STY-Kağıthane Gazetesi

Page 1

Genç Hayat Vakfı’nın sözlü tarih projesi...

Eyüp

Sokağımdan Tarih Yazıyorum Kağıthane Gazetesi

Sayı: 04 • “Zincirlikuyu’dan buraya kimse geçemezdi” »3 • “Yazın iki film birden oynatırdık. Üç bin kişi gelirdi.” »3 • “Kağıthane’nin iki üniversite mezunu, sıra dışı berberi: İbrahim Varlık” »4 • “Görüyorsunuz televizyonda. Kâğıthane iyi olmuş, benim karnım doymadıktan sonra neye yarar?” »5 • “Bir gün dedik: hadi denize gidelim! Deniz?: Akan dere!” »6 • “Kimse yoktu buralarda, in cin top oynuyordu” »7 • “Eski Kağıthane’yi aramıyor değilim” »10 • Mir-i Ahur (İmrahor) Kasrı »10 • “Anadolu’dan, Kağıthane Talatpaşa’ya yolculuk” »11 • “İlçemiz Beyoğlu, nahiyemiz Şişli, köy de Kağıthane’dir. Ehliyetimde aynen böyle yazar…” »12 • “Kâğıthane yemyeşil bir ağaçlıktı, gezmeye doyamazdın” »13 • Sokağımdan Tarih Yazıyorum... »14 • İstanbul 2010 Eğitim Yönetmenliği »14 • İstanbul 2010 Gönüllü Programı »15

Tarihlerin kenti İstanbul... İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın katkılarıyla ve Habertürk’ün ana sponsorluğunda gerçekleşen Genç Hayat Vakfı’nın “Sokağımdan Tarih Yazıyorum” adlı sözlü tarih projesi, İstanbul’un on ilçesindeki otuz ortaöğretim kurumunda eğitim gören bin lise öğrencisini kapsamaktadır. Proje bu öğrencilerin kendi kimliklerini, aidiyetlerini ve farklılıklarını İstanbul, İstanbul’un bir kent olarak dönüşümleri, mahalleler ve semtler, İstanbul’da gündelik hayat ve yaşayanların hikayeleri üzerinden anlamaları; İstanbul’un dünya ve Avrupa kültür ve tarihi ile bağlantılarını beraber araştırmaları ve keşfetmeleri için hazırlanmış bir sözlü tarih ve kent kültürü/tarihi projesidir. Tarih denilen olgunun sadece savaşlardan ve antlaşmalardan ibaret olmadığına, bunun yanında kişisel tanıklıkların da var olduğuna inanan Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi, İstanbul’daki son 50 yıllık değişim ve dönüşümü sıradan insanların yaşamöyküleri üzerinden anlamak için lise ve üniversite öğrencileriyle beraber saha çalışmaları gerçekleştirmektedir. Öncelikle, proje kapsamında liseli öğrencilere rehberlik edecek olan üniversite öğrencileri Tarih Vakfı tarafından hazırlanan ve uygulanan sözlü tarih/yerel tarih konulu eğitimlere katılmakta; eğitimin ardından ise

liseli öğrencilerle birlikte önce sözlü tarih atölyeleri ve daha sonra da saha çalışmalarını gerçekleştirmekteler. Elinizde tuttuğunuz bu gazete, Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin bir ürünüdür ve Kağıthane’de gerçekleştirilen çalışmalardan meydana gelişmiştir. Gazeteyi hayata geçiren kişiler ise, İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde okuyan üniversite öğrencileri ve Kağıthane’teki Profilo Anadolu Teknik Lisesi, İTO Anadolu Ticaret Meslek Lisesi, Cengizhan Anadolu Lisesi ve Gültepe Lisesi öğrencileridir.

Gazetede okuyacağınız yaşamöyküleri, öğrencilerin gerçekleştirmiş olduğu röportajlardan yine kendilerinin hazırladıkları şekilde birer kesit olarak sunulmuştur. Röportajların tamamını okumak için Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin web sitesine girmeniz yeterli olacaktır.

Projeyle ilgili detaylı bilgi almak için Genç Hayat Vakfı’nın internet sitesini ve projenin web sitesini ziyaret edebilirsiniz. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar… Uğur Elhan & Pınar Eriç

Beyoğlu, Fatih, Eyüp ve Kağıthane gazetelerinin ardından diğer ilçelerde yapılacak çalışmaları içeren gazeteler de yakında sizlerle buluşacak.

İletişim ugur.elhan@genchayat.org pinar@genchayat.org İnternet Adresi www.sokagimdantarihyaziyorum.org

www.genchayat.org


Kağıthane

Doğru İletişim Projesi Kendimizle, Ailemizle, Çevremizle...

Gençler için yeni bir şeyler söylemek lazım… Türkiye’de 11-18 yaş aralığında yaklaşık 14 milyon genç vardır. Bu gençlerin 6,5 milyonu Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda eğitim görmektedir. Bu rakamlar Avrupa’da ortalama bir ülkenin nüfusu kadardır. Genç nüfusumuz bizim en önemli ve işlenmesi gereken değerimizdir. Ancak günümüzde artık “Gençler için yeni bir şeyler söylemek gerekmektedir.” Bugünün küçüğü, yarının büyüğü denilen genç bugününü de yaşamayı hak etmektedir. Vakıf kuruluş gerekçelerimizde, vizyon ve misyonumuzda ve gerçekleştirdiğimiz tüm projelerde görüleceği gibi gençleri şimdi ve burada hayata katmak için çalışıyoruz. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır. Toplumların en önemli değeri olan insan kaynağının ergenlik gibi bir döneminde desteklenmesi, bireyin hayatı boyunca sürecek olumlu sonuçlar yaratacaktır. Genç Hayat Vakfı olarak amacımız; etkileri doğrudan topluma da yansıyacak bu olumlu sonuçların alınması için çalışmaktır. Gençlerin tehlikelere karşı korunmasının yanı sıra kişisel olarak kendilerini tanımalarına, potansiyellerinin ortaya çıkmasına ve önlerinin açılmasına imkân vermek gerekmek-tedir. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır. İnsana yapılan yatırımın toplumları geliştirip yücelttiğine inanmaktayız. Vakfımız gençlerle yapılacak tüm eğitim çalışmalarının belirlenen hedefler doğrultusunda gerçekleşmesi için kurulmuştur. Kendini tanıyıp becerilerinin farkında olan gençliğin kendi sorumluluklarını taşıması kolaylaşmaktadır. Kendini tanıyan gencin “ötekini” algılayışı da değişmektedir. Farklılıklardan sinerji elde etmek kolaylaşmakta, gençler sosyal hayatta ihtiyaçları olan pratik deneyimler edinmektedirler.

Gençlerle temas halinde olan ve onların yetiştirilmesinde rol oynayan ebeveyn, öğretmen, polis, yargı birimleri gibi kişi ve kurumlar eğitim çalışmaları ile desteklenmek-tedir. Gençlerle ilgili devlette ve tüm toplumda farkındalık yaratma çalışmalarına devam edilecektir. Vizyonumuz Türkiye’de 11–18 yaş grubundaki gençlerin, özgüvenli, eleştirel düşünme ve farklılıklarla bir arada yaşama becerisine sahip, insan haklarına saygılı bireyler olarak yetişmeleri sonucu demokrasi ve insan haklarının yerleştiği, farklılıklarından sinerji yaratabiilen, iletişim kültürünün hakim olduğu bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek.

Genç Hayat Vakfı tarafından yürütülmekte olan Doğru İletişim Projesi, 11-18 yaş grubu ergenlerde ve onların ebeveynlerinde farklılıklarla bir arada yaşama kültürünün ve bilincinin gelişmesi ve onlara temel iletişim becerilerinin kazandırılması amacıyla oluşturulmuştur. Ergen ve ebeveynlerde davranış değişimi elde edilmesiyle aileden başlayarak, toplumda sağlıklı ilişkilerin oluşturulması yönünde bir dinamik sağlanmaktadır. Proje uygulamalarıyla ergenlerin kendilerini ve ‘öteki’ diye nitelendirdiklerini tanıma ve ‘biz’ olabilme konularında becerileri artırılırken; ebeveynlere de çocuklarını bu dönemde daha çok destekleyebilmeleri için bilgi ve beceri aktarımında bulunulmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı ile Genç Hayat Vakfı’nın yaptığı protokol doğrultusunda ilköğretim ve ortaöğretim kurumları ile belediyelerin

Doğru İletişim Projesi kendini geliştirerek ve yenileyerek önümüzdeki süreçte de ergenlerle ve ebeveynlerle buluşmaya devam edecektir. emel@genchayat.org, simge@genchayat.org .

Misyonumuz Ruhsal ve fiziksel değişimlerin en yoğun yaşandığı 11–18 yaş arası dönemde gençlerin: •Kendini tanımada •Ötekini tanımada

Gençlerde kendilerini tanıma ve farklı olana saygı arttıkça, toplumda kutuplaşma ve şiddet azalacak, demokrasinin değerleri içselleştirilip yaşama geçirilecektir

•Farklılıklarla bir arada yaşamada •Potansiyelini açığa çıkarmada •Ailesine, cemiyete, ülkesine karşı sorumluluklarının farkındalığını kazanmada •İnsan hakları ve demokrasinin içsel- leşmesinde •İletişim ve empati kültürünün yerleşmesinde Çeşitli programlar ve aktiviteler geliştirmek, farkındalık ve bi-linç oluşturmak, bu dönüşümün devamlılığını sağlamak için politikalar üretilmesine bir sivil toplum kuruluşu olarak destek vermektir.

Hayata Dair Bir Keşif: HAY HAY projesi sivil toplum ve sosyal sorumluluk bilincinin geliştiği toplumsal bir dönüşüm sağlamayı hedefliyor...

HAY Projesiyle Onlarca Yeni Proje Sahada!

Projenin Amacı: Ergenlerde sivil toplum, sosyal sorumluluk, gönüllülük bilincinin oluşturulması ve geliştirilmesi ile sosyal, kültürel ve spor etkinliklerinin insan gelişimine katkısının ve öneminin anlaşılması.

Bir sene önce yeni bir proje uygulamanın heyecanıyla çıktık yola. Yolculuk sırasında yüzlerce öğrenci, onlarca, öğretmen ve gönüllü katıldı yolculuğumuza. Onların heyecanıyla daha da büyüdü heyecanımız. Çabamız sevinçlerle örtüştü, büyüdü. İstanbul’un beş farklı ilçesinden (Sarıyer, Fatih, Beyoğlu, Sultangazi, Esenler), dokuz okul, 1170 öğrenci, 31 öğretmen, dört proje danışmanı ve gönüllü üniversiteli öğrencilerle yürüttük projemizi.

Proje Uygulama Yöntemi: Eğitimöğretim yılının birinci dönemi kapsamında ergenlere temel iletişim becerileri aktarılmakla birlikte; ikinci dönem uygulamasında ise yardımlaşma, hizmet, sosyal sorumluluk modüllerinin aktarımı ile öğrenciler bu konularda bilgilendirilmektedir. Ardından sivil toplum ve sosyal hizmet alanında uygulama yapan öğrenciler, öğrendiklerini yaşayarak pekiştirmektedirler.

Okullarda HAY Projesi kapsamında öğrenciler, 2009-2010 EğitimÖğretim Yılı’nın birinci dönemi kendilerini ve çevrelerini tanıma konusunda farkındalık kazanmaları

gençlik, kültür ve toplum merkezleri, sosyal hizmetlerin ilgili bölümleri, ergenlerle ve ebeveynlerle çalışan sivil toplum kuruluşlarında uygulanan Doğru İletişim Projesi, bu senenin Mayıs ve Haziran aylarında ağırlıklı olarak Fatih İlçesi’nde uygulandı. Uygulama kapsamında verilen seminerlerin ardından, ergenler ve ebeveynler gruplar halinde eğitimler aldılar. Eğitimlerde empati kurma, etkin dinleme, ben dili-sen dili, çatışma çözme ve kendini ifade etme beceriler ile farklılıklarla bir arada yaşama konularında bilgilerini ve becerilerini geliştirdiler.

Gençlerle beraber, gençler için, Genç Hayat Vakfı.

ve temel iletişim becerilerini edinmeleri konusunda eğitim aldılar. İkici dönem ise sosyal sorumluluk, gönüllülük, yardımlaşama ve proje yazma konularında eğitim alan öğrenciler, kendi projelerini geliştirdiler ve uyguladılar. Bu kapsamda onlarca farklı proje, onlarca farklı hedef kitle ile buluştu. Görme engelli çocuklara, huzurevlerinde kalmakta olan yaşlılara, şehit ve gazi ailelerine yönelik projeler ile çevre düzenleme, okulların spor salonu, konferans salonu ve anasınıflarını geliştirme, okullarda sosyal etkinlikler düzenleme ve bunu geleneksel hale getirme projeleri HAY Projesi kapsamında oluşturulan ve uygulanan projelerden sadece bazıları.

İmtiyaz Sahibi: Genç Hayat Vakfı adına Adil Candan Günek Yayın Yönetmeni: Uğur Gülderer Sorumlu Müdür: Uğur Elhan Grafik Tasarım: Eray Sayraç, Mehmet Güzel Yönetim Yeri: Genç Hayat Vakfı Koru Mah. Boğaziçi Cad. Demircan Apt. No. 19/15-16 İstinye - İstanbul Tel. 0212 277 53 23 Faks. 0212 323 42 89 Basıldığı Yer: Ciner Matbaası Matbaacının Adı: Habertürk Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş. Tepeören Köyü, Kurugöl Mevkii, Akfırat - Tuzla Tel. 0216 581 82 00 01 2

HAY Projesi kapsamında uygulama yapılan okullar; • Bala Hatun İ.Ö.O • Hürriyet İ.Ö.O. • Recaizade Ekrem İ.Ö.O. • Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi • Güner Akın Lisesi HAY Projesi kapsamında uygulama yapan tüm okullara, öğretmenlerine ve öğrencilerine Genç Hayat Vakfı olarak teşekkür ederiz. Proje uygulamamız önümüzdeki eğitim-öğretim yılında da devem edecektir.

• Hasköy İ.Ö.O • Melahat Öztoprak İ.Ö.O. • Esenler Çok Programlı Lisesi • Aksoy İ.Ö.O emel@genchayat.org, simge@genchayat.org .


Kağıthane

Röportaj Ezgi Hindistan (21) Kıvanç Gürsoy (15) Songül Şahin (14) Özge Türker (14) İsmail Uludağ (15) Cansu Dingil (14) Trabzon’ da doğan, bugün Cengizhan Anadolu Lisesi’nde güvenlik görevlisi olarak yaşamına devam eden Yusuf Ziya Koca’yla Gültepe Bacadibi’ndeki evinde görüştük. İstanbul’a 1963 senesinde taşınan ve 35 senedir de Kâğıthane’de yaşayan Yusuf Bey, geldiği günden bu yana Kâğıthane’de gördüklerini ve yaşadıklarını bizimle paylaştı. Bizi evinde ağırlayan Yusuf Amca, yıllardır ikamet ettiği Kâğıthane’yi anlatırken, bizler de yaşadığımız semti daha iyi tanıma fırsatını yakaladık...

“Zincirlikuyu’dan buraya kimse geçemezdi” hala da var. Yani genellikle Karadeniz bölgesinden… Öyle olunca da hastalıkta, düğünde, dernekte daha sıkı ilişkiler oluyor. Yardımlaşmalar, ziyaretler derken komşuluk da iyiden iyiye gelişiyor. Ayrıca semt hala göç alıyor. Tam kestiremiyorsun nereden olduklarını ama ne İzmirli ne Manisalı, ne de Antalyalı gördüm buralarda. Olsa bile yüz kişide bir ya da iki kişi. Ama dediğim gibi, bu insanların arasında problemler yaşanmıyor. Semt huzurlu yani... Bazen hırsızlık oluyor. Ama şu ana kadar bu mahallede kapkaç yapılmış veyahut cinayet işlenmiş, bir gasp yapılmış filan duymadım ama hırsızlık oluyor. Bu her yerde oluyor. Yalnız Kâğıthane’de değil.

Kâğıthane... Biz buraya geldiğimizde kimseyi tanımıyorduk, akrabalardan başka. Benim Kâğıthane’de akrabalarım vardı, köylülerim vardı, onların yanına geldim ben. Onlar da hala buradalar. Ben Trabzon’dan buraya geldim çünkü kısmet burasıymış. Daha sonra yavaş yavaş diğer insanlarla ilişkilerimiz gelişti, komşuluk ettik. Arkada bir domuz çiftliği vardı. Türkler besliyordu. O zamanlar İstanbul’da Yahudiler, gayrimüslimler vardı ya, onlara satıyorlardı. Ermeniler ve Rumlar çok vardı. Ama onlar genellikle Beyoğlu civarında oturuyorlardı. Şimdi buralarda tanıdığım gayrimüslim yok. Hiç görmedim. Geldiğimizde buralarda genelde Sivas, Tokat, Trabzon, Samsun ve Rize civarından çok insan vardı,

Röportaj Gözde Karahan (18) Cansu Fırat (14) A. Huzeyfe Karakoç (15) Özlem Kuzucu (15) A.Burak Yartaşı (15) Gizem Yazgan (14) Rıza Özcan 1956 yılında İstanbul’da doğar. Önce Beyoğlu’nda sonrasında ise 4. Levent’te yaşar. Okulu henüz 3. sınıftayken bırakır ve Kâğıthane, Çeliktepe’deki babasına ait olan sinemada makinistlik yapmaya başlar. İnşaat, ticaret, siyaset vb. pek çok işle meşgul olur. Bizler de onunla Kâğıthane’deki değişimler üzerine konuştuk. Rahmetli babam da altı sefer evlenmiş; beş hanımından çocuk var. Biz on yedi kardeşiz. Ben de erkeklerin en büyüğüyüm. Çocukluğum hep çalışmakla geçti. Oyun oynamadık hiç. Kaçtığımız zaman müsait zamanlarda, sinema başlamadan bir iki saat maç yapıyorduk. Kâğıthane’de o zaman çok boş yer vardı. Ya da bizim mesela yazlık sinemamız vardı. Oranın üstündeki sıraları kışın çekiyorduk, boş alan çıkıyordu 650 - 700 metre, orada top oynardık. Sadece Çeliktepe’de üç tane sinema vardı O zamanlar tek yer sinemaydı. Sadece Çeliktepe’de üç tane sinema vardı. Biri bizimdi zaten yazlık, kışlık. Kâğıthane’nin toplamında ne vardı? Ben yaptığım için o işi bilirim. Altı yedi tane sinema vardı, herkes si-

Yusuf Ziya Koca / Güvenlik görevlisi

Geliri fazla olmayan insan, normal yaşantı sürdüren insan, Kâğıthane’de yaşayacak insandır. İşçisi, emeklisi olur... Bürokrat oturmaz burada mesela. Eskiden burası daha sessizdi. Bu kadar bir kalabalık yoktu. Tabii bu

yüzden gecekondulaşmalar da oldu. Ama o zamanlar da işte elektriğimiz, suyumuz, yolumuz yoktu. Yani eskiye kıyaslayınca daha iyiyiz. Ancak doğayı bozdular. Epey yeşilliğimiz, ağaçlarımız vardı. Şimdi yok. Çünkü benim karnım burada doydu, çocuklarım burada doğdu, okudu, büyüdü, evlendi... Geldiğim yerle buranın kültürü arasında çok büyük bir fark var. Çok değişik. Yemeğinden tut, yaşamına kadar değişik her şey. Mesela ben gelmişim Karadeniz’den, o gelmiş Sivas’tan. Aynı yerde yaşıyoruz. Karadenizli neyle coşar? Kemençeyle, tulumla coşar. Sivaslı öyle değil, o davul zurnayla coşar. Konuşmamız, yediklerimiz farklı, kısaca kültür farkı var. O yüzden buraya adapte olmak biraz zaman aldı. Onun haricinde de geldiğimizde yaşadığımız sorun, suyumuzun elektriğimizin kısıtlı olmasıydı. Vesait yoktu. Aşağı yukarı saatte bir otobüs vardı o zamanlar. Şimdi öyle değil. Şimdi 15 dakikada bir geliyor, istediğin yere gidiyorsun. Bunlar yerel yönetimden kaynaklanıyordu, ama bir de zaten genel olarak ülke de fakirdi yani. Belediye de fakirdi sonuçta. Çarpık kentleşme vardı. Gelen evi yığıyordu. Ama sonra gecekonduları yıkıp bina yaptılar. 1995-1996 arası vesaitler buraya doğru artmaya başladı. Bilhassa da 2002’den sonra iyice artış oldu. Mesela metronun buraya çok yakın olması burayı çok değerlendirdi. Etraftaki çoğu yapı gecekondu iken bina oldu, çoğaldı. Nüfus da çoğaldı tabii haliyle. Bir rahatsızlık verecek durumu yok aslında ama burası çok kalabalık oldu. Arabalar çok fazla var. Karışıklığa sebep oluyor. Ama yine de geldiğime çok

memnunum. Çünkü benim karnım burada doydu, çocuklarım burada doğdu, okudu, büyüdü, evlendi. Bu kalabalık da Kâğıthane’nin içinden geçen dereyi iyice pisletti. Yirmi sene evvel iyi akıyordu. Şimdi öyle değil. Zincirlikuyu’dan buraya kimse geçemezdi. Yol yoktu çünkü. Sen eğlenmek istediğinde ne yapacaksın? Doğru Beyoğlu’na... Şimdi burada şöyle bir kültür var. İki muhabbet için kalkıp kahveye gidiyorsun. Orada insanlarla muhabbet ediyoruz. Erkeklerle. Evlerde de kadınlar gün yapıyor. Öyle görüşüyorlar. Ayda bir de evlerde toplanıp görüşmeler oluyor. Yemek veriliyor, mevlit okutuluyor. Yani insanlar sürekli ilişki içerisindeler burada. Bilhassa hastalıkta mesela… Bir şey oldu mu komşu hemen koşar gelir, biz de ona gideriz. Çocuklar içinse burada vakit geçirebilecek yerler yok. Geldiğimde de yoktu. Zincirlikuyu’da ufak bir park yeri var ama çocuklar sokakta oynuyor yine. Şu Kâğıthane çevresinde park yok. Olsa bile ya elli metrekare ya yüz metrekare. Zincirlikuyu’ya giderdi çocuklar orada top oynardı, oradaki parkta eğlenirlerdi. Sen eğlenmek istediğinde ne yapacaksın? Doğru Beyoğlu’na sinemaya… Başka yapacağın bir şey yok burada. Tamam, konserler, eğlenceler oluyor ama mesela gidecek bir sinemamız yok buralarda. Gerçi Kâğıthane merkezde yeni yeni başladı bir şeyler, duyduğuma göre. Şehir Tiyatrosu var şimdi Kâğıthane’de. Tabii eskiden bunlar yoktu. Eskiden Beyoğlu’na tiyatroya sinemaya giderdik. Ben tiyatro hastasıyım. 80’lerden sonra epey tiyatroya gittim. Ama sonra bıraktım. O eski sahneler yok artık. O eski sa-

natçılar da yok. Mesela Beyoğlu’nda Alkazar Tiyatrosu vardı. Başka da vardı da, hatırlamıyorum. Yani kısacası, eğlenmeye bir tek Beyoğlu’na gidebilirdik. Bazen de pavyonlara giderdik. E, başka n’apıcan? Gideceğin yer yok! İnsanların ekonomisi düzeldi, sosyal faaliyetleri gelişti Eskiden siyasi olaylar oldu burada. Seksen ihtilali olmadan burada siyasi olaylar çok olurdu. Sağ sol olayları vardı; sağcı solcuyu solcu sağcıyı… Mesela bir gün, gece saat üçte falan eve geldim; gazinoda çalışırken, Bacadibi’nden, Eczacıbaşı’ndan eve indiğim zaman orada bombalar patladı. Hemen hemen on tane araba yok oldu, gazetelerde haberlerde falan geçti. Kahveler darma duman, evlerin camı falan kırıldı. Yani o zaman sağ sol olayları vardı. Fakat şimdi yok. Ülkücüler vardı o zamanlar çok. Günümüze gelince tabii durum değişti. İnsanların ekonomisi düzeldi, sosyal faaliyetleri gelişti. Ben buranın kadınlarını erkeklerden daha çok beğeniyorum. Yani burada kadınlar erkeklere nazaran daha özenli, daha modern, daha güzel giyiniyorlar. Yoldan geçen bir hanıma bakıyorum, bir de erkeğe. Hanımlar gayet güzel giyimli. Erkek öyle değil. Sakallı, saçlı, ayakkabısı boyasız… Hanımlar yüzde seksen erkeklerden daha kibar ve bakımlı. Bu hemen hemen eskiden de böyleydi. Bir de mesela eskiden kadın erkek ilişkileri yadırganırdı ama şimdi öyle değil. Çok şey değişti. Kadınlar istediği kursa da yazılabiliyorlar, istediği yere de gidebiliyorlar. Eskiden ayıplarlardı. Göndermezlerdi hanımlarını, kızlarını. Şimdi değişti ama bunlar...

“Yazın iki film birden oynatırdık. Üç bin kişi gelirdi.” nemaya giderdi, tabii, düşün saat sekizde! Yazın iki film birden oynatırdık. Üç bin kişi gelirdi. Düşün ki Kâğıthane’de bir tek sinema vardı eğlence olarak ve başka hiçbir şey yoktu. Hafta sonları sabah 8 buçuk, 9’da kalkıyorduk. Saat 10’da matine başlıyordu. O çocuklar mocuklar. Allah... bir görsen şu sokaklar ana baba günü olurdu. O zaman televizyon falan yoktu tabii.

Rıza Özcan / Eski makinist Gece 2’lere kadar çalışırdık işte ama diğer çocuklar o kadar rahat çıkamazlardı. Hele de darbe zamanı. İzin vermezdi aileler. Hem o zamanlar aileyle iletişimler de böyle değildi. Hele babamla hiç ilişkim yoktu. İlk aşkımı da babam yüzünden alamadım mesela. Bir gün kar yağmıştı işte yetmişli yıllar. Burada köşede bir kız gördüm âşık oldum. Sonra evlenmek istedim. Babamın da bazı kıstasları vardı, ona uymadı. Evlenemedik. O da böyle metroya biner gibi öyle

gitti ve bir daha da göremedim. Sonra Trabzon’dan aldım eşimi, görücü usulü. Memlekete, Rize’ye de tek o zaman gittim. Düğün yapmadık biz. Nikâhımız Kâğıthane Nikâh Dairesi’nde kıyıldı. O zamanlar böyle değildi orası, harabe gibiydi. Hiçbir şey yoktu. Sağında solunda karakol falan vardı. Askeriyenin yerleri vardı. Çok harabe gibiydi, şimdi Kâğıthane, oralar güzel oldu. O gördüğünüz düğün şeyleri, kültür sarayları, on beş sene önce falan yapıldı. O zaman Arif Çalman vardı belediye başkanı. On beş sene önce altyapı hiç yoktu. Dereler ıslah edilmemişti. O zaman Refah Partisi vardı Kâğıthane’de. Ben de meclis üyesiydim. Arif Bey’in on iki yıl belediye başkanlığı yaptığı o dönemde dereler ıslah edildi, Kâğıthane Kâğıthane oldu. Bu belediye de iyi çalışıyor şimdi. Kâğıthane’nin bizim zamanımızda on altı mahallesi vardı, biz görevdeyken. Şimdi tahmin ediyorum yirmi bir mahallesi var. Seminerlerdi, şuydu buydu Kâğıthane gerçekten iyi yolda. Bir de merkez oldu burası. Kıymeti arttı. Özellikle de metrodan sonra. Böyle olunca insanlar evlerine bakmaya falan da başladılar. Binalarını boyuyorlar mesela. Artık betonarme tabii evler. Eskiden yığmaydı, tuğlaydı daha çok. Beton olanlar bile aletsiz yapılırdı. Biz mesela apartmanımızı kendimiz yaptık. Taşımayla yaptık. Zaten eskiden evler bahçeliydi, üçte ikisi öyleydi yani. Hala var bazı yerlerde. Kendi yeşilliklerini, bazı sebzelerini yetiştirip belki bazılarını da satıyorlardı. Kalanlar mahalle bakkalından… Yoktu o zaman böyle gökdelenler, marketler. O zamanlar 01 3

zaten bu mahallelerde konfeksiyon, bakkal falan vardı. Sinemacılıkla mağazacılık iyi kazandırıyordu bir de. Biz sinemayı tam 80’de kapadık. Anarşi ortamı sinemayı perişan etti. O arada televizyonlar da çoğalınca tabii... Koca binayı stüdyoya çevirdik. Sonra stüdyoyu da sattık 5 sene evvel. Market oldu şimdi.

İnsanlar birbirinden alışveriş bile yapmıyordu Darbe zamanında Kâğıthane perişandı. Neden? Çünkü mesela benim bu mahallede altı-yedi tane arkadaşım öldü. Sağ-sol çatışmasında. Burası genelde solcuydu. Üç-beş MHP’li vardı filan. Biz o zaman, yalan yok bizde MHP’liydik. Hatta rahmetli babamı da vurdular ayağından burada. Çatışma oldu filan. Darbenin olmasıyla bir gecede her şey bitti, herkes kardeş oldu. Ne kadar güzel oldu. Bak insanlar kaynaştı. Bak çok önemli bir şey söylüyorum. Vallahi bak insanlar kaynaştı. Niye? Mesela burada alevi kesim çoktu. İnsanlar alışveriş bile yapmıyordu. Sünni kim

ona gidiyordu. Alevi kim ona gidiyordu. Böyle şey olur mu ne kadar ayıp bir şey. İnsanlık ayıbı diye görüyorum ben. Benim mesela çok alevi arkadaşım var. Ben hiç ayrım yapmıyorum. Ama o zaman şartlar öyleydi. Mesela babamı niye vurdular? Bizim dükkâna gelmiş 4 kişi, hani bir ara yaptılar ya dükkânları boykot edin kapatın diye. Geldiler “Dükkânı kapatın”. Ya kardeşim sen kimsin, devlet misin, nesin? Biz kapatmadık. Bir de münakaşa çıktı. Bunları karakola teslim ettik. Ondan sonra tabii taktılar bize. İşte bir gece baskın yaptılar. Böylece bir çatışma oldu. Babam da vuruldu, yaralandı. İyi ki de ihtilal olmuş yani. Ben öyle diyorum yani, kesinlikle. Karşı değilim yani. Çünkü o zaman burada konu komşu birbirine nasıl düşman biliyor musun? Çok kötü günlerdi.

Kâğıthane darbeden sonra da siyasi ve dini çeşitliliğini koruyor. Tabii Kâğıthane darbeden sonra da siyasi ve dini çeşitliliğini koruyor. Hala oldukça fazla dini cemiyet var. Gerçi gayrimüslimler diğer ilçelerdeki kadar çok yok. Ben Beyoğlu’ndan hatırlıyorum. Beyoğlu’nda Rumlar mesela yılbaşlarında evlerindeki tabak çanakları atarlardı camlardan. Kâğıthane’de bunu yapacak kalabalık yoktu yani. Farklılıklara rağmen komşuluk iyidir burada. Bak mesela babam buraya 50’lerde gelmiş. Tabii bir hemşeri geldi mi diğerleri durur mu! Rize’den bir sürü eş dost da gelmiş. Herkes sever sayar birbirini. Ha bir de hafta iki üç düğün olur burada.


Kağıthane

Röportaj İlker Arslan (24) Bahar Gürsakal (15) Burcu Duran (15) Zelişan Gündoğdu (15) Adım İbrahim Varlık, Balıkesir Gönen doğumluyum, uzun yıllar önce gelip Kağıthane semtine yerleştim, Kağıthane semtinde esnaflık yapmaktayım, esnaflığın yanında kariyerimin daha da gelişmesi için dışarıdan ortaokulu bitirdim, liseyi bitirdim. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunuyum, Marmara Üniversitesi İşletme mezunuyum, hala Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü öğrencisiyim, son sınıf, şu anda Bahçeşehir Üniversitesi’nde “Liderlik Semineri”ne devam ediyorum, 3 çocuk babasıyım… O zaman bayan kuaförü almıştık, saçları birayla ıslatıyorduk Küçüklüğümde yapmak istediğim meslek, avukatlık mesleğiydi ama maalesef ailemin imkanları buna el vermediği için avukat olamadım. Ben 6 yaşındayken Balıkesir Gönen ilçesinde sabah erkenden kalkardım. Sabah namazıyla simit satardım. Giderdim fırına sıcak simit alırdım üstelik de aynı bulunduğumuz ilçeden ziyade köylere giderdim, 5 kilometre 6 kilometre 7 kilometre giderdim. O zaman kimsede para yok, para da alamıyorsun, simidi veriyorsun evden yumurta alıyorsun. Yumurtaları topluyorum getiriyorum, pazarda satıyorum, aynı zamanda gidip pazarda gazoz satıyorum, o zaman yazlık sinemalarda gazoz satıyorum, ondan sonra pazara gidiyorum işte geliyor bir yaşlı teyze ‘aman çocuğum bende fide var fide’ Ne fidesi? Domates fidesi, biber fidesi, patlıcan fidesi... hadi onları götürüp satıyorum. Bizim çocukluğumuzda yağ, tuz, şeker, gaz en önemli gereksinim bunlardı çünkü elektrik yoktu. Onun için mutlaka gaz almak lazım, şeker almak lazımdı, o zaman pancar şekeri veya şeker olmadığı zaman pekmez kullanıyordu halkımız, yağ almak lazımdı yemek yapacak anamız tabii. Bunları yapardık, Gönen ilçesinde ilkokulu bitirdim ama ilkokulu bitirdiğim zaman hemen orada berber çıraklığına başladım, ondan sonra bir süre orada kaldım. Akabinde hemen İstanbul’a geldim, benim amcam vardı İstanbul itfaiye müdürüydü kendisi o zaman… Önce kulüp başkanı sonra müdür oldu, onun yanına geldim. Onun çocuklarıyla beraber birlikte kalıyordum, ben Eyüp’ten kalkıyordum o zaman minibüsle erkenden Şişli’ye gidiyordum, Şişli’de çalışıyordum, daha sonra Kağıthane’ye gelip yerleştim. Burada işte esnaflığa başladım, 15 yaşında dükkan açtık. Çok korkardım birisi gelip 2 tokat atacak ‘ver kasadaki parayı diyecek’ diye, çünkü kendimi koruyamıyorum ki dükkanı nasıl koruyacağım. Ama böyle güçlü kuvvetli insanlara çay söylüyorum ‘aman ağabey gel şurada otur, aman birisi bana dokunmasın’ diye. Böyle bir pozisyonum var, ondan sonra 1970’li yıllarda asker oldum. İstanbul Harbiye Ordu Evi’nde askerliğimi yaptım, o günkü komutanlar bifiil Harbiye Ordu Evi’ne gelirlerdi, onların saçını keserdim, heves ettim eşlerinin saçını yapardım oradaki kuaförde, bayan kuaföründe… Harbiye ordu Evi şefiydim ben, orada mesela etrafımda 74 tane asker vardı. Harbiye Ordu Evi’nin müdürü bir albay var, ondan sonra ben geliyorum şeftim, düğün salonları tüm müzisyenler, o günkü şarkıcılar gelip orada, düğün salonunda şarkı söylüyorlar. Düğün sahibi geliyor diyor ki ‘ben ekstradan bir sanatçı istiyorum’,

“Kağıthane’nin iki üniversite mezunu, sıra dışı berberi: İbrahim Varlık” ‘kimi istiyorsun?’ Ogün Koç’u, Erol Büyükburç’u işte. O zamanki sanatçılardan Başar Tamer ondan sonra Yıldırım Gürses tüm sanatçıları oraya davet ederdik ekstradan. Askerlikten sonra kadın berberliğine heves ettik. Kağıthane’de ilk kadın berberini ben açtım, ilk erkek kuaförünü ben getirdim Kağıthane’ye, kadın berberliğini bildiğim için hem kadın berberliğini hem erkek berberliğini harmanlayıp farklı bir şey yarattım, ondan sonra herkes akın akın bana gelirdi o zaman. Kağıthane bir değişim içerisinde, acaba bu adam ne yapıyor? Nasıl yapıyor? O zaman bayan kuaför almıştık, saçları birayla ıslatıyor, mizanpire makinelerimiz var, saç kurutma var onun içerisine koyuyoruz, bu file çorapları takıyoruz saçlar bozulmasın diye. O saçları yapıyor, bir de fön çekiyor, herkes böyle imreniyor ‘yahu nasıl yapıyor da millet böyle kuyruk oluyordu orada’ diyorlar. Tabii bu yenilik 10 yıl devam etti.

İbrahim Varlık/ Esnaf Hakikaten öğrenmenin yaşı yok 1980’li yıllarda gittim baktım hemen dükkanı biraz büyüttüm ve onun yarısını bu defa şey yaptım, video kulüp yaptım. Video o zaman, böyle siyah beyaz televizyonlardan renkli televizyonlara geçiyoruz, renkli televizyona geçerken o zaman video kulüpler yeni yeni, kimse bilmiyor tabii ve İstanbul’da ilk stüdyoyu açan şu an Sibel Can’ın kayınpederi Selçuk Ural, o Etiler’e açtı ikincisini de Serdar Gökhan Beşiktaş’ta açtı. Üçüncüyü İbrahim

baktık ki her şey para kazanmak demek değil, eksiklerimizi gidermemiz lazım. Ne yapmak lazım? Çok daha iyi konuşmak lazımdı, hitabet sanatını bilmek lazımdı, diksiyonu düzeltmek lazımdı. Bu defa başladım dışarıdan ortaokulu bitirdim. Okmeydanı’nda Cevdet Şamikoğlu Ortaokulu var, onu bitirdim, ondan sonra dışarıdan Görkem Akşam Lisesi’ni bitirdim, Aksaray’da, Anadolu Üniversitesi’ne girdik, halkla ilişkiler bölümü, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdim, işletmeyi. Kağıthane’de ilk Kağıthane gazetesini burada zamanında ben çıkardım, burada Mehmet Emin Sungur vardı eski Şişli belediye başkanı, Fatma Girik’ten de önce, biz onunla beraber “Gecekondu” diye bir gazete çıkardık, çünkü gecekondu vardı, varoş insanlar vardı. Hala devam ediyor kariyerim ama şimdi öğreniyorum ki hakikaten öğrenmenin yaşı yok... Ben askerlik yaptığım dönemde gençlik olayları vardı. Öğrenciler yürüyor ondan sonra okumak istemiyorlar falan yürüyüş yapıyorlar. Allah rahmet eylesin İsmet İnönü vardı, onun bir kelimesi benim çok hoşuma gitti, dedi ki ‘Yahu ne biçim gençlik bu’ dedi ‘böyle gençlik mi olur?’, ‘Ben’ dedi ‘bakın kaç yaşındayım’ 80 küsur yaşındaydı o zaman. ‘Ben’ dedi ‘hala günde 5-6 tane gazete okurum efendim birkaç tane mecmua okurum kitap okurum hala bu yaşta okurum…’ Demek ki okumanın yaşı yok, İslamiyet’te de böyle Peygamberimiz ne diyor ‘ilim Çin’de de olsa gidin alın...’ Öyle değil mi? Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Olmaz, değil mi? İnsanın dünüyle bugünü eşit ise o insan kayıptadır… Demek bu bir felsefe, demek ki insanlar her gün kendisini düne göre yenilemeli... Ben hala şu anda İstanbul Gazeteciler yönetim kurulu yedek üyesiyim, aynı zamanda Gezginler Kulübü yönetim kurulundayım. Birkaç tane musiki derneğinde yöneticiyim, korolara gidiyorum işte musiki, bu akşam Beyoğlu Musiki Derneği konseri var oraya davetliyim. Aylık bir dergi çıkarıyorum “Anı” diye bir dergi. 30 küsur senedir bu derginin de genel yayın yönetmeniyim. Efendim gazetelere yazılar yazıyorum... 80’in üzerinde ülke gezdim, Türkiye’de gezip görmediğim yer kalmadı, onun için her güne göre kendini geliştirmek lazım. Uzun zaman tiyatro yaptım. Mesela çocuk tiyatrolarında oynadım. Be-

mısın?’ dedi, orada da bir şey oynadık yeni orta oyun oynadık, orada da bir bacı rolünü oynadım: ‘Arap Bacı’. Gittim Kuştepe’den çingenelerden bir şeyler aldım onların böyle şalvarını aldım, elbisesini, kıyafetini aldım, götürdüm bir güzel yıkattım, temizlettim, orada bir zenci kadın rolü oynadım.

yedek subaylar mezuniyet törenlerinde eğlence düzenlerdi. O günün assolistleri Zeki Müren’ler, Muzaffer Akgün’ler, Rıza Akbayram’lar, Nuri Sesigüzel’ler, Ahmet Sezgin’ler okula gelip konser verirlerdi. Şu anki Kâğıthane Karakolu’nun tam karşısında bulunan yerde bir çay bahçesi vardı, gazino vardı.

Ne derler hani meyve veren ağaç taşlanır değil mi? Tırnağın varsa kaşınırsın yani bu tür şeylerin değil mi? Özellikleri sende bir özellik olmasa zaten kimse seni eleştirmez. Kimse seninle konuşmaz kimse sana önem vermez, o zaman önemini artırabilmek için ne yapacaksın, bilgi dağarcığını genişleteceksin…

Sosyal dayanışma varmış Osmanlı zamanında

Benim çocukluğumda Kağıthane Meydanı’nda yolun karşısına geçebilmek için takriben bir buçuk saat beklemek lazımdı, çünkü beşyüz tane manda geçiyordu... Benim çocukluğumda Kağıthane bir köydü Benim çocukluğumda Kağıthane bir köydü, nasıldı Kâğıthane İstanbul’un kileriydi deposuydu, ambarıydı. Kağıthane’de ki bütün İstanbul haline buradan lahana, pırasa, domates, biber, patlıcan aklınıza ne geliyorsa tüm sebzeler giderdi. Kahvaltılık süt işleri falan yine Kağıthane’den giderdi. Ben çok daha önceleri Kağıthane’deki kişilerden duyduğuma göre, Kağıthane halkı sırtında odun taşıyarak Şişli Camisi’nin orada odun pazarı varmış, orada odun satarlarmış. Yine benim çocukluğumda Kağıthane Meydanı’nda yolun karşısına geçebilmek için takriben bir buçuk saat beklemek lazımdı, çünkü ‘Ne için diyeceksiniz?’ 500 tane manda sürüsü geçiyordu ve mandalar çok ağır hareket ediyorlardı. Hatta ‘Mandıra Sokak’ diye bir sokağımız da vardır, Kağıthane’de şu andaki Sadabat Tiyatrosu’nun önündeki o bölümde beklerdik ki mandalar geçsin biz de öyle geçelim diye. O zaman mezbaha da vardı. Kağıthane, Alibeyköy, Sütlüce mezbahaları, Avrupa yakasında 3 tane mezbaha vardı. Anadolu‘dan gelen hayvanların kesimi burada

Kağıthane’nin ilk kuruluş aşaması olarak, Kağıthane arazisi, Kanuni Sultan Süleyman’ın Süt Kardeşi Daye Hatun’a vakfedilmiş. Kanuni Sultan Süleyman ve dolayısıyla vakfettiği için o hanım efendi de Allah rahmet eylesin, bu Kağıthane’de ki ‘Sadabat Daye Hatun Camisi’ni kuruyor ve o vakıfta şöyle bir şey. Kağıthane’de yetişen tüm gençlerin sünnetleri ve evlenmeleri, o düğün masrafları buradaki bu çayırlardan toplanan, biçilen çayırdaki otlar satılacak ve arazilerdeki ekinler satılacak, onlardan gelen gelirle karşılanacak, yani Kağıthane’de çok güzel bir sosyal dayanışma varmış Osmanlı zamanında… Eskiden Topkapı Sarayı’nda ki o zamanki padişahın kızları, sevda çekiyorlar ama kavuşamıyorlar, kız hasta oluyor, o zaman ince hastalık şimdi verem derler, rengi soluyor, halsiz, bitkin oluyor. Genç kızları tedavisi için Kâğıthane’ye gönderirlermiş, buranın havası çok iyi geliyor, 5-6 ay burada kalıyor kızlar sağlığına kavuşuyor. Lale bahçeleri Kâğıthane’de Şair Nedim’in tüm şiirleri, dizeleri burada Kâğıthane’de... Şöyle lale bahçeleri içerisinde rengârenk Dünya’da hiç görülmemiş, Avrupa’da bulunmayan siyah lale dahi Kâğıthane’de var. O kadar gelişmiş ki Lale devrinde... Lale bahçelerinde o zamanın padişahların yakınları, işte akrabaları onlar kaplumbağaların üzerine mum dikiyorlar, Lale bahçesinin içerisine salıyorlar, o kaplumbağalarla rengârenk renk cümbüşü oluşuyor. Kâğıthane deresi o zaman tertemiz, pırıl pırıl... Çocukluğumda buranın yaşlıları anlatıyordu, topluca sünnet törenleri yapılıyor ve padişah da Kâğıthane köyünü ziyarete geliyor, o zaman sandallarla geliyor. O zamanki çocuklar toplanıyorlar ‘padişahım çok yaşa, padişahım çok yaşa’ diye bağırıyorlar, padişah da çok mutlu oluyor ve çıkarıyor kesesini onlara torbayla küçük mecidiye altını atıyor. Anlatanlar da işte biz çocuğuz diyor o zamanlar, hemen atlarlarmış derenin kenarına, düşüyor tabii mecidiyeler, çocuklar da onları almak için yuvarlanırken falan dereye düşüyorlar. Çok komik olaylar yaşanıyor. Kağıthane otobüs durağının yerinde tren istasyonu varmış

Varlık Kağıthane’ye açtı. İbrahim Varlık bunu geliştirdi. O zaman Amerika’da filmler oynuyor Sylvester Stallone’nin filmleri oynuyor hemen kopyası bize geliyor, biz üretiyoruz. Millete, piyasaya sürüyoruz ve o zaman telif yasası çıkmamıştı ve Varlık Stüdyosu’nu kurdum. Bir sürü kaset üretiyoruz. Bütün piyasada çok güzel geliştik ondan sonra inşaat sektörüne geçtik, müteahhitlik yaptım. Bir sürü inşaatlar yaptım sağda solda etrafta, sonraki yıllarda

nim ustalarıma çok büyük saygım vardır. Üstün Asutay’lar, bilmem bilir misiniz? Üstün Asutay’lar ondan sonra, Selahattin Taşdöğen’ler, Erkan Taşdöğen’ler ondan sonra Doğu Erkan’lar böyle bir ekiple tiyatro yaptık, hatta bu hevesim o çocuk tiyatroları oynadığım Türk Ticaret Bankası çocuk oyunlarında tekrar depreşti. Geçen yıl Altunizade Kültür Merkezi’nden Gülşen Atik diye Nejat Uygur’un yönetmeni bir arkadaşım telefon etti. ‘Oynar 01 4

yapılırdı. Hayvanlar buradan kaçar esnafların dükkânına girer, camını kırar, hatta benim dükkanım yol kenarıydı o zaman, Atatürk heykelinin hemen arkası, büyük bir manda geldi bir çarptı şöyle, içeri girdi, benim yan tarafımda bir ayakkabıcı dükkanı vardı, onun büyük aynaları vardı, hayvan kendini görünce arkadaşı zannetmiş, dükkana girmiş, müşteriler tezgah altından çıkarıldı. Şu anda Sadabat Parkı denen yerde eski Levazım Okulu vardı, askeri birlik,

Kağıthane çok enteresan bir yerdir, ama günümüzdeki Kağıthane çok farklı... Günümüzdeki Kâğıthane 2 tane çevre yolunun tam ortasında, çok değerli, çok güzel bir yer. En çok yeşili olan bir yer. Hiçbir ilçede Kağıthane’de olduğu kadar kişi başına yeşil alan düşmez. Kâğıthane’nin özelliği, Belgrad, Fatih ormanlarına çok yakın olması ve dolayısıyla Karadeniz’e çok yakın olması. Ve de zamanında Kâğıthane’de, mevcut şu anda bulunan otobüs durağının bulunduğu yerde, tren istasyonunun olduğu... Hatta bunun gün yüzüne çıkışı, bizim bilgilerimizi aktararak Kâğıthane Belediyesi bunu kitap haline getirdi. Orada Enver Paşa Tren İstasyonu vardı. O tren istasyonu burada Karaburun-Çiftalan tarafına gidiyor, Karadeniz’in kenarına, oradan efendim kömür yükleniyor, o kömürler geliyor, Silahtarağa’da-


Kağıthane

ki santrale geliyor, o kömür orada yakılıyor ama zamanla bu tren istasyonu önemi kaybediyor, yok oluyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş’ın verdiği söze göre Kağıthane’deki o eski tren istasyonu, o eski nostaljik vagonlar getirilecek ve yine burada bir tren istasyonu kurulacak, buradan Karaburun’a lokanta. Yani o lokomotiflerin içerisinde yemek yenilecek, herkes yemek yiyecek, ormanın içerisinde aynı zamanda doğal hayvanat bahçesi. Bakın Kemerburgaz’ı geçince orası böyle hayvanat bahçesi, hayvanlar böyle rahat gezecekler, sen de trenle onların arasından geçeceksin, yemeğini yiyeceksin, içkini içeceksin keyifle... Kağıthane Türkiye’nin Hollywood’u, Bollywood’u... Kağıthane İstanbul’a çok yakın ama İstanbul’a tezat teşkil edebilecek bir Anadolu köyü havasındaydı. Sonra da yavaş yavaş gelişmeyle, 60’tan sonra gecekondu furyasıyla Kağıthane köyü bu sefer köylükten çıktı, azman bir kasaba havasına girdi, gecekondulaşma ve 60’tan sonra Kağıthane sanayi bölgesi ilan edildi. Tüm fabrikalar Kağıthane’ye geldi, tüm sanayiler... Neden? Çünkü Kağıthane deresinin kenarına o pis atıklarını verebiliyorlardı. Kağıthane gecekondulaşmada İstanbul’un 1 numaralı ilçesi haline geldi. Sonra belde oldu, daha sonra ilçe. Şişli adliyesi Kağıthane’deydi. Böyle hareketli dönemler yaşandı, adliyesi kaymakamlığı vergi dairesi falan, şimdi günümüzde ilçe hudutlarının dışına taştı bunlar... Kağıthane Türkiye’nin Hollywood’u, Bollywood’u... neden diyeceksiniz. Hemen şu Garanti Bankasının alt kısmında sinema filmlerinin yapıldığı o günkü şehir tiyatrosu oyuncuları Agah Ün, Hadi Ün ve o ailenin babası Kazım paşanın beldesi Kağıthane’ydi. Şu meydandaki Yapı Kredi dahil, onlara aitti. Burası or-

Röportaj Dilay Negür (21) Hatice Naz Eztenli (15) Onur Bakır (15) Damla Alkan (16) İzzet Kazım Kapıcıoğlu 1940 yılında Karabük’te doğmuş. Çeşitli işlerde çalışmış, zorluklarla mücadele etmekle geçmiş ömrü… Ailesinin kökeni Karabük, Ovacık, Kışlapazarı. Kağıthane’ye 1960’ta yerleşmiş. Para azdı ama hiç olmazsa tadımız vardı Doğum yerim Çankırı’ydı o zamanlar, şimdi Karabük oldu. Her gün hususlar değişiyor, biz de değişiyoruz. Şimdiye kadar çalış-

manlık bir alandı, şuraya benim geçmem mümkün değildi, yılanlar falan, aklına ne geliyorsa her şey vardı burada. Onun için çok doğal film platosuydu burası. Hatta eskiden o bahsettiğim yıllarda ‘Vurun Kahpeye’ gibi filmler hep burada çekilmişti. Hatta yıllar sonra Cahide Sonku bir anısında ‘bütün hayalim para kazanıp biriktirip Kağıthane’de stüdyo kurabilmek’ demişti, yani Kağıthane böyle bir yerdi... Hadi Ün var, Agah Ün var bahsettiğim, hala onların çocukları devam ediyor şehir tiyatrosunda. Mesela, Hadi Ün, Agah Ün şehir tiyatrosunda oyuncu ve yönetmenlerdi. ‘Kağıthane’de bu çalışma devam ediyor mu?’ derseniz... Göç ettiler, öteki dünyaya göç ettiler, çoluğu çocuğu torunları kaldı, ama şu anda günümüzde mesela bir sürü sanatçı var burada oturuyorlar. Ayşen Gruda’lar, bilmem Nuri Alço’lar, şak şuka Tarık Mengüç’ler falan... Kağıthane onun için günümüzde çok farklı bir şey oldu... Kağıthane’de Hıdrellez şenlikleri çok güzeldi. Tüm İstanbul buraya gelip hıdrellez şenliklerine katılırdı. Tüm oyunlar burada oynanırdı. Yeşil alan olduğu için, İstanbul’daki insanlar gelip burada piknik yapardı, Kağıthane deresinin kenarında… Kağıthane deresi bugünkü gibi değil, o zaman çok berrak, pırıl pırıl sular akıyor, balıklar bol... Öyle bir yerdi. Onun için Kağıthane’deki o zamanki insanlar, daha çok böyle şehir özentisi. Biz buradan mesela Şişli’ye giderdik işte, o zaman Site Sineması yeni açılmış, yeni yeni gece kulüpleri, son duraklar şunlar bunlar, onlara heves eder toplanırdık, oralara giderdik. Kağıthane’nin bahsettiğim gibi dünü çok da güzeldi, çünkü, işte burayı bir bahçe düşünün, Osmanlı sarayındaki insanlar sıkılıyor, bunalıyor, geliyor burada bahçede piknik yapıyor, eğleniyorlar, mutlu oluyorlar ama değişim tabii, zaman içerisinde değişime uğradı bunlar… Ne

oldu? Yavaş yavaş gecekondulaşma, Kağıthane deresine fabrikaların pis atık sularını vermesi... bu değişime Kağıthane ayak uyduramadı. Ama günümüzdeki Kağıthane düne göre o değişimi kısa zamanda yakaladı. Nasıl yakaladı? Şu gördüğümüz mesela Kağıthane Deresi. Yeni yapılan ihaleyle önümüzdeki sene boğazdan gelecek su irsale hattı ile büyük binlik borularla Ayazağa köyünden buraya gelecek ve dolayısıyla buradan bir sirkülasyonla Haliç temizlenecek. Çok enteresan bir şey Kağıthane ve bir önceki belediye başkanının daha güzel bir fikri vardı, Celal Altınay kulakları çınlasın, o yine Nurtepe ile Fikirtepe arasına teleferik kurmayı istiyordu. Hatta İsviçre’den mühendisler geldi, ölçümler yapıldı günlerce... Teleferik... Nurtepe’den bineceksin, efendim Hürriyet Tepesi yani Şişli’nin girişine ineceksin... Ne kadar güzel, hoş bir şey... Şimdi günümüzde Kağıthane’de mesela metrolar yapılıyor, ulaşım alanları genişledi, bir sürü şirketin ilgi alanı oldu, çünkü iki tane otoyolun tam ortası, cazibe merkezi oldu... Kağıthane bence keşfedilmeyen bir değer Yani buradan Şişli 3 km, Taksim 6 km, Mecidiyeköy 3 km... Bu kadar yakın merkezi bir yer, hiçbir yerde bulunmaz, oksijeni bol, doğası bol, Kağıthane bence keşfedilmeyen bir değer, daha tam anlamıyla değeri bilinmiyor bana göre...Yani asıl o değeri bilinse çok daha farklı şeyler olur, tabii zaman içerisinde keşke olmasa! Keşke olmasa! Bu haliyle kalsın, mesela örneğin şuraya yeni bir stad yapıldı, şu Kağıthane hududundan ileri, nedir Aslantepe diye. Kağıthane’de, şimdi oradan geçerken benim içim cız ediyor, niye cız ediyor? Çünkü orası orman yani tam o Ayazağa köyünün ormanının başlangıç yeri ve oradaki o insanların yaptığı tezahürat, o arabaların maça

gelirken çıkaracağı egzoz kokuları... orada ne bir böcek kalacak, ne bir kelebek kalacak, ne bir kuş kalacak, ne bir kurbağa kalacak! Öyle değil mi? Doğayı kirleteceğiz... Yani bizim amacımız doğayı kirletmemek, bundan 5 ay önce Sirilanka’ya gittim, Hindistan’a gittim ondan sonra... Oradaki insanları gördüm. Oradaki insanlar Budist, Buda’ya tapıyorlar, ama hiçkimse bir tane bir çöp bırakmıyor, o küçücük çocuklar geliyor Buda heykeline ne yapıyor? Minnet ve şükran borcunu sunabilmek için en güzel kıyafetlerini giyiyor, geliyor ve bakıyorum pencereme mesela, kaldığım otelin penceresine, maymunlar geliyor, camı böyle tıklatıyorlar, bir şey istiyor senden, muz istiyor, meyve istiyor. Filler ona keza rahat rahat geziyor, böyle çıkıyorsun dışarı, aa filler geziyor, tavus kuşları, insan imreniyor ama biz maalesef Türkiye’mizde katlediyoruz, doğanın kıymetini bilemiyoruz. Yine yaptığım yurtdışı gezilerinde de insanları gördüm, oradaki gençliği, herkeste bir altyapı var ama bizim gençliğimizde altyapı oluşmamış, yani bizim insanlarımız tüketmeye çok alıştırılmış, her şeyi tüketiyorlar, her şeyi tüketiyorlar, mesela pet şişeler kullanılıyor, doğayı kirletiyoruz, nereye gitsen pislikten geçilmiyor, yani ben bunları sevmiyorum, keşke bunlar olmasa… Herkesin ayağında bluejean olmasa Keşke gençliğimiz daha bilinçli olsa, çok daha okumaya hevesli olsa, değil mi? Herkesin ayağında bir bluejean pantolon olmasa, değil mi? Güzel güzel biz pamuklu kumaşlarımızı giysek, değil mi? Eskiden kese kâğıtları vardı, biz alışveriş ettiğimiz zaman, öğretmenlerimiz derdi ki ‘oğlum, çocuğum bak kitap ve dergi almaya paranız yetmiyor ama bakkaldan alışveriş yaptığınız zaman veyahut işte pazardan alışveriş ettiğiniz zaman, alın o kese kâğıtlarını’,

o kese kağıtları, eski okunmuş gazete kağıtlarından yapılırdı eskiden şimdiki gibi sarı kağıtlar gibi değil, onu hamurla yapıştırırlardı evlerde. O kağıdı hemen alırsın gazete almaya paran yok gücün yok ama o gazeteyi okursun günceli takip edersin, o zaman radyo yok televizyon yok, yani okuma alışkanlığı sonra, daha sonra bizim Tommiks’lerimiz Teksas’larımız vardı, neydi çizgi romanlar ama o kadar serüven ki heyecan... insan sıkı sıkı takip ediyordu. Dolayısıyla yıllar sonra benim üniversitede hocam, ah bir baktım bir gün derse Tommiks, Teksas, Zagor alıp gelmiş. Hocam dedi ki ‘İbrahim bey bu Tommiks Teksas’taki, mesela kahramanlar, cezaevinden kaçabilmek için tünel kazıyorlar, o tünel günümüzdeki kanalizasyonla ilgili... günümüz onlara borçlu…’ Yani o kanalizasyon kazımı tüneller, metrolar falan o günkü okunan o çizgi roman kahramanlarından, yani o bilgileri onlardan biz alıyoruz, çok enteresan bir şey, değil mi? Bunlar insanın ufkunu açıyor bence, gençlerin çok okuması lazım çok düşünmesi lazım ve telefonlarla daha az konuşması lazım. Çok okuyacak ve çok hayal kuracaksın, ne kadar çok hayal kurarsan o zaman yaşamın daha da renklenir, değil mi? Ufkun açılır. Ama biz maalesef bilgisayarın başında durmadan aaa onunla çetleşelim, bununla çetleşelim, ne oluyor zamanı boşu boşuna öldürüyoruz, aslında Amerikan emperyalizminin de yapmak istediği bu: hep bizim gençlerimizin beyinlerini satın alıyorlar, değil mi? İşte böyle oyunlarla moyunlarla zaman tüketiyoruz, ama benim siz gençlere tavsiyem mutlaka çok okuyun, çok okuyun, Osmanlı tarihini çok araştırın, yani bizim geçmişimizin geleceğimize ışık tutması lazım, yani sizlerden beklentimiz bu, inşallah çok daha başarılı olacaksınız, çünkü ben sizin gözlerinizdeki o pırıl pırıl o ışığı görüyorum…

“Görüyorsunuz televizyonda. Kâğıthane iyi olmuş, benim karnım doymadıktan sonra neye yarar?” tık, çabaladık, çoluğu çocuğu aç koymadık. Fabrika’da çalıştım, santral memurluğu yaptım, her tarafa gittim yani. Çalıştım gecegündüz… Kâğıthane muhitinde… Yaşımız 75. Geldiğimizde yatacak yatak bulamazdık. Girecek ev bulamazdık. Yaşam bu. Buradan yokuşu çıkardım, yukarıdan da aşağı indirirdim briketi sırtımla. Gördüğün o ev, beş bin liraya çıktı. Şimdi beş bine ne veriyorlar? Burayı üç bin liradan aldım metresini. Ben ilkokul mezunuydum geldim. İşe giderdim, işten gelirdim evimin temelinde çalışırdım. Usta çalıştırsan para istiyor. Karnımı doyuramıyordum ki zaten; şimdi daha kötü oldu. İnşaat bulduysam

İzzet Kazım Kapıcıoğlu / Fabrika İşçisi

01 5

inşaatta çalıştım. Yani çoluk çocuk aç kalmasın. Buralar ormandı. Kavak biterdi, ekin biterdi. Ekerlerdi. Göçmenler çevirdi yani. 1960’tan sonra böyle oldu. O zaman millet fakir idi. Birbirine bağlı idi. Şimdi o durumu tutmuyor. Zaman değişti. İnsanlar da değişti. Eskiden ayrım yoktu. Şimdi ayrım koydular. Sen kel ben kör… Eskiden millet bağlıydı birbirine. İnan ki ben bu siyaseti asker ocağında öğrendim. İnanıyor musun? Parti nedir bilmezdim, bu durum devletin hatası. Değişti, her şey değişti. Güç yettiremiyor çünkü… Sporu asker ocağında yaptım. Memlekette spor diye bir şey yoktu eskiden. Şu anda spor işi falan her şey ser-

best… Her şey vardı. Ama millet fakir idi. Bulup yiyemezdi, bulup giyemezdi. Ama şimdi var, yok diye bir şey yok. O zaman kızlar oğlanı görünce kaçardı, oğlan kızı gördü müydü kaçardı. Ama şimdi kızlar kaçmıyor, oğlan da kaçmıyor değil mi? İnan ki ben evlendiğim güne kadar hiç kimseye yan gözle bakmadım. Şimdi öyle değil. Biz buraya geldik, komşu birbirine gider gelir, oturur bir bardak çayını içerdi. Ama şimdi o yok. Aynı binada oturuyor, ismini bilmez. Eski durum olsun ben dünyaya yeni geldim derim. Para azdı ama hiç olmazsa tadımız vardı.


Kağıthane

Röportaj Turgut Bekil (26) Birbey Ahmet Keklik (16) Ali Eren (17) 85 yaşındaki Mehmet Sakallı, bir astsubay emeklisi. Sinop’un Boyabat ilçesinin Bürüm Köyü’nde dünyaya gelmiş. Tarımla uğraşan dört çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olan Mehmet Sakallı amcamız, ilkokul sonrası tahsilini köyde devam ettiremeyeceğinin farkındaymış. Bir yaz, İstanbul’dan köylerine gelen yengesine anlatmış durumu. Çok geçmeden tahsil için İstanbul’a, dayısının yanına çağrıldığını haber veren bir telgrafla başlamış İstanbul macerası. ‘İkbal arıyordum!...’ diyor kendi tabiriyle. Mehmet amcayla, 1938’de İstanbul’a geliş hikayesini, dayısıyla beraber Beşiktaş’tan tabanvayla(!) gittikleri Kağıthane şenliklerini, emekli olup yerleştiği ve 48 senedir oturduğu Kağıthane’deki değişimi konuştuk. Bana sahip çıkın, okumak istiyorum, dünyayı öğrenmek istiyorum! dedim… 1925 senesinin 16 Mart’ında Sinop’un Boyabat kasabasının Bürüm köyünde doğduğum ifade edilir. Çünkü ben doğarken aklım başımda değildi. Elimdeki nüfusta öyle. 4 kardeşiz. Hatta biri benden evvel olmuş ve ölmüş. Şimdi ben en büyüğü olmuş oluyorum, geride 2 kız 1 erkek kardeşim kalmış oluyor. Onlar da tabii bağla, bahçeyle, bostanla uğraşarak geçimlerini temin etmişler. Efendim, orada köy kasabaya 30 kilometre, şartlarımız ağır. Okul açıldı 3 sene okula devam ettim, bir ara verildi. Bir sene sonra 5. sınıfa kadar devam edildi. 1938 senesinin son ayında memleketi terk ettim. Ne için? Tahsil için. Dayımın hanımı vardı. O İstanbul’dan köye gelirdi, ‘Şehri’ isminde, rahmetli oldu bir kadıncağız. ‘Yenge’ dedim. Dayımın hanımı olduğu için yengem olur. ‘Yenge ben ilkokulu bitiriyorum bana sahip çıkın. Gidecek okulum yok burada. Yoksa burada köylü olarak kalırım karnımı doyuramam bu toprakta. Okumak istiyorum, bir şeyler öğrenmek istiyorum, dünyayı öğrenmek istiyorum!’ dedim. Unutmamış rahmetli bu söylediklerimi. Ben okulu bitirince telgrafla istediler. Kalkıp geldim ki dayımı tanımıyorum daha! Bir iş, bir güç sahibi olabilmek için İstanbul’a geldim. Kim vardı İstanbul’da? Annemin kardeşi dayım vardı. Bana sahip çıktı. ‘Gel oğlum’, dedi ‘ben sana yardımcı olurum tahsilini yap yapabildiğin kadar. Köyde çoban olma’ dedi. Sevindim, geldim buraya. Vapurumuz Sinop’tan İnebolu’ya gelince oradan geçemiyor, torpil korkusu var! Şimdi benim köyüm kasabaya 30 km ve kasabam da Sinop’a 90 km -o zamanda yol yok bugünkü gibi. Yuvarlak olarak söylüyorum. Köyde hazırlıklar yapıldı benim yiyeceğim, içeceğim, İstanbul’a getireceğim hediyeler, öteler beriler hazırlandı. Kasabaya indik, nasıl indik: merkebin sırtında! Araba yok, belki at var, belki atın sırtında indik. Oradan üstü açık kamyonlarla Sinop’a geldik. ‘Tarı’ ismindeki bir vapur geldi yolcu alamadı ilk gece. Çünkü açıkta demirledi, sahile yaklaşamıyor, ancak motorla gidiyorsun, kayıkla gidiyorsun gemiye uluşabilmek için. Öyle yaptık. Tarı ismindeki bu ağaç bir gemi idi. Vapurumuz Sinop’tan İnebolu’ya gelince oradan geçemiyor, torpil korkusu var. Kuzey komşumuzla (Rusya) aramızda bir serinlik var öyle zannediyorum. Bir serinlik vardı. Var olması lazım

“Bir gün dedik: hadi denize gidelim! Deniz?: Akan dere!” ki gece gidemiyor gemi. Benim o zaman tahsilim yok, gazete görmüyorum, rivayet olarak işitiyoruz. Yani rivayet demek kaynağı belli olmayan konuşmaların neticesi bu. Mehmet sen misin? İstanbul’a geldik, gemi gayet güzel rıhtıma yaklaştı. Karaköy’den Kadıköy vapurunun kalktığı iskele var ya, o iskeleyi kastediyorum. Dayım karşıladı. Dayımı tanımıyorum. Herkes çıktı herkes çıktı, herkes çıktı, tek tük insan kaldı. Bir tanesi birkaç defa hızlı hızlı önümden geçti. Geçerken de yüzüme bakıyor. Sonuncu geçişinde sen kimi bekliyorsun? Dedi. Dayımı bekliyorum dedim. Dayın kim? Süleyman. Mehmet sen misin? dedi. Benim dedim. Gel araba bekliyor aşağıda dedi. Aşağıya indik. Çanta, bavul vardı onları da elimize aldık, arabaya atladık. İtfaiyede memurdu, telefon işlerine bakardı, yangınları ihbar ederdi. Ekipleri sevk ederdi. Kiracıydı Beşiktaş’ta. Beşiktaştaki onların oturdukları eve geldik. Şimdi İstanbul’dayız. İkbal temin edecek bir okul… Şu anda yandı galiba Ortaköy’deki köprü ayağında bir okul vardı. Oraya devam ettim. Orada o sene hastalandım. Bazı şartlar aleyhimde oldu derken o okul hoşuma gitmedi çünkü çok kalabalıktı. Şöyle kendi kafama uyan okula gitmeyi istiyordum. Kafama göre bir okula gitmeyi çok düşündüm ama köyde olanlarla sizin aranızda büyük farklar olduğu için aynı emsalsiniz biri köyde biri siz, düşünemezsin nereye gideyim diye, ama nedir ki bana ikbal temin edecek bir okul o benim şansım olacak. İkbal temin edecek yani ileride yaşamıma güzellik verecek bir insan olarak, derken o sene evimize bir misafir geldi. ‘Bu efendiyi tanımıyorum!’ dedi (benim için). Ben ufağım çünkü kaç yaşında olabilirim: 12-13 yaşında ya da 14-15, her neyse. Bu, yeğen dediler ilkokulu bitirdi, buraya getirdik tahsil yapıyor şu an dediler. Evet orta okuldayım derken ‘ne olacak orada?’ dedi. ‘Ne olcağını bilmiyorum’ dedim ‘okuyoruz şimdi’. ‘İkbali belli olmayan bir şey, orayı bitirirsin takılır kalırsın’ dedi. ‘Ben emekli bir subayım’ dedi. ‘İsmim Halil’ dedi. ‘Kasımpaşa’da askeri okul var’ dedi. ‘Orası astsubay çıkartıyor’ dedi. O zaman astsubay değil ismi başka bir ismi vardı. ‘Oraya yazdırayım seni’ dedi, ‘oranın müdürü benim arkadaşımdır’ dedi. Sevindim. Yani böyle bir karanlıktan insana aydınlık çıkar da nasıl sevinir ben de öyle sevindim. Belli bir yer çünkü askeriye. Askerliğin nasıl bir yer olduğunu bilmiyorum ama o kadarını anlayabiliyorum. Çünkü ikbal arıyorum, istikbal arıyorum. Eğer o zaman liseyi bitirmiş olsam üniversite kayıtları istediğiniz gibi yapılıyor. Hangi bölümü istiyorsanız yazın gidin açık. Ben hukuk istiyorum, ben tıp istiyorum, ben iktisat istiyorum, ben diş istiyorum hangisini istersen yazabilirsin. Ben de işte böyle bir başlangıç içerisinde ne olursa olsun demek devlet bana okulu bitirdiğimde bir vazife verecek, o vazife üzerinde de bir harçlık verecek ben bununla hayatımı sürdüreceğim, köy hayatını terk edeceğim. Sandalda, denizin içerisinde bir o tarafa bir bu tarafa şenlik yapardık… Dayım biraz kafa denk bir adamdı içki içerdi, sarhoşluğu severdi; ben haşa. Onla anlaşamazdık, şimdi

Hıdrellez günlerinde bayram günlerinde arife günlerinde Beşiktaş’ta yiyeceği içeceği öteyi beriyi hazırlarlardı, oradan tabanvayla, bilir misiniz tabanvayı, Mecidiyeköy’üne çıkardık. Mecidiyeköy’ü dediğim yer de bir köyden ibaretti, sağda solda devrilmiş ihtiyarlamış dut ağaçları vardı. Köy demek de doğru değil, varsa işte 10-15 tane yamru yumru evler vardı, onları geçerdik, bu sırtı aştıktan sonra buraları hep bahçeydi, otlar bele kadar çıkıyordu. Sesler, naralar, öteler beriler, bu naralar dediğimiz sarhoş naraları, zevkler, türküler, şarkılar, oyunlar her şey devam ediyordu. Minderler getirirlerdi. Sofralar getirirlerdi. Kimisi sırtlarına yüklerler, eşyalarını getirirlerdi. Kağıthane dendiği zaman ben o zaman şenlik yapılan bir bölge olarak hatırlardım. Buralarda tek ev yoktu, şu derenin öbür tarafında, yani sayısını söyleyeyim yüz kadar bir ev var ise, evlerin hepsi yamru yumru idi. Neden Kağıthane köyü dedikleri bu köydü; gelirdik, otururduk bir yere herkes gibi.. Buralar Allah’ın dağı, Allah’ın kırı. Bağlık bahçelik ikincisi otluk otun içerisine gömülürdük. Kovalambaç, saklambaç ,top oynardık. Otların arasına saklanırdık. Herkes gelmiş oturmuş, kimisi sarhoş kalkıp oynar. Kağıthane’nin deresi buraya kadar tertemiz su ile gelirdi, sandallar vardı üzerinde ona giderdin, 5 kuruş verirdin bir tur yapardın. Biz birkaç çocuk birgün dedik, hadi denize gidelim. Deniz? Akan dere. Haliç’in devamı. Oraya gidelim. Oraya kadar geldik. Bizi amca sandala alırdı. Sandalda denizin içerisinde bir o tarafa bir bu tarafa şenlik yapardık. Bir tarafta çingeneler, sarhoşlar, tak tak silahlar. Silah da serbestmiş herhalde. Her şeyi gördük oralarda, ama akşam oldu mu oralarda kuş da kalmaz, insan da. Ben çocukluk heveslerimi alamadım. Geldim tahsile başladım, kısa süre sonra askerliğe başlayınca çocukluk hevesimi yaşayamadım. Senede bir aylık izinler olurdu. Anne babanın yanına mı gideceksin, eşinin ailesinin yanına mı

gideceksin, yoksa gezip dolaşacak mısın. Hayat çok zor... Notlarının yüksek oluşu seni en iyi bir noktaya getirdi, sıkıntı çekmeyeceksin! 1938 senesinde geldim diyordum ya, mevsim kış olduğu için hatta 1,5 aylık gecikmeyle okula geldiğim için o sene sınıfı terk ettim. Okumayı kestim, imtahanlara girdim, askeri okula kayıt oldum, imtahanı kazandım ve oradan Mersin’e gönderdiler. Harp zamanı 1939 1 Mayıs’ında 01 6

askeri okula girdim ve Hitler’in bizim sınırımıza kadar gelmesini biraz farklı gördük. Acaba bize de zararı dokunur mu gibilerinden tedirginlikle askeri okulların hepsi İstanbul’dan ayrıldı, Mersin’e gittik. Mersin’de kalan okul müddetlerimizi gereğinden fazla bir heves ve ihtimamla 2,5 sene okuduk. Hocalarımız gene aynı şekilde bize yardımcı oldular ve oradan mezun olduk. 1942 senesinde okulu bitirdik, tekrar İstanbul’a geldik.

Mehmet SAKALLI / Emekli astsubay

Talim için buraya geldik. Piyade atışı. Bize silah verdiler, mermi verdiler atış yapalım diye. O zamanlar Okmeydanı’nda bina yoktu bir şey yoktu, her yer kırlıktı. İstediğin kadar ateş et mermi gittiği yere kadar gidecek. Bina yoktu, insan yoktu. Şöyle bir durum oldu. Tüm hocalarım beni ayrıcalıklı olarak severlerdi. Çünkü ben burada muvaffak olamazsam elimden tutan kimse olabilir, mesleksiz kalabilirim, işsiz kalabilirim korkusu içerisinde kitapları ezberlercesine okurdum. Onun için hocalarım beni göz bebekleri gibi severlerdi ve tüm hocalar kurul toplantısında Mehmet Sakallı kesinlikle ağır sınıfa verilmeyecek derlerdi. Ağır sınıf dediği topçusu var, elektirikçisi var, efendim telsizi var, gemide toplarla uğraşanlar var, kaptanlık var. O hafif bir işte kalsın diye birbirlerine tekrar telkin yapmışlar ve listede ismimin yanına şöyle bir işte kullanılabilir diye not düşmüşler. Hocalarımdan bir tanesi bahçede bana rastladığında Mehmet dedi senin çalışmaların, notlarının yüksek oluşu, seni en iyi bir noktaya getirdi, sıkıntı çekmeyeceksin haberin olsun dedi. Biz buraya talim için gelince bir amiral birkaç albay her sınıftan var bir subay bizi mesleklere ayırıyorlar. Yani bir çuval pirinç getirmişsin de şu karadını pilav yapalım şu kadarını çorba yapalım şu kadarını tohum yapalım gibi bizi sınıflara ayırıyorlar. Derken liste açık paşanın elinde, bir albay başını uzattı Mehmet Sakallı kim? Benim dedim efendim. Sen buruya geç dedi. Verem hastalığı geçiren varmı var efendim diyen yanıma geldi, zatüre hastalığı geçiren varmı var diyen yanıma geldi kulak hastalığı falan derken 8 kişi sağlık sınıfına ayrılacak ve fakat 15 kişi oldu. Sen ne hastalığı geçirdin? Ciğer. Peki kal. Sen ne hastalığı geçirdin? zatüre. Sen ne geçirdin? Zatülcent. Peki sen ne geçirdin? Ben geçirmedim efendim. Geç bu tarafa deyip beni yine işsizlerin içine soktular. Soktular, ben kadere boyun büküyorum. Hatta öyle bir şey oldu ki eleye eleye 8 kişi olduk. 8 kİşi kaldık sağlık sınıfından ama ben sağlığı istemiyorum kandan korkuyorum. Şundan bundan korkuyorum netice ne oldu, bir arkadaşımla Hulusi isminde, öldü şu anda,

onla anlaştık o kaptan olacaktı. Ben sağlık sınıfını sevmiyorum dediğim zaman o da kaptanlığı sevmiyorum dedi. Öyleyse değiştirelim hadi gidelim kumandana kağıt üzerinde değiştirsin. Kumandanın odasına gittik ikimiz. Biz mesleklerimizi değiştirmek istiyoruz dedik. Peki dedi onda da liste var ek liste. Adın ne? Turgut bilmem ne. Senin adın ne? Menmet Sakallı. Baktı okudu. Ulan sen deli misin sana okulda ayrıcalık tanımışlar dedi. Seni sağlık sınıfına bilhassa koymuşlar hafif sınıf diye dedi, çık dışarıya dedi kovdu bizi. Ondan sonra hastaneye geçtik sağlık sınıfı olarak orada kurs görüyoruz. Yatılı kalıyoruz. Bize bir bina verdiler öğlene kadar deniz hastanesinde vazife görüyoruz öğleden sonra geri geliyoruz Beyazıt’ta derslerimizi görüyoruz. Orada yiyip orada içiyoruz, orada yatıp orada kalkıyoruz. Beni sağlık sınıfının içerisinde diş kısmına ayırdılar. Orada diş kısmında tetkik takbikat yaptık derken beni deniz hastanesinin eczanesine tayin ettiler, Ankara’dan gelen bir emirle. Paşa benim gitmemi istemiyor hastaneden, çünkü işleri temiz yapıyorum organize ediyorum derken Konca’ya tayin ettiler. Konca İzmit’ten Yalova’ya giderken karşıki dağın ortasındadır. Sahildedir. Sahilin üst tarafındaki tren raylarının orada mayınlarımız var. Türkiye’deki boğazları, sahilleri koruyan mayınlar oradadır. 9 tane bölük var orada. Sene 1944-45 olabilir. Derken orada vazifeyi yaparken o zaman hekim yok denecek kadar azdı. Hekimler umumiyetle belirli yerlere verilirdi. Hekim az olduğu için biz hekimlik vazifesi de görürdük. Hastaları muayene ederdik ciğerlerinde bir şey var mı yarasın ateşinde ağrısında bir şeyler hissedersek hastaneye sevkederdik veya biz iliçlarını kendimiz verirdik. 1946 senesinin son aylarında evlendim. Beni himaye eden okutan dayımın kızı vardı, emsalimdi o da liseyi bitirmişti benimle beraber. Onunla evlendirdiler. Benim arzum değil. Kendiliğinden, zuhur etmiş bir şey sen önüne geçemiyorsun o arzunun artık çünkü onların senin üzerimde ana baba kadar hakları olduğu için hayır ben sizi tanımıyorum diyemezsin. İnsansın çünkü. O kadar hizmet verdiler sana, o kadar yardım ettiler, o kadar alakadar oldular. O yönüyle sen onları kıramazsın. Düğün hazırlıklarını yapmışlar onlar, bize sormadan felan, biz akıntıya gidiyoruz! O sırada da beni Ankara’ya çağırdılar. Beni Gata Hastanesi’ne aldılar. Gata Hastanesi o zaman Cebeci’de idi. Beni karacı olarak almak istediler. Okul müdürü ile aram açıldı. Durmam sizin yanınızda dedim, paşamıza söyledim o da kabul etti, beni dişci olarak doğru Gölcük Hastanesi’ne gönderdiler. Gölcük Hastanesi’nde 4 sene görev yaptım. Yalnızım, sade 2 tane kırık dökük askerim vardı onlar da temizlik yaparlardı. Ondan sonra Yassı Ada’da 4 sene vazife yaptım. Oradan tekrar Gölcük Deniz Hastahanesi’ne. Gölcük Hastahanesi’nde vazifem bittikten sonra tekrar Ankara’ya merkeze tayin edildim. Perişan olmuş Kağıthane, perişan olmuş dere, utandım! 8 küsur sene daha çalıştım, baktım 30 senelik hizmetimi doldurmuşum emekliliğimi istedim ve İstanbul’a geldim. Sene 1968. Çünkü beni okutanlar burada. Onlara bir defa saygı borçluyum, eşimin de anası babası burada. Sonra İstanbul’u daha çok seviyordum, denizi var, vasıtaları çok. Ankara bana biraz yaban geldi o zaman için, yani soğuk geldi diyebilirim. Yıldız’da kayınvalidemle oturuyordum. Ben 4. Levent’te 2. katta üç odalı bir daireye talip oldum


Kağıthane

o zamanlar taksitle ordu veriyor bize bu daireleri. Her ay 50 lira veriyorum. O zaman 60 ihtilali olmadan evvel Menderes buraları, evleri yıkılanlara vermiş. Kayınvalidem, elimden tutan o kadın, benim için de damadım evimde kiracıydı diye, bir arsa almış. Haberim yok. Ben ziyarete geldiğimde buraya ‘oğlum sana da aldım arsa’ dedi, ben yaptırıyorum dedim, yook buraya geleceksin dedi. Gültepe’yi kastediyor. Canım sıkıldı, münakaşa edecek değildim, hürmetim vardı. Ne oldu? Herkes bakıyorum çadır yapıyor, tahtalardan ev yapıyor içerisine giriyor, kimisi güzel yapıyor, yol yok iz yok, gidecek yer yok, barınacak yer yok, oturacak yer yok, bunları düşündükçe kafam bulandı. Perişan olmuş Kağıthane, perişan olmuş dere utandım, nerede o eski güzelliği nerede şimdiki hali nerede diye. Ben burayı (Kağıthane) hiç sevmemiştim, fakat kayınvalidem almış. Gelirken ayaklarım çamura battı, çoraplarım dahi ıslandı, baktım bir de domuz ahırı gördüm yolun üstünde her yeri sarmıştı kokusu ve benzer şeyler vardı benim bu tarafa gelmek istememem için. Derken ben kayınvalideye bu şekilde ben istemiyorum burada arsa dediğim zaman kayınvalide geleceksin buraya dedi böyle sert bir çıkışla, ben oradan ayrıldım, üzerimde resmi elbisem var, doğru mesken müdürlüğüne gittim, o zaman Şehzadebaşı’nda idi. Müdürle konuştum, beni sıcak bir şekilde karşıladı, ben dedim bana arsa tahsis etmişsiniz teşekkür ederim, ancak ben burada oturmayacağım dedim, o arsayı başkasına verin, dedim. Listeleri getirdiler bana verilen arsayı tespit ettiler, çıkardılar. Başkasına verdiler. Ben valideye gelip de üzerimdeki arsayı attım artık gelmeyeceğim buraya benim ev yapılıyor, ancak ziyarete gelirim sizi dediğimde kayınvalidem fena halde çıkıştı bana, üzüldü ‘bizden kaçmak mı istiyorsun artık Mehmet!’ dedi ‘kaçmak değil’ dedim ‘burayı sevmedim’ dedim ‘yok’ dedi tekrar gidip müdüre damadım böyle böyle arsasını terk etmiş, ben geldim arsayı tekrar istiyorum demiş. Müdür de artık tabii oraları verdiği için

Röportaj Seda Saçak (22) İlhan Genç (17) Ayşegül Kesim (17) Çoban Amca, 87 yaşında ve 1957’den bu yana Kağıthane’nin Gültepe semtinin demirbaşlarından birisi. At arabacısı olarak çalışmaya başladığı Gültepe’de, bizi Çoban Amca Kahvehanesinde ağırladı ve Gültepe’nin 1957’den bu yana değişen yüzünü bizlerle paylaştı... Hepimiz esnaftık ama esnafımız, çarşımız, dükkanımız yoktu Adım İ.Ç. ama herkes beni Çoban Amca diye bilir, esasında at arabacısıyım, ama şöförlüğüm de vardır. Küçük bir kamyonetim vardı halden mal taşırdım. Şimdi ise bu kahvehanem var. Dünyalar güzeli kraliçem ile evliyim, yedisi erkek biri kız sekiz çocuğum, 57 tane de torunum var. 1933’te Mecidiyeköy’de dünyaya geldim. Babam Alibeyköy’de rençberdi, 30 sene rençberlik yaptı, buğday, arpa harmanı döverdi. Ama Mecidiyeköy’de otururduk. TaksimŞişli-Beyoğlu’nda geçti çocukluğum, Taksimliyim yani. Gültepe’ye 1957 senesinde merhum Adnan Menderes’in istimlak politikasıyla geldim. Merhum, bizim için burayı uygun görmüş. Gültepe’ye ilk gelenlerdenim, hatta ilk ben geldim denebilir, kurucularından sayılırım. Buraya geldiğimizde kimse yoktu buralarda, in cin top oynardı. Ormanlık alandı, Mecidiyeköy’deki bu hasır mezarlık dedikleri yer gibi bir fundalıktı. Şu görmüş olduğunuz şimdi eski Büyükdere Caddesi dedikleri yer, ufak bir yolluk pınarlıktı. Mecidiyeköy’ün kuzusunu, sığırını,

başkasına, gelmiş burada bu yokuşun üzerinde burayı vermiş hem benim arzumun üzerine emekli olduğum zaman aldığım paraya el koydular buraya hemen temel attılar hemen şunu yaptılar, hemen bunu yaptılar, derken beni bağladılar yani o şekilde ben buralı oldum, Gültepeli oldum, Kağıthaneli oldum. Levent’teki ev için orada birikmişlerim vardı, emekli maaşımdan ikramiye gibi bir şey, bir de bize devlet bir para verirdi topladık onları, çıktılar, çıktılar 3-4 daire oldu şimdi burada. Yapınca çok sevdiğim Beşiktaş, benim orada çocukluğum geçti çünkü ilk göz ağrısı yer orası, orada gidip kirada oturacaktım buraları kiraya verip. O zaman işte siz geldiniz bana dediniz ki ‘abi yahu bak suyun var, efendim yolun var, elektriğin var, 120 metre karelik dairen var sen gidip kirada mı oturacaksın Beşiktaş’ta?’ Evet kirada oturacağım, ‘aklına şaşayım’ dediniz. Bu efendi diyor ki ‘sen deli misin, amca bak geniş bir dairen var burada, e şimdi gidiyorsun kiraya, yolun var, otobüsün var minibüsün var şunun var bunun var, düşündük ileride daha güzel olacağı için buralar, biz de o yüzden çakılıp kaldık burada çivi gibi.

ya başlanınca köy boşaldı İstanbul’a, bugün bir tane ev var kışlık oturacak bir aile oturuyor benim köyümde şimdi, oysaki şimdi orada 500 hane olması lazımdı. Şöyle söyleyeyim bir Allah’ın dağına veyahutta şehirlerden yüzlerce kilometre uzakta olan bir kıra nasıl gitmiş iseniz, orayı nasıl görür iseniz buraları da öyle idi. Geldiğimde şu duvara baktım duvar değil karşıki binaların olduğu yere. O gariban köylüler kazma kürekle taşları nasıl kırıyorlardı ev yapmak için, yer yapmak için, demek ki insanlarda

Mehmet Amca belediye meclisinde…

Göçle beraber Kağıthane deresinin suyu evlerin harcına karışır.. Kağıthane’de gezecek yer kalmamıştı bakıyorsun böyle çadırlar dolmuş eften püften binalar yapılmış. Fabrika yoktu şimdiki gibi, büyük şehirlere iş aramaya gelenler niçin gelirler? Ya bir apartmana kapıcı olayım veyahut da bir atölye varsa veyahut da okulda hademe olmayım diye gelirlerdi. Siz bilmezsiniz geçmişte Anadolu’dan gelenler bu fikirle gelirlerdi. Böyle tesisler nerede, fabrikalar nerede, zaten onlar açılmaya başlandı, Anadolu buraya göçtü. Bugün benim öğretmenim köyümü nahiye yapmak isterken kalabalıktı, çünkü bu atölyeler fabrikalar kurulma-

5 tane keçin var değil mi bu keçilerden vergi alırlardı. Şimdi senin o vergiyi verecek gücün yok ne yapıyorsun o beş keçiyi alıyorsun şu dağın arkasına gidiyorsun beş keçi ile vergiciler gidinceye kadar orada kalıyorsun. Biz o zamanlar dereden su taşıyorduk. Su yoktu, elektrik yoktu. Aşağıdaki caminin oradan su taşırdık. Burası yokuş burada su yok. Herkes inşaat yapıyor. İnşaat yaparlarken at arabalarına büyük bidonları koyarlardı, onlarla getirirlerdi, harç yapmak için. Merkebinin sırtına iki teneke atan kimse su taşıyor satmak için. Şu köşede bir ev vardır. Beş altı katlı bir ev vardır, sağda. Orası yalnız bu bir eşekle vayahut atla getirilen bir suyla yapıldı. Onun sahibi o atla getirdiği sulardan kazandığı para ile o binayı yaptı. Köy boşaldı diyorum ya gel bizim tarafta arsa satıyorum diyor hemşerisine. Buraya geliyor yerleşiyor daha müsait, gidiyor Ümraniye’ye taşınıyor, gidiyor bilmem İzmir’e, çünkü o zamana göre okuma imkanları var kimisi mühendis oluyor kimisi doktor oluyor kimisi hukukçu oluyor, kendilerine göre bir yaşam tarzı uyduruyorlar.

diye o vazife ile meşguldüm. Hepsinde benim imzam vardır. Hatta orada bir heykel var hatta heykelin yanında bir kız çocuğunu kucaklamış. Bunu giydirseydiniz dedim bu Mimar Sinan Üniversitesi’nden gelen bir hoca vardı, heykeli yapmıştı. Efendim böyle olması daha iyi değil mi? Peki öyle olsun dedim. Ya almasam böyle? Almak mecbur dedi. Şimdi daha iyi oluyor. Daha iyi oluyor. Şimdi şöyle düşünüyorum. Kızımı evlendirecektim, bir alyans alacaktım. Ta kapalıçarşıya gitmek zorunluluğu vardı. Çünkü kuyumcu yoktu. Böyle kıymetli bir şeyi alacak bir muhit değildi. Şu anda bilmiyorum 100 m² içerisinde 10 tane kuyumcu var. O neden? Halkın artık direnmesin, çoğalmasından ileri geliyor, kazançtan ileri geliyor. Eskiden binalar az olduğu için veya az katlı olduğu için bir komşu geldiği zaman diğer komşular onlara hoşgeldine giderlerdi. Yani oldukça sıcak bir hava vardı. Şimdi bu hava silinmiş durumda aşağı yukarı. Çünkü tam senin karşına gelen bir aile yer değiştirdiği zaman sana yabancıdır. Komşuluk ilişkileri kalmadı. Hasta olursun kimsenin haberi olmaz. Hatta ölürsün kimsenin haberi olmaz. Anca falanca ölmüş, Ahmet ölmüş, Mehmet ölmüş şeklinde olur. Komşuluk ilişkileri yok. Ancak cemiyet olarak bir ilişki var. Proje hakkında düşündükleri

memleketi de gözüne gözükmüyor o meyanda. Çünkü daha iyi bir yaşam, çocuklarına daha iyi bir ikbal veyahut da kendisi için daha bir gelirli vasat arıyorlardı, yer arıyorlardı. Bunları temin etmek için de yaptılar. Çok zor, acırdım garibanlara. Sorardım bazen yanlarına giderdim. İşte hatırlarını sorardım. ‘Yoo biz açız yahu köyde bir şey yok’. Çünkü öyle bir şey ki ben hatırlıyorum bizim köyde senede bir defa iki defa öşürcüler gelirdi. Öşür demek vergi demek. Senin

Ancak bu kırk küsur sene benim için az bir zaman değildir burada. Bu zamanın içerisinde Kağıthane’de çok değişiklikler oldu. Bir defa ben Kağıthane meclisinde beş altı sene bulundum. Vazife yaptık millete, etrafa. O meyanda Kağıthane’nin daha güzelleşmesi için bir şeyler yaptık. İnanır mısınız oradaki geçtiğiniz caddeler, muhakkak geçmişsinizdir, geçtiğiniz caddelerin tapuları benim üzerimedir. Ben alıyorum müteahhit yapıyor oraları. Kime teslim edeceğim diyor bu yolu, kime teslim edeceğim bu binayı, heykel yapıyor bilmem ne yapıyor kime teslim edeceğim diyor. İşte bir sıfat verdiler encümen başkanı

Şimdi şöyle söyleyeyim. Pırlanta gibi insanlarsınız ama siz bir ‘yok’u araştırıyorsunuz. Ama siz belki vardır düşüncesiyle bir memleketi böyle araştırarak yaşayanlardan işiterek böyle kağıt üstüne getirmek ayrı bir mesele. Siz kaybı arıyorsunuz. Araştırma içerisindesiniz. Bu kaybolmasın çünkü her şey geçici herkes gidici. Çürümesin istiyoruz tarihimiz. Bizim ortaasyadan gelişimiz o krallarımız o hükümdarlarımız o yoksulluklarımız bir ev yeri gibi Türkiye’yi kapmışız. Kapmadık büyük bir dünyamız vardı. Daraldık daraldık. Yatak odamıza kadar indik. Türkiye öyle işte bugün..

“Kimse yoktu buralarda, in cin top oynuyordu” danasını buraya otlatmaya getirirlerdi. Buraya geldiğimizde hiç kimse, tek bir ev dahi yoktu. Hayat pahalılığı, istimlak derken elimizde görümümüz tökümümüz yoktu ama yine de çaresine baktık. Evimizi barkımızı kendimiz inşa ettik. Sanayi mahallesinde tuğla harmanları vardı, bu tuğla harmanlarından tuğlalar alıp evlerimizi inşa ettik. Daha sonraları istimlak dolayısıyla sağdan soldan gelen, gecekonduları yıkıldığı için buraya yerleşen çok oldu. Hepimiz esnaftık ama esnafımız çarşımız, dükkanımız yoktu.

buralarda insanlar çoğalıyor, buraya bir fırın lazım, bir manav lazım diyerekten yatırım yapmaya başladılar, yavaş yavaş gecekondular yıkılmaya yerlerine apartmanlar yükselmeye başladı böylece. Özellikle 90’larda dönüşüm daha hızlı oldu. Eskiden buradan Levent’e kadar yürüdük, sonraları kamyonetimiz oldu, ona doluşup çıkardık Levent’e. Sonra yol yapıldı, hat kuruldu, dolmuş geldi. Şimdi çok şükür otobüs, minibüs, taksi hepsi çalışıyorlar. Belediyemiz de sağolsun her türlü hizmette bulunuyor, hiçbir hizmeti esirgemiyor.

Gurbetçilerden Gültepe’ye yatırım çok oldu

Eskiden Hıdrellez’de büyük ateşler yakılırdı

Önceleri Anadolu’dan İstanbul’a göç edenler buraya gelirdi, gecokondularda kalırlardı ama 80 ihtilalinden sonra Gültepe gelişmeye başladı. Çeşitli yerlerden insanlar buralara gelip yerleşmeye, yatırım yapmaya başladılar. Gurbetçiler, buralar ucuz diye biriktirdikleriyle gelip buraya apartmanlar diktiler. Sonra baktılar

Sonraları Gültepe’ye Türkiye’nin dört bir yanından insan akın etmeye başladı. Hepimiz de güzel geçinirdik. 3 bayramımız vardı kutladığımız, Şeker Bayramı, Kurban Bayramı bir de Hızır ile İlyas’ın barıştığı 6 Mayıs’ta kutladığımız Hıdrellez. Gayrimüslim kimse oturmazdı buralarda. Hıdrellez’de Kağıthane’ye, Kağıthane deresinden sandallarla akın akın insanlar gelir, ateşler yakılır, kuzular kesilir, oyunlar oynanır, oyun havaları çalınırdı. Askeriyenin bizimle Hıdrellez kutladığına dahi şahit olmuşumdur. Lakin şimdi insanlar bu geleneklerini unutuyorlar, eskiden Hıdrellez’de büyük ateşler yakar, üstünden atlardık, zıplardık. Artık bunların esamesi pek okunmaz oldu. Düğünlerimiz bile daha şenlikli kutlanırdı. O zamanlar bağımız, bahçemiz olduğundan, düğünümüz, sünnetimiz, nişanımız hep sokakta olurdu, çalgısıyla, yemeğiyle birlikte. Davetli, davetsiz diye ayırmazdık kimseyi. Şimdi düğün salonu çıktı, davetiyesi de ayrı çıktı. Çok güzel şenliklerle, eğlencelerle kutlar, herkes güler herkes eğlenirdi bizim dü-

Çoban Amca / Kahveci

01 7

ğünlerde. Eskiden yemekler yapılırdı, hususi düğünler için şimdi onlar da kalktı. Bizim zamanımızda içkiyi mezesiyle koyardık, herkesin sazı çalardı. Ben çalgı çalmazdım ama güzel çiftetelli, zeybek, harman dalı oynardım. Cenazelerimizde de birlikte olurduk yine, elleri becerikli olan hanımlarımız hamur yapar, bu hamurun içine de helva kavurup koyardı, sonra cenazeye gelenlere dağıtılırdı. Şimdi bu adetler de kalmadı. Bu işler aslında herkesin vazifesidir ama kimileri artık ‘eşikten aldım ben seni andım’ deyip işin içinden çıkıyorlar. Eskiden komşular birbirleriyle münakaşa yaparlardı. Sonra sözü geçen kimse gelir, ‘ayıp’ der, ‘olmaz’ der onları barıştırırdı, şimdiyse kendi evladına sözün geçmez. En namlı, meşhur güreşçiler en son Kağıthane’de güreş tutardı Kağıthane, güreşleri ile meşhurdu, tüm meşhur güreşçiler önce Çatalca’da güreşir en son Kağıthane’ye gelir, burada güreş tutarlardı. Osmanlı zamanında da meşhur, namlı güreşçiler en son Kağıthane’de oynarlarmış. Padişah devrinde bir Koca Yusuf varmış dünya birincisi, rivayete göre bunu gemiye bağlamışlar, barutla gemiyi batırmış. Eskiden cumaları güreşler olurdu, insanlar kadınlı-erkekli yediden yetmişe herkes güreşleri izlemeye gelirdi, karşıdan gelenler vapurla Haliç’e gelir sandallarla Kağıthane deresinden Kağıthane’ye çıkarlardı. Cumaları o yüzden her yer tatil olurdu Kağıthane’de. Güreş izlemek bende hastalıktır. Balıkesir’de askerken vazifemi bırakıp, güreş izlemeye gider, sonra gelince de vazifemi bıraktım diye tokatlanırdım ama hastalık işte. Şimdi Hasbahçe’de yapılıyor yine, halen gider izlerim. Bir de at

koşusunu çok severim, İstanbul’da bir Veli Efendi Hipodromu’nda bir de Kağıthane’de yapılırdı. İkisi de hastalık bende, nasılsa şimdi top sevdasında insanlar ben de güreşle at koşusunu öyle severim. Ben annemden dünyaya geldim geleli atçıyım, attan iyi anlarım. Şoförüm ama son model arabam olsa altımda frene basar yine ata binerim... Ayı oynatıcılarımız vardı bir de. Keşan’dan gelirlerdi, ayılarını yavruyken alır, burunlarına halka geçirir mahalle mahalle gezer, ayılarını oynatır, para toplarlardı, ben de giderdim izlemeye. At arabalarıyla gelir, çadırlarda kalırlardı. Musadutu... Burada bir Erzincanlı Hüseyin Baba vardı, sinemayı işletirdi. Çok kıymetli bir adamdı. Ben at arabacısı olduğumdan kömür taşırdım, mal verirdi mal taşırdım, sonra öldü gitti, sinema seyri de kalmadı. Bir de Gültepe gazinosu vardı. Eski Büyükdere caddesindeydi. Onun için Gültepe ismi kalmıştı ona. Kır gazinosuydu, etrafında ufak ufak güller vardı, şimdi oralara gökdelenler kuruldu, haliyle gazino falan kalmadı. Herkes eşini dostunu, ailesini alır giderdi. Ferah, güzel bir yerdi. Şehir dışında olduğundan havası temizdi. Gazinonun yakınında çilek tarlaları vardı, lazlar yetiştirirdi, tadına da doyum olmazdı. Şimdi Bursa’dan geliyor bir çilek elma kadar nanay da nanay. Onun dışında Mecidiyeköy’e doğru bir Musa Dayı vardı, çok güzel dut yetiştirirdi. Padişahlar zamanından kalma dut ağaçları vardı. Onun yetiştirdiği duta Musadutu denirdi, Mecidiyeköy’ün dutu olurdu ama kalmadı artık. Onlar tarihsel lezzetlerdi.


Kağıthane

8


Kağıthane

9


Kağıthane

Röportaj Sezen Engiz (23) İrem Nur Dönmez (15) Berkcan Ergin (15) 1930 yılında Bursa’da doğan İsmail Eyiz, 1950 Kore Savaşı’ndan sonra geldiği Kâğıthane’yi iyisiyle kötüsüyle bizlerle paylaştı… Belki kahvehanesini göremedik ama sıcacık sohbetiyle köpüklü bir yorgunluk kahvesi ya da soğuk günlerde içleri ısıtan çayını içmiş kadar olduk…

“Eski Kağıthane’yi aramıyor değilim” re edip çoluk çocuğu geçindirmeye uğraşıyorduk. Ama bizim şansımız yürümedi başka, biz atıldık kahveciliğe, başka mesleğe atılaydık belkim de daha başka türlü olurduk. Sinemaya, tiyatroya hiç gitmedim. Ben hep işten eve, evden işe… 71’de kahvecilikten emekli oldum, Bağkur’dan. Sonra Kâğıthane Spor Kulübü’nün lokalini çalıştırdım. Oğlum hala oranın yönetiminde.

Yaşım 1930, 80 oluyor. Vilayetim Bursa, kazam Karacabey, köyüm Uluabat. Kardeşlerimden, en ufakları benim. Okula hiç gitmedim. Çocukluğumuz… Nasıl denir, köyde işte rençberlikle uğraştık, hayvancılıkla uğraştık. Ufak tefek, yarı yaptık yarı yapmadık, onları bıraktık geldik. Askerliğimi Bandırma’da yaptım. Bandırma’dan sonra Kore Savaşı’na gittik (1950-1951). Orada bir sene kaldık. Beni öldü biliyorlardı, eh sağ salim döndük geldik. Çok şehit verdik, çok… Askerden dönünce hemen hemen köyümün hepsi karşıladı beni. Aşağı yukarı bir sene köyde kaldım, sonra İstanbul’a geldim, Kâğıthane’ye… 25 kuruşa çay satıyorduk… . İstanbul’da bacanağım vardı, onun vasıtasıyla buraya geldim. Kâğıthane merkeze yerleştim. Hanım, Yakacıklıydı. Yakacık’tan Alibeyköy’üne geldiler. Alibeyköy’ünde kayınbiraderim vardı, kaynanam vardı. Tanıştık işte nasip kısmet. Orada beraber bir zaman hayat sürdürdük. Bizim oturduğumuz ev iki kattı. Benim kendi evim değil yani, baldızımın evi. Orada ikamet ettik biz, ama ondan sonra ayrıldık başka bir eve kiraya çıktık. 52 yaşında kaybettik eşimizi bir daha dünya karanlık oldu gitti. İşte onu da kaybedince her şeyimizi kaybettik demektir yani. Ahhh ah be kızım ahhh... Bizim zamanımızda yoksulluk vardı, çayı ufak meblağa satıyorduk. 25 kuruşa çay satıyorduk. Bununla ida-

İsmail Eyiz / Kahveci Benim diyen delikanlı buralara gelemezdi… O zaman buralarda bu evler falan yoktu. Şimdi nasıl desem, Kâğıthane o zaman köy olarak anılıyordu. Ulaşım çok zordu burada, o zaman iki tane araba vardı yani dolmuş vardı. Buradan çıkardı Kâğıthane’den Şişli’ye giderdi, Şişli’den de o caminin yanından böyle döner gelirdi. Sonra sonra çoğaldı. Bütün buralar çamurdu, benim diyen delikanlı buralara, bu binalara gelemezdi o zamanlar… Eskiden hiç çıkmıyorsa, 300 tane hayvan çıkardı mandalar çıkardı. Ağalarındı bunlar, dört kardeşti bu ağalar. Sonra onlar dağıldı, ondan sonra Kâğıthane yavaş yavaş merkezleşti, ondan sonra da belediye oldu, belediyeden sonra,

burası birden bire şey oldu yani... 25– 30 sene evvelsi belki buraları böyle oldu. Çam ağaçları vardı burada, çam ağaçlarını kestiler doldu burası. Her yer gecekonduydu, çok sonra yaptılar blokları.

mı şimdi camiye gidiyoruz camiden geliyoruz o kadar. Kâğıthane’nin yerlileri vardı burada. En çok bu muhitte olanlar geliyorlardı kahveme. Çok giden oldu buradan dışarıya. Şimdi her insandan vardır, her memleketten vardır.

balıklar çıkardı. Onları tutmaya gelirlerdi biz de kahveden fırsat bulduk mu gidiyorduk, bakıyorduk oralara. Şimdi balık nerde? Şimdi oldu müstakil belediye…

Hasbahçe

Şimdiki Kâğıthane daha güzel, inkâr edilmez. Şu anda iyidir. İyi ama benim bir yüreğim yanık burada. Allah sizlere gün göstersin bu gidişat biraz kötü. Ama eski Kâğıthane’yi aramıyor da değilim. Çünkü o zamanları bir saygı bir sevgi vardı. Şimdi kimse kimseyi tanımıyor, hepsi diyelim ki zenginlediler de ondan. O zamanlar insanlar azdı, ne bileyim yok desem yeri vardı. Şimdi var, ama millet lüks yerlere gidiyor. Bir çeşme getirdiler yaptılardı kızın (torununun) okuduğu okulda. Onu bilem bozdular, onu bilem hep körlettiler… Ne diyeyim başka ne söyleyeyim… Şu an oturduğum yere geleli bir buçuk sene oldu. Bugüne kadar hep merkezde oturdum, şimdi oğlum, gelinim, torunlarımla birlikte burada yaşıyoruz işte. Arada bir kalbimden Bursa geçer. Tabii insanın doğduğu yer özlenilmez mi, sevilmez mi? Köyüm çok tarihi, çok güzel köydür. Bursa’ya giderken solda kalır gelirken sağda kalır. Süt fabrikası var bizim hemen karşımızda. Havalar ısındı mı gene gideceğim. Şurada iki ay veyahut bir aya kalmaz havalar ısınır, giderim köyüme…

Merkez’den Sular İdaresi’ne

Kürd Hasan Kâğıthane’nin en kabadayısı Kürd Hasan’dı. Çok meşhurdu o. Bu semt elindeydi. Kâğıthane’de herkese iyi kötü yardım ederdi. Diyelim ki fakir bir kimse evi yok, derdi ki “ağa bizim evimiz yok”. Sen bena söyle derdi. Çünkü orada onun bıçağı keserdi. Belediye melediye hiç kimse sokulamazdı yanına. Hatta belediye başkanlığı da yaptı bir ara. İyi insandı, hakkını yiyemem. Kulakları çınlasın, sağdır hala. Her zaman İsmail Amca der başka demez… Ama fakir fukaraya çok yardım yaptı burada, kalkın da şu bahçeye bakın (salonun camından bakıyoruz) o gecekonduların hepsiciğinde emeği vardır. Komşuluk eskiden daha tatlıydı. Gelirlerdi, otururduk, oradan buradan konuşmalar yapardık. Bir arkadaşım var, köylüm, onu söyleyeyim Hacı Arif. Hacı Arif’le görüşüyoruz, birinci adada duruyor kendisi, parçacılık üzerine. İyi bir muhterem, çok tatlı bir insandır. Başka zaten gidemiyoz ki bi tarafa. Gece saat 10’dan sonra 11-12’de kahveyi kapıyordum ondan sonra rahatça evimize giderdik çünkü hepimiz bir birimizi tanıyorduk. Ahhh gidi ahhh… Arnavutlar yaşardı burada, çok eskilerden beri. Onların tarihi çok eski. Konuşuyorduk, işte kahveye geliyorlardı. Kahve içerlerdi, çay içerlerdi. Onlar da kalmadı şimdi, onlar da kayboldu gitti. İşlerini düzeltenler taşındı, düzeltemeyenler kaldı. Çoğu zaten vefat etti. Bütün konuştuğum arkadaşlarımın çoğu ebediyete gittiler. Ahhh gidi ahhh… Bakkalımız, kasabımız, manavımız onlar şimdi yok. Hepsi büyük marketler oldular, yani esnaftan da pek kalan olmadı bir iki tane var yok yani. Toplandık

Çok mesire yerdi Hasbahçe, çok tarihi yerdi. Osmanlı burada yaşamış, kaplumbağalar vardı kaplumbağaların üzerine mumları koyup da böyle geziyorlardı. Kasımpaşa, Mecidiyeköy, Kurtuluş, Şişli bunların hepsiciği buraya, Hasbahçe’ye gelirlerdi. Şu geçtiğiniz köprü var ya, kayıklarla o köprüye kadar geliyorlardı. Her taraftan gelirlerdi, gayrimüslimler de çok teşebbüs ederlerdi. Onlar bütün yiyeceklerini alırlar, içkilerini alırlar şunu bunu alırlar otururlar orada yerlerdi. Eğlenirlerdi. Müzikleri de vardı, onlar neşeli insanlar bizim gibi değil ki onlar… Biz de karşıdan bakar, geçer giderdik. İşte biz işten güçten başımızı ayıramadık. Gelir az gider çok öyle hayatla mücadele ettik. Ama onlar da dağılıp gittiler… Mesela kendi aralarında gençler maç yaparlardı Hasbahçe’de. O zaman nerde böyle alafranga şeyler! Şimdi böyle affedersin buraya kadar külot, şimdi külotla maç yapılıyor. Şimdi her şey alafranga oldu… …tırnaklarımıza bakardı… Hastane yoktu. Şimdi şimdi sağlık ocakları var. Acil bir şey olduğu zaman doğru en yakın Şişli’ye giderdik. Ama doktor gelirdi, muayene ederdi, tırnaklarımıza bakardı, giydiğimiz şeylere bakardı. Bir gün arkadaşlarımın hepsi, İsmail’e bakın dediler, giyimine, tırnaklarına bakın… Doktorun kulakları çınlasın, çok muhterem bir insandı. Günde aşağı yukarı iki tane kahve içerdi, ben götürürdüm kahvesini, çok iyi bir doktordu yani. Gelirken gördüğünüz dereyi geçtiniz ya, aynı o zamanlar da böyle fazla su yoktu. Yaylımlı su geçerdi. Yukardan daha ileri doğru, Ayazağa’nın yanlarında balıklar vardı. Böyle böyle

Allah’a yalvarıyoruz. Cenab-ı Allah elbet dualarımız çevirmez. Çok vahim zamandayız. Şu ortama bakın, yetmiş kişi felaketten öldüler, zelzeleden. Devamlı da söylüyor, İstanbul’da diyor, ama bugün ama yarın İstanbul’un bir kısmı haritadan çıkacak diyor. İstatikler (istatistikler) söylüyor, bilim adamları konuşuyor. Bizden geçti gayrı, Allah sizlere gün yüzü göstersin. Benim beklentimi tahmin edersiniz, yaşlandık artık, onu bekliyoruz, Allah onun da hayırlısını nasip etsin…

Mir-i Ahur (İmrahor) Kasrı İmrahor Kasrı, saray ahırlarının emiri için kurulan mirî binadır. İlk olarak hangi dönem kurulduğu tartışmalıdır. Fatih Sultan Mehmed’e dayandıran tarihçiler olduğu gibi Kanuni Sultan Süleyman ile başlatanlar da vardır. III. Murad, III. Ahmed, 1. Mahmud, 3. Selim, 2. Mahmud, zamanlarında çeşitli tamirler görmüş, Sultan Abdülaziz ise kasrı yeni baştan yaptırmıştır. Kasır, 2. Abdülhamit tarafından da tamir ettirilmiştir. Eldeki fotoğrafları bu son kasra aittir.Kasır, iki katlı, dik sivri çatılı ve büyük bir binadır. Dış görünüşü rustik karakterdedir, çatı katları ise devrin şale anlayışına göredir. Bununla birlikte plânı, klâsik haç şeklinde sofa ve merdiven tertibi ile köşe odaları sistemine dayanmaktadır. Her cephenin ortasında küçük bir çıkması vardır. Tavanları, duvarları, kapı ve pencere kanatları çok kıymetli nakış ve tezyinatla süslüdür. Merdiven trabzan korkulukları kristaldendir. Bahçenin parmaklıkları göz alıcıdır. Binanın bir yüzü dereye bir yüzü yola bakmaktadır. Bahçe duvarları takriben 80-90 metre büyüklükte bir kare çevrelemektedir. Bina, bu çevrenin dereye bakan yüzünün ortasında yer almaktadır. Yolun karşı tarafında İstabl-Has denilen saray ahırları (Has ahır) bulunmakta ve daha küçük bir kare teşkil etmektedir. Mir-i Ahur Köşkü, aynı zamanda bir biniş köşkü olduğu için iskelesi mevcuttur. Binişlerde ilk merhaledir. Ekseriya kayıklarla buraya kadar gelinir ve daha ileriye atlar üstünde gidilir. Burada, her sene bahar başlangıcında yani atların çayıra çıkma mevsiminde padişaha ve saray erkanına ziyafet verilmesi usül gereğidir. İmrahor Kasrı yıkılmadan önceki yıllarda bulunduğu alan yasak bölge ilan edilir. Bu süre içinde kimi görevliler, binanın büyük renkli taş panolarını, kurnalarını, tavan süslemelerini, çinilerini söküp götürür. 1943’te de Çağlayan Sarayı ile birlikte bir gecede yıktırılır.

Kaynak: Kağıthane Belediyesi

10 01


Kağıthane

Röportaj Tankut Özsoy (25) Saadet Nur Lale (16) Semih Aşçı (17) Cemal Şenol Bey 1962 yılı Kastamonu Bozkurt doğumlu bir Kağıthane sakini. 1976 yılından beri Kağıthane Talatpaşa mahallesinde aktif bir yaşam sürdürmekte. 1994’ten 2004 yılına kadar belediye meclis üyeliği yapan Cemal Bey bize Kağıthane hakkında ayrıntılı ve bilgilendirici bilgiler verdi, ayrıca kendisi başarılı bir cemiyet ve dernek üyesi. 1962 Kastamonu Bozkurt doğumluyum. İstanbul’a 1974 yılında geldim. 1974’te İstanbul’a geldikten sonra 1976 yılında Kağıthane’ye yerleştim. O yıllardan bu yıllara Kağıthane’de yaşıyorum. Tabii ki o günlerde Kağıthane’nin genel yapısı itibariyle özellikle bizim bulunduğumuz Talatpaşa mahallesi gecekondu semtiydi ama bugün gecekondudan kurtuldu, beton binalarla birlikte bir semt mahallesi halini aldı. Annem babam vefat ettiğinden dolayı ve diğer aile mensuplarımız da memlekette olduğu için ben aile reisiyim, Kağıthane Talatpaşa’da oturuyoruz. 1994 yılında belediye meclis üyeliğine seçildim. 1999’da ikinci seçimde tekrar belediye meclis üyeliğine seçildim. 19942004 arası on yıl Kağıthane’de belediye meclis üyeliği yaptım. Bu konuda da belki birçok yapılaşmada belediye meclisinin kararlarında bizim de katkımız olmuştur. Bugün polis atış poligonunun olduğu yere yapılan eğitim kampüsünde de katkımız vardır. Yani birçok alanda katkımız olduğu gibi bu tip yapılarda da katkımız vardır. Kağıthane’nin haklarını genel olarak korumak için her zaman mücadele ettiğimize inanıyorum. Şu anda meslek olarak, oğullarımın kurmuş olduğu bilgisayar ve kamera sistemleriyle ilgili şirketin başında onlara yardımcı oluyorum, onlara babalık ve ağabeylik yapmaya çalışıyorum. Cemiyetçilik anlamındaysa Kastamonulular Dayanışma Derneği’nin teşkilattan sorumlu genel başkan yardımcılığını yapmaktayım. Cemiyetçiliğin her alanında varım. Cemiyette bulunan insanlar hem bulundukları yere hem insanlara hem topluma hizmet etmek için kendini adayan insanlardır. Buralarda gençlere öğütler veriyoruz, yarının geleceği sizlerin elinde diyoruz. Sosyal faaliyetlerde çeşitli çalışmalarımız var. Sosyal ve kültürel faaliyetin her kademesinde bulunmaya çalışıyoruz. Lise ve ortaokulu dışarıdan bitirdim. Hayatımı hep çalışarak geçirdim. 1500’lerden günümüze… 1500’lü yıllara dayanan bir tarihi olan Kağıthane’nin özellikle 1700’lü ve 1800’lü yıllarda lale devrinde gerçekten insanlar Kağıthane’yi mesire alanı olarak kullanmışlar. Özellikle lalelerin yetiştirildiği bir yer haline gelmiş ve o günün şartlarında insanlar piknik yaparken mesire alanlarında sandallarla birlikte Kağıthane’de sandal sefası sürmüşler. O günün üst düzey yöneticileri padişahları Kağıthane’de saraylar ve köşkler yaptırmışlar. 60’a yakın yapının yaptırıldığı biliniyor. Kağıthane geçmişte ismini kağıt imalathanesinin olması sebebiyle almıştır. Bunun yanında atış poligonlarının olduğu, baruthanenin olduğu bir alanda Kağıthane’nin tarihine ışık tutmuştur. Kağıthane’nin coğrafi yapısı Haliç, Alibeyköy, Şişli, Beşiktaş gibi ilçelerin içinde bir mevkide kalıyor. Tarihinde Kağıthane yukarı mahalle, orta mahalle ve aşağı mahalle olmak üzere üç mahalleden oluşmuştur. Daha sonraki yıllarda Çağlayan ve Hürriyet mahallesi eklenmiş, 1960’lı yıllardan sonrada Gültepe, Harmantepe, Sanayi mahallesi gibi mahalleler

“Anadolu’dan, Kağıthane Talatpaşa’ya yolculuk” oluşarak günümüze kadar gelmiştir. Kağıthane bugün 19 mahalleye hitap ediyor. Bugüne geldiğimiz zaman belki biraz daha Kağıthane’nin tarihine tanık olacağız çünkü Osmanlı arşivi Kağıthane’ye geliyor. Osmanlı arşivinin Kağıthane’ye gelmesiyle ilgili belki sizler ve bizler bu konuda daha da bilgi sahibi olacağız. Kağıthane gelişiyor, gelişirken bir tek sıkıntısı var o da, Kağıthane tarihi o kadar eski olmasına rağmen isim noktasında Kağıthane fazla tanıtılamamış, yani bugün Beyoğlu, Şişli, Eminönü gibi ilçelerimizin isimleri daha ön plana çıkıyor. Kağıthane’nin ismi de şu anda olduğundan daha ön plana çıkmalıdır. Çünkü hem tarihiyle hem de birçok sosyal etkinliğiyle adını duyurabilecek bir ilçemiz. Günümüzde ise Kağıthane’deki mevcut il dernekleri sosyal ve kültürel etkinlikler düzenlemektedirler. Her ay ramazan ayında Kağıthane’de bulunan yirmi tane il derneği sosyal etkinlikler yaparak

Cemal Şenol / Serbest meslek

kültür anlamında birbirlerinin yaşam tarzını paylaşıyorlar. Bu yapılan etkinlikler tabii ki yeterli değil, eğer uluslararası festivaller yapılırsa Kağıthane daha da gündeme gelir. Bugün Kağıthane deyince insanların aklına gerçekten yaşanılır bir kent, bir ilçe gelmesi gerekir çünkü yeşil alanı mükemmel potansiyeli yüksek bir ilçe. Fakat yapılaşması günün şartlarına göre bozuk yapılmış ve çarpık bir kentleşme örneği olmuştur. Artık bugün kentsel dönüşüm kapsamında bu yapının değişmesi gerekiyor. Her şey gibi insan ilişkileri de değişti Bizim ilk geldiğimiz zaman semt bir gecekondu semtiydi, insanlar hangi evde kimin oturduğunu çok rahat bilebiliyordu, çok rahat arkadaşlık kurabiliyordu. Yeşil alan biraz daha fazlaydı, o günün şartlarında birçok yerde futbol oynanırken bugün futbol oynayacak zaman, yer kalmadı. O günlerde mahalle takımları vardı ve daha içten daha samimi maçlar yapılırdı. Bu maçları da mahalle halkı ailecek izlemeye gelirdi. O zamanlar tek kanal vardı TRT 1, binde bir maç yayınlanırdı, herkes statlara gidip maçları izleyemediği için de mahalle maçlarına herkes gelir ve çok güzel vakit geçirilirdi. İnsanlar arasında kaynaşma geçmişte bugünkünden daha iyiydi. Mahalleye çıktığınızda kahveye ya da başka bir arkadaşınızın dükkanında sohbetler çok daha güzeldi. O zamanlar şimdiki gibi kültür merkezleri yoktu, kahveleri kültür merkezi gibi sayabilirdiniz. Kahveye çıktığınız zaman kimin nerede oturduğunu nerede yaşadığını bilebiliyordun, herkes birbirini tanıyor ve saygı gösteriyordu ama bugünkü bloklaşma yapısında kimse kimseyi tanımıyor. Kağıthane’de son zamanlarda dernekçilik ön plana çıkmıştır. Her köy, her ilçe, hatta vilayet kendi derneğini kurmuştur. Bu konuda da

bir sıkıntı ortaya çıkmıştır, kurulan dernekler sebebiyle her il kendi bünyesine çekilmiş olduğu için insanlar haliyle kaynaşma ve bütünleşmeden uzaklaştılar ve gruplaşma oluştu. Salı günleri hep televizyon başındaydık Kağıthane’deki komşuluklar çok iyiydi, o günün şartlarını çok arıyoruz. Birçok yerde televizyon yoktu ve televizyonda tek kanal vardı. Televizyonu olanlara misafirliğe gidilirdi veya onlar size gelirdi. Özellikle salı günleri televizyonlarda yerli dizi olurdu, o yerli diziyi seyretmek için mutlaka birisine ya misafir gidilirdi, ya misafir gelirdi. Herkes heyecanla Salı gününün gelmesini beklerdi. İnsanlar da birbirlerini ağırlamaktan zevk alırdı. Bu tip komşuluk ilişkileri çok daha iyiydi. Tatlı sohbetler, güzel muhabbetler vardı insanların arasında ama şimdi misafir ağırlama adetlerimiz kalmadı, bitti. Eskiden Örnektepe semtinde bir sinema vardı hatta yazlık sinemaydı ve çok güzeldi, yazın aileler insanlar hep birlikte giderlerdi. Simdi tabii ki böyle bir şey kalmadı. Şimdiki gençlerin gittiği kafe tarzı yerler yoktu, kafeler yerine kıraathane gibi yerler vardı gerçi şu anda da buralarda kafe tipi yerlerden yoksunuz yani, o gün yoksun olduğumuz gibi bugün hala daha yoksunuz. Bugün Kağıthane’ye gençler için bir kültür merkezi yapıldı ama yeterli değil çünkü nüfus çok arttı. Gençlikle ilgili şimdi artık yöre derneklerinde de faaliyetler yapılıyor. Çeşitli tiyatro oyunları oynatıyoruz. Bu tip çalışmalar sıkça yapılmaya çalışılıyor. Geçen ay bir tiyatro oyunu oynadı gençler. Fakat zaman zaman bu kültür merkezini kullanmakta sıkıntı çekiliyor, istediğimiz gibi rahat kullanamıyoruz. Gençliğe yatırım yapmak adına bu merkezlerde daha sık ve rahat etkinlikler düzenlemeliyiz. Gerekirse her mahallede bir kültür merkezi olmalı.

bahçesinde Anadolu usulü davullu zurnalı düğününü yapardı. Şimdi düğünler oralardan alındı kültür merkezlerine veya kapalı alanlara taşındı. Bayramlaşmalar da değişti zamanla, eski bayramlaşmalarda en güzel özellik bayram namazından çıktıktan sonra cemaat olarak insanlar sıraya girer, büyük küçük herkes birbirinin elini sıkar öperdi. Şimdi ise bu adetimiz kaybolmaya başladı. Bu güzel adetimizin kaybolmaya başlamasındaki nedense, derneksel yapılaşmadan kaynaklanıyor. İnsanlar bayramlaşma yapacakları zaman bayram namazından sonra kendi öz derneklerine çekiliyor ve orada bayramlaşma yapıyorlar, kendi yöresine hitap etmeyen insanlarla bayramlaşmayı belki biraz daha geciktiriyorlar. Bu da insanların birbiriyle kaynaşması bakımından bir sıkıntı yaratıyor ama özellikle biz Kastamonulular bunu bu şekilde yaşamıyoruz. Yaptığımız etkinlikleri çevremizdeki dostlarla birlikte yaptığımız için kaynaşma konusunda bir sıkıntımız ya da bir kapalılığımız yok. Böyle özel ve önemli günlerde içimize kapanmıyoruz. Biz Sinoplu’suyla, Giresunlu’suyla, Ordulu’suyla, Sivaslı’sıyla hiç fark etmeden beraber yaşıyoruz, etkinliklerimize onları davet ediyoruz onlar da bizi davet ediyor, zaten cemiyetin içinde olan insanlar mutlaka o tür faaliyetlere gitmek zorunda kalıyor çünkü sürekli bir yerden ya davet ediliyorsunuz, ya davet ediyorsunuz. Bu anlamda da biz bu şekilde yaşamaya çalışıyoruz. Bizim isteğimiz bizden sonra gelen nesiller de bunu bu şekilde yaşatsın.

Bir ay boyunca il dernekleri birbirine misafir oluyor. Bu sırada gelen misafirlerden örneğin; Kars’ın kaşar peynirinden alıyoruz, onlara da Kastamonu helvasından ikram ediyoruz...

cirit Kağıthane’de devam ediyor. Bunun dışında şenlikler çerçevesinde yağlı güreşler yapılıyor. Bu güzel etkinlikler her yıl haziran ayında aktif olarak devam ediyor. Kağıthane’nin merkezinde tarihi bir cami vardır. 1400’lü ya da 1500’lü yıllarda yapılmıştır. Onun hemen yanında sübyan mektebi bulunmaktadır. Bu sübyan mektebi bakım ve onarım çalışması görmektedir. Şu anda Profilo Lisesi’nin olduğu yerde bir iki saray vardır. Bu saraylar da onarım altındadır ve kaymakamlık binası olacaktır. Levazım okulunun olduğu yerde de Sadaabat Camisi vardır. Tarihinde genelde hep padişahlara veya devletin ileri gelenlerine yani devlete hizmet edenlere Kağıthane’nin civarında, Haliç bölgesinden Kağıthane tarafına doğru bir uçtan bir uca, yüz ya da yüz elli tane saray, köşk ya da konuk evi yapılmış. Bugün tabii ki birçoğu yok olmuş, günümüze kadar ayakta kalamamış. Sayabileceğimiz beş altı tane eser kalmıştır. Bu eserler arasında çeşmeler, merkez camisi, Sadaabat Camisi ya da sübyan mektebi bulunmaktadır. Kağıthane yedi tepeden oluşuyor, bu tepeler çarpık yapılaşma sonucu varoş tepeler halini almıştır ne yazık ki. Diğer büyük sıkıntı ise Kağıthane E5 ile E6 yolları arasında sıkışıp kaldığından dolayı, trafiğin yoğun olduğu saatlerde insanlar bu yollardan kaçıp Kağıthane’ye giriyorlar. Bu da Kağıthane’de yoğun bir trafik problemi yaşanmasına neden oluyor. Bu sebeple Kağıthane’nin en büyük sıkıntılardan birisi trafik problemidir. Ayrıca ulaşımda da bazı eksiklikler bulunduğundan dolayı insanlar sıkıntı yaşamaktadır. Semt çok güzel bir konumda, İstanbul’un merkezinde bulunmakta fakat çarpık kentleşme semtin dışarıdan görünümünü estetik olarak olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle bazı konularda değişim olması

İnsanlar topraklarından kolay kopamıyordu Kağıthane’de o günün şartlarında kadınlar zaten Anadolu’dan tam kopmamıştı. Belki beyleri kopmuştu ama kadınlar özellikle yazın Anadolu’ya çalışmaya gidiyordu. Yani yazın bağ bahçe yapmak için mutlaka herkes memleketine gidiyordu. İnsanlar topraklarından tam olarak kopamıyordu. Bugün Kağıthane’deki kadınlar iş hayatında yerlerini aldılar ve şehir yaşamına adapte oldular. Kadınlar artık sadece ev hanımı değiller. İş düzeyinde ailecek çalışmaya başlayan aileler var. O dönemlerde belki bir bayanın çalışması normal karşılanmıyordu ama bugünün şartlarında kadınlarımız rahatlıkla çalışmakta, kızlarımız okumaktadır, bu da olumlu ve güzel bir gelişmedir. Kadın erkek ilişkileri ve kadınların sosyalleşmesi bugün gerçekten daha da güzel olmaya başladı çünkü kadınlar cemiyetsel anlamda sosyal etkinliklere katılmaya başladılar. Derneklerde bununla ilgili birtakım çalışmalar yapılmaya başlandı. Örneğin, kadın kolları kuruldu, gençlik kolları kuruldu. Eskiden kadınlar sosyal faaliyete ve etkinliğe önem vermeyebilirlerdi fakat bugün daha aktif bir şekilde yer alıyorlar. Bayramlaşmalar da değişti zamanla Bugün Kağıthane’de eskiden yaşadığımız kültürün, Anadolu’da yaşadığımız kültürün aynısını yaşatmak için bir mücadele veriyoruz. Özellikle Kastamonulular’ın ramazan ve kurban bayramında bayramlaşma adına pilav etkinlikleri olur. Etli pilav etkinlikleri her yıl Kastamonulular derneğimizde ve mahallemizde yapılır. Eskiden düğün salonları çok yoktu. Boş uygun arazilerde vardı, herkes kendi 01 11

Anadolu’yu Kağıthane’ye taşıyoruz Kağıthane’nin nüfus oranında genelde Sivaslılar birincidir, ikinci Kastamonulular gelir, üçüncü Ordu, Giresun, Erzincan beşinci altıncı sıraya gelirler. Bu dostlarımızla biz gerçekten iyi kaynaşıyoruz bunun en büyük meyvesini de ramazan ayında alıyoruz, Allah’ın mübarek ayında. Ramazan ayında Kağıthane’de bulunan yirminin üzerinde il derneği kendi yaşam tarzını, kendi kültürünü, kendi sanatını orada sergileme fırsatı buluyor, stantlar açılıyor. Bir ay boyunca il dernekleri birbirine misafir oluyor. Bu sırada gelen misafirlerden örneğin; Kars’ın kaşar peynirinden alıyoruz, onlara da Kastamonu helvasından ikram ediyoruz. Bu tip karşılıklı ikramlar, sosyal ve kültürel etkileşimler yaşıyoruz. Bu yaşam tarzımızı her ramazan ayında Kağıthane’de sürdürmeye çalışıyoruz. Ramazan ayında gelip mutlaka görülmeli ve yaşanmalı. Anadolu tam anlamıyla Kağıthane’ye taşınıyor. Kağıthane’ye özel bizim dönemimizde hıdrellezler yapılıyordu ve hala devam ediyor. Hıdrellez kutlamaları Kağıthane’de güzel ve orijinalliği bozulmadan yaşanmaya devam ediyor. Tarihimizden gelen ata sporumuz

gerekiyor. Böylesine güzel İstanbul’un göbeğinde bir bölgenin, beton yığınlardan kurtulması gerekiyor. Kentsel dönüşüm çerçevesinde yeşil alanların açılıp insanlara nefes alacak yerlerin oluşturulması gerekiyor. Gençlerimiz ve çocuklarımız için parklar, oynayacak alanlar açılmalıdır. Yeşil alanların açılması ve spor komplekslerinin yapılması Kağıthane için önemli bir ihtiyaçtır. Kağıthane’nin kendine has en önemli özelliklerinden bir tanesi, semtin tarihinin eskiye dayanması, Osmanlı’dan kalma mirasının olmasıdır. İkincisi sosyal etkinlik alanlarının çeşitli olmasıdır. Kağıthane’de düzenlenen sosyal etkinlikler gerçekten güzel ve görülmeye değerdir. Bunların başında da tarihimizde önemli bir yeri olan cirit oyunları ve yağlı güreşler gelmektedir. Geçmişin bahar aylarında etkinlikler nasıl düzenleniyorsa bugün de aynısı hatta daha fazlası yapılmaya çalışılmaktadır. Özellikle Nisan ayından sonra Kağıthane’nin has bahçelerinde, ağaçların altında insanlar mangallarını yakmış pikniklerini yapıyor olacaklardır. Kağıthane’de sosyal faaliyetler özelliklerini kaybetmeden devam ediyor. Bunlara kültürel ve sanatsal etkinlikler de eklendiği zaman ilçe gerçekten farklı bir konum kazanıyor.


Kağıthane

Röportaj Ilgın Yücel (24) Naime Taşoluk (16) Ali Sinan Güler (16) Uğurcan Yeşil (16) Sezai Kula 1 Eylül 1941 Kağıthane doğumlu. Doğma büyüme Kağıthaneli olduğu için hayatının yüzde doksanını burada geçirmiş. Asıl mesleği muhasebecilik olan Sezai Amca 35 sene esnaf odası başkanlığı, 1977-1980 yılları arasında Kağıthane Belediye meclis üyeliği, 1994-1999 yılları arasında İstanbul İl Genel Meclis üyeliği, aynı dönemde Recep Tayyip Erdoğan’ın esnaf danışmanlığı ondan sonra da Ali Müfit Gürtuna’nın esnaf danışmanlığını yapmış. Çalışmayı çok seven ve hayatı boyunca bu zevkinden vazgeçmeyen Sezai Amca bütün bu dolu dolu yaşadığı iş yaşantısının yanında 1958’den beri spor kulübünde 13 sene başkanlık, genel sekreterlik ve veznedarlık görevini yürütmüş ve halen spor kulübündeki çalışma hayatı devam etmektedir. Kağıthane’nin köy olduğu dönemlerden bu günlere nasıl geldiğini, nasıl değişip geliştiğini anılarıyla harmanlayıp bizlerle paylaştı... İlçemiz Beyoğlu, nahiyemiz Şişli, köy de Kağıthane’dir. Ehliyetimde aynen böyle yazar… 1 eylül 1941 İstanbul Kağıthane doğumluyum. Evliyim ve iki cocuğum, iki tane de torunum var. Doğma büyüme Kağıthaneli olduğum için

hayatımın yüzde doksanı burada geçti. Çocukluğumuz şimdiki çocuklara anlattığımız şekilde anlarlarsa yontma taş devrinde yaşanan bir hayattır ama çok güzel hayat geçirdik. Kağıthanemiz Türkiye’nin o zaman en iyi köylerindendi. İlçemiz Beyoğlu, nahiyemiz Şişli, köy de Kağıthane’dir, ehliyetimde aynen öyle yazar. Sonra Şişli, daha sonra Kağıthane kaza oldu sonra da belediye oldular. Dedelerim, babamın dedeleri Bulgaristan’dan göç olduğunda buraya yerleşmişler ve tüm Rumeli’nin insanlarının bir kısmı hemen hemen Kağıthane’ye gelmişler ama Kağıthane’nin kuruluşunu onlar yapmamış. Kuruluşu daha önce yapılmış çünkü burada Daye Hatun Cami var, o cami 1400’lerde var olan bir yapı. Onun için bizimkiler belki de 200-250 sene evvel gelmişler buraya ve yerleşmişler. Dedemler ikizmiş -Hasan ve Hüseyin- çiftçilik yaparlarmış. Hüseyin ikinci cihan harbinde şehit olmuş. Ailem çiftçilik yapardı. Anne tarafım Karadenizli, baba tarafım Rumelili. Babam Sular İdaresi’nde makinistlik yapardı. Bizim çocukluğumuzda o zaman

“İlçemiz Beyoğlu, nahiyemiz Şişli, köy de Kağıthane’dir. Ehliyetimde aynen böyle yazar…” elektrik yoktu, küçük bir evimiz vardı, bir odada toplanırdık, kışın bir soba yanardı ben bir lamba altında ders çalışırdım. Kardeşlerim diğer küçük odada soğukta yatarlardı. Fakirdik ama mutluyduk, kimseye muhtaç olmadık. Şimdiki gibi oniki ay her zaman domates biber yoktu, onların bir mevsimi vardı. Domates, biber, patlıcan, bakla bahara doğru nisandan sonra çıkardı. Onlar evimize geldiği zaman yeni bir şey keşfedilmiş gibi annem onların yemeğini yapardı yerdik. Kışın pırasa, ıspanak, lahana öyle bir çeşit vardı şimdiki gibi hepsi yoktu. Şu anki gibi marketler yoktu. Biz bakkala giderdik bakkaldan öte beri alırdık, deftere yazdırırdık. Babamız maaşını aldıktan sonra gelir ödemeyi yapardı. Çocukluğumuzda Hasbahçe vardı şimdi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı büyük organizasyonların olduğu yer, çocukluğumuz orada geçerdi. Cumartesi pazar orada maçlar olurdu. Biz bazen lastik ayakkabıyla bazen yalın ayak oralara gider 5 kuruşa su satardık. Şişli ortaokuluna giderken Kağıthane’de bir ilkokul, Şişli Bomonti’de bir tane ortaokul, Beyoğlu’nda da bir tane lise vardı: Atatürk Erkek Lisesi. Tabii ki o zaman büyük liseler de vardı, Galatasaray Lisesi gibi… 1960 senesinde mezun oldum. Gençliğimizde televizyon yoktu. 1960’dan sonra babamın aldığı küçük bir radyo vardı, eve sonradan getirilen elektrikle radyoyu çalıştırıp şarkı, haber dinlerdik... Güzel günlerim geçti…

Kanun-i Sultan Süleyman’ın daiyesi Kağıthane bir bayır üzerine kurulmuştur ve birçok tarihi yapıları da vardır. Daye Hatun camii, 1700’lerden lale devrinden kalma Sadabat cami, yeni restore edilen ve kütüphane olacak olan tarihi bir yapı, imar edilen karakolumuz ve eskiden varolan birçok çeşme ve kasır, fakat şu an bunlar yok. Daye Hatun camii Kanuni Sultan Süleyman’ın daiyesi, yani ona bakan süt verenin adına yaptırılmıştır. Onun hemen yanında sübyan mektebi, karşısında tarihi karakol, daha ileride de zabit mektebi vardı. Şimdi o okul Profile Lisesi’nin yanına yapılıyor, orası kaymakamlık olacak, emniyet gelecek... Kağıthane’mizde güzel bir mimari durum devam ediyor. Yeni bir proje de Menderes’in 1950-60 dönemleri arasındaki bir projesi: Kemik Hastanesi’nin oradan büyük kanallarla yol açılacak, deniz bağlanacak. Şimdi Cendere Vadisi projesi var, Hasbahçe, Kasımpaşa’ya giden yollar burasını çok güzel yaptı her taraf yeşil oldu. Fiyatlar mesela,

bir daire burada 100 bin liraysa 250 bin lira oldu. Burası tamamen bir merkez oluyor. Yukarıda da Avrupa’nın en büyük Adalet Sarayı yapılıyor. Bizim burada yatırlarımız da var. Harpte üç tane kendini gösteren yatırımız var ben görmedim ama bunu yaşayanlar var. Yatırlardan bir tanesi okulun yan tarafında, diğeri arka sokakta biri de aşağı mahallede. Yatır dediğimiz harpte şehit olmuş olanlar... Her akşam yatsı zamanında iki tanesine ibrik bir de havlu konulurmuş, sabah geldiklerinde ibrik boş, havlu da ıslak olurmuş. Yani öyle bir yatırımız var, burada bekleyenler var ama şimdi ne olduğunu bilmiyorum. O zaman bize anlatırlardı.

dum. Piyes yazdım, piyes oynadım ve bu piyesi spor kulubünde 1 lira girişle oynadık, buradan topladığım 100-200 lirayla forma ayakkabı alırdım. Bu piyesi Karaburun’a

Buradakiler bayırlara çıkarlar, labada toplar yemek yaparlardı Eskiden Kağıthane’mize tabanvay, yani yaya ulaşımı vardı. Yalnız bir veya iki tane eski 1952-53 model ya da 1938 model taksi vardı. Dolmuş yaparlardı. Parası olan onunla giderdi. Bir de at arabalarıyla ulaşım sağlanırdı burada; çiftçilik olduğu için sebzeler at arabalarıyla Eminönü’ndeki hale giderdi, daha sonra bu taşıma Rusya’dan gelen gaz kamyonlarıyla oldu. Zengin olan o arabaları alıp onunla giderdi. Toplu ulaşım yoktu. Daha sonra 1968’de Kağıthane Belediyesi iki tane küçük otobüs aldı, Şişli’ye ulaşım onlarla olmaya başladı. Şişli camiinin yanında orada otobüs durağı vardı, oradan da İstiklal’e giden tramvaya binilirdi. 17121730 arasında Patrona Halil isyanı bizim burada oldu .Güzel topraklar bizim topraklar, yalnız eski tat yok, hiçbir yerde yok, her şey karıştı; eski domates domates değil, eski salatalık salatalık değil, tatları yok. Eskiden Kağıthane’nin tabii güzelliği çok güzeldi, yemyeşildi. O zamanlar sular idaresi dediğim yerde sadece gaz ve kömür vardı başka bir şey yoktu. Benim annem ve buradakiler bayırlara çıkıp labada toplarlar yemek yaparlardı. Bu başka bir lezzet verirdi. Yakacak olarak da kadınlarla, abilerle tepelere giderdik funda kökü toplardık, onları getirir yakardık. Bazen abiler tepeden aşağı bağladığı at arabalarıyla gönderirdi. Burada gaz ocağını ilk alanlar zengin insanlardı. Gaz ocağı almak ne demek, su ısıtıcaksın, yemek yapacaksın... Bunun yanında tel dolaplar vardı, buzdolabı yerine kullanılan. Yemekler bir günlük yapılır tencereden hemen kaplara sonra da tel dolabına konulurdu, hava alıp gitsin diye… Bir günde yemekler yenilir tekrar yemek yapılırdı. Bir kasabımız vardı, kasap dükkanı da yoktu o zamanlar, o caminin musalla taşlarının orada etler dışarıda ağaca asılır, sinek gelmesin diye de tel dolapların içine konulurdu. O etler günlük giderdi, tıpkı evde yapılan yemekler gibi. Güzeldi gençliğimiz, tek kaptan yemek yerdik, öyle herkese kap yoktu, daldırdın mı kaşığı onun bereketi daha başka olurdu. Meydanlık alanda kuka saklambaç oynardık Biz çocuktuk, Karaburun vardır Terkos tarafında çok güzel bir kıyı köyüdür. Şimdi epey büyüdü. Bizde okullar 23 nisanda tatil olurdu. 23 nisanda piyes yapardık. Ben de piyeslerde rol alırdım. Gençliğimde 1961-1962’de Kağıthane’de gençlerle beraber ilk defa tiyatro kur12 01

Sezai KULA / Muhasebeci götürürdüm orada tabii tiyatro yok, televizyon yok orada oynardık. Onlar bizi beklerdi, Terkosa giderdik sahne kurardık bahçelere, kahvelere... Babamız fakirdi ama okuttu bizi. Sabah okula giderdik, 3’ten sonra okullar tatildi. Ondan sonra otururduk oyun oynardık: Çelikçomak, birdirbir, saklambaç… Hava kararınca yemek yedikten sonra kuka saklambacı diye bir oyun vardı, meydanlık alanda onu oynardık. Bir konserve kutusu bulurduk, onu bizim evin oraya koyardık üçer dörder kişi takım olurduk. Bu takımdan ebe olanlar biz kukayı atıp o düşene kadar bizi kovalayamazlardı. Ebe bizi gece dağlarda bayırlarda arardı. Bir arkadaşım vardı o kadar korkardı ki, o eve gidermiş bizim haberimiz yok, biz de onu arardık. Maçlar olurdu pazar günleri, maçlara gidip büyük abilerimizi seyrederdik. Biz büyüdük aynı şeyleri yaptık. Yalnız son zamanlarda 1965’lerde o zaman bahçe sinemaları çıkmıştı, yazlık sinemalar. Millet akşamları, mesela, bu binanın olduğu yerde sinema olurdu 1 lira girişle sinemaya girerdi. Saat 8’de en aşağı iki film oynardı. 11’de çıkarlardı. Eğlencemiz son zamanlarda yazlık bahçe sinemalarıydı ama 1960’tan sonra televizyon geldi. Televizyon bir alemdir. Kime televizyon geldiyse herkes o akşam orada, televizyonda sinema gibi o eve dolardı kapıların diplerine kadar millet, kimi ayakta, kimi yerde istikal marşına kadar her şeyi seyrederdik. Şimdi artık kimsenin baktığı yok. Hasbahçe’de kağlumbağaların üzerine koyulan mumlar Belediye’nin üst kısmında Kağıt-

hane İlkokulu vardır, o okul yapılmadan evvel orada otuz küsür köşk varmış. Ben hatırlamıyorum ama 1938 yangınıyla o köşkler yanmış, şimdi onun yerine okul yapıldı. Diğer yerlerde bahçe, alan duruyor. Çocukluğumuz, Hasbahçe vardır şimdiki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin büyük organizasyonları gerçekleştirdiği yer, orada geçerdi. Sadabatımız, Hasbahçemiz çok güzeldi, hıdrellezler olurdu. Hıdrellez günü orada büyük panayırlar kurulurdu. Herkes, hemen hemen İstanbul’un bütün ahalisi oraya gelirdi bir de karşıda Göksu’ya giderlerdi. Sandallar şimdiki belediye binasının oraya kadar gelirdi bir de Haliç’te bir şelalemiz vardı. Biz çocukken iner herkesi seyrederdik. Cambazlar, sirk olurdu fakat bizim bildiğimiz sirk değil, salıncaklar olurdu neler yoktu ki... Tüm insanlar sabahtan akşama kadar evde yemeklerini zeytinyağlılarını, dolmalarını hazırlar, bizden büyük olanlar rakılarını alırlar hem içerler hem eğlenirlerdi. Çocuklar kendi aralarında oyun oynarlardı. Hıdrellez mayısta başlardı şimdi Kağıthane Belediyesi onu daha profesyonel olarak Hasbahçe’de spor sahasının yanında yapıyor. Hayatımız güzel geçti. Ben hatırlarım, lale devrinin canlandırılmasını biliyorsunuz, lale devri burada olmuştur; Hasbahçe’de kaplumbağların üzerine koyulan mumlarla kaplumbağaların yürüyüşleriyle orada bir güzellik olurdu. Benim bildiğim kadarıyla altmış sene evvel aynı şeyi yaşatırlardı. Bunun yanında deremiz çok temizdi. Biz çocukken o derede yüzerdik ama asit yüzünden, altyapı yapılsa da, yüzülecek bir yeri kalmadı. Bir de komşumuz Ayazağa’da evvelden su taşardı, sandallarla adam kurtarılırdı… Biz bayramları beklerdik, çocukken el öpüp para almak için... Benim babam Hafız Ahmet’tir. Babam boş zamanlarında Kuran-ı Kerim’i okur, onu tercüme eder ve içtiatlarına bakardı. Babaannem de öyleydi. Biz evde namazı, orucu, zekatı biliyoruz, biz böyle yetiştik. Biz farklı cemaat, din hiç öyle bir şey bilmezdik. Biz bayramları beklerdik çocukken el öpüp para almak için. Şimdi bazı ufaklıklar herkesi gelip öpüyor, biz onu yapamazdık. Ben pazarlık ederdim ‘bak elini öpmeye gelicem, mendil istemem 25 kuruşumu isterim’ diye pazarlık ederdim. Öyle para toplardık annemiz de verirdi. Öyle büyük bir para da toplamazdık. Şimdi millet bayramı tatile gitmek için bekliyor. Bizim zamanımızda öyle bir şey yoktu. Bayramda büyüklerimiz herkesin mendilini, çorabını, başörtüsünü hazırlardı. Çocuklara


Kağıthane

para, çok yabancı gelenlere de şeker, çikolata hazırlardı. Bazen para yetmez şeker, çikolata hazır olurdu. O bayramlar epey sürerdi, herkes gelir giderdi. Şimdiki gibi kapıdan gelip el öpmek yoktu ya da telefonlara mesaj bırakmak diye bir şey yoktu. Muhakkak bire bir el öpülür, bire bir el öptürülürdü, bu çok güzel bir şeydi. Şimdiki bayramlar gibi değil. Kurban bayramı olduğu zaman başka, bambaşka bir alemdi. Herkes, biz iki gün evvel alırdık koçumuzu, koyardık onu beslerdik, öperdik, severdik... konuşurdum ben. Ahh eski bayramlar diyorlar ya direkler arası gibi eğlencedir o... Direkler arası Beyazıt’ta veznecilerde 30 ramazan eğlence yeriydi orası. Ben sonuna tiytarolara, sinemlara yetiştim. Sinemalar vardı beş film tekmili birden, sabah girerdik akşama çıkardık. Bir de Taksim’de Alkazar sineması vardır, o da öyleydi. Filmler başlardı ‘Bay Tekin Uzayda’ diye, öyle daha yeni filmler yoktu. Oradaki eğlenceydi, o direkler arası... Bazen diyorum ‘yarabbi beni biraz daha geç gönderseydin’ ama 41 senesinden bu seneye kadar yaşadığım yıllarda en güzellikleri, en iyileri yaşadım. Bir Zeki Müren, bir Tanju Okan, bir Hamiyet Yüceses, bir Safiye Ayla, bir

Röportaj Hümeyra Bişgin (24) Esma Gür (16) Mehmet Önerli Bey, 1944 yılında Trakya’da, Saray’ın Çerkezköy kazasında doğmuş. İstanbul’a 1950 senesinde gelmiş. Kâğıthane’de 33 sene bir fabrikanın satın alma müdürlüğünü yapmış. Bugün hayat arkadaşı Cahide Hanım ile emekliliğin keyfini yıllardır beraber oturdukları bu şirin evde sürmekteler Okumak için geldik, maalesef okuyamadık Abimin vasıtasıyla geldik Kâğıthane’ye ve yerleştik. Annem babam Trakya’daydı. Benim abim, 1960 senesinden 1985 senesine kadar tek muhtardı Kâğıthane’de. Okumak için geldik, maalesef okuyamadık. Araba falan aldık, şoförlük elzem geldi bana. 65 senedir buradayım, Kâğıthane’deyim, hiçbir yere gitmedim. 5-6 yaşlarındayken, okula giderken, ufakken hep boş arasaydı buralar… Burada zaten hep top koştururduk, misket oynardık, kovalamaca oynardık, ne bileyim kaydırak oynardık, burası köydü; biz geziyorduk, Hasbahçe’ye gidiyorduk, oyun oynuyorduk, kayıklara bakıyorduk. Öyle günlerimizi geçiriyorduk. Çocukluk arkadaşlarımızın tabii çoğu öldü… Çok sevdiğim bir abla vardı. Gidiyorum onlar bana bakıyordu, şimdi Nişantaşı’ndan bir abla geldi, hanımdı tabii, sosyeteydi, ben de ufak çocuktum, onlara su taşırdım; eskiden çeşme falan yoktu. Onlarda otururduk, onun elinden tutardım, gezdirirdi beni, çok severdim şimdi kendi de hacı. Semte ilk geldiğimizde herkes birbirini tanıyordu Semte ilk geldiğimizde herkes birbirini tanıyordu, hiç bu kadar kalabalık yoktu; hemşerilerimiz vardı, çok sık görüşürdük, yaşlandığımız için eskisi kadar görüşemiyoruz, gidemiyoruz yani. Hemşerilerimizle dayanışma içerisindeyiz. Her konuda birbirimize derdimizi anlatırız. Semte akrabalarım da benim gibi ufakken yerleşti. Onlar da büyüdüler, evlendiler. Yeğenlerim… Bayramda gelirler, biz gideriz. Eskiden bir komşuya gidiyorsun, anlatıyor-

Orhan Boran... neler yoktu ki bizim dönemimizde... O kadar güzellikler vardı ki onlar yok artık. Ben arabada radyo dinlerken, Zeki Müren’i dinlerken ağlıyorum yarabbim bu sesi nasıl verdi diye. Zeki Müren vasıta, o ses onun değil, o rabbimin gönderdiği bir ses. Bu güzelliği yaşayan bilir, o kadar güzeldir ki... Düğün çorbası, pilav, zerde Biz çocukken bir diğer eğlencemiz de meydan düğünleriydi. Sabah başlar, hemen hemen 2 gece sürerdi. Orada masalar kurulurdu. Düğün evinde, erkeğin evinde de masalar kurulurdu. Gündüz iki gün yemekler konulur, yemek verilir misafirlere, düğüne gelenler de karınlarını doyururdu. Bir de gece bunun çalgılı, çengili eğlenmesi vardı. İçki muhakkak vardı, onların ayrı mezeleri olurdu. Biz çocuklar onları seyrederdik. Sabahlara kadar oyunlar olurdu. Bazen kavga çıkardı içki olduğu zaman masalar havalarda uçardı. Yemekleri, Hanife hanım teyze vardı, o yapardı. Düğün yemeği en aşağı bin kişiye yapılırdı. Düğün çorbası, pilav, zerde... onlar bitti sonra anneme kaldı bu iş, annem yapardı düğün yemeklerini. Meydan düğünleri

kalktı, ondan sonra azar azar düğün salonları açıldı millet yenilik diye oraya gitmeye başladı yavaş yavaş. Şimdi düğün salonlarda oluyor. Bazıları da, nikah salonumuz var, gidiyor orada yüzük takıyor. Bir de bizim burada her sene sünnet düğünü olurdu. Muhtarlık her sene sünnet düğünü yapardı. Bu ağaçlıklı olan yerde ben sünnet oldum ama bir kişi değil, en aşağı yüz kişi… Çadırlarla yerler yapılırdı, herkes gelirdi bir tek Zeki Müren gelmedi. En son Muzaffer Akgün gelmişti. 1965’te bu bitti artık biraz mali zenginlik olduğu için kimisi tek, kimisi iki kişi yapıyor. Komşusu aç yatan bizden değildi Komşuluklarımız o kadar güzeldi ki muhakkak her gece birbirine gidilirdi. Ben 12-13 yaşına geldiğim zaman bile anneme ben de geleceğim derdim, hanımların içine giderdim. Bazen annem bir gecede iki komşuluk da yapardı. Gündüz hanımlar işlerini bitirir kapı önlerine ufak ufak sandalyeleri koyarlar orada muhabbet ederlerdi. Kimisi örgü yapar, kimisi oya yapar hem onu yaparlar hem de konuşurlardı. Komşuluklar böyleydi. Kimse kimseden rahatsız değildi. O kadar

güzel komşuluklar vardı ki komşusu aç yatan bizden değil diyen peygamber efendimizin sözünü tatbik eder gibiydi. Komşuyu aç bırakmazlardı. Herkes herkesle konuşurdu. Kimsenin kimseye kötü gözle bakacağı bir durum yoktu. Kardeş, abla, yenge, enişte gibi bakılırdı. Bizde hanımlar çalışmazdı. Bizde biliyorsunuz fakirin nesi olur çocuğu çok olur, onlar çocuklara bakarlardı. Yalnız bir Münevver ablamız vardı. O evinde terzilik yapardı. Herkesin getirdiğini dikerdi, ne verirsen 5 lira, 10 lira… Kağıthane’de çalışan kadın yoktu. O zamanlar burada hiçbir şey yoktu ki… Yukarıda ve aşağıda birer tane bakkal vardı, yukarıda kahvehane yoktu, aşağıda iki üç tane vardı, bir de kasabımız vardı… Fener yenildiği zaman fenerin tabutu yapılırdı Eskiden farklılık yoktu ama şu anda var. Eskiden ancak ocak başkanlığı olurdu, o Halk Parti, Demokrat Parti zamanında... o zaman farklılık olurdu. O zaman bizim burada değil ama başka yerlerde Anadolu’da ayrılık gayrılık vardı. Halk partililerin gittiği kahve başka, Demokrat partililerin gittiği başkaydı... Hatta öyle ileri gitmişler

ki camileri bile zamanında ayırmışlar ama bizde öyle bir şey yoktu. Biz çok ufak bir aileydik. Partizanlık vardı ama öyle ağır değildi. Burada bir de futbolla alakalı çok güzel şeyler olurdu. Bizim abilerimiz Fener yenildiği zaman Fenerin tabutunu yaparlardı, önde bir imam arkada biz giderdik. Galatasaray yenildiği zaman onlar Galatasaray bayrağıyla tabut yaparlardı, öyle güzellikler vardı... Bunların yanında burada hemşeri kavramı yoktu. Kağıthane’ye sonradan yerleşenler, yerlileri olmayanlar oluşturdu bu kavramı. Mesela ben Bayburtlu’yum, çamurdan olsun Bayburtlu olsun diyorlar. Sonra da dernekler kuruldu: İstanbul-Bayburt, İstanbul-Gümüşhane gibi… Bunun dışında Kağıthane’mizde farklı din mensubu arkadaşlarımız yoktu. Alevi arkadaşlarımız vardı ama onlar da müslüman olduğu için farklı din olarak saymıyoruz. Yukarıda da onlara ait cemevi bulunuyor. Eskiden Kağıthane’de 100 hane varsa şimdi 500 bin nufüs yaşıyor. Yani 100 hanede 300 kişi yaşıyordu şimdi oldu 500 bin bütün dağlar, bayırlar doldu. O yüzden eskiden farklılıklar yoktu ama 500 bin nüfus içinde farklı din mensubu insanlar yaşıyor olabilir.

“Kâğıthane yemyeşil bir ağaçlıktı, gezmeye doyamazdın” sun, ne bileyim bir yardımlaşma var; ama şu an böyle bir yardımlaşma yok. Yok yani, arkadaşlarımızla samimiydik, imkan dâhilinde yoksullara yardım edilirdi. İş yok diye kestiler yardımı. Bizim zamanımızda yeni yeni yetişiyordu moda. Ama ben böyle bir şeye girmezdim; ben öyle uzun saç falan sevmezdim, öyle dans gruplarına gitmezdim, normal bir yaşantımız vardı… Kıyafet… O dönemde benim eşimde gördüğünüz gibi başörtü, manto vardı… Partiye

Mehmet Önerli / Emekli üye olmadım ben, partiye üye olmak için teşvik ediyorlardı ama... Ben evden işe, işten eve, hiçbiriyle ilgilenemedik, semti koruma ve güzelleştirme dernekleri de vardı, ama benim herhangi bir ilişkim olmadığı için sadece şu dernek şunu yapmış, bu dernek bunu yapmış, onları duyuyordum. Kağıthane yemyeşil bir ağaçlıktı Dere billur gibi tertemiz, gözyaşı gibi temiz akıyordu; parayı at parayı bulursun, tahta köprü vardı. Tahta köprüden geçerdik biz. Halıcıoğlu’ndan, Eyüp’ten kayıklar gelirdi. Kâğıthane yemyeşil bir ağaçlıktı, yani gezmeye doyamazdın, anladın mı? Çocukluğumuzda laleler vardı, ta aşağıda askeriyenin

olduğu yerde, mesela buralarda, bahçeler vardı, domates biber yetişirdi. Çok az fabrika vardı. Yazın toplu sünnetler oluyordu böyle, tüm sanatçılar geliyordu yani… Sırf Kağıthane değil, tüm çevre ilçelerden, illerden insanlar geliyorlardı eğlenceye, o çok keyifli oluyordu, çok güzel oluyordu, hani cazip geliyordu. Hıdrellez oluyordu sonra tabii… Ağaçlık olduğu için… Yani alabildiğine böyle ulu ulu çınar ağaçları… Hani, hiçbir tane yok şimdi. İşte, o 1980 senesinden sonra bir yağmur yağdı dere taşmıştı, ama hangi sene olduğunu hatırlamıyorum ben. O ağaçları o taşan derenin suyu çürüttü. İşte bu şimdiki Profilo okulunun oradaki tüm ağaçlar böyle kurudu, sonra belediye tek tek kesti o ağaçları. Böyle alan oldu, sünnet düğünü yapılan. Hasbahçe’nin ağaçları da kurudu. O su bir hafta kalmıştı, o zaman helikopterle bu aşağıda benzincinin orada, eskici vardı. O eskicinin insanlarını helikopter böyle geldi aldı o zaman ama kaç sene oldu bilmiyorum unuttum şimdi. Öyle yani çok güzeldi, keyifliydi. Hıdrellez oluyordu o ağaçlıklarda bu şeylerde, mesela, o günün sanatçıları Muzaffer Akgün, zaten Muzaffer Akgün geliyor dediler mi tamam; Nezihat Bayram, Adnan Şenses, o zamanın ünlüleri kimse mutlaka gelirlerdi. Çok güzel olurdu, keyifli olurdu, güzeldi yani o zaman öyle güzeldi. Yani tenhalıktı, şimdiki gibi böyle kimse… O zaman herkes birbirini tanıyordu, herkes birbirine söylüyordu işte şu sanatçı gelecek, haydi gece oraya. O zaman böyle güzeldi. Karakol var, yazlık sinema vardı. Burada karakol vardı o zamanlar, Kâğıthane’nin en meşhur karakolu, bir tane karakol vardı, Maslak’taki jandarma karakolu da bu karakola bağlıydı. Bu karakolun arkasında da yazlık sinema vardı, tüm millet o yazlık sinemaya giderdi. Günün filmleri neyse, Hülya Koçyiğit, Tarık Akan, izlerdik. Çarşamba, cumartesi, hafta sonları giderdik. Normal kıyafetlerimizi giyerdik, yok öyle süslenelim püslenelim… Gayet normal gidiyorduk. Gezici tiyatrolar yeni yeni türediler, sağ olsun belediye… Ama sinema köyde bir tane vardı. Köydü burası, 01 13

Şişli’ye yürüyerek çıkıyorduk, yalınayak çıkıyorduk, gidiyorduk. Öyle araba maraba yoktu, bahçelere giderdik; domates toplardık dalından, o kadar güzeldi ki hep buralar bahçelikti, hayvanlar vardı.

Bizim çocukluğumuzda istihkâm okulu vardı, sübyan okulu vardı, Sadabad Camisi… Şimdi onu restore ettiler, ondan sonra tarihi cami var, Taya Hatun Camisi, biz de oraya monte edilmiş bir yazı var, Taya Hatun’un kabristanı… Ben bilmediğim için okuyamıyorum, Meşhur Kazım Ünlü’nün köşkü… Çok eski bir hastane varmış, ben görmedim onu. Hamidiye suyu vardı, Kağıthane’de terkos Hamidiye, Hamidiye’de su basarlardı, Ayazağa’ya giderken. Eski ekmek fırınları vardı. Ha! çöp atmak için, at arabaları vardı, katırlar çöpleri topluyordu. Mezba vardı, mezba hayvanları kesiyordu, bizim çocukluğumuzda buzdolabı falan yoktu,

nerde… İnsanlar fakirdi, koyunu kesiyordu, dükkana koyduğu zaman sinekler koyuna yapışmasın diye sinekleri devamlı kağıtla şey yapıyorlardı, uçuşturuyolardı, nerede o zaman buzdolabı falan, hiçbir şey yoktu… Hepimiz fakirdik. Yalan söylemenin gereği yok, şimdi Allaha şükür çok iyi… Burada ekseriyetle Sivaslılar vardı, Tokatlılar, Gümüşhaneliler. 70’lerde, 80’lerde burası daha çok göç aldı. Tunceli, Erzincan, Bitlis, Diyarbakır, var oğlu var… Hiçbir tane ev yoktu bu bayırlarda, bakın bu binalar sonradan yapılan binalardır; Nurtepe, Güzeltepe… Hep bunlar sonradan oldu. Yakın bir zamana kadar semtte cemevi dahi yoktu. Nurtepe’de şimdi cemevi var. Kâğıthane küçük bir yerdi. Biz büyüdükçe fabrikaların sayısı da arttı. Çocukluğumda çok az fabrika vardı, tabii 5-6 tane fabrika vardı. Fabrikalar çoğaldı; yağ fabrikaları, mermer fabrikaları çoğunluktaydı. Ondan sonra, tekstil fabrikaları vardı, onlar konfeksiyona dönüştü. Aziz İstanbul “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!/Görmediğim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer/Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul/ Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” Benim için de İstanbul, Yahya kemal‘in dediği gibi ‘sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer’


Kağıthane

Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi İstanbul'u keşfetmeye devam ediyor! Proje kapsamında yapılan saha çalışmaları tamamlanmak üzere. Gönüllüler Kağıthane, Şişli, Maltepe, Tuzla, Beykoz ve Sarıyer'de de saha çalışmalarına çıktılar ve elde ettikleri deneyimleri, hikayeleri kayda geçirmeye devam ediyorlar. Önümüzdeki günlerde bu ilçelerin gazetelerini de sizlerle paylaşmış olacağız. Yaptığımız röportajları gazetelerin yanı sıra projenin web sitesinden de takip edebilirsiniz. Gazetelere ulaşmak için proje ekibiyle iletişime geçebilirsiniz.

www.sokagimdantarihyaziyorum.org

Habertürk

İstanbul 2010 Eğitim Yönetmenliği Bir İstanbul Masalı Proje, öğrencilerin ilk çağdan günümüze İstanbul’un tarihsel gelişimini masal, hikâye ve öykü aracılığı ile Türkçe, İngilizce ve Almanca olarak anlatmalarını, anlatılan masalların geçtiği tarihi İstanbul kentinin mekânlarının bugüne kadar olan farklılıklarını fotoğraflar ile ifade etmeyi amaçlamaktadır.

Müzik Nasıl Konuşur Proje; çocuklara çok sesli Klasik Batı Müziği’ni tanıtmak ve sevdirmek, çocukların sanata karşı olan hassasiyetini arttırmak ve sanata yaklaştırmak, bakış açılarını değiştirmek gibi amaçlara hizmet etmektedir.

Evimiz İstanbul Proje kapsamında geliştirilen beş faklı modül ile eğitim parkı, öğrenim birimi, ateş böceği, okul çalışmaları ve kültür tırı ile 57.136 çocuk, 903 gönüllü ve 3.000 öğretmene eğitim verilerek, İstanbul’a dair çalışmalar yapılacaktır.

Kayıttayız İstanbul Bir yıl boyunca İstanbul’un 12 farklı semtindeki devlet ve özel okullarda bulunan liseli öğrencilerle bulundukları bölgelerin tarihi, coğrafyası veya sosyal yaşamını konu alan 12 kısa film çekilecek.

Atıf Yılmaz Stüdyosu Atıf Yılmaz Derneği ve Küçükçekmece Belediyesi’nin ortaklaşa gerçekleştireceği bir eğitim ve stüdyo projesidir. Proje kapsamında, sinema alanında yetenekli gençlere sektörün önde gelen isimleri tarafından eğitimler verilecektir.

2010 Okullarda Proje; Müzik, Gösteri ve Sahne Sanatları, Görsel Sanatlar ve Edebiyat alanlarında öğretmenlerin ve öğrencilerin üretici olarak İstanbul 2010 sürecine katılmalarını, dolayısıyla sürdürülebilir kültür tüketicilerinin ve sanatı talep eden kitlenin sayısının artırılmasını amaçlamaktadır. 14 01


Kağıthane

“Enerjimiz İstanbul’dan” İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Gönüllülerini Arıyor 2010 yılı hızla yaklaşırken, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı bünyesinde yapılan çalışmalar hızla devam ediyor. Gerçekleşen etkinlikler ve program için www.istanbul2010.org adresine göz atabilirsiniz. 2010 Avrupa Kültür Başkenti Gönüllü Programı; yapılan etkinliklerde, İstanbulluların daha etkin rol alması ve ihtiyaç duyulan alanların Gönüllüler tarafından desteklenmesini sağlamak amacıyla Ağustos 2009 tarihinde Gönüllü programını duyurdu. 5580 İstanbullu gönüllü oldu Gönüllülüğü toplumsal katılımın bir aracı olarak gören 2010 Avrupa Kültür Başkenti Gönüllü Programı, dahil olmak isteyen 7’den 70’e bütün İstanbulluları ajansa bekliyor. Eylül 2009’dan bugüne düzenlenen 114 adet iki saatlik tanışma toplantıları sonrasında Gönüllü Ekibine katılan İstanbullular bugüne kadar toplam 1448 birim iş (kişi x saat) yaptı. 266 saha ziyareti Farklı arka planları olan İstanbullulara ulaşabilmek için Ağustos 2009’dan bugüne sivil toplum kuruluşları, belediyeler, üniversiteler, liseler ve şirketleri kapsayan saha ziyaretleri düzenledi.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Gönüllü Programı İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti sürecinde İstanbulluların daha etkin rol almasını sağlamak ve 2010 kapsamında yürütülen etkinliklerinin ihtiyaç duyduğu gönüllülerin koordinasyonunu yapmak amacıyla Ağustos 2009 tarihinde çalışmalarına başladı. Gönüllülüğü toplumsal katılımın bir aracı olarak gören program dahil olmak isteyen bütün İstanbullulara açık.

Neler Yapıyor? 2010 Avrupa Kültür Başkenti Gönüllüleri; sergi, konferans, konser gibi İstanbul 2010 etkinliklerinin organizasyonunda, bu etkinliklerin duyurulması için tanıtım aktivitelerinde veya İstanbul’da yaşayan imkanı kısıtlı kişi ve grupların bu etkinliklere erişimi için çalışıyor. Ayrıca planlanmış etkinliklerin yanısıra Gönüllülere kendi fikirlerini de hayata geçirme şansı tanınıyor.

Gönüllü olarak; sergi, konferans, konser gibi İstanbul 2010 etkinliklerinin organizasyonunda, bu etkinliklerin duyurulması icin tanıtım aktivitelerinde veya İstanbul’da yaşayan imkanı kısıtlı kişi ve grupların bu etkinliklere erişimi için çalışabilirisniz. Ayrıca planlanmış etkinliklerin yanısıra Gönüllü Programında kendi fikirlerinizi de hayata geçirmeniz mümkün.

“Enerjimiz İstanbul'dan” 2010 Avrupa Kültür Başkenti Gönüllüleri, tekrarı olmayacak Avrupa Kültür Başkenti organizasyonunun mutfağında yer alacak ve tüm sürecin heyecanını daha yakından hissedebilecek. Bunun yanı sıra Gönüllüler; eğitim, gezi ve diğer sosyal etkinliklerden yararlanma fırsatına sahip olacak. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı İstanbulluları bu enerjiye ortak olmaya çağırıyor.

Gönüllü olursanız; tekrarı olmayacak Avrupa Kültür Başkenti organizasyonunun mutfağında yer alacak ve tüm sürecin heyecanını daha yakından hissedebileceksiniz. Bunun yanında gönüllülere yönelik eğitim, gezi ve diğer sosyal etkinliklerle hem yeni şeyler öğrenip hem de yeni İstanbullular ve yeni mekanlar tanıyabileceksiniz.

Ben de Gönüllü Olmak İstiyorum Her Çarşamba 15:00-17:00 ve her Cumartesi 12:00-14:00 saatleri arasında düzenlenen tanışma toplantılarına katılabilirsiniz. İstiklal Cad. No:131 Atlas Pasajı Beyoğlu adresindeki İstanbul 2010 ofisine bekliyoruz.

Detaylı bilgi ve basvuru icin: gonullu@istanbul2010.org www.istanbul2010.org/gonullu http://2010gonullu.blogspot.com İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstiklal Cad. Atlas Pasajı No: 131 Beyoğlu / İstanbul 0 212 377 0273 01 15


Sokağımdan Tarih Yazıyorum Projesi

Gönüllüleri

Gözde Karahan Cansu Fırat Ahmet Huzeyfe Karakoç Özlem Kuzucu Ahmet Burak Yartaşı Gizem Yazgan

Ezgi Hindistan Kıvanç Gürsoy Songül Şahin Özge Türker İsmail Uludağ Cansu Dingil

Dilay Negür Hatice Naz Eztenli Onur Bakır Damla Alkan

Seda Saçak İlhan Genç Ayşegül Kesim

Ilgın Yücel Naime Taşoluk Ali Sinan Güler Uğurcan Yeşil Hülya Mete Kübra Gül Dilek Ilğın Aynur Erisk Yunus Kızılay

Turgut Bekil Birbey Ahmet Keklik Ali Eren Tankut Özsoy Saadet Nur Lale Semih Aşçı Hümeyra Bişgin Esma Gür

İlker Arslan Bahar Gürsakal Burcu Duran Zelişan Gündoğdu Sezen Engiz İrem Nur Dönmez Berkcan Ergin


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.