Toplumsal Özgürlük Gazetesi -sayi19

Page 1

1 Mayıs’ta yüz binler alanlara aktı!

Mayıs 2016 / sayfa 1

özgürlük 10 Ekim rejimine karşı, toplumsal barış ve özgürlükten yana saf tutan kitleler direnci ve umudu yeşertti.

toplumsal özgürlük facebook.com/ToplumsalOzgurlukPartiGirisimi

twitter.com/toplmsalozgrlk

2 TL / Mayıs 2016

Sarsılma ve zorlanma Oğuzhan KAYSERİLİOĞLU AKP, “başkanlık sistemi” olarak kodladığı faşist bir diktatörlük peşinde koşturuyor. Gücü ve çapı yetmese de, hile, yolsuzluk ve devlet şiddetiyle önünü temizleyerek yol almaya çalışıyor. Ordu ise, “acaba, bir fırsatını bulur da AKP’yi iktidar alanından devirebilir miyim, ya da iktidardaki alanını daraltabilir miyim” arayışı içinde. Erdoğan’ın “maraziliklerinin” yarattığı pürüzlerden kurtulmak isteniyor. “10 Ekim rejimi” bu iki gücün sermayenin güncel çıkarlarını gözetme zorunluluğunun itmesiyle ortaklaşması üzerine inşa oldu.Ancak, ortaklık içinde tarafların hangi ağırlıkta olacakları konusu çözülmüş değil ve itiş-kakış yaşanıyor.

Gerilimler AKP, Kürt milislerle/YPS savaşı tankların şehirleri bombalama seviyesine dek yükseltti ve şimdi yazın gerillanın/HPG devreye girmesiyle şiddeti artıp alanı genişleyecek olan savaşın yeni halinin tankların yetmeyip uçakların kullanıldığı aşamaya sıçrayabileceği tartışılıyor. Devamı 4. sayfada

Bir Tecavüz Cumhuriyeti’ne dönüşüyoruz

Halkların şafağı söküyor, mücadele büyüyor Devrimci-demokrat güçler bombalara, baskılara ve saldırılara rağmen cesaretle 1 Mayıs alanlarını doldurarak AKP/Erdoğan’ın10 Ekim rejimine karşı direncin ve umudu yeşerttiler. AKP/Erdoğan giderek yolun sonuna geliyor. Yolun sonu gözüktükçe daha çok hırçınlaşıyorlar; fakat bu onları uçuruma daha çok yakınlaştırıyor. Tek hedef başkanlık, istikamet uçurum!

Meral ÇINAR

Davutoğlu’nun ipi çekildi!

AKP Hükümetinin katil olduğu Gezi Direnişiyle; hırsız olduğu yolsuzluk operasyonlarıyla tescillenmişti. Fakat “en büyük Müslüman biziz” söylemlerinin ardında gizlenmiş tecavüz zihniyeti,yakın zamanda art arda ortaya çıkan tecavüz haberleriyle teşhir oldu.

Başkanlık yolunda parti içinde en küçük nüansa bile izin vermeyen Erdoğan, Davutoğlu’nun ipini çekti. Artık hiçbir farklılığa yer yok. Giderek ufalan, ufaldıkça hırçınlaşan Erdoğan ve “adamları” korkuyor, korktukça daha çok nobranlaşı-

Devamı 13. sayfada

statükocu kliklere yaslanarak güç alanı oluşturmaya çalışıyor. Fakat nafile! Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı!

1 Mayıs direnci yeşertti! Devrimci-demokrat güçler bombalara, baskılara ve saldırılara rağmen cesaretle 1 Mayıs alanlarını doldurdu. İşçiler, kadınlar, gençler, Aleviler ve Kürtler başta olmak üzere, devrimci demokrat halkçı güçler 1 Mayıs alanlarını doldurarak AKP/ Erdoğan’ın10 Ekim rejimine karşı direncin ve umudu yeşerttiler.

Düzen partileri gittikçe sefilleşerek parçalanıyor, halkın en basit demokratik isteklerini bile karşılayamaz hale geliyorlar. İşçi direnişleri artıyor, Kürt gençleri direniyor, Aleviler cihatçı çetelerin saldırılarına karşı mücadeleye hazırlanıyor.

Demokratik Cumhuriyete doğru

Şimdi, fabrikalardan mahallere, üniversitelerden doğal yaşam alanlarına direnişi yükseltme ve Halk Meclisleri üzerinden Demokratik Cumhuriyeti ilmek ilmek örme zamanı.

Koç kazanana oynuyor

1 Mayıs ve emekçiler

TSK’nın yeni dönemi

2

3

5

Şimdiki kaotik siyasal süreçte egemen güçler çekişirken, Koç ailesi hep kazanacak, çok taraflı bir pozisyona oynuyor.

Terolar Köyü direnişi Haydar ARIKUŞU Nisan ayının ilk günlerinden itibaren Alevilerin içine bir ateş daha düştü. Devlet, bin yıllık katliam ve asimilasyon politikasını bir Alevi yerleşim bölgesinde uygulamaya çalışıyor. Maraş/Pazarcık’ın ova köylerine “AFAD Mülteci kamp”ının yapılması, yeni bir “ Derin” Alevi politikasıdır. AKP hükümeti, yapılacak kampla, her şeyden önce bir hukuk ihlali yapmıştır. Devamı 6. sayfada

yor, nefes nefese faşizme doğru koşuyorlar. Çığırından çıkmış kıyım ve savaş politikalarına rağmen, Kürt illerinde batağa sağlandılar. Onca katliam ve bombalara rağmen devrimci-demokratları sindiremediler, tam tersine 1 Mayıs gösterdi ki, ikinci bir Gezi’nin isyan ruhu ortalarda dolaşıyor. Erdoğan ile ittifak kurarak tekrardan siyaset arenasını güçlü bir giriş yapan Ordu, aynı zamanda Erdoğan’ı sınırlama, gücü yettiğinde de tasfiye etme hesabı yapıyor. Ordu, MİT ve CHP-MHP içindeki

İşçi eylemlerinin artışı ve yükselişi, bize sınıf mücadelesinin yeni bir dinamiğinin oluştuğunu işaret eder.

Darbe söylentilerinin dillendirildiği bu günler aynı zamanda TSK- AKP’nin ittifak içerisinde olduğu bir dönem.

Diktatörün kılıcı kendini vuracak! Şu anki kaotik iklim, saraydaki diktatörün ektiği nobranlık tohumlarıyla tüm yaşam alanlarımıza sızıyor. Perihan KOCA Önce, kadrajı AKP/Erdoğan iktidarına fokuslayıp, Türkiye siyasal atmosferinin bir fotoğrafını çekelim. AKP/Erdoğan iktidarı, Türkiye’yi faşizme doğru sürüklüyor. İktidarın her “istikrar” hamlesinde Türkiye yükselen, yeni bir şiddet eşiğine yerleşiyor.

“İçte ve dışta sürekli savaş” parolası ile yasal sınırlar aşılarak uygulanan “istikrarlı” savaş politikaları, bölgede tırmandırılıyor. İç savaş dinamikleri, toplumu ayrıştıran/kutuplaştıran çok yönlü hamlelerle perçinleniyor. Toplumsal belleğimize nüfuz eden kaotik iklim, saraydaki diktatörün ektiği nobranlık tohumlarıyla tüm yaşam

alanlarımıza sızıyor , otoriter-totaliter rejimleri de yetmiyor ve Türkiye hızla faşizme sürükleniyor.

Peki, bu devran böyle gider mi? Diyarbakır ve Suruç ile başlayan, 10 Ekim’de bir katliam zirvesi halini alarak devam eden bombalı saldırılar, Kürdistan coğrafyasına ve KÖH’e

yönelik sürdürülen topyekün savaş, devrimci, demokrat, halkçı, aydın, akademisyen, gazeteci, velhasıl barış isteyen herkese karşı yürütülen saldırgan politikalar, Erdoğan’ı başkanlık tacına kavuşturur mu? Herkes bir biçimde farkındadır değil mi, tarihsel ve olağanüstü kritik bir süreçten geçiyoruz… Devamı 3. sayfada


Mayıs 2016 / sayfa 2

toplumsal özgürlük

POLİTİKA Türkiye başta AKP/Erdoğan’ın kendi hanesi olmak üzere sancılara ve tarihsel kavşaklara gebe.

Diktatörün kılıcı kendini vuracak! “29 Nisan Darbesi (!)”, “Pelikan Dosyası”, dokunulmazlıkların kaldırılması tasarısının kabulü vs. vs. vs… Giderek kızışan meclis coğrafyası… Havada buram buram kriz kokusu… AKP’deki çatırdamaların boyutları yeni kriz zirveleriyle derinleşiyor. Perihan KOCA 1. sayfadan devam

Ve, siyaset de yaşam misali doğrusal işlemiyor, son derece akışkan. Şu son üç beş ayda yaşananlar bile apaçık gösteriyor ki, Türkiye başta AKP/Erdoğan’ın kendi hanesi olmak üzere sancılara ve tarihsel kavşaklara gebe. Erdoğan’ın politik ajandası da evdeki hesaba uymuyor. Oyun kurucular, oyunun kuralları değişiyor, dengeler yer değiştiriyor…

AKP’de çatlak derinleşiyor! Bakınız, son birkaç günde olanlara… “29 Nisan Darbesi(!)”, “Pelikan Dosyası”, dokunulmazlıkların kaldırılması tasarısının kabulü vs. vs. vs… Giderek kızışan meclis… AKP’deki çatırdamaların boyutları yeni kriz zirveleriyle derinleşiyor. İçerdeki irili/ufaklı depremlerle mevcut fay hatları genişlemeye ve dışa vurmaya başladı. “29 Nisan darbesi” diye nitelendirilen, bazı yetkilerin Davutoğlu’ndan alınarak MKYK’ya devredildiği olağanüstü toplantı ve 1 Mayıs akşamında “Pelikan Dosyası” nereden geldiği belli olmayan(!) bir blogda yazılanlarla, Erdoğan’la Davutoğlu arasındaki anlaşmazlıklar patlayarak açığa çıktı. Olağanüstü toplantı silsileleri, zirveler, kulisler… Ve, 22 Mayıs’ta Davutoğlu’nun aday olmayacağı bir Olağanüstü Kongre’ye gitme kararı alındı.

Davutoğlu’nu tasfiye etti Sizin anlayacağınız, Reis(!) Erdo-

ğan, Davutoğlu’nu uğurluyor. Amma velakin, esas şimdi dikkat! Bizim odaklanacağımız husus, Davutoğlu’nun yerine kim gelecek ya da Pelikan Dosyası’nı kim yazdı soruları üzerinden oynanan siyasi müsamere değil. Yahut, bekleyen ve medet uman, paniklemiş, olan bitene seyirci kalan bir ahvale kapılmak hiç değil… Esası görmek, krizle gelen yeni olasılıklara yoğunlaşmak gerek. Özellikle çözüm masasının iktidar güçlerince devrildiği günden bugüne istikrarla izlenen savaş politikaları, AKP’deki iç gerilim eşiğini katladı ve çözülme dinamiğini harekete geçirdi. Ve şayet Erdem Gül’ün 29 Nisan’ı işaret ederek, “Dışişleri, asker ve MİT’in Davutoğlu’nun arkasında saf tutmaya başladığına ilişkin kaygılar operasyonu hızlandırdı. Sonbaharda beklenen müdahaleler öne çekildi.” sözleriyle yazdıkları, söylentiden öte anlam taşıyorsa o zaman işin rengi değişir. O durumda, akacak kanın damarda duramaması olasılığını aklımızda tutmalıyız. Zira, Ordu-sermaye ekseni devrede demektir! Parmakları her yere girebilir, kolları da Erdoğan kadar güçlüdür ve kim bilir belki de daha güçlüdür!

“Issız adam” Zaten Erdoğan fiilen dört bir yanı “çakallarla” kuşatılmış ada gibi… Uluslararası arenada, Suud- Katar ittifakından umduğu inisiyatifi kazanamadı. Mısır ile 13. İslam Zirvesi’ne de apaçık yansıdığı üze-

re ilişkiler oldukça gergin. Suriye politikası zaten iflas etti. AB ve ABD’den doğru sürekli Erdoğan/AKP’yi eleştirip uyarı çeken sert raporlar geliyor, ABD ile ilişkilerin nasıl gittiğiyse son Erdoğan- Obama ziyaretinde iyice ayyuka çıktı. Şimdilerde, Ortadoğu dengelerini tümüyle değiştirecek Minbiç-Rakka operasyonu da kapıda ve bu da demek oluyor ki, artık IŞİD’den de AKP’ye fayda yok. Ha keza, IŞİD çeteleri Kilis’i her gün bombalıyor. Kasım’da Rus uçağının düşürülmesiyle başlayan Rusya krizinde bir arpa boyu yol alınmış değil. Uluslararası düzlemde yalnızlaşma, ekonomik, askeri ve hegemonik ilişkilerdeki krizi iyice düğümlüyor. Kürtlerle savaş politikasını sertleştirerek devam ettirse de, orada da “başarı” yok.

Erdoğan’ın politik ajandası

Başkanlık sistemine doğru dümeni can havliyle kıran Erdoğan tüm gücüyle süreci kendi lehine işletmeye çabalayacak. 22 Mayıs Kongresi, 16 Mayıs’ta dokunulmazlıkların kaldırılması, sonrasında belki yeni bir erken seçim olasılığı… Hepsi Erdoğan’ın programına dahil. Lakin, bu takvim her halükarda gerilim düzeyi yüksek bir takvim olacak. Zira devlet içi mekanizmalar sürtüşmeye başladı. Tüm güçler sahnede ve fırsat kolluyor. Böylesine kırılgan bir siyasi zeminde yeni krizlerin yaratacağı gerilim düzeyleri, beklenmedik kopuşları beraberinde getirebilir.

Parlamenter sefalete karşı halkın meclisleri Faşizmin kolları ahtapot gibi etrafımızı sarmadan, kazanma hedefinden hareketle etme-eyleme günleri içindeyiz. Fetihçi bir ruhla, direnişimizi yeniden inşaya dönüştürmek gerek. Hepimiz düzen içi siyasetin sefaletinin geldiği acizlik durumuna tanıklık ettik. Erdoğan/AKP’nin HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve yeni anayasa teklifiyle başlayan görüşmelerde, 2 Mayıs akşamı AKP’lilerin HDP’li vekilleri hedef gözeterek saldırmaları ardına HDP komisyondan çekildi ve AKP’nin arkasına yedeklenen MHP ve CHP’nin üçlü ittifakıyla teklif oy birliğiyle komisyondan geçmiş oldu. HDP’nin siyasal alandan tasfiyesine yönelik bu hukuksuz ve diktatöryan hamle, Erdoğan’ın Başkanlık tahtına oturabilmesi için oldukça kritik bir eşik.

Sefil üçlü Malumunuz, MHP’de kazanlar kaynıyor, partide tasfiye damarı patladı. Zira 7 Haziran sonrası Bahçeli’nin adeta Erdoğan’ın himayesine girmesiyle, MHP, AKP/Erdoğan saflarına doğru çözülmeye başladı. Akşener odağı ve olağanüstü kongre talebi ardına diyebiliriz ki artık MHP dönülmez akşamın ufkunda… CHP ise sefillikte sınır tanımayarak sürekli çıtayı yükseltiyor, Kılıçdaroğlu öncülüğünde parti dümeni sürekli sağa doğru kırıyor. Ne denir, CHP adeta iktidarın velinimeti… Bilmezler mi ki, anayasaya aykırı demelerine rağmen yine de AKP-MHP ortaklığına dahil olarak “evet” oyu verip meşrulaştırdıkları dokunulmazlıkların kaldırılması tasarısı yarın gelip bumerang misali kendilerini de vuracak.

Bilmezler mi ki, bu 3’lü ittifakın “evet” dediği husus, alalade bir imzadan ibaret olmayacak, aksine Türkiye siyasi yönetimini baştan ayağa sarsacak, yeni kriz ve kopuş zirvelerini doğuracak önemli bir mana taşıyor. Şimdi verdikleri o imzanın Türkçe meali, Erdoğan’ın Başkanlığına giden yoldaki taşları temizlemek, Başkanlık rejimine omuz vermektir. Ve, Kürt sorununda siyasi çözüm olanaklarını boğma ve demokratik siyaset kanallarını tıkayarak barışa darbe vurulmasına imza atıyorlar. Ve Türkiye’nin faşizme sürüklenişin yollarını döşüyorlar. Elbette, sahnede sadece acz içindeki bu üçlü ittifak yok. 2 Mayıs akşamında HDP’li vekillerin meclisteki tavrının siyasi anlamı önemli bir kopuş denemesine ima ediyor. Siyasete şaşı bakar isek, HDP’nin tavrını, ilk bakışta akla geldiği biçimiyle, bir Türk-Kürt kopuşması şeklinde okuyabiliriz. Ama, derin bakış, aynı yerde, Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının ortak özlemi olan bir Demokratik Cumhuriyet için yola çıkılmış olabileceğini de görecektir. HDP 2 Mayıs akşamı mecliste sergilediği kopuşçu tarzı tüm dengeleri gözeterek iyi işletebilir ve bu süreçte doğru zamanlama yaparak halk güçlerinin önünü açacak zengin hamlelerle süreci yönetebilirse, bu kopuş Halk Meclisleri’nin üzerinde yükselecek bir Demokratik Cumhuriyet parlamentosunun inşasına

kadar gidebilir. Bu meşru, açık ve fiili ülke meclisi, mevcut parlamentonun keyfi sömürü ve baskı politikalarına karşı, halkın savunma ve hamle mekanı olacaktır. Öte yandan, şayet halkın içinde açık ve meşru yollar üzerinden bağımsız ve fiili bir demokratik cumhuriyet perspektifi ile süreç işletilirse, zaten şimdiden mevcut parlamento içinde yakalanmış olan %20 ye doğru bir hamle yapma imkanı, daha da yüksek seviyelere sıçrayacaktır.

İşaret fişeği çakıldı Üstelik, 10 Ekim rejimine karşı halkın öfkesi bileniyor, isyan etme eğilimleri güçleniyor. Gezi isyanında açığa çıkan toplumsal dinamikler, şimdilik geri çekilmiş olsa da, bir biçimde hareket halinde. 1 Mayıs’ta alanlara çıkan yüz binler bunun somut göstergesi. Toplumsal-siyasal yaşamı belirleyen kaotik ortama rağmen, emekçiler, işçiler, kadınlar, Aleviler, Kürtler, barış ve özgürlükten yana saf tutan yüz binler 2016 1 Mayıs’ı ile, iktidarın Türkiye’yi faşizme sürükleyişine çomak soktu, direnci ve umudu yeşertti. Şimdi 1 Mayıs 2016’nın işaret ettiği sorumlulukları doğru okuyup, hamle yapma zamanı. Zira vakit yok! Faşizmin kolları ahtapot gibi etrafımızı sarmadan, kazanma hedefinden hareketle etme-eyleme günleri içindeyiz. Fetihçi bir ruhla, direnişimizi kuşatmaya ve yeniden inşaya dönüştürmek gerek.

Koç hep kazanana oynuyor! Şimdiki kaotik siyasal süreçte ise “müesses nizamı” tesis etmek ve sermayenin soygun düzenini koruyabilmek için devlet içinde AKP, Ordu, MİT gibi birçok egemen güç çekişirken, Koç ailesi her durumda kazanacak, çok taraflı bir pozisyona oynuyor. Erkan GÖKBER Türkiye’de büyük patronların devletle arası iyidir. Cumhuriyet, sermayeyi pamuklara sararak korumuş, patronların talanına imkan sunmuş, tüm emekçilerin azgınca sömürülmesine bekçilik etmiştir. Bu sayede palazlanan patronlar, siyaset sahnesindeyse saman altından su yürütüp “usta pehlivan gibi altta güreşerek” gemilerini yüzdürdüler. Sınıfsal stratejilerini perde arkasından götürdüler. Darbelere çanak tuttular ve övdüler. Emekçilerin, demokratik ve halkçı dinamiklerin inisiyatiflerinin ezilmesini hep desteklediler. Ve daha da çok zenginleştiler... Ka-

baran mal varlıklarını memleket sevgilerinin göstergesi saymamızı istediler. Cumhuriyet burjuvaları TÜSİAD çatısı altında birleştiler ve burada sınıfsal duruşlarını sergileyen bir merkez inşaa ettiler. İrili ufaklı birçok patronun üye olduğu TÜSİAD’da esas güç Yüksek İstişare Konseyinde (YİK) toplandı. İşte işçilerin, kadınların, çocukların ve doğanın üzerindeki sömürü ve talan stratejileri YİK adı verilen, Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı gibi grupların başkanlığını yürüttüğü bu sırça köşkte belirleniyor. Devletle iyi geçinen TÜSİAD’ın AKP iktidarı döneminde hükümetle ilişkisi gergin bir hal

aldı. AKP temsil ettiği Anadolu burjuvalarına devletin imkanlarını açarak arka çıkarken, Cumhuriyet burjuvazisi büyük patronlar arasına yeni katılan bu gruplarla doku uyuşmazlığı yaşıyordu. AKP’nin dizginsiz şekilde uygulamaya koyduğu neo liberal politikalar sermayeye yeni sömürü alanları açtı. Ve bu, yarışa birkaç tur önde başlayan ve birikim sahibi TÜSİAD patronları için de önemli fırsatlar yarattı.

13 yılda yüzde 500 büyüdü! Özellikle Koç Holding çok ciddi bir gelişme yaşadı. AKP›nin iktidara gelişiyle aynı dönemde holdingin başına geçen Mustafa

Koç yapılan hamlenin ana aktörü oldu. Ve Koç Holding’in 2002 yılı sonunda 46,3 milyon lira olan net karı, 2015 sonunda 3,6 milyar lira oldu. 2002’de 13,7 milyar lira olan toplam varlıkları, 2015’in ilk dokuz ayında 73,4 milyar liraya yükseldi. Koç Holding 2005’te TÜPRAŞ ve Yapı Kredi Bankası’nı alarak, mevcut sektörlerindeki hegemonyasını enerji ve finans alanına taşıdı. Savunma sanayiinde de önemli yatırımlar yapan Koç “yerli” tank üretimine hazırlık yapıyor. AKP döneminde dizginsiz bir sömürü ve yağma imkanı yakalayan Koç, yüksek kar oranı ve hızlı büyüme ile holdingin piyasa değerini 28 milyar TL’ye çıkardı.

Koç çok taraflı oynuyor Şimdiki kaotik siyasal süreçte “müesses nizamı” tesis etmek ve soygun düzenini koruyabilmek için devlet içinde AKP, Ordu, MİT gibi egemen güçler çekişirken, Koç her durumda kazanacak, çok taraflı bir pozisyona oynuyor. Koç’un AKP’yle Gezi Direnişi’nden sonra kopan ilişki artık iyileşiyor. Bunun arka planında otobüs ihaleleri, yerli tank üretimi, otomotivde yatırım teşvikleri, TÜPRAŞ’ta işlenenen kaçak IŞİD petrolü gibi birçok çıkar ilişkisinin olduğu görülüyor. Fakat, Koç sanıldığı gibi AKP’nin faşist saldırganlığına karşı değildir,

sadece Erdoğan’ın kişisel diktatörlüğüne ve yetkiyi tek elde toplayarak yürütmesine karşıdır. Lakin AKP-Ordu ittifakının gelişmesiyle birlikte tam bir oportünizm içinde hemen AKP’yle arayı düzeltmeye koyulmuştur.

Düşmanını yakın tut! Belli ki Sun Tzu’nun salık verdiği “Dostlarını kendine yakın tut, düşmanlarını daha da yakın” prensibini Koç ailesi iyi biliyor. İş gereği el sıkışırken, hançer de hazır tutuluyor. AKP’nin yahut Erdoğan’ın tasfiyesi halinde Koç’un derhal yer değiştireceği ve hançerini “dostunun” sırtına saplayacağından emin olabiliriz.


Mayıs 2016 / sayfa 3

toplumsal özgürlük

POLİTİKA Esnek istihdamın en olumsuz biçimlerinden biri olan kiralık işçilikle ilgili yasa meclis genel kurulunda hala görüşülmeyi bekliyor.

1 Mayıs ve emekçiler

İşçi eylemlerinin artışı bize sınıf mücadelesinin yükseldiğini göstermez ama bir dinamiğe işaret eder. Ancak, bu kesimlerin örgütlü hale getirilmesi halinde ve mücadelenin de iktisadi meselelerle sınırlı olmaktan çıktığı zaman gerçek anlamda bir sınıf mücadelesinden söz edebilir. İrfan KAYGUSUZ İşçi sınıfı 1 Mayıs’a yaşamsal bir dizi ağır sorunun eşliğinde giriyor. Bir yanda ağır biçimde süren savaş, diğer yanda işçi sınıfının neredeyse tüm kesimleri için sonuçlar doğuracak nitelikte güvencesizliği pekiştirecek yasal düzenlemeler. Savaş hali, işçi sınıfı için iktisadi içerikteki sonuçlarının ötesinde, tüm diğer etkilerinin yanı sıra mücadeleleri görünmez, anlamsız kılıyor. İşçi sınıfı arasında ırkçı, milliyetçi eğilimler diğer toplumsal kesimlerden daha fazla artıyor. Bu durum hem siyasal hem de sendikal alanda çeşitli sorunları bağrında taşıyor. Devlet ve sermaye yanlısı partilere yakınlık artarken, kimi ilerici, demokrat sendikalar bile sendikalar bu eğilime teslim olup, en dar anlamıyla barış kavramını kullanmaktan imtina ediyor.

Savaşın bağrında Savaş ve çatışmalar işçi sınıfını da yeniden bir başka biçimde, bu kez etnik temelde yeniden bölüyor. Bu gerilim, sınıf bilincinin geri planda kalmasına yol açma tehlikesini bağrında taşıyor. Savaşın getirdiği bir diğer önemli sorun, her hak arayışının kolayca “bölücülük tehlikesi” gerekçesiyle bastırılıp,

etkisiz kılınabilmesi. İşçilerin hak arayışları, mücadeleleri bu ortamdan olumsuz etkilenip zayıflarken, sürmekte olanları da görünmez kılıyor. Bunların aynı sıra, elbette hükümette yapmak istediklerini daha kolay gerçekleştirebiliyor. Nitekim, son dönemde güvencesizleştirme sonucunu yaratacak, emekçilerin maddi yaşam koşularını olumsuz etkileyecek bir dizi yasal, hukuki düzenlemenin bu sürece eşlik etmesi tesadüfü olmasa gerek. Bugünlerde, emekçileri bütünüyle güvencesizliğe ve köleliğe mahkûm edecek düzenlemelerin bir kısmı yasalaştırılma, bir kısmı da hazırlık aşamasında.

Umut yok mu, varsa nerede?

Özel İstihdam Büroları Esnek istihdamın en olumsuz biçimlerinden biri olan kiralık işçilikle ilgili yasa (özel istihdam büroları) meclis genel kurulunda görüşülmeyi bekliyor. Taşeronlaşmayı kaldırma adına, mevcut çalışma ilişkisini ve hakları aratacak “özel sözleşmeli personel” olarak düzenlemede sona gelindiği biliniyor. Kıdem tazminatını fona devretme adına, fiilen tasfiyeyi hedefleyen düzenlemenin “raftan indirildiği” biliniyor. Yine kamu personel rejimine yönelik değişiklik çalışmaları da gündemdeki yerini korur-

Son 3 yıllık işçi eylemlerine baktığımızda, güvencesiz işçilerin mücadelelerde aktif rol aldığını görüyoruz.

ken, memurluk yapan siyasal kadroların tasfiyesine yönelik kimi düzenlemelerde hayata geçiriliyor. Avrupa Birliği’yle imzalanan göçmenlerin iadesi anlaşmasıyla, mültecileri ucuz ve güvencesiz işgücü olarak kullanma, işçiler arasındaki rekabetten yararlanma ve dola-

yısıyla yerli işgücünü daha da ucuzlatma gibi sermayenin işçi sınıfına saldırılarının arttığını da belirtmekte yarar var. Bu yazı maalesef, nerdeyse “kara haberlerin” ardı ardına dizildiği bir içerik almakta. Bunlara bir de sendikal yapılara ilişkin kısa saptamaları da eklemekte yarar var.

Sermaye ve devlet denetiminde, sermayenin ideolojik aygıtı haline gelmiş sendikal yapıların egemenliği artıyor. Bu egemenliğe özellikle Türk İş’te AKP yanlısı sendikal yönetimlerin ağırlığının artması, mücadeleci sendikaların tasfiyesi eşlik ediyor.

Bugünkü işçi sınıfı önemli ölçüde genç işçilerden oluşuyor. Kimileri “Y kuşağı işçiler” de diyor. Genç işçilerin önemli özelliklerinden birisi, “sorumluluk duygularının” azlığı. Çoklukla evli olmayan, öğrenimleri lise düzeyinde, sosyal medyayı iyi kullanan, sendikaların denetlemekte zorlandığı, beklenti ve talepleri yüksek ve en önemlisi bu özelliklerinin de bir sonucu olarak kaybedecek şeyi az olanlar. Bu nedenle asiler. Bu nedenle öfkeleri kabuk kabarıyor. Geçtiğimiz Mayıs ayına damgasını vuran ve “metal fırtına” olarak adlandırılan metal işçilerinin genel profili de bu. Bu işçiler aynı zamanda sendikal bürokrasiye de başkaldırma potansiyeli taşıyor. Bir başka özelliği de gözardı edemeyiz. Bu işçiler toplumsal düzeydeki temsiliyetten daha fazla milliyetçi, sağcı, muhafazarlar. Son 3 yıllık işçi sınıfı eylemlerine baktığımızda, dönemsel gelişmeler hariç, sendikasız ve ağır çalışma koşulları altındaki güvencesiz işçilerin mücadelelerde aktif rol aldığını görüyoruz.

İşçi eylemleri yükseliyor İşçi eylemlerinin artışı bize sınıf mücadelesinin yükseldiğini göstermez ama bir dinamiğe işaret eder. Ancak, bu kesimlerin örgütlü hale getirilmesi halinde ve mücadelenin de iktisadi meselelerle sınırlı olmaktan çıktığı zaman gerçek anlamda bir sınıf mücadelesinden söz edebilir.

CHP-MHP hep aynı terane

MHP’deki savaş “devlet”e sıçrıyor

İşçi sınıfı ve ezilenler bağımsız bir hatta, mutlak olarak kendilerinin çıkarlarını sisteme dayatarak Demokratik Cumhuriyetin inşası yolunda ilerlemek zorunda.

MHP hem devlet hem de sermaye açısından kullanmaya uygun bir hale getirilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla Bahçeli ve Akşener arasındaki “savaş”, bir anlamda devlet içindeki paylaşım savaşıdır.

Emrah ARIKUŞU

C. MALATYA

Türkiye Cumhuriyeti, kendini de yok edebilecek düzeyde gerilimli bir kriz yaşıyor. AKP-Erdoğan, 20 Temmuz, 10 Ekim katliamları ve 1 Kasım seçim darbesiyle toplumun ayarlarıyla oynayarak ülkeyi tek adam rejimine götürmeye çabalıyor. Sermayenin egemenliğinin devam etmesi için AKP, CHP ve MHP’nin tek bir çatı altında toplanma olasılığı da şekillenebilir. MHP’nin yandaş siyaseti, CHP’nin AKP karşısındaki teslim olmuşluğu, cılızlığı ve sönüklüğü şimdilik işlerin yürümesini sağlıyor. Zaten her zaman öyle olmuyor mu? Düzen içi muhalefetin misyonu “devletin bekasının” sürdürülmesinden ibaret değil mi?

MHP’ye AKP ayarı Tuğrul Türkeş operasyonu ile sarsılan, daha sonra kurultay tartışmaları ile daha fazla sendeleyen MHP, AKP’nin yanında saf tutarak ayakta kalmaya çalışıyor. Meral Akşener - Devlet Bahçeli gerginliği AKP’nin de işine geliyor. AKP, Akşener’in cemaatle ilişkisi olduğu iddialarıyla altını oyarken, MHP’yi avucunun içine almaya çabalıyor. AKP’nin bu hamlesi Devlet Bahçeli’nin de işine gelmiş olmalı ki; karşılık olarak “Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda sonuna kadar AKP’yi destekleyeceğiz.” açıklaması ile AKP’nin yanında konum-

lanışını açıkça ifade etti. AKP’nin, Ensar Vakfı’ndaki çocukların taciz olayında sıkışmasında yine imdada MHP yetişti. Olayın siyasal bağlantılarından bağımsız bir şekilde bir cinsel istismar suçu olarak ele alınması için MHP’nin çocuk istismarının önlenmesi için komisyon kurulması önerisi Meclis’te önce reddedildi. Ardından AKP’liler krizi fırsata çevirerek hemen öneriyi desteklediler ve işin içinden sıyrıldılar. Ayrıca MHP’liler vakıf kültürünü her zaman benimsediklerini belirterek vakıfların yaptıkları hizmetlere de karşı olmadıklarını bu ihmal ve kusurun vakfa mal etmenin yanlış olduğunu vurguladılar. Laiklik tartışmalarında ise Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın açıklamasını kişisel bir yanlış olarak göstermeye çalışmaları, AKP cenahında sevinçle karşılanmıştır herhalde.

CHP’nin çıkmazı Diğer yandan, ana muhalefet partisi CHP’nin inisiyatifi iyice kayboluyor. Dümenini Ekmeleddin ve Mansur Yavaş’la sağa kırıp umduğunu bulamazken, Erdoğan’a “diktatör bozuntusu” çıkışı, 1 Mayıs’a kitlesel katılım ve Cizre raporu ile bir de sola kıran CHP’nin pusulası iyice bozuluyor. AKP karşısında sola yönelen ve sistemin kendisine tepki göstermeye aday kitlelerin bilincinde bulanıklık yaratmak gerekiyor ise, CHP’den iyisi var mı?

MHP’deki kurultay sürecinin gerilimi ve “ateşi” giderek artıyor ve parti dışına sıçrıyor. Bir tarafta Devlet Bahçeli’nin başını çektiği gelenekçi-statükocu kanat, diğer tarafta Meral Akşener’in şimdilik gayri resmi olarak başını çektiği “muhalif ” kanat. Bu iki kanatın mücadelesi sadece onlardan ibaret kalmıyor, devlet içindeki kliklerinde hesaplaştığı bir mücadele alanı oluyor.

Kurultay meselesi devlet meselesi 1 Kasım seçimleri sonrası muhalifler kurultay toplama hazırlıklarına girmiş ve kurultay için yeterli sayıda delegenin imzalarını toplamıştı. Bahçeli’nin imzaları kabul etmeyerek olağan kongreyi işaret etmesinin ardından muhalifler mahkeme gitmiş, mahkeme de kurultayın toplanması kararını almıştı. Fakat Tosya ve Gemerek’te açılan davalar sonucunda kurultay süreci durduruldu. Böylece kurultayın yapılma sürecine yapılan

müdahalelerle MHP içindeki «mesele», devlet “meselesi”ne dönüşmüş oldu. “Meselenin” devlet boyutuna sıçramasında Erdoğan’ın katkısı büyük. Erdoğan, Bahçeli’nin MHP’nin başında kalması için özel çaba sarf ediyor ve devlet içindeki imkanlarını bu yönde kullandırıyor. Çünkü Bahçeli, özellikle 7 Haziran’dan bu yana hem koalisyonun kurulmamasına yönelik tutumu, hem de HDP’ye yönelik saldırılarıyla canhıraş şekilde desteklemesiyle, Erdoğan’ın planlarının gerçekleştirmesini sağlayan en önemli kişilerden biri oldu. Diğer yandan da kamuoyuna yansıtılan anketlerin büyük bir çoğunluğunda, Meral Akşener’in başında olduğu MHP’nin AKP’den oy alabileceğini göstermesi, Erdoğan’ın Bahçeli’yi MHP’nin başında istiyor olmasının bir diğer nedenidir.

Meral Akşener kendinden ibaret değil Her ne kadar genel

başkanlık için dört aday olsa da Meral Akşener’in ismi hem anketlerde hem de medya da giderek öne çıkıyor ve neredeyse MHP Genel Başkanı olmuş havası veriliyor. Akşener’in geçmişteki iktidar tecrübesiyle birlikte sermayeye olan yakınlılığı, diğer adaylara göre öne çıkmasını sağlıyor. Özellikle Tansu Çiller›in başbakanlığında Mehmet Ağar’dan devralarak yürüttüğü İçişleri Bakanlığı sürecinde gerçekleşen faili meçhuller, katliamlarla devlet için neler yapabileceğini göstermişti. Nitekim “Bazıları diyor ki sosyal medyada “Meral Akşener MHP’ye genel başkan olmasın, faili meçhullerin sorumlusu O’dur” diyorlar. Ne derseniz deyin, hepsi kabulümdür” açıklamasıyla faşizan politikalarına devam edeceğini gösteriyor. Kamuoyuna sunulan anketlerde, Akşener’li MHP’nin şimdiden yüzde 15’lerde olduğunu belirtilmesi ise, MHP’nin 7 Haziran’daki sonuçlarına ancak Akşener’le ulaşabi-

leceği mesajını içeriyor. Böylelikle Bahçeli’nin en büyük destekçisi olan Erdoğan, bir de başında Akşener’in olacağı bir MHP ile kuşatılmak isteniyor. Ve bu da Akşener’in, devlet ve sistem içerisinde giderek artan gerilimde Erdoğan’a karşı tutum alan klik tarafından desteklendiğini gösteriyor. Her ne kadar “muhalefet” partisi olsa da, muhalifliğinden çok AKP’nin, esasında devletin ve sermayenin, koltuk değneği olarak görevini itina ile yerine getiren Bahçeli MHP’si onarılamayacak bir kopuş ile karşı karşıya. Devletin, en işlevli aletlerinden biri olan MHP’nin bu içler acısı haline seyirci kalması beklenemez. Bu yüzden MHP hem devlet hem de sermaye açısından kullanmaya uygun bir hale getirilmeye çalışılıyor. Fakat bu çalışma aynı zamanda devlet içindeki savaşımın zeminiyle de kesişiyor. Dolayısıyla Bahçeli ve Akşener arasındaki “savaş”, bir anlamda devlet içindeki paylaşım savaşıdır.


Mayıs 2016 / sayfa 4

toplumsal özgürlük

POLİTİKA OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU

AKP’de tasfiye rüzgarları esiyor...

Sarsılma ve zorlanma AKP, “başkanlık sistemi”t olarak kodladığı faşist bir diktatörlük peşinde koşturuyor. Gücü ve çapı yetmese de, kurnazlık, hile, yolsuzluk ve devlet şiddetinin ortaklaştığı bir “kılıçla” önünü temizleyerek yol almaya çalışıyor. 1. sayfadan devam

İslam, AKP’nin kurmak istediği faşist diktatörlüğün örtüsü olarak yeniden yapılandırılıyor. Ve bu, “AKP İslamı” toplumun tümüne bütün hücrelerine dek sızdırılıyor. İktidar, Orta-doğu politikası tümüyle çökmüş olsa da, adeta bir “kaybedenler kulübü” kurduğu Katar ve Suudi Arabistan’la daha yoğun bir ortaklaşma/bloklaşma örgütleyerek ek güç kazanmaya ve kaybettiği yolda ısrarla devam etmeye çalışıyor. Ama, öte yandan, iktidar alanındaki bazı güçlerin, ABD-AB ile daha uyumlu bir politika için “u dönüşü” hazırlığı yaptığı da görülüyor.

Bölünme ya da çözülme Yaşadığımız kaotik ortam, içindeki bütün toplumsal ve siyasal güçlere olağanüstü baskı yapıp sıkıştırıyor, bütün güçleri dağılıp

çözülmeye zorluyor. MHP, hem kitle tabanından hem de merkezi düzeyde çözülüyor. Olağanüstü kongre talebi ve sonrasındaki gelişmeler, partinin bütünlüğünü yüksek risk altına soktu. Akşener’in belli güç odakları tarafından öne itildiği anlaşılıyor; Bahçeli ise, Erdoğan’ın himmetine sığınan bir zavallı konumuna sürükleniverdi. Bu iki eğilim, artık aynı parti içinde kalabilir mi? CHP ise, korkudan neredeyse görünmez olacak ve her yerinden sarsılıp titriyor. “Dokunulmazlık” oylamasında AKP’nin faşizme doğru gidişini destekleme tutumu, sola doğru bir parti içi kanat oluşumu ya da kopuşun önünü açabilir. Baykal ise, tam tersi yöne doğru bir yönelim içinde ve tümüyle sağa-faşizme doğru bir yol açmaya çalışıyor.

Sırf bu dar alana bakacak olursak, kurnaz ve saldırgan Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’yi yendiğini, CHP ve MHP’nin AKP’nin yedeğine düştüğünü ve aralarındaki ilişkiler alanında AKP’nin açık bir hegemonya kurduğunu saptayabiliriz. Bu hegemonya, AKP iktidarının sürüp gitmesi sonucunu yaratıyor. Ancak, AKP kendi yarattığı gerilimin kurbanı da oluyor. AKP’nin hamle yaptığı alanlarda oluşan dirençlerin yarattığı bütün gerilimler, en yoğun ve sertleşmiş halleriyle AKP’nin üstünde toplanıyor ve bu zorlamaların oluşturduğu irili ufaklı bir dizi çatlak partinin bütünlüğünü sarsıyor.

Davutoğlu’nun tasfiyesi Erdoğan’ın kimi maraziliklerini “yumuşatmak” isteyen Davutoğlu’nun aslında çok da önemli

olmayan “nüans” düzeyindeki farklılığı bile olağanüstü sonuçlar yarattı. O arada, oligarşik iktidar alanının karanlık bölgelerinde gizlenmeye çalışılan birçok gerçek de açığa çıkıverdi. İlkin, iktidar alanının o pek “havalı” sahiplerinin hiç de öyle “güçlü” olmadıklarını, en ufak bir sorunda bile “paniğe” kapıldıklarını gördük. İkincisi, evet, Erdoğan’ın her istediği oluyor, ama etrafı da boşalıyor! Her “tasfiye” aşamasında, AKP’nin bir nüansı daha Erdoğan’dan yolunu ayırmış oluyor. Böylece, esneme yeteneklerini yitiriyorlar. Üçüncüsü, iktidarda kalabilmek için sürekli işlenerek artan suçlar ödenecek faturayı şişiriyor. Günü gelince verilecek hesabın ağırlığı arttıkça, iktidarın en sıkı-çekirdek

alanında bile “ikirciklenmeler” ve “kopuşlar” yaşanıyor. Dördüncüsü, Erdoğan’ın Ordu ile ittifakı oldukça hassas ve zayıf bir dengede konumlanıyor. Tıpkı Erdoğan’ın Orduyu “İslamcılaştırma” hesapları/planları olduğu gibi, Ordunun da Erdoğan’ın gücünü sınırlama ve mümkünse tasfiye etme hesapları var.

Neler olabilirdi? Şimdi yenilen Davutoğlu, şayet Gül-Arınç ekseniyle ilişkilense ve özellikle Ordu ve MİT olmak üzere devlet kurumlarından destek alarak Erdoğan’a karşı tutum alabilseydi, bir anda “Brütüs” olabilirdi! Ankara kulislerinde dolaşan ve günlük basında pişirilen söylentiler, bu “komplo” sürecinin hiç de hayal olmadığını gösteriyor. Öte yandan, Erdoğan Davutoğlu’nun hamlesini savuşturabilmiş

olsa da, şimdilerde “biat etmiş” görüntüsü veren sermaye güçleri, aynı zamanda ve en sinsi biçimlerde bir “Brütüs” arayışında! Ve, Davutoğlu “pürüzü” ile, Akşener “pürüzü” arasında şayet bir ilişki varsa, bunun “mimarının” yerel ve küresel sermaye güçleri olduğundan şüphe etmemeliyiz. Olup biten bütün süreçler, AKP’nin içindeki ırkçı-şoven eğilimi güçlendiriyor ve faşizme doğru sürükleniyorlar. Ayrıca, CHP ve MHP AKP’ye doğru çözülürken, AKP’nin de onlara doğru çözüldüğünü saptamalıyız. Onlara topyekun “Devlet Partisi” diyebiliriz; hiçbir bileşenin, CHP dahil, faşizme doğru hızlı sürüklenişe temelden itirazı yok; aralarında yaşanan sert tartışmalar, son dokunulmazlık oylaması bir kez daha gösterdi ki, aslında kuru gürültü.

Nasıl hareket etmeli? Egemenlerin üstte olduğu, ama halk güçlerinin de kendi iktidar alanlarını kurup açık ve meşru biçimde sürdürdükleri özgün bir “ikili iktidar” sürecine girme ihtimali güçleniyor.

Hangi zeminde konumlanmalı? Dikkatimizi, gerçek toplumsal güçlerin günümüzdeki hareketleri üzerinde yoğunlaştırmalı, çıkışı bu güçlerin hareketleri içinde konumlanmada ve bu hareketleri sistem karşıtı uygun bir devrimci zemine yerleştirebilmekte aramalıyız. Halkın muhalefetinin ne yaptığı, sistemin çözümsüz kaldığı günümüzde özel önem kazanıyor. Çözümsüzlük ve var olan kaotik durumun aşılmak bir yana derinleşerek süreklileşmesi, sistemin zayıflaması sonucunu yaratıyor. İşte, bu güncellikte, halk güçleri nasıl konumlanmalı? Öncelikle ve elbette, bu «güncel» duruşumuz, tarihsel konumlanışımızla uyumlu olmalıdır. Kapitalizme karşı “kopuşçu” bir duruşla kendisini gösteren devrimci-komünist tarihsel

duruşumuzda netleşip derinleşmek gerekiyor. Bu derinleşmedir ki, bir kutup yıldızı görevini yerine getirerek, bizleri günün kaotik ortamının güçlü fırtınalarından korur ve yön kaybından kurtarır. Evet, bir ayağımızı “sağlama” alacağız, temelimizi o noktadan derinleştireceğiz. Güncel gerilimlerin bu konulardaki netliği bulandırmasına asla izin verilmemeli. “Nerede yağmur, oraya çadır!” sersemliği bizden uzak olsun.

Tarihsellik ve güncellik Evet, ama, sadece bu duruş,

yetmez; bu tarihsel duruşun talep ettiği “devrimin güncelliğini”, şimdi ve burada, nasıl, nerede ve ne yaparak yakalayabiliriz? İşte, bir ayağımızı «tarihsel» duruşla «sağlama» aldıktan sonra; diğer ayağımızla, bütün cesaretimizle risk alarak ve özgün hassasiyetlerini gözeterek güncellik içinde gezineceğiz. Dikkatimizi, gerçek toplumsal güçlerin günümüzdeki gerçek hareketleri üzerinde yoğunlaştırmalı, çıkışı bu güçlerin gerçek hareketleri içinde konumlanmada ve bu hare-

ketleri devrimci bir zemine yerleştirebilmekte aramalıyız. Evet, hangi toplumsal güç, kendi somut ihtiyaçları üzerinden neler yapıyor? Toplumsal güçler, ne tipte eylemlerle kendisini ifade ediyor, neleri talep ediyor, hangi biçimlerde örgütleniyorlar? Gezi isyanı gibi muazzam bir kalkışmayı başarmış ve zayıflayarak da olsa bir biçimde halen de sürdürebilen güncel toplumsal güçler, devrimci-komünistler için güvenilecek ve sığınılacak bir güç trafosudurlar.

Egemenler “yönetme” krizi içindeler. Evet, kendi sistemlerini sürdürebiliyorlar, ama toplumsal ve politik ortamlarda bütünsel bir kontrol kuramıyor, hatta bazı alanlarda kontrolü kaybediyorlar. Evet, egemenler, üstteler, ama öyle oluyor ki aniden başları dönüveriyor, denge kaybı yaşıyorlar. Egemenler sivil bir faşist diktatörlük kurmak istiyor. Ama, bu yönde attıkları adımlar da, önlerindeki engellere çarpıyor ve eğilip-bükülerek yetmezlik içine düşüyor, hedefine bir türlü ulaşamıyor. Gezi isyanında ortaya çıkan halk güçleri ise, bir biçimde hareket halindeler. Zayıf, sürekli olmayan ve birbirinden kopuk hareketleri, hedeflerine ulaşmalarını engelliyor. Daha önemlisi, bu güçler kriz içindeki mevcut politik rejimden kopuşan halkçı-demokratik bir toplumsal iktidarlaşmanın bilincine sahip değiller, sadece güncel ihtiyaçlarına odaklanmış durumdalar. Ancak, demokratik-halkçı ya da anti-kapitalist halk güçlerinin zaaflarıyla da olsa bir biçimde hareket halinde olması, onların varlığını sürdürmelerini sağlıyor. Şimdi dağınık olan halk güçlerinin örgütleri ve hareketleri, hepsinin ortaklaşabileceği acil bir ihtiyaç olan demokrasiyi inşa etme hedefinde ortaklaşabilir. Böylesi bir ortaklaşma, yüksek moral ve enerji üretecektir. Bu moral ve enerji de, aynı anda devreye sokulan daha yüksek zeminlerdeki ortaklaşmaların güç kaynağı- itici gücü olacaktır.

Devrimci hamle Daha yüksek politik zeminler

nedir? Yerel alanlar kendi şehirlerinin/ mahallerinin meclislerini kurup kendi sorunlarını doğrudan demokrasi yoluyla tartışıp karara bağlayabilirler. Farklı toplumsal güçler de (kadınlar, ekolojik hareketler, aleviler…vd.) kendi ihtiyaçlarını temel alarak “Meclis” biçiminde örgütlenebilir. Egemen sistem krizden çıkamadıkça ve şiddeti kendi yönetimlerinin ana ögesi haline dönüştürdükçe; halk meclisleri yüksek meşruiyet kazanacak ve kriz içindeki mevcut oligarşik-totaliter rejime karşı bir seçenek olarak Demokratik Cumhuriyetin toplumsal temelleri olacaktır.

İkili iktidar Evet, egemenler yönetme krizi içindeler, ama bir biçimde kendi egemenliklerini sürdürebilecek güce de sahipler. Kimi alanlarda kontrol güçleri felç olabiliyor. Demokratik halk güçleri ise, henüz bir iktidarlaşma bilincine sahip değiller. Ama, kendi acil ihtiyaçları doğrultusunda hareket edebiliyorlar ve en son 1 Mayıs gösterilerinde bir kez daha görüldü ki, kendilerine akabilecekleri kanallar arayorlar. İşte, halk güçleri, kriz içindeki egemenlerin çözümsüz ve zayıf oldukları mevcut toplumsal gerçeklik içinde, kendi sorunlarını tartışıp çözmeye çalışacakları meclisler kurabilirler. Ama henüz doğrudan kendi iktidarlarını kurabilecek güce ve yeteneğe sahip değiller. Bu durumda, egemenlerin üstte ve egemen oldukları, ama halk güçlerinin de kendi iktidar alanlarını kurup açık ve meşru biçimde sürdürdükleri özgün bir “ikili iktidar” sürecine girme ihtimali güçleniyor.


Mayıs 2016 / sayfa 5

toplumsal özgürlük

POLİTİKA Kürdistan coğrafyasında tüm güçler hareket halinde.

Dehakların düzeni sarsılıyor Ortadoğu ve Kürdistan’da tarihsel fırsatların açığa çıktığı bir dönemden geçiliyor. KÖH ise bu dönemin sunduğu olanak ve olasılıkları sakin, hamleci ve ayağı yere sağlam basan politikalarıyla alanlarını ve mevzilerini güçlendirip büyüterek kazanmaya çalışıyor. Hasan FERAMUZ Suriye’de süren savaş, Ortadoğu’ya yayılarak bölgesel ve kalıcı bir savaş haline dönmüş durumda. Her ne kadar “barış” görüşmeleri ABD ve Rusya’nın zorlamasıyla devam etse de, özellikle Kürdistan coğrafyasında savaş bütün acımasızlığıyla devam ediyor. Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) ise bu savaş ortamının yarattığı kritik, hassas ve kaygan dengelerin arasında bir yandan ayakta kalmaya çalışırken diğer yandan da alanını ve etkisini bölge çapında yayarak büyütüyor.

Rojava özgücüyle ilerliyor Hem Suriye’de hem de Irak’ta IŞİD’e karşı en etkili ve sonuç alıcı mücadeleyi veren, aynı zamanda Esad rejimine karşı olan mesafesini koruyan PYD, özellikle Türkiye’nin baskısıyla Cenevre-3 görüşmelerine katılması engellendi. Buna karşılık Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nun kuruluşunu ilan edildi. Bu kuru-

luş doğrultusunda oluşturulan ve Eşbaşkanlıklarını Hediye Yusuf (Kürt) ve Mensur El Selum’un (Arap) yaptığı Kurucu Meclis ise tıkanma noktasına gelen Cenevre-3 görüşmelerine nazaran hızla çalışmalarına devam ediyor. Böylelikle federasyon kararı nedeniyle Heysem Menna’nın Demokratik Suriye Meclisi Eşbaşkanlığından istifa etmesinin olumsuz etkisi de giderilmiş gözüküyor. Kantonların birleştirilmesini önüne koyan YPG ise Manbij ve Azez’in etrafını sarmış durumda. Buraları özgürleştirmek için “siyasi” koşullarını oluşmasını bekleyen YPG, diğer taraftan Demokratik Suriye Güçleri (QSD) ile birlikte Rakka ve Deyrizor’un da kapısına dayanmış durumda. Yine bu kentlerin özgürleştirilmesi için de “siyasi” koşullarını oluşmasını bekleniyor. Bu “siyasi” koşulların oluşması ise ABD ve Rusya’ya karşı yürütülecek denge politikasına bağlı. Ve KÖH bir yandan aceleci davranmayarak koşulların oluş-

masını beklerken, diğer yandan da Arap, Türkmen, Çerkez halkları ile direniş cephesini kurmaya çabalayarak mevzilerini güçlendirerek genişletiyor. Diğer yandan Afrin Kantonu ve Halep’in Şeyh Maksud mahallesine yönelik MİT destekli cihatçı çetelerin saldırıları ise püskürtülmeye devam ediliyor. YPG ve QSD, Suriye’de kazanımları koruyacak ve geliştirecek güç olduğu ortaya koymaya devam ediyor.

Irak ve İran’da süreç gelişiyor Şengal’in kurtarılmasında büyük rol oynayarak Başur’a kalıcı bir giriş yapan KÖH, Şengal’in kontrolünü YBŞ’ye bıraktı ve YNK›nin desteğiyle de Şengal’in yeniden yapılanmasını için Irak parlamentosunun desteği sağlandı. Kerkük’ün savunması için HPG’yi yönlendiren KÖH, Musul’un kurtarılması operasyonuna katılmak için çabalarını sürdürüyor. Böylece KÖH, sakin ve sağlam adımlarla Başur›a yerleşmiş durumda. Son bir senede 12 bin Kürt

tutuklandığı İran›da ise Türkiye›dekine benzer bir siyasi operasyon yürütülmekte. Rojava, Başur’daki gelişmelerle birlikte Bakur’da da yükselen hareketlilikten ürken Molla rejimi bu operasyonlarla önleyici davranmaya çalışıyor.

Tarihsel bir dönem Ortadoğu ve Kürdistan’da tarihsel fırsatların açığa çıktığı bir dönemden geçiliyor. KÖH ise bu dönemin sunduğu olanak ve olasılıkları sakin, hamleci ve ayağı yere sağlam basan politikalarıyla alanlarını ve mevzilerini güçlendirip büyüterek kazanmaya çalışıyor. Bu kazanımların gerçekleşmesinin bölgenin özgürleşmesinden geçtiğini gören KÖH, başta Arap, Türk, Fars halkları olmak üzere bölge halklarıyla direniş cepheleri kurmaya çalışıyor. KÖH sadece Kürdistan’ın değil, Ortadoğu’nun da yeniden kuruluşu açısında yaratıcı-kurucu hamlelerine kazanarak ve kazandırarak devam ediyor.

Kürtlerle yürütülen savaş iki ucu keskin bıçak

Kürtlerle savaşta kim kaybetti?

Hâlihazırda yıllardır inşa edilen ikili iktidar, şimdi daha derinlere kök salma fırsatını buldu. Kenan DAĞAŞAN Statik düşünme saplantıları yüzünden Kürtleri halen doksanlı yıllardaki yöntemlerle bitireceklerini sanıyorlar. Sandık darbeleri, yoğunlaştırılmış savaş, dokunulmazlıkların kaldırılması gibi ataklarla Kürt halkı köşeye sıkıştırılmak isteniyor. Kentler yerle bir ediliyor. İnsanlar göç etmek zorunda bırakılıyor. Ve en vahimi çok sayıda insan katlediliyor. Bütün bu vahim tabloya rağmen AKP-TC kazanıyor mu dersiniz? Saraydan yönetilen savaşın dönüp tüm TC rejimini temellerinden sarsma ihtimali artıyor. Hendekler bu sert savaşın bir ürünü olarak ortaya çıktı. Fiziki olarak ayrı bir coğrafyanın sınırları hendeklerle çizildi. Kapatılmaları bir şey ifade etmez. Artık kısa süreli de olsa fiilen “devletten bağımsız bir özyönetim” deneyimi yaşandı. Devlet bunu hesapladı mı dersiniz? HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması beraberinde ne getirir? Mahalle mahalle

örgütlenmiş, gençlik, kadın, emek gibi meclisleri kurmuş ve demokratik uluslaşma sürecini hızlandırmış bir hareketin politika yapacağı tek alan ulusal parlamento olmasa gerek. Hâlihazırda yıllardır yürütülen bu örgütlenme süreçleri şimdi kökten bir kopuşun öznelerini yaratmaya aday.

Kopuş hızlanıyor mu? Son birkaç aydır Kürt halkına girişilen savaş boyunca devlet kendince kimi önlemler aldı. Okulları, devlet dairelerini, kamusal alanları boşalttı. Yani devleti orada temsil edecek ideolojik aygıtları tamamen ortadan kaldırdı. Kısacası devletin tek temsilcisi olarak silahlı kuvvetler ve tanklar kaldı. Acaba devlet silahlarını geri çekip oraya tekrardan “kamu düzenini” tesis etmeye niyetlendiğinde bunu nasıl başarabileceğini hiç hesaplamış mıdır? Kürt çocuklarını asimile etme aracı olan okullar aylardır kapalı. Halkın TC ile muhatap olması için başvurabileceği herhangi bir makam yok. Kısacası devlet

adına orada silahlar dışında bir şey yok. Tarihin, silahlarla kalıcı bir hegemonyanın kurulduğuna şahit olmadığına göre TC’nin ileriki süreçlerde çok daha ciddi bir otorite sorunu yaşayacağına şüphe yok. Tarih boşluk affetmez. Boş bıraktığınız yeri başkası doldurur. Zaten hâlihazırda yıllardır inşa edilen ikili iktidar, şimdi daha derinlere kök salma fırsatını buldu. YDG-H’nin ön plana çıkmasının yanı sıra YPS’nin bu dönemde kurulması hareket açısından önemli bir hamle oldu. Dokunulmazlıkların kaldırılmasının ardından Demirtaş’ın “halk isterse birden fazla parlamento kurulur” çıkışı bu koşullar içerisinde tarihi bir çıkış olabilir. 7 Haziran’ı sindiremeyenler 1 Kasım’ı dayattı. Yetmedi, savaşı tırmandırdı. O da yetmedi, dokunulmazlıkları kaldırdı. Devlet tüm bu hamleleri yaparken çok sayıda insan öldü. Ama tersi yönden bakarsak hareketin kopuşmasını ivmelendirdi. Belki de en önemlisi devlet ittifakıyla parlamentodan kovulan

vekillerin kimilerinin düştüğü parlamenterizm tuzağından bir an önce kopuşması sağlandı.

Neoliberal savaş mı? Devlet açısından savaşın bir anlamı da neoliberal sermaye birikimi için savaşı bir rant kapısı olarak gördüğü görüşü de sık sık dillendirildi. Bu görüşe göre “Sur’u Toledo yapma”, “TOKİ’yi göreve çağırma” gibi söylemler buna delaletti. Üstelik Kürt gençlerini Batı’ya sürerek onları ucuz işgücü piyasasının birer neferi yapma politikası da dillendirildi. Bu saptamalar kuşkusuz ki doğru. Devletin hedefleri arasında bunlar da var. Ama devletin planının kusursuz işlediğine dair bir işaret yok. Ve bu hesabın tutacağının bir garantisi de yok. Yukarıda sıralanan gelişmeler neoliberal düzenin tam tersi bir toplumsal düzeni hayata geçirmeleri için Kürt hareketine önemli imkânlar sunabilir. Devlet Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olabilir.

AKP ve TSK hem kol kola, hem diş dişe

TSK’nin yeni dönemi Darbe söylentilerinin dillendirildiği bu günler aynı zamanda TSK- AKP’nin ittifak içerisinde olduğu bir dönem. Hasan DURKAL İki tarihsel düşmanın -AKP’nin ve TSK’nin- ittifakı son zamanlarda oldukça dikkat çekiyor. Bu ortaklık acaba bir kaynaşma mıdır, yoksa geçici bir koalisyon mudur? Büyük ihtimalle ikincisidir. Çünkü bu iki eksenin mayası da hamuru da farklı farklıdır. TC tarihinde TSK’nin siyasal konumlanışını kabaca üç dönemde incelememiz mümkün. Birinci dönem kuruluştan 2007’ye kadar olan kısımdır. Bu uzun dönemde ordu, TC’nin öncülü olan Osmanlının devlet sınıfları içerisindeki en ayrıcalıklı konumunda olmanın avantajıyla, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu unsuru olarak ortaya çıkmıştır. Bu uzun dönem boyunca kendi tanımladığı “iç Hizmet Kanunu”na göre ülkeyi idare etmiştir. Gerekli gördüğü hallerde bu İç Hizmet Kanununa dayanan müdahalelerde bulunmuştur. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleri ile 28 Şubat 1997 post modern darbesi ve 27 Nisan 2007 e-darbesi yapılan müdahalelerin başlıcalarıdır. Ancak 2007 yılıyla birlikte başlayan Ergenekon operasyonu bu kurucu-koruyucu iradeyi geriletti. Yerine kabaca söylersek sermayenin tek egemenliği tesis edildi. Bu süreçte “İç Hizmet Kanunu” törpülendi. Ordu “ehlileştirildi”. Böylece yeni bir dönem açıldı. Bu sürecin aktörleri olan NATO-AKP-Cemaat ittifakı Türkiye’de darbeler döneminin bittiğini muştuluyorlardı.

Yeni Türkiye’nin sonu Fakat bu “yeni dönem” uzun sürmedi. NATO’nun maşalığını yapan AKP-Cemaat eliyle başlayan rejim restorasyonu iç hesaplaşmalar yüzünden sekteye uğradı. İttifak dağıldı. Dağılan ittifaklar sonucu yeni dengeler kuruldu. Erdoğan’ın sıkışmışlıktan çıkma çabaları onu ittifak arayışlarına itmişti. Aranan müttefik bulundu: Ehlileştirilmiş bir TSK. Büyük bir kavga gürültüyle giden bu süreçte, Ergenekon ve Balyoz davaları düşürüldü. Kürtlerle ve Cemaatle savaş konseptinin hayata geçirilmesiyle

ordunun nüfuz gücü arttı. Bu ittifak sayesinde Ordu dağılan itibarını yeniden toparlama fırsatı bulmuş gibi görünüyor. Yüzlerce yıllık hapis cezalarıyla aşağılanan paşalara “itibarları” Erdoğan tarafından iade edildi. Yeni bir uzlaşma dönemi böylece başlamış oldu. Ancak TSK’nin bu üçüncü döneminin farklılıkları var. Artık devletin sahibi değiller. Ama olmayacakları anlamına gelmez. Her istediklerini yerine getiremiyorlar. Kendi inisiyatifleriyle davrandıkları dönemlerde değiliz artık. Ama tamamen baskı altında oldukları bir dönemde de değiliz.

Darbe mi, ittifak mı? TSK’nin AKP’ye bir darbe yapabileceğine dair söylentilerin en çok dillendirildiği bu günler aynı zamanda TSK ve AKP’nin açık bir ittifak içerisinde olduğu dönemdir. Bu bir çelişki midir? Değildir. Bu ittifaktan her iki kesimin de çıkarı vardır. TSK’nin üçüncü dönemi bir ara form olarak değerlendirilebilir. Muhtemelen TSK bu ara formu eski döneme çevirme çabasında olacak. Erdoğan ise bu ittifakla iktidarını sağlamlaştırmak isteyecek. İşler şimdilik her iki tarafın da istediği gibi gidiyor. Bu yüzden darbe söylentilerinin kısa vadede gerçekleşmesi mümkün görünmüyor. Ne de olsa her koşula rağmen Erdoğan’ı ayakta tutan bir sermaye sınıfı da var. Ama bu böyle sürüp gider mi? İki ezeli düşman ne zamana kadar birlikte yol yürüyebilir? Buna Türkiye’nin içerisinde debelendiği kaotik ortamın ne yöne evrileceği karar verecek. Eğer kaos derinleşir ve Erdoğan gidici bir pozisyona düşerse, o zaman onun ipini çekecek bir müdahale söz konusu olabilir. Ülkedeki kaotik durumun derinleşmesiyle bombalarla ehlileştirilen halk alternatifsiz kalınca gözünü orduya çevirebilir. TSK de kendisine biçilen “onarıcı” rolü hem kendisi hem sermaye lehine üstlenebilir. Böylece kapanan darbe dönemleri bir daha açılabilir.


Mayıs 2016 / sayfa 6

toplumsal özgürlük

POLİTİKA Terolar’da direniş var

Maraş-Terolar Köyü direnişine dair Maraş katliamında bu yana büyük bir sindirme politikası cenderesindeki halk, yavaş yavaş başını kaldırıp direnişi mayalıyor. Bize düşen destek olup direnişi büyütmektir. AKP’ nin Alevileri asimile ve yok etme planını boşa düşürmektir. Haydar ARIKUŞU Çünkü Terolar köyünün merası, köy halkının ve muhtarının onayı alınmadan “ihaleye verip, satışa” sunuldu. Yapılan uygulama ne ihale kanununa, ne meralar kanununa uymamakta.

Yaşam alanı ihlali Tarolar köyünde yaşanan, aynı zamanda bir yaşam alanı ihlalidir. Kampın yapılacağı alan, 24 köyü kapsayan bir ovanın kuzeydeki başlangıç yeri. Böylesi güzel bir ova, yeni yerleşim ve organize sanayi bölgesi” yapılarak kirletilecektir. Bu ova, verimli bir tarım arazisi olduğu gibi çeşitli canlıların ve kuşların da uğrak yeridir.

İnanç ihlali Yürütülen politikanın özü Alevi-

leri asimile etmektir. 30 bin mültecinin yerleştirileceği bu kampla ve beraberindeki sanayi yatırımı, bölgenin inanç dokusu tamamıyla değişecek. Bir Alevi yerleşim yeri olan bölgede Alevi inancı baskılanacak. Bölge halkı, yaşananları ikinci bir “Maraş Katliamı” olarak değerlendirmekte. 24 köyün tümünün nüfusunu toplasan 5 bin civarında insan yaşarken 25-30 bin mülteciyle Pazarcık ovası, kültür şoku içinde inanç ve dil baskılamasıyla karşı karşıya kalacak.

Aleviler mültecilere karşı değil

Ucuz işgücü sömürü politikasıdır Kapitalizm de bütün politikalar sömürü kapısına çıkar. Maraş’ta da bu gerçeklik yaşanmaktadır. Bütün dert dava; ucuz işgücü pazarıyla yeni bir organize sanayi

Hükümetin ince siyasi mühendisliğine karşı Terolar Köyü’nde direniş devam ediyor.

inşa etmektir. AKP, olayı bir “yardım”, “ hoşgörü” çerçevesinde

propaganda etmekteyse de olayın özünde, sömürü ve rant vardır.

Tüm olup biten için AKP hükümeti, meseleyi; “mülteci karşıtlığı” şeklinde çarpıtmaktadır. Bölge halkı mülteciliğe karşı değildir. Mülteciliğin ne olduğunu çok iyi bilirler. Zira mülteciliği bizzat kendileri yaşamaktadırlar. Özellikle Maraş katliamından sonra bölge halkları, bir “ sürgünlük, mültecilik” zulmüyle karşı karşıyadırlar. Nüfusun çoğu yurt dışında mülteci olarak yaşamaktadır. Maraş Alevileri savaşa karşıdır. AKP, 2011 yılından buyana Suriye’de yürüttüğü aktif savaş politikasıyla, katliamlara, mülteciliğe çanak tutmaktadır. Halklar, savaşa, mülteciliğe mahkûm değildir. Mesele mültecilere “yardım etme, etmeme” meselesi değildir. Asıl

sorun; mülteciliği yaratan savaşa karşı olmaktır. Esas mağdur eden savaş politikasıdır.

AKP’nin siyasi mühendisliği Hükümet yaptığı bu derin ve kapsamlı siyasi mühendisliğine karşı Terolar Köyü’ nde direniş hala devam etmektedir. Kendi içinde, pasiflik, yetersizlik taşısa da Maraş halkı çeşitli eylem ve etkinliklerle direnişte kararlılık gösterilmektedir. Maraş katliamında bu yana büyük bir sindirme politikası cenderesindeki halk, yavaş yavaş başını kaldırıp direnişi mayalıyor. Bize düşen destek olup direnişi büyütmektir. AKP’ nin Alevileri asimile ve yok etme planını boşa düşürmektir. 04.05.2016

Savaşa Karşı Yaşam Hakkı Meclisleri Nisan ayı raporu açıklandı.

Hatay’da tehlikeli toplumsal fay hatları Tanık ifadelerine dayandırılan bilgilere göre, cihatçıların transferinin fiilen MİT kontrolünde gerçekleştiği vurgulanırken, örneğin Çin vatandaşı Doğu Türkistanlı cihatçılara TC kimliği verildiği ve Kayseri’ye gönderildikleri de raporda yer aldı. Halk Meclisleri Suriye Savaşı’nın ve Türkiye’nin Suriye politikasının Hatay üzerindeki etkileri” üzerine Mart-Nisan 2016 dönemini kapsayan ikinci rapor düzenlenen basın açıklamasıyla açıklandı. Kentte giderek tırmanan güvenlik kaygısını besleyecek bir dizi gelişme daha yaşandığı belirtilen raporda, IŞİD’in düzenlediği belirtilen 19 Mart 2016 İstiklal saldırısının ardından ABD, İsrail ve İngiltere’nin, vatandaşlarına Hatay’a seyahat etmeme çağrısı yaptıkları hatırlatıldı.

Cihatçılara dokunulmazlık zırhı

Raporda, Antakya’da bulunan ve “dayanıksız ve kullanılamaz” olduğu gerekçesi ile kullanıma kapatılan Ticaret Borsası Erkek Öğrenci Yurdu binasının Hatay Valiliği tarafından Geri Gönderme Merkezi olarak kullanılması için Hatay Göç İdaresi Müdürlüğü’ne tahsis edildiği, ancak binada IŞİD militanlarının da kaldığına dair duyumların olduğu ortaya kondu. Bu militanların Ukrayna gibi üçüncü ülkelere transfer edildiği de raporda yer aldı. Ayrıca birinci raporda da farklı ülkelere cihatçı transferine dikkat çekilmesinin hemen ardından, Brüksel saldırılarının gerçekleştiği

ve bu saldırıları düzenleyenlerin Türkiye’den Belçika’ya geçtikleri de hatırlatıldı. Tanık ifadelerine dayandırılan bilgilere göre, cihatçıların transferinin fiilen MİT kontrolünde gerçekleştiği vurgulanırken, örneğin Çin vatandaşı Doğu Türkistanlı cihatçılara TC kimliği verildiği ve Kayseri’ye gönderildikleri de yer aldı.

Sığınmacılar canlı kalkan Raporda, Şubat ayının ortalarına doğru başlayan uygulamayla birlikte, sınır bölgelerinde, kent içinde, şehirlerarası yollarda, otobüs terminalinde ve işçi servislerinde Suriyelilere yönelik denetimlerin

arttırıldığına ve “Geçici Koruma Kimlik Belgesi” bulunmayan Suriyelilerin Cilvegözü sınır kapısından sınır dışı edilmeye başlanmasına dikkat çekildi. Ayrıca raporda Suriyeli sığınmacıların sınır dışı edilme amaçları ile ilgili çarpıcı bilgilere yer verildi: “Türkiye, artık savaştan kaçan Suriyelileri fiili durumlar yaratarak Türkiye’ye kabul etmeyip Suriye içinde, cihatçıların kontrolündeki bölgelerde tutmakta, böylece hem “sığınmacı yükü”nün daha fazla ağırlaşmasını engellemekte, hem de Suriyeli sivilleri Rusya ve Suriye ordularının tehdidi altındaki cihatçılara kalkan yapmaktadır.”

Şiddet ve sömürü sarmalındaki sığınmacılar Raporda kent içinde yaşayan Suriyeli sığınmacıların; cinsel istismara, güvencesiz ve düşük ücretli çalışmaya, küçük yaşta ikinci eş olarak evlenmeye ya da seks işçisi olarak çalışmaya ya da suç ekonomisine eklemlenmeye zorlandıkları vurgulandı. Hazırlanan raporda sığınmacılar ile yerli halk arasındaki gerilime dikkat çekilirken, daha önce de zaman zaman kitlesel çatışmaların yaşandığı bilgisine yer verildi. Öte yandan, kentin sosyal ve ekonomik yapısındaki bozulmanın derinleşmesi, suç ekonomisinin adım adım yerleşmesi, sığınmacıların kendilerini giderek daha fazla dışlanma, aşağılanma ve güvensizlik altında hissetmeleri ve Hatay halkının Suriye savaşından ve Suriyeli sığınmacılardan duyduğu hoşnutsuzluğun ve tedirginliğin artması gibi olguların yeni ve tehlikeli toplumsal fay hatlarını açığa çıkardığını vurgulandı.

Arap Alevileri Ğid el Sabta3ş Bayramı’nda buluştu Ğid el Sabata3ş bayramı Ermeni ve Hristiyanlarla ortak bir bayram olup, halklar arasında kaynaşma ve dayanışmaya vesile oluyor. Serpil KIRDAĞ Arap Alevilerinin yaşam alanları bir yandan siyasal iktidarın mezhepçi saldırılarıyla, bir yandan Suriye’de derinleşen savaş koşullarıyla daraltıyor. Her türlü zafer ya da yenilgi durumunda yine tehdit altında olan Antakya halkının kendi öz örgütlülüğünü yaratmaktan başka seçeneği kalmıyor. Ülkenin bütününde olduğu gibi Arap Alevi halkında da toplumsal bir panik hali mevcut. Ancak bu panik, ardında bir öfke çığı biriktiriyor. Böylesi süreçlerde halkın siyasal öz örgütlülüğünü temsil edecek bir alternatif odak zorunluluğu artıyor. Bu dinamiğin ilerici yanlarını parlatacak, gerici yanlarını törpüleyecek bir örgütlenme yaratmak artık bir ihtiyacı da aşıyor ve zorunluluğu dayatıyor. Aksi halde komünün gericileşmesi/ dağılması kaçınılmaz bir sonuç olatcaktır. Mevcut siyasal iktidar bu yöndeki hamlelerini derin-

leştirerek saldırıyor. Arap Alevi toplumu asimilasyon politikalarına ve savaş halinin yarattığı tehditlere maruz bırakılarak yok edilmeye çalışılıyor. Arap Alevi halkının içinde örgütlenmeye çalışan, mevcut tehditleri hasır altı eden ve sürecin gereksinimlerini pragmatik bir zeminde ele alan tarikat tipi örgütlenmelerin de komün dinamizmini sömüren bir olgu olduğu tespiti yanlış olmayacaktır. Arap Alevi halkı kuşatılmaya çalışılıyor. Arap Alevi komününün devrimci potansiyelinin içi boşaltılıyor. Komünü ayakta ve diri tutabilmek sürecin en keskin devrimci görevlerinden biri.

Tarihselliği sahiplenmek Nisan ayının başı, Evvel Nisan bayramlarından Ğid el Sabta3ş bayramı Halk Meclisleri öncülüğünde Antakya ve Mersin’de kutlandı. Arap Alevi halkı kültürel olarak diğer inançlarla

kaynaşmaya oldukça açık. Ras is Seni gibi Ğid el Sabata3ş bayramı da Ermeni ve Hristiyanlarla ortak bir bayram olup, halklar arasında kaynaşma ve dayanışmanın müsebbibi oluyor. Böylesi dönemlerde halklara moral ve güven aşılayacak organizasyonların hayati önem taşıdığı da hem katılım hem de yankı boyutuyla kendini göstermiş oldu. Diğer yandan unutulmaya yüz tutmuş Evvel Nisan bayramları anımsatılıyor ve değerleri sahiplenme yaygınlaştırılıyor. Hem kültürün değerleri yaşatılıyor, hem de her defasında, kozmopolit yapısına namluların çevrilen Antakya’nın, ortak bir tarihsellik, kültürler arası duyarlılık ve dayanışma bağlarının güçlenmesini sağlıyor. Halk Meclisleri bu değerleri yaşatma ve bir ortak sahiplenme kültürünü örgütleme anlamında adresleşiyor. En karanlık dönemlerde, umutsuzluğun ve

olumsuzluğun kendini çok çabuk örgütleyebildiği, toplumsal bir endişe halinin yaygınlaştığı,halkın günlük birçokrutinden feragat ettiği böylesi koşullarda, gerçekliği görüp buradan imkân yaratmak devrimciliğin diğer bir tanımıdır. Bugün Halk Meclisleri öncülüğünde işleyen pratik halklar nezdinde ciddi karşılıklar buluyor.Komüne ait ritüelleri ve tarihsellikleri yaşatmak komünü çelikleştiriyor, ilerici ve devrimci yönleri sivriltiyor.

Karanlıktan çıkış zamanı Halk Meclisleri gelenekleri yaşatıyor. Acil gereklilik, bu sürecin hızlanması dır. Şimdi tumturaklı lafları tarihin çöplüğüne gömme vakti geldi. Vakit; Cemil Hayek gibi, Mehmet Latifeci gibi karanlıkta en güçlü devrimci çıkışı yapma, sürecin ihtiyaçlarını pratiğe geçirme vaktidir. Komünü korumak bir ihtiyacı da aşan, ölüm dirim meselesidir!


Mayıs 2016 / sayfa 7

toplumsal özgürlük

POLİTİKA Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri’nin Genel Kurulu gerçekleşti.

PSAKD 14. Genel Kurulu sonuçlandı Aleviler bu zorlu kaotik dönemde, kendi kaderleri ellerine alıp “tarihin içine”, iradelerini koyarak kendilerini var edebilir, inançlarını özgürleştirebilirler. “Güvercin tedirginliğini”, “savaşçı gerginliğine” dönüştürmelidirler. H. ARIKUŞU Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri’nin 14. Genel Kurulu; 23- 24 Nisan 2016 tarihlerinde Ankara gerçekleşti. 81 şubede 560 delegenin katılımıyla gerçekleşen “Genel Kurul” da iki başkan adayının listeleri yarıştı. İstanbul delegesi Tayfun Budak 229 oy alırken, 7 Haziran Seçimlerinde HDP den Milletvekilliğine seçilen Müslüm Doğan’ın yerine genel başkan olan Gani Kaplan; 329 oy alarak yeniden başkanlığa seçildi. İstenilen düzeyde coşku ve dinamizm olmasa da “sönük” bir genel kurulda olmadı. Genel kurulda, Alevilerin, kritik bir zamanda olduğu, Ortadoğu’da savaşın, mezhep çatışmasının, katliam ve asimilasyon politikalarının içinde zor günler yaşadığına dikkat çekildi. Varlık- yokluk cenderesindeki Alevilerin, önümüzdeki günlerde 500

yılın hesaplaşmasını, finalini yaşadığı vurgulandı. Devletin “büyük hamlelerle” Aleviliği kuşatma çabasını, delegeler, konuşmalarında dile getirdiler.

Tartışmalı konular Kurulda genellikle sakinlik, düzenlilik yaşansa da iki noktada büyük gerilimler yaşandı. İtişmeler, bağırışlar genel kurulun olumlu havasını bir anda dağıttı. Birincisi Milletvekili seçilen Müslüm Doğan kürsüye konuşmaya geldiğinde “senin konuşmaya hakkın yok” “örgütü bırakıp gittin” şeklinde Ege bölgesinde bir delegenin tepkisi oldu. Konuşmacı karşılık verdi. Salon hareketlendi. İkinci gerilim Ankara delegesinin konuşması sırasında yaşandı. Konuşmacı aralık ayında yapılan “ açlık grevini” eleştirerek, “PSAKD birilerinin uydusu

değildir” deyince Diyarbakır delegeleri sert tepkiler gösterdi. Olay bütün salona yayıldı. İtişmeler, yaka tutmalar, tehditler oldu. Olay büyük bir kavgaya bürünmeden olgunlukla aşılsa da Genel kurulun havasını değiştirdi.

Gerilimlerin kaynağı Aslında yaşanan bu iki gerilim örgütün içindeki düşünce uçlaşmalarının da belirteçleriydi. Öyle ki Başkanlık yarışını da bu iki gerilim belirledi. Aslında olay; “Kürt sorununa” bakışın tezahürü olarak kendini gösteriyordu. Örneğin genel başkanın milletvekili seçilmesi, örgüte bu kararı “danışarak” almaması yöntemsel olarak, mücadeleye bakış olarak doğru bir eleştiridir. Ancak tepkinin arkasında HDP li olmakta eklenince işin rengi değişiyor. Zira iş CHP li vekillik olunca bu kadar tepki

gösterilmiyor. Alevi örgütlerinin, Alevilerin, bir çıkmazı var ki oda; her seçimde siyasi partiler Alevilere sahip çıktığının göstergesi olarak bir genel başkanı aday gösterir. Partinin “soruna dair” yaklaşımının bir göstergesiymiş gibi propaganda edilir. Aslında bir nevi işçi sendikalarında yaşanan “ milletvekilliği” kariyerizmi “ Alevi Örgütlenmelerinde de var. Devlet, biriken mücadele enerjisini “ağalıklarla” kariyerizm ile manipüle ediyor.

Açlık grevi eylemleri Alevi örgütlerinin savaşa karşı yapmış olduğu “ açlık grevini” eleştirmenin hiçbir “tutar yanı” yok. Açlık grevleri Alevilerin son dönemlerde yaptığı en güzel eylemlerden biriydi. Böyle bir eylemle Aleviler, savaşa karşı tutumlarını ortaya koymuşlardır. Zira Ortadoğu da ve Kürt

illerinde yaşanan iç savaşın yaratmış olduğu mezhepçilik, milliyetçilik Alevileri, direk etkilemektedir.

Sonuç bildirgesi Genel kurul yapılan konuşmaların içeriği, yapılan önerilerle birlikte, şimdiye kadarki Alevi hareketinin birikimlerinden hareketle: Alevi inancını savunma, asimilasyon politikalarına karşı karşı durma, katliam politikalarına geçit vermeme bilinci sonuç bildirgesine de yansıdı. Cemevlerinin ibadet yeri kabul edilmesi, zorunlu din derslerinin kaldırılması, dedelere diyanetten verilecek maaşların reddi bildirgenin en öne çıkan kararlarındandı Maraş’ın Terolar köyünde yapılan “AFAD kampının” asimilasyon ve katliam politikasının bir göstergesi olduğu vurgulandı.

Güvercin tedirginliğinden savaşçı gerginliğine Genel kurul, Alevilerin varlık- yokluk girdabına sürüklendiği koşullar yaşanırken Alevi hareketi yeni bir döneme girmiştir, girmelidir. Alevi hareketi “93’ lerin mücadele ruhunu” yeniden yakalaması hayati önemdedir. Pir Sultan Abdal derneklerinin “inanç ritüellerini” ortaklaştıran, uygulayan konuma gelerek “Yol-Erkan” kurullarının hayata geçirilmesi, hareketin olmazsa olmazı durumuna gelmiştir. İçinde bulunduğumuz savaş koşullarında, katliam politikalarında, Alevilerce sıkça söylenen bir söz var: Aleviler “Güvercin tedirginliği yaşıyor” diye. Evet, bu söz son derece insani bir kaygıyı dile getirmektedir. Ancak Aleviler bu zorlu kaotik dönemde, kendi kaderleri ellerine alıp “tarihin içine”, iradelerini koyarak kendilerini var edebilir, inançlarını özgürleştirebilirler. “Güvercin tedirginliğini”, “ savaşçı gerginliğine” dönüştürmelidirler.

“Yaşayan komünalite” Komünalite yeryüzü kardeşliğidir. Ateşin, suyun, ağacın, yağmurun, kurdun, kuşun, börtü böceğin, taşın, dağın, canlı cansız her şeyin kardeşliğidir. Volkan YARAŞIR Elias Canetti“ Eğer hayatımda tanrısal bir şey olduysa, o da hayvanlara olan ürkek sevgimdi” der,“Hayvanlar arasında tek bir arkadaşın bile yok. Buna hayat mı diyorsun?” diye ekler. Ölümün farklı yönlerini hayvanlar üzerinden anlatır :“ Soyu tükenen her hayvan türü, bizim yaşama olasılığımızı biraz daha düşürüyor” diye vurgu yapar. Hayvanlar özelinde yanımızdaki ve bizimde suç ortağı olduğumuz ötekileştirmenin, katliamların, kolektif cinayetlerin altını çizer. Mezbahanelerde, sokaklarda, gündelik yaşamda hepimizin yemek yerken, yürürken, her hangi bir yerde ya da kullandığımız her üründe hayvanlara yaşatılanmodern Auschwitzleri çıplak biçimde ortaya koyar. Ve o sessizliğin ve suç ortaklığınınyıkıcılığını gösterir. Bütün bunların ruhun ölümü olduğunu söyler. Canetti varoluş krizine karşı, komün rezervine sahipbir Kızılderili, bir Alevi, bir Çerkes, bir Arap Nüsayri ve Kürt gibi hareket eder ve düşünür. Aslında kapitalist toplumda yaşanan yokedeci tinsel, moral ve kültürel krizin cevabını arar. O cevap, komündür.

Kelebeğin izinden gitmek Komünalite yeryüzü kardeşliğidir. Ateşin, suyun, ağacın, yağmurun, kurdun, kuşun, börtü böceğin, taşın, dağın, canlı cansız herşeyin kardeşliğidir. Komünalite ruhun özgürleşmesi ve Sus-

sana Tamaro’nun dediği gibi yüreğinin götürdüğü yere gitmektir. O yürek kelebeğin izini takip eder ve arkadaşlarıgökyüzü, akarsular, dağlar ve hayvanlardır. Komünalite yaşayan diyalektiktir. Muazzam bir uyumun ve harmonin ifadesidir. Eşitlik, kardeşlik, dayanışma ve paylaşma komünün ruhudur. Komünaliteninözü aşktır. Sevgidir, her şeyi sevebilme hem de karşılıksız sevebilmedir. Komünarmağan kültürüdür. Paylaşmanın sıradanlığıdır. Komünalite sınırsız, sömürüsüz, efendisiz bir yaşam ve toplumdur. Ve herkesin, herşeye karşı sorumluluğu ve saygısını içerir. Komün inanç sistemi aslında otantik bir paradigmadır. Işık, toprak, insan üçlemesiyle kendini dışavurur. Işık makro kosmosu yani hayatı, sonsuzluğu, evreni simgeler. Toprak yaşamı, devr-i daimi, hayatı ve hayatın döngüsünü, doğumu simgeler. İnsan mikro kosmosdur ya da canlı cansız herşeydir, mikro kosmos herşeyi kavrar ve anlatır. Komün “çağı”, tanrıçalar çağıdır. Kadın merkezli bir dünya ve yaşam demektir komünalite. Daha kadın tarihsel yenilgisini yaşamamıştır. Panteizm ve Anemizm komün inanç sistemini oluşturur. Komün dün ya da geçmiş değil, dünbügün- yarındiyalektiğidir. Ve bugünün anti- tezidir.

Alevilik ve komünalite Alevilik başka bir dünyanın, başka bir alemin arayışı ve inanç sistemidir. Bu kendini

sevgide, aşkta ve insan olarak kendini aşmada gösteren bir başka bir dünyadır. Erdemin, paylaşma ve dayanışmanın somutlaşmış halidir. Kamil insan olma bundan başka bir mana taşımaz. Alevilik, kendi özgünlüğünde yaşayan komündür. Aleviliğin ütopyasıRıza Şehri bir komündür. Komün tasavvurudur. Tanrı- doğainsan üçlemesi Aleviliğin inanç sisteminin özünü oluşturur. Komün inanç sistemini oluşturan panteizmin ve anemizmin temel özelliklerini Alevilikte görebiliriz. Alevilik bir otantik paradigmadır. Kendine has bu otantik paradigma, en net HallacMansur’un düşüncesinde kristalize olur. Alevilikte soyut bir tanrı anlayışı yoktur. Tanrının özü sevgi ve sonsuz aşktır. Tanrı bir bütünleşme halidir. Heterodoks bir inanç sistemi olan Alevilik, tarihsel bir devrimci dinamiktir. İslamlaştırılarak ve sistematik baskı, şiddet ve asimilasyonla ehlileştirilmeye çalışılan Alevilik, tarih boyunca isyanın ve direnişin adı oldu. Aleviğin, tarihsel devrimci dinamiği onun komünalite dinamiğidir. Bu dinamiğin sosyal mücadeleyle rezonansı bügün açısından yaşamsal önem kazanmıştır. Faşist bir “ gelecek” ancak böyle engellenebilir. Faşizme karşı direnişin zeminleri ancak yaşayan komünaliteyle örülebilir. 26.04.2016

Bir doğa inancı olarak Alevilik Doğada bulunan her şeyin, insanda da olduğunu gören Alevilik, inanç köklerini doğadan alır. Şairin Anadolu’yu tanımlarken “Havva anan dünkü çocuk sayılır” saydığı gibi Alevilikte, Adem de Allah da dünkü çocuk sayılır. Rıza ÇELİK “Kendisinin henüz ismi yok idi İsmi şöyle dursun cismi yok idi Hiçbir kıyafeti resmi yok idi Şekil verip tıpkı insan eyledik” Edip Harabi

Doğada bulunan her şeyin, insanda da olduğunu kabul gören Alevilik, inanç köklerini bizatihi doğadan alır. Şairin Anadolu’yu tanımlarken “Havva anan dünkü çocuk sayılır” saydığı gibi Alevilikte, Adem de Allah da dünkü çocuk sayılır. Teist dinlerden önce fikri ve eylemsel pratik ve özünü Ön Asya’da barındıran Alevilik, doğa inancı üzerine temellerini kurmuştur. Alevi düşünce yapısında insan, doğa karşısında hiyerarşik bir mevkide yer almaz. Evren makro kozmos iken insan da mikro kozmos olup bütün parça bağıntısı bu düzlemle kurulur. Birçok deyiş ile panteist temelleri özünde barındıran Alevilik, Yunus Emre’nin diliyle “ete kemiğe büründüm, Yunus deyi göründüm” algısını teolojik felsefe olarak sunmaktadır. Bu felsefe, ilk çağ filozoflarının da aramaya çalıştığı yaşamın kaynağı olan hava, su, toprak ve ateş üzerine kuruludur ki her bir element Bektaş Veli ekolünde “dört kapı kırk makam” ile üst insanın

tanımlanması için bir kapıya denk düşmektedir.

Kentleşme öncesinde Aleviliğin kentleşme öncesi formuna bakıldığında doğa-insan daireselliği net görülebilir. Güneşin, ayın, yıldızların, dağların, akarsuların, gözelerin, göllerin, kayaların, ağaçların, toprağın ve hayvanların kutsandığı bilinmektedir. İnsanın doğanın bir parçası olduğu ve doğaya ait olduğu fikri özümsenmiştir; buna entegre bir yaşam ağı örülmüştür. Doğayı korumaya yönelik her türlü yaptırım, inanç ve öğretide yer almaktadır. Sebepsiz yere bir bitkinin yaprağının koparılmaması gerektiği bilinir. Taşın dahi bir ruhu olduğuna inanılır ve gerekçesi olmadan herhangi bir maddenin yerinden oynatılmaması söylenir. Yerinden sökülen bir taşın altında bir canlının yuvası olabileceği, kaldırılıp atıldığında başka canlılara zarar verebileceği düşüncesi yatar. Herhangi bir canlının zarar görmemesi için gece toprağa sıcak su dökülmez. İhtiyacı dışında doğayı tüketmemek Alevilikte esastır. Keyfe bağlı avcılık hoş karşılanmaz; uygulanması halinde görgü ceminde cezaya götürür.

Munzur ‘un kutsallığı Dersim denildiğinde akla gelen Munzur’un bölge insanı için değerini üzerindeki köprüden geçerken dahi saygı ile suya niyaz etmeleri gözlemlenmiştir. Alevilikte dağların zirveleri ziyaret yeri olarak kabul görür. Bu ziyaretlerde su kaynağı ve ağaç ya da kayalara yönelik ritüeller düzenlenir. Bu bölgelere gidildiğinde ayakkabısız çıkılır ki çevrenin kirliliği buralara taşınmasın. Yine bu ziyaretlere gidildiğinde evden getirilen yiyecekler ziyaret yerlerine bırakılır doğanın hakkı olarak. Hızır orucunun başlangıcı, cemrenin düşüş dönemine denk gelir. Bu dönemde çörekler yapılarak çevredeki insanlara dağıtıldığı gibi soğuk kış günlerinde aç kaldığı düşünülen kırdaki hayvanlar için de pay ayrılıp doğaya bırakılır. Son cemrenin düşüşünden sonraki tarihe denk düşen Nevruz’da da toprağın yeniden canlanması, doğanın yaşama gebe kalması kutsanır.

Son söz Aleviler, doğayı inançsallaştırmıştır. Alevilerin, hegemonyacı, doğa düşmanı devlet dinlerinin pençesinden kurtulup öz kütleleriyle buluşması tüm evrenin iyiliğine olacaktır.


Mayıs 2016 / sayfa 8

toplumsal özgürlük

EKONOMİ VOLKAN YARAŞIR

Ekonomik kriz sarmalı düğüleniyor.

Küresel kriz derinleşiyor Kapitalist sistem yaşadığımız konjonktürde sonderece yüksek bir entegrasyona düzeyine sahip. Bu düzey “kelebek etkisi” yaratıyor. Krizlerin bulaşmasını kolaylaştırıyor. Hızlandırıyor. Örneğin Çin’deki ekonomik yavaşlama, dünya ticareti ve ekonomisinde daralmaya yol açıyor. Volkan YARAŞIR

yavaşlama sürüyor. AB durgunluk içinde. Avrupa’nın güneyinde borç ve bankacılık krizi devam ediyor. Yunanistan,ekonomik krizden çıkmış değil.Kriz bütün yıkıcılığıyla Yunanistan’ı sarsıyor. İtalyabankacılık kriziyle alt üst olmuş durumda. Portekiz ve İspanya hala kriz sarmalı içinde. Doğu Avrupa’nın durumu da iç açıcı değil. Japonya’da uzun durgunluk sürüyor. Çin’de ekonomik yavaşlama küresel ekonomiyi tehdit edecek boyuta yaklaştı. Borsa’nın çöküşünü,emlak balonun patlaması izleyebilir. Çin’in finansal bir kriz içine girme riski artıyor. Gelişmekte olan piyasalarda durum

2007- 8 yılında ABD’de başlayan kapitalizmin genelleşmiş krizi,finans kapitalin ve kapitalist devletlerin krizi aşma yönündeki bir dizi hamlesine karşı derinleşiyor. İzlenen(olağanüstü rakamlara ulaşmış)parasal genişlemepolitikalarıve faizleri sıfır noktasında tutma yaklaşımları sonuç vermedi.Bu durum ABD ve AB’de deflasyonu tetikledi. Küresel düzeyde ise yeni bir mali krizin dinamikleri oluştu.

Kriz yayılıyor 2015 yılı verileri, merkez ülkelerinde nispi oranda yaşanan büyümenin bile yavaşladığını ortaya koydu. ABD’de büyüme oranlarındaki

da son derece sancılı. Dünyanın 7. büyük ekonomisi olanBrezilya’da, yüzde 3.5 oranında daralma yaşandı. Brezilya her an bir ekonomik çöküş içine girebilir. Ayrıca ülkede siyasal polarizasyona giderek artıyor. Arjantin ekonomisi sarsılıyor. Ülke akbaba fonlarının insafına bırakıldı. Yeni cumhurbaşkanı M. Macri,ülkeyi finans kapitalin av sahası haline getiriyor.

Çin’deki ekonomik yavaşlama, dünya ticareti ve ekonomisinde daralmaya yol açıyor. Çin’in ekonomik yavaşlamaya karşı bir önlem olarak devalüasyon uygulaması iseABD ve AB’ye deflasyonu tetikliyor.Öte yandan bu üç emperyal güç arasında hegemonya savaşları sürüyor. Gelişmekte olan piyasalarda mesela Brezilya’da yaşanacak bir ekonomik çöküşün küresel düzeyde sarsıcı sonuçlar yaratması kaçınılmazdır.Krizin derinleştiği, şiddetinin ve bulaşıcılığının arttığı (ya da spektrum bölgelerinin oluştuğu)bir momente girdik. Bir taraftan da sistem çürüyor ve artan oranda parazitleşiyor.

Enterkonnekte sistem Kapitalist sistem yaşadığımız konjonktürde sonderece yüksek bir entegrasyona düzeyine sahip. Bu düzey “kelebek etkisi” yaratıyor. Krizlerin bulaşmasını kolaylaştırıyor. Hızlandırıyor. Örneğin

Zombi kapitalizm Her ne kadar kapitalist sistem, servetin denetim dışı olmasını hukuken suç saysada, küresel düzeyde offshore işlemleri sonderece yoğun gerçekleştiriyor. Çünkü para hükmünü gösteriyor. Sistem parazitleşerek ve çürüyerek kendini üretiyor. Finansallaşma “yaşayan” kapitalizmin en karakteristik özelliğidir.Finanslaşma, sistemin parazit niteliğinin çıplak dışavurumudur. Son Panama belgeleri finanslaşmanın parazitkarakterini açığa çıkaran, kapitalizmin zombiliğini, çürümüşlüğünü ve kokuşmuşluğunu bir kez daha alenileştiren vaka olarak dikkat çekti. Böylece dünya elitlerinin ya da %1 diye tanımlanan “ köpekbalıklarının” gizli ve haris dünyası

bir kez daha ortaya döküldü. Paranın açık ve gizliyol haritası, sistemin kokuşmuşluğunu ortaya koyuyor.

Offshore merkezleri Offshore sistem kapitalizmin para aklama ve vergi kaçırma merkezleri olarak işlev görüyor. Kapitalist işleyişinin temel parçası gibi hareket ediyor. Her ne kadar işleyişillegal gibi gözükse de aslında sistemin rasyonuna uygun, hatta rasyonunu üreten

parçalardan biri.

Finans odakları Vergi cennetleri olarakta tanımlanan offshore ülkeler özellikle narkotik, kriminal paranın aklanmasında rol oynuyor. Offshore bankalar ve ülkeler,sermayenin hizmetçileri olarak hareket ediyor. Panama belgelerinde bu durum net olarak ortaya çıktı. Bu finans adacıkları politikacılardan, mafyaya, uyuşturucu baron-

larından, FİFA gibi uluslararasıkuruluşlara ve bazı marka şirketlere kadar herkesin uğrak kapısı. Onların narkotik, hırsızlık, rüşvet, kara, gri ve komisyon paralarının aklandığı yer olarak konumlanıyor. Offshore merkezleriMarx’ın evrensel fahişe olarak tanımladığı paranın yani modern totemin saklandığı mabetler olarak işlev görüyor. Dünyadaki toplam paranın yarısının offshore ülke ve bankaların işlemlerinden

geçtiği tahmin ediliyor. Yani paranın yasalı yok. Paranın kendisi parazit. Paranın kendisi şebeke.

“Evrensel fahişe” Offshore merkezler, aslında kapitalizmin sinir sisteminin birparçası olarak devreye giriyor. Finanslaşma herşeyden önce bir parazitleşme olgusudur. Offshore bu parazitleşmenin en ekstrem noktaya ulaşmasıdır. Her ne kadar kapitalist sistem,

servetin denetim dışı olmasını hukuken suç saysada,küresel düzeyde offshore işlemleri sonderece yoğun gerçekleştiriyor.Çünkü para hükmünü gösteriyor. Sİstem parazitleşerek ve çürüyerek kendini üretiyor. Sistem ayrıca sermayenin, küresel finans aktörlerin saklanmasınında da önemli rol oynuyor. Kısacası kapitalizm zombileşiyor, her yerinden kokuşuyor ve çürüyor.

Ekonomide yıkıcı konjonktüre doğru Türkiye ekonomisinde çoklu kırılganlık riski artıyor.Yaz ayları içinde savaşın derinleşmesiolasılığı, büyük alt üst oluşları beraberinde getirebilir. Önümüzdeki bir kaç ay son derece kritik aylar olacağa benziyor. 2015 yılında cari açık nispi oranda düşme gösterdi. Bunun temel nedeni başta petrol fiyatlarındaki şiddetli düşüş olmak üzere, enerji fiyatlarındaki yaşanan gerilemeydi. İşsizlik oranı resmi verilere göre yüzde 10.3’e ulaştı. Genç işsizler arasındaki oran ise yüzde 18.5 seviyesinde. Enflasyon yüzde 9.58’le, yüzde 10 bandını zorluyor. Döviz kurlarındaki yüksek seviye devam ediyor. Son IMF raporunda 2016 yılında ekonomik büyüme 3.8 olarak tahmin edildi.

Her şey alt üst olabilir Bu sürdürülebilir gözüken tablo her an alt üst olabilir. En başta 2016 yazında savaşın derinleşme riski, jeo-politik gelişmeler, yeni

rejim inşanın en temel adımlarından biri olan anayasa tartışmaları, yeni otoriter düzenlemeler ve bütün bunların sonucu şiddetlenmesi yüksek bir olasılık olan rejim krizi ekonomide büyük alt üst oluşları beraberinde getirebilir.

Sıcak para girişinde daralma Bu faktörlerin yanı sıra sermaye hareketlerinde yaşanan salınım, küresel likidite vesıcak para girişlerinde yaşanan daralma Türkiye ekonomisinde dışsal kırılganlığı artırıcı faktör olarak dikkat çekiyor. Özellikle 2013 ve 2015 arasında FED yeni para politikaları geçisi ve faiz artırma hamleleriyle sorun derinleşmeye başladı. Sermaye hareketlerinde durgun-

laşma, sermaye akımlarının yön değiştirmesi Türkiye başta olmak üzere gelişmekte olan piyasalarda, döviz şoklarını tetikledi. Türk lirası bu dönemde yüzde 37 oranında değer kaybetti. Döviz şoklarının en somut etkisi döviz rezervlerinde şiddetli aşınmalar yaratması oldu. Döviz rezervi, sermaye hareketlerinin açacağı tahribata karşı bir tampon işlevi görür. Rezervlerinerimesi ise ekonominin en önemli kırılganlık parametrelerinden biri olarak değerlendirilir.Rezervlerdeki erime aynı zamanda kısa vadeli borçlar ve diğer ekonomik yükümlülüklerde yaratacağı sorunlardan dolayı dışsal kırılganlık göstergesi olarak da ele alınır.

Yıkıcı konjonktür Türkiye ekonomisinde çoklu kırılganlık riski artıyor. Yaz ayları içinde savaşın derinleşmesiolasılığı, büyük alt üst oluşları beraberinde getirebilir. Önümüzdeki bir kaç ay son derece kritik aylar olacağa benziyor. Cari açığı kapatmada en önemli kalemlerden biri olan turizm sektörü sezonun başında ciddi bir gerileme yaşıyor.Sezonun son derece kötü geçmesi yüksek bir olasılık. Doların ateşinde

düşme geçici bir durum. FED’in ekonomide büyümenin düşük çıkması veağırlıkta ABD’deki başkanlık seçiminden dolayı, faiz oranlarını değiştirmeyip sabit tutmasışimdilik dolarda düşük inişlerin yaşanmasına yol açtı. FED, faiz artışını temmuz ayında gerçekleştirebilir.Bu durum yeni döviz şoklarının önünü açacaktır. Sermaye girişlerinin yavaşlaması, düşük büyüme konjonktürü, dışsal kırıl-

ganlıkların artması, petrol fiyatlarındaki gerilemenin cari açıkta yarattığı pozitif etkinin yanında, turizm sektöründeki bloke oluşun yaratacağı negatif etki, savaşın şiddetlenmesi ve Batı’ya yayılma riski ve bu sürecin Suriye’de yaşanan küresel anaforla birleşmesi ekonomide son derece yıkıcı bir konjonktürün önünü açabilir. Özellikle önümüzdeki üç, dört aylık gelişmeler herşeyi tayin edecektir.


Mayıs 2016 / sayfa 9

toplumsal özgürlük

ORTADOĞU Dr. MUSTAFA PEKÖZ

Devletin savaş mekanizmaları çatışıyor.

Devletin savaş politikası merkezi Kilis AKP iktidarının Suriye’de politik ve askeri kaosu derinleştirmek için merkez üs olarak seçtiği Kilis, giderek çatışma merkezi haline gelmesi, bir tesadüf olmayıp geçmişten bugüne sürdürülen savaş politikalarının bir sonucudur. Türkiye’nin Suriye politikasının açmazları çok yönlü artarak devam ediyor. Bölgede kaybeden bir devlet olarak halen çözümsüzlükte ısrar etmesi, esasen devlet politikasının çöküşü olarak karşımıza çıkıyor. Bölgesel değişimi doğru okuyarak, politikalarına bir çeki düzen vermek yerine aynı hatalardan ısrar etmesi kaba bir inatçılık değildir. Suriye’deki gelişmelerin ortaya çıkarttığı politik sonuçlar, devletin varlığı bakımından ciddi tehlikeler olarak değerlendiriliyor. Gelişmeleri objektif analiz etmek ve devlet stratejisinde değişikliğe gitmek yerine, başarısız kalmış

Suriye’deki savaşta dönüm noktasına doğru

politikadan ısrar etmek çözülmekten ve yenilgiden ısrar etmektir. Türkiye’nin mevcut politikasızlığın somut yansımalarından biri de Kilis’te ortaya çıkan toplumsal, politik ve askeri tablodur. Kilis, Suriye’de savaşın başlamasından bu yana özellikle IŞİD ve El Nusra gibi radikal İslamcı örgütlerin çok yönlü kullandığı bir merkezdir. AKP iktidarının da Suriye’de politik ve askeri kaosu derinleştirmek için merkez üs olarak seçtiği Kilis, giderek çatışma merkezi haline gelmesi, bir tesadüf olmayıp geçmişten bugüne sürdürülen savaş politikalarının bir sonucudur.

Rusya ve İran’ın aktif desteğiyle Suriye’de inisiyatifi ele geçiren Esad rejimi, askeri operasyonlarına devam ediyor. Gelinen aşamada Rojava dışında savaşın iki merkezi ön plana çıkıyor. IŞİD bakımından Rakka, Türkiye’nin desteklediği El Nusra gibi radikal İslamcı hareketler için Halep belirleyici olacaktır. Önümüzdeki bir kaç ay içerisinde, Cenevre’de nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın savaş bu iki bölgede ağırlıklı olarak yaşanacaktır. Esad rejimi bakımından Halep savaşının kazanılması için bir dönüm noktası olarak görülüyor.

Bu bakımdan kuşatılan Halep için büyük bir savaşın başlayacağı kaçınılmazdır. Ciddi yenilgi alan ve kontrol ettikleri bölgelerde tutunmaktan zorlanan AKP’nin müttefikleri İslamcı örgütlerin geleceği bir kaç ay içerisinde çok daha somutlaşacaktır. Halep’in bütünüyle rejim güçlerinin eline geçmesi, Türkiye’nin savaşı kaybetmesi demektir. Bu bakımdan AKP iktidarı Halep çevresinin ve özellikle de Kilis ile bağlantılı bölgelerin İslamcı müttefiklerinin denetiminde kalması için bütün askeri gücünü kullanıyor.

Kilis savaşın yeni üssü oluşuyor Devlet, hem Halep bölgesinde dengeyi korumak hem de Cerablus ve Azez bölgesinin YPG askeri güçlerinin eline geçmemesi için bütün askeri gücünü kullanıyor. Kilis için yeni bir strateji geliştirmeye çalışan AKP, burayı savaş üssü haline getirmeye karar verdi. Kilis’in savaş bölgesi haline gelmesinin bir kaç önemli noktası bulunuyor. Kilis bir kaç bakımdan önemlidir: Birincisi, Nükleer zirvesinde Obama ve Badin ile görüşen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir kısım yeni ödevler verildi. ABD, YPG merkezli askeri güçlerin aktif olarak destekleneceğinin altını çizdi ve AKP iktidarının PYD karşıtı faaliyetlerine son vermesi uyarısını yaptı. Bu uyarı aynı zamanda ABD’nin Suriye içerisinde dayanacağı güçlerin kimler olacağına dair önemli bir veri olarak değerlendirildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP iktidarı, çaresizlik içerisinde PYD-YPG’ye yönelik tehdit içerikli açıklamalarını

aşamalı olarak ara vermek zorunda kaldılar. Rusya ve ABD arasındaki önemli anlaşmalardan biri de hem Irak’ta hem de Suriye’de IŞİD’e yönelik çok daha kapsamlı askeri operasyonlar yapılmasıdır. Türkiye’nin de artık IŞİD politikasını terk etmesi gerektiğine dikkat çekildi. AKP iktidarı istemediği halde mecburen IŞİD politikasında geri adım atmaya başladı. Böylelikle hükümet, geçmişte çok aktif olarak desteklediği bu güçle hem sınırları çevresinde hem de içeride çatışmalı yeni bir süreç yaşayacaktır. İkincisi, Türkiye’nin Suriye politikasında ciddiye alınır bir değişiklik göze çarpmıyor. IŞİD ile ilişkisine mesafe koyarken,

El Nusra merkezli İslamcı güçlere yönelik desteğini arttırmaya yöneldi. Devlet, hem Halep bölgesinde dengeyi korumak hem de Cerablus ve Azez bölgesinin YPG askeri güçlerinin eline geçmemesi için bütün askeri gücünü kullanıyor. Kilis için yeni bir strateji geliştirmeye çalışan AKP, burayı savaş üssü haline getirmeye karar verdi. Son dönemlerde Kilis merkezine Genelkurmay’ın, MİT’in AKP Hükümetinin birbirini tamamlar şekilde Kilis’e yapılan üst düzey toplantılarının esas amacı; burayı özellikle İslamcı örgütleri yeniden güçlendirmek için askeri bir üs haline getirmektir. AKP iktidarının müttefiki İslamcı

örgütlerin Halep’te Rai beldesini kaybetmeleriyle, devlet yetkililerinin ve silahlı İslamcı grupların Kilis’te süren iki günlük toplantısında, Cenevre’deki görüşmelere ve ateşkes sürecine rağmen savaşın boyutlandırılması kararı alındı.

AKP cihatçı çetelerle tehlike oyunu oynuyor Belirlenen strateji şu; kaybetmeye başlayan El Nusra merkezli radikal İslamcı Hareketlerin yeniden reorganize edilerek, Halep savaşına hazırlamak ve özellikle Cerablus ve Azez’in kontrolünü süreklileştirmektir. Bu bakımdan Türkiye’nin Kilis’e yığdığı askeri gücünün esas hedefi IŞİD değil, müt-

tefik olarak gördüğü radikal İslamcı güçlere çok yönlü alan açmaktır. Kamuoyuna yansıyan veriler dikkate alındığında Halep bölgesinde savaşmak için yüzlerce İslamcı militan Kilis üzerinde bölgeye gönderiliyor. Bu bakımdan Radikal İslamcı hareketlerin askeri, ekonomik, lojistik olarak desteklenmesi devletin öncelikli politikalarından biridir ve Kilis bu politikasının merkezi üssü olarak seçilmiştir. Üçüncüsü, Kilis’in bir çatışma merkezi haline gelmesinin bir yönü de sınır bölgesinin IŞİD mi yoksa El Nusra merkezli İslamcı güç tarafından mı kontrol edileceği meselesidir. Türkiye uluslararası alanda

artan baskılar nedeniyle IŞİD ile arasına nispi bir mesafe koymak için, özellikle Kilis sınır boylarını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Güvenlik Konseyi’nin kararına rağmen ‘terörist’ görmediği El Nusra’ya teslim etmek istiyor. Sınır bölgesinin kontrolü, özellikle askeri ve lojistik destek yönünden her iki güç için önemlidir. IŞİD, Kilis’ten Rakka’ya uzanan hattı kontrol devam ettirebilmesi için sınır bölgelerini elinde tutmayı stratejik çıkarları bakımından çok önemsiyor. Türkiye’nin aktif olarak desteklediği El Nusra da, özellikle Halep bölgesindeki konumunu koruyabilmek için Kilis sınır bölgesine hâkim olmak istiyor.

Türkiye savaşa sürükleniyor Savaşın bir yönünün Kilis’e kayması, Türkiye’nin artık Suriye savaşıyla doğrudan yüzleşmesi anlamına geliyor. Yüzlerce askeri aracın Kilis sınırına yığılması, savaşın boyutlanmasının bir başka işaretidir. Sınır bölgesinde iki İslamcı güç arasında yoğunlaşan savaşın bir başka önemli yönü de, Suriye’de savaşta inisiyatifin hangi İslamcı güçten olacağıdır. Daha organizeli olan ve geniş bir alanı kontrol eden IŞİD önemli bir avantaja sahip olmakla beraber, Türkiye bu dengeyi El Nusra lehine değiştirme çabasına yöneldi. Bunun doğurduğu iki önemli sonucu var. Birisi, Türkiye, Suriye savaşında aktif bir taraf olarak halen istikrarsızlığı derinleştiren politikasında ısrar ediyor. Diğer nokta ise IŞİD ile yoğunlaşacak savaşın sonuçları Suriye’de kalmayacaktır ve Türkiye’nin merkez illerinde çok daha derinden hissedilecektir. IŞİD, Türkiye’nin El Nusra’yı desteklemesini kendisine yapılan bir ihanet olarak değerlendirip,

buna karşılık büyük şehirlerde çok kapsamlı saldırılara yönelecektir.

Bölge politikaları Türkiye’nin Suriye’ye girmek istemediği görüşü kesinlikle doğru değil. Bugün gayri resmî olarak Türkiye’nin özel kuvvetlerinin Suriye topraklarında, özellikle Azez merkezinde bulundukları biliniyor. AKP iktidarı, özellikle Cerablus ve Azez bölgelerine askeri güç göndermenin alt zeminini hazırlıyor. Savaşın Kilis’e doğru kayması ve özellikle IŞİD ile savaşma gerekçesiyle sınırlı sayıda askeri bir birliği, resmi bir düzeyde, Suriye topraklarına kaydırılması öncelikli planlardan biridir. Ancak bunun uluslararası alanda yaratacağı olumsuz politik sonuçların ve Rusya’nın göstereceği tepkinin boyutu hesaplanamadığı için bu plan yedek olarak

bekletiliyor. Bu bakımdan fiilen bir savaş merkezi haline gelen Kilis’in aşamalı olarak Halepleşmesi bir sürpriz sayılmamalıdır. Kilis’te on binlerle ifade edilen Suriye kökenli göçmenin önemli bir kısmının radikal İslamcılarla bağları var. Bu güçlerin kontrol edilmesinin son derece zor olduğu gerçeği dikkate alındığında önümüzdeki süreçte Kilislilerin göçe başlaması gündeme gelebilir.

AKP’nin ABD’ye tabi olmaktan başka şansı yok Devlet Kürt coğrafyasında çok yönlü bir savaş yürütüyor. Kazandığını sıklıkla vurgulamasına rağmen kazanan değil kaybeden bir AKP iktidarı gerçeği var. 3-4 aydır bir mahalleyi kontrol edemeyen devletin, Kürtler karşısında bu savaşı kazanma şansı bulunmuyor, tersine Kürt illerinde

batağa saplanan bir Genelkurmay gerçeği var. Buna Kilis eklendi. Savaşın bir yönünün Kilis’e kayması, Türkiye’nin artık Suriye savaşıyla doğrudan yüzleşmesi anlamına geliyor. Yüzlerce askeri aracın Kilis sınırına yığılması, savaşın boyutlanmasının bir başka işaretidir. Türkiye’nin askeri teçhizatı da sanıldığı gibi etkili değil. Örneğin adına ‘fırtına’ denilen ama etkisiz kalan toplarda anlaşıldı. Bu nedenle IŞİD ile savaşmak adı altında ABD’den teknolojik olarak geliştirilmiş yeni toplar istendi. Türkiye, radikal İslamcı hareketler arasında tercih bocalaması yaşarken, Suriye’deki gelişmeler tersine ilerliyor. ABD, YPG/YPJ merkezli askeri güçleri eğitmek amacıyla bölgeye 250 kişilik özel eğitim askeri güç gönderdiğini açıkladı. Cemil Bayık’ın “ABD dahil koalisyon güçleriyle direkt temas halindeyiz”

değerlendirmesi esasen olarak Türkiye’ye verilen bir mesajdır. Bu açıklamaya Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun yanıt verememesi, gelişmelerin nereye doğru evirildiğini görmesindendir. Dış politikada bütünüyle başarısız olan AKP iktidarının, ayakta kalmasının önemli yanlarından birinin de ABD’nin politikalarına tabi olmaktan başka şansının olmadığını görmesidir.

Bunlar ne anlama geliyor? ABD, Suriye’de Rusya’nın desteklediği Esad rejimine karşı güç dengesini PYD üzerinde kuracak. ABD, Cerablus ve Azez bölgesini Esad tarafından değil YPG merkezli askeri güçler tarafından kontrol edilmesini tercih ediyor. Bunun bir başka anlamı şudur: Yakın bir dönemde IŞİD ve El Nusra’ya yönelik kapsamlı bir operasyonun başlaması ve bölge-

nin YPG/YPJ tarafından kontrol edileceği anlamına gelir. Türkiye, Kilis’te önce IŞİD, şimdi El Nusra ile komşu olsa da sonunda ‘terörist’ gördüğü PYD ile kalıcı bir komşuluğu kabul edecektir. Ufukta görünen şu: Kilis’te Esad ve PYD’ye, Nusaybin’de Kürt gençlerine karşı kaybeden devlet, iki masada da kazanan değil, yenilen olarak oturmak zorunda kalacak. Uluslararası işaretler, Türkiye’nin yeni bir sürece zorunlu ve kaçınılmaz olarak evirileceğini gösteriyor. Türkiye iç dinamiklerinde dindar bir anayasa tartışması yürütürken, bölgesel ve uluslararası alanda ne gibi ciddi sorunlarla karışılacağını pek hesaplayamıyor. Birkaç ay sonra Kilis’te PYD ile sınır komşusu olursa, gümrük kapılarını birlikte kontrol ederlerse, içte başkanlık sisteminin bir önemi kalmayacaktır.


Mayıs 2016 / sayfa 10

toplumsal özgürlük

DÜNYA ALP KAYSERİLİOĞLU

Brezilya‘daki yolsuzluklar operasyonlarıyla başlayan süreç...

Brezilya‘da sivil darbe girişimi Brezilya’daki yolsuzluklar operasyonları PT ve Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff ’i hedef alan bir sivil darbe girişimine dönüştü 2014 yılında Brezilya’nın Paraná eyaletinde Sérgio Moro adlı genç bir hakim tarafından başlatılan “Operação Lava Jato” ismiyle anılan yolsuzluk davası muazzam boyutlara ulaştı. Bu soruşturma kapsamında Moro tarafından 179 kişiye (çoğunlukla parlamenter) soruşturma açılırken, ülkenin yüksek mahkemesi bu listeye 94 kişi daha ekledi. Yolsuzlukların merkezinde, Brezilya’nın en büyük ve yarısından fazla devletin elinde olan işletmesi Petrobras var. Soruşturma açılan devlet görev-

lileri, yüksek miktarda para veya başka karşılıklara karşı spesifik inşaat şirketlere Petrobras adına çok karlı koşullarda kontrat vermekle suçlanıyor. Davanın bulguları ve biçimi öyle gelişti ki, 2016 yılında İşçi Parti (PT)’li Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff, eski Cumhurbaşkanı Lula da Silva ve hatta PT’nin kendisine karşı oluşan bir sivil darbe girişimin ana saldırı hamlesine dönüştü. Lava Jato ve sivil darbe girişimi Ülkenin oligarşik ve aşırı sağcı medyası tarafından PT ve özellikle

Rousseff ve Lula hedef alındı. Lula, bazı inşaat şirketlerinin kendi villalarında yaptığı bedava inşaatlara karşın siyasi lutuflarda bulunduğu ve yolsuzluk skandalı kapsamına giren inşaat şirketlerinden farklı gerekçelerle 8 milyon dolar almakla suçlanıyor. Rousseff ise, 2014 cumhurbaşkanı seçimlerinde hukuka aykırı bir şekilde devlet fonlarını kendi kampanyası için kullanmakla suçlanıyor. Özellikle 2015’den itibaren oligarşinin medyası tarafından pompalanan bu olaylar, sağ siyasetçiler ve sağcı sokak hareketlerle buluşup

PT’ye karşı bir harekete ve git gide Rousseff ’in azletilmesi istemine dönüştü. Rousseff 2015 yılında bu tehdite karşı çok dikkatli ve defansif bir şekilde tepki vererek, muhalefete ve kendi müttefiki olan PMDB partisine bazı politikalarla ödünler verip denge kurmayı denedi. Ancak, 2016’da dolan sokaklar ve dibe vuran Brezilya ekonomisi, Rousseff ’e karşı harekete ivme kazandırdı. Silva’ya karşı suçlamalar 2016 yılında gündeme gelirken; Rousseff, “makamın dokunulmazlığı” üzerinden kurtarmak için onu

Bakanlar Kurulu başkanlığına atadı. Bu hamle kamuoyu tarafından suçu kabul etme olarak okundu ve Rousseff ’in desteği daha da daraldı, komplocular da nihai darbeye doğru hızla hamle yaptılar.

Sivil darbenin son hamlesi “Lava Jato” operasyonların başını çeken hakim Moro, hukuka aykırı bir şekilde Rousseff ve Silva arasında olan gizli bir telefon görüşmenin tapesini yayınlarken, başka bir mahkeme Silva’nın Bakanlar Kurulu’na atanmasını engelledi. Paralel olarak bir gün

sonra parlamento, Rousseff ’i azletme konusunu ele almak için 65 kişilik bir komisyon kurdu. Mart sonunda da, PT’nin PMDB ile kurduğu koalisyon, PMDB’nin cumhurbaşkanı yardımcısı olan lideri Michel Temer tarafından feshedildi. Komisyon, azletme talebini kabul etti ve 17 Nisan’da parlamento net bir çoğunlukla bunu kabul edip azil isteğini senatoya iletti. Senato’nun çoğunluğu da bu isteği kabul ederse, sivil darbe girişimin ana hedefi olan Rousseff ’i azletmek gerçekleşmiş olacak.

Yolsuzluk değil, sivil darbe Pisliğe bulaşmayan yok, olayın özünün başka bir yerde aranması lazım. Muhalefet, Rousseff, Silva ve genel olarak PT’ye karşı çok demokratik oldukları ve yolsuzluklarla savaşmak istedikleri için tepki göstermiyor. Tersine, Brezilya’nın bütün siyasi kadroları leş gibi yolsuzluk kokuyor. “Lava Jato” kapsamında bir sürü siyasetçiye karşı soruşturma açılmış durumda ve bunlar arasında PT’liler azınlıkta. Mesela, kararı alan 65 kişilik parlamento komisyonu üyeleri-

nin yarısından fazlası için yolsuzluk soruşturmaları açılmış. Komisyonun başkanı, PMDB’li Eduardo Cunha’nın İsviçre’de hukuk dışı bir şekilde milyonlarca dolar sakladığı komuoyuna yansıdı ve ona karşı da yolsuzluk soruşturmaları yürütülüyor. PT ile koalisyonu terk eden ve Rousseff ’in uzaklaştırılması durumunda otomatikman cumhurbaşkanı olacak olan şimdiki cumhurbaşkanı yardımcısı Mic-

hel Temer hakkındaki yolsuzluk iddiaları yüzünden, bir başka yüksek mahkeme zamanında onun “makamından uzaklaştırılmasını” önermişti. Pisliğe bulaşmayan yok, olayın özünün başka bir yerde aranması lazım. Mesela, sermayenin isteklerine,Temer’e ve sivil darbeyi destekleyen diğerlerine bakalım.

Darbeyi kim neden destekliyor? Günlük gazete Folha de S.Pa-

olo’ya göre, iş adamlarının acil istekleri arasında şunlar var: eğitim ve sağlık için sabitleştirilen bütçenin esnekleştirilmesi, özelleştirmeler, emeklilik yasaların “radikal” reformu ve emek yasalarında reform.

Çok tanıdık önlemler! Şimdi de, Temer cumhurbaşkanı olursa neler uygulamak istiyormuş, ona bakalım. Temer, devletin ekonomi-

den çekilmesinden ve sosyal programların kısılmasından bahsediyor. Reuters’in kaynaklarına göre, Temer, Brezilya’daki Goldman Sachs’ın başkanı Paulo Leme’yi Merkez Bankası şefi ve Brezilya’nın en güçlü bankalar federasyonu Febraban’ın başkanı Murilo Portugal’i de Maliye Bakanı yapmak istiyor.

Bunlar da çok tanıdık, değil mi? Kısaca sonuçlandırmak gere-

kirse, olayın özünde Brezilya halkının solcu PT iktidarı altında edindiği kazanımların tasfiyesi ve sermayenin kendisinin pürüzsüz çıkarları doğrultusunda bir yeni iktidar isteği yatıyor. Böyle bir hamle için, küresel konjonktürün uygun hale gelmesi, PT’nin yürüttüğü neo-kalkınmacı modelin çöküşü ve PT’nin dejenerasyonundan oluşan elverişli koşullar beklendi ve işte şimdi de kullanılıyor.

Neo-kalkınmacı modelin çöküşü

Lula’yla başlıyan neo-kalkınmacılık küresel konjonktür, sermayenin karşı saldırısı ve Rousseff ’in geri adımları altında çöküyor Silva’nın 2003’de bütün Latin Amerika’da sol bir dalga eserken iktidara gelmesiyle, Brezilya’da da özgün bir neo-kalkınmacı model uygulandı. Bir taraftan küresel konjonktüre ve iç dengelere göre spesifik sermaye sektörleri pompalanırken, öbür taraftan muazzam kazançlar elde eden sektörlerin özellikle vergilendirilmesi gibi önlemlerle, kapsamlı sosyal ve toplumsal refah önlemlerine kaynak bulundu. İşçi sınıfının maddi varlığı, asgari ücretin yükseltilmesi ve yaygınlaşan tüketici kredileriyle kalkındırıldı. Silva’nın iktidarında 30 milyondan fazla Brezilya’lı aşırı yoksulluktan çıktı. Asgari ücret, %70 civarında yükseltildi ve düşük gelirli de olsa 20 milyon kişiye istihdam yaratıldı. Dünya çapındaki en büyük sosyal destek programı olarak ünlü

olan “Bolsa Família” programı, özellikle yoksulluk sınırı altında olanlara ve aşırı yoksullara para ve eğitim desteğinde bulunuyor. “Bolsa Família” kapsamında, 12 milyon Brezilya’lı aile destek gördü ve en azından dipteki yoksulluktan kurtulabildi.

üzerine oturan bir kalkınma modeli, kendisini küresel konjonktüre oldukça güçlü bir şekilde bağımlı kılar. 2007-08’de başlıyan krizle beraber bütün bu yükselen temel sanayi ve tarım metaları fiyatları puf diye çöküverdi. 2012’de büyüme %1’e düştü, 2015’de ise -%3,5’lere kadar geriledi.

Lula’nın sistemi neyin üzerine oturdu? Ancak, bu süreç içinde, yoksulluğun gerçek sebebi olan kapitalist ilişkilere ciddi veya yapısal bir şekilde el atılmadı. Bütün sosyal programlar, sermayenin de elverişli küresel konjonktürde kat be kat büyümesiyle mümkün kılındı. Brezilya’nın uyguladığı neo-kalkınmacı modelin ana hattı, meta fiyatlarının patlamasıydı. 2000’lerin başında temel tarım ve sanayi metalarının kapitalist dünya sis-

Rousseff geri adımlar atıyor

İşçi sınıfı, daralan kamusal harcamalar yüzünden 2013’den beri sokağa indi.

teminin “çevresine” doğru kaydı. Ek olarak, Çin’in sanayi kalkınmasının talepleri, temel metalar için oluşan arzı yükseltmişti. Sonuçta bu metaların fiyatları fırladı. İşte, Brezilya, demir filizi, petrol, soya

gibi ürünlerde “yükselen meta fiyatları” dalgasının üstüne bindi ve bu ürünlerin ihracında uzmanlaşarak yılda %7,5 gibi büyüme oranlarına kavuşabildi. Oysa, açık ki, çok spesifik metaların ihracı

Bu koşullarda, aslında Rousseff sermayeyi teşvik etti ve Temer ve onu destekleyen sermaye gruplarının savunduklarını uyguladı. 2011’den sonraki Maliye Bakanı Mantega’nın iktisat politikaları farklı biçimlerde sermayeyi teşvik edip bir yandan da sosyal programları sürdürmeyi denerken, 2015’de Maliye Bakanı olan Levy, doğrudan “kemer sıkma” politikalarına geçti. Anlayacağınız

Rousseff hükümeti, neo-kalkınmacı modeli sürece yayarak sermayenin lehine büküyordu. O modelin sosyal kazanımlarından yavaş yavaş vaz geçildi. Öte yandan, sırtı sıvanan sermaye, küresel konjontürün de etkisiyle git gide derinleşen resesyonla karşı karşıya kalırken, sokaklar PT iktidarı altında konum kaybeden küçük burjuvazinin üst kesimlerince doluyordu. Ancak PT sırtını işçi sınıfına dayamadı. Tam tersine, işçi sınıfı da daralan kamusal harcamalar yüzünden 2013’den beri sokağa indi. Bu karmaşada uygun ortam bulan sermaye, sivil darbe girişimini örgütledi. Gerekli dengeleri kurdu, Rousseff ’i oyunlara getirdi ve en nihayetinde, zaten yarı yarı kendi safına geçen PT’ye karşı işi bitiren hamleyi de şimdilerde yapıyor.

Latin Amerika‘da kriz ve sınıf savaşı Sağ, bütün Latin Amerika çapında güç kazanıyor; sol, savunma pozisyonunda Bütün Latin Amerika çapında karşı devrim/sermaye/sağ hamle yapıyor ve devrim/emek/sol güçler geriliyor veya savunmacı bir pozisyona geçiyor. Bu trendden, öncelikle, kırılgan küresel iktisadi trendlere fazlasıyla bağımlı olan kalkınma modellerinin, o trendlerde bir değişimle anında en derin krizlere girebi-

leceğini saptamalıyız. Ek olarak, başka alternatifleri gözetmedikleri için krizden çıkamadıklarını da görüyoruz. Ayrıca, böyle bir kalkınmacı modelin üstüne oturan sistem içi emekçi kitlelerin lehine dengelerin güçlü olamayacağını, hızlıca sarsılabileceğini saptamalıyız. Sermaye, her ne kadar önceden kendisi de

kar ettiği için bu dengeleri kabul etmiş olsa da, uygun ortamı yakaladığında hemen saldırıp o dengeleri bozuyor ve dümeni kendi çıkarları yönünde büküyor.

Emeği savunmak Bu koşullarda emeğin konumunu saldırgan bir şekilde savunmayıp da, hala eski statükoda kalmayı

denemek, sermaye tarafından kendisini cesaretlendirilen bir “zayıflık” olarak algılanıyor ve anlaşmada kalmaktansa daha da saldırgınlaşıyor. Sermaye, emeğin lehine kazanılan en küçük kazanımları da ortadan kaldırmaya girişiyor. Sermaye güçlerinin saldırıları, iktidarda olduğu yıllar boyunca

kendi güçlerini aktif bir şekilde yeterince emek güçlerine yaslamayan sol-demokrat hükümetleri cezalandırıyor: Rousseff ’i sokakta destekleyen kitleler azalıyor, Arjantin’de Macri’ye karşı hemen hemen kimse sokağa çıkmıyor, Venezüela’da ise kitleler savunmacı eylemlerle tıkanıp kalıyorlar. Şimdiki konjonktür, güçler

dengesinin emeğin aleyhine bükülmemesi için bile sert sınıfsal çarpışmaları zorunlu kılıyor. Kendi kazanımlarını savunmak için harekete geçen emekçiler, karşı devrimin saldırısını kendi güçleriyle kırabilirlerse, işte ancak o zaman güçler dengesini kendi lehine bükebilir, hatta devrimci bir yapısal dönüşümü başarabilir.


Mayıs 2016 / sayfa 11

toplumsal özgürlük

DÜNYA Macri’nin zaferiyle beraber Arjantin’de de Latin Amerika’yı saran sağ dalga esmeye başlıyor.

Neoliberal-sağın zaferi ardından Arjantin “Macri’ye hem diktatörlük döneminde zenginleşen ailelerden, hem de genel olarak Arjantin oligarşisinden çokça destek var.”

Max ZİRNGAST 22 Kasım 2015 tarihinde Arjantin’de Maurizio Macri ikinci turda Cumhurbaşkanı seçildi. Arjantin tarihinde ilk defa darbeyle değil, seçimle sağ bir politikacı iktidara geldi. Geçmişte Buenos Aires belediye başkanlığı yapmış olan Macri, Arjantin’in en zengin ailelerinden geliyor. Diğer aday, 2003-2007 arasında cumhurbaşkanı olan Néstor Kirchner ve 2007-2015 arasında cumhurbaşkanı olan Néstor’un eşi Cristiná Fernandez de Kirchner’in partisinden Daniel Scioli idi. Kirchnerler elbette sosyalist değiller, fakat Latin Amerika’daki son zamanlarda tükenen halkçı-sol dalgasının bir parçasıydılar. Ancak, son dönemde halkçı-sol partiler ve hareketler sadece Arjantin’de değil, Venezuela ve Brezilya başta olmak üzere bütün kıtada ağır darbelere aldı. Hugo Chavez’in 1998 zaferinin ardından, Latin Amerika’nın birçok ülkesinde yeni kalkınmacı refah politikaları yürüten partiler iktidara geldi. Lakin dünya ekonomik kriziyle ve düşen ham madde fiyatlarıyla birlikte bu model de krize girdi.

Arjantin, Güney Amerika’nın ikinci en büyük ekonomisi olarak tüm kıtada önemlidir. Bu nedenle Macri’nin temsil ettiği politikayı anlamak gerekiyor.

Diktatörlüğün geleneği Macri’nin ailesi 1976’dan 1983’e kadar süren askeri rejim döneminde sermaye ve güç biriktirdi. Macri’ye hem diktatörlük döneminde zenginleşen ailelerden, hem de genel olarak Arjantin oligarşisinden çokça destek var. Ilk aylarda Macri tarafından iptal edilen yasalar bunu açıkça gösteriyor: diktatörlük döneminde 30 bin kişinin katledilmesi ve “kaybolması”nın sorumlularını yargılamayı hedefleyen yasa ve Clarín egrubu gibi büyük bir medyanın tekel gücünü kırmaya çalışan bir diğer yasa yürürlükten kaldırıldı. Medya da, Macri’nin bu tutumuna kendince teşekkür etti: Macri, ailesi ve en yakın mütefikleri, Panama Papers’ların ortaya koyduğu bataklığın içinde saplanmış olmalarına rağmen, Arjantin’in oligarşik medyası tarafından suçsuz olarak gösteriliyor. Macri ve ailesine karşı suçlamaların muhalif medyanın bir oyunu olduğu ve çok fazla abartıldığı

iddia ediliyor.

Finanskapital ile antlaşma Arjantin, askeri rejimi döneminde ve sonraında özellikle Carlos Menem’in başkanlığı evresinde sert neoliberal saldırılara maruz kaldı. Bu politikanın sonucu yapısal bir ekonomik kriz ve 2001’de yaşanan devletin iflası olmuştu. Devletin iflasından sonra, Arjantin devleti ve uluslararası “serbest yatırım fonları” arasında borç ödeme konusunda bir anlaşmazlık yaşandı. Kısaca, Kirchnerler uluslararası finans-kapital ile yapılacak herhangi bir müzakereyi reddetti. Devamında Arjantin, finans piyasalarıyla epey sıkıntı yaşadı. İhtiyaç olan yeni borçları alamadığı için iktisadi zorluklara rağmen Arjantin, Kirchner döneminde daha güçlü bir ekonomiye doğru tutuk adımlar attı. Macri iktidara gelince serbest yatırım fonlarıyla biraraya gelerek bir anlaşmaya vardı ve Arjantin devletinin Wall St. finans-kapitaline dokuz milyar dolar borç ödemesine karar verildi. Büyük sermaye ve onun temsilcileri bu durumu kutladılar. Öyle anlaşılıyor ki, Macri’nin yürüttüğü neoliberal polikalar bu kadarla kalmayacak.

Arjantin’de neoliberal saldırılar Macri, seçildikten sonra hücum borusu çalıp neoliberal atağa geçti. Seçim kampanyasında ve seçim zaferinin hemen ardından Macri refah devletin kazanımlarını koruyacağını söyledi. Fakat, seçildikten sonra hücum borusu çalıp neoliberal atağa geçti. Kendisiyle birlikte kabineye giren birçok bakan geçmişte özel sektörde, uluslararası ve ulusal sermayenin en büyük holdinglerinde çalışmışlardı (JP Morgan, HSBC, Shell, Monsanto ve önce de bahsedilen Clarín grubu). Böyle bir kabineden beklenen politika tabii ki işçilere kemer sıkma, sermayeye ise şölendir. Ilk iki haftada on bin kamu emekçisi işten atıldı. Ayrıca, yeni iş yasaları nedeniyle özel sektörde çalışan işçiler işten çıkarılma tehditleri altında ve güvencesizlik arttı. Toplam ilk dört ayda kamu sektöründen ve özel sektörden

140 bin kişi işten atıldı ve üstelik kamusal eğitim ve sağlık bütçesi kesildi. Elektrik, doğal gaz, su ve ulaşım fiyatları %300-700 arasında arttırıldı. En vurucu tedbir Arjantin Peso’nun değer kaybıydı. Peso, Dolar’a karşı %25-40 civarında değer kaybetti. Resmî gerekçe, özellikle rekabet yeteneğini ve ülkeye dış yatırımı arttırmaktı. Varılan sonuç ise, güncel hayat için önemli ürünlerin fiyatları artması oldu. Macri, aynı zamanda büyük çiftçilerle anlaştı. Senelerce stoklanan hasat şimdi milyarlarca dolara satılabilirdi. Kısaca, tarım oligarşisi zenginleşirken, öte yandan işçiler ve yoksullar felakete sürüklendi.

Savunma değil, taarruz Kirchnerler, klasik refah

politikacıları gibi, emek ve sermaye arasında bir sınıf anlaşmasını savunmuşlardı. Bunun sonucu olarak, sınıf mücadelesi arka plana itildi. Şimdi ise, işçi hareketi saldırılara karşı direniş geliştirmesine rağmen yine de halihazırda güçlü ve atılgan pozisyonda değil. Kıtanın bütün ülkeleri gibi, halkçı ve sol güçler kazandıkları mevzilerde savunma pozisyonunda kalıyor. İhtiyaç olansa, savunmadan çıkıp taaruza geçmek! Belirtildiği gibi Latin Amerika solunun sürdürdüğü yeni kalkınmacı model krizdedir. Süren dünya ekonomik bunalımında bu krizi eski formüllerle aşmayacağı da belli. Artık tek bir yol var, o da alt sınıfları güçlendiren, daha radikal ve sermayenin gücüne karşı olan politikalar geliştirmek.

Panama Papers’ları kim yönetiyor? Araştırmaları finanse ededenlerin arasında Ford, Soros ve Rockefeller gibi ABD’li finanskapital devleri var.

Panama Papers rezaleti Mossack Fonseca’nın dünya çapında vergi kaçırmak isteyen zenginler ve ünlüler için letterbox company işlemlerinin hukuki boyutunu üstlendiği ortaya çıktı. Alp KAYSERİLİOĞLU Panama Papers (Panama Kağıtları) olarak adlandırılan belgeler, sanırım bugüne kadar dünyada yaşanan en büyük bilgi sızıntısı. Panama Papers kapsamına 2,6 Terrabyte (yani 2600 Gigabyte) büyüklüğünde toplam 11,5 milyon doküman giriyor. Belgeler 2015 yılında anonim bir muhbir tarafından Alman günlük gazetesi Süddeutsche Zeitung (SZ)’a iletildi. SZ, uluslararası bir gazeteci kurumu olan Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (İCİJ)’na danıştı ve belgeler üzerindeki araştırma ve çalışma faaliyetlerini Guardian, Spiegel, ve bir dizi başka büyük ve önemli gazetelerle beraber İCİJ çapında örgütledi. 400’e yakın gazeteci 1 yıl araştırma sonunda belgelerde bulduklarını 3 Nisan’da kamuoyuyla paylaştılar. Panama Papers belgelerinin merkezinde Mossack Fonseca (Mossfon) adında ve Panama’da mukim bir hukuk bürosu var ve bütün belgeler onun gizli arşivlerinden sızdırılıyor. Bu hukuk bürosunun dünya çapında vergi kaçırmak isteyen zenginler ve ünlüler için

letterbox company işlemlerinin hukuki boyutunu üstlendiği ortaya çıktı. Belgelere göre, aralarında 12 devlet başbakanı ve toplam 128 siyasetçi olmakla üzere 78 farklı devletten kişiler tarafından Mossfon yoluyla 215.000 letterbox company kurulmuş.

“Posta kutusu şirketi” mantığı Letterbox company (yani “posta kutusu şirketi”) olarak adlandırılan şirketlerin şamatası, gerçek şirket değil de sadece göstermelik şirket olmalarıdır. Onun için o şirketlerin sadece “posta kutusu” vardır, başka faaliyetleri yoktur. Tercihen “vergi cennetlerinde” kurulan bu sahte şirketlere başka ve normalde çok daha yüksek vergilendirme olan ülkelerde kazanılan paralar aktarılıyor ve sanki o sahte şirketin geliriymiş gibi gösterilerek vergilerden kaçınılıyor. İCİJ çapında ortaya çıkan şeyler yeni değil, zaten biliniyordu ve bazı analistler dünyadaki para stoğunun %50’sinin vergi kaçırmak için letterbox company’lerde park edildiğini tahmin ediyor. Yeni olan şey sadece, somut bir hukuk bürosu ve onun kirli işleri etrafında elimize geçen somut bulgular, isimler, rakamlar.

Ancak baştan beri İCİJ çapında Panama Papers’ların kamuoyuna paylaşılmasının bazı yanları ve metodolojileri “taraflı/yandaş” olarak sert biçimde eleştirildi. İlk ve direkt göze çarpın olay şu: İCİJ’in kendisi, Center for Public İntegrity (CPİ) adlı bir kuruluş tarafından finanse ediyor. Elbette CPİ’ın para kaynaklarını ABD finanskapitalinin devleri tarafından edindiği bütün eleştirmenlerin gözüne çarptı: CPİ’nin finansörleri arasında Ford, Soros ve Rockefeller gibi devler var. Bir göze çarpan olay daha, Panama Papers’lerin açık bir şekilde kamuoyuyla paylaşılmaması kararı. Kamuoyuyla sadece İCİJ çapında çalışan araştırmacı gazetecilerin buldukları veya özellikle çarpıcı gördükleri olaylar paylaşılacak. Yani, kamuoyu hiç bir zaman bütün belgelere erişemiyecek. SZ bunu, “muhbir ama bilgileri sadece bizle paylaştı, devletlerle veya kamuoyuyla paylaşmadı” diyerek garip bir şekilde meşrulaştırmaya çalıştı. “Gariplikler” arasına üçüncü bir gariplik daha ekliyelim: milyonlarca belgeleri araştırırken özellikle BM’nin yaptırım uyguladığı ülkeler ve kişiliklerin araştırıldığı vurgulandı, yani kısacası araştırmalarda “Batı’nın düşmanlarına” özellikle dikkat edilmiş!

Hedef sadece Batı’nın düşmanları mı? Bütün bu gariplikler, Panama Papers’lerin kamuoyuna sunuluşunda çok seçici ve yandaş bir şekilde hareket edildiği şüphesini güçlendirdi. Tahminlere

göre fazla göze çarpmasın diye Batı’nın ana başdüşmanları yanında 1-2 daha önemsiz Batı figüranların da konu olmasıydı. Hakikaten de Panama Papers’ların İCİJ kapsamındaki gazeteler tarafından yayıldığı ilk 1-2 günde hemen hemen sadece Esad, Kuzey Kore ve ismi Panama Papers’lardı bir kere bile geçmemesine rağmen Putin konu oldu. Bütün gazetelerde ne kadar şerefsiz oldukları tartışıldı. Ondan sonra da hakikaten tek tek Batı’dan bazı daha minör ve önemsiz figüranlar konu oldu: mesela İzlandiya Başbakanı Gunnlaugsson veya İspanya Sanayi Bakanı Soria açığa kavuşan olaylar yüzünden istifa etmek zorunda kaldılar. Olay sadece küçük ve minör kişiliklerde kalmadı, bazı daha büyük balıklardan da bahsedildi: mesela İngiltere Başbakanı David Cameron, babası İan Cameron’un 30 seneden daha uzun bir letterbox company şefi olmasının açığa kavuşmasıyla ağır eleştirilere tabii tutuldu. Hatta ABD’de Hillary Clinton’u destekleyen bazı tekellerin ve Almanya’nın bankalarının çoğunun bir veya öbür şekilde bu pis işlere bulaştıkları ortaya saçılıverdi. Ancak bu konular asla Esad veya Putin etrafında dönen tartışmalar kadar yankı bulmadı, medyada konu edilmedi.

Sınıflar ve vergiler Ancak kişilikler – Batı’dan olsun, Doğu’dan olsun – dışında, burada mesele zaten bambaşka bir mesele ve genel olarak başka bir zeminde tartışılması gerekiyor.

Vergi denilen olay, toplumlar içindeki sınıf ilişkilerini devlet üzerinden örgütleyen önemli enstrümanlardan birisi. Vergiler üzerinden sosyal-kamusal sistemler, altyapı yatırımları, sağlık ve eğitim finanse ediliyor (her ne kadar özelleştirmeler gelişsede). Vergilerin sınıflara dağılımı bir çatışma konusuyken, tam olarak ne için kullanıldıkları da başka bir çatışma konusu. Ancak, 80’ler/90’lardan beri başka bir konu daha önemli oldu: devletin gelirinin “fazla abanan” güçlü sosyal sistemlerini artık daha fazla taşıyamıyacağı ve devletlerin mali durumlarının o “fazla abanan” sosyal sistemler yüzünden çökmesi. Bu argümanlarla bir sürü devlette sosyal sistemlerin “reformu”, yani git gide tasfiyesi gerçekleştirildi. Panama Papers’larla da bir kere daha bu saçmalıkların asıl özünü görüyoruz ve konuyu aslında buradan ele almamız lazım: herkesin bilmesine rağmen zenginler milyarlarca dolar vergi kaçırırken, öbür taraftan sermaye gelirleri düşen devletleri bahane edip sosyal sistemleri ve emekçilerin başka kazanımlarının altını oyuyorlar ve bu iki yöntemle de pervasızca kendi kar oranlarını yükseltip emekçileri yarattıkları sosyal yıkımla yalnız bırakıyorlar. Panama Papers’larla yine açığa vuran vergiler konusunu, bu sınıfsal perspektiften ele alarak sermayeye karşı emekçilerin çıkarlarını vurgulamamız ve savunmamız lazım.


Mayıs 2016 / sayfa 12

toplumsal özgürlük

GENÇLİK Kampüslerde isyan mayalanıyor...

Yaşamak için direnmeye, mücadeleye! Kendi tahayyülümüzdeki üniversiteleri inşa etmek için de tariflediğimiz hattı pratikle buluşturmamız şart. Pusulamız; öğrenci gençliğin iktidar karşısındaki devrimci dinamiği, üniversitelerdeki dinamiğin kökleri ve çıkınımızdaki isyan mayası. Juliana GÖZEN

Kampüslerde isyan mayası

AKP iktidarının 12 yılı aşkın süredir inşa ettiği neoliberal İslamcı rejimin krizlerinde en belirgin dönem yaşanıyor. Düzenin açmazları giderek derinleşiyor, düzensizleşiyor; istikrar şiarı yerle bir olup yerini istikrarsızlığa bırakalı ise çok oldu. İktidar, Haziran İsyanı ile zirve yapan rejimin krizlerine yegâne çözümü, bombalar patlatarak halkı korkutmakta, şiddet aygıtlarının keskinleştirilmesinde ve neoliberal İslamcı politikaları arttırmakta görüyor. Egemen siyasette silikleştirilen parlamento, siyasi iktidar erklerinin söylem ve fiili uygulamalarının belirleyici olması, faşist yasaların yürürlüğe sokulması, başkanlık sistemi tartışmaları ve arka arkaya patlayan bombalar... İçine saplandığı bataklıktan kendince “kurtarıcı” hamleleri bunlar, iktidarın.

Rejimin tek adam etrafında yeniden inşası ve toplumun çeşitli alanlardaki direniş dinamiklerinin ezilmesi hedeflenirken; halkın çok büyük bir kesiminde özgürlük ve demokrasi eksenindeki öfkesi birikiyor, en çok da üniversitelilerin. Baskılara karşı politikleşme dinamikleri giderek güçlenen gençliğin yaşam alanları olan kampüslerde şimdilerde kazan kaynıyor. Uyguladığı neoliberal İslamcı politikalar ve faşist yaptırımlar ile adeta ateşe odun atıyor iktidar. Her türlü siyasi çalışmayı yasaklayarak, kampüsleri kendi kolluk kuvvetlerine mesken eyleyerek gençlik hareketini bitirebileceğini düşünen Erdoğan/AKP esasen dokunduğu yere isyan mayası çalıyor. Barış için seslerini çıkartan akademisyenlere yönelik söylemleri ve yaptırımında gördük, maya tuttu.

Bir tarafta esip gürleyen, asabiyeti yüksek, üniversiteli gençliğe korktuğu için ve yerini sağlama almaya çalıştığı için saldıran iktidar; diğer tarafta öfkesi en meşru zeminden biriken bir öğrenci gençlik hareketi var karşımızda. Hal böyleyken, gençlik hareketinin üzerine düşen görevler bu noktada kampüslerin geleceğini belirleyen bir yerde durmaktadır.

Gençlik hareketine düşenler İktidarın sürekli hedefi olan gençlik hareketi, AKP iktidarının giderek artan baskı politikalarına karşı gençliğin meşru ve haklı direnişini örgütleyen bir siyasal hattı pratikle buluşturmalıdır. Öğrenci gençliğin kendisini ifade edeceği kanallar iktidar tarafından çeşitli araçlarla sınırlandırılmaktadır. Yaşamın bütününe hegemonya kurmaya çalışan baskı ve zor stratejisini ancak gençliğin meşru, haklı ve fiili eylemi kırabilir.

İnşa edilmeye çalışılan rejimin çoklu krizlerinin olduğu kırılgan dönem tam bir fırsat aslında, gençlik mücadelesinin geniş kitleleri siyasallaştırabilmesi ve harekete geçirebilmesi için. Baskı politikalarının geniş öğrenci kitlelerince farklı farklı boyutlarda hissedilmesi, gençlik hareketinin öncü güçlerine bir kuyumcu titizliğinde çalışmasını zorunlu kılar. Kapsayıcı olabilmek, stratejik ve taktik kişiliğe bürünmek, tüm talepleri mücadele içerisinde konumlandırabilmek,… Kampüslere yönelik baskıları geri püskürtmek de yetmez elbette. Kendi tahayyülümüzdeki üniversiteleri inşa etmek için de tariflediğimiz hattı pratikle buluşturmamız şart. Pusulamız; öğrenci gençliğin iktidar karşısındaki devrimci dinamiği, üniversitelerdeki devrimci dinamiğin kökleri ve çıkınımızdaki isyan mayası.

Yaşamlarımızı kuşatamayacaksınız! Ezberci eğitimle zihnimizi körelten, cinsiyetçi söylemlerle erkek şiddetini meşrulaştıran, staj yoluyla emeğimizi sömüren, sisteme karşı: Liselerde Yaşamı Kuşatacağız! Doğuş GENÇ

Kampüs işgal altında! Unutmayalım, güçlü ve yaratıcı bir direnişe mazhar olmayan her gün, Erdoğan rejiminin önünü açacak. Üniversiteler gözden çıkarılabilecek yerler değil, kampüsleri savunalım! Ronay GÜLTEKÇE Üniversiteler için bir eğitim döneminin daha sonuna yaklaşıyoruz. Devrimci öğrenciler açısından içinden geçmekte olduğumuz süreç hayli kritik. İktidarın Özel Güvenlik Birimleri, polis ve cihatçı/faşist çeteler eliyle kampüs muhalefetini boğma hamlesinin en güçlü adımları atılıyor. Durumu daha iyi açıklamak için, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin yaşamakta olduğu süreci örnek olarak ele alalım. Bu üniversite, yıllar yılı devrimci öğrencilerin verdiği mücadele ve elde ettiği kazanımlar yoluyla; ülkenin en demokratik kampüslerinden birine kavuşmuştu. Kampüsteki devrimci öğrenciler istedikleri zaman, istedikleri noktada siyaset yapabiliyorlardı. Hem de bu haklarını TGB vb. şoven yapılar ile asla paylaşmadan. Bu siyasi ortam okuldaki he-

men her öğrenciyi etkiliyor, bir biçimde hepsini Sol’la tanıştırıyordu. Öte yandan akademik anlamda karşılaşılan birçok sorunda bu ortamın yarattığı politik ortam ile güçlü tepkiler ve direnişler örgütleniyordu. Rektörlük, aldığı kararlarda bu ortamı göz önünde bulundurmak ve devrimci öğrencileri “tanımak” durumundaydı.

Saray’ın talimatı… Yukarıda aktardığımız ortam son 1 yıl içinde ise baştan aşağı değişti. Ülkenin AKP/Erdoğan rejiminin eliyle içine sokulduğu baskı ve korku iklimi, meşrebince kampüse taşındı. Rektör birdenbire, öğrencilere siyaset yaptırmama “kararını” (biz ona talimatını diyelim) aldı ve uygulamaya koyuldu. ÖGB kapasitesi arttırıldı, polis TOMA’lar eliğinde hemen her gün okula sokulmaya başlandı. Bu şekilde afiş ve stant çalışmaları, eylemler, yürüyüşler

fiilen engellenmeye başladı. Bir yandan da soruşturmalar ve uzaklaştırmalar yoluyla devrimci öğrencilerin ciddi bir kısmı okuldan uzaklaştırıldı. ÖGB okulun sahibi, polis de daimi işgalcisi pozisyonuna evirildi. Rektörlük ve devrimci öğrenciler arasındaki politik münasebet kesildi. Şimdi gelinen durumda, devrimci öğrencilerin tüm politik hakları gasp edilmiş, kampüs de kelimenin tam anlamıyla işgal altına alınmış durumda. Öğrencilerin, durumu teşhir etmeye yönelik baskıları süreci kısmen yumuşatmış gibi görünse de, ablukayı dağıtmaya yetmedi.

Üniversiteyi kim kurtarır? Zira bu öyle sıradan bir politik baskı yöntemi değil. Hedef; akademisyenden öğrenciye binlerce insanın yaşam alanı olan bir kurumu; geleneklerini, etik değerlerini ve politik

güçlerini ezip çiğneyerek, çok kısa bir sürede AKP/Erdoğan politikalarına entegre etmek. Başka bir deyişle “fethetmek”. İşte bu politika farklı tonlarda ülkedeki tüm üniversitelerde uygulanıyor. AKP/Erdoğan rejimi kampüsleri ilelebet tahakküm altına almak için adımlar atıyor. Son dönemde gördük ki “Yahu onu da yapamazlar!” denilen birçok şey yapıldı, “Buranın değerleri/kuralları vardır AKP’ye geçit vermez” denen yerler değerleri ile birlikte talan edildiler. O değerler, güçlü direnişler ile korunmayınca –hiç olmamışçasına- ortadan kayboldular. Unutmayalım, güçlü ve yaratıcı bir direnişe mazhar olmayan her gün, AKP/Erdoğan rejiminin önünü açacak. Üniversiteler gözden çıkarılabilecek yerler değil, kampüsleri savunalım!

Paralı eğitime karşı liselerde yaşamı kuşatacağız! Kapitalizm patronların işçileri sömürmesi üzerine kurulu bir sistemdir. Daha fazla kar etmek isterken krize saplanan kapitalizm, neo-liberal politikalar ile girdiğikrizi aşmaya çalışmaktadır. “Kurtarıcı” neo-liberal politikalar kendisini en çok eğitim alanında göstermektedir. Çünkü eğitim alanı kapitalizm için, potansiyel bir ticaret alanı. Neoliberal politikalarla eğitim tamamen ticari ilişkiler içine çekilerek piyasalaştırılmaktadır. Herkese, parasına göre eğitim verilmektedir. Liseler şirkete, öğrenciler ise müşteriye dönüştürülmektedir.

Staj sömürüsüne karşı örgütlenmekten başka çaremiz yok! Meslek Liseleri’nde staj yoluyla emeğimiz sömürülüyor. Şimdiden işçi olarak görülüyoruz. Fakat statü olarak stajyer olmamızdan kaynaklı bir işçinin aldığı asgari ücreti dahi alamıyoruz. Sigortasız çalıştırılarak iş güvenliğimiz sağlanmıyor, hem yaşamsal faaliyetlerimiz hem de eğitim hakkımız sermayenin daha fazla para kazanma hırsı yüzünden engelleniyor.

Dindar değil bilimsel eğitim! TEOG sınavında Anadolu ve Fen Liseleri’ni kazanamayan öğrencilere İmam Hatip Lise-

leri yolunun gözükmesi AKP iktidarının yaratmak istediği “itaatkâr ve dindar” bir gençlik profilini oluşturmak için çok önemli bir hamle. Böylece AKP eğitim ile birlikte kendi siyasal anlayışını topluma dayatabilmektedir. Ensar Vakfı ve onlarca benzeri vakıfta yaşanan çocuk tacizini meşrulaştıran söylemler üreten Aile Sosyal Politikalar Bakanı ve MEB bizim alacağımız eğitimi, geleceğimizi belirleyemez. Bizlere dayatılan gericileştirme ve dinselleştirme politikalarına karşı bilimsel eğitim mücadelemizi sonuna kadar savunacağız.

Alışmayacağız! 7 Haziran seçimlerinde aldığı yenilginin faturasını bombalar patlatarak Türkiye halklarına kesmeye çalışan AKP hükümetinin gözünü tam anlamıyla kan bürüdü. Bu baskı politikalarıyla insanların sokaktan elini ayağını çekmesini sağlamaya çalışmaktadır. Biz liseliler olarak alıştırılmaya çalışılan korku ve panik havasına karşı yaşam alanlarımızı terk etmeyerek alanlarda var olmaya devam edeceğimizi göstereceğiz. Ezberci eğitimle zihnimizi körelten, sınav sistemiyle rekabetçiliği dayatan, on gün devamsızlık sınırıyla okula bağlayan, cinsiyetçi söylemlerle erkek şiddetini meşrulaştıran, staj yoluyla emeğimizi sömüren, sisteme karşı liselerde yaşamı kuşatacağız.


Mayıs 2016 / sayfa 13

toplumsal özgürlük

KADIN İsyanın fitilini biz kadınlar yakacağız!

Bir Tecavüz Cumhuriyeti’ne dönüşüyoruz Neden öfkemiz, sadece televizyon başında bir başka magazin haberine geçene kadar sürüyor; neden sosyal medya hesaplarından yazılan sınırlı karakterlere sıkışıp kalıyor? Çünkü toplumsal muhalefet hızla sosyal medya muhalefetine dönüşüyor. Meral ÇINAR Ensar Vakfı’nda çalışmış bir öğretmenin 45 çocuğa tecavüz etmesinin ve bunun açığa çıkmasının ardından, tecavüz ve cinsel istismar haberleri bitmek bilmedi. Bilmeyenler için kısa bir bilgi notu düşelim. Ensar Vakfı,AKP Hükümetine çok yakın bir vakıftır. Çocuklar için çok fazla projenin altına birlikte imza atmışlıkları vardır! Bu tarz tecavüz ve cinsel istismar olaylarının ağırlıkla İmam Hatip Liselerinde, dini eğitim veren vakıflarda ve kurumlarda gerçekleşmesi bir tesadüf olamaz. AKP’nin aşırı dini söylemlerle cinayetlerin, yolsuzlukların, kadınlara ve çocuklara yönelik işledikleri suçların üstünü örtmeyi amaçladı. Sonuç; açığa çıkan onlarca tecavüz ve cinsel istismar suçu... AKP açısından bakarsak;

pekâlâ birleri bilinçli bir şekilde bu haberlerle toplumun öfkesini açığa çıkarıp, onları tahtından indirmeyi hedefliyor olabilir. Ama bu durum; tüm bu haberlerin gerçek olduğu, bugüne kadar üstünün örtüldüğü ve sürekli aksi söylemlerle “namus kumkumalığı” yaparak toplumda muazzam bir “ters psikoloji” yaratıldığı gerçekliğini değiştirmez.

Yalancının mumu... Evet biliyorduk. Bunlar katildi, hırsızdı, erkek egemen islami bir toplumsal düzen için, kadın bedeni üzerinden çok çirkin politikalar ürettiler. Fakat itiraf edelim; hiç birimiz 45 çocuğa tecavüz edilen bir vakfı da koruyacaklarını tahmin etmiyorduk. Yakıştıramadığımızdan değil elbette… Bu kadar yüzsüzlük; Müslümanlığın üzerinde böyle

bir tepinmek; karşılarında ki toplumu bu kadar aptal yerine koymak; bunca tecavüzü, cinayeti sıradanlaştırabilmek bile bir kabiliyet gerektirdiğinden. Faşizmin yapısında vardır. En kötü, en kabul edilemez durumu bile sıradanlaştırmak ve normalleştirmek… Bu bir yönetim biçimidir. Şuan yapılmaya çalışılan da tam olarak bu değil mi? Gözümüzün içine kadar soktular işte cinayetlerini, hırsızlıklarını, tecavüzlerini… “Kürt illerinde çocukları öldürüyorlar” dedik, “onlar terörist” cevabını aldık. “Karaman’da çocuklar tecavüz ediyorlar” diyoruz, cevap “ beş yüz küsur yıl ceza aldı işte, daha ne olsun?” “Tetiği çekenin” boynuna ipi geçirip şöyle bir kenara çekilmek var mı?

Kimse sormayacak mı?

“Bu adam nasıl olurda böyle

bir vakıfta 45 çocuğa tecavüz eder ve bu açığa çıkmaz?” “Nasıl olurda, böyle bir olayın yaşandığı vakıf; açılması bile yasakken, kapatılmaz; kimse yargılanmaz? Aile Sosyal Politikalar Bakanı “bir kereden bir şey olmaz” deyip de hala “ailemizin” bakanlığını nasıl sürdürebilir? Kadınlara ve çocuklara yönelik bu suçların arkasında;hâkimiyle, savcısıyla hukuk sistemi; evlilik programları, dizileriyle toplumsal rolleri pekiştiren medya; dillerinden kadını aşağılayan sözleri düşürmeyen bakanları ve milletvekilleriyle hükümet; tüm bunları kontrol eden ve erkekliği yüceltip koruyan erkek egemen devlet var. Bir tetikçiye verilmiş cezayla içimiz soğumamalı. Çünkü bunların ellerinde katledilmiş kadınların kanları, boyunlarında tecavüze uğramış çocukların vebali var.

Peki, biz ne durumdayız? Hala daha, nasılsın sorusuna; “iyilik sağlık idare ediyoruz işte” diyebilen kaldı mı? Mesela, tecavüze veya tacize uğramış çocuklar o psikolojiyle, hayatla kuracakları ilişkinin aldığı onca yarayla bundan sonrasında idare edebilecekler mi? Peki bunun gibi haberlerle büyüyecek bir nesilde “sağlık” kalır mı? Kadınlar olarak korkuyla yaşamaya alışığız ama çocuklarımız da korkarak yaşamaya başladıysa “iyilik umut etmek ve iyilik yapmaya devam etmek” mümkün mü? Anlayacağınız idare de edilmiyor, iyilik ve sağlık da kalmadı. Ama bir öfke birikiyor tüm toplumsal muhalefette… Tabi ki biriktiği kadar nereye aktığı da önemli olan bir öfke…Ne yazık ki öfkemiz, sadece televizyon başında bir başka magazin haberine geçene kadar sürüyor; sosyal medya hesapla-

rından yazılan sınırlı karakterlere sıkışıp kalıyor. Çünkü toplumsal muhalefet hızla sosyal medya muhalefetine dönüşüyor; öfkeler sokakları değil, Facebook duvarlarını dolduruyor. Bu bir sosyal medya eleştirisi değil ama sosyal medyanın öfkeyi emen bir tarafı olduğunu da görmemiz gerekiyor.

Öfke bileniyor... Gözümüzden kaçırdığımız, ya da bugüne kadar kendimize sormadığımız bütün sorularla birlikte; Türkiye muhalefeti olarak büyük bir sınavdan geçiyoruz. Sınavı başarılı geçmenin tek yolu; bu öfkeyi patlatıp doğru mecralara akıtabilmek. Sonunda patlayacağı çok açık olan bir öfkenin fitilini belki de biz kadınlar yakacağız. Çünkü bu düzenin bizden çalabileceği hiçbir şey kalmadı.

Katil ölmedi, içimizde Kadınlar sahte ve ucuz kahramanlıklar istemiyor. Gerçek bir özgürlük için direniyor. Hatice GÖZ

Ah kadınlar...

“Yüce” Sezar’a kafa tutan, güzel ve küstah; kimi zamansa hayatta kalmak için, Şehriyar’a bin bir hikâye anlatan, hayatını zekâsına borçlu Şehrazat... Tuğba KARA Geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun farklı coğrafyalardan, farklı zamanlardan, her yaştan ve her sınıftan kadına yer verdiği kitabı Kadınlar;okurlarına alışılmışın dışında, değişik bir atmosfer sunuyor. Bir dünya düşünün zihninizde. Orada sömürgeciler, faşistler, birbirlerinin eti için sıraya girmiş insanlar, katiller, din tacirleri, diktatörler, engizisyoncular, başkanlar, zehirli siyasetçiler, krallar, kadın tüccarları ve kadın emeğini, bedenini sömüren hırsızlar var. Bir de onlara iradesiyle karşı çıkarak kendi kaderiyle birlikte hayatın akışını da kökten değiştirebilen kadınlar. Yazar, şair, şarkıcı, devrimci, rahibe;kimi zaman bir cadı, kimi zamansa kudretli şifacı; köle, işçi, kayıp evlatlarını arayan anne; felsefeci, gazeteci, köylü, mühendis, sanatçı, lider, kraliçe…

Hepsi, farklı ve hepsi tek Hepsi çığlık atıyor hayata;

kimisi sessizce, kimisi avazı çıktığı kadar. Düşlediğimiz dünya ne kadar da benziyor değil mi, mevcut olana? Kadınlar, Galeano’nun satırlarında, dünyanın bütün köşelerini dolaşarak yarattığı kadın karakterler aracılığıyla, aslında farklı bir insanlık tarihi sunuyor biz okurlara. Erkeklerin tarihinin gerisinde kalan, görmezden gelinen kadınların tarihini… Yüzyıllardan beri var olan bu dünyada, bir diğer öznenin de var olduğunu gösteriyor, bu özneye de “kadın” diyor Galeano ve ekliyor “Ben kimseye bir şey öğretmek istemiyorum. Tek istediğim, anlatılmayı hak eden hikâyeler anlatmak. Hepsi bu”. Kitaba karakter olan kadınlar, kimi büyük kimi küçük eylemlerle; kimi konuşarak kimi yalnızca susarak; yaparak ya da yapmayarak tarihin akışına yön vermiş kadınlar... Kimi zaman bir Kleopatra çıkıyor karşımıza, “yüce” Sezar’a kafa tutan, güzel ve küstah; kimi zamansa hayatta kalmak için, Pers Şehinşahı Şehriyar’a bin

bir hikâye anlatan, hayatını zekâsınaborçlu Şehrazat’ı görüyoruz satırlarda Meryem’e çeviriyoruz sonra yüzümüzü. Kutsal kitaplara konu olan Meryem’i, özne olarak okuyoruz bu kez. Meryem’i okuyor,dinliyoruz. Kucağında bir bebek olan Meryem değil üstelik burada anlatılan. Tek ve kendi başına bir Meryem. Dimdik...

Sessizliğin içindeki çığlık Odak noktası kadın olan bir mercekten bakıyoruz dünyaya aslında bu kitapla. Adını duyduğumuz, duymadığımız nice kadınlara dokunuyor ellerimiz. Tarihin yaz(a)madığı kadınlara da ulaşabiliyoruz bu sayede. Galeano, her satırıyla bizi etkileyen, öfkelendiren ve ümit veren bir derleme sunuyor bizlere, ölümünden sonra bile. Bir perde aralanıyor sanki kitabın ilk sayfasından itibaren ve bu kez biz bakıyoruz pencerenin kenarından kadınlara. Bazen öfkemize öfke katıyor sessiz çığlıkları kadınların. Biriktiriyoruz parçaları, o

kadının şu’su, bu kadının bu’su derken kendi zihnimizde bir puzzle çıkartıyoruz ortaya. Rengarenk bir puzzle bu. Sonra yeniden düşünüyoruz. Kadınlar, hepsi farklı ve hepsi tek... Her kadına yaklaşık bir sayfa düşüyor metinde. Klasiğin ötesine giderek, bir kadını sayfalarca anlatmaktansa, birçok kadına pay ediyor Galeano, kitabının sayfalarını. Mücadeleden yılmayan, yaptıkları işlerde başarısız olsa dahi umudu kırılmayan “başarılı” olan kadınlarla kol kola yürüyor bu kitapta. Çünkü kadınlar bu sirke girenin bir daha çıkmak istemeyeceğini çok iyi biliyorlar. “... Luz Marina o gün akrobat olmaya karar verdi. Gerçekten atladı, hem de çok yüksekten ve altı yaşındaki o ilk akrobasisinde kaburgalarını kırdı. Sonra hayatı aynı şekilde devam etti. Savaşta, Somoza Diktatörlüğü’ne karşı verilen uzun savaşta ve aşklarında sürekli uçtu ve sürekli kaburgalarını kırdı. Çünkü sirke giren bir daha asla çıkamazdı.”

Geçtiğimiz günlerde iki önemli olay yaşandı. İlki Özgecan’ın katilinin cezaevinde öldürülmesiydi. Karşılaştığım kişilerden hep benzer cümleler duydum. “Cezasını buldu”, “öldürenin ellerine sağlık”, “o mahkûma ödül verilmeli” gibi… Siz de içinizden ilk anda böyle geçirmiş, hatta hala böyle düşünüyor olabilirsiniz. Ama üzülerek söylemeliyim ki; Özgecan’ın katili ölmedi, içimizde yaşıyor! Bu ülkede her gün kadınlar öldürülüyor. Peki, bunun sebebi;bu aşağılık katillerin çok kötü erkekler olması ya da psikolojik vakalar olması mı? Evet, bu kadar basit olduğunu düşünebilir, Özgecan’ın katili öldürüldüğünde rahat bir nefes alıp, öldüren erkeği “kahraman” ilan edebilirdik. Eğer;bu ülkede bir kadını öldürmenin bir sürü hafifletici cezası olmasaydı, erkeklik sürekli yüceltilip korunmasaydı, kadınlar ikinci sınıf insan muamelesi görmeseydi, tüm bu kadın cinayetleri ve tecavüzler politik olup, sistematik bir erkek egemenliğine bağlı olmasaydı. Bir ülkede yılda 300 tane kadın öldürülüyorsa, binlercesi taciz ve tecavüze maruz kalıyorsa; katil, belli başlı erkekler olmaktan çok, erkek egemenliği ve onu koruyanların ta kendisidir.

Başrol kavgası Toplumun kadına ve erkeğe ayrı ayrı yüklediği normlar

–beklediği davranışlar- vardır. Kadından; namuslu ve ahlaklı olması, sadakat ve bekaret beklenir. Bunlar her zamanerkek tarafından korunması gereken ve her an kaybedilebilecek olan normlardır. Bunun tersinde erkekten da şerefli, güçlü, onurlu olması beklenir. Burada şeref, kadın bedeninde kendini gösterir. Yani erkekliğin şerefi, kadınının namusudur. Erkeğe yüklenen bu özelliklerse sürekli kanıtlanmalı, tekrar tekrar varlıkları hatırlatılmalıdır. Kadınlar tecavüze uğruyorlar. Çünkü erk zihniyet sürekli tazelemek zorunda olduğu gücünü ancak kadın bedeni üzerinden sağlıyor. Buradan yola çıkıp olaya dönecek olursak; katilin bir erkek tarafından öldürülmesine…

Toplumsal algı Toplum nezdinde suç işleyip hapse girmiş bir erkek, içeride de hala erkek. Ve erkekliği ona ‘toplumun namusunu temizlemesini’, ‘gücünü ispat etmesini’ söylüyor. O da yapıyor. Ülkedeki herkes tarafından nefret edilen bu kişiyi öldürmek, onu bir anda ‘kahraman’ ilan ediyor. Hâl bu ki; o sadece erkekliğini yaptı. Başka bir kadını kendisinin ve toplumun namusu olarak gördüğü için katili cezalandırdı. Elbette hiç birimiz o aşağılık katil için üzülmedik. Ama acaba o kişi Özgecan’ın katili değil de, kendi eşini “namus” adı altında öldürmüş bir katil olsaydı ne olurdu? O hapishanede sırtı sıvazlanırdı.

Çünkü biz “namusumuza” çok düşkün bir toplumuz.

7 farkı bulunuz Hemen hemen aynı zamanlar da, ikinci bir olay Ankara’da yaşandı. Üniversiteli kadınlar tacizci bir erkeği dövdüler. Olay üzerine yine erkeklerden gelen yorumlar bizi hiç şaşırtmadı. “Şiddete karşı şiddet mi, böyle mi çözeceksiniz” ; “adalet var bu memlekette”; “herkes kendi adaletini sağlasa ne olur memleketin hali?” Evet, bu insanlar iki gün sonra Özgecan’ın katilini öldüren adamı adama alkış tutanlar. İnanın ki; o tacizci erkeği döven bir grup erkek olsaydı omuzlarda taşınırdı. Çünkü toplum kendi gözündeki namusa bekçi olarak erkeği dikmiştir. Bu rolü kadınların alması erkekliğe, erkeklik onuruna hakarettir. Oysa anlaşılması gereken bir nokta var. Kadınlar sahte ve ucuz kahramanlıklar istemiyor. Onlar gerçek bir özgürlük için direniyor ve artık öz savunma ile kendilerini savunuyor. İki algı oluştu toplumda: biri Ankara’daki olaydan sonra artık kadınların kendilerini savunduğu gerçeği. Diğeri ise tehlikeli olan… Özgecan’ın katilinin öldürülmesi toplumda bir rahatlamaya yol açtı. Sanki bütün kötülükler o kişide birleşmiş ve onun gibi erkekler öldürüldüğünde kadınların tüm sorunları ortadan kalkacakmış gibi… Hayır. Ölmedi. Gömecek yer bulamadık. Çünkü katil içimizde yaşıyor.


Mayıs 2016 / sayfa 14

toplumsal özgürlük

EKOLOJİ Paris Anlaşması gezegeni kurtarmaya yetmez!

Paris Anlaşması ve iklim 2020’de hayata geçse bile anlaşma, eşitlikçilikten uzak, bilimsellikten yoksun ve yine piyasa temelli. Doğanın Çocukları Geçtiğimiz Aralık ayında Paris’te toplanan iklim zirvesinde katılımcı ülkeler, ortalama sıcaklık artışının bu yüzyılın sonunda 2°C ile sınırlama konusunda muğlâk bir anlaşma taslağı oluşturmuşlardı. Hatta mümkünse bunu 1,5 °C’ye kadar düşürme niyetlerini de beyan ettiler. Bu karar dünyada ve Türkiye’de sermaye sözcüleri tarafından “radikal” karar, “iklimi kurtaracak karar”, “büyük başarı” gibi sansasyonel ifadelerle duyuruldu. Yemezler. Bugünkü iklim krizinin tek sorumlusu bu kararı (ne denli radikal(!) olduğuna aşağıda değineceğiz) dünya kamuoyuna büyük bir başarı gibi pazarlayanlardır. İklim krizinin her türlü bilimsel kanıtının olmasına rağmen 1992’deki Rio zirvesinden beri bu krizi öteleyerek görmezden gelmeye çalışanlar, bugünkü

ağır tablonun baş sorumlularıdır. Şimdi dünya halklarına iklim konusundaki hassasiyetlerini göstermeye çalışıyorlar.

Yeter mi? Aralık ayındaki uzlaşma geçtiğimiz Nisan ayında resmiyet kazandı. 195 ülkenin imzaladığı anlaşma 2020 yılında hayata geçecek (Kapitalist sistemin krizleri öteleme saplantısının canlı bir kanıtı daha). 2020’de hayata geçse bile anlaşma, eşitlikçilikten uzak, bilimsellikten yoksun ve yine piyasa temelli. Yetmez ama evet dediğimizi varsaysak bile bu taahhütlerin çoğu boş laf. Örneğin, 2020’den sonrası için konan hedeflerin, 2020 öncesinde yani önümüzdeki üç buçuk yıl içerisinde gözden geçirilme şartı yok. Yani 2020’ye kadar her şey serbest. Bilim insanlarına göre Paris Anlaşması’ndaki sera gazı azaltma taahhütlerinin tamamı bile gerçekleşse bile, geze-

genimizin sıcaklık ortalaması bu yüzyıl sonunda 3 °C daha sıcak olacak. Daha önceki anlaşmaların sürekli geçersiz kalmasına neden olan OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) ülkeleri 2030 yılına kadar, diğer tüm ülkeler de 2050 yılına kadar karbonsuzlaşmadıkları durumda 1,5 °C’lik artış imkânsız hale geliyor. Bu vaatlerine uyacaklar mı? Birincisi uysalar bile artık birçok şey için çok geç ve iklimsel değişikliklerde büyük kalıcı hasarlar tüm önlemlere rağmen ortaya çıkacak. Bundan geri dönüş yok. Ancak daha önceki iklim zirvelerinde alınan kararların hemen hemen tümü uygulanmadı. Sermaye sözcülerine güvenmemiz için hiçbir sebep yok anlayacağınız.

İklim adaleti İçin mücadele Mesele ulus devletlerin ötesinde bir mesele. Aslında sınıfsal

bir mesele. İklim adaletinin sağlanması için bütüncül bir dönüşüm acil ve zorunlu. ABD’deki en zengin %1’lik kesim, dünyanın en fakir %1’lik kesiminden 2500 kat daha fazla sera gazı salımı yapmakta. Yani özetle herkes eşit değil ve problemde fazla payı olanın çözümde de o derece fazla sorumluluk alması gerekiyor. Ama tam tersi oluyor. En büyük bedeli yoksullar ödüyor. Kimi tarım alanlarında %25’lere varan verim kayıpları yaşanıyor. Dünyanın diğer bölgelerinde de 100 yılda bir yaşanan kasırga, sel gibi felaketler bir kaç senede bir, hatta kimi yerlerde senede birkaç kez yaşanır hale geldi. Filipinler’de geçtiğimiz yıl ölen insanlar gerçekten doğal felaketten mi öldüler? İklim adaleti meselesi sınıfsaldır. Ve bunu çözecek olan kitle yeryüzünün tüm ezilen halklarından oluşmaktadır.

Dünya kömürü terk ederken, Türkiye üretimi arttırıyor

Türkiye’nin kömür sevdası 2007’den beri Türkiye’deki fosil yakıt projeleri için 5 milyar doların üzerinde uluslararası kamu finansmanı aldı.

Honduras’ta yerli halkları ve doğayı savunanlar niçin öldürülüyor?

Berta Cacares’in ardından

Çevreciler için dünyadaki en tehlikeli ülke Honduras‘tır. Honduras’ta 2010 ve 2014 yılları arasında 101 ekoloji aktivisti öldürüldü. Max ZİRNGAST 3 Mart’ta Honduraslı ekoloji aktivisti Berta Cáceres’in evi basıldı ve kendisi katledildi. 15 Mart‘ta ise yine aktivist Nelson García öldürüldü. Failleri bulunamadı. Peki, Berta ve Nelson kimdir? Berta ve Nelson, 1993’te kurulan (Berta Cacares’in de kurucularından olduğu) COPINH (Honduras’taki Halkçı ve Yerli Örgütlerin Meclisi) adlı örgütün aktivistleriydi. COPINH hem yerli halkların haklarını savunuyor, hem de doğanın talanına ve yeni sömürgeci politikalara karşı mücadele ediyor. Meclis ABD emperyalizmine, neoliberal politikalara, HES‘lere ve suyun özelleştirilmesine karşı mücadele ediyor.

Niye Honduras? Çevreciler için dünyadaki en tehlikeli ülke Honduras‘tır. Honduras’ta 2010 ve 2014 yılları arasında 101 ekoloji aktivisti öldürüldü. Ayrıca 168 LGBTİ bireyi de cinayetlere kurban gitti. Berta ve Nelson’un katledilmesi toplumsal bir olgudur. Lakin bu cinayetlerin şu an artmasının sebebini

incelemeden önce 2010 tarihinin neden önemli olduğunu sormamız lazım. 2009 yılı Honduras için kritik bir senedir. Devlet başkanı Manuel Zelaya’ya karşı bir askeri darbe yapıldı, Zelaya sürgüne kaçmak zorunda kaldı. Zelaya aslında ülkenin en zengin iş adamlardan biriydi ve liberal bir politikacı olarak başkan seçildi. Fakat başkan olunca adım adım daha solcu ve halkçı bir bakışı savunmaya başladı. O nedenle ona karşı bir darbe düzenlendi. ABD ise bu darbeyi destekledi. Darbeden sonra oluşan iktidar ABD destekli sağcı ve neoliberal. İktidar büyük şirketlere hizmet ediyor. Şunu da hatırlatalım: Darbe yapıldığı zaman ABD dış işleri bakanı Hillary Clinton idi. ABD dışında AB dâhil hiçbir ülke darbecileri desteklemedi. ABD ve Clinton darbeci güçleri ve bu güçle-rin hizmet ettiği büyük sermaye gruplarını destekledi. Berta Cáceres bunu her zaman vurguladı. Honduras’taki sosyal hakları için mücadele edenlerin durumunun darbeden sonra çok kötüleşmiş olduğunu hep dile getirdi Berta. Berta Şimdi ölü, Hillary

Clinton ise önümüzdeki Kasım ayında gerçekleştirilecek başkanlık seçiminde muhtemelen Demokrat Partinin adayı olacak ve belki de bir sonraki ABD başkanı olacak.

Niye şimdi? Peki, Honduras’ta son zamanlarda artan politik cinayetlerin nedeni nedir? Darbeden sonra egemenler, acımasız bir şekilde ülkenin ham maddelerini ve toprağını sömürmeye başladı. 2007/8 dünya ekonomik krizi ardından ham madde fiyatları düştü. Bu nedenle ham madde satışından gelir elde eden ülkeler zor durumda kaldı. Bu durum Latin Amerika’da birçok ülke için geçerli. Sermayenin kâr oranı düşerken, hem emeğin ve doğanın sömürüsünü artar. Honduras’ta yaşanan da bu oldu. Yaşam alanları Honduras sermayesi ve uluslararası sermayeye peşkeş çekildi. Birçok baraj ve maden projesi hayata geçirilmeye başlandı. Bu projelerin büyük bir kısmı yerli halkın yaşam alanlarına yapıldı ve yapılmaya devam edilecek. Son aylarda bu tür dev projeleri karşı mücadele eden Berta, bir sürü tehdit alıp, hükümet

temsilcileri tarafından TV’de bile hedef gösterildi. Özellikle Rio Blanco’da uluslararası destek alan Honduraslı DESA adlı şirketçe yapılması planlanan Agua Zarca baraj projesini durdurmaya çalıştı Berta. Üstelik yakın zamanda bu tarz birçok projenin daha yapılması hedefleniyor. Berta ve Nelson bu projelere karşı yürüttükleri direniş yüzünden öldürüldü. Kurşunları kimin sıktığı pek önemli değil. Fail bellidir. Fail, Honduras’ın darbe ile iktidara gelen neoliberal rejim ve o rejimi destekleyen ABD’dir.

Mücadele devam Bütün baskılara ve katliamlara rağmen mücadelece sürüyor. Hem Berta’nın yoldaşları ve arkadaşlar için, hem de her yerde doğanın kapitalist talanına karşı direnenler için. Beckett’in sözüyle: “Devam etmeli. Devam edemem. Devam edeceğim.” Berta bizim yolumuzu aydınlatıyor. O, sadece yerli oligarşiye karşı mücadele etmenin yetersiz olduğunu biliyordu. Berta aynı zamanda finans kapitale, uluslararası sermayeye ve emperyalizme karşı mücadele edilmesi gerektiğini vurguladı.

Hali hazırda 28 AB ülkesinin 7’si kömür üretimini sıfırlardı. Kömür endüstrisi büyük darbeler yaşıyor. Gelişmekte olan ülkelerde de (Brezilya gibi), yeni dünya devlerinde de (Çin gibi) kömür talebinde önemli azalmalar söz konusu. Bu durum, birçok kömür şirketinin art arda iflas etmesine neden oldu bile. Bu konuda en çarpıcı veri ise 2014 yılında kaydedildi. Küresel kömür ticaret hacmi 21 yıl aradan sonra ilk kez 2014 yılında azalmaya başladı. Ülkemizde büyük bir iştahla kurulmaya devam edilen termik santraller de özellikle Avrupa’da yavaş yavaş terk ediliyor. Dünyada ilk termik santralin 1882’de inşa edildiği İngiltere de 2025 yılına kadar tüm termik santralleri kapatacak. Portekiz, 2020, Avusturya 2025, Finlandiya ise 2020’lerde kömürü terk etmeyi planlıyor. Hollanda da aynı yönde ilerleyen ülkeler arasında.i Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine. Dünya kapitalist sınıfının yönelimlerinin aksine yerli sermaye sınıfımız son zamanlarda büyük bir kömür aşkı yaşıyor. Türkiye, fosil yakıt üreticilerine yıllık tahmini 1.6 milyar dolara kadar ulaşan teşvik sağlıyor. 2007’den beri Türkiye’deki fosil yakıt projeleri için 5 milyar doların üzerinde uluslararası kamu finansmanı aldı. Bu miktarın 1,5 milyar dolardan fazlası kömür projelerine gitti.

Paris hilesi Türkiye’nin zirveye sunduğu taahhüde bakalım. Türkiye Paris’te sunduğu metinde, 2030’da 1 milyar 175 ton sera gazı salacağı projeksiyonu üzerinden bunu yüzde 21 azaltarak 929 milyon

tona indireceğini açıkladı. Türkiye 2030’da 1 milyar 175 milyon ton sera gazı salacağı öngörüsünü yıllık yüzde 5’in üzerinde bir büyüme oranı tahmini üzerinden yaptı. Bu öngörüyü neye göre yaptığını kimse bilmiyor. Daha önceki büyüme tahminleri yıllık ortalama yüzde 5 iken sera gazı salımı 1 milyar ton idi. Büyüme oranı şişirilerek sera gazı kapasitesi de şişirildi. Böylece bol keseden atma yöntemiyle, 2030 yılına kadar sera gazı salımını yüzde 21 azaltacağını taahhüt etmiş oldu. İşte sermaye sınıfımızın uyanıklığı.

Enerji üretimi Bırakın kömür kullanımını azaltmayı, kömür kullanımına dayalı enerji üretiminde git gide artan bir durum söz konusu. Nisan ayında Adana’daki termik santral açılışında cumhurbaşkanı Erdoğan bizzat, yerli kömür kullanma politikalarının artacağı müjdesini verdi. Zaten halihazırda 80 termik santral daha yapılması gerekiyor. Türkiye burjuvazisine temiz enerji kullanımı konusunda akıl verme niyetinde değiliz. Biz başka bir düzeni istiyoruz şüphesiz. Ancak şunu da belirmemiz gerekir. Bloomberg New Energy Finance ve WWF Türkiye’nin hazırladığı “Türkiye’nin Yenilenebilir Gücü” raporunda,Türkiye’nin 2030’da elektrik talebinin yüzde 50’sinin yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanabilir olduğunu ve bunun maliyetinin de kömüre dayalı politikaların maliyetiyle başa baş olduğunu ortaya koyuyor.


Mayıs 2016 / sayfa 15

toplumsal özgürlük

EDEBİYAT/SPOR Promethous’un ateşi sönmedi...

Raskalnkov’dan Che Guevara’ya Her devrimcinin ruhunda Promete’den miras bir parça vardır, önemli olan İnsanın o parçasından bir Che Guevara yaratabilmektir. Zira Raskalnikov’un “iktidar ancak onu eğilip alabilme cesaretini gösterenleridir” sözü 100 yıl sonra Che’de “gerçekçi ol imkansızı iste “ye dönüşmüştür. E.BEREKETOĞLU Dünya üzerinde belki de edebiyat denince ilk akla gelen eserlerden biri Suç ve Ceza’dır. Basılışının 150. Yılında Raskalnikov’u edebiyat ve psikoloji dünyasına kazandıran Suç ve Ceza’ya dair birkaç kelam etmek gerektiğine inanıyorum. Suç ve Ceza öncelikle insan ruhunun karanlık dehlizlerine mistik duygularla dolunay ışığında yapılmış bir gezidir; ancak kabul edilmelidir ki kitap, aynı zamanda Raskalnikov karakterinin üzerine inşa edilmiştir. Dünya klasiklerinin öncüsü olan kitap, çok yönlü okumaya ve zengin çıkarımlara müsaittir:150 yıllık ömründe Birçok yönetmene ve birçok yazara ilham olmuştur.

Edebiyatın Abecesi Dünya literatürüne Suç ve Ceza ile insan psikolojini sokan ve eserleriyle bu alana temel başvuru kaynağı bir çok eser yaratmış Dostoyevski, büyük bir yazardır; çünkü Suç ve Ceza başta olmak üzere birçok eserinde edebiyatın hem abecesini hem şaheserini aynı kitapta birleştirmeyi başarmıştır. İsteyen yüzeyde dolanır Dostoyevski’nin eserlerinde, isteyen dalabildiği kadar derinlere dalabilir. Dostoyevski’nin Raskalnikov’u Balzac’ın Rastignac’ı ile Turganyev’in Bazarov’un-

dan yoğrulmuştur ve ilerde Franz Kafka’nın Gregor Samsa’sı başta olmak üzere birçok edebi karakterine koza olacaktır.

Raskalnikov katil mi dahi mi ?

insanlığı kurtaracaktır. Makyavelist bir anlayışla yüce amacını gerçekleştirmek için işlediği cinayet mubahtır. Fakat o da ne, Raskalnikov cinayeti işledikten sonra sürekli iç muhasebe yapmaktadır. Acaba

büyük insan sınıfından değil midir? Raskalnikov neden cinayet işlemiştir? Burada artık Raskalnikov ile yollarımız ayrılır.

Bitmeyen sürgün... Raskalnikov eylem adamı

değildir. Vicdan ve ahlak sorgulamaları ile boğuşur durur. Raskalnikov topluma dair tespitlerinde bize örnek olmalı ama sonrasında topluma başkaldırısında pişmanlık nöbetleri yaşar-

Suç ve Ceza dönemin gazetelerinden birinde yer alan basit bir cinayetten yola çıkarak yazılmıştır. Şimdi bu bilgiden yola çıkarak diyebiliriz ki kitabın polisiye tarafının pek önemli değildir. Kitap tamamen Raskalnikov’un şahsı ve fikirleri üzerinden somutlaşmaktadır. Suç ve Ceza’nın başkahramanı Raskalnikov’un fikirleri şöyle özetlenebilir: İnsan bu dünyada büyük şeyler başarmak için gelir. Bir Napolyon, Cengizhan veya Sezar olmak için yapılması gereken tek şey cesarettir. İnsanlar bit olanlar ve olağanüstü olanlar, olmak üzere ikiye ayrılırlar. Olağanüstü olanlar büyük hedeflerinde önlerine çıkan bitleri rahatça ezebilirler ve yollarına devam edebilirler. Raskalnikov kendini olağanüstü sınıfından sayar ve rehineci kadın ile rehineci kadının kız kardeşini baltayla öldürürken onları bit sınıfından kabul eder. Büyük yürüyüşünde kendisine lazım olacak parayı elde ettikten sonra büyük atılımlar yapacak ve önce kendi çevresini sonra da

ken olabildiğince ondan kaçınmalıyız. Çünkü Dostoyevski onun aracılığıyla kitlelere kaçıcı önerir, kah Sibirya’ya kah Amerika’ya! Kitabın ağır ağır aksak ilerlediği bölümlerde kitaba Svidrigaylov girer ve inanılmaz yaşam öyküsüyle kitabın okunma motivasyonunu yükseltir. Svidrigaylov’u ilginç yapan kumarbaz oluşu çapkın kişiliği ve müthiş sonu. Svidrigaylov intihar eder. Gittiği yer içinse ilginç bir tabir kullanır; ölmeden önce karşılaştığı kişiye, “sorarlarsa, Amerika’ya gittiğimi söylersiniz.” der. Esas kahraman .Raskalnikov ise intihar edemez. Neva’nın sularına atamaz bir türlü kendini. Burada Dostoyevski belli ki kendi ruhundan kotardığı iki karakterine de pasif sonlar hazırlamıştır. Svidrigaylov yenilince hiç çekinmeden tetiği kafasına dayar ve intihar eder. Raskalnikov da önce topluma teslim olur ve sonra güvenlik güçlerine ve Sibirya sürgününü kabul eder.

Raskalnikov’un tespitleri Kitap dikkatli okunduğunda suçlu psikolojisi ve topluma yabancılaşmanın müthiş teşhisi karşısında hayranlık duyulabilir. Özellikle kokuşmuş Petersburg üzerine Raskalnikov’un tespitleri bugün birçok kapital merkezleri için

geçerlidir. Bir de “kendini gerçekleştirememiş Raskalnikov” üzerinden yapılan okuma bugün için daha etkili çıkarımlar yapmamızı sağlayacaktır. Maalesef Raskalnikov’un çözüm olarak eline bir haç tutuşturulur. Bilinen bir gerçektir; Dostoyevski kumarbaz ve çapkın yönüyle yaşamın çamurlu yollarında paçası kirli dolaşmıştır. Dostoyevski de zamanla yaşamında radikal bir değişikliğe giderek milliyetçi ve mukaddesatçı bir yaşama çağırır kitleleri.

İmkansızı iste! Devrimci bir okuma yaparken Raskalnikov’un yenilgici karakterini ve topluma sırt dönmüş zamanlarını, odasında derin bunalımlara gark olmuş ruh halini,küçük burjuva karakterinin atası kabul edip yerden yere vurmalıyız. Büyük işler başarma hevesiyle tıpkı Promethous gibi yanıp tutuştuğu anlarına ise özel vurgu yapmalıyız. Çünkü her devrimcinin ruhunda Promete’den miras bir parça vardır, önemli olan insanın o parçasından bir Che Guevara yaratabilmektir. Zira Raskalnikov’un “iktidar ancak onu eğilip alabilme cesaretini gösterenlere verilir “sözü 100 yıl sonra Che’ de “gerçekçi ol imkansızı iste “ye dönüşmüştür.

Maksat Spor Olsun... Ama izin vermiyorlar Hesaplar hep tek sesli, tek renkli totaliter bir ülkenin yine tek sesli ve totaliter sporu için yapılıyor. Oysa siyaset spordan elini çekse ve izin verseler de keşke gerçek anlamda maksat spor olsa. Haluk KOŞAR Ülkenin çivisi çıkarken, spor sahaları da bundan payını alıyor. Siyasal yaşamda artan gerilim her taraftan yeşil sahalara da yansıyor ve ortam koşar adım geri dönüşü zor bir pozisyona doğru gidiyor. Doğudan batıya, güneyden kuzeye her alanda farklı farklı olaylar spor alemini de ciddi bir istikrarsızlığa doğru sürüklüyor. Siyaseten egemen anlayış bambaşka bir ülke kurgularken spor alanlarına düşen gölgesinin altında yeni bir direnç ısınıyor. İktidarın bu dirence karşı aldığı tutum gelecekte bu alanda bizlerin neler beklediğinin de ipuçlarını veriyor. Son bir aydaki kimi gelişmeleri hem tarihe not düşmek hem de genel tabloya bakmak açısından kısaca bir hatırlayalım.

Korkutan stat açılışı Yapımı yılan hikayesine dönen Beşiktaş’ın yeni stadı en sonunda açıldı. Hatırlarsınız, stadın kapanışı ardından

Gezi Direnişi patlak vermiş ve bu direnişte taraftarların tutumundan dolayı İnönü Stadı’nın yapılışı iktidar tarafından bir pazarlık malzemesi haline getirilmişti. Bu pazarlık en son noktada Fikret Orman yönetiminin iktidara koşulsuz biatıyla sonlandı. İşte bu biat stadın açılışını Beşiktaş taraftarından kopartarak iki farklı açılışa kadar götürdü. Ülke tarihinde nadir görülen bir olay ile bir tesis halktan kaçırılarak 10 Nisan tarihinde resmi bir törenle açıldı. Gerçek açılış ise bir gün sonra oldu. Ve haliyle büyük protestolara sahne olan açılış da tıpkı İnönü Stadı’nın kapanışı gibi emniyetin yoğun biber gazlı saldırı altında gerçekleşti. Böylece iktidar açılışı maç ile aynı güne getirmeyerek hem protestolardan kurtulmuş hem de bir nevi hesabı ortada bırakmamış oldu. Fikret Orman’ın biatı açılıştan kısa bir süre sonra Karaman’da görülen Ensar davası ile aynı gün Karaman

Valisi’ne yapılan ziyaret ile perçinlenmiş oldu.

Laiklik buraya yumruk havaya 25 Nisan günü TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın laiklik karşıtı açıklamasına herhalde en yığınsal tepki yine spor sahalarından yükselmiştir. Açıklamanın hemen arkasından Galatasaray’ın şampiyon olduğu basketbol maçından önce Abdi İpekçi Salonu’nu dolduran on binlerce taraftar ilk tepkiyi göstererek gündemdeki yerlerini aldılar. Bu protestonun ardından bir kaç gün sonra oynanan Beşiktaş futbol maçı da aynı tepki ve protestolara sahne olunca gözler ertesi gün oynanacak Fenerbahçe maçına çevrildi. Kadıköy’den de aynı sloganların yükselmesi ile, adeta Gezi öncesi hava yakalanmış gibi oldu.

Trabzon aynı yerde Hrant Dink ve rahip Santoro cinayetleri ile Trabzon şehrinin değişen yapısı ve buraya

özel biçilen rol iyice açığa çıkmıştı. Şehrin kimyasının da bu biçilen role uygun hale getirilmesi ile beraber Trabzonspor ve taraftarları da figürasyondaki yerlerini almakta gecikmemişlerdi. Daha geçen sene ülkede gerilimi arttırma adına, Fenerbahçe takım otobüsüne düzenlenen silahlı suikast aydınlatılmamış ve olayın üstü kapatılma yoluna gidilmişken Nisan ayının sonlarında da bu sefer silahsız bir saldırı herkesin gözleri önünde gerçekleşti. Fenerbahçe ile oynanan ve Trabzonspor’un 4-0 mağlubiyetiyle devam eden maçın sonlarına doğru sahaya giren taraftarlar hakemi yoğun bir şekilde darp ederek canına kast etmişlerdir. Spor sahalarının yabancı olmadığı şekilde bir olay gibi gözükse de aynı kurşunlama olayı gibi bu yaşananın da üstü kapatılmaya, suçlular korunmaya ve fiili gerçekleştiren kulüp neredeyse ceza almayarak onurlandırmaya

gidilmiştir. Bu olay önemlidir, çünkü yaptırım aynı zamanda resmi olarak yönetenlerin bu olaya nasıl bir göz ile baktığını göstermektedir. Ortada açık bir teşvik vardır. Aynı Ankara’da yaşanan olay gibi.

Ankara’nın gücü linç mi? 24 Nisan günü Ankara’da Ankaragücü ile Amedspor takımları karşılaştı. Daha geçen sayı yazdık, bölge takımlarına uygulanan şiddetin dozajı gittikçe artıyor ve ölümler yaşanabilir diye. İşte tam da bu maçta, Amedspor’un 2-1 üstünlüğü ile biten maç sonunda Ankaragücü yöneticileri Amedspor yöneticilerine protokol tribününde binlerce kişinin gözü önünde linç girişiminde bulundu. Videoları herkesin izlediği bu ayan beyan linç olayı sonunda kimsenin ölmemiş olması tamamen tesadüftür. Fiil öldürmeye dönüktür ve emniyetin olaya müdahale tarzından olay sonrası verilen (ya da verilmeyen) cezalara kadar linç teşvik edilmektedir.

Çekin ellerinizi spordan Trabzonspor’un başkanı Muharrem Usta ve Ankaragücü Başkanı Mehmet Yiğiner (açık desteğini aldığı Melih Gökçek) çok da dolaylı olmadan AKP’nin desteklediği başkan adayları olarak seçildiler. Bu kulüplerin iktidar partisi tarafından nasıl denetlendiği yukarda örneklediğimiz teşvikler ile beraber düşünülürse ülkedeki spor ortamına dair mikro bir düşünce oluşturabiliriz.

Hesaplar hep tek sesli Keza Amedspor futbolcusu Deniz Naki’nin sözleri ve kolundaki dövme 12 maç ceza aldırırken sahada hakem dövme bunun üçte biri kadar bile cezalandırılmıyor. Hesaplar hep tek sesli, tek renkli totaliter bir ülkenin yine tek sesli ve totaliter sporu için yapılıyor. Oysa siyaset spordan elini çekse ve izin verseler de keşke gerçek anlamda maksat spor olsa.


Mayıs 2016 / sayfa 16

toplumsal özgürlük

DEVRİMCİ KADRO “Saplanışlar istiyor elde hançer/ Zifir karanlığın/ göğsüne saplanışlar.”

Hamleci ruhun gerçeklikleri

Yaşamda risk alma, politikada iradecilik, Dingin denizde dalgadır hamlecilik. Ateşli bir atılımcılığın yanında “buz gibi” soğuk bekleyiş ister. Tıpkı tarla faresinin gökte uçan avcı kartala karşı verdiği yaşam savaşı gibi… H.ARIKUŞU Hamle, kelime kökeniyle Arapça, “Haml”, “Hamla” sözcüklerinden türemiştir. Türkçede; saldırış, atılım ve yüklenme fiil anlamlarıyla kullanılmaktadır. Hamleci ruhu, devrimci kadro, devrimci örgütlenme bağlamında çözümlediğimizde “hamle” nin anlam olarak iki yönü olduğunu görürüz.

Atılımcılık Birinci yönü; atılım, saldırış yönüdür. Bu anlamıyla hamle; ileriye atılan bir adım, atılış, başka bir yere sıçrayıştır. Devrimci kişilikte hamlecilik, en çok bu özelliğiyle bilinir. Hamleci bir devrimci, var olanla yetinmeyen, hep yeni adımlar atan, kararlar alan, onları eyleme geçiren, atılımcı bir kişiliğe bürünendir. İkinci yönü ise bir işi, bir görevi “yüklenmektir”. Göreve, yüke,“Hamal-lık” etmektir. Devrimci örgütlenmede, hamleciliğin bu anlamı çoğunlukla göz ardı edilir. Bu anlamıyla hamlecilik, görevi, eylemi yüklenmektir.

Taşın altına elini koymaktır. Bir anlamda yeni bir hedefin, yeni bir amacın eylemin, yükünü çekme cesaretidir. Faaliyetin önünü açacak görevlerin ağırlığını göğüslemektir. Devrimcinin kendisine “iş çıkarması” dır.

Felsefede hamlecilik Devrimci kadro, hamleciliği örgütlenme faaliyetinin bütününe, tüm zamanına yaymalıdır. Hamlecilik örgütlenmenin diyalektik zembereğidir. Çünkü hamlelerimiz, hedef ve görev, hayal ve gerçek arasında kurulan bağdır. Felsefenin dilinde konuşursak, Hamleci ruh; olasılıkçıdır. Determinist belirlenmeciliğin karşıtıdır. Aklın kurulu sınırlarına, reel mantığın kuru donukluğuna sığmaz. Olasılıklara, olanaklara yoğunlaşır, derinleşir, atılım gösterir. Çünkü bilir ki, hedeflere bekleyerek, yerinde sayarak ulaşamayacaktır. Pozitivist düşünceye saplananlar, hamleci olamazlar. Çünkü onlar sosyal, politik olayları “ kesinlik”, “ reellik”

perspektifiyle değerlendirir. Hamleci ruh ise “belirsizlik” içindeki olanakları görür. Olanakları gerçekleştirme iradesi gösterir.

Zaman ve Fizik

Zaman kavramı içinde hamlecilik; “şimdi”dir, “an” dır. Geçmiş ve geleceğin arasında “şimdi ve burada” köprüsüdür. Hamleci ruh, geçmişe takılıp kalmaz. Geleceğe, hedeflere bakar. Dün dünde kalmıştır ve yarını bugünden kurmayı ister. İnsanlığın en derin düşünce ufkundan biri, fizik bilimindeki ışığın hareketine dairdir. Rölative Teorisi ve Kuantum fiziği, günümüzde Işığın, “parçacık” ve “ dalgasal” hareketini, birlikte düşünmektedir. Bu fizik teorilerine göre Işık, hareketini, hem “dalgasal” süreklilik hem de “parçacık” kesikliği içinde gerçekleştirir. İşte hamlecilikte, devrimcinin ruhunun “ parçacık” hareketidir. Parçacığın kopuşlu, kesikliği onun temel karakteridir. Hamleci ruh, Var olan gerçekliği; an, an, parça parça yıkıp yeni gerçeklik yaratmaktır.

Tarla faresi taktiği Yaşamda risk alma, politikada iradecilik, Dingin denizde dalgadır hamlecilik. Ateşli bir atılımcılığın yanında “buz gibi” soğuk bekleyiş ister. Tıpkı tarla faresinin gökte uçan avcı kartala karşı verdiği yaşam savaşı gibi: Kartal, 500 metreden yerde kıpırdayan fareyi görür ve yere doğru hızla fareyi yakalamak için alçalır. Fare, kartalın son yakalama hamlesine kadar kıpırdamadan bekler, korkar ama kaçmaz. Kıpırdasa kartal ondan uzak olduğu sürece hareketini görüp manevra yapabilecektir. Tarla faresi de bunun için son yakalama hamlesi olan “pençe atımına” kadar bekler, bekler… Kartal pençeyi atacakken kaçar. Artık kartalın manevra yapacak mesafesi kalmadığından pençe yere saplanacaktır. Tarla faresi bu taktikle kurtulur.

Sonuç: Hamlecilik hedefe yoğunlaşmaktır. Hedefe kilitlenmektir. Gerilip gerilip ok gibi fırlayıp hedefe saplanmaktır. N.Behram diyor ya: “Saplanışlar istiyor elde hançer/ Zifir karanlığın/ göğsüne saplanışlar. 29.04.2016

Örgüt- kadro- kitle diyalektiği -2 Parti, toplumsal özgürlük mücadelesini, gerçekliğin içindeki devrimci olasılığa yüklenerek, onun öncüsü olarak yürütür ve böylesi bir konumlanış, her türlü “ben” dayatmasını aşıp geçer. Ayrıntılarıyla ortaya konan parti çizgisini küçümseyen “ben olmazsam parti olmaz” düşüncesi, en ahmakça kendi kandırış ve kendi siyasi yanılgısını görünmez kılma çabasıdır. Pelin KAHİL

kazandırır.

Toplumsal özgürleşmeyi sağlamanın ve proletaryanın tarihsel mücadelesini zafere ulaştırmanın aracı, kitleler içinde örgütlü, kitlelerin ruh halini etkileyerek kitleleri yönlendirebilen bir “parti-örgüt” dür. İnsanları kendiliğindenliğe sürükleyen, toplumsal güçlerin yaratıcı enerjilerini sönümlendiren kapitalist sisteme karşı mücadelede; “parti”, halkın özgürlük arayışını ve işçi sınıfının sosyalizm mücadelesini organize eder ve şekil

“Ben” dayatması Parti, toplumsal özgürlük mücadelesini, toplumsal gerçekliğin içindeki devrimci olasılığa yüklenerek, onun öncüsü olarak yürütür ve böylesi bir konumlanış, her türlü “ben” dayatmasını aşıp geçer. Bütün ayrıntılarıyla ortaya konan parti çizgisini küçümseyen “ben olmazsam parti olmaz” düşüncesi, en ahmakça kendi kandırış ve kendi siyasi yanılgısını görünmez kılma çabasıdır. Bu, partinin ideolojisini

kavramaktan uzak, mücadeleyi kendi kişiliğiyle bütünleştiremeyen zaaflı bir tutumdur.

Parti/örgüt içi disiplin Toplumsal gerçekliğin ve onun tarihsel özgürlük arayışının siyasal ifadesi olmaya çalışan partinin işleyişinin esas unsurlardan biri de “demokratik merkeziyetçilik” tir. Bu metotla bütün üyelerin iradelerini yaşama geçirmeleri amaçlanır. Kararlar alınırken bütün üyeler eşit ve özgür bir tartışma ortamına sahip olur.

Parti programında mutabık olan üyeler, ilkelere bağlı kalarak ve ortaklaşa kararlaştırılarak kurulmuş olan parti içi mekanizmalar içinde eleştirir ve özeleştirisini geliştirir.

Zaaflarla yüzleşme

Parti, kendi içindeki zaaflarla “usanmaz ve uzlaşmaz” bir tarzda mücadele eder. Elbette ki bu zaaflardan kopuşma mücadelesi, herkesin kendi kişisel gerçekliği ve duygusal belirlenimliği dışında, eleştirel bir yoldaşlık hukukuyla yürütülür.

Parti milatını-devrimci kadro Aynı safta ve aynı amaç için bir araya gelen kadrolar, parti hedeflerini kavrayarak bunları yerine getirmekle yükümlüdür. Bulunduğu yapıya güvenen ve kendini sonuna kadar yakmaya-yeniden üretmeye kararlı olan devrimci militan, gerçekliğin içinde bir olasılık olan devrimci imkanı-ihtimali görme becerisine ve gerçekleştirme gücüne sahiptir. Savaş ortamında dev-

rimci kadronun ihtiyaç duyduğu netlik ve cüret, yapılan taktik hamlelerle güçlenir.

Taktik zenginlik Devrimin güncelliğini arayan kadro, taktik zenginlik içinde konumlanıp onları uygulayarak, dinamik-zenginleşen bir kişilik kazanır. Parti-gerçekliğin somutlaşması Adım attıkça kitleler içine yerleşen parti, var

olanı ortaya koymaktan öteye sıçrayarak toplumsal dinamiklerin sözcülüğünü yapar; bunların gizil enerjilerini açığa çıkarır, bu enerjilerine dayanarak ve birbirleriyle ortaklaştırarak yürütecekleri toplumsal özgürleşme hamlelerinin içinde ve başında olur. Hareketin tarihselliğine ve ideolojik donanımına bağlı olarak bir güç odağı oluşturur. Parti, kendine kapanarak

değil, içine boylu boyunca yerleştiği toplumsal özgürleşme hamlesinin içinde kendisini gerçekleştirir.

Parti özgürleştirir Aynı tarzda, parti kadrosu da, parti faaliyetlerine boylu boyunca girerek ve taktikleri uygulayarak, zaafları ve gelişkin yönleriyle kendisini tanır, faaliyet içinde dönüşür ve özgürleşir.

toplumsal özgürlük Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meral Çinar Adres: Rasimpaşa Mah. Halitağa Cad. No: 32/4 Kadıköy/İstanbul

Baskı: Rumi Matbaa Maltepe Mah. Fezılpaşa Cad. No: 8/4 Topkapı-İstanbul (0212) 612 71 72 grafik@rumimatbaa.com


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.