Zafer Toprak, “Cumhuriyet Türkiyesi’nin Damat Adayları: Leylâ Hanımı Kim Alacak”,
Toplumsal Tarih, cilt 5, sayı 28, Nisan 1996, s. 6-12.
CUMHURİYET TÜRKİYESİ’NİN DAMAT ADAYLARI:
LEYLÂ HANIM’I KİM ALACAK?1
Haftalık Mecmua’nın açtığı “Leylâ Hanım’ı Kim Alacak?” başlıklı anket/yarışma birçok
yönden ilginçti. Cumhuriyet’in “bilim” tutkusu magazin dergiciliğine de yansımıştı.
Toplumsal yapı ancak soyutlamayla mümkündü. Soyutlamaysa “tipoloji”yi gerekli kılıyordu.
Anket, o güne kadar Türkiye’de pek denenmemiş bir yöntemdi. Aile yapısı, geçirdiği
dönüşüm nedeniyle ankete en elverişli konuydu. Artık tek tek gelin-damat adayları bir kenara
bırakılıyor, geneli ifade eden ideal tiplerden yola çıkılıyordu. Geniş bir kesime ulaşabilmek
için farklar, ayrımlar anketlerde kalın çizgilerle belirtiliyordu. Böylece dönemin meslek
yelpazesi hakkında da ipuçları elde edilebiliyordu.
Aile yaşamındaki beklentiler, düşünceler anketin bir parçasıydı. Cumhuriyet’in gündeme
getirdiği bir zihniyet değişiminden ne ölçüde söz edilebilirdi? Kadın-erkek ilişkileri ne tür
dönüşümler geçiriyordu? Bu tür soruların cevaplarını anketten çıkarmak mümkündü.
Nitekim anketin sonucu birçok açıdan ilginçti. Cumhuriyet’in köklü dönüşümlerine rağmen
anket geçmişten gelen değerlerin hâlâ devam ettiğini gösteriyordu. Akraba evliliği bunun bir
kanıtıydı. Öte yandan Leylâ’nın en sonunda Robert Kolej mezunu bir bankacıyla evlendirilişi,
Haftalık Mecmua’nın (ve okurlarının) geleceğe dönük beklentilerini ifade ediyordu. Harbiye
ve Mülkiye’nin yerini Robert Kolej almıştı. Artık devlete kapılanmanın devri geçmişti.
Damadın bankacı oluşu ise finans sektörünün gençler arasında revaç bulacağının habercisiydi.
Cumhuriyet’le birlikte kadın-erkek ilişkileri artık özgür bir ortamda tartışılır olmuştu.
Dönemin magazin basını bu alanı kuşatmakta gecikmedi. Mahrem, tirajı artırıyordu. Porno
sayılabilecek bir yayın dünyası yine bu yıllarda yeşerdi. Saygın birçok yazar geçimini müstear
adlarla bu tür risaleler yazarak sağlıyordu. Binbir Buse dizisinin yazarları ünlü kişilerdi.
Magazin basını ise özel alanı daha “mazbut” bir üslupla kurcalıyor, aile kurumunun Cihan
Harbi’nde yaşadığı buhran ertesi geçirdiği dönüşümleri anketler aracılığıyla okurlarına
duyurmayı deniyordu. Aile kuracak kadınların ve erkeklerin beklentileri günün değer normları
ışığında değerlendiriliyordu. Mahrem sayılabilecek konular o dönem için kuşkusuz geniş bir
okur kitlesini cezbediyordu. Böylece magazin basını geniş bir okur kitlesi elde ediyordu.
Öte yandan Cumhuriyet’in “bilim” tutkusu bu alana da yansımıştı. Artık tek tek gelindamat adayları bir kenara bırakılıyor, geneli ifade eden adaylara geçiliyordu. Toplumsal yapı
ancak soyutlamayla mümkündü. Soyutlamaysa “tipoloji”yi gerekli kılıyordu. Anket, o güne
kadar Türkiye’de pek denenmemiş bir yöntemdi. Aile yapısı, cazibesi nedeniyle ankete en
elverişli konuydu. Anketlerde geniş bir kesime ulaşabilmek için farklar, ayrımlar kalın
çizgilerle belirtilmeliydi. Evlilikte iki taraf vardı. Gelin ve damat son kertede bir araya
gelecekti. Bu nedenle tarafların tercih belirleyebilmeleri için değer normlarının oluşturulması
gerekiyordu. Anket yönteminin tek mahzuru halka sunulacak tasnifin magazin basını
tarafından gelişigüzel yapılmasıydı. Erkek ve kadın tipolojileri belirli kategoriler altında
toplanacak ve toplumda geçer akçe kıstaslara göre “ideal” tipler oluşturulacaktı. Kamuoyu
yoklamasıyla bu ideal tipler tasnife tabi tutulacak ve toplumda tercih sıralamaları
oluşturulacaktı.
Magazin basınının kamuoyu yoklamasında, kadınların ve erkeklerin tercihleri okurlara
“ideal tip”ler sunularak sınanıyordu. Bu alanda Haftalık Mecmua öncü bir işlev görüyordu.
Önce damat adaylarıyla başlandı. Bu amaçla Kemal Ragıp Bey tarafından kurmaca bir anket
düzenlendi. Hayali bir gelinlik kız seçildi: Adı Leylâ oldu.2 Leylâ Hanım’ın önüne yine hayalî
“mebus, tüccar, doktor, zabit, müderris, muharrir, musikişinas, avukat, diplomat ve nihayet
akraba arasından bir genç” olmak üzere toplam on talip çıkartıldı. Ve okurlara bu adaylardan
hangisinin Leylâ Hanım için uygun düşeceği soruldu. Böylece Cumhuriyet’in ideal erkek tipi
belirleniyordu. “Leylâ Hanım’ı Kim Alacak?” anketinin gösterdiği başarı üzerine kısa bir süre
sonra bu kez gelin adaylarına dönüldü. “Hangi Kızla Evlenmeli?” anketi yapıldı.
Dergi, hayal mahsulü kurguladığı Salih Paşa ailesinin gelinlik kızı Leylâ Hanım’ın
erkek talipleri arasından okurların tercihini sorguluyordu. Bu anket bir anlamda
Cumhuriyet’in ilk yıllarının meslek yelpazesindeki statüleri ortaya koyuyordu. Leylâ Hanım
için yaratılan talipler, o dönemde toplumda saygın bir yer işgal eden mesleklere mensup
kişilerdi. Tek istisnası, belki de “akraba arasından bir gençti”. Onun da bir statüsü vardı, ama
“akraba” oluşu ayrı bir meziyet oluşturuyordu.
Cumhuriyet’in Meslekleri
Kurguya göre Salih Paşa, Leylâ’nın büyük babasıydı. Altmış sekiz yaşındaydı, hâlâ
dinçti, eski bir askerdi. Varlıklıydı; İstanbul ve İzmir’de birçok emlaki vardı. Pederşahi
ailenin reisiydi. Ailede onun sözü geçerdi. Artık hayattaki tek amacı torunu Leylâ’nın
mürüvvetini görmekti. Karısı Melek Hanım, kocasının sözünden pek dışarı çıkmıyordu. Ama
fırsat buldukça Salih Paşa’yı yönlendirmekten de geri kalmıyordu. Kerime Hanım, Salih
Paşa’nın gelini, Leylâ’nın annesiydi. Leylâ’nın babası Şevket Bey ise ticaretle uğraşıyordu.
Yarışmada Leylâ Hanım için Erken Cumhuriyet’te revaç bulan mesleklerden, her
yaştan ve tabakadan talipler tanımlanmıştı. Haftalık Mecmua, bu “ideal damat adaylarını”
sırayla tanıtmış ve okurların beğenisine sunmuştu. Anket son kertede dönemin değer normları
konusunda bizlere ipuçları veriyordu. Aile bireylerinin ağzından gözde mesleklerin artı ve
eksileri sıralanıyordu. Adayların arasında asker, müderris, diplomat gibi devlet memurlarının
yanı sıra serbest meslek sahipleri de yer alıyordu. Hatta Cumhuriyet’in kültür devriminin
ürünü sanata ve sanatkâra da yer verilmiş, adaylar arasına bir viyolonist konmuştu.
Cumhuriyet öncesine oranla serbest meslek sahibi kişilerin çokluğu, geçmişin “devlete
kapılanma” anlayışının bir ölçüde aşıldığını gösteriyordu. Bir başka deyişle devlet
memurunun ya da kalem efendisinin pabucu dama atılmıştı. Bunda, Osmanlı’nın son
döneminde memur kesiminin yoksulluğunun önemli bir payı vardı.
Cihan Harbi yıllarında kıt kanaat geçinen devlet ricaline karşın “harp zengini” ya da
yeni zengin bir ticaret erbabının ortaya çıkışı, serbest meslek sahibi kişilerin enflasyondan
etkilenmemeleri gelinlik kızların tercihlerini etkilemişti. Servet bundan böyle evlenecek kızlar
için temel göstergelerden biriydi. Ancak Cumhuriyet’in, damat adaylarını bu denli dar bir
perspektifle değerlendirmesi beklenemezdi. Geçer akçe bir meslek sahibi olmak her şeyden
önce geliyordu. Yaş konusunda da kaygılar öne çıkıyordu. Damat ile gelin arasında aşırı yaş
farkı onaylanamazdı. Ama yine de adaylardan görülebileceği gibi erkekler için ideal evlenme
yaşı otuzlardı. Ne de olsa iş güç, ev bark sahibi olmak kolay değildi. Kırklı yaşlarsa artık
geçkince addediliyordu. Anket, Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumsal yaşamla ilgili ek
bilgilere de yer veriyordu. İnsanların günlük yaşamları, beğenileri, boş zamanlarını
değerlendirme tarzları vb. birçok toplumsal tarih girdisi anketin satır aralarında
gözlemlenebiliyordu.
Gelinlik Kız Leylâ
Öncelikle “gelinlik kız Leylâ”yı tanıyalım. Leylâ Hanım on dokuzunda, zengin,
varlıklı bir ailenin nazlı kızıydı. Uzun boylu, kumral, pek güzel ve bir o kadar da sevimliydi.
“Ahlâk itibariyle de emsalsiz addolunabilir”di. Zeki bir kızdı; güzel sanatlara istidadı vardı.
Salih Paşa, torununun terbiyesi ve öğrenimi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştı. Leylâ bir
mürebbiyeden küçük yaşlarda Fransızca öğrenmiş, sonra Alman mektebinde okumuştu. İyi
piyano çalıyordu. Alaturka musikî üstatlarının birinden tambur dersi almıştı. Doğu ile Batı
kültürünü şahsında özümlemişti.
Leylâ senaryo gereği saf bir kızdı. Kalbinde o güne kadar hiçbir çarpıntı duymamıştı.
Bu o dönem için olumlu bir meziyetti. Ancak her genç kız gibi o da bir hayat arkadaşı edinme
gereğini giderek hissediyordu. Güzellik, irfan, ahlâk... İşte Leylâ’da bunların üçü de
mükemmeldi. Başta Salih Paşa olmak üzere, bütün aile Leylâ’nın meziyetleriyle her zaman
iftihar ediyordu. Er geç Leylâ’nın mürüvvetini görmek istiyorlardı. Ama kimseyi Leylâ’ya
layık görmüyorlardı. Bu kadar müstesna, onun gibi nazlı bir yavrucağın hayırsız bir kocaya
düşüvermesi olasılığını düşündükçe uykuları kaçıyordu. Helâl süt emmiş, soyu sopu belli bir
damat bulmak için büyük çaba sarf ediyorlardı. Leylâ’ya uygun talip kim olabilirdi? Onu az
çok tanıyan ya da tanımasa bile uzaktan uzağa işiten herkes sözbirliği etmişçesine hep bu
soruyu soruyordu. Leylâ’nın kocaya varması, bütün İstanbul için artık bir olay olmuştu.
Leylâ’nın talipleri kulaktan kulağa fısıldanıyordu ve dedikodusu neredeyse ayyuka çıkmıştı.
Leylâ için Haftalık Mecmua’nın kurguladığı “ideal” on damat adayı vardı. Bunların
hepsi de o günün revaç bulan mesleklerini simgeliyordu: Mebus, tüccar, diplomat, doktor,
subay (kaymakam), müderris, muharrir, musikişinas, avukat ve bankacı. Her biri ayrı bir
değer ifade ediyordu. İlginçtir, bunlardan birinin diğerlerine göre bir “faikiyeti” ya da önceliği
vardı. Zira kendisi aileden biriydi; Leylâ’yla birlikte büyümüş akrabadan bir adaydı. Robert
Kolej mezunu olan bu gencin payına “bankacı talip” görevi düşmüştü.
Doktor Necmeddin Şükrü Bey
Adaylardan ilki Doktor Necmeddin Şükrü Bey’di. O da herkes gibi Leylâ Hanım’ın
adını duymuş, kendisini merak etmişti. Bir gün Galatasaray’da resim sergisinin önünden
geçerken yan tarafta gösterişli bir araba durmuş, içinden iki hanım inmişti. Bunlardan birinin
mümtaz bir güzelliği, vakur bir edası vardı. Hanımlar sergiye doğru yürürlerken genç doktor
kendi kendine “Leylâ Hanım mutlaka bu olmalı” demişti. Bu ilk görüşle birlikte ateş bacayı
sarmıştı. Necmeddin Şükrü Bey bundan böyle Leylâ’yı görebilmek için her türlü çareye
başvuracaktı. Beyoğlu’nda, Şişli’de saatlerce dolaşıyordu; kimi kez gün kararırken Şişli
tepelerine doğru uçan, üstü kapalı, koyu lacivert büyük bir otomobilin camının ardından onun
hayalini görür gibi oluyordu. Büyükada’da Hilâl-i Ahmer balosunda ya da Pera Palas’ta
Himaye-i Etfâl’in verdiği müsamerede Leylâ’yı yakından görebilmişti. Sonunda kızı istemeye
karar verdi; Salih Paşa’yı uzaktan tanıyan amcasını, Yanya valiliğinden emekli İbrahim Bey’i
araya soktu.
Doktor Necmeddin Şükrü meslektaşları arasında temayüz etmiş, otuz iki yaşında,
yakışıklı bir gençti. Almanya’da eğitim görmüştü. Doktorluk baba mesleğiydi. Baba-oğul
Beyoğlu’nda muayenehane açmışlardı. Kazançları yerindeydi. Sıraselviler’de güzel bir evde
oturuyorlardı. Salih Paşa ailesi soruşturma sonucu Necmeddin Şükrü’nün ahlâkça da “çok
temiz bir genç” olduğunu öğrenmişti. Ancak muayenehanesinin Beyoğlu’nda olması aileyi
kuşkulandırıyordu. Soruşturma derinleştirildiğinde Necmeddin Şükrü ve babasının
muayenehanelerinin “Emrâz-ı zühreviyye ve efrenciyye tedavihanesi”, yani zührevi
hastalıklar ve frengi dispanseri olduğu görülmüştü. Diğer bir deyişle baba-oğul zührevi
hastalıklar ve frengi uzmanıydılar. Bunlar “fena hastalıklar”dı. Ayrıca Necmeddin Bey’in
hastaları kadınlardı ve bu kadınları çırılçıplak soyup muayene ediyordu. İşin kötüsü
hastalarının çoğu yöre genelevlerinin “sermaye”leriydi. Melek Hanım bunları öğrenince
vetosunu koydu. “O pis paraları tuttuğu ellerle gelip soframıza oturacak öyle mi? Allah
yazdıysa bozsun! Sofraya oturup da o adamı karşımda görünce alimallah benim bile iştahım
kapanır... Ya Leylâ, o zavallı kız, kocasının bütün öyle pis hastaların, kim bilir nerelerine
baktığını düşündükçe ne hâle gelir?” diyordu. Açıkça o günlerde “doktor vardı, doktor vardı”.
Her doktora kız verilmezdi. Hele kadınların orasını burasını elleyenler yüz karasıydı. Bu
kadar karşı görüşe rağmen Necmeddin Bey yine de Leylâ’nın damat adayları arasında yer
aldı.
Dava Vekili Tal’at Şevki Bey
İkinci talip Dava Vekili Tal’at Şevki Bey’di. Salt mesleğinde değil, her hususta
müstesna bir gençti. “Ahlâkının düzgünlüğü, ciddiyeti bu zamanda az bulunur”du. Doğrusu
onunla evlenen hanım gerçekten mutlu olacaktı. Mevki, şöhret, refah, fazilet Salih Paşa’nınki
gibi kibar bir aileye damat olmak için aranacak vasıfların hemen hepsi Tal’at Şevki Bey’de
vardı. Ayrıca Tal’at Şevki Bey ailenin hukuk işlerine de bakıyordu. Ona kızlarını verecek
olurlarsa aileye büyük yararları dokunacak, bu tür avukatlık giderlerinden tasarruf edilecekti.
Ne de olsa damat bey aileye fatura çıkaramazdı. Ancak avukatlık henüz yaygın meslekler
arasında pek yükseklerde yer almıyordu. Aile kendilerine damat olacak adamın daha nüfuzlu
bir mevkiye sahip olmasını bekliyordu. Ayrıca Tal’at Şevki’nin özel serveti de yoktu. Ama
yetenekleri nedeniyle az zamanda zengin olabilecek vasıfta bir damat adayıydı.
O sırada Tal’at Şevki Bey’in adaylığını etkileyen bir gelişme yaşandı. Kamuoyunu
derinden etkileyen bir cinayet olayı mahkemeye intikal etmişti. Basın her gün bu hunhar
cinayet üzerine sütun üstüne sütun dolduruyordu. Böyle bir katilin savunmasını Tal’at Şevki
Bey üzerine almıştı. Herkes katilin idamını beklerken genç avukat parlak bir savunmayla
zanlının cezasını epey hafifletmeyi başarmıştı. Mahkeme sona erdikten sonra basın haftalarca
bundan söz etti. Bu dava, Tal’at Şevki’nin mesleki hayatında ünlenmesine vesile olmuştu.
Ama Salih Paşa ve ailesi bu kanıda değildi. Dava, aileyi kaygılandırmıştı. “Demek ki bu kadar
faziletli” bildikleri “genç bile bir türlü samimi olamıyor”du. “Yoksa nasıl olur da bir katilin
müdafaasını deruhte ederdi!” Görüldüğü gibi avukatlık hâlâ seçkin bir meslek konumunda
değildi. Osmanlı günlerinde müzevirlik, kâğıt kavaflığı, ayak tellallığı, arzuhalcilik bu
mesleğin halk arasındaki yaygın tanımlarıydı. Çoğu kez şarlatan tipler olarak görülürlerdi.
Avukatlık, ancak hukuk devletine yönelişle ve 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren toplumda
saygın bir konum kazanmaya başlamıştı. Haftalık Mecmua’nın avukatlığı da seçkin meslek
yelpazesine koymasının nedeni buydu.
Diplomat Nusret Reşid ve Asker Selami Beyler
Leylâ Hanım’ın üçüncü talibi genç diplomat Nusret Reşid Bey’di. Her ne kadar devlet
memuriyeti eski şaşaalı konumunu yitirmişse de diplomatın toplumda ayrı bir yeri vardı. Ne
de olsa yabancı ülkelerde memleketi temsil ediyordu. Ailesi de bu vesileyle gezip tozuyordu.
Nusret Reşid Bey; hâli vakti, tahsili, ahlâkı her yönden mükemmel bir adaydı. Washington
sefaretinde önemli bir memuriyete tayin edilmişti, yakında oraya gidecekti. İstikbali parlaktı.
Ancak Leylâ’nın uzak bir diyara gelin gitmesine ailenin gönlü pek razı değildi. O nedenle
özellikle büyükanne Melek Hanım, Nusret Reşid Bey’e itiraz ediyordu.
Dördüncü talip Türk ordusunun değerli bir elemanı, Erkân-ı Harb Kaymakamı Selami
Bey’di. Cihan Harbi’nde Kafkasya’da, Galiçya’da, Filistin’de cepheden cepheye koşmuş,
Çanakkale muharebesinde ön safta çarpışmıştı. Mütareke sırasında Anadolu harekâtına
katılmış, Millî Mücadele’de Türk ordusunun zaferinde onun da katkısı olmuştu. Kırk yaşına
geliyordu. Artık sıcak bir yuva kurmayı düşlüyordu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında saygın
meslek seçeneklerinden şanlı ordunun dışlanmasına kimsenin gönlü razı olmazdı. Devlet
ricalinin çoğu ordu kökenliydi. Gerek Cumhurreisi Gazi, gerekse Başvekil İnönü ordudan
yetişmişti. Ama yine de ailenin Selami Bey’e itirazı vardı. Selami Bey, Leylâ’dan yirmi iki,
yirmi üç yaş büyüktü. Bu tür yaş farkları artık Cumhuriyet’in çekirdek aile normlarına ters
düşebiliyordu.
Tüccar Kürkçüzade Rıfat Bey
Beşinci talip, Cumhuriyet’in yükselen mesleklerinden birine mensup olan Tüccar
Kürkçüzade Rıfat Bey’di. Sürdüğü saltanatla ilgili olarak her gün yeni bir hikâye işitiliyordu.
Bir taraftan kazanıp öte taraftan harcadığı parayla tüm İstanbul’u sefaletten kurtarmak kabildi.
On beş sene önce ambar memuruyken aklını kullanmış, her devre uygun olan bir başka işe
sarılmış; bazen günlerce uyumadan, açı açına koşmuş, kovalamış, nihayet zengin olmuştu.
Öyle harp zenginleri gibi hesabını bilmeyen çılgınlardan da değildi. Ayağını sağlam basıyor,
her giriştiği işten yüz binlerce lira kazanıyordu. O günün rayiciyle birkaç milyon lirası vardı.
Rıfat Bey, bu arada beş yüz bin liraya yeni bir han yaptırmıştı. Handaki dairesinde verdiği bir
ziyafette, sadece üç bin liralık şampanya içilmişti. Ama hayrı, hasenatı da düşünen bir
adamdı. Rıfat Bey’in adamları her gün uzak, kuytu mahallerde dolaşıp fukaraya, dullara,
yetimlere para dağıtıyordu. Bu arada Darülaceze ile Öksüzler Yurdu’na onar bin lira bağışta
bulunmuştu. Rıfat Bey’in servetini ve şöhretini bilmeyen yoktu. Boğaziçi’ndeki en güzel
yalılardan birini, Büyükada’daki köşklerden en mükellefini satın almıştı. Bu arada çiftliğinde
sık sık av eğlenceleri tertip ediyordu. Nişantaşı’ndaki konağında da her gece ziyafet eksik
olmuyordu. Son zamanlarda Nice’te bile bir villa satın almıştı. Bundan böyle tek arzusu
saltanatına, ihtişamına uygun bir hayat arkadaşı bulmaktı.
Tüm bu artı puanlar mutlu bir aile hayatı için yeterli sayılmaz mıydı? İşte bu noktada
tüm anket boyunca tek bir söz etmeyen Leylâ Hanım devreye giriyordu. Leylâ Hanım talipleri
konusunda bir kez görüş bildirmişti; o da Rıfat Bey’le ilgiliydi. Leylâ Hanım, Rıfat Bey’le
bilakis parası için evlenmek istemiyordu. Onun şaşaalı yaşamı Leylâ Hanım’ı bir aksesuara
dönüştürecekti. Sanki Rıfat Bey kendi “lüksü”nü tamamlamak için onu istiyordu. Öte yandan,
aile Rıfat Bey’in servetini de şaibeli buluyordu. Servetin, ihtişamın bu derecesi Salih Paşa
nazarında hoş görülecek bir şey değildi. Bir kez “nasıl kazanıldığı belli olmayan bir para”
diyerek bu şaibeyi açığa vurmuştu. Melek Hanım da kocasını desteklemiş, “Eskiden ambar
memuru imiş ayol... Kim bilir çalmış, çırpmış da mı zengin olmuş!” diye itirazını bildirmişti.
Gazeteci Şinasi Hikmet ve Mebus Muhtar Fevzi Beyler
Ünlü yazar (meşhur muharrir) Şinasi Hikmet Bey, Leylâ Hanım’ın altıncı talibiydi.
Yaşı otuz beşe yaklaşmıştı. Şinasi Hikmet Bey küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmişti.
Ne yapmışsa kendi gayretiyle yapmıştı. Şinasi Hikmet Bey ülke çapında şöhret sahibi bir
yazardı. Birkaç romanı vardı. Yıllarca mahrumiyet içinde yaşadıktan sonra bir gazete sahibi
olmuştu. O günlerde en çok satılan Şinasi Hikmet Bey’in gazetesi, en çok okunan da Şinasi
Hikmet Bey’in köşesiydi. Güler yüzlüydü. Hayat arkadaşı olarak o da Leylâ’yı kendisine
münasip görmüştü. Ancak Melek Hanım, Şinasi Hikmet Bey’in gazeteci olduğunu duyunca
burun kıvırdı. Kerime Hanım da gazeteciliği geleceği olmayan bir meslek olarak görüyordu.
Her gün yeni bir gazete çıkıyor, bir başkası kapanıyordu. Salih Paşa gazetecilerin yalan yanlış
haber yazdıklarını söylüyor, ama Şinasi Hikmet’in onlardan olmadığını vurguluyordu. Ama
yine de Leylâ’ya koca olacak gencin gazetecilik gibi “gürültülü” bir yaşama karışmış olmasını
pek tasvip etmiyordu.
Yedinci talip Mebus Muhtar Fevzi Bey’di. Otuz sekiz yaşındaydı. Avrupa’da eğitim
görmüştü. Leylâ Hanım’ın güzelliğini, meziyetlerini o da duymuştu. Bir aralık Ankara’daki
yoğun programından vakit bulup İstanbul’a geldiğinde, Yıldız’da Darülaceze menfaatine
verilen bir baloda Leylâ Hanım’ı yakından görmüştü. Ancak hayat arkadaşı seçmek için ne
öyle binbir ağızda dolaşan dedikodulara inanmak, ne de bir baloda müziğin ve eğlencenin
yoğun baskısı altında onu uzaktan uzağa görmek yeterliydi. Muhtar Fevzi Bey, Leylâ Hanım’ı
yakından tanımak, onunla hiç olmazsa birkaç saat konuşmak istiyordu. “Kadın kalbi kendi
hüviyetindeki esrarı uzun müddet ifşa etmeyecek kadar muammalı yaratılmış”tı. Şahsen
görüşerek Leylâ Hanım’ın ufak tefek temayüllerini, hayat hakkındaki düşüncelerini hiç
olmazsa kendi ağzından duymak kabil olacaktı. Öte yandan toplumda “görücülük” yerini
giderek “görüşücülük”e bırakıyordu. Aracıları bir kenara bırakıp gelin-damat adaylarının
evlilik öncesi birbirlerini tanımaları yaygınlaşıyordu.
Genç mebus adayının amcası, Salih Paşa’yla temasa geçti; aile görüşmeye izin verdi.
Bir çay ziyafeti düzenlendi. Muhtar Fevzi Bey’le amcası da davet edildi. Böylece aday, Leylâ
Hanım’ı daha yakından tanıma fırsatı buldu. Çok geçmeden genç kızı resmen istedi. Aile,
Muhtar Fevzi Bey’de pek kusur bulamadıysa da kararsızlık bu kez de baskın çıktı. Onu da
listeye yazdılar.
Müderris Fuad Hüsameddin Bey
Sekizinci talip, müderris ya da bugünkü karşılığıyla profesör olan Fuad Hüsameddin
Bey’di. Türkiye çapında irfanı ve faziletiyle tanınmıştı. Gençliğinde okullarda öğretmenlik,
müdürlük yapmış, nihayet Darülfünun’da bir kürsü sahibi olmuştu. Hayatını bilimsel
çalışmalara hasretmişti. Yıllarca Avrupa’da dolaşmış, uzun süre Anadolu’nun birçok
yöresinde yaşayarak Türk köylüsünü pek yakından tanımıştı. Sabahları Darülfünun’daki
ofisine ya da o günkü deyişle “darülmesai”sine gidiyor, bütün gün orada çalıştıktan sonra,
akşam evde yine kitaplarıyla baş başa kalıyordu. Ama namütenahi bir zevk aldığı bu kitaplar
bile onu bir yuva kurma özleminden alıkoyamıyordu.
Fuad Hüsameddin Bey’in pek değerli eserleri vardı. Verdiği konferanslar, yazdığı
makaleler bilim dünyası için olay oluyordu. Kırkı geçkindi. Ancak gençliği harap eden
yorgunluklardan uzak, düzgün ve perhizkâr yaşadığı için çok dinç kalmıştı. Şakaklarındaki
gümüşten gölgeler ona hoş bir görünüm veriyordu. Fuad Hüsameddin Bey mizaç itibariyle de
çevresinin beğenisini kazanmıştı. Adından hürmetle, muhabbetle söz ediliyordu. Acele hüküm
vermez, hemen hiçbir şeye öfkelenmezdi. “Mesut” bir insandı. Sağlıklıydı, hâli vakti de
yerindeydi.
Fuad Hüsameddin Bey’in Salih Paşa’yla tanışıklığı vardı. Paşa’nın zengin
kütüphanesine zaman zaman başvurma gereği duyuyordu. Bazı eski kitaplar için ara sıra Salih
Paşalara gidip gelirdi. Aile fertleri, Fuad Hüsameddin Bey gibi saygın bir adamın kızlarına
talip olduğunu öğrendikleri zaman gerçekten iftihar etmişlerdi. Ama yine de ailenin bazı
kaygıları vardı. Özellikle Kerime Hanım, talibin yaşını biraz geçkin buluyordu. Ayrıca gelir
durumu da pek parlak değildi. Darülfünun’daki aylığından ve biraz da yazdığı kitaplardan
başka iradı yoktu.
Bu aşamada aile efradının damadın kim olacağı konusundaki görüşleri yavaş yavaş
belirmeye başlamıştı. Ancak bu görüşler epey farklıydı. Şevket Bey, Mebus Muhtar Fevzi
Bey’in kendilerine damat olmasını, Mebrure, Leylâ’nın ya Kürkçüzade Rıfat Bey’e ya da
Hariciye Memuru Nusret Reşid Bey’e varmasını, Salih Paşa ise Leylâ’nın Erkân-ı Harb
Kaymakamı Selami Bey’le evlenmesini diliyordu. Ancak adayların ardı henüz kesilmemişti.
Bankacı Ekrem Bey
Dokuzuncu talip yakın akrabadan Ekrem Bey’di. Ekrem Bey, Leylâ Hanım’ın
annesinin dayısının oğluydu. Ailede herkes onu severdi. Kerime Hanım ona âdeta evlat
muamelesi eder, kendi kızı Leylâ’dan hiç ayırt etmezdi. Ekrem Bey, Robert Koleji yeni
bitirmişti. Bankaların birinde çalışıyordu. Cumhuriyet’le birlikte gündeme gelen pragmatik,
sportif, ölçülü erkek tipini yansıtıyordu. Diğer adaylar gibi o da ahlâk yönünden kusursuzdu.
Öyle yüzü pudralı, yakasında çiçek taşıyan zamane züppe gençlerine hiç benzemiyordu.
Yüzündeki, sağlam bir iradeyi ifade eden çizgiler, zekâyla parıldayan gözler, geniş omuzlar
ona güç ve metanet mabudelerini andıracak bir heykel görünümü veriyordu. Zekâsıyla,
kibarlığıyla ve inceliğiyle arkadaşları arasında temayüz etmişti. Ayrıca sportif bir yapıdaydı.
Çevresinde en iyi koşan, en güzel yüzen, en mükemmel ata binen, yelken kullanan o idi. Ne
içki içerdi, ne de çapkınlığı vardı. İstanbul’un ünlü “sefahathaneleri”ne adımını atmamış,
ağzına bir yudum ispirto koymamıştı. Ekrem Bey, Cumhuriyet’in “yeni insan”ını temsil
ediyordu.
İşten sonra, arkadaşlarıyla spor yapmak için buluşur ya da doğru evine dönerdi. Zaman
zaman Salih Paşalara uğrardı. Orada Mebrure piyano çalar, Leylâ ile Ekrem de bazen konağın
büyük bahçesinde tenis oynarlardı. Kimi kez birlikte otomobille gezintiye çıkarlar, ara sıra da
Şişli tepelerinde dolaşırlardı. Yazın sayfiyeye, Salih Paşa’nın Boğaziçi’ndeki yalısına
taşınılınca bu gezintilerin yerini sandal sefaları alırdı.
Leylâ ile Ekrem birlikte büyümüşlerdi; çocuklukları, gençlikleri hep aynı ortamda
geçmişti. Evde herkes onları aynı ailenin evlatları gibi görüyordu. Her ikisine de sonsuz
güvenleri vardı. “Zaten onlar da, öyle sinemaların açık saçık maceralarını akraba çocukları
arasında taklide kalkan, o hisle bahçelerde, gizli kuytu köşelerde birbirinin kucağına düşen
gençlere, genç kızlara benzemezlerdi.”
İki gencin arasında şimdilik hiçbir duygusal ilişki olmadığı muhakkaktı. Fakat
Ekrem’in bütün yaşamını burada, özellikle Leylâ’nın yanında geçirmekten zevk aldığını
görüp de “acaba” diye bir soru sormamak olanaksızdı. Nitekim Melek Hanım bunu dile
getirmiş, “Uzaklarda aramağa ne hacet, Acaba Leylâ’yı ona versek hepsinden münasip değil
mi?” diye ortaya bir görüş atmıştı. Ekrem, Leylâ’dan altı yaş büyüktü; kazancı iyiydi; huyu,
suyu, ahlâkı ailece biliniyordu. Ondan iyisini mi bulacaklardı! Ama aile bu tür bir evliliğin
neden olacağı dedikodudan da çekinmiyor değildi. Leylâ Hanım, Ekrem’le evlenecek olursa
“mutlaka iki genç bir ev içinde sevişmişlerdir diye kim bilir ortaya ne kadar dedikodu
çıkacak[tı]!” İşte bu kaygı nedeniyle diğer kısmetler gibi bu evliliğe de karar vermek güçtü.
Musikişinas Ercümend Baha Bey
Haftalık Mecmua son olarak onuncu talibi musikişinas Ercümend Baha Bey’i
okurlarına tanıtıyordu. Onun musikiye yeteneği çocukluktan beri herkesin dikkatini çekmişti.
Daha beş-altı yaşında ya var, ya da yoktu, haftada iki defa ablasına piyano hocası gelirdi.
Ercümend, odanın bir köşesinden onları dinler, ablasının nasıl çaldığına dikkat eder, hocanın
ablasına gösterdiklerini ablasından önce o öğrenirdi. Yavaş yavaş o da ders almaya başladı.
Birkaç yılda büyük ilerleme gösterdi. On dokuz yaşına geldiğinde ailesi onu Almanya’ya
gönderdi. Konservatuarda okudu. Yeteneği takdir kazandı. Ülkeye ünlü bir müzisyen olarak
döndü. Konserlerinde yer bulmak sorun oluyordu. Besteleriyle Batı dünyasında seçkin bir yer
edindi. Artık herkes “Türk musikisindeki inkılâbı” ondan bekliyordu. Daha şimdiden pek
değerli eserler ortaya koymuştu. Bestelediği “millî opera”ların bazı parçalarını duyan,
gelecekte bunların birer şaheser olacağını ileri sürüyordu. En zengin, en müdebdeb âlemlerde
herkesin gözü onu arıyor, kemanını bir kez duyan onun tınısını bütün yaşamı boyunca
unutamıyordu.
Ercümend Baha Bey, Leylâ Hanım’ı konserlerinden tanıyordu. Onu ilk kez Union
Française’in salonunda görmüş, çaldığı parçalar genç kızın gözlerinde derin izler bırakınca
onun duygusallığına meftun olmuştu. Ercümend Baha Bey, Leylâ Hanım’ı isteyince itiraz
Melek Hanım’dan geldi. Çok güzel keman çalıyordu, ama ne de olsa “çalgıcı”ydı. Her ne
kadar ailenin diğer fertleri bu tür bir aşağılayıcı tavrı onaylamıyor, hatta Ercümend Baha
Bey’i takdir ediyorlarsa da kızlarını bir sanatkâra vermeye pek hevesli görünmüyorlardı.
Üstüne üstlük Salih Paşa kesin tavrını koymuştu. Sanatkârların yaşamı maceralarla doluydu.
Müziğin tılsımı birçok ev bark yıkmıştı. Çoluğunu çocuğunu bırakıp bir müzisyenin peşine
takılan kadınlara sık sık rastlanıyordu. Nitekim Ercümend Baha Bey’in etrafında da birçok
kadın pervane gibi dolaşıyordu. Leylâ ona varacak olursa sakin, asude bir yaşam sürmesi
olanaksızdı. Günün birinde, Ercümend Baha Bey de artistlerin başını döndüren fırtınalara
tutulur, evini barkını darmadağın edebilirdi. Böyle bir şey olmasa bile Leylâ Hanım kocasının
bu gürültülü yaşamını gördükçe ömrü boyunca şüpheden kurtulamayacak, böylece saadete
erişemeyecekti. Melek Hanım da ünlü bir viyolonistin eşi olacak kimsenin “acaba nerede,
acaba kimlerle beraber, acaba hangi hanımlara çalgı çalıyor” diye üzüntüden kendisini
kahredeceği kanısındaydı.
“Leylâ Hanım’ı Kim Alacak?”
Haftalık Mecmua böylece on adayını okurlarına tanıtmış oluyordu. “Leylâ Hanım’ı
kim alacak[tı]?” Taliplerin hepsi seçkin zevattan oluşuyordu: Doktor Necmeddin Şükrü Bey,
Avukat Tal’at Şevki Bey, Erkân-ı Harbiye Kaymakamı Selami Bey, Diplomat Nusret Reşid
Bey, Tüccar Rıfat Bey, Muharrir Şinasi Hikmet Bey, Mebus Muhtar Fevzi Bey, Müderris
Fuad Hüsameddin Bey, akrabadan Bankacı Ekrem Bey ve nihayet Musikişinas Ercümend
Baha Bey.
Okurlar, bu adaylar içinden Leylâ Hanım için en çok kimi layık görülerse ona oy
vereceklerdi. Gelecek mektuplar tasnif edilecek, en çok oy alan Leylâ Hanım’la evlenecekti.
Böylece seçilecek adaya oy verenler arasında çekiliş yapılacak ve birinci 3.999, ikinci 2.999,
üçüncü 1.999 kuruş kazanacaktı. Dördüncü gelene Haftalık Mecmua’nın ilk yılının ciltli
koleksiyonu verilecekti; ayrıca ikinci yılına ücretsiz abone edilecekti. Leylâ Hanım’a talip
olanlar arasında en az oy alan aday için mektup gönderenlere de bir teselli mükâfatı vardı.
Bunlar arasında yapılan çekilişte çıkana 999 kuruş verilecekti.
Okurlar tanınan süre içerisinde gazeteden kestikleri kuponlarını göndererek adaylarını
bildirdiler. Sayım yapılıp kura çekildi. Şubat’ın son günü Haftalık Mecmua sonucu ilân etti:
Leylâ Hanım’la Ekrem Bey evlenecekti. “Gelinlik Kız” müsabakası “fevkalade rağbet”
görmüş ve “Ekrem Bey 1.515 rey” almıştı.
Erken Cumhuriyet döneminin magazin dergiciliği ilk kez bu denli ilgi uyandırmıştı.
Yetişmiş kızı olan her aile (ve ailenin kızı) diziyi ilgiyle izlemişti. O güne kadar dergilerin
ortaya attıkları sorunların ve anketlerin hiçbiri okurlar tarafından bu derece önemsenmemişti.
Bu tür anketler ilk kez Türk toplumunda yer alıyordu. Okur haftalar süren tefrikayı izlerken
hayalle gerçek örtüşmüş, birçoğu Leylâ’nın gerçek olduğuna kanaat getirmişti. Magazin
kültürünün yeterince gelişmediği ortamlarda bu tür yanılgıların oluşması doğaldı. Bu nedenle
birçok okur dergiye verdikleri cevaplarda gerçekmişçesine yorumlarda bulunmuştu.
Okurlardan birçoğu düğüne davet edilmek istiyordu. Bu arada dışarıdan aday önerenler de
olmuştu. İşi şakaya vuranlar da yok değildi. Leylâ Hanım için önerilen taliplerden hiçbirisini
beğenmeyen İzmirli Kasap İbrahim ve Manisalı Mehmet Nuri imzalı iki okur, İzmir’de
Mehmet Zeki Terzihanesi kalfalarından zenci Mehmet Celal Efendi’nin fotoğrafını
gönderiyor ve onu on birinci aday olarak teklif ediyordu.
Cevaplardan anlaşıldığı kadarıyla kadınların çoğu tüccar Kürkçüzade Rıfat Bey’i
tercih ediyordu. Ayrıca tüccara oy verenler arasında önemli ölçüde ticaret erbabı vardı.
Ticaretin geleceği parlaktı, Leylâ Hanım için de böyle bir tercih yeğlenmeliydi. Doktor
Necmeddin Şükrü Bey’e oy verenler, tabibin uygarlığa büyük hizmetleri dokunduğunu
kaydediyorlardı. Kiminin gönlü, İstiklal Savaşı’ndaki hizmetlerini, bugünkü mevkisinin
parlaklığını ileri sürdükleri Mebus Muhtar Fevzi Bey’de yatıyordu. Bu arada Müderris Fuad
Hüsameddin gibi değerli bir bilim adamının Leylâ için en uygun hayat arkadaşı olacağını
savunanlar da vardı. Kaymakam Selami Bey’in son savaşlar esnasında ülkesi için gösterdiği
kahramanlığa meftun olanlarsa Leylâ Hanım’ın onunla evlenmesini diliyordu. Muharrirle
musikişinas, diğerlerine oranla daha az oy almışlardı. Ancak Muharrir Hikmet Şinasi Bey’e
oy verenler arasında onun kimsesiz olmasını meziyet olarak görenler de vardı. Kaynana
sorununu yaşayanlar için bu bir tercih nedeniydi. Nitekim, La National Hayat Sigorta
Şirketi’nde kâtip olan Mehmet Sırrı Bey, “Hikmet Şinasi Bey’in birçok evsafından başka
kimsesiz olması hasebiyle Leylâ Hanım kaynana dedikodusundan azade kalacak ve bu sayede
mes’ud olacaktır!” diyordu. Avukat Tal’at Şevki Bey ise talipler arasında en yaya kalanıydı.
Avukatlık henüz toplumda yeterince saygınlık kazanamamıştı. Hâkim, savcı gibi hukuk
erbabının toplumda bir yeri vardı, ama avukatlığa insanlar burun kıvırıyordu.
İdeal Tip: Bankacı Bir Akraba
Evlilik işinde son kertede duygusal kaygılar öne çıktı. Evet, o yıllarda kız evlendirme
bir aile sorunuydu. Ama eskiden olduğu gibi bir emrivakiyle kızı everme devri son bulmuştu.
Talip seçiminde Leylâ’nın zımni tercihi ağır bastı. Onun gönlü Ekrem Bey’deydi. Nitekim
Gelibolu Tahrirat Kalemi’nden Hüseyin Hüsnü Bey, Haftalık Mecmua’ya gönderdiği
mektupta “Bir kere de Leylâ Hanım’a sordunuz mu?” deme gereği duymuştu. Genel okur
kitlesinin de tercihi bu doğrultuda oldu. En fazla oy Ekrem Bey’e çıktı. Ekrem Bey’in
kazanmasında bu gencin aile içinde güven telkin etmiş olması önemliydi. Leylâ’yla küçükten
beri birlikte büyümüşler, böylece ikisi de bir ölçüde anlaşmışlardı. Bu arada okurların birçoğu
bu iki gencin küçüklükten beri zaten sevişiyor olmaları olasılığını kaydediyordu.
Tasnif sonucu Ekrem Bey’e 1.515 oy çıktı. Leylâ Hanım’la evlenmesi kesinleşti.
Diğer taliplerin kazandıkları oylar şöyleydi: Mebus Muhtar Fevzi Bey 1.410 oy, Tüccardan
Rıfat Bey 1.341 oy, Diplomat Nusret Reşid Bey 1.222 oy, Doktor Necmeddin Şükrü Bey 965
oy, Kaymakam Selami Bey 929 oy, Müderris Fuad Hüsameddin Bey 818 oy, Muharrir
Hikmet Şinasi Bey 676 oy, Musikişinas Ercümend Baha Bey 502 oy ve Avukat Tal’at Şevki
Bey 103 oy.
Ekrem Bey için oy verenler arasında yapılan çekilişte Yeşilköy’de Şark Şimendiferleri
tamir atölyesinden Mühendis Muzaffer Bey’in mahdumu Cevat Bey 3.999 kuruşluk birincilik
ödülünü, Kuleli Askerî Mektebi dokuzuncu sınıf öğrencilerinden Muhlis Efendi 2.999
kuruşluk ikincilik ödülünü, Zile kazası Jandarma Kumandanlığı’ndan Yüzbaşı Hamdi Bey’in
kızı ve kız mektebi beşinci sınıf öğrencisi Bedriye Hanım 1.999 kuruşluk üçüncülük ödülünü
kazanmışlardı. İlk yılın cildi ve ikinci yılın aboneliği ise Kadıköy’den Melahat Hanım’a isabet
etmişti. En düşük oy alan Avukat Şevki Bey için tercih belirtenler arasında yapılan
çekilişteyse İzmir’den Mustafa Kevser Bey çıkmıştı.
“Leylâ Hanım’ı Kim Alacak?” yarışması birçok yönden ilginçti. Magazin
dergiciliğimiz ilk kez anket düzenleyerek okurlarıyla bütünleşiyordu. Öte yandan aile
yaşamındaki beklentiler, düşünceler bu tür anketlerle su yüzüne çıkıyordu. Cumhuriyet’in
gündeme getirdiği bir zihniyet değişiminden ne ölçüde söz edilebilirdi? Kadın-erkek ilişkileri
ne tür dönüşümler geçiriyordu? Bu tür soruların cevaplarını anketlerden çıkarmak mümkündü.
Ayrıca farklı mesleklerin toplumsal statüleri hakkında da ipuçları elde edilebiliyordu. Salih
Paşa torununu vermese de avukatlık ya da müzisyenlik gibi eskiden “ayak tellallığı” ve
“çalgıcılık” olarak hakir görülen bazı meslekler Cumhuriyet’le birlikte giderek saygınlık
kazanıyordu. Ama geniş bir kesimin bunu benimsemesi zaman alacaktı.
Son olarak, “Leylâ Hanım’ı Kim Alacak?” anketinin paradoksal bir yönü vardı.
Cumhuriyet’in köklü dönüşümlerine rağmen hâlâ geçmişten gelen değerler sürgit devam
ediyordu. Akraba evliliği bunun bir göstergesiydi. Öte yandan Leylâ’nın en sonunda Robert
Kolej mezunu bankacıyla evlendirilişi, Haftalık Mecmua’nın (ve okurlarının) geleceğe dönük
beklentilerini ifade ediyordu. Robert Kolej’i bitirmek artık bir meziyet olarak görülüyordu.
Bankacılık ise finans sektörünün gençler arasında revaç bulacağının habercisiydi.
EKLER
Leylâ Hanım Hangi Erkekle Evlenecek?3
Bu haftadan itibaren çok meraklı, çok eğlenceli bir müsabaka tertip ediyoruz. Bu
müsabaka karilerimiz için pek istifadeli, pek eğlenceli olduğu kadar bir taraftan da içtimaî
hayatımız için gayet kıymetli tahlilleri ihtiva edecektir. Haftalık Mecmua’nın koleksiyonunu
yapanlar, bu müsabakanın neticesinde bizdeki aile hayatına dair pek derin tetkik husulü bir
eser elde etmiş olacaklardır. Bu eser, aynı zamanda çok eğlenceli bir roman da addolunabilir.
Esasen bu mükâfatlı müsabakamızın yazısını kıymetli romancımız Kemal Ragıp Bey
yazmaktadır.
Müsabakamıza başlarken, bugünlük bir aile takdim ediyoruz. Bu ailenin gelinlik bir
kızı var, bu kıza da her meslekten, her yaştan, her tabakadan birçok erkekler talip oluyor.
Mecmuamız, her hafta bu taliplerden birini karilerimize tanıtacak ve aile efradının ona dair
neler düşündüklerini, kendilerine damat olacak bir adamda nasıl evsaf aradıklarını tasvir
edecektir. Böylece karilerimiz bir taraftan müsabakayı takip ederken diğer taraftan da her
nüshada küçük bir hikâye okuyarak eğlenmiş olacaklardır.
Bir kızı bin kişi ister, bir kişi alır derler ya, bu aile de kızlarını isteyenlerin arasından
birisini intihaba mecburdur. Fakat bunun için bir türlü karar veremiyorlar. Bu kararı
karilerimiz verecekler ve neticede Haftalık Mecmua’nın mükâfatını kazanacaklardır.
İşte gelinlik kız, işte onun ailesi:
Leylâ: On dokuz yaşında, zengin bir ailenin varlık içinde büyümüş pek nazlı bir
kızıdır. Bilhassa Salih Paşa, torunun terbiyesi, tahsili için hiçbir fedakârlıktan çekinmemiştir.
Leylâ küçükken Fransızcayı bir mürebbiyeden öğrenmiş, sonra da Alman mektebini
bitirmiştir. İyi piyano çalar. Alaturka musiki üstatlarının birinden tambur dersi de almıştır.
Uzun boylu, kumral, pek güzel, güzel olduğu kadar da sevimlidir. Ahlâk itibariyle de emsalsiz
addolunabilir. Derslerinde çok zeki, sanayi-i nefisede çok müstaiddir. Fakat hayat
gürültülerinde şeytanlığa, fenalığa hemen hiç aklı ermez. Bu hususta da çok saf, çok
tecrübesizdir. Kalbinde şimdiye kadar hiçbir çarpıntı duymamıştır. Yalnız, yavaş yavaş
kocaya varmak heveslerini, kendine bir hayat ortağı bulmak ihtiyacını hissetmeye başlamıştır.
Hayatında şimdilik muayyen bir koca yoktur.
Güzellik, irfan, ahlâk.. İşte Leylâ’da bunların üçü de mükemmeldir. Bütün aile efradı,
hele Salih Paşa, torunundaki bu meziyetlerle her zaman iftihar ederler. Bir taraftan Leylâ’nın
mürüvvetini görmek isterler, fakat öteden hiç kimseyi kızlarına layık görmezler; bu kadar
müstesna, onun gibi nazlı bir yavrucağın kim bilir belki de hayırsız bir kocaya düşüvermesi
ihtimalini hatıra getirdikçe uykuları kaçar.
İşte, aylardan beri hepsinin temennisi budur: Leylâ’nın mürüvvetini görmek, Leylâ
gibi bir kıza layık, helal süt emmiş, soyu sopu belli bir damat bulmak...
Salih Paşa – Leylâ’nın büyük babası. Altmış sekiz yaşında, vücutça hâlâ dinç, eski bir
asker. Sert, evin içinde hâkim. Zengindir; İstanbul’da, İzmir’de birçok emlaki vardır.
Torununu çok sever. Şimdilik onun mürüvvetini görmekten başka emeli kalmamış gibidir.
Melek Hanım – Salih Paşa’nın karısı. 52 yaşındadır. Kocasının sözünden dışarıya
çıkmaz.
Kerime Hanım – Salih Paşa’nın gelini.
Şevket Bey – Biraz kayıtsız bir babadır.
İşte Salih Paşa’nın ailesi. Bugünlerde birçok talip var. Bunlardan birisi Doktor
Necmeddin Şükrü Bey’dir. Bu kimdir, nasıl adamdır, aile arasında herkes onun için ne
düşünür? Gelecek nüshamızda bunu hikâye edeceğiz.
***
Haftalık Mecmua’nın Yarışması: Leylâ Hanım’ı Kim Alacak?4
Doktor Necmeddin Şükrü Bey de herkes gibi Leylâ’ya ilk önce kulaktan vurulmuştu.
Sonra bir gün Galatasaray’da resim sergisinin önünden geçerken tam orada muhteşem bir
otomobil durdu. İçinden iki hanım indi. Birisinin mümtaz bir güzelliği, pek vakur bir edası
vardı. Sergiye doğru yürüdüler. Genç doktor anlaşılmaz bir hisle kendi kendine
— Leylâ Hanım mutlaka bu olmalı.. demişti.
Ondan sonra Necmeddin Şükrü de, pek çokları gibi, Leylâ’ya tesadüf edebilmek için
ne yapacağını bilmiyor, bazı günler saatlerce Beyoğlu’nda Şişli’de dolaşıyordu. Leylâ öyle sık
sık sokağa çıkan kadınlardan değildi. Necmeddin Şükrü de onu pek nadiren, o da uzaktan
uzağa görebiliyordu. Bazı akşam, gün kararmazdan bir saat evvel Şişli tepelerine doğru uçan
kapalı, koyu lacivert, büyük bir otomobilin camlarında onun hayalini bir rüya gibi görüyordu.
Bir defa da Büyükada’da Hilâl-i Ahmer balosunda, yine bir defa Pera Palas’ta Himaye-i Etfâl
Cemiyeti’nin verdiği müsamerede Leylâ’yı biraz daha yakından görmeye muvaffak olmuş,
hatta konuşurken, hafifçe gülüşürken duymuştu.
Nihayet kızı doğrudan doğruya istemeye karar verdi. Büyük amcası, Yanya
valiliğinden mütekait İbrahim Bey, Salih Paşa’yı uzaktan uzağa tanırdı. O araya girdi.
Doktor Necmeddin Şükrü için tahkikata başladılar. Bu, meslektaşları arasında temayüz
etmiş, otuz iki yaşlarında, yakışıklı bir gençti. Tahsilini Almanya’da ikmal etmişti. Babası da
doktordu; Beyoğlu’nda muayenehanesi vardı. Baba oğul beraber çalışıyorlar, çok iyi para
kazanıyorlardı. Ailece hâlleri, vakitleri iyi idi. Sıraselviler’de güzel bir evde oturuyorlardı. Bir
taraftan Salih Paşa, bir taraftan Melek Hanım sormuşlar soruşturmuşlar, Necmeddin
Şükrü’nün ahlâkça da çok temiz bir genç olduğunu öğrenmişlerdi.
Muayenehanesinin Beyoğlu’nda olması...
Telefon rehberini getirtti. Doktor Necmeddin Şükrü ile babasının adreslerini aradı.
Birdenbire kaşları çatıldı.
Emrâz-ı zühreviyye ve efrenciyye tedavihanesi!
Şu fena hastalıklar desenize.
Melek – Damadım sabahtan akşama kadar hep kötü kadınları muayene edecek.. Onları
çırılçıplak soyup bakacak. Sonra o pis paraları tuttuğu ellerle gelip soframıza oturacak öyle
mi? Allah yazdıysa bozsun!.
Melek – Sofraya oturup da o adamı karşımda görünce alimallah benim bile iştahım
kapanır. Ya Leylâ, o zavallı kız, kocasının bütün öyle pis hastaların, kim bilir nerelerine
baktığını düşündükçe ne hâle gelir?..
***
Leylâ Hanım’a İkinci Talip: Dava Vekili Tal’at Şevki Bey5
— Sade mesleğinde değil, her hususta müstesna bir genç... diyordu. Ahlâkının
düzgünlüğü, ciddiyeti bu zamanda az bulunur.
Doğrusu ya, ona düşecek bir hanım hakikaten bahtiyar olur. Sizin gibi kibar bir aileye
damat olmak için aranacak evsafın hepsi onda var: Mevki, şöhret, refah, fazilet, hepsi...
Şevket Bey buna karşı ne evet, ne de hayır dedi.
Vakıa kendilerine damat olacak adamın daha nüfuzlu bir mevkii olmasını tahayyül
ederdi. Fakat Tal’at Şevki’yi de beğenirdi. Ona kızını verecek olsa muhakkak ki işleri
büsbütün düzelecek her hâlde kendisi de pek çok istifade edecekti.
O akşam Hayreddin Bey gittikten sonra her zamanki gibi, yine aile toplandılar, hep
beraber düşündüler. Kerime Hanım, Tal’at Şevki’nin hususi serveti olmadığını ileri sürdükçe
kocası:
— Yok ama diyordu kendi başına o kadar para kazanıyor ki az zamanda zengin olacağına
şüphe etme...
O aralık efkâr-ı umumiyye pek mühim bir cinayetin muhakemesi ile meşgul oluyor,
gazeteler her gün buna dair sütunlarla yazı yazıyordu. Katilin müdafaasını Tal’at Şevki Bey
deruhte etmişti. Herkes katilin idamını beklerken genç avukat parlak bir müdafaa ile onun
cezasını asgarî bir hadde indirmeye muvaffak oldu. Mahkeme bittikten sonra matbuat
haftalarca bundan bahsetti. Tal’at Şevki’ye mesleki hayatında yeni bir şöhret kazandıran bu
hadise Salih Paşa’yı büsbütün başka endişelere düşürdü:
— Demek ki bu kadar faziletli tanıdığımız genç bile bir türlü samimi olamıyor! Yoksa nasıl
olur da bir katilin müdafaasını deruhte ederdi?
Melek Hanım kocasına hak veriyor...
***
“Leylâ Hanım’a Üçüncü Talip: Genç Diplomat Nusret Reşid Bey6
Nusret Reşid hakikaten kıymetli bir gençti. Hâli, vakti, tahsili, ahlâkı, hepsi
mükemmeldi. Vaşington sefaretinde mühim bir memuriyete tayin edilmiş, yakında oraya
gidecekti. Salih Paşa sade bunda tereddüt ediyordu ve yoksa,
— Kibar bir çocuk, istikbâli parlak diye o da pek beğenmişti.
Fakat Melek Hanım:
— Neresi dediniz, nereye gidecekmiş? Giderse kim bilir bir daha onu göremeden gözlerimiz
yumulacak!
***
Leylâ Hanım’a Dördüncü Talip: Erkân-ı Harb Kaymakamı Selami Bey7
Erkân-ı Harb Kaymakamı Selami Bey Türk ordusunun pek kıymetli erkânındandı.
Büyük Muharebe’de Kafkasya’da, Galiçya’da, Filistin’de cepheden cepheye koşmuş,
Çanakkale muharebesinde harikalar göstererek arkadaşlarından geri kalmayacak bir
kahramanlıkla o da çarpışmıştı. Sözüm ona Mütareke akdedildiği senelerde Anadolu’da idi.
Annesinin elini öpmek için bir aralık İstanbul’a gelmişti. Bir karış enliliğinde kasaturaları,
boyunlarından asma baltalarıyla Şark’a medeniyet getirdiklerini iddia eden her renkten, her
cinsten askerlerin nihayetsiz bir şımarıklık içinde her yere saldırdıklarını gördükten sonra
onun için de burada durmak kabil olmadı. Tekrar Anadolu’ya döndü. İstiklal ateşleri için için
tutuşurken o da bir avuç arkadaşıyla kanını canını, son nefesini vermeye ant içti. Nihayet Türk
ordusunun tarihine yazılan muacezede o da bir şeref hissesi kazandı.
Kırk yaşına geliyordu; Mihnet günleri şakaklarında nurlu bir iz bırakmıştı. Artık sıcak
bir yuva ihtiyacını duyuyordu. Rüyasında mini mini eller ona “baba!” diye sesleniyor, uyanıp
da o elleri bulamayınca içinde nihayetsiz bir mahrumiyet hissediyordu.
Annesi ona:
Seni evlendirelim oğlum, diyordu. Bunu da göreyim, gözüm arkada kalmaz.
Selami Bey de artık hayatta muhânetleri unutturacak sevinçlere ortak olacak bir eş
arıyordu. Fakat o kadın yarın kuracakları yuva için her şeyden evvel faziletli bir anne
olmalıydı. Bunu bulamazsa, şimdi ona saadetler vaat ederek.
Söz sırası Şevket Bey’e gelince o da başka bir noktada tereddüt etti:
— Leylâ, ona nispetle pek genç sayılır dedi. Selami Bey, kızımızdan yirmi iki, yirmi üç yaş
büyük... Bilmem ki arada bu kadar yaş farkı aile saadeti için insanı çok düşündürmez mi?
***
Leylâ Hanım’a Beşinci Talip: Tüccar Kürkçüzade Rıfat Bey8
Onun sürdüğü saltanat için her gün yeni bir hikâye duyuluyor; bir taraftan kazanıp
öteden harcadığı para ile tekmil İstanbul’u sefaletten kurtarmak kabildir, diyenler bile
oluyordu. O kadar zengindi. On, on beş sene evvel bilmem nerede ambar memurluğu ettiğini
bilenler bile vardı. Öyle iken yine onun şeytani zekâsına, her şeyi deviren, her şeyin üstüne
çıkan iradesine hayran olmamak da kabil değildi. Her devre göre bir başka işe sarılmış, bazen
günlerce uyumadan, aç açına çalışmış, koşmuş, kovalamış, çarpışmış, nihayet işte zengin
olmuştu. Öyle harp zenginleri gibi hesabını bilmeyen çılgınlardan da değildi. Piyasada en
sağlam işlere girişiyor, her giriştiği işten yüz binlerce lira kazanıyordu. Şimdiki hâlde en basit
bir tahmin ile birkaç milyon lirası olduğu muhakkaktı.
— Rıfat Bey’in yeni yaptırdığı hanı gördün mü, içinde dairesi var, tam beş yüz bin liraya
çıkmış...
— Geçen akşam bir ziyafet vermiş, eski yeni bütün tanıdıklarını çağırmış. Sade üç bin liralık
şampanya içmişler...
— Bu kadarı da israf ama, pek de fena adam değil. Hayrı, hasenatı çok seviyor. Her gün,
kendi adamları uzak, kuytu mahallelerde dolaşıyorlarmış; fukaraya, dullara, yetimlere para
dağıtıyorlarmış.
— Geçenlerde birisi Darülaceze ile Öksüzler Yurdu’na onar bin lira vermiş de, ismini
söylememiş ya, kimmiş biliyor musun, Rıfat Bey!..
Onun için fısıldanan işte, böyle nihayetsiz hikâyeler vardı. O da artık, senelerce
mücadele içinde geçen bir hayattan sonra Saltanat sürmek için kendinde âdeta bir hak
görüyordu. Boğaziçi’nde en güzel yapılardan birini, Büyükada’daki köşklerin en mükellefini
satın almış, çiftliğinde sık sık av eğlenceleri tertip ediyordu. Sonra Nişantaşı’ndaki konağında
her gece ziyafetler eksik olmuyordu. Son zamanlarda Nice’te bile bir villa almıştı. Fakat bu
hayatın içinde Rıfat Bey’in bir eksiği vardı: bütün o saltanatına, o ihtişamına layık bir hayat
arkadaşı bulmak.
Fakat genç kız:
— Rıfat Bey kendi “lüksü”nü tamamlamak için beni istiyor; yoksa aile kurmak için değil..
demişti.
Salih Paşa, Rıfat Bey’in geçirdiği hayatı duydukça:
— Ağırbaşlı bir adama yakışır mı? diye dudaklarını büküyordu. Servetin, ihtişamın bu
derecesi onun nazarında hiç de hoş görülecek bir şey değildi.
— Nasıl kazanıldığı belli olmayan bir para demişti. Herkesin gözü ondadır!
Melek Hanım da:
— A, eskiden ambar memuru imiş ayol.. Kim bilir çalmış, çırpmış da mı zengin olmuş?
diyordu.
Fakat büsbütün:
— Olamaz, diyip kestirmek de kabil olmuyordu.
***
Leylâ Hanım’a Altıncı Talip: Meşhur Muharrir Şinasi Hikmet Bey9
Şinasi Hikmet’in bütün memleket içinde yayılmış bir şöhreti vardı. Herkesin derinden
derine hissettiği, fakat henüz hiç kimsenin ortaya atamadığı endişeler onun kaleminde şuur
bulurdu. Doğrudan doğruya millete hitap eden, halkın ihtiyaçlarını, gayr-i meşru temayüllerini
bulup çıkaran makaleleri, memleketin mütefekkirlerine, güzide sınıfa yol gösterecek kadar
kuvvetli idi.
Yazdığı kitapların bazıları pek vâkıfâne tetkiklerle son asrın ilmi hayatına kadar
yükseliyor, bazıları da Türk milletinin bünyesine ait kudretli tahlillerle doğrudan doğruya
kendi hayatımızı tasvir ediyordu. Yine öyle en derin, en gizli köşelere kadar saplanan,
kuvvetli bir görüşle yazılmış birkaç romanı da vardı. Bütün bu kitaplar senelerce tetebbudan,
uzun tetkiklerden sonra hazırlanmış, nihayet şu son birkaç sene içinde birbiri arkasından
matbuat meydanına çıkınca gençliğin bütün düşünceleri, bütün temayülleri üzerinde
inanılmaz bir inkılâb yapmıştı.
Heman bütün Türk muharrirleri gibi o da senelerce mahrumiyet içinde yaşamıştı.
Fakat şimdi başlı başına bir gazete sahibi olmuştu. En çok satılan onun gazetesi idi; en çok
okunan onun yazıları idi. Her şeyden müstakil, bütün ihtiyaçlardan uzak, sade kendi
düşündüğü gibi, sade kendi gördüğü gibi yazı yazıyordu. Görüşlerinde, düşünüşünde biraz
riya, biraz kizbî [sakat] bir endişe bulmak kabil değildi.
Yaşı otuz beşe yaklaşmıştı. Çirkin değildi. Alnında düşünceli çizgiler eksik olmazdı.
Fakat gözlerinde de tatlı, yumuşak bir mana, hele güler yüzlülüğünü görüp de onu sevmemek
kabil olmaz, ona sokulmak istemeyen bulunmazdı. Hiç kimsesi yoktu. Annesini, babasını pek
küçük yaşta kaybetmişti. Kendine bir hayat arkadaşı bulmak ihtiyacını duyduğu zaman o da
pek çokları gibi Salih Paşa’nın torunu Leylâ ile evlenmek hülyasına düştü;
Melek Hanım
— Kimmiş bu? Ne iş yapıyormuş! diye sordu:
— Gazeteci... diye atıldı. Melek Hanım:
— Gazeteci mi? diye dudaklarını büktü. Gazetecinin ne olduğunu birden bire kavrayamamış
gibi idi. Melek Hanım, ara sıra sade Haftalık Mecmua’yı okurdu. Gündelik gazeteleri nedense
çok sevmezdi. Böyle iken Şinasi Hikmet’in yazılarından bazıları eline geçmiş, onları okumuş,
hatta pek beğenmişti. Şimdi Mebrure onun kim olduğunu anlatınca:
— Ha o mu? diye başını kaşlarını kaldırdı.
Kerime Hanım:
— Gazetecilik... iyi ama diyordu. Sonu olmayan bir şey.. Bugün var yarın yok. Baksanıza..
her gün yeni bir gazete çıkıyor, her gün bir başkası kapanıyor.. Şevket Bey:
— Öyle söyleme, diye karısını haksız çıkarıyordu. Bu mesleğin sonu pek parlak.. Geçen
intihapta Şinasi Hikmet Bey’in mebusluğu bile söyleniyordu.
Hâlbuki Salih Paşa, öteden beri:
— Gazeteci değil mi, diyordu, işleri güçleri, sade yalan!
Kerime Hanım:
— Bu pek öyle değil, diyordu. Hiç yoktan gazeteci olmuş. Şimdi de çok zengin diyorlar.
Fakat yarın bunun da ötekiler gibi gazetesini kapatıp savuşmayacağı ne malum...
Salih Paşa, biraz düşündükten sonra birden bire rücu ediyordu:
— Mamafih, bu genç pek de fena değil.. Yazdığı şeyleri okuyorum... Çok doğru düşünüyor.
Çok samimi yazıyor. Eskiden beri, yüzünü görmeden bile kendisini beğeniyordum. Geçen
gün görüştüğümüz zaman daha ziyade hoşuma gitti.. Pek sevimli, pek kibar. Fakat bilmem ki,
Leylâ’ya koca olacak bir gencin böyle gürültülü bir hayata karışmış olmasına benim pek de
gönlüm razı olmuyor.
***
Leylâ Hanım’a Yedinci Talip: Mebus Muhtar Fevzi Bey10
Leylâ’yı kim alacak? Onu az çok tanıyan, yahut tanımasa bile uzaktan uzağa işiten
herkes söz arasında birbirine hep bunu soruyordu. Leylâ’nın kocaya varması, bütün İstanbul
içinde artık efsanevi bir hadise olmuş, bunun dedikodusu hatta İstanbul’dan da uzaklara
yayılmıştı.
Büyük Millet Meclisi azasından Muhtar Fevzi Bey evlenmek istiyordu. Leylâ’nın
güzelliğini, meziyetlerini o da duymuştu. Sonra bir aralık mezuniyet alarak İstanbul’a gelmiş,
Yıldız’da Darülaceze menfaatine verilen bir baloda Leylâ’yı yakından da görmüştü. Fakat bir
hayat arkadaşı seçmek için ne öyle binbir ağızda çiğnenen dedikodulara inanmak, ne de bir
baloda elektrik tufanı, musiki kıyameti içinde uzaktan uzağa görmek kâfi gelebilirdi.
Muhtar Fevzi Bey, Leylâ’yı daha yakından tanımak, onunla hiç olmazsa birkaç saat
konuşmak istiyordu. Kadın kalpleri kendi hüviyetindeki esrarı uzun müddet ifşa etmeyecek
kadar muammalı yaratılmış olmakla beraber Leylâ’nın ufak tefek temayüllerini, hayat
hakkındaki düşüncelerini hiç olmazsa böylece kendi ağzından duymak kabil olacaktı. Genç
mebusun amcası Salih Paşa ile görüştü; onun bu arzusundan bahsetti. Leylâ’nın büyük babası
da kabul etti. Vakıa onun böyle vesilelerle her rastgelen erkekle konuşmasına razı olamazdı.
Fakat karşısındaki genç, bütün bir milletin itimadını haiz olduğuna göre bundan tereddüt
etmek de kabil değildi. Aile için de heman hepsinin hazır bulunduğu bir çay ziyafetine Muhtar
Fevzi Bey’le amcası da davet edildi. Böylece genç mebus, Leylâ’yı daha yakından tanımış
oldu. O akşam Salih Paşa’nın evinde geçen bir buçuk saatin hatırasında öyle bir tılsım vardı ki
arası çok geçmeden Muhtar Fevzi Bey genç kızı resmen istedi. Şevket Bey bu hadiseyi bütün
aile için bir saadet telakki ediyordu:
— Müstesna bir genç diyordu. Öyle ya, otuz sekiz yaşında bir erkek genç demekti. Tahsilini
Avrupa’da ikmal etmiş, istiklal mücadelesinde canla başla hizmet etmiş, şimdi de pek şerefli
bir mevki sahibi...
Hele irfanına, faziletine karşı herkeste öyle bir itimat var ki pek yakın zamanda
vekâletlerden birinin kendisine tevdi’ edileceği söyleniyor.
Hakikaten Salih Paşa kime sormuşsa hepsi Muhtar Fevzi Bey’den daima böyle
takdirle, hürmetle bahsetmişti.
Herkeste kusur arayan Melek Hanım ile Kerime Hanım bile onun için söyleyecek söz
bulamıyorlardı.
Fakat kararsızlık bütün aileyi istila etmiş bir hastalık gibiydi. Muhtar Fevzi Bey için de
bir karar veremediler.
***
Leylâ Hanım’a Sekizinci Talip: Müderris Fuad Hüsameddin Bey11
Büyük mükâfatlı müsabakamızı takip ediyor musunuz, aşağıdaki kuponları kesip
saklayınız, bu müsabakaya 9.999 kuruş mükâfat tahsis edilmiştir.
Fuad Hüsameddin Bey bütün Türkiye topraklarında irfanı, fazileti ile tanınmıştı.
Gençliğinde mekteplerde muallimlik, müdürlük etmiş, nihayet bugün de Darülfünun
kürsülerinden birini işgal eylemişti. Bütün hayatını ilmi tetebbulara vakfetmişti. Senelerce
Avrupa’da dolaşmış, uzun müddet de Anadolu’nun birçok yerlerinde yaşayarak Türk
köylüsünü pek yakından tanımıştı. Şimdi artık sabahları Darülfünun’daki darülmesaisine
gidiyor, bütün günü orada ya tedrisatla yahut da kendi kendine tetkikatla geçirdikten sonra,
akşam olunca evinde yine kitapları ile baş başa kalıyordu.
Pek kıymetli eserleri vardı; verdiği konferanslar, yazdığı makaleler, memleketin ilmi
hayatı için birer hadise oluyordu. Yaşı kırkı geçiyordu. Fakat gençliği harap eden
yorgunluklardan uzak, gayet düzgün ve perhizkâr yaşadığı için Fuad Hüsameddin Bey’in
vücudu çok dinç kalmıştı. Şakaklarındaki gümüşten gölgeler ona başkaca bir erkek güzelliği
veriyordu.
Ahlâk itibariyle de çok yüksekti, ne olursa olsun verdiği hükümlerde hiç acele etmez,
heman hiçbir şeye öfkelenmezdi. Hayata, beşeriyete karşı bambaşka bir bakışı vardı.
Fuad Hüsameddin Bey denilebilir ki, mesut insanlardan biriydi. Sıhhati mükemmel,
hâli vakti yerinde idi. Muhitinde onun kadar hürmete, muhabbete nail olanlar pek azdı.
Akşamları eve gelip de kitaplarla dolu geniş odasına kapanmak bir taraftan kendisi için en
büyük saadet oluyordu. O zaman artık namütenahi bir ilim dünyasında kendini kaybetmekten
yine öyle namütenahi bir zevk duyuyordu. Fakat yine o esnada derinden derine bir
mahrumiyet, büsbütün başka bir eksiklik hissetmekten kurtulamıyordu.
İnsana, kabil değil bir türlü anlatılamayacak kadar müstesna bir zevk veren bütün bu
kitaplar yalnız bir noktada aciz kalıyor, hayatta bir eş aramak ihtiyacını, Fuad Hüsameddin
Bey gibi kendisini ilme vakfeden bir adama bile unutturamıyordu.
Hasta ruhlu, hasta vücutlu, yapmacıklara düşkün kadınlardan nefret eden muhterem
müderris, Leylâ gibi faziletle güzellikten yaratılmış bir genç kızın mevcudiyeti karşısında
heman herkes gibi nihayet bir meftuniyet hissetti. Denilebilir ki onun hayatta ilk defa olarak
duyduğu beşeri zaaf da bu oldu.
Salih Paşa ile zaten tanışırdı. Paşanın pek zengin bir kütüphanesi vardı. Fuad
Hüsameddin Bey bazı eski kitaplar için ara sıra onlara gider gelirdi. Leylâ’nın ailesi içinde
herkes onun gibi muhterem bir adamın kendi kızlarına talip olduğunu öğrendikleri zaman
hakikaten bir iftihar duymuşlardı.
Kerime Hanım:
“Bilmem ki yaşı biraz geçkin değil mi? Hem de Darülfünun’daki aylığından başka
iradı yok... Galiba biraz da kitaplardan para kazanıyormuş, işte o kadar...”, diye mırın kırın
etmesinden başka hiçbiri itiraz etmemişti. Öyle iken hepsinin başka başka fikri vardı. Şevket
Bey, Mebus Muhtar Fevzi Bey’in kendilerine damat olmasını istiyor, Mebrure ya o meşhur
zengin Kürkçüzade Rıfat Bey’in, yahut hiç olmazsa Hariciye Memuru Nusret Reşid Bey’in
aile arasına karışmasını temenni ediyordu.
Salih Paşa da Erkân-ı Harb Kaymakamı Selami Bey’e taraftardı. Onun için de
herkesin reyi bu kadar dağıldıktan sonra, Fuad Hüsameddin Bey için de yine bir türlü muvafık
cevap veremediler.
Onun ismi de bütün o her meslekten, her tabakadan pek kıymetli talipler arasına
karıştı. Ve şimdilik öylece kaldı.
***
Leylâ Hanım’a Dokuzuncu Talip: Yakın Akrabadan Ekrem Bey12
Ekrem, Kerime Hanım’ın dayısının oğlu idi. Salih Paşa ailesinin içinde bu genci
sevmeyen yoktu. Hele Kerime Hanım ona âdeta evlat muamelesi eder, kendi kızı Leylâ’dan
hiç ayırt etmezdi.
Onu herkese bu kadar sevdiren şeylerin birincisi ahlâkındaki yükseklik, yaratılışındaki
mümtaziyet idi. Öyle yüzü pudralı, göğsü çiçekli zamane gençlerine hiç benzemezdi.
Yüzünün sağlam bir irade ifade eden çizgileri, zekâ ile parlayan gözleri, geniş omuzları ona,
kuvvet ve metanet mabudelerini andıracak bir heykel mahiyeti vermişti. Onu tanıyanlar
zekâsına, kibarlığına, inceliğine hürmet ederler; böyle hürmet hislerini unutacak kadar
kıskananlar da onun kuvvetinden korkarlardı. Bütün arkadaşları arasında en iyi koşan, en
güzel yüzen, en mükemmel ata binen, yelken kullanan o idi.
Ekrem, öyle birbirini taklit ederek kulüpçülük dedikodularına kapılan gençler gibi spor
yapmazdı.
Belki, bütün o dedikodulardan uzak kalarak spor yapmak sayesinde doğruluk, tevazu,
vakar gibi en mümtaz huyları iktisap etmişti. Sonra içki, çapkınlık âlemlerine düşman
olmasının sebebi de yine hep arkadaşları arasında temayüz etmek arzusu olmuştu. Sefahat
yerlerine ömründe bir kere bile adım atmamış, ağzına bir yudum ispirto koymamıştı.
Amerikan kolejini yeni bitirmiş, bankaların birinde çalışıyordu. İşinden çıktıktan sonra
yine kendisi gibi faziletli birkaç gençle beraber spor yapmak için toplanmazlarsa ya evine
döner, çok defa, Salih Paşalara uğrardı. Orada Mebrure piyano çalar, Leylâ ile Ekrem de
bazen konağın büyük bahçesinde tenis oynarlar, bazen hep beraber otomobille gezmeye
çıkarlar, ara sıra da Şişli tepelerinde yayan dolaşırlardı. Yalnız Salih Paşalar Boğaziçi’ndeki
yalıya taşınınca bu gezmelerin yerini sandal eğlenceleri tutardı.
Leylâ ile küçükten beri beraber büyümüşler, çocuklukları, gençlikleri hep beraber
geçmişti. Evin içinde herkes ona aynı ailenin evladı gibi baktığı için kimsenin aklına bir şüphe
gelmezdi. Leylâ’ya olsun, Ekrem’e olsun hepsinin nihayetsiz bir itimadı vardı. Zaten onlar da,
öyle sinemaların açık saçık maceralarını akraba çocukları arasında taklide kalkan, o hisle
bahçelerde, gizli kuytu köşelerde birbirinin kucağına düşen gençlere, genç kızlara
benzemezlerdi.
İki gencin arasında şimdilik hiçbir rabıta olmadığı muhakkaktı, fakat Ekrem’in bütün
hayatını burada, hele en ziyade Leylâ’nın yanında geçirmekten zevk aldığını görüp de:
“Acaba!” dememek kabil değildi. Buna en evvel dikkat eden Melek Hanım olmuştu:
— Uzaklarda aramağa ne hacet... diye düşündü. Acaba Leylâ’yı ona versek hepsinden
münasip değil mi?
Niye olmasın, dedi Leylâ’dan altı yaş büyük... Eli ekmek tutuyor, huyunu ahlâkını
biliyoruz. Bizim elimizde büyüdü... Ondan iyisini mi bulacağız?
— Sahi! diyorlardı, Leylâ’yı Ekrem’e verecek olursak, mutlaka iki genç bir ev içinde
sevişmişler diye kim bilir ortaya ne kadar dedikodu çıkacak!...
İşte şimdi de bu endişe yüzünden bütün öteki kısmetler gibi Leylâ ile Ekrem’in
evlenmesi için de bir karar vermek kabil olamadı.
***
Leylâ Hanım’a Onuncu Talip: Musikişinas Ercümend Baha Bey13
Leylâ ile evlenmek isteyenlerden birisi de musikişinas Ercümend Baha Bey’di. Onun
musikiye istidadı taa çocukluktan beri herkesin gözüne çarpardı. Daha beş altı yaşında var
yoktu, haftada iki defa ablasına piyano muallimi gelirdi. Ercümend, odanın bir köşesinden
onları dinler, ablasının nasıl çaldığına dikkat eder, çok defa piyano mualliminin verdiği
dersleri ablasından daha evvel öğrenirdi. Yavaş yavaş o da ders almağa başladı. Birkaç sene
içinde büyük bir terakki gösterdi. On dokuz yaşına geldiği zaman ailesi onu Almanya’ya
gönderdi. Birkaç sene konservatuarda çalıştı. İstidadı oradaki üstatlar tarafından da takdirle
karşılandı. Nihayet memleketin en yüksek bestekârı oldu. Konserlerinde kalabalıktan yer
bulmak kabil olmaz, yaptığı besteler Garb’ın en büyük musiki eserlerinden geri kalmazdı.
Artık herkes Türk musikisindeki inkılâbı ondan bekliyordu. Daha şimdiden pek kıymetli
eserler bestelemişti; hazırladığı millî operaların bazı parçalarını duyanlar istikbâlde bunların
birer şaheser olacağını iddia ediyorlardı. En zengin, en müdebdeb âlemlerde herkesin gözü
onu arıyor, kemanını bir kez duyanlar onun hatırasını heman bütün ömrünce unutamıyordu.
Ercümend Baha, Leylâ ile evlenmek istediği zaman Melek Hanım:
— Evet, ben de duydum, demişti, çok güzel keman çalıyor.. Pek âlâ ama ne de olsa çalgıcı
demek!..
Salih Paşa ailesinin içinde büyük bir musikişinas için sadece çalgıcı deyip geçiverecek
ondan başka kimse yoktu. Hepsi birden Melek Hanım’ı haksız buldular. Hele Mebrure şimdi
Hariciye memurunu da, mebusu da, yeni zengini de unutmuş, Ercümend Baha gibi bütün
Türkiye’de ismi anılan bir üstadın refikası olmayı bir genç kız için en parlak bir rüya
addediyordu.
Kendisi onun konserlerini hemen hiç kaçırmazdı. Çok defa Leylâ da beraber giderdi.
Zaten Ercümend Baha, Salih Paşa’nın torununu ilk defa Union Française’in salonunda
görmüş, çaldığı parçalar genç kızın gözlerinde derin gölgeler bırakınca onun bu hassasiyetine
meftun olmuştu. Yavaş yavaş Melek Hanım da yatıştı, öyle bir üstada “çalgıcı!” diye attığı
sözü geri aldı. Ailenin içinde herkes bu genci takdir ediyordu; fakat kızlarını vermeye de bir
türlü razı olamıyorlardı. En kuvvetli itiraz yine Salih Paşa’dan geldi:
— Böyle sanatkârların hayatı maceralarla doludur, diyordu. Musikinin tılsımına kapılıp evini,
barkını, çoluğunu çocuğunu bırakan kadınları az mı gördük, az mı duyduk? Bu Ercümend
Baha Bey’in etrafında da pek çoklarının dolaştığını söylüyorlar. Leylâ’yı ona verecek olsak,
kızımız kabil değil, sakin, asude bir hayat geçiremez. Kimi bilir, belki günün birinde bu çocuk
da artistlerin pek çoğunun başını döndüren fırtınalara tutulur, evini barkını darmadağın eder.
Haydi böyle bir şey olmadı diyelim, fakat Leylâ kocasının bu gürültülü hayatını gördükçe
bütün ömründe heyecandan kurtulamayacak, her dakika bir başka şüpheye düşecek, belki de
böylece aile saadetinin yarısından ziyadesini kaybedecektir.
Melek Hanım da kocasının fikrinde idi:
— Ben de olsam çalgıcıya... Şey... Yani çalgısı bu kadar meşhur olan bir adama varmam,
dedi. Öyle ya... Acaba nerede, acaba kimlerle beraber, acaba hangi hanımlara çalgı çalıyor
diye üzüntüden kurtulamayacak olduktan sonra....
***
Müsabakamız Bitti
Leylâ Hanım’ı kim alacak?
Şimdiye kadar Haftalık Mecmua’nın gelinlik kızına talip olanlardan on kişiyi
karilerimize takdim ettik:
Doktor Necmeddin Şükrü Bey
Avukat Tal’at Şevki Bey
Erkân-ı Harbiye Kaymakamı Selami Bey
Diplomat Nusret Reşid Bey
Tüccardan Rıfat Bey
Muharrir Şinasi Hikmet Bey
Mebus Muhtar Fevzi Bey
Müderris Fuad Hüsameddin Bey
Leylâ’nın akrabasından Ekrem Bey
Musikişinas Ercümend Baha Bey
Müsabakamızı takip eden karilerimiz bu on namzedin arasında Leylâ için en ziyade
kimi layık görürlerse ona rey vereceklerdir. Gelecek mektuplar tasnif edilecek, en çok rey
kazanan Leylâ Hanım’la evlenecektir. Bu suretle intihap edilecek kocaya rey verenler
arasında kura çekilecek ve birinciye 3.999, ikinciye 2.999, üçüncüye 1.999 kuruş verilecek,
dördüncüye 9.999 kuruştan artan 3 kuruşla haftalık mecmuanın birinci senesine ait mücelled
[ciltlenmiş] koleksiyon, ve ikinci senenin abonesi hediye edilecektir. Leylâ’ya talip olanlar
arasında en az rey alan namzet için rey verenler arasında da kura çekilecek ve birinciye 999
kuruş verilecektir.
Gönderilecek mektuplara müsabaka kuponlarının lef edilmesi icap eder. Cevaplar
Şubat’ın on beşinci gününe kadar gönderilmelidir.
Netice Şubat’ın son haftasında çıkacak nüshamızda neşredilecektir.
***
Leylâ Hanım’la Yakın Akrabadan Ekrem Bey Evleniyor14
Haftalık Mecmua’nın gelinlik kızına mebus, tüccar, diplomat, doktor, zabit, müderris,
muharrir, musikişinas, avukat ve nihayet akraba arasından bir genç olmak üzere on kişi talip
olmuş, biz de: “Bunlardan hangisini layık görüyorsunuz?” diye karilerimize sormuştuk.
Yetişmiş kızı olan her aileyi, her ailenin kızını uzun uzun düşündüren bu kadar hayati
bir mesele Haftalık Mecmua’nın sahifelerinde tetkik edilmeye başlayınca karilerimiz arasında
nihayetsiz bir alaka hasıl olmuştur. Gelen cevapların çoğunluğu göz önüne getirilir ve
karilerimizin bu meseleye dair yazdıkları mektuplar ayrı ayrı tetkik edilirse görülür ki şimdiye
kadar hiçbir mecmua karileri nezdinde bu kadar derin, bu kadar geniş bir alaka uyandırmaya
muvaffak olamamış, mecmualar tarafından ortaya atılan meselelerin, anketlerin hiçbirisi
kariler tarafından bu derece ehemmiyetle takip edilmemiştir.
Gelen mektuplar arasında çok şayan-ı dikkat olanları vardır:
Mesela kadınların pek çoğu tüccardan Kürkçüzade Rıfat Bey’in zenginliğinden bahisle
Leylâ’nın onunla evlenmesini istiyor, bir kısmı da meseleyi daha ziyade hissi bir gözle
görerek akrabadan Ekrem Bey’e varmasına taraftar görünüyor.
Ekrem Bey’in en çok rey kazanmasına sebep bu gencin aile içinde en ziyade itimat
kazanması ve Leylâ ile küçükten beri büyüyerek ikisinin de anlaşmış olmalarıdır. Erzurum
müstahkem mevki 32-7 emir zabiti mülazım Ömer Zekai Bey: “Memuru olmadığım hâlde bu
iki gencin nikâhını bile kıymağa hazırım!” diyor.
Karilerimizden pek çoğu zaten bu iki gencin küçüklükten beri sevişmiş olmaları
muhtemel olduğunu zikrediyorlar. Ezcümle Gelibolu Tahrirat Kalemi’nde Hüseyin Hüsnü
Bey: “Bir kere de Leylâ Hanım’a sordunuz mu?” diyor ve Leylâ ile Ekrem’in düğünlerine
kendisinin de davet edilmesini istiyor. Onun gibi böyle düğüne gelmek isteyen birçok karimiz
daha vardır.
Tüccara rey veren karilerimizden bir kısmı da ticaret hayatına atılmış olan ve ticaretin
istikbâlini parlak gören kimselerdir. Kimisi Mebus Muhtar Fevzi Bey’in İstiklal
Muharebesi’ndeki hizmetlerini, bugünkü mevkiinin parlaklığını ileri sürerek bütün talipler
arasında ona rey veriyor, kimisi müderris Fuad Hüsameddin gibi kıymetli bir ilim adamının
Leylâ için en münasip bir hayat arkadaşı olacağını iddia ediyor. Kaymakam Selami Bey’in
son muharebeler esnasında memleketi için gösterdiği kahramanlığa uzaktan uzağa meftun
olanlar “Leylâ’yı ona veriniz!” diye mektup yazıyorlar. Muharrirle musikişinas diğerlerine
nispetle daha az rey almıştır. Fakat avukat Tal’at Şevki Bey Leylâ’nın talipleri arasında
büsbütün ekalliyete düşmüştür.
Doktor Necmeddin Şükrü Bey’e rey verenler tabibin beşeriyete ne büyük hizmetleri
dokunduğunu zikrediyorlar. Mesela İzmir’de Reşadiye’de Müstecabi Sokağı’nda 32
nümeroda Zeliha Zilnur Hanım “kendi kızım olsa ona verirdim” diyor.
Meslektaşımız Ercümend Ekrem Bey evli olmasaydı, kendisine “Müjde!” diyecektik.
Çünkü karilerimizden bir kısmı Leylâ Hanım’ın taliplerinden Ercümend Baha Bey’i, bizim
Ercümend Ekrem Bey zannetmişler, ona rey vermişler!..
Muharrir Hikmet Şinasi Bey’e rey verenlerden La National Hayat Sigorta Şirketi’nde
kâtip Mehmed Sırrı Bey bu intihabına sebep olarak diyor ki: “Hikmet Şinasi Bey’in birçok
evsafından başka kimsesiz olması hasebiyle Leylâ Hanım kaynana dedikodusundan azade
kalacak ve bu sayede mes’ud olacaktır!”
Leylâ Hanım için takdim ettiğimiz taliplerden hiçbirisini beğenmeyen İzmirli Kasap
İbrahim ve Manisalı Mehmed Nuri imzalı iki karimiz İzmir’de Mehmed Zeki terzihanesi
kalfalarından zenci Mehmed Celal Efendi’nin namzetliğini koyarak kendisinin bir kıt’a
fotoğrafını göndermişlerdir.
Genç kızlardan, aile babalarından, annelerden, genç mekteplilerden, memurdan,
askerden, tüccardan her sınıftan binlerce kari’in gönderdiği mektupları tasnif ettik, neticede:
Akrabadan Ekrem Bey 1.515 rey ile birinciliği kazanmış ve Leylâ Hanım’la evlenmesi
takarrür etmiştir. Diğer taliplerin kazandıkları reyler şunlardır:
Mebus Muhtar Fevzi Bey
1.410 rey
Tüccardan Rıfat Bey
1.341 ″
Diplomat Nusret Reşid Bey
1.222 ″
Doktor Necmeddin Şükrü Bey
965 ″
Kaymakam Selami Bey
929 ″
Müderris Fuad Hüsameddin Bey
818 ″
Muharrir Hikmet Şinasi Bey
676 ″
Musikişinas Ercümend Baha Bey
502 ″
Avukat Tal’at Şevki Bey
103
″
Ekrem Bey için rey veren 1.515 kari’in arasında kura çekilerek 3.999 kuruşluk birinci
mükâfat Yeşilköy’de Şark Şömendöferi Tamirat-ı Mütemadiye şubesinde mühendis Muzaffer
Bey’in mahdumu Cevad Bey’e, 2.999 kuruşluk ikinci mükâfat Kuleli dokuzuncu sınıf
talebesinden 535 nümerolu Muhlis Efendi’ye, 1.999 kuruşluk üçüncü mükâfat Zile kazası
jandarma kumandanlığında Yüzbaşı Hamdi Bey’in kızı ve kız mektebi beşinci sınıf
talebesinden Bedriye Hanım’a, 9.999 kuruşluk mükâfattan artan üç kuruşla gazetemizin
birinci senesinin koleksiyonu ve ikinci senenin abonesi Kadıköyü’nde Nemlizade Sokağı’nda
14 nümerolu hanede Melahat Hanım’a isabet etmiştir.
103 rey kazanarak ekalliyette kalan Avukat Tal’at Şevki Bey için rey verenler arasında
da kura çekilmiş ve birincilik İzmir’de birinci Sultaniye Mahallesi’nde 423 nümerolu hanede
Mustafa Kevser Bey’e isabet etmiştir. Mumaileyh de 999 kuruş kazanmıştır.
Mükâfatlar bugün posta havalesiyle kazanan karilerimizin adreslerine gönderilmiştir.
Bu yazı, daha önce yayımlanmış şu makaleden geliştirildi: Zafer Toprak, “Cumhuriyet
Türkiyesi’nin Damat Adayları: Leylâ Hanımı Kim Alacak”, Toplumsal Tarih, cilt 5, sayı 28,
Nisan 1996, s. 6-12.
1
“Büyük Meraklı Müsabakamız: Leylâ Hanım’ı Kim Alacak? – Salih Paşa Ailesinin Gelinlik
Kızı Leylâ Hanım’a Her Meslekten Birçok Talipler Var. ‘Haftalık Mecmua’ Karileri Bu
Talipleri Sıra ile Tanıyacaklardır”, Haftalık Mecmua, sayı 68, 1 Teşrîn-i sânî 1926, s. 6, 11.
2
3
Agm, s. 6, 11.
“Büyük Mükâfatlı Müsabakamız: Leylâ Hanım’ı Kim Alacak?.. Haftalık Mecmua’nın
Gelinlik Kızına Birçok Talipler Var. İlk Talip Doktor Necmeddin Şükrü Bey Aile Meclisinde
Konuşuyor”, Haftalık Mecmua, sayı 69, 8 Teşrîn-i sânî 1926, s. 4.
4
“Leylâ Hanım’ı Kim Alacak? Haftalık Mecmua’nın Gelinlik Kızına İkinci Talip”, Haftalık
Mecmua, sayı 70, 15 Teşrîn-i sânî 1926, s. 2.
5
“Leylâ Hanım’ı Kim Alacak? Haftalık Mecmua’nın Gelinlik Kızına Üçüncü Talip”, Haftalık
Mecmua, sayı 71, 22 Teşrîn-i sânî 1926, s. 2.
6
“Leylâ Hanım’a Dördüncü Talip: Erkân-ı Harb Kaymakamı Selami Bey”, Haftalık Mecmua,
sayı 72, 29 Teşrîn-i sânî 1926, s. 2.
7
“Haftalık Mecmua’nın Gelinlik Kızına Beşinci Talip: Tüccar Kürkçüzade Rıfat Bey”,
Haftalık Mecmua, sayı 73, 6 Kânûn-ı evvel 1926, s. 2.
8
“Haftalık Mecmua’nın Gelinlik Kızına Altıncı Talip: Meşhur Muharrir Şinasi Hikmet Bey”,
Haftalık Mecmua, sayı 74, 13 Kânûn-ı evvel 1926, s. 2.
9
“Haftalık Mecmua’nın Gelinlik Kızına Yedinci Talip: Mebus Muhtar Fevzi Bey”, Haftalık
Mecmua, sayı 75, 20 Kânûn-ı evvel 1926, s. 2.
10
“Haftalık Mecmua’nın Gelinlik Kızına Sekizinci Talip: Müderris Fuad Hüsameddin Bey”,
Haftalık Mecmua, ikinci sene, sayı 76, 27 Kânûn-ı evvel 1926, s. 2.
11
“Haftalık Mecmua’nın Gelinlik Kızına Dokuzuncu Talip: Yakın Akrabadan Ekrem Bey”,
Haftalık Mecmua, ikinci sene, sayı 77, 3 Kânûn-ı sânî 1927, s. 2.
12
“Haftalık Mecmua’nın Gelinlik Kızına Onuncu ve Sonuncu Talip: Musikişinas Ercümend
Baha Bey”, Haftalık Mecmua, ikinci sene, sayı 78, 10 Kânûn-ı sânî 1927, s. 2.
13
“Leylâ Hanım’la Ekrem Bey Evleniyor: Gelinlik Kız Müsabakamız Fevkalade Rağbet
Kazanmış ve Ekrem Bey 1515 Rey Almıştır”, Haftalık Mecmua, ikinci sene, sayı 85, 28 Şubat
1927, s. 2.
14