Academia.eduAcademia.edu
Doğu Edebiyatı 6 Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 3 Sayı: 5 Ġlkbahar-Yaz 2010 ISSN 1307-6248 Bu sayıda  Ġran Edebiyatından Pandomima: Fakir, Golam Huseyn-i Sâ‟idî, Türkçesi: Ali Güzelyüz  Arap Tiyatrosu, Hannâ el-Fâhûrî, Çeviren: Doç. Dr. Zafer Kızıklı  Iraklı Öykü ve Roman Yazarı Heysem Behnâm Berdî ve “Deli” Adlı Öyküsü, Ġbrahim ġaban  Cemâl-i Mirsâdıkî ve “Ġntihar” Adlı Öyküsü, Kadir Turgut  Hâfız-ı ġirâzî‟den Gazeller -5, Prof. Dr. Mehmet Kanar  Arap edebiyatından bir öykü: Suç Ortaklığı, Ahmed Yusuf Akîle, Türkçesi: Halim Öznurhan  Arap edebiyatından bir öykü: Duman Gidecek, Zekeriyâ Tâmîr, Türkçesi: Halim Öznurhan  DüĢmanlar, Zekeriyâ Tâmîr, Türkçesi: Halim Öznurhan  Arap edebiyatından bir öykü: Za‟elâvî, Necib Mahfuz, Türkçesi: AyĢe Güt  Ġsmâîl-i Hûyî ve ġiirlerinden Seçmeler, Kadir Turgut  Ġran edebiyatından bir öykü: O Adamın Atı Yok, Ahmed ġûĢterî, Türkçesi : Nihat Değirmenci  Kırgız edebiyatından bir Ģiir: Uçur Beni Ġlim Adlı Kanadım, Aalı Tokombayev, Türkçesi: Ġbrahim Türkhan  Ġran edebiyatından bir Ģiir: Meryem‟in Üç Tablosu, Mirzâde IĢkî, Türkçesi: Esra Çakar  ġiir: Sanki Zaman, Ġbrahim Türkhan  Japon edebiyatından bir öykü: Mandalinalar, Ryūnosuke Akutagava, Yrd.Doç.Dr.Okan Haluk Akbay  Cemalzâde ve “Yekî Bud Yekî Nebud”, A. Bolotnikov, Farçadan çeviren: Nagihan Gür  Kültür Emperyalizmine KarĢı Ġran Modeli, Can ġen  Tanıtım: Modernlerin Dünyevi Kutsallık ArayıĢları, Ġlhan YavaĢ  ġiir: Sıla Mektubu, Ozan Deniz Sarıtop  ġiir: Bahar Oğuz  ġiir: Yalancı Çoban, Gülizar Söğütçü Kurum  Yorgu Değiliz Biz Türküler Varken..., Üzeyir Lokman Çaycı  ġiir: AkĢam Pazarı, Özer ġenödeyici  ġiir: Ölen, Ahmet Yılmaz Tuncer  Hikâye: Hırsız, Üzeyir Lokman Çaycı  Su ve AteĢ, Can Ceylan  ġiir: YargılanıĢım, Üzeyir Lokman Çaycı  ġiir: Gülgez, Gülizar Söğütçü Kurum  ġiirler: Hızır Ġrfan Önder  ġiir: Saklambaç Zamanlar, Ayhan Öztürkoğlu http://www.doguedebiyati.com DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Doğu Edebiyatı Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi ISSN 1307-6248 6 aylık yerel süreli yayın Yıl: 3, Sayı: 5 Ġlkbahar-Yaz 2010 Sahibi ve Genel Yayın Müdürü Prof. Dr. Ali Güzelyüz Yayın Kurulu Prof. Dr. Ali Güzelyüz Prof. Dr. Mustafa Çiçekler Prof. Dr. Halil Toker Prof. Dr. Mehmet Atalay Prof. Dr. Mehmet Yavuz AraĢ. Gör. Zekai KardaĢ AraĢ. Gör. Ġbrahim ġaban AraĢ. Gör. Kadir Turgut Yazılardan yazarları sorumludur. YazıĢma Adresi Prof. Dr. Ali Güzelyüz Ġstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü 34459 Beyazıt-Ġstanbul e-posta adresi doguedebiyati@doguedebiyati.com http adresi www.doguedebiyati.com/doguedebiyati.htm 1 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 ĠÇĠNDEKĠLER  Ġran Edebiyatından Pandomima: Fakir, Golam Huseyn-i Sâ‟idî, Türkçesi: Ali Güzelyüz ...............3  Arap Tiyatrosu, Hannâ el-Fâhûrî, Çeviren: Doç. Dr. Zafer Kızıklı .................................................4  Iraklı Öykü ve Roman Yazarı Heysem Behnâm Berdî ve “Deli” Adlı Öyküsü, Ġbrahim ġaban ......6  Cemâl-i Mirsâdıkî ve “Ġntihar” Adlı Öyküsü, Kadir Turgut .............................................................9  Hâfız-ı ġirâzî‟den Gazeller -5, Prof. Dr. Mehmet Kanar ................................................................11  Arap edebiyatından bir öykü: Suç Ortaklığı, Ahmed Yusuf Akîle, Türkçesi: Halim Öznurhan ....22  Arap edebiyatından bir öykü: Duman Gidecek, Zekeriyâ Tâmîr, Türkçesi: Halim Öznurhan .......23  DüĢmanlar, Zekeriyâ Tâmîr, Türkçesi: Halim Öznurhan ...............................................................25  Arap edebiyatından bir öykü: Za‟elâvî, Necib Mahfuz, Türkçesi: AyĢe Güt .................................30  Ġsmâîl-i Hûyî ve ġiirlerinden Seçmeler, Kadir Turgut ....................................................................33  Ġran edebiyatından bir öykü: O Adamın Atı Yok, Ahmed ġûĢterî, Türkçesi : Nihat Değirmenci ..36  Kırgız edebiyatından bir Ģiir: Uçur Beni Ġlim Adlı Kanadım, Aalı Tokombayev, Türkçesi: Ġbrahim Türkhan ..............................................................................................................................................39  Ġran edebiyatından bir Ģiir: Meryem‟in Üç Tablosu, Mirzâde IĢkî, Türkçesi: Esra Çakar ..............40  ġiir: Sanki Zaman, Ġbrahim Türkhan ..............................................................................................42  Japon edebiyatından bir öykü: Mandalinalar, Ryūnosuke Akutagava, Yrd.Doç.Dr.Okan Haluk Akbay ................................................................................................................................................43  Cemalzâde ve “Yekî Bud Yekî Nebud”, A. Bolotnikov, Farçadan çeviren: Nagihan Gür ............45  Kültür Emperyalizmine KarĢı Ġran Modeli, Can ġen .....................................................................48  Tanıtım: Modernlerin Dünyevi Kutsallık ArayıĢları, Ġlhan YavaĢ .................................................49  ġiir: Sıla Mektubu, Ozan Deniz Sarıtop ..........................................................................................50  ġiir: Bahar Oğuz ..............................................................................................................................50  ġiir: Yalancı Çoban, Gülizar Söğütçü Kurum .................................................................................50  Yorgu Değiliz Biz Türküler Varken..., Üzeyir Lokman Çaycı .......................................................51  ġiir: AkĢam Pazarı, Özer ġenödeyici ..............................................................................................51  ġiir: Ölen, Ahmet Yılmaz Tuncer ...................................................................................................51  Hikâye: Hırsız, Üzeyir Lokman Çaycı ............................................................................................52  Su ve AteĢ, Can Ceylan ...................................................................................................................54  ġiir: YargılanıĢım, Üzeyir Lokman Çaycı ......................................................................................54  ġiir: Gülgez, Gülizar Söğütçü Kurum .............................................................................................55  ġiirler: Hızır Ġrfan Önder .................................................................................................................56  ġiir: Saklambaç Zamanlar, Ayhan Öztürkoğlu................................................................................56 2 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Ġran Edebiyatından Pandomima: FAKĠR Golam Huseyn-i SÂ’ĠDÎ Türkçesi: Ali GÜZELYÜZ Golam Huseyn-i Sâ’idî (1936-1985) Gevher Murad adıyla tanınan Ġranlı çağdaĢ yazar Golam Huseyn-i Sâ‟id‟i, 1936 yılında Tebriz‟de doğdu. Tıp eğitimi gördü. 16 yaĢında yazmaya baĢladı. Çok sayıda öykü, roman, piyes ve senaryo kaleme aldı. Gav (Ġnek) adlı öyküsü sinemaya uyarlandı ve uluslar arası baĢarı elde etti. Sâ‟idî, mide kanaması nedeniyle 1985‟te Paris‟te yaĢamını yitirdi ve Père-Lachaise Mezarlığında, Sadık Hidayet‟in yanında toprağa verildi. Kır – Sahne ortasında etrafı dikenli tellerle çevrili bir kuyu. Uzunca bir halatın etrafına dolandığı büyükçe bir kova kazığa tutturulmuĢ. Üstünde bir gömlek, bir pantolon olan yorgun ve yalın ayak bir yolcu, kan ter içinde sahneye gelir. Dili damağına yapıĢmıĢ, yalpalamaktadır. Kuyuya koĢar. Birkaç kez tel örgünün etrafında döndükten sonra baĢını uzatıp geçmek ister; ama baĢaramaz. Telleri çekerken parmakları yara bere içinde kalır. Tekrar kuyunun çevresinde dolanmaya ve telleri çekmeye baĢlar. Yalpalamaktadır. Durup düĢünür. Kazıklardan birinin dibine oturup tırnaklarıyla toprağı eĢelemeye baĢlar. Ġki eliyle kazığı kavrayıp söker. Ġkinci ve üçüncü kazıkları da çıkartır. Tel örgü devrilir ve kuyunun bir tarafı açılır. BoĢ kovayı kuyuya salar. Kuyu oldukça derindir. Halatın ucu, yolcunun elindedir. AğırlaĢmıĢ kovayı çeker. Dolu ve büyükçe bir tulum kovaya konulmuĢtur. Hayretle tuluma bakar. Kovadan çıkarıp sallar tulumu. Su sesi duyulur. Alelacele tulumun ağzını açıp kovaya boĢaltır. Tulum havayla ĢiĢirilmiĢtir. Kuyudan gülme sesleri duyulur. Yolcu korkuyla tulumu kuyuya atsa da, aĢağıdan tekrar yukarı fırlatılır. Kovayı kuyuya salarak halatı sallar ve yukarı çeker. Büyük ve eski bir kitap çıkar içinden. Kitabı alıp sayfalarını çevirir. Zevkle içindeki resimlere bakar. Kuyunun içinden ağlama sesleri duyulur. Kitap, yolcunun elinden kuyuya düĢer. Bekler ama kitap yukarı fırlatılmaz. Kovayı kuyuya salar ve halatı sallayarak yukarı çeker. Kovaya kesik bir el ve ayak konulmuĢtur. Korkuya kapılır. Kuyudan gülme sesleri duyulur. Yolcu kovayı kuyuya boĢaltır. Kesik el ve ayak tekrar fırlatılır yukarı. Kovayı kuyuya salarak halatı sallar ve çeker yukarı. Kovada büyük bir elmas görünce zevkle elinde evirip çevirir. Kuyudan ağlama sesleri gelir bu kez. Yolcu düĢünceye dalar ve elmasla oynamaya baĢlar. Parmaklarının arasından kayarak kuyuya düĢen elmas tekrar yukarıya fırlatılmaz. Sinirlenerek kovayı kuyuya salar. Halatı sallayarak yukarı çeker. Bu kez yılan leĢi konulmuĢtur kovaya. Ġrkilir. Kuyudan gülme sesleri gelir. Kovayı kuyuya boĢaltır. Yılan leĢi yine yukarı fırlatılır. Yolcu yere oturup düĢünmeye baĢlar. Yılan leĢi, kesik el ve ayak ile boĢ tulumu önüne dizer. Kesik el ve ayağı, kendi el ve ayaklarıyla karĢılaĢtırır. Doğrulup kovayı kuyuya salar ve halatı sallayarak yukarı çeker. Büyük bir nar çıkar. Kuyudan uzaklaĢıp narı ısırır. Çok sulu bir nardır. Kuyudan ağlama sesleri gelir. Yolcu öfkeyle yaklaĢır ve narı kuyuya atar. Ağlama sesi bir an kesilir. Yolcu piĢmandır. Bekler. Yalvarırcasına kuyuya bakar. Ellerini kuyuya uzatır. Nar yukarı atılmaz. Yolcu kovayı bırakıp baĢını iki eli arasına alır ve kuyunun çevresinde birkaç kez döner. Gökyüzüne ve ufka bakar. Hiçbir Ģey yoktur. Kuyunun yanına çömelip düĢünmeye baĢlar. Kuyudan yavaĢ yavaĢ resimler çıkar. Yolcu, kollarını açarak resimleri tutar ve göğsüne bastırır. Ağlamaya baĢlar. Kuyudan da ağlama sesleri gelir. Yolcunun gözleri dolar. Bir süre sonra kuyudan gelen ağlama sesleri tehditkâr bir Ģekil alır. Yolcu, resimleri kuyuya atıp bekler. Resimler bir daha çıkmaz kuyudan. Biraz düĢündükten sonra kovayı alıp kuyuya salar. Tekrar çekince bu kez bir tabanca çıkar kovadan. Tabancayı alır; kuyudan gülme sesleri duyulur. Tabancayı kuyuya atar. Yine dıĢarı fırlatılır tabanca. Gülme sesleri gelir ardından. Tabancayı üçüncü kez tekmeleyerek kuyuya atar. Yine gülme sesleriyle dıĢarı fırlatılır tabanca. Yolcu tabancayı eline alıp kuyunun yanına oturur. Bir tabancaya bakar, bir kuyuya. Soğukluğunu hisseder ve namlusunu ağzına dayayıp hiç düĢünmeden tetiği çeker. KurĢun sesi sahnede yankılanır. Yolcunun cesedi kuyuya düĢer. Kuyudan katıla katıla gülme sesleri duyulur. Bir süre ortalığa sessizlik hâkim olur ve ardından yolcunun cesedi dıĢarı fırlatılır. 3 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 ARAP TĠYATROSU* Hannâ EL-FÂHÛRÎ** Çeviren: Doç. Dr. Zafer KIZIKLI*** 1. Arap Tiyatrosunun Ortaya ÇıkıĢı 19. yüzyılda Arap tiyatrosunun doğuĢuna, Saydalı bir genç vasıta olmuĢtur. Bu gencin adı Mârûn b. Ġlyâs b. Mîhâ‟îl en-NakkâĢ (18171855)‟tır. en-NakkâĢ‟ın ailesi, Sayda‟dan Beyrut‟a göç etmiĢtir. O, Türkçe, Fransızca ve Ġtalyancayı mükemmel bir Ģekilde konuĢmaktaydı. en-NakkâĢ, 1846 yılında ticaret yapmak için önce Mısır‟a, ardından da Ġtalya‟ya yolculuk yapmıĢtır. Ġtalya‟da bir süre kalmıĢ, bu zaman zarfında Batılıların yaĢam tarzını öğrenmiĢ ve tiyatrolarına hayranlık duymuĢtur. Ülkesine geri dönünce, bu sanatı oraya da sokmaya çalıĢmıĢ ve evini tiyatro hâline dönüĢtürmüĢtür. Daha sonra tiyatro oyunları yazmaya baĢlamıĢ ve Fransız Moliere tiyatrosu tarzında gösteri grupları oluĢturmuĢtur. Böylece en-NakkâĢ, üç farklı oyun ortaya koymuĢtur: “Cimri”, “Ahmak Ebu‟lHasen veya Hârûn er-RaĢîd” ve “Patavatsız Hasetçi”. Bunlar, Arap tiyatro edebiyatının ve oyun gösteriminin ilk örnekleridir. 2. Arap Tiyatrosunun GeliĢim Süreci Lübnanlılar, edebî bir tür olarak tiyatroya ilk önem veren Arap toplumudur. Lübnan‟ın Batıyla olan teması, Arap tiyatrosunun ortaya çıkıĢına vesile olmuĢtur. Bu yeni edebî tür, Doğuluların hoĢuna gitmiĢtir. Araplar, gerek enNakkâĢ‟ın döneminde, gerekse daha sonraki süreçte oyunlar yazmaya yönelmiĢlerdir. Örneğin, Mârûn en-NakkâĢ‟ın kızından torunu olan Selîm en-NakkaĢ üç oyun sahnelemiĢtir: “Meyy”, “Geri Dönen Kadın” ve “Zâlim Karanlıktır”. ġam‟da da eĢ-ġeyh Ahmed Ebû Halîl elKabbânî tarafından bir atılım gerçekleĢtirilmiĢtir. O, 1866 yılında ġam‟da dedesinin evinde oyun çalıĢmalarını sahnelemeyi denemiĢtir. Sonra, dedesinin evinden çıkarak bu faaliyetlerini halk Bu yazının Arapça orijinal metni için bkz. el-Fâhûrî, Hannâ (1985). “el-Mesrah”, el-Mûcez fi‟l-edebi‟l-„Arabiyy ve târîhih. Beyrut: Dârul-Cîl. IV/29-33. Arap tiyatrosu hakkında daha geniĢ bilgi için ayrıca bkz. Er, Rahmi (1990). “Modern Mısır Tiyatrosu (I)”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt XXVIII, Sayı 1-2, s. 123-140; a.mlf. (1992). “Modern Mısır Tiyatrosu (II)”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt XXXV, Sayı 1, s. 105-122; erRâ„î, Ali (1999). el-Mesrah fi‟l-vatani‟l-„Arabî. Kuveyt: elMeclisu‟l-A„lâ li‟s-Sekâfe ve‟l-Funûn; Allen, Roger (2000). “Drama”, An Introduction to Arabic Literature. Cambridge: Cambridge University Press. s. 193-215. (Ç.N.). ** Hannâ el-Fâhûrî, Lübnan‟ın Zahle kentinde 1916 yılında doğdu. 20. yüzyılın önde gelen Arap edebiyatı tarihçilerinden biridir. Dil, edebiyat, felsefe ve dinle ilgili yüzden fazla kitap kaleme almıĢtır. Eserlerinin içinde en ünlüsü, el-Mûcez fi‟ledebi‟l-„Arabiyy ve târîhih adlı dört ciltten oluĢan ve Arap edebiyatı tarihini konu alan kitabıdır. (Ç.N.). *** Ankara Ünv. Ġlahiyat Fak. Arap Dili ve Belâgati Anabilim Dalı BaĢkanı. E-mail: zaferkizikli@yahoo.com * 4 arasında da icra etmiĢtir. Halîl Mutrân‟ın ifadesiyle, onun yazdığı tiyatro oyunları, Ģaka ile ciddiyet ve söz ile melodi karıĢımıdır. Bu tarz, Batılıların hem «opera» tanımına, hem de «bale» adını verdikleri ve bizde «dinleti dansı» adını alan modern sanat türüne uyar. Aslında, elKabbânî yeni bir Ģey icat etmemiĢ, Batılıların tiyatro formatına bağlı kalmıĢtır. Nitekim bu format, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında zaten son Ģeklini almıĢtır. Onun oyunlarındaki karekterlerin psikolojik çözümlemeleri zayıf ve karmaĢıktır. Bir süre sonra, artık hem ġam kenti el-Kabbânî‟ye dar gelmeye baĢlamıĢ, hem de halkdan sert tepkiler almıĢtır. Bunun üzerine, 1884 yılında Mısır‟a gitmiĢtir. Dönemin tanınmıĢ erkek ve kadın oyuncuları da ona eĢlik etmiĢlerdir. Bunlar arasında Ahmed Ebu‟l-„Adl, el-Kardâhî, Suleymân el-Haddâd, çalgıcı Lebîbe ve aktrist Meryem Semmât‟ın isimlerini sayabiliriz. Yine aynı dönemde, Lübnan‟da Yazar Ġshâk vardı ve Racin‟in1 Andromaque2 trajedisini nesir ve Ģiir karıĢımı bir üslûpla Arapçaya çevirmiĢti. Bu çeviri talebi ise, Fransız Konsolosluğu tarafından yapılmıĢtı. Tiyatro, geniĢ kitlelere yayıldı. Mısır‟daki yazar ve oyuncular çok olumlu bir ortamla karĢılaĢtılar. Hatta bütün Arap dünyasından, tiyatroya yönelik yoğun bir ilgi oluĢtu. Bu durum karĢısında Hidiv Ġsmâ„îl, Kraliyet Operası‟nı inĢa etti. Selim en-NakkâĢ, 1876 yılında Beyrut‟tan tiyatro oyunu sahnelemek için Mısır‟a bir grup sanatçı getirdi. Yanında Yazar Ġshâk ve kadın rolleri oynayan ünlü Yûsuf el-Hayyât da vardı. Ancak bir müddet sonra, en-NakkâĢ ve Yazar Ġshâk tiyatroculuğu ihmal edip, gazeteciliğe yöneldiler. Yûsuf el-Hayyât ise, kadrodan arta kalanları bir araya topladı. Ayrıca, onların arasına eĢ-ġeyh Selâme Hicâzî, eĢ-ġeyh Seyyid DervîĢ, Muhammed Efendî „Ġzzet gibi isimler de katıldı. Bu kadronun toplum üzerindeki etkisi büyük oldu. Onlara Kraliyet Operası‟nın kapıları açıldı. 1882 yılında Suleymân el-Kardâhî, çeĢitli kadrolarda bulunan oyunculardan bir grup kurdu ve Ġskenderiye ile Kahire‟de oyunlar sergiledi. el-Kardâhî, kadın rollerinde erkek oyuncu oynatmak yerine, kadınları tiyatro oyuncusu yapmaya uğraĢtı. Bu, çok cesurca ve baĢarılı bir adımdı. Jean Racine (Jan Rasin) (1639-1699) Fransız edebiyatının ve 17. yüzyılda klasisizm akımının en büyük tragedya (trajedi) Ģairidir. Eserlerinde yer alan kahramanlar, tutkuların elinde esir olmuĢlardır. Bu bakımdan Yunan tragedya Ģairi Euripides(Öripid)‟in (M.Ö. 480-M.Ö.406) etkisinde kalmıĢtır. Eserlerinde, mitoloji ve tarihten yararlanmıĢtır. (Ç.N.). 2 “Andromak” Ģeklinde okunur. Racine tarafından 1667 yılında yazılan bu eser, dört karekter zinciri arasındaki karĢılıksız aĢktan kaynaklanan budalalık ve körlüğü anlatan bir trajedidir. Oyunun konusu, Truva SavaĢı‟ndan sonraki dönemde, Yunanistan ve Arnavutluk sınırında antik bir bölge olan Epirus‟ta yaĢanan olaylara dayanmaktadır. Racine, bu eserinde kahramanlığı, realizmin yerine koyar. (Ç.N.). 1 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 1886 yılında ise Ġskender Farah, eĢ-ġeyh Selâme Hicâzî‟nin de aralarında bulunduğu bir ekip oluĢturdu. Bu ekip için, eĢ-ġeyh Necîb elHaddâd, eĢ-ġeyh Emîn el-Haddâd, Tanyûs „Abduh, Ġlyâs Feyyâd senaryolar yazdılar. Arap toplumu üzerinde bu tiyatro topluluğunun önemi çok büyüktür. Fakat, 1905 yılında bu ekip bölündü. Ekibin en ünlü aktörü durumundaki eĢġeyh Selâme Hicâzî bağımsızlığını ilan etti ve önce Özbek Bahçesi‟nde, daha sonra da Özbekler semtindeki “Arap Tiyatrosu Sahnesi”nde çeĢitli oyunlar sahnelemeye baĢladı. Böylece, tiyatro hareketi çok kitleselleĢti ve ilgi çekici bir faaliyet hâlini aldı. Tiyatro metni yazma konusunda, “Mertlik, Vefa ve Sıkıntının Ardından Gelen Rahatlık” adlı oyunun yazarı eĢġeyh Halîl el-Yazıcî (1856-1889) büyük bir ün kazandı. Onun bu oyunu, tarihsel, Ģiirsel ve melodik bir nitelik taĢır. “Selahaddin-i Eyyûbî”nin yazarı eĢ-ġeyh Necîb el-Haddâd (1867-1899) ve pek çok oyunun yazarı olan Farah Antûn (18741922) da tanınmıĢ tiyatro yazarlarındandır. 1912 yılında Cûrc Ebyad, beĢ yıl ikamet ettiği ve bu süre zarfında tiyatro sanatı üzerine eğitim aldığı Fransa‟dan geri döndü. Mısırlılardan oluĢan bir kadro kurdu. “Bu kadro, Mısır tiyatrosunun tarihinde o zamana kadar görülmemiĢ derecede çok kiĢiyi bir araya getirmiĢti. Aslında onlar, sanatsal kriterlerin gözetildiği ilk tiyatro ekibiydi. Cûrc, nisbeten Selâme Hicâzî‟den daha fazla sanatsal bir üstünlük derecesi yakaladı. Ġlk kez Mısır halkı, sanatsal yönleri daha güçlü olan oyunlar izlemeye baĢladı. Cûrc Ebyad‟ın en büyük etkisi, sunum esnasında oyunu, Ģarkı konumuna eĢit bir seviyeye yükseltmesidir. Böylelikle tiyatro, Ģarkıdan uzak kalmamıĢtır. Çünkü bu tarz, genel sunumun önemli bir parçasını oluĢturmaktadır. Cûrc Ebyad‟ın kadrosunda, „Abdu‟l-Hamîd „Ali‟nin yönettiği 12 Ģarkıcı ve 18 saz sanatçısı bulunmaktaydı. Cûrc Ebyad, tiyatroyu belli oranda içinde bulunduğu karmaĢadan kurtarmıĢ olmasına karĢın, tiyatroya, hitâbet rolü yükledi. Ancak bu rol, gösteri sanatıyla uyuĢmuyordu ve Selâme Hicâzî ile onun ardıllarının ekolünde var olan melodi ve Ģarkıya yönelik biçimsellikten uzak kalıyordu. Zira Cûrc Ebyad‟ın tiyatro anlayıĢı, derinlikten uzaktı ve çığlık atma, bağırma, gürleme gibi ses öğelerine dayanıyordu! Oyun; durum, zaman ve yer gözetilmeksizin doğaçlama oynanıyordu. Dil, her ne kadar süslemeden uzak olsa da, yine de fasih Arapçaydı ve o dönemdeki kültürel geliĢimle parelel olarak söz sanatları azdı. ĠĢlevsellik yönüne baktığımızda ise, Cûrc Ebyad‟ın, oyun türü ve bu oyunların temel aldığı karekterlerin statüsü itibariyle Selâme Hicâzî ve onun ardıllarının çizgisinden ayrılmadığını görürüz.”1 Necîb Surûr, “Tahtîtât fi‟l-mesrahi‟l-Mısrî”, Mecelletu‟lâdâb, Kânûnu‟s-Sânî sayısı 1957. 1 Selâme Hicâzî‟nin ölümünden sonra „Abdu‟r-Rahmân RuĢdî bir tiyatro topluluğu meydana getirdi ve modern Mısır toplumunun problemlerine el attı. Bu konuyu, Necîb Surûr Ģöyle dile getirir: “„Abdu‟r-Rahmân RuĢdî‟nin tiyatro grubu, mevcut toplumsal sorunlara bir tepki olarak oyun sahnelemeye çalıĢtı. Oyunları, doğaçlama ve tutarsızdı. Sanatsal niteliklerden ve dekordan yoksundu. Ayrıca, müzik ve ıĢıklandırma sistemi de yetersizdi. „Abdu‟r-Rahmân RuĢdî‟nin ekibi, tiyatroyu müzikten kurtardı ve böylece tiyatro oyunu, ilk kez bağımsız bir nitelik kazandı. Onlar, oyunlarda basit bir Arapça kullandılar, hatta bazı oyunları ise halk lehçesiyle oynadılar. Tiyatro; hükümdar, halife, emîr, komutan, vezir karakterlerinden kurtuldu ve onların yerine, modern orta sınıf karakterler belirmeye baĢladı.” Dolayısıyla, Mısır tiyatrosu iniĢ çıkıĢlar arasında sıkıĢıp kaldı. “Kleopatra‟nın ÇöküĢü”, “Leyla‟nın Delisi” v.b. oyunların yazarı olan Ahmed ġevkî(1868-1932)‟nin dıĢında özgün eser üreten birisi ortaya çıkmadı. Lübnan‟da da tiyatro, çeviri, uyarlama ve taklit yolunda ilerdi. Güçlü anlatılara, yüksek Ģahsiyetlere, dinsel bilincin derinliğine dayandı. Ulusal ruhu ve ona bağlı duyguları diriltti. Birinci Dünya SavaĢı biter bitmez edebiyat, sosyal gerçekçiliğe doğru ivme kazandı. Mîhayl Nu„ayme “Babalar ve Çocukları” oyununu kaleme aldı. Bu oyunda, Lübnan toplumunun sıkıntılarını dile getirdi. “Bu oyun; toplumsal problemlerin genel olarak nedenleri, mevcut gelenekler ve yeni modern hayatı düĢünmeksizin yaĢayan babalar ile, edebiyat, yaĢam tarzı, sosyal ve siyasî düĢünce alanlarında eskiden kurtulma eğilimindeki çocuklar arasında meydana gelen anlaĢmazlıkları sorgular.”2 Daha sonraları, tiyatroya özgü bakıĢ açısı, değiĢik araçlara ve üslûplara el atan sosyal gerçekçiliğe dönüĢtü. 1953 yılında Sa„îd „Akl, “Bir Kız Doğuyor” adlı oyunuyla Ģiirsel tiyatroyu ortaya çıkardı ve bunu eski Yunan ve klâsik Fransız üslûbuna dayalı olarak geliĢtirdi. Sa„îd „Akl, Arap tiyatrosunu, özellikle de üst düzey fikir ve edebiyat adamlarının beğenisini kazanan “Kadmûs”3 adlı trajedisiyle, klâsik bir boyuta taĢıdı. ĠĢte böylece, Arap tiyatrosu; ArapçalaĢtırma, alıntı yapma ve uyarlama aĢamasından, dönüĢtürme aĢamasına geçiĢ yaptı. Oradan da, önce sosyal gerçekçilik aĢamasına, daha sonra ise klâsik yönelim aĢamasına doğru ilerleyip gitti. Bkz. „Abdu‟l-Latîf ġerâra, “el-Mesrahu‟l-Lubnâniyyu‟lhadîs”, Mecelletu‟l-âdâb, Kânûnu‟s-Sânî sayısı 1957. 3 Bu sözcük, Batı literatüründe Kadmos olarak geçer ve mitolojik bir kiĢiyi tanımlar. Bu kiĢinin Fenike kralı Agenor‟un oğlu olduğuna ve M.Ö. 15. yüzyılda Thebai kentini kurduğuna inanılır. Efsaneye göre, aslen Miletoslu olan Kadmos, vezinli dizeler yerine, düz yazı ile yazmayı tanıtan ilk kiĢidir. Aynı zamanda Katmos, eski Yunanlılara, Fenikelilerin bulduğu harf sistemine dayalı alfabeyi de öğreten kimsedir. (Ç.N.). 2 5 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 IRAKLI ÖYKÜ VE ROMAN YAZARI HEYSEM BEHNÂM BERDÎ(1) VE “DELĠ”(2) ADLI ÖYKÜSÜ Ġbrahim ġABAN* Öykü ve romanlarıyla Irak öykücülüğü alanındaki önemli isimlerden biri olan Iraklı roman ve öykü yazarı Heysem Behnâm Berdî, 1953 yılında Irak‟ın Ninova Ģehrinde doğdu ve hali hazırda Ninova Ģehrine bağlı el-Hamdaniyye kazasında ikamet etmektedir. Süryani Edebiyatçılar ve Yazarlar Birliği, Irak Edebiyatçıları ve Yazarları Birliği ve Arap Edebiyatçıları ve Yazarları Birliği üyesi olan yazar, “Mecelletu‟l-„Â‟ile” (Aile Dergisi) ve “Mecellet ġirâ‟i‟s-Suryân” (Süryanilerin Yelken Dergisi)’nin yazı kurulu üyesidir. Kısa öykü ve roman yazarlığının yanında çocuk edebiyatı alanında da eserler kaleme alan yazar, öykü yazmaya 1975 yılında “el-Talî‟a” (Ön Saf) edebiyat dergisinin 10. sayısında yayımlanan “Tellu‟z-za‟ter” (Za‟ter Tepesi) adlı ilk öyküsüyle baĢladı ve ardından çeĢitli Irak ve Arap gazete ve dergilerinde 120‟den fazla kısa öyküsü yayımlandı. 2006 yılı Naci Numan Edebiyat YarıĢması(3) ödülü ile 2006 yılında Irak Kültür Bakanlığı ödülünü alan yazarın yayımlanmıĢ bir romanı: el-Ğurfa 213 (“213 numaralı Oda”, Matba‟at Es‟ad, Bağdad 1987) ve kısa öykü kitapları: Hubb me‟a vakfi‟t-Tenfîz (“YaĢanmamıĢ Bir Sevgi”, Matba‟at ġefîk, Bağdad 1989); el-Leylatu‟s-Sâniye ba‟da‟l-elf (“1002nci Gece”, Nûn Dergisi Yayınları 1995); Azlet Ankîdo (“Ankido‟nun AyrılıĢı”, Dâr Ninova 2000); Nahr zu lihya beyzâ‟ (“Beyaz Sakallı Nehir” , Dâru‟Ģ-Ģu‟ûni‟s-sekâfeti‟lAmme 2000); en-Nehr ve‟l-mecrâ (“Bir Nehir ve Akıntı” , Süryani Edebiyatçılar ve Yazarlar Birliği Yayınları Ninova ġubesi 2005) vardır. Yazarın bir de yayıma hazır olan iki romanı: el-Ecdâd (Atalar); Nehr yecrî nehva hetfihi (Ġçinden Gelen Sese Doğru Akan Bir Nehir) ile bir tane kısa öykü kitabı: el-Temâhî (Kimlik) vardır. Heysem Behnâm Berdî‟nin “Deli” adı altında çevirdiğimiz bu öyküsünün esas adı “elAkâsî ”‟dir ve “ daha uzaklar, en uzaklar ve çok uzaklar” gibi anlamlara gelmektedir. AraĢ. Gör., Ġ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü. * 6 Bu öyküde bir çocuk gözüyle, annesiyle unutulmuĢ bir köye gelen sessiz, sakin ama son derece güzel olan bir delikanlının hikâyesi anlatılmaktadır. KonuĢmadığı, arada bir çatı ve çevredeki çamaĢır iplerine konan kuĢlara bakıp bir Ģeyler mırıldandığı ve kendi iç dünyasında yaĢadığı için gerçek yaĢamdan dıĢlanıp deli gömleği giydirilmiĢtir bu güzel delikanlıya. Köy halkı tarafından anlaĢılmadığı için deli hükmü verilen bu delikanlının deli olmayıp kuĢdilini bildiği sırrını komĢusu ve aynı zamanda da öykünün anlatıcısı olan arkadaĢı keĢfeder. Ancak bunu keĢfettiğinde delikanlı köyü terk eder ve uzaklara, çok uzaklara, hayalindeki kuĢların diyarına gider. Bu öyküde anlatıcı bir çocuk ve kahraman da anlatıcının arkadaĢı olan deli bir çocuktur. Öykü kahramanının hastalıklı olarak fiili hayattan dıĢlandığını görüyoruz. Bu hastalığa Ģizofreni diyebiliriz. Anlatıcı bu kahraman aracılığıyla köydeki fiili yaĢamla kuĢların dünyasını karĢılaĢtırmaktadır. Öyle ki Hz. Süleyman gibi kuĢlarla konuĢup onların dilini anlayan öykü kahramanının ifadesine göre kuĢların bu dünyası, insanların dünyasının tersine saf ve temiz bir dünyadır. Ancak yazar bu özelliği, karaktere uygun efsanevi bir boyutta kullanmamıĢtır. DELĠ Köyün yaĢamla yoğrulmuĢ, tecrübeli yaĢlıları onun deli olduğuna karar vermiĢlerdi. Unutulma bataklığında boğulmuĢ ve erk edilmiĢ köyümüzün eski evlerinin ikindi gölgesinde uyku basmıĢ bedenlerini dinlendiriyorlar ve bunu sürekli olarak Ģevkle yapıyorlardı. - “O, kesinlikle deli. Fakat kibar birisi.” Bir müddet ortalığı sessizlik kapladı. Sadece kehribar tespih tanelerinin sesleriyle uyumlu Ģekilde nefes sesleri duyuluyordu. Tespih taneleri baĢparmakla iĢaret parmağı arasında oluĢan dar hattan düĢüyor, parmak uçları ince sakallarını sıvazlıyor ve gür kaĢlarının altındaki gözleri, delilik giydirilmiĢ böylesi delikanlılığa üzülüyordu. Köyün evli, yetiĢkin ve yaĢlı kadınları, nehir kıyısına gelip giderken, boĢ veya su ile dolu testilere karıĢmıĢ, bileziklerle kaplı bileklerinin arkasından Ģefkatli bakıĢlarıyla evinin dağılmıĢ ve yamanmıĢ tahta kapısının sağında irili ufaklı taĢ molozlarının üzerinde oturan köyün o garip sessiz delikanlısına bakıyorlardı. Evinde bir avlu, bir bahçe ile DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 sessizliğin ve ağaçların hıĢırtısıyla kuĢların nağmelerine uygun gizemin hâkim olduğu odalar vardı. Dudaklarını emip gerçek bir acıma ve Ģefkat duygusuyla fısıldaĢıyorlardı. Bu zavallı yıllardır yalnız olduğu halde nasıl delirmesin ki. YaĢlı kadınlar o uzak sabahı hatırlıyorlar, köylerine bilinmeyen bölgelerden bir kadının geldiği o sabahı. Bir de kadının abasına tutunmuĢ o güzel çocuğu. Ancak bu çocuk konuĢmuyordu. Sadece baĢkalarına bu güzellik karĢısında baĢlarını indirmeye mecbur bırakan bir bakıĢla bakıyordu. Köyün güzel çirkin tüm genç kızları onun güzelliğini süzüyor ve erken bir erkeksi gençlikten çıkan bu serpilme karĢısında büyülenip ağızlarını ĢaĢkınlıktan açıkta bırakacak kadar hayretler içerisinde kalıyorlardı. Bu güzelliğin ıĢıldayan parıltısı köydeki diğer hiçbir gençte yoktu. Özellikle de gözlerinin büyüsü, beyaz teni ve sarı saçları. Kadınlar sadece kendilerinin duyabilecekleri bir ses tonu ile fısıldaĢıyorlardı. “Ah! KeĢke deli olmasaydı.” Ergenlik çağına ermiĢ ve ermek üzere olan biz gençler ona alıĢmıĢtık aynı Ģekilde o da bize alıĢmıĢtı. Nehrin su değirmenin bulunduğu ucunda biten sahada biz top oynarken onun bizi sevgi ve samimiyetle izlemesi bizi memnun ediyordu. O da büyük ifritlerden üĢümüĢ bir insana ısınıp binlerce aç karnı doyurmak üzere yemek piĢirmesi için ateĢi çalmaya çalıĢan ve bu yüzden sırtında bir kaya ile aĢırı yüksek bir dağın tepesine çıkmaya mahkûm edilip çıkamadığı zaman yeniden baĢa dönen ifritin hikâyesine benzer hikâyeleriyle sıkıntılarını atıyordu. Köyün hikâye anlatıcısı kahvede toplananları eğlendirsin diye onlara böyle anlatırdı. Biz de büyüklerin abalarının sıcaklığına sığınıp hikâyelerden zevk alırdık. Su değirmenimizin durumu böyleydi iĢte. ġikâyet ve inleme… Arada bir köyün sessiz gencini bizimle oyun oynaması için ikna ederdik. O da bizi kırmazdı ve mühürlenmiĢ ağzına ters düĢercesine, birbirine çarpan maharetli ayaklarla top oynardı. Gün batımı, gelen gecenin kıvrımıyla el sıkıĢtığında biz saf ve ertelenmiĢ kısmetsizliğimiz ile sabırsızlığımızı ve kavgalarımızı toparlayıp evlerimize götürürdük. O da o güzel gözleriyle bize refakat ederdi. Açılmayan ağzının söylemekten aciz kaldığı Ģeyleri gözleri söylüyordu. Köyün deli, dilsiz, kimsesiz, büyüleyici, dost ve bize vefalı genci idi o. Herkesin evine sağ salim ulaĢmasını istiyordu. Ben evimiz onun evine bitiĢik olduğundan onu izliyordum. YavaĢça yürüyüp odaların, bahçenin ve kuĢların sessizliğiyle olmak için evine gidiyordu. ġafak, görevini uyanık bir güne teslim etmek için ayrılmaya hazırlanıyordu. Evimizin damında durup, doğu ufkunda beyaz bulutlarla serilmiĢ yatağından kalkan güneĢi izliyordum. On beĢinci baharına doğru yelken açan taze ruhum, gelen günün ilk izlerini yüksek semadan yayılan sıcaklıkla teneffüs ediyor ve bedenimde tıpkı yeni doğan gün gibi yeniden doğuyor ve bedenimin erken erkeklik çamuruyla ısınmasını sağlıyor. Son vurguya içinde Ģarkı, kuĢ cıvıldaması, güvercin ve karga ötüĢü ile feryat figanın bir birine girdiği daha önceden benzerini hiç duymadığım tek bir gösteri içerisinde bir nağme veren uyumlu sesler geldi kulağıma. Kısa sessizlik aralarında birbiri ardına çeĢitli kuĢ nağmelerine karıĢan bir insan sesi duydum. Etrafıma bakındım ancak benim dıĢımda kimse yoktu. Saka kuĢları evimizin bahçesinin geniĢ arazisine dolmuĢ eğlenerek otların üzerinde zıplıyorlar, kaldırımda ekmek kalıntılarını topluyorlar veya havuzun kenarında uzun bir gece uykusunun susuzluğunu gideriyorlardı. Su değirmenleri de baĢka bir gecenin yorgunluğunu akıtıyorlardı. Ağaçlar, uyku onların üzerinden silkinirken geriliyorlardı. Çiftçiler, kürek ve çapalarını gözleri ve ayakları tarlalara doğru sabitlenmiĢ bir Ģekilde taĢıyorlardı. Fare rolüne büründüm ve kulaklarımı kabarttım. Bütün bedenim büyük ve hassas bir alıcıya hatta izi iki kulağıyla koklayan bir tazı köpeğine dönüĢtü. Sezgilerimde yanılmamıĢım. ġaĢkınlık içerisinde seslerin duvarın arkasından, tam olarak dilsizin evinden geldiğini keĢfettiğim. Dizlerimin üzerinde yere çöktüm, iki el ile iki dizimin üzerinde yürüdüm ve gözlerimi evlerimizi ayıran aramızdaki çite duyduğum acayip Ģeyleri görmek için bir gedik aramak üzere yapıĢtırdım. Bakabileceğim bir gedik bulduğumda büyüleyici, acayip ve olağanüstü bir dünyadan çok güzel manzaranın önümde belirdiğini gördüm. ġeftali, incir, nar ve zeytin ağaçlarının içerisinde bulunduğu bol ağaçlı geniĢ bir bahçe, taze güneĢ ıĢınlarından bir Ģelalede yüzüyordu. Deli ve dilsiz arkadaĢım ise bahçeyi avludan ayıran mersin ağaçları Ģeridine bakan ufak çakıl taĢlarıyla serili avluda durmuĢtu. Kollarını 7 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 açmıĢ, yüzünü aydınlık bürümüĢtü. Toprak duvar ile arı kovanları gibi etrafında yayılmıĢ olan kuĢ yığınlarının üzerini kaplaması için coĢkusundan kuĢ topluluğundan baĢka onu kimsenin anlamadığı bir uyumla parıldayan ıĢınlar yayılıyordu. Ön sırada saka kuĢları, onları evcil olan ve olmayan güvercinler ve sonra yabani göçmen ördekler, ardından kekikler, kazlar ve bıldırcınlar takip ediyordu. Ağaçların tepelerine yırtıcı kuĢlar konuyordu. Çok ayrıntılı çizilmiĢ düzeni ile sanki kendisine kuĢları …den ….kimden??! koruyan bir çatı oluĢturmuĢtu. Mükemmel gözlerinden sonsuz bir coĢku fıĢkırıyor. Kollarını düz bir Ģekilde uzatıyor ve daha sonra onunla önündeki engel yığını etrafında bir daire çiziyor. Etrafı etkileyici bir sessizlik sarmıĢ. Sonra birden kelimeler, köyümüzün dilsizinin ağzından, bütün bu uzun süre boyunca akıllarımıza ve benliğimize nüfuz etmiĢ kuruntuları yıkarcasına, gürleyen dağ Ģelalesi gibi çıkıyor. Delikanlı, arada bir insan dili arada bir de kuĢdiliyle konuĢuyor. KorkmuĢ saygılı gözler ona saygı ve korkuyla bakıyordu. Bir süre sonra sesler, kısa bir an önce beni adeta çağıran ve benim içerisinde samimiyetin, uyumun ve sevginin- imkânsız sevgininbulunduğu bu el değmemiĢ kıtayı bulmamı sağlayan bir nağme içerisinde birbirine karıĢıyor. Bana yaklaĢmakta olan bir ayak sesi duyduğumda su değirmeninin yanında oturup bu sabah gördüklerimi düĢünüyordum. BaĢlangıçta arkadaĢlarımdan biri olduğunu düĢündüm ve önem vermedim. Ama bu sabah iĢitip bir daha asla unutamayacağım o sesi duydum. - “Oturabilir miyim?” Ben ĢaĢırmıĢ gibi davranmaya çalıĢırken o: “ Sen benim sırrımı biliyorsun.” Deyip ĢaĢkınlığımı hemen sonlandırdı. Ben anlamazlıktan gelmeye çalıĢıp: - “Hangi sır?” diye sordum. - “Benle kuĢlar arasındaki konuĢma dili.” - “Ben….ben….!!!” -“ Lütfen inkâr etme.” Sonra sonsuz bir hoĢgörüyle: “Seni hiç kınamıyorum. Ben de senin yerinde olsaydım aynı Ģeyi yapardım.” Dedi. Bir müddet sessizlikten sonra: “ Merak veya öğrenme isteği.” Diye sözlerini tamamladı. Daha sonra öfkeli bir ses tonu ile: - “ AĢağılık ben.” - “Ben gerçekten üzgünüm, isteyerek olmadı.. Bana inan.” 8 Tavırları yumuĢadı ve yüzünde tebessüm belirdi sonra sakin ve sevimli bir ses tonuyla devam etti: “ Sen iyi bir delikanlısın.” Kibar hareketleri ona “Gerçekten niçin kaçtın?” diye sormam için beni cesaretlendirdi. - “Ben ondan kaçmadım. Bilakis o benden kaçtı.” “Sessizlik prangalarına uydum?” “Kendimi bencillikten korumak için.” “Ve kuĢ dünyasına kaçtım.” “Ġnsanların dünyasının tersine saf ve temiz bir dünya.” Ben konuĢmadan önce sanki kendi kendine konuĢurcasına düĢük bir sesle bana: “ Köydeki insanlar benim durumumla ilgili kesin çıkarımlarda bulunarak benim deli olduğum hükmünü verdiler. Özellikle de evlerin çatılarına veya çatıdaki çamaĢır iplerine baĢımı kaldırıp kuĢlarla mırıldandığımda… Benim kuĢlarla konuĢtuğumu bilmiyorlar. - “Bu dili nasıl öğrendin?” Sorumu duymazdan gelip devam etti. - “Bundan dolayı çok uzaklara gitmeye karar verdim. KuĢların dünyasına.” BaĢımı kaldırdığımda, sadece gece benimle konuĢuyordu ve etrafta kimseye dair bir iz yoktu. - “Nereye gittin?” diye bağırdım. Sesini uzaktan acayip bir Ģekilde sanki yokluktan geliyor gibi yankı yaparak duydum. - “Çok uzaklara.” Gece, nehir, su değirmenleri, hafif bir rüzgâr ve büyüleyici bir köy, bunlar sokağın ağzına doğru gitmeye çalıĢırken ĢaĢkın zihnimin bütün hatırladığıdır. Sonraki sabahlarda köy halkı delisine dair hiçbir iz bulamadı ve tahminler onun hırsızlar tarafından öldürüldüğüne kadar vardı. Evini oda oda arayıp hırsızlık ve cinayete dair hiçbir iz bulamadıklarında ise insanlar delinin köyü terk ettiği sonucuna vardılar. Sadece ben, ben onun uzaklara, çok uzaklara, gittiğini biliyordum. (1)http://haythamburda.baghdeda.com/modules/news/inde x.php?storytopic=1; http://www.middle-eastonline.com/?id=33572; http://www.zahrira.net/?p=161; http://www.lalishduhok.net/modules.php?name=News&fil e=article&sid=2038. Ġnternet eriĢim tarihi: 14.08.2007. (2)http://haythamburda.baghdeda.com/modules/news/articl e.php?storyid=26 sitesindeki “daha uzaklar, çok uzaklar ve en uzaklar” gibi manalara gelen Heysem Behnâm Berdî‟nin “el-Akâsî” adlı öykünün çevirisidir. Ġnternet eriĢim tarihi: 14.08.2007. (3)Lübnanlı edebiyatçı Naci Numân‟ın ismini taĢıyan bu uluslar arası edebiyat yarıĢması 2002 yılında baĢlamıĢ ve yazarın ödül aldığı 2006 yılında dördüncüsü düzenlenmiĢtir. DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 CEMÂL-Ġ MĠRSÂDIKÎ VE “ĠNTĠHAR” ADLI ÖYKÜSÜ Kadir TURGUT* ĠNTĠHAR Sübûtî Bey, heyecanla karısına kitapçıda ilginç bir adamla tanıĢtığını anlatıyordu: “… ĠĢte gittik beraber bir yere oturup çay içtik, muhabbet ettik. Ne kadar anlayıĢlı kavrayıĢlı bir adamdı. Genelde herkesin ağzından çıkmayacak laflar ediyordu. Hep bunları düĢünmeli insan mümkünse. Bir iĢ için geldiğini söylüyordu buraya.” Adam ne iĢ için geldiğini söylememiĢti, ancak Sübûtî Bey iĢinin özel bir önemi olduğunu tahmin ediyordu; yoksa saklamaya çalıĢmazdı. Yazar Hakkında Cemâl-i Mirsâdıkî, 19 UrdibihiĢt 1312 Hicri ġemsi/ 9 Mayıs 1933 tarihinde Tahran‟da doğdu. Tahran Üniversitesi Edebiyat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. ĠĢçilik, memurluk ve öğretmenlik yaptı. Roman ve öyküleriyle tanındı. Eserleri birçok dile çevrilmiĢtir. Eserleri Romanları: Dırâznâ-yi ġeb/Gece Boyu (1349/1970), ġeb-çerâğ/ġebçerâğ (1355/1976), Bâdhâ Haber ez Tağyîr-i Fesl mî Dehend/Rüzgarlar Mevsimin DeğiĢtiğini Bildirir (1364/1985), ÂteĢ ez ÂteĢ/AteĢten AteĢ (1365/1986), Izdırâb-i Ġbrâhim/Ġbrahim‟in Istırabı (1380/2001), Zindegî râ be Âvâz Behân/Hayatı Sesli Oku (1384/2005), Dohterî bâ Rîsmân-i Nokreî/GümüĢ Simli Bir Kız (1386/2007), Âsmân-i Reng Reng/Renk Renk Gökyüzü (1387/2008), Dendân-i Gork/Kurt DiĢi (1387/2008) Hikâyeleri: Musâfirhâ-yi ġeb/Gece Yolcuları (1341/1962), ÇeĢmhâ-yi Men Heste/Gözlerim Yorgun (1345/1966), ġebhâ-yi TemâĢâ ve Gol-i Zerd/Seyir Geceleri ve Sarı Çiçek (1347/1968), În ġikestehâ/Bu Kırgınlar (1350/1971), Ânsû-yi Telhâ-yi ġen/Kum Dağlarının Ötesi (1352/1973), Herâs/Korku (1357/1978), Çe Dunyâ-yi GeĢengî/Ne Güzel Bir Dünya (1364/1985), PeĢĢehâ/Sivrisinekler (1367/1988), Kelâğhâ ve Âdemhâ/Kargalar ve Ġnsanlar (1368/1989), RûĢenân/Aydınlar (1379/2000) AraĢ. Gör., Ġ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Fars Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı. * “Sanki baĢka bir memleketten gelmiĢ gibiydi, baĢka bir hali vardı. Ama çok iyi konuĢuyordu, hatta sözleri tıpkı benim sözlerimdi. Bazen kendim konuĢuyormuĢum gibi geliyor.” Orta yaĢlı biriydi, Sübûtî Bey‟in emsali. Haline, giyimine özensiz, konuĢmasında biraz aceleci ve telaĢlı. Sanki konuĢmaya vakti azmıĢ, düĢüncelerini düzene koyma fırsatı bulamıyormuĢ da uzun süre kafasında biriken düĢünceler özel bir düzeni intizamı olmadan ağzından dökülüyormuĢ gibi. Adam, nakliye araçlarının hayret verici karmaĢasına ve bunaltan havaya nefretle bakıp söyleniyor: “Burada nasıl yaĢayabiliyorsunuz? Bu kirli hava insanı zehirler. Sizin yerinizde olsam böyle boĢ, sessiz beklemezdim.” Sübûtî Bey bilmiyordu adamın hangi memleketten geldiğini, merakını kendiliğinden göstermeye de gerek görmüyordu. Belki adam bir Ģey söylemek, sırrını onun yanında ortaya dökmek istemez. Daha birbirine güvenmek için erken; her ne kadar adam yürekli, cesursa da, Sübûtî Bey sorsa sorusunu cevapsız bırakmazsa da Sübûtî Bey onun cazip sohbetini meraklı sorularıyla bölmek istemiyordu. Öyle kapılmıĢtı onun konuĢmasına ki adeta kendini unutmuĢtu, ya da daha doğrusu unuttuğu kendisini bulmuĢtu. Adamın sözleri kalbine iĢliyor, heyecanlandırıyordu. Aslında adam bilmediği bir Ģey söylemiyor; ama böyle sözleri dile getirmek, böyle rahatça, fütursuzca, herkesin kârı değil. Sübûtî Bey ister istemez itiraf ediyor: “Öyle laflar ediyorsunuz söylemeye cesaretim yok.” ki benim Adam gülümsüyor ve: 9 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 “Bunlara inancınız cesaretiniz de olur.” diyor. olursa söylemeye Ayrıldıklarında Sübûtî Bey tekrar görüp iĢtiyakını ifade etmek istiyor. Adam otelinin adresini veriyor, Sübûtî Bey de evinin telefonunu bir kâğıda yazıp eline veriyor. Sübûtî Bey karısına anlatıyor: “Zannetme ki sözleri benim için yeni bir Ģeydi, hayır asla, ama hayran olmuĢtum. Ben ne düĢünüyorsam onun dilinden çıkıyordu. Ruh eĢine inansaydım, benim ruh eĢim bu derdim. Hiç dikkat etmiyordu, diline ne gelirse söylüyordu, hiç bakmıyordu dediklerini duyarlar, baĢına dert açarlar diye. Bazen korkuya kapılıp ister istemez dönüyor, kimsenin konuĢtuklarımızı dinleyip dinlemediğine bakıyordum. Birkaç kez birlikte aynı cümleyi söyledik, her ikimiz de elimizde olmadan gülmeye baĢladık. Bu adam çok hoĢuma gitti.” Karısı da “Kalk hadi, kalk git iĢine, amma abarttın.” diyor. Ertesi hafta tam Sübûtî Bey‟in adamla konuĢmuĢ olduğu gün telefon çalıyor, ahizeden adamın tanıdık sesi duyuluyor. Sübûtî Bey‟i ertesi gün otele davet ediyor birlikte öğlen yemeği yemek için. Sübûtî Bey heyecanla karısına bahsediyor: “Kalk gel, dedi. Seni hazırlamak istiyorum, evet hazırlamak istiyorum, dedi. Sanki biliyordu kör sıçan gibi yuvaya sıkıĢtığımı hiçbir iĢ yapmadığımı. Sanki biliyordu uyuĢuk, atıl kaldığımı.” Karısının Ģamatası yükseliyor: “Neler söylüyorsun? Kör sıçan gibi de ne demek? Niye uyuĢup kalmıĢsın ki? Ne yapmak istiyorsun mesela?” Sübûtî söyleniyor: Bey düĢünceye dalıyor ve “Doğrusu tam bilmiyorum. Ama sanki bir Ģey yapmam lazım; bana öyle geliyor ki yapmam gereken, yapmadığım, bundan ötürü de vebal hissettiğim bir Ģey.” Ertesi gün öğleyin ağır bir kar yağıĢı altında Sübûtî Bey otele gidiyor. Otelci onu müĢterilerinden biri sanmıĢ gibi baĢını saygıyla karĢısında eğiyor ve ellerini ovuĢturarak: “Ne acayip kar beyefendi, ne acayip kar.” diyor. 10 Odanın anahtarını veriyor. Sübûtî Bey, adamın kısa bir süreliğine dıĢarı çıktığını, anahtarı kendisine vermelerini tenbihlediğini sanıyor. Anahtarı alıyor, merdivenleri çıkıp karanlık koridordan geçiyor, odanın kapısını açıyor. Oda küçük ve karanlık. Perdeleri düĢmüĢ. SıkıĢıp kalan havası göğsünü daraltıyor. Sübûtî Bey odanın ıĢığını yakıyor. Adamın yatağa uzanmıĢ olduğunu görüyor. Sübûtî Bey sesleniyor ona, ama adam cevap vermiyor. YaklaĢıyor, göğsüne bir bıçağın saplandığını, ağzından kan sızdığını görüyor. Adam ölmüĢ, donakalmıĢ gözlerini de ona dikmiĢ adeta sitem ediyor. Sübûtî Bey ıĢığı söndürüp odadan çıkıyor ve kapıyı kapatıyor. Koridor sakin, odaların kapısı kapalı, hiçbir ses duyulmuyor. Merdivenlerden iniyor. Otelci yerinde yok. Sübûtî Bey anahtarı yerine asıyor, sessizce otelden çıkıyor. Ağır kar yağıĢı altında eve dönüp her Ģeyi karısına anlatıyor. Karısı azarlıyor onu, niye otelciye haber vermedin diye: “… ġimdi cinayet suçuyla tutsalar seni, nasıl kendini savunacaksın? Madem telefonunu biliyorlar, otelci seni gördü tanıdı, ne diye kaçıyorsun?” Otele dönüĢ için artık geç. Sübûtî Bey yatağa uzanıyor, ateĢ basıyor, dehĢete kapılıyor, kâbus görüyor. Terler içinde kalkıyor, kendi kendine çığlık atıyor: “Korkak, alçak, katil, geber… geber… geber…” Sübûtî Bey, huzursuz, sabırsız. Huzuru kaçmıĢ bir kere, hayatı periĢan olmuĢ. Evden çok az çıkıyor, hiç kimseyi görmek istemiyor. Sürekli ıstırap ve dehĢet içinde. Her kapı çalındığında onu götürmeye geldiklerini hayal ediyor. Telefonun ziliyle sıçrıyor, bir titremedir alıyor. Günler geçiyor, bir haber yok, peĢine gelen yok. Sübûtî Bey‟in karısı azar azar Ģüpheleniyor, kocasının otele gidip gitmediğinden. Hatta ölünün olduğundan da Ģüpheleniyor. Kocası o kadar rahatsız, ĢaĢkın ki unutkanlığa tutulmuĢ, otelin adresini de hatırlamıyor. Geceleri kâbus görüyor, dehĢet içinde uykudan sıçrıyor. Adamın öldürüldüğü düĢüncesi aklından çıkmıyor. Sonunda bir gün gelip onu cinayet suçundan yakalayacaklarından emin. DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 HÂFIZ-I ġĠRÂZÎ’DEN GAZELLER-5 Prof. Dr. Mehmet KANAR GAZEL 81 Farsça Metin Vezin: Fâilâtün feilâtün feilâtün feilün Subhdem morg-i çemen bâ gul-i nevhâste goft Nâz kem kun ki derin bâğ besî çun tu Ģikuft Gul behandîd ki ez râst berencîm velî Hîç âĢık suhen-i saht be ma‟Ģûk negoft Ger tama‟ dârî ez an câm-i murassa‟ mey-i la‟l Ey besâ dürr ki be nûk-i muje‟et bâyed suft Tâ ebed bûy-i muhabbet be meĢâmeĢ neresed Herki hâk-i der-i meyhâne be ruhsâre neruft Der gulistân-i irem dûĢ çu ez lutf-i hevâ Zulf-i sunbul be nesîm-i seherî mîâĢuft Goftem: ey mesned-i cem, câm-i cihânbînet ku? Goft: Efsûs ki an devlet-i bîdâr behuft Suhen-i aĢk ne ânest ki âyed be zebân Sâkiyâ mey dih u kûtâh kun in goft u Ģunûd EĢk-i Hâfız hıred u sabr be deryâ endâht Çi kuned, sûz-i gam-i aĢk neyârist nihuft AĢk sözü dediğin Ģey, dile gelmez, anlatılmaz. Ey sâkî, Ģarap ver ve Ģu dırdırı kısa kes. Hâfız‟ın gözyaĢları, aklı ve sabrı denize attı. AĢk gamının yangısını bastırıp gizleyemedi; daha ne yapacaktı ki? GAZEL 82 Farsça Metin Vezin: Mefûlü mefâîlü mefâîlü feûlün An turk-i perîçihre ki dûĢ ez ber-i mâ reft Âyâ çi hatâ dîd ki ez râh-i hatâ reft? Tâ reft merâ ez nazar an çeĢm-i cihânbîn Kes vâkıf-i mâ nîst ki ez dîde çihâ reft Ber Ģem‟ nereft ez guzer-i âteĢ-i dil dûĢ An dûd ki ez sûz-i ciger ber ser-i mâ reft Dûr ez ruh-i tu dembedem ez gûĢe-i çeĢmem Seylâb-i siriĢk âmed u tûfân-i belâ reft Ez pây futâdîm çu âmed gam-i hicrân Der derd bemordîm çu ez dest devâ reft Dil goft: visâleĢ bâ duâ bâz tevan yâft Omrîst ki omrem heme der kâr-i duâ reft Çeviri Ġhrâm çi bendîm? Çu an kıble ne incâst Der sa‟y çi kûĢîm? Çu ez merve safâ reft Sabahleyin bülbül yeni açmıĢ güle “Çok naz etme. Bu bahçede senin gibi çok gül açtı” dedi. Dey goft tabîb ez ser-i hasret çu merâ dîd Heyhât ki renc-i tu zi kânûn-i Ģifâ reft Gül gülerek “Doğru sözden dolayı inciniyoruz, ama hiçbir âĢık maĢuğuna sert sözler etmemiĢtir” dedi. Ey dûst be porsîden-i Hâfız kademî nih Zan pîĢ ki gûyend ki ez dâr-i fenâ reft Üstü iĢlemeli kadehten lâl rengi Ģarap bekliyorsan, kirpiklerinin ucuyla birçok inci delmen gerekir. Meyhanenin kapısındaki toprağı yanağıyla süpürmeyen kiĢi, sonsuza kadar muhabbet kokusu alamaz. Dün gece Ġrem bahçesinde havanın lütfu sayesinde seher yeli sümbülün zülüflerini dağıtıyordu. “Ey Cem‟in tahtı, dünyayı gösteren kadehin nerede?” diye sordum. “Ne yazık! Uyanık bahtım uykuya daldı!” dedi. Çeviri Dün o peri yüzlü Türk güzeli yanımızdan ayrılıp gitti. Acaba ne hatamızı gördü de Hıtay yolunu tuttu? O dünyayı gören güzel gözler gözümüzün önünden gittiğinden beri gözümüzden neler geçti; kimsenin haberi yok. Ciğerimizdeki yangın dolayısıyla baĢımızdan yükselen o duman, dün gece mumun bile baĢından geçmedi. Senin yüzünden uzaktayken göz pınarlarımdan bir gözyaĢı seli geldi, bir belâ tufanı gitti. 11 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Hicran gamı gelince yıkıldık kaldık. Devâ elden gidince, dertten öldük. Gönül dedi: Ona dua ile tekrar kavuĢmak mümkündür. Ömrüm dua ile geldi geçti. Neden ihrâma bürünelim? Kıble burada değil ki! Neden saiy için çalıĢalım? Merve‟den Safâ gitti çünkü. Dün doktor beni görünce iz geçirip “Vah vah vah! Senin hastalığının tedavisi Ġbni Sînâ‟nın Kânûn ve ġifâ kitaplarında da yok!” dedi. Ey gönül; aĢk içinde dayanıklı olmak gerekir; sen de dayanıklı ol. Bir zamanlar bir üzüntü olduysa, oldu gitti; bir hata yapıldıysa, geçti gitti. Gönül sevgilinin gamzesiyle bir Ģeyler nasiplendiyse nasiplendi. Can ile canan arasında bir gönül macerası geçtiyse geçti. Hey dedikoducular; sizin yüzünüzden bazı sıkıntılar yaĢandıysa, yaĢandı geçti. Dostlar arasında bir tatsızlık yaĢandıysa, o da geçti gitti. Ey dost! “Hâfız bu fânî dünyadan göçtü gitti” denilmeden önce bir hal hatır sormaya gel. Vaiz! Hankahı terkedip gitti diye Hâfız‟ı ayıplama. Özgürlüğün ayağını niçin bağlamaya çalıĢıyorsun? Bir yere gittiyse, gitti vesselam! GAZEL 83 Farsça Metin Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün GAZEL 84 Farsça Metin Vezin: Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün Ger zi dest-i zulf-i muĢkînet hatâî reft reft Ver zi hindû-yi Ģumâ ber mâ cefâî reft reft Sâkî biyâr bâde ki mâh-i sıyâm reft Der dih kadeh ki mevsim-i nâmûs u nâm reft Berk-i aĢk er harman-i peĢmînepûĢî sûht sûht Cevr-i Ģâh-i kâmrân ger ber gedâî reft reft Vakt-i azîz reft, biyâ, tâ kazâ kunîm Omrî ki bîhuzûr-i surâhî yu câm reft Der tarîkat renciĢ-i hâtır nebâĢed, mey biyâr Her kudûret râ ki bînî çun safâî reft reft Mestem kun ançunan ki nedânem zi bîhodî Der arsa-i hayâl ki âmed, kudâm reft AĢkbâzî râ tahammul bâyed ey dil, pây dâr Ger melâlî bûd bûd u ger hatâî reft reft Ber bûy-i anki cur‟a-i câmet be mâ resed Der mastaba duâ-yi tu ber subh u Ģâm reft Ger dilî ez gamze-i dildâr bârî bord bord Der miyân-i cân u cânân mâcerâî reft reft Dil râ ki murde bûd hayâtî be cân resîd Tâ bûî ez nesîm-i meyeĢ der meĢâm reft Ey suhençînân melâlethâ pedîd âmed velî Ger miyân-i hemniĢînân nâsezâî reft reft Zâhid gurûr dâĢt selâmet neburd râh Rind ez reh-i niyâz be dârusselâm reft Ayb-i Hâfız gû mekun vâiz ki reft ez hânekâh Pây-i âzâdî çi bendî? Ger be câî reft, reft Nakd-i dilî ki bûd merâ, sarf-i bâde Ģud Kalb-i siyâh bûd, ez an der harâm reft Çeviri Der tâb-i tovbe çend tevan sûht hemçu ûd Mey dih ki omr der ser-i sevdâ-yi hâm reft Mis kokulu siyah saçların bize karĢı bir hata ettiyse etti. Siyah hint benin bize bir cefa ettiyse etti; ne yapalım! AĢk yıldırımı bir derviĢin gönül harmanını yaktıysa, yaktı. Muradına ermiĢ padiĢah bir yoksula cevir ettiyse, etti; ne yapalım! Bu yolda hatır kalması diye bir Ģey olmaz; Ģarap getir haydi. Gördüğün her sıkıntı bir safâ ile geçti gitti. 12 Dîger mekun nasîhat-i Hâfız ki reh neyâft Gum geĢteî ki bâde-i nâbeĢ be kâm reft Çeviri Saki, getir kadehi; artık oruç ayı geçti gitti. Ver kadehi, ver; ar namus kaygısı güdülen zaman geçti. DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Çok değerli vaktimiz gitti elden; kadehsiz, sürahisiz geçen ömrü kazâ edelim artık. Beni öyle bir sarhoĢ et ki hayal dünyamda bile kimin gelip kimin gittiğini farkedemez durumda olayım. Kadehe benzeyen ağzından bir yudum öpücük alma umuduyla sabah akĢam meyhanede dua ediliyor sana. Dudak Ģarabının kokusu burnumuza gelir belki diye ölgün gönlümüze can geldi. Gurura kapılan zahit, selamet yolunu bulamadan gitti. Oysa rintler niyaz yoluna girip cennetin yolunu tuttu. Gönlümde olan nakit, bâdeye harcandı. Kalp para olduğu için harama gitti zaten. Ne zamana kadar tütsülük öd gibi tövbe ateĢinde yanıp duracağım? Mey ver, mey; ömrüm ham bir sevda uğruna geçti gitti. Artık Hâfız‟a öğüt verip durma. Damağına saf Ģarap değen biri kendinden geçince nasıl bulur yolunu? GAZEL 85 Farsça Metin Vezin: Fâilâtün feilâtün feilâtün feilün ġerbetî ez leb-i la‟leĢ neçeĢîdîm u bereft Rûy-i mehpeyker-i û nedîdîm u bereft Gûî ez sohbet-i mâ nîk be teng âmede bûd Bâr ber best u be gerdeĢ neresîdîm u bereft Bes ki mâ fâtiha vu hırz-i yemânî hândîm Vez peyeĢ sûre-i ihlâs demîdîm u bereft ĠĢve dâdend ki ber mâ guzerî hâhî kerd Dîdî âhir ki çunin iĢve harîdîm u bereft ġud çemân der çemen-i husn u letâfet lîken Der gulistân-i visâleĢ neçemîdîm u bereft Hemçu Hâfız heme Ģeb nâle vu zârî kerdîm K‟ey dirîgâ be vidâeĢ neresîdîm u bereft Sanırım, sohbetimizden adamakıllı bunalmıĢ olacak ki, yükünü bağladı, çekti gitti; tozuna bile yetiĢemedik. Ne çok fâtiha, hırz-ı yemânî okuduk; ardından Ġhlas sûresini okuyup üfledik, ama yine çekti gitti. Bize geleceğini iĢaretle bildirdiler. Bu iĢaretlere inandık ama, yine çekti gitti. Güzellik ve hoĢluk çimeninde salındı ama daha biz onun vuslat gülistanında dolaĢamadan çekti gitti. Hafız gibi gece gündüz ağlayıp inledik. Eyvahlar olsun; vedalaĢmamıza fırsat kalmadan çekti gitti! GAZEL 86 Farsça Metin Vezin: Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün Sâkî biyâ ki yâr zi ruh perde bergirift Kâr-i çerâğ-i halvetiyân bâz dergirift An Ģem‟-i ser girifte diger çihre berferûht Vin pîr-i sâlhurde cevânî zi ser girift An iĢve dâd aĢk ki muftî zi reh bereft Van lutf kerd u dest ki duĢmen hazer girift Zinhâr ez an ibâret-i Ģîrîn-i dilfirîb Gûî ki piste-i tu suhan der Ģeker girift Bâr-i gamî ki hâtır-i mâ haste kerde bûd Îsîdemî hodâ befiristâd u bergirift Her serv-i kad ki ber meh u hûr husn mîfurûht Çun tu der âmedî pey-i kârî diger girift Zin kıssa heft gunbed-i eflâk pursedâst Kûtehnazar bebîn ki suhan muhtasar girift Hâfız tu in suhan zi ki âmûhtî ki baht Ta‟vîz kerd Ģi‟r-i tu râ vu be zer girift Çeviri Çeviri Gel saki; yâr, yüzündeki peçeyi kaldırdı. Böylece halvette bulunanların gönül çerağları yeniden tutuĢtu. Daha biz, onun lâl dudağının Ģerbetinden tadamadan çekti gitti. Ay yüzünü görmedik henüz; çekti gitti. BaĢı kesilen mumun parlak ıĢık vermesi gibi o sevgili de baĢını açınca yüzü parladı; bu hali gören Ģu yaĢlı adam da tekrar genceldi. 13 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 O iĢveler aĢkı doğurunca, müftü yoldan çıktı. Bu lütufları gösterince, düĢmanın eli kötülükten uzak durdu. Aman o ne Ģirin, ne gönül çalan cümleler öyle! Fıstığı andıran o dudaklar, her sözü Ģekere bulamıĢ sanki! Gam yükü gönlümü yorunca, Allah, Ġsa nefesli birini gönderdi de o yükü üstümüzden alıverdi. Sen gelince, aya, güneĢe güzellik satan selvi boylu güzeller baĢka iĢe koyuldular. Yedi kat gökyüzü senin hakkında söylenenlerle yankılanıyor. Oysa Ģu kıt görüĢlü yok mu; sözü kısa kesti gitti. Hâfız, böyle sözleri kimden öğrendin sen? Baht bile, Ģiirlerini muska yaptı da altın varakla kapladı. GAZEL 87 Farsça Metin Vezin: Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün Husnet be ittifâk-i melâhat cihân girift Ârî be ittifâk cihân mîtevân girift ĠfĢâ-yi râz-i halvetiyân hâst kerd Ģem‟ ġukr-i hodâ ki sırr-i dileĢ der zebân girift Hâfız çu âb-i lutf zi nazm-i tu mîçeked Hâsid çigûne nukte tevâned ber an girift Çeviri Alımlılığınla birleĢince güzelliğinin ünü dünyaya yayıldı. Birlik olunca bütün dünya alınmaz mı? Mum, seninle baĢbaĢa kalanların sırrını ifĢâ etmek istedi de, Allah‟tan, sırrı diline dolandı kaldı. Gökyüzünü saran güneĢ, olsa olsa benim içimdeki ateĢten bir yalazdır ancak. Gül, haddi olmadığı halde, sevgilinin kokusundan ve yanağının renginden söz etmek istiyordu. Saba kıskançlıktan gayrete geldi de soluğunu kesti, lafı ağzına tıkadı. Pergel gibi kenarda kalarak huzur buluyordum. Sonunda felek beni nokta gibi getirdi, merkeze attı. O gün sakinin yanağından akseden ateĢin Ģavkı mey kadehine vurunca, gönül harmanım yandı. Ahir zamanın eteklerine kadar gelen bu fitnelerin yüzünden yakamı silke silke meyhaneye atacağım kapağı. Zin âteĢ-i nihufte ki der sîne-i menest HurĢîd Ģu‟leîst ki der âsumân girift Mey içmeye bak; çünkü dünyanın sonunu görebilenler gam yükünü atıp hafiflerken, büyük boy kadehleri ellerine aldılar. Mîhâst gul ki dem zened ez reng u bûy-i dûst Ez gayret-i sabâ nefeseĢ der dehân girift Gelincik kanıyla gül yaprağına Ģöyle yazmıĢlar: PiĢip olgunlaĢan kiĢi erguvan renkli meye sarıldı. Âsûde ber kenâr çu pergâr mîĢudem Devrân çu nokta âkıbetem der miyân girift Hafız, nazmından letafet suları damlarken, kıskananlar neyini tenkit edebilirler ki! An rûz Ģevk-i sâgar-i mey harmanem besûht K‟âteĢ zi aks-i ârız-i sâkî der an girift GAZEL 88 Farsça Metin Vezin: Mefâilün feilâtün mefâilün feilün Hâhem Ģuden be kûy-i mugân âstînfeĢân Zin fitnehâ ki dâmen-i âhirzemân girift Mey hor ki her ki âhir-i kâr-i cihân bedîd Ez gam sebuk ber âmed u rıtl-i girân girift Ber berg-i gul be hûn-i Ģakâyık nuviĢte‟end K‟ankes ki puhte Ģud mey-i çun ergavân girift 14 ġenîde‟em suhanî hoĢ ki pîr-i ken‟ân goft Firâk-i yâr ne an mîkuned ki betvan goft Hadîs-i hevl-i kıyâmet ki goft vâiz-i Ģehr Kinâyetîst ki ez rûzigâr-i hicrân goft NiĢân-i yâr-i seferkerde ez ki porsem bâz Ki herçi goft berîd-i sabâ perîĢân goft DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Figân ki an meh-i nâmihribân-i mihrgusil Be terk-i sohbet-i yârân-i hod çi âsân goft “Nasıl oldu?”, “Niye oldu?” diye sorup durma. Makbul olan kul, cânân ne derse, kabul eder. Men u makâm-i rızâ ba‟dezin ve Ģukr-i rakîb Ki dil be derd-i tu hû kerd u terk-i dermân goft Kim dedi sana Hâfız seni düĢünmekten vazgeçti diye? Ben öyle bir Ģey demedim; kim dediyse, iftira etmiĢ. Gam-i kuhen be mey-i sâlhorde def‟ kunîd Ki tohm-i hoĢdilî înest pîr-i dihkân goft Girih be bâd mezen gerçi ber murâd reved Ki in suhen be mesel bâd bâ suleymân goft Be muhletî ki sipihret dehed zi râh merev Turâ ki goft ki in zâl terk-i destân goft? Mezen zi çûn u çerâ dem ki bende-i mukbil Kabûl kerd her suhen ki cânân goft Ki goft Hâfız ez endîĢe-i tu âmed bâz? Men in negofte‟em; ankes ki goft, buhtân goft Çeviri Kenan topraklarının pîrinden bir söz duydum. Dedi ki: Yârdan ayrılığın insana neler ettiği anlatılamaz. ġehir vâizi kıyamet korkusundan bahsederken aslında bizim ayrılık derdi çektiğimiz günlere kinâyede bulundu. Yolculuğa çıkan sevgilinin gittiği yeri kime sorayım? Sabâ ulağının dedikleri zırvadan ibaret. Vah vah! O sevgisiz, sözünde durmaz, ay yüzlü sevgili dostlarla konuĢmayı bırakacağını ne de kolay söyleyiverdi! ĠĢte bir yanda ben varım, olan bitene razı olmuĢum; öbür yanda rakîbin duruma Ģükürler etmesi var. Gönlüm bu haldeyken senin ayrılık derdine alıĢtı ve derman bulmaktan vazgeçti. GAZEL 89 Farsça Metin Vezin: Mefûlü mefâîlü mefâîlü feûlün Yârab sebebî sâz ki yârem be selâmet Bâz âyed u berehânedem ez bend-i melâmet Hâk-i reh-i ân yâr-i seferkerde biyârîd Tâ çeĢm-i cihânbîn kunemeĢ cây-i ikâmet Feryâd ki ez ĢeĢ cihetem râh bebestend An hâl u hat u zulf u ruh u ârız u kâmet Ġmrûz ki der dest-i tu‟em, merhametî kun Ferdâ ki Ģevem hâk, çi sûd eĢk-i nedâmet Ey anki be takrîr u beyân dem zenî ez aĢk Mâ bâ tu nedârîm suhen hayr u selâmet DervîĢ mekun nâle zi ĢemĢîr-i ahibbâ Kin tâyife ez kuĢte sitânend garâmet Der hırka zen âteĢ ki ham-i ebrû-yi sâkî Ber mîĢikened gûĢe-i mihrâb-i imâmet HâĢâ ki men ez cevr u cefâ-yi tu benâlem Bîdâd-i latîfân heme lutfest u kerâmet Kûteh nekuned bahs-i ser-i zulf-i tu Hâfız Peyveste Ģud in silsile tâ rûz-i kıyâmet Çeviri Tanrım, bir sebep yarat da yârim esenlik içinde geri dönsün ve beni Ģu kınanma derdinden kurtarsın. BirikmiĢ eski kederleri yıllanmıĢ Ģarapla dağıtın. Mutluluğun tohumu budur; yaĢlı çiftçi söyledi bana bu sözü. Yolculuğa çıkan sevgilinin geçtiği yolun toprağını getirin de dünyayı gören gözlerime bu toprağı sürme diye süreyim. Muradınca esse de, rüzgâra fazla kapılma. Rüzgâr bu sözü örnek olarak Süleyman‟a söyledi. Ben, ayva tüyü, zülüf, yüz, yanak ve boy; iĢte sevgilinin bu altı özelliği altı yönden yolumu kesti; vay vay vay! Feleğin sana tanıdığı sürenin kıymetini bil ve sapıtma. Kim dedi sana bu moruk hîleden vazgeçti diye ha? Bugün senin elindeyim; merhamet et bana; ver muradımı. Yarın toprak olduğumda piĢmanlık gözyaĢları dökmenin sana ne yararı olacak? 15 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 AĢktan açıktan açığa söz ediyorsun. Bizim sana diyecek sözümüz yok; haydi güle güle, selâmetle. Senin gibi bir kuĢun böyle gam topraklarına çakılıp kalması yazık değil mi? Seni buradan vefâ yuvasına gönderiyorum. Ey derviĢ; dostların kılıcı dolayısıyla inleyip sızlanma. Bunlar ölüden bile tazminat alırlar. AĢk yolunda uzak, yakın davası olmaz. Seni apaçık görüyor ve dua gönderiyorum. Hırkanı ateĢe at. Çünkü sâkinin kaĢının eğriliği câmi mihrabının yerine geçer de unutturur onu. Sabah akĢam, hayır dualar kafilesini sabâ ve Ģimâl rüzgârlarının eĢliğinde gönderiyorum sana. Bana ettiğin cevirden, cefâdan inler miyim hiç, hâĢâ! Zarif kimselerin ettiği cevirler aslında lütuf ve cömertliktir. Gam ordusu gönül ülkeni harap etmesin diye kendi aziz canımı sana azık olarak gönderiyorum. Hâfız zülüflerinin ucu hakkındaki sözlerini kısa kesmez. Çünkü bu konu kıyamet gününe kadar bahsedilecek bir konudur. Ey gönlümde yaĢayan, gözlerden uzak sevgilim. Dualar ediyor, övgüler gönderiyorum sana. GAZEL 90 Farsça Metin Vezin: Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün Ey hudhud-i sabâ be sebâ mîfiristemet Binger ki ez kucâ be kucâ mîfiristemet Heyfest tâyirî çu tu der hâkdân-i gam Zincâ be âĢiyân-i vefâ mîfiristemet Der râh-i aĢk merhale-i kurb u ba‟d nîst Mîbînemet iyân u duâ mîfiristemet Tâ leĢker-i gam nekuned mulk-i dil harâb Cân-i azîz-i hod be nevâ mîfiristemet Kendi yüzüne bakarak Tanrı‟nın yaratıcılık sanatını incele diye Tanrı‟yı gösteren ayna gönderiyorum sana. Çalgıcılar içimdeki Ģevkten seni haberdar etsinler diye söz, söz, gazel, beste gönderiyorum sana. Sâki, gel; gayb âleminin hâtifi müjde vererek bana dedi ki: Derde sabr et; çünkü sana deva gönderiyorum. Hâfız mecliste okuduklarımız, seni hayırla yâd eden sözlerdir. Durma, koĢ; sana at ile kaftan gönderiyorum. Ey gâyib ez nazar ki Ģudî hemniĢîn-i dil Mîgûyemet duâ vu senâ mîfiristemet GAZEL 91 Farsça Metin Vezih: Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün Der rûy-i hod teferruc-i sun‟-i hodây kun K‟âyîne-i hodâynumâ mîfiristemet Ey gâyib ez nazar, be hodâ mîsipâremet Cânem besûhtî yu be dil dûst dâremet Tâ mutribân zi Ģevk-i menet âgehî dehend Kavl u gazel be sâz u nevâ mîfiristemet Tâ dâmen-i kefen nekeĢem zîr-i pây-i hâk Bâver mekun ki dest zi dâmen bedâremet Sâkî biyâ ki hâtif-i gaybem be mujde goft Bâ derd sabr kun ki devâ mîfiristemet Mihrâb-i ebrûyet benumâ tâ sehergehî Dest-i duâ ber ârem u der gerden âremet Hâfız surûd-i meclis-i mâ zikr-i hayr-i tust BeĢtâb hân ki esb u kabâ mîfiristemet Ger bâyedem Ģoden sûy-i hârût-i bâbilî Sad gûne câdûî bekunem tâ biyâremet Çeviri Hâhem ki pîĢ mîremet ey bîvefâ tabîb Bîmâr bâz pors ki der intizâremet Ey sabah yelinin çavuĢ kuĢu; seni Sebâ ülkesine gönderiyorum. Bir bak hele; seni nereden nereye gönderiyorum. 16 Sad cûy-i âb beste‟em ez dîde ber kenâr Ber bûy-i tohm-i mihr ki der dil bekâremet DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Hûnem berîht vez gam-i aĢkem halâs dâd Minnet pezîr gamze-i hancer guzâremet Gofte bûdî: Key bemîrî pîĢ-i men? Ta‟cîl çîst? HoĢ tekâzâ mîkunî, pîĢ tekâzâ mîremet Mîgiryem u murâdem ezin seyl-i eĢkbâr Tohm-i muhabbetest ki der dil bekâremet ÂĢık u mahmûr u mehcûrem, but-i sâkî kucâst? Gû ki behrâmed ki pîĢ-i serv-i bâlâ mîremet Bârem dih ez kerem sûy-i hod tâ be sûz-i dil Der pây dembedem guher ez dîde bâremet Anki omrî Ģud ki tâ bîmârem ez sevdâ-yi û Gû nigâhî kun ki pîĢ-i çeĢm-i Ģehlâ mîremet Hâfız Ģerâb u Ģâhid u rindî ne vaz‟-i tust Filcumle mîkunî yu furû mîguzâremet Gofteî: La‟l-i lebem hem derd bahĢed hem devâ Gâh pîĢ-i derd u geh pîĢ-i mudâvâ mîremet Çeviri HoĢ hurâmân mîrevî, çeĢm-i bed ez rûy-i tu dûr Dârem ender ser hiyâl-i an ki der pâ mîremet Ey gözlerden uzak olan sevgili; seni Tanrı‟ya emanet ediyorum. Canımı yaktın ama ben seni gönülden seviyorum. Toprağın altına kefenimin ucunu çekmedikçe, elimi eteğinden çekmeyeceğim; inan buna. KaĢlarının mihrabını bana göster de seher vakti ellerimi duaya kaldırdıktan sonra boynuna dolayım. Eğer Bâbil‟de Hârût‟un hapsedildiği kuyuya girmem gerekse bile, yüz türlü büyü yapar, yine seni getiririm. Ey vefasız doktor; senin yolunda ölmek istiyorum. Kendi hastanın halini hatırını sor bir kere; seni bekliyorum. Senin gönlüne sevgi tohumunu ekmek umuduyla göz yaĢlarımdan yüz ırmak akıtıyorum senin çevrende. Kanımı döküp aĢk gamından kurtardı beni. Ġzin ver de hançer gamzeni saplayım yüreğime. Gerçi cây-i Hâfız ender halvet-i vasl-i tu nîst Ey heme cây-i tu hoĢ, pîĢ-i heme câ mîremet Çeviri Beyim, ne güzel yürürsün öyle! Ölürüm senin yürüyüĢüne! Salın güzel güzel; ölürüm güzel boyuna bosuna. “Ne zaman öleceksin yanımda?” demiĢtin? Acelen ne? Amma takaza ediyorsun! Takazana ölürüm ben. AĢığım, mahmurum, sevgilimden ayrıyım; put gibi güzel sâki nerede? Salınsın haydi; onun selvi boyuna ölürüm. Bir ömürdür onun sevdasıyla hastayım. Bir kere baksın bana; onun Ģehla gözlerine ölürüm. “Lâl dudağım hem dert verir, hem derman” demiĢsin. Kâh derdine, kâh dermanına ölürüm senin. Ağlıyorum ve göz yaĢı selinden maksadım senin gönlüne sevgi tohumunu ekmektir. Nasıl salınarak yürüyorsun öyle; Allah nazardan saklasın. Hayalim hep Ģu ki, ayaklarının önünde öleyim. Kerem edip yanına yaklaĢmama izin ver de gönlümdeki aĢk yangısıyla ayaklarına gözyaĢlarımdan inciler yağdırayım. Sana kavuĢmak benim için pek kolay değil. Ey her yanı güzel sevgilim; her yanına ölürüm senin. Hâfız; Ģarap, güzel dilber, rintlik sana göre değil. Kısacası, sen bunları yapıyorsun; ben de seni kendi haline bırakıyorum. GAZEL 93 Farsça Metin Vezin: Mefâilün feilâtün mefâilün feilün GAZEL 92 Farsça Metin Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün Çi lutf bûd ki nâgâh reĢha-i kalemet Hukûk-i hidmet-i mâ arze kerd ber keremet Mîr-i men hoĢ mîrevî k‟ender ser u pâ mîremet HoĢ hurâmân Ģev ki pîĢ-i kadd-i ra‟nâ mîremet Be nûk-i hâme rakam kerde‟î selâm-i merâ Ki kârhâne-i devrân mebâd bîrakamet 17 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Negûyem ez men-i bîdil be sehv kerdî yâd Ki der hisâb-i hıred nîst sehv ber kalemet Bîmuzd bûd u minnet, her hidmetî ki kerdem Yârab mebâd kes râ mahdûm bîinâyet Merâ zelîl megerdân be Ģukr-i in ni‟met Ki dâĢt devlet-i sermed azîz u muhteremet Rindân-i teĢneleb râ âbî nemîdehed kes Gûî velîĢinâsân reftend ezin vilâyet Biyâ ki bâ ser-i zulfet karâr hâhem kerd Ki ger serem bereved, ber nedârem ez kademet Zi hâl-i mâ dilet âgeh Ģeved meger vaktî Ki lâle ber demed ez hâk-i kuĢtegân-i gamet Revân-i teĢne-i mâ râ be cur‟âî deryâb Çu mîdehend zulâl-i hızır zi câm-i cemet HemîĢe vakt-i tu ey îsî-yi sabâ hoĢ bâd Ki cân-i Hâfız-i dilhaste zinde Ģud bedemet Der zulf-i çun kemendeĢ ey dil mepîç k‟ancâ Serhâ burîde bînî bîcurm u bîcinâyet ÇeĢmet be gamze mâ râ hûn hord u mîpesendî Cânâ revâ nebâĢed hûnrîz râ himâyet Der in Ģeb-i siyâhem gum geĢt râh-i maksûd Ez gûĢe‟î burûn ây ey kevkeb-i hidâyet Çeviri Ez her taraf ki reftem cuz vahĢetem neyefzûd Zinhâr ezin biyâbân, vin râh-i bînihâyet Kaleminden ansızın sızan yazılarda sana hizmetimizden söz edilmesi ne büyük incelikti! Ey âfitâb-i hûbân mîcûĢed enderûnem Yek sâatem begoncân der sâye-i inâyet Kaleminin ucundan dökülen yazılarda bize selamın geçiyor. Devran durdukça yazıların eksik olmasın. Ġn râh râ nihâyet sûret kucâ tevan best KeĢ sad hezâr menzil bîĢest der bidâyet Gönlünü vermiĢ ben âĢığından yanlıĢlıkla söz etmiĢsin, demiyorum. Senin gibi akıllı birinin yazarken hata yapmayacağını biliyorum. Bu nimetin Ģükrânesi karĢılığında n‟olur beni zelil etme. Çünkü ebedî devlet zaten seni aziz ve muhterem tutmakta. Her çend burdî âbem rûy ez deret netâbem Cevr ez habîb hoĢter kez muddeî riâyet AĢket resed be feryâd er hod besân-i Hâfız Kur‟ân zi ber behânî der çârdeh rivâyet Çeviri Gel de zülüflerinin ucuyla kararımı bulup sâkinleĢeyim. Çünkü baĢım gitse bile, ayaklarından baĢımı kaldırmam. O gönül okĢayan sevgilime, içinde Ģikâyet de olsa, Ģükretmekteyim. AĢktan anlayan biriysen, dinle Ģu hikâyeyi. Senden ayrı kalmanın verdiği gam yüzünden ölenlerin toprağında lâleler bittiği zaman belki gönlün bizim halimizden haberdar olur. Ona yaptığım her hizmeti karĢılıksız yaptım ve minnet de beklemedim. Tanrım, kimse inayetsiz sevgiliye hizmet etmesin. Nasıl olsa sana Cem‟in kadehinden ölümsüzlük suyu veriyorlar; sen de dudaklarından bbir yudum vererek susamıĢ canımızı rahatlat; anla bizi. Kimse dudağı susamıĢ rinde su vermiyor. Sanırım, kadir kıymet bilenler buralardan çekmiĢ gitmiĢ. Ey sabah rüzgârının Ġsâ‟sı; vaktin hep hoĢ geçsin. Çünkü gönlü yaralı Hâfız‟ın canı senin Ģifalı nefesinle canlandı yine. Ey gönül, onun kemendi andıran zülüflerine dolanırım deme sakın! Çünkü orada hiç suç iĢlemeyen âĢıkların kesilmiĢ baĢlarını görürsün. GAZEL 94 Farsça Metin Vezin: Mefûlü fâilâtün mefûlü fâilâtün Gözlerin, gamzenle bir olup kanımızı içti ve sen bunu hoĢ görüyorsun! Canım benim, kan dökeni himaye etmek reva mıdır sence? Zan yâr-i dilnevâzem Ģukrîst bâ Ģikâyet Ger nuktedân-i aĢkî, biĢnev tu in hikâyet ġu karanlık gecede gideceğim yolu kaybettim. Ey hidayet yıldızı, çık artık saklandığın köĢeden. 18 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Hangi yönden gittiysem, hep korkum arttı. Aman Ģu çöllerden; aman Ģu bitmez tükenmez yollardan! Dünyayı sonsuza dek süslemek istersen, sabah yeline söyle de bir an için yüzünden peçeyi kaldırıversin. Ey güzellerin güneĢi; içim kaynıyor içim. Biraz olsun beni inayet gölgene sığındır n‟olur. Dünyadan yokluk denilen Ģeyi ortadan kaldırmayı arzu edersen, saçlarını dağıt; dağıt ki her telinden binlerce can dökülsün. Bu yolun sonu gelir mi hiç! Daha baĢtayken yüz bin konak göründü! Beni rezil etmiĢ olsan da kapından yüz çevirmem. Dostun cevri, rakîbin saygısından daha iyi. Hâfız gibi Kur‟ân‟ı on dört rivayet üzerinden ezbere okusan dahi, imdadına ancak aĢkın koĢar. GAZEL 95 Farsça Metin Vezin: Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mudâmem mest mîdâred nesîm-i ca‟d-i gîsûyet Harâbem mîkuned herdem firîb-i çeĢm-i câdûyet Pes ez çendîn Ģekîbâî Ģebî yârab tevân dîden Ki Ģem‟-i dîde efrûzîm der mihrâb-i ebrûyet Sevâd-i levhbîneĢ râ azîz ez behr-i an dârem Ki cân râ nushaî bâĢed zi levh-i hâl-i hindûyeĢ Ben ve sabah yeli; zavallı, avare, eli boĢ kalmıĢ iki âĢığız. Ben senin gözlerinle büyülenmiĢim; o ise senin saçlarından. Hâfız‟daki bu himmet nasıl bir Ģeydir ki ha dünya olmuĢ ha âhiret âlemi, gözleri sokağının toprağı dıĢında hiçbir Ģeyi görmüyor. GAZEL 96 Farsça Metin Vezin: Fâilâtün Fâilâtün Fâilün Derd-i mâ râ nîst dermân, elgıyâs Hicr-i mâ râ nîst pâyân, elgıyâs Dîn u dil bordend u kasd-i cân kunend Elgıyâs ez cevr-i hûbân elgıyâs Der behâ-yi bûseî cânî taleb Mîkunend in dilsitânân elgıyâs Tu ger hâhî ki câvîdân cihân yekser biyârâyî Sabâ râ gû ki berdâred zemânî burka‟ ez rûyet Hûn-i mâ râ hordend in kâfirdilân Ey muselmânân çi dermân, elgıyâs Veger resm-i fenâ hâhî ki ez âlem berendâzî BerefĢân tâ furû rîzed hezârân cân zi her mûyet Hemçu Hâfız rûz u Ģeb bîhîĢten GeĢte‟em sûzân u giryân, elgıyâs Men u bâd-i sabâ miskîn, du sergerdân-i bîhâsıl Men ez efsûn-i çeĢmet mest u û ez bûy-i gîsûyet Çeviri Zihî himmet ki Hâfız râst ez dunyî vu ez ukbî Neyâyed hîç der çeĢmeĢ be cuz hâk-i ser-i kûyet Çeviri Saçlarının kıvrımlarından esip gelen rüzgâr beni sürekli sarhoĢ ediyor. Büyüleyici gözlerinin aldatıĢı beni her an aldatıyor. Tanrım, bunca sabırdan sonra, bir gececik olsun, kaĢlarının mihrabı önünde gözlerimi aydınlatan mum gibi parlak yüzünü görmek mümkün olacak mı? Hint benli yüzünü canım için yazılmıĢ bir muska olarak gördüğüm için ona bakmayı kutsal buluyorum. Derdimizin dermanı yok, yardım edin, aman. Ayrılığımızın biteceği yok, yardım edin, aman. Dinimizi, gönlümüzü aldı götürdüler. ġimdi canımıza kastediyorlar. Aman Ģu güzellerin cevrinden! Yardım edin, aman. ġu gönül alan dilberler bir öpücük karĢılığında can isterler. Yardım edin bize, aman. bu kâfir kalpliler kanımızı içtiler. Müslümanlar, bunun dermanı yok mu? Yardım edin, aman. Hâfız gibi kendimi bilmeden, gündüz gece, yana yakıla, ağlaya sızlaya dolandım durdum. Yardım edin, aman! 19 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 GAZEL 97 Farsça Metin Vezin: Mefâilün Feilâtün Mefâilün Fa‟lün düĢtü. KeĢke Hâfız, kapının toprağındaki en küçük toz zerresi olsaydı! Tuî ki ber ser-i hûbân-i kiĢverî çun tâc Sezed eger heme-i dilberân dehendet bâc GAZEL 98 Farsça Metin Vezin: Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün Du çeĢm-i Ģûh-i tu berhem zede hıtâ vu habeĢ Be çîn-i zulf-i tu mâçîn u hind dâde harâc Eger be mezheb-i tu hûn-i âĢıkest mubâh Salâh-i mâ heme ânest kân turâ salâh Beyâz-i rûy-i tu rûĢen çu âriz-i ruh-i rûz Sevâd-i zulf-i siyâh-i tu hest zulmet-i dâc Sevâd-i zulf-i siyâh-i tu câ‟iluzzulumât Beyâz-i rûy-i çu mâh-i tu fâlikulesbâh Dehân-i heĢd tu dâde revâc-i âb-i hızr Leb-i çu kand-i tu bord ez nebât-i mısr revâc Zi çîn-i zulf-i kemendet kesî neyâft halâs Ez ân kemânçe-i ebrû vu tîr-i çeĢm necâh Ezin maraz be hakîkat Ģifâ nehâhem yâft Ki ez tu derd-i dil ey cân nemîresed be ilâc Zi dîde‟em Ģude yek çeĢme der kenâr revân Ki âĢinâ nekuned der miyân-i an mellâh Çerâ hemî Ģikenî, cân-i men, zi sengdilî Dil-i zaîf ki bâĢed be nâzukî çu zucâc Leb-i çu âb-i hayât-i tu hest kuvvet-i cân Vucûd-i hâkî-yi mâ râ ezûst zikr-i revâh Leb-i tu hızr u dehân-i tu âb-i heyvân est Kad-i tu serv u miyân mûy u ber behiyyât âc Futâd der dil-i Hâfız hevâ-yi çun tu Ģehî Kemîne zerre-i hâk-i der-i tu bûdî kâc Bedâd la‟l-i lebet bûseî be sad zârî Girift kâm-i dilem zû be sad hezâr ilhâh Duâ-yi cân-i tu vird-i zebân-i muĢtâkân HemîĢe tâ ki buved muttasıl mesâ vu sabâh Çeviri Salâh u tovbe vu takvâ zi mâ mecû Hâfız Zi rind u âĢık u mecnûn kesî neyâft salâh Ülkedeki güzellerin baĢ tacısın sen. Bütün dilberler sana haraç verse, yaraĢır. Çeviri Ġki Ģuh gözün Hıta ve HabeĢ ülkelerini birbirine düĢürmüĢ. Zülfünün kıvrımlarına Maçin ve Hint haraç veriyor. Senin meĢrebinde âĢıkların kanını dökmek mübah ise, sen neyi uygun görürsen, bizim için de uygun olan odur. Yanağının beyazlığı gündüzün yanağı gibi parlak. Siyah zülüflerinin karanlığı bir karanlık gece gibi. Siyah sülfünün karalığı karanlıkları yaratmıĢ. Ay gibi yüzünün beyazlığı sabahları ağartmıĢ. Bal ağzın âbıhayata revaç vermiĢ. ġeker gibi tatlı dudağın Ģeker kamıĢının değerini artırmıĢ. Kement gibi zülüflerinin kıvrımlarından kurtulan çıkmadı. KaĢının yayından, gözünün okundan kurtuluĢ yüzü gören olmadı. Gerçekten de bu hastalıktan Ģifa bulmayacağım. Canım benim, senden dolayı gönül derdim iyileĢmiyor. Yanı baĢımda gözlerimden öyle bir ırmak akmaya baĢladı ki denizciler bile bu suda gemi yüzdüremez. Canım benim, sırça kadar nazik olan Ģu zayıf gönlümü neden hoyratça kırarsın? Âbıhayatı andıran dudakların cana kuvvet verir. ġu toprak bedenimiz bu yüzden Ģarabı dilinden hiç düĢürmez. Dudağın Hızır, ağzın âbıhayat. Boyun selvi, belin kıl, göğsün fildiĢi. Hâfız‟ın gönlüne senin gibi bir sultanın arzusu 20 Yüz kere sızlandık da sonunda dudağının lâlinden bir öpücük alabildik. Yüz binlerce ısrardan sonra gönlümüzün muradına erdik. DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Can sağlığın için dua etmek seni arzulayanların virdi olmuĢ. AkĢamlar ve sabahlar bir birini izledikçe bu hep böyle sürüp gidecek. Hâfız bizden tövbe, sakınma, iyi hal beklerim deme. Rintte, âĢıkta, mecnunda kimse hâlis amel bulmamıĢtır ki. GAZEL 99 Farsça Metin Vezin: Mefâîlün Mefâîlün Feûlün Dil-i men der hevâ-yi rûy-i ferruh Buved âĢufte hemçun mûy-i ferruh Becuz hindû-yi zulfeĢ hîçkes nîst Ki berhurdâr Ģud ez rûy-i ferruh Sâkî, Ferruh‟un o büyücü gözlerinin hatırına erguvan renkli Ģarap ver. Boyum yay gibi iki büklüm oldu da üzüntüsünden Ferruh‟un kaĢları gibi birbirine yapıĢtı. Ferruh‟un amber gibi kokan zülüflerinin kokusu Tatar ceylanlarının miskini utandırır oldu. Herkesin gönlü bir yere meylediyorsa, benim gönlüm de Ferruh‟a doğru akıyor. Ferruh‟a Hâfız gibi kul köle olanların bu yolda gösterecekleri himmete ben de köleyim. Siyâhî nîkbahtest anki dâyim Buved hemrâz u hemzânû-yi ferruh GAZEL 100 Farsça Metin Vezin: Mef‟ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün ġeved çun bîd lerzân serv-i âzâd Eger bîned kad-i dilcû-yi ferruh Bedih sâkî Ģerâb-i ergavânî Be yâd-i nergis-i câdû-yi ferruh Dî pîr-i meyfurûĢ ki zikreĢ be hayr bâd Goftâ: ġerâb nûĢ u gam-i dil beber zi yâd Goftem: Be bâd dehedem bâde nâm u neng Goftâ: Kabûl kun suhan u herçi bâd bâd Du tâ Ģud kâmetem hemçun kemânî Zi gam peyveste çun ebrû-yi ferruh Sûd u ziyân u mâye çu hâhed Ģuden zi dest Ez behr-i in muâmele gamgîn mebâĢ u Ģâd Nesîm-i muĢk-i tâtârî hacil kerd ġemîm-i zulf-i anberbûy-i ferruh Bâdet bedest bâĢed eger dil nihî be hîç Der ma‟razî ki taht-i suleymân reved be bâd Eger meyl-i dil-i herkes be câîst Buved meyl-i dil-i men sûy-i ferruh Hâfız geret zi pend-i hakîmân melâlet est Kûteh kunîm kıssa ki omret dirâz bâd Gulâm-i himmet-i ânem ki bâĢed Çu Hâfız bende vu hindû-yi ferruh Çeviri Çeviri Gönlüm Ferruh‟un yüzünü görme arzusuyla onun saçları gibi karmakarıĢık oluyor. Dün, Allah selâmet versin, yaĢlı meyhaneci dedi ki: ġarap iç ve gönlündeki gamı at kafandan. Dedim: Bâde, ar, namus, her Ģeyimi yele verecek. Dedi: Lâf dinle sen; ne olursa olsun. Bir hindûyu andıran siyah zülüfleri dıĢında kimse Ferruh‟un yüzünden nasibini almıyor. Değil mi ki kâr zarar hesabı, sermaye elden gidecek, bu alıĢveriĢ uğruna üzme kendini; hoĢ tut gönlünü. Onun zencîyi andıran siyah saçları ne talihliymiĢ! Çünkü hep Ferruh‟la sırdaĢ, hep dizdize. Süleyman tahtının bile yele gittiği bu sergide bir hiçe gönül verirsen, sonunda ellerin boĢ kalacak ancak. Eğer selvi onun cazibeli boyunu görecek olsa, kıskançlığından kavak gibi titrer. Hâfız, bilgelerin sözünden usanç geldiyse, kapatalım bu meseleyi; Allah sana uzun ömürler versin. 21 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Arap edebiyatından bir öykü: SUÇ ORTAKLIĞI Ahmed Yusuf AKÎLE1 Türkçesi: Halim ÖZNURHAN2 1 Bir orman köyünde yaĢamaktayız. Bu nedenle her gece kurt ulumaları duyarız. Bu artık bizim için sıradan bir Ģey haline geldi. Ulumalar hiç kimsenin, hatta köyümüzün köpeklerinin bile ilgisini çekmez oldu. AnlaĢıldığı kadarıyla kurtlar ulumaktan baĢka bir Ģey bilmiyorlardı... Ama köpekler havlamanın dıĢında pek çok Ģeyde iyiydiler... Yağcılık ve kuyruk sallama, mahallî dilimizle söyleyecek olursak “yalakalık” iĢini onlardan, özellikle de bizim bölgenin köpeklerinden daha iyi yapan yoktu... Sahiplerine yalakalık edip dururlar, sahipleri değiĢtiğinde hiç tereddüt etmeden yeni sahiplerine yalakalık ederler. Öyle bir yaratılıĢları vardır ki, gelip geçene havlamak, hiç olmazsa koklayıp tanımaya çalıĢmak yerine, iĢi onlara da yalakalık yapmaya kadar vardırdılar. Köpeklerimiz ĢaĢılacak, hatta bazen anlaĢılmayacak derecede cana yakındırlar. Köyümüze zaman zaman uğrayan yabancılara bile yalakalık yaparlar. Onlar “kurtla beraber ye, çobanla beraber Ģarkı söyle” diyen köpek ilkesine göre hareket ediyorlardı. Bu tavırları hakkında söylenebilecek en hafif söz, yaptıklarının ahlâkî bir rezalet; hatta sadakatleriyle bilinen köpek dünyasına hıyanet olduğuydu. ġaĢırdığınızın ve Ashab-ı Kehf ile beraber kutsal görevini yerine getiren ve Kur‟anı Kerim‟de “Ön ayaklarını uzatmıĢ yatıyordu” diye bahsedilen ilk ataları ile bizim köyün köpekleri arasında bir bağ kuramadığınızın farkındayım. Bizim köyün köpekleri hiç bir kutsal görevi yerine getirmez oldular. Eğer günün birinde köpeklerin herhangi bir kutsallıktan nasiplerini alacaklarını söylemek uygun düĢerse, bizim köyün köpeklerinin o kutsallığı kaybettiklerini söyleyebiliriz. Bu nedenle Guraybîl, köyümüzün köpeklerine de, komĢu köylerin köpeklerine de güvenini yitirdi. Köyün kenarında bulunan evini Yazarın “el-Huyûlu‟l-bîd” (Beyaz Atlar, 1998) adlı öykü kitabından “ Tevâtu‟ ” adlı öyküsünün çevirisidir. 2 Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi. 1 22 korumaları için onlara güvenemiyordu. BoĢ yere, on tane köpeği eğitmeye çalıĢtı; ama hepsi de, her zaman rüĢvet almaya hazırdı. Bacadan giren hırsızların attığı küçük kemik parçalarına bile razıydılar... Guraybîl, ihtiyar heyetine danıĢtı... Muhtar, hocadan yardım istemesini tavsiye etti. Hoca bir köpek muskası yazabilir ya da rüĢvetten uzak durması için köpeğin kocaman kulaklarına etkili sözler söyleyebilirdi Guraybîl bu düĢünceyi beğenmedi. Diğer yaĢlılar baĢlarını eğerek düĢündüler. Bir kısmı derin düĢüncelere dalmıĢ baĢlarını ovuyor, bir kısmı da düĢünceye daldıklarını ve tasalandıklarını göstermek için sakallarıyla oynuyordu... Sonunda birinin aklına bir fikir geldi ve Guraybîl‟e yabancı askerlerin köpeklerinden birini almayı önerdi. - Yabancılardan yardım almamız uygun mu? - Yabancıların köpekleri eğitimlidir. Dahası rüĢvet nedir bilmezler. - Çok güzel, dedi Guraybîl. 2 Köpek Polonya‟dandı... Öyle diyorlardı... Ayrıca, adını Diminsky diye çağırdıkları söyleniyordu... Dosyada kayıtlı adı buydu... Fakat Guraybîl bunu uygun bulmadı. Söylenmesi çok zordu. Bu nedenle ona Mennâ adını verdi. Köpeğin yeni adına alıĢması uzun zaman aldı. Ġhtiyar heyeti, orta yolu bulmak için köpeğe Mennaovsky denilmesini önerdiler; fakat bu düĢünce hoĢuna gitmedi. Böylece Diminsky, Mennâ‟ya dönüĢtü. Bu önemli bir sorundu. Köpek köyümüzde oldukça ve özellikle de Guraybîl‟in evine girince, Arapça bir ad alması gerekliydi. Diminsky sözcüğünün Mennâ sözcüğü anlamına gelip gelmediği ise araĢtırılmadı. ArapçalaĢtırma sorununun özü bu değildi. 3 Mennâ evin etrafındaki yerleri daha iyi görebilsin ve aniden karĢılarına çıkarak hırsızları kaçırsın diye çatıya yerleĢtirildi... Guraybîl‟e göre iĢler böyleydi... Köpeği yukarıda, karıları aĢağıdaydı... Bu da, sorunun özü değildi... O, her zamanki gibi Ģekle önem vermezdi... 4 Köyün köpeklerinden biri evin önünden geçti... Mennâ damın üzerinden, anlaĢılmayan DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 kesik kesik hırlamalarla onunla dalaĢtı... Henüz yerel havlamayı bilmiyordu. DalaĢtığını belirten hırlamalarla buna son verdi. Bu kesik kesik havlamaların hakaret ve sövgü içerdiği anlaĢılıyordu. Köyün köpeği ise bunlara kısa bir havlamayla cevap verdi. Mahalli dilimizle, yaklaĢık olarak Ģöyle diyordu: - Kes ulan!.. Mennâ çatının üzeride kendi kendini yerken, onu bırakıp yoluna gitti. 5 Guraybîl, tam bir ayı sakin ve gönül huzuruyla geçirdi. Bu süre zarfında hırsızlar eve yaklaĢamadılar ve olağanüstü bir toplantı yapmak zorunda kaldılar. Birinci hırsız, parmaklarını önünde yatan köpeğin derisi üzerinde gezdirirken Ģöyle dedi: - Bu lanet olası Mennâ gerçek bir engel haline geldi... Önüne zehirli bir et parçası attım; ama lanet olası hayvan kokladı ve yemedi. Zehir kokusunu tanıdığı anlaĢılıyor... Ġkinci hırsız: - Ġçine küçük iğneler yerleĢtirdiğin bir et parçasını önüne attım, dönüp bakmadı bile... Hırsızların lideri: - Bir diĢi bulun... Evet, bir diĢi bulmadan bu sorunun çözümü mümkün değil... Bunu söylerken, ayaklarının dibinde arka ayakları üzerine oturmuĢ köpeği inceliyordu. 6 Öğleden önceydi... Mennâ, bekçilikle geçen zor bir geceden sonra, güneĢin sıcaklığından yararlanarak çatı üzerinde yatıyordu... Evin önüne kıvırtarak yürüyen beyaz bir diĢi köpek uğradı. Durdu... Yukarıya baktı... Cilveli bir Ģekilde havladı. Mennâ‟nın kulakları dikildi. BaĢını aĢağıya doğru uzattı. DiĢi köpek, arka ayakları üzerine oturdu. Sonra bütün güzelliğini açığa vurarak arkası üzeri yattı ve yuvarlandı... Köpeğin bedenini ateĢ sardı... Nazik bir Ģekilde kafiyeli kafiyeli havladı. DiĢi köpek göz kırptı ve kuyruğunu salladı... Bu buluĢmanın sonunda diĢi köpek fısıldarcasına havladı. AĢağı yukarı Ģöyle diyordu: - Gece yarısından sonra sana uğrayacağım. DiĢi köpek, ayrılmadan önce “yaĢayan anıları terk” kapısından iĢemeyi de unutmadı. 7 Gece yarısı oldu... Hırsızlar toplandı. Ġçlerinden biri diĢi köpeğin boynunu okĢadı ve sonra onu evin önüne doğru yönlendirdi. DiĢi köpek yaklaĢtı ve kesik kesik havladı. ġöyle diyordu: - ĠĢte zamanında geldim. Mennâ, inilebilecek bir yer bulabilmek için çatıda döndü durdu... Çatı yüksekti. Ama durum kendini riske atmaya değerdi. Kendini aĢağıya bıraktı, sırtı üzerine düĢtü ve biraz yuvarlandı. Sonra acısını unutarak kalktı ve diĢi köpeği kokladı. DiĢi köpek ona sürtündü ve uzaklaĢmaya baĢladı... Biraz takip etti... Sonra aniden durdu. Hırsızların kokusunu almıĢtı. BaĢını geriye doğru çevirdi ve eve Ģöyle bir baktı. Tereddüt etti... Sonra baĢını çevirdi ve diĢi köpeğin ardından gözden kayboldu. Arap edebiyatından bir öykü: DUMAN GĠDECEK1 Zekeriyâ TÂMĠR Türkçesi: Halim ÖZNURHAN2 Ahmet, sigarasız kalıp yatağın üzerine uzanmıĢ bir et kütlesinden ibaretti. Açık pencereden, yaklaĢmakta olan yazın kokusunu taĢıyan ağır bir esinti üzerine doğru geliyordu. Ahmet, yanında uyuyan eĢini uyandırıp “Semire, bak yaz geldi” demeyi içinden geçirdi. Ahmet yazı severdi; geçen yaz Semire ile evlenmiĢti. Yazı, saçı ve yüzü altın renginde, sert ve Ģefkatli elleri olan, dokunur dokunmaz sarı tarlaları baĢaklarla dolduran ve masmavi gökyüzünde süzülen serçe sürüsüne benzeyen mutluluk oluĢturan bir prens olarak hayal etmek hoĢuna giderdi daima. Ahmet o an, Semire‟nin düzenli Ģekilde yükselen nefeslerini duyabiliyordu. Semire, üzgün ve kızgın uyumuĢtu. Ona, kendisini ziyarete gelen kız kardeĢi ve akrabası bir kızın evlenmesinden uzun uzadıya bahsetmiĢ; birden kocasının kendisini dinlemediğinin farkına varmasıyla üzülmüĢ, öfkeyle bağırmıĢtı: Yazarın, Rabî‟ fi‟r-ramâd (Kül Ġçinde Ġlkbahar, 1963) adlı öykü kitabından, Seyerhalu‟d-duhân adlı öykünün çevirisidir. 2 Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi. 1 23 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 “Çok değiĢtin!..” Sonra daha da kızarak Ģöyle demiĢti: “Artık beni sevmiyorsun.” O an Ahmet, eĢinin geçip giden yıllara meydan okurcasına çocuksu biçimini koruyan yüzüne bakmıĢ; soğuk, boĢ bir sesle Ģöyle demiĢti: “Bana kısaca, yoksul biriyle evlendiğine piĢman olduğunu söyle. Herhalde zengin ailenle yaĢamayı özledin.” Semire öfkeyle cevap vermiĢti: “Sanki onlar utanç verici kimselermiĢ gibi niçin sürekli ailemden bahsediyorsun?” Kendisinin de kızgınlığı artmıĢ ve alaycı Ģekilde cevap vermiĢti: “Sözümü çarpıtma. Senin yararını ve mutluluğunu istiyorum. Benim gibi biriyle evlenmemeni öğütlemediler mi sana?” Karısının yüzü kızarmıĢ, gözlerinde hüzün belirmiĢti. Ahmet o an ona, sigara almak için kendisinden para isteyen ve bir kiĢiyi dövmeye teĢebbüs etmekten hapiste yatan, belalı küçük kardeĢinin cebinde duran mektubundan bahsedebilirdi. Ahmet, parasız ve sigarasızdı. Ahmet, suratı asık ve ağzı kapalı mahpus kardeĢini düĢündü. Sigara içme isteği ona korkunç bir acı çektiriyor olmalıydı. Kanının, etinin ve ağzının, yanan tütünün yükselen dumanını çekmeye arzulu bir çığlık olduğunu hissediyordu. Eve dönmeden önce, caddelerde yürüyen ve sigara içen insanlara bakmıĢtı. Gururu, Ģık giyimli bir adamın önem vermeyen bir hareketle yere attığı sigara izmaritini eğilip yerden almasına engel olmuĢtu. Ahmet aĢağılık duygusuna kapıldı ve durumuna üzüldü. Tüm genç çocuklarını yitirmiĢ yaĢlı bir kadın gibi ağlama arzusuna kapıldı. Böyle bir arzu duymasına da ĢaĢırdı. EĢi “değiĢtin” diye bağırdığı zaman haklıydı. Bir yıl önce “mutlu olacağız” diyordu. Ahmet de onun sözcüklerini Ģevkle tekrarlayan bir yankı oluyordu: “Mutlu olacağız.” EĢinin ailesi, eĢine “onunla beraberken aç kalırsın” diyordu. Ahmet‟in babası sürekli Ģunu tekrarlardı: “Yoksul insan, doğar; büyür büyümez ekmeğin peĢinde koĢmaya baĢlar. Sonra kendisini, bir ayağı çukurda yaĢlı biri olarak bulur.” Annesinin kendisine ve kardeĢlerine söylediği sözleri hatırladı: “Evlatlarım; sakın uyumayın. Sizler bahtsızsınız. Nerede olursanız olun, hayatınız sıkıntılı olacaktır.” 24 Ahmet, uykuya dalmıĢ eĢinin yüzünü seyretti. Ġstemsiz bir hareketle elini omzuna uzattı ve onu dürterek kısık bir sesle: “Semire!.. Semire!..” EĢi silkinip uyandı ve zayıf bir sesle: “Ne oldu?” “Uyuyamadım. Midem sancıyor. Belki sıcak çay iyi gelir.” EĢi homurdanmaksızın kalktı, elektrik lambasını yaktığı zaman uyku sersemliği ve Ģefkat dolu bir yüzle ona baktı: “Hemen gelirim.” Kadın kapıyı açıp, tam odadan çıkacakken Ahmet seslendi: “Semire!..” EĢi ona dönüp sordu: “BaĢka bir Ģey mi istiyorsun?” Ahmet gülümseyerek: “ġu an rahatlama hissettim. Sancım dindi. Dön ve uyu.” Kadın ıĢığı kapattı, yatağa dönüp Ahmet‟in yanına uzandı. Ahmet sordu: “Kızgın mısın?” EĢi hemen cevap verdi: “Hayır, hayır. Hemen kızdım, aptallık ettim.” BaĢını, annesine sığınan bir kız çocuğu gibi kocasının göğsüne koydu. Bu hareketi, kocasının bedeninde tekrar gelen bahara sevinen serçenin Ģarkısı gibi bir sevinç oluĢturdu. Ahmet kendi kendine: “ArkadaĢım çok. Yarın da tatil. Birinden biraz borç para alırım. Bir kısmını kardeĢime gönderirim, kalanını da harcarım” dedi. ġehrin dıĢında yeĢillikler içindeki bir kır bahçesini hatırladı. Semire‟ye seslenerek: “NiĢanlılıyken sıkça gittiğimiz kır bahçesini hatırlıyor musun?” Semire cevap vermedi. Ahmet konuĢmayı sürdürdü: “Yarın oraya gidelim ve günümüzü orada geçirelim. Ne dersin?” Semire‟den cevap gelmedi. Tekrar uyumuĢtu. Ahmet mutluydu ve sigara içme arzusu dinmiĢti. O an, altından sert bir sesle Ģarkı söyleyen bir sarhoĢun geçtiği açık pencereden gelen havanın taĢıdığı gizemli kokuyu soludu. Ahmet, ĢaĢırtıcı bir lezzet bulduğu sarhoĢun sesi uzaktan duyulurken, yavaĢ yavaĢ kendini uykuya bıraktı. DüĢünde yazı gördü. Yaz, kumsalda oynayan altın saçlı, altın yüzlü bir çocuktu. DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 DÜġMANLAR1 Zekeriyâ TÂMÎR Türkçesi: Halim ÖZNURHAN2 1. BAġLANGIÇ: Polis düdüğünü çaldı; sabah güneĢi hemen doğdu ve yaĢlı bir darağacının tahtasına benzeyen sarı renkli ıĢığıyla Ģehrin caddelerini aydınlattı. O zaman, insanlar üzgün ve suratları asık halde uykularından uyandılar. 2. KAYIP GÖKYÜZÜ: Bir caddenin kenarına dikilmiĢ ağaçlardan birinin dalına iki serçe kondu. Sabah güneĢinin doğuĢunu karĢılayarak ötmediler. Yalnızca ĢaĢkın, ürkek gözlerle birbirlerine baktılar. Biri diğerine: - Nereye uçuyoruz? - Gökyüzünü uçaklar istilâ etti. - Bize kafeslerden baĢka yer kalmadı. - Kanatlarımızı kaybedeceğiz. - ġakımayı unutacağız. Ġki serçe gözlerini, gökyüzünden ĢimĢek hızıyla geçen siyah renkli uçağa diktiler; sonra korkuyla birbirlerine baktılar. ġehir onlara, diĢleri olan obur bir ağız gibi göründü. Öldürücü haplar yuttular ve sert, betondan yapılmıĢ kaldırıma düĢüp öldüler. 3. TUTSAKLAR: YaĢlı iki adam, ağır adımlarla caddenin kaldırımında yürüyor ve keder içinde konuĢuyorlardı: - Dünyanın sonu yaklaĢtı. - Durum kötüden de kötü. - Dilekçe yazma zamanı geldi. - Ne dilekçesi? - Allah‟a verilmesi gereken bir dilekçe! - Bu dilekçeye ne yazacağız? - ġunları yazacağız: “Biz aĢağıda imzası olanlar Varlığın Efendisi‟nden ülkemizin sınırlarına konuĢlanacak, düĢmanlarla savaĢacak, bize tutsakmıĢız gibi davranmayacak, en modern silahlarla donatılmıĢ meleklerden bir ordu göndermesini istiyoruz.” - Ġsteğimiz yerine getirilmezse ne yapacağız? Yazarın “en-Numûr fi‟l-yevmi‟l-„âĢir” (Onuncu Günde Kaplanlar) adlı öykü kitabından “el-A„dâ” adlı öyküsü. 2 Doç.Dr., Erciyes Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi. 1 - BeĢ vakit namazla sorumlu tutulmamamızın onaylanmasını isteyen ikinci bir dilekçe vereceğiz. - Bu da onaylanmazsa? - O zaman da oruçla sorumlu tutulmamamız onaylanacaktır. Allah merhametli, Ģefkatlidir. 4. ĠNTĠKAM: Okulun bahçesine çok sayıda çocuk toplanmıĢ, hevesle yeni bir oyun oynuyorlardı. - Ben Tarzan‟ım. - Ben Anter‟im3. - Ben milyonerim. - Ben atom bombası mucidiyim. - Ben polisim. - Ben uçak mucidiyim. Çocuklar uçak mucidi olduğunu söyleyen çocuğun üzerine çullandılar. Çocuğu, o yardım çığlıkları atarken, tekmelemeye, tokatlamaya, yumruklamaya baĢladılar. 5. ERKEKLER: “Bizi, tehlike anında rüzgar gibi öne atılıp kurtulan ve ölmeyen erkekler olarak yarattığı için Allah‟a Ģükürler olsun. Bizi evde oturup, düĢman bombalarının sanki eski çoraplarmıĢız gibi yakıp kül ettiği kadınlar olarak yaratmayan Allah‟a Ģükürler olsun. Kendisinden baĢka Ģükür edilmeye layık bir varlık olmayan Allah‟a Ģükürler olsun...” 6. TEHLĠKE: Bir astrologa gelecekte neler olacağı soruldu. O da, tereddüt etmeden Ģunları söyledi: “Büyükler yok olacak. Küçükler yok olacak. Kediler, kuĢlar, çimenler yok olacak. Evler, kitaplar, bayraklar yanacak. Okullardaki sıralar ve okul duvarlarına asılı portreler kül olacak. Napalm, gülüĢleri, Arap dilini ve baĢakları silip süpürecek, hastaneleri yıkacak, fabrikaları yerle bir edecek, parkları harap edecek. Kadınlar caddelerde giysisiz dolaĢacaklar.” Bu kehanet bir kitapta ayrıntılı olarak yayınlanınca, ülkelerine samimiyetle bağlı olan kimseler, kadınların baĢına gelecek olana karĢı çıkmakta fikir birliğine vardılar ve bu çirkin tehlikeyi bertaraf etmek için canlarını ve mallarını feda edeceklerini açıkladılar. Anter (d.525 – ö.615): Halk arasında bu kısaltılmıĢ adla anılan, Ġslam öncesi dönemin efsanevî Ģair ve savaĢçısı. Asıl adı Antere b. ġeddâd‟tır. (Ç.N.) 3 25 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 7. CENNET: Namaz kılmaya hazırlanmakta olan adamlar cami imamının etrafında kaygıyla toplanmıĢlardı. Ġçlerinden biri titreyen bir sesle sordu: - Ġmam efendi, cennette uçak bulunacak mı? - Cennette uçak bulunmayacak. Adamlar rahat bir nefes aldılar ve sevinçle: - Allah‟a Ģükür, dediler. 8. SÖYLEV: “Vallahi, düĢmanlarımız karĢı sessizliğimiz zayıflığımızdan değil, onları küçümsememizden, mağrurluğumuzdan, onları önemsemediğimizden ve kendimize güvenimizden kaynaklanıyor. Bize „petrolünüzü istiyoruz‟ dediler, bizde „petrolümüzü alın, biz Hatem et-Tâî1‟nin torunlarıyız‟ dedik. Aykırı düĢüncelere karĢı kapsamlı bir savaĢ ilan edin dediler, bizde zaten savaĢçı olduğumuzu söyleyip darağaçları hazırladık ve hapishaneler yaptık. Bir Ģehrimizi iĢgal etmek istediler, bizde buna önem vermediğimizi kanıtlamak için onlara Ģehirler verdik. Uçaklar ve bombalara sahip oldukları zaman ise, biz dosdoğru ahlâka ve göksel ilkelere sahip olduk. Bizim sahip olduklarımızla onların sahip oldukları arasında dağlar kadar fark var. Bizler güçlüyüz; çünkü mâneviyat ve hak ile silahlandık, geçici olan madde ve yok olan batıl ile değil...” 9. KURTARICI NĠġAN: Arap dili, savaĢtaki yenilgiyi zafere dönüĢtürmeye katkısından dolayı en yüksek niĢanı kazanmayı hak etti. Arap dili, yenilgiyi geri çekilme, geri çekilmeyi direniĢ, direniĢi kahramanlık, kahramanlığı da zafer diye adlandırdı. Böylece düĢmanları yenmiĢ olduk. Onların, Arap dilinin öldürücü potansiyelini bilmeyen beĢinci kollarını da yeneceğiz. 10. NĠÇĠN? Öğrenci öğretmenine sordu: - Ġnsanla hayvan arasında ne fark vardır? Öğretmen, öğrencisine cevap verdi: - Hayvan konuĢamaz, insan ise konuĢur. Öğretmen yalan söylemiyordu. Radyo, televizyon ve gazetelerde çalıĢan bizler çok iyi konuĢuyoruz. Hatem et-Tâî (ö. 605): Ġslam öncesi dönemde cömertliğiyle meĢhur Ģair ve kabile lideri. (Ç.N.) 1 26 Yeri göğü Yaratan‟a bize konuĢma yeteneğini bağıĢladığı için minnet ve Ģükranlarımızı sunuyoruz. KonuĢmanın yararı sayılamayacak kadar çoktur. DüĢmanla savaĢımızda dilimiz önemli bir rol oynadı. DüĢmanları cesaretle karĢıladı, uçaklarını düĢürdü, tanklarını yerin dibine geçirdi ve askerlerini öldürdü. Nasıl oldu da, dilimiz kahramanca savaĢmasına rağmen yenildik? 11. YOKSULLARIN YOK OLUġU: VatandaĢ Süleyman el-Kâsım acıktı. Ülke yönetimini öven ve yoksulluğu yok etmek için gösterdiği çalıĢmaları sayıp döken makalelerle dolu gazeteleri yedi. Doyduğunda, kullarına rızkı bağıĢlayan Allah‟a Ģükretti ve gazetenin yazdıklarına derinden inandı. 12. RADYO PROGRAMI: Spiker: Adınız nedir beyefendi? Genç: Abdulmunim el-Halebî. Spiker: Evli misin? Genç: Bekarım. Spiker: Ne iĢ yapıyorsun? Genç: ÇalıĢmıyorum. Spiker: Niçin çalıĢmıyorsun? Zengin misin, yoksa çalıĢmaktan mı hoĢlanmıyorsun? Genç: Zengin de değilim, çalıĢmaktan hoĢlanmıyor da değilim? Yıllardır iĢ arıyorum. Spiker: GerçekleĢmesini arzuladığın hayalin nedir? Genç: ġu an ölmek! Spiker: Sayın dinleyiciler. Abdulmunim elHalebî Bey‟in çok yurtsever birisi olduğunda kuĢku yok. Gördüğünüz gibi, ileri doğru giden, geliĢen toplumumuzun kalkınmasına katkıda bulunamadığı için kendini cezalandırmak istiyor ve ölmeyi arzuluyor. 13. ÇOCUKLAR: Küçük çocuk annesine sordu: - Gözler ne iĢe yarar? Annenin suratı asıldı. Çocuğuna kuĢkuyla ve dikkatle baktı: - Gözler ülke liderlerinin portrelerine saygı ve sevgiyle bakmak için yaratılmıĢlardır. Çocuk: - Ya kulaklar? Anne, korkusu artmıĢ Ģekilde: - Kulaklar resmî emirleri ve politik söylevleri dinlerler. Çocuk: - Ya dil ne iĢe yarar? DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Anne: - Dilin, diĢlerin çiğnediği yemeği yutmaya yardım etmekten baĢka bir iĢlevi yoktur. Anne güçlü bir korkuya kapılmıĢ titrerken, çocuk anlamlı anlamlı gülümsedi. 14. KAHRAMAN: Televizyon spikeri: - Sayın Halid b. Velid1, sevgili seyircilerimize nasıl kahraman olduğunuzu anlatır mısınız? Halid b. Velid: - Andros Kaynar Tableti sayesinde kahraman oldum. Her sabah Andros Tabletinden iki kaĢık eritip, iki bardak suyla içerim. Andros Tableti, bildiğiniz gibi karaciğeri canlandırır, bağırsakları temizler, bedeni güçlendirir ve zihni açar. 15. AġK: Ġstediğin gibi ara sayın polis. EĢim, yıkıcı politik yayınları basan bir matbaa değildir. GülüĢü de emperyalist bir komplo değildir. Onun devlet yönetimini açıkça eleĢtirdiğini ortaya koyamazsın. Ben, ona aĢık olmadan önce, ülkede Ģu an hüküm süren yönetim hakkındaki görüĢünü özellikle sordum; o da hemen yönetimi çok sevdiğini söyledi. O zaman da ben, kalbimin bu bilinçli vatandaĢa aĢık olmasına izin verdim. Onu ilk kez öptüğümde, halkın mücadelesini destekleyen bir yürüyüĢte alkıĢ tutuyor, slogan atıyormuĢuz gibi beraberce titredik. Sayın polis, ülkeye bizden daha fazla bağlı kimse bulamazsın. 16. SUÇ: Ben, diğer yoksul yurttaĢlardan farklı olmayan birisiyim. Elbisem onların elbisesi, midem onların midesi gibidir. Ben de onlar gibi korkuyorum. Devlet bana, sahip olduğu bir fabrikada çalıĢma Ģerefini bağıĢladığında, ben bu bağıĢın değerini bilemedim. Birkaç ay sonra, düĢmanlara karĢı verilen savaĢın gerektirdiği parayı görmezden gelerek ve kemer sıkmayı emreden resmî buyruklara aykırı olarak maaĢımın artırılmasını istedim. Ġsteğim yerine getirildiği taktirde ülkeme ne kadar zarar vereceğime hiç dikkat etmedim. Eğer maaĢımda artıĢ olsaydı, devletin parası azalırdı; devletin parası azalırsa viskiye, kadın elbiselerine, arabalara, köĢklere 1 Halid b. Velîd (ö.648): Ġlk devir Ġslam ordularının en önemli kahramanlarından ve kumandanlarındandır. (Ç.N.) ödenen paralar azalırdı. Viski azalır, kadınlar darılır, araba ve köĢkler görkemli olmazsa, ülke yöneticilerinin daha az mutlu olacakları tarihsel olarak ve objektif Ģekilde kanıtlanmıĢtır. Yöneticilerin mutluluğu azalınca da moralleri bozulur, açıklamaları, söylevleri, konuĢmaları durgun, sıkıcı, düĢmana korku salmayan bir hal alır. Bundan dolayı, maaĢımın artırılmasını istediğim zaman, düĢmana hizmet etmiĢ ve ülkemize açtığı psikolojik savaĢında baĢarı kazanmasına katkıda bulunmuĢ oldum. Bu durumda en büyük cezaya çarptırılmalıyım. NOT: Bu ani bilinçlenmemin, polis karakoluna götürülmemle bir ilgisi yoktur; çünkü orada bana üretimi artırmayı hedefleyen önerilerimden baĢka bir Ģey sorulmadı. 17. YÖNETĠCĠLER: Polis dirseklerini nehrin kenarındaki çitin üzerine yasladı ve sert, katı bir sesle bağırdı: - Nehir! - Kim sesleniyor? - Ben sesleniyorum. - Sen kimsin? - Ben polisim! Nehrin suları titredi. Polis konuĢmasını sürdürdü: - Eğer kovulmamak ve ömrünün geri kalanını sürgünde geçirmemek istiyorsan, yazılı olarak politikaya karıĢmayacağına söz vereceksin. - Ama bu ülke, benim ülkem. Polis kuru bir ifadeyle: - Hapse girmek mi istiyorsun? Nehir, yöneticilere itaat edeceğini ve bağlı kalacağını bildirerek polisin isteğini yerine getirdi. 18. TURĠSTLERĠN SEVDĠĞĠ VATAN UĞRUNA: Ġlgili kiĢiye: Bizler, dar, karanlık bir boğazda yaĢayan bitkin yaratıklar olarak Ģunları talep ediyoruz: 1. Bedenimize ıĢık ve hava bağıĢlanması için, elbise parasından tasarruf edilerek çıplak dolaĢmamıza izin verilmesini; 2. Hayatımızı ıstıraba çeviren, yurttaĢlığımıza bir yararı olmayan midelerimizin ameliyatla alınması amacıyla ücretsiz devlet hastanelerinin kurulmasını; 3. YurttaĢları hain yaptığı kanıtlanmıĢ olan, gören göz, iĢiten kulak, konuĢan dil, düĢünen akıl ve düĢünmeyen akıl içeren baĢlarımızın kesilmesini talep ediyoruz. 27 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 19. ÖLÜLERĠN ZĠNCĠRLERĠ: Bir adamın bir kadına aĢık olduğu anlatılır. Ama kadın adamla evlenmekten kaçınıyordu. Adam ĢaĢkınlık içerisinde sordu: - Sürekli beni sevdiğini söylemene rağmen, niçin evlenme teklifimi reddediyorsun? Kadın: - Seni seviyorum; ama sen atalarının ölülerini gömmeyen bir ailedensin. Odaları ceset dolu bir evde seninle beraber yaĢamamı nasıl istersin? Adam bir süre düĢündü ve sonra: - Haklısın. Ölülerin yeri, dirilerin evi değil mezarlardır, dedi. Adam, atalarının cesetlerini gömmek için derin bir çukur kazdı; ama atalarının ve düĢmanlarının hayaletleri onu zincirlere vurdular ve daha önce kazdığı çukura gömdüler. Kadın ağlamadı; sadece erkeğinin kılıcını bileyip düĢmanları ve atalarıyla savaĢmak için dönüĢünü ümit kesmeksizin bekledi. 20. GÜNEġLER VE AYLAR: YaĢayan korkak, ölmüĢ cesurdan iyidir. Güçlü eli öp, içinden kırılması için dua et. Köpekten bir Ģey istediğinde “saygıdeğer köpek” de. Ġlk itaat eden, son isyan eden ol. Ġtaat edilmeyecek kimse de görmüyorum. Söz gümüĢse, sükût altındır. Kanaat tükenmez hazinedir. Haset eden mutlu olmaz. Sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Yöneticilere itaat et. Dar geçitte yürüyen, hedefine ulaĢır. 21. GÜLEN ÇOCUKLAR: Bir gün kral, tarlada oynayan çocuklar gördü. NeĢeyle gülüyorlardı. Onlara sordu: - Niçin gülüyorsunuz? Bir çocuk: - Gülüyorum, çünkü gökyüzü mavi. Ġkinci çocuk: - Gülüyorum, çünkü ağaçlar yeĢil. Üçüncü çocuk: - Gülüyorum, çünkü serçeler uçuyorlar. Kral gökyüzüne, ağaçlara, serçelere baktı. Onların gülmediğini gördü. Çocukların gülüĢlerinin, krallığının saygınlığıyla alay etmekten baĢka bir amacının olmadığını düĢündü. Sarayına döndü ve ülkesinde gülmeyi yasaklayan bir emir çıkardı. YaĢı büyük insanlar itaat ettiler; yalnız çocuklar kralın emrine aldırmadılar ve gülmeye devam ettiler; çünkü ağaçlar yeĢildi, gökyüzü maviydi ve serçeler uçuyorlardı. 28 22. RÜġVET: Semtin erkekleri bir toplantı yaptılar, orada din ve dünya iĢlerinden bahsettiler. Beyaz sakallı bir adam onları suçlar bir dille Ģöyle diyordu: - SavaĢta düĢmanlarımızı yenemememiz, sadece dosdoğru dinimizden uzaklaĢmamız nedeniyledir. Bu yenilginin bir ceza ve uyarı olduğunu anlayın. ĠĢlediğiniz günahlar nedeniyle ceza; afetler ve felaketlerle dolu bir gelecek için uyarı. Semt sakinlerinden biri yüksek sesle sordu: - Ne yapalım? Bize öğüt ver. Sakallı adam: - PiĢman olarak, tövbe ederek, bağıĢlanmamızı ve sonumuzun hayırlı olmasını dileyerek dininize dönün. Bir adam: - Fakat biz namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, kimseye zarar vermiyoruz, sabah akĢam Allah‟ı anıyoruz. Sakallı: - Yaptıklarınız yetmez. Allah sözcüğünün yükseldiği bir cami yapmanız gerekir. - Ama cami yapımı çok para gerektirir, bizler yoksuluz. Sakallı adam öfkeyle: - Yazıklar olsun size. Kazandığınız paraları geçici olan dünya iĢlerine harcarken, cami için hiç yoktan bahaneler bularak yapamayacağınızı mı söylüyorsunuz?! Dünya hayatını, Allah‟ın rızasından üstün tutanların sonu kötü olur. Adamlar utanarak baĢlarını öne eğdiler. Semt halkı uzun süre aç kaldı; ama düĢman uçaklarını parçalamak için gökyüzüne fırlayacak gibi duran, öfkeli bir mızrağa benzeyen bir minaresi olan cami yaptılar. 23. SORGULAMA: Savcı beĢikteki çocuğa Ģöyle dedi: - Sakın yalan söyleme. ArkadaĢların hakkında bildiğin her Ģeyi söyle. Çocuk cevap vermedi. Savcı usandı ve çocuğa kızgın bir dille: - KonuĢmayı reddetmeye mi kalkıĢıyorsun? Çocuk ağladı. Savcıya bıkkınlık geldi. Adamlarının çağırılmasını emretti. Onlarda hemen kılıçlar ve yıldızları ölü bir geceyle geldiler. 24. VASĠYET: YaĢlı adam ölmek üzereydi. Etrafına çok sayıda hüzünlü çocuğu ve torunu toplanmıĢtı. Yorgun gözleriyle, sararmıĢ yüzlerini ve eskimiĢ DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 elbiselerini süzdü. Onlara kısık, titreyen ve üzgün bir sesle: - Size yarar sağlayacak bir Ģey bırakamadan öleceğim, dedi. Sözünü sürdürmek istedi; fakat ani, keskin bir baygınlık geldi ve onu susmaya zorladı. Gözlerini kapadı. Titreyerek, hayıflanarak çocuklarına ve torunlarına Ģöyle dedi: - Çocuklarım, torunlarım. Hayat gariptir. Kötü, ayıp ne varsa yapın. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarın. Darağacının sicimi baĢınıza geçirilecek bile olsa, doğruyu söylemeyin. Yalan söyleyin. Zenginlere ve makam sahiplerine dalkavukluk edin. Önemsiz, sığ, boĢ, soytarı adamlara yağ çekin. Parlak gelecek onlarındır, baĢkalarının değil. Yeni geleni, yükseleni alkıĢlayın. Gidene, yıldızı sönene sövün. Ġçki için. Namaz kılmayın. Oruç tutmayın. Kimseye iyilik yapmayın. Kuzey olun, güney olun, batı olun, doğu olun. Kitapları küçümseyin. Bir yöneticinin gülümsemesi, bin kitaptan daha iyidir. Zayıfla, yoksulla savaĢın. Güçlünün kuvvetlinin eĢiğinde alçalarak uyuyun. Övgüye layık olmayanı övün. Köpeklerin havlamasını coĢkuyla alkıĢlayın. Bülbül sesi duyulmasın diye davul çalın. Ölüme yaklaĢmıĢ adam Ģiddetli bir öfkeye kapıldı. Sözüyle ne kastettiğini haykırmaya çalıĢtı; ama o an ölüm geldi. YaĢlı adam acı ve üzüntüyle dolmuĢ halde sustu. Öğretmen: - Ġlkbaharda her yeri yeĢil renk kaplar. Ġlkbahar geldi. Yeryüzü yeĢil otlar ve çiçeklerle bezendi. Fakat, anneler ve Ģehirler matem elbiselerini giyiyorlardı. Öğrenciler bağırdı: - Yaz! Öğretmen: - Yaz, hasat mevsimidir. Yaz geldi. Ama toprak buğday baĢağı vermedi. Sadece yeni uçaklar ve ikinci kez ölmeye arzulu adamlar bitirdi. 26. NĠHAYET: Rengi solmuĢ bir adam, intikam alır gibi bir hareketle bıçağını kabzasına kadar yere sapladı. Sonra kulağını yere dayadı. DehĢetle çığlık attı: - Yer ağlıyor. Sonra kulağını ikinci kez yere dayadı. Sevinç dolu bir sesle haykırdı: - Öldü. Kulağını üçüncü kez yere dayadığında, düzenli bir Ģekilde yere vuran asker postallarının sesinden baĢka bir Ģey duymadı. 25. SON: Öğretmen küçük öğrencilerine Ģöyle dedi: - Size daha önce öğrettiğim gibi yıl dört mevsimden oluĢur. Bunlar nedir? Öğrenciler bağırdı: - Sonbahar! Öğretmen: - Sonbaharda ağaçların yaprakları sararır, toprak sürülür ve bulutlar gelir. Sonbahar geldi. Ağaçların yaprakları sarardı. Sonra, savaĢta ölüp mezara gömülmeyenlerin cesetlerini örtmek için yapraklar dökülmeye baĢladı. Öğrenciler bağırdı: - KıĢ! Öğretmen: - KıĢın yağmur yağar ve toprağı sular. KıĢ geldi. Uçaklarımızın enkazı ve masum insanlarımızın ölüleri toprağa tohum oldu ve üzerilerine bol bol yağmur yağdı. Öğrenciler bağırdı: - Ġlkbahar! 29 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Arap edebiyatından bir öykü: ZA’BELÂVÎ1 Necib MAHFUZ Türkçesi: AyĢe GÜT2 ġeyh Za‟belâvî‟yi bulmam gerektiğine sonunda ikna oldum. Adını, ilk kez bir Ģarkıda duymuĢtum: “Dünyaya ne oldu, ey Za‟belâvi Durumunu düzensizleĢtirdiler, arılığına tuz kattılar.” Bu, çocukluğumda meĢhur bir Ģarkıydı. Her Ģeyi soran çocuklar gibi bir gün aklıma onu babama sormak geldi ve sordum: - Babacığım, Za‟belâvî kimdir? Cevabı anlayabileceğimden kuĢku duyan, tereddütlü bir bakıĢla beni süzdü; fakat Ģöyle dedi: - Onun bereketi seni kuĢatsın. Allah dostlarından sadık bir velidir. O olmasaydı, kederden ölürdüm. Bunu izleyen yıllarda onun iyi biri, Allah dostu olduğundan ve kerametlerinden bahsedildiğini, en güzel Ģekilde övüldüğünü duydum. Günler geçti, baĢıma birçok hastalık geldi. Çok sıkıntı çekmeden ve imkânlarım ölçüsünde harcama yaparak bu hastalıklara çare buluyordum. Sonunda, kimsenin çare bulamadığı bir hastalığa yakalandım. Tüm kapılar yüzüme kapandı ve ümitsizlik beni kuĢattı. Aklıma çocukluğumda duyduklarım geldi ve kendi kendime “Niçin ġeyh Za‟belâvî‟yi aramıyorum” diye sordum. Babamın, onunla ġeyh3 Kamer Buhan Cafer‟in evinde tanıĢtığını söylediğini hatırladım. Bu Ģeyh, Ģer‟i avukatlıkla meĢgul olan din adamlarındandı. Onun evine gidip, hâlâ orada kalıp kalmadığından emin olmak istedim ve evin altındaki fûl4 satıcına sordum. Adam bana ĢaĢkınlıkla baktı ve: - ġeyh Kamer mi?! Uzun süre önce semtten ayrıldı. Garden City‟de kaldığı söyleniyor. Ofisi, Ezhâr Meydanındadır. Ofisin adresini telefon defterime kaydettim. Hemen, ticari büroların bulunduğu binaya gittim ve yanına girmek için izin istedim. Yazarın “Dünyallah” (Dünya Hali, 1963) adlı öykü koleksiyonundan “Za‟belâvî” adlı öyküsünün çevirisi. 2 Erciyes Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi. 3 Mısır‟da Ģeyh kelimesi, tarikat Ģeyhi yanında velî, bir semtin ileri gelen kimsesi, saygın kiĢi, muhtar anlamlarında da kullanılır. (Çevirenin Notu) 4 PiĢmiĢ bakla ve yağ ile hazırlanan bir yemek. 1 30 UyuĢturan bir sihir gibi keskin bir kokuyla beni sarhoĢ eden güzel bir kadının dıĢarı çıkıĢının ardından içeriye girdim. Beni gülümseyerek karĢıladı. Oturmamı iĢaret etti. Lüks bir deri koltuğa oturdum. Ayaklarım, ayakkabım kalın olmasına rağmen halının yumuĢaklığını ve nefisliğini hissetti. Adam modern bir elbise giymiĢti ve sigara içiyordu. Kendisine ve servetine güvenen biri gibi oturuyor; sıcak, hoĢ bir Ģekilde bana bakıyordu. Beni müĢteri sandığından emindim. Onun değerli zamanını aldığım düĢüncesinden dolayı beni sıkıntı bastı. Beni konuĢmaya teĢvik ederek Ģöyle dedi: - HoĢ geldin. Sıkıntılı duruma bir son vermek için Ģöyle dedim: - Ben, eski dostunuz ġeyh Ali Tetavî‟nin oğluyum, dedim. BakıĢları durgunlaĢtı. Tamamen de durgunlaĢmamıĢtı; çünkü müĢteri olduğum ümidini tamamen yitirmemiĢti. ġöyle dedi: - Allah rahmet etsin; iyi bir adamdı. Beni oraya getiren acının verdiği güçle orada kalma cesareti buldum ve Ģöyle dedim: Veli Tayyib bana, sizin yanınızda karĢılaĢtığı Za‟belâvî adında kutlu bir kiĢiden bahsetmiĢti. Efendim, eğer yaĢıyorsa onu arıyorum. Gözleri iyice durgunlaĢtı. Beni ve babamın hatırasını kovsaydı ĢaĢırmazdım. KonuĢmayı sona erdirmeye karar vermiĢ bir ifadeyle Ģöyle dedi: - Bu eski zamanlardaydı. Neredeyse bugün hatırlamıyorum. Gitmeye karar verdiğimden emin olması için ayağa kalktım ve ona sordum: - Gerçekten velî miydi? - Onu bir mucize olarak görürdük. Gideceğimden iyice emin olması için hareket ederken sordum: - ġimdi onu nerede bulabilirim? - Bildiğim kadarıyla Ezher‟de Rub‟ulBecâvî‟de kalıyor. Ağzını bir daha açmayacağını belli eden bir hareketle masasının üzerindeki kâğıtlara kapandı. BaĢımı eğerek teĢekkür ettim; kendisini rahatsız ettiğim için defalarca özür diledim ve baĢımın içindeki vızıltıdan baĢka dünyaya ait bir ses duymaz bir Ģekilde ofisinden ayrıldım. Üst üste yığılma seviyesinde bulunan Rub‟ul-Becâvî‟ye gittim. Orayı eski ve yıpranmıĢ bir Ģekilde buldum. Adını korumasına karĢın mezbele olarak kullanılan tarihi bir giriĢ ve avludan baĢka bir Ģey yoktu. Bir adamın, eski dinî ve tasavvufî kitapların satmak için çatıda DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 edindiği bir giriĢ vardı. Adam, ufak tefekti, adam müsveddesi gibi zayıftı. Ona Za‟belâvî‟yi sorduğumda kısık, parıltılı gözlerle bana baktı ve ĢaĢkınlık içinde: - Za‟belâvî mi?! Aman ya Rabbî! Ne kadar zaman geçti! Gerçekten kalmaya uygun durumdayken burada kalmıĢtı. Çoğu zaman yanımda oturur ve geçmiĢ günlerden bahsederdi. Onun nefesiyle bereketlenirdim. Ama kim bilir o bugün nerede? Üzüntüyle omzunu salladı ve gelen bir müĢteri görünce beni bırakıp hemen ona yöneldi. Semtte bulunan dükkân sahiplerine sormaya baĢladım. Çoğunluğun onu hiç duymadığı açığa çıktı; diğerleriyse Ģu anki yerini bilmeseler de o tatlı günlerin geçip gitmiĢ olmasına üzülüyorlardı; bazıları da hiç değer vermeden onunla alay ediyor, bir hilebaz olduğunu söylüyorlardı ve sanki yapmamıĢım gibi doktora gitmemi öğütlüyorlardı. Artık ümitsiz bir halde eve dönmek zorunda kaldım. Günler, havanın bulanıklığı gibi geçip gitti. Acım arttı ve bu duruma daha fazla katlanamayacağımı anladım. Tekrar Za‟belâvî‟yi aramaya, adının eskiden beri nefsimde yaydığı umutlara bağlanmaya baĢladım. O an aklıma semtin muhtarına gitmek geldi. ĠĢin baĢında bunu nasıl düĢünmediğime ĢaĢırdım. Ofisi masa ve telefondan baĢka bir Ģey olmayan bir dükkândan ibaretti. Ofisinde çizgili bir cilbabın üzerine ceket giymiĢ halde oturuyordu. Ben girince yanında oturan adamla konuĢmasını kesmedi. Adam gidinceye kadar ayakta bekledim. Sonra bana baktı. Bilinen kurallarla kilidini açmalıyım dedim. Hemen yüzüne sevimlilik yayıldı ve oturmamı isteyip ne istediğimi sordu. Ben de: - ġeyh Za‟belâvî‟ye ihtiyacım var, dedim. Daha öncekiler gibi o da beni ĢaĢkınlıkla süzdü. Altın kaplı diĢlerini göstererek gülümsedi ve Ģöyle dedi: - Ne olursa olsun ölmemiĢtir, yaĢıyordur. Ama belli bir yeri yoktur. O bir muammadır. Belki hiç umulmadık Ģekilde buradan çıkarken karĢılaĢırsın; belki de günleri, ayları boĢ yere onu arayarak geçirmiĢ olursun. - Siz de mi bulamazsınız? - Ben bile! O, akılları hayrete düĢüren bir adamdır. Ama hâlâ yaĢıyor olduğu için Allah‟a hamdet. Bir süre bana baktı; sonra fısıldadı: - Durumun zor görünüyor. - Cidden... - Allah yardımcın olsun. Ama niçin tıbba baĢvurmuyorsun? Masasına bir kâğıt koydu; beklenmedik bir sürat ve ustalıkla semtin mahalleleri, sokakları, caddeleri ve meydanlarının kapsamlı bir krokisini resmetti. Kâğıda beğeniyle baktı; sonra Ģöyle dedi: - Burası evler; burası aktarların yeri; burada ise bakırcıların yeri, Hanı Halîlî, karakol ve itfaiye var. Kroki en iyi yol göstericidir. Kahvehanelere, zikir halkalarına, mescitlere, tekkelere, YeĢil Kapıya dikkat et. Bazen dilencilerin arasına gizlenir; onlardan ayırt edilemez. Gerçekten de onu yıllardır görmedim. Dünya iĢleri onu unutturdu. Onu sorman, beni gençliğimin güzel yıllarına götürdü. ġaĢkınlıkla haritaya bakmaya baĢladım. Telefon çaldı ve ahizeyi kaldırırken cömert bir tavırla bana Ģöyle dedi: - Bunu al. Biz hizmetindeyiz. Haritayı katlayıp yanından ayrıldım. Meydanı caddeyi çıkmaz sokağı tüm semti karıĢ karıĢ dolaĢmaya baĢladım. Oraları bilen herkese soruyordum. Sonunda semt halkından bir ütücü bana Ģöyle dedi: - Ummu Gulâm‟da Hattat Hüseyin‟e git, onun arkadaĢıdır. Ummu Gulâm‟a gittim. Hüseyin Amca‟yı dar, derinliğine uzun, içi levhalar ve boya kutularıyla dolu köĢelerinden etrafa tutkal ve esans karıĢımı garip bir koku yayılan bir dükkânda çalıĢır halde buldum. Hüseyin Amca “Allah” adı üzerine gümüĢle yazılmıĢ, duvara dayanmıĢ olan bir levhanın önündeki postun üzerine bağdaĢ kurmuĢ oturuyordu. Saygı götserilmeyi hak edecek Ģekilde kendini harfleri süslemeye kaptırmıĢtı. Onu rahatsız etmemek için, daha doğrusu hünerli elinden gelip yeteneğine yayılan ilhamın feyzini kesmemek için arkasında durup bekledim. BekleyiĢim ve ilgim uzun sürdü. Birden yöreye has bir yumuĢaklıkla sordu: - Evet? Varlığımdan haberdar olduğunu anladım. Kendimi tanıttım ve: - Bana ġeyh Za‟belâvî‟nin arkadaĢı olduğunuz söylendi. Ben, onu arıyorum. ĠĢini bıraktı ve ĢaĢkınlıkla beni inceledi. Sonra iç çekerek: - Za‟belâvî mi?! Sübhânallah! Hayıflanarak sordum: - O sizin arkadaĢınız, öyle değil mi? - Bir zamanlar öyleydi. Bilmece gibi bir adamdır. Onun yakının olduğunu sanacağın 31 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 ölçüde yanına gelip gider; sonra hiç yanında olmamıĢ gibi kaybolur. Ama evliya kınanmaz. Elektriğin kesilmesiyle lambanın aniden sönüĢü gibi, ümitler de birden tükenmiĢti. Adam: - Resimler arasında onu da resmettiğimi düĢündürecek kadar sürekli benim yanımdaydı. Fakat Ģimdi kim bilir nerededir? - Herhalde hayattadır? - KuĢkusuz sağdır. Onun eriĢilmez bir zevki vardır. Sayesinde en güzel levhalarımı yaptım. Ümidin küllerini silecek bir sesle Ģöyle dedim: - Allah biliyor ki ona ihtiyacım var. Kendisi için yola düĢülen sıkıntıları siz iyi bilirsiniz. Yüzü parıldayarak gülümsedi ve: - Evet... Evet, Allah Ģifâ versin. Gerçekten de o, anlatıldığı gibi bir adamdır; hatta anlatılanlardan daha da fazla... Elini sıkıp, istemeye istemeye ayaklarımı hareket ettirdim ve gittim. Orada uzun süre yaĢamıĢ olanlara ve semti iyi bilenlere sorarak semtin doğusunda batısında dolaĢtım; sonunda bir acıbakla satıcısı kısa bir zaman önce onunla meĢhur bestekâr ġeyh Câd‟ın evinde karĢılaĢtığını anlattı. Bestekârın TumbeĢkiye‟deki evine gittim. Orasının yöreye has, Ģık, her tarafı tarihi eserlerle dolu bir ev olduğunu gördüm. Bestekâr, bir kanepede oturuyor, çağımızın en güzel nağmelerini içinde gizleyen meĢhur udu yanında duruyordu. O sırada, evin içinden havan sesi ve çocukların patırtısı geliyordu. Ona selam verip kendimi tanıttığımda tatlı bir Ģekilde karĢılaması ve karakterime göre davranması bana kendi evimdeymiĢim gibi hissettirdi. Ne sözle, ne de ima ile oraya geliĢ nedenimi sormadı; soruyu maskelediğini ya da gizlediğini de hissetmedim; nezaketine ve insanlığına hayran oldum. Kendimi mutlu ve iyi hissederek Ģöyle dedim: - ġeyh Câd, kadın ve erkek Ģarkıcılardan dinlediğim sanatınızın aĢıklarındanım. Gülümseyerek: - TeĢekkür ederim dedi. Utanarak Ģöyle dedim: - Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Bana, Za‟belâvî‟nin arkadaĢınız olduğu söylendi. Ona çok ihtiyacım var. KaĢlarını ilgiyle çattı ve: - Za‟belâvî mi?! Demek, senin ona ihtiyacın var! Allah yardımcın olsun. Acaba Za‟belâvî nerededir? Kaygıyla sordum: - Sizin yanınıza uğramıyor mu? 32 - Yüzündeki güzelliğin unutulması mümkün değildir. - Ama Ģimdi nerededir? - Bir süre önce yanıma uğradı. Belki Ģimdi gelir, belki de ölünceye kadar onu göremem. ĠĢitilebilecek bir sesle iç çekip sordum: - Bu niçin böyle? Gülerek udunu eline aldı ve Ģöyle dedi: - Evliyalar böyledir. Yoksa Allah dostu olmazlardı. - Ve onları arayanlar da benim gibi azap çeker! - Bu azap, tedaviye dahildir. Mızrabı eline aldı ve tellerle oynamaya baĢladı, hoĢ nağmeler Ģeklinde onu koĢturdu. Dalgın bir Ģekilde onu izledim; sonra kendi kendime söylenir gibi: - O zaman ziyaretim boĢa gitti. Yanağını udun kenarına yapıĢtırırken gülümsedi ve: - Allah seni affetsin. TanıĢmamıza vesile olan ziyaretin hakkında söylenecek söz mü bu? Dedi. Çok utandım; özür dileyerek: - Özür dilerim. Kaybetme duygusu, edep sınırını aĢmama neden oldu. - Ümitsizliğe teslim olma. Bu, garip bir adamdır. Onu arayan herkes yorulur. Eskiden belli bir yerde otururken iĢ kolaydı. ġimdiyse dünya değiĢti. Yöneticilerin elde edemeyeceği bir konuma ulaĢtıktan sonra, polis sahtekârlık suçlamasıyla peĢine düĢmeye baĢladı ve kendisine kolayca ulaĢılamaz oldu. Ama sabret ve ona ulaĢacağından emin ol. BaĢını uttan kaldırdı, ritim düzene girdi ve açık bir müzik taksimi oldu ve birden Ģarkı söylemeye baĢladı: Beni kınıyor olsa da sevgilinin sözünü söyle; Çünkü sevgilinin sözleri Ģarabımdır benim... Güfte ve bestenin güzelliğine rağmen aklım baĢka yerde ve bitkin bir halde dinledim. ġarkıyı bitirdiğinde bana: - Bu kasideyi bir gecede besteledim. Hatırladığım kadarıyla bir Ramazan Bayramı gecesiydi. Gece boyunca misafirim olmuĢtu. Bu kasideyi o seçti. Bazen senin oturduğun yerde oturuyor, bazen onlardan biriymiĢçesine çocuklarımla oyun oynuyordu. Bana gevĢeklik galip olduğunda ya da ilham gelmediği zaman Ģakayla göğsüme vuruyor, beni güldürüyordu; o zaman da kalbim nağmelerle doluyor ve çalıĢmayı DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 sürdürüyordum. Sonunda hayatımın en güzel bestesini yaptım. Hayret içinde sordum: - O müzikten anlıyor mu? - Bizzat kendisi müziktir. KonuĢurken sesi gerçekten güzeldir. Onu dinlediğinde Ģarkıyı anımsarsın. Yaratılan cömertlik göğsünde heyecanlanır. - Ġnsanların çözmekte aciz kaldıkları sıkıntılara Ģifa veriyor? - Bu onun sırrıdır. ĠnĢallah onunla karĢılaĢtığında Ģifa bulursun... Fakat, bu karĢılaĢma ne zaman gerçekleĢecekti? Sustuk; çocukların patırtısı tekrar odayı doldurdu. ġeyh, tekrar Ģarkı söylemeye, daha önce söylediğini daha farklı ve güzel tonlarda tekrarlamaya baĢladı; öyle ki bestenin sarhoĢluğuyla duvarlar raksetti. Tüm organlarımla beğenimi ifade ettim; o da tatlı gülümsemesiyle bana teĢekkür etti. Sonra izin isteyip ayağa kalktım. Beni dıĢ kapıya kadar uğurladı. Onunla el sıkıĢırken bana: - Bugünlerde sık sık Hacı Venüs Demenhûrî‟nin yanına uğradığını duydum. Onu tanıyor musun? Olumsuz Ģekilde baĢımı salladım. Kalbimde yeni bir ümit çarpıntısı baĢladı. Bana: - O bir mirasyedidir. Ara sıra Kahire‟ye gelir. Herhangi bir otelde kalır. Bu değiĢir. Fakat her gece Elfî Caddesindeki erk Barı‟nda eğlenir. Geceyi bekledim; erk Necme Barı‟na gittim. Bir garsona Hacı Venüs‟ü sordum. Her taraftan bütün yüzeylerinde aynalar bulunan kalın dörtgen bir sütunun arkasında yarı boĢ bir köĢedeki bir yeri iĢaret etti. Orada, erk e yalnız baĢına erk e bir adam gördüm. Masanın üzerinde üçte birine kadar boĢalmıĢ bir ĢiĢe ve tamamen boĢalmıĢ baĢka bir ĢiĢe vardı. Bunlar dıĢında hiç meze veya yiyecek yoktu. Tam bir ayyaĢın karĢısında olduğumu anladım. Bol bir ipek cilbâb ve kuyruklu bir sarık giymiĢ, neĢeli ve kendinden geçmiĢ bir halde aynaya bakarak bacaklarını sütunun dibine doğru uzatmıĢtı. YaĢlı sayılabilecek olmasına karĢın yakıĢıklıydı ve yuvarlak yüzünün derisi içkiden dolayı kırmızılaĢmıĢtı. Sessizce yaklaĢtım ve oturduğu yere iki arĢın mesafede durdum; ama bana doğru dönmedi ve varlığımdan haberdar olduğunu gösterir bir harekette de bulunmadı. Sevecen, incelikli bir ifadeyle ona Ģöyle dedim: - Ġyi akĢamlar Venüs Bey... Sanki sesim onu uykudan uyandırmıĢ gibi sertçe bana doğru döndü ve yadırgar Ģekilde dik dik baktı. Onu rahatsız ediĢimden dolayı özür dileyerek kendimi tanıttım ve kendisine geliĢ nedenimi açıklamak istedim; ama acayip bir incelik bulunsa da emreder gibi bir ifadeyle sözümü kesti: - Ġlkönce buyur otur. Ġkinci olarak da sarhoĢ ol. Özür dilemek için ağzımı açtım; ama parmaklarıyla kulaklarını tıkadı ve: - Dediğimi yapmadan önce tek söz etmek yok. Kaprisli bir sarhoĢun karĢısında olduğumu anladım ve kendi kendime onunla yolun yarısına kadar hoĢuna gider Ģekilde davranayım dedim. Oturdum, gülümsedim ve: - Tek bir soru sormama izin vermenizi istiyorum... Parmaklarını kulaklarına kaldırmadı. ġiĢeyi gösterdi ve: - Benim meclisimde, benim gibi sarhoĢ olmadığı takdirde kimseye benimle konuĢma izni vermem. Yoksa, meclisimin hakkı verilmemiĢ olur ve anlaĢamayız. ĠĢaretle içmediğimi anlattım o umursamaz bir Ģekilde Ģöyle dedi: - Bu senin durumun bu da benim Ģartım! Kadehini benim için doldurdu; itaat ederek aldım ve içtim. Ġçki boğazıma gider gitmez yaktı. Yanması geçinceye kadar sabrettim ve Ģöyle dedim: - Çok sertmiĢ. Sanırım soru sorma zamanım geldi... Fakat, parmaklarını tekrar kulaklarına götürdü ve: SarhoĢ oluncaya kadar seni dinlemeyeceğim. Ġkinciyi doldurdu, tereddüt ederek baktım; sonra da içimden gelen itirazı yendim ve tek dikiĢte içtim. Ġçki, yerine varır varmaz irademi kaybettim. Üçüncüden sonra hafızamı kaybettim, dördüncünün ardından gelecek de kayboldu. Her Ģey dönmeye baĢladı ve geliĢ nedenimi unuttum. Adam dinlemek için bana yöneldi; ama ben onu da her Ģeyi de sadece, anlamı olmayan, renkli bir alan olarak gördüm. Ne kadar olduğunu bilemediğim bir süre geçti; sonunda baĢım koltuğun kenarına düĢtü ve derin bir uykuda kayboldum. Uykumda, daha önce benzerini görmediğim güzel bir düĢ gördüm. Kendimi sınırı olmayan her tarafından cömert bir bollukla ağaçlar yayılan, ağaçların birbirine geçmiĢ 33 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 dallarının arasından gökyüzündeki yıldızlardan baĢka bir Ģey görülmeyen, uçsuz bucaksız bir bahçede gördüm. Gün batımı ya da bulut gibi bir hava onu kaplamıĢtı. Sanki yağmur çiselemesi gibi düĢen bir yasemin kümesi üzerine sırtüstü uzanmıĢtım; bir fıskiyeden sürekli olarak yüzüme ve alnıma duru su damlaları boĢalıyordu. Sevincin zirvesinde idim. Bülbül Ģakıması, güvercin ötüĢü, serçe Ģakımasından bir koro kulaklarımda müzik çalıyordu. Orada kendimle benliğim arasında, dünya ile benim aramda acayip bir uyum vardı. Her Ģey olması gerektiği gibi, uyumlu, kötülükten uzak ve sapmasızdı. Bütün dünyada konuĢmayı veya hareket etmeyi gerektirecek hiçbir Ģey yoktu. Tüm varlık coĢkuyla ses çıkarıyordu, kendinden geçmiĢti. Bunlar çok kısa sürdü. Sonra gözlerimi açtım. Bilincim, bir polis sorgusunda imiĢim gibi bana darbe indirmeye baĢladı. Venüs Demenhûrî‟nin bana Ģefkatle baktığını gördüm. Barda, yalnızca sızmıĢ birkaç kiĢi kalmıĢtı. Adam bana: - Derin uyudun. Hiç kuĢku yok ki uykuya açmıĢsın. AğırlaĢmıĢ baĢımı elime dayadım; ama tekrar dehĢete kapıldım. Ġnceledim ve baĢımda su damlalarının parıldadığını fark ettim. KarĢı çıkarak: - BaĢım ıslanmıĢ... Adam sakince: - Evet, arkadaĢım seni uyandırmaya çalıĢtı... - Birileri beni bu halde mi gördü? - Kafanı takma. O, iyi bir adamdır. ġeyh Za‟belâvî‟yi duymadın mı? Haykırarak ayağa fırladım: - Za‟belâvî mi? Adam ĢaĢkınlık içerisinde: - Evet, ne oldu? - O nerede? - ġimdi nerede olduğunu bilmiyorum. Buradaydı, sonra gitti... KoĢmaya niyetlendim; ama bitkinliğim düĢündüğümden daha fazlaydı. Hemen koltuğun üzerine yığıldım ve ümitsizce bağırdım: - Buraya geliĢ amacım sadece onu bulmaktı. Ona yetiĢmeme yardım et, ya da onu çağırması için birini gönder. Adam, bir karides satıcısını çağırdı ve ġeyhi arayıp yanımıza getirmesini emretti. Sonra da bana döndü: - Rahatsız olduğunu bilmiyordum. Gerçekten üzgünüm. Ben de öfkeyle: 34 - Bırakmadın ki konuĢayım! - Yazık! Yanında, Ģu koltukta oturuyordu. Uzun süre Ģarkı söyledi, hayranlarından birinin hediye ettiği boynuna doladığı yasemin kolye ile oynadı. Sonra seninle ilgilendi ve kendine gelmen için baĢını suyla ıslatmaya baĢladı. Gözümü, karides satıcısının gittiği kapıdan ayırmaksızın sordum: - Her gece seninle birlikte burada oturur mu? - Bu gece benimleydi, dün gece de, önceki gece de... Bir aydır onu görmemiĢtim. Ġç çekerek Ģöyle dedim: - Belki yarın gelir... - Belki... - Ġstediği parayı vermeye hazırım. Venüs Ģefkatle Ģöyle dedi: - Gariptir, hiçbir Ģey onun aklını çelemez. Ama onunla karĢılaĢtığında seni iyileĢtirecektir. - KarĢılık almadan mı? - Sadece senin onu sevdiğini hissetmesi yeter. Karides satıcısı eli boĢ döndü. Biraz gücümü toplamıĢtım. Sendeleyerek bardan ayrıldım. Umutla, her köĢede “Za‟belâvî” diye seslendim. Ama sesleniĢim bir sonuç vermedi. Yoldaki çocuklar bana dönüp alaycı gözlerle bana doğru baktılar. Ben de karĢıma çıkan ilk arabaya binmek zorunda kaldım. Ertesi gece Venüs Demenhûrî ile beraber sabahladım; ama ġeyh gelmedi. Venüs, yurtdıĢına çıkacağını ve pamuğu satıncaya kadar Kahire‟ye dönmeyeceğini söyledi. Kendi kendime, beklemem ve sabretmeye çalıĢmam gerektiğini söyledim. Za‟belâvî‟nin varlığından ve buluĢtuğumuz zaman tedavi edecek kadar beni sevdiğinden emin olmam yeterliydi. Fakat zaman zaman bu uzun bekleyiĢten sıkıldığım, ümitsizliğe kapıldığım oluyor ve kendimi onu düĢünmeyi tamamen bırakmaya iknaa çalıĢıyordum. Bu dünyadaki nice yorgun insan onu tanımıyor ve bir hurafe sayıyorken, niçin onu bulmak için nefsime azap çektiriyordum ki?! Ama sancılar beni sıkıĢtırmaya baĢlayınca tekrar onu düĢünüyor ve onunla ne zaman buluĢabileceğimi kendi kendime soruyordum. Venüs‟ten haber alamamam ve onun yerleĢmek üzere yurtdıĢına çıkmıĢ olduğunun söylenmesi tutumumu değiĢtirmedi. Gerçekten de, tamamen Za‟belâvî‟yi bulmam gerektiğine inanmıĢtım... Evet, Za‟belâvî‟yi bulmam gerekiyor!.. DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 ĠSMÂÎL-Ġ HÛYÎ VE ġĠĠRLERĠNDEN SEÇMELER Kadir TURGUT* ġair Hakkında 13 Tîr 1317 Hicri ġemsi/30 Haziran 1938 tarihinde Azeri bir ailenin çocuğu olarak Ġran‟ın MeĢhed Ģehrinde doğdu. Ġlk ve orta öğrenimini MeĢhed‟de tamamladıktan sonra 1336 yılında yüksek öğrenim için Tahran‟a gitti. Burada Yüksek Öğretmen Okulu‟nun bitirdikten sonra Lonra‟ya gitti ve Londra Üniversitesi‟nde Felsefe alanında doktora yaptı. Gençliğinden itibaren Ģiirle ilgilendi. ġiir yazma yeteneğinin sonradan doğuĢtan olduğunu düĢünüyordu. Siyasi düĢüncelerinde ilk gençlik yıllarında tanıĢtığı sosyalizmi, Ģiir anlayıĢında da Zemistân/Zemherî1 adlı Ģiirinden çok etkilendiği Mehdî Ehevân-i Sâlis‟i takip etti. Bu düĢünce ve üslupta çok sayıda Ģiir yazdı ve yayınladı. Yazdığı Ġngilizce Ģiirleri de bir kitapta yayınladı. Gönder (1378/1999), Cihân-i Dîgerî mî Âferinem/BaĢka Bir Dünya Yaratıyorum (1379/2000), Tâ Ġnficâr-i Girye/Ağlama Patlamasına Dek (1379/2000), Voice of Exile/Sürgünün Sesi (2002), Pejvâk-i Cân-surûd-i Dil-âînegân/Ayna Gönüllerin Ġçten Türküsünün Yankısı (1387//2008) DüĢünce Eserleri: Cidâl bâ Muddeî/Davacıyla Kavga (1350), Ez ġi‟r-i Kuhen/Eski ġiirden (1350), ġi‟r Çîst/ġiir Nedir (1355), Âzâdî, Hak ve Edâlet/Özgürlük, Hak ve Adalet (1356) Çevirileri: Seán O'Casey, The Shadow of a Gunman/Der Pust-i ġîr/Aslan Postu Ġçinde2, (1350/1971); Friedrich Nietzsche, Also sprach Zarathustra: Ein Buch für Alle und Keinen/Çunîn Gotf ZertoĢt/Böyle Buyurdu ZerdüĢt3 (1352/1973). ġiirlerinden Seçmeler Asla Bana de ki Yüz binlerce yıl geçince! Ama “asla” deme! Asla ne kadar uzak Asla ne kadar korkunç Asla ne kadar acımasız! Eserleri ġiirleri: Bîtâb/Takatsiz (1335/1956), Ber Hunki Rehvâr-i Zemîn/Hızlı KoĢan Yeryüzü Atında (1346/1967), Ber Bâm-i Girdbâd/Kasırga Bacasında (1349/1970), Z‟ân Rehrevân-i Deryâ/Denizi Geçenlerden (1349/1970), Ez Sedâ-yi Sohen-i IĢk/Sevda Sözü Sesinden (1349/1970), Ferâter ez ġeb-i Eknûnîyân/ġimdikilerin Gecesinden Öte (1350/1971), Ber Sâhil NiĢesten ve Hesten/Sahilde Oturmak ve Olmak (1352/1974), Mâ Bûdegân/Biz Var Olanlar (1357/1978), Kâbûs-i Hûn-siriĢte-i Bîdârân/Ayıkların Kanlı Kâbusu (1363/1984), Der Nâ-behengâm/Son Anda (1363/1984), Zîrâ Zemîn Zemîn est/Zira Yeryüzü Yeryüzüdür (1363/1984), Der Hâbî ez Humâre Hîç/Daima Hiç Rüyasında (1367/1988), Gozâre-i Hezâre/Binyıllık Geçit (1370/1991), Ez Firâz u Furûd-i Cân u Cihân/Can ve Cihan ĠniĢ ÇıkıĢı (1370/1991), Nigâhhâ-yi PerîĢân be Nazm/Nazma PeriĢan BakıĢlar (1372/1993), Gazelkasîde-i ÂgûĢ-i IĢk ve Çehre-yi Zîbâ-yi Merg/AĢk Kucağı ve Ölümün Güzel Yüzü Gazeli/Kasidesi (1372/1993), Ez Mihen Ânçe der Çemedân Dârem/Vatanımdan Bavulumda Ne Varsa (1376/1997), Gazelkaside-i Menhâ-yi Men/ “Ben”lerin Beni Gazeli/Kasidesi (1377/1998), Niheng der Sehrâ/Çölde Timsah (1378/1999), ġâir-i Halkem, Dehen-i Mihenem/Halk ġairiyim, Vatanın Sesiyim (1378/1999), Yek Tikeem be Âsmân-i Âbî Befirist Eres/Aras, Bir Parçamı Mavi Gökyüzüne AraĢ. Gör., Ġ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Fars Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı. 1 Bu Ģiirin Türkçe çevirisi yayınlanmıĢtır. Bkz. Mehdi Ehevân-i Sâlis, Ġran ġiiri: Zemheri, çev. Kadir Turgut, Doğu Edebiyatı, yıl 1, sayı 2, Sonbahar-KıĢ 2007, s. 25. * Çocuk Seninle benim aramızda bin vadi var Ben duyulmuĢ sırda duruyorum Sen söylenmemiĢ Ģiirde Soracak olursan eğer Sinemde yüz yılan kalmıĢ Yüreğimde kucak kucak kin kalmıĢ O mutlu resimler geçip gitmiĢ ya Aynada tozlarla pas kalıvermiĢ Henüz yürek o kadar da boĢ değil Soracak olursan eğer Bilmiyorum bu yürek nedir Umutla “TaĢ yatağı beri tarafta, dağ gibiydi” Ġki yüzlü bir taĢ, ikisini de bilirim “Hiç”ten baĢka bir Ģey okunmuyor Belki gözümüzdedir hata, gel Bir kez daha çevirelim Bu kitabın Türkçe çevirisi SilahĢörün Gölgesi adıyla yayınlanmıĢtır. Seán O'Casey, SilahĢörün Gölgesi, çev. Ülker Ġnce, Ġstanbul, Can Yayınları, 1990. 3 Aslı Almanca olan bu eserin 1964‟ta yayınlanan ilk çevrisinden sonra birçok Türkçe çevirisi basılmıĢtır. Bkz. Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu ZerdüĢt, çev. A. Turan Oflazoğlu, Ankara, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1964. 2 35 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 -Amma da yaptın! Çok zaman önceydi o. Çoğu kimsenin eĢi ölüyor. Tekrar bir kadınla evleniyorlar. Bizzat benim gibi. Ġran edebiyatından bir öykü: O ADAMIN ATI YOK Ahmed ġÛġTERÎ Hacı Recep eliyle kırlaĢmıĢ bıyıklarını büker. Piposunu yakar ve dumanını pencereye doğru üfler. Türkçesi : Nihat DEĞĠRMENCĠ -BĠR-Garip bir insansın Hacı Ġskender! Elli beĢ yaĢındasın. Fakat hala bir çocuk gibisin. Bir at için hiç kimse bu kadar yas tutmaz. Atın yelesi rüzgarla sallanıyor. Hacı Ġskender, henüz genç, atın üzerinde nehrin kenarından geçiyor. Nehrin o tarafındaki otlak, kayalık tepenin yamacına kadar uzanıyordu… Atın nal sesi ve soluk sesi, huzur veren dinlendirici bir müzik duyuluyor. -Çayın soğumasın dostum! -Burada, odanın bir köĢesinde niçin oturuyorsun? Kalk. Bir tur at. Bir iki kiĢiyle sohbet et. Hayvan bu. Bir gün hasta, bir gün iyi! Atın nal sesleri durgunlaĢır. Aynı Ģekilde soluk alıp verir. Hacı Ġskender atın dizginlerini gevĢetir. Nehrin kıyısına gider. Ayaklarını suya daldırır. Atın ayaklarının sudaki hareketlerinin meydana getirdiği güzel bir müzik gibi ses duyulur. At ağzını suya daldırır… Hacı Ġskender ıslık çalıyor. -DıĢarı çıkmak için istek ve arzu gerekiyor ki, o da bende yok. Her Ģey bana çok sıkıcı geliyor. Islık sesi, düğünden yükselen davul ve zurna sesine karıĢıp kaybolur. Kadınlar yöresel giysileriyle dans ediyorlar. Erkekler yüksek sesle gülüyorlar. Pirinç kokusu ve duman… Erkekler odanın çevresinde oturmuĢ ve Hacı Ġskender odanın baĢ köĢesinde oturmuĢ, önünde açılmıĢ büyük bir defter. Büyük defterin üzerinde iki tane kimlik belgesi var ve deftere bir Ģeyler yazıyor. -Herkesi yalnızsın. evlendiriyorsun. Fakat sen Hacı Ġskender gülerek, -Hepsini değil. Bazılarını. Bazılarını da birbirinden ayırıyorum. Hacı Ġskender ayağa kalkar ve pencereye doğru gider. Büyük avluyu gözetler. Gözleri avlunun bir köĢesinde çiviye asılı olan at eyerine takılı kalır. -At olmadan bu avlu ne kadar da sessiz gözüküyor. -Ya, at iyileĢir. Sen atı bu kadar düĢünme. Biraz kendini düĢün. Hacı Ġskender‟in bakıĢları daha uzaklara takılır. Odanın penceresi yüksekte olduğundan nehrin diğer tarafında, otlağın ortasında uzanmıĢ olan atı görebiliyordu. -Hava kararıyor. Selim‟in atı getirmesi gerekir. Selim, nehirdeki kayalardan sıçrayarak kendisini otlağa ulaĢtırır. At onu görünce kımıldar. Selim eliyle atın kalçasına vurur. At yerinden kalkar. Ağzı köpük olmuĢtur. Selim ipi ağaçtan açtıktan sonra, at, itaatkar ve uysal bir Ģekilde onu takip ederek yola koyulur. -Bunlar genç ve tecrübesizler. Onlara dikkat etmek gerekir. Hayvanın baĢına bir bela getirmesinler. -Bu yeğenimden daha düĢüncesiz kimseye rastlamadım. Ġnsanın sözüne iyice kulak vermiyor. Dün bu kahrolası Kudret‟e: “ata su verdin mi?” dedim. ”Hangi elbiseler?” diye cevap verdi.1 Ben de sinirlendim, dedim ki: “Elbiseler yani ölüm…”. Hacı Recep güler… Gülme sırasında öksürüğü tutar. Hacı Ġskender devam eder: -Çocuk dünden beri darılmıĢ. Her gün birkaç defa beni sorardı. Dünden beri gözükmüyor. O‟na yine bin Ģükür. Bunun bir de kardeĢi var; Selim, aman Allah‟ım! Ġnsanı deli eder. Her Ģeyi ona on kez açıklamak gerekir. -Ġyi çocuklar ama. -Doğru. O da Allah‟ın izniyledir. Ġki damla gözyaĢı Hacı Ġskender‟in gözlerinden süzülür. Elini kırlaĢmıĢ sakallarına sürer. -Gülnaz öldüğünde, sanki ben de öldüm. 36 Burada Farsça at ve su kelimelerinin peĢ peĢe yazılması (esb+ab) ile elbise kelimesinin çoğul halinin (esbab) ses benzerliği kullanılarak bir kelime oyunu yapılmıĢtır. 1 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 -ġimdi iĢimiz bunlara kaldı ha! Ocağımıza incir ağacı… Selim atın yularını tutmuĢ. YokuĢtan yavaĢ yavaĢ yukarı çıkıyor. At da, tembel ve yorgun bir Ģekilde onu takip ediyor. Atın ağzı köpürmüĢtür. Karnı, hızlı hızlı yukarı-aĢağı inip çıkıyor. Gözleri halsizdir. -Senin evlenmen lazım Hacı Ġskender! -Sen bugün beni damat etmeye geldin galiba! Ama ihtiyar! O kadar da kolay değil. -Ġnsan konuĢup anlaĢacağı birini ister. Yalnızlık çok kötü! Hacı Ġskender gözleri Hacı Recep‟in üzerinde, baĢını sitem ederek sallar. -Ben ve Gülnaz çok iyi anlaĢıyorduk ve dert ortağı idik. O çok Ģefkatli bir kadındı fakat ben, bazen durup dururken sinirlenirdim. Mesela eve vardığımda çay hazır olmalıydı, ama eğer değilse… Atın yorgun ayak sesleri, avlunun büyük kapısının ardında bile iĢitiliyor. Hacı Ġskender, atın üzerinde avluya girer. At ve binicinin yorgun olduğu anlaĢılıyor. Uzun bir yoldan döndükleri her hallerinden belli oluyor. Hacı Ġskender, eliyle sakalını sıvazlar ve odaya girer. Gülnaz, yöresel, güzel bir giysi ve gül nakıĢlı baĢörtüsü ile semaverin yanında oturmaktadır. ġeker sofrasını yamalamakla meĢguldür. BaĢını yukarı kaldırır ve O‟na gülümser. -Selam. Geri döndün mü? Ġyi misin? Hacı Ġskender‟in suratı asıktır. Kendisine mahsus döĢeğine oturur ve çay servisini bekler. Çay hazır değildir. Hacı Ġskender eliyle semavere dokunur. Suyun kaynamasına daha çok zaman vardır sanki. Ayağa kalkar. Semaveri alıp pencereden dıĢarıya fırlatır. Gülnaz korku ve ĢaĢkınlıkla ona bakar. -Ne oldu? Niçin sinirlendin? Hacı Ġskender cevap vermez. Ayağa kalkar ve kapıdan dıĢarı çıkar. Atın ayak sesleri sokaktan duyulur… Hacı Recep güler. -Bu köyde herkes eĢine böyle davranıyor. -O bu evlere uyum sağlamadı. Çadırlarda büyümüĢtü. Çölde. Bu dört duvarları sevmemiĢti. Yelesi darmadağınık bir at çadırların etrafında dolaĢıyor. Bir köpek havlıyor. Bir kuzu annesinin ardından gidiyor. Kadınlar baĢlarında süt kovaları, çadırlara doğru gidiyorlar. Bir at kiĢniyor. Genç Gülnaz gülümsüyor. Gittikçe yaklaĢıyor. Gülnaz evde oturmaktadır. Havanda bir Ģeyler dövüyor. Bir türkü mırıldanıyor. Çadırları develere yüklemiĢlerdir. Kadınlar, atlara, eĢeklere ve katırlara binmiĢlerdir. Erkeklerden bazıları yaya, bazılara atlara binmiĢ. Onlar göç ediyorlar. GüneĢ bazen doğuyor, bazen batıyor. Gülnaz yeĢillik ve yabani gelincikler arasında oturuyor. Yanakları gelinciklerin rengindedir. Eteği gelinciklerle doludur. Hafif bir rüzgar esiyor. Gülnaz bir türkü mırıldanıyor. Halı tezgahının arkasında oturmaktadır. Bıçak elini keser. -Biliyorsun, her ikimiz de atları severdik. Bu atı da o satın aldı. Kendi parasıyla. DemiĢti ki; görkemli bir at. Mutluluk getirir. DemiĢti ki; her zaman bir atımız oldu Ģimdi bir atımız olmazsa yazık olur. Selim odaya girer. -Selam dayıcığım. nasıl? -Selam. TeĢekkür ederim. Atın durumu -Aynı. Bir değiĢiklik yok. Bu hastalık tüm hayvanlara bulaĢtı. Seyit Ekber‟in ineği de bu hastalığa yakalanmıĢtı. Hayvancağızın ağzından köpükler akıyordu. Aynı sizin atınız gibi. Fakat dün onu öldürdüler. Birkaç ineğin inleme sesi sokağı sarmıĢtı. Kan toprağın üzerine akmıĢtı. Ġnekler sırayla kanı kokluyorlar. Boyunlarını yukarı kaldırıyorlar ve inliyorlar. -Yeter artık Selim! Hacı Ġskender sinirlidir. Hacı Recep‟e bakar. Eğer O olmasaydı, Selim‟e rahatça bağırabilirdi. Hacı Ġskender Selim‟e sertçe bakar ama bağırmaz. -Belki bu hayvanı da rahatlatmak zorunda kalırız. ġimdi git. -ĠKĠKöy horozlarının sesi iĢitiliyordu. GüneĢ henüz doğmamıĢtı. Hacı Ġskender kucağında bir bohça hamamdan dıĢarı çıkar. BaĢka biri kucağında bir bohça ile hamama girer. Hacı Ġskender sağ tarafa bakar. Mescidin kapısı açıktır. Mescide girer. 37 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 At keyifli ve kıvrak ahıra doğru yönelir ve toynaklarıyla yere vurur. Bir kadın su kovasıyla ahıra girer. -Görüyorum ki, mutlusun hayvan. Ġyi. Allah‟a Ģükür. Bir ay içerisinde her Ģey düzeldi. Hem senin durumun düzeldi, hem de benim… Ey hayvan! Biliyorsun ki, yalnızlık çok zor idi. Sonsuza kadar tek baĢıma kalamam. Yani kaç yaĢındayım ki ben (kendi kendine güler)? At otlakta otluyor. Nehrin dinlendirici su sesi, yanı baĢlarında iĢitiliyor. At sineği atı rahatsız ediyor. Kuyruğuyla sineği kendisinden kovuyor. Ġnatçı sinek tekrar geri dönüyor. At güçlü toynaklarıyla yere vuruyor. Sarı rengi GüneĢ‟in ıĢıkları altında parlıyor. Diğer bir atın nal sesleri, nehrin o tarafından iĢitiliyor. At baĢını kaldırır. Kulaklarını kabartır. Burun delikleri kabarıp iner. Siyah atın kiĢneme sesi, nehrin diğer tarafından iĢitiliyor. Siyah atın nal sesleri uzaklaĢıyor. At, kuyruğuyla sineği kovar ve tekrar otlamaya baĢlar. Rüzgar, nehrin kenarındaki asma söğüt ağacını sarar. At tekrar baĢını yukarı kaldırır. Atın gözlerinde keder okunuyor. Daha ötede, kavak ağacının tepesinde karga sesleri yükseliyor. Atın gözleri parlıyordu. Burun delikleri kabarıp iniyordu. Selim ve Kudret nehirden karĢıya geçip ata doğru gidiyorlar. -Ama havyan beni kınama! Senin için de bir çare düĢündüm. Sen de bu yalnızlıktan kurtulmalısın. Harap olmuĢ bu köyde, iyi bir at bulunmaz. Senin için nerede iyi bir eĢ bulacağımı biliyorum. -Selim! Bunu dayının söylediğine emin misin? Henüz güneĢ ıĢıkları köyün duvarlarına vurmamıĢtır. Hacı Ġskender avlunun kapısını açar ve içeri girer. At avlunun bir köĢesinde, baĢı ise ahırdadır. Hacı Ġskender‟i görünce kiĢner. Hacı Ġskender ona yaklaĢır. Atın boynunu ve sırtını sıvazlar. Atın dıĢkısının kokusu havayı kaplamıĢtır. Atın boynunda bir deri yular görünüyordu… Gülnaz, atın boynuna bir gerdan bağlıyor. Deri bir kabın içerisindeki muska, o gerdana asılmıĢtır. Temiz elbiselerle avludan çıkmak üzere hazır, ata binmiĢ olan Hacı Ġskender‟e bakar. -Bu muska hem atı korur, hem de binicisini. Gülnaz‟ın gözlerinin derinliğinde keder okunuyor. -Ben çocuk muyum ki, bu kadar tekrar ediyorsun. Vallahi-billahi bizzat kendisi söyledi. -Ama! Bu atın bir Ģeyi yok. -Daha önce de bu atı rahatlatmalıyız, demiĢti. -Fakat o zaman at hasta idi, fakat Ģimdi… -Henüz iyileĢmedi. Sen mi daha iyi bileceksin dayım mı? At, Selim ve Kudret‟i görünce kiĢner. Selim atın yularını açar. At Kudret‟in elinde olan bir parça kumaĢa bakar. KumaĢın altında büyük bir bıçağın sapı gözüküyor. Hacı Ġskender, atın gözlerine bakar. Eli atın gerdanındadır. Muska düĢmüĢtür. Selim elini atın boynuna atar. At ayaklarını toprağa yapıĢtırır. Kudret eliyle atın arkasına vurur. -Vay, aptal Kudret! Sana gerdanın tokasını bağla demiĢtim. Tokayı çıkarmıĢsın gerdanı dikmiĢsin. Bak bakalım! Ne kadar da dar olmuĢ! Bu hayvan boğuluyor. Tüh! Bunlar bir defa bile bir iĢi doğru dürüst yapmadılar. Hacı Ġskender pencereden bakıyor. Selim ve Kudret atı nehre doğru götürüyorlar. Hacı Ġskender merdivenlerden aĢağı iner. Avlunun bir köĢesinde çiviye asılı parçalanmıĢ at gemine doğru, gider. Hacı Ġskender kucağında bir bohça merdivenlerden yukarı çıkıyor. Kapıyı açar. Bir kadın semaverin yanında oturmaktadır. Semaverdeki suyun kaynama sesi yükseliyor. Hacı Ġskender atın parçalanmıĢ gemiyle dıĢarı çıkar. Hacı Ġskender kadına bakar. Gülnaz‟ın simasını görür fakat sonra… -Selam Hacı Ağa! Nasılsın? 38 Önce At nehrin kenarında duruyor. Selim atın su içmesi için ıslık çalıyor. At su içmez. Kudret atın baĢını suya doğru yöneltir. At baĢını yukarı kaldırır ve bir adım geriler. Hacı Ġskender Berat ustanın atölyesine varır. Atın kiĢneme sesi iĢitiliyor. Bu ses her DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 zaman olduğundan daha yüksektir. Hacı Ġskender bir an duraklar. Sese kulak verir ve mağazaya girer. Berat usta ateĢ ocağının yanında duruyor. Bir at nalını ocaktan dıĢarı çıkarıyor ve balyozla onu dövüyor. AteĢ ocağı atölye duvarının bir bölümünü kaplamıĢtır. Atölye yarı karanlıktır. Balyoz sesleri atölyede çınlar. Selim atı nehre götürüyor, Kudret ise eliyle onun ağzına su döküyor. Gülüyorlar. Atın gözlerinde öfke ve üzüntü okunuyor. -Tamir etmeni istiyorum Berat Usta. -Bunun tamiri zor, bende yeni bir gem var. -Bir göreyim. Berat usta yeni gemi ona gösterir. -Bu dizgin ve gem o güzel ata çok yakıĢır. -Tamam, bunu götürüyorum fakat bu gemin tamir edilmesini istiyorum. Bir de; atımın, hatırası olan bir gerdanı var. Çocukları, atın boynundan gerdanı çıkarıp getirmeleri için gönderdim. Ona güzel bir toka dik. -Olur beyefendi. Memnuniyetle. Hacı Ġskender mutlu bir Ģekilde eve doğru yola koyulur. At nehrin kenarına düĢmüĢ ve can çekiĢiyor. Atın kanı suya karıĢıyor. Hacı Ġskender avluya girer, avlunun bir kenarında olan at ahırına doğru yönelir. Yeni dizgin ve gemi ahırın kenarında büyük bir ağaç çubuğa asar. Daha ötede bir sekinin üzerinde atın eyeri görünüyor. Ahırın kapısı açıktır ve at dıĢkısının kokusu avluya kadar ulaĢıyor. Kudret ve Selim avlunun kapısından içeri giriyorlar. Hacı Ġskender ahırın yanında duruyor. Aniden asılı oldukları çubuktan gem ve dizgini alıp onlara doğru gider… -Ne oldu? At nerede? Gerdanlık nerede? -Hangi gerdanlık? -Hayvan! Hangi gerdanlık olacak! Size bıçakla kesip getirin, demedim mi? -Fakat dayıcığım biz… Selim, kudrete bakar. Kudretin eli titrer. KumaĢa sarılı olan bıçak yere düĢer. Kudret‟in pantolonunda ve bıçağın kabzasında kan damlası görünüyor. Hacı Ġskender bu sahneyi inanamayarak izler. Gem elindeyken, aynı pozisyonda hareketsizce donakalır. -Söyleyin bakalım! Atıma ne yaptınız? Sesi titrer. -Allah adına yemin ederim ki, dayıcığım! Biz senin Ģey istediği sandık atı… Ağır bir Ģeyin avlu kapısına çarpmasıyla oluĢan bir ses duyulur. Hacı Ġskender, Selim ve Kudret geriye dönerler. Sarı at, kapının eĢiğinde düĢmüĢtür. Boyun ve ayakları taze kandan kırmızı olmuĢtur. At, Hacı Ġskender‟i görünce inler. Acınan gözleriyle ona bakar. Hacı Ġskender dizgin ve gem ile öne doğru koĢar. Atın boynunda derin bir kesik vardır. Hacı Ġskender atın üzerine eğilir. Yanağını, atın yanağına yapıĢtırır ve ağlar. At odanın penceresine bakar. Pencere açıktır ve Gülnaz‟ın hayali pencerenin arkasında durmaktadır… atın kanı, avlunun kapısının önünden nehrin kenarına ve bugün kanlı değirmen olarak adlandırılan yere kadar akar. Kırgız edebiyatından bir Ģiir: UÇUR BENĠ ĠLĠM ADLI KANADIM Aalı TOKOMBAYEV Türkçesi: Ġbrahim TÜRKHAN Uçur beni, ilim adlı kanadım, Gökyüzünde tüm dünyayı gezeyim. Bu hayatın düğüm olmuĢ sırrını, Ġlmek ilmek zorlanmadan çözeyim. Ben de göçüp gideceğim sonunda, Ġzin ver de, meyve verip gideyim. Uçur beni yürekteki kanadım, Yerde, gökte meçhul varsa bileyim. Hızla gelip kayalarla çarpıĢan, Dalgalanan denizleri geçeyim. Bildim diye bu hayatın sırrını. Ölüme de korkusuzca gideyim. 39 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Türkçesi: Esra ÇAKAR Siyah koruluğun ve beyaz ovanın içinde TecriĢ ülkesinin tamamı aydınlık ve gölgelik Ömrümün parlak gölgesinde içimi yakan sıkıntılardan ak ve kara maziler hatırıma geldi Çünkü zaman bazen tatlı bazen de acıydı Kırmızı gülün açıĢı ve baharın sonu Bir duvarın kenarındaki taĢın üzerine oturmuĢtum Vadinin etrafında ve dağın eteğinde Tar‟ın batı yakınlarındaki ġimran alanında Evîn tepesinde henüz günden bir eser vardı Ay ıĢığı gibi kendisini bulut parçasına dağıtır ÖfkelenmiĢ bir pamuk gibi kalıyor Bana sorma çünkü kekliğim horoz gibi ötüyor Tabiatın güzellik değerini sadece benim gibi kılı kırk yararak inceleyen ve ince görüĢlü kiĢiler bilir GüneĢ yeni battığında Rey Ģehri uzaktan çok da iyi görülmeyen yüzünü göstermiĢti Dünya ġimr‟de ne gündüz ne de gece sayılıyordu ġafak önce yarı kızıllığından dolayı savaĢ bayrağı gibi daha sonra da yarı sarılığından dolayı da altın bir perde olmuĢtu Gece yeĢil kabarcıkların rengi nedir,lambanın ıĢığından dolayı bağ aynı ay renginde görünmüĢ Bu gönlü yaralı kiĢi arzusunun izini ağaçların arasında arıyor Gelip beni sakinleĢtirecek o kiĢi nerede Ġran edebiyatından bir Ģiir: MERYEM’ĠN ÜÇ TABLOSU Mirzâde IġKÎ GüneĢ ağaçların arkasına gizlendiğinde Doğudan ağaçların arkasında ay ortaya çıktı Henüz gece olmamıĢtı,gökyüzü aydınlandı Dünya ay ıĢığından dolayı ıĢık yağmuruna tutuldu Yeni gelin gibi yeryüzü aydınlandı Bu seyahatim bir iki saati geçince uzaktan bir köylü kızı göründü Kafur gibi bembeyaz bir Ģekilde nazlanarak adım atıyordu Sarayda ,ovada her yerde izleyenler korkuyordu KuĢku duyan insanların görüĢleri herkesten daha kuĢkulu Gerçi genel olarak gece siyah da olsa Benzerinin aksine bu gece beyaz bir gece Siz her güzel olan Ģeye ay diyorsunuz Gel, çünkü bu gece ay ve zaman ümidin rengini sadece bu gümüĢ renkli gecenin içine çekmiĢ Vücudu mavi namazlığın içinde saklıydı O perdeden gül renkli yüzü dıĢarı çıkmıĢtı O kıyafetin içinde bazen mutlu bazen mahzun Yüz delille aĢıklığın eserleriyle dolu O güzel dudakta aĢk ateĢinden izler var Dünya irfanî düĢüncelerden daha aydın O gizli aĢklar ruhumun yoldaĢı Beynimde güzel düĢüncelerden bir ıĢık var Neden bu aylı gecede düĢünce de parlak Nitekim karanlık gecenin içinde karanlık ve hazin var ġimrânî kızlarının giyiniĢine göre elbise bakımından ne bir Ģehirli ne de bir köylü O, güzelliğin bütün meziyetlerine layık Ġnsandan ziyade daha çok meleğe benzer ġüphe duyuyorum ki acaba insan mı yoksa cennet kızı mı Yükseklere oturmuĢtum ve gözümün önü göz alabildiğince açıktı Uzun uzadıya düĢüncelerim baĢıma ve gökyüzüne doğru uçmak istediğim tarafıma düĢmüĢtü Eyvahlar olsun zaman bana Ģahin gibi kol kanat germedi Söğüt dalının arasından ırmağa ve beyaz benli çimenliğe ay ıĢığı düĢmüĢtü Umutsuzluk ve ümit noktalarıyla dolu kalp gibi etrafta gençlik dönemimim canlanması ne güzel 30‟dan geriye 20. yaĢıma basayım 40 Irmağın kenarındaki çimenliğin üzerine yavaĢça oturunca çimenlerin üzerinde bir gül dalı gibi yeĢermiĢti O melek çimenlikte bir çiçek buketi oldu Gül gerçi bitkiden çıkmıĢ olsa da süslü Hem o yeĢilliktendir , hem de yeĢillik ondan bir süsleme elde etmiĢtir Zülfü beyaz alnından iki tarafına düĢmüĢ Yanağında ay ıĢığından bir parlaklık ortaya çıkmıĢ DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 GüneĢin karĢısında bir ayna gibi övülmeye ve yüceltilmeye layık olduğu için onun tenkit edilebilecek hiçbir uzvu yok Gözbebeğinin bakıĢı gözünün üst tarafında Belli ki bu hareketle gönlünün Allah‟a ait olduğunu söylüyor veya bu hareketle Allah‟tan bir Ģey istiyor Bazen gözünün altından sağa sola bakar Bekleyenler gibi bekleme izinde ĠĢte bu anda uzaktan bir siyahlık belirdi Yanına geldi,uzun boylu bir gençti Güzellik bakımından fena değildi,güzeldi Elbise yönünden de bugünün insanları gibiydi Sade bir Ģapkası,pantolonu,ceketi ve putini vardı Genç:Selam ay yüzlü Meryem Meryem:Eyvah, kimsin! Genç: Benim korkma aziz ,ne zamandan beri buradasın? Meryem:Sen gönlümün azizi niye geç geliyorsun Daha sonra o mehtaplı gecede o seyirci gecede o genç o ay yüzlünün yanına uzandı Geriye kalan diğer hal hatır sorma ve edepler ay ıĢığının altında bir öpücükle yerine geldi Güzel olan , yârinin yüzüne sevinçli bir Ģekilde bakmaktır Dudağı kımıldamaz ve kalbi soru sorup cevap verir IĢkî: Allah‟a yemin olsun ki benim için defalarca böyle olmuĢtur Üç dürt dakika sonra o adam elini kaldırır ve koltuk altından iki tane kırmızı ĢiĢe çıkarır O gece o ilaç onların iĢine yarayacak Önce, o ay yüzlüye bir kadeh ikram etti Meryem:Bin defa bundan içmeyeceğimi söyledim Genç:Ġç, çünkü bu Ģaraptan daha iyisi yok Meryem:Ġçmediğim bu Ģey benim için zehirden daha kötü ġarap sadece tandırdan yapılan ekmeği yiyen ve nehirden su içen Ģehir halkı için iyi Biz dağda yaĢayan insanların eğlencesi….. Genç:BoĢver,böyle Ģeylerden bahsetme, daha çok gel gönlümün azizi iç,Meryem:Vallahi içmiyorum Genç:Allah için iç. Meryem: Allah için de içmiyorum Genç:Ġç,iç,çok iç. Meryem:Ey efendi, bırak beni bu utanç verici acı Ģaraptan sen kendin iç Genç: Badem gibi gözlerinin sadakası için iç Bitkiden daha tatlı o dudağa feda olsun,iç Senin için bütün kutsal Ģeylere yemin olsun ,iç Kainatın yaratıcısı Allah‟a yemin olsun ,iç Meryem: ġarabın peĢinden Allah‟ın adını ağzına alma dinsiz! Genç: Senin için üzgün aĢıkların gönlüne, açmadan solan seher goncalarına , muradına ermeden ölen genç aĢığın ölümüne yemin olsun iç,çok iç,bir yudumun yarısını iç Alnı ay gibi parlak olan sevgilinin bu söze boyun eğmediğini görünce: Ģarapla dolu kadehi gösterip onu dudaklarına bırakıyor ve sonra o alıyor IĢkî:Benim gönlüm senden neyi saklayabilir , bütün arzum ortada Bunca ısrardan bir sineğin kanadı kadarını bile bana söylemiĢ olsaydın ben de çabucak rahatlasaydım Sonunda yumuĢak bir ısrarla onun sevdiği oldu Zorla o nazlının yüzünü yüzüne değdirdi ġarap onun dudağıyla bir aĢinalık gösterdi Ġçmiyorum diyen o kiĢiye sonunda içirtti Ne iki ne üç ne dört belki de daha fazla Üç ,dört dakika sonra neĢeli bir yüzle bilinen aĢk konuĢmalarına baĢladı “Sana kurban olayım,ne kadar güzelsin sen bütün güzellik ilaçlarından bir kapsülsün aĢka yemin olsun ki sen sakarinden daha tatlısın” Bazen de Ģaka yoluyla gülerek söylenen söz Evlilikte,nikahta ve düğünde layıktır Gelecek yaĢamda ortak olmak Sonra o genç rahatlamanın ardından o ayın zülfünü eline aldı Bu gece tutsağın cenneti diye bağırdı Arzulu olan o kiĢi arzusuna ulaĢtı Benim iki elim yârin zülfüne bağlı Elim bağlı olduğu için ağzıma Ģarap dök Dudağıma Ģeker yerine Ģekerli dudağını koy 41 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Vadinin ve dağın eteğinin üzerinde ay ıĢığı ayla beraber “Allah‟a Ģükretmek için Ģarap getir” ondan sonra bu nükte üzerine birbirine tokuĢturulan kadeh seslerini dinledim, Ģükür için ardı ardına cin cin cin sesi Ondan sonra her ikisinin uyuduğunu gördüm Allah‟a Ģükür onlar beni görmedi Bal ve Ģeker gibi o iki sevgili birbirine sarılmıĢtı Çimenliğin üzerinde bir çok kere beraber döndüler Daha fazla bunu anlatamam Vadinin ve dağ eteğinin üzerine ay ıĢığı vurmuĢ Her yere gümüĢî bir bakıĢ saçılmıĢ Çimenliğin üzerinde o iki sevgili uyumuĢtu Ben onları görmekten dolayı lezzet aldım Haydi doğanın nasıl olması için sana ne diyeyim? Dağdan bir kekliğin kahkaha sesi gelir ġelaleden suyun feryadı gelir Uzaktan sazın yanık ezgisi gelir Bu esnada o iki yârin konuĢma sesleri gelir Dağlardan eserek ağaçların dallarını birbirine karıĢtıran hafif serin bir rüzgar o erkeğin ve kadının yattığı yerden geçiyor ve burunlarına aĢk kokuları getiriyordu Fulya çiçeği ve sümbül kokusundan bin defa O dakikada onlar birbirlerinden ayrıldılar Meryem‟in kapalı uzvuna Pervin‟in ve yabancı bir ayın gözü düĢtü Yıldızların hepsi gördü,gökler de Çünkü Meryem‟in vücudunun yarısı etekliğinden dıĢarıda idi 42 ġiir: SANKĠ ZAMAN Ġbrahim TÜRKHAN Sanki zaman bize düĢman Biz, durdukça dursun deriz Kulak bile vermez bir an Her saniye darbe yeriz Sanki zaman bize düĢman… Tik tak, tik tak… gündüz gece, Akrep yelkovan yarıĢır. Her an cevapsız bilmece Mazi atiye karıĢır. Tik tak, tik tak gündüz gece.. Ömür, ânın kapı kulu; Divana durmuĢ el pençe. Kapatıp felaha yolu Gönüle vurmuĢ kelepçe Ömür ânın kapı kulu… Bir yol ki, geri dönüĢsüz; Saniye dakika saatler, Gün hafta ay ve yıllar düĢsüz. Biz ararız onlar yiter Bir yol ki, geri dönüĢsüz… Sanki zaman bize düĢman, Ses vermez insan sesine. TaĢırız çıkmak üzre bir can, Çok gelen ten kafesine. Sanki zaman bize düĢman… DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Japon edebiyatından bir öykü: MANDALĠNALAR Ryūnosuke AKUTAGAVA (1892~1927) Yrd.Doç.Dr.Okan Haluk AKBAY* Bulutlu bir kıĢ akĢamıydı. Yokosuka‟ya giden trenin ikinci sınıf vagonunda bir köĢeye oturmuĢ, trenin hareket düdüğünü bekliyordum. Çoktan ıĢıkları yanmıĢ olan vagonun içerisinde, ne garipti ki, benden baĢka hiç yolcu yoktu. DıĢarı baktım. LoĢ peron da aynı Ģekildeydi, yolcu uğurlamaya gelen hiç kimse yoktu. Sadece kafesteki bir köpek yavrusu ara sıra mahzun bir Ģekilde havlıyordu. Tüm bunlar, benim o anki ruh halimle tıpatıp benzeĢen bir manzaraydı. Tarifi mümkün olmayan bir yorgunluk ve bıkkınlık, bulutlarla kaplı bir gökyüzü gibi bütün zihnimi bulandırmıĢtı. Ellerimi paltomun ceplerine sokmuĢtum. Ġçimden, bir türlü paltomun cebinde duran akĢam baskısı gazeteyi okuma isteği gelmiyordu. Sonunda hareket düdüğü çaldı. Ruhumu kaplayan belli belirsiz bir huzurla baĢımı arkadaki pencereye yaslayıp, bir an önce gözümün önündeki istasyonun kayıp gitmesini beklemeye koyuldum. Ancak onun öncesinde, giĢe yönünden bir terlik sesi duyulduktan sonra kondüktörün aĢağılayıcı bakıĢları arasında onüç, ondört yaĢlarında bir kız çocuğu hızlı adımlarla vagona girmiĢti. Küçük kızın içeri girmesiyle birlikte tren de sanki homurdanıyormuĢçasına ağır ağır hareket etmeye baĢladı. Birer birer geriye doğru kayan peron sütunları, unutulmuĢ gibi duran bir su tankeri ve trendeki birisine teĢekkür eden bir hamal...pencereye vuran koyu duman arasında isteksizce, bir bir geriye doğru devrilmeye baĢladılar. RahatlamıĢ bir Ģekilde sarma sigaramı yaktım, yorgun göz kapaklarımı ilk kez açarak karĢımdaki koltukta oturan kızın yüzüne Ģöyle bir baktım. Erciyes Üniversitesi, Japon Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı BaĢkanı. * Kuru saçları yaprak Ģeklinde örülmüĢtü, rüzgardan çatlamıĢ yanakları al aldı, tam bir köylü kızı görünümündeydi. Üstelik açık yeĢil yünden yapılmıĢ ve kirlenmiĢ atkısı dizlerine kadar sarkmıĢtı. Dizlerinin üzerinde büyük bir bohça vardı. ÇatlamıĢ elleriyle, bohçasıyla birlikte, kırmızı renkli üçüncü sınıf vagon biletini de sıkı sıkı kavramıĢtı. Küçük kızın bu kaba saba görünüĢü hiç hoĢuma gitmemiĢti. Ayrıca, kirli elbiseleri de rahatsızlık vericiydi. Dahası, ikinci sınıf vagonla üçüncü sınıf vagon arasındaki farkı anlamayacak kadar cahil olması beni oldukça kızdırmıĢtı. Bu yüzden sigaramı yaktım ve bu kızın varlığını unutmak için cebimden akĢam baskısını çıkarıp geliĢigüzel açtım. ĠĢte tam o an, gazetenin üzerine dıĢarıdan vuran ıĢık, birden elektrik ıĢığına dönüĢtü. Silik baskılı birkaç gazete küpürü ĢaĢırtıcı bir Ģekilde gözümün önünde parladı. AnlaĢılan, çok sayıda tüneli olan Yokosuka hattının ilk tüneline girmiĢtik. Elektrik ıĢığının vurduğu gazeteye göz gezdirdim. Ortalık, benim sıkıntılı halimi avutacak sıradan olaylarla doluydu. BarıĢ görüĢmeleri, evlilik haberleri, rüĢvet haberleri, ölüm ilanları...Tünele girdiğimizde bir an, trenin sanki ters yöne doğru ilerlediği gibi bir hisse kapıldım. Ġç karartıcı haberlerin birinden diğerine amaçsızca gözlerimi kaydırıyordum. Bu sırada küçük kız, bayağılık denen gerçekliğin bir insan suretine dönüĢmüĢ hali olarak karĢımda oturuyordu. Tünelin içinde yol alan tren, köylü kızı ve sıkıcı haberlerle dolu akĢam baskısı... – tüm bunlar neyi ifade ediyordu acaba? AnlaĢılmaz, bayağı ve sıkıcı yaĢamın bir özelliği olmayıp da ne olabilirdi? Okumakta olduğum gazeteyi bir kenara fırlatıp tekrar baĢımı pencereye yasladım. ÖlmüĢ gibi gözlerimi kapatarak uyuklamaya baĢladım. Aradan kısa bir süre geçmiĢti. Sanki birisi tarafından uyandırılmıĢım gibi birden gözlerimi açtım. Çevreme bakındığımda, karĢımda oturan küçük kızın yanıma kadar gelip, var gücüyle pencereyi açmaya çalıĢtığını gördüm. Ancak ağır 43 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 cam pencere bir türlü küçük kızın istediği gibi açılmıyordu. Küçük kızın çatlamıĢ yüzü daha da bir kızarmıĢ, ara sıra nefesinin kesildiği, derin derin nefes aldığı duyuluyordu. Bu durum, benim kıza karĢı olan merhamet duygularımı biraz olsun harekete geçirmiĢti. Tren bir baĢka tünelin ağzına doğru ilerliyordu. Gecenin karanlığı arasında, kurumuĢ otların kapladığı dağların parlak etekleri pencerelere doğru yaklaĢmıĢtı. Çok geçmeden tünele gireceğimiz anlaĢılıyordu. Buna rağmen, küçük kız hususi olarak kapatılmıĢ olan pencereyi açmaya çalıĢıyordu. Bunun sebebini anlamak benim için hiç de kolay birĢey değildi. Hayır hayır, bence bu sadece vakit öldürmekten ibaret bir hareketti. Onun için kalbimdeki sert duyguları kabartarak, kızın çatlak elleriyle pencereye karĢı giriĢtiği çetin mücadeleyi, sanki sonsuza kadar kızın kaybetmesi için dua edermiĢcesine acımasız bakıĢlarla izlemeye baĢladım. Trenin kulakları tırmalayan bir uğultu çıkararak tünele girdiği sırada, küçük kızın açmaya uğraĢtığı pencere sonunda aĢağı doğru indi. Böylece, pencerenin dikdörtgen aralığından kapkara duman da vagonun içerisine doldu. Boğazımdan rahatsızdım ve mendille burnumu kapatacak vaktim bile olmamıĢtı. Dumanlar arasında kalarak öksürüğe boğuldum. Küçük kız ise hiç oralı bile olmamıĢtı. Pencereden baĢını dıĢarı çıkarmıĢ, yaprak Ģeklinde örülü saçları karanlıkta dalgalanıyordu. Küçük kız, trenin hareket ettiği yöne doğru gözlerini çevirmiĢ, büyük bir dikkatle ileriye doğru bakıyordu. Öksürüğüm sonunda dinmiĢti. Kızın bu halini duman ve elektrik lambalarının ıĢıkları arasında izlerken, trenin içerisine eğer toprak, kuru ot ve su kokusu dolmasaydı, tanımadığım bu kızı kesinlikle fena halde azarlayacak ve pencereyi eski haline getirmesini söyleyecektim. Ancak o esnada tren tünelden çıkmıĢ, kuru otların kapladığı dağların arasında yol almaya baĢlamıĢtı. Yoksul bir banliyönün hemzemin geçidinden geçiyorduk. Geçidin etrafında periĢan görünümlü hasır ve kiremit çatılar iç içe girmiĢti. 44 Geçit görevlisinin salladığını zannettiğim beyaz bir bayrak gecenin karanlığında dalgalanıyordu. Tam artık tünelden çıktık dediğim anda, çitin karĢı tarafında kendi halinde oyun oynayan al yanaklı üç erkek çocuk gözüme iliĢti. Çocukların hepsi de kısa boyluydu ve bu banliyönün kasvetli havasıyla aynı renkte elbise giymiĢlerdi. Trenin geçtiğini gören çocuklar, aynı anda ellerini kaldırarak avazları çıktığınca, ne dediklerini anlayamadığım birĢeyler bağırıĢtılar. ĠĢte o andı. Beline kadar pencereden dıĢarı sarkmıĢ olan küçük kız, çatlamıĢ ellerini hızla sallarken...aniden ılık bir günle aynı renkteki beĢ, altı mandalina treni uğurlayan çocukların üzerine yağıverdi. Çok ĢaĢırmıĢ ve Ģimdiye kadar olanları anlamıĢtım. Herhalde bir yere çalıĢmaya giden bu kız, kuĢağında sakladığı birkaç mandalinayı pencereden dıĢarı fırlatarak, geçide kadar treni uğurlamaya gelen kardeĢlerini, zahmetlerine karĢılık olarak ödüllendirmiĢti. Gecenin karanlığına gömülen banliyönün hemzemin geçidi, küçük kuĢlar gibi bağırıĢan üç erkek çocuk ve üzerlerine yağan mandalinaların canlı renkleri...Tüm bunlar pencerenin dıĢında ve göz açıp kapayana dek olup bitmiĢti. Fakat bu manzara kalbime tüm sıcaklığı ve çarpıcılığıyla kazınmıĢtı. Ne olduğunu anlayamadığım bir neĢenin yüreğimin derinliklerinden fıĢkırmaya baĢladığını hissettim. Cesaretle baĢımı kaldırıp, sanki baĢka bir yolcuya bakıyormuĢ gibi yaparak, küçük kıza dikkatle baktım. Küçük kız tekrar karĢımdaki koltuğa oturmuĢtu. Her zamanki gibi, yeĢil renkli atkısını çatlamıĢ yüzüne doladı ve büyük bohçasıyla üçüncü sınıf tren biletinini elleriyle kuvvetlice kavradı. Ġlk kez bu Ģekilde, tarifi mümkün olmayan yorgunluk ve bıkkınlık, aynı zamanda anlaĢılmaz, bayağı ve sıkıcı yaĢamı biraz olsun unutabilmiĢtim... DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 CEMALZÂDE VE “YEKÎ BUD YEKÎ NEBUD”* A. BOLOTNIKOV Farçadan çeviren: Nagihan GÜR Muhammed Ali Cemalzâde, 1922 yılında Berlin‟deyken beĢ hikâyeden oluĢan Yekî Bud Yekî Nebud adlı hikâye kitabını yayımlamıĢtır.1 Kitabın önsöz kısmı tam anlamıyla günümüz Ġran nesrinin manifestosu niteliğindedir. Ġran nesri üzerine düĢünmeye samimi bir davet içeren bu önsöz, Ģöyle sona ermektedir: [Edebiyatın] cılız sesi de, uyuyan kervanı uyandıran horozun ötüĢü gibi hayırlı bir iĢe vesile olup, edebiyatçılarımızı ve düĢünürlerimizi zamanın gereklerinden haberdar etmeli, onların orijinal fikirlerinin ve hayallerinin, puslu bulutların ardındaki güneĢ ya da sedef içindeki inci gibi saklı kalmasına daha fazla müsaade etmemeli… Ġran‟da, 1906-1910 yılları arasında gerçekleĢen ayaklanma hareketi, yalnızca Muhammed Ali ġah‟ın düĢürülmesine değil, aynı zamanda, Ġran edebiyatının da iki farklı kesimi ortaya çıkarmıĢtır: muhafazakârlar ve yenilikçiler. Yenilikçiler, edebiyatın temelli değiĢmesini savunuyorlardı. Sloganları da. Cemalzâde‟nin mukaddimesinin baĢında verdiği Ġranlı eski Ģair Ferruhî‟ye ait Ģu beyitti: Fesâne geĢt u kohen Ģod hadis-i Ġskender Sohen-i nov âr ki nov ra halâvetîst diger (Efsaneler geçti gitti ve Ġskender‟in sözleri eskidi, sen yeni sözler söyle, ki yenide baĢka bir tatlılık vardır.) Bir baĢka deyiĢle, yenilikçiler, sahip oldukları dili değiĢtirme zarûreti duyup eski dili, günlük konuĢma diline yaklaĢtırmaktaydılar. Bu hareketin baĢlangıcı, XIX. yüzyıla kadar gitmektedir. Ġran edebiyat eleĢtirmenlerince, Mir Abdürrahim Neccârzâde (Talibof)2, Ġran nesrindeki bu yeni tarzın kurucusu olarak görülmüĢtür. Talibof, yaĢamının uzun bir dönemini Kafkasya‟da * Yekî Bud Yekî Nebud‟un Rusça çevrisine, A. Bolotnikov tarafından yazılan bu önsöz, Hasan Tahbâz tarafından Farsçaya çevrilmiĢ ve Ali DehbâĢî, Cemalzâde üzerine hazırladığı kitapta bu çeviriye yer vermiĢtir. (Muhammed Ali Cemalzâde, Yekî Bud Yekî Nebud, Haz. Ali DehbâĢî, Tahran, 2000). DehbâĢî‟nin eserinde yer alan metin dikkate alınarak Bolotnikov‟un söz konusu önsözü tarafımızdan Türkçeye aktarılmıĢtır. 1 Bu kitap, ilk olarak 1921‟de yayımlanmıĢtır. 2 Talibof, Hicrî Kameri 1250 yılında Tebriz‟de doğdu ve 1329‟da Temrhan-ı ġurâ‟da -hakimniĢin-i Dağıstan- öldü. geçirmiĢ ve Rusçaya tamamıyla vâkıf olmuĢtu. O, Ġran‟da çok sayıda basılan ve ilgi gören Farsça bir dizi kitap yazmıĢtı. Talibof, yetkin bir bilim adamı olarak fizik, kimya ve astronomi alanında yayımlar yapmıĢ yetkin bir üstattı. Ancak onun en çok ilgi gören, en önemli eseri, yazdığı çocuk kitabıdır. Baba ve küçük çocuğu arasındaki geçen bir diyalogu içeren Kitâb-ı Ahmed (Ahmed‟in Kitabı) aslı eser, Ġran klâsik edebiyatının ağır dilinden uzak, sade bir nesir diliyle yazılmıĢ olup, okuyucuyu Avrupa kültürünün önemli sonuçlarıyla tanıĢtırmaktadır. Talibof her Ģeyden önce, Farsçada Arapça kelimelerin kullanılması ve her türlü softalığa karĢı çıkıyor, Ġran halkının aydınlanması için mücadele veriyordu. Edebiyatta yaĢayan halk dilinin kullanılmasına daha çok XIX. yüzyılda Ġran‟da yayınlanan Se Tüfenkdâr (Üç SilâhĢörler), Kont Monte Kristo ve Alexander Dumas‟nın diğer romanları, Robinson Crousie, Gill Belas ve Moliere‟den birkaç komedi ve Jules Verne‟nin romanlarından bazıları gibi Batı edebiyatı eserlerinin Farsçaya tercümeleri sebep olmuĢtur, bu eserler Ġran edebiyatında da bu tarz düĢünceye yol açıyordu. Bundan önce de belirttiğimiz gibi, 19061910 inkılâbında da yer alan Ġran edebiyatındaki yenilik taraftarları, hep bir ağızdan, Ġran nesrinin değiĢmesini istemiĢlerdir. Cemalzâde, bahsi geçen önsözünde bu istek ve fikirleri dikkatlice ortaya koymuĢtur. Ne olmuĢtu da Firdevsi, Hayyam, Sâdî, Hâfız ve birçok ünlü simâlara sahip olan eski zengin Ġran edebiyatı böyle bir yenilgiyle karĢı karĢıya kalmıĢ ve sona ermiĢti? Cemalzâde, bu sorunun cevabını tarih biliminin kesin kurallarına dayanarak veremiyor. Yalnızca siyasi baskılardan ve çoğunlukla geniĢ sıradan halka için oldukça girift ve anlaĢılmaz olan ağır bir diller eserler yazan, hedef kitlesi yalnızca edebiyatçılar ve eğitimliler topluluğundan oluĢan, halkla ilgilenmeyen Ġranlı gelenekçi yazarlara değinmekle yetinmiĢtir. Bu süslü dil, eski Ġran edebiyatı geleneğinin sürdürülmesi için verilen önlenemez çaba, tasvirler ve belirsiz istiarelerin kullanılması Ģeklinde bazı çağdaĢ Ġran yazarlarının eserlerinde bile görülüyordu. Örneğin, Abbas Halîl‟nin Rüzgâr-i Siyâh3 adlı meĢhur kitabında, bu tarz özellikler az değildir.: Sabah vakti, dünyayı aydınlatan gökyüzünün kızı, ufkun sırmalı yastığından 3 Tahran Mihr 1303 . 45 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 baĢını kaldırmıĢ, zarif altın pençesini aydınlığın beyaz eteğinden dıĢarı çıkarmıĢ ve seher vaktinin misk kokulu zülüflerini kenara çekmiĢti. IĢınları tarak misali saçlarının kıvrımlarını tarıyor ve dağınık siyah saçlarını periĢan ediyordu. O vakit, o siyah zülüflerin her telini, ıĢınlarının altın ipiyle doluyordu. YavaĢ yavaĢ saç tellerini baĢının arkasına fırlatmıĢ ve üzerimize doğmuĢtu. Sonunda sabah belirmiĢ ve güneĢ apaçık ortaya çıkmıĢtı… Böyle bir edebi tarzla Cemalzâde‟nin talebi olan “edebî demokrasi”nin sağlanması gerçekleĢemezdi. O, kendi ülkesinin geleneksel edebiyatını Batı edebiyatının değiĢimiyle karĢılaĢtırıyor. ġunu söylemek gerekir ki, onun için edebiyatın en önemli görevi, çağlar boyunca karanlık bir cehalete bürünmüĢ bir ülkede, her çeĢit hakkı elinden alındığı için fakir ve mahrum olmuĢ halkı aydınlatmaktır. Diğer yandan Cemalzâde, çağdaĢ edebiyatın içinde roman türünün önemini vurgulamaktadır. Fakat romanı, Sâdî‟nin diliyle yazmak mümkün değildi ve bu nedenle, bu edebi formun ortaya çıkması ve geliĢmesi için farklı bir dile ve klasik edebiyatın dili ile güncel yaĢayan dil arasındaki uçurumun ortadan kalkmasına oldukça ihtiyaç duyulmaktaydı. Muhafazakârlar ve yenilikçiler arasında ihtilaf ortaya çıkmıĢ, muhafazakârlar yenilikçilere itiraz etmiĢlerdir. Edebiyat geleneğinde ortaya çıkan her tür değiĢimde, sonradan ortaya çıkan edebiyatçıların, Ġran edebiyat tarihinde, eserleriyle düğüm noktası olmuĢ, Ġran Ģiirinde hünerin yükselmesinde yeni bir yol açmıĢ olan Sâdî ve Firdevsi gibi Ģairlerle kıyaslanması oldukça olağan bir durumdur. ġimdi, bu tarzda eserler üretebilecek yazar ve Ģairler kalmamıĢtır. Edebiyatta, farklı bir alfabe ve yenilenmiĢ kurallarla yeni bir Ģeyler söyleme çabası, anlamsız ve değersiz değildir. ġunu söylememiz gerekir ki, Ġran edebiyatının zengin edebî geleneği ve âmiyâne kültürünü dikkate alarak günlük konuĢma diliyle bir nesir örneği ortaya koyma çabası oldukça büyük bir öneme sahiptir. AĢağıda yer alan ifadeler, ġerh-i Muhtasar-ı Edebiyatı Cedid-i Farsi (Yeni Ġran Edebiyatının Kısa Açıklaması) (1928) adlı kitabın sonunda Ġran edebiyatı uzmanı K. Çâyekîn tarafından yazılan ve hala geçerliliğini koruyan cümlelerdir: Yalnızca Yekî Bud Yekî Nebud‟la realist yazın mektebi kurulmuĢ ve Ġran edebiyatının yeni esasları ortaya konulmuĢtur. Bundan sonra, yalnızca, Halilî, Kazimî, 46 Cemalzâde ve diğer yazarların eserleri lendiğinde dahi ortaya çıkmıĢ olan novel ve roman türünün Ġran‟ın binlerce yıllık edebiyatında söz sahibi olduğu görülebilmektedir. Ġran edebiyatında gerçekleĢen yenileĢme hareketinin nihayetinde, bu edebiyatın, gizemli aydan, Ģairâne dilden, gül ve bülbülden ve pervanelerden kurtulmuĢ; var olan gerçekliğe ve hayata dayanmıĢ olduğuna inanıyoruz. Ġran çağdaĢ yazarlarının en meĢhurlarından olan Cemalzâde ve onun Yekî Bud Yekî Nebud adlı eseri, yalnızca tarihi önceliğiyle değil, eserin kendi değeri ve açıklığıyla en ön mevkiye yerleĢmiĢtir. Cemalzâde, yüksek öğrenimini Avrupa‟da tamamlamıĢtır. Kâve adlı meĢhur gazetesini,Ocak 1914‟ten Kasım 1914‟e kadar- Berlin‟de neĢretmiĢ, Mazdek -Ġranlı eski koministhakkında dikkate değer yazılar yazmıĢ, Ġran-Rus münasebeti tarihi üzerinde çalıĢmıĢ (bu makale, Kâve gazetesinden ayrı olarak basılmıĢtır) ve ayrıca Yekî Bud Yekî Nebud adlı hikâye kitabındaki öyküler de seri Ģeklinde bu gazetede yayımlanmıĢtır.1 Sözünü ettiğimiz bu küçük kitap, altı hikâyeden oluĢmakta, günümüz Ġran‟ında yaĢayan çok yönlü hayatları ve çeĢitli kiĢileri ele almaktadır. “Farsî ġeker Est” (Farsça ġeker Gibidir) adlı ilk hikâye, bugünkü Farsça hakkındadır. Dört Ġranlı, sebepsiz yere gümrük memurları tarafından hapse atılmıĢ ve orada birbirlerine rastlamıĢlardır. Ġçlerinden biri, ummadığı bir sebepten hapse düĢmüĢ saf bir çiftçidir. Hapiste, Arapça kelimeler içeren cümlelerle konuĢan bir Ģeyh, ona bir Ģeyler anlatmaktadır. ġeyhin ardından, alafranga bir Ġranlı, onunla Avrupaî terimlerle konuĢur. Onların konuĢmalarından hiçbir Ģey anlamayan çiftçi, arkadaĢlarının delirdiğini düĢünür. Garip olan Ģudur ki, her biri övgüyle kendi dillerinin en tatlı Farsça -tıpkı Ģeker gibi- olduğunu zannetmektedir. Daha önceden de söylendiği gibi, bu hikâyenin içeriği, açık bir Ģekilde Cemalzâde‟nin Farsça hakkındaki düĢünce tarzını yansıtır. Rusça çevirisi mümkün olmadığı için Yekî Bud Yekî Nebud‟un Rusça tercümesinde bu hikâye yer almamaktadır. Kitabın ikinci hikâyesi, “Recûl-i Siyâsi” (Devlet Adamı)‟dir. Özellikle yirminci yüzyılın Kâve‟de yalnızca “Farsî Sheker Est” adlı öykü yayımlanmıĢtır. 1 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 baĢında Ġran‟da yetiĢmeye baĢlamıĢ siyasetçiler ve halkı aldatan kiĢiler hakkındadır. “Dust-i Hâle Herse” (çevirisi) adlı hikâye, baĢkahramanın dramatik ruh hali dolayısıyla çok ilgi görmüĢtür. Yolu KirmanĢah‟a düĢen hayat dolu, güler yüzlü ve dost canlısı Habibullah isimli biri, kıĢın soğuğunda yaralı bir Rus Kazağı‟na rastlar ve ona acıyarak yardımda bulunur. Habibullah, bu yardımıyla Kazak‟ın hayatını kurtarır. Fakat Kazak, kendisini kurtaran adamın yanında bolca para olduğunun farkına varmıĢtır. KıĢlaya ulaĢtıklarında sebepsiz yere ona iftira atar ve Habibullah, diğer Kazaklar tarafından kurĢuna dizilir. Ölümden dönen o hain Kazak, ölünün üstündeki paraları alır. Oldukça sade ve açık dille yazılmıĢ olan bu hikâye, Ġran‟ın güvenli olmayan dönemlerinde Mesih‟in savaĢçıları adıyla ortaya çıkmıĢ ayak takımı ve soyguncuların durumlarını açık bir Ģekilde ortaya koymuĢtur. Cemalzâde, bu hikâyede, bugünkü emperyalizmin demir ökçesinin ezen gücünü bütün çıplaklığıyla tanımlamıĢtır. O, doğal yaĢamdaki her çeĢit canlıya nispetle insanoğlunun hayvanî kinciliğini ortaya koymayı amaç edinmiĢti. Bu hikâyede daha mühim olan Ģey, Cemalzâde‟nin gazel ahengini ve hatta kinayeli sözleri kendine özgü tarzıyla muhafaza etmiĢ olmasıdır. Örneğin, o, kıĢın soğuğunu Ģu Ģekilde tasvir eder: Kafir soğuk, yaĢlı bir misafir gibi içeri girmiĢti ki insanın gönlü kıyamet kopsun ve günahları sevaplarından üstün gelsin, bütün hepsi cehennemin yakıcı ateĢinde baĢ aĢağı dönsünler istiyordu. Kar da dinmemiĢ ve devamlı düĢmekte olan taneleri daha da büyükmekteydi… Kar, cansız düĢmüĢ ve periĢan olmuĢ gümüĢ renkli pervanelerin dönüĢlerine benzer bir Ģekilde, aĢk ve muhabbet çimenliğinden yeryüzüne yağmıĢ ve yeryüzündeki âĢıklar için fedakarlık ve beyazları kuĢanma fermanı getiriyordu.. Bu kitap içinde en çok ilgiye lâyık ve içerik açısından oldukça yetkin olan en iyi hikâye Ģüphesiz, “Bîle Dîk Bîle Çoğander” (Böyle Kazana Böyle Pancar/Böyle BaĢa Böyle Tarak) adlı beĢinci öyküdür. Avrupalı bir tellak, yazgı gereği yahut da eski Ġran Ģairlerinin dediği gibi, “çerh-i felek” gereği, belli bir statü sahibi olmuĢ ve müsteĢar makamıyla Ġran‟a gitmiĢtir. Safdillilikle, Avrupa‟nın nizamını “güneĢ ve aslan” ülkesinde uygulamak sorumluluğu üstlenerek hemen hemen bütün bakanlıkları gezmektedir. Bu acayip müsteĢarın Ģikayetvâri sözlerinden bazıları Ģöyledir: Önce bizi postahane idaresine bıraktılar. Avrupa‟da herkes postahane hakkında bir Ģeyler bilir. Mesela, memurların özel formaları vardı ve her mahallede bir postahane ve her yolun baĢında bir posta kutusu bulunmaktaydı. Biz de bu düzeni, az çok Tahran sokaklarında uyguladık. Nasıl da güzel oldu, gelin ve görün. Adımız öyle çok duyuldu ki, gazeteler bizim hakkımızda övücü yazılar yazdılar, Ģairler kasideler söylediler, Ģarkıcılar besteler yaptılar ve ünümüz, kısa zamanda büyük küçük herkesin ağzında dolaĢtı. Ayrıca, meclis tarafından da bize çok geniĢ insiyatif verildi ve birçok bakanlıklardan yavaĢ yavaĢ bizim idareye gelmeye baĢlandı. Böylelikle bu yenilikçi kiĢi çok fazla para kazanmıĢ, sermaye edinmiĢ ve vatanına dönmeye karar vermiĢ. Bütün Tahran onu uğurlamaya gelmiĢti. Fakat yolun ortasında, eĢkıyalar varını yoğunu yağmalamıĢlar ve binlerce zahmetle Avrupa‟ya varmasına sebep olmuĢlardır. Feleğin çarkı bir devrini tamamlamıĢtı. O, Avrupa‟da, Ġran‟da baĢından geçen çok sayıdaki ilginç anıyı, Ġran devleti ve milleti hakkında üç bölüm Ģeklinde deftere kaydetmiĢtir ve hikâye bu Ģekilde sona ermiĢtir. Bu sayfaların, kitabın diğer bölümlerinden daha anlamlı ve derin olduğu Ģüphesizdir. Bu kitabın değerini anlamak için onları mutlaka okumalıyız.a Bu kitapta yer alan diğer iki hikâye, Rus okurları için fazla ilgi çekici değildir. “Derd-i Dil-i Molla Kurbanali” (Molla Kurbanali‟nin Gönül Yarası) adlı dördüncü hikâye, ölüm döĢeğinde olan bir genç kıza âĢık olmuĢ yaĢlı bir mollanın acılarını anlatmaktadır. Molla, bu kızın ölüsünü görünce, din ve imanı hiçe sayarak onun örtüsünü kaldırıp yüzünü açmıĢtır. “Vilânuddovle” adlı altıncı ve sonuncu hikâye, kendisini esrarla zehirlemiĢ, hayatını baĢıboĢ geçirmiĢ “lüzumsuz bir insan”ı, edebî bir dille tasvir ediyor. Küçük bir hikâye olsa da, açık ve gerçekçi bir tarzla kaleme alınmıĢtır. Ayrıca, bu baĢarılı iki hikâyenin tercümesi de bu kitapta neĢredilmiĢtir. Sonuç olarak Ģunu söylemek gerekir ki, Cemalzâde, hiç Ģüphesiz, Avrupâî anlamda en iyi romancı düzeyindedir. Ayrıca o, kendi tarzıyla, karmaĢık tasvirlerden ve çok sayıda terimlerle örülü binlerce yıllık Farsçayla, Avrupa edebî nesir geleneğini karıĢtırmak gibi oldukça zor bir görevi üstlenmiĢ ve baĢarılı olmuĢtur. 47 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 KÜLTÜR EMPERYALĠZMĠNE KARġI ĠRAN MODELĠ Can ġEN Sömürgecilik anlamına gelen emperyalizm silahla ve kültürle olmak üzere iki farklı yol ile gerçekleĢtirilebilir. Güçlü bir emperyalist ülke ordusuyla zayıf bir ülkeyi iĢgâl edip sömürebilir; tıpkı Amerika‟nın Irak‟ta yaptığı gibi. Fakat bu yöntem her zaman gerçekleĢtirilemez. Çünkü sömürülmek istenen her ülke Irak gibi zayıf olmaz. Bu durumda “kültür emperyalizmi” ortaya çıkar. Kültür emperyalizminde hedef bir ülkenin millî kültürünü bozarak millî birlik ve benliğini zayıflatmak; böylece güçsüz ve kolay sömürülebilir hâle getirmektir. Günümüzde bu yol daha fazla kullanılmaktadır. Bugün Türkiye de Amerika‟nın dünyaya uyguladığı kültür emperyalizmi ile karĢı karĢıyadır. Amerikan kültürü büyük bir hızla TV‟ler, McDonalds‟lar, Coca Cola‟lar ile ülkemizde yayılmakta ve milletimizi yavaĢ yavaĢ AmerikanlaĢtırmaktadır. Bunun yanında “küreselleĢme” yaftası ile sunulan “dünya küresel bir köydür” lafları da dünya geneline Amerikan yayılmasını sağlamakta, dolayısıyla kültür emperyalizminin bir parçası olmaktadır. KüreselleĢmenin tek amacı emperyalizmdir. Bu konuda Prof. Dr. Nurullah Çetin, kendisiyle yapılan bir röportajda Ģöyle demektedir: “(…) Bugün küreselleĢme bizi, kendi iĢimizi kendimizin gördüğü, kendi aĢımızı kendimizin piĢirdiği tam bağımsız ve bağlantısız bir millet ve devlet olmaktan uzaklaĢtırıp, yerlerde sürünen bir sömürge devleti hâline getirmeye çalıĢmaktadır.(…)”1 Bu noktada çok dikkatli davranmalıyız. Millî bilinç ve birliğimizi kaybetmememiz için “Biri Bizi Gözetliyor”, “Gelinim Olur musun?” vb. programlardan, emperyalist kültürün yayılımını sağlayan tüketim ürünleri olan Coca Cola, McDonalds‟lardan uzak durmalıyız. AlıĢ-veriĢ merkezlerini emperyalist kültürün dağılma yeri olarak niteleyen Banu Avar bu konudaki önemli tespitlerini Ģu Ģekilde dile getiriyor: “(…) Hep alacaksın, alacaksın, alacaksın. Bunun dıĢında daha genç ve beyni daha karıĢmıĢ olan insanlarımıza, gençlerimize sen adam olmak, insan olmak, bir kadın tarafından beğenilmek, bir adam tarafından âĢık olunmak istiyorsan bu taytı, Nike marka ayakkabıyı giyeceksin; bu Ģampuanı, bu göz kremini kullanacaksın; bu ruju süreceksin. Size tek bir kimlik veriliyor. Hatta böyle âĢık olacaksın, bu gözlerle bakacaksın, bu bakıĢları atacaksın, böyle Clarke çekeceksin deniliyor. Bunları böyle uzatmak mümkün, bunları yapmıyorsan sen adam değilsin, yaĢamıyor sayılırsın deniliyor. (…)”2 Mehmet Çevik, “Prof. Dr. Nurullah Çetin ile „Türkiyeli Aydın!‟ Üzerine”, Edebiyat Otağı, sayı:22, Temmuz 2007, s.8 2 Banu Avar, Demokrasi Projeleri, SöyleĢi: Cem Küçük, Profil Yayıncılık, Ġstanbul 2008, s.76 1 48 ĠĢte Banu Avar‟ın belirttiği tuzaklarla millî benliğimiz yıkılmak isteniyor. Bu tuzaklara kanarsak sömürülmesi kolay birer mankurt, köle oluruz. MnkurtlaĢmıĢ bir insan ise kendi iĢini bağımsız yapamayan, millet bilincinden yoksun, ezik Ģahsiyetli bir yaratıktır ve onu sömürmek kolaydır.3 Bu noktada kültür emperyalizmine karĢı millet bilincini diri tutmaya çalıĢan bir ülkeyi ele almak istiyorum. Coca Cola, McDonalds gibi emperyalist tuzakların giremediği bir ülke olan Ġran. Ġran‟ın kültür emperyalizmine karĢı aldığı yeni bir önlemi bir gazete haberinden beraber okuyalım: “Ġran Çocuk ve Gençlerin Entelektüel GeliĢimi Enstitüsü tarafından geliĢtirilen bebekler [Sara ve Dara adlı oyuncak bebekler C.ġ.] ABD‟nin Barbie ve Ken oyuncak bebeklerinin zararlı etkilerine karĢı Ġran‟ın değerlerinin daha da güçlendirilmesi için 2002 yılından itibaren proje olarak ortaya atılmıĢ ve geçtiğimiz yıl da piyasaya sürülmüĢtü. Barbie bebeklerin yaklaĢık üçte bir fiyatına satılan Sara bebekler sade ve aile değerlerini yansıtan bir giyime sahip. Oyuncakçı Masume Rahimi, sarıĢın, vücut hatlarını belli eden ve çok açık giydirilen Barbie bebeklerin aile değerlerini yok etmesinden dolayı Amerikan füzelerinden bile daha tehlikeli olduğunu öne sürüyor. Rahimi‟ye göre Barbie bebeklerle büyüyen çocukların kendi öz değerlerini reddedeceklerini de iddia ediyor.”4 Gördüğümüz gibi Ġran, Amerika‟nın emperyalist silahlarından biri olan Barbie bebeklere karĢı kendi kültürünü yansıtan Sara ve Dara bebekleri üretmiĢ. Ġran bugünkü durumunda kültür emperyalizmine karĢı savaĢ veren oldukça bilinçli bir ülke.5 Bu açıdan kültür emperyalizmine karĢı örnek alınması gereken bir ülke Ġran. Peki biz neler yapabiliriz kültür emperyalizmine karĢı? McDonalds‟lara karĢı lahmacuncularımızı, Coca Cola‟ya karĢı ayranımızı öne sürebilir; Barbie bebeklere karĢı köylü kızı AyĢe ve çoban Ahmet bebekleri üretebilir; Action Man, Spider Man gibi kahramanlara karĢı Oğuz Kağan gibi kahramanlarımızı gençlere ideal olarak sunabilir; kendi çizgi filmlerimizi hazırlayabiliriz. Bunları yapmak için kültürümüz o kadar zengin ki… ĠĢte böyle, Ġran gibi biz de kendimize has değerlerimize sarılırsak boynumuza yavaĢ yavaĢ geçirilen kültür emperyalizminin tasmasından kurtulur ve güçleniriz. 29 Eylül 2008 3 Ayrıntılı bilgi için bakınız: Prof. Dr. Nurullah Çetin, “Günümüzün MankurtlaĢtırılmıĢ Türklerine Cengiz Aytmatov Uyarısı”, Edebiyat Otağı, sayı:36, Eylül 2008, s.2-7 4 “Ġran Sara ve Dara‟yı Okul Kitaplarına da Koydu”, Zaman Gazetesi, 25 Eylül 2008, PerĢembe 5 Banu Avar da yukarıda alıntı yaptığımız eserinde bunu sık sık vurguluyor. DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Tanıtım: Modernlerin Dünyevi Kutsallık ArayıĢları Ġlhan YAVAġ Özgür Taburoğlu, Dünyevi ve Kutsal: Modernlerin Maneviyat arayıĢları, Metis Yay., Kasım 2008, Ġstanbul. Özgür Taburoğlu, “Dünyevi ve Kutsal: Modernlerin Maneviyat ArayıĢları” adlı yapıtında çarpıcı bir çalıĢma ortaya koyar. Taburoğlu bu kapsamlı metinde, derinlikli bir analizini yaptığı “dünyevilik” kavramının, sekülerlik ya da laiklikle iliĢkili olsa da, daha geniĢ, daha genelleĢmiĢ bir tanımını sunar. Dünyevilik, Modernliğin en önemli yüzlerinden birisidir ona göre. Sosyal Bilimler literatüründe, sekülerlik, sıkça tartıĢılan, tarihsel ya da kültürel olarak yerine yerleĢtirilmiĢ bir kavram olsa da, dünyevilik, yazarın da dile getirdiği gibi, fazla üzerinde durulmayan, daha çok “dindıĢı etkinlikler”in bir diğer adı olur. Dünyevilik ve kutsallık, özellikle antropoloji çalıĢmalarında birbirine karĢıt sayılan yaĢam alanları olarak tartıĢılır. Oysa Özgür Taburoğlu, bu özgün çalıĢmasında, dünyeviliği en gündelik olandan, kutsallığın türlü deneyimlerine kadar geniĢ bir aralıkta baĢarıyla yerine yerleĢtirir. Kutsallık, dünyeviliğin neredeyse bir baĢka yüzü olur. Kutsal ve dünyevi etkinlikler arasında bir geçiĢim aralığı açılır. Bu aralık birçok kültürel ve sosyal yapının inĢa edildiği alandır. Dünyevilik, kiĢilerin ya da toplulukların bu dünyada bulunuyor olmalarının, bu dünyada bulunuĢlarının bir tür onayı, maddi varoluĢa tinsel Ģekiller verilmesidir. Ancak Modernlik için ayırt edici olan, bu tinsellik ya da maneviyat arayıĢının maddi dünyada, yeryüzünde gerçekleĢmesidir. Kutsallığın kaynağı çok uzaklarda, baĢka dünyalarda aranmadan, daha çok yaĢanan dünya üzerinden, neredeyse yeryüzünden doğrularak yapılır. Böyle bir kozmoloji, aynı zamanda bilimsel devrimler ve endüstriyel geliĢme için de zorunlu bir arkaplan yaratır. Bu sayede, maddeyi inceleyen, tetkik eden bilimsel bakıĢ neredeyse mistik bir araĢtırma yolu olur. Kutsallığın gizemlerini araĢtıran ve aralayan mistikler gibi, bilim adamı da bu tinsellikten pay almaya baĢlar. Doğa ve madde üzerinde düĢünmek kuru bir bilimsel iĢlev olmaktan çıkar. Weber‟in kapitalizmin ruhu saydığı protestan etik üzerinden yerleĢen ve “dünyevi çileciliği” zorunlu kılan bir düĢüncede, bu dünyada bulunuyor, çalıĢıyor ve para kazanıyor olmak, kutsallıkla iliĢkili bir deneyim halini alır. Çilesi bu dünyada çekilen bir tinsellik içerisinde, sermayeyi artırmak, doğru ve etik bir yaĢamanın da ifadesi olur. Özgür Taburoğlu, kitabını, dünyevilik gibi geniĢ bir çalıĢma alanının haritasını çıkarabileceğimiz, yer yer içerik olarak uzaklaĢan ve sonra birleĢen baĢlıklar Ģeklinde kurar. Tüm bu baĢlıkların ortaya çıkardığı temel bir deneyim vardır. O da en soyut görünen, uzak kavrayıĢların dahi bir Ģekilde mevcudiyet kazanmaları, ele gelir olmalarıdır. Soyutlama saydığımız varlıklar, bir an maddiyat kazanır, beden bulurlar. BedenleĢmek ve maddileĢmek dünyevileĢmek için de zorunludur. Taburoğlu bu deneyimi olumlar. Özellikle “Feminist Teoloji”yi tanımladığı ve bu tartıĢmayı hazırlayan baĢka bölümlerde, belli bir konum sahibi olarak varolmanın, maddiyat kazanmanın, bir Ģekilde tezahür etmiĢ olmanın, etik anlamda savunulması gereken bir durum olduğunu dile getirir. Bedensiz ve konumsuz, dolayısıyla dünyevileĢmemiĢ olan varlıkların gizli de olsa bir despotluk kaynağı olduğunu varsayar. Feminist kuramda da sıkça savunulduğu gibi, konumunu ve cinsiyetini belli etmeyen bir duruĢ etik olamaz. Bu yüzden dünyeviliği bir tinsel deneyim saymak, feminist kuramlar ve teoloji için de zorunludur. Özgür Taburoğlu, dünyeviliği tartıĢtığı ve bu konuda ilginç bir seçki yarattığı, yer yer bir sözlük çalıĢması gibi inĢa ettiği bu yapıtında, kendisinin de metnin giriĢinde dile getirdiği gibi, genel olarak Avrupa-merkezli bir bakıĢ izler. Ancak kavramsal çerçevenin dıĢında, genel olarak Doğu ve Batı denilen varsayımsal ayrımı birleĢtiren bir dünyevilik kavrayıĢını ortaya koyar. Örneğin Rönesans Avrupa resmi ve klasik minyatür geleneği, ne kadar karĢıt resimleme alıĢkanlıkları gibi görünseler de, Taburoğlu “Resim, Söz ve Yazı” altbaĢlığı altında bu iki resimleme tavrını neredeyse birbirinin türleri, uzantıları gibi anlatır. Özellikle, minyatür, nakıĢ geleneğinde, bir dünyevileĢme güdüsünün sonucu olarak geleneksel çizimlerin zamanla derinlik kazanması, figüratif yönelimler edinmesi ve hattatlık geleneği içerisinden resime doğru yapılan açılımlar, dünyevileĢme sürecinin çarpıcı eğretilemeleri gibi okunabilir. Kitabın her bölümünün ayrı ayrı ortaya koyduğu gibi, her kültürün taĢıdığı dünyevileĢme motifi, en farklı görünen coğrafyaları ve kavrayıĢları bile benzer kılar. Taburoğlu, kitabının son bölümünde, “Modernlerin Maneviyat ArayıĢları” adlı altbaĢlığı içerisinde çok önemli düĢünürleri okumaktadır. Heidegger, Bataille, Levinas, Merleau-Ponty, Irigaray ve baĢkaca düĢünürler üzerinden Modernliğe ait temel bir kutsallık kavrayıĢının çerçevesini az rastlanır bir derinlikte ortaya koyar. Bu kavrayıĢın dünyevi deneyimden neden uzak olamayacağını, okuduğu metinleri zorlama pahasına ortaya çıkarır. Bu çabası sırasında, en zor metinlerin içerisinden kavramsal bir berraklıkla sıyrılmasını bilir ve kitabı boyunca sürdürdüğü tartıĢmaları geniĢletir. Bu okumaları, kendi meramını pekiĢtirmenin yanında, tüm bu düĢünürlerin kuramlarının ana hatlarına da sadık kalmayı baĢarmıĢ görünür. 49 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 ġiir: ġiir: SILA MEKTUBU YALANCI ÇOBAN Ozan Deniz SARITOP Gülizar SÖĞÜĞTÇÜ KURUM Sırça Oylum diĢine Mavi su YeĢil vadi Eteklerinde bereketli toprağın Yüzünde ay ıĢığın Kazınıp da içine diri diri konduğum Hülyasına Gamzesine Ben kurban Gözlerinin göğünden boĢaldı Yağmur misali yaĢlar Sabır taĢı çatladı da orta yerinden O dayandı Ekmeğine küflü, suyuna bulanık demedi BaĢını eğdi yazgısına sukut etti Teslim etti yüreğini kaderin karanlık zindanlarına Umutsuzca Rüzgâr nereye savurursa Sinemi daraltır Kanımı kurutur Hasrete dört mevsim Dört koca asır kararır Ele güne karĢı Muradım sararır Endamına Zülfüne Ben kurban. ġiir: Bahar OĞUZ Çiziyorum gözlerinde mutluluğun resmini Yüzün süzülüyor ruhumun en dokunulmamıĢ yerine Bir bakıĢın, bir gülüĢün erdiriyor ruhumu huzura Duyuyorum, kalbimin ritmiyle bütünleĢen nefesini Biliyorum yakınımdasın Nefesine ortak olmak istiyorum... Yalnızlığın milyonlarca kilometre yakınındayım bu gece Tarıyorum saçlarımı özleme doğru Senin kokunu duyuyorum Ġçimden geliyor... seninle Ģekillenen kalbimden... Dudaklarının kokusu, özleminin o kan kokusu! Kelebekler doğuyor günlerce yaĢıyor yaĢlanıyor ġeytan yeni doğmuĢ bir bebeğin baĢını okĢuyor Melekler sensiz günahkâr Sessizliğimde yaĢattığım, sessizliğinde kaybolduğum adam Ruhumu; hasretinle bezenmiĢ, gözlerinle mühürlenmiĢ, teninden yapılmıĢ bir sandığa hapsediyorum... Anahtarı huzurum... 50 Bir kere of demedi SökülüĢüne tırnaklarının Sessizce gözyaĢıyla sakladı çığlığını Gene de ele vermedi çobanı Üstelik öğrenmiĢken ihanetini Ġçi burkularak devam diyordu iĢkenceye Amacı artık Suçluyu bulmaktan çok Sadakatinin sınırını öğrenmeyi Haktan çok merak ediyordu Komutanın inadı kırıldı da Kırılmadı onun iradesi Çözün dedi ellerini ayaklarını Ġki büklüm yarı baygın kadının Tutup kollarından ayağa kaldırdılar Alnındaki damlaların gözüne girer hali Yüreğine dokundu komutanın Ġkimizde biliyoruz ya bacım Yalancı çobanın yalancı olduğunu Mademki sen bağıĢladın Bu hayâsızı affettin de ele vermedin Bu vefanın önünde ancak boyun eğerim Al götür çobanı Bu yalancı cezandır Bendeki mükâfatın. Serbest. DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 YORGUN DEĞĠLĠZ BĠZ TÜRKÜLER VARKEN... ġiir: Üzeyir Lokman ÇAYCI Özer ġENÖDEYĠCĠ Çocukluğumuzu bıraktığımız yörelerden sevgiyi Ģekillendirdiğimiz yerlere duygular taĢıyarak... Yürek yaralarını sardığımız diyarlarda coĢarak... Geldiğimiz gurbet köĢelerinde türküler yazdık türküler söyledik... Gelincik tarlalarını gurbete taĢıdık türkülerimizle. Hasretle büyüttük çocuklarımızı... türkülerden köprüler kurarak... Yüreklerimize nakĢedilen aĢklarımızla yaĢadığımız yerlerden taĢarak... Sokakları, durakları, denizleri türküleĢtirdik. ĠĢ yerlerinde mırıldandık sevgileri, gurbet yaptık türküleri... Türkü yaptık köprüleri... Getirin Ģırıltısını akarsularımın... Annemin narin sesleriyle süslenen geçmiĢimi getirin... Çocukluğumu getirin Ģiirlerinizle... Güvercinlerimi kondurun pencerelerime, kız arkadaĢlarım Aynur‟un güzelliğini, Sabiha‟nın saflığını Ģarkılarla getirin; komĢularım Derya‟nın sevdasını ve Ayhan‟ın kurnazlığını türkülerle getirin... Mısralarla taĢıyın onların temiz duygularını... Türküler dokuyarak yollarında geçmiĢin... Yıldızsız gökyüzlerinde bıraktığım güzel anları, uykusuzluklarıma yamanan zamanları, yudum yudum içtiğim türkülerimi bana getirin... Hasret ağlarında ne olursunuz yalnız bırakmayın beni... Dönemeçlerde yarım kalmasın rüyalar... Türkü deyip geçmeyin... Treni uzaklara götürür... Rüzgârı estirir... KuĢları kondurur... Gurbette insanı muma döndürür... Uçurur, ıssız yollardan geçirir... ÂĢık eder sevdalandırır... Ayvaya çiçek açtırır. Elleri kınalı, yüzü duvaklı gelin için destan yazdırır... Yalın ayah, baĢı kabah gurbet olur dostsuz sabah... Öç alır aĢkına engel olandan... Hop hop ister, toyluk ister oğlandan... Soldurur gül iken... Sevdirir deliye döndürür... Yusuf olur zindanlarda... Zülüf olur ak gerdanda... Türkü be bu kardeĢim... Dilden dile dolaĢan... Ta gurbete ulaĢan... Yorgun değiliz biz türküler varken... GüneĢ içimizden doğarken... Paris, 12.12.2002 Bu yazı 24.12.2002 tarihinde Avrupa saatiyle 23.35'de yönetmenliğini Feray ULAK‟ın yaptığı TRT Türkiye‟nin Sesi Radyosu "Bir Selam da Kendine Ver" programında Spiker Dilek Beyhan GÜNALP tarafından okunmuĢtur. AKġAM PAZARI Bugün öldü kalbim pazar yerinde, Çırpınıp ağzından kanlar saçarak... Ġnsanlar Ģöyle bir bakıp geçtiler, Çürüyen kalbime ve meyvelere, Terazi kefesi dibe vururken... Ve sonra bir pazarcı alıp kalbimi, Pislikten taĢ kesmiĢ beziyle silip Cilâladı hırsla, koydu tezgâha. Kan portakalları ve yakut kalbim, Pazarcının mavi Ģemsiyesiyle Morardı bir anda ve rağbet buldu. Ardından çetin bir pazarlık oldu. Tezgâhın altında can veren kalbim Elden ele gezdi, pahası arttı; Dahası, pazarcı kalbimi tarttı Ve bir fiyat biçti kalabalığa... Ne yazık! Tek kuruĢ veren çıkmadı, Revacım pul oldu, rağbetim hevâ... Sonunda pazarcı bıktı kalbimden. Kalan mallarını geri yüklerken, Savurup fırlattı kalbimi yere. Kırık bir kasanın hemen yanında, Öylece dururken çileli kalbim, Fakir bir hayatın mağrur güzeli, Bilmem kaç kardeĢin yaĢça büyüğü, Titrek elleriyle aldı kalbimi; Sinesinde sildi ve sonra yedi... ĠĢte bu Ģekilde dağıldı kalbim, Bir fakir güzelin körpe teninde. Ve akĢam pazarı toplanıyorken, Garibanlık sindi iliklerime... ġiir: ÖLEN Ahmet Yılmaz TUNCER Vietnam‟da ölen bir Bebeğim ben Kaç yıl geçti ardından SavaĢın Kaç yaĢımdayım Vietnam‟da ölen bir Bebeğim ben Anam ve anamın Karnında ben 51 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 evlerine götürdü. Güzelce temizledikten sonra onlarla bir tencere yemek hazırladı. Babasıyla akĢam üstü afiyetle yediler. Hikâye: Babası Süleyman uyuduktan sonra o; gece yarısı kimin evini soysam, hangi eve girsem diye hayaller kurarken uzun süre uyuyamadı. Sonra, buz gibi yorganın altında, kıvrıla kıvrıla uykuya daldı… «Sen yangınlar için değil, aydınlıklar için kıvılcım ol!» Üzeyir Lokman ÇAYCI HIRSIZ Süleyman yoksul düĢmüĢtü… Oğluna: «Oğlum Dipsiz, zengin birisinin evine gir… Seni idare edecek bir Ģeyler yürüt… Hiç olmazsa bir iki ay, it gibi aç yatıp kalkma… Bak adamlar sepet sepet eĢya taĢıyorlar evlerine… Herkeste para var! Bir sende yok! Uyuz gibi yaĢama artık! Sonra... hiç olmazsa bana da faydan dokunur... Senin sayende benim mideme de etliler, sütlüler ve tatlılar girer...» Bu sözlerinden sonra yine aç yattı yatağına... Karanlığı içine çeke çeke uyumaya çalıĢtı... Kazınan midesi, guruldayan bağırsakları onu uyutmuyordu. Ertesi gün babasının sözlerinden etkilenen Dipsiz, plan yapmak üzere çevreyi dikizlerken evlerine çantalar içerisinde yiyecekler taĢıyan bir adamla, kucağında küçük çocuğu bulunan bir kadın dikkatini çekti. Kendi kendine: «Oğlum Dipsiz! ġimdi Ģu insanları bütün halleriyle iyice incele! Babanın sözlerinden etkilenerek, söz geliĢi hırsızlık yapmak için bu eve girersen… Olur ya tam içerde olduğun sırada Ģu genç kadın gece yarısı uyku sersemliğiyle helaya gitmek için ayağa kalksa ve karanlıkta izbandut gibi iri yarı seni görse... Olur ya korkudan dili diĢi kilitlenip ölse... Ya da bağırmasın diye münasip bir biçimde sen onu boğazlasan... Rahatlayacak mısın? ġu küçük yaĢtaki çocuk annesiz kalsa, sonra da senin gibi dipsiz bir insan olsa kazançlı mı çıkacaksın? Bu vicdansızlığı içim kaldırmıyor! Tırnağın varsa baĢını kaĢı...» Semt pazarının sona ermesinden sonra sandıkların içinde unutulmuĢ ya da yerlere dökülmüĢ sebze ve meyvaları bir sandığa doldurarak 52 Rüyasında bir siyasi parti lideri bir meydanda halka nutuk atıyordu… Oraya yaklaĢtı… Orada bulunan adamlardan birine: «Bu adam kim? Niçin böyle avazı çıktığı kadar bağırıp çağırıyor?... Maksadı ne bu gamsız adamın?» dedi. Adamcağız usulca: «Aydınlık Kovalama Partisi‟nin Genel BaĢkanı… Niçin bağırıp çağırdıklarıyla da hiç kimse ilgilenmiyor… Yukarı tükürürsen bıyık, aĢağıya tükürürsen sakal var… Tek tüküreceğin yer kalıyor… yani karĢındakilerinin utanmayan yüzlerinin tam ortasına tüküreceksin!» Dipsiz, yüksek sesle: «Adamın içi gibi yüzü de karanlık… Desene aydınlığı kovalaya kovalaya kendileri gibi bizi de karanlıkta bırakacaklar!» Dipsiz bir baĢka adama yaklaĢtı: «Bu adamın konuĢtukları doğru mu?» YaĢlı adam: «Ülkemizde sen hiç doğrulardan bahseden siyasetçi gördün mü? Koltuk için, çıkar için bunların yemedikleri nane kalmadı… Hele hele bunlar, hem bize dost olmayan dıĢ güçleri kendilerine rehber ediniyorlar, hem de yakınlarını zengin etmek için ülke topraklarını halka temiz su veren dağ ve ormanlarımızı ona buna talan ettiriyorlar… Dindarlık kisvesi altında dinsizlerle, insanlık düĢmanlarıyla, katillerle ortaklık yaparak güya ülkemizi yönetiyorlar!» Dipsiz ona: «O halde bu kötü siyasetçilerin her yaptıklarını onaylarcasına sen niye bu meydandasın! Senden ve benden haberleri olmayanları iğrenç halleriyle bizleri aĢağılayanları yalnız ve desteksiz bıraksana!» Dipsiz‟in bu sözü yaĢlı adamı oldukça etkilemiĢti. Önündeki bir kiĢinin omuzuna dokunarak: «Oğlum Kemal çocuklarıma ve torunlarıma haber ver de vakit kaybetmeden buradan uzaklaĢalım...» Eğilerek Dipsiz‟e: “Ben 110 yaĢındayım… çocuklarım ve torunlarımla burada tam dört yüz on kiĢiyiz… ġimdi burayı üç dakika içinde terkedeceğiz… Aydınlık Kovalama Partisi‟nin genel baĢkanı biz gittikten sonra cinlerle konuĢacak!...» DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 Kemal‟in ıslık sesiyle birlikte yaĢlı adam önde, diğerleri arkasında meydanı terkederlerken Aydınlık Kovalama Partisi‟nin yöneticileri ne olup bittiğini anlamadan bir yalnızlık içerisinde, boĢlukta üç beĢ kiĢiyle kalarak, ĢaĢkınlığa düĢmüĢlerdi. Dipsiz uyandığı zaman uzun süre gördüğü rüyayı yorumlamaya çalıĢtı ... Rüyasından etkilenerek bir kiĢiyle bile olsa sonuçları farklı olaylara sebep olabileceğini öğrenmiĢti. Kendi kendine : «Oğlum Dipsiz, yaĢadığın toplum içinde öyle bir kiĢiyi bul ki, hem sana hem de çevrene faydalı olsun! Bu kötüleri yalnız bırakma veya güçsüzlere destek olma adına da olabilir. Bizim halimizi nasıl hiç kimse bilmiyorsa, bizim gibi olan binlerce kiĢi de bilinmiyor! Haketmeyen birilerine zarar vererek kendimize faydalı olma yerine, kendimizi güçlendirerek baĢkalarına gerekli etkiyi göstermeliyiz.» Süleyman bir akĢam üzeri, her zamanki sözlerini tekrarlayarak oğluna: «Oğlum Dipsiz, zengin birisinin evine gir… Seni idare edecek bir Ģeyler yürüt… Hiç olmazsa bir iki ay it gibi aç yatıp kalkma… Bak adamlar sepet sepet eĢya taĢıyorlar evlerine… Herkeste para var! Bir sende yok! Uyuz gibi yaĢama artık! Sonra... hiç olmazsa bana da faydan dokunur... Senin sayende benim mideme de etliler, sütlüler ve tatlılar girer...» Dipsiz bu kez öfkeli bir Ģekilde babasına: «Bir baba olarak benden istediklerini hiç gözden geçirdin mi? Bir eve hırsızlık için girsem, olur ya, ev sahibi beni alnımın ortasından çatır çatır vursa ve bu sebeple eve getirilen benim cesedimle, senim midene etliler, sütlüler ve tatlılar mı girecek? Ya da hırsızlık yaparken ben birilerinin ölümüne sebep olsam, sen bir yerlerine kına mı yakacaksın? Yoksa hükümet meydanında kalça kıvırarak dans edip oynayacak mısın? Senin ve benim değerimiz yoksa, baĢkalarını da mı değersiz zannediyorsun? Süleyman: «Aman tövbe, de oğlum... Allah benim canımı alsın da senin acını bana göstermesin! Ya da birinin ölümüne sebep olup katil olma! Bak bu anlattıkların benim hiç aklımdan geçmemiĢti… Dipsiz: «ġimdiye kadar senin aklından ne geçti ki... Beni okutup adam etmek aklından hiç geçmedi! Beni annesiz bırakmamak için annemi dövmemek ve dertli etmemek aklından hiç geçmedi. Yıllardır, akĢamlara kadar kahvehanelerin pis havalarını solumamak ve bir kazma alıp kötülere, uğursuzlara mezar kazmak veya orada burada rençberlik yaparak helalinden para kazanmak aklından hiç geçmedi. Ġyiyi, güzeli düĢünmek, insanlara mutluluk vermek, kötüyle iyiyi ayırt etmek aklından hiç geçmedi! Süleyman: «Çok ağır konuĢuyorsun oğlum… Beni utandırıyorsun?» Dipsiz: «Bak adamlar evlerine sepet sepet eĢya taĢıyorlar… diyorsun! Sen mi kazandın evlerine götürdükleri sepet sepet eĢyaların paralarını! Hazıra konmak, emeksiz ve haksız para kazanmak sana hiç yakıĢıyor mu? Utanıyorum senden… Bir de Müslüman ismi taĢıyorsun? Yani Süleyman adıyla haksızlıklara, kötülülüklere sebep olmaya çalıĢıyorsun. Sen örnek ol… Ben de senin yaptıklarını yapayım. Yarın cansız cesedin musalla taĢına konulduğunda «Oğlum Dipsiz, zengin birisinin evine gir… Seni idare edecek bir Ģeyler yürüt… Hiç olmazsa, bir iki ay it gibi aç yatıp kalkma… Bak adamlar sepet sepet eĢya taĢıyorlar evlerine… Herkeste para var! Bir sende yok! Uyuz gibi yaĢama artık! Sonra... hiç olmazsa bana da faydan dokunur... Senin sayende benim mideme de etliler, sütlüler ve tatlılar girer...» dediğini mi hatırlatayım insanlara! Yoksa… Yoksa babam yaĢarken bir sineğin kanadını dahi incitmedi mi diyeyim? Ölmeden önce annemle helalleĢebildin mi? Benimle hangi yüzünle helalleĢeceksin?... Eğer beni yanında evlât olarak görmek istiyorsan yarın sabahtan itibaren kendine kahvehaneyi yasaklayacaksın... Yine yarından itibaren birlikte amele pazarına gidip ellerimize birer kazma ve kürek alıp rençberlik yapacağız... Kimseye zarar vermeden yaĢamanın yollarını araĢtıracağız!» Süleyman gözyaĢlarını tutamadı ve oğluna sarılarak: «ġimdiye kadar bana böyle ders veren olmadı oğlum... Sağol evladım! Sana Ģu an söz veriyorum. Yarın sabahtan itibaren kahvehaneyi kendime yasaklıyorum! Ve... yine yarın sabahtan itibaren de seninle elime kazma ve kürek alarak iĢ aramaya gideceğim... Her ikimiz de Ģu andan itibaren yangınlara değil aydınlıklara kıvılcım olacağız!» Ağlayan sadece Süleyman değildi… Dipsiz de gözyaĢlarıyla babasına teĢekkür ediyordu. Ankara, 04.11.2007 53 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 SU VE ATEġ Can CEYLAN Mesnevi-i ġerif‟in I / 2465-2474. Beyitlerine ithaf-ı naçizanemdir. Bu tasın iĢini bazen ummanların ıssız zemini yapar. Bazen can evinin sıcaklığıyla kızaran göz kapakları. Bu deli çocuk bile uslanır zaman gelir. Kendini bir ateĢin eline teslim eder. Meftun olur pırıltısına bu ateĢin, etrafında döner. Ġçinde yok olacağı kabı kendi eliyle döver. Bu ateĢtir onu kendisinden geçirip yola koyan. Kurudu sanırken birden puslanan gözlerden akar. Yanağın alevi buharlaĢtırır onu, bir iz kalır damladan. Deli çocuk kabından göğe yükselir, kendini aĢar. ġiir: Üzeyir Lokman ÇAYCI YARGILANIġIM Yargıladılar beni çiçeklerin önünde Çiçekler sustu Günler konuĢtu ... Gözlerimin içine girdi bir suçlama Ben suçsuzum, dedim Dinlemediler ... Su, ne deli gözükür akarken yatağında. Engindir, güneĢi alır içine uçsuz bir ummanken. Yıkar, sürükler önüne geleni, sağnak yağarsa. Uslanmaz çocuğudur bu alemin, önüne set vurulmazken. Biliyorum Bir düĢündüğü vardı çiçeklerin Geceler Ģahidimdir Dinleyin, dedim Yıldızların söyleyiĢlerini ... Dinlemediler. Ele avuca sığmaz, süzülür gider parmak aralarından. ġekli yoktur sanılır ama, Ģekillendirir sahildeki taĢları. Dalga dalga vururken yumruğunu çığlıklar yükselir kayalardan. Aldıklarını vermez, boynu bükük yapar aĢkları. Yüreğime sarılan gece yarıları Bıraktım kendimi Gözlerimi bağlayan Karanlıklara ... SaplanmıĢtı yüreğime yalnızlığım Anlatamadım kimsesizliğimi Dinlemediler ... Onu bilmeyenlere pek acımaz, çeker içine. BüyülemiĢçesine çağırır ona deli olanları. Ne aslanlar yatar kimi zifir karanlık dibinde. Bu haliyle beĢ para etmez korsan altınları. Bu deli çocuk hiç uslanmaz sanılır. Islaklığının cehennemi söndüreceğine inanılır. Bilinmez ki o, bu haliyle hep ateĢten kaçar. Bir tas içinde, ateĢin emrine tasmalanır. Bu deli çocuğun yavrusu bulutlar ateĢle doğar. Yeter ki biri çıkarsın ateĢin ona hükmedeceği kabı. 54 Yargıladılar beni çiçeklerin önünde Geceleri bağladılar Kollarıma Ve bir karanlığa sürdüler beni Yapayalnız Ben suçsuzum dedim Dinlemediler. ¤ Bu Ģiir 18.01.2002 tarihinde, sevgili Feray ULAK ve Hasan GÜRBÜZ‟ün yöneticiliklerini yaptığı TRT Türkiye‟nin Sesi Radyosu „ Bir Selam da Kendine Ver“ proğramında spiker Sevgili Beyhan GÜNALP tarafından okunmuĢtur. DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 ġiir: Gülmez, GÜLGEZ Niçin almaz yanına Gülizar SÖĞÜTÇÜ KURUM Güzeller güzeli Gülgez‟ini Sığmaz mı ki yamacına Zemheri soğuğuydu Er kiĢinin namusu Morun menekĢeye küstüğü Öyle yabanda olur muydu? Bir dağın yamacında Töre masalında Ölüm sessizliğine bürünmüĢ Birilerinin emrine uĢak KıĢ uykusundaki dalları Cebine gelir demekti Uyutmayan köy çeĢmesinden Gülgezin eziliĢi Suyu doldurdu Ermez aklı bir türlü niçin götürmez yanına Nasır tutmuĢ omzundaki Çolunu çocuğunu Boyunduruk izlerinde derin bir sızı Böyle kendi evinde sığıntı Yürüdü döke saça sularla Kendi aĢına açtı Sabahın alaca karanlığına Yolunu gözlediği erinden KıĢ yanığı teninde Soğuk etini yüzüyordu Yarı donuk bir halde Tahta kapıdan girince içeriye Zılgıtı yedi Elinde kürekle bekleyen eltiden ġaĢkınlığı geçmeden geçemeden Az daha tandıra düĢecekti Anadolu‟da gelin olmak iĢte böyle bir Ģeydi Ona bu hakkı veren erine Bir kat daha arttı Özlemle karıĢık kırgınlığı Koca Almancı olunca Senenin bir ayı evli On bir ayı dul sanki Senede bir gün olsun Güzel bir söz yerine dayaktı gördüğü Avrupa görmüĢ adamdı nasıl aldanırdı da Bu oyunu anlamazdı Kan kustu da anlatamadı Bu hüzne dayanamadı yüreği Kan kusan Gülgez‟e Sukut lal oldu, vefa sağır Dediler haber verin tez gelsin Kadın elden gidiyor yetiĢsin Köyden yürüyerek çıktı haberce Kar kıĢ kıyamet kurt sesleri duyulurken Daha tan ağarmadan Köye dönüĢü akĢamın geç saati ÇekmiĢti telgrafı Haberci kendinden geçmiĢ Buz taneli kirpikleriyle müjdeyi verdi Gurbetten daha gurbet Almanya acı vatan Daha ne kadar sürse hasret Gelse de bitse çile Uç çocuk birde töre YakıĢır mı yüzündeki gülüĢe sevinç Geldiğinde kocası Çoktan kapatmıĢtı kar Beyaz bir örtüyle Gülgez‟in kara toprağını. 55 DOĞU EDEBĠYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBĠYAT DERGĠSĠ), YIL: 3, SAYI: 5, ĠLKBAHAR-YAZ 2010 ġiirler: ġiir: Hızır Ġrfan ÖNDER SAKLAMBAÇ ZAMANLAR AġKZEDE Beni sevmeyeceğini bile bile Seni çok seviyorum, çok... -ÂĢık mıyım ne?.. GümüĢi bir renge boyanıyor her Ģey Seni düĢlerken tenha gecelerde... -SarhoĢ muyum ne?.. Adım gibi biliyorum/gönlünde hiç yerim yok ama Ömrümce bekleyeceğim ümitle seni... -Deli miyim ne?.. CUMHURĠYET Cumhuriyet Sadece Ne benim Ne senin Ne de onundur. Unutma ki Cumhuriyet Hepimizindir. Kutlu olsun Hepimize Cumhuriyet Bayramımız... KARABAĞ Karabağ, ey bağrı yanık sevdiğim BoĢuna mı gece gündüz övdüğüm Senin için her dem düĢman savdığım Hasretinle yaktın beni Karabağ!.. Gönlümde yaĢarsın bir Ģahan gibi Seni bildim inan Özvatan gibi Sensiz geçen zaman, bir tufan gibi Hasretinle yaktın beni Karabağ!.. Bunca yıldır doya doya gülmedin Ġstiklâle erip murat almadın Kimsenin yüzüne kara çalmadın Hasretinle yaktın beni Karabağ!.. Kalbim senin için yeminler etti Dualar okuyup her an sabretti Bir sevda ki nice canlar eritti Hasretinle yaktın beni Karabağ!.. 56 Ayhan ÖZTÜRKOĞLU ayak sesleri duyardım ezikliğim kadar gücenik gri avuçlarının istilasına uğradı ladeslerim ihtiyatsız gözyaĢlarım yüreğime dolanırdı on beĢinde siyah önlüğümün yakasına çengellenmiĢ huysuz tebessümler oyunbozan ikindi yağmurları düĢerdi gözlerime unutmuĢtum okul sıralarında pul pul züğürt piĢmanlığımı tren garlarına sıkıĢmıĢ hayallerimi taĢırdı postacı amca korkulara çarpardı ücra tünellerimde külrengi düĢlerim gamla demlenirdi ibresiz hasretliğim hoyrat sabahlarda aklıma düĢerdi hunharca gidiĢlerin saklambaç zamanlarda… korkardım körebe oynamaya rüyalarımda sana bakarken boynumda örselenmiĢ umut kolyesi,ara(nı)rdım falanca diyarda düĢmek değildi ayağımı kanatan,düĢlerimi kesen sevda kırıkları paletimde kurĢun rengi, çığlıkları ölü bebeklerin imsak vakti annemin Ģefkatli ellerine yansırdı gözlerimin rengi duanın merhametine sığınmıĢ aĢklar,yolumun ortasında oyuncak sesleri ebem kuĢağına boyandı ceplerime bıraktığım hazlarım elma Ģekeri tadında koĢturmalardı anılarım,ıslak Ģeritler yüreksizdi madeni yalanlara bulanmıĢ yeminler menfaatin kokusuydu bir de ceplerde tüten kavgaya tutuĢan puslu ayazlardı muhbir mevsimlerde gücenmiĢliği serdik zamirsiz sözcüklere gözyaĢlarını kurutan güneĢte esvapsız gölgelere yaslanan bir ömürdüm yakamozlara selam duran gece rüyalarımı süsleyen anne kokusu, yıllara saklanmıĢ gizemli hayat buğusu “- nereye gizlendin çocukluğum?”