Giri : Sosyoloji, ama ne için?
Sosyoloji, farklı biçimlerde dü ünülebilir. En basit yolu, tepeleme kitap dolu, sıra sıra dizilmi uzun kütüphane
raflarını dü ünmektir. Bütün kitapların ba lıklarında, altba lıklarında ya da içindekiler listesinde "sosyoloji"
sözcüğü yer alır (zaten bu yüzden kütüphane görevlisi onları bu raflara dizmi tir). Kitapların üzerinde
kendilerine sosyolog diyen (yani, öğretmenlik ya da ara tırma görevi yaparken resmi unvanları sosyolog olan)
yazarların isimleri vardır. Bu kitapları ve yazarlarını dü ünmek demek, sosyolojinin uygulandığı ve öğretildiği
uzun yıllar boyunca birikmi bir bilgi yığınını dü ünmektir. Ve böylelikle sosyolojiyi bir tür kitap ciltleme
geleneği olarak; bu alana yeni ayak basanların, ister uygulamacı sosyologlar olmayı isterse de yalnızca
sosyolojinin sunduğu neyse onu elde etmeyi amaçlasınlar, ilk ba ta almaları, tüketmeleri ve sindirmeleri
gerekli ciltler dolusu bilgi olarak dü ünebilirsiniz. Ya da daha iyisi sosyolojiyi durmak bilmeksizin yeni
birilerinin girdiği bir alan olarak dü ünün (nihayetinde, kitap raflarına her zaman yeni kitaplar eklenir);
sosyolojiyi, canlı bir ilgi, yeni deneyimler kar ısında kabul edilmi anlatıların durmaksızın sınanması,
biriktirilmi bilgiye durmaksızın ekler yapılması ve bu süreç içinde bilginin deği tirilmesi olarak, kısaca bitmek
bilmez bir faaliyet olarak dü ünebilirsiniz.
Sosyolojiyi bu ekilde dü ünmek gayet doğal görünüyor. Bu, nihayetinde "X nedir?" türü bir soruya yanıt
verirken izlediğimiz yoldur. Örneğin, "Aslan nedir?" sorusuyla kar ıla tığımızda parmağımızla hayvanat
bahçesinde bir kafese konmu belli bir hayvanı ya da bir kitaptaki resmi gösteririz. Đngilizce bilmeyen birinin
"Kur unkalem nedir?" sorusu kar ısında cebimizden belli bir nesneyi çıkarıp gösteririz. Đki örnekte de belli bir
sözcükle belli bir nesne arasında bir bağlantı arayıp buluruz. Sözcükleri, nesnelere gönderme yapan, nesneleri
temsil eden eyler olarak alırız; her sözcük bizi ister bir hayvan ister yazma aracı olsun özgün bir nesneye
gönderir. Söz konusu sözcüğün gönderme yaptığı böyle bir nesne bulmak (yani sözcüğün göndergesini
bulmak) ba langıç sorusunun doğru ve faydalı bir yanıtıdır. Bir kere böyle bir yanıt bulduğumda, daha sonra
kar ıla acağım bilmediğim bir sözcüğün, neye, hangi bağlantıyla ve hangi ko ullarda gönderme yaptığına
bakarak nasıl kullanılacağını bilirim. Bahsettiğimiz yanıt türü bana tam da bunu, verili bir sözcüğü nasıl
kullanacağımı öğretir.
Bu yanıt bana nesnenin kendisi, sorduğum sözcüğün gönderge-si olarak gösterilmi ey hakkında bilgi
vermez. Ben yalnızca nesnenin neye benzediğini bilirim ve böylplikle gelecekte de onu sözcüğün temsili ettiği
ey olarak tanıyacağım demektir. Bundan dolayı parmakla, gösterine yönteminin bana öğreteceği eyin
sınırları, hem de çokjdar sınırları vardır. Sözcüğün gönderme yaptığı nesnenin ne olduğunu bulur bulmaz,
muhtemelen hemen yeni sorulara geçerim: "Bu nesnenin özgünlüğü nereden geliyor? Ba ka nesnelerden
farkı nereden geliyor ki onu ayrı bir isimle çağırıyoruz?" Bu 10
bir aslandır. Ama kaplan değildir. Bu bir kur unkalemdir. Ama tükenmez kalem değildir. Eğer bu hayvana
aslan demem doğru, kaplan demem yanlı sa, onda aslanda olan ama kaplanda olmayan bir eyin (aslanı
kaplan değil aslan yapan bir eyin) olması gerekir. Aslanları kaplanlardan ayıran belli bir farklılık olmalıdır.
Ancak bu farklılığı ke federsek, "aslan" sözcüğünün temsil ettiği nesneyi bilmekten ayrı olarak aslanları
gerçekten aslan yapan eyin ne olduğunu bilebiliriz.
Dolayısıyla sosyoloji hakkındaki soruya verilen ilk yanıt bizi tam olarak tatmin etmekten uzaktır. Daha ba ka
eyleri dü ünmemiz gerekiyor. "Sosyoloji" sözcüğünün belli bir bilgi yığınım ve aynı anda ona eklemeler
yaparak bu bilgiyi kullanan belli pratikleri temsil ettiğine ikna olduktan sonra, artık o bilgi ve pratikler
hakkında yeni sorular sormanın zamanı gelmi tir. Bir eyi diğerlerinden farklı olarak "sosyolojik" yapan nedir?
Bir eyi öteki bilgi yığınlarından ve öteki bilgi kullanma/üretme pratiklerinden farklı kılan nedir?
Aslında, sosyoloji kitaplarıyla dolu kitap raflarına baktığımızda gözümüze çarpan ilk ey ba ka raflar olacaktır.
Çoğu üniversite kütüphanesinde, muhtemelen hepsi de "sosyoloji"den ba ka isimler ta ıyan, sözgelimi
etiketlerinde "tarih", "siyasal bilimler", "hukuk", "sosyal politika", "ekonomi" yazan kitapların en yakın raflara
yerle tirilmi olduğunu göreceksiniz. Bu gibi rafları birbirine yakın olacak ekilde düzenleyen kütüphaneciler
belki okuyucuların rahatı ve istedikleri kitabı kolayca bulmalarını dü ünmü tür. Sosyoloji raflarına göz
gezdiren okuyucuların zaman zaman, örneğin tarih ya da siyasal bilimler raflarına konmu bir kitabı
arayacaklarını ve bu kitapları, örneğin fizik ya da makine mühendisliği rafla-rındaki kitaplardan daha sık
arayacaklarını varsayın ıslardır (ya da biz öyle olduğunu tahmin edebiliriz). Ba ka bir ifadeyle, kütüphaneciler
sosyolojinin konusunun bir bakıma "siyasal bilimler" ya da "ekonomi" adı altındaki bilgi yığınının konusuna
daha yakın olduğunu, belki ayrıca sosyoloji kitaplarıyla hemen yakınına dizilmi kitaplar arasındaki farklılığın
sosyolojiyle, örneğin kimya ya da tıp bilimleri arasındaki farklılığa kıyasla daha az dillendirilmekte, belli
belirsiz, biraz da tartı malı olduğunu varsa3'mı lardır.
Akıllarından bu dü ünceler geçmi olsun ya da olmasın, kütüphaneciler doğru olanı yapmı tır. Yan yana
dizilmi bilgi kümelerinin ortak çok eyleri vardır. Hepsi de insan ürünü dünyayla, dünyanın insan
etkinliklerinin izlerini ta ıyan, insanların eylemleri olmaksızın var olması dü ünülemeyeıı parçası ya da
bojmtlarıyla ilgilidir. Tarih, hukuk, ekonomi, siyasal bilimler, sosyoloji, hepsi de insan eylemlerini ve bunların
sonuçlarını tartı ır. Bu da payla tıkları çok ey olduğu anlamına gelir ve dolayısıyla gerçekten aynı gruba
girerler. Gelgelelim, eğer bütün bu bilgi kümeleri aynı alanı ara tırıyorlarsa, onları birbirinden ayıran ey,
varsa, nedir? "Farklılık yaratan farklılık", bölünmeyi ve ayrı isimleri haklıla tıran ey nedir? Bütün
benzerliklerine ve ortak ilgileri ve alanlarına rağmen, hangi gerekçeyle tarihin sosyoloji olmadığında ve
ikisinin birden siyaset bilimi olmadığında ısrar edebiliriz?
Bu sorulara hemen hiç dü ünmeden yanıtı yapı tırırız: Bilgi kümeleri arasındaki bölünme, inceledikleri
dünyadaki bölünmü lüğü yansıtmalıdır. Onları birbirinden farklıla tıran insan eylemleri ya da insan
eylemlerinin özellikleridir ve bilgi kümeleri arasındaki bölünme bu olgunun bilincine varılmasından ba ka bir
ey değildir. Bundan dolayı deriz ki, sosyoloji halihazırda süregelen ya da zamanla deği meyen genel nitelikli
eylemler üzerinde yoğunla ırken, tarih, geçmi te gerçekle mi ve bugün artık olmayan eylemlerle ilgilidir;
sosyoloji dikkatini bizim toplumumuzda (ne anlama geliyorsa) gerçekle en eylemlere ya da bir toplumdan
ötekine deği meyen eylem türlerine verirken, antropoloji, bizimkinden uzak ve farklı toplumlardaki insan
eylemlerini anlatır. Sosyolojinin öteki yakın akrabalarına gelince "kesin" yanıt vermek biraz zor olacaktır ancak
yine de unları söyleyebiliriz: Siyasal bilimler, ağırlıklı olarak iktidar ve yönetimle ilgili eylemleri tartı ır;
ekonomi, mal ve hizmetlerin üretilmesi ve dağıtılması kadar kaynakların kullanılması ile ilgili eylemleri ele alır;
hukuk, insan davranı ını düzenleyen normlar ve bu normların/kuralların nasıl ifade edildiği, yükümlülükler
getirdiği ve uygulandığı ile ilgilidir... Oimdiye kadar anlatılanlar ı ığında, aynı yoldan ilerleyerek sosyolojinin
öteki disiplin-12
lerin dikkatinden kaçmı eylerden beslenen bir tür arlıkçı disiplin olduğunu görebiliriz. Öteki disiplinler kendi
mikroskopları allına ne kadar çok ey alırlarsa sosyolojiye o kadar az ey kalır; sanki "orada", insan
dünyasında, özgün ara tırma dallan tarafından içkin niteliklerine bağlı olarak ayrı tınlmayı ve seçilip alınmayı
bekleyen sınırlı sayıda olgu vardır.
Sorumuza verilen böyle "kesin" bir yanıtın içerdiği sorun udur: Bu yanıt ancak bize a ikâr ve tartı masız
doğru gelen ba ka çoğu inanç gibi, ki inin sözünü etmeden kabul eder göründüğü bütün varsayımlara daha
yakından bakmadığımız sürece kesinliğini korur.
Her eyden önce, insan eylemlerinin belli sayıda ayrı tipe bölündüğü fikri de nereden çıktı? Nereden mi,
eylemlerin bu ekilde sınıflandırılmı olması ve bu sınıflandırmada her dosyaya ayrı bir isim verilmi
olmasından (öyle ki ne zaman politikadan, ne zaman ekonomiden ve ne zaman hukuki meselelerden
bahsedeceğimizi ve nerede neyi bulacağımızı biliriz); ve ba kaları değil de belli tür eylemler üzerinde
ara tırma yapmaya, etraflı görü ler sunmaya, yol göstermeye ya da tavsiyelerde bulunmaya tek kendilerinin
hakkı olduğu iddiasında bulunan bilgili ve güvenilir bir grup uzmanın olmasından. Ancak biz soru turmamızı
bir adım daha ileri götürelim: "Kendi ba ına" insan dünyasının ne olduğunu nasıl bilebiliriz? Yani, ekonomi,
politika ya da sosyal politika biçiminde parçalanmadan önce ve böylesi bir parçalanmadan bağımsız olarak
insan dünyasını nasıl bilebiliriz? Hiç ku kusuz, bunu kendi hayat deneyimimizden öğrenmiyoruz. Kimse imdi
politika sonra ekonomi dünyasında ya amaz; kimse Đngiltere'den Güney Amerika'ya gitmekle sosyolojiden
antropolojiye geçmi olmaz ya da bir yıl daha ya landığında tarihten sosyolojiye geçmez. Eğer ya arken
böylesi alanları ayırabiliyorsak, eğer bu eylemin burada ve imdi politikaya ait olduğunu diğerinin de
ekonomik karakter ta ıdığını söyleyebiliyor-sak, bunun tek nedeni bize her eyden önce bu tür ayrımlar
yapmanın öğretilmi olmasıdır. Dolayısıyla gerçekten dünyanın kendisini değil, dünyayla ili kimizi biliriz; bir
bakıma, dünya imgemizi, dilden ve eğitimden kazandığımız yapı taslarından sıkıca örülmü bir modeli pratiğe
geçiririz.
Demek ki, akademik disiplinler arasındaki farklılıklardan yansıyan biçimiyle insan dünyasında doğal bir
bölünmenin olmadığını söyleyebiliriz. Tersine, insan dünyasının zihnimizde ta ıdığımız ve sonra yaptığımız
i lere uyguladığımız zihinsel haritasında görünenler, insan eylemleriyle uğra an akademisyenler arasındaki
i bölümünün sonucudur; bu, her bir alanın uzmanlarının ayrılmasıyla ve her bir grubun hükmettikleri alana
neyin ait olup neyin olmadığına karar verme hakkıyla desteklenip peki tirilen bir i bölümüdür. Đçinde
ya adığımız dünyaya yapısını kazandıran da bu i bölümüdür. Bundan dolayı, gizimizi çözmek ve "farklılık
yaratan farklılığın" saklandığı yeri bulmak istiyorsak, ba langıçta dürüst bir biçimde dünyanın doğal yapısını
bize gösteriyor gibi görünen, kerametleri kendinden menkul disiplinlerin pratiklerine baksak iyi olur. Artık
aradaki farkı doğuran eyin ilk ba ta bu pratiklerin kendisi olduğunu kestirebiliriz; eğer bir yansıtma varsa, bu
bizim sandığımızın tam tersi yöndedir.
Çe itli çalı ma alanlarının pratikleri birbirlerinden nasıl ayrılırlar? Đlk bakı ta bunlar, çalı ma konulan olarak
seçtikleri eylere kar ı tutumları bakımından çok az farklılık gösterir ya da hiç farklılık göstermezler. Hepsi
kendi konulan ile ilgilenirken aynı davranı kurallarına uyar. Hepsi ilgili olguların tümünü toplamaya gayret
eder; hepsi olguları hakkında herhangi bir ku kuyu ortadan kaldırmaya çalı ır; olgular denetlenir ve yeniden
denetlenir ve bu yüzden olgular hakkındaki hain bilgi güvenilir olur; hepsi olgular hakkında yaptıkları
önermeleri açıkça, belirsizliğe yer bırakmaksızın anla ılabilecek ve önermeyi türettikleri kanıtla ve yine
gelecekte mevcut olabilecek herhangi bir kanıtla sınanabilecek biçime sokmaya çalı ırlar; hepsi yaptıkları ya
da savundukları önermeler arasındaki çeli kileri ayıklamaya ya da ortadan kaldırmaya çalı ırlar ki aynı
zamanda doğru olabilecek iki önerme birden ortaya atılmamı olsun. Kısacası, hepsi verdikleri sözlere sadık
kalmaya, bulgularını sorumlu bir biçimde (yani, doğruya götüreceğine inanılan bir biçimde) elde etmeye ve
sunmaya çalı ırlar. Böyle yapmadıkları takdirde ele tirilmeye ve iddialarını geri çekmeye hazırdırlar. Demek
14
ki, uzmanların görevlerinin ve hikmetlerinin, yani mesleki sorumluluklarının nasıl anla ılacağı ve
uygulanacağına ili kin hiçbir farklılık yoktur. Muhtemelen, akademik pratiklerde çoğu ba ka özellikleri
bakımından da bir farklılık bulamayacağız. Akademik uzmanlık iddiasında olan ve iddiası kabul gören herkes
olguları toplayıp i lemekte benzer yollar izler: Üzerinde çalı tıkları eyleri ya doğal ortamlarında (örneğin,
evinde, kamusal ili kilerinde, i ve eğlence yerlerinde "normal" günlük hayatlarını ya ayan insanlar) ya da özel
olarak tasarlanıp sıkı bir biçimde kontrol edilmi deney ko ullarında (örneğin, bilerek tasarlanmı düzenekler
içinde insan tepkileri gözlendiğinde ya da insanlar olur olmaz karı ıklıkları ortadan kaldırmak üzere
tasarlanmı sorulara yanıt vermeye yönlendirildiklerinde) gözlerler; bu da olmazsa, geçmi te yapılmı benzer
gözlemlerden (örneğin, kilise kayıtları, nüfus sayımlan, polis ar ivleri) elde edilen kanıtlan kendi olguları
olarak kullanırlar. Bütün akademisyenler biriktirdikleri ve tetkik ettikleri olgulardan sonuçlar çıkarırken ve
bunları doğrular ya da çürütürken aynı genel mantık kurallarını izlerler.
Göründüğü kadarıyla "farklılık yaratan farklılık" arayı ımızda son umudumuz, her inceleme dalı için tipik
sorularda, farklı disiplinlerden dü ünürlerin insan eylemlerine bakarken, onları inceler ve açıklarken görü
açılarını (bili selperspektifler) belirleyen sorularda ve bu gibi soruların ürettiği bilgiyi düzene sokup insan
hayatının verili bir bölümünün modeline ya da boyutuna katmak için kullanılan ilkelerde yatmaktadır.
Çok kaba bir yakla ımla, örneğin ekonomi, birincil olarak insan eylemlerinin maliyetleri ile sonuçları
arasındaki ili kiye bakacaktır. Muhtemelen insan eylemlerine, bu eylemleri gerçekle tirenlerin, yani aktörlerin
ya da faillerin eri mek ve kendilerine en yararlı olacak biçimde kullanmak istedikleri kıt kaynakların idaresi
açısından bakacaktır. Dolayısıyla ekonomi, failler arası ili kileri, arz ve talebin düzenlediği mallar ile
hizmetlerin yaratılması ve mübadelesinin unsurları olarak görecektir. Son olarak ekonomi, kaynakların
yaratılması, elde edilmesi ve çe itli talepler arasında dağıtıl-' ması sürecine ili kin bir modele göre bulgularını
düzene sokacak tır. Siyasal bilimler ise, en azından ba ka faillerin fiili ya da tahmini tutumlarını deği tiren ya
da onlar tarafından deği tirilen (genellikle güç ve nüfuz ba lığı altında tartı ılan bir etki) özellikte insan
eylemleri ile ilgilenecektir. Siyaset, insan eylemlerini böylesi güç ve niifuzlardaki dengesizlik açısından ele
alacaktır; belli failler, etkile im sürecinden muhataplarına oranla davranı ları daha köklü bir deği ikliğe
uğramı olarak çıkacaktır. Siyasal bilimler muhtemelen bulgularını güç, tahakküm, otorite vb. kavramlar
etrafında örgütleyecektir; bu kavramların hepsi ili kide tarafların mücadelesini verdikleri eyleri elde etme
anslarındaki farklıla maya gönderme yapar.
Ekonominin ve siyasal bilimlerin bu ilgileri (be eri bilimlerin geri kalanları tarafından gözetilen ilgi alanları
gibi) hiçbir biçimde sosyolojiye yabancı değildir. Bunu sosyoloji öğrencilerine önerilen herhangi bir okuma
listesini görür görmez anlayacaksınız; bu liste neredeyse kesin olarak kendilerini tarihçi, siyasal bilimci ya da
antropolog olarak adlandıran ve bu sınıfa sokulan dü ünürlerin kaleme aldığı birkaç çalı mayı içerecektir. Ne
var ki, diğer sosyal ara tırma dalları gibi sosyolojinin de kendi yorumlama ilkeleri kadar kendi bili sel
perspektifi, insan eylemlerini soru turmak üzere kendi soru kalıpları vardır.
Geçici bir ilk özet olarak diyebiliriz ki, sosyolojiyi farklı bir yere koyan ve ona belirleyici karakterini veren ey,
insan eylemlerini geni çaplı olu umların öğeleri olarak görme alı kanlığıdır- bu olu umlar ise kar ılıklı bir
bağımlılık (eyleme giri ilme ihtimalinin ve eylemin ba arı ansının öteki faillerin kimler olduğu ya da ne
yapabileceklerine bağlı olarak deği tiği bir durum anlamında bağımlılık) ağına takılmı faillerin rastlantısal
olmayan birlikteliği biçiminde dü ünülebilir. Sosyologlar bu ekilde hep birlikte ağa takılmanın insan faillerin
muhtemel ve fiili davranı ları açısından sonuçlarının neler olduğunu soracaktır. Bu gibi ilgiler sosyolojik
ara tırmanın nesnesine biçim verir; olu umlar, yani kar ılıklı bağımlılık ağları, eylemin kar ılıklı ko ullayıcılığı
ve faillerin özgürlüklerinin geni lemesi ya da daralması sosyolojinin en ağırlıklı olarak üzerinde durduğu
meselelerdir. Senin benim gibi tek tek failler
16
sosyolojik çalı manın görü alanına bir kar ılıklı bağımlılık ağı içindeki birimler, üyeler ya da ortaklar olma
kapasiteleriyle girecektir. Denebilir ki, sosyolojinin merkezi sorusu udur: Ne yaparlarsa yapsınlar ya da
yapabilir olurlarsa olsunlar, insanların ba ka insanlara bağımlı olmaları ne anlamda önemlidir; insanların her
zaman ve kaçınılmaz olarak ba ka insanlarla ortaklık, ileti im, mübadele, rekabet, elbirliği halinde ya amaları
ne anlamda önemlidir? Đ te sosyolojik tartı manın özel alanını olu turan ve sosyolojiyi be eri ve sosyal
bilimlerin görece özerk bir dalı olarak tanımlayan (ve ne ara tırma amacıyla seçilmi insanlar ve olayların ayrı
bir koleksiyonu ne de öteki inceleme alanlarının ihmal ettiği türden belli bir insan eylemleri dizisi olan) bu
soru türüdür. Sonuçta diyebiliriz ki, sosyoloji en ba ta insan dünyası hakkında bir dü ünme biçimidir; ilke
olarak aynı dünya hakkında ba ka yollarla da dü ünebilirsiniz.
Sosyolojik dü ünce tarzından ayrılan öteki yollar arasında sağduyu özel bir yer i gal eder. Belki diğer
akademik dallardan daha çok sosyoloji, kendi yeri ve pratiği için önemi tartı ılmaz sorunlarla dolu olan
sağduyuyla (hayatımızdaki günlük i lerimizi yürütmek için faydalandığımız zengin ancak dağınık, sistematik
olmayan, genelde bağlantıları belirsiz ve söze dökülemeyen bilgi ile) ilgilidir.
Aslında çok az bilim dalı sağduyuyla ili kisini açıktan dile getirir; çoğu, sağduyunun bırakın bir sorun
olu turduğuna, mevcut olduğuna bile değinmez. Çoğu bilim dalı kendileri gibi saygın ve sistematik bir
ara tırma çizgisi izleyen diğer bilim dallarıyla onu birle tiren köprülere ya da onlardan ayıran sınırlara göre
kendini tanımlama pe indedir. Sağduyuyla, çizilen sınırları ya da yapı ta larını yerinden oynatacak ölçüde
ortak bir zemini payla tığını dü ünmez. Kabul etmek gerekir ki, onların bu ilgisizlikleri yersiz değildir.
Sağduyunun örneğin fiziğin, kimyanın, astronominin ya da jeolojinin ilgilendiği konular hakkında söyleyecek
hemen hemen hiçbir eyi yoktur (ve sağduyunun bu gibi konularda söyleyebildikleri de, onlar karma ık
bulgularını sıradan insanların kavrayabileceği ve anlayabileceği hale getirmeyi ba ardıkları oranda bu
bilimlerin kendileri sayesinde olur). Fiziğin ya da astronominin ilgilendiği konular sıradan insanların görü
ufkuna, yani senin benim günlük deneyimimiz çerçevesine pek girmez. Ve bu yüzden biz, uzman olmayan
sıradan insanlar, bu gibi konular hakkında bilim insanlarının yardımı, hatta verdikleri eğitim olmaksızın bir
kanıya varamayız. Bu ve benzeri bilimlerin ara tırdığı konular yalnızca sıradan insanların akıl sır erdiremediği
çok özel ko ullarda, örneğin milyonlarca dolarlık bir hızlandırıcının ekranında, dev bir teleskopun merceğinde
ya da bin feet derinliğinde bir kuyunun dibinde ortaya çıkarlar. Ancak bilimciler onları görebilir ve onlar
üzerinde deney yapabilir; bu konular ve olaylar verili bilim dalının, hatta onun seçilmi uygulayımcılarının
tekelindeki bir mülktür; hem de meslekten olmayan kimsenin ortak olamadığı bir mülk. Çalı malarının
hammaddesini sağlayan deneyimin biricik sahibi olan bilimcilerin o materyalin i lenme, çözümlenme ve
yorumlanma biçimleri üzerinde tam bir denetimleri vardır. Bu süreçten çıkan ürünler ba ka bilimcilerin, ama
sadece onların, kılı kırk yaran değerlendirmelerine dayanmak zorundadır. Onlar kamuoyuyla, sağduyuyla ya
da uzman olmayan görü lerin herhangi bir ba ka biçimiyle yarı mak zorunda kalmazlar; bunun tek nedeni,
üzerinde çalı tıkları ve laf ettikleri konularda kamuoyu ya da sağduyuya özgü bir görü bulunmamasıdır.
Sosyolojiye gelince i ler çok farklıdır. Sosyolojinin çalı ma alanında dev hızlandırıcılara ya da
radyoteleskoplara benzer bir ey yoktur. Sosyolojik bulgu için hammadde sağlayan bütün deneyimler,
sosyolojik bilgiyi olu turan hemen her ey sıradan insanların normal günlük hayatlarında ya adıkları eylerdir;
deneyim, bazen pratikte mümkün olmasa da, ilke olarak herkese açıktır; ve deneyim bir sosyologun büyüteci
altına girmeden önce zaten herkes tarafından, sosyolog olmayan, sosyolojik dili kullanma ve olayları
sosyolojik görü açısından görme eğitimi almamı bir ki i tarafından ya anmı tır. Nihayetinde hepimiz ba ka
insanlarla birlikte ya arız ve birbirimizi etkileriz. Hepimiz elde ettiklerimizin ba ka insanların yaptıklarına bağlı
olduğunu çok iyi biliriz. Hepimiz birçok kere arkada larla ya da yabancılarla ileti im kopukluğunun acısını
çekimsizdir. Sosyolojinin bahsettiği her ey zaten hayatımızda olmu eylerdir. Zaten öyle olması da gerekir,
aksi halde hayatımızı yürütemezdik. Ba kalarıyla birlikte ya amak için bir sürü bilgiye
ihtiyaç duyarız ve sağduyu bu bilginin adıdır.
Günlük rutinlerin içine iyice daldığımızda, olup bitenlerin mı üzerinde pek durup dü ünmeyiz; hatta özel
deneyimimizi kalarının ba ına gelenlerle kar ıla tırmaya, bireysel olandaki ,vc olanı, tikel olandaki genel olanı
görmeye fırsatımız hiç olma/.; yologların bizim yerimize yaptıkları tam da budur. Biz onlarda isel hayat
hikâyemizin ba ka insanlarla payla tığımız tarih i K sil örüldüğünü bize göstermelerini bekleriz. Ne var ki,
sosyoh bu kadar derine insinler ya da inmesinler, yola çıkmak için scı ve benimle payla tıkları gündelik hayat
deneyiminden, her bir zin günlük hayatına girmi ham bilgiden ba ka bir hareket nok n yoktur. Yalnızca bu
nedenden dolayı sosyologlar, fizikçileri biyologların örneğini ne kadar sıkı biçimde izlerlerse izlesink
çalı malarının konusuna ne kadar uzak dururlarsa dursunlar ( senin ve benim hayat deneyimlerime tarafsız ve
uzaktan bakar gözlemcinin yaptığı gibi "orada dı arıda" bir ey olarak baksın kavramaya çalı tıkları deneyimin
iç bilgisinden tamamen k* mazlar. Ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, sosyologlar yorun maya çalı tıkları
deneyimin iki yanında da, aynı zamanda hen hem de dı yüzünde de kalmaya mecburdurlar. (Sosyologların l
gularım kaydederken ve genel önermelerini kaleme alırken "l zamirini ne kadar sık kullandıklarına dikkat edin.
"Biz" hem c an hem de çalı ılanı içine alan bir "nesne"yi belirtir. Bir fizikçi kendileri ile moleküller arasındaki
ili kiden bahsederken "biz" mirini kullandığını tahayyül edebilir inisiniz? Ya da kendileri yıldızlar hakkında bir
genelleme yaparken "biz" diyen astronom
n?)
Sosyoloji ile sağduyu arasındaki özel ili ki hakkında söyle
çek daha ba ka eyler de var. Modern fizikçilerin ya da astronoı ların gözlemleyip üzerine teori ürettiği
fenomenler masum ve h zulmamı bir biçimde, i lenmemi , etiketlerden, hazır tanımlan! ve ön yorumlardan
özgür (yani, yorumların ortaya çıkmasını sağl yacak deneyleri kuran fizikçilerin önceden yaptığı türden yorum!
dı ında) ortaya çıkar. Onlar kendilerine isim versin diye, kendiln ni öteki fenomenlerin arasına katsın ve
kendilerinden doğru düzgi bir bütün olu tursun diye, kısaca kendilerine anlam versin diye fizikçileri ya da
astronomları beklerler. Ancak önceden hiç anlam verilmemi böyle teiniz ve el değmemi fenomenlerin
sosyolojik kar ılıkları, eğer varsa, birkaç tane vardır. Sosyologların ara tırdığı türden insan eylemleri ve
etkile imleri, ne kadar dağılmı , bölük pörçük olursa olsun, hepsi faillerin kendileri tarafından isimlendirilmi
ve teorize edilmi tir. Sosyolog onları irdelemeye ba lamadan önce, sağduyusal bilginin nesnesi olmu lardır.
Aileler, örgütler, akrabalık ili kileri, kom uluk ili kileri, ehirler ve köyler, milletler ve kilise cemaatleri ve
düzenli insan etkile imiyle bir arada tutulan ba ka grupla malar zaten faillerce anlamlandırılmı ve önemleri
belirlenmi tir, öyle ki failler eylemleri sırasında bu anlamların ta ıyıcıları olduklarını bilirler ve ona göre
davranırlar. Sıradan failler ve meslekten sosyologlar onlardan bahsederken aynı isimleri, aynı dili kullanmak
zorunda kalacaklardır. Sosyologların kullanabilecekleri her terim senin benim gibi "sıradan" insanların
sağduyusal bilgisi tarafından verilmi anlamlar ile son derece yüklenmi olacaktır.
Yukarıda açıklanan nedenden dolayı sosyoloji, sağduyuyla, kimya ya da jeoloji gibi bilimlerin gösterdiği
mağrur sükûneti gösteremeyecek kadar yakından ilgilidir. Sen ve ben insanın kar ılıklı bağımlılığından ve
insan etkile iminden bahsedebiliriz, hem de bunu yetkinlikle yaparız. Hepimiz onları uygulamaz ve ya amaz
mıyız? Sosyolojik söylem herkese açıktır; herkese katılması için yapılmı daimi bir davet değildir ama açıkça
belirlenmi ya da a ılmaz sınırlar da koymamı tır. Güvenliği önceden garantiye alınmamı belli belirsiz
sınırlarıyla (sıradan deneyimle eri ilemeyecek konuları ara tıran bilimlerin tersine), sosyolojinin sosyal bilgi
üzerindeki egemenliği, konusu üzerinde yetkin hükümler verme hakkı her zaman itiraza açıktır. Đ te bu
yüzden, uygun sosyolojik bilgiyle her zaman sosyolojik fikirlerle dolu olan sağduyu arasına sınır çekmek,
tutarlı bir bilgi kümesi olarak sosyolojinin kimliği açısından çok önemli bir konudur; ve sosyologların bu
konuya diğer bilimcilerden daha fazla dikkat etmesinin nedeni de budur.
Sosyolojinin ve sağduyunun -senin ve benim hayat hakkındaki 20
"ham" bilgimizin- payla tıkları konuyu, yani insan deneyimini ele alı biçimleri arasında en azından dört temel
farklılık sayabiliriz.
Öncelikle, sağduyudan farklı olarak (ba ka, daha çok gev ek ve daha az ihtiyatlı bir biçimde özdenetimli
olduğu söylenen bilgi biçimlerinden ayrı olan) sosyoloji, bilimin bir vasfı olduğu kabul edilen sorumlu
konu manın katı kurallarına kendini uydurmaya gayret eder. Buna göre, sosyologlardan beklenen, mevcut
kanıtlarla desteklenmi önermeler ile ancak geçici, sınanmamı bir tahmin statüsüne hak kazanabilecek
önermeler arasında herkesin görebileceği ve anlayabileceği ayrımlar yapmaya büyük özen göstermeleridir.
Sosyologlar, en çok gönül verdikleri ve iddetle savundukları inançlar bile olsa, yalnızca kendi inançlarından
kaynaklanan fikirleri, bilimin genelde saygın otoritesini ta ıyan sınanmı bulgular olarak göstermekten
sakınacaklardır. Sorumlu konu ma kuralları ki iden "i yerinin" -nihai sonuca götüren ve güvenilirliğinin
garantisi olma iddiasındaki bütün sürecin- kapılarını sınırsız bir kamusal irdeleme için ardına kadar açmasını
talep eder; bu kalıcı davet yeniden sınayacak ve diyelim ki bulguların yanlı olduğunu kanıtlayacak herkese
açık olmalıdır. Sorumlu konu ma, konusuna ili kin yapılmı öteki önermelerle de ili kilendirilmelidir; ne kadar
kar ıt ve bu yüzden de yersiz olurlarsa olsunlar, öteki görü leri görmezlikten gelemez ya da sessizlikle
geçi tiremez. Sorumlu konu manın kuralları bir kere dürüst biçimde ve titizlikle gözetilirse, ortaya çıkan
önermelerin güvenilirlikleri, inanılırlıkları ve hatta pratik yararlılıklarının büyük oranda artacağı, garanti olmasa
bile umulur. Bilimin tasdik ettiği inançların güvenilir olduğuna ili kin ortak dü üncemiz, ağırlıkla bilimcilerin
gerçekten sorumlu konu manın kurallarım izleyecekleri ve bir bütün olarak bilim mesleğinin, her üyesinin her
defasında buna uyup uymadığını denetleyeceği umuduna dayanır. Bilimcilerin kendilerine sorarsanız, onlar
da sundukları bilginin üstünlüğünden yana bir argüman olarak sorumlu konu manın erdemlerine i aret
ederler.
Đkinci farklılık yargı olu turmak için materyalin çıkarıldığı alanın büyüklüğü ile ili kilidir. Meslekten olmayan
çoğumuz açısından, böyle bir alan bizim kendi ya am dünyamızla, yaptığımız ey ler, kar ıla tığımız insanlar,
izleyeceğimiz amaçlar ve ba ka insanların kendileri için koyduklarını tahmin ettiğimiz amaçlan ile sınırlıdır. Bu,
çoğumuzun pek yetemediği ya da böyle bir çaba sarf etmekten ho lanmadığı ölçüde kaynak ve zaman
gerektireceğinden, yapsak bile nadiren, kendimizi günlük kaygılanınız düzeyinden kurtarıp daha geni bir
deneyim ufkundan bakmak üzere yukarıya çekeriz. Ne var ki, hayat artlarının muazzam çe itliliği veri
alındığında, yalnızca ki isel hayatımızın dünyasına dayanan her deneyim zorunlu olarak kısmi ve çok büyük
bir ihtimalle tek yanlı olacaktır. Bu gibi sorunlar ancak ki ilerin hayatlarını ya adıkları dünyalar çokluğundan
çıkarılan bütün ba ka deneyimler bir araya getirilir ve kar ıla tırılırsa giderilebilir. Karı tığı girift bağımlılıklar
ve bağlan-tısallıklar ağı -tek bir ki inin hayat hikâyesinden bakılarak gözlene-meyecek kadar geni bir alana
uzanan bir ağ- gibi ki isel deneyimin eksikliği de ancak o zaman ortaya çıkacaktır. Ufukların böylesine
geni lemesinin toplam sonucu, bireysel hayat hikâyesi ile engin sosyal süreçler deryası arasındaki sıkı bağın,
bireyin belki farkında olmadığı ve kesinlikle denetleyemeyeceği o bağın ke fi olacaktır. Đ te bu nedenden
dolayı, sosyologların bireysel hayat dünyasının sunduğundan daha geni bir bakı açısı arayı ları büyük bir
farklılık yaratır; yalnızca nicel bir farklılık (daha çok veri, tek tek örnek olaylar yerine daha çok olgu ve istatistik
veri) değil nitelik ve bilginin kullanımı bakımından da bir farklılık yaratır. Hayatta kendine özgü amaçlar
güden ve ba ına gelecekleri daha fazla denetlemek için mücadele eden senin benim gibi insanlar için,
sosyolojik bilgi sağduyunun veremediği bir eyler sunar.
Sosyoloji ile sağduyu arasındaki üçüncü farklılık tek tek her ki inin insan gerçekliğine anlam verme
biçimleriyle; ki ilerin meraklarını gidermek için, neden bu değil de unun olduğunu ya da durumun neden
böyle olduğunu nasıl açıklamaya kalkı tıkları ile ili kilidir. Benim gibi senin de, kendi deneylerinden kalkarak
eylemlerinin "yaratıcısı" olduğunu bildiğini dü ünüyorum; biliyorsun ki (zorunlu olarak senin eyleminin
sonuçlan olmasa da) yaptığın ey senin maksadının, umudunun ya da niyetinin ürünüdür. Sen normal olarak
yaptığını, ister bir nesneye sahip olmayı arzu etmi
22
ol, ister öğretmeninden bir "aferin" almayı, isterse arkada larımı iğnelemelerine bir son vermeyi amaçlamı ol,
arzu ettiğin bir duru mu yaratmak için yaparsın. Gayet doğal olarak eylemini du unun biçimin sana bütün
öteki eylemleri anlamlı kılman için bir modı-hizmeti görür. Bu gibi eylemleri, niyetlerini kendi deneyimlerindcı
bildiğin ba kalarına atıfta bulunarak açıklarsın. Bu, elbette, açıkla ma araçlarımızı yalnızca emsal olu turan
kendi dünyamızdan elde ettiğimiz müddetçe, çevremizdeki insan dünyasını anlamlandırabil diğimiz tek
yoldur. Genelde dünyada olan biten her eyi birilerinin kasti eylemlerinin sonucu olarak algılama eğilimi
ta ırız. Olanlardan sorumlu ki iler ararız ve bulduğumuzda da ara tırmamızın tamamlandığına inanırız.
Ho umuza giden her olayın arkasında birilerinin iyi niyetinin, ho lanmadığımız her olayın arkasında da
birilerinin kötü niyetinin yattığını varsayarız. Bir durumun, kimliği belli "birilerinin" bilinçli eyleminin sonucu
olmadığım kabul etmek bizim için zordur ve herhangi bir can sıkıcı durumun, birilerinin bir yerlerde doğru
olanı yapar yapmaz düzelebileceğine ili kin inancımızdan öyle kolay vazgeçmeyiz. Politikacılar, gazeteciler ya
da ekonomi danı manları gibi, bizim için herhangi biri olmaktan öte olan ki iler dünyayı bizim adımıza
yorumlarlar, üstelik yorumlan bizim eğilimimizle uyum içindedir ve onlar, sanki devlet ya da ekonomi bizim
gibi tek tek bireyler için düzenlenmi de ihtiyaçları ile talepleri olabilirmi gibi "devletin ihtiyaçlarından" ve
"ekonominin taleplerinden" bahsederler. Diğer yandan onlar milletlerin, devletlerin ve (bu türden olu umların
yapılarında derinlere i lemi ) ekonomik sistemlerin karma ık sorunlarım sanki birinin isimlendi-rebileceği,
kamera kar ısına koyabileceği ve görü me yapabileceği birkaç bireyin dü ünceleriyle faaliyetlerinin
sonuçlarıymı çasına resmederler. Sosyoloji bu ki iselle tirilmi dünya görü üne kar ı çıkar. Sosyoloji
gözlemlerine bireysel failler ve tekil eylemler yerine olu umlardan (bağımlılık ağlarından) yola çıkarken,
tamamen ki isel ve özel olan kendi dü üncelerimiz ve i lerimiz de dahil, insan dünyasını anlamanın anahtarı
olarak bildiğimiz o güdülenmi birey metaforunun yerinde olmadığını gösterir. Ki i sosyolojik olarak
dü ünürken insanlık halini, hem güdülerimizi hem de eylemli ligimizin sonuçlarını açıklayan en acımasız
gerçeklikleri, yani insanların kar ılıklı bağımlılığının çok katlı ağlarını çözümleyerek anlamlandırmaya çalı ır.
Son olarak dünyayı ve kendimizi anlamamızda sağduyunun gücünün (sağduyunun sorgulanamazlığı, ki inin
kendini olumlamasını sağlama kapasitesi), hükümlerinin görünü teki tartı ma götürmez karakterine bağlı
olduğunu hatırlayalım. Bu, sağduyumuzu biçimlendiren ama aynı zamanda onun tarafından biçimlendirilen
günlük hayatın rutin, tekdüze doğasına dayanan döngüdür. Günübirlik i lerimizin çoğunu olu turan
alı ılagelmi ve tekdüze hareketlerimizi sürdürdükçe çok fazla kendimizi irdeleme ve çözümleme gereği
duymayız. Yeteri kadar sıklıkla yinelendiğinde eyler bildik hale gelirler ve bildik eyler kendi kendilerini
açıklarlar; soru vs ku ku doğurmazlar. Bir bakıma görünmezdirler. Đnsanlar "her ey her zamanki gibi", "herkes
her zamanki gibi" dedikleri sürece sorulacak soru ve neredeyse yapılacak hiçbir ey yoktur. A inalık yalnızca
sorgulayıcılığın ve ele tirinin değil, aynı zamanda yenilik arayı ının ve deği tirme cesaretinin de en amansız
dü manıdır. Alı kanlıkların ve kar ılıklı olarak birbirlerini peki tiren inançların hükmü altındaki bu bildik dünya
ile kar ıla tığında, sosyoloji herkesin i ine burnunu sokan ve sıklıkla sinir bozucu bir yabancı gibi davranır.
Sosyoloji "sakinler" arasında kimsenin bırakın yanıtlanmayı, sorulduğunu bile hatırlamadığı sorular sorarak
rahat ve sessiz hayat tarzını bozar. Bu gibi sorular belli olan eyleri bulmacalara dönü türür; bildik olanı
bilmedikle tirir. Ansızın hayatın günlük akı ı masaya yatırılır. Artık o yalnızca olası tarzlardan biri, tek ve e siz
olmayan, "doğal" olmayan bir hayat tarzı olarak görünür. Rutini sorgulamak ve bozmak herkesin ho una
gitmeyebilir; o güne kadar "kendi bildiğince süregelmi " eylerin rasyonel çözümlemesini istediğinden,
birçok ki i bilmedikle tirmenin meydan okuyu una öfke duyar. (Kipling'in öyküsündeki kırkayağı dü ünün...
Kırk ayağının kırkını da rahatlıkla kullanarak güzel güzel yürürken kar ısına çıkan bir dalkavuk, onun e siz
hafızasına övgüler düzmeye ba lar ve hiçbir zaman yirmi birinci ayağından önce on ikinci ya da otuz
be inciden önce yirmi dokuzuncuyu atmadığını 24
söyler. Acımasızca özbilinç kazandırılan zavallı kırkayak artık bir adım bile atamaz olur.) Bazıları kendilerini
a ağılanmı hissedebilirler; o zamana kadar bildikleri ve bundan gurur duydukları eyler imdi değerden
dü mü , belki de değersiz ve komik oldukları gösterilmi tir; bu tür bir oka uğrayan kimse ho nut kalmaz. Ne
var ki, öfke anla ılır bile olsa bilmedikle tirmenin yararlan da vardır. En önemlisi, o ki inin hayatını daha
bilinçli, daha kavrayı lı ve belki de daha özgür ve denetimli ya amasının, daha önce dü ünülmemi imkânların
önünü açabilir.
Hayatı bilinçli bir biçimde ya amanın gösterilen çabaya değdiğini dü ünen herkes için sosyoloji hararetle
sıkılan bir yardım eli olacaktır. Sosyoloji sağduyuyla sürekli ve yakın bir diyalogu korumakla birlikte, onun
sınırlılığını a mayı amaçlar; sağduyunun doğal olarak önünü tıkama eğilimi duyduğu imkânların önünü
açmaya çalı ır. Ortak sağduyusal bilgimize hitap ederken ve meydan okurken, sosyoloji bizi deneyimlerimizi
yeniden değerlendirmeye, muhtemel yorumlarının daha birçoğunu ke fetmeye ve sonuçta eylerin bugün
oldukları gibi ya da bizim olduklarına inandığımız (daha doğrusu hiçbir zaman olmamı olabileceklerini
dü ünmediğimiz) gibi oldukları konusunda daha ele tirel, daha az uzla macı olmaya sevk edebilir,
yüreklendirebilir.
Sosyolojik dü ünme sanatının sağlayacağı temel hizmetin her birimizi ve hepimizi daha duyarlı kılmak
olduğunu söyleyebiliriz; duygularımızı keskinle tirebilir, gözlerimizi daha fazla açabilir, öyle ki imdiye kadar
mevcut ancak görünmez olan insanlık durumlarını ke fedebiliriz. Hayatlarımızın bariz olarak doğal,
kaçınılmaz, deği tirilmez ve ebedi özelliklerinin, insan gücünün ve insan kaynaklarının kullanılmasıyla ortaya
çıkmı olduklarını bir kere anladıktan sonra, artık onların kendi eylemimiz de dahil insan eyleminden bağı ık
olduğunu ve insan eylemine geçit vermediklerini kabul etmemiz zor olacaktır. Sosyolojik dü ünmek, denebilir
ki, kendi ba ına bir güç, sabitleme kar ıtı bir güçtür. Besbelli sabitlemni haliyle o güne kadar baskıcı
26
özgürlüğümün ba ka herkesin özgürlüğünden daha güçlü olduğunun garantisi yoktur ve bu da o insanların
özgürlüklerini benimkinden farklı bir hayat ya amakta kullanmayı tercih etmi olabilecekleri anlamına gelir.
Seçme özgürlüğümüz ancak bu ko ullarda hayata geçirilebilir.
Tam da sözü edilen nedenlerden dolayı, kolektif özgürlüğün sağlam zeminine oturtarak bireysel özgürlüğün
güçlendirilmesi normalde savunucuları tarafından tek sosyal düzen diye sunulan mevcut güç ili kileri
üzerinde yıkıcı bir etkide bulunabilir. Đ te bu nedenden dolayı, sosyal düzeni kontrol eden hükümetler ve
öteki güç sahipleri (özellikle yurtta larının özgürlüğünü sınırlama ve halka "zorunlu", "kaçınılmaz" ya da "akla
uygun tek yol" olarak sunulan, boyun eğilmesi gereken kurallara kar ı direni lerini zayıflatma eğilimindeki
hükümetler) sık sık sosyolojiyi "politik ihanet"lc suçlarlar. Sosyolojinin "bozguncu etkisine" kar ı yeni bir
kampanyaya tanık olduğunuzda hiç ku kuya kapılmadan yurtta ların hayatlarının baskıcı düzenleni ine
direnme kapasitesine kar ı ba ka bir saldırının tezgâhta olduğunu varsayabilirsiniz. Çoğu kez bu kampanyalar,
kolektif hakların mevcut özyönetim ve özsavunma biçimlerini, ba ka bir ifadeyle, bireysel özgürlüğün kolektif
dayanaklarını hedef alan sert önlemlere denk dü er.
Sosyolojinin, güçsüzün gücü olduğu söylenir. Ne var ki bu her zaman doğru değildir. Sosyolojik anlayı ı
benimsemi bir ki inin, hayatın "acı gerçekleri"nin kar ısına çıkardığı engelleri kaldırabileceğinin ve
a abileceğinin garantisi yoktur; anlayı ın gücü uysal ve .teslimiyetçi sağduyu ile ittifak yapmı baskı güçleri ile
boy ölçü e-mez. Ne var ki bu anlayı yoksa, ki inin hayatını ba arıyla yönlendirme ve ortak hayat ko ullarını
kolektif biçimde yönetme ansı çok zayıflayacaktır.
Bu kitap tek bir amaçla, senin benim gibi sıradan insanların deneyimlerimize derinlemesine bakmasına
yardım etmek ve onlara hayatımızın görünü te bildik yanlarının nasıl ba ka bir gözle görülüp ba ka biçimde
yorumlanabileceğini göstermek amacıyla kaleme alınmı tır. Her bölüm günlük hayatımızın, a maz bir
biçimde kar ımıza çıkan ama derinlemesine dü ünmek için zaman ve fırsat bulamadığımız bir özelliği
üzerinde duruyor. Her bölüm böyle bir dü ünceyi te vik etmeyi; bilgilerinizi "düzeltmeyi" değil geni letmeyi;
bir yanlı ın yerine sorgulanamaz bir doğruyu koymayı değil, bugüne kadar tartı masız kabul edilen inançların
ele tirel bir gözle masaya yatırılmasını desteklemeyi; kesinlik iddiasındaki görü leri çözümleme ve sorgulama
yönünde bir alı kanlık yaratmayı amaçlıyor.
Bu kitap, demek oluyor ki, ki isel kullanıma yöneliktir; insanlar olarak gündelik hayatlarımızda kar ımıza
dikilen sorunların anla ılmasına yardımcı olmayı amaçlıyor. Bu bakımdan elinizdeki kitap sosyoloji hakkındaki
ba ka birçok kitaptan farklıdır; gündelik hayatın mantığı üzerinde çalı an akademik disiplin mantığına göre
değil, gündelik hayat mantığına göre düzenlenmi tir. Kendi "hayat biçimlerinde", yani meslekten
sosyologların hayatlarında kar ılarına çıkan sorunlar olmaları nedeniyle meslekten sosyologları me gul eden
çok az sayıda konuya öyle bir değindim ya da onları tümüyle dı arıda bıraktım. Öte yandan, genelde
sosyolojik aklın ana ekseninin kıyısında yer alan eylere sıradan insanların hayatındaki önemleri oranında
ağırlık verilmi tir. Bu yüzden burada kar ınıza akademik kurumlarda uygulandığı ve öğretildiği biçimiyle
kapsamlı bir sosyoloji tablosu çıkmayacak. Böyle detaylı bir tablo görmek için okurun ba ka metinlere
ula ması gerekecektir; buna yönelik olarak kitabın sonunda bazı öneriler yapılmı tır.
Gündelik deneyimimizi yorumlamayı amaçlayan bir kitap, deneyimin kendisinden daha sistematik olamaz.
Bundan dolayı anlatı, doğrusal bir çizgi boyunca geli mek yerine döngüsel ilerliyor. Bazı konular o an
tartı makta olduğumuz ey ı ığında bir kere daha görülmek üzere tekrar ele alınıyorlar. Bütün kavrama
çabalan da böyle yürür zaten. Kavrayı taki her adım bir önceki a amaya yeniden dönmeyi zorunlu kılar.
Tamamen anladığımızı dü ündüğümü/. ey daha önce dikkatimizden kaçan yeni soru i aretleri demektir. Bu
süreç hiçbir zaman sona ermez ama süreç içinde çok ey kazanabiliriz.
28
Özgürlük ve bağımlılık
Aynı zamanda hem özgür olmak hem de özgür olmamak deneyimlerimizin belki de en ortak, muhtemelen en
a ırtıcı özelliğidir. Bu hiç ku kusuz sosyolojinin çözmeye çalı tığı insanlık durumunun en karma ık
muammalarından biridir. Gerçekten de, sosyoloji tarihindeki çok ey bu muammayı çözmek için giri ilmi
sonu gelmez bir çaba olarak açıklanabilir.
Ben özgürüm, yani ben seçebilir ve kendi tercihlerimi yapabilirim. Bu kitabı okumayı sürdürebilir ya da
okumayı bırakıp kendime bir fincan kahve yapabilirim. Ya da hepsini unutup bir }'iirüyii~ e çıkabilirim.
Dahası, bütün o sosyoloji çalı ması ve akademik kariyer elde etme projelerini bir kenara bırakıp kendime bir
i aramaya giri ebilirim. Çünkü ben bütün bunları yapabilirim; bu kitabı okumayı sürdürmek ve ba langıçtaki
sosyoloji çalı ması yapına ve eğitimini görme niyetimde ısrar etmek ku kusuz benim seçimlerimin
sonuçlarıdır. Onlar mevcut alternatifler içinden benim seçtiğim eylem biçimleridir. Kararlar verebilmek
özgürlüğümün kanıtıdır. Aslında özgürlük, karar verme ve seçme yeti idir.
Ben seçimlerim hakkında dü ünmeye fazla zaman harcamasam ve kararlarımı alternatif eylem biçimlerini
yeterince incelemeden versem bile, zaman zaman ba kaları bana özgürlüğümü hatırlatır. Denir ki, "Bu senin
kararındır, sonuçlarından da ba kası değil sen sorumlusun" ya da "Kimse seni bunu yapmaya zorlamadı,
suçlanacak biri varsa o da sensin". Eğer ba ka insanların izin vermediği ya da normal olarak yapmaktan
kaçındığı bir ey yaparsam (eğer, tabiri caizse, bir kuralı çiğnersem), cezalandırılabilirim. Ceza, yaptıklarımdan
sorumlu olduğumun doğrulanmasıdır; ceza eğer istersem kuralı çiğnemeyebileceğimi gösterir. Örneğin,
geçerli bir neden olmaksızın devamsızlık yapmaktansa bir an evvel sınıfa ko abilirim. Bazen bana kabul
etmeyi önceki örnektekiler kadar kolay bulmayabileceğim bir biçimde özgür olduğum ve dolayısıyla sorumlu
olduğum söylenir. Örneğin, denir ki i siz kalman tamamen senin hatan; hayatını kazanabilirsin, yeter ki sıkı
çalı . Ya da denir ki, bütünüyle farklı bir insan olabilirsin, yeter ki di ini biraz sık ve kendini daha hevesle i ine
ver.
Eğer bu son örnekler, gerçekten özgür olup olmadığımızı ve hayatımızın denetiminin elimizde olup
olmadığını durup dü ünmemize yetınemi se (gerçekten bir i aramı olabilirim ama ortalıkta i olmadığından
bulamayabilirim ya da farklı bir mesleğe geçmek için çok çalı mı ımdır, ne var ki arzu ettiğim yere girmem
engellenmi olabilir), kesinlikle aslında özgürlüğümüzün sınırlı olduğunu apaçık biçimde gösteren ba ka
birçok durum da sayabilirim. Bu durumlar bana kendi ba ıma izleyeceğim hedefe karar vermemin ve onu
bütün kalbimle izlemeye niyetli olmamın ba ka, kendi sözlerime uygun davranabilmemin ve gözettiğim
amaca eri memin tamamen ba ka olduğunu öğretmi tir.
Her eyden önce, ben ba ka insanların benim gibi aynı amaçlar için mücadele ettiklerini ancak hepsinin
amaçlarına eri emedikleri30
ni, çünkü mevcut ödül miktarının sınırlı olduğunu, yani ödül sayısının, pe indeki insanların sayısından az
olduğunu öğrendim. Eğer durum buysa, kendimi sonucu bütünüyle tek ba ına benim çabalarıma bağlı
olmayan bir yarı manın içinde bulacağım. Örneğin, üniversiteye girme yarı ına katılabilirim ve fark edebilirim
ki mevcut her bo yer için yirmi aday vardır; adayların çoğu gerekli bütün niteliklere sahiptir ve özgürlüklerini
gayet iyi kullanmakta, öğrencilerden istenen ve beklenen her eyi tamı tamına yerine getirmektedirler.
Bundan ba ka benim ve onların eylemlerimizin sonuçlarının ba ka birilerine, kaç yer açılacağına karar veren
ve adayların becerileriyle gayretlerini değerlendirecek insanlara bağlı olduğunu göreceğim. Bu insanlar
oyunun kurallarını koyarlar, aynı zamanda hakemdirler; kazananın seçiminde son sözü söylerler. Onların
takdir hakkı vardır; onların kendi seçme ve karar verme özgürlüğü bu defa benim ve rakiplerimin kaderini
belirleyecektir. Ben onların kendi eylemleri hakkında karar verme biçimlerine bağlıyım çünkü onların seçme
özgürlüğü benim durumumda bir belirsizlik öğesi olarak durmaktadır. Bu, üzerinde hiçbir denetimim
olmamasına rağmen çabalarımın sonucunu büyük oranda etkileyecek bir unsurdur. Ben onlara bağımlıyım
çünkü bu belirsizlik onların denetimindedir. Günün sonunda çabalarımın yeteri kadar iyi olup olmadığına,
üniversiteye girmemi sağlayıp sağlamadığına ili kin hüküm verecek olan onlardır.
ikinci olarak eğer kararlarımı hayata geçireceğim araçlardan yoksunsam ve onları nerede bulacağımı
bilmiyorsam, kararlılığımın ve iyi niyetimin yeterli olmadığım öğrenirim. Örneğin, i pe inde ko abilirim ve i in
bol olduğu kuzey bölgesine ta ınmaya karar verebilirim ancak sonra kuzeyde ev fiyatlarının ve kiralarının a ırı
yüksek olup benim ödeme gücümü a tığını fark edebilirim. Ya da ehir merkezindeki konutların pisliğinden
kaçıp banliyöde daha sağlıklı ve ye il bir bölgeye ta ınmak isteyebilirim ama ta ınamayacağımı fark ederim
yine, çünkü iyi ve daha bakımlı yerle im alanlarındaki evler benim ödeme gücümü a maktadır. Yine,
çocuklarımın okulda aldıkları eğitimi yetersiz bulabilirim ve onların imdikinden daha iyi bir eğitim almalarım
isteyebilirim. Ne var ki, yasadığım bölgede ba ka okul yoktur ve bana eğer çocuklarımın iyi bir eğitim
görmesini garanti altına almak istiyorsam, çoğu kez toplam yıllık gelirimden daha yüksek olan okul parasını
verip onları daha zengin, daha iyi donanımlı bir özel okula göndermem gerektiği söylenir. Bütün bu
örneklerin (sizin de sıralayabileceğiniz daha ba kaları gibi) gösterdiği udur: Seçme Özgürlüğü kendi ba ına
ki inin seçimlerini hayata geçirme özgürlüğünü garanti etmez, hele niyet edilen sonuçlara eri me
özgürlüğünü hiç temin etmez. Özgür davranabilmem için, özgür iradeden ba ka kaynaklara da ihtiyacım
vardır.
Bu kaynaklardan en çok bilineni paradır. Ancak para hareket özgürlüğümüzün bağlı olduğu tek kaynak
değildir. Đstediğim gibi davranma özgürlüğümün ne yaptığıma ya da neye sahip olduğuma değil kim
olduğuma bağlı olduğunu fark edebilirim. Belli bir kulübe ya da belli bir ofiste i e girmem ırkım, cinsiyetim,
ya ım, etnik grubum ya da milliyetim gibi niteliklerim yüzünden engellenebilir. B.u sıfatların hiçbiri benim
irademe ya da eylemime bağlı değildir ve ne kadar özgür olursam olayım bunları deği tirmeye gücüm
yetmeyecektir. Buna kar ılık, benim o kulübe, i e ya da okula girmem, edinilmi beceriler, diploma, daha
önceki hizmet sürem, tecrübe birikimimin niteliği ya da çocukluğumda öğrendiğim ve daha sonra düzeltmek
için kılımı bile kıpırdatmadığım yerel bir lehçe gibi, geçmi ba arılarıma ya da ba arısızlıklarıma bağlı olabilir.
Bu gibi durumlarda, beceri ya da seçkin bir hizmet sicili yokluğu geçmi teki seçimlerimin nihai sonucu
olduğundan, aranan niteliklerin benim özgür iradem ve eylemlerimden sorumlu olduğum eklindeki ilkelere
uygun dü mediği sonucuna varabilirim. Ne var ki artık bunu deği tirmek için yapabileceğim bir ey yoktur.
Benim bugünkü özgürlüğüm dünkü özgürlüğüm tarafından sınırlanmı tır; ben geç-mi ieki eylemlerim
tarafından "belirlenmi ", yani imdiki özgürlüğüm açısından kısıtlanmı olurum.
Üçüncü olarak diyelim ki Britanya'da doğmu olduğumun ve Đngilizcenin ana dilim olduğu ve kendimi
Britanya'da ve Đngilizce konu an insanlar arasında çok rahat, evimde gibi hissettiğimin ayır-dına varabilirim
(kesinlikle er ya da geç varacağım). Ba ka yerde, 32
eylemimin sonuçlarının neler olabileceğinden emin değilim, ne yapacağımı kestiremem ve bu yüzden
özgürlüğüm elimden alınmı hissine kapılırım. Kolayca ileti im kuramam, ba ka insanların yaptıkları eylerin
anlamını çözemem, dolayısıyla niyetlerimi ifade etmek ve ardına dü tüğüm sonuçları elde etmek için ne
yapmam gerektiğinden emin olamam. Benzer bir altüst edici duyguyu yalnızca ba ka bir ülkeyi ziyaret
ettiğimde değil ba ka birçok durumda da ya arım. Bir i çi sınıfı ailesinden geldiğimden, zengin, orta sınıftan
kom ular arasında kendimi rahatsız hissedebilirim. Ya da bir Katolik olarak, bo anmayı ve kürtajı hayatın
sıradan olayları olarak kabul eden çok özgürlükçü ve gev ek âdetlere göre ya ayamayacağımın farkına
varabilirim. Bu tür deneyimler hakkında dü ünmeye zamanım olsaydı, muhtemelen kendimi en çok evimde
hissettiğim grubun da özgürlüğümü sınırladığı, özgürlüğümü kendisine bağımlı kıldığı sonucuna varırdım.
Özgürlüğümü tam olarak ya ayabildiğim yer bu grubun içidir (demek ki, ben ancak bu grup içinde durumu
doğru değerlendirip ba kalarının onayladığı ve duruma uygun dü en eylem biçimini seçiyorum). Gelgelelim,
benim ait olduğum grubun içindeki eylem ko ullarına böylesine uydurulmu olmam, o grubun dar sınırlarını
a an engin ve çok azı ke fedilmi , genelde yılgınlık ve korku saçan açık denizlerdeki eylem özgürlüğümü
kısıtlar. Kendi tarzıyla ve araçlarıyla beni eğiten grubum özgürlüğümü hayata geçirmemi sağladığı gibi, bu
pratiği kendi toprakla-rıyla sınırlar.
Bu yüzden, içinde yer aldığım grup, özgür olduğum müddetçe hayatımda müphem bir rol oynar. Bir yandan
özgür olmamı sağlarken öte yandan özgürlüğümün sınırlarını çizerek beni kısıtlar. Hem kabul edilebilir hem
de "gerçekçi" türden istekleri bildirerek, bana bu gibi isteklerin pe inden giderken uygun davranı biçimlerini
seçmeyi öğreterek ve bana durumu doğru okuma yetisi kazandırarak, dolayısıyla beni tam da gayretlerimin
sonuçlarını etkileyen ba kalarının eylemleri ve niyetleri doğrultusunda yönlendirerek özgür olmamı sağlar.
Aynı zamanda bu grup, özgürlüğümün uygun biçimde hayata geçirileceği alanı tespit eder. Bütün artılarımı
gruba borçlu olduğumdan, kendi grubumun sınırları dı ına adımımı atar atmaz ve kendimi farklı isteklerin
ileri sürüldüğü, farklı taktiklerin uygun görüldüğü ve ba ka insanların davranı larıyla niyetleri arasındaki
bağlantıların benim beklentilerime ters dü tüğü bir çevrede bulduğumda, grubumdan edindiğim bütün o
e siz beceriler avantaj olmaktan çıkıp birer ayak bağına dönü ürler.
Gelgelelim, deneyimimi derinlemesine dü iinebilirseın ve buna istekliysem, çıkaracağım tek sonuç bu
olmayacaktır. Genellikle özgürlüğüm üzerinde böylesine müphem ama aynı zamanda hayati bir rol oynayan
bu grubun, özgürce seçtiğim bir grup olmadığı gibi daha a ırtıcı bir eyi de ke fedeceğim. Ben böyle bir
grubun üyesiyim çünkü onun içinde doğmu um. Bizatihi özgürlüğümün alanı bir özgür seçim konusu
değildir. Beni özgür bir insan yapan ve özgürlüğümün alanını korumayı sürdüren bu grup, ister istemez
benim hayatıma (isteklerime, amaçlarıma, yapacağım ve yapmayacağım eylemlerime vb.) hükmeder. O
grubun bir üyesi olmak benim özgür seçimim değildi. Tam tersine, bağımlılığımın tezahürüydü. Ben hiçbir
zaman Fransız, siyah ya da orta sınıftan olmaya karar vermedim. Kaderimi sükûnetle ve tevekkülle kabul
edebilirim ya da onu kısmetim olarak görebilirim; ondan zevk alırım, tutkuyla kucaklarım onu ve onun için ne
gerekirse yaparım - her yerde Fransızlığımın reklamını yaparım, siyah olmanın güzelliğinden gurur duyarım ya
da hayatımı aklı ba ında bir orta sınıf üyesinden bekleneceği gibi dikkatli ve temkinli bir biçimde ya arım.
Gelgelelim, eğer grubun bana reva gördüğünü deği tirmek ve ba ka biri olmak istersem, elimden gelenin en
fazlasını yapmam gerekecektir. Deği tirmek, normalde içinde doğduğumuz grubun verdiği eğitime uygun
olarak halim selim ve uysal bir biçimde ya amak için gerekli olandan çok daha fazla çaba, fedakârlık, kararlılık
ve dayanıklılık gerektirir. O zaman kendi grubumu, zaferi kazanmak için alt etmem gereken en acımasız
dü man olarak kar ımda bulacağım. Akıntıyla yüzmenin kolaylığı ile taraf deği tirmenin zorluğu arasındaki
fark doğal grubumun omuzlarımda hissettiğim ağırlığının, grubuma bağımlılığımın sırrıdır.
Đyisiyle kötüsüyle, ait olduğum gruba borçlu olduğum bütün her eye daha yakından bakıp bir dökümünü
yapacak olursam, kar ıma
34
F3ARKA/Susyolnjifc Dü ünmek
uzun bir liste çıkacaktır. Özet olsun diye listedeki bütün kalemleri dört ana kategoriye ayırabilirim. Birincisi,
pe ine dü meye değer amaçlar ile uğruna sıkıntıya girmeye değmeyenler arasında yaptığım ayrımdır. Orta
sınıftan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmi sem, muhtemelen yükseköğrenim görmek bana uygun,
ba arılı ve doyurucu bir hayatın vazgeçilmez ko ulu gibi gelecektir; ne var ki eğer ansıma i çi sınıfından bir
ailenin çocuğu olmak dü seydi, muhtemelen zorunlu olarak uzun bir eğitim gerektirmeyen, ancak hayatımı
kazanmama ve sonra belki de ailemin geçimini sağlamama izin veren bir mesleği hedefleyerek okulu erken
ya larda terk etmeyi dü ünecektim. Demek ki, "özgür seçim" kapasitemi uygulayacağım maksadı grubumdan
ediniyorum. Đkincisi, grubumun bana izlemeyi öğrettiği amaç ne ise onu izlerken kullandığım araçlardır. Bu
araçlar da grup tarafından sunulur ve bir kere sunulduktan sonra uğra larımda faydalanabildiğim "özel
sermayem"! -niyetlerimi ba kalarına iletmemi sağlayan konu ma ve "beden dili", kendimi ba kaların inkinden
farklı amaçlara vermemi sağlayan yoğunla ma ve genelde eldeki i e uygun olduğu dü ünülen davranı
biçimleri- olu tururlar. Üçüncüsü, ilgi kurma kıstası, tamamlamaya uğra tığım proje için ilgili ve ilgisiz ki iler
ile eyler arasında ayrım yapma sanatıdır. Grubum bana yanda larımı, ne dü man ne de rakip olanlar kadar,
defterden silebileceğim, saygı gö^terrneye-bileceğim ve küçümseyebileceğim dü manlarım ya da
rakiplerimden ayırmayı öğretir. Sonuncu ama aynı oranda önemli bir nokta da "dünyanın haritaS'i''dır; bu
haritada ba ka insanların haritalarında görünebilir olan, ancak benim haritamda yalnızca bo alanlar olarak
temsil edilebilecek eyler vardır. Böyle bir harita, hayatımda oynayacağı öteki roller yanında, "benim gibi
insanlar"a göre izlenecek bir dizi akla yatkın yollar -bir dizi gerçekçi hayat projesi-gösterir. Bütün bunları
hesaba katarak söyleyecek olursam, ben grubuma çok ey borçluyum; gün boyu bana yardım eden ve
onlardan mahrum kalırsam gündelik i lerimi yürütmekte tam bir acze dü eceğim bütün o bilgileri bana
grubum sağlar.
Aslına bakarsak, çoğu durumda ben bütün o bilgilere sahip olduğumun ayırdında olmam. Örneğin, bana
ba ka insanlarla ileti im kurduğum ve onların bana yönelik eylemlerinin anlamını çözdüğüm ifrenin hangisi
olduğu sorulsa, her ihtimalde a ırıp kalırım; muhtemelen benden ne istendiğini hiç anlayamam, soruyu
kavradığımda ise o ifreyi açıklayamam (tıpkı konu tuğumuz dili yetkinlikle, akıcılıkla ve hiçbir güçlükle
kar ıla madan kullanmakla birlikte, en basit bir gramer kuralını açıklayamadığımız gibi). Ne olursa olsun,
günlük görevlerin ve kar ıma çıkan sorunların üstesinden gelmem için gerekli bilgi içimde bir yerlerdedir. Bu
bilgi, ezberden sayabileceğim kurallar biçiminde olmasa da, bir biçimde emrime amadedir ve dolayısıyla bir
dizi pratik beceri olarak onları hayatım boyunca gün be gün rahatlıkla kullanırım.
Kendimi güvende hissetmem ve nerede ne yapmam gerektiğini bulmak için uzaklara bakma ihtiyacı
duymamam bu bilgi sayesindedir. Eğer bütün bu bilgilere aslında ayrımında bile olmadan sa-hipsem,
bunlarla ilgili çoğu temel kuralı, pek hatırlamadığım çok erken ya larda edinmi olmam sayesindedir. Bundan
dolayı, kendi deneyimlerime ya da anılarıma dalarak bu bilgiyi nasıl edindiğime ili kin söyleyebileceğim çok
az ey vardır. Bu bilginin böylesine kök salması, beni böylesine güçlü bir biçimde kavraması, onu "doğal" bir
ey olarak elde bir kabul etmem ve nadiren sorgulama gereği duymam, hep bu ba langıçları unutmam
sayesindedir. Günlük hayat bilgisinin aslında nasıl üretildiğini ve sonra nasıl grubun "eline verildiğini" bulmak
için, meslekten psikologların ve sosyologların yürüttüğü ara tırmaların sonuçlarına bakmam gerekiyor.
Sonuçlara baktığımda ise sıklıkla rahatsız edici olduklarını görüyorum. Açık seçik ve doğal görünen ne varsa
imdi, dayanağı birçok grup arasından tek bir grubun otoritesinden ba ka bir ey olmayan bir inançlar
koleksiyonu olarak kar ıma çıkıyor.
Grup standartlarının bu ekilde içselle tirilmesini anlamamıza belki de hiç kimse Amerikalı sosyal psikolog
George Herbert Me-ad kadar katkıda bulunmamı tır. Sosyal hayatın asli becerilerini edinme sürecini
açıklarken ağırlıkla onun ortaya attığı kavramlar kullanılmaktadır. Bunlar arasında en bilineni, benliğin ikili
yapısına, ikiye parçalanı ına i aret eden Ben ve Beni/Bana kavramlarıdır: Benliğin "Beni/Bana" kısmı, dı sal
parçadır (daha doğrusu, ki36
si tarafından kar ılanması gereken talepler ve uyulması gereken kalıplar biçiminde dı tan, onu ku atan
toplumdan gelen bir ey olarak görünen bir parça); öteki parça da, bu dı sal, sosyal istemlerin ve beklentilerin
irdelendiği, değerlendirildiği, kayda geçirildiği ve nihayet telaffuz edildiği içsel benlik çekirdeği olan "Ben"dir.
Benliğin biçimlenmesinde grubun oynadığı rol "Beni/Bana" parçası aracılığıyla gerçekle tirilir. Çocuklar
gözlendiklerini, değerlendirildiklerini, izlendiklerini, belli bir biçimde davranmaya sevk edildiklerini ve gereken
biçimden saparlarsa yola sokulacaklarını öğrenirler. Bu deneyim ötekilerin ondan beklentilerinin bir imgesi
olarak çocuğun geli en benliğinde yer eder. Onlar, yani ötekiler, belli ki uygun ve uygunsuz davranı arasında
ayrım yapmanın bir yolunu bilmektedirler. Uygun davranı ı onaylar, hatalı davranı ı da normdan sapma
olarak cezalandırırlar. Ödüllendirilen ve cezalandırılan eylemlere ili kin anılar zamanla kuralın -neyin
beklendiği ve neyin beklenmediğinin- bilinçdı ı kavranı ına, ötekilerin kendi hakkındaki imgesi hakkında
benliğin imgesinden ba ka bir ey olmayan "Beni/Bana"ya dönü ür. Dahası, "ötekiler" bir biçimde çevrede
olan herhangi bir öteki değildir. Çocuğun ili kiye girdiği çok sayıda insan içinden bazıları benlik tarafından
önemli ötekiler olarak seçilir; onların ba kalarınınkilere göre çok ısrarlı ya da güçlü bir biçimde hissedilen ve
bu yüzden çok etkili olan değerlendirmeleriyle tepkilerine büyük önern verilir.
Oimdiye kadar söylediklerimizden öğrenim ve eğitim yoluyla benliğin geli mesinin edilgen bir süreç olduğu,
bu i i yalnızca ötekilerin yaptığı, çocuğun talimatlarla doldurulduğu ve sopa ya da havuç yardımıyla
ayartıldığı, baskılandığı ve boyunlarını büküp onları izlemeleri için i lendiği gibi yanlı bir sonuç çıkarılabilir.
Ne var ki, i in doğrusu bu değildir. Benlik, çocukla çevresi arasındaki bir etkile im içinde geli ir. Eylemlilik ve
giri kenlik etkile imin iki tarafı için de geçerlidir. Bunun ba ka türlü olması da zaten pek mümkün değildir.
Her çocuğun yapmı olması gereken ilk ke iflerden biri "ötekilerin" kendi aralarında farklıla tıklarıdır. Onlar
nadiren aynı fikirde olurlar, birbiriyle çeli en ve aynı anda yerine getirilemeyecek olan emirler verirler. Birçok
durumda, bir emri yerine getirmek ötekini duymazdan gelmekten ba ka bir anlama gelemez. Çocuğun
öğrenmek zorunda olduğu ilk becerilerden biri, direnme ve baskıya dayanma, bir tutum alma, en azından dı
güçlere kar ı harekete geçme yetisi tarafından desteklenmeksizin neyin elde edilemeyeceğini ayırt etmek ve
seçmek olmu tur. Ba ka bir ifadeyle çocuk, seçmeyi ve kendi eylemlerinin sorumluluğunu almayı öğrenir.
Benliğin "Ben" parçası özellikle bu yetileri temsil eder. "Beni/Bana"nm çeli kili ve tutarsız içeriği (çe itli önemli
ötekilerin beklentilerine ili kin çeli kili i aretler) yüzünden, "Ben" kenarda kalmalı, "Beni/Bana"da
içselle tirilmi dı sal baskılara dı arıdan bakar gibi belli bir mesafede durmalı, onları taramalı, sınıflan-dırmalı
ve değerlendirmelidir. Sonuçta, bu seçimi yapan ve böylelikle süregiden eylemin gerçek, haklı "yaratıcısı"
haline gelen "Ben"clir. "Ben" güçlendikçe, çocuğun ki iliği de özerkledir. "Ben"in gücü, ki inin "Beni/Bana"da
içselle tirilmi sosyal baskıları sınama, gerçek güçlerini ve sınırlarını görme, onlara meydan okuma ve
sonuçlarına katlanma yetisinde ve buna hazır olu unda ifadesini bulur.
"Ben"in "Beni/Bana"dan ayrılmasında (yani, ortaya çıkmakta olan benliğin, önemli ötekilerin taleplerini
gözleme, irdeleme ve yönlendirme yetisinde) en hayati i i çocuğun rol oynama etkinliği ba arır. Ötekilerin,
örneğin annenin ya da babanın rollerini oyun olarak üstlenen ve onların, bizatihi çocuğa kar ı olanlar da
içinde, davranı larını taklit eden çocuk, eyleme üstlenilmi bir rol, yapılabilir ya da yapılmayabilir bir ey
olarak bakma sanatını öğrenir; eylem durumun gereğini yapmak anlamına gelir ve durum deği tikçe eylem
de deği ir. Bu eylemi yapan, gerçek anlamda "Ben" değildir. Çocuk büyüyüp de çe itli roller hakkında bilgileri
biriktikçe, oyun oynarken yaptıklarından farklı olarak öteki rol sahipleriyle i birliği ve e güdüm unsurlarını
içine alan oyunları becerebilir. Burada çocuk gerçekten özerk bir benlik için en önemli sanatı, yani ötekilerin
eylemine kar ılık uygun eylem tarzını seçmeyi ve ötekileri kendi istediğini yapmaya ayartmayı ya da zorlamayı
dener. Rol yapma ve oyunlar yoluyla çocuk, dı arıdaki sosyal dünyadan damıtılmı alı kanlıklar ve beceriler
yanında o dünyada özgür -özerk ve so38
ruınlu- bir ki i olarak davranma yetisi kazanır. Bu kazanım sii de çocuk hepimizin çok iyi bildiği kendine özgü
iki anlaınl geli tirir; (dı arıdan biri gibi kendi davranı ına bakarak, onu i ya da yererek, onu denetlemeye,
gerekirse düzeltmeye çabala; bir benliğe sahip olmak ve (kendi hakkında "Ben aslında neyi ziyorum?" ve "Ben
kimim?" soruları sorarak, yer yer ba ka ların hayatına dayatmaya çalı tığı bir modele isyan ederek v hiçi
hayat" olduğunu dü ündüğü, kendi gerçek kimliğine uy; yatı yaratma mücadelesine girerek) bir benlik olmak.
Ben, ö ötekilerin bana yaptıkları ya da yapmaya niyet ettikleri yüzü yapmayı istediğim ey ile kendimi
yapmakla yükümlü hissi- ey arasında bir iç çatı ma olarak özgürlükle bağımlılık arası çeli kiyi ya anın.
Önemli ötekiler, çocuğun benliğini hiç yoktan var etmezle lar daha çok çocuğun "doğal" (sosyallik öncesi ya
da daha do eğitim öncesi) eğilimleri üzerine kendi imgelerini kazırlar. H ğal eğilimler -içgüdüler ya da
dürtüler- bütün olarak insan ha da öteki hayvanların hayatlarına göre daha az rol oynamakla l te, yine de her
yeni doğmu insan varlığının biyolojik donamı mevcuttur. Bu içgüdülerin neler olduğu tartı malı bir konudu
ünürlerin bu konudaki fikirleri farklıdır ve görünürde sosyı denli olan davranı ların çoğunu biyolojik
belirleyenlerle açıl çabasından tutun, insan davranı ının sosyal ekilleni inin ncı se sınırsız potansiyeli olduğu
inancına uzanan görü leri vardı ne de, çoğu dü ünür bir toplumun kabul edilebilir davranı ölı rini belirleme
ve zorlama hakkı olduğu iddiasını ve bu iddiay; tek olan argümanı savunacaktır: Sosyal olarak denetlenen bir
ye kaçınılmazdır çünkü insanların doğal eğilimleri bir arada malarını imkânsız kılar, hem de kabul
edilemeyecek kadar kıı tehlikelidir. Çoğu dü ünür bazı doğal dürtülerin baskısının ö/ le güçlü olduğu ve bu
yüzden her insan grubu tarafından u ' bu biçimde düzenlenmesi gerektiği fikrine katılır. Cinsellik v< dırganlık
dürtüleri, grupların ancak felaketleri pahasına denclı tına almayı dü ünmeyebilecekleri dürtüler olarak adları
en sil, tanlardır. Dü ünürler, bu gibi dürtüler özgür bırakılacak olıır,s; bir grubun dayanamayacağına,
dürtülerin, sosyal hayatı bütünüyle imkânsız kılacak kadar iddetli çatı malar doğuracağına i aret ederler.
Bize anlatıldığına göre, hayatta kalan bütün gruplar bu gibi dürtülerin tezahürlerini evcille tirmenin,
dizginlemenin, bastırmanın ya da olmazsa denetim altına almanın etkili yollarını bulmalıdır. Psikanalizin
kurucusu Sigmund Freud, benliğin geli im sürecinin tamamının ve insan gruplarının sosyal örgütlenmesinin,
sosyal olarak tehlikeli içgüdülerin, özellikle saldırganlık ve cinsellik içgüdülerinin dı avurumlarını kontrol altına
alma ihtiyacı ve bu ihtiyaca yönelik pratik çabalar ı ığında yorumlanabileceğini ileri sürmü tür. Freud
içgüdülerin asla ortadan kaldırılmadıklarını ileri sürer; içgüdüler yok edilemezler ancak "bastırılabilir" ve
bilinçaltına sürülebilirler. Onları bu zindanda tutan ey, grup tarafından uygulanan baskıların ve taleplerin
içselle tirilmi bilgisi olan siiperegodur. Süperego, Freud tarafından bir benzetme ile, bastırılan içgüdüleri bilinçaltını- daimi zapturapt altında tutmak için toplumun muzaffer ordusu tarafından "fethedilmi ehirde
bırakılan askeri birlik" olarak anlatılmı tır. Ego bu yüzden iki güç -bilinçaltına itilmi ancak yine de kudretli ve
asi duran içgüdüler ile dürtüleri bilinçaltında tutmak ve kapatıldıkları yerden kaçmalarını engellemek için
egoyu bastıran süperego (Mead'in "Beni/Bana"sına yakın)- arasında sürekli askıda durur. Freud'un hipotezini
kapsamlı tarihsel ara tırmalarda izlemi olan Alman asıllı Britanyalı sosyolog Norbert Elias, ya adığımız benlik
deneyiminin, özellikle hepimizin maruz kaldığı böyle bir ikili baskıdan doğduğunu öne sürmü tür. Ayrı ayrı
benliklerimize kar ı daha önce söz ettiğimiz muğlak tutum, iki baskının zıt doğrultularda hareket ederek bizi
biçimlendirdiği müphem konumun sonucudur. Bir grup içinde ya arken, ben, kendimi kontrol etmek
zorundayım. Benlik kontrol edilecek bir eydir ve onu kontrol edecek olan benim...
Bütün toplumların üyelerinin doğal eğilimlerini kontrol altına aldığı ve izin verilebilir etkile imlerin ufkunu
belirlemeye gayret ettiği tartı ma götürmez. Tartı malı olan (bu tam da toplum adına konu an güçlerin iddia
ettiği ey olsa bile) doğu tan gelen özellik40
lerin yalnızca marazi ve anti-sosyal yanlarının mı süreç içinde bastırıldığıdır. Bildiğimiz kadarıyla, insanların
saldırgan oldukları ve bu yüzden dizginlenip evcille tirilmeleri gerektiğine ili kin bağlayıcı kanıtlar yoktur.
Doğal saldırganlığın patlaması olarak yorum-lanagelen eyler, genelde duygusuzluk ya da nefretin
sonucudurlar; bu ikisi de genetik orijinden çok sosyal orijinlidir. Ba ka bir ifadeyle, grupların üyelerinin
davranı ını terbiye ve kontrol ettiği doğru olmakla birlikte, buradan zorunlu olarak grupların bu davranı ları
daha insancıl ve ahlaki hale getirdikleri sonucu çıkmaz. Çıkan tek sonuç, bu i leme, gözleme ve düzeltmenin
bir sonucu olarak davranı ın, verili sosyal grupla ma türü tarafından tanınan ve peki tirilen kalıba daha uygun
hale gelmesidir.
"Ben" ve "Beni/Bana" olu umu, içgüdülerin bastırılması ve sii-peregonun yaratılması süreçlerine sıklıkla
sosyalle me adı verilir. Ben, sosyal baskıları içselle tirme yoluyla bir grup içinde ya amaya ve davranmaya
uygun hale getirildiğim oranda, toplumun izin verdiği biçimde davranma ve böylelikle eylemim için "özgür"
ve sorumlu olma becerisi kazandığım oranda sosyalle mi , yani toplum içinde ya amaya muktedir bir varlığa
dönü mü olurum. Dolayısıyla, sözü edilen becerilerin kazanılmasında böylesine hayati bir rol oynayan bu
önemli ötekiler, sosyalle tirici failler olarak görülebilirler. Fakat kimdir onlar? Görmü olduğumuz gibi,
benliğin geli mesinde gerçekten etkin olan kuvvet, zorunlu olarak ötekilerin kendi niyetleri ve beklentileri
değil, çocuğun öteki insanların niyetleri ve beklentileri hakkındaki imgesidir; ve çocuk önemli ötekileri seçme
i ini, görü alanına giren birçok ki i arasından kendi yapar. Doğru, çocuğun seçme özgürlüğü tam değildir; bir
kısım "ötekiler" çocuğun dünyasına ba ka "ötekilerden" daha etkili bir biçimde girer ve bu seçime müdahale
ederler. Gelgelelim, çapra ık maksatlarla davranan ve farklı hayat tarzları sürdüren insan gruplarının
olu turduğu bir dünyada büyüse de, çocuk seçim yapmaktan pek kaçamaz; eğer ötekilerin talepleri çeli kili
ve aynı zamanda kar ılanamaz nitelikte ise bunlardan bazılarına ötekilere göre daha çok dikkat edilmeli ve
daha çok önem verilmelidir.
Farklılık "özeterek önem (anlam) verme ihtiyacı, çocuğun dün yası ile sınırlı değildir. Sen ve ben bu ihtiyacı
hemen her gün ya arız. Gün be gün ben, hepsi de aynı zamanda bir eyler yapmamı isteyen ailemin,
arkada larımın ya da patronlarımın talepleri arasında seçimler yapmak durumunda kalırım. Sevdiğim ve
saydığım bazı arkada ları, aynı duygular beslediğim ba ka ötekileri ho nut etmek için kırmak zorunda kalırım.
Ne zaman politik görü lerimi açıklasam, gayet iyi biliyorum ki, tanıdığım ve özen gösterdiğim bazı insanlar
görü lerimden ho lanmayacaklar ve bunları ifade ettiğim için bana di bileyeceklerdir. Seçimlerimin bu gibi
tatsız sonuçlarını savu turmak için yapabileceğim fazla ey yoktur. Anlam atfetmek kaçınılmaz olarak
anlamsızlık atfetmektir; bir kısım insanı önemli görüp seçmek, zorunlu olarak ba ka birilerinin önemsiz ya da
en azından daha az önemli olduklarını ilan etmektir. Bu, çoğu zaman birilerinin nefretini üzerine çekme
tehlikesi demektir. Ya adığım çevre heterojen, yani çalı malı, ayrı idealleri ve hayat tarzları olan gruplara
parçalanmı olduğu oranda bu tehlike büyür. Böyle bir çevrede önemli ötekileri seçmek, birçok grup
arasından bir grubu benim referans grubum, davranı ımı kendisine bakarak ölçtüğüm, hayatımın bütünü ya
da hayatımın özel bir yönü için ölçüt aldığım bir grup olarak seçmek anlamına gelir. Seçtiğim referans grubu
hakkında bildiklerimden yola çıkarak kendi davranı larımı değerlendirecek, davranı larımın anlamı ve niteliği
hakkında sonuçlar çıkaracağım. Bu bilgi sayesinde, yaptığımın doğru olduğuna ili kin rahatlatıcı bir duyguya
ya da eylemimin grubun-kinden farklı olduğuna ili kin tatsız bir farkındalığa varacağım. Konu ma biçimimle,
kullandığım sözcüklerle, giyinme tarzımla referans grubu örneğini izlemeye çalı acağım. Bu gruptan cüretkâr
ya da ba ıma buyruk olup olamayacağımı, olursam hangi ko ullarda olacağımı ve ortak kıstaslara ne zaman
sessizce boyun eğeceğimi öğreneceğim. Referans grubum hakkındaki imgemden, dikkat edilmeye değer ve
bana yakı mayan eylere ili kin dersler çıkaracağım. Bütün bu yapacaklarımı, sanki referans grubumun
onayını almaya çalı ıyormu um gibi; sanki onun bir üyesi, "onlardan biri" olarak kabul görmek, onu hayat
tarzımdan ho nut bırakmayı arzu-larmı ım gibi; sanki referans grubumun beni yola getirmek ya da
42
kuralı çiğnememin bedelini ödetmek için uygulayabileceği sn ı temlerden sakınmaya çalı ıyormu um gibi
yapacağım.
Ne var ki, referans grubunu davranı ımı ekillendirmede bu sine yetkin bir fail yapan ey, genel olarak benim
seçimim,. çö/. içmelerim, sonuçlarım ve eylemlerimdir. Gruplara gelince, »ı çoğu kez umursamaz bir biçimde
onların hayat tarzı olduğunu sunduğum eyi taklit etmekteki ve onların kıstasları olduğunu sunduğum eyi
uygulamaktaki özenimin ve gayretimin ayrım değildir. Elbette, grupların bazılarına haklı olarak normatif ı rans
grupları adı verilebilir; çünkü onlar, en azından zaman /an davranı larım için geçerli olacak normları koyarlar,
benim ne ' tığımı gözlerler ve bundan dolayı eylemlerimi, ödüllendirme! da cezalandırmak, olumlamak ya da
düzeltmek suretiyle "noın olarak etkileyecek" bir konumdadırlar. Bu gruplar arasında ö/c le ağırlıklı olan,
vaktimin büyük bir bölümünü aralarında gccı ğim aile ve arkada lar, öğretmenlerim, i yerindeki üstlerim, sık
kar ıla maktan kaçınamayacağım ve kolaylıkla kendilerinden ; lanamayacağım kom ularımdır. Gelgelelim,
benim eylemin tepki veren bir konumda bulunmaları, onları otomatik olarak be referans grubum yapmaz.
Ancak ben seçersem, onlara önem v rek ilgilerine kar ılık verdiğimde, onların muhafızlığına kay ı
kalmadığımda böyle olurlar. Her eye rağmen, kendi felaketim hasına da olsa, onların baskılarına itibar
etmeyebilir ve mahkûm tikleri kıstaslara göre davranmayı seçebilirim. Örneğin, kom u l inin ön bahçelerin
düzenlenmesine ya da eve ne tür insanların nabileceği ve günün hangi saatlerinde alınabileceğine ili kin fi
lerine bilerek kulaklarımı tıkayabilirim. Yine, a ırı titiz çalı ımı arkada larımın duyduğu tepkiye ve onların i
göreve geldi mi l verme yönündeki tercihlerine meydan okuyabilirim. Grup tara dan derin bir bağlılık ve tutku
istendiğinde "duymamazlıktan jv bilirim". Normatif etki gösterebilmeleri için, normatif refn grupları da olsalar,
onlara benim referans gruplarım olarak bakı ya ve u ya da bu nedenle baskılarına direnmekten geri durma
taleplerine boyun eğmeye razı olmam gerekir.
Kararın bana kaldığı kar ıla tırmalı referans grupları -samenzilleri dı ında kaldığım için üyesi olmadığım
gruplar- örneğinde apaçık ortadadır. Ben kar ıla tırmalı grupları onlar tarafından görülmeksizin görürüm.
Verilen anlam bu örnekte tek yanlıdır; onlar benim varolu uma hiç dikkat etmezken, ben onların eylemlerini
ve kıstaslarını önemli bulurum. Aramızdaki uzaklıktan dolayı onlar genellikle benim eylemlerimi izleme ve
değerlendirme yetisinden fiziksel olarak yoksundurlar; bu nedenle sapma gösterdiğimde beni
cezalandıramayacakları gibi uyum gösterdiğimde de ödüllendiremezler. Özellikle kitle ileti im araçları ve
televizyon sayesinde hepimiz farklı hayat biçimleri hakkında giderek daha fazla bilgi akı ına maruz
kaldığımızdan, her ey çağda benliklerin biçimlenmesinde kar ıla tırmalı referans gruplarının artan rolüne
i aret etmektedir. Kitlesel medya günün hâkim modasını ve en son üslupları muazzam bir hızla bize ve
dünyanın en ücra kö elerine ula tırır. Aynı ekilde, bu medya görsel olarak eri ilebilir kıldığı kalıplar üzerinde
otoritesini de kurar; ku kusuz medyada gösterilmeye değer bulunan ve dünyanın her tarafında milyonlarca
insan tarafından seyredilecek olan hayat tarzları, dikkate alınmaya ve eğer mümkünse taklit edilmeye değer
tarzlardır...
Oimdiye kadar yürüttüğüm tartı manın, sosyalle me sürecinin çocukluk deneyimiyle sınırlı olmadığına ili kin
doğru bir izlenim verdiğine inanıyorum. Aslında bu sürecin bir sonu yoktur; her zaman özgürlükle bağımlılığı
birbirleriyle karma ık bir etkile ime sokan bu sosyalle me hayat boyu sürer. Sosyologlar çocuklukta asli sosyal
becerilerin içselle tirilmesinden hayatın daha sonraki bölümünde meydana gelen sürekli benlik
dönü ümlerini ayırmak için bazen ikincil sosyalle me terimini kullanırlar. Dikkatlerini ilk, yani birincil
sosyalle menin yetersizliği ya da eksikliğinin çarpıcı bir biçimde acze dönü erek açığa çıktığı durumlarda
yoğunla tırırlar: Örneğin bir ki i yabancı âdetleri ve bilmediği dilleri olan uzak bir ülkeye göçer ve bu yüzden
yalnızca yeni beceriler edinmesi değil artık bir engel olu turan eskilerini unutması da gerekir; ya da ücra bir
ta ra kasabasında yeti mi biri büyük bir ehre ta ınır ve yoğun trafik, çılgın kalabalık içinde, gelip geçenlerin
ve kom uların umursamazlığı kar ısında kendini kaybolmu ve çaresiz hisseder. Bu tür
44
radikal deği ikliklerin muhtemelen yoğun bir endi eye, aslında sinirsel çöküntüye ve hatta akıl hastalığına
neden olacağı öne sürülmektedir. Yine aynı çarpıcı sonuçlan olan bir ikincil sosyalle me durumunun, bireyin
ta ınması yerine dı sosyal ko ulların deği mesiyle de ortaya çıkabileceğine i aret edilir. Ani bir ekonomik
çöküntü, kitlesel i ten çıkarmaların ba laması, sava patlaması, aha kalkmı bir enflasyon kar ısında bütün
birikimlerin eriyip yok olması, bir yardım hakkının geri alınması yoluyla güvenliğin kaybolması ya da tersine
iyile me yönünde bolluğun ve fırsatların aniden artması, yeni ve imdiye kadar dü ünülmemi fırsat
kapılarının açılması; tüm bunlar böylesi durumlara örnek te kil ederler. Bunların hepsi önceki sosyalle menin
kazanımlarını "geçersizle tirir" ve ki inin davranı ında artık yeni beceriler ile yeni bilgiler isteyen radikal bir
yeniden yapılanmayı gerekli kılar.
Verdiğimiz örneklerin ikisi de, ikincil sosyalle menin getirdiği sorunları gözümüzün önünde canlandırmamıza
yardım eder çünkü bunlar kendi türlerinin en çarpıcı ve en kuvvetli örnekleridir. Daha az çarpıcı biçimlerde
olsa da, her birimiz neredeyse her gün ikincil sosyalle me sorunlarıyla kar ıla ırız; en bariz olarak bunu okul
deği tirdiğimizde, üniversiteye gittiğimizde ya da üniversiteden ayrıldığımızda, yeni bir i e girdiğimizde,
bekârlıktan evliliğe adım attığımızda, kendimize yeni bir ev satın aldığımızda, ta ındığımızda, ana baba
olduğumuzda, ya lı bir emekliye dönü tüğümüzde vb. ya arız. Belki en iyisi sosyalle meyi iki ayrı sürece
ayırmak yerine bitimsiz bir süreç olarak dü ünmektir. Özgürlük ile bağımlılığın diyalektiği doğumla ba lar ve
ancak ölümle sona erer.
Gelgelelim, bu sonu gelmez diyalektik ili kide iki partner arasındaki denge deği ir. Çocukluğun erken
döneminde, ki inin bağımlı olduğu grubu seçme özgürlüğü, eğer varsa bile, çok azdır. Belli bir aile, çevre,
yöre, sınıf ya da ülke içinde doğarız. Sorgusuz sualsiz belli bir ulusun ya da sosyal olarak kabul edilmi iki
cinsiyetten birinin üyeliğini üstleniriz. Ya ilerledikçe, yani arlan eylem becerileri ve kaynakları toplamına sahip
oldukça, tercih ansı geni ler; bazı bağımlılıklara belki meydan okunup onlar reddedilirken, ötekiler gönüllü
olarak istenip benimsenecektir. Ne olursa özgürlük hiçbir zaman tam olmayacaktır. Hepimizin kendi geçmi
eylemlerimiz tarafından belirlenmeye açık olduğumuzu hatırlayalım; bu eylemler yüzünden, her an kendimizi,
deği imin bedelleri çok ağır ve can sıkıcı iken, belli seçim anslarının ne kadar çekici olursa olsun eri ilmez
olduğu bir durumda bulabiliriz. Unutamayacağımız kadar fazla sayıda alı kanlıklar olduğu gibi, "öğrenmi
olmaktan kurtulamayacağımız" çok ey de vardır. Erken bir a amada edinilebilir beceriler ve kaynaklar o
zaman ihmal edilmi tir ve imdi bu kaybolan fırsatı yeniden ele geçirmek için çok geçtir. Genel olarak belli bir
ya tan sonra "yeni bir atılım"ın uygulanabilirliğini ve ihtimalini çok uzak görürüz.
Bütün insanlar için bu denge de aynı değildir. Mevcut kaynakların, seçimi geçerli ve gerçekçi bir önerine
kılmakta oynadığı rolü hatırlayalım. Yine ba langıçtaki sosyal konumlanı ın o ki inin daha sonraki hayat
projeleri ve izlenecek kadar çekici bulduğu amaçlan için koyduğu "sınırları" da hatırlayalım. Bütün insanların
özgür olduklarını ve özgür olmaktan ba ka çarelerinin olmadığını (yani yaptıklarının sorumluluğunu
üstlenmeye mecbur olduklarını) ama belli bazılarının ötekilerden daha özgür olduğunu anlamak için bu iki
unsurun rolünü dü ünmek yeter: Bu ikinci grubun sınırları (seçim ufukları) daha geni tir ve bir kere yürütmeyi
istedikleri hayat projeleri hakkında karara vardıklarında böyle bir proje için gerekli kaynakların (para,
bağlantılar, eğitim, anla mı konu ma alı kanlıkları vb.) çoğuna sahip olurlar; arzulamakta, arzularını hayata
geçirmekte ve istedikleri sonuçlan yaratmakta ötekilere göre daha özgürdürler.
Özgürlük ile bağımlılık arasındaki oranın, bir ki inin ya da belli ki ilerden olu mu bütün bir kategorinin
toplumda i gal ettiği göreli konumun göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Yakından bakıldığında görülüyor ki
ayrıcalıklı dediğimiz kimselerin özgürlüğü daha çok, bağımlılığı daha azdır. Ayrıcalıksız adım alanlar için ise
tersi doğrudur.
.
Biz ve onlar
Sosyal hayatın paradokslarına ili kin keskin gözlemler yapan Adam Smith, bir zamanlar: "uygar toplumda (bir
ki i) büyük kalabalıkların elbirliğine ve yardımına ihtiyaç duyarken, bütün hayatı birkaç arkada
edinebilmesine ancak yeter" diye yazmı tır.
Eylemleri hayatınızın ya anır olması için vazgeçilmez olan bütün bu tanınamaz ve sayılamaz kalabalıkları bir
dü ünün (emekleri günlük patlamı mısır payınızı tabağınıza getirmekte kullanılanları; siz kö eyi
döndüğünüzde çukurların sizi yutacağından korkmak-sızın saatte 70 mil hız yapabilesiniz diye otoyolun
durumunu gözleyenleri; ortak ya amanın kurallarına uyarak sizin sokaklarda saldırıya uğrama korkusu
ya amadan dola manızı ya da zehirli dumanlardan boğulacağınız korkusu duymadan havayı ciğerlerinize
çekmenizi mümkün kılanları bir dü ünün). Aynı ekilde tanımadığınız ama yine de hayatınızı canınızın istediği
gibi seçme özgürlüğünüze kısıtlamalar getiren o muazzam kalabalıkları da dü ünün (sizinle aynı türden
mallara sahip olmak isteyen ve bu yüzden ticari irketlerin fiyatları yüksek tutmalarına izin veren; robotları
canlı i çilerden daha kârlı bulan ve bu yüzden uygun bir i bulma ansınızı azaltan; kendi amaçlarına
ula makla me gulken, kaçmak için elinizden pek bir ey gelmeyecek olan kirli havayı, gürültüyü, tıkanan
yolları ve kokmu suları ortaya çıkaran o kalabalığı). Ve kar ıla tığınız insanların, sima olarak tanıdıklarınızın,
isimlerini hatırladıklarınızın bir listesiyle böyle bir kalabalığın ürkütücü büyüklüğünü kar ıla tırın. Ku kusuz,
hayatınızı etkileyen bütün bu insanlar arasında tanıdıklarınız ya da duyduklarınızın oranının, hiçbir zaman
kar ıla madığınız ve hakkında bir ey duymadığınız insanlarınkine göre çok küçük kaldığını göreceksiniz. Ne
kadar küçük bir kesimi olduğunu ise asla bilemezsiniz...
Dü ünüyorum da, insan soyunun (geçmi , imdiki ya da gelecekteki) üyelerinin bana farklı kapasiteleri varmı
gibi geliyor. Bazılarına çok sık rastlıyorum ve bu yüzden de hemen tanıyorum onları; onlardan ne
bekleyebileceğimi ve neleri bekleyemeyeceğimi, beklediğim ve istediğim eyleri aldığımdan nasıl emin
olacağımı, eylemlerime benim onlardan istediğim biçimde tepki gösterdiklerinden nasıl emin olacağımı
bildiğime inanıyorum. Bu insanlarla etkile ime girerim, ileti im kurarım; birbirimizle konu uruz, bilgi1-lerimizi
payla ırız ve bir uzla maya varma umuduyla ilgi alanımıza giren eyleri tartı ırız. Diğerleriyle ancak zaman
zaman kar ıla ırız; kar ıla malarımız ya ben ya da öteki ki iler özel, gayet özgün hizmetleri almak ya da
mübadele etmek istediği zamanlarda, tamamen özel ko ullarda gerçekle ir; öğretmenimle dersler ve
seminerler dı ında pek kar ıla mam, bir bakkal çırağıyla ancak bir eyler satın alırken kar ıla ırım, ansıma
di çimi çok nadir olarak, ancak di imin yapılması gerektiğinde görürüm. Bu gibi insanlarla ili kilerime i levsel
ili kiler denebilir. Bu insanlar hayatımda bir i levi yerine getirirler; ili kimiz bana (ve varsayıyorum ki onlara da)
ait çıkarlar ve eylemlerle ilgili özellikler ta ır. Çoğu durumda öteki ki48
sinin, o ki inin yerine getirmesini beklediğim i levle ili kili olmayan özellikleriyle ilgilenmem. Dolayısıyla
bakkal çırağının aile hayatını, di çinin hobilerini, siyasal bilgiler hocamın sanatsal zevklerini ara tırmam. Buna
kar ılık onlardan da benzer bir yakla ım beklerim. Onlarla ili kimde, özel alanım olarak gördüğüm alanı
soru turmalarını haksız müdahale olarak değerlendiririm. Böyle bir müdahale meydana geldiğinde, buna
direnirim; bunu nihayetinde belli bir hizmetin mübadelesinden öte olmayan ili kimizin yazılı olmayan
ko ullarını kötüye kullanma ya da çiğneme durumu olarak alırım. Nihayet, diğerleriyle neredeyse hiç
kar ıla mam. Onların hakkında bilgilerim vardır; onlar vardırlar, bilirim ancak göründüğü kadarıyla benim
günlük i lerimle doğrudan ilgili olmadıklarından, onlarla doğrudan ileti ime girme ihtimalini ciddi olarak
dü ünmem. Aslında onlara ancak gelip geçici bir dü ünce kadar ilgi
duyarım.
Sosyolojide fenomenolojik okul adı verilen okulun kurucusu Alman asıllı Amerikalı sosyolog Alfred Schutz'a
göre, her bireysel bakı açısından insan soyunun bütün öteki üyelerinin yerleri, hayali bir çizgi üzerinde
belirtilebilir ve bu çizgide, sosyal ili ki hacim ve yoğunluk olarak azaldıkça artacak sosyal mesafe ile ölçülen
bir süreklilik tespit edilebilir. Böyle bir çizgi üzerinde kendimi (egomu) ba langıç noktası alarak bana en yakın
noktaların dostlarım olduğunu söyleyebilirim; onlar gerçek anlamda doğrudan, yüz yüze ili kiye girdiğim
insanlardır. Dostlarım, çağda larımın, benimle aynı zaman diliminde ya ayan ve en azından potansiyel olarak
yüz yüze ili kilere girebildiğim insanların olu turduğu geni bir alanda ancak küçük bir bölgeyi i gal ederler.
Bu gibi çağda larıma ili kin pratik deneyimim, elbette ki isel olarak edinilmi bilgiden, insanları bir
kategorinin örneklerinden ba ka bir ey olmayan (ya lılar, siyahlar, Yahudiler, Güney Amerikalılar, zenginler,
futbol fanatikleri, askerler, bürokratlar vb.) tiplere ayırma yetimle sınırlı bir bilgiye kadar çe itlilik gösterir. Bir
insanın, süreklilik çizgisi üzerindeki verili noktası benden ne kadar uzaksa, benim o insana tepkim
(kar ıla masak da zihinsel yakla ımım ya da, eğer olursa, ki isel ili kim) kadar onun hakkındaki dü üncelerim
de o kadar genci ve tipik olacaktır. Gelgelelim, çağda larım yanında, en azından insan soyuna ili kin zihinsel
haritamda, benim öncellerim ve ardıllarım vardır. Onlar çağda larımdan, onlarla ileti imimin yarım yamalak,
tek yanlı olması ve imdilik, belki de sonsuza dek, böyle kalacak olması bakımından ayrılırlar. Öncellerim bana
mesajlar vermi olabilirler (biz böyle mesajlara gelenek deriz, tarihsel hafızada korunmu tur onlar) ancak biz
onlara yanıt veremeyiz. Ardıllarımızla durum tersinedir; çağda larımla birlikte, içinde birlikte ya da bireysel
olarak kurduğumuz ya da yazdığımız eyleri barındıran mesajlar bırakırız ancak onların bize yanıt vermesini
beklemeyiz. Listede yer alan kategorilerin hiçbirinin sonsuza dek sabitlenmediğini aklımızdan çıkarmayalım.
Bunların "geçirgen" sınırları vardır; tek tek insanlar bir kategoriden diğerine geçerek, süreklilik çizgisinde
benim doğrultum yönünde ya da ba ka yönde yol alarak, çağda larından öncellerine ya da ardıllarından
çağda larına kayarak yerlerini deği tirebilirler, deği tirirler de.
Bu iki tip yakınlık -zihinsel ve fiziksel yakınlık- zorunlu olarak çakı maz. Kent merkezleri gibi yoğun nüfuslu
alanlarda çok az manevi bağımız olan insan kalabalıklarıyla her an fiziksel olarak yan yana ya arız; 3.
Bölüm'de göreceğimiz gibi, ehrin kalabalık ortamında fiziksel yakınlık manevi uzaklıkla el ele gider. Aslında,
bir ehirde ya amak, zihnimizi a ırı me gul etmesin ve ta ıyabileceğimizden ağır ahlâki yükümlülükler
dayatmasın diye fiziksel yakınlığın etkisini "sıfırlama" anlamına gelen karma ık bir sanatı gerektirir; bütün
ehir sakinleri bu sanatı öğrenir ve uygular. Zihinsel ve ahlâki yakınlık emsal duygusunu ya ama yetimizden
(ve istekliliğimizden) ibarettir; yani öteki ki ileri bizim gibi özneler olarak kavrama, onların da kendi hedefleri
ve bu hedefleri gözetmeye hakları olduğunu, bizimkine benzer duygular ya adığını, benzer zevk alma ve acı
duyma özellikleri ta ıdıklarını kabul etme yetimizden ibarettir. Emsal duygusu normal olarak e duyumu, yani
kendimizi öteki ki ilerin yerine koyma, eyleri onların gözünden görme kabiliyetini ve istekliliğini içerir. Emsal
duygusu, duyguda lık, yani öte KĐ ki inin ne esiyle ne elenme ve tasasıyla tasalanma kapasitesi de gerektirir.
Bu türden emsal duygusu zihinsel ve ahlâki yakınlı50
F4ARKA/Sıısyolojik Dü ünmek
ğın en kesin göstergesidir, aslında bizatihi anlamıdır. Mesafe arttık ça bu duygu zayıflar ve tükenir.
"Süreklilikteki kopu ları" gözümde canlandırmamı, aksi haklı düzgün bir süreklilik olacak yerde, bölünmeleri
algılamamı, insan lan farklı tutumlar ve farklı davranı lar isteyen kategorilere ayır mamı sağlayan bütün bu
ayrımlar ve bölünmeler arasında bir ayrın vardır ki, diğerlerinden önde durur ve ötekilerle ili kilerim üzerin de,
zihnimde yer edip de davranı larımda somutlanmı bütün diğr bölünmelerden daha fazla etki yapar. Bu, "biz"
ve "onlar" ayrımı dır. "Biz" ve "onlar" yalnızca iki ayrı insan grubunu değil, tümiiy le farklı iki tutum arasındaki,
duygusal bağlanma ve antipati, güve ı ve ku ku, güvenlik ve korku, i birliği ve çeki me arasındaki aynın temsil
eder. "Biz" ait olduğumuz grup anlamına gelir. Bu grup için de olanları gayet iyi anlarım ve anladığım için
nasılsürdüreceğim bilirim, kendimi güvenli ve evimde hissederim. Bu grup âdeta binim doğal ortamım, içinde
olmaktan ho landığım ve huzur içindi döndüğüm yerdir. "Onlar" ise tersine ne ait olmayı isteyebileceğin ne
de istediğim bir grubu anlatır. Dolayısıyla o grupta neler oluj bittiğine ili kin gözümde canlanan eyler, belli
belirsiz ve kopul kopuktur; o grubun i leyi ine ili kin pek bilgim yoktur ve bu yü/ den o grubun yapt'.ğı her
ne ise benim için genelde kestirilemez vı aynı ekilde korkutucu eylerdir. Ben "Onlar"ın temkinli tutumunu ve
endi elerimi aynı geçer akçeyle geri ödediklerinden, ku kulan ma kar ılık ku ku duyduklarından ve benim
onları onaylamadığın gibi onların da bana hınç beslediklerinden ku kulanırım. Bundu: dolayı, onlardan
beklediğim çıkarlarıma kar ı hareket etmeleri, ba na zarar vermeyi ve ba ıma bir çorap örmeyi istemeleri ve
felaketimden mutluluk duymalarıdır.
"Biz" ve "onlar" ayrımı bazen sosyolojide iç grup ve dı gru| ayrımı olarak verilir. Bu zıt tutumlar çifti
birbirlerinden ayrılma/ "dı grup" duyusu olmaksızın "iç grup" duygusu olamaz, ve tabi tersi de geçerlidir. Bu
kavramsal-davranı sal zıtlığın iki üyesi biı birini tamamlar ve ko ullandırır; onlar bütün anlamlarını zıtlanıı dan
alırlar. "Onların" olan "bizim" olmaz ve "onlar" "biz" değilcliı "biz" ve "onlar" ancak birlikte, kar ılıklı çatı ma
içinde anla ılabilir. Ben kendi iç grubumu ancak belli bir öteki grubu "onlar" olarak gördüğüm için "biz"
olarak görürüm. Đki zıt grup âdeta benim dünya haritamda uzla maz bir ili kinin iki kutbunda yoğunla mı tır
ve iki grubu benim için "gerçek" yapan ve sahip olduklarını tahayyül ettiğim iç birlik ile tutarlılığı inanılır kılan
i te bu uzlû mazlıfoır.
Bu zıtlık her eyden önce kendi dünyamın (bölünmü evren haritamda ötekilerin yerini belirleyen
sınıflandırma ilkemin, çerçevemin) planını çıkarmakta kullandığım bir araçtır. Ben onu kendi okulum ile kom u
okul arasındaki; "benim" tuttuğum takım ile belalı fanatikleriyle birlikte rakip futbol takımı arasındaki; hali
vakti yerinde olan ve muhtemelen benim gibi vergilerini dürüstçe ödeyenlerle ba ka insanların sırtından
geçinmek isteyen "asalaklar" arasındaki; eğlenmekten ba ka bir ey istemeyen barı tutkunu arkada larım ile
bunu imkânsızla tırmakta kararlı polis güçleri arasındaki; bizimle, yani yasalara uyan saygın yurtta larla
kuralları hiçe sayan ve her türlü düzenden nefret eden "ayaktakımı" arasındaki; bizimle, yani güvenilir, sıkı
çalı an yeti kinlerle çılgın, aylak yeni yetmeler arasındaki; bizimle, yani dünyada kendilerine bir yer bulmak ve
orayı ya anası bir yer kılmak isteyen genç insanlarla mi-yadını doldurmu ve yersiz tarzlarına takılıp kalmı
ya lı insanlar arasındaki; benim iyi niyetli ve yardımsever milletimle saldırgan, kötü niyetli, entrikalar çeviren
kom ularımız arasındaki farkı ifade etmekte kullanırım.
Biz ve onlar, iç grup ve dı grup, her bir örnekte bizim kendimize özgü duygusal renklerimiz kadar ayrı ayrı
özniteliklerimizi de kar ılıklı uzla mazlığımızdan türetir. Denebilir ki, bu uzla mazlık zıtlığın iki tarafını da
tanımlar. Yine denebilir ki, her bir taraf kendi kimliğini, bizim onu zıddıyla birlikte uzla mazlık olu turan bir
ey olarak görmemizden türetir. Bu tespitlerden hareketle gerçekten a ırtıcı bir sonuç çıkartabiliriz: C i grup,
tam da iç grubun kendi hayali zıddıdır ve iç grubun özkimliği, tutarlılığı, kendi içindeki dayanı ması ve
duygusal güvenliği için ona ihtiyacı vardır. Đç grubun ihtiyaçları çerçevesinde i birliğine hazır olmak âdeta bir
kar ıt ile i birliğini reddetmenin gerekçesidir. Hatta denebilir ki, gerçekte bir dı gruptan beklenen davranı ı
gösteren bir grubun fiili mev-52
cudiyeti ne orada ne de buradadır; böyle bir grup yoksa bile, kendi sınırlarını çizmek ve korumak için, kendi
içinde sadakati ve i birliğini temin etmek için bir dü man varsayması gereken grubun tutarlılığı ve bütünlüğü
a kına icat edilecektir. Sanki bir yerde kendimi evimdeymi gibi güvende hissetmem için yabanıllığın saldığı
korkuya ihtiyaç duyarım. "Đçeri"nin değerini gerçek anlamda vermek için bir "dı arı" olmalıdır.
Bir iç gruba atfettiğimiz, ondan istediğimiz ya da almayı umduğumuz kar ılıklı duygu akı ı ve yardımla ma
için en iyi model ailedir; bu, zorunlu olarak kendi deneylerimizden, her zaman ho olmayan deneylerimizden,
bildiğimiz aile değil, "ideal bir aile" olarak tahayyül ettiğimiz, olmasını istediğimiz ya da hayalini kurduğumuz
bir ailedir. Çoğu iç gruba yönelik tutumlara rengini veren idealler, dayanı ma, kar ılıklı güven ve "ortak bağ"
(yani, kar ı taraf ne zaman yardım istese ne pahasına olursa olsun yardım elini uzatma yükümlülüğü ta ımak
ve bu yükümlülüğü yerine getirmek) idealleridir. Ki inin, ideal bir ailenin üyelerinden beklediği kar ılıklı
davranı biçimidir. Ana babaların çocuklarıyla ideal ili kileri, sevgi ve efkatin, birinin üstün gücünü ya da
etkisini ili kideki zayıf tarafın çıkarları için kullanmanın modelini olu turur. Karı koca arasındaki ideal ili kiler
tamamlayıcılığın örneğidir; ancak birlikte, kadının ya da erkeğin en iyi yaptığı i leri ötekinin hizmetine sunarak
ikisinin de değer verdiği ve gözettiği amaca ula abilirler. Karde ler arasındaki ideal ili kiler fedakârca
yardımla manın, ortak bir dava için güçleri birle tirmenin ve "birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için" türü
dayanı macı bir davranı ın ilkörneğini sunar. Zaman zaman belki fark etmi sinizdir, izleyicilerine kar ılıklı
bağlılık duyguları a ılamayı isteyen insanlar karde lik metaforlarım kullanmaya bayılırlar ve dinleyicilerine
"karde ler" ya da "bacılar" diye seslenirler. Milli dayanı ına duyguları ve milleti için kendini feda etmeye hazır
olma, ülkeden "ana vatanımız" ya da "atalarımızın toprağı" diye söz ederek sağlanır.
Kar ılıklı yardım, kollama ve arkada lık bundan dolayı iç grup hayatının hayali kurallarıdır. "Biz grubu" içinde
saydığımız ba kalarını dü ündüğümüzde, aralarında bir fikir ayrılığı olsa bile onlann sanki hepsi için yararlı bir
çözüm ve bu konuda genel bir kabul, ilke olarak hem arzu edilir hem de ula ılabilir bir eymi gibi
davranacaklarını umarız. Bir dostluk havası içinde, barı çıl bir biçimde ve çıkar ortaklığının bilinciyle çözümü
müzakere etmelerini bekleriz. Birinin diğerinden ayrı dü mesi ise aksine, eğer sadece bütün taraflar "konuya
ili kin bütün gerçekleri görselerdi" ve çe itli oyun bozanların (onlar çok büyük bir ihtimalle "öteki tarafın
ajanları, "bizden" görünen "bozgunculardır) kendilerini aldatmalarına meydan vermemi olsalardı,
savu tumlabilecek olan geçici bir talihsizlik olarak görülecektir. Bütün bunlar, iç grup türü ili kileri duygu
olarak sıcak, kar ılıklı anlayı ile yürütülen ve bu yüzden herkeste herkese kar ı grubun sıkı savunusu için
gerekli bağlılık ve kararlılığı uyandıran ili kiler olarak algılamamızı sağlar.
Biz grubumuzun ortak üyeleri ile olduğu gibi özde le tiklerimiz hakkındaki herhangi bir aksi dü ünceyi hafife
almayacağımız ortadadır. Eğer böylesi dü ünceleri duyarsak, muhtemelen onları çürütmek ve "haksız yere
suçlanan"ın temiz adını korumak için elimizden geleni yaparız. Eğer iç gruba ait insanların hiç de kusursuz
olmayan bir biçimde davrandıklarına ili kin kanıtlarla kar ıla ırsak, olguları geçi tirmek ya da bunu kötü
niyetli dedikodu, zayıf iradenin kanıtı ya da dü man propagandasının uydurmaları olarak göz ardı etmek için
çok gayret sarf ederiz. Elbette, bunun tersi bizim "onlar" hakkında yapabileceğimiz bütün suçlamalar için
geçerlidir. Bu tür suçlamalar aksine doğrudur. Doğru olmaları gerekir. Doğru olsalar iyi olur...
Tüm bunların vardığı yer bütün dü ünümler ve argümanlardan önce gelen bir duygudur; ya anası ho bir yer,
gerçekten ki inin evi, tıpkı ki inin evinde olduğu gibi sınırları ne pahasına olursa olsun korunması gereken bir
cemaat ya da bir iç grup duygusudur. Burada, içeride i ler bazen ters gidebilir ama sonuçta her zaman bir
çözüm bulunur. Đnsanlar acımasız ve bencil görünebilirler ancak ki i ihtiyaç duyduğunda onların yardımına
güvenebilir. Her eyden önce, ki i onları anlayabilir ve onlar tarafından anla ıldığından emin olabilir. Onların
davranı ının yanlı yorumlanması ihtimal dı ıdır. Her ey bir yana, ki i huzur veren güvenlik duygusunu ya ar;
54
eğer bir tehlike belirirse kesinlikle zamanında tespit edilcn'l sonra "biz" onunla sava mak için güçlerimizi
birle tireceği/..
Bunlar, ne zaman "biz"den bahsetsek hissettiğimiz eyle biz bunu birçok sözcükle dile getirmesek ya da asla
kendi kcınl ze telaffuz etmesek bile hissederiz. Bunu hissederiz ve önemli < "biz" içine dahil ettiğimiz bütün
bu insanların gerçekten yapı 11 değil bu histir. Onların pratikleri hakkında bazen, özellikle < manevi yakınlık
fiziksel yakınlıkla, sık sık kar ıla malarla, k ili ki ile, yüz yüze ili ki ile birlikte yürütülmüyorsa, çok az sn liriz.
Büyük küçük bütün iç grup imgelerimiz belli hayati özelli bakımından ortaklık gösterse de, bu imgeleri
uyguladığımız f. lar kendi içlerinde son derece farklıdır. Bazı iç gruplar hacim rak küçüktür; aslında o kadar
küçüktür ki içindeki bütün ins;ıı etkile imleri sık ve yoğun olması yanında, günün çoğu zamanı kinliklerinin
çoğunda birbirlerini yakından gözleyebilirler. Bu yüz yüze gruplardır. Aile, özellikle bir çatı altında ya ayan bir;
buna en bariz, aslında birincil örnektir. Ancak bir yandan dıı, martlarını olabildiğince birlikte geçiren ve sürekli
birbirlerinin ı ğinin özlemini duyan vefalı dostlardan olu mu sıkı grupları da ünebiliriz. Bir arkada lık
grubunu iradi olarak seçebilir, deği i bilir ya da terk edebilirken, ailenin bile imi ancak kısmen bizini çimimize
bağlı olmasına rağmen, idare edilebilir ölçüleri sayesi iki grup da, ancak yüz yüze ili kide bulabileceğimiz
yakınlık l verir. Böylesi gruplar içinde biz ba kalarının gerçekte neler yap lan ve nasıl yaptıklarına bakarak
kendi beklentilerimizi ve i< imgelerimizi etkili bir biçimde sınayabiliriz. Hatta eğer fiili tul ı larının bizim
beklediğimi:?; ölçütlere uymadığını fark edersek, d> larıınızın davranı larını ideale yakla tırmaya bile gayret
ede Ho lanmadığımız eyler için onları kınayıp cezalandırabilir, l landığımız eyler için ise övebilir ve
ödüllendirebiliriz. Böylesi ruınlarda, ideal imgemiz elle tutulur, "maddi" bir güç kazanır; zeltmeci eylemlerimiz
aracılığıyla, ideal biz grubunun bütün tiyi rinin yaptıkları üzerinde daimi bir baskı uygular. Hatta ideal ini miz
sonunda gerçekliği onayladığımız normların çizgisinde tuonu tahayyül ettiğimiz ve olmasını arzuladığımız
ekle sokar. Gel-gelelim, eğer iç grup ki inin ancak grubun varsayılan birkaç üyesiyle kar ıla abileceği kadar
büyükse, bu geçerli değildir.
Sınıf, toplumsal cinsiyet ve millet bu ikinci iç grup kategorisinin tipik örnekleridir. Biz sıklıkla onların bildiğimiz
küçük, mah-. rem grupların sadece daha büyük bir ölçekteki "sureti" olduklarını tahayyül etsek de, küçük
grup mahremiyetiyle hiçbir ortak yönleri yoktur; birlikler, çoğu kere onları "biz" olarak dü ünenlerin
kafalarında kurulur. Tam ve gerçek anlamıyla hayali cemaatlerdir (ya da daha doğrusu cemaat olarak
hayalidirler; ortak sergiledikleri özellikler, kendi ba larına, haklı olarak ve güvenle sahici biz grupların gerçekte
göstereceklerini dü ündüğümüz dayanı macı eylem ve kar ılıklı anlayı ın teminatı değildir). Aslında, aynı
mevkiden ve gelir düzeyinden, aynı cinsiyetten, aynı dilden ve göreneklerden insanların meydana getirdiği
topluluklar derin çıkar çatı maları, sava an hizipler, kolaylıkla uzla tırılamayan inançlar ve hedeflerde
bölünmeler yüzünden parçalanabilir ve sıklıkla parçalanmı tır da. Birlikteliklerinde bütün bu çatlaklar vardır
ama üstleri bir "biz" imgesi ile boyanmı tır. Eğer tikel bir sınıf, toplumsal cinsiyet ya da milletten bahsederken
"biz" imgesini kullanıyorsam, bizi bölen eylere kar ın bizi birle tiren (ya da bizi birle tirdiğine inandığım ve
birle tireceğini umduğum) eylere öncelik veriyorum demektir. Bu (birçok milliyetçi liderin yurtseverlik
nutuklarında görüldüğü gibi), hayali bir cemaatin öteki üyelerine seslenmeye benzer: Farklılıkları unutun,
kavga etmeyi bırakın, ne kadar ortak yanımız olduğunu dü ünün, ortak olduğumuz eyler bizi bölen her
eyden daha önemlidir, o halde saflarımızı sıkla tıralım ve ortak davamıza sahip çıkalım.
Yüz yüze ili ki gibi bir yapı tırıcıdan yoksun olan sınıflar, toplumsal cinsiyetler ve milletler kendi kendilerine iç
grup haline gelemezler; bu hale getirilmeleri gerekir, hem de çoğu durumda onları ayıran etkili güçlere
rağmen. Bir cemaat olarak, benzer eyler hisseden aynı kafadan insanların birle ik, uyumlu ve ahenk içinde bir
bünyesi olarak bir sınıf, bir toplumsal cinsiyet ve bir millet imgesi, uyu mazlığa dü tüğü gerçekliğe
dayatılmalıdır. Bu dayatma
56
kar ıt göstergelerin sahte ya da anlamsız bulunarak bastırılmalarını ya da göz ardı edilmelerini talep eder. Bu
dayatma dur durak bilmeden ve gözünü kırpmadan birlik vazedilmesini de ister. Etkili olabilmesi için, bu
dayatmanın pratikleriyle çıkarların ve inançların hayali birliğine can veren eylemcilerden olu an kalıcı, disiplinli
ve çalı kan bir organa, cemaat adına konu an bir tür meslekten sözcülere ihtiyaç duyar. Bu organ (örneğin,
bir politik parti, sendika, feminist dernek, milli kurtulu komitesi, milli devletlerin hükümetleri) cemaate ait
olmanın ne anlama geldiğini tek tek belirler. Bu ör-gan, bütün üyelerin yardımla manın yeterli dayanakları
olarak sözde payla tığı (ortak tarihsel gelenek, ortak ezilmi lik, ortak dil ve âdetler) gerçek ya da hayali
özelliklere i aret ederek birliğin gerekçelerini sağlar. Eğer buna gücü yeterse, kaynaklarını vazettiği modele
uyumu sağlamak ve muhalifler ile sapkınları cezalandırmak ya da tecrit etmek için de kullanır. Kısaca, bu gibi
organların eylemi büyük Ölçekli iç grupların olu umundan önce vardır. Dolayısıyla sınıf mücadelesi fikri ve
onu sürdüren militanlar, sınıfı bir iç grup olarak görme temelinde yükselmi sınıfsal dayanı ma eyleminden
önce vardır. Benzer bir ekilde, milliyetçilik (millete bağlılığın bütün öteki bağlılıkların önüne geçtiği fikri),
birle ik milli birimlerin ortaya çıkı ından önce gelir.
Cemaat fikrini savunan organlar ne kadar heybetli olurlarsa olsunlar ve ne kadar sıkı çalı ırlarsa çalı sınlar,
gerçeklikle ili kileri kaçınılmaz olarak kırılgan ve zayıftır. Yüz yüze ili kideki gibi sıkı bir ağla örülmemi
olduğundan, büyük ölçekli bir cemaatin birliği inançlara ve duygulara yapılan sürekli çağrılarla ayakta
tutulmalıdır. Bir sınırın çizilmesi ve savunulmasının muazzam önemi de buradan doğar. Eğer dü ünülen iç
grupta dayanı manın kurulması bir dı gruba kar ı dü manlığın vazedilmesi ve uygulanması e liğinde
yürütülmüyorsa, büyük ölçekli bir iç gruba sadakat a ılama yönünde hiçbir çabanın ba arı ansı yoktur.
Ki inin kendi grubunun renkleri huzur verici ve iç açıcı iken, dü man imgesi donuk ve korkutucu renklerle
boyanmı ın'. Dü manlar çok kurnaz ve entrikacıdır. Onlar arkada canlısı kom u maskesi taksalar ya da
gönüllerinde yatan i leri yapmaktan caydı nisalar da amansız dü manlardır. Đstediklerini yapmalarına izin
verilirse, i gal ve istila edecek, kölele tirecek ve sömüreceklerdir: Eğer yeteri kadar güçlüyseler açıktan açığa,
eğer gerçek niyetlerini gizlemek zorunda kalmı larsa alttan alta bunu yapacaklardır. Demek ki, sürekli uyanık
kalmalıyız; onların deyi iyle, barutumuzu kuru tutmalıyız, silahlanmalı ve silahlarımızı modernle tirmeliyiz,
dü man fark etsin ve zayıflığını kabul edip kötü niyetlerinden vazgeçsin diye güçlü olmalıyız.
Dı gruba kar ı, genellikle kar ı tarafın dü manlığı ve kötü niyetine zorunlu bir yanıt olarak gösterilen
dü manlık, ku ku ve saldırganlık bir önyargı doğurur ve zamanla bu önyargı tarafından ilerletilir. Önyargı
dü manlarda olabilecek herhangi bir erdemin, gerçek ya da hayali kusurlarını abartma eğilimi ile katlanarak
doğrudan reddi anlamına gelir. Dü man ilan edilenlerin eylemleri öyle bir yorumlanır ki, her yaptıkları
imgelerini daha fazla karartır ve sanki "ne yaparsan yap, ne söylersen söyle, yerden yere vurulacak ve sana
kar ı kanıt olarak kullanılacaktır" ilkesine uygun olarak yapılanlarda kötücül dürtüler bulunur. Önyargılar, dı
grubun niyetlerinin iyi olabilmesi ya da dü manlar ne söylemi se onu demi olabilecekleri ve barı
önerilerinin samimi ve gizli dürtülerden arınmı olabilmesi ihtimalinin kabul edilmesini engeller. "Kötülük
impara-torluğu"na karsa sava ta, görünü te ne kadar barı çıl ya da büsbütün zararsız olursa olsun, dü manın
her hamlesi hain emelinin bulunup çıkarılması için büyüteç altına yatırılır.
Önyargı kendini ikili ahlâki ölçütler biçiminde de gösterir. Đç grup üyelerinin kendilerine doğal olarak hak
gördüğü ey, dı gruptan insanlar için yapıldığında bir lütuf ve iyilik eylemi olacaktır; tersine, iç grup üyeleri
söz konusu olduğunda övgüye değer bir fedakârlık eylemi olarak el üstünde tutulan ey, eğer bir dı grup
üyesi tarafından yapılmı sa "sıradan insani nezaket" sayılıp önemsiz görülür ya da görmezden gelinir. En
önemlisi, ki inin dı grup üyelerine kar ı kendi yaptığı kötülükler vicdan ahlakıyla çeli meyen eylermi gibi
görülürken, çok daha az zararlı eylemlerin dü man tarafından yapılması durumunda bu eylemlerin iddetle
mahkûm edilmesi beklenir. Önyargı insanları, dı grubun amaçları söz konu58
su olduğunda, asla haklı görülmeyecek araçların kendi davalı yürütülmesinde kullanılmasını onaylamaya iter.
Aynı eyk1 hangi tarafın yaptığına bağlı olarak bazen övgüyü bazen de yi hak ederek farklı isimler alır.
Özgürlük sava çıları ve terör protestocular ve ba belaları, devrim ve isyan gibi kavram çil ni dü ünün. Bu ve
benzer kaçamaklar, adaletin haklı olarak ve nidan doğruya iç grubun yanında olduğunda -inatla, tekrar ı ve
temiz bir vicdanla- ısrarlı olmamızı sağlar.
Önyargı eğilimi birörnek dağılmamı tır. Bazı insanların di yi keskin ve uzla maz zıtlara göre algılamaya ve
kendileri farklı olan ya da görünen herkese derin bir kin beslemeye öze yatkın oldukları çok sık
görülmektedir. Bu tür bir yönelim ırk tumlarda ve eylemlerde -ya da daha genel olarak "yabancı" her eye
dü manlık anlamına gelen zenofobi'd& (yabancı dü n ğı)- kendini gösterir. Bu arada, önyargıları fazla olan
insanlar malde inatla ve tutkuyla tektiplilikten yanadır. Katı davranı Is larından herhangi bir sapmaya pek
tahammül edemezler ve bu dolayı insanları hizaya sokan güçlü bir iktidardan yalladırlar. U davranı kalıbıyla
nitelenen insanların otoriter ki iliğe sahip ol lan söylenir. Ba kaları çevrelerini saran çok çe itli hayat tarzi la
mutlu ya ar ve deh etli farklılıklara bile ho görüyle baka bazı insanların neden böyle bir otoriter ki iliğe sahip
oldu inandırıcı bir açıklama getirilememi tir. Pekâlâ denebilir ki, ı ter ki iliğin bir ifadesi olarak nitelediğimiz
ey, aslında bu ki; sergilediği iddia edilenleri potasında eriten bir sosyal 'durumuı nucudur. Öte yandan, daha
yakından bakıldığında önyargımı ni liği ve iddetindeki deği imlerin, etkilenen ki inin ya adıj eylemde
bulunduğu bağlamla ili kili olduğu anla ılır.
Đç grup ile dı grup arasındaki keskin sınırlar fikrine "mü olma" ve birinciyi görünü te ikinciden gelen tehdide
kar ı kı k lıkla kollama eğilimi, alı ıldık ve bildik hayat ko ullarında ürt cü bir deği ikliğin yarattığı güvensizlik
duygusuyla çok yakıı ili kilidir. Daha çok belirsiz ve daha az kestirilebilir hale geld durum tehlikeli ve bu
yüzden korkutucu görülmeye ba lar. Đnsi' nn o güne kadar hayatla ba etmenin verimli ve etkili yolu
olgördüğü ey, aniden daha az güvenilir hale gelir; insanlar önceden ba ettiklerine inandıkları durumun
kontrolünü kaybettikleri duygusuna kapılırlar. Bu yüzden deği ime kin duyulur. Güçlü bir biçimde "eski
tarzları" (yani bildik ve rahat tarzları) savunma ihtiyacı duyulur ve sonuçta ortaya çıkan saldırganlık yeni
gelenlere -eski tarzlar hâlâ güvenle yerlerinde dururken mevcut olmayan ama imdi ortalarda dola an
ki ilere- yöneltilir. Üstüne üstlük, yeni gelenler zaten farklıdır; onların kendi hayat tarzları vardır ve bu yüzden
deği imin elle tutulur timsalidirler. Đki kere iki nasıl dört ediyorsa aynı ekilde deği imden, eski güvenliğin
yitip gitmesi, eski âdetlerin gözden dü mesi, imdiki durumun belirsizliği ve geleceğin getirebileceği
felaketlerden bizatihi yeni gelenler sorumludurlar.
Norbert Elias, yerle ikler ve dı arlıklılar teorisinde önyargı üreten duruma ili kin kapsamlı bir analiz
sunmaktadır. Dı arlıklıların içeriye akın etmesi, yeni gelenlerle eski sakinler arasındaki farklılık ne kadar belli
belirsiz olsa bile, her zaman yerle ik nüfusun hayat tarzına bir kafa tutu demektir. Yeni gelenlere yer açma
zorunluluğundan ve dı arlıklıların kendilerine yer bulma ihtiyacından doğan gerilim iki tarafı da farklılıkları
abartmaya iter. Farklı ko ullarda göze çarpmadan geçi tirilebilecek, genelde küçük küçük özellikler imdi
göze batar ve birlikte ya amanın önündeki engeller olarak sunulur. Bunlar tiksinti duyulan nesneler haline
gelerek kesin ayrılığın kaçınılmaz ve kayna manın dü ünülemez olduğuna kanıt olarak kullanılır. Endi e ve
dü manca duygular iki tarafta da kaynama noktasına eri ir ancak yerle ikler bir bütün olarak önyargıları
temelinde harekete geçmek için daha iyi kaynaklara sahiptirler. Onlar aynı zamanda sırf yerle imlerinin
uzunluğu nedeniyle, o yer üzerinde kazanmı oldukları haklara da sığınabilirler ("Burası bizim atalarımızın
toprağıdır"). Dı arlıklılar yalnızca yabancı ve farklı olmakla kalmazlar, orada olmaya hak kazanmamı
"istilacılar" ve i galciler olarak görülürler.
Yerle iklerle dı arlıklılar arasındaki karma ık ili ki iç grup ile dı grup arasında büyük bir çe itlilik gösteren
çatı maların, daha genelde ise yaygın ve derin önyargı örneklerinin açıklanmasında çok i e yarar. On
dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sında modern anti-se-60
mitizmin doğu u ve yaygın kabul görüsünün, hızla sanayile en bir toplumdaki yüksek deği im hızıyla
Yahudilerin özgürle mesinin çakı masına bağlanabilir - o dönemde Yahudiler kendi gettolarından ya da
kapalı cemaatlerinden çıkarak Yahudi olmayan ehir nüfusuna karı maya ve "sıradan" i alanlarına girmeye
ba lamı lardı. Fabrikaların ve ticari mal üreten irketlerin rekabeti yüzünden, alı tıkları varolu larını
kaybetmek üzere olan zanaatkar ve esnaf kesimi, daha önce sokaklarında görünmeyen yabancıların geli ini,
dünyayı sarsan karı ıklığın inandırıcı açıklaması olarak büyük bir evkle kabul ettiler. Aynı ekilde,
imparatorluğun yava yava parçalanması ardından güvenliğin geleneksel zeminlerinin kayması, sava sonrası
Britanya'da kentsel yeniden geli me sürecinde kentin bildik çehresinin tahrip edilmesi ve sonra birçok insanın
becerilerine ve hayat beklentilerine denk dü en endüstrilerin ortadan kaybolması, sonunda Antiller'den ve
Pakistan'dan gelenlere ili kin yaygın bir endi e doğurdu; ve tabii ardından felaket habercilerine yönelik bir
tepki dalgası - bu bazen açıkça ırkçı bir biçimde bazen de "yabancı kültüre" direnme maskesi altında
aldatmaca biçiminde ifade edilir ("insani temellerde" Đslâmî usûlde et kesimine kar ı ya da yemekte
geleneksel pancake" yerine chapatti'" veriliyor bahanesi altında birle ik eğitime kar ı protestoları dü ünün).
Bir örnek daha alalım: On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında fabrikalardaki hızlı makinele me ve ardından
çalı ma süreçlerinde vasıf aranmaz hale gelmesiyle i güvenlikleri tehdit altına giren vasıflı i çilerin onlarca yıl
süren kaygıları ve umutsuzlukları, kendilerine "genel" diyen ama çok geçmeden yerle ik sendikalar tarafından
"vasıfsız" payesi biçilen i çilerin akınına kar ı bir cepheye dönü tü. Vasıfsızlar sendikalara alınmadılar ve ancak
vasıflı i çilerin direni ine kar ı sendikal haklar mücadelesinde ba arılı olduktan sonra sendikal koruma altına
girebildiler.
Deği im ba layıp eski biçimlerde süren fırsatlar hızla kaybolduğunda, benzer süreçlere günümüzde de
rastlanır. Bunu sendikala ini u ya da bu grup i çinin i lerini ba ka sendikanın üyeleriyle payla maya
cansiparane direnmesinden anlarız; mesleki yetki sınırlan üzerine yapılan tartı malar belki de yakın dönemde
patlayan grevlerin en sık rastlanan nedenidir. Yeni gelenleri tehlikeli dı arlıklılar olarak gösterme yönündeki
yerle ik eğilimin belki de en çarpıcı örneği, kadınların i yerlerinde ve etkili sosyal konumlar üzerine rekabette
e it hak iddialarına kar ı malum erkek direni idir. Bir zamanların güvenli erkek koruganlarma kadınların giri i
o zamana kadar meydan okunmamı kuralları tartı malı hale getirir ki, bu önceden her eyin yerli yerinde
olduğu bir ortama güçlü ve öfkeli bir bozguncu unsuru sokar. Feministlerin e it haklar talebi tehlike
duygularını harekete geçirmekte, bu da hiddetli tepkiler ve saldırgan tavırlar yaratmaktadır.
Muhtemel sonuçlarının vahameti kadar yerle ik-dı arlıklı uzla mazlığının keskinliği, yerle iklerin kavgacılığının
dı arlıklı konumuna itilmi grupta, en azından ate kes ihtimalini azaltan simetrik bir kar ılığı ortaya çıkarması
ile daha içinden çıkılmaz hale gelir. Amerikalı antropolog Gregory Bateson, dü man tutumların âdeta dü man
davranı ı te vik ederek kendi gerekçesini sağlaması eklinde ilerleyen etki-tcpki zincirine schismogenesis*
adını takmı tır. Her eylem daha güçlü bir tepkiyi doğurduğundan, iki taraf da ister istemez derin ve kalıcı bir
bölünmeye doğru sürüklenir. Taraflardan birinin kar ılıklı ili kiler üzerinde ba langıçta olabilecek kontrol gücü
ve etkisi artık kaybolmu tur. "Mevcut durumun mantığı" üstün gelmi tir.
Bateson asıl olarak iki tür schismogenesisten söz eder. Simetrik schismogenesis durumunda, tarafların her biri
kar ıtında gördüğü g"ç belirtilerine tepki gösterir. Rakip ne zaman kuvvet ve kararlılık gösterse, daha etkili bir
kuvvet ve kararlılık yoluna gidilir. "Caydırma inanılır olmalıdır" ya da "saldırgana saldırının sökmediği
gösterilmelidir" sloganlarını dü ünün; bazı strateji uzmanlarına göre, nükleer füzeler mekanizmasının devreye
sokulması dü manı has-mane bir eylem durumunda son pi manlığın nükleer bir misilleme* Schism: ayrılma, bölünme, hiziple me; genesis: yaratılı , olu um; "bölünmeyle, ihtilafla varolma". {;.n.)
62
yi durdurmayacağına ikna edecek biçimde otomatik olmalıdır. ,'.ı metrik schismogenesis çatı an taraflarda
kendini öne çıkarma dnv gusunu besler ve rasyonel müzakere ve anla ma ihtimalini geı\t l ten ortadan
kaldırır. Evlilikte e ler arasındaki kendi kendini azdıuıı zıtla mayı dü ünün; her iki taraf da uzla ma yerine
kendi tarzıınl ısrar ettikçe ve iki taraf da ancak kuvvetli bir irade gösterilmesinin ve zayıflık göstermeme
kararlılığının bu amaçlarına hizmet edrln leceğini varsaydıkça, ba langıçta küçük görü ayrılıkları tarallaı dan
hiçbirinin kapatamayacağı derin uçurumlara dönü ür. Artık l,ı raflardan hiçbiri kavganın ba langıçtaki
nedenini hatırlamaz bili-, tersine, iki taraf da imdiki kavgalarının iddetinin büyüsüne kapıl ini tir. Kar ılıklı
suçlamalar ve üstünlük gösterileri denetimden 11 kar ve evlilik bo anmayla son bulur; yeni bir etkile im zinciri
dalı.ı kopmu tur.
Tamamlayıcı schismogenesis tamamen zıt varsayımlardan ılı gar ama aynı kapıya, yani ili kinin kopmasına
çıkar. Eylemlcını schismogenesis dizili i tamamlayıcıdır çünkü öteki taraf kar ı taı;ı fin artan gücünün
tezahüıieriyle kar ıla tığında direni ini zayıllu Urken, bir taraf öteki tarafın zayıflık i areti göstermesiyle
kararhlı ğını artırır. Bu, tipik olarak tahakkümcü ve itaatkâr iki partner anı sındaki her etkile imde ortaya çıkan
eğilimdir. Partnerlerden biı ı nin kendine güveni ve inancı ötekinin ürkeklik göstermesini ve im yun eğmesini
besler. Zamanla ikincinin uysallığı birincinin kendim öne çıkarması ve küstahlığı ile el ele yürür. Tamamlayıcı
schisnm genesis örnekleri çok sayıda olduğu gibi, içerik olarak da çok çe il lidir. Bir uçta korku salarak bütün
yöreyi ko ulsuz teslim almı ve ardından hiçbir direni in olmamasına bakarak kendi mutlak hâki miyetine
inandığından, kurbanlarının kapasitesini a an talepler ileri sürmeye ba lamı bir çeteyi dü ünün. Bu ya
kurbanları umutsu/ luğa sevk ederek isyan kıvılcımını ate ler ya da kurbanların çetenin haraca bağladığı
bölgeyi terk etmelerine neden olur. Öteki uçla, patron-mü teri ili kisini dü ünebilirsiniz. Hâkim (milli, ırksal,
kül türel, dinsel) çoğunluk, bir azınlığın mevcudiyetini ancak azınlığın canla ba la hâkim değerleri kabul
ettiğini ve hâkim kurallara göıt ya amaya istekli olduğunu göstermesi ko uluyla kabul edebiliı Azınlık,
yöneticileri ho nut etme tela ına dü ecek ve onlara yaranmaya çalı acaktır; egemen grubun talep ettiği
tavizlerin miktarının, o grubun kurallarıyla değerlerine teslim olunduğuna ve bir ba kaldırı ihtimalinin
olmadığına güven duymaları ile birlikte arttığını ke fedecektir. Azınlık ayrıca e it partner sayılmanın bir yolu
olarak kendi özgüllüklerini sergileme stratejisinin ters teptiğini de öğrenir. Azınlık bu durumda ya kendi
gettolarına çekilecek ya da stratejisini simetrik schismogenesis modeline uygun olarak deği tirecektir. Tercih
ne olursa olsun, ili kinin kopması muhtemel sonuçtur.
Ama iyi ki, Bateson'ın belirttiği gibi, etkile imlerin gösterebileceği üçüncü bir biçim daha vardır: kar ılıklılık.
Kar ılıklılık bir bakıma daha önce tartı tığımız iki modelin özelliklerini birle tirir ancak bunu kendini tahrip
eğilimlerini körelten bir biçimde yapar. Kar ılıklı bir ili kide, her bir tekil etkile im örneği asimetriktir, ancak
uzun dönemde iki tarafın eylemleri birbirini dengeler ve böylelikle ili ki "e itlenir"; etkile im bir uçuruma
sürüklenmeden uzun zaman bu niteliklerini koruyabilir. Kısaca, kar ılıklılık tarafların her birinin öteki tarafın
ihtiyacı olan bir eyi kar ıladığı- (örneğin, ancak hor görülen ve ayrıma tabi tutulan azınlık, çoğunluk
üyelerinin kaçındığı, feci halde ihtiyaç duyulan ama gelecek vaat etmeyen i leri yapmaya hazır olabilir) bir
ili kidir. Öteki tarafın hizmetlerine bağımlılık partnerlerden her birinin verdikleri kar ılığında a ırı ödüller talep
etmesini engeller. Denebilir ki, kar ılıklılığın bazı biçimleri çoğu etkile imin çerçevesini olu turur. Her
halükârda bu biçim, neredeyse tanımı gereği her dengeli ve istikrarlı ili ki çerçevesinde mevcuttur. Bu,
özellikle ertelenmi kar ılıklılık biçimini aldığında (örneğin, çocuklar kendi çocuklarına bakarak ana
babalarının kendilerine bakmalarının "kar ılığını ödediklerinde"), çerçevenin uzun süre sağlam kalmasını ve
kendini yeniden üretmesini sağlayabilir. Gelgelelim, hiçbir kar ılıklı ili ki çerçevesinin yer yer simetrik ya da
tamamlayıcı bir ili kiye kayma ve dolayısıyla schismogenesis sürecini ate leme tehlikesinden tamamen
bağı ık olmadığı akılda tutulmalıdır.
64
Yabancılar
Geçen bölümlerde "biz" ve "onlar"ın ancak birlikte, birbirleriyle zıtlık içinde anlamlı olduklarını gördük. Biz
ancak biz olmayan ötekiler, "onlar" varsa biz oluruz; ve onlar da hep birlikte, bir bütün olarak grup
olu tururlar, bunun tek nedeni de onların aynı özni-telikleri payla malarıdır: Onların hiçbiri "bizden biri"
değildir. Kavramların ikisi de kendi anlamlarını, çizdikleri ayrım çizgisinden türetir. Böyle bir bölünme
olmaksızın, kendimizi "onlar" kar ısına koyma ihtimali olmaksızın, kendi kimliğimizi anlamlandırmada zorluk
çekeriz.
Öte yandan, "yabancılar" bu bölünmeye meydan okurlar; denebilir ki, onlar bizatihi zıtlığa -her tür
bölünmeye, bölünmeleri muhafaza eden sınırlara ve dolayısıyla bunların sonucunda ortaya çıkan sosyal
dünyaya- kar ıdırlar. Onların önemi, anlamlan ve sosyal hayatta oynadıkları rolleri de burada yatar. Sırf
yerle ik hiçbir kategoriye kolayca uymayan varlıklarıyla yabancılar, bizatihi kabul edilmi zıtlıkların geçerliliğini
Đnkâr ederler. Kar ıtların "doğal" özniteliklerini yalancı çıkarırlar, keyfiliklerini açığa vururlar, kırılganlıklarını
gözler önüne sererler. Bölünmelerin aslında ne için var olduklarını, üzeri karalanabildi ya da yeniden
çizilebilen hayali çizgiler olduklarını gösterirler.
Karı ıklığa meydan vermemek için, ba tan yabancının basitçe bilinmedik bir ki i -iyi tanımadığımız, her
yönüyle tanımadığımız ya da hiç tanımadığımız bir ki i- olmadığını kaydedelim. Bir ey söylemek gerekirse,
bunun tersi doğrudur: Yabancıların dikkate değer özelliği büyük oranda bildik olmalarıdır; bir ki iyi yabancı
olarak kabul etmek için, öncelikle onun hakkında hiç olmazsa birkaç ey bilmem gerekir. Her eyden önce,
onların tekrar tekrar, davetsiz olarak benim görü alanıma girmeleri lazımdır: Öyle ki ben onları yakın
çevremde görmeliyim; istesem de istemesem de onlar kesinlikle benim ya adığım ve ayrılmadığım, ayrılma
i aretleri de göstermediğim dünyada ya arlar. Böyle olmasalardı, yabancı değil, olsa olsa "hiç kimse" olurlardı.
Hiç kimse dediklerim, çoğu kere belli belirsiz, dikkatimi çekmeden ve dağıtmadan, günlük hayatımın baktığım
ama görmediğim arka planında hareket eden, bir yüzü, çehresi olmayan ve biri diğerinin yerine geçebilen çok
sayıda olu um arasında kaybolurlar. Onları duyarım ama ne söylediklerini dinlemem. Yabancılar ise tersine
gördüğüm ve dinlediğim insanlardır. Tam da onların mevcudiyetine dikkat ettiğim, onların mevcudiyetini
görmemezlik edemediğim ve basitçe dikkatimi vermeyi reddederek bu mevcudiyeti ilgisiz kılamadığım için,
onları anlamlandırmakta güçlük çekerim. Onlar âdeta ne yakın ne de uzaktırlar. Ne "biz"im bir parçamızclırlar
ne de "onlar"ın bir parçası. Ne dü man ne de dostturlar. Bu nedenle a kınlık ve endi e yaratırlar. Onlarla tam
olarak ne yapacağımı, onlardan ne bekleyeceğimi, onlara nasıl davranacağımı bilemem.
Kolaylıkla dikkat çeksinler ve bir kere dikkat çektikten sonra da tüm açıklığıyla anlatabilsinler diye, sınırlan
mümkün olduğunca
66
FSARKA/Sıısyıılııjik Düjünmek
açık ve net çizmek, göründüğü kadarıyla insan elinden çıkım dünyada ya ayan ve ya amak için eğitilmi
insanoğlu için ;,"" rece önemli bir konudur. Eğer iyice belirlenmi sınırlar ncl< n leyeceğimize ve her ne olursa
olursa arzuladığımız amacımı. < inek için öğrendiğimiz davranı biçimlerinden hangisini yap.' miza ili kin
a maz i aretler göndermiyorsa, toplum içinde inak için gerekli becerilerin hepsi yararsız, çoğu kere zararlı
zen doğrudan intihar demek olacaktır. Ne var ki, bu sınırlar lı< > man uzla ımsaldır. Sınırların kar ıt
taraflarında bulunan iıi',,ıı| bizi hatalı sınıflandırma yapmaktan kurtaracak kadar birbirk-ını farklı değildirler. Ve
bu yüzden böylesi keskin ve net çizgilcı i mayan bir gerçeklikte "evet-hayır" bölünmelerini korumak it,iıj rekli
çaba göstermek gerekir. Örneğin, cemaat kurallarına ht'| kuralların bağlayıcı olduğu bir alan ile sava a özgü
pragmalikl geçerli olduğu bir alan arasında çok önemli görünen o sının inek, hiç de açık ve seçik olmayan bir
duruma yapay (ve dolayı la güvenilmez) bir netlik dayalına çabasıdır her zaman. Đnsanla! salar bile çok
nadiren birbirlerinin "tam ve eksiksiz zıtlar"ı olu Eğer bir bakımdan farklılık gösterirlerse, ba ka bir bakımdan l
zerlik gösterirler. Farklılıkları bile zıt kategorilerin ima edeceği lamda, nadiren bariz ve ko ulsuzdur. Çoğu
özellik derece farkı iddetli kopu lara meydan vermeden, sıklıkla hissedilmez hiı çimde birbirinden ayrılabilir.
(Schutz'un doğal bölünmelere u mayan sürekli çizgi imgesini hatırlayın; öyle ki birbirini izleyn insan arasındaki
uzaklık sonsuz küçük olabilir; çizginin soluml; lan bütün insanları sağda kalan bütün insanlardan tamamen ayı
bir kategoriye sokan her sınır, her kesiklik belli ki aynı ekilde fidir ve savunulması güçtür.) Çe itli insan
niteliklerinin örtüsı ve deği ikliklerin derece farkı olması yüzünden, her bir ayrını gisi kaçınılmaz olarak sınırın
iki yanında da, insanların aynın gisinin akla getirdiği iki zıt gruptan birine ya da ötekine ait ol ilk elden
tanınmayacağı bir tür gri alan bırakacaktır. Đ lemin ancak kaçınılmaz olan böyle bir belirsizlik tehdit olarak güı
çünkü durumu içinden çıkılmaz hale getirir ve bir iç grup ya d; grup bağlamında hangi davranı ın uygun bir
davranı olduğunu kada ça bir i birliği ile temkinli ve hasmane bir sakınma durumunu kesin olarak ayırt
etmeyi son derece güçle tirir. Dü manlarla sava ırız, dostları severiz ve onlara yardım ederiz; ama ne dü man
ne dost olanlara ne diyeceğiz? Ya da hem dü man hem dost olanlara?
Britanya asıllı Amerikalı sosyal antropolog Mary Douglas, insan uğra ları arasında insan yapısı düzeni dur
durak bilmeksizin "etiketleme" i inin hayati bir rol oynadığına i aret etmi tir; insan hayatı için can alıcı
farklılıkların çoğu doğal olarak, kendiliklerinden mevcut değildir; bulunmaları ve titizlikle savunulmaları
gerekir. (Ortaçağ'da bir yeraltı karikatürünün elden ele dola tırıldığı anlatılır: Karikatürde dört kafa
resmedilmi ve u ba lık konmu tur: "Bilin bakalım, hangi kafa Papa'ya, hangisi Prens'e, hangisi köylüye,
hangisi dilenciye aittir?" Elbette kafalar birbirinin aynıdır ve tamı tamına benzer olu ları -örneğin, prenslerle
dilenciler arasındaki- akıl almaz ve kapanmaz farklılıkların hepsinin kafadan, kafanın eklinden ve
büyüklüğünden gelmediğini akla getirmektedir. Bunun bir yeraltı karikatürü olmasına a mamalı.) Bu amaca
ula mak için, sınırları bulandıran ve böylelikle tasarıyı zayıflatan, hedeflenen düzeni bozan ve açıklığın hüküm
sürmesi gereken yerde akıllan karı tıran bütün bu muğlaklık bastırılmalı ve yok edilmelidir. Benim yaratmak
istediğim düzen imgem, benim güzellik ve incelik imgem, ayrımlara uymayan bu dikba lı müphem
gerçekliğin tezahürlerine öfke duymama neden olur. Silip süpürmek için elimden geleni yaptığım çöpler olsa
olsa "dı arıda bir yerde" olan, benim dünya imgemde kesin bir yeri olmayan bir eydir. E yanın doğasından
gelen bir yanlı lık yoktur. Orada olmaması gereken eyin orada olması ancak onu iğrenç ve çekilmez yapar.
Đ te birkaç örnek. Acımasızca zehirlediğimiz ve biçtiğimiz bitkileri "ot" yapan ey onların bahçemiz ile vah i
doğa arasındaki sınırı korkutucu bir biçimde yok sayma eğilimi ta ımasıdır. "Ollar" genelde göze ho gelir,
güzel kokar ve huzur verirler; eğer ormanda ya da bir kırda gezerken rastlarsak elbette, onlara vah i hayatın
hayranlık veren türleri olarak saygı duyarız. Onların "hatası" kesin çizgileriyle çim alanı, çiçek tarhı, sebze bağı
ve gül bahçesi olarak ayrılması gereken bir yerde davetsiz bitmeleridir. Bizim öngördii68
ğümüz ahengi bozarlar, tasarımızın ba ına bela kesilirler. Yemek ta-bağımızdaki yiyeceğe hayranlık duyarız
ama aynı yiyeceğin yatağımıza ya da yastığımıza saçılmı haldeki görüntüsünden iğreniriz; bunun nedeni
yalnızca yiyeceğin yerinde olmaması, fiziksel olarak tıpatıp aynı olsa da iki yerin kesinlikle ayrı tutulduğu ve
biri yemek öteki de yatak odası olmak üzere ayrı i levler gördüğü evimizin düzenini altüst etmesidir. Gururla
giydiğimiz çok narin ve pırıl pırıl ayakkabılar bile masanın üzerine konduğunda "pislik" gibi görünür
gözümüze. Aynı ekilde saç tokaları ya da tırnak makasları da, saçlarımız ve tırnaklarımız normal olarak
bedenimizin bir parçası olarak kaldıkları sürece bizim itinayla baktığımız ve gurur duyduğumuz eyler
olmalarına rağmen, yerlerinde durmazlarsa aynı gözle görüleceklerdir. Bazı kimyasal ürün irketlerinin tıpatıp
aynı deterjanlar ihtiva eden paketlere farklı etiketler yapı tırdıkları ortaya çıkmı tır; bu irketler dikkatli bir
ara tırma sonucunda çoğu insanın, banyo ile mutfağın farkını bir kere bile gözden kaçtrmamı , dolayısıyla
asla iki yerde de aynı deterjanı kullanmamı olmaktan gurur duyduğunu öğrenmi tir. Benzer birçok örnek
gibi bu örneklerde de, hepimizin "kirlilik"le sava maya ve eyleri doğru (ait oldukları) yere koymaya vb.
gösterdiğimiz takıntılı, yoğun dikkat, dünyamızı düzene sokan ve dolayısıyla ya anabilir ve kolay hareket
edilebilir bir yer kılan bu bölünmeler arasındaki sınırı kalıcı/el değmemi ve temiz tutma ihtiyacı tarafından
güdülenmi tir.
Đç grup ile dı grup, "biz" ile "onlar" arasındaki sınır çizgisi en canla ba la savunulan ve en fazla dikkat sarf
edilen ayrımlara girer. Denebilir ki, dı grup, iç grup için faydalı hatta vazgeçilmezdir çünkü iç grubun
kimliğini açığa çıkarır ve tutarlılığıyla dayanı masına güç katar. Aynı ey iki grup arasında uzanan biçimsiz gri
alan için söylenemez. Bu alan anla ılır bir ekilde faydalı bir rol oynayamaz; zararlı, niteliksiz olarak görülür.
Bundan dolayı, yurtseverlik ya da partizan dayanı ma duygularını harekete geçirme yoluyla halk desteği
kazanma derdine dü en her politikacının gözde ilkesi udur: "Bizden olmayan, bize kar ıdır". Böylesi bir
kategorik bölünmede, ara, kararsız ya da doğal bir konum için yer kalmamı ı ir. Eğer böyle bir yere izin
verilirse, bu konumlar doğru ya da yanlı arasındaki bölünmenin sanıldığı kadar mutlak olmadığı anlamına
gelecektir. Çok sayıda politik parti, kilise ya da milliyetçi ya da hi-zipçi bir örgütlenme, zamanlarının ve
enerjilerinin çoğunu yeminli dü manlardan çok kendi muhalifleriyle sava ta harcar. Genellikle hainlerden ve
döneklerden, düpedüz bilinen dü manlara göre çok daha yoğun bir biçimde nefret edilir. Bir milliyetçi ya da
bir parti militanı için, hiçbir dü man kar ı tarafa geçen ya da onu suçlamakta yeteri kadar ileri gitmeyen
"içimizdeki dü man"dan daha a ağılık ve iğrenç değildir; uzla macı bir tutum doğrudan doğruya
dü manlıktan çok daha iddetle kınanır. Bütün dinlerde, dönmeler açıktan açığa inançsız olanlardan çok daha
fazla nefret toplamı ve onlara çok daha büyük bir kinle zulmedilmi tir. "Safları bozmak", "ortalığı velveleye
vermek", "tarafsız kalmak" liderlerin izleyicilerine yöneltebileceği en ağır suçlardır. Bu ithamlar, milleti, partisi,
kilisesi ya da hareketi ile yeminli dü manları arasındaki bölünmenin mutlak olmadığını, kar ılıklı anlayı ın ve
hatta anla manın akla yatkın olduğunu ya da kendi grubunun erefinin lekesiz olmadığını, grubun kendisinin
ayıplardan arınmı ve her zaman haklı olmadığını dü ünen (daha kötüsü, söyleyen; en kötüsü bu dü üncesini
eylemiyle gösteren) insanlara yöneltilir.
Gelgeldim, grubun sınırı her iki taraftan da tehdit altındadır. Bu sınır içeriden, kaçkınlar, değerlerin yıkıcıları,
birliğin dü manları, dönekler damgasını yemi ikircimli insanlar tarafından a ındırıl-maktadır. Ancak bu sınır,
"pek bize benzemeyen" ancak sanki öyle imi ler gibi muamele bekleyen, yanlı a dü meden yabancılar,
"bizden olmayanlar" olarak tanımlayabileceğimiz yerlerinden ayrılan ve imdi ne olmadıklarına ili kin
kolaylıkla hataya dü ebileceğimiz yerlerde dolanan insanlar tarafından dı arıdan da saldırıya uğramakta ve
sonuçla delinmektedir. Bu "geçidi" açmakla onlar, sağlam ve dclinmcz olarak güvenilen sınırın hiç de
geçirimsiz olmadığını göstermi lerdir. Tek ba ına bu günah bile onlara kin duymaya ve geldikleri yere
dönmelerini istemeye yeter; onların görü leri insanı güvensizliğe iter; onlarda anla ılmaz bir biçimde tehlikeli
bir eyler vardır. Kendi eski yerlerinden kalkıp bizimkine geçerek, di-renenıeycccğimiz korkunç ve gizemli bir
güce, boy ölçü emeyece70
ğimiz bir zekâya sahip olduklarından ku kulanmamıza neden çak bir eyi ba armı lardır; bize kar ı kötü
niyetler ta ırlar v( yüzden bu korkunç üstünlüklerini muhtemelen bizim zarımı1 kullanacaklardır. Onlar varken
biz kendimizden emin olamayı/ lip bilmeden, yeni gelenlerin tehlikeli ve iğrenç i lere bula lıl.1 dan
ku kulanırız. "Acemi çaylak" (inancımıza kazanılmı km "yeni zengin" (birden servete konan ve bugün zengin
ve gücliı dünkü yoksul) ve "sonradan görme" (çabucak güçlü bir kını yükselen, a ağı tabakadan biri) gibi
nitelemelerin hepsi kınayn netleyici ve küçük dü ürücü anlamlar yüklüdür. Bütün bunlaı ı dün "orada" iken
bugün "burada" olan insanları i aret eder, ı hareketlilikleri ve akıl sır ermez maharetleri yüzünden, iradi ul
hem burada hem orada olan insanlara güven olmaz; nihayetindi lar geçirimsiz ve kusursuz olması gereken
eyi ihlal etmi lcıd bu ilk günah unutulamaz ya da bağı lanamaz. Bu günah alini yazılmı tır.
Onlar ba ka nedenlerle de kaygı yaratırlar. Onlar aslında gelenlerdir, bizim hayat tarzımız için yenidirler, bizim
usûller ve araçlarımızı bilmezler. Bu yüzden, bizim için normal ve ı olan, bizim hayat tarzımızdan "doğmu "
olan ne varsa onlar ie; haf, bazen de a ırtıcıdır. Onlar bizim tartı ma götürmez yol zun erdemine akıl sır
erdiremezler. Bu yüzden onlar nasıl ya yacağımızı bilmediğimiz sorular sorarlar çünkü geçmi te bi/ dimize
"Bunu neden böyle yapıyorsun? Bunun anlamı ne? l türlü yapmayı denedin mi hiç?" türü sorular
sormadığımız gil na gerek de duymamı ızdır. Ya ama tarzımıza, bize güven ver bizi rahatlatan hayat biçimine
imdi kafa tutuluyor. O hale gel bizden tarzımızı savunmamız, açıklamamız, haklılığını gösU miz isteniyor.
Tarzımız tartı masız kabul edilmiyor ve dolay artık güvenli görünmüyor. Güvenlik kaybı hafifçe geçi tirilen ey
değildir. Ve genelde geçi tirmeye niyetimiz yok. Bundan yi, böylesi sorulan saldırı, tezleri bozgunculuk,
kar ıla tırmalı küstahlık ve kindarlık olarak görüyoruz. Ke ke "hayatımızı s; inak" için, bu ani güven
bunalımından sorumlu tuttuğumuz y; cıların akınına kar ı saflarımızı kapatmı olsaydık. Rahatsızlık bu ba
belalarına kar ı öfkeye dönü üyor.
Yeni gelenler saygılı bir biçimde saçma sapan sorulardan vazgeçip süklüm püklüm otursalar ve çenelerini
tutsalar bile, günlük i lerini yürütme biçimleri hiç ku kusuz aynı altüst edici etkiyi yaratacaktır. Oradan gelip
burada kalmaya karar veren bu insanlar, bizim hayat tarzımızı öğrenmeyi, taklit etmeyi, "bizim gibi" olmayı
isteyeceklerdir. Hiçbir ey yapmasalar, çoğu evlerini tıpkı bizim gibi dö emeye, bizim gibi giyinmeye, bizim
çalı ma ve eğlenme biçimimizi kopya etmeye çalı acaktır. Bizim dilimizi konu makla kalmayacaklar,
yürüyü ümüzü ve birbirimize hitap biçimimizi taklit etmek için inatçı bir gayret de göstereceklerdir. Ne kadar
büyük çaba sarf ederlerse etsinler (ya da belki böyle büyük çaba sarf ettikleri için), en azından ba langıçta,
hata yapmaktan kaçamazlar. Çabalan inandırıcı görünmez. Davranı ları acemice, hantal ve gülünçtür; daha
çok bizim tarzımızın bir karikatürüne benzer ve bu yüzden bizi "gerçek ey"in neye benzediğini sormak
zorunda bırakır. Yaptıklarında bir hiciv havası vardır. Biz ise alaya alarak, gülerek, "karikatürü karikatürle tiren"
fıkralar üretip anlatarak beceriksiz taklitleri reddederiz. Ancak gülmemize karı mı bir acılık, kahkaha maskesi
altında bir endi e vardır. Tahribatı sınırlı tutmak için ne yaparsak yapalım, olan olmu tur artık. Bilinçdı ı
âdetlerimiz ve alı kanlıklarımız çarpıtan aynalarda bize gösterilmi tir. Onlara alaysı bir biçimde bakmak, kendi
hayatlarımızdan ele tirel bir uzaklıkta durmak zorunda bırakıldık. Bu yüzden, açıktan açığa soru sorulma-sa
bile, rahatımız kaçtı.
Görebileceğimiz gibi, yabancılara potansiyel bir tehlike olarak ku kuyla bakmak için çok neden vardır. Eğer
onlara açıktan "bize ait değil" damgası vurulsaydı ve bizim tarzımızın bize göre, onların tarzının da onlara
göre olduğunu ve ikisinin karı tırılmaması gerektiğini kabul eden yabancılar olarak kalsalardı, ba ka bir
deyi le, eğer görü alanımıza bir biçimde girseler bile onlara itibar etmememize izin verilseydi, görece
masum olacaklardı. Gelgelelim, ayrım bir zamanlar olduğu gibi açık değilse ve kalan açıklığını da kaybedeceği
yönünde sıkıntı verici bir eğilim görülüyorsa, sorun çıkma potansiyeli inanılmaz boyutta artar. Belki ba larda
gülünüp
72
geçilecek, üzerine akalar yapılacak ve alaya alınacak bir ey olarak gözümüze görünmü olan ey imdi artık
dü manlığa ve hatta saldırganlığa neden olabilir.
Bu yüzden, ilk tepki yabancıları "geldikleri yere" (yani, eğer orijinal olarak çıktıkları doğal bir mekân varsa; bu,
her eyden önce yeni ülkelerinde yerle me umuduyla gelmi , etnik olarak yabancı göçmenler için geçerlidir)
geri göndererek bölünmenin yarattığı kaybedilmi netliği yeniden olu turmaktır. Bazen bu insanları göçe
zorlama ya da hayatlarını, kötünün iyisini tercih edip kendiliklerinden toplu halde bırakıp gidecek kadar
dayanılmaz kılma çabasına girilir. Eğer böyle bir hamle direni le kar ıla ırsa ya da kitlesel göç ettirme u ya da
bu nedenden dolayı hayata geçirilebilir bir öneri değilse, soykırım gündeme gelebilir. Vah i fiziksel yok
etmenin sorumlusu, fiziksel olarak göç ettirme çabasının ba arısızlığa uğramasıdır. Soykırım, "düzenin
yeniden sağlanması"nın a ırı ve en iğrenç yöntemidir; ne var ki yakın tarih soykırım tehlikesinin hayal ürünü
olmadığım ve uluslararası mahkûmiyete ve yaygın öfke doğurmasına rağmen, soykırıma yönelik eylemlerin
patlak vermesinin bir olasılık olarak göz ardı edilemeyeceğini en deh etli biçimde gözler önüne sermi tir.
Gelgelelim, daha az nefret uyandıran ve radikal olan ba ka çözümler de seçilmiyor değildir. En sık
ba vurulanlardan biri ayrılmaktır. Ayrılma fiziksel, manevi ya da hem fiziksel hem de manevi olabilir. Fiziksel
ayrılık en güzel ifadesini gettolarda ya da etnik rezervlerde, yani yerli halkın yabancı kabul ederek ve yabancı
statülerinin ilelebet sürmesini isteyerek karı mayı reddettiği insanların ikametine ayrılmı ülkenin belli yöreleri
ya da alanlarında bulur. Bazen tahsis edilmi toprak duvarlarla ve hatta daha sıkı yasal engellerle çevrilmi tir
(Güney Afrika, siyah "yerle im alanını" terk etmeyi geçi belgesine bağlaması ve beyazlara ayrılmı bölgelerde
gayrimenkul satı ına yasak koyması ile bu duruma yakın dönemli ama hiç de ilk olmayan bir örnek olu turur).
Bazen ayrılmı alandan çıkmak ya da o alana girmek yasal olarak engellenemez ve kâğıt üzerinde serbesttir
ancak pratikte orada oturanlar kapatıldıkları bölgeden çıkamazlar ya da çıkmayacaklardır; bunun nedeni ya
"<lı an"nın ko ullarının onlar için katlanılamaz hale getirilmesi (fiziksel saldırıya uğrarlar, alaya alınırlar ya da
en azından taciz edilirler) ya da genellikle ihmal edilmi bölgelerinde sürdürdükleri sefalet düzeyindeki ya am
standartlarının güçlerinin yetebildiği tek standart olmasıdır. Yabancı olarak nitelenen insanların fiziği ve
davranı ı yerlilerden kolayca ayrılmadığından, farklılığı görünür kılmak ve yanlı lıkla ili ki kurma tehlikesini
azaltmak için sıklıkla özel kıyafetler ya da ba ka belirleyici i aretler zorunlu hale getirilir. Ta ımaları söylenen
ikaz i aretleri sayesinde, dola malarına izin verilse bile yabancılar gittikleri yere .âdeta kendi ayrı topraklarını
da ta ırlar. Ve sıklıkla, belki el emeğine dayanan ve hor görülen ama yerliler için hayati ve vazgeçilmez olan
hizmetleri gördüklerinden (Ortaçağ Avrupasında Yahudilerin nakit para ve banka kredisi sağlaması
örneğindeki gibi), onlara hareket serbestisi tanımak zorunda kalınmı tır.
Toprak esasına göre ayrılığın tam olmadığı ya da tümüyle uygulanamaz olduğu durumlarda, manevi ayrılık
önem kazanır. Yabancılarla ili kiler kesinlikle i ili kilerine indirgenir. Sosyal bağlantılardan sakınılır. Kaçınılmaz
fiziksel yakınla manın manevi bir yakınla maya dönü mesini engellemeye çaba gösterilir. Hınç ya da açık
dü manlık böylesi engelleme çabalarında kendini açıkça gösterir. Önyargının ve hıncın ördüğü engelin
genellikle en kalın duvarlardan daha etkili olduğu bir gerçektir. Bağlantıdan etkin sakınma devamlı olarak
kirlenme korkusuyla i irilir; kitabi ya da mecazi anlamda, yabancıların bula ıcı hastalıklar ta ıdıklarına, bitli
pireli olduklarına, temizlik kurallarına uymadıklarına ve dolayısıyla sağlık için tehlike olu turduklarına ya da
zararlı fikirler ve alı kanlıklar yaydıklarına, büyü ya da me um ve kanlı tapınma ayinleri yaptıklarına, ahlâksızlık
ve iffetsizlik yaydıklarına inanılır. Yabancıları çağrı tıran her eye, yürüme biçimlerine, kılık kıyafetlerine, dinsel
ritiiellerine, aile hayatlarına, halta sevdikleri yemeklerin kokusuna hınç duyulur.
Oimdiye kadar tartı ılan ayrılma pratiklerinin hepsi basit bir durumu varsaymı tır: Biz, "bizim" aramıza kalmaya
gelen "onlar"a kar ı savunmamız gereken "biz", buradayız ve davetsiz misafirin
74
•...-.•
varlığına rağmen burayı terk etmeyeceğiz. "Biz" için bir kısl lar" için ba ka bir kıstas varmı gibi, kimin hangi
gruba ail tartı ına konusu değildir; gözden kaçırılmaması gereken bı sik ve açıkça farklı kıstaslardır.
Gelgelelim, bu türden basil rumun ve ürettiği kesin görevin, içinde ya adığımız toplum ne hemen hiç denk
dü mediğini görmek kolaydır. Ya adığın lum kentsel bir toplumdur; insanlar kalabalıklar halinde birli arlar,
çok seyahat ederler; gündelik i leri süresince ba ka i rın oturduğu ba ka alanlara girerler, bir yöreden ötekine
ya renin bir bölgesinden ötekine geçerler. Gün boyunca o ka< insanla kar ıla ırız ki hepsini tanımamız
imkânsızdır. Çoğu ı da, kar ıla tığımız insanların kıstaslarımızı kar ılayıp kan dıklarından emin olamayız.
Hemen her zaman tam olarak k; madiğimiz yeni görüntüler gözümüze çarpar ve sesler kula çalınır; daha
kötüsü durup dü ünmeye ve anlamak için sanı çabaya girmeye vaktimiz pek yoktur. Ya adığımız dünya da
yabancılarla dolu bir evrensel yabancılık dünyası gibidir. Y; lar arasında, yabancısı olduklarımız arasında
ya arız. Böyl dünyada, yabancılar kıstırılamaz ya'da kıstırılmı halde tutu lar. Yabancılar birlikte ya amak
durumunda olduğumuz insaı
Bu, yukarıda anlatılan uygulamaların yeni ko ullarda tan la terk edildiği anlamına gelmez. Eğer kar ılıklı
yabancı gruplar bütün olarak etkili bir biçimde ayrılamamı olsa bile, leri ayrımcılık uygulamaları ile bir
biçimde azaltılabilir (ve sizle tirilip böylelikle zararsızla tınlabilir); gelgelelim bu u maların artık deği mesi
gerekir.
Daha önce kar ıla tığımız ayrımcılık yöntemlerinden bir nck alalım: Grup üyeliğinin belirgin, görülür
i aretlerini ta Gruba atfedilen böyle bir görünü yasalarla desteklenebilir, ( "ba ka biri gibi görünmek"
cezalandırılacaktır. Ancak bu yas; dahale olmaksızın da ba arılabilir. Kentsel tarihin büyük böli de yalnızca
zengin ve ayrıcalıklı kesimlerin gösteri li, incelik silere gücü yetebilirdi; normalde giysiler (her zaman yerel ful
göre) yapıldıkları yerden çok uzaklarda bulunamadığı için I; olmayan ki iler görünü leri'ndeki parlaklık, sefalet
ya da tul ı tan ayırt edilebilirdi. Gelgelelim, bu artık kolay değil. Hayranlık uyandıran ve yüksek fiyat biçilen
giysilerin görece ucuz taklitleri imdilerde o kadar büyük miktarlarda üretiliyor ki, mütevazı bir geliri olan
insanlar bunları satın alabilirler ve eskitebilirler (yani, hemen herkes bunları giyebilir). Dahası, taklitler bir
bütün olarak o kadar aslına benzer yapılıyor ki, özellikle belli bir mesafeden baktığınızda, onları gerçeğinden
ayırt etmek zordur.
Her modaya herkesin ula abilmesi yüzünden, elbise geleneksel ayrımcı i levlerini yitirmi tir. Bu, giyim
ku amdaki yeniliklerin "sosyal anlam"ını zamanla deği ikliğe uğratmı tır. Bunların çoğu artık kalıcı olarak
herhangi bir özel gelir grubuyla ya da sınıfla sınırlı değil; ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra, genelde herkesin
eri ebileceği bir duruma geliyor. Modalar da yerel özniteliklerini yitirmi ve gerçek anlamda "bölgeler arası"
ya da kozmopolit hale gelmi tir. Aynı ya da neredeyse ayırt edilemez giysiler birbirinden çok uzak yerlerde
edinilebilir ve edinilmektedir. Elbiseler artık sahiplerinin ya da giyenlerin orijinlerini ve hareketliliklerini açığa
vurmaktan çok gizler. Bu, görüntünün, görüntü sahiplerini ayırt etmediği anlamına gelmez; tersine, kadınların
ve erkeklerin, kendilerine uygun gördükleri referans grubu ile ona göre algılanmayı ve yakla ılmayı istedikleri
kapasite hakkında açık bir duyuru yapmak için yararlandıkları ba lıca simgesel araçlardan biri giysilerdir.
Giysilerimi seçerek sanki dünyaya "Bakın, ben uraya aitim, ben böyle bir insanım ve lütfen beni böyle görün
ve ona göre davranın" mesajı veririm. Ve seçtiğim bir giysiyle bilgi verdiğim gibi, göz de boyayabilirim;
kendimi aksi halde olmama izin verilmeyecek biri kılığına sokabilir ve sosyal olarak dayatılan sınıflandırmadan
kaçabilirim (ya da bir süre kendimi gizleyebilirim). Kılık kıyafetim artık kimliğim hakkında güvenilir bir kılavuz
değildir. Aynı ekilde ba ka insanların görünü lerinin bilgi değerine de güvenemem. Onlar dı arıdan
bakanları bilerek yanıltmak isteyebilirler. Yerinden kolayca sökülebilir apoletlerini kâh takabilir kâh
çıkarabilirler. Biraz sonra imdi göründükleri ki iden çok farklı biri kılığına girebilirler.
Görünü e göre ayrım pratik değerini büyük oranda yitirirken,
76
mekâna göre ayrım önem kazanmı tır. Ortak kentsel yerle im alanları bütün öteki türler arasından ağırlıklı
olarak bir tür insanın bulunabileceği ya da belli türden insanların bulunmayacağı alanlara bölünmeye
ba lamı tır; böylelikle hata ihtimali büyük oranda azaltılmı tır. Özelliği olan, seçilmi lerin girebildiği bu
alanlarda bile ki i hâlâ yabancılar arasındadır ama en azından artık yabancıların kabaca bir kategoriye ait
olduğundan (ya da daha çok, alternatif kategorilerin çoğunun dı landığından) emin olabilir. Dolayısıyla
ayrıma tabi alanların uyumlu hale gelmeleri ancak dı lama uygulamaları, seçici ve bu yüzden sınırlı kabul
uygulamaları ile sağlanabilir. Kontrol noktası, resepsiyon ve güvenlik görevlileri, hepsi dı lama
uygulamalarının belirgin simgeleri ve araçlarıdır. Onların mevcudiyeti, korudukları ve denetledikleri yere
ancak seçilmi insanların girebileceği anlamına gelir. Seçim kıstasları deği ir. Kontrol noktası örneğinde para
en önemli kıstastır ancak paradan ba ka, örneğin uygun kıyafet ya da doğru deri rengi gibi talepleri
kar ılamayan bir ki iye giri bileti verilmeyebilir. Resepsiyon ve güvenlik görevlileri girmek isteyen ki inin
buna "hakkı olup olmadığına" karar verir. Girmesine izin verilen ki i her kimse, içeride olmaya hakkı olduğunu
kanıtlamalıdır; kanıt gösterme yükümlülüğü bütünüyle girmek isteyene aittir, ancak yine de kanıtın tatmin
edici olup olmadığına karar verme yetkisi giri i denetleyenlerin elindedir. Hak kazanma sınavı, tamamen
yabancı kaldıkları, kendilerini "tanılamadıkları" müddetçe, giri in herkese kapalı olduğu bir durum yaratır.
Tanıtma edimi yabancılardan olu an gri, ayrımsız kategorisinin yüzü olmayan fertlerini "somut bir ki i"ye,
"yüzü olan bir ki- i"ye dönü türür. Yabancılığın rahatsız edici donuk kalkanı böylelikle en azından kısmen
kaldırılmı tır. Korunaklı giri kapıları ile belirlenmi sınırlı toprak parçası, dı dünyadan farklı olarak
yabancılardan kurtarılmı tır. Böyle korunaklı bir yere kim girerse içerideki ba kalarının bir dereceye kadar
yabancılara özgü olağan muğlaklıktan arınmı olduğundan, içeride kar ıla ılabilecek bulun insanların en
azından seçilmi özellikler açısından birbirlerine benzediklerinden ve bu yüzden aynı kategoriye ait ki iler
olarak muamele «ö-rebileccklerinden emin olabilir. "Hiç kimse olabilecek" ki ilerin huzurunda olmanın
getireceği belirsizlik, yalnızca yerel ve geçici olarak bile olsa, büyük oranda azaltılmı tır.
Ba ka bir deyi le, giri e izin vermeme gücü, kentsel hayatın yoğun nüfuslu anonim dünyasında, seçilmi
mekânların görece homojenliğini, berraklığını sağlamaya hizmet eder. Hepimiz, özenle bir biçimde
tanıdığımız insanların ancak evimiz dediğimiz denetimli mekâna girmelerine izin verdiğimizde küçük bir
ölçekte bu gücü uygularız; kapılarımız "tümden yabancı" olanlara kapalıdır. Ne var ki, ba ka insanların benzer
bir i i bizim adımıza yapmak için güçlerini daha büyük oranda kullandıklarından ku kumuz yoktur. Böylelikle,
ne zaman onların korudukları mekânlara girsek kendimizi görece güvende hissederiz. Hayatımızın çoğu
bölümünde, kentte ya adığımız bir günümüz böylesi korunmalı mekânlarda geçirilen ve bu gibi yerler
arasında gidip gelmelere ayrılan zaman dilimlerine bölünmü tür (evden çıkıp çalı tığımız i yerine,
okuduğumuz okula, bir kulübe, yerel pub ya da konser salonuna gider ve sonra yine eve döneriz). Dı lama
uygulayan sınırlı mekânlar arasında herkesin ya da hemen herkesin bir yabancı olduğu serbest giri li geni
alanlar uzanır. Genelde böylesi ara bölgelerde geçirdiğimiz zamanı tamamen ortadan kaldıramasak bile en
aza indirmeye çalı ırız (örneğin, sıkı korunan bir mekândan bir ba kasına, özel bir aracın hava geçirmeyen
yalıtılmı kabuğuna sığınırız).
Dolayısıyla, yabancılar arasında ya amanın en altüst edici yanı, bir an için etkisiz kılınabilseler, hatta daha az
zararlı hale gelirile-bilseler bile, onlardan hiçbir zaman tam olarak kurtulamamamızdır. Bütün o incelikli ayrım
yöntemlerine rağmen, fiziksel olarak yakın ancak manevi olarak uzak, davet edilmedikleri halde çevremizde
dolanan, geli ve gidi lerini kontrol edemediğimiz insanların bize e lik etmesinden tamamen kaçamayız.
Kaçınamayacağımız bir mekân türü olan kamusal mekânlarda, bir an için bile olsun onların varlığını
hissetmeksizin bulunanlayız. Yabancıların mevcudiyetinin hiçbir saldırı tehlikesi ta ımadığından emin olsak
bile (bu asla tamamen inanamayacağımız bir eydir), sürekli gözlerin üzerimizde olduğunu, izlendiğimizi,
irdelendiğimizi ve değerlendirildiğimizi biliriz; insanlarımızın "özel alan"ları delik de ik edilmekte, süzülmekte ve ihlal edilmektedir. Bedenlerimiz olmasa bile, ililiMiıı kendimize saygımız ya da sadece kendimizi
tanımlamamız, iı,. rinde bir etkimiz olsa da bunun her halükârda artık çok a/, oUı yüzü olmayan ki ilerin eline
kalmı tır. Ne yaparsak yapalım kinlerimizin, bizi gözleyenlerin bizim hakkımızdaki imgesini n etkileyeceğini
merak ederiz. Onların görü alanlarında kalılıı'ı sürece, tetikte olmalıyız. Tek yapabileceğimiz göze çarpmam -ı
da ne olursa olsun dikkat çekmekten sakınmaktır.
Amerikalı sosyolog Erving Goffınan, sivil dikkatsizüp ehirde yabancılar arasında ya amayı mümkün kılan
teknikln sında en ba ta saymı tır. Sivil dikkatsizlik, ki inin bakmıyor vr <ı içmiyor gibi yapmasıdır; ya da en
azından ki inin bakmadı j'ı, i| mediği ve hepsinden önce çevredekilerin ne yaptıklarıyla il)1 mediği havasını
verecek bir tavır takınmasıdır. Sivil dikkatsi/IH yalın haliyle kendini göz göze gelmekten kaçınmakta ortaya l,"
(Gözlerin kar ıla ması her zaman yabancılar arasında izin veni : lir olandan daha ki isel bir ili kiye davettir;
bunun anlamı an<M,ı kalma hakkından vazgeçmesi ve ba ka insanların gözünde ĐM M ı mez kalma
yönündeki varsayılan hakkından ve kararlılığındım ı ragat ettiği ya da bunları askıya aldığı anlamına gelir.)
Gö/ j gelmekten itinayla sakınmak ki inin gözleri ara sıra ya da k.ı ı ba ka birine "kay a" bile, dikkat
etmediğinin alenen ilanıdır (;ı h da ki isel kar ıla ma amaçlanmadıkça ki inin gözlerinin dm m mak ve
odaklanmamak ko uluyla "kaymasına" izin verilir) II bakmamak da mümkün değildir. Herhangi bir yerle im
merkr/m sokakları çoğu zaman kalabalıktır ve sırf bir yerden ba ka biı \ gitmek bile, çarpı madan kaçınmak
için önünde uzanan yol ile ,> da dikilen ve hareket eden her eyin dikkatle gözlenmesini gen ı rir. Gözlem
yapmadan duramasak bile, bu, bakı ımızın takıldıj;ı ı sanları rahatsız ve tedirgin etmeden, hissettirilmeden
yapılmalımı Ki i bakmıyortnu gibi yaparak görmelidir; bu, sivil dikkatsi/.lıji özüdür. Her gün ya adığınız,
kalabalık bir mağazaya girme, bir lıj istasyonunun bekleme salonundan geçme ya da yalnızca okulu j derken
sokakla yürüme deneyimlerini dü ünün; kaldırımda gilvı içinde yürümek ya da bir mağaza ya da sergideki
vitrinleri aynı geçitler arasında dola mak gibi, yapmı olmanız gereken bütün o küçük küçük hareketleri
dü ünün; ve yanından gelip geçtiğiniz sayısız yüz arasından ne kadar azını hatırlayabildiğinizi, aynı mağazada
ya da aynı caddede geçi tiğiniz ne kadar az yüzü betimleyebi-leceğinizi dü ünün. "Dikkat etmeme" yabancılara, önünde gerçekten önemli eylerin olup bittiği bo bir perde olarak bakma- gibi zor bir sanatı ne
kadar iyi öğrenmi olduğunuza a acaksınız.
Yabancıların birbirlerine kar ı davranı larında gözettikleri özenli, incelikli dikkatsizlik, kentsel ko ullarda
ya amı sürdürme açısından tartı masız çok değerlidir. Ancak bunun sevimsiz sonuçlan da vardır. Bir köyden
ya da küçük bir kasabadan yeni gelmi biri genelde büyük ehrin kendine özgü aldırı sızhğı ve soğuk
ilgisizliği kar ısında a ırıp kalır. Đnsanlar sanki öteki insanlara dikkat etmezler. Canlı olarak insanlara
bakmadan gelip geçerler. Eğer ba ınıza kötü bir ey gelse, kimsenin kılının kıpırdamayacağına bahse
girebilirsiniz. Sizinle onlar arasında bir sakınma duvarı, hatta belki de bir antipati duvarı çekilmi tir; bu,
kimsenin a mayı dü ünemeyeceği bir duvar, kapatma ansının pek olmadığı bir mesafedir. Đnsanlar bo una
ümitlenecek kadar fiziksel yakınlık içindedirler, ancak ne var ki manevi bakımdan -zihinsel, ahlâki olarak:
birbirinden sonsuz uzak kalmayı ba arırlar. Onları ayıran sessizlik ve 'yabancıların varlığında hissedilen tehlike
kar ısında becerikli ve vazgeçilmez bir silah olarak kullanılan mesafe koyma bir tehdit gibi algılanır.
Kalabalıkta kaybolmu biri kendi kaynaklarıyla ba ba a bırakılmı hisseder kendini; ki i kendini önemsiz,
yalnız ve vazgeçilebilir hisseder. Özel alanı tecavüz kar ısında korumaya dayalı güvenlik, yalnızlık olarak geri
teper. Yabancılarla birlikte ya amak, değeri bizatihi yabancılar kadar muğlak bir sanattır.
Öte yandan, büyük ehrin "evrensel yabancılığı", daha dar ve daha ki isel bağlamlarda, herkesin i ine
burnunu sokmayı ve me-raklılığı hak bilecek ba kalarının sağlığa zararlı ve can sıkıcı göze-timiyle
müdahalesinden kurtulu anlamına gelir. Ki i artık özel alanına kimseyi sokmadan kamusal bir mekânda
kalabilir. Sivil dikkatsizliğin evrensel uygulanması sayesinde eri ilen "ahlâki gö-rünmezlik", farklı ko ullarda
akla hayale sığmayan bir özgürlük
alanı sunar. Sivil dikkatsizliğin yazılı olmayan kuralına evrensel olarak uyulduğu müddetçe, ki i ehirde görece
bir engelle kar ıla -maksızın dola abilir. Yeni, hayrete dü üren ve zevk veren izlenimlerin hacmi böylelikle
geni ler. Bu da beraberinde deneyim alanının geni lemesini getirir. Kent ortamı zekâ için bereketli bir
topraktır. Büyük Alınan sosyolog George Simine!'in i aret ettiği gibi, kent hayatı ile soyul dü ünce uyum
içindedir ve birlikte geli irler: Soyut dü ünce, nicel farklılığı içinde kavranamayan kentsel ya amın olağanüstü
zenginliğiyle körüklenir ve aynı zamanda genel kavramları ve.kategorileri kullanma kapasitesi öyle bir
beceridir ki, onsuz kentsel bir çevrede hayatta kalma aklın alacağı bir ey değildir.
Denebilir ki, bunlar meselenin olumlu yönleridir. Gelgelelim, ödenmesi gereken bir bedel vardır; kayıplar
olmaksızın kazançlar olmaz. Ba kalarının can sıkıcı merakları ile birlikte, sempatik ilgi ve yardım etme isteği de
kaybolur. Kent ya amının canlı ko u tur-masıyla soğuk insan ilgisizliği ortaya çıkar. Daha önce gördüğümüz
gibi, genelde sosyal ili ki, katılanları ki i olarak ilgisiz ve bağ-sız bırakan mübadeleye indirgenir. Nakit bağı,
sırf para miktarıyla değerlendirilen kar ılıklı hizmetler, zekâya dayalı, duygusuz ve tut-kusuz kentsel tutumla
yakından ilgilidir.
Bu süreçte eksik olan, insan ili kilerinin etile niteliğidir. Ahlaki anlamını yitirmi çok çe itli insan ili kileri artık
mümkündür; ah-lâkilik ölçütleri tarafından değerlendirilmemi ve yargılanmamı davranı lar kural halini
almı tır.
Đnsani ili kiler öteki ki inin refahı ve iyiliği için duyulan bir sorumluluk temelinde yürütüldüğü oranda
ahlâkidir. Đlk ba ta, ahlâki sorumluluk, çıkar gözetmemesiyle ayrılır. Dürtüsü ne ceza korkusu ne de ki isel
kazanç hesabıdır: Ahlâki sorumluluk, imzaladığım ve yasal olarak yerine getirmeye mecbur olduğum bir
sözle mede yazılı yükümlülüklerden ya da söz konusu ki inin kar ılığında i e yarar bir ey verebileceğine ve
böylelikle çabamla onun takdirini kazanacağıma ili kin öngörümden kaynaklanmaz. Öteki ki inin ne yaptığına
ya da ne tür bir ki i olduğuna da bağlı değildir. Sorumluluk bencillikten tümüyle arınmı ve ko ulsuz
olduğıijiniiddetçc alı lâkidir: Ben ba ka kj ideı^sadece o bir ki i olduğu ve dolayısıyla benini sorüftıljuluğ^
Đkincisi sorumluluk onu benim ve yalnızca benim sorumluluğum olarak gördüğüm müddetçe ahlâkidir; müzakere
edüej;nez, ba kasına devredilemez. Kendimden bu sorumluluk dı ında bahsedemem,ve dünya yüzünde hiçbir
güç beni ^b^sonajiiluluğu^la imaktan kurtaramaz. Sırf insan olduğundan dolayı öteki için, herhangi bir öteki
insan için duyulan sorumluluğun ve özel olarak bunu izleyen yardım etme ve derdine deva olma yönündeki
ahlâki dürtünün argümana, me rula tırmaya ya da kanıta ihtiyacı yoktur.
Fiziksel yakınlığın tersine, saf ve basit olan ahlâki yakınlık özellikle bu türden bir sorumluluk getirir. Gelgeldim,
"evrensel yabancılık" ko ullarında, fiziksel yakınlık ahlâki boyutundan sıyrılmaktadır. Bu, insanların artık ahlâki
yakınlık ya amadan ve bundan dolayı eylemlerinin ahlâki anlamlarına ilgisiz kalarak birbirleriyle yakın
ya ayabilecekleri, eylemde bulunabilecekleri ve birbirlerinin hayat ko ullarını etkileyebilecekleri anlamına
gelir. Pratikte bunun anlamı, insanların ahlâki sorumluluğun onları yapmaya zorladığı eylemlerden
kaçınabilecekleri ve ahlâki sorumluluğun yapmalarını yasaklayacağı eylemlere giri ebilecekleridir. Sivil
dikkatsizlik kuralları sayesinde, yabancılara dü man muamelesi yapılmaz, böylece çoğu zaman dü manın
ba ına gelebilecek akıbetten kurtulurlar; yabancılar dü manlık ve saldırganlık duygularının hedefi değildir. Ne
var ki, dü manlardan farklı olmamak üzere yabancılar (ve bu hepimiz "evrensel yabancılığın" parçası
olduğumuz müddetçe bizleri de içine alır) ancak ahlâki yakınlığın sağlayabileceği korunmadan yoksundur. Bu,
sivil^dikkatsizlik.ile^ahlâk[ilgisizli.k, kalpsizlik ve ba kalarının ihtiyaçlarını göz ardı etme arasında bir adımlık
mesafe olduğunu gösterir yalnızca.
82
FfiARKA/Sosyulojik Dü ünmek
IV
Birlikte ve ayrı
Muhtemelen sizin de, hem de çok defa, konu manıza "hepimi/ hemfikir olduğu gibi" ifadesiyle ba ladığınız
oluyordur. Em inil öteki insanların da böyle konu tuğunu duydunuz. Ya da bu ifade gazete makalelerinde,
özellikle aslında bir tür okuyucuya seslem ba makalelerden okuyorsunuz. Ancak hiç kendinize bu "hemfiki
olan "hepimiz"in kim olduğunu sordunuz mu?
"Hepimizin bildiği gibi" ya da "hepimizin hemfikir olduğu ı bi" ifadelerini kullanmı sam, fark gözetmeden
benim gibi dü ün insanları kastetmi olurum. Hatta dahası böyle insanları seçip oııl n farklı dü ünen
ba kalarından ayrı bir yere koyduğumu, bu sev mis topluluğun benim için her halükârda önemli olduğunu
ima ı mis ve önemli olanın özellikle ba kası değil bu seçilmi grup olıl ğunu, bu grubun üyelerinin ortak
fikrinin söylediklerine bir otorite -yeterli, güvenilir ve sağlam bir otorite- kazandırdığını belirtmi olurum. Bu
ifadeyi kullanarak kendimle dinleyicilerim ya da okuyucularım arasında görünmez bir kar ılıklı anlayı bağı
kurmu olurum. Ortak görü lerimizin, üzerinde konu tuğumuz konuyu aynı ekilde ve aynı açıdan
görmemizin sayesinde, birlik olduğumuzu kastederim. Akla gelen tüm bu anlamlar, sözünü etmeksizin
kullandığım ifadeye örtük olarak e lik etmi lerdir. Sanki hem hemfikir olan "biz hepimiz"in birliği hem de
hemfikir olmayanları ortakla a dikkate almayı ımız, üzerinde kafa yormaya ya da aslında durumun böyle
olduğuna ili kin kanıt aramaya ve sunmaya gerek duymayacağım kadar doğal görünür (ve bunun aynı ekilde
izleyicim için de böyle olduğunu umarım ya da böyle olduğunu ba tan kabul ederim).
Đ te cemaatten bahsederken, ba ka insanların muhtemelen reddettiği eyleri kabul eden hiç de açıkça
tanımlanmamı ya da sınırları belirlenmemi böyle bir insan topluluğu ve ba ka her eye kafa tutma ve ba ka
her eyi dikkate almama üzerine hemfikir olmaktan gelen böyle bir otoritedir aklımızdaki. Gelgelelim biz
cemaatin "birlikteliğini", birliğini, sahici ya da sırf arzulanan devamlılığını ne kadar haklıla tırmaya ya da
açıklamaya çalı ırsak çalı alım, her eyden önce dü ündüğümüz, ortak bir manevi otoriteyle kurduğumuz
manevi birliktir. Bu yoksa, cemaat de yoktur.
Bütün ba ka ortak görü lerin altında yatan ve onları ko ullayan bir ortak görü , tartı ma konusu topluluğun
aslında bir cemaat olduğuna -yani, sınırları içinde görü lerin ve tutumların payla ıldığı ya da payla ılması
gerektiğine, tek tek her görü (inanıldığı üzere, geçici olarak) farklı olsa bile fikir birliğinin yaratılabileceği ve
yaratılacağına- ili kin fikir birliğidir. Fikir birliğinin ya da en azından fikir birliğine yatkınlığın, bütün cemaat
üyelerinin asli, doğal gerçekliği olduğu varsayılmı tır. Bir cemaat insanları birle tiren unsurların, onları bölen
unsurlardan daha güçlü ve daha önemli olduğu bir gruptur; üyeler arasındaki farklılıklar asli -genelde
söylendiği gibi ağır basan- benzerliklerle kıyaslandığında önemsiz ya da talidir. Cemaat doğal bir birlik olarak
dü ünülür.
84
"Biz hepimiz"in kim olduğunu özel olarak açıklamak ve payla tığımız iddia edilen görü lerin gerçekten doğru
ve yerinde olduklarını ve dolayısıyla saygıya ve inanılmaya layık olduğunu kanıtlamak zorunda kalmayı ımızın
nedeni, öncelikle ima edilen bu bağın "doğallığı"dır. Cemaat türü aidiyet kendi basına, öteki "doğal olgular"
gibi ortaya çıkar; zahmet edilip kurulması, sürdürülmesi ve gözetilmesi gerekmez. Cemaat türü aidiyet tam da
buna -onu maksatlı seçmemi , onun var olması için hiçbir ey yapmamı olduğumuza ve onu geçersiz kılmak
için hiçbir ey yapamayacağımıza- inandığımızda en güçlü ve en güvenli halini alır. Etkili olmaları ve
gerçekliklerini sürdürebilmeleri a kına, "hepimizin hemfikir olduğu gibi" ifadesiyle ima edilen imgelerin ve
önermelerin asla ayrıntılarına girilmemesi, asla merkeze alınmaması, asla biçimsel bir koda dökülmemesi ya
da bilinçli bir çabanın nesnesi haline dönü türül-memesi daha iyidir. Haklarında ne kadar az konu ulursa ya
da ne kadar az dikkat çekilirse etkileri o kadar güçlü olur. Cemaat, ancak ondan söz edilmediği sürece bizim
inandığımız ey - "doğal" birlik- olacaktır. Đnançları payla ma tartı ılmadığı ve böylece meydan okunmadan
kaldığı müddetçe, doğal olarak ortaya çıkar.
Böyle bir payla ma ideal olarak doğumdan ölüme kadar bütün hayatlarını aynı çevrede geçirenler, ne ba ka
mekânlara yelken açan ne de farklı ya am tarzlarını deneyen ba ka gruptan insanların ziyaret ettiği yalnız
insanlar arasında en geli kin biçimiyle ortaya çıkar. Böyle insanların, kendi tarzlarına ve usûllerine "dı arıdan"
bakıp üzerinde dü ünmeye, onları bir açıklamaya ya da gerekçelendirmeye gerek duyan yabancı ve a ırtıcı
eyler olarak görmeye fırsatları olmaz. Bu tür insanlar neden özel olarak bu ekilde ya adıkları, ba ka değil de
neden bu tarza takılıp kaldıklarını haklı çıkarma ve açıklama zorunluluğu da hissetmezler. (Burada ideal bir
durumu ele aldığımızı unutmayın. Böylesi ideal ko ulları gerçekten kar ılayan durumlara nadiren rastlanır.
Eski devirlerdeki ücra köylerin ve uzak adaların bu ko ulları görece yerine getirdikleri varsayılır ama bu
varsayım bile derinlemesine incelendiğinde çoğu kez geçerliliğini yitirir. Cemaat genelde bir gerçeklik
olmaktan çok hiı; sav, bir arzu ifadesi, safları sıkla tırma yönünde açık bir çağrıdır. Brilanyalı büyük dü ünür
Raymond Williams'ın unutulmaz ifadesiyle, "cemaatin dikkate değer özelliği onun daima var olmasıdır").
Cemaat geçmi te hep var olmu olsa da, hakkında söz söylendiği anda artık, en azından tahayyül edilen ideal
haliyle, var olmaktan çıkar. Đnsanlar en çok, yapay bir birlik yaratma ya da bilinçli çabalarla geçmi in
parçalanmı birliğini kurtarma pratik göreviyle yüz yüze geldiklerinde, "doğal'' birliğin kar ı koyulmaz
güçlerinden medet umarlar.
"Hepimizin hemfikir olduğu gibi" eklinde bir ifade kullandığımızda, demek ki "doğal olarak" hiçbir zaman var
olmamı ya da neredeyse parçalanmak üzere ya da küllerinden yeniden doğacak olan anlamların ve
inançların cemaatine hayat vermeye, onu canlı tutmaya ya da diriltmeye gayret etmekteyizdir. Bunu da, kabul
edildiği üzere, "doğal" cemaatlerin varolu u ve hayatta kalması için uygunsuz ko ullarda -kar ıt inanı ların bir
arada var oldukları, gerçekliğin farklı anlatımlarının birbirleriyle yarı tığı ve her bir görü ün kendini kar ı
tarafın tezlerine kar ı savunmak zorunda kaldığı bir dünyada- yaparız. Pratikte, "manevi birlik" olarak cemaat
fikri "biz" ile "onlar" arasında henüz var olmayan sınırları çizmemizin bir aracı olarak hizmet eder; birle ik bir
eylemi kı kırtmak üzere grubu seferber etmenin, gruba çağrının grubun ortak kaderi ve çıkarı için yapıldığına
ikna etmenin aracıdır.
Tekrar edersek, cemaatin "doğallığına" ba vurmak kendi ba ına birlik çağrısını etkili kılmanın bir unsurudur.
En güçlü cemaat kurma giri imleri (ve görülen o ki, en etkilisi), paradoksal olarak bu unsurlardan "insan
gücünün üzerinde", iradi olarak ne seçilebilen ne de reddedilebilen eyler diye bahsederler; onlar bir ırkı güya
kaderine ve misyonuna bağlayan "ortak kan", kalıtsal karakter yapısı ve vatan toprağıyla ebedi bir bağ gibi
nitelikler; ya da milleti ilelebet, iyi günde ve kötü günde bağlayan, ayrı bir varlık kılan ortak tarihsel geçmi ,
zaferler ve yenilgiler tarihi, "ortak tarih mirası-mız"dır ya da uzak geçmi te atalarımıza inmi bir vahiyden
gelen, sonra kıyıma uğratılarak atalarımızın inançlarını çok kutsal ve saygın kılmı ve bu mirasa yeniden hayat
vermeyi kutsal bir dava, ecdadın görevi haline getirmi ortak dindir. Görünü te böylesi nesnel
"olgulara" seslenmeyi cemaat kuruculuğu açısından öze dalı yapan ey, medet umulan olguların ısrarla
çağrının insanların kontrolleri dı ında kalmasıdır. Böylesi olgtılaı gönderme seçim unsurunu ve seçimin
getirdiği keyfiliği biçimde gizler. Cemaat kurmanın çağırdığı hedefleri onl; seçimleri haline getirmek için,
insanlara seçim anslarını ğı bir durumda bulundukları, seçimin zaten onlar adına al; takdir-i ilahi tarafından
yapılmı olduğu anlatılır. Bu gibi da güçleri birle tirmede gösterilecek isteksizlik, ihanetten ey olamaz.
Böylesi bir eyleme kalkı anlar kendi doğalar rının hatırasına, onların çağrısına vb. ihanet etmi olur; ı ya da
aptaldır, tarihin onlar adına ta ba lan verdiği karar okuyacak kadar küstah ki ilerdir.
Gelgelelim, cemaat kurma çabalan bütün durumlard; a an zorunluluklara ba vuramaz, dolayısıyla keyfi karak1
layamaz. Birçok politik ve dinsel hareket, insanları daha medikleri ya da kendi iradeleriyle kar ı çıkmakta
oldukh kirlere kazanarak (din değistirterek) bir inanç ve bağlılı yaratma niyetlerini açıktan ilan ederler. Bu
hareketler bir cemaati, onlara dinsel tarikatin aziz kurucuları ya da ka\ uzak görü lü bir politik lider tarafından
vazedilen dav bağlılık etrafında birle mi insanlar cemaati yaratmayı an türden bir cemaat kurma eyleminde,
kullanılan dil kutsal; tarihsel kaderin ya da sınıf misyonunun dili değil, iyi lı gözünü açmanın, "yeniden
doğmanın" ve her eyden öne tin dilidir. Çağrı, güya seçim ansı olmayan bir duruma di ne yalana kar ı
hakikati seçmek, önyargıyı, yanılgıyı ya t ligin ideolojik çarpıtılmasını reddederek gerçek inancı bcı için yapılan
asil eyleme yöneliktir. Đnsanlardan "doğal c oldukları bir yerde kalmaları değil, cemaate katılmaları is tılınak bir
özgürlük eylemi ve yeni bir hayatın ba langıcı nulur; katılmaktan bir özgür irade eylemi olarak söz edilı o,
ki inin özgürlüğünün ilk doğru tezahürüdür. Bu defasn nen ey ise yeni benimsedikleri inanca sadık kalmaları
ve lerini davanın talepleri neyi gerektiriyorsa ona teslim ctıdavaya kazanılanlar üzerinde bundan böyle
uygulanacak olan bas-.kıdît^âvâl^ı^Đ^eTrrm^ı^'iySleri için tarihsel gelenekten medet umanlarınkinden daha
az a ın olmayabilir.
Đnanç cemaatleri kendilerini propaganda ile, yani geleceğin müminlerini birle tirmeyi amaçlayan yeni bir
öğretiyi vazetmekle sınırlayamazlar. Đnancın gereklerine bağlılık ritüel ile -inanç sahiplerinin ortak üyelikleri ve
kader birliktelikleri teyid edilsin ve bağlılık peki tirilsin diye, failler olarak katılmaları istenen bir dizi düzenli
etkinlik (yurtseverlik gösterileri, parti toplantıları, kilise ayinleri) ile- desteklenmedikçe asla gerçekten güvende
olmayacaktır.
taleplerinin zorluğu ve
Politik partilerin çoğu örneğin (devrimci ya da gerici, sağ ya da sol, radikal amaçlar güden ve üyelerini sava çı
olarak gören, dolayısıyla sapmaz bir sadakat ve tam bir boyun eğme isteyen partiler hariç), düzenli seçim
desteği sağlamak ve parti programındım yana bir nebze gönüllü, "misyonerce" etkinlik yürütmek için zorunlu
olanın ötesinde bir dü ünce birliği aramaz.jDnlar^üyelerinin hayatlarının geri kalan kısmını kendi takdirlerine
göre ya amalarına izin verirler ve sözgelimi aile hayatı ya da meslek seçimi gibi konularda hüküm yermekten
kaçınırlar,
Öte yandan, dinse|_mezfiepĐe£bütünMplarak çok daha. talepkâr-dır^Pjîriyj3dikja£nırna ritüellerine katılımla
yetinmezler; üyelerinin bütün hayatlan_onüırm .ügjf aîanm¥g^^
reği dı andan gelen baskıya açık ve dolayısıyla sürekli ku atma altında olduklarından, yalnızca payla tıkları bir
dizi inanca değil aynı zamanda ya am biçiminin tamamında bir tektipliğe ihtiyaçları vardır. Đnanç sajlibinin
gündelik i lerim yürütme biçimlerinin ba -t^J ojliLyeHdenji^
Ayrıca' görünü te inanç
sorun^ajii kiai^mjıyanjiavranı özeriikTe7üTde^drhukum 'vereceklerdir, Hayatın tamamını bir inanç ve
sadakat gösterisine dönü türen hizipçi cemaatler, üyelerinin bağlılıklarını çevrenin ku kuculuğundan ya da
doğrudan dü manlığından koruma gayretine girer. Uç örneklerde, bir bütün olarak cemaati sosyal hayatın
"olağan" akı ının dı ına çıkarma yönünde; yalnızca üyelerinin hayatlarını
88
bütün zamanlarını dolduracak ekilde kucaklamak, bütün ihtiyaçları kar ılamak (ya da kar ılanmayan
ihtiyaçların ihtiyaç olduğunu reddetmek) değil, üyeleri bütün öteki, denetim dı ı ili kilerden ya-lıtlamak için
de çabalara girilir. Üyelerinden sadık kalmaları istenen öğretinin merkezi ilkeleri arasında "olağan" toplumun
tarz ve usullerini suçlayarak reddetmek vardır. "Normal" toplum kutsiyeti kalmadığı için ya da günahkârlığı
yüzünden, bencilliğin ve açgözlülüğün hüküm sürmesi yüzünden, manevi değerler yerine maddi kaygıları
geçirmesi, bireyin özgürlüğünü ayaklar altına alması, insanlar arasındaki mahremiyeti ve duyguda lığı tahrip
etmesi, insanlar arasında e itsizliğe neden olması ve adaletsizliği aha kaldırması, zorlama dü manlıkları ve
rekabeti te vik etmesi ve istemesi vb. yüzünden kınanır.
Muhtemel suçlamalardan hangisinin kullanılacağı cemaatin öne çıkarma niyetinde olduğu ya am kurallarına
bağlıdır...Ü.yeler_belkL_ dünyevi hayatın kötülüklerinden uzak, tamamen ibadete ve tefekküre vakfedilmi
münzevi bir cemaate çekilmeye davet edilir. Belki de üyelere "ke meke "ten uzak durma ve bunun yerine
bütün üyelerin e it olduğu, hiç kimsenin ötekine üstünlük sağlamak istemediği ye ili kilerin sırf kar ılıklı
yakınlık, samimiyet ve güven temelinde yürütüldüğü bir gruba girme öğüdü verilir. Üyelerden normal olarak
tiiketiciliğin çekiciliğine sırtlarını dönmeleri, mütevazı ve sade bir hayat sürmeleri istenir."Bu tür cemaatler
(sıklıkla komün olarak adlandırılırlar) üyelerinin omzuna muazzam bir görev, yani bütün özellikleriyle ortak
hayatlarını sırf sevgi gücüyle sürdürme görevini yükler. Eğer kar ılıklı dü manlıklar ya da uzla ma yokluğu
cemaati parçalarsa, ikinci bir savunma hattı kurmak için ne teamül ne de sözle me yükümlülükleri vardır. Tek
yapı tırıcı, komünün ayakta kalması için tek ve dolayısıyla kaçınılmaz ko ul, kar ılıklı sevgidir. Bundan dolayı
her türlü muhalefet ölümcül bir tehdit olu turur; ho görü bir komünün gücünü a an bir lükstür. Bu nedenle
cemaatler ne kadar kapsayıcı olursa, o kadar baskıcı hale gelirler. Baskı, komünleri cemaatlerin en kırılganı ve
zayıfı yapmaktan ba ka bir i e yaramaz.
Cemaatler genelde talep ettikleri tektipliğe göre (yani, üyeleri n den ortak öğretinin hizmetine sunmalarını
istedikleri hayat parçasının büyüklüğüne göre) farklılık gösterirler. Gelgelelim, çoğu durumda artlar
belirsizdir, iyi tanımlanmamı tır; bunları önceden tayin etmek imkânsızdır. Cemaat birliğinin savunucuları
üyelerinin hayatlarının manevi olmayan yönlerine ili kin tarafsızlıklarını ilan etseler bile, savundukları
inançların önceliği ve her eyin üzerindeki önemi iddiasından vazgeçmezler. Potansiyel olarak bu iddia,
payla ılan öğreti ile çeli tiklerinde ya da onunla uyumsuzluk gösterdiklerinde, daha önce tarafsızlık ilan
edilmi konulara müdahaleye yol açabilecektir.
Bu bakımdan, hem görünü te "doğal" hem de kabul edildiği üzere "yapıntı" olan bütün cemaatlerden kesin
olarak farklı gruplar da vardır; bunlar üyelerini yalnızca tek ve açık olarak belirlenmi bir görev etrafında bir
araya getirirler. Bu grupların hedefleri sınırlı olduğundan, üyelerinin zamanlan, ilgileri ve disiplinleri üzerindeki
iddiaları da sınırlıdır. Genelde, bu gruplar bilinçli olarak yaratıldıklarını kabul ederler. Burada maksat,
cemaatler örneğinde geleneğin, kader birliğinin ya da hakikatni oynadığına benzer bir rol oynar. Üyelerden
bu maksada ya da yerine getirilecek göreve göre disiplin ya da bağlılık beklenir. Bu durumda maksatlı gruplar
ya da örgütlerden-söz.edile.bĐLu". Bilerek ve açıkça Đlan edilmi bir öz-smırlama belki de örgütlerin en belirgin
ve kesin ayırıcı özelliğidir. Çoğu örgütün üyelerinin örgütsel kurallara uyması gerektiği alanları ayrıntılandıran
(aynı anlama gelmek üzere, üyelerin ba ka, belirtilmemi ya am alanlarını örgütsel müdahale dı ında tutan)
yazılı tüzüğü vardır. Uzla ıın yerine özsınırlamanın varlığı ya da yokluğu cemaatlerle örgütler arasındaki temel
farklılık olarak alınırsa, yukarıda tartı tığımız cemaatlerin bazılarının kendi iddialarının aksine örgüt sayılması
gerektiği ortaya çıkar.
Üyelerin örgütsel etkinliğe katılımının kısmi doğası farklı bir biçimde ifade edilebilir: Üyeler bir örgüte "bütün
ki ilikleri"yle girmezler, sadece örgütte<Yo//cr üstlenirler. Rol, elbette tiyatro dilinden alman bir sözcüktür.
Önceden belirlenmi ve her aktöre rol dağılımında farklı kısımların dü tüğü senaryoda yazılmı akı ıyla bir
sahne oyunu, örgütün nasıl i lediğine dair bir model sunar. Ti90
yatro ba ka bir bakımdan da bir ilkörnek olarak görülelııli aktörleri verilen rollerde kendilerini tüketmezler; on
hu oyun sırasında önceden belirlenmi karaktere "girerler" dan sonra çıkmakta özgürdürler (aslında, beklenen
de butlu Örgütler yerine getirdikleri görevler açısından belli alanlarında uzmanla tıkça, üyeleri de bu görevin
yerine HI l için yapmaları beklenen katkı açısından uzmanla ırlar. HM rolü, aym ki inin ba ka örgütlerde
oynayabileceği öteki inil mından olduğu kadar, aynı örgütün öteki üyelerinin oynadı bakımından da ayrılır.
Günün belli bir bölümünde ben su:,yı retmeniyim; ders verdiğim okulda benim rolüm, okul nıildıı
kütüphaneciden ya da alıcıdan olduğu kadar, fizik dersi retmenin ya da ba ka herhangi bir öğretmenin
rolünden Ancak benim öğretmen olarak rolüm aynı zamanda güm zamanlarında ya da haftanın diğer
günlerinde oynadığını > lerin istediklerinden farklı beceriler ve eylemler ister. Oi>yl yerel fotoğrafçılık
kulübünün yönetim kurulurdayım; v apartmandaki kiracılar komitesine üyeyim; bir yardım km bir otoyol
geçidi projesine kar ı mücadele vermek üzere y taya çıkan bir geçici komiteye ve bir politik partinin yerci
üyeyim. Farklı yerlerde ve zamanlarda çok sayıda rol ı rum; her rol bir biçimde farklı insan grupları içinde
oynan grupların hiçbiri benim öteki rollerim hakkında pek bir ey Çoğu durumda,Jh.iç.kini e aldığyıı.ba ka
rollerle ilgilenme/, ri beni tam_d,anıkj3jüam^
ve ycıu
inek için güçlerini_bMe U^
m
mak isterler. Örneğin,,fotoğrafa duyduğum ilgiyi geçitle n koĐTĐıtesine ta ırsam ya da öğretme i imi politik
partinin üyesi olarak görevlerimle karı tırırsam, ayıplanmak, alaya ya da kınanmak tehlikesine girmi
olabilirim.
Tekrar edelim: Üyelerinin "bedenlerini ve ruhlarını" ı< i tikleri (yajdj^etmelerTğjire^
"fnaatin tersine, örgüt, söz konusu ki ileri ancak kısmen o. aslTiıdâ örgütü ki ilerden J^eğjîjfejx^Đerdeıı ibaret
olarak dij sek çalı ma biçimlerini daha iyi anlayacağız. Bir örgüte p,\\ sanlardan rollerini benimsemeleri (yani,
örgüt içinde ve örgüt için çalı ırken kendilerini tam olarak yaptıkları i e vermeleri ve kendilerini tamamen o
an yapmakta oldukları i le özde le tirmeleri) ama aynı zamanda kendileriyle rolleri arasına belli bir mesafe
koymaları (yani, bu özel rolle ilgili hak ve görevleri ba ka etkinliklere ya da yere ait olanlarla karı tırmamak
için, bu esnada oynadıklarının yalnızca bir rol olduğunu hatırlamaları) beklenir. Aslında, rollerin belli bir
düzene sokulması örgütün bir zaman diliminde görece istikrarlı kalan ve genelde örgütü tanımlayan tek
özelliğidir. Rolleri üstlenenler gelir ve gider ancak roller oldukları gibi kalırlar. Đnsanlar
örgüt^katıjjrjvğ^örjgülter^ayrdırj^ljjııır^ve atılır, kabul edilir ve çıkarılır ancak örgüt varlığını sürdürür^ye
belli_bir_ki inin rolün oy-"nanmasma verdiği özel renk zamanla deği mekle birlikte, örgüt temel olarak
ayıiLkahr.. Đnsanlar deği tirilebilir ya da gözden çıkarılabilirler; önemli olan, birer ki i olarak o insanlar değil, i i
yerine getirmedeki becerileri ve i i yapmak için gösterdikleri iradedir.
Sosyolojinin kurucularından biri olan Max Weber çağda toplumda örgütlerin her yanda boy vermesini sosyal
hayatın sürekli rasyonalle mesinin bir i areti olarak görüyordu. (Âdet ya da alı kanlık sonucu dü ünmeden
yapılmı bir eylem olan geleneksel eylem ve anlık bir duygulanımla ba layan ve sonuçlan dü ünülmeden
yapılan kontrolsüz bir eylem olan duygusal eylemden farklı olarak) rasyonel eylem, yaratılacak amacın açıkça
dile getirildiği ve faillerin dü ünceleriyle çabalarını bu amaca ula mak için en etkili ve ekonomik olabilecek
araçları seçme i inde yoğunla tırdığı bir eylemdir. Weber'e göre örgüt (Weber "büronun yönetimi" anlamına
gelen "bürokrasi" terimini kullanır) rasyonal eylemin gereklerine en üst düzeydeki uyarlanmadır; aslında örgüt
amaçlan rasyonel" Bir biçimde, yani aynı zamanda en yüksek verim ve en dü ük maliyetle
gözetmenin_en_uy^un yöntemidir. Đdeal tip bürokrasi (ka-bıiredîlmi amaca kendini tamamen uyarladığı ve
her türlü sapmadan özgür olduğu haliyle bürokrasi) ile ilgili me hur anlatımında Weber, örgütün böyle bir
rasyonellik aracı olabilmesi için üyelerinin eylemlerinde ve kendi arâlarınçĐaki ili kilerinde gözetecekleri ilkeleri
tek tek saymı tır. Bu ilkelerden bazılarına yakından bakalım.
92
Her eyden önce, örgüt içinde insanlar yalnızca üstlendikleri rollere ili kin kurallar tarafından belirlenmi
"resmi görevleri" çer çevesjjıde_^eylemde bulunmalıdır (öyle ki, sosyal kimliğin ölcki yönlerinin -örneğin, aile
bağlantıları, i hayatındaki çıkarları, ö/el sempatileri ve antipalileri- ne yaptıklarına, nasıl yaptıklarına ve
ba kalarımın eylemlerini nasıl gördüklerine müdahale etmesine i/in verilmezjrRoller mantıksal olarak
bölünmeli ve ayrı tutulmalıdır. Buna göre, ilk olarak, gerçek anlamda rasyonel bir örgüt, ortak çabaya katılan
her bir ki i kendi i ini yapmakta uzmanla abilsin diye bütün görevleri basit ve temel etkinliklere bölmelidir;
ikinci olarak herkes, görevin hiçbir parçası gözden kaçmasın diye görevin tamamının her unsurundan sorumlu
olmalıdır; üçüncü olarak görevin her parçası için kimin sorumlu olduğu açık olmalıdır ki, yetki alanları
çakı masın ve böylelikle .çeli kili kararlardan doğabilecek karı ıklık tehlikesine dü üImesirh^Görevliler
üstlendikleri rolleri yeri-ne_gejtirirken ki isel özellikleri dikkate almayan soyut kurallara tabi olmalıdır (ki isel
olmayan ili kilere yön veren ilkeler için 5. Bölüm'e bakımz).-:'Görevlilerin tayinleri, terfileri ya da tenzilleri
yalnızca o mevki içiıTgefekli Becerilere sahip olup oJrnadıkĐarına bakılarak yapılmalıdır; bütün diğer
değerlendirmeler (soylu sınıftan ya da'aVâmaâiı gelmi olma, politik ya da dinsel inançlar, ırk, cinsiyet, vb.)
kesinlikle dikkate alınmamalı ve personel politikasına etki etmemelidil 'Hem bütün olarak örgütün
eylemliliğinde hem de üyelerinin örgütsel hayatında süreklilik olmalıdır; görevli, becerilerini geli tirsin ve
pratik deneyim biriktirsin diye örgütte yaptığı i i "meslek hayarınııi birparçası olarak görmelidir; öte yandan
örgüt de, Kr zamanlar görevde olan görevliler artık ayrılmı ya da ba ka görevlere tayin edilmi bile olsa,
öncellerine -örgüt adına geçmi te alınmı kararlara- bağlı kalmalıdır. Örgütün hayatını ki isel anılar ya da
teki!görevlilerin sadakatleri değil, tuttuğu dosyalar olu turur.
Gelgelelim, örgütlü rasyonel eylemin artları yalnızca bunlar değildir. Roller bölünmekle ve ayrı tutulmakla
kalmamalı aynı zamanda görevin tamamının iç bölünmesine denk dü en bir hiyerar i içinde düzenlenmelidir.
Bir ki i hiyerar i içinde ne kadar a ağılara inerse, görevler ve i ler de o kadar uzmanla ır, parçalanır, odaklanır
ve dakikledir; ki i ne kadar yukarılara çıkarsa, görü alanı o kadar geni ler ve amacın bütünlüğü görü alanına
girer. Bu durumu yaratmak için iki ey sağlanmalıdır: Emirler basamaklar boyunca giderek daha özgün ve
ikircimsin hale gelerek tepeden tabana doğru akarken, bilgi de yol boyunca daha kapsamlı ve sentetik hale
gelerek hiyerar i merdiveninin alt basamaklarından üst basamaklarına geçmelidir. Tepeden kontrole
tabandan disiplinle kar ılık verilmesi gerekir.
Đdeal rasyonel örgüt modelinde bütün ilkeleri birle tiren, herkesin kararlarının ve davranı seçimlerinin
örgütten yerine getirmesi istenen göreve tabi olacağı savıdır. Bunun dı ındaki hiçbir değerlendirmenin
dikkate alınmayacağı ilan edilmeli ve böylelikle bunların kararlan etkilemesine izin verilmemelidir; en iyisi,
onların ortadan kaldırılmasıdır ama olmazsa etkisizle tirilmeli ya da göz ardı edilmelidirler. Görevliler âdeta
bütün ki isel kaygılarını ve dı arıdaki taahhütlerini vestiyerde bırakmalı ve sırtlarına sadece resmi görevlerini
geçirmi olarak makam odalarına girmelidir. Örgüt bir bütün olarak yalnızca iki kapısı olan kalın ve geçit
vermez duvarlarla çepeçevre ku atılmalıdır: Örgütten yerine getirmesi beklenen görevin besleneceği "girdi"
kapısı ve o görevin örgütsel i lemlerinin sonuçlarını -görevin ba arılmasını amaçlayan eylemleri- dı arıya
ula tıracak "çıktı" kapısı. Görevin gereklerini yapmak ile sonuçların üretilmesi arasına hiçbir dı etkinin
girmesine izin verilmemelidir (bu da örgütsel gizlilik gereğidir); örgütsel kuralların uygulanmasına ve ilan
edilmi amaca yönelik en etkili ve ekonomik araçların seçimine hiçbir müdahale olmamalıdır.
Ne var ki, çok az örgüt bu ko ullan tam olarak yerine getirebilir. Weber'in ideal rasyonel örgüt modelinin
altında yatan sav genellikle hayata geçirilemez; sorun böyjle bir_savın gerçekle ebilir olup olmadığıdır. Sırf bir
role indirgenmi bir ki i gerçeklikle bağda maz bir kurgudur; ve aynı ekilde ba ka kaygılardan etkilenmeyen
ve bariz olarak öteki insani taahhütler ile ili kisiz tek görevli bir eylem de kurgudur. Örgütün üyeleri doğal
olarak herhangi bir kararın getireceği tehlikelerden aksi yönde etkilenebilecek, kendi gelecekleri ile ilgilidirler.
Bundan dolayı, ku kulu ve tartı malı konularda kararlar vermekten kaçınma yönünde yaygın bir t
vardır - u malum patlamı kestaneleri ate ten alma örneği, ;ı
dosyayı ba ka birinin masasına kaydırarak sorumluluktan kın
eğiliminin halk ağzıyla ifadesidir. Ki inin kendi geleceğine
tarafından tanımlanmı artlarda kendini koruma, varlığını •,
meye) ili kin kaygıları, aynı zamanda, çalı malarım engeli
ve kararlarını gözden dü ürerek potansiyel rakiplerin konin
daki ilerlemeyi durdurma eğilimi de barındırır. Ayrıca, öri'.ıı
üyesi üstlerinden aldığı emri ahlâki inançlarıyla bağda tıran
lir; burada yapılacak tercih örgüte itaat ile ahlâki ilkelere l
arasındadır. Ba ka bazı üyeler üstlerinin koyduğu gizlilik l
nün halkın mutluluğunu ya da en az örgütsel verimlilik kail
la ondan bile.önemli olan ba ka bir davayı tehlikeye soktuj'i
nabilirler. Öte yandan, üyeler i lerine gündelik hayatların'
dıkları önyargılarını da ta ıyabilirler. Örneğin, bir erkek biı
verdiği emre uymayı zor bulabilir ya da bir ba kası farklı l>
olan ki iden emir almaya öfke duyabilir.
Dahası, görünü te örgütün görevleri ile ilgisiz ve dolayı:
gütsel karar alma otoritesi olmayan yerlerden gelen baskı v
kar ısında örgütü koruyacak geçit vermez duvarlar yoktur. (
güt halkın gözündeki imgesine kayıtsız kalamaz; tek ba ın
terimlerle hesaplandığında rasyonellik olarak kabul gören a
muoyunda, özellikle örgütün öhretine zarar verecek kad
olan çevrelerde, kaygı ve öfkeye neden olabilecek eylemle
leyebilecek bir dü üncedir bu. Uzak ve ilgisiz alanlarda faal
teren ancak yine de belli eylemleri kendi eylem alanları içiı
süz ve zararlı bulan ba ka örgütlerden baskılar da gelebilir; l
lar yine eylemin "saf rasyonelliği"ne verilen önceliğe siniri
Yine de bir an için farz edelim ki, ideal modelin öngörıl
lar mucizevi bir biçimde yerine getirilmi olsun: Örgütsı
müne katılan ki iler gerçeklen de üstlendikleri rollerine
mis ve bir bütün olarak örgüt, ilan edilmi amacıyla ilgisi
bütün kaygılardan ve etkilerden tamamen arınmı olsun
ko ulların yerine gelmesi ne kadar imkânsız olursa olsuı
pratiğe döküldüğünde örgütsel eylemin rasyonelliğini g:ı çek midir? Đdeal modele tümüyle uyan bir örgüt
gerçekten We~ ber'in umduğu kadar rasyonel davranacak mıdır? Bunun olmayacağına, rasyonel eyleme
yönelik ideal çözümün tersine rasyonelliğe sayısız engeller çıkaracağına ili kin güçlü tezler vardır.
Đlk olarak modelin akla getirdiği emir komuta hiyerar isinde makamın otoritesi ile ilgili teknik becerinin
otoritesine aynı ağırlık verilir; gel gör ki iki farklı temelli otoritenin neden çakı tığı ve ahenk içinde kaldığından
bahsedilmez. Aslında, çok büyük bir ihtimalle bu ikisi çatı acaktır (örneğin, belki bir i e ili kin kazanılmı hak,
o i i halihazırda yapanların sahip olmadığı yeni teknik becerilerin ortaya çıkmasıyla tehdit edilebilir ve sonuç
olarak makamın otoritesi eylemin rasyonalitesinin talep ettiği becerilerin gündeme getirilmesini engelleyebilir
ya da en azından geciktirebilir). Đnce i bölümü ilkesi de yakayı sıyıramaz. Güy_a_yerimliliği ve uzmanlığı
destekleyen bir unsıırolan i bölümü asJıoda_eğitiiTiĐi yetisizliği denen olguyu üretir. Sıkı sıkıya belirlenmi
görevlerin çabucak ve yetkinlikle yerine getirilmesinde uzmanlık kazanmı üyeler, gün geçtikçe i lerinin geni
bir alana yayılan uzantılarını göremez olurlar ve zamanla mekanik tekrara dönü mü etkinliğin ters
sonuçlarını gözden kaçırırlar. Üyeler, becerilerinin sınırlılığı yüzünden, rutinlerini deği en ko ullara uyarlamaya
ve alı ılmadık durumlara gerekli hız ve esneklikle tepki vermeye de yeterince ha/ir değildirler. Ba ka bir
ifadeyle, bir bütün olarak örgüt kendi mükemmel rasyonellik sevdasının ağına dü er. Örgüt donukla ır,
esnekliğini yitirir ve çalı ma yöntemleri deği en ko ullara yeterli hızla ayak uyduramaz. Er ya da geç, böyle bir
örgüt giderek daha fazla irrasyonel kararların üretildiği bir fabrikaya dönü ür.
Nihayet, en yüce kıstas olarak rasyonelliğe ba vuran ideal eylem modeli içkin olarak bu amacından ba ka bir
sapma tehlikesi -hedefin yerhi(tenj:<Mmj^{jto^^
Bütün örğMerinTverimlilikleri adına, eylem kapasitelerini yeniden üretmeleri gerekir: NejDlursa olsun, bir örgüt jürekH
olarak kararlar almaya ve eylemler yapmaya_haz|r olnıalıdır. Böyle bir yeniden üretim, dı
müdaJlâeçfejLbağı jk-ûlaıı.etkin bir kendini var kılma mekanizması gerektirir. Sorun udur ki, hedef önünde
sonunda bu dı mü96
dahaleler safına dü ecektir. Đdeal modelde, söz konusu mekanizmanın örgütün öncelikle yerine getirmesi
istenen ödevden uzun ömürlü olmasını engelleyecek hiçbir önlem yoktur. Öte yandan, her ey kendini var
kılma kaygısının, örgütsel etkinliğin, örgütün kaynaklarının ve otoritesinin kapsamının sonu gelmez biçimde
yayılmasına neden olacağı ihtimalini (aslında arzusunu) i aret eder. Gerçekten, öyle olur ki, ba langıçta
kurulma nedeni olarak görülen görev örgütün kendini var etme ve büyütme yönündeki önüne geçilmez ilgisi
tarafından ikincil bir konuma diisürülür. Ba langıçtaki hedef açısından ne kadar yararsız hale gelmi olursa
olsun, örgütün varlığını sürdürmesi kendi ba ına bir hedef haline gelir; bu, örgütün kendi ba arısının
rasyonelliğini ölçmesine yarayacak yeni hedeftir. Ve böylece insanların grupla malarına ili kin iki modelin de
eksik yanlarının olduğunu gördük; ne cemaat imgesi -ki ilerin total birliği- ne de örgüt modeli -bir görevin
rasyonel olarak yerine getirilmesine yarayan rollerin e güdümü- insanların etkile imi pratiğini yeteri kadar
açıklar. Bu modeller yapay olarak ayrı, sıklıkla zıt güdüleri ve beklentileriyle ayrı, kutupsal eylem modelleri
çizerler. Somut ko ullarda, somut insan eylemleri böyle bir radikal bölünmeyi kaldırmaz.
Eylemlerimizin "kavramsal çerçevesi" ile pratikte yaptıklarımız arasında kalıcı ve giderilemez bir gerilim vardır.
Eylemi "sanki" tek bir tutarlı ihtiyaca ya da amaca hizmet ediyormu gibi sunan model çerçeveler, doğal
olarak pratikte ancak karma ık ve girift olabilen eylemi düzene sokma eğilimi gösterirler; pratikte her zaman
çok sayıda ihtiyaç ve güdü tarafından bölünmü olan eylemi anla tırma yönünde bir eğilim vardır.
"Arı" tipler olarak, cemaat ve örgüt modelleri, üzerinde insanların bütün pratik etkile imlerinin tespit
edilebileceği bir sürekliliğin uç noktalan olarak görülebilir. Somut etkile imler, zıt doğrultulara çeken bu iki
güç arasında parçalanmı tır. Rutin etkile imler, uç modellerin tersine karı ıktır; bu etkile imler heterojendir,
yani aynı anda mantıksal olarak çeli kili ilkelere tabidir. Örneğin, cemaat benzeri etkile im biçiminin örneği
görülen aile, beklenenin aksine, nadir olarak tümüyle bir ki isel ili kiler cennetidir; insanların bir likte faaliyet
yürüttüğü herhangi bir ba ka grupta olduğu gibi, aile içinde de yerine getirilmesi gereken ödevler vardır ve
bir nebze olsun ki isel olmayan, örgütlcrdekine benzer kıstasların karakteristik özellikleri ve yaygınlıklarıyla
"bütün ki i" ili kilerinin arılığını kirletmemesi dü ünülemez. Öte yandan, heı^örgütte üyeler güçlerini belli bir
süre birle tirdikleri insanlarla ki isel bağlantılar geli tirmekten kaçamazlar. Üyelerin zamanlarının çoğu o
ötekilerle birlik-tc ğeÇeiT onlarla hizmet alı veri inde bulunurlar, ileti im kurarlar, ortak Đlgi'âlanları bulurlar,
birbirlerine yardım ederler ya da birbirleriyle sava ırlar, biıbirlerinden ho lanırlar ya da nefret ederler. Er ya
da'ğcç gayri resmi bir etkile im biçimi -resmi emir komuta ve tabiiyet ili kilerinin resmi parçası ile örtü ebilen
ya da örtü meye-bilen görünmez bir ki isel ili kiler ağı- ortaya çıkar. Bu ili ki biçimlerine bula an insanlar
örgüt içindeki çıkarlarının tek rol ve tek görev ilkesinin ima ettiğinden daha zengin olduğunu fark ederler;
örgüt kararlı ve gösteri li bir biçimde bunlara ilgisiz kalırken, insanlar böylesi ki isel ileti im ihtiyaçlarını
kar ılamayı isteyecek ve kar ılayacaktır. Bu eğilim çoğu kez örgütün hükmü altındaki insanlar tarafından
bilinçli olarak kullanılır ve körüklenir.
Đdeal modelin dü ündürdüğünün tersine, pratikte eğer etkile im sırf tikel rollere indirgenmezse göreve
yönelik faaliyetin çok daha verimli olacağı bellidir. Okul, bu bakımdan tipik bir örnektir; okul bilgi ve beceri
kazandırma ve bunun öğrenciler üzerindeki etkilerini değerlendirme gibi iyi tanımlanmı bir görev
üstlenmi tir, ne var ki eğer okul öğrencileri ve personeli arasında bir cemaat ve aidiyet duygusu geli tirmeyi
ba aramazsa söz konusu görev kesinlikle zaafa uğrayacaktır. Endüstri, hizmetler ya da finans alanında faaliyet
yürüten birçok irket, örgüt yörüngesinde onların kaygılarına ve çıkarlarına yakınla arak çalı anlarını daha
içten bağlılık göstermeye kı kırtmaktadır. Bu irketler, örneğin, çalı anlarına eğlence ve dinlenme kolaylıkları,
alı veri hizmetleri, hatta ya ayacak yer sunmaktadır. Bu ek hizmetlerin hiçbiri mantıksal olarak örgütün ilan
edilen i i ve çalı anlarından yerine getirmesini beklediği belli bir görev ile ili kili değildir; ancak bütün
bunların "cemaat duygusu" yaratması ve üyelerin kendilerini irketle özde le tirmeye te vik etF7ARK.VSosyulu.iik Dü ünmek
mesi beklenmektedir. Örgüt ruhuna bariz olarak yabancı olan il le i duygulanımların, üyelerin örgütün
amaçlarını kendi anım; olarak görmelerini destekleyeceği ve böylelikle rasyonellik l, ı ı nın ima ettiği,
ki isellikten tamamen uzak ortamın ters etkilcı m racağı dü ünülür.
Örgütler gibi cemaatler de üyelerinin özgür olduğunu v;u ı lar;,bir araya gelmenin, en azından
vazgeçilebilecek, ki inin ı rım deği tirebileceği anlamında, gönüllü bir edim olduğu l , edilir. Bazı durumlarda
(doğal denen cemaatleri hatırlayalım 11 ba katılma ba langıçta özgür bir seçimin sonucu olmasa bik1, t lere
(daha önce gördüğümüz gibi, bunu hayata geçirmekten kıl maları yönünde baskı görseler bile) her eye
kar ın ayrılma lııj tanınmı tır. G^^
a^rılm'ifnakkını reddi t
ve insanların zorla örgütün kurallarına boyun eğdinldiği ör,",ıiı • neği deTvârdir; bu, Erving Goffman'ın verdiği
isimle, tolal | rumlaf örlîeğîdir.'Tötal kurumlar zoraki cemaatlerdir. Buradı ıı lerin hay larımnjbütünü Jcılı kırk
yaran düzenlemelere konu ıi üyelerin ihtiyaçları örgüt teraftndan belirlenmekte ve kar ılanın tadır, izin
verilen" ve verilmeyen eylemler örgütsel kurallarla U lenmi tîf." YâtilröküîlârT asYeri kı lalar, hapishaneler, akıl
ha:.ı ı leri, deği en oranlarda total kurumlar modeline uyar. Bu kumu rın sakinleri gece gündüz gözetim
altında tutulurlar (ya da en ı dan gözetim altında olmadıklarından emin olamayacakları U larda tutulurlar),
öyleJki kurallardan her türlü sapma, anında ı> edilir ve cezalandırılır,^a,dj.jrjümkünse önlenir. Total kimim
üyelerini kendi ba larına bir ki isel ili kiler ağı geli tirmekten < il olarak caydırmaları ile cemaat modelinden
köklü bir biçimde .ı. lir. Total ki iliğe bürünme total olarak ki isellikten arınmı ili',11 ko uluyla iç içe geçmi tir.
Denebilir ki, total kurumlarda ba.sh, oynadığı muazzam rolü açıklayan, böylesi bir iç içeliğin uyum ı luğudur.
Arzu edilen davranı ı ortaya çıkarmak ve üyelerin biılıj oturma ve i birliği yapma iradelerini sağlamak için ne
manevi lıj lamna ne de maddi kazanç umudu i e yarar. Bu noktada total \ mm lan n ba ka bir özelliği ortaya
çıkar: Kuralları koyanlarla kini lara tabi olanlar arasındaki keskin bölünme. Duygusal bağlılıl. hesaplanmı
özçıkar yokluğunun tek ikamesi olan baskının etki gücü, giderilmesi imkânsız bölünmenin iki tarafı arasındaki
uçuruma bağlıdır. (Ba ka yerde olduğu gibi burada da pratiğin ideal modelden farklı olduğunu unutmayınız.
Ki isel ili kiler, sıklıkla gözetimciler ile gözetim altındakiler arasındaki uçurumu kat ederek total kurumlarda
da geli ir. Ancak bunların kurumun genel i leyi ini ve istikrarını bozup bozmadığı kesinlikle belli değildir. Her
eye rağmen bunlar etkile imin çerçevesini ba ka türden gruplarda olduğundan daha az esnek ve kırılgan
yapmaz.)
Đnsan grupla maları üzerine ara tırmalardan edinilen en çarpıcı izlenim sanırım grupların çe itliliğidir. Ne var
ki, bütün çe itlilikleriyle, hepsi de insani etkile im biçimleridir. Aslında bir grubun varolu u da üyelerinin
bağımsız eylemlerinden olu an kalıcı bir ağdan ba ka bir ey değildir. Bir okulun varlığından bahsetmek, belli
bir sayıda insanın ders (bir ki i konu urken ötekilerin yüzleri ona dönük dinlemeleri ve not almaları eklinde
yapılanmı bir ileti im faaliyeti) ya da seminer (belli sayıda insanın bir masa etrafında oturup sırayla
konu masından ibaret bir sözel etkile im) ya da uygulama (bir ki inin diğerlerine yanıtlaması için sorular
sormasından olu an bir etkile im) adı verilen bir rutine girmelerinden ve az sayıda diğerlerinin düzenli ve sık
aralarla tekrarlanan kalıpla mı etkinliklerinden bahsetmektir. Bu etkile imleri içinde grup üyeleri, gruba özgü
doğru davranı biçiminin ne olması gerektiğine ili kin kafalarındaki imgeye göre hareket ederler. Ne var ki,
bu imge hiçbir zaman tam olmadığı gibi, etkile im sürecinde ortaya çıkabilecek her tür duruma ili kin kesin
reçeteler de sağlamaz. Đdeal çerçeve durmaksızın yorumlanır ve yeniden yorumlanır, üyelerin pratik eylemleri
de i te bu tür yorumlardır. Yorum bizatihi imgenin geri beslemesinden ba ka bir ey değildir. Đdeal çerçeve ile
rutin pratikler sonu gelmez bir biçimde birbirlerini bilgilendirir ve deği tirir.
Dolayısıyla ayrı bir varlık olarak bir grubun kendini koruması ve sürekliliği sorunu, grubun doğru davranı
kalıplan hakkındaki ortak bir zihinsel imgeye uygun olarak üyelerinin rutin eylemlerini sürdürme sorunuyla
özde tir.
100
K. ,.,r....._..
V
Armağan ve mübadele
Borç faturaları masamın üstünde yığılmı duruyor. Bazıları çok acil; bu arada satın almam gereken eyler de
var - ayakkabılarım parçalandı, bir masa lambası olmaksızın geç saatlere kadar çalı amam ve insanın her gün
yemek yemesi gerekiyor... Ne yapabilirim?
Karde ime gidip borç isteyebilirim. Ona durumumu açıklarım. Çok büyük bir ihtimalle, biraz homurdanacak
ve bana ileri görü lülüğün, tedbirli ve planlı ya amanın, ayağını yorganına göre uzatmanın erdemleri üzerine
bir nutuk çekecek ama sonunda eli cüzdanına uzanacak ve parasını sayacaktır. Eğer parası varsa, ihtiyacım
olan parayı verecektir. Ya da en azından gücü yediği kadarını.
Olmazsa, bankacıma gidebilirim. Ancak ona ne kadar /ör durumda olduğumu anlatmanın anlamı
olmayacaktır. Đlgilenmez bilr. Onun bana soracağı tek soru borcu geri ödemeyi nasıl garanti ede-ceğimdir. O
borcu faizleriyle birlikte geri ödemeye yetecek kadar düzenli bir gelirimin olup olmadığını bilmek isteyecektir.
Bu yüzden maa bordrolarımı ona göstermek zorundayım; eğer bir gayrimenkulum varsa onu teminat olarak
göstermem, belki de ipotek ettirmem gerekir. Eğer banka yöneticisi benim riskli bir mü teri olmadığıma ve
borcumu, elbette hatırı sayılır bir faizle birlikte, geri ödeyeceğime inanırsa, bana parayı verecektir.
Sorunumu çözmek için ba vurduğum yere bağlı olarak birbirinden çok farklı iki tür muamele bekleyebilirim.
Ku kusuz, yardım alma hakkımın (yetkimin) ne olduğuna ili kin iki farklı kavrayı ı gösterecek ekilde iki farklı
tür soruyla kar ıla abilirim. Karde im muhtemelen benim ödeme gücümü soru turmayacaktır; onun için, borç
vermek iyi ve kötü i arasında yapılacak bir seçim konusu değildir. Önemli olan benim onun karde i
olmamdır; onun karde i ve muhtaç olmakla, ondan yardım istemeye hak kazanırım. Benim ihtiyacım onun
yükümlülüğüdür. Öte yandan, banka yöneticisi kim olduğuma ve istediğim paraya ihtiyacım olup olmadığına
hiç bakmaz. Onun bilmek isteyeceği tek ey, kendi ya da temsil ettiği banka açısından borç vermenin makul
ve kârlı bir i anla ması olup olmadığıdır. Ahlâki ya da ba ka bir nedenle, bana para vermekle yükümlü
değildir. Karde im isteğimi geri çevirecek olursa, bana borç vermeye gücünün yetmediğini kanıtlamak
zorunda kalacaktır. Banka yöneticisi söz konusu olduğunda ise tam tersidir: Eğer bana borç vermesini
islemi sem, borcumu zamanında ödemeye gücümün olduğunu ona kanıtlamak zorunda olan benim.
Đnsani etkile im çoğu kez birbiriyle çeli en iki ilkenin baskısına teslim olur; bunlar e değerler mübadelesi ve
armağan ilkesidir, e değerlerin mübadelesi durumunda, asıl olan özçıkardır. Đli kinin öteki tarafı özerk bir ki i,
ihtiyâçların ve'hakların'me ru bir öznesi olarak kabul edilebilir; yine de bu ihtiyaçlar ve haklar öncelikle ki inin
kendi çıkarlarının tam olarak kar ılanması önünde sınırlamalar ve engeller olarak görülür. Ki i her eyden
önce ba kasının ihtiyacına kar ılık, verdiği hizmetler için "adil" bir ödeme alıp almayacağı kaygısıyla hareket
eder. "Bana ne kadarjöd^necek?'ll'Burada benim payıma ne dü er?" "Ba ka bir ey yap amjiahajyi >
ımı?"JATdahl£l^
ğerlendirmek ve aĐTeYnatîf~seçimler arasında tercih sırası y;i|n için muhtemel eyleme ili kin sorulan
sorulardır. ?SHĐ£f ^''''' olduğuna üi§kjıı_pazarlığa tutu ur. Müjm^jin_ohjii^n jyLa.ol;ı;,ıı sâgîainak ve i lemi
kendi ^ararına_hjllejjT^ıiçjn..^.|jnıden_g_ckıı " eyi"yapar! AncjıJEjıınağanj layında durum bu^ değildir. Hm
ötekilerin ihtiyaçları ve haklan eylem için asli
-belki de iri düdür. Sonuçta gelseler bile, ödüller eylemin
istenirliğiniJır.n makta bir unsur değildir. E değerlilik kavramı tamamen dir. Yalnızca öteki ki inin onlara
ihtiyacı olduğu ve ki i olan yaçlarına saygı gösterilmesine hakkı olduğu için* mallar vaıl
hizmetler sağlanır.
"Armağan" arı]ık_derecelerine göre farklıla an geni biı ı y ler dizisinin ortak adıdır. "Saf armağan" âdeta bir
"e ik k| mî"dır; bütün pratik durumları ölçüye vuran bir tür denek l il Bu pratik durumlar idealden deği en
oranlarda saparlar. En n\ liyle, armağan tamamen çıkarsızdır ve alıcının n}j£.Ug.y!Çjb>}kl
sızı_nj/eriUr
dıı\.Sahipliğin ve mübadelenin olağan ölçütleriyle değerlenil) ğinde, saf armağan saf bir kayıptır; bir kazanç
varsa o clıı ki mantığına ters gelen ahlâki anlamdaki kazanÇtır- Kayıp ur gerçekte armağanın ahlâki değeri de
yükselir. Armağanın ıılılî geri sunulan mal ve hizmetlerin piyasa değeriyle değil, aksım ci için olu turduğu
öznel kayıpla ölçülür (az veren candan, ren maldan sözünü hatırlayın). Alıcının niteliğinin dikkati-ması,
armağanın sunulduğu alıcının niteliğinin ancak alıcı n insanlar kategorisine girdiğinde göz önüne alındığı
anlamın,! Bu nedenle, 2. Bölüm'de tartı tığımız, ki inin akrabaları \< dostlarına kar ı cömertliği aslında saf
armağan ko ullan maz; bu cömertlik, alıcıları özel muamele için seçilmi i lar olarak ayrı bir yere koymu tur.
Özel insanlar olarak özel -ki isel- bir ili kiler ağıyla bağlı oldukH11"1 ötekilcnl bir cömertlik bekleme haklan
vardır. Sai^arniagf'} dutınıı mağan ona ihtiyacı olabilecek -sadece ve sadece ona ilıiı ğu için- herhangi bir
ki iye sunulur. Saf armağan, aksi halde isiın-slTHiac~ak, vericinin belleğinde özel bir yer i gal etmeyecek olan
ötekinin insanlığını tanımaktır.
Armağanlar verene ele gelmez, ancak büyük huzur veren ahlâki tatmin ödülü -bencil olmama, ba kası
içiıvfedakârlık deneyimi-sağlar. Mübadele ya da kazanç arayı ı bağlamıyla keskin bir kar ıt-TnTîçmdeki bu
ahlâki tatmin, fedakârlığın ve sonuçtaki kaybın verdiği acı oranında arlar. Saflık idealini daha net hale
getirmek üzere, çoğu dinsel öğreti armağan vermeyi, onu bir tür mübadele, ki inin günahlarının kefareti ve
öte dünyada mutluluk elde etmenin bir aracı sayarakTte viĐc"ed'er. Muhtaca vermek "hakkın yolu", ki inin
kurtulu u için gerekli iyi i lerden sayılarak desteklenir. Bu türden argümanlar ku ku götürmez bir biçimde
efkat ve armağan verme eğilimini güçlendirmekle birlikte, e it oranda güçlü kazanç arzusuna içi bo bir
destek vererek ve böylelikle, istemeyerek bile olsa, bu arzunun otoritesini onaylayarak etki yaratır.
Olağanüstü zor ve acımasız sava ve yabancı i gal ko ullarında insan davranı ı üzerine yapılan ara tırmalar
göstermektedir ki, armağan vermenin en kahramanca örnekleri -tehlikede olan birinin hayatını kurtarmak için
kendi hayatını feda etme- tamamen dürtüleri saf~irmağana çok yakla an insanlar "târaîmdan gösterilmi tir;
bli 'însaıîTar ba ka insanların yardırhĐna Ko infîâyı'sırf ahlâki görevleri -sanki doğal, a ikâr ve ilk akla gelen
eymi gibi herhangi bir gerekçe aramayan bir görev- olarak görmü lerdir. Bu ara tırmaların en dikkat çeken
bulgularından biri, yardıma ko anlar arasındaki en fedakârlarının eylemlerinin e siz bir kahramanlık olduğunu
anlamakta güçlük çektikleridir. Onlar böyle bir davranı ın gerektirdiği cesareti ve kanıtladığı ahlâki erdemi
önemsemezler.
Bu bölümün ba ında tartı tığımız iki tür yakla ım armağan-mü-badele seçiminin günlük tezahürlerinin bir
örneğini te kil eder. Đlk bakı ta, armağan güdüsünün ağır bastığı karde imle ili kimi ki isel bir ili ki, alı veri
mantığının öne çıktığı banka yöneticisiyle aramdaki ili kiyi ki isel olmayan bir ili ki olarak adlandırabiliriz.
Ki isel bir ili ki çerçevesinde olan bitenler neredeyse tamamen bizim,
kim olduğumuza bağlıyken," her birimizin
ne yaptığına, yapıyor olduğuna ve yapacağına pek bağlı değildir; yanı, gösrerdiğuviz ba arı
kardeiz ve bu yüzden ihtiyaç olduğunda birbirimizin yardımına ko makla yükümlüyüz. Söz konusu ihtiyacın kötü
talih, yanlı hesap ya da tedbirsizlik sonucu doğmu olup olmadığının önemi yoktur (ya da en azından böyle
olmalıdır). Hatta bana emanet edilen paranın "güvende" olup olmaması da -yani, gösterilen ba arının parayı
geri ödeyeceğime ili kin bir umut verip vermemesi de- önemli değildir. Ki isel olmayan bir ili kide ise bunun
tersi doğrudur. Burada önemli olan benim kim olduğum değil, yalnızca muhtemelen ne
yapacağımdanJCar ımdaki ki i benim gelecekteki davranı ımı kestirmek amacıyla, Jsenim^geçmi teki
sicilimle ilgili olacaktır.
Sava sonrası dönemin en etkili sosyologlarından biri olan Tal-cott Parsons, nitelikle gösterilen ba arı
arasındaki zıtlığı anla ılabilir her türden insani ili ki biçiminin içlerinden birini seçmek durumunda kalacağı
dört ana zıtlıktan biri olarak değerlendirmi tir. Parsons bu zıtlıklara kalıp deği kenler adını vermi tir. Ona
göre, içlerinden birini seçeceğiniz diğer zıtlık çifti evrenselçilik ve tikel-cilik çiftidir. Teklifim üzerine kafa yoran
karde im birçok eyi dü ünebilir ancak yasal düzenlemeler, davranı kodlan ya da cari faiz oranları gibi
evrensel ilkeler büyük bir ihtimalle bunlar arasında olmayacaktır. Onun için ben "bir kategori içindeki
numune", belli bazı evrensel kuralların uygulanabileceği bir örnek olay değilim. Ben tikel, e i olmayan bir
örneğim, onun karde iyim. Yapacağı ne olursa olsun onu benim ba ka herkesten ayrı, emsalsiz bir ki i
olduğum için yapacaktır ve bu yüzden "O benzer ba ka durumlarda ne yapar?" sorusu yersizdir. Yine, banka
yöneticisi ile olan durum çok farklıdır. Onun için ben ancak geni bir geçmi , mevcut ve gelecekteki borç
isteyenler kategorisinin bir üyesiyim. Daha önce "benim gibi" bir sürü insanla kar ıla an banka yöneticisi
sorunu kesinlikle gelecekteki bütün benzer durumlar için geçerli evrensel kurallara göre çözecektir.
Dolayısıyla benim ki isel ba vurumun sonucu evrensel kuralların benim durumumun güvenilirliği hakkında
vereceği karara bağlı olacaktır.
Bir ba ka kalıp deği ken de söz konusu iki durumu birbirine /il ili kiler olarak koyar. Benimle karde im
arasındaki ili ki jıa^f benimle banka yöneticisi arasındaki ili ki ise özgüldür. Karde imin cömertliğrsirf o ana
özgü keyfi bir tutum, özel olarak bu tek konu mada aktardığım sıkıntı sonucunda doğan anlık bir davranı
değildir. Bana yönelik karde çe yakla ımı benimle ilgili her eye bula mı tır; her ey onu ilgilendirir.
Hiçbirimizin hayatında öteki için önem ta ımayan bir ey yoktur. Eğer karde im bu tikel durumda yardımcı
olma eğilimi ta ıyorsa, bu onun genel olarak bana kar ı hassas olması ve benim yaptığım ve yapmı
olabileceğim her eye ilgi duyması yüzündendir. Onun anlayı ı ve özeni parasal konularla sınırlı olmayacaktır.
Banka yöneticisi ile durum böyle değildir; onun davranı ı özel olarak oradaki ve o anki ba vuruya uygundur;
benim teklifime tepkisi ve son kararı bütünüyle o duruma ili kin olgulara dayanır ve benim hayatımın ve
ki iliğimin öteki yönleriyle hiçbir ili kisi yoktur. Borç alma ba vurum söz konusu olduğu müddetçe benim için
en önemli eyleri o haklı olarak konu dı ı görecek ve bu yüzden onları değerlendirmeye katmayacaktır.
Dördüncü zıtlık âdeta öteki üçünü taçlandıran bir zıtlıktır (bunun diğerlerinin altında yattığı ve aslında onları
mümkün kıldığı da pekâlâ savunulabilir). Bu, Parsons'ın sözcükleriyle, hissilik ve hj.^ si yansızlık zıtlığıdır. Buna
göre, bazı etkile imler duygularla - efkat, sempati ya da sevgi- karı ıktır. Bazıları ise "kayıtsız", uzak ve
duygusuzdur. Ki isel olmayan ili kiler faillerde ba arılı bir i yapma isteği dı ında bir duygu doğurmaz.
Bizatihi failler duygu nesnesi değildirler; onlar ne sever ne sevilir. Eğer onlar sıkı pazarlık ko ullan dayatır,
aldatmayı, yalan söylemeyi dener ya da taahhütlerini yerine getirmezse, onların bu tavrı kar ısında belli bir
tahammülsüzlük ve isteksizlik gösterilebilir; yine onlar evkle ve iyi niyetle i birliğine girerlerse -onlar "i
yapmanın bir zevk olduğu" türden ki iler olduğunda- arada belli bir sevgi doğabilir. Ancak genelde duygular,
ki isel ili kiyi anlamlı kılan unsurlar iken. ki isel olmayan ili kilerin vazgeçilmez bir parçası değildir.
Hem ben hem de karde im ili kimizi derinden hissederiz. Her ihtimalde, birbirimizi severiz. Dahası, büyük bir
ihtimalle kar ılıklı e duyuma girebilir ve birimiz diğerimiz için benzer duygular bes100
leriz; kendimi/ı uirkımn yi'iınr koyul', oickinin halinden anlar, öteki partnerin scvinmu ya da ansını i(,'lıtıı/de
duyar, kendimizi o ne eli olduğunda iyi, acı erkliğimle kiiliı hissederiz. Banka yetkilisi ile ili kimde bu geçerli
dı-j'.ildir. ili/, c«>k seyrek kar ıla ır ve birbirimiz hakkında kar ısındakinin dtıyj'iılaımı "okuyamayacak" kadar
az ey biliriz. Bilsek bile, durum deri mez; ancak kar ımdaki ki inin ke fetmeye ya da tahmine çalısııj'.ını
duygulan yürüttüğümüz i in ba arısıyla doğrudan ilgili olduğunda durum farklıdır (banka yetkilisini
öfkelendirmekten sakınırım, aksine insani zaaflarını hesaba katıp savunmasını gev etmeyi umarak, akalar ya
da pohpohlamalar yoluyla iyi yanlarının açığa çıkmasını isterim). Aksi halde, duyguların yeri yoktur. Dahası,
eğer duyguların yargılara müdahalesine izin verilirse, gerçekte zararlı da olabilirler; örneğin, banka yetkilim
bana acıdığı ve çektiğim sıkıntıyı anladığı için bana borç vermeye karar verir ve bu nedenle benim parasal
savrukluğumu dikkate almazsa, kolaylıkla temsil ettiği bankanın zarar görmesine neden olabilir.
Duygu ki isel ili kilerin vazgeçilmez bir parçası iken, ki isel olmayan ili kilerde böyle bir özelliği kalmamı tır.
Ki isel olmayan ili kilerde, tarafsızlık ve serinkanlı hesap ki inin ancak kendi zararına gözardı edebileceği
kurallardır. Ki isel olmayan bir i le kar ımdaki ki inin aldığı duygusuz tutum, özellikle ilk elden onlara
ba vurmama neden olan durum bana çok acı verdiğinde, kalbimi kırabilir. O zaman, haklı bir gerekçe
olmaksızın, benim heyecanıma böylesine sinir bozucu bir biçimde kayıtsız kalan soğuk tutumu, "bürokratların
kalpsizlikleri ve duygusuzlukları" olarak suçlama eğilimine gireceğim. Bu imge, ki isel olmayan ili kilerin
ba arıyla yürütülmesine engel olacaktır. Bu yüzden, sık sık "dinleyen banka", "evet demeyi seven banka"
laflan duyarız; bankalar mü terilerine kar ı ki isellikten uzak tavırlarını (yani, ilgilendikleri mü terilerinin ki isel
sorunları ve duygularına değil, paraları olduğunu) gizlemeyi kârlı görürler ve bundan dolayı tutamayacakları
ve tutmayacakları bir söz verirler:JÇi§i ıdjQ]nıay,ar^ kilere özgü_bjj^anlay_ı la yjjrütjnfik.
Belki de, ki isel ve ki isel olmayan etkile im bağlamları arasın- daki en hayati ayrım, faillerin eylemlerinin
ba arısı için güven duydukları unsurlarda yatar. Hepimiz haklarında, bilsek bile, çok az
bilgi sahibi olduğumuz çok sayıda insanın eylemlerine bağlı ya arız; planlarımızı ve ümitlerimizi neredeyse hiçbir zaman sadakat,
güvenilirlik, dürüstlük, verimlilik vb. gibi onların ki isel karakter
özelliklerine dayandırmayız. Elimizde bu kadar az bilgi varken, yapılacak ey meseleyi ki isel olmayan bir tarzda çözüme kavu turma fırsatı -partnerlerin nasıl bir ey olduğunu bilmediğimiz ki isel
nitelikleri ya da yeteneklerine değil, o an kar ımıza çıkan kim olursa olsun aynı kategori için her durumda geçerli yoldan evrensel kurallara müracaat etme ansı- yaratmıyorsa, etkile im kesinlikle
mümkün olmayacaktır. Sınırlı ki isel bilginin olduğu ko ullarda,
kurallara ba vurmak ileti imi mümkün kılmanın tek yoludur. Dü ünün, eğer ötekilerle girdiğiniz bütün etkile imler onların ki isel nitelikleri hakkında yeterli düzeyde yapılan ara tırmalardan elde edilen sonuçlara bağlı olsaydı, ne kadar çok ve lüzumsuz bilgi toplamamız gerekirdi. Bu duruma çok daha gerçekçi bir alternatif mübadeleyi yönlendiren birkaç genel kural kabul etmek ve kar ımızdaki
ki inin de aynı eyi yapacağına ve aynı kurallara uyacağına güvenmektir.
Hayattaki çoğu ey, aslında partnerlerin çok az bir ki isel bilgiyle ya da hiçbir ki isel bilgi olmaksızın ileti im
kurabilecekleri bir biçimde örgütlenmi tir. Benim gibi tıp bilimi hakkında hiçbir ey bilmeyen birinin,
yardımını istediği doktorların tedavi yeteneklerini ve mesleğe bağlılıklarını değerlendirmek neredeyse
imkânsızdır; ükürler olsun ki, hastalığımla ba etme velileri onları üye olarak kabul eden Britanya Tabipler
Odası ve onları istihdam eden hastane yönetimi tarafından onaylanmakta, sınanmakta ve belgelenmektedir.
Bu yüzden ben, sadece durumumu anlatmakla ve kar ılığında durumun gösterdiği ve gerektirdiği hizmeti
göreceğimi varsaymakla ve buna güvenmekle yetinirim. Bindiğim trenin istediğim yere gittiğinden emin
olmak istediğimde, doğruyu söyleme tutkularını sınama kaygısına kapılmaksızın, rahatlıkla görevli üniforması
giymi insanlara sorabilirim. Gaz i letmesinden geldiğine dair kartını gösteren birine, normalde hiç
tanımadığım bir yabancıya yaptığı10R
mm aksine, ara tırıp soru turmadan kapımı açarım. Bütün bu ve benzeri durumlarda, ki isel olarak
tanımadığım bazı ki iler (gaz i letmesi ya da Tabipler Odası yöneticileri örneğin) yetkilerini onayladıkları
insanların i lerini yetkinlikle, kuralına uygun yürüteceklerini teyit etme görevi üstlenirler. Böylelikle bu tür
insanların hizmetini güvenle kabul etmemi mümkün kılarlar (bu, Britanyalı sosyolog Anthony Giddens
tarafından derinlemesine çözümlenmi bir olgudur).
Ne var ki, tam da ili kilerimizin bu kadar geni bir bölümünün ki isel olmayan bir bağlamda yürütülmesi
yüzünden, ki isel ili kilere duyulan ihtiyaç çok iddetli ve acildir. Haklarında belli belirsiz ve üstün körü eyler
bildiğimiz insanlara ne kadar fazla bağlı hale gelirsek, kar ıla malarımız ne kadar çok formalite gereği ve gelip
geçici olursa, ki isel ili kiler alanını geni letme, en iyi ki isel olmayan tarzda yerine getirilebilen ili kiler yerine
ancak ki isel ili kilere uygun dü en beklentilerimizi öne çıkarma eğilimi o kadar güç kazanır. Ki isel olmayan
bir dünyanın ilgisizliğine duyulan öfke muhtemelen en güçlü biçimde ailenin ve çocukluk arkada lığının
görece sıcak, sarıp sarmalayan, efkatli dünyasını terk ederek i dünyasının ve meslek hayatının kaba, duygu
olarak soğuk dünyasına girmek üzere olan genç insanlar arasında hissedilecektir. Bundan dolayı, gençler
insanlar kendi ihtiyaçlarıyla ve mutluluklarıyla çok az ili kisi olan bazı amaçlara varmak için sırf araçlar olarak
hizmet verdiği (ya da öyle göründüğü) katı ve kalpsiz dünyayı hiçe sayma çabalarına girerler. Bu ili kilerden
kaçan bazıları, içerisinde ancak ki isel türden ili kilere izin verilen komün benzeri, sınırlı ve kendine yeterli
küçük topluluklar kurmaya çalı ır. Ne var ki, böylesi giri imler genel olarak büyünün bozulması ve hayal
kırıklığı ve nihayet ba arısızlıkla sonuçlanır. Bu deneye kalkı anların kanıtladıkları tek ey hayat denen
karma ık i in yalnızca duygusal bağlılıkla yürütülemeyeceğidir; böyle bir projenin gerek duyacağı muazzam
duygu yükünün çok geçmeden katlanılamaz olduğu ortaya çıkar: Kalıcı sevgi cenneti rüyası, içine girildiğinde
kar ılıklı ha inliğin bir cehennemine dönü ür. Bu gibi deneyler, u/un bir zaman diliminde yüksek yoğunluklu
duyguların sürdürülmesi için, sevgi ile verimlilik kaygı lan arasındaki kalıcı çatı madan doğan hayal
kırıklıklarını gidermek için sonsuz bir çabaya gerek olduğunu gösterir, hatta alternatifinin iddetli
soğukluğunun neden olabileceğinden daha büyük acılar doğurur.
Ki isel bağlam hayat uğra ının tamamı için yetersiz kalsa bile, vazgeçilmez bir unsurdur. "Derin ve
bütünlüklü" ki isel ili kiler için duyduğumuz özlemin iddetini artıran, takıldığımız ki isel olmayan bağlılıklar
ağının geni liği ve sıklığıdır. Ben ücret aldığım irketin bir çalı anı, ihtiyacım olan ya da ihtiyacım olduğuna
inandığım eyleri satın aldığım birçok mağazanın mü terisi, beni evden i e ya da i ten eve ta ıyan otobüsün
ya da trenin yolcusu, tiyatronun izleyicisi, desteklediğim partinin seçmeni, doktorumun hastası ve birçok
ba ka yerde birçok ba ka eyim. Her yerde benliğimin ancak küçük bir bölümünün orada olduğunu
hissederim. Ba ka yönleri o tikel bağlamda anlamsız olduğundan ve istenmediğinden, benliğimin kalanının
karı maması için sürekli kendimi denetlemek durumunda kalırım. Ve bu yüzden hiçbir yerde kendimi tam
anlamıyla hissedemem; hiçbir yerde kendimi yuvamda hissedeınem. Her ey bir yana, kendimi, her biri farklı
insanlar arasında ve farklı mekânlarda olmak üzere, oynadığım birçok farklı rolün bir toplamı gibi hissetmeye
ba larım. Peki ama bunları bağlayan bir ey var mıdır? Sonuçta ben -gerçek, hakiki "Ben"- kimim?
Çoğumuz rollerin yamalı bir bohçası olduğumuza ili kin imgeyi kabul etmeye yana mayız. Ancak er ya da geç
"Beni/Bana"lan-mızdan olu an bir çoklukla ve hatta onlar arasında belli bir e güdümün de yokluğuyla
uzla mak zorunda kalırız (1. Bölüm'ü hatırlayalım); Ne var ki, "Ben" tektir, ya da en azından ideal olarak tek
olmalıdır. Birlik tartı masız olarak "orada dı arıdaki" dünyada kaybolur ve sanki kısmi, tamamen i levsel
etkinle imlerden ibaret bir çokluğa parçalanırken, onu sağlamak tutarlıklı benliklerimize kalmı tır. George
Simmel'in çok uzun zaman önce.tespit ettiği gibi, yoğun bir nüfus ve çe itlilik barındıran ya adığımız dünyada
bireyler sonu gelmez anlam ve birlik arayı ında hep geri kalmaya mahkûmdur. Dı dünya yerine kendimize
yoğunla ır yoğunla maz, birlik ve tutarlılık için duyulan bu muazzam istek özkimlik arayı ı l 1.0
olarak kendini gösterir.
Girdiğimiz ki isel olmayan mübadele ili kilerinin hiçbiri bu kimliği sağlamaya yetmeyecektir. Aradığımız
özkimlik bu mübadelelerin hepsinin ötesine "ta ar". Ki isel olmayan bağlam onu tam olarak kar ılayamaz. Tek
tek her bağlamda biz âdeta bir biçimde yerimizden edilmi oluruz: Gerçek benliklerimizin etkile imin imdi
meydana geldiği bağlamın dı ında bir yerlere yerle tiği hissine kapılırız. Aradığımız eyi ancak yayılmı lığı ve
tikelliği ile, niteliğe verdiği önem ve onu doyuran kar ılıklı sevgi ile ki isel bir bağlamda bulmayı ümit
edebiliriz.
Alman sosyolog Niklas Luhmann özkimlik arayı ını, kendini
?_lî!ĐĐiSySlL,O£yg' -sevmek ve sevilmek- ihtiyacının ilk ve en güçlü nedeni olarak sunmu tur. Sevilmek ba ka
ki i tarafından biricik, benzersiz "görülmek anlamına gelir; sevilmek, seven ki ilerin sevilenleri]^ onların
kendilerine ya"da istemlerine ili kin imgelerini ""halcft"göstermek için evrensel kurallara ba vurmaya gerek
duymadıklarını kabul eniklen anlamına gelir; sevilmek seven ki inin benliğimin, benliğime karar verme ve
kendi kararımla kendi benliğimi seçme hakkımın, egemenliğini kabul etmesi ve olumlaması anlamına gelir;
sevilmek onun benim üzerine basa basa ve inatla "i te olduğum, yaptığım, durduğum halimle ben"
ifademe.katılması anlamına gelir.
Ba ka bir ifadeyle, sevilmek anla ılmaktır - ya da en azından ne zaman "Beni anlamanı istiyorum!" derken ya
da acı içinde "Beni anlıyor musun? Beni gerçekten anlıyor musun?" diye sorarken kullandığımız anlamda
"anla ılmaktır". Anla ılmaya duyulan bu özlem birisine benim yerimde olması, eyleri benim gözümle
görmesi, gerçekten de sırf benim olduğu için saygıyla kar ılanması gereken bir görü ümün olduğunu daha
ba ka kanıt istemeden kabul etmesi için yapılan umutsuz bir çağrıdır. Anla ılmaya özlem duyarken aradığım
benim kendi, özel deneyimimin -içgüdülerimin, ideal hayat imgemin, kendim, acılarım ve ne elerim
hakkındaki imgemin- gerçek olduğunun bir olumlanmasıdır. Ben kendi portremin bir onayım isterim. Ben
böyle bir onaylanmada ba ka ki i tarafından kabulümü, ba kasının aksi halde sadece hayal gücümün,
eğiHinlerimin bir uydurması, çılgınca ba ım alını giden fantezilerimin ürünü olma ku kusu ta ıyacak eyi
onaylamasını görürüm. Böyle bir onaylanmayı kar ımdaki ki inin kendimden söz ederken beni ciddiyetle ve
ilgiyle dinlemeye istekliliği yoluyla yaratmayı ümit ederim; partnerim, Luhmann'ın deyi iyle, "ilgiyi hak etme
e iğini a ağıya" çekmeli, söylediğim her eyi anlamlı, dinlemeye ve üzerinde dü ünmeye değer kabul
etmelidir.
Aslında isteklerimde bir paradoks vardır. Bir yanda, benliğimin, "orada"yken giydiğim, o yerden (o
arkada tan) diğerine geçer geçmez sırtımdan çıkarıp atacağım rollerin bir toplamı değil, emsalsiz bir bütün
olmasını isterim. Böylelikle, hiç kimseye benzememek, ba ka kimseye değil kendime benzemek -ba kalarının
çarkındaki çok sayıdaki di ten biri olmamak- isterim. Öte yanda ise bilirim ki, hiçbir ey sırf ben onu hayal
ettiğim için var olmaz. Fantezi ile gerçeklik arasındaki farklılığı görürüm ve bilirim ki, gerçekten var olan ne
varsa benim için olduğu gibi ba kaları için de var olmalıdır (hepimizin sahip olduğu ve onsuz toplum
hayatının anla ılamaz olduğu gündelik hayat bilgisini hatırlayın; bu bilginin önemli parçalarından biri
deneyimlerin ortak olduğu, dünyanın ba kalarına tıpkı bize göründüğü gibi göründüğü inancıdır). Ve
böylelikle, ben gerçekten emsalsiz bir benlik geli tirmekte, deneyimimi e siz kılmakta ne kadar ba arılı
olursam, deneyimimin sosyal düzeyde olumlanmasına o kadar çok ihtiyaç duyarım. Görülüyor ki, en azından
ilk bakı ta, böyle bir olumlama ancak sevgi ile gerçekle ebilir. Paradoksun sonucu, çoğu insan ihtiyacına
ki isel olmayan bir biçimde kulak verildiği karma ık toplumumuzda, sevgi dolu bir ili ki ihtiyacının her
zamankinden daha derinden kendini duyurmasıdır. Bu, aynı zamanda, sevginin sırtlandığı yükün de -aynı
ekilde sevenlerin sava ması ve zaptetmesi gereken baskıların, gerilimlerin ve engellerin de- korkunç olduğu
anlamına gelir.
Bir a k ili kisini özellikle zayıf ve kırılgan yapan kar ılıklılık ihtiyacıdır. Eğer sevilmek istiyorsam, seçtiğim
partner her halükârda benden kar ılığını -sevgiyle kar ılık vermemi- isteyecektir. Ve bunun anlamı, belirtmi
olduğumuz gibi, â ığımın hizmetine kar ılık vermem, partnerimin deneyiminin gerçekliğini olumlayacak e112
kilde davranmam, nasıl anla ılmayı istiyorsam anlamam da gerektiğidir. Đdeal olarak her bir partner öteki
partnerin dünyasında anlam bulmaya çalı ır. Ancak bu iki gerçeklik (benimki ve parlneri-minki) kesinlikle
özde değildir; daha kötüsü, bu gerçekliklerin varsa bile çok az ortak noktası vardır. Đki insan ilk defa
kar ıla tıklarında, ikisinin de arkalarında diğeriyle payla ılmamı , kendilerine ait uzun birer hayat vardır. Đki
ayrı biyografi, her ey bir yana açıkça farklı iki deneyimler ve beklentiler yumağı üretmi tir. Oimdi onlar
yeniden müzakere edilmek durumundadır. En azından bazı bakımlardan bu iki yumağın kar ılıklı olarak
çeli tikleri görülecektir. Benim ve partnerimin hemen doğrudan bu iki yumağın bütünüyle e it olarak gerçek
ve kabul edilebilir olduklarını, düzeltmeye ve uzla maya gerek göstermediklerini kabul etmeye hazır olması
ihtimal dı ıdır. Yumaklardan biri, hatta ikisi de, kalıcı bir ili ki hatırına terk edilecek, düzene sokulacak ya da
teslim olacaktır. Ne var ki, böyle bir teslimiyet bizatihi a kın maksadını ve a kın kar ılaması gereken ihtiyacın
kendisini geçersiz kılacaktır. Eğer yeniden müzakere gerçekten olursa, partnerlerden ikisi de bunu gözetirse,
ödülleri büyük olur. Ancak mutlu sona giden yol dikenlidir ve bu yolu yarasız beresiz atlatmak büyük sabır ve
cesaret gerektirir.
Amerikalı sosyolog Richard Sennett, partnerlerin ikisinin de ısrarla mahremiyet hakkı, kendini partnerine
tamamen açma, partnerle ki inin içsel dünyası hakkındaki bütün, en özel hakikati payla ma, bütünüyle içten
olma, yani partner için ne kadar altüst edici olursa olsun hiçbir eyi saklamama hakkı pe inde oldukları bir
ili ki için "yıkıcı Gemeinschaft" terimini ortaya atmı tır. Sennetl'e göre, ki inin partnerinin kar ısında ruhunu
bütün gerçekliğiyle ortaya sermesi, partnerden zorunlu olarak evk yaratmayacak eylere onay vermesi ve
yanıt verirken aynı ekilde içten ve dürüst olması isteneceğinden, partnerin omuzlarına katlanılmaz bir ağırlık
bindi-rebilir. Sennett, kalıcı bir ili kinin, özellikle kalıcı bir a k ili kisinin kar ılıklı mahremiyet talebinin sallantılı
zemininde yükselemeyeceğine inanır. Partnerlerin birbirlerinden kar ılayamayacakları (ya da bedelini
dü ününce kar ılamak islemeyecekleri) taleplerde bulunma ihtimali çok fazladır; bu ili kiye bir süre biçmeye,
bitirmeye ve çekilmeye karar vermek yerine bu yüzden acı çekecek, kıvrana-cak ve umutsuzluğa
dü eceklerdir. Partnerlerden biri ya da öteki çekilmeyi ve benliğinin olumlanması ihtiyacına ba ka yerlerde
tatmin aramayı seçecektir.
Dolayısıyla, bir kere daha a k ili kisinin kırılganlığının -â ık partnerlerin aradığı birliğin yıkıcılığının- her
eyden önce kar ılıklılık ko ulu yüzünden olduğunu gördük. Paradoksal olarak a kını ancak kar ılık
beklentisine girmediğimde sürebilecek ve güvende olacaktır. Tuhaf görünse de, en az zayıf ve kırılgan olan,
bir armağan olarak verilen a ktır: Sevdiğimin dünyasını kabul etmeye, o dünyaya girmeye ve kar ılığında
benzer bir ey beklemeksizin onu içeriden anlama çabasına girmeye hazırım... Müzakereye, anla maya ve
sözle meye gerek duymuyorum. Gelgelelim, bu yollardan hangisine girersek girelim, mahremiyet
müzakereye açılır ve taviz kaçınılmazdır. Ve partnerlerden birini ya da her ikisini de hafife alınamayacak kadar
sabırsız yapan ya da kendisi için kaygı duymasına neden olan ey bizatihi bu müzakere ve uzla madır. A kın
bu kadar zor ve bedeli yüksek olu u yüzünden, kar ılık beklemeksizin a kın yerini, a k i levi görecek (yani,
önce sabırla tam ve içten bir itirafı içerecek biçimde iç deneyimin olumlanmasım sağlayacak) bir ili kiye
duyulan ihtiyaç alır. Đ te psikanalitik seansların, psikolojik tedavinin, aile danı manlığının vb. a ırtıcı
ba arısının gizi burada yatıyor. Artık, bir ki inin en içten duygularını ba ka birine anlatması ve sonuçta ki inin
o çok özendiği kimliğinin onaylanması anlamına gelen kendini bütünüyle açma hakkı için gerekli ey yalnızca
para haline gelmi tir. Parasal ödeme analistin ya da terapistin hastalan ya da mü terileri ile ili kisini ki isel
olmayan bir ili kiye dönü türür. Ve böylelikle ki i sevmeden sevilebilir. Ki i, hizmetlerini salın aldığı ve bu
yüzden bir i ili kisinin parçası olarak ortak yükümlülük altına girdiği insanlar hakkında hiçbir kaygıya
kapılmaksızın, kendisiyle ilgilenilmesini ve kaygılarının payla ılmasını sağlayabilir. Hasta bir sevilme
yanılsaması satın alır. (Gelgelelim, unutulmamalıdır ki, tek taraflı a k "doğaya kar ı", yani sosyal olarak kabul
edilen a k modeliyle iddetli bir uyu mazlık iciııdc olduğundan, psikaııalilik uygulamanın ba ında genelde
<ık(a\l
l ÜAltKA/Smvoluıık nil'.Jlnııı,-!.,
nm denen bela vardır: Yani, hastanın eğilim olarak analistin "-mis gibi" davranı ını bir sevgi ifadesi olarak
görme hatasına dü mesi ve anla manın tamamıyla i benzeri, ki isel olmayan ko ullarını a an bir tutumla
kar ılık vermesi. Aktarım olgusu terapinin bir a k ikamesi olduğunun en güçlü kanıtı olarak da
yorumlanabilir.)
A kın (daha doğrusu, kimlik onayı i levinin) diğer, belki de daha sağlam bir ikamesini de tüketici piyasası
sağlar. Piyasa ki inin kendisi için bir tane seçebileceği çok çe itli "kimlikleri" vitrine koyar. Ticari reklamlar
satmaya çalı tıkları mallan sosyal bağlamları içinde, yani tikel bir hayat tarzının bir parçası olarak göstermeye
özen gösterirler, öyle ki muhtemel tüketici bilerek sahip olmayı istediği böyle bir özkimliği satın alabilecektir.
Piyasa aynı ekilde, farklı biçimlerde kullanılabilen, her biri diğerinden farklı olan ve bu biçimde
ki iselle tirümi sonuçlar üretecek olan, kimlik yapıcı araçlar sağlar. Piyasa yoluyla ki i kendi yaptığı kimlik
kartının, uyarlanmı benliğinin çe itli öğelerini bir araya getirebilir. Ki i kendini modern, özgür, özenli bir
kadın ya da dü ünceli, aklı ba ında, efkatli ev kadını olarak; ileriye bakan, kendine güvenli bir kodaman;
rahat, sevimli bir dost; gözü dı arıda, fiziksel olarak sağlıklı, maço bir erkek olarak ya da bütün bunların bir
karı ımı olarak nasıl ifade edebileceğini öğrenir. Piyasanın sunduğu kimliklerin avantajı sosyal onaylarıyla
birlikte satın alınmalarıdır ve böylelikle olumlama arayı ının sıkıntıları kalmamı tır. Kimlik kartları ve hayat tarzı
simgeleri, yetkin insanlar tarafından sunulur ve çok sayıda insanın deneyerek ya da "dikkatini vererek"
onayladığı bilgilerle desteklenir. Bu yüzden sosyal onayın müzakere edilmesine gerek kalmaz; onay,
pazarlanan ürünün yapısında âdeta ta ba tan vardır.
Yaygın olarak elde edilebilir ve popülerliği giderek artan bu tür alternatiflerin varlığında, ö/.kimlik sorununu
kar ılıklı sevgiyle çözme dürtüsü için gerekli çabanın ba arı ansı giderek azalır. Daha önce gördüğümü/ ;',ibi,
miizakercli onay seven partnerler için azap verici bir deneyimdir. Uzun ve kararlı çabalar olmaksızın ba arı
imkânsızdır. Đki laralın da fedakârlık göstermesi gerekir. Çaba ve fedakârlık lu-lki, .sanki "kolay" ikameler
mevcut değilmi gibi, dalın sıklıkla ve büyük bir evkle yürütülecektir. Kolayca elde edilebi]ir (gerekli tek
fedakârlık bir miktar paradan ba ka bir ey değildir) ve satıcılar tarafından saldırgan bir biçimde dola tırılan
ikamelerin varlığında, zahmetli, zaman tüketen ve sıklıkla hayal kırıklığı doğuran bir çabaya girmek için daha
az güdülenimin olduğu söylenebilir. Piyasaya sürülmü göz alıcı, "kusursuz" ve daha kolay alternatifler
kar ısında sağlıklı esneklik kaybolmaya yüz tutar. Sıklıkla ilk engel, kırılgan a k beraberliğinin geli imindeki ilk
aksilik, partnerlerden birinin ya da her ikisinin geri çekilmesi için ya da ili kiyi bütünüyle bitirmesi için yeterli
olacaktır. Sıklıkla ba arısızlığa uğrayan a k ili kisini "bütünleme" ve böylece güçlendirme ya da diriltme
niyetiyle ilk aranan ey ikamelerdir; ne var ki, er ya da geç ikameler o ili kinin orijinal i levini ortadan kaldırır
ve partnerleri ilk ba ta ili kiyi canlandırmaya iten enerjiyi bo altır.
Richard Sennett'in tartı tığı, a kın böylesine değerden dü mesinin tezahürlerinden biri erotizmin dı lanması
ve yerine cinselliğin geçmesi eğilimidir. Erotizm, cinsel arzunun ve son tahlilde bizatihi cinsel ili kinin,
çevresinde kalıcı bir a k ili kisinin kurulduğu ve sürdürüldüğü bir eksen olarak konumlanması, daha önce çok
yanlı, bütünlüklü sosyal ili kilere atfedilen bütün özellikleri ta ıyan istikrarlı bir sosyal birliktelik biçimi
anlamına gelir. Cinsellik ise cinsel iH kinin tek; birj leve, cinsel arzunun tatmini i levine indirgenme-
,sidiiYj3öy]esi bir indirgeme, genelde, cinsel ili kiyi kar ılıklı sempati ve sorumluluk doğurmaktan ve böylelikle
eksiksiz bir ki isel birlikteliğe ilerlemekten alıkoymayı amaçlayan özel önlemlerle hayata geçirilir. A ktan
yoksun cinsellik, partnerden bir amacın yerine ba kası geçebilen bir aracı olarak faydalanıldığı, bir gerilim
atma düzeyine indirgenmi tir. Diğer bir sonuç ise cinselliği erotizm bağlamından koparmanın a k ili kisini
önemli oranda zayıflatması olmu tur. Đli ki en güçlü kaynaklarından birini yitirmi (ya da payla tırmak zorunda
kalmı ) ve istikrarının savunulması artık daha da güçle mi tir.
Dolayısıyla, bir a k ili kisi iki taraflı bir tehdit altında kalmı tır. Đli ki iç gerilimin baskısı altında çökebilir. Ya da
ki isel olmayan M r ili kinin, onun çoğu ya da bütün emarelerini ta ıyan ba ka türden bir ili kinin, yani
mübadele ili kisinin kar ısında gerileyebilir 116
ya da o ili kiye dönü ebilir.
Banka mü terilerinin banka yetkilileriyle girdiği ili kiyi ele alırken tipik bir mübadele ili kisini görmü tük.
Burada önemli olan tek eyin, tikel bir nesne ya da hizmetin ili kinin bir tarafından diğer tarafına geçi i
olduğuna değindik; bir nesne el deği tirmi tir. Đli kilere giren canlı insanlar, ta ıyıcıların ya da aracıların
rollerini oynamaktan öte bir ey yapmazlar; onlar malların dola ımım sağlarlar ve kolayla tırırlar. Ancak
görünü te bakı ları partnerlerinin üzerindedir. Aslında, öteki ki ilere ikincil, türevsel -istedikleri malların
muhafızları ya da sahipleri olarak- bir önem bah ederken, onların tek ilgi duyduğu ey mübadelenin
nesnesidir. Onla£ partnerleri "aracılığıyla" doğrudan mallarin kendisini görürler. Partnerin ruh hali alı veri in
ba arıyla tamamlanmasını etkilemediği müddetçe, partnerlerin göz önünde bulunduracağı son ey
kar ılanndakilere efkat duyguları ya da ruhsal yakınlıktır. Kısacası, partnerlerin ilcisi de bencilce davranır;
eylemlerin en ba ta gelen güdüsü mümkün olduğu kadar az vermek ve mümkün olduğu kadar çok almaktır;
ikisi de, dü üncelerini yalnızca mevcut i e vererek kendi özçıkarla-rını gözetirler. Amaçlan bu yüzden birbirine
kar ıdır. Denebilir ki, ki isel olmayan mübadele ili kisinde faillerin çıkarları çatı ma halindedir.
Bir mübadele ili kisinde hiçbir ey yalnızca ötekinin a kına yapılmaz; ili kide daha iyi pazarlık ansı
getirmediği müddetçe partnerle ili kili hiçbir ey önemli değildir. Dolayısıyla failler doğal olarak ötekinin her
bir güdüsünden ku ku duyarlar; aldatılmaktan korkarlar."Üyanık, tetikte ve gözü açık kalma gereği duyarlar;
gözlerini bir an için bile ötekinin üzerinden ayıramazlar. Ötekinin bencilliğine kar ı korunmak isterler; elbette
öteki tarafın fedakârca davranmasını beklemezler ama adil bir anla ma -bir biçimde e it bir mübadele olarak
gördükleri bir ey- konusunda ısrar ederler. Bundan dolayı, alı veri ili kileri bağlayıcı bir kural, bir yasa ve
yapılan i lemin adil olduğuna karar verme yetkisiyle donatılmı , ihlal durumunda zorla kararını dayatabildi bir
otorite gerektirir. Çe itli tüketici birlikleri, tüketiciyi koruma örgütleri ve savcılık görevlileri vb. bu koruma
ihtiyacına yanıt vermektedir. Bunlar mücadelenin adil olmasını denetlemek gibi zor bir görev üstlenmi lerdir.
Onlar aynı zamanda güçlü tarafın zayıf tarafın cehaletini ya da saflığını sömürme özgürlüğüne sınırlar
getirecek olan yasalar için yetkililere baskı yaparlar.
Bir ticari ili kinin tarafları gerçek anlamda nadiren e it bir konumdadır: Malları üretenler ya da satanlar
ürünlerinin kalitesi hakkında alıcıların ve kullanıcıların muhtemelen öğrenebileceklerinden çok daha fazlasını
bilirler. Onlar, Ticaret Kanunu gibi bir yasa tarafından kısıtlanmadıkça, ürünü sahte görünümlerle saf
tüketicilere okutabilirler. Mallar ne kadar karma ık ve teknik olarak incelikli ise, alıcıların onların gerçek
niteliklerini ve değerlerini takdir edebilmeleri o kadar azalır. Potansiyel alıcılar aldatılmaktan kaçınmak için
bağımsız, yani çıkan olmayan otoritelerden yardım isterler; haklarını açıkça belirten ve durumu dava konusu
yaparak görece tali konumlarını telafi etmelerini sağlayan bir yasa için baskı yaparlar.
Gelgelelim, özellikle partnerlerin mübadele ili kisine yalnızca malların alıcıları olarak mübadele i levleriyle
girmeleri ve sonuçta birbirlerine "görünmez" kaldıkları içindir ki, onlar a k ili kisi örneğinde olduğundan çok
daha_az_etkilenirler yejbağlanırlar. Çok daha az ili kidedirler. Ticari ili kinin artlarına uyma sözü vermek
dı ında, zahmetli görevler ya da sorumluluklar üstlenmezler. Benliklerinin mevcut ili kiyi ilgilendirmeyen
yanlan etkilenmez ve özerkliğini korur. Her ey bir yana, özgürlüklerinden taviz vermediklerini hissederler ve
geleceğe ili kin seçimleri girdikleri bağlantı tarafından kısıtlanmayacaktır. Burada ve imdi girilen ve bitirilen,
zaman ve mekân olarak sınırlı bir ili ki çerçevesinde kaldığı müddetçe, mübadele kendi dı ında "sonuç
doğurmadığı" gibi ki inin bütün ki iliğini de ilgilendirmez. (Alı veri in ki isel özerklikle bağlantılı olma
biçiminin, ekonomik ve politik değerlendirmelerde genellikle tartı masız kabul edilen, insan emeğinin ötekiler
gibi bir meta olduğu ve bir mübadele nesnesi olarak görülebileceği iddiasını çürüttüğüne dikkat edelim.
Deği tirilebilir malların aksine, emek emekçiden kopanlamaz. Ki inin emeğini satması, bir ki i -belli bir zaman
dilimi için tam bir ki i- olarak eylemlerinin artık ba ka insan-118
ların iradesine ve kararlarına tabi olacağı anlamına gelir. Sahip olduğu kendisinden koparılabilen bir nesne
değil, emekçinin benliğinin tamamından vazgeçilmi ve ba ka birinin kontrolüne geçmi tir. Görünü teki
ki isel olmayan sözle me mübadele ili kisine denk dü en sınırların çok ötesine geçmi tir.)
A k ve mübadele, üzerinde tüm insan ili kilerinin yer aldığı sü-rekljJOirjĐTiginin' iki' uç "noktasıdır. Burada
anlattığımız biçimiyle senin ya da benim deneyimimde nadiren ortaya çıkarlar. Biz onları sırf bir biçim,
modeller olarak anlattık. Çoğu ili ki "katı ık"tır ve deği en oranlarda iki modelin karı ımından olu ur. Çoğu
a k ili kisi "Eğer unu yaparsan ben de bunu yapacağım" tarzı adil bir mübadele oranı için yapılan
ticarettekine benzer pazarlık unsurları barındırır. Tesadüfi kar ıla malar ya da bir kereye mahsus ili kiler hariç,
bir mübadele ili kisine giren failler uzun süre birbirlerine ilgisiz kalamazlar ve er ya da geç sırf para ve maldan
ba ka eyler i in içine girer. Ne var ki, her bir uç örnek karı ık bir ili ki içine girilse de, göreli kimliğini korur.
Her biri kendi beklentiler kalıbını ve mükemmelliğe ili kin kendi imgesini korur ve böylelikle faillerin
davranı ım kendi özgün doğrultusuna yöneltir. Ba ka insanlarla girdiğimiz ili kilerdeki belirsizliklerden çoğu,
bu iki uç, tamamlayıcı ama yine de bağda maz beklenti kalıbı arasındaki gerilimler ve çeli kilerden hareketle
anla ılabilir. Đnsan ili kilerinde müphemliğin kural olduğu hayatta, model benzeri, yalın: ili kilere pek
rastlanmaz.
Görülüyor ki, düklerimiz ve özlemlerimiz, aynı anda doyurulmaları neredeyse hiç mümkün olmayan, ne var ki
ayrı ayrı pe lerine dü üldüğünde de aynı ekilde tatmini güç olan iki ihtiyaç arasında parçalanmı tır. B.unlar
aidiyet ve bireysellik ihtiyaçlarıdır. Birin-cuhtiyaç bizi ötekilerle güçlü ve güvenli bağlar kurmaya sevk eder.
Ne^zaman birliktelikten ya da cemaatten dem vursak bu ihtiyacı dile getiririz. Đkinci ihtiyaç bizi, içinde
baskılardan bağı ık ve taleplerden özgür olduğumuz, yapmaya değer gördüğümüz eyi yaptığımız, "kendimiz
olduğumuz" bir duruma, özel hayata yöneltir. Đki ihtiyaç da dayatıcı ve güçlüdür; ikisinin de baskısı arttıkça
verili ihtiyacın tatmini azalır. Öte yandan, biri tatmine ne kadar yakla ırsa aynı oranda ötekinin ihmal
edilmesinin acısını duyarız. Özel hayat olmaksızın cemaatin aidiyetten çok baskıya benzediğini, cemaat
olmaksızın da özel hayatın "kendi olmak" yerine yalnızlığa benzediğini fark ederiz.
120
VI
Güç ve seçim
Yaptığım eyi neden yaparım? Felsefi bir yakla ım arayı ı içinde olmadığım sürece, bu, üzerinde durmaya
değmez basit bir soru olarak görünür. Yanıt açık değil midir? En azından, görüldüğü kadarıyla öyledir.
Ku kusuz, ben bunu yaparım çünkü... (dersliğe ko arım çünkü geçen dersi kaçırdığım için öğretmenden azar
i ittim; ı ıklarda durdum, çünkü orada kar ıdan gelen trafik çok yoğundu; yemek yaptım, çünkü karnım
acıkmı tı; blucin giydim, çünkü bugünlerde blucin giyiliyor.) Açıklamalarımı böylesine basit -aslında, tartı ma
gerektirmez- yapan ey hepimizin payla tığı bir alı kanlığa -olayları onların bir nedenin sonuçlan olduklarına
i aret ederek açıklama alı kanlığına- uygun olmalarıdır.
Çoğu durumda, yaptığımız ya da ba ımıza gelen eyleri açıklamaya sıra geldiğinde, ba ka bir eyin de olduğu
takdirde, açıklamayı istediğimiz olayın mecburen olacağına, ba ka bir ifadeyle, onun kaçınılmaz ya da en
azından kuvvetle muhtemel olduğuna ikna olduğumuzda merakımız genelde giderilmi olur. Yolun
a ağısındaki evde neden patlama oldu? Çünkü havagazı tesisatında kaçak vardı. Bilirsiniz, gaz son derece
yanıcı bir maddedir ve bir kıvılcım dahi onu alevlendirmeye yeter. Hiç kimse neden hırsız pencere camını
kırdığında bir ey duymadı? Çünkü herkes uykudaydı. Bilirsiniz, insanlar normal olarak uykudayken sesleri
duymazlar. Ve diğerleri. Açıklama arayı ımız, açıklamayı istediğimiz olayın her zaman izlediği (bu durumda
istisna tanımayan bir bağlantıdan, bir yasadan bahsederiz) ya da çoğu durumda izlediği (bu durumda ise
çoğu kere ortaya çıkan ama her durumda görülmeyen bir bağlantıdan, bir normdan bahsederiz) bir olay ya
da durum bulur bulmaz sona erer. Pemek ki,a£iklamalar, açıklamayı istediğimiz olayı ba ka, daha genel
bkjJnermeden ya da bir dizi önermeden çıkarılmı olabilecek bir önerme olarak göstermekten ibarettir. Olayı
öyle bir biçimde anlatırız ki, onu öz olarak kestirilebilir bir ey halinde görürüz; genel yasa ya da norm ile
içinde yasa ve normun kendilerini göster-dikleri belli ko ulların mevcudiyeti veri olduğunda, o olayın olması
gerekir ve o olayın yerini ba ka bir olay alamaz. Açıklama bir seçme, iradi bir ayıklama, keyfi bir olay
sıralaması ihtimaline izin vermez.
Gelgelelim, insan davranı larına uygulandığında bu alı ıldık açıklama önemli bir eye değinmeden geçer.
Değinmediği ey açıklamayı istediğimiz olayın bir ki inin eylemi olduğu ve eylemi yapan ki inin bir seçim
yaptığıdır. O ki i ba ka türlü davranabilirdi. Ortada birden fazla eylem biçimi olmasına rağmen yalnızca o
seçilmi tir ve bunun özellikle açıklanması gerektiği halde açıklanmamı tır. Bu olay hiçbir biçimde kaçınılmaz
değildi. Ortada onun -hele hele kesinlik iddiasıyla- çıkarılabileceği bir genel önermeler dizisi yoktur. Biz bunu
o olay olup bittikten sonra kavramaya çalı abiliriz; geriye dönerek sonradan anlama sayesinde olayı -bu
eylemi- faillerin yaptıkları eyi yaparken izlemek durumunda kalmı olabilecekleri belli kuralların bir sonucu
olarak yorumlayabiliriz.
Gelgelelim, bu kurallar birden çok davranı biçimi doğurabilirdi. Ve failin onları izleme gereği yoktu.
Đnsan davranı ı örneğinde, yukarıda gösterilen türden açıklamalar, hikâyenin tamamı, bilinebilecek her ey
olarak tatmin edici değildir. Kendi deneyimimizden eylerin insanlar tarafından bir maksatla yapıldıklarını
biliriz. Đnsanların güdüleri vardır; benim gibi onlar da yaptıkları eyi u ya da bu nedenle onlara tercih
edilebilir görünen bu durumu yaratmak ya da ba armak için yaparlar (bu yüzden, öğretmenden azar
i itmemek ve dersin, tamamını izlemek için düzenli olarak derslere girerim; kazalardan kaçınmak ve hayatta
kalmak için trafik kurallarına titizlikle uyanın; açlığımı gidermek ya da konuklarımın gönlünü ho tutmak için
yemek pi iririm; çevremdeki çoğu insanın giydiği blucini göze batmamak ve üphe çekmemek için giyerim).
Demek ki, sırf derslere katılmanın üniversite yetkilileri tarafından art ko ulması yüzünden belirtilen saatte
dershanemde oturuyor olmamda hiçbir kaçınılmazlık yoktur; orada oturuyorum çünkü kurallara uymak
istiyorum; u ya da bu nedenle bunun yapılacak doğru ey olduğunu dü ünüyorum. Gayet hakli olarak bir
kazadan kaçınmak istesem bile, durup ye il ı ığın yanmasını beklememde hiçbir kaçınılmazlık yoktur; ben
aynı ekilde tartı masız bir biçimde ı ıkların deği me sisteminin, kazaları önlemenin bir aracı olarak anlam
ta ıdığına ve bu nedenle uyulması gerektiğine de inanırım. Yaptığım her eyin daima bir alternatifi, bir seçim
ansı vardır. A_cıkga_söylersek, onun yerine ba ka bir e^i yapabilirim.
Đnsan eylemleri, eylem ko ullan ve faillerin güdüleri aynı kalsa bile, eskisinden farklı olabilir. Ko ullar Bozardı
edilebilir, güdüler dı arıda tutulabilir ve bu ikisinden de farklı sonuçlar çıkarılabilir. Dolayısıyla, dı ko ullara ya
da genel yasalara i aret etmek bizi insan eyleminin söz konusu olmadığı durumlardaki gibi tatmin etmez. Biz
biliriz ki, bu erkek ya.da u kadın nesnel olarak özde ko ullarda (onları algılamaları gibi onlara atfettikleri
anlamlar da deği tiği için, öznel olarak özde olmayan ko ullarda) farklı davranabilirlerdi. Dolayısıyla, eğer o
eylem biçiminin değil de bunun neden seçildiğini bilmek istersek, failin aldığı kararı dü ünmemiz maya sıra
geldiğinde, ba ka bir eyin de olduğu takdirde, açıklamayı istediğimiz olayın mecburen olacağına, ba ka bir
ifadeyle, onun kaçınılmaz ya da en azından kuvvetle muhtemel olduğuna ikna olduğumuzda merakımız
genelde giderilmi olur. Yolun a ağısındaki evde neden patlama oldu? Çünkü havagazı tesisatında kaçak
vardı. Bilirsiniz, gaz son derece yanıcı bir maddedir ve bir kıvılcım dahi onu alevlendirmeye yeter. Hiç kimse
neden hırsız pencere camını kırdığında bir ey duymadı? Çünkü herkes uykudaydı. Bilirsiniz, insanlar normal
olarak uykudayken sesleri duymazlar. Ve diğerleri. Açıklama arayı ımız, açıklamayı istediğimiz olayın her
zaman izlediği (bu durumda istisna tanımayan bir bağlantıdan, bir yasadan bahsederiz) ya da çoğu durumda
izlediği (bu durumda ise çoğu kere ortaya çıkan ama her durumda görülmeyen bir bağlantıdan, bir normdan
bahsederiz) bir olay ya da durum bulur bulmaz sona erer. Dejrıek kjjıjjjdamalar, açıklamayı istediğimiz olayı
ba ka, daha genel -bü'_,önermeden ya da bir dizi önermeden çıkarılmı olabilecek bir önerme_ olarak
göstermekten ibarettir. Olayı öyle bir biçimde anlatırız ki, onu öz olarak kestirilebilir bir ey halinde görürüz;
genel yasa ya da norm ile içinde yasa ve normun kendilerini göster-1 dikleri belli ko ulların mevcudiyeti veri
olduğunda, o olayın olması gerekir ve o olayın yerini ba ka bir olay alamaz. Açıklama bir seçme, iradi bir
ayıklama, keyfi bir olay sıralaması ihtimaline izin vermez.
Gelgelelim, insan davranı larına uygulandığında bu alı ıldık açıklama önemli bir eye değinmeden geçer.
Değinmediği ey açıklamayı istediğimiz olayın bir ki inin eylemi olduğu ve eylemi yapan ki inin bir seçim
yaptığıdır. O ki i ba ka türlü davranabilirdi. Ortada birden fazla eylem biçimi olmasına rağmen yalnızca o
seçilmi tir ve bunun özellikle açıklanması gerektiği halde açıklanmamı tır. Bu olay hiçbir biçimde kaçınılmaz
değildi. Ortada onun -hele hele kesinlik iddiasıyla- çıkarılabileceği bir genel önermeler dizisi yoktur. Biz bunu
o olay olup bittikten sonra kavramaya çalı abiliriz; geriye dönerek sonradan anlama sayesinde olayı -bu
eylemi- faillerin yaptıkları eyi yaparken izlemek durumunda kalmı olabilecekleri belli kuralların bir sonucu
olarak yorumlayabiliriz.
122
Gelgelelim, bu kurallar birden çok davranı biçimi doğurabilirdi. Ve failin onları izleme gereği yoktu.
Đnsan davranı ı örneğinde, yukarıda gösterilen türden açıklamalar, hikâyenin tamamı, bilinebilecek her ey
olarak tatmin edici değildir. Kendi deneyimimizden eylerin insanlar tarafından bir maksatla yapıldıklarını
biliriz. Đnsanların güdülen vardır; benim gibi onlar da yaptıkları eyi u ya da bu nedenle onlara tercih
edilebilir görünen bu durumu yaratmak ya da ba armak için yaparlar (bu yüzden, öğretmenden azar
i itmemek ve dersin, tamamım izlemek için düzenli olarak derslere girerim; kazalardan kaçınmak ve hayatta
kalmak için trafik kurallarına titizlikle uyarım; açlığımı gidermek ya da konuklanırım gönlünü ho tutmak için
yemek pi iririm; çevremdeki çoğu insanın giydiği blucini göze batmamak ve üphe çekmemek için giyerim).
Demek ki, sırf derslere katılmanın üniversite yetkilileri tarafından art ko ulması yüzünden belirtilen saatte
dershanemde oturuyor olmamda hiçbir kaçınılmazlık yoktur; orada oturuyorum çünkü kurallara uymak
istiyorum; u ya da bu nedenle bunun yapılacak doğru ey olduğunu dü ünüyorum. Gayet haklı olarak bir
kazadan kaçınmak istesem bile, durup ye il ı ığın yanmasını beklememde hiçbir kaçınılmazlık yoktur; ben
aynı ekilde tartı masız bir biçimde ı ıkların deği ine sisteminin, kazaları önlemenin bir aracı olarak anlam
ta ıdığına ve bu nedenle uyulması gerektiğine de inanırım. Yaptığım her eyin daima bir alternatifi, bir seçim
ansı vardır. Açıkga söylersek, onun yerine ba ka bir eyi,yapabilirim.
Đnsan eylemleri, eylem ko ulları ve faillerin güdüleri aynı kalsa bile, eskisinden farklı olabilir. Ko ullar gözardı
edilebilir, güdüler dı arıda Uıtulabilir ve bu ijkisinden^ de farklı sonuçlar çıkarılabilir. Dolayısıyla, dı ko ullara
ya da genel yasalara i aret etmek bizi insan eyleminin söz konusu olmadığı durumlardaki gibi tatmin etmez.
Biz biliriz ki, bu erkek ya.da u kadın nesnel olarak özde ko ullarda (onları algılamaları gibi onlara atfettikleri
anlamlar da deği tiği için, öznel olarak özde olmayan ko ullarda) farklı davranabilirlerdi. Dolayısıyla, eğer o
eylem biçiminin değil de bunun neden seçildiğini bilmek istersek, failin aldığı kararı dü ünmemiz doğru
olacaktır. Faili bir karar alıcı, eylemi de karar alma sürecinin sonucu olarak dü ünmekten kaçamayız.
Elbette karar almanın önemli rol oynamadığı türden bir insan davranı ı da anla ılır bir eydir. Bazı eylemler
neredeyse dü ünmeksizin yapılır, yani alternatifler üzerine bilinçli olarak kafa yo-rulmamı , bir müzakere
konusu haline getirilmemi tir. Boyle.st.du- ünümsüz yapılan davranı ın iki türünden bahsedebiliriz.
Alı ılmı (bazen, pek yerinde olmasa bile, geleneksel denen) davramif Kınlardan biridir. Sanki bedenimde bir
çalar saat yerle tirilmi gibi, ben normal olarak her gün aynı saatte kalkarım... Yarı uykulu bir halde sabah
rutinlerime ba larım; yüzümü yıkar, di lerimi fırçalar, tıra olurum. Bu rutini yerine getirmek için karar
verdiğimi hatırlamıyorum; aslında bunları yaparken ba ka eyler dü ünürüm (hiç dikkat etmediğimden,
sıklıkla aynada yüzüme bakıp tıra olup olmadığımı kontrol etmek durumunda kalırım). Her gün düzenli
olarak aynı saatlerde, tam da genellikle yemek yediğim saatlerde, karnım acıkır. Ak am eve geldiğimde, âdeta
otomatik olarak ı ığı yakarım. Karanlık mı değil mi dikkat etmem, ı ığın karanlığa kar ı avantajlarına kafa
yormam, birine kar ı ötekini tercih etmem; eylemimin içeriği ve maksadını neredeyse hiç dü ünmem. Anca^
genelde öyle. olmasalar da, eve döndüğümde ı ıkları açık bulmu sam i te o zaman dü ünmeye ba larım... Bu
dikkatimi çeker çünkü günlük rutini sekteye uğratır; olağanüstü bir eyler olmalıdır - belki beklenmedik
misafirler gelmi tir ya da daha kötüsü hırsızlar hâlâ içeridedirler... Üzerinde durup dü ünmediğimiz olayların
normal seyri aksamı tır. Alı ılmı hareketler i e yaramayacaktır ve bu yüzden gelecek adımın ne olacağına
ili kin dü ünmek ve bir karar vermek zorunda kalırım. Ya da ba ka bir örneği ele alalım: Diğer odada masanın
üzerinde bıraktığım kitaba.ihtiyacım var. Onu almak için odaya gittiğimde, odayı karanlık buluyorum. Doğal
olarak ı ığı yakacağım ama fark ediyorum ki, biri kanapede uyuyor. Yine, alı ılmı bir biçimde davranmam.
Eğer ı ığı yakarsam, uyuyanı uyandırabilirim. Ne var ki, eğer el yordamıyla kitabı bulmaya çalı ırsam,
istemeyerek bir sandalyeye çarpabilir ya da bir vazoyu kırabilirim ve yine uyuyanı rahatsız ederim. Ko ullar
artık rutin de124
•••••..
ğildir ve alı kanlık birden i e yaramaz bir rehber olmu tur. Bu durum hiç ku kusuzJMr' seçim gerektirir ve
karar verme sürecim yine harekete geçer.
Alı ılmı davranıp geçmi te öğrenilenlerin kalan özüdür. Bu alı kanlık geçmi te bir noktada edinilir. Ve daha
sonra düzenli tekrar sayesinde beni dü ünme, hesaplama ve karar verme gerekliliğinden kurtarır; ko ullar da
düzenli kaldığı müddetçe, düzenli ve deği mez bir seyir içinde bir hareket diğerini izler. Gerçekten de,
eylemlerim ne kadar alı kanlık eseriyse, sorulduğunda onları açıklamam o kadar zordur. Bu eylemler ancak bir
eyler yanlı gittiğinde dikkatimi çeker, bilince çıkar. Görünü te otomatik sabah rutinim bile, kendimi
banyosundaki düzeneğin "olması gerektiği gibi" olmayan, yani benim alı tığım gibi olmayan bir evde bulur
bulmaz ya da di fırçamın kırılmı , sabunumun yerinden oynamı olduğunu görür görmez sekteye uğrar.
Alı ılmı davranı ımın etkililiği bir bakıma eylemimin meydana geldiği çevrenin düzenliliği ve yerle ikliğine
bağlıdır.
Dü üncemin, oynasa bile, küçük bir rol oynadığı ba ka bir davranı türü vardır. Bu hissi jjylemclir.: Güçlü
duygulanımlardan -aslında, akılyürütmeyi durduracak, bütün amaç kaygılarını ve eylemin olası sonuçlarını
askıya alacak kadar güçlü duygulanımlardan-kaynaklanan eylemdir. Hissi eylem içten gelir ve failin kar ı
çıkması kolay değildir; o argu'mln"dîhlemezraklîn sesine kulaklarını tıkamı tır. Genellikle duyguların[bir
patlamasını yakından izler. Zaman içinde yolculukla birlikte, tutkuların soğuması etkisini gösterir ve artık o
eylemi yapmadan önce iki kere dü ünürüm. Huysuz biri olarak, beni kızdıran ya da sevdiğim ve özen
gösterdiğim bir ki iyi iteleyip kakalayabilirim. Ya da bütün paramı ani bir acıma ya da efkat duygusuyla
muhtaç birine verebilirim. Gelgelelim, bana verdiğini dü ündüğüm bir zararın öcünü almak için bir ki iye
karanlık bir sokakta pusu kurmaya karar vermi sem, bu pek hissi bir eylem olmayacaktır; söz konusu ön
müzakere bu eylemin, aksine, hesaplı bir kararın sonucu olduğunu akla getirir. Yine aynı ekilde, eğer muhtaç
insanlara sunduğum yardım onların ya da Tanrı'nın gözüne girmek için yapılan maksatlı bir çabaysa, bu eylem
de hissi olma yacaktır, böylesi bir sunum daha çok hesaplanmı bir giri im içinde bir adım, bir amaca, bu
örnekte, günahlarımın bağı lanması ve kurtulu un kazanılmasına yönelik bir araç olacaktır. Bir eylem ancak
dü ümümüz, kendiliğinden, ön müzakere olmaksızın yapıldığı ve argümanlara ağırlık vermenin ve etkilerini
hesaplamanın zamanı gelmeden önce gerçekle tirilen bir eylem olduğu müddetçe hissidir.
Alı ılmı ve hissi eylemler genelde irrasyonel eylemler olarak tanımlanır. Bu tanım
ü^k^sledüen^ey^bj^eyjemkrin aptalca, sonuçsuz, yanlı ya da zararlı oldukları değildir. Aslında, bu tanım
eylemin faydasına ili kin hiçbir yargı içermez. Çoğu alı ılmı rutinler çok etkili ve faydalıdır. Hayatımızda
..vazgeçilmez bir yer i gal ederler ye ayrıca bizi dü ünmeye -.harcayacağımız onca zamandan kurtarırlar,
hareketlerimizi daha az zahmetli kılarken görevlerimizi yerine getirmemizi kolayla tırırlar. Benzer bir biçimde,
bir saldırgana vurmak sonuçta onu gelecekte bu kötü tutumundan vazgeçirmenin birçok hesaplı,
"soğukkanlı" yönteminden daha etkili olabilir. Eylem fayda getirmediğinde değil, fayda dü üncesi eylemden
önce gelmediğinde, karar vermede bir etken olmadığında irrasyoneldir. Eylem karar vermenin
sonucuDolmadığındairrasyoneldir. Tersine, zıddı olan rasyonel eylem irrasyonel eylemden daha az etkili (ve
daha az makul) olabilir.
Rasyonel eylem, muhtemel birçok eylem biçimi arasından, failin bilinçli olarak eylemle varmayı amaçladığı
sonuca en uygun olduğunu dü ündüğü bir eylemi seçmesine dayanır (bu, aracsal rasyonellik örneğidir);
burada araçlar verili amacın gerektirdiği eye göre seçilmi tir. Alternatif olarak, rasyonef eylem değere göre
rasyonel olabilir; yani fail için farklı maksatlarla kullanılabilecek belli araçlar mevcuttur ve fail kalanların
hepsinden daha değerli ("yüreklen inandığı", çekici, arzu edilen, o an en derinden hissedilen bir ihliyaçla en
yakından ilgili) olduğunu dü ündüğü bir amacı seçer. Rasyonelliğin aracsal ve değere göre rasyonel
çe itlerinin ortak ö/.elliıii, ikisinde de araçlara amaca göre değer biçilmesi ve bunların kar ılıklı, jjn\rk ya da
Kanılım, ııyj'unluklarının, doğru ya da yanlı:; Kaıaı arasımla srçiın yapaıkrn ba vurularak nihai kıstas olarak görülmesidir. Uygunluğun :;»>mıçia bir yanılsama olduğu ortaya çıkabilir, yapılan hesap «criyr
baktığımızda yanlı görünebilir; o eylemi rasyonel kılan tek ey ,",eı\vkk-.s_l irilen eylemden önce bir hesabın
yapılmı olmasıdır! Bütün bu kar ılıklı e le tirme, hesaplama, ölçüp biçme ve nihayet seçme i inin arkasında
yalan temel fikir, o eylemin iradi olduğu müddetçe -fail kontrolü dı ında ya da anlık bir tutku patlaması ile
yaptığı eyi yapmaya güdümlenmi , itilmi , çekilmi ya da zorlanmı değil, özgür bir seçim yapmı ve eylemi
gerçekle tirmi olduğu müddetçe- rasyonel olduğu fikridir. -Ey.tejnlsnmjzi^nje^zajpjın bilinçli olarak ve kılı
kırk yardıktan sonra seçersek, muhtemel sonuçlan hakkında öngörüde bulunuruz. Bunu da, her eyden önce,
eylemin hayata geçirildiği durumun ve yaratmaya çalı tığımız etkilerin bütünlüğünü hesaplayarak yaparız.
Daha özgün olarak normalde hesaba kattığımız, kaynaklar ve cle-ğ(?;;/£/j/;r^Kaynaklânrn -cebimdeki
banknotlardan olu an bir "nakit" ya da bir banka hesabı biçiminde ya da kredi almak için yararlanabileceğim
değerli maĐk mülk biçiminde- paradan ibaret olabi-Ii?.~Kaynaklanm ba ka insanların benim talep ettiğim
eyler kar ılığında mübadele etmeye ihtiyaç duydukları eyleri yaratmak jçin kollanabileceğim becerilerimi,
"sosyal sermayemi" de -örneğin, elde etitıek istediğim mal ve hizmetleri ellerinde bulunduran ve bu yüzden
beni bekleyen i le ilgili olan insanlar nezdindeki konumumu- kapsar. Savunduğum ve saygı gösterdiğim
değerler, ula abileceğim amaçları birbirleriyle kıyaslamamı ve hangisinin en iyi göründüğünü belirlememi
sağlar. Kaynaklarımı birçok deği ik biçimde kullanabilirim. Alternatif kullanımlar farklı çekicilik oranları
ta ımaları ve farklı nedenlerle çekici olmaları bakımından birbirin-den~ayrılrr. "Onlar farklı değerleri temsil
ederler. Bazıları daha tatmin edici, daha vazgeçilmez ya da daha övgüye layık görünür. Bazıları en çok fayda
sağlamaya aday olduğu için seçilebilir çünkü elimin altındaki kaynakların miktarım artırma ve böylece
gelecekteki özgürlüğümün ufkunu geni letme ihtimaline açık olabilir. Son tahlilde yüz poundluk fazladan
paramı yeni bir pikaba, bir tatile, sosyoloji kitaplarına harcama -ya da konut kredisi hesabımda tutmakararıma yön veren, sahip olduğum değerlerdir. Kaynakları inin ve değerlerimin toplam tutarı bana özgürlük
oranımı -ne yapabileceğimi ve benim durumumumda neyin söz konusu edilemeyeceğini- gösterir.
Farklı insanların farklı özgürlük oranlan vardır. Đnsanların seçme özgürlükleri, yapmaya karar verebilecekleri
eylemlerin ufku bakımından farklılık göstermeleri, sosyal e itsizliğin (yani, insanlar arasında ortaya çıkı ları
bakımından sosyal olan farklılıkların, insan ili kileriyle meydana getirilip sürdürülmekte olan, farklı olarak
dağıtılabildi, hatta o ili kideki bir deği imle tümüyle ortadan kaldırılabilen türden farklılıkların) özüdür. Bazı
insanlar diğerlerinden daha özgürdür; daha fazla kaynağa eri ebildikleri için seçim ufukları daha geni tir ve
eri ebildikleri daha fazla değer vardır (bu değerlerin gözetilmesi onlar için gerçekçi ve uygulanabilir bir ey
iken, daha az anslı olanlar açısından böyle bir ey aptallık, altüst edici ve sonuçta hayal kırıklığı yaratıcı olur
ancak).
Özgürlük oranlarındaki farklılıktan genellikle güç farklılıkları olarak söz edilir. Güç aslında en iyi, hem herhangi
bir eylemin arnaçla7mf özgürce seçmek hem de araçlara hükmetme anlamında eyleme yetisi olarak anla ılır.
Güç, yetkin kılma_kapasitesidir. Đnsan ne"kadârTâzîâ gücTâhlbTlSürsa, seçTrrTüfku o kadar geni , gerçekçi
olarak verebileceği karar miktarı o kadar fazla, makul olarak onların istediklerini yerine getireceğinden emin
olurken gerçekçi olarak gözetebileceği sonuçların alanı o kadar geni olur. Daha az güçlü ya da güçsüz
olmak, insanın dü lerine sınır koyması ya da zorunlu kaynakların yokluğuna uygun olarak amaçlarına eri me
çabalarından vazgeçmesi zorunluluğu anlamına gelir.
Güç sahibi .olmakJahajizgür pljrak_e^leyebjlrnek demektir; ancak güç sahibi olmamak ya da ba kalarından
daha az güç sahibi olmak, ki inin seçim özgürlüğünün_ba kaîannc_a_alınmı kararlar ta-rafındTn~sînTr]^
Hükmettiği kaynakların,
A'nın B'ye A tarafından tespit edilmi amaçlara eri mek için zorunlu davranı biçimleri dayatmasına izin
verdiğinde; ba ka bir ifadeyle bu kaynaklar, A'nın, B'nin amaçlarını A'nın kendi amaçlarına eri mesinin araçları
haline getirmesine ya da aynı anlama gelmek üzere, B'nin değerlerini A'nın kaynaklarına dönü türmesine izin
128
.
•
.
verdiklerinde, A'nın B üzerinde güç sahibi olduğunu söyleriz. A'nın fiili ya da potansiyel eylemleri olmasaydı,
B'nin eylemlerinin olduğundan farklı olacaklarını tahmin edebiliriz; B'nin amaçlan ba ka birinin kaynakları
olduğunda ve bu yüzden ba ka birinin amaçları için bir araç olarak kullanıldığında, B'nin seçim
özgürlüğünden çok ciddi tavizler verilmi olur. B'nin eylemleri artık öze/7c değildir; güdümlü hale gelmi tir.
Örneğin, patronlarım benim üzerimde güç sahibidirler; eğer onların koydukları kurallara ya da emirlerine
uymazsam beni i ten atabilirler ya da ba ardıklarım onlar açısından örnek te kil ediyorsa beni ödüllendirebilir
ve terfi ettirebilirler. Ne var ki, benim kaynaklarım arasında atıp alma, ödüllendirme ya da cezalandırma
hakları yoktur, ben bunların kar ılığını veremem. Dahası, patronlarım kartlarını ceplerini dolduracak ekilde
oynayabilirler. Benim kar ı koymam için i i ten geçene kadar niyetlerini gizli tutabilirler. Benim i yerindeki
durumumu çok kötüle tirecek ve manevra özgürlüğümü daha fazla kısıtlayacak köklü yeni düzenlemeler
tasarlayabi- s-lirler. Patronlarımın özgürlüğü üzerinde, onların gizli tasarılarının benim üzerimdeki etkisiyle
aynı büyüklükte bir etki yaratabilmek için yapabileceğim çok az ey olduğundan, ben aynı gizlilik silahıyla
kar ılık veremem. Patronlarımın gizliliği, benim potansiyel olarak dağarcığımda saklayabileceğim her eyden
çok daha öldürücü bir silahtır. Ve bu yüzden biz birbirimizin durumunu etkileyebil-me açısından son derece
e itsiz bir konumdayız. Kar ılıklı ili kimizde güç, e it olmayan bir biçimde dağılmı tır; bu, asimetrik bir
gÜ£Jli kisidir. Patronlarım eylemlerini benim seçim alanımdan çok daha geni alternatifler arasından
seçebilirler. Özgürlük oranlarımız arasında bu kadar büyük bir farklılık olması yüzünden ben muhtemelen
patronlarım ne istiyorsa onu yapacağım, öyle ki benim kurallarına uyacağımı hesaba katarlar; eylemlerini
tasarlarken benim eylemlerimi ellerindeki kaynakları arasında sayabilirler. Benim seçim ufkum ne kadar
sınırlıysa, davranı ımı o kadar a maz biçimde önceden kestirebilirler. Ben onlar için daha az sır,
denklemlerinde daha az bilinmez bir nicelik ve dolayısıyla onların konumu açısından onların benim için
olduğundan daha az bir belirsizlik kaynağı olurum. Benim onların amaçlarına uygunluğuma, tıpkı sahip
oldukları sermaye ya da makineler gibi, tereddütsüz güvenilebilir.
Özetlersek, güç, ki iye, ba ka insanların eylemlerini kendi amaçlan olarak kullanma yetisi kazandıran eydir;
daha genel olarak güç, ki inin kendi amaçlarını seçmesi ve araçlarını hesaplaması üzerine ba kalarının
özgürlüğünün dayattığı kısıtlamaları azaltma yetisi kazandırır. Ki inin kendi özgürlüğünün, artması demek
olan ba ka insanlaıun özgürluği.indeki böylesi bir azalma iki yöntemle ba arılabilir.
Đlk yjjntem, ba ka bağlamlarda ne kadar geni görünürse görünsün, kaynaklarını birdenbire yetersiz ya da
etkisiz hale getirecek bir biçimde ötekinin eylem ko ullarım manipüle etmekten ibaret olan cebir
uygulamadır. Güdümleydi tarafın çok daha iyi donanımlı olduğu bütünüyle yeni bir oyun alanı yaratılmı tır.
(Bir soyguncunun kurbanı ister zengin bir banker, güçlü bir politikacı ya da me hur bir ovmen olsun, ba ka
bağlamlarda onlara büyük bir özgürlük sağlayan kar ılıklı kaynaklan karanlık ve ıssız bir sokakta bıçağın ucu
ya da kaba adale gücü kar ısında kaldığı anda "yetkinle tirme" kapasitelerini kaybederler.) Özgürlükteki bu
ani daralma, değerlerin zorla yeniden biçilmesi yoluyla olduğu gibi aslında seçim ko ullarını normalde yüksek
bir değer biçilen eylerin birdenbire önemlerini yitirecekleri bir biçimde yeniden belirlenmesi yoluyla da
ba arılmı olabilir. Soyguncuyla bir gece kar ıla masında, genellikle açgözlü biri için üstün değerler olan
banknotlar ve kredi kartlarıyla dolu bir cüzdan birdenbire anlamsız hale gelebilir; seçim artık daha az ya da
daha çok para arasında değil, hayatla ölüm arasındadır. Hapishane ya da bir çalı ma kampındaki
kurumsalla mı baskı ko ullarında, yeni değerler -iyi yiyecek, hafif i , çıkı ya da ziyaretçi kabul izni, tek ba ına
ya da sıkı güvenlik ko ullarında bir yerde kapatılmaktan kurtulma ya da yalnızca bir gardiyanın iyi muamelesieski, bir zamanlar göklere çıkarılan değerleri gölgede bırakabilir ve uğursuz ya da gülünecek değerler haline
getirebilir. Toplama kampları gibi uç örneklerde, kendini koruma ve hayatta kalma değeri tutsakların bütün
seçimlerinin önüne geçebilir.
Diğer yöntem baskıdan daha dolaylı ve güç sahipleri açısından
ı m
RARKA/Susyolojik Dü ünmek
daha masraflıdır. Bu yöntem bir ki inin öteki insanların değerlerini kendi kaynaklan hanesine
kaydetmesinden, "ba kalarının arzularını kendi çıkarına hizmet eder hale getirınek"ten ibarettir. Daha özgün
olarak bu yöntemde durum öylesine manipüle edilir ki, öteki insanlar gözettikleri değerlere ancak güç
sahibinin koyduğu kurallara boyun eğerse eri ebilir. Böylelikle dü manların öldürülmesin-deki heves ve
etkililik, kahraman askerin sosyal konumunun madalyalar ve iltler ile yüceltilmesi yoluyla (geçmi te,
övalyelik ve tımar verme yoluyla) ödüllendirilir. Becerilerin ve bilginin resmi olarak tanınması, bir öğrencinin
dersleri düzenli izlemesi ve ödevlerini zamanında teslim etmesi yanında okul yönetmeliklerine uymasına bağlı
hale getirilir. Fabrika i çileri, kendilerini vererek sıkı çalı ma ve idari emirleri ko ulsuz yerine getirme ko uluyla
hayat artlarının iyile mesini (ücretinin artmasını) güvence altına alabilir. Bu ekilde, astların değerleri
üstlerinin kaynaklan haline gelir; astların dü leri ve istekleri gücü elinde bulunduranların belirlediği amaçların
hizmetine ko ulur. Sermayem yoksa, ya amam istihdam edilmeme bağlıdır. Ne var ki, istihdam edilmek i in
artlarına uygun olarak hareket etmem gerektiği anlamına gelir; özgürlüğü çalı tığım süre içinde askıya alırım.
Özgür olarak daha iyi bir hayat standardını -ya da hatta yalnızca hayatta kalmayı- kendime gönüllü
bağlandığım bir değer olarak seçtiğimde, artık özgürlüğümün önemli bir parçasını feda etmeden o değere
eri memin yolu kalmamı olur.
Baskı uygulayabilen ya da ödülleri manipüle edebilen ki i aynı ekilde benim göz diktiğim değerlere eri ine
ansımı deği tirebilir. Onların kararları eylemlerimde kullanabileceğim kaynakların miktarını ya da kullanım
biçimini etkiler. Onlar, yalnızca dolaylı bir yoldan bile olsa, eylemlerimin sonuçlarını da etkiler. Artık dü ümün
"gerçekçi olmadığım" gördüğüm için, geçmi te gözümü diktiğim bazı değerlerin pe inden ko maktan
vazgeçebilirim. Aradaki fark o kadar büyüktür ki, kapanma ihtimali neredeyse sıfırdır; bezginlik ve acı
gerçekler kapıya dayanmı tır ve yava yava ula mayı umduğum amaçlar (ve aslında bütün hayat planlanın)
ki inin kurmaktan ho landığı ancak gerçekle mesi için kılını kıpırdatmadı ğı türden tatlı hayaller haline
gelmi tir. Eylemlerimin yönü deği mi tir; eylemlerim artık daha "gerçekçi" amaçlara yönelmi , kaynaklarımla
yapabileceklerim hakkındaki dü üncem deği mi tir ve ben bundan böyle muhakeme düzenimi tersine
çeviririm, yani artık amaçlarımı, araçlarıma bakarak tayin ederim. Đhtimal o ki, sonuçta ba langıçta hayal
ettiğimden çok daha aza razı olurum.
Đyi de, her eyden önce, benim değerlerim nasıl olu urlar? Neden bazı amaçlara değer verirken, ötekilere
itibar etmem ya da onları küçümserim? Bu değerler benim özgür seçimime mi bağlıdır? Onları iradi olarak
alabilir ya da bir kenara atabilir miyim? Ya da onlar, kaynaklarım gibi, öteki insanların eylemlerinden ve
üzerinde kontrolüm olsa bile çok az olan ko ullardan etkilenirler mi? Ou örnek üzerinde dü ünelim: Liseden
sonra doğrudan üniversiteye gitmek niyetindeydim. Gelgelelim, dostlarım ba ka türlü karar verdi. Mevcut
seçim anslarımı değerlendirerek beni eğitime devam etmemin daha mutlu bir hayat sağlamayacağına ikna
ettiler; kendimi üç yıllık fedakârlığa, yarı açlığa mahkûm etmek yerine, biraz para kazanarak hayata doğrudan
atılmam daha iyi olacaktı. Onların değerlendirmelerini dinledikten sonra, fikrimi deği tirdim ve bir okula
ba vurmak yerine kısa yoldan para kazanacağım bir i aramaya ba ladım. Oimdi düzenli bir gelirim var;
insanın cebinde parası olması ve bu parayı sahip olmak istediği eyleri satın almak için kullanması çok güzel.
Bir süre önce, sendikadan arkada lar yönetimin birkaç ki iyi i ten atarak tasarruf sağlamak amacıyla i yerinin
yeniden örgütlenmesi kararını geri çekmesi amacıyla greve gitmemiz gerektiğini anlattılar. Benim i im ve
gelirim güvencedeydi; terfi ihtimalim yüksekti ve yeni düzenlemeyle daha da yükselecekti. Dahası, yönetim
kurulu bir grev durumunda önemli mü terilerin kaybedileceğini ve sonuçla hepimizin i ten atılacağını
duyurmu tu. Ben bu ihtimalden hiç ho lanmadım; ne var ki, i arkada larımın çoğu i güvenliklerinden önce
dayanı mayı, paradan önce onurlarını dü ünüyorlardı ve oylarını grevden yana kullandılar. Oyun bo-zanlık
yapmak istemedim ve onlara katıldım; ne var ki, imdi belki de i imi, i imle birlikte anladığım biçimiyle
hayatımı sürdürme özgürlüğümü yitireceğim...
132
Bu örnekten de görüldüğü gibi, insanların eylemlerine yön vermesi için (yani, yükselen ya da azalan
önemlerine göre amaçlarım düzene sokması için) seçtikleri değerler sosyal etkile im süreci
içinde'veTııretkile im etkisiyle deği ir. Nüfuzdan bahsettiğimizde aklımızdan geçen i te budur. Gücün tersine,
nüfuz değerleri doğrudan deği tirir: Nüfuz, bazı amaçlarını diğerlerine göre daha çekici göstererek ve
böylelikle daha fazla çabaya değer kılarak, önem sıralamasında çe itli amaçların göreli konumlarında
deği iklik yaratarak kendini gösterir. Değerleri seçmek, bazılarını ötekilerden üstün görmek, öncelik
tanınan~arnaçĐann son tahlilde daha doyurucu olduğuna, daha büyük haz verdiğine, daha itibarlı, ahlâki
bakımdan daha üstürĐolduğuna, estetik olarak göze daha ho geldiğine -bütün olarak ki inin uygunluk ve
uygunsuzluk anlayı ıyla daha büyük bir uyum içinde olduğuna- inanmak anlamına gelir.
Değerler her zaman bilinçli olarak seçilmezler. Daha önce gördüğümüz gibi, birçok eylemimizi alı kanlık
gereği, bir rutin içinde yaparız ve onları neden alternatiflerine tercih ettiğimizi açıklamak zordur. Gerçekten
bir yanıt vermek zorunda kaldığımızda, belki "her zaman böyle olur" ya da "öyle i te" gibi bir eyler söyleriz sanki alı kanlıkların sürdüğü zamanın uzunluğu o alı kanlıklara belli bir otorite vermi ya da sanki birçok
insanın böyle yapması kendi ba ına eylemi arzu edilir kılan bir değermi gibi. Ne var ki, bunların sorgulama
nedeniyle yapılan "zoraki" açıklamalar olduklarını hatırlayalım. Sorgulama ba lamadan önce bunlar
sorgulanan ki inin aklında zorunlu olarak mevcut değildir. Kendinizden de bilirsiniz, alı kanlıkla yapılan ya da
gel.neksel bir eyleme ili kin söylenebilecek tek ey, bu eylemin gerekçelendirmeye ihtiyaç duy-mamasıdır.
Kendini me rula tırma gereği duymadığı sürece bir eylem gelenekseldir; geleneksel eylem me ruiyet
olmaksızın yapılabilen eylemdir; yaniThizmet ettiği dü ünülen değerlere ba vurmayı gerektirmez.
Gele'nekse'l'eyTe'rh, genelde tek ba ına alı kanlığın gücüyle, aynı kalıba göre kendini tekrar eder. Çoğumuz
üstüne basa basa gelenekçi olmadığımızı (yani, bize üzerinde dü ünme ve dü ündüklerimizi ifade etme fırsatı
verilirse, eskinin ve ebedi olanın otoritesine kar ı çıkacağımızı ve istikrarın ve deği mezliğin içkin değerine
inanmadığımızı) söylesek bile, birçok gündelik etkinliğimiz geleneksel (alı ılmı , rutin ve üstünde
dü ünülmemi ) niteliktedir.
Alçakgönüllülük ya da ba arı, dürüstlük ya da çalı kanlık, sıkı çalı ma ya da eğlenme, tutarlılık ya da esneklik
ölçütleri gibi, hayatlarımıza yön veren en bildik değerleri (eylemlerimizin özgün amaçlarım seçerken önde
gelen değerleri) bir bütün olarak çocukluk yıllarımızda ediniriz. En azından bu değerler bilinçdı ı düzeyde
çökelti halinde yerlerini alırlar; onlar iradi olarak dile getirebileceğimiz ya da ne zaman bir karar alma
durumunda kalsak kendi kendimize söyleme ihtiyacı duyduğumuz açıkça belirlenmi bir dizi yönerge
olmaktan çok, vicdanın sesidir. Biz çocukluk yıllarımızın etkisini hissetmeyiz bile; bu etkilerin ba arısının bir
ölçüsü de zaten onların unutulmu ve artık dı sal bir baskı olarak algılanmaz olmalarından gelir. Bu dı sal
etkinin ayrımına ancak bilinçli bir seçim yapmak durumunda kaldığımızda, yani benimsediğimiz değerlere
meydan okunduğu, kar ı çıkıldığı ve onlardan kendilerini me rula tırması istendiğinde varırız.
Ba ka insanların değerlerini etkileme yetisi otoritenin bir vasfıdır. Pigritenin ölçüsü, insanların verili değerleri
sırf ba ka birinin -otorite sahibi ki i ya da kurumun- söz'konüsü^değerleri somutlama-sı ya da savunması
nedeniyle kabul etme ihtimalidir. Bir ki i ya da örgüt belli insanların gözünde,'Wtaklrn" değerleri savunmaları
o insanlar tarafından bu değerlerin kabul edilmesi ve hayata geçirilmesi için yeterli bir neden görüldüğü
oranda, otorite sahibi olabilir. Bir ki inin ya da bir örgütün ta ıdığı otorite, demek ki ba ka insanların onların
örneklerini ya da tavsiyelerini izleme ihtimaline indirgenebilir. Bu itaat, bilgelik, doğruluk, deneyim, izlenen
kaynağın ahlâki üstünlüğü gibi, her anlamda haklı çıkarılabilir. Ne var ki her bir durumda haklıla tınlan ey
izleyenin böyle bir kaynağın gösterdiği yolun en doğru yol olduğuna ili kin güvenidir.
Üstün gördüğümüz değerleri son tahlilde kendimiz seçeriz. Sonuçta izlemeye karar verdiğimiz örneklere
otorite bah eden de, ho lanmadığımız örneklerin otoritesini reddeden de biziz. Kime güveneceğimize karar
vermeden önce çe itli rakip "değer önderleri"nin, kendilerine dair ya da ba kalarının onlara dair örneklerinin üstünlüğü ve iyi, güvenilir bir örnek ortaya
koyma yetileri hakkındaki iddiaları üstüne kafa yorabiliriz. Bizim için bir otorite haline gelmesi için, ki i ya da
örgüt bir me ruiyet nedeni, neden kendi tavsiyelerinin (ya da değer sıralamalarının) ba kalarına tercih
edilerek izlenmesi gerektiğini gösteren bir kanıt ortaya koymalıdır.
Böyle bir me ruiyeti zaten biliyoruz: Bazı değerlerin sanki sırtlarını geleneğe dayamaları yüzünden saygı
gördüklerini hatırlayalım. Denir ki, onlar zamanla onurlandırılmı ve sınanmı tır. Đnsan geçmi e, bu geçmi i
payla an gruba, birlikte koruduğumuz ortak mirasa sadık kalmalıdır. Denir ki, tarih mirasçılarını bağlar. Tarihin
birle tirdiğini hiçbir insan ayırmaya cüret edemez. Eskilere dayanan erdemler salt eski olduklarından
muhteremdir...
Kanıtlama böyle sürüp gider. Bu genelde hakikati tersine çevirir: Yıllanmı lığı yüzünden saygı duymak yerine,
savundukları değerleri (bazen yeni damgası ta ıyan, henüz ke fedilmi değerleri) herkesin benimsemesi için
çaba sarf edenler bunların eski çağların eseri olduğuna dair sahici ya da varsayılan tarihsel kanıtlar bulup
çıkarmak üzere yüzlerini geçmi e dönerler. Tarihsel geçmi imgesi her zaman seçmelidir; bu örnekte geçmi ,
mevcut değerlerin saygıdeğer ya ına güven duyulmasını sağlamak üzere bir araya getirilmi tir. Đnsanların
geçmi e duydukları saygı mevcut değerler yarı ının hizmetine ko ulmu tur. Belli değerlerin atalarımız
tarafından savunulduğu bir kere kabul edildiğinde, onlar artık çağda ele tirilere kar ı daha dayanıklı hale
gelirler; o güzel eski devirler, parlak bir ba arıyla olmasa bile, tarihin sınavından geçmi ken, öteki değerler
hâlâ kendilerini kanıtlamamı lardır. Gelenekçi me ruiyet huzursuzluk ve endi eden ba ka bir ey doğurmayan
hızlı deği im dönemlerinde özellikle çekici hale gelir. Oayet köktenci ve daha önceden bilinmeyen yenilik
hareketleri eski ve denenmi tarzların onarılması olarak takdim edilirse bu tür me ruiyet i e yarar; böyle bir
sunu bazen, göründüğü kadarıyla, hızlı sosyal deği imin neden olduğu belirsizliği bir dereceye kadar
azaltabilir ve görece güvenli, daha az sancılı bir seçim sunabilir.
Alternatif, yeni değerleri bir vahiy -çığır açan bir ke fin sonucu hakikatin özellikle derin bir kavrayı ı ya da
bilinmeyen ve bu yüzden tehditkâr olan geleceğin gizini çözen güçlü bir vizyon- olarak savunmak olacaktır.
Bu tür argüman karizmatik me ruiyet ile birlikte gelir. Karizma ilk defa Kilise'nin inananlar üzerindeki derin ve
kar ı koyulmaz etkisi üzerinde yapılan çalı malarda dikkat çeken bir nitelik olmu tur. Karizma kavramı bu
örnekte inanan ki inin Kilise'nin hakikate ula mada bir ayrıcalıkla donatılmı olduğuna, bir kurum olarak Tanrı
tarafından insanları dindar bir hayata ve son tahlilde kurtulu a yönlendirmek üzere kutsandığına inanması
demektir. Gelgelelim, karizma zorunlu olarak dinsel inançlarla ve kurumlarla sınırlı değildir. Ne zaman belli
değerlerin kabulü, bu değerlerin sözcüsü ya da sözcülerinin görü lerinin doğruluğunu ve seçimlerinin
uygunluğunu temin eden insanüstü niteliklere (olağanüstü zekâ, uzak görü lülük, sıradan kadın ve erkeklere
kapalı olan bilgi kaynaklarına nüfuz etme) sahip oldukları inancıyla güdülen-mi se, karizmadan bahsedebiliriz.
Bundan dolayı sıradan insanın sıradan aklının karizmatik insanların yaptıklarını değerlendirme araçları yoktur
ve bu yüzden onların kavrayı gücünden ku ku duyma hakkı da yoktur. Liderlerin karizması ne kadar
güçlüyse, onların emirlerinden ku ku duymak o kadar güç, iddetli bir belirsizlik durumuyla kar ıla tıklarında
insanların onların emirlerine uymaları o kadar huzur vericidir.
Yerle ik davranı biçimlerini çabucak geçersiz kılan hızlı ve köklü sosyal deği imler çağında, hatasız değer
seçiminin karizmatik "garantilerine" duyulan ihtiyaç durmaksızın artar. Gelgelelim, kurulu kiliseler bu talebin
ancak küçük bir kısmına yanıt verebilmektedir. Kiliselerin henüz çare bulamadığı ya da bulduğu çarelerin pek
i e yaramadığı yeni ve e ine rastlanmadık sosyal deği imlerin ürettiği çok sayıda seçim durumu vardır. Bu, ille
de karizmatik otoritenin ilahi biçimlerinin itibarlarını kaybettiği anlamına gelmez. Televizyonun gözde
hatiplerinin, dinsel guruların ve çe it çe it mezheplerin sunduğu güncel çözüm önerilerinin gösterdiği bir ey
varsa, o da insanın değerlendirme kapasitesini çok a an sorunlara insanüstü çözümler için duyulan geni ve
yaygın ihtiyaçtır.
Görülmedik boyutlarda artan değer sorunlarına karizmatik çö-
136
zümler arayı ı ile birlikte, bazı politik partiler ve kitlesel sosyal hareketler bir ikame hizmeti görmek için
sahneye çıkarlar. Bunlardan ilki, totaliter partiler dediğimiz, komünist ve fa ist gibi partiler (yanda larından
hayatlarının her yanıyla tam bir teslimiyet isteyen partiler) hem insanüstü ileri görü lülüğüne ve yanılmaz bir
doğru yanlı kavrayı ına güvenilen karizmatik liderler üretmesi hem de kendilerini karizmatik otoritenin
kolektif ta ıyıcılarına dönü türmeleri bakımından özellikle kötü bir üne sahiptir. Özellikle son özellik
karizmatik etkiyi tamamıyla yeni, daha istikrarlı bir temele yerle tirir; karizmatik bir örgütün etkisi ilke olarak
(ve bazen pratikte) karizmatik liderden daha uzun ömürlüdür. Daha önemlisi, örgütü yarasız beresiz ve
süregiden otoritesini tehditlerden uzak tutan bu özellik sayesinde örgüt yalnızca insanların suçlanabileceği
geçmi hataların yıpratıcı etkisinden görece muaf hale gelebilir. Böylesi bir lükse, bir bütün olarak gev ek
örgütlenmi kitlesel hareketler sahip değildir (kendini sürdürme kapasitesi ta ıyan parti benzeri güçlü bir
örgüt kurmayı ba aramadıkları müddetçe). Onlar da, genellikle, karizmatik otorite için uygun bir kariyere
sahip olan liderlerinin kaderini payla ırlar: Popülerliği aksilikler ve yerine getirilemeyen vaatler yüzünden
zayıflar zayıflamaz ya da kamunun gözünde daha ba arılı (henüz yıpranmamı ) mücadelecilerin gölgesinde
kalır kalmaz, nasıl bir kuyruklu yıldız gibi yükseldiyse aynı hızla dü er.
Gelgelelim, görülen o ki, karizmatik otoritenin merkezi artık hem dinsel hem de politik âlemden uzaklara
kaymı tır. Kitlesel medyanın -mesaj gönderenleri milyonlarca mesaj alıcısı kar ısında görünür ve i itilebilir
ancak neredeyse eri ilmez kılma kapasitesi ta ıyan güçlü teknolojinin- ortaya çıkı ı bu kaymada ba lıca rolü
oynamı tır. Bu durumun psikolojik etkisi altüst edicidir. TV ahsiyetlerinin ya da TV destekli kamusal
ahsiyetlerin tamamen kamuya açık ama aynı oranda eri ilmezlikleri, belli ki, güçlü ve karizmatik etkinin bir
kaynağı olmu tur. Tıpkı geçmi teki karizmatik liderler gibi, onların da üstün yargı yetilerine güvenilir, tek fark
bu defa her eyden önce zevkler alanında i gören bir yetinin söz konusu olmasıdır - Öyle ki onlar artık bir
hayat tarzına ili kin yön belirleyen ki iler haline gelmi tir. Denebilir ki üstünlük izlenimi, onların açıklığı ve
izleyenlerinin kitleselliğidir. Bizatihi nicelik artık bir otorite -karizınatik halenin sahici ta ıyıcısı- haline gelmi tir.
Seçimlerine yön vermesi ve tavsiyelerde bulunması için gözünü kamusal ahsiyetlere dikmi çok sayıda insan,
karizmanın gücünü peki tirir ve kaynağın geçerliliğine ili kin popüler güveni artırır.
Kolektif karizınatik etkinin diğer bir örneğini meslekler olu turur. Onların insan seçimleri konusunda söz
sözleme ve karar verme iddiaları uzmanlıklarına -aksi halde elde edilmesi güç bilgiye eri me ayrıcalıklarına ve
bu yüzden halktan bir ki inin sınanmamı ve genelde yanlı inançları kar ısındaki uzmanlıklarına- dayanır.
Mesleklerin hükmettiği bilgi, normal olarak bu bilgiye dayanılarak verilen hükümlere boyun eğmeleri
istenenlerin menzili ve kavrayı ı dı ında kalır. Hükümlere boyun eğilir çünkü boyun eğen insanlar karar veren
otoritenin kusursuzluğunu varsayar; ve onlara boyun eğen insanlar, öncelikle bir bütün olarak mesleklerin
kolektif dehasına ve sonra meslek dalının tek tek üyelerini her birinin o dehanın yetkin ve güvenilir sözcüleri
olarak davranmasını sağlamak üzere denetleme yetisine sahip olduğuna inandığı müddetçe hükümler kabul
görecektir. Örneğin, "doktor" o tür zevklerin zararlı olduğunu söyleyene kadar insan içki ve sigara içmeyi
sürdürür; ya da ki i kendini en sevdiği yiyeceklerden mahrum etme pahasına doktorun sağlıklı kilo hakkındaki
görü ünü kabul eder. Mesleklerin karizınatik otoritesi genel bir olgunun -bilimin değerli ve güvenilir bilgi
üretme yöntemi olarak tartı ılmaz üstünlüğüne olan ortak inancımızın- özel bir durumudur. Bilimsel bilgi ile
dinsel vahiy arasındaki somut farklılık ne olursa olsun, halktan insanların bunları benimseme mekanizmaları
öz olarak farklı değildir. Đki durumda da, i in sırrına ermemi sıradan insanların bilginin doğruluğunu
sınamalarının bir yolu yoktur - ancak kolektif olarak niteliğinin garantisi ile birlikte bilgiyi sağlayan ki i ya da
örgütlerin (Kilise, Üniversite) bilgeliğinden ve doğruluğundan emin olarak güven temelinde o bilgiyi alırlar.
Oimdiye kadar ele aldığımız iki me ruiyet biçiminin -geleneksel ve karizınatik- ortak bir özelliği vardır: Đkisi de
ki inin değer seçi138
mi yapma hakkından, o hakkı tekil ya da kolektif ba ka bir faile bırakarak vazgeçtiğini ima eder. Seçim
hakkından feragat etmek çoğu zaman sorumluluğu ba kasına devretmekle birdir. Artık bizim için seçimleri
yapan ve sonuçlarının sorumluluğunu -eylemlerimizin sonuçlarına ili kin ahlâki sorumluluk da dahil- ta ıyan
ba ka faillerdir (tahayyül ettiğimiz haliyle geçmi ku aklar ya da günümüzdeki otorite sahibi kurumlar).
Gelgelelim, me ruiyetin üçüncü türü -yasal rasyonel türü-görü-nü te bizatihi değer seçimi sorununu ve e lik
eden kendini haklıla -tırma acısını ortadan kaldırırarak daha da ileri gider. Bu tür, bazı örgütlenmelerin ve
kendi adına konu maya yetkili ki ilerin, yasanın verdiği teminatla bize ne tür eylemleri yapabileceğimizi
söyleme haklan olduğunu ima eder ki, aynı ekilde tartı madan boyun eğmek de yasanın bize yüklediği
görevdir. Hal böyleyken, bizatihi tavsiyenin üstünlüğü ya da ahlâki niteliği önemini yitirmi görünmektedir.
Karizınatik otorite sahibi rakipler arasında seçim yapına sorumluluğu ta ımayız (ya da bize öyle söylenir). Artık
bizim için otoriteyi seçecek olan da, eylemlerimizi belirleyecek olan da kendi kararlarımız değil, yasalar ve
yasal hükümlerdir. Yasal-rasyonel me rula tırma, eylemi değer seçiminden ayırır ve böylelikle onu görünü te
değerden bağımsız yapar. Bir emri yerine getirenlerin yapmaları emredilen eylemin ahlâki olup olmadığına
kafa yormaları gerekmediği gibi, eylemin ahlâk sınavında ba arısız olması halinde sorumluluk duyması da
gerekmez. Bu bağlamda kendilerine yöneltilen her kınama kar ısında, tepeden bakan bir ifade takınıp öfkeyle
tepki gösterirler: "Ben sadece yasal üstümden aldığım emirleri yerine getiriyorum".
Đnsani giri imlerinin gücünü ve etkinliğini ne kadar artırırsa artırsın, yasal-rasyonel me rula tırma potansiyel
olarak uğursuz sonuçlara gebedir; nedeni de özellikle bu türün, failleri değer seçimi sorumluluklarından
kurtarmaya ve değer seçimi meselesini bütünüyle tartı ma dı ı bırakmaya yatkın olmasıdır. Son sava taki kitle
katliamı ve soykırım böylesi sonuçların en bariz, ama asla biricik ve istisnai olmayan örneğini sergilemi tir:
Cinayetleri i leyenler ahlâki sorumluluklarını reddederek emirlere uyma yönündeki yasal zorunluluklarını
gündeme getirmi lerdir; gerçekte, itaat kararlarının kendi ahlâki seçimleri olduğu iddiasını reddetmi lerdir.
Eylemlerin hizmet ettiği değerleri, kestirme yoldan emirler zincirini emri yerine getirenin kavrayı ı ötesine
uzatarak, failin görü alam dı ına çıkarmak görünü te eylemi değerden bağımsız ve ahlâki yargıdan muaf
kılar. Faillere, bir bakıma her zaman eylemlerinin sorumluluğunu da birlikte getiren özgürlüklerinin
bedellerinden kurtulu imkânı sunar.
140
VII
Kendini koruma ve ahlâki görev
"Ona ihtiyacım var. O benim olmalı." Sanki ikinci tümce sırf birincide değinilen noktaya daha güçlü bir vurgu
yaparmı gibi, sanki1 ikinci tümce birincinin anlamını açığa vuruyormu gibi ya da sanki ikinci tümce
birincideki olgu önermesinden çıkarılan bariz bir pratik sonuçmu gibi, sık sık bu iki tümceyi bir çırpıda
söyleriz. Sanki bir eye ihtiyaç duymak sahip olunması gereken bir eye sahip olmamak -biı yoksunlukanlamına gelmektedir. Ve bu ihtiyaç olmayan bir eye sahip olma arzusunu kı kırtır. "Onajahip olmak"
ihtiyacın getirdiği bir tür zorunluluk ya da baskıdır. "Ona sahip olmalıyım"; "o", mutlu .olmak için ya da
sanıldığı üzere, rahatsızlık ve zorluk",' dolayısıyla huzursuzluk ve endi e durumu olan imdiki muhtaç
durumdan kurtulmak için ele geçirmem gereken bir eydir. Onu ele geçirmek kendimi korumamın ve hatta
hayatta kalmamın bir ko uludur. O olmaksızın, olduğum ki i olarak kalamam. Hayatım sekteye uğrayacak,
hatta katlanılmaz olacaktır. Daha ileriye gö-türürsek, hayatım sona erecektir. Sadece refahım değil, fiziksel
varolu um da tehlikede olacaktır.
Bende olmayan ve özlem duyduğum bir eyi iyi kılan ey, hayatta kalmam ya da kendimi korumam için
ihtiyaç duyulur olma niteliğidir. Đyi, âdeta ihtiyacın öbür yüzüdür. Bir eye ihtiyaç duyduğumdan, o e.y iyidir;
bir ey ben ona ihtiyaç tüyüyorsam iyidir. Bu bir ey birçok ey anlamına gelebilir: Para.Jkar ılığmda
piyasadan satın "'ahfîabilecek mallar; birçok ba ka insanın birlikte çabası olmaksızın eri ilmesi imkânsız olan
geceleri sessiz bir sokak ya da teiniz hava"ve kirlenmemi su; güç sahibLins_anlann eylemlerine bağlı
olâhreviilde"güven içinde3öjmay.e. kamusal mekânlardan güvenle geçebilme; ba ka insanların sevgisi, ve
bununla birlikte ge-len;'bâ ka insanların anlama ve efkat gösterme istenci. Ba ka bir ifadeyle, herhangi bir
"iyi", ihtiyaç duyduğumuz için ilgi alanımıza giren bir nesne olan her ey, her zaman bizi öteki insanlarla bir
ili kiye götürür. Đhtiyaçlarımız, ya onların kullanımına hak kazanarak ya da onlara sahip olarak söz konusu
iyilere eri medikçe giderilemez. Ancak bu her zaman öteki insanlar ve eylemleriyle ilgilidir. Kendine dönük
bile olsa, kendini korumakla ilgilenmek öteki insanlarla bağlarımızı güçlendirir; bu ilgi bizi öteki insanların
eylemlerine ve onları yönlendiren güdülerine bağımlı kılar.
Bu gerçek ilk bakı ta ayan beyan ortada değildir. Tersine, görünü te, sahip olma genelde tamamen "özel" bir
ey, ki i ile bu ki inin sahip olduğu nesne arasında bir tür özgün ili ki olarak anla ılır. "Bu benimki" ya da "Bu
bana ait" dediğimde en genelde akla gelen imge benimle "bana ait" olan, diyelim, bir kalem, bir kitap ya da
bir masa arasında uzanan görünmez bir bağ imgesidir. Sanki nesne (mülk) bir biçimde sahibine görünmez bir
ili ki ile bağlıdır; bu öyle bir bağdır ki, sahipliğin özünün buna dayandığını dü ünürüz. Eğer bu satırları
yazdığım kâğıt parçasının sahibi bensem, ona ne yapacağıma ancak ve ancak ben karar veririm. Onu
istediğim gibi kullanabilirim -ona kitabımın bir bölümünü yazabilirim, bir ar-
142
kada ıma mektup yazabilirini ya ila ona bir sandviç sarabilirim; dahası, eğer istersem, onu yok edebilirim.
(Doğru, sahip olduğum bazı eyleri yok etmem yasalarla engellenmi tir: Örneğin, bahçemde-ki ya lı ağacı
izinsiz kesemcdiğim gibi, evimi ate e verme hakkım da yoktur. Ancak belli mülklere bu ekilde davranmaktan
alıkon-mam için özel bir yasanın gerekli olması, yalnızca sahip olduğum eylerin ne olacağının ancak ve
ancak bana kalmı bir ey olduğuna ili kin genel ilkenin altının daha kalın çizgilerle çizilmesinden ba ka bir
anlama gelmez.) Gelgelelim, popüler sahip olma imgesinin gözden kaçırdığı ve mülkiyet ili kilerine ili kin
popüler anlatımın açık bıraktığı ey, sahip olmanın aynı zamanda her eyden önce bir dı lama ili kisi
olduğudur. Ounu dü ünün: Ne zaman "Bu benim" desem, yüksek sesle telaffuz etmesem ve genelde hiç öyle
dü ünmesem bile, kastettiğim aynı zamanda bunun senin olmadığıdıı da. SahrjahrT
nitelikjieğildir; her_zaıpjtf
sosyal bir olaydır. Sahip olma ancak aynı zamanda sahip olanla öte-kfms^nterSrasında özel bir ili kiyi de
barındırdığı için, bir nesne ile sahibi arasında özel bir ili ki barındırır. Bir jeye_sahip olmat Ötekilere ona
ula ma imkânı vermemek anlamına gelir.
Sahip'olma, bundan dolayı, kar ılıklı bir bağımlılık ve dolayısıyla benimle ötekiler arasında sıkı bir ili ki kurar,
ancak bu ili k; (insanları) böldüğü kadar ( eyleri ve insanları) bağlamaz. Sjjhippl:
rjQa..oJgı^ulkajr ılık]bi..hir..uzla§rnazlık ili kisi çerçevesinde, nesneye sahip olanla olmayanjarjL-ayınr; sahip_
plan söz konusu nesneyi kullanabilirken (ve yasa ile özel olarak kısıtlanmadıkça, kötüye kullanabilirken) sahip
olmayana böyle bir hak tanınmaz. Sahip olma ol; gusu insanları farklıla tmr (bir miktar para çıkarmak için
elimi cebime "sokabilirim ancak ba ka hiç kimsenin böyle bir ey yapmay; hakkı yoktur). Sahip olma aynı
zamanda insanlar arasındaki ili ki; yi asimetrik haîe~de"sokar (güç~ tartı mamızı hatırlayın); sahip olu> 'han
nesneye eri me hakları ellerinden alınanlar o nesneye ihtiyaç duyduklarında ve onu kullanmak istediklerinde
sahibinin koyduğı ko ullara boyun eğmek durumundadırlar. Bu yüzden, onların ihti yaçları ve bu ihtiyacı
kar ılama ihtiyaçları ...onları^ sahip olanajba ğımh bir konuma sokar (yani, ihtiyaçlarını doyurmak için zorunlu
olan iyiler, oldukları ve olmak istedikleri türden ki iler olarak kendilerini korumaları ya da varlıklarını
sürdürebilmeleri için vazgeçilmez olan iyiler, mevcut sahipleri tarafından atılmı bir adım olmaksızın elde
edilemezler).
Bir fabrikadaki makinelerin onları i leten i çiler tarafından nasıl ve hangi amaçla kullanılacağına makinelerin
sahibi ya dıı onun adına hareket etme hakkı tanınmı insanlar karar verir. Mülk sahibi bir ücret kar ılığında
istihdam ettiği insanların zamanlarını satın alırken, bu zamanın, tıpkı fabrika binasındaki makineler gibi, kendi
mülkü olduğunu dü ünür. Mülk sahibinin bu zamanın, eğer kullanılacaksa, hangi parçasının dinlenme, çene
çalma, kahve içme vb. için kullanılacağına karar verme hakkı vardır. Bu, kendi ba ına kullanım hakkı olmaktan
çok, ötekileri dı layan i lev olarak büyük bir kıskançlıkla korunan kullanıma ili kin karar verme hakkıdır. Karar
verme hakkı, yani seçme özgürlüğü, sahip olanla olmayan arasındaki ayrımın gerçek özüdür. Burada sahip
olmakla olmamak arasındaki fark, özgürlükle bağımlılık arasındaki farktır. Oeylere sahip olmak onlara sahip
olmayanların ne yapmaları gerektiğine ili kin karar vermekte özgür olmak demektir -bunun yardığı nokta
aslında öteki "ihsanlarüzerinde güç sahibi olmaktır. Bu ikisi -sahip_olma ve güç- pratikte aynı kapıya çıkar.
Böylesi bir durumda bir ki inin mülk tufkusu'ğüç arzusundan neredeyse ayrılmaz hale gelir.
Her türlü sahiplik böler ve ayırır (yani, sahip olmayanları ba kasının mülkünün kullanımından dı lar).
Gelgelelim, sahip olma her durumda ve her zaman sahip olan ki iye dı lananlar üzerinde güç sağlamaz. Sahip
olma ancak dı lananların ihtiyaçları sahip olunan nesnelerin kullanımını gerektiriyorsa güç verir. Çalı ma
araçlarına, insan emeği tarafından i lenecek hammaddelere, bu i leme sürecinin gerçekle eceği mekanlara
sahip olma böylesi bir güç sağlar. (Daha önce ele alınan örnekte, hayatlarını kazanmak için çalı anların,
fabrika sahibi tarafından denetlenen makine aksamına eri meleri gerekir; çalı anlar kendilerini korumak, hatta
bizatihi hayatlarını sürdürmek için buna ihtiyaç duyarlar. Böylesi bir bulu ma olmaksızın, çalı anların becerileri
ve zamanları bir i e yaramaz; dolayısıyla onlar bu niteliklerini, geçimlerini sağlamak üzere, kazanç-144
lı bir biçimde kullanmaya muktedir olamayacaklardır.) Gelgelelim, sahibi tarafından tüketilen mallara sahip
olma durumunda bu geçerli değildir. Eğer bir otomobile, video kamerasına ya da çama ır makinesine
sahipsem, bu benim hayatımı onların olmadığı bir duruma göre daha kolay ya da daha eğlenceli kılabilir.
Hatta prestijimi artırır - onaylan benim için önemli olan insanlar nezdinde gördüğüm saygıyı artırır: Etkilemeyi
istediğim insanların bundan sonra bana hürmet edeceklerini umarak yeni aldığım eylerle böbürlenebilirim
de. Ancak bu zorunlu olarak bana öteki insanlar üzerinde güç sağlamaz. Elbette, ötekiler bu eyleri kendi
rahatlan ya da eğlenmeleri için kullanmayı istemedikleri müddetçe bu geçerlidir; bu durumda ben onların
uymak durumunda olduğu kullanım ko ulları koyarım. Sahip olduğumuz çoğu . ey^ güç sağlamaz; sağladığı
bir ey varsa o da öteki insanların gücünden bağımsızlıktır (artık ihtiyaç duyduğum iyilerin kullanımı için öteki
insanların koyabileceği ko ullara uymam gerekmez). Đhtiyaçlarım içinde, öteki insanların denetimindeki eyleri
kullanma hakkı istemeksizin, doğrudan kar ılayabileceğim kısım arttıkça, öteki insanlar tarafından koyulan
kurallara ve ko ullara o kadar az uymak durumunda kalırım. Diyebiliriz ki, sahip olma yetkinle tireıı bir özellik
ta ır. Özerkliği, eylem ve seçim özgürlüğünü artırır. Đnsanların kendi güdüleriyle hareket etmelerini ve kendi
değerlerini gözetmelerini sağlar. Bu ikisi -sahip olma ye özgürlük--aynı kapıya çıkar. Sıklıkla, özgürlük alanını
geni letme görevi eyler üzerindeki denetimin -sahip olmanın- geni -leülmlesranlamına gelir.
Sahip olma, ancak böldüğü oranda, bu i levlerin ikisini de -ötekiler üzerindeki güç ve özerklik i levleriniyerine getirir. Gerçekten de, bütün çe itlemeleriyle ve her ko ulda sahip olmak farklıla tırma ve dı lama
demektir. Bütün sahip olma biçimlerinin altında yatan ey, ötekilerin haklarının benim haklarımı sınırladığı (ya
da tersi) ilkesidir; benim özgürlüğümün geni letilmesi ötekilerin özgürlüklerinin daraltılmasını gerektirir. Bu
ilke uyarınca, yeterli kılma daima (kısmi ve göreli olsa da) ba ka birinin yelersizle mesi ile birlikte gelir. Bu ilke,
kendi amaçlarının pe inden ko makla me gul insanlar arasında çare bulunmaz bir çıkar çatı ması varsayar:
Biri nin kazandığı ötekinin kaybettiğidir. Durum, kazananı olmayan bir oyundur; payla ma ve elbirliği ile hiçbir
ey kazanılamaz (ya da öyle olduğu varsayılır). Eylem yetisinin kaynaklar üzerindeki dı layıcı denetime bağlı
olduğu bir durumda, makul davranmak "herkes kendine" buyruğuna uymak demektir. Kendini koruma görevi
i te böyle görünür bize; görünü te bu görevden çıkan mantıktır ve dolayısıyla her sağduyulu eylemin ilkesi
olmalıdır.
Đnsan ^eylemi ne zaman böyle bir ilkeye^uysa, ili ki rekabet biçimini alır. Taraflar fiili ya da potansiyel
rakiplerini, denetledikleri, denetlemeyi umdukları ya da denetleme hayali kurdukları kaynakların
kullanımından dı lama arzusuyla hareket ederler. Rakiplerin elde etmek için yarı tığı iyilerin kıt olduğu kabul
edilir; inanılmaktadır ki, onlardan herkesi tatmin edecek kadar yoktur ve belli bazı rakipler elde etmek
istedikleri miktardan daha aza razı olmaya zorlanmalıdır. Bazı arzulara ket vurulmasının gerekli olacağı ve
dolayısıyla kazananlarla kaybedenler arasındaki ili kinin sürekli olarak kar ılıklı nefret ve dü manlık ta ıması
gerektiği, rekabet fikrinin asli bir özelliğidir ve rekabetçi tutumun temel varsayımıdır. Aynı nedenden dolayı,
meydan okuyu ve itirazlar kar ısında etkin olarak ve kıskançlıkla savunulmadıkça, rekabet sonucu kazanılan
hiçbir eyin güven içinde olduğu dü ünülemez. Rekabetçi mücadele asla son bulmaz; sonuçlar asla nihai ve
tersinmez değildir. Buradan bir dizi önemli sonuca varırız.
Đlkin, her tür rekabet bir tekel eğilimini besler. Kazanan taraf kaybedenlere kazançlarına kar ı çıkma hakkı (ya
da en azından gerçekçi bir beklentisini) tanımayarak kazançlarını güven altına alma ve kalıcı kılma
eğilimindedir. RekaJ^^edenlerin, belirsiz ve eri ilmez bile olsa, nihai amaçları rekabeti ortadan kaldırmaktır,
rekabetçi ili kiler yapısal olarak kendini yok etme eğilimi ta ırlar. Bu ili kiler kendi ba larına bırakılacak olsa,
varacakları yer ansların keskin biçimde kutupla masıdır. Kaynaklar, öte tarafta giderek kıt hale gelirken,
ili kinin bir tarafında yığılmaya ve giderek daha bol hale gelmeye ba lar. Kaynaklardaki böylesi bir
kutupla ma, en azından, kazanan tarafa gelecekteki bütün ili kilerin kurallarını dayatma yetisi kazandıracak ve
kaybedenleri kurallara kar ı geleme|/|(,
FlOARKA/Sosvulııjik Dü ünmek
yecek bir konumda bırakacaktır. Böylesi bir durumdaki kazançlar bir tekele dönü türülecek; tekel, yeri
geldiğinde, kazanan tarafa bundan sonraki rekabetlerin ko ullarını dayatma (örneğin, ba ka türlü elde
edilemeyen malların fiyatlarını tespit etme) imkânı verecek ve yeni kazançları kendisine akıtarak taraflar
arasındaki mevcut uçurumu daha da derinle tirecektir.
Đkinci olarak tekel sonucu (rekabete dayatılan kısıtlamalar ile) ansların durmaksızın^ kutupsalla ması, uzun
vadede kazananlara ve kaybedenlere farklı muamele yapılmasına yol açar. Er ya da geç kazananlar ve
kaybedenler "kalıcı" kategoriler içinde "katıla ır"lar. Kazananlar kaybedenlerin ba arısızlığından onların doğal
yeteneksizliklerini suçlu bulurlar. Kaybedenlerin kendi talihsizliklerinin kurbanı olduğu ilan edilir. Onlar
beceriksiz ya da hain, kararsız ya da yoz, tedbirsiz ya da ahlaken rezil ki iler olarak, yani, kısaca rekabetçi
ba arının zorunlu bir ko ulu olarak görülen, aynı zamanda her nasılsa saygıyı hak eden nitelikler de olan
niteliklerden yoksun insanlar olarak resmedilir. Böyle tanımlandığında, kaybedenler sıkıntılarının
me ruiyetinden mahrum edilirler. Çektikleri^ ıstırabın kendi hatalarının eseri olduğu kabul edildiğinden,
kaybedenlerin kendilerinden ba ka suçlayacağı kimse olmadığı gibi, pastadan pay almaya, özellîlfle'ba arih
olanın kazandığı payı almaya hakları da yoktur. Yoksulun yerilmesi ve alçaltılması varlıklının ya adığı
avantajların bir savunusu olarak i e yarar. Yoksul tembel, ap al ve savsak olmakla, mahrum edilmi değil
ba tan çıkmı -karaktersiz, zoru görünce kaçan ve haylazlığa ve yasaları çiğnemeye meyilli-olmakla maluldür
Herkes gibi, onların da "kendi edip kendi bulan insanlar" olduğu söylenir - onlar kendi kaderlerini
seçmi lerdir. Sefaletleri kendi karakterlerinin ve tutumlarının bir sonucu olarak onları bulmaktadır. Eğer
varlıklılar ellerindekilerin bir kısmını yoksullarla payla mı larsa, bunun tek nedeni payla anların iyi kalpliliğidir,
yoksa pay verilenlerin hak etmeleri değil. Aynı ekilde, erkek egemen toplumda, baskı altında olmaları
kadınların kendi kabahatidir; kadınların daha az prestijli ve arzulanır i levlere hapsedilmesi "doğu tan" gelen
yetmezlikle -a ın duygusallık, rekabetçi ruh ve rasyonellik yoksunluğu ya da zekâ azlığı ile- açıklanır.
Rekabetin kurbanlarının a ağılanması insan davranı ındaki alternatif güdüleri -ahlâki jwej^_susjurrnanınjen
etkili yollarından bindin_Ahlâki güdüler birçok bakımdan kazanma güdüleriyle çatı- ır Kazanmaya yönelik
eylem, potansiyel rakiplerle ili kilerde kendini^ dü ünmekten ve acımasızlıktan yanadır. Ahlâki eylem ise
dayanı ma, çıkar gözetmeden yardım, muhtaç durumdaki kom uya kar ılık'istemeden ya da beklemeden
yardım etme isteği gerektirir. Ahlaki birlmıım ötekilerin ihtiyaçlarını dikkate almada ifadesini bulur ve çoğu
zaman kendine sınırlama getirmekle ve ki isel kazançtan gönüllü bir feragatle sonuçlanır. Eğer kazanç
güdülenim-jLkĐLeylernde göz önünde bulundurulan Fek ey (nasıl belirlemi olursam olayım) benim
ihtiyaçlanmsa, ahlâki güdülenimi! bir eylemde ötekilerin ihtiyaçları seçimin temel kıstası haline gelmi tir. Đlke
olarak Özçıkar ve ahTâki görev zıt yönleri gösterir.
Đ ve ev'hayatmiiY^^^
bariz niteliği olduğunu ilk kaydeden Max Weber olmu tur. Böylesi bir ayrım iki zıt eylem kıstası arasındaki çarpı mayı
önlemenin bir yoludur. Bu etki, yerine göre, kazanç ya da ahlâki görevin öne çıkan kaygı olduğu iki bağlamın
birbirinden koparılması yoluyla yaratılır. Ki i i etkinliği yürütürken aile bağlarından uzak durur, ba ka bir
ifadeyle, ahlâki görevlerin baskılarından özgürdür. Bundan dolayı, ba arılı bir i yürütmenin gereği olarak
dikkat edilmesi gereken tek ey kazançtır. Aile hayatına dönüldüğünde, i hayatının soğuk Jıesaplan
unutulabiliryeiyiler aile üyeleri arasında her bîr üyenin ihtiyacına göre payla tırılabilir. Đdeal olarak, aile hayatı
(aileyi model alan ya da amaçlayan bütün komünal biçimlerdeki hayat gibi) kazanç" güdülenimlerinden uzak
olmalıdır. Aynı ekilde, ideal olarak, i etkinlikleri ahlâki kaygıların yol açtığı güdülerden etkilenmemelidir.j _ve_.ahlâk birlikte yürümez. Đ hayatındaki ba arı (yani, öz olarak rekabetçi bir çaba)
lakınû&ııJtytumunrasyonelliği-/^aJM^rj/ejDU .yeri .geldiğinde her dayranı ınözçıkar kaygılarına
hiç^tereddütsüz tesHm edilme i,demektir. Rasyonellik yürekten çok kafa tarafından yönlendirilmek demektir.
Eylem ancak, eldeki görev en verimli ve en az maliyetle yerine getirildiği müddetçe, rasyoneldir.
148
Daha önce, örgütün (ya da genelde söylendiği gibi, bürokrasinin) insan davranı ını ideal rasyonellik
ko ullarına uydurma gayreti olduğundan bahsettik. Yine, böyle bir çaba her eyden önce ahlâki kaygıları (yani
ötekilerle ötekiler için, çıkar gözetmeden ilgilenmek, kendini korumanın artlarıyla çatı ma içinde olsa bile, bu
tavrı sürdürmek) bir kenara bırakmayı gerektirir. Örgütün her üyesinin görevi basit bir seçime indirgenir: Emre
itaat etmek ya da etmemek. Bu görev aynı zamanda bir bütün olarak örgütün gözettiği bütünsel amacın
küçük bir parçasına indirgenir, öyle ki fail eyleminin bütün sonuçlarını görmek zorunda değildir. Đnsanlar,
görmedikleri uğursuz sonuçlan olan ve varlıklarından bile haberdar olmadıkları insanları etkileyen eyler
yapabilirler - ve böylelikle ahlâki bir çatı ma ya da suçluluk duygusu ya amaksızın (bir silah fabrikasında ya da
çevreyi feci halde kirleten ya da potansiyel olarak alı kanlık yapan zehirli ilaçların üretildiği bir i yerinde
çalı arak, hem de çoğu zaman kıt kanaat geçimini sağlama örneğinde olduğu gibi) en iğrenç ve a ağılık
eyleri bile yapabilirler. En önemlisi, örgüt ahlâki sorumluluk yerine uygun davranı ın en üstün kıstası olarak
disiplini koyar ("Ben sadece emirleri yerine getirmekteyim", "yalnızca i imi iyi yapmaya çalı tım" ifadeleri en
popüler ve tartı ma götürmez özürler olacaktır). Örgütün üyesi üstlerinin kurallarına ve emirlerine sıkı bir
biçimde uyduğu müddetçe, ahlâki ku kulardan muaf tutulur. Farklı ko ullarda dü ünülemeyecek olan, ahlâki
bakımdan kınanması gereken bir eylem birdenbire mümkün ve görece yapması kolay hale gelir.
Örgütsel disiplinin ahlâki sakıncaları susturma ya da askıya alma kudreti, belli bir sayıdaki gönüllüye uydurma
bir "bilimsel ara -tırma"nın deneklerine acı verici elektrik oku uygulama emrinin verildiği malum Stanley
Milgram deneylerinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmı tır. Zalimliklerinin ulvi bilimsel amacına inanmı (i ini
yapan ki iler olarak onlar gerçekten kavrayamaz ya da yargıda bulunamaz, ancak hayranlık duyabilirlerdi) ve
ara tırma projesinden sorumlu bilim insanlarının güya üstün yargılarına güvenen çoğu gönüllü emirleri harfi
harfine -kurbanlarının acı çığlıklarına kulaklarını kapatarak- yerine getirmi tir. Deneyin küçük ölçekle ve
laboratuvar ko ullarında ortaya çıkardığı ey, Đkinci'Dünya Sava ı ve sonrasındaki soykırım pratiğiyle deh et
verici boyutlarda sergilenmi tir. Milyonlarca Yahudi'ye yönelik olarak tepedeki birkaç bin Nazi lider ve
subayları tarafından ba latılıp denetlenen katliam -çoğu büyük bir ihtimalle, cana yakın kom ular, sevecen
e ler ve efkatli ana babalar olan- milyonlarca "sıradan insan"ın elbirliğini gerektiren devasa bir bürokratik
operasyondu. Bu insanlar kurbanları gaz odalarına ta ıyan trenleri sürmü ler, zehirli gaz ya da ceset yakma
fırınları üreten fabrikalarda çalı mı lar ve u ya da bu sayısız ba ka yollarla topyekûn imha görevine katkıda
bulunmu lardır. Her ki inin "yapılacak bir i i", çözülecek bir sorunu vardı; i onların bütün enerjilerini ve
fiziksel güçlerini tüketiyor, sorun da bütün dü üncelerini dolduruyordu. Bu insanlar bunları yapabiliyordu
çünkü eylemlerinin nihai sonuçlarının, hiç değilse çok az ayrımın-daydılar; bu sonuçlan asla görmüyorlardı tıpkı Vietnam köylülerinin tepesine inecek becerikli yıkım araçları tasarlayan eğitimli insanların, kendi
bulu larını i ba ında görmedikleri gibi. Nihai sonuçlar me gul oldukları basit görevlerden o kadar uzaktaydı
ki, bağlantı gözlerinden kaçabiliyor ya da bilinçdı ında tutulabiliyor-du.
Karma ık bir örgütlenmenin memurları, parçası oldukları ortak etkinliğin nihai sonuçlarının ayrımında olsalar
bile, o sonuç genelde onları endi elendirmeyecek kadar uzaktadır. Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir
mesele olabilir. Yatay ve dikey i bölümü yüzünden, tek tek her ki inin eylemleri bir kural olarak çok sayıda
öteki insanın eylemleriyle dolayımlıdır. Ya ki inin yaptığı i doğrudan sonuç üretmemekte ya da bu öteki
insanların yaptığı sayısız öteki i ler sayesinde eylemin uzak hedeflerinden korunmaktadır. Bu yüzden, sanki
yapılanla eylemin nihai hedefinin ba ına gelenler arasında doğrudan bir nedensel bağlantı yoktur. Son
noktada, ki inin katkısı önemini kaybeder ve nihai sonuç üzerindeki etkisi de ciddi bir ahlâki sorun olarak
görülemeyecek kadar küçük görünür. "Ben yanlı bir ey yapmadım, beni kınaman için hiçbir neden yok"
normal bir özür tümcesi olacaktır. Nihayetinde, ki i plan yapmak, rapor yazmak, belgeleri doldurmak ya da iki
kimyasal bile i150
ği karı tıran makineyi açıp kapamak kadar masum ve zararsız bir ey yapıyor olabilir. Đnsan egzotik bir ülkede
kömür olmu vücutları öyle kolaylıkla kendi eyleminin sonuçları olarak, kendinin sorumlu olduğu eyler
olarak görmeyecektir.
Görünü olarak masum i lerin ahlâki bakımdan ürkütücü sonuçlarına sıkıca gözleri kapamak ayrıca örgütsel
i levlerin malum ki isellik dı ılığından yardım görür. Herhangi bir rolün uygun vasıflara sahip herkes
tarafından yerine getirilebilmesi her örgülün asli özelliğidir. Bu yüzden, denebilir ki, i in tamamına katkıda
bulunan, o i i üstlenen değil, bizatihi roldür. Eğer mevcut görevli rolünü layıkıyla oynamıyorsa, onun yerine
ba kası geçirilecek ve görev ne olursa olsun yerine getirilecektir. Bu iddia, bütün i i uygulanabilir kılan
sorumluluğun uygulayan ki iye değil, role bağlı olduğunda ve rolün, oynayanın ki iliğiyle karı tırılmaması
gerektiğinde ısrar etmeye kadar vardırılır. Denebilir ki, cinayet mahalline, eylemlerinin somut sonuçlarından
haberdar olmadıklarını iddia edemeyecek kadar yakın olanlar bile, bürokratik emir-komuta ve i bölümü
bağlamında ahlâki değerlendirmelerin anlamsız olduğunu söyleyebilirler, söylemi lerdir de. Kendi duyguları
"ne burada ne orada"dır. Kurbanlara- nefret mi yoksa sempati mi duydukları konu dı ıdır. Görev onlardan
disiplin ister, duygulanmalarını değil. Öteki rutin örgütlü eylemlerde olduğu gibi, onlar hemcinsleriyle değil,
tayin edilmi hedeflerle uğra ırlar.
Đnsani olmayan amaçlara hizmet eden bürokrasi bu yeteneğini yalnızca bünyesinde çalı anların değil aynı
zamanda bürokratik örgütlenmenin sınırlarının çok ötesindekilerin de ahlâki güdülenim-lerini susturarak
göstermektedir; bunu, yok etmeye ister istemez tanık olanlar kadar yok etmek niyetinde olduklarının da
kendini koruma güdülerine hitap ederek yapar. Soykırımın bürokratik yönetimi kurbanlarından birçoğunun
yardımını ve kenarda duranların çoğunun da ahlâki ilgisizliğini elde etmi ti. Muhtemel kurbanlar "psikolojik
tutsak"lara dönü türülmü tür; söylenenlere boyun eğmenin ödülü olarak iyi muamele görecekleri yanılgısına
dü en bu insanlar sıklıkla zalimlerinin elinde oyuncak olmu ve kendi felaketlerine yardım etmi lerdi. Hâlâ bir
eylerin kurtanlabileceğinden, bazı telıilkelerin savu turulabileceğinden umutlarını kesmiyorlardı, yeter ki
zalimler bo yere rencide edilmesinler; bu i birliği nasıl olsa ödüllendirilirdi. Sayısız örnekte, öngörülii uyma
denen bu olgu ortaya çıkmı tır: Kurbanlar, niyetlerini önceden tahmin ederek ve bunu zevkle yerine getirerek
zalimleri ho nut etmek için yollarından çekilmi tir. Her eyden önce, nihai kaderlerinin kaçımlmazlığıyla son
ana kadar yüz yüze gelmemi lerdir. Yok olmaya giden yolda atılan her bir adım onlara sevimsiz ancak son
olmayan ve elbette dönü süz de olmayan bir adım olarak sunulmu tur; her adım onları tek bir rasyonel
çözümü - a maz biçimde nihai yok olmayı bir parça daha yakla tıran bir çözümü- olan açıkça tanımlanmı bir
seçimle kar ı kar ıya bırakmı tır. Soykırımı yönetenler böylelikle amaçlarına asgari düzensizlikle ve neredeyse
direni le kar ıla madan ula mı lardır; gaz odalarına giden uzun, uysal yürüyü te denetim için çok az muhafıza
gerek duyulmu tur.
Kenardan seyredenlere gelince, onların uymaları ya da en azından sessiz ve hareketsiz kalmaları, ahlâki
davranmanın ve kurbanlarla dayanı maya girmenin bedelleri ağırla tırılarak sağlanmı tır. Ahlâki bakımdan
doğru olanı seçmek, çoğu zaman kendi fiziksel varlığını tehlikeye atmaktan ba ka bir anlama gelmeyen,
korkunç bir cezaya davetiye çıkarmak anlamına gelecekti. Bir kere oyun yüksek oynanınca, kendini koruma
kaygısı, rasyonel gerekçelerle -"Kendi hayatımı ve aileminkini tehlikeye sokmadan kurbanlara yardım
edemezdim; en iyi halde tek bir ki iyi kurtarabilirdim, ama ba arısızlık halinde, on ki i ölecekti."- bastırılmaya
yüz tutan ahlâki görevleri ve ahlâki pi manlıkları silip süpürür. Hayatta kalma anslarına ili kin nicelik hesabı,
eylemin ahlâki niteliğinin önüne geçmi tir.
Bunlar kendini koruma güdüleri ile ahlâki görev güdüleri arasındaki nihai zıtlığın a ın örnekleridir; kabul
etmek gerekir ki, nadir ve genelde mahkûm edilmi durumlardan çıkarılmı lardır. Gel-gelelim, daha ılımlı ve
bu nedenle daha az korkunç biçimlerde, bu zıtlık gündelik insan davranı ına da damgasını vurur. Genelde,
herhangi bir örgütsel bağlamda, kendini korumanın en etkili yolu olarak göklere çıkarılan eylemin
rasyonelliği, ahlâki yükümlülük pa152
hasına öne çıkarılır. Rasyonel davranı , doğru seçim için kesin bir çözüm sunması ve doğrudan kendini
koruma ve yüceltme duygusuna seslenmesiyle, ahlâki görev tarafından yönlendirilen eylem kar ısında
belirgin bir üstünlüğe sahiptir. Rasyonel tutum, rekabetin getirdiği kendini büyütme arzusunu tatmin
etmekteki ba arısıyla daha da çekici hale getirilmi tir. Kazananın olmadığı bir rekabette ifadesini bulan ve
bürokratik rasyonelliğin güvenilir silahlarını ku anmı olan kendini koruma güdüsü, ahlâki kaygılar kar ısına
heybetli, belki de a ılmaz bir engel olarak dikilir.
Ahlâki yükümlülüklerin ortadan kaldırılması, tüm bürokrasinin destek verdiği, eylemin insani hedeflerinin
istatiksel olarak ele alınmasıyla daha da kolayla ır. Rakamlar -her türden içerikle doldurulabilir saf formlarolarak görüldüğünde, bu insani hedefler bireyselliklerini yitirir ve insan haklarının, ahlâki yükümlülüklerin
ta ıyıcıları olarak ayrı varolu larından sıyrılır. Artık onlar, tamamen ilgili örgütsel kurallar ve ölçütler kümesi
tarafından tanımlanmı bir kategorinin unsurları haline gelmi tir. Ki isel biriciklikleri ve dolayısıyla biricik
bireysel ihtiyaçları bürokratik eylemin yöneldiği noktalar olma özelliklerini yitirirler. Önemli olan, resmi olarak
seçildikleri kategoridir ancak. Sınıflandırma, örgütün çıkarlarını ifade eden bireylerin seçilmi ortak vasıflarına
ilgiyi artırdığı gibi, . geri kalan tüm vasıfların, yani bireyleri ahlâki özneler olarak, e siz ve yeri doldurulamaz
insan varlıkları olarak kuran bireysel öznite-liklerin ihmaline izin verir.
Đ in doğrusu bürokrasi, eylemin ahlâki güdülenimlerinin hükümsüz ilan edilmeye, susturulmaya ya da bir süre
için askıya alınmaya yatkın olduğu tek bağlam değildir. Ahlâki dürtünün bastırılması yönünde benzer bir etki,
neredeyse tüm diğer özellikleriyle bürokratik bir örgütlenmenin serinkanlı, hesapçı rasyonelliğiyle taban
tabana zıt, kâr pe inde ko an ve i tah kabartan rekabetten de neredeyse tamamen uzak bir bağlamda ortaya
çıkar. Bu türden özel tek bağlam ahlâkın en etkili bir susturucusu olarak kendini gösterir Bu, kalabalıktır.
Belirtmek gerekir ki, kendilerini tanımadıkları -ba ka ko ullarda kar ıla madıkları, daha önce ili kiye
girmedikleri ve onlarla ançak geçici, tesadüfi bir çıkar etrafında imdilik "bir araya" geldikleri- çok sayıda
ba ka insanla sınırlı bir alanda sıkı tırılmı bulan insanlar, "normal" ko ullarda makul göremeyecekleri bir
biçimde davranmaya eğilim gösterirler. Davranı ların en vah isi aniden ancak orman yangınıyla, rüzgârın
patlamasıyla ya da bula ıcı hastalıkla kıyaslanabilecek bir biçimde kalabalık içinde yayılabilir. Tesadüfi bir
kalabalık içinde, örneğin sıkı tepi bir pazar yerinde ya da bir tiyatroda, panik çıkması halinde kendini
korumaktan ba ka bir ey dü ünmeyen insanlar sırf kendilerine soluk alacak bir alan sağlamak ya da
tehlikeden kurtulmak için hemcinslerini çiğneyebilir, ötekileri ate e atabilir. Bu insanlar ba ka seferinde onlara
hedef gösterilen ve tehlikenin kaynağı olmakla itham edilen görünü teki hainlere saldırabilir ve onları
öldürebilir. Bir kalabalıkta, insanlar, kendilerine kalsa hiçbir failin tek ba ına ahlâki olarak i leyemeyeceği
suçları i leyebilir. Eğer kalabalık tek tek her üyesinin iğrendiği korkunç bir eylemi kolektif olarak
gerçekle tirebiliyorsa, bunun nedeni kalabalığın bir yüzünün olmamasıdır. Kalabalıkta., bireyler
bireyselliklerini yitirirler ve anonim toplulukta "çözülürler"; onlar artık ahlâki özneler olarak, ahlâki görevin
hedefleri olarak görülemezler (bu, bürokratik i bölümü ile eri ilen uzakla manın etkilerinden farklı bir etki
değildir). Bir linç topluluğu ya da bir takımın taraftarlarından olu an kalabalık, normal olarak muhtemel
saldırganların ahlâki yaptırıma tabi olu u yüzünden iddete kar ı korunmalı olan hemcinslerinin ba ına gelen
iddet eylemleri için üyelerini ahlâki Sorumluluktan kurtarır.Bu ve benzer durumlarda, ahlâki yükümlülüğün
askıya alınması kalabalığın anonimliğinin ve katılımcılar arasında neredeyse hiçbir kalıcı bağın olmamasının
sonucudur. Kalabalık toplandığı kadar çabuk dağılır ve ne kadar e güdüm sağlar görünürse görünsün,
kalabalığın kolektif eylemi herhangi bir biçimde sürekli etkile imi ne getirir ne de üretir. Tek tek üyelerinin sırf
duygusal davranmasını mümkün kılan, i te kalabalık eyleminin özellikle bu gelip geçici ve mantıksız
niteliğidir. Herhangi bir anda, bütün ikazlar göz ardı edilir, bütün yasaklar rafa kaldırılır, bütün yükümlülükler
geçerliliğini yitirir, bütün kurallar askıya alınır. Bürokratik bir örgütlenme bağlamındaki düzenli, duygulardan
154
arınmı davranı ve kalabalığın öfke ya da paniğinin patlayıp ba kaldırısı iki farklı kutupta yer alıyor
görünmektedir; ne var ki, ahlâki dürtü ve yasaklar üzerindeki etkileri dikkat çekici bir biçimde benzerlik ta ır.
Benzer etkilerin benzer nedenleri vardır: Ki iliksiz-le tirme, "yüzlerin silinmesi", bireysel özerkliğin yok
edilmesi. Hem ki iler yerine rollerin kurduğu ve öteki insanları amaca eri me ya da sorun çözme yolunda
rollere, çok sayıda kaynaklara ya da engellere indirgeyen bürokrasi hem de birey olarak insanlar yerine
birbirinden farksız parçacıklardan olu an, özelliğini üyelerinin bireysel niteliklerden değil sayılardan alan
kalabalık, bir yüzden yoksundur ve anonimdir.
Hemcinslerinin gözünde, insanlar olarak kabul edildikleri müddetçe ki iler ahlâki birer öznedir, yani sadece
hemcinslerine layık görülen ve her insan için uygun olan muameleyi (ili kinin taraflarının kendilerine özgü
ihtiyaçlarının olduğunu, bu ihtiyaçların ki inin kendi ihtiyaçları kadar geçerli ve önemli olduğunu ve aynı
oranda dikkat ve saygı gösterilmesi gerektiğini ba tan kabul eden bir muameleyi) hak eden varlıklardır. Hatta
denebilir ki, "ahlâki özne" ile "insan varlık" kavramlarının göstergeleri aynıdır; i aret ettikleri alanlar örtü ün
Ne zaman belli ki ilere ya da insan kategorilerine kendimize tanıdığımız ahlâki sorumluluk tanınmaz, o zaman
onlara "insanlıktan nasibini almamı ", "kusurlu insan", "eksik insan" ya da doğrudan doğruya "insan olmayan"
muamelesi yapılır.
Ahlâki yükümlülükler evreni (ahlâki görevlerin ku attığı insanlar toplamı) insan türünün tüm üyelerini içine
alabilir ya da almayabilir. Çok sayıda "ilkel" kabilenin insanları kendilerine basitçe "insanoğlu" anlamına gelen
isimler vermi tir; öteki kabilelere, özellikle ara sıra patlayan dü manlık dı ında aralarında bir ili ki kurulmamı
kabilelere, insan statüsü tam anlamıyla tanınmamı tır. Yabancı kabilelerin ve onların üyelerinin insanlığını
reddetme, kölelere "konu an alet edavat" statüsünün yakı tırıldığı ve ancak (en azından ilke olarak) takdir
edilen görev açısından yararlılıkları ı ığında değer biçildiği köleci toplumlar var oldukça sürmü tür. Sınırlı
insanlık statüsü, pratikte ahlâki tavrın temel gereklerinin -her eyden önce öteki insanların ihtiyaçlarına,
onların ki isel bütünlü günü ve hayatlarının kutsallığını kabul etmeyi içeren bir saygı-böyle bir statünün
ta ıyıcıları ile ili kilerde bağlayıcı olmadığı anlamına gelir. Sanki tarih insanlık fikrinin -yükümlülükler evreninin
belirgin bir biçimde giderek daha fazla kapsayıcı ve en sonunda insan türünün tamamıyla örtü me eğilimiyle
birlikte- durmaksızın, adım adım yayılmasından ibarettir.
Ne var ki, daha önce gördüğümüz gibi bu, düz bir çizgi boyunca ilerleyen bir süreç değildir. Çağımız, sınıflar,
milletler, ırklar ve dinler gibi kategorilerin bütün insanlarının yükümlülükler evreninden dı lanmasını talep
eden son derece etkili dünya görü lerinin boy göstermesiyle kötü bir ün kazanmı tır. Öte yandan, bürokratik
olarak örgütlenmi eylemin mükemmelliği artık ahlâki engellerin verimlilik hesaplarına etkili bir biçimde
müdahale edemediği bir noktaya eri mektedir. Bu iki unsurun -bürokratik yönetim tekniğinin getirdiği ahlâki
sorumluluğu askıya alma ihtimali ile böyle bir ihtimali hayata geçirmeye hazır ve istekli dünya görü lerinin
varlığının- bir araya gelmesi çoğu kere yükümlülükler evreninin ba arıyla sınırlanmasına neden olmu , bu da
zamanla çok farklı sonuçlara giden yolu açmı tır: KomüjıisM^plmrılarda dü man sınıflara ve onların
i birlikçileri olarak sınıflandırılan ki ilere kar ı uygulanan kitle terörü7ba îcâ~turTu' insan hakları sicillerinden
gurur duyan ülkelerde süren ırksal ve etnik azınlıklar üzerindeki ayrımcılık, açık açık ya da el altından
uygulanan apartheid sistemleri ve Türkiye'de Ermenilerin katlinden, Nazi Almanyasf nda milyonlarca YahudininrÇîiîgehenîn ve Slavların yok edilmesine, Kürtlerin gaz bombalarıyla boğulmasından kamboçya'daki kitle
katliamlarına uzanan sayısız soykırım Örneği., Yükümlülükler evreninin sınırları günü-müzelcMârTarti malı bir
konu olarak kalmı tır. Ahlâki güdülenimin bastırılmasında mahir olan bürokratik teknolojinin geli mesinin
(modern toplumun bir ba arısı olan ahlâki duyarlılığın insan türünün bütün üyelerine yayılması kadar) bütün
bunları -teoride değilse bile, pratikte- daha tartı malı hale getirdiği söylenebilir.
Yükümlülükler evreninin içinde, öteki insanların ihtiyaçlarının otoritesi tanınır. Öteki insanların ihtiyaçlarının
talep edilmeleri için me ru nedenleri olduğu kabul edilir; eğer talepler kar ılanmıyorsa,
156
neden kar ılanmadığı açıklanmalı ve sıklıkla bir tür özür dilenme-lidir. Ne pahasına olursa olsun, ötekilerin
hayatı korunmalıdır. Onların refahını sağlamak, anslarını artırmak, toplumun sunacağı imkânların kapılarım
onlara açmak için elden ne geliyorsa yapılmalıdır. Onların yoksullukları, kötü sağlıkları, gündelik
hayatlarmdaki sıkıntıları, aynı yükümlülükler evreninin tüm öteki üyeleri için bir meydan okuyu ve bir ihtardır.
Böylesi bir meydan okuyu kar ısında, kendimi özür dilemekle -onların payını artırmak için neden bu kadar az
ey yapıldığına ve neden daha fazlasının yapılamadığına inandırıcı bir açıklama getirmekle- yükümlü
hissettiğimiz gibi, yapılabilecek her eyin yapıldığını kanıtlama yükümlülüğü de duyarız. Getirilen açıklamanın
doğru olması zorunlu da değildir. Örneğin, toplumun geneline verilen sağlık hizmetlerinin iyile tirile-mediğini
çünkü "kazanılmayan paranın harcanamayacağım" duyarız. Ne var ki, böyle bir açıklamanın ardında gizlenen
ey, zengin hastaların kullandığı özel ilaçlardan elde edilen kârın "kazanç" olarak sınıflandırılırken, hastane
giderlerini kar ılayamayan insanlara sağlanan hizmetlerin "giderler" arasında sayılmasıdır; böyle bir açıklama,
ihtiyaçların insanların ödeme gücüne göre ele alındığı gerçeğini gizler. Gelgelelim, hiç olmazsa açıklamanın
yapılması ve kendilerini açıklama yapmakla yükümlü hissedenlerin bir açıklama yapmı olmaları sağlık
ihtiyaçları ihmal edilmi insanların en azından yükümlülükler evreninin içinde kaldıklarının kabul edildiğini
kanıtlar.
Ötekilerin ihtiyaçlarının kar ılanmadan kalması ancak ve ancak ihmal edilen "ötekilerin" hep birlikte
yükümlülükler evreninin dı ına atılması ya da en azından, yükümlülükler evreni içindeki mevcudiyetlerinin
ku kulu olduğu ya da "hak edilmediği"nin gösterilmesi halinde, ba arısızlığımız olarak hissedilmeyecek ve
onu açıklama yönünde içten gelen dürtü ağırlığım büyük oranda yitirecektir. Böylesi bir durum hiç de ho
değildir. "Ötekileri" görece insan altı bir duruma sokarak ve ardından talihsizliklerini "insan gibi"
davranamayı larma bağlayarak bu durum yaratılmı tır. Buradan söz konusu ötekilere, ba arısızlıklarının iflah
olmazlığı ve onları tekrar insan içine sokmak için yapılacak hiçbir ey olmayı ı yüzün den, insan gözüyle
bakılamayacağı kararına yalnızca bir adım kalmı tır. Onlar, örneğin, bizatihi bu düzene ayak
uyduramayacakları için ilelebet "yerli" ahlâk düzenine uyum gösteremeyen "yabancı bir ırk" olarak kalacaktır.
Kendini koruma ile ahlâkigörev birbirine kar ıdır. Hiçbiri ötekinden "daha doğal", insan doğasının içkin
eğilimlerine daha uygun olduğunu iddia edemez. Eğer biri ötekinin önüne geçmi ve insan eyleminin ba at
güdüsü haline gelmi se, dengesizlik nedeninin izleri genellikle etkile imin sosyal olarak belirlenmi bağlamına
kadar sürülebilir. Kendini dü ünme ve ahlâki güdüler, rehberlik ettikleri insanların üzerinde ancak çok sınırlı
bir denetim sağlayabildikleri ko ullara bağlı olarak öne çıkarlar. Ne var ki, ko ulların gücünün mutlak
olmadığı bilinmektedir ve çeli kili iki güdü arasında seçim yapmak en olmaz ko ullarda bile mümkündür.
Đnsanın ahlâki sorumluluğu ya da bu sorumluluğun reddi en sonunda dı güçler ve baskılara atfen
geçi tirilemez.
VIII
Doğa ve kültür
158
Acuna ve efkatle karı ık, "Ou kısa boylu adama bak. Zavallı, doğa hiç de cömert davranmıyor" deriz. Havasını
bozan boyu için adamı kabahatli bulmayız. Bildiğimiz çoğu insandan ve ku kusuz "normal"den kısa olan boyu
gözümüze çarpar. Ama aklımıza birinin, bir yerlerde adamı daha uzun boylu yapmayı ihmal ettiği gelmez.
Bildiğimiz kadarıyla, insanın boyunu birileri belirleyemez; boy, âdeta, doğanın temyizi olmayan bir hükmüdür.
Hükmü feshetmenin ya da bozmanın bir yolu yoktur. Đnsanın onu kabul edip yapabildiği kadarıyla onunla
ya amaktan ba ka seçeneği yoktur. Bir ba ka sefer "Bak, ne kadar i man bir adam" der ve güleriz. "Oburun
teki ya da bir biracı olsa gerek. Utanmıyor da. Bu konuda gerçekten bir eyler yapması gerekir." Boyun
tersine, bedenin geni li ği -yaja bizim olduğuna inandığımız geni liği- normal olarak insanın elindedir. Beden
daha i man ya da daha zayıf yapılabilir. Bu konuda hiçbir tereddüt yoktur. Đnsanın kilosu düzenlenebilir,
ayrıca düzenlenmeli ve insan çabasıyla kabul edilebilir standartlara getirilmelidir de. Đnsan kendi kilolarından
sorumludur, bu konuda yükümlülükleri vardır ve eğer bu yükümlülüklerini yerine getirmezse utanmalıdır.
Bu iki durum birbirinden nasıl ayrılır? Neden bunlara son derece farklı biçimlerde tepki veririz. Bu soruların
yanıtı insanların yapabileceklerine ili kin bilgimizde ve insanların neleri yapmaları gerektiğine ili kin
inancımızda bulunabi]ir._j]ki.iL_ Qru_bir eyi yapmaya "insan gücünün" yetip yetmediğidir (dünyanın bir
parçasını ya da bir özelliğini kendi isteklerine uygun hale getirmeyi sağlayacak bilginin, becerinin ya da
teknolojinin var olup olmadığı, insanlar tarafından elde edilebilir ve kullanılabilir olup olmadığı). Son-. ra, o
"bir eyin" uyması gereken bir standardın, bir normun olup olmadığı sorusu gelir. Ba ka bir ifadeyle, insanlar
tarafından deği tirilebilir, olduklarından farklı hale getirilebilir eyler vardır. Bunlara insanın gücünü a an öteki
eylerden farklı muamele edilmelidir. Birincisine kültür, ikincisine doğa deriz. Bu yüzden, bir eyin doğanın
değiir kültürüh konusu olduğunu söylerken kastettiğimiz, o eyin manipüle edilebilir ve böyle bir
manipülasyonun istenen, uygun bir "son durum" olduğudur.
Gerçekten de, eğer dü ünürsek, tek ba ına "kültür" sözcüğünün kendisi bile çok ey anlatır. Vah i doğadan
kazandığı toprağı dikkatle i leyen ve tarıma açan, saçılacak tohumları ve ekilecek fideleri seçen, bakımını
yapan ve doğru ekli -yani söz konusu bitki için uygun görülen ekli- vermek için büyüyen dallan budayan bir
çiftçinin ya da bir bahçıvanın emeğini akla getirir. Ancak çiftçi ve bahçıvan bununla da kalmaz. Aynı zamanda,
"kendi ba larına" büyümekte olan ve bu yüzden ekili alandaki sıkı düzeni bozan, o alanda planlanan
verimliliği dü üren ya da bahçenin estetik ideali dı ına çıkan istenmeyen misafirleri ve "davetsiz" bitkileri de
ayıklar. Bitkileri ilk ba ta -sıcak ilgi isteyen uygun eyler olarak görülen faydalı bitkiler ve biçilmesi,
ilaçlanması, olmazsa yok edilmesi ge160
.<..'.-.
reken yabani otlar olmak üzere- bölen ey verimlilik hesabı ya da düzen ve güzellik fikriydi. "Oeylerin
düzenini" zihninde tasarlayan ve ardından o tasarıyı hayata geçirmek, bizatihi gerçekliği "düzene sokmak",
yani düzen tasarılarına daha yakın hale getirmek için becerileriyle aletlerini kullanan çiftçi ve bahçıvandır
(çoğu durumda halihazırda ellerindeki becerileri ve alet edavatları çiftçilerin ve bahçıvanların hayal güçlerine
sınırlar koyduğunu unutmayın; ancak böyle bir düzen tasarısı halihazırda uygulanabilir olduğu kadar, mevcut
beceri düzeyi olarak anla ılacaktır). Onlar, aynı zamanda, düzen ile düzensizlik, norm ile normdan sapma
arasındaki ayrımın kıstasını da sağlar.
Çiftçilerin ve bahçıvanların i leri, maksatlı bir etkinlik ve özel türden bir maksat -gerçekliğin belli bir kesimine
aksi halde olmayacak ve kendisini gerçekle tirmek için çaba sarf edilmeksizin ortaya çıkmayacak bir biçim
dayatması- olarak kültürün ilk akla gelen örnekleridir. Kültür, eyleri olduklarından ve aksi halde
olacaklarından farklı yapmak ve onları bu halde, yapay ekil içinde tut-maktır.,.Kjültür, bir düzen yaratmak ve
onu korumak, düzeni bozan vej)u düzen açısından kaos görünen her eyle mücadele etmektir. Kültür, "doğa
düzeni" (yani, eylerin insan müdahalesi olmaksızın oldukları durum) yerine yapay, tasarlanmı bir düzen
koyma ya da ekleme i idir._Kültür, böyle yapay bir düzeni getirmekle kalmaz, ona değer de verir. Küîtür,~bir
tercin sorunudur. Kültür, bir düzeni erciyi, hatta belki de tek iyi düzen olarak göklere çıkarır. Bütün
alternatifleri bayağı ya da tümden düzensizlik olarak tanımlar.
Doğa ile,kültürün ayrım çizgisinin tam olarak nerede çizildiği, elbette hangi becerilerin ve bilgilerin edinilmi
olduğuna ve onları dahâ~b"rice denenmemi amaçlar için kullanma tutkusunun olup olmadığına bağlıdır.
Genelde, bilim ve teknolojinin geli mesi o za-"mana kadar "doğal" olan olguların muhtemel manipülasyon
alanını ve böylelikle kültür âlemini geni letir. Ba taki örneğimize dönecek olursak, tıp mesleğiyle birlikte
genetik mühendisliği ve kimya endüstrisinin yöntem ve uygulamaları, pekâlâ insan boyunun uzunluğunu
doğal alandan kültür alanına aktarabilir: Er ya da geç, genlerle oynama teknolojisi ya da vücuttaki organ ve
hücrelerin biiyii me ini etkileyen ilaçlar tek tek bireylerin o zaman bir norm haline gelmi arzulanan standart
uzunluğun altına dü mesini engelleyebilir. Günümüzdeki uygun ağırlık gibi, uygun boy da kolektif bir ilgi
alanı ve ki isel sorumluluk haline gelir.
Ne var ki, her tür kültürün diğer bir önemli özelliğini gösterdiğinden, hayali örneğimiz üzerinde biraz daha
duralım. Eğer boy uzunluğunun ayarlanması için genetik kontrol uygulanırsa, yavrularının boy uzunluğuna
karar verecek olan, ana babalardır; ya da bir yasa kabul edilecek ve yurtta larının uygun boy uzunluğuna
karar verecek devlet birimleri tayin edilecektir; ya da insanın vücut ölçülerinde neyin "anormal" neyin
"normal" olduğuna doktorların tavsiyesine göre karar verilecektir. Durum ne olursa olsun, bedenin sahibi
ba kalarının hükümlerini benimsemek zorunda kalacak ya da (gen mühendisliğinde olduğu gibi) bunu kabulü
ya da reddi dahi söz konusu olmayacaktır. Đnsan türünün bir bütün olarak artan kudretini (doğa kar ısında
insan türünün artan bağımsızlığı ya da özgürlüğü de diyebiliriz buna) gösteren kültürün kendisi bireyin
gözüne, tıpkı doğa yasaları gibi, kar ı konamaz bir kader olarak görünebilir.
Örneğimizin de gösterdiği gibi, kültür gerçekten de bir insan etkinliğidir - ama bazı insanların ba ka bazıları
üzerinden yürüttükleri bir etkinliktir. Bahçe örneğindeki gibi, herhangi bir kültürel süreçte bahçıvanın
kültürleme ve bitkilerin kültürlenmesi rolleri açıkça belirlenmi ve ayrı tutulmu tur. "Đnsan canlılar"
durumunda böylesi bir aynının ilk bakı ta göze çarpmamasının nedeni çoğu kere "bahçıvan"ın kim
olduğunun açık olmamasıdır. Bireylerin hem ekillendirdiği hem de uymaya mecbur olduğu normun
arkasında duran otorite bir kural olarak yayılmı halde, sıklıkla anonimdir. Tam olarak nerede durduğunu
tespit etmek imkânsızdır. Đnsan bedenlerini ve dü üncelerini ekillendiren aman vermez, korkunç otorite
"kamuoyu", moda, "ortak rıza", "uzman görü ü" ve hatta sağduyu -özel olarak hiç kimseye ait olmayan,
herkesin kanaati- gibi muğlak bir kendilik biçiminde boy gösterir. Bu yüzden, görülen o ki, insanlara örneğin
kulaklarını değil de dudaklarını boyamak ya da herkesin gözü önünde içerken özel bir yerde tek ba ına
i emek
ı f.o
Fi l ARKA/Sosyulojik Dü ünmek
gibi eyleri yaptıran bizatihi kültürün kaçkın, ele gelmez ve soyut olu udur. Kültür, yanıltıcı bir "töz"
edinmi tir; sanki katı, ağır, baskın ve kar ı çıkılmaz bir eydir. Ba at hayat biçimlerine kar ı her türden direni i
tehlikeli ve zararlı bulan ki i açısından bakıldığında, kültür pekâlâ "orada duran" gerçekliğin geri kalanından
ayrılmaz bir ey olarak görünebilir. En az doğanın kendisi kadar "doğal"dır. Eğer yapıntı insanlar tarafından
yapılmak ve bu yüzden insan kararı, onayı ve onu destekleme yönünde örtük rızası dı ında bir ey olmamak
anlamına geliyorsa, kültürün elbette çok azı yapıntıdır. Bariz olarak insan kaynaklı olmakla birlikte, doğa gibi
kültür de bireyin ufkunun ötesinde hayal meyal görünür, çetin ve eri ilmezdir. Doğa-gibj., "neyin nasıl
olduğu"nu temsil eder. Hiç kimse toprak kültürü ya da bahçe kültürünün insan i i olduğundan ku ku
duymazken, benzer bir hakikat "insan kültürü" durumunda gizlidir ya da en azından perdelenmi tir. Ne var ki,
bu da en az önceki durumlardaki kadar hakikattir.
Kendi hayatınızda "insan yapısı öğeler"e daha yakından baktığınızda, muhtemelen bu öğelerin hayatınıza iki
yolla girmi olduğu dikkatinizden kaçmayacaktır; ya da, bir diğer deyi le, yapıntı, "insan yapımı" düzenin
olu turulması ve sürdürülmesinin iki ayrı türden eylem gerektirdiğini söyleyebilirsiniz. Birinci tür eylem
çevreye, ikincisi_ise_ bireye yöneliktir. Birincisi düzenler, bireysel hayat süreçlerinin i lediği bağlamı
düzenirEkn^lkıııcisijDĐzatihi hayat sürednîfrgü"dülefM"ve"arnâçlarını' ekillendirir. Birincisi ki inin ya|adlğr^
ki, belli davranı türleri daha makul, akla yatkın ve sonuçta "diğerlerine göre seçilme ansı "daha yüksek hale
gelir. Đkincisi insanı tahayyül edilebilecek sayısız ba kaları arasından belli güdüleri ve amâçlârTseçmeye yatkın
hale getirir. Belirtmek gerekir ki, analitik bakînldafTayri ikftür, uygulamada ve sonuçta kar ılıklı olarak
birbirlerini dı lamadıkları gibi, birbirlerinden bağımsız da değildir. Benim ve ba ka herkesin bireysel hayat
süreçlerinin çevresi büyük oranda kendi güdüleri ve amaçları olan öteki bireylerin de çevresidir -ve böylelikle
bireysel davranı güdüleri ve kalıplarının "normatif düzenlenmesi" çevrenin toplam düzenliliği ve kestirilebilirli
ği içinde önemli bir unsurdur.
Düzen, rastlantısaldık ya da kaostan, düzenli bir durum varken her eyfn'ölam'aliiası, her eyin mümkün
olmaması ile ayrılır. Aklın aldignieredeyse sonsuz sayıdaki olaylar içinden, yalnızca sınırlı bir sayıda olay
gerçekle ebilir. Farklı olaylar farklı ihtimal oranları ta ırlar; bazı olaylar ötekilere göre daha muhtemeldir.
Yapay bir düzen, ihtimal dahilinde olmayanı zorunlu ya da kaçınılmaz hale dönü tüğünde (örneğin,
yumurtalarla domuz pastırmasının neredeyse imkânsız olan birlikteliğinin düzenli bir sabah bulu masına
dönü türülmesi), ba arıyla kurulmu olur. Dolayısıyla, bir düzen tesis etmek olaylardaki ihtimal payını
manipüle etmektir. Aksi halde rastlantıya bağlı olarak ortaya çıkacak bazı olaylar, ba ka bazı olayların
olmasını önleyecek engel dikilirken, daha muhtemel -"normal"-kıhnırlar. Bir düzen tesis etmek ayıklamak,
seçmek -ve tercihler ve öncelikler olu turmak, değer biçmek- demektir. Değerler arkada durur ve er geç tüm
yapay düzenlerin yapısına girerler. Böylesi her düzen, olabilirliklerin sapabileceği birçok yoldan sadece biri,
tüm ötekilere tercih edilmi biridir. Bu düzen bir kere iyice yerle tiği, sağlam ve güvenli hale geldiğinde,
doğal olarak bu "doğru"yu unutur, o düzeni dü ünülebilecek tek düzen olarak algılarız. Artık öyle görünür ki,
ancak ve ancak tek bir düzen olabilirken, düzensizlik sonsuz bir çe itlilik gösterir. Özgün, verili bir düzen artık
genelde düzenle e anlamlı olarak algılanır; bütün alternatifler hep birlikte düzensizliğin ya da kaosun
çe itlemeleri sınıfına sokulurlar.
Đnsan türü olarak, hepimizin düzenli bir çevre yaratmada ye onu korumakta kesin çıkarı vardır. Bunun nedeni,
davranı larımızın çoğunun sonradan öğrenilmi olmasıdır. Ba arılı olan -istediğimiz sonucu aldfğimîz,"
ho nutluk veren, çevremizdeki insanların onayını ve övgüsünü alan- geçmi eylemlerimizi hatırlarız. Hafıza ve
öğrenme kapasitesi gibi e siz maharetlerimiz sayesinde, her gün daha etkili hayat becerisi edinebiliriz; bilgiyi,
becerileri, deneyimi birik-tirebiliriz. Ne var ki, hafıza ve öğrenme ancak eylemlerimizin bağlamı genel olarak
sabit kaldığı müddetçe faydalı sonuçlar verir. Çevremizdeki dünyanın bu istikran sayesindedir ki ancak daha
önce ba arılı olmu eylemler bugün ve yarın tekrarlanacak olsa muh164
temelen yine ba arılı olacaktır. Dü ünsenize, örneğin, trafik ı ıklarının renklerinin anlamı uyarı yapılmaksızın
deği irse, nasıl bir karga a ya anır! Rastlantısal olarak sürekli kılık deği tiren bir dünyada, hıafızajve_öğremTie
nime^ olmaktan_ çıkıp bir bela haline gelir. Öğrenmek, geçmi tecrübelere güvenmek tam anlamıyla intihara
dönü ür.
Muntazam i leyen ye bu yüzden hayatımızın çoğunu geçirdiğimiz çevrenin rahatlıkla kestirilebilir olduğu
düzenli dünya kültürel tasarımın...ye Jse.çim.in..üriinüdür,..Uygun..olarak tasarlanıp yapıldığında, binalar
muhtemel ısı deği melerini öyle bir sınırlar ki dayanılmaz a ırı uçlar tümden dı lanır. Yolların yayalara ve
araçlara ait kısmını ayırmak yayayla hareket halindeki aracın ölümle sonuçlanacak bir kar ıla ma ihtimalini
önemli oranda azaltır. Bir nehrin iki yakasını birle tiren köprü nehri geçerken ıslanma ihtimalini azaltır. Oehrin
satı değeri ve kira geliri, verilen hizmetlerin niteliği bakımından farklı bölgelere ayrılması, gelip geçerken ya
da yörede kar ıla ılabilecek insan çe itliliğini sınırlar. Son derece farklı ücretlerle, uçaklarda ve trenlerde
birinci ve ikinci sınıf bölümlerinin ayrılması aynı ekilde muhtemel yol arkada larının çe itliliğine sınırlar
getirir.
Çevremizdeki dünya düzeninin kar ılığı bizatihi kendi davra-nı larımızdaki düzenliliktir. Yürürken ve araç
kullanırken tümüyle farklı güzergâhları seçeriz. Đçkili bir partide okulda ders verirken ya da i toplantısında
olduğu gibi davranmayız. Tatillerde ana babamızın yanında farklı, resmi bir ziyaret yapmakta olduğumuz
tanımadığımız insanlar arasında farklı davranırız. Patronumuzla mı konu tuğumuza yoksa arkada larımızla mı
çene çaldığımıza bağlı olarak farklı ses tonları ve farklı sözcükler kullanırız. Bir yerde söylediğimiz ama ba ka
yerde sakındığımız sözcükler vardır. Aleni yaptığımız eyler yanında yalnızca bizi gözleyenlerin olmadığından
emin olduğumuzda yaptığımız "özel" eyler de vardır. Dikkate değer olan ey, bir an için "uygun" bir tutum
benimserken, kendimizi tıpkı bizim gibi davranan ba kalarının yanında bulmamızdır; bir kural olarak görünen
eyden kopu lar da olur ancak bunlar çok seyrek l ir - sanki görünmez bir tür ip hepimizi benzer bir biçimde
sannı.'jlır. Eğer a ırıp bu davranı ın uygun olmadığı ko ullarda belli bir bağlama yakı mayacak ekilde
davranırsam, muhtemelen utanacağım ya da kendimi suçlu hissedeceğim. Bana pahalıya patlayan bir hata
i lediğimde -örneğin, i imi kaybettiğimde ya da terfi alamadığımda, öhretime leke sürdüğümde, değer
verdiğim bir ki inin sempatisini kazanmayı ba aramadığımda ya da kaybettiğimde- pi manlık duyarım. Diğer
bazı durumlarda ise -sanki gizli kalmasını hatta her eyden önce doğru olmamasını istediğim "gerçek
benliğime" ili kin gizli bir gerçeği açık etmi gibi- utanç duyabilirim. Ho olmayan sonuçlar doğurmu bir
tutumdan pi manlık duymanın tersine, utanma duygumda hesaplanmı ya da aslında rasyonel hiçbir yan
yoktur. Bu duygu pek dü ünmeksizin ortaya çıkmı tır. Utanç, bir karı tırmaya, ayrı tutulması gereken eyin
a ırılmasma, gözetilmesi ve korunması gereken bir ayrımın çiğnenmesine kar ı otomatik bir tepkidir.
Denebilir ki, utanç böylesi bir karı tırma -farklılıkların ihmal edilmesi- kar ısında (kültürel olarak öğrenilmi )
bir savunmadır. Utanç, davranı larımızı doğru (yani, kültürel olarak belirlenmi ) çizgide tutmanın aracı olarak
dü ünülebilir.
Oimdiye kadar yazdıklarımızdan, kültürün -bu yapay düzen kurma i inin- çoğu kez aksi halde birbirlerinden
pek ayrı dü ünülmeyecek olan eyler ya da eylemler arasında ayrımlar yapmak, farklıla tırmak, bölmek,
parçalamak suretiyle ba arıldığı açık olsa gerek. Bir çölde, insan etkinliğinin girmediği ve insani amaçlara uzak
bir yerde, birinin toprak parçasını diğerininkinden farklı kılan ne i aretler ne de çitler vardır; bir hayvan
gübresi tamamen ötekine benzer, kendi ba ına bir anlamdan yoksundur, onu bir diğerinden ayıracak hiçbir
ey yoktur. Meskun olmayan çöl âdeta biçimsizdir. Öte yandan, kültür çalı masına konu bir çevrede, tekbiçim,
düz bir toprak yüzeyi bazı insanları çekerken diğerlerini iten alanlara ya da yalnızca ta ıt araçları ve yalnızca
yayalar için uygun eritlere bölünmü tür; dünya bir yapıya kavu mu tur. Đnsanlar üstler ve astlara, otorite
sahipleriyle sıradan ki ilere, konu anlarla dinleyen ve dikkate alanlara bölünmü tür - ve bütün bunlar fiziksel
yapılarındaki ya da zihinsel çerçevelerindeki "doğal" farklılıklar ya da benzerliklere bakılmaksızın, ya da
onların savunusu için, yapılmı tır. Zamanın tekdüze akı ı kahvaltı, kahve molası, öğle yemeği, be çayı ya da ak am yemeği dilimlerine
bölünmü tür. "Fiziksel" bile imleri bakımından benzer ya da tıpatıp aynı toplantılar bile, bir seferinde seminer,
ba ka seferinde konferans, bir diğer seferinde ise ziyafet olarak ayrılır. Yemek yenmesi, çaylar gibi ayrı olaylar
halinde farklıla tırılır: TV atı tırmaları ya da mum ı ığında yenen ak am yemekleri.
Bu ve benzeri ayrımlar, göründüğü^ kadarıyla, iki, alanda birden yapılabilir, JBjrincisi,, eylemin gerçekle tiği
^diuıxajlın_bjçiiTii'ldjr^ Đkincisi ise eylemin^endisidir. Dünyanın parçaları zamanın akı ını ayrı tırarak
belirlenen dönemlere göre kendi içlerinde olduğu kadar birbirleriyle de farklıla tırılmı tır (aynı mekân sabah
okul, ak am da bir balo salonu, bir oda gündüz çalı ma odası, gece yatak odası olabilir; ikisi de süreç içinde
nitelik deği tirmi tir). Aynı ekilde, eylemler de_farklıla tınlır. Masadaki tutum tamamen masada nelerin
olduğuna ve kimlerin oturduğuna bağlı olarak deği ir. Hatta sof-: ra adabı -yemek yerken nasıl
davrandığımız- bile yemeğin resmi yemek, alı ıldık bir aile yemeği ya da sadece dostlar arasında bir ziyafet
olup olmadığına göre farklılık gösterir.
Yine, iki alanı (bağlam ve eylem, dı sal ve içsel, nesnel ve öznel) ayırmanın bir.soyutlama ürünü olduğunu
belirtelim. Teorik olarak ayrılmı iki alan gerçekte birbirinden bağımsız değildir. Nasıl akı olmadan bir nehir,
esinti olmadan rüzgâr olamazsa, yemeğe katılanların resmi bir biçimde davranı ları olmaksızın resmi yemek
ya da baloya özgü ruh haliyle dansçılar olmaksızın balo da olmayacaktır. Bir dersi ders yapan öğretmenlerle
öğrencilerin belli bir davranı tarzıdır. Teorik olarak birbirinden ayrı iki alan pratikte kopmaz bağlarla bağlıdır
-iki ayrı kendilikten çok bir madalyonun iki yüzüdürler. Biri olmadan öteki olamaz. Ancak aynı anda ve birlikte
var olabilir ve varlıklarını koruyabilirler. Kültürel olarak yaratılan düzenin özünü olu turan ayrımlar, aynı anda
ve paralel, e güdümlü ve e zamanlı bir biçimde eylemin bağlamını ve kendisini etkiler. Denebilir ki,
çevremizdeki dünyada belirlenen zıtlıklar faillerin davranı larındaki farklıla manın kopyasıdır ve zıt davranı
kalıplarının yerle mesi çevremizdeki dünyanın içsel bölünmelerinde yansır. Hatta bir adım daha ileri gidip
davranı ın farklıla masının çevrenin farklıla masının özünü ya da anlamını olu turduğu -ya da tersisöylenebilir.
Bıı e güdürnjiülüğui .ifade; etmenin, bir .diğer.yolu., hem kültürel olarak örgütlenmi sosyal dünyanın hem de
kültürel olarak eğitil-mi TiîOyTeriiı davranı ının da yapıntı -yani,.,zıtll.kJarm.^ardırnıyla,
ayn_day_ranı§laı•gerektirenı farklı sosyal bağlamlarla ayrı sosyal. bjığlarnla£a_uj^gun_farkh davranı
kalıplarının "eklemlenmesi"- ol-dujclann^
dahajeknik_bir deyj le^ biçimli olduklmm). jöylernektir. Davranı tarzlarında ne zaman bir zıtlık
dikkatimizi_çekse (örneğin, daha Önce" değindiğimiz resjııi ve..gayri.resmi davranı ın birbirinden ayrılması),,Jıemen^hiç; çekinmeden bu^ayrL tarzların hayat bulduğu sosyal bağlamda da benzer bir zıtlığın
meycut olduğunu_-ya da tersini- tahmin edebiliriz.
Bu a ırtıcı "örtü me^yi, sosyal gerçekliğin yapılan ile kültürel olarak belirlenen davranı ın yapılarının
denklTğmı temin eden düzeneğe küĐiürief kotl^denirrBeTki sizin de artık tahmin ettiğiniz gibi, kod her eyden
önce bir zıtlıklar sistemidir. Gerçekte bu sistemde zıt olan ey, faillerin davranı ı ile bu davranı ın sağladığı
sosyal olu umu birbirine bağlayan i aretlerdir -farklı renk ı ıklar, elbisenin parçalan, yazılar, sesli ifadeler,
tonlamalar, jestler, yüz ifadeleri, kokular vb. gibi görünür, duyulabilir, dokunulabilir, koklanabilir nesneler ya
da olaylardır. Đ aretler âdeta aynı anda iki yönü -faillerin niyetlerini ve faillerin eylem yürüttükleri verili sosyal
gerçeklik kesimini- gösterirler. Ne biri ne de öteki bir diğerinin yansımasıdır. Ne biri ne de öteki asli ya da
talidir. Tekrarlayacak olursak, ikisi de, aynı kültürel kod zemininde, ancak birlikte vardır.
Örneğin, bir resmi kurumun kapısına çakılmı "girilmez" tabelasını dü ünün. Böyle bir tabelanın kural olarak
yalnızca kapının bir yanında ve tabelanın göründüğü kapının genellikle kapalı olduğu dikkatinizi çekmi tir
(kapının açılması imkânsız olsaydı, bu tabelaya pek ihtiyaç duyulmazdı). Dolayısıyla bu tabela, "kapının nesnel
durumu" hakkında bilgi vermekten çok, aksi halde gerçekle meyecek olan bir durum yaratmayı ve o durumu
sürdürmeyi
168
amaçlayan bir emirdir. Aslında "girilmez" sözcüğüyle yapılan ey kapının iki yanı, zıt yanlardan kapıya
yakla an iki insan türü ve bu insanlardan girmeleri beklenen ya da girmelerine izin verilen iki davranı türü
arasında ayrım yapmaktır. Kapının tabelalı tarafının arkasında kalan alan kapıya tabela tarafından yakla an
insanlara yasaklanmı tır ancak öteki taraftaki insanlar için ise böyle bir kısıtlama getirilmemi tir. Đ aret
özellikle bu ayrımı gösterir. Đ aretin ba ardığı, aksi halde tektip insanlar arasında aynı ekilde tektip kalacak
olan bir alanda bir ayrım yapmaktır.
"Đnsan kültürü", insan bireylerin eğitimi, kültürel kodun bilgisini vermekten -i aretleri okuma yetisi ve onları
seçme ve sergileme becerisi kazandırmaktan- ibarettir. Uygun olarak kültürlenmi tüm ki iler hataya
dü meksizin içine girdikleri bağlamın istek ve beklentilerini tespit edebilir ve kendi tavırlarının uygun kalıbını
seçerek ona yanıt verebilirler. Tersinden söyleyecek olursak, kültürel bakımdan eğitimli tüm ki iler, hataya
dü meksizin, yaratmaya niyet ettikleri türden bir durumla sonuçlanma ihtimali yüksek bir davranı tarzını
seçme yetisine sahiptir. Kodu "bilen" kimseye aynı zamanda iki yönden mesaj verilir. Bir kav aktaki trafik
ı ıkları bu iki yönlülüğe iyi bir örnek olu turur. Kırmızı ı ık sürücüye önündeki yolun kapalı olduğunu bildirir.
Bu ı ık aynı zamanda sürücüleri araçlarını durdurmaya da sevk eder ki böylelikle önündeki yolu o yönden
gelen trafiğe gerçekten kapatır ve çapraz yolu açan ye il ı ığın verdiği bilgiyi doğrular.
Elbette kod ancak verili bir olu um içindeki tüm ki iler benzer bir kültürel eğitimden geçmi lerse i görür. Bu
ki ilerin hepsi kültürel kodu okumasını öğrenmi olmalı ve onu benzer biçimde kullanmalıdırlar. Aksi halde
i aretler i aret olarak görülmeyecektir -okura temsil etmeyi amaçladıkları nesneleri ya da davranı mesajını
veremeyecektir; ya da eğer okunsa bile farklı, belki de çeli kili bir biçimde okunacaktır. Çe itli okurların
eylemleri çizgi dı ına çıkarken, niyet edilen e güdüm gerçekle meyecektir (eğer bazıları kırmızı ı ığı yanlı
okusalardı ya da bazı sürücüler arabaları önüne kırmızı ı ıklar, arkasına da beyaz ı ıklar taksalardı kav aklarda
ira-fiğin halini dü ünebiliyor musunuz?). Bir okula ya da resmi daiır ye ilk defa giren kimse ya da tatilde uzak
bir ülkeyi ziyaret eden kimse mutlaka bu tatsız gerçeği deneyimlerinden öğrenmi olsa gerek. A ina
olduğumuz çevrenin, kendi evinde olmanın verdiği rahatlık duygusu özellikle yerel olarak kullanılan kültürel
kodun bilgisinden gelir, bu bilginin çevredeki herkes tarafından payla ıldığına dair güven veren ve iyi bir
nedeni olan beklentiyle peki ir. Dolayısıyla, kodu bilmek i aretlerin anlamını anlamak, i aretle.•TfltOTSp^'fiJ'fiF"''"'1''**1™"-1 —-'••-•--.,._
_
.., -_
.,
.._ ........ ------ • --• -- '-'
"'
""' ''-'-'•'• = -'• ••• -—-._..i_
.
. ...
n n anlamını anlamak isei aretin_ ortayaı çıktığı yerde bir durumu nasıl sürdüreceğini ye i aretleri böyle bir
durum ortaya çıkması için nasıl kullanacağını bilmek demektir. Anlamak etkili bir biçimde eylem yapabilmek
ve böylelikle durumun yapıları ile kendi davranı ı arasında e güdüm sağlamaktır. Anlayı ikili bir seçimi
anlatır. Đ aret, onu okuyabilen ki iye, özel türden bir ortam ile özel türden bir davranı arasındaki bağı
gösterir.
Sıklıkla, bir i areti anlamanın onun anlamını kavramak olduğu söylenir. Ne var ki, bu "anlamı kavrama"yı bir
dü ünce, kafada zihinsel bir imge uyandırma olarak dü ünmek hatalı olacaktır. Bir dü ünce (i aretin içeriğinin
sözlü "açınımı"; i aretin kafanızda bir tür "sesli yorumu" -örneğin, bu bir kırmızı ı ıktır ve bu bir dur emri
demektir) aslında i aretin görüntüsüne ya da sesine e lik edebilir; ancak bu anlamak için ne zorunlu ne de
yeterlidir. Bizatihi anlayı gibi, anjam^kavramak nasıl ilerleneceğini bilmekten ba ka bir. ey değildir. Buradan,
bir i aretin anlamının söz geli i onun varlığının ya da yokluğunun yaptığı farklılıkta yattığı sonucu çıkar. Ba ka
bir ifadeyle, anlam i aretin öteki i aretlerle ili kisinde -zıtlığında- yatar. Bir i aretin anlamı burada imdi olan
durumla olabilecekken olmamı öteki durumlar arasındaki ayrımdır; daha açık söylersek, bu tek durumla tüm
ötekiler arasındaki ayrımdır.
Çoğu zaman -aslında her halde en basit durumlar dı ında- i aret bu ayrımı açıklamaya ve, her eyden önce,
onu "saptama"ya yetmez. Diyebiliriz ki, i aret bazı kereler o durumu seçip ayırmaya, onu bütün ilgililerin
dikkatine sunmaya, onları doğru davranı ı seçmeye zorlamaya ve böylece niyet edilen duruma aslında
gelinmesini sağlamaya yetecek kadar bilgi içermez. Bir i aret yanlı okunabilir ve eğer böyle bir yanlı okuma
gerçekle irse, hatayı düzelte170
çek hiçbir ey olmayacaktır. Örneğin, bir askeri üniformanın görüntüsü bize Hiç ku kuya yer bırakmayacak
biçimde önümüzde duran ki inin silahlı kuvvetlerin bir üyesi olduğunu anlatır; çoğu sivil için, bu bilgi kar ılık
"kurgulamak" için gayet yeterli olacaktır. Karma ık güç hiyerar ileri ve görev bölümüyle, silahlı kuvvetlerin
öteki üyeleri için, üniformanın verdiği bilgi yeterli olmayacaktır (bir albayla ba ka bir onba ıyla çok ba ka
biçimlerde ili kiye girilir). Bu yüzden, eksik bilgi vermemek için, bizatihi askeri üniformadan ba ka bir ey
olmayan ilk ve genel i aretin üzerine rütbe gösteren i aretler "takılır". Ne var ki, bu dikkate değer tek ey
değildir; askeri üniformalar üzerindeki verili bir rütbeyi gösteren i aretler genel olarak verili bir durumu
ku kuya yer bırakmaksızın belirlemek için gereken bütün bilgiyi sağlamak için mutlak anlamda zorunlu olacak
olandan daha büyük miktarlarda görünür. Onba ıyla albayı bir çift kar ı i aretten fazlası ayırır: Üniformaları
farklı kesilmi tir, farklı kuma tan yapılmı tır, düğmeleri farklı metaldendir, kollarında ve omuzlarında
tamamen farklı biçimlerde i aretler vardır. Bu i aret fazlalığına, öteki i aretler tarafından zaten verilmi bilgiyi
ancak çoğaltan bu yeni karjıthklara, tekrar diyebiliriz.
Tekrar, herhangi bir kültürel kodun uygun i lev görmesi için çok elzem görünüyor.JDenebilir ki tekrar, hatalar
kar ısında bir sigorta, müphemliğin tamamen ortadan kaldırıldığından ve yanlı yorumun olmayacağından
emin olmak için gerekli bir araçtır. Tekrar yoksa, tek bir i aretin tesadüfen çarpıtılması ya da gözden
kaçırılması yanlı davranı lara yol açabilir. Düzenin tamamı açısından, i aretlerin verili kar ıtlığı tarafından
sağlanan bilginin önemi arttıkça, tekrar beklentisi de artar. Tekrar aslajsraf değildir. Tersine, tekrar kültürün
düzen üretme etkinliğinde vazgeçilmez bir unsurdur. Tekrar^ata^.yapma,.-3!a/^ıj^anĐarnaiehli]cesini azaltır;
anlamın tam olarak istendiği gibi yorumlanmasını sağlar. Ba ka bir ifadeyle tekrar, Icültüref kodun bir
ileti im.-yani, davranı ın kar ılıklı e güdü-mü-"'aTacr olarak kullanılmasını mümkün kılar.
Özetleyecek olursak, anlamlı olan, tek ba ına i aretler değil, i aretler arasındaki 7<ar- ftliktır_. J^unu|^ anj^^
ve
"anla ılacak anlamların i aretler sisteminde -bir bütün olarak kültü rel kodda, i aretle göstergesi arasında
olduğu varsayılan özel bağ-ĐânTrdâTclegil, yaptığı ayrımda- yattığıdır. Đ in aslı, böyle bir özel bağlantı hiç var
olmamı tır (bir i aretle temsil ettiği ey arasında doğal bir bağlantının olduğu izlenimi bizatihi kültürün bir
ürünü, kodun öğrenilmesinin bir sonucudur). Dünyanın parçalan ya da yol açtıkları
eylemlerimizin_rjarçalarıyla,Jli kisi açısından, i aretler kevfidir. Đ aretler bu parçalar .tarafından
güdülenmemi tir; onlarla kÜltüreLkod tarafından i aretJere^atfediJen gösterge i levi dı ında bağlantısı
yoktur. Bu keyfilik niteliği, kültürel olarak üretilmi i aretleri (insan yapımı bütün i aretleme sistemini) doğada
bulunabilecek her tür eyden ayırır; kültürel kodun gerçek anlamda öncesi yoktur.
Bilgimizi doğal olgulardan elde ettiğimizi söylerken, sıklıkla doğa kendisi hakkında bizi "bilgilendirdiği" ve
içerdiği bilgiyi çıkarmak için yorumlanmak zorunda olan "i aretler"! kastederiz. Böylelikle, pencere camından
süzülen su damlalarını görür ve "Yağmur yağıyor" deriz; bu damlaları yağmurun i aretleri olarak görürüz. Ya
da ıslak bir kaldırım gözümüze ili ir ve yağmurun yağıyor olması gerektiği sonucuna varırız. Elimi çocuğun
alnına koyar ve olağanüstü sıcak olduğunu anlarsam, "Hasta olsa gerek, doktor çağıralım", derim. Oehir
dı ında yaptığım bir yürüyü esnasında, yol boyunca belli bir ekildeki izlere dikkat ederim ve yaban
tav anlarının, hem de oldukça fazla sayıda, ortaya çıkmaya ba ladıklarını dü ünürüm. Bütün bu örneklerde,
gördüklerim ya da hissettiklerim göremeyeceğim bir ey hakkında bilgi verir - ve i te i aretin genellikle
yaptığı da tam olarak budur. Ne var ki, bu gibi i aretlerin karakteristik özelliği, daha önce tartı tığımız kültürel
i aretlerin aksine, hepsinin belirlenmi -yani, kendi nedenlerinin sonuçları- olmalarıdır. Đ te. bu nedenlerden
ben içerdikleri bilgileri "okurum". Yağmur pencere camına ve kaldırımlara su damlaları gönderir; hastalık
vücut sıcaklığını deği tirir, ve alındaki ate i yükseltir; kumlu bir yolda ko an yaban tav anları özel bir ekilde
ayak izleri bırakır. Bir kere bu tür nedensel bağlantıları biliyorsam, gözlediğim etkilerden hareketle
"görünmez" nedenleri kurgularım. Kafa karı ıklığına yol açmamak için, akılyürütme sürecinde (keyfi olandan
172
•
farklı olarak) nedensel olarak belirlenmi ipuçlarından bahsederken, belki i aretler yerine belirlilerden ya da
semptomlardan söz etmek daha iyi olacaktır (ve böylece bir yağmur damlası yağmurun bir kanıtı, ate basmı
bir alın hastalığın bir belirtisi olur).
Ne var ki, kültürel_ i aretler söz konusu olduğunda, bu tür nedensel bağlantılar yoktur. Yağmur yolda ayak
izlerine neden olamayacağı gibi, yaban tav anları suyun pencereden a ağı akmasına neden olamaz: Sonuç ile
nedeni arasında bire bir ili ki vardır. Ancak kültürel olarak belirlenmi çe itli ayrımlar, her türden biçimin her
türden i aretleri tarafından gösterilebilir. Đ aretler ile temsil ettikleri arasında nejıedensel bir bağlantı ne de bir
benzerlik vardır. Eğer verili bir kültür içinde, cinsler arasındaki ayrıma vurgu yapılıyorsa, bu sayısız biçimde
gösterilmi olabilir. Cinse özgü modalar (yani, giyilen elbiselerin, yapılan makyajın, yürüyü ün, kullanılan
sözcüklerin, hal ve tavrın görünü ü ve biçimi) zamanla ve bir yerden bir yere kökten deği ebilir, yeter ki
erkeğe ve kadına özgü versiyonları korunsun. Aynı ey, (çeli kili bir biçimde, bazen bir ku ağın giyimleri ya da
saç biçimleri ile cinsler arasındaki ayrımcılığa kar ı çıkı ında ifadesini bulabilen) ku aklar, resmi ve gayri resmi
bağlamlar, (cenaze törenleri gibi) matem zamanlan ve (düğünler gibi) ne eli zamanlar arası ayrımlar için de
geçerlidir. Kültürel i aretler görünür biçimlerini özgür olarak deği tirebilirler ancak arasındaki kar ıtlık her
deği imde sürdürülür ve yeniden olu turulur öyle ki, ayırma i i -i aretlerin tek i i- layıkıyla sekteye
uğramadan yerine getirilir...........
Gelgeldim^keyfilik demek her zaman tam seçme özgürlüğü demek değildir. Đ aretlerin en özgür olanı, kendi
kültürel ayrımcı i levlerini yerine getirmekten ba ka i yapmayan ve insan ileti iminden ba ka bir ihtiyaca
yanıt vermeyen i aretlerdir. Bunlar her eyden önce dilin i aretleridir. Dil özellikle ileti im i levi gören bir
i aret sistemidir. Bu yüzden,^ dilde (ve yalnızca dilde) i aretlerin keyfiliğinin sınırı yoktur. Bütün insanların
çıkarabildikleri sesler sonsuz sayıda tamamen keyfi biçimlerde dönü üme uğratılabilir, yeter ki gerekli
kar ıtları üretmekten bıkmasınlar. Çe itli dillerde, aynı kar ıtlıklar oğlan ve kız, boy ve gir], garçon ve fille,
Knabe ve Madchen olarak birbirlerine benzemeyen çiftlerin yardımıyla kurulabilir.
Ancak özgürlük (izin verilebilir keyfilik oranı) çoğu ba ka i aret sistemlerinde dilde olduğu kadar tam değildir.
Đleti im, i levlerini yerine getirirken, dil dı ında bütün sistemler öteki insan ihtiyaçlarıyla da yakından ili kilidir
ve bu yüzden öteki i levler tarafından bağlanmı tır. Örneğin, giyecekler keyfi i aretlerle doludur ama aynı
zamanda ani hava deği imlerinden etkilenmememizi sağlar, vü-cut ısfsıriîlcorür, derinin"'haissas'parçalârı için
ek koruma sağlar ve bağlayıcı namus standartlarını ayakta tutar. Bu öteki i levlerin çoğu kültürel olarak da
düzenlenmi tir (örneğin, derinin hangi parçalarının "hassas" kabul edileceği ve korunma ihtiyacında olduğu
büyük oranda bir kültür meselesidir; ayaklan değil de göğüsleri kapatma ihtiyacı ya da tersi gibi ayakkabı
giyme ihtiyacı da kültüreldir) ancak bunlar sırf ileti im ihtiyaçlarına hizmet etmezler; etek ve çoraplar
göstergeler olmakla birlikte, vücudu da sararlar. Aynı ekilde, çe itli türden yemeklerin ve besin maddelerinin
gösterge olarak anlamları ne kadar zengin ve kesin olurlarsa olsunlar, insan sindirim sisteminin özgünlükleri
yerinde durduğu müddetçe her eyin yenebilir olamayacağından, kültürel ayrımları ifade edebilecek
materyallerin sınırları vardır. Dahası, resmi ya da gayri resmi, çay ya da yemek, bir araya geli in özel doğasına
i aret etme dı ında besleyici maddeler sağlamalıdır; bu nihayetinde bir beslenmedir. Đnsanın konu ma
kapasitesi sırf ileti im maksadıyla kullanılırken, ileti imin öteki araçları semiyotik (anlam ta ıma ve aktarma)
i levle birlikte ba ka ihtiyaçları da kar ılar. Onların kodu adeta, asıl olarak ileti imsel olmayan, öteki i levlerin
yüzeyine kazınmı tır.
Đleti im i levlerinde (ortaya çıktıkları durumu yapılandıran anlamlı nesneler ya da olaylar olarak) i aretler her
zaman keyfidir. Ama i in tuhafı, "doğru dürüstjdiltürlenmi " insanlara -verili bir kültureT kod TaraTmdan
biçimlenmi dünyada kolaylıkla ve hata yapmaksızın hareket edebilen insanlara- bu i aretler hiç de keyfi
görünmez. Tikel bir dil içinde yeti mi herkes için, bir sözcüğün sesi ile bu sözcüğün gösterdiği nesne
arasında bir tür doğal, zorunlu bağ varmı gibi görünür -sanki isimler doğal olarak nesnelere aittir
174
ve nesnelerin büyüklüğü, rengi ya da esnekliği ile birlikte onların nitelikleri listesine kaydedilebilirler. Öteki
ileti im araçlarına kazınmı biçimlerin keyfi özelliği tamamen dikkatimizden kaçabilir; giyecekler giymek için,
yiyecekler yenmek için ve ta ıt hurdan oraya gitmek için vardır. Giyilme ya da tüketilmeye ek olarak giyecek
ya da yiyeceğin farklı insanlar ve onların halihazırda oynadıkları farklı roller arasında ayrım da yaptığını;
"yenecek eyler" ya da "giyilecek eyler"in aynı zamanda özel bir "tertip" ve yapay sosyal düzen, yaratılması
ve yeniden üretilmesine de hizmet ettiğini far-ketmek güçtür. Bu tür bir körlük, aslında, kültürel oyunun
parçasıdır. Kültürel olarak biçimlenmi eylemlerin özsel olmayan (yani, verili bir etkinliğin görünür içeriğiyle
ili kisiz), düzen kurma i levinin ne kadar az ayrımında olursak, bu eylemlerin ayakta tuttuğu düzen o kadar
güvende olur. Kültür en çok doğa kılığına büründü-ğünde etkilidir. O zaman yapıntı olan ey bizatihi "e yanın
tabi-atı"ndan kaynaklanan, zorunlu ve vazgeçilmez görünür; insan kararıyla deği tirilmesi mümkün olmayan
bir eye dönü ür. Kadınlarla erkeklerin (elbiseleri, oyuncakları, oynanan oyunları, arkada lıkları,
cesaretlendirildikleri ve cesaretlerinin kırıldığı ilgi alanları ya da bo zamanları geçirme biçimleri vb. ile
doğdukları andan ba layarak hayat boyu süren kültürel olarak esinlenmi ve sürdürülen) son derece farklı
sosyal konumları ve farklı muameleye tabi tutulmaları, bir kere hayatın içindekiler cinsler arasındaki sosyal
ayrımın bir biçimde önbelirlendiğini, insan bedeninin psikolojik yapısı gereği, "doğal" olduğunu kabul
ettiklerinde,-gerçek anlamda yerle ir ve güvenli hale gelir - ve böylelikle, ister konu ma ve yürüme tarzı, ister
kullanılan dil isterse duyguları dile getirme (ya da getirmeme) tarzında olsun, gereği yerine getirilir ve yapılan
hemen her eyde dı a vurulur. Kadınlar ve erkekler arasında kültürel olarak üretilmi sosyal farklılıklar, kadın
ve erkek cinsel organlarındaki ve üreme fûnksiyonlarındaki biyolojik farklılıklar kadar doğal görünür.
Yapıntılık, yaydığı normların uzla msal niteliği (bu normların oldukları halinden farklı olabilecekleri gerçeği)
açığa çıkarılmadıkça, kültür çok ba arılı bir biçimde, hiçbir sorunla kar ıla maksı zın doğa kılığına girebilir. Ve
herkes aynı türden kültürel eğitime tabi tutulmakta ise herkes aynı normları ve değerlen içselle tirmi ve
onlara sadık kalıyor ve bilmeden de olsa, günlük hayatında bu sadakatini göstermeyi sürdürüyorsa, yapıntılık
büyük bir ihtimalle açığa çıkmayacaktır. Ba ka bir ifadeyle, alternatif uzla ımsal düzenler görülmediği ve
bilinmediği müddetçe, kültür doğa gibi görünmeyi ve davranmayı sürdürür. Gelgelelim, ya adığımız türden
bir dünyada bu pek mümkün değildir. Kural olan tersidir. Hemen hepimiz çok sayıda farklı hayat tarzlarının
olduğunu biliriz. Çevremizde bizden farklı giyinen, konu an, davranan ve bizimkinden bariz olarak (ya da bize
göre bariz olarak) farklı normlara uyan insanları görürüz. Ve böylelikle her hayat tarzının son tahlilde bir
seçim meselesi olduğunun tamamen ayrımına varırız. Đnsan olmanın birden fazla yolu vardır. Pratik olarak her
ey bizim yaptığımızdan farklı bir yolla yapılabilir; tek ba ına hiç bir yol kaçınılmaz değildir. Bunların her biri
bir kültür, bir eğitim gerektirse bile, eğitimin zorunlu olarak bu yönü değil de u yönü göstereceği, bu değil
de u seçimin yapılacağı ilk elden kesin değildir. Biliyoruz ki, tek bir kül-_ tür değil, kültürler vardır. Ve eğer
kültür, çoğulluğu içinde dil iinü-lefjilîrse,""döga~pb"i kabul edilemez. Hiçbir kültür doğa gibi ko ulsuz itaat
bekleyemez.
Đ ini bazen taban tabana zıt, birçok ba ka hayat tarzları e liğinde yürütmekle birlikte, kültür insan davranı ını
ve dü üncesini, tam anlamıyla evrensel ve rekabetten uzak olması halinde olabileceği kadar, pençesine
alamaz. Kültürün hedeflediği (her kültürün o nihai "amacı" olan) düzenin gerçekten güvenli olamayacağı gibi,
biz de, kültürel eğitimin nesneleri, "kültürlenmi " insanlar da güvende olamayız. Kültürel
eğUrrnimiz_sayesinde; kotarılan düzen son derece kırılgan ye savunmasızdır. Ö olası çok sayıdaki düzenden
yalnızca biridir. Onun doğru düzen ojup_ûlmadığından emin olamayız. Hatta onun birçok alternatifinden
daha iyi olup olmadığını da bilemeyiz. Onu dikkatimizi çelmeye çabalayan öteki düzenlere neden tercih
etmemiz gerektiğini bilmeyiz. Biz ya adığımız hayat tarzına sanki dı ardan bakarız, sanki biz evimizdeki
yabancılarız. Ku ku duyarız ve sorular sorarız. XçıklamaTârâ"ve güven tazelemeye ihtiyaç duyarız -ve bunları talep ederiz.
Belirsizlik pek ho bir durum değildir. Bu yüzden, belirsizlikten kaçı çabalarına oldukça sık rastlanır. Kültürel
eğitimin verdiği normlara uyma baskısı bu yüzden genellikle, ürünleri -alternatif düzenler- kadar öteki
kültürlerin normlarını gözden dü ürme ve kötüleme gayretleri ile birlikte yürütülür. Öteki kültürler bir kültür
yokluğu -"medeniyetten nasibini almamı ", kaba, tuhaf ve acımasız varlık biçimi, insandan çok hayvanlıkolarak gösterilir. Alternatif olarak, bu kültürler bozulmanın bir ürünü -ınarazi, sıklıkla patolojik, "normaF'den
kopu , bir sapma, sapkınlık ya da anormallik- olarak resmedilir. Eğer öteki hayat biçimleri kendilerine göre,
tam ve geçerli kültürler olarak kabul edilseler bile, tuhaf, bayağı ve ne olduğu anla ılamayan bir tehdit olarak
gösterilecektir; onlar belki öteki, daha az itina gösterilecek insanlar için kabul edilebilir ancak kesinlikle bizim
gibi farklı insanlar için kabul edilemez. Bu ve benzeri bütün tepkiler çe itli zenofobi (yabancı korkusu) ya da
hetero-fobi (farklılık korkusu) biçimleridir. Bunlar yalnızca ortak kültürel kod ile sağlanan kırılgan ve istikrarsız
düzeni savunma -miipheın-likle mücadele- yöntemleridir.
Denebilir ki, "b]z" i.le "onlar", "burası" ile "orası", "içerisi" ile "dı arısı" "yerli" ile "yabancı" ayrımları kültürlerin
kurduğu ve sürdürdıiğiTen önemli farldılıklardan bâzılârıdıK Yapılan bu ayrımlarla, kültürler, kendi bölünmez
"düzenleri için hak talep ettikleri ve her tür rekabetten korumak istedikleri alanın sınırlarını çizer. Öteki
kültürlere ancak uzakta kaldıkları müddetçe -yani, bütün alı veri in engellenmesi ya da bunun sıkı bir biçimde
kontrol edilen bir alanla ve ritüelle mi bir biçimle sınırlandırılması ko ulunda- ho görü gösterilebilir:
Örneğin, "yabancı" dükkânlar ve lokantalarla ticari ili kiler; "yabancılar"ın, itiraf edildiği gibi gerektirse bile,
asgari etkile im gerektiren ve hayatın ba ka alanlarına bula masına izin verilmeyen, el emeğine dayalı i lere
yerle tirilmesi; "yabancı" kültür ürünlerine, "normal" günlük hayattan ayrı, belli bir mesafede tutulan bo
zamanlarda, eğlence ve ho vakit geçirme araçları olarak, bir müzeyle, bir sahneyle, bir ekranla ya da bir
konserle sınırlanmaları halinde hayranlık duyulabilir. Kültürel etkinliğin bu eğilimini betimlemenin ba ka bir
yolu, kültürün kural olarak hegemonya -üzerinde kendine özgü düzenlerinin dikildiği normların ve değerlerin
tekeli- amaçladığını söylemektir. Kültürler hegemonyalarını kurdukları alanda tektipliliği hedefler ama aynı
zamanda bu alanla insan dünyasının geri kalanını kesin çizgilerle ayırır. Bundan dolayı, kültürler, yapılan
gereği hep yaptıkları gibi, bir seçimi tüm diğerlerinin üzerine çıkararak hayat biçimlerinin e itliğine kar ı çıkar.
Kültür genelde ötekileri kendi dinine çevirme amaçlı (misyonerce) bir etkinliktir.jDnun amacı dön.diimıe^ne^&siKi~'tsk[âd&Ûenm ve inançlarını terk etmeye ve yerine ba kalarını benimsemeye ikna
etmektir. Kültürün delici ucu, "yabancı etkiler"in ürünü olarak görülen sapkınlığa (heretikliğe) çevrilmi tir.
Sapkınlık öfke doğurur çünkü içerideki düzeni keyfi ve bir seçim meselesi olarak savunmasız bırakır ve
böylelikle tekelci otoritelerini zayıflatarak egemen normların kıskacını gev etir. Birden fazla kültürel
düzenlemenin etki alanlarını belirleyen bariz sınır çizgileri olmaksızın yan yana (yani, kültürel çoğulculuk
ko ullarında) var olduklarında, kar ılıklı ho görü tüm yakıcılığıyla ihtiyaç duyulan, ama öyle kolayca ortaya
çıkmayan bir tutumdur.
178
F12ARKA/Sosyolojik Dü ünmek
IX Devlet ve millet
Muhtemelen önünüze bir form uzatıldığı ve kimliğiniz hakkında bazı bilgileri yazmanız istendiği anlar
ya amı sınızdır. Büyük bir ihtimalle, her formda ilk olarak adınızı yazmanız istenmi tir. Sizden yazmanızı
istedikleri ki isel adınızdır (ailenin öteki üyeleriyle payla tığınız soyadınız ve sizi kan bağınızın olduğu diğer
ki ilerden ayırmak için yalnızca size verilmi bütün öteki adlarınız); bu sizi öteki hiç kimseye benzemeyen
e siz, tekrarı olmayan bir birey olarak yalnızca sizi gösteren, bu formu dolduran tüm ötekilerden ayrı yere
koyan bir isimdir. BjrJ^^imli^iniz^tejpi^e^dikten sonra, ardından gelen sorular ise tersine^ ötekilerle
payla tığınız özellikleri belirlemeye," sizi" "daha geni kategorilere yerle tirmeye "gayret eder. Formu
düzenleyen her kimse sizin bu kategorilere (cinsi yet, ya , eğitim durumu, meslek, oturduğunuz yer) üye olup
olmadığınızı öğrenerek, imdiki konumunuz ya da muhtemel davranı ınız açısından ki iliğinizin belli bir
öngörü değeri ta ıyabilecek özellikleri hakkında bilgi almayı ummu olsalar gerek. Formu kaleme alanlar her
eyden önce elbette formu tasarlayan örgütün ve formun sunulacağı ki ilerin maksadı açısından anlamlı olan
ya da olabilecek konumunuzla ilgilidir (örneğin, eğer bu bir kredi kartı ya da bir banka borcu için ba vuru
formuysa, istenen bilgi banka yöneticilerinin size ne kadar kredi verilebileceğini ve size verilen bir borcun ne
kadar risk payı içerdiğini takdir etmelerini sağlayacak türden olmu tur).
Birçok formda milliyetiniz hakkında bir soruyla kar ıla ırsınız. Bu soruya "Britanyalı" yanıtı verebilirsiniz. Ancak
"Đngiliz" (ya da "Galli", "Đskoç", "Yahudi" ya da "Yunanlı") yanıtı da verebilirsiniz. Belli ki, yanıtların ikisi de
milliyet sorusuna verilmi uygun kar ılıklardır. Aıicak farklı eylere i aret ederler. "jBritaııyalı"_ola-rak arthdı"
Britanya ya
_
da Birle ik : Krallık denen devletin bir yurtta ı olduğunuzu belirtmi olursunuz. "Đngiliz" olarak yanıtladığınızda
ise Đngiliz milletine ait olduğunuzu bildirmi olursunuz. MiĐliyet sorusu iki yanıtı da olası ve kabul edilebilir
kılar; bu pratikte iki üyelik halinin birbirinden açıkça ayrılmamı olduğunu ve zaman zaman örtü tüğünü -ve
bu yüzden de zaman zaman karı tırıldığını- gösterir. Ne var ki, rnilli-yet_sorusuna L^'Bjritanyalı" yazarak yanıt
_verdiğinizde, kimliğinizin "Đngiliz" yazdığınızda gösterdiğinden oldukça farklı bir özelliğini göstermi
olursunuz. Devlet ve millet karı tırılabilir; ancak bunlar oldukça farklı eylerdir ve her birine üyeliğiniz size çok
farklı türden ili kilere sokar.
Đlk ba ta, bir güç merkezi tarafından bir arada tutulan özgün bir toprak parçası oĐmaTcslzlhnaeYtetTe^
tesininj lediği ajanın her ferdi devlete aittir. Aidiyetin bu durumda her eyden önce yasal bir anlamı vardır.
"Devlet otoritesi", "ülke yasalarını" -(devlet onları böyle bir itaatten muaf tutmadıkça) bu otoritenin tüm
uyrukları, bir biçimde fiziksel olarak orada olan herkes tarafından uyulması gereken kuralları- ilan etme ve
dayatma 180
yetisi demektir. Eğer yasalara uyulmazsa, uymayanlar cezayı hak eder. Đsteseler de istemeseler de boyun
eğmeye zorlanırlar. Aslında devlet tek ba ına baskı uygulama hakkını elinde bulundurur (yasaları savunmak
için silah kullanır, hapsetme yoluyla yasaları çiğneyenlerin özgürlüğünü ellerinden alır ve eğer ıslah ansı
sıfırsa ya da eğer yasa ihlali bağı lanamayacak kadar ciddiyse ve ölümden daha hafif cezası yoksa öldürür de;
devletin emriyle infaz edildiğinde ve ancak o zaman, öldürme izni verilebilir, cinayet değil cezalandırma
biçimi ve kendisi cezalandırılamaz bir ey olarak görülebilir). Fiziksel baskı konusundaki devlet tekelinin öteki
yüzünde, devletin yetkisi dı ında ya da devletin yetkili memurlarından ba ka birileri tarafından herhangi bir
güç kullanımının bir ihlal eylemi olarak suçlanması ve bu yüzden infazı ve cezalandırılmayı hak etmesi vardır.
Devlet tarafından ilan edilen ve korunan yasalar devletin uyruklarının görevlerini ve haklarını belirler.
Görevlerin en önemlisi vergi ödemektir -gelirlerin belli bir kısmının, alan ve kendi belirlediği yerlerde kullanan
devlete verilmesidir. Haklar ise ki isel (örneğin, yetkili devlet organlarının kararı ba ka türlü hükmefınedikçe,
ki inin bedenini ve malını mülkünü koruması ya da ki inin kanaat ve inançlarını açıklama hakkı), siyasal
(örneğin, daha sonra devlet kurumlarının yöneticileri ya da idarecileri haline gelecek temsilcilerin seçimine
katılmak gibi, devlet birimlerinin olu umuna ve politikasına etki etme hakkı) ya da sosyal (bireysel olarak
eri ilemeyen ya da söz konusu bireyin çabalarıyla eri ilemeyecek asgari geçim kaynaklarının ve temel
ihtiyaçların devlet tarafından temin edilmesi) olabilirler. Bireyi, devletin bir uyruğu haline getiren bu gibi
hakların ve ödevlerin bile imidir. Devlet, uyrukları olmakla ilgili bildiğimiz ilk ey, sevmesek de gelir vergisi,
katına değer vergisi ve belediye vergisi vermek zorundayız; öte yandan, bedenlerimize ya da malımıza
mülkümüze yönelik bir saldırı olduğunda yetkililere ikayette bulunur ve onlardan yardım isteriz ve tazminat
talep ederiz; eğer hayati ihtiyaçlarımızdan bir kısmı tehlikedeyse (eğer hava ya da su kirletiliyor, sağlık ve
eğitim hizmetleri aksıyor ya da yetersiz-se vb.) devlet birimlerini (hükümeti, parlamentoyu, polisi vb.) suç
lamak aklımıza ilk gelen eydir.
Devletin bir uyruğu olmanın hakların ve ödevlerin bir bile imi olması, aynı.zamanda hem korunduğumuz hem
de ezildiğimizi hissetmemize neden olur. Her zaman huzuru bozanlara kar ı kanatlarını açmı bir yerlerde
bekleyen o ürkütücü güce borçlu olduğumuzu bildiğimiz görece huzurlu bir hayat sürdürürüz. Alternatifine
en ufak kafa yormayız. Devlet izin verilebilir olanı izin verilemez olandan ayırma yetkisi olan tek güç
olduğundan ve devlet organlarının yasal uygulamalarının bu ayrımı kalıcı ve güvenli kılmakta kullanılan tek
yöntem olduğundan, eğer devlet cezalandırıcı yumruğunu indirmekten vazgeçerse, onun yerine evrensel
iddetin ve "orman yasası"nın hükmü geçeceğine inanırız. ,Güv_ejıUğirnizi ye kafa huzururnuzu_deylete
borçlu olduğumuza ve onsuz güvenlik ve kafa huzuru olmayacağına inanırız. Ne var ki birçok durumda,
devletin özel hayatımıza olur olmaz müdahale etmesine öfke duyarız. Devletin dayattığı
kjar_a|lar^ıkl^j_rah_atımızı.^ozıacak kadar fazla ve tehlikeli görünür; özgürlüğümüzü kısıtladıklarını
dü ünürüz. Eğer devletin koruyucu ilgisi bir eyleri yapmamızı -planların engelle kar ıla madan
uygulanabileceği inancıyla eylemlerimizi planlamamızı- sağlıyorsa, devletin baskıcı i levi daha çok acizlik
duygusu verir; bu i lev yüzünden, birçok seçenek gerçekle emez hale gelir. Bu yüzden, devlet deneyimimiz
içkin olarak çeli kilidir. Öyle olur ki, aynı anda ondan ho lanırız da ho lanmayız da.
Bu iki duygunun nasıl dengeleneceği ve hangisinin öne çıkacağı ise ko ullara bağlıdır. Eğer varlıklıysam ve
para bir sorun değilse, çocuklarım için ortalama insanlara sunulanlardan daha iyi eğitim teminatı elde etme
ihtimalim vardır ve bu yüzden muhtemelen devletin okul i letmesine ve (oturdukları yerlere bakarak) hangi
çocukların hangi okullara gireceğine karar vermesjne_öfkeJKyarım. Öte yandan, eğer gelınm'özel bir~eğitîm
hizmeti satın almama yetmeyecek kadar dü ükse, devletin^^oruy^ucu^jvejlestekleyici olarak aynı eğitim
tekelini sevinçle kar ılamam normaldir. O zaman, muhtemelen varlıklı insanların okullar üzerindeki devlet
korumacılığının gev etilmesi çağrılarına öfkeyle kar ılık veririm. Bir kere varlıklı ve nüfuz sahibi insanların
çocukları özel okullara ta ınırsa,
182
yalnızca daha yoksul ve az nüfuzlu ailelerin çocuklarına hizmet edecek devletin verdiği eğitimin eskisinden
daha kötüye gideceği ve böylece yetkinle tirme gücünden çok ey kaybedeceği ku kusuna kapılırım.
Eğer bir fabrikayı yönetiyorsam, belki devletin çalı anların grev hakkına getirdiği iddetli kısıtlamalardan
ho nut olurum. Bu kısıtlamanın devletin, baskıcı rolünün değil, yetkinle tirici i levinin bir tezahürü olduğunu
dü ünürüm. Benim açımdan, bu özgürlüğümü artırır; bu i çilerime sevimsiz eyler yapmama, i çilerin eğer
hakları varsa ku kusuz emek güçlerini geri çekmekle kar ılık verecekleri hamleler yapmama izin verir. Grev
hakkına getirilen kısıtlamaları, çevremdeki dünyayı daha kestirilebilir ve. denetime uygun kılarak düzeni
koruyan bir uygulama olarak görürüm; böyle "iyile tirilmi " bir dünyada, manevra özgürlüğüm
geni leyecektir. Gelgele-lim, eğer ben aynı fabrikada i çiysem, grevlere getirilen sınırlar ku kuya ver
bırakmayacak biçimde bir baskı eylemidir. Özgürlük alanım daralmı tır. Patronlara kar ı direnmenin en etkili
yolu artık benim için kapanmı tır. Đ verenlerim benim yeni açmazımın tamamen farkında olduklarından,
i yerlerini geli tirirken benim özgürlüklerini sınırlayan bir unsur olarak misilleme ihtimalimi dikkate
almayacaklardır; pazarlık gücümün büyük kısmını kaybetmi durumdayım. Artık i verenlerimin birçok
sevimsiz ve zararlı kararına kar ı kendimi nasıl sakınacağımı bilmiyorum. Üstüne üstlük, dünyam daha az
kestirilebilir hale gelecek ve ben öteki insanların kaprislerinin kurbanı olacağım. Eskiye oranla iplerin elimden
kaçtığı hissine kapılacağım. Ba ka bir deyi le, i verenime yetkinle tiren bir eylem gibi görünen ey benim için
daha çok bir 'baskı eylemidir.
Ve böylelikle, duruma ve gündemdeki meseleye göre, devletin bu gibi eylemleri bazı insanlar için özgürlüğün
artı ı anlamına gelirken ötekiler onu baskı olarak ya ayabilir ve diğerlerinin seçim imkânlarının arttığı,
geni lediği oranda ezildiğini dü ünebilir. Ancak, bir bütün olarak herkes devletin bu iki i levi arasındaki
oranın deği imiyle yakından ilgilenecektir. Herkes mümkün olduğu kadar yetkinle meyi tercih ederken,
gerçekten zorunlu olduğu kadar az baskıya razı olacaktır. Neyin yetkinle me ve neyin baskı olarak
algılanacağı deği ir ancak denetim arzusu ya da en azından karı ımın bile imini etkileme arzusu deği mez.
Hayatlarımızın devletin yaptıklarına bağlı parçası büyüdüğü oranda, bu arzu da büyüyecek ve
iddetlenecektir.
Yetkinle tirici ve baskıcı i levler arasındaki dengeyi deği tirmeyi isterken, devletin uyrukları devlet i lerinin
yürütülmesi ile devletin ilan ettiği ve uyguladığı yasalar üzerinde daha fazla etki gücü talep eder;
uyrukjar_yurtta _h_aklarını_kullanrnak.i_sterle.r. Yurtta olmak, uyruk (devletin tayin ettiği hakların ve
görevlerin bir ta ıyıcısı) olmaya ek olarak devlet politikasını (yani, bu hakların ve ödevlerin tanımını)
belirlemede söz hakkına sahip olmaktır. Ba ka bir deyi le yurtta olmak^ peyletin faaliyetine _etki_de_
bulunma ve böylelikle devletin korumaya soyunduğu "yasa ve düzen"in tanımı ve yönetimine katılma
kapasitesi ta ımak demektir. Pratikte böyle bir etkide bulunmak için yurtta , devlet düzeni kar ısında bir
oranda özerklik ya amalıdır. Devletin uyrukların eylem yetilerine müdahalesine sınırlar getirilmi olmalıdır.
Burada yine devlet faaliyetinin yetkinle tirici-ve baskıcı özellikleri arasındaki çatı ma ile yüz yüze geliyoruz.
Ancak bu defa yetkinle tirme ve baskı, devlet politikasını etkileme yönündeki genel kapasite ile ilgilidir ve
devletin, eğer ortaya çıkarsa, a ırı isteklerini frenler. Yurtta bizatihi devletin kısıtlama yetisinin kısıtlanmasını,
devletin yurtta ların devlet politikasını denetleme, değerlendirme ve etkileme yetisini engelleyecek hiçbir ey
yapmamasını, aksine, devletin bu türden denetimi ve etkilemeyi uygulanabilir ve verimli kılmakla yükümlü
olmasını talep eder. Örneğin, eğer devlet faaliyeti gizlilil^perdesi_arkasında yürütülüyorsa, eğer
"sırad¥ıTfmân'Tarın yöneticilerinin niyetleri ve yaptiklari'hakkmda""hicbif fikirleri yoksa, eğer bu insanların
devlet faaliyetinin somut sonuçlarını değerlendirmelerini sağlayacak verilere ula ma imkânları yoksa,
yurtta lar haklarım tam olarak kullanamazlar.
~
Uyruklar kendilerini yurtta olmak ya da devletin kabaran i tahıyla tehdit edilen yurtta lık statüsünü korumak
için mücadele etmekle yükümlü hissettiklerinden, devletle uyrukları arasındaki ili 184
kiler genelde gergindir. Bu mücadelede uyrukların kar ıla tığı ba lıca engeller devletin vesayet karma ası ve
tedaviye yönelik tutumu diye adlandırılabilecek eylerdir. Bjrincisi, uyrukları tam olgunla mamı , kendileri için
jıeyin iyi olduğunu ve gerçekte çıkarlarına neyin hizmet ettiğini tayin etmekten aciz ve bundan dolayı devletin
faaliyetlerini yanlı anlamaya yatkın ve sonuçta devletin, eğer ta ba ından engel olamamiı sa, düzeltmesi ve
onarması gereken yanlı kararlar alan ki ijer^ olarak görme eğilimidir. Đkincisi, devlet yetki-lerininjıyruklarma
doktorların hastalarına muamele ettikleri gibi -uzman rehberliği ve gözetimi olmaksızın, kendi ba larına
çözemedikleri sorunlar altında ezilen bireyler olarak- muamele etme eğilimlerine i aret eder; bunlar âdeta
hastanın "içinde", bedeninde ve ruhunda yatan sorunlardır ve bu yüzden hastaya yol gösterilmesi ve gözlem
altına alınması gerekir, öyle ki doktorların talimatlarına uy-güTrolâfak onların bedenleri üzerinde çalı ılır.
Devletin bakı açısından uyruklar, her eyden önce devlet tasarrufunun nesneleridir. Onların davranı ları
devletin belirlediği haklar ve görevler tarafından eksiksiz tanımlanması gereken bir ey olarak görülür; eğer
devlet böyle bir tanımlamayı ihmal ederse, uyruklar kendi eylemlerini kendileri belirleyecektir -ve bu büyük
bir ihtimalle kendilerinin ve hemcinslerinin zararına olacaktır çünkü onlar birlikte ya amayı zorla tıran ya da
doğrudan imkansız kılan bencil amaçlar güderler. Uyrukların davranı ı, sanki sürekli talimatlara ve yasaklara
muhtaçtır. Devlet, bir doktor gibi, uyruklarını sağlığa kavu turmak ve onları hastalıklar kar ısında korumak için
oradadır. Eğer davranı olması gerektiği gibi değilse, hastalık durumunda olduğu gibi, uyruğun kendisinde
yanlı giden bir eyler var demektir. Hastalığın içsel, ki isel nedenleri açığa çıkarılmalıdır ki, tedaviye götüren
davranı ı te vik etmek için koruyucu (doktor kadar devlet) tarafından önlem alınabilsin. Doktor hasta
ili kisinde olduğu gibi, devletle uyrukları arasındaki ıli fâlefft^asımeffiktif. Hastalar doktorlarını seçebiĐseler
Bile7bir kere doktor seçildiğinde, hastadan dinlemesi ve itaat etmesi beklenir. Artık hastaya ne yaprnası"gerektiğini söyleyecek olan doktordur. Doktor tartı ma değil disiplin bekler. Nihayetinde, hasta
hastalığının nedenleri ve sağlığa giden yol bilgisinden ve bu bilgiye göre davranmak için gerekli karakter
gücünden yoksundur (genelde, uzman bilgilerinin ardına gizlenen doktorlar, cehaletin ve sonucundaki
bağımlılığın sürdüğünü görürler). Đtaat ve ko ulsuz tabiiyet isteyen doktor, bunu hastanın kendi iyiliği için
yjgUğımjsöyler^pe^
yerine getirilmesi isteğini aynı biçimde haklı çıkarır. Onunki çobanın gücüdür; kendi marazı eğilimlerine kar ı
korunması gereken uyruklarının "en yüksek çıkarları" için uygulanan güçtür.
Đli kideki asimetri en açık haliyle bilgi akı ında ortaya çıkar. Bildiğimiz gibi doktor hastalardan eksiksiz bir itiraf
bekler. Doktor hastalarından kendilerini açmalarını, hayatlarındaki doktorun eldeki vaka ile ilgili olduğunu
dü ünebileceği her ayrıntıyı tek tek saymalarım, ne kadar mahrem ve arkada lar ile akrabalar da dahil, tüm
öteki insanlardan ne kadar saklanmı olursa olsun, en derin sırlarını vermelerini ister. Ne var ki, doktorlar bu
açık yürekliliğe kar ılık vermezler. Hastalar hakkındaki bilginin tutulduğu dosyalar gizlidir. Aynı ekilde,
doktorların hasta hakkında ya da hastadan elde ettiği verilerden hareketle çıkardığı sonuçları ve kanaatleri de
gizlidir. Bilginin sakınılması yine hastanın kendi çıkarı gerekçesiyle savunulur; gereğinden fazla bilgi zararlı
olabilir -hastayı ya umutsuzluğa ve bunalıma, huzursuzluğa ya da itaatsizliğe sevk edebilir. Benzer bir gizlilik
stratejisi devlet tarafından da uygulanır. Devlet kurumları tarafından uyrukları hakkında son derece ayrıntılı
bilgi toplanır, i lenir ye saklanırken, devletin .kendi eylemleri hakkındaki veriler, if ası ceza getiren "devlet
sırrı" sınıfına girer. Devletin çoğu uyruğu bu gizlere eri emezken, gizlilik perdesini açma hakiki olan az sayıda
insan diğerleri üzerinde ayrı bir üstünlük kazanmı olur. Devletin gizlilik uygulaması ile birlikte, devletin bilgi
toplama özgürlüğü kar ılıklı ili kideki asimetriyi daha da derinle tirir. .Tarafların birbirini etkileme ansları son
derece e itsizdir.
Bu nedenlerden dolayı, yurtta devletin elde etmek istediği hükümran konuma direnme eğilimi ta ır; devlet
gücünü püskürtmek, in an hayatının önemli alanlarını devlet denetimi ve müdahalesinden kurtarmak ve bu
alanları özyönetime tabi kılmak için çaba harcar. Bu çabaiar birbirleriyle ili kili ancak farklı yönlerde ilerler.
186
Bunlardan biri bölgeciliktir. Devlet gücü^yerel özerkliğin, aslında devlet organlarıyla yurtta ların her biri ve
tamamı arasında dikilen her tür ara gücün doğal dü manıdır; i te kafa tutulan devlet gücünün bu rakip
tanımazlığıdır. Yerel çıkarların ve sorunların özgünlüğü yerel i lerde özyönetim için yeterli bir neden olarak
gösterilir; ve bu iradeyi talep eden temsili yerel kurumlar o alandaki insanlara daha yakın durur ve onların
özgün bölgesel sorunlarına kar ı daha duyarlı ve ilgilidir. Đkiııpisij,o/7r,a/^eja^mjn_ geçersiz kılınmasıdır Belli
bir toprak parçası üzerinde ya ayan herkes, öteki belirleyici özelliklerine bakılmaksızın, devlet gücünün ama
yalnızca devlet gücünün uyruklarıdır; imdi kafa tutulan ise bu ilkedir. Öteki vasıflar sırf oturulan yere göre
daha anlamlı görülerek savunulur. Irk, etnik köken, din, dil, insan hayatının bütünlüğü dü ünüldüğünde,
oturuîafyerih ortaklığına göre daha büyük ağırlık ta ıdığından, daha önemli bir insan özelliği olarak öne
çıkarılabilir. Talep edilen "önlanri "Özerkliği, ayrı yönetim hakkıdır ve hedef ünitertoprak temelli gücün
tektiplik^yÖhündeki baskısıdır.
Bu yüzden, en iyi ko ullarda bile devletle uyrukları arasında en azından gerilimin ve güvensizliğin izleri her
zaman vardır. Bu gibi ko ullarda, uyruklarının disiplinini sağlamak için, uyruklarının davranı larında düzenlilik
sağlayacak bir disiplin gözeten ve talep eden bütün güçler gibi, devletin, de me ruiyjte ihtiyacı vardır:
Devletin uyruklarını, durumun bütün olgularını dikkate almamı bile"olsâ,~ devletin emirlerine uymalarının
gerekliliğine ili kin geçerli nedenlerin olduğuna ikna etmesi gerekir. Me ruiyet, uyrukların devletten gelen ve
uygun otoritelerin damgasını ta ıyan ne olursa olsun boyun eğilmeye değer olduğuna güven duymalarını ve
boyun eğilmesinin de gerektiğine inanmalarını sağlamayı amaçlar. Ki iden, onun akla uygun bir yasa
olduğundan emin olmasa ve ya-samn^yapjmasını istediği ey ho una gitmese bile, yasaya uyması istenir.
Yasaya sırf me ru otorite tarafından desteklendiğinden uyulmalıdır; çünkü, söylendiği üzere bu, "ülkenin
yasasıdır".
Me roiyet, "bu benim yurdum", "iyisiyle kötüsüyle benim yurdum" duygusuna dayandığında en güvenli olan,
ko ulsuz bağlılık geli tirmeyi amaçlar. Eğer bu beniiT^yurdumsa, ben onun servet ve kudretinden ancak
fayda görürüm:. Bu servet ve kudret genel uzla ma ve elbirliğine, bütün vatanda ların barı içinde yan yana
ya amasına ve düzeni korumasına bağlı olduğundan, payla tığımız bu yurdun gücünün biz hepimiz ortak
çıkar için ne gerekiyorsa onu birlik içinde ve rıza göstererek yaptığımızda artacağına inanırız. Eylemimize yön
veren yurtseverlik, yani vatan a kı, onu güçlü ve mutlu kılma ve onun gücünün ve mutluluğunun gerektirdiği
her e-yi yapma iradesidir. Yurtseverin en önde gelen görevi disiplindir; devlete itaat, gerçekten de,
yurtseverliğin en açık i aretidir. Devletin yasalarına herhangi bir kafa tutu karga ayı besler ve tam da bu
nedenden dolayı (konu ne olursa olsun) "yurtsevmezlik"tir. Me ruiyet, itaati akıl^ye muhakeme yoluyla
sağlamayı amaçlar: Herkesin ita^atjcâr^olması herkes^için iyidir. Uzla ım ve disiplin hepimizin yararınadjrJDemelcki, .çatlak ses çıkarmak yerine uyum içinde yapılan bir eylem herkes için iyi olduğundan,
benim için de iyidir - hatta bu onaylamadığım bir politikaya boyun eğmemi gerektirse bile. Gelgelelim, bütün
hesaplar bir kar ı hesabı davet eder. Eğer yurtseverce itaat akıl adına talep edilirse, ki i pekâlâ bu argümanı
aklın bir testine tabi tutabilir. Öfke duyulan bir politikaya boyun eğmenin bedelleri kar ısında, etkin bir
direni in getirebileceği ka-zanımlarının hesabı yapılabilir. Sonuçta, direni in boyun eğmekten daha az bedel
ve zarar getirdiği ve dolayısıyla rıza göstermemenin daha iyi olduğu görülebilir ya da en azından buna
inanılabilir. Bu yüzden, birliğin getirebileceği faydalara atıfta bulunarak itaat gereğini me rula tırma çabaları
hiç de ikna edici değildir ve amacına hiçbir zaman ula amaz. Özellikle kendini rasyonel hesabın bir ürünü
olarak sunduğu için ve böyle sunduğu müddetçe, me ruiyet zayıf ve güvenilmez, sürekli tekrara ve
savunmaya muhtaçtır.
Öte yanda, millete sadakat devlet disiplininin ba ına bela kesilen iç çeli kilerden özgürdür. Millete ve refahına
ko ulsuz sadakat isteyen milliyetçilik akla ya da hesaba gerek duymaz. Kazanım ya da refahın miîli davaya
sadakatle' hizmetten elde edileceğine dair bir vaatte bulunabilir, ama bulunmayabilir de. Ö daha .çok itaati
kendi ba ına bir değer ve bir amaç..olarak .ister. Bir milletin üyesi olmak bireyiiTkar Tçıkamayacağı kadar
güçlü bir kader olarak -ira-188
di olarak giyilip çıkarılamayacak bir nitelik olarak- anla ılır. Milliyetçilik tek tek üyelerine kimliğini verenin
milleLolduğuniLanlatır. MiĐleLdevlet gibi ortak çıkan kollamak için girilen bir birlik değildir. Tersine, o bütün
çıkar hesaplarını a ar ve aslında çıkarlara anlamını veren milletin birliği, ortak kaderidir.
Kendini tamamen tek bir milletle özde le tiren bir devlet (bu kesinlikle çok milliyetli Britanya devleti olamaz)
-jn'ılli devlet-kendini^ pek güvenilmez bir yolla, fayda hesaplanna atıfta bulunarak ..me rula tırmaya
çah mak yerine, milliyetçiliğin potansiyelini harekete. gecirebüir,Jylilli devlet millet adına konu uyor olma tejrıelinde itaat ister ve bundan dolayı, ki inin milli kaderine boyun eğmesi "gîbT, Devlet kar ısındaki disiplin de
kendi ba ına bir amaç olarak, herhangi bir ba ka amaca hizmet etmeyen bir değerdir. Devlete itaatsizlik cezayı hak eden bir suç- demek ki, yasayı çiğ-nemektendaha kötü bir eydir: Milli davaya ihanet demektir suçlularının itibarını ellerinden alan ye pnfarı insan topluluğunun dı î-na atan iğrenç, ahlâksız bir eyjemdir.
Devletle millet arasında kar ılıklı bir tür çekim olmasının nedeni, belki de, me ruiyet ve daha genel olarak
tutum birliği sağlama ihtiyacıdır. Devlet milletin otoritesini kendi disiplin talebini güçlendirmek için kendine
mal ederken, milletler sadakat isteklerini desteklemek üzere devletin zorlayıcı potansiyelini harekete geçirmek
için kendilerini devletler halinde yapılandırmaya yatkındır. Ne var ki, bütün devletler milli ok madiği gibi,
bütün milletlerin de kendi devletleFf yoktur.
Millet nedir? Bu, herkesi tatmin edecek tek bir yanıtı bulunmayan, zorluğuyla bilinen bir sorudur. Millet,
devlet gibi bir "gerçeklik" değildir. Devlet, hem haritada hem de belli bir toprak parçasında, kesin olarak
çizilmi sınrrlarLolması anlamında "gerçek"tir. Sı-nırĐanrT'tamamı kuvvet yoluyla korunmu tur, öyle ki bir
devletten ötekine rastgele geçi , deyleLsınırlarından giri ve çıkı devleti "gerçek"'Kılan" çok gerçek, somut
direni le kar ıla ır. Devletin sı-nıB"âfriçîîıde'"r5ağlayîcr bir dizi yasa vardır ve yine bu yasaların mevcudiyetine
kulak asmamak, sanki onlar yokmu gibi davranmak tıpkı öteki diğer maddi nesnelere kulak asmamanın
neden olabileceği gibi günahkârın "hırpalanmasına" ve "canının yanmasına" yol açabilmesi anlamında
"gerçek"tir. Ve böylelikle devleti "gerçek" -olmasaydı diyemeyeceğiniz sert, çetin bir direni nesnesi- kılan
açıkça tanımlanmı bir toprak parçası ve açıkça tanımlanmı bir üst otorite vardır. Gelgeldim, aynı ey millet
için söylenemez..Millet ba ından sonuna bir hayali cemaattir; o ancak üyeleri zihinsel ve duygusal olarak
kendilerini Öteki üyelerinin çoğuyla hiçbir zaman yüz yüze kar ıla mayacakları kolektif bir bünye ile
"özde le tirdikleri" müddetçe bir varlık olarak mevcuttur. Millet, hayali olduğu kadar, zihinsel bir gerçekliktir.
Doğru, milletler genellikle, güvenle iddia edebilecekleri gibi, özel bir renk ve çe ni kattıkları kalıcı bir toprak
parçasını i gal ederler. Ne var ki, bu milli renk o toprak parçasına, devlet destekli "ülke yasası"nın birliği
tarafından dayatılan tektiplilikle kıyasla, nadiren bir tektiplik kazandırır. Hatta milletler herhangi bir toprak
parçası üzerinde ya ama tekeliyle bile övünemezler. Neredeyse her toprak parçası üzerinde yan yana
ya ayan, kendilerini farklı milletlere ait olarak tanımlayan ve farklı milliyetçiliklerin kendilerinden sadakat
beklediği halklar vardır. Birçok toprak parçası üzerinde, o toprağın "milli karakteri"ni belirlemeye yetecek
kadar ağırlıklı bir konumda olmayı bırakın, gerçekten bir çoğunluk olu turduğu iddiasında bulunabilecek bir
millet yoktur.
Milletlerin genellikle ortak bir dille seçildiği ve birle tiği de doğrudur,,Ancak ortak ve ayrı bir dil olduğu farz
edilen ey büyük oranda milliyetçi bir kararın (ve sıklıkla kar ı çıkılan bir kararın) sonucu ortaya çıkmı tır.
Genelde bölgesel ağızlar söz dağarı, söz dizimi ye deyimleri bakımından neredeyse kar ılıklı ileti ime im kan
yermeyen bir özgünlük ta ırlan^nc^jıe^varki onların kimlikleri tanmmaz^ajijLStkm^^
milli birliği bozacakları korkusuyla ayrı diner olarak kabul görmez. Öte yanda, görece küçük yerel .farklılıkların
altı çizilir, ayrımlar abartılır ve böylece bir lehçe ayrı bir dil ve ayrı bir milletin ayırıcı özelliği katına çıkarılabilir
(örneğin, Norveççe ile Đsveççe, Hollandaca ile Flamanca, Ukraynaca ile Rusça arasındaki farklılıklar, iddiaya
göre aynı milli dilin çe itlemeleri olarak -tanınmasa bile- gösterilen birçok "yerli" ağız arasındaki
farklılıklardan çok daha belirgin değil190
dir). Dahası, insan gruplajıjıynıj^
ler ama yine de kendilerini ayrı milletlerden sayabilirler (Đngilizce honu aiTGallileri ve Đskoç farı, eski
Commgnwealth'in Đngilizce konu an birçok milletini, ortak jiiHeri Almanca olan Almanlar yanında
Avusturyalılar ve Đsviçrelileri.dü ünün). Ya da Đsviçreliler gibi, insanlar kuî&^ı^ lirler.
Toprak parçası ve dil ayrı ve belirleyici bir nedenden dolayı da milletin "gerçekliği"nin unsurları olarak yeterli
değildir: Ki i, söz gelimi, onlara girebilir ve onlardan çıkabilir. Ki i, ilke olarak milli bağlılığının deği tiğini ilan
edebilir. Ki i göç edebilir ve ait olmadığı bir millet içinde ya ayabilir. Ki i ba ka bir milletin diline hakim
olabilir. Eğer oturulan toprak parçası (unutmayın, bu sınırları korunan bir toprak parçasıdır) ve bir dil
topluluğuna katılım (unutmayın, öteki dillerin iktidar sahipleri tarafından kabul edilmemesi yüzünden ki i bir
milli dil kullanmak zorunda bırakılmamı tır) tek ba ına milletin kurucu özellikleri olsalardı, millet tüm
milliyetçiliklerin talep ettiği mutlak, ko ulsuz ve ayrıksı bağlılık iddiasında bulunamayacak kadar "gözenekli"
ve "tanımsız" olurdu.
Eğer millet bir seçim olmaktan çok kader olarak, bugün hiçbir insan kuvvetinin deği tiremeyeceği kadar
geçmi te sağlam yerle mi bir "olgu" olarak, elini süreni yakan bir "gerçeklik" olarak be-nimseniyorsa, böyle
bir talep tamamen inandırıcı olur. Milliyetçi hareketler tam da bunu ba armaya çabalar. Köken.miti onların
ba lıca aracıdır. Bu mitin ortaya attığı ey, köken olarak kültürel bir yaratım olsa bile, tarihsel geli imi
sürecinde milletin gerçek anlamda "doğal" bir olgu, insan denetimini a an bir ey haline geldiğidir.
Söylenceye göre, milletin imdiki üyeleri ortak geçmi leriyle birbirlerine bağlanmı tır. Milli ruh onların ortak
ve tanımlayıcı niteliğidir. Bu onları birle tirir; ve aynı zamanda, her nasılsa kolektif olarak miras alınabilen
ancak asla özel olarak edinilemeyen milli ruha hak kazanmaksızın ya da katılmaya muktedir olmaksızın
cemaatlerine girmeyi arzulayabilecek tüm öteki milletleri ve bireyleri ayrı bir yere koyar.
Bu söylencenin desteklediği, milletlerin "doğallığı" ve millet üyeliğinin "yazılmı " ye miras alınmı doğası
hakkındaki iddia miîliyefçiliği bir çeli kiye dü ürmekten ba ka bir i e yaramaz. Bir yan^n_mjllelin herhangi_bir
doğal_olg_u_kadar nesnel ve somut bir gerçeklik ve tarihin bir hükmü olduğu söylenir. Öte yandan ise bir
"güvensizlik içindedir: Birlik ve bütünlüğü sürekli tehdit altındadır; öteki milletler üyelerini avlama ya da
kaçırma gayreti içindedir; bozguncular sinsice saflar arasına sızmaya çalı ır. Millet kendi varlığını savunmalıdır;
doğal olmasına doğaldır ama hâlâ sürekli bir uyanıklık ve çaba olmaksızın varlığını sürdüremez. Böylelikle,
milliyetçilikler normal olarak milletin korunması ve sürekliliği için güç -basla uygulama hakkı- talep ederler.
Devlet j*ücübu i için biçilmi kaftandır. Daha önce gördüğümüz gibi, devlet gücü baskı araçları üzerinde
tekel anlamına gelir; ancak devlet gücü tektip davranı kuralları dayatmaya ve herkesin uyması gereken
yasalar yürürlüğe koymaya muktedirdir.. Bu yüzden, devletin me ruiyeti için milliyetçiliğe ihtiyaç duyduğu
kadar, milliyetçilik ba arısı için devlete ihtiyaç duyar. Milli devlet bu kar ılıklı çekimin ürünüdür.
Bir kere devlet milletle özde Đe tirildiğinde (milletin özyönetiminin organı olarak gösterildiğinde), milliyetçi
ba arı ihtimali önemli oranda artar. Milliyetçilik artık tek ba ına söylediklerinin inandırıcılığına ve tutarlılığına,
üyelerinin bunları kabuLetmekte gösterdiği gönüllülüğe bağlı kalmak gereği duymaz. Artık elinin altında
ba ka, çok daha etkili araçlar vardır. Devlet gücü kamu kurulu larında, mahkemelerde ve temsili organlarda
tek ba ına milli dilin kullanımını zorlama imkânı demektir. Devlet gücü genelde tercih edilen milli kültürün ve
özelde milli edebiyatın ve sanatların re-' IcâTTgr 'artranfrf artırmak için kamu kaynaklarım seferber etme
imkânı demektir.^Her eyden önce, hiç kimse dı arda bırakılmayacak Ve hiç kimse etkisi dı ına çıkamayacak
biçimde, aynı anda hem serbest hem de zorunlu kılınan eğitim üzerinde denetim de demektir. Genel eğitim
devlet sınırları içindeki her vatanda ın devlete hâkim olan milletin değerlerini öğrenmesine, "doğu tan"
yurtsever olmalarına ve böylece pratikte, teoride iddia edilenin, yani milliyetin "doğallığı"nın gerçekle mesine
hizmet eder.
Eğitimin, yayılmı ancak her yerde jvarlığı hissedilen kültürel
192
baskının ve devletin dayattığı davranı kurallarının, toplam etkisi "millet üyeliği" ile gelen hayat tarzına ili iktir.
Bu manevi bağ bazen bilinçli ve açık bir etnik merkezcilikte; ki inin kendi milletinin ve onunla ili kili her eyin
haklı, ahlâki olarak övgüye layık ve güzel -ve bir alternatifin sunabileceği her eyden çok üstün- olduğuna ve
ki inin kendi milleti için iyi olan eyin ba ka herkesin çıkarlarından önce gelmesi gerektiğine duyulan bir
inançta kendini gösterir. Böylesine bariz bir etnik merkezcilik -"grup bencilliği"-felsefesi telkin edilmese bile
özgün, kültürel olarak biçimlenmi bir çevrede yeti mi insanların kendilerini o çevrede, yalnızca o çevrede
yuvalarında ve güven içinde hissetmeye yatkın oldukları da temel bir gerçektir. Bildik olanın dı ındaki
ko ullar, edinilmi becerilerin değerini dü ürür ve böylelikle karı ıklığın sorumlusu "ya-bancılar"da odaklanan
bir rahatsızlık, belli belirsiz bir öfke, natta dü manlık duygusuna neden olur. Yabancıların tarzları onların
geriliklerinin ya da küstahlıklarının kanıtı olarak görülür, yabancıların kendileri de bozguncular olarak algılanır.
Đnsan onların ayrı tutulmasını ya da ortadan kaldırılmasını ister.
Milliyetçilik kültürel seferler düzenlenmesi -yabancıların tarzlarını deği trnfreye7üirlarTlîöTîarLfrmeye, onları
hâkim milletin kültürel otoritesine itaate zorlamaya çaba harcanması- yönünde bir eğilimi te vik eder.
Kültürej^s^fcjâr^jupa^cıjısimilasyondur. ("Asimilasyon" terimi köken itibariyle biyolojiden alınmı tır; kendini
beslemek için, canlı bir organizma çevrenin öğelerini asimile eder, yani "yabancı" varlıkları kendi vücudunun
hücre ve dokularına dönü türür. Bunu yaparak onları kendine "benzer" kılar; bir zamanlar farklı olan ey kendi
gibi olur.) Elbette, milliyetçilik dediğimiz ey her zaman asimilasyonla ilgilidir çünkü milliyetçiliğin "doğal
birliğe" sahip olduğunu ilan ettiği millet, önce genelde farklı ve çe itli bir nüfusu milli karakter efsaneleri ve
sembolleri etrafında toplayarak yaratılmak zorundadır. Asimilasyon çabalan, belli bir toprak parçası üzerinde
devlet hakimiyeti kurmu muzaffer bir milliyetçilik o topraklarda oturan birtakım "yabancı" -ister kendi ayrı
milli kimliklerini ilan eden isterse kültürel birlik sürecine girmi nüfus tarafından ayrı ve milliyet olarak yabancı
muamelesine lahi inin üyeliğinin "yazılmı " ye miras alınmı doğası hakkındaki iddia miîIiyeFçiîiği bir çeli kiye
dü ürmekten ba ka bir i e yaramaz. Bir yandan rnjlletin_herha_ngi_bir doğal olgu kadar nesnel ve somut bir
gerçeklik ve tarihin bir hükmü olduğu söylenir. Öte yandan ise bir güvensizlik içindedir: Birlik ve bütünlüğü
sürekli tehdit altındadır; öteki milletler üyelerini avlama ya da kaçırma gayreti içindedir; bozguncular sinsice
saflar arasına sızmaya çalı ır. Millet kendi varlığını savunmalıdır; doğal olmasına doğaldır ama hâlâ sürekli bir
uyanıklık ve çaba olmaksızın varlığını sürdüremez. Böylelikle, milliyetçilikler normal olarak milletin korunması
ve sürekliliği için güç -baskı uygulama hakkı- talep ederler. Devlet gücü bu i için biçilmi kaftandır. Daha
önce gördüğümüz gibi, devlet gücü baskı araçları üzerinde tekel anlamına gelir; ancak devlet gücü tektip
davranı kuralları dayatmaya ve herkesin uyması gereken yasalar yürürlüğe koymaya muktedirdir.. Bu yüzden,
devletin me ruiyeti için milliyetçiliğe ihtiyaç duyduğu kadar, milliyetçilik ba arısı için devlete ihtiyaç duyar.
Milli devlet bu kar ılıklı çekimin ürünüdür.
Bir kere "devlet milletle özde le tirildiğinde (milletin özyönetiminin organı olarak gösterildiğinde), milliyetçi
ba arı ihtimali önemli oranda artar. Milliyetçilik artık tek ba ına söylediklerinin inandırıcılığına ve tutarlılığına,
üyelerinin bunları kabuLetmekte gösterdiği gönüllülüğe bağlı kalmak gereği duymaz. Artık elinin altında
ba ka, çok daha etkili araçlar vardır. Devlet gücü kamu kurulu larında, mahkemelerde ve temsili organlarda
tek ba ına milli dilin kullanımını zorlama imkânı demektir. Devlet gücü genelde tercih edilen milli kültürün ve
özelde milli edebiyatın ve sanatların re-' IcMrsr 'artlarım'^ârtırmak için kamu kaynaklarını seferber etme
imkânı demektir._Her eyden önce, hiç kimse dı arda bırakılmayacak ve hiç kimse etkisi dı ma çıkamayacak
biçimde, aynı anda hem serbest hem de zorunlu kılınan eğitim üzerinde denetim de demektir. Genel eğitim
devlet sınırları içindeki her vatanda ın devlete hâkim olan milletin değerlerini öğrenmesine, "doğu tan"
yurtsever olmalarına ve böylece pratikte, teoride iddia edilenin, yani milliyetin "doğallığı"mn gerçekle mesine
hizmet eder.
Eğitimin, yayılmı ancak her yerde jvarlığı hissedilen kültürel
192
baskının ve devletin dayattığı davranı kurallarının, toplam etkisi "milĐeTüyeliği" ile gelen hayat tarzına ili iktir.
Bu manevi bağ bazen bilinçli ve açık bir etnik merkezcilikte; ki inin kendi milletinin ve onunla ili kili her eyin
haklı, ahlâki olarak övgüye layık ve güzel -ve bir alternatifin sunabileceği her eyden çok üstün- olduğuna ve
ki inin kendi milleti için iyi olan eyin ba ka herkesin çıkarlarından önce gelmesi gerektiğine duyulan bir
inançta kendini gösterir. Böylesine bariz bir etnik merkezcilik -"grup bencilliği"-felsefesi telkin edilmese bile
özgün, kültürel olarak biçimlenmi bir çevrede yeti mi insanların kendilerini o çevrede, yalnızca o çevrede
yuvalarında ve güven içinde hissetmeye 3'atkın oldukları da temel bir gerçektir. Bildik olanın dı ındaki
ko ullar, edinilmi becerilerin değerini dü ürür ve böylelikle karı ıklığın sorumlusu "ya-bancılar"da odaklanan
bir rahatsızlık, belli belirsiz bir öfke, natta dü manlık duygusuna neden olur. Yabancıların tarzları onların
geriliklerinin ya da küstahlıklarının kanıtı olarak görülür, yabancıların kendileri de bozguncular olarak algılanır.
Đnsan onların ayrı tutulmasını ya da ortadan kaldırılmasını ister.
Milliyetçilik kültürel seferler düzenlenmesi -yabancıların tarzlarını deği tîfrneyeT olTlarTiaöTidLffmeye, onları
hâkini milletin kül-türel_otpritesine itaate zorlamaya çaba harcanması- yönünde bir eğilimi te vik
ederTKültürel Aferin amacı asimilasyondur. ("Asimilasyon" terimi köken itibariyle biyolojiden alınmı tır;
kendini beslemek için, canlı bir organizma çevrenin öğelerini asimile eder, yani "yabancı" varlıkları kendi
vücudunun hücre ve dokularına dönü türür. Bunu yaparak onları kendine "benzer" kılar; bir zamanlar farklı
olan ey kendi gibi olur.) Elbette, milliyetçilik dediğimiz ey her zaman asimilasyonla ilgilidir çünkü
milliyetçiliğin "doğal birliğe" sahip olduğunu ilan ettiği millet, önce genelde farklı ve çe itli bir nüfusu milli
karakter efsaneleri ve sembolleri etrafında toplayarak yaratılmak zorundadır. Asimilasyon çabaları, belli bir
toprak parçası üzerinde devlet hakimiyeti kurmu muzaffer bir milliyetçilik o topraklarda oturan birtakım
"yabancı" -ister kendi ayrı milli kimliklerini ilan eden isterse kültürel birlik sürecine girmi nüfus tarafından
ayrı ve milliyet olarak yabancı muamelesine tabi luiıılan- gruplarla kar ıla tığında, açık ve kendi iç çeli kilerini
tamamen ortaya sermi hale gelir. Böylesi durumlarda, asimilasyon sıklıkla bir din deği tirme misyonu -daha
çok bir kâfiri doğru dine döndürme- olarak sunulur.
j iıı garibi, döndürme gayretleri çoğu kere ba arılı olmaktan korkuîuyormu gibi, yan gönüllü yürütülür. Bu
gayretler milliyetçi görü te^daima mevcut" olan iç çeli kilerin izini ta ır. Milliyetçiler bir janda kendi
milletinin, "önün milli kültür ve karakterinin üstünlüğünü iddia eder. Dolayısıyla böyle üstün bir milletin çevre
halklar için çekiciliği beklenen bir eydir; aslında, ötekilerin bu milletin görkemine katılma arzu ve çabaları
milletin hak ettiği üstünlüğün bir kanıtı ve fazladan bir onayıdır. Dahası, milli bir devlet durumunda, bu devlet
otoritesi için popüler bir desteği de harekete geçirir ve devletin ön ayak olduğu tektipliğe direnen öteki
otorite kaynaklarını zaafa uğratır. Öte yandan, özellikle ev sahibi milletin "kolları açık", misafirperver
tutumuyla kolayla tırıldığında, yabancı unsurların millet içine dolu ması millet üyeliğinin "doğallığı"na gölge
dü ürür ve bizatihi milli birlik pınarını kurutur. Görülüyor ki, insanlar iradi olarak yerlerini deği tirebiliyor. Dün
"onlar" olanlar gözlerimizin önünde "biz" olurlar.JBu yüzden, sankr'jîıîlliyet basit bir tercih meselesiyıni gibi
görünür; bir kararın sonucu olmak -bütün kararlar gibi- ilke olarak geçmi te olduğundan farklı olabilmek ve
hatta kararı hükümsüz kılabilmek demektir. Asimilasyon, eğer etkili olmu sa, milletin ve millet üyeliğinin kalıcı
olmayan, iradi karakterini -milliyetçiliğin ısrarla gizlemeye çalı tığı bir eyi- gözler önüne serer.
Bu yüzden, asimilasyon kültürel seferin yanma çekmeyi ve döndürmeyi amaçladığı halka kar ı duyulan hıncı
besler. Onlar düzene ve güvenliğe bir tehdit gibi görülürler: Onlar teoride imkânsız olan bir eyi ba armı lar,
insan gücü ve denetimi dı ında olduğuna inanılan bir eyi insan çabasıyla elde etmi lerdir. Onlar böylece
iddia edilen doğal sınırların aslında yapay ve daha kötüsü a ılabilir olduğunu göstermi lerdir. Bu yüzden,
onların asimilasyonunun -milliyetçi politikanın duyurduğu hedefin- gerçekten ba arılı ve tam olduğunu kabul
etmek kolay değildir. Ku kucunun gözünde, görü194
FI4ARKA/Sosyok)jik Dü ünmek
nü te asimile olmu ki iler daha çok döneklere -ister ki isel kazanç isterse kafasından geçen daha uğursuz bir
maksat için olsun, olduklarından ba ka görünmeye çalı an yapmacıklı, potansiyel hainlere-benzerler. Đ in
garibi, bizatihi asimilasyonun ba arısı bölünmenin sürekli olduğu ve deği meyeceği, "gerçek asimilasyon"un
aslında mümkün olmadığı ve kültürel dönü türme yoluyla millet kurmanın geçerli bir proje olmadığı fikrine
arka çıkar.
Milliyetçilik bu yüzden daha tekin ve daha sağlam, ırkçı savunma hattına geri çekilebilirjyrk^jmUej^ejıjferklı
olarak ye ku kuya yer bu-akrnayjcakjıiçirnde, doğaya özgü_ -ku kusuz insan etkisi ve denetimi dı ında- bir
ey olarak algılanır. Irk fikri, insanlar arasında ne insan eseri ne de insan çabasıyla deği tirilebilir olduğu
dü ünülen türden ayrımları temsil eder.Jrka_sı^kk_kajU^ksız bjr_biyolojik ankdm'vernir: Yani bireysel
karakter, kabiliyet ve mizaç, kafatası ya da bedenin öteki parçalarının ekli ve ölçüsü gibi, gözlenebilir, dı sal
niteliklerle yakından ili kilidir,.ya da genlerin niteliği ile bir daha deği memek üzere belirlenmi tir. Ne var ki,
her durumda bu ..kavrayı ,_cinsel üreme süreci yoluyla bir nesilden diğerine geçen kalıtımsal niteliklere
ba vurur. IrkĐa kar ı kar ıya,geldiğinde^ eğitim tesiim_ojmalidjr.rpoğanın
si deği tiremez. Irk, milletin tersine, asimile edilemez; asimilasyon ancak ba îcâ bir ırkın arılığını "kirletebilir"
ve kalitesini bozar. Böylesi marazi bir olaya meydan vermemek için, yabancı ırklar ayrı tutulmalı, birbirlerinden
tecrit edilmeli ve en iyisi, karı ımı im-kânsızla tıracak güvenli bir uzaklığa ta ınmalı ve böylece ki inin kendi
ırkı kirlenmeden korunmalıdır.
Görünü e göre, asimilasyon ve ırkçılık taban tabana zıttır. Ancak ne var ki, onlar aynı kaynaktan doğarlar; sınır
çizme kaygısı milliyetçi eğilimde içkilidir. Đkisi de iç çeli kinin kutuplarından birine ağırlık verir. Duruma bağlı
olarak u ya da bu taraf milliyetçi hedeflerin izlenmesinde silah olarak kullanılabilir. Ancak ikisi de potansiyel
olarak daima her milliyetçi hamlede mevcuttur - sıralarını beklerler. Birbirlerini dı lamak yerine, kar ılıklı
olarak destekleyebilir ve peki tirebilirler.
Milliyetçiliğin gücü, sosyal düzenin devlet otoritesi tarafından tanımlandığı halele yürütülmesinde ve
sürdürülmesinde oynadığı bağlayıcı rolünden gelir. Milliyetçilik yaygın lıeterofobiyi (yabancı olgusuna
ayırdığımız bölümde tartı tığımız, yabancıya duyulan öfke) "kamula tırır" ve bu duyguyu devlete sadakat ve
destek, devlet otoritesi kar ıs.mc[a_disiplin sağlama hizmetinde seferber eder. Böy-"lelilîle~^v^t__otoritesi_m
daha-elkilDolaif Milliyetçilik aynı zamanda devletin güç kaynaklarını sosyal gerçekliği yeni helerofobi arzının
ve dolayısıyla yeni seferberlik fırsatlarının yaratılmasını sağlayacak hiçimde'deği tirmekte de kullanır. Devlet
zor kullanma tekelini kıskançlıkla koruduğu için, kural olarak, etnik ve ırkçı iddet gibi tüm özel hesap kesme
yollarını tıkar. Çoğu durumda devlet küçük ayrılıklardaki Özel giri ime izin vermez ve hatta onları cezalandırır
da. Kaynaklarının tüm geri kalanları gibi milliyetçiliği bir ve tek sosyal düzenin (yani, devlet tarafından
tanımlanmı , sürdürülen ve desteklenen düzenin) bir aracı olarak kullanırken, aynı zamanda yaygın,
kendiliğinden ve bu yüzden potansiyel olarak düzen bozucu tezahürleri engeller. Milliyetçiliğin seferber edici
potansiyeli böylelikle uygun devlet politikasının -popüler heterofobiyi görünü le yansıtan ama aslında
peki tiren vatana döndürme ve öteki önlemlerle güçlendirilmi , göçü kısıtlayan yasalar yanında, tercihen
pahalı olmayan ama prestij sağlayan askeri, ekonomik ya da sportif zaferler yoluyla devletle yurtseverce
özde le me ve milliyetçi duygulan ok ama- emrine ko ulur.
Dünyanın büyük bir kesiminde, devlet ve millet tarihsel olarak içice geçmi^tir^devjetlerjopiurn üzerindeki
denetimlerini peki tir-mek_ve_sürdürdükleri düzeni güçlendirmek için milli duygulardan faydalanırken, milletkurma gayretleri güya doğal olan ve bu yüzden desteklenmesine gerek duyulmayan birliği peki tirmek için
devlet gücüne ba vurur. Gelgelelim, unutmamak gerekir ki, devlet ve milletin içice geçmesinin tarihsel bir
olgu olması onun kaçınılmazlığının kanıtı değildir. Etnik sadakat ile yerli dile ve âdetlere bağlılık, onların
devlet gücüyle ittifakları sayesinde yerine getirdikleri"politik i leve indirgenemez. Milletle devletin evliliği
hiçbir biçimde alınyazısı değildir; kendi rızalarıyla yapılmı bir evliliktir.
196
X
Düzen ve kaos
Acaba, bir sinemada filmin son görüntüleri bittikten sonra ekranda beliren listeyi sonuna kadar izlemek için
koltuğunuzda oturacak kadar sabırlı mısınız? Eğer sabırlıysanız, hiç ku ku yok, yapımcıların adını -ya da
sadece i levini- anma gereği duydukları insanların bitmek bilmez listesi sizi a ırtmı tır. Anla ılıyor ki, ekran
gerisinde çalı an insanların sayısı ekranda gördüklerimizden birkaç misli fazladır. Oyunculardan çok daha
fazla görünmeyen yardımcılar vardır. Dahası, bu kolektif çabaya yaptıkları bazı katkıları dolayısıyla firmaların
yalnızca adları geçmi tir; ku kusuz bu firmaların her biri, herhangi bir filme katkısı geçenler listesinin
alamayacağı kadar insan çalı tırmaktadır. Ne var ki, hepsi bu kadar da değildir. Verdikleri hizmetler hiç de
daha az vazgeçilmez olmayan ve onlar sız filinin izlenir hale gelmesi imkânsız olacak birkaç insanın adı
jenerikte hiç geçmemi tir. Örneğin, ses kaydından sorumlu firmanın adı vardır da, ses kayıt aletlerini sağlayan
firmanın adını görmeyiz; bu aletleri olu turacak parçalan üreten firmanın adından bahsedilmediği gibi bu
parçalanıl üretilmesi için hammadde sağlayan fabrikaların adı da yoktur; hammaddeleri ya da mamul
parçalan sağlayan insanların beslenmesi, giydirilmesi, barındırılması, sağlıklı kalması, i lerinin gerektirdiği
beceriler kazandırılması için çalı maları zorunlu olan sayısız insanın adı da geçmez.
Bunların hepsini isim isim saymanın, hatta dolaylı olarak onlardan bahsetmenin imkânı kesinlikle yoktur. Bu
yüzden, birileri jenerikte adları geçecek olanların listesini bir yerde kesmeye karar vermi olmalıdır; ve neyse o
karar, keyfi verilmi tir. Liste, aynı rahatlıkla (ve aynı gerekçeyle ya da gerekçe göstermeksizin) ba ka bir
noktada da kesilebilirdi. Ne kadar dikkatle seçilmi olursa olsun, her nokta mecburen rastlantısal ve
olumsaldır ve de bu yüzden tartı ma konusudur. Tartı ma ciddi olduğu kadar sonuçsuzdur da -zira, ne kadar
kılı kırk yararak çizilmi olursa olsun, hiçbir sınır "nesnel doğru"yu (sadece kaydedilmeyi bekleyen, nesnel
olarak varolan ayrımları) yansıtamaz. Böylesi bir sınır çizgisi içinde kalan hiçbir insan topluluğu gerçek
anlamda kendine yeterli -filmi yapmak için yeterli- bir cemaat olarak görülemez; onun kendi içinde bir
bütünlük olarak "gerçekliği" bir kesme i leminin ürünüdür. Yalnızca tek bir filmin yapımında emeği geçen
insanların tamamı aslında saymakla bitmez (daha doğrusu, bir nokta keyfi olarak seçilip kesme i lemi
yapılmadığı takdirde liste uzayıp gidecektir). Bu haliyle zaten karma ık olan sınır çizme i lemini biraz daha
karı ık hale getirelim ve diyelim ki, bu insanların film için yaptıkları, hayatlarının geri kalan bölümünden
kolayca ayrılamaz; filmin yapımına katkıları, film yapımındaki rolleriyle bağlantısı, olsa bile çok gev ek olan
ba ka kaygıları ve ilgi alanlarını kapsayan hayat etkinliklerinin sadece bir yönüdür. Dolayısıyla filmin
yapımında emeği geçenler listesinin nerede kesileceğine karar verirken, iki anlamda keyfi bir bölme i lemi
yapılır. Đç içe geçmi kar ılıklı bağımlı insan hayatlarından olu an yoğun bir ili kiler ağından, kesilip geri
kalandan
198
ayrıldığı için, "kendi ba ına bir gerçeklik" gibi görünen ince bir dilim alınmı tır; sanki bu bir yanda kendi
içinde yeterli olup öte yanda ortak amaca ve i leve göre içsel bütünlük ta ımaktadır. Aslında, ikisi de doğru
değildir.
Doğrusu u ki, iddia edilen tüm o bağımsız ya da özerk birimler, insan dünyasına özgü görünü te
"özyönetimli", tutarlı tüm o alt kümeler güvenilmez, kırılgan bir doğaya sahip kümelerdir; hepsi engin ve
sınırsız, sürekli ve ayrılmaz bir gerçeklikten açıkça belli, ba edilebilir küçük dünyalar kesmek için giri ilen
yoğun gayretlerin ürünüdür. Filmin sonunda gösterilen jenerik örneğinde, kesme i lemi görece küçük sonuç
doğuran bir i lemdi. Olsa olsa, adları geçmeyen katkı sahipleri adaletin yerine getirilmesi ve hizmetlerinin
öneminin kamuoyu önünde onaylanması talebiyle i lemi dava konusu yapabilirler. Ne var ki, örnek hiçbir
biçimde masum olmayan tezahürleriyle bilinen, çok genel bir belaya i aret ediyor. Bir yandan aksi halde çok
az eyleri ortak olan insanlara aynı ko ulları dayatırken, öte yanda ekonomik ve kültürel bağlarla sıkıca
kenetlenmi insanlar arasına kama sokacak biçimde, devlet sınırlarının kestirip atılması çabalarını dü ünün.
Yine, her bir partnerin içine girdiği, evlilik ili kisinin yalnızca bir yönünü, hem de bağımsız ve hatta belirleyici
olmayan bir yönünü olu turduğu, çok yönlü kar ılıklı bağımlılıkları gözardı ederken, bir evliliği kurtarmak için
alınan önlemleri dü ünün.
Tahmin edilebileceği gibi, bu türden yapay sınırlar çizme, belirleme ve koruma gayretleri, "doğal" (yani,
sağlam, direngen ve deği mez) bölünmeler ve mesafeler eriyip dağıldıkça ve insan hayatları (hatta
birbirlerinden muazzam coğrafi ya da manevi uzaklıkta olan hayatlar) birbirine sıkıca bağlı hale geldikçe,
giderek artan bir ilgi konusu haline gelmi tir - aslında iddetli bir takıntıya dönü mü tür. Bir sınır ne kadar az
"doğal"sa, karma ık gerçekliği o kadar göz göre göre bozar, savunması o kadar fazla dikkat ve bilinçli çaba
ister, o kadar çok baskıya ve iddete davetiye çıkarır. En fazla barı çıl ve en az korunan devlet sınırları,
bütünüyle bakıldığında, "kendi i ine bakan" içsel birlikteliği olan nüfusun yerle tiği toprak parçasının
sınırlarıyla bir biçimde örtü ür. Sık ve yoğun ekonomik ve kültürel alı veri içindeki alanları boydan boya
kesen sınırlar neredeyse her zaman çatı manın ve silahlı mücadelenin bir hedefi olmu tur. Ba ka bir örnek
alalım: Cinsel ili ki erotik a ktan ve "doğal olarak ait olduğu" istikrarlı, çok yönlü ortak ya am ili kilerinden
giderek dajıa fazla koparken, giderek artan bir endi e odağı, büyüyen teknik yenilik dürtüsü ve yer yer
iddete dökülen ruhsal gerilim, haline de gelmi tir.
Diyebiliriz ki, bir bölünmenin önemi, yapılma ve savunulma iddeti, kırılgan hğıyla ve karma ık insan
gerçekliğine verdiği zararın boyutlarıyla birlikte artar. Sadakatle boyun eğilıneyeceği hemen hemen belli
ayrımlar için di e di , göze göz kavga verilir; ayrımları sulandırmadan koruma mücadelesi, ayrımın amacım
gerçekle tirmek için verilen mücadeleden bile daha vah i hale gelir. ,^Z>> Bu, çoğu ki inin, modern toplum
dediğimiz eyin, dünyanın ya adığımız kesiminde" -yakla ık üç yüz yıl önce kurulan ve hâlâ içinde
ya adığımız toplum türünün- belirgin bir i areti olduğunu dü ündüğü bir durumdur. Daha önce yaygın olan
ko ullarda (onları mevcut ko ullardan ayırmak için, sıklıkla "pre-modern" terimi kullanılır), kategoriler arası
ayrımların ve bölünmü lüğün korunmasına genelde günümüze kıyasla daha az dikkat edilir ve daha az gayret
sarf edilirdi; bunun nedeni özellikle farklılıkların doğal, insanın herhangi bir bilinçli çabasını gerektirmeyen bir
ey olarak gö-rülmesiydi. Farklılıklar ku ku götürmez, daimi ve deği mez, insan müdahalesinden bağımsızdı.
Aslında, insan eseri bile değillerdi. Tersine, farklılıklar, içinde her eyin ve herkesin yerinin önceden takdir
edildiği ve sonsuza dek oldukları gibi kalmaya yazgılı olduğu, "Đlahi DüzerTin parçaları olarak algılanıyordu.
Bir asil doğduğu andan itibaren bir asildi ve asillerin yaptığı hemen hiçbir ey onları bu niteliklerinden
mahrum bırakamaz ve ba ka biri yapamazdı. Aynı ey genelde ehirli halk kadar köylü serfler için de
geçerliydi (aksi halde geçit Vermez olan ayrımlar arasında yalnızca dar bir geçi alanını sava ve ibadet
sağlıyordu; bu durum din adamlığı ve askerlik mesleğine verilen dikkatin olağanüstü artı ına ve kilise ile ordu
hiyerar ilerinin olu turulması, korunması ve sürdürülmesine * Yazar Britanya'da ya ıyor, (ç.n.) 200
büyük katkıda bulunmu tur). Aslında insanlık durumu, dünyanın geriye kalanıyla aynı biçimde sağlamca
kurulmu ve yerle mi bir durum olarak görülüyordu: Bundan dolayı, "doğa" ile "kültür", "doğal" ile "insan
eseri" yasalar, doğal ve insani düzenler arasında ayrım yapmanın nedeni yoktu. Bunlar sanki yerinden
oynatılması imkânsız o aynı sert kayadan uyulmu lardı.
Kabaca on altıncı yüzyılın sonuna doğru, Batı Avrupa'da, bu ahenkli ve yekpare dünya tablosu dağıldı
(Britanya'da, bu hemen 1. Elizabeth'in tahta çıkı ı ardından olmu tur). "Đlahi olu zinci-ri"nin hiçbir yerle ik
taksimine tam uymayan insanların sayısında ve görünürlüğünde (ve dolayısıyla onları iyice tanımlanmı ve
çok sıkı göz altında tutulan bir yere oturtma yönündeki kaygılarda) ani bir yükseli görülürken, yasama
faaliyetlerinin temposu da arttı; çok eski zamanlardan beri kendi haline bırakılmı hayat alanlarını düzenleyen
yasalar yürürlüğe kondu; kurallara uyulup uyulmadığını ara tırmak, izlemek ve kuralları korumak ve inat
edenleri silahsızlandırmak ve güçsüzle tirmek üzere uzman birimler yaratıldı. Sosyal bölünmeler ve ayrımlar
artık bir irdeleme, öngörü, tasarım, planlama ve her eyden önce bilinçli, örgütlü ve uzmanla mı çaba
konusu haline gelmi ti. Sosyal düzenin, ormanların, denizlerin ya da çayırların aksine bir insan ürünü olduğu,
ancak insan öznelerin kavrayabileceği ve alabileceği önlemlerle sürekli desteklenmedikçe sonunun geleceği
yava yava , açığa çıkıyordu. Đnsani bölünmeler artık "doğal" görülmüyordu. Bir insan ürünü olarak onlar
iyile -tirilebilirler ya da kötüle tirilebilirlerdi. Durum ne olursa olsun, onlar keyfi ve yapaydı ve öyle de
kalacaktı. Đnsani düzen sanatın, bilginin ve teknolojinin bir konusu olmu tu.
Bu yeni imge doğayı ve toplumu kesin çizgilerle ayırır. Doğa ve toplumun aynı zamanda, "ke fedildiği" de
söylenebilir. Aslında ke fedilen doğa ya da toplum değil, onlar arasındaki ayrım, özellikle her birinin yettiği ya
da istediği pratikler arasındaki ayrımdı. Đnsanlık durumu giderek daha fazla yasama, yönetim ve bilinçli manipiilasyonun ürünleri olarak ortaya çıktıkça, "doğa" insan güçlerinin henüz ekillendiremediği ya da
ekillendirme arzusu duymadığı her eyin, yani, kendi mantığı tarafından yönetilen ve kendi amaçlan için
kullanıp kullanmamak insanlara kalmı her eyin kocaman bir deposu rolünü üstlenmi ti. Filozoflar, krallar ve
parlamentolar tarafından düzenlenen yasalarla benzerlik kurarak "doğa yasalan"ndan bahsetmeye ama aynı
zamanda bu yasaları öncekilerden ayırmaya ba ladılar. "Doğa yasaları" kralın yasalarına benziyordu (yani,
uyulması zorunluydu ve cezai yaptırımlarla silahlanmı tı) ancak kraliyet kararnamelerinden farklı olarak doğa
yasalarının kabul edilebilir hiçbir insan yazarı yoktu (bu yüzden, onların gücü, ister Tanrı'nın iradesi ve idrak
edilemez maksatla yürürlüğe konmu , isterse, kaçılamaz bir zorunluluk gereği, doğrudan kozmik maddelerin
düzenlendiği biçimde nedensel olarak belirlenmi olsun, insan üstüdür).
Olayların birbiri ardından düzenli akı ı, uyumlu parçaların ahenkli bir birliği, eylerin kendilerinden beklendiği
gibi kalacakları bir durum olarak düzen fikri modern zamanlarda doğmamı tır. Yine de, ayrıksı olarak modern
olan düzene duyulan ilgi, onun hakkında bir eyler yapmaya duyulan yakıcı istek, bir ey yapılmadığı takdirde
düzenin kaosa dönü eceği korkusudur. (Kaos eyleri düzenlemekte ba arısızlığa uğramı bir çaba olarak
dü ünülür; öngörülen ve kurulmaya kalkı ılan düzenden farklı bir durum, bu yüzden, alternatif bir düzen
olarak değil düzen denilen eyin yokluğu olarak algılanır. Onu böylesine düzensiz yapan ey gözlemcinin
olayların akı ını denetlemedeki, çevreden istenen yanıtı almadaki, planlanmamı ve arzulanmayan
kendiliğinden olu umları engellemek ya da ortadan kaldırmadaki yetersizliğidir. Kısaca, belirsizliktir.) Modern
bir toplumda, görülen o ki düzen ile kaos arasında ancak insan faaliyetlerinin titiz bir yönetimi durabilir.
Ne var ki, yukarıda gördüğümüz gibi, bağımlılıklar ağının herhangi bir kesiminin, hayat etkinlikleri evreninden
çıkarılmı herhangi bir bile ik ama aynı zamanda kısmi eylemin, sınırları keyfidir ve bu yüzden geçirgen,
kolaylıkla nüfuz edilebilir ve tartı malıdır. Her zaman kısmi olan bir düzenin yönetimi bu yüzden her zaman
eksiklidir, mükemmel olmaktan uzaktır ve öyle kalacaktır. Yapay olarak çizilmi sınırları parça parça eden ve
yöneticilerin tasarılarına etki eden çok sayıda dı bağımlılıklar ve hesap dı ı insan
202
amaçlan ve dürtüleri vardır. Planlanan ve yönetilen kesim kayan kumlara dikilen bir kulübeden, rüzgârda
savrulan bir çadırdan ya da daha doğrusu, içeriğini sürekli deği tirirken eklini koruyan, hızla akan bir
nehirdeki girdaptan ba ka bir ey olamaz.
En iyi halde, engin kaos (yani, olayların plansız ve tasarlanmamı akı ı) ummanına serpi tirilmi düzen (geçici
ve kırılgan) adacıklarından bahsedebiliriz. En amansız düzen kurma gayretleri görece özerk alt bütünlükler
(merkezkaç güçler üzerinde merkezcil güçlerin ortalama ağırlığının bir miktar daha fazla olması, içsel
bağlantılarda bir miktar daha fazla yoğunluk ve bir miktar daha az sonucu etkileyen dı bağlar ile seçilen
bütünlükler) yaratılabilir. Dı çekme üzerinde iç tutmanın üstünlüğü her zaman görelidir, tam değildir. Buna
göre, kaos üzerinde düzenin zaferi hiçbir zaman tam ya da nihai değildir. Görünen hedefe asla varılamazken,
mücadele hiç bitmeyecektir.
Bunu söylediğimizde, önceki bölümlerde birçok kez yaptığımız gözlemlerden genel sonuçlar çıkarmaktan öte
bir ey yapmı olmuyoruz. Bütün insanları bir toprak parçasının yörüngesine ya da bir örgütü açık ve net bir
biçimde ayrı kategorilere sokmaya zorlamanın, onları ya "biz" ya da "onlar", ya yabancılar ya da yerliler, ya
dostlar ya da dü manlar olarak sınıflandırmanın zorluklarını dü ünün. Her zaman ne içerde ne dı arda olan mevcudiyetleri tablonun arılığını bozan ve davranı yönünün netliğini zayıflatan yabancılar-çok sayıda insan
kaldığından, böylesi bir ayrım yapmak için netliğe ula ma çabalarının en içten olanının dahi ba arısızlıkla
sonuçlandığını görürüz. Tam da tüm dikotoıniter -her tür ikili sınıflandırmalar- insanlık durumunun
karma ıklığına uygun dü mediği için, onu çok yönlü gerçekliğe dayatma çabasının kendisi, kaos tehlikesini
gidermeyen ve tasarlanan düzenin tamamlanmasını ilelebet erteleyen daha çok müphemlik yaratır. Ya da,
üyelerinin davranı larını yöneticiler tarafından tespit edilmi tek bir amaca tabi kılmaya ve onları, büro saatleri
dı ında ya adıkları öteki gruplardan getirebilecekleri tüm öteki güdüler ve arzulardan arındırmaya çalı tığında
her bürokratik örgütün kar ıla tığı zorluklan; ya da örgüt içindeki bütün insan ili kilerini örgütsel görevin
tamamlanmasıyla ilgili
mübadeleye indirgemek için verilen umutsuz mücadeleyi hatırlayın -öyle ki burada ki isel tutkular,
kıskançlıklar, sempatiler, dü manlıklar ya da ahlâki motiflerin bürokratik hiyerar inin tepesinden tanımlanmı
o tek amaca yönelik dı layıcı yoğunla maya müdahale etmesine izin verilmez. Bu bağlamdaki en amansız
gayretler, orijinal olarak örgütsel yapının program ve tüzüğünde özetlenmi berrak, ahenkli imgeyi hayata
geçirmekte ba arısızlığa mahkûmdur. Öyle olunca da, ortaya sürekli sadakatsizlik, ikiyüzlülük, itaatsizlik,
ihanet ikâyetleri çıkar.
Yapay bir düzen kurma çabalan ideal hedefleri kar ısında yetersiz kalmaya mahkûmdur. Bunlar görece
özerklik adacıkları olu turabilirler ancak aynı zamanda yapay olarak kesilmi adacığa yakın toprak parçasını
müphemliğin gri bir alanına dönü türürler. Bu nedenle bu çabalar sürmeye mecburdur ve hiç durmayacaktır.
Müp-hemlik (düzensizliğin ya da kaosun özü) bütün açık ve net projelerin, istisna tanımayan
sınıflandırmaların -yani, gerçekliğin öğelerini sanki onlar gerçekten ayrı ve bölünmü , sanki onlar her sınırı
da-ğıtmazmt , sanki onlar tek ama yalnızca tek bir ayrıma aitmi gibi ele almanın- kaçınılmaz sonucudur.
Müphemlik, insanlar ve onların çok sayıdaki özelliklerinin iç ve dı , faydalı ve zararlı, ilgili ve ilgisiz ve anlamsız
olarak kesin çizgileriyle ayrılabileceği -ya da en azından ayrılması gerektiği- varsayımından çıkar. Her
dikotomi müphemlik üretir; her düzen arayı ında zorunlu olarak boy gösteren dikotomik görü olmasaydı,
müphemlik de olmazdı.
Dikotomik "ya bu, ya öteki" görü ü bizatihi üzerinde bütüncül, her yerde hazır ve nazır denetimin
yaygınla tırılabileceği görece özerk ku atılmı parçaya yönelik bir dürtünün ürünüdür. Her tür gücün sınırları
olduğundan, bir bütün olarak evren üzerinde denetim sağlamak insan potansiyelinin ötesinde olduğundan ve
hatta en cüretli insan dü lerinden bile kaçtığından, düzen yaratma pratikte daima düzenli alanı geri kalan
düzensiz kesimden, yabandan ayırma, sınırsız kaos ummanımn ortasında düzen adasının sınırlarını çizine
anlamına gelir. Sorun bu ayırma, bu çit çekmenin nasıl etkili kılınacağı, adayı istila eden ummana engel olacak
sıkı bir barajın nasıl in a edileceği, müphemlik dalgasına nasıl göğüs gerileceğidir.
204
.
Düzen in ası müphemlik kar ısında sava sanatının kullanılmasını gerektirir. Düzen kurmak belirsizlikle sava a
tutu maktır.
Her görece özerk düzen adacığında, her eyin yalınla tırılması-na (yani, her isime yanıt veren açık seçik bir
nesne türünün olduğu ve her nesnenin ilk bakı ta tanınabilecek ve karı tırılması zor bir isim ta ıdığı duruma
eri meye) özen gösterilir. Bu elbette bütün öteki anlamların, 'öteki kapasiteler"in, planlanmamı özelliklerin,
eylerin ve sözcüklerin yasaklanmasını, bastırılmasını ya da ilgisiz olarak ilan edilip gözardı edilmesini
gerektirir. Bu çifte amaca ula mak için, sınıflandırma kıstasları bir yerden tamamen denetlenebilir ve karara
bağlanabilir olmalıdır -o yerden söz konusu parça bir bütün olarak düzenlenip yönetiliyor olmalıdır
(yöneticiler lekelinin -içeri ile dı arı arasındaki sınırın nerede çekileceğine ayrıcalıklı karar verme hakkı,
alanlarına giren her eyi tek ba ına tanımlama yetkinliği- düzeni korumanın ve rnüphemliklen sakınmanın
zorunlu önko uludur; aynı zamanda belki de güdüsüdür). Böyle bir merkezi denetime gelmeyen kıstas, bu
yüzden, genelde yasadı ı ilan edilir; pratikte bunları uzakla tırmak, bastırmak ya da olmazsa etkisiz kılmak için
çaba sarfedilir. Müphemlik, kar ısında tüm bastırma yollarının ve tüm sembolik güçlerin dikildiği dü mandır.
Her Ortodoksluk muhafızının sapkınlara ve muhaliflere kar ı verdiği mücadeleyi hatırlayın. Ve bunun yeminli
dü manlar -dönekler ya da hainler- kar ısında verilen sava tan daha iddetli ve acımasız olduğunu da
hatırlayın.
Harita üzerinde hayali bir hat çizilir. Sonra da buna "devlet sınırı" adı verilir. Silahlı insanlar sınırı a an
"yetkisiz" hareketleri savu turmak için sınır boyunca nöbet tutarlar. Bu insanlar herkesin onları yetkili ki iler hattı kimin geçip kimin geçemeyeceğine karar verme hakkı olan ki iler- olarak tanımalarını sağlayan
üniformalar giyerler. Yine de onlara gerçek kapıcı denemez. Onlar, sınırlarını korudukları devletin ba kentinde
bir yerlerde oturan ba ka otoritenin temsilcileri, aracılar olarak davranırlar. Đ te kimin sının geçmeye yetkili
olduğuna ve kimin durdurulup geri çevrileceğine iradi olarak karar veren bu uzak otoritedir. Bu otorite ilk
kategoriye giren insanlara pasaport verir ve ötekileri tanımlayan yasaklı insanlar listesi olu turur. Bu otorite
tüm otoritelerin yaptığını yapar: Özellikleri hiçbir biçimde kar ılıklı dı layıcı olmayan ve birbirlerinden sonsuz
biçimlerde farklıla an (ve birbirlerine benzeyen) büyük sayılarda insanları kesin olarak, birbirini kar ılıklı
dı layan iki takıma ayırmaya çalı ır. Đ te iradesini hayata geçirmekle me gul böyle bir otoritenin ve çok
sayıdaki aracının sürekli gözü açıklığı sayesinde belli bir insan topluluğu devlet uyrukları olarak kapasitelerini
birle tirerek devletin kararsız kimliğini korurlar. Ki i bu topluluğa ya aittir ya da değildir; üçüncü bir ihtimal,
ara statü, belirsizlik yoktur. Bu kalıp sonsuza kadar tekrarlanır. Ne zaman kapıda üniformalı ya da silahlı
insanlar görseniz, bu kalıbın geçerli olduğunu fark edeceksiniz. Bazen, içeriye girmenize izin verilmesi için,
belli bir futbol takımının onaylanmı ve kabul edilmi bir fanatiği olarak sizi oyunu izleyen tüm yetkisiz
taraftarlardan ayıran bir kimlik kartı göstermeniz gerekir. Ya da ev sahibinin sizi partinin bir konuğu olarak
sınıflandırdığını kanıtlayan bir davetiye. Ya da sizi "bizden biri", kulüp içinden biri olarak tanımlayan bir üye
kartı. Ya da i in havasında olanların veya ilginç kitaplara gözü takılan rastgele ziyaretçilerin okumasından
farklı olarak sizin kütüphanedeki kitapları okumanızın yasal olduğunu bildiren bir öğrenci kartı... Eğer böyle
bir kart, pasaport ya da davetiye gösteremezseniz, her halde kapıdan geri çevrileceksiniz demektir. Eğer bir
biçimde içeri girmenin bir yolunu bulmu ve tespit edilmi seniz, en iyi halde sizden çıkmanız istenecektir. O
alan, aynı kurallara uymaları, aynı otorite tarafından belirlenen ve yürütülen aynı disipline boyun eğmeleri
beklenen özel türden bir grup insan için ayrılmı tır. Davetsiz mevcudiyetiniz bu otoritenin hâkimiyetini
zayıflatır. Otoritenin denetlediği ku atılmı alanın göreli özerkliği, etkile imi rastlantıya bırakan ve bu yüzden
düzen ve intizama girmeyen güçler ve etkilere açıldıkça, dizginlenmemi müphemdik tarafından teslim
alınabilir ya da a ındırılabüir. Genel olarak söylersek, bir devlet ya da öteki örgütler özgün ama her zaman
kararsız türden düzenlerini (ve dolayısıyla kimliklerini ya da göreli özerkliklerini) uzayıp giden bir zaman
boyunca ancak muhafızlar görevlerinin ba ında olduğu müddetçe -kapı bazı insanların ya da ki iliğin bazı
özelliklerinin suratına ka206
paııdığı müddetçe- korunup sürdürülebilir.
Fiziki kapıları ya da fiziki sınırları kapatmak kolay olmaz ancak en azından teknik olarak net bir meseledir. Öte
yandan, bir insan ki iliğini izin verilen ve dı arıda tutulması gereken parçalara ayırmak ve bu iki parça
arasındaki ileti imi yasaklamak çok daha karma ık bir meseledir. Tüm öteki bağlılıkları reddeden ya da askıya
alan örgüte sadakat, yaratılmasının zorluğuyla bilinir ve sıklıkla en hünerli ve yaratıcı kestirme yolların
kullanılmasına esin kaynağı olmu tur. Bir irketin ya da bir kurumun çalı anlarının sendikalara ya da politik
hareketlere üye olmaları engellenebilir. Ya da örgüte ait olmayan insanlar ile örgütsel meseleleri konu mak,
dü ünmek ve tartı mak yasaklanabilir (eğer bu kuralı çiğnerlerse, onlar bu "yaban-cılar"m fikir ve yargılarını
örgüt otoritelerinin resmi görü leri ile kıyaslayabilir ve bu ikincilerin söylendiği gibi tartı ılmaz olmadıklarını
fark edebilirler). Devlet memurlarına devlet organlarının faaliyetleri ve amaçları ile ilgili bilgiyi if a etmesini,
bu bilgiyi bütün yurtta ların hizmetine sokmak kamu yararına, yani tanım gereği, devlet birimlerinde
çalı anlardan ba ka insanların çıkarlarına olsa bile, yasaklayan malum Devlet Sırları Yasası'nı hatırlayın.
Örgütlerin bilgi akı ını engelleme eğilimlerinin nedeni, yapay olarak çizilmi sınırlar boyunca uzanan ki isel
bağların ve ki iliğin birliğinin tehlikeli bir belirsizlik olarak yorumlanması ve bu yüzden -örgütlerin ve
yöneticilerinin bakı açısından- düzene en ciddi tehdit haline gelmesidir. Casusları ve hainleri yaratan, sırların
korunmasıdır; ya da daha doğrusu, aksi halde masum ve "doğal" bazı insan eylemlerine ihanet ve
bozgunculuk damgası vuran sırların korunmasıdır.
Kaçınılmaz olarak bütün yapay olarak çizilmi sınırları ku atan müphemlik alanı ile bu müphemliği etkisiz hale
getirmek ve bastırmayı hedefleyen incelikli strateji dizisi ufku toprak ya da i lev düzeyinde (her zaman göreli
ve kararsız) özerkliğin tek sonucu değildir. Doğal bağlılık ve bağımlılık ağları yırtılır ve parçalara ayrılır, yapay
olarak dikilmi sınırlar üzerinden ileti im durdurulur -ve böylelikle sınır çizmek hiç kimsenin kestiremediği,
hesaplayamadığı ya da arzulamadığı sayısız yan etkiler de doğurur. Göreli özerk birimlerin birinde kar ıla ılan
soruna uygun, rasyonel bir çözüm
listesi olu turur. Bu otorite tüm otoritelerin yaptığını yapar: Özellikleri hiçbir biçimde kar ılıklı dı layıcı
olmayan ve birbirlerinden sonsuz biçimlerde farklıla an (ve birbirlerine benzeyen) büyük sayılarda insanları
kesin olarak, birbirini kar ılıklı dı layan iki takıma ayırmaya çalı ır. Đ te iradesini hayata geçirmekle me gul
böyle bir otoritenin ve çok sayıdaki aracının sürekli gözü açıklığı sayesinde belli bir insan topluluğu devlet
uyrukları olarak kapasitelerini birle tirerek devletin kararsız kimliğini korurlar. Ki i bu topluluğa ya aittir ya da
değildir; üçüncü bir ihtimal, ara statü, belirsizlik yoktur. Bu kalıp sonsuza kadar tekrarlanır. Ne zaman kapıda
üniformalı ya da silahlı insanlar görseniz, bu kalıbın geçerli olduğunu fark edeceksiniz. Bazen, içeriye
girmenize izin verilmesi için, belli bir futbol takımının onaylanmı ve kabul edilmi bir fanatiği olarak sizi
oyunu izleyen tüm yetkisiz taraftarlardan ayıran bir kimlik kartı göstermeniz gerekir. Ya da ev sahibinin sizi
partinin bir konuğu olarak sınıflandırdığını kanıtlayan bir davetiye. Ya da sizi "bizden biri", kulüp içinden biri
olarak tanımlayan bir üye kartı. Ya da i in havasında olanların veya ilginç kitaplara gözü takılan rastgele
ziyaretçilerin okumasından farklı olarak sizin kütüphanedeki kitapları okumanızın yasal olduğunu bildiren bir
öğrenci kartı... Eğer böyle bir kart, pasaport ya da davetiye gösteremezseniz, her halde kapıdan geri
çevrileceksiniz demektir. Eğer bir biçimde içeri girmenin bir yolunu bulmu ve tespit edilmi seniz, en iyi halde
sizden çıkmanız istenecektir. O alan, aynı kurallara uymaları, aynı otorite tarafından belirlenen ve yürütülen
aynı disipline boyun eğmeleri beklenen özel türden bir grup insan için ayrılmı tır. Davetsiz mevcudiyetiniz bu
otoritenin hâkimiyetini zayıflatır. Otoritenin denetlediği ku atılmı alanın göreli özerkliği, etkile imi rastlantıya
bırakan ve bu yüzden düzen ve intizama girmeyen güçler ve etkilere açıldıkça, dizginlenmemi müphemlik
tarafından teslim alınabilir ya da a ındırılabilir. Genel olarak söylersek, bir devlet ya da öteki örgütler özgün
ama her zaman kararsız türden düzenlerini (ve dolayısıyla kimliklerini ya da göreli özerkliklerini) uzayıp giden
bir zaman boyunca ancak muhafızlar görevlerinin ba ında olduğu müddetçe -kapı bazı insanların ya da
ki iliğin bazı özelliklerinin suratına ka-206
pandığı müddetçe- korunup sürdürülebilir.
Fiziki kapıları ya da fiziki sınırları kapatmak kolay olmaz ancak en azından teknik olarak net bir meseledir. Öte
yandan, bir insan ki iliğini izin verilen ve dı arıda tutulması gereken parçalara ayırmak ve bu iki parça
arasındaki ileti imi yasaklamak çok daha karma ık bir meseledir. Tüm öteki bağlılıkları reddeden ya da askıya
alan örgüte sadakat, yaratılmasının zorluğuyla bilinir ve sıklıkla en hünerli ve yaratıcı kestirme yolların
kullanılmasına esin kaynağı olmu tur. Bir irketin ya da bir kurumun çalı anlarının sendikalara ya da politik
hareketlere üye olmaları engellenebilir. Ya da örgüte ait olmayan insanlar ile örgütsel meseleleri konu mak,
dü ünmek ve tartı mak yasaklanabilir (eğer bu kuralı çiğnerlerse, onlar bu "yaban-cılar"m fikir ve yargılarını
örgüt otoritelerinin resmi görü leri ile kıyaslayabilir ve bu ikincilerin söylendiği gibi tartı ılmaz olmadıklarını
fark edebilirler). Devlet memurlarına devlet organlarının faaliyetleri ve amaçları ile ilgili bilgiyi if a etmesini,
bu bilgiyi bütün yurtta ların hizmetine sokmak kamu yararına, yani tanım gereği, devlet birimlerinde
çalı anlardan ba ka insanların çıkarlarına olsa bile, yasaklayan malum Devlet Sırları Yasası'm hatırlayın.
Örgütlerin bilgi akı ını engelleme eğilimlerinin nedeni, yapay olarak çizilmi sınırlar boyunca uzanan ki isel
bağların ve ki iliğin birliğinin tehlikeli bir belirsizlik olarak yorumlanması ve bu yüzden -örgütlerin ve
yöneticilerinin bakı açısından- düzene en ciddi tehdit haline gelmesidir. Casusları ve hainleri yaratan, sırların
korunmasıdır; ya da daha doğrusu, aksi halde masum ve "doğal" bazı insan eylemlerine ihanet ve
bozgunculuk damgası vuran sırların korunmasıdır.
Kaçınılmaz olarak bütün yapay olarak çizilmi sınırları ku atan müphemlik alanı ile bu müphemliği etkisiz hale
getirmek ve bastırmayı hedefleyen incelikli strateji dizisi ufku toprak ya da i lev düzeyinde (her zaman göreli
ve kararsız) özerkliğin tek sonucu değildir. Doğal bağlılık ve bağımlılık ağları yırtılır ve parçalara ayrılır, yapay
olarak dikilmi sınırlar üzerinden ileti im durdurulur -ve böylelikle sınır çizmek hiç kimsenin kestiremediği,
hesaplayamadığı ya da arzulamadığı sayısız yan etkiler de doğurur. Göreli özerk birimlerin birinde kar ıla ılan
soruna uygun, rasyonel bir çözüm olarak görünen ey bizatihi ba ka birim için sorun haline gelir.
Görünü lerinin tersine, birimler sıkı bir biçimde birbirlerine bağımlı olduklarından, sorun çözme etkinliği
sonuçla ilk ba ta o i i üstlenmi birimin ayağına dolanır. Bu, ba langıçtaki sorunun sürekli çözümünü
beklenenden daha zorla tıracak, hatta bütünüyle imkânsız kılacak ekilde, durumun tüm dengesinde hesapta
ve planda olmayan bir kaymaya yol açar. Bu gibi yan etkilerin malum örneği, çözüm arayıcılarının
pratiklerinde ve tahayyüllerinde me gul oldukları sınırlı toprak parçasına ister yakın ister uzak olsun, herhangi
bir ülkenin ve halkın varolu unu tehlikeye sokacağından korkulan, gezegenimizin ekolojik ve iklim dengesinin
tahrip edilmesidir. Yeryüzünün doğal kaynaklan, sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirerek ve sorunun
sürekli bir çözüme kavu turulmasını daha da zor-la tırarak tüketilmi tir. Endüstriyel Örgütlenmeler havayı ve
suyu kirletmi ve böylelikle insan sağlığı ve kentsel geli meden sorumlu olanların ba ına yeni birçok belalı
sorun çıkarmı tır. Kendi yürüttükleri faaliyetlerin örgütlenmesini iyile tirme gayreti içindeki irketler emek
gücünün kullanılmasını rasyonelle tirmi tir ancak bu aynı zamanda i çilerinden birçoğunun gereksiz
olduğunun ilanı ve kronik i sizlik, sefalet adacıkları ve çöküntü alanlarının getirdiği yeni sorunlar anlamına
gelmi tir. Bir zamanlar hareketlilik ve ula ım sorununu çözeceği umut-edilen özel otoların ve otoyolların,
havaalanlarının ve uçakların mantar gibi çoğalması trafik tıkanıklığı, hava kirliliği ve gürültü yaratıyor,
insanların tüm yerle im alanlarını tahrip ediyor ve birçok yerle im alanını oturulmaz kılacak ekilde kültür
hayatının ve hizmet sunulmasının merkezile mesine yol açıyor; bu yüzden yolculuk, bir yanda daha zor ve
yorucu hale gelirken, öte yanda çok daha zorunlu (i yerleri artık yerle im alanlarından çok uzakta) ya da her
zamankinden daha çekici (birkaç günlük tatil için bile olsa "ondan kaçıp uzakla mak") hale geldi. Yetmezmi
gibi, otomobiller ve uçaklar çözmeyi amaçladıkları sorunu tersine azdırmak ve ağırla tırmakla kalmamı ,
gelecekte çözümlerin uygulanabilirliğini de azaltmı tır. Hiçbir ey yapmamı -larsa, geni letme vaadinde
bulundukları kolektif özgürlüğü daralt-mı lardır.
208
Bu a kınlık göründüğü kadarıyla evrenseldir ve hiçbir kaçı yolu da sunmaz. Kökleri, içinde ya adığımız
dünya ile birlikte insan türünün tamamını kucaklamaksızın yapamayan bütünden yapay olarak koparılan
herhangi bir varlığın özerkliğinin göreliliğin-de yatar. Özerklik en iyimser bakı la kısmidir, en kötümser bakı la
ise tümden hayal ürünüdür: Özerklik sıklıkla ancak tüm failler arasındaki ve her failin yaptığı eyler arasındaki
çok çe itli ve zengin bağlantılar kar ısında kör olduğumuz ya da gözlerimizi bile bile kapadığımız için ortaya
çıkan bir durum gibi görünür (Bu beni ilgilendirmez. Bu benim sorumluluğumda değil. Karde imin vekili ben
miyim? Her koyun kendi bacağından asılır. Sona kalan dona kalır). Herhangi bir sorunun çözümünün
planlanması ve hayata geçirilmesinde hesaba katılan unsurların sayısı, verili sorunun kaynaklandığı durumu
etkileyen ya da ona bağlı olan unsurlar toplamından her zaman daha küçüktür. Hatta denebilir ki, güç, yani
düzeni tasarlama, yürürlüğe koyma ve koruma kapasitesi, ihmal edilmediklerinde bizatihi düzeni imkânsız
kılan çok sayıda unsuru gö-zardı etme, ihmal etme, bir kenara koyma yetisinden ibarettir. Güç sahibi olmak,
ba ka eyler yanında, neyin önemli neyin önemsiz olduğuna; neyin düzen mücadelesi açısından anlamlı
olduğu, neyin kaygı duyulacak bir ey olmadığına karar vermeye muktedir olmaktır. Ne var ki, sorun, bu
yapıldığında anlamsız görülen unsurların varlıklarını kaybetmemeleridir.
Anlamlılık ve anlamsızlık tayini her zaman olumsal olduğundan (yani, anlamlılık çizgisinin belli bir biçimde
çizilebilmesinin ağırlıklı bir nedeni yoktur; bu çizgi çok deği ik biçimlerde çizilebilir), karar ate li tartı malara
konu olabilir ve sıklıkla olur da. Mo-' dern çağın e iğinde, çığır açıcı güç mücadeleleri himaye sisteminden,
bazı modern dü ünürler tarafından esefle kar ılanan ve bazı modern protesto hareketlerinin kar ı çıktığı nakit
bağına geçi etrafında geli ti. Fabrika sahiplerinin "makine kolu"nun (i çilere verilen bu isim, i verenler için
onların birer koldan ibaret olduğu mesajını iletir) kaderine kar ı akıl almaz ilgisizlikleri kar ısında, geli meye
ba layan fabrika sistemini ele tirenler en üstten en alta herkesi içine alarak "büyük bir aile" gibi duran zanaat
atölyelerinin, hatta kırsal malikâne sisteminin pratiklerini hatırlıyordu. Atölyenin ve toprağın efendisi
acımasız, despot bir patron olabilir ve i çilerin alın terini acımasızca sömürebilirdi ancak i çiler de ondan
ihtiyaçlarına özen göstermesini ve -eğer en kötüsü ba a gelirse- onları felaketten kurtarmasını beklerdi. Đ çiler
kendilerine ya ayacak bir yer sağlanmasını, hastalık ya da doğal afet durumunda yardım edilmesini, hatta
ya lanıp i e yaramaz hale geldiklerinde gelir bağlanmasını bekleyebilirdi. Eskinin âdetlerinin tam tersine, bu
tür beklentiler fabrika sahipleri tarafından me ru kabul edilemezdi. Onlar çalı tırdıkları i çilere çalı ma
saatlerinde kullandıkları emeklerinin kar ılığını ödüyordu, gerisi -ısrarla belirttikleri gibi- i çilerin kendi
sorumluluğuna kalmı tı. Ele tirmenler ve fabrika i çilerinin sözcüleri bu tür "suya sabuna dokuıımayı "
kar ısında öfke duyuyordu. Bu ki iler fabrika disiplininin talep ettiği her gün sürekli, bıkkınlık veren ve yorucu
çabanın i çileri fiziki olarak tükettiğine ve manevi olarak yıprattığına ve böylesine derinden etkilenen aynı
bireyler ile ailelerinin hayatları için fabrika patronlarının herhangi bir sorumluluk üstlenmeye yana madığına;
makine kolları fabrika rejiminin yönetimindeki çarklar arasından çıktıklarında "insan artıklan"na
dönü tüklerine (artık olarak sınıflanan fabrika üretiminin öteki parçalan gibi, i çiler de üretim planı açısından
i e yaramaz olarak değerlendiriliyorlardı; onlar nihai ürünün, kârlı kullanım imkânları tükendiği için ilgi odağı
olmaktan çıkan, dikkat edilmeyen ve sonuçta basitçe fırlatılıp atılan vazgeçilmez bir parçası idiler) i aret
ediyorlardı. Ele tirmenler aynı zamanda fabrika sahipleri ile makine kolları arasındaki ili kinin aslında basit bir
ücret kar ılığında emek gücü alı veri iyle sınırlı olmadığına i aret ediyorlardı: Emek i çinin ki iliğinden
koparılıp yalıtılamayacağı gibi, toplam bir nakit de patronun ki iliğinden ayrılamaz. "Emek vermek" bütün
ki iyi, bedenini ve ruhunu, patron tarafından belirlenen göreve ve patron tarafından karar verilen çalı ma
ritmine tabi kılmak anlamına gelir. Gözlerini yalnızca "kullanı lı" ürüne dikmi patronlar bunu kabul etmekten
ölesiye nefret etseler bile, i çiden ücret kar ılığında bütün ki iliğini ve özgürlüğünü vermesi istenir. Fabrika
sahiplerinin kiraladığı i çiler üzerindeki gücü, kendini özellikle görünü te
210
FI4ARKA/Sosyoloiik Dü ünmek
denk eylerin mübadelesindeki bu asimetriden yakayı sıyırmalarında gösteriyordu. Đ verenler çalı manın
anlamını belirliyordu ve ilgilendikleri meselenin ne olup ne olmadığına karar verme hakkını kendilerine
saklıyorlardı -bu hakkı i çilerine tanımıyorlardı. Aynı ekilde, i çilerin daha iyi çalı ma ko ulları ve üretim
sürecinin i leyi inde ve bu süreçte kendi rollerini ve görevlerini belirlemede daha fazla söz hakkı için
verdikleri mücadele i verenlerin fabrika düzeninin sınırları ve içeriğini belirleme hakkına kar ı verilen bir
mücadeleye dönü mek zorundaydı.
Fabrika sisteminin sınırlarının tanımlanması üzerine i çiler ile i verenler arasındaki mücadele, bütün düzen
tanımlarının zorunlu olarak ate leyeceği türden çatı maya yalnızca bir örnektir. Her tanım olumsal
olduğundan ve son tahlilde yalnızca birilerinin onu uygulama gücüne dayandığından, ilke olarak tartı malıdır
ve aslında zararlı etkilerinin kurbanı olanların itirazlarıyla kar ıla acaktır. Örneğin, taze su kaynaklarının
kirletilmesini, zehirli atıkların dökülmesini ya da yeni bir maden ocağının veya yeni bir otoyolun çevreye
verdiği zararı kimin kar ılaması gerektiğine ili kin bitip tükenmek bilmez ate li bir tartı ma duyarsınız. Bu tür
tartı malar tarafsız, nesnel çözümler olmadığından ve yalnızca güç mücadelesi ile çözülebileceğinden, ilke
olarak sonsuza dek sürer. Birisinin artığı pekâlâ ba ka birinin hayat ko ulunun önemli bir öğesi olabilir.
Anla mazlık konuları olduğu noktadan dü ünen göreli özerk varlığa bağlı olarak farklı görünür ve anlamları
tamamen bu kısmi düzenlerde i gal ettikleri yerden türer. Sıklıkla çok sayıda kar ıt baskılar tarafından
hırpalanan bu konular sonuçta hiç kimsenin önceden planlamadığı ve hiç kimsenin kabul edilebilir bulmadığı
bir biçim alır. Çok sayıda kısmi düzen tarafından etkilenmi olduğundan, kalkıp hiç kimse bunlara "benim
sorumluluğum" demez.
Modern zamanlarda, insan eyleminin teknolojik araçlarının gücü ve onunla birlikte uygulamanın sonuçları da
geli tiğinden, sorun çok daha yakıcı bir hale gelmi tir. Her bir düzen adacığı daha fazla biçimlendirilebilır,
rasyonelle mi , daha iyi denetlenir ve daha etkin uygulanır hale geldiğinden, çok sayıda böylesi
mükemmelle -tirilmi kısmi düzenler tam bir kaosa neden olur. Planlanmı , maksariı, rasyonel olarak
tasarlanmı ve sıkı biçimde denetlenen eylem-lerin uzak sonuçlan kestirilemeyen, denetlenemeyen birer
karga a olarak geri teper.-Sera etkisinin olası korkunç sonuçlarını dü ünün - daha fazla verimlilik ve daha
fazla üretim adına giri ilen sayısız çabanın önceden tahmin edilemeyen toplam ürünü (her bir çaba, tek
ba ına alındığında, elden geldiğince bilimsel olarak yürütülmü ve her zaman eldeki i açısından çok iyi
gerekçelendirilmi ti); ya da çevreye genetik olarak yeni tasarlanmı canlı organizma çe itleri salmanın henüz
tahayyül edilemeyen sonuçlarım dü ünün - bunların her biri ayrı ayrı bilimsel bir amaca çok iyi hizmet ediyor
ama hepsi bir araya geldiğinde, ekolojik dengeyi hiç kimsenin kestire-mediği bir biçimde deği tirecekleri
kesindir. Nihayetinde, atmosfere her zehirli madde bo altılması yalnızca u ya da bu göreli özerk
örgütlenmenin kar ıla tığı özgün bir sorun açısından gayet anla ılır ve içten olarak en iyi, en rasyonel (en
üretken ve en az maliyetli) çözüm arayı ının bir yan ürünüdür. Yeni ke fedilen her virüs ya da bakterinin
açıkça.tanımlanmı bir amacı ve yerine getireceği somut bir faydalı görevi yardır; örneğin, mısır ve buğday
tarlalarında verimi tehdit eden özel olarak zararlı bir parazitin yok edilmesi. Đnsan genlerinin manipülasyonu,
eğer izin verilirse, aynı ekilde böyle arzulanan, doğrudan hedeflere yönelecektir; örneğin, özel bir kusurun ya
da belli bir hastalığa kar ı zayıflığın önlenmesi. Ne var ki, bütün bu durumlarda, üzerinde "odaklanılan"
durumdaki deği iklikler çok sayıda öteki "odak dı ı" eyi etkilemeden edemez; bu planlanmamı ve önceden
kestirilemez etkiler orijinal, bir zamanlar can sıkan ancak imdi ba arıyla çözülen sorundan daha zararlı
olabilir. Tarımdan alınan ürünü artırmakta kullanılan suni döllendirici-ler meseleyi tüm çıplaklığıyla ortaya
serer. Toprağı besleyen nitrat, ilan edilen etkisini gösterir, yani ürünü birkaç katına çıkarır. Gelge-lelim,
yağmur damlaları gübrenin büyük bir kısmını yeraltındaki su kaynaklarına ta ır, böylelikle yeni ve daha az
uğursuz olmayan bir sorun doğar: Suyu tüketilecek hale sokmak için suyun toplandığı yeraltı havzalarının
temizlenmesi. Yeni sorun, hiç ku kusuz eski reaksiyonun sonuçlarım ortadan kaldırmak için yeni kimyasal
reaksiyonlardan yararlanacak arıtma tesislerinin kurulmasını gerektirir. 212
Er ya da geç yeni i lemin de kendine özgü kirletici etkilerinin olduğu ke fedilecektir: Bu i lemler artık su
yalaklarını doldurmu olan zehirli yosunlara bereketli beslenme alanları yaratır.
Demek ki, kaosa kar ı mücadele görünür bir sonuca ula maksı-zın sürüp gidecektir. Ne var ki, ele geçirilip
zaptedilecek kaos, artan bir oranda, sorun çözme yeni sorunların yaratılmasına neden olduğundan ve her
yeni sorunla tıpkı eski yöntemlerle -mevcut sorunu çözmenin en kısa, en ucuz, "en makul" yolunu bulmakla
görevlendirilen bir ekip tayin etmekle- ba edilemediğinden, insanın maksatlı, düzen kurma etkinliğinin bir
ürünü olacaktır. Süreçte öteki unsurlar ne kadar çok hesap dı ı bırakılırsa, tutulan yol o kadar çok kestirme,
ucuz ve rasyonel olacaktır.
Oimdiye kadar bulduklarımızı u ekilde toparlayabiliriz: Kaos yerine düzen getirme, yakın çevremizdeki dünya
parçasını kural tanır, kestirilebilir ve denetlenebilir kılma mücadelesi sonuçsuz kalmaya mahkûmdur çünkü bu
mücadelenin kendisi kendi ba arısına en önemli engeli olu turur: Kaos, düzensiz (kuralı çiğneyen,
kestirilemez ve denetlenemez) olguların çoğu özellikle dar bir alana odaklanmı , hedefli, görev yönsemeli, tek
sorun çözücü eylemlerden doğar. Đnsan dünyasının bir parçasını, insan etkinliğinin özgün bir alanını düzenli
kılma yönünde atılan her yeni adım, eski sorunları ortadan kaldırsa bile, yeni sorunlar yaratır. Her yeni adım
yeni türden müphemlikler doğurur ve böylelikle -benzer sonuçlar doğuracak- daha ba ka adımların atılmasını
zorunlu kılar.
Ba ka bir ifadeyle, modern yapay düzen arayı ının ba arısı bizatihi kendi en derin, en kaygı yaratan zaafının
nedenidir. Đnsanlık durumunun yönetilemez bütünlüğünü, küçüklüğü ve zamanla sınır-lanmi lığı yüzünden
tam olarak gözlenebilir, denetlenebilir ve yönlendirilebilir olan, çok sayıda küçük, dolayımsız görevlere
parçalamak insan eylemine e ine raslanmamı bir verimlilik kazandırmı tır. Eldeki i ne kadar çok kesin, sınırlı
ve açıkça tanımlanmı olursa, o kadar ba arıyla yapılabilir. Aslında, i yapmanın özel olarak modern tarzı,
parasal değerine göre (yani, verili maliyete kar ılık elde edilen doğrudan sonuca göre) ölçüldüğü müddetçe,
tüm öleki tarzlardan hiç tartı masız üstündür. Modern eylem biçimi rasyonel -fiili sonuçlan amaçlanan eye
göre ölçen ve kaynaklarla emek gücü harcamalarını hesaplayan araçsal aklın gerekleri- olarak
tanımlandığında, kastedilen tam da budur. Ne var ki, burada gözden kaçırılan ey, bütün maliyetlerin değil,
yalnızca faillerin kendilerinden doğan maliyetlerin hesaba katıldığı; bütün sonuçların değil, yalnızca failler
tarafından ya da failler adına belirlenen görevin tamamı ile ilgili sonuçların gözlendiği gerçeğidir. Öte yandan,
eğer tüm kayıp ve kazançlar hesaba katılacak olsaydı (eğer böylesine olağanüstü tutkulu bir giri im
her eyden önce uygulanabilir olsaydı), i yapmanın modern tarzı üstünlüğünden çok ey kaybederdi. O
zaman, sayısız kısmi ve ayrı rasyonel eylemin sonucunun daha fazla, daha az değil, tam bir irrasyonellik
olduğu pekâlâ ortaya çıkabilirdi. Ve sorun çözmekteki en çarpıcı ba arıların çözüm gerektiren sorunlar
toplamına yenilerini eklemekten ba ka i e yaramadığı. Bu belki de, tüm modern toplumların en bariz
göstergesi olan düzen arayı ı ve müphemlikle mücadelenin en bıktırıcı ama kaçınılmaz iç çeli kisidir.
Biz hepimiz hayatlarımızı yerine getirilecek ödevler ve çözülecek sorunların bir koleksiyonu olarak dü ünmeye
alı tırıldık. Bir sorun bir kere tespit edildiğinde, alı ageldiğimiz üzere, görevin onunla nasıl ba a çıkacağımızı
açıkça gösteren bir biçimde onu tam olarak tanımlamak olduğunu dü ünürüz (canımız sıkıldığında, moralimiz
bozulduğunda ya da bunaldığımızda ilk tepkimiz "Sorunum ne?" diye sormak ve onunla nasıl ba edileceğine
dair uzman tavsiyesine ba vurmaktır). Bu bir kere yapıldığında, can sıkan sorunu defetmenin artık sadece
doğru kaynaklan bulma ve kendini sabırla i ine verme meselesi olduğunu sanırız. Oayet hiçbir ey olmamı ve
sorun halledilememi se, kendi cehaletimizi, ihmalimizi, tembelliğimizi ya da beceriksizliğimizi suçlu buluruz
( ayet moral bozukluğu sürerse, bu durumu ya sıkıntılarla mücadele kararlılığımızın yokluğu ya da ele alınan
"sorun"un nedenlerini yanlı tanımlamamızla açıklarız). Gelgelelim, hayal kırıklığı ve a kınlık ne kadar
karma ık olursa olsun, doğru bilgi, beceri ve çabayla, her bir durumun sonlu bir dizi soruna
parçalanabileceğine, bu sorunların her biriyle ba arılı bir biçimde ba edilebileceğine (zararsız hale
getirilebilece214
ği ya da ortadan kaldırılabileceğine) inancımız eksilmez. Kısaca, hayat uğra ının tek tek sorunlara
parçalanabileceğine ve her sorunun bir çözümü, her çözümün de özgün bir aracı ve yöntemi olduğuna, yoksa
bulunması gerektiğine inanırız.
Đ te bu inanç hem modern zamanların parlak ba arılarının nedenidir hem de, sözkonusu ba arıların ardı sıra
gelen tehlikeler ve hayal kırıklıkları ile kar ıla tıkça bugün artık bilimsel ve teknolojik sürecin toplam bedeli
saymaya ba ladığımız, günümüz toplumlarındaki çoğalan endi elerin sorumlusudur. Kısaca göreceğimiz gibi,
modern durumun bu yapısal belirsizliğinin tam bir kopyasını hayatlarımızı planlama ve ya ama tarzımızda
buluruz. Hayat uğra ına dalmak
Sizin gibi (umarım) ben de zeki ve becerikli biriyim. Evde pek çok ey yapabilirim. Örneğin, elektrik devre
anahtarını, bir duyu ya da prizi tamir edebilirim. Hatta bu amaçla tornavida, sigortalar, çe itli çapta kablolar
bile bulundururum. Ancak bazen öyle olur ki, alet edavat kutusunda gerekli eyi bulamam; örneğin, masa
lambamı odanın farklı bir kö esine yerle tirmem gerek ve bu yüzden bir uzatma kablosuna ihtiyacım var ama
yeterli uzunlukta kablom yok. Ama nereden bulacağımı bilirim; bir elektrikçinin ihtiyaç duyabileceği bütün
malzemeleri stokta bulunduran özel dükkânlar var. Ev i lerini yapmak için gerek duyulan her eyi bulunduran
kendi ba ına 3'apılabilecek i ler için malzeme satan dükkânlar da var. Bir kere böyle bir dükkâna gittim;
kabloyu zemine raptetmek için ihtiyaç 216
duyduğum çiviler buldum ancak çivileri ararken daha önce görmediğim türden birkaç araç gereç gözüme
çarptı. Bunların her biri, eğer yerinde kullanılırlarsa, ya adığım hayat biçimine bir eyler ekler. Örneğin, voltaj
ayarlı bir anahtar, ı ığın iddetini deği tirme imkânı sağlar. Bir ba ka elektronik anahtar güne in doğu una ya
da batı ına göre ya da benim önceden ayarladığım zamana göre ı ığı kendi ba ına yakıp söndürecektir. Bu
aletleri daha önce hiç kullanmadım ama bana parlak bir fikir gibi geldiler. Kullanımlarını ve tam olarak nasıl
çalı tırılacaklarını açıklayan bir kitapçığı ilgiyle okudum. Onlardan satın aldım ve eve yerle tirdim. Ancak
onların tamirinin eski anahtarlara göre daha zor olduğunu fark ettim. Bozulduklarında, tornavida pek i e
yaramıyor. Bir kere lehimlenmi , açılmıyorlar ve benim gibi acemi bir tenekecinin açması imkânsız. Ba ka bir
alet satın almam ve eskisinin yerine koymam gerek. Bazı araç gereç yedek parçalarla gelir, öyle ki neyse onu
tamamıyla atmadan bir parçası yerine ba kasını koyabilirim.
Tüm bunlar birçok elektrikli aygıttan faydalanma imkânı verir. Ku kusuz, geceleri karanlıkta oturmaktan
kurtulmak için elektrikten faydalanırım. Ancak çok sayıda ba ka kullanımları da vardır ve yıllar geçtikçe bu
sayı katlanarak artmaktadır. Örneğin, gömleklerimi leğende yıkadığım günleri hâlâ hatırlarım. Oimdi onları
elektrikli çama ır makinesine koyuyorum. Yıllar önce otomatik bir çama ır makinesi satın aldım; o zamandan
beri, bu makinelere uygun özel bir deterjan alıyorum (hatırladığım kadarıyla, makinalar otomatik olmadan
böyle bir deterjan yoktu). Geçen yıldan bu yana bula ıkları mutfak lavabosunda elimle yıkamıyorum. Oimdi bir
elektrikli bula ık makinem ve bula ık makinelerine özel sıvı deterjanım var. Birkaç gün önce bula ık
makinemde bir eyler ters gitmeye ba ladı. Ne yapacağımı a ırdım. Küçük bir partinin bula ıklarını yıkamak
bana neredeyse imkânsız bir angarya gibi geldi, halbuki geçtiğimiz yıl kaç kere yıkamı tım... Bu yetmezmi
gibi, elektrikli tıra makinem de tıkanmaz mı! Onsuz tıra olmayı gerçekten unutmu um. Đki gün tıra sız
dola tım; benimki gibi tıra makineleri için gerekli bütün yedek parçaları bulunduran bir tamirci dükkânını
daha yeni buldum. Ve elbette, birkaç saat aralıksız enerji kesintisi uygulandığında, o unutamadığımız genel
grev vardı. Gerçek bir karabasandı. Radyom sustu, televizyonum karardı. Ak amlarımı nasıl geçireceğimi
bilmiyordum. Kitap mı? Gözlerimin mum ı ığında okumaya uygun olmadığını fark ettim. Ardından, kesintinin
en iddetle uygulandığı zaman, telefonlar da kesilmez mi! Birden dostlarım ve i arkada larım gözüme sonsuz
uzak ve eri ilmez göründüler. Dünyam, kelimenin tam anlamıyla, yıkıldı... O deh etli dünyada tek ba ına terk
edilmi lik duygusunu hatırlıyorum da, gün be gün üzerinde bir an bile olsun dü ünmeden yaptığım basit
eyler aniden nasıl ba edece-ğimi bilmediğim ağır birer yüke dönü tüler.
Bütün bunları söyledikten sonra, tekrar ba ta söylediklerim üzerine -zeki ve becerikli biri olduğum, günlük
hayatta ihtiyaç duyduğum türden her eyi yapabildiğim hakkında- dü ünmeye ba lıyorum. Oimdi her eyin
eskisi kadar basit olmadığını görüyorum. Beni böyle akıllı, kendine güvenen bir ki i yaptığını dü ündüğüm
becerilerim beni hiç de bağımsız kılmıyor. Tam tersine, beni dükkânlara, elektrik santrallerine, çok sayıda
uzman ve tasarımcının yaptığı sayısız ke fe, ürettikleri araç gerece, olu turdukları çarelere ve talimatlara
tutsak ediyor. Onlar olmaksızın hayatımı ya ayamam.
Geriye dönüp baktığımda, onlara bağımlılığımın yıllar geçtikçe arttığını görebiliyorum. Uzun zaman önce,
tıra olmak için sıradan bir ustura kullanırdım. Ku kusuz, usturayı yapamazdım ancak bir kere bir ustura
edindiğimde onu kolaylıkla bileyebilir, parlatabilir, sürekli hizmete hazır tutabilirdim (bu arada, ilk usturamı
bana veren babamdı; hayatının büyük bölümünde günübirlik kullandığı iki usturasından birini vermi ti bana).
Sonra u jilet takılan emniyetli tıra makineleri çıktı ve birden benim eski güvenilir usturam gözüme hantal,
hiç de dü ünegeldiğim gibi uygun olmayan, hatta bir biçimde pespaye bir ey gibi görünmeye ba ladı; sanki
onu kullanmak beni eski kafalı, geri bir ki i yapıyordu. Đyi de, jiletler kullanıldığında körle iyor ve bir daha
keskinle tirilemiyordu, yani hiç de bana göre değildi. Her defasında yeni bir jilet satın almayı hatırlamak
zorundaydım. Dükkânlarda birçok deği ik marka jilet vardı ve en iyisini seçmek için aklımı kullanmalıydım.
Çoğalan bir seçim
218
özgürlüğümün olduğu hissi uyandı bende; ne ki yapamadığım ey vitrindeki markalardan herhangi birini
satın almamaktı. Nihayetinde, her gün tıra olmak zorundaydım. Zamanla, elektrikli tıra makineleri çıktı ve
eski hikâye tekrarlanmaya ba ladı. Neredeyse bir gecede jiletler ı ıltılarını büyük oranda yitirdi; çekici yeni
aletlerle kıyaslandığında, jiletler pek i e yaramaz görünüyordu. Ve kendi kendime durmadan ne yapıp edip de
bir elektrikli tıra makinesi alsam diye sormaya ba ladım; daha almamı mıydım? Neden? Niyetim gerçekten
u eski moda eylere takılıp kalmak mıydı? Sonra, dayanamadım ve bir tane aldım. Oimdi elektrik olmaksızın
tıra olamam. Eğer bozulursa, onu ne tamir edebilir ne de tıra eder hale getirebilirim. Artık, bu meselede
bana yardım edecek bir tamirci ustasına ihtiyacım var.
Her yeni adımda, yeni beceriler edinmek zorundaydım ve ba arıyla o i in altından kalktım. Diyebilirim ki,
imdi en yeni teknolojilerin maharetli bir ustası olmakla gurur duyuyorum. Ne var ki, her yeni adımda
becerilerimi uygulayacak daha karma ık "teknolojik nesnelere" ihtiyaç duyuyordum. Onların nasıl çalı tıklarım
her gün biraz daha az biliyordum. Eğer bir ey bozulursa onları yeniden çalı ır hale getirmekte artık her gün
daha az ba arılı oluyordum. Evvelden yaptığım aynı eyi yapmak için giderek daha karma ık araç gerece
ihtiyaç duyuyordum; onlar artık niyetimle i in ba arılması arasında engel te kil ediyordu. Artık böyle aletler
olmadan yapamazdım. Onlar olmaksızın eyleri nasıl yaptığımı unuttum. Yeni araçlarda odaklanan yeni
becerilerim eski yeteneklerimi arıyordu. Eski günlerin daha basit aletleriyle, eski becerim de geçip gitmi ti.
Hatırladığım kadarıyla, eyleri bir zamanlar uygulayabildiğim ama artık unuttuğum yapmanın yolu yordamı
elektrikli tıra makinesinin düğmesini açıp kapatmaktan daha fazla özen, daha fazla eğitim, deneyim ve dikkat
gerektiriyordu. Sanki, i in zor kısımları aletlere devredilmi ti. Sanki, geçmi becerilerimin bir kısmı kullandığım
aletlere ta ınmı ve orada "kilitli" duruyordu; belki de, bu yüzden onlara böylesine sıkıca bağlı hale gelmi tim.
Oimdi uzaklarda kalmı gençlik günlerimde, tıra olmak herkesin rutin olarak yaptıkları bir eydi. Öğrenme
(sırf yüzünü kesmemek için) gerekiyordu elbette ancak bu hemen hiç kimse için özel bilgi isteyen özel bir
beceri gerektirmiyordu. Tıra olmak için gerekli her ey herkesin elindeydi; zaten tıra olma becerilerinin
böyle evrensel dağılımı yüzünden tıra uzmanları ve tıra teknolojisine ayrılmı belli bir yer yoktu. Oimdi
her ey deği ti. Tıra olma i lemi titiz bilimsel çalı maların konusu haline geldi. Önce tıra temel parçalara
ayrıldı ve her bir parça ayrıntılarıyla irdelendi: Çe itli tür derilerin yumu aklığı, yüzün farklı bölgelerindeki
kılların açıları, bıçağın hareket biçimi ile kılların kesilme hızı arasındaki ili ki vb. Çözümlenen her parça daha
sonra yerine getirilmesi zorunlu olan kendine özgü gerekleriyle bir sorun olarak sunuldu; her sorunun da bir
çözümü olmalıydı. Sonra çe itli çözümler tasarlandı, denendi, kıyaslandı; sonuçta, içlerinden en iyi (en verimli,
ya da en çekici ve bu yüzden satı ansı en yüksek) olduğu dü ünülen biri seçildi ve ardından kalan sorunların
çözümleriyle bir araya getirilerek son ürün çıkarıldı. Her biri son derece özgün alanlara ait bir uzman bilgisini
temsil eden düzinelerle uzman nihai ürüne katkıda bulundu; bu ki iler yalnızca bu mesele -tıra - ile ilgili
ara tırma ekiplerinde çalı ıyordu ve bu yüzden günlük i lerine giderken yüzlerinin temiz ve pürüzsüz
olmasından ba ka bir ey dü ünmeyen senin ve benim gibi sıradan insanların eri emeyecekleri kadar
derinliğine konuyu irdeleyip yetkinle mi ti.
Ve dö emeyi süpürmek, çimleri biçmek, çalıları kesmek, yemek pi irmek ya da bula ıkları yıkamak gibi, ba ka
eyler de tıra ın akıbetine uğramı tır. Tüm bu i lerde, teknolojik araç ve gereçlere hapsedilmi uzmanlık, bir
zamanlar herkesin elinde olan becerileri devralmı , parlatmı ve keskinle tirmi tir. Artık i yapmak için o
uzmanlığa ve o teknolojiye ihtiyaç duyuyoruz. Aynı zamanda eski, gereksiz ve unutulanların yerine yenilerini
de koymamız gerekiyor: Bu defa doğru teknolojik araçları bulma ve çalı tırma becerilerine ihtiyacımız var.
Kullandığımız ve onsuz ya ayamadığımız tüm o teknoloji dediğimiz ey, ke fedilmeden ve kullanılabilir hale
getirilmeden, yapmakta olduğumuz i ler tarafından zaten hazırlanmı bir alanı devralmadı. Onları mümkün
kılan teknoloji olmaksızın asla olamaya-
220
çak, hayatımızda oldukça merkezi bir yer i gal eden, birçok ey vardır. Radyoları, müzik setlerini,
televizyonları, bilgisayarlan ^\. unun. Gündeme geli leri daha önceleri hiç mevcut olmayan yeni imkânların
önünü açmı tır. Ak amlarımızı diziler ve filmler seyrederek geçirme uygulanabilir bir fikir değilken, ona
ihtiyacımız yokmu görünüyordu; ama imdi televizyonumuz boztılsa yok]rjğunu hisseder ve kahroluruz.
Görünüyor ki, ona olan ihtiyacı bi? yarattık. Evde bir bilgisayara sahip olmak imkân dahiline girmeden önce
bilgisayar oyunlarına da bir ihtiyaç duymuyorduk. Müzilç gederi ve küçük müzik aletleri ortada yokken her
eyin arka plan gürültüsü olarak müzik ihtiyacı da yoktu. Bu durumlarda, teknolojinin kendi ihtiyacını yarattığı
görülüyor: Aslında, yeni tür bir ihtiyaç. Bu yeni teknolojik nesneler eyleri yapmanın eski biçimlerini,-, yerini
almazlar; onlar bizi daha önce hiç yapmadığımız eyler yapmaya sevkederler ve eğer onları yapmamı sak bizi
mutsuz ederler.
Öyleyse, uzmanlık ve teknolojinin sahip olduğumuz bir ihtiyaca kar ılık olarak ortaya çıktığı doğru değildir.
Sıklıkla, bize uz. manlıklarını ve ürünlerini sunan insanlar ilk ba ta bizi sundukları eylere gerçekten ihtiyaç
duyduğumuza ikna etmelidir. Kaldı ki yeni ürünlerin çok temelli, sorgulanmayan ihtiyaçlara hitap ettiği
durumlarda bile (daha önce tartı tığımız tıra makineleri gibi)t eöer yeni aletlerin cazibesi ile deği tirme
hevesine kapılmamı salt o jn_ tiyaçlanmızı eskiden olduğu gibi kar ılamayı sürdürebiliriz Demek ki, böyle
durumlarda bile yeni teknoloji basitçe ihtiyaca kar ılık değildir. Yeni teknolojilerin ortaya çıkı ı hiçbir biçimde
popüler talep tarafından belirlenmemi tir; onların kullanılabilir hale gelmesiyle belirlenen daha çok taleptir.
Önceden ihtiyaç var olsun ya da olmasın, yeni ürünler için talep, onların piyasaya çıkı ının cırdından gelir.
O halde, yeni, daha derin, daha odaklanmı , daha özelle mi uzmanlık ve daha incelikli teknolojik aletlerin
ortaya çıkı ının sebebi nedir? Muhtemel yanıt, uzmanlığın ve teknolojinin geli mesinin fazladan herhangi bir
nedene ihtiyaç duymadan kendini tetikleyen, kendini yelkinle tiren bir süreç olduğudur. Ara tırma araç ve
<jere-ciyle donanmı bir uzmanlar ekibi olduğunda, onların yalnıza bir örgüt faaliyetinin mantığının geçmek, rakiplerinden üstünlüğünü kanıtlamak ihtiyacı ya da ki inin i ine duyduğu sırf insani ilgi ve
heyecanın- yön verdiği yeni ürünler ve öneriler ortaya atacağından emin olabilirsiniz. Ürünler genellikle
kullanımları belirlenmeden bilimsel ya da teknolojik olarak uygulanabilir hale gelirler: Bu teknolojiye sahibiz,
nasıl kullanabiliriz? Ve madem ki teknolojimiz var, onu kullanmamak dü ünülebilir mi? Çözümler sorunlardan
önce gelir: Çözümler çözebilecekleri sorunlar arar. Ba ka bir deyi le, uzman görü ü ya da teknolojik nesneler
ortaya çıkıp da çözüm olduklarım iddia edene kadar, çoğu kez, hayatın bir parçası bir sorun, çözüm için yanıp
tutu an bir ey olarak algılanmaz. Ancak o zaman, muhtemel kullanıcıları söz konusu nesnenin gerçekten de
kullanım değeri olduğuna ikna görevi ortaya çıkar. Muhtemel kullanıcıların inandırılması gerekir, aksi halde o
nesneyi para harcamaya değer görmeyecekler, onu satın almayacaklardır.
Sen ve ben, ister sözlü talimatlar biçiminde isterse kullandığımız teknolojik aletlere mahkum edilme
biçiminde olsun, uzmanlığın tüketicileriyiz. Aslında, kendi daracık özel alanları dı ındaki hayatlarının sayısız
yönleriyle uzmanların kendileri de dahil olmak üzere, herkes öyledir. Uzmanlığın çoğu hayatlarımıza davetsiz,
izin bile istemeksizin girerler. Örneğin, polisin hız sınırını a an sürücüleri tespit etmek, göstericileri dağıtmak,
kaçakların kimliğini belirlemek ya da arzu edilmeyen faaliyetler yürüttüğü dü ünülen bir gruba sızmak için
kullandığı giderek daha fazla incelikli hale gelen teknolojiyi dü ünün. Ya da çe itli devlet ve özel kurumların
kullandığı enformasyon teknolojisini dü ünün; hakkınızda akıllara durgunluk verecek kadar fazla veri toplamı
ve belirsiz bir gelecekte, yeri geldiğinde -zorunlu olarak yararınıza olmamak üzere- kullanmak üzere
depolamı olabilirler. Bu ve benzeri uzmanlık ve teknoloji kullanımları gayet açıkça özgürlüğümüzü kısıtlar,
bazı seçimleri daha az faydalı ya da doğrudan imkânsız kılar. Hatta, a ırı durumlarda, bizi ba kalarının keyfi
kararlarının çaresiz kurbanları da yapabilirler. Ne var ki, çoğu teknoloji bizim ki isel kullanımımız için
tasarlanmı tır; seçim ufkumuzu sınırlamayı değil geni letmeyi, bizi daha özgür, hayatlarımızı daha fazla
denetleyebilir kılmayı vaat eder. Bu gibi durumlarda, yeni teknolojiyi benimserken aynı zamanda ona bağlı hale de geliriz; bu çok
daha az göze çarpar. Genelde, yeni teknolojik imkânları özgürle tirici ya da hayatı zenginle tirici olarak
sevinçle kar ılarız; onlar eski eyleri daha hızlı ve daha az yorularak yapmamızı ya da eskiden hiç
yapamadığımız eyleri yapabilmemizi sağlar. Teknolojiyi sevinçle kar ılarız çünkü onun gerçekten de
amaçladığı eyi yaoabileceğine inanırız -geriye bu inancın yerinde ve sağlam olduğuna ikna edilmek kalır.
Đkna edilmemiz gerekir -duyduklarımıza güvenebileceğimiz biçimde bize anlatılsın- çünkü kendi ba ımıza
bilmemizin bir yolu yok. Yeni teknolojik imkânların gerçekten ihtiyacımı kar ılayıp kar ılamayacağını bilemem,
hele önceden kesinlikle bilemem. (Bu, gerçekten de, servis yaptığımda verdiğim partiyi bir ba arıya
dönü türecek içki türü müdür? Bu, gerçekten de, kalabalık bir caddede, güzel genç erkek ve kadınların beni yalnızca beni- fark etmelerini sağlayacak koku mudur? Bu, gerçekten de, beyazı gerçekten beyaz ve her eyi
gerçekten lekesiz yapacak, herkesin fark etmesini sağlayacak deterjan mıdır? Ve b'u onlar için yaptıklarıma
özellikle dikkatlerini çekmek istediğim insanların ükran duymalarını ve dost olmalarını sağlayacak mıdır?)
Bazen benim sunulan teknolojik ke fin kar ılamayı amaçladığı türden bir ihtiyacımın olduğundan bile emin
değilim (özel bir ampuanla derimi ovmadıkça, derimde göremediğim "derin kirlerin" sabunla yıkamakla
geçip geçmeyeceğinden emin değilim; halımda elektrikli süpürgenin ba a çıkmakta çaresiz kaldığı korkunç ve
mide bulandırıcı bakterilerin cirit attığı ve bu yüzden ayrıca özel bir halı bakterisi öldürücü deterjana
ihtiyacımın olup olmadığında emin değilim; eğer di lerimi fırçalamadan önce ağzımı u i edeki sıvı ile
yıkamazsam di lerimde can sıkıcı, i tah kesici maddeler birikip birikmeyeceğinden emin değilim; bana odak
seçici, zaman ayarlı, film oynatabilen tam otomatik -söylendiğine göre, benim gibi birini de iyi bir fotoğrafçı
yapacak- yeni bir makine gösterilene kadar, sadık eski fotoğraf makinemin komik denecek kadar ilkel ve i e
yaramaz olduğunu bilmiyordum).
Bütün bunlar bir kere bana anlatıldığında, belki de acil olarak kar ılanması gerektiği söylenen ihtiyaçları
kar ılamak için bana anlatılan ürünlerden elde etmeyi isteyeceğim. Bir kere gerçekten bu ihtiyaçlarımın
olduğu kafama dank ettikten sonra, onlar için bir ey yapmamak yanlı olurdu. Eğer hiçbir ey yokmu gibi ama biliyorum, vardı- devam edersem, cehaletime vererek kendimi mazur göremezdim. Bugünden itibaren,
hiçbir ey yapmamak ihmalkârlığın, ilgisizliğin, kalın kafalılığın ya da acizliğin kanıtı olacaktır; bunların her biri
de, bir biçimde değerimi dü ürecek ve ba ka insanların ve kendimin gözünde saygım kalmayacaktır. Aileme,
sevdiğim insanlara ya da benim korumama terk edilmi kendi bedenime özen göstermediğim, onların
ihtiyaçlarını kar ılayamadığım hissine kapılacağım; içimi görevimi ihmal ettiğim ya da yerine getiremediğim
duygusu kaplayacak. Suçluluk duyacağım, utanacağım ya da kahrolacağım. Birdenbire, daha önce yaptıklarım
ve yapma biçimlerim tatmin edici olmaktan uzakla acaklar ve hiç ku kusuz onlar artık övünülecek, gurur
duyulacak eyler olmaktan çıkacaktır. Kendi gözümde ve ba kalarının gözünde saygımı yeniden kazanmak
için, eyleri layıkıyla yapmamı sağlayacak ve bana onları yapma gücü kazandıracak o becerikli ve güçlü
nesneleri edinmekten ba ka yolum yoktur.
Hiç ku kusuz, edinmek satın almak demektir. O ahane, becerikli ve güçlü eyler çoğu kez meîa olarak ortaya
çıkarlar; yani, pa-zarlanırlar -satılmak için üretilirler, satılırlar ve kar ılığında para alınır. Birileri bu parayı elde
etmek için onu bana satmak isterler; yani kâr etmek için. Ama bu amacına eri mek için, önce beni sundukları
metaya sahip olmak a kına paramdan ayrılmaya değeceğine -metanı gerçekten mübadele değerini,
ödeyeceğim fiyatı haklı çıkaran kullanım değerinin olduğuna (sık sık duyduğumuz gibi, onun verdiğimiz
parayı hakettiğine)- inandırmak zorundadırlar. Ürünlerini satmak isteyen (ürünlerini satılabilir metalara
dönü türen) insanlar, bu ürünler için zaten a ırı kalabalık piyasada bir yer bulmak zorundadırlar. Bu insanlar
eski ürünleri miyadını doldurmu , i e yaramaz, bayağı göstermelidirler (Kelime i lemciler ortalıkta cirit atarken
daktilo kullanmaya kim cüret edebilir?). Ve böylelikle zemin hazırlandıktan sonra, ikna görevi yerine
getirilmeli224
dir: Satıcılar ürünlerinin vaat ettiği fayda için arzumu kamçılamalı ve böylelikle beni onlara'sahip olmak adına
fedakârlıkta bulunmaya (para kazanmak, biriktirmek ve harcamak için sıkı çalı maya) hazırlamalıdır. Onlar
bunu, en bariz olarak, reklamlar (örneğin, TV ilanları) yardımıyla yaparlar. Reklam iki etki yaratmalıdır: Đlkin,
reklam bana ihtiyaçlarım ile onları kar ılayacak becerilere ili kin kavrayı ımın yetersiz olduğunu, gerçekten
neye ihtiyacım olduğu ve gerçekten ne yapmam gerektiği hakkında yargılarımın geçersiz olduğunu
anlatmalıdır; sonra, cehaletimi ya da yetersiz yargımı, daha iyi bilenleri dinleyerek ortadan kaldırmanın
güvenilir yollarının olduğunu anlatmalıdır. Çoğu ilanda, eski tarzlarında ısrar eden insanlar cahil ya da eski
kafalı olarak alay konusudur; ve bu insanların kar ısına doğru yolu göstererek cehaletlerini kanıtlayan
güvenilir bir otorite çıkar. Böyle bir otorite bir bilim insanı, otomobil teknolojisinde, bankacılıkta ya da
sigortacılıkta birinci sınıf bir uzman, güvenilir ve iyi niyetli bir karakter, efkatli ve deneyimli bir anne, ürünün
yapmayı amaçladığı türden i in bilgili, tecrübeli ustası ya da milyonlarca öteki insanın da seyretmekten
ho landığını bilerek, insanların gıpta ile izledikleri me hur bir ki i imgesinde somutlanır. Son örnek gösteriyor
ki, sayılar kendi ba ına gereken otoriteyi ta ıyabilir (nihayetinde, hepimiz "çok sayıdaki insanın yanlı
olamayacağına" ve "insanın tüm insanları her zaman aptal yerine koyamayacağına" inanırız); bazı reklamlar
bize yalnızca çoğu insanın bunu yaptığını, giderek daha fazla insanın deği tirdiğini, onu tercih ettiğini bildirir.
Her reklam metni .ve her ilan bizi özel bir ürünü satın almamız için yüreklendirmeyi ve kı kırtmayı amaçlar.
Ancak bunlar arasında, metalara, metaların bulunabileceği piyasalara (mağazalar, dükkânlar) ve onlara sahip
olmaya kar ı ilgimizi artırırlar. Eğer genel ilgi halihazırda iyice yerle memi ve alı veri hayatın günlük bir
olgusuna dönü memi se, tek bir ilanın mesajı tutumumuz üzerinde pek etkili olamaz. Ba ka bir ifadeyle,
reklam ajanslarının "ikna gayretleri" zaten yerle ik olan tüketici tutumuna seslenir -ve zamanla onu peki tirir.
Bir tüketici tutumuna sahip olmak ve onu sergilemek ne anlama gelir? Önce, hayatı belirlenebilen, az ya da
çok tanımlanabilen, seçilip ayrılabilen ve ba a çıkılabilen sorunlar dizisi olarak kavramak, sonra bu gibi
sorunlarla ba a çıkmanın, ki inin onları çözmenin suçluluğa ya da utanç duygusuna kapılmadan ihmal
edemeyeceği bir ödevi olduğuna inanmaktır. Üçüncü olarak bunun anlamı, her sorun için zaten bilinen ya da
gelecekte ortaya çıkabilecek türden bir çözüm olduğuna güvenmektir: Çözüm, uzmanlar, üstün bilgili insanlar
tarafından hazırlanan özel bir nesne ya da reçete olabilir; ki inin görevi onu bulmaktır. Dördüncü olarak bu
gibi nesnelerin ya da reçetelerin özde mevcut olduğunu, onların para kar ılığı edinilebileceğini ve alı veri in
onları edinmenin bir yolu olduğunu varsaymaktır. Ve nihayet, ya ama sanatını öğrenme i ini böylesi nesneleri
ve reçeteleri bulma becerisi edinme gayreti olarak yorumlamak ve bulduğunda onlara sahip olma gücü alı veri becerileri ve satın alma gücü- kazanmaktır ("çama ır yıkama sorununun çözümü" için gerek duyulan
ey el çabukluğu ve ninenizin övünç duymu olabileceği sıkı çalı ma a kı değil, en iyi deterjanı ve çama ır
makinesi tespit etme marifeti ve bunları satın alma gücüdür). Tüketici davranı ı bir sorundan diğerine, adım
adım hayatın tamamını piyasaya bağlar; her arzuyu ve her çabayı satın alınabilecek bir araç ya da bir uzmanlık
arayı ına yöneltir. Hayatın geni kurgusu üzerindeki denetim sorununu (çoğu insanın asla ba aramayacağı bir
ey), en azından ilke olarak eri ebileceğiniz çok sayıda küçük satın alma edimlerine indirger. Bu davranı ,
âdeta, meseleleri kamusal olarak algılanmayacakları ekle sokarak özellerini" ödevleri sosyal olarak
görülmeyecekleri biçimde bireysellerini: Kendimi ve hayatımı iyile tirmek, kültürlemek ve anla tırmak,
yetmezliklerimin ve hayatta yoluma dikilen öteki can sıkıcı engellerin üstesinden gelmek artık benim görevim
(ve inanmaya te vik edildiğim gibi, yerine getirebileceğim de bir görevim) olmu tur. Böylelikle, yoğun trafiğin
dayanılmaz gürültüsü hemen çift cam takılması dürtüsüne dönü türülür. Kirlenen kent havasına kar ı göz
damlaları satın alınır. Ev kadınlarının ve annelerin ağır i ten boğulduğu durumun üstesinden bir kutu ağrı
kesici ve hızla etki eden ba- ağrısı hapları ile gelinir. Toplu ula ım araçlarının dökülmesine yaR.ÎAUKA/Smvnlmik
nıt bir otomobil almak ve dolayısıyla, toplu ula ımın daha fazla felce uğratılmasına ek olarak, gürültüye, hava
kirliliğine ve acı veren gerginlik etkilerine katkıda bulunmaktır.
Aslında hayatımı benim bireysel meselem yapan tüketici davranı ıdır; ve beni birey yapan da tüketim
faaliyetidir (insanlar hemen her zaman öteki insanlarla birlikte yaratırlar, üretirler; gelgelelim, tükettikleri çoğu
eyi tek ba ına, ki isel zevklerine göre tüketirler). Sonuç olarak görüldüğü kadarıyla, ben sanki satın aldığım
ve sahip olduğum çok sayıda eyden olu mu bir ki iyim: Bana ne satın aldığını, hangi dükkândan satın
aldığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Görülüyor ki, titizlikle seçilmi mallar yardımıyla olmak
istediğim her eyi, olmaya değer gördüğüm her eyi olabilirim. Tıpkı görevim ve sorumluluğum olan
sorunlarımla ba a çıkmak gibi, ki i olarak kimliğimi, öz varlığımı biçimlendirmek, kendimi somut biri haline
getirmek benim, yalnızca benim isimdir: Bu kimlik her zaman benim amaçlarımın, metanetimin ve
kararlılığımın bir göstergesi olacak ve ben sonuçta bu kimliğin getirdiği her- ey için her zaman bir yanıt
bulmakla sorumlu olacağım.
Kendime alabileceğim her çe it model piyasadadır: Seçim yapabileceğim bugün rağbet gören çok model
vardır ancak yarın ve yarından sonra daha fazlası olacaktır. Modeller toplanması gereken tüm küçük
parçalarıyla, ve nasıl bir araya getirileceğini adım adım açıklayan talimatlarıyla bir bütün olu tururlar: Kendi
kendine yapabildiğin gerçek "kimlik kartları". Reklamcılar bize görünü te tek, özgün bir ihtiyaca yanıt veren
tek, özgün ürünler sunduklarında bile, genelde bize onların (ima edildiği gibi) doğal olarak ait oldukları hayat
tarzının tüm çıplaklığıyla resmedilmi arkaplanını gösterirler. Reklamlarda insanların giyim ku amlarının,
dillerinin, bo zamanları geçirmelerinin ve hatta fiziksel biçimlerinin sırf kıyaslanması bile bizi seçkin bir
parfüm, küçük otomobiller, lüks otomobiller, kedi ya da köpek mamaları ilanlarında boy gösterenlerin-kiyle
aynı özellikleri ta ıyan belli bir bira içmeye te vik etmeyi amaçlar. Ku kusuz her ürünün bir "adres"le birlikte
ortaya çıktığını fark edeceksiniz. Satılan ey, yalnızca doğrudan ürünün kullanım değeri değil, onun ayrılmaz
bir parçası olan bütünlüklü, özel bir ha yat tarzının yapı ta lan olarak simgesel anlamıdır.
Modellerin popülerlikleri zamanla deği ir: Moda olurlar ve. gözden dü erler. Üretim ve tüketim çarkını i ler
tutmak için, satın alma hevesinin sönmesine asla izin verilemez. Oayet ürünleri görünürdeki faydalarını
sağladıkları müddetçe elde tutacak olsak, piyasa faaliyeti çok geçmeden çöker. Moda olgusu bu felaketi
önler. Oeyler, yararlılıklarını kaybettikleri için değil, moda olmaktan çıktıkları -görünü lerinden, dünün
tüketicileri tarafından seçilmi ve alınmı mallar olarak kolayca tanınabildiği ve böylelikle mevcudiyetleri
sahiplerinin günümüzün geli mi ve saygın bir tüketicisi olarak imdiki statüsüne gölge dü ürdüğü- için
elden çıkarılırlar ve yerlerine yenileri konur. Bu statüyü korumak için, piyasanın sunduğu deği imlerin
gerisinde kalınmamalıdır. Onları elde etmek ki inin sosyal yetkinliğini yeniden onaylar; ancak ba ka birçok
tüketici de aynısını yaptığında, ba langıçta ayrıcalık anlamına gelen moda parçalar böylelikle "bildik" ya da
"kaba" hale gelmi olacağından, yerlerine sabırsızlıkla ba ka bir ey konacaktır.
Modeller aynı zamanda u ya da bu sosyal çevrede sahip olduğu popülerlik oranına ve o çevrenin kendi
müdavimlerine kazandıracağı saygının miktarına göre de deği ir. Bu yüzden, modeller farklı olarak çekicidir.
Belli bir modeli seçerek, onun tüm zorunlu teçhizatını salın alarak ve onu canla ba la uygulayarak, ben
kendimi böyle bir modeli onaylayan ve onu alamet-i farikası, üyeliğinin görünür bir i areti olarak benimseyen
grubun üyesi yaparım. Kendimi o grubun üyesi yapmam için gruba özgü elbiseleri giymek, gruba özgü
plakları satın almak, gruba özgü müziği dinlemek, gruba özgü TV programlarını ve filmleri izlemek ve
tartı mak, odamın duvarlarını gruba özgü süslerle bezemek, ak amlarımı gruba özgü yollarla ve gruba özgü
yerlerde geçirmek vb. gibi i aretleri göstermem dı ında bir ey yapmam gerekmez, ya da hemen hemen
gerekmez. Kabileye özgü e yaları satın alarak ve sergileyerek "kabileye katılabilirim".
Bu, kimlik arayı ı içinde katıldığım "kabileler"in, kâ iflerin uzak ülkelerde buldukları kabilelerden çok farklı
oldukları (aslında, bunların açıkça tanımlanmı üyelerden olu an, üyeleri kabul etme228
ye ya da çıkarmaya, davranı larını denetlemeye ve grup standartlarıyla aynı çizgide tutmaya ve üyelerini
uyuma zorlamaya özen gösteren ba ka gruplara benzemedikleri) anlamına gelir. Ki inin semboller satın
alarak katıldığı "kabileleri" kabaca gerçek kabilelerle aynı yapan ey, ikisinin de kendilerini öteki gruplardan
ayrı yere koymaları ve kendi ayrı kimliklerinin altını çizmek ve karı ıklıktan sakınmak için kendilerine bir sürü
övgüler düzmeleri; ikisinin de kendi kimliklerini üyelerine vermeleri - onları vekâleten tanımlamalarıdır. Ancak
burada benzerlik sona erer ve kesin bir fark ortaya çıkar: "Kabileler" (yanlı anlamadan kaçınmak için onlara
bundan böyle yeni kabileler diyelim) kendilerinin üye olduklarını ilan edenlerle hiç ilgilenmezler. Kimin içeride
kalma hakkı olduğuna ve kimin dı arıda tutulması gerektiğine karar verecek ne bir ihtiyarlar heyeti ya da
kurulları, ne de kabul komiteleri vardır. Onlar ne muhafız ne de sınır bekçisine sahiptir. Üyelerinin davranı ının
doğruluğunu ilan edebilecek ne yetkili kurumları, ne de yüce mahkemeleri vardır. Kısaca, üyelerini
denetlemez ve uyumluluk oranlarını gözlemeye kalkı mazlar. Böylelikle, yeni kabileler söz konusu olduğunda,
ki i onlara iradi olarak katılabilir ve onları terkedebilir. Göründüğü kadarıyla, yalnızca elbise deği tirme,
dairesini dö eme ve bo zamanlarını farklı yerlerde geçirme yoluyla bir yeni kabileden ötekine özgürce
dola ılabilir (yani, kabilenin tümünü ilgilendiren kimlik takılabilir ya da çıkarılabilir). Yeni kabilelerin kapıları
(eğer kapı denen bir ey varsa) herkese açıktır.
Ya da öyle görünüyor. Yeni kabileler giri çıkı lara muhafız koymakla ilgilenmiyor olsalar bile, bu i i yapan bir
ba kası var: Piyasa. Yeni kabileler öz olarak hayat tarzlarıdır ve hayat tarzları, gördüğümüz gibi, neredeyse
tamamen tüketim tarzlarından ba ka bir ey değildir. Tüketim imkânı -her tarzın her tüketimi- piyasada,
pazarlanan metaların satın alınması eyleminde ortaya çıkar. Önce onları satın almaksızın tüketilebilecek çok
az ey vardır -ve bedavaya gelen tüketim mallan, metalar olarak edinilmemi bu inallar çoğu durumda kabul
edilebilir hayat tarzlarının yapı ta lan olarak kabul görmezler. Eğer bunlardan bir kısmı özgün bir hayat
tarzına katkıda bulunuyorsa, o tarz normal olarak hor görülür, cazibeden ve prestijden yoksundur, ona
tepeden bakılır, kimseye ilginç gelmez, hatta onu uygulayan insanları küçük dü ürür (araçlarından yoksun
olduklarından seçme özgürlükleri sınırlı, seçici olmayan, tüketimlerini kar ılığını ödemedikleri eylerle
sınırlayan, dolayısıyla tüketiciler olarak davranamayan bu insanlar piyasadan dı lanmalıdırlar, dı lanırlar da; bu
insanların içinde bulundukları durum yoksulluk olarak tanımlanır. Bir tüketiciler toplumunda, yoksulluk
tüketici tercihinin sınırlanması ya da yokluğu anlamına gelir).
Her biri farklı bir hayat tarzı sergileyen yeni kabilelerin derin ve geni ufuklu mevcudiyetinin hayatlarımız
üzerinde güçlü ancak tartı malı bir etkisi vardır. Biz imdi bir ki isel nitelikten ötekine geçmekte, olmak
istediğimiz ve yapmak istediğimiz eyi seçmekte özgürüz. Görünen o ki, hiçbir kuvvet bizi yolumuzdan
alıkoyamaz, hiçbir dü imkânsız, "sosyal mevkimizle" uyumsuz değildir. Bu, haklı olarak özgürle me hissi verir:
Hiçbir ayak bağı tarafından a ağı çekilmeme, her eyin ilke olarak eri ilebilir ya da en azından hayal
edilebileceğimiz düzeyde olması, nihai ve geri alınamaz ko ulun olmaması gibi rahatlatıcı bir deneyim.
Gelgelelim, kalıcı ya da geçici, varacağımız her bir nokta tamamen kendi seçimimize bağlı ve geçmi te
özgürlüğümüzü kullanma biçimimizin sonucu gibi göründüğü müddetçe, suçlanacak (ya da tatmin oranımıza
bağlı olarak, övülecek) biri varsa o da ancak kendimiz oluruz. Biz hepimiz "kendi yaptığımız ki ileriz" ve tekrar
tekrar bize hatırlatılan budur: Tutkularımızın sınırını daraltmanın haklı bir gerekçesi yoktur. Ne kadar uzakta
olursa olsun, bir yeni kabilenin her hayat tarzı bir kafa tutu tur. Eğer onu cazip buluyorsak, o bizimkinden
daha çok övülüyor, bizimkinden daha ho ya da saygın olduğu iddia ediliyor ise bir biçimde mahrumiyet
duyarız. Onun aklımızı çeldiğini, bizi kendine çektiğini hissederiz ve ona katılmak için elimizden geleni
yaparız. Mevcut hayat tarzımız parıltısından çok ey yitirmi tir. Artık bir zamanlar olduğu gibi bizi tatmin
etmez olur. Bu yüzden, çabalarımızın sonu yoktur. "Ula tım, yaptım, imdi gev eyebilir ve rahatıma
bakabilirim" diyebileceğimiz hiçbir nokta yoktur. Tam da uzun süren bir gayretin meyvalarım yemeğe
hazırlanırken, ufukta cazip yeni bir ey belirir ve ziyafet ba lamadan bitmi tir.
230
Özgürlüğümün bir sonucu (yani, tüketici seçimi yapma özgürlüğü, farklı tüketim tarzlarını benimseyerek ya
da reddederek kendimi ba ka biri yapma özgürlüğü), göründüğü kadarıyla, ilelebet mahrumiyet içinde
kalmaya mahkum edilmi olmaktır. Her an ayartıcı yeni bir eyin tüm çıplaklığıyla belirmesi ve görünü te
eri ilir olması her ba arı sevincini kursakta bırakır. Sınır engin gökyüzü olunca, yeryüzündeki hiçbir hedef bizi
tatmin etmeye yetmez. Orta yerler-, de caka satılan hayat tarzları yalnızca sayısız ve çe itli olmakla kalmazlar,
aynı zamanda sıklıkla değer olarak, uygulayıcılarına bah ettiği ayrıksılık duygusu olarak farklı görülürler.
Hepimiz kendimizi kültürleriz, ancak az ya da çok rafine -yüksek, orta, a ağı- kültürler vardır. En iyisinden
azına razı okluğumuz andan itibaren artık bizim çok prestijli olmayan sosyal mevkiınizin yarı gönüllü bir
kendini kültürleme gayretinin doğal sonucu olduğuna inanmaktan ba ka çaremiz kalmamı tır.
Hikâye bununla da bitmez. En rafine bile olsa, öteki insanların hayat tarzlarını böylesine göz kama tırıcı ve
eri ilebilir kılan ey, gizlilik içinde ya anmamalarıdır. Tersine, onlar ayartıcı bir biçimde yakın ve davetkârdır;
aslında, yeni kabileler kalın duvarlar, mazgallar ve kuleler ile korunan kalelerde ya amazlar ve kararlı her yolcu
onlara eri ebilir ve içeri girebilir. Gelgelelim, kısa süre önce gördüğümüz gibi, giri göründüğü kadar serbest
değildir; bu özel özgür-lüksüzlüğü böylesine kötü ve kahredici kılan ey gerçek muhafızların görünmezliğidir.
Gerçek muhafızlar - piyasa güçleri- üniformalar giymezler ve onlar (ihtiyaçların ve kar ılanmalarının, görünür
olmak zorunda ve bu yüzden halkın protestoları kar ısında zayıf ve kolektif reform çabalarının kolay bir
hedefi olan, devlet tarafından düzenlenmesinden farklı olarak) serüvencinin nihai ba arısı ya da ba arısızlığı
konusunda herhangi bir sorumluluk almaya yana mazlar. Yenilgi durumunda, çaresiz yolcular bunun hiç
tartı masız kendi hataları olduğuna inanmalıdırlar. Kendilerine, karakterlerinin güçlülüğüne, zekâlarına,
becerilerine, güdülenimlerine, tahammül derecelerine olan inançlarını kaybetme riskine girerler. Yanlı ı
yapanın kendileri olduğu sonucuna varacaklar ve belki de hatalı ki iliklerinin tamiri için bir uzmanın, bir
psikolojik analizci nin yardımını isteyeceklerdir. Uzman onların ku kularını doğrulayacaktır: Evet, ko ullarda
yanlı olan bir ey yok, kusur içerde, onları ku kusuz hep orada olan fırsatları yakalamaktan alıkoyan yenilmi
olanın parçalanan benliğinde gizli. Uzman hayal kırıklığına uğramı ki iye hayal kırıklığını yeniden
yansıtacaktır. Hayal kırıklığının doğurduğu öfke böylelikle yayılmayacak ve dı dünyaya yö-neltilmeyecektir.
Amaçlanan yolu tıkayan görünmez muhafızlar, görünmez ve eskisinden daha güvenli olarak yerlerinde
kalırlar. Ve onların böylesine çekici renklerde boyadıkları dü alemleri de gözden dü memi olacak,
cazibelerini ve ayartma güçlerini koruyacaklardır: Onlar her türlü çabaya değer, ve ancak sen u ya da bu
nedenle böyle bir çabaya girmek için kendini zorlamayabilirsin. Ba arısız böylece aynı zamanda geriye dönüp
nafile yere benimsemeye can attıkları hayat tarzlarını yerin dibine batırma gibi cazip bir teselliden de mahrum
bırakılır ("Kedi yeti emediği ciğere murdar dermi " atasözündeki teselli: Elde edemedim tamam da, zaten
uğra maya değmezdi, sonuçta çok ey kaybetmedim. Yapılan tespitlere göre, üstün ve yüksek tatmin gücüne
sahip olarak reklamı yapılan hedeflere eri mekteki ba arısızlık, sık sık, o hedeflere yönelen, ancak daha sonra
genellikle onlara eri mekle övünen insanlara da sıçrayan, bir hınç, kin ve garez duygusuna yol açar.)
Gelgelelim, mevcut ko ullarda ne kadar akla yatkın olarak görünürse görünsün, özel olarak göz dikilen bir
hayat tarzını yakalamaktaki ba arısızlık buna kalkı an insanların hatası değildir. En incelikli hayat tarzları bile,
eğer ba arıyla pazarlanacaksa, evrensel olarak elde edilebilir olarak gösterilmeleri gerekir: Onların sözde
eri ilebilirlikleri ayartıcılıklarının zorunlu ko uludur. Onlar tüketicilerin alı veri güdülenimlerini ve ilgilerini
kı kırtırlar çünkü muhtemel alıcılar pe lerine dü tükleri modellerin gıpta edilecek ve hayranlık duyulacak
eyler olmalarının dı ında elde edilebileceklerine, bu modellerin yalnızca saygın bir dü üncenin değil, pratik
eylemin de me ru nesneleri olduklarına inanırlar. Đ te bu sunum (piyasanın terk edilmesine meydan vermeyen
sunum) sosyal mevkilerini kendileri belirleyen özgür seçiciler olarak kapasiteleriyle tüketicilerin e itliğini
savunur. Varsayılan bu e itlik ı ığında, ba kaları232
nın sahip olduğu mallan elde etmedeki ba arısızlık yakı ıksız ve onur kırıcıdır.
Ancak ba arısızlık aslında kaçınılmazdır. Alternatif hayat tarzlarının sahiden eri ilebilirliği muhtemel
uygulayıcılarının onlara yetebilmeleri, basitçe söylersek, harcayabilecekleri para tarafından belirlenir. Çıplak
gerçek udur ki, bazı insanların ötekilerden daha çok parası ve dolayısıyla daha fazla pratik seçim özgürlüğü
vardır. Özel olarak, büyük miktarlarda para (piyasanın gerçek giri bileti ve piyasanın sunduğu harikalar
ülkesine gerçek pasaport) sahibi olanların gücü en övülen, gıpta edilen ve bu yüzden en prestijli ve hayranlık
duyulan tarzlara yetebilir. Đ in doğrusu, tam imdi okuduklarınız bir totoloji -hakkında konu tuğu eyleri
açıklarmı gibi görünürken tanımlayan bir önerme: Belli büyüklükteki bir servetin sahibi olan görece az
sayıdaki insan tarafından ancak elde edilebilir tarzlar, aynı zamanda en seçkin ve takdire ayan tarzlar olarak
görülürler. Hayranlık uyandıran az sayıda olmalarıdır, onları ahane kılan da pratik eri ilemezlikleridir. Elde
edilir edilmez, bu yüzden, seçkin ayrıksılık i aretleri, olağanüstü sosyal konum olarak, görkemini yitirir. Onlar
"en iyi insanların" i aretleridir; onlar "en iyi hayat tarzları"dır çünkü "en iyi insanlar" tarafından ya anırlar. Hem
metalar hem de onları kullanan insanlar (burada metanı asli kullanımlarından biri, belki de asli kullanımı
sergilemektir) gördükleri yüksek itibarı özellikle onların bu "evliliklerinden alırlar.
Bütün metaların üzerine ili tirilmi bir fiyat etiketi vardır. Bu etiketler potansiyel tüketiciler havuzunu seçer.
Bunlar tüketicilerin sonuçta alacakları kararlan doğrudan belirlemezler; kararlar özgür olarak alınır yine. Ancak
etiketler gerçeğe uygun olanla uygulanabilir olan arasındaki sınırı çizer; bu verili tüketicinin a amayacağı bir
sınırdır. Piyasanın öne çıkardığı ve reklamını yaptığı görünürdeki e it ansın arkasında tüketicilerin pratik
e itsizliği -yani, son derece farklı pratik seçim özgürlüğü oranlan- gizlenir. Bu e itsizlik aynı anda hem bir
baskı hem de bir dürtü olarak hissedilir. E itsizlik, kendine saygı açısından daha önce üzerinde durulan tüm
mara-zi sonuçlarıyla birlikte, acılı bir mahrumiyet deneyimi üretir ama aynı zamanda ki inin tüketici
kapasitesini artırması yönünde hırslı gayretlerinin -piyasa nimetleri için dinmek bilmez bir isteği güven altına
alan gayretlerin-fitilini ate ler.
Böylelikle, e itliğin bayraktarlığını yapmasına rağmen, piyasa tüketicilerden olu an bir toplumda e itsizlik
üretir ve sürdürür. Tipik olarak piyasanın getirdiği ya da piyasanın hizmet ettiği e itsizlik canlı tutulur ve fiyat
mekanizması yoluyla durmaksızın yeniden üretilir. Pazarlanan hayat tarzları pe ine dü ülen bir ayrıcalık
bah ederler çünkü fiyat etiketleri onlara yeterli serveti olmayan tüketicilerin eri mesini engeller; ve bu
ayrıcalık bah edici i lev onların çekim gücünü artırır ve bu da onlara ili tirilen fiyatların yükselmesine hizmet
eder. Günün sonunda, anla ılır ki, pazarlanan hayat tarzları e it olarak, hatta rastgele dağıtılmıyor; her biri
genellikle toplumun özel bir kesiminde yoğunla ıyor ve böylelikle sosyal mevkinin bir ni anı olma rolü
üstleniyor. Hayat tarzlarının genellikle sınıfa özgü oldukları söylenebilir. Onların hepsi mağazalardan elde
edebilir olan parçaların toplamı olması onları e itliğin bir aracı kılmaz ama durmaksızın somut e itsizliğin
kabul edilebilirliğini kemiren bir unsur haline getirir. Bu son durum, görece yoksul ve muhtaç durumda
olanlar için, malların ve mülklerin açık açık ta ba tan i gal edilmi olan, sıklıkla miras yoluyla edinilmi ve
deği tirilemez, sosyal mevkilere ayrıldığı bir duruma kıyasla, daha az katlanılabilir, dayanılması çok güç bir
eydir.
Böylesine ba tan belli bir e itsizlik kar ısında, piyasanın öne çıkardığı ve ayakta tuttuğu tüketici e itsizliği
gerçekten ağır basar. Piyasa servet ve gelir e itsizliği üzerinde yükselir ama zümre ayrımlarını tanımaz. O fiyat
etiketleri dı ında tüm e itsizlik vasıtalarının değerini dü ürür. Mallar bedellerini ödemeye gücü yeten herkese
açık olmalıdır. Hayat tarzları -tüm hayat tarzları- yakalamayı bilenlerin hizmetindedir. Satın alma gücü
piyasanın tanıyacağı, hak kazandıran tek yetkilidir. Đ te bu nedenledir ki, piyasa ağırlıklı bir tüketici
toplumunda tüm öteki, ba tan belli e itsizliklere kar ı direni e i görülmemi bir oranda artar. Belli ırklardan
ya da etnik gruplardan üye kabul etmeyen seçkin kulüpleri, "yanlı deri rengine" sahip oldukları için
mü terilerinin girmelerine izin vermeyen lokantalar ya da oteller, mülkleri benzer nedenlerle satmayan ko234
misyoncülar, hepsi top ate ine tutulur. Sosyal farklıla madaki piyasa destekli kıstasların aman vermez gücü,
görünü e bakılırsa, bütün rakiplerini saf dı ı bırakmı tır: Paranın" satın alamayacağı mal yoktur.
Pazar yönsemeli mahrumiyet ile ırk ya da etnik köken temelindeki mahrumiyet çok sık örtü ür. "Kendileri için
tayin edilmi " kısıtlamalarla a ağı bir konumda tutulan gruplar aynı zamanda genel olarak dü ük ücretli
i lerde çalı tırılırlar, öyle ki "daha iyi konumdaki insanlar"ın payına dü en hayat tarzlarına güçleri yetmez. Bu
durumda, mahrumiyetin önceden tayin edilmi liği gizli kalır. Görünür e itsizlikler yoksul ırkın ya da etnik
grubun üyelerinin yetersiz becerileri, verimlilikleri ya da kavrayı ları sonucu olarak geçi tirilir; doğu tan gelen
kusurları olmasaydı, onlar da herkes gibi ba arılı olurlardı. Kıskandıkları ve taklit etmek istedikleri insanlar gibi
olmak, eğer isterlerse ve isteklerine uygun davram larsa, kendi ellerindedir.
Ne var ki, öteki türlü, üyeleri piyasa ko ullarında ba arılı olmakla birlikte hâlâ "daha iyi hayat tarzlan"nın
kapıları yüzlerine kapanan sefil kategorinin durumunda, bu açıklama mümkün değildir. Parasal olarak, onlar
kulübün yüksek aidatım ya da otelin yüksek ücretini ödeyebilirler ama yine de giri leri engellenir.
Mahrumiyetlerinin önceden belirlenmi niteliği böylelikle açığa çıkar; vaat edilenin tersine, paranın her eyi
satın alamadığını ve dolayısıyla toplumda insani yerle im için, esenlikleri ve itibarları için, sebatla para kazanıp
sonra harcamaktan daha ba ka eyler vardır. Bu bulgular insan özgürlüğünün teminatı olarak serbest
piyasaya olan güvenlerini sarsar. Bildiğimiz kadarıyla, insanlar bilet almaya güçlerinin yetip yetmemesi
bakımından ayrılabilirler ancak hiç kimse bir kere bilet aldıktan sonra kapıdan çevrilemez. Bir piyasa
toplumunda, önceden belirlenmi fırsat farklılıkları haklı gösterilemez ve tanı da bu yüzden tahammül
edilemez. Đ te bu yüzden-, "satın alma gücü" temelindekiler dı ında tüm ayrımlara kar ı bir ba kaldırının
ba ını aynına tabi ırkların, etnik grupların, dinsel cemaatlerin, dil topluluklarının varlıklı, daha ba arılı üyeleri
çekmi tir (bir dereceye kadar, feminist mücadele de gücünü tüketim toplumunun "rulıuna" ya da en azından
vaatlerine yabancı ayrımlardan alır). "Kendini yapan ki ilerin", hayat tarzı "kabileleri"nin serpilip geli mesinin,
tüketim kalıpları yoluyla farklıla masının ya andığı çağ aynı zamanda ırksal, etnik, dinsel ya da cinsiyet
ayrımcılığına kar ı direni lerin de çağıdır; bu insan haklan için -yani, ilke olarak bizim ya adığımız türdeki
toplumun inançlarına göre, bir birey olarak herhangi bir insanın çabalarıyla üstesinden gelinemeyecek olanlar
dı ında, her tür kısıtlamanın kaldırılması için- kararlı mücadelelerin verildiği bir çağdır.
236
XII
Sosyolojide tarzlar ve araçlar
Bölüm bölüm, payla tığımız gündelik deneyimler dünyası içinde birlikte yolculuk ettik. Sosyolojiyi de bize
rehberlik yapsın diye davet ettik: Sosyolojiye, eğer gündelik kaygı ve sorunlarımız yol boyunca kar ımıza
çıkacak olursa, gördüğümüz ve yaptığımız ey hakkında yorum yapma i i verildi. Herhangi bir rehberli gezide
olduğu gibi, rehberimizin önemli hiçbir eyi kaçınmadığımızdan emin olmamızı sağlayacağını ve tek ba ımıza
kalsak mutlaka gözden kaçıracak olduğumuz eylere dikkat çekeceğini umduk. Aynı zamanda rehberimizden,
bize ancak üstün körü bildiğimiz eyleri açıklamasını -onlar hakkında bilmediğimiz hikâyeler anlatmasını-da
bekledik. Rehberli gezimizin sonunda eyleri ba langıçtakinclen daha iyi bilir ve kavrar hale geleceğimizi
umduk; bu gezinin ardın dan günlük hayat uğra larımıza yeniden daldığımızda, kar ıla tığımız sorunlarla
ba a çıkmak için daha iyi donanımlı olacağımızı umduk- Onları çözme gayretlerimizin zorunlu olarak daha
ba arılı olacağı anlamına gelmez bu; ancak artık en azından sorunların ne olduğunu ve çözümlerinin, eğer
varsa, neyi gerektirdiğini bileceğiz.
Ben göründüğü kadarıyla sosyolojinin gezimiz boyunca kendisinden istediğimiz görevlerin gayet iyi
üstesinden geldiğine inanıyorum; ancak o zaman, eğer ondan bize bir yorum, gündelik deneyimlerimiz
hakkında bir dizi açıklayıcı dipnot sağlamasından öte eyler yapmasını istemi olsaydık, bizi hayal kırıklığına
uğratacaktı. Yorum tam da sosyolojinin yapmak zorunda olduğu eydir. Sosyoloji, günlük hayatlarımızda elde
ettiğimiz ve kullandığımız bilginin anla masıdır: Çünkü sosyoloji çıplak gözün tespit edemeyeceği bazı
incelikli ayrımları ve ilk bakı ta hemen belli olmayan bazı bağlantıları açığa çıkarır; aynı zamanda haritayı
günlük deneyimlerimiz ufkunun ötesine uzatır, böylece mesken edindiğimiz toprakların kendi ba ımıza
ke fetme ansımızın olmadığı dünyaya ne kadar uyduğunu görebiliriz. Sosyoloji olmaksızın bildiklerimiz ile
onun yorumlarını i ittikten sonra bildiklerimiz arasındaki fark doğru ile yanlı arasındaki fark değildir (ancak
kabul edelim ki, sosyolojinin urada burada yanlı dü üncelerimizi düzelttiği de olur); fark asıl olarak
ya adıklarımızın ancak ve ancak bir biçimde tanımlanabileceği ve açıklanabileceğine inanmak ile muhtemel ve makul- anlatımların sayısının çok fazla olduğunu bilmek arasındadır. O halde sosyoloji, anlam arayı ımızın
sonu değil, arayı ımızı sürdürmemiz için bir te vik ve merakın kaybolduğu ve arayı ın durduğu ho nutluk hali
için bir engeldir. Denir ki, sosyolojinin yapabileceği en iyi hizmet, görünü teki benzer eyleri beklenmedik
açılardan göstererek ve böylece tüm bildik eyleri ve özgüvenleri zayıflatarak "ağır aksak ilerleyen hayal
gücünü kı kırtmak"tır.
Gelgelelim, genel anlamda söylersek, "sosyal bilim" olarak (yani, sıradan görü ler ve kanılar kar ısında
üstünlük iddia eden ve eylerin gerçekten nasıl olduğu hakkında güvenilir, sağlam ve doğru bilgiye sahip
olduğuna inanılan bir bilgi demeti olarak) sosyolo23K
jinin verebileceği ve vermesi gerektiği hizmetlere ili kin birbirinden çok farklı iki beklenti vardır.
Beklentilerden biri sosyolojiyi sorunlarımızın ne olduğunu, onlara ili kin neler yapacağımızı ve onlardan nasıl
kurtulacağımızı anlatma vaadinde bulunan türden öteki uzmanlık alanlarıyla aynı kaba koyar. Sosyoloji bir tür
kendi i ini kendin yap brifingi ya da hayat sanatını -istediklerimizi nasıl elde edeceğimizi, yolumuza dikilen
herhangi bir engelin üzerinden nasıl atlayacağımızı ya da kenarından nasıl geçeceğimizi- öğreten bir ders
kitabı olarak görülür. Böylesi bir beklentinin varacağı yer, durumumuza ili kin çe itli unsurların nasıl birbirine
bağlı olduğu bilgisini bir kere edinmi sek, o durumun denetimini ele geçirmekte, onu amaçlarımıza boyun
eğdirmekte ya da en azından bu amaçlara daha iyi hizmet etmeye zorlamakta özgür olacağımız umududur.
Bu, son tahlilde, bilimsel bilgi dediğimiz eydir. Biz o bilgiye çok yüksek bir paye veririz çünkü inanırız ki,
onun sağladığı bilgelik ki inin olayların nasıl geli eceğini kestirmesini sağlayan türdendir; ve olayların geli im
seyrini (böylelikle ki inin kendi eyleminin sonuçlarını da) kestirme yetisi ki inin özgür ve rasyonel
davranmasını -yani, ancak ve ancak arzulanan sonuçlan vermeyi garanti eden türden hamleler yapmasınısağlayacaktır.
Öteki beklenti öncekiyle yakından ili kilidir ancak o araçsal olarak faydalılık fikrinin altında yatan varsayımları
-önceki beklentinin dile getirme ihtiyacı duymadığı öncülleri- açığa vurur. Bir durumun denetimini elinde
bulundurmak, u ya da bu biçimde (her zaman o durumun parçaları olan) öteki insanların istediğimizi elde
etmemize yardımcı olacakları ekilde davranmaya ayartmak, zorlamak ya da olmazsa sebep olmak anlamına
gelmelidir. Bir kural olarak durumun denetimini elinde bulundurmak öteki insanların denetimini elinde
bulundurmaktan ba ka bir anlama gelemez (nihayetinde, bu normalde, "arkada ları kazanma ve insanları
etkileme" yolu olarak ya ama sanatının gereğidir). Đkinci beklentide, bu ba kalarını denetleme arzusu öne
çıkar. Sosyolojinin hizmetlerine, onların, bir önceki bölümde içinde ya adığımız modern zamanların ayırıcı bir
özelliği olduğunu gördüğümüz düzen sağlama ve kaosu uzakla tırma gayretlerine yardımcı olacakları
umuduyla bel bağlanır. Đnsan eylemlerinin içsel kaynaklarını ke federek sosyologdan, insanlardan
göstermeleri istenen türden davranı ı ortaya çıkarmak ya da alternatif olarak tasarlanan düzen modelinin
uygun görmediği her davranı ı ortadan kaldırmak için, eylerin nasıl düzenlenmesi gerektiğine ili kin pratik
olarak faydalı bilgiyi sağlaması beklenir. Đ te bu yüzden, fabrika sahipleri sosyologlara grevlerin nasıl
önleneceğini, yabancı bir ülkeyi i gal eden silahlı güçlerin komutanları gerillalarla nasıl mücadele edileceğini
sorabilir; polis kuvvetleri gösterici kalabalığının nasıl dağıtılacağı ve potansiyel asilerin nasıl etkisiz
tutulacağına ili kin pratik öneriler bekleyebilir; ticari irket yöneticileri muhtemel alıcıları ürünleri satın almaya
ikna etmenin en iyi yollarını isteyebilir; halkla ili kiler görevlileri anla malı oldukları politikacıları nasıl daha
popüler ve seçilebilir yapabileceklerini ara tırabilirler; politikacılar ise hukuku ve düzeni korumanın -yani,
vatanda ları tercihen gönüllü olarak ama boyun eğmekten ho lanmadıklarında da, yasalara boyun
eğdirmenin- yöntemleri konusunda tavsiyeler isteyebilir.
Bütün bu taleplerin vardığı yer: Sosyologlar bazı insanlara, özgürlüklerini sınırlayacak ve davranı larını daha
fazla kestirilebilir kılacak ekilde, özgürlüğün nasıl azaltılacağı konusunda tavsiyelerde bulunmalıdır. Konu
edilen insanların kendi eylemlerinin özneleri olmaktan, ba ka insanların eylemlerinin nesnelerine nasıl
dönü türüleceğinin; pratikte, insan eylemine ili kin olarak insanların yaptıkları eyin dı arıdan uygulanan
baskıyla tamamıyla belirlendiği bir tür "bilardo topu" modelinin nasıl gerçekle tirileceğinin bilgisi
istenmektedir. Đnsan eylemi böyle bir "bilardo topu" modeline ne kadar yakla ırsa, sosyolojik hizmetler
dü ünülen amaçlar için o kadar faydalı olacaktır. Đnsanlar, seçiciler ve karar vericiler olmaktan çıkarılamazsa
bile, eylemlerinin dı sal bağlamı öylesine mani-piile edilecektir ki, yapılan seçimlerin ve alınan kararların
manipülatörlerin isteklerine kar ı gelmesi tamamen imkansızla acaktır.
Genelde, bu türden beklentiler sosyolojinin bilimsel olmasına, yani, bolca görülen pratik yararlılığı -getirdiği
somut faydalar- yüzünden büyük saygı gören yerle ik bilimlerin kalıplarına uygun 240
olarak etkinliklerini ve ardından ürünlerini biçimlendirmesi talebine çıkar. Sosyoloji, örneğin fizik ya da
kimyanın sağladığı gibi kesin, pratik olarak faydalı ve etkili reçeteler vermelidir. Ba ından beri bu ve benzer
bilimler kesin tanımlanmı bir bilgi elde etmeyi hedeflemektedir: Sonuçta, çalı ma nesneleri üzerinde tam
hakimiyete yol açan türden bir bilgi. "Doğa" demek olan nesne kendi iradesi ve maksadından
uzakla tırılmı tır, öyle ki nesne, hiç tereddütsüz onu kendi ihtiyaçlarının daha iyi kar ılanması için kullanmak
isteyen insanların irade ve maksatlarına tamamen boyun eğdirilebildi. "Doğal" nesnelerini betimlemekte
kullanılan bilim dili, maksat ya da anlama gönderme yapan tüm terimleri titizlikle ayıkladı; böyle bir temizlik
hareketinden geriye bir "nesnel" dil, nesnelerin eylemi, ürettiği değil, kabul ettiği oranda kuran bir dil kaldı;
nesnelerini, deği meksizin "kör" olarak, yani herhangi bir özgür amacı ve niyeti olmayan bir ey olarak
betimlenen dı güçlerin darbelerine maruz kalan nesneler olarak kuran bir dil. Böyle tanımlandığında, doğal
dünya "herkesin malı", ekilmeyi ve bilinçli olarak insan yerle imine uygun olacak ekilde tasarlanmı bir alana
dönü türülmeyi bekleyen bakir bir toprak parçası olarak kavrandı. Bilimin nesnelliği, bulgularını, amaçları olan
insan ile bu amaçlara göre biçimlen-dirilmeye ve kalıba dökülmeye yazgılı doğa arasındaki kapatılamaz
uçurumu vurgulayan duygusuz, teknik bir dille açıklamasında ifadesini bulmu tur. Bilimin ilan edilen amacı
"insan türünün doğa üzerinde hâkimiyeti"ne yardımcı olmaktı.
Dünya zihinlerdeki bu maksatla ke fedildi. Doğa üzerinde çalı ılacaktı ki, insanın usta elleri ona istediği ekli
nasıl vereceğini bilecekti (örneğin, heykeltıra ları ve onların bir insan ekline dönü türmeyi istedikleri mermer
kalıplarını dü ünün. Amacına ula mak için, heykeltıra önce ta ın yapısal niteliklerini öğrenmelidir. Mermeri
kırmadan kesmek ve yontmak üzere güç uygulanabilecek belli doğrultular vardır. Kafasında ta ıdığı biçimi
mermere dayatmak -ta ı tasarısına boyun eğdirmek- için, heykeltıra bu doğrultulan nasıl tanıyacağını
öğrenmelidir. Aradığı bilgi cansız ta ı iradesine boyun eğdirecek ve ahenk ve güzellik fikirlerine göre onu
yeniden biçimlendirmesini sağlayacaktır). Bilimsel bilginin izlediği yol bu dur: Bilimin nesnesini açıklamak, u
ya da bu olduğunda ne olacağını kestirme yetisi kazanmaktır; böylesi bir kehanet yetisi ile ki i eylem
yapabilecekti -yani artık zaptedilmi ve uysal gerçekliğin bir parçası üzerine, seçilen amaca daha iyi hizmet
edecek tasarı kazı-nacaktı. Gerçeklik, her' eyden önce insanın maksatlı etkinliğine kar ı bir direni olarak
görüldü. Bilimin hedefi bu direni in nasıl kırılacağını bulmaktı. Sonuçta dünyanın zaptedilmesi insanlığın
doğal kısıtlamalardan kurtulu u, bir bakıma kolektif özgürlüğümüzün artması anlamına gelecekti.
Di e dokunur her bilginin, bu bilim modeliyle bağda ması te vik edildi ve beklendi. Genel kabul görmeye,
akademik dünyada bir yer, kamusal kaynaklardan bir pay almaya aday her tür bilgi, doğa bilimlerine
benzediğini, dünyayı insan maksatlarına daha uygun yapmamızı sağlayacak ekilde benzer faydalı, pratik bir
talimat verebildiğini kanıtlamak zorundaydı. Doğa bilimleri tarafından konmu kıstaslara uyma baskısı
muazzamdı ve kar ı koyulması hemen hemen imkânsızdı. Sosyal düzen mimarlarının ya da tasarımcılarının
rolünü oynamayı akıllarından bile geçirmemi olsalar bile, istedikleri tek ey insanlık ko ulunu daha eksiksiz
kavramak olsa bile, sosyolojinin kurucu babalarının hâkim bilim modelini "iyi bilginin ve her tür kavrayı
tarzının ilkörneği olarak zımnen ya da açıktan kabul etmekten ba ka çareleri yoktu. Bu yüzden, insan hayatı
ve faaliyetlerinin ara tırılmasında doğa bilimleri tarafından kullanılan yöntemler kadar kesin ve nesnel
yöntemlerin dü ünülebileceğini ve sonuçta aynı ekilde kesin ve nesnel bir bilgiye ula ılabileceğini göstermek
zorunda kaldılar. Sosyolojinin kendisini bilim katına çıkarabileceğini ve dolayısıyla akademi ailesine onun ya lı
ve seçkin üyeleriyle e it temelde kabul edilebileceğini kanıt-lamalıydılar.
Bu ihtiyaç, bir kere akademik öğretim ve ara tırma dünyasındaki öteki bilimler arasında yer almaya kararlı
olduktan sonra, benimsenen sosyolojik söylemin biçimini açıklamakta çok i e yaradı. Sosyolojiyi "bilimsel"
kılma çabası söyleme hâkim oldu; bu görev katılımcılarının ilgi alanları arasında ba sıraya oturdu.
Tomurcuklanan akademik sosyolojinin meydan okuyu lara kar ılık verebilel,| ı
FlfiARKA/Sosyolcıjik
Dü ünmek
ceği üç strateji vardı. Üçü de denendi ve sonuçta üçü de yerle ik sosyolojinin aldığı ekli belirledi.
Đlk stratejinin en iyi örneği Fransa'da akademik sosyolojinin kurucusu Emile Durkheinı'ın öğretileridir.
Durkheim, bilimsel statü pe indeki bütün bilgi alanlarının payla tığı bir bilim modelinin olduğunu veri olarak
aldı. Bu model, her eyden önce, nesnelliği ile çalı ma nesnesine çalı mayı yapan özneden tamamen farklı
olarak ara tırmacının tetkikine tabi kılınabilen, gözlenebilen ve kesinlikle yansız ve ayrı bir dil içinde
açıklanabilen, "orada" bir ey olarak ele almasıyla nitelendi. Her bilim aynı ekilde hareket ederken, bilimsel
disiplinler birbirlerinden ancak aynı türden nesnel bakı ı gerçekliğin ayrı alanlarına yöneltmeleriyle ayrılır;
dünya, âdeta parsellere bölünür ve bu parsellerin her biri ait olduğu bilimsel disiplin tarafından ara tırılır.
Ara tırmacılar hep aynıdır, hepsi aynı tür teknik beceriyle donanmı ve aynı kurallara ve davranı koduna tabi
bir etkinlik yürütürler. Ve üzerinde çalı tıkları gerçeklik hepsi için aynıdır, her zaman "orada" gözlenmeyi,
tanımlanmayı ve açıklanmayı bekleyen eylerden olu mu tur. Bilimsel disiplinleri birbirinden ayıran tek ey
ara tırma alanlarının ayrılığıdır. Çe itli bilim dallan dünyayı kendi aralarında bölü türür ve her biri kendi
parçasıyla, kendi " eyler koleksiyonu" ile me gul olur.
Eğer bilimin yaptığı buysa, sosyolojinin bilim içinde bir yer bulması, bir bilim haline gelmesi için mevcut
bilimsel disiplinlerin henüz ele almadıkları bir dünya kesimi bulması arttır. Denizleri dola an bir ka if gibi,
sosyoloji hiç kimsenin henüz egemenlik iddiasında bulunmayan bir kara parçası ke fetmelidir ki, kendi
bilimsel yetkinliğinin ve otoritesinin rakipsiz alanını olu turabüsin. Basitçe söylersek, bir bilim olarak ve ayrı,
egemen, bilimsel bir disiplin olarak sosyoloji ancak o güne kadar ihmal edilmi bir " eyler koleksiyonu"nun
hâlâ bilimsel tetkike konu edilmeyi bekler bulunmasıyla me rula tınlabılirdi.
Durkheim, özel olarak sosyal olguların -özelde hiçbir ki iye ait olmayan kolektif fenomenlerin (ortak inançlar
ve davranı kalıpları gibi)- oldukları haliyle eyler olarak ele alınabileceklerini ve öteki eyler gibi nesnel, ayrı
bir biçimde ara tırılabileceğini ileri sürü yordu. Aslında, bu fenomenler sizin ve benim gibi bireylerin gözünde
gerçekliğin geri kalamyla aynı görünür: Somut ve inatçıdırlar ve onların olmamasını i leyemeyeceğimiz gibi
onları tanıyıp tanımamamızdan bağımsız olarak vardırlar. Tıpkı ona baksam da bakmasam da, onu dü ünsem
de dü ünmesem de, odamda belli bir yer i gal eden masa ve sandalye gibi, onlar, bilsek de bilmesek de
oradadırlar. .Dahası, onları ancak felaketim pahasına ihmal edebilirim. Eğer sanki onlar yokmu gibi
davranırsam, fena halde cezalandırılırım (eğer doğal yerçekimi yasasını görmezden gelip odadan çıkmak için
kapı yerine pencereyi kullanırsam, cezaya çarptırılırım - kolum bacağım kırılır. Eğer bir sosyal normu -çalmaya
kar ı yasaları ve ahlâk kurallarını- görmezden gelirsem, yine cezaya çarptırılırım; hapse atılırım ya da
hemcinslerim tarafından lanetlenirim). Đ in aslı, bir sosyal normun mevcudiyetini zor bir yoldan -normu
çiğnediğimizde ve bu yüzden istemeden kendimize kar ı cezai yaptırımların "fitilini ate lediğimizde"öğreniriz.
Bu yüzden, diyebiliriz-ki, ku kusuz insansız olmayacaksa da, sosyal fenomenler birey olarak insanın içinde
değil dı ındadır. Doğa ve onun mutlak yasaları ile birlikte, her insanın nesnel çevresinin, herhangi bir insan
eylemi ya da bütün olarak insan hayatının, dı sal ko ullarını olu tururlar. Onların güçlerine tabi insanlara
sorarak sosyal fenomenler hakkında bir eyler öğrenmek anlamsız olacaktır (uçmak yerine yürüyen insanların
kanaatlerini toparlayarak yerçekimi yasası üzerine ara tırma yapılamaz). Đnsanlara sormak yoluyla elde
edilebilecek enformasyon bulanık, kısmi ve yanıltıcı olacaktır: Sorularımızı yönelttiğimiz insanlar, ara tırması
yapılan fenomenleri onlar bulmu ya da yaratmı olmadıklarından, onları zaten olduğu gibi ve hazır
buldukları ve çoğu kez onlarla ki-sa bir an için ve bir yönüyle kar ıla mak dı ında kar ıla madıklarından (yani,
mevcudiyetlerinden haberdar olmadıklarından), söyleyecekleri çok fazla değildir. Bu yüzden, sosyal olgular
doğrudan, nesnel olarak, "dı arıdan", sistematik gözlem yoluyla, özellikle "oradaki" eylerin geri kalanı
üzerinde çalı ırken olduğu gibi ara tırılmalıdır.
Durkheim, önemli bir anlamda, sosyal olguların doğal olgular244
:
i1
3a
dan farklı olduğu fikrine katılır. Doğanın yasasını çığ^ dından gelen zarar arasındaki bağlantı otomatiktir; ir*
(ya da hiçkimsenin tasarımı) ile gündeme getirilmez, munu çiğnemekle norm çiğneyenlerin maruz kaldıkla'^
bağlantı tersine "insan yapısıdır. Belli davranı lar, b^etw ni failine zarar verdiği için değil, toplum onu
mahkûyt^1 cezalandırılır (böylelikle, çalma hırsıza zarar vermez, (1t^ bile sağlayabilir; eğer hırsız sonuçta ceza
görürse, buny ^ ned^ ni sosyal duyguların hırsızlık kar ısında ağır basmasıd'(jği igel^ lim, bu farklılık sosyal
normların " eylere benzer" mt^ Va ^ üstlerinde nesnel ara tırmanın uygulanabilirliğim değıO ,ıa , ' ['»k
tersine, bu farklılık normların " eylere benzer" doğiy^ s bulunur çünkü normlar düzenliliğin ve insan
davranı ını^ sıyla bizatihi toplumsal düzenin, rastlantısal olmayan ^ malzemesi ve etkin nedenleri olarak
ortaya çıkarlar. Irv^ sının sahici açıklamasını mümkün kılan zihinsel du^j psikologların istekle ara tırdıkları
türden bireysel dU'dav değil, bu gibi " eylere benzer" sosyal olgulardır, in a) b^ doğru olarak anlatmayı ve
açıklamayı isteyen sosyolog ancak bireyin kendisinin bize anlatabileceği -ve bu y^ ok ln\ ruhunun"
gözlemlenemez ve nüfuz edilemez "gizler» ^n <K ^ maya mahkûm- bireysel psi e, niyetler ve özel anlaml'
Ve *"*%_ dan geçmekte ve bunun yerine dı ardan gözlenebıle^r^! *\ malde onlara bakan her gözlemciye
aynı görünen feno»
rı ar^_ tırmaya ağırlık vermekte haklıdır (ona bu salık verilir^
Bu, sosyolojinin bilimsel statüsünü savunmak için h ^ °'le muhtemel stratejilerden biridir. Çok farklı bir
strat^jm^ ber'in eserleriyle birlikte ortaya çıkmı tır. "Bilimsel %jj nin çak ve ancak bir yolunun olduğu ve bu
yüzden sos/ - n d bilimlerinin pratiklerini sorgusuz sualsiz taklit etmesi ^
^_
ri iddetle reddedilir. Bunun yerine Weber, sosyoloji^,-,, «ln. ^ limsel bilgiden beklenen kesinlikten bir ey
kaybetmedi ^ \_ yoloji tarafından incelenen insan gerçekliği doğa biU' ili^,^nc);lll ara tırılan insani olmayan
dünyadan farklı ise doğa aynı ekilde farklı olması gerektiğini savunmu tur Đnsan gerçekliği, insan faillerin
eylemlerine anlam katmalarıy-la, farklıdır, aslında e sizdir. Faillerin güdüleri vardır; kendilerine koydukları
amaçlara eri mek için eylem yaparlar. Onların eylemlerini açıklayan böylesi amaçlardır. Bu nedenle, fiziksel
maddelerin uzamsal hareketleri ya da kimyasal tepkimelerin aksine, insan eylemlerinin açıklanmak yerine
anla ılmaya ihtiyacı vardır. Daha açık bir deyi le, insan eylemini açıklamak onu anlamak, fail tarafından ona
bah edilen anlamı kavramaktır.
Đnsan eylemlerinin anlamlı olması ve bu yüzden özel tür bir ara tırmaya ihtiyaç duyması Weber'in ke fi
değildir. Tersine, bu fikir anlambilim'in -bir edebi metinde, bir tabloda ya da yaratıcı bir insan ruhunun ba ka
bir ürününde yatan "anlamın ke fi"nin teorisi ve pratiği- kurulmasından beri, uzun zamandır bilinmekteydi.
An-lambilimsel incelemeler bo una bilimsel statü kazanmak için mücadele veriyordu. Anlambilim
teorisyenleri, anlambilimsel çalı manın yöntemi ve bulgularının bilimin yöntemlerinin ve sonuçlarının
olduğunu gösterdiği kadar, nesnel olabileceğini, yani, anlambilimsel incelemenin yönteminin kuralları izleyen
herhangi bir ara tırmacının aynı sonuçlara ula abilecekleri kesinlikte bir sisteme bağlanabileceğini gösterme
zorluğuyla kar ı kar ıya kaldılar. Böylesi bir bilimsel ideal, göründüğü kadarıyla, anlambilimciler için eri ilemez
bir eydi. Öyle ki, anlamını kavramak için, metnin yorumcuları "kendilerini yazarın yerine koymalı", metni
yazarının gözünden görmeli, yazarının dü üncelerini dü ünmeliydiler; kısaca, yazar gibi olmaya, dü ünmeye,
akılyürütmeye ve duymaya çalı malıydılar (bu tür, kendini yazarın hayatına ve ruhuna "aktarma", yazarın
deneyimini yeniden ya ama ve kopya etme çabasına e duyum deniyordu). Bu, yazarla sahici bir yakınla ma
ve muazzam bir hayal gücü gerektirir; ve sonuçlar herkesin e it ba arıyla uygulayabileceği tektip bir yönteme
değil, tek bir yorumcunun emsalsiz maharetlerine bağlı olacaktır. Bu yüzden, yorumlama süreci bir bütün
olarak bilimden çok sanata aittir. Eğer yorumcular son derece farklı yorumlar yaparlarsa, rakip öneriler
arasından zengin, daha geni açılı, derin, estetik olarak ho ya da hiç değilse ötekilerden daha doyurucu olan
biri seçilebilir; ancak bunlar ho lanmadığımız
246
yorumun yanlı ama tercih ettiğimiz yorumun doğru olduğunu söylememizi sağlayacak nedenler değildir. Ve
doğru olduğu kesinlikle teyit edilemeyen ya da yanlı lığı kanıtlanamayan bir tez bilime ait
olamaz.
Ne var ki Weber, onları anlamayı amaçlayan (yani anlambilim gibi anlamlarını kavramaya çabalayan) bir insan
eylemleri incelemesi olarak sosyolojinin bilimsel bilginin ayırıcı özelliği olan nesnellik düzeyine
eri ebileceğinde ısrar etti. Ba ka bir ifadeyle, We-ber sosyolojinin öznel insan gerçekliğinin nesnel bilgisini
yaratabileceğini, ve yaratması gerektiğini ısrarla belirtti.
Ku kusuz, tüm insan eylemleri böyle yorumlanamaz çünkü eylemlerimizin çoğu ya geleneksel ya da hissidir onlara alı kanlıklar ya da duygular yön verir. Đki durumda da eylem dü ünümsüzdür Öfkeyle davrandığımda
ya da bir rutini izlediğimde, ne eylemim üzerine kafa yorarım ne de özel amaçlar güderim; eylemimi özel bir
amaca yönelik bir araç olarak tasarlamadığım gibi denetlemem de. Geleneksel ve hissi eylemler, tıpkı doğal
fenomenler gibi zihnimin denetleyemediği unsurlar tarafından belirlenirler; ve doğal fenomenler gibi, en iyi
nedenleri gösterildiğinde kavranırlar. Nedensel bir açıklama yerine bir anlam kavrayı ı için, rasyonel eylemler,
yani dü ünümlü eylemler, hesaplı eylemler, bilinçli olarak benimsenmi ve denetlenen ve bilinçli olarak
dü ünülmü bir amacı hedefleyen eylemler ("için" eylemleri) gereklidir. Gelenekler çe itli ve duygulanımlar
doğrudan doğruya ki isel ve özel olsalar bile, amaçlarımızı onları ba armak için seçtiğimiz araçlarla ölçmeye
kalkı mamızın altında yatan gerekçe bütün insanlar için ortaktır. Böylelikle, gözlediğim eylemin anlamını failin
aklından neler geçtiğini tahmin ederek, "dü ünceleri dü ünerek" (ba ka bir ifadeyle, eınpatiyle) değil, eylemi,
anlamlı olan ve bu yüzden eylemi benim için ve herhangi bir ba ka gözlemci için anlamlı kılan bir motifle
e le tirerek çıkarabilirim. Okul arkada ınıza öfkeyle vurmanız, eğer ben hiçbir zaman güçlü duygular
ya amamı halim'selim bir ki iysem, benim için hiçbir anlama gelmeyebilir. Ancak eğer ben "sabahladığınızı",
gece geç saatlere kadar bir makale yazdığınızı görürsem, gördüğüm eyin anlamını kolaylıkla çözebilirim (ve
herkes bunu yapabilir) çünkü makale yazmanın bilgi edinmenin mükemmel, sınanmı bir yolu olduğunu
biliyorum.
Göründüğü kadarıyla Weber, kısaca unu varsayıyor: Bir rasyonel akıl ba ka bir rasyonel aklı tanıyabilir;
ara tırılan eylemler rasyonel oldukları (hesaplanmı , bir amaç güden) müddetçe, rasyonel olarak anla ılabilir bir neden değil, bir anlam ortaya sürerek açıklanabilir. Sosyolojik bilginin bu yüzden bilimden a ağı kalması
gerekmez. Tam tersine, onun yalnızca betimlemekle kalmadığı nesnelerini -insan nesnelerini- aynı zamanda
anlayabilmesiyle bilim üzerinde açık bir üstünlüğü vardır. Ne kadar ba tan sona ke fedilmi olursa olsun,
bilimin betimlediği dünya anlamsız durur (ağaç hakkında her eyi bilebilirsiniz ama ağacı "anlayamazsınız").
Sosyoloji bilimden ötesine gider - o üzerinde çalı tığı gerçekliğin anlamım yakalar.
Sosyal ara tırmaları bilim katına çıkarmayı hedefleyen üçüncü bir strateji daha vardır: Bilim gibi, sosyolojinin
de doğrudan ve etkili pratik uygulamasının olduğunu göstermek. Bu strateji özel bir gayretke likle, pragmatik
kafa yapısı ve pratik ba arıyı, değerin ve nihayet hakikatin yüce kıstası olarak gören bir ülkede, Amerika
Birle ik Devletleri'nde, sosyolojinin önde gelen isimleri taıafından uygulanmaktadır. Avrupalı
meslekta larından farklı olarak ilk Amerikalı sosyologların yaptıkları i in doğası hakkında teoriler yapmaya
pek vakitleri yoktu; onlar sosyolojik pratiğin felsefi hak-lıla tırılması ile ilgilenmediler. Bunun yerine, onlar
büyük bir hevesle sosyolojik ara tırmanın temin edebileceği türden bilginin yıllar boyu çarpıcı sonuçlar alarak
kullanılmakta olan bilimsel bilgiyle tamamen aynı biçimde kullanılabileceğini göstermeye giri tiler; bu bilgi de
öngörülerde bulunmak ve gerçekliği "manipüle etmek" için, gerçekliği ne olursa olsun ve nasıl tanımlanmı
ve seçilmi olurlarsa olsunlar, ihtiyaçlarımız ve niyetlerimize yanıt verecek biçimde deği tirmek için
kullanılabilirdi.
Bu üçüncü strateji ağırlığını sosyal te his yöntemlerinin (sosyal hayatın belli alanlarında i lerin tam olarak
nasıl yürüdüğünü ayrıntılarıyla gösteren incelemeler) ve insan davranı ının genel teorisini (yani, bu tür
davranı ları belirleyen unsurlar; bu gibi unsurların ek-248
siksiz bir bilgisinin insan davranı ını öngörülebilir ve manipüle edilebilir kılabileceği umut ediliyordu)
geli tirmeye verdi. Ba ından beri, sosyolojinin pratik bir yanının olduğu dü ünülüyordu. Sosyolojinin bu
Özelliği, artan suç oranları, çocuk suçları, alkolizm, fuhu , aile bağlarının zayıflaması vb. gibi belli ba lı sosyal
sorunların kar ısına çıkarıldı. Sosyoloji sosyal tanınma ansını, nasıl jeoloji ve fizik, gökdelenlerin in asına
yardımcı oluyorsa, aynı ekilde sosyal süreçlerin yönetimine yardımcı olma vaadi üzerine kurdu. Ba ka bir
ifadeyle, sosyoloji kendini sosyal düzenin kurulu u ve sürdürülmesi hizmetine soktu. Sosyal yöneticilerin,
öteki insanların davranı larını yönlendirme görevini üstlenen insanların kaygılarını payla tı. Pratik yararlılık
vaadi idari faaliyetin her yeni alanında yankı buldu ve savunuldu. Fabrikalarda ve madenlerde uzla mazlıkları
çözmek ve çatı maları önlemek için, sava yorgunu askeri birliklerdeki genç askerlerin uyumunu
kolayla tırmak için, yeni ticari ürünlerin piyasaya çıkarılmasına yardım etmek için, eski hükümlülerin
rehabilitasyonu için, sosyal refah harcamalarının verimliliğini artırmak için sosyologların hizmetlerinden
faydalanıldı.
Bu strateji Francis Bacon'ın "doğaya itaat ederek boyun eğdirmek" formülüne çok yakındı; doğruyu yararlılık,
enformasyonu denetim, bilgiyi güç ile kayna tırıyordu. Bu strateji, sosyolojik bilginin geçerliliğini sosyal
düzenin yönetimine, düzeni yönetenlerin gördüğü ve dile getirdiği biçimiyle "sorunlar"ın çözümüne
sağlayabileceği pratik faydalar ile kanıtlamak üzere, güç sahiplerinin meydan okuyu unu kabul ediyordu. Aynı
ekilde, böyle bir strateji izleyen sosyoloji idarecilerin bakı açısını benimsemek, toplumu "tepeden" bir
manipülasyon nesnesi, ona verilmek istenen biçime daha kolay uyum sağlayıp girebilmesi için iç yapısının
daha iyi öğrenilmesi gereken sert materyal olarak görmek zorunda kalmı tı.
Sosyolojik ve idari ilgi alanlarının kayna ması, sosyolojinin devletin, endüstriyel ya da askeri yönetim
çevrelerinin gözüne girmesini sağlamı tı sağlamasına ama bu onu tepedeki gücün denetimini gönülden
destekledikleri değerlere, özellikle bireysel özgürlük ve komünal özyönetime kar ı bir tehdit olarak
algılayanların ele tirilerine maruz bıraktı. Ele tirmenler, tartı ılan bu stratejinin izlenmesinin taraf tutma ve
sosyal gücün mevcut asimetrisine aktif bir destek verme anlamına geldiğine i aret ediyorlardı. Onlar ısrarla,
sosyolojinin sağladığı bilgi ve pratik çözüm önerilerinin onlardan faydalanmayı isteyen herkese e it olarak
hizmet edebileceği ve bu yüzden nötr ve tarafsız görülebileceği iddiasının doğru olmadığını belirtiyorlardı.
Yöneticilerin bakı açısından kurgulanmı bilgiyi herkes kullanamaz; o bilginin uygulanması, her eyden önce,
ancak yöneticilerin elinde olan ve onların kullanabildiği kaynaklar ister. Demek ki, sosyoloji zaten ipleri elinde
tutanların denetim güçlerine güç katar; zaten elleri güçlü olanların ansını daha da artırır. Böylelikle, e itsizlik
ve sosyal adaletsizlik davasına hizmet edilmi olur.
Sosyoloji böylelikle ele tiri oklarını üzerine çekti. Ürünleri, uzla maları pek mümkün olmayan baskılara maruz
kalmı tır. Bir tarafın sosyolojiden yapmasını istediği eyi öteki taraf kötülüğün nedeni olarak görmekte ve ona
kar ı kararlılıkla direnmektedir. Tartı malı olma kabahati tek ba ına sosyolojinin üstüne atılamaz. Sosyoloji
genelde toplumu parçalayan somut bir sosyal çatı manın, bir iç çeli kinin kurbanı olmu tur; bu onun
çözemeyeceği bir çeli kidir.
Çeli ki modern toplumun doğasından gelen, bizatihi rasyonel-le tirme projesinde yatar. Rasyonellik iki kenarı
keskin bir kılıçtır. Bir yanda, insan bireylerinin kendi eylemleri üzerinde daha fazla denetim kazanmalarına
yardım eder. Gördüğümüz gibi, rasyonel hesap eylemi failin amaçlarına daha uygun hale getirilebilir ve
böylelikle verimliliğini artırabilir. Genel olarak bakıldığında görülür ki rasyonel bireylerin amaçlarına ula ma
ihtimali plan ve hesap yapmayan Ve eylemleri üzerine kafa yormayan bireylere göre daha fazladır. Öte
yandan, bir kere bireysel eylem çevresine -genelde toplum örgütlenmesine- uygulandığında, rasyonel analiz
pekâlâ bireysel tercihlerin ufkunu daraltabilir ya da bireylerin amaçları pe inden gitmek için
faydalanabilecekleri araçlar havuzunu kurutabilir. Taban tabana zıt bir etki yaratabilir, yani bireysel özgürlüğü
sınırlayabilir. Sonuç olarak rasyonelliğin muhtemel kullanımları içkin olarak bağda mazdır ve tartı malı
kalmaya mahkûmdur.
2M>
Sosyolojiyi ku atan tartı malar yalnızca rasyonelliğin çift yüzlü doğasını yansıtır. Sosyolojinin bunu
deği tirmek için yapabileceği çok ey yoktur ve bu yüzden tartı ma sürecektir. Güç sahipleri sosyolojiyi
uyrukları üzerindeki hakimiyetlerini zayıflatmak ve sosyal huzursuzluk ve bozgunculuk dedikleri eyi
kı kırtmakla suçlamaya devam edecektir. Mevcut kaynaklan ellerinde tutanlar tarafından dayatılan soluk
kesen kısıtlamalar kar ısında hayat tarzlarını savunan insanlar sosyologları can dü manlarının danı manları ve
akıl hocaları kılığında gördüklerinde hayrete dü meye ya da üzüntüye kapılmaya devam edeceklerdir. Her bir
durumda, suçlamaların dozu çatı manın mevcut iddetini yansıtacaktır.
Đki cepheden saldırıya uğrayan sosyoloji bilimsel statüsünün derinlemesine sorgulandığına tanık olur.
Muhalifleri canla ba la sosyolojik bilginin geçerliliğinin gayrime ru kılınmasıyla uğra maktadır ve bilimsel
statü verilmemesi de bu amaçlarına hizmet eder. Belki de, sosyologları bilim insanları olma statüleri
konusunda bu kadar duyarlı kılan ve hem akademik dünyayı hem de kamuoyunu sosyologların ürettiği
bilginin bilimsel bulgulara atfedilen kıstaslara uygun doğruluk değeri ta ıyabildiğine ikna etmek için hiç
durmadan yeni çabalara iten ey, akademik dünyadaki az sayıda dalın kar ı kar ıya kaldığı bu ikili saldırıdır.
Çabalar sonuçsuz kalmı tır. Ne var ki, bu çabalar aynı zamanda dikkatleri sosyolojik dü üncenin günlük
hayata verebileceği gerçek hizmetten de uzakla tırmı -tır.
Düzenli bir vizyon, düzenin bir vizyonu olarak her bilgi, bir dünya yorumu içerir. Genelde inandığımız gibi,
eyleri oldukları haliyle yansıtmaz; eyler, daha çok, sahip olduğumuz bilgiyle varlık kazanırlar: Sanki, ham,
olgunla mamı duygularımız bilgimizin elekten geçirerek onlar için hazırladığı kategoriler, sınıflar, türler
biçimindeki bölmelere aldığı eyler içinde yoğunla mı tır. Bilgimiz arttıkça gördüğümüz eyler artar, dünyada
ayrımına vardığımız farklı eylerin sayısı artar. Ya da, daha doğrusu, "çok bilgiliyim" demekle "dünyada çok
eyin ayrımındayım" demek aynı anlama gelir. Eğer resim sanatı üzerinde çalı ıyorsam, daha önce bende hep
aynı izlenimi bırakan "kırmızılık" artık "kırmızılar ailesi'Yıin giderek artan sayıda özgün ve son derece farklı
üyelerine ayrı ırlar: Artık Ad-rianople kırmızısını, alev kızıllığını, çöpleme kırmızısını, Hindistan kırmızısını,
Japon kırmızısını, lal rengini, koyu kırmızıyı, yakut rengini, alı, parlak kırmızıyı, kan rengini, gül kırmızısını, cart
kırmızıyı, Napoli kırmızısını, Pompei kırmızısını, Đran kırmızısını ve sürekli artan sayıda öteki kırmızıları
birbirinden farklı görürüm. Sanattan bihaber, eğitimsiz'bir ki i ile okuldan yeti mi bir sanatçı ya da bir sanat
ele tirmeni, bir uzman arasındaki fark ikincinin gayet a ikâr (ve "doğal") olarak farklı ve ayrı gördüğü renkleri
göremeyen birincide kendini gösterir. Bu fark aynı zamanda birinci ki- • sinin sahip olduğu genelde
"kırmızılığı" görme, tüm nesnelerin aynı renk kırmı;-ının çe itli tonlarına boyandığını algılama yetisini
kaybetmi ikinci ki ide kendini gösterir.
Bütün alanlarda, bilgi edinme nasıl yeni ayrımlara gidileceğini, tektip olanın nasıl parçalı kılınacağını,
ayrımların nasıl daha derinle tirileceğini, geni sınıfların nasıl dar sınıflara parçalanacağını öğrenmekten
ibarettir, böylelikle deneyimin yorumu daha zenginle ir ve çe itlenir. Sıklıkla, insanların sahip oldukları
eğitimin kullandıkları sözcüklerin zenginliği (dillerinin ne kadar sözcük içerdiği) ile ölçüldüğünü duyarız. Bazı
eylere "ho " diyebiliriz; ancak "ho lukları" dajıa özgünle tirilebilir ve o zaman görülür ki, böyle betimlenen
eyler çe itli nedenlerle -zevk verici, leziz, nazik, uygun, zevkli ya da "doğrusunu yapan"- "ho " olarak
ya anmı tır. Demek ki, deneyimin ve söz dağarının zenginliği birlikte artıyor.
Dil, halihazırda olanları aktarmak üzere, "dı arıdan" gelmez. Dil ba ından beri hayatın içindedir. Aslında, dilin
bir hayat biçimi olduğunu ve her dilin -Đngilizce, Çince, Portekizce, i çi sınıfı dili, "züppe" dili, kamu
görevlilerinin "resmi" dili, yeraltı dünyasının argosu, yeniyetme çetelerinin ağızlan, sanat ele tirmeninin dili,
gemicilerin, nükleer fizikçilerin, cerrahların ya da madencilerin dili-kendi ba larına bir hayat biçimi olduğunu
söyleyebiliriz. Her biri birlikte bir dünya haritası (ya da dünyanın özgül bir kesimini) ve bir davranı kodunu paralel ve e güdümlü iki düzen, iki ayrım 252
düzlemi (biri algının, öteki de davranı pratiğinin düzlemi) '~>a^j meydana getirir. Her bir hayat biçiminin
içinde, harita ve kc*^ mak halindedir. Onları ayrı ayrı dü ünebiliriz ancak pratikte \^-^-rinden ayıramayız.
Oeylerin isimleri arasında yapılan aynini^ Qn_ lan n niteliklerindeki -ve dolayısıyla kul tanımları ndaki ve c\ .
kar ı tutumumuzdaki- farklılığı algılamamızı yansıtır; ancak '>jte]j^ farklarını tanımamız onlara kar ı
tutumumuzdaki ve tutumun^ nedeni olan beklentilerimizdeki farklılığı yansıtır. Oimdi rv
1*1
^• •
J^
vardığımıza bir bakalım: Anlamak nasıl devam edileceğim bı^mek tir. Ya da tersi: Eğer nasıl devam
edileceğini biliyorsak, anla,^ demektir. Đ te tam da bu örtü me, ikisi -eylem biçimimiz ve d^
_ yi görme
biçimimiz- arasındaki bu ahenk yüzünden farklılı^ eylerin kendilerinde olduklarını, bizi ku atan dünyanın
ayrı tırdığımız ayrı parçalara bölünmü olduğunu, isimlerin dırılmı eylere "ait" olduklarını sanırız.
Hayat biçimleri sonsuzdur. Ku kusuz, her biri diğerinden - , lıdır; ayrımları, nihayetinde, onları ayrı hayat
biçimleri yapaı^ lerdir. Ancak bunlar birbirlerinden a ılmaz duvarlarla ayrılm^m tır; bunlar, içlerinde her eye
sahip, içerdikleri her ey onlara, ^ac]g_ ce onlara ait, kendine yeterli kapalı dünyalar olarak dü ünüln>eme_
lidir. Hayat biçimleri düzenli, payla ılan kalıplardır -ancak slWj,ıa biri diğerinin üzerine eklenmi tir. Örtü ürler
ve toplam hayat qe yiminin seçilmi alanları için yarı ırlar. Hayat biçimleri âdeta ja j^_ 1ı seçimler ve toplam
dünyanın aynı parçalarının ve ortak nav^^cjan çıkarılan aynı eylerin alternatif düzenleni leridir. Bir gün btv
n_ ca, ben birçok hayat biçimini ya arım; ancak hangi biçimi y^ sam ya ayayım, yanımda öteki biçimlerden
bir parça ta ırım ^ , ki, çalı tığım ara tırma grubundaki davranı tarzım özel nayatırrıc}a katıldığım tarzların
bölgesel ve yerel özelliğinin "kusurların^ ba_ rındınr; bu yöresel hayat biçiminde yer almam zamanla ait ^^_
ğum ve hayatlarını payla tığım özel bir dini tarikatin izlerini» vb.). Hayatım boyunca ya adığım her hayat
biçimi içinde, far^ ,,' dizi insanla bilgileri ve davranı kodlarını payla ırım; ve bu i|^san_ ların her biri
katıldıkları hayat biçimlerinin tek bir bile imini y _ yabilir. Bu nedenle, hiçbir hayat biçimi "an" olmadığı gibi,
sonsuza dek verili de değildir. Benim bir hayat biçimine giri im kendi adıma pasif bir yol yordam öğrenme
süreci olmadığı gibi, imdi boyun eğmek niyetinde olduğum katı kurallara uysunlar diye fikirlerimin ve
yetilerimin eğilip bükülmesi, ekle sokulması ve kesilip biçilmesi süreci de değildir. Benim bir hayat biçimine
giri im dahil olduğum hayat biçimini deği tirir: ikimiz de deği iriz; yeni girdiğim hayat biçiminin içeriğini
(içimde ta ıdığım öteki hayat biçimleri eklinde) deği tirme meziyetim vardır, öyle ki benim giri imden sonra
bu hayat tarzı öncekinden farklıdır. Ve böylelikle her zaman deği ir. Her bir katılım (bir hayat biçimini
olu turan dili öğrenme, hâkim olma ve uygulama) yaratıcı bir eylem, bir dönü türme eylemidir. Ba ka bir
ifadeyle, onları payla an cemaatler gibi diller de açık uçlu ve dinamik olu umlardır. Ancak daimi bir deği im
durumunda var olabilirler.
Bu yüzden, kafa karı ıklığı, ileti imin kopması tehlikeleri kadar, anlama sorunları hiçbir zaman yakamızı
bırakmaz. Kendi tarzları ve ayrı yorumlarıyla dilin kullanıcıları durmaksızın farklı hayat biçimi türlerini
etkile ime soktuklarından, her sözcüğün zoraki, kesin, mecburi bir tanımını yapmak suretiyle dilin içerdiği
yorumları "dondurarak" ileti imi kusursuzla tırmak için giri ilen çabalar hiçbir i e yaramaz. Böylesi her
etkile im sürecinde, anlamlar belli belirsiz, ancak sürekli ve kaçınılmaz bir deği ime maruz kalırlar. Anlamlar
yeni renkler kazanır, bir zamanlar uzak oldukları gönderge-lerle e le ir, eski anlamları yerlerinden eder ve
bizatihi dili deği tirmemesi dü ünülemeyecek birçok ba ka deği ime uğrar. Ortak anlayı yaratmayı,
farklılıkları kazımayı, yorum birliğine eri meyi amaçlayan eylemlerden olu an ileti im sürecinin, bir hayat
biçiminin sabit kalmasını engellediğini söyleyebiliriz. Hayat tarzının bu a kınlık verici niteliğini kavramak için,
bir nehrin kıvrılarak akı ını dü ünün; her bir kıvrım sanki süregiden bir ekli varmı ve bu yüzden sürüp giden
bir zaman zarfında "aynı kalıyormu ", "kimliğini" koruyormu gibi görünür, halbuki gayet iyi bildiğimiz gibi,
tek bir su molekülünü bile birkaç saniye dı ında bünyesinde tutamaz, içeriği sürekli bir akı durumundadır.
Bunun kıvrımın bir zayıflığı olduğunu ve onun güvenliği -hayatta kalması- için nehrin
durdurulmasının iyi olacağını dü ünüyorsanız, unutmayın ki böyle bir olay kıvrımın "ölümü" anlamına gelir. O
daimi bir akı ve hep deği en, bu arada hep farklı organik ve inorganik maddeler ta ıyan, su niteliklerinin
ta ması olmaksızın "ya ayamaz" ( eklini, ayrı biçimini ve kalıcı kimliğini koruyamaz).
Demek ki diller, hayat biçimleri, nehirlerin kendileri gibi kıvrımları, ancak ve ancak esnek, durmaksızın akı
halinde yeni maddeleri bünyesine katabilir ve "tükenenleri" bırakabilir olduklarından canlı kalırlar, kimliklerini,
göreli özerkliklerini korurlar. Ne var ki, bu hayat biçimlerinin (tüm dillerin, tüm bilgi kalıplarının) kapalı, katı,
deği ime direngen hale geldiğinde ölecekleri anlamına gelir. Nihai kodlama halinde varlıklarını sürdüremezler
ve bu kesinlik hali kodlama çabalarını kı kırtan eydir. Ba ka bir ifadeyle, dillerin ve genelde bilginin hayatta
kalması, tutarlılığını koruması ve i e yaraması için müphem lige ihtiyacı vardır.
Gelgelelim, "karmakarı ık" gerçekliği düzene sokmakla ilgili güçler için bu müphemlik hedefleri önünde bir
engelden ba ka bir- ey değildir. Onlar doğal olarak akıntıyı dondurmaya, denetledikleri bilgiye davetsiz
katılan her veriyi engellemeye, üzerlerindeki tekellerini güven altına almayı istedikleri "hayat biçimini"
kapatmaya can atarlar. "Biraz da" rekabet yokluğu sayesinde, müphem olmayan bilgi arayı ı ile gerçekliği
düzene sokma, özgüvenli, etkili eyleme hazır hale getirme gayreti tek bir potada erir. Belli bir durumun tam
denetimini istemek, sözcüklerin anlamlarının asla ku kuya yer bırakmadığı ve çatı madığı, her sözcüğün
a maz bir biçimde göstergesine i aret ettiği ve bu bir ve tek bağın onu kullanan herkes için bağlayıcı olduğu
kesin bir "dilbilimsel harita" için mücadele etmektir. Bu gibi nedenlerden dolayı, bilginin müpheınliği, dur
durak bilmeksizin, belli bilgileri zorunlu ve sorgulanmaz -ortodok-si- olarak "sabitleme" çabalarına; ancak ve
ancak bu bilginin hatasız, kusursuz ya da her halükârda daha iyi (daha güvenilir, sağlam ve faydalı) olduğu
inancını a ılamaya; ve aynı anlama gelmek üzere, alternatif bilgi biçimlerini adi, gülünç hurafeler, önyargılar,
sabit fikirler ya da cehaletin tezahürleri statüsünde eyler olarak -ama her durumda bir sapkınlık, hakikate
mahkum edilmesi gereken bir ihanet olarak- a ağılamaya neden olur.
Bu iki yönlü (ortodoksinin konumunu güven altına almak ile sapkınlığı engellemek-ya da ortadan kaldırmak)
çabanın amacı yorum üzerinde denetim sağlamaktır. Söz konusu güç muhtemel yorumlardan hangisinin
seçilmesi ve doğru yorum olarak bağlayıcı kılınmasına karar verme hakkını tek ba ına elinde tutmayı amaçlar
(gerçeğin belirlenmesinde, rakip versiyonların birçoğu yanlı , ancak bir tanesi doğru olabilir; yanlı çoktur
ama yalnızca bir doğru vardır; rakipsizlik tekeli, ayrıcalığı isteme cüreti hakikat fikrinin kendinde vardır). Güç
tekeli arayı ı bir alternatifin yanda larına, dü ünce çoğulculuğuna kar ı genel bir ho görüsüzlük içinde,
muhalifler rolünü, sansürü ve a ırı örneklerde ortadan kaldırmayı (Engizisyon döneminde dinsizlerin
yakılması, Stalin'in temizlik harekâtı içinde muhaliflerin kur una dizilmesi ve çağda dikta rejimlerindeki fikir
suçluları gibi) reva görmekte kendini gösterir.
Doğası gereği sosyoloji, "kapatma" ve "dondurma" i i için özellikle uygun değildir. Sosyoloji gündelik hayat
deneyiminin devamı olarak yapılan bir yorum, öteki yorumlardan beslenen ve ardından onları besleyen bir
yorumdur. Sosyoloji, edebiyat, sanat ve felsefe gibi insan deneyiminin yorumuyla ilgilenen öteki söylemlerle
rekabete girmez, kuvvetleri payla tırır. Sosyolojik dü ünmek, en azından, herhangi bir yorumun ayrıcalığına
ve kusursuzluğuna duyulan güveni zayıflatır. Deneyimlerin, hayat biçimlerinin çoğulluğunu öne çıkarır; her
birinin kendi ba ına bir kendilik, kendine özgü bir mantığı olan bir dünya olduğunu gösterirken, aynı
zamanda görünü te kendine yettiği ve eksiğinin olmadığı yalanını gözler önüne serer. Sosyolojik dü ünmek
deneyimlerin akı ına ve deği to-ku una engel olmak öyle dursun, önlerini açar. Özet olarak, o "akı ı
dondurma" ve giri noktalarını tıkama çabalarını güçten dü ürürken, müphemlik miktarına katkıda bulunur.
Kafalarını tasarladıkları düzene takmı güçlerin bakı açısından, sosyoloji dünyanın "karmakarı ıklığı"nın bir
parçası, bir çözüm olmak yerine bir sorundur.
Sosyolojinin insan hayatına ve insanların bir arada ya amalarına vermek için çok hazır olduğu büyük hizmet,
payla ılan özgürlü-
256
gün vazgeçilmez bir ko ulu olarak kar ılıklı anlayı ve ho görüyü yükseltmektir. Sosyolojik dü ünmek
ho görüyü besleyen anlayı ı ve anlayı ı mümkün kılan ho görüyü artırmaktan ba ka bir ey değildir.
Amerikalı felsefeci Richard Rorty'nin deyi iyle, "eğer özgürlüğe özen gösterirsek, hakikat ve iyilik kendi
ba larının çaresine bakmasını bilirler". Sosyolojik dü ünmek, özgürlük davasına hizmet eder. Daha fazlası
için ek okuma önerileri
En iyi ihtimalle, bu kitabın size a ılayabileceği ey, bir sosyoloji zevki, sosyolojik bulgular ve yorumlardan elde
edilebileceklerin sezgisidir. Oimdiye kadar sosyolojinin ne olduğuna, hayatınıza ve çevrenizdeki dünyaya nasıl
ı ık tutabileceğine ili kin kabaca bir fikir edinmi olmalısınız. Yine de bilginizin tam olduğu yanılgısına
kapılmayın. Henüz sosyolojinin biriktirdiği ve çalı malarını sürdürmek isleyenlere sunabileceği zengin bilginin
tükendiği yerin yakınına bile gelmediniz. Okulunuzun kütüphanesine gidin ve sosyoloji kitaplarıyla dolu
raflara öyle bir bakın. Okunacak ne kadar çok kitap olduğunu ve bu kitapların bahsettiği ne kadar çekici ve
i tah kabartan konular bulunduğunu göreceksiniz. Gerçekten de sosyoloji, günlük ilgi alanlarımızın önemli
meseleleriyle me gul olurken
75^
FI7AKK.V$mv«lı>jik Dii^iııımk
bütün modern dü ünceyi derinden etkileyen uzun bir dü ünce geleneğine sahip bir akademik disiplindir.
Aynı zamanda, her yeni ara tırmanın bulgularını ve yeni fikirleri zaten çarpıcı olan ba arılar hanesine
ekleyerek her gün büyüyen bir disiplindir de. Kütüphane ziyaretinin sizi a kınlığa dü ürmesi kuvvetle
muhtemeldir; sizi orada bekleyen bilgi birikiminin muazzaınlığı kar ısında yıkılmı olabilirsiniz ve bu yüzden
daha fazla çalı ma evkiniz kırılmı ya da dikkatiniz tamamen dağılmı olabilir.
Tamam da, yıkılmayın hemen, kaçıp kurtulmanın çekiciliğine de teslim olmayın. Sosyolojik bilgi devasa
görünebilir ancak o bilginin çoğu bildiğiniz ve kuvvetle hissettiğiniz eylerle ilgileniyor ve ya adığınız
deneyimlerle aynı havadan çalıyor. Göreceksiniz ki, çabanızın kar ılığını i'azlasıyla alacaksınız ve bu kesinlikle
gücünüzü a an bir çaba olmayacak. Ayrıca ansınıza ağırlıklı olarak sizin ve benzer bir görev kar ısında
a ıran öteki insanlara yardım etmek, sosyolojik bilginin ana gövdesine görece sancısız bir yoldan ula tırmak
için yazılmı sosyoloji kitapları var. Oimdi bu kitapların bazılarını, hepsini değil elbette, sıralayıp kısaca
tartı acağız. A ağıda saydıklarım her eyi kapsayan bir envanter değil, bir seçmedir. Ancak ilerledikçe, gelecek
adımınızı hangi yönde atacağınıza ili kin artan bir güven kazanacaksınız; giderek daha fazla kendi
yargılarınıza güvenebilecek, ne hakkında okumak istediğinizi ve onları nerede bulacağınızı bileceksiniz.
Belki, ba langıç kitabı Anthony Giddens'ın Sosyoloji'sidir. Mevcut sosyoloji haritaları içinde en kapsamlısı olan
bu kitap, tüm sosyoloji çalı maları içinde en güncel olanıdır - olabildiğince eksiksizdir. Muhtemelen bütün
kitabı bir kerede özümlemekte .zorlanacaksınız ama bu yapılacak en önemli ey değildir zaten. Bu kitaba bir
kaynak ve bir rehber olarak bakın. O size sosyoloji çalı malarında neler bulabileceğinizi ve oralarda ne tür
önermelerle kar ıla abileceğinizi anlatacaktır; siz ondan sonra yoğunla acağınız ve derinlemesine
ara tıracağınız alanları bulup seçebilirsiniz. Güzergâh siz yolculuğa çıkmadan önce gayet iyi hazırlanmı
olduğundan, yolunuzu kaybetme ihtimaliniz pek yoktur.
Kalkı ılan i in durumuna ili kin sistematik özeller (ki bu alan da Giddens'ın kitabı en iyilerinden biridir) alana
her yeni giren için son derece faydalı ve vazgeçilmez yardımlar sağlamakla birlikte, kaynaklarla -sosyolojik
söylemi biçimlendirmi ve ana temaları ile temel kavramlarını kazandırmı insanların yazdıklanyla- doğrudan
kurulacak bir ileti imin yerini hiçbir ey tutamaz. Ortak deneyimi kavramak ve anlamak için, zihni zorlayan bu
eserlerin tuttuğu ı ık gereklidir; anlatının nasıl yava yava ve zahmetli bir uğra vererek kurulduğuna ve
mevcut biçimine nasıl ula tığına ili kin bir "izlenim" edinmek gereklidir; tüm bilge insanların neyin pe inde
olduklarını, neyin "onlara itibar kazandırdığını", nelere merak saldıklarını ve hangi sorunları çözmek
istediklerini anlamak gereklidir. Tüm bu nedenlerden dolayı, sosyolojik dü ünmeye ba layı ınızı "klasikleri" en azından klasik metinlerin bir örneğini- okumadan tamam sayamazsınız. Bu metinler arasından, sizin için
seçilmi ve bu yüzden insanın gözünü korkutan bu i i kolayla tıran çok sayıda derleme yapılmı tır. Bunlardan
en kapsamlı olanı, Lewis A. Coser ve Bernard Rosenberg tarafından hazırlanmı Sociological Theory: A Book
of Readings (Sosyoloji Teorisi: Okuma Parçaları) kitabıdır (bu kitabın toplam be baskısı yapılmı tır ve hepsi
de kısmen yeniden gözden geçirilmi bir seçmedir). Bu kitap sosyolojik ara tırmanın belli ba lı temalarına
göre bölümlere ayrılmı tır, öyle ki, çe itli teorik açınımların aynı konudaki anlayı ımıza nasıl katkıda
bulunduğunu ve bu katkıların birbirlerini nasıl hem ele tirip hem de tamamladıklarını göreceksiniz. Diğer
faydalı "örnek kitaplar" farklı bir biçimde, tek bir seçilmi teori, önde gelen tek bir yazar etrafında
örgütlenmi tir, böylelikle siz de, tartı ılan çok çe itli mesf le-ler tutarlı bir biçimde uygulanırken, bütüncül
yakla ımın tutarlılığını görebilirsiniz. Bu kategoriye giren kitaplar arasında özellikle değinmeden
geçilemeyecek olanlar, (J. E. T. Eldridge'in derlediği) Max Weber, (A. Giddens'ın derlediği) Emile Dıırkheim, (T.
Botto-more ve Rubel'in derlediği) Kar! Marx seçmeleridir. Georg Sim-mel üzerine bunlara benzer bir derleme
yoktur ancak onun fikirlerini, makalelerinin toplamı olan (K. P. Etzkorn'un derlediği) The Conflic! in Modem
Cııltnre (Modern Kültürde Çatı ma) ve (D. N. Levine'ın derlediği) On Jndividııality andSocial Forms (Bireylik ve
260
Sosyal Biçimler Üzerine) kitaplarında bulabilirsiniz.
Eğer sosyolojik yakla ımlar üzerine görece basit bir biçimde anlatılmı genel bir bakı edinmek istiyorsanız,
Stephen Mennell'ın Sociological Theory: Uses and Unities (Sosyoloji Teorisi: Kullanımları ve Bağla ıkları)
ihtiyacınıza çok iyi yanıt verecektir. Çe itli sosyolojik bakı açılarına ili kin olağanüstü aydınlatıcı bir giri i
David Frisby ve Derek Sayer tarafından kaleme alınmı olan Soci-ety (Toplum) adlı kısa kitapta bulabilirsiniz;
bu kitap gayet açık olarak bir teorik açınımın sosyal gerçekliği algılama biçimimizde yaratabileceği farklılığı
gösteriyor. Nihayet, güçlü bir biçimde sosyolojinin yerine getirmesi gereken göreve ve insan ya amında
oynaması istenen role ili kin farklı anlayı lar arasındaki çatı maları ortaya seren iki önemli kitap var. Biri, C.
Wright Mills'in, otuz sene önce yazılmasına rağmen canlılığını ve güncelliğini koruyan The Sociological
Imagiııation (Sosyolojik Tahayyül) kitabıdır. Đkincisi, Peter Berger'in, sosyologların geçtiğimiz on yılda
kar ılarına çıkan ilgi alanlarını, ku kulan ve seçim imkanlarını açıkça belirleyen In-vitation to Sociology: A
Hnmanisfic Perspective (Sosyolojiye Giri : Hümanist Bir Açınım) kitabıdır.
Güvenilir sosyolojik beceriler edinmek ne kadar vazgeçilmez olursa olsun, hiçbir orandaki teorik netlik, "eylem
içindeki" sosyolojiye bir bakı ın verdiğini -özel deneyimden ya da popüler tartı madan gayet iyi bildiğimiz
olguların daha iyi kavranması için, bili sel açınımı ve bir dolu model kavrayı larını kullanma yetisiniveremeyecektir. En sistematik ders kitaplarının öğrettiklerinden daha fazla sosyolojik beceriler
öğrenebileceğimiz ba arılı çalı maların parlak örnekleri saymakla bitmez.
Krisham Kumar'm Pmphecy and Progress (Kehanet ve Đlerleme) kitabı, içinde ya adığımız dünya -endüstriyel
dünya, modern dünya- ve deği mesinin yönü hakkında nasıl dü ünebileceğimizi gösteriyor. Söz konusu
kitabı okuduğunuzda, bu dünyanın hikâyesini anlatmanın birden fazla biçiminin olduğunu ve her hikâyenin
gerçek payı ta ımakla birlikte eksik kaldığını göreceksiniz. Ayrıca zaman geçtikçe önceden tercih edilen
hikâyelerin gözden dü tüğünü ve imdi daha güvenilir görünen ba ka hikâyelere yerlerini bırakuğını; öteki
hikâyelerin de tersine, zamanlarının ötesine uzanıp bizim için aktarmaya niyet etmediği deneylerimizin
anlamlarını biçimlendirdiğini göreceksiniz. Kumar'ın kitabım dikkatle okuduğunuzda, bilgi ile gerçeklik,
kolektif olarak dünyanın neye benzediğini dü ünme biçimimiz ile kolektif olarak dünyayı bu hale nasıl
getirdiğimiz arasındaki içinden çıkılmaz, iki boyutlu ili ki hakkında çok ey öğreneceksiniz.
Benedict Anderson'ın Imagined Communities: Reflections on the Orijin and Spread of National i sm kitabı
Kumar'ın kitabını tamamlamaktadır. Bu kitap bize, milletlerinki gibi en önemli hikâyelerin bazılarının, milli
cemaatlerin, milli davaların nasıl üretildiğini ve sonuçta nasıl eylemlerimize, bağlılıklarımıza ve
dü manlıklarımıza etki ettiğini, öyle ki i in sonuna gelindiğinde bu imgelerin yalnızca aktarma ve yansıttıkları
iddiasında bulundukları gerçekliğin el çabukluğuyla yaratıldığını; imgelerin peki tiği ve âdeta "hayatın
deği mez gerçekleri" haline geldiklerini gösterecektir. Gelge-lelim. anlatılan ve izlenen hikâyeler çok çe itli ve
genelde birbirleriyle uyumsuz olduklarından, ortaya çıkardıkları gerçeklik berrak olmaktan uzaktır; gerçekliğin
müphemliği yalnızca imgelerin bağda mazlığını -ima ettikleri açıklık ve kesinlik ile insani ko ulların çok sayıda
kar ılıklı bağımsız baskılara tabi tutulmasından doğan belirsizlik arasındaki uzla mazlığı- yansıtır.
Mary Douglas'ın Pıırity and Dangcr (Anlık ve Tehlike) kitabı size her bir hikâyenin eksik ve geçici doğasından
çıkı yolu bulmak için hepimizin giri tiği çabalan; dünya imgesini berrak, doğrudan ve yalın kılına ve dünyayı
böyle bir imgeye zorlama (yani "kö eleri yontma", net sınırlar çizme ve onları ihlallere kar ı koruma, sınırı
a an her eyi bastırma - ki bunların hepsinin birden çok anlamı vardır) gayretlerimizi anlatacaktır. Mary
Douglas'tan bu türden tüm çabaların nafile olduğunu, miiphemliğin ilelebet bizimle olacağını çünkü
ya adığımız dünyanın bilgimizin zıtlıklar halinde tasarladığından ve yalın farklılıkların kabul edebileceğinden
ve özümle-yebileceğinden daha "akıcı" olduğunu öğreneceksiniz; ancak aynı
* 'Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çev.: Đskender Sava ır, Metis Yay., 1993.
262
zamanda hayat dediğimiz uğra ı sürdürmek için açıklığa ihtiyacımız olduğundan çabaların duramadığım ve
durmayacağını da öğreneceksiniz.
Erwin Goffman'ın Stigına ve Presentation of Oelf in Everyday Life (Günlük Hayatta Benliğin Sunulu u) kitapları
her birimizin, eylerin oldukları gibi olmayabilecekleri ihtimaliyle ya da onların olduklarından farklı görünür
kılma ihtiyacıyla, bu kaçınılmaz müp-hemlikle ba etmek için nasıl çabaladığımızı gösterecektir. Bu iki kitap en
belirgin kaygılarımız üzerinde durur: Özkimliğin zahmetli ve hiç bitmeyen kurulu u ve sonuçları çevremizdeki
insanlara kabul ettirme yönündeki yoğun ancak sıklıkla hayal kırıklığı yaratan gayretler. Bu kitaplarda, bir rolü
iyi oynamayı bilmenin bir ey, ancak ba kalarını onu iyi oynadığınıza inandırmanın tamamen ba ka bir ey
olduğunu; ve böylelikle sırf görüntülerle kar ıla tığımızda neden sıklıkla kendimizi rahatsız hissettiğimizi ve
meselenin derinlerine -çevremizdeki insanların gerçekte kim olduklarını bulmaya-inmek istediğimizi
göreceksiniz. Đki cephede de, çabalar sonuçsuz kalmaya mahkûmdur ve ili kilerimiz son tahlilde, sağlam
temelli olabilen ya da olmayabilen güvene dayanır.
Richard Sennett ve Jonathan Cobb'un H idde n Injuries o/Class (Sınıfın Gizli Yaraları) kitabı size ki inin kendi
kimliğini kurması ve onu kabul ettirmesi uğra ında müzakereye oturan tarafların durumlarının e it olmadığını
gösterecektir. Bazı ki iler büyük etki yapan -otorite ta ıyan- hikâyeleri anlatırlar ya da tekrarlarlar; bazı
ba kaları onlara bakmak ve böylesi otorite ta ıyan hikâyeler ı ığında kendi niteliklerini tartmak
durumundadır; onların kendi hikâyelerinin, ayet kurmu olsalar bile, kabul görme ansı pek yoktur. Tali
konumlarda kaldıkları müddetçe, bu öteki insanlar onların a ağı durumlarını anlatan ve bundan da onları
kabahatli bulan resmi hikâyelere hınç duymayı sürdüreceklerdir; ancak sanki bu hikâyeler doğruymu gibi
davranmaktan ba ka yapabilecekleri bir ey yoktur. Ba lıktaki "gizli yara" onurun zedelenmesidir. Ki inin saygı
duymadığı değerler için mücadele vermesi, sınıfla ili kili olsun olmasın herhangi bir e itsizlik durumunda
insanlara en çok acı veren hakarettir. Dick Hebdidge'in Hitliıif* in the Lift/n (I ık Altında Saklanmak) ;itabj
size aynı anda hem müphemlik hem de e itsizlik ko ullarınla ya amanın sorunlarını öğretecektir. Böyle bir
hayatın zorluğunu ancak aynı zamanda ku aklar boyu gençlerin bulduğu ve izlediği mücadele yollarını
öğreneceksiniz. Sonunda, "gençlik kültürü" gi->i görünü te tuhaf ve a ırtıcı fenomenleri daha iyi
anlayacaksınız: !u egzotik ve ok edici görüntünün ardında hor görülmeyi gurur uymaya dönü türme, baskıya
direnme, bağımlılıklar ummanında ir özgürlük adası yaratma, sesini olabildiğince duyurma ve dinletime
ihtiyacını göreceksiniz. Hebdidge'in çalı maları bağımlılık e özgürlük, kısıtlama ile özerklik arasındaki
karma ık, diyalektik ili kiyi daha iyi görmenize yardım edecektir.
Bu kitapları (ve umarım, bunu izleyecek diğerlerini) okuduğu-.ızda, yalnızca her bir kitabın size ne anlattığına
değil, aynı zamanda iyi sosyolojik eserlerin yazılabildiği çok sayıdaki farklı üs-ba da dikkat edin. Đsmi sayılan
kitapların her biri hemen her açı-ın -konularını seçme ve savunma yollarında, konularını ele aldıkrı bakı
açılarında, her bir konuya ili kin tezlerini savunma yolla-ıda- farklıdır. Farklılıklar "iyi" ve "kötü" sosyoloji
arasında değildir (elbette, ancak yine de sonuçta "iyi" sosyoloji kadar "kötü" syolojinin de olduğunu
göreceksiniz). Farklılıkların mevcudiyeti neyimlerimizin çe itli, çok yönlü, müphem ve çok sayıda, bazen i kili,
yorumlara bağlı olduğunu kanıtlar. Tüm bu farklılıklarına »men ismi sayılan kitapları birle tiren ey hepsinin
de deneyime ırlık vermesi, karma ıklığını hafife almaması ve açıklık yokken rmı gibi yapmaması, kolay ve
basit açıklamalar pe ine dü mesidir; tersine, açığa çıkarmak ve anlamak istedikleri günlük ha-: uğra ımızın bu
karma ıklığıdır. Hepsini "iyi sosyoloji" -ve böy-ine faydalı, böylesine heyecan verici okuma- örnekleri yapan '
de zaten budur.