaşmalar ve öteye beriye yorucu koşuşturma
lar, b ir karanlığın içinde yarı görünür bitmeyen gidiş ge
lişler; sonra, bitişten önce bütün o korkunç şeyler, ürper
meler, titremeler, ter ve şaşkınlık; bunlardan sonra ola
ğanüstü b ir ışıkla karşılaşıyorlar, şarkıyla, dansla ve kut
sal seslerin dokunulmazlığında, kutsal şeylerin görünme
siyle birlikte arınmış bölgelere ve çimenlere almıyorlar;
sonunda, burada temiz, özgür ve günahlardan arınmış olu
yorlar; erginlenen, temiz ve kirlenmemişlerin arasında, ba
şında b ir çelenk, dua ediyor, aşağıda b irb irin i çiğneyen ve
kalın çamur ve sis içinde hayvanlar gib i güdülen b ir sü
rü arınmamış ve erginlenmemiş canlıyı seyrediyor.
ERGİNLEME
151
Platon'un, insan ruhunu bir araba sürücüsüne ben-f
zettiği ünlü alegoriyi esinlendiren bir deneyimdi bu. A ra
banın kanatları vardır; biri iyi, öteki kötü, biri yukarı
göklerin derinliklerine, öteki aşağıya yerin derinliklerine
çeken iki atm arkasındadır araba. Ruh, savaşarak, terle
yerek sürmeye devam eder arabayı. Yarışçılar ayaklar al
tında çiğnenir, yanşdışı kalırlarken, arabalar çarpışır,
parçalanır, atlar sakatlanır, kanatlar kopar. Fakat yarış
kazanılınca ruh gizlerin gizine kabul edilir, yetkindir, kur
tulmuştur, kutludur, parlak bir ışıkta göksel bir hayalete
bakmaktadır. Daha sonraki literatürde bu imge çok bili
nen bir şey olmuş ve Hıristiyanlığa geçmiştir. Plutarkhos,
«Ruh, bütün yaşam boyunca bir atletizm yarışı içindedir»
diyor, «yarış sona erince ödülüne kavuşur.» Porphyry,
«G el» der, «soyunalım ve ruhun Olympia'sı için koşu mey
danına girelim !» «Bilmiyor musunuz» diye sorar A ziz Paul
Korinthoslulara, «ki bir yarışta herkes koşar ama yalnız
ca bir kişi alır ödülü? Böyle bile olsa koş k i ulaşasın...
Şimdi bunu geçici bir çelenk için yapıyorlar; ama biz,
ölümsüz bir taç için.» Plutarkhos ve Porphyry, kuşkusuz
bilinçli olarak Platon’a yaklaşıyorlardı; fakat imgenin Pla
ton tarafından bulunmadığını, Aiskhylos ve Sophokles’te
de bulunduğunu bilmek önemlidir. Nitekim, hiç de yazın
sal bir buluş değildi, mistik törenlere sıkı sıkıya bağlıydı.
Orfecilerin öteki dünyada okumayı umdukları kutsal for
müllerden biri, «H ızlı ayaklarla ulaştım özlenen çelenge»
değil miydi? Aynı düşünce, şimdi gözden geçirmemiz ge
reken Eleusis terminolojisinin temelinde de vardı.
Eleusis Myster’lerinde erginlemenin birbirini izleyen
evrelerini İzm ir'li Theon şöyle anlatıyor:
Erginlem enin bölüm leri beştir. İlk i arınmadır. Gizler,
onları paylaşmak isteyen herkese açık değildir; bazıları
na uzak kalmaları uyarılır, elleri k irli olanlar ya da ko
nuşması anlaşılmaz olanlar gibi; engellenmeyenler bileönr
ce arınmaya girm ek zorundadırlar. Arınmadan sonra tö
renin yapılışı gelir. Üçüncüsü epopteia denen şeydir. A ynı
152
D RA M A N IN KÖKENİ
zamanda epopteia’nm da sonu olan dördüncüsü, çelengin
başa takılması ve kutsanması bölümüdür; erginlenene, bir
hierophantes ya da daidoûchos yo da b ir resmi yetkili ol
duktan sonra başkalarının törenlerini yönetme yetkisi ve
rir. Beşinci ve son bölümse, tanrıların sevgisinden yarar
lanma ve tanrılarla birlikte yemek yemeden gelen kutsanmışlıktır.
Yazarın istediği, beş aşama olduğunu göstermektir,
çünkü yargısı için gereklidir bu sayı; fakat kendisinin de
kabul ettiği gibi üçüncü ve dördüncü aşama aslında bir
dir, öteki yazarlardaysa ilk arınma biç de erginlemenin
bir aşaması olarak alınmamakta, bir ön aşama olarak ba
kılmaktadır ona, Theon’un beş aşaması bu yüzden üçe
indirilebilir; myesis ya da erginleme, epopteia ve eudatmonia ya da ruhsal mutluluk.
Daha önoe gördüğümüz gibi epoptes rütbesine, A g ra ’
nm Küçük Myster'lerinde erginlemeden sonraki ikinci yıl
da ulaşılır. Epoptes sözcüğü hem «seyirci* hem de «gözet
men» anlamına gelir. Bir seyirci olarak epoptes’in Ergin
leme Evi’ndeki gizli törenleri görmesine izin verilir. Bir
gözetmen olarak (başkalarına yapılırken) bu törenleri
yönetir. Dolayısıyla, Sparta'hlann, erkekliğin ikinci yılın
da Artemis altarmdaki sınamadan hemen önceki dönem
de erkek çocukların sorumluluğunu alan eiren'ine eş de
ğerdir.
Bugün aynı terim Olimpiyat Oyunlarında yönetici ya
da gözetmen için kullanılmaktadır. Bu terimin Eleusis
kullanımının Olympia’dan geldiğini varsaymaya gerek
yoktur, Olympia kullanımı da Eleusis’ten geliyor olabilir,
çünkü bugün her ikisi de birbirinden bağımsız olarak il
kel erginleme törenlerindeki ortak kökenlerine kadar iz
lenmektedir. Her iki yerde de, epoptes'ler Girit mitinin
Kureta’lan gibiydi, ya da öyle olmuştu: yani, kendileri
erginlenmiş oldukları için başkalarının erginlemesine gö
zetmenlik yapan erkekler. Olympia’da erginleme sınavı bir
yanşti; Eleusis’te, değişme bunalımının, ruhun ölüm yo
ERGİNLEME
153
luyla kurtuluşa gidişinde korkunç bir drama olarak yan
sıtıldığı bir acı çekme oyunu haline gelmişti.
Yunanlıların epoptes teriminin bu iki uygulaması al
tında yatan anlamın bilincinde oldukları, Plutarkhos'un
bir başka pasajında açıkça görülmektedir; Plutarkhos bu
rada da mistik kuramı atletizm yarışmaları terimleriyle
açıklıyor:
Hesiodos'a göre, doğum derdinden kurtulmuş ve bun
dan böyle bedenle ilişkisi kalmamış olan ruhlar, özgür ve
günahları bağışlanmış olduğu için insanoğlunun koruyu
cu ruhlarıdır (daimones epimeleis). Yaşlan nedeniyle id
manı bırakmış olan atletler, bedensel yarışmalarda duy
duktan eski zevklerden bütünüyle yoksun kalmazlar, id
man yaparken başkalannı seyretmekten, koşanlann yanlannda koşarak onları cesaretlendirmekten hoşlanırlar yi
ne. Yaşam yarışını bırakmış ve ruhlannm iyiliğiyle daimo
nes olmuş olanlar da aynı şekilde dünyadaki yaşamda ge
çen olaylara, tartışmalara, çalışmalara olan ügilerini yi
tirmezler; aynı amaç için kendilerini hazırlamaya çalışan
başkalarına karşı iyi niyetlerini ve sıcak sevgilerini sür
dürürler, onlann, umduklan amaca yaklaştıklarını ve so
nunda ona dokunduklarını görünce onlara katılır ve cesa retlendirirler.
Yeni Ahit de şunları anımsatıyor bize:
Etrafım ızın öyle kalın b ir kanıtlar bulutuyla çevrildi
ğ in i görerek her türlü ağırlığı, ve bizi o kadar kolaylıkla
kuşatan günahları b ir kenara bırakalım ve yüzümüzü,
im anımızın yapıcısı ve bütünleyicisi İsa’ya: önüne konan
m utluluk ve sevinç için utancı hor görerek haça katlan
mış ve Tanrı'nın tahtının sağ yanında yer almış olan a
çevirerek karşımıza çıkarılan yarışı sabırla koşalım.
Kanıtlar bulutu epoptes’lerdir. Onlarsa şimdi bisikletlerle
donatılmış olan Old Blues'lardır: çünkü daha ileri bir
154
DR A M A N IN KÖKENİ
ERGİNLEMENİN TAR İH İ
ERGİNLEME
155
araştırma gösterecektir ki, modem üniversitenin örgütlen
mesi, hem çalışma hem de oyun yönünden, sonuçta aynı
kaynağa dayanmaktadır, pek kuşku yok bundan.
Üçüncü derece eudaimonia idi; hem Yunanlılar bu söz
cüğü dünyasal refah için kullanmayı küfür saydığı için,
hem de sözcük tanrılarla arkadaşlığa kabul edilmeyi çağ
rıştırdığı için bu dereceye ancak ölümle erişildiği açıkça
bellidir. Olimpiyat galibine verilen İlâhi onurlan anımsa
yalım. o zaman bu örneksemenin bilinçli olarak yapıldı
ğını anlanz. Doğrulann ödülünün, oyunlarda alman bir
galibiyeti izleyen o ünlü cümbüşle bir ortaklığı olduğu fik
rine karşı çıkan, bu kez Platon’dun
Musais ve oğlunun, tanrılara, doğrulara bağışlattığı
kutsamalar daha da gösterişlidir. O nları Hades’e götürdük
lerini. orada sedirlere oturttuklarını ve bir azizler şöleni
hazırladıklarını ve orada sanki erdemin en haklı ödülü
sonsuza kadar sarhoşlukmuş g ib i başlarında taçlar bütün
gün içtiklerini ileri sürüyorlar.
Erginleme törenine telete denirdi, bunun ön hazırlıklan ise proteleia idi. Aynı terimler evlenme töreni için de
kullanılırdı. Evlenmeye hep b ir giz olarak bakılırdı, evle
nen çiftlerse erginlenenler olarak kabul edilirdi. Erginlenenler teleios yani eksiksiz ve yetkin olarak tanımlanır
dı; aynı terim evlilik konumuna gelmiş olanlar, bir de
evliliğin patronları olan Zeus ile Hera için de kullanılırdı.
Her iki yananlam da türemedir. TĞleios’un birincil anlamı
«tam-gelişmiş» ya da «olgun»dur. Dolayısıyla erginlemenin
ve evlenmenin ergenlikte yapıldığı zamandan gelmektedir
ikisi de.
Evlenme töreninde söylenen tümcelerden biri şöyleydi:
«Daha kötüden kaçtım, daha iyiyi buldum.» Aynı tümce,
İ.Ö. dördüncü yüzyılda Küçük Asya’dan Atina’ya ulaşmış
olan Attis Myster’lerinde de kullanılırdı. Eleusis’te kul
lanılıp kullanılmadığını bilmiyoruz, fakat «kötülükten kur
tuluş yo da kaçış» fikrine dayandığı açıktır. Evlenme tö
156
D R A M A N IN KÖKENİ
renindeki anlamı açıkça, daha önceki bir bölümde gön
derme yaptığımız (s. 72) evlenmenin yeni bir moira ya da
daimon'un başlaması olduğu kavramıyla bağıntılıdır; aynı
bölümde deuteropotmos’la ilgili Attika töresine gönderme
yapmıştık: öldü sanılarak arkasından yas tutulan erkek,
temsili bir doğumla topluluğa yeniden kabul edilirdi, bu
da ona ikinci b ir m oira sağlardı. Şimdi, Myster'lerin di
linde teleios terimi çoğu kez, kesinlikle aynı gizemli anla
ma sahip fakat sözcük olarak «kendisine bütün bir parça
bağışlanan kimse» anlamına gelen holokleros sözcüğüyle
birleştirdirdi; kleros, moira’m n anlamdaşıdır. Dolayısıyla
diyebiliriz ki, hem evlenme hem de Myster'lere erginle
me töreninin işlevi, başlangıçta çocuğa erginlikte yeni bir
m oira vermekti. Çocuk yeniden doğardı.
Bu kanıtları bir araya getirince, mistik'in erginlemey
le «yetkinleştirilmiş» olmasının, onun ölümden sonraki ya
şam için yeni bir moiro'yla donatılması anlamına geldiği
sonucuna varabiliriz. Daha önce görmüş olduğumuz gibi,
mistik’in umudu, öteki dünyada daha iyi b ir kader, daha
iyi bir pay ya da m oira idi. A ynı düşünce, ruh ölümlülük
ten kurtulduktan sonra iyi b ir daünon’a sahip olma so
nucu elde edilen mutluluk haline uygulanan eudaimonia
sözcüğünde de vardır. Yani, mistik öğreti, her noktada,
kabile erginleme kalıbını yeniden üretir. Aynı zamanda,
eski kalıba yepyeni bir anlam yüklenmektedir. Myster’lerde, yaşama bir hazırlık olarak tasarlanmış bir tören, ölü
me hazırlanmaya dönüşmektedir. Bütün mistik dinlerin özü
buradadır. İnsanın dış dünyaya bakışındaki bu derin de
ğişiklik nasıl ortaya çıktı? Dionysos myster’lerini anlama
girişimimizden sonra kendimize soracağımız soru budur.
GÖNDERMELER
Webster, H. Primitive Secret Societies (İlkel Gizli Cemiyetler), 2. bas.
New York, 1932.
Comford, F.M., Harrison, J.E. Themis, Chapter VII.
Hocart, A.M . Kingship (Krallık), Oxford, 1927.
V III
DİONYSOS
Yunan mitleri, nasılsa bağlandıkları özel kutsallığa
pek bakmaksızın birbirine yaklaşan, birbiriyle buluşan
sonsuz bir dizi oluşturur. Onlan birbirine bağlayan bağ,
tanrılardan daha eski olan dinsel törendir.
Yunan pantheonunun tanrılarından her biri, yerel ta
pmaların sonsuz bir karmaşasının ürünüdür; bunlar, kabile
toplumunun atomik yapısının ekonomik sınıfların geniş
tabakalarına karışmasından sonra birleşik bir kavram
oluşturur. Bu kavram o zaman bile sınıftan sınıfa, bölge
den bölgeye değişirdi. Homeros Artemis’i incelikli bir er
den (bakire) avcıdır; yine de, İzm ir’den ancak birkaç mil
ötede, Homeros geleneğinin ana merkezlerinden biri olan
Efes'te aynı tanrıçaya henüz bütünüyle insan biçimini
almamış çok memeli bir ana olarak tapındırdı. Homerosçu pantheon son şeklini aldığında bile, dar bir yönetici
sınıf dışmda pek geçerliliği olmayan bir soyutlamaydı.
Ticari ilişkiler, dört yüz yıl sonra (Homerosçu modele
dayalı fakat ondan farklı) yeni bir pantheon'un temelini
kurduğunda Apollon ve Dionysos zıt kutuplarda duruyor
du-. biri, aristokratik durağan yetkinlik ideali — Nietzsche’
nin deyişiyle Mass. ötekiyse halka özgü coşku karşılığı,
Uebermass. Farklılaşma yalnızca evrimlerinin son aşamasmdaydı, daha önceki aşamalarsa dinsel törenlerde hâlâ ya
şıyordu. Delphoi’de, Thyiades orgiastik tapımı Dionysos’a
olduğu kadar Apollon’a da adanmıştı; Apollon gibi Diony-
158
D R A M A N IN KÖKENİ
sos da bir müzisyen ve bir bilici idi; Thebai’deki Lampadaphoria ve Sparta’daki Staphylodromia gibi Apollon
festivalleri, adları dışında her şeyiyle Dionizyak idi. Dionysos’un akrabalığı yalnızca Apollon’la da sınırlı değildi.
Girit'te Zeus’la bir tutuluyordu-, Trakya’da Ares gibi bir
savaş tanrısıydi; eski uygarlık uzmanları Argos'un Proitos
kızları mitinde, kadınları çılgınlığa sürükleyenin Dionysos
mu, yoksa Hera mı olduğu konusunda anlaşamamaktadırlar. Kanıtların, çözümlememizi bir adım daha geriye it
memize izin verdiği durumlarda, bu tanrıların —Apollon,
Dionysos, Hera— hepsinin ortadan kaybolduğu, bizi totemci klanın dinsel yansılama törenleriyle bir başımıza bı
raktığı görülür, im Anfang war die Tat (Başlangıçta Ey
lem Vardı).
Bu yüzden, bu bölümde, Yunan dininin tapımlarını,
onları tanrılara göre sınıflandırarak incelemiş olan Farnell’in kabul ettiği yöntemi tersine çevirip, Dionysos'un
kişiliğini, tartışmanın gerektirdiği kadar inceleyeceğiz. İl
kel erginleme öykümüzü sürdürüp, onu dünyanın yalnız
ca kabile düzenini yitirmiş köylülerin mevsimlik festival
lerinde yaşamaya devam ettiği bölgelerine kadar götür
dükten sonra, onun özellikle değil ama temelde Dionizyak
olduğu eski Yunan gizli cemiyetinin dinsel törenlerine ka
dar izleyeceğiz.
Olympia’da zaferin ödülü, yaban zeytininden yapılma
bir taçtı. Tarihöncesi geçmişte, oyunlar henüz erginleme
sınamaları iken, zeytin, yaşamın yenilenişini bildirmek gi
bi büyüsel bir nitelik taşıyordu: o olmadan, çocuk, bir
erkek ya da bir kadın olarak yeniden doğamazdı. İnsan
topluluğu, Doğa’nın bereketine basit bir dokunma yoluyla
kendi güç ve verim ini artırıyordu. Öte yanda, doğanın
gelişmesi ve çoğalması için insan topluluğunun üremesi
çoğalması gerekliydi. Bu iki inanç birbirinin bütünleyi
cisi. sonuçta da eşdeğeri idi: her ikisi de, insan toplumu
ile onun maddi çevresinin birbirine bağımlılığını yoğun
bir biçimde kavramanın esinlendirdiği şeylerdi.
Avustralya’daki erginleme törenleri, bugün hâlâ ya
DÎONYSOS
159
şayanların en ilkelidir; fakat onlardaki gelişim de, uzun
bir evrim sürecinin sonuçları olduklarım gösteriyor. Giriş
bölümünde de söylediğimiz gibi, bu kabilelerin ekonomik
gelişmeleri bir yerde durdurulmuştu, fakat toplumsal ku
rum lan hâlâ işlevsel bir değer taşıdıkları yönlerde geliş
melerini sürdürmektedir. Dolayısıyla, bu Avustralya tö
renlerinin gerisinde çok daha ilkel bir erginleme biçimi
ne ulaşmanın mümkün olup olmadığı sorusu çıkıyor or
taya.
Daha ileri kabilelerde erginleme ile evlenme arasına
girmiş olan sınama döneminin bir ilk öge olmadığım, ev
lenme töreninin içeriğinin onun bir zamanlar erginleme
nin eşdeğeri olduğunu gösterdiğini görmüştük. Bundan,
karşıt cinslerin kabile toplumunun en erken aşamasında,
bugün hâlâ Avustralya’da olduğu gibi, ergenlikte çift
leştikleri çıkarsanabilir. O aşamada erginleme yalnızca
cinsel yaşama erginlemeydi — yani fiziksel birleşmenin ilk
törensel eylemi. Akrabalığı sınıflandırma sisteminin, her
kuşakta farklı dıştan evlenmeci gruplara ait erkek ve ka
dınlar arasında sınırlamasız cinsel ilişkiyi gösteren bir il
keye dayandığını da görmüştük. Bu düşüncelere Robertson
Smith’in dikkat çektiği bir üçüncüsünü de ekleyebiliriz
şimdi. Bugün doğrudan bilgi sahibi olduğumuz en yabanıl
topluluklar öyle düşük bir ekonomik düzeyde yaşıyor ki,
cinsel ilişki, yılın, yiyeceğin en bol olduğu bölümüyle sı
nırlanma eğilimini gösteriyor; eğer bu sınırlama bugün
de işliyorsa, kabilenin henüz ilkel sürüden çıkarak evrim
leşme sürecinde olduğu ta ilk aşamada haydi haydi işle
mesi gerekirdi. Bu demektir ki, erginleme, başlangıçta er
ginliğe henüz erişmiş her iki cinsten kişilerin oluşturduğu
açıkça belirlenen ve kapsamlı bir yaş grubu için yılda bir
kez yapılan bir yaz kutlamasıydı. İnsanın ölmesi ve ye
niden doğması töreni, böylece geriye, bitkisel yaşamın
ölüşü ve yeniden doğuşundan ayırt edilemez olduğu bir
biçime kadar götürülebilir. İnsani yaşam Doğayla birlik
halinde hareket ediyordu. Her ikisinde de aynı nabız atı
yordu.
160
DRAMAN1N KÖKENİ
Erginlemenin bu yönü Avustralya törenlerinde pek
göze çarpmaz; belki de bizim onlarla ilgili bilgimiz büyük
ölçüde güncel dinsel törenlerin nesnel betimlemeleriyle sı
nırlı da ondan; fakat yeryüzünün başka yerlerindeki köy
lü göreneklerinin yorumlanmasında çok önemli olan eski
Çin köylülerinin bahar şenliklerinde çok açık olarak or
taya çıkar. Aşağıdaki açıklama Granet'ten alınmıştır. Özel
likle, katılanlann, geleneksel şarkılarından çıkarılan öznel
davranışlarını göstermesi bakımından değerlidir.
Yüzyıllar boyu, erginlem eler kırsal topluluklarda yeni
mevsimi açmak için yapılan evlenmelerle aynı zamanda
kutlanırdı. Bilinen dinsel törenler hâlâ « kızların ve oğ
lanların b ir kalabalık içinde eğlendikleri» bahar şenlik
lerinden söz ediyor. Açıklama şunları da ekliyor: « ( o za
man) erkek çocuklara erginlik bağışlanır; (o zaman) eş
ler alınır.» Yaşam ancak iki cinsin birleşmiş güçleriyle
uyanabilir. Baharı, ancak b ir gençlik şenliği uyandırabilir.
Erginlemeler ve evlenmeler bütün topluluğun kontro
lü altında gerçekleştirilirdi. Ev işlerinin, dünya işlerinin
görüldüğü yerlerden ayrı, başka yerlerde yaparlardı otu
rumlarını. Geniş, engelsiz bir kırda, göreneksel kısıtla
malardan kurtulmuş oğlanlar ve kızlar doğayla temasa
gelmeyi öğrenirlerdi. Buzların erimesiyle özgürleşen de
relerden sular akardı; kışın dondurduğu kaynaklar bir kez
daha yaşama kavuşan pınarlardan çağlardı; çözülen top
rak, otların baş vermesi için açılırdı; sığındıkları yerler
den fırlayan hayvanlar doldururdu yeryüzünü. İçe kapan
ma dönemi biter, evrenin birbirine geçme dönemi baş
lardı. Yeryüzü ve gökyüzü birleşebilirdi, gökkuşağı ise on
ların birleşmesinin bir simgesiydi. Kapalı gruplar şimdi
bağlaşıklığa girebilir, cinsel gruplar buluşabilirdi. Genç
insanlar, çok çok eskiden atalarının toplumsal ve cinsel
yaşama erginlenmiş oldukları, bir zamanlar kutsanmış ve
yeni olan bir toprak üzerinde buluşurdu...
Bahar şenliklerinin en önemli oyunlarından biri, ne
hirleri aşmaktı: buysa yarı çıplak durumda, tarlalardaki
DİONYSOS
161
buluşmadan önce yapılırdı. Canlı sularla temasa gelmek
ten titreyen kadınlar, yüzen ruhları içlerine girmiş hisse
derdi. Nicedir kurumuş kutsal pınarlar, sanki baharın
gelişi, sularını kışın zincirlediği yeraltı hapishanesinden
salıvermiş gibi yeniden uyanırdı... Nehirlerin geçilmesi ey
lemiyle onların kurtuluşu kutlanmış olurdu: bereketli yağ
murlar göklerden yerlere, bereket kaynağı da insanın üze
rine çekilirdi. Çinliler, ailelerini genişletecek doğumlar,
tohumlan yeryüzüne çıkaracak yağmur için törenler ya
par, boyuna dua ederlerdi. Yağm urlar ve yeniden doğuş
lar önce cinsel oyunlarla sağlanırdı. Fakat sonunda, su
yun dişi bir doğaya sahip olduğuna, yağmur sağlama er
deminin yalnızca kadmlann ellerinde olduğuna inanılır
oldu. Aynı şekilde, erdenlerin (bakirelerin) kutsal nehir
lerle temas edince ana olabileceklerini hayal ederlerdi.
Gerçekten de, doğumların yalnızca karıların yararına ka
zanıldığı, bedenleşmelerin yalnızca ana ataların bedenleşmesi olduğu bir zamandı bu...
Bu şenlikler, komünyonlar, cümbüşler ve oyunlardan
oluşurdu... Bir araya gelmeler, toplantılar, avlar, dansta
ve şarkıda yarışma için fırsatlar yaratırdı. Bu, günümüz
de Güney Çin’in geri kalmış toplulukları arasında hâlâ
görülebilir. Bunların en büyük şenlikleri, komşu köyler
den oğlan ve kızların bir sıra halinde yan yana gelip
doğaçtan şarkılar söyleyerek eğreltiotu kestikleri şen
liklerdir. Yılın zenginliği, insanların mutluluğu at üstünde
yapılan mızrak dövüşlerine bağlıydı. Aynı şekilde, eski
Çin şenliklerinde oyunlar için bir araya gelen genç in
sanlar Doğa’nın bir emrini yerine getirdiklerine, onunla
birlikte çalıştıklarına inanırlardı. Dansları ve şarkıları,
bir eş arayan kuşların ötüşlerini, birbirini izleyerek uçan
böceklerin uçuşlarını karşılardı. «Çayırdaki çekirge, küçük
tepedeki çekirge zıplıyor. Tanrımı görünceye kadar — be
nim pır pır eden yüreğim, ah, nasıl çarpıyor — ama onu
görür görmez — onunla bir olur olmaz — o zaman erince
ulaşacak yüreğim.»
Bu eski Çin köylü şiirinin asıl önemi, törensel köke
162
D R A M A N IN KÖKENİ
ninin adamakıllı açık olması bir yana, onun ortaçağ A v
rupa’sının Natureingang şiirine (Goliard’larm ve Bagante’lerin, yoksul papazların ve başıboş dolaşan öğrencile
rin, Alman Minnesinger'lerinin ve Provanslı ozanların
aşk şarkıları) olan yakınlığının o derece açık olmasındadır.
Ölüm başbaşa söyletir türkümüzü uzakta,
Bahar tatlılık getirir, gençlik sevinir,
Yeni bir kıvanmadır oluşan; böyle gençleşir dünya
Phebus sevindirilir,
İzleyerek zamanı, yeniden biçimlenir çiçek
Flora yenilenir.
Bu şarkıların kökeninin de tarım törenlerinde olduğu
artık herkesçe kabul ediliyor; nitekim törenin kendisi de
gerçekte çağdaş Avrupa’nın Mayıs festivallerinin, hasat
festivallerinin bozulmuş biçimlerinde hâlâ yaşamaktadır.
Bu tören şu andaki amacımız için önemli, çünkü sanıyo
rum,- Dionysos’a tapınmanın bazı öğelerine ışık tutuyor.
Mannhardt ve Frazer bu tapınmayı elbette inceden inceye
incelemişlerdir; benim konuyu buraya getirmemin tek ne
deni onun temel özelliklerinden birinin — ölüm ve yeniden
dirilme fikri— yeteri kadar yorumlanmamış olmasıdır.
Baharda ya da yazın başlangıcında kutlanan, «Ölümü
Dışarı Sürme» ve «Y azı Getirme» diye adlandırılan iki
festival üzerinde duracağım. Avrupa’nın birçok yerinde
bunlardan yalnızca biri temsil edilmekte, fakat başka yer
lerde bir arada bulunmaktadırlar; bunların, bir tek kut
lamanın bütünleyici parçaları olduğundan hiç kuşku yok.
Her birindeki temel öğelerin kısa bir özetinden sonra,
belli örneklerden alınmış ve onların genel anlamlarını gös
teren bazı ayrıntılara dikkati çekeceğim.
Ölüm adı verilen bir kukla, bir grup delikanlı ya da
kız tarafından köyün dışına taşınırken seyirciler onu
överler ya da lanetlerler veya taşlarlar. Sonra kukla bir
ağaca asılır ya da yakılır veya bir dereye atılır, ya da
tarlalarda parça parça edilir; grup, kukladan kalanları ka
pışmak iç'n birbirine girer. Kukla hep bir insani yaratığı
temsil edecek biçimde yapılır, çoğu kez kadın giysileri giy
DİONYSOS
163
dirilir üzerine. Bazan Ölüm rolü köylülerden biri tarafın
dan oynanır, sonra onu öldürme taklidi yapılır. İki tö
renin birleştirildiği yerlerde grup bütün geceyi ormanda
geçirir, o zaman genellikle cinsel ilişkiye izin vardır. Da
ha sonra yazın çağırılması gelir. Ormanlardan ağaç dal
ları kesilir ya da bir ağaç bütünüyle devrilir; grup bun
larla birlikte köye döner, evden eve yiyecek ya da para
toplamaya başlar, verenler kutsanır, vermeyenler lânetlenir. Bu toplama işini bazan bir şölen izler. Sonunda dal
lar kapıların üzerine asılır ya da ahırlarda veya tarla
larda yere dikilir, bu dalların buralarda kadınlara, sığır
lara ve ürüne bereket getirdiğine inanılır. Ağaca genel
likle bir oğlan ya da kız çocuğunu temsil eden bir kukla
ya da yapraklardan bir giysi giydirilmiş gerçek bir oğlan
ya da kız çocuğu eşlik eder. Ağaç, köyde bir Mayıs direği
olarak dikilir, çevresinde dans edilir, türlü çeşitli yarışlar
ve oyunlar oynanır, kazananlar yılın kralı ya da kraliçesi
ilan edilir. Bazı yerlerde bir önceki yılm kralı bir sına
madan geçirilir ya da öldürülmüş gibi yapılır. Festivale
katılanlar genellikle köyün gençleridir — oğlanlar ya da
kızlar veya her ikisi; fakat çoğu durumda kutlamalarm
kadınlara bırakıldığı görülmektedir.
Transilvanya’nın bazı bölgelerinde bir söğüt ağacı ke
silir, süslenir ve köyde bir yere dikilir. Yaşlı ve hasta
kimseler ağaca tükürür ve «biraz sonra öleceksin, bırak
da biz yaşayalım» derler. Ertesi sabah, yapraklardan bir
giysi giymiş olan Yeşil George denilen bir delikanlı sanki
suda boğulmak için bir dere kenarına getirilir, fakat son
anda onun yerine dallardan yapılmış bir kukla atılır de
reye. Yukarı Lusatia’da kukla, köyde son gelinin taktığı
duvağa sarılır, son ölümün olduğu evden alman bir göm
lek giydirilir. Bohemia'da çocuklar yakar kuklayı, o yanar
ken çocuklar şu türküyü söyler:
Şimdi Ölümü köyden dışarı.
Yeni Y a z’ı köye taşıyoruz.
Hoş geldin sevgili Yaz, küçük yeşil tahıl!
164
D RA M A N IN KÖKENİ
Silesia’da Spachendorf'ta kukla bir tarlaya götürülür,
soyulur ve kalabalık tarafından parça parça edilir; insan
lar, kuklanın yapıldığı samandan bir kıymıkçık kapa
bilmek için çırpınır. Toplanan samanlar eve getirilir, ahır
lardaki yemliklere konur, bunların sığırları güçlendirece
ğine, geliştireceğine inanılır.
Fransızların ve Almanların Harvest M ay töresi, genel
likle daha az gelişmiş de olsa temelde bu bahar festival
lerine benzer. Mısır püskülleriyle süslenmiş bir dal ya da'
ağaç, hasat yapılan tarladan gelen son araba üzerinde
eve taşmır ve çiftlik evinin çatısına tutturulur, bütün yıl
orada kalır.
Frazer bu festivalleri şöyle yorumluyor. Ölüm ve Yaz
gerçekte birbirinin aynıdır, her yıl ölen ve yeniden do
ğan bitkinin ruhunun farklı yönlerini temsil eder. Başlan
gıçta bitkilerin ruhu bir ağaç biçiminde cisimleştirilirdi,
fakat giderek antropomorfik oldu (insan biçimini aldı)
— önce bir kukla süslenirdi yapraklarla, sonra bir in
san aynı şekilde süslenir oldu, yanma da bir ağaç verildi.
İnsanın bazan yalandan öldürülmesi, eski kralın yenisi
tarafından gerçekten öldürüldüğü eski insan kurban et
me töresinden kalmadır.
İki figürün temelde aynılığı konusunda bir sorun yok.
Bu durumlarda söylenen şarkıların birçoğu bunu kanıtlı
yor, festivalin Rusya’daki bazı şekillerinden de açıkça or
taya çıkıyor bu. Küçük Rusya’da, Kostrubonko adı verilen
bir kız sanki ölmüş gibi yere uzanır. Ağıtçılar çevresin
de şarkı söyleyerek dolanırlar:
Öldü. Kostrubonkomuz öldü!
Öldü, sevgilimiz öldü!
Kız birden ayağa fırlar, ağıtçılar sevinir:
Dirildi, Kostrubonkomuz dirildi!
Sevgilimiz dirildi!
DIONYSOS
165
Dolayısıyla buraya kadar Frazer doğru, fakat yorumun
gerisi ciddi itirazlara açık.
Her şeyden önce, çok fazla basitleştiriidiği belli. Ağaç
hiç kuşkusuz ilkel bir öge, ta uzak geçmişe kadar gidi
yor; fakat genel nedenlerden dolayı antropomorfizm-öncesi b ir tapımın çağdaş Avrupa köylü sınıfınca hemen he
men hiç bozulmamış olarak saklanmış olması pek müm
kün değil; antropomorfizme geçişle birlikte çok değişik
tabakalar içermesi gerekir. Ağacın yerini bir ağaç-adamm
aldığı değişik şekillerinin ötekilerden daha eski olduğunu
varsaymak için bağımsız bir neden de yok. Ayrıca, temel
deki bazı yakınlıklara karşın iki figü r bazı bakımlardan
çok farklı birbirinden. Yaz daima bir ağaç ya da ağaçadamdır, birincisinin bir erkeklik organı simgesi olduğu
ileri sürülüyor mantıklı olarak. Bu durumda iki öge bir
birinden ayrıdır ve birini ötekinden çıkarmak için bir
neden yoktur, ağaç-adam kamışın (Phallus) taşıyıcısıdır.
Öte yandan ölüm, hemen hemen değişmez bir biçimde
bir kukladır, çoğu kez özellikle ağaçlarla bir ilişkisi yok
tur, oysa bazı durumlarda açıkça bir insamn yerini tu
tan bir şeydir. Kuklanın antropomorfizm-öncesi olduğu
na inanmak için gerçekten de hiçbir neden yoktur.
Son olarak, son bölümde söylenenler karşısında, bir
yalandan ölüm töresinin, ölümün gerçek olduğu daha ön
ceki bir aşamayı gerektirdiğini varsaymak fazla aceleci
lik olur. Bağımsız kanıtlar olmadığı için, yalandan ölüm,
ister mitte ister dinsel törenlerde olsun, daha önce gör
müş olduğumuz gibi bir yalandan ölümün — gerçek bir
ölüm değil— temel öge olduğu erginleme törenlerinden
geldiği varsayımına dayanarak yeterince açıklanıyor. Y a
ni, eski kralın yalandan öldürülmesinin, unutulmuş bir
erginleme sınavının silik bir kalıntısından öte bir şey ol
ması gerekmez. Kostrubonko örneğini biraz önce verdik.
Saksonya'da kral, öldürüldükten sonra bir hekim tara
fından diriltilir. Frazer’in varsayımına göre bu özellik
gerçek bir kurban etmenin yerini almış yalandan bir kur
ban etme olarak açıklanmalıdır; fakat büyücü hekim, iz-
166
D R A M A N IN KÖKENİ
lerL Yunan komedyasına ve yine ortaçağ Avrupa'sı dramasına kadar izlenebilecek çok yaygın bir geleneğe aittir;
onun, erginleme töreninde var olan yalandan ölüm ve
dirilme olaymdan halk belleğinde kalmış bir şeyden baş
kası olmadığını varsaymak çok daha basit bir şey gibi
görünüyor.
Bu yüzden bu festivallerle ilgili olarak, daha basit
ve açık olmasına karşın belki de bu nedenle gerçeğe en
yakın olması gereken bir yorum ileri süreceğim ben. Ba
harın başlangıcında, topluluktan kızlar ve oğlanlar alay
lar halinde oraıana ve kırlara giderler. Gidişleri bir yas
nedenidir, çünkü oğlan çocuklar erkek olarak dönecek,
kızlarsa bir daha genç kız olamayacaklardır. Ormanda
ağaçlardan yoldukları dallan taşırlar ellerinde, başlarına
yapraklardan çelenkler takarlar. Bu yolla, tarlada ve or
manda henüz canlanmakta olan doğurucu güçlere benze
tirler kendilerini; gece süresince ilk kez cinsel birleşme
eylemini gerçekleştirirler. Ertesi sabah, yeni konumlannın
belirtkelerini beraberlerinde taşıyarak eve dönerler. Oyun
lar, güç yarışmalan ve denemeleri yapılır, kazanan çifte
yılın kutsal evliliğinde gelin ve güvey olarak saygı gös
terilir. Festival bir ortak yemekle biter.
Bu yüzden, bir görüş açısından amaç, yetişen kuşağı
baharın ilk çiçekleriyle temas yoluyla döllemektir-, fakat
aynı zamanda insan topluluğu, Doğa’nm bereketini ye
nilemek üzere kendini de aşılamak zorundadır; giderek,
toplumun yapısı değiştikçe bu yön daha başat duruma
gelir. Tören hâlâ gençler tarafından yapılıyorduı* — baha
rı uyandırmak için bir gençlik festivali hâlâ gereklidir,
ama onların bu törendeki rollerinin özel anlamı, hele hele
törensel ölüm ve dirilmeleri artık anlaşılır olmaktan çık
mıştır. Onlardan biri yalandan ölür ve dirilir, ya da onun
yerine bir kukla öldürülür; kukla, geçmiş olan kışın açlık
ve hastalığının bir simgesi olur. Aynı şekilde, ağaç dal
larıyla temas yoluyla özümledikleri özellikler de dalların
kendileriyle sınırlıdır ve sonunda köyün ortasına dikilen
Mayıs direğinde toplanır. Böylece festival geleneksel bir
DİONYSOS
167
eğlenceye, çoktan unutulmuş bir dinsel törenin anlamsız
debris' ine (enkaz) bozulur.
Yazı Getirme ve Harvest M ay görenekleri, hemen he
men aynı derecede bozulmuş biçimde eski ya da yeni
Yunan köylüleri arashıda da izlenebilir elbet. Samos’ta
(Sisam) Apollon festivalinde çocuklar bugün orta Avru
pa’da hâlâ söylenene çok benzer bir şarkı söyleyerek ka
pı kapı dolaşıp dilenirlerdi, ellerinde eiresione —yünle
süslenmiş bir dal— taşırlardı. Söylendiğine göre, bütün Yu
nanistan’da çiftçiler tarlalarında bir ağaç dalı dikerek Dionysos’a saygı gösterisinde bulunurlarmış. Öte yandan,
eiresione, devletçe resmen tanınan ve Phytalidai klanmca
yönetilen Oskhophoria’da Athena festivalinde de taşınır
dı. Başlıca olaylar Ğpheboi yanşlan, kadm giysileri giyin
miş iki delikanlının başını çektiği bir alay ve toplu şö
lendi. Aynca, İtalya ve başka yerlerde olduğu gibi Yu
nanistan'da da Ölümün Dışarı Sürülüşü’ne karşılık olan
ilkel törendeki olumsuz öge, halk önünde yapılan bir ke
faret töreni olarak taze bir can kazanmıştır. Asya Yu
nanistan'ında, bir salgın ya da kıtlık döneminde, bir kö
le ya da suçlu (pharmakos) kentin dışma götürülür, pey
nir, incir ve arpa ekmeğinden oluşan bir yemek verildik
ten sonra üreme organlarına yabani ağaç dallarıyla vu
rulur, yabani ağaçlardan koparılmış dallardan bir yığın
üzerinde yakılır, külleri rüzgâra savrulurdu. Buradaki çi
le öğesi bağımsız boyutlarda geliştirilmiştir, fakat yeniden
yaşam bulma fikri onun kırbaçlanma biçiminde açıkça
yatmaktadır. Frazer, «onun üreme güçlerini, bütün etkin
liğiyle ardıllarına geçebilsin diye uyarmanın doğadışı bir
şey olm adığım » söylüyor; fakat deminki örnekte ardıllık
diye bir durum yoktur. Onun üreme güçleri, sağlığı ve
bolluğu eski durumuna getirmek İçin uyarılıyordu.
Son bölümde, erginlemenin bütün gizli büyü cemi
yetlerinin oluşumunda temel bir özellik olduğunu gör
müştük, şimdi de onun kökenlerinin tarımın kökenlerin
den ayırılamaz olduğunu görüyoruz. Bundan sonraki göre
vimiz, büyük ölçüde gizli cemiyetlerin elinde olan ve da
168
D R A M A N IN KÖKENİ
ha çok tarımsal büyüyle ilgili olan Dionysos tapınmasını
araştırmaktır. Euripides'in Bakkhalar'mda verildiği biçim
de Pentheus’un ölümü mitiyle başlayacağım.
Anımsanacaktır, Pentheus, Dionysos’a tapmanlara yap
tığı işkencenin cezası olarak tanrının kendisi tarafından,
ölümüne doğru tuzağa çekilir. Gizli törenlerinde Bakkhala n görme arzusuna kapıldığı için, tannnm da yönlendir
mesiyle, kadın giysileri içinde gizler kendini, böylece mas
kara kıyafetinde Thebai kentinin sokaklarından geçirilir.
Bakkhalann, kutlamalarından önce dinlendikleri çam or
manına geldiklerinde, Pentheus olanları gözetleyebilmek
için iyi bir yer arar kendine. Tanrı ağaçlardan birini eliy
le tutup aşağı çeker, Pentheus’u tepesine oturtur ve ağacı
geri bırakır. Sonra ortadan kaybolur tanrı ve Bakkhaları
gizliliklerini bozan günahkarı cezalandırmaya çağıran bir
ses duyulur. Ağacın tepesinde Pentheus'u görünce sopa
larla dürtmeye, taşlamaya başlarlar; sonra kendi öz ana
sının önerisi üzerine — anası Agaue, kız kardeşleri İno ve
Autone'yle birlikte kutlayanlar arasındadır— ağacı kökün
den sökerler ve onu aşağı indirirler. Pentheus yaşamını
bağışlaması için anasına yalvarır, fakat kadın onu tanı
maz bile. «Öldürme işini başlatan rahibedir o.» İnsanüs
tü gücüyle kollarından birini burarak omuzundan çeker
koparır. Öteki kadınlar çepeçevre sararlar etrafını. İno
bir kolunu yakalar, Autone ise ayaklarını. Sonunda Agaue
kafasını koparır, thyrsosuna ya da ucuna sarmaşıklar
sarılı sopasına takar ve zafer çığlıkları içinde kente koşar,
kafayı sarayın çatışma diker. «Saraya, tepelerden tapta
ze koparılmış bir dal getirdik, kutlu bir av.» Agaue ga
liptir, çünkü ilk darbeyi vuran o olmuştur. Tapınma ar
kadaşlarının kendisini «kutsanmış Agaue» ilan ettiklerini
bildirir ve babasını. Tanrının kutsadığı kızının sevincine
katılmaya çağırır, yakınlarını bir şölene çağırır.
Pentheus’un ölümü, yıllarca önce Mannhardt ve Frazer’in topladığı gereç üzerinde çalışırken Bather tarafın
dan yorumlanmıştı. Onun gösterdiğine göre, mit dinsel bir
tören üzerine kuruludur, bu tören de Ölümü Dışarı Sürme
DİONYSOS
169
ve Yazı Getirme görenekleriyle aynı türdendir; tek ayrım,
burada kuklanın ve direğin yerini bir tek kurban insan
almıştır. Bather’in ayrıntılarıyla incelenmesi gereken us
taca yorumuna, bu Bakkhalan, geçen bölümde gizli cemi
yetler ve mistik dinle ilgili söylenen şeylerle yakın ilişki
haline getiren birkaç noktayı eklemek isterim.
Oyunun başlangıcında, doğuya yaptıkları geziden dö
nüşte Thebai'ye varan Bakkhalar korosu şöyle başlar şar
kısına:
K im va r orada? Gelen kim? Çekilsin gitsin buradan,
bizi terk etsin, dudaklar kımıldamasın, sussun! Dionysos'a
dua edeceğiz şimdi, ne zamandır yapıldığı gibi.
Sonra bir İlâhiye başlarlar:
Ne m utlu tertemiz yaşam sürenlere. Tanrının lütfuyla
onun gizlerine erenlere, arınanlara, temizlenenlere, ne m ut
lu Bakkhos'un soluğuyla dolu, çevik ayaklarla tepelerde
dolaşan kutsal gruba katılanlara... Ne mutlu, thyrsos'ları
havada, başları sarmaşık çelehkleriyle süslü, Dionysos'a
tapanlara!
Kimi sırtlarını çam ağaçlarının gövdesine dayayıp, kimi
başlarını meşe yapraklarından bir yastığa koyup geceyi
ormanda geçirirler. Pentheus’un ölümü, hem kendi bakış
açısından hem de Bakkhalann bakış açısından bir agon
ya da güç bir sınama olarak tanımlanıyor. Tanrının ko
ruması ya da pompĞ'si altında kenti terk eder. Agaue
bir zafer alayıyla ya da feömos’la döner evine, zaferinin
ödülünü taşır elinde, bu ödül sayesinde makar ya da
eudaimon ilan edilmiştir, zaferi bir şölenle kutlanır.
Bir önceki bölümün ışığı altında, bu ayrıntılar ken
diliğinden açıklanmış oluyor. Kutlamaların başlangıcında,
erginlenmemişlere uzak durmaları söylenir; erginlemenin
ödülü eudaimonia'dir; erginlenenler erginlenme uykusunu
hayat verici yapraklarla koyun koyuna uyurlar; gerisi.
170
D R A M A N IN KÖKENİ
Eleusis Myster’lerinde ve Olimpiyat Oyunlarında daha ön
ce görmüş olduğumuz tören kalıbını izler.
Elbette, Pentheus mitinin gerisinde gerçek bir ölümün
yattığından kuşku duyulamaz. İlkel klanın totemci ayini
basit bir büyü komünyonu eyleminden bir gizli cemiye
tin kanlı bir kurban eylemine dönüşmüştür. Pentheus, T i
tanların paramparça ettiği Dionysos’un bedenleşmesi
olarak Bakkhalar tarafından parça parça edilir; ya da
şöyle söyleyelim, Dionysos'un ölümü, Pentheus mitinde
yansıyan gerçek ölümün mitsel bir izdüşümüdür. Dionysos
mitinde, ölümü bir yeniden diriliş izler; fakat törenin ken
disinde, bir insan kurbanın konulmasından sonra bu öge
zorunlu olarak çıkarılmıştır, yalnızca kurbanın ölümü,
onun etiyle ve kanıyla temas eden herkese taze hayat ve
riyordun Bu da kendi başına, insan kurban etmenin bu
tipten törenlerin doğasmda var olan bir öge olmadığının
bir göstergesidir. Dionysos’un bedenleşmesi Yunanistan'ın
çeşitli yerlerinde değişik şekiller almıştır. Makedonya’da
parça parça edilen bir yılandı, Girit'te bir boğa, başka yer
lerdeyse bir geyik yavrusu,- Thebai'den yalnızca birkaç
mil ötedeki Boiotia’mn Orkhomenos’unda, «Bakkhos çılgın
lığına yakalanmış olan kadınların sarmaşıklığa düştükle
ri, onları yolup yolup yedikleri» anlatılıyor. Bunu bir Boiotia’lı olan Plutarkhos’tan öğreniyoruz. Bu nedenlerle,
böyle bir törenin genellikle insan kurban etme üzerine
kurulduğu varsayımından kendimizi alıkoyup, bu öğenin
özellikle Boiotia gibi teokratik topluluklarda yer yer or
taya çıkan bir yan öge olarak Mykene dönemine, Orkhomenos’un rahip krallarının Yunanistan’daki en güçlü ol
dukları bir zamana rastladığını düşüneceğiz.
Bather’in bu miti çözümleyişinin bu kadar az dikkate
alınması gariptir. Nilsson söz ediyor ondan, belli ki etki
sinde kalmış, çünkü rastlantıyla bir dipnotunda tartışı
yor onu ve şöyle b ir sonuca varıyor: «Bir mitin, özellik
le şiirde açıklanmış bir mitin her ayrıntısında bir tapın
ma uygulaması aramak bir cesaret örneği gibi görünüyor
bana.» Bu yorum pek yardımcı olmuyor bize, çünkü Nils
DİONYSOS
171
son Bather’in genel yönteminin geçerliliğini tanıdığına gö
re —ki bu yöntemi Yunan mitolojisinin öteki sorunların
da dikkate değer bir başarıyla uygulamıştır kendisi— bu
yöntemin uygulanmasını sınırlandırmada tek ölçütün ka
nıtların gücü olması gerekir. Bather’in işaret ettiği gibi,
aynı öykü Euripides’in oyunlarını hiç kuşkusuz bilen bir
kişi olan Nonnos tarafından ayrıntılı bir biçimde anla
tılıyor, fakat temel öğeler her ikisinde de aynı olmasına
karşın iki değişik biçim birbirinin aynı değildir ve her
ikisinin de ortak bir söylenceden ortaya çıkmış olduğu
varsayılabilir. Kuşkusuz, Euripides ve Nonnos’un şair ol
dukları doğrudur, ama dolaylı ya da dolaysız Yunan mit
leri hakkında hemen hemen bütün bildiklerimizi borçlu ol
duğumuz Homeros da, Hesiodos da, Pherekydes de, Stesikhoros da, diğer yazarlar da şairdiler,- ayrıca insan Yunan
şiirini ne kadar incelerse, onun popüler geleneğe çok sağ
lam bağlarla bağlı olması yönünden batı Avrupa’nın çağ
daş şiirinden nasıl derinden farklı olduğunu o kadar iyi
görür.
Şimdi, parça parça ve karışık olmasına rağmen, bizim
önermiş olduğumuz Dionysos thiasoi'siyle ilgili öteki ka
nıtların incelenmesine geçeceğiz.
Orkhomenos'ta sarmaşığın yolunması Agrionia festi
valinde olurdu; Plutarkhos da aynı festivalin başka ay
rıntılarını kaydediyor. «Bizim ülkemizde» diyor, «Agrionia
şenliğinde kadınlar, sanki kaçmış gibi, Dionysos’u arar;
sonra aramaktan vazgeçerler ve Musa'lara kaçmış oldu
ğunu, onlarla birlikte gizlendiğini söylerler; biraz sonra,
yemek sona erdiğinde, birbirlerine bilmeceler ve sözcük
oyunları sorarlar.» Ve yine; «Her yıl, Agrionia’da Oleiai
denilen kadınlar, bir Dionysos rahibi tarafından kılıçla ko
valanır, en arkada kalan yakalanırsa onu öldürmesine izin
verilir; anımsayanlar olacak, rahip Zoilos bir keresinde
yapmıştı bunu.» Bunlar, çağımızın başlangıcında birinci
yüzyılda yazılmıştır. A ynı parçada Plutarkhos, Orkhomenos kralı Minyas’ın kızları mitine göndermede bulunur.
İnsan etine karşı çıldırtıcı bir arzuya kapılmış olan kız
172
D R A M A N IN KÖKENİ
lar kura çekerler ve kura hangi kız kardeşe çıkmışsa o,
parçalanması için oğlunu öteki kıza verir. Dolayısıyla,
Orkhomenos'ta insan kurban etme âdetinin yalnızca ta
rihöncesi zamanlarda var olmayıp tarih dönemi boyun
ca da ara sıra yeniden canlandığı açıkça görülüyor.
Dolayısıyla, Orkhomenos'ta tanrı kaçar, kadınlar da
onu aramaya giderdi. Onun, sonunda bulunup tekrar eve
getirildiğini gösterir bu. Kadınlar sarmaşığı yolar ve yer
di, bu da onlann yeniden canlandırdıkları şeyin tanrı ol
duğunu gösterir. Törensel bir kovalama da vardı, bun
da, kadınlardan biri öldürülürdü. Bu özelliğin önemi so
na doğru daha açık hale gelecek, fakat Sparta’da Dionysos’çulann koştuğu koşu, Arkadia, A lea’daki uygulama gi
bi bir erginleme sınavıydı besbelli: burada, Dionysos fes
tivalinin başlangıcında kadınlar, «Sparta epheboi'leri gi
bi» kamçılanırdı.
Herkesin dinsel törenlere dayandığını kabul ettiği bir
çok yerel mit, bu ayrıntıları daha da aydınlığa kavuşturu
yor, yeni ayrıntılar çıkarıyor ortaya. Bu mitlerde Dionysos
olduğu kadar Hera da vardır, fakat birbiriyle o kadar
yakından ilişkilidirler ki, ayrıntıları çözmeden önce bun
ları tam olarak vermek en iyisi olacak.
İlki Boiotia’daki Tanagra’dan: yerel Dionysos tapımının açıklanmasıyla ilgili olarak anlatılmıştır. Kutlamalar
başlamadan önce kadınlar arınmak için denize inerler,
yüzerlerken deniz tanrısı Triton’un saldırısına uğrarlar.
Dionysos’u yardıma çağırırlar, o da gelir Triton'larla dö
vüşür ve onları yener.
İkincisi Naksos’tan. Dionysos’un sütnineleri Tesalya’
da Drios Dağı’nda Trakyalı Boute’lann (öküz-adam) sal
dırısına uğrarlar. Denize kaçarlar, fakat onlardan biri olan
Koronis yakalanır ve kaçırılır Boute’larca; Naksos'a götü
rülür ve onlardan biriyle karı-koca hayatı yaşamaya zor
lanır, sonunda Dionysos erkeğin akimı kaçırtır, o da bir
kuyuya atar kendini, boğulur. Son ayrıntı Attika’da yeni
den ortaya çıkar.- Dionysos, İkarios tarafından karşılanır,
daha sonra İkarios öldürülür ve cesedi bir ağacın altına
DİONYSOS
173
gömülür ya da bir kuyuya atılır-, Argos’taysa kral Perseus
Dionysos’u Lerna bataklıklarına atar. Trakyalı Bakkhaların Orpheus’u parçalayıp başını denize attıklarını da anım
sayalım.
Üçüncüsü Trakya’dan, İlyada'da. rastlıyoruz. Lykurgos
Edonoi’li bir kraldı, Dryas’m (meşe-adam) oğluydu. Dionysos’un sütninelerinin peşine düşer, sütnineler ellerin
deki değnekleri atar ve kaçarlar, gözü kanlı Lykurgos bouplex’iyle vurup öldürür onları. Onun haykırışlarından
korkuya düşen Dionysos denize sığınır, Thetis bağrına ba
sar onu. Lykurgos tanrılar tarafından kör edilir, daha son
ra da ölür. Aynı öyküyü Sophokles, Lykurgos’un bağırışla
rının törensel lanetler olduğunu gösterir bir biçimde an
latıyor. Lykurgos'un bouplex’inin bir öküz üvendiresi mi,
yoksa uzun saplı bir balta mı olduğu belirsiz, fakat o
«kanlı katil» ya da «adam öldüren» bir kişi olarak ta
nımlandığına göre büyük olasılıkla sonuncusuydu. Öykü
nün bir başka biçiminde, Dionysos’u denizin içine kadar
kovaladıktan sonra' Bakkhaları hapseder (Euripides’te
Pentheus’un yaptığı gibi), fakat onlar bir tansıkla kurtu
lurlar. Lykurgos çıldırır ve baltasının bir vuruşuyla bir
asma sandığı oğlunu öldürür. Oğlunun bedenini parçala
dıktan sonra kendine gelir, fakat bir süre sonra Pangaion
Dağı’nda kendisi de parça parça edilir.
Kadınların Boute’lerden ve Lykurgos’tan kaçışı bes
belli Orkhomenos’ta Agrionia bayramlarındaki törensel
kaçışı karşılıyor, fakat her iki durumda da denize bir ka
çıştır bu. Tanagra söylencesinde, kadınlar denizde yıka
narak arınırlar, oysa Orpheus ve îkarios söylenceleri, Boute’lerin Tesalya’da, Dionysos’unsa Argos’taki kaderi, kur
banın başmın ya da bir kuklanın denize atıldığını gös
teriyor. Bu mitlerde asıl vurgu, törenin anndırıcı özelliği
üzerinde — tanrının dışan götürülmesi; fakat Perseus mi
ti, tanrının boru sesleriyle dipsiz bir bataklıktan dışarı
çağırıldığı Argos’ta yapılageldiği bilinen gerçek bir tö
renle ilişkilendirilecektir belki de
Suya dalma bir arınmadır, fakat aynı zamanda bir
174
D R A M A N IN KÖKENİ
yeniden doğma, filizlenmedir. Aynı şekilde, pharmahos'uo
kırbaçlanması yalnızca hastalığı ve ölümü kovmak için
değil, aynı zamanda sağlık ve yaşam vermek içindi. Bu
yüzden Dionysos'a tapan bu kadınların suya dalmalarının
aynı türden daha genel bir uygulama olması da müm
kündür. Yunan gelinleri evlenmeden önce ya nehirde ya
da nehirden getirilmiş bir suda yıkanırlardı. Bu da bir
arınmaydı, fakat bunun gelinin doğurganlığını artırdığı
na da inanılırdı. Evlenme banyosunun sulan özellikle «ha
yat verici» olarak tanımlanır; aynı fikir Troya'lı kadın
ların Scamander nehrinde (Eski Menderes) yıkanırlarken
okuduklan formülün temelinde yatmaktadır-. «Scamander,
erdenliğimi al!» Bu, bir zamanlar Çin'de olduğu gibi Yu
nanistan’da da kızın gerçekte canlı sularla temas yoluyla
gebe bırakıldığına inanıldığım gösteriyor. Cinsel birleşme
kolektif olduğu ve ergenlikte başladığı sürece, babalığın
fizyolojik temeli ne önemli, ne de belirgindi. Elbette ki,
nehirde banyo yaptıktan sonra gelin olan kızlar, Yunan
mitolojisi ve halkbilimindeki nympha'lann tarihöncesi in
san kökenleridir: nehir tanrılarıyla evlenen ve cesur, kah
raman oğullar doğuran «gelinler».
Böylece, Dionysos tapımmda kadınların yıkanması, ya
bir erginleme ya da bir evlenme töreni olabilir. Belki de
her ikisi. Thiasos’un erginlenenleri Dionysos gelinleriydi.
Koronis’in Tesalya’da Drios Dağı'nda yakalanması,
Orkhomenos’ta en geride kalanın yakalanmasına eş düş
mekte, fakat bu durumda yakalanan öldürülmemekte, ken
disini yakalayan tarafından kaçırılmaktadır. Koronis bir
Naksos yerlisiydi, orada tanrının doğumuna ait yerel ef
sanede tanrının sütninelerinden biri olarak görünür; ay
rıca, yine Naksos’ta. bu kez bir başka Drios Dağı’nda Di
onysos, Theseus’un elinden aldığı Ariadne’yle birlikte or
tadan kaybolmuştur. Bu da akla getiriyor ki, en azından
bazı durumlarda törensel kovalamacanın bir amacı, tan
rıya bir gelin seçmekti. Dionysos’un Olympia’da bir, A ti
na'da bir gelini olduğunu biliyoruz; Atina’da Boukolion
ya da sığır ahırı denilen bir binada yılda bir kez, eski
DİONYSOS
175
Atina krallarının rahip ardılı olan arkhon basileus’un ka
rısıyla kutsal bir evlilikte birleşirdi.
Orkhomenos’ta olduğu gibi Argos’ta da Agrionia de
nen bir festival vardı; Proitos’un kızlarından birine adan
mıştı bu festival. Bather'in gözlemlediği gibi, Proitos’un
üç kızı, Minyas’m üç kızıyla dikkate değer bir benzerlik
gösteriyor. Dionysos Argos’a geldiğinde kadınlar erginle
meye karşı çıkarlar, bunun üzerine çıldırırlar ve bebe
lerini göğüslerinde öldürürler, etlerini yerler. Proitos’un
kızları, peşlerinde Orkhomenos’un yerlisi ve Minyas’ın bir
yakını olan rahip Melampous, deli gibi bütün Peloponesos’u
dolaşırlar; bu kovalanma sırasında kız kardeşlerden biri
ölür. Ötekiler Melampous tarafından Anigros Nehrine atı
larak arındırılır, o zaman akıllan başlanna gelir.
Aynı mitin bir başka değişik şeklinde, Proitos’un kız
larının gücendirdiği tann Dionysos değil Hera’dır; Hera
onları inek şekline dönüştürür. Nilsson'un da gösterdiği
gibi, bunların İo ile ortak birşeyleri olduğu görülüyor. İo,
Hera’nın Argos'taki bir rahibesiydi. Zeus ona âşık olur,
bunun üzerine rahibe bir ineğe dönüştürülür ve Argos ad
lı bir sığır çobanmm gözetimi altında Lem a çayırlığına
otlamaya bırakılır. Sonunda, uzun bir aramadan sonra
Zeus elinin bir dokunuşuyla bedenini ve aklını eski du
rumuna getirir, aynı dokunuşla bir çocuğa gebe kal
mış olur. Aiskhylos’a göre Zeus’la birleşmesi Mısır’da ol
muştur, fakat mitin bu değişik şekli, M ısır’ın İsis ile
Osiris mitinin etkisini ortaya koyuyor; yerel geleneklere
göre çocuk, «güzel öküzler» adası Euboia’dan pek uzak
olmayan bir kırda doğmuştur.
İo miti besbelli bir kutsal evlilik üzerine kuruludur:
gelin, Hera’nm rahibesi, güveyse bir boğa kılığına girmiş
Zeus’un bir rahibidir; çünkü Cook’m da gösterdiği gibi, sı
ğır çobanı Argos. panoptes'tir, «her şeyi gören»; Zeus’un
ve güneşin geleneksel bir belgeçi (epithet) dir bu, Apollodoros onu bir boğa postu giymiş olarak tanımlar. Da
hası, Argos'un keskin gözleriyle İo’nun yarım ay şeklin
deki boynuzlan, evliliğe aynı zamanda güneşin ve ayın
176
D R A M A N IN KÖKENİ
bir birleşmesi olarak bakılmakta olduğunu gösteriyor,
Olympia'da daha önce de rastlamıştık buna. Son olarak,
karanlık fakat eski olduğu belli bir Argos geleneği şöyle
geçiyor: Haliakmon adlı bir çoban, sürüsünü Kokkygion
Dağı'nda otlatırken rastlantıyla Zeus'u Hera’yı kucaklar
ken görür. Bu görüntü onu çıldırtır ve kendini Karmanor
nehrine atar, bundan sonra nehir Haliakmon adını al
mıştır. Daha sonra Zeus İo’nun ırzına geçtikten sonra kı
zın babası İnakhos tarafından kovalanır, İnakhos arkadan
vurur ona, lanetler. Bu saygısızlığından dolayı İnakhos çıl
dırır ve kendini Haliakmon’a atar, bundan sonra da ne
hir İnakhos adını alır. Dolayısıyla öyle görünüyor ki, Zeus’
un Hera’yla ya da İo’yla evlenmesi şu ya da bu biçimde
törensel bir kovalamaca ve nehirde yıkanmayla ilişkilidir.
Eğer İo m i t i n i n altında yatan kutsal evliliğe güneşin
ve ayın birleşmesi gözüyle bakılıyor idiyse, bunun özgün
bir şey olmadığından, tersine, astronomi bilgisinin geliş
mesiyle rahipliğin ortaya attığı takvim reformlarının bir
yansısı olduğundan emin olabiliriz. Güneşin ve ayın bu
evlenmesinin ardmda boğanın ve ineğin evlenmesi yatı
yor. Peki, kesin olarak ne anlama geliyor bu? Önce, Cook’ın
da açıkladığı gibi, tören uygun bir biçimde kılık değiştir
miş rahip ve rahibenin, sığırların çiftleşmesini yansıladığı
bir danstan ibaretti. Fakat niçin böyle davranıyorlardı?
Bu soruya verilen alışılmış yanıt: böyle yapıyorlardı, çün
kü Zeus ve Hera boğa ve inekle çağrıştınlırdı. Bu, hiçbir
şeyi açıklamış olmuyor ve mit ile törenin gerçek ilişkisini
tersine çeviriyor. Zeus ile Hera, boğa ve inekle çağnştırılırdı, çünkü onların insan biçimindeki tasvirleri bu bi
çimde davranma alışkanlığmdaydı. Eğer bu danstaki eş
ler kendilerini boğa ve inekmiş gibi gösteriyor idiyseler,
bunun nedeni onların çok daha erken bir dönemde ger
çekten bir boğa ve inek olmalarıdır herhalde. Söylemesi
güç bunu, ama bir yorum olabilir.
Argos’ta Hera’ya tapınmanın gerisinde bir kutsal inek
tapımı yatıyor. Haliakmon'un Zeus’un kucağında gördü
ğü H eranm o sırada gütmekte olduğu sürüden bir inek
DİONYSOS
177
olması — boğarım çiftleşmekte olduğu kutsal ineklerden bi
ri— olasıdır. Ne olursa olsun, bu tür bir tapım en sonun
da totemci bir klan töreninden çıkmış olmak. Hera’nın bu
rahibeleri bir inek klanının kadınlarından: kutsal hayvan
la yakınlıklarını, kendilerinin de inek oldukları inancıy
la dile getiren kadınlardan geliyordu. Böyle olunca, sürü
lerinin doğurganlığını bir yansılama büyüsüyle artırdık
ları geleneksel bir dans yapıyorlardı.
Yazılı edebiyatın başlangıcında Hera’ya rastladığımız
da o hâlâ «inekyüzlü»dür (boöpis) ve kutsal hayvanla baş
ka izsel (vestigal) yakınlıkları vardır; fakat insan biçimini
alalı epey olmuştur, sonuç olarak da yeni ve bağımsız
birçok özellikler kazanmıştır. Onun klan kökeni doğallık
la açıkça bilinmiyor; fakat kabile toplumu dağılırken, klan
tapımlannm nasıl kabile tapımlan içine karıştığını daha
önce görmüştük; ayrıca Plutarkhos bize, eski zamanlar
da Argos’un kuzeyindeki Megara bölgesinin henüz köy
topluluklarının ülkesi olduğunu, bunlardan bir bölümü
nün Hera’nın halkı anlamına Heraeis diye adlandırıldı
ğını söylüyor. Dolayısıyla diyebiliriz ki, bizim varsayımı
mız, mit ve törenin asli kanıtlarını açıklamak için gerekli
olmakla kalmayıp, ilkel din üzerine çalışmamızın bizi gö
türdüğü sonuçlarla da uygunluk içindedir.
A ynı düşüncel8r şimdi de Dionysos’un kökenlerine uy
gulanabilir. İncelemekte olduğumuz thiasoi, asma kütüğü,
sarmaşık, incir, boğa, keçi, yılan ve geyik yavrusuyla de
ğişik biçimlerde ilişkiliydi; vazo resimlerinden de biliyo
ruz ki, bunlardan en azından ikisi, sarmaşık ve geyik yav
rusu, totem belirtkeleri olarak kullanılırdı, thiasos üyele
rinin kollarına dövmeleri yapılırdı. Ayrıca, sözlük düzen
leyici Photius’un bildirdiğine göre nebrizo fiili, «geyik de
risi giymek ya da Dionysos tutkusu yansüamrken geyiği
parçalamak ve yemek anlamlarına» da geliyordu. Geyik
yavrusunu parçalayan ve gövdeye indiren bu bakkhalar,
geyik derisi giyer ve geyik işaretiyle işaretlenirdi. Bir baş
ka deyişle, geyikti onlar, geyik klanındandı — elbette, ka
bilenin bir birimi olarak en ilkel tipten bir klan değil,
178
D RA M A N IN KÖKENİ
gizli bir cemiyetti bu: bütün ilkel halkların gizli cemi
yetleri gibi klandan evrimleşmişti ve onun totemci, büyüsel-ekonomik ve erginleme işlevlerinden çoğunu içinde
saklıyordu.
Bu thiosos’larm dikkate değer bir özelliği, başlarında
ki rahip dışında, üyelerinin kadınlarla sınırlı olmasıdır.
Bir erkek thiasos’tan söz ediliyor: Arkadia’da Meliastai,
bir de Rodos’ta Dionysiastai; fakat haklarında önemli bir
şey bilinmiyor; Peloponesos’un kuzey kıyısında Patrai’de
tanrı tapımı, dokuz kadın ve dokuz erkekten oluşan kut
sal bir grubun sorumluluğundaydı. Mitte, Dionysos’un ya
nında çoğu kez bakkhalar ve Mainad'lar kadar satirler de
bulunur, fakat gerçek tapımda satirlerin görünümü tiyat
ro festivalleriyle sınırlıdır; onların Dionysos’la ilişkisiyse
nispeten geçtir. Dolayısıyla, öyle görünüyor ki, en erken
dönemde bu Dionizyak tapımlar büyük kısmıyla kadınla
ra ayrılmıştı. Birçok durumda da böyle kaldılar. Orkhomenos’un Oleias'ları kadındı, Delphoi’nin Thyiades'leri de
öyle, Sparta’nın Dionysiadesleri, Taygetos Dağı Dysmainai’
leri de Thiasos'un bozulduğu ve tapımmın halk festiva
line karıştığı yerlerde bile kutlamaların genellikle kadın
lar tarafından yönetildiği görülmektedir. Bu festivaller,
Î.Ö. birinci yüzyılda Diodoros tarafından şöyle anlatılıyor:
«Birçok Yunan kentinde her iki yılda bir kadınların
Bakkhos’un eşliğinde toplanmaları bir görenektir; kızlar,
ellerinde sarmaşık sanlı sopalan, vahşi, çılgın haykınşlarla tanrıya tapınırlar, bu sırada evli kadınlar gruplar
halinde kurban sunarlar, kendilerini Bakkhos cümbüşüne
kaptırırlar ve genellikle Dionysos'a, onun eski ministerleri
Mainad’lan taklit ederek İlâhiler söylerler.»
Hiç kuşkusuz, birçok Yunan kentinde erkeklerin hiç
de dışta tutulmadığı Dionysos halk tapımlan vardı; fa
kat besbelli, bunlardan en azından biri, en yaygın olanı
eski zamanlarda kadınlara ayrılmıştı. Attika’da Lenaia
bayramı, daha önceleri Lenaion — bayramdan sonra— di
ye adlandırılan Gamelion ayma rastlardı; yazıtlardan öğ
rendiğimize göre İzmir, Efes, Lampsakos, Samos, Delos,
DİONYSOS
179
Kyzikos gibi birçok ion devletinin takvimlerinde Lenaion
diye bir ay vardı. Bundan, Lenaia’nın eski bir İon festivali
olduğu ve adının Mainad'lar, Thyiades, Dysmainai ile eş
anlamlı —hepsi de Dionizyak thiasos'un karakteristik adla
n dır— «çılgın kadınlar» anlamına gelen Lenaia ile açıkça
ilişkili olduğu çıkarılabilir. Festivalin kendisi bizce ancak
beşinci yüzyıl Attika’sında kazandığı biçimiyle bilinmekte;
o zamanlar festivalde erkeklerin rolü en azından kadınla
rınki kadar büyüktü. Dolayısıyla Attika’da Dionysos’a ta
pınma, karşıt cinslerin ilişkilerindeki değişikliğin sonucu
olarak değişmişti. Bu değişikliklerin yapısı, demokratik
devrim konusunu yeniden ele aldığımızda incelenecek, fa
kat Dionysos konusundan ayrılmadan önce gizemsel din
üzerinde araştırmalarımızı tamamlamalıyız
GÖNDERMELER
Granet, M. La civilisation chinoise (Çin Uygarlığı), Paris, 1929.
Bather, A.G. The Problem o f the Bacchae (Bakkhalar Sorunu), Journal
of Hellenic Studies, c. 14.
IX
EC İLİK
Peisistratos’un yaptığı dinsel reformlar, biri dışında,
onun genel politikasının bütünleyici bir parçası olarak ön
ceki bölümde açıklandı. Eski soyluluğun politik ayrıcalık
larını yıkmak için, onların egemenliğinin bir aracı olarak
kullanmış oldukları din üzerindeki kontrollarmı zayıflat
mak zorunda kaldı; bu sonuca da, çıkarlarını temsil ettiği
halk kesimlerinin tapımlarına — özellikle Dionysos’a tapın
maya— resmen cesaret ve destek vererek ulaştı. Elbette bu,
Dionysos tapımlarınm aristokratik olmayıp halka ait ol
duğu anlamına geliyor; bugün bu tapımların içeriklerinin
gözden geçirilmesiyle doğrulanan bir varsayımdır bu. Çok
eskiydiler —hatta, adına bağlanmış oldukları tanrıdan da
eski— ve tarım büyüsünün ilkel bir biçiminden oluşuyor
lardı. Bu türlü tapımların, toplumun üretken emeğiyle
ilişkileri kalmamış aristokrasiden çok toprağı ekip biçme
ye devam eden köylü sımfı arasında yaşamaları doğal bir
şeydi.
Peisistratos bu tür bir politika izleyen ilk tiran de
ğildi. Ondan yetmiş ya da seksen yıl önce, Korinthos’lu
Periandros, sarayında Arion adlı bir şairi barındırıyordu;
Lesbos Methymna’lı bu şair, onun koruyuculuğu altında
Dionysos’a adanmış bir koral od biçimi olan dithyrambos’u
bulmuştu; bir kuşak sonra da Sikyon tiranı Kleisthenes,
daha önce Argos'lu kahraman Adrastos’a ait olan tapı
mın esas bölümünü Dionysos’a aktarmıştı. Sikyon’da, üç
Dor kabilesinden başka, Dor fetihleri zamanında ele ge
çirilmiş Dor-öncesi öğelerden oluşan bir dördüncüsü da-
ORFECİLİK
181
ha varch; işte tiranm asıl desteğini aldığı yer bu kabileydi.
Dolayısıyla, Dor aristokrasisinin Argos'lu kahramanı ye
rine Dionysos’u koyarken Peisistratos'la aynı nedenlere da
yanıyordu Kleisthenes.
Tiranlık yönetimi altında Dionysos’a tapınma kente ge
tirildi ve sonuçta onun tanmsal karakteri de değişmiş ol
du. Kent Dionysia’nm yeni Athena festivali, kent devriminin bir ürünüydü, bu nedenle de onu Attika kırsal ke• simindeki son kökenlerinden keskin bir biçimde ayıran
birtakım özellikler kazandı. Bu yeni özellikler dikkatle incelenmelidir, fakat her şeyden önce kent devriminin din
sel yönünü daha yakmdan araştırmak gerekir.
Î.Ö. altıncı yüzyıl boyunca rahatça Orfecilik diye ta
nımlanabilecek yeni bir Dionysos tapımı, yalnızca anaka
ra ve adalarında değil fakat aynı zamanda misyonerle
rin çabasıyla Adriatik ötesindeki kolonilerde de yayılmıştı.
Onun ne olduğunu ve niçin o kadar uzaklara yayıldığını
sormadan önce nereden geldiğini ve nasıl bir yol izledi
ğini düşünelim.
Arion öyküsünü Herodotos anlatıyor. Arion, Korinthos’ta Periandros’un sarayında uzun bir süre kaldıktan
sonra batıya göç eder ve orada bir hayli zengin olur.
Korinthos’a geri dönmek isteyince bir Korinthos gemisi
kiralar ve güney İtalya’daki Taras’tan denize açılır. Yol
culuk sırasında denizciler onu öldürmek ve parasına kon
mak için bir tuzak hazırlarlar. Arion planı öğrenir ve
yaşamını bağışlamaları için onlara yaivanr, fakat deniz
ciler onu oracıkta hemen öldürmekle — bu durumda onu
sahilde bir yere gömeceklerdir— kendisinin denize atla
ması arasında bir seçim yapmasını söylerler. Sonunda,
böyle ünlü bir şarkıcıyı dinlemeyi çok isteyen denizciler
onun son kez bir şarkı söylemesine izin verirler. Arion tö
ren giysilerini giymiş olarak lirini eline alır ve şarkısını
söyler, sonra da denize atlar, bir yunus balığının sırtın
da Tainaron Burnu’na sağ salim ulaşır.
Tarih değil bu, bir mit. Dionysos’un kendisi de, döne
min vazo süslemelerinde, yunus balıklarının öncülüğünde
182
D R A M A N IN KÖKENİ
bir gemiyle denizleri dolaşırken temsil edilmektedir. Orp
heus da, müziği yabanıl hayvanları büyüleyen ünlü bir
şarkıcıydı. Dionysos, son bölümde gördüğümüz gibi, ken
disini denize atmakta; Orpheus, Bakkhalar tarafından par
çalandıktan sonra başı denize atılmaktadır. Arion’un, öl
düğü haberi etrafa yayıldıktan sonra ortaya çıktığı Tainaron Burnu, Hades’e giriş kapılarından biriydi, Orpheus
da yeraltına oradan girmişti.
Yine de, mitsel özelliğine karşın öykünün çerçevesi
nin tarihsel bir anlamı var. Bildiğimiz gibi, Korinthos, ana
karada bir tiraniığm kurulacağı ilk kentti, ayrıca Ege ve
batı arasındaki ticaret için bir entrepot’ydu; bir de dithyrambos’un burada, tiran Pittakos’un belki de Periandros’la çağdaş olduğu Lesbosiu bir şair tarafından ilk kez
ortaya atıldığından kuşku duymak için bir neden yok.
Dahası, anlatıldığına göre, Orpheus’un başının deniz ta
rafından dışarı atıldığı ve başın kutsal bir emanet olarak
saklandığı yer de Lesbos idi; bazı balıkçıların, ağlarında
Dionysos’un başını temsil eden zeytin dalından bir mas
keyi çektikleri yer de Arion'un doğduğu kasaba olan Lesbos’un Methymna’sıydı. Bu kanıtların bizi götürdüğü so
nuç, Dionizyak yeniden dirilmenin Trakya'da başladığı,
oradan ticaret yoluyla Ege denizinden Korinthos'a ve böylece İtalya’ya ve Sicilya'ya taşındığıdır.
Onun Trakya kökeni konusunda pek kuşku yok. Trak
ya her zaman Dionysos tapımmın bir merkezi olmuştur.
Dionysos adı Kretschmer tarafından Dios koûros’un Trakya-Phrygia karşılığı olarak yorumlanmaktadır; Orpheus
mitiyse, hiç kuşku yok, Trakya’da Pangaion Dağı çevre
sindeki kırsal alanda bulunuyor. Orpheus’un ve Edonoi’
nin mitsel kralı Lykurgos’un ölümle buluştukları yer de
Pangaion Dağıydı. Bu dağm, daha dünyasal başka çağrı
şımları da vardı. Aynı zamanda altın ve gümüş madenle
riyle de ünlüydü, bunlarsa o dönemde Yunanlılar için en
geçerli şeylerdi.
Orfeciler, Peisistratros zamanında Atina’ya yerleşmiş
durumdaydılar; Erginlemeler adlı bir kitabın yazan olan
O R F E C İL İK
183
önderleri Onomakrixos, Peisistratos’un koruması altınday
dı. Dithyirambos, aynı dönemde, Argos’ta halkı Dor-öncesi kökenli olan Hermion kasabasından Lasos tarafından
ilk kez kullanılmıştı. Daha önce gördüğümüz gibi, dithyrambos, Korinthos’ta uzun zamandan beri bilinmektey
di; erken Attika draması Peloponesos etkisinden belirtiler
taşıdığına göre, Orfeciliğin Atina'ya aynı yerden gelmiş
olması olasıdır; fakat buna açık, daha doğrudan bir yol
daha vardı.
Peisistratosoğullannın madencilik endüstrisiyle ilişki
leri Ure tarafından tiranlık üzerine yaptığı bir inceleme
de anlatılmıştır. Peisistratos, Megakles ve Lykurgos ile sa
vaşımı süresince Laurion madencileri olan Hillmen'leri
(Dağlılar! örgütlemişti; madenler bu dönemde genellikle
özgür emekle işleniyordu, kendisi de onların desteğiyle
tiran olmuştu. Daha önce gördüğümüz gibi, durumunu sağ
lamlaş tirana kadar karşıtları tarafından iki kez sürgün
edilmişti; ikinci sürgünlüğünü de Trakya’da Pangaion Da
ğında sermaye toplayarak geçirmişti. İkinci kez eski ye
rine gelişinden sonra, Herodotos’un deyişiyle, «çok sayı
da paralı askerle ve kısmen kendi ülkesinden, kısmen de
maden bölgesinin içinden geçerek Pangaion Dağının al
tından akan» Strymon Nehrinden topladığı paranın geli
riyle tiranlığını sağlamlaştırmaya devam etti.
Dünyanın her yerinde, maden bölgelerinde insanlar
kanşmış durumdadır, çünkü yerel emek, çok fazla işçi
gerektiren bir endüstrinin isteklerini karşılayamayacak
kadar yetersizdir. Laurion’daki nüfusun beşinci yüzyılda
karışık olduğunu biliyoruz, altıncı yüzyılda da öyle oldu
ğunu varsayabiliriz. Yine biliyoruz ki, Hipparkhos zama
nında Strymon’un madenci nüfusu içinde, hiç kuşkusuz
Laurion’dan gelen Attika’lı madenciler de dahil büyük bir
Yunan unsuru vardı. Peisistratosoğullan her iki merkezle
de o kadar yakından ilişkili olduklarına göre, her iki yön
den de işçi göçü olması gerekirdi. Son olarak, Pangaion
Dağı ve çevresi Orfeciliğin beşiği olmakla kalmıyordu,
Laurion’dan pek uzak olmayan Attika maden bölgesinin
1.84
D RA M A N IN KÖKENİ
ortasında Semachidai köyü de vardı; orada Semacheion
adlı bir Dionysos tapınağı ve tanrının gelişiyle ilgili bir
söylence vardı. O zamanlar, burada Trakya'dan doğruca
Atinalya giden bir cadde vardı; bunun, Orfeci hareketin
Attika’ya girdiği yollardan en azından biri olduğunu çıkarsayabiliriz.
Bu yüzden Orfecilik, Korinthos'a ve batıya olduğu
gibi Attika’ya da endüstri ve ticaretin peşinde taşınmış
olacak. Kent devriminin bir sonucuydu bu. Eğer böyle ise,
onda, bu toplumsal koşulların doğal olarak yaratacağı din
tipini görebileceğiz demektir; fakat Orfeciliğin içeriğini
incelemeden önce, altıncı yüzyıl Attika’smda çalışan sını
fın oluşumuyla ilgili daha başka şeyler söylenip söylene
meyeceğini görmemiz gerekiyor.
Bu döneme kadar köle nüfusunun az olduğu konu
sunda görüş birliği var. Bir tarım ekonomisinde emek ge
reksinimi, hasat gibi yılın belli birkaç kritik dönemi dı
şında. sınırlıydı; o zaman da bu gereksinim gezgin özgür
emekle karşılanırdı. Fakat ticaretin gelişmesiyle birlikte
emek gereksinimi, özellikle taşımacılık, taşocakları ve ma
denler için devamlı ve hemen hemen sınırsız duruma gel
di. Beşinci yüzyılda köle bol ve ucuzdu-, fakat altıncı yüz
yılda, Pers savaşları doğu yolunu açmadan önce, emek
gücünün ana kaynağı, hiç olmazsa Attika'da, köylü sını
fıydı. Bu dönemde, Laurion madencileri, toprağından ko
vulmuş erkekler olduğu kadar kadınlar ve çocuklardı da.
Bu nedenlerden dolayı Orfeci hareketin, malından mül
künden edilmiş köylü sınıfının dünyaya bakışını yansıtı
yor olması olasıdır. Bugün, Hesiodos'un şiirlerinden, köy
lülerin dünyaya bakışları hakkında birşeyler öğreniyoruz;
bu nedenle Orfeci öğretiyi anlatmaya, onun dünyanın kö
kenini açıklama tarzlarını, Hesiodos’un Theopony’sinde ge
liştirilen görüşle karşılaştırarak başlayabiliriz.
Hesiodos’a göre başlangıçta Boşluk vardı. Sonra Dün
ya oluştu, sonra da Aşk. Boşluğun içinden Erebos ve Gece
fırladı dışarı,- Gece Esir’i ve Gün’ü doğurdu. Dünya Gök
leri doğurdu, o da ona Okyanus’u, Ehea’yı, Kronos’u ve
ORFECİLİK
185
Titanları doğurdu. Kronos, babası Gök’ü tahttan indirdi,
kendisi de kendi oğlu Zeus tarafından tahttan indirildi.
Orfecilere göre, başlangıçta Zaman vardı. Sonra Esir ve
Boşluk oluştu; Zaman onlardan bir gümüş yumurta mey
dana getirdi, gümüş yumurtadan da Phanes ya da Aşk
çıktı ortaya. Zeus'un soyu Hesiodos’takinin aynı, ama ik
tidara gelince Phanes’i yutar ve böylece onunla özdeşleş
tirir kendini. Persephone yoluyla Dionysos’un babası olur;
Dionysos’un Titanların eliyle ölümü daha önceki bir bö
lümde anlatılmıştı (s. 139). Titanlar yıldırımla kavrulduk
larında üzerlerinde hâlâ Dionysos’un kanı kokuyordu, bu
kandan ve külden insan soyu çıktı ortaya. İnsan doğa
sının kısmen iyi, kısmen de kötü olmasının nedeni budur. Kendine karşı bölünmüştür insan doğası.
Zaman, yumurta, Phanes’in yutulması, Dionysos’un
acısı v© insanoğlunun kökeni — bütün bunlar Orfeci ye
niliklerdir; bu sonuncusunun, Atina’da Peisistratos’un protege’sı (koruması altındaki kimse) Onomakritos tarafın
dan bulunduğu söyleniyor. Fakat, bu önemli yeniliklere
karşın Orfecilerin geleneklerini Hesiodos’çu gelenek üze
rine kurduğu açıktır. Homeros’a hemen hemen hiçbir şey
borçlu değillerdi Orfeciler, ama Hesiodos’a borçlan çok
büyüktü. Hareketin kökenlerinin hangi yönde aranacağını
göstermesi bakımından bu kadan yeter.
Homerosçu şiirlerde dike sözcüğü bir yol, bir görenek,
uygun bir şey, bir iki pasajda da bir yargı anlammadır.
Hesiodos’ta Zeus’un sağ yanında oturan ve yanlış, çarpık
yargılar veren soyluların kötülüklerinden onu haberdar
eden bir tannça biçiminde kişileştirilen soyut bir adalet
fikrini belirtmek için kullanılır. Sözcüğün Hesiodos’çu
kullanışı, Homeros’çu kullanışının bir uzantısıdır, fakat
köylülerce yapılmış bir uzantısı-, baskı altındaki köylüler,
gereksinimleri olduğu için geliştirmişlerdi böyle bir soyut
lamayı. Orfeci yazılarda Dike, Zeus’un tahtının yanı ba
şında yeniden ortaya çıkar. Dike aynı zamanda, köylüle
re karşı reformcu tutumundan dolayı düşüncesinin geli
186
D RAM ANIN KÖKENİ
şiminde aynı tabakayla temasa gelmiş olan Solon'un şiir
lerinde de görülüyor.
Son olarak, Hesiodos’tan gelme olduğunu gördüğümüz
Orfeci Aşk kavramı, aristokratik düşünceye doğrudan bir
meydan okumayı içeren bir ilkeyi temsil eder. Soylular
için Aşk tehlikeli bir şeydi; çünkü arzu, tutku ve yetinmezlik ifade ediyordu. Anaksimandros’u anlatırken gör
düğümüz gibi, aristokrat düşüncenin eğilimi bölmek, şey
leri birbirinden ayrı tutmak yönündeydi. Orfeciler içinse
Aşk, saygı duyulacak bir şeydi, çünkü ayrılmış olan şe
yin yeniden birleştirilmesini, yitirilmiş olan şeyin yerine
konmasını ifade ediyordu. Batılı bir Orfeci olan Empedokles’in felsefesinde, dünyayı bir araya getiren Aşk, onu zor
la ayıransa Çatışma’dır; dünya, Aşk Çatışmaya üstün
geldiğinde en iyi durumdadır. Halk düşüncesinin eğilimi
birleştirmekti.
Orfeciliğin özü, bir kısmını Dionysos tanm büyüsün
den aldığı gizemli öğretisinde yatmaktadır. Gizemli dinin
tarımsal kökenleri Eleusis Myster'leriyle ilgili olarak daha
önce tartışılmıştı. Şimdi üzerinde durmamız gereken şey,
Orfeci gizemciliğin özgül karakteridir. Zor bir soru bu,
çünkü Orfeci hareket Atin a’da kurulur kurulmaz Eleusis’
le sıkı bir ilişkiye girdi; temelde yakınlıkları nedeniyle
de iki tapım birbirini o derece etkiledi ki, onlan birbirin
den ayırmak her zaman mümkün olmamaktadır.
Eleusis tapımı devletin resmi koruyuculuğundan ya
rarlanıyordu. Yerleşik düzene sımsıkı bağlandığı için, sı
nıflı toplumun engellenmiş emellerinin, davalarını bilinçli
olarak gerçekleştirebilecekleri yollardan uzaklaştıran ka
nallar yoluyla ifade edebileceği bir ortam görevi görüyor
du. Öte yandan Orfeciler, Dionizyak thiasos'a. dayanan kü\çük ve' dağınık birimler halinde örgütlenmişlerdi; bu bi
rimler birbirlerine kişisel bağlarla bağlıydılar, dolayısıyla
gizemcilikleri de daha bireyseldi. Devletçe kontrol edil
medikleri için de mistik dinin temel işlevini —dalıa önce
gördüğümüz gibi, ölüm için hazırlık olabilme dışında ya
ORFECİLİK
187
şamla ilişkiyi kesmek— daha tam olarak ve daha kararlı
biçimde geliştiriyorlardı.
Yaşam, insanın, Titanların günahının kefaretini öde
diği bir cezadır. İnsanın ölümsüz yanı, ölümlü yanı içine
kapatılmıştır; ruh, beden içine hapsedilmiştir. Beden ru
hun mezarıdır. Bizler, tanrıların, ne zaman isterlerse o
zaman yaşam hapishanesinden kurtaracakları köleleriyiz.
Tüm yaşam, ölüme bir hazırlanmadır, çünkü ruh ancak
ölüm yoluyla mahpusundan kaçmayı ve bedenin kötülük
lerinden kurtulmayı umabilir. Yaşam ölümdür, ölümse
yaşam. Ölümden sonra ruh yargılanır. Eğer ruh, bedenle
temas yoluyla kendini günahın geçmiş bir çare olacağı
kadar derinden çürütmüşse, Tartarus’un hapishanesinde
sonsuz ezaya terk edilir. Eğer günahı tedavi edilebilir gi
biyse, içi temizlenir, arıtılır, sonra da cezasını yeniden
çekmek üzere dünyaya geri gönderilir. Bedence lekelen
meden üç kez yaşadıktan sonra sonsuza kadar serbest bı
rakılır ve kutsanmışların göklerdeki birlikteliğine katıl
maya gider.
Orfeci ruh öğretisinin Platon’da bulduğumuz şekli bu.
Böylesi kesin bir formülasyonun bulunması zaman almış
olmalı-, altıncı yüzyılda hiç kuşkusuz daha tasarı halin
deydi; fakat buradan açık bir iz geçtiği görülüyor — köle,
sahibi için ne ise, insan tanrı için, beden de ruh için odur
fikri. Platon’un da dediği gibi, ruh, hakkı ile yönetici ve
sahiptir, bedense onun uyruğu ve kölesi. Parmenides ve
Platon yoluyla idealist felsefenin temelini oluşturmuş olan,
insan doğasına değgin bu ikiye bölünme, Yunan düşün
cesinde yeni bir şeydi. Akha başkanlarma ve ilkel yaba
nıla olduğu kadar Miletoslu bilimcilere göre de ruh, soluk
almamızı, hareket etmemizi ve yaşamamızı sağlayan bir
şeydi yalnızca; hareket yasaları tam olarak anlaşılma
mış olduğu için, organik ve inorganik madde arasında
kesin bir ayrım yapılamamasına karşın bu düşüncenin
temeli aslında maddecidir. Miletos evrenbiliminin dünya
ları, hareket ettikleri için tann olarak tanımlanır, fakat
yine de maddedirler. Ne Miletos felsefesinde, ne de Ho-
188
DRAMAN1N KÖKENİ
meros’un şiirlerinde hiçbir yerde Orfeci ruh düşüncesi
ne, genel olarak bedenden ayrı bir ruh kavramına eş dü
şen bir şey yoktur: biri temiz öteki çürümüş, biri İlâhi
öteki dünyevi. İnsan bilincinde bu denli temel bir devrim
ancak insan toplumunun yapısında buna denk düşen bü
yük bir değişiklikle ilişkili olduğu zaman anlamlı hale gelir-, bu değişikliğin ne olduğuysa, öğretinin içinde geliştiği
simgecilikle açıkça ortaya konmaktadır.
Daha önceki bir bölümde Moira fikri, toplumun bü
tün üyelerinin, kolektif emeklerinin ürününden eşit bir
pay almaya hak sahibi oldukları ilkesine kadar geriye iz
lenmişti. Şimdi ulaştığımız, kabile toplumunun son izle
rinin de hızla ortadan yok olduğu dönemde Moira'nın ya
nı başında Orfeci Ananke, ya da Zorunluluk figürü orta
ya çıkıyor. Literatürde, Ananke ilk kez Herakleitos ve
Parmenides’in yazılarında gösteriyor kendini; her ikisi de
Orfeciliğin etkisindedir. Herakleitos iki figürü gerçekte
birmiş gibi birleştirir; Parmenides aynı nitelikleri Moira’ya, Dike ve Ananke’ye verir. Bir yüzyıl sonra Platon'un
Cumhuriyet’inde, Ananke M oira’nın yerini zorla ele geçi
rir, hatta onun iğini bile alır. Ananke'nin anlamı nedir?
Homeros’tan beri bütün Yunan edebiyatında ananke
«zorunluluk» ve douleia «kölelik» fikirleri yakından iliş
kilidir birbiriyle; birincisi daima, hem olduğu gibi köle
liği, hem de kölelerin uğradığı zor çalışmaları ve işken
celeri belirtmek için kullanılır. Bir şey taşımak ya da
tarlayı sürmek için kırbaç altında birbirine bağlanmış kö
lelerin bu görünümü bir öküz sürüsü imgesini akla geti
riyor.- buna uygun olarak zygon'un yani «boyunduruk»un
Hem douleia, hem de ananke ile geleneksel olarak ilişkili
bir eğretileme olduğunu görüyoruz; Orfeci yeraltı dünya
sının bir resimlemesinde Sisyphos’u, kayasını tepe yuka
rı yuvarlarken görüyoruz, onun üzerindeyse elinde kırba
cıyla köle çalıştırıcı Ananke duruyor. Ananke, toplumun
çalışan üyelerinin, çalışmalarının ürününden onlan çalı
şır durumda tutabilecek kadarının dışında pay almala-
ORFECİLİK
189
n n ı yadsıyan ilkeyi temsil eder. Moira, Ananke olunca
kendi tersine dönüşmüştür.
Orfecilerin ruh bedeni terk ettikten sonra okumak
üzere öğrendikleri formüllerden biri şuydu: «Keder ve
yoksulluk çemberinden uçtum geçtim.» Doğum Çemberi,
Kader Çemberi ve Zorunluluk Çemberi olarak çeşitli bi
çimlerde tanınan bu çember, besbelli totemci doğum ve
ölüm çevriminden gelmektedir; fakat ilkel kavrama, çağ
daş bir simgeyle dile getirilen yeni b ir anlam verilmiştir.
Çember, kölelerin cezalandırılması için kullanılan herkesçe
bilinen bir işkence aracıydı. Kurbanın elleri ve ayakları
çembere bağlanır, sonra çember döndürülürdü. Dolayısıy
la, doğum çemberinden atlamış olmak, kurtulmak, serbest
kalmak, kaçış yolu bulmak, ölümlülüğün sıkıntılarından
soluk alacak bir yer bulmaktı. Daha önoe Eleusis’te rast
ladığımız, çalışmaktan ve kötülükten kurtulma öğretisine
şimdi acımasız bir anıştırma yüklenmiş oluyordu.
Orfeci simgeciliği böylece saptadıktan sonra, hareke
tin toplumsal yapısı konusunda acele bir karar vermeye
karşı uyanık durmalıyız. Uzun tarihi süresince Orfecilik,
Euripides gibi demokratlan, Platon gibi aristokratlan ve
Plutarkhos gibi saygıdeğer burjuvaları etkileyerek toplu
mun bütün sınıflanna girmişti. Yunan kent-devleti, ge
lişmesinin doruk noktasını atladığı zaman ve mistik din
idealizmin, pesimizmin ve toplumsal umutsuzluğun yayılı
şından taze bir canlılık çıkarırken, bütün sınıflardan in
sanlar ayrılma, parçalanma duygulannı toplumda gittik
çe derinleşen bölünme, parçalanmayla dile getiriyordu.
Sonuç olarak, en erken döneminde bile Orfeci hareketin
bir köle hareketi olduğunu varsaymak için hiçbir neden
yoktur. A yn ı zamanda, Orfeci simgeciliğin ayırıcı karak
teri. bizim yöneldiğimiz sonucu-, hareketin ilk esinini, kent
devrimi yle toprağından atılmış ve köleleştirilmiş ya da en
düstriye sürülmüş köylü sınıfının acılarından çıkardığı
düşüncesini doğruluyor. Bu konuda en belirgin yol göste
rici, Hıristiyanlığın erken tarihidir.
T a İmparator Konstantin’in din değiştirmesinden beri
190
D RA M A N IN KÖKENİ
Hıristiyanlık, resmi şekliyle, devrimci sapmaların dışında,
bir yönetici sınıf dini olmuştur; fakat o da Orfecilik gibi
emekçiler arasında başlamış, bugüne kadar da o alçak
gönüllü kökeninin izlerini taşımıştır. Toplumsal anlamda
ne demeye geldiğini unutmuş, Magnificat’dâ hâlâ şu du
ayı ediyoruz: «Açları iyi şeylerle doyurdu o, zenginleriyse
elleri boş döndürdü.» Hâlâ ilk başlangıçta özgürlüğünü sa
tın alırken bir kölenin eylemini dile getiren kurtuluş, ke
faret öğretisine bağlı kalıyoruz. Hâlâ Orfeci çember gibi,
bir zamanlar çağdaş bir gerçekliğin simgesi olan Haç’ın
önünde diz çöküyoruz.
Bu koşula bağlı olarak, bir bakalım, Trakya ve Laurion madenlerinde yaşamın nasıl olduğuna değgin bir
fikir oluşturmak mümkün müdür. Dolaysız kanıtlar yok.
Başarısız bir başkaldırmanın olduğu İ.Ö. ikinci yüzyılın
sonunda, Attika madenlerinde çalıştırılan köle sayısı, söy
lendiğine göre, on binleri buluyordu. İ.Ö. 413'te, Peloponesos Savaşı sırasında 20.000 Attikalı köle Spartalılara kaç
mıştı, bunlardan büyük bir bölümü olasılıkla madenciler
di. Bir yüzyıl önce Tiranlık yönetiminde madenlerde ça
lıştırılanların sayısı kuşkusuz çok daha azdı. Bunların için
de çalıştıkları koşullar hakkında bütün bilinen, Diodoros’
un İ.Ö. birinci yüzyılda M ısır’da ve Ispanya’daki altın ve
gümüş madenlerindeki çalışma koşullan üzerine yazdıkla
rından çıkarabildiklerimizdir. Bu kanıtlar dolaylı bile ol
sa, ilk anda göründüğü kadar uzak değildir, çünkü bu M ı
sır ve İspanya madenlerinde, bizi ilgilendiren sürecin bir
bölümü olan, kayalardan ham madenin çıkanlması işi,
tamamen beceri istemeyen bir işti, bu yüzden de değiş
miş olma olasılığı zayıftır.
M ısır'ın kıyılarında ve Arabistan ile Etiyopya'nın kom
şu bölgelerinde büyük emek ve para harcanarak yoğun
b ir biçimde işletilen birçok geniş altın madeni vardır. Ka
yalar simsiyah ve yarık, m erm erin damarları öyle göz ka
maştıran b ir beyazlıkta ki, aydınlığı yeri göğü tutuyor.
Maden gözetleyicilerinin, birçok işçiyle birlikte altını ha
ORFECÎLİK
191
zırladıkları yer, işte burası. M ısır kralları, hüküm giymiş
suçluları, savaş esirlerini, b ir de yanlış suçlamaların kur
banı olmuş ya da krallığın hoşuna gitm ediği için hap
sedilmiş kişileri, kim i zaman bütün hısım akrabasıyla b ir
likte bu madenlere gönderir; böylece bunlar hem suçları
nın cezasını çeker hem de onların emeklerinden çıkar sağ
lanmış olur. Bunlar, orada zincirlere bağlanmış olarak ge
ce gündüz aralıksız çalıştırılırlar. Dinlenme diye bir şey
yoktur, kaçma yolu yoktur; çünkü, çeşitli diller konuş
tuklarından, muhafızları dostça konuşmalar ya da kim i
sevecenlik gösterileriyle aldatamazlar. İçinde altın olan
kayanın çok sert olduğu yerlerde, kaya önce ateşle yakı
lır, zorlamalara dayanamayacak kadar yumuşayınca da
bu talihsiz zavallıların binlerce ve binlercesi, kayayı in
celeyen ve nereden başlayacaklarını söyleyen ustaların
yönetiminde, demirden yapılmış taş keskileriyle kayanın
üzerinde çalışmaya sokulur. Bu talihsiz çalışmaya sokul
muş insanların en güçlüleri, içinde altın parçaları bulu
nan m erm eri yontar. Ustalık falan yoktur bu işte, yal
nızca güç ister. Oyuklar düz b ir çizgi üzerinde gitmez,
parlayan taşın damarlarını izler. Taşacağının dönemeçleri,
kıvrım ları gün ışığını kapattığı yerlerde, alm lanna bağ
lanmış lambalar taşırlar, ve orada vücutlarını kayanın
çevresine göre eğip bükerek, koparılan parçalan yere
atarlar, acımasız gözetleyidlerin kırbacı altında hiç ara
sız çabalar da çabalarlar. Ufacık çocuklar kuyulara, top
rağın karnına inerler, sökülüp yere atılmış taşlan bin b ir
zahmetle toplayıp kuyunun başına, açık havaya taşırlar,orada otuz yaşın üzerindeki adamlar bunlan a lır ve de
m ir tokmaklarla, taştan havanlarda bakla iriliğinde par
çalara ayırırlar. Sonra bu parçalar kadınlara ve daha
yaşlı erkeklere teslim edilir, onlar sıra sıra dizilmiş bileyi
taşlan üzerine sererler bu parçalan-, ve ikili, üçlü grup
lar halinde dizilerek en has buğday unu inceliğinde toz
haline getirene kadar döverler. Bu zavallılann bakımsız
lığını. sefaletini kimse durup seyredemez: kıçlannı örte
cek b ir paçavra bile yoktur üzerlerinde, bu kötü durum-
192
D R A M A N IN KÖKENİ
lanna acımaz kimse zaten. Hastadırlar ya da sakatlanmışlardır, yaşlıdırlar ya da zayıf kadınlardır, ama hoş
görü yoktur, dinlenme yoktur. Hepsi birden kırbaç altın
da çalıştırılırlar durmaksızın, ta ki zorluklara yenilip iş
kence altında (en tais anankais) ölünceye kadar. Yoksul
lukları öyle büyüktür ki. şimdikinden çok daha kötü şey
lerin olacağından korkarlar; cezalar o kadar şiddetlidir
ki, ölüm, yaşamdan daha arzu edilir b ir şey olarak se
vinçle karşılanır.
Parmağım uzatıp Romalıları suçlamak, madenlerde ve fab
rikalarda hâlâ çocukları çalıştıran bir imparatorluğun
yurttaşlarının işi değildir; fakat Yunan sanatının ham
maddeleri üzerine akıtılmış kan ve teri anımsamadan ede
meyiz.
İspanya'daki madenlerin öyküsü de aynı derecede ay
dınlatıcıdır.
Bu madenlerdeki işçiler, sahipleri için akıl almaz ka
zançlar sağlarlar, fakat kendi yaşamları yeraltında ma
den ocaklarında gece gündüz bedenlerini yıpratarak, tü
keterek geçer. Birçoğu ölür, çektikleri o denli büyüktür.
İşlerinden biraz olsun ayrılma, dinlenme diye b ir şey yok
tur. Gözetleyicinin kırbacının onları boyun eğmeye zor
ladığı sıkıntılar o derece şiddetlidir ki, beden güçleri ve
ruh yücelikleri kendilerine uzun süre dayanma gücü ve
ren birkaçı dışında hayatı terk ederler, ölüm daha yeğ gö
rünür onlara çünkü.
Burada Diodoros hiç farkına varmadan geleneksel Orfeci
tümce özelliklerine (phraseology) kaymaktadır.
Kuşkusuz, bunlar, bu yaşama ve ötekine değgin bir
çok Orfeci mesel ve söylence altında yatan imgeyi ilk kez
esinlendirmiş olan gerçekliklerdir — insanların daha çocuk
lukta, elleri ve ayaklan zincire vurulmuş, gün ışığı gör
meksizin bekleştikleri Platon’un Mağarası; yeraltı su, ça
mur, ateş ve kükürt selleriyle Tartarus topografyası; ya
ORFECİLİK
193
da doğruların ruhlarının masmavi bir gök altında hu
zur içinde yaşadığı üstteki bölgeler.
Eşsiz temizlikte yaşamlar yaşamaya yargılanmış olan
lar b ir hapishaneden çıkar gibi yeraltı bölgelerinden sa
lıverilir, özgür bırakılırlar, ve dünya yüzünde oturmak
üzere yukarı çıkarılırlar; akıllarının izinde kendilerini ye
terince antm ış olanlar bedenlerinden bile kurtulmuş, dün
yaların en güzelinde sonsuz yaşam sürerler, zamanımız
olsaydı bile anlatamazdık onun güzelliğini, Böylece, Simmias, bu nedenlerle doğruluğa ve akla daha yaşarken ulaş
mak için elimizden geleni yapmalıyız. Güzel bir ödül bu,
ve umudumuz büyük.
Platon bir madenci değildi —nerden olsun— fakat Orfeci
geleneğe yaklaşıyordu. İnsanlar, yaşamı bir hapis, bedeni
tinin bir mezarı olarak ilk kez madenlerde düşünmüş ol
malılar.
Orfeciler, törenlerde Dionysos thiasos'u geleneklerini
sürdürüyor görünmektedir. Pek kesin olmamakla birlikte,
kovulmuş, sürgün edilmiş ruhu ilk kutsal şekliyle yeniden
birleştirmenin bir yolu olarak yorumlanmış olan, hay
vanları kutsamanın değişik bir biçimde sürmüş olması
mümkündür. Topluma giriş hâlâ daha önce tanımlanan
tipten erginlemeyle oluyordu, fakat Orfeci hiyerarşi belki
de Eleusis’inkinden daha az işlenmişti. Öte yandan, Or
feci thiasos'lar yalnızca kadınlarla sınırlı değildi. Erkek
ler serbestçe kabul edilmekle kalmıyor, en azından Attika’da, Euripides’in Hippolytos’undan hüküm verilebilirse,
evlenmemiş kalmaya teşvik ediliyorlardı aynı zamanda.
Orfecilerin bu konuda, çeşitli devletlerde büyük değişik
likler gösteren yerel koşullardan etkilenmiş olmaları da
olasıdır; bir grup silahlı erkeği erginlemesi ile Bakkhalann düşmanlığını çektiği söylenen Orfeus’un kendi miti,
erkeklerin kabulünün ilk ve unutulmaz bir yenilik oldu
ğunu akla getiriyor.
Bize kalırsa. Orfecilik hiçbir zaman, hatta ilk gün
194
D RA M A N IN KÖKENİ
lerinde bile devrimci bir hareket değildi. Dünyayı değiş
tirmeye değil ondan kaçmaya uğraşıyordu. Bu bakımdan,
on altıncı yüzyıl Almanya'smdaki Luther’ci hareket gibi,
köklerinden sökülmüş bir köylü sınıfının etkin bir biçim
de örgütlenemeyişini yansıtıyordu. Derin bir protestoyu
dile getiriyordu, fakat hiçbir istekte bulunmuyordu, böylece de maddi gereksinimlerin baskısını ötedünya vaatle
riyle saptırıyordu.
Orfeci tanndoğumun kabalığını değerlendirmek için
onu aynı dönemde Miletoslu filozofların ortaya koyduk
ları bilimsel kuramla karşılaştırmamız yeter. Yine de,
Orfeci hareketin Yunan düşüncesinin evriminde geriye bir
adım olduğu sonucuna varmak yanlış olur.
Önce, Orfecilerin ilkel karakteri bütünüyle onun sı
nıf kökenine bağlıydı. İonia yönetici sınıfı çok yüksek bir
düzeye çıkmıştı, fakat bunun tek nedeni yönetici sınıf ol
masıydı. Kendileri, kazançla yaşıyorlardı, karşılığını ise
başkaları ödüyordu. Dahası, bilim adamlarının ve filozof
ların, bu sınıfın bir kesiminden başka bir şey olmadığı
da unutulmamalıdır. Miletos’ta, İonia aydınlanmasının çe
kirdeği olan Apollon tapımlan ve Delphoi’deki öteki Apollon’unkine ikincil bir politik etkiye sahip Branchidai ra
hip klanı, gücünü, bilicileri ustaca kullanmasına borç
luydu. Miletoslu bu soylular özel yaşamlarında batıl inan
ları geride bırakmışlardı, ama kamu yönetiminin bir ara
cı olarak onu terk etmek diye bir sorunları yoktu. Branchidai’de kehânetler, sıvı gazlan solumaktan komaya girmiş
bir rahibe tarafından bildirilirdi.
İkinci olarak, daha önce de gözlemlediğimiz gibi, Orfeciler, çok eski zamanlardan gelen aristokrat ahlâk ya
sasına bir meydan okumayı başlattılar. Umut tehlikelidir,
sevgi tehlikelidir, çok fazla şey için çabalamak tehlike
lidir, tanrılara özenmek tehlikeli; her şeyde ölçülü ol, elindekiyle yetin. Orfeciler insanları bu korkak ve sindirici
bağlardan kurtarmışlardır. Ellerindekiyle yetinemezlerdi,
çünkü ellerinde hiçbir şey yoktu; umutlarıysa arzulan ka
dar sonsuzdu. Tüm yaşam çaba ve savaşımdı; ve insan,
ORFECİLİK
195
yarışı yeter ki cesaretle koşsun, bunda acizlik ya da hay
siyetsizlik diye bir şey yoktur, tersine zaferin ödülünü ka
zanabilir ve bir tann olabilirdi. Bütün bunlarda Orfeciler
— tersine çevrilmiş, gizemli bir biçimde— demokratik ha
reketin nesnel gizilgüçlerini ortaya koyuyorlardı; geriye,
derin uykusundan uyanmış olan halkın, bu gizemciliği
eyleme dönüştürmesi kalıyordu.
X
DİTH YRAMBOS
Şimdi, Peisistratos’un kurduğu ya da canlandırdığı
Kent Dionysia törenini inceleyelim. Bildiğimiz biçimiyle
tarihi ancak beşinci yüzyıldan başlamaktadır; altıncı yüz
yılın sonunda yeniden düzenlenmiştir. Belli öğelerin eskilliği bu yüzden belirsizdir, fakat bizim amacımız yö
nünden bir güçlük yaratmıyor bu, çünkü törende yenilik
ler bile daha önce var olan kalıba uyma eğilimi göste
riyor.
Festival mart sonunda, kışın fırtınalarından sonra de
nizin durulduğu, Yunanistan’ın başka yerlerinden tüccar
ların ve ziyaretçilerin sokaklarda görülmeye başlandığı,
ilkbaharın başlangıcı olan Elaphebolion ayında kutlanırdı.
En az beş, belki de altı gün sürerdi. Bu bölümde biz daha
çok ilk günle ilgileneceğiz.
Birinci gün, Dionysos Eleuthereus’un tasviri bütün yıl
boyunca kaldığı tapınaktan alınır, Attika ile Boiotia ara
sında sınırda bir köy olan Eleutherai’ye giden yolda Aka
demi yakınındaki bir türbeye götürülürdü. Öyküye göre,
tasvir başlangıçta Eleutherai’ye aitti, oradan Atina’ya gö
türüldü; festivalin bu bölümü de bu olayın anılmasıydı.
Tasvir, silahlı epheboi'lerin korumasında götürülür, par
lak bir alay bunu izlerdi: alayda, kurban edilecek hay
vanlar, başlarında kurbanda kullanılacak âletlerin bulun
duğu sepetler taşıyan evlenmemiş kızlar, hepsi de parlak
giysiler giyinmiş kadın-erkek, yerli-yabancı halk bulunur
du, zenginler arabalarında, çoğu taçlar takınmış, maskeler
takınmış. Pazar yerinde bir duruş yapılırdı, o sırada bir
DİTHYRAMBOS
197
koro On İki Tanrı heykellerinin önünde şarkılar söylerdi.
Daha sonra alay Akademiye kadar yoluna devam ederdi.
Tasvir alçak bir altar üzerine bırakılır, tanrıları öven İlâ
hiler okunur, hayvanlar kurban edilirdi. Bunların başın
da devlet adma sunulan ve resmi bir yazıtta «tanrıya ya
raşır» olarak betimlenen bir boğa olurdu. Ayrıntılar yok,
fakat eğer normal seyir izleniyor idiyse, hayvanlar kesilir,
kızartılır ve moiro'lara bölünürdü, bunlar daha sonra dev
letin resmi temsilcileri arasında dağıtılırdı. Boğadan baş
ka, kimi yine devlet tarafından, diğerleriyse yurttaş ku
ruluşları adma ya da tek tek yurttaşlar adma sunulan
daha birçok kurban olurdu. Kutlamaya katılanlara şarap
da verilirdi; şenlik sona erdikten sonra yol kenarında sar
maşık yapraklarından yataklara yan gelinir, içilir, eğle
ndirdi. Hava kararınca alay meşalelerle kente dönerdi,
fakat Dionysos tasviri tapmağa eski yerine konulacağı
yerde Ğpheboi’lerin korumasında tiyatroya götürülür ve
orkestranın ortasında bir altara yerleştirilirdi, festivalin
sonuna kadar da orada kalırdı.
Bu tasvirin Atina’ya Eleutherai'den getirildiğine iliş
kin söylenceden kuşkulanmak için neden yok. Tersine, ye
ri gelince incelenecek olan bağımsız kanıtlar da bunu
doğruluyor. Aynı zamanda, alaym bu olayın bir anılması
olup başka b ir şey olmadığından kuşkulanılsa yeri var.
çünkü birlikte alındığında ilk günkü program kendili
ğinden açık bir tören sırası oluşturuyor.
Kabile erginlemesini incelerken, törenin üç bölümden
oluştuğunu görmüştük. Oğlan çocuk yerleşme yerinden
uzaklaştırılıyor, bir sınamadan geçiriliyor, saha sonra da
bir erkek olarak topluluğa getiriliyordu. Yunan'da bu üç
aşama, pompâ, ya da «gönderme», agon ya da «sınama»
veya «yarış» ve feömos ya da «utkulu dönüş» olarak görü
nüyor. Olimpiyat Oyunları anlatılırken (s. 143-48) agon'un
atletizm yarışmalarıyla simgelendiğini, galip gelenlerin
çelenklerle taçlandırıldıktan sonra zafer alayıyla ya da
kömos'la Olympia prytaneion'una götürüldüğünü, orada
ağırlandıklarım görmüştük. Bu öyküye şimdi, yanşmala-
198
DRAM ANIN KÖKENİ
rın yapıldığı Altis’e giriş kapılarından birinin pompike
hodos, bir pompe ya da alayın kullandığı giriş olan Alay
Yolu diye adlandırıldığını ekleyebiliriz. Bu alayın nelerden
oluştuğunu bilmiyoruz, fakat atletizm yarışmalarında yer
almaya hazırlanan yarışçıları içerdiğini varsayabiliriz.
Öyleyse, Olimpiyat festivali, bir pompe, bir agon ve bir
de hömos'tan oluşuyordu. Son olarak, Euripides’in Bakkhalar'ını anlatırken, Dionysos’un Pentheus’un yol göstericisi
ya da pompos'u olarak tanımlandığını görmüştük; Penthe
us’un kurban edilmesi bir agon, Bakkhalar’m kente utku
lu dönüşü de bir kömos olarak tanımlanmıştı (s. 189).
Kent Dionysia’da, kentten çıkan alay bir Atina yasa
sında açık olarak bir pompe, dönüşse bir hömos olarak ta
nımlanıyor. Tek kuşkulu nokta, yasada adı geçmeyen agon
konusunda; fakat sanıyorum ki, bu durumda agon’u, pompe’nin sonuçlanmasından sonra yapılan kurban işlevi tem
sil ediyor. Bakkhalar’ın agon’u aynı zamanda bir kurban
işlemiydi; kurban Pentheus, «kan dökme işini başlatan
rahibe»yse Agaue idi. Koşutluk bundan da fazla, çünkü
Kent Dionysia boğasının Bakkhalar’m insan kurbanıyla
aynı işlevi gördüğüne inanmak için nedenler var.
Boğa, Dionysos’un en yaygın biçimlerinden biriydi.
Plutarkhos’un anlattığına göre, Dionysos’un boğa şeklin
deki tasvirleri Yunanistan’ın birçok yerinde bulunmaktay
dı-, Girit Kureta’lan boğayı parçalayıp gövdeye indirdikle
rinde, tanrılarım yediklerine inandıklarını görmüştük. Bir
Dionysos festivalinde Elis’li kadınlar, Plutarkhos tarafın
dan kısmen kaydedilmiş bir İlâhi söylerlerdi: «Gel, kah
raman Dionysos, Elis halkının kutsal tapmağına, İyilik
Melekleriyle, öfkeli boğanın ayaklarıyla gel tapmağa, de
ğerli Boğanın, değerli Boğanın!» Bu İlâhide boğa açıkça
tanrıyla özdeşleştirilmekte; belki de çağmlmakta olan hay
van kurban edilmek üzere olan boğadır. Bu varsayım, bir
Dionizyak Pompe’yi ya da alayı gösteren dikkate değer bir
vazo süslemesiyle doğrulanıyor. Alay, asma dallan taşı
yan muhafızların korumasında bir boğanın öncülüğünde
ilerliyor, alaym peşinden bir arabaya oturmuş Dionysos’
DİTHYRAMBOS
199
un kendisi geliyor. Hatta bu resmin konusunun Kent Dionysia'daki gerçek bir tören alayı olduğu ileri sürülmek
tedir; fakat kendimizi bu kadar fazla bağiamaksızın (as
ma dallan buna engeldir) diyebiliriz ki, neden ne olursa
olsun, Dionysos burada hem kendi kişiliğiyle hem de bo
ğa olarak vardır, tıpkı Bakkhalar’da hem kendisi hem de,
Pentheus olarak var olduğu gibi. Son olarak, Elis’ten alı
nan İlâhinin sözleri: «değerli boğa», Kent Dionysia'da ke
silen kurbanın «tannya yaraşır» bir boğa olduğunu be
lirten, biraz önce sözünü ettiğimiz Atina yazıtını akla ge
tiriyor. Besbelli bir tören tümcesiydi bu. Bu nedenlerle,
Bahhhalar'da Pentheus gibi, Kent Dionysia’da boğanın
kurban edilişi bir kurban töreniydi, boğaysa tanrının hay
van biçiminde bedenleşmesi.
Festivalin kalan günleri tiyatrodaki yarışmalarla ge
çerdi. Bunlar da, kökenlerini bulduğumuzda anlamlan da
ha bir belirginleşecek olan bir agon olarak tanımlanırdı.
Bunlar iki türdü: drama yarışmaları ve dithyrambos’lar.
İki dithyrambos yanşması vardı: biri oğlan çocuklardan
oluşan beş koro, ötekiyse erkeklerden oluşan beş koro ara
sında yapılırdı. Erkeklerin koroları tiranlığm yıkılışından
sonraya kadar yarışmalarda yoktu.
Dithyrambos, Atina’daki demokrasi yönetiminde almış
olduğu biçimiyle Dionysos’un onuruna bir İlâhi idi. fakat
mutlaka onu anlatmazdı, bir flüt eşliğinde, orkestranın
ortasındaki altarm çevresinde bir halka halinde toplan
mış elli oğlan çocuğu veya erkekten oluşan koro tarafın
dan okunurdu. Bunun dithyrambos’un ilk biçimi olmadığı
kesin. Peki ilk biçimi neydi? Bu soruyu açarken, unutma
malıyız ki, bilgimiz elverdiğince, beşinci yüzyılda beste
lenmiş dithyrambos’lann çoğu Atina’da okunmak üzere
yazılmıştı,- yine de dithyrambos’un çok uzun bir geçmişi
vardı, çok da yaygındı.
Pindaros, dithyrambos'un kökenini, şiirlerinden birin
de Korinthos’a, diğerlerindeyse Thebai’ye ve Naksos'a bağ
lıyordu. Hizmet edecek çok sayıda efendisi olduğu için ay-
200
D RAM ANIN KÖKENİ
m soruya farklı yanıtlar vermekte bir sakınca görmü
yordu. Thebai’nin ve Naksos’un, Dionysos’un doğum yeri
olduğu ileri sürülür. Korinthos’un dithyrambos konusun
daki savı, geçen bölümde anlatılan Arion öyküsüne daya
nıyordu. Herodotos şöyle diyordu: «Arion, Korinthos’ta bir
dithyrambos yazan, ona bu adı veren ve onu okuyan ilk
insandı bildiğimize göre.» Suidas’ın biraz farklı bir biçim
de yinelediği bu tümce Pickard-Cambridge tarafından şöy
le anlaşılmakta: «Arion, ilk kez bir koro oluşturmuş ve
onu cümbüşte amaçsız dolaşan insanlar gibi başı boş gez
dirmek yerine belli bir noktada (altarın çevresinde bir
halkada! sabitleştirmiş ilk kişiydi; koronun şarkısını, adı
nı aldığı belli bir konusu olan düzenli bir şiir haline ge
tirmiştir.» Kabul edilen yorum bu, ve kesin denilebilecek
kadar doğru.
Arion, yedinci yüzyılın son bölümünde yaşamıştır. Da
ha erken bir dönemde, Dionysos'a tapınmanın tiran Kleisthenes yönetimi altında desteklendiği Sikyon Bakkhiadas’
larmm (s. 180) ve «şaraptan başım dönmüş, Dionysos’un
güzel nağmesi dithyrambos’u nasıl açacağımı biliyorum
ben» diyen Paros’lu Arkhilokhos’un bestelediği dithyrambos’lardan da haberimiz var. Arkhilokhos'un exarchon ya
da öncü olarak doğaçlamadan bir dizi stanza söylediği,
her stanza’dan sonra ona eşlik edenlerin bir nakarat söy
lediği varsayılabilir; fakat hiç kuşkusuz bu, doğaçlama
dan söylenen eğlence şarkısının sanat düzeyinin düşük ol
duğu anlamına gelmez. İlkel şiir, bir kendinden geçme ya
da sevinç anında kendiliğinden çıkan büyülü bir sözdür,
bu duruma da genellikle içkiyle girilir. Esin, doğaçlama
ve sarhoşluk arasındaki bağlar, çoğu kez bizim çağdaş
Avrupa şiirinden çok daha yüksek bir teknik incelik dü
zeyine ulaşan köylü şiirinde hâlâ bir inceleme konusu ola
bilir. «Şaraptan başı dönmüş» sözlerini yorumlarken, «Arkhilokhos eğlence şarkısmı bu durumda açmış olabilir,- onun
şarkıyı böyle bestelemiş olduğu, hatta aslında ‘bestele
miş olup olmadığı' bile kuşkuludur» diyen Pickard-Camb
ridge bu konuda bizi yanlış yönlendirmiş olmasın. Yunan
DİTHYRAMBOS
201
şiirini, Yunan düzyazı düzenleyimi (composition) ilkele
riyle yargılamanın sonucunda bu çıkıyor ortaya.
Bu Arkhilokhos kanıtı, dithyrambos’un en azından A ti
na'da uzun bir süredir bir cümbüş şarkısı olmaktan çık
tığı bir zamanda yaşamış olan Aiskhylos tarafından da
doğrulanıyor. «Dithyrambos'un karışık notalarının, feömos'unda Dionysos'a eşlik etmesi uygun düşüyor» diyor
Aiskhylos. Bu, bir ipucu daha veriyor bize. Kömos u fazla
zorlamaksızm, dithyrambos'un Dionizyak thiasos'ta, ve
Kent Dionysia’nm açılış şenliklerinde izlemiş olduğumuz
dinsel tören sırasında grupça söylenen bir İlâhi olarak
başladığını kesin olarak çıkarabiliriz. Bir kurban, alay ha
linde belli bir noktaya götürülüyor, orada kesiliyor ve alay
geri dönüyor.
Kent Dionysia’da boğa, yalnızca asıl kurban olmakla
kalmayıp, aynı zamanda dithyrambos yarışmasında bir ut
ku ödülüydü. Dahası, öyle görünüyor ki, yarışmayı kaza
nan şair bir arabaya bindiriliyor ve sanırım bir ödül ola
rak biraz önce kazandığı boğa da içinde bir utku ala
yıyla götürülüyordu. Bu tür elli utku kazanmış olan Si
monides kendinden söz ederken şöyle yazıyor: «Güzel bir
erkekler korosunu yönettiğin için, elli kez, sen o görkemli
Utku arabasına bindin.» Yine boğanın şair tarafından
kurban edildiğini, sonra da arkadaşlarına bir şölen ver
diğini düşünebiliriz.
Pindaros, dithyrambos’u «boğa-sürme dithyrambos’u»
olarak tanımlıyor. Dithyrambos hangi anlamda «sürüyor
du boğayı»? Bu soruya verilen yanıtlar çoğunlukla yeter
siz olarak kabul ediliyor. Pindaros, utku kazanan şairin
dithyrambos yarışmasını kazandığı için boğayı kendi evi
ne götürme hakkını da kazandığını kastetmiş olabilir. Bu
durumda, Atina’daki çağdaş bir festivalden söz ediyordur.
Fakat belgeçin (epithet) geleneksel olması olasılığı daha
büyük görünüyor. Eğer dithyrambos başlangıçta sözünü
ettiğimiz olayda söylenen bir ilahi idiyse, boğa kurban et
meye giderken söylenen bir şarkıydı o zaman.
Elis’li kadınların İlâhisiyle anlatılmak istenen durum
202
D R A M A N IN KÖKENİ
biraz farklı. Orada kadınlar tapmakta alayın gelmesini
bekliyor durumda görülüyor. Girit Kureta’lannın, tanrıla
rının gelişini selamladıkları bir başka İlâhiyi anımsatıyor
bize-, «Selam, feoûros’ların en büyüğü, Kronios, her şeyin
sahibi... daimones'lerin başında geldin sonunda. Yıl bo
yunca Dikte’ye gel de, senin için ördüğümüz ve altarın
çevresinde yerimizi alırken boru ve arp eşliğinde söyledi
ğimiz şarkıya katıl!» Bu İlâhinin, aralarında devamlı yi
nelenen bir nakaratla devam eden bir seri stanza’dan oluş
muş olması dikkate değer. Eksik olan yazılı metin bir
kurban edilişten söz etmiyor, kendisine dua edilen tanrıy
sa Dionysos değil, Zeus; Girit Zeus’u zaten çok yakın ona.
Kuşkusuz, bu İlâhilerden birinin dithyrambos olduğunu ile
ri süremeyiz. Bütün söyleyebileceğimiz, diğer kanıtların ışı
ğında, bunların ilkel dithyrambos’un tahmin edilen şekli
ne yakından benzediğidir.
Dithyrambos’un boğayla ilişkisi bize Boutes: öküz-adam
mitlerini ve bir öküz üvendiresi ya da öküzleri kesmek
için balta kullanan Lykurgos mitini anımsatıyor. Bir ba
kıma, bu figürlerin her biri açıkça thiasos’un başındaki
rahibin yerini tutuyor; fakat bir başka bakımdan, her iki
si de tanrılarına yapılan şeye uğradıklarına göre, Dionysos’u kişilendiriyormuş gibi görünüyor. Besbelli, tapımın
yapısında var olan bir özellik olan bu belirsizliği, Euri
pides Bahkhalar'da yeniden gösteriyor: orada Dionysos
hem thiasos’un önderi, hem de onun tanrısıdır.
Gelişmiş dithyrambos'ta şairin korosuyla ilişkisi ne
dir, Kent Dionysia’da, gösteri giderleri devletçe karşıla
nırdı, ama şairin kendisinin bulmak zorunda olduğu flüt
çalıcının giderleri bunun dışındaydı. Bu kural da gösteri
yor ki, eski zamanlarda flüt çalıcının işlevi şairin kendisi
tarafından görülürdü. Şair bir zamanlar, Paros’ta Arkhilokhos gibi, koronun önderiydi, stanza’lan doğaçtan söy
ler ve nakaratlara eşlik ederdi. Bu da, başlangıçta tan
rıyı canlandıran, ayinleri yöneten rahipti demeye geliyor.
Tartışmamızın gösterdiği gibi, eğer dithyrambos Dionizyak thiasos’un İlâhisine bir müzik eşliği olarak başla
DİTHYRAMBOS
203
dıysa, o zaman şarkıcıların aslında kadın olduğu ortaya
çıkar. Elis’li kadınların ilahisi bu bağlamda kanıt olarak
kullanılamaz, çünkü İlâhi açıkça bir dithyrambos olarak
tanımlanmıyor; fakat biraz önce, Kent Dionysia’da oğlan
çocuklar korosunun erkekler korosundan daha eski oldu
ğuna ve bunun belki de bizi geçmişe bir adım daha yak
laştıran ufacık bir kanıt olduğuna dikkati çekmiştik. Da
ha önce tanınmayan bir şairin, Attikalı kabile Akamantis’
ten sağladığı bir koroyla birlikte kazandığı bir utkuyu kut
layan bir yazıt var, şöyle başlıyor: «Geçmişte çoğu kez
Akamantis kabilesinin korolarında, Hora'lar, Dionysia’lılar, sarmaşık taşıma-dithyrambos’larında Alleluia diye ba
ğırırlar ve usta şairlerin başlarını açılmış güllerden taç
larla gölgelerlerdi.» Bu Hora'Iarı, özellikle Dionysia'lılar
diye tanımladığına göre — Sparta’da gerçek bir thiasos’un
adıydı bu— Dionysos’un kadın müritlerinin, örneğin Musalarm ve İyilik Meleklerinin öteki mitsel izdüşümleriyle
ilişkilendirmek doğaldır; dithyrambos’lan söyleyenler bir
zamanlar kadınlar değil idiyse, bunların neden geçmişteki
dithyrambos gösterileriyle bu şekilde birleştirildiklerini
anlamak zordur.
Atmalıların Dionysos Eleuthereus tasvirinin kendileri
ne ait olduğunu söylediği Eleutherai köylülerinin, ellerin
den kaptırdıklarının bir kopyası olan bir başka tanrı tas
virleri vardı. Her ikisini de görmüş olan Pausanias kay
dediyor bunu. Bir keçi kılığına girmiş olan tanımın yü
zünü görüp ona önem vermeyen, onu küçümseyen sonra
da çıldıran Eleuther kız kardeşler miti de aynı köyden
çıkmadır. Babalan, bir bilicinin önerisi üzerine Dionysos
Melanaigis, Kara Keçi derili Dionysos tapımmı kurunca
kızlan iyileşir. Bu söylence, keçinin nasıl olup da Kent
Dionysia ile ilişkilendirildiğini açıklamaya yardım eder;
çünkü dithyrambos yarışmalarından ayn olarak tragedya
yarışmalarında ödül bir boğa değil, bir keçiydi. A yn ca bu,
Dionysos Eleuthereus tapımmın bir zamanlar normal tip
ten bir kadın thiasos’una ait olduğunu da gösterir. Ger
çekten de, pekâlâ bu thiasos adını bu köye vermiş ola
204
DRA M A N IN KÖKENİ
bilir; çünkü hai eleutherai, hai aphetai'ye, yani tann ta
rafından çılgına döndürüldükten sonra kırlarda başı boş
dolaşmaya bırakılan Proitos kızları ya da İo gibi, «salı
verilmiş» ya da «bağları çözülmüş» kadınlara karşılıktır.
Bu yüzden öyle görünüyor ki, dithyrambos başlangıç
ta kadınların Dionizyak thiasos’una aitti. Bu sonuç, şair
Arkhilokhos’la ilgili garip bir halk masalıyla desteklen
mekte. Anlatıldığına göre, şairin babası gençliğinde onu
pazara götürülmek üzere bir öküz bulması için kıra gön
derir. Şafak sökmeden ay ışığında kenti terk eder, geriye
dönerken, söylediğine göre, bir grup köylü kadına rastlar,
kadınlar öküzünü satın almayı önerirler ve şairin ayakla
rının dibine bir lir bırakarak öküzle birlikte ortadan kay
bolurlar. Kadmlar aslında Musalardır. Anladığım kada
rıyla bu mitin anlamı, şairin sanatının, bir erkek rahibin
yönettiği bir kadın thiasos'un sürdürdüğü bir öküz tapımından geldiğidir.
Dithyrambos’un bir sanat biçimi olarak evrimindeki
ilk aşama, kadınların toplumsal konumlarının çöküşünün
ardından thiasos’un çöküşüydü. İkinci aşamayaysa, bir
alay İlâhisi olarak söyleneceği yerde, bir altarda sabitleştirildiği ve böylece stasimon ya da ayakta söylenen şarkı
— aslında bir «durak» haline geldiğinde ulaşıldı. Kent Dionysia alayının, pazar yerinde On İki Tanrı altarmda ve
yine pompe sonunda tasvirin bırakıldığı altarda böyle bir
duruş yaptığını görmüştük. Bu stasimon'un temasının ne
olduğu sorulursa, hiç kuşkusuz ilk olarak, başlamak üze
re olan ayine eş düşen bir mit —Dionysos’un acısı— ol
ması gerekirdi. Son olarak, koronun yöneticisinin tannyı
kişileştirdiğini düşünmek için neden olduğuna göre, bu
rada tören dramasının tohumunu buluruz açıkça. Dit
hyrambos’un yöneticisi, korosuyla uygun biçimde konuş
maya başlaymca, dithyrambos bir acı çekme oyunu (pas
sion play) oluyor. Aristoteles’in de söylediği gibi, traged
ya sanatı «dithyrambos önderlerinden» evrimleşmiştir.
Evriminin bu önemli noktasında, ilkel dithyrambos bö
lündü ve ortaya çıkan iki biçimi farklılaşma yoluyla ge
DİTHYRAMBOS
205
lişti. Birlikte bulundukları için her biri ötekinin gelişimi
ni sınırlandırdı. Ancak zıt yönlerde gelişebilirlerdi. Bi
rinde müzik seslere egemen oldu ve başkan alet çalan
kimseye dönüştü, yansılama öğesi bastırıldı. Ötekinde söz
ler kendilerini müzikal kabuğundan sıyıracak kadar ege
men duruma geldi, başkan bir oyuncu oldu, sonra oyun
cu ikileşti, en sonunda da üçleşti. Fakat kanatlandıktan
çok sonra bile, bir zamanlar içinde gizlendiği krizalitin
parçalan tragedya sanatına bağlı kaldı. Kanıtlann göz
den geçirilmesinden anlaşılıyor ki, ön oyunun (prolog)
eklenmesinden önce (erken bir yenilikti bu) tragedya gös
terimleri, orkestraya giriş ya da çıkışında koronun söyle
diği bir parçayla başlar ve biterdi. Bu iki öğede, pompe
ve homos' un son kalıntılarını fark edebiliriz; aynı mantık
la, bu biçimde başlayan ve biten gösterimin, kökeninde ve
özünde bir agon — bir smama ya da yarışma, yaşamı ye
nileyen bir temizlenme ve arınma olduğu sonucuna ula
şırız.
206
D R A M A N IN K Ö K E N İ
O YU N C U N U N EVRİMİ
XI
TRAGEDYA
Bundan sonraki görevimiz, geçen bölümün sonunda
tragedya sanatını bıraktığımız kritik an ile Aiskhylos'un
yapıtları arasındaki en azından yarım yüzyıllık arayı bir
leştirmektir. Buraya kadar karşılaştığımız en güç sorun
bu, çünkü kanıtlar yalnızca parça parça olmakla kalma
yıp aynı zamanda büyük kısmıyla kuşkulu niteliktedir.
Uygun bir çözüme ulaşabilmek için bugüne kadar hiç de
nenmemiş bir yaklaşımla ilkel drama, doğu draması ve
Avrupa dramasını karşılaştırmalı bir biçimde inceleyerek
konunun bütünü üzerine yeni bir ışık tutuluncaya kadar
beklemeliyiz. Bu arada, bugün elimizde olan kaynaklan
en iyi biçimde kullanmamız gerekiyor.
Şimdiye kadar gelişim düzeni içinde tragedyanın sey
rini izledik. Bu yol terk edilmemeli. Bu dönemde Yunan
tragedyası hakkında bildiğimiz tek şey, Aristoteles’in
Poetifea’sının da desteğiyle, hâlâ yaşayan oyunlardan çıkarabildiklerimizdir. Bu desteğin ne kadar değerli oldu
ğu şuradan belli ki, Aiskhylos'un, Sophokles’in ve Euripides'in yazdığı bilinen 250 tek oyundan yalnızca otuz üçü
bugün elimizde; oysa Aristoteles, başka yazarlann bugün
tamamen kaybolmuş kimbilir kaç oyunu bir yana, bu 250
oyunun hepsini tanıyordu. Böyle olunca, bu konuda bi
zimle kıyas kabul etmez biçimde fazla bilgisi olması dı
şında, bilimsel bir yöntemin usta bir temsilcisi de olan
Aristoteles’ten sağladığımız kanıtlarla uygunluğu, traged
yanın ilk tarihini yeniden kurmak gibi çetin bir sınav
olarak, gözden kaçırmamaya çalışacağız. Oyuncuyu ince-
208
D R A M A N IN KÖKENİ
lemekle başlayıp koronun incelemesine gireceğiz, oradan
da Aristoteles’in tragedyanın doruk noktasıyla ilgili çö
zümlemesine gönderme yaptıktan sonra sahne üzerine ba
zı düşüncelerle bitireceğiz. Bütün bunları yaparken dik
katimiz, Aiskhylos’tan önceki tragedyanın tarihi üzerinde
toplanmış olacaktır. Bölümün sonunda, açıklanması gere
ken daha çok şey kalmış olacak, ama bunun için Atina
tarihi üzerindeki çalışmamızın sonunu beklememiz gerekeoek.
Aristoteles, oyuna ikinci oyuncunun Aiskhylos, üçüncününse Sophokles tarafından sokulduğunu söylüyor. Bu
sayı hiçbir zaman aşılmamış tır. Üçüncü oyuncu, Aiskhylos’
un bugün yaşayan yedi oyunundan ancak son dördünde
—Oresteia üçlemesinde ve belki de en son oyunu olan
Zincire Vurulmuş Prometheus’ ta— kullanılıyor. Üçüncü
oyuncunun oyuna sokuluşu, yaşayan oyunların kapladığı
dönemin içinde kaldığına göre, onun işlevinin gelişme yo
lunu izlememiz mümkün olacaktır; bundan elde ettiğimiz
bilgi de ikinci oyuncunun gelişimini aydınlatacaktır.
Üçüncü oyuncunun tam olarak kullanılması, üç ka
rakterin de sahnede olduğu ve her birinin diğer ikisiyle
serbestçe konuştuğu diyaloglarda görülüyor. Sophokles’te
ve Euripides’te böylesi çok, fakat Aiskhylos’ta bu konuş
ma hiçbir zaman tam olarak karşılıklı değil. Böylece,
Khoiphoroi'de (Sunu Taşıyanlar) Pylades, Orestes Klyteimnestra’ya kendini tanıttığı sırada oradadır, fakat rolü
Orestes’in kendisine sorduğu bir soruyu yanıtlamakla sı
nırlıdır; Eumenides’te (Hayırlı Tanrıçalar) yargılama sah
nesinde Athena Apollon'la konuşur, Orestes Apollon'a ses
lenir, fakat yargılama bitinceye kadar Orestes’le Athena
arasında hiçbir şey geçmez, o zamana kadar Apollon’un
rolü bitmiştir. Agam em non'da,, Agamemnon ile Klyteimnestra arasındaki diyalog süresince Kassandra sahnede
dir, fakat hiçbir şey söylemez; aynı şekilde Zincire Vu
rulmuş Prometheus’\ın prologunda kahraman, Güç ile Hephaistos gidinceye kadar sessiz kalır. Bu iki durumda ses
siz karakter, oyunun devamı için sokulmuştur sahneye.
TRAG ED YA
209
Bu tipten diğer tek diyalog, Sophokles’in hâlâ yaşayan
oyunlarının ilki olan A ntigone'de vardır: Antigone, Kreon
ile M uhafız arasındaki diyalog sırasında sessiz kalır, an
cak Muhafız gittikten sonra Kreon'la konuşmaya girer.
Bütün bu üç durumda da sessizlik, hiç kuşkusuz, drama
tik yönden etkilidir; özellikle Aiskhylos, dramatik sessiz
likleriyle ünlüdür, fakat daha sonraki oyunlarda böyle
etkilerin olmayışı onların olgunlaşmamış olmalarının bir
belirtisidir.
Şimdi aynı düşünceleri ikinci oyuncunun gelişimine
uygulayalım. Bunun için de yaşayan oyunların, hepsi de
Aiskhylos’un, ilk üçüne dönelim: Persler (İ.Ö. 472), Thebai’
ye Karşı Yedi Kişi (İ.Ö. 467) ve Yakarıcılar (olasılıkla Ye
diler' den birkaç yıl sonra yazılmıştır).
Persler’de Haberci, Salamis’ten yenilgi haberleriyle gel
diğinde Kraliçe sahnededir, fakat o haberini Koro’ya ve
rir, koro da lirik kıtalarla yanıtlar onu. Sonunda Kraliçe,
üzüntüden dilinin tutulduğunu açıkladıktan sonra Haber
ciyi sorgular ve aralarında bir diyalog sürer. Koro bun
da hiç rol almaz. Oyunda daha sonra Darius’un hayaleti
belirdiğinde Kraliçe yine sahnededir, fakat hayalet Ko
ro’ya seslenir. Koro da önceki gibi lirik kıtalarla yanıtlar
onu. Bu durumda, Kraliçenin sessizliği nedensizdir. Bunu,
hayaletin önce Kraliçeyle —bu sırada Koro sessizdir—,
arkasından Koroyla — bu sırada Kraliçe sessizdir— diya
logları izler. Besbelli, oyun yazarı içinde iki oyuncunun ve
koronun birlikte konuştukları bir diyalog düzenlemeyi he
nüz bilmemektedir. Öte yandan, Y ediler’le karşılaştırıla
cak olursa bu oyun, oyuncular arasındaki diyalogu yö
netmede daha büyük bir özgürlük gösterir.
Yediler, Kraldan halkına bir söylevle açılır, halkı se
yirciler temsil etmektedir. Bir haberci girer, haberini ve
rir, çekilir. Kral zafer için dua eder ve sahne sona erer.
Buna bir diyalog demek mümkün değil. Daha sonra oyun
da Haberci bir sıra konuşma yapar; bunlarda sırasıyla,
her biri yedi kapıdan birine saldırmak üzere olan yedi
düşman savaşçısı anlatılır; Kral bunların her birine, sa
210
D R A M A N IN KÖKENİ
vunucu savaşçıları betimlediği konuşmalarla yanıt, verir;
Habercinin ve Kralın konuşmalarını Koronun lirik kıta
ları izler. Belki buna bir diyalog denilebilir, ama bütü
nüyle set konuşmalardan oluştuğu için çok resmi karak
terdedir. Öte yandan, hem Kral hem de Haberci sahnede
yalnız olduklarında Koroyla özgürce konuşurlar.
Yakarıcılar'da. oyunculardan biriyle Koro arasında
birçok diyalog olmasma karşın oyuncular arasında yal
nızca bir diyalog geçer: Kralın Haberciyle atışması; Ha
bercinin olasılıkla orkestradan konuşması anlamlıdır. Da
ha önce oyunda, Danaos, Kralın Koroyla uzun görüşmesi
sırasında sahnededir ama sonuna kadar, Krala kısacık bir
şey söyleyinceye kadar konuşmaya katılmaz, o zaman bi
le Kralın kendisine üçüncü kişi olarak seslendiği bir ya
nıtla karşılaşır. Sahnede Danaos’un uzamış ve nedensiz
sessizliği son derece acemicedir. Gerçekten de, bütün oyun
boyunca işlevi, bir ulağın işlevidir aslında; bir ulak ola
rak bile Kral tarafından başkasına iletilemeyecek kadar
az şey söyler. Danaos’un, aslında üçlemenin göze batan
bir rol almış olması gereken ikinci ve üçüncü oyununun
hatırına sahneye sokulmuş olduğundan kuşku duysak ye
ri var. Birinci oyuna bakılırsa, bir tek oyuncu için ya
zılmış olsaydı bile fazla bir şey yitirilmiş olmazdı.
Persler’de, Ulak haber getirdiğinde ve yine hayalet
belirdiğinde iambik trimeter’lerle ya da trokaik tetrameter’lerle konuşan oyuncu ile lirik stroph’la yanıt veren
Koro arasında bir diyalogun sürdüğünü görmüştük. Yçı
karıcılar’da bu türden üç diyalog vardır — Koronun K ral’a
ve yine Danaos'a yalvardığı yerle Habercinin onlara sal
dırdığı yerde. Thebai’ye Karşı Yedi Kişi"de iki tane vardır,
oysa iki oyuncunun katıldığı kahramanların tanımlanma
ları, aynı ilkenin .olgunlaştırılmış bir biçimidir. Dolayı
sıyla daha önceki bir dönemde aktörün rolünün bu ka
rakterde olması olasıdır. Belki de, daha ileri bile gidebi
liriz. Koro’nun Habercinin saldırısına uğradığı Yakarıcılar'da Haberci lirikle başlar, tıpkı Koro’nun kendisi gibi
— ancak daha sonra iambik’e düşer. Kranz’ın ileri sür
TRAG ED YA
211
düğü gibi bu teknik, konuşma parçasının hiç olmadığı,
koro ve oyuncu arasında yalnızca lirik bir söyleşmenin
olduğu bir zamandan geliyor olabilir.
Aiskhylos’un ikinci oyuncuyu oyuna sokmakla yük
lendiği sorun, oyuncuları korodan ayn birbirine nasıl yö
nelteceği sorunuydu. Bunu çözerek sahnenin orkestrayla
olan ilişkisini devrimleştirdi, çünkü ancak o zaman olay
dizisini koro araya girmeksizin yalnızca oyuncular yoluy
la geliştirebildi. İmdi, Aristoteles'ten oyuncunun rolünün
başlangıçta şair tarafından oynandığını öğreniyoruz; Aiskhylos rolü kendisi aldıysa, onu geliştirme sorunuyla uğ
raşmak için özellikle güçlü bir durumda olduğunu ko
layca görebiliriz: kuramla pratiğin birliğine çok güzel bir
örnektir bu. Dahası, eğer oyuncu, koro ile lirik bir söy
leşmeye katılan şairin kendisi idiyse, daha önce gördü
ğümüz gibi, tamamen bu ilişkiye dayanan ilkel dithyrambos'tan pek uzakta değiliz demektir. Aristoteles'in de söy
lediği gibi, tragedya sanatı, dithyrambosTarın öncülerin
den gelmeydi.
Yunan tragedyasının karakterleri, çoğunluğuyla, her
biri alışılmış bir giysiyle birbirinden ayrılan sınırlı sayı
da geleneksel tipten alınmıştır: kral, kraliçe, bilici, haber
ci, ulak... vb. En önemlisi kraldır, hakkında ilerde daha
çok şey söyleyeceğiz; fakat bir bakıma en dikkate değe
ri ulaktır. Bu tip, biri dışında (Sophokles’in Korintbos’lu
ulağı) hiçbir zaman bireyselleştirilmemiş olmasıyla öte
kilerden ayrılır. Ulağın işlevi, kuşkusuz, bazan Yakancıiar'daki Danaos ve Oresteia'daki Phrygia'h gibi bir baş
ka karakter tarafından yerine getirilir; fakat ulak bu şe
kilde göründüğünde kişilikten yoksundur. En göze çar
pan örnek Thebai’ye Karşı Yediler'dir, bunda (özgün ol
mayan final dışında) Kral ve Ulak'tan başka oyuncu yok
tur. Kral ve Koro, her ikisi de iyi kişileştirilmiştir, fakat
uzun bir rolü olan ve oyun boyunca girip çıkan Ulak yal
nızca konuşan bir ses olarak kalır. Bunun açıklaması, sırf
sahnenin dışında neler olup bittiğini bildirme gibi teknik
bir amaçla tasarlandığı için ilkel durumunda kalmış olan
212
DRA M ANIN KÖKENİ
eski ve baştan savma bir öge olmasıdır, belki de. Bir tek
oyuncu olduğunda ve kahraman oyunun gidişi içinde öl
dürüldüğünde, ölümü dramatik olmayan bir anlatıyla bil
dirilirdi.
Bu düşüncelerin ışığında Aiskhylos-öncesi tragedya
nın ana çizgilerini göz önüne getirmek güç değil. Bir prologtan sonra koro bir şarkı ya da resitatifle sahneye gi
rer, altar çevresinde yerini aldıktan sonra bir stasimon
söylerdi. Daha sonra kahraman görünür ve koro ile bir
diyalog içinde durumu açardı. Sonra kaybolurdu, koronun
söylediği ikinci bir stasimon'dan sonra kahramanın ölü
münü bildirmek üzere bir ulak girerdi sahneye. Bunu bir
ağıt, bir ağlayış izler, ulak çekilir, koro da girdiği gibi
orkestrayı terk ederdi.
Bu noktada bir güçlük çıkıyor karşımıza. Eğer tra
gedya Dionysos tapınmasından ortaya çıktıysa, onun olay
dizilerinin de Dionysos mitlerinden alınmış olması gere
kirdi başlangıçta. Bizim tartışmamızdan ortaya çıkan şey
bu; ayrıca bu noktada oldukça açık olan Yunan gelene
ği de bunu doğruluyor. Oysa Aristoteles tragedyanın olay
dizilerinin, uzun bir süre, «basit», söyleyiş biçimininse
(diction) «gülünç» olduğunu söylüyor bize. Bu iki gelenek
nasıl uzlaştırılacak? Bu güçlük, tragedyanın geleneksel
kurucusu olan ve Pentheus miti üzerine bir oyun yazmış
olduğu söylenen Thespis hakkmdaki düşüncelerinde Pickard-Cambridge tarafından dile getirilmektedir: «Thespis’
in dili, şöyle ya da böyle kaba ve gülünçtü belki de; ama
Pentheus'un öyküsü... herhalde her zaman trajikti.» So
ruya açık bir varsayımdır bu.
Eleutherai mitlerinden biri Ksanthos (Sarışın Adam)
ile Melanthos (Esmer Adam ) arasındaki bir düelloyla il
gili; düelloda birinci kişi, Dionysos Melanaigis’in yardı
mıyla rakibi tarafından kılıçtan geçirilir. Usener’in açık
ladığına göre bu mit, Y a z’ın Kış tarafından öldürülüşünü
anlatan çok ünlü bir törensel drama tipi üzerine kuru
ludur; Famell bu Eleutherai dramasmda Atina tragedya
sının ilk tipini bulduğumuzu ileri sürmektedir hatta. Far-
TRAG ED YA
213
nell'in bu görüşü iki nedenle reddedilmelidir. Önce, I.Ö.
altıncı yüzyılın dönüm noktasında onun bu şekilde, hatta
herhangi bir şekilde oynandığını gösterecek hiçbir kanıt
yoktur. Doğrudan gelişim çizgisinin dışına düşer. Öte yan
dan. Dionizyak bir konudur — tragedyanın oluştuğu ge
reçtendir; ayrıca, besbelli, kaba bir oynanışa uygun düşen
bir konudur. St. George ile Captain Slasher arasındaki
düello gibi, aynı kökenden ortaya çıkmış bizim maskeli
-eğlencelik oyunlarımızı (mumming plays) düşünmemiz
yeter.
Fakat Pentheus öyküsü bu şekilde oynanmış olabilir
miydi? Bu konuda olumlu kanıtlar var. Euripides’in Bakkhalar'ında, Pentehus’un, ölümünden hemen önce, süslü ka
dın giysileri içinde, kemeri gevşetilmiş ve saçlarından bir
bukle dışarı çıkmış durumda — tanrı Dionysos gülerek dü
zeltir bunu— göründüğü sahnenin bilerek yapılmış bir
gülünçlük olduğundan kuşku duyulamaz; Bather’in de işa
ret ettiği gibi, mitteki bu sahnenin komik oynanışı tö
rende buna eş düşen sahneyle açıklanıyor. Bu konuda
Pickard-Cambridge’in tutumu, ilkel dinin doğasının yan
lış anlaşılışmdan kaynaklanmaktadır. Gülme, saldırganlık
ve iğrençlik gibi şeylerin kutsal tapınmada yeri olmadı
ğına değgin fikir, bizim protestan geleneğinin dar çev
resinin dışında pek geçerliliğe sahip değildir.
Bundan başka, tragedyanın dili aslında gülünç idiyse,
bu niteliği onun koşuk biçimine uygundu. Aslında kul
lanılan ölçü trochaic tetrameter’di — Aiskhylos ve Euripi
des’in ara sıra diyaloga canlılık vermek için bir süre kul
landığı hafif ve seken bir ritimdi; fakat genellikle bunun
yerini, günlük konuşma ritmine daha yakın olan iambic
trimeter almıştır. Bu ölçülerin her ikisi de halk kökenli
dir; iambic olanı, elbetteki gülünç olan yergiyle yakın
dan ilişkiliydi.
Dolayısıyla, araştırmamızın daha ileri bir aşamasında,
sonraki dönemde komik öğenin neden bırakıldığı soru
suyla karşılaşacak olsak da, bizim bu noktadaki kanıtla
rımızda gerçek bir çelişki yoktur.
214
D RAM AN IN KÖKENİ
Şimdi tragedya oyuncusunu farklı bir görüş açısın
dan inceleyelim. Oyuncu karşılığı Yunanca sözcük, hypokrinom ai eylemine karşılık hypokrites"ti, oynama anlamın
da kullanılması dışmda daima ya «yanıt verm e» ya da
«yorumlama» anlamına gelir. Yunan oyuncusu yanıt ve
ren miydi yoksa yorumlayan mı? Kime yanıt veriyordu,
ya da neyi yorumluyordu? Bu sorun, onu yalnızca iki se
çenek arasında bir seçme konusu olarak kabul eden çağ
daş araştırıcılar tarafından yanlış olarak ele alınmakta
dır. Bunu yapmadan önce, iki anlamın neden bir tek söz
cükle karşılandığını açıklamamız gerekiyor.
İlyada'da, Troyalılar bir belirti görürler — ağzında yı
lan taşıyan bir kartal. Polydames bu belirtiden ne anla
dığını açıklarken sözlerini şöyle bitirir: «Bir bilici de bu
nu böyle yorumlardı.» Odysseio'da Penelope bir düş gör
müştür, Odysseus'a şöyle der: « Düşümü yorum la»; Odysseus’sa yanıt verir: «Düşünü yorumlamak mümkün değil.»
Bu parçalarda eylemin anlamı konusunda soru yok.
Odysseia’m n bir başka yerinde, ağzında bir kaz taşıyan
bir kartal görülür. Peisistratos Menelaos’a döner ve so
rar: «Bu belirti size mi, bize m i?» Menelaos düşünür, ta
şınır, «bunu doğru olarak nasıl yorumlayacağını (ya da
yanıtlayacağım) * bilemez. Sözcüğün her iki şekilde de çev
rilebileceği bu son parçada iki anlamın aslında bir oldu
ğu ortaya çıkıyor: hypokrinomai «b ir düşü ya da belir
tiyi yorumlamak» ya da bunun değişkeni olarak «bir düş
ya da belirti hakkında bir soruyu yamtlamak» anlamına
gelir. Rahipliğin bir işlevini tanımlayan bir dinsel tören
terimiydi o.
Hypokrinomai eylemi «yanıtlama» genel anlamında
İlyada’da yalnızca bir kez, Odysseia'da da bir kez geçer;
oysa yanıt karşılığı normal sözcük ameibomai olup yüz
lerce kez geçer. Bundan, hypokrinomai'nin genelleşmiş
kullanımının Homeros Yunancasmda henüz başlangıç aşa
masında olduğu sonucu çıkar. loncada başat kullanım
oldu, fakat Attika dilinde hypokrinomai yalnızca «oyna
m a» anlamında kullanılır, hypokritös adının karşılığı ey
TRAG ED YA
215
lemdir; «yanıt» fikriyse aynı kökten bir başka yapıyla ifa
de edilir: apokrinomai. Attika dilinde hypokrinomai'nin,
ona eş düşen ad, «oyuncu» anlamını kazandığında köken
anlamını yitirdiği çıkarsanabilir bundan.
Sorun şimdi şuna indirgenmiş oldu.- Hypokrites söz
cüğü ilk kez oyuncu karşılığı kullanıldığında, ilkel «yo
rumlama» anlamında hypohrinomai’yi mi, yoksa türevsel
anlamı «yanıtlama»yı mı ifade ediyordu? İmdi, Attika di
linde hypokrinomai’m n «yanıtlama» anlamına geldiğine
ya da hypokrites'in «yanıtlayan» anlamına geldiğine iliş
kin hiçbir kanıt yok. Eylem, yalnızca ad'a eş düşen an
lamda kullanılmakta, ad ise her zaman, Platon'un bir
pasajı dışında, bir oyuncu ya da ezberden bir şey okuyan,
söylev çeken anlamında kullanılmaktadır. Öğretici bir pa
saj bu. Platon prophetes sözcüğünün tam anlamını tar
tışmaktadır. Bazılarının prophdtai'den sanki manteis'in (bi
liciler) aynıymış gibi söz ettiğini söyler, oysa bu kullanım
yanlıştır; prophetai, biliciler değil fakat bilinmez, çözül
mez sözleri ve görünümleri yorumlayanlardır (hypokritai).
İmdi, Platon burada prophötes sözcüğünün tam anlamını
göstermek istediğine göre, kendisinin de hypokrites’i kul
lanışında aynı derecede titiz olduğunu varsayabiliriz,
yani, ikinci sözcüğün, krites gibi, başlangıçta gaipten
haberlerin, düşlerin ve belirtilerin yorumlayıcısı için kul
lanıldığından haberi vardı.
Bu anlamda yorumlayıcı karşılığı geçerli Attika söz
cüğü hermeneus’ tur, bu sözcüğün kökeni bilinmemekte
dir. loncası exegetes’tir, aynı zamanda Eleusis'teki bir ra
hipliğin unvanıdır bu. Eleusis exegetes'leri, legomena'mn:
M ystery’lerde «söylenen şeylerin» yorumlayıcısıdır; dromena’yı, simgesel törende «yapılan şeyler»i ^de bu yolla
yorumlarlardı. Öyleyse, exegetes sözcüğü öncelikle «önder»
anlamına geliyor. Dolayısıyla, Arkhilokhos ve Aristoteles’
in dithyrambos’un öncüsü, açıcısı anlamında kullandığı
exarchon’la eşanlamlıdır. Bu düşünceler de gösteriyor ki,
hypokrites ve exarchon başlangıçta aynıydılar.
Exarchon, dithyrambos korosunun dans ve şarkısının
216
D R A M A N IN KÖKENİ
şair-önderiydi, Dionizyak thiasos'un tanrı rahibinden ge
liyordu. Bir yorumcu haline nasıl geldi? Thiasos gizli bir
cemiyetti, dolayısıyla töreni de, ancak gize erginlenmiş
olanların anlayabileceği bir gizdi. Buna göre, bu tören,
sözcüğün tam anlamıyla, bir drama olunca, yani erginlen
miş olanların erginlenmemişler karşısında oynadığı bir
yansılama töreni haline gelince, bir yorumcuya gereksin
me ortaya çıktı. Eleutherai loncasının bir seyirci kalaba
lığı önünde koral bir dans yaptığını varsayalım. Dans,
Eleuther’in kızlarının Dionysos tarafından çılgına döndü
rüldükten sonra başıboş dolaşmalarını simgeleyecek bi
çimde tasarlanmıştır. Dansı yapanlar bunu anlar, fakat
seyirciler anlamaz. Bunun için de başlangıçta önder öne
çıkar ve açık b ir dille «Ben Dionysos’um, bunlar da Eleuther’in kızları, çılgına çevirdim onlan» der. Bunu yapar
ken öncü zaten bir yorumcudur ve bir oyuncu olma yo
lundadır. Tragedya, dithyrambos’un öncülerinden, açıcı
larından türemiştir.
Tragedya sanatı bugün, Kuzey Am erika Kızılderilile
rinin en ileri törensel dramalanyla bağının kurulabildiği
bir noktaya kadar geriye izlenebilmektedir; çünkü, anım
sanacağı gibi, bu dramalar bazan halk önünde gösteril
se de onların asıl anlamları yalnızca gösteriyi yapan er
ginlenmiş gizli cemiyet üyeleri tarafından anlaşılırdı. Bu
konuda Hutton Webster şunları yazıyor:
Kısmen gizli, kısmen de halk önünde yapılan bu tö
renler, m itlerin ve söylencelerin kaba fakat çoğunlukla
çok etkili b ir oyunlaştırılması demektir. Genellikle, yal
nızca törenleri yapan belli b ir cemiyetin üyeleri anlar on
ların anlamını. Maskeli ya da giysili oyuncular, geçmiş
leri mitlerde anlatılan hayvanlan ya da kutsal va rlıkla n
temsil ederler.
Kuzey Amerika Kızılderilileri arasında dramanm ge
lişimi bu kritik noktada kesilmiştir; nedeni, gizli cemi
yetlerin statüsünün laikleştirilmeye direnecek kadar sağ
TRAG ED YA
217
lam olmasıydı. Dionysos thiasos'unun çöküş halinde ol
duğu Attika’daysa. ancak bir oyuncular loncasına dönü
şerek yaşamını sürdürmüştür.
Yunan tragedyasının koral od’ları antistrofik biçim di
ye bilinen ritmik kalıp üzerine kurulmuştur. Bir ritmik
düzen (strophe) ya da stanza sunulur ve yinelenir; son
ra ikinci bir düzen sunulur ve aynı şekilde yinelenir ve
böylece sürer gider. Dolayısıyla, od, bir sıra çift’e bölü
nür (A A BB CC). Bazan her çifti bir ephymnion ya da
nakarat izler (A A x BBx CCx).
Gelişmiş dithyrambos’un yapısı farklıdır. Triadik (üç
lü) form diye bilinen bir kalıba dayanır. Bir düzen su
nulur, yinelenir ve epoidos ya da «şarkıdan-sonra» deni
len ikinci bir düzen izler bunu; sonra birinci düzen ye
niden sunulur, bir daha yinelenir ve bunu yine epoidos’un
yinelenmesi izler, böylece sürer. Dolayısıyla, dithyrambos,
boyuna yinelenen tek bir üçlü (triad) üzerine kurulmuş
tur (A A B A AB A AB ). Epoidos tragedyada ender olarak
kullanılır, ancak od’un sonunda bir coda olarak. Triad’m
Stesikhoros tarafından bulunduğu söylenmektedir; yalnız
ca dithyrambos'un değil, aynı zamanda daha sonraki aris
tokrat koral liriğinin de başat biçimidir. Pindaros ve Bakhylides’in yarışmalarda zafer için yazdığı hemen hemen
bütün od’lar triadiktir.
' Son olarak, tek bir düzenin devamlı olarak yinelen
mesinden oluşan ve monostrofik diye bilinen biçim vardı
(A A A ). Bu, ara sıra Pindaros ve Bakhylides tarafından
zafer od’lannda, Bakhylides tarafından dithyrambos'larımn birkaçında kullanılmıştır. Triad’m bulunuşundan ön
ce aristokratik kullanımın başat biçimi olmuştu. Alkman’
m, Sappho’nun ve Alkaios'un yaşayan bütün od’lan bu
tiptendir.
Bu kalıpların kökenini ve gelişimini bulmaya çalış
malıyız. Her şeyden önce, görüyoruz ki, bu üç biçimden
antistrofik olanı en esneğidir, çünkü her çift sonuncudan
farklı olduğuna göre, od’un ritmi değiştirilebilir ve ge
liştirilebilir. Bu nedenle de en dramatik olanıdır. İkinci
218
D RA M A N IN KÖKENİ
olarak, hem antistrofik hem de triadik biçimde düzenle
rin çiftler halinde gruplandırılmasının nedeni, koşuğun
(od’un) antifonal olması ya da bir zamanlar öyle olma
sıydı. Üçüncü olarak, dithyrambos, ya triadik ya da monostrofik olarak, aristokratik kullanıma aittir. Bu iki bi
çimden hangisi daha ilkeldir? Yanıt, öyle görünüyor ki.
hiçbirinin ilkel olmadığı, her ikisinin de ortak bir kö
keni olduğudur.
İlyada'da Troyalı kadınlar Hektor’un cesedi üzerinde
bir ağıt yakarlar. Andromakhe, Hekabe ve Helena başı
çeker. Her biri sırayla ölüyü överek «başlar», her soloyu
ortak bir feryat izler. A ğıtı başlatanların işlevlerini ta
nımlamak için kullanılan sözcük),» Aristoteles’in ve ArkhiIokhos’un dithyrambos açıcıları için kullandıkları sözcük
tür ( exarchontes) . Bu temsilin törensel temeli, açıcıların
her durumda koronun bir nakaratıyla izlenen bir seri do
ğaçtan sololarıdır açıkça; soloların ortak bir ritmik ka
lıba uyduğu varsayılabilir. Homeros’un düşündüğü gibi,
sololar asıl öğedir, nakaratlarsa yalnızca sıradan şeyler.
Nakaratın soloya, çoğun aza bu bağımlılığı-, halkla soy
lular ya da sıradan halkla rahipler arasmdaki ayrıma eş
düşmektedir. Bundan başka, ortaklaşa gerçekleştirilen öğe
yi bir kenara bırakırsak, yinelenen bir müzikal kalıp üze
rinde doğaçlamadan söylenen bir seri soloyla başbaşa
kalırız. Aristokratik skolion ya da içki-şarkısıdır bu. Ma
sanın çevresinde oturmuş şölenciler, yinelenen bir müzik
eşliğinde doğaçlamadan sözcükler bularak bir stanza söy
lerler birbiri ardından. Bu kahbı birey olarak bir şairin
bilinçli sanatına uygularsak, Sappho’nun. Alkaios’un ve
Alkman’ın monostrofik od’larmı elde ederiz.
Daha sonra, epoidos aristokratik gelenekte yeniden or
taya çıkar — fakat bir halk nakaratı olarak değil, sanatsal
bir gelişme olarak. Od şimdi iki yanm koro tarafından
söylenmektedir — birincisi strophe u, İkincisi antistrophe’u,
epoidos'u ise ikisi birlikte. Antiphony uygulaması terk
edildikten sonra triad, ritmik yapının temeli olarak var
lığını sürdürür ve aristokratik od’dan olgun dithyram-
TRAG ED YA
219
bos’a geçer. Son olarak, tragedyada triad’ın yerine antistrofık çift geçer. Öte yandan, tragedya yazarları, epo
idos’daki anlam ve önem değişikliğine bağlı olarak artık
ephymnion olarak bilmen nakaratı ara sıra kullanmaya
devam ederler. Bunların bu ögeyı ilkel dithyrambos’tan
aldıkları söylenebilir.
Bu yeniden kurma, epoidos’un daha eski aristokratik
gelenekte bulunmasa da ilkel olduğu ve ilkönceleri bir
nakarattan oluştuğu varsayımım içeriyor. Bizim incele
mekte olduğumuz kalıbın artistik b ir kalıp olduğunu akıl
dan çıkarmamalıyız. Tanrılara günlük dualarda kullanılan
geleneksel İlâhiler, daha basit ve daha ilkeldi her halde.
Geçen bölümde göndermede bulunduğumuz Kuretalar İlâ
hisi, her strophe’a bağlanmış bir nakaratı olan monostrofik bir od'dur; Elis’Ii kadınlarca Dionysos’a okunan İlâhi
deki nakarat ise — değerli Boğa, değerli Boğa— Plutarkhos
tarafından, ona bir epoidos olarak baktığım gösteren söz
lerle tanımlanmakta.
Epoidos sözcüğünün iki anlamı var. Teknik bir an
lamda, triad’ın üçüncü öğesine denirdi, bununla bir «şarkı-sonrası» anlamı taşıdığı anlaşılırdı. Fakat aynı zaman
da, çekicilik, büyü ya da afsun gibi teknik olmayan bir
anlamda da kullanılırdı. Bu anlamda epoidö'yle eşanlam
lıydı. Afsun fikri ilkel büyüye götürür ve epoidos’un ilk
anlamının bir «şarkı-sonrası» değil, Troyalı kadınların
Hektor’un cesedi üzerinde yaktıkları ağıt ya da hasta in
sanı iyileştirmek veya günahkârı lânetlemek için okunan
büyü gibi, birisi üzerine «söylenen şarkı» olduğunu göste
rir. Gerçekten de, daha ileri giderek ilkel nakaratın bir af
sun olduğunu söyleyebiliriz. Aiskhylos’un Oresteia’smda
Erinys’ler anakatilinin ölümünü ve lanetlenmesini gerçek
leştiren bir nesneyle büyülü bir dans yaparlar. Dans, nor
mal tipten bir stâsimon’dur, yalnız her antistrofik çiftin
ilk bölümünü, İkincisinin sonunda yinelenen bir ephymnion
izler ve Erinys’ler kurbanlarının çevresinde tepinirken söy
lenen bu nakarat yoluyla büyü işler. Nakarat, Aiskhylos
tarafından Yakancilar'va. ilk stdsimon’unda aynı şekilde
220
D RAM ANIN KÖKENİ
kullanılır, kaçanlar peşindekilere lânet yağdırır, limana
ulaşmadan önce üzerlerine bir fırtınayı çağırırlar. Bu na
karat, yansılama büyüsünün sözlerinden başka bir şey
değildir. Bunlar Yunan korosunun daha önce gösterdiği
miz aşamalarla evrimleşmiş olduğu ilkel çekirdektir.
Yunan tragedyasının koral odları üç türdür — koro
orkestraya girerken söylenen pârodos; yerlerini aldıktan
sonra söylenen stâsimon; ve kommös. Normal antistrofik
yapıya uyan ilk ikisi hakkında daha fazla şey söyleme
ye gerek yok, fakat üçüncüsü oldukça farklı. Aiskhylos’un
Yakarıcılar'mda. Haberciyle Koro arasındaki bir lirik söy
leşmede bir kommös örneğine rastlamıştık; o parçayı tar
tışırken Kranz'm ileri sürdüğü, bu lirik söyleşmelerde tra
gedya diyalogunun çekirdeğini bulduğumuz görüşüne gön
derme yapmıştık. Kommös, koronun ve oyunculardan bir
ya da ikisinin katıldığı bir ağıttır, normal yeriyse tra
gedyanın düğüm noktasından hemen önce ya da sonra
dır. Özlü özünce «bir bağır dövm e»dir — yani bir threrıos
ya da ağıt; sözcüğün, Attika düzyazısında tragedyanın bu
bölümünü tanımlayan bir teknik terim olma dışında hiç
bir zaman kullanılmayışı dikkate değer. Dolayısıyla eski
bir sözcüktü, bu da Kranz’ın görüşüne uymaktadır: tra
gedya kalıbının ilkel bir özelliğini göstermektedir. Aynı
yönde başka belirtiler de var.
Kommös'ım en basit tipinde oyuncu bir kıta söyler,
bunu korodan bir başka kıta izler, sonra oyuncu kendi
antistrophe’unu söyler, koro kendininkini (ABAB CDCD).
Daha önce gördüğümüze göre tragedyanın kendisinden
daha eski olmayan antistrofik öğeyi ortadan çıkarırsak,
bu yapı, (A b A b A b ) nakaratlı bir monostrofik soloya in
dirgenir; bu da tartışmamıza göre, ilkel dithyrambos’un
şeklidir. Dahası, bu. hem düzenlendiği ritimden (normal
olarak paeonic) ve bazı hallerde de kommös'un dans devi
nimlerini coşturmak, kızıştırmak için eşlik halinde söy
lenen sözcüklerden açıkça bellidir. Müzik makamlarının
Yunan tragedyasmda nasıl kullanılmış olduğuna ilişkin
hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz, fakat kommös'un,
TRAG ED YA
221
entheos ya da «cin tutmuş» diye tanımlanan coşkulu Phry
gia makamının kullanılışıyla daha da belirmiş olması
mümkün görünüyor; bununsa dithyrambos'ta kullanılan
makam olduğunu biliyoruz.
Böylece, en önemli an demek olan tragedyanın doruk
noktası, agon, Dionysos’un tutkusunda, genellikle ilkel dithyrambos'un kalıntılarını içinde toplayan ayrı bir biçim
de, açıcı ile thiasos’u arasında müzikli bir diyalog olarak
verilirdi.
Tragedyadaki olay dizilerini çözümlerken, Aristoteles
karmaşık olay dizisini basit olanından ayırır: karmaşık
olanda kaderin değişimi bir peripeteia ya da bir anagnorisis'le ya da her ikisiyle rastlaştığı bir kurgudur. Birinci
terimle neyi kastettiği, bu aşamada yanıtlamaya çalışa
mayacağımız temel bir sorudur. Aristoteles, Anagnorisis
ya da tanınmayı, «iyi ya da kötü kader için belirlenmiş
karakterler yönünden dostluk ya da nefretle sonuçlanan,
bilisizlikten bilgiye bir değişim» olarak tanımlıyor. Bu ta
nınmaları, gerçekleştirildikleri yollara göre dört katego
riye ayırıyor — simgelerle, bilerek kendini açığa vurma
larla, yanlış bir çığlık ya da eylemle ve çıkarsamayla.
Bu konudaki düşünceleri, tanınmanın kalıbın yalnız
ca sabit ve asli bir özelliği olmadığını fakat onun en yay
gın biçimlerinden birinin — en kabası olarak bakıyor bu
na— kalıtsal simgeler yoluyla tanınma olduğunu açık ha
le getiriyor. Bu tipin iki örneğini bugüne kalmış oyun
lardan biliyoruz — Orestes'in işlemeli kundak bağlarıyla
tanınışı, İon’unsa bir bebek olarak birlikte terk edildiği
gnorismata yla tanınışı. Bu iki durumun taşıdığı önem da
ha önce açıklanmıştı; Aristoteles aynı türden başkalarım
sayıyor — Spartoi’lerin mızrağı (s. 70) ve Pelopidai’nin yıl
dızı: bir başka geleneksel doğum işareti. Anagnorisis’in
kökeni neydi?
Erken tragedyanın temalarının Dionysos mitlerinden
alındığı konusunda birleşiliyor; ben de ilk temanın tan
rının ölümü olduğunu savunuyorum. Yine biliniyor ki,
beşinci yüzyılda Dionizyak çevrim, tragedyada diğer mit
222
D R A M A N IN KÖKJENt
sel çevrimlerden daha belirgin değildi. Şimdi bir adım da
ha ileri gidebiliriz. İlk tragedya yazarlarının öteki çev
rimlere yaklaşmaya başlamalarından önce Dionizyak çev
rimi tam olarak kullanmış olmaları gerektiği akla ya
kın bir şey. Yalnızca Dionysos’un ölümünü değil aynı za
manda doğumunu ve dirilişini de oyunlaştırmış olmalı
lar. Söylediğim gibi, bu akla pek yatkın bir şey, ayrıca
ortaçağ yalvaç oyunlarıyla da destekleniyor. Bunların çe
kirdeği Paskalya komünyonunda Üç M eryemler’in Quem
Quaeritis'iydi. Bu çekirdek Paskalya mitindeki öteki öğe
lerin oyunlaştırılmasıyla geliştirilmişti — Meryemlerin me
lekle, havarilerle ve İsa'nın kendisiyle buluşması. İkinci
aşamaya, aynı işlem Doğuş’a uygulandığında ulaşıldı,
üçüncüsündeyse temalar Yaratılış’tan ve Adem’in Cennet
ten kovuluşundan Daniel’e ve Nebukhadnezzar’a kadar
uzanır.
Bu nedenlerle tanınma temasının, tanrının yeniden
doğuşundan ya da dirilişinden sonra kendini gösterme
sinden türediği varsayılabilir. Onun görünmesini, koro ta
rafından yapılan bir sorgulamanın izlediğini varsayabi
liriz, bunun sonunda da tanrı, tapımıyla ilgili kutsal şey
leri ya da gizemli simgeleri göstererek kimliğini kanıt
lar. Bu varsayım, ilerde incelenecek olan uygulamanın bir
başka özelliğinden başka destekler de alır.
Yunan tragedyasının hiçbir özelliği, Yunanca’da stichomythia denilen dize-dize soru ve yanıt parçalarından
daha yakın değildir konuya. Bütün tarihi boyunca bu özel
lik katı resmi karakterini saklamıştır, yalnızca Sophokles
ile Euripides, bazan şiirin ortasında konuşmacının değiş
mesine izin verecek derecede yumuşatmıştır bu katı ku
ralı. Örneğin Agam emnon’un doruk noktasında kulağı
mıza aykırı, hatta saçma bile gelir bu; eğer Atm alılar
kabul ettiyse bunu, diyebiliriz ki, kalıbın temel, bu yüz
den de ilkel bir özelliği vardı.
Bu resmi diyaloglar içerikleri yönünden de aynı de
rece dikkate değer. Bunlar soru ve yanıtların bakışımlı
düzenlenmesiyle ilerlemekle kalmaz, fakat çoğu kez, özel
TRAG ED YA
223
likle Aiskhylos'ta konuşmacılar bunlann anlamım açık
lamaktan çok gizlemek istermiş gibi görünürler. «Sözle
rin bir bilm ece— açık konuş.» Bu tür dizeler tipiktir.
Bazan sözler gerçek bir bilmece şeklini alır. Örnekse,
Rhoiphoroi'âe Klyteimnestra, Aigisthos'un öldürülmesin
den sonra, köleye, duyduğu çığlığın ne olduğunu sor
duğunda, köle kapalı bir biçimde açıklar; «Size derim ki,
ölüler yaşayanları öldürüyor»; Klyteimnestra yanıt verir,
«A m a bir bilmece bu, yine de anlamını okuyorum.» Y a
nıtının tüm etkisi çeviride kaybolur, çünkü kullandığı söz
cükler— xyndka, «Anlıyorum » — genellikle erginlenenlere
uygulanan terimi anımsatır— hoi xynetoi, «anlayanlar», gi
zemli şeyleri görmelerine izin verilenler. Burada da bir
bilmece var, çözmeye çalışmamız gerekiyor.
Bilmece, bugünün ilkel halkları arasında nasıl yay
gınsa, Hint-Avrupa folklorunda o derece derine gömülü
dür. Schulz’ın topladığı, daha yakın bir çözümlemeye de
ğecek bilgiler, bilmecenin ilk başlangıçta bir erginleme
sınavının ya da sınamanın konuşma bölümü olduğunu
düşündürüyor.. Fakat şimdilik kendimi eski Yunanistan’
dan elde edilmiş, söz konusu noktayı geçici olarak sap
tamaya yeter kanıtlarla sınırlı tutmalıyım.
Bilmece, Soloi'li Klearkhos tarafından «çözülmesi ze
kânın kullanılmasını gerektiren ve ceza ya da ödül kar
şılığı öne sürülmüş esprili bir problem» olarak tanımla
nıyor. Normal Yunan tipi, Sphinks’in bilmecesiyle ömeklendirilebilir. Oidipus bunu çözerek Thebai Kralı olmuştu:
Bir şey var, sesi bir,
Ayakları dört, iki ve üç;
Öyle değişik bir şey ki görülmemiş.
Karada, denizde ve gökte yürür;
Çok ayaklan üzerinde yürüdüğünde,
Gücü cn azdır, adımlan en yavaş.
Temel özellik, tanınması istenen şeyin simgesel ve zıt
terimlerle anlatılışıdır.
Sphinks, Phikion Dağı’nda oturan dişi bir canavardı;
224
D RAM ANfN KÖKENİ
Phiks onun adının Aeolik şekliydi. Onun Tkebai krallık
sarayıyla ilişkileri üzerine söylence, Pausanias tarafından
kaydedilmiştir. Bilmeceyi Laios’tan, o da olasılıkla baba
sından öğrenmiştir, çünkü anlatıldığına göre, ilk olarak
Delphoi Bilicisi tarafından büyük-büyük babası, haneda
nın kurucusu Kadmos'a verilmişti. Laios’un, kraliçesinden
başka kadınlardan da oğullan vardı, onlardan herhangi
biri ardıllık hakkını ileri sürerse dağa gönderilirdi, dağ
da Sphinks bu bilmeceyi sorardı ona, bilemezse öldürülür
dü. Bu söylence, bir krallık klanının gizlerine bir tür er
ginlemeyi anlatmakta.
Anımsanacağı gibi, Sparta’da oğlan çocukları akşam
yemeğinden sonra kamu işleri hakkında eiren tarafın
dan sorguya çekilirdi, eğer yanlış yanıt verirlerse başparmaklannı ısırırdı onların (s. 131). Bu sorulann da baş
langıçta erginleme gizleriyle ilgili olması mümkün görü
nüyor, çünkü ilkel erginleme törenlerinden birinin — izle
ri Orestes söylencesinde de izlenebilecek— bir parmağın
kesilmesi olduğunu görmüştük (s. 135). Athenaios, eski za
manlarda bilmecelerin içkili eğlencelerde gençleri eğitmek
amacıyla sorulduğunu kaydediyor ve Adonis festivalinde
bir içkili eğlencede, üçü de birbirine sorular soran Samos’lu üç kızın anlatıldığı Diphilos'un b ir parçasına gön
derme yapıyor. Son olarak, Plutarkhos, Thebai'nin Agrionia festivalinde kadınların kayıp Dionysos'u aramaktan
döndüklerinde akşam yemeğinden sonra birbirlerine so
rular sormalarının bir görenek olduğunu söylüyor.
Bu kanıt, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Yu
nanistan'da da, bilmeceler sorma alışkanlığının, erginle
me gizemlerindeki, amacı adaym gizemli simgeler hakkındaki bilgisini sınamak olan sorulu yanıtlı konuşma
lardan (kateşizm) türediğini akla getiriyor. Bu nedenle,
Yunan tragedyasında o kadar gerilere gittiğine göre, stichomythia nm bu tür soru yanıt konuşmasının b ir kalın
tısı olması mümkündür; tanrının kimliğinin tanınmasının,
dinsel dramanm seyrinde bu simgelerin açıklanması ama
cıyla nasıl kullanıldığını kolayca görebiliyoruz.
TRAG ED YA
225
Son olarak, oyuncuların oyunlarım oynadıkları sah
neyle ilgili bildiklerimizden dikkate değer bir şey çıka
rıp çıkaramayacağımızı araştırmamız gerekiyor. Ne yazık
ki, pek fazla bir şey olmayacak bu. Aiskhylos’un zama
nındaki sahneden hiçbir iz kalmamış, belki de ağaçtan
yapılmış olduğu için. Puchstein’e göre beşinci yüzyılın so
nundan ya da Dörpfeld’e göre dördüncü yüzyılın orta
sından kalma ilk taş binaların kalıntılarından anlaşıl
dığı kadarıyla eski tahta yapı, orkestraya doğru çıkıntı
yapan her iki ucunda kanatlan olan uzun bir bina, sahneyse bu binanın önünde bir kanattan ötekine uzanan
dar bir platformdu, olasılıkla. Binanın cephesi, dolayısıy
la, sahneye bir arka plan görevi görüyordu; burada sah
neden oyunculann soyunma odalanna açılan kapılar var
dı. Sahnenin derinliği bilinmiyor, fakat çok fazla olma
yabilir, çünkü bildiğimize göre oyuncular koroyla ser
bestçe konuşabiliyordu ve sahneden orkestraya kolayca
geçilebiliyordu.
Sahne ve sahne binaları skenĞ diye bilinirdi. Bu söz
cük, birincil olarak «çadır» anlamına gelir, aym zaman
da tente ya da üstü örtülü bir arabanın sayvanı için de
kullanılır. Burası önemli, çünkü Horace'tan duyduğumuza
göre Thespis ve oyuncuları Attika köylüklerinde bir ara
bayla turneye çıkarlarmış. Bir de, arabaların Dionizyak
feömos’un değişmez bir özelliği olduğunu biliyoruz. Bü
tün bunlar bir arada almınca, bize Kent Dionysia'da res
mi yarışmaların kuruluşundan önceki Attika draması hak
kında bilmeye değer şeyler söylüyor. Thespis’in yaklaşık
İ.Ö. 534’te tragedya ödülünü (bir keçi) kazandığı söyle
niyor; bu, festivalin Peisistratos tarafından düzenlendiği
bir tarihtir.
Eğer Horace’tan bugüne kalan söylence gerçekse
— bundan kuşkulanmak için bir neden yok— yeniden kur
maya çalıştığımız zincirde önemli bir halka sağlıyor bi
ze. Dionizyak drama, bir gizli cemiyetin töreni olmaktan
çıktıktan sonra ve Atina’da kendine sağlam bir yer bul
madan önce köyleri dolaşan bir oyuncular loncasının ya da
226
D RA M A N IN KÖKENİ
Y U N A N T R A G E D Y A S IN IN T Ö R E N K A L IB I
İl k e l
e r g in l e m e
Çocuk olarak çıkış
YUNAN
E R G İN LEM ESİ
TRAG ED YA
pompe
pârodos
agön
peripeteia
sparagmos
kommös
Kutsal eşyaların
gösterilmesi
anakâlypsis
anagnörisis
Kateşizm
ainigmata
dokimasia
srichomythia
Yetişkin olarak dönüş
kâmos
exodos
Ölüm ve diriliş
loncalarının elindeydi. Hiç kuşkusuz, bu loncalar hâlâ, thiasos örgütlenmesinden gelme dinsel bir temelde örgütlen
mişti, gösterileri hâlâ dinsel bir anlamla yüklüydü ve
ürünlerin durumuyla ilgiliydi; ama şurası da oldukça açık
ki, eğer bu çevre içinde kalmış olsalardı, bugün çağdaş
Avrupa’da hâlâ rastladığımız köylü taklit oyunlarına
(mummery) bozulmuş olacaklardı. Öyleyse bu dönem,
Aristoteles’in erken tragedya biçeminin özelliği dediği sert
lik ve kabalık niteliklerinin geliştiği dönemdi.
Chambers, ortaçağ İngiliz sahnesi üzerindeki çalışma
sında, on üç ve on dördüncü yüzyıllarda burjuva sınıfının
yükselişiyle birlikte, ortaçağ Kilisesinin törenlerinden ge
lişmiş olan kilise oyunlarının (tapınma oyunları) din adam
larından burjuva loncalarına, katedralden pazar yerine
geçtiğini, aynı zamanda temalarının da laikleştiğini göster
miştir. İngiliz draması Yunan dramasıyla ortak temel öğe
ler taşıyordu; çünkü bu tapınma oyunları, maskeli-giysili
oyunlar, halk dansları ve Germen kabilelerinin tanm tö
renlerinden gelme başka gösterimlerden de etkilenmişti;
drama laikleştikten sonra, Tudor monarşisinin koruyucu
luğuyla daha da gelişmişti. Fakat her ikisinin de tarihi
TRAG ED YA
227
yönünden, çok önemli bir temel ayrım var. İngiltere'de
Kilise feodal soylular demekti, onun oyunlarıysa, yönetici
smıfın dinsel töreni olarak uzun süreden beri değişmeye
dirençli katı bir biçimde kalıplaşmıştı. Bu nedenle, ilk an
da içgüdüsel olarak, kilise oyununu yararlı bir başka şe
ye — yansılama büyüsüne— döndürme yollarını arayan
köylü sınıfından gelmiş olan oyunlaştırmaya doğru itici
güç, kilise yetkililerinden gelen etkin bir muhalefet kar
şısında ayakta tutulmuştu; yine aynı nedenle, bu oyunlar,
feodal soyluların rakibi burjuva sınıfı tarafından benim
senip, daha sonra da burjuva sınıfının önderleri olarak
Tudor’lann korumacılığına geçince, drama dinsel törenle
bilinçli bir zıtlık içinde gelişti ve hızla bağımsız duruma
geldi. Öte yandan Attika'da, dramanm evrimleştiği Di
onysos tapınması oldum olası popülerdi; bu yüzden de es
ki soyluluğun klan tapımlarma karşıt olarak tiranlar ta
rafından canlandırıldı ve yeniden örgütlendi. Sonuç ola
rak, drama Atina’ya getirildiğinde, Dionizyak gizemlerin
köylü sınıfı arasında dağılmasıyla birlikte başlamış olan
laikleşme eğilimi tersine dönmüş oldu. Dinsel törenden
uzaklaşmayı sürdüreceği yerde, geriye, ona doğru itilmiş
oldu; bundan sonra da bütün tarihi boyunca, ilk ve en
önde gelen bir kutsal hizmet olarak kaldı, bu kutsal hiz
met bir kez yeni törensel kalıbı içinde yerleşince yorum
layıcıları üzerinde ciddi bir artistik disiplini zorla uygu
ladı. Atina tragedyasının teknik olarak Elizabeth döne
mi tragedyasından daha yetkin olmasının bir nedeni de
budur.
Peisistratos’un din politikasında bilinçli bir şekilde
gerçekleştirdiği bir amaç izlediğini görmüştük. Onun dra
ma karşısındaki tutumu da aynı. Tragedya yarışmalarını
kurduğunda amacı, yalnızca Atinalı tüccar ve zanaatçı
ların beğeni ve ilgilerini çekmek değil, aynı zamanda hal
kın yaratmış olduğu bir sanat biçimini, onların kültür dü
zeylerini yükseltmek ve onları bir ulus kalıbı içine dök
mek için kullanmaktı. Yeni sanat biçimi, nasıl, zaten ger
çekleşmiş bir ilerlemenin ifadesi idiyse, onun yönetimi
228
D R A M A N IN KÖKENİ
altında, ilerlemeyi daha da hızlandırmak için bir uyan
oldu. Atina tragedyası başlangıçtan beri Atina halkının
maddi ve toplumsal ilerlemesine sıkı sıkıya bağlıydı.
O, aynı zamanda, eğer Atm alılar apayrı bir ulusal
kültür geliştireceklerse, öteki Yunan devletlerinin, özel
likle o sırada kendilerinden daha ileri durumda olanla
rımı kültürünü de özümlemek zorunda olduğunu görüyordu.
Bu amaçla, ton epiğinin halk önünde okunması gelene
ğini kurdu, böylece Atinalı drama yazarlarına, çok zen
gin ve incelmiş geleneksel gereçle dolu bir hâzinenin ka
pılarını ardına kadar açmış oldu. Fakat onun ileri görüş
lülüğünün en belirgin tanığı, gelişmiş dithyrambos'un ta
rihidir.
Tiranlar yönetiminde Atina, hızla Yunanistan’da dithyrambos gösterilerinin başlıca merkezi haline geldi, fa
kat tanıdığımız dithyrambos şairlerinin hemen hepsi ya
bancıydı— Hermione’li Lasos, Chalkis'li Hypodikes, Thebai’li Pindaros, Keos’lu Simonides ve Bakhylides; bütün
bunlar aslında Kent Dionysia için yazmışlardı. Atina ti
ranlan, tragedya ile uğraşan kendi şairlerinin pek eğilim
göstermediği bir sanat biçimini özendirmek için niçin bu
kadar çok çalışmıştı? Bunun nedeni, tragedyanın geliş
mesi yönünden onun ne kadar değerli olduğunu anlamış
olmalandır mutlaka. Peloponesos’ta, Korinthos’ta ve Sikyon’da halkçı hareket, onunla birlikte Dionizyak canlan
ma, A tina'dakinden çok daha önce başlamıştı; ayrıca onun
karakteristik sanat biçimi olan dithyrambos dışardan, Attika’da hiçbir zaman kök salmamış olan Dor aristokra
sisinin koral geleneğiyle yakın temas yoluyla destek gör
müştü. Tiranlar, Kent Dionysia'da dithyrambos’u yerleş
tirmekle, bu geleneğin Atinalı drama yazarlarına açık
hale gelmesini sağladılar, onlar da böylece bunu kendi
tragedya korosu uygulamalarına katma olanağını buldular.
Yani, güç halktan geldiği halde, onları dithyrambos’
un bilincine vardıran ve kullanmalarını sağlayan, önder
leri olmuştur. Kitlenin hareketlendirici gücüyle bireysel
önderliğin bu birleşmesi olmaksızın tragedya sanatı bu
TRAG ED YA
229
kadar hızla ilerleyemezdi; ayrıca kısa süre sonra da de
mokratik devrimden alacağı o büyük uyarıdan tam an
lamıyla yararlanacak duruma gelemezdi.
Bu noktaya kadar tartışmamız şöyle özetlenebilir^ Dionizyak thiasos, kabile toplumunun geç evrelerinde için
den geliştiği totemci klanın yapı ve işlevini değişmiş bir
biçimde sürdüren bir gizli büyü cemiyetiydi. Bir erkek
rahibin önderliğinde kadınlardan oluşuyordu. Onun er
ginlemeden gelen töreni üç öge içeriyordu — cümbüşler
de açık kırsal alanlara çıkış, bir kurbanın parçalanıp yen
diği bir kurban kesme ve utkulu bir geriye dönüş. Bu
dinsel tören, Dionysos’un acısının miti olarak yansıtılı
yordu. İşlevi, toprağın bereketini artırmak olduğu için,
yalnızca köylüler arasında sürüp gitti, böylece daha ile
ri bir aşamada toprak sahibi soyluluğa karşı halk hare
ketiyle yakından özdeş duruma geldi. Yunanistan’ın bazı
bölgelerinde erkek ve kadın cinslerin toplumsal ilişkile
rindeki değişmelere bağlı olarak tören, erkeklerin kontroluna geçti ve daha ileri bir değişikliğe uğradı. Gizli ol
maktan çıkıp dağılmaya başladı. Cümbüş alayında söyle
nen şarkı, bir İlâhi oldu, bu da Peloponesos'ta hızla ge
lişti; kurban töreni bir acı çekme-oyunu oldu, daha çok
da, geç başlamasına karşm halk hareketinin daha ileri
gittiği Attika’da gelişti. İlkinden dithyrambos ortaya çık
tı, ikincisindense tragedya. Her ikisi de tiranlar tarafından kentlileştirildi ve bilerek yönlendirildi, ilki aristok
ratik liriğin etkisi altında olgunlaştı. Böylece, tartışma
mıza geriye doğru bakarken, kesinlikle diyebiliriz ki, tra
gedya sanatı, uzaktan fakat dolaysız olarak ilkel totemci
klanın dinsel yansılama töreninden gelmiştir; evrimindeki
her aşama, toplumun kendisinin evrimiyle koşullanmıştır.
GÖNDERMELER
Pauly-Wissowa, s.v. Râtsel.
.230
D R A M A N IN K Ö K E N İ
Y U N A N ŞİİRİNİN EVRİM İ
GÖNDERM ELER
Pickard-Cambridge, A.W . The Theatre of Dionysus in Athens (Atina’
da Dionysos Tiyatrosu), Oxford, 1946.
...................... The Dramatic Festivals of Athens (Atina Drama Festi
valleri), Oxford 1953.
Chambers, E.K. The Mediaeval Stage (Ortaçağ Sahnesi), Oxford, 1903.
D Ö RD Ü N C Ü B Ö LÜ M
AÎSKHYLOS
ATH E N A BAYKUŞU
XII
DEMOKRASİ
Yürütme görevlerini kendi adaylarıyla doldurarak yö
netimin kontrolünü ellerinde tutmuş olan tiranlar döne
minde Atina anayasasında pek fazla dış değişiklik olma
mıştı. Hippias’m kovulmasından ve İsagoras’m kalkıştığı
karşı-devrimin bastırılmasından sonra halkın kazandığı
hakları sağlam bir temele oturtmak amacıyla yeni bir
anayasa hazırlandı.
Atina basit bir tarım ekonomisinden para ekonomi
sine geçmişti artık. Toprak sahibi sınıfın kalıtsal ayrı
calıkları kaldırılmıştı; doğuştan gelen .ayrıcalık haklan
mülkiyet haklarına bağlanmıştı. Bu değişiklikler daha o
zamandan, kalıt yasalarında ve karşıt cinslerin toplum
sal ilişkilerinde derin değişikliklere yol açmıştı; artık es
ki kabile sisteminin akrabalığa dayalı, yeni ekonomik ve
toplumsal ilişkilere ayakbağı olmuş olan son kalm tılan
temizlenmişti. Öte yandan, bu biçimde gerçekleştirilen
devrim, büyük ölçüde sıradan halkın kabile sisteminde
yararlandığı eşitliği yeniden ele geçirmesinde yattığı için,
halk meclisi, ortak festivaller ve kuranın kullanılışı gibi
kabile sisteminin akrablığa dayalı, yeni ekonomik ve top
lumsal ilişkilere ayakbağı olmuş olan son kalıntıları te
mizlenmişti. Öte yandan, bu biçimde gerçekleştirilen dev
rim, büyük ölçüde sıradan halkm kabile sisteminde ya
rarlandığı eşitliği yeniden ele geçirmesinde yattığı için,
halk meclisi, ortak festivaller ve kuranın kullanılışı gi-
234
AİSKHYLOS
bi kabile toplumun un karakteristik kurumlarmdan bazı
larının yeni ve çok farklı koşullarda canlandırılmasıyla
birlikte yürümüştü. Son olarak, devrimin sürükleyici gü
cü tüccarlardan ve zanaatçılardan oluşan yeni orta sımf
olduğu için bu sınıfın iktidara yükselişi, topluma ve dün
yaya yeni ve farklı bir bakışı beraberinde getirmişti.
İlkel Attika klanlarının önde gelen ailelerinin kendi
lerini bir yönetici kast olarak nasıl kabul ettirdikleri da
ha önce anlatılmıştı; fakat kabile sisteminin yapısı, kla
nın dayanışmasını yıkmış olan bu gelişmeyle bozulmuş
olsa da, şimdi ulaşmış olduğumuz döneme kadar varlı
ğını sürdürmüştü: Eupatridai'den seçilmiş olan dört ka
bile başkanmm (phylobasileis) yönetimi altod a k i ordu
nun örgütlenmesi kabileseldi; daha da önemlisi, yurttaş
haklarından yararlanma, fratrilerden birinin üyeliğine
bağlıydı. Fratriler klan gruplan olduğuna göre, yurttaş
lar topluluğunun hâlâ ilkel Attika klanlarına bağlı kişi
lerden oluşan bir kabile topluluğu olması demekti bu.
İşte bu noktada, kabile yapısına karşı baskı en güçlü
durumdaydı ve yeni orta sınıftan geliyordu.
Attika’nın endüstriyel gelişimi ilk aşamalarında iş
gücü eksikliği nedeniyle engellenmişti. Gördüğümüz gibi,
Solon bu yüzden köylülerin mallarından mülklerinden
edilmelerini önlemek için hiçbir şey yapmamıştı; aynı ne
denle işsizliğe karşı yasalar çıkarmış, yabancı zanaatçı
ların göçünü özendirmişti. Bununla birlikte, bu göçmen
ler yurttaşlık haklarını ancak fratrilere kabul edilmekle
kazanıyorlardı, sonuç olarak da toprak sahibi aristokra
sinin politikası fratrileri kapalı tutmaktı. Bu dönemden,
fratri üyeliğinin klan üyeleriyle sınırlı tutulmaması ko
şulunu getiren bir yasa saklı tutuluyordu. Bunun, A tti
ka fratrisinin sadece şu kadar klandan oluştuğunu söy
lerken Aristoteles’in yanıldığının kanıtı olduğu ileri sü
rülmektedir; fakat öte yandan, Aristoteles’in haklı oldu
ğunu da kanıtlar bu, çünkü klandan olmayanlar ilk sı
ralar klandışı tutulmuş olmasalardı, onlann klana ka
bulünü zorlayan bir yasaya gerek olmayacağı akla uygun
DEMOKRASİ
235
gelmektedir, fakat bu yasanın büyük ölçüde işlemediği
de açık. Aristoteles’ten öğrendiğimize göre, Peisistratos'un
en güçlü destekçileri arasında, katışıksız nesepten gelme
dikleri için yurttaşlığı yitirmekten korkanlar —yani, fratrilere kabul edilmiş fakat tanmcı parti tarafından kovul
ma tehlikesinde olan göçmen zanaatçıların kuşağından
olanlar— vardı. Bu sınıfın tiranlığa neler borçlu olduğu
şu olaylardan açıkça anlaşılabilir: tiranlık düştüğünde,
İsagoras’m ilk eylemlerinden biri, katışıksız Atinalı ol
duklarım kamtlayamayan çok sayıda yurttaşın hakları
nın ellerinden alınması olmuş, kısa süre sonra da, Spar
ta Kralı Attika'ya girdiğinde, Kleisthenes’i desteklemiş olan
700’den çok aile ülkeden çıkarılmıştı. Bu yüzden şurası
açık ki, hızla büyüyen tüccarlar ve zanaatçılar sınıfının
yurttaşlık haklan, tiranlığın Kleisthenes önderliği altın
da ilctidan ele geçirdiği zamana kadar, fratrilerdeki top
rak sahiplerinin etkisi yüzünden güven altında değildi;
işba bu yüzden, yeni anayasada fratrilerin politik işlev
leri kesinlikle kaldırıldı.
Kleisthenes’in reform larma geçmeden önce, mülkiye
tin büyüyüşünün klamn iç yapısı üzerine etkilerini in
celemek için bir süre durmalıyız. Altıncı yüzyılın başlan
gıcına kadar mülkiyet hakkı, hem gerçek hem de kişisel
olarak — en azından sözde— klandaydı. Kişi ancak ya
rarlanma (intifa) hakkına sahipti. Bir erkek öldüğünde,
varlığı klan arkadaşlarına geçiyor, hiç kuşkusuz, ölene
yakınlık derecelerine göre belirlenen oranlarda onlar ara
sında bölüştürülüyordu. Erkeklerin kadınlardan daha çok
pay alıyor olmaları olası; hiç kuşkusuz, bu döneme ka
dar klan üyeliği erkek çizgisinde devam ediyordu.
Attika kalıtım yasası, demokrasi yönetiminden kabul
edildiği haliyle, Solon’a bağlanıyordu; bu geleneğin doğ
ruluğunu sorgulamak için neden yok, ama yeni sistemin
tüm etkilerinin belirgin hale gelebilmesi için zorunlu ola
rak belli bir sürenin geçmesi gerekeceği de akılda tu
tulmalıdır. Bu yüzden diyebiliriz ki, kalıtımla ilgili de
mokratik uygulama altıncı yüzyılda yavaş yavaş geliş
236
AİSKHYLOS
miştir. Bunu anlayabilmek için onu Yunanistan'ın öteki
bölgelerinde mülkiyet kalıtım yasası olarak bilinen şeyle
karşılaştırmalıyız. Beşinci yüzyıldan kalma Gortyna Ya
sası yürürlükteydi; Aristoteles zamanındaki Sparta uy
gulaması hakkında da bazı şeyler biliyoruz. Bu kanıt,
zayıf da olsa, Attika Yasasmı evrimci perspektifine yer
leştirmeye yeter, çünkü Gortyna beşinci yüzyılda eko
nomik yönden, Atina’nın altıncı yüzyılda olduğundan da
ha geriydi, Sparta ise dördüncü yüzyılda bile çok daha
geriydi.
Attika yasasında vasiyet hakkı yalnızca kalıtçıların
olmadığı durumlarda tanınırdı, bu da evlât edinme yo
luyla uygulanırdı. Eğer bir adamın kalıtçıları yoksa, bir
oğul evlât edinebilirdi, bu oğul onun kalıtçısı olurdu. İl
kel evlât edinme göreneği böylece yeni bir kullanıma gir
miş oluyordu. Eğer erkek, yasal ya da edinilmiş çocuk
bırakmaksızın ölürse, malı mülkü aşağıdaki öncelik sıra
sına göre yalanlarına geçerdi: babası, erkek kardeşleri
ve onların çocukları, kız kardeşleri ve onların çocuk
ları, baba tarafından kuzenleri ve onların çocukları, ana
tarafından kuzenleri ve onların çocukları. Ananın ve on
larla birlikte onun erkek ve kız kardeşlerinin dışta tu
tulması, klanın karakteristiği olan tek taraflı akrabalık
kavramının, ailenin karakteristiği olan daha dar fakat
çift taraflı kavrama henüz yenilmediğini gösteriyor. Eğer
erkeğin her iki cinsten çocukları varsa, malı mülkü, kız
kardeşlerine evleninceye kadar bakmaları ve onlara mik
tarı sınırlı bir drahoma vermeleri koşuluyla, oğullan ta
rafından bölüşülüyordu. Eğer yalnızca kızları varsa, mal
mülk onlara kalıyordu fakat kocasının en yakın akraba
sıyla —ilk durumda ölenin erkek kardeşleri oluyordu
bunlar— evlenmek zorundaydılar; kalıtsa, belli bir yaşa
gelince onlann oğullarına geçiyordu. Böylece dıştan ev
lenme kuralı çiğnenmiş oluyordu. Ayrıca, kalıtçı kız za
ten evliyse, en yakın akrabayla evlenmek üzere kendi
kocasından boşanmak, en yakm akrabaysa onunla evlen
mek üzere kendi karısından boşanmak zorunda kalabili
DEMOKRASİ
237
yordu. Kadınların özgürlüğünde mülkiyet yararına bu kı
sıtlamalar, zina suçlan konusundaki Attika yasasına eş
düşüyor; Attika'da zinaya o denli ciddi bir suç olarak
bakılıyordu ki, bir erkek zina halinde suçüstü yakaladığı
kişiyi, adam öldürme suçuyla suçlanmaksızın öldürebilirdi.
Gortyna’da kadın drahoma olarak getirdiği mallar
üzerindeki haklannı elinde bulunduruyordu, kocası tara
fından boşanırsa ek olarak beş statöres’lik para alıyordu.
Bir erkek öldüğünde malı şöyle dağıtılıyordu: kentteki
evi ve içindekiler, hayvanlan oğullar arasında bölüştü
rülüyordu; geriye kalanlar —kırsal yerlerdeki malı mül
kü, ona bağlı serfler, onlann evleri ve hayvanlan da için
de— oğullar ve kızlar arasında bölüştürülüyor, her kız,
bir oğulun aldığının yansını alıyordu. Eğer hiç oğlu yok
sa malm mülkün tamamı kıza kalıyordu; kız, malm mül
kün yansını en yakın akrabaya bırakarak onun zararım
karşılamak yoluyla, onunla evlenmeyi reddedebilirdi.
Sparta’da yasalar bir kitapta toplanmamıştı, bu yüz
den de kalıtla ilg ili kurallann saptanması pek kolay de
ğil. Bununla birlikte, bunlar Aristoteles’in Attika ve Gortyna yasasının ışığında konu üzerinde yazdıklarından çıka
rılabilir. Sparta ekonomisi G irit’in aile mülkü sistemine
dayanıyordu; fakat Sparta'da para olmadığı, sanayi ve ti
caret de yasak olduğu için toprak, ona bağlı serfler ve
ürün dışında mülk yoktu.
Aristoteles, kadınların özgürlüğünü ve etkisini, Spar
ta toplumunun özelliklerinden biri olarak belirtiyor. Bu
konu Üzerinde söyledikleri başka yazarlarca da doğru
lanıyor, Kadınlar toplumda özgürce dolaşabilirdi; zina ce
zalandırılmıyordu, hatta utanılacak bir şey bile değildi;
bir kadının birden çok kocası olabilirdi. Bütün bunları
ciddi biçimde eleştiriyor Aristoteles, fakat onun, kadınla
rın kulluğuna ve kapatılmasına, doğanın bir yazgısı ola
rak bakan bir Atina burjuvasının bakış açısından konuş
tuğunu unutmamamız gerekir. Daha sonra Sparta’daki ka
lıt kurallarını yorumlamasını sürdürür:
238
AİSKHYLOS
Bazıları çok fazla toprak kazanmayı becermiştir, ba
zılarıysa çok az, böylece toprak çok küçük bir azınlığın
eline düşmüştür. Yasalar da pek iyi düzenlememiş bunu;
çünkü yasa yapıcı çok haklı olarak toprağın alınıp satıl
masını onursuz b ir şey sayıyorsa da, onun hediye ya da
vasiyet yoluyla el değiştirmesini kısıtlamamakta, böyle
ce zorunlu olarak aynı sonuç ortaya çıkmaktadır. Kadın
kalıtçıların sayısına ve drahomaların büyüklüğüne bağlı
olarak toprağın beşte ikisine yakın kısmı kadınların elin
dedir. Drahomayı kaldırmak ya da çok aza indirmek da
ha iyi olurdu. Aslında bir erkek, kız kalıtçısını istediği
kimseye verebilir, eğer onu birine vermeden ölürse, er
kek kalıtçısı aynı şeyi yapabilir.
İlk bakışta bu parça Spartalıların özgürce vasiyet düzen
leme hakkını tanıdığını ifade eder gibi görünüyor, genel
olarak da böyle anlaşılmakta; fakat biraz düşününce bu
nun yanlış bir yorumlama olduğu görülebilir. Gortyna
Yasa Kitabında ya da Attika Yasa Kitabında, hatta ge
lişmiş yasaların ortaya çıkmasından önceki herhangi bir
eski yasa kitabında kabul edilmemiş bir hakkın, yasaları
sıralama aşamasına hiç de ulaşmamış olan gerici Sparta
aristokrasisi tarafından kabul edilmiş olduğunu varsay
mak olanaksızdır. O zaman öteki seçenek nedir? Aristo
teles, Sparta uygulamasını bir Atinalınm bakış açısından
yargılıyor; hediye ya da vasiyet yoluyla el değiştirme de
yince, ya da bir erkeğin kız kalıtçısını istediği kişiye ve
rebileceğini söylerken kastettiği şey yalnızca şu-. Atina,
Gortyna ve öteki Yunan devletlerindekinin tersine, Sparta’da kadın kalıtçının en yakın akrabayla evlenmesi ge
rekmiyordu, sonuç olarak da aile malının erkek çizgisin
den gelen çocuklara geçişini sağlama alacak bir yol yoktu.
Sparta’daki toplumsal yaşam daha önce anlatılmıştı
(s. 130-31). Oğlan çocuk yedi yaşma gelince anababasından
alınır ve agöla'ya kaydedilirdi; on dokuz yaşmda erginlik
çağma erişir ve Erkekler Evinde oturmaya başlar, öteki
erkeklerle birlikte yer, birlikte uyurdu, gününü askerlik
DEMOKRASİ
239
çalışmalarıyla geçirirdi. Evlendiğinde karısıyla birlikte ya
şamazdı, yalnız zaman zaman onu gizlice ziyaret ederdi.
Gelinin, G irit’te olduğu gibi kendi anababasıyla birlikte
yaşadığı varsayılabilir. Plutarkhos, erkeklerin «uzun bir
süre» — belki de askerlik hizmetinden bağışık tutuluncaya kadar— bu şekilde yaşamaya devam ettiğini söylüyor.
Kızlar da agelai'de örgütlenirdi, fakat erkek çocuk
lar gibi aileden ayınldıklarm a ilişkin bir kanıt yok. Bu
durumda, Sparta evinin, Erkekler Evinde oturmama ba
ğışıklığını kazanacak kadar yaşlı olan baba, ana, evlen
memiş kız çocuklar ile her iki cinsten yedi yaşın altın
daki çocuklardan oluşması gerekiyor. Yetişmiş oğulların
olmaması durumunda kız çocuklar, kalıttan hak ileri sü
rebilirlerdi. Önemli miktarda drahoma elde etmekle kal
mıyorlar, fakat kocalarının devamlı evde olmaması yü*
zünden malın mülkün yönetimini ellerinde tutuyorlardı.
Kuşkusuz, politik yaşamdan dışlanmışlardı, fakat ekono
mik konumları sayesinde etkileri o denli büyüktü ki, Aris
toteles Sparta’dan «kadınlarca yönetilen ülke» olarak söz
ediyor. Sonuç olarak, bu sistemin nasıl ortaya çıktığı so
rulacak olursa, bunun yanıtı özel fetih koşullarında bu
lunabilir. Yabancı ülkelere yerleştirilen Spartalıların fet
hedilen ülke halkıyla evlilik ilişkileri kurduğunu biliyo
ruz; hepsi de erişkin erkek yurttaşlardan oluşan kalıcı
bir orduyu ayakta tutmak zorunda olduklarına göre, ye
ni devlet, cinsler arasında işbölümü temelinde ortaya çı
kıyordu. Erkekler dövüşüyor, kadınlarsa malı mülkü yö
netiyordu.
Bu üç sistemi karşılaştırırsak —Sparta, Gortyna ve
Atina— bunlann, mülkiyetin gelişiminde ve kadınların
kulluğunda birbiri ardından gelen üç aşamayı temsil et
tiği açıkça anlaşılır. Ayrıca, Attika'da kadınların kullu
ğu mülkiyetin gelişiminin bir sonucu idiyse, bundan, da
ha eski zamanlarda kadınların daha geniş bir özgürlük
ten yararlandıkları sonucu çıkar; Attika geleneğiyle ke
sin bir biçimde doğrulanıyor bu. Kekrops egemenliğine
kadar geriye gidersek, kadınların halk meclisinde erkek
240
AİSKHYLOS
lerle birlikte oy kullandıklarını, resmi evlilik diye bir şe
yin olmadığını, her kadının çeşitli erkeklerden çocukları
olduğunu, çocuklarınsa ananın admı aldığını görürüz. Ya
ni, A ’ttika'da kadınların statüsü bir zamanlar tarihsel dö
nemde Sparta’da olduğundan daha yüksekti, ayrıca Attika
geleneğinde hâlâ anımsanan bir şeydi bu. Çağdaş Attika
ile çağdaş Sparta ve çağdaş Attika ile Attika geleneği
arasındaki bu ikili zıtlık, Attika yazarlarının —Aiskhylos,
Sophokles, Euripides, Aristophanes, Platon, Aristoteles—
karşıt cinslerin toplumsal ilişkileri ile niçin bu kadar de
rinden ilgilendiklerini açıklar bize.
Böylece, altıncı yüzyıl süresince, mal mülk sahibi er
kekler, klanın ilkel yapısından ve işlevlerinden geriye ne
kaldıysa azar azar yontarak Eupatridai’nin işini tamam
lamıştı. Kleisthenes, soyluların kendi klan tapımlan yo
luyla kullandıkları etkiye karşı çıkmak için, peisistratos’
un popüler devlet festivallerini geliştirme politikasını sür
dürdü, fakat onun elinde bu politika, soylu ailelerin var
lık ve saygınlıklarından gelen gücü tamamen ortadan
kaldıracak kadar etkili olmadı, hatta belki niyet de bu
değildi. Bunu bundan sonraki bölümde göreceğiz. Asıl
mücadele, daha önce de gördüğümüz gibi, soyluların hâ
lâ orta sınıfın güvenliğini tehdit edecek kadar güçlü ol
duğu fıratrilerde toplanıyordu. Eğer bu tehdit kaldırıla
cak idiyse — Kleisthenes’in destekleyicileri bunda karar
lıydılar— fratrinin politik olarak güçlendirilmesi gerekir
di; bu da kabile sisteminde en önemli nokta olduğuna
göre bu sistemin yeniden kurulması gerekiyordu.
Bunu gerçekleştirme yolu bambaşkaydı. Kabilenin ye
niden yapılandırılması yeni bir şey değildi. Daha önceki
bir bölümde işaret ettiğimiz gibi Kyrene’de yapılmıştı bu,
askerî yeniden örgütlenmenin bir bölümü olarak Sparta’
da da yapılmıştı. Fakat insan toplumunun ilkel sürüden
oluştuğu günlerden beri atalarının devamlı olarak içinde
yaşamış oldukları toplumsal yapının insanların kafasın
da bıraktığı iz o kadar derindi ki — daha önce görmüş
olduğumuz gibi, onlann maddi evrenin yapısı hakkındaki
DEMOKRASİ
241
düşüncelerini bile bu belirliyordu— bunu, hangi biçimde
olursa olsun bir toplumsal düzenin doğal ve zorunlu te
meli olarak kabul ediyorlardı hâlâ. Dolayısıyla, başka yer
lerde olduğu gibi Attika’da da ilkel kabile sistemi aşıldı
ğında, eski düzenin dış özellikleri aslına uygun biçimde
yenisinde de yaratılmıştı; çağdaş bir tarihçinin, «kabile
lerden ve Kleisthenes’in irittyds’lerinden daha yapay bir
düzenin tasarlanması insan zekâsının ötesindedir» gibi
düşünceleri şöyle yanıtlanabilir: biz hakkında ne düşü
nürsek düşünelim, o dönemin Yunanlıları için dünyadaki
en doğal şeydi bu.
Yeni sistemdeki yaşama birimi demos ya da bucak
idi. Bir toprak birimi olarak demos tarihöncesi zaman
lardan beri vardı. Birçok durumda, bir klanın adını ta
şırdı: Eupyridai, Aithalidai, Semachidai gibi. Ayrıca, söz
cüğün kendisi öz anlamıyla bir bölgeyi ifade eder; top
rak zilyetliğiyle ilgili anlamı daha önce incelenmiş olan
dasmos sözcüğüyle aynı kökten gelmektedir. Bu konu üze
rinde çıkardığımız sonuçlardan, demos'un, ilk biçiminde
belli bir klana ayrılmış toprak m oîra’sı olduğu anlaşılıyor.
Dolayısıyla, altıncı yüzyılın sonuna kadar, toprak zilyet
liği klan sisteminin dağılmasına bağlı olarak kökende
ki bağ büyük ölçüde silinmiş de olsa, klanla geleneksel
bir birlikteliği vardı.
Kleisthenes her demos’ta oturan insanları, seçimle ge
len bir başkanı (demarchos) ve ergenlik yaşma gelir gel
mez her erkeğin adının yazıldığı bir nüfus kütüğünün
tutulması da dahil önemli korporatif işlevleri olan bir
korporasyon olarak örgütledi. Bu nüfus kütüğüne yazıl
ma yurttaşlık haklarını da birlikte getiriyordu. Demos’un
ilk üyeleri, Kleisthenes’in reform ları yasalaştığı sırada sı
nırlar içinde oturan ergin erkeklerdi — akrabalık ilkesi
bu derece gevşetilmişti; fakat daha sonraki kuşaklarda
üyelik, soy sopla saptanır oldu. Oğul, nerede oturursa
otursun, daima babasıyla aynı demos' a bağlı oluyordu.
Bunun için de, iki kuşak sonra bu birim, kendi başkanı,
kendi ortak yaşamı ve kendi duygusal bağlantıları olan
242
AİSKHYLOS
gerçek akrabalardan oluşan bir topluluğa dönüştü. Kleisthenes, ilkel klanın ortadan kalkmasıyla insanların ka
falarında oluşan boşluğu doldurmanın bundan daha iyi
bir yolunu bulamazdı.
Demos’ların bu dönemdeki sayısı bilinmiyor. Olası
lıkla 150 ile 200 arasındaydı. Trittyes ya da kaza denilen
üç gruba ayrılıyorlardı. Trittyes'in bir demos’lar grubu
olarak fratriyle ilişkisi, demos’la klan arasındaki ilişki
nin aynıydı. Hiç de korporatif bir varlığı yoktu; bütünüy
le coğrafik bir birimdi, fakat reformculara yeni sistemin
gerçekten devrimci özelliğini sıkıntısızca altında gizleye
bilecekleri bir örtü sağlıyordu. Bu otuz trittyes’den onu,
kentte ya da kente yakın yerleşmiş demos’lardan, onu
denize yakın bölgelerde yerleşmiş demos’lardan, onu da
iç bölgelerde yerleşmiş demos'lardan oluşuyordu. Bu dü
zenlemenin amacı, trittyes’in kabileler halinde nasıl grup
laşmış olduğunu gördüğümüzde daha iyi anlaşılacaktır.
O zamana kadar dört Attika kabilesi vardı. Bu sa
yı şimdi ona yükseliyordu. Bu on kabileden her birinde,
biri kent alanından, biri deniz bölgelerinden, biri de iç
bölgelerden üç trittyes vardı. Bu demekti ki, kent nüfu
su her kabile içinde güvenli bir biçimde yerleştirilmişti;
bütün politik toplantılar kentte yapıldığına göre, kendi
sayılarıyla oransız bir oy gücünü bir araya toplayacak
bir durumdaydı. Böylece tüccarlar, imalatçılar ve zana
atçılar orta sınıfı, toprak sahipleri, çiftçiler ve köylüler
üzerinde devamlı bir üstünlük ele geçiriyorlardı, aynı za
manda ülkenin çıkarları kentin çıkarlarına bağlı bir du
ruma gelmiş oluyordu.
Kleisthenes’in eskinin kalıbı üzerine kurmuş olduğu
yeni toplum düzeni böyleydi. Eski klanlara ve fratrilere
dokunulmamıştı, fakat etkin bir biçimde yerlerine baş
ka şeyler konmuştu, böylece de son bulmuşlardı. Yeni sis
temin sonucu ve kurulma amacı, elbette mülkiyetin ge
lişimine karşı son engellerin de, topluluğun en ileri ke
simi olan orta sınıf tarafından ortadan kaldırılmasıydı.
Genel olarak tanınan biçimleri bu, fakat bu temel de
DEMOKRASİ
243
ğişikliklerin neden bu denli tutucu bir biçimde oluşturul
duğunu açıklamıyor. «Klanın yerine demos'un geçirilişi
nin, aslında akrabalık ilkesinden yerellik ya da bir yer
de oturma ilkesine geçişi ifade ettiği» söylenmekte. Doğ
ru, fakat demos üyeliğinin neden kalıtsal olduğunu açık
lamıyor bu. Olan şey, aristokratik klanların kontrolün
deki eski akrabalık sisteminin yerine, klanların göz ardı
edildiği fakat akrabalık ilkesinin olabildiğince saklandı
ğı yeni bir sistemin konulmasıydı. Başka bir deyişle, de
mokratların yaptığı şey, aristokrasi tarafmdan sınıf bas
kısının bir aracı haline sokulmuş olan eski kabile sis
temini ortadan kaldırmak ve böylece onun yerine eskiyi
model aldığı fakat aynı zamanda demokrat olduğu için
halk tarafından kolayca eski kabile haklarının yeniden
ele geçirilişi olarak —geçmişten bir kopma değil, geçmi
şin yeniden canlandırılması— kabul edilen yeni bir kabi
le sistemi kurmaktı.
Kabilelerin sayısı neden ona yükseltilmişti? Bu ye
nilik, aynı zamanda yürürlüğe girmiş bir takvim refor
muyla ilintiliydi. O zamana kadar Attika, rahiplerin kont
rolü altında ve ay yılıyla güneş yılını uzlaştırmak için
tasarlanmış, arada zamanlı eklemeleri olan on iki aya da
yalı ilkel ay takvimini sürdürmüştü. Demokrasi yöneti
minde, aya bağlı hesaplama dinsel amaçla yerinde bıra
kılıyordu, tıpkı çağdaş Avrupa’da kilise bayramlarında
yapıldığı gibi; ama Kleisthenes, laik amaçlarla, otuz altı
ya da otuz yedi günlük on döneme dayalı bir güneş tak
vimi çıkardı. A ynı zamanda, Solon’un kurmuş olduğu
Dört Yüzler Danışma Meclisi 500’e yükseltildi: on kabi
lenin her birinden ellişer üye; elli üyelik bu on kabile
grubu, yıl içinde dönüşümlü olarak Konseyin daimi ko
mitesi gibi çalışıyordu. Yeni kabile sistemiyle yeni tak
vim arasındaki bu karşılıklı ilişkinin, eski kabile sis
temiyle eski takvim arasındaki benzeri ilişkinin yerine
geçmek üzere tasarlandığını düşünmek yeni anayasanın
ruhuna uygun düşüyordu; gerçekten de bunun böyle ol
duğunu gösteren kanıtlar da var.
244
AİSKHYLOS
Aristoteles'e göre ilkel Attika sistemi, her biri üç
fratri içeren dört kabileden oluşuyordu. Devamla, her
fratrinin otuz klan, her klanınsa otuz üye içerdiğini söy
lüyor ve dört kabilenin mevsimlere, on iki fratrinin ay
lara, her fratrideki otuz klanınsa her aydaki otuz güne
eş düştüğünü ekliyor. Bu düzenlemenin kurgusal karak
teri o kadar elle tutulabilir gibi ki, birçok çağdaş araş
tırmacı bu ifadenin tümünü, hatta fratrinin bir klan gru
bu olduğunu yadsıma noktasına kadar, küçümsemektedir.
Fakat, ister demokrasinin kökenini, isterse tragedyanın kö
kenini araştırıyor olsun, Aristoteles’in tarihsel geleneği
ele alışı o denli sağlam ve açık görüşlü ki, çıkardığı so
nuçlar öyle kolaylıkla bir kenara atılamaz. Bu örnekte,
fratri ile klan arasındaki ilişki konusundaki görüşü ke
sinlikle doğru; eski kabile sisteminin mevsimlerle ilişkisi
konusundaki gelenek, açıkça şemalaştınlmış olsa da, en
azından eski olması mümkün, çünkü eski ay takvimine
dayanıyor; gerçekten de, en azından her kabile v e fra t
rinin, yılın birbiri ardından gelen dönemlerinde belli iş
levleri yerine getirmiş olduğu düşünülürse, temelde pekâ
lâ doğru olabilir. Böyle bir düzenleme, kabile sisteminin
özelliği olan gelişmiş törensel işbirliğine bütünüyle uyu
yor, aynca yeni kabile sistemiyle takvim reformu arasın
daki bağı açıklıyor bize.
Yeni Beş Yüzler Meclisinin üyeleri kurayla seçiliyor
du; aynı yöntem birkaç yıl sonra Devletin en üst görev
lilerinin; ârchontes'in seçimine kadar genişletildi. Kura
çekimi, yeni demokratik anayasada, başlangıçta ilkel ka
bile demokrasisindeki amaca hizmet ediyordu: eşitliğin
korunmasıydı bu. Eski demokrasi daha yüksek bir evrim
düzleminde kabile demokrasisine bir dönüştü.
Yeni anayasanm parolası, isonomia’ydi: yurttaş hak
larının eşitliği, yasa önünde eşitlik. Fakat daha sonraki
bir Yunanlı tarihçinin zekice gözlemlediği gibi, ekono
mik eşitlik olmaksızın politik eşitliğin hiçbir yaran yok
tu. Atinalı demokratların almalan gereken acı bir dersti
bu, onlarsa bu dersi alacaklanna demokrat olmaktan vaz
DEMOKRASİ
245
geçtiler. Fakat bu dönemde toprak sahiplerinin mallarının
tiranlar tarafından ellerinden alınması ve endüstrinin, ti
caretin hızla gelişmesi sayesinde, bu çelişki hâlâ gizlenobiliyordu; aynı şekilde, köle emeğinin gelişmesinde giz
li olarak duran daha derin çelişki, toplumda, kendini na
muslu insanların bilincine zorla kabul ettirme noktasına
kadar derine inmemişti henüz.
Öte yandan, Kleisthenes’in anayasasının açıkça bil
dirdiği idealinde bile ulaşamadığı bir nokta vardı. Ârchon
görevine kabul hâlâ mülkiyet niteliğine bağlıydı, bu da
aşağı sınıfları dışlıyordu. Bu kısıtlama demokratik devri
min temel karakterini ortaya çıkarıyor. Bir orta sınıf devrim iydi bu. Eşitlik adına bütün halkı ayağa kaldırdık
tan sonra, orta smıf, başanlı olmasında kendisine yar
dım etmiş olan kitlelere eşitliği reddeden bir anayasanın
arkasına saklanıyordu. Bu çelişki, içgüdüsel olarak bas
tırılmış olduğu için daha da derine kaymış olan orta smıf
düşüncesi üzerinde etkili olmuştu.
Demokratik düşüncenin ilk büyük temsilcisi, İ.Ö. 530’
da Güney İtalya’da Kroton kolonisine göç etmiş Samos'lu
(Sisam) bir yurttaş olan Pythagoras’tı. Doğumu üzerine
anlatılanlar çelişkili ve kısmen de uydurma. En olası gö
rüleni, Samos’lu b ir mücevher oymacısının oğlu olduğu
dur. Bu dönemde Samos, Perslerin İonia’yı fethetmeleriy
le sona erinceye kadar Yunanistan’ın görmüş olduğu en
parlak Uranlıklardan biri olan Polykrates tiranlığı yöne
timindeydi. Polykrates toprak aristokrasisini yıkmış, M ı
sır'la doğrudan ticareti başlatmış, limana bir dalgakıran,
bir yeraltı su yolu kemeri de içinde çok büyük kamu iş
leri yapmış, metal parayı denemiş ve Ege’nin ticaret he
gemonyasını ele .geçirm eye çalışmıştı.
Yani Pythagoras kent devriminin ana merkezlerinden
birinden geliyordu, İtalya'daki yaşamıysa batıda metal
paranın gelişmesiyle aynı zamana rastlıyordu. Aristoksenos’a göre, ağırlık ve uzunluk ölçülerini Yunanlılara öğ
reten de Pythagoras’ti; bu söylence bize kadar geldiği şek1‘yle kabul edilemezse bile (Aristoksenos’un gerçek söz
246
AİSKHYLOS
cükleri bugün elimizde yok), o sırada denizaşırı ticare
tin baskısı altında uygulanmakta olan ağırlık ve uzunluk
ölçülerinin standartlaştınlmasıyla ilgilenmiş olması olduk
ça olasıdır. N e olursa olsun, matematiğe olan ilgisinin kö
keni konusunda hiçbir kuşku olamaz, çünkü Aristoksenos onun bu çalışmasını ticaretin gerekliliklerinin öte
sine kadar geliştiren ilk kimse olduğunu söylüyor.
Kroton’da, politik b ir parti olarak örgütlenmiş olması
yönünden Orfeci thiosos’lardan farklı bir gizli cemiyet
kurdu. Yaklaşık İ.Ö. 510’da politik bir yenilgiden sonra
Metapontion’a göçtü Pythagoras, ölünceye kadar da ora
da kalmış görünüyor. Beşinci yüzyılın ilk yansı boyunca
Pythagorasçılar etkilerini bütün güney İtalya'ya yaydılar.
Bundan sonra, tarikat Kroton’dan başlayarak birbiri ar
dından bütün kentlerde baskı altma alındı, üyeleri cezalandmldı.
Politik bir parti olarak örgütlenmiş olduklarına gö
re, Pythagorasçıların, zamanlanmn ekonomik ve toplum
sal gelişmeleriyle ilgili bir politik programlan olması ge
rekirdi. Fransız Devrimini doğrudan etkilemiş olan ken
dine özgü bir politik programın sahibi, Jirondenlerden
Condorcet’nin, ilk Pythagorasçılann demokrat oldukları
nı hiç kuşkusuz kabul etmesi eğlendiricidir. Pythagorasçılann, zıtlarm uyumu düşüncesi onu hemen çekmişti,
çünkü Jirondenlerin toplumsal uzlaşma fikrine çok ben
ziyordu. Fakat toplumla kendi ilişkileri konusunda Condorcet’den daha az bilinçli olan çağdaş incelemecilerin
çoğu, Pythagorasçılann aristokrasinin çekirdeğini oluş
turduğu görüşüne sanlmaktalar. Bu görüşü desteklemek
için de Laertes'li Diogenes’in bir cümlesini kam t gösteri
yorlar: Kroton'da Pythagoras'm çömezleri, «hepsi ancak
üç yüz kişiydi, hükümeti o kadar iyi (arista) yönetiyor
lardı ki, düzenleri gerçek bir aristokrasiydi (aristokratla).»
Fakat aristokratta sözcüğünün burada sözcük ve felsefe
anlamında, en iyilerin yönetimi anlamında kullanıldığı
oldukça açık. Devletin kontrolünün 300 kişinin elinde top
lanmış olması elbette onların toplumsal tabanının dar ol
DEMOKRASİ
247
duğu anlamına gelir, fakat onların toprak sahibi soylu
ların çıkarlarını temsil ettikleri anlamında aristokrat ol
dukları sonucu hiç mi hiç çıkarılamaz bundan. Tersine,
Samos’lu bir kolonicinin nasıl olup da kendini, oraya ge
lişinden 200 yıl önoe kurulmuş bir devlette, soyca top
rak sahibi bir oligarşinin başında bulduğunu anlamak
zordur.
Kabul edilen bu görüşü ilk yadsıyan, ilk Pythagorasçılann demokrat olduklarını kanıtlamış olan Bumet ol
du. Bu sonuç, batıda ilk metal parayı çıkaranların onlar
olduğunu ve dolayısıyla tüccar sınıfının çıkarlarını tem
sil ediyor olmaları gerektiğini gösteren sikke kanıtlarıyla
da doğrulanıyor.
Apollonios’a göre, Pythagorasçılann karşıtlan ikiydi:
varlık ve doğuş bakımından önde gelen yurttaş olarak
tanımlanan aristokrat Kylon ile demokrat Ninon; bundan
başka, Pythagorasçılann hükümetçe verilen ayrıcalıkların
uzatılması ve sivil yetkililerin halka karşı sorumlu hale
getirilmesi önerilerine direnmiş oldukları söyleniyor. Bun
dan şu sonuç çıkıyor: eğer demokrat idiyseler, büyük tüccarlann çıkarlarını temsil eden ılım lı demokratlardı ve
dolayısıyla bir yandan soylular, öte yandan da emekçiler
tarafından karşı çıkılıyordu kendilerine.
Bu kritik dönemde güney İtalya'nın politik tarihinin
henüz aydınlığa çıkmadığım kabul etmek gerekiyor, far
kat ileri sürmüş olduğum varsayım, kanıtlan herhangi
bir başka varsayımdan daha iyi açıklıyor görünmekle
kalmayıp aynı zamanda Pythagorasçılığın dini cephesi
nin incelenmesiyle kuvvetle destekleniyor da.
Pythagorasçılar yeniden dünyaya gelmeye inanıyor
lardı, bunu da Zorunluluk Çemberiyle tanımlıyorlardı.
Son derece sofu ve sessiz düşünceye dalmaya çok düşkün
kimselerdi. Orfecilerin «dil üstündeki kapı», Eleusisçilerin «d il üzerindeki anahtar»ına karşılık «d il üzerindeki
öküz» simgesini bulmuşlardı. Bazıları ilkel olan birçok
tabuya saygı gösterirler, bunlara etik b ir anlam yakıştınrlardi: örneğin, «Bir terazinin kolu üzerine basma».
248
AİSKHYLOS
yani, dürüstlük sınırlarını aşma. Kişinin, eylemlerinden
dolayı moral sorumluluk taşıdığına inanırlardı; günlük
çalışmadan evlerine döndüklerinde kendi kendilerine şöy
le derlerdi: «Nerede hata yaptım? Bugün neler yaptım?
Yapmam gereken neyi yapmadan bıraktım?» Ruhun ölüm
süz ve yaşamdan farklı bir şey olduğunu düşünürlerdi;
temiz olanların ruhlarının Hades’in yukarı bölgelerine
çıktığım, temiz olmayanların ruhlarınınsa Erinys’İer tara
fından kopmaz bağlarla bağlandığını düşünürlerdi; be
den uyurken ruh uyanık kaldığı için, havanm, insanlan
düşlerinde ziyaret eden koruyucu meleklerle dolu oldu
ğunu; iyi bir ruhu olan insanın kutsanmış olduğunu dü
şünürlerdi. Gömme törenleri kendilerine özgüydü ve ki
şisel kurtuluşlarını sağlayacak biçimde düzenlenirdi. Ce
miyete kabul, beş yıllık bir deneme dönemi olan bir tür
erginlemeyle olurdu.
Bu inancın, aristokratik olmak şöyle dursun, söylen
diğine göre Pythagoras’m büyük hayranlık duyduğu Orfecilikle çok yakın benzerlikleri olduğu açık. Nitekim
Bury, «Pythagorasçılann pratikte Orfeci bir topluluk ol
duğunu» söyleyecek kadar ileri gidiyor, fakat bir abart
madır bu. Bütün temel öğeler — erginleme, annma. kur
tuluş, beden ve ruhun farklılaşması— ortaktı, ama aynı
zamanda önemli ayrılmalar da vardı. Pythagorasçılann
koruyucu tanrıları Dionysos değil Apollon’du. Orfeci kut
sallık tapımı, bütünüyle ya da bütüne yakm törenseldi;
Pythagorasçılann toplumsal ve moral davranış hakkında
gelişmiş töreleri, ilkeleri vardı. Entelektüel özünde Pythagorasçıhk Orfeciliğe çok üstündü, bu da onun kitlelerden
çok Ğlite (seçkin) tabakanın bir tapımı olduğunu gös
teriyor. Hepsinden önemlisi de, Orfeciler dinginci (sekinci-quietistic), dünyadan el etek çekmeye razı olduklan
halde, ilk Pythagorasçılar köktenci bir politik program
uygulayarak bu dünyayı değiştirmeye yönelik ateşli bir
çaba içindeydiler. Orfecilik, gücünü o sırada politik ola
rak örgütlenmemiş durumda olan malsız mülksüz köy
lü takımından ve kentli pleblerden aldıkları halde, Pytha-
DEMOKRASİ
249
gorasçılar halk hareketinin etkin ve sınıf bilincine sa
hip kesimini: (denizaşırı ticaretin artmasıyla zaten zen
ginleşmiş, kalıtsal toprak sahibi oligarşinin muhalefetiy
le önü tıkalı daha da zenginleşme yolunu bulmuş) varhklıları, tüccarları temsil ediyorlardı. Kroton'daki yöne
timleri bu nedenle ticari bir teokrasi olarak tanımlana
bilir.
Bu düşünceleri akılda tutarak, şimdi Pythagorasçı fe l
sefenin kökünde yatan temel düşünceye: zıtların ortala
mada birleşmesi kavramına dönelim.
Bu öğretinin Miletos felsefesiyle olan ilişkisi konusun
da Bumet şunları yazıyor.İmdi, Ortalama'nm bu kesfi, önce eski Miletos zıtlar
sorununa yeni bir çözüm öneriyor. Anaksimandros’un bir
zıttm ötekine saldırısına bir « haksızlık» olarak baktığını
biliyoruz; dolayısıyla her ikisine de haklı gelen bir nok
tanın varlığına inanmış olması gerekirdi. Bununla birlik
te, bunu saptayamamıştı. Ortalama'nın keşfi, bu nokta
nın, zıtların bir «karışmasında» (krâsis) bulunacağını dü
şündürüyor, bu da tıpkı bir oktavın yüksek ve alçak ses
lerinde olduğu gibi sayısal olarak saptanabilirdi. Yunan
lıların cümbüş görenekleri böylesi bir fikri onlar için do
ğal hale getirirdi. Şenliğin başı, belli oranlardaki şarap
ve suyun, konuklara dağıtılmadan önce bir karıştırma ka
bına dökülmesini buyururdu.
Anaksimandros bir zıttm ötekine saldırısını bir haksızlık
olarak tanımladığına göre haklılığa, adalete (bu fikri ta
nımlamışsa eğer) her zıttm kendi olarak kaldığı bir durum
olarak bakıyor olması gerekirdi. «Onun, her ikisine de
haklı gelen bir nokta olduğuna inandığına» değgin bir
kanıt yok; eğer böyle yapmışsa, bunu müzik ya da ma
tematik hakkındaki bilgisizliğinden dolayı saptayamamış
olamazdı, çünkü ortalama öğretisi daha önce Solon ta
rafından ortaya atılmıştı. Gerçek şu ki, Anaksimandros
soruna bu açıdan bakmıyordu. Bumet’e göre, birbiri için-
250
AİSKHYLOS
de erime fikri Pythagoras tarafından kendi ortalama ku
ramından çıkarılmıştı; fakat hemenbiraz sonra görece
ğimiz gibi bu
kuram böyle bir şeyi öncedenvarsayar.
Bu çıkarsama da onun kafasında, fikir Yunanlılara «do
ğa l» geldiği için çıkmıştı. Bütün çetin sorunların ötesi
ne aldatıcı bir kolaylıkla kayan bu şapşalca düşünme,
Yunan felsefesini, Platoncu Ruh kavramı gibi kendisine
maddi çevresinden bağımsız bir kendi kendine hareket
gücü bağışlanan, kapalı bir katıksız düşünce sistemi ola
rak yorumlama girişimlerinin bir sonucudur.
Pythagoras’ın bulduğu şey, oktavın dört sabit notası
arasında, 6-8-9-12 sayısal serileriyle temsil edilen iliş
kiydi: yani, bu sayılar, söz konusu notaları çıkar
mak için eşit derecede gerilmiş nispi tel uzunluklarını
temsil etmektedir. 6 ve 12 terimleri zıtlar olarak düşü
nülür; 8 altkarşıt (subcontrary) ya da harmonik ortalama
12
6
(8 = 12-------- = 6 -i
), 9 ise aritmetik ortalamadır
3
3
(9 = 12 — 3 = 6 + 3). Pythagoras’ı bu buluşa götüren ney
di? Kuşkusuz, her şeyden önce matematiğe olan ilgisiydi,
bunun da kökleri, daha önce görmüş -olduğumuz gibi,
zamanının toplumsal hareketindeydi. Fakat ortalamanın
tıpta ve diğer yerlerdeki uygulamasının müzik kuramı
nın uzantıları olduğundan kuşku yoksa da, müzik kura
mının kendisi, yorumlamak üzere tasarlandığı görüngü
ler açısından tam olarak anlaşılır değildir. Müzik ya da
matematik yönünden 6 ile 12 sayılarının doğasmda zıt
lar olarak bakılmalarını gerektiren hiçbir şey yoktur. Bu
kavram bir önkavramdır (preconception), aynı zaman
da temeldir. Bu terimler arasındaki ilişki, Pythagorasçı
yazılarda hep, ortalamada erimeyle çözülen ya da uzlaş
tırılan anlaşmazlıklardan ya da düşmanlıklardan biri ola
rak tanımlanır. İzm ir’li Theon’un söylediğine göre, Pythagorasçılar uygunluğu (harm onia) «zıtlann bir uyumu,
çoğun birleşmesi, karşıtların uzlaşması» olarak tanımlar
lardı. Son ifade yine Philolaos’a ait olduğu söylenen bir
parçada bulunuyor.
DEMOKRASİ
251
Bu önkavramın kökeni neydi? Bir zıttın ötekine sal
dırısından bir «ceza»yı gerektiren bir «haksızlık» olarak
söz eden Anaksimandros’tan geldiği söylenebilir. Fakat
Pythagorasçı terminoloji farklıydı. Dicha phronĞein «kav
ga» ve symphronasis «uzlaşma» terimleri Dor kökenli
dir, onlann Attika eşdeğerleri ise stasiazein ve homonoio’dır, Latince certamen ve concordia karşılığıdır. Bu
terimlerin her ikisi de toplumsal ilişkilerden ortaya çık
mıştın stasis parti çatışması ya da içsavaş anlamına ge
lir, homonoia iç banş ya da uygunluk demektir. Yani
Pythagorasçıların symphronasis’i ya da homonoia'sı eski
sınıf savaşımını demokrasi içinde çözmüş olduğunu ile
ri süren sınıfın öznel davranış karakteristiğini ifade edi
yordu. Zıtlarm ortalamada erimesi kuramı, orta sınıfın
toprak sahipleriyle serfler arasında bir aracı olarak yük
selişiyle doğmuştu. Yunan felsefesinin bu gelişimiyle il
gili, doğum yeri M egara’nm, nefret ettiği demokratların
eline geçişini görecek yaşa kadar yaşamış olan Theognis'
in şiirlerinde, bağımsız kanıt değerinde çarpıcı bir parça
var elimizde:
Koç, eşek ve atlarımızda asU bir kan tutmaya çalışı
yoruz, onlan iyi bir soydan gelme hayvanlarla çiftleştir
mek istiyoruz. Fakat soylular kendilerine para getirdiği
sürece doğuştan aşağı sınıftan bir kadınla evlenmekten
çekinmiyor; bir kadın da zenginliği soyluluğa yeğleyerek,
doğuştan aşağı sınıftan bir kocayı reddetmiyor. Onlann
değer verdiği şey, para. Soylular aşağı sınıftan ailelerle
evleniyor, aşağı sınıftan olanlar da soylularla. Servet
soyla kaynaşmakta. Bunun için de, yurttaşlann soyunun,
kanının bozulmakta oluşuna şaşmayın; çünkü soylu, aşa
ğı sınıftan olanla karışıyor.
Özet olarak bu sözlerde kalıtsal soyluluğun düşüşünün ve
orta sınıfın yükselişinin tüm tarihini görüyoruz. Theognis
bir filozof değildi; yaptığı şey, zamanında gördüğü top
lumsal değişiklikleri, onlan ateşli bir karşıtı olarak ta
252
AİSKHYLOS
nımlamaktan başka bir şey değil; peki gördüğü de ne?
Bir aristokrat olarak, birbirinden ayrı tutmak istediği zıtlann, esthloi ve kakoi, yeni orta sınıfın zenginliği yoluyla
birbirine karıştığını görüyordu.
Bu sonuç elbette Pythagoras’ın yaptığı matematiksel
buluşun nesnel değerini değiştirmez. Önemi, toplumsal
ilerlemenin nasıl, içinde yer alanları yeni, taze bir görüş
açısı kabul etmeye ikna ederek bir bilginin yayılmasıy
la sonuçlandığını göstermesindedir. Tıpkı bilginin ilerle
mesinin insana maddeyi kontrol etme olanağı verişi gibi,
maddi ilerleme de ona bilgisini genişletme olanağı verir.
Ortalama öğretisi, Pythagoras'm genç bir çağdaşı ta
rafından tıbba uygulandı.- Kroton’lu Alkmaion diyordu
ki, «sağlık, eşit hakların (isonom ia) gücünden yararlan
mada (ıslak ve kuru, sıcak ve soğuk, acı ve tatlı... vb.)
yatmaktadır, oysa onlardan birinin ya da ötekinin üs
tün gelmesi (monarşi), hastalığa yol açar.» Kavramın po
litik anlamı apaçık görünüyor burada. Monarchia gön
dermesi olasılıkla tiranlığa yapılmakta, çünkü İon lehçe
sinde tiranlık için kullanılan sözcük budur: sağlık durumu
ise açıkça isonomia olarak — demokrasinin parolası— ta
nımlanıyor.
Pythagorasçılann matematik, tıp ve gökbilime uygu
ladıkları bu kuramın bilimsel gelişiminde, Alkmaion'un
büyük etkisinde olan Hippokrates onu insan ırkının ev
rimine uyguladığında son evreye ulaşılmış oldu.
Eğer hastalar, sağlıklılannkiyle aynı besi düzeninden
ve yiyecek rejiminden yararlanmış olsaydı; eğer buluna
cak daha iyi b ir şey olmasaydı, tıp sanatı <&iye bir şey
olma’zdı ya da aranmazdı, çünkü ona gereksinim olmaz
dı. İnsanlar, hastalar sağlıklılarla aynı rejimden yarar
lanamadıkları için, koşulların zoruyla tıbbı arayıp bul
maya itilmişlerdir. Ayrıca, diyorum ki, insanlar, öküzler
ve atlar gibi acı duymaksızın, herhangi bir başka besi
düzenine gereksinim duymaksızın meyva, sap, ot gibi
şeylerle beslenen, büyüyen, güçlenen öküz ve at gibi hay-
DEMOKRASİ
253
vanlannkinin aynı yiyecek ve içecekle yetinmiş olsalar
dı. bugünkü yaşam biçim im iz h içbir zaman olmazdı. Baş
langıçta, sanıyorum insanın besi düzeni buydu. Bugün
kü yaşam biçimimiz, benim düşünceme göre, uzun bir
buluşlar ve gelişmeler döneminin sonucudur. İnsanlar,
nitelikçe güçlü ve katışık olmayan ham besinleri paylaş
tığı sürece, yabaml besin düzenleri onlara korkunç acı
ve sancı verm iştir — bugün akut ağrıların ve hızla ölü
me götüren hastalıkların saldırısına uğradıklarında çek
tikleri acılar gibi. Daha önceki çağlarda, olabilir ki, da
ha az acı çekmişlerdi, çünkü alışkındılar ona, ama o za
man bile şiddetliydi acıları. Yapıları bu acıya dayanama
yacak kadar zayıf olan birçoğu doğallıkla yok oldu, ama
ei} güçlüler direndi, tıpkı şimdi bazı insanların güçlü yi
yecekleri hiç güçlük çekmeden sindirip, bazilannmsa 'bun
ları yiyince şiddetli sancılara tutuluşları gibi. İnsanların,
bugün bizim kullandığımız yiyecekleri buluncaya kadar,
vücut yapılarıyla - uygunluk içinde b ir besi düzenini ara
mış olm alarının nedeni, sanırım budur.
Hesiodos’un izinden, insan yaşamım bir savaşım ola
rak ilk kez düşünenler Orfecilerdi, çünkü emellerini dile
getirdikleri kitleler için yaşam bir savaşımdı; fakat bu
kitleler kendi güçlerinin bilincinde olmadıkları ve dola
yısıyla onu ortaya koyamadıkları için zaferin ödülünü
ölümün öteki yanma koyuyorlardı. Fakat o zamandan bu
yana, yeni orta sım f kendini bu savaşımın içine atmış
ve demokrasi ödülünü kazanmıştı; dolayısıyla dünya dü
zeni, birbirine karışarak, birbiri içinde eriyerek artık zıt
olmaktan çıkmış olan zıtlann uzun süren kavgasının dur
ması olarak görünüyordu onlara; bu fikirler de o zaman,
onları ortaya çıkarmış olan tarihsel sürece uygulandı. İn
san uygarlığı, geçmişe bakılınca, insanların maddi gerek
sinmeleriyle maddi çevreleri üzerindeki üstünlüklerini ar
tırmaya zorlandıkları dinamik ve ilerleyici bir çatışma
olarak görünüyordu. Bütün bunlar biraz önce alıntıladı
ğımız sözlerin içinde var, fakat daha Hippokrates'ten bir
254
AİSKHYLOS
kuşak önce aynı fikirler, kendisi de bir Pythagorasçı ve
bir demokrat olan Aiskhylos tarafından şiirlerinde işlen
mişti.
GÖNDERM ELER
Burnet, E.K., Early Greek Philosophy (Erken Yunan Felsefesi), Lond
ra, 1920.
Bury, J.B. History o f Greece (Yunanistan Tarihi), 2. basım, Londra,
1913.
XIII
ATİNA
VE
PERS
ELİ
Mezopotamya’nın ilk oturanları, doğudan gelen Sü
mer yayılmacıları tarafından hüküm altına alındıkların
da bataklıkları kurutmaya ve sulama yoluyla toprağı iş
lemeye başlamış, Arabistan çöllerinden gelme Sami ırkın
dan göçebelerdi. Fetihten sonra kısa bir süre tüm bölge
merkezi bir monarşi tarafından yönetildi, fakat çok geç
meden her biri bir kalıtsal rahip-kralın yönettiği birta
kım tarımcı kent-devletlerine parçalandı. Tarımm ve m a
denciliğin hızlı ilerleyişiyle birlikte bu devletler arasın
daki rekabet yoğun bir duruma geldi, her devlette yöne
timdeki rahipliğe karşıt bir tüccar sınıfı ortaya çıktı. Lagash'lı Urukagina gibi zorbaların rolü, Yunan tiranlanmnkine benziyordu, herhalde. Fakat bu Sümer devlet
leri Yunanistan'dakinden farklı bir biçimde gelişti. Sula
manın gerektirdiği şeyler toprak mülkiyeti üzerine bir
kontrolü zorunlu kılıyor, haberleşme özgürlüğüyse savaş
yoluyla genişlemeyi kolaylaştırıyordu. Babil’in ilk emper
yalist birliği, Sharrukin ve ardılları tarafından gerçekleş
tirildi; Sami soyuna bağlı bir hanedandı bu, fakat bunu
Sümer soylularının eski durumlarını yeniden kazandık
ları bir içsavaşlar dönemi izledi. Daha sonra, üçüncü
bin yılın sonuna doğru Babil’li Hamurabi, kuzeyde Er
menistan, batıda ise Filistin’e kadar uzanan bir impara
torluk kurdu. Babil hanedanı Asurlular tarafından dev
rildi, onlar da fetihlerini bir düzene sokmak için hiçbir
256
AfSKHYLOS
girişimde bulunmadılar ve imparatorlukları parçalandı.
İkinci büyük emperyalist hareket, Ahameniş Pers hane
danı yönetiminde oldu; Ahamenişler altıncı yüzyılın so
nuna kadar Lydia'yı, îonia’yı, Babil’i ve Mısır’ı fethet
tiler.
Pers İmparatorluğu, Yunanlıların saldıramayacağı ka
dar güçlüydü, bu yüzden de doğudaki emperyalist ya
yılma yüzünden birleşemiyorlardı. Aynı şekilde, batıdaki
yayılma da Kartaca’nm gittikçe artan gücüyle sınırlıydı.
Her iki yandan sıkıştırılmış durumda olan Yunan kentdevletleri içte gelişme yoluna zorlanıyorlardı. Araların
daki rekabet o kadar keskindi ki, Perslerin İonia’yı isti
lasına karşı örgütlü bir direnme olanağı yoktu. Miletos'un
düşmesinden sonra, İonia ticaretinin büyük bir bölümü
Atina’ya ve Korinthos’a döndü. Polykrates yönetimi al
tında Ege'de ticari hegemonyayı ele geçirmeye yöneldiği
bir sırada Samos’un (Sisam) Persler tarafından ele ge
çirilmesi, aynı hedefe yönelmiş olan Atinalı tiranların yo
lu üzerinden bir engeli kaldırmış oldu. Sonuç olarak, İ.Ö.
499’da îonia’lı Yunanlılar başkaldırdıklarında; anakaradan
pek yardım görmediler ve başkaldırı bastırıldı. Anakara
Yunanlıları o zaman kendilerini aynı yazgının tehdidi al
tında buldular. Bunun sonucunda, her devletteki iç çe
lişkiler şiddetlendi.
Atinalılar biliyordu ki, teslim olurlarsa haraca bağ
lanacaklar ve Pers çıkarlarına hizmet edecek bir tiranın
yönetimine gireceklerdi. Dolayısıyla, demokratik hareket
de bastırılmış olacaktı. Öte yandan, direnirlerse, demok
rasiye karşı tavrım çoktan öğrenmiş oldukları Sparta’dan
yardım istemek zorunda kalacaklardı. Bu durumda, de
mokrasiyi korumanın tek yolu, Sparta’nm yardımıyla
Perslere lcarşı savaşmaktı; zaferin kendilerine, eski bağ
laşıklarına karşı durma gücünü verecöğini umuyorlardı.
Sonunda bu politika kabul edildi, büyük başarı da ka
zandı, ama yalnızca halk bu politikayı zorlayacak kadar
güçlü olduğu için.
Kleisthenes'in önderliğinde gerçekleştirilmiş olan de
A T İN A VE PERS ELİ
257
mokratik devrim, demokrasiye karşı muhalefetin bölün
düğü üç köşeli bir savaşımm sonucuydu. Bu yenilgiden
sonra gericiler saflarını sıklaştırdılar. Her ikisi de de
mokrasiyi yıkma niyetinde olan Hippias’la İsagoras’m
yandaşları arasındaki farklılıklar öylesine silinmişti ki,
506 yılında Sparta, Hippias’ı yeniden başa geçirmek ama
cıyla Attika’ya bir başka sefer düzenledi. Sefer son da
kikada Korinthos’un çekilmesiyle çözüldü; Korinthos, Sparta’nm etkisinin İsthmus’un kuzeyine yayıldığını görmek
ya da Atinalılann, kendi ticari rakibi Aiginia’ya karşı
giriştikleri bir ticaret savaşında zayıf düşürmek istemi
yordu.
Hippias Sparta’ya başvurunca, Kleisthenes de Perslere başvurdu. Halkın düşüncesini almaksızın, hiç kuş
kusuz tiran olarak başa geçirileceğini sanarak Perslere
teslim olmayı önerdi. Bu hareket, kendi yönünden Spar
ta korkusuyla açıklanamaz pek. Yurttaşlık haklarının dı
şında tutmuş olduğu aşağı sınıflar daha o zamandan ken
di etkilerini duyurmaya başlamıştı; orta sınıfın bir ön
deri olarak Kleisthenes ise ya demokrasiden vazgeçmek
ya da sonunda bir kenara itilmek seçenekleriyle karşı kar
şıyaydı. Perslerle konuşmalarının anlamı açığa çıkınca,
elçi gönderdiğini yadsıyarak kendini kurtarmaya' çalıştı,
ama başarılı olmadı bu, çünkü çok geçmeden Atina poli
tikasından bütünüyle silindi. Ona ne olduğu bilinmiyor,
ama sürgüne gönderilmiş olduğu söylenir.
Önderlerini yitirmekle zayıflamış olan Alkmaionoğullan daha da sağa kaydılar. Hippias’m yandaşları, belki
de onların desteğiyle, Hippias’m çok yakını olan Hipparkhos'un ârchon seçilmesini sağlama aldılar fİ.Ö. 496). Bu
arada, Sparta’ya güveni sarsılmış olan Hippias, istekle
rini zorlamak için Sardis’e gitti, ata rakipleri Alkmaionoğullan, Perslerin boyunduruğunda bir Atina’nın gele
cekteki tiranı olarak isteklerini kabul etmek zorunda kal
dılar onun. Ilım lılar gericilerin tarafına kaymıştı.
Bundan sonraki üç yıl boyunca, Persler İonia baş
kaldırısını ezer ve anakaraya yürüyüş planlarını hazır
258
AİSKHYLOS
larken, iki yeni figür çıkar sahneye. Biri, köktenci de
mokratların yeni önderi, 493’te arkonluğa seçilmiş olan
Themistokles’tir. Themistokles, eski soylu ailelerden gel
meyen, Atina’daki ilk politik önderdi. Aşağı orta sınıfı
Alkmaionoğullarından ayırarak iktidara gelmişti, fakat
henüz bağımsız bir çizgi izleyecek kadar güçlü değildi,
karşıtlarını birbirine kışkırtmakla yetiniyordu. Öteki,
Trakya Khersonesos'u (Gelibolu) Atina tarafından alın
dıktan sonra, Peisistratos tarafından babası oranın Uran
lığına atanmış olan Miltiades’ti. Miltiades babasından son
ra Uranlığı sürdürdü, ama îonia’lılan desteklemekle Peisistratosoğullanyla ipleri koparmıştı, şimdiyse başkaldı
rının başarısızlığa düşmesinden sonra bir kaçak olarak
Atina'da bulunuyordu. Miltiades, ünlü Philaidai klanın
dan geliyordu. Doğallıkla, bir demokrat değildi, fakat
Sparta’nm yardımıyla Perslerle savaşma seçeneğini hal
ka götürerek, Peisistratosoğulları ve Alkmaionoğullannm
gerici ve bozguncu politikalarına karşı onların desteğini
kendi yanında toplama fırsatını görüyordu. Karşıtlan onu
Yarımadadaki kötü yönetimle suçlayarak önünü almaya
çalıştılar, fakat Miltiades temize çıktı. Aklanması, Themistokles'in şimdilik ona destek olmaya karar vermiş ol
duğunu gösteriyor.
Persler İonia’yı silip süpürdükten sonra Euboia'ya
saldırdılar ve Marathon’a bir birlik çıkardılar. Atmalılar
Sparta'ya acil bir çağrı yaptılar, fakat Spartalılar işi
ağırdan alıyorlardı. Besbelli, aralarında birçoğu, kendi
leri için doğuracağı tehlikelere karşın tutulacak en iyi
yolun Atina demokrasisini Perslere bırakmak olduğu
nu düşünüyordu. Bu arada, Miltiades Atina ordusunun
başında Marathon’a saldırıya geçti. Savaş kısa sürdü, fa
kat bir Pers amiral gemisinden, körfeze bakan yüksek te
pelerde bir kalkanın parıltısını görmeye çalışan Hippias
için yeterince uzundu. Ona gönderilecek bir işaretti bu
— Alkmaionoğullarından, yirmi yıl önce kendisinden tes
lim almış oldukları kenti aynı tirana geri vermeye hazır
olduklarını belirten bir göz kırpması. Atm alılar iyi dö
A T İN A VE PERS ELİ
259
vüştüler, Persleri denize sürdüler, sonra da Phaleron’da
karaya çıkan düşman tehlikesini karşılamak üzere kente
döndüler aceleyle. Persler gerçekten de gemilerini Phaleron’a yöneltmişler, karaya çıkmak için bir işaret bekli
yorlardı, fakat Marathon’da alınan sonucu görünce Alkmaionoğullan tekrar göz kırpmak cesaretini gösteremedi
ler. Akşamleyin Sparta ordusu yetişti, zaferi kazanmış
olan Atmalılardan artık yardımlarına gereksinim kalma
dığını öğrendiler. Spartalı komutanın, övgülerini bildir
mek ve geri çekilmekten başka yapacak işi yoktu. Spartalılar bir kez daha yanlış hesap yapmıştı.
Marathon'dan birkaç ay sonra Miltiades, Perelerin
eline geçmiş olan Paros Adasına bir sefer düzenledi. Se
ferin koşullan bilinmiyor, ama amacı, W alker'in öne sür
düğü gibi, Kyklad'lan Perelere karşı bir dış savunma
hattı olarak örgütlemek olabilirdi, çünkü ona göre Marathon’daki yenilgi hiç de kesin bir yenilgi değildi. Se
fer tam bir fiyaskoyla sonuçlandı; dönüşünde, Miltiades,
Alkmaionoğullannm yeni başkanı olan Megakles’in ka
yınbiraderi Ksantiphos tarafından suçlandı. Miltiades za
ten sefer sırasında aldığı bir yaradan ölmek üzereydi. Bu
olmasaydı da ölüme mahkûm olacaktı. Gerçekten de, ölüm
cezası para cezasına çevrildi, bundan çok kısa süre son
ra da öldü.
W alker bu seferin başarısızlığının «Themistokles'in
yüreğinde taşıdığı davaya bir darbe olduğunu ve Miltiades’in aklanmasını, ya da en azından cezanın hafifle
tilmesini sağlamak için etkisini kullanmış olması gerek
tiğini» söylüyor. Bu görüş olayların akışını anlaşılmaz
kılıyor. Burada, iki yıl önceki davada olduğu gibi, Miltiades'i suçlayanlar Alkmaionoğullarıydı. Daha önceki yar
gılamada, görmüş olduğumuz gibi, o zaman ülkeye yeni
gelmiş, örgütlü yandaşları olmayan Miltiades aklanmış
tı. O zamandan bu yana Marathon Savaşı kazanılmıştı,
Miltiades Atina’nın kurtarıcısı ilân edilmişti, oysa Alkmaionoğullan ezici bir yenilgiye uğramış, yurda ihanet
kuşkusu altındaydılar, bunu unutturmak için bir kuşağın
260
AİSK.HYLOS
geçmesi gerekirdi. Bu koşullarda, Themistokles’in desteği
olmaksızın Miltiades’in mahkûm edilebilmesi inanılmaz
bir şey. Ayrıca, Themistokles’in nedenleri de görülmeye
cek kadar uzakta değil. Miltiades’in Perslere karşı politi
kasını desteklemişti, çünkü bu işi tek başına yürütebile
cek kadar güçlü değildi; fakat biliyordu ki, Philaidai’nin
bu oğulunun en son amacı, hizmetlerini halka sunmuş
olan öteki varlıklı soylulannkinden daha demokratik de
ğildi. Köktenciler ders almaya başlamışlardı. Bu neden
le de ilk fırsatta Miltiades’ten kurtulmak için Miltiades
ile Alkmaionoğullan arasındaki bölünmeden yararlandı.
Bundan kısa süre sonra da Alkmaionoğullanndan kurtul
mayı başardı. 487’de, onların adayı Hipparkhos sürgüne
gönderildi; 484’te, Miltiades'i yargılayan Ksanthippos sür
güne gönderildi; 482’de, onlann en etkin yandaşlarından
biri olan Aristeides sürgüne gönderildi. Böylece, Marathon’u izleyen yıllarda Themistokles’in karşıtlan birbiri
ardından sahneden silindiler. Miltiades’e karşı davranış
larının yerinde ve zamanında oluşu sayesinde halk, ülke
sinin savunmasını kendi eline alabildi.
Themistokles, Marathon zaferine karşm Perslerle ger
çek savaşın hâlâ ilerde olduğunu, son zafer için tek umu
dun bir donanma gücü oluşturmak olduğunu görüyordu.
Alkmaionoğullan bu politikaya karşı çıkıyorlardı, çünkü
donanmaya personel gücü verecek kent ve limanlardaki
en yoksul sınıfa iktidar yolunu açmak anlamına geliyor
du bu. Themistokles onlara karşm gerçekleştirdi bunu.
Böyle bile olsa, muhalefetleri öldürücü denilebilecek ka
dar güçlüydü, çünkü son karar anı geldiğinde, yeni do
nanma hâlâ Atina’nın denizde egemenliği elde edebile
ceği kadar güçlü değildi.
Bu arada, babası Darius’un yerine geçmiş olan İm
parator Kserkes Yunanistan’ı baştan aşağı istilaya hazır
lanıyordu. Topladığı ordu Ege’nin bir yakasından öteki
ne taşınamayacak kadar büyüktü; bunun için de Çanak
kale Boğazı üzerine kurulmuş, dubalardan bir köprüden
geçip, oradan da Trakya sahilinden Tesalya içlerine yü
A T İN A VE PERS ELİ
261
rüdü. Ordunun ilerleyişi, birlikleri, eğer direnecek olur
sa düşmanın gerisine karaya çıkarmada kullanılabilecek
donanma tarafından desteklenecekti. Korkunç bir donan
m aydı bu, h er ikisi de örnek bir cezalandırmaya aday olan
Sparta’nın v e A tin a ’nın durumu pekâlâ, umutsuz görüle
bilirdi.
Pers Savaşlarının yarattığı durum üzerine Bury şun
ları yazıyor:
Yunanistan üzerine etkileri yönünden Pers Savaşı, in
san toplamlarını yöneten genel bir yasanın işleyişini gös
teriyor. İster bir ulus, isterse bir ırk üzerine olsun, dışar
dan gelen bir baskı, içerde birleşmeyi ve kaynaşmayı hız
landırır. Söz konusu olan bir ulussa, yabancı saldırı teh
likesi tek tek yurttaşlar arasındaki birlik duygusunu yük
seltir ve merkezi iktidarı güçlendirir. Bir ırksa, tek tek
toplulukları bir ulus ya da federasyon içinde birleşmeye
götürür. Bu sonuncu durumda, tam ve kalıcı bir birlik
gerçekleştirme şansı, kısmen dış baskının gücüne ve sü
resine, kısmen de o zamana kadar politik atomların bir
leşmesini önlemiş olan bağımsızlık içgüdüsünün gücüne
bağlıdır.
Çağdaş İn g iliz tarihçilerinin, insan toplumunun genel
yasalarını form ülleştirm e yürekliliğini göstermeleri pek
sık görülm ez, bu istisna da pek mutlu bir örnek değil.
G erçekten de, bu yasanın işlediğini söylediği olaylarla
nasıl bir ilişkisi olduğunu görm ek güç. İonia kentleri ilk
kez bağım sızlıkların ı yitirm e tehlikesiyle karşılaştıkların
da b ir pan-İonia b irliği önerisi tartışılmıştı, ama bir so
nuç çıkm adı bundan. Bu kentler Pers boyunduruğunu sa
vuşturm aya çalışırlarken Sparta’ya ve A tin a’ya yardım
çağrısında bulundular, fakat soğuk bir yanıt aldılar, baş
k ald ırı da kendi aralarındaki bölünme nedeniyle çöktü.
İlk k ez Kleisthenes’in, sonra da Hippias’m kendi çıkarları
için A tin a ’y ı satm ayı nasıl önerdiklerini biraz önce gör
262
AİSKHYLOS
dük, bu önerileri harekete geçiren baskı da içten geliyordu. 481 yılının sonlarında, Pers planlan tamamlandı
ğında, birtakım Yunan devletlerinden gelen delegeler, savunmalannı, rakipsiz ordusu sayesinde Yunanistan'da hâ
lâ en güçlü devlet olan Sparta’nm önderliğinde birleştir
mek için İsthmus’ta bir araya geldiler. Korinthos ve A ti
na işbirliği yapmaya istekliydi; Atina, Aigina ile bir an
laşmaya vardı. Tesalyalılar ve Boeotialılar da konfede
rasyona katıldı, fakat onlara güvenilemeyeceği daha ön
ceden biliniyordu. Thebai'nin yönetici aristokratlan Pers
yanlısıydı, Tesalya’daki Aleuadai klanı da öyle. Peloponesos’da Sparta’nın bozguna uğrattığı fakat istila etme
diği, şimdiyse demokrasiye doğru yönelmiş olan Argos,
birleşmeyi reddetti, kuzey sahili boyunca Akhaia kentleri
de. Korinthos K örfezi’nin öte yakasındaki Delphoi Oracle'ı her zamankinden çok kuşkuluydu, Kserkes tarafına
geçmek üzere olduğundan kuşkulanmak için nedenler
vardı. Daha kuzeyde, batı ile ticaret konuşmada Korinthos’
un rakibi olan Kerkyra kenti yardım göndermeye söz
verdi fakat yapamadı. Meclis’ten Ege'ye ve batıya ulak
lar gönderildi, fakat sonuçlar olumsuzdu. Başkaldırıdan
sonra, Pers Eli’nin kurnazlık ederek benimsediği yatış
tırma politikası sayesinde şimdi Pers donanmasına katkı
da bulunmakta olan îonia’lılan kendi taraflarına çekme
diye bir sorunu yoktu artık. G irit kentleri Delphoi’den
bir rahibin arkasma sığınmışlardı bağlılıkla. Batıda, bel
ki de Pers diplomasisinin bir sonucu olarak Syrakusa ti
ranı Gelon, Kartaca’yla bir savaş içinde buldu kendini,
belki o da Korinthos’la Atina'nın düşmesinin, Syrakusa
ticareti üzerine pek kötü bir etki yapmayabileceğim dü
şünerek bir an durmuş olabilir. Bu yüksek perdeden Pan
Hellenik birlik çağrısına İsthmus'tan gelen yanıtın ce
saret kırıcı olduğu kabul edilmelidir. H er «politik atom»
içindeki sınıfsal bölünmelerden başka, daha küçük dev
letler besbelli şu iki nedenden biri ya da her ikisi tara
fından harekete geliyordu: dış baskının her türlü direnci
yararsız kılacak kadar güçlü olduğu inancı ve Sparta yö
A T İN A V E PERS ELİ
263
netimi altında kurulacak birliğin, İonia'nın şu andaki ka
derinden pek parlak olm ayacağı korkusu.
Yunanlılar hem karada hem denizde sayıca çok za
yıftılar. N e orduları, ne de donanmaları, düşmanın güç
lerini yayam ayacağı kadar dar alanlar dışında direnemezdi. Öte yandan, düşmanı denizde yenilgiye uğratabilirlerse, Küçük Asya sahiline saldırarak düşman ordu
sunu o yana çekebilirlerdi. Güçlük, düşmanla nerede kar
şılaşılacağına karar vermekteydi. Spartalılann, düşmanı
îsthmus'ta beklemek için güçlü nedenleri vardı. Birlikle
rini daha kuzeye gönderirlerse Perslerin Argos sahillerin
de karaya çıkmaları tehlikesine açık olacaklardı; bu du
rumda, bir de Sparta’daki serf nüfusun ayaklanmasıyla
— pekâlâ mümkündü— öldürücü bir darbe olabilirdi bu.
Öte yandan, eğer savunma Peloponesos’la sınırlı tutulur
sa, A tin a korumasız kalınca belki de anlaşmaya yana
şırdı; A tin a’nın donanması olmaksızın Spartalılar isthmus’
tan çok geçmeden geriye püskürtülürlerdi. Themistokles
bunu düşünerek, donanma Euripos’un (İğriboz) kuzey gi
rişinde düşmanla karşılaşma yollarım ararken, Sparta or
dusunun kuzeye doğru yürümesini ve Tesalya’ya giriş ka
pısı olan Tem pe geçidini tutmasını önerdi.
Spartalılar bu planı kabul ettiler, fakat onu bir ba
şarıya dönüştürecek güçleri yoktu. Tempe’ye küçük bir
birlik gönderdiler, fakat savaşa girmeden geri çektiler.
Daha sonra Tesalya’dan Boiotia’ya götüren giriş yeri olan
Therm opylai geçidine daha da küçük b ir birlik gönder
diler, Pereler arkadan çevirdi ve yok e tti bunu. Boiotia
v e A ttik a savunmasız kalmıştı artık. Artemısion’un uza
ğında bir sonuç getirm eyen bir dövüşten sonra Yunan
donanması A ttik a anakarası ve Salamis Adası arasındaki
kanala geri çekildi. A ttika halkı hemen Salamis, Aigina
ve Troizen'e gönderildi. Kısa süre sonra Pers ordusu Attika’y a girdi, köyleri kırdı geçirdi, Akropolis’i aldı ve ta
pm akları yıktı, yerle b ir etti.
Yunan savunması çatlıyordu artık. Spartalılar donan
mayı M egara sahiline geriye çekmek ve îsthmus’ta bir di
204
AİSKHYLOS
renme noktası kurma eski planlarına dönmek istiyorlar
dı. Bu, Salamis’teki Atinalı sığınmacıları terk etmek ve
Pers donanmasını dar sularda karşılamak gibi elde ka
lan son fırsattan da vazgeçmek anlamına geliyordu. Themistokles bu fırsattan yararlandı. Eğer Salamis kuşatılırsa, Atmakların sığınmacılarını gemilere bindirip en
masse (kitle halinde) İtalya’ya göç ettireceklerini açıkla
dı. Bu arada Perslere, Yunan donanmasının kaçmayı plan
ladığı, hemen saldırmaları gerektiği izlenimini veren bir
haber gönderdi. Sonbaharın sonuna yaklaşılıyordu, geç
kalmaktan korkan Persler bu tuzağa düştü. Salamis’le
anakara arasında sıkışan gemileri dağıldı ve ezici bir ye
nilgiye uğradılar. Kserkes, ordusunu Tesalya'da Mardonios
komutasında bırakarak, donanmasını kışı geçirmek üzere
Asya'ya çekti.
Ertesi yılın başlangıcında (479), savaşın patlamasıy
la öteki sürgünlerle birlikte geriye çağırılmış olan Aristeides, Themistokles’in yerine Atina güçlerinin başına ge
tirildi. Bu, Atina direnişinin çökme noktasına yakın oldu
ğunu (Attika hâlâ boşaltılmış durumdaydı) gösteriyor;
fakat Mardonios Atina’ya ayrı bir barış önerince bu öne
ri şiddetle reddedildi, bunu destekleyen bir yurttaş, ka
rısı ve ailesiyle birlikte linç edildi. Sparta’ya acele bir
çağrı daha yapıldı, uzun ve sıkıcı bir gecikmeden sonra
Pausanias komutasında bir Sparta ordusu İsthmus’a yü
rüdü. Mardonios Boiotia’da karşılaştı onlarla, sonuç Spartalılar için kesin bir zafer oldu. Bunalım atlatılmıştı ar
tık. tornalılar başkaldırdılar ve Atina'nın önderliğinde
Perslere karşı konfederasyonda örgütlendiler.
Ondan sonraki birkaç yıl, Persler Kıbrıs’a ve Fenike
sahiline kadar bütün Ege denizinde saldırılara geçti. Ga
liplerin önünde şimdi yeni ve çekici bir ticari genişleme
ufku açılmış oluyordu. Atina tarafında, bu operasyonlar
Aristeides’le Megakles’in bir kız torunuyla evli olan Miltiades’in oğlu Kimon tarafından yönetiliyordu. Philaidai
ve Alkmaionidai rakip klanları böylece barışmış oldular
ve aralarında, 471’de, Themistokles'i sürgüne göndermeyi
A T İN A V E PERS ELİ
265
kararlaştırdılar, Themistokles A rgos’a kaçtı ve orada Spar
ta aleyhtarı komplolara girişti. Pausanias komutasındaki
Spartalılar İonia harekatında önce etkin bir rol oynamış
lardı, fakat 476’da Pausanias geriye çağrıldı ve sertleri
ayaklandırarak Sparta düzenini yıkmak amacıyla önce
Perslerle, sonra da Themistokles’le gizlice anlaşmaya gir
miş olmakla suçlandı. Pausanias ölüme mahkûm edildi;
Themistokles ise, Spartaiılarm protestosuna yanıt olarak,
ihanet suçlamasını temize çıkarması için yurda çağrıldı.
Gelmeyince, A rgos’tan Kerkyra’ya, Kerkyra'dan dağlan
geçerek Ege sahiline, oradan da Efes’e kadar kovalandı,
orada Pers İmparatorunun koruması altında güvenliğe ka
vuştu.
Ürkütücü bir bouleversement (kargaşa) bu. Ne ol
muştu? Pausanias’m haşandan başının döndüğü, Themistokles'in bir novas homo olarak soylu karşıtlannm ortak
saygınlığıyla baş edecek güçte olmadığı söyleniyor; fakat
bu, Plutarkhos’un ileri sürdüğü: Themistokles iktidardan
düştü, «çünkü halk usanmıştı ondan artık» açıklamasına
benzer b ir dedikodudan başka bir şey değil.
A tin a ve Sparta'daki politik yapılanm alar değişmişti,
çünkü durum değişmişti. Am açlar her iki durumda da
aynıydı. Pers Eli güçlü olduğunda Alkmaionoğulları tes
lim i önermişti, fak at Themistokles Sparta’nm da yardı
m ıyla Perslere karşı çıkmak gibi değişik b ir politikayı ba
şarıyla yürütmüştü. Şimdi Pers Eli zayıftır. Alkmaionoğullan İonia’yı Perelere karşı bir haçlı seferine örgütle
me yandaşı. Öte yandan Themistokles, gerekirse Perele
rin de yardım ıyla, Sparta’ya karşı çıkmaya kararlı.
A tin a savaştan kazançlı çıkmıştı. Donanması ve ti
caret örgütü sayesinde zaferi daha da ileri götürebilirdi.
Zengin ticari kuruluşlar Ege’nin ekonomik kontrolünü ele
geçirme fırsatını yakaladılar, aynı zamanda Sparta’mn
antidemokratik hükümetiyle dostça ilişkiler geliştirmek ısteğindeydiler. Baştaki hükümet sarsılmıştı. Geleneksel po
litikasını terk etmedikçe savaştan pek kazançlı çıkamaz
dı. fak at içerde çıkarlarını temsil ettiği toprak sahibi aris
266
AİSKHYLOS
tokratların üstünlüğünü tehlikeye atmaksızın bir ticari
genişleme politikasına da girişemezdi. Dolayısıyla, açık
ça bir tiranlığı amaçlamakta olan Pausanias’ı geri ça
ğırm aya zorlanıyordu. Themistokles, yeni durumda Atina
demokrasisini tehdit eden tehlikenin, şimdi kırılmış olan
Pers Eli’nin gücü değil, Sparta'nın antidemokratik düze
ni olduğunu kavrıyordu, bu yüzden de Pausanias’m bu
düzeni devirme girişimini destekliyordu. Fakat ulusalcı
tutkuları savaşla alevlenmiş olan Atina halkı, özellikle
tutucu muhalefetin sunduğu zenginleşme umudunun par
laklığı karşısında, Perslerin artık düşman olmadığına
inandırılamazdı. Savunmasız yakalandılar, ve sonuçta ön
derlerini devirmeye kandırıldılar. Bunun bedelini de yet
miş yıl sonra ödediler, bir Sparta ordusu kapüarma da
yanınca, demokratik hakları kanlı bir karşıdevrimle el
lerinden koparılıp almdı (İ.Ö. 404).
Themistokles’in sürgüne gönderilmesinden yedi, yıl
sonra Sparta kenti bir depremle yerle bir oldu (İ.Ö. 464).
Yüzlerce yurttaş öldü. Serflere, kurtuluş saatleri nihayet
gelmiş gibi görünüyordu. Lakonia’nm birçok yerinde ve
tüm Messenia’da araklandılar. Spartalılan, Arkadia’da
Mainteia’dan gelmiş birlikler kurtardı, savaştan sonra ora
da kendilerine dost bir düzen kurmuşlardı. Başkaldıncılar Messenia’da İthome Dağı’nm sarp kayalıklarına çe
kildiler, yıllarca dayandılar orada. Spartalılar kuşatma
operasyonları için eğitilmiş değillerdi, Atina'ya birlik gön
dermesi için çağrıda bulundular. Çağn, radikal partinin
yeni lideri ve Themistokles gibi sıradan bir yurttaş olan
Ephialtes’ten çetin bir muhalefetle karşılaştı. Radikaller,
Themistokles’in kaybı ile yedikleri darbeyi ödetmek için,
bir daha ele geçmeyecek bir fırsat yakaladıklarım düşü
nüyorlardı. Öte yanda, tutucular da aynı derecede ateşli
bir biçimde çağrıya yanıt verilmesini istiyorlardı, Kimon’
un etkisi üstün geldi. Meclis, Kimon’un emrine 4.000 ki
şilik ağır silahlı bir birlik verdi, bu birlikle Messenia’ya
fthome D ağını kuşatmaya koştu. Fakat kuşatma bir so
nuç vermedi, Atina ve Sparta birlikleri arasında sürtüş-
A T İN A VE PERS ELİ
267
me vardı, sonunda Sparta hükümeti, bağlaşıklarının ül
kelerine dönmelerini istemek zorunda kaldılar. Sürtüş
menin nedenleri belirtilmiyor, fakat doğrusu Kimon’un,
adamlarının ayaklananlara karşı duyduğu yakınlığı ön
leyemediği tahmin ediliyor. Kimon Atina'ya dönünce hem
kendisinin, hem de partisinin tamamen gözden düşmüş
olduğunu gördü. Pers Savaşından beri Sparta’yla sürdü
rülen bağlaşıklık bozulmuş, bunun yerine onun rakibi Argos'la bir anlaşma bağlanmıştı. Ertesi yıl, Kimon sürgüne
gönderildi.
Radikaller yeniden iktidardaydılar. Sparta’ya etkili
bir müdahale yapmak için vakit çok geçti, fakat yurt
içinde bazı önemli reform lar yapabilirlerdi. Tutucuların
yeniden nüfuz kazanmış oldukları 480 yılından beri, dev
let içinde hep en gerici grubu oluşturmuş olan Areopagus
Konseyi eski etkisini büyük ölçüde yeniden kazanmıştı.
Ephilates olayında, Konseyin adam öldürme olaylarında
yargılama hakkı dışında bütün yetkileri, Beş Yüzler Kon
seyi, Meclis ve halk mahkemeleri arasında bölüştürüldü.
Bu reformun önemi, Peloponesos Savaşı sonunda karşı
devrimciler tarafından kaldırılmış olmasıyla daha iyi an
laşılıyor; tutucuların da pek kayıpları yoktu, çünkü bir
kaç ay sonra Ephialtes öldürüldü. Radikaller buna yurt
taş hakları üzerindeki son kısıtlamaları da kaldırarak
yanıt verdiler. Devletin kapıları en düşük mülkiyet sa
hibi sınıfa ardına kadar açılmış oldu, biri dışında: hep
sinin en yoksulu olan sınıf, hâlâ resmen oyundışı tu
tulmasına karşın, pratikte yasal bir düzenle de olsa ka
bul edilmiş oluyordu. İ.Ö. 456 yılıydı, Aiskhylos'un öl
düğü yıl.
Bu arada, Atina toplumunun yapısı, köle emeğinin
gelişmesi ve Pers aleyhtarı konfederasyonun bir Atina
İmparatorluğuna dönüşmesiyle alttan alta fakat hızla bi
çim değiştiriyordu. Atina, yüzyılın ortasmda artık geri
ye dönülmez bir biçimde emperyalist genişleme yoluna
girmişti. Bu gelişim bundan sonraki bölümde incelenecek.
Bunun ilk dolaysız etkisi, köle emeğinin ve imparatorluk
268
AİSKHYLOS
olanaklarının sömürüsüyle, yurttaş nüfusu arasında sınıf
gerginliğini gevşetmek oldu. Demokratik devrimin altın
da yatan çatışma, artık demokrasiyi yadsımakla çözüle
cekti. Aiskhylos, bir dereceye kadar son yapıtları dışın
da, devrimin bu olumsuz yönünün farkında değildi; fa
kat onun olumlu yönünün adamakıllı farkındaydı, bu da
sanatı mn esiniydi gerçekte. Hippias'm tiranlığını anım
sayacak kadar yaşlı olan Aiskhylos’a göre, savaşım ka
zanılmıştı, zıtlar uzlaştınlmıştı.
GÖNDERM ELER
Walker, E.M. Cambridge Ancient History. Vol. 5
xrv
DÖRTLEME
Kent Dionysia festivali altıncı yüzyılın sonunda Klelisthenes'in yeniden düzenlediği şekliyle beş ya da altı
gün sürüyordu. İlk günün programını X. Bölümde ver
dik. Festivalin geriye kalan bölümü süresince olayların
düzen sırası bilinmemektedir. Yarışmaları yöneten kural
lar şöyleydi:
Her kabileden bir tane olmak üzere on dithyrambos
sergilenirdi. Koronun eğitimi, kabile tarafından kabile
nin içinden seçilen bir varlıklı yurttaşa bırakılırdı; choregos diye bilinirdi bu. Bu amaçla görevlendirilen bir yurt
taş seçimin kabilenin bir başka üyesine düştüğünü dü
şünürse, onu ya choregos olarak kendi yerini almaya ya
da mallarını mülklerini değişmeye çağırırdı. Choregos’larm yardımıyla, Beş Yüzler Meclisi tarafından bir yargı
cılar kurulu belirlenir ve bu kuruldan kurayla on ad se
çilirdi. Ödül, daha önoe de belirttiğimiz gibi bir boğa idi,
Drama gösterileri kabile sisteminden bağımsızdı. Ya
rışmak isteyen her yurttaşa açıktı. Yarışmak isteyen yurt
taş, ârchon eponymos'e., üçü tragedya, biri de satir oyun
olmak üzere dört oyunla başvururdu. Satir oyununun ya
pısı daha sonra açıklanacak. Bu dört oyunluk grup daha
sonraları bir dörtleme olarak bilinir oldu, üç tragedya
ise bir üçleme diye. Bütün beşinci yüzyıl boyunca yarış
macı kıtlığı hiç çekilmemişti. Archon, başvuranlardan
üçünü seçer, her birine yurttaşlar arasından kendisi ta
270
AİSKHYLOS
rafından seçilen bir choregos atardı. Choregos’l&r ve yar
gıcılarla ilgili kurallar dithyrambos’lardakinin aynı idi.
Ödül bir keçiydi. Tragoidia sözcüğü «keçi şarkısı» anla
mına geliyor.
Dithyrambos yarışmasının neden kabilesel olduğu,
drama yarışmasının neden kabilesel olmadığı açık değil.
İlkinin kabilesel karakterinin, festivalin Kleisthenes tara
fından yeniden düzenlenmesinden önce de öyle olması
mümkün görünüyor, çünkü aksi takdirde onun ikisi ara
sında neden ayrım yaptığı pek anlaşılmaz. Akla gelen
varsayım, dithyrambos yarışmasının şu. ya da bu biçim
de Peisistratos’un Uranlığından önce var olduğu, onunsa
tiranlığı ele geçirince yarışmanın kabilesel karakterine
dokunmadığı, fakat yeni bir şey olan drama yarışmasını
daha popüler bir temele oturtmaya özen gösterdiği yö
nündedir.
Daha da önemlisi, bu festivaldeki bütün gösterilerin,
dithyrambos ve drama, neden yarışma biçiminde oldu
ğu gibi daha geniş bir soru sorulabilir. Ortaçağ dramasmda bu özelliğe karşılık olan bir şey yok. Yarışmalar
çok canlı, çekişmeli olurdu. Varlıklı yurttaşlar, choregos'
lar olarak politik üstünlük için birbiriyle yarışırdı. Üç
dörtlemeyi seçen ârchon her yıl değişen politik bir yet
kili olmakla kalmayıp, onları kendisinin atadığı üç choregas’a verme yöntemi de choregos'la şair arasında bir
gizli anlaşma olasılığım da önlemiyordu. İ.Ö. 493’te M iletos’un Yağmalanması adlı bir tragedya yazılmıştı Phrynikhos tarafından. Konusu, İonia başkaldırısının sonunda bu
kentin düşüşüydü. Oyun büyük öfke yarattı — besbelli,
Pers yandaşı Alkmaionoğullan arasında— ve yazar pa
ra cezası yedi. On yedi yıl sonra Themistokles, tragedya
yarışmalarında kendisinin choregos, Phrynikhos’un da şa
ir olarak kazandığı bir zaferin anısına bir adak tablet
yazdırdı. Themistokles’in M iletos’un Yağmalanması’mn
choregos’u olduğunu doğrulayamıyoruz, fakat yazılmasın
da parmağı olduğundan kuşku duymamak da olanaksız.
Tabii, bir tragedyanın konusunun çağdaş yaşamdan alın
DÖRTLEM E
271
ması alışılmamış bir şeydi, ama özellikle Aiskhylos’un ve
Euripides’in yazdığı bugüne kadar gelen tragedyaların
birçoğunda m itler politik olaylara açık göndermelerle ele
almır. dolayısıyla hem ârchon'un seçimi, hem de yargı
cılar kurulunun karan, bazı durumlarda bilinçli olarak
politik eğilim in etkisinde kalmış olabilirdi.
O zaman, choregia kurumunun temsil ettiği bu sivil
rekabet öğesinin kökeni neydi? Bu türden tek kurum da
değildi. Choregos'un. yanında, her ikisi de yukarda ta
nım landığı biçimde atanan gymnasiarchos ve hestiâtor
da vardı; birincisi, oğlan çocukları atletik festivaller için
çalıştırır, İkincisiyse kabilesinin üyelerine halk şölenleri
verirdi. Bu tür hizmetler için kullanılan genel terim,
prytaneion'un Aeolik eşdeğeri leiton ya da lâiton’dan tü
reme leitourgia idi. Bu «Erkekler Evi'ndeki hizmetler» bi
zi Theseus’tan önceki günlere götürüyor, o zamanlar, her
Attika köyü yerleşiminin kendi prytaneion’u olurdu; ka
bile üyeleri, törensel kutlamalar, oğlan çocukların ergin
lemeye hazırlanması ve komünal yemekler için yerel baş
kanın başkanlığında burada toplanırdı. Leitourgia’lar, bu
ilkel göreneklerin demokratik anayasa yönünde yeniden
örgütlenme biçim idir— canlandırılmadan çok yeniden ör
gütlenme, çünkü bunların aristokrasi yönetiminde evini
açık tutma uygulamasında hâlâ sürdüğüne ilişkin kanıt
lar var. Plutarkhos, Aristoteles ve Kratinos’a dayanarak,
Miltiades’in oğlu Kimon’un, evinde basit fakat çok sayı
da kişiyi alacak b ir masa bulundurduğunu, buna kendi
dömos'undan h er üyenin özgürce katılabildiğini söylüyor;
K im on ’un cö m ertliğ i tü m eski A tina konukseverliğine
ve liberalliğine üstündü... E vin i b ir prytaneion olarak kul
lanıma sunmakla ve gezginlerin kendi toprağında yeti
şen m eyvaları yem elerine izin verm ekle, Kronos hüküm
ranlığında v a r olduğu masallarda anlatılan ortak mal sa
h ip liğin i yeniden yaratıyor gibiydi.
Kendi hesabına, bir hestiâtor olarak böyle davranmakla,
272
AİSKHYLOS
kendi aristokratik geleneklerinden çok gurur duyan bir
kişi olan Kimon, besbelli eski bir aile göreneğini sürdü
rüyordu, Plutarkhos da bunda haklı olarak ilkel ortaklaşmacılığm bir andacım görüyor.
Bundan sonraki görevimiz, olabilirse, dörtlemenin or
taya koyduğu sorunları çözmek olmalı. Tragedya ödülüne
aday olanın, üç tragedya ve bir satir oyunu sunması ne
den isteniyordu?
Satir oyun, yapı bakımından tragedyaya benzerdi, fa
kat konuşma tonu yönünden burleskti, korosuysa hep bir
satirler grubunu temsil ederdi. Satirler yarı insan, yan
hayvan mitsel yaratıklardı. Kökenleri bugün bilinmiyor.
Onlara ilişkin kanıtlar Pickard-Cambridge tarafından bir
araya getirilmiş ve sonuna satir oyununun tragedya sa
natında ilk öğeyi temsil ettiği, gerçek tragedyanın burdan çıkan bir dal olduğu kuramına (Aristoteles’i yanlış
anlamaya dayanan bir kuramdır bu) karşı çıkılmaz iti
razlar da eklenmiştir. Pickard-Cambridge’in bu soruyu
ele alışı, istenecek bir şey bırakmıyor geriye, fakat be
nim düşünceme göre, bu kanıtlardan, onunkinden çok
daha olumlu bir sonuç çıkarılabileceğine göre bazı nok
taların üzerinde kısaca durmak gerekiyor.
Her şeyden önce, eski geleneği ele alalım. Korinthos'
ta «şiir şeklinde konuşan satirleri ilk kez kullanan» A rion ’
du; «satir oyunlarını ilk kez ortaya atamsa, Phelios'lu
Pratinas idi. Pratinas Atina’da yerleşmiş, orada İ.Ö. 499
ile 496 arasında, tragedya ödülü için Aiskhylos’la yarış
mıştır. Otuz ikisi satirik olan elli oyun yazmış olduğu
söylenir. Dolayısıyla, onun dörtleme kuralı uygulanmaya
başlamadan önce Atin a’da yarışmalara giriyor olması ge
rekiyor, yoksa bu iki sayı arasındaki oran açıklanamaz.
İmdi, festivalin altıncı yüzyılın son on yılı içinde, belki
de İ.Ö. 502-1’de yeniden örgütlendiğini biliyoruz, dolayı
sıyla dörtleme kuralının o zaman konmuş olması da ola
sıdır. Satir oyununun geç bir ekleme olduğu gibi, tra
gedyanın özünü açıklamaktan uzak bu sonuç, onun yapı
sını düşününce doğrulanıyor: bu yapı, bugüne kalan
DÖRTLEME
273
oyunlardan çıkarılabileceği kadarıyla tragedyayla aym
çizgiyi izliyordu. Satir korosuna, tragedya korosunun il
kel biçiminin bir uzantısı olarak bakılırsa, satir oyununun
yapısında neden başka ilkel özelliklerin bulunmadığım
açıklamak olanaksızlaşır. Bu kuram için ileri sürülen ve
Pickard-Cambridge’in çürüttüğü öteki kanıtlarla ilgili da
ha fazla şey söylemeye gerek yok burada. Benim çıkar
dığım sonuç şöyle: Korinthos ve Phleious’taki satirik dramanm tarihi hakkında, biraz önce adı geçen söylencede
kayıtlı çıplak olguların ötesinde hiçbir şey bilinmiyor.
İ.Ö. altıncı yüzyılın son çeyreğinde Pratinas tarafından
Atina uygulamasına dışardan getirilmiş ve yapısı, o sı
rada olgunluk dönemine yaklaşmakta olan tragedyanın
yapışma uydurulmuştur. Son olarak, yüzyılın son on yı
lında, Kent Dionysia yeniden örgütlendiğinde, yeni dört
leme uygulamasında ona da kalıcı bir yer verilmiş, bu
yeri hemen hemen hiç kesintisiz ondan sonraki yüzyıl
da da sürdürmüştür.
Daha fazla ilerlemeden önce, Pickard-Cambridge'in
—bana kalırsa nedensiz— ortaya çıkardığı bir sorunla uğ
raşmak üzere burada durmalıyız. Aristoteles'in «traged
ya dithyrambos’un öncülerinden ortaya çıktı» tümcesi da
ha önceki bir bölümde uzun uzun tartışılmış, hem iç Yu
nan kanıtlarıyla hem de bizim ilkel dini tören üzerine
genel incelememizden çıkan sonuçlarla uyuştuğu görül
müştü. Aristoteles aynı parçada şöyle sürdürüyor:
Tragedya, satir-benzeri (ek satyrikoû) kökeni nedeniy
le küçük olay dizileriyle ve alaycı b ir anlatanla başla
yarak sonunda ciddileşti; trochaic tetram eter in yerini
iambic trim eter aidi; tetrameter, başlangıçta şiirin satirbenzeri (satyriken) ve dans-benzeri karakterinden dolayı
kullanılmaktaydı.
Sorun, sözcük olarak «satir-benzeri» demek olan satyrikos sözcüğünün anlamı çevresinde toplanıyor. Sözcü
ğün iki kullanılışı vardı. İlki, genellikle «b ir satir gibi»
274
AİSK.HYLOS
ya da «bir satirle ilgili» anlamına geliyordu, tıpkı basilifcos’un «kralca» ya da «krala ilişkin» anlamına gelişi gibi.
Satirler kösnül yaratıklardı, bu anlamda satyrikos’a en
yakın eşdeğer sözcük hybristikos, «sefih», «hafifmeşrep»,
«açık saçık», «taşkın», «hayvani ruhlarla dolu» idi. İkin
cisi, genellikle satyroi fakat bazan da satyrika dramata
da denilen satir oyunlarına özel bir gönderme yaparak
teknik bir anlamda kullanılırdı. Her iki anlam da do
ğallıkla sözcüğün oluşumundan geliyor. Birinci anlam,
Plutarkhos’tan önce yoktur, oysa İkincisi Platon tarafın
dan kullanılmaktadır, fakat sözcük toplam olarak on-on
iki defadan fazla geçmediği için bu zıtlık önemsizdir,- ger
çekten de ilk anlamın Platon tarafından kesinlikle bilin
diği gösterilebilir: tıpkı Plutarkhos'un bir insanı satyrikos
kai hybristikos «h afif meşrep ve satire benzer» olarak
tanımlayışı gibi Platon da bir satyros hybristes’ten «h afif
meşrep bir satir»den söz ediyor.
O halde, Aristoteles hangisini kastediyordu? Traged
yanın, kökeninde taşkın, hafifmeşrep, açık saçık oldu
ğunu mu, yoksa onun satir dramada ortaya çıktığını mı?
Her iki yorum da dilbilimsel olarak olası olduğuna göre,
durumun genel olasılıkları ışığında karar verilm elidir bu
na. Dithyrambos’un satir drama ile bir bağlantısı oldu
ğu ya da Aristoteles'in böyle düşündüğüne değgin bir
kanıt yok. (Arion'un dithyrambos’lar kadar satir oyun
lar da bestelediği söyleniyor, doğru, fakat Pickard-Cambridge’in belirttiği gibi, bundan iki tipin de kökenlerinin
ortak olduğu çıkarılamaz.) Bu yüzden, Aristoteles’in tra
gedyanın satir drama içinde ortaya çıktığını kastettiğini
anlarsak, ona bir çelişki dayatmış oluruz. Öteki yorum
daysa hiçbir güçlük yok. Başlangıçta, diyor, tragedya cid
di değildi; olaylar dizisi küçük ve önemsizdi, anlatım ko
mikti — adi, çapkın ve açık saçık. Arkhilokhos’un, öncü
nün «şarapla çarpıldığında» söylediği dithyrambos’u anım
satılıyor bize. Bu yüzden, Aristoteles'in kastettiğinin bu ol
duğu apaçık.
Bu konu üzerinde biraz fazla durdum, çünkü Pic-
DÖRTLEME
275
kard-Cambridge’in onu ele alışı, eşsiz bir kitapta bulu
nacak çok ciddi b ir kusurdur. Sözcüğün Aristoteles tara
fından hangi anlamda kullanıldığını «söyleyemeyeceği
m iz» kabul edildikten sonra, «olasılık dengesinin sözcüksel yorum tarafında» ağır bastığını — yani, satir dramaya gönderme yaparak teknik anlam tarafında— ifade edi
yor, fakat bu yorumun «tartışmadışı olduğu savunula
m az» uyarısını da tekrarlıyor. Sonra da, kendi uyarısına
uymadan, sanki öteki yorum yokmuş gibi, tartışmayı sür
dürüyor ve böyleoe Aristoteles'i kendi kendisiyle çeliş
kiye düşmekle mahkûm ettikten sonra şu sonuca ulaşıyor:
Kısacası, üzülerek kabul etmek zorundayız ki, A ris
toteles'in yetkesini sorusuz kabul etmek olanaksızdır: bel
ki de, onu yanılm az b ir kişi saymamızı isteyen çağdaş
araştırm acıların b ir tü rlü terk edemediği o kuram ya
ratma özgürlüğünü o da kullanıyordu.
Böyle yaşamsal b ir konuda Pickard-Cambridge'i Aristo
teles'in yetkesini önemsememeye götüren yöntemin baştan
aşağı yanlış olduğunu görmek için Aristoteles’in yanıl
m azlığına inanmak gerekli değil; ve tragedyanın köke
niyle ilgili bugünkü kuramların altında yatan o kadar
tuzağı ortaya çıkarmış olan bir eleştirmenin kendi kaz
dığı kuyuya düşmesi açınılacak b ir şey.
Dionizyak thiasos kutlamalarında açık saçık diye ta
nım layabileceğim iz çok şey bulunması çok olası. İlkel din
sel törenlerde her tür cinsel anlatım bol bol bulunur,
çünkü onun işlevi, büyüsel yansılama yoluyla nesneleri
büyütmektir; aynı zamanda çok ciddidir, çünkü bu işle
vin yerine getirilm esi son derece zorunlu bir şeydir. Fa
kat gerçek üretim tekniği geliştikçe büyü öğesi son bu
lur, o zaman da iki şey olabilir. Dinsel tören bir yönetici
sınıfın resmi ayinine dönüşebilir. Bu durumda bastıncı
olur, ve cinsel açık anlatım öğesi ya çıkarılır ya da da
ha önceden belirlenen sınırlar içine sokulur. Y a da bu
nun değişkeni olarak, yönetici sınıf tarafından terk edi-
276
AİSKHYLOS
ünce, köylüler arasında yaşamaya devam eder; onlara,
ayıp ve şamatalı bir davranışla toplumsal baskının ya
rattığı yasaklardan kurtulma yolu sağlar. Daha önceki bir
bölümde bunun Dionizyak acı çekme oyununun devlet
tarafından Kent Dionysia'nm bir parçası olarak kabul
edildiği bir zamanda ulaştığı aşamanın bu olduğu tar
tışılmıştı. Bu, onun gelişimi üzerinde olumlu bir etkisi
olan yeni bir gerginlik yaratmıştı. Orta sınıf kendi en
telektüel özünü inceltmeye ve onu gerçeklikle doğrudan
temastan uzaklaştırmaya çalışırken, köylüler ve plebler
onda ilk işlevinin gerçekleşme yolunu aramaya devam
ettiler. Sonuçta, Aristoteles’in söylediği gibi, onun ciddi
bir eda kazanması çok uzun bir zaman aldı. Gerçekten
de, komik öge hiçbir zaman tümüyle ortadan kalkmadı.
Tragedyalardan çıkarılırken satir oyunda yeniden ortaya
çıktı ve bu temelde altıncı yüzyılın sonunda sanat-biçimi
kesin bir dengeye ulaştı; kalıcılığını, bu arada komik öğe
nin kendisine yeni ve bağımsız bir çıkış yolu buluyor ol
masına borçlu olan bir dengeye. Yani, tragedyanın ev
rimi de, komedinin ortaya çıkışı da toplumun dinamiği
olan iç gerginliklerin etkileşimiyle doğrudan ilişkiliydi.
Komediyle ilgili olarak, dikkati, onun tragedya sana
tıyla bağıntısını çok açık bir biçimde gösteren şu yön
lere toplamak istiyorum. Comford, Aristophanes komedi
sinin yapısının, kendine özgü bir ya da iki Dionizyak
öge içeren çağdaş Makedonya köy festivalleriyle bir kar
şılaştırılmasından yola çıkarak, Attika komedisinin, bu
kitapta ilkel erginlemenin ışığında yorumlanmış olan, tö
rensel ölüm ve yeniden diriliş kalıbı üzerine kurulduğu
nu gösteriyor — gerçekte bu, tragedyanın kökenini geriye
doğru götürdüğüm dinsel törenin aynıdır. C om ford’un
kuramı bazı noktalarda değişime muhtaç. Comford, Ma
kedonya dinsel töreninin de Attika komedisinin de bir
birine gerçekte olduğundan daha yakın olduğunu varsa
yarak, bana göre, çok fazla şeyi kanıtlamaya çalışıyor.
Öte yandan, onun genel tezinin — komedinin, VIII. Bö
lümde tartıştığım tipten ilkel dinsel törenden türediği te
DÖRTLEME
277
zi— sağlam olduğuna inanıyorum. Bunda diretmek gere
kiyor, çünkü onun kuramına, rastlantısal kusurları işa
ret etmekte hiç güçlük çekmeyen ama onun temel anla
mım kavrayamadığı pek açık olan Pickard-Cambridge in
toto (bütünüyle) karşı çıkıyor. Pickard-Cambridge’in gö
rüşü, Com ford’un açıklamaya çalıştığı komedinin birçok
özelliklerinin «doğal» olduğu yönündedir. Böylece, Ş&valyeler'de Cook’m (Aşçı) rolünü tartışırken —Coraford’un
anlayışına göre, ölüleri yaşama döndüren geleneksel dok
torla ilişkilidir bu— C om ford’u şöyle yanıtlıyor:
Pişirerek gençleştirme, Medea ile Pelias öyküsünün
komik bağlamda bir kalıntısından başka bir şey değil
elbet — birçok oyunda görülen yaşlı bir kişinin gençleştir
rilişinin değişik bir şekli; yaşlı köylünün geleneksel bir
karakter olduğu ve içindeki arzulara en iyi biçimde, ye
niden gençleşmekle kavuşturulduğu bir komedi de yete
rince doğaldır. Bunu açıklamak için dinsel törenlere ge
rek yok.
Com ford’un bu eleştiriye, çok haklı olarak, açıklanması
gereken bütün noktaların açıklanmamış olarak bırakıldı
ğı yanıtım vermesi gerekirdi. Medea ile Pelias mitinin an
lamı ne? Yaşlı köylü neden geleneksel bir karakterdir?
Gençleşme teması neden birçok oyunda ortaya çıkıyor?
Pickard-Cambridge'e, bu şeylerin «doğal» olduğunu söy
lemek yetiyor. Aynı görüş, komik koronun hayvan giysi
leriyle ilgili kanıtlar üzerindeki yorumunda da dile ge
liyor.
Gerçekten de, hayvan şeklinde giyinme uygulaması
bütün dünyada yaygındır; bazı ülkelerde totemci bir kö
kene kadar geriye gidebiliyor; ötekilerde (ya da aynı ül
kelerde) toprağın ya da insanın doğurganlığım sağlamak
için yapılan büyü törenleriyle bağlantılı olabilir; çoğu za
man da, belki de insanbilimcilerin her zaman doğruladık
larından da sık olarak, ya görenek konusunda herhangi
278
AİSKHYLOS
b ir dinsel neden çoktan unutulmuş olduğu için ya da
(b elk i de daha çok ) insanoğlunun çocuk yanı kolay kolay
ölmediği için, sırf eğlence olsun diye yapılıyor olabilir.
Bütün dünyada yaygındır, şu da olabilir, bu da olabilir,
ya da sırf eğlence olsun diyedir. Bu türlü ifadeler gös
teriyor ki, Pickard-Cambridge kafası dar bir çevrim için
de deviniyor. Bu çevrim içinde, hiçbir Yunan dramas)
araştırıcısı bundan daha dikkatli ve keskin zekâlı değil
dir; onun dışında, kafasını hiç yormuyor. Son ifade: in
sanoğlunun çocuk yanının kolay kolay ölmemesi, anla
şılmaz geliyor bana.
Dithyrambos gibi komedi de Peloponesos’dan gelen et
kiler altında Attika'da gelişti. Bu etkilerin iletildiği or
tam belki de göçlerdi, bu da görmüş olduğumuz gibi bü
tün altıncı yüzyıl boyunca sürmüştü. Ne yazık ki, Peloponesos draması hakkında pek az şey biliyoruz. Sparta’da
Artemis Orthia tapımıyla ilgili, şarlatan doktor ve yaşlı
kadın gibi iki geleneksel figü r içeren erken dönemden
bir törensel dramadan kanıtlar var, bu iki figüre Attika
komedisinde yeniden rastlıyoruz; fakat bu figürler hem
eskiçağlarda, hem de Orta Çağ’da çok yaygındır, bu yüz
den de Attika komedisinin Peloponesos’dan türeme oldu
ğu varsayılamaz. Bir de kayıt var — Sikyon’dan olabilir,
ama yeri tam belli değil— Dionysos'a doğaçlamadan bir
ilâhi söyleyerek orkestraya giren bir grup mamırdan
(maskeli aktör-soytan) söz ediliyor. Yüzü isle boyah ön
derleriyse elinde bir fallus taşımaktadır. İlâhi bittikten
sonra seyirciler arasına dalarlar ve eğlenirler onlarla.
Fallus’ta çağdaş mayıs oyunlarındaki direğin prototipini
görmek istiyor insan. Eleutherai’de Melanthos olarak da
ha önce rastladığımız Kara Adam b ir başka geleneksel
figür. Seyircilerin alaya alınması, besbelli Aristophanesçi
parabasis'in işleviyle ilgili.
Bununla birlikte, M egara’da Peloponesos draması en
hızlı ve en eksiksiz biçimde gelişmiştir; Megara, Attika
DÖRTLEME
270
sınırından ancak birkaç mil ötede olduğuna göre, Attika
komedisinin bu kaynağa çok şey borçlu olduğuna kesin
gözüyle bakılabilir. Ayrıca, açıkça söyleniyor ki, Megara
komedisi İ.Ö. yaklaşık 580’de kurulmuş olan demokrasi
yönetimi altında gelişmiştir; Megara, bu aşamaya ula
şan ilk Peloponesos devleti (altıncı yüzyılda belki de tek)
olduğuna göre, burada komedinin tragedyadan daha az
olmamak üzere, demokratik harekete bağım lı olduğuna
ilişkin bir açık işaret görüyoruz.
Attika komedisi, aralık ayında kutlanan ve Attika
köylerinde hemen hemen aynı zamanlarda yapılan Köy
Dionysia şenlikleriyle benzerlik taşıyan Lenai Dionizyak
festivalinde ortaya çıktı. İ.Ö. 487-6'da komedi yarışmala
rı, Kent Dionysia şenliklerindeki tragedya yarışmalarıyla
aynı temelde resmen kuruldu, ancak komedi şairi yalnızca
bir oyunla katılıyordu yarışmalara. Bu tarihin, radikal
demokratların önderi Themistokles'in iktidarının en güç
lü olduğu b ir döneme rastlaması dikkate değer. Benzeri
yarışmaların resmi olmaksızın Lenai’de de yapılıyor ol
ması mümkün, fakat bunlar İ.Ö. 442’ye kadar devletçe ta
nınmıyordu.
Lenaia, başlangıçta Lenai'nin ya da «çılgın kadınlarım
bir bayramıydı: yani, bir Dionizyak thiasos'u törenine da
yanıyordu. Kent Dionysia gibi b ir pompâ ile başlardı,
bunun karakteri kısmen Aristophanes’in K öy Dionysia’
daki pompg parodisinden çıkarılabilir. Alayın başmda
kurban sepetlerini taşıyan kızlar olur, önderleri fallus’u
taşıyan bir erkekler korosu izlerdi onları. Yürürlerken,
koro doğaçlamadan b ir ilahi okurdu, bu arada seyirci
kalabalığı içindeki kişilerle eğlenirlerdi. Bir hayvan kur
ban edilirdi, belki de tam bu anda rahip «tanrıyı çağı
rın » sözlerini söyler, törene katılanlar «Dionysos, Semele’
nin oğlu, zenginlik verici!» diye bağırırlardı. Kurbanı bir
komos'un izlediği varsayılabilir. Komoidia sözcüğü «feomos
-şarkısı» demektir. Böylece, Leania töreni, bizim daha ön
ce Kent Dionysia’da gözlediğim iz aynı olay sırasını gös
te riy o r— pompĞ, agon, kâmos; Kent Dionysia'nın bilinçli
280
AlSKHYLOS
olarak Lenaia üzerine kurulmuş olması olasılığı kendili
ğinden ortaya çıkıyor.
Aristophanes’in komedileri (İ.Ö. 444-388) önemli de
ğişikliklere uğramış bir yapısal kalıba dayanır, ama yine
de açıkça belirgindir. Başlıca öğeler, pârodos ya da ko
ronun girişi: âgon, bir atışma ya da bazan bir dövüşün
izlediği tartışma; şairin kişisel ya da politik konularda
korosu aracılığıyla dinleyicilere seslendiği pârabasis; ve
genellikle bir kömos karakterinde olan Ğxodos. İçinde bir
ya da daha çok karakterin rol aldığı iambik diyalog sah
neleri bunların arasına serpiştirilir; pârodos'tan önce bir
prolog gelir.
Aristoteles, komedinin «fallus ilahisinin önderlerinden»
ortaya çıktığını söylüyor, tıpkı tragedyanın dithyrambos’
lann önderlerinden ortaya çıkışı gibi. Demek istediği
açıkça şu: kişi olarak konuşmak yoluyla töreni dramaya
döndüren, fallus İlâhisinin önderiydi; tıpkı dithyrambos
önderinin giderek tragedyanın oyuncusu oluşu gibi. Çağ
daş eleştirmenler, drama öğesinin yoğunlaştığı prolog'un
(önoyun) ve öteki iambik sahnelerin diğer bölümlerden
daha geç kökenli olduğu konusunda genellikle aynı düşüncedeler; bunlar ortadan kaldırılınca da, bizim pompe,
agon, pârabasis ve 6xodos ya da kömos olarak tanıdığı
mız pörodos’la başbaşa kalırız. Açıkça bir sahte dövüş
töreni üzerine kurulu olan âgon ile komediye özgü pâra
basis bir yana, bizim daha önce tragedyanın altyapısı ola
rak saptadığımız sıralamadır bu. İki sanat biçimi böyleoe ortak bir kökene gitmiş oluyor.
Tragedya uygulamasında satir oyunun temsil ettiği
komik öge artık açıklanmış oluyor; geriye, tragedyala
rın neden üçlü gruplar halinde yazıldığını düşünmek ka
lıyor. Bu konu üzerinde Oresteia adlı kitabımda şöyle yaz
dım:
Aiskhylos’un üçlemeyi bulduğunu sanmıyorum. Tra
gedyaları üçlü gruplar halinde yazma uygulaması, farklı
temalarla ilgili olsalar bile, belli b ir drama yazarının
DÖRTLEME
281
yaptığı yenilikten ortaya çıkmış olamaz; tragedya uygu
lamasının eski ve temel b ir bölüm ünü oluşturmadıkça,
anlamı ortadan silindikten sonra yaşamakta devam etmiş
de olamaz.
Hiç de sağlam olmayan bir usavurma bu. Aiskhylos’un
bir tek tema üzerine dörtlemeler yazma pratiğinin so
nunda neden terk edildiği, zamanı gelince üzerinde du
rulacak bir konu; fakat bütün kanıtlar sonuçta satir oyu
nun geç bir ek olduğunu gösterdiğine göre, üçlemenin
ilkel olduğu varsayımı savunulamaz.
Bu konuda Murray’m öne sürdüğü, fakat kanıtlarla
desteklenemeyen ayartıcı varsayımı şaşırttı beni, yanlış
yola sürükledi: üçleme, tanrının doğumu, ölümü ve ye
niden dirilişini temsil etmek üzere düzenlenirdi varsa
yımı. Tragedya sanatının bu tipten bir törene kadar git
mesi kuşkusuz görünüyor bana, bunu bulma onuru da
temelde, Yunan dini üzerine çalışmaları Cornford'un ko
medi, Murray’ın ise tragedya üzerine çalışmalarına çıkış
noktası oluşturan Jane Harrison’a aittir; fakat, Comford
haklı olarak komedinin temel yapısında törensel izler ara
dığı halde, Murray dikkatini büyük ölçüde tragedyanın
olaylar dizisi üzerine toplamıştır; bu görüş açısından,
olaylar dizisi yüzeysel bir öğedir, sonuç olarak hipotezi
de çöktü. Üçlemenin daha basit bir açıklaması var.
İlk tragedyanın olay dizileri, Aristoteles'in söylediği
ne göre, küçüktü. Nasıl genişletildi? Koro ciddi bir engel
oluşturuyordu. Oyuncu karakter değiştirebilir, ama koro
zorunlu olarak bütün oyun boyunca aynı kalıyordu. Bu
güçlüğü aşmanm tek yolu, oyunların sayısını çoğaltmak
tı. Yunan üçlemesinin birçok oyunu, işlevsel olarak, Eli
sabeth dönemi oyununun çeşitli perdelerine denk düşü
yordu: eylemde tam kesintiler yapmak yoluyla olay dizi
sinin alanını genişletmeye yarıyordu. Üçleme olmasaydı,
Aiskhylos’un bu biçimde ele aldığı temalardan biri olan
Oidipus mitini bütün boyutlarıyla vermesi olanaksız olur
du. Birinci oyun baba üzerineydi, İkincisi oğul, üçüncü-
282
AİSKHYLOS
süyse bu oğulun oğullan üzerine. Böylece, üçlemenin bü
tünü üç kuşağı kapsıyordu. Doğru, Sophokles ilk iki ku
şağı bir tek oyunda, Oidipus Tyrannus'ta. ele almıştı, ama
yoğunlaştırmaya örnek bu başyapıtı, ancak, arkasından
kendinden önceki oyun yazarlarının daha büyük ölçüde
başarıları bulunduğu için yaratabilmişti.
Aiskhylos’un üçlemeyi bulup bulmadığı sorusuna ve
rilebilecek tek yanıt, onun, dörtleme kuralının belki de
son biçimini aldığı tarihten ancak altı yıl sonra oyun
yazmakta olduğunun bilinmesidir, dolayısıyla onun güç
lendirilmesinde bir katkısı olduğu yeterince açık. Kesin
olan şey, Aiskhylos’un, dörtlemeyi yetkin duruma getiren
kişi olduğudur. Dörtlemenin, dönemin toplumsal tarihin
den nasıl ortaya çıkmış olduğunu gördük. Aiskhylos bu
nun üzerinde çalışmış ve onu, alan genişliği, organik bir
lik ve kümülatif yoğunluk yönünden ancak Beethoven’in
senfonisiyle karşılaştırılabilecek bir dramatik biçime sok
muştur.
Son zamanlarda, satir oyununun artistik uygunluğuy
la ilgili bazı kuşkular dile getirilmekte; Sophokles’in İchneutai'si ile Euripides'in Cyctops’unun (yaşayan tek oyun
lar bunlar) kendilerinden önceki tragedyaların etkisini
artırmaktan fazla bir şey yapmış olamayacağı kabul edil
melidir. Fakat Aiskhylos'a gelince, kanıtların azlığından
başka, niçin kesin yargıya varmamamız gerektiğinin iki
nedeni var. Bir satir oyunlar yazan olarak, eskiler onu
Sophokles’ten ve Euripides’ten o kadar üstün tutuyorlar
dı ki, onu birinci sıraya yerleştirirlerken, ikinci sıra, ya
pıtları bize kadar gelmemiş olan bir drama yazarına:
Eretria’lı Akhaios’a veriliyordu. Dahası, Aiskhylos türü
satir oyunu, dörtlemenin organik bir bölümüydü. Böylece,
Oresteia üçlemesini izleyen Proteus, erkek kardeşinin tra
jik eve dönüşüne bir scherzo olarak, Troya Savaşından
sonra Menelaos'un serüvenlerini anlatıyordu; Oresteıa’nm
ayinsel büyüklüğünü sorumsuz bir şenlik, neşe kasırgası
içinde tamamlayacak olan Odysseia’nın romantik atmos
feriyle yüklü bir Proteus hayal etmek güç değildir.
DÖRTLEME
283
Daha da önemlisi, onun üçleme karşısındaki tutu
muydu. Gelecek bölümde göreceğimiz gibi, üçleme onun
ellerinde, saldırıyı, karşı saldırıyı ve uzlaşmayı — çaba,
çabanın ödülü, düzensizliğin uyuma dönüşmesi, demok
rasinin zaferi— dile getirmek üzere tasarlanmış, düşün
cesinin doğal devinimine kusursuz bir biçimde uyan bir
araç olmuştur.
XV
ORESTEİA
Aiskhylos, Eleusis’in yerlisiydi. Babasının adı Euphorion. Klanının adını bilmiyoruz, ama ailesi Eupatrid’lerdendi. Önemli bu, çünkü ilkel Attika’nm kabile toplumuna kadar uzanan bir aristokratik geleneğin kalıtçısı oldu
ğu anlamına geliyor. Doğum yılı İ.Ö. 525. Dolayısıyla
Hippias'ın tiranlığını anımsayacak ve Kleisthenes'in demok
ratik reformlarına oy verecek yaştaydı. Kent Dionysia’ya
dĞbut’sü (ilk olarak çıkışı) 499 yılında oldu, fakat on beş
yıl ödül kazanamadı. Erkek kardeşi Kynegeiros’un öldüğü
Maraton’da, arkasmdan Salamis’te savaşlara katıldı. Top
lam doksan kadar oyun yazdığı söylenmekte, bunlardan
ancak yedisi bugüne kalabilmiş. Yaşamının büyük bir
bölümü Attika’da geçti, fakat oyunlarından bazılarının
oynandığı, Syrakusa tiranı Hieron’un sarayına en azmdan
iki ziyaret yapmıştır — birincisi İ.Ö. yaklaşık 471’de, İkin
cisiyse Oresteia'nm 458’de oynanmasından sonra. İki yıl
sonra Gela’da öldü; geriye, babasının yazıp oynatamadığı dörtlemelerle dört kez zafer kazanan bir oğul bıraktı:
Euphorion.
Cicero onu «bir şair olduğu kadar bir Pythagorasçı
— söylence, bu» diye tanımlıyor. Cicero Atina’da eğitim
görmüştü, sonuç olarak, bugüne kalan oyunlardan çıkan
kanıtlarla rahatça doğrulanmasa bile, bu söylenceyi yad
sımak için herhangi bir neden yok; Wilamowitz’in bu ko
nudaki tutumuysa —Cicero'nun bu tümcesini bir «bellek
ORESTEİA
285
yanılması» olarak dikkate almıyor o— bir terslik, bir
inatçılık olarak tanımlanabilir ancak. Aiskhylos’un, do
ğum yerinin mistik gelenekleriyle dopdolu olduğu da
açık bir gerçek. Bir söylenceye göre, tragedya sahnesi
için desenlerini çizdiği giysilerden bazıları Eleusis rahip
lerince alınmıştı. Bir başka söylenceye göreyse, ki Aris
toteles’e kadar gidiyor bu, Aiskhylos, oyunlarında mistik
gizleri açığa vurduğu için yargılanmış, fakat bunların
giz olduğunun farkında olmadığı savunularak aklanmıştı.
Mistik düşüncelerin dramada kullanılışının, Oresteia'nm
en göze çarpan özelliklerinden biri olduğunu göreceğiz.
Bugüne kalan oyunlardan Persler, Yediler ve Yakarıcılar birbirinden birkaç yıl arayla oynanmıştı (s. 209 ),
Oresteia ise daha sonra, İ.Ö. 458’de. Zincire Vurulmuş
Prometheus'un tarihi hâlâ tartışmalı, fakat başka bir yer
de verdiğim nedenlerden dolayı sanıyorum ki, kalan
oyunlarının en sonuncusudur o, ölümünden sonra Euphorion’un oynadığı oyunlardan biri olma olasılığı da yaba
na atılmaz.
Yabancılar ve Prometheus kendi dörtlemelerinde bi
rinci oyunlardı, Persler ikinci, Yedilerse üçüncü. Oresteia
bütün bir üçlemedir— bizim elimizde olan tek üçleme.
Ayrıca, Persler’in dışında bütün bu oyunlar birbiriyle bağ
lantılı ya da bir’ci (unitary) tipten dörtlemelere aitti.
Geri kalan bölümleri kaybolmuş olan dramalanda. Ya
bancılar ve Prometheus birinci, Thebai'ye Karşı Yedi Ki
şi'yse üçüncü perdelerdir; bu dramalarda geriye kalan bö
lümler kaybolmuştur. Oresteia olmasaydı, Aiskhylos’un üç
tragedyasını bir bütün içinde nasıl kaynaştırdığını saptayabilmenin yolunu bulamazdık; onunla, öteki oyunların
ortaya koyduğu sorunlar karşısında çok değerli dolaylı
kanıtlar elde etmiş oluyoruz. Bu nedenlerden dolayı, zamandizinsel sıraya karşın ilk yeri Oresteia'ya vermek uy
gun düşüyor.
Pelops öldüğünde iki oğul bırakır geriye. Atreus ile
Thyestes; babalarının yerini kimin alacağı üzerinde tar
tışırlar. Atreus kardeşini ülke dışına sürer, fakat bir süre
286
AfSKHYLOS
sonra barışma bahanesiyle geriye çağırır ve bir şölen
verir onuruna; şölende, gizlice öldürdüğü oğullarının eti
ni sunar ona. Thyestes cinayeti öğrenir ve Pelops’un Sa
rayını lanetler. Atreus’un ölümünden sonra krallık, iki
kız kardeşle —Klyteimnestra ile Helena— evlenmiş olan
iki oğul —Agamemnon ile Menelaos— arasında bölünür.
Troya Kralının oğullarından biri olan Paris, Menelaos’u
ziyaret eder, Helena’ya âşık olur ve onunla birlikte ka
çar. Troya Savaşının nedeni budur. Yunanlılar Agamemnon’un komutasında Aulis’te toplanırlar, fakat bir fırtı
na yola çıkmalarını geciktirir. Bilici Kalkhas, Agamemnon’a fırtınanın Artem is’in öfkesinden ileri geldiğini, an
cak kızı İphigenia’nın kurban edilmesiyle yatışabileceğini
söyler. Bunun üzerine Odysseus, Akhilleus'la evlendirileceği bahanesiyle kızı anasından alıp getirmek üzere Argos’a gönderilir, ve kız babası tarafından kurban edilir.
Ondan sonra birlikler Troya’ya doğru yola çıkar. Kısa
süre sonra, Klyteimnestra, Thyestes’in oğullarından Aigisthos'la —Atreus’un babasına verdiği şölenden kaçarak ca
nını kurtarmıştır— bir aşk ilişkisine girer. Bü ilişkiyi ko
laylaştırmak için Klyteimnestra, o zamanlar daha bir ço
cuk olan oğlu Orestes’i Phokis'e gönderir. Savaş on yıl
sürer. Troya düşünce Yunanlılar tapınakları yerle b ir et
tikleri için tanrıların gazabına uğrarlar, sonuçta fırtına
ve yıldırım donanmayı darmadağın eder. Menelaos ve
Odysseus kaybolurlar, yıllarca geriye dönmezler. Agamem
non sağ salim döner, fakat karısı tarafından öldürülür,
karısının sevgilisi de cinayetin suç ortağıdır. Troya Kra
lının kızlarından olan v e yurda cariye olarak getirdiği
Kassandra da aynı zamanda öldürülür. Birkaç yıl sonra
Orestes, Delphoi'deki ApoUon Kahininden babasının öcü
nü alması emrini alır. Phokis’te kendisini konuk etmiş
olan kralın oğlu Pylades’le birlikte gizlice ülkeye döner;
kendisini, hâlâ yaşamakta olan kız kardeşi Elektra'ya ta
nıtır ve onun yardımıyla hem anasını hem de Aigisthos'u
öldürür. Anasının intikam ruhları Erinys’ler onun peşine
takılırlar. Delphoi'ye kaçar, orada ApoUon tarafından
ORESTEİA
28?
arındırılır. Arınışının geçerliliğini tanımayan Erinys’ler pe
şini bırakmayınca, oradan oraya dolaşmalarını sürdürür,
sonunda Athena’mn özellikle bu amaç için kurduğu Areopagus’un Athena Mahkemesinde anakatilliği suçuyla yar
gılanır ve aklanır.
Aiskhylos’un anlattığı Orestes öyküsü bu. Aynı öykü
Homeros şiirlerinde de anlatılmakta, fakat Atreus'un şöle
ninden, İphigenia'nın kurban edilişinden, Delphoi bilicisin
den. Erinys'lerin sıkıştırmasından, Apollon’un yaptığı arın
dırmadan ya da anakatilliği yargılamasından hiç söz edil
memektedir. Bu atlamaların anlamını düşünürken, bir
yandan Homeros’un öykünün bütününü anlatma savında
olmadığını, öte yandan destanda, halk geleneğini monarşi
çıkarları yönünde değiştirme gibi bir eğilim olduğunu
unutmamak gerekir. Atreus’un şöleni, daha önceki bir bö
lümde tartışılan Tantalos'un şöleniyle aynı tipten bir mit
tir (s. 141); bir seferin başlangıcında insan kurban etme
göreneğinin, politik yönden güçlü rahiplikle işbirliği için
deki erken monarşinin bir özelliği olduğu bir başka yerde
gösterilmiştir; Orestes’in, anasının Erinys’leri tarafından iz
lenmesiyle anayanlı bir kökeni gösteriyor. Hepsi de ilkel
görülebilecek bu üç öğeden üçüncüsü, çeşitli yerel gele
neklerde kendi başma yaşamanı sürdürmüştür. Bunlardan
birinde, Orestes, Zeus Kappotas adlı bir taş fetiş üzerine
oturarak deliliğinden kurtulur, besbelli bir göktaşı bu; bir
başkasında, parmaklarından birini kemirip yedikten son
ra iyileşir ve saçlarını Erinys’lere adar teşekkür olarak.
Bir üçüncüsünde, bir Artemis tapmağının önünde kutsal
bir taş üzerinde Troizen’li dokuz adam tarafından arın
dırılır. Bütün bu söylencelerde Apollon hiçbir rol oyna
maz-, üçüncüsündeyse arındırılma fikri, Zeus Kappotas’ınki gibi antropomorfizm-öncesi bir tapım üzerine kaydırıl
mış gibi görünmektedir. Bu nedenle, Apollon tarafından
yapılan arındırmanın, toprak sahibi aristokrasi dönemine
ait olduğu çıkarsanabilir, bu çıkarsamamızı başka kanıtlar
da destekliyor. Spartalılann, Delphoi'den, Peloponesos’daki politik egemenlik savlarım güçlendirmek üzere Ores-
288
AİSKHYLOS
tes’in kemiklerini Tegea’dan Sparta’ya getirtilmesine yet
ki veren bir kehanet sağlamaları bu dönemde olmuştur;
ayrıca, Stesikhoros'un kayıp Oresteia’sının Sparta çıkarla
rına hizmet edecek biçimde düzenlenmiş olduğuna inan
mak için nedenler de var. Son olarak, Areopagus’taki yar
gılama, açıkça Sparta versiyonuna bilinçli bir karşıtlık
içinde geliştirilmiş bir Atina ekidir. Erinys'lere kovala
ma rolünü veren ve Orestes’in yargılanmasını Mahkeme
nin kuruluşu için bir fırsat olarak kullanan Aiskhylos’un
kendisi de olabilirdi. Euripides’in Elektra’smda Erinysler
yenilmelerinin üzüntüsünden yıkılmış bir durumda yeral
tına girip kaybolurlar. Eumenid.es’te de yeraltında kay
bolurlar, fakat halkın sevinç çığlıkları arasında Athena’
nm yol göstericiliğinde giderler. Bu durumda bu yol gös
tericiliğin ve anlatmak istediği her şeyin Aiskhylos tara
fından eklendiğini söyleyebiliriz. Böylece, onun anlattığı
gibi, Orestes öyküsü, ilkel kabilenin, erken monarşinin,
aristokrasinin ve demokrasinin birikmiş tortularını yüze
çıkaran toplumsal tarihin katmanlı b ir parçasıdır.
Agam em nonun açılış sahnesi, olay dizisinin farklı bir
özelliğine işaret edecek biçimde düzenlenmiştir. Klyteimnestra bir fesatçıdır ve düşündüklerini açıkça söyleyemez.
Shakespeare olsaydı, tıpkı Seneca gibi, onun amacını Aigisthos’la bir diyalogta ya da sesli düşünmelerle ve kendi
kendine konuşmalarla verirdi belki de; fakat Aiskhylos’un
yöntemi daha ekonomik. Biz onu görmeden önce sesini
duyanz; konuşmaya başlamadan çok önoe görürüz onu.
Sarayın eşiğinde her görünüşünde. Koronun sözleri, ak
lından neler geçtiğine değgin bilinçsiz bir yorumlama sağ
lar bize; öyle ki, sonunda konuşmaya başladığında söz
lerindeki gizli anlamı yakalamaya hazınzdır artık, o ka
dar uzun süre geriye bırakıldığı için daha da etkileyici
duruma gelen davranış nedeninin en sonunda açıklan
masına hazırlanmışızdır.
V ak it gece yansından hemen sonradır, mevsim son
baharın sonudur, Ülker yıldızı batmıştır ve denizi geç
ORESTEİA
289
mek tehlikelidir artık. Nöbetçi, yılın başından beri nöbet
tedir, savaşın onuncu yılı, biliciye göre de sonuncu yılıdır.
Yorgundur, özgür kalmayı özlemektedir (1-2):
T an rıy a
U zun
du a
ediyorum
kurtarsın diye
beni
b ir yıl boyunca çektiklerimden.
Biraz sonra bu dua yinelenir, fakat arada geçenlerin so
nucunda anlam ı değişm iştir— yalnızca kendi kurtuluşu
için değil, hizmetinde olduğu Sarayın üzerine çökmüş olan
lanetten kurtulması için b ir duaya dönüşmüştür ( 16 -21 ):
N e zam an b ir şarkıya başlasam ya da b ir ezgi mırıldansam,
K u rtu lm ak için m üzikle, bastıran uykudan
G özlerim den yaşlar boşanır, bak a n ın da
B ir zam an lar erinç İçindeki b u b ü yü k Sarayın haline
Bari sonunda iyi haberler çaksaydı gökyüzünde
K ara n lığı dağıtıp kurtarsaydı bizlcri!
«Kötülüklerden kurtuluş», «çalışmadan kurtuluş», mystery’
lerin dilinden günlük konuşmaya geçmiş birçok sözden
biridir; bunlarda, daha önce gördüğümüz gibi, mistikle
rin, ölümlülüğün kötülüklerinden arınmanın ödülü olan
tinsel mutluluk haline ulaşmayı umdukları yollar dile ge
tirilirdi. Nöbetçi bu anlamı düşünmüyordur, ama üçlemenin
gidişinde yavaş yavaş ortaya çıkar bu.
Fatihler, kendilerini bekleyen felaketlerden habersiz,
ele geçirdikleri kentte uykudadırlar (335-7):
G ecen in ayazından,
G ö k le rin
çiğinden, kırağısından
U y u ya cak la r,
bütün
kurtulm uş — O h , n e hoş
b ir gece nöbet
beklemeksizin!
Orestes annesini öldürürken. Sarayın nihayet arınmış ol
duğuna saflıkla inanan Troyalı hizmetçi kadınlar bir ilâhı
söylerler: daha ilerde göreceğim iz gib i Eleusis törenlerine
dayalı b ir İlâhidir bu (Cho. 942-5) (S u n u Taşıyanlar):
290
AİSKHYLOS
Şükürler olsun da, bir şarkı yükselsin evden
Kötülüklerden kurtuluşu söyle, korkunç
Günahkârların saçıp durdukları zenginlikten
Belalı, sıkıntılı yollardan.
Hemen ardından, anndıncm m kendisi umutsuz bir bi
çimde annma gereğini duyar (Cho. 1059-60), Apollon’sa Athena’ya gitmesini söyler ona (Eum. 81-3) (H ayırlı Tanrı
çalar):
Çünkü orada,
Senin davana bir karar verip, konuşarak
Hafifleteceğiz derdini, bir yol bulacağız sonunda
Bu felaketlerden kurtarmak için seni.
Erinys’lerin kovaladığı kaçak,
sığınır (Eum. 297-8):
Athena’nm
merhametine
Ah bir gelse— -uzakta da olsa işitebilir —
Ve bu dertlerden kurlarsa beni!
Nöbetçi, Tanrılara dua ediyordu. İkinci oyun, bu kez
Hermes’e bir başka duayla başlar; Hermes, canlılarla ölü
ler arasında bir aracıdır; üçüncünün başlangıcındaysa
Delphoi rahibesi, Pallas (Athena), Loksias (Apollon) ve
öteki tanrılara dua eder, Yetkinleştirici Zeus’la bitirir (Eum.
28). Akşam yemeğinden sonra, önce Olympos tanrıları
na, sonra ölülerin ruhlarına ve en sonunda da Yetkinleş
tirici ve Kurtarıcı diye de adlandırılan üçüncü Zeus’a kat
kısız şaraptan bir şükran sunusu yapmak töreydi; Agamemnon'da Koro, savaştan önceki mutlu günlerde İphigenia kızın bu törenin başında babası için nasıl bir şük
ran ilahisi söylediğini anlatır (243-7). Fakat İphigenia öl
dürülmüştür, muzaffer anne ise onun katilinin ölü bede
ninin başında durmuş bağırır (1385-7):
Sonra hareketsiz yerde yatarken
Üçüncü vuruşu indirdim, benim üçüncü saçı’mı
Cehennemin Zeus’una, ölülerin kurtarıcısına.
ORESTEİA
291
Annesini ve âşığını öldürmeye kararlı Orestes küfürlere
girişir (Cho. 575-8):
Kılıcım
Ve
vuracak ve b ir cesede döndürecek
âşığım
onun
hiç kana susamamış bir Furia
Akıtacak anamın üçüncü yudum
katıksız kanını.
Furia, Erinys’dir. Orestes çok anı çektikten sonra kurtu
lur (Eum. 754-80):
Ey
Pallas, E y
evimin
kurtarıcısı,
Ülkem den atılmış biriydim, sen
Getirdin
beni geri yurdum a; insanlar
B ir kez daha A rg o s’lu o, diyecek, oturuyor
Babasından kalan
P allas’m,
evde, Iütfuyla
Loksias’ın ve herkese hükmeden
Üçüncünün, Kurtarıcının.
Şimdi Agam emnon'& dönelim. Gözcüye gözetleme göre
vini veren, bir kadının: şimdi zaferi düşlemekte olan, Agamemnon'un karısı (26) Klyteimnestra’nm (84) hiç sönme
yen umutlandır. Gün ağanrken Troya’nm düştüğünü bil
dirdiğinde, haber çoğu kimse tarafından gerçek olama
yacak kadar güzel, boş bir düş sanılıp ciddiye alınma
yacaktır (274-491); fakat haberin doğruluğu anlaşıldıktan
sonra, onun bir başka zafer için uğraştığı konusunda git
tikçe güçlenen kanı, bu düşü bir karabasana dönüştüre
cektir (975-83). İkinci oyunun başlangıcında bu kadm, bu
kez zaferi değil öç almayı düşleyecektir (Cho. 32-41) ve
düşü yine gerçekleşecektir (Cho. 929); sonunda, düş gö
renin kendisi, uyku basmış Erinys’leri öç almaya kışkır
tan bir düşe dönüşecektir (Eum. 116).
Bu kadında bir erkek istenci vardır (11). Kendisi alay
cı bir biçimde reddetse de (348, 1661, Cho. 672-3) erkek
kişiliğine sahiptir (351); ve cinsiyetinin yerini almış olan
alçakgönüllülükten, sadelikten yoksundur (613-14, 856,
840, 1373, Cho. 629-30). Fakat dişi olarak, ister de açığa
korsa, çekiciliğine dayanılmaz (941-3). Onun, dağın te-
292
AİSKHYLOS
peşinden ateşle işaret verileceği öyküsüyle alay ederler,
kadın deliliğinin bir parçasıdır bu (483-87); fakat o ama
cından dönmez (594-8). Kılık değiştirmiş Orestes kuşku
larını uyandırınca Aigisthos bunları dehşete düşmüş bir
kadının korkusu olarak hesaba katmak istemez (Cfıo.
845-6), fakat hareket zamanı gelince «Bana bir erkek bal
tası getirin!» diye bağıran, kadındır (Cho. 889).
Gözcü, sahibesinin tersine, düş görmeye cesaret ede
mez (12-15). Uyanık kalmak için şarkı söyler, fakat şar
kısı Atreus’un Sarayı için bir ağıta döner. Daha sonra,
kurtuluş için dua ettikten sonra dağdaki ateşi görür. Kut
sal ışık parlamıştır, karanlık dağılmaktadır, gözyaşları
sevince döner.
Gözcü ışığı selamladıktan sonra Kraliçeyi bu sevin
ce katılmaya çağırır, sevinç danslanna başlar — fakat bir
den durur, anlatılamayan bir korku durdurmuştur onu.
Sevinci gerçekte aldatıcıdır. Günün geç bir vaktinde, bir
rahibenin esinli imgelemi, Erinys'leri daha önce Gözcü
nün dans etmiş olduğu çatıda dans ederken görecek (1186
-90), korkutucu haykırışlarım işitecektir (1118). Bu tür
amansız sevinçler, tekrar tekrar iç karartıcı önsezilere
dönüşecektir. Yaşlı erkekler korosu, geçmişe sağlam bir
inançla sahneye girer, fakat çok geçmeden gelecek için
korkularını yatıştırma yollarını aramaya başlarlar (99103). Geçmişe dönerek, savaşın mutlu başlayışını anım
sarlar, fakat sonra bunun için ödedikleri korkunç bede
li, İphigenia’nm kurban edilişini düşünürler, öyle ki, so
nunda söken şafak Gözcünün dua ettiği kurtuluşu de
ğil, daha kötü bir felaketi haber verir gibidir (248-58).
Kraliçenin bildirisinden sonra, Paris’in cezalandırılmasın
dan dolayı neşeli bir ilahiye başlarlar (367) fakat ilâhı
Agamemnon için duydukları endişeyle biter (456-70). Ha
berci, doğan güneşi delicesine bir sevinç içinde selam
lar (508-75) fakat çok geçmeden zaferin ardından hemen
bir felaketin ortaya çıktığını itiraf etmek zorunda kalır.
Yaşlılar, Agamemnon'u duruma yaraşır bir biçimde se
lamlamak için büyük çaba göstermektedirler (782-809), da
ORESTEİA
293
ha sonra onun tuzağa doğru yürüyüşünü çaresiz seyret
mek zorunda kalırlar; v e umutla korku arasında son bir
mücadeleden sonra (975-1034) büyülenmiş gibi korku için
de kaçınılmaz sona teslim olurlar, ikinci oyunda da öyle.
Hizmetçi kadınlar korosu, zaferden güvenli, erkek ve kız
kardeşi öç için duaya çağırırlar; fakat daha sonra cesa
retlerini yitirerek felaketten başka bir şey göremezler ge
lecekte (463-75). Orestes görevini yaparken Sarayın kur
tuluşundan büyük sevinç duyarlar (935-72) fakat oyunun
bitişinde, umutsuzluk içinde bu evin dertlerinin he za
man biteceğini, tükeneceğini soruyorlardır birbirlerine.
Üçlemenin sonuna kadar, dertler gerçek ve kalıcı bir se
vince dönüşmeyecektir.
Bütün bunlar Gözcünün konuşmasında gizlidir. Göz
cü, kuşkulardan yenik düşmüş, sessizlik içinde sığınacak
bir yer arar (36-9):
Gerisi
Dilim in
sırdır — ağır
b ir
üzerinde. Şu
Söyleseydi
balta
asılı
duvarların dili olsaydı
bütün olanlan,
da
sözüm
Y alnızca bilenleredir, bilmeyenleriyse — bilerek
unuturum.
Giz «anlayanlar» içindir. Gözcü bu sözleri söyleyerek sa
rayın içinde kaybolur; sonra, sanki buna bir yanıtmış gibi
karanlıkların içinden Klyteimnestra’nın sevinç çığlığını
duyanz: «A lelu ya!»
Parodos'ta ve de ilk stasimon’da şair, düşüncelerimizi
on yıl öncesine, savaşın başlangıcına götürmekle başlar.
Bunlar hep birlikte, bugüne kalan yapıtlarında en uzun
koro bölümünü oluşturur; her birini izleyen stasimon’lar
gittikçe kısalırlar — bu ise düğüm noktasına yaklaşırken
tempo'yu hızlandırmanın bir yoludur. Geçmişe dalmışken,
şimdiki zamanı unuturuz; eylem yeniden başladığındaysa,
olay dizisi öyle hızla ilerler ki, şairin, geniş bir alana ya
yılmış olayların bir tek gün içine sıkıştınldığı zaman şe
masını sorgusuz kabul ederiz.
Parodos, Kraliçenin ilk kez sahneye çıkışı için bir ze
294
AİSKHYLOS
min sağlar. Atreus'un oğulları, Helena’nın kaçınlışmdan
duydukları öfkelerinde, yavruları çalınmış iki kartala ben
zetilir. Zıtlık çarpıcı ve amaçlıdır. Kartallar tanrılara baş
vururlar, tanrılar da saldırganın başına bir Erinys mu
sallat eder (59). Bu anda Klyteimnestra sarayından çıkar
ve giriş kapısında dikili kutsal taşlarda sessizce adağa
başlar. Bu arada, hâlâ Paris’i düşünmekte olan Yaşlılar,
günahkârın adaklarının yararsız olduğunu açıklarlar. Son
ra kendilerinden konuşurlar: dövüşemeyecek kadar yaşlı
oldukları için geride bırakılmışlardır, çocuklar kadar güç
süz ya da gündüz düşleri kadar hafiftirler (79-82). Sonun
da, birden Klyteimnestra’yı görürler, ona doğru dönerler
ve ne haber getirdiğini sorarlar (83-87). Sorulan yanıtsız
kahr. Kraliçe sessizce sahneden ayrılır, kentin öteki altarlanna doğru yoluna devam eder. Onun konuşmasını
bekliyoruzdur, fakat doruk noktası ertelenmiştir.
Yaşlılar dövüşemeyecek kadar yaşlı olsalar da, şarkı
söyleyemeyecek kadar yaşlı değildirler; seferin başladığı
sırada görülen, göklerden gelen belirtiyi ve bilicinin onu
okuyuşunu anlatmaya başlarlar şarkılarıyla. İki kartal
görünmüştür, gebeliğinin son günlerine gelmiş bir tavşa
nı yiyorlardır. Kartallar krallardır (bunların artık ezilen
ler değil, ezenler olduğunu gözleriz), tavşansa Troya’dır:
tavşan nasıl onuncu ayda doğacaksa, Troya da onuncu
yılda düşmeye yargılıdır. Fakat doğum tanrıçası, yabanıl
hayvanların koruyucusu Artemis gücenmiştir, karşılık ola
rak bir başka adak istiyordur. Bilicinin yorumunun ilk
bölümü yeterince açıktı, fakat şimdi kendisinin bile ne
olduğunu anlamadığı bulanık şeyler görür gibidir (152-5):
Doğuştan kavga yaratıcı, insandan korkmayan kan güdücü, hâlâ orda
Sarayı terk etmeyen ihanet, anımsar, öcünü alır bir çocuk ölümünün
Bu anda, akıp giden öykü, insanın acı çekerek akıl
lanması gerektiğini buyuran bir yasa göndermiş olan Zeus’
un egemenliği üzerine ağır ve ciddi bir düşünceyle kesilir
(160-83):
ORESTEİA
295
Zeus, o ki buyurdu, insan
Elem içinde öğrenm eli ve acı çekerek
Y o lu n u bulm alı diye.
D erin uykulara daldığında, yanlışlarını anımsar da
Y a ra lı yüreği daha da yırtılır yepyeni acılarla
A k ıl uğram az semtine.
İnsan ruhunun yol göstericileri
Ölüm süz güçlerin dağıttığı iyilik
Y a ra la r onu.
Çok fazla şey isteyen insana bir uyandan başka bir şey
olmayan, acı çekmenin insanı akıllandıracağına ilişkin es
ki Hesiodosçu atasözüne burada yeni ve olumlu bir değer
yüklenmiştir.
Öykü yeniden başladığında, ritim sıkışmış ve yoğun
laşmıştır. Fırtına patlar, Agamemnon ikirciklidir, donan
ma yok oluyordur, Tann sözünü söylemiştir; Kral, bilici
nin yetkesini bir an için durup sorgulamaksızm, kızın ge
lecek kötülüğü bildiren haykırışlarını bastırarak, krallık
tutkusuna kapılır ve kendi öz çocuğunu öldürür.
Biliciler görevlerini yerine getirdi.
Ç ü nk ü A dalet önce cezalandırır, sonra dersini verir.
Y a rın mutlaka olacaktır, çok geçmez getirir acılarını
Öyleyse bugün ağlam ayalım .
Güneşin doğuşu k adar apaçık gösterecektir kendini.
Bu sözler söylenirken (249-54) Klyteimnestra sarayın eşi
ğinde yeniden görünür, geçmişini arkasına almış durmak
tadır.
Bir kez daha, yeni bir haber var mı? Bu kez yanıt
lama alçakgönüllülüğünü gösterir (264-7):
M ü jdeler size! Eski atasözünün dediği gibi,
Gecenin rahminden Sabah yükselsin! Ö yle büyük ki
D uyacaklan n, umutlarını aşacak.
H aberim
şu;
Y u nanlılar T roy a’yı aldılar!
296
AİSKHYLOS
Ve diyalogun sonunda, kendisine kentin ne zaman düş
tüğü sorulunca şöyle yanıt verir (279):
Bu şafağı doğurmuş olan gece.
Konuştuğu dil, öldürülen çocuğunu düşündüğü on yı
lın izlerini taşımaktadır. Sonra, sorulan sorulan bir an
önce yanıtlamak için Ege’nin öbür kıyısından gönderilen
işaret ışıklarından başlayarak anlatmaya, parlak bir söy
leve dalar. Güneş gibi ya da ay gibi, veya bir kuyruklu
yıldız gibi karanlıktan yükselir ışık, doruktan doruğa sıç
radıkça sanki özelliğini değiştirir gibidir, bir yıldırım gibi
sarayın damına saldm r birden. Kraliçe daha sıkıntılı bir
hava içinde Troya’da olanlar konusunda akimdan geçir
diklerini anlatır. Esirler sevdiklerinin ölümüne yas tutuyorlardır, fatihler dinlenmededirler. Yunanlılar kazanmış
tır, ama ele geçirilen kentin kutsal yerlerine saygı gös
termek zorundadırlar. Gerçekte, Attika’yı yağmalayan
Persler gibi onlar da bu saygıyı göstermemişlerdir. Bilici
Kalkhas gibi (131) Klyteimnestra da iyi haberlerini bir
uyarıyla dizginler (341-4), buna üstü hafifçe kapalı bir
tehdit ekler (345-7):
V e tanrıların önüne b ir suç işlemeden çıktılarsa
O zam an ölmüş olanların yakınmaları da
Tatlı dilli olabilir — görünm ez bir kaza olmazsa elbet.
İkinci stasimon, Paris ile Agamemnon arasına ince
likle çizilmiş bir koşutluk çeker. Paris ele geçirdiği zen
ginliklerden başı dönmüş durumda şişinmiş, bu yüzden
de tanrıların kıskançlığını üzerine çekmiştir. Kandırma
ya da Günaha çağn ruhu umutlarını beslemiş, pervasız
yapmıştır onu. böylece doğrudan kendi düşüşüne götüren
açık bir küstahlık gösterisine itmiştir onu. Daha önce de
görmüş olduğumuz gibi bütün bunlar söylencedir. Liri
ğin özgünlüğü bu söylencesel düşüncelerin dramatize edi
ORESTEİA
lişindeki ustalıkta yatmaktadır.
gibi:
297
Headlam’m
da yazdığı
Zaferden sonra cüretli bir Te Deum’la açılır şiir; so
na ulaşılmcaya kadar yavaş yavaş korkunun en derin ka
ranlığına dalarsınız: sonuçsa, eşsiz ustalıkta geçişlerle ko
tarılır, bir kıyıdan ötekine, bir düşünceden ötekine taşınır
durursunuz, hızla işleyen bir aklın düşünceleri kadar kor
kusuz ve hızlı.
A şın bolluğun, gönencin içinde gizli tehlike üzerine açış
düşüncesi (367-84), içine sanldığı sözler daha geniş bir
dikkat istiyorsa da, görünürde Paris’in kaderi üzerine bir
yorumdur; o güne kadar bozulmamış kutsallıklan çiğne
yenlerin kaderi (389-72) Klyteimnestra’nm uyarısını akla
getirir (341-2); Günaha Çağrının zorlayıcı gücü (385-6)
Agam em non’un işlediği günahı (222-3) anımsatır bize; gü
nah işleyenlerin tan nlan n katına ulaşamayan (397) yal
varışları da tanıdık gelir bize (69-71). Günaha Çağrı ru
hu. Paris’i ve halkını yok oluş tuzağına çekmiş olan Helena’da cisimleşir (403-15), buysa Menelaos’u yasa bürür
(416-19). Tıpkı her şeyini yitirmiş olan Menelaos’un düş
leriyle başbaşa bırakılışı gib i (420-6) sevdiklerini savaşa
göndermiş olan bütün Yunanlılar da onların küllerini ge
ri getiren kül kaplarıyla alırlar karşılıklarını (433-6). Bü
tün bu kan dökücülüğü başlatmış olan savaş-efendilerine
homurdanıp dururlar (449-51). Böylece, stasimon'un so
nuna kadar dikkatimiz alttan alta değişir. Başlangıçta
(367-84):
D o ğru su n u
H er
söylem eli, hep
ad ım d a
açık seçik
Z e u s ’tan gelir vuruş
izlenir b u ...
Ç aresizdir, b o ğazına k adar altına batmış, gururdan başı dönmüş,
U y a n ık A d a le tin
ulu
tapm ağını tekmeleyen insan.
diyen Paris’tir; şimdiyse Agamemnon (462-70):
298
AİSKHYLOS
Kara
Cadılar bekler, ne zaman bir insan
Adaletle değil şansla büyüse, yücelse
Aniden tersine döner de talih
Bir gölgeye döndürür onu, atarlar
Yok oluşun çukuruna, kim kurtara!
Fazla ünlenmededir tehlike,
Kıskanç gözlü tanrı Zeus bir çakışta yakar onu.
Yaşlı erkekler, bunlardan alınacak dersi göstererek biti
rirler sözlerini — baştan beri anımsatılan bir dilektir bu
(377-80): ne Agamemnon gibi fatih, ne de Kassandra gibi
esir olsunlar, ortalama bir yaşam sürmelerine izin veril
sin dilerler kendilerine.
Yaşlı erkekler, Klyteimnestra’nm dağdan dağa ışık
larla konuşma hayaliyle alay eden bir dille, anlattığı öy
kü hakkmdaki kuşkularını dile getirirler (475-500); ancak
ordudan gelen Habercinin oraya ulaşmasıyla boşa çıkar
bu alayları. Haberci, savaşın acı anılarının doğurduğu se
vinç gözyaşlanyla, yeniden görme umudunu yitirmiş ol
duğu anayurdunun tanrılarını selamlar ve efendisi için
bir hoşgeldin şöleni hazırlamaya çağırır Yaşlıları:
O ki, doğruluktan şaşmaz Zcus'un çapasıyla
Troya’yı yerle bir etti, viran kodu bağlarını...
Atreus’un yüce oğlu, efendimiz, kralımız, mutlu insan.
«Ölünceye kadar kimseye mutlu demeyin.» Böyle diyordu
atasözü. Coşkunun itişiyle Haberci, efendisi için biraz ön
ce Klyteimnestra’mn bilinçli bir kötülükle kullandığı ay
nı nitelemeyi kullanmıştır (336). Sonra sıkıntılı bir an
yaşanır. Yaşlılar anayurttaki ihanete dair bir ima ka
çırırlar ağızlarından, fakat Habercinin endişeli sorgula
maları birden bir yana itilir: «Şimdi, ölüm bir mutluluk»
(550). İkinci konuşmasında daha düşüncelidir haberci. Sa
vaşın zorluklarını, geri dönmeyen arkadaşlarına anlatır
ken duraklar, yeniden gücünü toplar, yine duraklar, son
ra yine kendini toplamaya çalışır. Kraliçenin uğursuz göl
ORESTEİA
299
gesi sarayın kapısında belirdiğinde, kendine gelememiş
tir henüz. Kraliçe ona iyi haberlerinden dolayı umduğu
hediyeleri vaat edeceği yerde, artık kendisine gerek kal
madığını söyler — efendisini kendisi karşılayacaktır, «na
sıl bıraktıysa öyle bağlıdır ona... düşmanlarına karşı aman
sız, ve başka her şeyde aynı» (607-9); gizli niyetlerine iliş
kin imaları tehditlerle karşıladıktan sonra aniden sara
ya çekilir. Haberci, umutsuzluk içinde, Yaşlılara döner:
konuyu ilgisizce değiştirerek Menelaos’tan haber sorarlar
ona. Tatsız soruları yanıtlamak sırası ona gelmiştir ar
tık. Donanmanın bir fırtınada darmadağın olduğunu açık
lamak zorunda kalır, ve sahne, dağıtmaya çalıştığı de
rin bir kederle biter (671-2):
Şimdi, onlardan sağ kalan varsa,
Bizi ölmüş gitmiş sayıyordun
Menelaos kurtulacaktır ölümden, Agamemnon değil.
Koro ilk stasimon’da işittiğimiz (160-83) ağır, düşün
celi müziğe yeniden başlar. Temalan, ikinci stasimon’un
ortasından (403-15) ve uygun b ir biçimde Menelaos'a değ
gin haberden sonraya yerleştirilmiş Helena'dır. Paris ile
Agamemnon arasmdaki koşutluk şimdi Helena ile Klyteimnestra arasında bir başka koşutlukla tamamlanacaktır.
Helena Paris'i nasıl baştan çakardıysa, kız kardeşi de Agamemnon’u kötüye sürükleyecektir. Bir çobanın büyüttü
ğü bir arslan yavrusu gibiydi; önce büyüklerin ve küçükle
rin sevgilisiydi; önceleri yumuşak ve baştan çıkarıcıydı,
ama sonunda (748-9):
Zcus’un
am an bilmez öfkesi
Y o l gösterdi ona, gelin ağlatan bir C a d ı kılığına girdi.
Kız kardeşi. Agamemnon’u karşılamaya hazır, sarayın g i
rişinde beklemektedir yine; yaşlı erkekler bir düşteymiş
gibi ya da gördükleri şeyin anlamından habersiz seyirci
ler gibi sürdürürler şarkılarını (766-70):
300
AİSKHYLOS
İşte, kararlaştırılan zam an gelince
K ap kara bir gece bulutu, karşı konulm az öç perisi
Bilinm ez felaketin dehşeti çöker sarayal
Sonra, daha önceki iki stasimon'un sonuçlarının bir araya
toplandığı ve güçlendiği son (773-81):
A dalet nerede peki? D um andan kararmış kulübeyi aydınlatır,
A lçakgönüllülüğü oralarda bulur.
K irli ellerin yaldızlı doruklarından
Çevirir de gözlerini temiz yüreklilerin oturduğu yerlere;
V arsıllığın
H er şeyi
yüzündeki sahte dam gaya
bakmaksızın
kararlaştırılmış sona götürür.
Agamemnon, bir zafer alayının başında, kral araba
sının içinde girer, esir Kassandra’yı taşıyan bir başka ara
ba onu izlemektedir. Yaklaşan tehlikeyi ona duyurma
ya hazırlanan dalgın ve düşünceli Yaşlıların selamına kar
şılık verir (810-13):
Ö nce bu A rg o s ülkesini v e onun
Tanrılarım
selamlamak gerek, böyle
Y u rd a dönüşüm e ve Priam os’un kentinden öç alm am a
Y ard ım etmiş Olan dostlarımı.
Üçlemenin önde gelen motifi Adalet, bu sözlerle orkest
radan sahneye çıkar; Kralsa, bilinçsiz bir alayla, sanki
her ikisi de göklerin yazgısıymış gibi Troya’nın düşüşü
nü ve kendisinin Argos’a dönüşünü birleştirir. Yaşlıla
rın uyarısına, önlemini almışçasına teşekkür eder, fakat
sonra, kendi büyüklüğünden emin gönderir onlan (851-4)Artık krallık ocağım a döndüm
İlk işim, beni buradan uğurlamış
V e sağ salim yuvam a döndürm üş olan tanrıları selamlamak olsun
Z a fe r benim le birlik, bir daha da ayrılmasın yanımdan!
Klyteimnestra, çıkacak fırsatı bekleyerek sessiz dikilmek
ORESTEİA
301
tedir. Amacı, onu birazdan cezasını çekeceği günahım sim
geleyecek, gururlu, açık bir davranışa itmektir. Onu üze
rinde yürüttüğü kutsal halıların anlamı budur.
Agamemnon, onu görmezlikten gelerek, toplanmış olan
halka seslenir. Bu iki insan arasında hiçbir zaman ger
çek bir aşk olmamıştır. Klyteimnestra, soğuk ve renk ver
meyen bir dille yavaşça başlar, evde tek başına bırakılmış
kadının kaderini anlatır; onun güvenliği için duyduğu
korkulardan söz eder, sanki alttan alta onun ölümünü is
termiş gibi; sonra alçakgönüllü bir edayla doğrudan ona
seslenerek Orestes’in orada bulunmayışından dolayı özür
diler; daha sonra sesini yükselterek aşkını yineler, konuş
ması daha zengin, daha renkli bir hava alır; abartılı im
gelerin birbirini izlediği parlak bir yaltaklanma kreşen
dosundan sonra, hizmetçilerine erguvan rengi yolluğu
efendilerinin ayaklarına sermelerini buyurur (905-13):
Şim di, sevgili insan
A ra b a d a n in, fakat T ro y a ’yı çiğnem iş olan
Şu ay ak la r yere basm asın.
A c e le edin
hizmetçiler, yolu n a yolluklar
Y a y m a n ız ı söylem iştim sizlere.
E rg u v a n rengi örtülerden b ir yolluk serin
K i A d a le t, u m ulm adık yuvaya götürsün onu;
G erisini, uykunun yenem ediği b ir özen düzenleyecek
T a n rıla r nasıl
uygun görürse.
Agam em non’un meydan okumasma onun yanıtıdır bu.
Üçlemenin sonucu örülüyordur: «K avga kavga ile buluşur
savaşta. Doğru Doğru ile » (Cho. 461). Daha önce Korodan
öğrenmiştik, kan davası kuralının adalet olmadığını, fa
kat Atreus’un Sarayının bunu anlayabilmesi için bir ku
şağın daha geçmesi gerekecektir.
Kraliçe, görkem li zenginlik gösterisinin gerisinde di
kilmekte, içeri çağırm aktadır onu. Bütün gözler Agamemnon’a dönmüştür.
Buz gibi b ir resmiyet içinde kraliçenin konuşmasını
dinler ve övgülerini kabul etmez (925): «Beni bir insan
AİSKHYLOS
302
gibi onurlandır, bir tanrı gibi değil!» Ayartılmayı kabul
etmez, kraliçenin planı suya düşmüştür. Drama yazarı bizi
doruğa kadar yükselttikten sonra şimdi de ilk çıktığımız
yere getirir ve yeniden başlar.
Klyteimnestra taktiğini değiştirir. Parlak sözleri bıra
kır ve onunla tartışır. Karakterini bildiği için za yıf ta
rafına yönelir onun. Kadınca kanıtlar ileri sürer, akla ay
kırı ama zekice. Ona göre çok hızlıdır. Onun yetkesine
boyun eğen bir davranışta bulunur (931), ondan koşullu
bir izin elde eder (933-4), gururunu okşar onun (936-7) ve
zayrfladığmı görünce övmeye başlar onu (940-41):
Ag. K avgaya can atmak bir kadına yaraşmaz.
Kl. Y en en boyun eğsin yengiye öyleyse.
Erkeklerin işi gücü savaştır, kadınlarsa onlan eğlendir
mek içindir. Erkekler, kendi üstünlüklerinden emin, ka
dınların kaprislerine boyun eğmekten zevk alırlar. A ga
memnon duraksar-.
Ag. Böyle b ir yengi çok mu değerli senin gözünde?
Kl. G e l inan, isteğinle yenil, yenmiş olursun yine de!
Klyteimnestra kazanmıştır. «Çok güzel konuşmasıyla ona
boyun eğdirmiş, dudaklarından çıkan övücü sözlerle onu
zora sokmuştur.» Agamemnon kutsal toprağa basacağı
için sandallarının çözülmesini buyurduktan sonra dikka
ti esir Kassandra’ya çeker ve hiç istifini bozmadan karı
sından cariyesini hoş tutmasını ister küstahça. Sonra kut
sal erguvan yolluğa ayak basarken, fazla zenginliğin, bi
razdan dökülecek olan kanın, on yıl önce dökülmüş bir
genç kız kanının tehlikelerini ima eden bir imge dalgası
yükselir yeniden (970-2):
V e nasıl Zeus ekşi üzümden
Şarap çekerse, öyle serinlik doldurur evi sonunda
(C an lı kökten
taze
yapraklar fışkırır çünkü
ORESTEİA
303
K ö p ek -yıld ızın d an koruyacak b ir gölge yaratır)
E rk e k ler do lan ıp du rdu k ça evinin içinde.
A rab ad a sessiz sessiz oturan kişi sayılmazsa sahne
boştur şimdi. A ğ ır müzik yeniden başlar (675), gergin ve
uğursuzdur şimdi. StasUnon’un teması korkudur, umudu
kökünden söker ve bilici diliyle bir şeyler anlatır. Müzik
sustuğunda, bundan sonra ne olacağını bilemeyiz: saray
dan ölüm çığlıklarını mı, yoksa Kassandra’mn sesini mi
duyacağız? Sonra şaşkın bakışlarımız karşısında Klyteimnestra yeniden görünür sarayın kapısında. Geleneksel te
m alara sıkı sıkıya bağlı Yunan drama yazarlan, şaşırtma
öğesini pek az kullanmışlardır; fakat bazan bir kaçınıl
mazlık duygusunu kafalarım ıza inatla kazıdıktan sonra,
umulam ayacak b ir duruma ani b ir dönüş yaparlar.
Klyteim nestra kararlıdır, kocasının âşığı onun ölü
münü de paylaşacaktır. İnandırma gücünü bir kez daha
ortaya kor, bu kez korku içinde, uykudaymış gibi davra
nan Koro d a yardım etm ektedir ona. Konuşmaya başla
yınca. M ystery’lerin dilini konuştuğunu fark ederiz onun.
Saygısız b ir cüretle Kassandra’yı bir erginleme adayı,
kendisiniyse töreni yöneten rahip olarak hayal etmekte
dir, yaklaşm akta olan öldürme de kutsal b ir gizdir.
Fakat onun ikinci kurbanı neyin yaklaşmakta oldu
ğunu bilir, yakan lara da tehditlere de sağır bir havada,
ne konuşur ne kımıldar. Klyteimnestra’mn yitirecek za
manı yoktur, saraya döner.
Uzun b ir bekleyişten sonra yavaştan bir inilti duyu
lur. Ap ollon ’a seslenen Kassandra'dır bu. Sonra, yalvaçça
b ir sayıklam a içinde uzun zaman önce kanlan dökülmüş
çocukların şarkısını söyler, içerde işlenmekte olan cinayeti
görür, Erinys’lerin sevinç şarkılannı duyar, çatıda dans
ettiklerini görür; en sonunda, içe dokunan b ir acıyla ken
di ölümüne ve Priamos'un Sarayı’nm çöküşüne ağlar. Sa
yıklam a durumu geçince, Erinys’lerin şarkısını yorumlan
Atreus’un günahını kutlamaktadırlar; Apollon'un, kendi
sine bilicilik sanatını nasıl esinlediğini anlatarak sürdürür
304
AİSKHYLOS
konuşmasını (1178-1213). Birden esrime hali yeniden gelir
üzerine: gözünün önünde Thyestes’in çocukları belirir
— şimdi Aigisthos’un karşılığının ödenmesini istediği suç
tur bu; sonra sakin sakin, epoptai gibi, birazdan Agamemnon'un ölümünü göreceklerini söyler Yaşlılara (1214
-55); Yaşlılar şaşkın durumdadırlar— hiçbir şey anlaya
mazlar (1253). Birden esriklik hali geri döner. Bir kez
daha kendi ölümünü görerek, sürgünün yurduna dönmek
te olduğunu söyler, «babasının öcünü almak için anasını
öldürecektir» ( 1281 ); Priamos’a ve oğullarına son bir hay
kırışla kapıya doğru yaklaşır, fakat dehşetle geri çekilir,
sonra yeniden yaklaşır, ama bir türlü gidemez, öcünün
bir gün mutlaka alınacağını tekrar eder (1318-20), son
sözleri, kendisinin ve Agamemnon’un yazgısı için acı do
lu bir ağıttır, esir ve esir alan, köle ve kral, her ikisi de
aynı ölümle karşı karşıyadır.
Uzaklaştıktan sonra, dikkatimiz Agamemnon’a çeki
lir (1335-7):
G ö k ler ona T ro y a’yı alm ayı nasip ettiler
V e b ir tanrı gibi alkışlanarak döndü yurduna.
Bu sözcükler, Agamemnon’un utkulu dönüşüne b ir kömos
olarak bakıldığını gösteriyor. Onun tanrılaşması, ölümü
dür.
Sahnenin bir bütün olarak amacı, bizim Agamemnon
için duyacağımız acımayı Kassandra üzerinde yoğunlaştır
mak, Klyteimnestra’nm cinayetini geçmiş ve gelecekle ilişkilendirmek ve eylemi geciktirerek doruk noktasını yo
ğunlaştırmaktır.
Yaşlılar korku içinde fısıldaşırlar, fakat hiçbir şey
yapmazlar. Atasözlerindeki yaşlı insan görünümüyle uyuş
maktadır bu durum: «öğüt vermede akıllı, eylemde zayıf.»
Fakat diyalogun sanatsal amacı, hâlâ ilerde olan oyu
nun en uç noktasına yanıt verebilmemiz için gerginliği
azaltmaktır. Diyalogun sonunda. Yaşlılar Saraya yaklaş
tıklarında, yaratılmak istenen yanılsama, onlann gerçek
ORESTEIA
305
te saraya zorla girdikleri ve aşağıdaki sahneyle karşılaş
tıklarıdır. Sahne kapılan ardına kadar açıktır, şöyle bir
tablo görülür: Agamemnon’un ve Kassandra’nın ölü be
denleri, kana bulanmış erguvan yolluk üzerinde yerde
yatmaktadır, Klyteimnestra başlarında dikilmekte. Sevinç
içinde, kocasının, zenginliğinin tuzağına düşüp nasıl öl
düğünü, şu anda artık nedenlerini açıklamakta özgür ol
duğunu söyler (1415-18):
Fırtınaları dindirmek
için,
Sürüsünden çekilip alınmış b ir dişi koyun gibi
O k ar beyazı postu her gün büyüyen sürüsünden,
B u adam kılı kıpırdam adan öldürdü kendi
Çocuğunu, acıyla doğurduğum en sevgili kızımı.
Klyteimnestra’nm karakterinin açıklaması bitmiştir artık.
On yıl boyunca, ilk çocuğuna olan sevgisi, ona kötülük
etmiş olan adama nefrete dönüşmüş, heyecanlı yapısı öç
almaya adanmıştır. Bu nefret yine de aşkın sonucudur.
Suçu korkunçtur, ama nedeni onu açıklayabilir. Aiskhylos’
un, Homeros’un aksine, onu cinayette birinci el yapma
sının nedeniyse artık açıktır. Kendi çocuğunu öldüren
adam ancak kendi elleriyle öldürülmelidir. Aigisthos'un
Agamemnon’la kendi arasında bir kan davası olması
Klyteimnestra’yı hiç ilgilendirmemektedir; âşığından söz
ederken bir suç ortağı değildir o, eyleminden sonra ken
disini koruyacak bir kişidir (1434-7).
Yaşlıların korku içindeki suçlamaları yavaş yavaş acı
ya, üzüntüye döner. Klyteimnestra da giderek rahatlar,
bu işi yaptığı sırada bedeninin öç alan cinler tarafından,
Sarayın kana kan isteyen kalıtsal daim on'u tarafından ele
geçirilmiş olduğunu açıklar (1475-80, 1497-1504, 1527-30).
Ona göre, cinayet zorunlu b ir arınma töreni, aileyi kalıt
sal çılgınlığ ından arındıran kusursuz b ir kurban etme
işiydi; şimdi artık görev yerine getirildiğine göre, istediği
şey erinç içinde yaşamaktır (1568-77). Am a Yaşlıların gö
rüşü böyle değildir, ona karşı seslerini yükseltirler (1583-4):
306
AİSKHYLOS
A m a yasa bunu yasaklıyor, Zeus tahtında kaldıkça,
Giinah işleyen acı çekecektir — böyle buyurulmuştur.
Epilog (1577-1673) bu sahneye eklenmiş bir ek bölüm
dür, bir zıtlıklar bölümüdür. Klyteimnestra, amacına bağ
lılık yönünden bir erilse, Aigisthos karı yürekli bir kor
kaktır. Kadın, sapkınlığına karşın soylu olarak kalır, ötekiyse tümüyle aşağılıktır. Yaşlıların Klyteimnestra'ya kar
şı davranışmda suçlama olduğu kadar korku da vardı,
fakat bu sonradan görmenin haince şişinmesi nefretten
çılgına döndürür onları, şu meydan okuyucu çığlığa sü
rükler (1646-8):
A h , Orestes
Y aşam
ışığını görüyor m udur hâlâ, ne olurdu
Bir gün dönebiiseydi yurduna ve kanıtlayabilscydi
H e r ikinizin de hakkından gelebileceğini!
Uzak ellerdeki sürgüne yakınlık duyuyoruzdur şimdi. Dra
ma yazarının tiranlara karşı bütün nefretini içine koy
duğu Aigisthos'un aşağılık acımasızlığı, ne olursa olsun,
bunun duygusuzca ve alçakça işlenmiş bir cinayet ol
duğunu hissettirir bize; Klyteimnestra bile, sessiz sessiz
dinlerken aynı şeyleri hissediyor gibidir. Bitkin ve kö
şeye sıkışmış Klyteimnestra arayı düzeltmeye çalışır. Fa
kat yaşlılar sonuna kadar meydan okurlar, erinç yasak
lanmıştır bu kadına artık. Anlaşmazlık çözülmez.
Agamemnon'un yazgısı, avcı ağı figürüyle gösteril
mektedir: önce Troya kentinin üzerine atılmıştır bu ağ,
sonra da onun aşın varlığının bir simgesi olarak felaket
getirici bir giysi olmuştur, o giysi içinde tuzağa düşürül
müş ve hançerlenmiştir. Aynı şekilde, bundan sonraki
oyunda Klyteimnestra bir yılan biçiminde gösterilir, kar
talı yuvası içinde boğduktan ve yavrularını açlıktan ölü
me terk ettikten sonra kendisi de hayat verdiği yılan ta
rafından öldürülür. Son oyundaysa, Orestes uçan b ir ge
yik yavrusu ya da zebanilerin peşine düştüğü bir tav
ORESTEİA
307
şan olur. Bu başat figürlerin dışında, Agamemnon oyu
nu rastlantısal olarak ortaya çıkan imgelerin bolluğuyla
dikkati çeker. Güneş ve ay, yıldızlar ve yıldızlar arası
boşluklar; kimi zaman yaz ortası sakinliğine gömülmüş,
kimi zaman gazaba gelip dolu ve yıldırım yağdıran bit
mek tükenmek bilmez zenginlikleriyle deniz; kuşların pa
tır patır düşüp öldüğü karlı kış mevsimi, filizlenen ekin,
olgunlaşan üzümler, hasat ve bağbozumu, hepsinin üs
tünde de, karanlıkta bir uçtan bir uca çakan ve şafakta
sönükleşen işaret ışıkları. Doğa’nm bütün bu parlak gös
terisi, insanın insanla çatışmasına bir zemin olarak gös
terilir. Bunun zıttma, K hoiphoroi'de (Sunu Taşıyanlar)
imgeler daha az, daha karanlık olacaktır: kurumuş bir
meşe ormanı, göktaşları, yeraltı ejderhaları, canavarlar.
Fakat Eumenides’in (Hayırlı Tanrıçalar) sonunda, Erinys’
lerin lânetleri, ürüne, hayvanlara ve insanlara bolluk ve
bereket getiren gün ışığına ve serin rüzgârlara dönüşün
ce, parlak renkler yeniden dönecektir.
tik iki oyun arasında geçen zaman süresi belirtil
miyor, ama çok yılların geçtiği besbelli. Klyteimnestra’nm
evden uzaklara gönderdiği erkek çocuk, şimdi yiğit, iç
ten ve hırslı bir delikanlı olarak Argos’a dönmüştür, Phokis’te kendisine ev sahipliği etmiş olan kralın oğlu Pylades’le birlikte. Sabahm alacakaranlığında babasının meza
rı başında dikilmiş dururken birden bir feryat işitir sa
raydan. Oyun sürerken gün belli belirsiz ağanr. Görevi
yerine getirildiğinde, tekrar alacakaranlık olacaktır, bir
kez daha sürgün, peşinde annesinin öç alıcı ruhları, yur
dundan kaçacaktır.
Önce de olduğu gibi, önoyun (prolog) iki bölüme ay
rılmıştır: bu kez önoyunu ikiye bölen, birinci oyundaki
Nöbetçiye yanıt olarak duyulan neşeli «Aleluia!»nın ak
sine, bir korku çığlığıdır. Metin kötü bir biçimde sakat
lanmış burada; kaybolan şeylerin özünün, oyunun geri ka
lan bölümünden çıkarılacak sonuçlarla yeniden buraya
konması gerekir. Özellikle iki nokta, oyunun geriye ka
308
AİSKHYLOS
lan kısmında öyle anlamlı bir biçimde bellidir ki, onla
rın burada eskiden var olduklarından emin olabiliriz.
Birincisi, Orestes, Apollon’dan annesini ve onun âşı
ğım öldürerek babasının öcünü alması için ivedi bir emir
almıştır (269-305, 1026-33). «Kim ki insan kanı dökmüştür,
onun da kam insan tarafından dökülecektir» (310-14, 434-6,
646-51, 836-7). Klyteimnestra'mn ve Yaşlıların daha ön
ce, biri Agamemnon’un öldürülüşünü haklı çıkarmak için,
ötekilerinse onun ölümünün nasıl olacağını önceden kes
tirirken başvurmuş oldukları bu yasa, şimdi kutsal bir
onay kazanmıştır; eğer Orestes gelecekte bir gün cina
yetle suçlanacaksa, bu suç, onu kendi emrine boyun eğ
diği için temize çıkartacağını ona söz vermekle kalmayıp,
emrine boyun eğmezse en korkunç biçimde cezalandırmak
la korkutan Apollon tarafından paylaşılmalıdır (269-96).
Orestes’in seçeneği yoktur: tanrıların gönderdiği biridir
o, bunu bildiği için de görevi güvenle karşılar. Böylece üç
lemenin son çatışması için hazırlanmış oluruz: oğul ile
ana arasındaki kan davası, tüm insanlığını mutluluğunu
etkileyen Gökyüzü ve Yeraltı tanrıları arasında bir kan
davası olacaktır.
İkincisi, Sarayı günahtan temizlemek için iki günah
kârın ölümü gereklidir. Orestes yanlıları, ona tanrıların
atadığı bir anndırıcı ya da kurtarıcı gözüyle bakarlar
(156-63, 866-8, 1045-8). Ne onun ne de yandaşlarının göre
mediği şey, Sarayı temizlerken ondaki pisliği kendi üze
rine almak zorunda olduğudur (1017).
Orestes, Hermes’e ve babasının ruhuna dua ettikten
sonra başından kopardığı bir tutam saçı mezarın üzerine
bırakır, daha sonra da çığlığı: «akıldan hiç çıkmayacak o
büyük korku çığlığını» işitiriz (34-5). Biraz sonra, siyah
lar giyinmiş, saraydan gelen bir kadın kalabalığı görür,
içlerinde kız kardeşini tanıyarak heyecanlanır, üzüntü
içinde başını eğmiş yürüyordur kızların arasında, Zeus
adına seslenir (18-19):
E y Zcus, yardım et bana babam ın
Öcünü almamda! Beni koru, dövüş benim için!
ORESTEİA
309
Kadınlar doğululara özgü bir ağıt söyleyerek bağırlarını
dövüp, saçlarım yoluyorlardır. Kraliçe kötü düşler gör
mektedir, ölüler kızgınlıklarını bildiriyörlardır düşlerde; o
da, yatıştırıcı birtakım sunularla bu kadınları kocasının
mezarına göndermiştir. Fakat kan bir kez dökülmeye gör
sün, ondan kurtulmanın yolu yoktur artık (48, 66-74; Ag.
1017-24); Adaletten kaçılmaz, kimini bu yaşamda, kiminiyse A ra f’ta ve Cehennemde gelir, bulur. Klyteimnestra
korkunç bir ölüme yazgılıdır; onu öldürecek olansa, ka
dının öç alıcı ruhlarından: onu sonsuz işkenceye sürük
leyecek ruhlardan zorla kurtulacaktır. Sonunda, kadınlar
kimliklerini açıklarlar: Troya yağmasından alınan esirler
dir bunlar. Zorla boyun eğerler sahiplerine; iyi niyetle
rini öç alacak kişiye saklıyorlardır, o geldiği zaman.
Elektra erkek kardeşinden daha büyük olmasına kar
şın hâlâ bir kızdır, yumuşak yaradılışı mutsuz yetişme
döneminin etkisinde acılaşmamıştır henüz. Babasından,
onu öldürmüş olan karısı için bir bağışlama isteyemez,
ama hizmetçi kadınlar akima getirinceye kadar, öç al
mak için dua etmeyi de düşünmez. O zaman bile buna
razı olmak istemez, annesinin günahkârlığı düşüncesi onu
öfkeye değil, fakat ona daha büyük yürek temizliği ba
ğışlaması için duaya sevkeder.
M ezar başındaki duaları sırasında mezarm üzerine
bırakılmış saçları görür birden, kendi saçlarına benze
mektedir, hemen Orestes’i düşünür. O anda, yerde meza
rm yanından uzaklaşan iki ayak izi görür. Birinci ize ayak
larım koyduğunda kendisininkiyle uyuştuğunu görür.
Umut ve kuşku arasında ikiye bölünmüş, adım adım iz
ler, henüz tanıyamadığı kardeşinin dikildiği yere kadar,
ona yaklaşırken şaşkın şaşkın bağırır ( 211 ): «N e acılar var
burada, ne parçalanmış düşünceler!» Bu sözler Orestes’e
söylenmiştir sanki, uğursuz belirtilerdir bunlar.
Orestes ileri doğru çıkar, Elektra’ysa korkuyla ge
riye çekilir. Orestes kim olduğunu söyler ona. Kız önce
inanmaz buna. O. hafiften azarlar kız kardeşini, aynt zaiorr.ti*j - jı-ı kanıtlarını gösterir ona: gnorisrrtf'n ya
310
AİSKHYLOS
da belirtiler, evden ayrılmadan önce Elektra’nın onun için
ördüğü bir giysi. Kardeşini: babasını ve kız kardeşini yi
tirmiş, anasma yabancılaşmış, yokluğunda bütün sevgi
siyle bağlandığı kardeşini karşısında görünce Elektra, bu
anın mutluluğu dışında her şeyi unutur. Fakat Orestes
bu buluşmanın yarattığı tehlikeden rahatsızdır, o anda
Koro geleceği anımsatır ona (243-5):
Yü reğin e güven, yeniden
senin olacak
B abanın mirası, am a ancak G ü ç
V e D o ğru yanı başında olursa, bir de üçüncüsü
Hepsinin en büyüğü, Kurtarıcı Zeus.
Orestes hemen yanıtlar:
Zeus,
Zeus,
bak
da
gö r
halimizi,
gör
K artalın babasız kalmış yetimlerini
Zalim
yılanın kollarıyla sıkıp
Ezerek öldürdüğü kartalın.
Sahnenin sonunda. Delphoi kehanetine gözü kapalı inan
mış — Apollon sözünde durmazlık etmez (269)— ve boyun
eğmeye kararlı, kendine güveni yerine gelmiş, nerdeyse
yüreği hafiflemiş görünür Orestes.
Mezar başında bunu izleyen şarkı teknik olarak bir
thrânos'tur ya da bir ağıt, törensel temelleri XI. Bölüm
de incelenmişti. İlkel törenin, Aiskhylos tarafından diama
sanatı düzeyine yükseltildiği tarzın başlıca örneğidir.
Sophokles’in koral odlan daima konuya uygundur
ve d ramanın amaçlarına hizmet eder, fakat her od’un
içinde genellikle az devinim vardır. Koro yorum yapar,
bekler, bir ders verir ya da bir tersliği gösterir, fakat ge
nellikle olay dizisinin ilerlemesine doğrudan katkıda bu
lunmaz. Öte yandan Aiskhylos od’u son derece dinamik
tir. Kendi içinde devinir ve gelişir. Oyunda eylem du
raklamıştır, ama biz müziği dinlerken kafalanmızda bir
şeylerin olduğunu hissederiz. Şimdiye kadar bu türden iki
başyapıtla karşılaştık: Agamemnon'daki ilk iki stasimon.
ORESTEİA
311
Fakat bizim şimdi üzerinde durmamız gereken mezarda
ki şarkı, bunlardan da dikkate değer. O da ötekiler gibi
düşüncemizde bir dönüşüm yaratır; fakat Koroya ek ola
rak, iki sese göre düzenlendiği için dramatizasyon yö
nünden daha da büyük bir alan sağlar. Üç bölümün her
biri kendi başma küçük birer dramadır; katılanlar bir
birini etkiler ve onların birbiri ardından gelen ruhsal de
ğişikliklerinden son derece karmaşık ve organik bir bü
tün doğar. Bunu Persler’deki Darius’un yakarışıyla karşı
laştırırsak, sanatçının gelişimi konusunda çarpıcı bir öl
çü elde etmiş oluruz. Orada, Yaşlıların büyülü sözleri ve
onlara yanıt olarak hayaletin görünüşü bizi etkiler; fakat
bu etkiler dışsal ve seyirlik etkilerdir — şarkının kendisin
de dramatik bir şey yoktur aslında. Burada drama yazarı
büyüden vazgeçmiştir ve hayalet görünmez olarak kalır;
yine de, erkek ve kız kardeşin dualannı dinlerken, baba
larının ruhunun yavaşça onların yüreklerine girdiğini his
sederiz. Eylem, tümüyle içseldir, fakat böyle olduğu için
de daha dokunaklı, daha etkileyicidir.
Orestes ve Elektra babalarının ölümü için bir ağıta
başlarlar (315-22 = 332-9, 345-53 = 363-71), fakat Koronun
devamlı kışkırtmasıyla (306-14, 323-31, 375-9) bu ağıt, ka
tillerin cezalandırılması yönünde, Koronun da katıldığı
ateşli bir isteğe dönüşür (380-99). Bu arada Koro, kışkırt
malarının öteki iki kişi üzerinde etkisini gözleyince, ken
dilerine güvenleri sarsılmaya başlar, kuşkuların saldırı
sına uğrarlar (410-17). O zaman Elektra başı çeker ve
kendi çektiği acılan, babasının bedenine yapılan kötü
lükleri anımsatır (418-22, 429-33, 444-50). Bunun üzerine,
bir anlık bir umutsuzluğa kapılmış olan Orestes (405-9)
eski kararlılığım yeniden kazanır (434-8); o zaman Ko
ro yeniden saldmya başlar, onu eyleme itme işinde Elektra’ya katılır (439-43, 451-6). Böylece her üçünün de öç
almak için bir kez daha haykırdığı (456-61) ikinci do
ruk noktasına taşınmış oluruz; fakat sonra Koro yine
inancını yitirir (463-5) ve Atreus Sarayının gelecekte^ çe
keceği acılar için bir ağıtla şarkıyı keser (466-75). Öfke
312
AİSKHYLOS
çığlığını ilk kez atmış ve bunu ötekilere zorla kabul et
tirmiş olan kendileriydi (386-9); oysa şimdi yaptıkların
dan ötürü gözyaşı dökmektedirler. Nefis bir sonuçtur bu,
ve kavram olarak temelde müzikaldir.
Müzik susar, şarkı bitmiştir. Daha az yetenekli bir
sanatçınm ellerinde dua da, yakan da burada biterdi,
ama Aiskhylos'un hâlâ bir coda'sı vardır. Çocuklar me
zarın başında kalır; Koronun uğursuz feryatlarına kulak
larını tıkayıp öç çığlıklarını sürdürürler, fakat tek baş
larına. Atreus'un kargışı mezardan çıkmış, onlann için
de yaşıyordur yeniden.
Bu, Orestes üzerinde, kararını sağlamlaştırma etkisi
yapar. Klyteimnestra'nm karabasanının ayrm tılannı duy
duktan sonra —düşünde bir yılan doğurmuştur, yılan,
göğsünden kanla karışık süt emmektedir— acımasız bir
güvenle yorumlar bu düşü (548-50):
O zam an bilin ki, o canavara yaşam verdiğine göre
K orkunç bir ölümle ölmesi gerekir, ve ben
B ir ejdere dönüşüp öldüreceğim onu.
Bundan sonra, ilerde göreceğimiz gibi bir kez daha bo
calama gösterse de, bütün aklı, gizli planmm başarıyla
yerine getirilmesine adanmıştır.
Elektra üzerindeki etkisiyse, onu değiştirmektir. Kısa
bir süre önce, öç almak için dua bile edemeyen kız şim
di annesi kadar vahşi ve acımasız olduğunu gösterece
ğini söyleyerek övünmektedir (420-2). Atalardan gelen
ilencin karşı konulmaz gücü altında ikinci bir Klyteimnestra olmuştur, buna karşılık biz Klyteimnestra’nm da
bir zamanlar onun kadar masum olduğunu çıkarsayabiliriz. Çağdaş eleştirmenlerin hemen hepsi bu oyunda
Elektra karakterini yanlış anlamaktadır, bunun nedeni de
insan karakterinin çevreyle değiştiğini görememeleridir.
Orestes eylem planını açıkladıktan sonra hizmetçi ka
dınlara son emirlerini verir (581-4):
313
ORESTEİA
Dilinizi
sıkı
tutmanızı öğütlerim
size
Zam anında susun, vakti gelince konuşun.
Gerisi
Kılıcın
benim
bu
arkadaşımın gözlerine
kalsın
sınavını denetlemek.
«Zamanında susun» deyimi dinsel dilden günlük dile geç
miş deyimlerden bir başkasıdır; bunun kökeniyse, Eleusis'
te erginleme için adaya ettirilen gizlilik yemininde bulun
maktadır. Gördüğümüz gibi, erginlenen daha sonraki bir
aşamada bir epoptes: Erginleme Odasında yapılan gizli
törenlere girebilen ve başkalarının erginlemesini denetle
yen biri oluyordu (s. 152). Burada da hizmetçi kadınlar
öldürme girişiminin gizine alınmakta fakat öldürme işiy
se onların görmeleri gerekmeyen daha yüce bir giz ol
maktadır. Sarayın içinde gerçekleşecek eylemi yerine ge
tirmekse, onu seyredecek ve gözleyecek olan Pylades’in
klavuzluğunda, Orestes’in işidir.
Koro, dişi kötülüğü tarihinde bir eşi daha olmayan
Klyteimnestra'mn suçunun büyüklüğü üzerinde düşünür
ken, öcü alacak olana güvenlerini yeniden kazanırlar
(648-51):
İşte geliyor yıkamaya
Eski kanı taze kanla bir oğul,
A k ıl sır erm ez bir cadının
ÖlUmcUl am acına boyun eğmiş.
Akşamın geç saatleridir. Orestes saraya yaklaşır, ya
nında Pylades de vardır, Phokis’li bir satıcı kılığına gir
miştir. Yetkili bir kişiyle konuşma dileğinde bulunur
— «bir kadm ya da daha uygunu bir erkek» (664). Planı,
önce Aigisthos'u öldürmektir. Tam bu sözleri söylerken
sarayın gerçek efendisi Klyteimnestra, kardeşinin öğrettik
lerine göre davranmakta olan Elektra’mn eşliğinde, ka
pıda görünür (579-80).
v ral çe yeni gelenlerle sakıntılı bir dille konuşur. On' 'rı konuklamaya hazırdır, ama işleri erkeklerleyse er
314
AÎSKHYLOS
kekleri çağıracaktır. Orestes mesaimi verir, kendi ken
dinin ölüm haberini bildirir, Elektra’ysa yapmacık bir
ağıtla bu yalan haberi destekler (691-9):
Ey bu kederli evin yenilmez ilenci,
N e uzak bakışlısın! Burası bile,
O kadar düzenli, tehlikeden uzak, güvenliyken
Uzaklardan attığın oklarla yerle bir ettin bu evi.
Yapyalnız kodun beni, bütün sevdiklerimi alıp elimden.
Şimdi de Orestes — o ki, o güzel aklıyla
Uzakta durmaya çalışırdı balçıklı çamurdan,
Bu saraydaki bütün kötü niyetlileri
Kovacak diye hâlâ beklenen o iyileştirici umudu da
Yok bil artık.
Bu sözlerde iki yanlı bir alay var. Elektra annesine, Orestes’i karşısında dikilip dururken ölü saymasmı söylüyor,
bunu da o uğursuz sözü söylemeksizin yapıyor gerçekte.
Fakat seyircilere daha derin bir anlam iletiyor. Orestes,
sonunda atalarının lanetine yakalanmıştır. Ortada görün
memekle akıllılık etmişti: dönüşüyse yıkımı olacaktır. O
zaman da kendi yalnızlığı artık bir masal olmaktan çıka
caktır.
Orestes, aynı sinsi kaçamaklı tavırlarla sürdürür ko
nuşmasını, böyle kötü bir haber getirdiği için, aynı za
manda üzerine aldığı görevi yerine getirmeye kararlı ol
duğunu söylediği için bağışlanmasını rica eder. Klyteimnestra onunkine eş sakıntılı bir yanıtla karşılar onu, fa
kat Elektra’ya karşı kindar bir alayla, eğer doğruysa, ha
berden duyduğu sevinci gizleyemez, bir köleye emreder
gibi yabancılara hizmet etmesini emreder ona (712-15).
Bu gergin diyalog boyunca yabancılara karşı davranışı
son derece kuşkuludur. Fakat Elektra’dan kuşkulanmaz,
yok oluş nedeni de budur onun. Ona bir köle gibi dav
ranmakla onun oyununa gelmiş olur.
Attığı ikinci adım, Aigisthos’a derhal dönmesini ve
silahlı muhafızlarını da birlikte getirmesini isteyen bir
haber iletmektir. Seçtiği haberci ailenin yaşlı dadısıdır;
ORESTEİA
315
ona kalsa hiçbir şeyden kuşkulanmayacak ve böylece ha
nımefendisinin suikasti önlemesini sağlayabilecektir; ama
haberi götürürken yolda Koro’yla karşılaşır, koro ona har
berin birinci kısmını iletmesini, ikinci kısmmıysa gizle
mesini öğretir. Dadı boşboğazın biridir, saftır, sevecen
dir, Orestes’in bebekliğinden anımsadıkları tam anlamıy
la dramatiktir, Orestes’in çok geçmeden selamlanacağı
abartılı alkışlara karşı bizi önceden uyarması ve anasının
merhamet dileyeceği son an’a hazırlaması düşünülmüş
tür onun (896-8):
Ah dur, oğlum! sevgili çocuk, acı,
Bir zamanlar dişsiz damaklarının, uykuda,
Yaşam sütünü emdiği bu göğüslere acı.
Bir önceki stasimorida Koro, Kİyteimnestra’nın kötü
lüğünü anlatmıştır; şimdiyse canavan öldürecek olan,
göklerin gönderdiği kurtarıcının başansı için dua etmek
tedir. Orestes bir araba yarışına katılmıştır, zaferin ödülü
atalarından kalma mirastır. Korkulanın unuturlar ve am
ma göstermemesini isterler ondan (832-837).
Aigisthos çağn ya uyarak gelir. Bununla birlikte, ha
berciden kuşkulandığı için değil de haber doğru olama
yacak kadar iyi olduğu için Orestes’in ölüm haberine gü
venmek istemez. K ibirli ve kendinden emin, doğruca tu
zağın içine yürür. Heyecan artar, ve Koro sonucu bek
lerken son b ir zafer duası eder (866-8):
N e k adar çok şey b u sonuca bağlı, o ise tek başına
T an rıya benzer Orestes, düşm anlarıysa iki;
Dileyelim kazansın!
Agamemnon’un dudaklarında olup da yüreğinde taşıma
dığı eski deyişi anımsarız: «B ir insan olarak onurlandırın
beni, bir tanrı olarak değil.»
Yarış ortadayken, hizmetçi kadınlar kenara çekilir,
yenilgi olayından kendilerine zarar gelmesinden korkar-
AİSKHYLOS
318
lar (972-4, 77-9). Sonra uşak kapıya gelir, aym çekingen
liği o da gösterir, fakat artık başarının bir belirtisidir bu
(875-7). Yardım almak için kadınlar bölümüne seslenir,
ama kapılar sürgülenmiştir. Elektra’nm işidir bu (579-8C).
Uşak bir an düşünür. Aigisthos ölmüşse eğer, efendilerde
bir değişme için hazırlıklı olması gerekir. Üçüncü bağı
rışı bir yardım çağrısından çok adalete bir çağrıdır:
Klyteimnestra ne yapıyor?
Nerede, Artık sonunda, öyle görünüyor ki başı
Adaletin baltasının altındaki kütüğe değecek.
Sonunda çıkagelir Klyteimnestra: «Nedir bu bağırtı?» Ya
nıt, amansız bir kehanettir: «Ölüler yaşayanları öldürü
yor, demektir bu.» Öldüğü bildirilen Orestes Aigisthos’u öl
dürmüştür. Fakat o anda, gördüğü düşün gerçekleştiğini
anlar. Bu kötü durumu tüm o eski meydan okuyuşuyla
karşılayarak bir balta ister, fakat baltayı alamadan Ores
tes çıkar karşısına, kılıcı elinde, Aigisthos’un cesedi ise
ayaklarının dibindedir. Önemli bir andır bu. Duraksar.
Kılıcım indirerek umarsızca arkadaşına döner: anasının
yaşamını bağışlasın mı? Pyladis ilk ve son kez konuşur
(900-2):
Kehanetlerin
ve
kutsal
Loksias
anlaşmalarının
Sonu ne olur o zaman? Bırak
İnsanlar
nefret
etsin
senden,
tanrılar
edeceğine.
Klyteimnestra yaşamının bağışlanması için yalvarır. Oğ
lunun Aigisthos'u anımsatması üzerine o da ona Kassandra’yı anımsatır (918-21):
Kİ.
Or.
Ki.
Or.
H ayır, hayır — onun ahlâksızlığım
da anımsa
Suçlama onu — yad ellerde senin için çalıştı, didindi.
Z o rd u r b ir
kadın için, erkeğinden
uzakta.
O nun emekleri olm asa karısı nasıl güvencede olurdu evinde?
' ’ -'‘ eimnestra kandıramayınca tehdit eder
(924)-
«Ana
ORESTEİA
317
ahinin peşine takacağı azgın köpekleri unutma!» Am a
Orestes bir daha aldanacak değildir bunlara. «Vah bana,
bir oğul değil bir yılan taşımışım içimde.» Kendi kendine
«Ejderhaya dönüşmüş bir yılan» derken Orestes, kılıcını
anasına saplar ve öldürür onu.
Son stasimon, şimdi sarayda geçirilen kan smavı ile
Atreus’un Sarayının öldüğü ve yeniden doğduğu inancın
dan kaynaklanan mistik bir sevinç İlâhisidir; böylece sa
ray ne zamandır üzerine çökmüş olan karabasandan kur
tulmuştur artık. Koro daha şimdiden Sarayın üzerini ör
ten örtünün atılması ve zafer tacıyla süslenmesi için dua
etmektedir (807-11):
Sevinelim, bir taç giydirelim saraya:
Hemencecik görünsün,
Parıltısı dostça ve özgür,
Onu
çevreleyen
karanlık
perdenin içinden!
Savaşım bitmiş, Saray kurtulmuştur artık, b ir daha hata
edilmeyecek, doğru yoldan çıkılmayacaktır (942-5):
A le lu ia diy e bağırın, b ir şarkı yükselsin sarayda
H astalıktan vc savurganlıktan kurtuluşun şarkısı
O ik i kork u nç günahkârın bizi geçirdiği
K aba
dikenli
yollardan
kurtuluşuol
Sonra kutsanmış ışığı selamlarlar ve günahlarından arın
mış bir günahkâr gib i Sarayın üzerinde yükselmeye ça
ğırırla r onu (983-4). H er şey düzelecektir yakında, göz
yaşları sevince dönüşmüş olan saray oturanları, zorbala
rın erginlenmemişler kalabalığı gibi bitkin yerlerde sü
ründüğünü göreceklerdir (970-71).
Gizem li dinsel törenlerden biri şöyle anlatılmaktadır;
Belli bir gece, bir yatağın üzerine bir tasvir yatırı
lır ve acı çığlıklar atılarak yas tutulur; daha sonra, ye
teri kadar yalancıktan ağlandıktan sonra bir ışık getiri
AİSKHYLÖS
318
lir içeri; bunun üzerine, bütün gözyaşı dökmüş olanların
gırtlakları rahip tarafından yağlanır, rahip o sırada hafif
mırıltılarla bir şeyler söylemektedir kulaklarına:
Cesur olun mistikler, T an rım ız kurtuldu çünkü:
Kötülüklerden kurtuluş sîzlerin olacaktır.
Koro sarayın kurtuluşunu ilân etmiş ve ışığı selamlamış
lar; en sonunda şu şarkıyı söylerler C969-71):
U sulca yatırıldı yatağa ve bütün gören gözler
Görsün diye bütün ağlayanlar adına
İçerdeki
yabancıların yere serildiğini yine.
Gece inmektedir, Koro bu kurtuluş şarkısını söylerken
saraym kapıları ardına kadar açılır, bir meşalenin par
lak ışığı görünür, kurtarıcı Orestes o ışık içinde, anne
sinin cesedinin yatırılmış olduğu bir yatağın başında
ayakta durmaktadır.
Eleusis törenleriyle bu sürekli koşutlukla doruk nok
tasına verilen yoğunluk, törenleri, ölmeyen bir inancın
simgesi olarak gören kimseler üzerinde derin bir etki ya
pıyor olmalıydı; koşutluğu benzerliklerden çok zıtlıklar
la güçlendirmekse Aiskhylos'un bir özelliğidir. Koronun
yükselen morali, tam da hayal kırıklığına ve felakete dü
şecekleri sırada, en yüksek noktasına ulaşmıştır.
Orestes, herkes görsün diye, yargı gününde kendisini
temize çıkaracak kanıt olarak, bir zamanlar annesi olan
bu canavarın, babasının cesedini üzerine uzattığı ergu
van renkli giysiyi ortaya yayar. Fakat Koronun içini da
ha şimdiden kuşkular doldurmuştur, Orestes de güvenini
yitirmeye başlar (1018-19). Savaşım, yaklaşan cinnetin ilk
işaretlerini vererek keskinleşirken, Apollon’un buyruğunu
anımsatır kendine ve Delphoi'ye sığınma niyetini açıklar;
Koroysa, artık inanarak olmasa da, onun başardığı işin
ne denli kahramanca olduğunu anımsar (1047-8):
310
ORESTElA
Sen, bir vuruşta düşürüp iki canavarın başını
A rg o s
toprağını
Onlar konuşurlarken
(1048-50):
kurtaransın.
Orestes’in
gözü
Erinys’lere
ilişir
K im dir bu kadınlar? Bakın, G o rg o la r gibi,
H epsi de sam urlar giyinmiş, kıvıl kıvıl
Y ılan ların kollarıyla
birbirine dolanmış!
Kılıçtan geçirdiği ejderhaların kanından yeni bir canavar
sürüsü fırlamıştır sanki. Koro umutsuzluk içinde, şimdi
ortalıkta çınlayan Apollon admı duyunca, tıpkı Agam em
non' un sonunda Orestes’in adı çınladığında olduğu gibi,
gelecekteki kurtuluş ışığım görür (1059-60):
Günahlardan
arınacaksın! A p o llo n ’un b ir dokunuşu
Bütün o felaketlerden kurtaracak seni!
Agamemnon’da GözeÜeyici, Haberci ve Koro, birbiri
ardından gelen od'larda, sanki gizli bir gücün kendileri
ni sevinci bırakıp gittikçe derinleşen bir korkuya dönme
ye zorladığım hissederler; boyuna tekrarlayan bu ritim,
olaylar dizisine büyük bir hız verir. Sonra, düğüm nok
tası için her şey hazır olunca, birbirini izleyen çeşitli yol
lardan eylem geciktirilir, ta ki bu kararsız bekleyiş son
suz görününceye kadar; fakat birikmiş olan baskı o ka
dar büyüktür ki, artık gerginlik gevşeyemez olur; sonuç
ta, doruk noktasına ulaşıldığında daha fazla taşıyamayız
onu. Kheiphoroi’deki devinim daha farklıdır. Koronun ön
cü rolü oynadığı, boyuna tekrarlanan davranış zıtlıkları
na dayanır. Elektra ne yapacağım şaşırdığında, Koro bir
öç alma duası söyletir ona. Orestes yıllarca ayrılıktan son
ra kız kardeşini kucaklarken, Koro, baba mirasım anım
satır ona. Orestes ile Elektra mezar başında gözyaşı dö
kerken, Koro kan diye bağırmaktadır. Orestes ile Elektra
acımasızca öç almayı kafalarına koyduğunda. Koro, Atreus’un kargısı için gözyaşı dökmektedir. Oyunun ilk de
320
AİSKHYLOS
vinim i budur. Bundan sonra tempo gevşer, tekrar hızmı
alır; en son sahnede, kazanılan zafer korku ve umut
suzluk içinde yitip gittiğinde, Koro çok hızlı biçimde se
vinçten umutsuzluğa, umutsuzluktan yarı inanır bir gü
vene ve umarsız avuntuya döner. Birbiriyle çatışan bu
ruh hallerinin boyuna birbirinin yerine geçişi, devamlı de
ğişen iki temanın tiki uzun kreşendoda) birbirine karşı
çalındığı, incelikle işlenmiş bir kontrpuan parçası gibidir.
Üçlemenin teması — Agamemnon’un öldürülmesi ve
bunun sonuçlan— üçüncü oyunda, bunun çok daha üs
tüne çıkacak biçimde ele alınır. Temanın anlamı, geriye
dönüp bakıldığında, Atreus’un sarayında olup bitenler, in
san ilerleyişinin savaş alanı gibi görününceye kadar de
vamlı genişler ve zenginleşir. Orestes’in yazgısı bizi hâlâ
ilgilendirir, fakat şimdi daha çok insanlığın geleceğiyle
bağlantılıdır. Konu yalnızca anakatiiliğinin bağışlanıp ba
ğışlanmayacağı değil, insanlığın yeni bir toplumsal düze
ne doğru savaşımında başarıya ulaşıp ulaşamayacağıdır.
Orestes’in yazgısı üzerindeki tartışmada taraflar Apol
lon ve Erinys’lerdir. Apollon, Zeus’un yorumcusudur (17
-19) — geleneksel olan buydu; tanıklığının, Zeus’tan geldi
ği için karşı konulmaz olduğunu ileri sürer (616-18). Delphoi’nin yanılmazlığı öğretisi beşinci yüzyılda Atina’da bi
liniyordu, fakat gerici olarak gördükleri çağdaş topluma
takınılan tavrı desteklemek için kullanıldığını gören da
ha ileri demokratlar buna karşı çıkıyordu. Bu yüzden,
Atina yurttaşları, Kent Dionysia’da seyirci olarak, öğreti
nin doğrulanmasına ama aynı ölçüde karşı çıkılmasına da
hazırhklıydılar. Gerçekten de, oyunda Apollon'un savı,
sonunda Athena tarafından doğrulanır, fakat Apollon’unkinden çok Athena'nm lehine koşullarda ve ancak Erinys’
ler Apollon’un tüm konumuna meydan okuduğu zaman.
Apollon Zeus’a başvuruyorsa, karşıtlan da elçileri olduklan M oira'lara başvurur (389-93); akraba kanı döken
leri cezalandırma görevi özellikle kendilerine verilmiştir
(333-40). Bu yüzden de, Apollon’un kendilerine karşı çık
makla, Zeus’tan daha yaşlı olan M oira’lann yetkesini çiğ
ORESTEİA
321
nediğini ileri sürerler C171-2); bir başka durumdaki dav
ranışını anımsatırlar onun: M oira’ların hakkı olan yaşa
m ı hile ile onların elinden alm ıştır (723-8). Böylece, Apol
lon ile Erinys’ler arasındaki kan davasının gerisinde da
ha derin bir çatışma yatmaktadır. Zeus ile M oira’lar uyuş
mazlık içindedir. Daha önceki bir bölümde, Olympia’da
Zeus’a, Delphoi’deyse Apollon’a verilen tapım-sıfatı moiragetes ya da «M oira’lan n önderi» teriminin kabilesel
hakların devletin yetkesine bağışlanışı demek olduğuna
işaret edilmişti (s. 76). Aiskhylos, Erinys’ler ile Apollon
arasındaki kan davasını bu biçimde ele alıyor — adam öl
dürmeye ilişkin kabile geleneği ile aristokrasi yönetimin
de uygulanan adam öldürme yasasının yeniden düzenlen
mesi arasındaki çatışmanın b ir simgesi olarak; ne var ki,
çatışmanın çözümü, ilginç b ir biçimde, bir tarafın öte
kine boyun eğişi olarak değil, fakat ikisinin uzlaşması ola
rak sunuluyor. Üçlemenin sonunda, Athena’nm yarattığı
yeni koşullarda, Apollon’un çiğnemeye çalıştığı eski ayrı
calıklar Erinys’lere yeniden verilecektir.
Öyleyse sorun budur. Erinys’ler toplumda, ana yoluy
la geçen akrabalığın evlilikten daha yakın bir bağ ol
duğu ve akraba katilinin hemen o anda, kesin olarak yasadışına atılm ak yoluyla cezalandırıldığı kabile düzenini
temsil etmektedirler. Kısaca göreceğim iz gibi, onların bu
noktalarda takındıkları tavır açıkça belirtilir. Öte yan
dan. A tm alıların «baba» (pa tröios) olarak taptıkları Apol
lon, evliliğin kutsallığım ve erkeğin önceliğini ileri sü
rer. Bu sav Orestes’in yazgısını döndürür. Onun içine
konduğu ikilem, bölünmüş bağlılıkların (loyalties) sava
şımını yansıtır: soyun, birbirinin ardılı olma ve miras le
hine, ana tarafından baba tarafına doğru değiştiği döne
min karakteristiğidir bu; Orestes’in aklanması, demokra
side en .yüksek noktaya erişecek olan yeni düzenin baş
langıcını belirleyecektir.
Erinys’ler, annesini öldürdüğü için Orestes’in peşini
bırakmamakla, atalardan kalma b ir laneti gerçekleştir
mektedirler: II. Bölümde açıklandığı gibi, bu lânetin kök
322
AİSKHYLOS
leri ilkel klanın yaşamındadır; fakat üçleme boyunca tek
rarlanan gizemli dinle koşutluğa uygun olarak bu işlev,
Eleusisçi ve Orfeci Hades'te «işkence perileri» olarak bu
tanrılara verilen rolle tanımlanıyor. Onlar, Gece’nin kız
larıdırlar, her ruha kendi motro'sım ya da mutluluk veya
ceza payını veren ölülerin yüce yargıcının elçileridirler.
Kurbanlarını, bize gizemli Eurynomos’u anımsatan bir
dille tehdit ederler: «Et üzerine konmuş sinekler gibi, bir
akbabanın upuzun yere serilmiş derisi üzerine konmuş»,
dişlerini göstererek ölülerin etlerini kemiklerine kadar yi
yen ‘mavi-kara’ derili» bir cehennem zebanisidir bu. Kur
banlarına isteklerini yaptırmak üzere önerdikleri yer
(386-8):
Tanrıların, kara kokuşmuş pisliklerle
Uzak tutulduğu; karmakarışık yollar bölgesi—
dir, tıpkı günahkârın ruhunun yoldan sapıp yittiği Ele
usisçi ve Orfeci yabanıl bataklık gibi. Orada herkes ta
rafından terk edilmiş, «sevincin: Elysium’da erginlenenlerin iç sevincinin» nerede olduğunu bilmeksizin «şeytanla
ra bir şölen verecektir» (302). A ynı şekilde, Orestes’in
Delphoi’de arınışından sonra Atina'ya giderken başladığı
uzun ve dolambaçlı yolculuk, ruhun, kurtuluşu ararken
başıboş dolaşmalarını temsil eder. T iem ey’in işaret ettiği
gibi, arınma, «özlenen kurtuluşu hemen verm ez insana;
mistiklere de, Orestes’e de, ancak yargı sandalyesine gö
türen doğru yola ilişkin bilgiyi ve tarafsız bir yargı garanti
sini verir». Sonuç olarak, yargı önüne çıkarıldığı sırada,
Areopagus mahkemesi, Minos yargıçlar kurulunun bütün
görkemi ve dehşeti içinde toplanmış durumdadır; Erinys'
ler, kayıp ruhu, hükmü giydikten sonra hemen alıp gö
türmek üzere sabırsızlıkla dikilmiş beklemektedirler. A y
rıca, Orfeciye, salıverilme ya da kurtulüş diledi olarak
saflığını, annmışlığını söylemesi nasıl öğretiliyorsa — «Saf
lıktan geliyorum ben, Ölülerin tertemiz Kraliçesinden»—
Athena tapmağına varışında Orestes de öyle konuşur
(276-98):
ORESTEİA
323
Acılar okuhında yetiştirildim, öğrendim
Ne zaman susulacağım, ne zaman konuşulacağını
Zamanını, mevsimini bütün bunların; ve akıllı
Bir öğretici öğretti bunları söylememi.
Ellerim üzerindeki kan uykuya daldı,
Yıkayıp sildim anakatilliğinin lekesini...
Şimdi dudaklarla arınmış ve saygınlık kazanmış olan ben
Bu ülkenin Kraliçesini çağırıyorum beni savunmaya...
Ah gelsin — uzakta da olsa duyabilir beni—
V e kurtarsın bütün bu dertlerden.
En sonunda, yargılama bittikten sonra, fratriye yeniden
kabul edilir (656), böylece «bir kez daha Argos’lu» olur
(757). Arınması, bir yeniden doğuş olarak doğrulanır. Öl
müş ve yeniden doğmuştur.
Açılış sahnesi Delphoi’deki Apollon tapmağının önün
de yapılır. Rahibe, dualarını bitirdikten sonra tapmağa
girer, hemen o anda bir korku çığlığı duyarız. Bunun an
lamı bizce hâlâ bilinmiyor olsa da, şaşırtıcı ama yine de
tanıdık bir yazgı belirtisi gibi gelir kulağa. Üçlemenin
üç önoyunu ortak bir plana göre düzenlenmiştir.
Rahibe, korkudan yan donmuş döner ve ne gördü
ğünü anlatır. Sonra tapınağın içi bir tabloda gösterilir:
Orestes mihraba sarılmıştır, Erinys’ler tahtlannda uy
kudadırlar, onlann üzerinde de Apollon'un buyurucu fi
gürü dinelmektedir. Tann, sözünü tutacağına dair güven
verir ona (64, cf. 232-4) ve Atina’ya gitmesini söyler. Ruh
ların yol göstericisi Hermes’in eşliğinde yola koyulur yol
cu. Apollon, bundan sonra olacaklann sessiz tanığı ola
rak orada kalır.
Öldürülmüş olan annenin hayaleti görünür. Yere
uzanmış yatan Erinys'ler arasında adımlarını atacak yer
arayarak dolaşır ve acı sitemlerle, unuttukları amaçları
nı anımsatır onlara. Troya düştüğünde zafer düşü gören,
Orestes geldiğinde de günahının cezasını düşleyen kadın
dır bu; şimdiyse, onun öç alıcı ruhlan onu düşlerken çığ
lıklarla, ağlayarak uyanırlar, güneş ışığına doğru soku
lurlar, ne var k i avlarının kaçtığını anlarlar. Sonra Apol-
324
AİSKHYLOS
lon’u fark ederler ve suçlayıcı parmaklarını hırsıza doğru
uzatırlar. Apollon." onları şiddetle suçlayan bir konuşma
yapar, gitmelerini buyurur onlara. T avn kesin olamaya
cak kadar ateşlidir; Erinys’lerinse kendilerini tuttukları
gözlenir: suçlamazlar, onu inandırmaya çakşırlar. Kanıt
ları tutarlıdır. Orestes’i kendilerini verilmiş güçler dola
yısıyla izlemektedirler ( 208 -10 ); Klyteimnestra’yı kovalamamışlardır, çünkü onun döktüğü kan bir akraba kanı
değildir (211-12); evliliğin kutsallığı onlan ilgilendirme
mektedir. Öte yandan, Apollon’un yanıtıysa tutarlı değil
dir, uyuşmaz iki ilke arasında bir uzlaştırma girişimidir.
Klyteimnestra’yı suçlamak için ceza yasasım (203), Ores
tes’i korumak içinse arınma yasasını kullanmaktadır (205);
fakat eğer Klyteimnestra kocasını öldürerek yaşamını yitirdiyse, Orestes de annesini öldürmekle kendi yaşamını
yitirmiştir. Apollon’un tutumu bir değişmeyi, bir geçiş
dönemini gösterir. Eski düzene meydan okumaktadır, fa
kat yenisini kurmak da onun işi değildir (224).
Sahne değişir, kendimizi Atina kentinde Athena’nın
tapmağında buluruz. Bu arada, Orestes yurdun dört bir
yamnı dolaşmıştır (75-7), şimdiyse cezasmm tamamlandı
ğını ve yazgısına karar verecek olan tanrıçanın yanma
sığınmaya .geldiğini bildirir.
Fakat Erinys’ler hâlâ onun izindedirler. Çevresini sa
rarlar, dans etmeye ve bağlayıcı-şarkılannı söylemeye
başlarlar; şarkıları, lanetlenmiş ruhlar gibi onu da kop
maz bağlarla bağlayacaktır (331-3):
Akortsuz çalınacak cehennem İlâhisi
Ruhu zincire vuracak şarkı
Bedeni kavurup kül edecek büyü.
Kassandra’nm gördüğü hayali anımsarız (Ag. 1186-90):
Damında şu konağın kötü sesli şarkıcılar
Korosu oturuyor, uğursuz şarkılar söyleyerek;
Öyle sarhoşlar ki, insan kanı içerler
Yüreklensinler diye, eğlenip dururlar boyuna
Hiç kimsenin kovamadığı, uslanmaz cadılar.
ORESTEİA
325
Ve Argos Yaşlılaruun uyarısını CAg. 979-81):
H â lâ duyuyorum
bu titreyen göğsün içinde
Sazsız çalınan b ir m üziğin ezgilerini
Cadıların
o uyumsuz ağıtlarını
Öğretilmemiş b ir
şarkının korosunu.
Ve Gözcünün bağırışı lAg. 22-4):
E y sevinç ışığı, ışınları geceyi güne çeviren
Selam
sana,
nice
zafer
dansının
Parlak işareti!
Şarkının büyü öğesini oluşturan nakaratlar dışında Erinys’
ler kendi güçlerinin dayandığı yetkeyi bir kez daha açık
larlar. Sonsuz M oira’nın (333-5) hükümleri ilk ortaya çık
tıklarında (349), hısım akrabalarının kanım dökmüş olan
lardan öç alma görevini yüklemiştir onların sırtına. Ores
tes, korku ve yorgunluktan bitkindir, peşindeki av kö
pekleri gittikçe yaklaşırken hareketsiz sinen bir tavşan
gibidir (326).
Zeus'un en sevdiği kızı, onu peyda etmiş olan baba
dan doğma Athena, demokrasi dönemi şairleri için Apollon'dan daha büyüktü. İdeallerinin.- Persleri yenmelerini
mümkün kılan savaşta cesaretlerinin; kentlerini Yunanis
tan’ın en parlak kenti yapan, barış sanatındaki ustalık
larının; ve her şeyden çok, tiranlığın devrilmesinden son
ra yapılmış anayasada dile getirildiği gibi, orta sınıfın
emellerine tıpatıp uyan o ılımlılık ve kendine hâkim ol
ma (sophrosyne) duygusunun kutsal b ir yansımasıydı o.
Her şeyin üstünde, oy hakkının genişletilmesiyle halkın
önünde konuşma sanatının toplumsal yaşamın asal bir
özelliği haline geldiği bir kentte, insan uygarlığının ya
şamsal bir koşulu olarak görünen açık, inandırıcı konuş
ma yeteneğine sahip bir arabulucu ve barış mimarıydı o.
îsokrates’ın söylediği gibi:
Biz ancak birbirim izi inandırma gücüyle hayvanların
326
AİSKHYLOS
düzeyinin üzerine yükseldik, kentler kurduk, yasalar koy
duk ve sanatları bulduk.
Yine.Kentimiz, Yunanlıları dağınık topluluklar halinde ya
şar, tiranların baskısı altında ya da anarşi içinde yok
olur bulunca, ya koruması altına alarak ya da kendini ör
nek göstererek bu kötülüklerden kurtardı onları. O ka
dar açık ki bu, ilk adam öldürme cezalarını yeğlemiş olan
lar, aralarındaki farklılıkları şiddet yerine akılla düzen
lemek isteyince davalarını Athena yasasına göre görüyor
lardı.
Bu, elbette Orestes’in yargılanmasına yapılmış bilinçli bir
imadır, Aiskhylos’un yapıtlarının Attika geleneğini biçim
lendirmeye nasıl hizmet etmiş olduğunu gösteriyor. A t
hena işte bu ruhla kendini, insanlığı barbarlıktan uygar
lığa götürme görevine atamaktadır artık. Pythagorasçılann görüşüne göre evrenin yapısı, İkna yoluyla Aklın Zo
runluluğa üstünlüğüne dayanmaktadır. M it diline çevri
lince bu üç ilke, Zeus, Athena ve Moira’lardır. Buna gö
re. Baha’sının istencini güç kullanmaksızın M oira'lann
temsilcilerine kabul ettirecek olan, Athena’dır şimdi.
Apollon’un tutkulu öfkesinden çok farklı olarak, on
ları sakin ve görkemli bir sakımmla karşılar. Söyledikle
rini nazik bir saygıyla dinler. Ancak onlar davalarım
kanıtlamaya kalkışınca, daha sert bir eda takınır; davayı
ilkel yeminli sınamaya başvurarak çözme önerisini red
deder (429-32). Erinys’ler bu azarlamayı yutarlar ve onun
kararma uyacaklarına söz verirler (433-5). O zaman A t
hena aynı tarafsızlıkla, daha önce arınmış biri olarak ona
sığındığını bildiren Orestes’e döner-, o da yargısını ver
mesi için yalvarır ona (468). H er iki tarafın da rızasıyla
karar ona kalmıştır şimdi, fakat o hemen reddeder bunu.
Dava, ölümlülerin yargılamayacağı kadar ciddi, kendisi
için de fazla acı yüklüdür. Yakancı, kendi korunmasına
ORESTEÎA
327
sığınmıştır; fakat eğer onu kovalayanlara engel olursa,
bundan hoşnutsuzluklarının bedelini kendi halkına öde
teceklerdir (482-99):
Ama öyle olsun; iş buna kaldığına göre,
Yargıçlar atayacağım adam öldürme için,
Kalıcı bir mahkeme kuracağım.
Bu arada siz de gidin kanıtlar getirin, tanıklar çağmn
Adaletin yeminli desteklerini; ondan sonra
Halkımın içinden en iyilerini seçip, bu davada
Gerçek kararı vermeye geleceğim.
Bu sözlerle, bundan sonra yeni düzenin simgesi olacak
olan Areopagus Mahkemesinin kuruluşunu işaret etmek
tedir. Bu düzenin bir özelliği ise daha şimdiden apaçıktır.
Bundan böyle adam öldürme, gecikmeden ve dikkatle ce
zalandırılacaktır; adam öldüren kişi, bundan sonra ken
di toplumundan kişilerden oluşan bir jüri önünde yargı
lanacaktır.
Bu yargıçların görevi, hiç kuşkusuz^ Orestes davasını
yargılamak olacaktır, fakat Athena, kutsal tartışmayı çöz
me yolunu bu yargıçlarda bulma umudu taşıdığını söy
ler gibidir: yeni Mahkemenin kuruluşu Erinys'leri yatış
tırmaya yarayacaktır. Bunun nasıl yapılabileceğini görmek
için sonucu beklememiz gerekiyor.
Areopagus Konseyinin kökeni çeşitli söylencelerin ko
nusu olmuştur, Aiskhylos bunlardan kendi amacına en
uygun olanım seçmektedir. Mahkeme, Orestes’i yargıla
ma amacıyla Athena tarafından kurulmuştur, suçlayıcılar
Erinys'lerdir, yargıçları ise Atina halkı içinden kurayla
seçilmiş bir kuruldur. Atinalılar kendi kentlerinin, yasa
ları koyan ilk kent olduğunu; adam öldürmeyle ilgili ya
salarının en eski ve en iyi yasalar olduğunu; yasal kurumlanmn içinde Areopagus Mahkemesinin en saygıdeğeri,
en seçkini ve en yücesi olduğunu ileri sürerlerdi. O, «her
şeyin gözetleyicisi» «yasaların bekçisiydi»; «kentin kay
naklarının bulunduğu gizli hazineler» onun koruması al
tındaydı; iyi bir yönetimin, yasa maddelerinin çokluğuna
328
AİSKHYLOS
değil, insanların yüreklerinde adaletin yer etmesine bağlı
olduğu ilkesine dayanarak, ağırbaşlılığı, düşünceliliği ve
iyi davranışı ayakta tutmakla yükümlüydü; ağırbaşlı, cid
di ve bozulmazdı o; daha sonraki bir kuşaktan İsokrates,
atalarının Areopagus Konseyine saygılarından dolayı, ken
di atasal kurumlanna karışmak hevesinde olmamalarını
onlann erdemlerinden biri olarak sayar.
Artık kurulmak üzere olan mahkemeyle ilgili söylen
ce böyleydi. Besbelli, tutucu bir söylence; oyunda da adım
adım yeniden yaratılıyor. Erinys’ler şunları ileri sürerler
(517-251:
Korkunun iyi olduğu zamanlar vardır;
Evet, ruhun içinde taht kurup
Durmaksızın gözetlemeiidir korku.
Alçakgönüllülüğü öğretmek
kolay değil elbet.
Yüreklerinde sağlıklı bir korkuya hiç yer vermemişlerden
İnsan olsun, kent olsun, kim, hangisi
Saygı gösterecek hakka, doğruya?
Zorbasız bir yaşam seç,
Ama yasayla dizginlenen bir yaşam. Böyle böyle
Tanrı yönetir, ama ortayı da o gösterir, her şeyin ustası o.
Erinys’lerden gelen bu inanç dersinden sonra Athena, kur
duğu yeni mahkemenin tam da onların amaçlarını yeri
ne getirmek için kurulduğunu göstermekte pek güçlük
çekmez; dolayısıyla, onların düşündüğü gibi Orestes’in,
aklanmasıyla tehlikeye girmiş olmayacaktır bu amaçlar.
Aşağıdaki dizelerde, oylarını vermeden önce yargıçlara
kendi isteklerini bildiriyor (681-706):
Atina halkı, bu ilk kan dökme yargılamasında
Buyruğumu dinleyin. Bu büyük mahkeme sonsuza kadar
Ayakta kalsın Aigeus’un oğullan arasında...
Burada Saygı
V e içten gelen korku, ki taht kurmuş halkımın gönlünde,
Gece gündüz uzak tutacak onların ellerini kötülükten,
Yalnız, yasalarına el sürdürmesinler...
ORESTEİA
329
Ben derim ki, benim halkım onurlandırır v e yüce tutar
Z o rb ay la köle arasındaki ortalamayı
Ve
bütünüyle kovm az yüreğinden korkuyu
Y oksa, korkusuz nasıl dürüst olu r insan?
B u yüce buyruğa saygı gösterirseniz eğer
O
zam an sağlam bir. kaleniz olur
Toprağı ve kam u yararım korum ak için...
B u yüce mahkemeyi
Kuruyorum
V ak u r,
korum ak
çabuk
için halkımı
öfkelenen, bozulmaz,
V e hep uyanık, o uyuyanların üzerinde.
Aiskhylos’un, adam öldürme davalarında yargı yetkisi dı
şında bütün özgül işlevleri elinden alındıktan yalnızca bir
kaç ay sonra Mahkeme’ye karşı tavrını bu sözlerle dile
getirmiş olması son derece önemlidir.- bu reform, tutu
cular arasında öyle büyük bir muhalefet yaratmıştı ki,
destekleyicisi Ephialtes kısa süre sonra öldürülmüştü. A t
hena. Mahkemeyi katil Orestes’in yargılanması gibi ivedi
bir amaçla kurduğu ve açılışında üyelerinden söz ederken
onları «adam öldürme yargıçları» olarak tanımladığına
göre (483), Aiskhylos’un geçmişe dönük olarak onun yet
kilerinin kısılmasına razı olduğu çıkarsanabilir; fakat ona
gösterilmesi gereken saygı üzerinde, özellikle de yasala
rın caydırıcı etkisinin orta’nm temel yönü olduğu üzerin
de inatla durması — daha önce gördüğümüz gibi, demok
rasinin temel öğretisidir bu— açıkça gösteriyor ki, en azın
dan yaşamının sonunda, köktenci demokratların ileri po
litikalarına karşıydı o.
Athena, gördüğümüz gibi, anakatilinin aklanmasının
anarşiyle, yasalara karşı gelme girişimiyle sonuçlanaca
ğına değgin Erinys’lerin karşı çıkmalarım, mahkemeye
öyle bir nitelik vererek karşılar ki, amaçlan, tehlikeye
düşmek şöyle dursun kendininkiyle özdeşleşir ve sonsu
za kadar güven altma girer. Onlann ayaklarını yerden
kesmiştir, artık yapacağı tek şey, yeni mahkemenin kut
sal başkanlığını kabul etmeye çağırm aktır onlan. Onun
bu son amacını sezince, önümüzde, bizi üçlemenin sonu
330
AİSKHYLOS
cuna götüren yeni bir yol açılır. Fakat biz şimdilik Orestes’in yargılanması üzerinde duracağız.
Athena, seçtiği yargıçlarla birlikte geri döner, sayıca
belki de on, on iki kişidirler; arkalarında, insanlık tari
hinde ilk yasal duruşmaya tanık olmak için sabırsızla
nan Atina'lı yurttaşlar vardır; hemen Apollon belirir, sa
nığın lehine tanıklık edecektir.
Mahkemenin gerçek yürüyüşüne uygun olarak Erinys’
ler Orestes’e üç soru yöneltmekle başlarlar: suçlandığı
eylemi yaptı mı, nasıl ve niçin yaptı? Bu demektir ki,
yargıçlar yalnızca eylemin kendisini değil, içinde geçtiği
koşullan ve nedenini de dikkate alacaktır. İlkel ahlâk’a öz
gü kendiliğinden düzenlemelerin yerini, ince ayrım lan
fark etme gücü alacaktır.
Sorgulama, tartışmanın oyunun başlangıcında askıya
alındığı noktaya (604-5, bkz. 211-12) doğru hızla ilerler; son
ra, birazdan Apollon tarafından düzeltilecek yanlış bir
adımdan sonra (606), Orestes koruyucusuna döner ve ey
leminin haklı olup olmadığını söylemesini ister ondan
(611-13). Orestes'le ilgili rolü exegetes'lik olan (Atina’da,
adam öldürenlerin arınmasına gözetmenlik etmek üzere
atanmış bir rahip) Apollon, Erinys’lerle ikinci kez karşı
laşmak için ö n e . çıkar, cesur ve çın çın öten bir sesle
haklı olduğunu bildirir (614-15). Bununla birlikte, karşısmdakilerin keskin zekâları önünde bu davayı savunma
nın da kolay bir iş olmadığını hemen anlar. îlk girişimi,
Zeus’un yetkesine başvurusu boşa çıkar, çünkü bir yetke
çatışması olduğunda yetkeye başvurular yararsızdır; böylece tartışmanın başladığı ikileme dönmüş oluruz: Orestes,
annesinin onuruna saldırarak babasının öcünü almıştır
(622-4; bkz. 202-3). Apollon ikinci bir çıkış yapar. Agamemnon’un öldürülmesi bir suç olduğuna göre, onun katili
nin öldürülmesinin suç olmadığını ileri sürer. Etki yö
nünden benzer fakat neden yönünden farklı eylemler ara
sında ayrım yapılmaya çalışılan, haklı görülebilir bir öl
dürme davasıdır bu; ama Erinys'ler alaycı, iğneleyici bir
yorumla yanıt verirler buna.- böyle bir özür, kendi öz ba
ORESTEİA
331
bası Kronos’u zincire vurmuş olan Zeus’un sözcüsünün
ağzına pek yakışmıyordur (640-2). Apollon hiddetle yanıt
verir, zincirler çözülebilir, oysa bir kez dökülen kan bir
daha yerine gelmez; ama bu, Erinys’lerin hemen göster
dikleri gibi, Orestes’in suçlandığı aynı eylemdir.
Bu ana kadar, başlangıçtan beri karşı karşıya kaldı
ğımız ikileme bir çözüm bulunana dek hiçbir ilerleme
nin gösterilemeyeceği apaçıktır. Oğul'un birincil görevi
ana-babadan hangisine karşıdır? Erinys’ler ana tarafını
tutmaktadır; şu ana kadar ana ile oğul arasındaki bağın,
koca ile karı arasındaki bağdan daha kutsal olmadığını
ileri sürmekte olan Apollon artık bir adım daha atar ve
çocuğun babaya, anaya olduğundan daha sıkı bağlarla
bağlı olduğunu açıklar (658-62). Bu kanıt o anda ortaya
çıkmış bir şey değildir.- Pythagorasçı babalık öğretisidir.
Şimdi en azından açıkça belirtildiği şekliyle, tüm soru
nun özü bu davada yatmaktadır.
O zaman Athena başkan olarak oyunu neden Orestes’ten yana kullanmaktadır? Çünkü kadına karşı erke
ğe, karıya karşı kocaya üstünlük tanımaktadır (734-40):
Son yargı bir görevdir benim için;
Bunun için de Orestes’ten yana gidecektir bu oy.
B ir ana doğurm adı beni, evlenme dışında,
Aslın da
babam ın
Bütün kalbim le
çocuğu olan
erilin
ben,
yanındayım.
İşte bu yüzden öyle fazla değerli değil benim için.
Evlendiği efendisini, evinin sahibini
ö ld ü rd ü ğü
için öldürülen b ir kadın.
Neden, bundan daha açık bir biçimde belirtilemezdi; da
vada da önemli bir noktaya dokunuyor. Babalık sorunun
da Athena, Apollon’un tavrını destekliyor, böylece de Attika kalıt yasasının başlıca ilkesini yetkeyle dile getirmiş
oluyor: bu ilkeye göre, karının özgürlüğü kocanın lehine
iyice kısıtlanmış olmakla kalmıyor, aynı zamanda, mül
kiyetin aktarımı konusunda ana hiç de akrabalar arasın
da sayılmıyordu. Drama yazarının davanın sonucunu ne
332
AİSKHYLOS
den karşıt cinslerin toplumsal ilişkilerine dönüştürdüğü
nü soracak olursak kendimize, bunun yanıtı, kadının ba
ğımlılığına, tamamen doğru bir biçimde, demokrasinin ka
çınılmaz bir koşulu olarak baktığıdır. Tıpkı Aristophanes’
in ve Platon’un, özel mülkiyetin ortadan kaldırılışının, ka
dının kurtuluşunu da içereceğini düşünmeleri gibi, Aiskhylos da kadının bağımlılığının özel mülkiyetin gelişme
sinin zorunlu bir sonucu olduğunu düşünüyordu.
Athena’nm sözlerinin açık yorumu, yargılamanın en
yüksek noktasına ulaştığı konunun doğası gereği olmakla
kalmayıp, yargılamayı eksiksiz ve uygun bir sonuca ulaş
tırmaktadır. Yasaların uygulanmasına ilişkin fikirlerim iz
le bu kadar uyumsuz bir karardan şaşkına dönen eleştir
menler, bu suçun işlendiği sırada yasaların olmadığını, yal
nızca birbirine uymaz çeşitli kutsal yaptırımlar bulundu
ğunu, Athena’nın karannmsa bunların çatışma halinde
bulundukları bir noktada ortaya bir kural getirdiğini unu
tuyorlar. Geçmişte ne olmuşsa olmuş, ama gelecek farklı
olacaktır. Bundan böyle adam öldüren bir kişi bir mah
keme önünde yargılanacağı için böyle bir dava bir daha
ortaya çıkmayacaktır. Yasanın egemenliği başlamıştır.
Örestes’in başına gelenleri izlerken gerçekte biz, toplum
sal evrimin birbiri ardından gelen aşamalarında yasanın
gelişimini gözlemekteydik. Başlangıçta, kurbanın akraba
ları tarafından düzeltilecek bir haksızlık, daha sonraysa
aristokrat rahiplerin buyruklarıyla düzeltilecek bir kirlilik
olarak bakılan adam öldürme suçu, artık yasal bir biçimde
atanmış halk komitesinin yargısına götürülecek bir suçtur.
Kabile geleneği ile aristokratik ayrıcalık arasındaki çatış
ma demokrasi içinde çözümlenmiştir. Şimdi demokrasinin
temeli olarak resmen onaylanmış olan erkeğin önceliği il
kesi de topluluğun varlığının artık adaletle dağıtılacağının
(996) ilân edilmesiyle birlikte söylenmiş olmaktadır. Erinys’
lerle Apollon arasındaki, Orestes’in yazgısıyla ilgili tartış
mada, Zeus’la M oira'lar arasındaki, şimdi Athena tarafın
dan uzlaştırılacak kavgada, göklere yansıdığı haliyle, ilkel
kabileyle başlamış ve devletin ortaya çıkışıyla son bulmuş
ORESTEİA
333
dünyevi bir süreç görürüz: bu süreçte, sıradan insanlar
aristokrasi yönetiminin kendilerine vermediği eşitliğe ye
ni bir biçimde yeniden kavuşmuşlardır.
Davada sorunun yalnızca ahlâki bir sorun olduğunu
sanan bütün o eleştirmenlere göre, Athena'nın kararını
dayandırdığı temel, tökezletici bir engel olmaktadır. Athena’ya, acıma ya da insanlara duyduğu sevgi (philanthropia) yüzünden Orestes lehine oy verdiğini söyletmek, dra
ma yazarı için çok kolay bir şey olurdu, çünkü bu onun
geleneksel niteliklerinden biriydi; ama yazar onun kara
rını bu nedenlere dayandırmamayı seçmiştir, onun da
yandığı temeli daha anlamlı yapan da budur işte. Bu eleş
tirmenlerin kabul etmiş oldukları varsayımda, bir akla
yatkınlık olup olmadığı bile pekâlâ sorulabilir. Tanrınm
emriyle anasını öldürerek babasının öcünü alan bir in
san haklı görülür mü? Eğer üçleme bu kısır düşünceye
getirilip bırakılmış olsaydı, bugün olduğu kadar şaşırtıcı
olmazdı. Aiskhylos çözülmez bir bilmecenin çözümüyle uğ
raşmıyordu.
Aklanmanın anlamı öncelikle hiç de ahlâki değil, fa
kat toplumsaldır; üçlemenin başlangıcından beri kafamı
za takılmış olan soruya bir yanıt getirmektedir. Adalet ne
dir? Kan davası kuralı mıdır? Kana kan yasası mıdır?
Bağışlanmaya uygun mudur? Eylemde mi, nedende mi
yatmaktadır? Bütün bu düşünceler önerilmektedir, dola
yısıyla da şairin son yanıtını aramaya zorlanıyoruzdur.
Maddi dünyaya ideal dünyanm gerçek olmayan bir
hayali olarak bakan ve insan toplumunu işsiz-güçsüz bir
sınıfın, bir aylak takımının tek başına egemenliği temelin
de sağlamlaştırmaya çalışan Platon’a göre adalet fikri,
politika olarak, «ayakkabı tamircisi yaptığı yamaya bağ
lanmalı» öğretisinde dile gelen saltık ve değişmez bir şey
di. «Devletteki her smıf kendine verilen işlevi yerine ge
tirip kendi işine baktığında, devleti adil yapan şey or
taya çıkmış olur — adalet budur işte» diyordu Platon. İde
alist anlayış buydu; ama maddeciler büsbütün farklı bir
görüşteydiler, zamanının kent-devletinde cisimlenmiş olan
334
AİSKHYLOS
smıf egemenliği sistemine baştan aşağı şiddetle karşı olan
Epikuros’tan bir parçayla gösterilebilir bu:
Mutlak bir adalet hiçbir zaman olmamıştır, yalnızca
b ir insanın b ir başkasından zarar görmesini önlemek için
toplumsal ilişkilerde ulaşılmış, yerden yere ve zamandan
zamana değişen b ir anlaşma vardır... Yasada adil olarak
kabul edilen şeylerdeki bütün öğeler, herkes için aynı
olsun ya da olmasın, toplumsal ilişkinin zorunlulukların
ca uygun görüldüğü sürece bu özelliğe sahiptirler; bir
yasa, toplum içindeki çıkarlarla uyumsuz hale gelince,
adilliğini yitirir. Yasada dile gelen çıkar, yalnızca b ir sü
re için o kavrama uyuyorsa, boş sözlerle uğraşmayıp yal
nızca eylemlere baktığımıza göre, o zaman için de olsa,
adildir.
Adaletin görece olduğu düşüncesi beşinci yüzyılın demok
ratik düşüncesinde izlenebilir. Adalet, Thrasymakhos’un
tanımıyla «güçlü insanın çıkarı »dır, bu görüş Platon’un
Cum huriyet’inde çok kaba bir biçimde yanlış yorumlan
mış da olsa, Thrasymakhos’un, adaletin yönetici sınıfın
çıkan olduğunu kastettiği açıktır. Platon dahil bütün bu
düşünürlerin adalete bir toplumsal ilişkiler konusu olarak
baktıklan ve Platoncu mutlak kavramının, gücünün sür
mesini görmek istediği bir sınıfın bir üyesi olarak kendi
konumuna uygun düştüğü görülecektir.
O halde, Aiskhylos’un konumu neydi? O, erken bir
Pythagorasçı, ılımlı b ir demokrattı. Platon da Pythagorasçılıktan derinden etkilenmişti, ama gününün Pythagorasçılan, en azından özellikle Yunanistan’da, gericilerin ya
nında yer alıyordu — sm ıf savaşımının, kendi çıkarlarına
yaradığı noktanın ötesine geçtiği zamanlarda, ılımlı ilerle
mecilerin her zamanki yazgısıdır bu. Beşinci yüzyılın or
tasında Atina demokrasisini parçalayacak olan sorunlar
henüz tohum halindeydi. Bu yüzden de, Aiskhylos, bir
Pythagorasçı olarak, Platon'dan çok Hippokrates’e yakın
dı; gizemli Eleusis geleneklerini çok iyi bilmesine karşın
ORESTEİA
335
topluma karşı tutumunda bir gizemci değildi, çünkü emel
lerinin gerçekleşmiş olduğu bir gerçeklikten kaçış için bir
sığınma yeri aramasına gerek yoktu. Dolayısıyla, adalet
düşüncesini tanımlaması istense kendisinden, herhalde bir
tek sözcükle karşılık verirdi buna — demokrasi. Bu yanıt,
Orestes öyküsünü işleyişinde görülebilir. Anakatili, tarih
sel zorunluluğa baş vurularak aklanır, ve üçleme yeni bir
toplumsal anlaşmanın, sırf demokratik olduğu için, onay
lanmasıyla son bulur.
Orestes aklanmıştır, ama tanrısal zıtlık hâlâ çözül
meyi beklemektedir. Athena’nm önerdiği çözümün yapısı
ortaya konmuş durumdadır, fakat onun bunu nasıl işle
teceğini görmemiz gerekmektedir.
Erinys’ler nasıl kan davasını (kabile toplumunun yö
netimi), Athena ise jüri tarafından yargılanmayı (demok
rasi yönetimi) temsil ediyorsa, Apollon da kökeni V. Bö
lümde açıklanmış olan arınma uygulamasını temsil et
mektedir. Bu yüzden Apollon bu üçlemede, ilkel kabile
ile çağdaş Atin a’nın demokratik devleti arasında bir ge
çiş olan toprak sahibi aristokrasi yönetimini temsil eder.
Tiranlığm yıkılmasından sonra adam öldürmenin cezalan
dırılması Areopagus Mahkemesi üyelerinin seçildiği arkonlukla birlikte halkın kontroluna geçmiştir; fakat arın
ma uygulaması sürmüş ve bunu gerçekleştiren exegetes’
ler Eupatridai saflarından alınmaya devam etmiştir. Anım
sayalım. Aiskhylos’un kendisinin de ait olduğu eski soy
lular, yasanın uygulanmasını üzerine almış olan, halk
tarafından seçilmiş eski resmi kişilerin yanında tören gö
revlerinin onayına bağlı olmakta devam ediyordu. Böylece, Athena’nm kurduğu demokraside Apollon, exegetes’
leri kontrolünde tutmaya devam edecektir. Yeni düzende
onun rolü budur.
Areopagus Mahkemesinde savcı ve savunma, gerçeği
söyleyeceklerine yemin ediyorlardı; yalan yere yeminin
cezası olarak da, kendilerinin, evlerinin ve ailelerinin za
rar göreceğini kabul ediyorlardı; bu yemin, Mahkemeye
başkanlık eden tanrılar olarak, Areopagus yamaçlarında
336
AİSKHYLÖS
ki bir mağarada tapınılan bir dişil ilaheler üçlüsü olan
Semnai adına ediliyordu. Semnai’nin kökeni hiçbir zaman
tam olarak araştırılmamıştır; ama Horai, Charites, Argos’
lu Eumenides ve Erinys’lerin kendileri gibi onların da,
kökenlerini III. Bölümde incelediğimiz Moira’larla aynı
tipten anasoylu atasal ruhlardan geldikleri açık gibi gö
rünüyor. Aiskhylos’un kendisi besbelli bu yakınlıkların
bir dereceye kadar farkında, çünkü yaptığı şey Athena'
ya Erinys'lerin kendilerini bu Semnai’lerle özdeşleştirme
ye inandırtmaktır, böylece Mahkemenin başkanlığım ka
bul etmekle ve bu yeni görünümleriyle, yalan yere yemin
edenlere dünyanın başlangıcından beri (932-7) uygulayageldikleri cezalan vermeleri hâlâ kendilerinden istenebi
lecektir. Yeni düzende onlann rolü budur; eskinin yerini
aldığı için bir anlamda yeni değildir, oysa eskinin çeliş
kileri onda birbirine karıştığı ve uzlaştığı için —zıtlann
ortalamada erimesi anlamında— yenidir.
Bu çözümün anlamı o kadar açık ki, drama yazannın kendisinin, içine döküldüğü simgesel biçimden farklı
olarak bu çözümün toplumsal ve politik sonuçlarının doğ
rudan bilincinde olduğu pekâlâ varsayılabilir. Onun ser
gilemesiyle gerçeklik arasında ciddi bir zıtlığın olduğu
bir tek nokta vardır. Tarihsel olguda, onun, demokrasi
nin başlayışında Athena tarafından kurulmuş olarak gös
terdiği Areopagus Mahkemesi, ilkel Attika monarşisine
kadar giden eski bir kurumdu. Theseus’ün krallığı zama
nında, Attika geleneğine göre kurulmuş başkanlar kon
seyiydi bu. Tarihsel görüş açısından, hiç kuşkusuz bir
karıştırma var, ama imgesel dramanm amaçları yönün
den kolayca kabul edilebilecek bir karıştırmadır bu; ay
rıca, daha önceki bir bölümde andığımız (s. 99) beşinci
yüzyıl söylencesiyle kolayca açıklanabilir: Atina demokra
sisinin kurucusu Theseus idi. Drama yazarının bu gele
nekten etkilendiği, üçlemenin sonundaki alayda yer alan
kadın ve çocukları «Theseus toprağının özü» olarak ta
nımlamasından ortaya çıkıyor (1025-6). Bu rastlantı zıtlık,
Oresteia’nm derin tarihsel içgörüsünü azaltmıyor pek;
ORESTEİA
337
Oresteia’da. toplumsal evrim, örgensel bir süreç, sonuçta
yeni bir bütünlük içinde birbirine karışacak olan birik
miş gerilimlerin ilerleyici bir çelişkisi olarak algılanmak
la kalmayıp, eski toplumun ilkel özelliklerinden bazıları
da tanınmaktadır.
Önce Erinys’ler hırs içinde, Athena’nm önerisinin yayinelerler. Hâlâ sakin olan Athena çağrısını yineler (1822-3):
Bu ateşli acıdan kurtarayım sizi.
Yenilmiş olmuyorsunuz; duruşmanın sonucu
Eşit oylarla saptanıyor.
Bunlardan etkilenmeyen Erinys’ler iftiralarını, ilençlerini
yinelerler. Hâlâ sakin olan Athena çağrısını tekrarlar
(822-3):
Gemi azıya almış öfkenin kara bulutlarını dağıtın,
Yanımda yer alın ve görkemimi paylaşın.
Tehditler yerini güçsüz bir umutsuzluğa bırakır. Athena
yeniden konuşur (885-91):
Hayır, İnandırma’nm kutsal görkemi eğer
Bir hiçse gözünüzde, o zaman niçin benimlesiniz...
En yüksek onurların hakkıyla bağışlandığı
Bu toprağa sahiplenmeye gücünüz yetiyor madem.
Bu, Agamemnon’u, kendisinin ve çocuklarının cezalandı
rıldığı suçu işlemeye kandıran ruhtur; Paris’i dünyayı sa
vaşa sokmaya kandırmıştır; Helena’da ve Klyteimnestra’
da cisimleşmiş; anasını öldürmeyi planlarken Orestes’i des
teklemeye çağırılmıştır. Şimdi Athena’da cisimleşmiş olan
aynı ruh, üç kuşağın acılarını bir sona ulaştırır (970-5):
Bütün övgülerim İnandırma’ya olsun,
Ki bir zamanlar öfkeyle başka yöne çevrilmiş
Bu güçleri yatıştırmaya çalışırken
Dudaklarımdan çıkan soluğa bakıyordu iyilikle;
Ama akıllı sözün efendisi olan Zeus galip geldi,
Sonunda, Tanrının lütfunu ararken, üstün geliyoruz.
338
AİSKHYLOS
Çok oski zamanlardan beri ancak ilenç dilinde usta olan
Erinys'ler, yüreklerindeki değişme için söyleyecek söz bu
lamazlar önce, böylece bu «kötülük şark ıcıların a yeni bir
şarkı öğretilmiş olur (903-6):
Kusursuz bir zafer şarkısı: karadan ve denizden
Yukardaki göklerden yumuşak rüzgârlar essin
V e soluklandırarak gün ışığını, yüzsün kıyıdan kıyıya.
Çabuk öğrenip günahtan dönenler, yok etmekle korkut
tukları insanlar üzerine bir kutsamalar sağnağı çağırır
lar. Attika halkının güneş ve toprak tarafından kutsan
ması için dua ederler — yukardaki ve aşağıdaki güçler
arasındaki uzlaşmaya, barışmaya bir anıştırmadır bu; ba
harda açan çiçeklerin fırtınalardan korunması için dua
ederler — Akropolis’in yamaçlarında tapınılan «Rüzgârla
rı sakinleştiren Ruh»a (Heudanemos) bir anıştırmadır bu;
sürülerin, dramanm oynandığı tiyatronun hemen üzerin
deki yamaçta türbesi görülebilecek olan keçi ayaklı tanrı
Pan’m lütfuyla çoğalması için dua ederler; toprağın al
tındaki değerli madenlerin gün ışığına çıkarılması için
dua ederler — Laurion’un gümüş madenlerine bir anış
tırmadır bu; Atinah her kıza koca ve ev bulunsun, Atina’
oın iç savaş belasından kurtulmuş oğullan dostluk ve
neşe içinde büyüsün diye, tüm topluluk, bir zamanlar kla
nın kardeş üyelerini birleştiren yakın bağlarla birbirine
kenetlensin diye dua ederler.
İlençleri erimiş, kutsamalara dönüşmüştür; Athena
üstün gelmiştir. Am a üstün gelmiş olsa da, halkına, ya
lan yere yemin edenlerin bu melekleri hâlâ ürkütebilece
ğim anımsatan bir uyanda bulunur (935-7):
Sonunda yargı önüne çıkar
Ve sonsuz lanetin sessiz vuruşuyla
Boğulur onun boş övüncü, tozların içinde.
Erinys'ler tehdit ederken, Athena yatıştırmaya çalışıyordu-, şimdi Erinys’ler kutsarken Athena uyarıyor. Pes ses
ORESTEİA
339
ler tiz seslerin temasını aldıktan sonra tiz seslerin pes
sesleri yansıladıkları bir ikili müzik parçası gibidir bu.
Yüzyılın başlangıcından beri, kentte ve onun çevre
sinde, ticaretin yarattığı fırsatların kendine çektiği yer
leşik yabancılardan (m eioik oi) oluşan bir sınıf oluşmuştu.
Yabancılar olarak yurttaşlık haklarından ve devlet dini
nin kamusal törenlerinden uzak tutulmuş olmalarına kar
şın, hükümetin politikası bunları geliştirmek yönünde ol
muştu. Bununla birlikte, yılda bir kez ulusal .Panathenaia
festivalinde bu yabancıların yalnızca festivale katılma
sına izin verilmiyor, aynı zamanda özel onur nişanlan
dağıtılıyordu kendilerine. Athena'nm doğum gününün ge
cesinde festival doruk noktasına ulaşıyordu, kentin ka
dınlarının dokuduğu safran renginde bir elbise, bir fener
alayının eşliğinde Akropolis’e getiriliyor, bu iş için özel
olarak seçilmiş bir âpheboi takımı alaya öncülük eder
ken. kadın, erkek, yaşlı, genç bütün yurttaşların «Aleluia/»
diye bağırdıkları işitiliyordu; ve giysi, kent tanrıçası A t
hena Polias'm heykeli üzerine asılıyordu. Bu alayda, fes
tivalin amacını belirlemek için, tanrıçanın koruması altın
da oturan herkese barış ve neşe dilemekti bu amaç, yer
leşik yabancılara koyu kırmızı elbiseler giydiriliyor, ken
dilerine özel bir grup eşlik ediyordu.
Erinys’ler Athena’yla hemşeri, toprağın paylaşıcısı ve
birleşik sahibi olmayı kabul etmişlerdir, böyleoe yurttaş
ların iyi niyet dileklerini kabul edip kendi iyi niyet di
leklerini sunarak m4toikoi unvanını almaktadırlar artık
(1011, 1018). Panathenaia festivalinin kendine özgü ha
vası, neşeydi — Bakkha’lann yabanıl kendinden geçmele
ri gibi değil de, kederin ve acı çekmenin ödülü olan de
rin, ağırbaşlı, nerdeyse törensel bir neşe; dolayısıyla
Erinys'ler de şöyle bir şarkı söylerler (996-1000):
Neşe size, adaletle verilmiş zenginliklerinizin neşesi,
Herkese neşe, Babasının tahtının
Hemen yanında oturan Erden’in sevgisiyle
Kutsanmış herkese. Sonunda öğrendiniz akıllı olmayı.
340
AİSKHYLOS
Tam bu anda, ellerinde yakılmış meşaleler ve koyu kır
mızı giysiler taşıyan bir kadınlar grubu girer. Buarada
Athena deminki selamlamaya karşılık verir (1003-9):
Size de neşeler olsun! Önünüzde yürürken
Sizeayrılmış odalara doğru, yolu
gösteriyorum size,
Öncülerin kutsal ışıkları gerisinde.
Benimle birlikte gelin, gelin ve kutsal adaklar
Hızla götürsün sizi sevinçle, toprağın içindeki evlerinize.
Erinys’ler selamlamalarını yinelerler, Athena ise yine te
şekkür eder onlara (1021-31):
Bu hayır dualarınız için teşekkür sizlere,
Şimdi yanan meşalelerin görkemli alevleri
Eşlik etsin size yeralündaki evinize,
Tapmağımın muhafızları öncülüğünde,
Tam böyle; yaraşığı da bu zaten
Theseus’un halkının
Güzel kızların ve kadınların bu soylu topluluğu
İyice süsleyin onları koyu kırmızı elbiseleri içinde
Bırakın bu parıldayan meşaleler göstersin yolu,
K i bu insanların iyi niyetleri
Kanıtlansın oğullarınızın erkekçe cesaretinde.
Tam bu anda delikanlılar grubu alaym başındaki yer
lerini alırlar. Erinys’ler yeni elbiselerini giyerler ve me
şalelerin ışığında siyah, yerini koyu kırmızıya bırakır. Bu
parıldayış ve bu renk cümbüşü, bir gösterinin kapanışını
belirleyecek uygun simgelerdir: bu gösteride, ışıklar tek
rar tekrar bir yanıp bir söner, ve biz iki kez, kan lekeli
erguvan rengi örtünün göründüğünü fark- ederiz.
Alay uzaklaşmaya başlar, yol gösterici kadınlar Erinys’
leri kendilerini izlemeye çağırırlar (1040-3):
Yüreklerinizde halkımıza acıma ve sevecenlik.
Buraya, ey kutsal kişiler, sevinç içinde buraya,
Yolu aydınlatan ışıklan izleyin
Katılın şarkıya sonunda, Aleluia!
ORESTEİA
341
Bu «Aleluia»yı önce Nöbetçiye yanıt olarak Klyteimnestra
çıkarmıştı, Kassandra çatıdaki Erinys'lerden işitmişti, son
ra yine kocasının ölü vücudu üzerinde Klyteimnestra,
onun ölü vücudu üzerinde de Orestes’in arkadaşı çıkar
m ıştı— şimdiyse, son kez işitildiğinde, insan ruhunun,
acılar içinde gerçek sevince, kalıcı sevince geçtiğini be
lirler; üçlemenin kapanış sözlerindeyse, yeryüzündeki bu
değişikliklerin gerçekleşmesinin nedeni Olan göklerdeki
yeni uyum anımsatılır bize — Zeus ve M oira barışmıştır.
Şair, oyuna bu Panathenaik alayı koymakla, öyküyü
eski çağların karanlığından kendi zamanındaki Atina’nın
parlak ışığına getirmektedir. Uzak ve barbar geçmişte
başlamıştı, burada ve şimdi son bulur. Üçlemenin kapa
nışında şair, dinleyicilerini yerlerinden kalkıp dramayı
kendi bıraktığı yerden devam ettirmeye çağırıyor gibidir.
En son olarak, başımdan geçen bir şeyi anımsatmama
izin verin. Bugün Yunanistan’da, çağdaş dile çevrilmiş
olan ve antik tiyatrolarda oynanan eski dramalar son
derece popülerdir, bazan yirmi binden fazla seyirci çek
mektedir. 196l’de, Atina’nın 1400 kişilik en geniş modern
tiyatrosunda, iki bin kişilik bir dinleyici Önünde Oresteia
üzerine bir konuşma yapıyordum; o kadar çok kişi yer
bulamayıp geri dönmüştü ki, konuşmayı iki kez tekrar
lamak zorunda kaldım. Konuşmada, oyunun son sahne de
dahil bazı parçalan, ünlü aktris Aspasia Papathanasiou
ile Piraeus Theatre Company’nin öteki üyeleri tarafın
dan, M r Rondiris'in yönetiminde gösterildi. Son sahneden
sonra kopan korkunç alkışlar, onca kişinin yaşlarla ıs
lanmış yanaklarını aydınlatan ışıklar, AtinalIların, en bü
yük şairlerinin çağdaş çağnsma bugün de, yirmi dört yüz
yıl öncesi gibi, yürekten karşılık verdiğini gösteriyordu. O
zaman olduğu gibi şimdi de, onlar yargılasın şairlerini.
XVI
İL K
OYUNLAR
Persler, bir dörtlemede ikinci tragedyadır; birincisi
Phineus, üçüncüsü Potnia'U Glaukos’tu, bunları Prom et
heus Pyrkaeus adlı bir satir oyunu izliyordu. Başlıkların
da gösterdiğine göre? işlenişte bir türdeşlik olsun ya da
olmasın, olay dizisinde devamlılık diye bir şey yoktu. Her
oyun farklı bir tema üzerine kuruluydu. Bu nedenle, için
deki oyunların birbiriyle bağlantısı olmadığı bir dörtle
menin bilinen ilk örneğidir bu.
Persler, İ.Ö. 472’de, Themistokles’in sürgün edilişinden
önceki yıl oynandı. Dört yıl önce, Phrynikhos belki de The
mistokles’in cftoregos'luğunda, Salamis’teki zaferi konu
alan Phoinissai (Fenikeli Kadınlar) adlı bir oyun yazmıştı.
Bu nedenle, Aiskhylos Persler oyununda aynı temayı yo
rumladığında ch-oregos’unun Alkmaionoğullarmdan Perikles olması anlamlıdır: Perikles, Atina demokrasisinin gele
cekteki önderidir. Bu sırada Perikles henüz yirmisini geç
memiş bir delikanlıydı, İonia’daki deniz savaşıyla Atina
İmparatorluğunun temellerini atmakta olan Kimon’un
destekleyicilerinden biriydi. Aiskhylos’un da Kimon’un po
litikasını desteklediği buradan çıkarsanabiiir; buysa, onun
ılımlı bir demokrat olduğuna ilişkin kanıtlarla uyuşmak
tadır.
Oyun, Agamemnon’daki yaşlı erkekler gibi ülkede bı
rakılmış, savaş haberlerini bekleyen Persli Yaşlılar Koro
İLK O YU N LAR
343
sunun uzun bir konuşmasıyla açılır. Doğunun dillere des
tan zengin kentlerinden gelen Asyak erkekliğin en gü
zel yanlan geçm iştir artık. İnatla yinelenen bu sözcük, Yunancada, Asya'nın gücünün ve zenginliğinin bir daha ge
ri gelmemecesine gittiği uğursuz anıştırmasını taşır. Yaş
lılar endişelidir, Pers başkentindeki kadınlar ve analarsa
günleri saymaktadır. Hellespont Boğazından (Çanakkale
Boğazı) daha önce haberler ulaşmıştır onlara — genç kral
Kserkes’in, deniz tanrısını dar sularda dubaları birbirine
bağlayarak uzatma emrini yerine getirmeye nasıl zorla
dığına ilişkin haberlerdir bunlar, Pers Eli’nin gücü şim
diye kadar yenilmezdi, ama denizin tehlikeleriyle hiç
karşı karşıya kalmamıştı daha önce: kıskanç tanrılar onu
ölüm tuzağına mı çağırıyordu acaba? Bunlar birçok ge
linin yapayalnız yataklarını gözyaşına boğan önsezilerdir.
Kralın annesi Atossa, sarayın eşiğinde, uykusunun
kötü bir düşle bozulduğunu anlatır: düş, oğlu İonia’yı
ele geçirirken, Yunanistan’ın boyunduruğu söküp ataca
ğını anlatmak ister gibidir. Yaşlılar onun endişeli soru
larına yanıt olarak, A tin a ’nın uzakta, güneşin battığı yer
de olduğunu, hiçbir zorbaya hizmet etmeyen Atm alıların
savaşçı ruhlarını daha önceden de kanıtladıklarını söy
lerler ona. Bu yanıtlar, oğlunun özlemini çeken anayı ra
hatlatmaz.
Soluk soluğa bir ulak Salamis’ten haberler getirir.
Yaşlılar, Atina’nın nefret uyandıran admı sonuna kadar
anımsatacak felaketi işitince bir ağıt koparırlar. Üzüntü
sünü açığa vurmayan Kraliçe, sağ kalanların, ölenlerin ad
larını sorar. Kserkes yaşıyordur, fakat Artembares, Dadakes ve Tenagon... — Ulak, Kralın beylerinin adlarını
birer birer sayar— savaşta kahramanca ölmüşlerdir. A ti
na kenti yağma edilmiştir, ama Atina’nın erkekleri yaşı
yordun Felaket, bir Yunanlı kılığına girmiş bir öç mele
ğinin, Kserkes’i düşmanın savaş alanından kaçmak üzere
olduğuna (s. 264) kandınp inandırmasıyla başlamıştır.
Söylendiği gibi, kuşkusuz, onu kendi gözleriyle gören bi
344
AİSKHYLOS
rinin savaşı anlatmasından sonra, Kraliçe donanmayı
ayartıp yıkıma götürmüş olan ifrite lanetler yağdırır; bu
yetmiyormuş gibi bir de geri çekilmekte olan ordunun
soğuk ve açlıktan kırıldığını işitir.
Yaşlılar, genç kralın ölüme götüren aceleciliğini ba
basının akıllılığıyla karşılaştırarak, ağlamalarını sürdü
rürler; Kraliçe, kocasının mezarı için sunularla geri dön
düğündeyse Yaşlılar Persli M agi karakterine bürünürler,
ölüleri yardıma çağıran bir şarkı söylerler. Çağrıya yanıt
olarak Darius’un hayaleti topraktan yükselir ve kendisi
nin rahatını bozan şeyin nasıl bir felaket olduğunu sorar.
Kraliçe, Salamis’ten gelen haberleri ona tekrarlar, Hellespont’un tutsak edilmesini. Göklerin kıskançlığını çeken bir
gurur gösterisi olarak suçladıktan sonra, Darius, Salamis’
in bir son olmadığını söyler, Pers ordusunun gelecek yıl
hangi yolu izleyeceğini önceden bildirir. O kaybolduktan
sonra Yaşlılar Pers Eli’ni bugünkü büyük gücüne yükselt
miş, İmparatorluğu bir denizden ötekine genişletmiş olan,
daha fazla şeye girişmekten kendini akıllıca alıkoyan ölü
kralı öven bir İlâhi okurlar. İlahinin sonunda Kserkes gö
rünür: üzüntüden kendini yitirmiştir, saçları karmakarı
şıktır, giysileri yırtılmıştır; oyun bir doğu ağıtıyla biter.
Oyunun başat teması, bütününe canlılık veren yurt
severlik duygusu dışında, zenginliğin gururu beslediği, bu
nun da tanrılar tarafından cezalandırıldığı fikridir. Da
ha önce görmüş olduğumuz gibi, eski aristokratik gele
nektir bu. Aiskhylos gizli anıştırmalarını geliştirerek ve
ortak imgeleri zenginleştirerek bu temayı dizgeleştirmiş
ve incelikle işlemiştir, fakat temelde yeni hiçbir şey eklememiştir ona. Oyun, Atossa'nm girişini görkemli bir
öndeyişe (prelude) döndüren canlı bir açılışla başlar ve
aynı hızla bizi Ulağın raporundaki övüngen retoriğe gö
türür; fakat Darius’un çağrılması tiyatro yönünden etkili
olsa da oyunun daha sonraki kısmı biraz sarkar. Ente
lektüel içerik yönünden öteki oyunlar kadar zengin de
ğildir Onun biricik değeri, bir görgü tanığının şiirinde
Atina halkının Pers işgaline karşı verdiği savaş sırasın
İL K O YU N LAR
345
daki ruhunu sonsuza kadar içinde saklıyor olmasıdır
— bugün de göstermekte oldukları ruhu.
Beş yıl sonra sahnelenmiş olan Thebai’ye Karşı Ye
di Kişi'den önce Lavas ve Oidipus vardı, onuysa Sphinhs
izledi. N e yazık ki, bu oyunun elimizdeki biçiminin tamam
olup olmadığı kuşkuludur. Aiskhylos araştırıcıları, Haberci
ile Antigone arasındaki son sahnenin sahte olduğu, aynı te
ma üzerinde Sophokles ile Euripides'in yapıtlarının Antigone'nin yazgısını, Aiskhylos’un yaptığı gibi, görmez
likten gelmeyi güçleştirdiği bir zamanda eklenmiş olduğu
konusunda aynı fikirdedirler; en azından, bu sahte so
nun, bir başka şeyi oyundan atmış olması olasıdır.
Laios Thebai kralıdır, Delphoi’den, «evlat bırakmadan
ölerek devleti kurtarması»nı emreden bir kehanet almış
tır. Kehanetin koşulları, bugün yaşayan oyundan açıkça
anımsanmaktadır. Toplumun gönencinin onu yöneten kra
lın davranışına, hareketlerine bağlı olduğu anlatılır: ilk
krallıkların büyüsel işlevine ilişkin olarak tartıştığımız il
kel bir düşüncedir bu (s. 144). A ynı zamanda, devletin çı
karlarıyla yönetici hanedanın çıkarları arasındaki çatış
mayı da dile getirmiş olur. Laios, Thebai kralı olarak ço
cuksuz ölecektir, ama bu durumda klanının önderi ola
rak sorumluluklarını yerine getirmemiş olacaktır. Bunun
özerine «erkek akrabalarının çılgınlığına yenilerek» İokaste’den bir oğulun: Oidipus’un babası olur. Çocuk doğduk
tan sonra ana-baba korkuya kapılır ye onu terk ederler;
ama Oidipus onların bilgisi dışında büyümüştür. Ana-babasımn kim olduğunu bilmeyen bir delikanlı olarak Thebai’ye dönerken, yolda, Thebai'den Delphoi’ye giden ba
basıyla karşılaşır, onunla tartışır ve öldürür onu. Daha
sonra, Sphinks’in bilmecesini çözünce Laios’un yerine Kral
ilân edilir ve dul Kraliçeyle evlenir. Bir süre sonra kralkraliçe çifti gerçek yakınlıklarını öğrenirler. Sophokles’te
bunu öğrenmeleri. Oidipus’un işlediği çifte suçun sonucu
olan bir salgın hastalıktan sonra olur; eğer Aiskhylos ay
nı geleneği kullandıysa, olası da görünüyor bu, keha
netin doğru çıktığını ve halkın gönencinin Kralm kişili
346
AİSKHYLOS
ğine emanet edildiği ilkesinin doğruluğunu gösteren bir
şey olurdu bu. Bunu öğrendikten sonra İokaste kendini
asar. Oidipus gözlerini oyar ve oğullan Eteokles ile Polyneikes tarafından sarayın zindanında hapis olarak tutu
lur. Bir gün, yemek masasında oğullan ona kralın gâras'ı
yani payı olarak sırt eti yerine but eti verirler; bu aşa
ğılamaya öfkelenen Oidipus, baba kalıtını kılıçla paylaşmalannı dileyerek lanetler onlan. Ölümünden sonra, kar
deşler babalarının yerine kimin geçeceğini tartışırlar,
Polyneikes Argos’a kaçar, çok geçmeden oradan, tıpkı
Tiran Hippias gibi, yabancı askerlerin gücüyle baba ka
lıtını geri almak üzere geri döner. Elde bulunan oyun tam
bu noktadan başlamaktadır.
Eteokles kendini devletin kaptanı olarak görmektedir.
Oyun boyunca boyuna ortaya çıkan, devleti gemiye ben
zetme fikri, kaptan kendine hâkim olduğu sürece gemi
nin fırtınaya dayanacağını anıştırmak için tasarlanmıştır.
Eteokles Argos’tan istilacıların geldiğini öğrenince, halkı
anayurtlarım savunmaya çağırır; bir gözcünün raporunda
düşmanın saldın planmı öğrenince, zafer için tanrılara
dua eder:
E y Zeus, Ey Yeryüzü, Ey bu kenti koruyan tanrılar,
V e siz Erinys’ler, babamın güçlü Laneti,
Acıyın da, bu halkım, Yunan dilinde konuşanlar,
Yurtlarından, yuvalarından koparılmasınlar,
Köleliğin boyunduruğuna girmesinler!
Erinys'lere burada Kralın atasal ruhu olarak bakılmakta;
Thebai halkının Yunanca konuşanlar olarak anışünlmar
sı (aslında, düşman da öyleydi kuşkusuz) ise, bizim Thebai'ye karşı girişilen saldırıya Pers istilası ışığında ba
kacağımız anlamına geliyor.
Kralın savunma önlemlerine bakmak üzere aceleyle
sahneden çıkışından sonra orkestrayı tanrıların kenti terk
ettiği düşüncesiyle paniğe uğramış bir kadınlar korosu
doldurur. Kral bitkin fakat soğukkanlılığını yitirmemiş
İLK O YU N LAR
347
bir durumda, düzeni yeniden kurmak için geri döner. Gü
vensizliklerinden dolayı onları azarlayarak, alaycı bir dil
le ne iyi günde, ne kötü günde kendisini bir kadınla
yoldaş etmemesi için tanrıya yalvarır — oyunun sonu için
önemli bir noktadır bu, çünkü onun evli olmadığını anış
tırır. Korku içindeki kadınlar geçen arabaların gürültü
lerinden kulaklarının nerdeyse sağır olduğunu söylerler,
Kralsa şöyle karşılık verir buna:
Ne çıkar bundan? Hiç gördünüz mü bir denizcinin
Gemisini batmaktan kurtardığını bir fırtınada,
Dümenden pruvaya seğirterek?
Sonunda onlan biraz yatıştırdıktan sonra, savunmayı ör
gütleme görevine döner. Kentin yedi giriş kapısı vardır,
bunları korumak için kendisi de dahil yedi savaşçı ata
yacaktır. Bu arada kadınlar bir İlâhiyle tanrılara sesle
nir, kendilerine tapmanlan unutmamaları için yalvarır
lar onlara, bir yandan da sanki işgal edilmiş bir kent
teymişçesine korkularını dile getirirler boyuna. Bunda da,
iânet altında olduğu bize unutturulmaya çalışılmaktadır,
besbelli.
Buraya kadar, Kralın davranışı hayranlık vericidir.
Askeri hazırlıklar tümüyle kendi elindedir; savaşmayanlann başıbozukluğu planlarım tehlikeye atıyorsa da, so
ğukkanlılığını yitirmemiştir henüz. Bu güçlü önderin bir
İânet altında olduğu bize unutturulmaya çalışılmaktadır,
nerdeyse. Erinys’ler uykudadır.
Saldın başlamak üzeredir artık. Düşman savaşçıları,
her biri bir kapıda, yerlerini alıyordur; bunu yaparlar
ken, Kral her saldırgana bir savunucu ayırabilsin diye,
yüksekçe bir yerde duran bir gözcü onlan ayrıntılı bir
biçimde birer birer tanıtır. Kral, Tanrıya da, insana da
meydan okuyarak yüksek sesle övünen düşman dövüş
çülerinin' tersine, davasının haklılığım ileri sürerek yanıt
verir.
Kapılardan beşi elden çıkmıştır. Altmcısına. Polyne-
348
AİSKHYLOS
ikes’i ülkesine karşı silaha sarıldığı için suçlu ilân etmiş
olan ve kendi istencine ve yargısına karşı katılmış olduğu
savaşta kendisinin de öleceğini daha önceden görmüş olan
bilici Amphiaraos saldırmaktadır. Eteokles karşılık verir:
Yazık,
Dürüst
Görev
Yanlış
hangi kötü kehanet, bu ölümlü yaşamda
bir insanı birleştirir Tanrısızlarla!
ne olursa olsun, kötülerin kötüsü
yoldaşlıktır. Meyva vermez—
Ölümle toplanan bir çılgınlık ürünü...
Belki de saldırıya kalkamayacak,
N e cesareti, ne erkekçe yüreği var,
Ama biliyor ölümle buluşmaya gittiğini,
Apollon’un kehanetleri gerçekleşirse
Ne dediğini bilen, yoksa susan Apollon’un.
Düşman savaşçılarının adları birer birer verilir, arkasın
dan karşısmdakilerin adları sayılırken giderek artan bir
dehşetle anlarız ki, iki kardeş birbirinden habersiz yedin
ci kapıyı kendilerine ayırmışlardır. Eteokles bir başına
karanlıktadır, gerçeği kavrayınca atasal lânet bir kez da
ha uyanır içinde, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bi
lemez bir süre:
Ey acı yarışı Oidipus'un
Çıldırtıcı, rezil, iğrenç,
Sonunda gerçekleşiyor, babamızın laneti!
Polyneikes’in kalkanına kazımış olduğu Adalet adı başı
na kakılmaktadır şimdi:
Adalete güvenim var diyorum, bir de tutup
Onunla savaşacağım — bundan gerçek düşman olur mu?
Kral krala, kardeş kardeşe karşı.
Akıllarını başlarına toplamaları için yalvarma sırası ka
dınlardadır şimdi, ama boşunadır yalvarmaları. Eteokles
çıldırmıştır:
İL K O YU N LAR
349
Oidipus’un laneti kurtuldu zincirlerinden.
Bu gece babamızın kalıtını nasıl paylaşacağımızı Önceden söyleyenler doğruymuş!
Çarpışmalar sürerken Koro, Apollon’un Laios’u uyardığı
zamandan şu ana kadar lânetin bütün öyküsünü gözden
geçirir, daha sonra bir Ulak zafer haberini getirir:
Devlet kurtuldu, ama Yeryüzü içti kanını
Birbirini boğazlayan kardeş prenslerin.
Eteokles ile Polyneikes çocuk bırakmadan ölmüşlerdir.
Krallık hanedanının atasal ruhu toprağa gömülebilir, çün
kü hanedanın kendisi tükenmiştir. Laios'a gönderilen ke
hanet gerçekleşmiştir.
Sonuçtan çıkan genel anlamı yorumlamaya çalışır
ken, metnin bozulmuş olmasına bağlı çelişkilerin varlığı
bize engel oluyor, sahte öğelere bir sınır koymak da her
zaman o kadar kolay değil. Bununla birlikte, Aiskhylos’un
da yazdığı gibi, öykünün sonunun bundan önce titizlik
le izlediği epik söylenceden göze çarpıcı bir sapma gös
terdiği de apaçık görünüyor. Bu söylencede, her iki kar
deşin de oğullan vardır, Polyneikes'in oğlu kente ikinci
bir sefer yaparak kenti yerle bir edip babasının öcünü
alır. Aiskhylos, öyküyü iki kardeşi öldürerek bitirirken
onun kapsamını dört kuşaktan üç kuşağa indirmekte, böylece onu üçleme biçimine uydurmaktadır; aynı yolla,
şöyle bir sonuç elde etmiş olur.- klan ortadan kalktığı
halde devlet yaşamaktadır, böylece kehanetin bütün so
nuçlan da gerçekleşmiştir. Thebai krallan, kendilerine ol
duğu kadar halka da birbiri ardından felaketler getiren
bir atasal lanet altındaydılar, bu nedenle atasal lânetin
anlatmak istediği ilkel akrabalık sisteminin yerini, klan
ların sıradan yurttaşlık içinde özdeşliklerini yitirdiği da
ha yüksek bir devlet örgütlenmesinin alması zorunludur.
Metnin durumu yüzünden, bu yorum bir tahmin olarak
kalmak zorundadır ve büyük bir olasılıkla eksiktir; fakat
350
AİSKHYLOS
temelde doğruysa, bu demektir ki, Aiskhylos daha o za
mandan, dokuz yıl sonra Oresteia’da formülleştireceği dev
letin kökeni genel kuramına doğru yol almaktaydı.
İo miti daha önceki bir bölümde tartışılmıştı; kadın
kahramanın gezilerinin M ısır’a kadar uzatılmasının, onun
Mısır İsis'iyle özdeşliğinin bir sonucu olduğu öne sürül
müştü orada Cs. 175). Mitin bu özelliğinin nasıl ve ne
zaman oluştuğunu bilmiyoruz. Hem Argos’ta, hem de Eleusis’te Mısır etkilerini gösteren mistik Demeter gelenek
lerinden kaynaklanmış olabilir; ya da mistik öğretilerin
de aynı etkinin izlenebileceği ilk Pythagorasçılar tarafın
dan ortaya atılmış olabilir. Bu etki, İo mitini bir başka
mitle, kökende hiçbir bağı olmayan Danaos kızları öy
küsüyle bağlayacaktır.
Danaos ile Aigyptos, İo’nun Mısır'da Zeus’tan doğur
duğu Epaphos’un torunları ikiz kardeştirler. Danaos’un el
li kızı, Aigyptos’unsa elli oğlu vardır. Aigyptos’un oğul
la n kuzinleriyle evlenmeye çalışırlar, ama kızlar kabul
etmez bunu ve Argos’a kaçarlar; reddettikleri isteyicileri
peşlerinden gelir. İo’dan geldiklerini söyleyerek Argos hal
kına sığınır kızlar ve başlangıçta kendilerini izleyenler
den kurtulurlar, ama sonunda onlarla evlenmeye zorla
nırlar. Öç almak için, babalarının emriyle gerdek gecesin
de kocalarını öldürürler — erdenliğini koruması koşuluy
la kocasının yaşamını bağışlayan Hypermnestra dışında
hepsi. Bir söylenceye göre, Hypermnestra babasının buy
ruğunu yerine getirmediği için yargılanır ve aklanır. Bir
başkasına göreyse, Mısır'dan özellikle bu amaçla gelen
Aigyptos babadan davacı olur ve kan davası Hypermnestra
ile evlenmiş olan Lynkeus'un araya girmesiyle biter. Da
naos’un, o zamana kadar kıraç olan Argos toprağını «su
lanır» duruma getirdiği söyleniyor — yani, sulama uy
gulamasını onun getirmiş olması olasıdır. Kızlarından
biri, Amymone, İo’nun torunlarından en ünlüsü olan Herakles'in dokuz başlı Lemean yılanını öldürdüğü Lem a
çayırlığındaki bir akarsuya adını verir; Danaos kızları-
İL K O YU N LAR
351
mnsa Hades’te dibi delik kovalarla su çekerek sonsuza
kadar suçlarının cezasını ödedikleri söyleniyor.
Aigyptos’un oğullarının gelinleri tarafından öldürül
mesi. bir söylenceler kargaşasına dayanıyor gibi görü
nüyor. Sparta'da olduğu gibi Argos'ta da gelinin erkek
giysileri giymesi görenekti; Argos’un Hybristika festivalin
de erkekler kadın gibi, kadınlarsa erkek gibi giyinirler
di. Halliday’in belirttiği gibi, giysilerin cinsler arasında
değiştirilmesi özellikle erginleme, evlenme ve yasla ilgi
liydi; bu yüzden de kişinin yeniden doğabilmesi için zo
runlu olan kimlik değişimini simgeliyor biçiminde yo
rumlanacaktır. Fakat Danaos kızlarının neden kocalarını
öldürecek kadar kadına yakışmaz şekilde davrandıkları
nı açıklamaya yetmiyor bu. Argos kızlarının bir zaman
lar silaha sarıldıkları ve «Dişinin erkeği yeneceği zaman»
sözleriyle başlayan bir Delphoi kehanetinde adı geçen bir
savaşta bir Sparta istilacı gücünü yendiği söylenir; eğer
göründüğü gibi, tarihsel bir söylenceden çok bir halk ma
salıysa bu, mitle ilişkili olabilir, çünkü —çok açık ol
masa da— Danaos kızlarına kadm savaşçılar olarak bakıl
dığına ilişkin belirtiler var. Bununla birlikte, Lemnos ka
dınlan söylencesi daha uygundur buna. Argonatlar ada
ya çıktıklannda, adanın Kraliçe Hypsipyle buyruğunda
«kadınlar tarafından yönetildiğini» gördüler; çünkü kısa
bir süre önce, babası Thoas'ın hayatını bağışlayan Hypsip
yle dışında adanın bütün kadınlan babalarmı ve kocala
rını öldürmüşlerdi. Bu mit, Bachofen tarafından, bir tür
anaerkini gösteriyor şeklinde yorumlanmıştır, Lemnos'lu
kadmlann suçlarıysa Danaos kızlarmınkine yakından ben
ziyor. Bununla birlikte, aynntılan da fazla zorlamak pek
akıllıca olmaz, belki de, her iki söylencenin de kadınla
rın toplumsal konumlarındaki değişikliklerden ortaya çık
mış olduğunu söyleyebiliriz olsa olsa. Şu anda bizi ilgi
lendiren sorun, Danaos kızlan öyküsünün Aiskhylos ta
rafından nasıl yorumlandığıdır, burada da daha sağlam
bir zeminde bulunuyoruz şimdi.
Onun bu temaya ayırdığı dörtleme, Yabancılar'la baş
352
AİSKHYLOS
lıyordu. Öteki iki tragedya Aigyptioi ve Danaos Kızlan'ydı. Satir oyun Amymone idi.
Oyunda Koroyu oluşturan Danaos Kızları, babalarının
eşliğinde Argos’a çıkmışlardır, yakancılann ve yabancıla
rın tannsı Zeus’a dua ettikten sonra kendilerinin atala
rı İo'dan geldiklerini ileri sürüp tanrılardan peşlerindekileri, gemilerini limana yanaştırmadan şimşek ve yıldı
rımlarla ezmelerini dilerler. Bundan sonra gelen stasimon’
da bu dua daha yeğin bir şekilde tekrarlanır. Kendilerini
izleyenlerin küstahlığını cezalandırması için İo’dan doğ
ma, Zeus’un gizemli gücü «inek adam» Epaphos'a başvu
rurlar; eğer Zeus onların yardımına gelmezse öteki Zeus’a:
Ölülerin Zeus'una başvuracaklarını, bir başka deyişle ken
dilerini öldüreceklerini açıklarlar. Bu arada Danaos bir
grup Argos’lunun yaklaştığını fark eder ve kızlarına yakarıcılar olarak altarda yerlerini almalarını söyler. Bu
zorla evlenmeyi gerçekleştirmeye çalışan kuzenlerinin gü
nahkâr olduklarını açıklar, günahkârlarınsa yargı günün
de Ölülerin Zeus’una hesap vermek zorunda olduklarını
anımsatır onlara.
Yakarıcılar Argos Kralınca sorguya çekilirlerken, İo’
nun torunları olduklarını, dolayısıyla Argos halkıyla ak
raba olduklarını söyler ve kaçma nedenlerini açıklarlar.
Bir savaş anlamına bile gelse bu, korunmalarını isterler
ondan, çünkü adalet kendi yanlarındadır; bu başvuruya,
eğer kendilerine adil davranılmazsa kendilerini altarlarda
asacakları tehditini de eklerler. Savaşla, kirlenme seçe
nekleri arasında kalan Kral, halkına danışma fırsatı bu
luncaya kadar kararını geciktirir.
Danaos Kızları yine Zeus’a başvururlar, İo’nun dolaş
malarını, Epaphos’un doğumu dolayısıyla kendilerinin ku
sursuzluklarını uzun uzun anımsatırlar ona. Besbelli,
amaçları Zeus’u bu yolla kendi dolaşmalarını da mutlu
bir sona ulaştırmaya kandırmaktır, fakat aradaki koşut
luğun daha derindeki anlamını, lo ’nun acılarının âşığıyla
zorla birleşme yoluyla sonuçlandığını görmezlikten gel
mektedirler.
İLK O YU N LAR
353
Kral döner, halk meclisinin yakancılann korunmasını
yüklenmeye karar verdiğini bildirir. Karar resmen par
mak kaldırılarak alınmıştır, yabancılara çağdaş Atina'
da oturma haklan veren özel koşullan anımsatacak te
rimlerle dile getirilmiştir. Danaos kızları koruyucularına
dua ederler, ama sevinçlerinden, yaklaşmakta olan bir
kavga sezilir gibidir; çocukların görevinin ana-babalannı
onurlandırmak olduğunu anımsatarak bitirirler sözlerini:
sonuçta babalarından alacakları emre bir anıştırmadır bu.
Bu anda Danaos, peşlerindeki geminin limana yaklaş
makta olduğunu fark eder ve yardım için kente koşar.
Kızlar çaresizlik içindedir. «Yalnız bırakıldık» diye bağı
rırlar, «kadının hiçbir değeri yok — savaşma gücü yok
kadının.» Sonuçta bu atasözü yanlış çıkacaktır. Onlar, evlenmektense ölmeyi yeğlediklerini söylerken, Aigyptos’un
oğullarından bir Haberci görünür ve onlan saçlarından
tutup sürüklemeye başlar. Kralın yeniden ortaya çıkışıy
la durur; Kral kutsal şeylere saygısızlık ettiğini, böyle
durumlarda bir yabancıya düşen yasal yollara başvurma
dığını söyleyerek kaçaklan götürme girişimine karşı çı
kar onun. Haberci savaşla tehdit ederek çekilir. Yakancılar yeniden dua ederler kurtancılanna; babaları, yeni
yurtlarında kadınlara yaraşır biçimde davranmalan ge
rektiğini anımsatır onlara. Uzaklaşırlarken, neşeleri, şim
dilik savuşturduklan evlenme işinin eninde sonunda ken
dilerine zorlanacağı önsezisiyle bulanır; son dualan, oyu
nun daha önceki bölümlerinde böyle bir evlenmenin ölüm
den de beter olacağı fikrini çağrıştırarak dramatik bir
ağırlık kazanmış olan bir ritme uyar. Bu ve öteki belir
tilerden, Zeus’un istencini kendi yanlarına çekemedikleri
açıkça görülür.
— Zeus’ un gerçekten amacı...
— Kim bulabilir yolunu bu karmaşık, sık çalılığın içinden?
Her yer kapkaranlık,
Gecenin karanlığına fırlatılmış bile olsa, ölümlü araştırıcıya karanlık.
Yedi kez yere düşse bile,
Yeniden kalkacaktır ayağa, Zeus’ un istenci oysa eğer.
354
AİSKHYLOS
Zordur onun düşüncesini anlamak
Yolsuz izsiz ormanda, karanlığın içinde çapraşık yolunu bulmak.
Danaos kızları, kuzenleriyle evlenmeye neden karşı
çıkarlar? Kendilerini isteyen delikanlıların gururlu ve sert
insanlar olmaları değildir tek neden. Bu nitelikler evlen
me önerileri reddedildikten sonra ortaya çıkmıştır. A y
rıca, bu oyunda kadınların doğruluğuyla erkeklerin kö
tülüğü arasındaki zıtlığı bundan sonraki oyunda daha da
sert bir misilleme eyleminin izleyeceğini de unutmamak
gerekir. Danaos kızlarının karşı çıkışı daha somut bir şey
dir: evlenmek yasadışıdır, kutsal değildir — akrabayla zi
na gibi bir şey. Dolayısıyla sorumuzun yanıtı belki de
Yunanistan’daki evlenmenin tarihinde bulunacaktır.
Atti%
ka yasasında, birinci kuzenle evlenmelere bir engel ol
madığı gibi, bazı durumlarda —XII. Bölümde açıklanmaktadır bu— olumlu yönden zorunluydu bu. Eğer bir kız
evlat, oğlan çocukların olmaması halindeki gibi, kalıtçıy
sa, babasının en yakın akrabası —kardeşleri ya da onun
çocukları— ile evlendirilirdi; babanın, ölmeden önce bu
şekilde kalıtçısı olacak kızını birine vermesini önleyen
hiçbir şey yoktu. Sonuç olarak, Aigyptos’un oğullarının
önerdiği evliliğe zaten izin vardır ve uygundur, Danaos
ölür ölmez de yasal bir hak olacaktır bu. Danaos’un kız
lan Mısır'dan Argos'a kaçmakla yasal zorunlulukların
dan kurtulmaya çalışmaktadırlar. Çağdaş bir seyirci, tar
tışmaya kaçınılmaz biçimde bu ışık altında bakacaktır;
aynca, besbelli ki, drama yazan da bunu bu ışık altında
vermek için büyük çaba harcamaktadır, çünkü oyunun
en göze çarpan özelliklerinden biri, çağdaş Attika yasası
nın yöntemine ve sözlerine yapılan anıştırmalann zen
ginliğidir.
Kralın kendisi, yakarıcılann evlenmeyi reddetme ne
denlerine pek inanmamaktadır. «Eğer» diye tartışır, «A igyp
tos’un oğulları, ülkenin yasalarına göre sizin sahipleri
nizse, siz'n en yakın akrabanız olduklarını söylüyorlarsa,
kim onlara karşı çıkabilir?» Kız kalıtçıya ilişkin Attika ya
İLK O YU N LAR
355
sasına apaçık gönderme yapılan bu pasaj, drama yaza
rının niyetini her tûrlö kuşkudan kurtarıyor. Aynı za
manda, buna benzer bir yasamn Mısır’da da var olduğu
nun sanıldığını akla getiriyor.
Mısır evliliğinin özelliklerinden biri, içten evlenmenin
özellikle kraliyet ailesi içinde yaygın bir biçimde uygu
lanıyor olmasıydı. Bir kız kardeş ya da erkek kardeş kı
zıyla evlenmenin, bu ve daha önceki dönemlerde birçok
örneği vardır. Dahası, Ejiptologlar (Mısırbilimci'ler) bu
uygulamanın, (her ikisi de kısmen kadınlar yoluyla geçen)
ardıllığın ya da kalıtın erkek çizgisinde kalması arzusun
dan doğduğu konusunda aynı düşüncededirler. Buysa, da
ha önce gördüğümüz gibi, kız kalıtçıya ilişkin Attika ya
sasının altında yatan nedendir. Ridgeıvay’in yaptığı gibi,
Yafeoncıtor'daki kavganın anasoylu kalıtla babasoylu ka
lıt arasındaki çatışmayla ilgisi olduğunu çıkarsamak kuş
kusuz yanlış olurdu. Bu oyunda buna ilişkin bir iz yok
tur. Yine de, Aiskhylos’un bu konuda Attika ve Mısır uy
gulaması arasında öne sürdüğü benzerlik doğrudur, çün
kü kız kalıtçının özel durumlarında, Attika yasası Mısır
yasasıyla aynı tipten ve aynı nedenlerle evlenmeleri em
retmektedir. K ız kalıtçı babasının en yakın akrabasıyla
evlenmek zorundadır.
Aiskhylos, Danaos kızlarının öyküsünü Zincire V u ru l
muş Prometheus'ta bir kez daha anlatmaktadır.- kızların
«kuzenleriyle akraba evliliği yapmaktan kaçarak» Argos’a
sığınmaya çalıştıklarım söylüyor. İmdi, Yakancılar'da.
Aigyptos’un oğullarının bu evliliği haklı görmelerinin te
mel nedenleri bunlardır — Danaos kızlarının, kendi ku
zinleri olduğu için, hak olarak kendilerinin olduklarım
ileri sürmektedirler. Dolayısıyla, kadmlar da evlenmeyi
aynı nedenle reddetmektedirler— aynı aileden oldukları
için. Konu aynı aile içinde evliliğe dönüşüyor böylece.
Tartışmamızı tamamlamak için gereken tek şey, Da
naos kızlarının da aynı şeyi aynı derecede açıklıkla or
taya koyduklarını göstermektir. Burada güçlük, oyunun
metninin çok bozulmuş olmasında,- fakat bize yol göster
356
AİSKHYLOS
mesi için alıntıladığımız pasajlarla bu güçlüğün üstesin
den gelinebilir.
Oyunun başlangıcında, Danaos kızları Zeus’a başvu
rularında, Mısır’dan «Aigyptos’un çenesi düşük budala
oğullarıyla günahkâr bir yakın akraba evliliği yapmak
tan nefret ettikleri için» kaçtıklarını söylerler. Danaos kız
larının birleşmeyi, «erkeklerden uzak durmak, yazgıların
da olduğu için» kabul etmedikleri şeklinde anlayan W ilamowitz’e karşı, Headlam kayıp bölümü bu biçimde dü
zeltmiştir; Headlam’ın bu yorumu Prometheus'ta. hemen
hemen aynı ifadeyle desteklenmektedir, W ilam owitz ise
bunu gözden kaçırıyor.
Kral, kaçakları sorguluyor. «Benden istediğiniz ne?»
diye soruyor. «Aigyptos’un oğullarına kölelikten kurtarıl
mam.» Danaos kızlarının kuzenleriyle evlenmeyi niçin kö
lelikle bir tuttukları, zamanı gelince ortaya çıkacaktır.
«Onlardan nefret ettiğiniz için mi, yoksa bunun kutsal
olmadığını mı düşünüyorsunuz?»
Sorunun özü buna verilecek yanıttadır, ama ne ya
zık ki metin burada da bozulmuştur. Seçim iki yorum
arasmda yapılacaktır. Birincisi şu: «Sevilen efendilere kim
karşı çıkardı?» İkincisiyse şu: «Efendisi olmak üzere kim
satın alırdı bir akrabasını?» Birinciye karşı ileri sürüle
bilir ki, evliliğe karşı çıkılması onun kutsal olmayışından
değil, fakat isteyen erkeklerin kişi olarak kabul edilemez
insanlar olmasındandır anlamı çıkıyor ortaya; bu görüş
se oyundaki öteki bölümlerle çelişiyor. Aynca, hemen bi
raz sonra göreceğimiz gibi, Kralın bundan sonraki söz
leri için inandırıcı bir çıkış noktası getirmiyor. Ben, ikin
ci yorumun doğru olduğuna inanıyorum. Danaos kızlan
bu evlilikten kutsal olmadığı için nefret ediyorlar, kutsal
değil, çünkü Aigyptos’un oğullan bu evliliğin beraberin
de getireceği kalıttan dolayı akrabalanyla evlenmeye ça
lışıyorlar. Aynı şeyi bir yerde Euripides de ileri sürüyor:
Medea, kadının kocasına bir drahoma getirdiği halde
onun kölesi olmasına karşı çıkıyor: «Kocalanm ızı para
mızla satın almak ve onlan bedenlerimizin sahipleri ola
İL K O YU N LAR
357
rak kabul etmek zorunda kalıyoruz.» Buna benzer bir bi
çimde, babasının en yakın akrabasıyla evlenmeye zorla
nan bir kız kalıtçı, kendi sahibini satın almış olan bir
köleden iki kat daha aşağılayıcı bir durumda hissetmek
tedir kendini.
O halde Danaos kızlan önerilen evliliğe niçin kölelik
olarak bakıyor? Bu noktayı Kralın bundan sonraki söz
lerine verdikleri yanıtta açıklıyorlar: K ral «Yine de» di
yor, «bu yolla erkeğin varlığı ve gücü çoğalmaktadır.»
Kesinlikle, varlığı artırmanın, yığmamn yolu onu «aile
içinde» tutmaktır, bu da kız kalıtçıyı «aile içinde» tut
makla olur. Kralın bu düşüncesi doğrudan sorunun özüne
dokunuyor ve Aiskhylos'un kız kalıtçı hakkında Attika
yasasının ekonomik temelini doğru anladığını gösteriyor.
Danaos kızlan bu savın gücünü yadsımıyorlar, ama onun
kadının durumu üzerindeki etkisini göstermekte aoele edi
yorlar: «Evet, işler kötü gittiğindeyse, boşamak da kolay!»
Koca ve k an aynı aileden geldiğinde, kadının akrabalan erkeğin de akrabalarıdır; bir aile tartışması durumun
da da bu akrabalar kadına karşı erkeğin tarafım tutar
lar, böylece tahmin edileceği gibi kadın korumasız du
rumda kalır. Erkek, karnını boşamak ve kaütı elinde tut
mak özgürlüğündedir.
Bu çetin pasaj üzerine benim yorumum, hem man
tıksal olarak tutarlı hem de Yunanlılara uygun tek yo
rumdur. Eğer hâlâ kabul edilmiyorsa, bu, Aiskhylos’un
dramasının gerçek yapısının yanlış anlaşılmasındandır.
Eski Yunan şiirini, bizim çoğunlukla çağdaş toplumsal so
runlardan uzak duran bugünkü şiirimize bakarak değer
lendiren eleştirmenlerin, büyüklüğü herkesçe kabul edil
miş bir şairin, sanatını, çağdaş toplumda kadınların ko
numu gibi şiirdışı b ir temanın sergilenmesine adadığım
görünce şaşırmalarını doğal kabul etmek gerekir-, fakat
hata kendilerindedir. Aiskhylos için toplumsal savaşım,
insanın ilerlemesinin b ir yoluydu; savaşımın aldığı biçim
lerden biri de — cinsler arasındaki çatışma— onun anla
yışına. göre, barbarlıktan uygarlığa geçişin temel özelli-
358
AİSKHYLOS
giydi. Hepsi bu kadar da değil. Ona ve çağdaşlarına gö
re hâlâ capcanlı bir konuydu bu. Böyle olmamış olsaydı,
ne Euripides Medea'yı, ne de Aristophanes Lysistrata'yı
yazardı. Bir yasama konusu olarak, dava Solon’un yasa
larıyla çözülmüştü, ama Aiskhylos’un, büyükbabaları Solon’u tanımış birçok çağdaşı olmalıydı; Atina’dan daha
az ileri olan öteki Yunan devletlerine dönüp baktığımız
da, aynı konunun —kız kalıtçılar yasası— hâlâ tartışıl
makta olduğunu görürüz. Aristoteles politik rahatsızlık
ların nedenlerini tartışırken şunları yazıyor-.
Soylular arasındaki kavgalarsa genellikle tüm devle
ti karmakarışık ediyor.- Pers Savaşlarından sonra Hestiaia'da da olduğu gibi, iki erkek kardeş baba kalıtının pay
laşılması konusunda tartışıyorlar; b iri bilinen, tanınan il
keyi benimsiyor, çünkü kardeşi babasının varlığı hakkın
da açık bir beyan bulamamıştır; ötekiyse, zengin olduğu
için zenginlerin partisi yanındadır... M itylene’de, kız ka
lıtçılar üzerine bir tartışma, Atina'yla savaşa kadar gi
den birtakım felaketlere yol açtı. Varlıklı b ir yurttaş, Timophanes, iki kız evlat bırakmıştı ardında, Doxandros on
ları oğullarına almak istedi ama başaramadı; böylece bir
kenara itilince, b ir içsavaşı kışkırttı ve resmi temsilcisi
olduğu A tinalılan ayağa kaldırdı. Phokis'te, Kutsal Sava
şı başlatan, Mnason'un babası Mnaseas ile Onomarkhos'un
oğlu Euthykrates arasındaki, kız kalıtçılar üzerine b ir tar
tışmaydı.
Konunun toplumsal özünü kavradıktan sonra, bir yan
lış anlama tehlikesi olmaksızın onun ahlâki yanını göre
biliriz. Bu noktada D.S. Robertson şunları yazıyor-,
Aiskhylos b ir bütün olarak üçlemeyle neyi anlatmak
istiyordu? Temel olduğunu hissettiği b ir ahlâki sorun or
taya almış olmalıydı; Ridgeway’le birlikte, bunun dıştan
evlenme sorunu olduğuna inanamıyorum. Yakarıcılar’dafei
düşünceyi (benim görüşümün bir yenilik olduğunu ileri
İL K O YU N LAR
359
sürmüyorum) izleyebildiğim kadarıyla, asıl konu, kadın
ların b ir evliliğe zorlanmayı kabul etmeme haklan gibi
geliyor bana. Danaos kızlarının evlenmekten nefretlerinin
gerçekten fanatik olduğu söyleniyor... ama temelde haklı
gösteriliyor. Aigyptos'un oğullanm n suçu, kendilerini is
temeyen kızlarla zorla evlenmeye kesin kararlı olmalarıdır.
Eğer Aigyptos'un oğullarının suçu bu idiyse, demokrat
Atina’da yasanın açık hükmünün emrettiği; drama yaza
rının çağdaşlarının, böyle davranmakla tanrılara, devlete
ve kendi çıkarlarına aynı zamanda hizmet ettikleri inan
cıyla her zaman işledikleri bir suçtu bu. Robertson, var
sayımının sonuçlan üzerinde düşünmemektedir, oyunun
bugün de en genel olarak kabul edilen bu biçimdeki yo
rumunun, Oresteia'nın alışılmış yorumuyla aynı noktada
iflas ettiğini görmek öğreticidir Cs. 333), Her iki durumda
da, ahlâki sorun, toplumsal bağlamından soyutlanmaktadır. Özel mülkiyetin, mülk sahiplerinin ahlâkı üzerindeki
etkisi, çağdaş eleştirmenlerin içgüdüsel olarak kavramak
istemedikleri sorunlar çıkarıyor ortaya, bu yüzden de onun
temel bir sorun olduğuna «inanamıyorlar». Fakat eski
demokrasinin en güzel döneminde yaşamış olan Aiskhylos’a göre kadının bağımlılığı, yalnızca haklı olmakla kal
mayıp daha önce sahip olduklan özgürlüğe yeğlenebile
cek bir şeydi. Toplumun bütün aşamalarında başat ahlâ
ki değerler, her şeyden önce yerleşik toplumsal düzenin
bir yansısı ve doğrulamasıdır. Mısırlılarda, birinin kız
kardeşiyle evlenmesine doğru ve uygun olarak bakılma
sının nedeni, Mısır’da özel mülkiyetin bu tür evlenmele
rin uygun kabul edilebilecek biçimde gelişmiş olmasın
dan başka bir şey değildir; Aiskhylos'ta ise. ahlâki yargı
ların toplumsal temeli son derece açıktır, çünkü kendisi
bunun bilincindeydi. Böyle bir şairin yapıta, çağdaş top
lumla kendi ilişkilerini çözümleyememiş kişilere güçlük
ler çıkaracaktır elbet.
Bugün eldeki kanıtlar, üçlemenin kalan kısmının anaçizgilerinden fazlasını gösteremeyecek kadar yetersiz; fa
360
AİSKHYLOS
kat ilk oyunu yorumlamamız doğruysa, dramanın yönel
diği sonuç daha şimdiden oldukça açıktır. Güveylerin öl
dürülmesi belki de ikinci oyunda geçiyordu, yargılamay
sa üçüncüde. Danaos K ızla n 'nda Aphrodite’nin bir konuş
masından birkaç dize bugüne kadar saklanabilmiş du
rumda:
Tertemiz Gök aşkla bekliyor Yer’i inciteceği anı
Seven Y er de öyle özlüyor birleşmeyi,
İnsanları besleyen gelinin üzerine
Sağnaklar iniyor göklerdeki güveyden,
Otlayan hayvanlara ve Demeter’in buğdayına
Değerli ıslaklığıyla meyvalan olgunlaştırarak,
Sonbaharı erdirerek. Bütün bunlarda benim payım var.
Bu sözler, Prometheus'ta. anlatıldığına göre, aşk tanrıça
sının ağzından, besbelli, kocasını kurtarmak için aşkla
harekete geçen Hypermnestra’yı haklı çıkarmak için dö
külüyor. Apollon Orestes için ne idiyse, Aphrodite de
Hypermnestra için o. Babasının emrine boyuneğmektense
kocasına sevgiyle bağlanan kız evlat yasada haklı çıkıyor.
Çatışmanın, sonunda bir yargı önünde çözülmesi ka
bul edildiğine göre, daha önce de belirtildiği gibi, bugü
ne kalan oyunun başat özellikleri olan yasal kanıtlan
anlayabilecek daha iyi bir durumdayız şimdi. Danaos kız
ları, korunmalan için Krala başvurduklarında, Kral, her
sözü yasa olan, toplumun gönencini kendi kişiliğinde cisimleştiren mutlak bir monarkmış gibi seslenirler ona.
Öte yandan, Kral bir karara varmadan önce halkına da
nışmak zorunda olduğunu açıkça söyler. Onların başvu
rularının nedenleri hakkındaki çekinme koşullarını da
(ihtirazi kayıt) aynı sakınımlı ruh hali içinde dile getirir.
Onlara göre evlilik, tanrısal yasaya ters olduğu için son
derece iğrençtir; ona göreyse önemli soru, bunun, yaşa
makta oldukları toprağın yasalarına uyup uymadığıydı.
Bu soruyu sormakla, tanrı onayıyla konulan evrensel bir
yasağın yine de insan yapısı yasa maddeleriyle değişti
rilebileceğini sezdiriyordür.
İL K O YU N LAR
361
Danaos kızları, dıştan evlenme kuralının mutlak ol
duğu eski düzenden yanadırlar. Tıpkı Oresteia’da. Erinys’
lerin akrabalar içinde adam öldürme konusunda hiçbir
hafifletici koşul tanımayışlan gibi, bu üçlemede de Da
naos kızlan akrabalar arasında evlenme yasağına hiçbir
ayncalık kabul etmemektedirler. Fakat Kralm onların
başvurusuna verdiği yanıtta, daha o zamandan, üçlemenin
sonunda yeni düzenin başlayacağının ilk haberini almı
şızdır: Hypermnestra, bağlılığını babasından kocasına dön
dürdüğü için yargı öpüne çıkarılacak ve Aphrodite tara
fından savunulup aklanacaktır.
Bizi yönlendirecek bu belirtilerle, oyunun kayıp sonu
kabaca şöyle kurulabilir yeniden. Danaos, evliliği önleyemeyince, kızlarına güveylerini zifa f gecesinde öldürmele
rini öğretir. Akrabalar arasında evliliğin kirliliğine itil
miş kızlar, akrabalar arasında adam öldürme kirliliğini
de yüklenerek öçlerini alırlar. Yalnızca Hypermnestra bu
na boyun eğmez. Kocası onun erdenliğini korur, o da
kocasının yaşamını bağışlar. Böylece her iki kirlenmeden
de kurtulmuş olur, fakat bunu ancak babasını onursuziaştırarak yapmıştır, bunun için de halk önünde mahke
meye çıkanlır. Aklanması, bu tür evlenmelerin artık ya
sak olmadığını gösterir. Evlenme kurumu böylece yeni
bir biçim alır, kadın erkeğe bağımlıdır artık.
Herodotos’a göre, Danaos k ızlan M ısır’dan gizemli bir
Demeter tapımı getirmişlerdir. Dor istilasından sonra bu
tapım Peloponesos’un birçok yerinde kaybolmuş, fakat
Atina'da yaşamaya devam etmiştir: yalnızca kadınlara
aynlmış olan Thesmophoria festivali içine alınmıştır. Do
layısıyla, üçlemenin Danaos kızlannın onuruna kurulmuş
olan Thesmophoria’nm açılışıyla bittiği ileri sürülmekte
dir; tıpkı Oresteia'da. Erinys'lerin Areopagus Mahkeme
sinde özel olarak onurlandınlışlan gibi.
İki üçleme arasındaki bu koşutluklar, Yakarıcılar'm
yeni tarihlendirilmesinin ışığında daha da ilgi çekicidir.
Bu oyuna uzun süre bugüne kalan oyunların en eskisi
362
AİSKHYLOS
gözüyle bakılıyordu, bugünse Oresteia'deua. yalnızca birkaç
yıl önce oynandığına inanılmaktadır.
GÖNDERMELER
Halliday, W.R. ‘The Hybristika’. Annual of the British School at
Athens, Vol. 16.
Ridgeway, W. Origin o f Tragedy (Tragedyanın Kökeni), Cambridge,
1910.
Robertson, D.S.' The Problem o f the Supplices (Yakarıcılar Sorunu)
Classical Review, Vol. 38.
Thomson, G. The Suppliants o f Aeschylus (Aiskhylos’un Yakarıcılar'ı).
Eirene, Vol. 9 (1971).
XVII
PROMETHEUS
Bir zamanlar, Prometheus'un proletaryanın koruyucu
azizi olduğu söylenirdi.
Bir rezene sapı içine doldurup güneşten getirdiği ateşi
insanlara hediye eden Prometheus’tu. Bu ve buna ben
zer biçimlerde bütün dünyada izleri bulunabilecek olan
mitin ilkel çekirdeği budur. Maddi tekniğin ilerleyişinde
en eski ve en devrimci adımlardan birinin gerçek bir halk
andacıdır. Bu bakımdan önemi Gordon Childe tarafından
gerekli biçimde tanımlanmaktadır.
Fosil kalıntılarıyla belgelenen, nispeten kısa evrim ta
rihinde insan, miras olarak aldığı donanımını, iskeletin
de saptanabilecek bedensel değişikliklerle geliştirmemiştir.
Yine de, kendini herhangi b ir başka yaratıktan daha de
ğişik çevrelere uydurabilmiş, yüksek m em eliler arasında
öteki yakın hısımlarından son derece daha hızlı çoğala
bilmiş ve kutup ayısını, yabani tavşanı, şahini ve kap
lanı onların kendi özel oyunlarıyla yenebilmiştir. İnsan,
ateşi kontrolü altına almak, giysiler, evler yaratmaktaki
ustalığıyla Kuzey Kutbu Çemberinden Ekvator'a kadar ya
şayabilir ve gelişebilir, öyle de oluyor. İnsan, yaptığı tren
ler ve arabalarla en hızlı tavşanı ya da devekuşunu ge
ride bırakabilir. Uçaklarla, kartaldan daha yükseklere tır
manabilir, teleskoplarla şahinden daha uzağı görebilir.
Ateşli silahlarla, bir kaplanın saldırmaya cesaret edeme-
364
AİSKHYLOS
diği aşağı hayvanları vurabilir. Fakat b ir kez daha söy
leyelim, ateş, giysiler, evler, trenler, uçaklar, teleskoplar
ve silahlar insan bedeninin parçalan değildir. İstediği za
man onlan terk edebilir, b ir kenara koyabilir. Biyolojik
anlamda kalıtı değildir bunlar; fakat onların ü retim i ve
kullanımı için gereken ustalık, toplumsal kalıtım ızın bir
parçasıdır, kuşaklar ve kuşaklar boyu birikmiş, ve kan
yoluyla değil, konuşma ve yazma yoluyla iletilmiş b ir ge
leneğin sonucudur.
Prometheus mitinde bu teknik ilerlemelerin ilki öte
kiler için bir simge olmuştur. Ateş, uygarlığın maddi te
melini simgeler. Mitteki tek sabit, kalıcı öğedir. Ötekiler
hep değişir, çünkü bu mitin kendine özgü bir tarihi var
dır, simgesi olduğu süreç içinde devamlı olarak yeniden
yorumlanır ve yeni gelişmelere uydurulur. Bu sürecin da
ha üstün aşamaları, daha önce görmüş olduğumuz gibi,
toplumun ekonomik olarak eşit olmayan sınıflara -^gerçek
üretim işini yapanlarla bu üretimin meydana getirdiği
zenginliklerden ve boş zamandan yararlanan sınıflara—
bölünmesiyle koşulluydu. Bu bölünme, yönetenler arasın
da kendi ayrıcalıklı durumlarını haklı çıkarma gereksi
nimini, yönetilenler arasındaysa, kendi zenginliklerinin ve
boş zamanlarının, çalışmalarının gittikçe artan üretken
liğine ayak uydurmadığının anlaşılmasıyla ortaya çıkan
bir hayal kırıklığı duygusu yaratır. İnsan topluluğunun,
maddi çevresine karşı ortak savaşımının başarısından duy
duğu gururu belgeleyen mitin ilkel biçimi artık yeterli
olmuyordu, çünkü Doğa ile insan arasındaki savaşımdan
şimdi insan ile insan arasındaki savaşım ortaya çıkmıştı.
Dolayısıyla, bu savaşım karmaşıklaşmış, ayrıntılı bir du
rum almıştı.
Hesiodos’un köylüleri açtı, baskı altındaydı. Neden, bu
kadar çok çalışıp bu kadar az şey almaya yargılıydılar?
Çünkü insan, efendilerine karşı günah işlemişti. Bir za
manlar insan soyu, hastalık ya da çalışma veya ekmeğini
alnının teriyle kazanma gereksinimi olmaksızın mutlu ya
PROMETHEUS
365
şıyordu. Kronos'un saltanatıydı bu; toprağın, işlenmeden
bütün insanlara ortak olarak yararlandıkları bütün güzel
şeyleri kendiliğinden bol bol verdiği günlerdi; ve tabii o
günlerde kazanmışlardı ateş ödülünü. Bu mutlu gidiş,
tanrıların bir şöleninde, kendi hakkı olan özel yiyecek pa
yında Zeus’u aldatmaya kalkışan Prometheus’un suçu yü
zünden sona ermişti. Bu suçu cezalandırmak için de Zeus,
insanı ateşten yoksun kılmıştı. Prometheus ise buna, ateşi
göklerden çalıp insanlara geri vermek yoluyla yanıt ver
mişti. Bunun üzerine Zeus onu bir kayaya mıhlamıştı,
Herakles tarafından serbest bırakılıncaya kadar orada iş
kence görmüştü: bir kartal her gün geliyor ve ciğerini yi
yordu onun. Bu arada insanoğlunun elinde kalmıştır ateş,
ama buna bir başka armağan daha eklenmiştir: Pandora
ve kutusu. Kapağı kaldırıldığında dünyaya sıkıntı, keder,
hastalık ve bir sürü bela saçan bir kutudur bu. Böylece
Hesiodos, kendini dinleyenlere, tanrıları yaşama araçla
rını insanlardan esirgemeye kışkırtan Prometheus olma
saydı, «bir gün çalışıp, size bir yıl yetecek yiyeceği ko
laylıkla kazanabilecek, sapanmızı ocak başma asabilecek
ve tarlalarınızı öylece bırakabilecektiniz» der.
Yani, insanın doğayı fethinde öncü olan Prometheus,
Hesiodos’un köylülerinin gözünde adi bir suçlu derekesi
ne düşürülmekte. Maddi ilerleme, sınıf savaşımıyla öyle
karmaşık bir duruma getirilmekte ki, insan mutluluğunu
artıracağı yerde azaltmaktadır. Mitin aristokrasi yöneti
minde aldığı biçim buydu. Fakat bu biçim aristokrasinin
kendisinden daha kalıcı değildi.
Prometheus'un öyküsünden Homeros şiirlerinde hiç
söz edilmemekte; bilebildiğimiz kadarıyla koral lirikte de
geçmemekte. Aristokrasi üyelerini çekecek türden bir öy
kü değildi. Bizim kayıtlarımızda, Hesiodos’tan sonraki
kaynak Aiskhylos’tur; fakat onun yorumu, büyük ölçüde
kendi yaratısı olmasma karşın, kökleri besbelli Orfecilerin gizemli öğretilerinde olan bazı yapısal özellikler de
içermektedir. Üçlemenin başlangıcında, Prometheus ken
disini tanrılar topluluğundan kovulmuş, binlerce yıl süre
366
AİSKHYLOS
cek bir acıya katlanmak zorunda olan biri olarak ta
nımlar; ilk oyunun başından sonuna kadar çektiği acılar,
Ananke ve Zorunluluk fikirlerine göndermelerle tanımla
nır; birinci oyunun sonunda Hades'e atılır, oradan da,
ikinci oyunun açılışında yeniden yeryüzüne çıkarılır; en
sonunda, 30.000 yıl ceza çektikten sonra Olympos'a yeni
den kabul edilir. Orfeci Zorunluluk Çemberidir bu — ru
hu. kutsallıktan doğuma ve ölüme, oradan tekrar kutsal
lığa götüren çevrim. Empedokles’in diliyle söylersek:
B ir Zorunluluk kehaneti var, tanrıların buyruğu, eski,
sonsuz, ve büyük yeminlerle mühürlenmiş, payı günlerin
uzunluğu olan daimones’lerden biri, ne zaman elin i günah
işleyerek kana bülasa ya da kavgaya girişse ya da yalan
yere yemin etse, üç kere on bin mevsim, kutsanmışların
oturduğu yerden kovulacak, zaman içinde her türlü ölüm
lü biçimlerinde doğacak, b ir yorucu yoldan kurtulup öte
kine girecektir... Onlardan biriyim şimdi ben, b ir sür
gün, tanrıların uzağında b ir serseri, çünkü delicesine bir
savaşıma bel bağladım.
Yazık, mutsuz insan soyu, kötü lanetli, senin içinden
doğmakta olduğun acılar ve savaşımlar bunlar iştet
Ama en sonunda insanlar arasında yalvaçlar, şairler,
hekimler ve prensler olarak görünürler; ondan sonra, onur
ca yücelmiş, öteki tanrılarla ortak bir ocağı ve masayı
paylaşarak ölüm lülüğün dertlerinden kurtulmuş, o konu
larda nasipsiz, başı dertten kurtulmuş tanrılar olarak yük
selirler.
Bu geri plana karşı konulduğundan, Aiskhylos’un Prometheus’unun çektiği acılar, cennetten yoksunluğa ve ölü
me atılmış fakat yeniden yukarı çıkmaya yargılı insanın
kendisinin acılan olarak görülür.
Prometheus tapım lan az sayıda ve önemsizdi. Atina’
da Akademi’de, insanın ateşi kontrolünden öğrenmiş ol
duğu el zanaatlanyla sıkı sıkıya ilişkili olan Athena ve
PROMETHEUS
367
Hephaistos’la birlikte tapmıhrdı ona. Her üçü de, epheboi
lerin kentin dışında bir noktadan kentin içindeki altarlardan birine kutsal ateşi yenilemek amacıyla koşarak ge
tirdiği meşale yarışlarıyla ululanırlardı. Başlangıçta bu
yarışlar, tıpkı Olympia’daki koşular gibi erginleme sınav
larıydı belki de.
Prometheus hem mitte, hem tapımda daha belirgin,
burada ayrıntılarıyla inceleyemeyeceğimiz kadar karma
şık bir figür olan Herakles tarafından kurtarılır. Zeus’un
İo'nun soyundan gelme Alkmene'den olan oğluydu, dün
yayı insanın yararına, eski canavarlardan kurtarmak üze
re dünyaya gönderilmişti. Çabalarından sonuncusu Hades’e inişti, kendini bunun için Eleusis erginlemesinde ha
zırlamıştı, bundan sonra göklere çıkmış ve Hera’nm kızı
Hebe’yle evlenmişti. Burada yine çaba, ölüm ve tanrılaş
ma mistik sırasının izlerini görebiliriz.
Zincire Vurulmuş Prometheus' & dönelim, kendimize
soracağımız ilk soru: şair, sevgimizi iki zıttan hangisine
yöneltmemizi istiyor? Yaşamsal bir soru bu, çünkü buna
verilecek yanıt, hem şair hem de onun eleştirmenleri yö
nünden çok şeyi açığa çıkaracaktır zorunlu olarak. Oyu
nun çağdaş okuyucuları bu soruya birbirine taban tabana
zıt yanıtlar vermişseler bu, göreceğimiz gibi, oyunun ken
disinde bir belirsizlik olduğundan değil, kurulu düzene baş
kaldırma gibi çok tehlikeli bir konuda, çağdaş topluma
karşı kendi tutumlarını ortaya koymaya zorlandıkları
içindir. Bu yolla, M ahaffy şöyle dile getiriyor düşünce
lerini:
Zorbalık egemenliği Yunan ideali idi, çoğu ulus bu
nun yalnızca dünyayı yöneten yüce Baha'yla uzlaşır bir
şey değil, aynı zamanda ona uygun b ir şey olduğunu dü
şünüyordu. H içbir Atinalı, Prometheus'a ne kadar yakın
lık duyarsa duysun, gücünü gösterip kendi istencine karşı
bütün direnci ezdiği için Baba'yı suçlamayı düşünmezdi.
M ahaffy’nin
yaptığı, demokratik geleneğe gözlerini yu-
368
AİSKHYLOS
mup, M ahaffy’nin kendi idealini Yunanlıların ideali ola
rak sunmaktır — aynı sınıfın bir başka üyesi olan Edmund
Burke'nin formülleştirdiği biçimiyle, İngiliz-İrlanda aris
tokrasisinin ideali yani:
İyi düzen bütün iyi şeylerin temelidir. Halk, köleliğe
düşmeksizin bunu elde edebilmek için yumuşak başlı ve
uysal olmalıdır. Yöneticinin saygınlığı, yasalarınsa yetke
si olmalıdır. Halk kitlesi, doğal bağımlılık ilkelerini kendi
akıllarından çıkmış sanatla bulmalıdır. Bölüşmedikleri
mülkiyete saygı duymalıdırlar. Emekle elde edilebilecek
şeyi elde etmeye çalışmalıdırlar; ve her zaman yaptıkları
gibi, başarıyı, gösterilen çabayla uygunsuz bulduklarında,
sonsuz adaletin kesin oranlarıyla avunmaları öğretilm eli
dir kendilerine.
Oyunu ilk kez okuduktan sonra M ahaffy’nin görüşünü
kabul etmem istendiğinde içine düştüğüm umutsuzluğu ve
Shelley’nin güven verici sözlerinden çıkardığım rahatla
mayı hâlâ anımsıyorum: «Am a aslında, İnsanlığın Savu
nucusunu Onu Ezenle uzlaştırma gibi aptalca bir sonuca
karşıyım ben.» Shelley’nin miti yorumunu daha sonra gö
receğiz ve onun Aiskhylos’unkinden nerede ve niçin ay
rıldığını anlayacağız; fakat üçlemenin ilk oyunuyla ilgili
olduğu kadarıyla, Shelley’nin sezgisi sağlamdı: orada Zeus
«insanlığı ezen»dir, onların savunucusunun «hain karşıtı»
dır. Shelley’nin, hakikate, kanıtlan ondan çok daha ya
kından incelemiş olan klasik incelemecilerden daha yak
laşmış olmasının nedeni, Shelley’nin, tıpkı Aiskhylos’un
kendisi gibi, onlann hiçbir zaman olmadıklan bir şey, bir
devrimci şair olmasıdır.
Zeus tirandır, yönetimiyse tiranlık. Bunu onun kendi
elçilerinden öğreniyoruz, bundan gurur duyan elçilerin
den CIO); bunu açıkça söyleyen Prometheus’tan C222, 305,
357, 736, 756, 909, 942, 956-9, 996); buna üzülen Okeanos
Nympha’lanndan (184); ve buna boyuneğen Okeanos tan
rısından (310) öğreniyoruz. Olgu yadsınamaz; tek soruy-
PROMETHEUS
369
sa, drama yazarının, dinleyicilerinin onu nasıl yorumla
masını istediğidir.
Atina’da tiranlığın tarihi daha önceki bir bölümde
gözden geçirilmişti; orada, başlangıç evresinin ilerici ka
rakterinin, geçmişe göre, daha sonra geliştirdiği gerici
eğilimlerle nasıl karanlıklaştırıldığını görmüştük (s. 117).
Atinalılar Maraton'da bir Pers çıkartmasını karşılamak zo
runda kaldıklarında, sürgündeki Hippias’ın Perslerin ya
nında yer aldığını da görmüştük; hatta Pers tehditi uzak
laştırıldığında bile, Atinalı demokratlar, bazı etkin aris
tokratların, örneğin bir Miltiades’in ya da bir Alkibiades’in
Hippias’m yitirdiği konumu elde etmek için girişimde bu
lunabileceği tehlikesine karşı devamlı uyanık durmayı zo
runlu bulmuşlardı. Sonuç olarak, beşinci yüzyılda Atina’
da, halkın Hippias’ta gördüğü bütün nitelikleri kuşanmış
geleneksel bir tiran kavramı gelişti; giderek, kısmen baş
ka yerlerdeki denemelere, kısmen de Attika’h yazarların
düşüncenin gelişiminde gösterdikleri başat etkiye bağlı
olarak, daha sabit bir şekil aldı bu gelenek. Böylece Herodotos, tiranı, gurura tehlikeli bir eğilimi olan, en iyi
yurttaşlarından kuşkulanan ve her şeyin üstünde sert,
kadınlara düşkün bir sorumsuz kişi olarak tanımlıyor. A y
nı düşünceler, Euripides’in Yakarıcılar'mda. Argos’tan ge
len haberciyle tartışmasında Theseus tarafından da tek
rarlanıyor. Tiran, kendi başına bir yasadır; ekinin en üst
başaklarını keser gibi önde gelen yurttaşlarının başlarım
keser (Herodotos’un anlattığına göre bir tirandan ötekine
aktarılan b ir öğüte de uygundur bu); son olarak, anababalar kızlarım onun sataşmasından koruyamaz.
Tragedya yazarları, doğallıkla, bu geleneği hemen dra
ma yaranna çevirmesini bildiler. Örneğin A ntigone'de ka
dın kahraman, tiranlığın ayrıcalıklarından birinin, hoşu
na giden şeyi yapmak ve söylemek olduğunu dile getirir
acı acı; Persler’de, Atossa, yenilmiş oğlunu, halkına karşı
sorumlu olmadığını anlamlı bir biçimde anımsatarak, hal
kın siteminin ulaşamayacağı bir yüksekliğe çıkarır. Oidipus Tyrannus'ta., Sheppard’ın gösterdiği gibi, kralın ka-
370
AİSKHYLOS
rakteri, büyük kısmıyla kapalı da olsa, Aiskhylos’un bu
tür tekniğe alıştırdığı seyirci kitlesınce kolayca anlaşılan
bu türlü imalarla ortaya konur.
Zeus’un Prometheus’u cezasmı çekeceği yere götür
mekle görevlendirdiği yetkililer. Güç ve Zor’dur, biri onun
gücünü, ötekiyse bu gücü kullanma yöntemini temsil eder.
Amansız (186, 324), sorumsuz (324), yasa düşmanı, kendininkinden başka yasa tanımayan, kendi başına yasa
(150, 402, 187) olarak tanımlanır; dostlarından kuşku du
yar — tiranın özelliği olarak açıkça tanımlanan bir nite
liktir bu (224-5); yumuşamaz ve taş yürekli (34, 184-5, 333);
hepsinden çok, İo'ya davranışında, sertliğini ortaya kor
(735-8). Bu olaydaki kabalık, Yakancılar'daki gibi lirik
şiir içinde gizlenmiş değildir; tersine, şair, kendi Okeanos
kızlan gibi seyircilerini de nefretle doldurmakta büyük
çaba harcar gibidir. Zeus önce inandırmaya çalışır, son
ra da mutsuz kızı kendi arzusuna boyun eğdirmek için teh
dit eder. Prometheus’un ondan beklediği yöntem de budur. tiranlara özgü olan da budur. Bundan dolayı, Pro
metheus, İo’nun gelecekteki sıkmtılan ile ilgili kehanet
lerini sabırsız bir çığlıkla kestiğinde (736) Atinalı seyir
cinin —ya da herhangi bir halktan seyircinin— sevgisi
nin kimden yana gideceği gibi bir soru olamaz:
Görüyor musunuz ne sert davranıyor
Tanrılar tanrısı her yerde her zaman. (* )
Bu kanıt karşısında, bu vicdansız zorbalığa başkaldırma
yürekliliğini gösteren kahramanı yargılayabilen bu eleş
tirmenlerin, drama yazannın amacından apayn etmen
lerden etkilendikleri, oldukça açık.
Prometheus’un kişileştirilmesi daha da karmaşıktır.
Açılış sahnesinde Zor’un uğursuz figürü, mahkûmu ses(* ) Metinde geçen, Prometheus oyunundan alıntıların çevirisinde, A .
Erhat-S. Eyuboğlu’nun Zincire Vurulmuş Prometheus çevirisine
uydum. (Çev.)
PROMETHEUS
371
sız sessiz süzmektedir. Güç, Hephaistos'u onu bağlama gö
revine kışkırtırken bir yandan da sövgülerle saldırır mah
kûma, fakat ayrılırlarken onun yüzüne karşı aşağılayıcı
konuşmasını yapıncaya kadar doğrudan ona seslenmez
(82-87). İçlerinden yalnızca Hephaistos acıyla doludur.
Onun suçluluğunu kabul eder, gerçekten de, ateş tanrısı
olarak, onun suçundan özellikle etkilenmiştir; yine de acı
çekene karşı sevgisindeki azalmayı unutur. Prometheus
sessizdir.
Hephaistos’un üzüntüsü, bir akrabanın ötekine karşı
duyduğu acıdır (14, 39). Aynı duygu Okeanos Nymphea’
larının ziyaretini de hızlandırır (129-30), ona ılımlı ol
masını öğütleyen babalan Okeanos tarafından da itiraf
edilir bu duygu (289-90), fakat bunu, duruma göre tavır
değiştiren, ya da emirlere uyan bir tip olduğunu gösteren,
temelde yetkeye boyuneğişle yapar; Prometheus ise nazik
çe gizlenmiş bir nefretle gönderir onu. Okeanos Nymphea’
lan babalarının yanında hiçbir şey söylememişlerdir, ama
o gittikten sonra onlar da içlerindeki sevginin, yaptıklanm onamadıkları için yumuşadığını itiraf etmek zorun
da kalırlar. O ana kadar Prometheus’un öfkesi bastırılmış
durumdadır; fakat İo ile konuşması süresince içinde öf
kenin kabardığını hissederiz, düşmanının kurbanı acılar
içinde uzaklaştırılırken tepkisi hemen görülür. Korkmuş
ve dehşete düşmüş olan Nymphea’lar umarsız b ir itaatle
başlarını eğerler. Öte yandan, Prometheus pervasız bir
suçlama ve meydan okuma konuşması yapar düşmanına
karşı. Yine de sevgimizi yitirmez, çünkü bu tutum deği
şikliği, İo’nun görünümünde kendini belli eden Zeus’un
acımasızlığına karşı tepkimize uygun düşmektedir. Nymphea’lar serzenişte bulunurlar, fakat o onların yalvarışla
rına kulaklarını tıkar. Hermes girer ve efendisinin yü
celiğini hangi gizle tehdit ettiğini açıklamasını ister ondan
emir verircesine; ama Hermes bile, mahkûmun düşünce
sini kavrayınca içtenlikle yumuşatmaya çalışır onu, Nymphea’lara katılır. Fakat Güç’ün aşağılamalarını sessizce ka
bullenmiş olan Prometheus bu kez Hermes’i aşağılayarak
372
AİSKHYLOS
saldırır ona; kendi duasının dramatik bir biçimde yerine
getirilişiyle (152-7, 1050-1) Tartaros çukuruna atılır. Son
sahnenin seyirciler üzerindeki ikircikli etkisi Koro'nun tu
tumunda sadık bir biçimde yansır: mahkumun kendini
tutamayışını Hermes kadar kuvvetle onaylamazlarken yine
de onu terk etmeyi, yalnız bırakmayı kabul etmezler.
Böylece, oyun bir çıkmazla sonlanır. Tanrıların başı
bir zorbadır; insanlığın savunucusu, kendi arkadaşları ta
rafından, ılımlılık sınırlarını aşmakla suçlanmakta, ayıp
lanmaktadır. Zeus'un gazabı bir hastalıktır, Prometheus’un
kendini tutamayışı bir hastalıktır. Doğallıkla, gelecekte
bir sağaltım umudunu düşündürme amacını taşıyan bu
eğretileme (metaphor) oyun boyunca hep yeniden orta
ya çıkar. Dünya çığırından çıkmıştır, ancak her iki zıtta
olabilecek bir değişiklik onu eski durumuna getirebilir.
Aiskhylos, Zeus yönetiminin zorba doğası üzerinde
inatla dururken, başlangıçta bizi etkilemeye, onun gücü
nün henüz yeni olduğunu tekrar tekrar bize anımsatma
ya dikkat eder. Dünyayı bugün olduğu gibi değil, başlan
gıçta olduğu gibi sergiliyordun Deneyimin, yaşantının et
kisiyle, 30.000 yıllık bir süre içinde karşıtlar uzlaşmış ola
caktır. Bunlar, daha oyunun başlarında bize, görüşleri he
nüz tutkuyla bulanmamış olan Prometheus’un ağzından
söylenir (190-2). Daha sonra, kendi kehanetini unutarak,
ilerde düşmanı için yıkımdan başka bir şey olmadığını
önceden görür (907-27); fakat hakikat, Hermes'le son atış
masında yeniden ortaya çıkar (980-83). Prometheus, yitir
diği mutluluk kendisine anımsatıldığında, elinde olmaya
rak bir acı çığlığı atar — Yazıklar olsun bana!— Hermes
hemen bundan yararlanır:
İşte Zeus’ un bilmediği bir söz bu!
Düşmanının adı geçince Prometheus kendine gelir:
Zaman her şeyi öğretir sonunda.
Fakat Hermes hemen sitemle karşılık verir buna:
PROMETHEUS
Ama senin aklını
373
başına getirmedi zaman.
Acı çekme yoluyla akıl kazanma öğretisine yapılan bu
imayla,
her iki karşıtta görülecek yakın bir
değişikliğin
dağınık ipuçları, oyunun sonunda anlamlı bir
biçimdebir
araya toplanır.
Dolayısıyla, sonunda her iki karşıtın da yaşantıdan
bir şeyler öğreneceği açıktır; fakat kuşkusuz bu, Prometheus'un yapmış olduğu şeyi yapmaması gerektiği anlamı
na gelmez. Gerçek şu ki, onun ateşi çaldığını duyunca
gösterdiği cüretten şaşkına dönmüş olan Okeanos kızları
günah işlediğini haykırırlar, ama böyle bile olsa, insan
lığı yok olmaktan kurtaran bir günahtır bu; bu noktada
drama yazanm n davranışı hakkında bir kuşku kaldıysa,
kahramanın, insanın geleceği için işlediği günahın sonuç
lan üzerine söyleviyle, bu da dağılır (442-471):
Buna karşılık, dinleyin ne kadar düşkündü ölümlüler,
V e ben bu ağızsız dilsiz, çocuksu varlıklara.
Nasıl verdim aklı, düşünceyi...
Önceleri insanlar görmeden bakıyor.
Dinlediklerini anlamıyorlardı,
Uzun ömürleri boyunca düş görüntüleri gibi
Düzensiz, gelişigüzel yaşıyorlardı.
Bilmiyorlardı duvar örmesini,
İçine güneş giren evler yapmasını.
Ağacı kullanmasını bilmiyorlardı.
Yerin altında, karanlık mağaralarda
Kannca sunileri gibi yaşıyorlardı.
N e kışın geleceği belliydi onlar için,
N e çiçekli baharın, ne bereketli yazın.
Bilinç yoktu hiçbir yaptıklannda
Ben gösterinceyc kadar onlara yıldızlann
Doğuş batışlannı kestirmenin yolunu.
Sonra sayı bilgisini verdim onlara,
Bu kaynak bilgiyi onlar için ben bulup çıkardım.
Sonra harf dizilerine geldi sıra,
O diziler ki belleğidir her şeyin,
Anasıdır bilimlerin ve sanatların.
374
AİSKHYLOS
Hayvanlara da ilk boyunduruk vuran ben oldum
Ölümlüleri kurtarmak için kaba islerden;
Atlan dizginleyip arabalara koştum,
Zenginlerin şanını artıran arabalara.
Denizler aşan gemilerin bez kanatlarını
Bulan da benim başkası değil...
Dahası var, dinledikçe şaşıracaksın:
N e bilimler, ne sanatlar daha çıkardım!
En önemlilerinden biri de şu:
İnsanlar hasta düştükleri zaman
Ölüp gidiyorlardı devâsızlık yüzünden;
N e yiyecekleri şeyi biliyorlardı
N e içecekleri, ne de sürünecekleri şeyi.
Ben öğrettim onlara otları birbirine karıştırıp
Bütün hastalıklara karşı ilaçlar,
Cana can katan merhemler yapmasını...
Kim yaptı bütün bunları? Ben yaptım.
Y a toprağın insanlardan sakladığı hazineler?
Tunç, demir, gümüş, altın ve bütün madenler,
Kim buldum diyebilir bunları benden önce?
H iç kimse, yalan söyler kim buldum derse.
Uzun sözün kısası şunu bilmiş ol:
Bütün sanatları Prometheus verdi insanlara.
Pasajın ayrıntılannın da gösterdiği gibi, bütün bunlar
Pythagorasçılann geleneğine aittir — Hippokrates’in he
kimliğin kökenini anlatışından açıkladığımız aynı gelenek
(s. 252); bunun en göze çarpan özelliği de cesur maddeci
liğidir. Bu maddecilik gizemcilik karışımı — bunu Aiskhylos’un yapıtında zaten görüyoruz— ilk Pythagorasçılan n açık özelliğidir. Bunun, büyü pratiklerini ve inançla
rını canlandırmaya uğraşmasına karşın bilime somut kat
kılar yapmaktan da geri durmamış olan Empedokles’te
yeniden ortaya çıktığını görürüz. Pythagorasçılann öğre
tilerinin bu iki yanmı nasıl uzlaştırdıklarını bilmiyoruz;
fakat öyle görünüyor ki, birincisi Orfeci hareketten türe
mişse de —kendilerininki de bunun bir dalıydı— İkincisi
ni demokratik devrimin başlangıç aşamasındaki politik et
PROMETHEUS
375
kinliklerine borçludurlar; bu da, Hippokrates ve sofistler
yoluyla onlardan Demokritos’a ve Epikuros’a geçmiştir.
Aiskhylos’un bu geleneğe giydirmiş olduğu bu gizem
sel biçim, onun temel anlamım gizlemez — tersine, mitin
kendisi, temeldeki «ilerleme, çatışmanın sonucudur» öğre
tisini yüzeye çıkaracak biçimde yeniden yorumlanmakta
dır. Eğer Prometheus günah işlemişse, bu es ir r t der
Mensch solang' er strebt (* ) olmasındandır. Yeni bir dü
zenin savunucuları kaçınılmaz bir biçimde eski düzene
karşı suç işler. Eğer Prometheus acı çekecekse, insanın
kendisi de ilerlemesi süresince acı çektiği içindir. Acı çekmeseydi, onu yeni şeyler bulmaya iten uyandan yoksun
olurdu. Aiskhylos ve Hippokrates’in farklı yollardan dile
getirmeye çalıştıklan hakikat, ilkel insanın tarihinin en
erken aşamalarından uygulamayla elde ettiği ve sonunda
Epikuros’un şu sözlerinde formüle ettiği hakikatti:
İnsan doğası, koşulların mutlak gücünden çok şeyler
öğrendi ve bu dersler insan aklı tarafından özümsendi, sü
züldü ve bütünlendi.
Dolayısıyla, Aiskhylos’un dile getirdiği bu insani ilerleme
görüşü, çağdaş diyalektik maddeciliğin durumundan pek
fazla uzak değildir.Bizler, aklımızdan bağımsız olarak va r olan ve işle
yen doğa yasaları üzerine bilgi edininceye kadar, « kör
zorunluluğun» köleleriyiz. Bunlara ilişkin bilgi edinince
doğanın efendiliğini ele geçiririz.
Prometheus’un armağanı olan akıl, insanı özgürleştirmiş
ti, çünkü onun doğanın yasalarını anlamasını ve böylece
kontrol altına almasını olanaklı kılmıştı. Özgürlük, zorun
luluğun anlaşılmasında yatmaktadır.
Prometheus' ta çok az hareket vardır; fakat son dere
(* ) insan çaba gösterdiği sürece yanılır.
376
AİSKHYLOS
ce dramatiktir. Teknik olarak, bugüne kalan oyunların en
başarılısıdır ve yaşamının sonuna doğru Aiskhylos’un sa
natında kesin ustalaştığını gösterir. Bu nedenle, bu açı
dan ayrıntılı olarak incelenmeye değer.
Oyunda üç belirgin durak vardır. Birincisi, parodos'un
sonunda (192), Prometheus’un gelecek hakkında ilk keha
netinden sonra; bu bizi, ara basamakları açıklamaksızm
en son uzlaşmaya götürür, aynı zamanda gizine ilk kez
imada bulunur. İkincisi, bu gizi açıklamak istemediği ikin
ci episodun sonuna rastlar, işkencelerden kurtuluş yolu
nun bu olacağı söylenir bize. Üçüncüsü ise bundan son
raki episodun sonunda (876), kurtarıcısının gerçekten ge
leceğini bildirişinden sonraya rastlar. Bu duraklar oyunu
dört bölüme ayırır. Birincisinde Prometheus kayaya çakıl
mıştır; İkincisinde tanrıların ve insanların geçmiş tarihini
anlatır; üçüncüsünde geleceği önceden bildirir; dördüncü
sündeyse Tartaros’a atılır.
Bu bölümlerden her birinin kendine özgü iç yapısı
vardır. Üçüncüsü dışında her biri üç kesime ayrılır; üçüncüsüyse bu biçimde iki üçlü gruba ayrılır. Ayrıca, her üç
lü grupta, birinciyle üçüncü kesimler arasında organik
bir ilişki vardır, İkincisi bir arasöz ya da geliştirme yapı
sındadır. Böylece, birinci bölümde Prometheus düşmanla
rı tarafından cezalandırılır; kendi kendine uzun konuş
masını yapar; dostlan Okeanos Nymphea’ları tarafından
ziyaret edilir. İkincisinde, tanrılar arasındaki savaşın ve
Zeus’a yaptığı hizmetlerin öyküsünü anlatır; Okeanos tannsının ziyaretiyle sözü kesilir; sonra insana yaptığı hiz
metleri anlatmaya devam eder. Üçüncü bölümün birinci
kesiminde, İo görünür ve geleceğini açıklamasını rica eder
ondan; Okeanos kızlarının isteği üzerine İo kendi geçmi
şinin öyküsünü anlatır; o zaman Prometheus ona Asya sı
nırlarına kadar dolaşacağı kehanetinde bulunduktan son
ra sözü Zeus’un düşüşüne ve kendi kurtuluşuna getirir.
İkinci kesimde, kehanetlerini sürdürerek M ısır’a kadar gi
deceğini söyler İo’ya; sonra doğru söylediğinin kanıtı ola
rak tekrar onun geçmişine döner (böylece onun öykü
PROMETHEUS
377
sünü tamamlamış olur); en sonunda da, onun son yazgı
sıyla kendi kurtarıcısının gelişini bildirir. Dördüncü bö
lümde, bir kez daha, bu kez daha açık olarak kendi gizi
ne imada bulunur ve bunun düşmanının düşüşünü etkile
yeceğini açıklar artık; Zeus’un ulağı gizini ağzından al
maya boşuna çalışır, ve Prometheus Tartaros’a atılır.
Şimdi, bu gelişimde bütünleyici bağlar olan koral od’
lara dönelim, Parodos'ta, Okeanos kızları tanrıların sev
gilerini sunar (160-61): Prometheus tanrılara hizmetlerini
öykülemeye devam eder. İlk stastmon'da (397-435) insan
lığın sevecenliğinin türküsünü söylerler: Prometheus in
sanlığa olan hizmetlerini anlatır. İkinci stastmon'da (52880) insanın umarsızlığını dile getirirler ve onun içinde
bulunduğu durumla evlendiği günkü mutluluğunu karşı
laştırırlar-. İo girer, kaba bir âşığın eziyet ettiği umarsız
bir ölümlüdür (739-40). Üçüncü stasimon’un teması (887
-907) akıldır; bu bizi son sahneye, acı çekene, akıl yolunu
izlemesi için yaptığı çağrıda Hermes'e katıldıkları sah*
neye hazırlar.
Yani, ilk bölümün konusu, Prometheus'un bağlanma
sıdır — şimdiki zaman; ikincisininki, geçmişin hikâyesi
dir-, üçüncüsününki, İo'nun yazgısı ve Herakles’in doğu
şudur — gelecek zaman; dördüncü bölümse, cezanın artı
şıyla birlikte, birinciyi dengeler. Fakat bütün oyun boyun
ca. bu şimdiki, geçmiş ve gelecek zaman iplikleri öyle bir
ustalıkla dokunur ki, her dönüm noktasında dikkatimiz
gittikçe artan bir ağırlıkla geleceğe çekilir. Güç'ün açış
konuşması, Prometheus'un acı çekerek Zeus'un zorbalığım
kabullenmeyi öğreneceğini bildirerek biter (10-11), bun
dan sonra gelen Hephaistos’un konuşmasıysa zorbanın
kendisinin de, zaman içinde davranışını değiştirebileceği
anıştırmasıyla biter (35); bu temaların ikisi de parodos’ta
geliştirilecektir (168-85). Hephaistos, görevini yaparken o
ateşli çığlığı atar, «A h Prometheus, için için yanıyorum
çektiklerine!» (66). Güç’ün buna verdiği sert karşılık, bu
sahnenin kapanışına rastlar, dikkatimiz yeniden geleceğe
dönmüştür:
378
AİSKHYLOS
Sana tanrılar yanlışlıkla Prometheus demişler.
Düğümleri çözen demekse adın,
Çöz bakalım şimdi bu çözülmez düğümleri!
Bu aşağılama da yine birinci bölümün sonunda yanıtla
nacaktır, her iki karşıt tarafın da istediği son uzlaşmayı
şöyle bir göz ucuyla görürüz (186-92).
Birdenbire geçmişe döneriz (193). «Her şeyi açıkla
masını» rica eden Nymphea’lann bu isteği üzerine Pro
metheus istemeyerek yorumlamalarına başlar. Daha son
ra, onun bu gözüpekliğinden korkuya düşen Nymphea’lar
hemen konuyu değiştirmek isterler (261-2); fakat şimdi
onlan gelecek hakkında açıklamalarını dinlemeye çağıra
rak konuşmasına ısrarla devam eden, Prometheus’tur (2723). Sonra ara oyun başlar — Okeanos tanrısının gelişi.
Onun gidişinden sonra açıklamalar yeniden başlar, ikin
ci bölümün sonuna götürür, birincinin sonunda ima ettiği
giz hakkında sıkıştırılan Prometheus geri çekilir ve gizi
açıklamayı reddeder (522-5):
Başka konulara geç, sırası değil henüz
Bu sim açıklamanın, çok gizli kalmalı.
Ancak bu sim saklayarak kurtulabilirim
Bu zincirlerden, bu yüzkarası işkenceden.
Özetlersek, oyunun açış konuşmalarının, dikkatimizi
geleceğe yönelterek, böylece bağlama sahnesinin kapanı
şını ve ilk bölümün sonundaki doruk noktasını, parodos’un
son konuşmasını bekleyerek sonlandığım görmüştük. İkin
ci bölüm bizi geçmişe götürerek başlamıştı; fakat onun üç
kesiminden birincisinin sonunda, ondan daha sabırsızlık
la üçüncünün sonunda, bir kez daha geleceğe bakmıştık.
Ondan sonra İo sahnesi gelir; öyle bölünmüştür ki, gele
ceği daha da göze çarpar duruma getirmek ister gibidir.gelecek, geçmiş, gelecek; gelecek, geçmiş, gelecek. Tüm ser
gilemenin çekildiği bir amaç gibi, Herakles’in geleceğine
ilişkin kehanetin o büyük etkisi buradan gelir (871-3); bu
da birden kesilir ve daha sonra ilk bölümün ve yeniden
PROMETHEUS
379
İkincinin doruk noktasını belirleyen öteki motifin, öldü
rücü gizin tamamlanmasıyla, son bölümün açılışında (90727) sonlanır. Prometheus’un anlatılan ve kehanetleri, dik
katimizi oyunun sonunda bitiş üzerinde toplayacak bi
çimde büyük bir sanatsal ustalıkla kullanılır.
Bu bitiş kaybolmuştur, fakat ikinci oyun olan K urtul
muş Prometheus'un bazı önemli parçalan kalmıştır geriye.
Oyun, Titanlar Korosunun girişiyle başlıyordu. Binler
ce yıl geçmiştir aradan, yeryüzünde ve göklerde çok de
ğişiklikler olmuştur. Prometheus hâlâ kayasına zincirli
durumdadır, fakat Tartarus’tan gün ışığına çıkarılmıştır.
Titanlar, Güneşin günlük çalışmadan sonra atlarını su
ladığı Okeanos ırmağının kıyısından Avrupa ve Asya sı
nırlarına kadar olan gezilerinden söz ederler. Prometheus’
un erkek kardeşleridir Titanlar— bu yüzden de, Hephaistos’un yüreğini yumuşatan, Okeanos tanrısı ve kızlarını
Prometheus’un ıssız kayasına kadar getiren bağlardan da
ha sıkı bağlarla bağlıdırlar ona. Kronos’a karşı savaşta
eski düzenin yanında yer almışlardır, bu suçlarından do
layı da Zeus onları Kronos’la birlikte Tartarus’a atmıştı.
Şimdi özgür bırakılmışlardır; Kronos da, tahmin edileceği
gibi, geleneğe uygun olarak Mutlular Adaları’ndaki yeni
evine götürülmüştür. Zeus, iktidanm acımayla kullanma
yı öğrenmiştir. Hiç kuşkusuz Titanlar bu olayları anla
tırlar kardeşlerine. Üzerinde derin bir etki bırakırlar onun,
fakat ilk oyunun başlangıcında olduğu gibi yine sessiz
dir Prometheus.
Onun açış sözleri, Cicero tarafından yapılmış Latince
bir çeviriden kalmıştır bugüne. Titanları çektiği büyük
acılara tanık olmaya çağırır. Kaba zincirlerden ve gele
ceğini Hermes’in bildirdiği kartahn işkencelerinden be
deni paramparça olmuştur, kendisine yasaklanmış ölümü
özlemektedir. Konuşması, konuşanın bedensel acılar için
de olduğunu gösterir, tıpkı birinci oyunda bedensel acı
lara kayıtsız kalışını gösterdiği gibi. Ne Kurtarıcısına, ne
de gizine ilişkin bir tek sözcük edilmez. Yalnızca ölümü
özler. Zeus’un istencinin M oira’larınkinden daha zayıf ol
380
AİSKHYLOS
duğu biı- zamanın temsil edildiği ilk oyunda (515-18), Zeus'u elinden gelen kötülüğü yapmaya çağırarak meydan
okumuştu ona, ölüme yargılı olmadığını söylemişti cesa
retle (1053). Şimdi, Zeus’un istenciyle hayatta tutulduğu
için ağlamaktadır. Belki de aradan geçen zaman içer
sinde Zeus ve M oira’lar bir araya gelmiştir. Eski ve ye
ni uzlaşıyordur.
Bunu izleyen sahneler, iki oyun arasındaki zaman
içersinde meydana gelmiş olan değişiklikleri seyirciye an
latıyordu; fakat bu durumda anlatıcı, neler olduğunu bi
lebilecek bir durumda olmayan Prometheus değil de T i
tanlardı belki de: kardeşlerinin yararına, Zeus'un gücünü
sağlamlaştırma yönünde gösterdiği ilerlemeleri ve eski
düşmanlarına varıncaya kadar gösterdiği acımayı anlat
tıkları varsayılabilir. îlk oyunda, Prometheus önlememiş
olsaydı Zeus'un insan soyunu yok edeceğini öğrenmiştik;
fakat böyle bir niyetin artık terk edildiğinden emin ola
biliriz, çünkü, göreceğimiz gibi, oğullarının en büyüğü kı
sa süre sonra dünyaya insanların yazgılarını düzeltmeye
gönderilecektir. Yani, Prometheus bağlı durumda kalırsa,
onun hareket nedeni artık insanlığın geleceği korkusu ol
mayacaktır-. ancak geçmişte yapılan yanlış şeylerden do
layı dargınlık olabilir. Eğer Titanlar, tıpkı Okeanos Tan
rısı gibi, akıllı davranması ve kendini tutması için ona
yalvararak, kardeşlerini Zeus'un kendisinden istediği gizi
verip kurtuluş yolunu açmayı öğütlerlerse, öğütleri, Oke
anos Tanrısmınki gibi sinsice olmayacaktır.- onu eski düş
manına, bugün dünyayı yönetmekle kalmayıp iyi de yö
netiyor olduğu için, boyuneğmeye zorlayacaklardır. Pro
metheus da, Okeanos kızlarına yaptığı gibi, başı dertte
olmayanlardan gelen öğütlerin öğüt olmayacağı (263-65)
yanıtını vermeyecektir, çünkü kardeşlerinin acılan kendisininkilerden az değildir. Fakat öteki kanıtları da düşü
nünce, sanıyorum, Prometheus’un onların ricasını reddet
tiğini varsaymamız gerekir. Kurtulmadan önce gizini açık
layarak kendini «yüce sözlerini geri almak» durumuna
getiremez henüz.
PROMETHEUS
381
Aiskhylos’un M edici elyazmalannda, Zincire V u ru l
muş Prometheus’un başına eklenmiş olan dramatis per
sonae’sinde Yeryüzü Tanrıçası Ge'nin ve Herakles’in de
adları geçiyor. Herakles’in Kurtulmuş Prometheus’ta orta
ya çıktığı bilindiğine göre, her iki adın da ikinci oyunun
karakterlerini ya da her iki oyunun karakterlerini bir
arada veren bir başka listeden yanlışlıkla buraya sokul
duğu konusunda fikir birliği vardır.
Yeryüzü Tanrıçasının geleneksel olarak Yunanistan
tanrılarının en eskisi ve en saygını olduğu düşünülürdü:
her şeyin en sonunda geri döndüğü her şeyin kökeni, tanrı
ya da insan bütün yalvaçların esinlerini aldığı bütün ak
lın kaynağı. Üstelik Prometheus’un da anasıdır. Açılış
taki kendi kendine konuşmasında ve yine birinci oyunun
sonunda uğradığı haksızlıklara tanık olmaya çağırdığı
kimse de oydu. Gökyüzündeki savaşın yazgılı gidişini on
dan öğrenmiş, Zeus’un payını onun öğüdü üzerine ken
disi almıştı. Kurtarıcısının geleceğini ona önceden söyle
yen oydu, gizini ona söyleyen de.
Birinci oyunda hem Hephaistos'un hem de Okeanos
Tanrısının mahkûmla yakınlıklarını nasıl vurguladıkları
ve İkincinin başlangıcında nasıl daha da yakın akraba
ları olan Yeryüzünün oğulları tarafından ziyaret edildiği
belirtilmişti. Onların ziyaretini Yeryüzü Tanrıçasının ken
disinin de ziyareti izler, böylece üçlemenin başlangıcında
sunulan bir motifin doruk noktasına ulaştığını belirtir bu.
Bundan, tanrıçanın amaçlarının diğerlerinkine benzer ol
duğunu çıkarabiliriz: ona sevgisini ve yakınlığını sunmak,
aynı zamanda onu boyuneğme akıllılığına inandırmak.
Şimdi anasının sesi akrabalarının geri kalanının yakarı
larına eklenmekte, sertliğini yumuşatmasını ve kurtuluşu
nun önündeki engeli kaldırmasını rica etmektedirler ondan.
Gizi şudur. Eğer Zeus Thetis’le birleşirse, Thetis ona
kendisini devirecek bir oğlan doğuracaktır. İmdi, daha
sonra gelen yazarların kaydettiği gelenekte. Zeus gerçek
ten de, gizin açıklanması onu niyetinden döndürdüğü sı
rada Thetis’in peşinde koşmaktaydı. Böylece, durum son
382
AİSKHYLOS
derece dramatiktir. Prometheus biraz daha dayanırsa, düş
manının devrilmesi gerçekleşecektir. Öte yandan anası,
yalnızca kendi kurtuluşunu sağlamak için değil aynı za
manda Zeus'un düşmesini önlemek için, vakit çok geç ol
madan boyuneğmesini rica eder ondan; Zeus insan soyu
nu yok etmeye çalışan kinci zorba değildir artık, Herakles’in doğumuyla insanları kendi korumasına almıştır.
Prometheus’tan, rakibinin karşısında sinmesini değil, öz
veriden çok daha fazlasını zaten gösterdiği aynı insan so
yu uğruna gururundan vazgeçmesi istenmektedir.
Açıklamanın nasıl yapılacağıyla ilgili olarak şu da
gözden kaçırılmamalı: gizi, Prometheus kadar Yeryüzü
Tanrıçası da bildiğine göre, onun istediği tek şey, Prometheus’un açıklamasına izin vermesidir. Açıklamanın
onun ağzından yapılmasına gerek yoktur. Dahası, Tanrıça
nın böyle bir göreve eğilimi varsa, bu durumdan yarar
lanacak ve Zeus’u kendi kurtuluşu karşılığında Prometheus’u özgür bırakmaya zorlayacaktır. Bütün yaratıkların
olduğu gibi Zeus’un varlığının da yaratıcısı olan, yükseli
şinde ona yardım etmiş olan, dahası Doğru’nun kişileştirilmiş biçimi olan tanrıçadan daha etkili bir aracı bulu
nabilir miydi?
Sanırım işte bu noktada Prometheus razı olur: fakat
bir başka sıkıntı daha beklemektedir onu. Anasının ayrı
lışından sonra bir kanat sesi duyar. Okeanos Nymphea’larını beklerkenki korkusunu ve onların inandırmak için
onu nasıl sıkıştırdıklarını anımsayalım. Bu kez korkulan
yerindedir. Kartal şölenine dönmektedir. Tam aksi yönden
yay ve mızrakla silahlı, ünlü aslan postuna bürünmüş
bir savaşçı belirir. Yaym ı gerer ve onu kendisine arma
ğan etmiş olan Apollon’a dua ederek kartalı vurur. Pro
metheus, kurtarıcısını tanıyarak «nefretli babanın sevgili
oğlu* diye selâmlar onu; bu selâmlamanın hemen ardın
dan da Herakles’i, yazgısına uygun olarak bağlarını çöz
meye çağırdığını varsayabiliriz. Bununla birlikte, acı çe
kenin kim olduğunu artık öğrenmiş olan Herakles, baba
sının ezeli düşmanına yardım etmekte pekâlâ isteksiz dav-
PROMETHEUS
383
ranabilir. Prometheus o zaman, barışmaları için büyük
engeli ortadan kaldırmış olduğunu açıklayacak ve yüzyıl
larca önce tam oracıkta atalarına yapmış olduğu hizmet
leri anımsatacaktır. Bundan başka, onu gezi öykülerine
yöneltebilir ve çektikleri artık bittiğinde geleceğin onun
için neler sakladığını bildirebilir ona. Karşılıklı olarak ken
di isteği yerine getirilirse, îo ’ya o kadar isteksizce açtığı
bilicilik pınarım akıtmak için sabırsızlanmaktadır şimdi.
Herakles, «yakancıya acır». Prometheus onun geleceğini
bildirecek, o da buna karşılık onu özgür bırakacaktır. Prometheus’un İo ve Okeanos kızlarıyla yaptığı pazarlığa ko
şut bu tür bir anlaşma (780-85) drama yazarının, gerçek
kurtuluşun doruk noktasını sahnenin sona saklamasını
olanaklı kılacaktı.
Bugün elde bulunan parçalar, İo'nun dolaşmaları na
sıl dünyanın doğu Ve güney sınırlarını kapsıyorsa, Herakles’inkilerin de kuzeye ve batıya uzanacağım göstermeye
yetiyor. îki kehanet birbirini tamamlıyor, dünyanın dört
bucağını kapsıyor. Özellikte, başka kaynaklardan bildiği
mize göre, Herakles’i Hesperid’lerin Bahçesine yönelten ve
birinci oyunda tanıdığımız Atlas'ın yardımıyla Altın El
maları almasmı ona söyleyen Prometheus idi. İkincide,
drama yazarının Diz Çöken Herakles adlı burcun köke
nini açıkladığım da biliyoruz. Hesperid'lere giderken Ligurian’larla savaşması sırasında kahramanın silahları ye
tersiz kalmış, dizleri üzerine çökmeye zorlanmıştı o. Bu
demektir ki. Prometheus, bu karşılaşmama anısına, ölmüş
öteki kahramanlarınki gibi Herakles'in hayalinin de ölü
münden sonra yıldızlar arasına yerleştirileceğini bildirmiş
tir. Böyle olunca, kehanet Altın Elmaların araştırılmasıy
la ya da kahramanın çabalarının sonuncusuyla —son yaz
gısı olan gökyüzüne çıkışına herhangi b ir anıştırma yap
maksızın Hades’e inişiyle— bitmiş olamaz pek. İo’ya bil
dirdiğine ııygun olarak, kahramanın yeniden doğuşuyla
son bulacak olan tanrılaşması gibi uygun bir sonuca ka
dar götürülmüş olması gerekir.
Prometheus anlaşmada kendine düşen şeyleri yerine
384
AİSKHYLOS
getirmiştir; Herakles de kendine düşeni yapmalıdır. Kah
raman kayaya tırmanır ve Hephaistos’un elinden çıkma
zincirleri parçalar.
Yeryüzü'nün Zeus’a karşı görevinin sonucunu bekleriz
hâlâ; yine anımsarız ki, birinci oyunun kapanışında Zeus,
elçisi aracılığıyla Prometheus’un acılarının, onun yerine
ölümsüzlüğü vereceği bir başka tanrı buluncaya kadar
bitmeyeceğini açıklamıştır (1026-29). Bu yüzden Hermes’in
yeniden ortaya çıkması olası. Her şeyden önce, Yeryüzü’
nün aracılığının işe yaradığını bildirir. Gizin açıklanma
sıyla suç nedeni ortadan kalkmıştır; ne var ki, hemen or
taya çıkacak nedenlerden dolayı belki de resmi barışma
nın gerçekleşmesi gerekmektedir hâlâ. Ayrıca Zeus'un,
hoşnutsuzluğunun bir kısmını, mahkûmu, Babasının rı
zası (771) olmadan özgür bırakmış olan oğluna yükle
mesi de olasıdır. Herakles’in kendi kendini zeytin dalıyla
bağladığı söylenir — belki de Atina'da Akademi’de Athena’nm diktiği zeytin fidanım bir anıştırmadır bu; bu ey
leminin nedeninin, kendini mahkûm yerine vekil olarak
bağlamak yoluyla babasının öfkesini savuşturmak isteği
olduğu görülüyor. Bu nokta drama yönünden önemli, çün
kü üçüncü oyun için bir başlangıç noktası sağlar. Düzenli
üçleme biçeminde, bir güçlük bir başka güçlüğün yara
tılmasıyla çözülür. Sonunda, mahkûm, yerine geçecek bi
rini bulmak zorundadır. Bu noktada Herakles ileri çıkar
ve onmaz acılarla kıvranan, ölmek isteyen fakat ölemeyen Kheiron Kentauros’unu kazayla yaraladığını açıklar;
bu yüzden, Prometheus yerine o ölümsüzlüğünden vaz
geçsin, der. Önerisi kabul edilince, Herakles orada olan
herkesin dualarıyla, tarihsel yazgısının geriye kalan bö
lümünü gerçekleştirmek üzere oradan ayrılır.
Drama yazarının bizi bıraktığı durumu düşünürsek,
görürüz ki, tıpkı birinci oyunda İo’ya açıklanan kehane
tin, ancak İkincide, yani Herakles’in gelişiyle tam olarak
gerçekleşen bir bekleyişi ortaya çıkarışı gibi, Herakles’e
açıklanan kehanet de öncekinden azımsanmayacak bir
bekleyiş —onun tanrılaşması— ortaya çıkarmıştır şimdi;
PROMETHEUS
385
bunun da gerçekleşmiş olduğu güvencesi verilinceye ka
dar aklımız rahat etmeyecektir. Bu yüzden, üçüncü oyu
nun olay dizisinin yalnızca Prometheus’un Olympos’a ye
niden kabulüyle değil, fakat Herakles’in geleceği ile ilgili
olduğu sonucuna karşı çıkmak güçtür. İki kahramanın
yazgıları birbirine kilitlenmiştir, ikinci oyunun kapanışın
da ilgim iz bir ölçüde Herakles'e çevrilmiştir.
Kurtulmuş Prometheus konusundan ayrılmadan önce,
yeniden kurulabildiği kadarıyla onun yapısını Zincire Vu
rulmuş Prometheus'mikiyle karşılaştıralım. Birinci oyunun
başlangıcında Prometheus’un sessizliği, İkincinin açılışın
daki sessizliğiyle dengelenmektedir; birincideki Okeanos
Tanrısının ziyareti İkincideki Yeryüzü Tanrıçasının ziya
retiyle; birinci oyunun Korosu Okeanos Kızları, İkincinin
Korosu Yeryüzü’nün oğullarıyla; İo'nun doğuda ve güney
de dolaşmaları, torununun kuzeyde ve batıda dolaşmala
rıyla,- insanoğlunun büyük yardımcısının doğuşu kehaneti,
onun tanrılaşacağı kehanetiyle. Böylece öyle görünüyor ki,
her iki oyun da yazarın öteki yapıtlarını incelerken bul
mayı umduğumuz organik bir bakışımla kurulmuştur.
Üçüncü oyun Ateşi Taşıyan Prometheus diye adlandı
rılmıştı. Bu başlık, belki de Pausanias’m Akademi’de eski
Prometheus imgesinin sağ elinde gördüğü (yanlışlıkla asa
sandığı) meşaleye bir göndermedir; orada, daha önce be
lirtildiği gibi, tanrıya, insana ateşi kullanmasını öğretmiş
olan ve her yıl yapılan meşale yarışlarıyla onurlandırılan
üç tanrıdan biri olarak tapılıyordu.
Üçlemenin sonucuyla ilgili biraz yol almış bulunuyo
ruz şimdiden. Her şeyden önce, Prometheus, Olympos'a
yeniden kabul edilmek için uğraşan bir yakarıcıdır. Oresteia’da yakancı, insanlar arasında bu erdemi üstün tut
tuğunu ileri süren kentin koruyucusu akıl tannçası Athena'nm araya girmesiyle kurtuluyordu. Aynı tannçanın
Prometheus’la eski bir bağı vardı. Prometheus’un onun
doğumunda, Zeus’un kafasından tam silahlı olarak fırla
dığında ona yardım ettiği ve insanlığın yaratılışında her
ikisinin işbirliğinde bulunduğu anlatılıyor. Fakat her şey
386
AİSKHYLOS
den önce, Prometheus’a Akademi’de bir yer verilmiştir
— tanrıçanın rızası olmadan kazanamayacağı bir onurdur
bu. Üç ateş tanrısından, daha yaşlı olan ikisini üçleme
nin açılışında tanımıştık; bu yüzden sanıyorum ki, sonuç
ta üçünün en genci ve en yücesiyle tanıştırılıyoruz. Prometheus’u babasıyla barıştıran ve ona kendi hakkı olan
insani onurlan veren Athena’dır.
Herakles, Hades’e inişinden sonra, erginlenme niyetiy
le Eleusis’i ziyaret eder, fakat Kentauros’lann kanından
temizlenmedikçe mysteria’lan göremez, dolayısıyla A g ra ’
da arındırılır, sonra da erginlenir. Yine söylendiğine göre,
A g ra ’nm Küçük Mysteria'lan, Demeter Tarafından, Kentauros’lan öldürdükten sonra Herakles’i arındırma gibi
açık bir amaçla kurulmuştu. Apollodoros’un ve Diodoros’
un günümüze aktardığı bu söylenceler Aiskhylos'un doğum
yeriyle bağlantılıdır. Bunları o da biliyor olmalıydı, daha
sonra gelen yazarların bunlan ondan türetmiş olmaları
da olasıdır. Bu nedenle öyle görünüyor ki, şair burada da
gizli bir amaçla çalışıyordu,— yani, üçlemenin sonunda
Athena ayininin bir başka ve çok daha önemli bir yönü
nün başlatılması amacıyla: Demeter'in Küçük Mysteria’
lan.
İo'nun çektiği acı kısmen Hera'nın kıskançlığına bağ
lıydı, onun soyundan gelenler de aynı nedenle çok acı
çekmişti. Bununla birlikte. Herakles sonunda Olympos'a
kabul edildiğinde Hera ile barıştırıldı ve Hera’nın kızı,
ebedi gençlik tanrıçası Hebe ile evlendirildi. Ayrıca, He
rakles ile Hebe’nin evlenmesi Hera’nın İo Ailesiyle barış
ması anlamına geliyorsa, onun açıkça kendi efendisiyle
barıştığı anlamına da gelir. Onun İo’ya ve Herakles’e olan
düşmanlığı bir karı koca kıskançlığıyla başlamıştı, suç
lusu Zeus’tu. Birinci oyunda Zeus’u ölümlü bir kızın pe
şinden vicdansızca koşarken gördük; İkincisinde, Thetis’in
peşinde gördük; fakat üçüncüde, oğullarının ve kızları
nın birleşmesini kutsamada Hera’ya katıldığında, her iki
si de, evliliğin kutsallığının koruyucuları olarak yanyana
PROMETHEUS
387
dururlar, böylece insanlığın ilerlemesinde bir ileri adımı
daha belirler bu.
Başlangıçta, Zeus insanlığın kurtuluşu için Prometheus'a işkence eder. Zaman ilerler, her ikisi de akıllanmıştır artık, Prometheus Zeus'u yok olmaktan kurtanr,
kendisiyse Zeus’un oğlu tarafından kurtarılır; bu oğul,
babasının yol göstericiliğinde, Prometheus’un insanlığa
ilerleme yolunu açma işini sürdürür; tanrılar arasındaki
aile kavgası da sonunda Athena tarafından çözülür; in
san uygarlığının doruğundaki kentin koruyuculuğunu
üstlenerek babasının amacını tamamlamıştır. Dolayısıyla,
üçlemenin kapanışmda bu üçü — Prometheus, Herakles,
Athena— Tann fikrinin başlayışının, gelişiminin v e ta
mamlanmasının temsilcileri olarak, insanın yazgısının ku
rucusu, ilerleticisi ve tamamlayıcısı olarak birlikte gö
rürüz.
Eğer üçlemenin bu görünümü temelde doğruysa, mi
tin yorumlanmasında bütün derin görüş farklılıklarına
karşın, Aiskhylos’un Hesiodos’un başladığı işi sürdürdüğü
anlamına gelir bu. Prometheus’un öyküsü, Boiotia’nın ca
hil köylülerinin anlattığı masalın sınırlannm çok dışında
bir entelektüel içerikle doldurulmaktadır artık; fakat He
siodos’un ötesinde yeni bir yorumu belirleyen ilerleme, mi
tin ilkel çekirdeği üzerinde onun yaptığı ilerlemeden daha
az olmamak üzere, toplumun kendisinin temeldeki ilerle
mesiyle olanaklı hale gelmektedir. însan yaşamının mad
di temeli genişlediği ve zenginleştiği için, bundan hep bü
yüyen bir düşünce derinliği ve verim liliği çıkar ortaya;
fakat maddi süreç devamlı olduğuna göre, yeni olan, baş
langıçta eskinin içinde gizli olduğu için, entelektüel iler
leme geleneksel fikirlerin boyuna yeni uyarlamaları bi
çimini alır. Prometheus söylencesi bunun açık bir örne
ğidir. Bu konuda Aiskhylos’un yaptığı, o kadar yaygın
bir biçimde bilinmekte ve öyle hayranlık uyandırmaktay
dı ki, söylenceyi pekâlâ sabitleştirebilir, katılaştırabilirdi;
tabii, herhangi bir şey onu sabitleştirebilirse; fakat bu
söylence, dünyanın onu o kadar canlı bir biçimde yansıt
388
AİSKHYLOS
tığından daha fazla sabitleştirilemezdi. Dolayısıyla, Prometheus’un öyküsünün daha sonra nasıl yorumlandığını
görmek ilginç olacaktır.
Aşağıdaki parça, kendisinden bundan başka bir şey
kalmamış olan yazar Moskhion’un kayıp bir oyunundan
alınmadır:
V e önce gözler önüne sereceğim, daha başlangıçtan
İnsan yaşamının en eski kökenini.
Upuzun bir çağ vardı, nicedir ölümlüler
Güneş görmeyen dağ kovuklarında, koyaklarda
Hayvanlar gibi yaşıyordu; çünkü henüz
Üstü çatılı evleri, taş duvarlarla çevrili
Güvenle yaşayabilecekleri kasabaları yoktu,
N e de toprağı derinden kazabilecekleri sabanları
Ürün versin diye; ne demirden bıçakları
Budamak için sıra sıra asma kütüğünü.
Dünya henüz çocuksuz bir erdendi.
V e insanlar birbirinin etiyle besleniyordu.
Çünkü o zaman Yasa’nın yeri aşağılarda,
Zor’unkiyse yücelerde, Zeus’un sağ elindeydi.
Ama sonunda Zaman, o her şeyi doğuran Zaman
Değiştirince bizim ölümlü yaşamımızı
İster Prometheus’un hünerli elleriyle,
İster Zorunlulukla ya da nice bir beceriyle
Doğa’nın derslerinden öğrendiği,
O zaman buldu insanlar nasıl döndüreceklerini
Demeter’in armağanını yemişlere.
Dionysos’ un içkisini buldular, sonra da
Bir çift öküzle toprağın kamını deşmeyi,
Başlarının üzerinde çatılar yükseltmeyi
Ve kentler kurmayı öğrendiler.
Hayvanlardan ayrılıp uygarlaştılar.
Bu parça tam da tartışmamızın bizi bulma umuduna
götürdüğü geleneğin gelişimindeki bağı sağlıyor bize. Bir
yandan, mit zan dağılmıştır, bugüne kalan izler, şiirsel
süslerden başka şeyler değildir artık; onlardan biri olan
Zor’a yapılan anıştırma da Zincire Vurulmuş Prometheus'
PROMETHEUS
389
un bilinçli andaçlarından biridir besbelli; Güç ve Zor’u,
başlangıçta «kendi başına yasa» olan tanrının elçileri ola
rak tanıtırken, Aiskhylos’un amacını yazarın doğru ola
rak yorumladığını göstermektedir. Öte yandan, Zorunlu
luktan söz edilmesi açıkça, dördüncü yüzyıl maddecilerini
işaret ediyor. Gelenek, Aiskhylos ve Epikuros’ça da ka
bul edilebilecek bir biçim içinde belirtilmektedir.
Öteki kanıtımız, Pİaton’un amcası Kritias’ın bir oyu
nundan alınma bir başka drama parçası:
Bir zamanlar insan yaşamı
Zorla yönetilirdi, yabanıl ve düzensizdi,
Doğruluğun ödülü yoktu
Günahlarsa cezasız kalırdı. Sonra, sanırım
İnsanlar ceza biçen yasalar koydular
Adaleti yüceltmeye, küstahlığı dizginlemeye.
O zaman bile, yasalar önlüyorsa da insanı
Açıkça kötülükler işlemekten,
Gizlice yapılıyordu kötülükler, ta ki
Sağduyulu ve uzak görüşlü bir düşünür
Tanrıları icat edinceye kadar
Bütün yaptıkları ya da söyledikleri
Hatta hayal ettikleri bile
Korkulacak kötülükler olan tanrıları;
V e Tanrıyı tanıttı; insanlara
Aklıyla gören ve işiten ve bütün insanların
Söylediklerine ve yaptıklarına kulak veren
Ölümsüz bir ruha inanmayı öğreterek.
Burada kendimizi farklı bir atmosferde buluyoruz. Kritias,
Peloponesos Savaşının son yıllarında (İ.Ö. 404) Atina’da
bir terör yönetimi kurmuş olan Otuz Tirandan biriydi.
Etkin ve sınıf bilincine sahip bir karşı devrimci olarak
«yasa ve düzen»in bastırma işlevini açık açık ilân ediyor,
sinik bir içtenlikle kitleleri cehalet ve kulluk altında tut
ma aracı olarak dinin değerini tanıyor. Dile getiriliş tar
zından çok özüne dikkat edersek, kusursuz olan bu Tann
fikrinin çözümlemesi, belki de Aiskhylos'u şaşkına çevi
rirdi; fakat onun kendi ustası Pythagoras’m, insanların
390
AİSKHYLOS
adalet gereksinimini gerçekleştirirken, Göklerde Themis’e,
Cehennemde Dike’ye, yeryüzündeyse Nomos'a aynı işlevi
verdiklerini açıkladığı bildirilmektedir: başeğmezlik güna
hını işleyenler, evrenin tüm yapışma saldırıda bulunmuş
kişiler olarak görüneceklerdir; Aiskhylos'un kendisiyse, in
sanın olduğu kadar Tan n ’nm da evrimin bir ürünü ol
duğunu, iki sürecin birbirine çok yakından koşut oldu
ğunu öğretmişti. Dahası, yasanın işlevinin korkutmak ol
duğunu duyunca, Aiskhylos’un Oresteio’da yasanın sal
tanatını kurduğunda Athena’ya söylettiği sözleri anımsı
yoruz: «Korku olmasa hangi insan doğru olur?». Aiskhylos’
un daha sonraki yapıtları bizi Atina’nm tarihinde, Kleisthenes’in orta sınıf destekleyicilerinin isonomia’smı, git
tikçe daha açık biçimde, kendi ayrıcalıklı durumunu zor
la devam ettirmek için o sınıfın kullanacağı bir araç ola
rak gösterildiği bir noktaya getirmekte.
Prometheus’a dönersek, onun insanlara yaptığı hiz
metlerin öyküsü, yine Platon tarafından, aynı adlı diyalo
gunda Protagoras’a söylettiği yeni bir biçimde anlatılıyor.
Şöyle özetleyebiliriz bunu.
Canlı yaratıklar tanrılar tarafından topraktan ve ateş
ten yapılmışlardır. Yaratılmalarından sonra, Prometheus
ile erkek kardeşi Epimetheus (Aiskhylos’un görmezlikten
geldiği, fakat Hesiodos’a kadar giden Öngörü Tanrısının
bir zıttı) kendi yeteneklerini onlara bağışladılar; her tür,
kendini savunma aracına sahip olabilsin diye toynaklar,
kanatlar ya da yeraltı barınakları verdiler; soğuğa karşı
korunsunlar diye postlara, derilere sardılar onları; içle
rinden bazılarına ötekilerin doğal avı olmaları yazgısını
verdiler, aynı zamanda onları son derece doğurgan yap
makla yaşamda kalmalarını sağladılar onların. Bütün
bunlar, kardeşinin yönetimi altında Epimetheus tarafın
dan yapıldı, fakat görevi sona erince gördü ki, bütün uy
gun, işe yarar yetenekleri beceriksizce hayvanlara vermiş,
insanlara hiçbir şey kalmamış. Böyle güç bir durumla kar
şı karşıya kalınca Prometheus, asıl sahipleri olan Hephaistos ve Athena’dan çaldığı ateşi insanlara verdi, bunun so-
PROMETHEUS
391
nucu olarak da hırsızlıktan cezaya çarptırıldı. İnsanlar,
tanrıların yakını olarak, içlerindeki tanrı inancıyla ve
konuşma yetenekleriyle öteki hayvanlardan ayrılıyorlardı.
Giysiler, ayakkaplar yapmaya, evler kurmaya, toprağı iş
lemeye başladılar, sonunda hayvanlardan korunmak için
kentler kurdular. Fakat ne yazık ki, kentlerde bir araya
gelince birbirini yağmalamaya başladı kentliler; bunun
için, insan soyu ortadan kalkar korkusuyla Zeus Hermes'e,
onlara utanma ve adalet gibi armağanlar vermeyi bu
yurdu. Bunların hiç aynm yapmaksızın mı verileceği, yok
sa el zanaatlarında ustalaşmış olanlar gibi seçilmiş birey
lere mi verileceği sorulduğunda Zeus şöyle karşılık verdi:
«Hepsine ortak olarak verilsin, ayrıca benden bir yasa da
ver onlara: utancı ve adaleti paylaşmayan biri, toplum
içinde bir hastalık gibi ölüme yargılı olacaktır.»
Bu yorumun sahibi, adalete ve yasaya karşı tutumun
da Kritias'la aynı düşüncededir, fakat insanla insan ara
sındaki çatışmanın —sınıf savaşımının— ancak kent ya
şamının başlamasıyla ortaya çıktığını kabul ederek yüce
bir anlayış gösteriyor; ve insanın Tanrıya inancını, dik
katli bir biçimde, varlığının kökenleri kadar geriye bir
yere yerleştiriyor. Aiskhylos’un tersine, dünyanın kutsal
yönetimi sabit ve kalıcıdır; insani ilerlemenin onuruysa,
rolü ikincil olan Prometheus’tan, her şeyi bilen, her şe
ye gücü yeten ve hiç değişmez olan Zeus’a aktarılıyor.
Şimdi bu şeylerin aşağı tabakalara nasıl göründüğü
nü görelim. Philemon dördüncü yüzyıldan bir komik dra
ma yazarıydı, o zamanki komik drama yazarlarının çoğu
gibi bir Atina yurttaşı değil, oranın yabancı sakinlerindendi. Şunları söyleyen Philemon’du:
Kölede de bizimkinin aynı, insan eti var
D oğrusu, Doğa’da bütün insanlar özgür doğar.
Prometheus’un, insanı hayvanların düzeyinin üstüne çı
karmış olan armağanları konusundaysa şunları söylüyor:
392
AİSKHYLOS
Üç kez daha mutludur hayvanlar
Bu şeyleri anlamadıkları, sormadıkları için,
Ve de öteki zararlı fazlalıkları olmadığı için —
Onların yasaları kendi öz doğalarıdır; gel gör ki,
İnsanın yaşamı, taşıyabileceğinden ağır bir yük —
Hayallerinin kölesi o, yasaları bulup çıkarmış ortaya.
Buna benzer bir görüşü, bir halk filozofu olan Kinik Dio
genes ayrıntılı bir biçimde geliştirmişti; Diogenes’in top
lumsal görüşü, Platon’un Akademi'de zengin delikanlıla
ra verdiği dersleri «boşa zaman harcama» olarak suçla
masıyla ve M egara’da söylediği nakledilen sözlerle belir
lidir: M egara’da koyunlarm sırtlarındaki postla soğuktan
korunduğunu, çocukların sırtlarındaysa bir şeyin olma
dığını görünce şöyle der: «Megaralmm oğlu olmaktansa
koçu olmak daha iyi.»
Diogenes, insanın yaşamını hayvanlarmkinden daha
acınası hale getiren şeyin lüks olduğunu açıklar. Hayvan
lar su içer, ot yer, yılın büyük b ir bölümünde çıplak do
laşır, asla b ir eve sığınmaz ya da ateş kullanmaz; bu yüz
den de, boğazları kesilmedikçe, Doğa'nm kendilerine verdiğince öm rü hekimlere ya da ilaçlara gereksinim duy
madan, sağlıklı ve güçlü yaşar. Öte yandan, insanlar ya
şama o kadar bağlı, onu uzatmakta öyle ustadırlar ki,
çoğu yaşlılığa asla erişemez ve burada sayılamayacak ka
dar çok hastalık yükü altında yaşarlar. Dünyanın onları
doğal ilaçlarla donatmış olması yetmez onlara — cerrahi
de, dağlama da olm alıdır onlar için... Kentlerde bir ara
ya g elir gelmez, sanki b ir araya gelişlerinin tek amacı
buymuş gib i birbirine karşı en korkunç suçlan işlemeye
başladılar. Dolayısıyla, Prometheus’un ateşi bulduğu için
Zeus tarafından cezalandınlması öyküsünü, Diogenes in
sanın lüksünün ve kolay beğenmezliğinin kökeni ve baş
lama noktası olarak anlıyordu; çünkü Zeııs'un insanoğlundan nefret etmediği gibi, onların iyiliğine olan herhangi
b ir şeyi onlara çok görmeyeceğini de söylüyordu.
PROMETHEUS
393
Prometheus şimdi bir kutsama olarak değil bir bela ola
rak bakılan armağandan ötürü haklı olarak cezalandırıl
mış bir türedi, bir sonradan görme olmuştur. Diogenes'in,
uygar yaşamın insanı baştan çıkarıcı etkilerine ilişkin gö
rüşü bizi Hesiodos’a getiriyor yine — masala göre, insan,
her biri bir öncekinden beter, yeni bir biçime giren çağ
lar yaşamaktadır; bu da gösteriyor ki, onun zamanında,
çökmekte olan kent-devletinde zenginle yoksul arasındaki
savaşım, toprak sahibiyle serf arasındaki savaşım kadar
derin bir biçimde insan bilincine işlemişti.
Bu mitin tarihini, Ortaçağlardan günümüze kadar bir
birini izleyen tekrar tekrar yorumlamalarında kovalamak
ilginç ve yararlı bir görev olurdu; fakat şimdilik Sheliey'nin bu mit üzerine bazı düşünceleriyle konuyu kapa
makla yetinelim,
«Dünyanın hemen hemen her yerindeki iyi şiirde ol
duğu gibi, yüksek türden Yunan şiirinde de güçlü gele
neğin, çağdaş yaşamın bütün uygunsuzluklarından ka
çınmak olduğuna» inanan, ve «Oresteia’da politik anıştır
malara ilişkin hiçbir kanıt» göremeyen Gilbert Murray,
«katkısız kötüyle katkısız iyi arasında basit b ir yarışma
dan başka bir şey olmayacak kadar dramadışı bir ge
reçten Shelley’nin böyle görkemli bir şiir çıkarmış ol
masının şaşırtıcı olduğunu» söylüyordu. Böyle olsaydı ger
çekten şaşırtıcı olurdu, ama Aiskhylos’un tersine Shelley,
ne için yazıldıklarını açıklamak amacıyla şiirlerine ön
sözler yazm a alışkanlığmdaydi; Kurtulmuş Prometheus's.
yazdığı önsözde şunları söylüyordu.Bdebiyatımızm altın çağının büyük yazarlarını, Hıris
tiyan dininin en eski ve en ezici biçimini silkeleyip to
zunu atmış olan halk zekâsının o ateşli duygusuna borç
luyuz. Milton'u aynı ruhun ilerlemesine ve gelişmesine
borçluyuz; kutsal Milton, hiç unutulmamalıdır bu, bir cum
huriyetçiydi, ahlâki değerleri ve dini sorguya çeken yiğit
bir insandı. Bizim çağın büyük yazarları — haklı olarak
varsayabiliriz ki— toplumsal koşullarımızda hayal edile
394
AÎSKHYLOS
meyen bir değişimin ve bu değişimi pekiştiren fikirlerin
yoldaşı ve habercileridirler. Akıl bulutu kendi ortak şim
şeğini çakıyor, kuramlarla fikirler arasındaki denge şim
di yeniden kuruluyor, ya da kurulmak üzeredir.
SheUey’nin fikirleriyle çatışma halinde bulduğu bu kurumların neler olduğunu merak eden varsa, onun Manchester'deki Katliam Üzerine Yazılmış Maskeli Anarşi Oyu
nu adlı şiirini okuyalım, yeter; Özgürlük, der o:
Çalışmak ve öyle bir ücret almaktır ki
Yaşam gün gün sürsün senin
Kollarında, bacaklarında, bir hücrede gibi,
Zorbaların oturmak için kullandığı.
Sen onlar için yaratılmışsın
Dokuma tezgâhı ve saban ve kılıç ve bel
Senin isteğin olsun olmasın
Onları savunacak, onları besleyecek.
Bu çatışma, «katıksız kötüyle katıksız iyi arasındaki ba
sit bir yarışma»dan daha rahatsız edici, daha elle tutu
lur bir şeydi; doğrudan çağdaş savaşımdan ortaya çıktı
ğ ı için de dramatiklik doğasmda vardı. Ancak o günle
rin yönetici sınıfının acımasızlığını, yalancılığını ve iki
yüzlülüğünü, çıkardıkları Otlak Karam am eleri’nde ve A v
Yasası'nda, İşçileri Koruma ve takas sistemlerinde ortaya
çıktığı haliyle incelemiş olanlar, bugün insanlığın çoğun
luğunun ortak yazgısı olan acılardan hiç de az olma
yan acılar karşısında Shelley ile aynı tavn takınanlar,
Prometheus’un meydan okuyuşunda yanan öfkeyi anlaya
bileceklerdir:
Zalim, meydan okuyorum sana! sakin ve kararlı
Bütün bana çektirdiklerini ödetirim sana;
İğrenç Zorba, ister Tanrı soyundan, ister İnsan soyundan olsun,
Boyun eğmeyeceksin önünde.
PROMETHEUS
395
Shelley’nin yaşamı süresince, en son İngiliz köylüsü
de ortak tarlalarından sürülüp yollara bırakılmış, oradan
Jamaica, Johannesburg ve Bombay gibi yerlerdekine ko
şut şartlarda kadın, erkek, çocuk çalıştıktan imalathane
lere, mapuslara, dokuma fabrikalarına ve kömür maden
lerine sürülmüşlerdi. Zengini zenginleştiren, yoksulu da
ha yoksul yapan Sanayi Devrimi dönemiydi bu: yeni pro
letarya açlığa, yoksulluğa ve polis baskısına karşın eylem
için nasıl örgütleneceğini yavaş yavaş, acıyla öğrenirken,
yeni imalatçı sınıfın, kokmuş bir toprak sahibi oligarşinin
ayrıcalıklannı yıkmakla uğraştığı bir dönemdi.
Alskhylos, toprak sahipleriyle tüccarlar arasında, aris
tokratik ayrıcalıkların ortadan kaldırılması ve yurttaşlık
haklarının bütün yurttaşlara yaygmlaştırılmasıyla kendi
ni gösteren uzun savaşımın bir concordia ordinum'da, do
ruk noktasına ulaştığım görmüş olan ılım lı bir demokrat
tı. Bununla birlikte unutulmamalıdır ki, bu concordia, bü
tünlüğünü, özgür olmayan bir başka sınıfın varlığına
borçluydu. Köleler eski demokrasinin proletaryasıydi; eğer
köle olmasalardı, yani örgütlenmeleri yasak, dolayısıyla
politik yönden güçsüz olmasalardı, toprak sahibi aristok
rasinin devrilmesini onlarla efendileri arasındaki bir sa
vaş izlerdi. Aiskhylos, ancak bu sınıfı kendi demokrasi
anlayışının dışında tutarak, demokratik devrime Zeus ve
Prometheus’un uzlaşmasıyla simgelenen bir zıtlann bir
leşmesi gözüyle bakabilirdi.
Shelley, desteğini proletaryaya yöneltmiş bir yukarı
orta sınıfın üyesiydi. Fakat bu, köle bir proletarya değildi;
özgürdü, oy hakkım gürültüyle istemeye başlamıştı. Bu
sınıfla kapitalistler arasında uzlaşma diye bir şey olamaz
dı, çünkü çıkarları birbiriyle çatışıyordu; işte Shelley’nin
Aiskhylos gibi bir sonucu kabullenmesini olanaksız kılan
da buydu. İnsanlığı savunanla onu ezen arasındaki ba
rışma, uzlaşma fikrine başkaldırmak zorundaydı o. Onun
düşüncesine göre, o erken günlerde bile, az çok açıklık
la, çatışmanın tek olası çözümünün, yönetici sınıfın, da
ha önce mülksüzleştirmiş olduğu sınıf tarafından mülk-
396
AİSKHYLOS
süzleştirilmesi olduğunu gören birkaç kişi vardı; fakat
kısmen, bu sırada geleceğinin bilincinde olmayan prole
taryanın olgunlaşmamışlığına, kısmen de vazgeçemediği
kendi orta sm ıf bakışma bağlı olarak Shelley, devrimci
eylem fikrinden ürküyordu. Dolayısıyla, onun Jüpiter’i
devrilir, ama ancak edilgin direncin mistik gücüyle.
Shelley’ye haksızlık etmemek için, Aiskhylos başarıl
dığını gördüğü bir devrimi kutlarken, Shelley’nin devriminin o sırada geleceğin bir umudundan başka bir şey ol
madığını da eklememiz gerek; ve bir yüzyıl daha öylece
umut olarak kaldığını...
GÖNDERM ELER
Childc, V.G. Mart Makes Himself (Kendini Yaratan İnsan), Londra,
1936.
Mahaffy, J.P. History o f Classical Greek Literature (Klasik Yunan
Edebiyatı Tarihi), Londra, 1880.
Burke, E. Reflections on tlıe Revolution in France (Fransa’daki Dev
rim Üzerine Düşünceler), 4. Bas. Londra, 1790.
Murray, G. Aeschylus, Oxford, 1940.
XVIII
A İ S K H Y L O S ’T A N
SONRA
Aiskhylos’un son yapıtları, Yunan tragedyasının ev
riminde bir dönüş noktasını belirler. Her şeyden önce,
dörtlemenin ilk kez oluştuğu sırada başlamış olan o ge
nişleme ve düzenlenme sürecini sonlandınr. Bu nokta
da dörtlemenin gelişimi durur ve kendisini oluşturan par
çalara ayrılır. Satir oyun varlığını sürdürür, ama canlı
lığı giderek azalır. Yeni birim, kendi içinde bir bütün olan
tek tragedyadır. Böylece, sanat biçimi, Sophokles (İ.Ö. 495
-405) ile Euripides’in (480-405) ellerinde gelişiminin daha
önceki bir evresine dönmüştür; fakat aynı zamanda bu tek
tragedya, Aiskhylos’un üçlemesindeki üçüncü oyunun özel
işlevine kadar götürülebileoek bazı özelliklerle belirgin
hale gelir. Dolayısıyla bu, yalnızca tipe bir dönüş değil,
fakat daha yüksek bir planda tipe dönüştür.
îkinci olarak, sanatın en sonunda birincil özelliklerin
den biri olarak bakılabilecek şeyi geliştirmesi de ancak
bu aşamada olur. Aristoteles’e göre trajik olay dizisi, iyi
kaderden kötüye bir değişimden oluşmalıdır. Bu ilke, Aisk
hylos’un yapıtına ancak çok sınırlı bir biçimde uygulana
bilir, çünkü onun üçlemesinin normal sonucu ters yönde
bir değişimdi. Dolayısıyla bu açıdan bakılınca, onun yapıt
ları hâlâ eskidir, tanrının ölümünün ardmdan yeniden di
rilişinin geldiği acı çekme oyunundaki (passion play) il
kel olay dizisini devam ettirir.
Sanattaki bu yapısal değişiklikler ancak dış etmenle-
398
AİSKHYLOS
re bakılarak açıklanabilir; bu yüzden de Sophokles’in ve
Euripides’in yapıtlarına geçmeden önce bir süre durup
Atina toplumunda meydana gelmekte olan gelişmelere
bakmalıyız.
İ.Ö. beşinci yüzyılda Attika nüfusuna değgin bilgiler,
tahmine dayalı hesaplamalardan daha fazlasına izin v er
meyecek kadar dağınık ve belirsizdir. Pers Savaşları dö
nemi için söylenebilecek tek şey, yurttaş sayısının belki
de Peloponesos Savaşlarının patlaması sırasmdakinden da
ha az, yerleşik yabancı ve köle sayısının ise tabii bunun
da altında olduğudur. En son hesaplamalara göre, İ.Ö.
43l'de karılan ve çocukları da içinde en azından 172.000
yurttaş, en az 28.500 yerleşik yabancı ve 115.000'e varan
köle vardı. Yani, daha o zamandan köleler özgür nüfu
sun yansının üzerine çıkmıştı; yetişkinlerin toplam sayı
sının dörtte birinden biraz fazlası oy hakkına sahipti.
Köle emeği, sermaye yatırımı yönünden en verimli
alanlardan biri durumuna gelmişti. Nikias’m 1.000 kölesi
vardı, madenlerde çalıştırmak için kiralamıştı onlan; Hipponikos’un aynı amaçla kullandığı 600 kölesi vardı. M a
denlerde çalıştırılanların sayısı hakkında bilebildiğimiz
tek şey, İ.Ö. 413 yılında 20.000 den fazla kölenin Spartalılara kaçtığıdır; olasılıkla, bunlardan çoğu madenciydi.
Aynı zamanda, çok sayıda köle taş ocaklarında ve ulaşım
işlerinde kullanılıyordu.
Köle emeği sağlama olanağı arttıkça özgür emeğe
olan istem azalıyor, sonuç olarak özgür emekçiler ya iş
bulamıyor ya da kendilerini bir kölenin ekonomik düze
yine indiren koşullarda çalışmak zorunda kalıyorlardı. Bu
yıkıcı rekabete karşı yerleşik yabancıların hiçbir korun
ma yolu yoktu, çünkü oy hakları yoktu ve sonuç olarak
daha yoksul yabancılar Aristoteles'in «sınırlı kölelik» di
ye tanımladığı bir konuma düşüyorlardı. Am a yurttaşla
rın durumu farklıydı. Aşağı sınıflar, yeni elde ettikleri
politik haklarını, devleti kendilerini hiç çalışmadan bes
lemeğe zorlamakta kullanıyorlardı. İ.Ö. 450 ile 430 ara
sındaki yirmi yıl süresince, Perikles’in yönetiminde, mah
AİSKHYLOS’T A N SONRA
399
kemelerdeki oturumlara katılmak da içinde kamu hizmet
leri karşılığı ücret ödeme ilkesi devletin devamlı politika
sı olarak kabul edilmiş ve giderek genişletilmişti; sonuçta,
bu dönemin bitiminde 20.000'in üzerinde yurttaş — tüm
yurttaş sayısının üçte biri ile yansı arası— şu ya da bu
yolla kamu harcamalarından destekleniyordu. Perikles'in,
halkın desteğine karşılık ödediği fiyat buydu.
Para nereden geliyordu? Bu politikanın etkin bir mu
halefet olmaksızın uygulanıyor olması, bu yükün zengin
ler üzerine düşmediğini göstermeye yeter. Kısmen ticaret
üzerine konan vergilerden ve ticareti ellerinde toplayan
yerleşik yabancılardan zorunlu olarak toplanan vergiler
den geliyordu; kısmen de Atina'nın otuz yıl kadar önce
Persler’e karşı verilen kurtuluş savaşında örgütlemiş oldu
ğu özgür kentler birliğini bugün dönüştürdüğü imparator
luktan geliyordu. Bu dönemde iç gelir, çoğu biraz önce adı
nı andığımız türden vergilerle toplanmış olan 400 talent ola
rak hesaplanmaktadır, bağımlı devletlerden alman orta
lama yıllık vergiyse, olasılıkla, 460 talent idi. Böylece,
topluluğun varlığı, üretimde en az rolü olan toplum ke
siti tarafından yönetiliyordu. Atinalı yurttaşlar, başkala
rının emeğinden asalak olarak geçinen bir rantiye sınıfı
durumuna gelmişti.
Bu önlemler, elbette özel mülkiyete dayalı bir eko
nominin yapısmda var olan, zenginliklerin toplumun bir
kutbunda toplanması eğilimini ortadan kaldırmaya elvermiyordu-, sonuç olarak da, ortadan kaldırılmaları tasarla
nan eşitsizlikleri daha da şiddetlendirmeye yarıyorlardı yal
nızca. Atin a’nın denizaşırı bağımlı topraklarından getirtilen
ucuz tahılla beslenen kent nüfusu Attika kırsal alanların
dan gelen devamlı köylü akışıyla kabarmıştı,- bu köylü
ler için tarım, yabancı tahıl rekabeti yüzünden artık pa
ra getirmez bir uğraş olmuştu,- bu yüzden dışalım yiye
ceğine olan istem, sunuyla birlikte artıyordu. Aynı şekilde
devletin bağımlı devletlerden ele geçirdiği denizaşırı top
raklara yerleştirerek başından atmak istediği yoksullaş
mış yurttaşlardan çoğu, mallannı mülklerini satıp Atina’
400
AİSKHYLOS
ya dönmeyi daha kazançlı buluyorlardı. Devlet, ancak bu
temelde, devamlı genişlemeyle ayakta durabiliyordu. K a
çınılmaz biçimde savaşa götüren bir yola girmişti. Bu po
litikanın en güçlü savunucularıysa, doğallıkla, büyüyen
kölelik tehlikesine karşı kendi yaşam düzeylerini sürdür
mek için savaşım verenlerin tümünü temsil eden radikal
lerdi. Bu nedenle, ileri demokratlar artık en ateşli em
peryalistler olmuştu. Kendi gelirleri etkilenmediği sürece
zengin yurttaşların sesleri çıkmıyordu, ama imparatorluk
ayağa kalktığında harekete geçmekte gecikmediler. Sava
şın sonundan biraz önce, imparatorluk çökmekteyken, de
mokrasi alaşağı edildi ve yerini yeni bir düzen aidi: po
litikası, «yüksek dereceden kamu görevleri için özel ye
tenekte insanlar sağlamak; devletin ayrıcalıklarını, bun
lara gücü yetebilen Atm alılara ayırmak ve topluluk için
de önemli derecede mal mülk sahibi olmayan kimselere
politik kararlarda oy hakkı vermeyi yadsımak» olan bir
düzen — başka bir deyişle, zenginler varlıklarından ola
caklarına, yoksulları köle emeğinin rekabetine karşı tek
korunma aracı olan oy hakkını ellerinden alarak kontrol
altında tutmayı amaçlıyorlardı.
Atina demokrasisinin çarpıp karaya oturduğu çözül
mez çelişkiler bunlardı. Yüzyılın başlangıcında eşitlik adı
na kurulmuş olan düzen, sonunda onu kurmuş olan sınıf
tarafından eşitsizlik adma alaşağı edilmişti. Devletin, onun
varlığını, zenginliğini üretenler tarafmdan yönetilmesi gi
bi güçlü bir savla iktidara gelmiş olan sınıf, şimdi onun
hak edilmemiş gelirinin, tüccarların vergilendirilmesinden
ve köle çoğunluğunun sömürülmesinden gelen kazançlar
dan paylarını isteyen rakipler tarafından tehdit edildiği
ni görüyordu. Pers yayılmacılarına karşı yükseltilmiş olan
o ateşli özgürlük çığlığının içi boşalmıştı, çünkü Perikles
ona güzel sözlerden bir k ılıf geçirmiş de olsa, yürüttüğü
politika, özgürlüğün, dışarda baskı altında tutularak yurt
içinde sürdürüleceği anlamına geliyordu. Demokrasi, de
mokrasinin yadsınmasına döndürülmüştü.
Bu çelişkiler, insan bilincinde gerçekliğin üzerine bir
A İS K H Y L O S TA N SONRA
401
şal örtmek üzere tasarlanmış fikirler ortaya atarak ken
dini kurtarmaya çalışan derin bir hayal kırıldığı ve bık
kınlık duygusu doğuruyordu: Atina'nın «Hellas okulu» ol
ma yazgısında olduğu fikri; kölenin doğal olarak özgür in
sandan aşağı olduğu fikri; her şeyden önce de, sophrosyne
fikri: Athena’da cisimleşmiş olan, ıhmlı olma ya da ken
dini tutma erdemi... Sophrosyne kavramı, eski aristokrat
düşüncesi olan «hiçbir şeyin fazlasına bakma»nm yeni bir
kılığa girmişiydi, yalnızca bir farkla. Aristokratik gele
nekte, çok fazla şey isteyen insanı Zeus’un yıldırımı çar
pardı, yok ederdi. Hırslan ve arzulan kendisini sophrosyne
sınırlarının ötesine götürmüş olan insanın başına gelecek
şey, elde etmeye çalıştığının tersini elde etmekti. Beşinci
yüzyıldan sonra Yunan düşüncesinde başat bir öge olmuş
olan bu kavramın kökenlerine kadar geriye doğru izlen
mesi gerekir.
Demokratik devrimden sonra olgunlaşmış olan top
lumsal çelişkiler çözülemezdi, çünkü özel mülkiyete dayalı
bir ekonominin yapısında bunlar vardı, on lan demokratik
devrim yoluyla doruğa ulaştıran da özel mülkiyetin büyümesiydi. Dahası, özel mülkiyetin büyümesini kolaylaş
tıran ve hızlandıransa paranın gelişimiydi. Aristoteles, bu
konuyu tartışırken — içgörüsünün derinliği yönünden bü
tün yapıtlarının içinde en dikkate değer olanlarından bi
ridir bu tartışma-— paranın ilk işlevinin alış-veriş sürecini
kolaylaştırmak olduğunu söyler: satın almak için satmak.
Bu amaçla sınırlı kaldığı sürece paranın kullanılması yal
nızca bir amaca: ivedi gereksinimlerin doyurulması ama
cına ulaşmanın bir yolu olmakla sınırlıydı. Paranın kul
lanılmasına (burada kendi toplumsal önyargıları giriyor
işin içine) doğal ve haklı gözüyle bakılır. Fakat yakın za
manlarda para yeni bir amaç için kullanılmaya başlandı:
satmak için satın almak — tüccar, pahalı satmak üzere
ucuz satın alıyor. Para kazanma kendi başına bir erek
durumuna gelmiştir, bu biçimde de sınırı yoktur onun.
A ynı gerçek, modern çağda M arx tarafından şöyle formülleştirilmiştir:
402
AİSKHYLOS
Metalann basit dolaşımı (satın almak için satmak),
dolaşım alanının dışındaki bir süreci gerçekleştirmenin
bir yoludur: gereksinimlerin doyurulması için kullanım de~
ğerlerini elde etmenin bir yolu. Öte yandan, paranın ser
maye olarak dolaşımı kendi başına bir amaçtır, çünkü de
ğerin büyümesi, ancak bu devamlı olarak yenilenen ha
reket içinde oluşabilir. Sonuç olarak, sermayenin dolaşı
mının sının yoktur.
Aslında bu, Solon’un Atina’da para devriminin başlangı
cında söylemiş olduğu şeydir: «Zenginliklerin sonu yok
tur». Aristoteles'in de işaret ettiği gibi, paranın değerinde
düşme gibi çeşitli nedenlere bağlı olarak salt zenginlik
için zenginlik peşinde koşmak, amaçlanan şeyin tersiyle
sonuçlanmaya yatkındır: bir insan sırf altınlarının orta
sında açlıktan ölen Midas’m durumuna gelmek üzere pa
ra yığabilir.
Toprak sahibi aristokrasi yönetiminde köylülerle top
rak sahibi arasındaki ekonomik ilişkiler basit ve açık ol
muştu. Köylü ürettiğinin büyük bölümünü toprak sahi
bine veriyordu; bu ilişki de, «Hiçbir şeyin çoğuna bakma»
gibi basit bir formülle dile getiriliyordu. Fakat paranın
gelişmesiyle birlikte ekonomik ilişkiler de giderek daha
karmaşık ve anlaşılmaz duruma geldi. Üretici mallarını
pazara götürüyor, ancak onların satılamaz olduğunu gö
rüyordu, çünkü başkaları da aynı üründen, onları satın
alacak kimselerin alacağından daha fazlasını üretmiş olu
yordu. Vurguncu, sermayesini bir sanayi girişimine yatı
rıyor, sonunda, hızlanmasına farkına varmadan yardım
etmiş olduğu bir para bunalımı, umut ettiği kazancı elin
den alıyordu. O zaman kendini, olanları anlama ve kont
rol gücünün dışında işleyen bir sürecin kurbanı olarak
buluyordu.
Para ilk ortaya çıktığında, insanın doğa üzerindeki
kontrolünü eşi görülmemiş derecede artıracak yeni bir
güç olarak tanınmıştı. «İnsan paradır»; metal parayı ilk
çıkaran Yunan devletlerinden birinde bir yurttaş böyle
AtSKHYLOS’T A N s o n r a
403
söylemişti. Paranın satın alamayacağı bir şey yoktur; in
sanın parayla olamayacağı bir şey yoktur. Fakat bu yeni
gücün bir başka yüzü de olduğu çok geçmeden görüldü.
Sophokles’in yazdığı gibi:
Para dostluk kazandırır, şan, koltuk ve güç
Gururlu zorbanın tahtının yanına oturtur insanı.
Bütiin yürünmüş yollara, ayak değmemiş yollara
Açıkgöz zenginler tırmanır da, yoksullar
Umut bile edemez gönlündekilere ulaşmayı.
Eciş bücüş birini dünya güzeli,
Bir dilsizi bülbül gösterir para.
Para sağlık, mutluluk kazandırır insana
Ancak para örtebilir bütün kötülükleri.
Aynı şairin parayı bütün kötülüklerin temeli olarak lanet
lediğini görürüz:
B ugü n dünyada bütün iğrenç şeylerin
E n kötüsü paradır. P a ra insanları evlerinden uğratır
K o c a koca kentleri yağm alar, en namuslu beyinleri
A yartır utanç verici işlere, tanrısızlığa v e suça.
Buluş, bulanın başına bela kesilmiştir.
Para, yıkıcı etkisiyle insan yaşamının her köşe buca
ğına girerek çalışma alanının sınırlarını genişlettikçe, in
sanlar bu san kölenin kendi efendileri durumuna gel
diğini kavradılar; işleyişi, kendi kontrollerinin dışında ol
duğu için de, onu evrensel bir yasa düzeyinde idealleş
tirerek açıklayabiliyorlardı. Bundan öteye, bütün Yunan
edebiyatında devamlı olarak şu geleneği görürüz: yalnız
ca zenginlik peşinde değil, aslında iyi ve arzu edilebilir
olan sağlık, mutluluk ve bütün güzel şeyler peşinde aşırı
koşma kendi zıtlannı doğurabilir. îsokrates'in söylediği
gibi, büyük zenginlikler edinmiş olan insanlar mutlu ka
lamazlar, daha fazlasına erişmek için ellerindekini yitir
mek tehlikesine girerler. Bakchylides’in söylediği gibi, gu
rur ve aşırılık ruhu insana komşusunun varlığını sunar.
404
AİSKHYLOS
sırf onu felaketler körfezinde boğmak için. Hippokrates'in
dediği gibi, bedenin aşırı sağlıklılığı kötüdür, çünkü bu
koşullar devamlı böyle kalamaz. Sağlık ve mutluluk üze
rine Aiskhylos da aynı şeyleri söyler:
Bir insanın sağlığı gereğinden daha iyi olursa
Çok geçmeden hastalık sınırına geçer,
Hastalık yakın komşusudur onun, ince bir duvar vardır arada.
Yajam yolu da öyle,
Uygun bir rüzgârla pupa yelken giderken
Bindirir birden felaket kayalarına.
Bu fikir, en kesin ve en kapsamlı bir biçimde Platon’un
sözlerinde dile gelir.- «Mevsimlerde, bitkilerde, bedende ve
hepsinden çok sivil toplumda aşırı eylem, şiddetli bir ter
sine dönüşle sonuçlanır.»
Aiskhylos, demokrasi gelgitine sulann kabarma zama
nında rastlamıştı. Onun çatışmanın sonucu olarak ilerle
me kavramı, demokratik devrimin olumlu başarılarını yan
sıtıyordu; fakat son yıllarında, yurttaşlarına, yasalarım
değişmeden öylece bırakmayı öğütlerken, dünyaya bakışı
ilerici olmaktan çıkmıştı artık. Zıtlann uzlaşması düşün
cesinin. içinde yeni zıtlann ortaya çıkacağı geçici bir den
ge olduğunu göremiyordu. Böylece sular geriye çekilme
ye başlamıştı. Onun elinde, trajik koro ilkel işlevinden
hâlâ birşeyler saklıyordu: aklın davranışını, bundan son
raki eyleme uygun bir biçimde çağırmak ve örgütlemek
üzere düzenleniyordu. Koro, Sophokles’te bu dinamik ni
teliğini yitirir; Euripides’teyse eylemle ilişkisiz müzikal bir
araoyun olmaya doğru gider. Aynı şekilde, Aiskhylos üç
lemesi, tek tek tragedyalar grubuna bölünür, uzlaşmaysa,
ancak olay dizisiyle organik bir ilişki taşımayan özet bir
sonuç olan, körelmiş bir deus ex machina (gerçeğe ben
zemeyen, doğal olmayan b ir bitiş, makineden ilâh, çev.)
biçiminde sürdürür yaşamını. İlginin merkezi uzlaşma
dan çelişkiye dönmüştür. Aynı zamanda, tragedya kah
ramanı figürü olgun biçimiyle buradan ortaya çıkmıştır
AİSKHYLOS’T A N SONRA
405
— kendi istencinin yıkıma uğrattığı iyi bir insan; yaz
gısının bu terse dönüşüyse, Aristoteles'in «eylemin kendi
zıttına dönüşü» olarak tanımladığı peripeteia ilkesine gö
re meydana gelir. Kahraman, niyetlendiği şeyin tersiyle
sonuçlanan bir şey yaparak felaketi kendi başına kendi
getirir. Dolayısıyla onun tragedyası, kendisini yaratmış
olan topluluğun tragedyasıdır.
Peripeteia ilkesi, doğal olarak, Aiskhylos’ta da izlene
bilir. Kserkes, kendinin ötesine geçtiği için yitirmiştir im
paratorluğunu; Eteokles’in kendi ölümüyle yüz yüze gel
diği durumlarsa kendi eylemi yüzündendir; fakat Kserkes’
in körlüğü, bir düşüşe götüren gurur belirtisinden başka
bir şey değildir; Eteokles’in kendini içinde bulduğu durum
beklediği değilse de, geriye çekilme, sonuçlan tam bir bi
linçle değerlendirip seçim yapma fırsatına sahiptir. Do
layısıyla bu oyunlarda ilke hâlâ gelişmemiş durumdadır.
Onu en gelişmiş biçiminde görmek için Sophokles'in en
güzel yapıtına dönmeliyiz.
Sophokles tek tragedyayı, Aiskhylos üçlemesi kadar
yüksek bir teknik olgunluk düzeyine eriştirmiştir; bu ba
şarıyı daha da dikkate değer yapan şey ise, Aiskhylos'la
yarışmaktan çekinmek şöyle dursun, gereç olarak öncü
lünün daha önceden dramlaştırdığı aynı mitleri tekrar tek
rar onun da seçmesidir. Sanat biçimini kendi görüşlerine
uydurduğu gibi, içeriğini de yeniden yorumlayarak, onu
tümüyle kendi malı haline getirmiştir. Dahası, kendi yo
rumu yeni olduğu için, bir etkiyi idareli kullanmak ya da
bir zıtlığa işaret etmek için Aiskhylos’un yapıtına bilinçli
olarak başvurarak, doğallıkla onun kendi seyircisine ta
nış gelen yapıtından yararlanacak bir durumdaydı. Bu
ilkenin elden kaçırılmaması Sophokles’i anlamak için esas
tır. Aiskhylos’un benzer oyunlan (örneğin Oidipus’u ve
Philoktetes’i) kaybolduğu için, Sophokles’in bu konular
daki oyunlarını değerlendirmemiz de zorunlu olarak ek
sik kalıyor; fakat neyse ki, Khoiphoroi'yle (Sunu Taşıyan’ « r l ay m zemini kapsayan Elektra gibi bir oyun var eli
mizde; Headlam’m da yıllar önce söylediği gibi, «Sophok-
406
AİSKHYLOS
les'in Elektra’sızıda şu ya da bu biçimde daha önce Aiskhylos’ta bulunmayan en ufak bir şey yoktur».
Oresteia üzerinde düşünürken, şu soru kendiliğinden
Sophokles’in karşısına çıkar.- Elektra’ya ne oldu? Aiskhylos, suçsuz bir kızın atasal lanet yoluyla nasıl ikinci bir
Klyteimnestra’ya dönüştüğünü göstermişti; fakat orada bı
rakmıştı onu, çünkü üçlemesinin planı seyircinin dikka
tinin Orestes’in Apollon bilicisine boyun eğerek nereye
ulaşacağı noktasında toplanmasını gerektiriyordu. Sophokles, bilicinin söylediklerinin içeriği ile ilgilenmiyordu;
dolayısıyla, Aiskhylos’un tam tersine, bilicinin söyledik
lerini, anasını öldürmek için bir emir olarak yorumlama
nın sorumluluğunu Orestes’e yükleyecek biçimde anlatır
bunu. Bu yolla, Aiskhylos için temel olan tannbilimsel
sonuç dikkatle dışlanmış olur. Aynı şekilde, atasal lanetle
ilgilenmez, ya da daha çok ancak bu lanetin simgesi ol
duğu gerçeklikle ilgilenir: bu gerçeklik, bir delikanlının
ve kız kardeşinin karakterleri üzerinde yetişmenin ve çev
renin etkileridir.
Orestes davasında lanetin işlevi, ona Argos’a kadar
eşlik etmiş olan Koruyucusu tarafından yerine getirilir.
Yurdundan dışarı gönderildiğinden beri Orestes’ten so
rumlu olan ve onu şimdi giriştiği misyonun amacına uy
gun olarak yetiştirmiş olan bu yorulmak bilmez, kalpsiz
yaşlı adam, krallık hanedanının politik çıkarlarının ek
siksiz cisimlenişidir. Çocuğa atalarının zengin sarayını
gösterdikten ve komployu ayrıntılarına kadar ona denet
tikten sonra, sabah karanlığında kız kardeşini ağlar gö
rünce ona kabaca alışılmamış emirler veren odur; umar
sız çift bir an için mutlu bir biçimde bir araya geldiğinde,
onların sevinç çığlıklarını yanda kesen yine odur. Bütün
eğiticiliğine karşın, bu yumuşak yürekli çocuğu anasını
öldürme noktasına kadar getirebilmek için bütün işini
gücünü bıraktığını fark eder; onun devamlı uyanıklığı ve
zamanında işe karışması olmaksızın komplonun fiyas
koyla biteceği apaçık hissettirilir. Bütün bunlarda, Aisk
hylos’un korosuna verdiği işlevlerden birinin gelişimini
AİSKHYLOS’T A N SONRA
407
görürüz; bu dinamik öğenin oyunculardan birine aktarıl
masıysa Sophokles’in özelliğidir.
Orestes ile Elektra arasındaki fark, Orestes’in davra
nışı, gerçekten yetişme biçiminin bir zorlaması olduğu
halde, Elektra’nınki büyük terslikler karşısında bile inat
la sürdürdüğü kendi seçimidir. Kimi zaman somurtkan,
kirni zaman meydan okuyucu, durmaksızın katilleri suç
ladığı ve onlara her şeyini bağladığı umudu — Orestes'in
bir gün döneceğini— boyuna anımsattığı için her türlü
aşağılamaya ve kötü davranışa uğrar, bir köle gibi mut
suz ve sefalet içinde yaşar; babasının anısına, ancak uz
laşmayı reddetmekle sadık kalabileceği inancından destek
alır. Böyle yapmakla aslında kendisinin de utanç duydu
ğu bir davranışa zorlandığım bilmek, bir işkencedir onun
için. Babasının katilini bağışlamasını olanaksız kılan dü
rüstlük duygusu, dürüstlüğün olanaksız olduğu bir du
rumda yakalamıştır onu. Çelişkinin bilincindedir, fakat
ondan kaçış yoktur. K ız kardeşi Khrysothemis anlayışlı
olması için yalvardığında, anlayışlı olmanın babasma iha
net demek olacağı yanıtını verir ona. Khrysothemis, Elektra’nın bilinçli olarak olmak istemediği biridir: «özgür ola
bilmek için her şeyde efendilerine boyun eğmeye» karar
vermiş bir insan. Aiskhylos’un Khoiphoroi’de tekrarladı
ğı atasözünü bu anıştırma — Köle, doğru ya da yanlış
efendilerine boyun eğ— ikilemin özünü dile getirir. Kız
kardeşlerden biri bir köle ruhu taşıdığı için özgür bir ya
şam sürer; ötekiyse boyun eğmeyi reddettiği için bir kö
le davranışı görür. Dolayısıyla, arkadaşlarından oluşan ko
ro, böyle davranmakta inat ederse büyük bir tehlikeyle
karşılaşacağı uyarısmda bulununca bunu yadsımaz, ama
kendisini böyle davranmaya zorlayan şeyin düpedüz zo
runluluk olduğunu inatla söyler. Bütün utanma duygusuna
karşı, suçta başarının sertleştirdiği bir kadın (oğlunun
ölüm haberini duyunca bir an içi sızlamış olsa bile, bu,
kendi ahlâk bozukluğunun da bir tarihçesi olduğunu gös
terir) olan annesiyle karşılaştığında, cadalozun, saldırga
nın biri olur Elektra. «Babamı öldürdüğünü kabul edi
408
AİSKHYLOS
yorsun» der ona. «Haklı görülmüş ya da görülmemiş, bun
dan daha lanetli ne olabilir?» Bu sorunun yanıtı seyirci
için o denli açıktır ki, oyunun sonunda doğrudan söylen
mez, seyircinin anlayışına bırakılır. Klyteimnestra'mn ko
casını öldürüşünü haklı çıkarmak için ileri sürdüğü ka
nıtlar gibi Elektra’nın anasına yönelttiği suçlamalar da
hoş gelmez kulağa; bugün ana ne ise, yarın kızm da o
olacağım hissettirir bize; gerçekten de aynı duygu Elektra’
yı da rahatsız eder gibidir, şunları söyler çünkü:
Bana inanmayacaksın, ama bütün bunlardan
Utanıyorum — yanlış olduğunu görüyorum,
Benim yapacağım şeyler değil. Buna sürüklenmişim ben
Senin kötü işlerin, benden nefretin buna sürüklemiş beni.
Onursuzluk onursuzluğun öğretmenidir.
Orestes ile Koruyucusunun üzerinde anlaştığı eylem
planı, baştan sona iyi işlemektedir; denemeye sokulduğun
da önceden akla gelmeyen bir rastlantı dışında her şey
tamamdır. Khoiphoroi’de, Orestes kendi ölüm, haberini ve
rince Elektra bunun yalan olduğunu bilir, çünkü Orestes’in kimliği daha önce açıklanmıştır ona. Sophokles bu
olayların sırasını tersine döndürür. Koruyucu Orestes’in
kim olduğunu önceden açıklamasına izin veremez, çünkü
ona güvenmemektedir; bu yüzden de haberin erkek kar
deşine bağladığı umudun, yaşamasını mümkün kılan tek
şey olduğunu söyleyen kızm üzerindeki etkisini şansa bı
rakmak zorundadır. Elbette, Koruyucu Elektra’nın duy
gulan karşısında tamamen kayıtsızdır, ama Orestes, de
ğil. Daha fazla hayal gücü ve girişkenliği olsaydı, hem
kendisini hem de danışmanını şaşırtacak bu rastlantıyı
daha önceden görmüş olurdu.
Haber, Orestes'in Delphoi’de Pythian Oyunlarında bir
yanşm sonunda arabadan düşüp öldüğüdür. Bu. Khoiphoroi’deki, yine Apollon’un yönetiminde yarışan gizemli
araba sürücüsüdür (s. 315); fakat Sophokles, Koro’su ara
cılığıyla, Olympia’daki, Aiskhylos’un bilmediği Pelops ya-
AİSKHYLOS’T A N SONRA
409
nşının öyküsünü bize anımsatarak yeniden aynı temaya
döner; bunu unutmadan, Pelops Sarayının son şampiyo
nunun baş aşağı giden kariyerini dinlerken, onun son gü
nünün geldiğini fark ederiz.
Sophokles işte bu noktada Orestes’in babasının me
zarı üzerine bıraktığı bir tutam saç m otifin i ortaya sürer,
bunun kimin saçı olduğunu keşfeden de Elektra değil
Khrysothemis’tir. Fakat sevinçli haberi kız kardeşine ge
tirdiğinde, kardeşlerinin öldüğünü kesin olarak öğrenir.
Bu arada Elektra, tek umudu yıkıldıktan sonra kendine
gelmek için bütün gücünü kullanarak, tehlikeli bir umu
da kaptırır kendini: Aigisthos'u öldürmede kız kardeşini
kendine yardım etmeye çağırır. Khrysothemis elbette böy
le bir şeyi duymak istemeyecektir — çok haklı olarak söy
lediği gibi, bir çılgınlıktır bu. Bundan başka bir yanıt da
beklememiş olan Elektra’ysa, sonunda başına gelecek en
kötü şey kendi ölümü olacağına göre, işi tek başına ya
pacağını açıklar. Bu ana kadar Khrysothemis'in ve Ko
ronun hislerini paylaşırız: Elektra akimı oynatmıştır.
Orestes değişik bir kılıkta, içinde güya kendi külleri
olan bir vazoyu taşıyarak ortaya çıkar. Bu da, daha ön
ceden hazırlanmış olan planın bir parçasıdır: verilen ha
ber inandırıcı olmazsa bunu gösterecektir. Elektra vazoyu
göğsüne bastınr, ağlamaya başlar. Bu kadan çok fazla
d ır artık Orestes için. Kendisine öğretilenleri unutarak,
korkunç b ir umutsuzluk içinde içini dökmekte olan Elektra'ya. küllerini kollan arasında tuttuğu kardeşinin şu an
da karşısında durduğunu söyler. Komployu tehlikeye ata
cağı için değil, bu son darbe kız kardeşini deliye döndü
receği için çılgınca bir şeydir bunu yapmak. Daha demin
kardeşinin öldüğünü işitmiş ve bu durumu karşılamak
için son güç kınntılannı da harcamıştır Elektra. Bütün
bunlardan sonra onun ölmediği haberi, taşıyabileceğin
den çok ağır bir şeydir. Kendini onun kollarına atar, son
ra ondan kopup, herkes duysun diye gücünün yettiği ka
dar yüksek sesle Orestes’in eve döndüğünü haykırır. Kar
deşi boş yere yatıştırmaya çalışır onu, durumu ancak be
410
AİSKHYLOS
cerikli Koruyucu kurtarır, Elektra’mn histeri nöbeti ge
çinceye kadar sarayın kapısında gözcülük eder.
Düğüm noktasına gelinmiştir. Kentte olmayan Aigisthos çağrılmıştır. Klyteimnestra evdedir. Orestes, Koruyu
cusunun eşliğinde içeri girer. Onlar gittikten sonra kısa
bir stasimon vardır, bu oyunda Khoiphoroi'delsi kadar az
önsezi gösteren Koro, hem sözleriyle hem ritimleriyle bize
Khoiphoroi’deki stasimon'u anımsatarak, onları «cinayetin
izinden ayrılamayan av köpekleri» olarak tanımlar. Bir
kadın çığlığı işitilir: «Ah, vuruldum» — Elektra bağırarak
yanıt verir buna, «Gücün varsa bir daha vur!»
Analarının cesedi dışan çıkarılır, bir örtü atılır üze
rine. Aigisthos döner. Orestes’in ölüm haberini duymuş
tur, endişeyle kanıt aramaktadır. Oğul ve kız kapıda ya
tan cesedi gösterirler. Aigisthos, Klyteimnestra'yı çağır
malarını söyler onlara. Bu arada cesede yaklaşır, örtüyü
kaldırır. Katil gülümseyerek, «Yaşayanlara öldü denildi
ğini bilmiyor muydun?» der. Sophokles, bu bilmecenin çö
zümünü Aigisthos’a yaptırır: «Elbette, benimle konuşan
Orestes olmalı, öyle değil mi?» Bir iki söz söylemek için
izin ister, fakat Elektra söze karışır: «Tanrı aşkına, ko
nuşmak yetti artık. Hemen öldür onu ve cesedini tarla
lara at.» Eve girmesi emredilen Aigisthos, besbelli Orestes’i gafil avlamak umudu içinde, sözleriyle kandırmaya
çalışır onu. Alaycı birkaç sözden sonra, peşinde Orestes
içeri girer, Elektra'ysa sahnede yalnız kalır, bu sırada Ko
ro şu sözlerle tragedyayı sonlandınr: «Ey Atreus’un to
humu, o kadar acıdan sonra özgürce ortaya çıktın, her
şey tamamlandı böylece.» Bu sözler, sarayın kurtuluşu
nun zamansız bir sevinç coşkusu içinde ilân edildiği Khoiphoroi'nin son stasimon'unu anımsatır.
Bu sahnenin etkisini eksiksiz olarak ortaya çıkarmak
için, hemen hemen her dizenin nasıl Aiskhylos’un anıla
rıyla titrediğini göstererek ayrıntılı bir biçimde incelemek
gerekirdi; fakat drama yazarının benimsediği yöntemi gös
termek için yeteri kadar şey söylendi; bu anlaşıldığına gö
re, Sophokles’in bu iki mutsuz yaratığın analarını öldür
AİSKHYLOS’T A N SONRA
411
melerinin haklı görüldüğünü gerçekten düşündüğünü var
saymak gibi çok kötü bir yanlışa düşme tehlikesini atlatmış
sayılırız. Doğrusu, bundan sonra gelen şeyin, Orestes’in
Erinys’leri görmesi olduğunu açıkça söylemiyor bize, ama
bunun nedeni, dikkatimizin Elektra’nm sessiz figüründen
uzaklaşmasını istemeyişidir. Seyircileri Orestes’in gelece
ğiyle ilgili kendi sonuçlarını kendilerinin çıkarmasını is
tiyor Oresteba'dan. Am a geleoek, Elektra için neler sak
lıyor içinde. Umudu gerçekleşmiştir, kurtuluşunu kazan
mıştır, atma sonuçta mutlak perişanlığa, yalnızlığa düş
müştür:
Ey bu kederli evin ele geçirilmez laneti,
Ne büyüksün! En düzenli, dokunulmaz
Gibi görünen şeyi bile,
Uzaktan attığın oklarla yere serdin,
V e yapayalnız kodun beni, bütün sevdiklerimi
Çekip aldın elimden.
Bu oyunu doğru olarak açıklayan ilk çağdaş incele
meci olan Sheppard'ın onu ilk kez sahneye koyan kişi
olması b ir rastlantı değildir; çünkü Sophokles’in sahne
tekniği — bu bakımdan eşsizdir o— çürütülemez. Sheppard’
m yorumuna karşın, oyunun hâlâ yanlış anlaşılıyor olması
da rastlantı değildir, çünkü bütün Yunan tragedyaları
içinde o, yetkin tragedyanın özü olan o çelişki duygusunu
en keskin ve en kaçınılmaz biçimde sunar. Sophokles ve
çağdaşlan buna katlanabilirdi, ama bizim hazımsız kül
türümüze fazla sert geliyor. Sophokles'in cinayete sade
ce haklı görülebilir bir adam öldürme olarak bakbğ gö<
rüşüne sığınmaya çalışanlara, onun KhoiphoroVye başvu
rularına sağır kaldıklarını ve çözülemez bir soruna kolay
bir yanıt bulmak için kendi seçimlerini Sophokles'e yükle
meye haklan olmadığını söylemek gerekir. Başkaları, da
ha az kabaca fakat fazla başanb da olmaksızın, b ir uz
laşma, Elektra ile Khrysothemis arasında b ir orta nokta
bulmaya çalışıyorlar, böylece Elektra'nm yapması gereken
şeyi bir bakıma yapamadığını söyleyebileceklerdir; fakat
412
AİSKHYLOS
bu eleştirmenler (aynı durumda kendileri ne yapabilirdi,
bunu sormak gerekir onlara!, Elektra'nın o kadar kah
ramanca başarısızlığa uğradığı, aynı, uzlaşmazları uzlaş
tırma görevine giriştiklerinden besbelli habersizler. Çıkış
yolu yok, tragedya da orada işte — kendi yaşam gücüne
yakalanıp bir mengenedeymiş gibi ezilen tutkulu bir ka
rakterin tragedyası.
Şimdi Aristoteles'in tüm Yunan tragedyasının örnek
tipi olarak baktığı Oidipus Tyrannus'a. (Kral Oidipus) dö
nelim.
Laios ile îokaste, Thebai kentinin Kral ve Kraliçesidirler. Kreon, îokaste'nin erkek kardeşidir. Thebai’nin güne
yinde Korinthos uzanır; batıda Parnassus kayalıklarına
yaslanmış, tapmağı üzerine «Kendini bil» sözlerinin kazılı
olduğu Delphoi Apollon Biliciliği vardır. Laios ile îokaste'
nin, Bilici’nin söylediğine göre ilerde babasını öldürüp an
nesiyle evlenecek olan bir oğullan olur: Oidipus. îokaste,
böyle bir çocuğu büyütmektense uşaklarından birine verir
ve dağlarda ölüme terk etmesini söyler. Bir çoban olan
uşak, çocuğa acır ve onu Korinthos’lu bir başka çobana
verir; o da kendi yurduna götürür çocuğu. Korinthos Kral
ve Kraliçesi çocuksuzdurlar, onu kendi çocuklan gibi bü
yütürler.
Yirm i yıl kadar sonra, genç Oidipus’un arkadaşların
dan biri, babasının öz oğlu olmadığını yüzüne vurur onun.
Anababası kabul ettiği kimselere başvurur, onlarsa gerçe
ği açıklamaksızın onu inandırmaya çalışırlar. Onların söz
lerine kanmayan Oidipus Delphoi'yi ziyaret eder ve Bilici’ye damşır. Aldığı tek yanıt, eski kehanetin doğrulan
masıdır, ilk kez duyar bunu. Korinthos’a bir daha ayak
basmamaya karar verir ve Thebai'ye doğru yola koyulur.
’ Bu sırada, Thebaililerin Sphinks’in elinden çekmedik
leri kalmamıştır: Sphinks, sorduğu bilmeceyi çözecek biri
bulununcaya kadar her gün birçok insan canı almaktadır.
Laios da Bilici’ye danışmak üzere Delphoi'ye gitmektedir.
B'r arabayı sürmektedir, yanmdakilerden biri de uşağı ço
bandır. Oidipus’la karşılaşınca yolundan çekilmesini em-
AİSKHYLOS’T A N SONRA
413
reder ona. Bir tartışma çıkar aralarında. Laios kırbacıyla
vurur Oidipus'a. Oidipus da karşılık verir ve öldürür onu.
Yanındakileri de öldürür — yalnızca tabanları yağlayıp
kaçan çoban kurtulur; çoban, Kralm bir haydut çetesi
tarafından öldürüldüğü, korku yaratan haberi Thebâi’ye
getirir.
Oidipus yoluna devam ederek Thebai'ye ulaşır, orada
ilk yaptığı iş, Sphinks’in bilmecesini çözerek halkı kur
tarmak olur. Bilmecenin yanıtı, daha önce de gördüğü
müz gibi, İnsan’dır. Oidipus kendini biliyordur. Am a yine
de kendinin kim olduğunu bilmemektedir: ilerde öğrene
cektir bunu. Minnettar kalan halk onu K rallan ilân eder.
Bu anda, onu tanıyan fakat hakikati kendine saklamaya
kararlı olan çoban, İokaste’den ömrünün kalan kısmını
dağlarda geçirme iznini alır. Yeni Kral dul Kraliçeyle
evlenir.
Y ıllar geçer, çocukları olur. O sırada Thebai’liler bir
kez daha bir belaya uğrarlar, bu kez vebadır bela. On
ları hayal kırıklığına uğratmamaya kararlı Oidipus, Kreon’u Bilici’ye danışmaya gönderir. Yanıt, Laios’un katili
kent dışma sürülünceye kadar vebanın durmayacağıdır.
Oidipus hemen aralarında dolaşan meçhul katili bulmak
için bir araştırma başlatır, katili lanetler. Çobandan baş
ka hakikati bilen bir kişi daha vardır — yaşlı bilici Teiresias; çoban gibi o da bunu gizli tutmaya kararlıdır. Oidi
pus tarafından sorguya çekildiğinde yanıt vermez. Oidipus
öfkelenir ve onu Thebai’lilere sadakatsizlikle suçlar. O
zaman Teiresias da öfkeye kapılır ve katilin Oidipus ol
duğunu bildirir. Oidipus ifrit kesilir, Teiresias’ı Kreon ta
rafından kışkırtılıyor olmakla suçlar, K reon’un tahta kar
şı komplo hazırlamakta olduğu suçlamasını ileri sürer.
Kavga İokaste'nin araya girmesiyle durdurulur,- İokaste
kocasının sorularına yanıt olarak Laios’un ölümü hakkın
da duyduklarını anlatır ona: Laios, Delphoi'ye giderken bir
haydut çetesi tarafından öldürülmüştür. Delphoi’ye giden
yol — anımsamıştır Oidipus. Am a haydutlar çetesi — Oidi
pus tek başına yolculuk etmekteydi. İokaste, bu ikinci nok
414
AİSKHYLOS
tanın, olaydan tek kurtulan kişi olan ve şimdi dağlarda
yaşayan yaşlı çobanın çağırtılmasıyla kanıtlanabileceğine
inandırır onu. Oidipus bu kanıtın kendisini aydınlatacağı
umuduyla bunu yapmasını söyler ona.
Tam bu anda Korinthos'tan bir haberci gelir: kentin
Kralı ölmüştür, Oidipus ise onun yerine geçecek kişidir.
Oidipus şimdi talihinin doruğundadır — iki kentin kralıdır;
İokaste, babası doğal bir ölümle öldüğüne göre, bu habe
rin eski kehanetin yanlışlığının kanıtı olduğunu söyler.
Bu noktada ikna olmuş olan Oidipus, Kraliçeyle evlenme
korkusuyla Korinthos’a asla dönmeyeceğini söyler inatla.
Bu noktada da kendisini ikna etmek isteyen haberci, Oidipus’un zaten onların gerçek oğlu değil, bulunmuş bir ço
cuk olduğunu açıklar ona.
Bu arada yaşlı çoban da gelmiştir, Korinthos'tan ge
len haberciyi hemen tanır: yıllar önce dağda karşılaştığı
çobandır bu. Kralın sorularını savuşturmak için elinden
geleni yapar, ama işkence tehdidiyle yanıt vermeye zor
lanır. Sonunda hakikat ortaya çıkar: Oidipus kendini tanı
mıştır. Koşarak saraya girer, o sırada zaten kendini as
mış olan annesinin ölü vücudundan aldığı bir süs iğne
siyle kendi gözlerini oyar.
Ey insanoğullanl
Ömrünüz bence bir hiç.
Hiçbir ölümlü ermemiştir bunca mutluluğa —
Öyle görünmek ve olmamak, sonra
Öyle görünüp, uğramak mutsuzluğa,
Oyunun başmdan beri nesnel olarak hiçbir şey de
ğişmemiş, fakat öznel olarak her şey değişmektedir. Bü
tün olanlar, Oidipus’un göründüğünden apayrı, ne oldu
ğunu öğrenmiş olmasıdır. Başladığı gibi bitirir yaşamını
— toplumdan atılmış bir kişi. Arada olanlar yalnızca dış
tan görülenlerdir. Am a yine de, eğer görünüş oluş’sa, bir
kral olan bu toplumdışı kişi, bir toplumdışı olmuş olan bu
kral, olduğunun iki kez zıddına dönüşmüştür. Bu garip
AİSKHYLOS’TA N SONRA
415
değişimlerse, ilgili kişilerin istekleri dışında ama bilinçsiz
aracılığıyla oluşmaktadır. Ana-baba, kehaneti önlemek için
çocuğu terk etmiştir. Çoban acıyarak hayatını bağışlamış
tır onun; çocuğun ana-babadan habersiz büyümesi sonu
cunu vermiştir bu. Ana-babasının kim olduğu üzerine kuş
ku düşünce, Oidipus Biliciye danışmıştır, Bilici onun yaz
gısını açıklayınca Thebai’ye giden yolu tutarak yazgısın
dan kaçmaya çalışmıştır. Babasını kendini savunmak için
öldürmüştür. Çoban onu tanıyınca hiçbir şey söylememiş
tir, böylece onu anasıyla evlenmekte özgür bırakmıştır.
Bilici, katilin kent dışma sürülmesini istediğinde, Oidipus
araştırmayı kendisi sürdürmüş ve kendi kendisiyle yüz
yüze gelinceye kadar her ipucunu sonuna kadar izle
miştir. Telresias ve Kreon’a karşı suçlamaları haksızdır.
Bu noktada hiddetlenmesi onun düşüşünü ortaya çıkara
cak olan hatadır. Yine de bu hata onun en büyük nite
liğinin aşırılığından başka bir şey değildir: halkın hiz
metinde gösterdiği aşırı çaba. Son olarak, babasmı öldür
müş olduğu suçlamasını boşa çıkarmak için çağırılan yaş
lı çoban, Oidipus’u annesiyle evleneceği korkusundan kur
tarmaya çakşırken yapmaktan korktuğu şeyi zaten yap
mış olduğunu ona kanıtlamış olan Korinthos’lu habercinin
işini kolaylaştırmıştır. Bir düşün korku verici otomatiz
miyle felakete kadar sürdürülen amaçların ve niyetlerin
bu durmadan kendi zıtlanna dönüşmesi, tüm anlak'ı (id
rak) yöneten motiftir. Sophokles’in Oidipus’u., özgürlüğü
ve eşitliği kurmak için tasarlanmış olan bir düzenin, öz
gürlüğü ve eşitliği yok eden bir araca beklenmedik ve
anlaşılmaz dönüşünün, insanların kafasında doğurduğu
köklü bir şaşkınlığın simgesidir.
Bu oyun, düğüm noktasını, acı çeken insanın çocuk
larına yalvarışıyla doruğa erişen bir epilogun izlemesiyle
EZefetra'dan ayrılır.
Çocuklarım, anlayabilseydiniz,
Neler söyleyebilirdim sizlere, bir tek
Şu öğüdümü tutun da, dua edin
416
AİSKHYLOS
Kader gülsün yüzünüze, babanızınkinden
Daha iyi bir ömür süresiniz diye.
Bu epilogun amacı hiç kuşkusuz düğüm noktasındaki o
büyük gerilimi hafifletmektir, bunu da kusursuz bir bi
çimde yerine getiriyor; ama sağladığı kurtuluş, olması
amaçlandığı gibi, tamamen coşkusaldır. Oidipus’un gücü
kalmamıştır. Kendi iyiliğinde, onu çepeçevre sarmış olan
ağı yaratan karşı durulmaz ve anlaşılmaz güç yenilgiye
uğratmış, ezmiştir onu; yaralı ruhu içgüdüyle daha bir
çocukken öğrendiği basit, boş sözlerde sığınılacak bir yer
aramaktadır.
Sophokles aristokrat bir aileden geliyordu; bilinçli ya
şamında sınıfının alışılmış dünya görüşünü benimsemişti.
Peloponesos Savaşı'nın son yıllarında (İ.Ö. 411) yurttaşlık
haklarına kısıtlamalar getiren antidemokratik anayasayı
etkin bir biçimde destekleyişi bunu gösteriyor. Yine, ge
rici politikası nedeniyle demokratların düşman olduğu
Delphoi Bilicisine karşı davranışında da görülüyor bu.
Elektra’dâ olduğu gibi Oidipus'ta da Laios’a yapılan keha
netin, yanılmaz olmayan insan aracıların Apollon'un is
tencine giydirdiği bir yorum olduğu üzerinde direnerek
dinsel bir sonuç çıkarmaktan kaçınır. Hiç kuşkusuz, ona
göre bu sonuç dramatik yönden yersizdir, fakat Aiskhylos’
un ve Euripides'in aksine, bunu yersizleştirmeyi seçmesi
Apollon'un aristokratik görüşünü kabul ettiğini ya da en
azından ona meydan okumaya hazır olmadığını gösterir.
Şurası da bir gerçek ki, Euripides’in daha o zamandan
meydan okuduğu, kölelere ve kadınlara karşı alışılmış
davranışı kabul ediyordu. Bu toplumsal önyargılar, onda
Aiskhylos’takinden daha ciddi olan kesin sınırlamalardı,
çünkü onların gerçek yüzü giderek daha belirgin hale
geliyordu; ama bunların onun düşüncesinin temellerini
oluşturduğunu varsaymak bir hata olurdu. Sınıfının ayrı
calıklarını karşı çıkmaksızın onaylayan biri olarak, bun
ları korumak üzere konmuş ahlâki değerleri de kabul et
mek zorunluluğundaydi; fakat sınıfının, entelektüel nite
AİSKH YLO S'TAN SONRA
417
likleri daha az olan öteki üyelerinden ayrıldığı yer de,
bu değerlerin içerdiği çelişkilerin derinden farkında olu
şuydu; sanatında arıttığı, geliştirdiği çatışma da budur.
Toplumla olan ilişkisinin Aiskhylos’tan çok daha az bilin
cindeydi, fakat tabii bu ilişkinin daha gevşek olduğu an
lamına gelmez bu — yalnızca, etkin olmaktan çok edilgin
bir kişiydi; gerçekten de. bu çatışmayı Oidipus’un traged
yası kadar gerçekliğe sadık bir simgeyle dile getirebilişinin nedeni de kısmen budur.
Aiskhylos gibi Euripides de, toplumla olan ilişkisinin
etkin bir şekilde bilincindeydi; fakat aynı nedenle yapıt
ları temelden farklıydı, çünkü toplum değişmişti. Beşikten
beri özgürlük ve eşitlik gibi demokratik fikirlerle yetiş
tirilmiş olduğundan, onların gerçeklik tarafından aşağı
lanmasından korku duyuyordu. Devlet dininin, tapmanlar
arasında gittikçe artan çıkar bölünmeleri sonucu çöküşü
nü gördü; demokrasi adına girişilen emperyalist saldırının
yıldırıcı etkilerini gördü; özgür insanla köle arasındaki
ayrımın geçerliliğine meydan okuma yürekliliğini bile gös
terdi; böylece, bundan böyle eski toplumun temel yapısını
kemirecek çaresiz kötülüğü: toplumun hem büyümesinin
hem de çöküşünün koşulu olan kötülüğü apaçık ortaya
koydu. Dürüst, sözünü sakınmaz bireyciliği, düşüncesin
deki kurgusal tutarsızlık ve tekniğinin deneysel çeşitliliği
buradan gelmektedir.
Bir demokrat olarak, İon'da, Delphoi rahipliğinin, kit
leler üzerindeki egemenliğini sürdürdüğü vicdansızca dü
zenbazlığı acı bir dille ortaya koydu. Bir akılcı olarak,
Herakles’in Deliliği'nde, ahlâki sorumluluğun olmadığı du
rumlarda, adam öldürmeden dolayı kirliliğin yalnızca fi
ziksel olduğunu cesaretle açıkladı. Am a öteki akılcılar gi
bi o da, kökleri bilisizlikte ya da aydınlanmamış olmakta
değil, bir çıkar çatışmasında yattığı için, toplumdaki kö
tülüklerin insanları alda, mantığa çağırmakla düzeltile
meyeceğini göremedi. Bu yüzden yaşamının sonunda gi
zemciliğe dönmüş olması şaşırtıcı değildir. İlk oyunların
dan biri olan Hippolytos’ta, Orfeci yaşam tarzına pek ya-
418
AİSKHYLOS
kinlik göstermemişti; fakat Dionysos'a tapınmanın, ilkel
orgiastik biçimde hâlâ yaşadığı Makedonya'da ölümünden
kısa süre önce yazılmış olan Bakkhalar'da tavrı değişmiş
ti. Gizemcilerin kendilerini bırakışı, gerçeklik bilmecesi
üzerinde uzun süre düşünmüş fakat herhangi bir olum
lu sonuca ulaşamamış bir kişi için çekicidir; aynı zaman
da iticidir, çünkü kendisini ne ise o yapmış olan yetiyi
reddedecek duruma gelemez insan. Agaue ile Bakkhalan
kentten vahşi orman içlerine kaçarlar, orada tanrılarla
birlik içinde bütün gece dans ederler, fakat kente, param
parça etmiş olduğu oğlunun başını kollarında taşıyarak
döner Agaue.
Atina'da kadınların durumunun nasıl kötülemiş oldu
ğunu görmüştük. Lysias, Eratostehenes'in Öldürülmesi Üze
rine konuşmasmda, Atina'daki aile yaşamının bir tablosu
nu çizer, pek hoş bir tablo değildir bu. Karıya bırakılan
tek şey, kölelerle birlikte yaptığı ev işleri ve zamanının
çoğunu evden uzakta geçiren, başka kadınlarla ilişki kur
makta özgür olan bir kocaya bağlılıktı. Bunun sonucu, ni
kâhsız yaşamanın, orospuluğun ve aynı zamanda erkekler
arasında eşcinselliğin hızla artışı oldu. Aristokrat ente
lektüeller arasında özellikle yaygın olduğu görülen bu ku
rum, yeni erginlenmiş oğlan çocukla, onun erginlemesini
gözeten delikanh arasındaki ilkel ilişkinin — Atina kent ya
şamı koşullarında daha çok cinsel hale gelen bir ilişkidir
bu— bir biçim değiştirişiydi. Koca ile kan arasındaki iliş
kinin bu gelişmelerle ne derece zehirlendiğini, bir başka
Atinalı söylevcinin şu kendinden mutlu, rahat sözlerin
den anlayabiliriz: «Zevkimiz için kibar fahişelerimiz, be
denlerimizin günlük gereksinimi için cariyelerimiz, evi çe
virecek ve bize yasal çocuklar verecek karılanmız var.» Ve
nihayet, erkeklerin yararına böyle bir duruma düşürül
dükten sonra kadına, bunu Doğa'nm yazgısı olarak kabul
etmesi söyleniyordu. İonia’lı bir kibar fahişe uğruna karı
sını boşayan, bunun sonucu oğluyla tartışan Perikles, oğlu
babasının özel yaşamı hakkında edepsizce haberler yay
maya başlayınca, halka bir söylev verir; bu söylevde, A ti
AİSKHYLOS’TA N SONRA
419
na uğruna canlarım vermiş olan erkeklerin dul kanları
na, ne alkış ne de eleştiri uyandıracak biçimde kendilerini
ortadan silerek, aşağılık doğalarından elden geldiğince yararlanmalannı öğütler. Kadınlara karşı davranış, kölelere
karşı davranışa benziyordu. İnsan, Perikles’in bu konula
rı, bir yabancı olduğu için kendi cinsinden olanlann do
ğasında var olduğu söylenen yetersizlikleri olmayan Aspasia'ya acaba nasıl açıkladığını düşünüyor; insan, kade
rin acı bir cilvesiyle kendisi de köle olarak satıldığında
Platon’un neler düşündüğünü merak ediyor. Öykü şöyle:
satışı yöneten Syrakusa’h Dionysios, bundan kendisine
hiçbir zarar gelmeyeceğini, çünkü doğru bir insan olduğu
için bir köle olmasına karşın mutlu olabileceğini söyler
ona. Bununla birlikte, filozofun vaaz ettiği şeyleri uygu
lama yeteneği sınanmamıştır, çünkü zengin olduğu için
kendi kendini satın alabilmiştir.
Bütün yürünmüş yollara, ayak değmemiş yollara
Açıkgöz zenginler tırmanır.
Kadınlarda savaşım gücü olmadığını söyleyen bir baş
ka Attika atasözü vardı. İason, gezilerinde âşık olduğu
bir kadınla, Medea’yla yurduna döner. Dönüşünden son
ra onu ihmal etmeye başlar. Bir yabancıdır o, ondan olan
çocukları yasadışıdır, oysa kendisinden sonra kalıtçısı ola
bilecek bir oğul istiyordur o. Bu yüzden Kralın kızıyla ev
lenir, Medea güçlük çıkaracaksa, çocuklarını alıp ülkeyi
terk etmesi söylenir kendisine, Medea boyun eğer buna,
ama ancak gelini ve güveyden olan kendi çocuklarını öl
dürdükten sonra. İason'un davranışını savunmak için ile
ri sürdüğü kanıtlar, Atina’daki usullere tümüyle uyabile
cek şeylerdir. Medea'nın söylediği gibi, kocalarımızı ken
di paramızla satın almak ve onlara bedenlerimizle köle
gibi hizmet etmek zorundayız.
416 yılında Atinalılar, savaşta tarafsız kalmak isteyen
Milos adası yerlilerine bir ültimatom gönderirler; Thukidides’e göre, demokrat Atina’nın temsilcilerinin Melos hal
kına söyledikleri şunlardı:
420
AİSKHYLOS
Dolayısıyla, amacımız, parlak ayrıntılarla sizi avutmak
olmadığı için —Perslerin hakkından geldikten sonra nasıl
egemenliği ele geçirme hakkını kazanmışsak— inandır
maya yönelik olmayan bütün gösterişli sözcükleri bir ke
nara bırakıp, buna karşılık sizden saçma itirazlarla bizi
inandıracağınız umutlarından vazgeçmenizi istiyoruz. Her
iki taraf için de olabilecek noktalar üzerinde duralım-,
çünkü biz ne kadar duyarlı isek siz de o kadar kuvvetle
inanıyorsunuz ki, bütün insani rekabetlerde adil kararları
yalnızca eşit gereksinmeler doğurur, ve güçlüler hangi ko
şullarla itaat emrederse etsin, zayıflar bunlara boyun eğ
mek zorundadır.
Melos halkı boyun eğmeyi reddettiği için yetişkin erkek
nüfus kılıçtan geçirilir, kadınlar ve çocuklarsa köle ola
rak satılır. Ertesi yıl Euripides, Troyalı Kadınlar oyununu
yazdı ve esirlerin umarsız sefaletini, yurda dönüş yolunda
fırtınaya yakalanıp yok olacak olan fatihlerin alaycı küs
tahlıklarım anlattı. Böylece, o eski Troya savaşı öyküsü,
Euripides’in kalemiyle, kehanet gibi bir şey oldu, çünkü
birkaç yıl sonra Atina, talihsiz Sicilya seferinin sonucu
olarak egemenliğini yitirdi.
Euripides, demokrasinin kendini yıkmaya doğru itil
diğini görmüş olan b ir demokrattı. Yapıtlarının temelinde
yatan çelişki budur. Çağdaş toplumun yapısındaki kötü
lükleri gördü ve cesaretle sergiledi. Bu nedenle etkisi, yı
kıcıydı: Aiskhylos’un, kuruluşunda emek harcadığı yapı
nın altını oyuyordu. Fakat, aynı nedenle ileri götürücü bir
etkiydi onunkisi, çünkü yapı kendiliğinden çöküyordu.
Savaştan sonra Yunan kent-devletleri son aşamasına
girdi, Atina düşüncesiyse, onu sürdürmekte çıkan olan
azınlık ile olmayan çoğunluk arasındaki ayrılma yüzün
den keskin bir biçimde ikiye bölündü. Bir yandan ide
alistler, dürüst düşünmeyle giderek daha az uyuşur hale
gelen toplumsal eşitsizlikleri kabul etme pahasma, kentdevlete olan güvenlerine sanlıyorlardı. Hakikatin bir öl
çütü olarak duyulann geçerliliğini yadsımaya; mutlulu
AİSKHYLOS’TA N SONRA
421
ğun hazda değil, acının kabulünü de kapsayan «erdem»
denilen bir şeyde yattığım öğretmeye itiliyorlardı. Platon
Cİ.Ö. 428-3481 köleliği, geri Sparta toprak sahiplerinin asa
lak komünizmi modeline göre kurulmuş ideal devletinin
temeli yapıyor ve modeline uygun olarak, yaratıcı imge
lemlerini ve insana güven duygularını yerleşik düzene
karşı bir tehlike olarak gördüğü ressam ve şairlerin et
kinliklerini adamakıllı sınırlayan hayali yasalar koyuyor
du; öte yandan, yönetici sınıfını daha da güvene almak
için, insanların kafalarını hesaplı kitaplı yalanlar yaya
rak zehirleyecek biçimde düzenlenmiş fantastik bir eği
tim sistemi hazırlıyordu. Platon’un Cumhuriyet’i, kent-devletin entelektüel iflasının üstü kapalı bir itirafıdır. Buna
benzer şekilde, Platon'dan daha az gerici ve daha dürüst
olan Aristoteles’in (İ.Ö. 384-322) bile köleliği haklı gös
termede içine düştüğü çelişkiler, yönetici sınıfın entelek
tüel bütünlüğünün, ayrıcalıklarını sürdürmeyle ne derece
tehlikeye girdiğinin bir ölçüsüdür. Kölenin özgür insana
bağımlılığını, kadının erkeğe, bedenin ruha bağımlılığına
örnek göstererek haklı buluyordu; ama kadımn bağımlı
lığı kölelikle aynı yapıya sahip bir olgu (görüngü-phenomenon) idi; bedenin ruha ya da maddenin biçime bağım
lılığıysa, toplumda karşılaştığı bölünmenin fikirler düzle
minde bir yansımasıydı. İlk Orfeciler, bedenlerinin köleleştirilmesine karşı bir protesto olarak ruhlarının bağım
sızlığını ileri sürmüşlerdi; şimdiyse aynı ikiye bölünme
(dichotomy), özgür olmayanları devamlı bir kulluğa ra
zı etmek için kullanılıyordu. İmalatçıların ucuz emek ge
reksinimlerini kabul ederek işçilerin yoksulluğunu, var ol
ma savaşımı, en güçlünün yaşaması gibi yasalar icat ede
rek savunan Malthus’tan başlayarak, Darwin bu temele
dayanarak yeni bir biyoloji bilimi kurunca, onun kuram
larını, işçilerin yoksulluğunun b ir doğa yasası olduğunun
son bir kanıtı olarak ilân eden on dokuzuncu yüzyıl dür
şünürleri anımsatılıyor bize.
Buna karşılık maddeciler, artık akla uygunluğu kal
mamış bir toplumda rollerinden vazgeçerek ve bireyin
422
AİSKHYLOS
kendi kendine yeterliğini vaaz ederek, duygu algılaması
nın geçerliliğini tekrarlamaktan ve mutluluğun birincil
olarak maddi gereksinimlerin doyurulmasında yattığına
ilişkin inançlarını sürdürmekten başka bir şey yapmı
yorlardı. Epikuros (İ.Ö. 342-268) adaletin görece olduğu
nu, insan ruhunu metafizik soyutlamalardan (onun tan
rıları bile maddiydi) kurtardığını öğretiyor, böylece Demokritos'un başlatmış olduğu Atom Kuramını formülleş
tirme işini tamamlıyordu. Epikurosçuların Atomculuğu
bireyciliklerinin bütünleyicisiydi. Evrenin öğelerini hare
ketsiz, duygusuz şeyler olarak görüyorlardı, çünkü uyum
suzluğun parçaladığı bir toplumda kendilerinin olmaya
çalıştıkları şeydi bu. Hazzı acınin yokluğu olarak tanım
lamaları, kent-devletin ölüm çırpınışlarının toplumsal ça
resizliğini ortaya çıkarır, fakat insani çabanın amacının,
anlaşılması zor bir fikir ya da hayali bir öte-dünya için
kendini boşuna yorma değil, haz olduğunda diretmelerin
de olumlu bir yan vardı. Böylece, kent-devletinin doğu
şuyla batışı arasında idealizmle maddecilik yer değiştir
miş oluyordu. Kent-devletinin başlangıcında, Orfeciler ru
hun kutsallığını ileri sürerken, Miletos'lu filozoflar, ru
hun maddenin bir etkinliği olduğu gibi ilkel bir kavram
ileri sürüyorlardı; fakat şimdi, Yunan kent-devletleri, kris
taller gibi kozmopolit imparatorluğa çözünmek üzereyken,
Epikurosçular, sınırlamalarına karşın, doğru bir çizgide
ilerliyorlardı; çünkü en azından, «İnsan için en yüce var
lığın insanın kendisi olduğunu, bunun sonucu olarak da
insanın alçal tıldığı, köleleştirildiği, horlandığı bütün ilişki
lerin, bütün koşulların ortadan kaldırılması gerektiğini»
görüyorlardı.
Bununla birlikte, Epikurosçuların doğrudan Orfecilerden devraldıkları bir gelenek de vardı. Daha önceki bir
bölümde, M oira’lann, kolektif mülkiyetten özel mülkiyete
geçişte, nasıl Ananke’ye dönüştüğünü görmüştük (s. 188).
Kent-devletin olgunluk dönemi sırasında, Ananke fikri ge
lişti ve yayıldı. Sahibinin mutlak kontrolunda olan, eme
ğinin artık-ürününden payını alamayan yalnızca köleler
AÎSKHYLOS’T A N SONRA
423
değildi, sahibin kendisi de, para ekonomisi koşullarında,
kendi kontrolünün dışındaki güçlerin elindeydi; özgür in
san da, isteklerine engel olan ve çabalarım boşa çıka
ran Zorunluluğun kör gücünün kölesi olmuştu. Fakat,
eğer Zorunluluk yüceyse ve etkisi hesaba gelmiyorsa, her
türlü değişim öznel olarak rastlantı gibi görülür; böylece
Ananke'nin hemen yanmda, aynı kavramın zıt kutbu olan
Tykhe figürü ortaya çıktı. Tykhe'nin dünyayı yönettiği
inancı, Euripides yoluyla, Tykhe’nin M oira’lardan biri,
hepsinin en güçlüsü olduğunu söyleyen Pindaros’a kadar
izlenebilir; daha sonraki iki yüzyıl süresince Tykhe ta
pımı Yunanistan’da en yaygın ve en popüler tapımlardan
biri haline geldi.
Epikuros, Demokritos'un evrenbilimi üzerine en önem
li ilerlemeyi kesinlikle bu noktada gösterdi. Platon’un ha
bercisi Parmenides, boş uzay olmadığını, dolayısıyla h a
reket olmadığını öğretmişti; evrenin tek ve değişmez ol
duğunu, görünüşteki farklılıkların ve değışirliğin duyula
rın bir yanılsaması olduğunu söylüyordu. Epikuros’un ha
bercisi Demokritos, boş uzayın varlığını yeniden ileri sür
dü ve Parmenidesçilerin Bir’inin özelliklerini, boşluğun
içinde dikey olarak düşen ve birbirleriyle çarpışıp birleş
meleriyle dünyayı yaratan bölünmez, parçalanmaz, ağır
lığı olmayan sonsuz sayıda atomlardan herbirine veri• yordu. Sonuçta, her olayın zorunluluk ürünü — Ananke'
nin kölesi— olduğu mekanik bir evren kuramı ortaya çıktı.
Epikuros’un görüşüne göre bu kuram yetersizdi, çün
kü insanı hayvandan ayıran — bizim istenç özgürlüğü de
diğimiz— özelliklerden birini gözardı ediyordu. Akim de
ğil maddenin prius olduğu konusunda Platon’a karşı Demokritos’la aynı düşüncedeydi, fakat insan bilincinin çev
resini etkileme gücünde olduğunu, bundan dolayı da bi
limden öğrendiklerini uygulayarak onu kontrol etme gü
cünde olduğunu görüyordu. Dolayısıyla, onun kuramına
göre, doğal olarak ağırlık özelliği olan atom, kendi hare
ket nedenini kendi içinde taşır. Aynca, dikey hareketin
yanında oblik hareketi de vardır ya da düz bir çizgiden
424
AİSKHYLOS
sapma gösterir. Böylece, onun sisteminde zorunluluğun
yerini rastlantı, Ananke’nin yerini Tykhe alır ve bu yol
la atom özgür kalmış olur. Toplumdaki ve düşünoedeki
bu çatlamaya uygun olarak sanatta da bir bölünme, ay
rılma vardı. Aristophanes'in olgunlaştırdığı, yoğun bir bi
çimde politik olan eski komedi tipi, hemen hepsi yabancı
yerleşiklerce yazılan ve bir sürü olaydan sonra kaderin
cilvesiyle eski kayıp miraslarına kavuşan haram aşkla
rın ve terk edilen çocukların karmaşık serüvenlerinin ser
gilendiği töre komedyasma (comedy o f matters) dönüştü.
Peloponesos Savaşının bitişinden sonra Atina'da popüler
kalmış olan öteki tek sanat biçimi dithyrambos idi; şimdi
o da, halkın doyurulmamış arzularına afyon görevi gören,
tantanalı bir müzikal gösteriye dönüşmüştü. Doğası gere
ği hem ciddi hem de kolektif olan tragedyaya gelince, iç
kavgaların, köle emeğinin ekonomik olanakları tüketilinceye kadar çözülemez kalacak olan bir çatışmadan kaçış
yolu aramaya ittiği bir toplulukta, onun yeri olamazdı; bu
noktaya varılmadan önce de, İmparatorluk Roma’smın,
kilden ayaklı dev bir heykel gibi dünyanın sırtına bin
mesi gerekecekti. Tragedya şenlikleri sürdürülüyordu, ama
ilgi sahneye koyma ustalığına, oyunculuğa dönmüştü; es
ki ustaların yeniden canlandırılmasına bağlanılıyordu gi
derek; özellikle de, toplumsal yaşama güvenini yitirmiş
bir seyirciye Aiskhylos'un eski moda kolektivizminden çok
daha çekici gelen hâince bireyciliğiyle Euripides’in. Y a
ratıcı bir güç olarak tragedya sanatı yoktu artık; çağdaş
Avrupa burjuva devrimi, bazı temel yönleriyle, erken çağ
lardaki Atina’nın tüccar prenslerinin yönetiminde egemen
hale gelmiş koşullara benzer koşullarda onu bir kez da
ha yaratmcaya kadar.
GÖNDERMELER
Sheppard, J.T. The Oedipus Tyrannus of Sophocles (Sophokles’in Kral
Oidipus’u), Cambridge 1920.
XI X
ACIMA
VE
KORKU
Aristoteles'in Yunan tragedyası üzerine açıklamaları,
soruna öznel yaklaşımındaki sınırlamalar nedeniyle bazı
zayıflıkları içermektedir. Sanatın evrimine, yaşamı sana
tın bir parçası olan Yunan toplumunun tarihiyle ilişki
kurmaksızm bütünüyle bir iç süreç olarak bakışı, madde
nin biçimle olan ilişkisi üzerine genel öğretisiyle uyum
göstermektedir. Bu nedenle, o belli biçimi niçin aldığını
ya da niçin ondan sonra gelişiminin durduğunu açıklamaksızm tragedyanın son biçimini nasıl almış olduğunu
söylemekle yetinir. Yine, içinde uzlaşma öğesinin kuru
yup güdükleştiği ya da bir kenara atıldığı, çağdaşlarının
da paylaştığı tek tragedyaya karşı eğilimi, Aiskhylos’un
yapıtlarını değerlendirmesini güçleştirir: Gerçekten de,
kendi varsayımlarına göre sanatın biçimsel evrimindeki en
yüksek nokta olarak bakılabilecek Aiskhylosçu dörtleme
den hiç söz etmez.
Bu sınırlamalara karşın, çalışması önce, dramayı öte
ki doğal görüngüler gibi nesnel olarak incelenmesi ge
reken organik gelişmenin bir ürünü olarak düşünmesi,
ikinci olarak, bilinen olgulara titiz dikkati yönünden çok
değerlidir. Bu titizlikle, bilimsel ve tarihsel öteki yapıtla
rında bulduğumuz aynı dikkati, ayrıntılar konusunda da
gösterir; bu nedenledir ki, onun konu üzerinde söyledik
lerini denemek, sınamak olanağı bulamadığımız yerlerde
bile, elimizde iyi bir neden olmaksızın reddetmekten sa-
426
AİSKHYLOS
kmmamız gerekir. Bu sayfalarda ortaya konmakta olan
tragedyanın kökeni kuramı, ilk aşamalarında, Pickard
-Cambridge’in Poetika üzerine düşüncelerini kabul etme
ye eğilimli olduğum bir zamanda, insanbilimsel bulgula
ra dayanarak kurulmuştu, çalışmalar ilerledikçe fark et
tim ki, kanıtların yöneldiği sonuçlar kesinlikle Aristo
teles’in formülleştirdikleriydi. Benim yüz vermediğim
adam en iyi dostum olup çıkıyordu. Politika'yla ilgili ola
rak da aynı şey geldi başıma. Kuşkusuz önyargılarının
daha etkin ve daha rahatsız edici olduğu bu alanlarda bi
le Aristoteles, ilkel kurumlan derinden anladığını göste
rir; karşılaştırmalı insanbilim çalışmalan, onun bu konu
daki içgörüsünün, onun yetkesini kabul etmeyen çağdaş
tarihçilerinkinden çok üstün olduğunu göstermektedir. Bu
nedenlerle, tartışmamın bir doğrulaması olarak, kanıtla
rımın Aristoteles’inkilerle çok yakından çakıştığını ileri
sürme hakkını kendimde hissediyorum.
Aristoteles’in gözden geçirilmesi gereken önemli bir
cümlesi kalıyor geriye. Diyor ki, «tragedya, acıma ve kor
ku yoluyla bu tür coşkuların temizlenmesini, arındırıl
masını gerçekleştiren bir temsildir...» Platon toplumsal
bakımdan tehlikeli olarak düşündüğü için tragedya şair
lerini ideal devletinden dışarı sürmüştü. Aristoteles tra
gedyanın işlevinin toplumsal olarak yararlı olduğu yanı
tını veriyor ona. Her ikisinin de bir noktada, şiirin işle
vinin toplumsal olduğu konusunda birleştikleri görüle
cektir.
Aristoteles’in temizleme ya da arındırma (kâtharsis)
kavramı, aynı terimin tıpta kullanılışına çok yakındır.
Hippokrates okulu öğretisine göre hastalık, vücut sıvıla
rının, bunalıma götüren bir rahatsızlığıdır; iyileşme ha
linde, hastalıklı madde boşaltılır ya da dışarı atılır, he
kimin amacı da sıkıntıyı, bunalımı bu sonucu verebilecek
koşullar içinde etkilemektir. Fakat Aristoteles’in sözleri
bundan da öteye gidiyor, hastalıklı durumlarm bedenden
dışarı atılmadan önce yapay olarak uyarılmaları gerek
tiğini söylüyor. Bu noktayı anlayabilmek için, onu köke
ACIM A VE KORKU
427
nine kadar götürüp epilepsinin ve histerinin ilkel sağal
tımında izlememiz gerekir.
Yunancada epilepsi «kutsal hastalık» olarak bilinirdi;
Aretaios'a göre, ona bu adın verilişi, hastalık nedeninin,
bir tanrının ya da bir ruhun bedene girişi olduğuna inanılmasındandı. Terimin bu yorumunun doğru olduğu, has
talık üzerine Hippokratesçi bir kitapçıkta söylenenlerden
ortaya çıkıyor: «Büyücülerin, armdıncılann, şarlatanların
ve yalancı hekimlerin arındırmalar ve büyülerle sağalt
maya çalıştığı bir hastalık» deniyor.
Eğer hasta bir keçiyi taklit ediyorsa, kükrüyorsa ya
da sağ tarafı sarsılıyorsa, buna Tanrıların Anasının ne
den olduğunu söylerler... Ağzından köpükler çıkarıyor ve
tepiniyorsa, neden Ares'e bağlanır. Belirtiler geceleyin kor
ku ve dehşet, sayıklama, yataktan fırlama ve dışarı koş
ma ise. bunlar Hekate’nin saldırısına uğramış ya da ölü
lerin ruhları çarpmış diye tanımlanıyor.
Bu, hastanın «uğramış» (kâtochos) olduğunu —
bir tanrı olduğunu» (entheos) gösterir.
«içinde
Bu büyücüler arasında moda olan arındırma usulle
rini yazar, banyodan ve bazı yiyeceklerden sakınma, ölüm
işareti olarak karalar giyinme ve bazı tabulara uyma ola
rak anlatıyor. Arındırma başarılı bir biçimde gerçekleşti
rildiğinde, geriye kalan kirli şeyler «toprakta yakılır ya
da denize atılır veya hiç kimsenin dokunamayacağı, üze
rine basamayacağı dağlara götürülür.» Bu, hastanın uğ
radığı cinin arındırma yoluyla dışarı atıldığı anlamma
gelmektedir. Bu kitapçığın yazan işlemin öteki kısmının
nasıl olduğunu, büyülemede neler yapıldığını belirtmiyor;
fakat bunu başka kaynaklardan edinilmiş kanıtlarla ince
leyebiliriz.
Kendilerine haklı nedenlerle ilkel bir büyücü-hekimler (magico-medical) gizli cemiyeti olarak bakabileceğimiz
Korybant'lann törenleri, katılanlarda, çağdaş terminoloji
'428
AlSKHYLOS
de bir histeri nöbeti diye tanımlanabilecek hareketleri ya
ratan, flütlerin ve davulların eşliğinde yapılan çılgın bir
danstı. Şu halde Korybant’lara yalnızca çılgınlık yaratma
değil fakat aynı zamanda onu sağaltma gücü de bağış
lanmıştı-, sağaltma ise yaratma ile aynı yollardan yapılı
yordu: büyülü sözlerle, ya da hasta «üzerine söylenen»
şarkılarla; tıpkı Aiskhylos’un Erinys’lerinin, çıldırtmak için
Orestes üzerine söylediği şarkı gibi. K riton ’da Sokrates
hapisten kaçmayı reddetme nedenlerini açıkladıktan son
ra, bu nedenlerin kulaklarında Korybant’ların törenlerin
deki flütün müziği gibi çınladığını ve başka herhangi bir
ses duymasını önlediğini söyler. Müziğin etkisi uyutucuy
du (hypnotic). Symposium'da, Alkibiades, Sokrates'in ko
nuşma güzelliğinden söz ederken şöyle söyler-. «N e za
man onu dinlesem, yüreğim Korybant’ların törenlerine
katılanlann yüreklerinden daha hızlı atmaya başlar, söz
leri yaşlarla doldurur gözlerimi.» Buradaki etki hipnotik
olmaktan çok histeriktir.
Korybant’larla ilgili kanıtlar bölük pörçük, ama ola
bildiği kadarıyla, dünyanın her yerindeki ilkel gizli ce
miyetlerin psikiyatrik işlevleriyle tam tamına uyuşmak
tadır. Aşağıdaki düşünceler Fallaize’nin elde ettiği insan
bilimsel kanıtların bir özetinden alınmıştır:
Hastalık üzerine ilkel kuramlar arasında, hastanın be
denine giren ve ona eza veren cinlerin nedenselliği başat
b ir yer tutar. Büyücü hekimin sağaltıcı önlem leri, b ir ke
m iğin ya da b ir taşın çıkarılması gibi açıkça gözle görü
lebilir b ir şey olmadığı zamanlarda, büyük ölçüde hasta
lıktan sorumlu şeytanları ya da cinleri dışan atmaya ya
da yatıştırmaya yöneliktir...
Batonga’lar, aralarında görülen türden cin çarpmala
rına ölülerin ruhlarının neden olduğunu ileri sürüyorlar...
İlk belirtiler b ir sinir bunalımı, göğüste inatçı ağrı, hıç
kırık, çok fazla esneme ve zayıflama. Büyücü-hekim, kut
sal kemiklere danıştıktan sonra, hastanın çarpılmış ol
duğuna karar verirse, cin, dualarla dışan kovulur. Bunu
ACIM A VE KORKU
429
izleyen birtakım, ayrıntılı törenler sırasında, cinnet için
deki hasta yakalandığı ruhun adını söyler... Kusturucu
ilaçlar v e rilir kendisine ve ruhun bedenini terk ettiği söy
lenir.
İlk el halklarca çarpılma kanıtı olarak bakılan, bu has
talıkların patolojik karakteri öyledir ki, hastalık ya da
zayıflık b elirtileri daha çok ya da az sıklıkta aralarla
yinelenir. Bu nedenle, bu tür sinir bunalımlarına uğrayan
lara giderek ayrı b ir sınıf, kendine özgü kutsallığı olan
bir sınıf olarak bakılageldiğini görmek hiç de şaşırtıcı
değildir... İçinden cinler kovulmuş olan Batonga, kendi
kendine bir sürü denemeden sonra noksansız-erginlenmiş
b ir büyücü-hekim ve cin-kovucu olurdu. Toh'un (c in in ) et
kisine girm iş olan Melenau kadını noksansız bir cin kov
ma töreni geçirdikten sonra, başkalarını iyileştirmede ruh
ları kendisine yardıma çağırma gücüne sahip b ir büyücü
-hekim olur... Bazı Sibirya kabileleri arasında şamanlık
görevi kalıtsal olma eğilimindeydi, fakat doğaüstü yete
nek zorunlu b ir nitelikti; şamanlar uğraşlarını sürdüre
bilecek yetenekteki, yani epileptik ya da nevrotik eğilim
b elirtileri gösteren çocukları evlat edinirlerdi... Öte yan
dan, b ir rahip, falcı ya da kahin olmak için b ir yeteneğin
ya da daha önceki b ir hastalığın gerçek belirtilerinin ko
şul olmadığı yerlerde bile rahip adayları, anormal ya da
sağlıksız b ir kafa yapısına götürmemesi olanaksız birta
kım koşullara sokulurdu sık sık... Chukchi, Koryak ve
Cilyak’lar arasında, ormanlarda uzun inziva dönemleri
süresince, şamanlar profesyonel sanatlarını — şarkı söyle
me, dans etme, karından konuşma (va n trilok ) ve davul
çalma— öğrenmek ve uygulamakla kalmayıp, histeriye
karşı doğal eğilim lerini daha da artıracak olan soğuk ve
açlığa dayanma sınavları geçirirlerdi...
Çarpılma kuramı yalnızca, kökenini borçlu olduğu,
aralıklı anormallik belirtilerine uygulanmamakta. Cin çarp
masına uğrayanların, ruhlar dünyasıyla varsayılan ilişki
lerinin uyandırdığı büyük saygı ve korku hisleriyle; ken
dilerine bağışlanan bu güçten yararlanmayacaklarını bek
430
AİSK.HYLOS
lemek p e k ’ olası değil. Fakat nöbetlerin, topluluğun sıra
dan üyelerinin onların öğütlerine ya da yardımlarına ge
reksinim duyduğu b ir an'a rastlayacağına güvenilemeye
ceği için, nöbet, istençli olarak yapay uyarılarla gerçekleştirilirdi.
Çarpan cinin bedenden kovulması girişim inin başarı
koşulu, cinin kurbanının ağzından ya adını söylemeye
— böylece, herkesçe kabul edilen büyü uygulaması kura
lına uygun olarak, büyü yapan onun üzerinde b ir güç ka
zanmaktadır— ya da ne istediğini (genellikle birtakım
adaklar olur bu) —bunun bilinmesiyle yatıştırma yoluy
la bedenden dışarı atılması mümkün olu r— açıklamaya
zorlanmasıdır. Ancak bu açıklamaları geleceğin bildiril
mesi yolu olarak düşünebilmek için, bunların tanrıların
istencinin b ir ifadesi olduğu kanıtını biraz genişletmek ge
rekir. Belgelenmiş cin tutma nöbetlerinde, bunun yalnızca
a priori (önsel) b ir görüş olmadığım, aynı zamanda olgu
larla uygunluk içinde olduğunu gösterecek b ir sürü kanıt
vardır... Kendilerine danışmaya gelenlerin isteği üzerine,
isteyerek vecit durumuna girerek cin tutmasına uğrayan
lar, b iliciler katma ulaşırlar. Dünyanın hemen hemen her
yerinde, Delphoi’deki A pollon rahiplerine, Cumae Sibyl’ine
az ya da çok yakın örneksemeler bulunmaktadır.
Bu kanıtlar, Yunan yaşam ve düşüncesindeki birçok
temel öğeyi aydınlığa çıkarmaktadır: mania (delilik) ile
mantike (kehânet) arasındaki yakın ilişki, müzik makam
larının ruhsal çağrışımları, ve şiirsel esinin ilk başlangıç
taki yapısı; fakat bizi burada hemen ilgilendiren şey, bun
ların Dionizyak thiasos törenleri yönünden anlamıdır.
Cin çarpmasına karşı ilkel davranış şöyle yorumlana
bilir: En erken aşamada, epilepsi ve histeri, diğer hasta
lıklar gibi sağaltılırdi: hasta bir erginleme törenine soku
lur, bu tören sırasmda ölür ve yeniden doğardı. Bu işle
min temel bölümü kovma ya da arındırma işlemiydi; bu
yolla, hastanın bedenini tutmuş olan cin önce etkin ol
ACIM A VE KORKU
431
maya çağırılır, daha sonra da kovulurdu. Hastanın kesin
inancı varsa. Freudçu bir terim kullanarak söylersek, ab re
action (tepki yenilenmesi) yoluyla bu sağaltımın büyük
ölçüde başarılı olduğundan kuşkulanmak için bir neden
yok. Cin tutma işi başlangıçta bu hastalıklarla sınırlı de
ğildi, fakat belirtilerinin kendine özgü şiddeti ve tekrar
lama eğilimleri yüzünden özellikle onlarla ilişkili bir du
ruma geldi. Bu yolla, bir çeşit bunamaya (dementia) eği
limi olan kişilerden oluşan özel bir erginlenenler sınıfı
çıktı ortaya. Bu insanlar, klanın yapısını örnek alarak ku
rulan bir büyücü cemiyetinde örgütlendiler. Bu aşamada
durumlarının patolojik yapısı, ortaya çıkardığı büyüsel fi
kirlerle gittikçe daha karanlıklaşıyordu. Cine tutulma ye
tisine, ruhlar dünyasıyla son derece özgür ve yakın bir
ilişki işareti olarak bakılır. Bunun sonucu olarak, bu bü
yüsel güçlerin peşindeki toplum üyeleri yapay olarak ken
dilerinde belirti (symptom) yaratma alışkanlığı edinirler
ve belirtileri başkalarında sağaltacaklarına, hastayı, top
lumsal bakımdan yararlı görüldüğü için hastalığın özen
dirildiği kendi yaşam tarzlarına alıştırırlar.
Korybant’lara, çılgınlığı hem başlatma hem de sağalt
ma gücünün niçin verilmiş olduğu şimdi açıkça ortaya
çıkıyor. Hafifletm ek için onu yeniden yaratıyor, yenile
mek için hafifletiyorlardı. Aynı iki yönlülük Dionysos tapımlarında da var. Dionysos Bakkhos gibi: tapınanlarında
histeri yaratırdı, onlar da tanrı tarafından ele geçirilin
ce kendilerini onun adıyla çağırırlardı, bakkhoi ya da
bakkhai olurlardı; Dionysos Lysios gibi: onlardan uzakla
şır ve böylece onların akıllarını başlarına getirirdi. A y
nı biçimde, mitolojide, tanrının çılgına çevirdiği Proitos’un
kızlan, büyücü hekim Melampous tarafından izlenir; Melampous çıldırtıcı bir dansla onlan an tır ve artıklan bir
nehire atar. Bu yolla duyulannı yeniden kazanırlardı, ama
aynı yoldan Dionysos erginleri olmuşlardı. Dionizyak sparagmos’un betimlemeleri — örneğin Bakkhalar'da Pentheus’
un parçalanması— gösteriyor ki, katılanlar yapay olarak
yaratılmış histerinin etkisi altında hareket ediyorlardı,- bu-
432
AİSKHYLOS
nun tersine, Euripides'in anlattığına göre, bir histeri nö
betinin belirtilerini sergileyen Herakles’in deliliği, Korybant'lar ve Dionizyak thiasos orgilerinden alınmış terim
lerle betimlenmektedir.
İlkel halklar arasında histerinin ve onunla ilişkili has
talıkların başta gelişi, büyünün aşırı önem kazanması so
nucu bunlara verilen yapay değerle açıklanamaz. Daha
çok, bu aşın önem kazanmanın kendisi, va r olan bir eği
limi toplumsal olarak örgütleme gereksinimine bir yanıt
tır. Böylece, Fallaize’nin gösterdiği gibi, kuzey histerisinin
(arctic hysteria) başat olduğu yerler kesinlikle, şamanlığm medyumlukla ilgili işlevlerinin en fazla geliştiği yer
lerdir. Öyle görünüyor ki, gerçek şudur: ilkel toplumda
işbölümü henüz başlangıç durumunda olduğu için toplu
luğun üyeleri bununla orantılı olarak bireysellik yönün
den yetersizdiler ve sonuç olarak bu tür rahatsızlıkların
bilinen nedenlerinden olan bireyle toplum arasındaki akut
bozukluklara (uyumsuzluklara) karşı koyacak sağlamlık
tan yoksundular. Bu nokta Caudwell tarafından çok iyi
dile getirilmiştir. Caudwell toplumun gelişmesinin doğur
duğu çelişkilerin insanın bilincine, ahlâki sorunlar ve gü
nah duygulan gibi biçimlerde zorunlu olarak yansıdığı
nı açıkladıktan sonra şöyle sürdürür:
İnsanın henüz farklılaşmamış olduğu bir ilkel toplum
da bulunç (conscience) ve bilinç buna benzer biçimde ba
sit, doğrudan ve türdeştir, aynı nedenle de derinlik ve can
lılıktan yoksundur... Bu bulunca saldınldığmda. vuruşu
yumuşatacak güçler karmaşası ya da dengesi diye bir şey
yoktur, çöküş tam olur. Günah işlediğine ya da büyüye
uğradığına bir kez inanmasın, ilkel insan hemen ölür
—
insanbilimcilerin açık bir biçimde kanıtladıkları bir ol
gudur bu. İlkelin bilincinin sığlığı, çözülüşündeki basitlik
te, ruhunun histeriye kolayca girişinde, yüksek derecede
duyarlılığında ve coşkusal tepkilerinin •hep ya da hiç»
yapısında ortaya çıkar — bütün bu belirtiler, farklılaşmış
AC IM A VE KORKU
433
«uygar* insanmkinden daha bilinçsiz, daha içgüdüseli bir
kafa çalışmasını gösteriyor.
Bu düşünceler, çağdaş kabilelerdeki bu bozukluklara eği
limin Avrupa kültürüyle karşılaşma sonunda hızlandığım
gösteriyor; bu kültürün etkisi, herkesin bildiği, Doğu Hint
Adaları gemicilerinin «running amok» (saldırganlık) nö
betlerine ilişkin mahkeme tutanaklarında görülebilir.
IX. Bölümde Orfeci hareketin, hızım, kent devrimiyle
köklerinden sökülen köylülerden aldığı tartışılmıştı. Bun
lar kabilesel tapım ve akrabalık bağlan koparıldıktan son
ra, bu dindar kardeşlik örgütlerinde gizemsel düzeyde ye
niden yaratıldı. Yeni tapımın biçimi, Dionizyak tapımın
aşın orgiastik özelliklerinin egemen olduğu Trakya’dan
alınmıştı. Trakya'dan sonra orgiastik dinin yayılması için
en verimli merkez Attis’in, ve Dionysos’la yakın ilişkisi
olan Korybant'lann ana-tannçası Kybele’nin yurdu Phrygia
idi. Phrygia aynı zamanda Trakya’dan sonra altın ve gü
müş madenciliğinin de başlıca bölgesiydi. Bu sanayilerin
gelişmesi, emeği sağlayan komşu kabileler arasında, kent
devriminin Attika köylülerinde yarattığı türden bir ruh
sal bunalıma neden olmuş olmalıdır. Herodotos Trakya
kabilelerinden biri olan Trausoi’den söz ederken şunlan
söylüyor:
Bir çocuk doğduğunda akrabaları onun çevresini alıp
ileride çekeceği acılar için ağıtlar yakar, insanoğlunun
tüm dertlerini bir bir sayarlar; oysa bir insan öldüğünde,
onun bütün kötülüklerden kurtulmuş olduğunu, artık ku
sursuz bir mutluluk içinde yaşadığını düşündükleri için
sevinç içinde, güle eğlene gömerler onu.
Yaşama ve ölüme karşı bu tavır ilkel değildir. Eleusis'te
incelemiş olduğumuz gizemli dinlere özgü bir tavırdır.
Sanayi sömürüsünün girdabına yakalanmış ilkel insanın
çığlığıdır.
Orfeci kardeşlikler, daha önce görmüş olduğumuz gi
434
AİSKHYLOS
bi, bütün mitolojik bulguların göstereceği üzere kökenini
Mykene döneminden alan erken Dyoniziak thiasos mo
deline göre kurulmuşlardı; bu yüzden de, Dionizyak thiasos’un ilkel klandan çıkışını açıklayacak benzer bir ra
hatsızlık arıyoruz. Bu tapımın yaygın bir biçimde dağı
lışı ve dikkate değer tekbiçimliliği, karşılaması beklenen
gereksinmenin genel ve temel bir gereksinme olduğunu
gösteriyor; başlarındaki rahip ya da büyücü-hekimin dı
şında, erginlenenlerin kadın olması, onun kökeninin ana
erkil kuramların ortadan kaldırılması ve bunun sonucu
olarak cinsiyetlerinin toplumsal konumundaki düşüşün ka
dınlara yüklediği zorlamada (stress) olduğunu gösteriyor.
Yani Aristoteles tragedyanın işlevinin «acıma ve kor
ku yoluyla bu tür coşkuların bedenden temizlenmesini
gerçekleştirmek» olduğunu söylerken, tiyatroya gidenlerin
yaşantısını, aslında kökenini aldığı dinsel yaşantı terim
leriyle anlatmış oluyordu. Dahası, kendisi de bu bağın
farkındaydı. Acım a ve korkuyu, belli tipten kutsal ezgi
lerle «bedenden temizlenen» gizemli çılgınlığa özgü coş
kular olarak belirledikten sonra, bu tip ezgilerin tiyatro
için bestelenmiş müzikte kullanılması gerektiğini söyledi
ği bir başka pasajdan da açıkça belüdir bu.
Aristoteles’in yanında, gizemli erginlemenin coşkusal
etkilerini ayrıntılı olarak anlatan birçok başka eski ya
zar vardır. Belirtilerin tekbiçimliliği de gösteriyor ki, bun
lar normal şeyler olarak biliniyordu. Tüylerin ürpermesi,
titreme, terleme, zihin bulanıklığı, sıkıntı, korku ve hele
can karışımı şaşkınlık ve sevinçten oluşuyordu. Bunlarsa,
dinsel histerinin, Hıristiyanlık literatüründen yaygın bi
çimde koşutluklar bulunabilecek özellikleridir. Aristote
les'in «erginlenenlerden herhangi bir şeyi öğrenmeleri bek
lenmiyor, yalnızca bazı heyecanlan tatmaları ve belli bir
havaya girmeleri isteniyordu» dediğini de alalım buraya.
Erginleme coşkulan ile ilgili biraz önce söylenenler kar
şısında, Aristoteles’in bu cümleyle söylemek istediği şe
yin, acıma ve korkunun yapay uyarılması yoluyla bu coş
kuların sanki sistemden atılacağı ve erginlenenin ussal
A C IM A VE KORKU
435
erince kavuşacağı olduğu çıkarsanafailir. Tiyatroda da bu
na benzer bir yaşantı buluyordu o.
Atina'U seyirciler, tragedyalarının oynanmasına nasıl
bir tepki gösteriyorlar, sorusunu sormaya geldi sıra. Bi
zim Londra tiyatrolarında seyirciler genellikle (gülmenin
dışında) coşkusal tepkilerini kendilerine saklarlar; fakat
İrlanda'nın batısındaki köylüler arasında, elli yıl önce ilk
kez oralara sinema geldiğinde, hava çok daha gergindi.
Olay dizisinin kritik anlarında hemen hemen her yüz kor
kuyla geriliyor, devamlı hıçkırıklar işitilebiliyordu. Bu ba
kımdan bir Atin a’lı, Londra'nın batı ucundan çok İrlan
da’nın batısında kendini daha rahat hissederdi. Platon’un
dialoglanndan birinde, meslekten bir Homeros şiirleri
okuyucusu, okumalarının kendisi ve dinleyicileri üzerin
deki etkisini şöyle anlatıyor:
Acınası bir şey anlatırken gözlerim yaşlarla dolar;
korkunç ya da garip bir şey anlatırken saçlarım diken
diken olur, kalbim hızla çarpar... Ne zaman platformdan
aşağıya dinleyicilere boksam, onları gözlerinde vahşi bir
bakış, duydukları şeylerden şaşkına dönmüş ağlarken gö
rürüm.
Bu bir Homeros okumasıydı. Drama festivallerindeki he
yecan çok daha büyük olmalıydı. Hiç kuşkusuz, Eumenides‘in (Hayırlı Tanrıçalar) ilk oynanışında tiyatroda bir
panik olmuştur.
Bu şiir okuyucusunun halk önünde okurken yaptığı
şey —kendini delice coşkuya sokuşu ve aynı durumu bir
ölçüde dinleyicisinde de yaratışı— Korybant’ların çılgın
danslarında yaptıklarından temelde pek farklı değildi. N i
tekim aynı dialogda bu benzerliği Sokrates şöyle dile ge
tiriyor:
Bütün iyi epik şairler sanat yoluyla değil, ilahi bir
esin aldıkları ya da cinlere uğradıkları için güzel şiirler
yazabilirler. İyi lirik şairler için de aym şey. Şarkılarını
436
AlSKHYLOS
bestelerlerken, dans eden Korybant'lardan daha aklı ba
şında değildirler. Ritme ve uyuma girer girmez, çılgın
durumdayken derelerden sütle bal çeken Bakkhalar gibi
onlar da çıld ırırla r ve cinlere uğrarlar...
Şairler tanrıların sözcülerinden başka b ir şey değil
dirler, o anda hangi tann varsa o girm iştir içlerine.
Bu dialogun havası hafif ve eğlendiricidir; fakat Sokrates'in, şairi, histerik çığlıkları her yerde hâzır ve nâzır
bir tanrı ya da ruhun sesi olarak görünen rahip-büyücünün, büyücü-hekimin, ya da cin-kovucunun torunu ola
rak doğru bir şekilde tanımlayışını değiştirmez. Günü
müzde şiir sanatı büyüsel kökenini çok gerilerde bırak
mıştır; bir şairin esinlendiğinden söz ederken boş şeyler
söylüyoruzdur; fakat eski Yunanlıların, kendilerine sana
tın dinsel törenlerden çıkıp gelişmiş olduğunu anımsata
cak Dionysos cümbüşleri vardı.
Oyuncuya da aynı ışık altında bakılırdı. Bu uğraşın
bir hayli örgütlenmiş olduğu IV. yüzyılda oyuncular as
kerlik hizmetinden bağışıktı ve kendilerine kutsalmış gibi
davrandırdı. V. yüzyılda bununla ilgili pek kanıt yok, fa
kat aynı şekilde karşılandıklarından kuşku duymak içiD
bir neden de yok, çünkü kutsallıkları kökenlerinden kay
naklanıyordu. Bir zamanlar tannnın söylemiş olduğu şey
leri dile getiren aracılardı onlar. Şairin kendisi için yaz
dığı sözleri söyleyen oyuncu, şair-oyuncudan geliyordu;
bestelemek üzere esinlendiği sözleri söyleyen şair-oyuncuysa dithyrambos'un başı aracılığıyla, bedenine tann
girmiş olduğu için kendisi de tann olan, thiasos'un ba
şındaki rahipten geliyordu.
Dolayısıyla sonuç olarak denilebilir ki, ortak köken
lerine uygun olarak bu uç dinsel tören —Dionizyak thiasos,
Mysterys’lere erginlenme ve tragedya— ortak bir işlevi
yerine getiriyordu: Toplumsal değişme sürecinde ortaya
çıkmış olan çelişkilere bağlı coşkusal zorlamalan h afif
leterek, törene katılanlann canlılığını yenileyen kâtharsis
ya da annma işlevini. Bu amaca, baskılanmış olan şeyi
A C IM A VE KORKU
437
dile getirerek ulaşılıyordu. Bu işlevin aldığı çeşitli biçim
ler, (toplumsal yapının gittikçe büyüyen karmaşasının)
ifade tarzını giderek daha az şiddetli kılmasıyla açıklana
bilir. Dionizyak cümbüşte, bütün katılanlar, otomatizm (ni
yetlenilmemiş kendiliğinden davranışlar), paroksizm (nö
bet) ve analjeziyi (his yitimi) de içeren bir histeri nöbe
tine uğruyorlardı. Bu eğlence, bir acı çekme oyunu (passion-play) olunca, etkin rol, birçok çağdaş kabilenin ken
dinden geçmiş dansçıları gibi, kendilerinde şiddet belir
tileri gösterebilen fakat seyircilerde korku hissinden ve
gözyaşlarmdan başka bir şey uyandıramayan yorumcu
oyuncularla sınırlandırıldı. Mysterys’lerde, erginlenenler
yine de törenlerin birçoğuna etkin olarak katılmak zorun
dadır, fakat bunların başında, başkalarının onlar için oy
nadığı bir gizemli drama gelir; tragedya festivallerinde ise
katılanlardan yalnızca küçük bir bölüm dışında herkesin
rolü tamamen edilgin hale gelmiştir; olay dizisinin doru
ğunda, içlerinde uyanan acıma ve korku duygularını di
le getirmekle sınırlıdır bu rol. Son olarak, baskıların gi
derek şiddetini yitirmemesine karşın bü belirtilerin yo
ğunluğu her gün biraz daha azalmaktadır, çünkü daha
çeşitli işbölümlerinin bir sonucu olarak toplumun gittik
çe artan bireyselleşmesi, insanların coşkusal ve entellektüel yaşamını öyle derinleştirmiş, öyle zenginleştirmiştir
ki, nisbeten daha yüksek düzeyde bir yücelme (sublima
tion) olanaklı hale gelmiştir.
Kâtharsis ilkesi çağdaş ruhbilimcilerce kabul ediliyor.
Bastırılmış coşkulara, itiraf uygulaması ya da halk festi
vallerine katılma gibi kanallardan özgürce çıkış yolu sağ
layarak rahatlama veriliyor. Bu yolla kendini temizlemiş
olan yurttaş daha mutlu bir yurttaş oluyor. Sınıf sava
şımının yarattığı coşkusal zorlanımlar, insanla Tanrı ya
da Kader veya Zorunluluk arasındaki bir çatışma olarak
yüceltildikleri bir gösterimle (spectacle) hafifletiliyor. Pla
ton tragedyayı yasaklıyordu, çünkü kurulu düzenin yıkıcısıydi; Aristoteles buna, daha yakmdan bir çözümleme
nin, onun kurulu düzenin koruyucusu olduğunu gösterdi
438
AİSKHYLOS
ği yanıtını veriyordu. Çünkü çağdaş ruhbilimciler gibi o
da, bireyle toplum arasında bir uyuşmazlığın olduğu yerde
toplumun bireye değil, bireyin topluma uydurulması ge
rektiğini varsayıyordu. Çağdaş ruhçözümcüler bu tavrı
sürdürmekten başka bir şey yapamamaktadırlar, çünkü
hastalarının çoğunluğu varlıklı sınıflardan gelmekte. Bir
bütün olarak topluma uygulandığında, sağaltımları, onla
rı, hastalarına uydurmak amacıyla toplumsal çevreyi yö
neten yasaları araştırma görevine zorunlu olarak soka
caktır. O zaman ruh çözümcü bir devrimci olacaktır.
Uygarlığın bir etkisi de hiç kuşkusuz, sinirsel bozuk
luk olasılıklarını çoğaltmaktır. Toplum her gün biraz da
ha karmaşıklaştıkça yeni çelişkiler geliştiriyor. Sorun yal
nızca bu olsaydı, Prometheus’u lanetlemeye hakkımız olur
du, ama değil. İki süreç arasındaki ilişki mekanik değil
diyalektik bir ilişkidir. Toplumsal gelişimden kaynakla
nan bu iç uyumsuzluklar, toplumun kendisinin yeniden
örgütlenmesini hızlandırdıkları bir noktaya kadar birikir
ler: böylece çözüldükten sonra daha üst düzeyde işleyen
yeni birtakım çelişkiler çıkar ortaya. Organizmanın üye
leriyle bir bütün olarak onun yapısı arasındaki bu kar
şılıklı baskı, hem biyolojik hem de toplumsal evrimin di
namiğidir. İnsan acı çekerek öğrenir. İşte sanatlarda ifa
desini bulan da, bu çelişkilerdir. Sanatçı, Shelley gibi dün
yayı yeniden, biçimlendirmeye, ya da Keats gibi ondan
kaçmaya, Milton gibi onu haklı göstermeye, Shakespeare
gibi onu yalnızca betimlemeye çalışabilir; fakat onun bir
sanatçı olarak garip bir güçle hissettiği, onu çığım dan
çıkmış bir dünyada kendisine yasaklanan uyumu, düşlem
dünyasında yaratmaya iten de, işte bu bireyle çevresi
arasındaki uyumsuzluktur. Bu sanat yapıtları, üretimle
rine harcanan tinsel emeği somutlaştırdıklarına göre, top
luluğun öteki üyelerinin bu yapıtları görme ya da işit
meleri yoluyla — daha düşük derecede ama türdeş bir
emektir bu— kendilerinin de gereksinimi olan fakat güç
lerinin yetmediği aynı uyumu gerçekleştirebilmelerini ola
naklı kılar. Dolayısıyla sanatlar toplum üyeleri üzerinde
A C IM A VE KORKU
439
ki baskıları azalttıkları için toplumsal düzeni koruyucu,
ama aynı zamanda, hafifletmek için uyardıkları baskıla
rın tekrarlanmasına yardım ettikleri için de yıkıcıdırlar.
Toplumsal enerjinin bir örgütlenme biçimidirler; hareke
te geçirdikleri sel, uygun koşullarda her an yönünü de
ğiştirebilir. Sanatçı, toplumdaşlarını, kurtuluşu buldukla
rı bir düşlem dünyasına götürür; böylece insan bilincinin
çevresine boyun eğmeyi reddettiğini dile getirerek, bu yol
la bir enerji depolamış olur, bu da geriye gerçek dünyaya
akar ve düşlemi gerçeğe dönüştürür. O halde bu, Yunan
tragedyası gibi insan kültürünün başyapıtları ile içinde
yabanıl avcıların hem doğa karşısında zayıflıklarını hem
de ona egemen olma istençlerini dile getirdikleri yansıla
ma dansı arasındaki bağdır.
GÖNDERMELER
Fallaize, E., Hastings, J. Encyclopaedia o f Ethics and Religion, s.v.
Possession (Etik ve Din Ansiklopedisi, Mülkiyet).
Caudwell, C. Illusion and Reality (Yanılsama ve Gerçeklik), Londra,
1937.
ZAMANDİZİNSEL
I.
I.O.
2800
1800
1450
1400
TABLO
TARİHSEL
Ege Bölgesinde Tunç Çağı’nın başlangıcı
Yunan göçünün başlangıcı
Knossos’un düşüşü. Akha’lann gelişi
Knossos’un yeniden ele geçirilişi. Mykene'nin yük
selişi
Theseus Atina Kralı
1230
Thebai’ye karşı Argos akını
1213
Troya’nm düşüşü
1184
Demir Çağı’nm başlangıcı. Dor yayılması. Küçük
1050
Asya’da İon kolonizasyonu
900-800 İlyada ve Odysseia
750-650 İtalya’da ve Sicilya'da Yunan kolonizasyonu
Midas Phrygia Kralı
700
687-652 Gyges Lydia Kralı. İonia’da metal paranın yayılması
Kypselos Korinthos Tiranı. Theagenes Megara Ti
640
ranı
Kylon'un Atina’da bir coup d'ötat girişimi
632
621
Atina'da Drakon Yasası
Thrasyboulos Miletos Tiranı
610
Pittakos Lesbos Tiranı. Periandros Korinthos T i600
ram
Atina'da Solon reformları
594
Kleisthenes Sikyon Tiranı
590
"orinthos’ta aristokratik karşıdevrim
586
442
ZAM AN D İZİNSEL TABLO
28 Mayıs, Tales’in haber verdiği Güneş tutulması
Peisistratos Atina’da Tiran oluyor
Peisistratos’un ilk sürgünü
Restorasyon ve Peisistratos'un ikinci sürgünü
Delphoi’deki Apollon Tapınağının yanıp yıkılması
Pers Kralı Kyros Sardis’i ele geçiriyor
Perslerin Asya Yunanistan'ını fethi
Peisistratos'un ikinci restorasyonu
Kyros Babil’i ele geçiriyor
Polykrates Samos Tiranı. Pythagoras Kroton’a göç
ediyor
528-527 Peisistratos’un ölümü
Perslerin Mısırı fethi
525
Darius Pers Kralı oluyor
521
Hipparkhos’un öldürülmesi
514
Perslerin Trakya’yı işgali
512
Hippias'ın kovuluşu
510
585
561-560
556-555
550-549
548-547
546
546-545
540-539
538
530
508-507
499
496
Kleisthenes'in reformlarının başlangıcı
İonia başkaldırısının patlaması
Miltiades Trakya Khersonese’den Atina’ya dönü
yor
Persler Miletos’u yeniden ele geçiriyor
494
493-492 Themistokles Atina’da arkhorı oluyor
Maraton Savaşı
490
Miltiades’in Paros’a seferi
489
Kserkes Pers Kralı oluyor
485
Salamis Savaşı
480
Themistokles’in kaçışı
471
Sparta serflerinin başkaldırısı
464
463-461 Areopagus Konseyi Reformu
Peloponesos Savaşının patlaması
431
Perikles’in ölümü
429
416
415
411
410
Melos’un zaptı
Sicilya’ya Atina seferi
Atina’da ilk karşıdevrim
Atina demokrasisinin yeniden kurulması
ZAM AND İZİNSEL TABLO
104
İ03
443
Atina'da ikinci karşıdevrim: Otuz Tiranlar
Sparta askerleri Atina’da.
II. YAŞAM ÖYKÜSEL
Akhaios, Eretria’lı, Atina drama yazarı, doğumu 482.
Aiskhylos, Eleusis'li, Atina drama yazan, 525-456.
Alkaios, Lesbos’lu, aristokrat şair, 630-600 arası ünlü.
Alkman, Sardis ve Sparta'lı, koro şairi, 630-600 arası ünlü.
4naksimandros, Miletos’lu, İon bilim adamı, 611-547.
Anakreon, Teoş’lu, lirik şair, 550-464.
Antiphon, Rhamnos’lu, Atina’lı söylevci, 480-411.
Apollodoros, Atina'lı, Antik çağ araştırmacısı, 140'ta doğ
muş.
Apollonios, Rodos’lu şair, doğ. 260 .
Aratos, Soloi'li şair, doğ. 260.
Arhhilokhos, Paroslu şair, doğ. 735.
Aretaios, Kappadokya'lı, hekim, doğ. İ.S. 180.
Aristeides, Bithynia’lı, yazar ve söylevci, doğ. İ.S. 120.
Aristophanes, Atina’lı, komedi yazan, 444-388.
Aristoteles, Stageira’lı, bilim adamı ve filozof, 384-322.
Aristoksenos, ■Taras’lı, filozof, Aristoteles’in öğrencisi, 330’
da ünlü.
Bakkhylides, Keos’Iu, koro şairi, 450’de ünlü.
Demokritos, Abdera’lı, bilim adamı ve filozof, 460-360.
Demosthenes, Paiania’lı, Atina’lı söylevci, 384-322.
Diodoros, Sicilya’lı. tarihçi, 40’ta ünlü.
Diogenes, Laerte'li, felsefe tarihçisi, İ.S. 150'de ünlü.
Diogenes, Sinop’lu, Kinik filozof, 404-323.
Dion Khrysostomos, Prousa’lı, yazar ve söylevci, doğ. İ.S.
150.
Empedokles, Akragas’lı, Orfeci filozof ve bilim adamı, doğ.
490.
Epikuros, Gargettos’lu, bilim adamı ve filozof, 342-268.
Euripides, Salamis’li, Atina drama yazan, 480-405.
Herakleitos, Efes’li, İon filozofu, 535-475.
444
ZAM AND İZİNSEL TABLO
Herodotos, Halikamassos’lu, tarihçi, öl. 424.
Hesiodos, Askra’lı, Boeotia'lı epik şair. 750’de ünlü.
Hesykhios, İskenderiye'n, sözlük yazarı, İ.S. 375’te ünlü.
Hippokrates, Kos'lu, hekim ve bilim adamı, doğ. 460.
Iamblikhos, Suriye’li, yeni-platoncu filozof, öl. İ.S. 330.
Kratinos, Atina’lı, komedi yazan, 520-423.
Kritias, Atina’lı, Otuz Tiranlar’dan biri.
Lysias, Atina’h hatip, 445-368.
Menandros, Atina'h komedi yazan, 342-290.
Nonnos, Panopolis’li şair, İ.S. 450’de ünlü.
Parmenides, Elea’lı, idealist filozof, doğ. 510.
Pausanias, Lydia’lı, coğrafyacı, İ.S. 150*de ünlü.
Philemon, Soloi ya da Syrakuza’lı, Atina komedi yazan,
doğ. 362.
Philolaos, Thebai'li, Pythagorasçı filozof, 450’de ünlü.
Photios, İstanbullu, sözlük yazan, öl. İ.S. 891.
Pindaros, Thebai'li, koro şairi, 522-442.
Platon, Atina'lı idealist filozof, 428-348.
Plutarkhos, Khaironeia’h, biyografi yazarı, denemeci, doğ.
. İ.S. 50.
Porphyrios, Suriyeli, yeni-platoncu filozof, İ.S. 233-304.
Pratinas, Phleious'lu, Atina drama yazan, 500'de ünlü.
Sappho, Lesbos’lu kadın şair, 620-580 arası ünlü.
Simonides, Keos’lu şair, 556-468.
Sophokles, Kolonos'lu, Atina drama yazarı, 495-405.
Stesihhoros, Himera’lı koro şairi, doğ. 630.
Suidas, sözlük yazarı, İ.S. 970’te ünlü.
Thales, Miletoslu, İon bilim adamı, 585’te ünlü.
Theognis, Megara'h aristokrat şair, 510’da ünlü.
Theon, İzm irli matematikçi, İ.S. 130’da ünlü.
Thukidides, Atina’lı tarihçi, 471-395.
Tyrtaios, Sparta’lı şair, 630’da ünlü.
DİZİN
Adcock, 114.
Aigisthos, 288, 292.
Aiskhylos, 15, 16, 19, 21, 23,
68, 71, 75, 136, 146, 149,
150-51,
175, 201, 207-09,
211-13, 219-20, 223, 225, 233
-397, 404-439.
Akhaios, 282.
Alkaios, 104, 110, 217, 218.
Alkibiades, 369.
Alkmaion, 252.
Alkman, 103-04, 217-18.
Analcsimandros,
105,
107-08,
186, 249, 251.
Apollodoros, 386.
Apollonios, 247.
Aretaios, 427.
Anon, 180-82, 200, 272.
Aristeides, 264.
Aristoksenos, 245-4 6.
Aristophanes, 146, 240, 276-77,
279-80, 332, 358, 424.
Aristoteles, 17, 98-9, 132, 147,
204, 208, 211-12, 215, 218,
221, 226, 234, 235-40, 244,
271-76, 285, 358, 397-8, 401
-02, 405, 412, 421, 425-26,
434, 437.
Arkhilokhos, 200-02, 204, 215,
218, 274.
Aspasia, Papathanasiou, 341.
Bakhylides, 217, 228, 403.
Bather, 168, 170-71, 175.
Beethoven, 282.
Burke, Edmund, 368.
Burnet, 247, 249.
Bury, 248, 261.
Calhoun, 107.
Caudwell, C., 15, 432.
Chadwick, 87.
Chambers, 226.
Chaucer, 102.
Childe, Gordon, 363.
Cicero, 284, 379.
Condorcet, 246.
Cook, A.B., 22, 48, 140, 175-76.
Comford, 15, 107, 141, 143,
146, 276-77, 281.
Cureau, 124.
Darius, 209, 260, 311, 344.
Darwin, 421.
Demodokos, 88.
Demokritos, 375, 423.
Diodoros, 139, 178, 192, 386.
Diogenes, 246, 392-3.
Dörpfeld, 225.
Drakon, 100.
Empedokles, 72, 186, 366, 374.
Engels, 15.
Ephialtes, 266-7.
Epikuros, 334, 375, 422-3.
Epimetheus, 390.
Eteokles, 405.
Eupatridai, 100, 112, 240.
Euphorion, 28S.
Euripides, 168, 171, 189, 193,
198, 202, 207-8, 213, 222,
240, 271, 282, 288, 358, 397
-8, 404, 416-7, 420, 423, 432.
D İZİN
446
Fallaize, 428, 432,
Farnell, 158, 212.
Ferguson, 21, 23.
Frazer, 142, 144, 162,
İsokrates, 325.
164-5,
167-8.
Gelon, 262.
Glaukos, 51.
Granet, 160.
Grönbech, 54, 66.
Gyges, 109-10.
Keats, 438.
Kimon, 264, 266-7, 271-2, 342.
Kleisthenes, 117, 181, 235, 240
-3, 245, 256-7, 261, 269-70.
Kranz, 220.
Kretschmer, 47, 49, 182.
Kritias, 389.
Kserkcs, 260, 262, 405.
Kynegeiros, 284.
Kypselos, 110.
Halliday, 351.
Hamurabi, 255.
Harris, Rendcl, 136.
Harrison, Jane E., 15, 22, 137,
Lang, Andrew,
Lasos, 228.
281.
Headlam, 297, 356, 405.
Maharfy, 367-8.
Malthus, 421.
Helios, 61.
Herakleitos, 110, 188.
Herodotos, 48, 55, 60, 65, 67,
181, 183, 200, 361, 369, 433.
Hesiodos, 48, 58, 60, 67, 90-1,
102-03, 141, 153, 171, 184-6,
253, 364-5, 387, 390, 393.
Hieron, 284.
Hipparkhos, 117, 183, 260.
Hippias,
117-8,
233,
257-8,
261, 284, 346, 369.
Hippokrates, 252-3, 334, 374-5,
Mannhardt, 162, 168.
Mardonios, 264.
Marx, 401.
Megaklcs, 100, 115, 117, 183,
259, 264.
Menander, 70.
Mcnelaos, 62, 297, 299.
Midas, 109.
Millar, 21.
Miltiades. 258-60, 271, 369.
Milton. 393, 438.
Morgan, H. Lewis, 15, 21, 45-6,
64. 67.
Moskhion, 388.
Murray, Gilbert, 281, 393.
426.
Homeros, 47-51, 57-8, 67-8, 75
-6, 82-3, 87-90, 98, 101, 103,
116, 137-8, 146, 149, 157,
171, 185, 188, 214, 218, 287,
365, 435.
Hooke, 147.
140.
Nietzsche, 157.
Nilsson, 57, 90, 170-1, 175.
Nonnos, 171
Horace, 225.
Howitt, 45.
Onomakritos, 185.
İsagoras, 118, 233, 257.
Parmenides,
187, 423.
P A Y E L Y A Y IN E V İ — Cağaloğlu Yokuşu
Evren Han Kat 3, No: 51
Cağaloğlu - İstanbul
P.K. 889 Sirkeci/İstanbul
Tel. : 528 44 09 — 511 82 33