Ekonomi ve siyasetteki dinamik değişimlere ayak uydurmak.

Ekonomi ve siyasetteki dinamik değişimlere ayak uydurmak.

Koronavirüs salgını sonrası dünya büyük bir şok yaşamaya devam ediyor. “Nasıl oldu da bu durumu öngöremedik?” sorusu her kataklizmik gelişmenin ardından yapılan değişmez bir sorgulama. En son 2008 finansal krizi, mesleği tahminde bulunmak olan kişilerin özgüvenini temelden sarstı. İngiltere Kraliçesi Elizabeth o yıl London School of Economics’i ziyareti sırasında son on yılların en büyük mali buhranını nasıl olup da kimsenin öngöremediğini soruyordu. Benzer şekilde 2020 yılına girerken de politik risk tahminleri düşük seyretti ancak kendimizi son yüzyılın en büyük ekonomik çalkantılarından birinin içinde bulduk.

Aslında pandemi tamamen öngörülemeyecek bir olgu, bir Siyah Kuğu değil. Erken uyarının ciddiye alınması ve tedbire dönüşmesi, birbiriyle yarışan birçok uyarı arasında bir değerlendirme yapılmasını gerektirir ve bu noktada çok hata yapılır. Esas açıksa riski öngörememek değil yönetememek sonucunda oluşur. Geleceği her zaman öngörmek mümkün olmasa da iş dünyası için riskin yönetimi bakımından güvenilir politik risk analizlerine ulaşmak önem taşır.

Türk iş dünyası hem gelişmiş hem gelişmekte olan ülkelerle iş yapıyor ve diplomatik ağı gibi, ticari ve ekonomik erişimi de küresel nitelikte. Bu durum ihracatımızın yüzde 55’ini gerçekleştiren KOBİ’ler için de geçerli. Küresel ekonomi bir bileşik kaplar düzeninde çalışıyor ve başka devletlerin ne yaptığının, nelerden etkilendiğinin, hangi politikaları izlediğinin, aralarındaki ilişkilerin, sosyal dinamiklerin ve uluslararası kurumsal düzenlemelerin sürekli olarak takibini gerektiriyor. 

1970’lerde politik risk dendiğinde gelişmekte olan ülkelerdeki çok uluslu firma yatırımlarının sosyalist kamulaştırmalar ve halk hareketleri karşısında zarar görmesi anlaşılıyordu. Bugünse gelişmiş ülkelerde de politik riskler yükseliyor. Fransa’daki Sarı Yelekliler ve ABD’de George Floyd’un ölümü sonrasındaki olaylar, kitlelerdeki huzursuzluğun ve patlayıcı enerjinin gelişmiş ve az gelişmiş ekonomi ayrımı yapmadığını gösteriyor. Farklı coğrafyalarda çatışmalar ve jeopolitik mücadeleler başlı başına riskler doğuruyor. Siyaseti sadece rejim ve devlet düzeyinde değil birey ve toplum düzeyinde izlemek gerekiyor zira burası alım, satım, iş ve yatırım yaptığımız alanlar. Salgın sonrasında önümüzde nasıl bir politik ortam bulunacağı tartışması bu nedenle iş dünyamız için de önemli. 

Doğası gereği çok karmaşık bir tartışma olsa da makro yönelimlere bakarak güvenilirliği nispeten yüksek bir analiz ortaya koymak mümkün. Her şeyden önce Covid-19 küresel dijital çağın ilk provasını oluşturdu, bize uyumlu ve uyumsuz yönlerimizi gösterdi. Küresel ekonominin ilk tepkisi, bu alanda daha çok mesafe alınması gerektiğini ortaya koydu. Nitekim kısıtlamalar kalktıkça eskiye yakın bir düzene geri dönüyoruz çünkü dijital çağa henüz tam anlamıyla hazır değiliz. Dijital ekonomi düzenine uyum sağlayamamış çok fazla sayıda işletme ve insan gücü bulunuyor. İşsizlik ve gelir adaletsizliği gibi olgular artan bir gerilim yaratıyor.

Hayatımızın önemli bir kısmı aslında hâlâ organik olsa da dijitale doğru gidişat açık. Öte yandan kökten değişimler büyük yaratıcı yıkımlar sonucunda gerçekleşir. Salgınlar da savaş ve devrimler gibi büyük yıkım yaratabilme kapasitesine sahip ancak Covid-19 salgını kendi başına bir dünya savaşı ölçeğine yaklaşabilen bir yıkımı hemen yaratmayacak. Bu iki tespit doğruysa değişimin parametreleri de ortaya çıkıyor. Yine de Covid-19 salgınının büyük bir hızlandırıcı ve emsalsiz bir prova olduğu aşikar. Yani pandemi öncesinde harekete geçmiş bazı dinamiklerin ve yönelimlerin daha da hızlanacağını öngörebiliyoruz. İvme kazanan ve dünyayı okurken akılda tutulması gereken bu yönelimleri beş başlıkta toplamak mümkün. 

1. Bölgeselleşme-Küreselleşme Rekabeti

21. yüzyıla girerken uluslararası sistemin kendisi haline gelen küreselleşmenin kalıcı ve sürekli artan bir yönelim olduğu düşünülüyordu. Bu çerçevede serbest ticaret, malların ve sermayenin serbest dolaşımı, küresel tedarik zincirleri ve deniz aşırı yatırımlara çoğunlukla olumlu bakılıyordu. Küreselleşme, uluslararası ilişkilerde kurallar temelli uluslararası liberal düzenden besleniyordu. İkinci Dünya Savaşı sonundan itibaren ABD öncülüğünde kurulan bu düzen, dolar ağırlıklı finans sistemi, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Sağlık Örgütü gibi çok taraflı yapılara dayanıyordu. Hepsinin altındaysa sistemi canlı tutan etmen ABD’nin askeri, siyasi ve ekonomik gücüydü. Bir yandan dünyanın birçok yerinde hızlı bir zenginleşme yaşanırken en tepedeki gelir grubu ile gerisi arasındaki varlık uçurumu arttı. Bunun verdiği rahatsızlık gelişmiş demokrasilerde dahi iç siyaseti zorlayan fırtınalar koparmaya başladı.

Küresel bir popülizm ve “anti-elit” dalga baş gösterdi. Aşırı sağ ve yabancı düşmanlığı güçlendi. Demokrasi bu çevreleri iktidara dahi taşırken siyasi merkezi ayakta tutan temeller iyice sarsılmaya başladı. ABD 1980’lerde Japonya tarafından geçilmekten korkarken küresel tedarik zincirleri sayesinde başta Çin ve çevresindeki ülkeler olmak üzere kimi gelişmekte olan ülkeler hızla geliştiler. Bunlar İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren oluşturulan ve o dönemdeki güç dengelerini yansıtan yapıları değişime zorlamaya başladılar. Büyük ve hızla büyümüş ülkelerin aralarındaki rekabet, ticaret savaşları, deniz aşırı yatırımların yeniden ülkeye dönüşünün teşvik edilmesi hatta zorlanması ve vekalet savaşları uluslararası politika gündemine şekil vermeye başladı. 2019 yılının sonunda küresel salgın ortamına bütüncül bir dünya değil parçalarına ayrılan böyle bir siyasi tabloyla girildi. Salgın ise bu tabloyu ve altında yatan dinamikleri pekiştirdi. Nitekim küreselleşmenin bayraktarlarından olan tedarik zincirlerinin daha bölgesel ve hatta yerel düşünülmesi yönündeki eğilim güçlü destek buluyor. Artık üretimin yapıldığı yerin coğrafi konumunun yakında olması bir tercih sebebi. Bölgeselleşme Çin’den ayrışma ile el ele yürüyor. Öne çıkan üç boyutlu baskı teknolojileri bazı üretim yapı ve zincirlerini yerelleştirmeye aday. Dijital ekonomiden 5G ve bulut sistemlerine kadar geniş bir spektrumda yükselen eğilim artık küreselleşme değil kamplaşma. ABD ve Çin birbirlerinin dijital piyasalarına girişlerine engel koyuyor. Siyasi düzlemde de Çin ABD’yi geçtiğinde dünyanın en büyük ekonomisi liberal demokratik bir serbest piyasa ekonomisi değil hibrit bir komünist devlet olacak. Bunun, rejimleri tam oturmamış ülkeler üzerinde bir seçenek yaratmayacağını düşünmek akıllıca olmaz. Doğal olarak tüketici aynı mal için yerel üretim olsun diye çok daha fazla para ödemek de istemeyecektir. Her halükarda küresel tedarik ve talep zincirleri kaybolmayacak ancak küresel zincirlerle yerel zincirler sadece siyasi değil ekonomik mantık içerisinde ve rekabet halinde birlikte yaşayacak. Zira ekonomik mantığı olmayan siyasetin sürdürülebilirliği yoktur.

2. Jeopolitik Veri Mücadeleleri

En güçlü firmalar hâlâ enerji sektöründe olsa dahi dijital ekonominin önde gelen firmaları da artık birer dünya devidir. Veri teknolojileri ve veri; ekonomi, askerlik, siyaset ve sosyal dinamiklerin merkezinde konumlanıyor. Aslında bireyler, işletmeler, askerler ve yönetimler tarih boyunca yaşamın her boyutunda veri toplamış ve değişmiş, hatta saklamış ve saptırmışlardır. Matbaanın bulunması değişilebilen veri hacim ve süratini patlatmış, buna süratle uyum sağlayamayan toplumlar geri kalmıştır. Bugün de veri toplama, saklama, işleme ve değişim teknolojilerinde bir devrim yaşanıyor. Büyük veri ve yapay zeka da artık petrol gibi temel bir kaynak olarak ekonomik, siyasi ve askeri gücü, hatta güçler arası dengeleri şekillendiriyor. Şimdiden dünya nüfusunun üçte birinin temel haber alma ve iletişim kaynağı olan sosyal medya, videokonferans sistemleri, e-ticaret siteleri ve toplu iletişim sağlayan çevrimiçi uygulamalar iş ve eğitim ekosistemlerini yeniden tanımlıyor.

Makinelerinizin öğrenebiliyor ve diğer makinelerle iletişim kurabiliyor olması gerekiyor. Bu alanda güçlü değilseniz işiniz zor. Devletler şimdiden yaklaşık 3 milyar kişiyi birbirine bağlayan, 75 milyar makineyi de konuşturabilen dijital ağlar ortamında mücadele ediyor. Savaşlar ve casusluk operasyonları yaşanıyor. Keza, adı “bulut” olsa da binlerce bilgisayarın birbirine bağlı olduğu binalarda e-postalarımızdan fotoğraflarımıza kadar her türlü kişisel verimizin saklandığı veri merkezlerinin yerleri de dijital çağın önemli konularından biri haline geliyor. Microsoft Yönetim Kurulu Başkanı Brad Smith, büyük teknoloji firmaları bakımından veri merkezi kurmak için ideal ortamın istikrarlı siyasi koşullara ve güçlü insan haklarını koruma mevzuat ve kurumlarına sahip olan ülkeler olduğunu söylüyor. Bunlar farklı terminoloji ve bazı farklı aktörleri içerse de uluslararası işbirliği ve rekabet, hatta mücadele bağlamında tanıdık temalar. Aynı aşinalık doğrudan dış yatırımlar ve dış ekonomik ilişkiler bakımından da not edilmeli. Yani iyi dış ekonomik yönetişimin koşulları, katma değeri yükseltecek yabancı doğrudan sermaye yatırımlarının çekilmesi ihtiyacı ve kuralları esasen büyük ölçüde aynı kalıyor.

Öte yandan artık insanların izlenmesi ve edinilen verilerin irdelenmesi için insana ihtiyaç duyuluyor. Herkesin her zaman izlenebilmesi için bir kaynak kısıtlaması yok. Zaten kol saatlerimizden sokaktaki kameralara kadar sadece nereye gittiğimizi, ne yaptığımızı ve ne konuştuğumuzu değil nasıl hissettiğimizi, kalbimizin hangi ritimde attığını da gösteren kişisel verilerimizi sürekli olarak gönüllü şekilde paylaşıyor ve bunun karşılığında belirli kolaylıklar sağlıyorduk. Salgın bu yöndeki teknolojileri yaygınlaştırdı, nitekim kimlerle temas edildiğini izleyen filyasyon programları buna örnek. 

Pandemi sırasında uluslararası toplum veri paylaşımı konusunda hem olumlu hem olumsuz örnekler sergiledi. Ancak bilinen bir husus da ki şu, büyük ölçekte toplanan, depolanan, işlenen, paylaşılan veriler ve buna dayalı ekonomi niş bir alandan çıkıp her endüstriyi etkileyen temel bir kaynak olarak siyasi mücadelelerin de odağında olacak. Mark Zuckerberg’in bu yıl güvenlik konularının Davos’u olan Münih Güvenlik Konferansı’na ceket ve kravatla gelmesi boşuna değil. Artık avukatlar yetmiyor, uluslararası politika uzmanlarına ihtiyaç artıyor.

3. Güçlenen Devlet ve Etkin Yönetişim Talebi

Tarihçi Yuval Harari pandemiden de önce, 21. yüzyılın ikinci on yılında neoliberalizmin inanılırlığının sorgulandığını, liberal demokrasinin orta sınıfı kollamadığı inancının yerleştiğini, siyasetin kabile savaşlarını andırır hale geldiğini, teknolojinin demokrasileri güçlendirdiği anlayışının da değiştiğini ve yapay zekanın bu değişimi hızlandıracağını söylüyordu. Yasama ve yönetişim performansları düşen liberal demokrasilerin, popülizme karşı otoriter rejimler kadar savunmasız oldukları ve siyasi merkezi koruyamadıkları yazılıyordu. Bu eleştiriler Avrupa Birliği ülkelerinden ABD’ye kadar pek çok örnekten besleniyordu. Bu ortamda liberal demokratik dünyanın ABD, İngiltere, Fransa, İspanya ve İtalya gibi önde gelen ülkelerinin pandemi karşısındaki performansı da genelde sorunlu oldu. Buna karşın ne liberal demokrasilerin tümü başarısız oldu ne de otoriter rejimlerin tamamı başarılıydı. Salgınla mücadelede farklı rejim tipleri değil devlet kapasitesi ve bunu kullanabilme yetisi belirleyici oldu. Kaybeden popülizmdir çünkü lafla yönetişim gemisi yürümüyor.

Elbette popülizm ile etkin yönetişim ebedi bir yarış halinde. Bürokrasisi ve siyasi kurumları yıpranmış olan, bir dönem tarihin liberalizm lehine bittiğini iddia eden Fukuyama gibi kendi düşünürleri tarafından kurumsal çürüme ile tenkit edilen ABD, bunun ağır sonuçlarını salgın sırasında gördü. Bu salgınla toplumlar bilimsellik temelindeki etkin yönetimin değerini yeniden takdir etmiş olmalılar. Uzman kadroların ne kadar değerli olduğunu ülkemiz de gösterdi. Ne dijital çağ ne salgın etkin yönetişimin değişmez formülünü aşındırdı. Aksine pekiştirdi. Etkin devlet iyi eğitim almış, özenle seçilmiş, on yıllar boyunca deneyim kazanmış, liyakate göre ilerleyen uzman ve sabit kadrolarla ve bu kadroları yöneten, yönlendiren ve denetleyen yine yetkin siyasi liderlikle mümkün. Etkin devlet olmadan etkin yönetişim olamaz.

Öte yandan karantina dahil zorlayıcı tedbirler, yasaklar ve dijital teknolojilerin yardımıyla bireyleri izleyen ve kaydeden uygulamalar pandeminin kontrol altına alınmasında temel yöntemi oluşturdu. Devletin kısıtlayıcı tedbirlerine alışkın olanlar gibi bunlara kuşkuyla yaklaşan toplumlar da bu salgın sırasında beklenen fayda ve zorlayıcı sebep temelinde ortak bir zeminde buluştu. Aynı zamanda etkinlik adına alınan kısıtlayıcı, izleyici önlemlerin özgürlük-güvenlik dengesi bağlamında tartışmaya yol açtığı da görülüyor. Amerikalı yazar Robert D. Kaplan yeni bir baskıcı devlet çağının açıldığını ileri sürüyor. Gazeteci James Crabtree baskın devlet modelinin Asya’dan örnek alınarak yayılabileceğini savunuyor. Harvard University ekonomi profesörlerinden Dani Rodrik’in dediği gibi, devlet her halükarda düzenleyici birim olarak piyasa karşısında ağırlık kazanıyor ve seçmen de devletine karşı daha talepkar hale geliyor. Özellikle adaletsizlik, eşitsizlik ve ırkçılığa yönelik hareketler politik risk olarak kendisini hissettirecektir. Rejimlerin niteliği tartışmaları sadece iç politika değil uluslararası politikada da etkili olan ve kamplaşmalara temel oluşturan bir özellik taşıyor. 

4. Bölgemizdeki Kırılganlık Olgusu

Kırılganlık Türkiye’nin çevresindeki en kritik sorunlardan biridir. Balkanlardan Güney Asya’ya, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya çatışmalar, darbeler, kitlesel göç ve yıkımlar yaşanıyor. OECD’nin tanımına göre ulus devletlerin kırılganlığı; fakirliğin azaltılması, kalkınma, nüfusun güvenlik ve insan haklarının korunması için siyasi irade ve/veya kapasitelerinin olmamasıdır. Başarısız devlet olmaya kadar giden geniş bir kırılganlık yelpazesi söz konusudur. 

Doğrusu şu ki, çevremizde çok fazla hidrokarbon mevcuttur ve bu kaynakların önemli bir kısmı kendisini iyi yönetemeyen ülkelerin elindedir. Bölge ekonomileri ya hidrokarbon zenginliğine dayanıyor ya da gelişemiyor. Bu durum da büyük güçlerin bölgemize müdahalesine kapı açıyor.

Salgın sonrası dönemde komşu olduğumuz havzalar dizisinde kırılganlıkların devam edeceğini tahmin etmek zor değil. Salgın çok sayıda yerlerinden edilmiş insanın bulunduğu, sağlık altyapılarının ve gıda kaynaklarının yetersiz olduğu çatışma sahalarını daha da kırılgan hale getirdi. Ekonomik daralma her yıl 600 milyar dolar gönderen milyonlarca göçmen işçinin dövizlerine muhtaç durumdaki ülkeleri de sarsıyor. Çevremizdeki sokak hareketleri salgın öncesi Ortadoğu’dan Fransa’ya kadar etki yaratıyordu. Ekonomilerin krize girmesi beklenen salgın sonrası ortamda bu istikrarsızlık ve hatta şiddet sarmallarının yakından takip edilmesi gerekiyor. Doğal ulaştırma hatlarımız, pazarlarımız, yatırım ve ticaret sahalarımız tehdit altında.

Arap dünyasında elitler sorunlarını çözmeye çalışmak yerine kazanacakları hiçbir şey olmamasına rağmen jeopolitik oyunu oynamaya çalışıyor. Halbuki Harvard University’nin kompleks mallar üretebilen ekonomiler listesinde ilk 40’a bölgeden sadece Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail girebiliyor. Tüm Ortadoğu ekonomilerinin Türkiye ile nasıl bir ekonomik bağlantı kuracağına ve “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları” temelli bir gündem geliştirmeye kafa yorması herkesin yararına olacaktır. 

Çevremizdeki kırılganlıklar bölgesel jeoekonomik hayaller kurmamızı genelde engelliyor. Bu çerçevede ekonomik güvenlik aslında milli güvenliktir. Bu kırılganlığın azalması ancak bölgede sürdürülebilir kalkınma ekseninde köklü bir düşünce ve hesap değişikliğiyle mümkün.

5. Küresel-Bölgesel Mücadele Jeopolitiği

İlk kez ABD’nin lider rolüne soyunmadığı bir buhranı yaşıyoruz. ABD en son 2008-2009 finans krizinde gösterdiği liderliği bu sefer üstlenmedi. Küresel güç dengeleri değişim halinde ve salgının ekonomik uçurumundan kimin ne kadar hızla ve ne zararla çıkacağı önem taşıyacak. Güç dengelerindeki değişim ABD ile Çin’i ya yeni bir dengeye ya da çarpışmaya doğru çekiyor. Değişim teknolojik yarışı içeriyor ama bunun da ötesinde jeopolitik bir mücadele ve ABD’nin bunu kaybedeceğini söylemek için henüz çok erken. Öncelikle Çin’i Çin yapan neyse onu hedefleyeceklerdir. Çin, ABD’nin üretim merkezi olarak büyüdü, ABD donanmasının uluslararası sulardaki tüm ticareti güvenlik garantisi altına alması sayesinde serpildi. ABD dahil herkesin ABD teknolojik ürünlerinin ucuz Çin fabrikalarında üretilerek güvenli ulaşım hatlarından dünya pazarlarına dağılmasıyla bir dev haline geldi. Buna karşın 5G ve yapay zeka konusunda da görüldüğü gibi Çin artık kendi teknoloji ve markasını da üretiyor ve iç pazarı da gelişiyor. ABD seçimlerini kim kazanırsa kazansın Çin üzerinde baskı kurulması için çaba gösterileceğini görebiliyoruz. Tedarik zincirlerinin Çin odaklı olmaktan çıkması çabası da bunun bir parçası. Çin’in de Kuşak ve Yol projesiyle AB ile ticari bağlantısını, Ortadoğu ve Orta Asya ile de enerji güvenliğini sağlamaya çalıştığını, onun da bir mücadele havasına girdiğini izliyoruz. Rusya, petrol fiyatlarındaki düşüşün de etkisiyle içten zayıflasa da her zaman güçlü bir jeopolitik aktör. Okyanuslara çıkışı olmayan Türkiye’nin kendi jeopolitiği bakımından Avrasya’da bağlantısallığın değeri var.

Salgın AB’yi de Birleşik Krallık’ın çıkmak üzere olduğu bir dönemde, pek çok konuda zaten uzlaşmazlık içindeyken vurdu. “İngiltere, ABD ile yakınlaşmasının parametrelerini lehine belirleyebilecek mi?” ve “AB ve ABD ile nasıl bir ticaret anlaşması imzalayacak?” soruları henüz yanıt bulmuş değil. Dünyanın en büyük üç ekonomisinden birini oluşturan AB’nin bittiği savlarıysa hiç gerçekçi değil.

Büyük güçler, rekabetlerinde yerel ortaklar kullanma eğiliminde. Orta ve hatta küçük güçler, hatta silahlı gruplar ve teröristler jeopolitik boşluklarda alan buluyor ve kamplaşıyor. Yani çatışmalar ve yıkım bölgemizde devam edecek gibi görünüyor.

Özetle küresel salgın özellikle beş yönelimi güçlendirdi. Buna göre, bölgeselleşme arayışı artarken dijital çağa uyum ve dönüşüm hızlanıyor. Popülizm güç kaybederken etkin yönetişim arayışı siyaset üzerinde etkili olmaya çalışıyor. Devletlerin kırılganlığı olgusu öncelikle çevremizdeki havzalarda artarken başta ABD-Rusya-Çin olmak üzere büyük güç mücadeleleri bölgesel düzeyde de hissedilecek şekilde yoğunluk kazanıyor. Bu yönelimlerin etkisinde oluşan uluslararası ortam Türkiye bakımından çeşitli sınamalar ve fırsatlar içeriyor.

Örneğin, aslında küresel değer zincirlerinde payımız bugüne kadar sınırlı oldu. Her şeyin Çin’de ucuza üretildiği düzen bu açıdan işimize yaramıyordu. NATO üyeliğimiz, AB üyelik sürecimiz ve gümrük birliğimiz sağlam kaldığı ve Asya ile bağlantılarımız geliştiği sürece yaşanabilecek türbülanslar da nispeten daha sınırlı kalıyor. Ancak bu noktada yine bölgemizdeki kırılganlığa geliyoruz. 

Tabloya sadece riskler açısından bakmak yanlış olur. Aslında Türkiye riskleri fırsatlara çevirebilecek bir ülke. Bu anlamda bazı fırsatları öne çıkarmak mümkün:

  • Tedarik zincirleri tamamen yeniden oluşmayacak. Ama gerek bölgeselleşmesi gerekse Çin’den ayrışması sürecinde özellikle yüksek katma değer segmentinde firmalarımızın daha fazla yer bulması, odaklı bir çabayla mümkün. Üretim merkezlerini, özellikle de üç boyutlu baskı ve yapay zeka temelli yeni fabrikaları ülkemizde kurup zincirlere bağlamamız stratejik düzeyde bir öncelik haline geldi. Gıda konusuysa başlı başına bir fırsatlar alanı çünkü gıda güvenliğinin ne kadar önemli olduğunu pandemiyle gördük. 
  • Çevremizdeki kırılganlık ve istikrarsızlığın yukarı bakan tarafı milli savunma sanayisinin gelişimini mecbur kılması. Savunma sanayisi inovasyon alanında devletle birlikte etkin çalışabiliyor. Akıllı telefonların dijital kamerası askeri casus uydularından, GPS sistemi seyir füzelerinden, internet bağlantısı gizli belgelerin nükleer silah araştıran laboratuvarlar arasındaki iletişim ağından, taşınabilir telefon uygulamasıysa askeri iletişim aracı olarak doğdu. Uzay sektörü de böyle stratejik bir Ar-Ge alanı. Özel sektör her ikisindeki teknolojilerin ticari ürün haline getirilmesini sağladıkça büyüyor. Bu geçişkenliği tabii ki her ülke sağlayamıyor ancak yapabilenler kazanıyor. Devlet ile özel sektörün en doğal bağlantı kurduğu yer olarak savunma sanayisine ve savunma ile diğer sanayi kolları arasındaki etkileşime özel önem verilmesi kaçınılmaz.
  • Dünyayı küresel ölçekte bir pazar olarak görmeye ve erişime dair araçları geliştirmeye devam etmeliyiz. Asya kıtası bu anlamda özel önem taşıyor zira ekonomi, dünya nüfusunun ağırlık merkezi olan Asya’nın öncülüğünde gelişiyor. Geçen yıl Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Türkiye’nin yerli stratejisi olan Yeniden Asya açılımı duyurdu. Buna özel sektör de etkin şekilde katılmalı. Tabii diğer coğrafyaları da unutmadan, pazar nerde varsa orada olunmalı.
  • Nihayet, bölgeselleşme bizim açımızdan her şeyden önce AB ile yakınlaşma ve daha iyi bir Gümrük Birliği demek. Çünkü AB dünyanın en büyük üç ekonomisinden biri ve hemen yakınımızda gümrük birliğiyle bağlı durumda. AB ile ekonomik etkileşim derinliğimiz başka hiçbir yerle yok.
  • Türkiye, komşularımızla ticaret oranını bir dönem yükseltmişti ki Ortadoğu’daki çatışmalar yine ekonomileri de vurdu. Ortadoğu’nun yeniden bir pazar ve ekonomik büyüme alanına dönüşmesiyse zorlu ama değerli bir hedef.
  • İklim konusundan bahsetmedim ama önümüzdeki 30 yılda dünya GSYİH’ne 98 trilyon ABD doları katkı yapması beklenen bir sektör olarak yenilebilir enerjiyi de fırsatlar alanına yazmak gerekir. Nitekim artık risklere karşı dayanıklılık kavramı çok daha iyi anlaşıldı ve bu sektörün ivme kazanması kaçınılmaz.

Yukarıdaki tablo dinamik ve karmaşık bir (jeo)politik risk ortamıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Ama bu riskler hem aşağı hem yukarı yönlü. Dünya ekonomisi hızlı ve dinamik olunması gereken zorlu bir dönemece giriyor. Siyasetsiz ekonomi olmadığı için dışarıya ekonomik bakışımızda politik risk analizlerini ve jeopolitik okuryazarlığı ciddiye alıp kaliteli ürünler talep etmeliyiz. Sonuçta geleceği öngöremesek de hızlı teşhis ve etkili kriz yönetimiyle hem zararları azaltabilir hem de fırsatları zamanlıca tespit edebiliriz.

Özetle

Sorun

Dünyanın hızlı bir değişim yaşaması, hem aşağı hem yukarı yönlü, dinamik ve karmaşık bir jeopolitik risk ortamıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Salgın gibi öngörülemeyecek olaylar ekonomi ve siyaset dünyasının risk yönetimi açısından güvenilirliği yüksek analizler ortaya koymasını zorlaştırıyor. 

Çözüm

Makro yönelimlere bakarak güvenilirliği yüksek bir analize ulaşılabilir. Bu yönelimlerse beş başlık altında toplanıyor: Bölgeselleşme-küreselleşme rekabeti, jeopolitik veri mücadeleleri, güçlenen devlet ve etkin yönetişim talebi, bölgemizdeki kırılganlık olgusu ve küresel-bölgesel mücadele jeopolitiği.

Fırsat

Türkiye’nin fırsata çevirebileceği alanlar mevcut. Bunlar üretim merkezlerinin döneme uygun niteliklerle geliştirilmesi, bölgemizdeki kırılganlık sorununun savunma sanayisine destek vermesi, bu sanayi ile diğerleri arasındaki geçişkenliğin artırılması, özel sektörün Asya dahil diğer kıtalara yönelmesi, bölgeselleşme noktasında AB ile bağların geliştirilmesi ve yenilenebilir enerji fırsatlarının değerlendirilmesi olarak sıralanabilir.

Savas Erdem Caliskan

Founder at MagentoTeknik a professional boutique ecommerce agency in Istanbul

3y

Hayranım sana👏

Yorumları görmek veya yorum eklemek için oturum açın