Академический Документы
Профессиональный Документы
Культура Документы
Şerh-i Mesnevî
Tahir-ül Mevlevî
TEBRİK VE TEŞEKKÜR
1
binicisinin akıbeti hüsran ve ölümdür. Bu dizginlere hakim olan süvari, bu
hakimiyetini ancak bileğindeki mana kudretine borçludur.
Demek ki Türk gençliği, mensup bulunduğu camianın bu hakiki insanî idrak
içinde yaşamasını istiyor. Bu idrak, cemiyeti huzura kavuşturan bir ahlak nizamıdır.
Ve bunun tek meyvesi, ileri medeniyettir. Din, her şeyden evvel bir ahlak
nizamıdır. Bütün uzviyetinin saadetine matuf olan bu ahlak hissinin uzvî ve fanî
zevklerin çok üstünde olduğunu düşünen ve bu hissin neticesinde kendini saran
kayıtların engin saadetini duyan insan, hakikaten hür insandır.
Dinin metafiziği tasavvuftur. Hakiki tasavvuf, bir taraftan idrakin bütün
ihtiyaçlarını karşılar, diğer taraftan cemiyet hayatına ideal bir nizam verir.
Mesnevî, bu yolun en üstün eseridir.
Türbesine “âşıklar kalesi” adı verilen Mevlâna, “peygamber değildir, fakat
kitabı vardır.”
İşte aziz Konyalı gençler, böyle bir insanın, böyle değerde bir eserini
kardeşlerine sunuyorlar. Bu eser, bugünün gençliğinin anlayabileceği sade ve metin
bir Türkçe ile yazılmıştır. Tercüme ve şerh eden Tahir-ül Mevlevî (Tahir Olgun),
kalemine üstadane tasarruf eden çok değerli bir edebiyat hocası idi. Ömrünü
mensup olduğu tarikatın pirine bağlamış, ruhen Mesnevî’ye çok nüfuz etmiş,
salahiyetli bir zatın, bir ömür mahsulü olan büyük eserini ihya eden gençlerin
başardıkları bu hizmet, bütün bir yurda, bütün bir Türklük âlemine şamil, mübarek
bir hizmettir.
Konya’nın aydın gençliğini bütün kalbimle tebrik eder ve bir Türk sıfatı ile
kendilerine sonsuz şükranlarımı arz etmeyi zevkli bir vazife bilirim.
Aziz Tahir Olgun, Türk gençliğine hediye ettiği parlak istikbalin nurları içinde
ebediyen yaşasın.
Prof. Dr. Ali Nihad TARLAN
2
Birincisi hazırlık safhasıdır. Bu, tasavvufun riyazet ve feragat devresidir.
Allah yolcusu, bu hazırlanmada terk veya inkâr basamaklarını atlayacaktır.
Kendinde dünya yükü diye ne varsa hepsini birer birer ve şuurlu bir teslimiyetle
terk edecektir. Terk hali, onun ruhunda önce bir istek, bir iştiyak, bir irade halinde
parlar. İlk riyazetlerle işe başlayan derviş, bu yolun bitiminde sonsuzluğun temaşası
ile karşılaşır. Manzara yok, şekil ve suret yok. Lakin derunî bir ihtişam, manzara
imiş gibi etrafa yayılan bir mana, dünyamızı karartıda bırakan içsel bir aydınlık,
bütünün fertlerine ayrılmaz muhteşem ve sarsıcı ifadesi, ruh atletini kendinden
geçirir. Onda inkâr sevgisi başlar, dünya yükünü inkâr sevgisi.
Bu aşkın ilk hamlesi, servetten ve devletten geçme şevki ile kanatlanacaktır.
Bu inkâr zor olmaz. Bilakis dervişte bir neşvedir. Mal ile mevki hırslarını ve bu
varlıkların ağır yükünü, kirlerden temizlenir gibi kendinden atar, uzaklaştırır. Artık
Allah yolculuğuna çıkanın geri dönmesi yoktur. Bu yolda ilerledikçe güçlük artar,
şevk de beraber çoğalır. Temaşa edilen mana âlemi, basamak basamak ilerledikçe;
daha genişler, enginleşir, sonsuzlaşır, sarhoş edici olur.
Derviş olgunlaştıkça, daha çetin inkârlar, evvelkini takip eder. İkinci
basamakta evlattan ve irşattan geçme hali gerçekleşir. Evlattan geçme bir gönül
yakısıdır, irşattan geçme ise akıl yakısı. Onları yaralarına yapıştırır çeker, koparır.
Böylelikle şifa bulur. Evlat, Allah’ındır. İrşat ise, bütün kibirlerin hamalı olan zavallı
aklın herzeleri… Bütün âlem, bütün akıl, bütün hikmet, dervişin bağrında parlayan
aşk güneşinde, ateşe düşen bir kar damlası gibi eriyecektir. Şevkindeki lezzet hiçbir
şeyde bulunmaz: Lezzet, hikmete değiştirilmez. Tasavvuf, hikmet değildir; ilahî
hazdır. Onun yanında, felsefe ile beraber bütün ilimler ve bütün kaideler hakikatin
posası hükmündedirler. İster tatlı, ister acı, hepsi de değersizdir. Derviş bunlara
itibar etmez.
Mevlâna; evini, ailesini bir zaman ihmal etmiş. Bundan ne çıkar! Terk libasını
o çoktan giyinmiş ve benimsemiştir. Aşkın ummanında aklın irşadı da lüzumsuz bir
külfet sayılır. Sadece aşkın bir nevi tortusu, dumanı veya ondan fışkıran bir alev
kalır ki, o da dışarıya çıkınca volkan ateşi gibi donup kalmaktadır: Bu şiirdir, neydir,
sema’dır, her çeşit ifadedir. Aşkın kendisi değildir. Belki de ona yabancı bir
unsurdur; zira donmuş ve dünyevî hüviyet kazanmıştır. Bu basamakta duran dervişin
gözünde, evladın, çamurun içine atılan altından; ilmin de, sahte bir mankeni
andıran şöhretle devletten farkı kalmamıştır.
Terk yolculuğu burada da nihayetlenmez. İlim denen kendindeki bulanık ve
tatsız suyu bir batağa boşalttıktan sonra, hayallerle, hatıralardan sıyrılmaya
başlayacaktır. Derviş, kendi ruh dünyasını dolduran yüzlerce hayali benliğinde
bulacaktır veya onları kendinde eritip yok edecektir. Onları unutarak, değerlerini
inkâr edecek, şuurunda bu çokluk resminin mütemadiyen raksetmesini böylece
önleyecektir. Onda bizim dünyamıza karşı bir nevi yabancılık, hatırlama iradesini
yok edici sanki yeniden bir doğuş hali peyda olacaktır. Bu içsel doğuş, bir nevi istiğ-
fardır; tövbe ile temizlenmedir.
Daha sonra, duygulardan temizlenme kendini gösterir. Bu hal, bir nevi
mahiyet değiştirmedir. Derviş, dinî denemenin bu basamağında, bizim çok ve
rengârenk duygularımıza yabancılaşır. Dünyamızı dolduran bunca duygu verici
hadiselerin karşısında duygusuz kalır; adeta kaskatı bir varlık kesilir. Bizim
sevindiğimize sevinmez; bizi yakan acılarla yanmaz olur. Onu bizim duygularımızın
terennümcüsü zannederek şairler arasına koymak gaflettir, anlayışsızlıktır.
Tasavvuf, sanat değildir. Hazreti Mevlâna’yı ve Yunus Emre’yi şiirlerindeki
ahenkte arayanlar, kabuğu öz zannedenlerdir.
3
Nihayet iradeden sıyrılma, duygusuzluk bölgesine varan dervişi varlık
kâbusundan kurtarır; selamet denizine sürükler. Burada benlik gayyaya gömülür,
ölümle dirim bir olur. Bedene bağlılık iradesi de kalmaz. İstekler sahibine iade
edilir.
Bu zirveye tırmanan derviş, zaferi kazanmıştır. Çile bitmiş, kulun işi tamam
olmuştur. Terk mıntıkasının bu zirvesinde uçmak için, hidayetten başka bir şey
olmayan, kanat beklenir.
Terk bölgesi sonuna kadar böylece aşıldıktan sonra, tasavvufun ikinci safhası
olan vecd, istiğrak başlar. Bu safhada, varlığa ait bütün vehim ve çilelerden,
söylediğimiz sıra ile birer birer boşalan ruha, hakikat dolacaktır. Boşalmadıkça
dolma yok. Dünyasından boşalmayan kaba ukba dolmuyor. Dünya heveslerinden ve
varlık vehimlerinden tamamıyla sıyrılan bu kap ve kalıp, ancak böylelikle tam
manası ile Allah’ın emrine girebilir. Taşıdığı safrayı bütün bütün atan varlık,
dünyevî muvazenelerden halas olarak bir baş dönmesine tutulur. Vecd, ruhta baş
dönmesi halini andırır. Vecd denen bu baş dönmesi, ruhu mutlak âlemine yükseltir;
onunla birleştirir. Bu birleşme iki kürenin çarpışması gibi bir sarsıntı ile başlar.
Uluhiyetle temasa geçen ruh, tahammülü güç olan sonsuz bir zevkin kucağında
sarhoş olur. Burada ebedîlik ve sonsuzluk mekânsız bir an içinde gerçekleşir.
İstiğrak denilen aşırı vecd hali, dervişin miracıdır. İçerisinde büyük huzura doğru
yükselişin hissedildiği bu hal, fırtınalıdır; kendinden tam geçme halidir. Varlığın
büsbütün ortadan kalkarak, sadece hazzın kaldığı haldir. Onda Allah’a temas hazzı
dile gelir. Temasın şiddetli olduğu anlar, dervişe “Enel-Hakk” dedirtir. Bu anın
sarhoşluğunu bütün hayatlarına yayarak vecd zevkini aklın anahtarı yapanlar, bu
düsturu hakikat diye kabul ettiler. Damla, denizden kendisini nasıl ayırsın?
Ancak dinî deneme, vecd ile de bitmiyor. Vecd, kendi kendinin gayesi
değildir. O sadece gayeye götüren geçittir. Onun gayesi, huzura ulaştırmaktır.
Tasavvufun üçüncü ve son merhalesi, huzur safhasıdır. Vecd ve istiğrak kemal
haline geldi mi; derviş huzur denizine yükseliyor, varlığı, mutlak huzur kaplıyor.
Vecd içinde başlayan fırtınanın feryatlarıyla terennümleri, huzurda tam
sükûna kavuşur. Zira huzur, şiddetli fırtınayı takip eden ruhtaki tam ve mutlak
sükûndur. Huzurda fırtına durur, aşk devam eder. Ancak damarlara siner. Feryat
iken hayat olur. Gerçeğin temaşası ile yaşanması birleşir. Ruh bütün eşyaya ve
varlıklara dağılır; hepsi ile birden birleşir. Engel olan çokluk ortadan kalkar. Murat
olan vuslat hasıl olur. Vecdden huzura geçmekle, aşkı ihzar eden vecdin yok olduğu
zannedilmesin. Bazı anlarda yaşanan vecd, huzur halinde dervişin varlığında
eriyerek hayatının bütün anlarına ve varlığının bütün zerrelerine yayılmıştır. Feryat
ve sarhoşluk yerine, varlığın dilinden anlayan ve varlıkla hem-bezm olan bir ahenk
meydana gelmiştir. Huzur halinde vecd, dervişin varlığından taşarak, bütün
varlıkları işba etmiştir; sonra da her şeyden aynı ahenkle taşmaktadır. Huzur,
doyulmayan bir sevdadır. Göze muhtaç olmadan görmedir; uzuvlardan müstağni bir
yaşayıştır. Huzur, Allah'ın huzurudur. Ondaki varlıkları ve manzaraları anlatmak,
dışarıdan imkânsızdır. O, içsel keşifler yapma halidir; büyük dost ile sohbet halidir.
Onda, varlığına esir insanın hiç bilmediği lütuflar, âlemler ve muradlar saklıdır. Bu
hale ulaşan dervişin iradesi ve dilekleri bizimkinden büsbütün başka olur. Onda
bizimkinden başka mahiyette olan dilek ve hayat, bir ve aynı şeydir. Gerçekle
temaşası birbirinden ayrılmaz.
Devamlı hasret olan vecd ile nihaî vuslat hali yaşatan huzur, acaba birbirinin
zıddı haller midir? Görünüşte öyle olmakla beraber, hakikatte vecd ile huzur,
birbirine zıt ve aykırı davranışlar değildir. Tasavvufun gayesi olan huzura, vecd yolu
ile ulaşmak zarurîdir. Ancak, huzura ulaştıktan sonra, dervişte vecd yok olmuyor.
4
Aynı huzur mertebesinin, hayatının her anında bozulmadan, zayıflamadan devamı
mümkün olmadığına göre, derviş huzura yükselmek için her defasında vecdin kanat-
larını açmaya muhtaç oluyor. Vecd, onu tekrar huzura yükseltiyor. Huzur zamanla
gevşeyince, yine vecdin kuvvetiyle havalanmak zorundadır. Şu halde, vecd ile huzur
mütemadiyen birbirlerini kovalıyorlar. Ancak, bazılarında vecdin şiddetine nispetle
huzur zayıftır. Bazılarında ise vecdin şiddetinden ziyade, huzurun enginliğine şahit
oluyoruz. Yunus Emre ile Mevlâna gibi vecd istiğrakın en taşkın kahramanları, bize
en kuvvetli feryatlarını ulaştırmış olanlardır. Bunlarda dile gelen Allah sevgisi, şiir
halinde bize nüfuz edecek yolu bulmuştur. Mutasavvıfların vecd derecesini,
terennümleri ile ölçerek az çok bilmekteyiz. Ancak, huzur mertebelerini bilmemize
imkân yok. O mahrem mıntıkaya, yabancı nüfuz edemediği gibi, iki dosttan başkası,
onda olup bitenleri bilemez. Tasavvufu bir cevize benzetirler. Dıştaki soyulup atılan
acı kabuklar, hazırlık devresinin riyazetleri ile feragatleridir. İçteki katı kabuk vecdi
düşündürür. Asıl meyve olan huzur, en içte barınan, cevizin kendisidir. Bu kabukları
kırıp attıktan sonra meyveyi yiyebilenler, bahtiyarlardır.
Mevlâna Celaleddin’in, biz, vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur
denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin ta dibinden sıyrılıp da suyun
yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz, Biz, Hazreti Mevlâna’nın aşkını değil, sadece
aşkının dile gelen ifadesini elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız bütün
bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı, bize vecdinin fırtınasından çıkan
sesler kaldı. Heyhat! Onu, Mevlâna zannediyoruz.
5
1313’te Yenikapı Mevlevîhanesi’nde çilekeşliğe başlamış ve Hicri 1316’da
mukannen, hizmeti hitama ermişti. Bu münasebetle şu tarihi söylemişti:
Mutbahında çillekeş bir caniken
Kıldı sahib-hücre Mevlâna beni!
(1316)
Bununla beraber:
Ederken Mevlevînin çillesin itmam bin bir gün
Bizim bak çille-i aşkiçre bir miadıımız yoktur...
diyerek huzuru Mevlâna'ya yüz sürmek arzusunu gösteriyordu. Nihayet şeyhinden
aldığı müsade üzerine yola çıktı. Evvela Eskişehir’e, sonra Karahisar’a ve Konya’ya
gitti. Uşak, Manisa, İzmir tarikiyle avdet etti. Bu ziyaretten sonra, Tahir-ül Mevlevî,
Yenikapı Mevlevîhanesi’ndeki hücresine çekildi ise de, kendi tabiriyle “Orada
oturup vakıf lokmasına göz dikmektense, ekmeğini kazancından yemek” istedi. Bir
kütüphane açmak ve şurda-burda zamanın tahrip ve imhasına maruz kalmış Mevlevî
asarını bastırmak istedi.
Evvelce tedarik ettiği ve bilahare Hicaz'dan getirdiği kitaplar, bir sahaf
dükkânına sermaye olabilecek kadar bulunduğu için, evvela Beyazıt'ta, tramvay
caddesinde bir dükkân tuttu ve kitaplarını oraya nakletti. Fakat Beyazıt'ta satış
olmaması yüzünden, kitaplarını Bab-ı âli caddesindeki, şimdiki Medreset-ül
Hattatin’in karşısındaki dükkânlardan birine götürdü. Yine o tarihlerde, haftalık bir
gazete çıkarmak hevesine kapıldı. O zamanlar gazete ve mecmua imtiyazı almak
pek müşkül, hatta gayr-i mümkün olduğundan, kitapçı Karabet'in Resimli
Gazetesi’ni kiraladı ve ilk nüshasını çıkardı.
Mecmuanın kabına, evvelce neşretmiş olduğu ve Mevlevî muhiplerinden Vasıf
Efendi tarafından toplanıp, Hazreti Mevlâna hakkında sitayişkarane birçok
manzumeyi havi Mecmua-i Medayih-i Mevlâna’nın ilanıyla beraber, bir Mevlevî
sikkesi resmini bastırmıştı. Fakat bu ilan, o devirdeki jurnalciler için Bu meyanda
Malumat Gazetesi sahibi Baba Tahir ile Nazif Süruri isminde biri tarafından fırsat
addedilerek, Resimli Gazete’nin kapatılmasına dair irade alınmış; sebep olarak,
veliaht Mehmed Reşat Efendi (V. Mehmed) Mevlevî muhibbi olması dolayısıyla,
veliaht namına propaganda yapıldığı ileri sürülmüştü. Ayrıca Bab-ı âli’nin muhafızı
polis komiseri, meşhur MektepIi Ahmed Efendi, kütüphanenin tarassuduna memur
edilmişti. Zaptiye Nazırı Şefik Paşa tarafından celp ve sorguya çekilen Tahir-ü1
Mevlevî, töhmeti mucip bir hareketi görülmediğinden, serbest bırakılmıştı! Maruz
kaldığı bu tazyikler karşısında kitapçılıktan çekildi ve memuriyet hayatına atılmaya
mecbur kaldı.
1319/1903’te Orman-Maden ve Ziraat Nezareti muhasebesinde açılan bir
imtihanda muvaffak oldu ve 370 kuruş maaşla Defter-i Kebir kalemine kâtip tayin
edildi. Derece derece terakki ederek, 1334/1918’de Maden Müdüriyyet-i Umumiyesi
ruhsatnameli maden başkâtibi, Tevhid-i Mubayeat komisyonu “tahrirat mümeyyiz-i
evveli” oldu. Bu komisyonun lağvedilmesine kadar orada kaldı. Bilahare Ticaret ve
Ziraat Nezareti İktisat heyeti baş kitabetine 1336/1920’de tayin olundu. Uhdesine
Kalem-i Mahsus başkâtipliği de ilave edilmiş ise de, Kuvay-i Milliye taraftarı
olmasından dolayı azledildi. 1337/1921’de Âli satış komisyonu başkâtibi, bilahare
eski kalemi olan Maden Müdüriyyet-i Umumiyesi’nin fermanlı Maden Mü-
meyyizliği’ne naklolundu.
1319/1903’te muallimliğe intisap etti. Evvela Burhan-ı Terakki ve sonra
Rehnümay-i Füyuzat mekteplerinde Farisî okuttu; ikincisinde İslam Tarihi tedrisine
başladı. Tarih tedrisine başlaması, o dersi okutan mektep müdürünün Amr İbn’il-As
ismini “Amiru” diye okuması ve okutması üzerine olmuştu.
6
1325/1909’da Darüşşafaka’da edebiyat ve Usul-ü Tahrir derslerine muallim
tayin edildi. 15.8.1929’da Maltepe Askeri Lisesi edebiyat muallimliğine ve bu
vazifede gösterdiği liyakat dolayısıyla bir sene sonra, Ağustos 1931’de terfian Kuleli
Askeri Lisesi’ne naklolundu ve yaş haddine tabi tutuluncaya kadar orada vazife
gördü. Son memuriyeti, Milli Eğitim Bakanlığı Kütüphaneler Müdürlüğü Tasnif-i
Kütüb Komisyonu azalığı idi.
İlmî hayatına gelince: Merhum, bizdeki erbab-ı kalemin ekserisi gibi “Hüday-i
Nabit” olarak yetişmiş ve malumatını zatî mesaisiyle elde etmiştir. Arabî ve
Farisî’yi iyi bilirdi, bilhassa Farisînin bütün inceliklerine vakıftı. Fransızca’yı da
kendi kendine öğrenmiş, birçoğumuzun yapamayacağı kuvvetle tercümeler
yapmıştır. Fransız edibi Télémaque'ın “Fénéon” ismindeki meşhur eserinin Mahfel
mecmuasında neşrolunan kısımları, bunu pek güzel ispat etmektedir. Önceleri
mütekelliffane yazardı; fakat sonraları herkesin anlayabilmesi için, çok sade
yazmayı iltizam etmiştir. Makalelerini, şimdiki tabir ile akıcı bir üslup ile yazardı.
Bunlar, bugün dahi merakla, zevkle okunmaktadır, Yaptığı tercümeler çok
güzeldir. Kedisinin dediği gibi: “Tercüme edilmiş bir eserde, tercüme kokusu
bulunmamalıdır.” Gerek nazmının, gerek nesrinin mümeyyiz vasfı, samimiliktir. O,
kanaati hilafına ne bir söz söylemiş, ne de bir satır yazmıştır. İnandığına sonuna
kadar sadık kalmıştır. Resul-ü Ekrem Efendimize, pek nadir kimseye nasip olan,
sarsılmaz bir iman ve sonsuz bir aşk ile bağlı idi.
O, hassas bir şair idi. Duymadan tek bir mısra söylememiştir. Gayr-i matbu
divanının mukaddemesinden, şu güzel parçayı okuyalım:
“Şuara için, fart-ı hassasiyet mahsulü denir. Tehassüsdeki ifratın hastalık
olduğu, o nevi mütehassısın hasta bulunduğu söylenir. Şu kavle göre, en hisli
şairler, en ziyade merîz insanlardır. Maalesef ben de o zavallılardan biriyim. Çünkü
hassasiyet denilen deva napüzeyr bir illetin, şifa na ümid mübtelâsıyım. Bu hasta,
dâhilî ve haricî birtakım alam ve esbabın tazyikiyle inler, hatta nalezenliği bazen
de yıllarca sürer. İşitenleri acındırmakla beraber, usanç verdiği de olur. Hasta,
verdiği melali, pekâlâ takdir eylediği halde, iniltilerini kesemez. Zira o, tellümat ile
ıztırabatının hafiflediğini tevehhüm eder. Belki aks-i feryadını duymakla teselli
bulur. Benim de, Divan namına tertip eylediğim şu mecmua, bu türlü tavsiyeleri
muhtevidir ki, her biri enfüs ve afakı muhtelif teessüratın kalbî ve ruhî şiveleridir.
İçlerinde gülümsemeyi andıranlar varsa, o gibileri bazı mesaib karşısında gayri
ihtiyari salıverilmiş zehrin handeleridir,” dedikten sonra: “Medid ve mükerrer
akislerini yalnız kalbimin duyacağı o iniltiler, ben öldükten sonra da felek kubbesini
çınlatsınlar. İhtimal ki, birinin bir tahmini, insaflı bir samiin merhameti hissini
galeyana getirir de, sahibi hakkında ‘Allah rahmet eylesin’ duasında bulunur. Bir
tarafa gitmiş olanların, burada kalanlardan bekledikleri de ancak budur.”
Tahir-ül Mevlevî, divan edebiyatının en son mümessillerinden biri idi. Bugün
artık hemen hemen müntesibi kalmamış olan, bu sahada geniş bilgisinin
muhassalasını Edebiyat Kamusu ismindeki çok kıymetli bir eserinde toplamıştır ki,
“bunun basılması, memleket ilim ve irfanı namına ne kadar şayan-ı arzudur”
demiştir.
Merhum çok ince ruhlu bir şair olmakla beraber, eşsiz bir muallimdi.
Takrirleri esnasında güzel fıkralar, ince nüktelerle talebesine ders dinletir, en ağır
bahisleri bile hemen orada öğretirdi. Süleymaniye ve son zamanlarda Laleli
Camii’ndeki “Mesnevî Dersleri”ne devam edenler, ne kadar açık bir lisan, ne kadar
güzel bir ifade ile tasavvufun en derin bahislerini izah ettiğini görmüşlerdir.
Meclisinde bulunanlar İslam tarihine, tasavvufa ve edebiyat tarihine dair
7
bilmedikleri birçok şeyi öğrenir, vaktin nasıl geçtiğini anlayamazlardı. Sohbetine
doyum olmazdı.
Basılmışları:
1 - Mirat-ı Hz. Mevlâna
2 - Divançe-i Tahir
3 - Nazım ve Eşkâli Nazım
4 - Edebiyat Lügati
5 - Teşebbüs-i Şahsî
6 - Şeyh Celaleddin Efendi Merhum
7 - Cengiz ve Hülagu Mezalimi
8 - Şeyh Şamil’in Gazevatı
9 - İslam Medreseleri Talebelerine Tarih Hülasaları
10 - Şeyh Sadi’nin Bir Sergüzeşti
11 - Âmuzgâri Farisî
12 - Destaviz Farisî Hanân
13 - Afgan Emiri Abdurrahman Han
14 - Hindin Moğol Hükümdarları
15 - Hind İhtilali
16 - Şükufe-i Baharistan
17 - Hazreti Peygamber ve Zamanı
18 - Hind Masalları
19 – Fuzuli’ye Dair
20 - Nevi ve Suriye Kasidesi
21 – Baki’ye Dair
22 – Müslümanlıkta İbadet Tarihi
23 - İslam Askerine
24 - Manzum Bir Muhtıra
25 - Mesnevî'nin Eski ve Yeni Muterizleri
26 - Mesnevî'nin En Son Muterizine
27 - XII - XVI. Asır Şairlerinin Divanları Katalogu
28 - Aylık “Mahfel” Mecmuası
29 - Tarih-i İslam Sahifelerinden
Basılmamışlar:
30 - Tefsir-i Hüseynî Tercümesi (Na-tamam)
31 - Siyer-i Peygamberi (Bedir Gazasına kadar yazılmıştır)
32 - Tarih-i Enbiya
33 - Asr-ı Saadet’te Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri
34 - Şair Giritli Ali İffet Merhum
35 - Kameri Aylara Dair Malumat
36 - Büyüklerimizden Bazı Zevat
37 - Tercümelerim
38 - Manzum Bir Muhtıranın Zeyli
39 - Matbuat Âlemindeki Hayatım
40 – Nedim’in Köşk Kasidesi ve Şerhi
8
41 -
Sünbüllüzade Vehbi’nin “Tanâne” Kasidesi ve Şerhi
42 -
İbni Kemal’in Yavuz Mersiyesi ve Şerh
43 -
Bursalı Gazali
44 -
İki Mektup ve Süruri ile Gubârî
45 –
Baki’nin Kanunî Mersiyesi ve Şerhi
46 –
Baki’nin Sünbül Kasidesi ve Şerhi
47 -
Yahya Bey'in Şehzade Mustafa Mersiyesi ve Şerhi
48 -
Nefî’nin Hotin Kasidesi ve Şerhi
49 –
Şerif Sabri’nin Ebu Said Kasidesi ve Şerhi
50 –
Fuzuli’nin Bağdat Kasidesi ye Şerhi
51 –
Fuzuli’nin Şikâyetnamesi ve Şerhi
52 -
Kudemay-i Mevlevîye
53 -
Veliyüddin Oğlu Ahmet Paşa Divanı’nın Nesre Çevrilişi
54 -
Divan-ı Tahir-ül Mevlevî -İkinci Divan-
55 -
Divançe-i Farisî Tahir
Bu eserlerden maada aylık Mahfel Mecmuası (1–68) numara, Beyanülhak,
Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad mecmualarında ve en son olarak “İslam’ın Nuru”nda
ve diğer dergilerde dinî, tarihî, edebî birçok makale.
Merhum; 75 senelik hayatının elli yılını tetkik ve tetebbuatda bulunmak
bildiklerini usanmadan, bıkmadan ve hiçbir maddi menfaat gözetmeden öğretmek
ile geçirerek, memleket ilim ve irfanına çok büyük hizmetlerde bulunmuştur. Bizde
bazı kıymetli bilginler, didaktik yani talimi eserler neşretmek istemedikleri ve
bilgilerini kıskandıkları için, bazı sahalarda geri kalmamıza sebep olmuşlardır.
Hâlbuki yukarıda saydığımız eserlerinde görüleceği veçhile, Tahir-ül Mevlevî, hiçbir
vakit bildiklerini öğretmekten çekinmemiş; bunu millî ve dinî bir vazife telakki
etmiştir.
“Öğretmek, ilmin zekâtıdır” derdi. Her biri büyük emek ve uzun bir sabır ile
meydana gelen eserleri meyanında, bilhassa ikisi üzerinde durmak istiyoruz.
Kütüphaneler Müdürlüğü’ne bağlı Tasnif-i Kütüp komisyonuna aza tayin
edildiğinden itibaren, İstanbul kütüphanelerinde bulunan Türkçe yazma divanları
tetkike başlayan merhum, 20. asra kadar divan sahibi şairlerin yazma divanları
katalogunu, vefatından kısa bir zaman evvel ikmale muvaffak olmuş ve bu
katalogun 12/16. asra ait birinci cildi, 1947’de Milli Eğitim Bakanlığı’nca
neşredilmiştir. İkinci cildin de matbaaya verildiğini ve yakında yayınlanacağını
memnuniyetle öğrenmiştik. Edebiyat tarihimizde araştırmalar yapacaklar için çok
büyük değer ve ehemmiyeti haiz olacak bu eser, üstadın ilim ve fazlını ispata
kâfidir. Fakat bizce en olgun ve mühim eseri, Mesnevî Dersleri namı altında
Mesnevî’ye yazdığı şerhtir. Tefsir, hadis, İslam tarihi, tasavvuf sahalarında bütün
müktesebatının muhassalası olan bu şerhin, Mesnevî-i Manevî’yi bugünkü nesle izah
edecek bir bilgi hazinesidir. Merhumun hocası Mehmet Esad Efendi, yarım asra
yakın Fatih Camii’nde Mesnevî okutmuş, onun vefatından sonra Karahisarlı Ahmet
Efendi oraya Mesnevîhan olmuştu. Onun vefatından sonra bu ders Tahir-ül
Mevlevî’ye verilmiş, haftada bir gün 20 Ağustos 1339/1923’ten 7 Aralık 1341/1925
tarihine kadar Mesnevî takrir etmiştir. Derste söyleyeceklerini hatırlamak için
hazırladığı notlarını tevsiye ederek Mesnevî’nin birinci cildinin dörtte üçünü
tercüme ve şerh etmiş, bilahare ehibba ve talebesinin ricası üzerine birinci cildini
tamamlamıştır. Süleymaniye Camii’nde, Kubab Çavuş namındaki bir zatın vakfetmiş
olduğu Mesnevîhanlık cihetinin 1948 yılında üstada tevcih edilmesi üzerine 29 Mayıs
1948’den itibaren bu camide, müteakiben Ragıp Paşa Kütüphanesi’nde Tasnif-i
Kütüp komisyonundaki vazifesine yakın olması dolasıyla cumartesi günleri Laleli
9
Camii’nde Mesnevî takririne başlamış ve muntazaman derslerine devam ederek bir
taraftan Türkçe yazma divan katalogunu hazırlamak, diğer taraftan Mesnevî’nin
tercüme ve şerhini tamamlamak için, yaşı 70’i mütecaviz olduğu ve mide ülserinden
mustarip bulunduğu halde geceli-gündüzlü çalışmıştır.
Malumdur ki, Hazreti Mevlâna’nın mübarek ve ölmez eseri, İsmail Ankaravî
merhum tarafından şerh edilmiş ise de, üstadımızın dediği gibi, bu şerh bugün
anlaşılmayacak bir hale gelmiş olan bir üslup ile yazılmıştır. Son senelerde
neşrolunan tercümeler ise okuyucuları tatmin edici mahiyette değildir. İşte bu
vaziyeti göz önünde bulunduran merhum, Mesnevî Dersleri’ni yazmak istemiştir.
Mesnevî’yi okuyup anlamak, ancak Mesnevî Dersleri’nin mütalaası ile
mümkün olacaktır.
Tahir-ül Mevlevî’nin vefatı, memleket için çok büyük bir kayıptır. Bıraktığı
boşluğun kolay kolay doldurulacağını tahmin etmiyoruz. Belki gün geçtikçe
değerinin büyüklüğü anlaşılacaktır.
Tahir Hoca yalnız ilmen değil, ahlaken de yüksekti. Merhum, daima
fakirlerin, kimsesizlerin yardımına koşmuş ve hiçbir zaman maddiyat için
çalışmamıştır. Çünkü ehl-i dünya değildi, hakiki bir Müslüman, asil ruhlu,
uluvvicenab sahibi ve tam manasıyla kâmil bir insandı.
“Rahmetüllahi aleyhi rahmeten vâsia.”
Merhum üstad Tahir-ül Mevlevî, pek sevdiği kitapları arasında, Mevlevî kıyafeti ile.
10
Tu megu. mârâ bedan şeh bâr nist,
Ba keriman kar hâ düşvâr nîst
ك بالحكمة والموعظة الحسنة وجادلهم بالتي هي أحسن إن ربك-ادع إلى سبيل رب
*هو أعلم بمن ضل عن سبيله وهو أعلم بالمهتدين
Yani: “(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et.”
11
Pekiyi takdir edersiniz ki söz, dinleyenin anlayışına göre söylenir. Muhatap ne
kadar anlayışlı olursa; konuşan da o nispette yüksek söz söyler. Mesnevî öyle bir
kitaptır ki, söyleyen Mevlâna; dinleyen ve yazan ise halifesi bulunan Hüsameddin
Çelebi’dir. İki arif arasında geçen o yüksek konuşmanın incelikleri, benim gafil
idrakime tenezzül etmez de anlatamazsam, tabii görmeli ve beni mazur
tutmalısınız.
Şurası da, var ki, Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de bir bahis açmış ve: “Cenab-ı
Hakk, dinleyenlerin himmetleri kadar, vaizlerin lisanına hikmet telkin eder”
“Dinleyenler ne kadar dikkatli dinlerlerse, vaizler de o kadar hikmetli söylerler”
sözünü şerh eylemiştir.
12
—Bana da öyle bir fikir ilham olmuştu, diyerek sarığının arasından çıkardığı
bir kâğıdı Çelebi’ye uzattı. Bu kâğıtta, Mesnevî’nin baş tarafındaki onsekiz beyit
yazılı idi. Sonra Mevlâna tarafından söylenilmek ve Çelebi tarafından yazılmak
üzere tanzim ve tahire devam edildi. Birinci cilt 660 tarihinde hitam buldu. O
sırada Hüsameddin Çelebi’nin cezbe halinde bulunduğu için yazmağa devam
edemedi. İki sene sonra, yani 662 senesinde, ikinci cilde başlanıldı. Altıncı cildin
sonralarına kadar söylenilip yazıldı. Fakat o ciltteki “Şehzadeğan” hikâyesi tamam
olmadan, Hazreti Mevlâna sustu. Çünkü ömrünün sona erdiği kendisine malum
olmuştu. Büyük oğlu Sultan Veled, Mesnevî’ye bir hatime yazdı ve hadiseyi anlattı.
Altıncı cildin başındaki:
Pîşkeş mi âremet ey ma’nevî,
Kısm-ı sâdis der tamam-ı Mesnevî...
beytinden de anlaşılacağı üzere Mesnevî kitabı, altı cilt yahut altı defterden
ibarettir. Sonra yedinci cilt diye bir kitap meydana çıkmış, Şarih-i Mesnevî Şeyh
İsmail Ankaravî tarafından da şerh edilmiştir.
Ankaravî merhum; ya mecburen yahut hüsn-ü tevil gayretiyle şerh ettiği bu
uydurma Mesnevî’yi, 1035 tarihinde sahaflardan aldığını ve 814 tarihinde istinsah
edildiğini söyler. Fakat eserin nazımı malum değildir. İfadesine nazaran, tasavvuf
düşmanı bir mutaassıp olduğu anlaşılır. O kadar ki, Muhyiddin-i Arabî gibi ekâbir-i
ümmetin en büyüklerinden olan bir zat için:
Şeyh-i ekber nîst şeyh-i ekferest
“Büyük şeyh değil, en büyük bir kâfirdir...” demek küstahlığında bulunmuş;
zavallı, ne maksatla yazmışsa, eseriyle namını ibka edememiştir. Tarik-i dünya
papazlar hakkında nazil olan;
نيا وهم يحسبونDا* الذين ضل سعيهم في الحياة الدIئكم بالأخسرين أعمال-قل هل ننب
اI*أنهم يحسنون صنع
Yani: “Kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak, dünya hayatında
sa’yleri boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi?” ayeti, o nazım hakkında da
okunabilir.
13
Onun için, bir tarafı dinleyip de hüküm vermeğe kalkışmamalı, bizzat nazım-ı
âlisinin vereceği hükmü beklemelidir.
Şu da hatırda bulunsun ki, Mesnevî’de bazı hezlâmiz (alaycı- açık) fıkralar
vardır. Bunlar, yalnız zahiri görenler nazarında nezih görülmese bile, basiret
sahipleri nezdinde hal ve makama münasip oldukları için, fasih ve beliğ sayılırlar.
Hazreti Pir:
Beyt-i mem bêyt nîst iklimest,
Hezl-i men hêzl nîst ta’limest.
“Benim her beytim, beyit değil, bir mana iklimidir. Hezlim de hezl değil,
talim için söylenilmiş sözlerdir” beytiyle, bundaki hikmeti beyan eder.
Şurası da unutulmamalıdır ki, Mesnevî ekseriyeti itibarıyla Hüsameddin
Çelebi’nin anlayışına göre söylenilmiştir. Nitekim:
“Şu söylediklerim, senin anlayışına göredir. Doğru ve yüksek bir muhatap
bulamadığım için ölüyorum” buyrulmuştur. Acaba Hazreti Mevlâna, Hüsameddin
Çelebi’den daha kavrayışlı bir muhatap bulsaydı, neler söyleyecekti?
Bazen da Hazreti Pir, kendi makamından söylemiş mazhar olduğu ilhamların
beyanına yol vermiştir. Kendini, söylediklerini değil; Hüsameddin Çelebi’ye
hitaplarını bile layıkıyla anlamak, bizim gibi aciz ve gafil olanların karı değildir.
“Hepsi anlaşılmasa bile, hepsi terk edilmez” diye, Arapça bir söz vardır. Biz
de Mesnevî’nin mübarek beyitlerini dikkatle okuyup anladığımız kadarından istifade
etmeliyiz. Daha fazlasının anlaşılmasını lütf-u ilahîden temenni eylemeliyiz. Ata-yı
Rabbanîde cimrilik yoktur. Sıdk-u ihlas ile istenilen şeyleri esirgemez. Ekrem-ül
Ekremin olduğu için, kerem-ü inayetiyle ihsan eder.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki, bazı cahiller ve yarı aydınlar:
“Mevlâna’nın felsefesi” deyip duruyorlar. Bilmiyorlar ki Mevlâna, filozof değil,
sofidir.
Mesnevî’de felsefeden değil tasavvufun hakikatlerinden bahsedilir.
Felsefenin mehazı akıl, tasavvufun membaı nakildir.
Akıllar farklı olduğu için, felsefede “İkânî”likten “ Reybî”liğe kadar tam bir
muhalefet vardır.
Tasavvufta ise istidat farkı dolayısıyla teferruatta basit farklar görülse bile,
esas meselelerde bütün tasavvuf ehli müttehiddir.
MESNEVÎ’NİN DİBACESİ
“Haza kitab-ül Mesnevî” Şu Mesnevî kitabıdır.
“Haza” kelimesindeki (h), harf-i tembihtir; (za) ise, ism-i işarettir.
İsm-i işaretler için bir müşarünileyh lazımdır. “Şu adam” dediğimiz vakit “adam”
kelimesi “şu”nun müşarünileyhi olur. Çünkü onu gösterir.
Acaba burada müşarünileyh hangi kelimedir? Şüphesiz ki, “Kitab-ı
Mesnevî”dir. Çünkü dibace, birinci hitamından sonra yazılmıştır. O halde, “şu
defter”, birinci cildi hitam bulunan “Mesnevî kitabı”dır, demek olur.
Mesnevî: Her beyti ayrıca kafiyeli olan manzume, demektir ki, nazım
şekillerinin tertip ve tanzim itibarıyla en kolayıdır. Mesnevî, bu şekilde vücuda
gelmiş yirmibeş bin kadar beyitli bir manzumedir. Nazım şekliyle şöhret almıştır.
Vakıa, Hazreti Mevlâna, Hüsameddin Çelebi’ye hitap ettiği: “Senin gibi bir
allamenin cazibesiyle dünyada bir Hüsaminame dolaşmaya başladı” mealindeki
beytinde, Mesnevî için “Hüsaminame” tabirini kullanmış ise de, o tabir, revaç
bulmamıştır.
İkisi her yerde, biri Konya’da olmak üzere Hazreti Pir’e ihtisas peyda etmiş
üç kelime vardır ki “Mevlâna”, “Mesnevî”, “Türbe” lafızlarıdır. Malumdur ki
14
“Mevlâna”, efendimiz mealinde tazim ifade eden bir kelimedir ve âlimlere
mahsustur. “Mevlâna Celaleddin” ve “Mevlâna Cami” gibi.
“Mesnevî” tarif edildi.
“Türbe” lafzı ise, kabir ve mezar demektir. Hal böyle iken “Mevlâna ve
Mesnevî” denilince her yerde Celaleddin-i Rumî’nin kendisiyle kitab-ı celili hatıra
gelir. “Türbe” denilince Konya’da merkad-i Mevlâna anlaşılır.
Mesnevî sarihleri, Mesnevî kitabının ismindeki lügat manasından latif bir
nükte çıkarmışlardır. Malumdur ki Mesnevî; lugatta iki katlı, katmerli gibi manalar
ifade eder. Bundan dolayı Fatiha suresine de yedi ayetli olması ve iki defa nüzul
etmiş bulunması dolayısıyla “Seb-ul Mesânî” denilmiştir.
Fatiha-i Şerifeye “Suret-ül Mesanî” de tabir olunur. Çünkü namazlarda tekrar
tekrar okunur.
Mesnevî Şerifin beyitlerinde de çift şeylerden ve birbirine zıt hallerden
bahsedildiğine işaret vardır. Mahsusattan makulata varıncaya kadar bütün
mahlukatın çift ve mütekabil olduğu da:
ن الفلك والأنعام ما تركبون * لتستووا على-والذي خلق الأزواج كلها وجعل لكم م
كم إذا استويتم عليه وتقولوا سبحان الذي سخر لنا هذا-ظهوره ثم تذكروا نعمة رب
نا لمنقلبون-* وما كنا له مقرنين * وإنا إلى رب
Yani: “Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, (insanların) kendilerinden ve
daha bilemeyecekleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ın şanı ne
kadar yücedir, münezzehtir” ayet-i kerimesinde beyan buyrulmuştur.
* ولقد خلقنا الإنسان ونعلم ما توسوس به نفسه ونحن أقرب إليه من حبل الوريد
Yani: “Biz insana şah damarından daha yakınız” nüktesine tam idrak
husule gelmesidir.
15
Şu ayet-i kerimenin bildirmesi ile Cenab-ı Hakk’ın bize, bizden pek çok yakın
olduğunu biliyor ve inanıyoruz. Fakat bu ilim ve iman, hakikat mertebesini
bulamamıştır. Onu ne vakit zevken, yani tadarak ve şühuden yani görerek anlarsak,
vusülün ne demek olduğunu da o zaman anlarız.
Hallac-ı Mansur (k.s.) demiş ki: “Allah’a vasıl olmak için, iki adım atmalı,
üçüncüde vusül tahakkuk eder. Birinci adımı dünyadan, ikinci adımı ahiretten
kaldırmalı, üçüncü adımda Allah’a varılır.”
Söylenmesi ne kadar kolay; fakat yapılması ne kadar güç bir tavsiye değil mi?
Dünya ve ahiretten adım kaldırmak: Gerek dünyevî, gerek uhrevî bütün
geçici arzulardan vazgeçmek, olanca emelini Allah’a hasreylemektir.
“Yakin” bir şeye karşı insanın şek ve şüpheden kurtulması, anlayışının tam bir
itminan bulmasıdır.
Yakin için “İlmel yakin”, “Aynel yakin”, ve “Hakkel yakin” diye üç derece
itibar edilmiştir. Şeyh-ul Ekber (k.s.), bir adamın Kâbe’yi işitmek suretiyle bilmesini
ilmel yakine, Mekke’ye gidip Kâbe’yi görmesini aynel yakine, Kâbe’nin halka metaf
(tavaf yeri) ve Beytullah diye Hakk’a muzaf olmasındaki hikmeti, ilham-ı ilahî ile
öğrenmesini, Hakkel yakine misal olmak üzere gösteriyor.
يتفقهوا في- لAنهم طآئفة- فرق̀ة م- فلول نفر من كلIوما كان المؤمنون لينفروا كآفة
ين ولينذروا قومهم إذا رجعوا إليهم لعلهم يحذرون-* الد
“(Bununla beraber) müminlerin hepsinin (topyekûn) savaşa çıkmaları,
layık değildir. O halde, içlerinden her sınıfın birer kısmı dinde fakih olmayı
(dinin ince bilgilerini) öğrenmeleri için (Peygamberin yanında kalmaları) –din ve
şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri (savaştan) dönüp kendilerine
geldikleri zaman onları Allah azabıyla korkutmaları için- (gitmeyip
kalmalıdırlar). Olur ki, (bu suretle müminler aykırı hareketlerden) kaçınırlar.”
Bu ayet-i celiledeki “Liyetefekkahü”, “Liyeteallemu” ile tefsir edilmiştir.
Bu emr-i ilahînin nüzul sebebi şudur:
Hicretin 9. senesi içinde idi ki, Rumlarla Hıristiyan Arapların Medine’ye doğru
yürümek istedikleri işitilmişti. Onlar gelmeden önce, üstlerine gidilmek lazım geldi.
Hava sıcaktı, etraf kuraktı. Bu yüzden de kıtlık vardı. Öyle dar bir zamanda, Hazreti
Peygamber s.a.v. Efendimizin himmeti ve ashabın yardımı ile 30.000 kişilik bir ordu
hazırlandı. Bizzat Resul-i Ekrem’in kumandasında olarak Suriye’deki “Tebük”
mevkiine kadar gidildi. Orada günlerce oturulup beklenildiği halde, düşman
görünmediği için geri dönüldü.
Hazırlanması güçlükle olduğu için Ceyş-ül Usre denilen bu ordudan ashabın
bazıları geri kalmıştı, onları tevbih eden bazı ayetler nazil oldu. Allah’ın itabı
dolayısıyla, ehl-i imanın hepsi de, bir daha harp olacak olursa geri kalmamaya karar
verdiler. O münasebetle, bu ayet nazil oldu: “Bütün müminlerin muharebeye
gitmesine lüzum yoktur. Onların her fırkasından bir taifenin çıkması,
diğerlerinin kalıp din ilmini öğrenmesi ve harpten dönen kavimlerine Allah’ın
16
emirlerini bildirmesi, onların da Allah’a isyan etmekten sakınması daha iyidir”
buyruldu.
İtiraz kabul etmeyecek bir hakikattir ki, bir kitabın şerefi ve büyüklüğü,
bahsettiği ilmin; o ilmin şerefi de, malumun büyüklüğüne göredir. Mesnevî’nin
mevzusu ise, ilm-i hakikat olduğu için, vasfında nazım-ı ekmeli tarafından
“fıkhullah-il ekber” tabiri kullanılmıştır.
Şerullah-il ezher: Allah’ın açık ve parlak yolu manasındadır. Çünkü şeriatın
tatbik ciheti demek olan tarikattan bahseder.
Burhanullah-ul ezher: Allah’ın apaçık delili ve hücceti mealindedir. Zira
Mesnevî’de gösterilen deliller, inkâr kabul etmez ve itiraz götürmez birer
hüccettirler. Onları okuyup da doğru ve gerçek olduklarını teslim etmemek imkânı
yoktur. Fakat insafı elden bırakmamak inada kalkışmamak şartıyla!
Mes’elü nurihi kemişkatin fîhâ misbâh, yüşriku işrâkan envera minell isbahi
Yani: “Mesnevî’nin nuru, içinde kandil yanan bir hücre gibidir. Öyle parlaklık
verir ki, o sabahların aydınlığından daha nurlu ve daha nurlandırıcıdır.”
Erbabının malumudur ki fikir, ya hakikat yahut mecaz ve kinaye olarak ifade
edilir, usul-ü tebliğin en ziyade ve herkes tarafından kullanılanı “teşbih” ile
“istiare”dir.
Teşbih: Bir şeyi, bir şeye benzetmek suretiyle onu, muhatabın gözü önüne
getirmektir. Bu hal, maksadı kolayca anlatır. Konuşanı uzun uzadıya tarif etmekten
kurtarır.
Mesela, bir zatın salahından, takvasından bahsetmek için söz söylemektense,
“Melek gibi bir adam” diyerek o adamı meleğe benzetmek; kendisinin melek gibi
masum ve günahsız bulunduğunu, muhataba kolaylıkla anlatır. Aklı, duygu
derecesine; maneviyatı maddiyat mertebesine indirir. Manayı anlamayanlara, aşağı
yukarı bir şeyler ifham eder. Onun için Hazreti Mevlâna, Mesnevî’nin manevî
nuraniyetini, içinde yanmış bir kandil veya ampul bulunan mişkatın maddî
parlaklığına benzetiyor.
Mişkat, duvara hususi olarak yapılmış ve içerisi cilalanmış bir kavuktur. Cilalı
bir hücre içindeki ışıktan, o hücre, ne kadar aydınlık görünürse; Mesnevî de,
metnindeki nurlu fikirler, nurlandırıcı hakikatler dolayısıyla o derece parlaktır;
hatta ona da, sabahların göz kamaştıran ışığına da faiktir, diyor. Şu teşbih ile de,
hem manadaki parlaklığı, maddi bir aydınlık ile temsil ederek göz önüne getiriyor;
hem de:
المصباح فيAالله نور السماوات والأرض مثل نوره كمشكا̀ة فيها مصباح
بارك̀ة زيتون̀ة لا شرقي̀ة ولاD يوقد من شجر̀ة مkي- درAجاجة كأنها كوكبDزجاج̀ة الز
على نو̀ر يهدي الله لنوره منAورD نAغربي̀ة يكاد زيتها يضيء ولو لم تمسسه نار
شي̀ء عليم-* يشاء ويضرب الله الأمثال للناس والله بكل
Yani: Nur suresi 35’e, “Allah göklerin ve yerin nurudur” ayetine işaret
ediyor. İşte burada da bir teşbih vardır. Nur, nasıl karanlığı giderir ve mevcudatı
meydana çıkarıp gösterirse; Allah da mahlukları yokluk karanlığından varlık
sahasına getirmiş ve göstermiş bir Halik’tır, demek oluyor.
İkinci fıkradaki “işrak”, parlatmak ve aydınlatmak manalarındadır, (yeşriku-
işrakan) cümlesiyle aydınlatmanın çokluğu beyan ediliyor.
17
Mesnevî’nin okunması yahut dinlenmesi, okuyup dinleyenlerin gözlerini
parlatır. İlham meşrıkından fışkırıp gelen şuaları, istidatlı kalpleri, sabahların
nurundan fazla nuranî ve ruhanî bir hale getirir, deniliyor.
Hülasa Mesnevî: Sabahlardan daha nurlu ve daha nurlandırıcıdır. Çünkü
sabah, gecenin karanlığını aydınlatır. Mesnevî ise, okuyanın ve dinleyenin
kalbindeki sıkıntı ve karanlıkları giderip aydınlatır.
18
çimenlerinde oturup dinleniriz. Şu hareketlerimizde hiç de isteksizlik göstermeyiz;
hatta riya ve gösteriş de yapmayız.
Bir dünya ağacından istifade hususunda nasıl böyle samimi isek, cennet
ağaçları olan din alimlerine ve cennet meyvesi bulunan eserlerine karşı da öylece
sıdk-u samimiyetle talip olmalıyız ki, kendilerinden ve eserlerinden istifade
edebilelim.
19
çekilir, günün en sıcak vaktini serin bir yerde istirahatla geçirir. İkindi vakti yine
işiyle, gücüyle iştigal eder. İşte bu istirahata “Kaylule”, onun yapıldığı yere “Mekil”
denir.
“Makamat”: Seyr-ü süluktaki dereceler manasındadır. Şarih-i Mesnevî Şeyh
İsmail-i Ankaravî’nin Minhac-ül Fukara ismindeki mühim eserinde, bunlardan yüz
tanesi tarif edilmiştir.
Keramat: Harikulade haller demektir. Hemen aynı manada olan “Mucize” ile
keramet arasındaki fark: mucizenin peygamberlerden, kerametin velilerden zuhur
etmesidir.
Şakkulkamer “Ayın ikiye ayrılması” bir mucizedir. Çünkü peygamberlerin en
büyüğü olan Resulullah Efendimizden zuhur etmiştir.
Hazreti Ömer’in Medine minberinde hutbe irat ederken, İslam ordusunun
Kürdistan’da muhasara edilmek tehlikesinde bulunduğunu görmesi ve “Ya Sariye el
cebel” yani, “Ey Sariye! Dağa çık” diye seslenmesi, sesini de o Müslüman
kumandana duyurması, bir keramettir. Çünkü bir veliyy-i kâmilden sudur etmiştir.
Erbab-ı makamat: Temkin derecesine vasıl olanlar; Eshab-ı keramat: Henüz
telvinden kurtulamayanlar, terakki ve tennîden hali kalmayanlar, yani birincilerin
derecesine vasıl olamayanlardır. Bunlara “Ehl-i hal” de denilir. Hazreti Mevlâna:
“Sofiler arasında ehl-i hal olanlar çoktur. Fakat ehl-i makam olanlar nadirdir” der.
Tarikat büyüklerinden bazıları, keramet izharının pek de hoş görmemiş, hatta
bazıları böyle kerametler göstermeye: “Hayz-ı rical” ve “Mel’abe-i etfal” yani,
“Erkeklerin adet görmesi ve çocuk oyunu” demiştir.
ن عند- مI تجري من تحتها النهار خالدين فيها نزلAلكن الذين اتقوا ربهم لهم جنات
لبرار- لAه خيرuه وما عند اللu* الل
Yani: “Fakat Rablerinden korkanlar (Öyle mi ya?) Altlarından ırmaklar
akar cennetler- kendileri içinde ebedî kalmak, Rableri katından verilecek nice
ziyafetlere de konmak üzere- hep onların, Allah’ın nezdinde olan (nimetler)
iyiler için daha hayırlıdır.”
Mesnevî sanki gökten gelmiş ilahî bir sofradır ve ebrar-ı ümmet, onun manevî
nimetleriyle doyarlar.
Ahrar ise, nefs-i emmaresini ayakaltına almış, onun heva ve hevesinden
yakasını kurtarmış, dünya kayıtlarından ve beşeriyet esaretinden halas olmuş zevat-
ı azadedir.
20
Hafız Şirazî:
“Hüner ve marifetten uzak bir şahsın üstündeki atlas elbiseye, tarikat
mücerretleri, yani hür olanlar, bir para vermez” beytiyle bu gibi erbab-ı hürriyeti
anlatmak ister.
Mesnevî-i Şerif’in:
“Oğul! Bağını kır ve hürriyetini bul. Ne vakte kadar gümüş ve altın kaydıyla
bağlanıp kalacaksın?” diye talimatı ve: “Kalbi nurlu bir üstad-ı kâmilin bendesi
olman, padişahların baş tacı olacak kadar yükselmenden daha iyidir” gibi telkinatı,
istiğna-meşrep olanlara hürriyetin zevkini ve azadeliğin şevkini getirir.
Vehüve ke Nili Mısra şerâbün lissâbirine ve hüsratün ala âli Fir’avne vel
kâfirîn.
Yani: “Mesnevî, Mısır’daki Nil nehri gibidir. Sabır ve mücahede erbabına ab-ı
hayattır. Firavun ve etbaı gibi küfür ve dalalet ashabına da ayn-i hasrettir.”
Bu fıkralar Sure-i Araf’taki:
فصلت` فاستكبرواDوفان والجراد والقمل والضفادع والدم آيات` مDفأرسلنا عليهم الط
جز قالوا يا موسى ادع لنا ربك بما-جرمين * ولما وقع عليهم الرDا مIوكانوا قوم
جز لنؤمنن لك ولنرسلن معك بني إسرآئيل * فلما-عهد عندك لئن كشفت عنا الر
جز إلى أجل` هم بالغوه إذا هم ينكثون * فانتقمنا منهم فأغرقناهم في-كشفنا عنهم الر
بأنهم كذبوا بآياتنا وكانوا عنها غافلين-* اليم
Yani: “Bunun üzerine biz de, ayrı ayrı mucizeler olmak üzere başlarına
tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik. (Böyle iken) yine (iman
etmeyi) kibirlerine yediremediler. Onlar öyle günahkarlar güruhu idiler.
Üzerlerine o azabı çökünce: Ya Musa, dediler, bizim için Rabbine- sana olan
ahdi hürmetine- dua et. Eğer bu azabı bizden ayırıp, sıyırırsan, ant olsun,
sana katiyen iman edeceğiz. Vakta ki biz, kendilerinin erişecekleri bir
müddete kadar, onlardan azabı giderdik, bir de ne bakarsın: Onlar,
yeminlerini bozuyorlar bile. Artık biz de bunca ayetlerimizi yalanladıkları,
onları umursamadıkları için, kendilerinden intikam almak istedik de hepsini
denizde boğduk” ayetleri ile hikâye buyrulan kıssaya işarettir.
Malumdur ki Hazreti Yusuf Aleyhisselamın davetiyle Kenan ilinden Mısır’a
gelen Yakup (a.s.) ile evladı ahfadı, başlangıçta orada muazzez ve mükerrem
tutulmuşlardı. O vakit Mısır hükümetindeki Firavunlar-Hiksoslar’dan, onlar ise
Amalika Araplarından idi. Sonra yerli Firavunlardan olup 18. sülaleyi teşkil eden
Amozis yahut Firrağmotozis Hiksosları cenuptan şimale doğru sürdü. Halefi
Totmozis ise onları büsbütün çıkarıp, Mısır’ı tamamıyla idaresine aldı.
Araplık ve İbranilik akrabalığı dolayısıyla Hiksoslar, Beni İsrail’e hürmet
ediyorlardı. Çünkü Araplar, İsmail; İbraniler, İshak Peygamber neslinden idiler.
Mısırlı Firavunlar ise onlara esir muamelesi yapmaya ve onları angarya işlerde
kullanmaya başladılar. Hatta çoğalmalarından çekindikleri için, erkek çocuklarını
kestiler. Nihayet Hazreti Musa, peygamber oldu. Kelimullah Hazretleri, iki vazife ile
mükellefti. Biri, Mısır halkını imana getirmek, diğeri Beni İsrail’i Arz-ı Mevud’a, yani
Filistin cihetine götürmek, orada bir idare teşkil etmekti.
Hazreti Musa bunları Firavun’a söyledi. Firavun imana gelmediği gibi, bedava
amele demek olan Beni İsrail’i de kaçırmak istemedi. Bazı kitaplarda bu Firavun’un
21
adı Velid bin Reyyan diye gösterilmiştir. Fakat doğru değildir. Çünkü Velid, Arap
adıdır. Hazreti Yusuf zamanındaki Firavun, Araplardan idi. Lakin Musa (a.s.)
devrindeki Firavun, Arap değildi, tabiatıyla adı da “Velid” olamazdı.
Hazreti Mevlâna:
“Bi-renklik, renk esiri olunca Musa, Musa ile kavgaya başladı” beytinde, Musa’nın
Firavun’u olan şahsın adının da Musa olduğunu söylüyor.
İşte bu Firavun, Hazreti Musa’nın tekliflerini reddedince, Kelimullah’ın duası
ve mucizesi eseri olarak Mısırlılar birtakım belalara uğradılar. Bu belalara Tevrat’ta
Mesaib-i aşere deniliyor ki, çeşitleri şunlardır:
فما فوقها فأما الذين آمنوا فيعلمونI ما بعوضةIإن الله ل يستحيي أن يضرب مثل
به كثيراD يضلIهم وأما الذين كفروا فيقولون ماذا أراد الله بهذا مثل- من ربDأنه الحق
به إل الفاسقينD وما يضلI* ويهدي به كثيرا
Yani: “Allah onunla birçoğunu şaşırtır, yine onunla birçoğunu yola
getirir” buyuruyor. Kur’an dolayısıyla insanlardan çoğunun delalete düşeceğini,
22
çoğunun da hidayet bulacağını bildiriyor. Kur’an öyle olduğu gibi, Mesnevî de
öyledir. Nitekim sahib-i arifi de:
“Kur’an gibi bizim Mesnevî de bazılarını hidayete, bazılarını dalalete sevk
eder” diyor.
ى ورحمةIدور وهدDما في الص- لAكم وشفاء-ن رب- مAها الناس قد جاءتكم موعظةDيا أي
ما يجمعون- مAه وبرحمته فبذلك فليفرحوا هو خيرuلمؤمنين * قل بفضل الل-* ل
Yani: “Ey insanlar; Rabbinizden size vaaz-u nasihat ve içinizdeki
illetlere şifa, bir de müminlere hidayet ve rahmet olmak üzere Kur’an-ı Kerim
gelmiştir. Habibim; haber ver ki şu geliş, Allah’ın fazl-u rahmetiyledir. İşte
bundan dolayı ferahlasınlar. Kur’an, başkalarının topladığı mal ve servetten
hayırlıdır” ayetlerine işaret olunmuştur.
Hak Sübhanehu ve Teala, Kitab-ı Münzel’inin şifa-i sudur, bais-i ferah ve
sürur olduğunu ve bu ayetlerle beyan buyurmuş, onun tefsir-i mebanisi ve keşşafı
meanisi olan Mesnevî’nin de o hassaya mazhar olduğunu nazım-ı ekmeli ifade
eylemiştir.
طهر̀ة * بأيديDكرم̀ة * مرفوع̀ة مD * فمن شاء ذكره * في صحف` مAكلا إنها تذكرة
* سفر̀ة * كرا̀م بررة
Yani: “Çünkü o (Kur’an) bir öğüttür. Binaenaleyh dileyen onu beller. O,
(Allah indinde) çok şerefli, kadri yüce, tertemiz sahifelerdedir. Kıymetli,
sevgili, takva sahibi kâtiplerin elleriyle (yazılmıştır).”
Sure-i Vakıa’daki:
23
ن رب- مAه إلا المطهرون * تنزيلD * في كتاب` مكنون` * لا يمسA كريمAإنه لقرآن
* العالمين
Yani: “Muhakkak o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır ki sıyanet edilmiş
bir kitapta yazılıdır. Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el
süremez.(O) âlemlerin Rabbinden indirilmedir” ayetlerine işaret edilmiştir.
Sefere-i kiram yani: “Kur’an’ı yazan kâtipler, onu levh-i mahfuzdan istinsah
eyleyen meleklerdir” denilmiş, vahiy kâtipliği hizmetinde bulunana ashab-ı kiram
olduğu söylenilmiştir. Bu takdirde, suhufu merfua ve mutahhara, üzerlerine Kur’an
ayetleri yazılan ve tabii yüksek yerlerde muhterem tutulan ulvi sayfalardır.
Kitab-ı Meknun için, müfessirlerden bazıları levh-i mahfuz demiş, bazıları
“lâyemessühu”daki zamiri, “levh”a irca ile “levh-i mahfuza melâike-i
mutahharadan başkası temas edemez ve oradaki esrara muttali olamaz” tefsirini
yapmış; bazıları da zamiri, Kur’an’a irca ile “Kelam-ı ilahîye, yani Mushaf-ı Şerife
pak ve abdestli olmayan dokunamaz” manasını vermiştir.
Hüseyin Vaiz, tefsirinde “Bahr-ül Hakaik”tan naklen diyor ki: “Buradaki
“mes”den maksat: Kur’an esrarının inkişafıdır. Şu halde, ayet-i celilenin manası
“Gayr ve gayrılık vehminden kurtulamayan, Hakkı halk aynasında, halkı da mirat-ı
Hakk’ta göremeyen kimse, Kur’an’a temas edemez, yani ondaki ilahî esrara muttali
olamaz” demektir.
Mesnevî de ilham yoluyla Canib-i Hakk’tan nazil olmuştur. Hüsameddin
Çelebi ve şimdiye kadar istinsah-ı Mesnevî hizmetinde bulunan salih kâtipler eliyle
yazılmış ve her yerde yüksek ve muhterem tutulmuştur. Taharet ve salah
erbabından maadasının ona teması, yani mütalaasıyla dinlenmesinden feyz- i
marifet alması kabil değildir. Çünkü öyle na-pak olanlar “Samirî” hilkat bir takım
şahıslardır ki, “lâmisas” tehdidiyle Mesnevî’ye yaklaşmadan uzaklaştırılırlar.
Samirî: Beni İsrail’den olup, altın buzağıyı yapan ve Yahudileri ona taptıran
adam idi ki, Hazreti Musa tarafından lanetlenmiş ve kavim arasından kovulmuştu.
Biri, yanına gelse ikisini de dehşetli sıtma tutar ve titretirdi. Onun için bir insan
görecek olsa, “lâmisas” yani, “yaklaşma, dokunma,” diye bağırırdı.
Lâ ye’tîhil batılü mim beyni yedeyhi velâ min Halfihî Vallahü yersidühu ve
yerkubühu vehüve hayrun hâfizan vehüve erhmürrahimin.
Birinci fıkra:
* لا يأتيه الباطل من بين يديهA عزيزAكر لما جاءهم وإنه لكتاب-إن الذين كفروا بالذ
ن حكي̀م حميد- مA* ولا من خلفه تنزيل
Yani: “Kâfirler, kendilerine gelen zikr-i ilahîyi, (Kur’an-ı Kerimi) inkâr
ettiler. Hâlbuki o, hakikaten bir Kitab-ı Aziz’dir. Onun evvelinden de sonundan
da batıl zuhur etmez. O (Kitab-ı Kerim) hakim ve hamid olan Cenab-ı Hakk
tarafından gönderilmiştir” ayetlerinden iktibas edilmişti.
Üçüncü fıkra da aynen Kelam-ı ilahîden muktebesdir. Hazreti Mevlâna bu
fıkra ile diyor ki:
Canib-i ilahîden vahy-i münzel olan Kur’an-ı Kerim, nasıl avn-i samedanide
ise, onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhuruna imkân ve ihtimal yoksa
Mesnevî de öyledir. İlham-ı Rabbanî eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkân
yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir. Nitekim yedinci cilt namıyla bir
ilave yapılmış ve âlim bir Mevlevî şeyhine şerh ettirilmişse de umumun makbulü
olamamış, Mesnevî’nin saffeti asliyesi bozulmamıştır.
24
Ve lehu el kaabün üharu lekkabehüllâhü Teala bihâ.
Yani: Şu sayılan şeylerden başka, Mesnevî’nin bir takım lakapları daha vardır
ki, onlar da Allah tarafından ihsan buyrulmuştur.
Lakap bir şeyin asıl ismine ilaveten verilen vasıftır ki teşrif, tarif ve teshif
diye üç derece itibar olunur.
Lakab-ı teşrif: İsme şeref verir. Nazım-ı Mesnevî gibi ki, Hazreti Mevlâna
Celaleddin-i Rumî demektir.
Lakab-ı tarif: İsmi anlatır. Şarih-i Mesnevî İsmail Ankaravî gibi.
Lakab-ı teshif: İsmi, tahkir eder. Meşhur, cinci hoca gibi…
ن- مAنهم ولا نساء-ا مIن قو̀م عسى أن يكونوا خير- مAها الذين آمنوا لا يسخر قومDيا أي
نهن ولا تلمزوا أنفسكم ولا تنابزوا بالألقاب بئس السم-ا مIسا̀ء عسى أن يكن خير-ن
* الفسوق بعد الإيمان ومن لم يتب فأولئك هم الظالمون
Yani: “Birbirinize hoşa gitmeyecek ve gücendirecek lakaplar
takmayınız” nehyi, bu üçüncü kısım içindir. Mesnevî’nin sayılan ve sayılmayan
lakapları, teşrifiyye kabilindendir. Saminame, Hüsaminame ve Mahz-i Kur’an gibi.
Hazreti
Vektesarnâ ala hâzel kalîli velkalîlü yedüllü alelkesiri vel cür’atü tedüllü alel
gadîri ve hafnetü tedüllü alel beyderil kebîri.
Yani: “Biz, şu birkaç lakabı söylemekle sözü kısa kestik. Az, çoğa; bir damla
su, bir göle; iki avuç dane, büyük bir harmana delalet ettiği gibi, saydığımız
Lakaplar ve hassalar da diğerlerine işaret olabilir.”
ن المسجد الحرام إلى المسجد القصى الذي باركنا- مIسبحان الذي أسرى بعبده ليل
* حوله لنريه من آياتنا إنه هو السميع البصير
Yani: “Kulunu (Muhammed s.a.v) bir gece Mescid-i Haram’dan (alıp)
Mescid-i Aksa’ya kadar götüren (zat-i ecelle ve âlâ her türlü nakiysalardan)
münezzehtir” buyurmuştur.
Keza “Ruhullah” ve “Kelimetullah” derecelerine yükselmiş olan Hazreti İsa,
daha beşikte iken:
25
ا أين ما كنتIا * وجعلني مباركrي عبد الله آتاني الكتاب وجعلني نبي-قال إن
اr* وأوصاني بالصلوة والزكوة ما دمت حي
Yani: “(İsa dile gelip) dedi ki: Ben hakikat Allah’ın kuluyum. O, bana
kitap verdi. Beni peygamber yaptı. Beni mübarek kıldı” diyerek Allah’ın kulu
olmakla iftihar etmişti.
Hıristiyanlar, Hazreti İsa’yı Allah’ın oğlu, hatta Allah yaparlar; bunu
yapmakla da “Ben Allah’ın kuluyum” demiş olan Hz. İsa’yı tekzip ederler de, kaş
yapayım derken göz çıkarmış olduklarının farkına varmazlar.
Büyüklerin huzurunda tekebbür değil, tekebbüre az da olsa, delaleti olan
tabirlerin bile kullanılması, nezakete aykırı sayılır. Onun için “Ben” diyecek yerde,
“Bendeniz”, “duacınız” ve “fakiriniz” gibi sözler sarf olunur. Vaktiyle saraya
mensup olmak, imzanın üstüne “Bendegân-ı Hazreti Şehriyariden” tabirini
kondurmak iftihara vesile olurdu.
Kibriya-yı İlahî ise tabii bizim bildiğimiz büyüklerin azametine asla
benzemez.
Büyüksün İlahî, büyüksün büyük,
Büyüklük, yanında kalır pek küçük!
İşte o kibriya-yı bi-tenahiyi daha iyi idrak eden büyükler, ona karşı tezellül
ve ihtiyaç ile müftehir bulunur. Binaenaleyh kendilerinden abd-i zaif, hakir-ü fakir
gibi evsaf ile bahsederler.
Hazreti Mevlâna’nın:
Men benden şüdem, bende şüdem, bende şüdem,
Men bende behaclet beser-efgende şüdem,
Her bende şeved şâd ki âzad şeved,
Men şâd ezânem ki türâ bende şüdem,
Yani: “Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum, Ben abd-i zaif, kulluğumu
layıkıyla ifa edemediğim için utandım ve başımı önüme eğdim; her köle, azat
edilince sevinir. İlahî; ben ise, sana kul olduğum için seviniyorum.”
Rubaisi, bu makamda söylenilmiş olan en üstün sözlerdendir. Şurası da
bilinmelidir ki, sureta mütevazı, lakin manen pek yüksek olan bu zevat-ı kiramın
ibadetleri gibi, ubudiyetleri de mabud-i yegâneye münhasırdır. Onlar: Şuna-buna,
huluskarlık için arz-ı hürmet etmezler. Belleri ekâbire reverans yapmak için değil,
namaz esnasında rükû için eğilir. Elleri, zenginlerden sadaka almak için değil,
nimet sahibi olan Allah’a dua etmek için açılır.
Hakim-i Senaî hazretleri, kendisini ziyarete gelip de bir kese altın bırakmak
isteyen Behramşah’a: “Altını ahaliden toplayıp da saçmaktansa, onu almamak daha
iyi değil midir?” mealinde bir beyit okuyup, kaseyi reddetmişti.
Hazreti Mevlâna da, sallanan hükümetiyle böbürlenmek isteyen Konya’daki
Selçukî hükümdarına: “Ben tahttan inip tabuta binen şahlardan değilim, Benim
manevî saltanat fermanımın unvanı (Halidîne ebeden) ayetidir” buyurmuştu.
Hülasa, evliyaullah hazeratının şiarı: Allah’a karşı kendilerini fakir görmek,
insanlara karşı da minnet etmemektir.
26
Yani; Hazreti Nazım buyuruyor ki: “Garib ve nevadiri şamil, parlak
makaleleri, âşıkar dellileri havi, zahitlerin yolu, abidlerin sevinç yeri olmak; bir de
elfazı az, manası çok bulunmak üzere Mesnevî’yi nazm için uzun uzadıya uğraştım.”
Zühhat zahitin, ubbad abidin cem’idir. Devr-i ashabdan sonra ki zevata
“Tabiîn”, daha sonrakilere “Tebe-i tabiîn” denir. Bunların arasından zühd-ü taat ile
temayüz edenlere “Zahit” ve “Abid” tabir olunur. Bu sınıf arasına bazı riyakârların
da katılmasına mebni, hakikî zahitler ve abidler “Sofi” unvanını kabul ettiler. İlk
defa sofî adını alan ve Remle kasabasında ilk zaviyeyi açan Ebu Haşimüs-Sufi
kuddise sirruhudur.
Zahit ile abidin tarifinde: “Allah’ın farzlarını eda et, abid olursun. Allah’ın
verdiği kısmete nefsini razı kıl, zahit olursun” denilmiştir. Şu halde, Hakk’ın
farzlarını tamamıyla ve kemaliyle ifa eyleyen abid, az-çok her ne ise, mukadder
olan kısmete rıza gösteren de zahittir.
Zühdün esası: Gınay-ı kalb ve kanaattir. Onu haiz olmayanlar; zahit değil,
fasık-ı mahrumdur. Büyükler:
“Bulmamak da kısmetten sayılır” demişlerdir.
Bulmaz, yemezdir ekserî erbab-ı iffetin,
Gördük zamanenin nice perhizkârını!
27
ihtiyar eylemiş, Hazreti Mevlâna’ya intisap ederken on seneden fazla hizmet-i
Mevlâna’da bulunmuş, Mesnevî’yi yazmak vazifesi ile adının ebediyen anılmasına
muvaffak olmuştur. Hazreti Pir’in kendisine fevkalade teveccüh ve muhabbeti
vardı. O teveccüh sayesinde kâmil ve mükemmel olarak yetişen Çelebi, daha
Hazreti Mevlâna’nın hayatında ve Şeyh Selahaddin Zerkub-i Konevî’nin vefatından
sonra, müntesibin-i Mevlevîyyenin teslik terbiyesiyle meşgul olur, adeta “Tarikatçı
dedelik” vazifesini görürdü. Hazreti Mevlâna’nın vefatından sonra, Sultan Veled’in
ısrarıyla makam-ı Pire geçmiş, 12 sene Mesnevî okutmak ve halkı irşat etmekle
meşgul olmuştur.
Çelebi Hazretlerinin nazar-ı Mevlâna ile nasıl yetiştiğini ve şeyhinden nasıl ve
ne derece müstefit ve müstefiz olduğunu, bizzat Hazreti Pir’in gerek bu
mukaddimede, gerek sırası geldikçe Mesnevî metninde görülecek iltifatından
anlamalıdır.
عليكم بالمؤمنين رؤوفAم حريصD عليه ما عنتAن أنفسكم عزيز- مAلقد جاءكم رسول
* رحيم
Yani: “Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin
sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür.
Müminleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır” ayetiyle haber veriliyor.
Hâlbuki Resul-i Ekrem, Kureyş zenginlerine cevap vermeden evvel:
28
يريدون وجهه ما عليك من حسابهم-ول تطرد الذين يدعون ربهم بالغداة والعشي
ن شي̀ء فتطردهم فتكون من الظالمين-ن شي̀ء وما من حسابك عليهم م-* م
Yani: “Sabah, akşam Rabblerine, sırf onun cemalini dileyerek, dua
edenleri (huzurundan) kovma”
يريدون وجهه ولا تعد عيناك-واصبر نفسك مع الذين يدعون ربهم بالغداة والعشي
نيا ولا تطع من أغفلنا قلبه عن ذكرنا واتبع هواه وكانDعنهم تريد زينة الحياة الد
اI* أمره فرط
Yani: “Sabah, akşam Rablerine (sırf) onun cemalini dileyerek dua
edenlerle beraber candan sabr(u sebat) et. Gözlerini onlardan ayırma” ayetleri
nazil oldu. Sureta fakir, fakat manen her biri bir emir olan o zevat-ı kirama iltifat
buyurması Aleyhissalat Vesselam Efendimize emredildi. Çünkü onlar, fakr-ü
zaruretleri dolayısıyla Kureyş zenginlerinin menfuru olsalar da, sıdk-ı niyetleri ve
safvet-i kalbiyyeleri cihetiyle Allah’ın makbulü idiler. Hüsameddin Çelebi de o
sahabe-i kiramın izinde yürüyen bir zat-ı şerif olduğu için, Allah’ın peygamberine
tavsiye etmiş olduğu zevat-ı aliyye cümlesindendir.
Ve Habayahü inde safiyyihe gelince. Evliyaullahtan bir kısmının vilayeti,
vilayet-i hafiyyedir. Onların mahiyet-i manevîyye ve kurbiyyet-i ilahîyyesini Zat-ı
Bari’den başka kimse bilmez.
Evliyaî tahte kubâî, lâ ya’rifühüm ğayrî
Yani: “Velilerimizin bazıları, görünmeyen kubbelerimizin altında
gizlidir. Onları benden başka kimse tanıyamaz” hadis-i kutsisinde bildirilen
rical-i mesturinin derecesi, hatta Melek-i Mukarreb ve Nebiyy-i Mürselin malumu
değildir. Hüsameddin Çelebi de o mesturin-i ilahîyeden biridir.
Hazreti Mevlâna, bir gazelinde:
Mealen: “Cemal-i manevî ashabının hususî kadehle izaz eyledikleri halvet-i
hassa, yabancı giremez. Ruh-ül- Kudüs, Yani Cebrail, o meclis-i ünsün dışında kalır,
Hızır ise ancak perdedarı olabilir” buyurmuştur.
Mevlâna Cami kuddise sırruhunun Nefehat-ül Üns tercümesinde, Lamiî Çelebi
der ki: “Hak sübhanehu ve Teala nübüvvet burhanını kıyamete dek baki eylemiş ve
evliyayı ol burhan izharına sebep kılmıştır. Ta peyveste ayat-ı Hak ve huccet-i sıdk-ı
Muhammed s.a.v. zahir ola ve onları âlemin valileri etmiştir. Asmandan yağmur,
anların ekdamı berekatında nazil olur ve zeminden otlar anların safay-ı
himmetleriyle biter ve kâfirlere Müslümanlar anların takviyeleriyle nusret bulurlar.
Ve onlar dört bin kimesnedir ki, mektumlardır ve birbirini anlamazlar ve suret-i
hallerini bilmezler ve cemi-i ahvalde kendilerinden ve halayıktan mestur olurlar.”
Nefehat-ül Üns tercümesinde, evliyaullahın envaına ve derecelerine dair
epeyce malumat vardır.
Miftahu hazâinil erşi, eminü künuzil ferşi, ebül fedaîli Hüsâmül hakki veddini
Hasen ibni Muhammed ibni Hasenil Ma’rufi bi ibni Ehî Türk.
Yani: “Çelebi; arş hazinelerinin anahtarı, ferş, yani yer definlerinin emini,
zahirî ve batınî birçok fazilet sahibi, hakkın ve dinin keskin kılıcıdır. İsmi: Hasan bin
Muhammed bin Hasan’dır. İbn-i Ehî Türk denilmekle tanınmıştır.”
Şu sıfatlardan Çelebi’nin kutub olduğu ve sema ve arzın manevî idaresinin
ona verilmiş bulunduğu anlaşılıyor:
29
Ebu yezidil vakti ve cineydüzzemani, Sıddîk übnissıddîk Razıyllâhü anhü ve
anhüm.
Yani: “Hüsameddin Çelebi; vaktin Bayezid-i Bestamî’si, zamanın Cüneyd-i
Bağdadî’sidir. Sıddık oğlu Sıddık oğlu Sıddıktır. Allah, kendisinden ve âbâ vü
ecdadından razı olsun.”
Bayezid-i Bestamî Kuddise sırruhu hazretleri, kibar-ı evliyaullahtandır.
Horasan’ın Bestam şehrinde doğmuş, bir asır kadar yaşamış, 260 tarihinde irtihal
etmiştir. İsmi: “Tayfur bin İsa” idi. Sofiye kitapları menakıb-ı âliyesiyle doludur.
Ezcümle şu fıkrası meşhurdur: Müritlerden biri: “Kürkünüzden bir parça
lütfetseniz de teberrüken üstümde taşısam” demiş. Hazreti Bayezid de: “Oğlum;
sen çalış da adam ol. Yoksa Bayezid’in kürkünü üstünde taşımak değil, derisini
yüzüp içerisine girsen bile fayda olmaz” cevabını vermiştir.
Şeyh-ül Ekber Muhyiddin-i Arabî kuddise sırruhu, Fütühat’ında buyuruyor ki:
“Makam-ı Muhammedî füyuzatından Bayezid’e, bir iğne ucu kadar verilmişti.
Tahammül edemedi: ‘Sübhani ma azame şanî’ demeye başladı. Bana ise bir şara,
Yani kıl kadar feyz-i Muhammedî ihsan olundu.” Şeyhin şu ifadesinden, feyz-i
Muhammedî’deki sonsuzluğu ve Zat-i akdes-i Risalet’teki büyüklüğü düşünmeli!
Hazreti Cüneyd’e gelince: Bağdat’ta yetişmiş bir arif-i ekmeldir. İmam-ı Şafii
ve Süfyan-ı Sevrî’den ders okumuş, dayısı Hazreti Sakatî’den süluk görmüştür.
Meslek-i tasavvufu, muntazam ve mazbut bir hale getirmiş; birçok urefay-i ümmet
kendisinden feyz almıştır, Turuk’u aliyyeden ekserisinin silsilesi kendisine varır.
Safiyye arasında “Seyyid-üt taife” unvanıyla yâd olunur. Rivayete göre, 207
tarihinde doğmuş, 298’te irtihal eylemiştir. Bayezid-i Bestamî ile muasır idi.
Hazreti Sakatî ile birlikte metfun bulunduğu türbe, Bağdat’ta meşhur ve ziyaretgâh
imiş. Cüneyd’e nispet edilen taş basması Farisî bir divan, onun değildir. Çünkü
nazm-ı Farisî’ye dördüncü asır iptidalarında başlanılmıştır.
İşte Hazreti Mevlâna’nın ifadesinden anlaşıldığına göre, Hüsameddin Çelebi
de bu iki zat-ı âlinin derecesine yükselmiş ve soyca sıddıkiyyet mertebesini bulmuş
bir arif idi!
30
— Sen Acemsin, Arapça’dan ne anlıyorsun ki Kur’an dinlerken ağlıyorsun, diye
sormuşlar.
— Ben Acemim ama kalbim Araptır, cevabını vermiş. Hazreti Pir’in,
Hüsameddin Çelebi hakkında, “Sıddık bin Sıddık” buyurması, Çelebi’nin Ebü’l-
Vefa gibi bir şeyh-i mükerrem neslinden olmasındandır.
31
Yani: “Ey Rabbimiz, (kıyamette) hesap ayağa kalkacağı gün beni, ana ve
babamı ve bütün iman edenleri yarlığa” gibi Kur’an’daki dualar bizim için
münacat numunesidir. Hazreti Pir’in şu dua hakkında reddolunmayacak bir duadır
buyurması, hükmünün arz ve sema ehli hakkında hayır temennisi olmasındandır.
MESNEVÎ
دفتر اول مثنوی
نی نامه
32
“Sema, Allah yolunun bir şahbazı, yükseklerde uçan ve uçuran bir
doğanıdır.”
Sema, ehli hal olanların kalplerini tenvir ve tezyin eder.
Sema, münkirler mezhebinde haram, âşıklar mezhebinde helaldir.
Sema’nın helal ve haram olması Hakk’ında tafsilat almak isteyenler, İmam-ı
Kuşeyri’nin meşhur risalesiyle, İmam-ı Gazali’nin İhya-i Ulumiddin isimli eseri ve
Kimya-yı Saadet’ine, Abdülgani-yi Nablusi’nin İzah-u Delalat’ına, Şarih-i Mesnevî
Seyh İsmail Ankaravî’nin Minhac-ül Fukara’sı ile Huccet-üs Sema’ına bakmalıdır.
NEYDEN MURAD
Merhum üstadım Mehmed Esad Dede Efendi ikmaline muvaffak olamadığı
Mesnevî şerhinde der ki:
“Neyden murad: Enaniyeti, yani benliği fani ve mertebe-i beka billahta baki
olan veli-yi kâmil ve mürşidi agahdildir. Ya da bildiğimiz neydir, tevile hacet
yoktur.”
Hoca merhumun bu ifadesi, bir şerh-i camidir. Zaten ney ile insan-ı kâmil,
yekdiğerinin misali ve mümessilidir. Çünkü ney, yetiştiği kamışlıktan kesilip
ayrılmış, göğsüne ateşle delikler açılmış, başına ve ayağına hatta boğumları arasına
madeni halkalar ve teller takılmış, koparıldığı yerdeki rutubetten mahrum kalmış,
bundan dolayı kupkuru ve sapsarı kesilmiştir. İçerisi tamamıyla boştur. Ancak
neyzenin nefesiyle dolar. Kendi başına kalırsa ne sesi çıkar, ne sedası. Vazifesi,
neyzenin dudaklarıyla parmaklarına alet, onun istediği nağmelerin zuhuruna vasıta
olmaktır.
Hazreti Mevlâna, diğer bir rubaisinde:
“Neyi dinle ki, neler, neler söylüyor. Allah’ın gizli sırlarını tekellüm ediyor.
Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş yahut neyzenin nefesine terkedilmiş
olduğu halde dilsiz ve kelamsız, Hüda, Hüda diyor” buyurmuştur.
İnsan-ı kâmil de böyledir. Neyistan-ı ezelden, yani ayan-ı sabite âleminden,
daha açığı âlem-i ilahîdeki mevkiinden kader sevkiyle şu dünyaya getirilmiş,
beşeriyet kaydına ve anasır-ı tabiat bendine vurulmuş, ayrılık ateşiyle bağrı şerha
şerha olmuş, makam-ı kadimindeki feyizden mahrum kalmış; kalbini nefsin
heveslerinden, zihnini hesti-i mevhum, yani şu vehimden ibaret varlıktan tahliye
etmiş, kendini Allah’ın kudret ve düzenine terk etmiş, Müessir-i Hakiki’nin iradesine
vasıta olmaktan başka bir vazifesi kalmamış, nefha-i ilahîye hangi perdeden zuhur
eylerse, o nağmeyi icra ediyor.
Mahlukattan her birinin aslî vatanına karşı muhabbeti olması ve onun
hasretiyle ağlayıp inlemesi ve şikâyette bulunması tabiîdir.
Neyden maksat, bildiğimiz ney olsa da, mecazen insan-ı kâmil bulunsa da,
her ikisinde de bu vatan hasreti bulunduğundan, hikâyelerinin dinlenilmesi
faydalıdır. Çünkü Kur’an’da:
33
Ayrılıktan şikâyete gelince: Malumdur ki bu hal, mahrumiyet-i visal
neticesidir. Bu ise, bekabillah mertebesine vasıl olmuş insan-ı kâmil için, muhaldir.
Şeyh Attar Kuddise sırruhu, der ki: “Allah’tan bir an gafil olursan, o anda şeytanın
hemdemi olursun.”
Kemal-i vüsul erbabı için bu gaflet ve ondan mütevellit firkat mutasavver
değildir. O halde vasıl-ı kâmil olanların şikâyeti nedendir? Bunu izah için deniliyor
ki: Kâinatın yaratılışından evvel mükevvenatın ayan-ı sabitleri, ilm-i ilahîde mevcut
ve her biri için kemal-i vusul hasıldı. Mesela Süleymaniye Camii inşa edilmeden
evvel, onun suretinin, Mimar Sinan’ın zihninde mevcut olması gibi…
Bu bahisler için sofiye kitaplarına, ezcümle Mevlâna Cami Kuddise sırruhunun
Levayih ve Şerh-i Rubaiyyat isimli eserlerine bakmalıdır.
İrade-i ilahîye, o suver-i ilmiyenin zuhura gelmesini icap etti. Ekmel-i
mahlukat olan insan, devr-i makamat ederek beşeriyet âlemine kadar geldi.
34
sararlar ve üflemeye başlarlar. Hal-aşina olanlar, ondan çıkan müessir sesten,
ayrılık şekvası ve teellüm sedası duyarlar. Nefs-ü heva esiri bulunanlar bile, o
müessir sedadan az çok müteessir olurlar.
İnsan-ı kâmil de, menşe-i feyzi olan ayan-ı sabite âleminden ayrılıp şu
beşeriyet sahasına geldiği ve firkatin acıklı ıstırabını çektiği için, yüreğinden
fışkıran tesirli sözler, kim olursa olsun dinleyenleri, kabiliyetleri derecesine göre
müteessir eder. Fakat teessürden teessüre fark vardır. Onun için ney yahut firkate
uğramış insan-ı kâmil, der ki:
باز جويد روزگار وصل خويش-هر كسى كاو دور ماند از اصل خويش
4- Aslından, vatanından uzaklaşmış olan kimse, orada geçirmiş olduğu
zamanı tekrar arar.
İnsanın doğup büyüdüğü, hoşça demler sürdüğü yeri, arayıp özlemesi tabiatı
icabıdır. Bu özlemin ilerlediği, sıla hastalığı haline geldiği de vakidir. Vatan
muhabbeti denilen, Hakk’ında her türlü fedakârlık ihtiyar edilen hiss-i necib,
incizab haletinin tezahüründen başka bir şey değildir. Bir adamın, doğmuş-
büyümüş olduğu iki evli bir köye bile, ne kadar merbut olduğu, fırsat bulunca sılaya
gitmek, o mütevazı köyceğizi görmek düşüncesinden hali kalmadığı herkesin
malumudur. Bu hal düşünülmeli de, yüksek bir ruhun, hassas bir kalbin vatan-ı aslî
ve menşe-i ezelîye ne kadar müştak ve mütehassir bulunacağı ondan istidlal
edilmelidir.
35
“Ey Sadi! Vakıa, hubb-ül vatanı minel iman, yani vatan muhabbeti imandan
gelir hadisi sahihtir. Lakin ben burada doğdum diye insanın tevellüt ettiği yerde
hakaretle ölmesi doğru değildir” demiştir. Şeyhin bu sözü söylemesi, hadisteki
vatanı, menşe-i aslî manasına almış; muhabbeti, imandan olan vatanın burası değil
de orası olduğunu anlatmak istemiş olmasındandır. Yoksa kendisi, kırk sene
seyahat etmiş bir arif-i cihangerd olduğu halde, memleketi olan Şiraz’a dönmüş,
son zamanlarını orada geçirip vatanının toprağına gömülmüştür.
Yine firkatzede kâmil lisanından deniliyor ki:
36
Dünya âlemi, zıtlar âlemidir. Onun için, üstünde küfrün de, imanın da, fıskın
da, salahın da bulunması zaruridir. Her şey, zıttı ile anlaşılır. Nurun mahiyeti
zulmetle anlaşılacağı gibi, salihlerin kıymeti de, fasıkların mevcudiyetiyle takdir
olunur.
Hülasa, arifler her şeyi Hakk’ın mazharı bilir ve o mazhariyet dolayısıyla onu
nazar-ı itibar ile görür. Şeyh Sadi’nin:
“Bütün âleme aşığım, çünkü bütün âlem, Hakk’ın eser-i hilkatidir” demesi;
bir Türk arifinin de:
Elif okuduk ötürü,
Pazarlık ettik götürü,
Yaratılmışı hoş gördük,
Yaratandan ötürü!
sözü, bu nokta-i nazara göredir.
Şurası da hatıra gelir ki, evliyaullahın ara sıra fasıklar arasında bulunmaları,
onları Allah’ın azabından muhafaza etmek içindir. Nitekim Cenab-ı Hakk, Mekke
müşrikleri için:
37
Görüşü mahdut olanlar da, gördükleri ve görüştükleri insan-ı kâmilin yalnız zahirine
bakarlar, bazı haller ve sözleri hoşlarına gittiği için ondan hoşlanırlar. Fakat
hakikatini öğrenmeye ve ondaki esrar-ı hakayıkı anlamağa çalışmazlar.
38
ARAPÇA, Sure İsra ayet 85
“Sana Ruh’u sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emri(cümlesi)ndendir.
(Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir” ayetiyle hem ruhun hakikati,
Allah’ın emri cümlesinden olduğu, topluca bildirildi; hem de Yahudilerin o
anlaşılması güç hakikati idrak edecek ilimleri olmadığı beyan edildi.
Nazm-ı Celilin delaletine göre, ruhun mahiyetinin açıklanması, herhalde
soranlarda ilim ve o hakikati idrake kabiliyet bulunmamasından ileri gelmiştir.
Şarih-i Mesnevî İsmail Ankaravî Kuddise sirruhu, der ki: “Hakikati cihetinden ruh,
bu gözle görülmez. Velakin Hakk gözü ile görebilmekten men olunmaz. Zira Hakk’ı
gözetleyen, ruhu da müşahede eyler.”
Bu ruha, ruh-u sultanî yahut ruh-u insanî derler ki, insana mahsustur. Bir de
ruh-u hayvanî vardır ki, bütün canlıların sebeb-i hayatıdır.
Diyanet İşleri Reisi merhum Ahmed Hamdi Efendinin ruha dair vaktiyle
Mahfile mecmuasında neşredilmiş mufassal bir tetebbunamesi vardır. Tafsilat almak
isteyenler, oraya müracaat buyursunlar.
هر كه اين آتش ندارد نيست باد-آتش است اين بانگ ناى و نيست باد
9- Şu neyin sesi ateştir; hava değildir. Her kimde bu ateş yoksa o kimse
yok olsun.
Neyi söyleten müessirin havadan, yani sade bir nefesten ibaret olduğu
zannedilmesin. Belki onu inleten, neyzeninin hazin ve ateşin hissiyatıdır. Bunun
gibi, veli-yi kâmili söyleten de heva ve heves değil, kalbinden feveran eyleyen ve
maşuk-u hakikîden başkasını yakıp bitiren aşktır:
“Aşk bir şuledir ki, parlayınca maşuktan maadasını yakar, mahveder.”
“Ahbap, ahbabın sesini tanır” denilmiştir. Neyin sesini, insan-ı kâmilin
nefesini de layıkıyla anlayabilmek için onlardaki aşk ateşinin bir kıvılcımına olsun
mazhar bulunmalıdır. Daha doğrusu, muhabbet ateşiyle yanıp kül olmalıdır. Bunun
için Hazreti Mevlâna, “Aşk ateşini haiz olmayan, yok olsun” diyor ve inkisar değil,
dua ediyor. Çünkü bu cümle, ehl-i tarik indinde pek makbul bir duadır.
“Allah’ın hazinesi, tezgâhı yokluktadır. Şu mevhum varlığına aldanan, yokun
ne olduğunu ne bilir?” denilmiştir. “Allah’ın hazinesi, tezgâhı yokluktadır”
denilmesi, bütün mahlukatın, yoktan var edilmiş olduğuna işarettir. Kemal
sahiplerinin maksadı, varlık göstermek değil, Allah’ın varlığı karşısında kendi
mevhum vücudunu mahvetmek ve yok olmaktır.
39
fuhuşhane kapısında naralar atması yine aşk eseridir. Fakat tabir caizse birinciler,
aşk-ı hezarî, ikinciler aşk-ı himarîdir.
Aşk, mir mana-yı layu’raf ki, cümle âlemi,
Zevki miktarınca sekran-u huruşan eyliyor.
Aşk bir, lakin anlayış farkı dolayısıyla sevgili çeşitlidir; daha doğrusu, o çeşitli
sevgililer, maşuk-u yegânenin muhtelif surette cilvesi ve tecellisinin mazharlarıdır.
Beyt-i şerifin mutasavvifane tevili lazımsa: Arifin kalbini yakıp inleten ve
kalbindeki esrarı cuş-u huruşa getiren de aşktır, denilebilir.
Malumdur ki, aşk lafzı, sarmaşık demek olan ışk kelimesinden alınmıştır.
Sarmaşık, sarıldığı yeri nasıl istila ederse, aşk da girdiği kalbi, hatta insanın
vücudunu ihata etmesi dolayısıyla aşk tesmiye edilmiştir. Bu kelimeyi “Işk”
okumak, benim zevkime uygun düşmüyor. Bana öyle geliyor ki, onu “Aşk” okumalı;
manası, kalbi dolduran o kelimenin lafzıyla da ağız dolmalı!
Aşk lafzı, Kur’an-ı Kerim’de, Şeyh-i Ekber Kuddise sırruhunun beyanı veçhile
kinaye yoluyla irad olunmuştur.
Hazreti Şeyh, Fütühat’ında buyuruyor ki: “Aşk, muhabbetin ifratıdır.”
Kur’an’da:
40
Olmuş bizim meyhanemiz!
41
“Ey Peygamber-i ekber! Kâfirler ve münafıklarla uğraş ve onlara karşı
sert davran” buyurmuştu. Zira onlar, nezaketten anlayacak kabiliyette değildirler.
O gibilere karşı gösterilecek mülâyemet, kendilerinin kabalığını artırmaktan başka
bir işe yaramayacaktır.
“Kerim olan, keremin, ihsanın, iyiliğin ne demek olduğunu anlayan bir
kimseye ikram edersen onu kendine kul, köle yapmış olursun. Lakin bir leime, bir
alçağa ikram gafletinde bulunursan şımarır, büsbütün temerrüt ve taannüt gösterir”
Binaenaleyh:
“Kılıç kullanılacak yerde ihsan edilmesi, ihsan edilecek yerde kılıç kullanmak
kadar zararlıdır.”
İşte bu gibi hikmetlere mebni, evliyaullah hazaratı, ezelî şakilere karşı
zehirdir. İlmen, amelen, itikaden zehirlenmiş, lakin manevî hastalığı tedavi kabul
edecek dereceyi geçmemiş olanlar için de panzehirdir.
Keza evliyaullah, kabil-i hitab olanlarla ve terakkiye istidadı bulunanlara
sohbet edip arkadaş olurlar, hatta öylelerine müştaktırlar.
Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, rast geldiği ashap ile durup konuşur ve iltifat
buyururdu. Konuştuğu kimse çekilmeyinceye kadar yoluna devam etmezdi,
kendisiyle musafaha eden bırakmayınca kadar elini çekmezdi. Bazen de:
“Kardeşlerimi ne kadar göreceğim geldi” diye sonradan gelecek arifler için
iştiyak gösterirdi.
Şeyh-i Ekber Kuddise sırruhu hazretleri bu hadisi yazdıktan sonra, “Asr-ı
saadetteki bahtiyarlar ashap idi. Biz ve bizim gibiler de ihvanız” buyuruyor.
42
“Şüphesiz ki, Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını cennet
mukabilinde satın almıştır” ayet-i kerimesinin delaleti mucibince, can metaının
müşterisinin bizzat Allah olduğunu bilirler. Beşeriyetin en akıllısı ve en mükemmeli
bulunan Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimize, Kureyş müşrikleri, mecnun demek
küstahlığına bulunmuşlardı da:
43
Buradaki “Bana ne oluyor ki, beni yaratan Allah’a ibadet etmemeyiyim?”
demek, “Size ne oluyor ki, sizi yaratan Allaha ibadet etmiyorsunuz?” demektir.
Habib-i Neccar, serzenişini hafifletmek için Allah’a iman ve ibadet etmemek
gafletini nefsine isnat eylemiştir.
Hazreti Mevlâna da, henüz akl-ı mead lisanını anlayacak idrake nail
olamayan, lakin olmak için lütf-u ilahîyi bekleyen talep erbabını ümitsizliğe
düşürmemek emeliyle, kendisini onlara benzetiyor, füyuzat-ı ilahîye talebiyle,
geçen günlerin, ateşin bir surette geçtiğini söylüyor.
44
Cenab-ı Hakk’ın zat-ı ecel-ü âlası gibi füyuzatı da nihayetsizdir. Fakat o
füyuzatın mazharı olan insanlar, üç nevi itibar edilmiştir:
Birinci nevi: Ümmetin kâmil ve mükemmil olanlarıdır ki, ne kadar füyuzata
nail olsalar tahammül ederler ve daima artmasını isterler. Hakk Sübhahnehu ve
Teala, Kur’an-ı Kerim’inde:
45
Üçüncü kısım ise: İrfan zevkinden, ezelden nasibi olmayanladır ki, o gibilerin feyz-i
Mevla’dan, ebediyen nasipleri yoktur. Hazreti Mevlâna, “Mahi” tabiriyle, birinci ve
ikinci kısımları; “Biruzi” ile de üçüncü kısmı murat eylemiştir.
چند باشى بند سيم و بند زر- باش آزاد اى پسر،بند بگسل
19- Oğul; bağını kopar ve kurtul. Ne vakte kadar altın ve gümüş
kaydında kalacaksın?
İnsanlardan mal toplamak, servet cemetmek için tabii bir hırs vardır.
Nitekim bu hal:
46
bağlanıp kalmayanlara verilecek manevî mükâfat bildirmiştir. Bu ayetlerde ima
yoluyla:
47
Senden ednayı görüb şükr ile demsaz olmak,
Senden âlalara rişkeylemenin merhemidir!
Şeyh Sadi Kuddise sırruhu, bir seyahati esnasında, pabuçsuz bulunuyor, yalın
ayak yürüdüğüne canı sıkılıyormuş. Sonra, ayakları kesik birinin dizleriyle
süründüğünü görmüş, kendisinin yalnız pabucu olmadığını şükretmiş.
Fakat insanların pek çoğu, bu hakikati anlamak istemez, beşerî ihtiyacından
çok fazla heves peşinde koşar. İhtirası, ihtiyacıyla nispet kabul etmeyecek
derecelere varır.
İşte bu gaflet ile onun faydasızlığını anlatmak için Hazreti Mevlâna, “Faraza
bir denizi, bir kâseye döksen ne kadar su sığar?” diye soruyor ve “Servetin deniz
gibi de olsa, ondan istifaden, mideni bir günlük dolduracak miktardan ibarettir”
cevabını veriyor.
48
اى تو افلطون و جالينوس ما-اى دواى نخوت و ناموس ما
24- Ey kibr-ü azametimize ilaç ve bize Eflatun ve Calinus olan aşk, yaşa!
Aşkın insanı bütün ayıplardan temizleyeceği bildirilmişti. Bu beyitlerde ona
hitaben “hoş sevda” deniliyor, kibir ve azamet hastalıklarının ilacı olduğu
söyleniyor, hatta ona Eflatun ve Calinus tabir ediliyor.
Malumdur ki, Eflatun Yunan feylezoflarındandır. Hikmet-i işrak erbabından
ve İşrakiyyun’un reislerindendir.
Hikmet-i işrak: Felsefi bir meslektir ki, riyazetler, mücahedeler ile Allah’a
vasıl olmayı gaye edinmiştir.
Hakikat şudur ki, tasavvuf ile felsefe ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü felsefenin
menşei akıldır. Tasavvufun mehazı ise nakil, yani Kur’an ve hadistir. Akıllar farklı
olduğu için felsefede Reybîye ve İkaniye gibi biribirine zıt düşünceli meslekler
vardır. Tasavvuf da ise, böyle ayrılık, gayrılık yoktur.
Mevlâna Cami Kuddise sırruhu: “Yunanlıların felsefesi, nefs-ü hevanın
ifadesinden ibarettir. Ehl-i imanın hikmetleri ise, Hazreti Peygamberin
buyurduklarıdır” demiştir.
Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de, feylezofları tenkit eder ve onların fikirlerini
çürüterek reddeder.
Hülasa, feylezofların hangisi olursa olsun, tasavvuf erbabı, onlarla hemfikir
değildir. Gelelim Calinus yahut Galinos’a:
Bu adam, Milattan sonraki 131 senesinde Bergama’da doğmuş, 200 tarihinde
ölmüştür. Hipokrat’tan sonra hekimliğin mucidi sayılır. Eserlerinin çoğu Arapçaya
tercüme edilmiştir.
Hazreti Mevlâna, aşkı biri hakim, biri hekim iki zata benzetiyor. Bu teşbih ile
de aşkta öyle icazkar bir kudret vardır ki, Eflatun’un felsefeyle, Calinus’un
tababetle yapamadığı ruhani ve cismani tedaviler icra eder; aşığı, her türlü ayp ve
noksandan temizlenmiş bir hale getirir, demek istiyor.
49
Aşkın tesiriyle dağın oynamasına gelince, Hazreti Musa’ya Tur dağında vaki olan
tecelliye işarettir ki, izah edilecektir.
50
ARAPÇA, Sure Araf ayet 143
“Ayrılınca dedi ki: Seni tenzih ederim, sana tevbe ve istiğfarımı
arzeyledim. İman edenlerin ilki benim.”
Böyle ince ve derin bahislerin anlaşılabilmesinin zevk ve keşfe ait olduğunu
tekrar hatırlayalım ve layıkıyla anlayamayışımızı öyle bir zevkimizin olmadığına
atfedelim ve o zevkin ihsan buyurulması için niyazda bulunalım.
Fakat vaktaki:
Figan ü nalişinle sen sarardın goncalar soldu
Bitirdi hem gülü, hem kendini efganını ey bülbül!
levhası teressüm eder, yani bahar mevsimi geçer, gülün açılması devri biter. O
vakit bülbül de sesini, sedasını keser. Çünkü kendisini dinleyecek olanlar bulunsa
bile, anlayacak bulunmaz.
51
Evet. Gülün açılma mevsimi geçip, gülistandaki fidanlar dikenli birer çalıdan
ibaret kalınca, gül rayihası ancak gül yağından ve gül suyundan duyulabilir. Bunun
gibi urefa-yı ümmetin ekmel ve efdali bulunanlar çekilip gidince, onlardaki rayiha-i
marifeti, varisleri bulunan ve kendilerine nispetle gül yanında gül suyu gibi
kalanlardan aramak lazım gelir.
Mesnevî şarihlerinden Sarı Abdullah Efendi’nin telakkisine göre, Hazreti
Mevlâna, Şems-i Tebrizî ile Hüsameddin Çelebi arasındaki farkı söylemek, Şems-i
Tebrizî Hazretlerinin yanında Hüsameddin Çelebi’nin gül suyu gibi kaldığını
bildirmek istiyor. “Şems gibi bir musahib-i ekmelim bulunsaydı, onun geniş idraki
beni nağmeperdaz etseyedi, ben de ney gibi rakik terennümlerde bulunurdum. O
demsaz ve hemrazım geçip gitti. Bana layıkıyla muhatap olabilecek kimse kalmadı.
Onun için ben de sözlerimi sığlaştırmaya mecbur oldum. Bereket versin ki, karşımda
Hüsameddin Çelebi gibi müstait bir muhatap var. Şems’in irfan-ı rayihasını onda
bulmaya ve bu suretle avunmaya çalışıyorum” diyor.
Mesnevî’nin diğer bir yerinde ise, Hazreti Mevlâna: “Şu söylediklerim yok mu?
Onlar, senin fehmine göredir. Doğru anlayışlı bir muhatap hasretiyle ölüyorum”
buyuruyor.
Burada bir sual hatıra gelebilir: Dibacede Hüsameddin Çelebi’nin kutup
olduğuna delalet eder, vasıflar bulunduğu halde burada ondan daha anlayışlı bir
muhatap aranıyor, iki ifade arasında tenakuz yok mudur?
Evet, Hüsameddin Çelebi, hem asrının kutbu olur, hem de zevken ve irfanen
Şems-i Tebrizî derecesinde bulunmayabilir. Hacc-ı Veda esnasında:
der. Hülasa, nazarında kâinat, ondan ibaret görünür; hatta kendini bile maşuğu
olarak tahayyül eder.
52
Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep,
Canım dediğim, ten dediğim sensin hep...
beytini söyler. Fuzuli’nin Mecnun lisanından Leyla’ya hitabı gibi: Gel sen sen isen,
neyim men-i zar, diye sorar. Deriden, etten, kemikten müteşekkil fani bir varlığa
karşı olan muhabbetin insanı bu dereceye getirdiğini düşünmeli de, o vücudun ve
bütün mevcudatın Halikı bulunan Maşuk-u Ecel-ü Ala’ya olan aşkın, aşığı ne hale
getireceğini kıyas etmelidir.
İşte o ilahî aşk, aşığın nazarında bütün mükevvenatı hiç gösterdiği gibi,
Maşuk-u Hakiki’nin “hep” ve “cümle” olduğunu, kendisinin de arada bir perde
bulunduğunu gösterir.
Hümam-ı Tebrizî’nin: “Benimle sevgilim arasında Hümam, perde olmaktadır.
Artık o perdeyi bertaraf etmenin sırası gelmiştir” mealindeki beyti, bu gerçeği ifade
eder.
İşte o benlik perdesi kaldırılırsa, maşuğun cümle ve zinde; aşığın da, berde
ve mürde olduğu anlaşılır.
چون نباشد نور يارم پيش و پس-من چگونه هوش دارم پيش و پس
33- Yarimin nuru etrafımda bulunmazsa ben nasıl önümü, ardımı idrak
edebilirim; yarimin nuru ilk ve sonla mukayyet olmayınca, ben nasıl başlangıç
ve son ile kayıtlanabilirim.”
İki türlü tercüme edilen bu beyit, iki nevi sualin cevabıdır.
Evvela: Aşkın kanada teşbihine mukabil, akıl da ayak mevkiinde kalır. Aşka
tabi olamayan, akıl ile hareket edemez mi, sualine cevaben deniliyor ki: Evet.
Akıl, ayak gibidir. Fakat o ayakla adımı atabilmek için, insanının basacağı yeri
görmesi lazımdır. O görüş ise, ancak yarimin bir nuru olan aşk ile kabildir. Aşk nuru
ile nurlanmayınca, ben nasıl önümü, ardımı görür ve adımımı atabilirim?
Keza, “Ey Mevlâna! Derin bahislere girişmeyeceğini evvelce söylediğin halde,
şimdi bahsi derinlere götürüyorsun” ihtarına cevap veriliyor.
53
Gerçi birkaç beyit evvelce söylenilmişti. Fakat yarimin ilk ve son kayıtlardan
münezzeh olan nuru, beni tenvir ediyor ve endişeyle, bağlılıktan vareste kılıyor.
آينه غماز نبود چون بود- عشق خواهد كاين سخن بيرون بود
34- Aşk bu sözün meydana çıkmasını istiyor. Ayna, koğucu olmaz da ne
olabilir?
Demek isteniliyor ki: Maşuğun cilvesi ve aşkın esrarı, gönül aynasına aksedip
duruyor. Cilalı bir ayna, sathına akseden sureti göstermez olur mu? Benim de kalp
aynamda beliren sırlar, ihtiyarım elimde olmaksızın lisanımdan dökülüyor.
ز انكه زنگار از رخش ممتاز نيست- آينهت دانى چرا غماز نيست
35- Senin ruhunun aynası niçin o yansımayı haber vermiyor biliyor
musun? Sathı -yüzü- pastan hali değil de onun için.
Bu beyitte aynanın pasından bahsedilmesi, eski aynaların camdan değil,
madenî levhalardan yapıldığı içindir. Madenî levhaların rutubet vesaireden
paslandığı, böyle olunca da sathına akseden şeyleri göstermediği gibi, gönül aynası
da nefis pasıyla cilasını kaybederse, feyz-i ilahîye makes olmak nimetinden mahrum
kalır. Binaenaleyh, ilk önce gönül aynasındaki pası temizlemek ve cilalamak
lazımdır.
Müncelî ayine-i dilde nukuş-i kâinat,
İş o mirat-ı musaffaya cila vermektedir!
“Her şeyin bir cilası vardır. Kalplerin cilası da zikrullahtır” hadis-i şerifin
mucibince, o pasın giderilmesi, ancak Allah’ı zikretmek ve yadeylemekle olur.
Dil hanesi pür nur olur, envar-ı zikrullah ile!
Nefsin bulanıklığı gitmez, kalp aynasının pası açılmazsa, ruh da Allah’ın
tecellisine mazhar olamaz. Nefsin tasfiyesi ve kalbin cilalanmasının ne ile
olabileceğini bildirmek ve dolayısıyla birçok hisse öğretmek için Hazreti Mevlâna bir
kıssa nakline başlıyor ve diyor ki:
“BİR PADİŞAHIN BİR CARİYEYE ÂŞIK OLUP ONU SATIN ALMASI VE CARİYENİN
HASTALANMASI. PADİŞAHIN DA ONU TEDAVİ ETTİRMEK İÇİN TEDBİRDE
BULUNMASI HİKAYESİ”
حكايت عاشق شدن پادشاه بر كنيزك و بيمار شدن كنيزك و تدبير در صحت او
خود حقيقت نقد حال ماست آن- بشنويد اى دوستان اين داستان
36- Ey dostlar; şu hikâyeyi dinleyin ki hakikatte bizim halimizin aynıdır.
Çünkü anlatılacak olan padişah ile cariye, ruh ile nefsin temsilidir.
ملك دنيا بودش و هم ملك دين- بود شاهى در زمانى پيش از اين
37- Bundan evvel bir padişah vardı ki hem dünya mülkü, hem de din
mülkü onundu.
Hem dindar hem dünyadar bir hükümdar idi.
54
شد غلم آن كنيزك جان شاه- يك كنيزك ديد شه بر شاه راه
39- Padişah, yolda bir cariye gördü ve canı o cariyenin kulu, kölesi oldu.
دردمند و خستهام درمانم اوست- جان من سهل است جان جانم اوست
45- Benim canımın tedavisi kolaydır; o, iyileşirse ben de iyi olacağım.
Çünkü ruhumun ruhu odur. Ben dertliyim, hastayım; dermanım da odur.
55
Cariyenin hastalanması üzerine padişah, her taraftan hekim getirtmiş, onlara
nakit ve mücevher vaadinde bulunmuş; onlar da, sanatlarına güvenmişler, her
derdin devası bizim elimizdedir demişler, Allah muvaffak ederse demeye lüzum
görmemişler.
Hazreti Mevlâna, her işin Allah’ın iradesiyle husule geleceğini bilerek daima
“İnşallah”, yani Allah isterse demenin lazım olduğunu beyan için diyor ki:
نى همين گفتن كه عارض حالتى است- ترك استثنا مرادم قسوتى است
50- İstisna, yani inşallah demeyi terk etmekten muradım kalbe arız olan
kasvet ve gaflettir. Yoksa kalben gaflet halinde, lisanen inşallah demekten
ibaret olan halet-i arızayı kastetmiyorum.
چشم شه از اشك خون چون جوى شد- آن كنيزك از مرض چون موى شد
53- O cariye hastalıktan kıl gibi zayıfladı. Padişahın gözleri de
ağlamaktan ırmak halini aldı.
56
Hâlbuki bunlardan birincisi safrayı, ikincisi de kabızlığı tedavi için
kullanılırdı. Sirkengebin: Sirke ile bal ve çörek otundan ibaret bir şurup imiş.
57
پادشاه به درگاه خدا و در،ظاهر شدن عجز حكيمان از معالجهى كنيزك و روى آوردن
خواب ديدن
او ولى را
58
Zamanların ve mekânların mübarek olanları vardır. Mesela Cuma geceleri,
seher vakitleri, Ramazan ve bayramlar, Cuma gününün icabet saati mübarek
zamanlar cümlesindendir. Mekke, Medine, Kudüs harem-i şerifleri, enbiya ve evliya
türbeleri, camiler, mescitler de mübarek mekânlardandır. Hikâyemizdeki padişah,
bunları bildiği cihetle dua için yalınayak mescide koşmuş, mihraba secdeye
kapanmış, gözyaşlarıyla secdegahı ıslatmıştı.
خوش زبان بگشاد در مدح و ثنا- چون به خويش آمد ز غرقاب فنا
58- İstiğrak ve fena halinden, yani kendini kaybetme durumundan şuur
âlemine gelince, güzel bir ifade ile Allah’ı medh-u senaya başladı.
Hayırlı işlerin hepsinde olduğu gibi, dua ederken de besmele, hamdele,
salvele ile başlamak, yine salat ve hamd ile bitirmek, arada Cenab-ı Hakk’ın medh-
u senasına dair dili döndüğü kadar söz söylemek lazımdır. Allah, bunları kabul eder.
Onlar arasında edilen duaya da icabet buyurur. Çünkü kulunun isteklerinden bir
kısmını kabul eylediği halde, diğer kısmını reddetmeye, kerem-i ilahî müsait
değildir.
“Allah, kendisine hamdedilmesini sever” hadis-i şerifi mucibince, insanların
Rabb-i ekreme hamd-ü sena etmeleri lazımdır. Fakat şu kulluk vazifesinin eksiksiz
olarak ifası, Şeyh Sadi’nin dediği gibi:
“Kimin elinden ve dilinden gelebilir?”
Hazreti Sadi, Gülistan kitabının mukaddimesinde der ki, “İnsanın nefes
alması, hayatının uzaması; nefes vermesi de zatının ferahlanması gibi nimetleri
ihtiva eder. Demek ki bir nefes alıp vermekte iki nimet vardır. Her nimete ise bir
şükür vaciptir.”
Bu neticeye göre insan, hayatını bir kere nefes alıp vermesinin şükrüne
hasredecek olsa, yine de minnetdarlık vazifesini ifa edememiş olur. Nefes almanın
sonunda edilecek bir şükür de bir kulluk vazifesinin ifası olduğu için, bir nimettir. O
nimetin şükrü de vaciptir; nimete şükredebilmenin şükrü de lazımdır. O halde
Allah’a karşı nimetlerinin şükründen, hamdinden aciz kaldığını itiraf eylemek, “Ya
Rabbi! Verdiğin nimetlerin şükründen acizim” demek icap eder.
Hadis-i şerifte: “Ya Rabbi! Ben sana karşı hamd-ü senayı sayıp dökemem!
Sen, zat-ı ecel-ü âlana sena ettiğin gibisin” buyrulmuş, Allah’ın senasını saymak
hususunda lisan-ı beliğ-i Muhammedî’nin aciz kaldığı beyan olunmuştur.
59
hükümdarlığının, atay-ı ilahîye nispetle naçiz ve değersiz bir şey bulunduğunu
söylüyor.
اندر آمد بحر بخشايش به جوش- چون بر آورد از ميان جان خروش
62- Padişahın samimi ruhundan cuş-u huruş peyda olunca, Allah’ın lütf-u
ata deryası da coştu.
Gazabı sakin olur Rahman’ın
Müznibin nale-i cangahı ile.
صادقش دان كه امين و صادق است- چون كه آيد او حكيمى حاذق است
65- Gelince onu bil ki, hazık bir hekim ve sadık bir emindir, öbür
şarlatan doktorlar gibi yalancı doktor ve hilekar değildir. Hakiki bir tabipte
bulunması lazım gelen hazakat, emanet ve sadakat sıfatlarını haizdir.
60
در مزاجش قدرت حق را ببين- در علجش سحر مطلق را ببين
66- Onun vereceği ilacıda sihr-i mutlak tesirini, mizacında ise Hakk’ın,
kudretini müşahede eyle.
Malumdur ki, rüya herkese vaki olur. Vukuu umumi olmakla beraber, hükmü
muhtelif, adeta hususidir. Rüyaların bazıları manasız şeylerdir. İmam-ı Buhari
Rahimehullah, Ebu Said-ül Hudri Radiyallahü anhten, şu hadis-i şerifi tahriç
eylemiştir: “Biriniz, hoşuna giden bir rüya görürse, o Allah’tandır. Ondan
dolayı Allah’a hamdeylesin ve rüyasını söylesin. Hoşuna gitmeyen bir şey
görürse o, şeytandandır. Şeytan ile şerrinden Allah’a sığınsın, yani euzü billahi
mineşşeytanirracim desin. Gördüğünden de bir kimseye bahsetmesin. Onun
kendisine zararı olmaz” mealindedir.
Rüyanın bir kısmı da, hayaller ve ihtiyaçlar neticesidir. Züğürt bir adamın
hazineler görmesi, tuzlu yemekler yemiş bir kimsenin rüyasında subaşlarında
bulunması gibi…
Rüya-yı saliha denilen bir kısmı da vardır ki, Hazreti Peygamber, bunlar için
“Mübeşşirat”, yani “Müjdeciler” tabir etmiş ve “Mübeşşirat nedir?” sualine, “Salih
bir adamın gördüğü, rüyalardır” cevabını vermiştir.
Seyyid Şerif-i Cürcani Tarifat’ında ve “Nebi” lafzının izahında “Nebi,
kendisine melek vasıtasıyla vahiy gönderilen yahut kalbine ilham vaki olan yahut
rüya-yı saliha ile tembih edilen zattır” diyor.
Evet. Enbiya-yı ızam aleyhimüsselamdan bazılarının vahiy telakkisi, rüya
vasıtasıyla olurdu. Efdal-ül Enbiya Efendimizin nübüvveti de rüya-yı sahiha ile
başlamış ve uykudaki ilhamları altı ay sürmüştü. Bundan dolayı, “Rüya-yı sahiha,
nübüvvetin 46 cüzünden bir cüzüdür” buyrulmuş; bu hadis-i şerif, “23 senelik
nübüvvet müddeti içinde sadık rüyalarla geçen altı ay, o müddetin 46 cüzünden
biridir” diye muhaddisler tarafından izah olunmuştur.
Hazreti Aişe Radiyallahü anhadan mervi olan ve “Resul-u Ekrem s.a.v.
Efendimize vahyin başlangıcı, rüya-yı saliha ile olmuştu. Nebi-yi Azam’ın
gördüğü her rüya, sabah aydınlığı gibi parlak bir surette zuhur ederdi”
mealinde bulunan hadis, Sahih-i Buhari’de mezkurdur. Cibril’in nüzulünden sonra
Resulullahın rüyaları ya aynen yahut tevilen zuhura gelir; çarçabuk vuku bulur
yahut bir müddet gecikirdi. Nitekim Uhud muharebesine giderken, üstüne zırh
giydiğini, kılıcında gedik husule geldiğini, bir takım sığırların kesildiğini görmüş;
zırhı Medine ile gediği ehl-i beytinden birinin şehadetiyle, kesim hadisesini de
ashabından bazılarının şehit olmasıyla tabir ve tevil buyurmuşlardı. Ertesi gün
amcası Hazreti Hamza ile ashaptan 69 zat şehit düşmüş, İslam mücahitleri, zırh
mesabesinde olan Medine’ye dönmüşlerdi.
Hudeybiye Antlaşması’ndan evvel de, rüyasında ashap ile Mekke’ye
gidildiğini, orada kiminin başını tıraş ettirdiğini, kiminin saçlarını kestirmediğini
görmüş; bu rüyanın hükmü de aynen, fakat bir sene sonra vukua gelmişti.
Hazreti Peygamber s.a.v. Efendimiz, kendi gördüğü rüyaları haber verdiği
gibi, ashabın rüyalarını da dinler ve onları da tabir ve hüsnü tevil buyururdu.
Sahabeden çoğu, hususiyle Sıddık-ı Ekber, ilm-i tabire aşina idi. Bir defa Hazreti
Aişe, üç tane ayın hücresine gurup ettiğini, rüyasında görüp babasına söylemiş; o
vakit bir şey söylemeyen Hazreti Ebubekir, Peygamberimizin mukaddes cesedinin
hücre-i Aişe’ye defninden sonra kızına: “İşte o gördüğün aylardan biri” demişti.
Sonra oraya kendisi ve Hazreti Ömer de defnedildiği cihetle Hazreti Sıddık’ın tabiri
doğru çıkmıştı.
61
Gelelim sihre… Malum ya sihir nüfus ve eşya üzerinde tasarruf suretiyle
harikulade bazı haller göstermektedir. İbni Haldun’a göre, rabt-ı kalp ve sarf-ı
himmetle yapılır. Sihrin vukuu Kur’anla sabit olduğu gibi, tevatüren de malumdur.
Hint’deki Mecusi fakirlerinin gösterdikleri garibeler, işitilip duruyor.
Sihrin kerametten farkı: Sahibinin Müslüman olup olmaması, bir de sihrin
mucize ve keramet karşısında bozulmasıdır. Nitekim Firavun’un topladığı
sihirbazların gösterdikleri ipten ve değnekten yılanları, Hazreti Musa’nın asa-yı
mucizesi yutmuş, mahvetmişti.
Mucize ile kerametin farkı ise: Birinin nebiden, birinin veliden zuhur
etmesidir.
Bazen fevkalade müessir söze de sihir tabir olunur.
İnne minelbeyani lesihran
hadis-i şerifinde olduğu gibi ki: “Sihir kadar tesir yapan ifadeler vardır”
demektir. Yine de tesir itibarıyla edebiyatta “Sihr-i helal” unvanı verilmiş bir sanat-
ı bedia vardır ki, söz arasında hem önceki kelimenin sonu, hem sonraki kelimenin
başlangıcı bir kelime yahut bir cümle irat etmektir. Muallim Naci merhumun:
Gördüm olmuş pür kevakib asman,
Hâlık-ı ecramı tebcil eyledim.
اختر سوز شد، آفتاب از شرق- چون رسيد آن وعدهگاه و روز شد
67- O vaat edilen zaman gelip de gündüz olunca ve güneş fezada doğup
da yıldızları sönük bırakınca.
62
تو جهانى بر خيالى بين روان- نيست وش باشد خيال اندر روان
71- Ruhtaki hayal, sureta yok gibidir. Lakin sen bütün cihan halkını birer
hayal peşinde gider gör.
Dünyada herkes, bir hayale bağlanıp koştuğu halde, ruhunda mutasarrıf olan
o hayal, dıştan görünmez. Fakat o görünmeyen hayalin mevcudiyeti, sahibini bir
takım işlere sevk etmesiyle ve insanlar üzerinde mutasarrıf olduğu eseriyle sabittir.
O insanların:
وز خيالى فخرشان و ننگشان- بر خيالى صلحشان و جنگشان
72- Sulhu da, cengi de, iftiharı ve hayası da hep hayalden mütevellittir.
Evet, hakikat-aşina olmayanlar, yakalarını hayalin pençesinden
kurtaramazlar. Onun götürmek istediği cihete gitmekten kurtulamazlar. Mesela
kimi ilmine, kimi servetine, kimi kuvvetine mağrur olur. Esası hayal olan şu âlemin
birer nümayişi bulunan o hayalatı, hakikat vehmeder; onların sahibi olmakla iftihar
eder, durur. Kendisinden üstün bir âlim, bir zengin, bir babayiğit bulunursa canı
sıkılır ve adeta utanır. Düşünmez ki, bir unutkanlık o ilmi, bir iflas o serveti, bir
hastalık o kuvveti mahvetmek için kâfidir. Sonra hayali bir sebeple kavga çıkarır,
hiçten bir münasebetle barışa rıza gösterir. Hülasa, hayal bütün hareketlerine
hakim olur.
Acaba evliyaullah hazaratı da böyle midir? Hazreti Mevlâna, bu suale cevap
olmak üzere diyor ki:
پيش آن مهمان غيب خويش رفت- شه به جاى حاجيان واپيش رفت
75- Padişah kapıcı ve perdecilerin yerine ilerledi, gelen misafirini
karşılamaya gitti.
63
Aşinay-ı ezelî, yar-i kadim isterler!
ليك كار از كار خيزد در جهان- گفت معشوقم تو بوده ستى نه آن
77- Padişah: Sevgilim cariye değil, sendin. Lakin dünyada iş, işten
husule gelir dedi.
Dünya, sebepler âlemidir. Sebeplerin yaratıcısı olan Allah, bütün işlerin
husule gelmesini bir takım sebeplere bağlamıştır. Nitekim hikâyedeki hekim-i
gaybinin gelmesine, cariyenin hastalanması ve onun tesiriyle padişahın ağlaması
sebep olmuştu.
64
şeyhi Ahmed Celaleddin merhuma söyledim. Sözün sahibini medhetmekle beraber,
sözü için de:
— Pek doğru söylemiş, diye tasdik etti.
Mevlevilikle Bektaşilik ve Şiiliğin katiyen alakası yoktur. Nitekim abd-i aciz
bir “Çaryar” naatımda:
Bihamdillah ki Tahir Mevleviyim,
Ebubekr oğlunun bir peyreviyim!
Ne Bektaşi, ne Şii gaviyim,
Benim fikrimce fikre hayret avar:
Ebubekr-ü Ömer, Osman-ü Hayder!
demiştim.
Mevlâna’ya ait Divan-ı Kebir’in ve Mesnevî^nin müteaddit yerlerinde Hulefay-
ı Raşidin rıdvanullahi aleyhim ecmain hazaratının medhine, hususiyle Muharrem
mateminin manasızlığına dair bahisler vardır. Mevlevîlerin her sabah okudukları
evradın, “Raditü billahi rabben, ve bil İslami dinen, ve bi Muhammedin sallallahü
aleyhi vesselleme nebiyen, ve bi Sıddıki vel Faruki ve z’innureyni vel Murteza
rıdvanullahi aleyhim ecmeine eimmeh.”
“Allahın, Rabbim; İslamın, dinim; Hazreti Muhammed’in, Peygamberim;
Kur’an’ın, imamım; Sıddık, Faruk, Zinnureyn ve Murtaza Hazaratın imamlarım
olmasına razıyım” ibaresi, hakiki Mevlevileri bu zevat-ı kirama ne kadar hürmetkar
olduklarını gösterir.
Maksad-ı mahsus gözetenlerden bazıları:
Teberra kıl eya mollay-ı Rumî,
Teberra kılmayanlara beladır!
diye manasız bir beyit okurlar ve onu söylemiş diye Mevlâna-yı Rumî’ye iftira
ederler. Hazreti Mevlâna’nın zamanını, 700 sene evvelki Konya Selçukileri’nin
Türkçesini hatırlatmak, bu beytin asar-ı Mevlâna’dan olmadığına hüküm vermek için
kâfidir.
Hülasa, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Aişe ve saire raziyallahü
anhümden uzak olmak ve onlara karşı husumet ve tecavüzde bulunmak demek olan
“Teberra” Hazreti Mevlâna’nın meşrep ve mesleğinde cari değildir.
Bahis mevzu olan:
Ey mera tu Mustafa men çün Ömer.
beytinde hekim-i gaybi, Resul-i Ekrem’e; padişah da, Faruk-u Azam’a teşbih
edilmek suretiyle kendilerine tazimkarane bir hürmet gösterilmiş, müritlik ve
mürşitlik edebi muhafaza edilmişti. Bu münasebetle Hazreti Pir, edebe riayetin
lüzumunu ve edepsizliğin vehametini beyan başlayıp buyuruyor ki:
بىادب محروم گشت از لطف رب- از خدا جوييم توفيق ادب
79- Cenab-ı Hakk’tan bizi edebe muvaffak kılmasını dileyelim. Çünkü
edebi olmayan, Allah’ın lütfundan mahrum kalır.
Edep kelimesi lügatta, zarafet –kibarlık- ve hüsn-ü muamele demektir.
Istılahta ise, sahibini, utandıracak şeylerden muhafaza eden sağlam bir his ve
iradedir ki, “Edebüdders” ve “Edebünnefs” diye ikiye ayrılır. Bir insanın, sözünde
65
olsun özünde olsun, kibarlıkta bulunması ve utanacak şeylerden uzak olması ancak
edep sayesindedir. Peki, edep nereden öğrenilir?
Dünyevi edep, her milletin kendisine göredir. Mesela, bizde büyük bir zatın
huzurunda eller önüne kavuşturmak terbiye icabı idi. Garplılarda ise, elleri arkasına
bağlamak adaptan sayılıyor.
Dinî edebe gelince, onun esası Kur’an ve sünnetle, urafay-ı ümmetin söz ve
halleridir. Cenab-ı Hakk:
66
demiş, o hatayı nefsine isnat eylemişti. İnsan ile hayvan cisimleri arasındaki fark,
edep iledir.
Çeşm bikşa vü bibin cümle kelamullah ra,
Ayet ayet hemegî ma’ni-i Kur’an edebest.
Gözünü aç ta baştanbaşa Allah kelamı olan Kur’an’a bak! Kur’an’ın bütün
ayetleri edep taliminden ibarettir.
Gerden ez akl süali ki çi başed iman,
Âkl der guş-i dilem guft ki iman edebest.
İman nedir, diye aklımdan sordum. Akıl, kalbimin kulağına söyleyerek “iman,
edeptir” dedi.
Şems-i Tebriz hamuş kün ki tüyi sırr-ı Huda,
Enver-u efdalü in şem’-i şemistan edebest.
Ey Şems-i Tebrizî! Sen sırr-ı ilahîsin, sus. Dünya gecesini aydınlatacak
ışıkların en parlağı edeptir.
Hazreti Mevlâna, evvelce “Hamuş” mahlasını kullanırdı. Şems-i Tebrizî ile
görüştükten sonra, ona kemal-i muhabbetinden, şiirlerinde “Şems” mahlasını
kullandı. Külliyat-ı Şems-i Tebrizî denilen muazzam ve hacimli divan, Şems-i
Tebrizî’nin değil, Hazreti Mevlâna’nındır.
Yine Hazreti Mevlâna, Mesnevî’sinin diğer bir yerinde edebi, “Zahirî” ve
“Batıni” diye ikiye ayırıyor. Ehl-i zahire karşı, edeb-i zahirînin; ehl-i batın
huzurunda da, edeb-i batınînin muhafazası lüzumundan bahsediyor ve “Ehl-i suret
indinde edep, zevahiri muhafazadan ibarettir. Çünkü Allah, onlardan gizli şeyleri
saklar. Gönül sahipleri, yani arifler nezdindeki edep ise, batını hıfzeylemektir. Zira
onlar, kalpteki sırları keşfederler” diyor.
Hazreti Mevlâna, Allah’tan daima edebe muvaffak kılmasını temenni etmek
lazım geldiğini söyledikten sonra, edepsizliğin vehameti ve zararı bahsine geçip
buyuruyor ki:
بلكه آتش در همه آفاق زد- بىادب تنها نه خود را داشت بد
80- Edepsizin zararı, yalnız kendisine dokunmaz; belki bütün afaka ateş
vermiş olur.
Sure-i Enfal’de de:
67
Sure-i Araf’ta:
بىادب گفتند كو سير و عدس- در ميان قوم موسى چند كس
82- Musa’nın kavmi arasından birkaç edepsiz: “Hani sarımsak, hani
mercimek?” diye edepsizce söylendiler.
68
85- Küstahlar tekrar edepsizlik ettiler. Yasak hilafına çıkın çıkın yiyinti
alıp saklamaya başladılar.
Hem yiyip karınlarını doyuruyorlar, hem de çıkın yapıp evlerine
götürüyorlardı.
كفر باشد پيش خوان مهترى- بد گمانى كردن و حرص آورى
87- Büyük bir zatın sofrasında bulunup da doyulmayacak diye sui zanna
düşmek, hırs ve tamah gösterip aç gözlülük etmek, küfran-ı nimet olur.
Evet. Kerim ve gani bir kimsenin misafiri olup da, doyulmayacak yahut
akşama, ertesi güne sofra çıkmayacak endişesine düşmek, o endişe ile birkaç lokma
fazla göçürmek için çiğnemeden yutmaya kalkışmak yahut birazdan acıkırsam yerim
diye sofradan öteberi kaldırmak, münasebetsizlikte bulunmak olur.
Allah, Ekrem-ül Ekremin’dir. İhsan sofrası, mahlukata açıktır. Şeyh Sadi’nin
dediği gibi: “Yeryüzü, Allah’ın umumi bir sofrasıdır. Hem de o sofrada dost, düşman
ayırt etmez.”
Böyle bir Rabb-i Ekrem’in, İsa gibi bir nebi-yi azama mucize olarak gönderdiği
semavi bir sofraya oturup da, onun yetişmeyeceğinden yahut kesileceğinden
endişeye düşmek, elbette ve elbette edepsizliğin katmerlisidir.
69
آن ز بىباكى و گستاخى است هم- هر چه بر تو آيد از ظلمات و غم
90- Zulmetten, gamdan, kederden sana her ne arız olursa, onun sebebi
kayıtsızlık ve küstahlıktır.
İnsanın bazen nuraniyeti, zulmaniyete; kalbî safası, gam ve kedere tahavvül
eder. Diğer tabirle, kalbinde sebepsiz bir sıkıntı peyda olur; insanı manevi bir
sıkıntı kaplar. İşte o hâl Allah’ın yasaklarından kaçınılmamış, kötülüklerden birinin
irtikâp edilmiş olmasından husule gelir ki, o hâle vicdan azabı denilir. Böyle bir
hale uğrayan kimsenin hemen sıdk-u ihlas ile günahlarına tevbe etmesi lazım gelir.
Nitekim Mesnevî’nin diğer bir yerinde:
“Kendinden gam hisseyleyince hemen istiğfar et. Gam, emr-i ilahî ile müessir
olur” denilmiştir.
Bundan başka, bir kimsenin ilahî emir ve yasaklara karşı kayıtsızlık
göstermesi kabahati, nefsine de münhasır kalmaz. Nitekim:
70
etti. Onu da, sizin nazarınızda sönük bıraktı” mealinde manevi bir ihtar
olmalıdır.
Bazı şarihler:
Bed zi güstahti küsuf-i afitab
mısrasına “Güneşin parlaklığına güvenmesi ve kendisini beğenmesi küstahlığından
tutulur da, bir müddet ziyasından mahrum kalır.” diye mana vermişlerse de, uzak
bir tevcih yapmışlardır sanırım. Çünkü güneş tutulmasının fennî sebebi malumdur.
Ayın, güneş ile dünya arasına girmesinden olur. Küsuf esnasında, güneşin ziyası
sönmez; ayın mani olmasıyla o ziya, ya kısmen, ya tamamen dünyaya vasıl olmaz.
Azazil’in merdudiyetine gelince… Melekler, Halifetullah olan Adem
Aleyhisselama, aldıkları emre uyarak, secde ettikleri hâlde, şeytan kibir ve
gururundan secde etmemiş, taraf-ı ilahîden sebebi sorulunca da: “Beni ateşten, onu
topraktan yarattın. Şu halde ben ondan hayırlıyım” diye bir mantık kıyası yapmıştı.
İlahî emre karşı ilk defa kıyas yapanın şeytan olduğunu Hazreti Mevlâna beyan eder.
Şeytan, bu cevabından sonra:
71
وز مقام و راه پرسيدن گرفت- دست و پيشانيش بوسيدن گرفت
95- Padişah, tabib-i ilahinin elini ve alnını öpmeye, makamından ve
yolundan, nereden bulunduğunu ve ne taraftan geldiğini sormaya başladı.
72
Mürteza ise, kendisinden Allah’ın razı olduğu zat manasınadır. Bilhassa
Hazreti Ali KerremAllahü vechenin lakab-ı âlisidir. Bu beyitte, “Kaza gelince, feza
daralır” meseline ve:
73
Resul-u Ekrem Efendimizin uluvv-ü cenabına ve âlemşumul rahmetine iltica ederek
ebedi hüsrandan kurtuldular.
Aleyhissalat Efendimizin düşmanı böyle olduğu gibi, veraset-i Muhammediye
dolayısıyla Allah’ın dostları sırasına geçen evliyaullahın düşmanları da böyledir.
Onlar da fasit fikirlerinden vazgeçmezlerse, kendilerini, Allah’ın gazap ve kahrına
uğratmış olurlar. Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de:
“Allah, bir şahsın namus ve haysiyet perdesini yırtmak ve onu rezil etmek dilerse, o
şahsı pak ve mukaddes olan zevatın ayıplamasına sevk eyler” der.
دست او بگرفت و برد اندر حرم- چون گذشت آن مجلس و خوان كرم
102- Mülakat ve yemekten sonra padişah, tabib-i ilahînin elinden tuttu
ve harem dairesine götürdü.
74
ليك پنهان كرد و با سلطان نگفت- ديد رنج و كشف شد بر وى نهفت
107- Tabib-i ilahî hastalığı gördü. Gizli hastalık ona belli oldu. Lakin
bildiğini gizledi, padişaha söylemedi.
Bu hadis-i şerifte: “Allah’ın bir takım kulları vardır ki, insanların ahvalini
alametlerinden bilirler” buyrulmuştur.
Diğer bir hadis-i şerifte de: “Mümin firasetinden, iyi kavrayışından
çekininiz. Zira o, Allah’ın nuruyla bakar ve görür” denilmiştir.
Azıcık dikkat ve zekâ sahibi olanlar, gördükleri ve görüştükleri kimselerin ne
halde bulunduklarını, aşağı-yukarı bir isabetle tahmin edilebilirler. Bir parçacık
zekâ ile karşısındakinin -az da olsa- hüviyet ve mahiyetini anlamak mümkün olursa,
Allah’ın bir nuru olan firasetle bakanların neler görebileceği düşünmeye bile
değmez.
Tabib-i ilahî de, bu kabil firaset erbabından, halkı dosdoğru anlayabilecek
keşif ashabından olduğu için, cariyenin hastalığını teşhis hususunda güçlük çekmedi.
Lakin teşhisini padişaha bildirmedi, bir müddet gizli tutuldu.
75
111- Aşkın derdi, diğer dertlerden ayrıdır. Aşk, Huda’nın sırlarını belli
eden bir usturlap ve vasıtadır.
Gönül hastalığı, başka hastalıklara benzemediği gibi, âşıklık ve aşkî derdi de
diğer dertlerin gayridir; tedavisi, diğer dertlerin tedavisi gibi değildir.
Yine o aşk, ilahî esrarın usturlabıdır.
Usturlap: Müneccimlerle muvakkitlerin kullandıkları irtifa aletidir ki, onunla
zamanı tayin ederler. Minare, kule, dağ, tepe gibi yüksek yerlerin yüksekliğini,
kuyu gibi çukur yerlerin de derinliğini anlarlar. Daha başka hususlarda kullanırlar. O
yoldaki tabiat sırlarının anlaşılmasına usturlap vasıta olduğu gibi, ilahî sırların idraki
de, ancak aşk vasıtasıyla olur.
76
Kim; görmeyesin anda bugün Hakkı hüveyda!
77
bunlardır. Diğer üç sınıfa uyulamaz; uyulsa da beklenilen terakki husule gelemez.
Çünkü salik mübtedi yani acemidir; meczup da kendinde değildir. Salik-i meczubun
ise, şuur ve iradesi bazen yerindedir. Süluk ve irşat için ise, şuur ve idrak şarttır.
Aşk kelimesinin zikrolunması dolayısıyla Hazreti Mevlâna, ona dair bazı hakikatleri
bildiriyor; aşkın mahiyetinin akıl ile kavranılmayacağını beyan ediyor:
چون به عشق آيم خجل گردم از آن- هر چه گويم عشق را شرح و بيان
113- Aşkın şerhi için ne türlü beyanatta bulunsam, aşka gelince; aşkın
tesirini hissedince söylediklerimden mahcup olurum.
ليك عشق بىزبان روشنتر است- گر چه تفسير زبان روشنگر است
114- Lisanın tefsir ve tavzihi parlak olsa da aşkın söylenilmemiş
kalması, yani söylenilmesi değil, hissedilmesi daha parlaktır.
Hazreti Pir, bir beytinde, “Biri âşıklık nedir, diye sordu. Benim gibi olursan
anlarsın cevabını verdim” dediğini bildirir.
İşte bu tarif hem veciz, hem de beliğdir. Çünkü sayfalar dolusu yazılar yazılsa,
saatlerce söz söylenilse yine aşığın ne olduğu tarif edilemez. Hatta o tarifler aşkın
hakikatine muvafık olmadığı için söyleyeni mahcup eder. Onun için aşkın tesirine
girişilmeden, onun hissen ve zevkten anlaşılmasına çalışılması daha parlak ve daha
münasip olur.
چون به عشق آمد قلم بر خود شكافت- چون قلم اندر نوشتن مىشتافت
115- Kalem ki çarçabuk yazıp gidiyordu. Aşkın tefsiri bahsine gelice,
tahammül edemeyerek yarıldı.
78
dereceye kadar görür ve gösterebilir. Fakat onun gösterip anlatmaya çalışması,
gölgenin güneşe varlık delili olması kabilindendir.
چون بر آيد شمس انشق القمر- سايه خواب آرد ترا همچون سمر
119- Ayın ikiye ayrılması mucizesi güneş gibi zuhura gelince, gölge sana
masal gibi uyku getirir.
Hazreti Pir, bu beyt ile:
شمس جان باقيى كش امس نيست- خود غريبى در جهان چون شمس نيست
120- Hakikaten dünyada, güneş gibi acayip bir şey yoktur. Fakat can
güneşi ondan daha acayiptir ki, cihan güneşi fani olduğu halde, can güneşi
bakidir. Onun için dünün, yani geçmiş zamanın itibarı olmaz.
Hazreti Pir, bundan evvelki beyitlerde aşkı güneşe benzetmişti. Bizim
âlemimizde, yani güneş sisteminde en parlak cisim güneş olmakla beraber, aşka
nispetle onun da fersiz kaldığını anlatmak için dünyada güneş kadar acayip bir şey
olmadığını fakat canları parlatan aşk güneşinin ondan daha acayip olduğunu; zira
onun baki bulunduğunu ve dün, bugün gibi itibarî kayıtlara bağlı bulunmadığını bu
beytinde ifade ediyor.
79
مىتوان هم مثل او تصوير كرد- شمس در خارج اگر چه هست فرد
121- Güneş, hariçte tek olmakla beraber onun tasvirini yapmak
mümkündür.
نبودش در ذهن و در خارج نظير- شمس جان كاو خارج آمد از اثير
122- Can güneşi ki, âlem-i esirin haricindedir. Onun zihinde de, hariçte
de benzeri yoktur.
Evet… Aşk, önce güneşe benzetilmiş, sonra benzetmenin yüceliğini
göstermek için teşbihten rücu edilmişti. Çünkü güneş, güney manzumesi denilen ve
bizim dünyamızla birlikte sürüklenen birkaç seyyareden ibaret ve nuraniyetiyle
beraber, bir dereceye kadar, onun tasvirini yapmak imkân dahilindedir. Muktedir
ressamlar ve fotoğrafçılar şöyle dursun, mektep çocukları bile bir daire çizmek ve
kenarlarına şualar resmetmekle, güneşi göz önüne getirebilirler. Aşk güneşi ise,
esirin haricinde ve tabiat âleminin fevkindedir. Binaenaleyh, o tabiat âlemi
dahilindekiler için can ve aşk güneşinin, ne hariçte benzeri bulunabilir, ne de
zihninde!
تا در آيد در تصور مثل او- در تصور ذات او را گنج كو
123- Can güneşi, zihinlere sığmaz ki, onun misli tasavvur ve tahayyül
edilebilsin.
Bu beyit:
Nebudeş der zihn ü der haric nazir.
mısrası dolayısıyla varit olacak bir sualin cevabıdır. Faraza biri çıkıp diyebilir ki:
“Can güneşinin hariçte misali olmadığını kabul edelim; fakat zihinlerde suretinin
bulunmasına ne mani vardır?” Cevap veriliyor ki: Can güneşi zihinlere sığmadığı için
misli tasavvur edilemez. Çünkü can güneşi denilen aşk, esasen sıfat-ı ilahîyedendir.
Sıfat ise, bir itibara göre ayn-i zattır. Bundan dolayı, onun tasavvuru muhaldir.
Zihinde ve hariçte misalinin bulunması da gayr-i mümkündür.
شمس چارم آسمان سر در كشيد- چون حديث روى شمس الدين رسيد
124- Bahis, Şemseddin’in cemaline gelince, dördüncü kat göğün güneşi
uçup gitti!
Hazreti Mevlâna, Şems lafzının zikri dolayısıyla bahsi Şems-i Tebrizî
Hazretlerine intikal ettiriyor, o manevi güneşin benzersiz ziyasına karşı, cihan
güneşinin mahcup olduğunu söylüyor.
“Şems-i çarüm asman” denilerek, güneşin dördüncü kat semaya nispet
edilmesi, eski heyetçilere –Asronomlara- göredir.
Hazreti Şems, nispetinden de anlaşılacağı üzere Tebrizlidir. Evliyaullah
Hazaratının “Maşukin” kısmındadır.
Hazreti Mevlâna’nın büyük oğlu Sultan Veled diyor ki: “Allah’ın âşıklarıyla
maşuklarının üç derecesi vardır: Hallac-ı Mansur birinci derecedeki âşıklardandır.
İkinci mertebe bunun, üçüncü mertebede onun fevkindedir. Bu üç mertebe erbabı,
halk tarafından bilinir. Maşukin-i ilahîyeden birinci derecede olanları, âşıkların
üçüncü derecesinde bulunanlar yalnız ismen bilirler. İkinci ve üçüncü derecede
olanları tanıyamazlar. Hazreti Şems ise Maşukin-i ilahîyenin son derecesinde
bulunanlardı.”
Evet, Hazreti Şems, evliyaullahın “Mesturin”, yani gizli olanlarından idi.
Mevlâna’nın menakıbını yazmış olan Feridun Sipehsalar: “Şems’i Mevlâna’dan başka
kimse anlamadı” diyor. Hazreti Şems, sırf Mevlâna ile görüşmek üzere Konya’ya
80
gelmiş, Pirinççiler Hanı’na inmiş, ertesi gün han kapısının önündeki bir peykeye
oturmuş, Şems’in gelişini keşfeden Hazreti Mevlâna da oraya gitmiş, diğer peykede
ve Şems’e karşı oturmuş. Her ikisi de bir müddet sükût etmiş ve lisan-ı hâl ile
konuşmuş. Bir zaman sonra Hazreti Şems:
— Bayezid-i Bestamî, karpuzun nasıl yenilmesinin sünnet olduğuna dair kendisine
haber vasıl olmadığından onu yemeyecek kadar peygambere bağlılık göstermişti.
Fakat Zat-ı Risalet günde yetmiş defa istiğfar ederken, Bayezid: “Sübhani ma
a’zame şani”, yani “Ben kendimi tenzih ve takdis ederim, benim şanım ne
büyüktür” demiş. Bunun sebebi nedir?” diye sordu.
Hazreti Mevlâna da:
— Bayezid, bir veli-yi kâmil olmakla beraber Resul-u Ekrem s.a.v. kadar
mütehammil değildi. Onun için mazhar olduğu tecelliyyat dolayısıyla öyle demeye
başladı. Aleyhisselat Efendimiz ise, her gün 70 yahut 100 kere mazhar-ı tecelli olur
ve her birine tahammül gösterirdi. İstiğfarı da, terakki eylediği dereceye nispetle
evvelki derecenin aşağı bulunmasından ileri gelirdi” buyurdu.
Bunun üzerine ikisi de yerlerinden kalktılar ve birbirlerine sarıldılar. İlk
mülakatın, yolda ve Mevlâna’nın dersten avdetinde vuku bulduğu da rivayet
edilmiştir.
Hazreti Pir ile Hazreti Şems’in sohbeti altı ay kadar devam etmiş ve bu
müddet halvet ve riyazetle geçmişti.
Hazreti Mevlâna, evvelce pederinin halifesi bulunan Seyyid Burhaneddin
Muhakakkık-i Tirmizî’den hilafet almıştı. Şems Hazretleri de kendisine sema etmeyi
tavsiye eyledi.
Hazreti Pir talim ve tedrisi bıraktı. Onun feyz-i irfanından mahrum kalanlar,
Şems aleyhinde söylenmeye başladılar ve onu Şam’a gitmeye mecbur ettiler.
Şam’a gidişinin asıl sebebi, oradaki bir Frenk gencinin Müslüman oluşu, onun
manevi makamlara yükseltilmesi içindi. Şems’in gaybuyeti, Mevlâna’ya çok tesir
gösterdi. Halkla temastan çekildi. Günün birinde Şems’in bir mektubu geldi. Hazreti
Pir, sevincinden sema etmeğe ve tesirli gazeller söylemeye başladı. Hem de o
gazelleri, Şems-i Tebrizî namına nazmeyledi. Nihayet oğlu Sultan Veled’i Şam’a
gönderip Şems’i davet etti. O da icabet gösterip yola çıktı. Şam’dan Konya’ya
gelinceye kadar Sultan Veled, Şems’in arkasında yayan yürüdü. Şu edebi dolayısıyla
Hazreti Şems’in teveccühünü kazandı ve halifesi oldu.
Burada bir hususu bildirmek lazım geldi. Hazreti Pir’in mesleği, Peygamber
Efendimizin sünnetine kemaliyle uymaktır. Şu halde Mevlevilik, sünnet yolu
demektir. Nitekim kendisi:
Men bende-i Kur’anem, eğer can darem,
Men Hâk-i reh-i Muhammed muhtarem.
Ger nakl küned cüz in kes ez güftarem,
Bizarem ezô vü zin sühan bizarem.
“Ben, kul, köle isem; Kur’an’ın bendesi ve Muhammed-ül Muhtar’ın yolunun
toprağı, yani, ayağının tozuyum. Eğer biri, benim sözlerimden bundan başka bir şey
naklederse; ondan da, naklettiği sözden de rahatsız olurum” buyurmuştur. Hâl
böyle iken, bazı Bektaşi meşrep Mevleviler, “Mevlevilik: Veledilik ve Şemsilik
namıyla iki koldur. Velediler zühdü, Şemsiler aşkı ihtiyar etmişlerdir” derlerdi.
Bu söz, hezeyanın ta kendisidir. Söyleyenlerin maksadı, kötü işlerini ve
Mevlâna mesleğiyle telifi kabil olmayan hareketlerini örtmek içindir. Bilinmelidir ki,
Mevleviliğin kolu, şubesi yoktur. Kurtuluş tarihinden, zamanımıza kadar yetişen
Mevlevi arifleri, Şems-i Mevlâna’nın cazibesine tutulmuşlar ve:
Peykiz, döneriz bir güneş etrafında,
81
Manzume-i şemsiye-i Mevlânayız!
demişlerdir. Bilfarz o vahdet yolunda bir ikilik bulunmuş olsaydı, ikisinin de Sultan
Veled’de birleşmesi lazım gelirdi. Çünkü arzettiğim gibi Sultan Veled, Hazreti
Şems’in halifesi idi.
Gelelim bahse… Hazreti Şems, Konya’ya ikinci gelişinde evlenmiş,
Mevlâna’nın harem dairesinde büyümüş Kimya isimli bir kızcağızı almıştı. Yine bazı
kimseler Şems’in aleyhine kıyam ettiler. Gariptir ki bu kimseler, Mevlâna’nın
dersinden ve sohbetinden istifadeye alışanlar ve onu tekrar tedris rahlesine
oturtmaya çalışanlardı. Nihayet bir gece Şems kayboluverdi. Aradılar, taradılar,
izini bulamadılar. Bu defa Hazreti Mevlâna da Şems’i aramaya çıktı. Şam’a ve
Tebriz’e kadar gittiyse de bulamadı. Fakat avdetinde:
Şems menem, Kamer menem!
gazelini inşat etti. Demek ki Şems’in Maşukiyet makamı Hazreti Pir’e verilmişti.
Konya’da Şems namına bir dergâh ve bir türbe vardır. Şems’e bir suikast yapıldığı,
Mevlâna’nın küçük oğlu Alaeddin’in de katiller arasında bulunduğu bazı kitaplarda,
ezcümle Eflaki Ahmed Dede’nin Menakıb-ül Arifin isimli eserinde yazılıdır. Bilmemiz
gereken şudur ki, Hazreti Pir’in göz kamaştıran parlaklığı, Şems ile mülakatından
sonra zahir olmuştur. Mamafih:
Öyle rahşende ki ol sem’a-i nur,
Şems-i Tebriz ana pervane olur!
شرح كردن رمزى از انعام او- واجب آيد چون كه آمد نام او
125- Şems’in namı zikredilince, onun nimet ve ihsan işaretinden bir
miktarını açıklamak vaciptir.
“İkram ve inam eyleyen kimseye teşekkür etmek, inam ve ikram gören
kimseye vaciptir.” Bir de: “Görülen nimetin açıklanması; Allah razı olsun, filan zat
bana şu iyiliği yaptı, denilmesi de nimetin şükrü cümlesindendir.” Hazreti Pir de,
bu lüzuma binanen Hazreti Şems’in namını kemal-i hürmetle yadetmekle, teşekkür
vecibesini yerine getirmiş oluyor.
بوى پيراهان يوسف يافته ست- اين نفس جان دامنم بر تافته ست
126- Bu sırada can, Yusuf’un gömleğinin kokusunu aldığı için, eteğimden
yakalamıştır.
عقل و روح و ديده صد چندان شود- تا زمين و آسمان خندان شود
128- Ta ki yer ve gök gülsün. Akıl, ruh ve göz de, arz ve semanın yüz
misli sevinsin.
Şarihlerin beyanına göre buradaki “Can”dan maksat: Hüsameddin Çelebi’dir
ki, Mesnevî mukaddimesinde:
Ve mekânnerruhu min cesedi
buyrulmuştu. Hakikaten, Hazreti Pir’in ruhu kadar muazzez bir vücud-u mükerrem
idi. Zaten Mevlevilikte çileye girmiş ve hizmete başlamış olan yeni dervişlere “Can”
tabir ederlerdi ki, bedenin kesafetinden kurtulması ve ayn-ı ruh olması için bir
hayra yormaktan ibaretti.
82
İşte Hüsameddin Çelebi, Hazreti Pir’in Şems ismini yâd etmesi üzerine,
Yusuf’un gömleğinden Hazreti Yakup’un duyduğu kokuyu hissetmiş, “Ya Mevlâna!
Şems ile geçirdiğimiz hoş hâllerden birin olsun izah buyurun ki, hem afak, hem
enfüs, nur-i sürur ile dolsun” temennisinde bulunmuştu.
Buy-i pirahan-ı Yusuf yaftêst.
mısra ile Sure-i Yusuf’daki:
اين زمان بگذار تا وقت دگر- شرح اين هجران و اين خون جگر
132- Ciğerimi kan eden bu hicranın şerhini; şimdilik, başka bir zamana
bırak.
Hazreti Pir’in “yokluk” hâlinde bulunduğuna ve Şems’i ahvaline dair malumat
vermenin, o halde iken, gayr-i kabil olduğuna dair özür beyan etmesi üzerine,
Hüsameddin Çelebi,
83
نيست فردا گفتن از شرط طريق- صوفى ابن الوقت باشد اى رفيق
134- Ey arkadaş, sofî “İbn-ül Vakt” olur. Yarın ve yarına demek, tarikat
şartlarından değildir.
Her işi vakit geçirmeden tam zamanında yapana tasavufta “İbn-ül Vakt”
denilir. Bir de “İbn-üz Zaman” tabiri vardır ki, rüzgâr ne taraftan eserse, o cihete
dönen dalkavuk manasınadır.
هست را از نسيه خيزد نيستى- تو مگر خود مرد صوفى نيستى
135- Yoksa sen sofî değil misin? Veresiye dolayısıyla, mevcuda yokluk
arız olur.
Hüsameddin Çelebi, kendisinin hakikat zevkince acıkmış olduğundan bahisle,
izahın tehir edilmemesini ve bugünkü işin yarına bırakılmamasını rica eyledikten
sonra, sofinin İbn-ül Vakt olduğunu; yani geçmişten gelecekten sarf-ı nazar
eyleyerek, hâl neyi icap ediyorsa onu yaptığını söylüyor. “Ya Mevlâna! Sen sofi değil
misin ki, İn zaman büzgâr ta vakt-i diğer, buyuruyorsun. Pekala bilirsin ki, veresiye
veriş ve gelesiye gönderiş, mevcut sermayeyi yok haline getirir” diyor.
Hüsameddin Çelebi’nin bu suretle ısrarlı istirhamı üzerine Hazreti Mevlâna da:
84
بيش از اين از شمس تبريزى مگوى- فتنه و آشوب و خونريزى مجوى
142- Fitne, karışıklık ve kan dökülmesini isteme. Bundan fazla da Şems-i
Tebrizî’den bahsetme.
رو تمام اين حكايت باز گوى- اين ندارد آخر از آغاز گوى
143- Bu bahsin sonu gelmez. Sen başlangıca dön de hikâyenin tamamını
söyle.
85
ARAPÇA, Sure Ali İmran ayet 159
“(O vakit) sen Allah’tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara yumuşak
davrandım. Eğer (bilfarz) kaba, katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde
dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla (Allah’dan da) günahlarının
yargılanmasını iste. İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kerre de azmettin
mi artık Allah’a güvenip dayan. Çünkü Allah kendine güvenip dayananlar
sever” buyrulmuştur.
Ayet-i celiledeki “hüm” zamiri, Uhud muharebesinde bulunan, hususiyle
onlardan, bozulup dağılanlara racidir.
Hicretin üçüncü senesinde, Mekke müşriklerinin Medine’ye hücumları
dolayısıyla vukua gelen Uhud muharebesinde, İslam mücahitlerine bir hezimet arız
olmuştu. Bu da fikr-i peygamberi hilafına, meydan muharebesi yapmaya
kalkışmaktan; bir de en mühim bir mevkiye yerleştirilmiş olan okçuların mevkilerini
kendi kendilerine bırakmalarından ileri gelmişti. Halid bin Velid’in, İslam ordusunun
arkadan kuşatması üzerine iki kılıç arasında kalan mücahitler bozulmuş, hatta bir
kısım Medine’ye kadar savuşmuştu. Müsademe esnasında bizzat Resul-u Ekrem
s.a.v. Efenimiz yaralanmış, Hazreti Hamza ile 69 ashap şehit olmuştu.
Dönüş sırasında taraf-ı Risaletten, bozulmuş olanlara asık yüz gösterilmek
şöyle dursun, halleri, hatırları sorulmak, kendilerine, teselli olunmak üzere nezaket
ve mülâyemet gösterilmişti.
Bahsolunan ayet-i kerimede Habib-i Edib-i İlahî’nin şu hareketi takdir
buyrulmakla beraber, aksi suretle davranılmış, yani kaçanlar tekdir edilmiş olsaydı
o kimselerin dağılmalarına meydan verilmiş olacağı bildirilmiştir.
Demek ki rıfk-u mülâyemet, kalplerin birleşmesine; şiddet ve hiddet de,
bilakis nefretine sebep olurmuş.
Ayet-i kerimede bir nükte daha vardır. Tevekkül meselesi... Bu mesele, gayr-
i müslimler ve onların mukallitleri tarafından Müslümanların ittihamına medar olan
şeylerden biridir. Fakat bu töhmeti yapanların ve bazılarımızın vehmi gibi,
tevekkül, sırtüstü yatıp gökten zenbil ile ekmek inmesini beklemek değildir. Nazm-ı
celilin beyanı veçhile bir işe, müşavereden sonra karar verip teşebbüs etmek ve
kemal-i husulünü Allah’ın, tevfığınden ummak demektir. Çünkü azim, bir işi
yapmaya kastetmek ve ciddi bir ihtimamla gayret göstermektir.
Hazreti Mevlâna, yine Mesnevî’de:
“Eğer tevekkül edeceksen, işe başladıktan sonra et. Ekini ek, ondan sonra
Allah’a tevekkül ve itimad gösterip bereketi ondan bekle” demiştir. Hülasa,
çalışmalı ve muvaffakiyeti Allah’tan beklemelidir ki, tevekkül bu demektir. Her
şehir ahalisinin ilacı ve tedavisinin başka olmasına gelince… Tedavide iklim ve
itiyadın nazar-ı dikkate alınması tıbbi kaidelerdendir. Çölde doğup büyümüş bir
bedevi ile buzlar arasında yetişmiş ve yaşamış bir eskimonun tedavileri her halde
bir olamaz. Şehr-i tü kücast, yani “Nerelisin?” suali de, tevile muhtaç görülürse,
nefsin emmare ve levvame sıfatlarından hangisinde bulunduğunu yoklamaktadır,
denilebilir.
Tabib-i ilahî, suallerine devam ederek dedi ki:
86
باز مىپرسيد از جور فلك- دست بر نبضش نهاد و يك به يك
149- Elini cariyenin nabzına koydu ve feleğin cevr-ü cefasından birer
birer sual etti.
Tabibin sual ederken cariyenin nabzını tutması, alacağı cevaplar esnasında
nabzın hareketlerinden bir şeyler anlamak içindi. Yani hangi memleketin ve hangi
bir şeyin zikri esnasında darbeler şiddetlenirse; onun hastalık sebebi olduğunu
anlayacaktı.
Burada bir sual sorulabilir. Tabip Mademki bir hekim-i ilahî idi, bir nazarla
cariyenin hastalığı sebebin keşfetmeli, bu gibi teşhis-i istidlali ile uğraşmamalıydı
denilir. Hazreti Mevlâna, buna cevaben diyor ki:
87
باز مىپرسيد حال دوستان- ز ان كنيزك بر طريق داستان
157- Hikâye yoluyla o cariyeden, dostlarının halini sordu.
Hekim-i ilahî, cariyenin kalbine saplanmış olduğunu keşfettiği sevda
dikeninin ucunu bulmak için onu gizlice araştırıyor; başından geçenlere dair,
hastaya hissettirmeksizin, soruşturmalar yapıyordu.
سوى نبض و جستنش مىداشت هوش- سوى قصه گفتنش مىداشت گوش
159- Hekim, bir taraftan cariyenin hikâye söylemesine kulak veriyor, bir
taraftan da nabza ve nabzın atışına dikkat ediyordu.
بود مقصود جانش در جهانا ن- تا كه نبض از نام كى گردد جهان
160- Hastanın nabzı, hangi isim söylenildiği sırada hızlanırsa, cariyenin
dünyada, canının ne istediği anlaşılacaktı.
در كدامين شهر بوده ستى تو بيش- گفت چون بيرون شدى از شهر خويش
162- Hekim, “Memleketinden nasıl çıktın, evvelce hangi şehirde idin?”
diye sordu.
نى رگش جنبيد و نى رخ گشت زرد- شهر شهر و خانه خانه قصه كرد
165- Memleket-memleket; ev- ev hikâye ettiği halde, ne nabız hızlandı,
ne de yüzü sarardı.
كز سمرقندى زرگر فرد شد- نبض جست و روى سرخ و زرد شد
167- Fakat Semerkant’tan sorunca nabzın hareketi arttı, yüzü kızarıp
sararmaya başladı. Çünkü Semerkantlı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
88
Hekim-i ilahî, birçok sual ve cevaptan sonra cariyenin Semerkantlı bir
kuyumcudan ayrılmış ve sevdiği o kuyumcunun ayrılığıyla tutuşup yanmakta
olduğunu anladı. Yani mürşid-i kâmil, terbiyesine aldığı salikin nefsindeki heva ve
heves iptilasının nevini keşfetti.
اصل آن درد و بل را باز يافت- چون ز رنجور آن حكيم اين راز يافت
168- O hekim, o hastadan bu sırrı anlayınca; o derdin, o belanın aslını
ve sebebini bulmuş oldu.
89
آن مرادت زودتر حاصل شود- چون كه اسرارت نهان در دل شود
174- Kalbin sırrının mezarı olursa, muradın çabucak husule gelir.
90
178- Hekimin vaatleri ve lütufları, o hastayı korkudan emin kıldı.
حاضر آريم از پى اين درد را- گفت تدبير آن بود كان مرد را
182- Dedi ki: Şimdi lazım gelen tedbir, bu derdin tedavisi için o adamı
getirtmenizdir.
91
uhdesinde bulunuyordu. Bundan dolayı idi ki, Hudeybiye seferinde Peygamberimiz
tarafından Hazreti Faruk Mekke’ye gönderilerek, harp için değil, ziyaret için
gelindiği bildirilmek istenmişti. Fakat Hazreti Ömer, kendisinin Mekke’de de birçok
düşmanı olduğunu, Osman bin Affan’ın ise hısımı, akrabası bulunduğunu, o
gönderilirse daha iyi iş görüleceğini arzettiği için sefaret vazifesini ifaya Hazreti
Zinnureyn memur buyrulmuştu. Gelelim bahse:
چون بيايى خاص باشى و نديم- اينك اين خلعت بگير و زر و سيم
189- Şu güzel elbiseyi, altını ve gümüşü al. Padişahın nezdine gelince de
has bendelerinden ve nedimlerinden olacaksın.
Elçilerin müjdesi üzerine:
بىخبر كان شاه قصد جانش كرد- اندر آمد شادمان در راه مرد
191- Şahın canına kastettiğinden haberi olmayan adamcağız, sevinçle
yola çıktı.
92
seyyid-i Kureyşî ile bir abd-i Habeşînin hukukça müsavi olduklarını bildirmiş,
teHakküm heveslisi cebbar ve zalimlerin burunlarını yerlere sürtmüş, Gassaniye
hükümdarı Cebele bin Eyhem’i bir bedevinin burnuna yumruk vurduğu için, aynı
yumruğun kendi burnuna inmesine mahkum etmişti.
Suriye’deki Gassan mevkiinde İslam’ın zuhurundan 400 sene evvel bir Arap
hükümeti teşekkül etmiş ve Gassaniye Devleti namını almıştı. Sonra bu hükümet,
Bizans hükümdarlarının tabiiyetine ve dinine girmeye mecbur oldu. 27
hükümdarından sonucu olan Cebele bin Eyhem, Hazreti Ömer zamanında Medine’ye
geldi ve Müslüman oldu. Sonra Hac için Mekke’ye gitti. Kâbe’yi tavaf ederken
bedevinin biri, bunun ipekli ihramına bastı. Cebele, buna hiddetlendi, bedevinin
burnuna bir yumruk indirdi. Bedevi, halife Hazreti Ömer’e müracaat ve dava etti.
Hazreti Faruk, Cebele’ye: “Ya hasmını razı et yahut o da senin burnuna vurup
Hakkını alacaktır” dedi. Cebele: “Ben hükümdarım, o adi bir bedevidir” dediyse de,
Hazreti Ömer: “Müslümanlık hukukunda bunun ehemmiyeti yoktur” buyurdu.
Cebele: “Öyle ise müsade et de, bu gece düşüneyim” dedi. Hazreti Ömer, müsade
etti. Cebele, birkaç para vermekle bedeviyi razı etmeyi kendisi için bir zül saydığı
için, o gece maiyetiyle beraber kaçtı. Bizansa iltica ve orada irtidat etti. Dinden
çıktı.
Hâl böyle iken, bazı gafiller, bir külah kapmak, bir mevkiye geçip birkaç
kişiye kafa tutmak için can atarlar. Çoğu defa da o uğurda bir musibete uğrarlar.
Hazreti Mevlâna, bu hakikati beyan için diyor ki:
خود به پاى خويش تا سوء القضا- اى شده اندر سفر با صد رضا
193- Ey yüz türlü rıza ile candan, gönülden razı olarak sefer çıkan ve
suülkazaya doğru giden!
Su’ül Kaza: Bir musibete uğramak demektir. Malum ya, bir ecel-i müsemma,
bir de ecel-i kaza vardır. Halk arasında ecel-i müsemma: Bir insanın yatağında
ölmesi, ecel-i kaza ise bir kaza neticesinde vefat etmesi diye anlaşılmıştır.
Hâlbuki ecel-i müsemma, bir kimsenin yaşayacağı müddet demektir. Ecel-i
kaza ise, hükm-i ilahî mucibince hayat müddetinin bitmesi manasınadır. Hükm-ü
ilahîden hariç bir şey olmadığından, her canlının hayat müddeti ve onun bitmesiyle
o canlının ölmesi, ecel-i kazadır.
“Ölüm sebepleri çeşitlidir: Kimi yatağında ölür; kimini tren yahut otomobil
çiğner, kimi denizde boğulur, kimi bıçakla, kimi kurşunla vurulur. Bu sebeple
muhtelif olduğu halde- ölümün kendisi birdir.”
93
تا بسوزد بر سر شمع طراز- سوى شاهنشاه بردندش به ناز
196- O Tıraz mumunu, yani cariyenin, başı ucunda yansın diye
kuyumcuyu, izzet-ü ikram ile padişahın yanına götürdüler.
Tiraz: Türkistan’da bir memleket imiş ki, güzelleriyle meşhur imiş İsfahan’da
da Tiraz isminde bir mahalle varmış. Tiraz’ın güzelleri meşhur olduğu için, cariye
oraya nispet edilmiştir.
آن كنيزك را بدين خواجه بده- پس حكيمش گفت كاى سلطان مه
198- Ondan sonra hekim-i ilahî, padişaha dedi ki: “Ey büyük sultan! O
cariyeyi bu efendiye ver.
جفت كرد آن هر دو صحبت جوى را- شه بدو بخشيد آن مه روى را
200- Padişah o ay yüzüyle cariyeyi ona bağışladı ve iki hasretzedeyi
birleştirdi.
94
جان دختر در وبال او نماند- چون ز رنجورى جمال او نماند
203- Kuyumcunun hastalık tesiriyle güzelliği kalmayınca, ona karşı
cariyenin de ilgisi kalmadı.
Kuyumcunun güzelliği, görünüşte yakışıklı olmasından ibaretti. Huy ve tutum
itibarıyla kendisinde hiçbir şey yoktu. Cariye ise, dışa bakıp içten gafil
bulunanlardandı. Kuyumcunun dış güzelliğine tutulmuş, yüzünün biçimine, gözünün
rengine meftun olmuştu. Fakat içtiği şerbet üzerine tutulduğu hastalığın tesiriyle o
sathi güzellik soluverince, cariye nazarında onun, pejmürde bir çiçek gibi, kıymeti
kalmamıştı.
Hazreti Mevlâna, münasebet dolayısıyla zahirî güzelliği karşı olan aşkların
devam edemeyeceğini anlatmak için diyor ki:
دشمن جان وى آمد روى او- خون دويد از چشم همچون جوى او
206- Onun gözlerinden dere gibi kanlı yaşlar akıyordu. Çünkü yüzünün
güzelliği, canının düşmanı olmuştu.
Güzelliği dolayısıyla hayatına kastedilmişti. “Her nimet sahibi hasede
uğrar” hadisi muktezasınca servet gibi, saadet gibi, gençlik ve güzellik gibi
nimetler dolayısıyla insan hasetten kurtulamaz. Bazen bu nimetler, sahibi hakkında
korkunç bir ceza olur. Mesela Yusuf Aleyhisselamın senelerce Mısır zindanında
kalmasına, Züleyha’nın sabrını tüketen güzelliğinden başka sebep yoktu. Hazreti
Mevlâna bu nükteyi beyan için de diyor ki:
95
اى بسى شه را بكشته فر او- دشمن طاوس آمد پر او
207- Tavus kuşunun kuyruğu ve kanadı, kendisinin düşmanı olmuş; birçok
hükümdarı, kuvvet ve şevketi öldürmüştür.
ريخت اين صياد خون صاف من- گفت من آن آهوم كز ناف من
208- Kuyumcu diyordu ki: Ben bir ahuyum ki göbeğimdeki miski almak
için bu avcı, benim saf ve temiz kanımı döktü.
خون چون من كس چنين ضايع كى است- بر من است امروز و فردا بر وى است
212- Bugün bana ise yarın onadır. Benim gibi bir adamın kanı nasıl heder
olur?
Kuyumcu, diyordu ki: “Bugün beni günahsız olarak öldürüyorlar. Fakat yarın
yahut öbür gün onların başına da gelecektir. Benim gibi suçsuz bir adamın
mesulleri, cezasız ve intikamsız kalamaz, elbette bu hak alınacaktır.”
باز گردد سوى او آن سايه باز- گر چه ديوار افكند سايهى دراز
213- Duvarın gölgesi bir müddetçik uzasa bile, yine o gölge duvarın
dibine döner.
96
İnsanın kat’î amelinin cezası, Allah’ın iradesiyle bir müddet gecikse bile,
zamanı gelince o ceza gelir; yapanın ayaklarına dolaşır ve yakasına yapışır. Nitekim
Kur’an-ı Kerim’de:
سوى ما آيد نداها را صدا- اين جهان كوه است و فعل ما ندا
214- Bu dünya; dağa, işlerimizde seslenmeye benzer. Akis o sesleri bize
iade eder.
İnsan dağlık bir yerde seslenince aks-i seda husule gelir; ses, söylenen
kimsenin kulağına akseder. Seslenen iyi söylemişse, işiteceği akis de iyidir; kötü
söylemişse duyacağı seda da kötüdür. Dünya ise insanoğlunun yaptığı işlerin
aksinden ibarettir. O işlerin mükâfat ve cezalarını işlerin nevine göre aksetirir.
Kur’an’da:
اين بگفت و رفت در دم زير خاك- آن كنيزك شد ز عشق و رنج پاك
215- Kuyumcu bunları söyledi ve hemen ölüp toprak altına girdi. Cariye
de aşktan ve hastalıktan kurtuldu.
ز انكه مرده سوى ما آينده نيست- ز انكه عشق مردگان پاينده نيست
216- Çünkü ölülerin ve öleceklerin, fani olanların aşkı baki değildir. Zira
ölü, bizim tarafımıza gelmez.
Ve bizim aramızda maşuk ve muteber olamaz.
97
Hem de bu hususta ümitsizliği düşme.
98
sürüp duvarı düzeltti. Hazreti Musa: “Bari bir ücret makabilinde ve karnımızı
doyurmaları bedeli olarak düzelte idin” deyince, Hızır: “Ya Musa! Artık
ayrılmamızın zamanı geldi. Şimdi sana yaptıklarımın sebebini anlatayım:
Gemi, bir takım fakir kimselerin malı idi. Bizi de, bedava olarak gemiye
almışlardı. Onlara bir iyilik olsun diye gemiyi sakatladım. Çünkü ileride zalim bir
hükümdar vardı. Ne kadar sağlam gemi ve kayık görürse zaptediyordu.
Öldürdüğüm çocuk büyüyünce kâfir olacak, salihlerden olan babasıyla annesini
de küfre sevk edecekti. Ona mani olmak için kendisini katlettim. Duvarın altına bir
define vardı ve iki yetimin malı idi. Büyüdükleri vakit defineyi bulsunlar diye duvarı
düzelttim, bunların hiç birini de kendiliğimden yapmadım; Allah’ın emriyle icra
ettim” dedi.
نايب است و دست او دست خداست- آن كه جان بخشد اگر بكشد رواست
224- O zat-ı şerif ki, manevî hayat vermek kudretini haizdir, biiznillah
onu öldürmüş olsa da layıktır. Çünkü Allah’ın halifesi ve naibi, yani vekilidir.
Onun eli, Hakk’ın yed-i kudretinde demektir.
Hazreti Mevlâna, Mesnevînin diğer bir yerinde: “Allah, açıkça görünmediği
için Peygamber onun naibidir” der. Naip ise, “vekil” demektir. Silsile-i nübüvvet
devam ettiği müddete niyabet vazifesi peygamberlerin uhdesinde idi. Peygamber
Efendimizle, peygamberler silsilesine nihayet verildi. Nihayet vazifesi ise, varis-i
kâmil-i Muhammedî olan evliyay-ı kiram hazaratına tevcih edildi. Binaenaleyh
Allah’ın nebileri, Hakk’ın iradesinin zuhuruna nasıl vasıta ise, evliyaullah da
öyledir. Onlar da Allah’ın kudretini, yine Kudretullah ile gösterebilirler. Hareketleri
tenkit ve itirazdan uzaktır.
شاد و خندان پيش تيغش جان بده- همچو اسماعيل پيشش سر بنه
225- Sen de ey salik! Hazreti İsmail gibi o vasıtanın ve onu vasıta kılan
Allah’ın hükmü huzurunda baş eğ! Kahır ve celal kılıcı önünde sevine sevine
can ver.
Hazreti Mevlâna bu beyt ile Saffat suresindeki şu ayetlere işaret ediyor:
99
yatırıp kendi eliyle onun boğazına bıçak çekmek, öyle zannederim ki, ancak İbrahim
Aleyhisselamın, bir de Peygamberimizin dedesi olan Abdülmuttalib Hazretlerinin
ellerinden gelebilirdi. Keza, babasının arzusuna itaat ve onun rızasını almak için
ölüm bıçağına boynunu uzatmak harikasını, ancak, İsmail Aleyhisselam, bir de
Hazreti Peygamber’in s.a.v. muhterem babası Hazreti Abdullah gösterebilirlerdi.
Hazreti İsmail torunlarından olması ve Hazreti Abdullah’ın oğlu bulunması
dolayısıyla, Aleyhisselat Efendimize (İbnüzzebîhayn) yani, “Boğazlanmasına
teşebbüs edilmiş iki zatin oğlu” denilmiştir.
İsmail Aleyhisselamın kurban edilme vakası meşhurdur. Fakat Hazreti
Abdullah’ın kurban edilme hadisesi pek malum olmadığından bir parça olsun ondan
bahsedeceğim: Mekke’deki Zemzem suyu, Hazreti İsmail’in yattığı yerde
kaynamaya başlamış, sonra o kaynak suyu haline getirilmişti. Yemen’den hicret
eden Cürhüm kabilesi Mekke’ye gelip yerleşti. Zemzem’den istifade ettiler.
Zamanlar geçtikçe ahlaksızlığa düştüler, Huzaa kabilesinin hücumuna uğradılar ve
yurtlarından çekilip gitmeye mecbur oldular. Giderken son bir kötülüğü de yaptılar.
Zemzem kuyusunu doldurdular, belirsiz ettiler.
Huzailer Mekke’ye girdiler. Lakin Zemzem kuyusunun yerini bilmedikleri için
uzak mesafelerden deve sırtlarında su getirmeye başladılar. Neden sonra
Abdülmuttalib Hazretlerine rüyasında “Zemzem kuyusunu kaz” denildi ve yeri tarif
edildi. Abdülmuttalib’in o vakit Haris namında bir oğlu vardı. Onunla birlikte
kazmaya başladılar. Fakat Mekkeliler buna razı olmadılar. O esnada Abdülmuttalib,
“Eğer on tane erkek evladım olursa birini Allah rızası için kurban edeyim” diye adak
adadı. Sonra, mani olmak isteyenlerle uyuştu. Zemzem kuyusunu temizledi ve suyu
meydana çıkardı.
Ondan fazla oğlu olduğu bir sırada, rüyasında adağının ifası emredildi. O da,
oğullarına rüyayı anlattı. Kura çektiler. Hazreti Abdullah namına isabet etti.
Abdülmuttalib, uysal evladını Harem-i Şerifte kurban etmeye götürdü. Yatırıp
boğazına bıçağı çekeceği sırada kayın biraderi geldi, elinden bıçağı aldı. Bir bilene
gidip danışmasını tavsiye etti. Gittiler. O adam: “Sizde bir adamın diyeti ne
kadardır?” diye sordu. On devedir, dediler. “On deve ile Abdullah namına kura
çekiniz. Develere çıkarsa onları kurban ediniz. Abdullah’a isabet ederse on deve
ilave ediniz. Böylece develere isabet edinceye kadar onar onar artırınız” dedi.
Develerin sayısı yüzü bulunca kura onlara çıktı ve onlar kurban edilip Hazreti
Abdullah kurban olmaktan kurtuldu.
Hazret-i Mevlâna, buyuruyor ki: “Hazreti İsmail, hükm-ü ilahîye nasıl
boynunu uzattıysa sen de öylece teslimiyet göster.”
تا بر آرد كوره از نقره جفا- بهر آن است اين رياضت وين جفا
100
227- Bu riyazet ve bu cefa, ocakta gümüşün eriyip cürufunun ayrılması
içindir.
نيك كرد او ليك نيك بد نما- پاك بود از شهوت و حرص و هوا
229- Padişah; şehvetten, hırstan, heva ve hevesten pak idi.
Kuyumcunun, yani heva ve hevesin giderilmesi hususunda iyi hareket etti.
Fakat bu iyilik, kötülük gibi görünen bir iyilikti.
Kötülük gibi görünen bu iyiliğe, Hazreti Mevlâna bir misal gösteriyor:
101
hususiyle ilim ve marifette bir ihtisas meselesi vardır. Mesela Süleymaniye
Camii’nin mermerlerini yontup cilalayan taşçının, bu sanatı, caminin mimarından
daha iyi bilmesi, kendisinin Mimar Sinan’dan büyük olmasını icap etmez. Bunun
gibi Hızır’ın ledünni ve ilahî bir ilme mazhar olması, o ilim dolayısıyla, kendisinin
derece itibarıyla Musa’dan üstün olmasını gerektirmez.
مست عقل است او تو مجنونش مخوان- آن گل سرخ است تو خونش مخوان
232- Kuyumcunun kanı, hakikatte kırmızı gül gibidir. Ona kan deme.
Ruhu temsil eden padişah ise mest-i âkidir, ona da mecnun deme.
Malumdur ki akıl, insanı iyiliğe sevkeylemek ve tehlikelerden men etmek
ister. Şu hâl, hikmetin ta kendisidir. Fakat bu hikmeti herkes göremez. Hususiyle
sonradan husule gelecek menfaatleri takdir edemez. Onun için bir işin başından,
sonunu görüp de ona göre davranan kimseleri bazı budalalar, çılgınlıkla ittiham
ederler. Lakin asıl çılgın, ittiham edilenler değil, edenlerdir. İşte burada da tabib-i
gaybinin ihtarı ve teşebbüsüyle padişah kuyumcuyu zehirletmiş yahut aklın
tavsiylerine tam olarak uyan ruh, nefsini olun elinden kurtarmış, terakki ve tekâmül
yolunu açmıştır.
كافرم گر بردمى من نام او- گر بدى خون مسلمان كام او
233- Eğer padişahın muradı, bir Müslümanın kanını dökmek olsaydı,
onun adını andığından dolayı benim kâfir olmam lazım gelirdi.
102
خاص بود و خاصهى ال بود- شاه بود و شاه بس آگاه بود
235- O padişah gayet anlayışlı bir hükümdar idi. Böyle olmakla beraber
ümmetin mümtaz insanlarından ve Allah’ın has kullarındandı.
Hikâyedeki padişah, ruhu temsil ediyordu. Ruh ise:
سوى بخت و بهترين جاهى كشد- آن كسى را كش چنين شاهى كشد
236- Bir kimseyi ki onu böyle bir padişah öldürür, saadete ve en yüksek
mertebeye çekip yükseltir.
كى شدى آن لطف مطلق قهر جو- گر نديدى سود او در قهر او
237- Eğer padişah, kuyumcunun kahrında, onun faydasını görmeseydi;
kendisi lütfun ta kendisi iken nasıl kahra kalkar ve onu zehirletirdi.
Tekrar tekrar söylenildi ki kuyumcu, heva ve hevesi temsil ediyordu ve nefsin
temsilcisi bulunan cariyeye ayak bağı oluyordu. Onun kahrı, cariyeyi kurtaracak,
nefis için yükseliş yolunu açacaktı. Demek ki, heva ve hevesin giderilmesinde bir
fayda husulü muhakkaktı. Padişah, yani ruh hakkında “lütf-u mutlak” deniliyor.
Öyle bir zat, böyle bir kan dökülmesini emrediyor, diye varit olacak bir suale cevap
olmak üzre Hazreti Mevlâna diyor ki:
103
“Allah, cennet mukabilinde müminlerin canlarını ve mallarını satın alır”
diyor.
Bir nefes almakla vermekten ibarettir hayat,
Dikkat et, bir dem değil mi müddet-i ömr-ü beşer
beytinde hülasa edilen fani hayatı, Allah satın alıp, ona mukabil cennet ihsan
ediyor. Hem öyle bir cennet ki, aç gözlülerin tahayyül ettikleri gibi döşemesi ekmek
kadayıfından, sıvaları tavuk göğsünden olan, nice köşkleri havi bir bahçe değil;
gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin tasavvur edemediği ilahî
nimetlerle dopdolu bir yer!
دور دور افتادهاى بنگر تو نيك- تو قياس از خويش مىگيرى و ليك
240- Sen kendine göre kıyas ediyorsun. Hâlbuki hakikatten çok uzak
düşünüyorsun, iyice bak.
Hazreti Mevlâna, diyor ki: “Ey gafil insan! Sen gerek Allah’ın, gerek
ehlullahın işlerini kendi işlerine kıyasen anlamaya ve ona göre hüküm vermeye
kalkışıyorsun. Fakat böyle yapmakla hakikaten fersah fersah uzaklaşıyorsun. Gözünü
aç ve dikkatle bak ki, mesele, senin bildiğin gibi değildir.”
بر دکان طوطی نگهبان نمود- خواجه روزی سوی خانه رفته بود
104
244- Efendisi bir gün eve gitmişti. Tutî dükkâna nezaret ediyordu.
که عجب اين مرغ کی آيد به گفت- با هزارن غصه و غم گشت جفت
254- “Bu kuş ne vakit söyleyecek?” diye binlerce gam ve keder ile vakit
geçiriyordu.
105
با سر بىمو چو پشت طاس و طشت- جولقيى سر برهنه مىگذشت
256- Başı çıplak bir derviş geçti ki, kafası, tas ve leğen gibi cascavlaktı.
كو چو خود پنداشت صاحب دلق را- از قياسش خنده آمد خلق را
259- Tutînin aba sahibi dervişi, kendi gibi sanmasından ve nefsine kıyas
etmesinden halk gülmeye başladı.
Cavlak, Türkçe bir kelimedir. Çıplak manasına gelir. Bazen “cascavlak” diye
te’kit olunur. Bu umumi manasından başka bir de hususiyeti vardır ki, başı saçsız
demektir. “Cevlek-i serbürehne” terkibindeki “cevleki” işte bu cavlak, yani saçsız
manasınadır. Geçen dervişin cavlaklığının tabii olmak ihtimali olduğu gibi, melâmet
mesleğine süluku dolayısıyla “çar darb” yapmış olmasından ileri gelmiş olmak
imkânı da vardır.
Çar darb, saçın, kaşın, bıyığın, sakalın tıraş edilmesidir ki şöhretten ve halkın
teveccühünden uzak kalmak yahut nefs-i emmareyi ve gururu kırmak için melâmete
süluk edenler yaparlarmış.
Mesnevî şarihlerinden Sarı Abdullah Efendi, cavlak kelimesi için diyor ki:
Cavlak, Bektaşi, Kalenderi ve Haydarilerden sakal, bıyık, kaş ve kirpiklerini tıraş
edenlere derler. Türkçe dazlak derler. Kirpiğini ve kaşını tıraş etmeyip de ancak
sakalını tıraş edenlere de, torak derler.
Hazreti Mevlâna, buyuruyor ki: “Halk arasında meşhur olmak ve onların
hürmetini kazanmak, seyr-ü sülukta pek sağlam bir benttir ki, salikin manen
ilerlemesine mani olur. Süluk yolunda o bağ, demir bir prangadan farksızdır.”
Fakat bu benlikten kurtulmak bahanesiyle bu meşrebi istismar edenler de
çoktur. Melamiler içinde, bu adı takınıp da her türlü kötülükte bulunanlar
görülmüştür ki, bunların iki düsturu vardır: Allah’ın emirleri için “İstek şart”;
yasakları için de, “İstek hak” tabirlerini kullanırlar. Mesela:
—Erenler! Ezan okunuyor, camiye gidelim mi? denildiğinde:
—İstek şarttır, biz de o istek hak vere, derler;
—Dem çekmek haram değil mi? Neden içiyorsun, denilince de:
—İstek haktır, hakkını istediğini yerine getirmeli! Hezeyanında bulunurlar.
Gelelim bahse: Hazreti Mevlâna’nın gayesi, dervişlerin kıyafeti ve meşrebi
hakkında malumat vermek değil; herkes hakkında nefsine kıyasen hüküm vermenin
doğru olmadığını anlatmaktır. Kıyas-ı nefs, çok kere insanı aldatır. Bazen da gülünç
bir hale getirir. Tutinin saçsız dervişi görünce, kendisi gibi gülyağı şişelerini
devirmiş ve dayak yeyip de kafası kel olmuş sanması gibi. Hazreti Pir, hikâyenin
naklinden sonra nasihate dönerek diyor ki:
106
“Şir” kelimesi, Farisi’de hem arslan, hem de süt manasına gelir. Şir-i alem:
Sancak arslanı. Şir-i mader: Ana sütü terkiplerinde olduğu gibi.
Şir-i alem: Sancaklardaki aslan şekli manasını ifade etmekle beraber, bizim “Gemi
aslanı” mealinde de kullanılır. Hülasa, şir kelimesinin delalet ettiği şeyler,
bambaşka ve ayrı ayrıdır. Kendilerine delalet eyleyen lafzın bir olması, o şeylerin
de bir olmasını gerektirmez. Binaenaleyh, bir kimsenin gördüklerine bakıp da,
onlar da benim gibi insan, o halde onlar da benim gibidir diye, nefsine kıyasen
hüküm vermesi doğru değildir.
كم كسى ز ابدال حق آگاه شد- جمله عالم زين سبب گمراه شد
261- Bütün âlem, bu kıyas-ı nefis sebebiyle sapıttı. Abdal-i ilahîden,
yani Allah’ın seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi.
107
ليك شد ز ان نيش و زين ديگر عسل- هر دو گون زنبور خوردند از محل
265- Her iki arı, bir yerden yediği halde birinde yalnız iğne bulunur –
eşek arısında-, diğerinden bal hasıl olur.
زين يكى سرگين شد و ز ان مشك ناب- هر دو گون آهو گيا خوردند و آب
266- Her iki çeşit ahu da ot yer ve su içer. Lakin birinden yalnız gübre,
öbüründen halis misk husule gelir.
فرقشان هفتاد ساله راه بين- صد هزاران اين چنين اشباه بين
268- Böyle yüz binlere misal mevcuttur ki, aralarında yetmiş yıllık fark
vardır.
Şu üç misalde insan arıya, ahuya ve kamışa benzetilmiştir. Arılar arasında bal
yapanı olduğu gibi, sade insanı sokan da vardır. Ahular arasında misk göbeğine sahip
olanı olduğu gibi, ondan mahrum olanı da mevcuttur. Kamışlar arasında şekerlisi ve
içi boş olanı vardır. Bütün bunların cinsleri bir, fakat nevileri ayrıdır. İnsanlar da
şekil, suret ve tabii ihtiyaçlarına göre birbirlerine benzerler. Fakat mana ve
hakikatlerine nazaran aralarında bal arısı ile eşek arısı, misk ahusu ile miski
olmayan ahu, şeker kamışı ile şekersiz kamış arasıdaki fark kadar ayrılık vardır.
Onun için, dış görünüşüne bakarak kâfir ile mümini, hatta avam ile seçkini birbirine
benzetip mukaayese etmeye kakışmamalıdır.
آن خورد گردد همه نور خدا- اين خورد گردد پليدى زو جدا
269- Bu, yani avamdan biri yer, yediği posa olarak kendisinden ayrılır.
Öbürü, yani havastan olan yer, yedikleri bütün ilahî nur olur.
و آن خورد زايد همه نور احد- اين خورد زايد همه بخل و حسد
270- Avamdan olan yer, yediği hasislik ve haset olur. Havastan olan yer,
yediğinden Allah nuru husule gelir.
Avamın yediği, cismini kuvvetlendirdiği gibi kötü huylarını da takviye eder.
Fakat havasın yediği, ilahî nurların husulüne sebep olur. Çünkü vücudu takviye
edecek olan yiyeceğin azaltılması, oruca ve riyazata devam olunması neticesinde
ruh, manevi gıda almaya ve ilahî olarak doymaya başlar.
Biraz izahat verelim: Orucun çeşitleri arasında bir “visal orucu” vardır ki,
iftar etmeksizin birkaç gün ulama oruç tutmaktır. Aleyhisselatü Vesselam
Efendimiz, ashab-ı kiramı zayıf düşmemeleri için bundan men eder ve bir gün yeyip
bir gün oruç tutmak demek olan “Davut orucu”na teşvik ederlerdi.
Sahih-i Müslim’de, Amr bin As’tan naklen deniliyor ki: “Benim iftar
etmeksizin oruç tuttuğum, bütün gece uyumaksızın namaz kıldığım Resulullah’a
s.a.v. haber verilmiş. Kendilerine rast geldiğim vakit, “Yapma, senin gözünün de
hakkı vardır, nefsinin de hakkı vardır. Oruç tut ve iftar et. Namaz kıl ve uyu.
On günde bir saim ol, dokuz günün de sevabını bul” buyurdu. “Ya Resulullah; ben
kendimde daha fazlası için kuvvet buluyorum” dedim. “O halde savm-ı Davut
tut!” emrini verdi. “Davut nasıl saim olurdu?” diye sordum. “Bir gün oruç tutar,
bir gün iftar ederdi. Düşmanla karşılaşınca da kaçmazdı” diye izahat verdi.
108
Sonra da, “Her gün oruç tutan, oruç tutmamıştır” buyurdu ve bunu üç defa
tekrarladı.
Yine Sahih-i Müslim’de deniliyor ki: Sallallahü Aleyhi Vesellem Hazretleri’nin
savm-i visalden men etmesine karşı, ashaptan biri, “Ya Resulullah, sen aralıksız
oruç tutuyorsun ya” dedi. Aleyhissalat Efendimiz: “Hanginiz benim gibisiniz? Ben
Rabbimin indinde gecelerim. Beni manevi nimetlerinden yedirir ve içirir”
buyurdu.
Verese-i Muhammediye olan evliyaullahtan bazıları da, bu manevi gıdaya nail
oldukları için savm-i visale devam ederler, fakat o husustaki Peygamberimizin
yasaklarına da uymak için akşamları bir iki yudum su ile oruçlarını bozarlar.
“İlahi! Seni yâd etmek, âşıklarına en hayırlı bir şaraptır. O şaraptan gayrisi,
muhabbet ve ayrılık ateşini söndürmek hususunda serap gibidir.”
Keza Hazreti Pir, buyuruyor ki:
اين فرشتهى پاك و ان ديو است و دد- اين زمين پاك و ان شوره ست و بد
271- Bu -yani mümin-, temiz ve ziraata kabiliyetli bir arazidir. Öbürü
-yani kâfir-ise, çorak ve kötü bir yerdir. Yine mümin, melek gibi masumdur,
kâfir ise şeytan ve canavar misalidir.
Hazreti Mevlâna, şu misal ile Kur’an’ın bir teşbihine telmih ediyor:
109
او شناسد آب خوش از شوره آب- جز كه صاحب ذوق كى شناسد بياب
273- Bilmiş ol ki, tatlı suyu acı sudan ayırt edecek olan zevk sahibidir.
Bir suyun tatlı, acı yahut tuzlu bulunduğunu, ancak tatma duygusu sağlam
olan kimse ayırt edebildiği gibi; kâfir ile müminin, hatta avam ile havasın
benzerliğine kapılmayıp, onların hakikatlerini ayırt edecek de manevi zevki yerinde
olan ariflerdir. Yoksa zevk-i manevi sahibi olmayanlar:
زين عمل تا آن عمل راهى شگرف- زين عصا تا آن عصا فرقى است ژرف
276- Bu asa ile onların asası arasında derin bir fark, Musa’nın mucizesi
ile onların sihri arasında uzun bir yol vardı.
110
geçseydi, hepimiz de onu birer defa atsaydık, nihayet kırılırdı. Asadan başka bir şey
olmazdı.
Müelliflerimiz olsun vaizlerimiz olsun, taşı, ağacı yükseltelim derken,
koskoca bir peygamberi küçültüyorlar, maalesef yaptıklarının farkına da
varmıyorlar.
Bahse girelim:
آفتى آمد درون سينه طبع- كافران اندر مرى بوزينه طبع
278- Kâfirler, mücadele ve inat hususunda maymun tabiatlıdırlar. Göğüs
içerisindeki tabiat, bir afettir.
“Sohbet tesir eder, tabiat da gördüğünü ve işittiğini kapar” derler. Yani
insanın tabiatında bir meyil vardır ki, yasak şeylere de aktığı için bir afet gibidir.
111
ARAPÇA, Sure Kehf ayet 110
“Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit (ve arzu) ediyorsa salih amellerde
bulunsun ve ettiği ibadete (kimseyi) Rabbine ortak etmesin” demektir.
Münasebet dolayısıyla Hazreti Mevlâna, münafıkların hâlinden bahsediyor:
هر يكى بر وفق نام خود رود- هر يكى سوى مقام خود رود
286- Her biri kendi makamına ve kendi namına icap ettiği yere doğru
gider.
Şu beş beyitte denilmek isteniyor ki: Gerçek mümin de namaz kılar,
gösterişçi münafık da… Fakat her ikisinin kılışı arasında, nispet kabul etmez fark
vardır. Mümin namazını Allah rızası için eda eder. Münafık ise, Hakk’ın emrini değil,
halkın teveccühünü ve hüsn-ü zannını düşünür. Şu düşünce ve hareket, namaza da
inhisar etmez. Oruç da, hac da, zekât da, Allah’ın diğer emirleri de de böyledir.
Onların ifası için de münafıklar, müminlerle beraber uğraşırlar, didinirler,
yorulurlar. Lakin neticede, yani ahirette müminler kazanırlar, münafıklara ancak
uğraşmalarının yorgunluğu ve nifaklarının nedameti kalır.
Müminle münafığın bir araya gelmesi, mesela namaz kılarken bir safta, belki
de yanyana bulunması, birisi Mervli, diğeri Reyli iki adamın, bir oyun esnasında
karşı karşıya oturmasına benzer. Oyun masası, Merv ile Rey şehirlerini ve Mervli ile
Reyliyi birbirine yaklaştırmadığı gibi, namaz safı da iman ile nifakı ve mümin ile
münafıkı birleştirmez. Oyun bitince, oyuncuların ayrılıp işlerine, güçlerine gittiği
gibi, namaz bitince de mümin ile münafık ayrılır. Birisi imanın, diğer nifağın
götüreceği yola gider.
112
نام اين مبغوض از آفات وى است- نام او محبوب از ذات وى است
288- Mümin lafzının sevilmesi, zat-ı müminin yahut zat-ı imanın mahbup
olmasındandır. Münafık lafzına buğzedilmesi de nifakın afetleri dolayısıyladır.
لفظ مومن جز پى تعريف نيست- ميم و واو و ميم و نون تشريف نيست
289- Mümin kelimesini teşkil eden (m, ü, m, i, n) harflerinde şerafet
yoktur. Mümin lafzı, ehl-i imanın tarifinden başka bir şey değildir.
همچو كژدم مىخلد در اندرون- گر منافق خوانىاش اين نام دون
290- Birisine münafık deyince, bu kötü lafız, akrep gibi onun içerisini
sokar.
پس چرا در وى مذاق دوزخ است- گرنه اين نام اشتقاق دوزخ است
291- Eğer bu münafık lafzı cehennemden gelmiyorsa, onda neden
cehennemî bir tat vardır?
Malum ya, iman inanmak demektir. Allah’ın varlığını ve birliğini
peygamberinin sıdk-u nübüvvetini, tepliğatının doğruluğunu kalp ile tasdik ve dille
ikrar eden bir kimse, “mümin” sıfatını kazanır. Nifak ise, inanmış görünmektedir.
Eski münafıklar böyle idi. Bir de yeni münafıklar var ki, eski münafıkların tam tersi.
Eskiler, inanmazken inanır görünürlerdi. Yeniler, inanıyorken inanmaz gibi
davranıyorlar…
Moda dinsizlerin bak hepsi,
Eski erbab-ı nifakın tersi!
Kadı Beyzavi merhum, ehl-i nifak hakkında:
“Münafıklar, kâfirlerin en habisi ve Allah’ın en ziyade gazap ettiğidir” diyor.
Peygamberimizin asrındaki müslümanları, içtimaiyat bakımından tetkik
edecek olursak, teşkilat itibarıyla dört fıkradan ibaret görürüz. Bunlardan biri
“Muhacirin”dir ki, Mekke’den vesair taraflardan gelip de, Medine’de yerleşen
kimselerdir.
İkinci ve üçüncüleri: Medine’nin yerlileri bulunan “Evs” ve “Hazreç”
kabileleridir ki, bunara Müslümanlığın intişarına yardım ettikleri için, “Ensar”
denilmiştir.
Dördüncüler ise: Medineli Abdullah bin Übeyy bin Selul’ün idaresindeki
münafıklardır. Evvelkiler ne kadar halis ve muhlis mümin iseler, bu dördüncüler, o
nispette mürayi ve münafık kâfirlerdi. Fakat Hakk’ın vahdaniyetini ve peygamberin
sıdk-u nübüvvetini dilleriyle ikrar etmekte olduklarından, kendilerine bir şey
yapılamıyordu. Onlar ise, resmen Müslüman göründükleri halde, hoşlarına gitmeyen
cihetlere itiraz ediyorlar, ellerinden geldiği kadar İslam’ı yıkmaya çalışıyorlardı.
Mesela, Uhud harbine giderken, münafıkların reisi İbn-i Selul, kendisine tabi 300
münafıkla ordudan kaçmış ve İslam’da ilk harp kaçağı ünvanını kazanmış, lakin şu
hareketiyle İslam ordusunu maddeten zayıflatmıştı.
Keza, Müreysi gazvesinden dönülürken Cehcah-ı Gıfarî namında bir muhacirle,
Sinan bin Ferve isminde bir ensari arasında çıkan bir kavgayı vesile ederek,
Aleyhisselat Efendimizin ve bil cümle muhacirinin Medine’den çıkarılmasını teşviğe
kalkışmış, Sure-i Münafikun’da hikâye buyrulduğu üzere:
113
“Eğer Medine’ye dönersek, and olsun, en şerefli vek uvvetli olan (ımız)
oradan en hakir (ve zayıf) olanı muhakkak çıkartacaktır” diyerek, aziz olarak
kendisini, zelil olarak da, haşa, Hazreti Peygamberi ve muhacirleri kasteylemişti.
Gariptir ki bunun oğlu, ve pak-halis bir Müslüman olan Abdullah babasının şu
hezeyanı üzerine, onun devesini çökertmiş, kendisinin rezil ve Resulullah’ın aziz
olduğunu itiraf etmişti.
Keza bu herif, bir gün Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve
Hazreti Ali’ye yolda rast gelmiş ve her birinin elini tutarak, dalkavuklukta bulunmuş
ve kendilerine yalandan hürmet göstermiş, onların:
—Allah’tan kork, münafıklık etme, demelerine cevaben, kendisinin halis bir mümin
olduğunu söylemek yalancılığı irtikâp etmiş, dolayısıyla da Sure-i Bakara’daki şu
ayetler nazil olmuştu:
114
İşte bu vasıflarla muttasır olan münafıklardan her biri, o vasıfların hepsini
cami bulunan münafık lafzına muhatap olunca kızar ve hitabı çirkin görürler.
Hâlbuki:
الكتابD بحر معنى عنده أم- حرف ظرف آمد در او معنى چو آب
293- Harf, zarf gibidir. Mana, o zarfın içerisindeki suya benzer. Mana
denizi ise Allah’ın yanında sabit olan Ümmü-ül Kitap’tır.
Birkaç beyit evvel söylenilmişti ki, bir adama mümin denilince, hoşuna gider,
münafık denilince de canı sıkılır. Hâlbuki mümin lafzının teşkil eden harflerde bir
iyilik olmadığı gibi, münafık kelimesindeki harflerde de bir kötülük yoktur. Harfler,
manaların kalıbı ve kabı mesabesinde kalır. Bir kelimedeki iyilik ve kötülük,
harflerin değil, mananın tesiriyledir. Mesela, toprak bir çanağa konulmuş şeker
şerbetinin tatlılığı ile kristal bardak içindeki deniz suyunun acılığı ve tuzluluğu,
çanağın ve bardağın tesirinden değil, şerbetin ve deniz suyunun aslındaki tatlılık ve
acılıktandır. Evet, harfler ve onların teşkil ettiği kelimeler, mana zarfıdır. Hem de
onu tamamıyla dolduramayan bir zarftır. Mesela su lafzı, kâinatın hayat sebebi olan
bir mayii hatırlatır. Nevini ve lezzetini göstermemekle beraber, o mayii gözümüzün
önüne getirir. Demek ki su lafzı, suyun manasına zarf ve bardak gibi oluyor. O
bardağın bize göstermek istediği suyun membaı ve denizi ise, Allah yanında sabit
olan Ümm-ül Kitap’tır.
Ümm-ül Kitap nedir? Bu tabir Sure-i Rad’deki:
115
verecek olursa, o belaya uğramayacaktır, diye de kayıt altına alınmış. Sonra o adam
sadaka verdiği için, mukadder belaya uğramaktan kurtuluyor; Ümm-ül Kitap’taki
ona ait madde de mutlak değil, mukayyet olduğu için değişiyor.
Diğer cihetten: “Sait olan, anasının karnında iken, yani daha doğmadan
saittir. Şaki olan da, anasının karnında iken şakidir. İnsanların saadet ve şekaveti,
evvelden mukadderdir” hadis-i şerifi delaletince de, mutlak olan takdirat-ı ilahîye
değişmiyor. O halde, zarf olan harflerin ve kelimelerin ihtivaya çalıştıkları
manaların asli menbaı, Allah’ın indinde Ümm-ül Kitap oluyor. Orada sait yahut şaki;
yani mümin yahut münafık olarak yazılmış şahıslar, burada sureta bir arada
bulunuyor. Lakin ezel takdir, onların hakikaten birleşmesine engel teşkil ediyor.
Hazreti Mevlâna da bu hakikati beyan için, şöyle diyor:
116
kimse, bazen parlakça bir madeni bile altın sanır. Bunun gibi, mümin olsun,
münafık olsun, muhakkık olsun, mukallit olsun, âdem evladı, suret itibarıyla
birbirlerine benzer. İnsanların mihenk taşı da, ilm ve marifettir. Bir kimsenin imanı
ve nifakı, mihenk ile yani ahkâm-ı şeriate ve adab-ı taikate tatbik ile anlaşılaır. O
tatbik de, ancak ilim ile olabilir. Hususiyle Cenab-ı Hakk, bir kimsenin kalbine,
insanların iç yüzlerini ve hakiki hallerini keşf edebilmek hassasını ihsan eylerse; o
zat, gördüğü çehrenin halis mi, yoksa kalp mı olduğunu anlayıverir. Nitekim hadis-i
şerifte mealen: “Müminin firasetinden kavrayışından sakının. Çünkü Allah’ın
nuruyla nazar eder” buyrulmuştur.
117
“Allah onların kaplerine de, kulaklarına da, mühür basmıştır. Gözlerinin
üzerinde bir perde vardır. En büyük azap onlardır.”
Hazreti Mevlâna, Mesnevî’nin diğer bir yerinde bu perdenin ne olduğunu
bildiriyor:
“Garaz gelince hüner ve marifet örtülü kalır. Çünkü zuhur eden yüzlerce
perde göz önünde geriliyor” diyor.
Nefsanî ve şehvani bir takım garaz perdesi göz önüne gerildi mi, görme
sahası daralır; hakikatler o perdenin arkasında kalır. Fıldır fıldır bakan gözler, o
hakikatleri görmez olur. İşte asıl kaldırılması lazım gelen bu perdelerdir. Hazreti
Pir, dünyevi ve dinî hissiyatın sıhhat ve selametinin ne ile husule geleceğini de
beyan için diyor ki:
بذل کرد او خانمان و ملک و مال- ای خنک جانی که در عشق مآل
303- “Meal ve mana aşkıyla hanümanını, malını, mülkünü harcayıp
tasadduk eden cana ne mutlu!”
Cenab-ı Hakk, mealen: “Bizim için mücahede edenleri, yollarımıza elbet
de hidayet ederiz” vaad-i keriminde bulunuyor. Demek ki, mücahede etmenin,
Allah yolunda fedakârlık göstermenin neticesi, hidayete vüsul oluyor.
Mücahede nedir? Uğraşmak manasınadır ki, nasıl olacağı, şahsa göre değişir.
Düşmanla uğraşacak bir askerin vazifesi, kumandanı tarafından; dertle uğraşacak
bir hastanın hareketi, hekimi tarafından tayin edildiği gibi; Hakk yolunda
ilerleyecek bir salikin mücahedesi de, mürşid-i kâmil tarafından tarif olunur. Kendi
kendine ve kitaptan okumak suretiyle mücahedeye kalkışan bir kimse, aklına estiği
gibi hareket eden bir askere, kendi kendini tedaviye çalışan bir hastaya benzer ki,
tehlikeli bir işe girişmek, belki de tehlikenin tam ortasına düşmek olur. Bir salikin
mücahedesinin mürşit emriyle olması lüzumunu anlatmak için, Hazreti Pir: “Ne
mutlu o cana” diyor.
Can, Mevlevilik ıstılahları cümlesindendir ki, “Nevniyaz”, yani yeni derviş
olmuş kimse demektir. Sebebi de şudur; malum ya, ilm-i beyanda bir kevniyet
alakası vardır. Bir şeyi, ya evvelki, ya sonraki haliyle zikretmeye “kevn-i sabık” ve
“Kevn-i lahik” alakası tabir ederler. Mesela bir anne saçlı, sakallı oğluna: “Bizim
118
çocuk!” der. Onu evvelki haliyle zikreder. Keza, Hicaz’a gidecek bir müslümana
“Hacı” derler. Onu da, sonra alacağı vasıf ile zikrederler.
Bir dervişin intisabı neticesinde, kesafet-i cismaniyeden kurtulması ve
letafet-i ruhaniye kazanması, belki de baştan aşağı ruh kesilmesi lazımdır. İşte
sülukun başlangıcında dervişe “can” tabir edilmesi, mecazi ve teberrükî bir
adlandırmadır.
Gelelim aşk-ı meale… Hazreti Mevlâna, Mesnevî’nin diğer bir yerinde: Rabb-
ül âleminin manalar denizi ve dinin şeyhi “El mana Hüvallah” demiştir. Bunu
söyleyen Şeyh Attar Kuddise sırruhudur ki, “Esrarname” ünvanlı kitabında ve
mealen bir beytinde, şöyle demiştir: “İlahi! Sen manasın. Senden başka her şey
isimdir ki, sana delalet eder. Sen bir hazinesin, bütün âlem de tılsımındır.”
Malum ya, harflerden teşekkül eden kelimeler, birer manaya delalet ederler.
Mesela “Cami” kelimesi, birçok İslam mabetlerini hatıra getirir. Keza sanat
eserlerinin her biri, kendi müessir ve saniine delalette bulunur. Şu varlıklar ve şu
mahluklar da şüphesiz ki, Sani-i Azam’a delalet eder. İşte lafızlar, kelimeler gibi
olan şu yaratıkların her biri, varlığına ve birliğine delalet ettiği için, Hakk
Sübhanehu ve Teala’nın birer ismi, Cenab-ı Hakk da onların meali olmuş olur.
Bir salikin;
وز همان گنجش كند معمورتر- كرد ويران خانه بهر گنج زر
304- Mesela biri, define için evini harap eder; lakin bulduğu hazine ile o
harabeyi eskisinden daha mamur yapar.
119
308- Kendisine “nasıl ve niçin?” denilemeyen Allah’ın işine kim keyfiyet
vaaz edebilir? Şu söylediklerim zaruret icabıdır.
Salik-i meczub ve meczub-u salik hakkında, evvelce izahat verilmişti. Burada
da hülasa olarak söyleyeyim ki, salik-i meczub, önceden süluk eden ve sonradan
cezbeye tutulan zattır. Meczub-u salik ise, cezbesi önce olan, belki o cezbe
vasıtasıyla sülukte başlayandır. İşte bu, ötekinden yüksektir.
Demek ki, Cenab-ı Hakk; bir kulunu, mücahede ve riyazat neticesinde rızasına
nail kılıyor; bir kulunu da onun mücahedesiyle değil, kendi fazl-u atasıyla rızasına
vasıl ediyor.
بل چنين حيران و غرق و مست دوست- نى چنان حيران كه پشتش سوى اوست
310- Bir kimsenin, hakiki kıbleye sırtını çevirmek suretiyle hayran
olması değil; belki dostun mest ve müstağrakı olmak suretiyle hayretidir.
Malum ya, hayranın açıkça manası, şaşırmış demektir. Bu da, ya bir şeye akıl
erdirememekten husule gelir yahut görmek ve şüphesi kalmamak neticesinde olur.
Din işlerinde makbul olan hayret, bu ikinci kısımdır. Dinin emir, yasak ve
hükümlerinin faydalarını öğrendikçe, hatta yakini artarak “aynel yakin” ve “Hakkel
yakin” derecesine yükseldikçe, hayran olmaktır. Yoksa mesela, beş vakit namazın
farziyetindeki hikmeti anlayamamak neticesinde hayrete düşmek, onun neticesinde
de namaza omuz verip dalalet çukuruna yuvarlamak değil!
Hazreti Mevlâna, bir ayrım daha yapıyor:
و آن يكى را روى او خود روى دوست- آن يكى را روى او شد سوى دوست
311- Birinin yüzü dost tarafına müteveccihtir. Diğerinin yüzü ise,
hakikatte onun yüzünden ibarettir.
Buradaki “ruy-i ust” terkibinin zamiri hakkında şarihlerin ihtilafı vardır.
Ankaravî Hazretleri, “Püşti Hakk’a ve ruyi halka olan hayranın yüzü, hod anın
yüzüdür. Yani kalp hod vech-i mahlukiyeti ve beşeriyeti canibindedir; Hakk canibine
müteveccih değildir” demiştir. Sarı Abdullah Efendi ise, Hazreti Şarih’in ifadesini
kabul etmekle beraber, gark ve mesti dost olanların iki kısım olduğunu, birinin seyr-
i vasattaki talipler, diğerinin nihayet-i süluktaki maltuplar bulunduğunu söylüyor.
Demek isteniliyor ki: Dostun hayranı, müstağrakı ve mesti olanlar iki
kısımdır; birinin yüzü, dost yönüne yönelmiştir, diğerinin yüzü ise, dostun yüzü
olmuştur.
120
بو كه گردى تو ز خدمت رو شناس- روى هر يك مىنگر مىدار پاس
312- Her birinin yüzüne bak ve onların evsafını hıfzet. İhtimal ki hizmet
vasıtasıyla sen de ruşinas olursun, yani yüzüne baktığın kimselerin manevî
hüviyetlerini anlarsın.
Hazreti Mevlâna, buyuruyor ki: Mana cihetine sırtını çevirmiş yahut o tarafa
teveccüh eylemiş ve yahut fenay-ı tam ile fani olarak yüzü, vech-i hakikinden
ibaret kalmış olan zevatın evsafını sana söyledim. Bu evsafı zapt eyledikten sonra,
o zevatın yüzüne bak, onların hal ve hareketlerini, söylediklerime tatbik et.
Tatbikat neticesinde ruşinas olman, yani o yüzlerin, söylediklerimden hangisine
uygun olduğunu anlaman mümkündür.
پس به هر دستى نشايد داد دست- چون بسى ابليس آدم روى هست
313- Mademki insan yüzlü birçok şeytan vardır. O halde, her ele el
vermek; yani intisap ve biat etmek caiz değildir.
Hazreti Mevlâna salike, mücahedenin lüzumlu ve mücahede için emriyle
amel edilecek bir mürşidin elzem bulunduğunu beyan eyledikten sonra, o mürşidin
kâmil ve mükemmil bulunması lüzumunu da söylüyor. İnsan suratlı şeytanlar, yani
insan şeytanları olduğu için, dervişlik kisvesinde ve şeyhlik davasında bulunan her
şahsın eline el verilmenin, yani biat edilmenin doğru olmadığını bildiriyor.
Cenab-ı Hakk, Habib-i Ekrem’ini “Vesvas-i Hannas” olan şeytanın şerrinden
Allah’a sığınmaya memur etmiş, o vesvasın hem şeytan, hem insandan olduğunu
da:
بشنود آن مرغ بانگ جنس خويش- از هوا آيد بيابد دام و نيش
315- O kuş, hemcinsinin sesini işitince, havadan iner ve tuzağa tutulur.
Malumdur ki kuş mevsiminde, bir takım kimseler dikselerini, ökselerini
yerleştirirler, kapancalarını kurarlar, bir kenara çekilirler, kuşların geçmesini
beklerler. Kuşlar geçerken de saka kuşu gibi, İskete kuşu gibi, Florya kuşu gibi
ötmeye uğraşırlar. O sese aldanıp da kümeden inen kuşlar, ökseye yapışırlar,
kapancaya tutulurlar. İşte hakikaten şeyh olmadıkları halde, o kisveye girip de irşat
davasına kalkışanlar, bir takım safdilleri yakalamaya çıkmış insan avcılarıdır.
Dikseler, ökseler, kapancalar, ıslıklar nasıl kuşbazların av aletleri ise, açlar,
hırkalar, kemerler, tespihler, şişler, topuzlar, hatta ezberleme yahut tekerleme
bazı sözler de taslaklarının av aletleridir. Yunus Emre, der ki:
Dervişlik olsaydı tac ile hırka
Ben dahi alırdım otuza, kırka!
121
Kuşbazın ıslığını kuş zanneden zavallı bir kuş, onu dinlemek için nasıl ökseye
yakalanırsa, evliyaullah kelamını işitmek için, bunların yanına gelen saf kimseler de
tuzaklarına düşüp kalırlar.
كار دونان حيله و بىشرمى است- كار مردان روشنى و گرمى است
317- Erkeklerin, yani tarikat ricalinin sözü de, işi de parlak ve sıcaktır.
Alçakların işi ise, hile ve hayasızlıktır.
122
olacağını Sıddık-ı Ekber HazretIeri beyan buyurmuş ve bütün sahabece kabul edilmiş
olduğundan, bu hususta icma-ı ümmet vukua gelmiştir. Binaenaleyh, o ukalanın
yapmak istedikleri de bir din olur ama din-i İslam olmaz.
Avrupa medeniyetinin kabulü bahsinde; ya hepsini almalı yahut hiçbirisini
almamalı diyorlar. Acaba Müslümanlık, ondan aşağı mıdır ki bir kısmı alınıp, bir
kısmı bırakılsın?
Mürtetler gailesinin vukua geleceği, Kur’an-ı Kerim'de ve Maide Suresi’nde, şu
ayet-i celile ile haber verilmişti.
123
Secah’ın, ümmetinden sabah ve yatsı namazlarını afvı, peygamberlerinin mehri
olmuş, Yemame, hasılatının yarısını alan Secah, yurduna dönmüştü. Bu kadının,
sonradan Müslüman olduğu rivayet edilir. Yemame'de bir kezzap (yalancı) zuhur
edeceği ve katledileceği, evvelce taraf-ı Risaletten haber verilmiş, kimin tarafından
öldürülecek, diye soran Halid bin Velid’e, “Senin ve arkadaşların tarafından”
denilmişti.
Uhud gazasında bulunup da, peygamberin uğrunda erkekçesine harbeden Ümmü
Ümare Radiyallahü anha’nın Habib bin Zeyd ismindeki oğlu, Müseyleme tarafından
yakalanmış, herifin peygamberliğine inanmadığı için elleri, ayakları kesildikten
sonra, cesedi yakılmıştı.
Halife-i peygamberi Sıddık-ı Ekber Hazretleri, Müseyleme’nin tenkiline, Halid
bin Velid’i tayin etti. Halid ile fırkası, Müseyleme ile ümmetini, bir bahçe içerisinde
sıkıştırdı. Herifler, cansiperane harp ettiler ve 20.000 kadar ölü verdiler. Habib bin
Zeyd’in anası Ümmü Ümare de bu fırka arasında gelmiş, yalınkılıç olarak bahçeye
girmiş, arkadan vurulan bir kılıçla sol eli bileğinden kesilmişti. Yarasından kanlar
fışkırdığı halde, ehemmiyet vermiyor, oğlunun intikamını almak için Müseyleme’yi
arıyordu. Diğer oğlu Abdullah bin Zeyd’in, maktul bir ceset yanında durduğunu ve
kılıcının kanını sildiğini gördü. O ceset, Müseylemet-ül Kezzap’ın idi.
Herif, Hazreti Hamza’yı Uhud’da şehit eden Vahşi-i Habeşi’nin darbesiyle
devrilmiş, Abdullah bin Zeyd’in kılıcıyla da kafası kesilmişti.
Hazreti Mevlâna, erbab-ı tarik arasındaki mukallitleri, Müseyleme’ye; muhakkikleri
de veraset yoluyla Aleyhisselat Hazretleri’ne teşbih eyledikten sonra, diğer bir
misal veriyor ve diyor ki:
باده را ختمش بود گند و عذاب- آن شراب حق ختامش مشك ناب
320- Şarab-ı ilahînin mührü, halis misktir. Malum olan şarabın sonu ise
azaptır.
Sure-i Mutaffifin’de buyruluyor ki:
124
“İki cihanının zevk sermayesi ilahî aşk sarhoşluğudur. O meşrubu tatmamış
olanlar, bu zevki ne bilirler?”
Münafık ve mürayi olanların, neticede helak olacaklarını, bir de batılı müdafa
uğrunda taassubu kalkışanların, o uğurda gideceklerini anlatmak için, Hazreti
Mevlâna, bir kıssa nakline başlıyor ve diyor ki:
جان موسى او و موسى جان او- عهد عيسى بود و نوبت آن او
322- Peygamberlik zamanı ve nöbeti, İsa’nındı. Musa devri geçmişti.
Öyle olmakla beraber o, Musa’nın; Musa da onun ruhu mesabesindeydi.
Nakline başlanılan şu hikâye, tarihî gibi görünüyorsa da, değildir. Zaten onun
nakledilmesinden maksat da tarihî vakıa nakletmek değil, okuyan ve dinleyenlere
ibret vermek içindir.
Hazreti Mevlâna, münafıkların hem sapık, hem de başkalarının sapıtıcı
olduğunu temsil yoluyla anlatmak için bir hikâye söylüyor. Yahudiler arasında
müteassıp ve Hıristiyan düşmanı bir hükümdar tasvir ediyor. O hükümdarın Hazreti
İsa’nın peygamberliği devrinde bulunduğunu haber veriyor. Sonra Hazreti Musa ile
Hazreti İsa arasında:
125
ARAPÇA, Sure Ali İmran ayet 19
“Allah indinde din, İslam’dan ibarettir” nazm-ı celili mucibince, Musa da
esas itibarıyla tevhidi ve İslam’ı tebliğ ediyordu, İsa da!
Hususiyle Hazreti İsa, Musa’nın dinini değiştirmeye gelmediğini söyleyip
duruyordu.
Vaktiyle Kiyork Terzibaşıyan Efendi isminde bir Katolik papazı ile görüşmüş,
ona 9 ders Fuzulî Divanı müzakere etmiştim. Çünkü o, divanı Ermeniceye
çeviriyordu. Bir gün kendisine:
— Hazreti İsa, ben Musa’nın dinini değiştirmek için gelmedim demiş, doğru mu,
diye sordum.
— Doğrudur, İncil’de vardır dedi.
— Musa’nın dini tevhit mi idi? Teslis mi? sualinde bulundum.
— Tevhitti, yalnız Yahya’ya iman edilirdi, cevabını verdi.
— Peki, İsa’nın değiştirmediğini, siz niçin değiştirdiniz de tevhidi teslis yaptınız,
deyişime karşı, sükûta mecbur oldu.
Evet. Musa ve İsa’nın tebliğleri arasında fark yoktu. İkisi de Allah birdir,
diyordu. Fakat Yahudi hükümdar, manen şaşı olduğu için, Musa ve İsa’yı ayrı
görüyor, görüşündeki hata dolayısıyla İsevilere eziyet ediyordu.
Hazreti Mevlâna; biri iki görmenin, yani şaşılığın, bir nevi hastalık olduğunu,
bir fıkra ile beyan ediyor ve diyor ki:
احولى بگذار و افزون بين مشو- گفت استاد آن دو شيشه نيست رو
326- Usta: “O iki şişe değildir. Şaşılığı bırak, fazla görücü olma,” dedi.
126
biri iki görmesinden ileri geliyordu. Garazkârlığı, Yahudilik lehine ve Hıristiyanlık
aleyhine pek fazla bir taassup göstermesinden doğuyordu.
صد حجاب از دل به سوى ديده شد- چون غرض آمد هنر پوشيده شد
331- Garaz gelince, yani insan garazla bakınca, hüner gizlenir. Gönülden
kalkan yüzlerce perde, göz önüne gerilir.
“Rıza ile bakan bir göz, hiçbir ayıp görmez, nitekim garazla bakan bir
göz de, olanca kötülükleri meydana çıkarır.”
Evet. Bir şahıs yahut herhangi bir şey için insanda bir garaz peyda oldu mu, o
garaz kalın perdeler şeklinde insanın gözü ile baktığı o şahıs yahut o şey arasına
gerilir. Gerek aşırı sevgi ve gerek aşırı nefret yüzünden olsun, o perdeler, hakikatin
görülmesine mani olur. Onun için bir şey hakkında hüküm verilecek mi, önce ona
karşı olan hislerden, mümkün mertebe tecerrüt etmeli, kabil olduğu kadar tarafsız
bulunmalı, ondan sonra hüküm verilmelidir.
127
كاو بر آب از مكر بر بستى گره- او وزيرى داشت گبر و عشوهده
335- Yahudi hükümdarın sapık ve hileci bir veziri vardı ki, hile ile suyun
üstüne düğüm vururdu.
دين خود را از ملك پنهان كنند- گفت ترسايان پناه جان كنند
336- Bu vezir dedi ki, Hıristiyanlar canlarını kurtarmak için, dinlerini
hükümdardan gizlerler.
مشك و عود نيست، دين ندارد بوى- كم كش ايشان را كه كشتن سود نيست
337- Onları öldürme ki, öldürmenin faydası yoktur. Din, misk ve öd ağacı
değildir ki kokusu olsun da ondan anlaşılsın.
بر سر راهى كه باشد چار سو- بر منادى گاه كن اين كار تو
342- “Bu işi tellal çağırılan ve kalabalık olan dört yol ağzı bir meydanda
yaptır.”
تا در اندازم در ايشان شر و شور- گهم از خود بران تا شهر دور آن
343- “Ondan sonra beni yanından uzaklaştır ve uzak bir şehre sür ki,
Hıristiyanlar arasında ser ve fitne çıkarayım.”
وز تعصب كرد قصد جان من- شاه واقف گشت از ايمان من
345- Şah, benim imanıma vakıf oldu. Yahudilik taassubu dolayısıyla
canıma kastetti.
128
آن كه دين اوست ظاهر آن كنم- خواستم تا دين ز شه پنهان كنم
346- Dinimi gizlemek, şahın dinini izhar etmek istiyordum.
حال تو ديدم ننوشم قال تو- من از آن روزن بديدم حال تو
349- “Ben o kalp penceresinden, senin halini gördüm. Halini görüp
anladığım için, dedikoduna kulak asmam.”
واقفم بر علم دينش نيك نيك- جان دريغم نيست از عيسى و ليك
352- İsa’dan canımı esirgemem; lakin onun dinine dair iyiden iyiye
malumatım vardır.
در ميان جاهلن گردد هلك- حيف مىآمد مرا كان دين پاك
353- O pak dinin birtakım cahiller arasında kalıp, ziyana uğrayacağına
hayıflanıyorum.
129
خلق حيران مانده ز ان مكر نهفت- كرد با وى شاه آن كارى كه گفت
358- Hükümdar, vezirin dediği siyaseti, onun hakkında yaptırdı. Ahali
ise vezirin cürümü ve cezası karşısında hayran kaldı.
اندك اندك جمع شد در كوى او- صد هزاران مرد ترسا سوى او
360- Yavaş yavaş mezhebine girmek suretiyle yüzbinlerce Hıristiyan,
vezirin başına toplandı.
130
bilinemiyor. Çünkü aslı kaybolmuş. Yunanca bir tercümesi var. Bunun da, aslına ne
kadar uygun olduğunu Allah bilir. Diğer dillere, bu Yunancadan tercüme olarak
nakledilmişti.
Güya sahih İncillerin ikincisi Markos’undur. Matta, son zamanlarda Hazreti
İsa’ya ittiba etmiştir. O, Havari olduğu halde, Markos değildir, tabiindir. Yani
Hazreti İsa’yı görmediği halde, Havariyun reisi Butrus, yani Sen Piyerle Roma’ya
gitmiş, ondan işittiklerini Yunanca yazmıştır. Yazış tarihi, İsa’nın ref olunmasından
10 sene sonra diyorlar.
Üçüncü sahih İncil Luka’nındır. Bunun yazarı da, Havari değildir. Sen Piyer’in
tabilerindendir.
Dördüncüsü Yuhanna İncili’dir. Bu adam, Havari ve Hazreti İsa’nın teyzesinin
oğlu imiş. Luka’nın da, Yuhanna’nın da İncilleri, Yunanca yazılmış. Yuhanna’nın
İncili, Hazreti İsa’nın refolunmasından kırk bu kadar sene sonra kaleme alınmış!
İnsaf edelim. İşitilen bir sözün, anında bile, başka birisine naklederken
aynen söylenemeyeceği, aşağı yukarı tenzil ve ilave yapılacağı, pek tabii bir hâl
iken; bir adamın, işittiği sözleri, kırk bu kadar sene sonra oturup yazması, ne kadar
doğru olabilir?
İşte Hıristiyanların en doğru din kitabı olmak üzere kabul ettikleri dört
İncil’in mahiyetleri!
Tekrar tekrar hamdederiz ki, Kur’an böyle değildir. Kur’anımızın ayetleri
nazil oldukça, taraf-ı risaletten okunur, vahiy kâtipleri tarafından yazılır, ashab-ı
kiram tarafından ezberlenir ve okunurdu. Peygamberin irtihalini müteakib, Kur’an
sayfaları cemedildi. Hafız-ı Kur’an olanlardan Zeyd bin Sabit’in kalemiyle her sure,
ayrı ayrı olarak yazıldı. Ana metnin sayfalarıyla karşılaştırıldı ve sahabenin
huzurunda okunup tasdik edildi. Sonra, Hazreti Osman zamanında yazıldı.
Binaenaleyh, Resulullah s.a.v. Efendimizin okuduğu Kelamullah, bugün
mushaflarımızda mevcut ve mahfuzdur. Çünkü Allah:
ليك در باطن صفير و دام بود- او به ظاهر واعظ احكام بود
362- Vezir, zahirde din hükümlerinin vaizi idi. Lakin batında ve
hakikatte kuşbazların ıslığı ile tuzağı gibiydi.
ملتمس بودند مكر نفس غول- بهر اين بعضى صحابه از رسول
363- Bundan dolayı, ashaptan bazıları, Resul-i Ekrem’den s.a.v., insanı
azdıran nefsin hilesine dair malumat isterlerdi.
131
365- Ondan, ibadet ve taatin fazilet ve sevabını aramazlardı. Zahirî
ayıplara dair malumat ver, derlerdi.
خود چه باشد قوت تقليد عام- دل بدو دادند ترسايان تمام
368- Hıristiyanlar, tamamıyla o vezire tabi oldular. Zaten avam
insanların taklit kuvveti nedir ki?
Taklit, hayvanlar içinde en fazla maymunlarda vardır. Yapılan hareketin iyi
mi, kötü mü olduğunu düşünmeksizin, moda diye onu taklide kalkışanlar da
maymun tabiatlı şahıslardır.
132
هر يكى گر باز و سيمرغى شويم- دمبهدم ما بستهى دام نويم
372- Biz, doğan kuşu da olsak, Zümrüd-ü Anka kuşu da olsak, her vakit
yeni bir tuzağa tutuluyoruz.
Simurg: Türkçede Zümrüd-ü Anka denilen, mevhum kuşun adıdır. Güya
kuşların padişahı olup, yuvası Kaf dağında imiş... Buna Sirenk de derler. Tüylerinde
otuz türlü renk bulunması bu ismi anlamasına sebep olmuş. Galiba Abdulvasi
Çelebi’nin olacak, mealen şöyle bir beyit vardır:
“İnsanlık yok oldu. Vefa ortadan kalktı. Simurg ile kimya gibi ikisinin de
ancak adı kaldı.”
Bu beyitte de söylenildiği üzere, simurg diye bir kuş mevcut değildir,
mevhumdur.
وز فنش انبار ما ويران شده ست- موش تا انبار ما حفره زده ست
376- Fare ambarımızı delmiş, onun hilesinden ambarımız harap
olmuştur.
Evet. Yıllarca çalışmamızın semeresi olmak lazım gelen gönül zevki ve kalp
huzuru adına bir şey bulamıyoruz. Çünkü göğsümüze “vesvası hannas” olan şeytan,
fare gibi girmiş, açtığı delikten ambarı da, içindekileri de berbat etmiştir.
Malumdur ki delik bir ambarın, evvela deliğini tıkamak, ondan sonra içine
öteberi doldurmak lazımdır. Delik kapatılmazsa, doldurulan şeyler heder olur.
Bunun gibi, kalp ambarının deliği demek olan vesveseyi ve o deliği açan şeytanı,
evvela defetmek icap eder. Bunun beyan için, Hazreti Mevlâna buyuruyor ki:
وانگهان در جمع گندم جوش كن- اول اى جان دفع شر موش كن
377- Ey can! Evvela farenin defi çaresine bak, ondan sonra buğday
toplamaya çalış.
133
Bu hadis-i şerif esasen “La salalet illa bi huzuril kalp” şeklinde ve “Namaz
ancak kalp huzuru ile olur” mealindedir.
Ehlinin malumudur ki, bazen mutlak bir şeyin zikrinden mukayyet bir mana
yahut mukayyet bir şeyin zikrinden onun sıfat-ı kemaliyesi kastolunur. Bu hadis-i
şerifte de öyle yapılmış: “Kalp huzuru olmadan namaz olmaz” buyrulup, “Kalp
huzuru olmadan kılınan namazın kemali bulunmaz ve öyle namaz, tam ve hakiki bir
namaz olmaz” manası murat edilmiştir. Hazreti Pir, bir “temm” kelimesi ilavesiyle
hem hadis-i şerifi vezne sokmuş, hem de kastolunan manayı meydana çıkarmıştır.
Temm kelimesi kamusta “tam olan nesnelere denir” diye tarif edilmiştir.
Bazıları bunu fiil-i mazi şeklinde “teme” olarak okumuşlarsa da, faili olan “salât”,
müennes-i semai olduğundan, o kelime fiil-i mazi olsaydı “temmet” olması lazım
gelirdi.
جمع مىنايد در اين انبار ما- ريزه ريزه صدق هر روزه چرا
380- Her günkü sıdk-u istikamet, velev ki azar azar olsun, ambarımızda
niçin toplanmıyor?”
“Damla damla üstüne gelince nehir; nehirle nehir birleşince deniz olur”
derler. “Damlaya damlaya göl olur” sözü de meşhur bir meselemizdir. Bunun gibi,
her günkü iyi amellerimizin doğruluk ve sevabı ne kadar az olursa olsun, toplana
toplana epeyce bir yekün teşkil etmek lazımdı. Fakat toplanamadı ve toplanmıyor.
Çünkü ambar delik… Oradan hırsız bir fare girmiş. Bulduğunu alıp görüyor, gelenin
toplanmasına meydan vermiyor. Şu girip çıkmadan, ambarın delik değiş olduğu gibi;
o meydan vermiyor. Şu girip çıkmadan, ambarın delik deşik olduğu gibi, o iyi amelin
ifasına çalışmaktan da bedenimiz yoruluyor ve yıpranıyor. Kazancı, kusur ve
eksikleriyle ancak farzı eda etmekten ibaret kalıyor. Manevi zevk ve hakikat neşesi
adına bir şey elde edilemiyor.
Maksadım yanlış anlaşılmasından. Mademki ibadetlerden zevk alınmıyor,
beyhude yorulmaktansa, onu terk etmek ve rahat rahat oturmak evladır, neticesini
çıkarmak istemiyorum. Bir işi yapamayacağım diye yan gelip oturmaktansa, onu
elden geldiği kadar yapmaya çabalamak lazımdır. Mesela, bir kâtibe verilen bir
defterin iki günde bitirilmesi emrulunur. Kâtip, “Bu emir tatbik edilir şey değil,
koca defter iki günde yazılıp bitirilir mi?” diye oturur, keyfine bakarsa, tekdire
uğrar, ceza görür; belki de memuriyetinden çıkarılır. Fakat diğer bir kâtip o
defteri, çalışır ve uğraşır da muayyen müddet zarfında kısmen yazabilirse, hareketi
pek takdir olunmamakla beraber, çalışıp çabaladığı için, berikinin uğradığı cezaya
uğramaz. Allah’ın emirlerini kusurlu da olsa yerine getirmesi için gayret eyleyenler
de, defteri muayyen müddet içinde kısmen bitirebilen kâtip gibidirler.
Hülasası, bir işi olmuyor diye bırakmamalı, elden geldiği kadar oldurmanın
çaresine bakmalı. Nitekim Mevlâna da şöyle söylüyor:
“Evvel ey can, def şerr-i muş kun!.”
Mısrayla: “İbadeti zedeleyen vesveseyi ve onu veren şeytanı def etmenin
çaresine bak” diyor.
134
و ان دل سوزيده پذرفت و كشيد- بس ستارهى آتش از آهن جهيد
381- Demir, yani çakmaktan birçok kıvılcım sıçradı. Uyanık gönül de o
kıvılcımı çekti ve kabul etti.
چون تو با مايى نباشد هيچ غم- گر هزاران دام باشد در قدم
384- İlahi! Sen bizimle beraber olup, bizi muhafaza edince, ayakaltında
yüzbinlerce tuzak olsa da ehemmiyeti yoktur.
135
Allah’ın o kereminden ruh-u hayvaninin ve bütün bedenin istifade edip dinlendiğini
beyan için Hazreti Mevlâna diyor ki:
زين مرمA گفت ايزد هم رقود- حال عارف اين بود بىخواب هم
390- Arif olan zatın hali, uyanıkken de böyledir. Cenab-ı Hakk, Ashab-ı
Kehf hakkında “Hüm Rukud” tabirini kullanmıştır. Bundan ürkme.
Hazreti Mevlâna, Ashab-ı Kehf kıssasına, şu ayet-i kerimeye telmih ediyor:
چون قلم در پنجهى تقليب رب- خفته از احوال دنيا روز و شب
391- Arif, dünyaya ait işlerde, gece gündüz uykudadır; uyuyan bir
adamda nasıl irade ve tasarruf kalmazsa arif de öyle olmuştur. O, kalem gibi
Allah’ın yed-i kudretindedir.
136
فعل پندارد به جنبش از قلم- آن كه او پنجه نبيند در رقم
392- Yazı yazan eli, görmeyen kimse, kalemin hareketini müşahede
edince yazma işini kalemden sanır.
Yazıyı kalem yazıyor zanneder. Hâlbuki onu yazan kalem değil, kalemi
kullanıp idare eden kalem sahibidir. Cüzi iradesini Allah’ın külli iradesine terk
eylemiş olan urefay-ı ümmeti idare eyleyen de Allah’ın yed-i kudretidir. Ashab-ı
Kehf’in uyudukları sırada haberleri olmaksızın sağdan sola, soldan sağa çevrilmeleri
gibi…
جمله را در داد و در داور كشى- وز صفيرى باز دام اندر كشى
395- İlahi! Bu işaretle bütün ruhları tekrar tuzaklarına, yani cesetlerine
getirir, hepsini adalet ve hükümle mukayyet kılarsın.
Malum ya, aklı olmayan bir şahıs, hareketlerinden mesul değildir. Uykuda
bulunan bir adam da böyledir. Yatıp uyumuş olan kimsenin ruhu uyku müddetince
mutlak kalır; fakat uyanma zamanı geldi mi onun da beden tuzağına düşmesi,
mükellefiyet altına girmesi gelmiş demektir.
137
kuvvetlerin bir kısmı tatile uğrar. Çünkü ruh-u insanın beden üzerinde tasarrufu
kalmaz. Büyük uyku demek olan ölüm de böyledir. Yalnız o uykuda insani
kuvvetlerin hepsi tatile uğrar. Yatma müddeti ise, birkaç saate münhasır değildir.
İnsan uykudan uyandığı vakit nasıl ruhu yine bedende tasarrufa başlıyorsa, o uzun
uykudan uyanınca da öyle olacak. İşte “Ennevmü ehulmevt” hadisinin sırrı budur.
حفظ كردى يا چو كشتى نوح را- كاش چون اصحاب كهف اين روح را
402- Keşke Cenab-ı Hakk, bu ruhu da Ashab-ı Kehf gibi yahut Nuh’un
gemisi gibi muhafaza edeydi de,
وارهيدى اين ضمير چشم و گوش- تا از اين طوفان بيدارى و هوش
403- Bu uyanıklık ve idrak tufanından şu kalbi, şu gözü ve şu kulağı
kurtarmış olaydı.
پهلوى تو پيش تو هست اين زمان- اى بسى اصحاب كهف اندر جهان
404- Cihanda hala ne kadar Ashab-ı Kehf vardır ki, belki senin yanında
ve karşındadır.
138
Evet… Gözden göze fark vardır. Bazısı sureti, yani eşyayı müşahede eder de,
manaya karşı kapalı kalır. Sonra muhabbet ve nefret gibi hisler de hakiki görüşe
mani olur.
“Rıza gözü ve muhabbetle bakış, her türlü ayıbı görmekten acizdir. Nitekim
gazap gözü de bütün kötülükleri görür ve meydana kor.”
Hazreti Pir, bu nükteyi anlatmak için buyuruyor ki:
گفت خامش چون تو مجنون نيستى- از دگر خوبان تو افزون نيستى
407- “Sen, diğer güzellerden fazla bir şey değilsin?” Leyla da cevap
verdi ki: “Sen, Mecnun olmadığın için, sus!”
Şeyh Sadi:
“Leyla’nın güzelliğine, Mecnun’un gözü penceresinden bakmalıdır.” der.
Evet, Leyla’yı görebilmek, onun gerçek yüzünü müşahede eylemek için, Mecnun gibi
sadık ve âşık olmalıdır. Yoksa o aşka mazhar olmayan bir şahsın nazarında, Leyla
denilen kadın, kara-kuru bir cisimden ibaret görünür.
Bunun gibi, Ashab-ı Kehf gibi olan gizli veliler de, göz önünde gezer durur.
Lakin hüvviyet ve mahiyetlerini görecek bir göz ve irfana sahib olmayan nazarlara
karşı, o mübarek zevat da basit insanlar gibi görünür.
Hazreti Pir, birkaç beyit yukarıda ve Ashab-ı Kehf’den bahsettiği sırada:
“Keşke Cenab-ı Hakk, bu ruhu da Ashab-ı Kehf gibi yahut Nuh’un gemisi gibi
muhafaza edeydi” temennisinde bulunmuştu. Yine o bahse dönüyor. “Ashab-ı
Kehf’in hıfz-ı ilahîde uyuması gibi, evliyaullah da ilahî bir istiğrak içinde bulunur.
Bu istiğraka nail olamayan, ebedi gaflet uykusundadır” mealini anlatmak için diyor
ki:
139
benzer. Rüya, hayalî bir müşahededir. Fakat o müşahede, rüya görenin gözlerini
kapatır. Zahirdeki eşyayı görmesine mani olur.
Bunun gibi, ilahî olmayan uyanıklık da, görünürdeki eşyayı gösterse bile, hak
ve hakikatin müşahedesine engel teşkil eder.
ديو را چون حور بيند او به خواب- پس ز شهوت ريزد او با ديو آب
413- Rüyasında şeytanı huri gibi görür ve ona şehvet suyunu akıtır.
140
مىدود چندان كه بىمايه شود- ابلهى صياد آن سايه شود
417- Budalanın biri, o gölgeyi avlamak ister; arkasından o kadar koşar
ki, takati kesilir.
تركشش خالى شود از جستجو- تير اندازد به سوى سايه او
418- O budala, o gölgeye ok atar da; arayıp taramaktan ok torbası boş
kalır.
Tirkeş: İçerisine ok doldurulan ve meşinden yapılan bir torba idi ki, kemerin
sol yanına takılır ve icabında oradan alınıp yayla ok atılırdı.
مرده او زين عالم و زندهى خدا- سايهى يزدان بود بندهى خدا
421- Saye-i Yezdan, yani zıll-i ilahî, Allah’ın o makbul kuludur ki, bu
âleme nispetle ölüdür ve Allah’a nispetle diridir.
Saye-i Yezdan ve zıll-i ilahî: Allah’ın gölgesi demektir ki, mecazen vekil
manasınadır. Yoksa Allah, cismin değildir ki gölgesi olsun.
Bir hadis-i şerifte, mealen: “Sultan, yeryüzünde Allah’ın vekil-i
adaletidir. Her zulüm gören, ona iltica eder” buyrulmuştur. Burada mevzubahis
olan, bilinen hükümdar değildir; manevi sultan olan insan-ı kâmil ve mükemmeldir
ki, yeryüzünde Hakk’ın halifesidir. Olanca irade ve arzusunu, ilahî rızaya karşı yok
eylemiş ve Allah’ın bahsettiği ilahî diriliğe nail olmuştur. İşte bu zat-ı şerif, bir
kimsenin mürebbisi ve mürşidi olursa, o kimse, gölge peşinde koşup yorulmaktan
kurtulur.
Mürde-i in âlem, yani “Bu âleme nispetle ölüdür” terkibine gelince, şu
hadis-i şerif meali, onu tarif eder: “Yeryüzünde gezer ölü görmek isteyen Ebu
Bekir’e baksın.”
141
Sıddık-ı Azam Radiyallahü anh Hazretleri, olanca iradesini irade-i ilahîyede
ifna eylemiş olduğu için, “Meyyit-i seyyar” haline gelmiş ve Resulullah’ın o iltifatına
mazhar olmuştu.
اندر اين وادى مرو بىاين دليل- الآفلين گو چون خليلDل أحب
425- Bu vadide öyle delisiz gitme. Halil İbrahim Aleyhisselam gibi ‘La
ühibbül afilin’ de.
Bu beyit ile de, Hazreti İbrahim’in Kur’an’da hikâye buyrulan bir sözüne
telmih edilmiştir.
Malumdur ki, Halilullah Aleyhisselam, Irak’ta doğup büyümüştür. Zamanında
orada, Keldani’ler vardı ki, yıldızlara taparlardı. Hazreti İbrahim, hemşehrilerini
ilzam edip susturmak için yıldıza, aya ve güneşe bakmış, onların doğmalarından
sonra battıklarını görünce: “La uhibbül afilin”, yani “Ben batanları sevmem”;
142
دامن شه شمس تبريزى بتاب- رو ز سايه آفتابى را بياب
426- Git, gölgenin delaletiyle güneşi bul ve şah Şems-i Tebrizi’nin
eteğine sarıl.
Allah’a delalet etmek hususunda veliler, güneşin varlığına delil olan gölgeye
benzetilmişti. Burada da buyruluyor ki, gölgeye iltica et de, o vasıta ile hakikat
güneşine vasıl ol. Gölgelerin en parlağı bulunan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin irşat
eteğine sarıl.
Hazreti Şems hakkında “Şah Şems-i Tebriz” buyrulması, onun ve emsali
kibar-ı evliyaullahın manevi saltanatına ve ind-i ilahîdeki yüksek mertebelerine
işarettir. Zaten şeyhler hakkında “Şah” tabirinin kullanılması, İran ve Hint
adetlerindendir. Şah Şüca-i Kirmani, Şah Veliyyullah-i Dehlevi ve emsali zevat gibi…
Bu usül, bize de “Sultan” ve “Hünkâr” tabirlerini kullanmak üzere geçmiştir.
“Ya Hazreti Sultan Abdulkadir-i Geylani”, “Ya Hazreti Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli”
gibi levhalar, hala görülüp durmaktadır. Hazreti Mevlâna’ya işaret olan “Molla
Hünkâr” tabiri de, Hazreti Pir’in hem ulemadan, hem urefadan olması dolayısıyladır
ve “Hünkâr” tabiri, “Hudavendigar” kelimesinden gelmedir.
Şeyh Galip, Hüsn-ü Aşk’ında der ki:
Devretti çü enbiyayı Allah,
Geldi bize evliyay-ı agâh.
Şehdir o güruha Molla Hünkâr,
Besdir bu cihana bir hükümdar.
از ضياء الحق حسام الدين بپرس- ره ندانى جانب اين سور و عرس
427- Eğer bu sur-i süruru, yani Şems-i Tebrizi Hazretlerine giden yolu
bilemez ve bulamazsan, Allah’ın hidayet ışığı olan Hüsameddin Çelebi’den sor.
Yukarıda bildirdiği üzere, Hüsameddin Çelebi Hazretleri, Hazreti Pir’in
halifesidir. Mesnevî’nin tanzimine sebep olan bu zat-i âli, Hazreti Mevlâna’nın
hayatında bile, müritlerin sülukü ile meşgul olurdu. Her cihetle muktedir bir zat-ı
şerif olduğu için, Hazreti Pir, müritleri kendisine tevdi ederdi. Burada da, “Şems-i
Tebrizî’ye götürecek yolu bilemez ve bulamazsan, Hakk’ın ziyası olan Hüsameddin
Çelebi’ye sor ki, seni Şems’in musahibi olan Mevlâna’ya sevk eylesin” diyor.
كاو ز آدم ننگ دارد از حسد- با سعادت جنگ دارد از حسد
429- Şeytan, Adem’e olan hasedinden, ona secde etmeye utandı. Yine o
şeytan, hasedinden saadetle cenk etmeye kalkıştı.
عقبهاى زين صعبتر در راه نيست- اى خنك آن كش حسد همراه نيست
430- Süluk yolunda hasetten daha zor ve daha tehlikeli bir geçit yoktur.
Hasut olmayan kimseye ne mutlu...
از حسد آلوده باشد خاندان- اين جسد خانهى حسد آمد بدان
431- Bu ceset hasethanedir. Malumun olsun ki hasetten, bütün bir
hanedan bulaşmış olur.
143
Bir hanedan efradından birinin, hasetle yapmış olduğu kötülük, o hanedanı
bulaşturacağı gibi, hasedin tabiatı dolayısıyla, bütün beden hanedanı da mülevves
olur.
آن جسد را پاك كرد الله نيك- گر جسد خانهى حسد باشد و ليك
432- İnsanın cismi, hasethane olmakla beraber, Cenab-ı Hakk, o
cisimlerden bazılarını iyice temizlemiştir.
گنج نور است ار طلسمش خاكى است- را بيتي بيان پاكى است-طه
433- Tahhira beyti, ayet-i kerimesi, temizlik nişanıdır. Aslı toprak
olmakla beraber, insan cesedi nur hazinesidir.
Bu beyitle, Kur’an-ı Kerim’deki:
تا به باطل گوش و بينى باد داد- آن وزيرك از حسد بودش نژاد
436- O alçak vezirin aslı ve mayası, haset idi. Onun için kulağını ve
burnunu batıl yere ve bedava olarak verdi.
144
Bazı kimseler, hatta bazı mahluklar vardır ki, haset onlarda hılki ve cibilli bir
tabiat halindedir. Bir nimette nail olmuş zevatın nimetini çekemezler de, onun
zevalini isterler. Recaizade Ekrem Bey merhum, demişti ki:
Hasedperverlerin hali yamandır,
Ki yoktur bir bela bedter hasedden.
Sarılmış nefse müziç bir yılandır,
Ki çıkmaz çıkmayınca can cesedden.
Evet. Hasudun nefsine sarılmış olan haset yılanı, sahibinin ölümüne kadar
onu bırakmaz. Bırakmadığı için de hasetçi, yaşadığı müddetçe ıstırap içinde kalır;
herkesi kıskanır, herkesin nimet ve devletinden ezalanır.
خويشتن بىگوش و بىبينى كند- هر كسى كاو از حسد بينى كند
438- Her kim haset yüzünden burun koparmaya kalkışırsa -vezir gibi-
kendini burunsuz ve kulaksız bırakır.
“Din kardeşini düşürmek için kuyu kazan hain mutlaka kazdığı kuyuya
kendi düşer” denilmiştir.
Halka eziyet eden, er-geç bir zarara uğrar. Burun koparmak sevdasına
düşenin de, vezirde olduğu gibi, kendi burnu ve kendi kulağı koparılır. İşte Yahudi
vezir, böyle muzır bir mahluk idi. Binaenaleyh, başkalarına zarar vermek isterken,
kendisi zarar gördü.
بوى آن بوى است كان دينى بود- هر كه بويش نيست بىبينى بود
440- Koku almayan kimsenin burnu yok demektir. Koku da dünyaya
değil, dine ve ahirete müteallik rayihadır.
İki beyit evvel, “Her kim haset yüzünden burun koparmaya kalkışırsa -vezir
gibi- kendisini burunsuz ve kulaksız bırakır” denilmişti. Tabi buradaki burun
koparmak, bir kimsenin irfan rayihasından mahrum kalmasına sebep olmaktır.
Bunun içindir ki, manevi koku alamayan kimse, burunsuz demektir. İşte, halkın
maddi ve manevi koku almasına haset edenler, onları irfan kokusundan mahrum
etmek isteyenler, evvela kendi koku alma zevklerini kaybederler. Bu hissi
kaybetmenin asıl sebebi, haset olduğu gibi, manevi koku duymak nimetine
şükretmemek de, onun zevaline vesile olur.
كفر نعمت آمد و بينيش خورد- چون كه بويى برد و شكر آن نكرد
441- Bir kimse, manevî koku duyup da o nimetin şükrünü ifa etmezse,
küfran-ı nimet gelir, onun burnunu yer ve düşürür.
Her nimete mukabil şükretmek lazım olduğu gibi, koku alma nimeti için de
şükür vaciptir. Bu saadete mazhar olan kimse şükretmeyecek olursa, küfran-ı
nimet, müthiş bir illet gibi onun burnunu yer, yani koku alma zevkinden onu
mahrum eder. Küfran-ı nimet hakkında:
“Küfran-ı nimet olma. Zira dikkatli bakarsan küfranın iki küfür olduğunu, yani
Arapça tesniye sigası bulunduğunu anlarsın” derler.
145
Evet… Bazı gözlere karşı gizli kalan manevi nimetleri inkâr etmek, küfürdür;
fakat her gözün görebildiği nimetlere şükretmemek küfrandır, yani katmerli
küfürdür.
146
Bundan altmış, yetmiş sene kadar evvel Evliya Hoca isminde, gayet âlim,
fakat o nispette saf bir zat varmış. Yenikapı Mevlevihanesi’nin meşhur ve fazıl şeyhi
Selahaddin Dede Efendi’ye ders okutmuş ve icazet vermiş olan bu zatı, devlet
adamlarına varıncaya kadar herkes tanır ve hürmette bulunurmuş.
Bu zat, bir gün şeyhülislamın huzuruna girmiş, lakin biniş denilen bol kollu
cübbesi sırtında değil, elinde bulunuyormuş. Şeyhülislam:
—Hoca efendi! O binişi niçin taşıyorsun, diye sormuş ve şeyhülislamın huzuruna
ilmiyeden olanların binişle girmeleri lazım geldiğini hatırlatmak istemiş. Evliya
Hoca:
—Bazen büyük bir yere gidilmek icap ediyor da onun için, demiş.
Şeyhülislam:
—Mesela ne gibi büyük yere, diye sual edince, Hoca:
—Camiye gittiğim vakit, diyerek, şeyhülislamı sükûta mecbur eylemiş.
Bazı tatlısu Frenki (!) görünmek isteyenlerin, cenaze geçerken, şapka
çıkarmaları da lüzumsuzdur. Dinimizde, ölüye edilecek hürmet, ona karşı şapka
çıkarmakla değil, teşyiinde bulunmak, tabutunu omuzlamak ve ruhuna Fatiha
okumakladır.
لذتى مىديد و تلخى جفت او- هر كه صاحب ذوق بود از گفت او
445- Kuvve-i zaikası olanlar, yani ağzının manevî tadı yerinde
bulunanlar vezirin sözlerindeki lezzet arasında bir de acılık duyuyorlardı.
دست و جامه مى سيه گردد ازو- ظاهر نقره گر اسپيد است و نو
448- Gümüşün sathı, beyaz ve yeni olmasına rağmen, eli ve elbiseyi
kirletir.
ليك هست از خاصيت دزد بصر- برق اگر نورى نمايد در نظر
450- Şimşek, nazara nur görünürse de, onda göz kamaştırmak hassası
vardır.
147
Gümüşün beyaz ve parlak görünüp de el ve elbiseyi kirletmesi; ateşin rengi
kırmızı olduğu halde, kıvılcımın isabet ettiği yeri yakması ve karartması, şimşeğin
aydınlatmakla beraber, göz kamaştırması gibi, o Yahudi vezirin sözleri de sureta
hak, fakat manen batıl idi.
148
Yukarıda da söylenilmişti ki, bu kıssadan maksat, bazı yüksek hisseler beyan
etmektir. Tarihî rivayette bulunmak değildir. Onun için, şu beyanlara bakıp da
tarihe uymuyor diye itiraza kalkışmak doğru olmaz. Ehlinin malumudur ki,
romancılık sanatında, bir tarihî roman yazmak şubesi vardır. Bu yolda yazılan roman
ve hikâyelerin bazı kısımları tarihe uygun, çok yerleri ise romancının muhayyilesine
göre yazılır. Bu hikâye de, o kabileden sayılabilir. Mesela, buradaki Yahudi vezirin
ahvali ve aşağıda anlatılacak müşevveş akvali, Hıristiyan azizlerinden Pavlos’u
andırıyor. Çünkü o da Yahudi ve devlet memurlarından idi. Sonra memleketlerde
beyannameler dağıttı ve mektuplar yazdı. Hepsinde, ayrı ayrı lisan kullandı. Hatta
kendi İsa’yı görmediği, havari tabii olduğu hâlde, havarilerle münazaaya kalkıştı.
Nihayet Hıristiyanların nakline göre Roma’da Sen Piyerle beraber idam edildi.
Aksini söyleyenler de var. Binaenaleyh, bahsi dinlerken, bir kıssayı dinlemekten
ziyade, hisse almaya bakmalıdır. Hazreti Mevlâna, batıl bir itikadı ve fasit bir fikri
muhafazaya çalışan mütaassıp bir adamın, ne gibi kötülükler yapabileceğini
anlatmak istiyor.
149
Evet efendim. Nasihiyet ve mensuhiyet itibarıyla kısmen vardır. Mesela,
Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz, hicretten evvel, Kudüs’deki Beyt-ül Makdis’e
müteveccihen namaz kılmaya memur idi. Çünkü orası, ehl-i kitabın, yani hem
Yahudilerin, hem de Hıristiyanların kıblegahı idi. Medine civarındaki Yahudiler,
“Muhammed, dinimizin mensuh olduğunu söylediği halde, kıblemize karşı namaz
kılıyor” dediler. Beri taraftan Kureyş müşrikleri de: “Siz, İbrahim’in kıblesini
bırakıyorsunuz da, Yahudilerin kıblegahına teveccüh ediyorsunuz” diye söylendiler.
Hicretin ikinci senesi Recep ayında idi ki Bera bin Marur’un zevcesi ve Bişr
bin Bera’ın validesi Ümmü Bişr Radiyallahü anhüm, biraz yemek pişirmiş,
Aleyhissalat Efendimizi davet etmiş, Peygamber Efendimiz de ashaptan bazılarıyla
icabet buyurmuş, Medine haricinde ki Beni Seleme yurdunu şereflendirmişti.
Yemek ve istirahatten sonra öğle vakti oldu. Mevcut cemaatle namaza
duruldu. İkinci rekâttan sonra, Resul-u Ekrem’e, namaz içinde olan vahiy üzerine
Beyt-ül Makdis’ten Kâbe-i Mükerreme’ye dönüldü, namaz o suretle ikmal edildi ve
Beyt-i Muazzam, Müslümanların kıblegahı olarak kaldı. Bunun üzerine Yahudiler:
“Muhammed ne yaptığını bilmiyor. Bugün böyle, yarın şöyle diyor!” deme
küstahlığında bulundular. Dolayısıyla:
150
almadı. Muhalif hükümlerin bir kısmını, bir tomarda, diğer kısmını öbür tomarlarda
topladı ve bunları umumi hükümler şeklinde gösterdi. Mesela:
ركن توبه كرده و شرط رجوع- يكى راه رياضت را و جوع در
464- Tomarın birinde, riyazet ve açlık yolunu, tevbenin ve günahlardan
dönüşün rüknü kılmış...
Bir günahkâr, riyazet çekmeyince ve aç durmayınca, tevbesi kabul olmaz,
demişti.
اندر اين ره مخلصى جز جود نيست- در يكى گفته رياضت سود نيست
465- Tomarın birinde de demişti ki: “Riyazetin faydası yoktur. Bu yolda
cömertlikten başka kurtulacak cihet bulunmaz.”
شرك باشد از تو با معبود تو- در يكى گفته كه جوع و جود تو
466- Tomarın birinde de demişti ki: “Senin açlığın da, cömertliğin de,
mabuduna karşı şirk koşman olur.
151
ور نه انديشهى توكل تهمت است- در يكى گفته كه واجب خدمت است
468- Tomarın birinde demişti ki: “Vacip olan hizmettir. Yoksa tevekkül
düşüncesi bais-i töhmettir.
بهر كردن نيست شرح عجز ماست- در يكى گفته كه امر و نهيهاست
469- Tomarın birinde demişti ki: “Dinde varit olan emirler ve nehiyler
vardır. Fakat onlar yapılmak için değildir; bizim aczimizi, onları
yapamayacağımızı bize anlatmak içindir.
كفر نعمت كردن است آن عجز هين- در يكى گفته كه عجز خود مبين
471- Tomarın birinde demişti ki: “Kendi aczini görme, aklını başına al.
Kendinde acz görmek, Allah’ın nimetine küfran göstermektir.”
152
قدرت تو نعمت او دان كه هوست- قدرت خود بين كه اين قدرت از اوست
472- Kendi kudretini gör ki, bu kudret ondandır. Kendindeki kudreti
Allah’ın bir nimeti bil.
Evet… İnsanlarda atiye-i ilahîye olmak üzere bir kuvvet ve kudret vardır ki,
medar-ı teklif olan da budur. İnsanlar, Allah vergisi olarak muktedir
bulunmasalardı, mükellef de olmazlardı. Mamafih bu kudretin bulunması, insanı
Allah’a karşı aczden kurtaramaz. Vezirin yanlış anlatmak istediği burası idi ki;
kendini muktedir bil, kendini azamet-i ilahîye karşısında aciz fark etme, demek
istiyordu.
كشته باشى نيم شب شمع وصال- از نظر چون بگذرى و از خيال
475- Nazar ve istidlalden geçersen, vuslat gecesinin yarısında mumu
söndürmüş, karanlıkta kalmış olursun.
İnsanlar, başlangıçta nazar ve istidlal ile memurdur. Kur’an-ı Kerim’de:
153
تا عوض بينى نظر را صد هزار- در يكى گفته بكش باكى مدار
476- Tomarın birinde demişti ki: “Korkma nazar ve istidlal mumunu
söndür. Müessiri bulmak için esere bakmaktan vazgeç ki, ona mukabil yüzlerce
nur görmüş olasın.”
ليلىات از صبر تو مجنون شود- كه ز كشتن شمع جان افزون شود
477- Mum söndürülünce can şeminin nuru artar. Senin Leylan, senin
sabrından Mecnun olur.
بيش آيد پيش او دنيا و پيش- ترك دنيا هر كه كرد از زهد خويش
478- Her kim zühd-ü kanaat gösterip de dünyayı terk edecek olursa,
dünya ona doğru ziyadesiyle yaklaşır.
Dünyayı gölgeye benzetirler. Yüz çevirilince arkadan koştuğunu, arkasına
düşülünce yetişilemediğini de vech-i şebeh, yani sebeb-i teşbih olarak irat ederler.
Fakat dünya nedir? Mükerreren söylenildiği üzere, insanın serveti yahut onu
kazanmak için say-ü gayreti değildir. Belki kalbin Cenab-ı Hakk’tan gafletidir.
Nitekim Hazreti Mevlâna da bunu şöyle ifade etmiştir:
“Dünya nedir? Allah’tan gafil olmakdır. Yoksa kumaş, gümüş, oğul ve ıyal
sahibi olmak değildir. Eğer malı, Allah rızası için, fukaraya bakmak, köprü, çeşme,
hastahane ve mescit inşası gibi, Hakk’ın razı olacağı şeyleri yapmak için biriktirdin
ise, öyle mal hakkında, Resul-u Ekrem, helal bir malın, salih bir kimse için hayırlı
olduğunu söylemişdir.”
Her şeyden el etek çekmekle, dünyayı terk edebilmek, bir marifet olsa da,
her şeyin içinde iken hiçbir şeye bağlanmamak, servet ve saman ile debdebe ve
servetin varlığıyla yokluğunu müsavi görmek, elbette berkinden çok yüksek bir
fazilettir.
Dünya, insanların mesaisiyle mamur olur. Beşer, bu vazife ile mükelleftir.
Bunu yapmayanlar, vazifesini ifa etmeyenler demektir. Cenab-ı Hakk, Salih
Aleyhisselamın kavmi olan Semudîlere peygamberleri lisanından:
154
tutulmuştu. Mescidin döşemesi olmadığı gibi, odalardan bazılarının kapısı yoktu.
Perde ile örtülüyordu. Fakat bunların böyle olması, hem ehemi mühime takdim
etmek, hem de çalışmayan yahut çalışıp da artıramayan fakirlere medar-ı teselli
olmak içindi. Mescid-i Şerif, asr-ı saadette evvela toprak, sonra ufak çakıl taşı ile
döşeliydi. Hazreti Ömer zamanında, hasır yayıldı. Hazreti Osman zamanında
mükemmel surette tamir, tevsi ve tezyin edildi. Cennetle müjdelendiklerini
bildiğimiz ve her birini hürmetle yadetdiğimiz “Aşere-i Mübeşşere”den bazılarının,
sonradan yapılmış konakları vardı. Fakat o mal ile o konaklar ve saraylar, onların
kalbine girmemiş, bilakis o zevat-ı kiram, onların içine girmiş, oturmuştu.
Ulemay-ı din diyor ki, “Atüzzekah” yani “Zekât verin” emrinde, çalışıp
kazanmaya da teşvik vardır. Çünkü zekât vermek için servet sahibi olmak, servet
sahibi olmak için de çalışıp, helalinden kazanmak lazımdır. Fakat yüz kuruşa alınmış
bir malı, bin kuruşa satıp intikar yapmakla kazanılan yahut haram yollardan elde
edilen bir servet, helal olur mu, olmaz mı? Orasını, öyle yapanlar düşünsün!
Hülasa, Allah’tan gafil olmamak şartıyla, çalışıp helalinden kazanmak ve
servet sahibi olmak, dindarlığa mani değildir. İyi bilmelidir ki, muhtaç bir avuca
birkaç para koyabilmek, başkalarına el açmaktan çok hayırldır.
Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz: “El yed-ül ulya hayrun min Yedissüfla”,
yani: “Üsteki el, altdaki elden fazla hayırlıdır” buyurmuştur. Üstteki el, veren;
alttaki el de, alan el demektir.
بر تو شيرين كرد در ايجاد حق- در يكى گفته كه آن چهت داد حق
479- Tomarın birinde demişti ki: “Allah, sana ne vermişse, onu icat
ederken sana şirin kılmıştır.
155
—İmanım, istek haktır. Dem kullanışımı Allah istemeseydi, bana da o istek
gelmezdi, saçmasını yuvarlarlar.
Evet, “istek haktır” sözü doğrudur ama benim ve senin gibilerin değil...
Cenab-ı Hakk, peygamberi için:
كان قبول طبع تو ردست و بد- در يكى گفته كه بگذار آن خود
481- Tomarın birinde demişti ki: “Kendi isteğini bırak. Çünkü senin
tabiatınca makbul olan, kötü ve merdut bir harekettir.”
هر يكى را ملتى چون جان شده ست- راههاى مختلف آسان شده ست
482- Muhtelif ve müteaddit yollar, tabiata kolay gelmiş, onlardan her
birine bir millet ve bir din, can gibi olmuş; yani ona sarılmış kalmıştır.
156
483- Eğer Hakk’ın müyesser etmesi, çıkar bir yol olsaydı; her Yahudi,
hatta her Mecusî, arif-i billah olurdu.
Vezir, bir tomarda böyle demiş, azimeti ruhsata tercih eyliyerek, eğer ruhsat
yolu salikini hakikate götürseydi, Yahudiler de, Mecusiler de Allah’a vasıl olurdu
neticesini çıkarmıştı.
بر نيارد همچو شوره ريع و كشت- هر چه ذوق طبع باشد چون گذشت
485- Tabiata zevk veren bir şey geçince, artık o tabiatta feyiz husule
gelmez. Nebat yetiştirmeyen, çorak yere döner.
جز خسارت پيش نارد بيع او- جز پشيمانى نباشد ريع او
486- Öyle bir adamın hasılı, pişmanlıktan; alım-satımı da zarardan
başka bir şey doğuramaz.
عاقبت بنگر جمال اين و آن- تو معسر از ميسر باز دان
488- Sen muasserle müyesseri ayırt et ve bununla onun, son haline bak.
Bir hadis-i şerifte: “Çalışın, salih amellerde bulunun. Herkes ne gibi bir
amel için halk edilmişse, o amel kendisine kolay gelir” buyrulmuştur; kelam-ı
Nebevi:
157
Evet. İnsanlar olsun, taat ve ibadetler olsun, müyesser ve muasser namıyla
iki kısımdır. Hulus-u imanı ve zevk-i ikanı olanlara ibadet, gayet kolay gelir. İmanı
ve itikadı çürük olanlara da, mesela iki rekât namaz kılmaktan, fakirlere on para
sadaka vermekten daha ağır bir şey olamaz. Garipdir ki, o gibi adamlar, iki rekât
namaz kılmaya üşenirler de saatlerce dans etmekten yorulmazlar. Yine o gibileri,
nefs uğrunda avuç avuç sarfiyatta bulunurlar da, Allah yolunda on para vermeye
kıyamazlar.
Bu, böyle olmakla beraber, Allah’ın istediği peygamberin tarif ettiği yola
gitmek bana güç geliyor, diye yayılıp oturmak, çölde giden bir kafileden ayrılıp
yolda kalmak demektir. Artık öyle bir adamın halinin ne olacağını siz tasavvur edin.
Hâlbuki insanın atalet ve betalete, çalışma ile galebe çalması, nefsinin istek ve
heveslerini ayakaltına alması lazımdır. Bir hadis-i şerifte:
“Cennet, tab’a ağır gelen şeylerle ihata edilmiştir; cehennem de, nefse
hoş gelen şeylerle ihata edilmiştir” buyurulmuştur. O halde, tabiattaki ağırlığa ve
neşesizliğe bakmamalı, elden geldiği kadar iyi amellerde bulunmaya çalışmalıdır.
158
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na (yaklaşmaya) vesile arayın ve
O’nun yolunda savaşın. Ta ki, muradınıza eresiniz” buyuruyor. Erbab-ı hakikat,
bu ayetteki “Vesile”den maksadın, mürşid-i kâmil olduğunu söylüyor.
Hüseyin Vaiz tefsirinde, Bahr-ül Hakayık’tan naklen diyor ki: Bu ayet-i
kerimede, insanların felah bulması için, dört şart gösterilmiştir.
Birincisi; “Ya eyyühellezine amenu” hitabesiyle ilk şart olarak iman
gösterilmiştir. O olmayınca, insanın çirkin ve karanlık perdelerinden kurtulması
mümkün değildir.
İkincisi: “İtteku” denilerek, takvanın lüzumuna işaret olunmuştur. Şeriat
hükümlerinin, güzel huyların menşei takvadır. Onsuz günahtan kurtulunamaz.
Üçüncüsü: “Vebteğu ileyhil vesilete” denilmiştir. Vesile, cismin ruhta fani
olmasıdır. Arif bu vasıta ile varlık perdelerinden kurtulur.
Dördüncüsü: “Vecahidu” denilmiştir. Mücahede, benliğin izmihlali ve
hüviyetin ispatıdır. Mücahit bununla vücut zulmetinden kurtulur, envar-ı şuhuda
vasıl olur.
Keza Kur’an-ı Kerim’de:
159
رو سر خود گير و سر گردان مشو- مرد باش و سخرهى مردان مشو
493- Adam ol da, bir takım kimselerin tabiî olma. Git, başının çaresine
bak, serseriyane dolaşma.
Vezir, bir evvelki tomarda, mürşide müracaat lüzumundan bahsettiği halde,
burada onun lazım olmadığını söylüyor ve mugalâta yapıyor. Vakıa, tarikatta bir
“Üveysi”lik vardır. Nitekim Üsküdari Şeyh Osman Şems merhum, bir ilahisinde:
Gönülde buldum esrar-ı Üveysi,
Üveysiyim, Üveysiyim, Üveysi.
Ki oldum aşkının Leyla vü Kaysı,
Üveysiyim, Üveysiyim, Üveysi.
der. Üveys-ül Karani Radiyallahü anh’ın, Resul-u Ekrem s.a.v.’den vasıtasız feyz
almasına binanen, zat-i risaletten yahut evliyaullahtan birinin ruhaniyetinden
istifade etmiş olanlara “Üveysi” denilir. Şeyh Attar, Hallac-ı Mansur’un; Ebul
Hasan-i Harakani, Bayezid-i Bestamî’nin; Muhyiddin-i Arabî, Abdulkadir-i
Geylani’nin maneviyatınden istifade etmişlerdir. Maamafih, üveysiler de ya evvelce
yahut sonra yaşayan mürşide intisap ederler. Nitekim Hazreti Üveys, Sıffin
muharebesinde, Hazreti Ali’nin maiyetinde bulunmuş ve şehit düşmüştür. Zaten
“fena fişşeyh” mertebesinin ilerisi “fena firresul”dür ki, üvesilik demektir. Mamafih
bu inayet-i ilahîye, öyle herkese nasip olmaz. Üveysi olacak zatın oldukça kemal
kesbetmiş, manevi yüceliklere istidat peyda etmiş olması lazımdır.
Vezirin bunu tavsiyedeki tezviri, üveysiliği umumi bir şekilde göstermiş
olmasındandır.
هر كه او دو بيند احول مردكى است- در يكى گفته كه اين جمله يكى است
494- Tomarın birinde demişti ki: “Bunların hepsi birdir. İki gören, şaşı
bir zavallıdır.”
اين كى انديشد مگر مجنون بود- در يكى گفته كه صد يك چون بود
495- Tomarın birinde demişti ki: “Yüz, nasıl bir olur? Böyle düşünen
delidir.”
چون يكى باشد يكى زهر و شكر- هر يكى قولى است ضد همدگر
496- Her biri diğerine zıt bir sözdür. Nasıl olabilir ki, biri zehir, öbürü
şekerdir?
Yahudi vezir, son iki tomarda, vahdet ve kesret ile vücut ve zuhur bahislerini
karıştırmış; birinde, arayacağın üstad da, sen de birsiniz, ondan başka bir şey
değilsiniz, demiş; diğerlerinde ise, bir ile doksan dokuz arasındaki farkı ileri
sürmüş; “Biri zehir, biri şeker olan iki şey, nasıl bir olur?” sualini irat eylemiştir.
Yüzün, bir olmayacağı müsellem olmakla beraber; yüzün, birden husule
geldiği de malumdur. Vücut, yani varlık; fakat ezelî ve ebedi olup da bir mucidin
icadına muhtaç olmayan varlık, birdir ki, o da Hakk’ın varlığıdır. İşte bizim gibilerin
anlayabileceği “Vahdet-i vücut” bu kadardır. Eşyanın vücudu, daha doğrusu zuhuru
ise, kendiliğinden değildir. Mucid-i vahidin icat ve izharı eseridir. Bunu mümkün
mertebe anlatabilmek için, deniz ile dalga ve köpüklerini misal getirirler. Sakin bir
havada deniz, düz bir satıhtan ibaret görünür. Fakat bir fırtına esnasında, o düz
satıh görünmez olur. Onun yerine, köpüklü köpüklü dalgalar müşahede edilir.
Dalgaların çarpışıp köpürmesi bir müddet sürer. Hava sakinleşince, dalgalar ve
160
köpükler kaybolur. Ortada kalan denizden ibaret olur. İşte, tamamıyla benzememek
şartıyla deniz: Vücud-u Mutlak; dalgalar ve köpükler de: Eşyanın zuhuru!
Benim ifade edip anlatabileceğim bu kadardır. Bahsi merak edenler,
erbabına müracaatta bulunmalıdır. Mamafih bunların sadece lafızlarıyla uğraşmak,
vahdeti kesretten, kesreti vahdetten ayırt etmek de zevki vahdete engel teşkil
eder. Bunu beyan için, Hazreti Mevlâna diyor ki:
“Sen zehirden ve şekerden vazgeçmeyince, vahdet bahçesinden nasıl koku
alabilirsin?”
İnsanın beyni, zehirin acılığı ve şekerin tatlılığı ile meşgul olmamalı ki,
burnunun duyacağı bir kokuyu alabilsin. Bunun gibi, vahdet kokusu almak
isteyenler, o kokunun koklanmasına mani olacak her düşüncenden can burnunu
temizlemelidir. Dolmuş bir kaba konulacak bir şey oraya sığmaz, dökülür.
بر نوشت آن دين عيسى را عدو- اين نمط وين نوع ده طومار و دو
497- İsa dininin düşmanı olan o Yahudi vezir, bu tarzda ve çeşitte, on iki
tomar yazdı.
Vezirin tezvir ve sapıtmak için kullandığı hükümler arasındaki ayrılığın, hakiki
olmayıp, suri ve sathi nazarlara göre olduğunu anlatmak için, Hazreti Mevlâna
buyuruyor ki:
161
İsa’nın, hiç olmazsa anası vardı. Adem’de ise, o da yoktu. Meşhur Darvin, insanların
maymundan azma olduğunu, insanların babasının da bir maymun yavrusu olduğunu
söylemiş. Muvakkaten kabul edelim; fakat o nazariyeye inanmış insanlara soralım:
“İnsanların aslı maymun ise, maymunların aslı ve onların da aslı nedir? Bu birçok
asırlar hangi mahluktan neş’et ettiler? O mahluk, ilk defa ne suretle vücuda geldi?”
Zannederim ki Darvin ile taraftarlarından, ikna edici bir cevap alamayız.
Binaenaleyh, Hazreti Adem ile Hazreti İsa haklarında, Allah’ın ve Peygamberimizin
bize telkin ettiği itikadı değiştirmeyiz. Yahudiler, İsa’nın doğuşundaki mucizeyi
kafalarına sığdıramadıkları için, Zekeriyya Aleyhisselamı zina isnadıyla şehit ettiler.
Hazreti Meryem’i recmetmeye, yani taşla öldürmeye kalkıştılar. Lakin Hazreti İsa,
kundakta ve beşikte iken konuşmaya başladı. Kendisinn Abdullah ve Resulullah
olduğunu söyledi. Bunun üzerine Yahudiler, Hazreti Meryem’den ellerini çektilerse
de, dillerini tutamadılar. Hazreti Meryem’in Yusuf Neccar diye meşhur bir
amcazedesi vardı. Dedikodunun önünü almak için Hazreti Meryemle Hazreti İsa’yı
Mısır’a götürdü. 12–13 sene orada oturdular. Mısır’da Kalyubiye müdüriyeti
dâhilindeki Matariye merkezinde, bir ağaç varmış ki, ona “Şerceret-ül Azra”
denilir; Hazreti Meryem ile Hazreti İsa’nın o ağaç altında oturmuş olduklarına itikat
olunur ve o münasebetle hala ziyaret edilirmiş. Aile-i İseviye’nin, bu müddet
zarfındaki hayatına dair hiçbir malumat yoktur. Sonra, Akka vilayetindeki Nasıra
köyüne gelmişler, orada yerleşmişler. Güya Hıristiyanlığın bu köyden çıkmış
bulunması, İsevilere “Nasranî” nispetini kazandırmış.
Kadı Tefsiri haşiyesinde, Şeyhzade merhumun da yazdığı veçhile, Hazreti
Meryem, oğlunu bir boyacının yanına çırak vermiş; fakat Mısır’da mı, Nasıra’da mı?
Belli değil. Her neredeyse, bir gün ustası, Hazreti İsa’ya, birkaç kumaş vermiş,
renklerine göre batırılacak boya küplerini de göstermiş ve işine gitmiş. Mesih
Aleyhisselam, o kumaşların hepsini bir küpe daldırmış, bırakmış. Ustası gelip işi
anlayınca, hiddetlenmiş. Fakat Hazreti İsa, bir boya küpünden istenilen renge
boyanmış kumaşlar çıkarmış.
İşte Hazreti Mevlâna, bu mucizeye işaret ediyor. İsa’nın küpünden rengârenk
kumaşlar çıktığı gibi, vahdet küpünden de böyle türlü türlü renk ve şekilde
mahlukların zuhur eylemiş olduğunu, eşyadan görülen şu kesretin yegâne
menbaının, vahdet bulunduğunu anlatmak istiyor. Lakin Yahudi vezirde, Ruhullah’ın
feyzi ve neşvesi bulunmadığı için, İncil’deki hükümlerin nevilerine baktı; fakat
menba itibarıyla onların bir olduğunu idrak edemedi, diyor.
Hazreti Mevlâna, bundan sonra vahdet âlemindeki tek renkliği beyan ediyor:
162
Denizdeki renksizliğe mukabil, karada açığından koyusuna, parlağından
donuğuna kadar sayısız renkler vardır. Lakin o renkler, denizdeki mahluklara hiç de
hoş gelmez. Çünkü onlar, karada yaşayamazlar. Bunun gibi, vahdet deryasının balığı
olan zevat-ı kiram da, bu kesret âleminden kaçınırlar.
سجده آرد پيش آن اكرام و جود- صد هزاران بحر و ماهى در وجود
503- Bu vücut âleminde, yüzbinlerce deniz ve balık, o ikram ve lütuf
sahibinin huzurunda secdeye kapanır.
163
ve çamura kabiliyet vermesi ve ıslak toprağın sinesine gömülen tohumu
yetiştirmesidir.
164
Ekinler davranır, tarlalar yeşil bir deniz gibi dalgalanır. Sinsesine ekilen bir
tohumu, toprağın bir müddet saklanması, emr-i ilahîyi almaksızın onu meydana
çıkarmaması da, yine eminliğinden ve Hakk’ın fermanına gereği gibi itaatindendir.
اين خبرها وين امانت وين سداد- آن جوادى كه جمادى را بداد
510- O sahiy-yi mutlak olan Cenab-ı Hakk, toprak gibi bir cansıza, bu
haberleri anlamak ve bu kadar emin ve doğru olmak hassasını vermiş; onu
cansızlara mahsus bir idrak ile yaratmıştır.
165
tasvirine uygundurlar. Öylelerine hakikatten ve marifetten bahsetmek, ehliyetsiz
olanlara hikmet talimine kalkışmaktır ki; o zaman, hikmete zulmedilmiş olur. Fakat
işitme zevki kusursuz olan bir kimse, kulağıyla fem-i muhsinden ve insan-ı kâmilden
işiteceği sözleri iyice duyup anlar, sohbetin feyzi ve Allah’ın tevfikiyle eşyanın
hakikatini, görür göz derecesine çıkarır. Ehlinin malumudur ki, tarikatte iki esas
vardır: Biri hizmet, diğeri sohbettir. Hatta hizmet de, sohbet feyzine nail olabilmek
içindir.
Hazreti Mevlâna: “Evliyaullah ile bir an birlikte bulunmak, kendisine yüz sene
takva üzerine yaşamaktan hayırlıdır” der. Sohbet-i Nebeviye şerefini iktisap etmiş
olan bahtiyarlara “Ashap” deniliyor. Mübarek isimleri, her vakit hürmetle
“Radiyallahü anhüm” duasıyla yadediliyor. Hâlbuki onların içinde, o şereften pek az
istifade etmiş, hatta İslam’a girip de bir vakit namaz kılmadan şehadete ermiş
olanlar da vardır.
Hazreti Mevlâna, Hakk’ın feyziyle müsteid bir kulağın, görür göz derecesine,
bir taş parçasının da cevheriyet mertebesine yükselebileceğini söyledikten sonra,
İlahî senaya dönerek diyor ki:
معجزه بخش است چه بود سيميا- كيميا ساز است چه بود كيميا
514- Allah, kimya yapıcıdır. O’na karşı kimyanın ne ehemmiyeti vardır?
Allah peygamberlerine mucize ihsan edicidir. O’na karşı simyanın ne değeri
olabilir?
Malum ya, eskiden bakırı altın yapmak sanatına kimya denilirdi. Bir takım
ecza karıştırılıp bulunacak iksir ile altın yapılabilir vehminde bulunur, bunun için
birçok paralar sarfolunurdu. Hazreti Pir’in burada, o kimyadan bahsetmesi, ona
inandığından değildir. Şöhretine binanen, misal olarak irat eylemiştir.
Kimya sanatını bilenler, madenlerin mahiyetlerini değiştirebilirlermiş; bu
kudreti de, kimya sayesinde bulurlarmış. O kimyanın sıhhati farzolunsa ve o ilim,
hakiki itibar edilse bile, kudret-i ilahîye karşısında ehemmiyeti yoktur.
Kudretullahı temsil için misal olamaz.
Keza, simya denilen bir ilim varmış. Bunu bilenler, hokkabazlık kabilinden bir
takım hünerler yaparlarmış. Hâlbuki simya ve sihir gibi şeyler, peygamberlerin
mucizesi ve evliyanın kerameti karşısında, söner gider. Mısır sihirbazlarının, yılan
şeklinde gösterdikleri ip ve değinekleri, asay-ı Musa’nın yutması gibi… İnsanların
harikulade buldukları simyayı da, sihri de tesirsiz bırakan mucize ve keramet,
şüphesiz ki nispet kabul etmeyecek derecede, onların fevkindedir. O fevkalade
kudret ve kuvveti, kullarından bazılarına ihsan buyuran ise, Hakk Sübhanehu ve
Tealadır. O halde kimya ve simya gibi mevhumların, o Hakikat-i Mutlak huzurunda
ne değeri olabilir?
كين دليل هستى و هستى خطاست- اين ثنا گفتن ز من ترك ثناست
515- Benim bu senakarlığım, terk-i sena demektir. Zira varlık delildir,
darlık ise hatadır.
Hazreti Pir Efendimiz, Hakk’ın senasına ve hamdine dair bazı hakikatler
söylemişti… Burada da diğer bir hakikatin beyanı için buyuruyor ki: “Benim bu
sözleri söyleyişim, senayı terk demek olur. Nitekim Aleyhisselatü Vesselam
Efendimiz de, mealen: “Ya Rabbi! Ben sana layık medh-u senayı yapamam. Sen
zatını nasıl sena etmisşen öylesin” buyurmuştur. Allah’a karşı hamdden acz, en
büyük hamd olduğu gibi; senadan acz de, en büyük senadır. Bundan başka
“Biliyorum ki, sen şöylesin; anlıyorum ki, sen böylesin” vaadinde senalara girişmek;
166
nefsine ilim ve idrak hatta vücut vermek vehmine düşmek olur. Hâlbuki: “Senin
varlık vehminde bulunuşun öyle bir günahtır ki, ona başka hiçbir günah kıyas
edilemez” kaidesince, en büyük hata varlık vehmine kapılmaktır.
چيست هستى پيش او كور و كبود- پيش هست او ببايد نيست بود
516- Cenab-ı Hakk’ın varlığı huzurunda yok olmak lazımdır. Şu varlık
dediğimiz mevhum vücut, ona nispetle arta kalmış, menfaatsiz ve
ehemmiyetsiz bir şeydir.
167