Academia.eduAcademia.edu
Giri : Sosyoloji, ama ne için? Sosyoloji, farklı biçimlerde dü ünülebilir. En basit yolu, tepeleme kitap dolu, sıra sıra dizilmi uzun kütüphane raflarını dü ünmektir. Bütün kitapların ba lıklarında, altba lıklarında ya da içindekiler listesinde "sosyoloji" sözcüğü yer alır (zaten bu yüzden kütüphane görevlisi onları bu raflara dizmi tir). Kitapların üzerinde kendilerine sosyolog diyen (yani, öğretmenlik ya da ara tırma görevi yaparken resmi unvanları sosyolog olan) yazarların isimleri vardır. Bu kitapları ve yazarlarını dü ünmek demek, sosyolojinin uygulandığı ve öğretildiği uzun yıllar boyunca birikmi bir bilgi yığınını dü ünmektir. Ve böylelikle sosyolojiyi bir tür kitap ciltleme geleneği olarak; bu alana yeni ayak basanların, ister uygulamacı sosyologlar olmayı isterse de yalnızca sosyolojinin sunduğu neyse onu elde etmeyi amaçlasınlar, ilk ba ta almaları, tüketmeleri ve sindirmeleri gerekli ciltler dolusu bilgi olarak dü ünebilirsiniz. Ya da daha iyisi sosyolojiyi durmak bilmeksizin yeni birilerinin girdiği bir alan olarak dü ünün (nihayetinde, kitap raflarına her zaman yeni kitaplar eklenir); sosyolojiyi, canlı bir ilgi, yeni deneyimler kar ısında kabul edilmi anlatıların durmaksızın sınanması, biriktirilmi bilgiye durmaksızın ekler yapılması ve bu süreç içinde bilginin deği tirilmesi olarak, kısaca bitmek bilmez bir faaliyet olarak dü ünebilirsiniz. Sosyolojiyi bu ekilde dü ünmek gayet doğal görünüyor. Bu, nihayetinde "X nedir?" türü bir soruya yanıt verirken izlediğimiz yoldur. Örneğin, "Aslan nedir?" sorusuyla kar ıla tığımızda parmağımızla hayvanat bahçesinde bir kafese konmu belli bir hayvanı ya da bir kitaptaki resmi gösteririz. Đngilizce bilmeyen birinin "Kur unkalem nedir?" sorusu kar ısında cebimizden belli bir nesneyi çıkarıp gösteririz. Đki örnekte de belli bir sözcükle belli bir nesne arasında bir bağlantı arayıp buluruz. Sözcükleri, nesnelere gönderme yapan, nesneleri temsil eden eyler olarak alırız; her sözcük bizi ister bir hayvan ister yazma aracı olsun özgün bir nesneye gönderir. Söz konusu sözcüğün gönderme yaptığı böyle bir nesne bulmak (yani sözcüğün göndergesini bulmak) ba langıç sorusunun doğru ve faydalı bir yanıtıdır. Bir kere böyle bir yanıt bulduğumda, daha sonra kar ıla acağım bilmediğim bir sözcüğün, neye, hangi bağlantıyla ve hangi ko ullarda gönderme yaptığına bakarak nasıl kullanılacağını bilirim. Bahsettiğimiz yanıt türü bana tam da bunu, verili bir sözcüğü nasıl kullanacağımı öğretir. Bu yanıt bana nesnenin kendisi, sorduğum sözcüğün gönderge-si olarak gösterilmi ey hakkında bilgi vermez. Ben yalnızca nesnenin neye benzediğini bilirim ve böylplikle gelecekte de onu sözcüğün temsili ettiği ey olarak tanıyacağım demektir. Bundan dolayı parmakla, gösterine yönteminin bana öğreteceği eyin sınırları, hem de çokjdar sınırları vardır. Sözcüğün gönderme yaptığı nesnenin ne olduğunu bulur bulmaz, muhtemelen hemen yeni sorulara geçerim: "Bu nesnenin özgünlüğü nereden geliyor? Ba ka nesnelerden farkı nereden geliyor ki onu ayrı bir isimle çağırıyoruz?" Bu 10 bir aslandır. Ama kaplan değildir. Bu bir kur unkalemdir. Ama tükenmez kalem değildir. Eğer bu hayvana aslan demem doğru, kaplan demem yanlı sa, onda aslanda olan ama kaplanda olmayan bir eyin (aslanı kaplan değil aslan yapan bir eyin) olması gerekir. Aslanları kaplanlardan ayıran belli bir farklılık olmalıdır. Ancak bu farklılığı ke federsek, "aslan" sözcüğünün temsil ettiği nesneyi bilmekten ayrı olarak aslanları gerçekten aslan yapan eyin ne olduğunu bilebiliriz. Dolayısıyla sosyoloji hakkındaki soruya verilen ilk yanıt bizi tam olarak tatmin etmekten uzaktır. Daha ba ka eyleri dü ünmemiz gerekiyor. "Sosyoloji" sözcüğünün belli bir bilgi yığınım ve aynı anda ona eklemeler yaparak bu bilgiyi kullanan belli pratikleri temsil ettiğine ikna olduktan sonra, artık o bilgi ve pratikler hakkında yeni sorular sormanın zamanı gelmi tir. Bir eyi diğerlerinden farklı olarak "sosyolojik" yapan nedir? Bir eyi öteki bilgi yığınlarından ve öteki bilgi kullanma/üretme pratiklerinden farklı kılan nedir? Aslında, sosyoloji kitaplarıyla dolu kitap raflarına baktığımızda gözümüze çarpan ilk ey ba ka raflar olacaktır. Çoğu üniversite kütüphanesinde, muhtemelen hepsi de "sosyoloji"den ba ka isimler ta ıyan, sözgelimi etiketlerinde "tarih", "siyasal bilimler", "hukuk", "sosyal politika", "ekonomi" yazan kitapların en yakın raflara yerle tirilmi olduğunu göreceksiniz. Bu gibi rafları birbirine yakın olacak ekilde düzenleyen kütüphaneciler belki okuyucuların rahatı ve istedikleri kitabı kolayca bulmalarını dü ünmü tür. Sosyoloji raflarına göz gezdiren okuyucuların zaman zaman, örneğin tarih ya da siyasal bilimler raflarına konmu bir kitabı arayacaklarını ve bu kitapları, örneğin fizik ya da makine mühendisliği rafla-rındaki kitaplardan daha sık arayacaklarını varsayın ıslardır (ya da biz öyle olduğunu tahmin edebiliriz). Ba ka bir ifadeyle, kütüphaneciler sosyolojinin konusunun bir bakıma "siyasal bilimler" ya da "ekonomi" adı altındaki bilgi yığınının konusuna daha yakın olduğunu, belki ayrıca sosyoloji kitaplarıyla hemen yakınına dizilmi kitaplar arasındaki farklılığın sosyolojiyle, örneğin kimya ya da tıp bilimleri arasındaki farklılığa kıyasla daha az dillendirilmekte, belli belirsiz, biraz da tartı malı olduğunu varsa3'mı lardır. Akıllarından bu dü ünceler geçmi olsun ya da olmasın, kütüphaneciler doğru olanı yapmı tır. Yan yana dizilmi bilgi kümelerinin ortak çok eyleri vardır. Hepsi de insan ürünü dünyayla, dünyanın insan etkinliklerinin izlerini ta ıyan, insanların eylemleri olmaksızın var olması dü ünülemeyeıı parçası ya da bojmtlarıyla ilgilidir. Tarih, hukuk, ekonomi, siyasal bilimler, sosyoloji, hepsi de insan eylemlerini ve bunların sonuçlarını tartı ır. Bu da payla tıkları çok ey olduğu anlamına gelir ve dolayısıyla gerçekten aynı gruba girerler. Gelgelelim, eğer bütün bu bilgi kümeleri aynı alanı ara tırıyorlarsa, onları birbirinden ayıran ey, varsa, nedir? "Farklılık yaratan farklılık", bölünmeyi ve ayrı isimleri haklıla tıran ey nedir? Bütün benzerliklerine ve ortak ilgileri ve alanlarına rağmen, hangi gerekçeyle tarihin sosyoloji olmadığında ve ikisinin birden siyaset bilimi olmadığında ısrar edebiliriz? Bu sorulara hemen hiç dü ünmeden yanıtı yapı tırırız: Bilgi kümeleri arasındaki bölünme, inceledikleri dünyadaki bölünmü lüğü yansıtmalıdır. Onları birbirinden farklıla tıran insan eylemleri ya da insan eylemlerinin özellikleridir ve bilgi kümeleri arasındaki bölünme bu olgunun bilincine varılmasından ba ka bir ey değildir. Bundan dolayı deriz ki, sosyoloji halihazırda süregelen ya da zamanla deği meyen genel nitelikli eylemler üzerinde yoğunla ırken, tarih, geçmi te gerçekle mi ve bugün artık olmayan eylemlerle ilgilidir; sosyoloji dikkatini bizim toplumumuzda (ne anlama geliyorsa) gerçekle en eylemlere ya da bir toplumdan ötekine deği meyen eylem türlerine verirken, antropoloji, bizimkinden uzak ve farklı toplumlardaki insan eylemlerini anlatır. Sosyolojinin öteki yakın akrabalarına gelince "kesin" yanıt vermek biraz zor olacaktır ancak yine de unları söyleyebiliriz: Siyasal bilimler, ağırlıklı olarak iktidar ve yönetimle ilgili eylemleri tartı ır; ekonomi, mal ve hizmetlerin üretilmesi ve dağıtılması kadar kaynakların kullanılması ile ilgili eylemleri ele alır; hukuk, insan davranı ını düzenleyen normlar ve bu normların/kuralların nasıl ifade edildiği, yükümlülükler getirdiği ve uygulandığı ile ilgilidir... Oimdiye kadar anlatılanlar ı ığında, aynı yoldan ilerleyerek sosyolojinin öteki disiplin-12 lerin dikkatinden kaçmı eylerden beslenen bir tür arlıkçı disiplin olduğunu görebiliriz. Öteki disiplinler kendi mikroskopları allına ne kadar çok ey alırlarsa sosyolojiye o kadar az ey kalır; sanki "orada", insan dünyasında, özgün ara tırma dallan tarafından içkin niteliklerine bağlı olarak ayrı tınlmayı ve seçilip alınmayı bekleyen sınırlı sayıda olgu vardır. Sorumuza verilen böyle "kesin" bir yanıtın içerdiği sorun udur: Bu yanıt ancak bize a ikâr ve tartı masız doğru gelen ba ka çoğu inanç gibi, ki inin sözünü etmeden kabul eder göründüğü bütün varsayımlara daha yakından bakmadığımız sürece kesinliğini korur. Her eyden önce, insan eylemlerinin belli sayıda ayrı tipe bölündüğü fikri de nereden çıktı? Nereden mi, eylemlerin bu ekilde sınıflandırılmı olması ve bu sınıflandırmada her dosyaya ayrı bir isim verilmi olmasından (öyle ki ne zaman politikadan, ne zaman ekonomiden ve ne zaman hukuki meselelerden bahsedeceğimizi ve nerede neyi bulacağımızı biliriz); ve ba kaları değil de belli tür eylemler üzerinde ara tırma yapmaya, etraflı görü ler sunmaya, yol göstermeye ya da tavsiyelerde bulunmaya tek kendilerinin hakkı olduğu iddiasında bulunan bilgili ve güvenilir bir grup uzmanın olmasından. Ancak biz soru turmamızı bir adım daha ileri götürelim: "Kendi ba ına" insan dünyasının ne olduğunu nasıl bilebiliriz? Yani, ekonomi, politika ya da sosyal politika biçiminde parçalanmadan önce ve böylesi bir parçalanmadan bağımsız olarak insan dünyasını nasıl bilebiliriz? Hiç ku kusuz, bunu kendi hayat deneyimimizden öğrenmiyoruz. Kimse imdi politika sonra ekonomi dünyasında ya amaz; kimse Đngiltere'den Güney Amerika'ya gitmekle sosyolojiden antropolojiye geçmi olmaz ya da bir yıl daha ya landığında tarihten sosyolojiye geçmez. Eğer ya arken böylesi alanları ayırabiliyorsak, eğer bu eylemin burada ve imdi politikaya ait olduğunu diğerinin de ekonomik karakter ta ıdığını söyleyebiliyor-sak, bunun tek nedeni bize her eyden önce bu tür ayrımlar yapmanın öğretilmi olmasıdır. Dolayısıyla gerçekten dünyanın kendisini değil, dünyayla ili kimizi biliriz; bir bakıma, dünya imgemizi, dilden ve eğitimden kazandığımız yapı taslarından sıkıca örülmü bir modeli pratiğe geçiririz. Demek ki, akademik disiplinler arasındaki farklılıklardan yansıyan biçimiyle insan dünyasında doğal bir bölünmenin olmadığını söyleyebiliriz. Tersine, insan dünyasının zihnimizde ta ıdığımız ve sonra yaptığımız i lere uyguladığımız zihinsel haritasında görünenler, insan eylemleriyle uğra an akademisyenler arasındaki i bölümünün sonucudur; bu, her bir alanın uzmanlarının ayrılmasıyla ve her bir grubun hükmettikleri alana neyin ait olup neyin olmadığına karar verme hakkıyla desteklenip peki tirilen bir i bölümüdür. Đçinde ya adığımız dünyaya yapısını kazandıran da bu i bölümüdür. Bundan dolayı, gizimizi çözmek ve "farklılık yaratan farklılığın" saklandığı yeri bulmak istiyorsak, ba langıçta dürüst bir biçimde dünyanın doğal yapısını bize gösteriyor gibi görünen, kerametleri kendinden menkul disiplinlerin pratiklerine baksak iyi olur. Artık aradaki farkı doğuran eyin ilk ba ta bu pratiklerin kendisi olduğunu kestirebiliriz; eğer bir yansıtma varsa, bu bizim sandığımızın tam tersi yöndedir. Çe itli çalı ma alanlarının pratikleri birbirlerinden nasıl ayrılırlar? Đlk bakı ta bunlar, çalı ma konulan olarak seçtikleri eylere kar ı tutumları bakımından çok az farklılık gösterir ya da hiç farklılık göstermezler. Hepsi kendi konulan ile ilgilenirken aynı davranı kurallarına uyar. Hepsi ilgili olguların tümünü toplamaya gayret eder; hepsi olguları hakkında herhangi bir ku kuyu ortadan kaldırmaya çalı ır; olgular denetlenir ve yeniden denetlenir ve bu yüzden olgular hakkındaki hain bilgi güvenilir olur; hepsi olgular hakkında yaptıkları önermeleri açıkça, belirsizliğe yer bırakmaksızın anla ılabilecek ve önermeyi türettikleri kanıtla ve yine gelecekte mevcut olabilecek herhangi bir kanıtla sınanabilecek biçime sokmaya çalı ırlar; hepsi yaptıkları ya da savundukları önermeler arasındaki çeli kileri ayıklamaya ya da ortadan kaldırmaya çalı ırlar ki aynı zamanda doğru olabilecek iki önerme birden ortaya atılmamı olsun. Kısacası, hepsi verdikleri sözlere sadık kalmaya, bulgularını sorumlu bir biçimde (yani, doğruya götüreceğine inanılan bir biçimde) elde etmeye ve sunmaya çalı ırlar. Böyle yapmadıkları takdirde ele tirilmeye ve iddialarını geri çekmeye hazırdırlar. Demek 14 ki, uzmanların görevlerinin ve hikmetlerinin, yani mesleki sorumluluklarının nasıl anla ılacağı ve uygulanacağına ili kin hiçbir farklılık yoktur. Muhtemelen, akademik pratiklerde çoğu ba ka özellikleri bakımından da bir farklılık bulamayacağız. Akademik uzmanlık iddiasında olan ve iddiası kabul gören herkes olguları toplayıp i lemekte benzer yollar izler: Üzerinde çalı tıkları eyleri ya doğal ortamlarında (örneğin, evinde, kamusal ili kilerinde, i ve eğlence yerlerinde "normal" günlük hayatlarını ya ayan insanlar) ya da özel olarak tasarlanıp sıkı bir biçimde kontrol edilmi deney ko ullarında (örneğin, bilerek tasarlanmı düzenekler içinde insan tepkileri gözlendiğinde ya da insanlar olur olmaz karı ıklıkları ortadan kaldırmak üzere tasarlanmı sorulara yanıt vermeye yönlendirildiklerinde) gözlerler; bu da olmazsa, geçmi te yapılmı benzer gözlemlerden (örneğin, kilise kayıtları, nüfus sayımlan, polis ar ivleri) elde edilen kanıtlan kendi olguları olarak kullanırlar. Bütün akademisyenler biriktirdikleri ve tetkik ettikleri olgulardan sonuçlar çıkarırken ve bunları doğrular ya da çürütürken aynı genel mantık kurallarını izlerler. Göründüğü kadarıyla "farklılık yaratan farklılık" arayı ımızda son umudumuz, her inceleme dalı için tipik sorularda, farklı disiplinlerden dü ünürlerin insan eylemlerine bakarken, onları inceler ve açıklarken görü açılarını (bili selperspektifler) belirleyen sorularda ve bu gibi soruların ürettiği bilgiyi düzene sokup insan hayatının verili bir bölümünün modeline ya da boyutuna katmak için kullanılan ilkelerde yatmaktadır. Çok kaba bir yakla ımla, örneğin ekonomi, birincil olarak insan eylemlerinin maliyetleri ile sonuçları arasındaki ili kiye bakacaktır. Muhtemelen insan eylemlerine, bu eylemleri gerçekle tirenlerin, yani aktörlerin ya da faillerin eri mek ve kendilerine en yararlı olacak biçimde kullanmak istedikleri kıt kaynakların idaresi açısından bakacaktır. Dolayısıyla ekonomi, failler arası ili kileri, arz ve talebin düzenlediği mallar ile hizmetlerin yaratılması ve mübadelesinin unsurları olarak görecektir. Son olarak ekonomi, kaynakların yaratılması, elde edilmesi ve çe itli talepler arasında dağıtıl-' ması sürecine ili kin bir modele göre bulgularını düzene sokacak tır. Siyasal bilimler ise, en azından ba ka faillerin fiili ya da tahmini tutumlarını deği tiren ya da onlar tarafından deği tirilen (genellikle güç ve nüfuz ba lığı altında tartı ılan bir etki) özellikte insan eylemleri ile ilgilenecektir. Siyaset, insan eylemlerini böylesi güç ve niifuzlardaki dengesizlik açısından ele alacaktır; belli failler, etkile im sürecinden muhataplarına oranla davranı ları daha köklü bir deği ikliğe uğramı olarak çıkacaktır. Siyasal bilimler muhtemelen bulgularını güç, tahakküm, otorite vb. kavramlar etrafında örgütleyecektir; bu kavramların hepsi ili kide tarafların mücadelesini verdikleri eyleri elde etme anslarındaki farklıla maya gönderme yapar. Ekonominin ve siyasal bilimlerin bu ilgileri (be eri bilimlerin geri kalanları tarafından gözetilen ilgi alanları gibi) hiçbir biçimde sosyolojiye yabancı değildir. Bunu sosyoloji öğrencilerine önerilen herhangi bir okuma listesini görür görmez anlayacaksınız; bu liste neredeyse kesin olarak kendilerini tarihçi, siyasal bilimci ya da antropolog olarak adlandıran ve bu sınıfa sokulan dü ünürlerin kaleme aldığı birkaç çalı mayı içerecektir. Ne var ki, diğer sosyal ara tırma dalları gibi sosyolojinin de kendi yorumlama ilkeleri kadar kendi bili sel perspektifi, insan eylemlerini soru turmak üzere kendi soru kalıpları vardır. Geçici bir ilk özet olarak diyebiliriz ki, sosyolojiyi farklı bir yere koyan ve ona belirleyici karakterini veren ey, insan eylemlerini geni çaplı olu umların öğeleri olarak görme alı kanlığıdır- bu olu umlar ise kar ılıklı bir bağımlılık (eyleme giri ilme ihtimalinin ve eylemin ba arı ansının öteki faillerin kimler olduğu ya da ne yapabileceklerine bağlı olarak deği tiği bir durum anlamında bağımlılık) ağına takılmı faillerin rastlantısal olmayan birlikteliği biçiminde dü ünülebilir. Sosyologlar bu ekilde hep birlikte ağa takılmanın insan faillerin muhtemel ve fiili davranı ları açısından sonuçlarının neler olduğunu soracaktır. Bu gibi ilgiler sosyolojik ara tırmanın nesnesine biçim verir; olu umlar, yani kar ılıklı bağımlılık ağları, eylemin kar ılıklı ko ullayıcılığı ve faillerin özgürlüklerinin geni lemesi ya da daralması sosyolojinin en ağırlıklı olarak üzerinde durduğu meselelerdir. Senin benim gibi tek tek failler 16 sosyolojik çalı manın görü alanına bir kar ılıklı bağımlılık ağı içindeki birimler, üyeler ya da ortaklar olma kapasiteleriyle girecektir. Denebilir ki, sosyolojinin merkezi sorusu udur: Ne yaparlarsa yapsınlar ya da yapabilir olurlarsa olsunlar, insanların ba ka insanlara bağımlı olmaları ne anlamda önemlidir; insanların her zaman ve kaçınılmaz olarak ba ka insanlarla ortaklık, ileti im, mübadele, rekabet, elbirliği halinde ya amaları ne anlamda önemlidir? Đ te sosyolojik tartı manın özel alanını olu turan ve sosyolojiyi be eri ve sosyal bilimlerin görece özerk bir dalı olarak tanımlayan (ve ne ara tırma amacıyla seçilmi insanlar ve olayların ayrı bir koleksiyonu ne de öteki inceleme alanlarının ihmal ettiği türden belli bir insan eylemleri dizisi olan) bu soru türüdür. Sonuçta diyebiliriz ki, sosyoloji en ba ta insan dünyası hakkında bir dü ünme biçimidir; ilke olarak aynı dünya hakkında ba ka yollarla da dü ünebilirsiniz. Sosyolojik dü ünce tarzından ayrılan öteki yollar arasında sağduyu özel bir yer i gal eder. Belki diğer akademik dallardan daha çok sosyoloji, kendi yeri ve pratiği için önemi tartı ılmaz sorunlarla dolu olan sağduyuyla (hayatımızdaki günlük i lerimizi yürütmek için faydalandığımız zengin ancak dağınık, sistematik olmayan, genelde bağlantıları belirsiz ve söze dökülemeyen bilgi ile) ilgilidir. Aslında çok az bilim dalı sağduyuyla ili kisini açıktan dile getirir; çoğu, sağduyunun bırakın bir sorun olu turduğuna, mevcut olduğuna bile değinmez. Çoğu bilim dalı kendileri gibi saygın ve sistematik bir ara tırma çizgisi izleyen diğer bilim dallarıyla onu birle tiren köprülere ya da onlardan ayıran sınırlara göre kendini tanımlama pe indedir. Sağduyuyla, çizilen sınırları ya da yapı ta larını yerinden oynatacak ölçüde ortak bir zemini payla tığını dü ünmez. Kabul etmek gerekir ki, onların bu ilgisizlikleri yersiz değildir. Sağduyunun örneğin fiziğin, kimyanın, astronominin ya da jeolojinin ilgilendiği konular hakkında söyleyecek hemen hemen hiçbir eyi yoktur (ve sağduyunun bu gibi konularda söyleyebildikleri de, onlar karma ık bulgularını sıradan insanların kavrayabileceği ve anlayabileceği hale getirmeyi ba ardıkları oranda bu bilimlerin kendileri sayesinde olur). Fiziğin ya da astronominin ilgilendiği konular sıradan insanların görü ufkuna, yani senin benim günlük deneyimimiz çerçevesine pek girmez. Ve bu yüzden biz, uzman olmayan sıradan insanlar, bu gibi konular hakkında bilim insanlarının yardımı, hatta verdikleri eğitim olmaksızın bir kanıya varamayız. Bu ve benzeri bilimlerin ara tırdığı konular yalnızca sıradan insanların akıl sır erdiremediği çok özel ko ullarda, örneğin milyonlarca dolarlık bir hızlandırıcının ekranında, dev bir teleskopun merceğinde ya da bin feet derinliğinde bir kuyunun dibinde ortaya çıkarlar. Ancak bilimciler onları görebilir ve onlar üzerinde deney yapabilir; bu konular ve olaylar verili bilim dalının, hatta onun seçilmi uygulayımcılarının tekelindeki bir mülktür; hem de meslekten olmayan kimsenin ortak olamadığı bir mülk. Çalı malarının hammaddesini sağlayan deneyimin biricik sahibi olan bilimcilerin o materyalin i lenme, çözümlenme ve yorumlanma biçimleri üzerinde tam bir denetimleri vardır. Bu süreçten çıkan ürünler ba ka bilimcilerin, ama sadece onların, kılı kırk yaran değerlendirmelerine dayanmak zorundadır. Onlar kamuoyuyla, sağduyuyla ya da uzman olmayan görü lerin herhangi bir ba ka biçimiyle yarı mak zorunda kalmazlar; bunun tek nedeni, üzerinde çalı tıkları ve laf ettikleri konularda kamuoyu ya da sağduyuya özgü bir görü bulunmamasıdır. Sosyolojiye gelince i ler çok farklıdır. Sosyolojinin çalı ma alanında dev hızlandırıcılara ya da radyoteleskoplara benzer bir ey yoktur. Sosyolojik bulgu için hammadde sağlayan bütün deneyimler, sosyolojik bilgiyi olu turan hemen her ey sıradan insanların normal günlük hayatlarında ya adıkları eylerdir; deneyim, bazen pratikte mümkün olmasa da, ilke olarak herkese açıktır; ve deneyim bir sosyologun büyüteci altına girmeden önce zaten herkes tarafından, sosyolog olmayan, sosyolojik dili kullanma ve olayları sosyolojik görü açısından görme eğitimi almamı bir ki i tarafından ya anmı tır. Nihayetinde hepimiz ba ka insanlarla birlikte ya arız ve birbirimizi etkileriz. Hepimiz elde ettiklerimizin ba ka insanların yaptıklarına bağlı olduğunu çok iyi biliriz. Hepimiz birçok kere arkada larla ya da yabancılarla ileti im kopukluğunun acısını çekimsizdir. Sosyolojinin bahsettiği her ey zaten hayatımızda olmu eylerdir. Zaten öyle olması da gerekir, aksi halde hayatımızı yürütemezdik. Ba kalarıyla birlikte ya amak için bir sürü bilgiye ihtiyaç duyarız ve sağduyu bu bilginin adıdır. Günlük rutinlerin içine iyice daldığımızda, olup bitenlerin mı üzerinde pek durup dü ünmeyiz; hatta özel deneyimimizi kalarının ba ına gelenlerle kar ıla tırmaya, bireysel olandaki ,vc olanı, tikel olandaki genel olanı görmeye fırsatımız hiç olma/.; yologların bizim yerimize yaptıkları tam da budur. Biz onlarda isel hayat hikâyemizin ba ka insanlarla payla tığımız tarih i K sil örüldüğünü bize göstermelerini bekleriz. Ne var ki, sosyoh bu kadar derine insinler ya da inmesinler, yola çıkmak için scı ve benimle payla tıkları gündelik hayat deneyiminden, her bir zin günlük hayatına girmi ham bilgiden ba ka bir hareket nok n yoktur. Yalnızca bu nedenden dolayı sosyologlar, fizikçileri biyologların örneğini ne kadar sıkı biçimde izlerlerse izlesink çalı malarının konusuna ne kadar uzak dururlarsa dursunlar ( senin ve benim hayat deneyimlerime tarafsız ve uzaktan bakar gözlemcinin yaptığı gibi "orada dı arıda" bir ey olarak baksın kavramaya çalı tıkları deneyimin iç bilgisinden tamamen k* mazlar. Ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, sosyologlar yorun maya çalı tıkları deneyimin iki yanında da, aynı zamanda hen hem de dı yüzünde de kalmaya mecburdurlar. (Sosyologların l gularım kaydederken ve genel önermelerini kaleme alırken "l zamirini ne kadar sık kullandıklarına dikkat edin. "Biz" hem c an hem de çalı ılanı içine alan bir "nesne"yi belirtir. Bir fizikçi kendileri ile moleküller arasındaki ili kiden bahsederken "biz" mirini kullandığını tahayyül edebilir inisiniz? Ya da kendileri yıldızlar hakkında bir genelleme yaparken "biz" diyen astronom n?) Sosyoloji ile sağduyu arasındaki özel ili ki hakkında söyle çek daha ba ka eyler de var. Modern fizikçilerin ya da astronoı ların gözlemleyip üzerine teori ürettiği fenomenler masum ve h zulmamı bir biçimde, i lenmemi , etiketlerden, hazır tanımlan! ve ön yorumlardan özgür (yani, yorumların ortaya çıkmasını sağl yacak deneyleri kuran fizikçilerin önceden yaptığı türden yorum! dı ında) ortaya çıkar. Onlar kendilerine isim versin diye, kendiln ni öteki fenomenlerin arasına katsın ve kendilerinden doğru düzgi bir bütün olu tursun diye, kısaca kendilerine anlam versin diye fizikçileri ya da astronomları beklerler. Ancak önceden hiç anlam verilmemi böyle teiniz ve el değmemi fenomenlerin sosyolojik kar ılıkları, eğer varsa, birkaç tane vardır. Sosyologların ara tırdığı türden insan eylemleri ve etkile imleri, ne kadar dağılmı , bölük pörçük olursa olsun, hepsi faillerin kendileri tarafından isimlendirilmi ve teorize edilmi tir. Sosyolog onları irdelemeye ba lamadan önce, sağduyusal bilginin nesnesi olmu lardır. Aileler, örgütler, akrabalık ili kileri, kom uluk ili kileri, ehirler ve köyler, milletler ve kilise cemaatleri ve düzenli insan etkile imiyle bir arada tutulan ba ka grupla malar zaten faillerce anlamlandırılmı ve önemleri belirlenmi tir, öyle ki failler eylemleri sırasında bu anlamların ta ıyıcıları olduklarını bilirler ve ona göre davranırlar. Sıradan failler ve meslekten sosyologlar onlardan bahsederken aynı isimleri, aynı dili kullanmak zorunda kalacaklardır. Sosyologların kullanabilecekleri her terim senin benim gibi "sıradan" insanların sağduyusal bilgisi tarafından verilmi anlamlar ile son derece yüklenmi olacaktır. Yukarıda açıklanan nedenden dolayı sosyoloji, sağduyuyla, kimya ya da jeoloji gibi bilimlerin gösterdiği mağrur sükûneti gösteremeyecek kadar yakından ilgilidir. Sen ve ben insanın kar ılıklı bağımlılığından ve insan etkile iminden bahsedebiliriz, hem de bunu yetkinlikle yaparız. Hepimiz onları uygulamaz ve ya amaz mıyız? Sosyolojik söylem herkese açıktır; herkese katılması için yapılmı daimi bir davet değildir ama açıkça belirlenmi ya da a ılmaz sınırlar da koymamı tır. Güvenliği önceden garantiye alınmamı belli belirsiz sınırlarıyla (sıradan deneyimle eri ilemeyecek konuları ara tıran bilimlerin tersine), sosyolojinin sosyal bilgi üzerindeki egemenliği, konusu üzerinde yetkin hükümler verme hakkı her zaman itiraza açıktır. Đ te bu yüzden, uygun sosyolojik bilgiyle her zaman sosyolojik fikirlerle dolu olan sağduyu arasına sınır çekmek, tutarlı bir bilgi kümesi olarak sosyolojinin kimliği açısından çok önemli bir konudur; ve sosyologların bu konuya diğer bilimcilerden daha fazla dikkat etmesinin nedeni de budur. Sosyolojinin ve sağduyunun -senin ve benim hayat hakkındaki 20 "ham" bilgimizin- payla tıkları konuyu, yani insan deneyimini ele alı biçimleri arasında en azından dört temel farklılık sayabiliriz. Öncelikle, sağduyudan farklı olarak (ba ka, daha çok gev ek ve daha az ihtiyatlı bir biçimde özdenetimli olduğu söylenen bilgi biçimlerinden ayrı olan) sosyoloji, bilimin bir vasfı olduğu kabul edilen sorumlu konu manın katı kurallarına kendini uydurmaya gayret eder. Buna göre, sosyologlardan beklenen, mevcut kanıtlarla desteklenmi önermeler ile ancak geçici, sınanmamı bir tahmin statüsüne hak kazanabilecek önermeler arasında herkesin görebileceği ve anlayabileceği ayrımlar yapmaya büyük özen göstermeleridir. Sosyologlar, en çok gönül verdikleri ve iddetle savundukları inançlar bile olsa, yalnızca kendi inançlarından kaynaklanan fikirleri, bilimin genelde saygın otoritesini ta ıyan sınanmı bulgular olarak göstermekten sakınacaklardır. Sorumlu konu ma kuralları ki iden "i yerinin" -nihai sonuca götüren ve güvenilirliğinin garantisi olma iddiasındaki bütün sürecin- kapılarını sınırsız bir kamusal irdeleme için ardına kadar açmasını talep eder; bu kalıcı davet yeniden sınayacak ve diyelim ki bulguların yanlı olduğunu kanıtlayacak herkese açık olmalıdır. Sorumlu konu ma, konusuna ili kin yapılmı öteki önermelerle de ili kilendirilmelidir; ne kadar kar ıt ve bu yüzden de yersiz olurlarsa olsunlar, öteki görü leri görmezlikten gelemez ya da sessizlikle geçi tiremez. Sorumlu konu manın kuralları bir kere dürüst biçimde ve titizlikle gözetilirse, ortaya çıkan önermelerin güvenilirlikleri, inanılırlıkları ve hatta pratik yararlılıklarının büyük oranda artacağı, garanti olmasa bile umulur. Bilimin tasdik ettiği inançların güvenilir olduğuna ili kin ortak dü üncemiz, ağırlıkla bilimcilerin gerçekten sorumlu konu manın kurallarım izleyecekleri ve bir bütün olarak bilim mesleğinin, her üyesinin her defasında buna uyup uymadığını denetleyeceği umuduna dayanır. Bilimcilerin kendilerine sorarsanız, onlar da sundukları bilginin üstünlüğünden yana bir argüman olarak sorumlu konu manın erdemlerine i aret ederler. Đkinci farklılık yargı olu turmak için materyalin çıkarıldığı alanın büyüklüğü ile ili kilidir. Meslekten olmayan çoğumuz açısından, böyle bir alan bizim kendi ya am dünyamızla, yaptığımız ey ler, kar ıla tığımız insanlar, izleyeceğimiz amaçlar ve ba ka insanların kendileri için koyduklarını tahmin ettiğimiz amaçlan ile sınırlıdır. Bu, çoğumuzun pek yetemediği ya da böyle bir çaba sarf etmekten ho lanmadığı ölçüde kaynak ve zaman gerektireceğinden, yapsak bile nadiren, kendimizi günlük kaygılanınız düzeyinden kurtarıp daha geni bir deneyim ufkundan bakmak üzere yukarıya çekeriz. Ne var ki, hayat artlarının muazzam çe itliliği veri alındığında, yalnızca ki isel hayatımızın dünyasına dayanan her deneyim zorunlu olarak kısmi ve çok büyük bir ihtimalle tek yanlı olacaktır. Bu gibi sorunlar ancak ki ilerin hayatlarını ya adıkları dünyalar çokluğundan çıkarılan bütün ba ka deneyimler bir araya getirilir ve kar ıla tırılırsa giderilebilir. Karı tığı girift bağımlılıklar ve bağlan-tısallıklar ağı -tek bir ki inin hayat hikâyesinden bakılarak gözlene-meyecek kadar geni bir alana uzanan bir ağ- gibi ki isel deneyimin eksikliği de ancak o zaman ortaya çıkacaktır. Ufukların böylesine geni lemesinin toplam sonucu, bireysel hayat hikâyesi ile engin sosyal süreçler deryası arasındaki sıkı bağın, bireyin belki farkında olmadığı ve kesinlikle denetleyemeyeceği o bağın ke fi olacaktır. Đ te bu nedenden dolayı, sosyologların bireysel hayat dünyasının sunduğundan daha geni bir bakı açısı arayı ları büyük bir farklılık yaratır; yalnızca nicel bir farklılık (daha çok veri, tek tek örnek olaylar yerine daha çok olgu ve istatistik veri) değil nitelik ve bilginin kullanımı bakımından da bir farklılık yaratır. Hayatta kendine özgü amaçlar güden ve ba ına gelecekleri daha fazla denetlemek için mücadele eden senin benim gibi insanlar için, sosyolojik bilgi sağduyunun veremediği bir eyler sunar. Sosyoloji ile sağduyu arasındaki üçüncü farklılık tek tek her ki inin insan gerçekliğine anlam verme biçimleriyle; ki ilerin meraklarını gidermek için, neden bu değil de unun olduğunu ya da durumun neden böyle olduğunu nasıl açıklamaya kalkı tıkları ile ili kilidir. Benim gibi senin de, kendi deneylerinden kalkarak eylemlerinin "yaratıcısı" olduğunu bildiğini dü ünüyorum; biliyorsun ki (zorunlu olarak senin eyleminin sonuçlan olmasa da) yaptığın ey senin maksadının, umudunun ya da niyetinin ürünüdür. Sen normal olarak yaptığını, ister bir nesneye sahip olmayı arzu etmi 22 ol, ister öğretmeninden bir "aferin" almayı, isterse arkada larımı iğnelemelerine bir son vermeyi amaçlamı ol, arzu ettiğin bir duru mu yaratmak için yaparsın. Gayet doğal olarak eylemini du unun biçimin sana bütün öteki eylemleri anlamlı kılman için bir modı-hizmeti görür. Bu gibi eylemleri, niyetlerini kendi deneyimlerindcı bildiğin ba kalarına atıfta bulunarak açıklarsın. Bu, elbette, açıkla ma araçlarımızı yalnızca emsal olu turan kendi dünyamızdan elde ettiğimiz müddetçe, çevremizdeki insan dünyasını anlamlandırabil diğimiz tek yoldur. Genelde dünyada olan biten her eyi birilerinin kasti eylemlerinin sonucu olarak algılama eğilimi ta ırız. Olanlardan sorumlu ki iler ararız ve bulduğumuzda da ara tırmamızın tamamlandığına inanırız. Ho umuza giden her olayın arkasında birilerinin iyi niyetinin, ho lanmadığımız her olayın arkasında da birilerinin kötü niyetinin yattığını varsayarız. Bir durumun, kimliği belli "birilerinin" bilinçli eyleminin sonucu olmadığım kabul etmek bizim için zordur ve herhangi bir can sıkıcı durumun, birilerinin bir yerlerde doğru olanı yapar yapmaz düzelebileceğine ili kin inancımızdan öyle kolay vazgeçmeyiz. Politikacılar, gazeteciler ya da ekonomi danı manları gibi, bizim için herhangi biri olmaktan öte olan ki iler dünyayı bizim adımıza yorumlarlar, üstelik yorumlan bizim eğilimimizle uyum içindedir ve onlar, sanki devlet ya da ekonomi bizim gibi tek tek bireyler için düzenlenmi de ihtiyaçları ile talepleri olabilirmi gibi "devletin ihtiyaçlarından" ve "ekonominin taleplerinden" bahsederler. Diğer yandan onlar milletlerin, devletlerin ve (bu türden olu umların yapılarında derinlere i lemi ) ekonomik sistemlerin karma ık sorunlarım sanki birinin isimlendi-rebileceği, kamera kar ısına koyabileceği ve görü me yapabileceği birkaç bireyin dü ünceleriyle faaliyetlerinin sonuçlarıymı çasına resmederler. Sosyoloji bu ki iselle tirilmi dünya görü üne kar ı çıkar. Sosyoloji gözlemlerine bireysel failler ve tekil eylemler yerine olu umlardan (bağımlılık ağlarından) yola çıkarken, tamamen ki isel ve özel olan kendi dü üncelerimiz ve i lerimiz de dahil, insan dünyasını anlamanın anahtarı olarak bildiğimiz o güdülenmi birey metaforunun yerinde olmadığını gösterir. Ki i sosyolojik olarak dü ünürken insanlık halini, hem güdülerimizi hem de eylemli ligimizin sonuçlarını açıklayan en acımasız gerçeklikleri, yani insanların kar ılıklı bağımlılığının çok katlı ağlarını çözümleyerek anlamlandırmaya çalı ır. Son olarak dünyayı ve kendimizi anlamamızda sağduyunun gücünün (sağduyunun sorgulanamazlığı, ki inin kendini olumlamasını sağlama kapasitesi), hükümlerinin görünü teki tartı ma götürmez karakterine bağlı olduğunu hatırlayalım. Bu, sağduyumuzu biçimlendiren ama aynı zamanda onun tarafından biçimlendirilen günlük hayatın rutin, tekdüze doğasına dayanan döngüdür. Günübirlik i lerimizin çoğunu olu turan alı ılagelmi ve tekdüze hareketlerimizi sürdürdükçe çok fazla kendimizi irdeleme ve çözümleme gereği duymayız. Yeteri kadar sıklıkla yinelendiğinde eyler bildik hale gelirler ve bildik eyler kendi kendilerini açıklarlar; soru vs ku ku doğurmazlar. Bir bakıma görünmezdirler. Đnsanlar "her ey her zamanki gibi", "herkes her zamanki gibi" dedikleri sürece sorulacak soru ve neredeyse yapılacak hiçbir ey yoktur. A inalık yalnızca sorgulayıcılığın ve ele tirinin değil, aynı zamanda yenilik arayı ının ve deği tirme cesaretinin de en amansız dü manıdır. Alı kanlıkların ve kar ılıklı olarak birbirlerini peki tiren inançların hükmü altındaki bu bildik dünya ile kar ıla tığında, sosyoloji herkesin i ine burnunu sokan ve sıklıkla sinir bozucu bir yabancı gibi davranır. Sosyoloji "sakinler" arasında kimsenin bırakın yanıtlanmayı, sorulduğunu bile hatırlamadığı sorular sorarak rahat ve sessiz hayat tarzını bozar. Bu gibi sorular belli olan eyleri bulmacalara dönü türür; bildik olanı bilmedikle tirir. Ansızın hayatın günlük akı ı masaya yatırılır. Artık o yalnızca olası tarzlardan biri, tek ve e siz olmayan, "doğal" olmayan bir hayat tarzı olarak görünür. Rutini sorgulamak ve bozmak herkesin ho una gitmeyebilir; o güne kadar "kendi bildiğince süregelmi " eylerin rasyonel çözümlemesini istediğinden, birçok ki i bilmedikle tirmenin meydan okuyu una öfke duyar. (Kipling'in öyküsündeki kırkayağı dü ünün... Kırk ayağının kırkını da rahatlıkla kullanarak güzel güzel yürürken kar ısına çıkan bir dalkavuk, onun e siz hafızasına övgüler düzmeye ba lar ve hiçbir zaman yirmi birinci ayağından önce on ikinci ya da otuz be inciden önce yirmi dokuzuncuyu atmadığını 24 söyler. Acımasızca özbilinç kazandırılan zavallı kırkayak artık bir adım bile atamaz olur.) Bazıları kendilerini a ağılanmı hissedebilirler; o zamana kadar bildikleri ve bundan gurur duydukları eyler imdi değerden dü mü , belki de değersiz ve komik oldukları gösterilmi tir; bu tür bir oka uğrayan kimse ho nut kalmaz. Ne var ki, öfke anla ılır bile olsa bilmedikle tirmenin yararlan da vardır. En önemlisi, o ki inin hayatını daha bilinçli, daha kavrayı lı ve belki de daha özgür ve denetimli ya amasının, daha önce dü ünülmemi imkânların önünü açabilir. Hayatı bilinçli bir biçimde ya amanın gösterilen çabaya değdiğini dü ünen herkes için sosyoloji hararetle sıkılan bir yardım eli olacaktır. Sosyoloji sağduyuyla sürekli ve yakın bir diyalogu korumakla birlikte, onun sınırlılığını a mayı amaçlar; sağduyunun doğal olarak önünü tıkama eğilimi duyduğu imkânların önünü açmaya çalı ır. Ortak sağduyusal bilgimize hitap ederken ve meydan okurken, sosyoloji bizi deneyimlerimizi yeniden değerlendirmeye, muhtemel yorumlarının daha birçoğunu ke fetmeye ve sonuçta eylerin bugün oldukları gibi ya da bizim olduklarına inandığımız (daha doğrusu hiçbir zaman olmamı olabileceklerini dü ünmediğimiz) gibi oldukları konusunda daha ele tirel, daha az uzla macı olmaya sevk edebilir, yüreklendirebilir. Sosyolojik dü ünme sanatının sağlayacağı temel hizmetin her birimizi ve hepimizi daha duyarlı kılmak olduğunu söyleyebiliriz; duygularımızı keskinle tirebilir, gözlerimizi daha fazla açabilir, öyle ki imdiye kadar mevcut ancak görünmez olan insanlık durumlarını ke fedebiliriz. Hayatlarımızın bariz olarak doğal, kaçınılmaz, deği tirilmez ve ebedi özelliklerinin, insan gücünün ve insan kaynaklarının kullanılmasıyla ortaya çıkmı olduklarını bir kere anladıktan sonra, artık onların kendi eylemimiz de dahil insan eyleminden bağı ık olduğunu ve insan eylemine geçit vermediklerini kabul etmemiz zor olacaktır. Sosyolojik dü ünmek, denebilir ki, kendi ba ına bir güç, sabitleme kar ıtı bir güçtür. Besbelli sabitlemni haliyle o güne kadar baskıcı 26 özgürlüğümün ba ka herkesin özgürlüğünden daha güçlü olduğunun garantisi yoktur ve bu da o insanların özgürlüklerini benimkinden farklı bir hayat ya amakta kullanmayı tercih etmi olabilecekleri anlamına gelir. Seçme özgürlüğümüz ancak bu ko ullarda hayata geçirilebilir. Tam da sözü edilen nedenlerden dolayı, kolektif özgürlüğün sağlam zeminine oturtarak bireysel özgürlüğün güçlendirilmesi normalde savunucuları tarafından tek sosyal düzen diye sunulan mevcut güç ili kileri üzerinde yıkıcı bir etkide bulunabilir. Đ te bu nedenden dolayı, sosyal düzeni kontrol eden hükümetler ve öteki güç sahipleri (özellikle yurtta larının özgürlüğünü sınırlama ve halka "zorunlu", "kaçınılmaz" ya da "akla uygun tek yol" olarak sunulan, boyun eğilmesi gereken kurallara kar ı direni lerini zayıflatma eğilimindeki hükümetler) sık sık sosyolojiyi "politik ihanet"lc suçlarlar. Sosyolojinin "bozguncu etkisine" kar ı yeni bir kampanyaya tanık olduğunuzda hiç ku kuya kapılmadan yurtta ların hayatlarının baskıcı düzenleni ine direnme kapasitesine kar ı ba ka bir saldırının tezgâhta olduğunu varsayabilirsiniz. Çoğu kez bu kampanyalar, kolektif hakların mevcut özyönetim ve özsavunma biçimlerini, ba ka bir ifadeyle, bireysel özgürlüğün kolektif dayanaklarını hedef alan sert önlemlere denk dü er. Sosyolojinin, güçsüzün gücü olduğu söylenir. Ne var ki bu her zaman doğru değildir. Sosyolojik anlayı ı benimsemi bir ki inin, hayatın "acı gerçekleri"nin kar ısına çıkardığı engelleri kaldırabileceğinin ve a abileceğinin garantisi yoktur; anlayı ın gücü uysal ve .teslimiyetçi sağduyu ile ittifak yapmı baskı güçleri ile boy ölçü e-mez. Ne var ki bu anlayı yoksa, ki inin hayatını ba arıyla yönlendirme ve ortak hayat ko ullarını kolektif biçimde yönetme ansı çok zayıflayacaktır. Bu kitap tek bir amaçla, senin benim gibi sıradan insanların deneyimlerimize derinlemesine bakmasına yardım etmek ve onlara hayatımızın görünü te bildik yanlarının nasıl ba ka bir gözle görülüp ba ka biçimde yorumlanabileceğini göstermek amacıyla kaleme alınmı tır. Her bölüm günlük hayatımızın, a maz bir biçimde kar ımıza çıkan ama derinlemesine dü ünmek için zaman ve fırsat bulamadığımız bir özelliği üzerinde duruyor. Her bölüm böyle bir dü ünceyi te vik etmeyi; bilgilerinizi "düzeltmeyi" değil geni letmeyi; bir yanlı ın yerine sorgulanamaz bir doğruyu koymayı değil, bugüne kadar tartı masız kabul edilen inançların ele tirel bir gözle masaya yatırılmasını desteklemeyi; kesinlik iddiasındaki görü leri çözümleme ve sorgulama yönünde bir alı kanlık yaratmayı amaçlıyor. Bu kitap, demek oluyor ki, ki isel kullanıma yöneliktir; insanlar olarak gündelik hayatlarımızda kar ımıza dikilen sorunların anla ılmasına yardımcı olmayı amaçlıyor. Bu bakımdan elinizdeki kitap sosyoloji hakkındaki ba ka birçok kitaptan farklıdır; gündelik hayatın mantığı üzerinde çalı an akademik disiplin mantığına göre değil, gündelik hayat mantığına göre düzenlenmi tir. Kendi "hayat biçimlerinde", yani meslekten sosyologların hayatlarında kar ılarına çıkan sorunlar olmaları nedeniyle meslekten sosyologları me gul eden çok az sayıda konuya öyle bir değindim ya da onları tümüyle dı arıda bıraktım. Öte yandan, genelde sosyolojik aklın ana ekseninin kıyısında yer alan eylere sıradan insanların hayatındaki önemleri oranında ağırlık verilmi tir. Bu yüzden burada kar ınıza akademik kurumlarda uygulandığı ve öğretildiği biçimiyle kapsamlı bir sosyoloji tablosu çıkmayacak. Böyle detaylı bir tablo görmek için okurun ba ka metinlere ula ması gerekecektir; buna yönelik olarak kitabın sonunda bazı öneriler yapılmı tır. Gündelik deneyimimizi yorumlamayı amaçlayan bir kitap, deneyimin kendisinden daha sistematik olamaz. Bundan dolayı anlatı, doğrusal bir çizgi boyunca geli mek yerine döngüsel ilerliyor. Bazı konular o an tartı makta olduğumuz ey ı ığında bir kere daha görülmek üzere tekrar ele alınıyorlar. Bütün kavrama çabalan da böyle yürür zaten. Kavrayı taki her adım bir önceki a amaya yeniden dönmeyi zorunlu kılar. Tamamen anladığımızı dü ündüğümü/. ey daha önce dikkatimizden kaçan yeni soru i aretleri demektir. Bu süreç hiçbir zaman sona ermez ama süreç içinde çok ey kazanabiliriz. 28 Özgürlük ve bağımlılık Aynı zamanda hem özgür olmak hem de özgür olmamak deneyimlerimizin belki de en ortak, muhtemelen en a ırtıcı özelliğidir. Bu hiç ku kusuz sosyolojinin çözmeye çalı tığı insanlık durumunun en karma ık muammalarından biridir. Gerçekten de, sosyoloji tarihindeki çok ey bu muammayı çözmek için giri ilmi sonu gelmez bir çaba olarak açıklanabilir. Ben özgürüm, yani ben seçebilir ve kendi tercihlerimi yapabilirim. Bu kitabı okumayı sürdürebilir ya da okumayı bırakıp kendime bir fincan kahve yapabilirim. Ya da hepsini unutup bir }'iirüyii~ e çıkabilirim. Dahası, bütün o sosyoloji çalı ması ve akademik kariyer elde etme projelerini bir kenara bırakıp kendime bir i aramaya giri ebilirim. Çünkü ben bütün bunları yapabilirim; bu kitabı okumayı sürdürmek ve ba langıçtaki sosyoloji çalı ması yapına ve eğitimini görme niyetimde ısrar etmek ku kusuz benim seçimlerimin sonuçlarıdır. Onlar mevcut alternatifler içinden benim seçtiğim eylem biçimleridir. Kararlar verebilmek özgürlüğümün kanıtıdır. Aslında özgürlük, karar verme ve seçme yeti idir. Ben seçimlerim hakkında dü ünmeye fazla zaman harcamasam ve kararlarımı alternatif eylem biçimlerini yeterince incelemeden versem bile, zaman zaman ba kaları bana özgürlüğümü hatırlatır. Denir ki, "Bu senin kararındır, sonuçlarından da ba kası değil sen sorumlusun" ya da "Kimse seni bunu yapmaya zorlamadı, suçlanacak biri varsa o da sensin". Eğer ba ka insanların izin vermediği ya da normal olarak yapmaktan kaçındığı bir ey yaparsam (eğer, tabiri caizse, bir kuralı çiğnersem), cezalandırılabilirim. Ceza, yaptıklarımdan sorumlu olduğumun doğrulanmasıdır; ceza eğer istersem kuralı çiğnemeyebileceğimi gösterir. Örneğin, geçerli bir neden olmaksızın devamsızlık yapmaktansa bir an evvel sınıfa ko abilirim. Bazen bana kabul etmeyi önceki örnektekiler kadar kolay bulmayabileceğim bir biçimde özgür olduğum ve dolayısıyla sorumlu olduğum söylenir. Örneğin, denir ki i siz kalman tamamen senin hatan; hayatını kazanabilirsin, yeter ki sıkı çalı . Ya da denir ki, bütünüyle farklı bir insan olabilirsin, yeter ki di ini biraz sık ve kendini daha hevesle i ine ver. Eğer bu son örnekler, gerçekten özgür olup olmadığımızı ve hayatımızın denetiminin elimizde olup olmadığını durup dü ünmemize yetınemi se (gerçekten bir i aramı olabilirim ama ortalıkta i olmadığından bulamayabilirim ya da farklı bir mesleğe geçmek için çok çalı mı ımdır, ne var ki arzu ettiğim yere girmem engellenmi olabilir), kesinlikle aslında özgürlüğümüzün sınırlı olduğunu apaçık biçimde gösteren ba ka birçok durum da sayabilirim. Bu durumlar bana kendi ba ıma izleyeceğim hedefe karar vermemin ve onu bütün kalbimle izlemeye niyetli olmamın ba ka, kendi sözlerime uygun davranabilmemin ve gözettiğim amaca eri memin tamamen ba ka olduğunu öğretmi tir. Her eyden önce, ben ba ka insanların benim gibi aynı amaçlar için mücadele ettiklerini ancak hepsinin amaçlarına eri emedikleri30 ni, çünkü mevcut ödül miktarının sınırlı olduğunu, yani ödül sayısının, pe indeki insanların sayısından az olduğunu öğrendim. Eğer durum buysa, kendimi sonucu bütünüyle tek ba ına benim çabalarıma bağlı olmayan bir yarı manın içinde bulacağım. Örneğin, üniversiteye girme yarı ına katılabilirim ve fark edebilirim ki mevcut her bo yer için yirmi aday vardır; adayların çoğu gerekli bütün niteliklere sahiptir ve özgürlüklerini gayet iyi kullanmakta, öğrencilerden istenen ve beklenen her eyi tamı tamına yerine getirmektedirler. Bundan ba ka benim ve onların eylemlerimizin sonuçlarının ba ka birilerine, kaç yer açılacağına karar veren ve adayların becerileriyle gayretlerini değerlendirecek insanlara bağlı olduğunu göreceğim. Bu insanlar oyunun kurallarını koyarlar, aynı zamanda hakemdirler; kazananın seçiminde son sözü söylerler. Onların takdir hakkı vardır; onların kendi seçme ve karar verme özgürlüğü bu defa benim ve rakiplerimin kaderini belirleyecektir. Ben onların kendi eylemleri hakkında karar verme biçimlerine bağlıyım çünkü onların seçme özgürlüğü benim durumumda bir belirsizlik öğesi olarak durmaktadır. Bu, üzerinde hiçbir denetimim olmamasına rağmen çabalarımın sonucunu büyük oranda etkileyecek bir unsurdur. Ben onlara bağımlıyım çünkü bu belirsizlik onların denetimindedir. Günün sonunda çabalarımın yeteri kadar iyi olup olmadığına, üniversiteye girmemi sağlayıp sağlamadığına ili kin hüküm verecek olan onlardır. ikinci olarak eğer kararlarımı hayata geçireceğim araçlardan yoksunsam ve onları nerede bulacağımı bilmiyorsam, kararlılığımın ve iyi niyetimin yeterli olmadığım öğrenirim. Örneğin, i pe inde ko abilirim ve i in bol olduğu kuzey bölgesine ta ınmaya karar verebilirim ancak sonra kuzeyde ev fiyatlarının ve kiralarının a ırı yüksek olup benim ödeme gücümü a tığını fark edebilirim. Ya da ehir merkezindeki konutların pisliğinden kaçıp banliyöde daha sağlıklı ve ye il bir bölgeye ta ınmak isteyebilirim ama ta ınamayacağımı fark ederim yine, çünkü iyi ve daha bakımlı yerle im alanlarındaki evler benim ödeme gücümü a maktadır. Yine, çocuklarımın okulda aldıkları eğitimi yetersiz bulabilirim ve onların imdikinden daha iyi bir eğitim almalarım isteyebilirim. Ne var ki, yasadığım bölgede ba ka okul yoktur ve bana eğer çocuklarımın iyi bir eğitim görmesini garanti altına almak istiyorsam, çoğu kez toplam yıllık gelirimden daha yüksek olan okul parasını verip onları daha zengin, daha iyi donanımlı bir özel okula göndermem gerektiği söylenir. Bütün bu örneklerin (sizin de sıralayabileceğiniz daha ba kaları gibi) gösterdiği udur: Seçme Özgürlüğü kendi ba ına ki inin seçimlerini hayata geçirme özgürlüğünü garanti etmez, hele niyet edilen sonuçlara eri me özgürlüğünü hiç temin etmez. Özgür davranabilmem için, özgür iradeden ba ka kaynaklara da ihtiyacım vardır. Bu kaynaklardan en çok bilineni paradır. Ancak para hareket özgürlüğümüzün bağlı olduğu tek kaynak değildir. Đstediğim gibi davranma özgürlüğümün ne yaptığıma ya da neye sahip olduğuma değil kim olduğuma bağlı olduğunu fark edebilirim. Belli bir kulübe ya da belli bir ofiste i e girmem ırkım, cinsiyetim, ya ım, etnik grubum ya da milliyetim gibi niteliklerim yüzünden engellenebilir. B.u sıfatların hiçbiri benim irademe ya da eylemime bağlı değildir ve ne kadar özgür olursam olayım bunları deği tirmeye gücüm yetmeyecektir. Buna kar ılık, benim o kulübe, i e ya da okula girmem, edinilmi beceriler, diploma, daha önceki hizmet sürem, tecrübe birikimimin niteliği ya da çocukluğumda öğrendiğim ve daha sonra düzeltmek için kılımı bile kıpırdatmadığım yerel bir lehçe gibi, geçmi ba arılarıma ya da ba arısızlıklarıma bağlı olabilir. Bu gibi durumlarda, beceri ya da seçkin bir hizmet sicili yokluğu geçmi teki seçimlerimin nihai sonucu olduğundan, aranan niteliklerin benim özgür iradem ve eylemlerimden sorumlu olduğum eklindeki ilkelere uygun dü mediği sonucuna varabilirim. Ne var ki artık bunu deği tirmek için yapabileceğim bir ey yoktur. Benim bugünkü özgürlüğüm dünkü özgürlüğüm tarafından sınırlanmı tır; ben geç-mi ieki eylemlerim tarafından "belirlenmi ", yani imdiki özgürlüğüm açısından kısıtlanmı olurum. Üçüncü olarak diyelim ki Britanya'da doğmu olduğumun ve Đngilizcenin ana dilim olduğu ve kendimi Britanya'da ve Đngilizce konu an insanlar arasında çok rahat, evimde gibi hissettiğimin ayır-dına varabilirim (kesinlikle er ya da geç varacağım). Ba ka yerde, 32 eylemimin sonuçlarının neler olabileceğinden emin değilim, ne yapacağımı kestiremem ve bu yüzden özgürlüğüm elimden alınmı hissine kapılırım. Kolayca ileti im kuramam, ba ka insanların yaptıkları eylerin anlamını çözemem, dolayısıyla niyetlerimi ifade etmek ve ardına dü tüğüm sonuçları elde etmek için ne yapmam gerektiğinden emin olamam. Benzer bir altüst edici duyguyu yalnızca ba ka bir ülkeyi ziyaret ettiğimde değil ba ka birçok durumda da ya arım. Bir i çi sınıfı ailesinden geldiğimden, zengin, orta sınıftan kom ular arasında kendimi rahatsız hissedebilirim. Ya da bir Katolik olarak, bo anmayı ve kürtajı hayatın sıradan olayları olarak kabul eden çok özgürlükçü ve gev ek âdetlere göre ya ayamayacağımın farkına varabilirim. Bu tür deneyimler hakkında dü ünmeye zamanım olsaydı, muhtemelen kendimi en çok evimde hissettiğim grubun da özgürlüğümü sınırladığı, özgürlüğümü kendisine bağımlı kıldığı sonucuna varırdım. Özgürlüğümü tam olarak ya ayabildiğim yer bu grubun içidir (demek ki, ben ancak bu grup içinde durumu doğru değerlendirip ba kalarının onayladığı ve duruma uygun dü en eylem biçimini seçiyorum). Gelgelelim, benim ait olduğum grubun içindeki eylem ko ullarına böylesine uydurulmu olmam, o grubun dar sınırlarını a an engin ve çok azı ke fedilmi , genelde yılgınlık ve korku saçan açık denizlerdeki eylem özgürlüğümü kısıtlar. Kendi tarzıyla ve araçlarıyla beni eğiten grubum özgürlüğümü hayata geçirmemi sağladığı gibi, bu pratiği kendi toprakla-rıyla sınırlar. Bu yüzden, içinde yer aldığım grup, özgür olduğum müddetçe hayatımda müphem bir rol oynar. Bir yandan özgür olmamı sağlarken öte yandan özgürlüğümün sınırlarını çizerek beni kısıtlar. Hem kabul edilebilir hem de "gerçekçi" türden istekleri bildirerek, bana bu gibi isteklerin pe inden giderken uygun davranı biçimlerini seçmeyi öğreterek ve bana durumu doğru okuma yetisi kazandırarak, dolayısıyla beni tam da gayretlerimin sonuçlarını etkileyen ba kalarının eylemleri ve niyetleri doğrultusunda yönlendirerek özgür olmamı sağlar. Aynı zamanda bu grup, özgürlüğümün uygun biçimde hayata geçirileceği alanı tespit eder. Bütün artılarımı gruba borçlu olduğumdan, kendi grubumun sınırları dı ına adımımı atar atmaz ve kendimi farklı isteklerin ileri sürüldüğü, farklı taktiklerin uygun görüldüğü ve ba ka insanların davranı larıyla niyetleri arasındaki bağlantıların benim beklentilerime ters dü tüğü bir çevrede bulduğumda, grubumdan edindiğim bütün o e siz beceriler avantaj olmaktan çıkıp birer ayak bağına dönü ürler. Gelgelelim, deneyimimi derinlemesine dü iinebilirseın ve buna istekliysem, çıkaracağım tek sonuç bu olmayacaktır. Genellikle özgürlüğüm üzerinde böylesine müphem ama aynı zamanda hayati bir rol oynayan bu grubun, özgürce seçtiğim bir grup olmadığı gibi daha a ırtıcı bir eyi de ke fedeceğim. Ben böyle bir grubun üyesiyim çünkü onun içinde doğmu um. Bizatihi özgürlüğümün alanı bir özgür seçim konusu değildir. Beni özgür bir insan yapan ve özgürlüğümün alanını korumayı sürdüren bu grup, ister istemez benim hayatıma (isteklerime, amaçlarıma, yapacağım ve yapmayacağım eylemlerime vb.) hükmeder. O grubun bir üyesi olmak benim özgür seçimim değildi. Tam tersine, bağımlılığımın tezahürüydü. Ben hiçbir zaman Fransız, siyah ya da orta sınıftan olmaya karar vermedim. Kaderimi sükûnetle ve tevekkülle kabul edebilirim ya da onu kısmetim olarak görebilirim; ondan zevk alırım, tutkuyla kucaklarım onu ve onun için ne gerekirse yaparım - her yerde Fransızlığımın reklamını yaparım, siyah olmanın güzelliğinden gurur duyarım ya da hayatımı aklı ba ında bir orta sınıf üyesinden bekleneceği gibi dikkatli ve temkinli bir biçimde ya arım. Gelgelelim, eğer grubun bana reva gördüğünü deği tirmek ve ba ka biri olmak istersem, elimden gelenin en fazlasını yapmam gerekecektir. Deği tirmek, normalde içinde doğduğumuz grubun verdiği eğitime uygun olarak halim selim ve uysal bir biçimde ya amak için gerekli olandan çok daha fazla çaba, fedakârlık, kararlılık ve dayanıklılık gerektirir. O zaman kendi grubumu, zaferi kazanmak için alt etmem gereken en acımasız dü man olarak kar ımda bulacağım. Akıntıyla yüzmenin kolaylığı ile taraf deği tirmenin zorluğu arasındaki fark doğal grubumun omuzlarımda hissettiğim ağırlığının, grubuma bağımlılığımın sırrıdır. Đyisiyle kötüsüyle, ait olduğum gruba borçlu olduğum bütün her eye daha yakından bakıp bir dökümünü yapacak olursam, kar ıma 34 F3ARKA/Susyolnjifc Dü ünmek uzun bir liste çıkacaktır. Özet olsun diye listedeki bütün kalemleri dört ana kategoriye ayırabilirim. Birincisi, pe ine dü meye değer amaçlar ile uğruna sıkıntıya girmeye değmeyenler arasında yaptığım ayrımdır. Orta sınıftan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmi sem, muhtemelen yükseköğrenim görmek bana uygun, ba arılı ve doyurucu bir hayatın vazgeçilmez ko ulu gibi gelecektir; ne var ki eğer ansıma i çi sınıfından bir ailenin çocuğu olmak dü seydi, muhtemelen zorunlu olarak uzun bir eğitim gerektirmeyen, ancak hayatımı kazanmama ve sonra belki de ailemin geçimini sağlamama izin veren bir mesleği hedefleyerek okulu erken ya larda terk etmeyi dü ünecektim. Demek ki, "özgür seçim" kapasitemi uygulayacağım maksadı grubumdan ediniyorum. Đkincisi, grubumun bana izlemeyi öğrettiği amaç ne ise onu izlerken kullandığım araçlardır. Bu araçlar da grup tarafından sunulur ve bir kere sunulduktan sonra uğra larımda faydalanabildiğim "özel sermayem"! -niyetlerimi ba kalarına iletmemi sağlayan konu ma ve "beden dili", kendimi ba kaların inkinden farklı amaçlara vermemi sağlayan yoğunla ma ve genelde eldeki i e uygun olduğu dü ünülen davranı biçimleri- olu tururlar. Üçüncüsü, ilgi kurma kıstası, tamamlamaya uğra tığım proje için ilgili ve ilgisiz ki iler ile eyler arasında ayrım yapma sanatıdır. Grubum bana yanda larımı, ne dü man ne de rakip olanlar kadar, defterden silebileceğim, saygı gö^terrneye-bileceğim ve küçümseyebileceğim dü manlarım ya da rakiplerimden ayırmayı öğretir. Sonuncu ama aynı oranda önemli bir nokta da "dünyanın haritaS'i''dır; bu haritada ba ka insanların haritalarında görünebilir olan, ancak benim haritamda yalnızca bo alanlar olarak temsil edilebilecek eyler vardır. Böyle bir harita, hayatımda oynayacağı öteki roller yanında, "benim gibi insanlar"a göre izlenecek bir dizi akla yatkın yollar -bir dizi gerçekçi hayat projesi-gösterir. Bütün bunları hesaba katarak söyleyecek olursam, ben grubuma çok ey borçluyum; gün boyu bana yardım eden ve onlardan mahrum kalırsam gündelik i lerimi yürütmekte tam bir acze dü eceğim bütün o bilgileri bana grubum sağlar. Aslına bakarsak, çoğu durumda ben bütün o bilgilere sahip olduğumun ayırdında olmam. Örneğin, bana ba ka insanlarla ileti im kurduğum ve onların bana yönelik eylemlerinin anlamını çözdüğüm ifrenin hangisi olduğu sorulsa, her ihtimalde a ırıp kalırım; muhtemelen benden ne istendiğini hiç anlayamam, soruyu kavradığımda ise o ifreyi açıklayamam (tıpkı konu tuğumuz dili yetkinlikle, akıcılıkla ve hiçbir güçlükle kar ıla madan kullanmakla birlikte, en basit bir gramer kuralını açıklayamadığımız gibi). Ne olursa olsun, günlük görevlerin ve kar ıma çıkan sorunların üstesinden gelmem için gerekli bilgi içimde bir yerlerdedir. Bu bilgi, ezberden sayabileceğim kurallar biçiminde olmasa da, bir biçimde emrime amadedir ve dolayısıyla bir dizi pratik beceri olarak onları hayatım boyunca gün be gün rahatlıkla kullanırım. Kendimi güvende hissetmem ve nerede ne yapmam gerektiğini bulmak için uzaklara bakma ihtiyacı duymamam bu bilgi sayesindedir. Eğer bütün bu bilgilere aslında ayrımında bile olmadan sa-hipsem, bunlarla ilgili çoğu temel kuralı, pek hatırlamadığım çok erken ya larda edinmi olmam sayesindedir. Bundan dolayı, kendi deneyimlerime ya da anılarıma dalarak bu bilgiyi nasıl edindiğime ili kin söyleyebileceğim çok az ey vardır. Bu bilginin böylesine kök salması, beni böylesine güçlü bir biçimde kavraması, onu "doğal" bir ey olarak elde bir kabul etmem ve nadiren sorgulama gereği duymam, hep bu ba langıçları unutmam sayesindedir. Günlük hayat bilgisinin aslında nasıl üretildiğini ve sonra nasıl grubun "eline verildiğini" bulmak için, meslekten psikologların ve sosyologların yürüttüğü ara tırmaların sonuçlarına bakmam gerekiyor. Sonuçlara baktığımda ise sıklıkla rahatsız edici olduklarını görüyorum. Açık seçik ve doğal görünen ne varsa imdi, dayanağı birçok grup arasından tek bir grubun otoritesinden ba ka bir ey olmayan bir inançlar koleksiyonu olarak kar ıma çıkıyor. Grup standartlarının bu ekilde içselle tirilmesini anlamamıza belki de hiç kimse Amerikalı sosyal psikolog George Herbert Me-ad kadar katkıda bulunmamı tır. Sosyal hayatın asli becerilerini edinme sürecini açıklarken ağırlıkla onun ortaya attığı kavramlar kullanılmaktadır. Bunlar arasında en bilineni, benliğin ikili yapısına, ikiye parçalanı ına i aret eden Ben ve Beni/Bana kavramlarıdır: Benliğin "Beni/Bana" kısmı, dı sal parçadır (daha doğrusu, ki36 si tarafından kar ılanması gereken talepler ve uyulması gereken kalıplar biçiminde dı tan, onu ku atan toplumdan gelen bir ey olarak görünen bir parça); öteki parça da, bu dı sal, sosyal istemlerin ve beklentilerin irdelendiği, değerlendirildiği, kayda geçirildiği ve nihayet telaffuz edildiği içsel benlik çekirdeği olan "Ben"dir. Benliğin biçimlenmesinde grubun oynadığı rol "Beni/Bana" parçası aracılığıyla gerçekle tirilir. Çocuklar gözlendiklerini, değerlendirildiklerini, izlendiklerini, belli bir biçimde davranmaya sevk edildiklerini ve gereken biçimden saparlarsa yola sokulacaklarını öğrenirler. Bu deneyim ötekilerin ondan beklentilerinin bir imgesi olarak çocuğun geli en benliğinde yer eder. Onlar, yani ötekiler, belli ki uygun ve uygunsuz davranı arasında ayrım yapmanın bir yolunu bilmektedirler. Uygun davranı ı onaylar, hatalı davranı ı da normdan sapma olarak cezalandırırlar. Ödüllendirilen ve cezalandırılan eylemlere ili kin anılar zamanla kuralın -neyin beklendiği ve neyin beklenmediğinin- bilinçdı ı kavranı ına, ötekilerin kendi hakkındaki imgesi hakkında benliğin imgesinden ba ka bir ey olmayan "Beni/Bana"ya dönü ür. Dahası, "ötekiler" bir biçimde çevrede olan herhangi bir öteki değildir. Çocuğun ili kiye girdiği çok sayıda insan içinden bazıları benlik tarafından önemli ötekiler olarak seçilir; onların ba kalarınınkilere göre çok ısrarlı ya da güçlü bir biçimde hissedilen ve bu yüzden çok etkili olan değerlendirmeleriyle tepkilerine büyük önern verilir. Oimdiye kadar söylediklerimizden öğrenim ve eğitim yoluyla benliğin geli mesinin edilgen bir süreç olduğu, bu i i yalnızca ötekilerin yaptığı, çocuğun talimatlarla doldurulduğu ve sopa ya da havuç yardımıyla ayartıldığı, baskılandığı ve boyunlarını büküp onları izlemeleri için i lendiği gibi yanlı bir sonuç çıkarılabilir. Ne var ki, i in doğrusu bu değildir. Benlik, çocukla çevresi arasındaki bir etkile im içinde geli ir. Eylemlilik ve giri kenlik etkile imin iki tarafı için de geçerlidir. Bunun ba ka türlü olması da zaten pek mümkün değildir. Her çocuğun yapmı olması gereken ilk ke iflerden biri "ötekilerin" kendi aralarında farklıla tıklarıdır. Onlar nadiren aynı fikirde olurlar, birbiriyle çeli en ve aynı anda yerine getirilemeyecek olan emirler verirler. Birçok durumda, bir emri yerine getirmek ötekini duymazdan gelmekten ba ka bir anlama gelemez. Çocuğun öğrenmek zorunda olduğu ilk becerilerden biri, direnme ve baskıya dayanma, bir tutum alma, en azından dı güçlere kar ı harekete geçme yetisi tarafından desteklenmeksizin neyin elde edilemeyeceğini ayırt etmek ve seçmek olmu tur. Ba ka bir ifadeyle çocuk, seçmeyi ve kendi eylemlerinin sorumluluğunu almayı öğrenir. Benliğin "Ben" parçası özellikle bu yetileri temsil eder. "Beni/Bana"nm çeli kili ve tutarsız içeriği (çe itli önemli ötekilerin beklentilerine ili kin çeli kili i aretler) yüzünden, "Ben" kenarda kalmalı, "Beni/Bana"da içselle tirilmi dı sal baskılara dı arıdan bakar gibi belli bir mesafede durmalı, onları taramalı, sınıflan-dırmalı ve değerlendirmelidir. Sonuçta, bu seçimi yapan ve böylelikle süregiden eylemin gerçek, haklı "yaratıcısı" haline gelen "Ben"clir. "Ben" güçlendikçe, çocuğun ki iliği de özerkledir. "Ben"in gücü, ki inin "Beni/Bana"da içselle tirilmi sosyal baskıları sınama, gerçek güçlerini ve sınırlarını görme, onlara meydan okuma ve sonuçlarına katlanma yetisinde ve buna hazır olu unda ifadesini bulur. "Ben"in "Beni/Bana"dan ayrılmasında (yani, ortaya çıkmakta olan benliğin, önemli ötekilerin taleplerini gözleme, irdeleme ve yönlendirme yetisinde) en hayati i i çocuğun rol oynama etkinliği ba arır. Ötekilerin, örneğin annenin ya da babanın rollerini oyun olarak üstlenen ve onların, bizatihi çocuğa kar ı olanlar da içinde, davranı larını taklit eden çocuk, eyleme üstlenilmi bir rol, yapılabilir ya da yapılmayabilir bir ey olarak bakma sanatını öğrenir; eylem durumun gereğini yapmak anlamına gelir ve durum deği tikçe eylem de deği ir. Bu eylemi yapan, gerçek anlamda "Ben" değildir. Çocuk büyüyüp de çe itli roller hakkında bilgileri biriktikçe, oyun oynarken yaptıklarından farklı olarak öteki rol sahipleriyle i birliği ve e güdüm unsurlarını içine alan oyunları becerebilir. Burada çocuk gerçekten özerk bir benlik için en önemli sanatı, yani ötekilerin eylemine kar ılık uygun eylem tarzını seçmeyi ve ötekileri kendi istediğini yapmaya ayartmayı ya da zorlamayı dener. Rol yapma ve oyunlar yoluyla çocuk, dı arıdaki sosyal dünyadan damıtılmı alı kanlıklar ve beceriler yanında o dünyada özgür -özerk ve so38 ruınlu- bir ki i olarak davranma yetisi kazanır. Bu kazanım sii de çocuk hepimizin çok iyi bildiği kendine özgü iki anlaınl geli tirir; (dı arıdan biri gibi kendi davranı ına bakarak, onu i ya da yererek, onu denetlemeye, gerekirse düzeltmeye çabala; bir benliğe sahip olmak ve (kendi hakkında "Ben aslında neyi ziyorum?" ve "Ben kimim?" soruları sorarak, yer yer ba ka ların hayatına dayatmaya çalı tığı bir modele isyan ederek v hiçi hayat" olduğunu dü ündüğü, kendi gerçek kimliğine uy; yatı yaratma mücadelesine girerek) bir benlik olmak. Ben, ö ötekilerin bana yaptıkları ya da yapmaya niyet ettikleri yüzü yapmayı istediğim ey ile kendimi yapmakla yükümlü hissi- ey arasında bir iç çatı ma olarak özgürlükle bağımlılık arası çeli kiyi ya anın. Önemli ötekiler, çocuğun benliğini hiç yoktan var etmezle lar daha çok çocuğun "doğal" (sosyallik öncesi ya da daha do eğitim öncesi) eğilimleri üzerine kendi imgelerini kazırlar. H ğal eğilimler -içgüdüler ya da dürtüler- bütün olarak insan ha da öteki hayvanların hayatlarına göre daha az rol oynamakla l te, yine de her yeni doğmu insan varlığının biyolojik donamı mevcuttur. Bu içgüdülerin neler olduğu tartı malı bir konudu ünürlerin bu konudaki fikirleri farklıdır ve görünürde sosyı denli olan davranı ların çoğunu biyolojik belirleyenlerle açıl çabasından tutun, insan davranı ının sosyal ekilleni inin ncı se sınırsız potansiyeli olduğu inancına uzanan görü leri vardı ne de, çoğu dü ünür bir toplumun kabul edilebilir davranı ölı rini belirleme ve zorlama hakkı olduğu iddiasını ve bu iddiay; tek olan argümanı savunacaktır: Sosyal olarak denetlenen bir ye kaçınılmazdır çünkü insanların doğal eğilimleri bir arada malarını imkânsız kılar, hem de kabul edilemeyecek kadar kıı tehlikelidir. Çoğu dü ünür bazı doğal dürtülerin baskısının ö/ le güçlü olduğu ve bu yüzden her insan grubu tarafından u ' bu biçimde düzenlenmesi gerektiği fikrine katılır. Cinsellik v< dırganlık dürtüleri, grupların ancak felaketleri pahasına denclı tına almayı dü ünmeyebilecekleri dürtüler olarak adları en sil, tanlardır. Dü ünürler, bu gibi dürtüler özgür bırakılacak olıır,s; bir grubun dayanamayacağına, dürtülerin, sosyal hayatı bütünüyle imkânsız kılacak kadar iddetli çatı malar doğuracağına i aret ederler. Bize anlatıldığına göre, hayatta kalan bütün gruplar bu gibi dürtülerin tezahürlerini evcille tirmenin, dizginlemenin, bastırmanın ya da olmazsa denetim altına almanın etkili yollarını bulmalıdır. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, benliğin geli im sürecinin tamamının ve insan gruplarının sosyal örgütlenmesinin, sosyal olarak tehlikeli içgüdülerin, özellikle saldırganlık ve cinsellik içgüdülerinin dı avurumlarını kontrol altına alma ihtiyacı ve bu ihtiyaca yönelik pratik çabalar ı ığında yorumlanabileceğini ileri sürmü tür. Freud içgüdülerin asla ortadan kaldırılmadıklarını ileri sürer; içgüdüler yok edilemezler ancak "bastırılabilir" ve bilinçaltına sürülebilirler. Onları bu zindanda tutan ey, grup tarafından uygulanan baskıların ve taleplerin içselle tirilmi bilgisi olan siiperegodur. Süperego, Freud tarafından bir benzetme ile, bastırılan içgüdüleri bilinçaltını- daimi zapturapt altında tutmak için toplumun muzaffer ordusu tarafından "fethedilmi ehirde bırakılan askeri birlik" olarak anlatılmı tır. Ego bu yüzden iki güç -bilinçaltına itilmi ancak yine de kudretli ve asi duran içgüdüler ile dürtüleri bilinçaltında tutmak ve kapatıldıkları yerden kaçmalarını engellemek için egoyu bastıran süperego (Mead'in "Beni/Bana"sına yakın)- arasında sürekli askıda durur. Freud'un hipotezini kapsamlı tarihsel ara tırmalarda izlemi olan Alman asıllı Britanyalı sosyolog Norbert Elias, ya adığımız benlik deneyiminin, özellikle hepimizin maruz kaldığı böyle bir ikili baskıdan doğduğunu öne sürmü tür. Ayrı ayrı benliklerimize kar ı daha önce söz ettiğimiz muğlak tutum, iki baskının zıt doğrultularda hareket ederek bizi biçimlendirdiği müphem konumun sonucudur. Bir grup içinde ya arken, ben, kendimi kontrol etmek zorundayım. Benlik kontrol edilecek bir eydir ve onu kontrol edecek olan benim... Bütün toplumların üyelerinin doğal eğilimlerini kontrol altına aldığı ve izin verilebilir etkile imlerin ufkunu belirlemeye gayret ettiği tartı ma götürmez. Tartı malı olan (bu tam da toplum adına konu an güçlerin iddia ettiği ey olsa bile) doğu tan gelen özellik40 lerin yalnızca marazi ve anti-sosyal yanlarının mı süreç içinde bastırıldığıdır. Bildiğimiz kadarıyla, insanların saldırgan oldukları ve bu yüzden dizginlenip evcille tirilmeleri gerektiğine ili kin bağlayıcı kanıtlar yoktur. Doğal saldırganlığın patlaması olarak yorum-lanagelen eyler, genelde duygusuzluk ya da nefretin sonucudurlar; bu ikisi de genetik orijinden çok sosyal orijinlidir. Ba ka bir ifadeyle, grupların üyelerinin davranı ını terbiye ve kontrol ettiği doğru olmakla birlikte, buradan zorunlu olarak grupların bu davranı ları daha insancıl ve ahlaki hale getirdikleri sonucu çıkmaz. Çıkan tek sonuç, bu i leme, gözleme ve düzeltmenin bir sonucu olarak davranı ın, verili sosyal grupla ma türü tarafından tanınan ve peki tirilen kalıba daha uygun hale gelmesidir. "Ben" ve "Beni/Bana" olu umu, içgüdülerin bastırılması ve sii-peregonun yaratılması süreçlerine sıklıkla sosyalle me adı verilir. Ben, sosyal baskıları içselle tirme yoluyla bir grup içinde ya amaya ve davranmaya uygun hale getirildiğim oranda, toplumun izin verdiği biçimde davranma ve böylelikle eylemim için "özgür" ve sorumlu olma becerisi kazandığım oranda sosyalle mi , yani toplum içinde ya amaya muktedir bir varlığa dönü mü olurum. Dolayısıyla, sözü edilen becerilerin kazanılmasında böylesine hayati bir rol oynayan bu önemli ötekiler, sosyalle tirici failler olarak görülebilirler. Fakat kimdir onlar? Görmü olduğumuz gibi, benliğin geli mesinde gerçekten etkin olan kuvvet, zorunlu olarak ötekilerin kendi niyetleri ve beklentileri değil, çocuğun öteki insanların niyetleri ve beklentileri hakkındaki imgesidir; ve çocuk önemli ötekileri seçme i ini, görü alanına giren birçok ki i arasından kendi yapar. Doğru, çocuğun seçme özgürlüğü tam değildir; bir kısım "ötekiler" çocuğun dünyasına ba ka "ötekilerden" daha etkili bir biçimde girer ve bu seçime müdahale ederler. Gelgelelim, çapra ık maksatlarla davranan ve farklı hayat tarzları sürdüren insan gruplarının olu turduğu bir dünyada büyüse de, çocuk seçim yapmaktan pek kaçamaz; eğer ötekilerin talepleri çeli kili ve aynı zamanda kar ılanamaz nitelikte ise bunlardan bazılarına ötekilere göre daha çok dikkat edilmeli ve daha çok önem verilmelidir. Farklılık "özeterek önem (anlam) verme ihtiyacı, çocuğun dün yası ile sınırlı değildir. Sen ve ben bu ihtiyacı hemen her gün ya arız. Gün be gün ben, hepsi de aynı zamanda bir eyler yapmamı isteyen ailemin, arkada larımın ya da patronlarımın talepleri arasında seçimler yapmak durumunda kalırım. Sevdiğim ve saydığım bazı arkada ları, aynı duygular beslediğim ba ka ötekileri ho nut etmek için kırmak zorunda kalırım. Ne zaman politik görü lerimi açıklasam, gayet iyi biliyorum ki, tanıdığım ve özen gösterdiğim bazı insanlar görü lerimden ho lanmayacaklar ve bunları ifade ettiğim için bana di bileyeceklerdir. Seçimlerimin bu gibi tatsız sonuçlarını savu turmak için yapabileceğim fazla ey yoktur. Anlam atfetmek kaçınılmaz olarak anlamsızlık atfetmektir; bir kısım insanı önemli görüp seçmek, zorunlu olarak ba ka birilerinin önemsiz ya da en azından daha az önemli olduklarını ilan etmektir. Bu, çoğu zaman birilerinin nefretini üzerine çekme tehlikesi demektir. Ya adığım çevre heterojen, yani çalı malı, ayrı idealleri ve hayat tarzları olan gruplara parçalanmı olduğu oranda bu tehlike büyür. Böyle bir çevrede önemli ötekileri seçmek, birçok grup arasından bir grubu benim referans grubum, davranı ımı kendisine bakarak ölçtüğüm, hayatımın bütünü ya da hayatımın özel bir yönü için ölçüt aldığım bir grup olarak seçmek anlamına gelir. Seçtiğim referans grubu hakkında bildiklerimden yola çıkarak kendi davranı larımı değerlendirecek, davranı larımın anlamı ve niteliği hakkında sonuçlar çıkaracağım. Bu bilgi sayesinde, yaptığımın doğru olduğuna ili kin rahatlatıcı bir duyguya ya da eylemimin grubun-kinden farklı olduğuna ili kin tatsız bir farkındalığa varacağım. Konu ma biçimimle, kullandığım sözcüklerle, giyinme tarzımla referans grubu örneğini izlemeye çalı acağım. Bu gruptan cüretkâr ya da ba ıma buyruk olup olamayacağımı, olursam hangi ko ullarda olacağımı ve ortak kıstaslara ne zaman sessizce boyun eğeceğimi öğreneceğim. Referans grubum hakkındaki imgemden, dikkat edilmeye değer ve bana yakı mayan eylere ili kin dersler çıkaracağım. Bütün bu yapacaklarımı, sanki referans grubumun onayını almaya çalı ıyormu um gibi; sanki onun bir üyesi, "onlardan biri" olarak kabul görmek, onu hayat tarzımdan ho nut bırakmayı arzu-larmı ım gibi; sanki referans grubumun beni yola getirmek ya da 42 kuralı çiğnememin bedelini ödetmek için uygulayabileceği sn ı temlerden sakınmaya çalı ıyormu um gibi yapacağım. Ne var ki, referans grubunu davranı ımı ekillendirmede bu sine yetkin bir fail yapan ey, genel olarak benim seçimim,. çö/. içmelerim, sonuçlarım ve eylemlerimdir. Gruplara gelince, »ı çoğu kez umursamaz bir biçimde onların hayat tarzı olduğunu sunduğum eyi taklit etmekteki ve onların kıstasları olduğunu sunduğum eyi uygulamaktaki özenimin ve gayretimin ayrım değildir. Elbette, grupların bazılarına haklı olarak normatif ı rans grupları adı verilebilir; çünkü onlar, en azından zaman /an davranı larım için geçerli olacak normları koyarlar, benim ne ' tığımı gözlerler ve bundan dolayı eylemlerimi, ödüllendirme! da cezalandırmak, olumlamak ya da düzeltmek suretiyle "noın olarak etkileyecek" bir konumdadırlar. Bu gruplar arasında ö/c le ağırlıklı olan, vaktimin büyük bir bölümünü aralarında gccı ğim aile ve arkada lar, öğretmenlerim, i yerindeki üstlerim, sık kar ıla maktan kaçınamayacağım ve kolaylıkla kendilerinden ; lanamayacağım kom ularımdır. Gelgelelim, benim eylemin tepki veren bir konumda bulunmaları, onları otomatik olarak be referans grubum yapmaz. Ancak ben seçersem, onlara önem v rek ilgilerine kar ılık verdiğimde, onların muhafızlığına kay ı kalmadığımda böyle olurlar. Her eye rağmen, kendi felaketim hasına da olsa, onların baskılarına itibar etmeyebilir ve mahkûm tikleri kıstaslara göre davranmayı seçebilirim. Örneğin, kom u l inin ön bahçelerin düzenlenmesine ya da eve ne tür insanların nabileceği ve günün hangi saatlerinde alınabileceğine ili kin fi lerine bilerek kulaklarımı tıkayabilirim. Yine, a ırı titiz çalı ımı arkada larımın duyduğu tepkiye ve onların i göreve geldi mi l verme yönündeki tercihlerine meydan okuyabilirim. Grup tara dan derin bir bağlılık ve tutku istendiğinde "duymamazlıktan jv bilirim". Normatif etki gösterebilmeleri için, normatif refn grupları da olsalar, onlara benim referans gruplarım olarak bakı ya ve u ya da bu nedenle baskılarına direnmekten geri durma taleplerine boyun eğmeye razı olmam gerekir. Kararın bana kaldığı kar ıla tırmalı referans grupları -samenzilleri dı ında kaldığım için üyesi olmadığım gruplar- örneğinde apaçık ortadadır. Ben kar ıla tırmalı grupları onlar tarafından görülmeksizin görürüm. Verilen anlam bu örnekte tek yanlıdır; onlar benim varolu uma hiç dikkat etmezken, ben onların eylemlerini ve kıstaslarını önemli bulurum. Aramızdaki uzaklıktan dolayı onlar genellikle benim eylemlerimi izleme ve değerlendirme yetisinden fiziksel olarak yoksundurlar; bu nedenle sapma gösterdiğimde beni cezalandıramayacakları gibi uyum gösterdiğimde de ödüllendiremezler. Özellikle kitle ileti im araçları ve televizyon sayesinde hepimiz farklı hayat biçimleri hakkında giderek daha fazla bilgi akı ına maruz kaldığımızdan, her ey çağda benliklerin biçimlenmesinde kar ıla tırmalı referans gruplarının artan rolüne i aret etmektedir. Kitlesel medya günün hâkim modasını ve en son üslupları muazzam bir hızla bize ve dünyanın en ücra kö elerine ula tırır. Aynı ekilde, bu medya görsel olarak eri ilebilir kıldığı kalıplar üzerinde otoritesini de kurar; ku kusuz medyada gösterilmeye değer bulunan ve dünyanın her tarafında milyonlarca insan tarafından seyredilecek olan hayat tarzları, dikkate alınmaya ve eğer mümkünse taklit edilmeye değer tarzlardır... Oimdiye kadar yürüttüğüm tartı manın, sosyalle me sürecinin çocukluk deneyimiyle sınırlı olmadığına ili kin doğru bir izlenim verdiğine inanıyorum. Aslında bu sürecin bir sonu yoktur; her zaman özgürlükle bağımlılığı birbirleriyle karma ık bir etkile ime sokan bu sosyalle me hayat boyu sürer. Sosyologlar çocuklukta asli sosyal becerilerin içselle tirilmesinden hayatın daha sonraki bölümünde meydana gelen sürekli benlik dönü ümlerini ayırmak için bazen ikincil sosyalle me terimini kullanırlar. Dikkatlerini ilk, yani birincil sosyalle menin yetersizliği ya da eksikliğinin çarpıcı bir biçimde acze dönü erek açığa çıktığı durumlarda yoğunla tırırlar: Örneğin bir ki i yabancı âdetleri ve bilmediği dilleri olan uzak bir ülkeye göçer ve bu yüzden yalnızca yeni beceriler edinmesi değil artık bir engel olu turan eskilerini unutması da gerekir; ya da ücra bir ta ra kasabasında yeti mi biri büyük bir ehre ta ınır ve yoğun trafik, çılgın kalabalık içinde, gelip geçenlerin ve kom uların umursamazlığı kar ısında kendini kaybolmu ve çaresiz hisseder. Bu tür 44 radikal deği ikliklerin muhtemelen yoğun bir endi eye, aslında sinirsel çöküntüye ve hatta akıl hastalığına neden olacağı öne sürülmektedir. Yine aynı çarpıcı sonuçlan olan bir ikincil sosyalle me durumunun, bireyin ta ınması yerine dı sosyal ko ulların deği mesiyle de ortaya çıkabileceğine i aret edilir. Ani bir ekonomik çöküntü, kitlesel i ten çıkarmaların ba laması, sava patlaması, aha kalkmı bir enflasyon kar ısında bütün birikimlerin eriyip yok olması, bir yardım hakkının geri alınması yoluyla güvenliğin kaybolması ya da tersine iyile me yönünde bolluğun ve fırsatların aniden artması, yeni ve imdiye kadar dü ünülmemi fırsat kapılarının açılması; tüm bunlar böylesi durumlara örnek te kil ederler. Bunların hepsi önceki sosyalle menin kazanımlarını "geçersizle tirir" ve ki inin davranı ında artık yeni beceriler ile yeni bilgiler isteyen radikal bir yeniden yapılanmayı gerekli kılar. Verdiğimiz örneklerin ikisi de, ikincil sosyalle menin getirdiği sorunları gözümüzün önünde canlandırmamıza yardım eder çünkü bunlar kendi türlerinin en çarpıcı ve en kuvvetli örnekleridir. Daha az çarpıcı biçimlerde olsa da, her birimiz neredeyse her gün ikincil sosyalle me sorunlarıyla kar ıla ırız; en bariz olarak bunu okul deği tirdiğimizde, üniversiteye gittiğimizde ya da üniversiteden ayrıldığımızda, yeni bir i e girdiğimizde, bekârlıktan evliliğe adım attığımızda, kendimize yeni bir ev satın aldığımızda, ta ındığımızda, ana baba olduğumuzda, ya lı bir emekliye dönü tüğümüzde vb. ya arız. Belki en iyisi sosyalle meyi iki ayrı sürece ayırmak yerine bitimsiz bir süreç olarak dü ünmektir. Özgürlük ile bağımlılığın diyalektiği doğumla ba lar ve ancak ölümle sona erer. Gelgelelim, bu sonu gelmez diyalektik ili kide iki partner arasındaki denge deği ir. Çocukluğun erken döneminde, ki inin bağımlı olduğu grubu seçme özgürlüğü, eğer varsa bile, çok azdır. Belli bir aile, çevre, yöre, sınıf ya da ülke içinde doğarız. Sorgusuz sualsiz belli bir ulusun ya da sosyal olarak kabul edilmi iki cinsiyetten birinin üyeliğini üstleniriz. Ya ilerledikçe, yani arlan eylem becerileri ve kaynakları toplamına sahip oldukça, tercih ansı geni ler; bazı bağımlılıklara belki meydan okunup onlar reddedilirken, ötekiler gönüllü olarak istenip benimsenecektir. Ne olursa özgürlük hiçbir zaman tam olmayacaktır. Hepimizin kendi geçmi eylemlerimiz tarafından belirlenmeye açık olduğumuzu hatırlayalım; bu eylemler yüzünden, her an kendimizi, deği imin bedelleri çok ağır ve can sıkıcı iken, belli seçim anslarının ne kadar çekici olursa olsun eri ilmez olduğu bir durumda bulabiliriz. Unutamayacağımız kadar fazla sayıda alı kanlıklar olduğu gibi, "öğrenmi olmaktan kurtulamayacağımız" çok ey de vardır. Erken bir a amada edinilebilir beceriler ve kaynaklar o zaman ihmal edilmi tir ve imdi bu kaybolan fırsatı yeniden ele geçirmek için çok geçtir. Genel olarak belli bir ya tan sonra "yeni bir atılım"ın uygulanabilirliğini ve ihtimalini çok uzak görürüz. Bütün insanlar için bu denge de aynı değildir. Mevcut kaynakların, seçimi geçerli ve gerçekçi bir önerine kılmakta oynadığı rolü hatırlayalım. Yine ba langıçtaki sosyal konumlanı ın o ki inin daha sonraki hayat projeleri ve izlenecek kadar çekici bulduğu amaçlan için koyduğu "sınırları" da hatırlayalım. Bütün insanların özgür olduklarını ve özgür olmaktan ba ka çarelerinin olmadığını (yani yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmeye mecbur olduklarını) ama belli bazılarının ötekilerden daha özgür olduğunu anlamak için bu iki unsurun rolünü dü ünmek yeter: Bu ikinci grubun sınırları (seçim ufukları) daha geni tir ve bir kere yürütmeyi istedikleri hayat projeleri hakkında karara vardıklarında böyle bir proje için gerekli kaynakların (para, bağlantılar, eğitim, anla mı konu ma alı kanlıkları vb.) çoğuna sahip olurlar; arzulamakta, arzularını hayata geçirmekte ve istedikleri sonuçlan yaratmakta ötekilere göre daha özgürdürler. Özgürlük ile bağımlılık arasındaki oranın, bir ki inin ya da belli ki ilerden olu mu bütün bir kategorinin toplumda i gal ettiği göreli konumun göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Yakından bakıldığında görülüyor ki ayrıcalıklı dediğimiz kimselerin özgürlüğü daha çok, bağımlılığı daha azdır. Ayrıcalıksız adım alanlar için ise tersi doğrudur. . Biz ve onlar Sosyal hayatın paradokslarına ili kin keskin gözlemler yapan Adam Smith, bir zamanlar: "uygar toplumda (bir ki i) büyük kalabalıkların elbirliğine ve yardımına ihtiyaç duyarken, bütün hayatı birkaç arkada edinebilmesine ancak yeter" diye yazmı tır. Eylemleri hayatınızın ya anır olması için vazgeçilmez olan bütün bu tanınamaz ve sayılamaz kalabalıkları bir dü ünün (emekleri günlük patlamı mısır payınızı tabağınıza getirmekte kullanılanları; siz kö eyi döndüğünüzde çukurların sizi yutacağından korkmak-sızın saatte 70 mil hız yapabilesiniz diye otoyolun durumunu gözleyenleri; ortak ya amanın kurallarına uyarak sizin sokaklarda saldırıya uğrama korkusu ya amadan dola manızı ya da zehirli dumanlardan boğulacağınız korkusu duymadan havayı ciğerlerinize çekmenizi mümkün kılanları bir dü ünün). Aynı ekilde tanımadığınız ama yine de hayatınızı canınızın istediği gibi seçme özgürlüğünüze kısıtlamalar getiren o muazzam kalabalıkları da dü ünün (sizinle aynı türden mallara sahip olmak isteyen ve bu yüzden ticari irketlerin fiyatları yüksek tutmalarına izin veren; robotları canlı i çilerden daha kârlı bulan ve bu yüzden uygun bir i bulma ansınızı azaltan; kendi amaçlarına ula makla me gulken, kaçmak için elinizden pek bir ey gelmeyecek olan kirli havayı, gürültüyü, tıkanan yolları ve kokmu suları ortaya çıkaran o kalabalığı). Ve kar ıla tığınız insanların, sima olarak tanıdıklarınızın, isimlerini hatırladıklarınızın bir listesiyle böyle bir kalabalığın ürkütücü büyüklüğünü kar ıla tırın. Ku kusuz, hayatınızı etkileyen bütün bu insanlar arasında tanıdıklarınız ya da duyduklarınızın oranının, hiçbir zaman kar ıla madığınız ve hakkında bir ey duymadığınız insanlarınkine göre çok küçük kaldığını göreceksiniz. Ne kadar küçük bir kesimi olduğunu ise asla bilemezsiniz... Dü ünüyorum da, insan soyunun (geçmi , imdiki ya da gelecekteki) üyelerinin bana farklı kapasiteleri varmı gibi geliyor. Bazılarına çok sık rastlıyorum ve bu yüzden de hemen tanıyorum onları; onlardan ne bekleyebileceğimi ve neleri bekleyemeyeceğimi, beklediğim ve istediğim eyleri aldığımdan nasıl emin olacağımı, eylemlerime benim onlardan istediğim biçimde tepki gösterdiklerinden nasıl emin olacağımı bildiğime inanıyorum. Bu insanlarla etkile ime girerim, ileti im kurarım; birbirimizle konu uruz, bilgi1-lerimizi payla ırız ve bir uzla maya varma umuduyla ilgi alanımıza giren eyleri tartı ırız. Diğerleriyle ancak zaman zaman kar ıla ırız; kar ıla malarımız ya ben ya da öteki ki iler özel, gayet özgün hizmetleri almak ya da mübadele etmek istediği zamanlarda, tamamen özel ko ullarda gerçekle ir; öğretmenimle dersler ve seminerler dı ında pek kar ıla mam, bir bakkal çırağıyla ancak bir eyler satın alırken kar ıla ırım, ansıma di çimi çok nadir olarak, ancak di imin yapılması gerektiğinde görürüm. Bu gibi insanlarla ili kilerime i levsel ili kiler denebilir. Bu insanlar hayatımda bir i levi yerine getirirler; ili kimiz bana (ve varsayıyorum ki onlara da) ait çıkarlar ve eylemlerle ilgili özellikler ta ır. Çoğu durumda öteki ki48 sinin, o ki inin yerine getirmesini beklediğim i levle ili kili olmayan özellikleriyle ilgilenmem. Dolayısıyla bakkal çırağının aile hayatını, di çinin hobilerini, siyasal bilgiler hocamın sanatsal zevklerini ara tırmam. Buna kar ılık onlardan da benzer bir yakla ım beklerim. Onlarla ili kimde, özel alanım olarak gördüğüm alanı soru turmalarını haksız müdahale olarak değerlendiririm. Böyle bir müdahale meydana geldiğinde, buna direnirim; bunu nihayetinde belli bir hizmetin mübadelesinden öte olmayan ili kimizin yazılı olmayan ko ullarını kötüye kullanma ya da çiğneme durumu olarak alırım. Nihayet, diğerleriyle neredeyse hiç kar ıla mam. Onların hakkında bilgilerim vardır; onlar vardırlar, bilirim ancak göründüğü kadarıyla benim günlük i lerimle doğrudan ilgili olmadıklarından, onlarla doğrudan ileti ime girme ihtimalini ciddi olarak dü ünmem. Aslında onlara ancak gelip geçici bir dü ünce kadar ilgi duyarım. Sosyolojide fenomenolojik okul adı verilen okulun kurucusu Alman asıllı Amerikalı sosyolog Alfred Schutz'a göre, her bireysel bakı açısından insan soyunun bütün öteki üyelerinin yerleri, hayali bir çizgi üzerinde belirtilebilir ve bu çizgide, sosyal ili ki hacim ve yoğunluk olarak azaldıkça artacak sosyal mesafe ile ölçülen bir süreklilik tespit edilebilir. Böyle bir çizgi üzerinde kendimi (egomu) ba langıç noktası alarak bana en yakın noktaların dostlarım olduğunu söyleyebilirim; onlar gerçek anlamda doğrudan, yüz yüze ili kiye girdiğim insanlardır. Dostlarım, çağda larımın, benimle aynı zaman diliminde ya ayan ve en azından potansiyel olarak yüz yüze ili kilere girebildiğim insanların olu turduğu geni bir alanda ancak küçük bir bölgeyi i gal ederler. Bu gibi çağda larıma ili kin pratik deneyimim, elbette ki isel olarak edinilmi bilgiden, insanları bir kategorinin örneklerinden ba ka bir ey olmayan (ya lılar, siyahlar, Yahudiler, Güney Amerikalılar, zenginler, futbol fanatikleri, askerler, bürokratlar vb.) tiplere ayırma yetimle sınırlı bir bilgiye kadar çe itlilik gösterir. Bir insanın, süreklilik çizgisi üzerindeki verili noktası benden ne kadar uzaksa, benim o insana tepkim (kar ıla masak da zihinsel yakla ımım ya da, eğer olursa, ki isel ili kim) kadar onun hakkındaki dü üncelerim de o kadar genci ve tipik olacaktır. Gelgelelim, çağda larım yanında, en azından insan soyuna ili kin zihinsel haritamda, benim öncellerim ve ardıllarım vardır. Onlar çağda larımdan, onlarla ileti imimin yarım yamalak, tek yanlı olması ve imdilik, belki de sonsuza dek, böyle kalacak olması bakımından ayrılırlar. Öncellerim bana mesajlar vermi olabilirler (biz böyle mesajlara gelenek deriz, tarihsel hafızada korunmu tur onlar) ancak biz onlara yanıt veremeyiz. Ardıllarımızla durum tersinedir; çağda larımla birlikte, içinde birlikte ya da bireysel olarak kurduğumuz ya da yazdığımız eyleri barındıran mesajlar bırakırız ancak onların bize yanıt vermesini beklemeyiz. Listede yer alan kategorilerin hiçbirinin sonsuza dek sabitlenmediğini aklımızdan çıkarmayalım. Bunların "geçirgen" sınırları vardır; tek tek insanlar bir kategoriden diğerine geçerek, süreklilik çizgisinde benim doğrultum yönünde ya da ba ka yönde yol alarak, çağda larından öncellerine ya da ardıllarından çağda larına kayarak yerlerini deği tirebilirler, deği tirirler de. Bu iki tip yakınlık -zihinsel ve fiziksel yakınlık- zorunlu olarak çakı maz. Kent merkezleri gibi yoğun nüfuslu alanlarda çok az manevi bağımız olan insan kalabalıklarıyla her an fiziksel olarak yan yana ya arız; 3. Bölüm'de göreceğimiz gibi, ehrin kalabalık ortamında fiziksel yakınlık manevi uzaklıkla el ele gider. Aslında, bir ehirde ya amak, zihnimizi a ırı me gul etmesin ve ta ıyabileceğimizden ağır ahlâki yükümlülükler dayatmasın diye fiziksel yakınlığın etkisini "sıfırlama" anlamına gelen karma ık bir sanatı gerektirir; bütün ehir sakinleri bu sanatı öğrenir ve uygular. Zihinsel ve ahlâki yakınlık emsal duygusunu ya ama yetimizden (ve istekliliğimizden) ibarettir; yani öteki ki ileri bizim gibi özneler olarak kavrama, onların da kendi hedefleri ve bu hedefleri gözetmeye hakları olduğunu, bizimkine benzer duygular ya adığını, benzer zevk alma ve acı duyma özellikleri ta ıdıklarını kabul etme yetimizden ibarettir. Emsal duygusu normal olarak e duyumu, yani kendimizi öteki ki ilerin yerine koyma, eyleri onların gözünden görme kabiliyetini ve istekliliğini içerir. Emsal duygusu, duyguda lık, yani öte KĐ ki inin ne esiyle ne elenme ve tasasıyla tasalanma kapasitesi de gerektirir. Bu türden emsal duygusu zihinsel ve ahlâki yakınlı50 F4ARKA/Sıısyolojik Dü ünmek ğın en kesin göstergesidir, aslında bizatihi anlamıdır. Mesafe arttık ça bu duygu zayıflar ve tükenir. "Süreklilikteki kopu ları" gözümde canlandırmamı, aksi haklı düzgün bir süreklilik olacak yerde, bölünmeleri algılamamı, insan lan farklı tutumlar ve farklı davranı lar isteyen kategorilere ayır mamı sağlayan bütün bu ayrımlar ve bölünmeler arasında bir ayrın vardır ki, diğerlerinden önde durur ve ötekilerle ili kilerim üzerin de, zihnimde yer edip de davranı larımda somutlanmı bütün diğr bölünmelerden daha fazla etki yapar. Bu, "biz" ve "onlar" ayrımı dır. "Biz" ve "onlar" yalnızca iki ayrı insan grubunu değil, tümiiy le farklı iki tutum arasındaki, duygusal bağlanma ve antipati, güve ı ve ku ku, güvenlik ve korku, i birliği ve çeki me arasındaki aynın temsil eder. "Biz" ait olduğumuz grup anlamına gelir. Bu grup için de olanları gayet iyi anlarım ve anladığım için nasılsürdüreceğim bilirim, kendimi güvenli ve evimde hissederim. Bu grup âdeta binim doğal ortamım, içinde olmaktan ho landığım ve huzur içindi döndüğüm yerdir. "Onlar" ise tersine ne ait olmayı isteyebileceğin ne de istediğim bir grubu anlatır. Dolayısıyla o grupta neler oluj bittiğine ili kin gözümde canlanan eyler, belli belirsiz ve kopul kopuktur; o grubun i leyi ine ili kin pek bilgim yoktur ve bu yü/ den o grubun yapt'.ğı her ne ise benim için genelde kestirilemez vı aynı ekilde korkutucu eylerdir. Ben "Onlar"ın temkinli tutumunu ve endi elerimi aynı geçer akçeyle geri ödediklerinden, ku kulan ma kar ılık ku ku duyduklarından ve benim onları onaylamadığın gibi onların da bana hınç beslediklerinden ku kulanırım. Bundu: dolayı, onlardan beklediğim çıkarlarıma kar ı hareket etmeleri, ba na zarar vermeyi ve ba ıma bir çorap örmeyi istemeleri ve felaketimden mutluluk duymalarıdır. "Biz" ve "onlar" ayrımı bazen sosyolojide iç grup ve dı gru| ayrımı olarak verilir. Bu zıt tutumlar çifti birbirlerinden ayrılma/ "dı grup" duyusu olmaksızın "iç grup" duygusu olamaz, ve tabi tersi de geçerlidir. Bu kavramsal-davranı sal zıtlığın iki üyesi biı birini tamamlar ve ko ullandırır; onlar bütün anlamlarını zıtlanıı dan alırlar. "Onların" olan "bizim" olmaz ve "onlar" "biz" değilcliı "biz" ve "onlar" ancak birlikte, kar ılıklı çatı ma içinde anla ılabilir. Ben kendi iç grubumu ancak belli bir öteki grubu "onlar" olarak gördüğüm için "biz" olarak görürüm. Đki zıt grup âdeta benim dünya haritamda uzla maz bir ili kinin iki kutbunda yoğunla mı tır ve iki grubu benim için "gerçek" yapan ve sahip olduklarını tahayyül ettiğim iç birlik ile tutarlılığı inanılır kılan i te bu uzlû mazlıfoır. Bu zıtlık her eyden önce kendi dünyamın (bölünmü evren haritamda ötekilerin yerini belirleyen sınıflandırma ilkemin, çerçevemin) planını çıkarmakta kullandığım bir araçtır. Ben onu kendi okulum ile kom u okul arasındaki; "benim" tuttuğum takım ile belalı fanatikleriyle birlikte rakip futbol takımı arasındaki; hali vakti yerinde olan ve muhtemelen benim gibi vergilerini dürüstçe ödeyenlerle ba ka insanların sırtından geçinmek isteyen "asalaklar" arasındaki; eğlenmekten ba ka bir ey istemeyen barı tutkunu arkada larım ile bunu imkânsızla tırmakta kararlı polis güçleri arasındaki; bizimle, yani yasalara uyan saygın yurtta larla kuralları hiçe sayan ve her türlü düzenden nefret eden "ayaktakımı" arasındaki; bizimle, yani güvenilir, sıkı çalı an yeti kinlerle çılgın, aylak yeni yetmeler arasındaki; bizimle, yani dünyada kendilerine bir yer bulmak ve orayı ya anası bir yer kılmak isteyen genç insanlarla mi-yadını doldurmu ve yersiz tarzlarına takılıp kalmı ya lı insanlar arasındaki; benim iyi niyetli ve yardımsever milletimle saldırgan, kötü niyetli, entrikalar çeviren kom ularımız arasındaki farkı ifade etmekte kullanırım. Biz ve onlar, iç grup ve dı grup, her bir örnekte bizim kendimize özgü duygusal renklerimiz kadar ayrı ayrı özniteliklerimizi de kar ılıklı uzla mazlığımızdan türetir. Denebilir ki, bu uzla mazlık zıtlığın iki tarafını da tanımlar. Yine denebilir ki, her bir taraf kendi kimliğini, bizim onu zıddıyla birlikte uzla mazlık olu turan bir ey olarak görmemizden türetir. Bu tespitlerden hareketle gerçekten a ırtıcı bir sonuç çıkartabiliriz: C i grup, tam da iç grubun kendi hayali zıddıdır ve iç grubun özkimliği, tutarlılığı, kendi içindeki dayanı ması ve duygusal güvenliği için ona ihtiyacı vardır. Đç grubun ihtiyaçları çerçevesinde i birliğine hazır olmak âdeta bir kar ıt ile i birliğini reddetmenin gerekçesidir. Hatta denebilir ki, gerçekte bir dı gruptan beklenen davranı ı gösteren bir grubun fiili mev-52 cudiyeti ne orada ne de buradadır; böyle bir grup yoksa bile, kendi sınırlarını çizmek ve korumak için, kendi içinde sadakati ve i birliğini temin etmek için bir dü man varsayması gereken grubun tutarlılığı ve bütünlüğü a kına icat edilecektir. Sanki bir yerde kendimi evimdeymi gibi güvende hissetmem için yabanıllığın saldığı korkuya ihtiyaç duyarım. "Đçeri"nin değerini gerçek anlamda vermek için bir "dı arı" olmalıdır. Bir iç gruba atfettiğimiz, ondan istediğimiz ya da almayı umduğumuz kar ılıklı duygu akı ı ve yardımla ma için en iyi model ailedir; bu, zorunlu olarak kendi deneylerimizden, her zaman ho olmayan deneylerimizden, bildiğimiz aile değil, "ideal bir aile" olarak tahayyül ettiğimiz, olmasını istediğimiz ya da hayalini kurduğumuz bir ailedir. Çoğu iç gruba yönelik tutumlara rengini veren idealler, dayanı ma, kar ılıklı güven ve "ortak bağ" (yani, kar ı taraf ne zaman yardım istese ne pahasına olursa olsun yardım elini uzatma yükümlülüğü ta ımak ve bu yükümlülüğü yerine getirmek) idealleridir. Ki inin, ideal bir ailenin üyelerinden beklediği kar ılıklı davranı biçimidir. Ana babaların çocuklarıyla ideal ili kileri, sevgi ve efkatin, birinin üstün gücünü ya da etkisini ili kideki zayıf tarafın çıkarları için kullanmanın modelini olu turur. Karı koca arasındaki ideal ili kiler tamamlayıcılığın örneğidir; ancak birlikte, kadının ya da erkeğin en iyi yaptığı i leri ötekinin hizmetine sunarak ikisinin de değer verdiği ve gözettiği amaca ula abilirler. Karde ler arasındaki ideal ili kiler fedakârca yardımla manın, ortak bir dava için güçleri birle tirmenin ve "birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için" türü dayanı macı bir davranı ın ilkörneğini sunar. Zaman zaman belki fark etmi sinizdir, izleyicilerine kar ılıklı bağlılık duyguları a ılamayı isteyen insanlar karde lik metaforlarım kullanmaya bayılırlar ve dinleyicilerine "karde ler" ya da "bacılar" diye seslenirler. Milli dayanı ına duyguları ve milleti için kendini feda etmeye hazır olma, ülkeden "ana vatanımız" ya da "atalarımızın toprağı" diye söz ederek sağlanır. Kar ılıklı yardım, kollama ve arkada lık bundan dolayı iç grup hayatının hayali kurallarıdır. "Biz grubu" içinde saydığımız ba kalarını dü ündüğümüzde, aralarında bir fikir ayrılığı olsa bile onlann sanki hepsi için yararlı bir çözüm ve bu konuda genel bir kabul, ilke olarak hem arzu edilir hem de ula ılabilir bir eymi gibi davranacaklarını umarız. Bir dostluk havası içinde, barı çıl bir biçimde ve çıkar ortaklığının bilinciyle çözümü müzakere etmelerini bekleriz. Birinin diğerinden ayrı dü mesi ise aksine, eğer sadece bütün taraflar "konuya ili kin bütün gerçekleri görselerdi" ve çe itli oyun bozanların (onlar çok büyük bir ihtimalle "öteki tarafın ajanları, "bizden" görünen "bozgunculardır) kendilerini aldatmalarına meydan vermemi olsalardı, savu tumlabilecek olan geçici bir talihsizlik olarak görülecektir. Bütün bunlar, iç grup türü ili kileri duygu olarak sıcak, kar ılıklı anlayı ile yürütülen ve bu yüzden herkeste herkese kar ı grubun sıkı savunusu için gerekli bağlılık ve kararlılığı uyandıran ili kiler olarak algılamamızı sağlar. Biz grubumuzun ortak üyeleri ile olduğu gibi özde le tiklerimiz hakkındaki herhangi bir aksi dü ünceyi hafife almayacağımız ortadadır. Eğer böylesi dü ünceleri duyarsak, muhtemelen onları çürütmek ve "haksız yere suçlanan"ın temiz adını korumak için elimizden geleni yaparız. Eğer iç gruba ait insanların hiç de kusursuz olmayan bir biçimde davrandıklarına ili kin kanıtlarla kar ıla ırsak, olguları geçi tirmek ya da bunu kötü niyetli dedikodu, zayıf iradenin kanıtı ya da dü man propagandasının uydurmaları olarak göz ardı etmek için çok gayret sarf ederiz. Elbette, bunun tersi bizim "onlar" hakkında yapabileceğimiz bütün suçlamalar için geçerlidir. Bu tür suçlamalar aksine doğrudur. Doğru olmaları gerekir. Doğru olsalar iyi olur... Tüm bunların vardığı yer bütün dü ünümler ve argümanlardan önce gelen bir duygudur; ya anası ho bir yer, gerçekten ki inin evi, tıpkı ki inin evinde olduğu gibi sınırları ne pahasına olursa olsun korunması gereken bir cemaat ya da bir iç grup duygusudur. Burada, içeride i ler bazen ters gidebilir ama sonuçta her zaman bir çözüm bulunur. Đnsanlar acımasız ve bencil görünebilirler ancak ki i ihtiyaç duyduğunda onların yardımına güvenebilir. Her eyden önce, ki i onları anlayabilir ve onlar tarafından anla ıldığından emin olabilir. Onların davranı ının yanlı yorumlanması ihtimal dı ıdır. Her ey bir yana, ki i huzur veren güvenlik duygusunu ya ar; 54 eğer bir tehlike belirirse kesinlikle zamanında tespit edilcn'l sonra "biz" onunla sava mak için güçlerimizi birle tireceği/.. Bunlar, ne zaman "biz"den bahsetsek hissettiğimiz eyle biz bunu birçok sözcükle dile getirmesek ya da asla kendi kcınl ze telaffuz etmesek bile hissederiz. Bunu hissederiz ve önemli < "biz" içine dahil ettiğimiz bütün bu insanların gerçekten yapı 11 değil bu histir. Onların pratikleri hakkında bazen, özellikle < manevi yakınlık fiziksel yakınlıkla, sık sık kar ıla malarla, k ili ki ile, yüz yüze ili ki ile birlikte yürütülmüyorsa, çok az sn liriz. Büyük küçük bütün iç grup imgelerimiz belli hayati özelli bakımından ortaklık gösterse de, bu imgeleri uyguladığımız f. lar kendi içlerinde son derece farklıdır. Bazı iç gruplar hacim rak küçüktür; aslında o kadar küçüktür ki içindeki bütün ins;ıı etkile imleri sık ve yoğun olması yanında, günün çoğu zamanı kinliklerinin çoğunda birbirlerini yakından gözleyebilirler. Bu yüz yüze gruplardır. Aile, özellikle bir çatı altında ya ayan bir; buna en bariz, aslında birincil örnektir. Ancak bir yandan dıı, martlarını olabildiğince birlikte geçiren ve sürekli birbirlerinin ı ğinin özlemini duyan vefalı dostlardan olu mu sıkı grupları da ünebiliriz. Bir arkada lık grubunu iradi olarak seçebilir, deği i bilir ya da terk edebilirken, ailenin bile imi ancak kısmen bizini çimimize bağlı olmasına rağmen, idare edilebilir ölçüleri sayesi iki grup da, ancak yüz yüze ili kide bulabileceğimiz yakınlık l verir. Böylesi gruplar içinde biz ba kalarının gerçekte neler yap lan ve nasıl yaptıklarına bakarak kendi beklentilerimizi ve i< imgelerimizi etkili bir biçimde sınayabiliriz. Hatta eğer fiili tul ı larının bizim beklediğimi:?; ölçütlere uymadığını fark edersek, d> larıınızın davranı larını ideale yakla tırmaya bile gayret ede Ho lanmadığımız eyler için onları kınayıp cezalandırabilir, l landığımız eyler için ise övebilir ve ödüllendirebiliriz. Böylesi ruınlarda, ideal imgemiz elle tutulur, "maddi" bir güç kazanır; zeltmeci eylemlerimiz aracılığıyla, ideal biz grubunun bütün tiyi rinin yaptıkları üzerinde daimi bir baskı uygular. Hatta ideal ini miz sonunda gerçekliği onayladığımız normların çizgisinde tuonu tahayyül ettiğimiz ve olmasını arzuladığımız ekle sokar. Gel-gelelim, eğer iç grup ki inin ancak grubun varsayılan birkaç üyesiyle kar ıla abileceği kadar büyükse, bu geçerli değildir. Sınıf, toplumsal cinsiyet ve millet bu ikinci iç grup kategorisinin tipik örnekleridir. Biz sıklıkla onların bildiğimiz küçük, mah-. rem grupların sadece daha büyük bir ölçekteki "sureti" olduklarını tahayyül etsek de, küçük grup mahremiyetiyle hiçbir ortak yönleri yoktur; birlikler, çoğu kere onları "biz" olarak dü ünenlerin kafalarında kurulur. Tam ve gerçek anlamıyla hayali cemaatlerdir (ya da daha doğrusu cemaat olarak hayalidirler; ortak sergiledikleri özellikler, kendi ba larına, haklı olarak ve güvenle sahici biz grupların gerçekte göstereceklerini dü ündüğümüz dayanı macı eylem ve kar ılıklı anlayı ın teminatı değildir). Aslında, aynı mevkiden ve gelir düzeyinden, aynı cinsiyetten, aynı dilden ve göreneklerden insanların meydana getirdiği topluluklar derin çıkar çatı maları, sava an hizipler, kolaylıkla uzla tırılamayan inançlar ve hedeflerde bölünmeler yüzünden parçalanabilir ve sıklıkla parçalanmı tır da. Birlikteliklerinde bütün bu çatlaklar vardır ama üstleri bir "biz" imgesi ile boyanmı tır. Eğer tikel bir sınıf, toplumsal cinsiyet ya da milletten bahsederken "biz" imgesini kullanıyorsam, bizi bölen eylere kar ın bizi birle tiren (ya da bizi birle tirdiğine inandığım ve birle tireceğini umduğum) eylere öncelik veriyorum demektir. Bu (birçok milliyetçi liderin yurtseverlik nutuklarında görüldüğü gibi), hayali bir cemaatin öteki üyelerine seslenmeye benzer: Farklılıkları unutun, kavga etmeyi bırakın, ne kadar ortak yanımız olduğunu dü ünün, ortak olduğumuz eyler bizi bölen her eyden daha önemlidir, o halde saflarımızı sıkla tıralım ve ortak davamıza sahip çıkalım. Yüz yüze ili ki gibi bir yapı tırıcıdan yoksun olan sınıflar, toplumsal cinsiyetler ve milletler kendi kendilerine iç grup haline gelemezler; bu hale getirilmeleri gerekir, hem de çoğu durumda onları ayıran etkili güçlere rağmen. Bir cemaat olarak, benzer eyler hisseden aynı kafadan insanların birle ik, uyumlu ve ahenk içinde bir bünyesi olarak bir sınıf, bir toplumsal cinsiyet ve bir millet imgesi, uyu mazlığa dü tüğü gerçekliğe dayatılmalıdır. Bu dayatma 56 kar ıt göstergelerin sahte ya da anlamsız bulunarak bastırılmalarını ya da göz ardı edilmelerini talep eder. Bu dayatma dur durak bilmeden ve gözünü kırpmadan birlik vazedilmesini de ister. Etkili olabilmesi için, bu dayatmanın pratikleriyle çıkarların ve inançların hayali birliğine can veren eylemcilerden olu an kalıcı, disiplinli ve çalı kan bir organa, cemaat adına konu an bir tür meslekten sözcülere ihtiyaç duyar. Bu organ (örneğin, bir politik parti, sendika, feminist dernek, milli kurtulu komitesi, milli devletlerin hükümetleri) cemaate ait olmanın ne anlama geldiğini tek tek belirler. Bu ör-gan, bütün üyelerin yardımla manın yeterli dayanakları olarak sözde payla tığı (ortak tarihsel gelenek, ortak ezilmi lik, ortak dil ve âdetler) gerçek ya da hayali özelliklere i aret ederek birliğin gerekçelerini sağlar. Eğer buna gücü yeterse, kaynaklarını vazettiği modele uyumu sağlamak ve muhalifler ile sapkınları cezalandırmak ya da tecrit etmek için de kullanır. Kısaca, bu gibi organların eylemi büyük Ölçekli iç grupların olu umundan önce vardır. Dolayısıyla sınıf mücadelesi fikri ve onu sürdüren militanlar, sınıfı bir iç grup olarak görme temelinde yükselmi sınıfsal dayanı ma eyleminden önce vardır. Benzer bir ekilde, milliyetçilik (millete bağlılığın bütün öteki bağlılıkların önüne geçtiği fikri), birle ik milli birimlerin ortaya çıkı ından önce gelir. Cemaat fikrini savunan organlar ne kadar heybetli olurlarsa olsunlar ve ne kadar sıkı çalı ırlarsa çalı sınlar, gerçeklikle ili kileri kaçınılmaz olarak kırılgan ve zayıftır. Yüz yüze ili kideki gibi sıkı bir ağla örülmemi olduğundan, büyük ölçekli bir cemaatin birliği inançlara ve duygulara yapılan sürekli çağrılarla ayakta tutulmalıdır. Bir sınırın çizilmesi ve savunulmasının muazzam önemi de buradan doğar. Eğer dü ünülen iç grupta dayanı manın kurulması bir dı gruba kar ı dü manlığın vazedilmesi ve uygulanması e liğinde yürütülmüyorsa, büyük ölçekli bir iç gruba sadakat a ılama yönünde hiçbir çabanın ba arı ansı yoktur. Ki inin kendi grubunun renkleri huzur verici ve iç açıcı iken, dü man imgesi donuk ve korkutucu renklerle boyanmı ın'. Dü manlar çok kurnaz ve entrikacıdır. Onlar arkada canlısı kom u maskesi taksalar ya da gönüllerinde yatan i leri yapmaktan caydı nisalar da amansız dü manlardır. Đstediklerini yapmalarına izin verilirse, i gal ve istila edecek, kölele tirecek ve sömüreceklerdir: Eğer yeteri kadar güçlüyseler açıktan açığa, eğer gerçek niyetlerini gizlemek zorunda kalmı larsa alttan alta bunu yapacaklardır. Demek ki, sürekli uyanık kalmalıyız; onların deyi iyle, barutumuzu kuru tutmalıyız, silahlanmalı ve silahlarımızı modernle tirmeliyiz, dü man fark etsin ve zayıflığını kabul edip kötü niyetlerinden vazgeçsin diye güçlü olmalıyız. Dı gruba kar ı, genellikle kar ı tarafın dü manlığı ve kötü niyetine zorunlu bir yanıt olarak gösterilen dü manlık, ku ku ve saldırganlık bir önyargı doğurur ve zamanla bu önyargı tarafından ilerletilir. Önyargı dü manlarda olabilecek herhangi bir erdemin, gerçek ya da hayali kusurlarını abartma eğilimi ile katlanarak doğrudan reddi anlamına gelir. Dü man ilan edilenlerin eylemleri öyle bir yorumlanır ki, her yaptıkları imgelerini daha fazla karartır ve sanki "ne yaparsan yap, ne söylersen söyle, yerden yere vurulacak ve sana kar ı kanıt olarak kullanılacaktır" ilkesine uygun olarak yapılanlarda kötücül dürtüler bulunur. Önyargılar, dı grubun niyetlerinin iyi olabilmesi ya da dü manlar ne söylemi se onu demi olabilecekleri ve barı önerilerinin samimi ve gizli dürtülerden arınmı olabilmesi ihtimalinin kabul edilmesini engeller. "Kötülük impara-torluğu"na karsa sava ta, görünü te ne kadar barı çıl ya da büsbütün zararsız olursa olsun, dü manın her hamlesi hain emelinin bulunup çıkarılması için büyüteç altına yatırılır. Önyargı kendini ikili ahlâki ölçütler biçiminde de gösterir. Đç grup üyelerinin kendilerine doğal olarak hak gördüğü ey, dı gruptan insanlar için yapıldığında bir lütuf ve iyilik eylemi olacaktır; tersine, iç grup üyeleri söz konusu olduğunda övgüye değer bir fedakârlık eylemi olarak el üstünde tutulan ey, eğer bir dı grup üyesi tarafından yapılmı sa "sıradan insani nezaket" sayılıp önemsiz görülür ya da görmezden gelinir. En önemlisi, ki inin dı grup üyelerine kar ı kendi yaptığı kötülükler vicdan ahlakıyla çeli meyen eylermi gibi görülürken, çok daha az zararlı eylemlerin dü man tarafından yapılması durumunda bu eylemlerin iddetle mahkûm edilmesi beklenir. Önyargı insanları, dı grubun amaçları söz konu58 su olduğunda, asla haklı görülmeyecek araçların kendi davalı yürütülmesinde kullanılmasını onaylamaya iter. Aynı eyk1 hangi tarafın yaptığına bağlı olarak bazen övgüyü bazen de yi hak ederek farklı isimler alır. Özgürlük sava çıları ve terör protestocular ve ba belaları, devrim ve isyan gibi kavram çil ni dü ünün. Bu ve benzer kaçamaklar, adaletin haklı olarak ve nidan doğruya iç grubun yanında olduğunda -inatla, tekrar ı ve temiz bir vicdanla- ısrarlı olmamızı sağlar. Önyargı eğilimi birörnek dağılmamı tır. Bazı insanların di yi keskin ve uzla maz zıtlara göre algılamaya ve kendileri farklı olan ya da görünen herkese derin bir kin beslemeye öze yatkın oldukları çok sık görülmektedir. Bu tür bir yönelim ırk tumlarda ve eylemlerde -ya da daha genel olarak "yabancı" her eye dü manlık anlamına gelen zenofobi'd& (yabancı dü n ğı)- kendini gösterir. Bu arada, önyargıları fazla olan insanlar malde inatla ve tutkuyla tektiplilikten yanadır. Katı davranı Is larından herhangi bir sapmaya pek tahammül edemezler ve bu dolayı insanları hizaya sokan güçlü bir iktidardan yalladırlar. U davranı kalıbıyla nitelenen insanların otoriter ki iliğe sahip ol lan söylenir. Ba kaları çevrelerini saran çok çe itli hayat tarzi la mutlu ya ar ve deh etli farklılıklara bile ho görüyle baka bazı insanların neden böyle bir otoriter ki iliğe sahip oldu inandırıcı bir açıklama getirilememi tir. Pekâlâ denebilir ki, ı ter ki iliğin bir ifadesi olarak nitelediğimiz ey, aslında bu ki; sergilediği iddia edilenleri potasında eriten bir sosyal 'durumuı nucudur. Öte yandan, daha yakından bakıldığında önyargımı ni liği ve iddetindeki deği imlerin, etkilenen ki inin ya adıj eylemde bulunduğu bağlamla ili kili olduğu anla ılır. Đç grup ile dı grup arasındaki keskin sınırlar fikrine "mü olma" ve birinciyi görünü te ikinciden gelen tehdide kar ı kı k lıkla kollama eğilimi, alı ıldık ve bildik hayat ko ullarında ürt cü bir deği ikliğin yarattığı güvensizlik duygusuyla çok yakıı ili kilidir. Daha çok belirsiz ve daha az kestirilebilir hale geld durum tehlikeli ve bu yüzden korkutucu görülmeye ba lar. Đnsi' nn o güne kadar hayatla ba etmenin verimli ve etkili yolu olgördüğü ey, aniden daha az güvenilir hale gelir; insanlar önceden ba ettiklerine inandıkları durumun kontrolünü kaybettikleri duygusuna kapılırlar. Bu yüzden deği ime kin duyulur. Güçlü bir biçimde "eski tarzları" (yani bildik ve rahat tarzları) savunma ihtiyacı duyulur ve sonuçta ortaya çıkan saldırganlık yeni gelenlere -eski tarzlar hâlâ güvenle yerlerinde dururken mevcut olmayan ama imdi ortalarda dola an ki ilere- yöneltilir. Üstüne üstlük, yeni gelenler zaten farklıdır; onların kendi hayat tarzları vardır ve bu yüzden deği imin elle tutulur timsalidirler. Đki kere iki nasıl dört ediyorsa aynı ekilde deği imden, eski güvenliğin yitip gitmesi, eski âdetlerin gözden dü mesi, imdiki durumun belirsizliği ve geleceğin getirebileceği felaketlerden bizatihi yeni gelenler sorumludurlar. Norbert Elias, yerle ikler ve dı arlıklılar teorisinde önyargı üreten duruma ili kin kapsamlı bir analiz sunmaktadır. Dı arlıklıların içeriye akın etmesi, yeni gelenlerle eski sakinler arasındaki farklılık ne kadar belli belirsiz olsa bile, her zaman yerle ik nüfusun hayat tarzına bir kafa tutu demektir. Yeni gelenlere yer açma zorunluluğundan ve dı arlıklıların kendilerine yer bulma ihtiyacından doğan gerilim iki tarafı da farklılıkları abartmaya iter. Farklı ko ullarda göze çarpmadan geçi tirilebilecek, genelde küçük küçük özellikler imdi göze batar ve birlikte ya amanın önündeki engeller olarak sunulur. Bunlar tiksinti duyulan nesneler haline gelerek kesin ayrılığın kaçınılmaz ve kayna manın dü ünülemez olduğuna kanıt olarak kullanılır. Endi e ve dü manca duygular iki tarafta da kaynama noktasına eri ir ancak yerle ikler bir bütün olarak önyargıları temelinde harekete geçmek için daha iyi kaynaklara sahiptirler. Onlar aynı zamanda sırf yerle imlerinin uzunluğu nedeniyle, o yer üzerinde kazanmı oldukları haklara da sığınabilirler ("Burası bizim atalarımızın toprağıdır"). Dı arlıklılar yalnızca yabancı ve farklı olmakla kalmazlar, orada olmaya hak kazanmamı "istilacılar" ve i galciler olarak görülürler. Yerle iklerle dı arlıklılar arasındaki karma ık ili ki iç grup ile dı grup arasında büyük bir çe itlilik gösteren çatı maların, daha genelde ise yaygın ve derin önyargı örneklerinin açıklanmasında çok i e yarar. On dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sında modern anti-se-60 mitizmin doğu u ve yaygın kabul görüsünün, hızla sanayile en bir toplumdaki yüksek deği im hızıyla Yahudilerin özgürle mesinin çakı masına bağlanabilir - o dönemde Yahudiler kendi gettolarından ya da kapalı cemaatlerinden çıkarak Yahudi olmayan ehir nüfusuna karı maya ve "sıradan" i alanlarına girmeye ba lamı lardı. Fabrikaların ve ticari mal üreten irketlerin rekabeti yüzünden, alı tıkları varolu larını kaybetmek üzere olan zanaatkar ve esnaf kesimi, daha önce sokaklarında görünmeyen yabancıların geli ini, dünyayı sarsan karı ıklığın inandırıcı açıklaması olarak büyük bir evkle kabul ettiler. Aynı ekilde, imparatorluğun yava yava parçalanması ardından güvenliğin geleneksel zeminlerinin kayması, sava sonrası Britanya'da kentsel yeniden geli me sürecinde kentin bildik çehresinin tahrip edilmesi ve sonra birçok insanın becerilerine ve hayat beklentilerine denk dü en endüstrilerin ortadan kaybolması, sonunda Antiller'den ve Pakistan'dan gelenlere ili kin yaygın bir endi e doğurdu; ve tabii ardından felaket habercilerine yönelik bir tepki dalgası - bu bazen açıkça ırkçı bir biçimde bazen de "yabancı kültüre" direnme maskesi altında aldatmaca biçiminde ifade edilir ("insani temellerde" Đslâmî usûlde et kesimine kar ı ya da yemekte geleneksel pancake" yerine chapatti'" veriliyor bahanesi altında birle ik eğitime kar ı protestoları dü ünün). Bir örnek daha alalım: On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında fabrikalardaki hızlı makinele me ve ardından çalı ma süreçlerinde vasıf aranmaz hale gelmesiyle i güvenlikleri tehdit altına giren vasıflı i çilerin onlarca yıl süren kaygıları ve umutsuzlukları, kendilerine "genel" diyen ama çok geçmeden yerle ik sendikalar tarafından "vasıfsız" payesi biçilen i çilerin akınına kar ı bir cepheye dönü tü. Vasıfsızlar sendikalara alınmadılar ve ancak vasıflı i çilerin direni ine kar ı sendikal haklar mücadelesinde ba arılı olduktan sonra sendikal koruma altına girebildiler. Deği im ba layıp eski biçimlerde süren fırsatlar hızla kaybolduğunda, benzer süreçlere günümüzde de rastlanır. Bunu sendikala ini u ya da bu grup i çinin i lerini ba ka sendikanın üyeleriyle payla maya cansiparane direnmesinden anlarız; mesleki yetki sınırlan üzerine yapılan tartı malar belki de yakın dönemde patlayan grevlerin en sık rastlanan nedenidir. Yeni gelenleri tehlikeli dı arlıklılar olarak gösterme yönündeki yerle ik eğilimin belki de en çarpıcı örneği, kadınların i yerlerinde ve etkili sosyal konumlar üzerine rekabette e it hak iddialarına kar ı malum erkek direni idir. Bir zamanların güvenli erkek koruganlarma kadınların giri i o zamana kadar meydan okunmamı kuralları tartı malı hale getirir ki, bu önceden her eyin yerli yerinde olduğu bir ortama güçlü ve öfkeli bir bozguncu unsuru sokar. Feministlerin e it haklar talebi tehlike duygularını harekete geçirmekte, bu da hiddetli tepkiler ve saldırgan tavırlar yaratmaktadır. Muhtemel sonuçlarının vahameti kadar yerle ik-dı arlıklı uzla mazlığının keskinliği, yerle iklerin kavgacılığının dı arlıklı konumuna itilmi grupta, en azından ate kes ihtimalini azaltan simetrik bir kar ılığı ortaya çıkarması ile daha içinden çıkılmaz hale gelir. Amerikalı antropolog Gregory Bateson, dü man tutumların âdeta dü man davranı ı te vik ederek kendi gerekçesini sağlaması eklinde ilerleyen etki-tcpki zincirine schismogenesis* adını takmı tır. Her eylem daha güçlü bir tepkiyi doğurduğundan, iki taraf da ister istemez derin ve kalıcı bir bölünmeye doğru sürüklenir. Taraflardan birinin kar ılıklı ili kiler üzerinde ba langıçta olabilecek kontrol gücü ve etkisi artık kaybolmu tur. "Mevcut durumun mantığı" üstün gelmi tir. Bateson asıl olarak iki tür schismogenesisten söz eder. Simetrik schismogenesis durumunda, tarafların her biri kar ıtında gördüğü g"ç belirtilerine tepki gösterir. Rakip ne zaman kuvvet ve kararlılık gösterse, daha etkili bir kuvvet ve kararlılık yoluna gidilir. "Caydırma inanılır olmalıdır" ya da "saldırgana saldırının sökmediği gösterilmelidir" sloganlarını dü ünün; bazı strateji uzmanlarına göre, nükleer füzeler mekanizmasının devreye sokulması dü manı has-mane bir eylem durumunda son pi manlığın nükleer bir misilleme* Schism: ayrılma, bölünme, hiziple me; genesis: yaratılı , olu um; "bölünmeyle, ihtilafla varolma". {;.n.) 62 yi durdurmayacağına ikna edecek biçimde otomatik olmalıdır. ,'.ı metrik schismogenesis çatı an taraflarda kendini öne çıkarma dnv gusunu besler ve rasyonel müzakere ve anla ma ihtimalini geı\t l ten ortadan kaldırır. Evlilikte e ler arasındaki kendi kendini azdıuıı zıtla mayı dü ünün; her iki taraf da uzla ma yerine kendi tarzıınl ısrar ettikçe ve iki taraf da ancak kuvvetli bir irade gösterilmesinin ve zayıflık göstermeme kararlılığının bu amaçlarına hizmet edrln leceğini varsaydıkça, ba langıçta küçük görü ayrılıkları tarallaı dan hiçbirinin kapatamayacağı derin uçurumlara dönü ür. Artık l,ı raflardan hiçbiri kavganın ba langıçtaki nedenini hatırlamaz bili-, tersine, iki taraf da imdiki kavgalarının iddetinin büyüsüne kapıl ini tir. Kar ılıklı suçlamalar ve üstünlük gösterileri denetimden 11 kar ve evlilik bo anmayla son bulur; yeni bir etkile im zinciri dalı.ı kopmu tur. Tamamlayıcı schismogenesis tamamen zıt varsayımlardan ılı gar ama aynı kapıya, yani ili kinin kopmasına çıkar. Eylemlcını schismogenesis dizili i tamamlayıcıdır çünkü öteki taraf kar ı taı;ı fin artan gücünün tezahüıieriyle kar ıla tığında direni ini zayıllu Urken, bir taraf öteki tarafın zayıflık i areti göstermesiyle kararhlı ğını artırır. Bu, tipik olarak tahakkümcü ve itaatkâr iki partner anı sındaki her etkile imde ortaya çıkan eğilimdir. Partnerlerden biı ı nin kendine güveni ve inancı ötekinin ürkeklik göstermesini ve im yun eğmesini besler. Zamanla ikincinin uysallığı birincinin kendim öne çıkarması ve küstahlığı ile el ele yürür. Tamamlayıcı schisnm genesis örnekleri çok sayıda olduğu gibi, içerik olarak da çok çe il lidir. Bir uçta korku salarak bütün yöreyi ko ulsuz teslim almı ve ardından hiçbir direni in olmamasına bakarak kendi mutlak hâki miyetine inandığından, kurbanlarının kapasitesini a an talepler ileri sürmeye ba lamı bir çeteyi dü ünün. Bu ya kurbanları umutsu/ luğa sevk ederek isyan kıvılcımını ate ler ya da kurbanların çetenin haraca bağladığı bölgeyi terk etmelerine neden olur. Öteki uçla, patron-mü teri ili kisini dü ünebilirsiniz. Hâkim (milli, ırksal, kül türel, dinsel) çoğunluk, bir azınlığın mevcudiyetini ancak azınlığın canla ba la hâkim değerleri kabul ettiğini ve hâkim kurallara göıt ya amaya istekli olduğunu göstermesi ko uluyla kabul edebiliı Azınlık, yöneticileri ho nut etme tela ına dü ecek ve onlara yaranmaya çalı acaktır; egemen grubun talep ettiği tavizlerin miktarının, o grubun kurallarıyla değerlerine teslim olunduğuna ve bir ba kaldırı ihtimalinin olmadığına güven duymaları ile birlikte arttığını ke fedecektir. Azınlık ayrıca e it partner sayılmanın bir yolu olarak kendi özgüllüklerini sergileme stratejisinin ters teptiğini de öğrenir. Azınlık bu durumda ya kendi gettolarına çekilecek ya da stratejisini simetrik schismogenesis modeline uygun olarak deği tirecektir. Tercih ne olursa olsun, ili kinin kopması muhtemel sonuçtur. Ama iyi ki, Bateson'ın belirttiği gibi, etkile imlerin gösterebileceği üçüncü bir biçim daha vardır: kar ılıklılık. Kar ılıklılık bir bakıma daha önce tartı tığımız iki modelin özelliklerini birle tirir ancak bunu kendini tahrip eğilimlerini körelten bir biçimde yapar. Kar ılıklı bir ili kide, her bir tekil etkile im örneği asimetriktir, ancak uzun dönemde iki tarafın eylemleri birbirini dengeler ve böylelikle ili ki "e itlenir"; etkile im bir uçuruma sürüklenmeden uzun zaman bu niteliklerini koruyabilir. Kısaca, kar ılıklılık tarafların her birinin öteki tarafın ihtiyacı olan bir eyi kar ıladığı- (örneğin, ancak hor görülen ve ayrıma tabi tutulan azınlık, çoğunluk üyelerinin kaçındığı, feci halde ihtiyaç duyulan ama gelecek vaat etmeyen i leri yapmaya hazır olabilir) bir ili kidir. Öteki tarafın hizmetlerine bağımlılık partnerlerden her birinin verdikleri kar ılığında a ırı ödüller talep etmesini engeller. Denebilir ki, kar ılıklılığın bazı biçimleri çoğu etkile imin çerçevesini olu turur. Her halükârda bu biçim, neredeyse tanımı gereği her dengeli ve istikrarlı ili ki çerçevesinde mevcuttur. Bu, özellikle ertelenmi kar ılıklılık biçimini aldığında (örneğin, çocuklar kendi çocuklarına bakarak ana babalarının kendilerine bakmalarının "kar ılığını ödediklerinde"), çerçevenin uzun süre sağlam kalmasını ve kendini yeniden üretmesini sağlayabilir. Gelgelelim, hiçbir kar ılıklı ili ki çerçevesinin yer yer simetrik ya da tamamlayıcı bir ili kiye kayma ve dolayısıyla schismogenesis sürecini ate leme tehlikesinden tamamen bağı ık olmadığı akılda tutulmalıdır. 64 Yabancılar Geçen bölümlerde "biz" ve "onlar"ın ancak birlikte, birbirleriyle zıtlık içinde anlamlı olduklarını gördük. Biz ancak biz olmayan ötekiler, "onlar" varsa biz oluruz; ve onlar da hep birlikte, bir bütün olarak grup olu tururlar, bunun tek nedeni de onların aynı özni-telikleri payla malarıdır: Onların hiçbiri "bizden biri" değildir. Kavramların ikisi de kendi anlamlarını, çizdikleri ayrım çizgisinden türetir. Böyle bir bölünme olmaksızın, kendimizi "onlar" kar ısına koyma ihtimali olmaksızın, kendi kimliğimizi anlamlandırmada zorluk çekeriz. Öte yandan, "yabancılar" bu bölünmeye meydan okurlar; denebilir ki, onlar bizatihi zıtlığa -her tür bölünmeye, bölünmeleri muhafaza eden sınırlara ve dolayısıyla bunların sonucunda ortaya çıkan sosyal dünyaya- kar ıdırlar. Onların önemi, anlamlan ve sosyal hayatta oynadıkları rolleri de burada yatar. Sırf yerle ik hiçbir kategoriye kolayca uymayan varlıklarıyla yabancılar, bizatihi kabul edilmi zıtlıkların geçerliliğini Đnkâr ederler. Kar ıtların "doğal" özniteliklerini yalancı çıkarırlar, keyfiliklerini açığa vururlar, kırılganlıklarını gözler önüne sererler. Bölünmelerin aslında ne için var olduklarını, üzeri karalanabildi ya da yeniden çizilebilen hayali çizgiler olduklarını gösterirler. Karı ıklığa meydan vermemek için, ba tan yabancının basitçe bilinmedik bir ki i -iyi tanımadığımız, her yönüyle tanımadığımız ya da hiç tanımadığımız bir ki i- olmadığını kaydedelim. Bir ey söylemek gerekirse, bunun tersi doğrudur: Yabancıların dikkate değer özelliği büyük oranda bildik olmalarıdır; bir ki iyi yabancı olarak kabul etmek için, öncelikle onun hakkında hiç olmazsa birkaç ey bilmem gerekir. Her eyden önce, onların tekrar tekrar, davetsiz olarak benim görü alanıma girmeleri lazımdır: Öyle ki ben onları yakın çevremde görmeliyim; istesem de istemesem de onlar kesinlikle benim ya adığım ve ayrılmadığım, ayrılma i aretleri de göstermediğim dünyada ya arlar. Böyle olmasalardı, yabancı değil, olsa olsa "hiç kimse" olurlardı. Hiç kimse dediklerim, çoğu kere belli belirsiz, dikkatimi çekmeden ve dağıtmadan, günlük hayatımın baktığım ama görmediğim arka planında hareket eden, bir yüzü, çehresi olmayan ve biri diğerinin yerine geçebilen çok sayıda olu um arasında kaybolurlar. Onları duyarım ama ne söylediklerini dinlemem. Yabancılar ise tersine gördüğüm ve dinlediğim insanlardır. Tam da onların mevcudiyetine dikkat ettiğim, onların mevcudiyetini görmemezlik edemediğim ve basitçe dikkatimi vermeyi reddederek bu mevcudiyeti ilgisiz kılamadığım için, onları anlamlandırmakta güçlük çekerim. Onlar âdeta ne yakın ne de uzaktırlar. Ne "biz"im bir parçamızclırlar ne de "onlar"ın bir parçası. Ne dü man ne de dostturlar. Bu nedenle a kınlık ve endi e yaratırlar. Onlarla tam olarak ne yapacağımı, onlardan ne bekleyeceğimi, onlara nasıl davranacağımı bilemem. Kolaylıkla dikkat çeksinler ve bir kere dikkat çektikten sonra da tüm açıklığıyla anlatabilsinler diye, sınırlan mümkün olduğunca 66 FSARKA/Sıısyıılııjik Düjünmek açık ve net çizmek, göründüğü kadarıyla insan elinden çıkım dünyada ya ayan ve ya amak için eğitilmi insanoğlu için ;,"" rece önemli bir konudur. Eğer iyice belirlenmi sınırlar ncl< n leyeceğimize ve her ne olursa olursa arzuladığımız amacımı. < inek için öğrendiğimiz davranı biçimlerinden hangisini yap.' miza ili kin a maz i aretler göndermiyorsa, toplum içinde inak için gerekli becerilerin hepsi yararsız, çoğu kere zararlı zen doğrudan intihar demek olacaktır. Ne var ki, bu sınırlar lı< > man uzla ımsaldır. Sınırların kar ıt taraflarında bulunan iıi',,ıı| bizi hatalı sınıflandırma yapmaktan kurtaracak kadar birbirk-ını farklı değildirler. Ve bu yüzden böylesi keskin ve net çizgilcı i mayan bir gerçeklikte "evet-hayır" bölünmelerini korumak it,iıj rekli çaba göstermek gerekir. Örneğin, cemaat kurallarına ht'| kuralların bağlayıcı olduğu bir alan ile sava a özgü pragmalikl geçerli olduğu bir alan arasında çok önemli görünen o sının inek, hiç de açık ve seçik olmayan bir duruma yapay (ve dolayı la güvenilmez) bir netlik dayalına çabasıdır her zaman. Đnsanla! salar bile çok nadiren birbirlerinin "tam ve eksiksiz zıtlar"ı olu Eğer bir bakımdan farklılık gösterirlerse, ba ka bir bakımdan l zerlik gösterirler. Farklılıkları bile zıt kategorilerin ima edeceği lamda, nadiren bariz ve ko ulsuzdur. Çoğu özellik derece farkı iddetli kopu lara meydan vermeden, sıklıkla hissedilmez hiı çimde birbirinden ayrılabilir. (Schutz'un doğal bölünmelere u mayan sürekli çizgi imgesini hatırlayın; öyle ki birbirini izleyn insan arasındaki uzaklık sonsuz küçük olabilir; çizginin soluml; lan bütün insanları sağda kalan bütün insanlardan tamamen ayı bir kategoriye sokan her sınır, her kesiklik belli ki aynı ekilde fidir ve savunulması güçtür.) Çe itli insan niteliklerinin örtüsı ve deği ikliklerin derece farkı olması yüzünden, her bir ayrını gisi kaçınılmaz olarak sınırın iki yanında da, insanların aynın gisinin akla getirdiği iki zıt gruptan birine ya da ötekine ait ol ilk elden tanınmayacağı bir tür gri alan bırakacaktır. Đ lemin ancak kaçınılmaz olan böyle bir belirsizlik tehdit olarak güı çünkü durumu içinden çıkılmaz hale getirir ve bir iç grup ya d; grup bağlamında hangi davranı ın uygun bir davranı olduğunu kada ça bir i birliği ile temkinli ve hasmane bir sakınma durumunu kesin olarak ayırt etmeyi son derece güçle tirir. Dü manlarla sava ırız, dostları severiz ve onlara yardım ederiz; ama ne dü man ne dost olanlara ne diyeceğiz? Ya da hem dü man hem dost olanlara? Britanya asıllı Amerikalı sosyal antropolog Mary Douglas, insan uğra ları arasında insan yapısı düzeni dur durak bilmeksizin "etiketleme" i inin hayati bir rol oynadığına i aret etmi tir; insan hayatı için can alıcı farklılıkların çoğu doğal olarak, kendiliklerinden mevcut değildir; bulunmaları ve titizlikle savunulmaları gerekir. (Ortaçağ'da bir yeraltı karikatürünün elden ele dola tırıldığı anlatılır: Karikatürde dört kafa resmedilmi ve u ba lık konmu tur: "Bilin bakalım, hangi kafa Papa'ya, hangisi Prens'e, hangisi köylüye, hangisi dilenciye aittir?" Elbette kafalar birbirinin aynıdır ve tamı tamına benzer olu ları -örneğin, prenslerle dilenciler arasındaki- akıl almaz ve kapanmaz farklılıkların hepsinin kafadan, kafanın eklinden ve büyüklüğünden gelmediğini akla getirmektedir. Bunun bir yeraltı karikatürü olmasına a mamalı.) Bu amaca ula mak için, sınırları bulandıran ve böylelikle tasarıyı zayıflatan, hedeflenen düzeni bozan ve açıklığın hüküm sürmesi gereken yerde akıllan karı tıran bütün bu muğlaklık bastırılmalı ve yok edilmelidir. Benim yaratmak istediğim düzen imgem, benim güzellik ve incelik imgem, ayrımlara uymayan bu dikba lı müphem gerçekliğin tezahürlerine öfke duymama neden olur. Silip süpürmek için elimden geleni yaptığım çöpler olsa olsa "dı arıda bir yerde" olan, benim dünya imgemde kesin bir yeri olmayan bir eydir. E yanın doğasından gelen bir yanlı lık yoktur. Orada olmaması gereken eyin orada olması ancak onu iğrenç ve çekilmez yapar. Đ te birkaç örnek. Acımasızca zehirlediğimiz ve biçtiğimiz bitkileri "ot" yapan ey onların bahçemiz ile vah i doğa arasındaki sınırı korkutucu bir biçimde yok sayma eğilimi ta ımasıdır. "Ollar" genelde göze ho gelir, güzel kokar ve huzur verirler; eğer ormanda ya da bir kırda gezerken rastlarsak elbette, onlara vah i hayatın hayranlık veren türleri olarak saygı duyarız. Onların "hatası" kesin çizgileriyle çim alanı, çiçek tarhı, sebze bağı ve gül bahçesi olarak ayrılması gereken bir yerde davetsiz bitmeleridir. Bizim öngördii68 ğümüz ahengi bozarlar, tasarımızın ba ına bela kesilirler. Yemek ta-bağımızdaki yiyeceğe hayranlık duyarız ama aynı yiyeceğin yatağımıza ya da yastığımıza saçılmı haldeki görüntüsünden iğreniriz; bunun nedeni yalnızca yiyeceğin yerinde olmaması, fiziksel olarak tıpatıp aynı olsa da iki yerin kesinlikle ayrı tutulduğu ve biri yemek öteki de yatak odası olmak üzere ayrı i levler gördüğü evimizin düzenini altüst etmesidir. Gururla giydiğimiz çok narin ve pırıl pırıl ayakkabılar bile masanın üzerine konduğunda "pislik" gibi görünür gözümüze. Aynı ekilde saç tokaları ya da tırnak makasları da, saçlarımız ve tırnaklarımız normal olarak bedenimizin bir parçası olarak kaldıkları sürece bizim itinayla baktığımız ve gurur duyduğumuz eyler olmalarına rağmen, yerlerinde durmazlarsa aynı gözle görüleceklerdir. Bazı kimyasal ürün irketlerinin tıpatıp aynı deterjanlar ihtiva eden paketlere farklı etiketler yapı tırdıkları ortaya çıkmı tır; bu irketler dikkatli bir ara tırma sonucunda çoğu insanın, banyo ile mutfağın farkını bir kere bile gözden kaçtrmamı , dolayısıyla asla iki yerde de aynı deterjanı kullanmamı olmaktan gurur duyduğunu öğrenmi tir. Benzer birçok örnek gibi bu örneklerde de, hepimizin "kirlilik"le sava maya ve eyleri doğru (ait oldukları) yere koymaya vb. gösterdiğimiz takıntılı, yoğun dikkat, dünyamızı düzene sokan ve dolayısıyla ya anabilir ve kolay hareket edilebilir bir yer kılan bu bölünmeler arasındaki sınırı kalıcı/el değmemi ve temiz tutma ihtiyacı tarafından güdülenmi tir. Đç grup ile dı grup, "biz" ile "onlar" arasındaki sınır çizgisi en canla ba la savunulan ve en fazla dikkat sarf edilen ayrımlara girer. Denebilir ki, dı grup, iç grup için faydalı hatta vazgeçilmezdir çünkü iç grubun kimliğini açığa çıkarır ve tutarlılığıyla dayanı masına güç katar. Aynı ey iki grup arasında uzanan biçimsiz gri alan için söylenemez. Bu alan anla ılır bir ekilde faydalı bir rol oynayamaz; zararlı, niteliksiz olarak görülür. Bundan dolayı, yurtseverlik ya da partizan dayanı ma duygularını harekete geçirme yoluyla halk desteği kazanma derdine dü en her politikacının gözde ilkesi udur: "Bizden olmayan, bize kar ıdır". Böylesi bir kategorik bölünmede, ara, kararsız ya da doğal bir konum için yer kalmamı ı ir. Eğer böyle bir yere izin verilirse, bu konumlar doğru ya da yanlı arasındaki bölünmenin sanıldığı kadar mutlak olmadığı anlamına gelecektir. Çok sayıda politik parti, kilise ya da milliyetçi ya da hi-zipçi bir örgütlenme, zamanlarının ve enerjilerinin çoğunu yeminli dü manlardan çok kendi muhalifleriyle sava ta harcar. Genellikle hainlerden ve döneklerden, düpedüz bilinen dü manlara göre çok daha yoğun bir biçimde nefret edilir. Bir milliyetçi ya da bir parti militanı için, hiçbir dü man kar ı tarafa geçen ya da onu suçlamakta yeteri kadar ileri gitmeyen "içimizdeki dü man"dan daha a ağılık ve iğrenç değildir; uzla macı bir tutum doğrudan doğruya dü manlıktan çok daha iddetle kınanır. Bütün dinlerde, dönmeler açıktan açığa inançsız olanlardan çok daha fazla nefret toplamı ve onlara çok daha büyük bir kinle zulmedilmi tir. "Safları bozmak", "ortalığı velveleye vermek", "tarafsız kalmak" liderlerin izleyicilerine yöneltebileceği en ağır suçlardır. Bu ithamlar, milleti, partisi, kilisesi ya da hareketi ile yeminli dü manları arasındaki bölünmenin mutlak olmadığını, kar ılıklı anlayı ın ve hatta anla manın akla yatkın olduğunu ya da kendi grubunun erefinin lekesiz olmadığını, grubun kendisinin ayıplardan arınmı ve her zaman haklı olmadığını dü ünen (daha kötüsü, söyleyen; en kötüsü bu dü üncesini eylemiyle gösteren) insanlara yöneltilir. Gelgeldim, grubun sınırı her iki taraftan da tehdit altındadır. Bu sınır içeriden, kaçkınlar, değerlerin yıkıcıları, birliğin dü manları, dönekler damgasını yemi ikircimli insanlar tarafından a ındırıl-maktadır. Ancak bu sınır, "pek bize benzemeyen" ancak sanki öyle imi ler gibi muamele bekleyen, yanlı a dü meden yabancılar, "bizden olmayanlar" olarak tanımlayabileceğimiz yerlerinden ayrılan ve imdi ne olmadıklarına ili kin kolaylıkla hataya dü ebileceğimiz yerlerde dolanan insanlar tarafından dı arıdan da saldırıya uğramakta ve sonuçla delinmektedir. Bu "geçidi" açmakla onlar, sağlam ve dclinmcz olarak güvenilen sınırın hiç de geçirimsiz olmadığını göstermi lerdir. Tek ba ına bu günah bile onlara kin duymaya ve geldikleri yere dönmelerini istemeye yeter; onların görü leri insanı güvensizliğe iter; onlarda anla ılmaz bir biçimde tehlikeli bir eyler vardır. Kendi eski yerlerinden kalkıp bizimkine geçerek, di-renenıeycccğimiz korkunç ve gizemli bir güce, boy ölçü emeyece70 ğimiz bir zekâya sahip olduklarından ku kulanmamıza neden çak bir eyi ba armı lardır; bize kar ı kötü niyetler ta ırlar v( yüzden bu korkunç üstünlüklerini muhtemelen bizim zarımı1 kullanacaklardır. Onlar varken biz kendimizden emin olamayı/ lip bilmeden, yeni gelenlerin tehlikeli ve iğrenç i lere bula lıl.1 dan ku kulanırız. "Acemi çaylak" (inancımıza kazanılmı km "yeni zengin" (birden servete konan ve bugün zengin ve gücliı dünkü yoksul) ve "sonradan görme" (çabucak güçlü bir kını yükselen, a ağı tabakadan biri) gibi nitelemelerin hepsi kınayn netleyici ve küçük dü ürücü anlamlar yüklüdür. Bütün bunlaı ı dün "orada" iken bugün "burada" olan insanları i aret eder, ı hareketlilikleri ve akıl sır ermez maharetleri yüzünden, iradi ul hem burada hem orada olan insanlara güven olmaz; nihayetindi lar geçirimsiz ve kusursuz olması gereken eyi ihlal etmi lcıd bu ilk günah unutulamaz ya da bağı lanamaz. Bu günah alini yazılmı tır. Onlar ba ka nedenlerle de kaygı yaratırlar. Onlar aslında gelenlerdir, bizim hayat tarzımız için yenidirler, bizim usûller ve araçlarımızı bilmezler. Bu yüzden, bizim için normal ve ı olan, bizim hayat tarzımızdan "doğmu " olan ne varsa onlar ie; haf, bazen de a ırtıcıdır. Onlar bizim tartı ma götürmez yol zun erdemine akıl sır erdiremezler. Bu yüzden onlar nasıl ya yacağımızı bilmediğimiz sorular sorarlar çünkü geçmi te bi/ dimize "Bunu neden böyle yapıyorsun? Bunun anlamı ne? l türlü yapmayı denedin mi hiç?" türü sorular sormadığımız gil na gerek de duymamı ızdır. Ya ama tarzımıza, bize güven ver bizi rahatlatan hayat biçimine imdi kafa tutuluyor. O hale gel bizden tarzımızı savunmamız, açıklamamız, haklılığını gösU miz isteniyor. Tarzımız tartı masız kabul edilmiyor ve dolay artık güvenli görünmüyor. Güvenlik kaybı hafifçe geçi tirilen ey değildir. Ve genelde geçi tirmeye niyetimiz yok. Bundan yi, böylesi sorulan saldırı, tezleri bozgunculuk, kar ıla tırmalı küstahlık ve kindarlık olarak görüyoruz. Ke ke "hayatımızı s; inak" için, bu ani güven bunalımından sorumlu tuttuğumuz y; cıların akınına kar ı saflarımızı kapatmı olsaydık. Rahatsızlık bu ba belalarına kar ı öfkeye dönü üyor. Yeni gelenler saygılı bir biçimde saçma sapan sorulardan vazgeçip süklüm püklüm otursalar ve çenelerini tutsalar bile, günlük i lerini yürütme biçimleri hiç ku kusuz aynı altüst edici etkiyi yaratacaktır. Oradan gelip burada kalmaya karar veren bu insanlar, bizim hayat tarzımızı öğrenmeyi, taklit etmeyi, "bizim gibi" olmayı isteyeceklerdir. Hiçbir ey yapmasalar, çoğu evlerini tıpkı bizim gibi dö emeye, bizim gibi giyinmeye, bizim çalı ma ve eğlenme biçimimizi kopya etmeye çalı acaktır. Bizim dilimizi konu makla kalmayacaklar, yürüyü ümüzü ve birbirimize hitap biçimimizi taklit etmek için inatçı bir gayret de göstereceklerdir. Ne kadar büyük çaba sarf ederlerse etsinler (ya da belki böyle büyük çaba sarf ettikleri için), en azından ba langıçta, hata yapmaktan kaçamazlar. Çabalan inandırıcı görünmez. Davranı ları acemice, hantal ve gülünçtür; daha çok bizim tarzımızın bir karikatürüne benzer ve bu yüzden bizi "gerçek ey"in neye benzediğini sormak zorunda bırakır. Yaptıklarında bir hiciv havası vardır. Biz ise alaya alarak, gülerek, "karikatürü karikatürle tiren" fıkralar üretip anlatarak beceriksiz taklitleri reddederiz. Ancak gülmemize karı mı bir acılık, kahkaha maskesi altında bir endi e vardır. Tahribatı sınırlı tutmak için ne yaparsak yapalım, olan olmu tur artık. Bilinçdı ı âdetlerimiz ve alı kanlıklarımız çarpıtan aynalarda bize gösterilmi tir. Onlara alaysı bir biçimde bakmak, kendi hayatlarımızdan ele tirel bir uzaklıkta durmak zorunda bırakıldık. Bu yüzden, açıktan açığa soru sorulma-sa bile, rahatımız kaçtı. Görebileceğimiz gibi, yabancılara potansiyel bir tehlike olarak ku kuyla bakmak için çok neden vardır. Eğer onlara açıktan "bize ait değil" damgası vurulsaydı ve bizim tarzımızın bize göre, onların tarzının da onlara göre olduğunu ve ikisinin karı tırılmaması gerektiğini kabul eden yabancılar olarak kalsalardı, ba ka bir deyi le, eğer görü alanımıza bir biçimde girseler bile onlara itibar etmememize izin verilseydi, görece masum olacaklardı. Gelgelelim, ayrım bir zamanlar olduğu gibi açık değilse ve kalan açıklığını da kaybedeceği yönünde sıkıntı verici bir eğilim görülüyorsa, sorun çıkma potansiyeli inanılmaz boyutta artar. Belki ba larda gülünüp 72 geçilecek, üzerine akalar yapılacak ve alaya alınacak bir ey olarak gözümüze görünmü olan ey imdi artık dü manlığa ve hatta saldırganlığa neden olabilir. Bu yüzden, ilk tepki yabancıları "geldikleri yere" (yani, eğer orijinal olarak çıktıkları doğal bir mekân varsa; bu, her eyden önce yeni ülkelerinde yerle me umuduyla gelmi , etnik olarak yabancı göçmenler için geçerlidir) geri göndererek bölünmenin yarattığı kaybedilmi netliği yeniden olu turmaktır. Bazen bu insanları göçe zorlama ya da hayatlarını, kötünün iyisini tercih edip kendiliklerinden toplu halde bırakıp gidecek kadar dayanılmaz kılma çabasına girilir. Eğer böyle bir hamle direni le kar ıla ırsa ya da kitlesel göç ettirme u ya da bu nedenden dolayı hayata geçirilebilir bir öneri değilse, soykırım gündeme gelebilir. Vah i fiziksel yok etmenin sorumlusu, fiziksel olarak göç ettirme çabasının ba arısızlığa uğramasıdır. Soykırım, "düzenin yeniden sağlanması"nın a ırı ve en iğrenç yöntemidir; ne var ki yakın tarih soykırım tehlikesinin hayal ürünü olmadığım ve uluslararası mahkûmiyete ve yaygın öfke doğurmasına rağmen, soykırıma yönelik eylemlerin patlak vermesinin bir olasılık olarak göz ardı edilemeyeceğini en deh etli biçimde gözler önüne sermi tir. Gelgelelim, daha az nefret uyandıran ve radikal olan ba ka çözümler de seçilmiyor değildir. En sık ba vurulanlardan biri ayrılmaktır. Ayrılma fiziksel, manevi ya da hem fiziksel hem de manevi olabilir. Fiziksel ayrılık en güzel ifadesini gettolarda ya da etnik rezervlerde, yani yerli halkın yabancı kabul ederek ve yabancı statülerinin ilelebet sürmesini isteyerek karı mayı reddettiği insanların ikametine ayrılmı ülkenin belli yöreleri ya da alanlarında bulur. Bazen tahsis edilmi toprak duvarlarla ve hatta daha sıkı yasal engellerle çevrilmi tir (Güney Afrika, siyah "yerle im alanını" terk etmeyi geçi belgesine bağlaması ve beyazlara ayrılmı bölgelerde gayrimenkul satı ına yasak koyması ile bu duruma yakın dönemli ama hiç de ilk olmayan bir örnek olu turur). Bazen ayrılmı alandan çıkmak ya da o alana girmek yasal olarak engellenemez ve kâğıt üzerinde serbesttir ancak pratikte orada oturanlar kapatıldıkları bölgeden çıkamazlar ya da çıkmayacaklardır; bunun nedeni ya "<lı an"nın ko ullarının onlar için katlanılamaz hale getirilmesi (fiziksel saldırıya uğrarlar, alaya alınırlar ya da en azından taciz edilirler) ya da genellikle ihmal edilmi bölgelerinde sürdürdükleri sefalet düzeyindeki ya am standartlarının güçlerinin yetebildiği tek standart olmasıdır. Yabancı olarak nitelenen insanların fiziği ve davranı ı yerlilerden kolayca ayrılmadığından, farklılığı görünür kılmak ve yanlı lıkla ili ki kurma tehlikesini azaltmak için sıklıkla özel kıyafetler ya da ba ka belirleyici i aretler zorunlu hale getirilir. Ta ımaları söylenen ikaz i aretleri sayesinde, dola malarına izin verilse bile yabancılar gittikleri yere .âdeta kendi ayrı topraklarını da ta ırlar. Ve sıklıkla, belki el emeğine dayanan ve hor görülen ama yerliler için hayati ve vazgeçilmez olan hizmetleri gördüklerinden (Ortaçağ Avrupasında Yahudilerin nakit para ve banka kredisi sağlaması örneğindeki gibi), onlara hareket serbestisi tanımak zorunda kalınmı tır. Toprak esasına göre ayrılığın tam olmadığı ya da tümüyle uygulanamaz olduğu durumlarda, manevi ayrılık önem kazanır. Yabancılarla ili kiler kesinlikle i ili kilerine indirgenir. Sosyal bağlantılardan sakınılır. Kaçınılmaz fiziksel yakınla manın manevi bir yakınla maya dönü mesini engellemeye çaba gösterilir. Hınç ya da açık dü manlık böylesi engelleme çabalarında kendini açıkça gösterir. Önyargının ve hıncın ördüğü engelin genellikle en kalın duvarlardan daha etkili olduğu bir gerçektir. Bağlantıdan etkin sakınma devamlı olarak kirlenme korkusuyla i irilir; kitabi ya da mecazi anlamda, yabancıların bula ıcı hastalıklar ta ıdıklarına, bitli pireli olduklarına, temizlik kurallarına uymadıklarına ve dolayısıyla sağlık için tehlike olu turduklarına ya da zararlı fikirler ve alı kanlıklar yaydıklarına, büyü ya da me um ve kanlı tapınma ayinleri yaptıklarına, ahlâksızlık ve iffetsizlik yaydıklarına inanılır. Yabancıları çağrı tıran her eye, yürüme biçimlerine, kılık kıyafetlerine, dinsel ritiiellerine, aile hayatlarına, halta sevdikleri yemeklerin kokusuna hınç duyulur. Oimdiye kadar tartı ılan ayrılma pratiklerinin hepsi basit bir durumu varsaymı tır: Biz, "bizim" aramıza kalmaya gelen "onlar"a kar ı savunmamız gereken "biz", buradayız ve davetsiz misafirin 74 •...-.• varlığına rağmen burayı terk etmeyeceğiz. "Biz" için bir kısl lar" için ba ka bir kıstas varmı gibi, kimin hangi gruba ail tartı ına konusu değildir; gözden kaçırılmaması gereken bı sik ve açıkça farklı kıstaslardır. Gelgelelim, bu türden basil rumun ve ürettiği kesin görevin, içinde ya adığımız toplum ne hemen hiç denk dü mediğini görmek kolaydır. Ya adığın lum kentsel bir toplumdur; insanlar kalabalıklar halinde birli arlar, çok seyahat ederler; gündelik i leri süresince ba ka i rın oturduğu ba ka alanlara girerler, bir yöreden ötekine ya renin bir bölgesinden ötekine geçerler. Gün boyunca o ka< insanla kar ıla ırız ki hepsini tanımamız imkânsızdır. Çoğu ı da, kar ıla tığımız insanların kıstaslarımızı kar ılayıp kan dıklarından emin olamayız. Hemen her zaman tam olarak k; madiğimiz yeni görüntüler gözümüze çarpar ve sesler kula çalınır; daha kötüsü durup dü ünmeye ve anlamak için sanı çabaya girmeye vaktimiz pek yoktur. Ya adığımız dünya da yabancılarla dolu bir evrensel yabancılık dünyası gibidir. Y; lar arasında, yabancısı olduklarımız arasında ya arız. Böyl dünyada, yabancılar kıstırılamaz ya'da kıstırılmı halde tutu lar. Yabancılar birlikte ya amak durumunda olduğumuz insaı Bu, yukarıda anlatılan uygulamaların yeni ko ullarda tan la terk edildiği anlamına gelmez. Eğer kar ılıklı yabancı gruplar bütün olarak etkili bir biçimde ayrılamamı olsa bile, leri ayrımcılık uygulamaları ile bir biçimde azaltılabilir (ve sizle tirilip böylelikle zararsızla tınlabilir); gelgelelim bu u maların artık deği mesi gerekir. Daha önce kar ıla tığımız ayrımcılık yöntemlerinden bir nck alalım: Grup üyeliğinin belirgin, görülür i aretlerini ta Gruba atfedilen böyle bir görünü yasalarla desteklenebilir, ( "ba ka biri gibi görünmek" cezalandırılacaktır. Ancak bu yas; dahale olmaksızın da ba arılabilir. Kentsel tarihin büyük böli de yalnızca zengin ve ayrıcalıklı kesimlerin gösteri li, incelik silere gücü yetebilirdi; normalde giysiler (her zaman yerel ful göre) yapıldıkları yerden çok uzaklarda bulunamadığı için I; olmayan ki iler görünü leri'ndeki parlaklık, sefalet ya da tul ı tan ayırt edilebilirdi. Gelgelelim, bu artık kolay değil. Hayranlık uyandıran ve yüksek fiyat biçilen giysilerin görece ucuz taklitleri imdilerde o kadar büyük miktarlarda üretiliyor ki, mütevazı bir geliri olan insanlar bunları satın alabilirler ve eskitebilirler (yani, hemen herkes bunları giyebilir). Dahası, taklitler bir bütün olarak o kadar aslına benzer yapılıyor ki, özellikle belli bir mesafeden baktığınızda, onları gerçeğinden ayırt etmek zordur. Her modaya herkesin ula abilmesi yüzünden, elbise geleneksel ayrımcı i levlerini yitirmi tir. Bu, giyim ku amdaki yeniliklerin "sosyal anlam"ını zamanla deği ikliğe uğratmı tır. Bunların çoğu artık kalıcı olarak herhangi bir özel gelir grubuyla ya da sınıfla sınırlı değil; ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra, genelde herkesin eri ebileceği bir duruma geliyor. Modalar da yerel özniteliklerini yitirmi ve gerçek anlamda "bölgeler arası" ya da kozmopolit hale gelmi tir. Aynı ya da neredeyse ayırt edilemez giysiler birbirinden çok uzak yerlerde edinilebilir ve edinilmektedir. Elbiseler artık sahiplerinin ya da giyenlerin orijinlerini ve hareketliliklerini açığa vurmaktan çok gizler. Bu, görüntünün, görüntü sahiplerini ayırt etmediği anlamına gelmez; tersine, kadınların ve erkeklerin, kendilerine uygun gördükleri referans grubu ile ona göre algılanmayı ve yakla ılmayı istedikleri kapasite hakkında açık bir duyuru yapmak için yararlandıkları ba lıca simgesel araçlardan biri giysilerdir. Giysilerimi seçerek sanki dünyaya "Bakın, ben uraya aitim, ben böyle bir insanım ve lütfen beni böyle görün ve ona göre davranın" mesajı veririm. Ve seçtiğim bir giysiyle bilgi verdiğim gibi, göz de boyayabilirim; kendimi aksi halde olmama izin verilmeyecek biri kılığına sokabilir ve sosyal olarak dayatılan sınıflandırmadan kaçabilirim (ya da bir süre kendimi gizleyebilirim). Kılık kıyafetim artık kimliğim hakkında güvenilir bir kılavuz değildir. Aynı ekilde ba ka insanların görünü lerinin bilgi değerine de güvenemem. Onlar dı arıdan bakanları bilerek yanıltmak isteyebilirler. Yerinden kolayca sökülebilir apoletlerini kâh takabilir kâh çıkarabilirler. Biraz sonra imdi göründükleri ki iden çok farklı biri kılığına girebilirler. Görünü e göre ayrım pratik değerini büyük oranda yitirirken, 76 mekâna göre ayrım önem kazanmı tır. Ortak kentsel yerle im alanları bütün öteki türler arasından ağırlıklı olarak bir tür insanın bulunabileceği ya da belli türden insanların bulunmayacağı alanlara bölünmeye ba lamı tır; böylelikle hata ihtimali büyük oranda azaltılmı tır. Özelliği olan, seçilmi lerin girebildiği bu alanlarda bile ki i hâlâ yabancılar arasındadır ama en azından artık yabancıların kabaca bir kategoriye ait olduğundan (ya da daha çok, alternatif kategorilerin çoğunun dı landığından) emin olabilir. Dolayısıyla ayrıma tabi alanların uyumlu hale gelmeleri ancak dı lama uygulamaları, seçici ve bu yüzden sınırlı kabul uygulamaları ile sağlanabilir. Kontrol noktası, resepsiyon ve güvenlik görevlileri, hepsi dı lama uygulamalarının belirgin simgeleri ve araçlarıdır. Onların mevcudiyeti, korudukları ve denetledikleri yere ancak seçilmi insanların girebileceği anlamına gelir. Seçim kıstasları deği ir. Kontrol noktası örneğinde para en önemli kıstastır ancak paradan ba ka, örneğin uygun kıyafet ya da doğru deri rengi gibi talepleri kar ılamayan bir ki iye giri bileti verilmeyebilir. Resepsiyon ve güvenlik görevlileri girmek isteyen ki inin buna "hakkı olup olmadığına" karar verir. Girmesine izin verilen ki i her kimse, içeride olmaya hakkı olduğunu kanıtlamalıdır; kanıt gösterme yükümlülüğü bütünüyle girmek isteyene aittir, ancak yine de kanıtın tatmin edici olup olmadığına karar verme yetkisi giri i denetleyenlerin elindedir. Hak kazanma sınavı, tamamen yabancı kaldıkları, kendilerini "tanılamadıkları" müddetçe, giri in herkese kapalı olduğu bir durum yaratır. Tanıtma edimi yabancılardan olu an gri, ayrımsız kategorisinin yüzü olmayan fertlerini "somut bir ki i"ye, "yüzü olan bir ki- i"ye dönü türür. Yabancılığın rahatsız edici donuk kalkanı böylelikle en azından kısmen kaldırılmı tır. Korunaklı giri kapıları ile belirlenmi sınırlı toprak parçası, dı dünyadan farklı olarak yabancılardan kurtarılmı tır. Böyle korunaklı bir yere kim girerse içerideki ba kalarının bir dereceye kadar yabancılara özgü olağan muğlaklıktan arınmı olduğundan, içeride kar ıla ılabilecek bulun insanların en azından seçilmi özellikler açısından birbirlerine benzediklerinden ve bu yüzden aynı kategoriye ait ki iler olarak muamele «ö-rebileccklerinden emin olabilir. "Hiç kimse olabilecek" ki ilerin huzurunda olmanın getireceği belirsizlik, yalnızca yerel ve geçici olarak bile olsa, büyük oranda azaltılmı tır. Ba ka bir deyi le, giri e izin vermeme gücü, kentsel hayatın yoğun nüfuslu anonim dünyasında, seçilmi mekânların görece homojenliğini, berraklığını sağlamaya hizmet eder. Hepimiz, özenle bir biçimde tanıdığımız insanların ancak evimiz dediğimiz denetimli mekâna girmelerine izin verdiğimizde küçük bir ölçekte bu gücü uygularız; kapılarımız "tümden yabancı" olanlara kapalıdır. Ne var ki, ba ka insanların benzer bir i i bizim adımıza yapmak için güçlerini daha büyük oranda kullandıklarından ku kumuz yoktur. Böylelikle, ne zaman onların korudukları mekânlara girsek kendimizi görece güvende hissederiz. Hayatımızın çoğu bölümünde, kentte ya adığımız bir günümüz böylesi korunmalı mekânlarda geçirilen ve bu gibi yerler arasında gidip gelmelere ayrılan zaman dilimlerine bölünmü tür (evden çıkıp çalı tığımız i yerine, okuduğumuz okula, bir kulübe, yerel pub ya da konser salonuna gider ve sonra yine eve döneriz). Dı lama uygulayan sınırlı mekânlar arasında herkesin ya da hemen herkesin bir yabancı olduğu serbest giri li geni alanlar uzanır. Genelde böylesi ara bölgelerde geçirdiğimiz zamanı tamamen ortadan kaldıramasak bile en aza indirmeye çalı ırız (örneğin, sıkı korunan bir mekândan bir ba kasına, özel bir aracın hava geçirmeyen yalıtılmı kabuğuna sığınırız). Dolayısıyla, yabancılar arasında ya amanın en altüst edici yanı, bir an için etkisiz kılınabilseler, hatta daha az zararlı hale gelirile-bilseler bile, onlardan hiçbir zaman tam olarak kurtulamamamızdır. Bütün o incelikli ayrım yöntemlerine rağmen, fiziksel olarak yakın ancak manevi olarak uzak, davet edilmedikleri halde çevremizde dolanan, geli ve gidi lerini kontrol edemediğimiz insanların bize e lik etmesinden tamamen kaçamayız. Kaçınamayacağımız bir mekân türü olan kamusal mekânlarda, bir an için bile olsun onların varlığını hissetmeksizin bulunanlayız. Yabancıların mevcudiyetinin hiçbir saldırı tehlikesi ta ımadığından emin olsak bile (bu asla tamamen inanamayacağımız bir eydir), sürekli gözlerin üzerimizde olduğunu, izlendiğimizi, irdelendiğimizi ve değerlendirildiğimizi biliriz; insanlarımızın "özel alan"ları delik de ik edilmekte, süzülmekte ve ihlal edilmektedir. Bedenlerimiz olmasa bile, ililiMiıı kendimize saygımız ya da sadece kendimizi tanımlamamız, iı,. rinde bir etkimiz olsa da bunun her halükârda artık çok a/, oUı yüzü olmayan ki ilerin eline kalmı tır. Ne yaparsak yapalım kinlerimizin, bizi gözleyenlerin bizim hakkımızdaki imgesini n etkileyeceğini merak ederiz. Onların görü alanlarında kalılıı'ı sürece, tetikte olmalıyız. Tek yapabileceğimiz göze çarpmam -ı da ne olursa olsun dikkat çekmekten sakınmaktır. Amerikalı sosyolog Erving Goffınan, sivil dikkatsizüp ehirde yabancılar arasında ya amayı mümkün kılan teknikln sında en ba ta saymı tır. Sivil dikkatsizlik, ki inin bakmıyor vr <ı içmiyor gibi yapmasıdır; ya da en azından ki inin bakmadı j'ı, i| mediği ve hepsinden önce çevredekilerin ne yaptıklarıyla il)1 mediği havasını verecek bir tavır takınmasıdır. Sivil dikkatsi/IH yalın haliyle kendini göz göze gelmekten kaçınmakta ortaya l," (Gözlerin kar ıla ması her zaman yabancılar arasında izin veni : lir olandan daha ki isel bir ili kiye davettir; bunun anlamı an<M,ı kalma hakkından vazgeçmesi ve ba ka insanların gözünde ĐM M ı mez kalma yönündeki varsayılan hakkından ve kararlılığındım ı ragat ettiği ya da bunları askıya aldığı anlamına gelir.) Gö/ j gelmekten itinayla sakınmak ki inin gözleri ara sıra ya da k.ı ı ba ka birine "kay a" bile, dikkat etmediğinin alenen ilanıdır (;ı h da ki isel kar ıla ma amaçlanmadıkça ki inin gözlerinin dm m mak ve odaklanmamak ko uluyla "kaymasına" izin verilir) II bakmamak da mümkün değildir. Herhangi bir yerle im merkr/m sokakları çoğu zaman kalabalıktır ve sırf bir yerden ba ka biı \ gitmek bile, çarpı madan kaçınmak için önünde uzanan yol ile ,> da dikilen ve hareket eden her eyin dikkatle gözlenmesini gen ı rir. Gözlem yapmadan duramasak bile, bu, bakı ımızın takıldıj;ı ı sanları rahatsız ve tedirgin etmeden, hissettirilmeden yapılmalımı Ki i bakmıyortnu gibi yaparak görmelidir; bu, sivil dikkatsi/.lıji özüdür. Her gün ya adığınız, kalabalık bir mağazaya girme, bir lıj istasyonunun bekleme salonundan geçme ya da yalnızca okulu j derken sokakla yürüme deneyimlerini dü ünün; kaldırımda gilvı içinde yürümek ya da bir mağaza ya da sergideki vitrinleri aynı geçitler arasında dola mak gibi, yapmı olmanız gereken bütün o küçük küçük hareketleri dü ünün; ve yanından gelip geçtiğiniz sayısız yüz arasından ne kadar azını hatırlayabildiğinizi, aynı mağazada ya da aynı caddede geçi tiğiniz ne kadar az yüzü betimleyebi-leceğinizi dü ünün. "Dikkat etmeme" yabancılara, önünde gerçekten önemli eylerin olup bittiği bo bir perde olarak bakma- gibi zor bir sanatı ne kadar iyi öğrenmi olduğunuza a acaksınız. Yabancıların birbirlerine kar ı davranı larında gözettikleri özenli, incelikli dikkatsizlik, kentsel ko ullarda ya amı sürdürme açısından tartı masız çok değerlidir. Ancak bunun sevimsiz sonuçlan da vardır. Bir köyden ya da küçük bir kasabadan yeni gelmi biri genelde büyük ehrin kendine özgü aldırı sızhğı ve soğuk ilgisizliği kar ısında a ırıp kalır. Đnsanlar sanki öteki insanlara dikkat etmezler. Canlı olarak insanlara bakmadan gelip geçerler. Eğer ba ınıza kötü bir ey gelse, kimsenin kılının kıpırdamayacağına bahse girebilirsiniz. Sizinle onlar arasında bir sakınma duvarı, hatta belki de bir antipati duvarı çekilmi tir; bu, kimsenin a mayı dü ünemeyeceği bir duvar, kapatma ansının pek olmadığı bir mesafedir. Đnsanlar bo una ümitlenecek kadar fiziksel yakınlık içindedirler, ancak ne var ki manevi bakımdan -zihinsel, ahlâki olarak: birbirinden sonsuz uzak kalmayı ba arırlar. Onları ayıran sessizlik ve 'yabancıların varlığında hissedilen tehlike kar ısında becerikli ve vazgeçilmez bir silah olarak kullanılan mesafe koyma bir tehdit gibi algılanır. Kalabalıkta kaybolmu biri kendi kaynaklarıyla ba ba a bırakılmı hisseder kendini; ki i kendini önemsiz, yalnız ve vazgeçilebilir hisseder. Özel alanı tecavüz kar ısında korumaya dayalı güvenlik, yalnızlık olarak geri teper. Yabancılarla birlikte ya amak, değeri bizatihi yabancılar kadar muğlak bir sanattır. Öte yandan, büyük ehrin "evrensel yabancılığı", daha dar ve daha ki isel bağlamlarda, herkesin i ine burnunu sokmayı ve me-raklılığı hak bilecek ba kalarının sağlığa zararlı ve can sıkıcı göze-timiyle müdahalesinden kurtulu anlamına gelir. Ki i artık özel alanına kimseyi sokmadan kamusal bir mekânda kalabilir. Sivil dikkatsizliğin evrensel uygulanması sayesinde eri ilen "ahlâki gö-rünmezlik", farklı ko ullarda akla hayale sığmayan bir özgürlük alanı sunar. Sivil dikkatsizliğin yazılı olmayan kuralına evrensel olarak uyulduğu müddetçe, ki i ehirde görece bir engelle kar ıla -maksızın dola abilir. Yeni, hayrete dü üren ve zevk veren izlenimlerin hacmi böylelikle geni ler. Bu da beraberinde deneyim alanının geni lemesini getirir. Kent ortamı zekâ için bereketli bir topraktır. Büyük Alınan sosyolog George Simine!'in i aret ettiği gibi, kent hayatı ile soyul dü ünce uyum içindedir ve birlikte geli irler: Soyut dü ünce, nicel farklılığı içinde kavranamayan kentsel ya amın olağanüstü zenginliğiyle körüklenir ve aynı zamanda genel kavramları ve.kategorileri kullanma kapasitesi öyle bir beceridir ki, onsuz kentsel bir çevrede hayatta kalma aklın alacağı bir ey değildir. Denebilir ki, bunlar meselenin olumlu yönleridir. Gelgelelim, ödenmesi gereken bir bedel vardır; kayıplar olmaksızın kazançlar olmaz. Ba kalarının can sıkıcı merakları ile birlikte, sempatik ilgi ve yardım etme isteği de kaybolur. Kent ya amının canlı ko u tur-masıyla soğuk insan ilgisizliği ortaya çıkar. Daha önce gördüğümüz gibi, genelde sosyal ili ki, katılanları ki i olarak ilgisiz ve bağ-sız bırakan mübadeleye indirgenir. Nakit bağı, sırf para miktarıyla değerlendirilen kar ılıklı hizmetler, zekâya dayalı, duygusuz ve tut-kusuz kentsel tutumla yakından ilgilidir. Bu süreçte eksik olan, insan ili kilerinin etile niteliğidir. Ahlaki anlamını yitirmi çok çe itli insan ili kileri artık mümkündür; ah-lâkilik ölçütleri tarafından değerlendirilmemi ve yargılanmamı davranı lar kural halini almı tır. Đnsani ili kiler öteki ki inin refahı ve iyiliği için duyulan bir sorumluluk temelinde yürütüldüğü oranda ahlâkidir. Đlk ba ta, ahlâki sorumluluk, çıkar gözetmemesiyle ayrılır. Dürtüsü ne ceza korkusu ne de ki isel kazanç hesabıdır: Ahlâki sorumluluk, imzaladığım ve yasal olarak yerine getirmeye mecbur olduğum bir sözle mede yazılı yükümlülüklerden ya da söz konusu ki inin kar ılığında i e yarar bir ey verebileceğine ve böylelikle çabamla onun takdirini kazanacağıma ili kin öngörümden kaynaklanmaz. Öteki ki inin ne yaptığına ya da ne tür bir ki i olduğuna da bağlı değildir. Sorumluluk bencillikten tümüyle arınmı ve ko ulsuz olduğıijiniiddetçc alı lâkidir: Ben ba ka kj ideı^sadece o bir ki i olduğu ve dolayısıyla benini sorüftıljuluğ^ Đkincisi sorumluluk onu benim ve yalnızca benim sorumluluğum olarak gördüğüm müddetçe ahlâkidir; müzakere edüej;nez, ba kasına devredilemez. Kendimden bu sorumluluk dı ında bahsedemem,ve dünya yüzünde hiçbir güç beni ^b^sonajiiluluğu^la imaktan kurtaramaz. Sırf insan olduğundan dolayı öteki için, herhangi bir öteki insan için duyulan sorumluluğun ve özel olarak bunu izleyen yardım etme ve derdine deva olma yönündeki ahlâki dürtünün argümana, me rula tırmaya ya da kanıta ihtiyacı yoktur. Fiziksel yakınlığın tersine, saf ve basit olan ahlâki yakınlık özellikle bu türden bir sorumluluk getirir. Gelgeldim, "evrensel yabancılık" ko ullarında, fiziksel yakınlık ahlâki boyutundan sıyrılmaktadır. Bu, insanların artık ahlâki yakınlık ya amadan ve bundan dolayı eylemlerinin ahlâki anlamlarına ilgisiz kalarak birbirleriyle yakın ya ayabilecekleri, eylemde bulunabilecekleri ve birbirlerinin hayat ko ullarını etkileyebilecekleri anlamına gelir. Pratikte bunun anlamı, insanların ahlâki sorumluluğun onları yapmaya zorladığı eylemlerden kaçınabilecekleri ve ahlâki sorumluluğun yapmalarını yasaklayacağı eylemlere giri ebilecekleridir. Sivil dikkatsizlik kuralları sayesinde, yabancılara dü man muamelesi yapılmaz, böylece çoğu zaman dü manın ba ına gelebilecek akıbetten kurtulurlar; yabancılar dü manlık ve saldırganlık duygularının hedefi değildir. Ne var ki, dü manlardan farklı olmamak üzere yabancılar (ve bu hepimiz "evrensel yabancılığın" parçası olduğumuz müddetçe bizleri de içine alır) ancak ahlâki yakınlığın sağlayabileceği korunmadan yoksundur. Bu, sivil^dikkatsizlik.ile^ahlâk[ilgisizli.k, kalpsizlik ve ba kalarının ihtiyaçlarını göz ardı etme arasında bir adımlık mesafe olduğunu gösterir yalnızca. 82 FfiARKA/Sosyulojik Dü ünmek IV Birlikte ve ayrı Muhtemelen sizin de, hem de çok defa, konu manıza "hepimi/ hemfikir olduğu gibi" ifadesiyle ba ladığınız oluyordur. Em inil öteki insanların da böyle konu tuğunu duydunuz. Ya da bu ifade gazete makalelerinde, özellikle aslında bir tür okuyucuya seslem ba makalelerden okuyorsunuz. Ancak hiç kendinize bu "hemfiki olan "hepimiz"in kim olduğunu sordunuz mu? "Hepimizin bildiği gibi" ya da "hepimizin hemfikir olduğu ı bi" ifadelerini kullanmı sam, fark gözetmeden benim gibi dü ün insanları kastetmi olurum. Hatta dahası böyle insanları seçip oııl n farklı dü ünen ba kalarından ayrı bir yere koyduğumu, bu sev mis topluluğun benim için her halükârda önemli olduğunu ima ı mis ve önemli olanın özellikle ba kası değil bu seçilmi grup olıl ğunu, bu grubun üyelerinin ortak fikrinin söylediklerine bir otorite -yeterli, güvenilir ve sağlam bir otorite- kazandırdığını belirtmi olurum. Bu ifadeyi kullanarak kendimle dinleyicilerim ya da okuyucularım arasında görünmez bir kar ılıklı anlayı bağı kurmu olurum. Ortak görü lerimizin, üzerinde konu tuğumuz konuyu aynı ekilde ve aynı açıdan görmemizin sayesinde, birlik olduğumuzu kastederim. Akla gelen tüm bu anlamlar, sözünü etmeksizin kullandığım ifadeye örtük olarak e lik etmi lerdir. Sanki hem hemfikir olan "biz hepimiz"in birliği hem de hemfikir olmayanları ortakla a dikkate almayı ımız, üzerinde kafa yormaya ya da aslında durumun böyle olduğuna ili kin kanıt aramaya ve sunmaya gerek duymayacağım kadar doğal görünür (ve bunun aynı ekilde izleyicim için de böyle olduğunu umarım ya da böyle olduğunu ba tan kabul ederim). Đ te cemaatten bahsederken, ba ka insanların muhtemelen reddettiği eyleri kabul eden hiç de açıkça tanımlanmamı ya da sınırları belirlenmemi böyle bir insan topluluğu ve ba ka her eye kafa tutma ve ba ka her eyi dikkate almama üzerine hemfikir olmaktan gelen böyle bir otoritedir aklımızdaki. Gelgelelim biz cemaatin "birlikteliğini", birliğini, sahici ya da sırf arzulanan devamlılığını ne kadar haklıla tırmaya ya da açıklamaya çalı ırsak çalı alım, her eyden önce dü ündüğümüz, ortak bir manevi otoriteyle kurduğumuz manevi birliktir. Bu yoksa, cemaat de yoktur. Bütün ba ka ortak görü lerin altında yatan ve onları ko ullayan bir ortak görü , tartı ma konusu topluluğun aslında bir cemaat olduğuna -yani, sınırları içinde görü lerin ve tutumların payla ıldığı ya da payla ılması gerektiğine, tek tek her görü (inanıldığı üzere, geçici olarak) farklı olsa bile fikir birliğinin yaratılabileceği ve yaratılacağına- ili kin fikir birliğidir. Fikir birliğinin ya da en azından fikir birliğine yatkınlığın, bütün cemaat üyelerinin asli, doğal gerçekliği olduğu varsayılmı tır. Bir cemaat insanları birle tiren unsurların, onları bölen unsurlardan daha güçlü ve daha önemli olduğu bir gruptur; üyeler arasındaki farklılıklar asli -genelde söylendiği gibi ağır basan- benzerliklerle kıyaslandığında önemsiz ya da talidir. Cemaat doğal bir birlik olarak dü ünülür. 84 "Biz hepimiz"in kim olduğunu özel olarak açıklamak ve payla tığımız iddia edilen görü lerin gerçekten doğru ve yerinde olduklarını ve dolayısıyla saygıya ve inanılmaya layık olduğunu kanıtlamak zorunda kalmayı ımızın nedeni, öncelikle ima edilen bu bağın "doğallığı"dır. Cemaat türü aidiyet kendi basına, öteki "doğal olgular" gibi ortaya çıkar; zahmet edilip kurulması, sürdürülmesi ve gözetilmesi gerekmez. Cemaat türü aidiyet tam da buna -onu maksatlı seçmemi , onun var olması için hiçbir ey yapmamı olduğumuza ve onu geçersiz kılmak için hiçbir ey yapamayacağımıza- inandığımızda en güçlü ve en güvenli halini alır. Etkili olmaları ve gerçekliklerini sürdürebilmeleri a kına, "hepimizin hemfikir olduğu gibi" ifadesiyle ima edilen imgelerin ve önermelerin asla ayrıntılarına girilmemesi, asla merkeze alınmaması, asla biçimsel bir koda dökülmemesi ya da bilinçli bir çabanın nesnesi haline dönü türül-memesi daha iyidir. Haklarında ne kadar az konu ulursa ya da ne kadar az dikkat çekilirse etkileri o kadar güçlü olur. Cemaat, ancak ondan söz edilmediği sürece bizim inandığımız ey - "doğal" birlik- olacaktır. Đnançları payla ma tartı ılmadığı ve böylece meydan okunmadan kaldığı müddetçe, doğal olarak ortaya çıkar. Böyle bir payla ma ideal olarak doğumdan ölüme kadar bütün hayatlarını aynı çevrede geçirenler, ne ba ka mekânlara yelken açan ne de farklı ya am tarzlarını deneyen ba ka gruptan insanların ziyaret ettiği yalnız insanlar arasında en geli kin biçimiyle ortaya çıkar. Böyle insanların, kendi tarzlarına ve usûllerine "dı arıdan" bakıp üzerinde dü ünmeye, onları bir açıklamaya ya da gerekçelendirmeye gerek duyan yabancı ve a ırtıcı eyler olarak görmeye fırsatları olmaz. Bu tür insanlar neden özel olarak bu ekilde ya adıkları, ba ka değil de neden bu tarza takılıp kaldıklarını haklı çıkarma ve açıklama zorunluluğu da hissetmezler. (Burada ideal bir durumu ele aldığımızı unutmayın. Böylesi ideal ko ulları gerçekten kar ılayan durumlara nadiren rastlanır. Eski devirlerdeki ücra köylerin ve uzak adaların bu ko ulları görece yerine getirdikleri varsayılır ama bu varsayım bile derinlemesine incelendiğinde çoğu kez geçerliliğini yitirir. Cemaat genelde bir gerçeklik olmaktan çok hiı; sav, bir arzu ifadesi, safları sıkla tırma yönünde açık bir çağrıdır. Brilanyalı büyük dü ünür Raymond Williams'ın unutulmaz ifadesiyle, "cemaatin dikkate değer özelliği onun daima var olmasıdır"). Cemaat geçmi te hep var olmu olsa da, hakkında söz söylendiği anda artık, en azından tahayyül edilen ideal haliyle, var olmaktan çıkar. Đnsanlar en çok, yapay bir birlik yaratma ya da bilinçli çabalarla geçmi in parçalanmı birliğini kurtarma pratik göreviyle yüz yüze geldiklerinde, "doğal'' birliğin kar ı koyulmaz güçlerinden medet umarlar. "Hepimizin hemfikir olduğu gibi" eklinde bir ifade kullandığımızda, demek ki "doğal olarak" hiçbir zaman var olmamı ya da neredeyse parçalanmak üzere ya da küllerinden yeniden doğacak olan anlamların ve inançların cemaatine hayat vermeye, onu canlı tutmaya ya da diriltmeye gayret etmekteyizdir. Bunu da, kabul edildiği üzere, "doğal" cemaatlerin varolu u ve hayatta kalması için uygunsuz ko ullarda -kar ıt inanı ların bir arada var oldukları, gerçekliğin farklı anlatımlarının birbirleriyle yarı tığı ve her bir görü ün kendini kar ı tarafın tezlerine kar ı savunmak zorunda kaldığı bir dünyada- yaparız. Pratikte, "manevi birlik" olarak cemaat fikri "biz" ile "onlar" arasında henüz var olmayan sınırları çizmemizin bir aracı olarak hizmet eder; birle ik bir eylemi kı kırtmak üzere grubu seferber etmenin, gruba çağrının grubun ortak kaderi ve çıkarı için yapıldığına ikna etmenin aracıdır. Tekrar edersek, cemaatin "doğallığına" ba vurmak kendi ba ına birlik çağrısını etkili kılmanın bir unsurudur. En güçlü cemaat kurma giri imleri (ve görülen o ki, en etkilisi), paradoksal olarak bu unsurlardan "insan gücünün üzerinde", iradi olarak ne seçilebilen ne de reddedilebilen eyler diye bahsederler; onlar bir ırkı güya kaderine ve misyonuna bağlayan "ortak kan", kalıtsal karakter yapısı ve vatan toprağıyla ebedi bir bağ gibi nitelikler; ya da milleti ilelebet, iyi günde ve kötü günde bağlayan, ayrı bir varlık kılan ortak tarihsel geçmi , zaferler ve yenilgiler tarihi, "ortak tarih mirası-mız"dır ya da uzak geçmi te atalarımıza inmi bir vahiyden gelen, sonra kıyıma uğratılarak atalarımızın inançlarını çok kutsal ve saygın kılmı ve bu mirasa yeniden hayat vermeyi kutsal bir dava, ecdadın görevi haline getirmi ortak dindir. Görünü te böylesi nesnel "olgulara" seslenmeyi cemaat kuruculuğu açısından öze dalı yapan ey, medet umulan olguların ısrarla çağrının insanların kontrolleri dı ında kalmasıdır. Böylesi olgtılaı gönderme seçim unsurunu ve seçimin getirdiği keyfiliği biçimde gizler. Cemaat kurmanın çağırdığı hedefleri onl; seçimleri haline getirmek için, insanlara seçim anslarını ğı bir durumda bulundukları, seçimin zaten onlar adına al; takdir-i ilahi tarafından yapılmı olduğu anlatılır. Bu gibi da güçleri birle tirmede gösterilecek isteksizlik, ihanetten ey olamaz. Böylesi bir eyleme kalkı anlar kendi doğalar rının hatırasına, onların çağrısına vb. ihanet etmi olur; ı ya da aptaldır, tarihin onlar adına ta ba lan verdiği karar okuyacak kadar küstah ki ilerdir. Gelgelelim, cemaat kurma çabalan bütün durumlard; a an zorunluluklara ba vuramaz, dolayısıyla keyfi karak1 layamaz. Birçok politik ve dinsel hareket, insanları daha medikleri ya da kendi iradeleriyle kar ı çıkmakta oldukh kirlere kazanarak (din değistirterek) bir inanç ve bağlılı yaratma niyetlerini açıktan ilan ederler. Bu hareketler bir cemaati, onlara dinsel tarikatin aziz kurucuları ya da ka\ uzak görü lü bir politik lider tarafından vazedilen dav bağlılık etrafında birle mi insanlar cemaati yaratmayı an türden bir cemaat kurma eyleminde, kullanılan dil kutsal; tarihsel kaderin ya da sınıf misyonunun dili değil, iyi lı gözünü açmanın, "yeniden doğmanın" ve her eyden öne tin dilidir. Çağrı, güya seçim ansı olmayan bir duruma di ne yalana kar ı hakikati seçmek, önyargıyı, yanılgıyı ya t ligin ideolojik çarpıtılmasını reddederek gerçek inancı bcı için yapılan asil eyleme yöneliktir. Đnsanlardan "doğal c oldukları bir yerde kalmaları değil, cemaate katılmaları is tılınak bir özgürlük eylemi ve yeni bir hayatın ba langıcı nulur; katılmaktan bir özgür irade eylemi olarak söz edilı o, ki inin özgürlüğünün ilk doğru tezahürüdür. Bu defasn nen ey ise yeni benimsedikleri inanca sadık kalmaları ve lerini davanın talepleri neyi gerektiriyorsa ona teslim ctıdavaya kazanılanlar üzerinde bundan böyle uygulanacak olan bas-.kıdît^âvâl^ı^Đ^eTrrm^ı^'iySleri için tarihsel gelenekten medet umanlarınkinden daha az a ın olmayabilir. Đnanç cemaatleri kendilerini propaganda ile, yani geleceğin müminlerini birle tirmeyi amaçlayan yeni bir öğretiyi vazetmekle sınırlayamazlar. Đnancın gereklerine bağlılık ritüel ile -inanç sahiplerinin ortak üyelikleri ve kader birliktelikleri teyid edilsin ve bağlılık peki tirilsin diye, failler olarak katılmaları istenen bir dizi düzenli etkinlik (yurtseverlik gösterileri, parti toplantıları, kilise ayinleri) ile- desteklenmedikçe asla gerçekten güvende olmayacaktır. taleplerinin zorluğu ve Politik partilerin çoğu örneğin (devrimci ya da gerici, sağ ya da sol, radikal amaçlar güden ve üyelerini sava çı olarak gören, dolayısıyla sapmaz bir sadakat ve tam bir boyun eğme isteyen partiler hariç), düzenli seçim desteği sağlamak ve parti programındım yana bir nebze gönüllü, "misyonerce" etkinlik yürütmek için zorunlu olanın ötesinde bir dü ünce birliği aramaz.jDnlar^üyelerinin hayatlarının geri kalan kısmını kendi takdirlerine göre ya amalarına izin verirler ve sözgelimi aile hayatı ya da meslek seçimi gibi konularda hüküm yermekten kaçınırlar, Öte yandan, dinse|_mezfiepĐe£bütünMplarak çok daha. talepkâr-dır^Pjîriyj3dikja£nırna ritüellerine katılımla yetinmezler; üyelerinin bütün hayatlan_onüırm .ügjf aîanm¥g^^ reği dı andan gelen baskıya açık ve dolayısıyla sürekli ku atma altında olduklarından, yalnızca payla tıkları bir dizi inanca değil aynı zamanda ya am biçiminin tamamında bir tektipliğe ihtiyaçları vardır. Đnanç sajlibinin gündelik i lerim yürütme biçimlerinin ba -t^J ojliLyeHdenji^ Ayrıca' görünü te inanç sorun^ajii kiai^mjıyanjiavranı özeriikTe7üTde^drhukum 'vereceklerdir, Hayatın tamamını bir inanç ve sadakat gösterisine dönü türen hizipçi cemaatler, üyelerinin bağlılıklarını çevrenin ku kuculuğundan ya da doğrudan dü manlığından koruma gayretine girer. Uç örneklerde, bir bütün olarak cemaati sosyal hayatın "olağan" akı ının dı ına çıkarma yönünde; yalnızca üyelerinin hayatlarını 88 bütün zamanlarını dolduracak ekilde kucaklamak, bütün ihtiyaçları kar ılamak (ya da kar ılanmayan ihtiyaçların ihtiyaç olduğunu reddetmek) değil, üyeleri bütün öteki, denetim dı ı ili kilerden ya-lıtlamak için de çabalara girilir. Üyelerinden sadık kalmaları istenen öğretinin merkezi ilkeleri arasında "olağan" toplumun tarz ve usullerini suçlayarak reddetmek vardır. "Normal" toplum kutsiyeti kalmadığı için ya da günahkârlığı yüzünden, bencilliğin ve açgözlülüğün hüküm sürmesi yüzünden, manevi değerler yerine maddi kaygıları geçirmesi, bireyin özgürlüğünü ayaklar altına alması, insanlar arasındaki mahremiyeti ve duyguda lığı tahrip etmesi, insanlar arasında e itsizliğe neden olması ve adaletsizliği aha kaldırması, zorlama dü manlıkları ve rekabeti te vik etmesi ve istemesi vb. yüzünden kınanır. Muhtemel suçlamalardan hangisinin kullanılacağı cemaatin öne çıkarma niyetinde olduğu ya am kurallarına bağlıdır...Ü.yeler_belkL_ dünyevi hayatın kötülüklerinden uzak, tamamen ibadete ve tefekküre vakfedilmi münzevi bir cemaate çekilmeye davet edilir. Belki de üyelere "ke meke "ten uzak durma ve bunun yerine bütün üyelerin e it olduğu, hiç kimsenin ötekine üstünlük sağlamak istemediği ye ili kilerin sırf kar ılıklı yakınlık, samimiyet ve güven temelinde yürütüldüğü bir gruba girme öğüdü verilir. Üyelerden normal olarak tiiketiciliğin çekiciliğine sırtlarını dönmeleri, mütevazı ve sade bir hayat sürmeleri istenir."Bu tür cemaatler (sıklıkla komün olarak adlandırılırlar) üyelerinin omzuna muazzam bir görev, yani bütün özellikleriyle ortak hayatlarını sırf sevgi gücüyle sürdürme görevini yükler. Eğer kar ılıklı dü manlıklar ya da uzla ma yokluğu cemaati parçalarsa, ikinci bir savunma hattı kurmak için ne teamül ne de sözle me yükümlülükleri vardır. Tek yapı tırıcı, komünün ayakta kalması için tek ve dolayısıyla kaçınılmaz ko ul, kar ılıklı sevgidir. Bundan dolayı her türlü muhalefet ölümcül bir tehdit olu turur; ho görü bir komünün gücünü a an bir lükstür. Bu nedenle cemaatler ne kadar kapsayıcı olursa, o kadar baskıcı hale gelirler. Baskı, komünleri cemaatlerin en kırılganı ve zayıfı yapmaktan ba ka bir i e yaramaz. Cemaatler genelde talep ettikleri tektipliğe göre (yani, üyeleri n den ortak öğretinin hizmetine sunmalarını istedikleri hayat parçasının büyüklüğüne göre) farklılık gösterirler. Gelgelelim, çoğu durumda artlar belirsizdir, iyi tanımlanmamı tır; bunları önceden tayin etmek imkânsızdır. Cemaat birliğinin savunucuları üyelerinin hayatlarının manevi olmayan yönlerine ili kin tarafsızlıklarını ilan etseler bile, savundukları inançların önceliği ve her eyin üzerindeki önemi iddiasından vazgeçmezler. Potansiyel olarak bu iddia, payla ılan öğreti ile çeli tiklerinde ya da onunla uyumsuzluk gösterdiklerinde, daha önce tarafsızlık ilan edilmi konulara müdahaleye yol açabilecektir. Bu bakımdan, hem görünü te "doğal" hem de kabul edildiği üzere "yapıntı" olan bütün cemaatlerden kesin olarak farklı gruplar da vardır; bunlar üyelerini yalnızca tek ve açık olarak belirlenmi bir görev etrafında bir araya getirirler. Bu grupların hedefleri sınırlı olduğundan, üyelerinin zamanlan, ilgileri ve disiplinleri üzerindeki iddiaları da sınırlıdır. Genelde, bu gruplar bilinçli olarak yaratıldıklarını kabul ederler. Burada maksat, cemaatler örneğinde geleneğin, kader birliğinin ya da hakikatni oynadığına benzer bir rol oynar. Üyelerden bu maksada ya da yerine getirilecek göreve göre disiplin ya da bağlılık beklenir. Bu durumda maksatlı gruplar ya da örgütlerden-söz.edile.bĐLu". Bilerek ve açıkça Đlan edilmi bir öz-smırlama belki de örgütlerin en belirgin ve kesin ayırıcı özelliğidir. Çoğu örgütün üyelerinin örgütsel kurallara uyması gerektiği alanları ayrıntılandıran (aynı anlama gelmek üzere, üyelerin ba ka, belirtilmemi ya am alanlarını örgütsel müdahale dı ında tutan) yazılı tüzüğü vardır. Uzla ıın yerine özsınırlamanın varlığı ya da yokluğu cemaatlerle örgütler arasındaki temel farklılık olarak alınırsa, yukarıda tartı tığımız cemaatlerin bazılarının kendi iddialarının aksine örgüt sayılması gerektiği ortaya çıkar. Üyelerin örgütsel etkinliğe katılımının kısmi doğası farklı bir biçimde ifade edilebilir: Üyeler bir örgüte "bütün ki ilikleri"yle girmezler, sadece örgütte<Yo//cr üstlenirler. Rol, elbette tiyatro dilinden alman bir sözcüktür. Önceden belirlenmi ve her aktöre rol dağılımında farklı kısımların dü tüğü senaryoda yazılmı akı ıyla bir sahne oyunu, örgütün nasıl i lediğine dair bir model sunar. Ti90 yatro ba ka bir bakımdan da bir ilkörnek olarak görülelııli aktörleri verilen rollerde kendilerini tüketmezler; on hu oyun sırasında önceden belirlenmi karaktere "girerler" dan sonra çıkmakta özgürdürler (aslında, beklenen de butlu Örgütler yerine getirdikleri görevler açısından belli alanlarında uzmanla tıkça, üyeleri de bu görevin yerine HI l için yapmaları beklenen katkı açısından uzmanla ırlar. HM rolü, aym ki inin ba ka örgütlerde oynayabileceği öteki inil mından olduğu kadar, aynı örgütün öteki üyelerinin oynadı bakımından da ayrılır. Günün belli bir bölümünde ben su:,yı retmeniyim; ders verdiğim okulda benim rolüm, okul nıildıı kütüphaneciden ya da alıcıdan olduğu kadar, fizik dersi retmenin ya da ba ka herhangi bir öğretmenin rolünden Ancak benim öğretmen olarak rolüm aynı zamanda güm zamanlarında ya da haftanın diğer günlerinde oynadığını > lerin istediklerinden farklı beceriler ve eylemler ister. Oi>yl yerel fotoğrafçılık kulübünün yönetim kurulurdayım; v apartmandaki kiracılar komitesine üyeyim; bir yardım km bir otoyol geçidi projesine kar ı mücadele vermek üzere y taya çıkan bir geçici komiteye ve bir politik partinin yerci üyeyim. Farklı yerlerde ve zamanlarda çok sayıda rol ı rum; her rol bir biçimde farklı insan grupları içinde oynan grupların hiçbiri benim öteki rollerim hakkında pek bir ey Çoğu durumda,Jh.iç.kini e aldığyıı.ba ka rollerle ilgilenme/, ri beni tam_d,anıkj3jüam^ ve ycıu inek için güçlerini_bMe U^ m mak isterler. Örneğin,,fotoğrafa duyduğum ilgiyi geçitle n koĐTĐıtesine ta ırsam ya da öğretme i imi politik partinin üyesi olarak görevlerimle karı tırırsam, ayıplanmak, alaya ya da kınanmak tehlikesine girmi olabilirim. Tekrar edelim: Üyelerinin "bedenlerini ve ruhlarını" ı< i tikleri (yajdj^etmelerTğjire^ "fnaatin tersine, örgüt, söz konusu ki ileri ancak kısmen o. aslTiıdâ örgütü ki ilerden J^eğjîjfejx^Đerdeıı ibaret olarak dij sek çalı ma biçimlerini daha iyi anlayacağız. Bir örgüte p,\\ sanlardan rollerini benimsemeleri (yani, örgüt içinde ve örgüt için çalı ırken kendilerini tam olarak yaptıkları i e vermeleri ve kendilerini tamamen o an yapmakta oldukları i le özde le tirmeleri) ama aynı zamanda kendileriyle rolleri arasına belli bir mesafe koymaları (yani, bu özel rolle ilgili hak ve görevleri ba ka etkinliklere ya da yere ait olanlarla karı tırmamak için, bu esnada oynadıklarının yalnızca bir rol olduğunu hatırlamaları) beklenir. Aslında, rollerin belli bir düzene sokulması örgütün bir zaman diliminde görece istikrarlı kalan ve genelde örgütü tanımlayan tek özelliğidir. Rolleri üstlenenler gelir ve gider ancak roller oldukları gibi kalırlar. Đnsanlar örgüt^katıjjrjvğ^örjgülter^ayrdırj^ljjııır^ve atılır, kabul edilir ve çıkarılır ancak örgüt varlığını sürdürür^ye belli_bir_ki inin rolün oy-"nanmasma verdiği özel renk zamanla deği mekle birlikte, örgüt temel olarak ayıiLkahr.. Đnsanlar deği tirilebilir ya da gözden çıkarılabilirler; önemli olan, birer ki i olarak o insanlar değil, i i yerine getirmedeki becerileri ve i i yapmak için gösterdikleri iradedir. Sosyolojinin kurucularından biri olan Max Weber çağda toplumda örgütlerin her yanda boy vermesini sosyal hayatın sürekli rasyonalle mesinin bir i areti olarak görüyordu. (Âdet ya da alı kanlık sonucu dü ünmeden yapılmı bir eylem olan geleneksel eylem ve anlık bir duygulanımla ba layan ve sonuçlan dü ünülmeden yapılan kontrolsüz bir eylem olan duygusal eylemden farklı olarak) rasyonel eylem, yaratılacak amacın açıkça dile getirildiği ve faillerin dü ünceleriyle çabalarını bu amaca ula mak için en etkili ve ekonomik olabilecek araçları seçme i inde yoğunla tırdığı bir eylemdir. Weber'e göre örgüt (Weber "büronun yönetimi" anlamına gelen "bürokrasi" terimini kullanır) rasyonal eylemin gereklerine en üst düzeydeki uyarlanmadır; aslında örgüt amaçlan rasyonel" Bir biçimde, yani aynı zamanda en yüksek verim ve en dü ük maliyetle gözetmenin_en_uy^un yöntemidir. Đdeal tip bürokrasi (ka-bıiredîlmi amaca kendini tamamen uyarladığı ve her türlü sapmadan özgür olduğu haliyle bürokrasi) ile ilgili me hur anlatımında Weber, örgütün böyle bir rasyonellik aracı olabilmesi için üyelerinin eylemlerinde ve kendi arâlarınçĐaki ili kilerinde gözetecekleri ilkeleri tek tek saymı tır. Bu ilkelerden bazılarına yakından bakalım. 92 Her eyden önce, örgüt içinde insanlar yalnızca üstlendikleri rollere ili kin kurallar tarafından belirlenmi "resmi görevleri" çer çevesjjıde_^eylemde bulunmalıdır (öyle ki, sosyal kimliğin ölcki yönlerinin -örneğin, aile bağlantıları, i hayatındaki çıkarları, ö/el sempatileri ve antipalileri- ne yaptıklarına, nasıl yaptıklarına ve ba kalarımın eylemlerini nasıl gördüklerine müdahale etmesine i/in verilmezjrRoller mantıksal olarak bölünmeli ve ayrı tutulmalıdır. Buna göre, ilk olarak, gerçek anlamda rasyonel bir örgüt, ortak çabaya katılan her bir ki i kendi i ini yapmakta uzmanla abilsin diye bütün görevleri basit ve temel etkinliklere bölmelidir; ikinci olarak herkes, görevin hiçbir parçası gözden kaçmasın diye görevin tamamının her unsurundan sorumlu olmalıdır; üçüncü olarak görevin her parçası için kimin sorumlu olduğu açık olmalıdır ki, yetki alanları çakı masın ve böylelikle .çeli kili kararlardan doğabilecek karı ıklık tehlikesine dü üImesirh^Görevliler üstlendikleri rolleri yeri-ne_gejtirirken ki isel özellikleri dikkate almayan soyut kurallara tabi olmalıdır (ki isel olmayan ili kilere yön veren ilkeler için 5. Bölüm'e bakımz).-:'Görevlilerin tayinleri, terfileri ya da tenzilleri yalnızca o mevki içiıTgefekli Becerilere sahip olup oJrnadıkĐarına bakılarak yapılmalıdır; bütün diğer değerlendirmeler (soylu sınıftan ya da'aVâmaâiı gelmi olma, politik ya da dinsel inançlar, ırk, cinsiyet, vb.) kesinlikle dikkate alınmamalı ve personel politikasına etki etmemelidil 'Hem bütün olarak örgütün eylemliliğinde hem de üyelerinin örgütsel hayatında süreklilik olmalıdır; görevli, becerilerini geli tirsin ve pratik deneyim biriktirsin diye örgütte yaptığı i i "meslek hayarınııi birparçası olarak görmelidir; öte yandan örgüt de, Kr zamanlar görevde olan görevliler artık ayrılmı ya da ba ka görevlere tayin edilmi bile olsa, öncellerine -örgüt adına geçmi te alınmı kararlara- bağlı kalmalıdır. Örgütün hayatını ki isel anılar ya da teki!görevlilerin sadakatleri değil, tuttuğu dosyalar olu turur. Gelgelelim, örgütlü rasyonel eylemin artları yalnızca bunlar değildir. Roller bölünmekle ve ayrı tutulmakla kalmamalı aynı zamanda görevin tamamının iç bölünmesine denk dü en bir hiyerar i içinde düzenlenmelidir. Bir ki i hiyerar i içinde ne kadar a ağılara inerse, görevler ve i ler de o kadar uzmanla ır, parçalanır, odaklanır ve dakikledir; ki i ne kadar yukarılara çıkarsa, görü alanı o kadar geni ler ve amacın bütünlüğü görü alanına girer. Bu durumu yaratmak için iki ey sağlanmalıdır: Emirler basamaklar boyunca giderek daha özgün ve ikircimsin hale gelerek tepeden tabana doğru akarken, bilgi de yol boyunca daha kapsamlı ve sentetik hale gelerek hiyerar i merdiveninin alt basamaklarından üst basamaklarına geçmelidir. Tepeden kontrole tabandan disiplinle kar ılık verilmesi gerekir. Đdeal rasyonel örgüt modelinde bütün ilkeleri birle tiren, herkesin kararlarının ve davranı seçimlerinin örgütten yerine getirmesi istenen göreve tabi olacağı savıdır. Bunun dı ındaki hiçbir değerlendirmenin dikkate alınmayacağı ilan edilmeli ve böylelikle bunların kararlan etkilemesine izin verilmemelidir; en iyisi, onların ortadan kaldırılmasıdır ama olmazsa etkisizle tirilmeli ya da göz ardı edilmelidirler. Görevliler âdeta bütün ki isel kaygılarını ve dı arıdaki taahhütlerini vestiyerde bırakmalı ve sırtlarına sadece resmi görevlerini geçirmi olarak makam odalarına girmelidir. Örgüt bir bütün olarak yalnızca iki kapısı olan kalın ve geçit vermez duvarlarla çepeçevre ku atılmalıdır: Örgütten yerine getirmesi beklenen görevin besleneceği "girdi" kapısı ve o görevin örgütsel i lemlerinin sonuçlarını -görevin ba arılmasını amaçlayan eylemleri- dı arıya ula tıracak "çıktı" kapısı. Görevin gereklerini yapmak ile sonuçların üretilmesi arasına hiçbir dı etkinin girmesine izin verilmemelidir (bu da örgütsel gizlilik gereğidir); örgütsel kuralların uygulanmasına ve ilan edilmi amaca yönelik en etkili ve ekonomik araçların seçimine hiçbir müdahale olmamalıdır. Ne var ki, çok az örgüt bu ko ullan tam olarak yerine getirebilir. Weber'in ideal rasyonel örgüt modelinin altında yatan sav genellikle hayata geçirilemez; sorun böyjle bir_savın gerçekle ebilir olup olmadığıdır. Sırf bir role indirgenmi bir ki i gerçeklikle bağda maz bir kurgudur; ve aynı ekilde ba ka kaygılardan etkilenmeyen ve bariz olarak öteki insani taahhütler ile ili kisiz tek görevli bir eylem de kurgudur. Örgütün üyeleri doğal olarak herhangi bir kararın getireceği tehlikelerden aksi yönde etkilenebilecek, kendi gelecekleri ile ilgilidirler. Bundan dolayı, ku kulu ve tartı malı konularda kararlar vermekten kaçınma yönünde yaygın bir t vardır - u malum patlamı kestaneleri ate ten alma örneği, ;ı dosyayı ba ka birinin masasına kaydırarak sorumluluktan kın eğiliminin halk ağzıyla ifadesidir. Ki inin kendi geleceğine tarafından tanımlanmı artlarda kendini koruma, varlığını •, meye) ili kin kaygıları, aynı zamanda, çalı malarım engeli ve kararlarını gözden dü ürerek potansiyel rakiplerin konin daki ilerlemeyi durdurma eğilimi de barındırır. Ayrıca, öri'.ıı üyesi üstlerinden aldığı emri ahlâki inançlarıyla bağda tıran lir; burada yapılacak tercih örgüte itaat ile ahlâki ilkelere l arasındadır. Ba ka bazı üyeler üstlerinin koyduğu gizlilik l nün halkın mutluluğunu ya da en az örgütsel verimlilik kail la ondan bile.önemli olan ba ka bir davayı tehlikeye soktuj'i nabilirler. Öte yandan, üyeler i lerine gündelik hayatların' dıkları önyargılarını da ta ıyabilirler. Örneğin, bir erkek biı verdiği emre uymayı zor bulabilir ya da bir ba kası farklı l> olan ki iden emir almaya öfke duyabilir. Dahası, görünü te örgütün görevleri ile ilgisiz ve dolayı: gütsel karar alma otoritesi olmayan yerlerden gelen baskı v kar ısında örgütü koruyacak geçit vermez duvarlar yoktur. ( güt halkın gözündeki imgesine kayıtsız kalamaz; tek ba ın terimlerle hesaplandığında rasyonellik olarak kabul gören a muoyunda, özellikle örgütün öhretine zarar verecek kad olan çevrelerde, kaygı ve öfkeye neden olabilecek eylemle leyebilecek bir dü üncedir bu. Uzak ve ilgisiz alanlarda faal teren ancak yine de belli eylemleri kendi eylem alanları içiı süz ve zararlı bulan ba ka örgütlerden baskılar da gelebilir; l lar yine eylemin "saf rasyonelliği"ne verilen önceliğe siniri Yine de bir an için farz edelim ki, ideal modelin öngörıl lar mucizevi bir biçimde yerine getirilmi olsun: Örgütsı müne katılan ki iler gerçeklen de üstlendikleri rollerine mis ve bir bütün olarak örgüt, ilan edilmi amacıyla ilgisi bütün kaygılardan ve etkilerden tamamen arınmı olsun ko ulların yerine gelmesi ne kadar imkânsız olursa olsuı pratiğe döküldüğünde örgütsel eylemin rasyonelliğini g:ı çek midir? Đdeal modele tümüyle uyan bir örgüt gerçekten We~ ber'in umduğu kadar rasyonel davranacak mıdır? Bunun olmayacağına, rasyonel eyleme yönelik ideal çözümün tersine rasyonelliğe sayısız engeller çıkaracağına ili kin güçlü tezler vardır. Đlk olarak modelin akla getirdiği emir komuta hiyerar isinde makamın otoritesi ile ilgili teknik becerinin otoritesine aynı ağırlık verilir; gel gör ki iki farklı temelli otoritenin neden çakı tığı ve ahenk içinde kaldığından bahsedilmez. Aslında, çok büyük bir ihtimalle bu ikisi çatı acaktır (örneğin, belki bir i e ili kin kazanılmı hak, o i i halihazırda yapanların sahip olmadığı yeni teknik becerilerin ortaya çıkmasıyla tehdit edilebilir ve sonuç olarak makamın otoritesi eylemin rasyonalitesinin talep ettiği becerilerin gündeme getirilmesini engelleyebilir ya da en azından geciktirebilir). Đnce i bölümü ilkesi de yakayı sıyıramaz. Güy_a_yerimliliği ve uzmanlığı destekleyen bir unsıırolan i bölümü asJıoda_eğitiiTiĐi yetisizliği denen olguyu üretir. Sıkı sıkıya belirlenmi görevlerin çabucak ve yetkinlikle yerine getirilmesinde uzmanlık kazanmı üyeler, gün geçtikçe i lerinin geni bir alana yayılan uzantılarını göremez olurlar ve zamanla mekanik tekrara dönü mü etkinliğin ters sonuçlarını gözden kaçırırlar. Üyeler, becerilerinin sınırlılığı yüzünden, rutinlerini deği en ko ullara uyarlamaya ve alı ılmadık durumlara gerekli hız ve esneklikle tepki vermeye de yeterince ha/ir değildirler. Ba ka bir ifadeyle, bir bütün olarak örgüt kendi mükemmel rasyonellik sevdasının ağına dü er. Örgüt donukla ır, esnekliğini yitirir ve çalı ma yöntemleri deği en ko ullara yeterli hızla ayak uyduramaz. Er ya da geç, böyle bir örgüt giderek daha fazla irrasyonel kararların üretildiği bir fabrikaya dönü ür. Nihayet, en yüce kıstas olarak rasyonelliğe ba vuran ideal eylem modeli içkin olarak bu amacından ba ka bir sapma tehlikesi -hedefin yerhi(tenj:<Mmj^{jto^^ Bütün örğMerinTverimlilikleri adına, eylem kapasitelerini yeniden üretmeleri gerekir: NejDlursa olsun, bir örgüt jürekH olarak kararlar almaya ve eylemler yapmaya_haz|r olnıalıdır. Böyle bir yeniden üretim, dı müdaJlâeçfejLbağı jk-ûlaıı.etkin bir kendini var kılma mekanizması gerektirir. Sorun udur ki, hedef önünde sonunda bu dı mü96 dahaleler safına dü ecektir. Đdeal modelde, söz konusu mekanizmanın örgütün öncelikle yerine getirmesi istenen ödevden uzun ömürlü olmasını engelleyecek hiçbir önlem yoktur. Öte yandan, her ey kendini var kılma kaygısının, örgütsel etkinliğin, örgütün kaynaklarının ve otoritesinin kapsamının sonu gelmez biçimde yayılmasına neden olacağı ihtimalini (aslında arzusunu) i aret eder. Gerçekten, öyle olur ki, ba langıçta kurulma nedeni olarak görülen görev örgütün kendini var etme ve büyütme yönündeki önüne geçilmez ilgisi tarafından ikincil bir konuma diisürülür. Ba langıçtaki hedef açısından ne kadar yararsız hale gelmi olursa olsun, örgütün varlığını sürdürmesi kendi ba ına bir hedef haline gelir; bu, örgütün kendi ba arısının rasyonelliğini ölçmesine yarayacak yeni hedeftir. Ve böylece insanların grupla malarına ili kin iki modelin de eksik yanlarının olduğunu gördük; ne cemaat imgesi -ki ilerin total birliği- ne de örgüt modeli -bir görevin rasyonel olarak yerine getirilmesine yarayan rollerin e güdümü- insanların etkile imi pratiğini yeteri kadar açıklar. Bu modeller yapay olarak ayrı, sıklıkla zıt güdüleri ve beklentileriyle ayrı, kutupsal eylem modelleri çizerler. Somut ko ullarda, somut insan eylemleri böyle bir radikal bölünmeyi kaldırmaz. Eylemlerimizin "kavramsal çerçevesi" ile pratikte yaptıklarımız arasında kalıcı ve giderilemez bir gerilim vardır. Eylemi "sanki" tek bir tutarlı ihtiyaca ya da amaca hizmet ediyormu gibi sunan model çerçeveler, doğal olarak pratikte ancak karma ık ve girift olabilen eylemi düzene sokma eğilimi gösterirler; pratikte her zaman çok sayıda ihtiyaç ve güdü tarafından bölünmü olan eylemi anla tırma yönünde bir eğilim vardır. "Arı" tipler olarak, cemaat ve örgüt modelleri, üzerinde insanların bütün pratik etkile imlerinin tespit edilebileceği bir sürekliliğin uç noktalan olarak görülebilir. Somut etkile imler, zıt doğrultulara çeken bu iki güç arasında parçalanmı tır. Rutin etkile imler, uç modellerin tersine karı ıktır; bu etkile imler heterojendir, yani aynı anda mantıksal olarak çeli kili ilkelere tabidir. Örneğin, cemaat benzeri etkile im biçiminin örneği görülen aile, beklenenin aksine, nadir olarak tümüyle bir ki isel ili kiler cennetidir; insanların bir likte faaliyet yürüttüğü herhangi bir ba ka grupta olduğu gibi, aile içinde de yerine getirilmesi gereken ödevler vardır ve bir nebze olsun ki isel olmayan, örgütlcrdekine benzer kıstasların karakteristik özellikleri ve yaygınlıklarıyla "bütün ki i" ili kilerinin arılığını kirletmemesi dü ünülemez. Öte yandan, heı^örgütte üyeler güçlerini belli bir süre birle tirdikleri insanlarla ki isel bağlantılar geli tirmekten kaçamazlar. Üyelerin zamanlarının çoğu o ötekilerle birlik-tc ğeÇeiT onlarla hizmet alı veri inde bulunurlar, ileti im kurarlar, ortak Đlgi'âlanları bulurlar, birbirlerine yardım ederler ya da birbirleriyle sava ırlar, biıbirlerinden ho lanırlar ya da nefret ederler. Er ya da'ğcç gayri resmi bir etkile im biçimi -resmi emir komuta ve tabiiyet ili kilerinin resmi parçası ile örtü ebilen ya da örtü meye-bilen görünmez bir ki isel ili kiler ağı- ortaya çıkar. Bu ili ki biçimlerine bula an insanlar örgüt içindeki çıkarlarının tek rol ve tek görev ilkesinin ima ettiğinden daha zengin olduğunu fark ederler; örgüt kararlı ve gösteri li bir biçimde bunlara ilgisiz kalırken, insanlar böylesi ki isel ileti im ihtiyaçlarını kar ılamayı isteyecek ve kar ılayacaktır. Bu eğilim çoğu kez örgütün hükmü altındaki insanlar tarafından bilinçli olarak kullanılır ve körüklenir. Đdeal modelin dü ündürdüğünün tersine, pratikte eğer etkile im sırf tikel rollere indirgenmezse göreve yönelik faaliyetin çok daha verimli olacağı bellidir. Okul, bu bakımdan tipik bir örnektir; okul bilgi ve beceri kazandırma ve bunun öğrenciler üzerindeki etkilerini değerlendirme gibi iyi tanımlanmı bir görev üstlenmi tir, ne var ki eğer okul öğrencileri ve personeli arasında bir cemaat ve aidiyet duygusu geli tirmeyi ba aramazsa söz konusu görev kesinlikle zaafa uğrayacaktır. Endüstri, hizmetler ya da finans alanında faaliyet yürüten birçok irket, örgüt yörüngesinde onların kaygılarına ve çıkarlarına yakınla arak çalı anlarını daha içten bağlılık göstermeye kı kırtmaktadır. Bu irketler, örneğin, çalı anlarına eğlence ve dinlenme kolaylıkları, alı veri hizmetleri, hatta ya ayacak yer sunmaktadır. Bu ek hizmetlerin hiçbiri mantıksal olarak örgütün ilan edilen i i ve çalı anlarından yerine getirmesini beklediği belli bir görev ile ili kili değildir; ancak bütün bunların "cemaat duygusu" yaratması ve üyelerin kendilerini irketle özde le tirmeye te vik etF7ARK.VSosyulu.iik Dü ünmek mesi beklenmektedir. Örgüt ruhuna bariz olarak yabancı olan il le i duygulanımların, üyelerin örgütün amaçlarını kendi anım; olarak görmelerini destekleyeceği ve böylelikle rasyonellik l, ı ı nın ima ettiği, ki isellikten tamamen uzak ortamın ters etkilcı m racağı dü ünülür. Örgütler gibi cemaatler de üyelerinin özgür olduğunu v;u ı lar;,bir araya gelmenin, en azından vazgeçilebilecek, ki inin ı rım deği tirebileceği anlamında, gönüllü bir edim olduğu l , edilir. Bazı durumlarda (doğal denen cemaatleri hatırlayalım 11 ba katılma ba langıçta özgür bir seçimin sonucu olmasa bik1, t lere (daha önce gördüğümüz gibi, bunu hayata geçirmekten kıl maları yönünde baskı görseler bile) her eye kar ın ayrılma lııj tanınmı tır. G^^ a^rılm'ifnakkını reddi t ve insanların zorla örgütün kurallarına boyun eğdinldiği ör,",ıiı • neği deTvârdir; bu, Erving Goffman'ın verdiği isimle, tolal | rumlaf örlîeğîdir.'Tötal kurumlar zoraki cemaatlerdir. Buradı ıı lerin hay larımnjbütünü Jcılı kırk yaran düzenlemelere konu ıi üyelerin ihtiyaçları örgüt teraftndan belirlenmekte ve kar ılanın tadır, izin verilen" ve verilmeyen eylemler örgütsel kurallarla U lenmi tîf." YâtilröküîlârT asYeri kı lalar, hapishaneler, akıl ha:.ı ı leri, deği en oranlarda total kurumlar modeline uyar. Bu kumu rın sakinleri gece gündüz gözetim altında tutulurlar (ya da en ı dan gözetim altında olmadıklarından emin olamayacakları U larda tutulurlar), öyleJki kurallardan her türlü sapma, anında ı> edilir ve cezalandırılır,^a,dj.jrjümkünse önlenir. Total kimim üyelerini kendi ba larına bir ki isel ili kiler ağı geli tirmekten < il olarak caydırmaları ile cemaat modelinden köklü bir biçimde .ı. lir. Total ki iliğe bürünme total olarak ki isellikten arınmı ili',11 ko uluyla iç içe geçmi tir. Denebilir ki, total kurumlarda ba.sh, oynadığı muazzam rolü açıklayan, böylesi bir iç içeliğin uyum ı luğudur. Arzu edilen davranı ı ortaya çıkarmak ve üyelerin biılıj oturma ve i birliği yapma iradelerini sağlamak için ne manevi lıj lamna ne de maddi kazanç umudu i e yarar. Bu noktada total \ mm lan n ba ka bir özelliği ortaya çıkar: Kuralları koyanlarla kini lara tabi olanlar arasındaki keskin bölünme. Duygusal bağlılıl. hesaplanmı özçıkar yokluğunun tek ikamesi olan baskının etki gücü, giderilmesi imkânsız bölünmenin iki tarafı arasındaki uçuruma bağlıdır. (Ba ka yerde olduğu gibi burada da pratiğin ideal modelden farklı olduğunu unutmayınız. Ki isel ili kiler, sıklıkla gözetimciler ile gözetim altındakiler arasındaki uçurumu kat ederek total kurumlarda da geli ir. Ancak bunların kurumun genel i leyi ini ve istikrarını bozup bozmadığı kesinlikle belli değildir. Her eye rağmen bunlar etkile imin çerçevesini ba ka türden gruplarda olduğundan daha az esnek ve kırılgan yapmaz.) Đnsan grupla maları üzerine ara tırmalardan edinilen en çarpıcı izlenim sanırım grupların çe itliliğidir. Ne var ki, bütün çe itlilikleriyle, hepsi de insani etkile im biçimleridir. Aslında bir grubun varolu u da üyelerinin bağımsız eylemlerinden olu an kalıcı bir ağdan ba ka bir ey değildir. Bir okulun varlığından bahsetmek, belli bir sayıda insanın ders (bir ki i konu urken ötekilerin yüzleri ona dönük dinlemeleri ve not almaları eklinde yapılanmı bir ileti im faaliyeti) ya da seminer (belli sayıda insanın bir masa etrafında oturup sırayla konu masından ibaret bir sözel etkile im) ya da uygulama (bir ki inin diğerlerine yanıtlaması için sorular sormasından olu an bir etkile im) adı verilen bir rutine girmelerinden ve az sayıda diğerlerinin düzenli ve sık aralarla tekrarlanan kalıpla mı etkinliklerinden bahsetmektir. Bu etkile imleri içinde grup üyeleri, gruba özgü doğru davranı biçiminin ne olması gerektiğine ili kin kafalarındaki imgeye göre hareket ederler. Ne var ki, bu imge hiçbir zaman tam olmadığı gibi, etkile im sürecinde ortaya çıkabilecek her tür duruma ili kin kesin reçeteler de sağlamaz. Đdeal çerçeve durmaksızın yorumlanır ve yeniden yorumlanır, üyelerin pratik eylemleri de i te bu tür yorumlardır. Yorum bizatihi imgenin geri beslemesinden ba ka bir ey değildir. Đdeal çerçeve ile rutin pratikler sonu gelmez bir biçimde birbirlerini bilgilendirir ve deği tirir. Dolayısıyla ayrı bir varlık olarak bir grubun kendini koruması ve sürekliliği sorunu, grubun doğru davranı kalıplan hakkındaki ortak bir zihinsel imgeye uygun olarak üyelerinin rutin eylemlerini sürdürme sorunuyla özde tir. 100 K. ,.,r....._.. V Armağan ve mübadele Borç faturaları masamın üstünde yığılmı duruyor. Bazıları çok acil; bu arada satın almam gereken eyler de var - ayakkabılarım parçalandı, bir masa lambası olmaksızın geç saatlere kadar çalı amam ve insanın her gün yemek yemesi gerekiyor... Ne yapabilirim? Karde ime gidip borç isteyebilirim. Ona durumumu açıklarım. Çok büyük bir ihtimalle, biraz homurdanacak ve bana ileri görü lülüğün, tedbirli ve planlı ya amanın, ayağını yorganına göre uzatmanın erdemleri üzerine bir nutuk çekecek ama sonunda eli cüzdanına uzanacak ve parasını sayacaktır. Eğer parası varsa, ihtiyacım olan parayı verecektir. Ya da en azından gücü yediği kadarını. Olmazsa, bankacıma gidebilirim. Ancak ona ne kadar /ör durumda olduğumu anlatmanın anlamı olmayacaktır. Đlgilenmez bilr. Onun bana soracağı tek soru borcu geri ödemeyi nasıl garanti ede-ceğimdir. O borcu faizleriyle birlikte geri ödemeye yetecek kadar düzenli bir gelirimin olup olmadığını bilmek isteyecektir. Bu yüzden maa bordrolarımı ona göstermek zorundayım; eğer bir gayrimenkulum varsa onu teminat olarak göstermem, belki de ipotek ettirmem gerekir. Eğer banka yöneticisi benim riskli bir mü teri olmadığıma ve borcumu, elbette hatırı sayılır bir faizle birlikte, geri ödeyeceğime inanırsa, bana parayı verecektir. Sorunumu çözmek için ba vurduğum yere bağlı olarak birbirinden çok farklı iki tür muamele bekleyebilirim. Ku kusuz, yardım alma hakkımın (yetkimin) ne olduğuna ili kin iki farklı kavrayı ı gösterecek ekilde iki farklı tür soruyla kar ıla abilirim. Karde im muhtemelen benim ödeme gücümü soru turmayacaktır; onun için, borç vermek iyi ve kötü i arasında yapılacak bir seçim konusu değildir. Önemli olan benim onun karde i olmamdır; onun karde i ve muhtaç olmakla, ondan yardım istemeye hak kazanırım. Benim ihtiyacım onun yükümlülüğüdür. Öte yandan, banka yöneticisi kim olduğuma ve istediğim paraya ihtiyacım olup olmadığına hiç bakmaz. Onun bilmek isteyeceği tek ey, kendi ya da temsil ettiği banka açısından borç vermenin makul ve kârlı bir i anla ması olup olmadığıdır. Ahlâki ya da ba ka bir nedenle, bana para vermekle yükümlü değildir. Karde im isteğimi geri çevirecek olursa, bana borç vermeye gücünün yetmediğini kanıtlamak zorunda kalacaktır. Banka yöneticisi söz konusu olduğunda ise tam tersidir: Eğer bana borç vermesini islemi sem, borcumu zamanında ödemeye gücümün olduğunu ona kanıtlamak zorunda olan benim. Đnsani etkile im çoğu kez birbiriyle çeli en iki ilkenin baskısına teslim olur; bunlar e değerler mübadelesi ve armağan ilkesidir, e değerlerin mübadelesi durumunda, asıl olan özçıkardır. Đli kinin öteki tarafı özerk bir ki i, ihtiyâçların ve'hakların'me ru bir öznesi olarak kabul edilebilir; yine de bu ihtiyaçlar ve haklar öncelikle ki inin kendi çıkarlarının tam olarak kar ılanması önünde sınırlamalar ve engeller olarak görülür. Ki i her eyden önce ba kasının ihtiyacına kar ılık, verdiği hizmetler için "adil" bir ödeme alıp almayacağı kaygısıyla hareket eder. "Bana ne kadarjöd^necek?'ll'Burada benim payıma ne dü er?" "Ba ka bir ey yap amjiahajyi > ımı?"JATdahl£l^ ğerlendirmek ve aĐTeYnatîf~seçimler arasında tercih sırası y;i|n için muhtemel eyleme ili kin sorulan sorulardır. ?SHĐ£f ^''''' olduğuna üi§kjıı_pazarlığa tutu ur. Müjm^jin_ohjii^n jyLa.ol;ı;,ıı sâgîainak ve i lemi kendi ^ararına_hjllejjT^ıiçjn..^.|jnıden_g_ckıı " eyi"yapar! AncjıJEjıınağanj layında durum bu^ değildir. Hm ötekilerin ihtiyaçları ve haklan eylem için asli -belki de iri düdür. Sonuçta gelseler bile, ödüller eylemin istenirliğiniJır.n makta bir unsur değildir. E değerlilik kavramı tamamen dir. Yalnızca öteki ki inin onlara ihtiyacı olduğu ve ki i olan yaçlarına saygı gösterilmesine hakkı olduğu için* mallar vaıl hizmetler sağlanır. "Armağan" arı]ık_derecelerine göre farklıla an geni biı ı y ler dizisinin ortak adıdır. "Saf armağan" âdeta bir "e ik k| mî"dır; bütün pratik durumları ölçüye vuran bir tür denek l il Bu pratik durumlar idealden deği en oranlarda saparlar. En n\ liyle, armağan tamamen çıkarsızdır ve alıcının n}j£.Ug.y!Çjb>}kl sızı_nj/eriUr dıı\.Sahipliğin ve mübadelenin olağan ölçütleriyle değerlenil) ğinde, saf armağan saf bir kayıptır; bir kazanç varsa o clıı ki mantığına ters gelen ahlâki anlamdaki kazanÇtır- Kayıp ur gerçekte armağanın ahlâki değeri de yükselir. Armağanın ıılılî geri sunulan mal ve hizmetlerin piyasa değeriyle değil, aksım ci için olu turduğu öznel kayıpla ölçülür (az veren candan, ren maldan sözünü hatırlayın). Alıcının niteliğinin dikkati-ması, armağanın sunulduğu alıcının niteliğinin ancak alıcı n insanlar kategorisine girdiğinde göz önüne alındığı anlamın,! Bu nedenle, 2. Bölüm'de tartı tığımız, ki inin akrabaları \< dostlarına kar ı cömertliği aslında saf armağan ko ullan maz; bu cömertlik, alıcıları özel muamele için seçilmi i lar olarak ayrı bir yere koymu tur. Özel insanlar olarak özel -ki isel- bir ili kiler ağıyla bağlı oldukH11"1 ötekilcnl bir cömertlik bekleme haklan vardır. Sai^arniagf'} dutınıı mağan ona ihtiyacı olabilecek -sadece ve sadece ona ilıiı ğu için- herhangi bir ki iye sunulur. Saf armağan, aksi halde isiın-slTHiac~ak, vericinin belleğinde özel bir yer i gal etmeyecek olan ötekinin insanlığını tanımaktır. Armağanlar verene ele gelmez, ancak büyük huzur veren ahlâki tatmin ödülü -bencil olmama, ba kası içiıvfedakârlık deneyimi-sağlar. Mübadele ya da kazanç arayı ı bağlamıyla keskin bir kar ıt-TnTîçmdeki bu ahlâki tatmin, fedakârlığın ve sonuçtaki kaybın verdiği acı oranında arlar. Saflık idealini daha net hale getirmek üzere, çoğu dinsel öğreti armağan vermeyi, onu bir tür mübadele, ki inin günahlarının kefareti ve öte dünyada mutluluk elde etmenin bir aracı sayarakTte viĐc"ed'er. Muhtaca vermek "hakkın yolu", ki inin kurtulu u için gerekli iyi i lerden sayılarak desteklenir. Bu türden argümanlar ku ku götürmez bir biçimde efkat ve armağan verme eğilimini güçlendirmekle birlikte, e it oranda güçlü kazanç arzusuna içi bo bir destek vererek ve böylelikle, istemeyerek bile olsa, bu arzunun otoritesini onaylayarak etki yaratır. Olağanüstü zor ve acımasız sava ve yabancı i gal ko ullarında insan davranı ı üzerine yapılan ara tırmalar göstermektedir ki, armağan vermenin en kahramanca örnekleri -tehlikede olan birinin hayatını kurtarmak için kendi hayatını feda etme- tamamen dürtüleri saf~irmağana çok yakla an insanlar "târaîmdan gösterilmi tir; bli 'însaıîTar ba ka insanların yardırhĐna Ko infîâyı'sırf ahlâki görevleri -sanki doğal, a ikâr ve ilk akla gelen eymi gibi herhangi bir gerekçe aramayan bir görev- olarak görmü lerdir. Bu ara tırmaların en dikkat çeken bulgularından biri, yardıma ko anlar arasındaki en fedakârlarının eylemlerinin e siz bir kahramanlık olduğunu anlamakta güçlük çektikleridir. Onlar böyle bir davranı ın gerektirdiği cesareti ve kanıtladığı ahlâki erdemi önemsemezler. Bu bölümün ba ında tartı tığımız iki tür yakla ım armağan-mü-badele seçiminin günlük tezahürlerinin bir örneğini te kil eder. Đlk bakı ta, armağan güdüsünün ağır bastığı karde imle ili kimi ki isel bir ili ki, alı veri mantığının öne çıktığı banka yöneticisiyle aramdaki ili kiyi ki isel olmayan bir ili ki olarak adlandırabiliriz. Ki isel bir ili ki çerçevesinde olan bitenler neredeyse tamamen bizim, kim olduğumuza bağlıyken," her birimizin ne yaptığına, yapıyor olduğuna ve yapacağına pek bağlı değildir; yanı, gösrerdiğuviz ba arı kardeiz ve bu yüzden ihtiyaç olduğunda birbirimizin yardımına ko makla yükümlüyüz. Söz konusu ihtiyacın kötü talih, yanlı hesap ya da tedbirsizlik sonucu doğmu olup olmadığının önemi yoktur (ya da en azından böyle olmalıdır). Hatta bana emanet edilen paranın "güvende" olup olmaması da -yani, gösterilen ba arının parayı geri ödeyeceğime ili kin bir umut verip vermemesi de- önemli değildir. Ki isel olmayan bir ili kide ise bunun tersi doğrudur. Burada önemli olan benim kim olduğum değil, yalnızca muhtemelen ne yapacağımdanJCar ımdaki ki i benim gelecekteki davranı ımı kestirmek amacıyla, Jsenim^geçmi teki sicilimle ilgili olacaktır. Sava sonrası dönemin en etkili sosyologlarından biri olan Tal-cott Parsons, nitelikle gösterilen ba arı arasındaki zıtlığı anla ılabilir her türden insani ili ki biçiminin içlerinden birini seçmek durumunda kalacağı dört ana zıtlıktan biri olarak değerlendirmi tir. Parsons bu zıtlıklara kalıp deği kenler adını vermi tir. Ona göre, içlerinden birini seçeceğiniz diğer zıtlık çifti evrenselçilik ve tikel-cilik çiftidir. Teklifim üzerine kafa yoran karde im birçok eyi dü ünebilir ancak yasal düzenlemeler, davranı kodlan ya da cari faiz oranları gibi evrensel ilkeler büyük bir ihtimalle bunlar arasında olmayacaktır. Onun için ben "bir kategori içindeki numune", belli bazı evrensel kuralların uygulanabileceği bir örnek olay değilim. Ben tikel, e i olmayan bir örneğim, onun karde iyim. Yapacağı ne olursa olsun onu benim ba ka herkesten ayrı, emsalsiz bir ki i olduğum için yapacaktır ve bu yüzden "O benzer ba ka durumlarda ne yapar?" sorusu yersizdir. Yine, banka yöneticisi ile olan durum çok farklıdır. Onun için ben ancak geni bir geçmi , mevcut ve gelecekteki borç isteyenler kategorisinin bir üyesiyim. Daha önce "benim gibi" bir sürü insanla kar ıla an banka yöneticisi sorunu kesinlikle gelecekteki bütün benzer durumlar için geçerli evrensel kurallara göre çözecektir. Dolayısıyla benim ki isel ba vurumun sonucu evrensel kuralların benim durumumun güvenilirliği hakkında vereceği karara bağlı olacaktır. Bir ba ka kalıp deği ken de söz konusu iki durumu birbirine /il ili kiler olarak koyar. Benimle karde im arasındaki ili ki jıa^f benimle banka yöneticisi arasındaki ili ki ise özgüldür. Karde imin cömertliğrsirf o ana özgü keyfi bir tutum, özel olarak bu tek konu mada aktardığım sıkıntı sonucunda doğan anlık bir davranı değildir. Bana yönelik karde çe yakla ımı benimle ilgili her eye bula mı tır; her ey onu ilgilendirir. Hiçbirimizin hayatında öteki için önem ta ımayan bir ey yoktur. Eğer karde im bu tikel durumda yardımcı olma eğilimi ta ıyorsa, bu onun genel olarak bana kar ı hassas olması ve benim yaptığım ve yapmı olabileceğim her eye ilgi duyması yüzündendir. Onun anlayı ı ve özeni parasal konularla sınırlı olmayacaktır. Banka yöneticisi ile durum böyle değildir; onun davranı ı özel olarak oradaki ve o anki ba vuruya uygundur; benim teklifime tepkisi ve son kararı bütünüyle o duruma ili kin olgulara dayanır ve benim hayatımın ve ki iliğimin öteki yönleriyle hiçbir ili kisi yoktur. Borç alma ba vurum söz konusu olduğu müddetçe benim için en önemli eyleri o haklı olarak konu dı ı görecek ve bu yüzden onları değerlendirmeye katmayacaktır. Dördüncü zıtlık âdeta öteki üçünü taçlandıran bir zıtlıktır (bunun diğerlerinin altında yattığı ve aslında onları mümkün kıldığı da pekâlâ savunulabilir). Bu, Parsons'ın sözcükleriyle, hissilik ve hj.^ si yansızlık zıtlığıdır. Buna göre, bazı etkile imler duygularla - efkat, sempati ya da sevgi- karı ıktır. Bazıları ise "kayıtsız", uzak ve duygusuzdur. Ki isel olmayan ili kiler faillerde ba arılı bir i yapma isteği dı ında bir duygu doğurmaz. Bizatihi failler duygu nesnesi değildirler; onlar ne sever ne sevilir. Eğer onlar sıkı pazarlık ko ullan dayatır, aldatmayı, yalan söylemeyi dener ya da taahhütlerini yerine getirmezse, onların bu tavrı kar ısında belli bir tahammülsüzlük ve isteksizlik gösterilebilir; yine onlar evkle ve iyi niyetle i birliğine girerlerse -onlar "i yapmanın bir zevk olduğu" türden ki iler olduğunda- arada belli bir sevgi doğabilir. Ancak genelde duygular, ki isel ili kiyi anlamlı kılan unsurlar iken. ki isel olmayan ili kilerin vazgeçilmez bir parçası değildir. Hem ben hem de karde im ili kimizi derinden hissederiz. Her ihtimalde, birbirimizi severiz. Dahası, büyük bir ihtimalle kar ılıklı e duyuma girebilir ve birimiz diğerimiz için benzer duygular bes100 leriz; kendimi/ı uirkımn yi'iınr koyul', oickinin halinden anlar, öteki partnerin scvinmu ya da ansını i(,'lıtıı/de duyar, kendimizi o ne eli olduğunda iyi, acı erkliğimle kiiliı hissederiz. Banka yetkilisi ile ili kimde bu geçerli dı-j'.ildir. ili/, c«>k seyrek kar ıla ır ve birbirimiz hakkında kar ısındakinin dtıyj'iılaımı "okuyamayacak" kadar az ey biliriz. Bilsek bile, durum deri mez; ancak kar ımdaki ki inin ke fetmeye ya da tahmine çalısııj'.ını duygulan yürüttüğümüz i in ba arısıyla doğrudan ilgili olduğunda durum farklıdır (banka yetkilisini öfkelendirmekten sakınırım, aksine insani zaaflarını hesaba katıp savunmasını gev etmeyi umarak, akalar ya da pohpohlamalar yoluyla iyi yanlarının açığa çıkmasını isterim). Aksi halde, duyguların yeri yoktur. Dahası, eğer duyguların yargılara müdahalesine izin verilirse, gerçekte zararlı da olabilirler; örneğin, banka yetkilim bana acıdığı ve çektiğim sıkıntıyı anladığı için bana borç vermeye karar verir ve bu nedenle benim parasal savrukluğumu dikkate almazsa, kolaylıkla temsil ettiği bankanın zarar görmesine neden olabilir. Duygu ki isel ili kilerin vazgeçilmez bir parçası iken, ki isel olmayan ili kilerde böyle bir özelliği kalmamı tır. Ki isel olmayan ili kilerde, tarafsızlık ve serinkanlı hesap ki inin ancak kendi zararına gözardı edebileceği kurallardır. Ki isel olmayan bir i le kar ımdaki ki inin aldığı duygusuz tutum, özellikle ilk elden onlara ba vurmama neden olan durum bana çok acı verdiğinde, kalbimi kırabilir. O zaman, haklı bir gerekçe olmaksızın, benim heyecanıma böylesine sinir bozucu bir biçimde kayıtsız kalan soğuk tutumu, "bürokratların kalpsizlikleri ve duygusuzlukları" olarak suçlama eğilimine gireceğim. Bu imge, ki isel olmayan ili kilerin ba arıyla yürütülmesine engel olacaktır. Bu yüzden, sık sık "dinleyen banka", "evet demeyi seven banka" laflan duyarız; bankalar mü terilerine kar ı ki isellikten uzak tavırlarını (yani, ilgilendikleri mü terilerinin ki isel sorunları ve duygularına değil, paraları olduğunu) gizlemeyi kârlı görürler ve bundan dolayı tutamayacakları ve tutmayacakları bir söz verirler:JÇi§i ıdjQ]nıay,ar^ kilere özgü_bjj^anlay_ı la yjjrütjnfik. Belki de, ki isel ve ki isel olmayan etkile im bağlamları arasın- daki en hayati ayrım, faillerin eylemlerinin ba arısı için güven duydukları unsurlarda yatar. Hepimiz haklarında, bilsek bile, çok az bilgi sahibi olduğumuz çok sayıda insanın eylemlerine bağlı ya arız; planlarımızı ve ümitlerimizi neredeyse hiçbir zaman sadakat, güvenilirlik, dürüstlük, verimlilik vb. gibi onların ki isel karakter özelliklerine dayandırmayız. Elimizde bu kadar az bilgi varken, yapılacak ey meseleyi ki isel olmayan bir tarzda çözüme kavu turma fırsatı -partnerlerin nasıl bir ey olduğunu bilmediğimiz ki isel nitelikleri ya da yeteneklerine değil, o an kar ımıza çıkan kim olursa olsun aynı kategori için her durumda geçerli yoldan evrensel kurallara müracaat etme ansı- yaratmıyorsa, etkile im kesinlikle mümkün olmayacaktır. Sınırlı ki isel bilginin olduğu ko ullarda, kurallara ba vurmak ileti imi mümkün kılmanın tek yoludur. Dü ünün, eğer ötekilerle girdiğiniz bütün etkile imler onların ki isel nitelikleri hakkında yeterli düzeyde yapılan ara tırmalardan elde edilen sonuçlara bağlı olsaydı, ne kadar çok ve lüzumsuz bilgi toplamamız gerekirdi. Bu duruma çok daha gerçekçi bir alternatif mübadeleyi yönlendiren birkaç genel kural kabul etmek ve kar ımızdaki ki inin de aynı eyi yapacağına ve aynı kurallara uyacağına güvenmektir. Hayattaki çoğu ey, aslında partnerlerin çok az bir ki isel bilgiyle ya da hiçbir ki isel bilgi olmaksızın ileti im kurabilecekleri bir biçimde örgütlenmi tir. Benim gibi tıp bilimi hakkında hiçbir ey bilmeyen birinin, yardımını istediği doktorların tedavi yeteneklerini ve mesleğe bağlılıklarını değerlendirmek neredeyse imkânsızdır; ükürler olsun ki, hastalığımla ba etme velileri onları üye olarak kabul eden Britanya Tabipler Odası ve onları istihdam eden hastane yönetimi tarafından onaylanmakta, sınanmakta ve belgelenmektedir. Bu yüzden ben, sadece durumumu anlatmakla ve kar ılığında durumun gösterdiği ve gerektirdiği hizmeti göreceğimi varsaymakla ve buna güvenmekle yetinirim. Bindiğim trenin istediğim yere gittiğinden emin olmak istediğimde, doğruyu söyleme tutkularını sınama kaygısına kapılmaksızın, rahatlıkla görevli üniforması giymi insanlara sorabilirim. Gaz i letmesinden geldiğine dair kartını gösteren birine, normalde hiç tanımadığım bir yabancıya yaptığı10R mm aksine, ara tırıp soru turmadan kapımı açarım. Bütün bu ve benzeri durumlarda, ki isel olarak tanımadığım bazı ki iler (gaz i letmesi ya da Tabipler Odası yöneticileri örneğin) yetkilerini onayladıkları insanların i lerini yetkinlikle, kuralına uygun yürüteceklerini teyit etme görevi üstlenirler. Böylelikle bu tür insanların hizmetini güvenle kabul etmemi mümkün kılarlar (bu, Britanyalı sosyolog Anthony Giddens tarafından derinlemesine çözümlenmi bir olgudur). Ne var ki, tam da ili kilerimizin bu kadar geni bir bölümünün ki isel olmayan bir bağlamda yürütülmesi yüzünden, ki isel ili kilere duyulan ihtiyaç çok iddetli ve acildir. Haklarında belli belirsiz ve üstün körü eyler bildiğimiz insanlara ne kadar fazla bağlı hale gelirsek, kar ıla malarımız ne kadar çok formalite gereği ve gelip geçici olursa, ki isel ili kiler alanını geni letme, en iyi ki isel olmayan tarzda yerine getirilebilen ili kiler yerine ancak ki isel ili kilere uygun dü en beklentilerimizi öne çıkarma eğilimi o kadar güç kazanır. Ki isel olmayan bir dünyanın ilgisizliğine duyulan öfke muhtemelen en güçlü biçimde ailenin ve çocukluk arkada lığının görece sıcak, sarıp sarmalayan, efkatli dünyasını terk ederek i dünyasının ve meslek hayatının kaba, duygu olarak soğuk dünyasına girmek üzere olan genç insanlar arasında hissedilecektir. Bundan dolayı, gençler insanlar kendi ihtiyaçlarıyla ve mutluluklarıyla çok az ili kisi olan bazı amaçlara varmak için sırf araçlar olarak hizmet verdiği (ya da öyle göründüğü) katı ve kalpsiz dünyayı hiçe sayma çabalarına girerler. Bu ili kilerden kaçan bazıları, içerisinde ancak ki isel türden ili kilere izin verilen komün benzeri, sınırlı ve kendine yeterli küçük topluluklar kurmaya çalı ır. Ne var ki, böylesi giri imler genel olarak büyünün bozulması ve hayal kırıklığı ve nihayet ba arısızlıkla sonuçlanır. Bu deneye kalkı anların kanıtladıkları tek ey hayat denen karma ık i in yalnızca duygusal bağlılıkla yürütülemeyeceğidir; böyle bir projenin gerek duyacağı muazzam duygu yükünün çok geçmeden katlanılamaz olduğu ortaya çıkar: Kalıcı sevgi cenneti rüyası, içine girildiğinde kar ılıklı ha inliğin bir cehennemine dönü ür. Bu gibi deneyler, u/un bir zaman diliminde yüksek yoğunluklu duyguların sürdürülmesi için, sevgi ile verimlilik kaygı lan arasındaki kalıcı çatı madan doğan hayal kırıklıklarını gidermek için sonsuz bir çabaya gerek olduğunu gösterir, hatta alternatifinin iddetli soğukluğunun neden olabileceğinden daha büyük acılar doğurur. Ki isel bağlam hayat uğra ının tamamı için yetersiz kalsa bile, vazgeçilmez bir unsurdur. "Derin ve bütünlüklü" ki isel ili kiler için duyduğumuz özlemin iddetini artıran, takıldığımız ki isel olmayan bağlılıklar ağının geni liği ve sıklığıdır. Ben ücret aldığım irketin bir çalı anı, ihtiyacım olan ya da ihtiyacım olduğuna inandığım eyleri satın aldığım birçok mağazanın mü terisi, beni evden i e ya da i ten eve ta ıyan otobüsün ya da trenin yolcusu, tiyatronun izleyicisi, desteklediğim partinin seçmeni, doktorumun hastası ve birçok ba ka yerde birçok ba ka eyim. Her yerde benliğimin ancak küçük bir bölümünün orada olduğunu hissederim. Ba ka yönleri o tikel bağlamda anlamsız olduğundan ve istenmediğinden, benliğimin kalanının karı maması için sürekli kendimi denetlemek durumunda kalırım. Ve bu yüzden hiçbir yerde kendimi tam anlamıyla hissedemem; hiçbir yerde kendimi yuvamda hissedeınem. Her ey bir yana, kendimi, her biri farklı insanlar arasında ve farklı mekânlarda olmak üzere, oynadığım birçok farklı rolün bir toplamı gibi hissetmeye ba larım. Peki ama bunları bağlayan bir ey var mıdır? Sonuçta ben -gerçek, hakiki "Ben"- kimim? Çoğumuz rollerin yamalı bir bohçası olduğumuza ili kin imgeyi kabul etmeye yana mayız. Ancak er ya da geç "Beni/Bana"lan-mızdan olu an bir çoklukla ve hatta onlar arasında belli bir e güdümün de yokluğuyla uzla mak zorunda kalırız (1. Bölüm'ü hatırlayalım); Ne var ki, "Ben" tektir, ya da en azından ideal olarak tek olmalıdır. Birlik tartı masız olarak "orada dı arıdaki" dünyada kaybolur ve sanki kısmi, tamamen i levsel etkinle imlerden ibaret bir çokluğa parçalanırken, onu sağlamak tutarlıklı benliklerimize kalmı tır. George Simmel'in çok uzun zaman önce.tespit ettiği gibi, yoğun bir nüfus ve çe itlilik barındıran ya adığımız dünyada bireyler sonu gelmez anlam ve birlik arayı ında hep geri kalmaya mahkûmdur. Dı dünya yerine kendimize yoğunla ır yoğunla maz, birlik ve tutarlılık için duyulan bu muazzam istek özkimlik arayı ı l 1.0 olarak kendini gösterir. Girdiğimiz ki isel olmayan mübadele ili kilerinin hiçbiri bu kimliği sağlamaya yetmeyecektir. Aradığımız özkimlik bu mübadelelerin hepsinin ötesine "ta ar". Ki isel olmayan bağlam onu tam olarak kar ılayamaz. Tek tek her bağlamda biz âdeta bir biçimde yerimizden edilmi oluruz: Gerçek benliklerimizin etkile imin imdi meydana geldiği bağlamın dı ında bir yerlere yerle tiği hissine kapılırız. Aradığımız eyi ancak yayılmı lığı ve tikelliği ile, niteliğe verdiği önem ve onu doyuran kar ılıklı sevgi ile ki isel bir bağlamda bulmayı ümit edebiliriz. Alman sosyolog Niklas Luhmann özkimlik arayı ını, kendini ?_lî!ĐĐiSySlL,O£yg' -sevmek ve sevilmek- ihtiyacının ilk ve en güçlü nedeni olarak sunmu tur. Sevilmek ba ka ki i tarafından biricik, benzersiz "görülmek anlamına gelir; sevilmek, seven ki ilerin sevilenleri]^ onların kendilerine ya"da istemlerine ili kin imgelerini ""halcft"göstermek için evrensel kurallara ba vurmaya gerek duymadıklarını kabul eniklen anlamına gelir; sevilmek seven ki inin benliğimin, benliğime karar verme ve kendi kararımla kendi benliğimi seçme hakkımın, egemenliğini kabul etmesi ve olumlaması anlamına gelir; sevilmek onun benim üzerine basa basa ve inatla "i te olduğum, yaptığım, durduğum halimle ben" ifademe.katılması anlamına gelir. Ba ka bir ifadeyle, sevilmek anla ılmaktır - ya da en azından ne zaman "Beni anlamanı istiyorum!" derken ya da acı içinde "Beni anlıyor musun? Beni gerçekten anlıyor musun?" diye sorarken kullandığımız anlamda "anla ılmaktır". Anla ılmaya duyulan bu özlem birisine benim yerimde olması, eyleri benim gözümle görmesi, gerçekten de sırf benim olduğu için saygıyla kar ılanması gereken bir görü ümün olduğunu daha ba ka kanıt istemeden kabul etmesi için yapılan umutsuz bir çağrıdır. Anla ılmaya özlem duyarken aradığım benim kendi, özel deneyimimin -içgüdülerimin, ideal hayat imgemin, kendim, acılarım ve ne elerim hakkındaki imgemin- gerçek olduğunun bir olumlanmasıdır. Ben kendi portremin bir onayım isterim. Ben böyle bir onaylanmada ba ka ki i tarafından kabulümü, ba kasının aksi halde sadece hayal gücümün, eğiHinlerimin bir uydurması, çılgınca ba ım alını giden fantezilerimin ürünü olma ku kusu ta ıyacak eyi onaylamasını görürüm. Böyle bir onaylanmayı kar ımdaki ki inin kendimden söz ederken beni ciddiyetle ve ilgiyle dinlemeye istekliliği yoluyla yaratmayı ümit ederim; partnerim, Luhmann'ın deyi iyle, "ilgiyi hak etme e iğini a ağıya" çekmeli, söylediğim her eyi anlamlı, dinlemeye ve üzerinde dü ünmeye değer kabul etmelidir. Aslında isteklerimde bir paradoks vardır. Bir yanda, benliğimin, "orada"yken giydiğim, o yerden (o arkada tan) diğerine geçer geçmez sırtımdan çıkarıp atacağım rollerin bir toplamı değil, emsalsiz bir bütün olmasını isterim. Böylelikle, hiç kimseye benzememek, ba ka kimseye değil kendime benzemek -ba kalarının çarkındaki çok sayıdaki di ten biri olmamak- isterim. Öte yanda ise bilirim ki, hiçbir ey sırf ben onu hayal ettiğim için var olmaz. Fantezi ile gerçeklik arasındaki farklılığı görürüm ve bilirim ki, gerçekten var olan ne varsa benim için olduğu gibi ba kaları için de var olmalıdır (hepimizin sahip olduğu ve onsuz toplum hayatının anla ılamaz olduğu gündelik hayat bilgisini hatırlayın; bu bilginin önemli parçalarından biri deneyimlerin ortak olduğu, dünyanın ba kalarına tıpkı bize göründüğü gibi göründüğü inancıdır). Ve böylelikle, ben gerçekten emsalsiz bir benlik geli tirmekte, deneyimimi e siz kılmakta ne kadar ba arılı olursam, deneyimimin sosyal düzeyde olumlanmasına o kadar çok ihtiyaç duyarım. Görülüyor ki, en azından ilk bakı ta, böyle bir olumlama ancak sevgi ile gerçekle ebilir. Paradoksun sonucu, çoğu insan ihtiyacına ki isel olmayan bir biçimde kulak verildiği karma ık toplumumuzda, sevgi dolu bir ili ki ihtiyacının her zamankinden daha derinden kendini duyurmasıdır. Bu, aynı zamanda, sevginin sırtlandığı yükün de -aynı ekilde sevenlerin sava ması ve zaptetmesi gereken baskıların, gerilimlerin ve engellerin de- korkunç olduğu anlamına gelir. Bir a k ili kisini özellikle zayıf ve kırılgan yapan kar ılıklılık ihtiyacıdır. Eğer sevilmek istiyorsam, seçtiğim partner her halükârda benden kar ılığını -sevgiyle kar ılık vermemi- isteyecektir. Ve bunun anlamı, belirtmi olduğumuz gibi, â ığımın hizmetine kar ılık vermem, partnerimin deneyiminin gerçekliğini olumlayacak e112 kilde davranmam, nasıl anla ılmayı istiyorsam anlamam da gerektiğidir. Đdeal olarak her bir partner öteki partnerin dünyasında anlam bulmaya çalı ır. Ancak bu iki gerçeklik (benimki ve parlneri-minki) kesinlikle özde değildir; daha kötüsü, bu gerçekliklerin varsa bile çok az ortak noktası vardır. Đki insan ilk defa kar ıla tıklarında, ikisinin de arkalarında diğeriyle payla ılmamı , kendilerine ait uzun birer hayat vardır. Đki ayrı biyografi, her ey bir yana açıkça farklı iki deneyimler ve beklentiler yumağı üretmi tir. Oimdi onlar yeniden müzakere edilmek durumundadır. En azından bazı bakımlardan bu iki yumağın kar ılıklı olarak çeli tikleri görülecektir. Benim ve partnerimin hemen doğrudan bu iki yumağın bütünüyle e it olarak gerçek ve kabul edilebilir olduklarını, düzeltmeye ve uzla maya gerek göstermediklerini kabul etmeye hazır olması ihtimal dı ıdır. Yumaklardan biri, hatta ikisi de, kalıcı bir ili ki hatırına terk edilecek, düzene sokulacak ya da teslim olacaktır. Ne var ki, böyle bir teslimiyet bizatihi a kın maksadını ve a kın kar ılaması gereken ihtiyacın kendisini geçersiz kılacaktır. Eğer yeniden müzakere gerçekten olursa, partnerlerden ikisi de bunu gözetirse, ödülleri büyük olur. Ancak mutlu sona giden yol dikenlidir ve bu yolu yarasız beresiz atlatmak büyük sabır ve cesaret gerektirir. Amerikalı sosyolog Richard Sennett, partnerlerin ikisinin de ısrarla mahremiyet hakkı, kendini partnerine tamamen açma, partnerle ki inin içsel dünyası hakkındaki bütün, en özel hakikati payla ma, bütünüyle içten olma, yani partner için ne kadar altüst edici olursa olsun hiçbir eyi saklamama hakkı pe inde oldukları bir ili ki için "yıkıcı Gemeinschaft" terimini ortaya atmı tır. Sennetl'e göre, ki inin partnerinin kar ısında ruhunu bütün gerçekliğiyle ortaya sermesi, partnerden zorunlu olarak evk yaratmayacak eylere onay vermesi ve yanıt verirken aynı ekilde içten ve dürüst olması isteneceğinden, partnerin omuzlarına katlanılmaz bir ağırlık bindi-rebilir. Sennett, kalıcı bir ili kinin, özellikle kalıcı bir a k ili kisinin kar ılıklı mahremiyet talebinin sallantılı zemininde yükselemeyeceğine inanır. Partnerlerin birbirlerinden kar ılayamayacakları (ya da bedelini dü ününce kar ılamak islemeyecekleri) taleplerde bulunma ihtimali çok fazladır; bu ili kiye bir süre biçmeye, bitirmeye ve çekilmeye karar vermek yerine bu yüzden acı çekecek, kıvrana-cak ve umutsuzluğa dü eceklerdir. Partnerlerden biri ya da öteki çekilmeyi ve benliğinin olumlanması ihtiyacına ba ka yerlerde tatmin aramayı seçecektir. Dolayısıyla, bir kere daha a k ili kisinin kırılganlığının -â ık partnerlerin aradığı birliğin yıkıcılığının- her eyden önce kar ılıklılık ko ulu yüzünden olduğunu gördük. Paradoksal olarak a kını ancak kar ılık beklentisine girmediğimde sürebilecek ve güvende olacaktır. Tuhaf görünse de, en az zayıf ve kırılgan olan, bir armağan olarak verilen a ktır: Sevdiğimin dünyasını kabul etmeye, o dünyaya girmeye ve kar ılığında benzer bir ey beklemeksizin onu içeriden anlama çabasına girmeye hazırım... Müzakereye, anla maya ve sözle meye gerek duymuyorum. Gelgelelim, bu yollardan hangisine girersek girelim, mahremiyet müzakereye açılır ve taviz kaçınılmazdır. Ve partnerlerden birini ya da her ikisini de hafife alınamayacak kadar sabırsız yapan ya da kendisi için kaygı duymasına neden olan ey bizatihi bu müzakere ve uzla madır. A kın bu kadar zor ve bedeli yüksek olu u yüzünden, kar ılık beklemeksizin a kın yerini, a k i levi görecek (yani, önce sabırla tam ve içten bir itirafı içerecek biçimde iç deneyimin olumlanmasım sağlayacak) bir ili kiye duyulan ihtiyaç alır. Đ te psikanalitik seansların, psikolojik tedavinin, aile danı manlığının vb. a ırtıcı ba arısının gizi burada yatıyor. Artık, bir ki inin en içten duygularını ba ka birine anlatması ve sonuçta ki inin o çok özendiği kimliğinin onaylanması anlamına gelen kendini bütünüyle açma hakkı için gerekli ey yalnızca para haline gelmi tir. Parasal ödeme analistin ya da terapistin hastalan ya da mü terileri ile ili kisini ki isel olmayan bir ili kiye dönü türür. Ve böylelikle ki i sevmeden sevilebilir. Ki i, hizmetlerini salın aldığı ve bu yüzden bir i ili kisinin parçası olarak ortak yükümlülük altına girdiği insanlar hakkında hiçbir kaygıya kapılmaksızın, kendisiyle ilgilenilmesini ve kaygılarının payla ılmasını sağlayabilir. Hasta bir sevilme yanılsaması satın alır. (Gelgelelim, unutulmamalıdır ki, tek taraflı a k "doğaya kar ı", yani sosyal olarak kabul edilen a k modeliyle iddetli bir uyu mazlık iciııdc olduğundan, psikaııalilik uygulamanın ba ında genelde <ık(a\l l ÜAltKA/Smvoluıık nil'.Jlnııı,-!., nm denen bela vardır: Yani, hastanın eğilim olarak analistin "-mis gibi" davranı ını bir sevgi ifadesi olarak görme hatasına dü mesi ve anla manın tamamıyla i benzeri, ki isel olmayan ko ullarını a an bir tutumla kar ılık vermesi. Aktarım olgusu terapinin bir a k ikamesi olduğunun en güçlü kanıtı olarak da yorumlanabilir.) A kın (daha doğrusu, kimlik onayı i levinin) diğer, belki de daha sağlam bir ikamesini de tüketici piyasası sağlar. Piyasa ki inin kendisi için bir tane seçebileceği çok çe itli "kimlikleri" vitrine koyar. Ticari reklamlar satmaya çalı tıkları mallan sosyal bağlamları içinde, yani tikel bir hayat tarzının bir parçası olarak göstermeye özen gösterirler, öyle ki muhtemel tüketici bilerek sahip olmayı istediği böyle bir özkimliği satın alabilecektir. Piyasa aynı ekilde, farklı biçimlerde kullanılabilen, her biri diğerinden farklı olan ve bu biçimde ki iselle tirümi sonuçlar üretecek olan, kimlik yapıcı araçlar sağlar. Piyasa yoluyla ki i kendi yaptığı kimlik kartının, uyarlanmı benliğinin çe itli öğelerini bir araya getirebilir. Ki i kendini modern, özgür, özenli bir kadın ya da dü ünceli, aklı ba ında, efkatli ev kadını olarak; ileriye bakan, kendine güvenli bir kodaman; rahat, sevimli bir dost; gözü dı arıda, fiziksel olarak sağlıklı, maço bir erkek olarak ya da bütün bunların bir karı ımı olarak nasıl ifade edebileceğini öğrenir. Piyasanın sunduğu kimliklerin avantajı sosyal onaylarıyla birlikte satın alınmalarıdır ve böylelikle olumlama arayı ının sıkıntıları kalmamı tır. Kimlik kartları ve hayat tarzı simgeleri, yetkin insanlar tarafından sunulur ve çok sayıda insanın deneyerek ya da "dikkatini vererek" onayladığı bilgilerle desteklenir. Bu yüzden sosyal onayın müzakere edilmesine gerek kalmaz; onay, pazarlanan ürünün yapısında âdeta ta ba tan vardır. Yaygın olarak elde edilebilir ve popülerliği giderek artan bu tür alternatiflerin varlığında, ö/.kimlik sorununu kar ılıklı sevgiyle çözme dürtüsü için gerekli çabanın ba arı ansı giderek azalır. Daha önce gördüğümü/ ;',ibi, miizakercli onay seven partnerler için azap verici bir deneyimdir. Uzun ve kararlı çabalar olmaksızın ba arı imkânsızdır. Đki laralın da fedakârlık göstermesi gerekir. Çaba ve fedakârlık lu-lki, .sanki "kolay" ikameler mevcut değilmi gibi, dalın sıklıkla ve büyük bir evkle yürütülecektir. Kolayca elde edilebi]ir (gerekli tek fedakârlık bir miktar paradan ba ka bir ey değildir) ve satıcılar tarafından saldırgan bir biçimde dola tırılan ikamelerin varlığında, zahmetli, zaman tüketen ve sıklıkla hayal kırıklığı doğuran bir çabaya girmek için daha az güdülenimin olduğu söylenebilir. Piyasaya sürülmü göz alıcı, "kusursuz" ve daha kolay alternatifler kar ısında sağlıklı esneklik kaybolmaya yüz tutar. Sıklıkla ilk engel, kırılgan a k beraberliğinin geli imindeki ilk aksilik, partnerlerden birinin ya da her ikisinin geri çekilmesi için ya da ili kiyi bütünüyle bitirmesi için yeterli olacaktır. Sıklıkla ba arısızlığa uğrayan a k ili kisini "bütünleme" ve böylece güçlendirme ya da diriltme niyetiyle ilk aranan ey ikamelerdir; ne var ki, er ya da geç ikameler o ili kinin orijinal i levini ortadan kaldırır ve partnerleri ilk ba ta ili kiyi canlandırmaya iten enerjiyi bo altır. Richard Sennett'in tartı tığı, a kın böylesine değerden dü mesinin tezahürlerinden biri erotizmin dı lanması ve yerine cinselliğin geçmesi eğilimidir. Erotizm, cinsel arzunun ve son tahlilde bizatihi cinsel ili kinin, çevresinde kalıcı bir a k ili kisinin kurulduğu ve sürdürüldüğü bir eksen olarak konumlanması, daha önce çok yanlı, bütünlüklü sosyal ili kilere atfedilen bütün özellikleri ta ıyan istikrarlı bir sosyal birliktelik biçimi anlamına gelir. Cinsellik ise cinsel iH kinin tek; birj leve, cinsel arzunun tatmini i levine indirgenme- ,sidiiYj3öy]esi bir indirgeme, genelde, cinsel ili kiyi kar ılıklı sempati ve sorumluluk doğurmaktan ve böylelikle eksiksiz bir ki isel birlikteliğe ilerlemekten alıkoymayı amaçlayan özel önlemlerle hayata geçirilir. A ktan yoksun cinsellik, partnerden bir amacın yerine ba kası geçebilen bir aracı olarak faydalanıldığı, bir gerilim atma düzeyine indirgenmi tir. Diğer bir sonuç ise cinselliği erotizm bağlamından koparmanın a k ili kisini önemli oranda zayıflatması olmu tur. Đli ki en güçlü kaynaklarından birini yitirmi (ya da payla tırmak zorunda kalmı ) ve istikrarının savunulması artık daha da güçle mi tir. Dolayısıyla, bir a k ili kisi iki taraflı bir tehdit altında kalmı tır. Đli ki iç gerilimin baskısı altında çökebilir. Ya da ki isel olmayan M r ili kinin, onun çoğu ya da bütün emarelerini ta ıyan ba ka türden bir ili kinin, yani mübadele ili kisinin kar ısında gerileyebilir 116 ya da o ili kiye dönü ebilir. Banka mü terilerinin banka yetkilileriyle girdiği ili kiyi ele alırken tipik bir mübadele ili kisini görmü tük. Burada önemli olan tek eyin, tikel bir nesne ya da hizmetin ili kinin bir tarafından diğer tarafına geçi i olduğuna değindik; bir nesne el deği tirmi tir. Đli kilere giren canlı insanlar, ta ıyıcıların ya da aracıların rollerini oynamaktan öte bir ey yapmazlar; onlar malların dola ımım sağlarlar ve kolayla tırırlar. Ancak görünü te bakı ları partnerlerinin üzerindedir. Aslında, öteki ki ilere ikincil, türevsel -istedikleri malların muhafızları ya da sahipleri olarak- bir önem bah ederken, onların tek ilgi duyduğu ey mübadelenin nesnesidir. Onla£ partnerleri "aracılığıyla" doğrudan mallarin kendisini görürler. Partnerin ruh hali alı veri in ba arıyla tamamlanmasını etkilemediği müddetçe, partnerlerin göz önünde bulunduracağı son ey kar ılanndakilere efkat duyguları ya da ruhsal yakınlıktır. Kısacası, partnerlerin ilcisi de bencilce davranır; eylemlerin en ba ta gelen güdüsü mümkün olduğu kadar az vermek ve mümkün olduğu kadar çok almaktır; ikisi de, dü üncelerini yalnızca mevcut i e vererek kendi özçıkarla-rını gözetirler. Amaçlan bu yüzden birbirine kar ıdır. Denebilir ki, ki isel olmayan mübadele ili kisinde faillerin çıkarları çatı ma halindedir. Bir mübadele ili kisinde hiçbir ey yalnızca ötekinin a kına yapılmaz; ili kide daha iyi pazarlık ansı getirmediği müddetçe partnerle ili kili hiçbir ey önemli değildir. Dolayısıyla failler doğal olarak ötekinin her bir güdüsünden ku ku duyarlar; aldatılmaktan korkarlar."Üyanık, tetikte ve gözü açık kalma gereği duyarlar; gözlerini bir an için bile ötekinin üzerinden ayıramazlar. Ötekinin bencilliğine kar ı korunmak isterler; elbette öteki tarafın fedakârca davranmasını beklemezler ama adil bir anla ma -bir biçimde e it bir mübadele olarak gördükleri bir ey- konusunda ısrar ederler. Bundan dolayı, alı veri ili kileri bağlayıcı bir kural, bir yasa ve yapılan i lemin adil olduğuna karar verme yetkisiyle donatılmı , ihlal durumunda zorla kararını dayatabildi bir otorite gerektirir. Çe itli tüketici birlikleri, tüketiciyi koruma örgütleri ve savcılık görevlileri vb. bu koruma ihtiyacına yanıt vermektedir. Bunlar mücadelenin adil olmasını denetlemek gibi zor bir görev üstlenmi lerdir. Onlar aynı zamanda güçlü tarafın zayıf tarafın cehaletini ya da saflığını sömürme özgürlüğüne sınırlar getirecek olan yasalar için yetkililere baskı yaparlar. Bir ticari ili kinin tarafları gerçek anlamda nadiren e it bir konumdadır: Malları üretenler ya da satanlar ürünlerinin kalitesi hakkında alıcıların ve kullanıcıların muhtemelen öğrenebileceklerinden çok daha fazlasını bilirler. Onlar, Ticaret Kanunu gibi bir yasa tarafından kısıtlanmadıkça, ürünü sahte görünümlerle saf tüketicilere okutabilirler. Mallar ne kadar karma ık ve teknik olarak incelikli ise, alıcıların onların gerçek niteliklerini ve değerlerini takdir edebilmeleri o kadar azalır. Potansiyel alıcılar aldatılmaktan kaçınmak için bağımsız, yani çıkan olmayan otoritelerden yardım isterler; haklarını açıkça belirten ve durumu dava konusu yaparak görece tali konumlarını telafi etmelerini sağlayan bir yasa için baskı yaparlar. Gelgelelim, özellikle partnerlerin mübadele ili kisine yalnızca malların alıcıları olarak mübadele i levleriyle girmeleri ve sonuçta birbirlerine "görünmez" kaldıkları içindir ki, onlar a k ili kisi örneğinde olduğundan çok daha_az_etkilenirler yejbağlanırlar. Çok daha az ili kidedirler. Ticari ili kinin artlarına uyma sözü vermek dı ında, zahmetli görevler ya da sorumluluklar üstlenmezler. Benliklerinin mevcut ili kiyi ilgilendirmeyen yanlan etkilenmez ve özerkliğini korur. Her ey bir yana, özgürlüklerinden taviz vermediklerini hissederler ve geleceğe ili kin seçimleri girdikleri bağlantı tarafından kısıtlanmayacaktır. Burada ve imdi girilen ve bitirilen, zaman ve mekân olarak sınırlı bir ili ki çerçevesinde kaldığı müddetçe, mübadele kendi dı ında "sonuç doğurmadığı" gibi ki inin bütün ki iliğini de ilgilendirmez. (Alı veri in ki isel özerklikle bağlantılı olma biçiminin, ekonomik ve politik değerlendirmelerde genellikle tartı masız kabul edilen, insan emeğinin ötekiler gibi bir meta olduğu ve bir mübadele nesnesi olarak görülebileceği iddiasını çürüttüğüne dikkat edelim. Deği tirilebilir malların aksine, emek emekçiden kopanlamaz. Ki inin emeğini satması, bir ki i -belli bir zaman dilimi için tam bir ki i- olarak eylemlerinin artık ba ka insan-118 ların iradesine ve kararlarına tabi olacağı anlamına gelir. Sahip olduğu kendisinden koparılabilen bir nesne değil, emekçinin benliğinin tamamından vazgeçilmi ve ba ka birinin kontrolüne geçmi tir. Görünü teki ki isel olmayan sözle me mübadele ili kisine denk dü en sınırların çok ötesine geçmi tir.) A k ve mübadele, üzerinde tüm insan ili kilerinin yer aldığı sü-rekljJOirjĐTiginin' iki' uç "noktasıdır. Burada anlattığımız biçimiyle senin ya da benim deneyimimde nadiren ortaya çıkarlar. Biz onları sırf bir biçim, modeller olarak anlattık. Çoğu ili ki "katı ık"tır ve deği en oranlarda iki modelin karı ımından olu ur. Çoğu a k ili kisi "Eğer unu yaparsan ben de bunu yapacağım" tarzı adil bir mübadele oranı için yapılan ticarettekine benzer pazarlık unsurları barındırır. Tesadüfi kar ıla malar ya da bir kereye mahsus ili kiler hariç, bir mübadele ili kisine giren failler uzun süre birbirlerine ilgisiz kalamazlar ve er ya da geç sırf para ve maldan ba ka eyler i in içine girer. Ne var ki, her bir uç örnek karı ık bir ili ki içine girilse de, göreli kimliğini korur. Her biri kendi beklentiler kalıbını ve mükemmelliğe ili kin kendi imgesini korur ve böylelikle faillerin davranı ım kendi özgün doğrultusuna yöneltir. Ba ka insanlarla girdiğimiz ili kilerdeki belirsizliklerden çoğu, bu iki uç, tamamlayıcı ama yine de bağda maz beklenti kalıbı arasındaki gerilimler ve çeli kilerden hareketle anla ılabilir. Đnsan ili kilerinde müphemliğin kural olduğu hayatta, model benzeri, yalın: ili kilere pek rastlanmaz. Görülüyor ki, düklerimiz ve özlemlerimiz, aynı anda doyurulmaları neredeyse hiç mümkün olmayan, ne var ki ayrı ayrı pe lerine dü üldüğünde de aynı ekilde tatmini güç olan iki ihtiyaç arasında parçalanmı tır. B.unlar aidiyet ve bireysellik ihtiyaçlarıdır. Birin-cuhtiyaç bizi ötekilerle güçlü ve güvenli bağlar kurmaya sevk eder. Ne^zaman birliktelikten ya da cemaatten dem vursak bu ihtiyacı dile getiririz. Đkinci ihtiyaç bizi, içinde baskılardan bağı ık ve taleplerden özgür olduğumuz, yapmaya değer gördüğümüz eyi yaptığımız, "kendimiz olduğumuz" bir duruma, özel hayata yöneltir. Đki ihtiyaç da dayatıcı ve güçlüdür; ikisinin de baskısı arttıkça verili ihtiyacın tatmini azalır. Öte yandan, biri tatmine ne kadar yakla ırsa aynı oranda ötekinin ihmal edilmesinin acısını duyarız. Özel hayat olmaksızın cemaatin aidiyetten çok baskıya benzediğini, cemaat olmaksızın da özel hayatın "kendi olmak" yerine yalnızlığa benzediğini fark ederiz. 120 VI Güç ve seçim Yaptığım eyi neden yaparım? Felsefi bir yakla ım arayı ı içinde olmadığım sürece, bu, üzerinde durmaya değmez basit bir soru olarak görünür. Yanıt açık değil midir? En azından, görüldüğü kadarıyla öyledir. Ku kusuz, ben bunu yaparım çünkü... (dersliğe ko arım çünkü geçen dersi kaçırdığım için öğretmenden azar i ittim; ı ıklarda durdum, çünkü orada kar ıdan gelen trafik çok yoğundu; yemek yaptım, çünkü karnım acıkmı tı; blucin giydim, çünkü bugünlerde blucin giyiliyor.) Açıklamalarımı böylesine basit -aslında, tartı ma gerektirmez- yapan ey hepimizin payla tığı bir alı kanlığa -olayları onların bir nedenin sonuçlan olduklarına i aret ederek açıklama alı kanlığına- uygun olmalarıdır. Çoğu durumda, yaptığımız ya da ba ımıza gelen eyleri açıklamaya sıra geldiğinde, ba ka bir eyin de olduğu takdirde, açıklamayı istediğimiz olayın mecburen olacağına, ba ka bir ifadeyle, onun kaçınılmaz ya da en azından kuvvetle muhtemel olduğuna ikna olduğumuzda merakımız genelde giderilmi olur. Yolun a ağısındaki evde neden patlama oldu? Çünkü havagazı tesisatında kaçak vardı. Bilirsiniz, gaz son derece yanıcı bir maddedir ve bir kıvılcım dahi onu alevlendirmeye yeter. Hiç kimse neden hırsız pencere camını kırdığında bir ey duymadı? Çünkü herkes uykudaydı. Bilirsiniz, insanlar normal olarak uykudayken sesleri duymazlar. Ve diğerleri. Açıklama arayı ımız, açıklamayı istediğimiz olayın her zaman izlediği (bu durumda istisna tanımayan bir bağlantıdan, bir yasadan bahsederiz) ya da çoğu durumda izlediği (bu durumda ise çoğu kere ortaya çıkan ama her durumda görülmeyen bir bağlantıdan, bir normdan bahsederiz) bir olay ya da durum bulur bulmaz sona erer. Pemek ki,a£iklamalar, açıklamayı istediğimiz olayı ba ka, daha genel bkjJnermeden ya da bir dizi önermeden çıkarılmı olabilecek bir önerme olarak göstermekten ibarettir. Olayı öyle bir biçimde anlatırız ki, onu öz olarak kestirilebilir bir ey halinde görürüz; genel yasa ya da norm ile içinde yasa ve normun kendilerini göster-dikleri belli ko ulların mevcudiyeti veri olduğunda, o olayın olması gerekir ve o olayın yerini ba ka bir olay alamaz. Açıklama bir seçme, iradi bir ayıklama, keyfi bir olay sıralaması ihtimaline izin vermez. Gelgelelim, insan davranı larına uygulandığında bu alı ıldık açıklama önemli bir eye değinmeden geçer. Değinmediği ey açıklamayı istediğimiz olayın bir ki inin eylemi olduğu ve eylemi yapan ki inin bir seçim yaptığıdır. O ki i ba ka türlü davranabilirdi. Ortada birden fazla eylem biçimi olmasına rağmen yalnızca o seçilmi tir ve bunun özellikle açıklanması gerektiği halde açıklanmamı tır. Bu olay hiçbir biçimde kaçınılmaz değildi. Ortada onun -hele hele kesinlik iddiasıyla- çıkarılabileceği bir genel önermeler dizisi yoktur. Biz bunu o olay olup bittikten sonra kavramaya çalı abiliriz; geriye dönerek sonradan anlama sayesinde olayı -bu eylemi- faillerin yaptıkları eyi yaparken izlemek durumunda kalmı olabilecekleri belli kuralların bir sonucu olarak yorumlayabiliriz. Gelgelelim, bu kurallar birden çok davranı biçimi doğurabilirdi. Ve failin onları izleme gereği yoktu. Đnsan davranı ı örneğinde, yukarıda gösterilen türden açıklamalar, hikâyenin tamamı, bilinebilecek her ey olarak tatmin edici değildir. Kendi deneyimimizden eylerin insanlar tarafından bir maksatla yapıldıklarını biliriz. Đnsanların güdüleri vardır; benim gibi onlar da yaptıkları eyi u ya da bu nedenle onlara tercih edilebilir görünen bu durumu yaratmak ya da ba armak için yaparlar (bu yüzden, öğretmenden azar i itmemek ve dersin, tamamını izlemek için düzenli olarak derslere girerim; kazalardan kaçınmak ve hayatta kalmak için trafik kurallarına titizlikle uyanın; açlığımı gidermek ya da konuklarımın gönlünü ho tutmak için yemek pi iririm; çevremdeki çoğu insanın giydiği blucini göze batmamak ve üphe çekmemek için giyerim). Demek ki, sırf derslere katılmanın üniversite yetkilileri tarafından art ko ulması yüzünden belirtilen saatte dershanemde oturuyor olmamda hiçbir kaçınılmazlık yoktur; orada oturuyorum çünkü kurallara uymak istiyorum; u ya da bu nedenle bunun yapılacak doğru ey olduğunu dü ünüyorum. Gayet hakli olarak bir kazadan kaçınmak istesem bile, durup ye il ı ığın yanmasını beklememde hiçbir kaçınılmazlık yoktur; ben aynı ekilde tartı masız bir biçimde ı ıkların deği me sisteminin, kazaları önlemenin bir aracı olarak anlam ta ıdığına ve bu nedenle uyulması gerektiğine de inanırım. Yaptığım her eyin daima bir alternatifi, bir seçim ansı vardır. A_cıkga_söylersek, onun yerine ba ka bir e^i yapabilirim. Đnsan eylemleri, eylem ko ullan ve faillerin güdüleri aynı kalsa bile, eskisinden farklı olabilir. Ko ullar Bozardı edilebilir, güdüler dı arıda tutulabilir ve bu ikisinden de farklı sonuçlar çıkarılabilir. Dolayısıyla, dı ko ullara ya da genel yasalara i aret etmek bizi insan eyleminin söz konusu olmadığı durumlardaki gibi tatmin etmez. Biz biliriz ki, bu erkek ya.da u kadın nesnel olarak özde ko ullarda (onları algılamaları gibi onlara atfettikleri anlamlar da deği tiği için, öznel olarak özde olmayan ko ullarda) farklı davranabilirlerdi. Dolayısıyla, eğer o eylem biçiminin değil de bunun neden seçildiğini bilmek istersek, failin aldığı kararı dü ünmemiz maya sıra geldiğinde, ba ka bir eyin de olduğu takdirde, açıklamayı istediğimiz olayın mecburen olacağına, ba ka bir ifadeyle, onun kaçınılmaz ya da en azından kuvvetle muhtemel olduğuna ikna olduğumuzda merakımız genelde giderilmi olur. Yolun a ağısındaki evde neden patlama oldu? Çünkü havagazı tesisatında kaçak vardı. Bilirsiniz, gaz son derece yanıcı bir maddedir ve bir kıvılcım dahi onu alevlendirmeye yeter. Hiç kimse neden hırsız pencere camını kırdığında bir ey duymadı? Çünkü herkes uykudaydı. Bilirsiniz, insanlar normal olarak uykudayken sesleri duymazlar. Ve diğerleri. Açıklama arayı ımız, açıklamayı istediğimiz olayın her zaman izlediği (bu durumda istisna tanımayan bir bağlantıdan, bir yasadan bahsederiz) ya da çoğu durumda izlediği (bu durumda ise çoğu kere ortaya çıkan ama her durumda görülmeyen bir bağlantıdan, bir normdan bahsederiz) bir olay ya da durum bulur bulmaz sona erer. Dejrıek kjjıjjjdamalar, açıklamayı istediğimiz olayı ba ka, daha genel -bü'_,önermeden ya da bir dizi önermeden çıkarılmı olabilecek bir önerme_ olarak göstermekten ibarettir. Olayı öyle bir biçimde anlatırız ki, onu öz olarak kestirilebilir bir ey halinde görürüz; genel yasa ya da norm ile içinde yasa ve normun kendilerini göster-1 dikleri belli ko ulların mevcudiyeti veri olduğunda, o olayın olması gerekir ve o olayın yerini ba ka bir olay alamaz. Açıklama bir seçme, iradi bir ayıklama, keyfi bir olay sıralaması ihtimaline izin vermez. Gelgelelim, insan davranı larına uygulandığında bu alı ıldık açıklama önemli bir eye değinmeden geçer. Değinmediği ey açıklamayı istediğimiz olayın bir ki inin eylemi olduğu ve eylemi yapan ki inin bir seçim yaptığıdır. O ki i ba ka türlü davranabilirdi. Ortada birden fazla eylem biçimi olmasına rağmen yalnızca o seçilmi tir ve bunun özellikle açıklanması gerektiği halde açıklanmamı tır. Bu olay hiçbir biçimde kaçınılmaz değildi. Ortada onun -hele hele kesinlik iddiasıyla- çıkarılabileceği bir genel önermeler dizisi yoktur. Biz bunu o olay olup bittikten sonra kavramaya çalı abiliriz; geriye dönerek sonradan anlama sayesinde olayı -bu eylemi- faillerin yaptıkları eyi yaparken izlemek durumunda kalmı olabilecekleri belli kuralların bir sonucu olarak yorumlayabiliriz. 122 Gelgelelim, bu kurallar birden çok davranı biçimi doğurabilirdi. Ve failin onları izleme gereği yoktu. Đnsan davranı ı örneğinde, yukarıda gösterilen türden açıklamalar, hikâyenin tamamı, bilinebilecek her ey olarak tatmin edici değildir. Kendi deneyimimizden eylerin insanlar tarafından bir maksatla yapıldıklarını biliriz. Đnsanların güdülen vardır; benim gibi onlar da yaptıkları eyi u ya da bu nedenle onlara tercih edilebilir görünen bu durumu yaratmak ya da ba armak için yaparlar (bu yüzden, öğretmenden azar i itmemek ve dersin, tamamım izlemek için düzenli olarak derslere girerim; kazalardan kaçınmak ve hayatta kalmak için trafik kurallarına titizlikle uyarım; açlığımı gidermek ya da konuklanırım gönlünü ho tutmak için yemek pi iririm; çevremdeki çoğu insanın giydiği blucini göze batmamak ve üphe çekmemek için giyerim). Demek ki, sırf derslere katılmanın üniversite yetkilileri tarafından art ko ulması yüzünden belirtilen saatte dershanemde oturuyor olmamda hiçbir kaçınılmazlık yoktur; orada oturuyorum çünkü kurallara uymak istiyorum; u ya da bu nedenle bunun yapılacak doğru ey olduğunu dü ünüyorum. Gayet haklı olarak bir kazadan kaçınmak istesem bile, durup ye il ı ığın yanmasını beklememde hiçbir kaçınılmazlık yoktur; ben aynı ekilde tartı masız bir biçimde ı ıkların deği ine sisteminin, kazaları önlemenin bir aracı olarak anlam ta ıdığına ve bu nedenle uyulması gerektiğine de inanırım. Yaptığım her eyin daima bir alternatifi, bir seçim ansı vardır. Açıkga söylersek, onun yerine ba ka bir eyi,yapabilirim. Đnsan eylemleri, eylem ko ulları ve faillerin güdüleri aynı kalsa bile, eskisinden farklı olabilir. Ko ullar gözardı edilebilir, güdüler dı arıda Uıtulabilir ve bu ijkisinden^ de farklı sonuçlar çıkarılabilir. Dolayısıyla, dı ko ullara ya da genel yasalara i aret etmek bizi insan eyleminin söz konusu olmadığı durumlardaki gibi tatmin etmez. Biz biliriz ki, bu erkek ya.da u kadın nesnel olarak özde ko ullarda (onları algılamaları gibi onlara atfettikleri anlamlar da deği tiği için, öznel olarak özde olmayan ko ullarda) farklı davranabilirlerdi. Dolayısıyla, eğer o eylem biçiminin değil de bunun neden seçildiğini bilmek istersek, failin aldığı kararı dü ünmemiz doğru olacaktır. Faili bir karar alıcı, eylemi de karar alma sürecinin sonucu olarak dü ünmekten kaçamayız. Elbette karar almanın önemli rol oynamadığı türden bir insan davranı ı da anla ılır bir eydir. Bazı eylemler neredeyse dü ünmeksizin yapılır, yani alternatifler üzerine bilinçli olarak kafa yo-rulmamı , bir müzakere konusu haline getirilmemi tir. Boyle.st.du- ünümsüz yapılan davranı ın iki türünden bahsedebiliriz. Alı ılmı (bazen, pek yerinde olmasa bile, geleneksel denen) davramif Kınlardan biridir. Sanki bedenimde bir çalar saat yerle tirilmi gibi, ben normal olarak her gün aynı saatte kalkarım... Yarı uykulu bir halde sabah rutinlerime ba larım; yüzümü yıkar, di lerimi fırçalar, tıra olurum. Bu rutini yerine getirmek için karar verdiğimi hatırlamıyorum; aslında bunları yaparken ba ka eyler dü ünürüm (hiç dikkat etmediğimden, sıklıkla aynada yüzüme bakıp tıra olup olmadığımı kontrol etmek durumunda kalırım). Her gün düzenli olarak aynı saatlerde, tam da genellikle yemek yediğim saatlerde, karnım acıkır. Ak am eve geldiğimde, âdeta otomatik olarak ı ığı yakarım. Karanlık mı değil mi dikkat etmem, ı ığın karanlığa kar ı avantajlarına kafa yormam, birine kar ı ötekini tercih etmem; eylemimin içeriği ve maksadını neredeyse hiç dü ünmem. Anca^ genelde öyle. olmasalar da, eve döndüğümde ı ıkları açık bulmu sam i te o zaman dü ünmeye ba larım... Bu dikkatimi çeker çünkü günlük rutini sekteye uğratır; olağanüstü bir eyler olmalıdır - belki beklenmedik misafirler gelmi tir ya da daha kötüsü hırsızlar hâlâ içeridedirler... Üzerinde durup dü ünmediğimiz olayların normal seyri aksamı tır. Alı ılmı hareketler i e yaramayacaktır ve bu yüzden gelecek adımın ne olacağına ili kin dü ünmek ve bir karar vermek zorunda kalırım. Ya da ba ka bir örneği ele alalım: Diğer odada masanın üzerinde bıraktığım kitaba.ihtiyacım var. Onu almak için odaya gittiğimde, odayı karanlık buluyorum. Doğal olarak ı ığı yakacağım ama fark ediyorum ki, biri kanapede uyuyor. Yine, alı ılmı bir biçimde davranmam. Eğer ı ığı yakarsam, uyuyanı uyandırabilirim. Ne var ki, eğer el yordamıyla kitabı bulmaya çalı ırsam, istemeyerek bir sandalyeye çarpabilir ya da bir vazoyu kırabilirim ve yine uyuyanı rahatsız ederim. Ko ullar artık rutin de124 •••••.. ğildir ve alı kanlık birden i e yaramaz bir rehber olmu tur. Bu durum hiç ku kusuzJMr' seçim gerektirir ve karar verme sürecim yine harekete geçer. Alı ılmı davranıp geçmi te öğrenilenlerin kalan özüdür. Bu alı kanlık geçmi te bir noktada edinilir. Ve daha sonra düzenli tekrar sayesinde beni dü ünme, hesaplama ve karar verme gerekliliğinden kurtarır; ko ullar da düzenli kaldığı müddetçe, düzenli ve deği mez bir seyir içinde bir hareket diğerini izler. Gerçekten de, eylemlerim ne kadar alı kanlık eseriyse, sorulduğunda onları açıklamam o kadar zordur. Bu eylemler ancak bir eyler yanlı gittiğinde dikkatimi çeker, bilince çıkar. Görünü te otomatik sabah rutinim bile, kendimi banyosundaki düzeneğin "olması gerektiği gibi" olmayan, yani benim alı tığım gibi olmayan bir evde bulur bulmaz ya da di fırçamın kırılmı , sabunumun yerinden oynamı olduğunu görür görmez sekteye uğrar. Alı ılmı davranı ımın etkililiği bir bakıma eylemimin meydana geldiği çevrenin düzenliliği ve yerle ikliğine bağlıdır. Dü üncemin, oynasa bile, küçük bir rol oynadığı ba ka bir davranı türü vardır. Bu hissi jjylemclir.: Güçlü duygulanımlardan -aslında, akılyürütmeyi durduracak, bütün amaç kaygılarını ve eylemin olası sonuçlarını askıya alacak kadar güçlü duygulanımlardan-kaynaklanan eylemdir. Hissi eylem içten gelir ve failin kar ı çıkması kolay değildir; o argu'mln"dîhlemezraklîn sesine kulaklarını tıkamı tır. Genellikle duyguların[bir patlamasını yakından izler. Zaman içinde yolculukla birlikte, tutkuların soğuması etkisini gösterir ve artık o eylemi yapmadan önce iki kere dü ünürüm. Huysuz biri olarak, beni kızdıran ya da sevdiğim ve özen gösterdiğim bir ki iyi iteleyip kakalayabilirim. Ya da bütün paramı ani bir acıma ya da efkat duygusuyla muhtaç birine verebilirim. Gelgelelim, bana verdiğini dü ündüğüm bir zararın öcünü almak için bir ki iye karanlık bir sokakta pusu kurmaya karar vermi sem, bu pek hissi bir eylem olmayacaktır; söz konusu ön müzakere bu eylemin, aksine, hesaplı bir kararın sonucu olduğunu akla getirir. Yine aynı ekilde, eğer muhtaç insanlara sunduğum yardım onların ya da Tanrı'nın gözüne girmek için yapılan maksatlı bir çabaysa, bu eylem de hissi olma yacaktır, böylesi bir sunum daha çok hesaplanmı bir giri im içinde bir adım, bir amaca, bu örnekte, günahlarımın bağı lanması ve kurtulu un kazanılmasına yönelik bir araç olacaktır. Bir eylem ancak dü ümümüz, kendiliğinden, ön müzakere olmaksızın yapıldığı ve argümanlara ağırlık vermenin ve etkilerini hesaplamanın zamanı gelmeden önce gerçekle tirilen bir eylem olduğu müddetçe hissidir. Alı ılmı ve hissi eylemler genelde irrasyonel eylemler olarak tanımlanır. Bu tanım ü^k^sledüen^ey^bj^eyjemkrin aptalca, sonuçsuz, yanlı ya da zararlı oldukları değildir. Aslında, bu tanım eylemin faydasına ili kin hiçbir yargı içermez. Çoğu alı ılmı rutinler çok etkili ve faydalıdır. Hayatımızda ..vazgeçilmez bir yer i gal ederler ye ayrıca bizi dü ünmeye -.harcayacağımız onca zamandan kurtarırlar, hareketlerimizi daha az zahmetli kılarken görevlerimizi yerine getirmemizi kolayla tırırlar. Benzer bir biçimde, bir saldırgana vurmak sonuçta onu gelecekte bu kötü tutumundan vazgeçirmenin birçok hesaplı, "soğukkanlı" yönteminden daha etkili olabilir. Eylem fayda getirmediğinde değil, fayda dü üncesi eylemden önce gelmediğinde, karar vermede bir etken olmadığında irrasyoneldir. Eylem karar vermenin sonucuDolmadığındairrasyoneldir. Tersine, zıddı olan rasyonel eylem irrasyonel eylemden daha az etkili (ve daha az makul) olabilir. Rasyonel eylem, muhtemel birçok eylem biçimi arasından, failin bilinçli olarak eylemle varmayı amaçladığı sonuca en uygun olduğunu dü ündüğü bir eylemi seçmesine dayanır (bu, aracsal rasyonellik örneğidir); burada araçlar verili amacın gerektirdiği eye göre seçilmi tir. Alternatif olarak, rasyonef eylem değere göre rasyonel olabilir; yani fail için farklı maksatlarla kullanılabilecek belli araçlar mevcuttur ve fail kalanların hepsinden daha değerli ("yüreklen inandığı", çekici, arzu edilen, o an en derinden hissedilen bir ihliyaçla en yakından ilgili) olduğunu dü ündüğü bir amacı seçer. Rasyonelliğin aracsal ve değere göre rasyonel çe itlerinin ortak ö/.elliıii, ikisinde de araçlara amaca göre değer biçilmesi ve bunların kar ılıklı, jjn\rk ya da Kanılım, ııyj'unluklarının, doğru ya da yanlı:; Kaıaı arasımla srçiın yapaıkrn ba vurularak nihai kıstas olarak görülmesidir. Uygunluğun :;»>mıçia bir yanılsama olduğu ortaya çıkabilir, yapılan hesap «criyr baktığımızda yanlı görünebilir; o eylemi rasyonel kılan tek ey ,",eı\vkk-.s_l irilen eylemden önce bir hesabın yapılmı olmasıdır! Bütün bu kar ılıklı e le tirme, hesaplama, ölçüp biçme ve nihayet seçme i inin arkasında yalan temel fikir, o eylemin iradi olduğu müddetçe -fail kontrolü dı ında ya da anlık bir tutku patlaması ile yaptığı eyi yapmaya güdümlenmi , itilmi , çekilmi ya da zorlanmı değil, özgür bir seçim yapmı ve eylemi gerçekle tirmi olduğu müddetçe- rasyonel olduğu fikridir. -Ey.tejnlsnmjzi^nje^zajpjın bilinçli olarak ve kılı kırk yardıktan sonra seçersek, muhtemel sonuçlan hakkında öngörüde bulunuruz. Bunu da, her eyden önce, eylemin hayata geçirildiği durumun ve yaratmaya çalı tığımız etkilerin bütünlüğünü hesaplayarak yaparız. Daha özgün olarak normalde hesaba kattığımız, kaynaklar ve cle-ğ(?;;/£/j/;r^Kaynaklânrn -cebimdeki banknotlardan olu an bir "nakit" ya da bir banka hesabı biçiminde ya da kredi almak için yararlanabileceğim değerli maĐk mülk biçiminde- paradan ibaret olabi-Ii?.~Kaynaklanm ba ka insanların benim talep ettiğim eyler kar ılığında mübadele etmeye ihtiyaç duydukları eyleri yaratmak jçin kollanabileceğim becerilerimi, "sosyal sermayemi" de -örneğin, elde etitıek istediğim mal ve hizmetleri ellerinde bulunduran ve bu yüzden beni bekleyen i le ilgili olan insanlar nezdindeki konumumu- kapsar. Savunduğum ve saygı gösterdiğim değerler, ula abileceğim amaçları birbirleriyle kıyaslamamı ve hangisinin en iyi göründüğünü belirlememi sağlar. Kaynaklarımı birçok deği ik biçimde kullanabilirim. Alternatif kullanımlar farklı çekicilik oranları ta ımaları ve farklı nedenlerle çekici olmaları bakımından birbirin-den~ayrılrr. "Onlar farklı değerleri temsil ederler. Bazıları daha tatmin edici, daha vazgeçilmez ya da daha övgüye layık görünür. Bazıları en çok fayda sağlamaya aday olduğu için seçilebilir çünkü elimin altındaki kaynakların miktarım artırma ve böylece gelecekteki özgürlüğümün ufkunu geni letme ihtimaline açık olabilir. Son tahlilde yüz poundluk fazladan paramı yeni bir pikaba, bir tatile, sosyoloji kitaplarına harcama -ya da konut kredisi hesabımda tutmakararıma yön veren, sahip olduğum değerlerdir. Kaynakları inin ve değerlerimin toplam tutarı bana özgürlük oranımı -ne yapabileceğimi ve benim durumumumda neyin söz konusu edilemeyeceğini- gösterir. Farklı insanların farklı özgürlük oranlan vardır. Đnsanların seçme özgürlükleri, yapmaya karar verebilecekleri eylemlerin ufku bakımından farklılık göstermeleri, sosyal e itsizliğin (yani, insanlar arasında ortaya çıkı ları bakımından sosyal olan farklılıkların, insan ili kileriyle meydana getirilip sürdürülmekte olan, farklı olarak dağıtılabildi, hatta o ili kideki bir deği imle tümüyle ortadan kaldırılabilen türden farklılıkların) özüdür. Bazı insanlar diğerlerinden daha özgürdür; daha fazla kaynağa eri ebildikleri için seçim ufukları daha geni tir ve eri ebildikleri daha fazla değer vardır (bu değerlerin gözetilmesi onlar için gerçekçi ve uygulanabilir bir ey iken, daha az anslı olanlar açısından böyle bir ey aptallık, altüst edici ve sonuçta hayal kırıklığı yaratıcı olur ancak). Özgürlük oranlarındaki farklılıktan genellikle güç farklılıkları olarak söz edilir. Güç aslında en iyi, hem herhangi bir eylemin arnaçla7mf özgürce seçmek hem de araçlara hükmetme anlamında eyleme yetisi olarak anla ılır. Güç, yetkin kılma_kapasitesidir. Đnsan ne"kadârTâzîâ gücTâhlbTlSürsa, seçTrrTüfku o kadar geni , gerçekçi olarak verebileceği karar miktarı o kadar fazla, makul olarak onların istediklerini yerine getireceğinden emin olurken gerçekçi olarak gözetebileceği sonuçların alanı o kadar geni olur. Daha az güçlü ya da güçsüz olmak, insanın dü lerine sınır koyması ya da zorunlu kaynakların yokluğuna uygun olarak amaçlarına eri me çabalarından vazgeçmesi zorunluluğu anlamına gelir. Güç sahibi .olmakJahajizgür pljrak_e^leyebjlrnek demektir; ancak güç sahibi olmamak ya da ba kalarından daha az güç sahibi olmak, ki inin seçim özgürlüğünün_ba kaîannc_a_alınmı kararlar ta-rafındTn~sînTr]^ Hükmettiği kaynakların, A'nın B'ye A tarafından tespit edilmi amaçlara eri mek için zorunlu davranı biçimleri dayatmasına izin verdiğinde; ba ka bir ifadeyle bu kaynaklar, A'nın, B'nin amaçlarını A'nın kendi amaçlarına eri mesinin araçları haline getirmesine ya da aynı anlama gelmek üzere, B'nin değerlerini A'nın kaynaklarına dönü türmesine izin 128 . • . verdiklerinde, A'nın B üzerinde güç sahibi olduğunu söyleriz. A'nın fiili ya da potansiyel eylemleri olmasaydı, B'nin eylemlerinin olduğundan farklı olacaklarını tahmin edebiliriz; B'nin amaçlan ba ka birinin kaynakları olduğunda ve bu yüzden ba ka birinin amaçları için bir araç olarak kullanıldığında, B'nin seçim özgürlüğünden çok ciddi tavizler verilmi olur. B'nin eylemleri artık öze/7c değildir; güdümlü hale gelmi tir. Örneğin, patronlarım benim üzerimde güç sahibidirler; eğer onların koydukları kurallara ya da emirlerine uymazsam beni i ten atabilirler ya da ba ardıklarım onlar açısından örnek te kil ediyorsa beni ödüllendirebilir ve terfi ettirebilirler. Ne var ki, benim kaynaklarım arasında atıp alma, ödüllendirme ya da cezalandırma hakları yoktur, ben bunların kar ılığını veremem. Dahası, patronlarım kartlarını ceplerini dolduracak ekilde oynayabilirler. Benim kar ı koymam için i i ten geçene kadar niyetlerini gizli tutabilirler. Benim i yerindeki durumumu çok kötüle tirecek ve manevra özgürlüğümü daha fazla kısıtlayacak köklü yeni düzenlemeler tasarlayabi- s-lirler. Patronlarımın özgürlüğü üzerinde, onların gizli tasarılarının benim üzerimdeki etkisiyle aynı büyüklükte bir etki yaratabilmek için yapabileceğim çok az ey olduğundan, ben aynı gizlilik silahıyla kar ılık veremem. Patronlarımın gizliliği, benim potansiyel olarak dağarcığımda saklayabileceğim her eyden çok daha öldürücü bir silahtır. Ve bu yüzden biz birbirimizin durumunu etkileyebil-me açısından son derece e itsiz bir konumdayız. Kar ılıklı ili kimizde güç, e it olmayan bir biçimde dağılmı tır; bu, asimetrik bir gÜ£Jli kisidir. Patronlarım eylemlerini benim seçim alanımdan çok daha geni alternatifler arasından seçebilirler. Özgürlük oranlarımız arasında bu kadar büyük bir farklılık olması yüzünden ben muhtemelen patronlarım ne istiyorsa onu yapacağım, öyle ki benim kurallarına uyacağımı hesaba katarlar; eylemlerini tasarlarken benim eylemlerimi ellerindeki kaynakları arasında sayabilirler. Benim seçim ufkum ne kadar sınırlıysa, davranı ımı o kadar a maz biçimde önceden kestirebilirler. Ben onlar için daha az sır, denklemlerinde daha az bilinmez bir nicelik ve dolayısıyla onların konumu açısından onların benim için olduğundan daha az bir belirsizlik kaynağı olurum. Benim onların amaçlarına uygunluğuma, tıpkı sahip oldukları sermaye ya da makineler gibi, tereddütsüz güvenilebilir. Özetlersek, güç, ki iye, ba ka insanların eylemlerini kendi amaçlan olarak kullanma yetisi kazandıran eydir; daha genel olarak güç, ki inin kendi amaçlarını seçmesi ve araçlarını hesaplaması üzerine ba kalarının özgürlüğünün dayattığı kısıtlamaları azaltma yetisi kazandırır. Ki inin kendi özgürlüğünün, artması demek olan ba ka insanlaıun özgürluği.indeki böylesi bir azalma iki yöntemle ba arılabilir. Đlk yjjntem, ba ka bağlamlarda ne kadar geni görünürse görünsün, kaynaklarını birdenbire yetersiz ya da etkisiz hale getirecek bir biçimde ötekinin eylem ko ullarım manipüle etmekten ibaret olan cebir uygulamadır. Güdümleydi tarafın çok daha iyi donanımlı olduğu bütünüyle yeni bir oyun alanı yaratılmı tır. (Bir soyguncunun kurbanı ister zengin bir banker, güçlü bir politikacı ya da me hur bir ovmen olsun, ba ka bağlamlarda onlara büyük bir özgürlük sağlayan kar ılıklı kaynaklan karanlık ve ıssız bir sokakta bıçağın ucu ya da kaba adale gücü kar ısında kaldığı anda "yetkinle tirme" kapasitelerini kaybederler.) Özgürlükteki bu ani daralma, değerlerin zorla yeniden biçilmesi yoluyla olduğu gibi aslında seçim ko ullarını normalde yüksek bir değer biçilen eylerin birdenbire önemlerini yitirecekleri bir biçimde yeniden belirlenmesi yoluyla da ba arılmı olabilir. Soyguncuyla bir gece kar ıla masında, genellikle açgözlü biri için üstün değerler olan banknotlar ve kredi kartlarıyla dolu bir cüzdan birdenbire anlamsız hale gelebilir; seçim artık daha az ya da daha çok para arasında değil, hayatla ölüm arasındadır. Hapishane ya da bir çalı ma kampındaki kurumsalla mı baskı ko ullarında, yeni değerler -iyi yiyecek, hafif i , çıkı ya da ziyaretçi kabul izni, tek ba ına ya da sıkı güvenlik ko ullarında bir yerde kapatılmaktan kurtulma ya da yalnızca bir gardiyanın iyi muamelesieski, bir zamanlar göklere çıkarılan değerleri gölgede bırakabilir ve uğursuz ya da gülünecek değerler haline getirebilir. Toplama kampları gibi uç örneklerde, kendini koruma ve hayatta kalma değeri tutsakların bütün seçimlerinin önüne geçebilir. Diğer yöntem baskıdan daha dolaylı ve güç sahipleri açısından ı m RARKA/Susyolojik Dü ünmek daha masraflıdır. Bu yöntem bir ki inin öteki insanların değerlerini kendi kaynaklan hanesine kaydetmesinden, "ba kalarının arzularını kendi çıkarına hizmet eder hale getirınek"ten ibarettir. Daha özgün olarak bu yöntemde durum öylesine manipüle edilir ki, öteki insanlar gözettikleri değerlere ancak güç sahibinin koyduğu kurallara boyun eğerse eri ebilir. Böylelikle dü manların öldürülmesin-deki heves ve etkililik, kahraman askerin sosyal konumunun madalyalar ve iltler ile yüceltilmesi yoluyla (geçmi te, övalyelik ve tımar verme yoluyla) ödüllendirilir. Becerilerin ve bilginin resmi olarak tanınması, bir öğrencinin dersleri düzenli izlemesi ve ödevlerini zamanında teslim etmesi yanında okul yönetmeliklerine uymasına bağlı hale getirilir. Fabrika i çileri, kendilerini vererek sıkı çalı ma ve idari emirleri ko ulsuz yerine getirme ko uluyla hayat artlarının iyile mesini (ücretinin artmasını) güvence altına alabilir. Bu ekilde, astların değerleri üstlerinin kaynaklan haline gelir; astların dü leri ve istekleri gücü elinde bulunduranların belirlediği amaçların hizmetine ko ulur. Sermayem yoksa, ya amam istihdam edilmeme bağlıdır. Ne var ki, istihdam edilmek i in artlarına uygun olarak hareket etmem gerektiği anlamına gelir; özgürlüğü çalı tığım süre içinde askıya alırım. Özgür olarak daha iyi bir hayat standardını -ya da hatta yalnızca hayatta kalmayı- kendime gönüllü bağlandığım bir değer olarak seçtiğimde, artık özgürlüğümün önemli bir parçasını feda etmeden o değere eri memin yolu kalmamı olur. Baskı uygulayabilen ya da ödülleri manipüle edebilen ki i aynı ekilde benim göz diktiğim değerlere eri ine ansımı deği tirebilir. Onların kararları eylemlerimde kullanabileceğim kaynakların miktarını ya da kullanım biçimini etkiler. Onlar, yalnızca dolaylı bir yoldan bile olsa, eylemlerimin sonuçlarını da etkiler. Artık dü ümün "gerçekçi olmadığım" gördüğüm için, geçmi te gözümü diktiğim bazı değerlerin pe inden ko maktan vazgeçebilirim. Aradaki fark o kadar büyüktür ki, kapanma ihtimali neredeyse sıfırdır; bezginlik ve acı gerçekler kapıya dayanmı tır ve yava yava ula mayı umduğum amaçlar (ve aslında bütün hayat planlanın) ki inin kurmaktan ho landığı ancak gerçekle mesi için kılını kıpırdatmadı ğı türden tatlı hayaller haline gelmi tir. Eylemlerimin yönü deği mi tir; eylemlerim artık daha "gerçekçi" amaçlara yönelmi , kaynaklarımla yapabileceklerim hakkındaki dü üncem deği mi tir ve ben bundan böyle muhakeme düzenimi tersine çeviririm, yani artık amaçlarımı, araçlarıma bakarak tayin ederim. Đhtimal o ki, sonuçta ba langıçta hayal ettiğimden çok daha aza razı olurum. Đyi de, her eyden önce, benim değerlerim nasıl olu urlar? Neden bazı amaçlara değer verirken, ötekilere itibar etmem ya da onları küçümserim? Bu değerler benim özgür seçimime mi bağlıdır? Onları iradi olarak alabilir ya da bir kenara atabilir miyim? Ya da onlar, kaynaklarım gibi, öteki insanların eylemlerinden ve üzerinde kontrolüm olsa bile çok az olan ko ullardan etkilenirler mi? Ou örnek üzerinde dü ünelim: Liseden sonra doğrudan üniversiteye gitmek niyetindeydim. Gelgelelim, dostlarım ba ka türlü karar verdi. Mevcut seçim anslarımı değerlendirerek beni eğitime devam etmemin daha mutlu bir hayat sağlamayacağına ikna ettiler; kendimi üç yıllık fedakârlığa, yarı açlığa mahkûm etmek yerine, biraz para kazanarak hayata doğrudan atılmam daha iyi olacaktı. Onların değerlendirmelerini dinledikten sonra, fikrimi deği tirdim ve bir okula ba vurmak yerine kısa yoldan para kazanacağım bir i aramaya ba ladım. Oimdi düzenli bir gelirim var; insanın cebinde parası olması ve bu parayı sahip olmak istediği eyleri satın almak için kullanması çok güzel. Bir süre önce, sendikadan arkada lar yönetimin birkaç ki iyi i ten atarak tasarruf sağlamak amacıyla i yerinin yeniden örgütlenmesi kararını geri çekmesi amacıyla greve gitmemiz gerektiğini anlattılar. Benim i im ve gelirim güvencedeydi; terfi ihtimalim yüksekti ve yeni düzenlemeyle daha da yükselecekti. Dahası, yönetim kurulu bir grev durumunda önemli mü terilerin kaybedileceğini ve sonuçla hepimizin i ten atılacağını duyurmu tu. Ben bu ihtimalden hiç ho lanmadım; ne var ki, i arkada larımın çoğu i güvenliklerinden önce dayanı mayı, paradan önce onurlarını dü ünüyorlardı ve oylarını grevden yana kullandılar. Oyun bo-zanlık yapmak istemedim ve onlara katıldım; ne var ki, imdi belki de i imi, i imle birlikte anladığım biçimiyle hayatımı sürdürme özgürlüğümü yitireceğim... 132 Bu örnekten de görüldüğü gibi, insanların eylemlerine yön vermesi için (yani, yükselen ya da azalan önemlerine göre amaçlarım düzene sokması için) seçtikleri değerler sosyal etkile im süreci içinde'veTııretkile im etkisiyle deği ir. Nüfuzdan bahsettiğimizde aklımızdan geçen i te budur. Gücün tersine, nüfuz değerleri doğrudan deği tirir: Nüfuz, bazı amaçlarını diğerlerine göre daha çekici göstererek ve böylelikle daha fazla çabaya değer kılarak, önem sıralamasında çe itli amaçların göreli konumlarında deği iklik yaratarak kendini gösterir. Değerleri seçmek, bazılarını ötekilerden üstün görmek, öncelik tanınan~arnaçĐann son tahlilde daha doyurucu olduğuna, daha büyük haz verdiğine, daha itibarlı, ahlâki bakımdan daha üstürĐolduğuna, estetik olarak göze daha ho geldiğine -bütün olarak ki inin uygunluk ve uygunsuzluk anlayı ıyla daha büyük bir uyum içinde olduğuna- inanmak anlamına gelir. Değerler her zaman bilinçli olarak seçilmezler. Daha önce gördüğümüz gibi, birçok eylemimizi alı kanlık gereği, bir rutin içinde yaparız ve onları neden alternatiflerine tercih ettiğimizi açıklamak zordur. Gerçekten bir yanıt vermek zorunda kaldığımızda, belki "her zaman böyle olur" ya da "öyle i te" gibi bir eyler söyleriz sanki alı kanlıkların sürdüğü zamanın uzunluğu o alı kanlıklara belli bir otorite vermi ya da sanki birçok insanın böyle yapması kendi ba ına eylemi arzu edilir kılan bir değermi gibi. Ne var ki, bunların sorgulama nedeniyle yapılan "zoraki" açıklamalar olduklarını hatırlayalım. Sorgulama ba lamadan önce bunlar sorgulanan ki inin aklında zorunlu olarak mevcut değildir. Kendinizden de bilirsiniz, alı kanlıkla yapılan ya da gel.neksel bir eyleme ili kin söylenebilecek tek ey, bu eylemin gerekçelendirmeye ihtiyaç duy-mamasıdır. Kendini me rula tırma gereği duymadığı sürece bir eylem gelenekseldir; geleneksel eylem me ruiyet olmaksızın yapılabilen eylemdir; yaniThizmet ettiği dü ünülen değerlere ba vurmayı gerektirmez. Gele'nekse'l'eyTe'rh, genelde tek ba ına alı kanlığın gücüyle, aynı kalıba göre kendini tekrar eder. Çoğumuz üstüne basa basa gelenekçi olmadığımızı (yani, bize üzerinde dü ünme ve dü ündüklerimizi ifade etme fırsatı verilirse, eskinin ve ebedi olanın otoritesine kar ı çıkacağımızı ve istikrarın ve deği mezliğin içkin değerine inanmadığımızı) söylesek bile, birçok gündelik etkinliğimiz geleneksel (alı ılmı , rutin ve üstünde dü ünülmemi ) niteliktedir. Alçakgönüllülük ya da ba arı, dürüstlük ya da çalı kanlık, sıkı çalı ma ya da eğlenme, tutarlılık ya da esneklik ölçütleri gibi, hayatlarımıza yön veren en bildik değerleri (eylemlerimizin özgün amaçlarım seçerken önde gelen değerleri) bir bütün olarak çocukluk yıllarımızda ediniriz. En azından bu değerler bilinçdı ı düzeyde çökelti halinde yerlerini alırlar; onlar iradi olarak dile getirebileceğimiz ya da ne zaman bir karar alma durumunda kalsak kendi kendimize söyleme ihtiyacı duyduğumuz açıkça belirlenmi bir dizi yönerge olmaktan çok, vicdanın sesidir. Biz çocukluk yıllarımızın etkisini hissetmeyiz bile; bu etkilerin ba arısının bir ölçüsü de zaten onların unutulmu ve artık dı sal bir baskı olarak algılanmaz olmalarından gelir. Bu dı sal etkinin ayrımına ancak bilinçli bir seçim yapmak durumunda kaldığımızda, yani benimsediğimiz değerlere meydan okunduğu, kar ı çıkıldığı ve onlardan kendilerini me rula tırması istendiğinde varırız. Ba ka insanların değerlerini etkileme yetisi otoritenin bir vasfıdır. Pigritenin ölçüsü, insanların verili değerleri sırf ba ka birinin -otorite sahibi ki i ya da kurumun- söz'konüsü^değerleri somutlama-sı ya da savunması nedeniyle kabul etme ihtimalidir. Bir ki i ya da örgüt belli insanların gözünde,'Wtaklrn" değerleri savunmaları o insanlar tarafından bu değerlerin kabul edilmesi ve hayata geçirilmesi için yeterli bir neden görüldüğü oranda, otorite sahibi olabilir. Bir ki inin ya da bir örgütün ta ıdığı otorite, demek ki ba ka insanların onların örneklerini ya da tavsiyelerini izleme ihtimaline indirgenebilir. Bu itaat, bilgelik, doğruluk, deneyim, izlenen kaynağın ahlâki üstünlüğü gibi, her anlamda haklı çıkarılabilir. Ne var ki her bir durumda haklıla tınlan ey izleyenin böyle bir kaynağın gösterdiği yolun en doğru yol olduğuna ili kin güvenidir. Üstün gördüğümüz değerleri son tahlilde kendimiz seçeriz. Sonuçta izlemeye karar verdiğimiz örneklere otorite bah eden de, ho lanmadığımız örneklerin otoritesini reddeden de biziz. Kime güveneceğimize karar vermeden önce çe itli rakip "değer önderleri"nin, kendilerine dair ya da ba kalarının onlara dair örneklerinin üstünlüğü ve iyi, güvenilir bir örnek ortaya koyma yetileri hakkındaki iddiaları üstüne kafa yorabiliriz. Bizim için bir otorite haline gelmesi için, ki i ya da örgüt bir me ruiyet nedeni, neden kendi tavsiyelerinin (ya da değer sıralamalarının) ba kalarına tercih edilerek izlenmesi gerektiğini gösteren bir kanıt ortaya koymalıdır. Böyle bir me ruiyeti zaten biliyoruz: Bazı değerlerin sanki sırtlarını geleneğe dayamaları yüzünden saygı gördüklerini hatırlayalım. Denir ki, onlar zamanla onurlandırılmı ve sınanmı tır. Đnsan geçmi e, bu geçmi i payla an gruba, birlikte koruduğumuz ortak mirasa sadık kalmalıdır. Denir ki, tarih mirasçılarını bağlar. Tarihin birle tirdiğini hiçbir insan ayırmaya cüret edemez. Eskilere dayanan erdemler salt eski olduklarından muhteremdir... Kanıtlama böyle sürüp gider. Bu genelde hakikati tersine çevirir: Yıllanmı lığı yüzünden saygı duymak yerine, savundukları değerleri (bazen yeni damgası ta ıyan, henüz ke fedilmi değerleri) herkesin benimsemesi için çaba sarf edenler bunların eski çağların eseri olduğuna dair sahici ya da varsayılan tarihsel kanıtlar bulup çıkarmak üzere yüzlerini geçmi e dönerler. Tarihsel geçmi imgesi her zaman seçmelidir; bu örnekte geçmi , mevcut değerlerin saygıdeğer ya ına güven duyulmasını sağlamak üzere bir araya getirilmi tir. Đnsanların geçmi e duydukları saygı mevcut değerler yarı ının hizmetine ko ulmu tur. Belli değerlerin atalarımız tarafından savunulduğu bir kere kabul edildiğinde, onlar artık çağda ele tirilere kar ı daha dayanıklı hale gelirler; o güzel eski devirler, parlak bir ba arıyla olmasa bile, tarihin sınavından geçmi ken, öteki değerler hâlâ kendilerini kanıtlamamı lardır. Gelenekçi me ruiyet huzursuzluk ve endi eden ba ka bir ey doğurmayan hızlı deği im dönemlerinde özellikle çekici hale gelir. Oayet köktenci ve daha önceden bilinmeyen yenilik hareketleri eski ve denenmi tarzların onarılması olarak takdim edilirse bu tür me ruiyet i e yarar; böyle bir sunu bazen, göründüğü kadarıyla, hızlı sosyal deği imin neden olduğu belirsizliği bir dereceye kadar azaltabilir ve görece güvenli, daha az sancılı bir seçim sunabilir. Alternatif, yeni değerleri bir vahiy -çığır açan bir ke fin sonucu hakikatin özellikle derin bir kavrayı ı ya da bilinmeyen ve bu yüzden tehditkâr olan geleceğin gizini çözen güçlü bir vizyon- olarak savunmak olacaktır. Bu tür argüman karizmatik me ruiyet ile birlikte gelir. Karizma ilk defa Kilise'nin inananlar üzerindeki derin ve kar ı koyulmaz etkisi üzerinde yapılan çalı malarda dikkat çeken bir nitelik olmu tur. Karizma kavramı bu örnekte inanan ki inin Kilise'nin hakikate ula mada bir ayrıcalıkla donatılmı olduğuna, bir kurum olarak Tanrı tarafından insanları dindar bir hayata ve son tahlilde kurtulu a yönlendirmek üzere kutsandığına inanması demektir. Gelgelelim, karizma zorunlu olarak dinsel inançlarla ve kurumlarla sınırlı değildir. Ne zaman belli değerlerin kabulü, bu değerlerin sözcüsü ya da sözcülerinin görü lerinin doğruluğunu ve seçimlerinin uygunluğunu temin eden insanüstü niteliklere (olağanüstü zekâ, uzak görü lülük, sıradan kadın ve erkeklere kapalı olan bilgi kaynaklarına nüfuz etme) sahip oldukları inancıyla güdülen-mi se, karizmadan bahsedebiliriz. Bundan dolayı sıradan insanın sıradan aklının karizmatik insanların yaptıklarını değerlendirme araçları yoktur ve bu yüzden onların kavrayı gücünden ku ku duyma hakkı da yoktur. Liderlerin karizması ne kadar güçlüyse, onların emirlerinden ku ku duymak o kadar güç, iddetli bir belirsizlik durumuyla kar ıla tıklarında insanların onların emirlerine uymaları o kadar huzur vericidir. Yerle ik davranı biçimlerini çabucak geçersiz kılan hızlı ve köklü sosyal deği imler çağında, hatasız değer seçiminin karizmatik "garantilerine" duyulan ihtiyaç durmaksızın artar. Gelgelelim, kurulu kiliseler bu talebin ancak küçük bir kısmına yanıt verebilmektedir. Kiliselerin henüz çare bulamadığı ya da bulduğu çarelerin pek i e yaramadığı yeni ve e ine rastlanmadık sosyal deği imlerin ürettiği çok sayıda seçim durumu vardır. Bu, ille de karizmatik otoritenin ilahi biçimlerinin itibarlarını kaybettiği anlamına gelmez. Televizyonun gözde hatiplerinin, dinsel guruların ve çe it çe it mezheplerin sunduğu güncel çözüm önerilerinin gösterdiği bir ey varsa, o da insanın değerlendirme kapasitesini çok a an sorunlara insanüstü çözümler için duyulan geni ve yaygın ihtiyaçtır. Görülmedik boyutlarda artan değer sorunlarına karizmatik çö- 136 zümler arayı ı ile birlikte, bazı politik partiler ve kitlesel sosyal hareketler bir ikame hizmeti görmek için sahneye çıkarlar. Bunlardan ilki, totaliter partiler dediğimiz, komünist ve fa ist gibi partiler (yanda larından hayatlarının her yanıyla tam bir teslimiyet isteyen partiler) hem insanüstü ileri görü lülüğüne ve yanılmaz bir doğru yanlı kavrayı ına güvenilen karizmatik liderler üretmesi hem de kendilerini karizmatik otoritenin kolektif ta ıyıcılarına dönü türmeleri bakımından özellikle kötü bir üne sahiptir. Özellikle son özellik karizmatik etkiyi tamamıyla yeni, daha istikrarlı bir temele yerle tirir; karizmatik bir örgütün etkisi ilke olarak (ve bazen pratikte) karizmatik liderden daha uzun ömürlüdür. Daha önemlisi, örgütü yarasız beresiz ve süregiden otoritesini tehditlerden uzak tutan bu özellik sayesinde örgüt yalnızca insanların suçlanabileceği geçmi hataların yıpratıcı etkisinden görece muaf hale gelebilir. Böylesi bir lükse, bir bütün olarak gev ek örgütlenmi kitlesel hareketler sahip değildir (kendini sürdürme kapasitesi ta ıyan parti benzeri güçlü bir örgüt kurmayı ba aramadıkları müddetçe). Onlar da, genellikle, karizmatik otorite için uygun bir kariyere sahip olan liderlerinin kaderini payla ırlar: Popülerliği aksilikler ve yerine getirilemeyen vaatler yüzünden zayıflar zayıflamaz ya da kamunun gözünde daha ba arılı (henüz yıpranmamı ) mücadelecilerin gölgesinde kalır kalmaz, nasıl bir kuyruklu yıldız gibi yükseldiyse aynı hızla dü er. Gelgelelim, görülen o ki, karizmatik otoritenin merkezi artık hem dinsel hem de politik âlemden uzaklara kaymı tır. Kitlesel medyanın -mesaj gönderenleri milyonlarca mesaj alıcısı kar ısında görünür ve i itilebilir ancak neredeyse eri ilmez kılma kapasitesi ta ıyan güçlü teknolojinin- ortaya çıkı ı bu kaymada ba lıca rolü oynamı tır. Bu durumun psikolojik etkisi altüst edicidir. TV ahsiyetlerinin ya da TV destekli kamusal ahsiyetlerin tamamen kamuya açık ama aynı oranda eri ilmezlikleri, belli ki, güçlü ve karizmatik etkinin bir kaynağı olmu tur. Tıpkı geçmi teki karizmatik liderler gibi, onların da üstün yargı yetilerine güvenilir, tek fark bu defa her eyden önce zevkler alanında i gören bir yetinin söz konusu olmasıdır - Öyle ki onlar artık bir hayat tarzına ili kin yön belirleyen ki iler haline gelmi tir. Denebilir ki üstünlük izlenimi, onların açıklığı ve izleyenlerinin kitleselliğidir. Bizatihi nicelik artık bir otorite -karizınatik halenin sahici ta ıyıcısı- haline gelmi tir. Seçimlerine yön vermesi ve tavsiyelerde bulunması için gözünü kamusal ahsiyetlere dikmi çok sayıda insan, karizmanın gücünü peki tirir ve kaynağın geçerliliğine ili kin popüler güveni artırır. Kolektif karizınatik etkinin diğer bir örneğini meslekler olu turur. Onların insan seçimleri konusunda söz sözleme ve karar verme iddiaları uzmanlıklarına -aksi halde elde edilmesi güç bilgiye eri me ayrıcalıklarına ve bu yüzden halktan bir ki inin sınanmamı ve genelde yanlı inançları kar ısındaki uzmanlıklarına- dayanır. Mesleklerin hükmettiği bilgi, normal olarak bu bilgiye dayanılarak verilen hükümlere boyun eğmeleri istenenlerin menzili ve kavrayı ı dı ında kalır. Hükümlere boyun eğilir çünkü boyun eğen insanlar karar veren otoritenin kusursuzluğunu varsayar; ve onlara boyun eğen insanlar, öncelikle bir bütün olarak mesleklerin kolektif dehasına ve sonra meslek dalının tek tek üyelerini her birinin o dehanın yetkin ve güvenilir sözcüleri olarak davranmasını sağlamak üzere denetleme yetisine sahip olduğuna inandığı müddetçe hükümler kabul görecektir. Örneğin, "doktor" o tür zevklerin zararlı olduğunu söyleyene kadar insan içki ve sigara içmeyi sürdürür; ya da ki i kendini en sevdiği yiyeceklerden mahrum etme pahasına doktorun sağlıklı kilo hakkındaki görü ünü kabul eder. Mesleklerin karizınatik otoritesi genel bir olgunun -bilimin değerli ve güvenilir bilgi üretme yöntemi olarak tartı ılmaz üstünlüğüne olan ortak inancımızın- özel bir durumudur. Bilimsel bilgi ile dinsel vahiy arasındaki somut farklılık ne olursa olsun, halktan insanların bunları benimseme mekanizmaları öz olarak farklı değildir. Đki durumda da, i in sırrına ermemi sıradan insanların bilginin doğruluğunu sınamalarının bir yolu yoktur - ancak kolektif olarak niteliğinin garantisi ile birlikte bilgiyi sağlayan ki i ya da örgütlerin (Kilise, Üniversite) bilgeliğinden ve doğruluğundan emin olarak güven temelinde o bilgiyi alırlar. Oimdiye kadar ele aldığımız iki me ruiyet biçiminin -geleneksel ve karizınatik- ortak bir özelliği vardır: Đkisi de ki inin değer seçi138 mi yapma hakkından, o hakkı tekil ya da kolektif ba ka bir faile bırakarak vazgeçtiğini ima eder. Seçim hakkından feragat etmek çoğu zaman sorumluluğu ba kasına devretmekle birdir. Artık bizim için seçimleri yapan ve sonuçlarının sorumluluğunu -eylemlerimizin sonuçlarına ili kin ahlâki sorumluluk da dahil- ta ıyan ba ka faillerdir (tahayyül ettiğimiz haliyle geçmi ku aklar ya da günümüzdeki otorite sahibi kurumlar). Gelgelelim, me ruiyetin üçüncü türü -yasal rasyonel türü-görü-nü te bizatihi değer seçimi sorununu ve e lik eden kendini haklıla -tırma acısını ortadan kaldırırarak daha da ileri gider. Bu tür, bazı örgütlenmelerin ve kendi adına konu maya yetkili ki ilerin, yasanın verdiği teminatla bize ne tür eylemleri yapabileceğimizi söyleme haklan olduğunu ima eder ki, aynı ekilde tartı madan boyun eğmek de yasanın bize yüklediği görevdir. Hal böyleyken, bizatihi tavsiyenin üstünlüğü ya da ahlâki niteliği önemini yitirmi görünmektedir. Karizınatik otorite sahibi rakipler arasında seçim yapına sorumluluğu ta ımayız (ya da bize öyle söylenir). Artık bizim için otoriteyi seçecek olan da, eylemlerimizi belirleyecek olan da kendi kararlarımız değil, yasalar ve yasal hükümlerdir. Yasal-rasyonel me rula tırma, eylemi değer seçiminden ayırır ve böylelikle onu görünü te değerden bağımsız yapar. Bir emri yerine getirenlerin yapmaları emredilen eylemin ahlâki olup olmadığına kafa yormaları gerekmediği gibi, eylemin ahlâk sınavında ba arısız olması halinde sorumluluk duyması da gerekmez. Bu bağlamda kendilerine yöneltilen her kınama kar ısında, tepeden bakan bir ifade takınıp öfkeyle tepki gösterirler: "Ben sadece yasal üstümden aldığım emirleri yerine getiriyorum". Đnsani giri imlerinin gücünü ve etkinliğini ne kadar artırırsa artırsın, yasal-rasyonel me rula tırma potansiyel olarak uğursuz sonuçlara gebedir; nedeni de özellikle bu türün, failleri değer seçimi sorumluluklarından kurtarmaya ve değer seçimi meselesini bütünüyle tartı ma dı ı bırakmaya yatkın olmasıdır. Son sava taki kitle katliamı ve soykırım böylesi sonuçların en bariz, ama asla biricik ve istisnai olmayan örneğini sergilemi tir: Cinayetleri i leyenler ahlâki sorumluluklarını reddederek emirlere uyma yönündeki yasal zorunluluklarını gündeme getirmi lerdir; gerçekte, itaat kararlarının kendi ahlâki seçimleri olduğu iddiasını reddetmi lerdir. Eylemlerin hizmet ettiği değerleri, kestirme yoldan emirler zincirini emri yerine getirenin kavrayı ı ötesine uzatarak, failin görü alam dı ına çıkarmak görünü te eylemi değerden bağımsız ve ahlâki yargıdan muaf kılar. Faillere, bir bakıma her zaman eylemlerinin sorumluluğunu da birlikte getiren özgürlüklerinin bedellerinden kurtulu imkânı sunar. 140 VII Kendini koruma ve ahlâki görev "Ona ihtiyacım var. O benim olmalı." Sanki ikinci tümce sırf birincide değinilen noktaya daha güçlü bir vurgu yaparmı gibi, sanki1 ikinci tümce birincinin anlamını açığa vuruyormu gibi ya da sanki ikinci tümce birincideki olgu önermesinden çıkarılan bariz bir pratik sonuçmu gibi, sık sık bu iki tümceyi bir çırpıda söyleriz. Sanki bir eye ihtiyaç duymak sahip olunması gereken bir eye sahip olmamak -biı yoksunlukanlamına gelmektedir. Ve bu ihtiyaç olmayan bir eye sahip olma arzusunu kı kırtır. "Onajahip olmak" ihtiyacın getirdiği bir tür zorunluluk ya da baskıdır. "Ona sahip olmalıyım"; "o", mutlu .olmak için ya da sanıldığı üzere, rahatsızlık ve zorluk",' dolayısıyla huzursuzluk ve endi e durumu olan imdiki muhtaç durumdan kurtulmak için ele geçirmem gereken bir eydir. Onu ele geçirmek kendimi korumamın ve hatta hayatta kalmamın bir ko uludur. O olmaksızın, olduğum ki i olarak kalamam. Hayatım sekteye uğrayacak, hatta katlanılmaz olacaktır. Daha ileriye gö-türürsek, hayatım sona erecektir. Sadece refahım değil, fiziksel varolu um da tehlikede olacaktır. Bende olmayan ve özlem duyduğum bir eyi iyi kılan ey, hayatta kalmam ya da kendimi korumam için ihtiyaç duyulur olma niteliğidir. Đyi, âdeta ihtiyacın öbür yüzüdür. Bir eye ihtiyaç duyduğumdan, o e.y iyidir; bir ey ben ona ihtiyaç tüyüyorsam iyidir. Bu bir ey birçok ey anlamına gelebilir: Para.Jkar ılığmda piyasadan satın "'ahfîabilecek mallar; birçok ba ka insanın birlikte çabası olmaksızın eri ilmesi imkânsız olan geceleri sessiz bir sokak ya da teiniz hava"ve kirlenmemi su; güç sahibLins_anlann eylemlerine bağlı olâhreviilde"güven içinde3öjmay.e. kamusal mekânlardan güvenle geçebilme; ba ka insanların sevgisi, ve bununla birlikte ge-len;'bâ ka insanların anlama ve efkat gösterme istenci. Ba ka bir ifadeyle, herhangi bir "iyi", ihtiyaç duyduğumuz için ilgi alanımıza giren bir nesne olan her ey, her zaman bizi öteki insanlarla bir ili kiye götürür. Đhtiyaçlarımız, ya onların kullanımına hak kazanarak ya da onlara sahip olarak söz konusu iyilere eri medikçe giderilemez. Ancak bu her zaman öteki insanlar ve eylemleriyle ilgilidir. Kendine dönük bile olsa, kendini korumakla ilgilenmek öteki insanlarla bağlarımızı güçlendirir; bu ilgi bizi öteki insanların eylemlerine ve onları yönlendiren güdülerine bağımlı kılar. Bu gerçek ilk bakı ta ayan beyan ortada değildir. Tersine, görünü te, sahip olma genelde tamamen "özel" bir ey, ki i ile bu ki inin sahip olduğu nesne arasında bir tür özgün ili ki olarak anla ılır. "Bu benimki" ya da "Bu bana ait" dediğimde en genelde akla gelen imge benimle "bana ait" olan, diyelim, bir kalem, bir kitap ya da bir masa arasında uzanan görünmez bir bağ imgesidir. Sanki nesne (mülk) bir biçimde sahibine görünmez bir ili ki ile bağlıdır; bu öyle bir bağdır ki, sahipliğin özünün buna dayandığını dü ünürüz. Eğer bu satırları yazdığım kâğıt parçasının sahibi bensem, ona ne yapacağıma ancak ve ancak ben karar veririm. Onu istediğim gibi kullanabilirim -ona kitabımın bir bölümünü yazabilirim, bir ar- 142 kada ıma mektup yazabilirini ya ila ona bir sandviç sarabilirim; dahası, eğer istersem, onu yok edebilirim. (Doğru, sahip olduğum bazı eyleri yok etmem yasalarla engellenmi tir: Örneğin, bahçemde-ki ya lı ağacı izinsiz kesemcdiğim gibi, evimi ate e verme hakkım da yoktur. Ancak belli mülklere bu ekilde davranmaktan alıkon-mam için özel bir yasanın gerekli olması, yalnızca sahip olduğum eylerin ne olacağının ancak ve ancak bana kalmı bir ey olduğuna ili kin genel ilkenin altının daha kalın çizgilerle çizilmesinden ba ka bir anlama gelmez.) Gelgelelim, popüler sahip olma imgesinin gözden kaçırdığı ve mülkiyet ili kilerine ili kin popüler anlatımın açık bıraktığı ey, sahip olmanın aynı zamanda her eyden önce bir dı lama ili kisi olduğudur. Ounu dü ünün: Ne zaman "Bu benim" desem, yüksek sesle telaffuz etmesem ve genelde hiç öyle dü ünmesem bile, kastettiğim aynı zamanda bunun senin olmadığıdıı da. SahrjahrT nitelikjieğildir; her_zaıpjtf sosyal bir olaydır. Sahip olma ancak aynı zamanda sahip olanla öte-kfms^nterSrasında özel bir ili kiyi de barındırdığı için, bir nesne ile sahibi arasında özel bir ili ki barındırır. Bir jeye_sahip olmat Ötekilere ona ula ma imkânı vermemek anlamına gelir. Sahip'olma, bundan dolayı, kar ılıklı bir bağımlılık ve dolayısıyla benimle ötekiler arasında sıkı bir ili ki kurar, ancak bu ili k; (insanları) böldüğü kadar ( eyleri ve insanları) bağlamaz. Sjjhippl: rjQa..oJgı^ulkajr ılık]bi..hir..uzla§rnazlık ili kisi çerçevesinde, nesneye sahip olanla olmayanjarjL-ayınr; sahip_ plan söz konusu nesneyi kullanabilirken (ve yasa ile özel olarak kısıtlanmadıkça, kötüye kullanabilirken) sahip olmayana böyle bir hak tanınmaz. Sahip olma ol; gusu insanları farklıla tmr (bir miktar para çıkarmak için elimi cebime "sokabilirim ancak ba ka hiç kimsenin böyle bir ey yapmay; hakkı yoktur). Sahip olma aynı zamanda insanlar arasındaki ili ki; yi asimetrik haîe~de"sokar (güç~ tartı mamızı hatırlayın); sahip olu> 'han nesneye eri me hakları ellerinden alınanlar o nesneye ihtiyaç duyduklarında ve onu kullanmak istediklerinde sahibinin koyduğı ko ullara boyun eğmek durumundadırlar. Bu yüzden, onların ihti yaçları ve bu ihtiyacı kar ılama ihtiyaçları ...onları^ sahip olanajba ğımh bir konuma sokar (yani, ihtiyaçlarını doyurmak için zorunlu olan iyiler, oldukları ve olmak istedikleri türden ki iler olarak kendilerini korumaları ya da varlıklarını sürdürebilmeleri için vazgeçilmez olan iyiler, mevcut sahipleri tarafından atılmı bir adım olmaksızın elde edilemezler). Bir fabrikadaki makinelerin onları i leten i çiler tarafından nasıl ve hangi amaçla kullanılacağına makinelerin sahibi ya dıı onun adına hareket etme hakkı tanınmı insanlar karar verir. Mülk sahibi bir ücret kar ılığında istihdam ettiği insanların zamanlarını satın alırken, bu zamanın, tıpkı fabrika binasındaki makineler gibi, kendi mülkü olduğunu dü ünür. Mülk sahibinin bu zamanın, eğer kullanılacaksa, hangi parçasının dinlenme, çene çalma, kahve içme vb. için kullanılacağına karar verme hakkı vardır. Bu, kendi ba ına kullanım hakkı olmaktan çok, ötekileri dı layan i lev olarak büyük bir kıskançlıkla korunan kullanıma ili kin karar verme hakkıdır. Karar verme hakkı, yani seçme özgürlüğü, sahip olanla olmayan arasındaki ayrımın gerçek özüdür. Burada sahip olmakla olmamak arasındaki fark, özgürlükle bağımlılık arasındaki farktır. Oeylere sahip olmak onlara sahip olmayanların ne yapmaları gerektiğine ili kin karar vermekte özgür olmak demektir -bunun yardığı nokta aslında öteki "ihsanlarüzerinde güç sahibi olmaktır. Bu ikisi -sahip_olma ve güç- pratikte aynı kapıya çıkar. Böylesi bir durumda bir ki inin mülk tufkusu'ğüç arzusundan neredeyse ayrılmaz hale gelir. Her türlü sahiplik böler ve ayırır (yani, sahip olmayanları ba kasının mülkünün kullanımından dı lar). Gelgelelim, sahip olma her durumda ve her zaman sahip olan ki iye dı lananlar üzerinde güç sağlamaz. Sahip olma ancak dı lananların ihtiyaçları sahip olunan nesnelerin kullanımını gerektiriyorsa güç verir. Çalı ma araçlarına, insan emeği tarafından i lenecek hammaddelere, bu i leme sürecinin gerçekle eceği mekanlara sahip olma böylesi bir güç sağlar. (Daha önce ele alınan örnekte, hayatlarını kazanmak için çalı anların, fabrika sahibi tarafından denetlenen makine aksamına eri meleri gerekir; çalı anlar kendilerini korumak, hatta bizatihi hayatlarını sürdürmek için buna ihtiyaç duyarlar. Böylesi bir bulu ma olmaksızın, çalı anların becerileri ve zamanları bir i e yaramaz; dolayısıyla onlar bu niteliklerini, geçimlerini sağlamak üzere, kazanç-144 lı bir biçimde kullanmaya muktedir olamayacaklardır.) Gelgelelim, sahibi tarafından tüketilen mallara sahip olma durumunda bu geçerli değildir. Eğer bir otomobile, video kamerasına ya da çama ır makinesine sahipsem, bu benim hayatımı onların olmadığı bir duruma göre daha kolay ya da daha eğlenceli kılabilir. Hatta prestijimi artırır - onaylan benim için önemli olan insanlar nezdinde gördüğüm saygıyı artırır: Etkilemeyi istediğim insanların bundan sonra bana hürmet edeceklerini umarak yeni aldığım eylerle böbürlenebilirim de. Ancak bu zorunlu olarak bana öteki insanlar üzerinde güç sağlamaz. Elbette, ötekiler bu eyleri kendi rahatlan ya da eğlenmeleri için kullanmayı istemedikleri müddetçe bu geçerlidir; bu durumda ben onların uymak durumunda olduğu kullanım ko ulları koyarım. Sahip olduğumuz çoğu . ey^ güç sağlamaz; sağladığı bir ey varsa o da öteki insanların gücünden bağımsızlıktır (artık ihtiyaç duyduğum iyilerin kullanımı için öteki insanların koyabileceği ko ullara uymam gerekmez). Đhtiyaçlarım içinde, öteki insanların denetimindeki eyleri kullanma hakkı istemeksizin, doğrudan kar ılayabileceğim kısım arttıkça, öteki insanlar tarafından koyulan kurallara ve ko ullara o kadar az uymak durumunda kalırım. Diyebiliriz ki, sahip olma yetkinle tireıı bir özellik ta ır. Özerkliği, eylem ve seçim özgürlüğünü artırır. Đnsanların kendi güdüleriyle hareket etmelerini ve kendi değerlerini gözetmelerini sağlar. Bu ikisi -sahip olma ye özgürlük--aynı kapıya çıkar. Sıklıkla, özgürlük alanını geni letme görevi eyler üzerindeki denetimin -sahip olmanın- geni -leülmlesranlamına gelir. Sahip olma, ancak böldüğü oranda, bu i levlerin ikisini de -ötekiler üzerindeki güç ve özerklik i levleriniyerine getirir. Gerçekten de, bütün çe itlemeleriyle ve her ko ulda sahip olmak farklıla tırma ve dı lama demektir. Bütün sahip olma biçimlerinin altında yatan ey, ötekilerin haklarının benim haklarımı sınırladığı (ya da tersi) ilkesidir; benim özgürlüğümün geni letilmesi ötekilerin özgürlüklerinin daraltılmasını gerektirir. Bu ilke uyarınca, yeterli kılma daima (kısmi ve göreli olsa da) ba ka birinin yelersizle mesi ile birlikte gelir. Bu ilke, kendi amaçlarının pe inden ko makla me gul insanlar arasında çare bulunmaz bir çıkar çatı ması varsayar: Biri nin kazandığı ötekinin kaybettiğidir. Durum, kazananı olmayan bir oyundur; payla ma ve elbirliği ile hiçbir ey kazanılamaz (ya da öyle olduğu varsayılır). Eylem yetisinin kaynaklar üzerindeki dı layıcı denetime bağlı olduğu bir durumda, makul davranmak "herkes kendine" buyruğuna uymak demektir. Kendini koruma görevi i te böyle görünür bize; görünü te bu görevden çıkan mantıktır ve dolayısıyla her sağduyulu eylemin ilkesi olmalıdır. Đnsan ^eylemi ne zaman böyle bir ilkeye^uysa, ili ki rekabet biçimini alır. Taraflar fiili ya da potansiyel rakiplerini, denetledikleri, denetlemeyi umdukları ya da denetleme hayali kurdukları kaynakların kullanımından dı lama arzusuyla hareket ederler. Rakiplerin elde etmek için yarı tığı iyilerin kıt olduğu kabul edilir; inanılmaktadır ki, onlardan herkesi tatmin edecek kadar yoktur ve belli bazı rakipler elde etmek istedikleri miktardan daha aza razı olmaya zorlanmalıdır. Bazı arzulara ket vurulmasının gerekli olacağı ve dolayısıyla kazananlarla kaybedenler arasındaki ili kinin sürekli olarak kar ılıklı nefret ve dü manlık ta ıması gerektiği, rekabet fikrinin asli bir özelliğidir ve rekabetçi tutumun temel varsayımıdır. Aynı nedenden dolayı, meydan okuyu ve itirazlar kar ısında etkin olarak ve kıskançlıkla savunulmadıkça, rekabet sonucu kazanılan hiçbir eyin güven içinde olduğu dü ünülemez. Rekabetçi mücadele asla son bulmaz; sonuçlar asla nihai ve tersinmez değildir. Buradan bir dizi önemli sonuca varırız. Đlkin, her tür rekabet bir tekel eğilimini besler. Kazanan taraf kaybedenlere kazançlarına kar ı çıkma hakkı (ya da en azından gerçekçi bir beklentisini) tanımayarak kazançlarını güven altına alma ve kalıcı kılma eğilimindedir. RekaJ^^edenlerin, belirsiz ve eri ilmez bile olsa, nihai amaçları rekabeti ortadan kaldırmaktır, rekabetçi ili kiler yapısal olarak kendini yok etme eğilimi ta ırlar. Bu ili kiler kendi ba larına bırakılacak olsa, varacakları yer ansların keskin biçimde kutupla masıdır. Kaynaklar, öte tarafta giderek kıt hale gelirken, ili kinin bir tarafında yığılmaya ve giderek daha bol hale gelmeye ba lar. Kaynaklardaki böylesi bir kutupla ma, en azından, kazanan tarafa gelecekteki bütün ili kilerin kurallarını dayatma yetisi kazandıracak ve kaybedenleri kurallara kar ı geleme|/|(, FlOARKA/Sosvulııjik Dü ünmek yecek bir konumda bırakacaktır. Böylesi bir durumdaki kazançlar bir tekele dönü türülecek; tekel, yeri geldiğinde, kazanan tarafa bundan sonraki rekabetlerin ko ullarını dayatma (örneğin, ba ka türlü elde edilemeyen malların fiyatlarını tespit etme) imkânı verecek ve yeni kazançları kendisine akıtarak taraflar arasındaki mevcut uçurumu daha da derinle tirecektir. Đkinci olarak tekel sonucu (rekabete dayatılan kısıtlamalar ile) ansların durmaksızın^ kutupsalla ması, uzun vadede kazananlara ve kaybedenlere farklı muamele yapılmasına yol açar. Er ya da geç kazananlar ve kaybedenler "kalıcı" kategoriler içinde "katıla ır"lar. Kazananlar kaybedenlerin ba arısızlığından onların doğal yeteneksizliklerini suçlu bulurlar. Kaybedenlerin kendi talihsizliklerinin kurbanı olduğu ilan edilir. Onlar beceriksiz ya da hain, kararsız ya da yoz, tedbirsiz ya da ahlaken rezil ki iler olarak, yani, kısaca rekabetçi ba arının zorunlu bir ko ulu olarak görülen, aynı zamanda her nasılsa saygıyı hak eden nitelikler de olan niteliklerden yoksun insanlar olarak resmedilir. Böyle tanımlandığında, kaybedenler sıkıntılarının me ruiyetinden mahrum edilirler. Çektikleri^ ıstırabın kendi hatalarının eseri olduğu kabul edildiğinden, kaybedenlerin kendilerinden ba ka suçlayacağı kimse olmadığı gibi, pastadan pay almaya, özellîlfle'ba arih olanın kazandığı payı almaya hakları da yoktur. Yoksulun yerilmesi ve alçaltılması varlıklının ya adığı avantajların bir savunusu olarak i e yarar. Yoksul tembel, ap al ve savsak olmakla, mahrum edilmi değil ba tan çıkmı -karaktersiz, zoru görünce kaçan ve haylazlığa ve yasaları çiğnemeye meyilli-olmakla maluldür Herkes gibi, onların da "kendi edip kendi bulan insanlar" olduğu söylenir - onlar kendi kaderlerini seçmi lerdir. Sefaletleri kendi karakterlerinin ve tutumlarının bir sonucu olarak onları bulmaktadır. Eğer varlıklılar ellerindekilerin bir kısmını yoksullarla payla mı larsa, bunun tek nedeni payla anların iyi kalpliliğidir, yoksa pay verilenlerin hak etmeleri değil. Aynı ekilde, erkek egemen toplumda, baskı altında olmaları kadınların kendi kabahatidir; kadınların daha az prestijli ve arzulanır i levlere hapsedilmesi "doğu tan" gelen yetmezlikle -a ın duygusallık, rekabetçi ruh ve rasyonellik yoksunluğu ya da zekâ azlığı ile- açıklanır. Rekabetin kurbanlarının a ağılanması insan davranı ındaki alternatif güdüleri -ahlâki jwej^_susjurrnanınjen etkili yollarından bindin_Ahlâki güdüler birçok bakımdan kazanma güdüleriyle çatı- ır Kazanmaya yönelik eylem, potansiyel rakiplerle ili kilerde kendini^ dü ünmekten ve acımasızlıktan yanadır. Ahlâki eylem ise dayanı ma, çıkar gözetmeden yardım, muhtaç durumdaki kom uya kar ılık'istemeden ya da beklemeden yardım etme isteği gerektirir. Ahlaki birlmıım ötekilerin ihtiyaçlarını dikkate almada ifadesini bulur ve çoğu zaman kendine sınırlama getirmekle ve ki isel kazançtan gönüllü bir feragatle sonuçlanır. Eğer kazanç güdülenim-jLkĐLeylernde göz önünde bulundurulan Fek ey (nasıl belirlemi olursam olayım) benim ihtiyaçlanmsa, ahlâki güdülenimi! bir eylemde ötekilerin ihtiyaçları seçimin temel kıstası haline gelmi tir. Đlke olarak Özçıkar ve ahTâki görev zıt yönleri gösterir. Đ ve ev'hayatmiiY^^^ bariz niteliği olduğunu ilk kaydeden Max Weber olmu tur. Böylesi bir ayrım iki zıt eylem kıstası arasındaki çarpı mayı önlemenin bir yoludur. Bu etki, yerine göre, kazanç ya da ahlâki görevin öne çıkan kaygı olduğu iki bağlamın birbirinden koparılması yoluyla yaratılır. Ki i i etkinliği yürütürken aile bağlarından uzak durur, ba ka bir ifadeyle, ahlâki görevlerin baskılarından özgürdür. Bundan dolayı, ba arılı bir i yürütmenin gereği olarak dikkat edilmesi gereken tek ey kazançtır. Aile hayatına dönüldüğünde, i hayatının soğuk Jıesaplan unutulabiliryeiyiler aile üyeleri arasında her bîr üyenin ihtiyacına göre payla tırılabilir. Đdeal olarak, aile hayatı (aileyi model alan ya da amaçlayan bütün komünal biçimlerdeki hayat gibi) kazanç" güdülenimlerinden uzak olmalıdır. Aynı ekilde, ideal olarak, i etkinlikleri ahlâki kaygıların yol açtığı güdülerden etkilenmemelidir.j _ve_.ahlâk birlikte yürümez. Đ hayatındaki ba arı (yani, öz olarak rekabetçi bir çaba) lakınû&ııJtytumunrasyonelliği-/^aJM^rj/ejDU .yeri .geldiğinde her dayranı ınözçıkar kaygılarına hiç^tereddütsüz tesHm edilme i,demektir. Rasyonellik yürekten çok kafa tarafından yönlendirilmek demektir. Eylem ancak, eldeki görev en verimli ve en az maliyetle yerine getirildiği müddetçe, rasyoneldir. 148 Daha önce, örgütün (ya da genelde söylendiği gibi, bürokrasinin) insan davranı ını ideal rasyonellik ko ullarına uydurma gayreti olduğundan bahsettik. Yine, böyle bir çaba her eyden önce ahlâki kaygıları (yani ötekilerle ötekiler için, çıkar gözetmeden ilgilenmek, kendini korumanın artlarıyla çatı ma içinde olsa bile, bu tavrı sürdürmek) bir kenara bırakmayı gerektirir. Örgütün her üyesinin görevi basit bir seçime indirgenir: Emre itaat etmek ya da etmemek. Bu görev aynı zamanda bir bütün olarak örgütün gözettiği bütünsel amacın küçük bir parçasına indirgenir, öyle ki fail eyleminin bütün sonuçlarını görmek zorunda değildir. Đnsanlar, görmedikleri uğursuz sonuçlan olan ve varlıklarından bile haberdar olmadıkları insanları etkileyen eyler yapabilirler - ve böylelikle ahlâki bir çatı ma ya da suçluluk duygusu ya amaksızın (bir silah fabrikasında ya da çevreyi feci halde kirleten ya da potansiyel olarak alı kanlık yapan zehirli ilaçların üretildiği bir i yerinde çalı arak, hem de çoğu zaman kıt kanaat geçimini sağlama örneğinde olduğu gibi) en iğrenç ve a ağılık eyleri bile yapabilirler. En önemlisi, örgüt ahlâki sorumluluk yerine uygun davranı ın en üstün kıstası olarak disiplini koyar ("Ben sadece emirleri yerine getirmekteyim", "yalnızca i imi iyi yapmaya çalı tım" ifadeleri en popüler ve tartı ma götürmez özürler olacaktır). Örgütün üyesi üstlerinin kurallarına ve emirlerine sıkı bir biçimde uyduğu müddetçe, ahlâki ku kulardan muaf tutulur. Farklı ko ullarda dü ünülemeyecek olan, ahlâki bakımdan kınanması gereken bir eylem birdenbire mümkün ve görece yapması kolay hale gelir. Örgütsel disiplinin ahlâki sakıncaları susturma ya da askıya alma kudreti, belli bir sayıdaki gönüllüye uydurma bir "bilimsel ara -tırma"nın deneklerine acı verici elektrik oku uygulama emrinin verildiği malum Stanley Milgram deneylerinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmı tır. Zalimliklerinin ulvi bilimsel amacına inanmı (i ini yapan ki iler olarak onlar gerçekten kavrayamaz ya da yargıda bulunamaz, ancak hayranlık duyabilirlerdi) ve ara tırma projesinden sorumlu bilim insanlarının güya üstün yargılarına güvenen çoğu gönüllü emirleri harfi harfine -kurbanlarının acı çığlıklarına kulaklarını kapatarak- yerine getirmi tir. Deneyin küçük ölçekle ve laboratuvar ko ullarında ortaya çıkardığı ey, Đkinci'Dünya Sava ı ve sonrasındaki soykırım pratiğiyle deh et verici boyutlarda sergilenmi tir. Milyonlarca Yahudi'ye yönelik olarak tepedeki birkaç bin Nazi lider ve subayları tarafından ba latılıp denetlenen katliam -çoğu büyük bir ihtimalle, cana yakın kom ular, sevecen e ler ve efkatli ana babalar olan- milyonlarca "sıradan insan"ın elbirliğini gerektiren devasa bir bürokratik operasyondu. Bu insanlar kurbanları gaz odalarına ta ıyan trenleri sürmü ler, zehirli gaz ya da ceset yakma fırınları üreten fabrikalarda çalı mı lar ve u ya da bu sayısız ba ka yollarla topyekûn imha görevine katkıda bulunmu lardır. Her ki inin "yapılacak bir i i", çözülecek bir sorunu vardı; i onların bütün enerjilerini ve fiziksel güçlerini tüketiyor, sorun da bütün dü üncelerini dolduruyordu. Bu insanlar bunları yapabiliyordu çünkü eylemlerinin nihai sonuçlarının, hiç değilse çok az ayrımın-daydılar; bu sonuçlan asla görmüyorlardı tıpkı Vietnam köylülerinin tepesine inecek becerikli yıkım araçları tasarlayan eğitimli insanların, kendi bulu larını i ba ında görmedikleri gibi. Nihai sonuçlar me gul oldukları basit görevlerden o kadar uzaktaydı ki, bağlantı gözlerinden kaçabiliyor ya da bilinçdı ında tutulabiliyor-du. Karma ık bir örgütlenmenin memurları, parçası oldukları ortak etkinliğin nihai sonuçlarının ayrımında olsalar bile, o sonuç genelde onları endi elendirmeyecek kadar uzaktadır. Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir. Yatay ve dikey i bölümü yüzünden, tek tek her ki inin eylemleri bir kural olarak çok sayıda öteki insanın eylemleriyle dolayımlıdır. Ya ki inin yaptığı i doğrudan sonuç üretmemekte ya da bu öteki insanların yaptığı sayısız öteki i ler sayesinde eylemin uzak hedeflerinden korunmaktadır. Bu yüzden, sanki yapılanla eylemin nihai hedefinin ba ına gelenler arasında doğrudan bir nedensel bağlantı yoktur. Son noktada, ki inin katkısı önemini kaybeder ve nihai sonuç üzerindeki etkisi de ciddi bir ahlâki sorun olarak görülemeyecek kadar küçük görünür. "Ben yanlı bir ey yapmadım, beni kınaman için hiçbir neden yok" normal bir özür tümcesi olacaktır. Nihayetinde, ki i plan yapmak, rapor yazmak, belgeleri doldurmak ya da iki kimyasal bile i150 ği karı tıran makineyi açıp kapamak kadar masum ve zararsız bir ey yapıyor olabilir. Đnsan egzotik bir ülkede kömür olmu vücutları öyle kolaylıkla kendi eyleminin sonuçları olarak, kendinin sorumlu olduğu eyler olarak görmeyecektir. Görünü olarak masum i lerin ahlâki bakımdan ürkütücü sonuçlarına sıkıca gözleri kapamak ayrıca örgütsel i levlerin malum ki isellik dı ılığından yardım görür. Herhangi bir rolün uygun vasıflara sahip herkes tarafından yerine getirilebilmesi her örgülün asli özelliğidir. Bu yüzden, denebilir ki, i in tamamına katkıda bulunan, o i i üstlenen değil, bizatihi roldür. Eğer mevcut görevli rolünü layıkıyla oynamıyorsa, onun yerine ba kası geçirilecek ve görev ne olursa olsun yerine getirilecektir. Bu iddia, bütün i i uygulanabilir kılan sorumluluğun uygulayan ki iye değil, role bağlı olduğunda ve rolün, oynayanın ki iliğiyle karı tırılmaması gerektiğinde ısrar etmeye kadar vardırılır. Denebilir ki, cinayet mahalline, eylemlerinin somut sonuçlarından haberdar olmadıklarını iddia edemeyecek kadar yakın olanlar bile, bürokratik emir-komuta ve i bölümü bağlamında ahlâki değerlendirmelerin anlamsız olduğunu söyleyebilirler, söylemi lerdir de. Kendi duyguları "ne burada ne orada"dır. Kurbanlara- nefret mi yoksa sempati mi duydukları konu dı ıdır. Görev onlardan disiplin ister, duygulanmalarını değil. Öteki rutin örgütlü eylemlerde olduğu gibi, onlar hemcinsleriyle değil, tayin edilmi hedeflerle uğra ırlar. Đnsani olmayan amaçlara hizmet eden bürokrasi bu yeteneğini yalnızca bünyesinde çalı anların değil aynı zamanda bürokratik örgütlenmenin sınırlarının çok ötesindekilerin de ahlâki güdülenim-lerini susturarak göstermektedir; bunu, yok etmeye ister istemez tanık olanlar kadar yok etmek niyetinde olduklarının da kendini koruma güdülerine hitap ederek yapar. Soykırımın bürokratik yönetimi kurbanlarından birçoğunun yardımını ve kenarda duranların çoğunun da ahlâki ilgisizliğini elde etmi ti. Muhtemel kurbanlar "psikolojik tutsak"lara dönü türülmü tür; söylenenlere boyun eğmenin ödülü olarak iyi muamele görecekleri yanılgısına dü en bu insanlar sıklıkla zalimlerinin elinde oyuncak olmu ve kendi felaketlerine yardım etmi lerdi. Hâlâ bir eylerin kurtanlabileceğinden, bazı telıilkelerin savu turulabileceğinden umutlarını kesmiyorlardı, yeter ki zalimler bo yere rencide edilmesinler; bu i birliği nasıl olsa ödüllendirilirdi. Sayısız örnekte, öngörülii uyma denen bu olgu ortaya çıkmı tır: Kurbanlar, niyetlerini önceden tahmin ederek ve bunu zevkle yerine getirerek zalimleri ho nut etmek için yollarından çekilmi tir. Her eyden önce, nihai kaderlerinin kaçımlmazlığıyla son ana kadar yüz yüze gelmemi lerdir. Yok olmaya giden yolda atılan her bir adım onlara sevimsiz ancak son olmayan ve elbette dönü süz de olmayan bir adım olarak sunulmu tur; her adım onları tek bir rasyonel çözümü - a maz biçimde nihai yok olmayı bir parça daha yakla tıran bir çözümü- olan açıkça tanımlanmı bir seçimle kar ı kar ıya bırakmı tır. Soykırımı yönetenler böylelikle amaçlarına asgari düzensizlikle ve neredeyse direni le kar ıla madan ula mı lardır; gaz odalarına giden uzun, uysal yürüyü te denetim için çok az muhafıza gerek duyulmu tur. Kenardan seyredenlere gelince, onların uymaları ya da en azından sessiz ve hareketsiz kalmaları, ahlâki davranmanın ve kurbanlarla dayanı maya girmenin bedelleri ağırla tırılarak sağlanmı tır. Ahlâki bakımdan doğru olanı seçmek, çoğu zaman kendi fiziksel varlığını tehlikeye atmaktan ba ka bir anlama gelmeyen, korkunç bir cezaya davetiye çıkarmak anlamına gelecekti. Bir kere oyun yüksek oynanınca, kendini koruma kaygısı, rasyonel gerekçelerle -"Kendi hayatımı ve aileminkini tehlikeye sokmadan kurbanlara yardım edemezdim; en iyi halde tek bir ki iyi kurtarabilirdim, ama ba arısızlık halinde, on ki i ölecekti."- bastırılmaya yüz tutan ahlâki görevleri ve ahlâki pi manlıkları silip süpürür. Hayatta kalma anslarına ili kin nicelik hesabı, eylemin ahlâki niteliğinin önüne geçmi tir. Bunlar kendini koruma güdüleri ile ahlâki görev güdüleri arasındaki nihai zıtlığın a ın örnekleridir; kabul etmek gerekir ki, nadir ve genelde mahkûm edilmi durumlardan çıkarılmı lardır. Gel-gelelim, daha ılımlı ve bu nedenle daha az korkunç biçimlerde, bu zıtlık gündelik insan davranı ına da damgasını vurur. Genelde, herhangi bir örgütsel bağlamda, kendini korumanın en etkili yolu olarak göklere çıkarılan eylemin rasyonelliği, ahlâki yükümlülük pa152 hasına öne çıkarılır. Rasyonel davranı , doğru seçim için kesin bir çözüm sunması ve doğrudan kendini koruma ve yüceltme duygusuna seslenmesiyle, ahlâki görev tarafından yönlendirilen eylem kar ısında belirgin bir üstünlüğe sahiptir. Rasyonel tutum, rekabetin getirdiği kendini büyütme arzusunu tatmin etmekteki ba arısıyla daha da çekici hale getirilmi tir. Kazananın olmadığı bir rekabette ifadesini bulan ve bürokratik rasyonelliğin güvenilir silahlarını ku anmı olan kendini koruma güdüsü, ahlâki kaygılar kar ısına heybetli, belki de a ılmaz bir engel olarak dikilir. Ahlâki yükümlülüklerin ortadan kaldırılması, tüm bürokrasinin destek verdiği, eylemin insani hedeflerinin istatiksel olarak ele alınmasıyla daha da kolayla ır. Rakamlar -her türden içerikle doldurulabilir saf formlarolarak görüldüğünde, bu insani hedefler bireyselliklerini yitirir ve insan haklarının, ahlâki yükümlülüklerin ta ıyıcıları olarak ayrı varolu larından sıyrılır. Artık onlar, tamamen ilgili örgütsel kurallar ve ölçütler kümesi tarafından tanımlanmı bir kategorinin unsurları haline gelmi tir. Ki isel biriciklikleri ve dolayısıyla biricik bireysel ihtiyaçları bürokratik eylemin yöneldiği noktalar olma özelliklerini yitirirler. Önemli olan, resmi olarak seçildikleri kategoridir ancak. Sınıflandırma, örgütün çıkarlarını ifade eden bireylerin seçilmi ortak vasıflarına ilgiyi artırdığı gibi, . geri kalan tüm vasıfların, yani bireyleri ahlâki özneler olarak, e siz ve yeri doldurulamaz insan varlıkları olarak kuran bireysel öznite-liklerin ihmaline izin verir. Đ in doğrusu bürokrasi, eylemin ahlâki güdülenimlerinin hükümsüz ilan edilmeye, susturulmaya ya da bir süre için askıya alınmaya yatkın olduğu tek bağlam değildir. Ahlâki dürtünün bastırılması yönünde benzer bir etki, neredeyse tüm diğer özellikleriyle bürokratik bir örgütlenmenin serinkanlı, hesapçı rasyonelliğiyle taban tabana zıt, kâr pe inde ko an ve i tah kabartan rekabetten de neredeyse tamamen uzak bir bağlamda ortaya çıkar. Bu türden özel tek bağlam ahlâkın en etkili bir susturucusu olarak kendini gösterir Bu, kalabalıktır. Belirtmek gerekir ki, kendilerini tanımadıkları -ba ka ko ullarda kar ıla madıkları, daha önce ili kiye girmedikleri ve onlarla ançak geçici, tesadüfi bir çıkar etrafında imdilik "bir araya" geldikleri- çok sayıda ba ka insanla sınırlı bir alanda sıkı tırılmı bulan insanlar, "normal" ko ullarda makul göremeyecekleri bir biçimde davranmaya eğilim gösterirler. Davranı ların en vah isi aniden ancak orman yangınıyla, rüzgârın patlamasıyla ya da bula ıcı hastalıkla kıyaslanabilecek bir biçimde kalabalık içinde yayılabilir. Tesadüfi bir kalabalık içinde, örneğin sıkı tepi bir pazar yerinde ya da bir tiyatroda, panik çıkması halinde kendini korumaktan ba ka bir ey dü ünmeyen insanlar sırf kendilerine soluk alacak bir alan sağlamak ya da tehlikeden kurtulmak için hemcinslerini çiğneyebilir, ötekileri ate e atabilir. Bu insanlar ba ka seferinde onlara hedef gösterilen ve tehlikenin kaynağı olmakla itham edilen görünü teki hainlere saldırabilir ve onları öldürebilir. Bir kalabalıkta, insanlar, kendilerine kalsa hiçbir failin tek ba ına ahlâki olarak i leyemeyeceği suçları i leyebilir. Eğer kalabalık tek tek her üyesinin iğrendiği korkunç bir eylemi kolektif olarak gerçekle tirebiliyorsa, bunun nedeni kalabalığın bir yüzünün olmamasıdır. Kalabalıkta., bireyler bireyselliklerini yitirirler ve anonim toplulukta "çözülürler"; onlar artık ahlâki özneler olarak, ahlâki görevin hedefleri olarak görülemezler (bu, bürokratik i bölümü ile eri ilen uzakla manın etkilerinden farklı bir etki değildir). Bir linç topluluğu ya da bir takımın taraftarlarından olu an kalabalık, normal olarak muhtemel saldırganların ahlâki yaptırıma tabi olu u yüzünden iddete kar ı korunmalı olan hemcinslerinin ba ına gelen iddet eylemleri için üyelerini ahlâki Sorumluluktan kurtarır.Bu ve benzer durumlarda, ahlâki yükümlülüğün askıya alınması kalabalığın anonimliğinin ve katılımcılar arasında neredeyse hiçbir kalıcı bağın olmamasının sonucudur. Kalabalık toplandığı kadar çabuk dağılır ve ne kadar e güdüm sağlar görünürse görünsün, kalabalığın kolektif eylemi herhangi bir biçimde sürekli etkile imi ne getirir ne de üretir. Tek tek üyelerinin sırf duygusal davranmasını mümkün kılan, i te kalabalık eyleminin özellikle bu gelip geçici ve mantıksız niteliğidir. Herhangi bir anda, bütün ikazlar göz ardı edilir, bütün yasaklar rafa kaldırılır, bütün yükümlülükler geçerliliğini yitirir, bütün kurallar askıya alınır. Bürokratik bir örgütlenme bağlamındaki düzenli, duygulardan 154 arınmı davranı ve kalabalığın öfke ya da paniğinin patlayıp ba kaldırısı iki farklı kutupta yer alıyor görünmektedir; ne var ki, ahlâki dürtü ve yasaklar üzerindeki etkileri dikkat çekici bir biçimde benzerlik ta ır. Benzer etkilerin benzer nedenleri vardır: Ki iliksiz-le tirme, "yüzlerin silinmesi", bireysel özerkliğin yok edilmesi. Hem ki iler yerine rollerin kurduğu ve öteki insanları amaca eri me ya da sorun çözme yolunda rollere, çok sayıda kaynaklara ya da engellere indirgeyen bürokrasi hem de birey olarak insanlar yerine birbirinden farksız parçacıklardan olu an, özelliğini üyelerinin bireysel niteliklerden değil sayılardan alan kalabalık, bir yüzden yoksundur ve anonimdir. Hemcinslerinin gözünde, insanlar olarak kabul edildikleri müddetçe ki iler ahlâki birer öznedir, yani sadece hemcinslerine layık görülen ve her insan için uygun olan muameleyi (ili kinin taraflarının kendilerine özgü ihtiyaçlarının olduğunu, bu ihtiyaçların ki inin kendi ihtiyaçları kadar geçerli ve önemli olduğunu ve aynı oranda dikkat ve saygı gösterilmesi gerektiğini ba tan kabul eden bir muameleyi) hak eden varlıklardır. Hatta denebilir ki, "ahlâki özne" ile "insan varlık" kavramlarının göstergeleri aynıdır; i aret ettikleri alanlar örtü ün Ne zaman belli ki ilere ya da insan kategorilerine kendimize tanıdığımız ahlâki sorumluluk tanınmaz, o zaman onlara "insanlıktan nasibini almamı ", "kusurlu insan", "eksik insan" ya da doğrudan doğruya "insan olmayan" muamelesi yapılır. Ahlâki yükümlülükler evreni (ahlâki görevlerin ku attığı insanlar toplamı) insan türünün tüm üyelerini içine alabilir ya da almayabilir. Çok sayıda "ilkel" kabilenin insanları kendilerine basitçe "insanoğlu" anlamına gelen isimler vermi tir; öteki kabilelere, özellikle ara sıra patlayan dü manlık dı ında aralarında bir ili ki kurulmamı kabilelere, insan statüsü tam anlamıyla tanınmamı tır. Yabancı kabilelerin ve onların üyelerinin insanlığını reddetme, kölelere "konu an alet edavat" statüsünün yakı tırıldığı ve ancak (en azından ilke olarak) takdir edilen görev açısından yararlılıkları ı ığında değer biçildiği köleci toplumlar var oldukça sürmü tür. Sınırlı insanlık statüsü, pratikte ahlâki tavrın temel gereklerinin -her eyden önce öteki insanların ihtiyaçlarına, onların ki isel bütünlü günü ve hayatlarının kutsallığını kabul etmeyi içeren bir saygı-böyle bir statünün ta ıyıcıları ile ili kilerde bağlayıcı olmadığı anlamına gelir. Sanki tarih insanlık fikrinin -yükümlülükler evreninin belirgin bir biçimde giderek daha fazla kapsayıcı ve en sonunda insan türünün tamamıyla örtü me eğilimiyle birlikte- durmaksızın, adım adım yayılmasından ibarettir. Ne var ki, daha önce gördüğümüz gibi bu, düz bir çizgi boyunca ilerleyen bir süreç değildir. Çağımız, sınıflar, milletler, ırklar ve dinler gibi kategorilerin bütün insanlarının yükümlülükler evreninden dı lanmasını talep eden son derece etkili dünya görü lerinin boy göstermesiyle kötü bir ün kazanmı tır. Öte yandan, bürokratik olarak örgütlenmi eylemin mükemmelliği artık ahlâki engellerin verimlilik hesaplarına etkili bir biçimde müdahale edemediği bir noktaya eri mektedir. Bu iki unsurun -bürokratik yönetim tekniğinin getirdiği ahlâki sorumluluğu askıya alma ihtimali ile böyle bir ihtimali hayata geçirmeye hazır ve istekli dünya görü lerinin varlığının- bir araya gelmesi çoğu kere yükümlülükler evreninin ba arıyla sınırlanmasına neden olmu , bu da zamanla çok farklı sonuçlara giden yolu açmı tır: KomüjıisM^plmrılarda dü man sınıflara ve onların i birlikçileri olarak sınıflandırılan ki ilere kar ı uygulanan kitle terörü7ba îcâ~turTu' insan hakları sicillerinden gurur duyan ülkelerde süren ırksal ve etnik azınlıklar üzerindeki ayrımcılık, açık açık ya da el altından uygulanan apartheid sistemleri ve Türkiye'de Ermenilerin katlinden, Nazi Almanyasf nda milyonlarca YahudininrÇîiîgehenîn ve Slavların yok edilmesine, Kürtlerin gaz bombalarıyla boğulmasından kamboçya'daki kitle katliamlarına uzanan sayısız soykırım Örneği., Yükümlülükler evreninin sınırları günü-müzelcMârTarti malı bir konu olarak kalmı tır. Ahlâki güdülenimin bastırılmasında mahir olan bürokratik teknolojinin geli mesinin (modern toplumun bir ba arısı olan ahlâki duyarlılığın insan türünün bütün üyelerine yayılması kadar) bütün bunları -teoride değilse bile, pratikte- daha tartı malı hale getirdiği söylenebilir. Yükümlülükler evreninin içinde, öteki insanların ihtiyaçlarının otoritesi tanınır. Öteki insanların ihtiyaçlarının talep edilmeleri için me ru nedenleri olduğu kabul edilir; eğer talepler kar ılanmıyorsa, 156 neden kar ılanmadığı açıklanmalı ve sıklıkla bir tür özür dilenme-lidir. Ne pahasına olursa olsun, ötekilerin hayatı korunmalıdır. Onların refahını sağlamak, anslarını artırmak, toplumun sunacağı imkânların kapılarım onlara açmak için elden ne geliyorsa yapılmalıdır. Onların yoksullukları, kötü sağlıkları, gündelik hayatlarmdaki sıkıntıları, aynı yükümlülükler evreninin tüm öteki üyeleri için bir meydan okuyu ve bir ihtardır. Böylesi bir meydan okuyu kar ısında, kendimi özür dilemekle -onların payını artırmak için neden bu kadar az ey yapıldığına ve neden daha fazlasının yapılamadığına inandırıcı bir açıklama getirmekle- yükümlü hissettiğimiz gibi, yapılabilecek her eyin yapıldığını kanıtlama yükümlülüğü de duyarız. Getirilen açıklamanın doğru olması zorunlu da değildir. Örneğin, toplumun geneline verilen sağlık hizmetlerinin iyile tirile-mediğini çünkü "kazanılmayan paranın harcanamayacağım" duyarız. Ne var ki, böyle bir açıklamanın ardında gizlenen ey, zengin hastaların kullandığı özel ilaçlardan elde edilen kârın "kazanç" olarak sınıflandırılırken, hastane giderlerini kar ılayamayan insanlara sağlanan hizmetlerin "giderler" arasında sayılmasıdır; böyle bir açıklama, ihtiyaçların insanların ödeme gücüne göre ele alındığı gerçeğini gizler. Gelgelelim, hiç olmazsa açıklamanın yapılması ve kendilerini açıklama yapmakla yükümlü hissedenlerin bir açıklama yapmı olmaları sağlık ihtiyaçları ihmal edilmi insanların en azından yükümlülükler evreninin içinde kaldıklarının kabul edildiğini kanıtlar. Ötekilerin ihtiyaçlarının kar ılanmadan kalması ancak ve ancak ihmal edilen "ötekilerin" hep birlikte yükümlülükler evreninin dı ına atılması ya da en azından, yükümlülükler evreni içindeki mevcudiyetlerinin ku kulu olduğu ya da "hak edilmediği"nin gösterilmesi halinde, ba arısızlığımız olarak hissedilmeyecek ve onu açıklama yönünde içten gelen dürtü ağırlığım büyük oranda yitirecektir. Böylesi bir durum hiç de ho değildir. "Ötekileri" görece insan altı bir duruma sokarak ve ardından talihsizliklerini "insan gibi" davranamayı larma bağlayarak bu durum yaratılmı tır. Buradan söz konusu ötekilere, ba arısızlıklarının iflah olmazlığı ve onları tekrar insan içine sokmak için yapılacak hiçbir ey olmayı ı yüzün den, insan gözüyle bakılamayacağı kararına yalnızca bir adım kalmı tır. Onlar, örneğin, bizatihi bu düzene ayak uyduramayacakları için ilelebet "yerli" ahlâk düzenine uyum gösteremeyen "yabancı bir ırk" olarak kalacaktır. Kendini koruma ile ahlâkigörev birbirine kar ıdır. Hiçbiri ötekinden "daha doğal", insan doğasının içkin eğilimlerine daha uygun olduğunu iddia edemez. Eğer biri ötekinin önüne geçmi ve insan eyleminin ba at güdüsü haline gelmi se, dengesizlik nedeninin izleri genellikle etkile imin sosyal olarak belirlenmi bağlamına kadar sürülebilir. Kendini dü ünme ve ahlâki güdüler, rehberlik ettikleri insanların üzerinde ancak çok sınırlı bir denetim sağlayabildikleri ko ullara bağlı olarak öne çıkarlar. Ne var ki, ko ulların gücünün mutlak olmadığı bilinmektedir ve çeli kili iki güdü arasında seçim yapmak en olmaz ko ullarda bile mümkündür. Đnsanın ahlâki sorumluluğu ya da bu sorumluluğun reddi en sonunda dı güçler ve baskılara atfen geçi tirilemez. VIII Doğa ve kültür 158 Acuna ve efkatle karı ık, "Ou kısa boylu adama bak. Zavallı, doğa hiç de cömert davranmıyor" deriz. Havasını bozan boyu için adamı kabahatli bulmayız. Bildiğimiz çoğu insandan ve ku kusuz "normal"den kısa olan boyu gözümüze çarpar. Ama aklımıza birinin, bir yerlerde adamı daha uzun boylu yapmayı ihmal ettiği gelmez. Bildiğimiz kadarıyla, insanın boyunu birileri belirleyemez; boy, âdeta, doğanın temyizi olmayan bir hükmüdür. Hükmü feshetmenin ya da bozmanın bir yolu yoktur. Đnsanın onu kabul edip yapabildiği kadarıyla onunla ya amaktan ba ka seçeneği yoktur. Bir ba ka sefer "Bak, ne kadar i man bir adam" der ve güleriz. "Oburun teki ya da bir biracı olsa gerek. Utanmıyor da. Bu konuda gerçekten bir eyler yapması gerekir." Boyun tersine, bedenin geni li ği -yaja bizim olduğuna inandığımız geni liği- normal olarak insanın elindedir. Beden daha i man ya da daha zayıf yapılabilir. Bu konuda hiçbir tereddüt yoktur. Đnsanın kilosu düzenlenebilir, ayrıca düzenlenmeli ve insan çabasıyla kabul edilebilir standartlara getirilmelidir de. Đnsan kendi kilolarından sorumludur, bu konuda yükümlülükleri vardır ve eğer bu yükümlülüklerini yerine getirmezse utanmalıdır. Bu iki durum birbirinden nasıl ayrılır? Neden bunlara son derece farklı biçimlerde tepki veririz. Bu soruların yanıtı insanların yapabileceklerine ili kin bilgimizde ve insanların neleri yapmaları gerektiğine ili kin inancımızda bulunabi]ir._j]ki.iL_ Qru_bir eyi yapmaya "insan gücünün" yetip yetmediğidir (dünyanın bir parçasını ya da bir özelliğini kendi isteklerine uygun hale getirmeyi sağlayacak bilginin, becerinin ya da teknolojinin var olup olmadığı, insanlar tarafından elde edilebilir ve kullanılabilir olup olmadığı). Son-. ra, o "bir eyin" uyması gereken bir standardın, bir normun olup olmadığı sorusu gelir. Ba ka bir ifadeyle, insanlar tarafından deği tirilebilir, olduklarından farklı hale getirilebilir eyler vardır. Bunlara insanın gücünü a an öteki eylerden farklı muamele edilmelidir. Birincisine kültür, ikincisine doğa deriz. Bu yüzden, bir eyin doğanın değiir kültürüh konusu olduğunu söylerken kastettiğimiz, o eyin manipüle edilebilir ve böyle bir manipülasyonun istenen, uygun bir "son durum" olduğudur. Gerçekten de, eğer dü ünürsek, tek ba ına "kültür" sözcüğünün kendisi bile çok ey anlatır. Vah i doğadan kazandığı toprağı dikkatle i leyen ve tarıma açan, saçılacak tohumları ve ekilecek fideleri seçen, bakımını yapan ve doğru ekli -yani söz konusu bitki için uygun görülen ekli- vermek için büyüyen dallan budayan bir çiftçinin ya da bir bahçıvanın emeğini akla getirir. Ancak çiftçi ve bahçıvan bununla da kalmaz. Aynı zamanda, "kendi ba larına" büyümekte olan ve bu yüzden ekili alandaki sıkı düzeni bozan, o alanda planlanan verimliliği dü üren ya da bahçenin estetik ideali dı ına çıkan istenmeyen misafirleri ve "davetsiz" bitkileri de ayıklar. Bitkileri ilk ba ta -sıcak ilgi isteyen uygun eyler olarak görülen faydalı bitkiler ve biçilmesi, ilaçlanması, olmazsa yok edilmesi ge160 .<..'.-. reken yabani otlar olmak üzere- bölen ey verimlilik hesabı ya da düzen ve güzellik fikriydi. "Oeylerin düzenini" zihninde tasarlayan ve ardından o tasarıyı hayata geçirmek, bizatihi gerçekliği "düzene sokmak", yani düzen tasarılarına daha yakın hale getirmek için becerileriyle aletlerini kullanan çiftçi ve bahçıvandır (çoğu durumda halihazırda ellerindeki becerileri ve alet edavatları çiftçilerin ve bahçıvanların hayal güçlerine sınırlar koyduğunu unutmayın; ancak böyle bir düzen tasarısı halihazırda uygulanabilir olduğu kadar, mevcut beceri düzeyi olarak anla ılacaktır). Onlar, aynı zamanda, düzen ile düzensizlik, norm ile normdan sapma arasındaki ayrımın kıstasını da sağlar. Çiftçilerin ve bahçıvanların i leri, maksatlı bir etkinlik ve özel türden bir maksat -gerçekliğin belli bir kesimine aksi halde olmayacak ve kendisini gerçekle tirmek için çaba sarf edilmeksizin ortaya çıkmayacak bir biçim dayatması- olarak kültürün ilk akla gelen örnekleridir. Kültür, eyleri olduklarından ve aksi halde olacaklarından farklı yapmak ve onları bu halde, yapay ekil içinde tut-maktır.,.Kjültür, bir düzen yaratmak ve onu korumak, düzeni bozan vej)u düzen açısından kaos görünen her eyle mücadele etmektir. Kültür, "doğa düzeni" (yani, eylerin insan müdahalesi olmaksızın oldukları durum) yerine yapay, tasarlanmı bir düzen koyma ya da ekleme i idir._Kültür, böyle yapay bir düzeni getirmekle kalmaz, ona değer de verir. Küîtür,~bir tercin sorunudur. Kültür, bir düzeni erciyi, hatta belki de tek iyi düzen olarak göklere çıkarır. Bütün alternatifleri bayağı ya da tümden düzensizlik olarak tanımlar. Doğa ile,kültürün ayrım çizgisinin tam olarak nerede çizildiği, elbette hangi becerilerin ve bilgilerin edinilmi olduğuna ve onları dahâ~b"rice denenmemi amaçlar için kullanma tutkusunun olup olmadığına bağlıdır. Genelde, bilim ve teknolojinin geli mesi o za-"mana kadar "doğal" olan olguların muhtemel manipülasyon alanını ve böylelikle kültür âlemini geni letir. Ba taki örneğimize dönecek olursak, tıp mesleğiyle birlikte genetik mühendisliği ve kimya endüstrisinin yöntem ve uygulamaları, pekâlâ insan boyunun uzunluğunu doğal alandan kültür alanına aktarabilir: Er ya da geç, genlerle oynama teknolojisi ya da vücuttaki organ ve hücrelerin biiyii me ini etkileyen ilaçlar tek tek bireylerin o zaman bir norm haline gelmi arzulanan standart uzunluğun altına dü mesini engelleyebilir. Günümüzdeki uygun ağırlık gibi, uygun boy da kolektif bir ilgi alanı ve ki isel sorumluluk haline gelir. Ne var ki, her tür kültürün diğer bir önemli özelliğini gösterdiğinden, hayali örneğimiz üzerinde biraz daha duralım. Eğer boy uzunluğunun ayarlanması için genetik kontrol uygulanırsa, yavrularının boy uzunluğuna karar verecek olan, ana babalardır; ya da bir yasa kabul edilecek ve yurtta larının uygun boy uzunluğuna karar verecek devlet birimleri tayin edilecektir; ya da insanın vücut ölçülerinde neyin "anormal" neyin "normal" olduğuna doktorların tavsiyesine göre karar verilecektir. Durum ne olursa olsun, bedenin sahibi ba kalarının hükümlerini benimsemek zorunda kalacak ya da (gen mühendisliğinde olduğu gibi) bunu kabulü ya da reddi dahi söz konusu olmayacaktır. Đnsan türünün bir bütün olarak artan kudretini (doğa kar ısında insan türünün artan bağımsızlığı ya da özgürlüğü de diyebiliriz buna) gösteren kültürün kendisi bireyin gözüne, tıpkı doğa yasaları gibi, kar ı konamaz bir kader olarak görünebilir. Örneğimizin de gösterdiği gibi, kültür gerçekten de bir insan etkinliğidir - ama bazı insanların ba ka bazıları üzerinden yürüttükleri bir etkinliktir. Bahçe örneğindeki gibi, herhangi bir kültürel süreçte bahçıvanın kültürleme ve bitkilerin kültürlenmesi rolleri açıkça belirlenmi ve ayrı tutulmu tur. "Đnsan canlılar" durumunda böylesi bir aynının ilk bakı ta göze çarpmamasının nedeni çoğu kere "bahçıvan"ın kim olduğunun açık olmamasıdır. Bireylerin hem ekillendirdiği hem de uymaya mecbur olduğu normun arkasında duran otorite bir kural olarak yayılmı halde, sıklıkla anonimdir. Tam olarak nerede durduğunu tespit etmek imkânsızdır. Đnsan bedenlerini ve dü üncelerini ekillendiren aman vermez, korkunç otorite "kamuoyu", moda, "ortak rıza", "uzman görü ü" ve hatta sağduyu -özel olarak hiç kimseye ait olmayan, herkesin kanaati- gibi muğlak bir kendilik biçiminde boy gösterir. Bu yüzden, görülen o ki, insanlara örneğin kulaklarını değil de dudaklarını boyamak ya da herkesin gözü önünde içerken özel bir yerde tek ba ına i emek ı f.o Fi l ARKA/Sosyulojik Dü ünmek gibi eyleri yaptıran bizatihi kültürün kaçkın, ele gelmez ve soyut olu udur. Kültür, yanıltıcı bir "töz" edinmi tir; sanki katı, ağır, baskın ve kar ı çıkılmaz bir eydir. Ba at hayat biçimlerine kar ı her türden direni i tehlikeli ve zararlı bulan ki i açısından bakıldığında, kültür pekâlâ "orada duran" gerçekliğin geri kalanından ayrılmaz bir ey olarak görünebilir. En az doğanın kendisi kadar "doğal"dır. Eğer yapıntı insanlar tarafından yapılmak ve bu yüzden insan kararı, onayı ve onu destekleme yönünde örtük rızası dı ında bir ey olmamak anlamına geliyorsa, kültürün elbette çok azı yapıntıdır. Bariz olarak insan kaynaklı olmakla birlikte, doğa gibi kültür de bireyin ufkunun ötesinde hayal meyal görünür, çetin ve eri ilmezdir. Doğa-gibj., "neyin nasıl olduğu"nu temsil eder. Hiç kimse toprak kültürü ya da bahçe kültürünün insan i i olduğundan ku ku duymazken, benzer bir hakikat "insan kültürü" durumunda gizlidir ya da en azından perdelenmi tir. Ne var ki, bu da en az önceki durumlardaki kadar hakikattir. Kendi hayatınızda "insan yapısı öğeler"e daha yakından baktığınızda, muhtemelen bu öğelerin hayatınıza iki yolla girmi olduğu dikkatinizden kaçmayacaktır; ya da, bir diğer deyi le, yapıntı, "insan yapımı" düzenin olu turulması ve sürdürülmesinin iki ayrı türden eylem gerektirdiğini söyleyebilirsiniz. Birinci tür eylem çevreye, ikincisi_ise_ bireye yöneliktir. Birincisi düzenler, bireysel hayat süreçlerinin i lediği bağlamı düzenirEkn^lkıııcisijDĐzatihi hayat sürednîfrgü"dülefM"ve"arnâçlarını' ekillendirir. Birincisi ki inin ya|adlğr^ ki, belli davranı türleri daha makul, akla yatkın ve sonuçta "diğerlerine göre seçilme ansı "daha yüksek hale gelir. Đkincisi insanı tahayyül edilebilecek sayısız ba kaları arasından belli güdüleri ve amâçlârTseçmeye yatkın hale getirir. Belirtmek gerekir ki, analitik bakînldafTayri ikftür, uygulamada ve sonuçta kar ılıklı olarak birbirlerini dı lamadıkları gibi, birbirlerinden bağımsız da değildir. Benim ve ba ka herkesin bireysel hayat süreçlerinin çevresi büyük oranda kendi güdüleri ve amaçları olan öteki bireylerin de çevresidir -ve böylelikle bireysel davranı güdüleri ve kalıplarının "normatif düzenlenmesi" çevrenin toplam düzenliliği ve kestirilebilirli ği içinde önemli bir unsurdur. Düzen, rastlantısaldık ya da kaostan, düzenli bir durum varken her eyfn'ölam'aliiası, her eyin mümkün olmaması ile ayrılır. Aklın aldignieredeyse sonsuz sayıdaki olaylar içinden, yalnızca sınırlı bir sayıda olay gerçekle ebilir. Farklı olaylar farklı ihtimal oranları ta ırlar; bazı olaylar ötekilere göre daha muhtemeldir. Yapay bir düzen, ihtimal dahilinde olmayanı zorunlu ya da kaçınılmaz hale dönü tüğünde (örneğin, yumurtalarla domuz pastırmasının neredeyse imkânsız olan birlikteliğinin düzenli bir sabah bulu masına dönü türülmesi), ba arıyla kurulmu olur. Dolayısıyla, bir düzen tesis etmek olaylardaki ihtimal payını manipüle etmektir. Aksi halde rastlantıya bağlı olarak ortaya çıkacak bazı olaylar, ba ka bazı olayların olmasını önleyecek engel dikilirken, daha muhtemel -"normal"-kıhnırlar. Bir düzen tesis etmek ayıklamak, seçmek -ve tercihler ve öncelikler olu turmak, değer biçmek- demektir. Değerler arkada durur ve er geç tüm yapay düzenlerin yapısına girerler. Böylesi her düzen, olabilirliklerin sapabileceği birçok yoldan sadece biri, tüm ötekilere tercih edilmi biridir. Bu düzen bir kere iyice yerle tiği, sağlam ve güvenli hale geldiğinde, doğal olarak bu "doğru"yu unutur, o düzeni dü ünülebilecek tek düzen olarak algılarız. Artık öyle görünür ki, ancak ve ancak tek bir düzen olabilirken, düzensizlik sonsuz bir çe itlilik gösterir. Özgün, verili bir düzen artık genelde düzenle e anlamlı olarak algılanır; bütün alternatifler hep birlikte düzensizliğin ya da kaosun çe itlemeleri sınıfına sokulurlar. Đnsan türü olarak, hepimizin düzenli bir çevre yaratmada ye onu korumakta kesin çıkarı vardır. Bunun nedeni, davranı larımızın çoğunun sonradan öğrenilmi olmasıdır. Ba arılı olan -istediğimiz sonucu aldfğimîz," ho nutluk veren, çevremizdeki insanların onayını ve övgüsünü alan- geçmi eylemlerimizi hatırlarız. Hafıza ve öğrenme kapasitesi gibi e siz maharetlerimiz sayesinde, her gün daha etkili hayat becerisi edinebiliriz; bilgiyi, becerileri, deneyimi birik-tirebiliriz. Ne var ki, hafıza ve öğrenme ancak eylemlerimizin bağlamı genel olarak sabit kaldığı müddetçe faydalı sonuçlar verir. Çevremizdeki dünyanın bu istikran sayesindedir ki ancak daha önce ba arılı olmu eylemler bugün ve yarın tekrarlanacak olsa muh164 temelen yine ba arılı olacaktır. Dü ünsenize, örneğin, trafik ı ıklarının renklerinin anlamı uyarı yapılmaksızın deği irse, nasıl bir karga a ya anır! Rastlantısal olarak sürekli kılık deği tiren bir dünyada, hıafızajve_öğremTie nime^ olmaktan_ çıkıp bir bela haline gelir. Öğrenmek, geçmi tecrübelere güvenmek tam anlamıyla intihara dönü ür. Muntazam i leyen ye bu yüzden hayatımızın çoğunu geçirdiğimiz çevrenin rahatlıkla kestirilebilir olduğu düzenli dünya kültürel tasarımın...ye Jse.çim.in..üriinüdür,..Uygun..olarak tasarlanıp yapıldığında, binalar muhtemel ısı deği melerini öyle bir sınırlar ki dayanılmaz a ırı uçlar tümden dı lanır. Yolların yayalara ve araçlara ait kısmını ayırmak yayayla hareket halindeki aracın ölümle sonuçlanacak bir kar ıla ma ihtimalini önemli oranda azaltır. Bir nehrin iki yakasını birle tiren köprü nehri geçerken ıslanma ihtimalini azaltır. Oehrin satı değeri ve kira geliri, verilen hizmetlerin niteliği bakımından farklı bölgelere ayrılması, gelip geçerken ya da yörede kar ıla ılabilecek insan çe itliliğini sınırlar. Son derece farklı ücretlerle, uçaklarda ve trenlerde birinci ve ikinci sınıf bölümlerinin ayrılması aynı ekilde muhtemel yol arkada larının çe itliliğine sınırlar getirir. Çevremizdeki dünya düzeninin kar ılığı bizatihi kendi davra-nı larımızdaki düzenliliktir. Yürürken ve araç kullanırken tümüyle farklı güzergâhları seçeriz. Đçkili bir partide okulda ders verirken ya da i toplantısında olduğu gibi davranmayız. Tatillerde ana babamızın yanında farklı, resmi bir ziyaret yapmakta olduğumuz tanımadığımız insanlar arasında farklı davranırız. Patronumuzla mı konu tuğumuza yoksa arkada larımızla mı çene çaldığımıza bağlı olarak farklı ses tonları ve farklı sözcükler kullanırız. Bir yerde söylediğimiz ama ba ka yerde sakındığımız sözcükler vardır. Aleni yaptığımız eyler yanında yalnızca bizi gözleyenlerin olmadığından emin olduğumuzda yaptığımız "özel" eyler de vardır. Dikkate değer olan ey, bir an için "uygun" bir tutum benimserken, kendimizi tıpkı bizim gibi davranan ba kalarının yanında bulmamızdır; bir kural olarak görünen eyden kopu lar da olur ancak bunlar çok seyrek l ir - sanki görünmez bir tür ip hepimizi benzer bir biçimde sannı.'jlır. Eğer a ırıp bu davranı ın uygun olmadığı ko ullarda belli bir bağlama yakı mayacak ekilde davranırsam, muhtemelen utanacağım ya da kendimi suçlu hissedeceğim. Bana pahalıya patlayan bir hata i lediğimde -örneğin, i imi kaybettiğimde ya da terfi alamadığımda, öhretime leke sürdüğümde, değer verdiğim bir ki inin sempatisini kazanmayı ba aramadığımda ya da kaybettiğimde- pi manlık duyarım. Diğer bazı durumlarda ise -sanki gizli kalmasını hatta her eyden önce doğru olmamasını istediğim "gerçek benliğime" ili kin gizli bir gerçeği açık etmi gibi- utanç duyabilirim. Ho olmayan sonuçlar doğurmu bir tutumdan pi manlık duymanın tersine, utanma duygumda hesaplanmı ya da aslında rasyonel hiçbir yan yoktur. Bu duygu pek dü ünmeksizin ortaya çıkmı tır. Utanç, bir karı tırmaya, ayrı tutulması gereken eyin a ırılmasma, gözetilmesi ve korunması gereken bir ayrımın çiğnenmesine kar ı otomatik bir tepkidir. Denebilir ki, utanç böylesi bir karı tırma -farklılıkların ihmal edilmesi- kar ısında (kültürel olarak öğrenilmi ) bir savunmadır. Utanç, davranı larımızı doğru (yani, kültürel olarak belirlenmi ) çizgide tutmanın aracı olarak dü ünülebilir. Oimdiye kadar yazdıklarımızdan, kültürün -bu yapay düzen kurma i inin- çoğu kez aksi halde birbirlerinden pek ayrı dü ünülmeyecek olan eyler ya da eylemler arasında ayrımlar yapmak, farklıla tırmak, bölmek, parçalamak suretiyle ba arıldığı açık olsa gerek. Bir çölde, insan etkinliğinin girmediği ve insani amaçlara uzak bir yerde, birinin toprak parçasını diğerininkinden farklı kılan ne i aretler ne de çitler vardır; bir hayvan gübresi tamamen ötekine benzer, kendi ba ına bir anlamdan yoksundur, onu bir diğerinden ayıracak hiçbir ey yoktur. Meskun olmayan çöl âdeta biçimsizdir. Öte yandan, kültür çalı masına konu bir çevrede, tekbiçim, düz bir toprak yüzeyi bazı insanları çekerken diğerlerini iten alanlara ya da yalnızca ta ıt araçları ve yalnızca yayalar için uygun eritlere bölünmü tür; dünya bir yapıya kavu mu tur. Đnsanlar üstler ve astlara, otorite sahipleriyle sıradan ki ilere, konu anlarla dinleyen ve dikkate alanlara bölünmü tür - ve bütün bunlar fiziksel yapılarındaki ya da zihinsel çerçevelerindeki "doğal" farklılıklar ya da benzerliklere bakılmaksızın, ya da onların savunusu için, yapılmı tır. Zamanın tekdüze akı ı kahvaltı, kahve molası, öğle yemeği, be çayı ya da ak am yemeği dilimlerine bölünmü tür. "Fiziksel" bile imleri bakımından benzer ya da tıpatıp aynı toplantılar bile, bir seferinde seminer, ba ka seferinde konferans, bir diğer seferinde ise ziyafet olarak ayrılır. Yemek yenmesi, çaylar gibi ayrı olaylar halinde farklıla tırılır: TV atı tırmaları ya da mum ı ığında yenen ak am yemekleri. Bu ve benzeri ayrımlar, göründüğü^ kadarıyla, iki, alanda birden yapılabilir, JBjrincisi,, eylemin gerçekle tiği ^diuıxajlın_bjçiiTii'ldjr^ Đkincisi ise eylemin^endisidir. Dünyanın parçaları zamanın akı ını ayrı tırarak belirlenen dönemlere göre kendi içlerinde olduğu kadar birbirleriyle de farklıla tırılmı tır (aynı mekân sabah okul, ak am da bir balo salonu, bir oda gündüz çalı ma odası, gece yatak odası olabilir; ikisi de süreç içinde nitelik deği tirmi tir). Aynı ekilde, eylemler de_farklıla tınlır. Masadaki tutum tamamen masada nelerin olduğuna ve kimlerin oturduğuna bağlı olarak deği ir. Hatta sof-: ra adabı -yemek yerken nasıl davrandığımız- bile yemeğin resmi yemek, alı ıldık bir aile yemeği ya da sadece dostlar arasında bir ziyafet olup olmadığına göre farklılık gösterir. Yine, iki alanı (bağlam ve eylem, dı sal ve içsel, nesnel ve öznel) ayırmanın bir.soyutlama ürünü olduğunu belirtelim. Teorik olarak ayrılmı iki alan gerçekte birbirinden bağımsız değildir. Nasıl akı olmadan bir nehir, esinti olmadan rüzgâr olamazsa, yemeğe katılanların resmi bir biçimde davranı ları olmaksızın resmi yemek ya da baloya özgü ruh haliyle dansçılar olmaksızın balo da olmayacaktır. Bir dersi ders yapan öğretmenlerle öğrencilerin belli bir davranı tarzıdır. Teorik olarak birbirinden ayrı iki alan pratikte kopmaz bağlarla bağlıdır -iki ayrı kendilikten çok bir madalyonun iki yüzüdürler. Biri olmadan öteki olamaz. Ancak aynı anda ve birlikte var olabilir ve varlıklarını koruyabilirler. Kültürel olarak yaratılan düzenin özünü olu turan ayrımlar, aynı anda ve paralel, e güdümlü ve e zamanlı bir biçimde eylemin bağlamını ve kendisini etkiler. Denebilir ki, çevremizdeki dünyada belirlenen zıtlıklar faillerin davranı larındaki farklıla manın kopyasıdır ve zıt davranı kalıplarının yerle mesi çevremizdeki dünyanın içsel bölünmelerinde yansır. Hatta bir adım daha ileri gidip davranı ın farklıla masının çevrenin farklıla masının özünü ya da anlamını olu turduğu -ya da tersisöylenebilir. Bıı e güdürnjiülüğui .ifade; etmenin, bir .diğer.yolu., hem kültürel olarak örgütlenmi sosyal dünyanın hem de kültürel olarak eğitil-mi TiîOyTeriiı davranı ının da yapıntı -yani,.,zıtll.kJarm.^ardırnıyla, ayn_day_ranı§laı•gerektirenı farklı sosyal bağlamlarla ayrı sosyal. bjığlarnla£a_uj^gun_farkh davranı kalıplarının "eklemlenmesi"- ol-dujclann^ dahajeknik_bir deyj le^ biçimli olduklmm). jöylernektir. Davranı tarzlarında ne zaman bir zıtlık dikkatimizi_çekse (örneğin, daha Önce" değindiğimiz resjııi ve..gayri.resmi davranı ın birbirinden ayrılması),,Jıemen^hiç; çekinmeden bu^ayrL tarzların hayat bulduğu sosyal bağlamda da benzer bir zıtlığın meycut olduğunu_-ya da tersini- tahmin edebiliriz. Bu a ırtıcı "örtü me^yi, sosyal gerçekliğin yapılan ile kültürel olarak belirlenen davranı ın yapılarının denklTğmı temin eden düzeneğe küĐiürief kotl^denirrBeTki sizin de artık tahmin ettiğiniz gibi, kod her eyden önce bir zıtlıklar sistemidir. Gerçekte bu sistemde zıt olan ey, faillerin davranı ı ile bu davranı ın sağladığı sosyal olu umu birbirine bağlayan i aretlerdir -farklı renk ı ıklar, elbisenin parçalan, yazılar, sesli ifadeler, tonlamalar, jestler, yüz ifadeleri, kokular vb. gibi görünür, duyulabilir, dokunulabilir, koklanabilir nesneler ya da olaylardır. Đ aretler âdeta aynı anda iki yönü -faillerin niyetlerini ve faillerin eylem yürüttükleri verili sosyal gerçeklik kesimini- gösterirler. Ne biri ne de öteki bir diğerinin yansımasıdır. Ne biri ne de öteki asli ya da talidir. Tekrarlayacak olursak, ikisi de, aynı kültürel kod zemininde, ancak birlikte vardır. Örneğin, bir resmi kurumun kapısına çakılmı "girilmez" tabelasını dü ünün. Böyle bir tabelanın kural olarak yalnızca kapının bir yanında ve tabelanın göründüğü kapının genellikle kapalı olduğu dikkatinizi çekmi tir (kapının açılması imkânsız olsaydı, bu tabelaya pek ihtiyaç duyulmazdı). Dolayısıyla bu tabela, "kapının nesnel durumu" hakkında bilgi vermekten çok, aksi halde gerçekle meyecek olan bir durum yaratmayı ve o durumu sürdürmeyi 168 amaçlayan bir emirdir. Aslında "girilmez" sözcüğüyle yapılan ey kapının iki yanı, zıt yanlardan kapıya yakla an iki insan türü ve bu insanlardan girmeleri beklenen ya da girmelerine izin verilen iki davranı türü arasında ayrım yapmaktır. Kapının tabelalı tarafının arkasında kalan alan kapıya tabela tarafından yakla an insanlara yasaklanmı tır ancak öteki taraftaki insanlar için ise böyle bir kısıtlama getirilmemi tir. Đ aret özellikle bu ayrımı gösterir. Đ aretin ba ardığı, aksi halde tektip insanlar arasında aynı ekilde tektip kalacak olan bir alanda bir ayrım yapmaktır. "Đnsan kültürü", insan bireylerin eğitimi, kültürel kodun bilgisini vermekten -i aretleri okuma yetisi ve onları seçme ve sergileme becerisi kazandırmaktan- ibarettir. Uygun olarak kültürlenmi tüm ki iler hataya dü meksizin içine girdikleri bağlamın istek ve beklentilerini tespit edebilir ve kendi tavırlarının uygun kalıbını seçerek ona yanıt verebilirler. Tersinden söyleyecek olursak, kültürel bakımdan eğitimli tüm ki iler, hataya dü meksizin, yaratmaya niyet ettikleri türden bir durumla sonuçlanma ihtimali yüksek bir davranı tarzını seçme yetisine sahiptir. Kodu "bilen" kimseye aynı zamanda iki yönden mesaj verilir. Bir kav aktaki trafik ı ıkları bu iki yönlülüğe iyi bir örnek olu turur. Kırmızı ı ık sürücüye önündeki yolun kapalı olduğunu bildirir. Bu ı ık aynı zamanda sürücüleri araçlarını durdurmaya da sevk eder ki böylelikle önündeki yolu o yönden gelen trafiğe gerçekten kapatır ve çapraz yolu açan ye il ı ığın verdiği bilgiyi doğrular. Elbette kod ancak verili bir olu um içindeki tüm ki iler benzer bir kültürel eğitimden geçmi lerse i görür. Bu ki ilerin hepsi kültürel kodu okumasını öğrenmi olmalı ve onu benzer biçimde kullanmalıdırlar. Aksi halde i aretler i aret olarak görülmeyecektir -okura temsil etmeyi amaçladıkları nesneleri ya da davranı mesajını veremeyecektir; ya da eğer okunsa bile farklı, belki de çeli kili bir biçimde okunacaktır. Çe itli okurların eylemleri çizgi dı ına çıkarken, niyet edilen e güdüm gerçekle meyecektir (eğer bazıları kırmızı ı ığı yanlı okusalardı ya da bazı sürücüler arabaları önüne kırmızı ı ıklar, arkasına da beyaz ı ıklar taksalardı kav aklarda ira-fiğin halini dü ünebiliyor musunuz?). Bir okula ya da resmi daiır ye ilk defa giren kimse ya da tatilde uzak bir ülkeyi ziyaret eden kimse mutlaka bu tatsız gerçeği deneyimlerinden öğrenmi olsa gerek. A ina olduğumuz çevrenin, kendi evinde olmanın verdiği rahatlık duygusu özellikle yerel olarak kullanılan kültürel kodun bilgisinden gelir, bu bilginin çevredeki herkes tarafından payla ıldığına dair güven veren ve iyi bir nedeni olan beklentiyle peki ir. Dolayısıyla, kodu bilmek i aretlerin anlamını anlamak, i aretle.•TfltOTSp^'fiJ'fiF"''"'1''**1™"-1 —-'••-•--.,._ _ .., -_ ., .._ ........ ------ • --• -- '-' "' ""' ''-'-'•'• = -'• ••• -—-._..i_ . . ... n n anlamını anlamak isei aretin_ ortayaı çıktığı yerde bir durumu nasıl sürdüreceğini ye i aretleri böyle bir durum ortaya çıkması için nasıl kullanacağını bilmek demektir. Anlamak etkili bir biçimde eylem yapabilmek ve böylelikle durumun yapıları ile kendi davranı ı arasında e güdüm sağlamaktır. Anlayı ikili bir seçimi anlatır. Đ aret, onu okuyabilen ki iye, özel türden bir ortam ile özel türden bir davranı arasındaki bağı gösterir. Sıklıkla, bir i areti anlamanın onun anlamını kavramak olduğu söylenir. Ne var ki, bu "anlamı kavrama"yı bir dü ünce, kafada zihinsel bir imge uyandırma olarak dü ünmek hatalı olacaktır. Bir dü ünce (i aretin içeriğinin sözlü "açınımı"; i aretin kafanızda bir tür "sesli yorumu" -örneğin, bu bir kırmızı ı ıktır ve bu bir dur emri demektir) aslında i aretin görüntüsüne ya da sesine e lik edebilir; ancak bu anlamak için ne zorunlu ne de yeterlidir. Bizatihi anlayı gibi, anjam^kavramak nasıl ilerleneceğini bilmekten ba ka bir. ey değildir. Buradan, bir i aretin anlamının söz geli i onun varlığının ya da yokluğunun yaptığı farklılıkta yattığı sonucu çıkar. Ba ka bir ifadeyle, anlam i aretin öteki i aretlerle ili kisinde -zıtlığında- yatar. Bir i aretin anlamı burada imdi olan durumla olabilecekken olmamı öteki durumlar arasındaki ayrımdır; daha açık söylersek, bu tek durumla tüm ötekiler arasındaki ayrımdır. Çoğu zaman -aslında her halde en basit durumlar dı ında- i aret bu ayrımı açıklamaya ve, her eyden önce, onu "saptama"ya yetmez. Diyebiliriz ki, i aret bazı kereler o durumu seçip ayırmaya, onu bütün ilgililerin dikkatine sunmaya, onları doğru davranı ı seçmeye zorlamaya ve böylece niyet edilen duruma aslında gelinmesini sağlamaya yetecek kadar bilgi içermez. Bir i aret yanlı okunabilir ve eğer böyle bir yanlı okuma gerçekle irse, hatayı düzelte170 çek hiçbir ey olmayacaktır. Örneğin, bir askeri üniformanın görüntüsü bize Hiç ku kuya yer bırakmayacak biçimde önümüzde duran ki inin silahlı kuvvetlerin bir üyesi olduğunu anlatır; çoğu sivil için, bu bilgi kar ılık "kurgulamak" için gayet yeterli olacaktır. Karma ık güç hiyerar ileri ve görev bölümüyle, silahlı kuvvetlerin öteki üyeleri için, üniformanın verdiği bilgi yeterli olmayacaktır (bir albayla ba ka bir onba ıyla çok ba ka biçimlerde ili kiye girilir). Bu yüzden, eksik bilgi vermemek için, bizatihi askeri üniformadan ba ka bir ey olmayan ilk ve genel i aretin üzerine rütbe gösteren i aretler "takılır". Ne var ki, bu dikkate değer tek ey değildir; askeri üniformalar üzerindeki verili bir rütbeyi gösteren i aretler genel olarak verili bir durumu ku kuya yer bırakmaksızın belirlemek için gereken bütün bilgiyi sağlamak için mutlak anlamda zorunlu olacak olandan daha büyük miktarlarda görünür. Onba ıyla albayı bir çift kar ı i aretten fazlası ayırır: Üniformaları farklı kesilmi tir, farklı kuma tan yapılmı tır, düğmeleri farklı metaldendir, kollarında ve omuzlarında tamamen farklı biçimlerde i aretler vardır. Bu i aret fazlalığına, öteki i aretler tarafından zaten verilmi bilgiyi ancak çoğaltan bu yeni karjıthklara, tekrar diyebiliriz. Tekrar, herhangi bir kültürel kodun uygun i lev görmesi için çok elzem görünüyor.JDenebilir ki tekrar, hatalar kar ısında bir sigorta, müphemliğin tamamen ortadan kaldırıldığından ve yanlı yorumun olmayacağından emin olmak için gerekli bir araçtır. Tekrar yoksa, tek bir i aretin tesadüfen çarpıtılması ya da gözden kaçırılması yanlı davranı lara yol açabilir. Düzenin tamamı açısından, i aretlerin verili kar ıtlığı tarafından sağlanan bilginin önemi arttıkça, tekrar beklentisi de artar. Tekrar aslajsraf değildir. Tersine, tekrar kültürün düzen üretme etkinliğinde vazgeçilmez bir unsurdur. Tekrar^ata^.yapma,.-3!a/^ıj^anĐarnaiehli]cesini azaltır; anlamın tam olarak istendiği gibi yorumlanmasını sağlar. Ba ka bir ifadeyle tekrar, Icültüref kodun bir ileti im.-yani, davranı ın kar ılıklı e güdü-mü-"'aTacr olarak kullanılmasını mümkün kılar. Özetleyecek olursak, anlamlı olan, tek ba ına i aretler değil, i aretler arasındaki 7<ar- ftliktır_. J^unu|^ anj^^ ve "anla ılacak anlamların i aretler sisteminde -bir bütün olarak kültü rel kodda, i aretle göstergesi arasında olduğu varsayılan özel bağ-ĐânTrdâTclegil, yaptığı ayrımda- yattığıdır. Đ in aslı, böyle bir özel bağlantı hiç var olmamı tır (bir i aretle temsil ettiği ey arasında doğal bir bağlantının olduğu izlenimi bizatihi kültürün bir ürünü, kodun öğrenilmesinin bir sonucudur). Dünyanın parçalan ya da yol açtıkları eylemlerimizin_rjarçalarıyla,Jli kisi açısından, i aretler kevfidir. Đ aretler bu parçalar .tarafından güdülenmemi tir; onlarla kÜltüreLkod tarafından i aretJere^atfediJen gösterge i levi dı ında bağlantısı yoktur. Bu keyfilik niteliği, kültürel olarak üretilmi i aretleri (insan yapımı bütün i aretleme sistemini) doğada bulunabilecek her tür eyden ayırır; kültürel kodun gerçek anlamda öncesi yoktur. Bilgimizi doğal olgulardan elde ettiğimizi söylerken, sıklıkla doğa kendisi hakkında bizi "bilgilendirdiği" ve içerdiği bilgiyi çıkarmak için yorumlanmak zorunda olan "i aretler"! kastederiz. Böylelikle, pencere camından süzülen su damlalarını görür ve "Yağmur yağıyor" deriz; bu damlaları yağmurun i aretleri olarak görürüz. Ya da ıslak bir kaldırım gözümüze ili ir ve yağmurun yağıyor olması gerektiği sonucuna varırız. Elimi çocuğun alnına koyar ve olağanüstü sıcak olduğunu anlarsam, "Hasta olsa gerek, doktor çağıralım", derim. Oehir dı ında yaptığım bir yürüyü esnasında, yol boyunca belli bir ekildeki izlere dikkat ederim ve yaban tav anlarının, hem de oldukça fazla sayıda, ortaya çıkmaya ba ladıklarını dü ünürüm. Bütün bu örneklerde, gördüklerim ya da hissettiklerim göremeyeceğim bir ey hakkında bilgi verir - ve i te i aretin genellikle yaptığı da tam olarak budur. Ne var ki, bu gibi i aretlerin karakteristik özelliği, daha önce tartı tığımız kültürel i aretlerin aksine, hepsinin belirlenmi -yani, kendi nedenlerinin sonuçları- olmalarıdır. Đ te. bu nedenlerden ben içerdikleri bilgileri "okurum". Yağmur pencere camına ve kaldırımlara su damlaları gönderir; hastalık vücut sıcaklığını deği tirir, ve alındaki ate i yükseltir; kumlu bir yolda ko an yaban tav anları özel bir ekilde ayak izleri bırakır. Bir kere bu tür nedensel bağlantıları biliyorsam, gözlediğim etkilerden hareketle "görünmez" nedenleri kurgularım. Kafa karı ıklığına yol açmamak için, akılyürütme sürecinde (keyfi olandan 172 • farklı olarak) nedensel olarak belirlenmi ipuçlarından bahsederken, belki i aretler yerine belirlilerden ya da semptomlardan söz etmek daha iyi olacaktır (ve böylece bir yağmur damlası yağmurun bir kanıtı, ate basmı bir alın hastalığın bir belirtisi olur). Ne var ki, kültürel_ i aretler söz konusu olduğunda, bu tür nedensel bağlantılar yoktur. Yağmur yolda ayak izlerine neden olamayacağı gibi, yaban tav anları suyun pencereden a ağı akmasına neden olamaz: Sonuç ile nedeni arasında bire bir ili ki vardır. Ancak kültürel olarak belirlenmi çe itli ayrımlar, her türden biçimin her türden i aretleri tarafından gösterilebilir. Đ aretler ile temsil ettikleri arasında nejıedensel bir bağlantı ne de bir benzerlik vardır. Eğer verili bir kültür içinde, cinsler arasındaki ayrıma vurgu yapılıyorsa, bu sayısız biçimde gösterilmi olabilir. Cinse özgü modalar (yani, giyilen elbiselerin, yapılan makyajın, yürüyü ün, kullanılan sözcüklerin, hal ve tavrın görünü ü ve biçimi) zamanla ve bir yerden bir yere kökten deği ebilir, yeter ki erkeğe ve kadına özgü versiyonları korunsun. Aynı ey, (çeli kili bir biçimde, bazen bir ku ağın giyimleri ya da saç biçimleri ile cinsler arasındaki ayrımcılığa kar ı çıkı ında ifadesini bulabilen) ku aklar, resmi ve gayri resmi bağlamlar, (cenaze törenleri gibi) matem zamanlan ve (düğünler gibi) ne eli zamanlar arası ayrımlar için de geçerlidir. Kültürel i aretler görünür biçimlerini özgür olarak deği tirebilirler ancak arasındaki kar ıtlık her deği imde sürdürülür ve yeniden olu turulur öyle ki, ayırma i i -i aretlerin tek i i- layıkıyla sekteye uğramadan yerine getirilir........... Gelgeldim^keyfilik demek her zaman tam seçme özgürlüğü demek değildir. Đ aretlerin en özgür olanı, kendi kültürel ayrımcı i levlerini yerine getirmekten ba ka i yapmayan ve insan ileti iminden ba ka bir ihtiyaca yanıt vermeyen i aretlerdir. Bunlar her eyden önce dilin i aretleridir. Dil özellikle ileti im i levi gören bir i aret sistemidir. Bu yüzden,^ dilde (ve yalnızca dilde) i aretlerin keyfiliğinin sınırı yoktur. Bütün insanların çıkarabildikleri sesler sonsuz sayıda tamamen keyfi biçimlerde dönü üme uğratılabilir, yeter ki gerekli kar ıtları üretmekten bıkmasınlar. Çe itli dillerde, aynı kar ıtlıklar oğlan ve kız, boy ve gir], garçon ve fille, Knabe ve Madchen olarak birbirlerine benzemeyen çiftlerin yardımıyla kurulabilir. Ancak özgürlük (izin verilebilir keyfilik oranı) çoğu ba ka i aret sistemlerinde dilde olduğu kadar tam değildir. Đleti im, i levlerini yerine getirirken, dil dı ında bütün sistemler öteki insan ihtiyaçlarıyla da yakından ili kilidir ve bu yüzden öteki i levler tarafından bağlanmı tır. Örneğin, giyecekler keyfi i aretlerle doludur ama aynı zamanda ani hava deği imlerinden etkilenmememizi sağlar, vü-cut ısfsıriîlcorür, derinin"'haissas'parçalârı için ek koruma sağlar ve bağlayıcı namus standartlarını ayakta tutar. Bu öteki i levlerin çoğu kültürel olarak da düzenlenmi tir (örneğin, derinin hangi parçalarının "hassas" kabul edileceği ve korunma ihtiyacında olduğu büyük oranda bir kültür meselesidir; ayaklan değil de göğüsleri kapatma ihtiyacı ya da tersi gibi ayakkabı giyme ihtiyacı da kültüreldir) ancak bunlar sırf ileti im ihtiyaçlarına hizmet etmezler; etek ve çoraplar göstergeler olmakla birlikte, vücudu da sararlar. Aynı ekilde, çe itli türden yemeklerin ve besin maddelerinin gösterge olarak anlamları ne kadar zengin ve kesin olurlarsa olsunlar, insan sindirim sisteminin özgünlükleri yerinde durduğu müddetçe her eyin yenebilir olamayacağından, kültürel ayrımları ifade edebilecek materyallerin sınırları vardır. Dahası, resmi ya da gayri resmi, çay ya da yemek, bir araya geli in özel doğasına i aret etme dı ında besleyici maddeler sağlamalıdır; bu nihayetinde bir beslenmedir. Đnsanın konu ma kapasitesi sırf ileti im maksadıyla kullanılırken, ileti imin öteki araçları semiyotik (anlam ta ıma ve aktarma) i levle birlikte ba ka ihtiyaçları da kar ılar. Onların kodu adeta, asıl olarak ileti imsel olmayan, öteki i levlerin yüzeyine kazınmı tır. Đleti im i levlerinde (ortaya çıktıkları durumu yapılandıran anlamlı nesneler ya da olaylar olarak) i aretler her zaman keyfidir. Ama i in tuhafı, "doğru dürüstjdiltürlenmi " insanlara -verili bir kültureT kod TaraTmdan biçimlenmi dünyada kolaylıkla ve hata yapmaksızın hareket edebilen insanlara- bu i aretler hiç de keyfi görünmez. Tikel bir dil içinde yeti mi herkes için, bir sözcüğün sesi ile bu sözcüğün gösterdiği nesne arasında bir tür doğal, zorunlu bağ varmı gibi görünür -sanki isimler doğal olarak nesnelere aittir 174 ve nesnelerin büyüklüğü, rengi ya da esnekliği ile birlikte onların nitelikleri listesine kaydedilebilirler. Öteki ileti im araçlarına kazınmı biçimlerin keyfi özelliği tamamen dikkatimizden kaçabilir; giyecekler giymek için, yiyecekler yenmek için ve ta ıt hurdan oraya gitmek için vardır. Giyilme ya da tüketilmeye ek olarak giyecek ya da yiyeceğin farklı insanlar ve onların halihazırda oynadıkları farklı roller arasında ayrım da yaptığını; "yenecek eyler" ya da "giyilecek eyler"in aynı zamanda özel bir "tertip" ve yapay sosyal düzen, yaratılması ve yeniden üretilmesine de hizmet ettiğini far-ketmek güçtür. Bu tür bir körlük, aslında, kültürel oyunun parçasıdır. Kültürel olarak biçimlenmi eylemlerin özsel olmayan (yani, verili bir etkinliğin görünür içeriğiyle ili kisiz), düzen kurma i levinin ne kadar az ayrımında olursak, bu eylemlerin ayakta tuttuğu düzen o kadar güvende olur. Kültür en çok doğa kılığına büründü-ğünde etkilidir. O zaman yapıntı olan ey bizatihi "e yanın tabi-atı"ndan kaynaklanan, zorunlu ve vazgeçilmez görünür; insan kararıyla deği tirilmesi mümkün olmayan bir eye dönü ür. Kadınlarla erkeklerin (elbiseleri, oyuncakları, oynanan oyunları, arkada lıkları, cesaretlendirildikleri ve cesaretlerinin kırıldığı ilgi alanları ya da bo zamanları geçirme biçimleri vb. ile doğdukları andan ba layarak hayat boyu süren kültürel olarak esinlenmi ve sürdürülen) son derece farklı sosyal konumları ve farklı muameleye tabi tutulmaları, bir kere hayatın içindekiler cinsler arasındaki sosyal ayrımın bir biçimde önbelirlendiğini, insan bedeninin psikolojik yapısı gereği, "doğal" olduğunu kabul ettiklerinde,-gerçek anlamda yerle ir ve güvenli hale gelir - ve böylelikle, ister konu ma ve yürüme tarzı, ister kullanılan dil isterse duyguları dile getirme (ya da getirmeme) tarzında olsun, gereği yerine getirilir ve yapılan hemen her eyde dı a vurulur. Kadınlar ve erkekler arasında kültürel olarak üretilmi sosyal farklılıklar, kadın ve erkek cinsel organlarındaki ve üreme fûnksiyonlarındaki biyolojik farklılıklar kadar doğal görünür. Yapıntılık, yaydığı normların uzla msal niteliği (bu normların oldukları halinden farklı olabilecekleri gerçeği) açığa çıkarılmadıkça, kültür çok ba arılı bir biçimde, hiçbir sorunla kar ıla maksı zın doğa kılığına girebilir. Ve herkes aynı türden kültürel eğitime tabi tutulmakta ise herkes aynı normları ve değerlen içselle tirmi ve onlara sadık kalıyor ve bilmeden de olsa, günlük hayatında bu sadakatini göstermeyi sürdürüyorsa, yapıntılık büyük bir ihtimalle açığa çıkmayacaktır. Ba ka bir ifadeyle, alternatif uzla ımsal düzenler görülmediği ve bilinmediği müddetçe, kültür doğa gibi görünmeyi ve davranmayı sürdürür. Gelgelelim, ya adığımız türden bir dünyada bu pek mümkün değildir. Kural olan tersidir. Hemen hepimiz çok sayıda farklı hayat tarzlarının olduğunu biliriz. Çevremizde bizden farklı giyinen, konu an, davranan ve bizimkinden bariz olarak (ya da bize göre bariz olarak) farklı normlara uyan insanları görürüz. Ve böylelikle her hayat tarzının son tahlilde bir seçim meselesi olduğunun tamamen ayrımına varırız. Đnsan olmanın birden fazla yolu vardır. Pratik olarak her ey bizim yaptığımızdan farklı bir yolla yapılabilir; tek ba ına hiç bir yol kaçınılmaz değildir. Bunların her biri bir kültür, bir eğitim gerektirse bile, eğitimin zorunlu olarak bu yönü değil de u yönü göstereceği, bu değil de u seçimin yapılacağı ilk elden kesin değildir. Biliyoruz ki, tek bir kül-_ tür değil, kültürler vardır. Ve eğer kültür, çoğulluğu içinde dil iinü-lefjilîrse,""döga~pb"i kabul edilemez. Hiçbir kültür doğa gibi ko ulsuz itaat bekleyemez. Đ ini bazen taban tabana zıt, birçok ba ka hayat tarzları e liğinde yürütmekle birlikte, kültür insan davranı ını ve dü üncesini, tam anlamıyla evrensel ve rekabetten uzak olması halinde olabileceği kadar, pençesine alamaz. Kültürün hedeflediği (her kültürün o nihai "amacı" olan) düzenin gerçekten güvenli olamayacağı gibi, biz de, kültürel eğitimin nesneleri, "kültürlenmi " insanlar da güvende olamayız. Kültürel eğUrrnimiz_sayesinde; kotarılan düzen son derece kırılgan ye savunmasızdır. Ö olası çok sayıdaki düzenden yalnızca biridir. Onun doğru düzen ojup_ûlmadığından emin olamayız. Hatta onun birçok alternatifinden daha iyi olup olmadığını da bilemeyiz. Onu dikkatimizi çelmeye çabalayan öteki düzenlere neden tercih etmemiz gerektiğini bilmeyiz. Biz ya adığımız hayat tarzına sanki dı ardan bakarız, sanki biz evimizdeki yabancılarız. Ku ku duyarız ve sorular sorarız. XçıklamaTârâ"ve güven tazelemeye ihtiyaç duyarız -ve bunları talep ederiz. Belirsizlik pek ho bir durum değildir. Bu yüzden, belirsizlikten kaçı çabalarına oldukça sık rastlanır. Kültürel eğitimin verdiği normlara uyma baskısı bu yüzden genellikle, ürünleri -alternatif düzenler- kadar öteki kültürlerin normlarını gözden dü ürme ve kötüleme gayretleri ile birlikte yürütülür. Öteki kültürler bir kültür yokluğu -"medeniyetten nasibini almamı ", kaba, tuhaf ve acımasız varlık biçimi, insandan çok hayvanlıkolarak gösterilir. Alternatif olarak, bu kültürler bozulmanın bir ürünü -ınarazi, sıklıkla patolojik, "normaF'den kopu , bir sapma, sapkınlık ya da anormallik- olarak resmedilir. Eğer öteki hayat biçimleri kendilerine göre, tam ve geçerli kültürler olarak kabul edilseler bile, tuhaf, bayağı ve ne olduğu anla ılamayan bir tehdit olarak gösterilecektir; onlar belki öteki, daha az itina gösterilecek insanlar için kabul edilebilir ancak kesinlikle bizim gibi farklı insanlar için kabul edilemez. Bu ve benzeri bütün tepkiler çe itli zenofobi (yabancı korkusu) ya da hetero-fobi (farklılık korkusu) biçimleridir. Bunlar yalnızca ortak kültürel kod ile sağlanan kırılgan ve istikrarsız düzeni savunma -miipheın-likle mücadele- yöntemleridir. Denebilir ki, "b]z" i.le "onlar", "burası" ile "orası", "içerisi" ile "dı arısı" "yerli" ile "yabancı" ayrımları kültürlerin kurduğu ve sürdürdıiğiTen önemli farldılıklardan bâzılârıdıK Yapılan bu ayrımlarla, kültürler, kendi bölünmez "düzenleri için hak talep ettikleri ve her tür rekabetten korumak istedikleri alanın sınırlarını çizer. Öteki kültürlere ancak uzakta kaldıkları müddetçe -yani, bütün alı veri in engellenmesi ya da bunun sıkı bir biçimde kontrol edilen bir alanla ve ritüelle mi bir biçimle sınırlandırılması ko ulunda- ho görü gösterilebilir: Örneğin, "yabancı" dükkânlar ve lokantalarla ticari ili kiler; "yabancılar"ın, itiraf edildiği gibi gerektirse bile, asgari etkile im gerektiren ve hayatın ba ka alanlarına bula masına izin verilmeyen, el emeğine dayalı i lere yerle tirilmesi; "yabancı" kültür ürünlerine, "normal" günlük hayattan ayrı, belli bir mesafede tutulan bo zamanlarda, eğlence ve ho vakit geçirme araçları olarak, bir müzeyle, bir sahneyle, bir ekranla ya da bir konserle sınırlanmaları halinde hayranlık duyulabilir. Kültürel etkinliğin bu eğilimini betimlemenin ba ka bir yolu, kültürün kural olarak hegemonya -üzerinde kendine özgü düzenlerinin dikildiği normların ve değerlerin tekeli- amaçladığını söylemektir. Kültürler hegemonyalarını kurdukları alanda tektipliliği hedefler ama aynı zamanda bu alanla insan dünyasının geri kalanını kesin çizgilerle ayırır. Bundan dolayı, kültürler, yapılan gereği hep yaptıkları gibi, bir seçimi tüm diğerlerinin üzerine çıkararak hayat biçimlerinin e itliğine kar ı çıkar. Kültür genelde ötekileri kendi dinine çevirme amaçlı (misyonerce) bir etkinliktir.jDnun amacı dön.diimıe^ne^&siKi~'tsk[âd&Ûenm ve inançlarını terk etmeye ve yerine ba kalarını benimsemeye ikna etmektir. Kültürün delici ucu, "yabancı etkiler"in ürünü olarak görülen sapkınlığa (heretikliğe) çevrilmi tir. Sapkınlık öfke doğurur çünkü içerideki düzeni keyfi ve bir seçim meselesi olarak savunmasız bırakır ve böylelikle tekelci otoritelerini zayıflatarak egemen normların kıskacını gev etir. Birden fazla kültürel düzenlemenin etki alanlarını belirleyen bariz sınır çizgileri olmaksızın yan yana (yani, kültürel çoğulculuk ko ullarında) var olduklarında, kar ılıklı ho görü tüm yakıcılığıyla ihtiyaç duyulan, ama öyle kolayca ortaya çıkmayan bir tutumdur. 178 F12ARKA/Sosyolojik Dü ünmek IX Devlet ve millet Muhtemelen önünüze bir form uzatıldığı ve kimliğiniz hakkında bazı bilgileri yazmanız istendiği anlar ya amı sınızdır. Büyük bir ihtimalle, her formda ilk olarak adınızı yazmanız istenmi tir. Sizden yazmanızı istedikleri ki isel adınızdır (ailenin öteki üyeleriyle payla tığınız soyadınız ve sizi kan bağınızın olduğu diğer ki ilerden ayırmak için yalnızca size verilmi bütün öteki adlarınız); bu sizi öteki hiç kimseye benzemeyen e siz, tekrarı olmayan bir birey olarak yalnızca sizi gösteren, bu formu dolduran tüm ötekilerden ayrı yere koyan bir isimdir. BjrJ^^imli^iniz^tejpi^e^dikten sonra, ardından gelen sorular ise tersine^ ötekilerle payla tığınız özellikleri belirlemeye," sizi" "daha geni kategorilere yerle tirmeye "gayret eder. Formu düzenleyen her kimse sizin bu kategorilere (cinsi yet, ya , eğitim durumu, meslek, oturduğunuz yer) üye olup olmadığınızı öğrenerek, imdiki konumunuz ya da muhtemel davranı ınız açısından ki iliğinizin belli bir öngörü değeri ta ıyabilecek özellikleri hakkında bilgi almayı ummu olsalar gerek. Formu kaleme alanlar her eyden önce elbette formu tasarlayan örgütün ve formun sunulacağı ki ilerin maksadı açısından anlamlı olan ya da olabilecek konumunuzla ilgilidir (örneğin, eğer bu bir kredi kartı ya da bir banka borcu için ba vuru formuysa, istenen bilgi banka yöneticilerinin size ne kadar kredi verilebileceğini ve size verilen bir borcun ne kadar risk payı içerdiğini takdir etmelerini sağlayacak türden olmu tur). Birçok formda milliyetiniz hakkında bir soruyla kar ıla ırsınız. Bu soruya "Britanyalı" yanıtı verebilirsiniz. Ancak "Đngiliz" (ya da "Galli", "Đskoç", "Yahudi" ya da "Yunanlı") yanıtı da verebilirsiniz. Belli ki, yanıtların ikisi de milliyet sorusuna verilmi uygun kar ılıklardır. Aıicak farklı eylere i aret ederler. "jBritaııyalı"_ola-rak arthdı" Britanya ya _ da Birle ik : Krallık denen devletin bir yurtta ı olduğunuzu belirtmi olursunuz. "Đngiliz" olarak yanıtladığınızda ise Đngiliz milletine ait olduğunuzu bildirmi olursunuz. MiĐliyet sorusu iki yanıtı da olası ve kabul edilebilir kılar; bu pratikte iki üyelik halinin birbirinden açıkça ayrılmamı olduğunu ve zaman zaman örtü tüğünü -ve bu yüzden de zaman zaman karı tırıldığını- gösterir. Ne var ki, rnilli-yet_sorusuna L^'Bjritanyalı" yazarak yanıt _verdiğinizde, kimliğinizin "Đngiliz" yazdığınızda gösterdiğinden oldukça farklı bir özelliğini göstermi olursunuz. Devlet ve millet karı tırılabilir; ancak bunlar oldukça farklı eylerdir ve her birine üyeliğiniz size çok farklı türden ili kilere sokar. Đlk ba ta, bir güç merkezi tarafından bir arada tutulan özgün bir toprak parçası oĐmaTcslzlhnaeYtetTe^ tesininj lediği ajanın her ferdi devlete aittir. Aidiyetin bu durumda her eyden önce yasal bir anlamı vardır. "Devlet otoritesi", "ülke yasalarını" -(devlet onları böyle bir itaatten muaf tutmadıkça) bu otoritenin tüm uyrukları, bir biçimde fiziksel olarak orada olan herkes tarafından uyulması gereken kuralları- ilan etme ve dayatma 180 yetisi demektir. Eğer yasalara uyulmazsa, uymayanlar cezayı hak eder. Đsteseler de istemeseler de boyun eğmeye zorlanırlar. Aslında devlet tek ba ına baskı uygulama hakkını elinde bulundurur (yasaları savunmak için silah kullanır, hapsetme yoluyla yasaları çiğneyenlerin özgürlüğünü ellerinden alır ve eğer ıslah ansı sıfırsa ya da eğer yasa ihlali bağı lanamayacak kadar ciddiyse ve ölümden daha hafif cezası yoksa öldürür de; devletin emriyle infaz edildiğinde ve ancak o zaman, öldürme izni verilebilir, cinayet değil cezalandırma biçimi ve kendisi cezalandırılamaz bir ey olarak görülebilir). Fiziksel baskı konusundaki devlet tekelinin öteki yüzünde, devletin yetkisi dı ında ya da devletin yetkili memurlarından ba ka birileri tarafından herhangi bir güç kullanımının bir ihlal eylemi olarak suçlanması ve bu yüzden infazı ve cezalandırılmayı hak etmesi vardır. Devlet tarafından ilan edilen ve korunan yasalar devletin uyruklarının görevlerini ve haklarını belirler. Görevlerin en önemlisi vergi ödemektir -gelirlerin belli bir kısmının, alan ve kendi belirlediği yerlerde kullanan devlete verilmesidir. Haklar ise ki isel (örneğin, yetkili devlet organlarının kararı ba ka türlü hükmefınedikçe, ki inin bedenini ve malını mülkünü koruması ya da ki inin kanaat ve inançlarını açıklama hakkı), siyasal (örneğin, daha sonra devlet kurumlarının yöneticileri ya da idarecileri haline gelecek temsilcilerin seçimine katılmak gibi, devlet birimlerinin olu umuna ve politikasına etki etme hakkı) ya da sosyal (bireysel olarak eri ilemeyen ya da söz konusu bireyin çabalarıyla eri ilemeyecek asgari geçim kaynaklarının ve temel ihtiyaçların devlet tarafından temin edilmesi) olabilirler. Bireyi, devletin bir uyruğu haline getiren bu gibi hakların ve ödevlerin bile imidir. Devlet, uyrukları olmakla ilgili bildiğimiz ilk ey, sevmesek de gelir vergisi, katına değer vergisi ve belediye vergisi vermek zorundayız; öte yandan, bedenlerimize ya da malımıza mülkümüze yönelik bir saldırı olduğunda yetkililere ikayette bulunur ve onlardan yardım isteriz ve tazminat talep ederiz; eğer hayati ihtiyaçlarımızdan bir kısmı tehlikedeyse (eğer hava ya da su kirletiliyor, sağlık ve eğitim hizmetleri aksıyor ya da yetersiz-se vb.) devlet birimlerini (hükümeti, parlamentoyu, polisi vb.) suç lamak aklımıza ilk gelen eydir. Devletin bir uyruğu olmanın hakların ve ödevlerin bir bile imi olması, aynı.zamanda hem korunduğumuz hem de ezildiğimizi hissetmemize neden olur. Her zaman huzuru bozanlara kar ı kanatlarını açmı bir yerlerde bekleyen o ürkütücü güce borçlu olduğumuzu bildiğimiz görece huzurlu bir hayat sürdürürüz. Alternatifine en ufak kafa yormayız. Devlet izin verilebilir olanı izin verilemez olandan ayırma yetkisi olan tek güç olduğundan ve devlet organlarının yasal uygulamalarının bu ayrımı kalıcı ve güvenli kılmakta kullanılan tek yöntem olduğundan, eğer devlet cezalandırıcı yumruğunu indirmekten vazgeçerse, onun yerine evrensel iddetin ve "orman yasası"nın hükmü geçeceğine inanırız. ,Güv_ejıUğirnizi ye kafa huzururnuzu_deylete borçlu olduğumuza ve onsuz güvenlik ve kafa huzuru olmayacağına inanırız. Ne var ki birçok durumda, devletin özel hayatımıza olur olmaz müdahale etmesine öfke duyarız. Devletin dayattığı kjar_a|lar^ıkl^j_rah_atımızı.^ozıacak kadar fazla ve tehlikeli görünür; özgürlüğümüzü kısıtladıklarını dü ünürüz. Eğer devletin koruyucu ilgisi bir eyleri yapmamızı -planların engelle kar ıla madan uygulanabileceği inancıyla eylemlerimizi planlamamızı- sağlıyorsa, devletin baskıcı i levi daha çok acizlik duygusu verir; bu i lev yüzünden, birçok seçenek gerçekle emez hale gelir. Bu yüzden, devlet deneyimimiz içkin olarak çeli kilidir. Öyle olur ki, aynı anda ondan ho lanırız da ho lanmayız da. Bu iki duygunun nasıl dengeleneceği ve hangisinin öne çıkacağı ise ko ullara bağlıdır. Eğer varlıklıysam ve para bir sorun değilse, çocuklarım için ortalama insanlara sunulanlardan daha iyi eğitim teminatı elde etme ihtimalim vardır ve bu yüzden muhtemelen devletin okul i letmesine ve (oturdukları yerlere bakarak) hangi çocukların hangi okullara gireceğine karar vermesjne_öfkeJKyarım. Öte yandan, eğer gelınm'özel bir~eğitîm hizmeti satın almama yetmeyecek kadar dü ükse, devletin^^oruy^ucu^jvejlestekleyici olarak aynı eğitim tekelini sevinçle kar ılamam normaldir. O zaman, muhtemelen varlıklı insanların okullar üzerindeki devlet korumacılığının gev etilmesi çağrılarına öfkeyle kar ılık veririm. Bir kere varlıklı ve nüfuz sahibi insanların çocukları özel okullara ta ınırsa, 182 yalnızca daha yoksul ve az nüfuzlu ailelerin çocuklarına hizmet edecek devletin verdiği eğitimin eskisinden daha kötüye gideceği ve böylece yetkinle tirme gücünden çok ey kaybedeceği ku kusuna kapılırım. Eğer bir fabrikayı yönetiyorsam, belki devletin çalı anların grev hakkına getirdiği iddetli kısıtlamalardan ho nut olurum. Bu kısıtlamanın devletin, baskıcı rolünün değil, yetkinle tirici i levinin bir tezahürü olduğunu dü ünürüm. Benim açımdan, bu özgürlüğümü artırır; bu i çilerime sevimsiz eyler yapmama, i çilerin eğer hakları varsa ku kusuz emek güçlerini geri çekmekle kar ılık verecekleri hamleler yapmama izin verir. Grev hakkına getirilen kısıtlamaları, çevremdeki dünyayı daha kestirilebilir ve. denetime uygun kılarak düzeni koruyan bir uygulama olarak görürüm; böyle "iyile tirilmi " bir dünyada, manevra özgürlüğüm geni leyecektir. Gelgele-lim, eğer ben aynı fabrikada i çiysem, grevlere getirilen sınırlar ku kuya ver bırakmayacak biçimde bir baskı eylemidir. Özgürlük alanım daralmı tır. Patronlara kar ı direnmenin en etkili yolu artık benim için kapanmı tır. Đ verenlerim benim yeni açmazımın tamamen farkında olduklarından, i yerlerini geli tirirken benim özgürlüklerini sınırlayan bir unsur olarak misilleme ihtimalimi dikkate almayacaklardır; pazarlık gücümün büyük kısmını kaybetmi durumdayım. Artık i verenlerimin birçok sevimsiz ve zararlı kararına kar ı kendimi nasıl sakınacağımı bilmiyorum. Üstüne üstlük, dünyam daha az kestirilebilir hale gelecek ve ben öteki insanların kaprislerinin kurbanı olacağım. Eskiye oranla iplerin elimden kaçtığı hissine kapılacağım. Ba ka bir deyi le, i verenime yetkinle tiren bir eylem gibi görünen ey benim için daha çok bir 'baskı eylemidir. Ve böylelikle, duruma ve gündemdeki meseleye göre, devletin bu gibi eylemleri bazı insanlar için özgürlüğün artı ı anlamına gelirken ötekiler onu baskı olarak ya ayabilir ve diğerlerinin seçim imkânlarının arttığı, geni lediği oranda ezildiğini dü ünebilir. Ancak, bir bütün olarak herkes devletin bu iki i levi arasındaki oranın deği imiyle yakından ilgilenecektir. Herkes mümkün olduğu kadar yetkinle meyi tercih ederken, gerçekten zorunlu olduğu kadar az baskıya razı olacaktır. Neyin yetkinle me ve neyin baskı olarak algılanacağı deği ir ancak denetim arzusu ya da en azından karı ımın bile imini etkileme arzusu deği mez. Hayatlarımızın devletin yaptıklarına bağlı parçası büyüdüğü oranda, bu arzu da büyüyecek ve iddetlenecektir. Yetkinle tirici ve baskıcı i levler arasındaki dengeyi deği tirmeyi isterken, devletin uyrukları devlet i lerinin yürütülmesi ile devletin ilan ettiği ve uyguladığı yasalar üzerinde daha fazla etki gücü talep eder; uyrukjar_yurtta _h_aklarını_kullanrnak.i_sterle.r. Yurtta olmak, uyruk (devletin tayin ettiği hakların ve görevlerin bir ta ıyıcısı) olmaya ek olarak devlet politikasını (yani, bu hakların ve ödevlerin tanımını) belirlemede söz hakkına sahip olmaktır. Ba ka bir deyi le yurtta olmak^ peyletin faaliyetine _etki_de_ bulunma ve böylelikle devletin korumaya soyunduğu "yasa ve düzen"in tanımı ve yönetimine katılma kapasitesi ta ımak demektir. Pratikte böyle bir etkide bulunmak için yurtta , devlet düzeni kar ısında bir oranda özerklik ya amalıdır. Devletin uyrukların eylem yetilerine müdahalesine sınırlar getirilmi olmalıdır. Burada yine devlet faaliyetinin yetkinle tirici-ve baskıcı özellikleri arasındaki çatı ma ile yüz yüze geliyoruz. Ancak bu defa yetkinle tirme ve baskı, devlet politikasını etkileme yönündeki genel kapasite ile ilgilidir ve devletin, eğer ortaya çıkarsa, a ırı isteklerini frenler. Yurtta bizatihi devletin kısıtlama yetisinin kısıtlanmasını, devletin yurtta ların devlet politikasını denetleme, değerlendirme ve etkileme yetisini engelleyecek hiçbir ey yapmamasını, aksine, devletin bu türden denetimi ve etkilemeyi uygulanabilir ve verimli kılmakla yükümlü olmasını talep eder. Örneğin, eğer devlet faaliyeti gizlilil^perdesi_arkasında yürütülüyorsa, eğer "sırad¥ıTfmân'Tarın yöneticilerinin niyetleri ve yaptiklari'hakkmda""hicbif fikirleri yoksa, eğer bu insanların devlet faaliyetinin somut sonuçlarını değerlendirmelerini sağlayacak verilere ula ma imkânları yoksa, yurtta lar haklarım tam olarak kullanamazlar. ~ Uyruklar kendilerini yurtta olmak ya da devletin kabaran i tahıyla tehdit edilen yurtta lık statüsünü korumak için mücadele etmekle yükümlü hissettiklerinden, devletle uyrukları arasındaki ili 184 kiler genelde gergindir. Bu mücadelede uyrukların kar ıla tığı ba lıca engeller devletin vesayet karma ası ve tedaviye yönelik tutumu diye adlandırılabilecek eylerdir. Bjrincisi, uyrukları tam olgunla mamı , kendileri için jıeyin iyi olduğunu ve gerçekte çıkarlarına neyin hizmet ettiğini tayin etmekten aciz ve bundan dolayı devletin faaliyetlerini yanlı anlamaya yatkın ve sonuçta devletin, eğer ta ba ından engel olamamiı sa, düzeltmesi ve onarması gereken yanlı kararlar alan ki ijer^ olarak görme eğilimidir. Đkincisi, devlet yetki-lerininjıyruklarma doktorların hastalarına muamele ettikleri gibi -uzman rehberliği ve gözetimi olmaksızın, kendi ba larına çözemedikleri sorunlar altında ezilen bireyler olarak- muamele etme eğilimlerine i aret eder; bunlar âdeta hastanın "içinde", bedeninde ve ruhunda yatan sorunlardır ve bu yüzden hastaya yol gösterilmesi ve gözlem altına alınması gerekir, öyle ki doktorların talimatlarına uy-güTrolâfak onların bedenleri üzerinde çalı ılır. Devletin bakı açısından uyruklar, her eyden önce devlet tasarrufunun nesneleridir. Onların davranı ları devletin belirlediği haklar ve görevler tarafından eksiksiz tanımlanması gereken bir ey olarak görülür; eğer devlet böyle bir tanımlamayı ihmal ederse, uyruklar kendi eylemlerini kendileri belirleyecektir -ve bu büyük bir ihtimalle kendilerinin ve hemcinslerinin zararına olacaktır çünkü onlar birlikte ya amayı zorla tıran ya da doğrudan imkansız kılan bencil amaçlar güderler. Uyrukların davranı ı, sanki sürekli talimatlara ve yasaklara muhtaçtır. Devlet, bir doktor gibi, uyruklarını sağlığa kavu turmak ve onları hastalıklar kar ısında korumak için oradadır. Eğer davranı olması gerektiği gibi değilse, hastalık durumunda olduğu gibi, uyruğun kendisinde yanlı giden bir eyler var demektir. Hastalığın içsel, ki isel nedenleri açığa çıkarılmalıdır ki, tedaviye götüren davranı ı te vik etmek için koruyucu (doktor kadar devlet) tarafından önlem alınabilsin. Doktor hasta ili kisinde olduğu gibi, devletle uyrukları arasındaki ıli fâlefft^asımeffiktif. Hastalar doktorlarını seçebiĐseler Bile7bir kere doktor seçildiğinde, hastadan dinlemesi ve itaat etmesi beklenir. Artık hastaya ne yaprnası"gerektiğini söyleyecek olan doktordur. Doktor tartı ma değil disiplin bekler. Nihayetinde, hasta hastalığının nedenleri ve sağlığa giden yol bilgisinden ve bu bilgiye göre davranmak için gerekli karakter gücünden yoksundur (genelde, uzman bilgilerinin ardına gizlenen doktorlar, cehaletin ve sonucundaki bağımlılığın sürdüğünü görürler). Đtaat ve ko ulsuz tabiiyet isteyen doktor, bunu hastanın kendi iyiliği için yjgUğımjsöyler^pe^ yerine getirilmesi isteğini aynı biçimde haklı çıkarır. Onunki çobanın gücüdür; kendi marazı eğilimlerine kar ı korunması gereken uyruklarının "en yüksek çıkarları" için uygulanan güçtür. Đli kideki asimetri en açık haliyle bilgi akı ında ortaya çıkar. Bildiğimiz gibi doktor hastalardan eksiksiz bir itiraf bekler. Doktor hastalarından kendilerini açmalarını, hayatlarındaki doktorun eldeki vaka ile ilgili olduğunu dü ünebileceği her ayrıntıyı tek tek saymalarım, ne kadar mahrem ve arkada lar ile akrabalar da dahil, tüm öteki insanlardan ne kadar saklanmı olursa olsun, en derin sırlarını vermelerini ister. Ne var ki, doktorlar bu açık yürekliliğe kar ılık vermezler. Hastalar hakkındaki bilginin tutulduğu dosyalar gizlidir. Aynı ekilde, doktorların hasta hakkında ya da hastadan elde ettiği verilerden hareketle çıkardığı sonuçları ve kanaatleri de gizlidir. Bilginin sakınılması yine hastanın kendi çıkarı gerekçesiyle savunulur; gereğinden fazla bilgi zararlı olabilir -hastayı ya umutsuzluğa ve bunalıma, huzursuzluğa ya da itaatsizliğe sevk edebilir. Benzer bir gizlilik stratejisi devlet tarafından da uygulanır. Devlet kurumları tarafından uyrukları hakkında son derece ayrıntılı bilgi toplanır, i lenir ye saklanırken, devletin .kendi eylemleri hakkındaki veriler, if ası ceza getiren "devlet sırrı" sınıfına girer. Devletin çoğu uyruğu bu gizlere eri emezken, gizlilik perdesini açma hakiki olan az sayıda insan diğerleri üzerinde ayrı bir üstünlük kazanmı olur. Devletin gizlilik uygulaması ile birlikte, devletin bilgi toplama özgürlüğü kar ılıklı ili kideki asimetriyi daha da derinle tirir. .Tarafların birbirini etkileme ansları son derece e itsizdir. Bu nedenlerden dolayı, yurtta devletin elde etmek istediği hükümran konuma direnme eğilimi ta ır; devlet gücünü püskürtmek, in an hayatının önemli alanlarını devlet denetimi ve müdahalesinden kurtarmak ve bu alanları özyönetime tabi kılmak için çaba harcar. Bu çabaiar birbirleriyle ili kili ancak farklı yönlerde ilerler. 186 Bunlardan biri bölgeciliktir. Devlet gücü^yerel özerkliğin, aslında devlet organlarıyla yurtta ların her biri ve tamamı arasında dikilen her tür ara gücün doğal dü manıdır; i te kafa tutulan devlet gücünün bu rakip tanımazlığıdır. Yerel çıkarların ve sorunların özgünlüğü yerel i lerde özyönetim için yeterli bir neden olarak gösterilir; ve bu iradeyi talep eden temsili yerel kurumlar o alandaki insanlara daha yakın durur ve onların özgün bölgesel sorunlarına kar ı daha duyarlı ve ilgilidir. Đkiııpisij,o/7r,a/^eja^mjn_ geçersiz kılınmasıdır Belli bir toprak parçası üzerinde ya ayan herkes, öteki belirleyici özelliklerine bakılmaksızın, devlet gücünün ama yalnızca devlet gücünün uyruklarıdır; imdi kafa tutulan ise bu ilkedir. Öteki vasıflar sırf oturulan yere göre daha anlamlı görülerek savunulur. Irk, etnik köken, din, dil, insan hayatının bütünlüğü dü ünüldüğünde, oturuîafyerih ortaklığına göre daha büyük ağırlık ta ıdığından, daha önemli bir insan özelliği olarak öne çıkarılabilir. Talep edilen "önlanri "Özerkliği, ayrı yönetim hakkıdır ve hedef ünitertoprak temelli gücün tektiplik^yÖhündeki baskısıdır. Bu yüzden, en iyi ko ullarda bile devletle uyrukları arasında en azından gerilimin ve güvensizliğin izleri her zaman vardır. Bu gibi ko ullarda, uyruklarının disiplinini sağlamak için, uyruklarının davranı larında düzenlilik sağlayacak bir disiplin gözeten ve talep eden bütün güçler gibi, devletin, de me ruiyjte ihtiyacı vardır: Devletin uyruklarını, durumun bütün olgularını dikkate almamı bile"olsâ,~ devletin emirlerine uymalarının gerekliliğine ili kin geçerli nedenlerin olduğuna ikna etmesi gerekir. Me ruiyet, uyrukların devletten gelen ve uygun otoritelerin damgasını ta ıyan ne olursa olsun boyun eğilmeye değer olduğuna güven duymalarını ve boyun eğilmesinin de gerektiğine inanmalarını sağlamayı amaçlar. Ki iden, onun akla uygun bir yasa olduğundan emin olmasa ve ya-samn^yapjmasını istediği ey ho una gitmese bile, yasaya uyması istenir. Yasaya sırf me ru otorite tarafından desteklendiğinden uyulmalıdır; çünkü, söylendiği üzere bu, "ülkenin yasasıdır". Me roiyet, "bu benim yurdum", "iyisiyle kötüsüyle benim yurdum" duygusuna dayandığında en güvenli olan, ko ulsuz bağlılık geli tirmeyi amaçlar. Eğer bu beniiT^yurdumsa, ben onun servet ve kudretinden ancak fayda görürüm:. Bu servet ve kudret genel uzla ma ve elbirliğine, bütün vatanda ların barı içinde yan yana ya amasına ve düzeni korumasına bağlı olduğundan, payla tığımız bu yurdun gücünün biz hepimiz ortak çıkar için ne gerekiyorsa onu birlik içinde ve rıza göstererek yaptığımızda artacağına inanırız. Eylemimize yön veren yurtseverlik, yani vatan a kı, onu güçlü ve mutlu kılma ve onun gücünün ve mutluluğunun gerektirdiği her e-yi yapma iradesidir. Yurtseverin en önde gelen görevi disiplindir; devlete itaat, gerçekten de, yurtseverliğin en açık i aretidir. Devletin yasalarına herhangi bir kafa tutu karga ayı besler ve tam da bu nedenden dolayı (konu ne olursa olsun) "yurtsevmezlik"tir. Me ruiyet, itaati akıl^ye muhakeme yoluyla sağlamayı amaçlar: Herkesin ita^atjcâr^olması herkes^için iyidir. Uzla ım ve disiplin hepimizin yararınadjrJDemelcki, .çatlak ses çıkarmak yerine uyum içinde yapılan bir eylem herkes için iyi olduğundan, benim için de iyidir - hatta bu onaylamadığım bir politikaya boyun eğmemi gerektirse bile. Gelgelelim, bütün hesaplar bir kar ı hesabı davet eder. Eğer yurtseverce itaat akıl adına talep edilirse, ki i pekâlâ bu argümanı aklın bir testine tabi tutabilir. Öfke duyulan bir politikaya boyun eğmenin bedelleri kar ısında, etkin bir direni in getirebileceği ka-zanımlarının hesabı yapılabilir. Sonuçta, direni in boyun eğmekten daha az bedel ve zarar getirdiği ve dolayısıyla rıza göstermemenin daha iyi olduğu görülebilir ya da en azından buna inanılabilir. Bu yüzden, birliğin getirebileceği faydalara atıfta bulunarak itaat gereğini me rula tırma çabaları hiç de ikna edici değildir ve amacına hiçbir zaman ula amaz. Özellikle kendini rasyonel hesabın bir ürünü olarak sunduğu için ve böyle sunduğu müddetçe, me ruiyet zayıf ve güvenilmez, sürekli tekrara ve savunmaya muhtaçtır. Öte yanda, millete sadakat devlet disiplininin ba ına bela kesilen iç çeli kilerden özgürdür. Millete ve refahına ko ulsuz sadakat isteyen milliyetçilik akla ya da hesaba gerek duymaz. Kazanım ya da refahın miîli davaya sadakatle' hizmetten elde edileceğine dair bir vaatte bulunabilir, ama bulunmayabilir de. Ö daha .çok itaati kendi ba ına bir değer ve bir amaç..olarak .ister. Bir milletin üyesi olmak bireyiiTkar Tçıkamayacağı kadar güçlü bir kader olarak -ira-188 di olarak giyilip çıkarılamayacak bir nitelik olarak- anla ılır. Milliyetçilik tek tek üyelerine kimliğini verenin milleLolduğuniLanlatır. MiĐleLdevlet gibi ortak çıkan kollamak için girilen bir birlik değildir. Tersine, o bütün çıkar hesaplarını a ar ve aslında çıkarlara anlamını veren milletin birliği, ortak kaderidir. Kendini tamamen tek bir milletle özde le tiren bir devlet (bu kesinlikle çok milliyetli Britanya devleti olamaz) -jn'ılli devlet-kendini^ pek güvenilmez bir yolla, fayda hesaplanna atıfta bulunarak ..me rula tırmaya çah mak yerine, milliyetçiliğin potansiyelini harekete. gecirebüir,Jylilli devlet millet adına konu uyor olma tejrıelinde itaat ister ve bundan dolayı, ki inin milli kaderine boyun eğmesi "gîbT, Devlet kar ısındaki disiplin de kendi ba ına bir amaç olarak, herhangi bir ba ka amaca hizmet etmeyen bir değerdir. Devlete itaatsizlik cezayı hak eden bir suç- demek ki, yasayı çiğ-nemektendaha kötü bir eydir: Milli davaya ihanet demektir suçlularının itibarını ellerinden alan ye pnfarı insan topluluğunun dı î-na atan iğrenç, ahlâksız bir eyjemdir. Devletle millet arasında kar ılıklı bir tür çekim olmasının nedeni, belki de, me ruiyet ve daha genel olarak tutum birliği sağlama ihtiyacıdır. Devlet milletin otoritesini kendi disiplin talebini güçlendirmek için kendine mal ederken, milletler sadakat isteklerini desteklemek üzere devletin zorlayıcı potansiyelini harekete geçirmek için kendilerini devletler halinde yapılandırmaya yatkındır. Ne var ki, bütün devletler milli ok madiği gibi, bütün milletlerin de kendi devletleFf yoktur. Millet nedir? Bu, herkesi tatmin edecek tek bir yanıtı bulunmayan, zorluğuyla bilinen bir sorudur. Millet, devlet gibi bir "gerçeklik" değildir. Devlet, hem haritada hem de belli bir toprak parçasında, kesin olarak çizilmi sınrrlarLolması anlamında "gerçek"tir. Sı-nırĐanrT'tamamı kuvvet yoluyla korunmu tur, öyle ki bir devletten ötekine rastgele geçi , deyleLsınırlarından giri ve çıkı devleti "gerçek"'Kılan" çok gerçek, somut direni le kar ıla ır. Devletin sı-nıB"âfriçîîıde'"r5ağlayîcr bir dizi yasa vardır ve yine bu yasaların mevcudiyetine kulak asmamak, sanki onlar yokmu gibi davranmak tıpkı öteki diğer maddi nesnelere kulak asmamanın neden olabileceği gibi günahkârın "hırpalanmasına" ve "canının yanmasına" yol açabilmesi anlamında "gerçek"tir. Ve böylelikle devleti "gerçek" -olmasaydı diyemeyeceğiniz sert, çetin bir direni nesnesi- kılan açıkça tanımlanmı bir toprak parçası ve açıkça tanımlanmı bir üst otorite vardır. Gelgeldim, aynı ey millet için söylenemez..Millet ba ından sonuna bir hayali cemaattir; o ancak üyeleri zihinsel ve duygusal olarak kendilerini Öteki üyelerinin çoğuyla hiçbir zaman yüz yüze kar ıla mayacakları kolektif bir bünye ile "özde le tirdikleri" müddetçe bir varlık olarak mevcuttur. Millet, hayali olduğu kadar, zihinsel bir gerçekliktir. Doğru, milletler genellikle, güvenle iddia edebilecekleri gibi, özel bir renk ve çe ni kattıkları kalıcı bir toprak parçasını i gal ederler. Ne var ki, bu milli renk o toprak parçasına, devlet destekli "ülke yasası"nın birliği tarafından dayatılan tektiplilikle kıyasla, nadiren bir tektiplik kazandırır. Hatta milletler herhangi bir toprak parçası üzerinde ya ama tekeliyle bile övünemezler. Neredeyse her toprak parçası üzerinde yan yana ya ayan, kendilerini farklı milletlere ait olarak tanımlayan ve farklı milliyetçiliklerin kendilerinden sadakat beklediği halklar vardır. Birçok toprak parçası üzerinde, o toprağın "milli karakteri"ni belirlemeye yetecek kadar ağırlıklı bir konumda olmayı bırakın, gerçekten bir çoğunluk olu turduğu iddiasında bulunabilecek bir millet yoktur. Milletlerin genellikle ortak bir dille seçildiği ve birle tiği de doğrudur,,Ancak ortak ve ayrı bir dil olduğu farz edilen ey büyük oranda milliyetçi bir kararın (ve sıklıkla kar ı çıkılan bir kararın) sonucu ortaya çıkmı tır. Genelde bölgesel ağızlar söz dağarı, söz dizimi ye deyimleri bakımından neredeyse kar ılıklı ileti ime im kan yermeyen bir özgünlük ta ırlan^nc^jıe^varki onların kimlikleri tanmmaz^ajijLStkm^^ milli birliği bozacakları korkusuyla ayrı diner olarak kabul görmez. Öte yanda, görece küçük yerel .farklılıkların altı çizilir, ayrımlar abartılır ve böylece bir lehçe ayrı bir dil ve ayrı bir milletin ayırıcı özelliği katına çıkarılabilir (örneğin, Norveççe ile Đsveççe, Hollandaca ile Flamanca, Ukraynaca ile Rusça arasındaki farklılıklar, iddiaya göre aynı milli dilin çe itlemeleri olarak -tanınmasa bile- gösterilen birçok "yerli" ağız arasındaki farklılıklardan çok daha belirgin değil190 dir). Dahası, insan gruplajıjıynıj^ ler ama yine de kendilerini ayrı milletlerden sayabilirler (Đngilizce honu aiTGallileri ve Đskoç farı, eski Commgnwealth'in Đngilizce konu an birçok milletini, ortak jiiHeri Almanca olan Almanlar yanında Avusturyalılar ve Đsviçrelileri.dü ünün). Ya da Đsviçreliler gibi, insanlar kuî&^ı^ lirler. Toprak parçası ve dil ayrı ve belirleyici bir nedenden dolayı da milletin "gerçekliği"nin unsurları olarak yeterli değildir: Ki i, söz gelimi, onlara girebilir ve onlardan çıkabilir. Ki i, ilke olarak milli bağlılığının deği tiğini ilan edebilir. Ki i göç edebilir ve ait olmadığı bir millet içinde ya ayabilir. Ki i ba ka bir milletin diline hakim olabilir. Eğer oturulan toprak parçası (unutmayın, bu sınırları korunan bir toprak parçasıdır) ve bir dil topluluğuna katılım (unutmayın, öteki dillerin iktidar sahipleri tarafından kabul edilmemesi yüzünden ki i bir milli dil kullanmak zorunda bırakılmamı tır) tek ba ına milletin kurucu özellikleri olsalardı, millet tüm milliyetçiliklerin talep ettiği mutlak, ko ulsuz ve ayrıksı bağlılık iddiasında bulunamayacak kadar "gözenekli" ve "tanımsız" olurdu. Eğer millet bir seçim olmaktan çok kader olarak, bugün hiçbir insan kuvvetinin deği tiremeyeceği kadar geçmi te sağlam yerle mi bir "olgu" olarak, elini süreni yakan bir "gerçeklik" olarak be-nimseniyorsa, böyle bir talep tamamen inandırıcı olur. Milliyetçi hareketler tam da bunu ba armaya çabalar. Köken.miti onların ba lıca aracıdır. Bu mitin ortaya attığı ey, köken olarak kültürel bir yaratım olsa bile, tarihsel geli imi sürecinde milletin gerçek anlamda "doğal" bir olgu, insan denetimini a an bir ey haline geldiğidir. Söylenceye göre, milletin imdiki üyeleri ortak geçmi leriyle birbirlerine bağlanmı tır. Milli ruh onların ortak ve tanımlayıcı niteliğidir. Bu onları birle tirir; ve aynı zamanda, her nasılsa kolektif olarak miras alınabilen ancak asla özel olarak edinilemeyen milli ruha hak kazanmaksızın ya da katılmaya muktedir olmaksızın cemaatlerine girmeyi arzulayabilecek tüm öteki milletleri ve bireyleri ayrı bir yere koyar. Bu söylencenin desteklediği, milletlerin "doğallığı" ve millet üyeliğinin "yazılmı " ye miras alınmı doğası hakkındaki iddia miîliyefçiliği bir çeli kiye dü ürmekten ba ka bir i e yaramaz. Bir yan^n_mjllelin herhangi_bir doğal_olg_u_kadar nesnel ve somut bir gerçeklik ve tarihin bir hükmü olduğu söylenir. Öte yandan ise bir "güvensizlik içindedir: Birlik ve bütünlüğü sürekli tehdit altındadır; öteki milletler üyelerini avlama ya da kaçırma gayreti içindedir; bozguncular sinsice saflar arasına sızmaya çalı ır. Millet kendi varlığını savunmalıdır; doğal olmasına doğaldır ama hâlâ sürekli bir uyanıklık ve çaba olmaksızın varlığını sürdüremez. Böylelikle, milliyetçilikler normal olarak milletin korunması ve sürekliliği için güç -basla uygulama hakkı- talep ederler. Devlet j*ücübu i için biçilmi kaftandır. Daha önce gördüğümüz gibi, devlet gücü baskı araçları üzerinde tekel anlamına gelir; ancak devlet gücü tektip davranı kuralları dayatmaya ve herkesin uyması gereken yasalar yürürlüğe koymaya muktedirdir.. Bu yüzden, devletin me ruiyeti için milliyetçiliğe ihtiyaç duyduğu kadar, milliyetçilik ba arısı için devlete ihtiyaç duyar. Milli devlet bu kar ılıklı çekimin ürünüdür. Bir kere devlet milletle özde Đe tirildiğinde (milletin özyönetiminin organı olarak gösterildiğinde), milliyetçi ba arı ihtimali önemli oranda artar. Milliyetçilik artık tek ba ına söylediklerinin inandırıcılığına ve tutarlılığına, üyelerinin bunları kabuLetmekte gösterdiği gönüllülüğe bağlı kalmak gereği duymaz. Artık elinin altında ba ka, çok daha etkili araçlar vardır. Devlet gücü kamu kurulu larında, mahkemelerde ve temsili organlarda tek ba ına milli dilin kullanımını zorlama imkânı demektir. Devlet gücü genelde tercih edilen milli kültürün ve özelde milli edebiyatın ve sanatların re-' IcâTTgr 'artranfrf artırmak için kamu kaynaklarım seferber etme imkânı demektir.^Her eyden önce, hiç kimse dı arda bırakılmayacak Ve hiç kimse etkisi dı ına çıkamayacak biçimde, aynı anda hem serbest hem de zorunlu kılınan eğitim üzerinde denetim de demektir. Genel eğitim devlet sınırları içindeki her vatanda ın devlete hâkim olan milletin değerlerini öğrenmesine, "doğu tan" yurtsever olmalarına ve böylece pratikte, teoride iddia edilenin, yani milliyetin "doğallığı"nın gerçekle mesine hizmet eder. Eğitimin, yayılmı ancak her yerde jvarlığı hissedilen kültürel 192 baskının ve devletin dayattığı davranı kurallarının, toplam etkisi "millet üyeliği" ile gelen hayat tarzına ili iktir. Bu manevi bağ bazen bilinçli ve açık bir etnik merkezcilikte; ki inin kendi milletinin ve onunla ili kili her eyin haklı, ahlâki olarak övgüye layık ve güzel -ve bir alternatifin sunabileceği her eyden çok üstün- olduğuna ve ki inin kendi milleti için iyi olan eyin ba ka herkesin çıkarlarından önce gelmesi gerektiğine duyulan bir inançta kendini gösterir. Böylesine bariz bir etnik merkezcilik -"grup bencilliği"-felsefesi telkin edilmese bile özgün, kültürel olarak biçimlenmi bir çevrede yeti mi insanların kendilerini o çevrede, yalnızca o çevrede yuvalarında ve güven içinde hissetmeye yatkın oldukları da temel bir gerçektir. Bildik olanın dı ındaki ko ullar, edinilmi becerilerin değerini dü ürür ve böylelikle karı ıklığın sorumlusu "ya-bancılar"da odaklanan bir rahatsızlık, belli belirsiz bir öfke, natta dü manlık duygusuna neden olur. Yabancıların tarzları onların geriliklerinin ya da küstahlıklarının kanıtı olarak görülür, yabancıların kendileri de bozguncular olarak algılanır. Đnsan onların ayrı tutulmasını ya da ortadan kaldırılmasını ister. Milliyetçilik kültürel seferler düzenlenmesi -yabancıların tarzlarını deği trnfreye7üirlarTlîöTîarLfrmeye, onları hâkim milletin kültürel otoritesine itaate zorlamaya çaba harcanması- yönünde bir eğilimi te vik eder. Kültürej^s^fcjâr^jupa^cıjısimilasyondur. ("Asimilasyon" terimi köken itibariyle biyolojiden alınmı tır; kendini beslemek için, canlı bir organizma çevrenin öğelerini asimile eder, yani "yabancı" varlıkları kendi vücudunun hücre ve dokularına dönü türür. Bunu yaparak onları kendine "benzer" kılar; bir zamanlar farklı olan ey kendi gibi olur.) Elbette, milliyetçilik dediğimiz ey her zaman asimilasyonla ilgilidir çünkü milliyetçiliğin "doğal birliğe" sahip olduğunu ilan ettiği millet, önce genelde farklı ve çe itli bir nüfusu milli karakter efsaneleri ve sembolleri etrafında toplayarak yaratılmak zorundadır. Asimilasyon çabalan, belli bir toprak parçası üzerinde devlet hakimiyeti kurmu muzaffer bir milliyetçilik o topraklarda oturan birtakım "yabancı" -ister kendi ayrı milli kimliklerini ilan eden isterse kültürel birlik sürecine girmi nüfus tarafından ayrı ve milliyet olarak yabancı muamelesine lahi inin üyeliğinin "yazılmı " ye miras alınmı doğası hakkındaki iddia miîIiyeFçiîiği bir çeli kiye dü ürmekten ba ka bir i e yaramaz. Bir yandan rnjlletin_herha_ngi_bir doğal olgu kadar nesnel ve somut bir gerçeklik ve tarihin bir hükmü olduğu söylenir. Öte yandan ise bir güvensizlik içindedir: Birlik ve bütünlüğü sürekli tehdit altındadır; öteki milletler üyelerini avlama ya da kaçırma gayreti içindedir; bozguncular sinsice saflar arasına sızmaya çalı ır. Millet kendi varlığını savunmalıdır; doğal olmasına doğaldır ama hâlâ sürekli bir uyanıklık ve çaba olmaksızın varlığını sürdüremez. Böylelikle, milliyetçilikler normal olarak milletin korunması ve sürekliliği için güç -baskı uygulama hakkı- talep ederler. Devlet gücü bu i için biçilmi kaftandır. Daha önce gördüğümüz gibi, devlet gücü baskı araçları üzerinde tekel anlamına gelir; ancak devlet gücü tektip davranı kuralları dayatmaya ve herkesin uyması gereken yasalar yürürlüğe koymaya muktedirdir.. Bu yüzden, devletin me ruiyeti için milliyetçiliğe ihtiyaç duyduğu kadar, milliyetçilik ba arısı için devlete ihtiyaç duyar. Milli devlet bu kar ılıklı çekimin ürünüdür. Bir kere "devlet milletle özde le tirildiğinde (milletin özyönetiminin organı olarak gösterildiğinde), milliyetçi ba arı ihtimali önemli oranda artar. Milliyetçilik artık tek ba ına söylediklerinin inandırıcılığına ve tutarlılığına, üyelerinin bunları kabuLetmekte gösterdiği gönüllülüğe bağlı kalmak gereği duymaz. Artık elinin altında ba ka, çok daha etkili araçlar vardır. Devlet gücü kamu kurulu larında, mahkemelerde ve temsili organlarda tek ba ına milli dilin kullanımını zorlama imkânı demektir. Devlet gücü genelde tercih edilen milli kültürün ve özelde milli edebiyatın ve sanatların re-' IcMrsr 'artlarım'^ârtırmak için kamu kaynaklarını seferber etme imkânı demektir._Her eyden önce, hiç kimse dı arda bırakılmayacak ve hiç kimse etkisi dı ma çıkamayacak biçimde, aynı anda hem serbest hem de zorunlu kılınan eğitim üzerinde denetim de demektir. Genel eğitim devlet sınırları içindeki her vatanda ın devlete hâkim olan milletin değerlerini öğrenmesine, "doğu tan" yurtsever olmalarına ve böylece pratikte, teoride iddia edilenin, yani milliyetin "doğallığı"mn gerçekle mesine hizmet eder. Eğitimin, yayılmı ancak her yerde jvarlığı hissedilen kültürel 192 baskının ve devletin dayattığı davranı kurallarının, toplam etkisi "milĐeTüyeliği" ile gelen hayat tarzına ili iktir. Bu manevi bağ bazen bilinçli ve açık bir etnik merkezcilikte; ki inin kendi milletinin ve onunla ili kili her eyin haklı, ahlâki olarak övgüye layık ve güzel -ve bir alternatifin sunabileceği her eyden çok üstün- olduğuna ve ki inin kendi milleti için iyi olan eyin ba ka herkesin çıkarlarından önce gelmesi gerektiğine duyulan bir inançta kendini gösterir. Böylesine bariz bir etnik merkezcilik -"grup bencilliği"-felsefesi telkin edilmese bile özgün, kültürel olarak biçimlenmi bir çevrede yeti mi insanların kendilerini o çevrede, yalnızca o çevrede yuvalarında ve güven içinde hissetmeye 3'atkın oldukları da temel bir gerçektir. Bildik olanın dı ındaki ko ullar, edinilmi becerilerin değerini dü ürür ve böylelikle karı ıklığın sorumlusu "ya-bancılar"da odaklanan bir rahatsızlık, belli belirsiz bir öfke, natta dü manlık duygusuna neden olur. Yabancıların tarzları onların geriliklerinin ya da küstahlıklarının kanıtı olarak görülür, yabancıların kendileri de bozguncular olarak algılanır. Đnsan onların ayrı tutulmasını ya da ortadan kaldırılmasını ister. Milliyetçilik kültürel seferler düzenlenmesi -yabancıların tarzlarını deği tîfrneyeT olTlarTiaöTidLffmeye, onları hâkini milletin kül-türel_otpritesine itaate zorlamaya çaba harcanması- yönünde bir eğilimi te vik ederTKültürel Aferin amacı asimilasyondur. ("Asimilasyon" terimi köken itibariyle biyolojiden alınmı tır; kendini beslemek için, canlı bir organizma çevrenin öğelerini asimile eder, yani "yabancı" varlıkları kendi vücudunun hücre ve dokularına dönü türür. Bunu yaparak onları kendine "benzer" kılar; bir zamanlar farklı olan ey kendi gibi olur.) Elbette, milliyetçilik dediğimiz ey her zaman asimilasyonla ilgilidir çünkü milliyetçiliğin "doğal birliğe" sahip olduğunu ilan ettiği millet, önce genelde farklı ve çe itli bir nüfusu milli karakter efsaneleri ve sembolleri etrafında toplayarak yaratılmak zorundadır. Asimilasyon çabaları, belli bir toprak parçası üzerinde devlet hakimiyeti kurmu muzaffer bir milliyetçilik o topraklarda oturan birtakım "yabancı" -ister kendi ayrı milli kimliklerini ilan eden isterse kültürel birlik sürecine girmi nüfus tarafından ayrı ve milliyet olarak yabancı muamelesine tabi luiıılan- gruplarla kar ıla tığında, açık ve kendi iç çeli kilerini tamamen ortaya sermi hale gelir. Böylesi durumlarda, asimilasyon sıklıkla bir din deği tirme misyonu -daha çok bir kâfiri doğru dine döndürme- olarak sunulur. j iıı garibi, döndürme gayretleri çoğu kere ba arılı olmaktan korkuîuyormu gibi, yan gönüllü yürütülür. Bu gayretler milliyetçi görü te^daima mevcut" olan iç çeli kilerin izini ta ır. Milliyetçiler bir janda kendi milletinin, "önün milli kültür ve karakterinin üstünlüğünü iddia eder. Dolayısıyla böyle üstün bir milletin çevre halklar için çekiciliği beklenen bir eydir; aslında, ötekilerin bu milletin görkemine katılma arzu ve çabaları milletin hak ettiği üstünlüğün bir kanıtı ve fazladan bir onayıdır. Dahası, milli bir devlet durumunda, bu devlet otoritesi için popüler bir desteği de harekete geçirir ve devletin ön ayak olduğu tektipliğe direnen öteki otorite kaynaklarını zaafa uğratır. Öte yandan, özellikle ev sahibi milletin "kolları açık", misafirperver tutumuyla kolayla tırıldığında, yabancı unsurların millet içine dolu ması millet üyeliğinin "doğallığı"na gölge dü ürür ve bizatihi milli birlik pınarını kurutur. Görülüyor ki, insanlar iradi olarak yerlerini deği tirebiliyor. Dün "onlar" olanlar gözlerimizin önünde "biz" olurlar.JBu yüzden, sankr'jîıîlliyet basit bir tercih meselesiyıni gibi görünür; bir kararın sonucu olmak -bütün kararlar gibi- ilke olarak geçmi te olduğundan farklı olabilmek ve hatta kararı hükümsüz kılabilmek demektir. Asimilasyon, eğer etkili olmu sa, milletin ve millet üyeliğinin kalıcı olmayan, iradi karakterini -milliyetçiliğin ısrarla gizlemeye çalı tığı bir eyi- gözler önüne serer. Bu yüzden, asimilasyon kültürel seferin yanma çekmeyi ve döndürmeyi amaçladığı halka kar ı duyulan hıncı besler. Onlar düzene ve güvenliğe bir tehdit gibi görülürler: Onlar teoride imkânsız olan bir eyi ba armı lar, insan gücü ve denetimi dı ında olduğuna inanılan bir eyi insan çabasıyla elde etmi lerdir. Onlar böylece iddia edilen doğal sınırların aslında yapay ve daha kötüsü a ılabilir olduğunu göstermi lerdir. Bu yüzden, onların asimilasyonunun -milliyetçi politikanın duyurduğu hedefin- gerçekten ba arılı ve tam olduğunu kabul etmek kolay değildir. Ku kucunun gözünde, görü194 FI4ARKA/Sosyok)jik Dü ünmek nü te asimile olmu ki iler daha çok döneklere -ister ki isel kazanç isterse kafasından geçen daha uğursuz bir maksat için olsun, olduklarından ba ka görünmeye çalı an yapmacıklı, potansiyel hainlere-benzerler. Đ in garibi, bizatihi asimilasyonun ba arısı bölünmenin sürekli olduğu ve deği meyeceği, "gerçek asimilasyon"un aslında mümkün olmadığı ve kültürel dönü türme yoluyla millet kurmanın geçerli bir proje olmadığı fikrine arka çıkar. Milliyetçilik bu yüzden daha tekin ve daha sağlam, ırkçı savunma hattına geri çekilebilirjyrk^jmUej^ejıjferklı olarak ye ku kuya yer bu-akrnayjcakjıiçirnde, doğaya özgü_ -ku kusuz insan etkisi ve denetimi dı ında- bir ey olarak algılanır. Irk fikri, insanlar arasında ne insan eseri ne de insan çabasıyla deği tirilebilir olduğu dü ünülen türden ayrımları temsil eder.Jrka_sı^kk_kajU^ksız bjr_biyolojik ankdm'vernir: Yani bireysel karakter, kabiliyet ve mizaç, kafatası ya da bedenin öteki parçalarının ekli ve ölçüsü gibi, gözlenebilir, dı sal niteliklerle yakından ili kilidir,.ya da genlerin niteliği ile bir daha deği memek üzere belirlenmi tir. Ne var ki, her durumda bu ..kavrayı ,_cinsel üreme süreci yoluyla bir nesilden diğerine geçen kalıtımsal niteliklere ba vurur. IrkĐa kar ı kar ıya,geldiğinde^ eğitim tesiim_ojmalidjr.rpoğanın si deği tiremez. Irk, milletin tersine, asimile edilemez; asimilasyon ancak ba îcâ bir ırkın arılığını "kirletebilir" ve kalitesini bozar. Böylesi marazi bir olaya meydan vermemek için, yabancı ırklar ayrı tutulmalı, birbirlerinden tecrit edilmeli ve en iyisi, karı ımı im-kânsızla tıracak güvenli bir uzaklığa ta ınmalı ve böylece ki inin kendi ırkı kirlenmeden korunmalıdır. Görünü e göre, asimilasyon ve ırkçılık taban tabana zıttır. Ancak ne var ki, onlar aynı kaynaktan doğarlar; sınır çizme kaygısı milliyetçi eğilimde içkilidir. Đkisi de iç çeli kinin kutuplarından birine ağırlık verir. Duruma bağlı olarak u ya da bu taraf milliyetçi hedeflerin izlenmesinde silah olarak kullanılabilir. Ancak ikisi de potansiyel olarak daima her milliyetçi hamlede mevcuttur - sıralarını beklerler. Birbirlerini dı lamak yerine, kar ılıklı olarak destekleyebilir ve peki tirebilirler. Milliyetçiliğin gücü, sosyal düzenin devlet otoritesi tarafından tanımlandığı halele yürütülmesinde ve sürdürülmesinde oynadığı bağlayıcı rolünden gelir. Milliyetçilik yaygın lıeterofobiyi (yabancı olgusuna ayırdığımız bölümde tartı tığımız, yabancıya duyulan öfke) "kamula tırır" ve bu duyguyu devlete sadakat ve destek, devlet otoritesi kar ıs.mc[a_disiplin sağlama hizmetinde seferber eder. Böy-"lelilîle~^v^t__otoritesi_m daha-elkilDolaif Milliyetçilik aynı zamanda devletin güç kaynaklarını sosyal gerçekliği yeni helerofobi arzının ve dolayısıyla yeni seferberlik fırsatlarının yaratılmasını sağlayacak hiçimde'deği tirmekte de kullanır. Devlet zor kullanma tekelini kıskançlıkla koruduğu için, kural olarak, etnik ve ırkçı iddet gibi tüm özel hesap kesme yollarını tıkar. Çoğu durumda devlet küçük ayrılıklardaki Özel giri ime izin vermez ve hatta onları cezalandırır da. Kaynaklarının tüm geri kalanları gibi milliyetçiliği bir ve tek sosyal düzenin (yani, devlet tarafından tanımlanmı , sürdürülen ve desteklenen düzenin) bir aracı olarak kullanırken, aynı zamanda yaygın, kendiliğinden ve bu yüzden potansiyel olarak düzen bozucu tezahürleri engeller. Milliyetçiliğin seferber edici potansiyeli böylelikle uygun devlet politikasının -popüler heterofobiyi görünü le yansıtan ama aslında peki tiren vatana döndürme ve öteki önlemlerle güçlendirilmi , göçü kısıtlayan yasalar yanında, tercihen pahalı olmayan ama prestij sağlayan askeri, ekonomik ya da sportif zaferler yoluyla devletle yurtseverce özde le me ve milliyetçi duygulan ok ama- emrine ko ulur. Dünyanın büyük bir kesiminde, devlet ve millet tarihsel olarak içice geçmi^tir^devjetlerjopiurn üzerindeki denetimlerini peki tir-mek_ve_sürdürdükleri düzeni güçlendirmek için milli duygulardan faydalanırken, milletkurma gayretleri güya doğal olan ve bu yüzden desteklenmesine gerek duyulmayan birliği peki tirmek için devlet gücüne ba vurur. Gelgelelim, unutmamak gerekir ki, devlet ve milletin içice geçmesinin tarihsel bir olgu olması onun kaçınılmazlığının kanıtı değildir. Etnik sadakat ile yerli dile ve âdetlere bağlılık, onların devlet gücüyle ittifakları sayesinde yerine getirdikleri"politik i leve indirgenemez. Milletle devletin evliliği hiçbir biçimde alınyazısı değildir; kendi rızalarıyla yapılmı bir evliliktir. 196 X Düzen ve kaos Acaba, bir sinemada filmin son görüntüleri bittikten sonra ekranda beliren listeyi sonuna kadar izlemek için koltuğunuzda oturacak kadar sabırlı mısınız? Eğer sabırlıysanız, hiç ku ku yok, yapımcıların adını -ya da sadece i levini- anma gereği duydukları insanların bitmek bilmez listesi sizi a ırtmı tır. Anla ılıyor ki, ekran gerisinde çalı an insanların sayısı ekranda gördüklerimizden birkaç misli fazladır. Oyunculardan çok daha fazla görünmeyen yardımcılar vardır. Dahası, bu kolektif çabaya yaptıkları bazı katkıları dolayısıyla firmaların yalnızca adları geçmi tir; ku kusuz bu firmaların her biri, herhangi bir filme katkısı geçenler listesinin alamayacağı kadar insan çalı tırmaktadır. Ne var ki, hepsi bu kadar da değildir. Verdikleri hizmetler hiç de daha az vazgeçilmez olmayan ve onlar sız filinin izlenir hale gelmesi imkânsız olacak birkaç insanın adı jenerikte hiç geçmemi tir. Örneğin, ses kaydından sorumlu firmanın adı vardır da, ses kayıt aletlerini sağlayan firmanın adını görmeyiz; bu aletleri olu turacak parçalan üreten firmanın adından bahsedilmediği gibi bu parçalanıl üretilmesi için hammadde sağlayan fabrikaların adı da yoktur; hammaddeleri ya da mamul parçalan sağlayan insanların beslenmesi, giydirilmesi, barındırılması, sağlıklı kalması, i lerinin gerektirdiği beceriler kazandırılması için çalı maları zorunlu olan sayısız insanın adı da geçmez. Bunların hepsini isim isim saymanın, hatta dolaylı olarak onlardan bahsetmenin imkânı kesinlikle yoktur. Bu yüzden, birileri jenerikte adları geçecek olanların listesini bir yerde kesmeye karar vermi olmalıdır; ve neyse o karar, keyfi verilmi tir. Liste, aynı rahatlıkla (ve aynı gerekçeyle ya da gerekçe göstermeksizin) ba ka bir noktada da kesilebilirdi. Ne kadar dikkatle seçilmi olursa olsun, her nokta mecburen rastlantısal ve olumsaldır ve de bu yüzden tartı ma konusudur. Tartı ma ciddi olduğu kadar sonuçsuzdur da -zira, ne kadar kılı kırk yararak çizilmi olursa olsun, hiçbir sınır "nesnel doğru"yu (sadece kaydedilmeyi bekleyen, nesnel olarak varolan ayrımları) yansıtamaz. Böylesi bir sınır çizgisi içinde kalan hiçbir insan topluluğu gerçek anlamda kendine yeterli -filmi yapmak için yeterli- bir cemaat olarak görülemez; onun kendi içinde bir bütünlük olarak "gerçekliği" bir kesme i leminin ürünüdür. Yalnızca tek bir filmin yapımında emeği geçen insanların tamamı aslında saymakla bitmez (daha doğrusu, bir nokta keyfi olarak seçilip kesme i lemi yapılmadığı takdirde liste uzayıp gidecektir). Bu haliyle zaten karma ık olan sınır çizme i lemini biraz daha karı ık hale getirelim ve diyelim ki, bu insanların film için yaptıkları, hayatlarının geri kalan bölümünden kolayca ayrılamaz; filmin yapımına katkıları, film yapımındaki rolleriyle bağlantısı, olsa bile çok gev ek olan ba ka kaygıları ve ilgi alanlarını kapsayan hayat etkinliklerinin sadece bir yönüdür. Dolayısıyla filmin yapımında emeği geçenler listesinin nerede kesileceğine karar verirken, iki anlamda keyfi bir bölme i lemi yapılır. Đç içe geçmi kar ılıklı bağımlı insan hayatlarından olu an yoğun bir ili kiler ağından, kesilip geri kalandan 198 ayrıldığı için, "kendi ba ına bir gerçeklik" gibi görünen ince bir dilim alınmı tır; sanki bu bir yanda kendi içinde yeterli olup öte yanda ortak amaca ve i leve göre içsel bütünlük ta ımaktadır. Aslında, ikisi de doğru değildir. Doğrusu u ki, iddia edilen tüm o bağımsız ya da özerk birimler, insan dünyasına özgü görünü te "özyönetimli", tutarlı tüm o alt kümeler güvenilmez, kırılgan bir doğaya sahip kümelerdir; hepsi engin ve sınırsız, sürekli ve ayrılmaz bir gerçeklikten açıkça belli, ba edilebilir küçük dünyalar kesmek için giri ilen yoğun gayretlerin ürünüdür. Filmin sonunda gösterilen jenerik örneğinde, kesme i lemi görece küçük sonuç doğuran bir i lemdi. Olsa olsa, adları geçmeyen katkı sahipleri adaletin yerine getirilmesi ve hizmetlerinin öneminin kamuoyu önünde onaylanması talebiyle i lemi dava konusu yapabilirler. Ne var ki, örnek hiçbir biçimde masum olmayan tezahürleriyle bilinen, çok genel bir belaya i aret ediyor. Bir yandan aksi halde çok az eyleri ortak olan insanlara aynı ko ulları dayatırken, öte yanda ekonomik ve kültürel bağlarla sıkıca kenetlenmi insanlar arasına kama sokacak biçimde, devlet sınırlarının kestirip atılması çabalarını dü ünün. Yine, her bir partnerin içine girdiği, evlilik ili kisinin yalnızca bir yönünü, hem de bağımsız ve hatta belirleyici olmayan bir yönünü olu turduğu, çok yönlü kar ılıklı bağımlılıkları gözardı ederken, bir evliliği kurtarmak için alınan önlemleri dü ünün. Tahmin edilebileceği gibi, bu türden yapay sınırlar çizme, belirleme ve koruma gayretleri, "doğal" (yani, sağlam, direngen ve deği mez) bölünmeler ve mesafeler eriyip dağıldıkça ve insan hayatları (hatta birbirlerinden muazzam coğrafi ya da manevi uzaklıkta olan hayatlar) birbirine sıkıca bağlı hale geldikçe, giderek artan bir ilgi konusu haline gelmi tir - aslında iddetli bir takıntıya dönü mü tür. Bir sınır ne kadar az "doğal"sa, karma ık gerçekliği o kadar göz göre göre bozar, savunması o kadar fazla dikkat ve bilinçli çaba ister, o kadar çok baskıya ve iddete davetiye çıkarır. En fazla barı çıl ve en az korunan devlet sınırları, bütünüyle bakıldığında, "kendi i ine bakan" içsel birlikteliği olan nüfusun yerle tiği toprak parçasının sınırlarıyla bir biçimde örtü ür. Sık ve yoğun ekonomik ve kültürel alı veri içindeki alanları boydan boya kesen sınırlar neredeyse her zaman çatı manın ve silahlı mücadelenin bir hedefi olmu tur. Ba ka bir örnek alalım: Cinsel ili ki erotik a ktan ve "doğal olarak ait olduğu" istikrarlı, çok yönlü ortak ya am ili kilerinden giderek dajıa fazla koparken, giderek artan bir endi e odağı, büyüyen teknik yenilik dürtüsü ve yer yer iddete dökülen ruhsal gerilim, haline de gelmi tir. Diyebiliriz ki, bir bölünmenin önemi, yapılma ve savunulma iddeti, kırılgan hğıyla ve karma ık insan gerçekliğine verdiği zararın boyutlarıyla birlikte artar. Sadakatle boyun eğilıneyeceği hemen hemen belli ayrımlar için di e di , göze göz kavga verilir; ayrımları sulandırmadan koruma mücadelesi, ayrımın amacım gerçekle tirmek için verilen mücadeleden bile daha vah i hale gelir. ,^Z>> Bu, çoğu ki inin, modern toplum dediğimiz eyin, dünyanın ya adığımız kesiminde" -yakla ık üç yüz yıl önce kurulan ve hâlâ içinde ya adığımız toplum türünün- belirgin bir i areti olduğunu dü ündüğü bir durumdur. Daha önce yaygın olan ko ullarda (onları mevcut ko ullardan ayırmak için, sıklıkla "pre-modern" terimi kullanılır), kategoriler arası ayrımların ve bölünmü lüğün korunmasına genelde günümüze kıyasla daha az dikkat edilir ve daha az gayret sarf edilirdi; bunun nedeni özellikle farklılıkların doğal, insanın herhangi bir bilinçli çabasını gerektirmeyen bir ey olarak gö-rülmesiydi. Farklılıklar ku ku götürmez, daimi ve deği mez, insan müdahalesinden bağımsızdı. Aslında, insan eseri bile değillerdi. Tersine, farklılıklar, içinde her eyin ve herkesin yerinin önceden takdir edildiği ve sonsuza dek oldukları gibi kalmaya yazgılı olduğu, "Đlahi DüzerTin parçaları olarak algılanıyordu. Bir asil doğduğu andan itibaren bir asildi ve asillerin yaptığı hemen hiçbir ey onları bu niteliklerinden mahrum bırakamaz ve ba ka biri yapamazdı. Aynı ey genelde ehirli halk kadar köylü serfler için de geçerliydi (aksi halde geçit Vermez olan ayrımlar arasında yalnızca dar bir geçi alanını sava ve ibadet sağlıyordu; bu durum din adamlığı ve askerlik mesleğine verilen dikkatin olağanüstü artı ına ve kilise ile ordu hiyerar ilerinin olu turulması, korunması ve sürdürülmesine * Yazar Britanya'da ya ıyor, (ç.n.) 200 büyük katkıda bulunmu tur). Aslında insanlık durumu, dünyanın geriye kalanıyla aynı biçimde sağlamca kurulmu ve yerle mi bir durum olarak görülüyordu: Bundan dolayı, "doğa" ile "kültür", "doğal" ile "insan eseri" yasalar, doğal ve insani düzenler arasında ayrım yapmanın nedeni yoktu. Bunlar sanki yerinden oynatılması imkânsız o aynı sert kayadan uyulmu lardı. Kabaca on altıncı yüzyılın sonuna doğru, Batı Avrupa'da, bu ahenkli ve yekpare dünya tablosu dağıldı (Britanya'da, bu hemen 1. Elizabeth'in tahta çıkı ı ardından olmu tur). "Đlahi olu zinci-ri"nin hiçbir yerle ik taksimine tam uymayan insanların sayısında ve görünürlüğünde (ve dolayısıyla onları iyice tanımlanmı ve çok sıkı göz altında tutulan bir yere oturtma yönündeki kaygılarda) ani bir yükseli görülürken, yasama faaliyetlerinin temposu da arttı; çok eski zamanlardan beri kendi haline bırakılmı hayat alanlarını düzenleyen yasalar yürürlüğe kondu; kurallara uyulup uyulmadığını ara tırmak, izlemek ve kuralları korumak ve inat edenleri silahsızlandırmak ve güçsüzle tirmek üzere uzman birimler yaratıldı. Sosyal bölünmeler ve ayrımlar artık bir irdeleme, öngörü, tasarım, planlama ve her eyden önce bilinçli, örgütlü ve uzmanla mı çaba konusu haline gelmi ti. Sosyal düzenin, ormanların, denizlerin ya da çayırların aksine bir insan ürünü olduğu, ancak insan öznelerin kavrayabileceği ve alabileceği önlemlerle sürekli desteklenmedikçe sonunun geleceği yava yava , açığa çıkıyordu. Đnsani bölünmeler artık "doğal" görülmüyordu. Bir insan ürünü olarak onlar iyile -tirilebilirler ya da kötüle tirilebilirlerdi. Durum ne olursa olsun, onlar keyfi ve yapaydı ve öyle de kalacaktı. Đnsani düzen sanatın, bilginin ve teknolojinin bir konusu olmu tu. Bu yeni imge doğayı ve toplumu kesin çizgilerle ayırır. Doğa ve toplumun aynı zamanda, "ke fedildiği" de söylenebilir. Aslında ke fedilen doğa ya da toplum değil, onlar arasındaki ayrım, özellikle her birinin yettiği ya da istediği pratikler arasındaki ayrımdı. Đnsanlık durumu giderek daha fazla yasama, yönetim ve bilinçli manipiilasyonun ürünleri olarak ortaya çıktıkça, "doğa" insan güçlerinin henüz ekillendiremediği ya da ekillendirme arzusu duymadığı her eyin, yani, kendi mantığı tarafından yönetilen ve kendi amaçlan için kullanıp kullanmamak insanlara kalmı her eyin kocaman bir deposu rolünü üstlenmi ti. Filozoflar, krallar ve parlamentolar tarafından düzenlenen yasalarla benzerlik kurarak "doğa yasalan"ndan bahsetmeye ama aynı zamanda bu yasaları öncekilerden ayırmaya ba ladılar. "Doğa yasaları" kralın yasalarına benziyordu (yani, uyulması zorunluydu ve cezai yaptırımlarla silahlanmı tı) ancak kraliyet kararnamelerinden farklı olarak doğa yasalarının kabul edilebilir hiçbir insan yazarı yoktu (bu yüzden, onların gücü, ister Tanrı'nın iradesi ve idrak edilemez maksatla yürürlüğe konmu , isterse, kaçılamaz bir zorunluluk gereği, doğrudan kozmik maddelerin düzenlendiği biçimde nedensel olarak belirlenmi olsun, insan üstüdür). Olayların birbiri ardından düzenli akı ı, uyumlu parçaların ahenkli bir birliği, eylerin kendilerinden beklendiği gibi kalacakları bir durum olarak düzen fikri modern zamanlarda doğmamı tır. Yine de, ayrıksı olarak modern olan düzene duyulan ilgi, onun hakkında bir eyler yapmaya duyulan yakıcı istek, bir ey yapılmadığı takdirde düzenin kaosa dönü eceği korkusudur. (Kaos eyleri düzenlemekte ba arısızlığa uğramı bir çaba olarak dü ünülür; öngörülen ve kurulmaya kalkı ılan düzenden farklı bir durum, bu yüzden, alternatif bir düzen olarak değil düzen denilen eyin yokluğu olarak algılanır. Onu böylesine düzensiz yapan ey gözlemcinin olayların akı ını denetlemedeki, çevreden istenen yanıtı almadaki, planlanmamı ve arzulanmayan kendiliğinden olu umları engellemek ya da ortadan kaldırmadaki yetersizliğidir. Kısaca, belirsizliktir.) Modern bir toplumda, görülen o ki düzen ile kaos arasında ancak insan faaliyetlerinin titiz bir yönetimi durabilir. Ne var ki, yukarıda gördüğümüz gibi, bağımlılıklar ağının herhangi bir kesiminin, hayat etkinlikleri evreninden çıkarılmı herhangi bir bile ik ama aynı zamanda kısmi eylemin, sınırları keyfidir ve bu yüzden geçirgen, kolaylıkla nüfuz edilebilir ve tartı malıdır. Her zaman kısmi olan bir düzenin yönetimi bu yüzden her zaman eksiklidir, mükemmel olmaktan uzaktır ve öyle kalacaktır. Yapay olarak çizilmi sınırları parça parça eden ve yöneticilerin tasarılarına etki eden çok sayıda dı bağımlılıklar ve hesap dı ı insan 202 amaçlan ve dürtüleri vardır. Planlanan ve yönetilen kesim kayan kumlara dikilen bir kulübeden, rüzgârda savrulan bir çadırdan ya da daha doğrusu, içeriğini sürekli deği tirirken eklini koruyan, hızla akan bir nehirdeki girdaptan ba ka bir ey olamaz. En iyi halde, engin kaos (yani, olayların plansız ve tasarlanmamı akı ı) ummanına serpi tirilmi düzen (geçici ve kırılgan) adacıklarından bahsedebiliriz. En amansız düzen kurma gayretleri görece özerk alt bütünlükler (merkezkaç güçler üzerinde merkezcil güçlerin ortalama ağırlığının bir miktar daha fazla olması, içsel bağlantılarda bir miktar daha fazla yoğunluk ve bir miktar daha az sonucu etkileyen dı bağlar ile seçilen bütünlükler) yaratılabilir. Dı çekme üzerinde iç tutmanın üstünlüğü her zaman görelidir, tam değildir. Buna göre, kaos üzerinde düzenin zaferi hiçbir zaman tam ya da nihai değildir. Görünen hedefe asla varılamazken, mücadele hiç bitmeyecektir. Bunu söylediğimizde, önceki bölümlerde birçok kez yaptığımız gözlemlerden genel sonuçlar çıkarmaktan öte bir ey yapmı olmuyoruz. Bütün insanları bir toprak parçasının yörüngesine ya da bir örgütü açık ve net bir biçimde ayrı kategorilere sokmaya zorlamanın, onları ya "biz" ya da "onlar", ya yabancılar ya da yerliler, ya dostlar ya da dü manlar olarak sınıflandırmanın zorluklarını dü ünün. Her zaman ne içerde ne dı arda olan mevcudiyetleri tablonun arılığını bozan ve davranı yönünün netliğini zayıflatan yabancılar-çok sayıda insan kaldığından, böylesi bir ayrım yapmak için netliğe ula ma çabalarının en içten olanının dahi ba arısızlıkla sonuçlandığını görürüz. Tam da tüm dikotoıniter -her tür ikili sınıflandırmalar- insanlık durumunun karma ıklığına uygun dü mediği için, onu çok yönlü gerçekliğe dayatma çabasının kendisi, kaos tehlikesini gidermeyen ve tasarlanan düzenin tamamlanmasını ilelebet erteleyen daha çok müphemlik yaratır. Ya da, üyelerinin davranı larını yöneticiler tarafından tespit edilmi tek bir amaca tabi kılmaya ve onları, büro saatleri dı ında ya adıkları öteki gruplardan getirebilecekleri tüm öteki güdüler ve arzulardan arındırmaya çalı tığında her bürokratik örgütün kar ıla tığı zorluklan; ya da örgüt içindeki bütün insan ili kilerini örgütsel görevin tamamlanmasıyla ilgili mübadeleye indirgemek için verilen umutsuz mücadeleyi hatırlayın -öyle ki burada ki isel tutkular, kıskançlıklar, sempatiler, dü manlıklar ya da ahlâki motiflerin bürokratik hiyerar inin tepesinden tanımlanmı o tek amaca yönelik dı layıcı yoğunla maya müdahale etmesine izin verilmez. Bu bağlamdaki en amansız gayretler, orijinal olarak örgütsel yapının program ve tüzüğünde özetlenmi berrak, ahenkli imgeyi hayata geçirmekte ba arısızlığa mahkûmdur. Öyle olunca da, ortaya sürekli sadakatsizlik, ikiyüzlülük, itaatsizlik, ihanet ikâyetleri çıkar. Yapay bir düzen kurma çabalan ideal hedefleri kar ısında yetersiz kalmaya mahkûmdur. Bunlar görece özerklik adacıkları olu turabilirler ancak aynı zamanda yapay olarak kesilmi adacığa yakın toprak parçasını müphemliğin gri bir alanına dönü türürler. Bu nedenle bu çabalar sürmeye mecburdur ve hiç durmayacaktır. Müp-hemlik (düzensizliğin ya da kaosun özü) bütün açık ve net projelerin, istisna tanımayan sınıflandırmaların -yani, gerçekliğin öğelerini sanki onlar gerçekten ayrı ve bölünmü , sanki onlar her sınırı da-ğıtmazmt , sanki onlar tek ama yalnızca tek bir ayrıma aitmi gibi ele almanın- kaçınılmaz sonucudur. Müphemlik, insanlar ve onların çok sayıdaki özelliklerinin iç ve dı , faydalı ve zararlı, ilgili ve ilgisiz ve anlamsız olarak kesin çizgileriyle ayrılabileceği -ya da en azından ayrılması gerektiği- varsayımından çıkar. Her dikotomi müphemlik üretir; her düzen arayı ında zorunlu olarak boy gösteren dikotomik görü olmasaydı, müphemlik de olmazdı. Dikotomik "ya bu, ya öteki" görü ü bizatihi üzerinde bütüncül, her yerde hazır ve nazır denetimin yaygınla tırılabileceği görece özerk ku atılmı parçaya yönelik bir dürtünün ürünüdür. Her tür gücün sınırları olduğundan, bir bütün olarak evren üzerinde denetim sağlamak insan potansiyelinin ötesinde olduğundan ve hatta en cüretli insan dü lerinden bile kaçtığından, düzen yaratma pratikte daima düzenli alanı geri kalan düzensiz kesimden, yabandan ayırma, sınırsız kaos ummanımn ortasında düzen adasının sınırlarını çizine anlamına gelir. Sorun bu ayırma, bu çit çekmenin nasıl etkili kılınacağı, adayı istila eden ummana engel olacak sıkı bir barajın nasıl in a edileceği, müphemlik dalgasına nasıl göğüs gerileceğidir. 204 . Düzen in ası müphemlik kar ısında sava sanatının kullanılmasını gerektirir. Düzen kurmak belirsizlikle sava a tutu maktır. Her görece özerk düzen adacığında, her eyin yalınla tırılması-na (yani, her isime yanıt veren açık seçik bir nesne türünün olduğu ve her nesnenin ilk bakı ta tanınabilecek ve karı tırılması zor bir isim ta ıdığı duruma eri meye) özen gösterilir. Bu elbette bütün öteki anlamların, 'öteki kapasiteler"in, planlanmamı özelliklerin, eylerin ve sözcüklerin yasaklanmasını, bastırılmasını ya da ilgisiz olarak ilan edilip gözardı edilmesini gerektirir. Bu çifte amaca ula mak için, sınıflandırma kıstasları bir yerden tamamen denetlenebilir ve karara bağlanabilir olmalıdır -o yerden söz konusu parça bir bütün olarak düzenlenip yönetiliyor olmalıdır (yöneticiler lekelinin -içeri ile dı arı arasındaki sınırın nerede çekileceğine ayrıcalıklı karar verme hakkı, alanlarına giren her eyi tek ba ına tanımlama yetkinliği- düzeni korumanın ve rnüphemliklen sakınmanın zorunlu önko uludur; aynı zamanda belki de güdüsüdür). Böyle bir merkezi denetime gelmeyen kıstas, bu yüzden, genelde yasadı ı ilan edilir; pratikte bunları uzakla tırmak, bastırmak ya da olmazsa etkisiz kılmak için çaba sarfedilir. Müphemlik, kar ısında tüm bastırma yollarının ve tüm sembolik güçlerin dikildiği dü mandır. Her Ortodoksluk muhafızının sapkınlara ve muhaliflere kar ı verdiği mücadeleyi hatırlayın. Ve bunun yeminli dü manlar -dönekler ya da hainler- kar ısında verilen sava tan daha iddetli ve acımasız olduğunu da hatırlayın. Harita üzerinde hayali bir hat çizilir. Sonra da buna "devlet sınırı" adı verilir. Silahlı insanlar sınırı a an "yetkisiz" hareketleri savu turmak için sınır boyunca nöbet tutarlar. Bu insanlar herkesin onları yetkili ki iler hattı kimin geçip kimin geçemeyeceğine karar verme hakkı olan ki iler- olarak tanımalarını sağlayan üniformalar giyerler. Yine de onlara gerçek kapıcı denemez. Onlar, sınırlarını korudukları devletin ba kentinde bir yerlerde oturan ba ka otoritenin temsilcileri, aracılar olarak davranırlar. Đ te kimin sının geçmeye yetkili olduğuna ve kimin durdurulup geri çevrileceğine iradi olarak karar veren bu uzak otoritedir. Bu otorite ilk kategoriye giren insanlara pasaport verir ve ötekileri tanımlayan yasaklı insanlar listesi olu turur. Bu otorite tüm otoritelerin yaptığını yapar: Özellikleri hiçbir biçimde kar ılıklı dı layıcı olmayan ve birbirlerinden sonsuz biçimlerde farklıla an (ve birbirlerine benzeyen) büyük sayılarda insanları kesin olarak, birbirini kar ılıklı dı layan iki takıma ayırmaya çalı ır. Đ te iradesini hayata geçirmekle me gul böyle bir otoritenin ve çok sayıdaki aracının sürekli gözü açıklığı sayesinde belli bir insan topluluğu devlet uyrukları olarak kapasitelerini birle tirerek devletin kararsız kimliğini korurlar. Ki i bu topluluğa ya aittir ya da değildir; üçüncü bir ihtimal, ara statü, belirsizlik yoktur. Bu kalıp sonsuza kadar tekrarlanır. Ne zaman kapıda üniformalı ya da silahlı insanlar görseniz, bu kalıbın geçerli olduğunu fark edeceksiniz. Bazen, içeriye girmenize izin verilmesi için, belli bir futbol takımının onaylanmı ve kabul edilmi bir fanatiği olarak sizi oyunu izleyen tüm yetkisiz taraftarlardan ayıran bir kimlik kartı göstermeniz gerekir. Ya da ev sahibinin sizi partinin bir konuğu olarak sınıflandırdığını kanıtlayan bir davetiye. Ya da sizi "bizden biri", kulüp içinden biri olarak tanımlayan bir üye kartı. Ya da i in havasında olanların veya ilginç kitaplara gözü takılan rastgele ziyaretçilerin okumasından farklı olarak sizin kütüphanedeki kitapları okumanızın yasal olduğunu bildiren bir öğrenci kartı... Eğer böyle bir kart, pasaport ya da davetiye gösteremezseniz, her halde kapıdan geri çevrileceksiniz demektir. Eğer bir biçimde içeri girmenin bir yolunu bulmu ve tespit edilmi seniz, en iyi halde sizden çıkmanız istenecektir. O alan, aynı kurallara uymaları, aynı otorite tarafından belirlenen ve yürütülen aynı disipline boyun eğmeleri beklenen özel türden bir grup insan için ayrılmı tır. Davetsiz mevcudiyetiniz bu otoritenin hâkimiyetini zayıflatır. Otoritenin denetlediği ku atılmı alanın göreli özerkliği, etkile imi rastlantıya bırakan ve bu yüzden düzen ve intizama girmeyen güçler ve etkilere açıldıkça, dizginlenmemi müphemdik tarafından teslim alınabilir ya da a ındırılabüir. Genel olarak söylersek, bir devlet ya da öteki örgütler özgün ama her zaman kararsız türden düzenlerini (ve dolayısıyla kimliklerini ya da göreli özerkliklerini) uzayıp giden bir zaman boyunca ancak muhafızlar görevlerinin ba ında olduğu müddetçe -kapı bazı insanların ya da ki iliğin bazı özelliklerinin suratına ka206 paııdığı müddetçe- korunup sürdürülebilir. Fiziki kapıları ya da fiziki sınırları kapatmak kolay olmaz ancak en azından teknik olarak net bir meseledir. Öte yandan, bir insan ki iliğini izin verilen ve dı arıda tutulması gereken parçalara ayırmak ve bu iki parça arasındaki ileti imi yasaklamak çok daha karma ık bir meseledir. Tüm öteki bağlılıkları reddeden ya da askıya alan örgüte sadakat, yaratılmasının zorluğuyla bilinir ve sıklıkla en hünerli ve yaratıcı kestirme yolların kullanılmasına esin kaynağı olmu tur. Bir irketin ya da bir kurumun çalı anlarının sendikalara ya da politik hareketlere üye olmaları engellenebilir. Ya da örgüte ait olmayan insanlar ile örgütsel meseleleri konu mak, dü ünmek ve tartı mak yasaklanabilir (eğer bu kuralı çiğnerlerse, onlar bu "yaban-cılar"m fikir ve yargılarını örgüt otoritelerinin resmi görü leri ile kıyaslayabilir ve bu ikincilerin söylendiği gibi tartı ılmaz olmadıklarını fark edebilirler). Devlet memurlarına devlet organlarının faaliyetleri ve amaçları ile ilgili bilgiyi if a etmesini, bu bilgiyi bütün yurtta ların hizmetine sokmak kamu yararına, yani tanım gereği, devlet birimlerinde çalı anlardan ba ka insanların çıkarlarına olsa bile, yasaklayan malum Devlet Sırları Yasası'nı hatırlayın. Örgütlerin bilgi akı ını engelleme eğilimlerinin nedeni, yapay olarak çizilmi sınırlar boyunca uzanan ki isel bağların ve ki iliğin birliğinin tehlikeli bir belirsizlik olarak yorumlanması ve bu yüzden -örgütlerin ve yöneticilerinin bakı açısından- düzene en ciddi tehdit haline gelmesidir. Casusları ve hainleri yaratan, sırların korunmasıdır; ya da daha doğrusu, aksi halde masum ve "doğal" bazı insan eylemlerine ihanet ve bozgunculuk damgası vuran sırların korunmasıdır. Kaçınılmaz olarak bütün yapay olarak çizilmi sınırları ku atan müphemlik alanı ile bu müphemliği etkisiz hale getirmek ve bastırmayı hedefleyen incelikli strateji dizisi ufku toprak ya da i lev düzeyinde (her zaman göreli ve kararsız) özerkliğin tek sonucu değildir. Doğal bağlılık ve bağımlılık ağları yırtılır ve parçalara ayrılır, yapay olarak dikilmi sınırlar üzerinden ileti im durdurulur -ve böylelikle sınır çizmek hiç kimsenin kestiremediği, hesaplayamadığı ya da arzulamadığı sayısız yan etkiler de doğurur. Göreli özerk birimlerin birinde kar ıla ılan soruna uygun, rasyonel bir çözüm listesi olu turur. Bu otorite tüm otoritelerin yaptığını yapar: Özellikleri hiçbir biçimde kar ılıklı dı layıcı olmayan ve birbirlerinden sonsuz biçimlerde farklıla an (ve birbirlerine benzeyen) büyük sayılarda insanları kesin olarak, birbirini kar ılıklı dı layan iki takıma ayırmaya çalı ır. Đ te iradesini hayata geçirmekle me gul böyle bir otoritenin ve çok sayıdaki aracının sürekli gözü açıklığı sayesinde belli bir insan topluluğu devlet uyrukları olarak kapasitelerini birle tirerek devletin kararsız kimliğini korurlar. Ki i bu topluluğa ya aittir ya da değildir; üçüncü bir ihtimal, ara statü, belirsizlik yoktur. Bu kalıp sonsuza kadar tekrarlanır. Ne zaman kapıda üniformalı ya da silahlı insanlar görseniz, bu kalıbın geçerli olduğunu fark edeceksiniz. Bazen, içeriye girmenize izin verilmesi için, belli bir futbol takımının onaylanmı ve kabul edilmi bir fanatiği olarak sizi oyunu izleyen tüm yetkisiz taraftarlardan ayıran bir kimlik kartı göstermeniz gerekir. Ya da ev sahibinin sizi partinin bir konuğu olarak sınıflandırdığını kanıtlayan bir davetiye. Ya da sizi "bizden biri", kulüp içinden biri olarak tanımlayan bir üye kartı. Ya da i in havasında olanların veya ilginç kitaplara gözü takılan rastgele ziyaretçilerin okumasından farklı olarak sizin kütüphanedeki kitapları okumanızın yasal olduğunu bildiren bir öğrenci kartı... Eğer böyle bir kart, pasaport ya da davetiye gösteremezseniz, her halde kapıdan geri çevrileceksiniz demektir. Eğer bir biçimde içeri girmenin bir yolunu bulmu ve tespit edilmi seniz, en iyi halde sizden çıkmanız istenecektir. O alan, aynı kurallara uymaları, aynı otorite tarafından belirlenen ve yürütülen aynı disipline boyun eğmeleri beklenen özel türden bir grup insan için ayrılmı tır. Davetsiz mevcudiyetiniz bu otoritenin hâkimiyetini zayıflatır. Otoritenin denetlediği ku atılmı alanın göreli özerkliği, etkile imi rastlantıya bırakan ve bu yüzden düzen ve intizama girmeyen güçler ve etkilere açıldıkça, dizginlenmemi müphemlik tarafından teslim alınabilir ya da a ındırılabilir. Genel olarak söylersek, bir devlet ya da öteki örgütler özgün ama her zaman kararsız türden düzenlerini (ve dolayısıyla kimliklerini ya da göreli özerkliklerini) uzayıp giden bir zaman boyunca ancak muhafızlar görevlerinin ba ında olduğu müddetçe -kapı bazı insanların ya da ki iliğin bazı özelliklerinin suratına ka-206 pandığı müddetçe- korunup sürdürülebilir. Fiziki kapıları ya da fiziki sınırları kapatmak kolay olmaz ancak en azından teknik olarak net bir meseledir. Öte yandan, bir insan ki iliğini izin verilen ve dı arıda tutulması gereken parçalara ayırmak ve bu iki parça arasındaki ileti imi yasaklamak çok daha karma ık bir meseledir. Tüm öteki bağlılıkları reddeden ya da askıya alan örgüte sadakat, yaratılmasının zorluğuyla bilinir ve sıklıkla en hünerli ve yaratıcı kestirme yolların kullanılmasına esin kaynağı olmu tur. Bir irketin ya da bir kurumun çalı anlarının sendikalara ya da politik hareketlere üye olmaları engellenebilir. Ya da örgüte ait olmayan insanlar ile örgütsel meseleleri konu mak, dü ünmek ve tartı mak yasaklanabilir (eğer bu kuralı çiğnerlerse, onlar bu "yaban-cılar"m fikir ve yargılarını örgüt otoritelerinin resmi görü leri ile kıyaslayabilir ve bu ikincilerin söylendiği gibi tartı ılmaz olmadıklarını fark edebilirler). Devlet memurlarına devlet organlarının faaliyetleri ve amaçları ile ilgili bilgiyi if a etmesini, bu bilgiyi bütün yurtta ların hizmetine sokmak kamu yararına, yani tanım gereği, devlet birimlerinde çalı anlardan ba ka insanların çıkarlarına olsa bile, yasaklayan malum Devlet Sırları Yasası'm hatırlayın. Örgütlerin bilgi akı ını engelleme eğilimlerinin nedeni, yapay olarak çizilmi sınırlar boyunca uzanan ki isel bağların ve ki iliğin birliğinin tehlikeli bir belirsizlik olarak yorumlanması ve bu yüzden -örgütlerin ve yöneticilerinin bakı açısından- düzene en ciddi tehdit haline gelmesidir. Casusları ve hainleri yaratan, sırların korunmasıdır; ya da daha doğrusu, aksi halde masum ve "doğal" bazı insan eylemlerine ihanet ve bozgunculuk damgası vuran sırların korunmasıdır. Kaçınılmaz olarak bütün yapay olarak çizilmi sınırları ku atan müphemlik alanı ile bu müphemliği etkisiz hale getirmek ve bastırmayı hedefleyen incelikli strateji dizisi ufku toprak ya da i lev düzeyinde (her zaman göreli ve kararsız) özerkliğin tek sonucu değildir. Doğal bağlılık ve bağımlılık ağları yırtılır ve parçalara ayrılır, yapay olarak dikilmi sınırlar üzerinden ileti im durdurulur -ve böylelikle sınır çizmek hiç kimsenin kestiremediği, hesaplayamadığı ya da arzulamadığı sayısız yan etkiler de doğurur. Göreli özerk birimlerin birinde kar ıla ılan soruna uygun, rasyonel bir çözüm olarak görünen ey bizatihi ba ka birim için sorun haline gelir. Görünü lerinin tersine, birimler sıkı bir biçimde birbirlerine bağımlı olduklarından, sorun çözme etkinliği sonuçla ilk ba ta o i i üstlenmi birimin ayağına dolanır. Bu, ba langıçtaki sorunun sürekli çözümünü beklenenden daha zorla tıracak, hatta bütünüyle imkânsız kılacak ekilde, durumun tüm dengesinde hesapta ve planda olmayan bir kaymaya yol açar. Bu gibi yan etkilerin malum örneği, çözüm arayıcılarının pratiklerinde ve tahayyüllerinde me gul oldukları sınırlı toprak parçasına ister yakın ister uzak olsun, herhangi bir ülkenin ve halkın varolu unu tehlikeye sokacağından korkulan, gezegenimizin ekolojik ve iklim dengesinin tahrip edilmesidir. Yeryüzünün doğal kaynaklan, sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirerek ve sorunun sürekli bir çözüme kavu turulmasını daha da zor-la tırarak tüketilmi tir. Endüstriyel Örgütlenmeler havayı ve suyu kirletmi ve böylelikle insan sağlığı ve kentsel geli meden sorumlu olanların ba ına yeni birçok belalı sorun çıkarmı tır. Kendi yürüttükleri faaliyetlerin örgütlenmesini iyile tirme gayreti içindeki irketler emek gücünün kullanılmasını rasyonelle tirmi tir ancak bu aynı zamanda i çilerinden birçoğunun gereksiz olduğunun ilanı ve kronik i sizlik, sefalet adacıkları ve çöküntü alanlarının getirdiği yeni sorunlar anlamına gelmi tir. Bir zamanlar hareketlilik ve ula ım sorununu çözeceği umut-edilen özel otoların ve otoyolların, havaalanlarının ve uçakların mantar gibi çoğalması trafik tıkanıklığı, hava kirliliği ve gürültü yaratıyor, insanların tüm yerle im alanlarını tahrip ediyor ve birçok yerle im alanını oturulmaz kılacak ekilde kültür hayatının ve hizmet sunulmasının merkezile mesine yol açıyor; bu yüzden yolculuk, bir yanda daha zor ve yorucu hale gelirken, öte yanda çok daha zorunlu (i yerleri artık yerle im alanlarından çok uzakta) ya da her zamankinden daha çekici (birkaç günlük tatil için bile olsa "ondan kaçıp uzakla mak") hale geldi. Yetmezmi gibi, otomobiller ve uçaklar çözmeyi amaçladıkları sorunu tersine azdırmak ve ağırla tırmakla kalmamı , gelecekte çözümlerin uygulanabilirliğini de azaltmı tır. Hiçbir ey yapmamı -larsa, geni letme vaadinde bulundukları kolektif özgürlüğü daralt-mı lardır. 208 Bu a kınlık göründüğü kadarıyla evrenseldir ve hiçbir kaçı yolu da sunmaz. Kökleri, içinde ya adığımız dünya ile birlikte insan türünün tamamını kucaklamaksızın yapamayan bütünden yapay olarak koparılan herhangi bir varlığın özerkliğinin göreliliğin-de yatar. Özerklik en iyimser bakı la kısmidir, en kötümser bakı la ise tümden hayal ürünüdür: Özerklik sıklıkla ancak tüm failler arasındaki ve her failin yaptığı eyler arasındaki çok çe itli ve zengin bağlantılar kar ısında kör olduğumuz ya da gözlerimizi bile bile kapadığımız için ortaya çıkan bir durum gibi görünür (Bu beni ilgilendirmez. Bu benim sorumluluğumda değil. Karde imin vekili ben miyim? Her koyun kendi bacağından asılır. Sona kalan dona kalır). Herhangi bir sorunun çözümünün planlanması ve hayata geçirilmesinde hesaba katılan unsurların sayısı, verili sorunun kaynaklandığı durumu etkileyen ya da ona bağlı olan unsurlar toplamından her zaman daha küçüktür. Hatta denebilir ki, güç, yani düzeni tasarlama, yürürlüğe koyma ve koruma kapasitesi, ihmal edilmediklerinde bizatihi düzeni imkânsız kılan çok sayıda unsuru gö-zardı etme, ihmal etme, bir kenara koyma yetisinden ibarettir. Güç sahibi olmak, ba ka eyler yanında, neyin önemli neyin önemsiz olduğuna; neyin düzen mücadelesi açısından anlamlı olduğu, neyin kaygı duyulacak bir ey olmadığına karar vermeye muktedir olmaktır. Ne var ki, sorun, bu yapıldığında anlamsız görülen unsurların varlıklarını kaybetmemeleridir. Anlamlılık ve anlamsızlık tayini her zaman olumsal olduğundan (yani, anlamlılık çizgisinin belli bir biçimde çizilebilmesinin ağırlıklı bir nedeni yoktur; bu çizgi çok deği ik biçimlerde çizilebilir), karar ate li tartı malara konu olabilir ve sıklıkla olur da. Mo-' dern çağın e iğinde, çığır açıcı güç mücadeleleri himaye sisteminden, bazı modern dü ünürler tarafından esefle kar ılanan ve bazı modern protesto hareketlerinin kar ı çıktığı nakit bağına geçi etrafında geli ti. Fabrika sahiplerinin "makine kolu"nun (i çilere verilen bu isim, i verenler için onların birer koldan ibaret olduğu mesajını iletir) kaderine kar ı akıl almaz ilgisizlikleri kar ısında, geli meye ba layan fabrika sistemini ele tirenler en üstten en alta herkesi içine alarak "büyük bir aile" gibi duran zanaat atölyelerinin, hatta kırsal malikâne sisteminin pratiklerini hatırlıyordu. Atölyenin ve toprağın efendisi acımasız, despot bir patron olabilir ve i çilerin alın terini acımasızca sömürebilirdi ancak i çiler de ondan ihtiyaçlarına özen göstermesini ve -eğer en kötüsü ba a gelirse- onları felaketten kurtarmasını beklerdi. Đ çiler kendilerine ya ayacak bir yer sağlanmasını, hastalık ya da doğal afet durumunda yardım edilmesini, hatta ya lanıp i e yaramaz hale geldiklerinde gelir bağlanmasını bekleyebilirdi. Eskinin âdetlerinin tam tersine, bu tür beklentiler fabrika sahipleri tarafından me ru kabul edilemezdi. Onlar çalı tırdıkları i çilere çalı ma saatlerinde kullandıkları emeklerinin kar ılığını ödüyordu, gerisi -ısrarla belirttikleri gibi- i çilerin kendi sorumluluğuna kalmı tı. Ele tirmenler ve fabrika i çilerinin sözcüleri bu tür "suya sabuna dokuıımayı " kar ısında öfke duyuyordu. Bu ki iler fabrika disiplininin talep ettiği her gün sürekli, bıkkınlık veren ve yorucu çabanın i çileri fiziki olarak tükettiğine ve manevi olarak yıprattığına ve böylesine derinden etkilenen aynı bireyler ile ailelerinin hayatları için fabrika patronlarının herhangi bir sorumluluk üstlenmeye yana madığına; makine kolları fabrika rejiminin yönetimindeki çarklar arasından çıktıklarında "insan artıklan"na dönü tüklerine (artık olarak sınıflanan fabrika üretiminin öteki parçalan gibi, i çiler de üretim planı açısından i e yaramaz olarak değerlendiriliyorlardı; onlar nihai ürünün, kârlı kullanım imkânları tükendiği için ilgi odağı olmaktan çıkan, dikkat edilmeyen ve sonuçta basitçe fırlatılıp atılan vazgeçilmez bir parçası idiler) i aret ediyorlardı. Ele tirmenler aynı zamanda fabrika sahipleri ile makine kolları arasındaki ili kinin aslında basit bir ücret kar ılığında emek gücü alı veri iyle sınırlı olmadığına i aret ediyorlardı: Emek i çinin ki iliğinden koparılıp yalıtılamayacağı gibi, toplam bir nakit de patronun ki iliğinden ayrılamaz. "Emek vermek" bütün ki iyi, bedenini ve ruhunu, patron tarafından belirlenen göreve ve patron tarafından karar verilen çalı ma ritmine tabi kılmak anlamına gelir. Gözlerini yalnızca "kullanı lı" ürüne dikmi patronlar bunu kabul etmekten ölesiye nefret etseler bile, i çiden ücret kar ılığında bütün ki iliğini ve özgürlüğünü vermesi istenir. Fabrika sahiplerinin kiraladığı i çiler üzerindeki gücü, kendini özellikle görünü te 210 FI4ARKA/Sosyoloiik Dü ünmek denk eylerin mübadelesindeki bu asimetriden yakayı sıyırmalarında gösteriyordu. Đ verenler çalı manın anlamını belirliyordu ve ilgilendikleri meselenin ne olup ne olmadığına karar verme hakkını kendilerine saklıyorlardı -bu hakkı i çilerine tanımıyorlardı. Aynı ekilde, i çilerin daha iyi çalı ma ko ulları ve üretim sürecinin i leyi inde ve bu süreçte kendi rollerini ve görevlerini belirlemede daha fazla söz hakkı için verdikleri mücadele i verenlerin fabrika düzeninin sınırları ve içeriğini belirleme hakkına kar ı verilen bir mücadeleye dönü mek zorundaydı. Fabrika sisteminin sınırlarının tanımlanması üzerine i çiler ile i verenler arasındaki mücadele, bütün düzen tanımlarının zorunlu olarak ate leyeceği türden çatı maya yalnızca bir örnektir. Her tanım olumsal olduğundan ve son tahlilde yalnızca birilerinin onu uygulama gücüne dayandığından, ilke olarak tartı malıdır ve aslında zararlı etkilerinin kurbanı olanların itirazlarıyla kar ıla acaktır. Örneğin, taze su kaynaklarının kirletilmesini, zehirli atıkların dökülmesini ya da yeni bir maden ocağının veya yeni bir otoyolun çevreye verdiği zararı kimin kar ılaması gerektiğine ili kin bitip tükenmek bilmez ate li bir tartı ma duyarsınız. Bu tür tartı malar tarafsız, nesnel çözümler olmadığından ve yalnızca güç mücadelesi ile çözülebileceğinden, ilke olarak sonsuza dek sürer. Birisinin artığı pekâlâ ba ka birinin hayat ko ulunun önemli bir öğesi olabilir. Anla mazlık konuları olduğu noktadan dü ünen göreli özerk varlığa bağlı olarak farklı görünür ve anlamları tamamen bu kısmi düzenlerde i gal ettikleri yerden türer. Sıklıkla çok sayıda kar ıt baskılar tarafından hırpalanan bu konular sonuçta hiç kimsenin önceden planlamadığı ve hiç kimsenin kabul edilebilir bulmadığı bir biçim alır. Çok sayıda kısmi düzen tarafından etkilenmi olduğundan, kalkıp hiç kimse bunlara "benim sorumluluğum" demez. Modern zamanlarda, insan eyleminin teknolojik araçlarının gücü ve onunla birlikte uygulamanın sonuçları da geli tiğinden, sorun çok daha yakıcı bir hale gelmi tir. Her bir düzen adacığı daha fazla biçimlendirilebilır, rasyonelle mi , daha iyi denetlenir ve daha etkin uygulanır hale geldiğinden, çok sayıda böylesi mükemmelle -tirilmi kısmi düzenler tam bir kaosa neden olur. Planlanmı , maksariı, rasyonel olarak tasarlanmı ve sıkı biçimde denetlenen eylem-lerin uzak sonuçlan kestirilemeyen, denetlenemeyen birer karga a olarak geri teper.-Sera etkisinin olası korkunç sonuçlarını dü ünün - daha fazla verimlilik ve daha fazla üretim adına giri ilen sayısız çabanın önceden tahmin edilemeyen toplam ürünü (her bir çaba, tek ba ına alındığında, elden geldiğince bilimsel olarak yürütülmü ve her zaman eldeki i açısından çok iyi gerekçelendirilmi ti); ya da çevreye genetik olarak yeni tasarlanmı canlı organizma çe itleri salmanın henüz tahayyül edilemeyen sonuçlarım dü ünün - bunların her biri ayrı ayrı bilimsel bir amaca çok iyi hizmet ediyor ama hepsi bir araya geldiğinde, ekolojik dengeyi hiç kimsenin kestire-mediği bir biçimde deği tirecekleri kesindir. Nihayetinde, atmosfere her zehirli madde bo altılması yalnızca u ya da bu göreli özerk örgütlenmenin kar ıla tığı özgün bir sorun açısından gayet anla ılır ve içten olarak en iyi, en rasyonel (en üretken ve en az maliyetli) çözüm arayı ının bir yan ürünüdür. Yeni ke fedilen her virüs ya da bakterinin açıkça.tanımlanmı bir amacı ve yerine getireceği somut bir faydalı görevi yardır; örneğin, mısır ve buğday tarlalarında verimi tehdit eden özel olarak zararlı bir parazitin yok edilmesi. Đnsan genlerinin manipülasyonu, eğer izin verilirse, aynı ekilde böyle arzulanan, doğrudan hedeflere yönelecektir; örneğin, özel bir kusurun ya da belli bir hastalığa kar ı zayıflığın önlenmesi. Ne var ki, bütün bu durumlarda, üzerinde "odaklanılan" durumdaki deği iklikler çok sayıda öteki "odak dı ı" eyi etkilemeden edemez; bu planlanmamı ve önceden kestirilemez etkiler orijinal, bir zamanlar can sıkan ancak imdi ba arıyla çözülen sorundan daha zararlı olabilir. Tarımdan alınan ürünü artırmakta kullanılan suni döllendirici-ler meseleyi tüm çıplaklığıyla ortaya serer. Toprağı besleyen nitrat, ilan edilen etkisini gösterir, yani ürünü birkaç katına çıkarır. Gelge-lelim, yağmur damlaları gübrenin büyük bir kısmını yeraltındaki su kaynaklarına ta ır, böylelikle yeni ve daha az uğursuz olmayan bir sorun doğar: Suyu tüketilecek hale sokmak için suyun toplandığı yeraltı havzalarının temizlenmesi. Yeni sorun, hiç ku kusuz eski reaksiyonun sonuçlarım ortadan kaldırmak için yeni kimyasal reaksiyonlardan yararlanacak arıtma tesislerinin kurulmasını gerektirir. 212 Er ya da geç yeni i lemin de kendine özgü kirletici etkilerinin olduğu ke fedilecektir: Bu i lemler artık su yalaklarını doldurmu olan zehirli yosunlara bereketli beslenme alanları yaratır. Demek ki, kaosa kar ı mücadele görünür bir sonuca ula maksı-zın sürüp gidecektir. Ne var ki, ele geçirilip zaptedilecek kaos, artan bir oranda, sorun çözme yeni sorunların yaratılmasına neden olduğundan ve her yeni sorunla tıpkı eski yöntemlerle -mevcut sorunu çözmenin en kısa, en ucuz, "en makul" yolunu bulmakla görevlendirilen bir ekip tayin etmekle- ba edilemediğinden, insanın maksatlı, düzen kurma etkinliğinin bir ürünü olacaktır. Süreçte öteki unsurlar ne kadar çok hesap dı ı bırakılırsa, tutulan yol o kadar çok kestirme, ucuz ve rasyonel olacaktır. Oimdiye kadar bulduklarımızı u ekilde toparlayabiliriz: Kaos yerine düzen getirme, yakın çevremizdeki dünya parçasını kural tanır, kestirilebilir ve denetlenebilir kılma mücadelesi sonuçsuz kalmaya mahkûmdur çünkü bu mücadelenin kendisi kendi ba arısına en önemli engeli olu turur: Kaos, düzensiz (kuralı çiğneyen, kestirilemez ve denetlenemez) olguların çoğu özellikle dar bir alana odaklanmı , hedefli, görev yönsemeli, tek sorun çözücü eylemlerden doğar. Đnsan dünyasının bir parçasını, insan etkinliğinin özgün bir alanını düzenli kılma yönünde atılan her yeni adım, eski sorunları ortadan kaldırsa bile, yeni sorunlar yaratır. Her yeni adım yeni türden müphemlikler doğurur ve böylelikle -benzer sonuçlar doğuracak- daha ba ka adımların atılmasını zorunlu kılar. Ba ka bir ifadeyle, modern yapay düzen arayı ının ba arısı bizatihi kendi en derin, en kaygı yaratan zaafının nedenidir. Đnsanlık durumunun yönetilemez bütünlüğünü, küçüklüğü ve zamanla sınır-lanmi lığı yüzünden tam olarak gözlenebilir, denetlenebilir ve yönlendirilebilir olan, çok sayıda küçük, dolayımsız görevlere parçalamak insan eylemine e ine raslanmamı bir verimlilik kazandırmı tır. Eldeki i ne kadar çok kesin, sınırlı ve açıkça tanımlanmı olursa, o kadar ba arıyla yapılabilir. Aslında, i yapmanın özel olarak modern tarzı, parasal değerine göre (yani, verili maliyete kar ılık elde edilen doğrudan sonuca göre) ölçüldüğü müddetçe, tüm öleki tarzlardan hiç tartı masız üstündür. Modern eylem biçimi rasyonel -fiili sonuçlan amaçlanan eye göre ölçen ve kaynaklarla emek gücü harcamalarını hesaplayan araçsal aklın gerekleri- olarak tanımlandığında, kastedilen tam da budur. Ne var ki, burada gözden kaçırılan ey, bütün maliyetlerin değil, yalnızca faillerin kendilerinden doğan maliyetlerin hesaba katıldığı; bütün sonuçların değil, yalnızca failler tarafından ya da failler adına belirlenen görevin tamamı ile ilgili sonuçların gözlendiği gerçeğidir. Öte yandan, eğer tüm kayıp ve kazançlar hesaba katılacak olsaydı (eğer böylesine olağanüstü tutkulu bir giri im her eyden önce uygulanabilir olsaydı), i yapmanın modern tarzı üstünlüğünden çok ey kaybederdi. O zaman, sayısız kısmi ve ayrı rasyonel eylemin sonucunun daha fazla, daha az değil, tam bir irrasyonellik olduğu pekâlâ ortaya çıkabilirdi. Ve sorun çözmekteki en çarpıcı ba arıların çözüm gerektiren sorunlar toplamına yenilerini eklemekten ba ka i e yaramadığı. Bu belki de, tüm modern toplumların en bariz göstergesi olan düzen arayı ı ve müphemlikle mücadelenin en bıktırıcı ama kaçınılmaz iç çeli kisidir. Biz hepimiz hayatlarımızı yerine getirilecek ödevler ve çözülecek sorunların bir koleksiyonu olarak dü ünmeye alı tırıldık. Bir sorun bir kere tespit edildiğinde, alı ageldiğimiz üzere, görevin onunla nasıl ba a çıkacağımızı açıkça gösteren bir biçimde onu tam olarak tanımlamak olduğunu dü ünürüz (canımız sıkıldığında, moralimiz bozulduğunda ya da bunaldığımızda ilk tepkimiz "Sorunum ne?" diye sormak ve onunla nasıl ba edileceğine dair uzman tavsiyesine ba vurmaktır). Bu bir kere yapıldığında, can sıkan sorunu defetmenin artık sadece doğru kaynaklan bulma ve kendini sabırla i ine verme meselesi olduğunu sanırız. Oayet hiçbir ey olmamı ve sorun halledilememi se, kendi cehaletimizi, ihmalimizi, tembelliğimizi ya da beceriksizliğimizi suçlu buluruz ( ayet moral bozukluğu sürerse, bu durumu ya sıkıntılarla mücadele kararlılığımızın yokluğu ya da ele alınan "sorun"un nedenlerini yanlı tanımlamamızla açıklarız). Gelgelelim, hayal kırıklığı ve a kınlık ne kadar karma ık olursa olsun, doğru bilgi, beceri ve çabayla, her bir durumun sonlu bir dizi soruna parçalanabileceğine, bu sorunların her biriyle ba arılı bir biçimde ba edilebileceğine (zararsız hale getirilebilece214 ği ya da ortadan kaldırılabileceğine) inancımız eksilmez. Kısaca, hayat uğra ının tek tek sorunlara parçalanabileceğine ve her sorunun bir çözümü, her çözümün de özgün bir aracı ve yöntemi olduğuna, yoksa bulunması gerektiğine inanırız. Đ te bu inanç hem modern zamanların parlak ba arılarının nedenidir hem de, sözkonusu ba arıların ardı sıra gelen tehlikeler ve hayal kırıklıkları ile kar ıla tıkça bugün artık bilimsel ve teknolojik sürecin toplam bedeli saymaya ba ladığımız, günümüz toplumlarındaki çoğalan endi elerin sorumlusudur. Kısaca göreceğimiz gibi, modern durumun bu yapısal belirsizliğinin tam bir kopyasını hayatlarımızı planlama ve ya ama tarzımızda buluruz. Hayat uğra ına dalmak Sizin gibi (umarım) ben de zeki ve becerikli biriyim. Evde pek çok ey yapabilirim. Örneğin, elektrik devre anahtarını, bir duyu ya da prizi tamir edebilirim. Hatta bu amaçla tornavida, sigortalar, çe itli çapta kablolar bile bulundururum. Ancak bazen öyle olur ki, alet edavat kutusunda gerekli eyi bulamam; örneğin, masa lambamı odanın farklı bir kö esine yerle tirmem gerek ve bu yüzden bir uzatma kablosuna ihtiyacım var ama yeterli uzunlukta kablom yok. Ama nereden bulacağımı bilirim; bir elektrikçinin ihtiyaç duyabileceği bütün malzemeleri stokta bulunduran özel dükkânlar var. Ev i lerini yapmak için gerek duyulan her eyi bulunduran kendi ba ına 3'apılabilecek i ler için malzeme satan dükkânlar da var. Bir kere böyle bir dükkâna gittim; kabloyu zemine raptetmek için ihtiyaç 216 duyduğum çiviler buldum ancak çivileri ararken daha önce görmediğim türden birkaç araç gereç gözüme çarptı. Bunların her biri, eğer yerinde kullanılırlarsa, ya adığım hayat biçimine bir eyler ekler. Örneğin, voltaj ayarlı bir anahtar, ı ığın iddetini deği tirme imkânı sağlar. Bir ba ka elektronik anahtar güne in doğu una ya da batı ına göre ya da benim önceden ayarladığım zamana göre ı ığı kendi ba ına yakıp söndürecektir. Bu aletleri daha önce hiç kullanmadım ama bana parlak bir fikir gibi geldiler. Kullanımlarını ve tam olarak nasıl çalı tırılacaklarını açıklayan bir kitapçığı ilgiyle okudum. Onlardan satın aldım ve eve yerle tirdim. Ancak onların tamirinin eski anahtarlara göre daha zor olduğunu fark ettim. Bozulduklarında, tornavida pek i e yaramıyor. Bir kere lehimlenmi , açılmıyorlar ve benim gibi acemi bir tenekecinin açması imkânsız. Ba ka bir alet satın almam ve eskisinin yerine koymam gerek. Bazı araç gereç yedek parçalarla gelir, öyle ki neyse onu tamamıyla atmadan bir parçası yerine ba kasını koyabilirim. Tüm bunlar birçok elektrikli aygıttan faydalanma imkânı verir. Ku kusuz, geceleri karanlıkta oturmaktan kurtulmak için elektrikten faydalanırım. Ancak çok sayıda ba ka kullanımları da vardır ve yıllar geçtikçe bu sayı katlanarak artmaktadır. Örneğin, gömleklerimi leğende yıkadığım günleri hâlâ hatırlarım. Oimdi onları elektrikli çama ır makinesine koyuyorum. Yıllar önce otomatik bir çama ır makinesi satın aldım; o zamandan beri, bu makinelere uygun özel bir deterjan alıyorum (hatırladığım kadarıyla, makinalar otomatik olmadan böyle bir deterjan yoktu). Geçen yıldan bu yana bula ıkları mutfak lavabosunda elimle yıkamıyorum. Oimdi bir elektrikli bula ık makinem ve bula ık makinelerine özel sıvı deterjanım var. Birkaç gün önce bula ık makinemde bir eyler ters gitmeye ba ladı. Ne yapacağımı a ırdım. Küçük bir partinin bula ıklarını yıkamak bana neredeyse imkânsız bir angarya gibi geldi, halbuki geçtiğimiz yıl kaç kere yıkamı tım... Bu yetmezmi gibi, elektrikli tıra makinem de tıkanmaz mı! Onsuz tıra olmayı gerçekten unutmu um. Đki gün tıra sız dola tım; benimki gibi tıra makineleri için gerekli bütün yedek parçaları bulunduran bir tamirci dükkânını daha yeni buldum. Ve elbette, birkaç saat aralıksız enerji kesintisi uygulandığında, o unutamadığımız genel grev vardı. Gerçek bir karabasandı. Radyom sustu, televizyonum karardı. Ak amlarımı nasıl geçireceğimi bilmiyordum. Kitap mı? Gözlerimin mum ı ığında okumaya uygun olmadığını fark ettim. Ardından, kesintinin en iddetle uygulandığı zaman, telefonlar da kesilmez mi! Birden dostlarım ve i arkada larım gözüme sonsuz uzak ve eri ilmez göründüler. Dünyam, kelimenin tam anlamıyla, yıkıldı... O deh etli dünyada tek ba ına terk edilmi lik duygusunu hatırlıyorum da, gün be gün üzerinde bir an bile olsun dü ünmeden yaptığım basit eyler aniden nasıl ba edece-ğimi bilmediğim ağır birer yüke dönü tüler. Bütün bunları söyledikten sonra, tekrar ba ta söylediklerim üzerine -zeki ve becerikli biri olduğum, günlük hayatta ihtiyaç duyduğum türden her eyi yapabildiğim hakkında- dü ünmeye ba lıyorum. Oimdi her eyin eskisi kadar basit olmadığını görüyorum. Beni böyle akıllı, kendine güvenen bir ki i yaptığını dü ündüğüm becerilerim beni hiç de bağımsız kılmıyor. Tam tersine, beni dükkânlara, elektrik santrallerine, çok sayıda uzman ve tasarımcının yaptığı sayısız ke fe, ürettikleri araç gerece, olu turdukları çarelere ve talimatlara tutsak ediyor. Onlar olmaksızın hayatımı ya ayamam. Geriye dönüp baktığımda, onlara bağımlılığımın yıllar geçtikçe arttığını görebiliyorum. Uzun zaman önce, tıra olmak için sıradan bir ustura kullanırdım. Ku kusuz, usturayı yapamazdım ancak bir kere bir ustura edindiğimde onu kolaylıkla bileyebilir, parlatabilir, sürekli hizmete hazır tutabilirdim (bu arada, ilk usturamı bana veren babamdı; hayatının büyük bölümünde günübirlik kullandığı iki usturasından birini vermi ti bana). Sonra u jilet takılan emniyetli tıra makineleri çıktı ve birden benim eski güvenilir usturam gözüme hantal, hiç de dü ünegeldiğim gibi uygun olmayan, hatta bir biçimde pespaye bir ey gibi görünmeye ba ladı; sanki onu kullanmak beni eski kafalı, geri bir ki i yapıyordu. Đyi de, jiletler kullanıldığında körle iyor ve bir daha keskinle tirilemiyordu, yani hiç de bana göre değildi. Her defasında yeni bir jilet satın almayı hatırlamak zorundaydım. Dükkânlarda birçok deği ik marka jilet vardı ve en iyisini seçmek için aklımı kullanmalıydım. Çoğalan bir seçim 218 özgürlüğümün olduğu hissi uyandı bende; ne ki yapamadığım ey vitrindeki markalardan herhangi birini satın almamaktı. Nihayetinde, her gün tıra olmak zorundaydım. Zamanla, elektrikli tıra makineleri çıktı ve eski hikâye tekrarlanmaya ba ladı. Neredeyse bir gecede jiletler ı ıltılarını büyük oranda yitirdi; çekici yeni aletlerle kıyaslandığında, jiletler pek i e yaramaz görünüyordu. Ve kendi kendime durmadan ne yapıp edip de bir elektrikli tıra makinesi alsam diye sormaya ba ladım; daha almamı mıydım? Neden? Niyetim gerçekten u eski moda eylere takılıp kalmak mıydı? Sonra, dayanamadım ve bir tane aldım. Oimdi elektrik olmaksızın tıra olamam. Eğer bozulursa, onu ne tamir edebilir ne de tıra eder hale getirebilirim. Artık, bu meselede bana yardım edecek bir tamirci ustasına ihtiyacım var. Her yeni adımda, yeni beceriler edinmek zorundaydım ve ba arıyla o i in altından kalktım. Diyebilirim ki, imdi en yeni teknolojilerin maharetli bir ustası olmakla gurur duyuyorum. Ne var ki, her yeni adımda becerilerimi uygulayacak daha karma ık "teknolojik nesnelere" ihtiyaç duyuyordum. Onların nasıl çalı tıklarım her gün biraz daha az biliyordum. Eğer bir ey bozulursa onları yeniden çalı ır hale getirmekte artık her gün daha az ba arılı oluyordum. Evvelden yaptığım aynı eyi yapmak için giderek daha karma ık araç gerece ihtiyaç duyuyordum; onlar artık niyetimle i in ba arılması arasında engel te kil ediyordu. Artık böyle aletler olmadan yapamazdım. Onlar olmaksızın eyleri nasıl yaptığımı unuttum. Yeni araçlarda odaklanan yeni becerilerim eski yeteneklerimi arıyordu. Eski günlerin daha basit aletleriyle, eski becerim de geçip gitmi ti. Hatırladığım kadarıyla, eyleri bir zamanlar uygulayabildiğim ama artık unuttuğum yapmanın yolu yordamı elektrikli tıra makinesinin düğmesini açıp kapatmaktan daha fazla özen, daha fazla eğitim, deneyim ve dikkat gerektiriyordu. Sanki, i in zor kısımları aletlere devredilmi ti. Sanki, geçmi becerilerimin bir kısmı kullandığım aletlere ta ınmı ve orada "kilitli" duruyordu; belki de, bu yüzden onlara böylesine sıkıca bağlı hale gelmi tim. Oimdi uzaklarda kalmı gençlik günlerimde, tıra olmak herkesin rutin olarak yaptıkları bir eydi. Öğrenme (sırf yüzünü kesmemek için) gerekiyordu elbette ancak bu hemen hiç kimse için özel bilgi isteyen özel bir beceri gerektirmiyordu. Tıra olmak için gerekli her ey herkesin elindeydi; zaten tıra olma becerilerinin böyle evrensel dağılımı yüzünden tıra uzmanları ve tıra teknolojisine ayrılmı belli bir yer yoktu. Oimdi her ey deği ti. Tıra olma i lemi titiz bilimsel çalı maların konusu haline geldi. Önce tıra temel parçalara ayrıldı ve her bir parça ayrıntılarıyla irdelendi: Çe itli tür derilerin yumu aklığı, yüzün farklı bölgelerindeki kılların açıları, bıçağın hareket biçimi ile kılların kesilme hızı arasındaki ili ki vb. Çözümlenen her parça daha sonra yerine getirilmesi zorunlu olan kendine özgü gerekleriyle bir sorun olarak sunuldu; her sorunun da bir çözümü olmalıydı. Sonra çe itli çözümler tasarlandı, denendi, kıyaslandı; sonuçta, içlerinden en iyi (en verimli, ya da en çekici ve bu yüzden satı ansı en yüksek) olduğu dü ünülen biri seçildi ve ardından kalan sorunların çözümleriyle bir araya getirilerek son ürün çıkarıldı. Her biri son derece özgün alanlara ait bir uzman bilgisini temsil eden düzinelerle uzman nihai ürüne katkıda bulundu; bu ki iler yalnızca bu mesele -tıra - ile ilgili ara tırma ekiplerinde çalı ıyordu ve bu yüzden günlük i lerine giderken yüzlerinin temiz ve pürüzsüz olmasından ba ka bir ey dü ünmeyen senin ve benim gibi sıradan insanların eri emeyecekleri kadar derinliğine konuyu irdeleyip yetkinle mi ti. Ve dö emeyi süpürmek, çimleri biçmek, çalıları kesmek, yemek pi irmek ya da bula ıkları yıkamak gibi, ba ka eyler de tıra ın akıbetine uğramı tır. Tüm bu i lerde, teknolojik araç ve gereçlere hapsedilmi uzmanlık, bir zamanlar herkesin elinde olan becerileri devralmı , parlatmı ve keskinle tirmi tir. Artık i yapmak için o uzmanlığa ve o teknolojiye ihtiyaç duyuyoruz. Aynı zamanda eski, gereksiz ve unutulanların yerine yenilerini de koymamız gerekiyor: Bu defa doğru teknolojik araçları bulma ve çalı tırma becerilerine ihtiyacımız var. Kullandığımız ve onsuz ya ayamadığımız tüm o teknoloji dediğimiz ey, ke fedilmeden ve kullanılabilir hale getirilmeden, yapmakta olduğumuz i ler tarafından zaten hazırlanmı bir alanı devralmadı. Onları mümkün kılan teknoloji olmaksızın asla olamaya- 220 çak, hayatımızda oldukça merkezi bir yer i gal eden, birçok ey vardır. Radyoları, müzik setlerini, televizyonları, bilgisayarlan ^\. unun. Gündeme geli leri daha önceleri hiç mevcut olmayan yeni imkânların önünü açmı tır. Ak amlarımızı diziler ve filmler seyrederek geçirme uygulanabilir bir fikir değilken, ona ihtiyacımız yokmu görünüyordu; ama imdi televizyonumuz boztılsa yok]rjğunu hisseder ve kahroluruz. Görünüyor ki, ona olan ihtiyacı bi? yarattık. Evde bir bilgisayara sahip olmak imkân dahiline girmeden önce bilgisayar oyunlarına da bir ihtiyaç duymuyorduk. Müzilç gederi ve küçük müzik aletleri ortada yokken her eyin arka plan gürültüsü olarak müzik ihtiyacı da yoktu. Bu durumlarda, teknolojinin kendi ihtiyacını yarattığı görülüyor: Aslında, yeni tür bir ihtiyaç. Bu yeni teknolojik nesneler eyleri yapmanın eski biçimlerini,-, yerini almazlar; onlar bizi daha önce hiç yapmadığımız eyler yapmaya sevkederler ve eğer onları yapmamı sak bizi mutsuz ederler. Öyleyse, uzmanlık ve teknolojinin sahip olduğumuz bir ihtiyaca kar ılık olarak ortaya çıktığı doğru değildir. Sıklıkla, bize uz. manlıklarını ve ürünlerini sunan insanlar ilk ba ta bizi sundukları eylere gerçekten ihtiyaç duyduğumuza ikna etmelidir. Kaldı ki yeni ürünlerin çok temelli, sorgulanmayan ihtiyaçlara hitap ettiği durumlarda bile (daha önce tartı tığımız tıra makineleri gibi)t eöer yeni aletlerin cazibesi ile deği tirme hevesine kapılmamı salt o jn_ tiyaçlanmızı eskiden olduğu gibi kar ılamayı sürdürebiliriz Demek ki, böyle durumlarda bile yeni teknoloji basitçe ihtiyaca kar ılık değildir. Yeni teknolojilerin ortaya çıkı ı hiçbir biçimde popüler talep tarafından belirlenmemi tir; onların kullanılabilir hale gelmesiyle belirlenen daha çok taleptir. Önceden ihtiyaç var olsun ya da olmasın, yeni ürünler için talep, onların piyasaya çıkı ının cırdından gelir. O halde, yeni, daha derin, daha odaklanmı , daha özelle mi uzmanlık ve daha incelikli teknolojik aletlerin ortaya çıkı ının sebebi nedir? Muhtemel yanıt, uzmanlığın ve teknolojinin geli mesinin fazladan herhangi bir nedene ihtiyaç duymadan kendini tetikleyen, kendini yelkinle tiren bir süreç olduğudur. Ara tırma araç ve <jere-ciyle donanmı bir uzmanlar ekibi olduğunda, onların yalnıza bir örgüt faaliyetinin mantığının geçmek, rakiplerinden üstünlüğünü kanıtlamak ihtiyacı ya da ki inin i ine duyduğu sırf insani ilgi ve heyecanın- yön verdiği yeni ürünler ve öneriler ortaya atacağından emin olabilirsiniz. Ürünler genellikle kullanımları belirlenmeden bilimsel ya da teknolojik olarak uygulanabilir hale gelirler: Bu teknolojiye sahibiz, nasıl kullanabiliriz? Ve madem ki teknolojimiz var, onu kullanmamak dü ünülebilir mi? Çözümler sorunlardan önce gelir: Çözümler çözebilecekleri sorunlar arar. Ba ka bir deyi le, uzman görü ü ya da teknolojik nesneler ortaya çıkıp da çözüm olduklarım iddia edene kadar, çoğu kez, hayatın bir parçası bir sorun, çözüm için yanıp tutu an bir ey olarak algılanmaz. Ancak o zaman, muhtemel kullanıcıları söz konusu nesnenin gerçekten de kullanım değeri olduğuna ikna görevi ortaya çıkar. Muhtemel kullanıcıların inandırılması gerekir, aksi halde o nesneyi para harcamaya değer görmeyecekler, onu satın almayacaklardır. Sen ve ben, ister sözlü talimatlar biçiminde isterse kullandığımız teknolojik aletlere mahkum edilme biçiminde olsun, uzmanlığın tüketicileriyiz. Aslında, kendi daracık özel alanları dı ındaki hayatlarının sayısız yönleriyle uzmanların kendileri de dahil olmak üzere, herkes öyledir. Uzmanlığın çoğu hayatlarımıza davetsiz, izin bile istemeksizin girerler. Örneğin, polisin hız sınırını a an sürücüleri tespit etmek, göstericileri dağıtmak, kaçakların kimliğini belirlemek ya da arzu edilmeyen faaliyetler yürüttüğü dü ünülen bir gruba sızmak için kullandığı giderek daha fazla incelikli hale gelen teknolojiyi dü ünün. Ya da çe itli devlet ve özel kurumların kullandığı enformasyon teknolojisini dü ünün; hakkınızda akıllara durgunluk verecek kadar fazla veri toplamı ve belirsiz bir gelecekte, yeri geldiğinde -zorunlu olarak yararınıza olmamak üzere- kullanmak üzere depolamı olabilirler. Bu ve benzeri uzmanlık ve teknoloji kullanımları gayet açıkça özgürlüğümüzü kısıtlar, bazı seçimleri daha az faydalı ya da doğrudan imkânsız kılar. Hatta, a ırı durumlarda, bizi ba kalarının keyfi kararlarının çaresiz kurbanları da yapabilirler. Ne var ki, çoğu teknoloji bizim ki isel kullanımımız için tasarlanmı tır; seçim ufkumuzu sınırlamayı değil geni letmeyi, bizi daha özgür, hayatlarımızı daha fazla denetleyebilir kılmayı vaat eder. Bu gibi durumlarda, yeni teknolojiyi benimserken aynı zamanda ona bağlı hale de geliriz; bu çok daha az göze çarpar. Genelde, yeni teknolojik imkânları özgürle tirici ya da hayatı zenginle tirici olarak sevinçle kar ılarız; onlar eski eyleri daha hızlı ve daha az yorularak yapmamızı ya da eskiden hiç yapamadığımız eyleri yapabilmemizi sağlar. Teknolojiyi sevinçle kar ılarız çünkü onun gerçekten de amaçladığı eyi yaoabileceğine inanırız -geriye bu inancın yerinde ve sağlam olduğuna ikna edilmek kalır. Đkna edilmemiz gerekir -duyduklarımıza güvenebileceğimiz biçimde bize anlatılsın- çünkü kendi ba ımıza bilmemizin bir yolu yok. Yeni teknolojik imkânların gerçekten ihtiyacımı kar ılayıp kar ılamayacağını bilemem, hele önceden kesinlikle bilemem. (Bu, gerçekten de, servis yaptığımda verdiğim partiyi bir ba arıya dönü türecek içki türü müdür? Bu, gerçekten de, kalabalık bir caddede, güzel genç erkek ve kadınların beni yalnızca beni- fark etmelerini sağlayacak koku mudur? Bu, gerçekten de, beyazı gerçekten beyaz ve her eyi gerçekten lekesiz yapacak, herkesin fark etmesini sağlayacak deterjan mıdır? Ve b'u onlar için yaptıklarıma özellikle dikkatlerini çekmek istediğim insanların ükran duymalarını ve dost olmalarını sağlayacak mıdır?) Bazen benim sunulan teknolojik ke fin kar ılamayı amaçladığı türden bir ihtiyacımın olduğundan bile emin değilim (özel bir ampuanla derimi ovmadıkça, derimde göremediğim "derin kirlerin" sabunla yıkamakla geçip geçmeyeceğinden emin değilim; halımda elektrikli süpürgenin ba a çıkmakta çaresiz kaldığı korkunç ve mide bulandırıcı bakterilerin cirit attığı ve bu yüzden ayrıca özel bir halı bakterisi öldürücü deterjana ihtiyacımın olup olmadığında emin değilim; eğer di lerimi fırçalamadan önce ağzımı u i edeki sıvı ile yıkamazsam di lerimde can sıkıcı, i tah kesici maddeler birikip birikmeyeceğinden emin değilim; bana odak seçici, zaman ayarlı, film oynatabilen tam otomatik -söylendiğine göre, benim gibi birini de iyi bir fotoğrafçı yapacak- yeni bir makine gösterilene kadar, sadık eski fotoğraf makinemin komik denecek kadar ilkel ve i e yaramaz olduğunu bilmiyordum). Bütün bunlar bir kere bana anlatıldığında, belki de acil olarak kar ılanması gerektiği söylenen ihtiyaçları kar ılamak için bana anlatılan ürünlerden elde etmeyi isteyeceğim. Bir kere gerçekten bu ihtiyaçlarımın olduğu kafama dank ettikten sonra, onlar için bir ey yapmamak yanlı olurdu. Eğer hiçbir ey yokmu gibi ama biliyorum, vardı- devam edersem, cehaletime vererek kendimi mazur göremezdim. Bugünden itibaren, hiçbir ey yapmamak ihmalkârlığın, ilgisizliğin, kalın kafalılığın ya da acizliğin kanıtı olacaktır; bunların her biri de, bir biçimde değerimi dü ürecek ve ba ka insanların ve kendimin gözünde saygım kalmayacaktır. Aileme, sevdiğim insanlara ya da benim korumama terk edilmi kendi bedenime özen göstermediğim, onların ihtiyaçlarını kar ılayamadığım hissine kapılacağım; içimi görevimi ihmal ettiğim ya da yerine getiremediğim duygusu kaplayacak. Suçluluk duyacağım, utanacağım ya da kahrolacağım. Birdenbire, daha önce yaptıklarım ve yapma biçimlerim tatmin edici olmaktan uzakla acaklar ve hiç ku kusuz onlar artık övünülecek, gurur duyulacak eyler olmaktan çıkacaktır. Kendi gözümde ve ba kalarının gözünde saygımı yeniden kazanmak için, eyleri layıkıyla yapmamı sağlayacak ve bana onları yapma gücü kazandıracak o becerikli ve güçlü nesneleri edinmekten ba ka yolum yoktur. Hiç ku kusuz, edinmek satın almak demektir. O ahane, becerikli ve güçlü eyler çoğu kez meîa olarak ortaya çıkarlar; yani, pa-zarlanırlar -satılmak için üretilirler, satılırlar ve kar ılığında para alınır. Birileri bu parayı elde etmek için onu bana satmak isterler; yani kâr etmek için. Ama bu amacına eri mek için, önce beni sundukları metaya sahip olmak a kına paramdan ayrılmaya değeceğine -metanı gerçekten mübadele değerini, ödeyeceğim fiyatı haklı çıkaran kullanım değerinin olduğuna (sık sık duyduğumuz gibi, onun verdiğimiz parayı hakettiğine)- inandırmak zorundadırlar. Ürünlerini satmak isteyen (ürünlerini satılabilir metalara dönü türen) insanlar, bu ürünler için zaten a ırı kalabalık piyasada bir yer bulmak zorundadırlar. Bu insanlar eski ürünleri miyadını doldurmu , i e yaramaz, bayağı göstermelidirler (Kelime i lemciler ortalıkta cirit atarken daktilo kullanmaya kim cüret edebilir?). Ve böylelikle zemin hazırlandıktan sonra, ikna görevi yerine getirilmeli224 dir: Satıcılar ürünlerinin vaat ettiği fayda için arzumu kamçılamalı ve böylelikle beni onlara'sahip olmak adına fedakârlıkta bulunmaya (para kazanmak, biriktirmek ve harcamak için sıkı çalı maya) hazırlamalıdır. Onlar bunu, en bariz olarak, reklamlar (örneğin, TV ilanları) yardımıyla yaparlar. Reklam iki etki yaratmalıdır: Đlkin, reklam bana ihtiyaçlarım ile onları kar ılayacak becerilere ili kin kavrayı ımın yetersiz olduğunu, gerçekten neye ihtiyacım olduğu ve gerçekten ne yapmam gerektiği hakkında yargılarımın geçersiz olduğunu anlatmalıdır; sonra, cehaletimi ya da yetersiz yargımı, daha iyi bilenleri dinleyerek ortadan kaldırmanın güvenilir yollarının olduğunu anlatmalıdır. Çoğu ilanda, eski tarzlarında ısrar eden insanlar cahil ya da eski kafalı olarak alay konusudur; ve bu insanların kar ısına doğru yolu göstererek cehaletlerini kanıtlayan güvenilir bir otorite çıkar. Böyle bir otorite bir bilim insanı, otomobil teknolojisinde, bankacılıkta ya da sigortacılıkta birinci sınıf bir uzman, güvenilir ve iyi niyetli bir karakter, efkatli ve deneyimli bir anne, ürünün yapmayı amaçladığı türden i in bilgili, tecrübeli ustası ya da milyonlarca öteki insanın da seyretmekten ho landığını bilerek, insanların gıpta ile izledikleri me hur bir ki i imgesinde somutlanır. Son örnek gösteriyor ki, sayılar kendi ba ına gereken otoriteyi ta ıyabilir (nihayetinde, hepimiz "çok sayıdaki insanın yanlı olamayacağına" ve "insanın tüm insanları her zaman aptal yerine koyamayacağına" inanırız); bazı reklamlar bize yalnızca çoğu insanın bunu yaptığını, giderek daha fazla insanın deği tirdiğini, onu tercih ettiğini bildirir. Her reklam metni .ve her ilan bizi özel bir ürünü satın almamız için yüreklendirmeyi ve kı kırtmayı amaçlar. Ancak bunlar arasında, metalara, metaların bulunabileceği piyasalara (mağazalar, dükkânlar) ve onlara sahip olmaya kar ı ilgimizi artırırlar. Eğer genel ilgi halihazırda iyice yerle memi ve alı veri hayatın günlük bir olgusuna dönü memi se, tek bir ilanın mesajı tutumumuz üzerinde pek etkili olamaz. Ba ka bir ifadeyle, reklam ajanslarının "ikna gayretleri" zaten yerle ik olan tüketici tutumuna seslenir -ve zamanla onu peki tirir. Bir tüketici tutumuna sahip olmak ve onu sergilemek ne anlama gelir? Önce, hayatı belirlenebilen, az ya da çok tanımlanabilen, seçilip ayrılabilen ve ba a çıkılabilen sorunlar dizisi olarak kavramak, sonra bu gibi sorunlarla ba a çıkmanın, ki inin onları çözmenin suçluluğa ya da utanç duygusuna kapılmadan ihmal edemeyeceği bir ödevi olduğuna inanmaktır. Üçüncü olarak bunun anlamı, her sorun için zaten bilinen ya da gelecekte ortaya çıkabilecek türden bir çözüm olduğuna güvenmektir: Çözüm, uzmanlar, üstün bilgili insanlar tarafından hazırlanan özel bir nesne ya da reçete olabilir; ki inin görevi onu bulmaktır. Dördüncü olarak bu gibi nesnelerin ya da reçetelerin özde mevcut olduğunu, onların para kar ılığı edinilebileceğini ve alı veri in onları edinmenin bir yolu olduğunu varsaymaktır. Ve nihayet, ya ama sanatını öğrenme i ini böylesi nesneleri ve reçeteleri bulma becerisi edinme gayreti olarak yorumlamak ve bulduğunda onlara sahip olma gücü alı veri becerileri ve satın alma gücü- kazanmaktır ("çama ır yıkama sorununun çözümü" için gerek duyulan ey el çabukluğu ve ninenizin övünç duymu olabileceği sıkı çalı ma a kı değil, en iyi deterjanı ve çama ır makinesi tespit etme marifeti ve bunları satın alma gücüdür). Tüketici davranı ı bir sorundan diğerine, adım adım hayatın tamamını piyasaya bağlar; her arzuyu ve her çabayı satın alınabilecek bir araç ya da bir uzmanlık arayı ına yöneltir. Hayatın geni kurgusu üzerindeki denetim sorununu (çoğu insanın asla ba aramayacağı bir ey), en azından ilke olarak eri ebileceğiniz çok sayıda küçük satın alma edimlerine indirger. Bu davranı , âdeta, meseleleri kamusal olarak algılanmayacakları ekle sokarak özellerini" ödevleri sosyal olarak görülmeyecekleri biçimde bireysellerini: Kendimi ve hayatımı iyile tirmek, kültürlemek ve anla tırmak, yetmezliklerimin ve hayatta yoluma dikilen öteki can sıkıcı engellerin üstesinden gelmek artık benim görevim (ve inanmaya te vik edildiğim gibi, yerine getirebileceğim de bir görevim) olmu tur. Böylelikle, yoğun trafiğin dayanılmaz gürültüsü hemen çift cam takılması dürtüsüne dönü türülür. Kirlenen kent havasına kar ı göz damlaları satın alınır. Ev kadınlarının ve annelerin ağır i ten boğulduğu durumun üstesinden bir kutu ağrı kesici ve hızla etki eden ba- ağrısı hapları ile gelinir. Toplu ula ım araçlarının dökülmesine yaR.ÎAUKA/Smvnlmik nıt bir otomobil almak ve dolayısıyla, toplu ula ımın daha fazla felce uğratılmasına ek olarak, gürültüye, hava kirliliğine ve acı veren gerginlik etkilerine katkıda bulunmaktır. Aslında hayatımı benim bireysel meselem yapan tüketici davranı ıdır; ve beni birey yapan da tüketim faaliyetidir (insanlar hemen her zaman öteki insanlarla birlikte yaratırlar, üretirler; gelgelelim, tükettikleri çoğu eyi tek ba ına, ki isel zevklerine göre tüketirler). Sonuç olarak görüldüğü kadarıyla, ben sanki satın aldığım ve sahip olduğum çok sayıda eyden olu mu bir ki iyim: Bana ne satın aldığını, hangi dükkândan satın aldığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Görülüyor ki, titizlikle seçilmi mallar yardımıyla olmak istediğim her eyi, olmaya değer gördüğüm her eyi olabilirim. Tıpkı görevim ve sorumluluğum olan sorunlarımla ba a çıkmak gibi, ki i olarak kimliğimi, öz varlığımı biçimlendirmek, kendimi somut biri haline getirmek benim, yalnızca benim isimdir: Bu kimlik her zaman benim amaçlarımın, metanetimin ve kararlılığımın bir göstergesi olacak ve ben sonuçta bu kimliğin getirdiği her- ey için her zaman bir yanıt bulmakla sorumlu olacağım. Kendime alabileceğim her çe it model piyasadadır: Seçim yapabileceğim bugün rağbet gören çok model vardır ancak yarın ve yarından sonra daha fazlası olacaktır. Modeller toplanması gereken tüm küçük parçalarıyla, ve nasıl bir araya getirileceğini adım adım açıklayan talimatlarıyla bir bütün olu tururlar: Kendi kendine yapabildiğin gerçek "kimlik kartları". Reklamcılar bize görünü te tek, özgün bir ihtiyaca yanıt veren tek, özgün ürünler sunduklarında bile, genelde bize onların (ima edildiği gibi) doğal olarak ait oldukları hayat tarzının tüm çıplaklığıyla resmedilmi arkaplanını gösterirler. Reklamlarda insanların giyim ku amlarının, dillerinin, bo zamanları geçirmelerinin ve hatta fiziksel biçimlerinin sırf kıyaslanması bile bizi seçkin bir parfüm, küçük otomobiller, lüks otomobiller, kedi ya da köpek mamaları ilanlarında boy gösterenlerin-kiyle aynı özellikleri ta ıyan belli bir bira içmeye te vik etmeyi amaçlar. Ku kusuz her ürünün bir "adres"le birlikte ortaya çıktığını fark edeceksiniz. Satılan ey, yalnızca doğrudan ürünün kullanım değeri değil, onun ayrılmaz bir parçası olan bütünlüklü, özel bir ha yat tarzının yapı ta lan olarak simgesel anlamıdır. Modellerin popülerlikleri zamanla deği ir: Moda olurlar ve. gözden dü erler. Üretim ve tüketim çarkını i ler tutmak için, satın alma hevesinin sönmesine asla izin verilemez. Oayet ürünleri görünürdeki faydalarını sağladıkları müddetçe elde tutacak olsak, piyasa faaliyeti çok geçmeden çöker. Moda olgusu bu felaketi önler. Oeyler, yararlılıklarını kaybettikleri için değil, moda olmaktan çıktıkları -görünü lerinden, dünün tüketicileri tarafından seçilmi ve alınmı mallar olarak kolayca tanınabildiği ve böylelikle mevcudiyetleri sahiplerinin günümüzün geli mi ve saygın bir tüketicisi olarak imdiki statüsüne gölge dü ürdüğü- için elden çıkarılırlar ve yerlerine yenileri konur. Bu statüyü korumak için, piyasanın sunduğu deği imlerin gerisinde kalınmamalıdır. Onları elde etmek ki inin sosyal yetkinliğini yeniden onaylar; ancak ba ka birçok tüketici de aynısını yaptığında, ba langıçta ayrıcalık anlamına gelen moda parçalar böylelikle "bildik" ya da "kaba" hale gelmi olacağından, yerlerine sabırsızlıkla ba ka bir ey konacaktır. Modeller aynı zamanda u ya da bu sosyal çevrede sahip olduğu popülerlik oranına ve o çevrenin kendi müdavimlerine kazandıracağı saygının miktarına göre de deği ir. Bu yüzden, modeller farklı olarak çekicidir. Belli bir modeli seçerek, onun tüm zorunlu teçhizatını salın alarak ve onu canla ba la uygulayarak, ben kendimi böyle bir modeli onaylayan ve onu alamet-i farikası, üyeliğinin görünür bir i areti olarak benimseyen grubun üyesi yaparım. Kendimi o grubun üyesi yapmam için gruba özgü elbiseleri giymek, gruba özgü plakları satın almak, gruba özgü müziği dinlemek, gruba özgü TV programlarını ve filmleri izlemek ve tartı mak, odamın duvarlarını gruba özgü süslerle bezemek, ak amlarımı gruba özgü yollarla ve gruba özgü yerlerde geçirmek vb. gibi i aretleri göstermem dı ında bir ey yapmam gerekmez, ya da hemen hemen gerekmez. Kabileye özgü e yaları satın alarak ve sergileyerek "kabileye katılabilirim". Bu, kimlik arayı ı içinde katıldığım "kabileler"in, kâ iflerin uzak ülkelerde buldukları kabilelerden çok farklı oldukları (aslında, bunların açıkça tanımlanmı üyelerden olu an, üyeleri kabul etme228 ye ya da çıkarmaya, davranı larını denetlemeye ve grup standartlarıyla aynı çizgide tutmaya ve üyelerini uyuma zorlamaya özen gösteren ba ka gruplara benzemedikleri) anlamına gelir. Ki inin semboller satın alarak katıldığı "kabileleri" kabaca gerçek kabilelerle aynı yapan ey, ikisinin de kendilerini öteki gruplardan ayrı yere koymaları ve kendi ayrı kimliklerinin altını çizmek ve karı ıklıktan sakınmak için kendilerine bir sürü övgüler düzmeleri; ikisinin de kendi kimliklerini üyelerine vermeleri - onları vekâleten tanımlamalarıdır. Ancak burada benzerlik sona erer ve kesin bir fark ortaya çıkar: "Kabileler" (yanlı anlamadan kaçınmak için onlara bundan böyle yeni kabileler diyelim) kendilerinin üye olduklarını ilan edenlerle hiç ilgilenmezler. Kimin içeride kalma hakkı olduğuna ve kimin dı arıda tutulması gerektiğine karar verecek ne bir ihtiyarlar heyeti ya da kurulları, ne de kabul komiteleri vardır. Onlar ne muhafız ne de sınır bekçisine sahiptir. Üyelerinin davranı ının doğruluğunu ilan edebilecek ne yetkili kurumları, ne de yüce mahkemeleri vardır. Kısaca, üyelerini denetlemez ve uyumluluk oranlarını gözlemeye kalkı mazlar. Böylelikle, yeni kabileler söz konusu olduğunda, ki i onlara iradi olarak katılabilir ve onları terkedebilir. Göründüğü kadarıyla, yalnızca elbise deği tirme, dairesini dö eme ve bo zamanlarını farklı yerlerde geçirme yoluyla bir yeni kabileden ötekine özgürce dola ılabilir (yani, kabilenin tümünü ilgilendiren kimlik takılabilir ya da çıkarılabilir). Yeni kabilelerin kapıları (eğer kapı denen bir ey varsa) herkese açıktır. Ya da öyle görünüyor. Yeni kabileler giri çıkı lara muhafız koymakla ilgilenmiyor olsalar bile, bu i i yapan bir ba kası var: Piyasa. Yeni kabileler öz olarak hayat tarzlarıdır ve hayat tarzları, gördüğümüz gibi, neredeyse tamamen tüketim tarzlarından ba ka bir ey değildir. Tüketim imkânı -her tarzın her tüketimi- piyasada, pazarlanan metaların satın alınması eyleminde ortaya çıkar. Önce onları satın almaksızın tüketilebilecek çok az ey vardır -ve bedavaya gelen tüketim mallan, metalar olarak edinilmemi bu inallar çoğu durumda kabul edilebilir hayat tarzlarının yapı ta lan olarak kabul görmezler. Eğer bunlardan bir kısmı özgün bir hayat tarzına katkıda bulunuyorsa, o tarz normal olarak hor görülür, cazibeden ve prestijden yoksundur, ona tepeden bakılır, kimseye ilginç gelmez, hatta onu uygulayan insanları küçük dü ürür (araçlarından yoksun olduklarından seçme özgürlükleri sınırlı, seçici olmayan, tüketimlerini kar ılığını ödemedikleri eylerle sınırlayan, dolayısıyla tüketiciler olarak davranamayan bu insanlar piyasadan dı lanmalıdırlar, dı lanırlar da; bu insanların içinde bulundukları durum yoksulluk olarak tanımlanır. Bir tüketiciler toplumunda, yoksulluk tüketici tercihinin sınırlanması ya da yokluğu anlamına gelir). Her biri farklı bir hayat tarzı sergileyen yeni kabilelerin derin ve geni ufuklu mevcudiyetinin hayatlarımız üzerinde güçlü ancak tartı malı bir etkisi vardır. Biz imdi bir ki isel nitelikten ötekine geçmekte, olmak istediğimiz ve yapmak istediğimiz eyi seçmekte özgürüz. Görünen o ki, hiçbir kuvvet bizi yolumuzdan alıkoyamaz, hiçbir dü imkânsız, "sosyal mevkimizle" uyumsuz değildir. Bu, haklı olarak özgürle me hissi verir: Hiçbir ayak bağı tarafından a ağı çekilmeme, her eyin ilke olarak eri ilebilir ya da en azından hayal edilebileceğimiz düzeyde olması, nihai ve geri alınamaz ko ulun olmaması gibi rahatlatıcı bir deneyim. Gelgelelim, kalıcı ya da geçici, varacağımız her bir nokta tamamen kendi seçimimize bağlı ve geçmi te özgürlüğümüzü kullanma biçimimizin sonucu gibi göründüğü müddetçe, suçlanacak (ya da tatmin oranımıza bağlı olarak, övülecek) biri varsa o da ancak kendimiz oluruz. Biz hepimiz "kendi yaptığımız ki ileriz" ve tekrar tekrar bize hatırlatılan budur: Tutkularımızın sınırını daraltmanın haklı bir gerekçesi yoktur. Ne kadar uzakta olursa olsun, bir yeni kabilenin her hayat tarzı bir kafa tutu tur. Eğer onu cazip buluyorsak, o bizimkinden daha çok övülüyor, bizimkinden daha ho ya da saygın olduğu iddia ediliyor ise bir biçimde mahrumiyet duyarız. Onun aklımızı çeldiğini, bizi kendine çektiğini hissederiz ve ona katılmak için elimizden geleni yaparız. Mevcut hayat tarzımız parıltısından çok ey yitirmi tir. Artık bir zamanlar olduğu gibi bizi tatmin etmez olur. Bu yüzden, çabalarımızın sonu yoktur. "Ula tım, yaptım, imdi gev eyebilir ve rahatıma bakabilirim" diyebileceğimiz hiçbir nokta yoktur. Tam da uzun süren bir gayretin meyvalarım yemeğe hazırlanırken, ufukta cazip yeni bir ey belirir ve ziyafet ba lamadan bitmi tir. 230 Özgürlüğümün bir sonucu (yani, tüketici seçimi yapma özgürlüğü, farklı tüketim tarzlarını benimseyerek ya da reddederek kendimi ba ka biri yapma özgürlüğü), göründüğü kadarıyla, ilelebet mahrumiyet içinde kalmaya mahkum edilmi olmaktır. Her an ayartıcı yeni bir eyin tüm çıplaklığıyla belirmesi ve görünü te eri ilir olması her ba arı sevincini kursakta bırakır. Sınır engin gökyüzü olunca, yeryüzündeki hiçbir hedef bizi tatmin etmeye yetmez. Orta yerler-, de caka satılan hayat tarzları yalnızca sayısız ve çe itli olmakla kalmazlar, aynı zamanda sıklıkla değer olarak, uygulayıcılarına bah ettiği ayrıksılık duygusu olarak farklı görülürler. Hepimiz kendimizi kültürleriz, ancak az ya da çok rafine -yüksek, orta, a ağı- kültürler vardır. En iyisinden azına razı okluğumuz andan itibaren artık bizim çok prestijli olmayan sosyal mevkiınizin yarı gönüllü bir kendini kültürleme gayretinin doğal sonucu olduğuna inanmaktan ba ka çaremiz kalmamı tır. Hikâye bununla da bitmez. En rafine bile olsa, öteki insanların hayat tarzlarını böylesine göz kama tırıcı ve eri ilebilir kılan ey, gizlilik içinde ya anmamalarıdır. Tersine, onlar ayartıcı bir biçimde yakın ve davetkârdır; aslında, yeni kabileler kalın duvarlar, mazgallar ve kuleler ile korunan kalelerde ya amazlar ve kararlı her yolcu onlara eri ebilir ve içeri girebilir. Gelgelelim, kısa süre önce gördüğümüz gibi, giri göründüğü kadar serbest değildir; bu özel özgür-lüksüzlüğü böylesine kötü ve kahredici kılan ey gerçek muhafızların görünmezliğidir. Gerçek muhafızlar - piyasa güçleri- üniformalar giymezler ve onlar (ihtiyaçların ve kar ılanmalarının, görünür olmak zorunda ve bu yüzden halkın protestoları kar ısında zayıf ve kolektif reform çabalarının kolay bir hedefi olan, devlet tarafından düzenlenmesinden farklı olarak) serüvencinin nihai ba arısı ya da ba arısızlığı konusunda herhangi bir sorumluluk almaya yana mazlar. Yenilgi durumunda, çaresiz yolcular bunun hiç tartı masız kendi hataları olduğuna inanmalıdırlar. Kendilerine, karakterlerinin güçlülüğüne, zekâlarına, becerilerine, güdülenimlerine, tahammül derecelerine olan inançlarını kaybetme riskine girerler. Yanlı ı yapanın kendileri olduğu sonucuna varacaklar ve belki de hatalı ki iliklerinin tamiri için bir uzmanın, bir psikolojik analizci nin yardımını isteyeceklerdir. Uzman onların ku kularını doğrulayacaktır: Evet, ko ullarda yanlı olan bir ey yok, kusur içerde, onları ku kusuz hep orada olan fırsatları yakalamaktan alıkoyan yenilmi olanın parçalanan benliğinde gizli. Uzman hayal kırıklığına uğramı ki iye hayal kırıklığını yeniden yansıtacaktır. Hayal kırıklığının doğurduğu öfke böylelikle yayılmayacak ve dı dünyaya yö-neltilmeyecektir. Amaçlanan yolu tıkayan görünmez muhafızlar, görünmez ve eskisinden daha güvenli olarak yerlerinde kalırlar. Ve onların böylesine çekici renklerde boyadıkları dü alemleri de gözden dü memi olacak, cazibelerini ve ayartma güçlerini koruyacaklardır: Onlar her türlü çabaya değer, ve ancak sen u ya da bu nedenle böyle bir çabaya girmek için kendini zorlamayabilirsin. Ba arısız böylece aynı zamanda geriye dönüp nafile yere benimsemeye can attıkları hayat tarzlarını yerin dibine batırma gibi cazip bir teselliden de mahrum bırakılır ("Kedi yeti emediği ciğere murdar dermi " atasözündeki teselli: Elde edemedim tamam da, zaten uğra maya değmezdi, sonuçta çok ey kaybetmedim. Yapılan tespitlere göre, üstün ve yüksek tatmin gücüne sahip olarak reklamı yapılan hedeflere eri mekteki ba arısızlık, sık sık, o hedeflere yönelen, ancak daha sonra genellikle onlara eri mekle övünen insanlara da sıçrayan, bir hınç, kin ve garez duygusuna yol açar.) Gelgelelim, mevcut ko ullarda ne kadar akla yatkın olarak görünürse görünsün, özel olarak göz dikilen bir hayat tarzını yakalamaktaki ba arısızlık buna kalkı an insanların hatası değildir. En incelikli hayat tarzları bile, eğer ba arıyla pazarlanacaksa, evrensel olarak elde edilebilir olarak gösterilmeleri gerekir: Onların sözde eri ilebilirlikleri ayartıcılıklarının zorunlu ko uludur. Onlar tüketicilerin alı veri güdülenimlerini ve ilgilerini kı kırtırlar çünkü muhtemel alıcılar pe lerine dü tükleri modellerin gıpta edilecek ve hayranlık duyulacak eyler olmalarının dı ında elde edilebileceklerine, bu modellerin yalnızca saygın bir dü üncenin değil, pratik eylemin de me ru nesneleri olduklarına inanırlar. Đ te bu sunum (piyasanın terk edilmesine meydan vermeyen sunum) sosyal mevkilerini kendileri belirleyen özgür seçiciler olarak kapasiteleriyle tüketicilerin e itliğini savunur. Varsayılan bu e itlik ı ığında, ba kaları232 nın sahip olduğu mallan elde etmedeki ba arısızlık yakı ıksız ve onur kırıcıdır. Ancak ba arısızlık aslında kaçınılmazdır. Alternatif hayat tarzlarının sahiden eri ilebilirliği muhtemel uygulayıcılarının onlara yetebilmeleri, basitçe söylersek, harcayabilecekleri para tarafından belirlenir. Çıplak gerçek udur ki, bazı insanların ötekilerden daha çok parası ve dolayısıyla daha fazla pratik seçim özgürlüğü vardır. Özel olarak, büyük miktarlarda para (piyasanın gerçek giri bileti ve piyasanın sunduğu harikalar ülkesine gerçek pasaport) sahibi olanların gücü en övülen, gıpta edilen ve bu yüzden en prestijli ve hayranlık duyulan tarzlara yetebilir. Đ in doğrusu, tam imdi okuduklarınız bir totoloji -hakkında konu tuğu eyleri açıklarmı gibi görünürken tanımlayan bir önerme: Belli büyüklükteki bir servetin sahibi olan görece az sayıdaki insan tarafından ancak elde edilebilir tarzlar, aynı zamanda en seçkin ve takdire ayan tarzlar olarak görülürler. Hayranlık uyandıran az sayıda olmalarıdır, onları ahane kılan da pratik eri ilemezlikleridir. Elde edilir edilmez, bu yüzden, seçkin ayrıksılık i aretleri, olağanüstü sosyal konum olarak, görkemini yitirir. Onlar "en iyi insanların" i aretleridir; onlar "en iyi hayat tarzları"dır çünkü "en iyi insanlar" tarafından ya anırlar. Hem metalar hem de onları kullanan insanlar (burada metanı asli kullanımlarından biri, belki de asli kullanımı sergilemektir) gördükleri yüksek itibarı özellikle onların bu "evliliklerinden alırlar. Bütün metaların üzerine ili tirilmi bir fiyat etiketi vardır. Bu etiketler potansiyel tüketiciler havuzunu seçer. Bunlar tüketicilerin sonuçta alacakları kararlan doğrudan belirlemezler; kararlar özgür olarak alınır yine. Ancak etiketler gerçeğe uygun olanla uygulanabilir olan arasındaki sınırı çizer; bu verili tüketicinin a amayacağı bir sınırdır. Piyasanın öne çıkardığı ve reklamını yaptığı görünürdeki e it ansın arkasında tüketicilerin pratik e itsizliği -yani, son derece farklı pratik seçim özgürlüğü oranlan- gizlenir. Bu e itsizlik aynı anda hem bir baskı hem de bir dürtü olarak hissedilir. E itsizlik, kendine saygı açısından daha önce üzerinde durulan tüm mara-zi sonuçlarıyla birlikte, acılı bir mahrumiyet deneyimi üretir ama aynı zamanda ki inin tüketici kapasitesini artırması yönünde hırslı gayretlerinin -piyasa nimetleri için dinmek bilmez bir isteği güven altına alan gayretlerin-fitilini ate ler. Böylelikle, e itliğin bayraktarlığını yapmasına rağmen, piyasa tüketicilerden olu an bir toplumda e itsizlik üretir ve sürdürür. Tipik olarak piyasanın getirdiği ya da piyasanın hizmet ettiği e itsizlik canlı tutulur ve fiyat mekanizması yoluyla durmaksızın yeniden üretilir. Pazarlanan hayat tarzları pe ine dü ülen bir ayrıcalık bah ederler çünkü fiyat etiketleri onlara yeterli serveti olmayan tüketicilerin eri mesini engeller; ve bu ayrıcalık bah edici i lev onların çekim gücünü artırır ve bu da onlara ili tirilen fiyatların yükselmesine hizmet eder. Günün sonunda, anla ılır ki, pazarlanan hayat tarzları e it olarak, hatta rastgele dağıtılmıyor; her biri genellikle toplumun özel bir kesiminde yoğunla ıyor ve böylelikle sosyal mevkinin bir ni anı olma rolü üstleniyor. Hayat tarzlarının genellikle sınıfa özgü oldukları söylenebilir. Onların hepsi mağazalardan elde edebilir olan parçaların toplamı olması onları e itliğin bir aracı kılmaz ama durmaksızın somut e itsizliğin kabul edilebilirliğini kemiren bir unsur haline getirir. Bu son durum, görece yoksul ve muhtaç durumda olanlar için, malların ve mülklerin açık açık ta ba tan i gal edilmi olan, sıklıkla miras yoluyla edinilmi ve deği tirilemez, sosyal mevkilere ayrıldığı bir duruma kıyasla, daha az katlanılabilir, dayanılması çok güç bir eydir. Böylesine ba tan belli bir e itsizlik kar ısında, piyasanın öne çıkardığı ve ayakta tuttuğu tüketici e itsizliği gerçekten ağır basar. Piyasa servet ve gelir e itsizliği üzerinde yükselir ama zümre ayrımlarını tanımaz. O fiyat etiketleri dı ında tüm e itsizlik vasıtalarının değerini dü ürür. Mallar bedellerini ödemeye gücü yeten herkese açık olmalıdır. Hayat tarzları -tüm hayat tarzları- yakalamayı bilenlerin hizmetindedir. Satın alma gücü piyasanın tanıyacağı, hak kazandıran tek yetkilidir. Đ te bu nedenledir ki, piyasa ağırlıklı bir tüketici toplumunda tüm öteki, ba tan belli e itsizliklere kar ı direni e i görülmemi bir oranda artar. Belli ırklardan ya da etnik gruplardan üye kabul etmeyen seçkin kulüpleri, "yanlı deri rengine" sahip oldukları için mü terilerinin girmelerine izin vermeyen lokantalar ya da oteller, mülkleri benzer nedenlerle satmayan ko234 misyoncülar, hepsi top ate ine tutulur. Sosyal farklıla madaki piyasa destekli kıstasların aman vermez gücü, görünü e bakılırsa, bütün rakiplerini saf dı ı bırakmı tır: Paranın" satın alamayacağı mal yoktur. Pazar yönsemeli mahrumiyet ile ırk ya da etnik köken temelindeki mahrumiyet çok sık örtü ür. "Kendileri için tayin edilmi " kısıtlamalarla a ağı bir konumda tutulan gruplar aynı zamanda genel olarak dü ük ücretli i lerde çalı tırılırlar, öyle ki "daha iyi konumdaki insanlar"ın payına dü en hayat tarzlarına güçleri yetmez. Bu durumda, mahrumiyetin önceden tayin edilmi liği gizli kalır. Görünür e itsizlikler yoksul ırkın ya da etnik grubun üyelerinin yetersiz becerileri, verimlilikleri ya da kavrayı ları sonucu olarak geçi tirilir; doğu tan gelen kusurları olmasaydı, onlar da herkes gibi ba arılı olurlardı. Kıskandıkları ve taklit etmek istedikleri insanlar gibi olmak, eğer isterlerse ve isteklerine uygun davram larsa, kendi ellerindedir. Ne var ki, öteki türlü, üyeleri piyasa ko ullarında ba arılı olmakla birlikte hâlâ "daha iyi hayat tarzlan"nın kapıları yüzlerine kapanan sefil kategorinin durumunda, bu açıklama mümkün değildir. Parasal olarak, onlar kulübün yüksek aidatım ya da otelin yüksek ücretini ödeyebilirler ama yine de giri leri engellenir. Mahrumiyetlerinin önceden belirlenmi niteliği böylelikle açığa çıkar; vaat edilenin tersine, paranın her eyi satın alamadığını ve dolayısıyla toplumda insani yerle im için, esenlikleri ve itibarları için, sebatla para kazanıp sonra harcamaktan daha ba ka eyler vardır. Bu bulgular insan özgürlüğünün teminatı olarak serbest piyasaya olan güvenlerini sarsar. Bildiğimiz kadarıyla, insanlar bilet almaya güçlerinin yetip yetmemesi bakımından ayrılabilirler ancak hiç kimse bir kere bilet aldıktan sonra kapıdan çevrilemez. Bir piyasa toplumunda, önceden belirlenmi fırsat farklılıkları haklı gösterilemez ve tanı da bu yüzden tahammül edilemez. Đ te bu yüzden-, "satın alma gücü" temelindekiler dı ında tüm ayrımlara kar ı bir ba kaldırının ba ını aynına tabi ırkların, etnik grupların, dinsel cemaatlerin, dil topluluklarının varlıklı, daha ba arılı üyeleri çekmi tir (bir dereceye kadar, feminist mücadele de gücünü tüketim toplumunun "rulıuna" ya da en azından vaatlerine yabancı ayrımlardan alır). "Kendini yapan ki ilerin", hayat tarzı "kabileleri"nin serpilip geli mesinin, tüketim kalıpları yoluyla farklıla masının ya andığı çağ aynı zamanda ırksal, etnik, dinsel ya da cinsiyet ayrımcılığına kar ı direni lerin de çağıdır; bu insan haklan için -yani, ilke olarak bizim ya adığımız türdeki toplumun inançlarına göre, bir birey olarak herhangi bir insanın çabalarıyla üstesinden gelinemeyecek olanlar dı ında, her tür kısıtlamanın kaldırılması için- kararlı mücadelelerin verildiği bir çağdır. 236 XII Sosyolojide tarzlar ve araçlar Bölüm bölüm, payla tığımız gündelik deneyimler dünyası içinde birlikte yolculuk ettik. Sosyolojiyi de bize rehberlik yapsın diye davet ettik: Sosyolojiye, eğer gündelik kaygı ve sorunlarımız yol boyunca kar ımıza çıkacak olursa, gördüğümüz ve yaptığımız ey hakkında yorum yapma i i verildi. Herhangi bir rehberli gezide olduğu gibi, rehberimizin önemli hiçbir eyi kaçınmadığımızdan emin olmamızı sağlayacağını ve tek ba ımıza kalsak mutlaka gözden kaçıracak olduğumuz eylere dikkat çekeceğini umduk. Aynı zamanda rehberimizden, bize ancak üstün körü bildiğimiz eyleri açıklamasını -onlar hakkında bilmediğimiz hikâyeler anlatmasını-da bekledik. Rehberli gezimizin sonunda eyleri ba langıçtakinclen daha iyi bilir ve kavrar hale geleceğimizi umduk; bu gezinin ardın dan günlük hayat uğra larımıza yeniden daldığımızda, kar ıla tığımız sorunlarla ba a çıkmak için daha iyi donanımlı olacağımızı umduk- Onları çözme gayretlerimizin zorunlu olarak daha ba arılı olacağı anlamına gelmez bu; ancak artık en azından sorunların ne olduğunu ve çözümlerinin, eğer varsa, neyi gerektirdiğini bileceğiz. Ben göründüğü kadarıyla sosyolojinin gezimiz boyunca kendisinden istediğimiz görevlerin gayet iyi üstesinden geldiğine inanıyorum; ancak o zaman, eğer ondan bize bir yorum, gündelik deneyimlerimiz hakkında bir dizi açıklayıcı dipnot sağlamasından öte eyler yapmasını istemi olsaydık, bizi hayal kırıklığına uğratacaktı. Yorum tam da sosyolojinin yapmak zorunda olduğu eydir. Sosyoloji, günlük hayatlarımızda elde ettiğimiz ve kullandığımız bilginin anla masıdır: Çünkü sosyoloji çıplak gözün tespit edemeyeceği bazı incelikli ayrımları ve ilk bakı ta hemen belli olmayan bazı bağlantıları açığa çıkarır; aynı zamanda haritayı günlük deneyimlerimiz ufkunun ötesine uzatır, böylece mesken edindiğimiz toprakların kendi ba ımıza ke fetme ansımızın olmadığı dünyaya ne kadar uyduğunu görebiliriz. Sosyoloji olmaksızın bildiklerimiz ile onun yorumlarını i ittikten sonra bildiklerimiz arasındaki fark doğru ile yanlı arasındaki fark değildir (ancak kabul edelim ki, sosyolojinin urada burada yanlı dü üncelerimizi düzelttiği de olur); fark asıl olarak ya adıklarımızın ancak ve ancak bir biçimde tanımlanabileceği ve açıklanabileceğine inanmak ile muhtemel ve makul- anlatımların sayısının çok fazla olduğunu bilmek arasındadır. O halde sosyoloji, anlam arayı ımızın sonu değil, arayı ımızı sürdürmemiz için bir te vik ve merakın kaybolduğu ve arayı ın durduğu ho nutluk hali için bir engeldir. Denir ki, sosyolojinin yapabileceği en iyi hizmet, görünü teki benzer eyleri beklenmedik açılardan göstererek ve böylece tüm bildik eyleri ve özgüvenleri zayıflatarak "ağır aksak ilerleyen hayal gücünü kı kırtmak"tır. Gelgelelim, genel anlamda söylersek, "sosyal bilim" olarak (yani, sıradan görü ler ve kanılar kar ısında üstünlük iddia eden ve eylerin gerçekten nasıl olduğu hakkında güvenilir, sağlam ve doğru bilgiye sahip olduğuna inanılan bir bilgi demeti olarak) sosyolo23K jinin verebileceği ve vermesi gerektiği hizmetlere ili kin birbirinden çok farklı iki beklenti vardır. Beklentilerden biri sosyolojiyi sorunlarımızın ne olduğunu, onlara ili kin neler yapacağımızı ve onlardan nasıl kurtulacağımızı anlatma vaadinde bulunan türden öteki uzmanlık alanlarıyla aynı kaba koyar. Sosyoloji bir tür kendi i ini kendin yap brifingi ya da hayat sanatını -istediklerimizi nasıl elde edeceğimizi, yolumuza dikilen herhangi bir engelin üzerinden nasıl atlayacağımızı ya da kenarından nasıl geçeceğimizi- öğreten bir ders kitabı olarak görülür. Böylesi bir beklentinin varacağı yer, durumumuza ili kin çe itli unsurların nasıl birbirine bağlı olduğu bilgisini bir kere edinmi sek, o durumun denetimini ele geçirmekte, onu amaçlarımıza boyun eğdirmekte ya da en azından bu amaçlara daha iyi hizmet etmeye zorlamakta özgür olacağımız umududur. Bu, son tahlilde, bilimsel bilgi dediğimiz eydir. Biz o bilgiye çok yüksek bir paye veririz çünkü inanırız ki, onun sağladığı bilgelik ki inin olayların nasıl geli eceğini kestirmesini sağlayan türdendir; ve olayların geli im seyrini (böylelikle ki inin kendi eyleminin sonuçlarını da) kestirme yetisi ki inin özgür ve rasyonel davranmasını -yani, ancak ve ancak arzulanan sonuçlan vermeyi garanti eden türden hamleler yapmasınısağlayacaktır. Öteki beklenti öncekiyle yakından ili kilidir ancak o araçsal olarak faydalılık fikrinin altında yatan varsayımları -önceki beklentinin dile getirme ihtiyacı duymadığı öncülleri- açığa vurur. Bir durumun denetimini elinde bulundurmak, u ya da bu biçimde (her zaman o durumun parçaları olan) öteki insanların istediğimizi elde etmemize yardımcı olacakları ekilde davranmaya ayartmak, zorlamak ya da olmazsa sebep olmak anlamına gelmelidir. Bir kural olarak durumun denetimini elinde bulundurmak öteki insanların denetimini elinde bulundurmaktan ba ka bir anlama gelemez (nihayetinde, bu normalde, "arkada ları kazanma ve insanları etkileme" yolu olarak ya ama sanatının gereğidir). Đkinci beklentide, bu ba kalarını denetleme arzusu öne çıkar. Sosyolojinin hizmetlerine, onların, bir önceki bölümde içinde ya adığımız modern zamanların ayırıcı bir özelliği olduğunu gördüğümüz düzen sağlama ve kaosu uzakla tırma gayretlerine yardımcı olacakları umuduyla bel bağlanır. Đnsan eylemlerinin içsel kaynaklarını ke federek sosyologdan, insanlardan göstermeleri istenen türden davranı ı ortaya çıkarmak ya da alternatif olarak tasarlanan düzen modelinin uygun görmediği her davranı ı ortadan kaldırmak için, eylerin nasıl düzenlenmesi gerektiğine ili kin pratik olarak faydalı bilgiyi sağlaması beklenir. Đ te bu yüzden, fabrika sahipleri sosyologlara grevlerin nasıl önleneceğini, yabancı bir ülkeyi i gal eden silahlı güçlerin komutanları gerillalarla nasıl mücadele edileceğini sorabilir; polis kuvvetleri gösterici kalabalığının nasıl dağıtılacağı ve potansiyel asilerin nasıl etkisiz tutulacağına ili kin pratik öneriler bekleyebilir; ticari irket yöneticileri muhtemel alıcıları ürünleri satın almaya ikna etmenin en iyi yollarını isteyebilir; halkla ili kiler görevlileri anla malı oldukları politikacıları nasıl daha popüler ve seçilebilir yapabileceklerini ara tırabilirler; politikacılar ise hukuku ve düzeni korumanın -yani, vatanda ları tercihen gönüllü olarak ama boyun eğmekten ho lanmadıklarında da, yasalara boyun eğdirmenin- yöntemleri konusunda tavsiyeler isteyebilir. Bütün bu taleplerin vardığı yer: Sosyologlar bazı insanlara, özgürlüklerini sınırlayacak ve davranı larını daha fazla kestirilebilir kılacak ekilde, özgürlüğün nasıl azaltılacağı konusunda tavsiyelerde bulunmalıdır. Konu edilen insanların kendi eylemlerinin özneleri olmaktan, ba ka insanların eylemlerinin nesnelerine nasıl dönü türüleceğinin; pratikte, insan eylemine ili kin olarak insanların yaptıkları eyin dı arıdan uygulanan baskıyla tamamıyla belirlendiği bir tür "bilardo topu" modelinin nasıl gerçekle tirileceğinin bilgisi istenmektedir. Đnsan eylemi böyle bir "bilardo topu" modeline ne kadar yakla ırsa, sosyolojik hizmetler dü ünülen amaçlar için o kadar faydalı olacaktır. Đnsanlar, seçiciler ve karar vericiler olmaktan çıkarılamazsa bile, eylemlerinin dı sal bağlamı öylesine mani-piile edilecektir ki, yapılan seçimlerin ve alınan kararların manipülatörlerin isteklerine kar ı gelmesi tamamen imkansızla acaktır. Genelde, bu türden beklentiler sosyolojinin bilimsel olmasına, yani, bolca görülen pratik yararlılığı -getirdiği somut faydalar- yüzünden büyük saygı gören yerle ik bilimlerin kalıplarına uygun 240 olarak etkinliklerini ve ardından ürünlerini biçimlendirmesi talebine çıkar. Sosyoloji, örneğin fizik ya da kimyanın sağladığı gibi kesin, pratik olarak faydalı ve etkili reçeteler vermelidir. Ba ından beri bu ve benzer bilimler kesin tanımlanmı bir bilgi elde etmeyi hedeflemektedir: Sonuçta, çalı ma nesneleri üzerinde tam hakimiyete yol açan türden bir bilgi. "Doğa" demek olan nesne kendi iradesi ve maksadından uzakla tırılmı tır, öyle ki nesne, hiç tereddütsüz onu kendi ihtiyaçlarının daha iyi kar ılanması için kullanmak isteyen insanların irade ve maksatlarına tamamen boyun eğdirilebildi. "Doğal" nesnelerini betimlemekte kullanılan bilim dili, maksat ya da anlama gönderme yapan tüm terimleri titizlikle ayıkladı; böyle bir temizlik hareketinden geriye bir "nesnel" dil, nesnelerin eylemi, ürettiği değil, kabul ettiği oranda kuran bir dil kaldı; nesnelerini, deği meksizin "kör" olarak, yani herhangi bir özgür amacı ve niyeti olmayan bir ey olarak betimlenen dı güçlerin darbelerine maruz kalan nesneler olarak kuran bir dil. Böyle tanımlandığında, doğal dünya "herkesin malı", ekilmeyi ve bilinçli olarak insan yerle imine uygun olacak ekilde tasarlanmı bir alana dönü türülmeyi bekleyen bakir bir toprak parçası olarak kavrandı. Bilimin nesnelliği, bulgularını, amaçları olan insan ile bu amaçlara göre biçimlen-dirilmeye ve kalıba dökülmeye yazgılı doğa arasındaki kapatılamaz uçurumu vurgulayan duygusuz, teknik bir dille açıklamasında ifadesini bulmu tur. Bilimin ilan edilen amacı "insan türünün doğa üzerinde hâkimiyeti"ne yardımcı olmaktı. Dünya zihinlerdeki bu maksatla ke fedildi. Doğa üzerinde çalı ılacaktı ki, insanın usta elleri ona istediği ekli nasıl vereceğini bilecekti (örneğin, heykeltıra ları ve onların bir insan ekline dönü türmeyi istedikleri mermer kalıplarını dü ünün. Amacına ula mak için, heykeltıra önce ta ın yapısal niteliklerini öğrenmelidir. Mermeri kırmadan kesmek ve yontmak üzere güç uygulanabilecek belli doğrultular vardır. Kafasında ta ıdığı biçimi mermere dayatmak -ta ı tasarısına boyun eğdirmek- için, heykeltıra bu doğrultulan nasıl tanıyacağını öğrenmelidir. Aradığı bilgi cansız ta ı iradesine boyun eğdirecek ve ahenk ve güzellik fikirlerine göre onu yeniden biçimlendirmesini sağlayacaktır). Bilimsel bilginin izlediği yol bu dur: Bilimin nesnesini açıklamak, u ya da bu olduğunda ne olacağını kestirme yetisi kazanmaktır; böylesi bir kehanet yetisi ile ki i eylem yapabilecekti -yani artık zaptedilmi ve uysal gerçekliğin bir parçası üzerine, seçilen amaca daha iyi hizmet edecek tasarı kazı-nacaktı. Gerçeklik, her' eyden önce insanın maksatlı etkinliğine kar ı bir direni olarak görüldü. Bilimin hedefi bu direni in nasıl kırılacağını bulmaktı. Sonuçta dünyanın zaptedilmesi insanlığın doğal kısıtlamalardan kurtulu u, bir bakıma kolektif özgürlüğümüzün artması anlamına gelecekti. Di e dokunur her bilginin, bu bilim modeliyle bağda ması te vik edildi ve beklendi. Genel kabul görmeye, akademik dünyada bir yer, kamusal kaynaklardan bir pay almaya aday her tür bilgi, doğa bilimlerine benzediğini, dünyayı insan maksatlarına daha uygun yapmamızı sağlayacak ekilde benzer faydalı, pratik bir talimat verebildiğini kanıtlamak zorundaydı. Doğa bilimleri tarafından konmu kıstaslara uyma baskısı muazzamdı ve kar ı koyulması hemen hemen imkânsızdı. Sosyal düzen mimarlarının ya da tasarımcılarının rolünü oynamayı akıllarından bile geçirmemi olsalar bile, istedikleri tek ey insanlık ko ulunu daha eksiksiz kavramak olsa bile, sosyolojinin kurucu babalarının hâkim bilim modelini "iyi bilginin ve her tür kavrayı tarzının ilkörneği olarak zımnen ya da açıktan kabul etmekten ba ka çareleri yoktu. Bu yüzden, insan hayatı ve faaliyetlerinin ara tırılmasında doğa bilimleri tarafından kullanılan yöntemler kadar kesin ve nesnel yöntemlerin dü ünülebileceğini ve sonuçta aynı ekilde kesin ve nesnel bir bilgiye ula ılabileceğini göstermek zorunda kaldılar. Sosyolojinin kendisini bilim katına çıkarabileceğini ve dolayısıyla akademi ailesine onun ya lı ve seçkin üyeleriyle e it temelde kabul edilebileceğini kanıt-lamalıydılar. Bu ihtiyaç, bir kere akademik öğretim ve ara tırma dünyasındaki öteki bilimler arasında yer almaya kararlı olduktan sonra, benimsenen sosyolojik söylemin biçimini açıklamakta çok i e yaradı. Sosyolojiyi "bilimsel" kılma çabası söyleme hâkim oldu; bu görev katılımcılarının ilgi alanları arasında ba sıraya oturdu. Tomurcuklanan akademik sosyolojinin meydan okuyu lara kar ılık verebilel,| ı FlfiARKA/Sosyolcıjik Dü ünmek ceği üç strateji vardı. Üçü de denendi ve sonuçta üçü de yerle ik sosyolojinin aldığı ekli belirledi. Đlk stratejinin en iyi örneği Fransa'da akademik sosyolojinin kurucusu Emile Durkheinı'ın öğretileridir. Durkheim, bilimsel statü pe indeki bütün bilgi alanlarının payla tığı bir bilim modelinin olduğunu veri olarak aldı. Bu model, her eyden önce, nesnelliği ile çalı ma nesnesine çalı mayı yapan özneden tamamen farklı olarak ara tırmacının tetkikine tabi kılınabilen, gözlenebilen ve kesinlikle yansız ve ayrı bir dil içinde açıklanabilen, "orada" bir ey olarak ele almasıyla nitelendi. Her bilim aynı ekilde hareket ederken, bilimsel disiplinler birbirlerinden ancak aynı türden nesnel bakı ı gerçekliğin ayrı alanlarına yöneltmeleriyle ayrılır; dünya, âdeta parsellere bölünür ve bu parsellerin her biri ait olduğu bilimsel disiplin tarafından ara tırılır. Ara tırmacılar hep aynıdır, hepsi aynı tür teknik beceriyle donanmı ve aynı kurallara ve davranı koduna tabi bir etkinlik yürütürler. Ve üzerinde çalı tıkları gerçeklik hepsi için aynıdır, her zaman "orada" gözlenmeyi, tanımlanmayı ve açıklanmayı bekleyen eylerden olu mu tur. Bilimsel disiplinleri birbirinden ayıran tek ey ara tırma alanlarının ayrılığıdır. Çe itli bilim dallan dünyayı kendi aralarında bölü türür ve her biri kendi parçasıyla, kendi " eyler koleksiyonu" ile me gul olur. Eğer bilimin yaptığı buysa, sosyolojinin bilim içinde bir yer bulması, bir bilim haline gelmesi için mevcut bilimsel disiplinlerin henüz ele almadıkları bir dünya kesimi bulması arttır. Denizleri dola an bir ka if gibi, sosyoloji hiç kimsenin henüz egemenlik iddiasında bulunmayan bir kara parçası ke fetmelidir ki, kendi bilimsel yetkinliğinin ve otoritesinin rakipsiz alanını olu turabüsin. Basitçe söylersek, bir bilim olarak ve ayrı, egemen, bilimsel bir disiplin olarak sosyoloji ancak o güne kadar ihmal edilmi bir " eyler koleksiyonu"nun hâlâ bilimsel tetkike konu edilmeyi bekler bulunmasıyla me rula tınlabılirdi. Durkheim, özel olarak sosyal olguların -özelde hiçbir ki iye ait olmayan kolektif fenomenlerin (ortak inançlar ve davranı kalıpları gibi)- oldukları haliyle eyler olarak ele alınabileceklerini ve öteki eyler gibi nesnel, ayrı bir biçimde ara tırılabileceğini ileri sürü yordu. Aslında, bu fenomenler sizin ve benim gibi bireylerin gözünde gerçekliğin geri kalamyla aynı görünür: Somut ve inatçıdırlar ve onların olmamasını i leyemeyeceğimiz gibi onları tanıyıp tanımamamızdan bağımsız olarak vardırlar. Tıpkı ona baksam da bakmasam da, onu dü ünsem de dü ünmesem de, odamda belli bir yer i gal eden masa ve sandalye gibi, onlar, bilsek de bilmesek de oradadırlar. .Dahası, onları ancak felaketim pahasına ihmal edebilirim. Eğer sanki onlar yokmu gibi davranırsam, fena halde cezalandırılırım (eğer doğal yerçekimi yasasını görmezden gelip odadan çıkmak için kapı yerine pencereyi kullanırsam, cezaya çarptırılırım - kolum bacağım kırılır. Eğer bir sosyal normu -çalmaya kar ı yasaları ve ahlâk kurallarını- görmezden gelirsem, yine cezaya çarptırılırım; hapse atılırım ya da hemcinslerim tarafından lanetlenirim). Đ in aslı, bir sosyal normun mevcudiyetini zor bir yoldan -normu çiğnediğimizde ve bu yüzden istemeden kendimize kar ı cezai yaptırımların "fitilini ate lediğimizde"öğreniriz. Bu yüzden, diyebiliriz-ki, ku kusuz insansız olmayacaksa da, sosyal fenomenler birey olarak insanın içinde değil dı ındadır. Doğa ve onun mutlak yasaları ile birlikte, her insanın nesnel çevresinin, herhangi bir insan eylemi ya da bütün olarak insan hayatının, dı sal ko ullarını olu tururlar. Onların güçlerine tabi insanlara sorarak sosyal fenomenler hakkında bir eyler öğrenmek anlamsız olacaktır (uçmak yerine yürüyen insanların kanaatlerini toparlayarak yerçekimi yasası üzerine ara tırma yapılamaz). Đnsanlara sormak yoluyla elde edilebilecek enformasyon bulanık, kısmi ve yanıltıcı olacaktır: Sorularımızı yönelttiğimiz insanlar, ara tırması yapılan fenomenleri onlar bulmu ya da yaratmı olmadıklarından, onları zaten olduğu gibi ve hazır buldukları ve çoğu kez onlarla ki-sa bir an için ve bir yönüyle kar ıla mak dı ında kar ıla madıklarından (yani, mevcudiyetlerinden haberdar olmadıklarından), söyleyecekleri çok fazla değildir. Bu yüzden, sosyal olgular doğrudan, nesnel olarak, "dı arıdan", sistematik gözlem yoluyla, özellikle "oradaki" eylerin geri kalanı üzerinde çalı ırken olduğu gibi ara tırılmalıdır. Durkheim, önemli bir anlamda, sosyal olguların doğal olgular244 : i1 3a dan farklı olduğu fikrine katılır. Doğanın yasasını çığ^ dından gelen zarar arasındaki bağlantı otomatiktir; ir* (ya da hiçkimsenin tasarımı) ile gündeme getirilmez, munu çiğnemekle norm çiğneyenlerin maruz kaldıkla'^ bağlantı tersine "insan yapısıdır. Belli davranı lar, b^etw ni failine zarar verdiği için değil, toplum onu mahkûyt^1 cezalandırılır (böylelikle, çalma hırsıza zarar vermez, (1t^ bile sağlayabilir; eğer hırsız sonuçta ceza görürse, buny ^ ned^ ni sosyal duyguların hırsızlık kar ısında ağır basmasıd'(jği igel^ lim, bu farklılık sosyal normların " eylere benzer" mt^ Va ^ üstlerinde nesnel ara tırmanın uygulanabilirliğim değıO ,ıa , ' ['»k tersine, bu farklılık normların " eylere benzer" doğiy^ s bulunur çünkü normlar düzenliliğin ve insan davranı ını^ sıyla bizatihi toplumsal düzenin, rastlantısal olmayan ^ malzemesi ve etkin nedenleri olarak ortaya çıkarlar. Irv^ sının sahici açıklamasını mümkün kılan zihinsel du^j psikologların istekle ara tırdıkları türden bireysel dU'dav değil, bu gibi " eylere benzer" sosyal olgulardır, in a) b^ doğru olarak anlatmayı ve açıklamayı isteyen sosyolog ancak bireyin kendisinin bize anlatabileceği -ve bu y^ ok ln\ ruhunun" gözlemlenemez ve nüfuz edilemez "gizler» ^n <K ^ maya mahkûm- bireysel psi e, niyetler ve özel anlaml' Ve *"*%_ dan geçmekte ve bunun yerine dı ardan gözlenebıle^r^! *\ malde onlara bakan her gözlemciye aynı görünen feno» rı ar^_ tırmaya ağırlık vermekte haklıdır (ona bu salık verilir^ Bu, sosyolojinin bilimsel statüsünü savunmak için h ^ °'le muhtemel stratejilerden biridir. Çok farklı bir strat^jm^ ber'in eserleriyle birlikte ortaya çıkmı tır. "Bilimsel %jj nin çak ve ancak bir yolunun olduğu ve bu yüzden sos/ - n d bilimlerinin pratiklerini sorgusuz sualsiz taklit etmesi ^ ^_ ri iddetle reddedilir. Bunun yerine Weber, sosyoloji^,-,, «ln. ^ limsel bilgiden beklenen kesinlikten bir ey kaybetmedi ^ \_ yoloji tarafından incelenen insan gerçekliği doğa biU' ili^,^nc);lll ara tırılan insani olmayan dünyadan farklı ise doğa aynı ekilde farklı olması gerektiğini savunmu tur Đnsan gerçekliği, insan faillerin eylemlerine anlam katmalarıy-la, farklıdır, aslında e sizdir. Faillerin güdüleri vardır; kendilerine koydukları amaçlara eri mek için eylem yaparlar. Onların eylemlerini açıklayan böylesi amaçlardır. Bu nedenle, fiziksel maddelerin uzamsal hareketleri ya da kimyasal tepkimelerin aksine, insan eylemlerinin açıklanmak yerine anla ılmaya ihtiyacı vardır. Daha açık bir deyi le, insan eylemini açıklamak onu anlamak, fail tarafından ona bah edilen anlamı kavramaktır. Đnsan eylemlerinin anlamlı olması ve bu yüzden özel tür bir ara tırmaya ihtiyaç duyması Weber'in ke fi değildir. Tersine, bu fikir anlambilim'in -bir edebi metinde, bir tabloda ya da yaratıcı bir insan ruhunun ba ka bir ürününde yatan "anlamın ke fi"nin teorisi ve pratiği- kurulmasından beri, uzun zamandır bilinmekteydi. An-lambilimsel incelemeler bo una bilimsel statü kazanmak için mücadele veriyordu. Anlambilim teorisyenleri, anlambilimsel çalı manın yöntemi ve bulgularının bilimin yöntemlerinin ve sonuçlarının olduğunu gösterdiği kadar, nesnel olabileceğini, yani, anlambilimsel incelemenin yönteminin kuralları izleyen herhangi bir ara tırmacının aynı sonuçlara ula abilecekleri kesinlikte bir sisteme bağlanabileceğini gösterme zorluğuyla kar ı kar ıya kaldılar. Böylesi bir bilimsel ideal, göründüğü kadarıyla, anlambilimciler için eri ilemez bir eydi. Öyle ki, anlamını kavramak için, metnin yorumcuları "kendilerini yazarın yerine koymalı", metni yazarının gözünden görmeli, yazarının dü üncelerini dü ünmeliydiler; kısaca, yazar gibi olmaya, dü ünmeye, akılyürütmeye ve duymaya çalı malıydılar (bu tür, kendini yazarın hayatına ve ruhuna "aktarma", yazarın deneyimini yeniden ya ama ve kopya etme çabasına e duyum deniyordu). Bu, yazarla sahici bir yakınla ma ve muazzam bir hayal gücü gerektirir; ve sonuçlar herkesin e it ba arıyla uygulayabileceği tektip bir yönteme değil, tek bir yorumcunun emsalsiz maharetlerine bağlı olacaktır. Bu yüzden, yorumlama süreci bir bütün olarak bilimden çok sanata aittir. Eğer yorumcular son derece farklı yorumlar yaparlarsa, rakip öneriler arasından zengin, daha geni açılı, derin, estetik olarak ho ya da hiç değilse ötekilerden daha doyurucu olan biri seçilebilir; ancak bunlar ho lanmadığımız 246 yorumun yanlı ama tercih ettiğimiz yorumun doğru olduğunu söylememizi sağlayacak nedenler değildir. Ve doğru olduğu kesinlikle teyit edilemeyen ya da yanlı lığı kanıtlanamayan bir tez bilime ait olamaz. Ne var ki Weber, onları anlamayı amaçlayan (yani anlambilim gibi anlamlarını kavramaya çabalayan) bir insan eylemleri incelemesi olarak sosyolojinin bilimsel bilginin ayırıcı özelliği olan nesnellik düzeyine eri ebileceğinde ısrar etti. Ba ka bir ifadeyle, We-ber sosyolojinin öznel insan gerçekliğinin nesnel bilgisini yaratabileceğini, ve yaratması gerektiğini ısrarla belirtti. Ku kusuz, tüm insan eylemleri böyle yorumlanamaz çünkü eylemlerimizin çoğu ya geleneksel ya da hissidir onlara alı kanlıklar ya da duygular yön verir. Đki durumda da eylem dü ünümsüzdür Öfkeyle davrandığımda ya da bir rutini izlediğimde, ne eylemim üzerine kafa yorarım ne de özel amaçlar güderim; eylemimi özel bir amaca yönelik bir araç olarak tasarlamadığım gibi denetlemem de. Geleneksel ve hissi eylemler, tıpkı doğal fenomenler gibi zihnimin denetleyemediği unsurlar tarafından belirlenirler; ve doğal fenomenler gibi, en iyi nedenleri gösterildiğinde kavranırlar. Nedensel bir açıklama yerine bir anlam kavrayı ı için, rasyonel eylemler, yani dü ünümlü eylemler, hesaplı eylemler, bilinçli olarak benimsenmi ve denetlenen ve bilinçli olarak dü ünülmü bir amacı hedefleyen eylemler ("için" eylemleri) gereklidir. Gelenekler çe itli ve duygulanımlar doğrudan doğruya ki isel ve özel olsalar bile, amaçlarımızı onları ba armak için seçtiğimiz araçlarla ölçmeye kalkı mamızın altında yatan gerekçe bütün insanlar için ortaktır. Böylelikle, gözlediğim eylemin anlamını failin aklından neler geçtiğini tahmin ederek, "dü ünceleri dü ünerek" (ba ka bir ifadeyle, eınpatiyle) değil, eylemi, anlamlı olan ve bu yüzden eylemi benim için ve herhangi bir ba ka gözlemci için anlamlı kılan bir motifle e le tirerek çıkarabilirim. Okul arkada ınıza öfkeyle vurmanız, eğer ben hiçbir zaman güçlü duygular ya amamı halim'selim bir ki iysem, benim için hiçbir anlama gelmeyebilir. Ancak eğer ben "sabahladığınızı", gece geç saatlere kadar bir makale yazdığınızı görürsem, gördüğüm eyin anlamını kolaylıkla çözebilirim (ve herkes bunu yapabilir) çünkü makale yazmanın bilgi edinmenin mükemmel, sınanmı bir yolu olduğunu biliyorum. Göründüğü kadarıyla Weber, kısaca unu varsayıyor: Bir rasyonel akıl ba ka bir rasyonel aklı tanıyabilir; ara tırılan eylemler rasyonel oldukları (hesaplanmı , bir amaç güden) müddetçe, rasyonel olarak anla ılabilir bir neden değil, bir anlam ortaya sürerek açıklanabilir. Sosyolojik bilginin bu yüzden bilimden a ağı kalması gerekmez. Tam tersine, onun yalnızca betimlemekle kalmadığı nesnelerini -insan nesnelerini- aynı zamanda anlayabilmesiyle bilim üzerinde açık bir üstünlüğü vardır. Ne kadar ba tan sona ke fedilmi olursa olsun, bilimin betimlediği dünya anlamsız durur (ağaç hakkında her eyi bilebilirsiniz ama ağacı "anlayamazsınız"). Sosyoloji bilimden ötesine gider - o üzerinde çalı tığı gerçekliğin anlamım yakalar. Sosyal ara tırmaları bilim katına çıkarmayı hedefleyen üçüncü bir strateji daha vardır: Bilim gibi, sosyolojinin de doğrudan ve etkili pratik uygulamasının olduğunu göstermek. Bu strateji özel bir gayretke likle, pragmatik kafa yapısı ve pratik ba arıyı, değerin ve nihayet hakikatin yüce kıstası olarak gören bir ülkede, Amerika Birle ik Devletleri'nde, sosyolojinin önde gelen isimleri taıafından uygulanmaktadır. Avrupalı meslekta larından farklı olarak ilk Amerikalı sosyologların yaptıkları i in doğası hakkında teoriler yapmaya pek vakitleri yoktu; onlar sosyolojik pratiğin felsefi hak-lıla tırılması ile ilgilenmediler. Bunun yerine, onlar büyük bir hevesle sosyolojik ara tırmanın temin edebileceği türden bilginin yıllar boyu çarpıcı sonuçlar alarak kullanılmakta olan bilimsel bilgiyle tamamen aynı biçimde kullanılabileceğini göstermeye giri tiler; bu bilgi de öngörülerde bulunmak ve gerçekliği "manipüle etmek" için, gerçekliği ne olursa olsun ve nasıl tanımlanmı ve seçilmi olurlarsa olsunlar, ihtiyaçlarımız ve niyetlerimize yanıt verecek biçimde deği tirmek için kullanılabilirdi. Bu üçüncü strateji ağırlığını sosyal te his yöntemlerinin (sosyal hayatın belli alanlarında i lerin tam olarak nasıl yürüdüğünü ayrıntılarıyla gösteren incelemeler) ve insan davranı ının genel teorisini (yani, bu tür davranı ları belirleyen unsurlar; bu gibi unsurların ek-248 siksiz bir bilgisinin insan davranı ını öngörülebilir ve manipüle edilebilir kılabileceği umut ediliyordu) geli tirmeye verdi. Ba ından beri, sosyolojinin pratik bir yanının olduğu dü ünülüyordu. Sosyolojinin bu Özelliği, artan suç oranları, çocuk suçları, alkolizm, fuhu , aile bağlarının zayıflaması vb. gibi belli ba lı sosyal sorunların kar ısına çıkarıldı. Sosyoloji sosyal tanınma ansını, nasıl jeoloji ve fizik, gökdelenlerin in asına yardımcı oluyorsa, aynı ekilde sosyal süreçlerin yönetimine yardımcı olma vaadi üzerine kurdu. Ba ka bir ifadeyle, sosyoloji kendini sosyal düzenin kurulu u ve sürdürülmesi hizmetine soktu. Sosyal yöneticilerin, öteki insanların davranı larını yönlendirme görevini üstlenen insanların kaygılarını payla tı. Pratik yararlılık vaadi idari faaliyetin her yeni alanında yankı buldu ve savunuldu. Fabrikalarda ve madenlerde uzla mazlıkları çözmek ve çatı maları önlemek için, sava yorgunu askeri birliklerdeki genç askerlerin uyumunu kolayla tırmak için, yeni ticari ürünlerin piyasaya çıkarılmasına yardım etmek için, eski hükümlülerin rehabilitasyonu için, sosyal refah harcamalarının verimliliğini artırmak için sosyologların hizmetlerinden faydalanıldı. Bu strateji Francis Bacon'ın "doğaya itaat ederek boyun eğdirmek" formülüne çok yakındı; doğruyu yararlılık, enformasyonu denetim, bilgiyi güç ile kayna tırıyordu. Bu strateji, sosyolojik bilginin geçerliliğini sosyal düzenin yönetimine, düzeni yönetenlerin gördüğü ve dile getirdiği biçimiyle "sorunlar"ın çözümüne sağlayabileceği pratik faydalar ile kanıtlamak üzere, güç sahiplerinin meydan okuyu unu kabul ediyordu. Aynı ekilde, böyle bir strateji izleyen sosyoloji idarecilerin bakı açısını benimsemek, toplumu "tepeden" bir manipülasyon nesnesi, ona verilmek istenen biçime daha kolay uyum sağlayıp girebilmesi için iç yapısının daha iyi öğrenilmesi gereken sert materyal olarak görmek zorunda kalmı tı. Sosyolojik ve idari ilgi alanlarının kayna ması, sosyolojinin devletin, endüstriyel ya da askeri yönetim çevrelerinin gözüne girmesini sağlamı tı sağlamasına ama bu onu tepedeki gücün denetimini gönülden destekledikleri değerlere, özellikle bireysel özgürlük ve komünal özyönetime kar ı bir tehdit olarak algılayanların ele tirilerine maruz bıraktı. Ele tirmenler, tartı ılan bu stratejinin izlenmesinin taraf tutma ve sosyal gücün mevcut asimetrisine aktif bir destek verme anlamına geldiğine i aret ediyorlardı. Onlar ısrarla, sosyolojinin sağladığı bilgi ve pratik çözüm önerilerinin onlardan faydalanmayı isteyen herkese e it olarak hizmet edebileceği ve bu yüzden nötr ve tarafsız görülebileceği iddiasının doğru olmadığını belirtiyorlardı. Yöneticilerin bakı açısından kurgulanmı bilgiyi herkes kullanamaz; o bilginin uygulanması, her eyden önce, ancak yöneticilerin elinde olan ve onların kullanabildiği kaynaklar ister. Demek ki, sosyoloji zaten ipleri elinde tutanların denetim güçlerine güç katar; zaten elleri güçlü olanların ansını daha da artırır. Böylelikle, e itsizlik ve sosyal adaletsizlik davasına hizmet edilmi olur. Sosyoloji böylelikle ele tiri oklarını üzerine çekti. Ürünleri, uzla maları pek mümkün olmayan baskılara maruz kalmı tır. Bir tarafın sosyolojiden yapmasını istediği eyi öteki taraf kötülüğün nedeni olarak görmekte ve ona kar ı kararlılıkla direnmektedir. Tartı malı olma kabahati tek ba ına sosyolojinin üstüne atılamaz. Sosyoloji genelde toplumu parçalayan somut bir sosyal çatı manın, bir iç çeli kinin kurbanı olmu tur; bu onun çözemeyeceği bir çeli kidir. Çeli ki modern toplumun doğasından gelen, bizatihi rasyonel-le tirme projesinde yatar. Rasyonellik iki kenarı keskin bir kılıçtır. Bir yanda, insan bireylerinin kendi eylemleri üzerinde daha fazla denetim kazanmalarına yardım eder. Gördüğümüz gibi, rasyonel hesap eylemi failin amaçlarına daha uygun hale getirilebilir ve böylelikle verimliliğini artırabilir. Genel olarak bakıldığında görülür ki rasyonel bireylerin amaçlarına ula ma ihtimali plan ve hesap yapmayan Ve eylemleri üzerine kafa yormayan bireylere göre daha fazladır. Öte yandan, bir kere bireysel eylem çevresine -genelde toplum örgütlenmesine- uygulandığında, rasyonel analiz pekâlâ bireysel tercihlerin ufkunu daraltabilir ya da bireylerin amaçları pe inden gitmek için faydalanabilecekleri araçlar havuzunu kurutabilir. Taban tabana zıt bir etki yaratabilir, yani bireysel özgürlüğü sınırlayabilir. Sonuç olarak rasyonelliğin muhtemel kullanımları içkin olarak bağda mazdır ve tartı malı kalmaya mahkûmdur. 2M> Sosyolojiyi ku atan tartı malar yalnızca rasyonelliğin çift yüzlü doğasını yansıtır. Sosyolojinin bunu deği tirmek için yapabileceği çok ey yoktur ve bu yüzden tartı ma sürecektir. Güç sahipleri sosyolojiyi uyrukları üzerindeki hakimiyetlerini zayıflatmak ve sosyal huzursuzluk ve bozgunculuk dedikleri eyi kı kırtmakla suçlamaya devam edecektir. Mevcut kaynaklan ellerinde tutanlar tarafından dayatılan soluk kesen kısıtlamalar kar ısında hayat tarzlarını savunan insanlar sosyologları can dü manlarının danı manları ve akıl hocaları kılığında gördüklerinde hayrete dü meye ya da üzüntüye kapılmaya devam edeceklerdir. Her bir durumda, suçlamaların dozu çatı manın mevcut iddetini yansıtacaktır. Đki cepheden saldırıya uğrayan sosyoloji bilimsel statüsünün derinlemesine sorgulandığına tanık olur. Muhalifleri canla ba la sosyolojik bilginin geçerliliğinin gayrime ru kılınmasıyla uğra maktadır ve bilimsel statü verilmemesi de bu amaçlarına hizmet eder. Belki de, sosyologları bilim insanları olma statüleri konusunda bu kadar duyarlı kılan ve hem akademik dünyayı hem de kamuoyunu sosyologların ürettiği bilginin bilimsel bulgulara atfedilen kıstaslara uygun doğruluk değeri ta ıyabildiğine ikna etmek için hiç durmadan yeni çabalara iten ey, akademik dünyadaki az sayıda dalın kar ı kar ıya kaldığı bu ikili saldırıdır. Çabalar sonuçsuz kalmı tır. Ne var ki, bu çabalar aynı zamanda dikkatleri sosyolojik dü üncenin günlük hayata verebileceği gerçek hizmetten de uzakla tırmı -tır. Düzenli bir vizyon, düzenin bir vizyonu olarak her bilgi, bir dünya yorumu içerir. Genelde inandığımız gibi, eyleri oldukları haliyle yansıtmaz; eyler, daha çok, sahip olduğumuz bilgiyle varlık kazanırlar: Sanki, ham, olgunla mamı duygularımız bilgimizin elekten geçirerek onlar için hazırladığı kategoriler, sınıflar, türler biçimindeki bölmelere aldığı eyler içinde yoğunla mı tır. Bilgimiz arttıkça gördüğümüz eyler artar, dünyada ayrımına vardığımız farklı eylerin sayısı artar. Ya da, daha doğrusu, "çok bilgiliyim" demekle "dünyada çok eyin ayrımındayım" demek aynı anlama gelir. Eğer resim sanatı üzerinde çalı ıyorsam, daha önce bende hep aynı izlenimi bırakan "kırmızılık" artık "kırmızılar ailesi'Yıin giderek artan sayıda özgün ve son derece farklı üyelerine ayrı ırlar: Artık Ad-rianople kırmızısını, alev kızıllığını, çöpleme kırmızısını, Hindistan kırmızısını, Japon kırmızısını, lal rengini, koyu kırmızıyı, yakut rengini, alı, parlak kırmızıyı, kan rengini, gül kırmızısını, cart kırmızıyı, Napoli kırmızısını, Pompei kırmızısını, Đran kırmızısını ve sürekli artan sayıda öteki kırmızıları birbirinden farklı görürüm. Sanattan bihaber, eğitimsiz'bir ki i ile okuldan yeti mi bir sanatçı ya da bir sanat ele tirmeni, bir uzman arasındaki fark ikincinin gayet a ikâr (ve "doğal") olarak farklı ve ayrı gördüğü renkleri göremeyen birincide kendini gösterir. Bu fark aynı zamanda birinci ki- • sinin sahip olduğu genelde "kırmızılığı" görme, tüm nesnelerin aynı renk kırmı;-ının çe itli tonlarına boyandığını algılama yetisini kaybetmi ikinci ki ide kendini gösterir. Bütün alanlarda, bilgi edinme nasıl yeni ayrımlara gidileceğini, tektip olanın nasıl parçalı kılınacağını, ayrımların nasıl daha derinle tirileceğini, geni sınıfların nasıl dar sınıflara parçalanacağını öğrenmekten ibarettir, böylelikle deneyimin yorumu daha zenginle ir ve çe itlenir. Sıklıkla, insanların sahip oldukları eğitimin kullandıkları sözcüklerin zenginliği (dillerinin ne kadar sözcük içerdiği) ile ölçüldüğünü duyarız. Bazı eylere "ho " diyebiliriz; ancak "ho lukları" dajıa özgünle tirilebilir ve o zaman görülür ki, böyle betimlenen eyler çe itli nedenlerle -zevk verici, leziz, nazik, uygun, zevkli ya da "doğrusunu yapan"- "ho " olarak ya anmı tır. Demek ki, deneyimin ve söz dağarının zenginliği birlikte artıyor. Dil, halihazırda olanları aktarmak üzere, "dı arıdan" gelmez. Dil ba ından beri hayatın içindedir. Aslında, dilin bir hayat biçimi olduğunu ve her dilin -Đngilizce, Çince, Portekizce, i çi sınıfı dili, "züppe" dili, kamu görevlilerinin "resmi" dili, yeraltı dünyasının argosu, yeniyetme çetelerinin ağızlan, sanat ele tirmeninin dili, gemicilerin, nükleer fizikçilerin, cerrahların ya da madencilerin dili-kendi ba larına bir hayat biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Her biri birlikte bir dünya haritası (ya da dünyanın özgül bir kesimini) ve bir davranı kodunu paralel ve e güdümlü iki düzen, iki ayrım 252 düzlemi (biri algının, öteki de davranı pratiğinin düzlemi) '~>a^j meydana getirir. Her bir hayat biçiminin içinde, harita ve kc*^ mak halindedir. Onları ayrı ayrı dü ünebiliriz ancak pratikte \^-^-rinden ayıramayız. Oeylerin isimleri arasında yapılan aynini^ Qn_ lan n niteliklerindeki -ve dolayısıyla kul tanımları ndaki ve c\ . kar ı tutumumuzdaki- farklılığı algılamamızı yansıtır; ancak '>jte]j^ farklarını tanımamız onlara kar ı tutumumuzdaki ve tutumun^ nedeni olan beklentilerimizdeki farklılığı yansıtır. Oimdi rv 1*1 ^• • J^ vardığımıza bir bakalım: Anlamak nasıl devam edileceğim bı^mek tir. Ya da tersi: Eğer nasıl devam edileceğini biliyorsak, anla,^ demektir. Đ te tam da bu örtü me, ikisi -eylem biçimimiz ve d^ _ yi görme biçimimiz- arasındaki bu ahenk yüzünden farklılı^ eylerin kendilerinde olduklarını, bizi ku atan dünyanın ayrı tırdığımız ayrı parçalara bölünmü olduğunu, isimlerin dırılmı eylere "ait" olduklarını sanırız. Hayat biçimleri sonsuzdur. Ku kusuz, her biri diğerinden - , lıdır; ayrımları, nihayetinde, onları ayrı hayat biçimleri yapaı^ lerdir. Ancak bunlar birbirlerinden a ılmaz duvarlarla ayrılm^m tır; bunlar, içlerinde her eye sahip, içerdikleri her ey onlara, ^ac]g_ ce onlara ait, kendine yeterli kapalı dünyalar olarak dü ünüln>eme_ lidir. Hayat biçimleri düzenli, payla ılan kalıplardır -ancak slWj,ıa biri diğerinin üzerine eklenmi tir. Örtü ürler ve toplam hayat qe yiminin seçilmi alanları için yarı ırlar. Hayat biçimleri âdeta ja j^_ 1ı seçimler ve toplam dünyanın aynı parçalarının ve ortak nav^^cjan çıkarılan aynı eylerin alternatif düzenleni leridir. Bir gün btv n_ ca, ben birçok hayat biçimini ya arım; ancak hangi biçimi y^ sam ya ayayım, yanımda öteki biçimlerden bir parça ta ırım ^ , ki, çalı tığım ara tırma grubundaki davranı tarzım özel nayatırrıc}a katıldığım tarzların bölgesel ve yerel özelliğinin "kusurların^ ba_ rındınr; bu yöresel hayat biçiminde yer almam zamanla ait ^^_ ğum ve hayatlarını payla tığım özel bir dini tarikatin izlerini» vb.). Hayatım boyunca ya adığım her hayat biçimi içinde, far^ ,,' dizi insanla bilgileri ve davranı kodlarını payla ırım; ve bu i|^san_ ların her biri katıldıkları hayat biçimlerinin tek bir bile imini y _ yabilir. Bu nedenle, hiçbir hayat biçimi "an" olmadığı gibi, sonsuza dek verili de değildir. Benim bir hayat biçimine giri im kendi adıma pasif bir yol yordam öğrenme süreci olmadığı gibi, imdi boyun eğmek niyetinde olduğum katı kurallara uysunlar diye fikirlerimin ve yetilerimin eğilip bükülmesi, ekle sokulması ve kesilip biçilmesi süreci de değildir. Benim bir hayat biçimine giri im dahil olduğum hayat biçimini deği tirir: ikimiz de deği iriz; yeni girdiğim hayat biçiminin içeriğini (içimde ta ıdığım öteki hayat biçimleri eklinde) deği tirme meziyetim vardır, öyle ki benim giri imden sonra bu hayat tarzı öncekinden farklıdır. Ve böylelikle her zaman deği ir. Her bir katılım (bir hayat biçimini olu turan dili öğrenme, hâkim olma ve uygulama) yaratıcı bir eylem, bir dönü türme eylemidir. Ba ka bir ifadeyle, onları payla an cemaatler gibi diller de açık uçlu ve dinamik olu umlardır. Ancak daimi bir deği im durumunda var olabilirler. Bu yüzden, kafa karı ıklığı, ileti imin kopması tehlikeleri kadar, anlama sorunları hiçbir zaman yakamızı bırakmaz. Kendi tarzları ve ayrı yorumlarıyla dilin kullanıcıları durmaksızın farklı hayat biçimi türlerini etkile ime soktuklarından, her sözcüğün zoraki, kesin, mecburi bir tanımını yapmak suretiyle dilin içerdiği yorumları "dondurarak" ileti imi kusursuzla tırmak için giri ilen çabalar hiçbir i e yaramaz. Böylesi her etkile im sürecinde, anlamlar belli belirsiz, ancak sürekli ve kaçınılmaz bir deği ime maruz kalırlar. Anlamlar yeni renkler kazanır, bir zamanlar uzak oldukları gönderge-lerle e le ir, eski anlamları yerlerinden eder ve bizatihi dili deği tirmemesi dü ünülemeyecek birçok ba ka deği ime uğrar. Ortak anlayı yaratmayı, farklılıkları kazımayı, yorum birliğine eri meyi amaçlayan eylemlerden olu an ileti im sürecinin, bir hayat biçiminin sabit kalmasını engellediğini söyleyebiliriz. Hayat tarzının bu a kınlık verici niteliğini kavramak için, bir nehrin kıvrılarak akı ını dü ünün; her bir kıvrım sanki süregiden bir ekli varmı ve bu yüzden sürüp giden bir zaman zarfında "aynı kalıyormu ", "kimliğini" koruyormu gibi görünür, halbuki gayet iyi bildiğimiz gibi, tek bir su molekülünü bile birkaç saniye dı ında bünyesinde tutamaz, içeriği sürekli bir akı durumundadır. Bunun kıvrımın bir zayıflığı olduğunu ve onun güvenliği -hayatta kalması- için nehrin durdurulmasının iyi olacağını dü ünüyorsanız, unutmayın ki böyle bir olay kıvrımın "ölümü" anlamına gelir. O daimi bir akı ve hep deği en, bu arada hep farklı organik ve inorganik maddeler ta ıyan, su niteliklerinin ta ması olmaksızın "ya ayamaz" ( eklini, ayrı biçimini ve kalıcı kimliğini koruyamaz). Demek ki diller, hayat biçimleri, nehirlerin kendileri gibi kıvrımları, ancak ve ancak esnek, durmaksızın akı halinde yeni maddeleri bünyesine katabilir ve "tükenenleri" bırakabilir olduklarından canlı kalırlar, kimliklerini, göreli özerkliklerini korurlar. Ne var ki, bu hayat biçimlerinin (tüm dillerin, tüm bilgi kalıplarının) kapalı, katı, deği ime direngen hale geldiğinde ölecekleri anlamına gelir. Nihai kodlama halinde varlıklarını sürdüremezler ve bu kesinlik hali kodlama çabalarını kı kırtan eydir. Ba ka bir ifadeyle, dillerin ve genelde bilginin hayatta kalması, tutarlılığını koruması ve i e yaraması için müphem lige ihtiyacı vardır. Gelgelelim, "karmakarı ık" gerçekliği düzene sokmakla ilgili güçler için bu müphemlik hedefleri önünde bir engelden ba ka bir- ey değildir. Onlar doğal olarak akıntıyı dondurmaya, denetledikleri bilgiye davetsiz katılan her veriyi engellemeye, üzerlerindeki tekellerini güven altına almayı istedikleri "hayat biçimini" kapatmaya can atarlar. "Biraz da" rekabet yokluğu sayesinde, müphem olmayan bilgi arayı ı ile gerçekliği düzene sokma, özgüvenli, etkili eyleme hazır hale getirme gayreti tek bir potada erir. Belli bir durumun tam denetimini istemek, sözcüklerin anlamlarının asla ku kuya yer bırakmadığı ve çatı madığı, her sözcüğün a maz bir biçimde göstergesine i aret ettiği ve bu bir ve tek bağın onu kullanan herkes için bağlayıcı olduğu kesin bir "dilbilimsel harita" için mücadele etmektir. Bu gibi nedenlerden dolayı, bilginin müpheınliği, dur durak bilmeksizin, belli bilgileri zorunlu ve sorgulanmaz -ortodok-si- olarak "sabitleme" çabalarına; ancak ve ancak bu bilginin hatasız, kusursuz ya da her halükârda daha iyi (daha güvenilir, sağlam ve faydalı) olduğu inancını a ılamaya; ve aynı anlama gelmek üzere, alternatif bilgi biçimlerini adi, gülünç hurafeler, önyargılar, sabit fikirler ya da cehaletin tezahürleri statüsünde eyler olarak -ama her durumda bir sapkınlık, hakikate mahkum edilmesi gereken bir ihanet olarak- a ağılamaya neden olur. Bu iki yönlü (ortodoksinin konumunu güven altına almak ile sapkınlığı engellemek-ya da ortadan kaldırmak) çabanın amacı yorum üzerinde denetim sağlamaktır. Söz konusu güç muhtemel yorumlardan hangisinin seçilmesi ve doğru yorum olarak bağlayıcı kılınmasına karar verme hakkını tek ba ına elinde tutmayı amaçlar (gerçeğin belirlenmesinde, rakip versiyonların birçoğu yanlı , ancak bir tanesi doğru olabilir; yanlı çoktur ama yalnızca bir doğru vardır; rakipsizlik tekeli, ayrıcalığı isteme cüreti hakikat fikrinin kendinde vardır). Güç tekeli arayı ı bir alternatifin yanda larına, dü ünce çoğulculuğuna kar ı genel bir ho görüsüzlük içinde, muhalifler rolünü, sansürü ve a ırı örneklerde ortadan kaldırmayı (Engizisyon döneminde dinsizlerin yakılması, Stalin'in temizlik harekâtı içinde muhaliflerin kur una dizilmesi ve çağda dikta rejimlerindeki fikir suçluları gibi) reva görmekte kendini gösterir. Doğası gereği sosyoloji, "kapatma" ve "dondurma" i i için özellikle uygun değildir. Sosyoloji gündelik hayat deneyiminin devamı olarak yapılan bir yorum, öteki yorumlardan beslenen ve ardından onları besleyen bir yorumdur. Sosyoloji, edebiyat, sanat ve felsefe gibi insan deneyiminin yorumuyla ilgilenen öteki söylemlerle rekabete girmez, kuvvetleri payla tırır. Sosyolojik dü ünmek, en azından, herhangi bir yorumun ayrıcalığına ve kusursuzluğuna duyulan güveni zayıflatır. Deneyimlerin, hayat biçimlerinin çoğulluğunu öne çıkarır; her birinin kendi ba ına bir kendilik, kendine özgü bir mantığı olan bir dünya olduğunu gösterirken, aynı zamanda görünü te kendine yettiği ve eksiğinin olmadığı yalanını gözler önüne serer. Sosyolojik dü ünmek deneyimlerin akı ına ve deği to-ku una engel olmak öyle dursun, önlerini açar. Özet olarak, o "akı ı dondurma" ve giri noktalarını tıkama çabalarını güçten dü ürürken, müphemlik miktarına katkıda bulunur. Kafalarını tasarladıkları düzene takmı güçlerin bakı açısından, sosyoloji dünyanın "karmakarı ıklığı"nın bir parçası, bir çözüm olmak yerine bir sorundur. Sosyolojinin insan hayatına ve insanların bir arada ya amalarına vermek için çok hazır olduğu büyük hizmet, payla ılan özgürlü- 256 gün vazgeçilmez bir ko ulu olarak kar ılıklı anlayı ve ho görüyü yükseltmektir. Sosyolojik dü ünmek ho görüyü besleyen anlayı ı ve anlayı ı mümkün kılan ho görüyü artırmaktan ba ka bir ey değildir. Amerikalı felsefeci Richard Rorty'nin deyi iyle, "eğer özgürlüğe özen gösterirsek, hakikat ve iyilik kendi ba larının çaresine bakmasını bilirler". Sosyolojik dü ünmek, özgürlük davasına hizmet eder. Daha fazlası için ek okuma önerileri En iyi ihtimalle, bu kitabın size a ılayabileceği ey, bir sosyoloji zevki, sosyolojik bulgular ve yorumlardan elde edilebileceklerin sezgisidir. Oimdiye kadar sosyolojinin ne olduğuna, hayatınıza ve çevrenizdeki dünyaya nasıl ı ık tutabileceğine ili kin kabaca bir fikir edinmi olmalısınız. Yine de bilginizin tam olduğu yanılgısına kapılmayın. Henüz sosyolojinin biriktirdiği ve çalı malarını sürdürmek isleyenlere sunabileceği zengin bilginin tükendiği yerin yakınına bile gelmediniz. Okulunuzun kütüphanesine gidin ve sosyoloji kitaplarıyla dolu raflara öyle bir bakın. Okunacak ne kadar çok kitap olduğunu ve bu kitapların bahsettiği ne kadar çekici ve i tah kabartan konular bulunduğunu göreceksiniz. Gerçekten de sosyoloji, günlük ilgi alanlarımızın önemli meseleleriyle me gul olurken 75^ FI7AKK.V$mv«lı>jik Dii^iııımk bütün modern dü ünceyi derinden etkileyen uzun bir dü ünce geleneğine sahip bir akademik disiplindir. Aynı zamanda, her yeni ara tırmanın bulgularını ve yeni fikirleri zaten çarpıcı olan ba arılar hanesine ekleyerek her gün büyüyen bir disiplindir de. Kütüphane ziyaretinin sizi a kınlığa dü ürmesi kuvvetle muhtemeldir; sizi orada bekleyen bilgi birikiminin muazzaınlığı kar ısında yıkılmı olabilirsiniz ve bu yüzden daha fazla çalı ma evkiniz kırılmı ya da dikkatiniz tamamen dağılmı olabilir. Tamam da, yıkılmayın hemen, kaçıp kurtulmanın çekiciliğine de teslim olmayın. Sosyolojik bilgi devasa görünebilir ancak o bilginin çoğu bildiğiniz ve kuvvetle hissettiğiniz eylerle ilgileniyor ve ya adığınız deneyimlerle aynı havadan çalıyor. Göreceksiniz ki, çabanızın kar ılığını i'azlasıyla alacaksınız ve bu kesinlikle gücünüzü a an bir çaba olmayacak. Ayrıca ansınıza ağırlıklı olarak sizin ve benzer bir görev kar ısında a ıran öteki insanlara yardım etmek, sosyolojik bilginin ana gövdesine görece sancısız bir yoldan ula tırmak için yazılmı sosyoloji kitapları var. Oimdi bu kitapların bazılarını, hepsini değil elbette, sıralayıp kısaca tartı acağız. A ağıda saydıklarım her eyi kapsayan bir envanter değil, bir seçmedir. Ancak ilerledikçe, gelecek adımınızı hangi yönde atacağınıza ili kin artan bir güven kazanacaksınız; giderek daha fazla kendi yargılarınıza güvenebilecek, ne hakkında okumak istediğinizi ve onları nerede bulacağınızı bileceksiniz. Belki, ba langıç kitabı Anthony Giddens'ın Sosyoloji'sidir. Mevcut sosyoloji haritaları içinde en kapsamlısı olan bu kitap, tüm sosyoloji çalı maları içinde en güncel olanıdır - olabildiğince eksiksizdir. Muhtemelen bütün kitabı bir kerede özümlemekte .zorlanacaksınız ama bu yapılacak en önemli ey değildir zaten. Bu kitaba bir kaynak ve bir rehber olarak bakın. O size sosyoloji çalı malarında neler bulabileceğinizi ve oralarda ne tür önermelerle kar ıla abileceğinizi anlatacaktır; siz ondan sonra yoğunla acağınız ve derinlemesine ara tıracağınız alanları bulup seçebilirsiniz. Güzergâh siz yolculuğa çıkmadan önce gayet iyi hazırlanmı olduğundan, yolunuzu kaybetme ihtimaliniz pek yoktur. Kalkı ılan i in durumuna ili kin sistematik özeller (ki bu alan da Giddens'ın kitabı en iyilerinden biridir) alana her yeni giren için son derece faydalı ve vazgeçilmez yardımlar sağlamakla birlikte, kaynaklarla -sosyolojik söylemi biçimlendirmi ve ana temaları ile temel kavramlarını kazandırmı insanların yazdıklanyla- doğrudan kurulacak bir ileti imin yerini hiçbir ey tutamaz. Ortak deneyimi kavramak ve anlamak için, zihni zorlayan bu eserlerin tuttuğu ı ık gereklidir; anlatının nasıl yava yava ve zahmetli bir uğra vererek kurulduğuna ve mevcut biçimine nasıl ula tığına ili kin bir "izlenim" edinmek gereklidir; tüm bilge insanların neyin pe inde olduklarını, neyin "onlara itibar kazandırdığını", nelere merak saldıklarını ve hangi sorunları çözmek istediklerini anlamak gereklidir. Tüm bu nedenlerden dolayı, sosyolojik dü ünmeye ba layı ınızı "klasikleri" en azından klasik metinlerin bir örneğini- okumadan tamam sayamazsınız. Bu metinler arasından, sizin için seçilmi ve bu yüzden insanın gözünü korkutan bu i i kolayla tıran çok sayıda derleme yapılmı tır. Bunlardan en kapsamlı olanı, Lewis A. Coser ve Bernard Rosenberg tarafından hazırlanmı Sociological Theory: A Book of Readings (Sosyoloji Teorisi: Okuma Parçaları) kitabıdır (bu kitabın toplam be baskısı yapılmı tır ve hepsi de kısmen yeniden gözden geçirilmi bir seçmedir). Bu kitap sosyolojik ara tırmanın belli ba lı temalarına göre bölümlere ayrılmı tır, öyle ki, çe itli teorik açınımların aynı konudaki anlayı ımıza nasıl katkıda bulunduğunu ve bu katkıların birbirlerini nasıl hem ele tirip hem de tamamladıklarını göreceksiniz. Diğer faydalı "örnek kitaplar" farklı bir biçimde, tek bir seçilmi teori, önde gelen tek bir yazar etrafında örgütlenmi tir, böylelikle siz de, tartı ılan çok çe itli mesf le-ler tutarlı bir biçimde uygulanırken, bütüncül yakla ımın tutarlılığını görebilirsiniz. Bu kategoriye giren kitaplar arasında özellikle değinmeden geçilemeyecek olanlar, (J. E. T. Eldridge'in derlediği) Max Weber, (A. Giddens'ın derlediği) Emile Dıırkheim, (T. Botto-more ve Rubel'in derlediği) Kar! Marx seçmeleridir. Georg Sim-mel üzerine bunlara benzer bir derleme yoktur ancak onun fikirlerini, makalelerinin toplamı olan (K. P. Etzkorn'un derlediği) The Conflic! in Modem Cııltnre (Modern Kültürde Çatı ma) ve (D. N. Levine'ın derlediği) On Jndividııality andSocial Forms (Bireylik ve 260 Sosyal Biçimler Üzerine) kitaplarında bulabilirsiniz. Eğer sosyolojik yakla ımlar üzerine görece basit bir biçimde anlatılmı genel bir bakı edinmek istiyorsanız, Stephen Mennell'ın Sociological Theory: Uses and Unities (Sosyoloji Teorisi: Kullanımları ve Bağla ıkları) ihtiyacınıza çok iyi yanıt verecektir. Çe itli sosyolojik bakı açılarına ili kin olağanüstü aydınlatıcı bir giri i David Frisby ve Derek Sayer tarafından kaleme alınmı olan Soci-ety (Toplum) adlı kısa kitapta bulabilirsiniz; bu kitap gayet açık olarak bir teorik açınımın sosyal gerçekliği algılama biçimimizde yaratabileceği farklılığı gösteriyor. Nihayet, güçlü bir biçimde sosyolojinin yerine getirmesi gereken göreve ve insan ya amında oynaması istenen role ili kin farklı anlayı lar arasındaki çatı maları ortaya seren iki önemli kitap var. Biri, C. Wright Mills'in, otuz sene önce yazılmasına rağmen canlılığını ve güncelliğini koruyan The Sociological Imagiııation (Sosyolojik Tahayyül) kitabıdır. Đkincisi, Peter Berger'in, sosyologların geçtiğimiz on yılda kar ılarına çıkan ilgi alanlarını, ku kulan ve seçim imkanlarını açıkça belirleyen In-vitation to Sociology: A Hnmanisfic Perspective (Sosyolojiye Giri : Hümanist Bir Açınım) kitabıdır. Güvenilir sosyolojik beceriler edinmek ne kadar vazgeçilmez olursa olsun, hiçbir orandaki teorik netlik, "eylem içindeki" sosyolojiye bir bakı ın verdiğini -özel deneyimden ya da popüler tartı madan gayet iyi bildiğimiz olguların daha iyi kavranması için, bili sel açınımı ve bir dolu model kavrayı larını kullanma yetisiniveremeyecektir. En sistematik ders kitaplarının öğrettiklerinden daha fazla sosyolojik beceriler öğrenebileceğimiz ba arılı çalı maların parlak örnekleri saymakla bitmez. Krisham Kumar'm Pmphecy and Progress (Kehanet ve Đlerleme) kitabı, içinde ya adığımız dünya -endüstriyel dünya, modern dünya- ve deği mesinin yönü hakkında nasıl dü ünebileceğimizi gösteriyor. Söz konusu kitabı okuduğunuzda, bu dünyanın hikâyesini anlatmanın birden fazla biçiminin olduğunu ve her hikâyenin gerçek payı ta ımakla birlikte eksik kaldığını göreceksiniz. Ayrıca zaman geçtikçe önceden tercih edilen hikâyelerin gözden dü tüğünü ve imdi daha güvenilir görünen ba ka hikâyelere yerlerini bırakuğını; öteki hikâyelerin de tersine, zamanlarının ötesine uzanıp bizim için aktarmaya niyet etmediği deneylerimizin anlamlarını biçimlendirdiğini göreceksiniz. Kumar'ın kitabım dikkatle okuduğunuzda, bilgi ile gerçeklik, kolektif olarak dünyanın neye benzediğini dü ünme biçimimiz ile kolektif olarak dünyayı bu hale nasıl getirdiğimiz arasındaki içinden çıkılmaz, iki boyutlu ili ki hakkında çok ey öğreneceksiniz. Benedict Anderson'ın Imagined Communities: Reflections on the Orijin and Spread of National i sm kitabı Kumar'ın kitabını tamamlamaktadır. Bu kitap bize, milletlerinki gibi en önemli hikâyelerin bazılarının, milli cemaatlerin, milli davaların nasıl üretildiğini ve sonuçta nasıl eylemlerimize, bağlılıklarımıza ve dü manlıklarımıza etki ettiğini, öyle ki i in sonuna gelindiğinde bu imgelerin yalnızca aktarma ve yansıttıkları iddiasında bulundukları gerçekliğin el çabukluğuyla yaratıldığını; imgelerin peki tiği ve âdeta "hayatın deği mez gerçekleri" haline geldiklerini gösterecektir. Gelge-lelim. anlatılan ve izlenen hikâyeler çok çe itli ve genelde birbirleriyle uyumsuz olduklarından, ortaya çıkardıkları gerçeklik berrak olmaktan uzaktır; gerçekliğin müphemliği yalnızca imgelerin bağda mazlığını -ima ettikleri açıklık ve kesinlik ile insani ko ulların çok sayıda kar ılıklı bağımsız baskılara tabi tutulmasından doğan belirsizlik arasındaki uzla mazlığı- yansıtır. Mary Douglas'ın Pıırity and Dangcr (Anlık ve Tehlike) kitabı size her bir hikâyenin eksik ve geçici doğasından çıkı yolu bulmak için hepimizin giri tiği çabalan; dünya imgesini berrak, doğrudan ve yalın kılına ve dünyayı böyle bir imgeye zorlama (yani "kö eleri yontma", net sınırlar çizme ve onları ihlallere kar ı koruma, sınırı a an her eyi bastırma - ki bunların hepsinin birden çok anlamı vardır) gayretlerimizi anlatacaktır. Mary Douglas'tan bu türden tüm çabaların nafile olduğunu, miiphemliğin ilelebet bizimle olacağını çünkü ya adığımız dünyanın bilgimizin zıtlıklar halinde tasarladığından ve yalın farklılıkların kabul edebileceğinden ve özümle-yebileceğinden daha "akıcı" olduğunu öğreneceksiniz; ancak aynı * 'Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çev.: Đskender Sava ır, Metis Yay., 1993. 262 zamanda hayat dediğimiz uğra ı sürdürmek için açıklığa ihtiyacımız olduğundan çabaların duramadığım ve durmayacağını da öğreneceksiniz. Erwin Goffman'ın Stigına ve Presentation of Oelf in Everyday Life (Günlük Hayatta Benliğin Sunulu u) kitapları her birimizin, eylerin oldukları gibi olmayabilecekleri ihtimaliyle ya da onların olduklarından farklı görünür kılma ihtiyacıyla, bu kaçınılmaz müp-hemlikle ba etmek için nasıl çabaladığımızı gösterecektir. Bu iki kitap en belirgin kaygılarımız üzerinde durur: Özkimliğin zahmetli ve hiç bitmeyen kurulu u ve sonuçları çevremizdeki insanlara kabul ettirme yönündeki yoğun ancak sıklıkla hayal kırıklığı yaratan gayretler. Bu kitaplarda, bir rolü iyi oynamayı bilmenin bir ey, ancak ba kalarını onu iyi oynadığınıza inandırmanın tamamen ba ka bir ey olduğunu; ve böylelikle sırf görüntülerle kar ıla tığımızda neden sıklıkla kendimizi rahatsız hissettiğimizi ve meselenin derinlerine -çevremizdeki insanların gerçekte kim olduklarını bulmaya-inmek istediğimizi göreceksiniz. Đki cephede de, çabalar sonuçsuz kalmaya mahkûmdur ve ili kilerimiz son tahlilde, sağlam temelli olabilen ya da olmayabilen güvene dayanır. Richard Sennett ve Jonathan Cobb'un H idde n Injuries o/Class (Sınıfın Gizli Yaraları) kitabı size ki inin kendi kimliğini kurması ve onu kabul ettirmesi uğra ında müzakereye oturan tarafların durumlarının e it olmadığını gösterecektir. Bazı ki iler büyük etki yapan -otorite ta ıyan- hikâyeleri anlatırlar ya da tekrarlarlar; bazı ba kaları onlara bakmak ve böylesi otorite ta ıyan hikâyeler ı ığında kendi niteliklerini tartmak durumundadır; onların kendi hikâyelerinin, ayet kurmu olsalar bile, kabul görme ansı pek yoktur. Tali konumlarda kaldıkları müddetçe, bu öteki insanlar onların a ağı durumlarını anlatan ve bundan da onları kabahatli bulan resmi hikâyelere hınç duymayı sürdüreceklerdir; ancak sanki bu hikâyeler doğruymu gibi davranmaktan ba ka yapabilecekleri bir ey yoktur. Ba lıktaki "gizli yara" onurun zedelenmesidir. Ki inin saygı duymadığı değerler için mücadele vermesi, sınıfla ili kili olsun olmasın herhangi bir e itsizlik durumunda insanlara en çok acı veren hakarettir. Dick Hebdidge'in Hitliıif* in the Lift/n (I ık Altında Saklanmak) ;itabj size aynı anda hem müphemlik hem de e itsizlik ko ullarınla ya amanın sorunlarını öğretecektir. Böyle bir hayatın zorluğunu ancak aynı zamanda ku aklar boyu gençlerin bulduğu ve izlediği mücadele yollarını öğreneceksiniz. Sonunda, "gençlik kültürü" gi->i görünü te tuhaf ve a ırtıcı fenomenleri daha iyi anlayacaksınız: !u egzotik ve ok edici görüntünün ardında hor görülmeyi gurur uymaya dönü türme, baskıya direnme, bağımlılıklar ummanında ir özgürlük adası yaratma, sesini olabildiğince duyurma ve dinletime ihtiyacını göreceksiniz. Hebdidge'in çalı maları bağımlılık e özgürlük, kısıtlama ile özerklik arasındaki karma ık, diyalektik ili kiyi daha iyi görmenize yardım edecektir. Bu kitapları (ve umarım, bunu izleyecek diğerlerini) okuduğu-.ızda, yalnızca her bir kitabın size ne anlattığına değil, aynı zamanda iyi sosyolojik eserlerin yazılabildiği çok sayıdaki farklı üs-ba da dikkat edin. Đsmi sayılan kitapların her biri hemen her açı-ın -konularını seçme ve savunma yollarında, konularını ele aldıkrı bakı açılarında, her bir konuya ili kin tezlerini savunma yolla-ıda- farklıdır. Farklılıklar "iyi" ve "kötü" sosyoloji arasında değildir (elbette, ancak yine de sonuçta "iyi" sosyoloji kadar "kötü" syolojinin de olduğunu göreceksiniz). Farklılıkların mevcudiyeti neyimlerimizin çe itli, çok yönlü, müphem ve çok sayıda, bazen i kili, yorumlara bağlı olduğunu kanıtlar. Tüm bu farklılıklarına »men ismi sayılan kitapları birle tiren ey hepsinin de deneyime ırlık vermesi, karma ıklığını hafife almaması ve açıklık yokken rmı gibi yapmaması, kolay ve basit açıklamalar pe ine dü mesidir; tersine, açığa çıkarmak ve anlamak istedikleri günlük ha-: uğra ımızın bu karma ıklığıdır. Hepsini "iyi sosyoloji" -ve böy-ine faydalı, böylesine heyecan verici okuma- örnekleri yapan ' de zaten budur.