Tanrılar Mezarlar Ve Bilginler

Page 1


Kazıcının eşi belki de dünya tarihinin en ünlü mücevherini taşıyor: Heinrich Schlieman n 'ın 1873 'de Troya'da buldugu Priamos Hazinesi'nin en görkemli parçaları Sophie Schliemann'ın üzerinde.


C.

W.

CERAM

TAN RlLAR MEZARLAR --

VE--

BiLGiNLER Arkeolojinin Romanı Türkçesi

Hayrullah Ors

Remzi Kitabevi


TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER /C. W. Ceram

Özgün adı: Götter, Graber und Gelehrte

©ı949 Rowohlt Verlag GmbH, Hamburg ©ı967, ı972, ı999, 2011 Rowohlt Verlag GmbH,

Reinbek bei Hamburg Telif hakkı ONK Ajans aracılıgıyla satın alınmıştır. Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Yenilenmiş basımı hazırlayan: Ahmet Örs Kapak: Ömer Erduran

lSBN 978-975-14-1658-2 BİRİNCİ BASlM: ı969

YENİLENMİŞ ONUNCU BASlM: Şubat 20ı5 ON BİRİNCİ BASlM:

Ekim 2015

Remzi Kitabevi A.Ş., Akınerkez E3-ı4, 34337 Etiler-lstanbul Sertifika no: ı0705 Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090 www.remzi.com. tr post@remzi.com.tr Baskı ve cilt: Seçil Ofset, ıoo. Yıl Malı., Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No: 77, Bagcılar- İstanbul Tel (2ı2) 629 06ı5 Sertifika no: ı2068


YAZARlN ÖNSÖZÜ

B

ANA KALlRSA okuyucu bu kitaba ilk sayfasından başlamamalıdır. Çünkü

bir yazar istedigi kadar inandırıcı şeyler söylesin, hele bir kitabın adı böyle

herkesin kuruluguna ve can sıkıcılıgına inandıgı bir bilimin, arkeolojinin roma­ nı olursa, son derece meraklı şeyler söyleyecegine kolay kolay kimseyi inandıra­ maz, bunu bilirim . Bence ilk olarak Mısır bölümündeki "Piramitler Kitabı" okunmalıdır. Böyle­

likle, en şüpheci okuyucunun bile konumuzu begenecegini ve önceden benimse­ digi düşünceleri bir yana atacagını umarım . Ama okuyucumdan, bunu yaptıktan sonra yeniden kitabın başına dönmesini, bu kez de birinci bölümü okumasını ri­ ca edecegim; bunu yapması kendisi için yararlı olacaktır; çünkü en heyecan veri­ ci olayları anlamak da ancak planlı bir yoldan gitmekle olur. Bu kitap bilimsel bir sav ile yazılmış degildir. Amacı sadece bir bilim dalındaki araştırıcıların meraklı, dramatik ve tümüyle insana özgü yönlerini göz önüne ser­ rnektir ve o bilim dalını yalnızca bu yoldan inceleme konusu yapmaktır. Bunun için de ara sıra konudan ayrılmaktan, kişisel düşüncelere ve günümüzle baglantı­ lara yer vermekten çekinilmemiştir. Böylelikle bilginierin "bilimsel olmayan" di­ ye niteleyecekleri bir kitap meydana geldi . Kitabın böyle oluşu karşısında ileri sürecegim tek mazeret, bunu bile bile yap­ tıgımdır. Çünkü başarılarında serüven ile İncelemenin, romantik atılganlıklar­ la kendi kendine yeterligin böyle birleştigi, dünyanın bütün çaglarını ve bütün uzaklıklarını kucaklayan bir bilimin yalnız meslek yapıtları içinde gömülü kalmış oldugunu görüyordum . Bilimsel degerieri ne kadar yüksek olursa olsun bu yayın­ lar "okunmak" için yazılmamışlardı . İşin asıl tuhafı, geçmişe yapılan bu keşif se­ ferlerinin, heyecanlı serüvenler olarak ancak üç-dört kez ele alınmış olmasıdır. Bu çok gariptir, çünkü eger serüveni düşünce ile eylemin bir karışımı olarak varsa­ yarsak, bunlardan daha heyecanlı serüvenler bulmamız olanaksızdır. Bu kitapta sayılardan ve inceden ineeye tanımlamalardan kaçındım; ama arke­ oloji bilimine karşı son derece büyük bir yükümlülügüm vardır. Başka türlüsü de olabilir mi? Bu kitap onun olaylarının, onun yorulmak bilmezliginin, hepsinden fazla da yalnız alçakgönüllülükleri yüzünden susan bilginlerinin bir övgüsünden başka nedir ki? Bütün bunlar anlatılmaktadır, çünkü onların yolundan gidilme­ ye deger. Arkeolojiye karşı bu yükümlülügüm beni yapay gruplaştırmalardan ve yapay davranışlardan kaçınmaya zorladı. Arkeolojinin romanı, barok anlamında -gerçekle hiçbir zaman çelişmemekle birlikte- romantik olayları ve hayat öykü­ lerini anlatan bir yapıttır.


6

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Ama gerçekçi bir romandır da ve bu bakımdan da durumu, en kesin anlam­ da olarak şöyledir: Burada anlatılan her şey sadece -yalnız yazarın hayaliyle biraz süslenmiş olan- gerçekiere baglı degil, aynı zamanda tam anlamıyla, gerçeklerin bir araya getirilmesinden oluşmaktadır. {Bunlara yazarın hayali en ufak bir pay katmamıştır, katılan süsler bile zamanının tarihlerinden bize kalmıştır. ) Bununla birlikte, bu kitabı eline alacak uzmanın yanlışlar bulacagından kuş­ kum yok. Örnegin, başlangıçta bana aşılması zor görünen bir engel, adların ya­ zılışlarıydı. Çogu zaman tek bir adın bir düzine ayrı ayrı yazılışı arasından birini seçmek zorunda kaldım. Sonunda, kitabın karakterine uygun olarak, hep en çok kullanılan biçimleri seçmeye karar verdim ve herhangi bir bilimsel ilkeye bag­ lı kalmadım. Eger böyle yapmasaydım kitap yer yer anlaşılmaz hale gelecekti. Bu kararı almak, büyük Alman tarihçisi Eduard Meyer'in llkçağ Tarihi'nde -bu ki­ tap uzmanları için olmakla birlikte- aynı durumda kaldıgını, sonunda da şunları söylerligini görünce kolay geldi bana: "Sonunda, işi tümüyle ilkesiz olarak yürüt­ mekten başka çıkar yol bulamadım." Olaganüstü bir tarihçinin bu kararına, böy­ le basit bir kitabın yazarı da uymak zorundadır. Hiç kuşkusuz, olaylara ba@ı yanlışlar da yapmışımdır. Ama sanırım ki dört özel bilimin uçsuz bucaksız malzemesini böyle ilk defa olarak bir genel bakışa sıg­ dırmak isteyince bundan kaçınmak olanak dışıdır. Yalnız arkeolojiye degil, aynı zamanda, bu kitapla kendi halinde bir örnegini daha vermek istediğim bir edebiyat dalına, daha dogrusu onun kurucusuna kar­ şı da yükümlüyüm. Bildiğime göre, özel bir bilimin gelişmesini, zamanımızda yal­ nız polis romaniarına karşı gösterilen bir ilgiyle okunabilecek biçimde, ilk yazan, Amerikalı hekim Paul de Kruif olmuştur. De Kruif 1 927 yılında, eger bakteriyolo­ jinin gelişmeleri dogru görülür ve dogru düzenlenirse bunda romana benzer bir­ çok öge bulunacagını anlamıştı. Bundan başka da, eger çalışma yöntemi açıklanır­ sa, bilginierin de tutmuş oldukları, varsayımdan çözüme dek giden yoldan oku­ yucu da geçirilecek olursa, en çapraşık bilimsel sorunların bile kolay anlaşılır biçi­ me getirilebilecegini de görmüştü. Bilginierin de insan oluşlarından dogan yanlış­ lar, insan beynin in, insan gücün ün yetersizliği ve dıştan gelen engelleyici etkiler yü­ zünden saptıkları dolambaçlı yollar ve çıkmazların baştan başa örülü oldugu bu di­ namizm, o dramın korkunç bir heyecan uyandırabilecegini de bulmuştu. Böylece Mikrop Avcıları adlı kitabı meydana geldi. Yalnız, bakteriyoloji gibi soguk bir adın yerine Mikrop Avcıları adının konması bile kitaba insanla ilgili bir biçim veriyor ve yeni bir edebiyat türünün "gerçeklerin romanları"nın programını çiziyordu. Paul de Kruifin bu denemesinden sonra şu ya da bu yazarın, bazen birkaçı­ nın birden, bu yeni yöntemi kullanmayı denemedikleri hemen hemen hiçbir bi­ lim dalı kalmadı. Bunun çogu zaman yalnızca o bilim dalının meraklısı olanlar tarafından yapılmış olması dogal görülmelidir. Ama bence hala dogrulugunu ko­ ruyan bir eleştiri şudur: Bunların kitaplarında bilimle edebiyatın hangi oranlarda yer aldıgı; "gerçegin" ne denli, "romanın" ne denli agır bastıgı. Bana kalırsa bu tür kitaplardan, romanımsı ögeleri yalnız olayların sıralanmasından kazanan ve böy­ lece "gerçek" e her zaman ön planda yer verenler en iyileridir.


7

YAZARIN ÖNSÖZÜ

Sanırım en iyi kitaplar, romansı öğelerini verilerin "düzeninden" kazanan ve böylelikle gerçeğe öncelik tanıyanlardır. Ben kitabıını bu kategoriye yaklaştırma­ ya çalıştım. Son olarak, kendilerinden yardım gördüklerime burada teşekkür etmek is­ terim. Alman profesör Dr. Eugen von Mercklin, Dr. Carl Rathjens ve Dr. Franz Termer, bu kitabın taslaklarını -her biri kendi alanında- denetlernek inceli­ ğinde bulunmuşlardır. Prof. Dr. Kurt Erdmann, Prof. Dr. Hartmut Schmökel ve Schliemann'ın biyografı Dr. Ernst Meyer daha sonra bazı önemli düzeltmeler yaptılar. Hepsi de bana yol göstermiş, her bakımdan beni desteklemiş, özellikle kaynaklar elde etmemi sağlamışlardır. (Bu bakımdan Münster' de Prof. Dr. Walter Hagemann'a da ayrıca teşekkür borçluyum. ) Bütün bu bilginler bazı yanlışlarım üzerine dikkatimi çektiler, bu sayede de onları düzeltebildim. Kendilerine yalnız yardımları için değil, aynı zamanda, bilim dışına çıkan böyle bir kitaba karşı, bi­ lim adamı olarak anlayış gösterdikleri için de teşekkür borçluyum. Çoğu zaman ağır olan çeviri işlerinin bir bölümünü üzerimden alan Edda Rönckendorffla Erwin Duncker' e de teşekkür ederim. c.w.c.

Kasım 1 949

ÖZEL TEŞEKKÜR

B geçirmesinden dolayı teşekkür borçluyum. Kendisi kalemini titizlikle kul­

lLlM İNSANI, arkeolog Dr. Michael Siebler' e, kitabı uzman gözüyle elden

lanarak en önemli keşifleri ve son on yılların bilgilerini Ceram'ın metnine özen­ le işledi, uyarladı. Onun gözden geçirme sırasında sergilediği hassas tutum, yazara olan saygısı ve engin uzmanlık bilgisi beni çok etkiledi. Michael Siebler' e aylar süren yoğun ve üretken işbirliği için teşekkürlerimi sunarım. Hannelore Marek Ocak 2008


TÜMÜYLE YENİLENEN BASIMIN ÖNSÖZÜ

C

W. CERAM takma adını kullanan Alman gazeteci, yazar Kurt Wilhelm

.Marek'in ( 1 9 ı S- ı 972) ı945'te yazmaya başladıgı Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler'in ilk baskısı ı 949 yılında Almanya' da yayınlandı. ı 969 yılında da Remzi Kitabevi tarafından Hayrullah Örs'ün çevirisiyle Türkçeye kazandırıldı. Eserin yazıldıgı yıllarda bugün arkeoloji biliminin elinde bulunan birçok bil­ giye henüz ulaşılamamıştı. Dolayısıyla dünyanın dört bir yanında yapılan kazılar­ da ortaya çıkan önemli bilgilerin eksikligi, özellikle Meksika ve Hitit kültürlerine ilişkin verilerin eskidigi, Antikçag yöneticilerinin ve sülalelerinin iktidar süreleri­ ne ilişkin kronolojik tarihierin degiştigi fark ediliyordu. C. W. Ceram kendi saglıgında ulaşabildigi en yeni bilgileri eklemek üzere ha­ zırlamış, bunlar kitabın ı 999 yılında yayınlanan baskısına girmişti. Ancak yayı­ nevi ve eserin varisieri hızla gelişen arkeoloji biliminin ortaya çıkardıgı son yeni­ liklerin de kitaba yansıtılması amacıyla eseri bir uzmana teslim ettiler. Kitap yeni bilgilerle donatılırken, bir yandan da yazarın konudan sapan, bilgiden çok varsa­ yıma dayanan uzun açıklamaları metinden çıkarıldı. Sonuçta eser, fotograflar ve çizimler de dahil baştan başa yenilendi. Elinizde bulunan kitabın Türkçe son baskısı, tümüyle yenilenen 20 ı ı Almanca versiyonu satır satır karşılaştırılarak hazırlandı. Alfabetik dizine ek olarak, özellik­ le arkeoloji ögrencilerinin yararlanması amacıyla, kapsamlı kaynakça da oldugu gibi aktarıldı. Nihayet C. W. Ceram'ın ölümünden çok kısa bir süre önce yazdı­ gı otobiyografisi de kitabın sonuna eklendi ve eser, arkeolojiyi merak eden günü­ müz okurunun beklentilerini karşılayacak düzeye ulaştırıldı. Remzi Kitabevi


"Ulusal sanat ve ulusal bilim yoktur. Her ikisi de, tüm üstün ve yüce değerler gibi, bütün dünyanın malıdır. Bunlar, geçmişten bize kalan ve bildiğimiz şeylere her zaman saygı duyularak, bütün yaşayanlan n, bağımsız karşılıklı etkileriyle geliştirilebilirler. "

Go ETHE "Kim kendi çağını tam olarak görmek isterse ona uzaktan bakmalıdır. Ne kadar mı uzaktan? Kolay: Kleopatra'nın burnunun seçilemeyeceği denli uzaktan. "

ORTEGA y GASSET



İÇİNDEKİLER

I. HEYKELLER KİTABI, 13

Klasik Toprakta Prolog

......................................... .......................................

Winckelmann ya da Bir Bilimin Doğuşu Tarihin lzcileri

ıs

......................................... ..........

.............................................................................................

2S

Bir Hazine Bulan Yoksul Çocuğun Öyküsü

...............................................

............................................................................

...................................................................................

46

Agamemnon'un Maskesi Schliemann ve Bilim

M ykenai, Tiryns ve Bilinmeyenler Adası Ariadne'nin lpliği

............................ .......................

.......................... ..............................................................

sı SS

Il. PİRAMİTLER KİTABI, 61

Bir Yenilgi Zafer Oluyor

..............................................................................

Champollion ve Üç Dilli Taş

......................................................................

Bir Vatan Haini Hiyeroglifleri Çözüyor

.....................................................

"Kırk Yüzyıl, B u Piramitlerin Üzerinden Size Bakıyor!"

72 8ı 92

...............................................................

lOS

........................ .........................................

1 16

..................................................................................................

1 23

Petrie ve Amenemhet'in Mezarı "Krallar Vadisi"nde Soygunlar Mumyalar

..........................

63

Howard Carter Tut-Enkh-Amun'u Buluyor Altın Duvar

...........................................

1 33

................................................................................................

1 43

III. KULELER KİTABI, 157

Tevrat'ta Yazılıdır

.......................................................................................

ıs9

Botta Ninive'yi Buluyor

............................................................................

1 62

Çivi Yazısının Okunuşu

................ ............................................................

ı67

..........................................................................................

ı 7S

Açık Bir Örnek

Nemrut Tepesi'nin Altındaki Saraylar

.....................................................

...........................................

ı 96

..........................................................................

206

George Smith Saman Yığınında lğne Arıyor Koldewey' e Ateş Açılıyor

ı 80

Etemenanki-Babil Kulesi Bin Yıllık Krallar ve Tufan

................... ....................................................

2ı2

........................................................................

222


TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

12

IY. MERDİVENLER KİTABI, 231

II. Montezuma'nın Hazinesi Boynu Vurulan Kültür

....................................................................

233

..............................................................................

24 1

Mr. Stephens Bir Kent Satın Alıyor Perde Arkası

................. .........................................

250

...............................................................................................

263

Boşaltılmış Kentlerin Gizemi. Kutsal Kuyu

...................................................................

.... ....................... ....................................................................

Orman ve Lav Altında Merdivenler

.........................................................

266 273 284

V. HENÜZ YAZlLMAMIŞ O LAN KİTAPLAR, 291

Eski Ülkelerde Yeni Araştırmalar ZAMAN DlZlNLERl KAYNAKÇA

................................... ............... . . . ........

315

................................................................................

303

..............................................................................................

315

HARlTALAR

.................................. ................................... ........................

GENEL DlZlN

..........................................................................................

OTOBlYOGRAFl

.................. ....................................................................

325 333 348


I. HEYKE L L E R KİTABI

"Nasıl bir mucize bu? Ey toprak, içilebilir kaynaklar için sana yalvardık; senin kucağın yukarıya, bize ne gönderdi? Uçurumların derinliklerinde hayat mı var? Lavların altında saklanmış bir yeni cins daha mı yaşıyor yoksa? Oradan kaçan geri mi dönüyor? Gelin ey Yunanlılar, Romalılar! Görün, eski Pompei yeniden doğuyor, Herkül'ün kenti bir kez daha kuruluyor!" SCHILLER


"Limni Athena 'sı": Limni adalı göçmenler l.ö. 450 yıllarında Atina Akropolü 'nde ken; tanrıçası Athena'nın bronz bir heykeZini kutsadılar. O heykeli yapan, daha sonra "Athe Partenonu"ndaki altın ve fildişi heykelleri ve Dünyanın Yedi Harikası 'ndan biri olan Olimpas Zeus' unu yaratan heykeZtıraş Phidias idi.


1. BÖLÜM

Klasik Toprakta Prolog

S Dresden'deki saraydan ayrıldı ve her iki Sicilya Kralı Charles de Bourbon'la

AKSüNYA KRALI III. August'un kızı Maria Amalia Christine, ı 738'de

evlendi. Canlı, sanat duygulu kraliçe, Napali bahçeleri ve saraylarının geniş alanla­ rında araştırmadık köşe bucak bırakmadı. Buralarda, Vezüv'ün son patlayışın­ dan önce rastlantı sonucu bulunan, birtakımı da d'Elboeuf Adası'ndaki bir ge­ neralin önayak olmasıyla yerden çıkarılmış olan heykeller ve kabartmalar gör­ dü. Bu tarsoların güzelliklerine vurulan kraliçe, görkemli kocasını, yeni yapıtlar araştırmaya zorladı. Vezüv'ün Mayıs ı 737'deki son patlayışından beri -bu pat­ lamada dağ yarılmış ve tepesinin bir bölümü havaya uçmuştu- bir buçuk yıldır, Napali'nin mavi göğü altında uslu uslu durduğu için kral, kraliçenin dileğini ye­ rine getirdi. Kuşkusuz, d'Elboeufün işi bıraktığı yerden araştırınayı sürdürmek ilk ak­ la gelendi. Kral istihkam birlikleri başkomutanı Cavaliere Rocca Gioacchino de Alcubierre ile bu işi konuştu. Bu İspanyol da işçiler, avadanlıklar ve barut getirt­ ti. Büyük zorluklar vardı. Yanardağın püskürtülerinden taş gibi katı on beş metre­ lik bir kütlenin üstesinden gelmek gerekti. D'Elboeufün bulmuş olduğu bir ku­ yudan galeriler kazıldı ve lağım delikleri açıldı. Sonunda bir an geldi ki kazma madene rasladı ve bir çan gibi çınladı. lik bulu­ nan şeyler, gerçek büyüklüklerinden çok iri tunç atların üç parçası oldu. İşte ancak o zaman, yapılabilecek en akıllıca -aslında ilk andan beri yapıl­ ması gereken- işi yaptılar: Bir uzman getirttiler. Hümanist, krallık kitaplığının müdürü Marchese Don Marcello Venuti, bundan sonraki araştırmaları gözetti. Ardından üç mermer heykel, toga giymiş Romalılar, boyalı direkler ve bronzdan bir at gövdesi ortaya çıktı. Kralla kraliçe bunları izlemeye geldiler. Marchese ken­ dini bir iple hendekiere sarkıttı ve bir merdiven buldu. Bunun biçiminden yapı konusunda vardığı sonucun doğruluğu ı ı Aralık ı 738' de anlaşıldı. Bu tarihte bir yazıt bulundu. Üzerinde Rufus adında birinin "Theatrum Herculanense"yi kendi parasıyla yaptırmış olduğu yazılıydı.


16

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Yere batmış bir kent böylece yeniden bulunmuş oldu. Bir yerde bir tiyatro var­ sa, orada kuşkusuz kent de vardı. Bir zamanlar d'Elboeuf, farkına bile varmadan, dosdogru tiyatro sahnesinin ortasına raslamıştı. -oysa donmuş lavdan, istedigi gibi kazabilecegi başka sırtlar karşısında duruyordu- Bu sahne heykellerle doluy­ du. Başka bir yanda degil, ancak burada bu denli çok heykelin, sözün tam anla­ mıyla, üst üste yıgılı bulunması olasıydı. Çünkü devrile devrile gelen dev lav dal­ gaları tiyatronun art duvarını, çok sayıda heykelle süslü skene duvarını sahneye devirmişti. Heykeller büyük bir gümbürtü ile buraya yıkılmış ve taştan gövdeler on yedi yüzyıllık uykularına yatmıştı. Yazıt kentin adını veriyordu. Herculaneum. LAV, yanardagın sıvı biçiminde çıkan her tür madenin karışmasından oluşmuş

kütle, donarak, cam ve yeni kütlelere dönüşmüştür. Böyle bir örtünün yirmi met­ re altında Herculaneum yatmaktadır. Buna karşılık lapilli, küçük volkan taşları verimli bir külle karışık olarak yanardagdan püskürünce yagmur gibi yere iner, gevşek bir katman oluşturur ve daha hafif aletlerle kazılabilir. Pompei, böyle lapil­ lilerin altında ve kardeş kent gibi derine gömülmemiş olarak yatmaktaydı. Tarihte ve insanların yaşamında sık sık oldugu gibi, önce işin zoruna gidildi ve en uzun yol en kısası sanıldı. Pompei'yi ortaya çıkarmaya yol açan ilk kürek vuru­ şu d'Elboeufün kazıya başlamasından tam otuz beş yıl sonra oldu. Kazı işini üstlenen Cavaliere Alcubierre buluntutardan hoşnut degildi. Charles de Bourbon kendi için, dünyada bir eşi bulunmayan bir müze kurabilmişti; ama mühendisle kral, kazı alanını degiştirmeye ve bu kez körü körüne yerin kabuguna sokulacaklarına, bilginierin gösterdikleri ve "İşte eski kaynaklara göre Herkül'ün kentiyle aynı günde örtülmüş olan Pompei burada yatıyor! " dedikleri yerde işe başlamaya karar verdiler. Bu kez olan tıpkı çocukların "ateş mi su mu" oyununa benzedi. Ama bu oyun, aranana eli yaklaşınca "sıcak!" diye bagıracak yerde "yaş" diyen mızıkçı bir arka­ daşta oynanıyordu. Bu işte, insanların yolunu şaşırtan kötü cinlerin yerini öç hır­ sı, define tutkusu ve sabırsızlık aldı. ı Nisan ı 748'de kazı başladı. Daha 6 Nisan'da ilk büyük ve görülmedik güzel­ likte duvar resmine rastlandı. 19 Nisan' da ilk ölüler bulundu. Yerde boylu boyun­ ca uzanmış bir iskelet yatıyordu; hala kavrıyormuşa benzeyen ellerinden altın ve gümüş paralar dökülmüştü. Şimdi kazıyı sürdürecek, düzenli çalışacak ve zaman kazandıracak sonuçlar çı­ karmak için bulunanları degeriendirecek yerde, Pompei'nin tam orta yerine rast­ ladıklarının farkına bile varmadan, kazdıkları hendekleri yeniden doldurdular ve başka bir alanda yeniden kazmaya başladılar. Başka türlüsü de olur muydu ki? Kralla kraliçeyi harekete geçiren yalnız­ ca, bu alanda bilgisiz aydınları hayran bırakmıştı; kralın kendisi de pek öyle ay­ dın biri degildi. Alcubierre'nin de aklı fikri hep teknik bir sorunu yenmekteydi (Winckelmann sonraları kızarak, onun eski yapıda ancak "ayın yengeçlerle" ol­ dugu denli alışverişi oldugunu söylemişti. ) Öteki ilgililerin hepsi de, "Kazmanın


KLASİK 1DPRAKT A PROLOG

17

altından bir kez daha altın ve gümüş çıngırdarsa, belki de çabucak kazançlı bir iş yaparız"dan başka bir şey düşünmüyorlardı (6 Nisan'da kazı yapan yirmi dört kişiden on ikisi cezaevinden alınmaydı, geri kalanlar da pek az para alıyorlardı). Amfitiyatronun izleyiciler bölümü bulundu. Fakat, heykel, altın ve mücev­ her bulamayınca başka bir yeri kazdılar. Dayansalardı hedeflerine ulaşacaklardı. Herculaneum kapısı yönünde bir villaya rastlandı. Nereden akla geldi bilinmez ama, tümüyle gerçege aykırı olarak, bunun Cicero'nun evi oldugu ileri sürüldü. ( Böyle havadan savlar arkeolojinin tarihinde sık sık geçecektir, bunların içinde verimli olanlar da az degildir. ) Bu villanın duvarlarında olaganüstü güzel fresk­ ler vardı. Bunları kesip çıkardılar ve kopya ettiler. Sonra villa tekrar gömüldü! Sonunda da, tam dört yıl, Civita ( Eski Pompei) yönü bütünüyle gözden çıkarıldı. Yeniden Herculaneum' daki daha zengin kazıya döndüler. Orada o zamanlar için en ilgi çekici bir ilkçag hazinesini de bulmadılar degil: Filozof Philodemos'un ya­ rarlandıgı kitaplıgın yer aldıgı, bugün Villa de Papiri adı verilen viilayı buldular. Sonunda 1 754'te Pompei'nin güney yönünde yeniden birkaç mezar ve eski duvarlar bulundu. O günden bugüne dek her iki kentte, pek az ara verilerek kazı yapıldı. Harika üstüne harikalar ortaya çıktı. EGER her iki kentin üzerine çöken belayı ögrenirsek bunların bulunuşunun klasi­

sİzın öncesi yüzyılına ne etki yaptıgını da aniayabilir ve kavrayabiliriz. İsa'nın dogumunun 79. yılı Agustos ayında, daha önceleri de sık sık oldugu gi­ bi Vezüv'ün patlayacagını anlatan ilk belirtiler görüldü. Fakat ayın 24'ünde, o za­ mana dek hiç görülmedik bir felaketin başladıgı açıkça anlaşıldı. Korkunç bir gök gürlemesi ile dagın tepesi yarıldı. Fıstık agacı biçiminde bir duman gök kubbesine yayıldı. Gümbürtüler ve çakan şimşekler arasında bir taş ve kül yagmurudur boşandı, güneşi kararttı. Kuşlar havadan ölü düştüler, insan­ lar bagrışa çagrışa kaçıştılar, hayvanlar öteye beriye sokuldular, bu arada, gökten mi, yerden mi geldigi bilinmeyen seller yolları bastı. Her iki kent güneşli bir günün sabah çalışmalarına dalmıştı. Onların so­ nu iki türlü oldu. Küller, sel gibi bir yagmur ve lavdan oluşan bir çamur yıgı­ nı Herculaneum'un üzerine yuvarlandı, caddelere ve sokaklara doldu, yükseldi, büyüdü, damları örttü, pencere ve kapılardan içeriye taştı, kenti, bir süngeri su­ yun doldurdugu gibi doldurdu ve onu, çarçabuk kaçarak kurtulanların dışında ne varsa hepsi ile birlikte örttü. Pompei'nin sonu başka türlü oldu. Buraya önünden kaçmaktan başka görü­ nür çıkar yolu olmayan bir çamur seli gelmedi, önce hafif bir kül yagmuru baş­ ladı. İnsanın üzerinden silkeleyebilecegi gibi bir kül yagmuru. Ardından lapil­ li yagdı, sonunda her biri birkaç kiloluk süngertaşı parçaları da araya karıştı. Ancak yavaş yavaş tehlikenin büyüklügü ortaya çıktı ama o zaman da artık iş iş­ ten geçti. Kükürt buharları yere çöktü, bütün aralıklar ve deliklerden sızdı, gittik­ çe güç, daha güç soluk alabilen insanların yüzlerine sardıkları bezlerin altına dol­ du. Kurtulmak ve hava alabilmek için dışarı fırlarlarsa başlarına lapilliler öyle sıkı yagıyordu ki, dehşet içinde geri çekilmek zorunda kalıyorlardı. Ama daha evleriTM2


18

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ne girer girmez tavan çöküyor ve onları altına gömüyordu. Bazıları kısacık bir sü­ re için kurtuldular. Merdiven direklerinin ve revakların altında korku içinde ya­ rım saatçik büzülüp kaldılar. Sonra kükürt buharları usul usul, sürüne sürüne gel­ di, bunları da boğdu. Kırk sekiz saat sonra güneş yeniden göründü. O zaman Herculaneum ile Pompei artık yoktu. On sekiz kilometre çapında bir alanda her yer harap olmuş, tarlalar örtülmüş. Afrika, Suriye ve Mısır'a dek kül tanecikleri uçuşmuştu. Şimdi Vezüv'den yalnız ince bir duman sütunu yükseliyordu. Gök gene eskisi gibi ma­ viydi. Bunun, geçmişle uğraşan bütün bilimler için ne denli heyecan verici bir şey ol­ duğunu göz önünde tutmak gerekir. Aradan yaklaşık bin yedi yüz yıl geçti. Başka bilgilere, başka tördere sahip olan, fakat bütün insanlığı birleştiren kan bağı ile o gömülmüş insanlara bağlı başka insanlar, küreklerini toprağa daldırdı­ lar ve onca zamandır uyuyanları ışığa çıkardılar. Bu gerçekten, sihirle ölüleri di­ riltmeye benzer bir şeydi: Bilimine delice tutkun, üstelik dedelerine saygı duyma­ yan bir bilgin böyle felaketleri büyük bir talih eseri sayabilir. Goethe, Pompei için pek saygısızca: "Bundan daha ilgincini kolay kolay düşüneıniyorum . . . " demişti. Gerçekten de bir kenti gündelik yaşamın bütün işleyiş yönleriyle gelecekteki bilginiere saklamak için böyle bir kül yağmurundan daha üstün bir olanak düşün­ mek zordur; hayır, saklamak değil, konserve etmek sözü buna daha uygun düşer. Burada eski bir kent doğal bir ölümle yavaş yavaş çökerek ölmemişti. Burada can­ lı kentlere ansızın bir büyücü değneği dokunmuş, zamanın, oluşun ve yok oluşun yasası yürüdüğünü yitirmişti. İLK kazı yılına dek yalnızca şu olay biliniyordu: İki kent gömülmüştü. Ama şimdi yavaş yavaş bu dramatik olay anlaşılınaya başlandı ve ilkçağ yazarlarının haberleri canlandı. Felaketin bütün korkunçluğu, günün akışını ansızın kesiveren, süt do­ muzunu ocaktan almaya, pişmiş ekmeği fırından çıkarmaya bile vakit bırakma­ yan o ansızınlığı gözlerde belirginleşti. Hal.a esirlik bukağılarını taşıyan, çevrelerinde kıyamet kaparken zincire vu­ rulu kalmış iki iskeletİn parçaları arkasında acaba hangi öykü gizlidir? Y ine böy­ le zincire vurulmuş olarak bir odanın tavanı altında bulunan köpeğin ölümü ar­ dında ne acılar yatıyor? Pencereler ve kapılardan akıp dolan lapilli yığınına tırma­ na tırmana giderek daha yukarı çıkmıştı köpek. Sonunda tavan yolunu kesinceye, bir kez daha havlayıp sonra bağuluncaya dek . . . Kazdıkça aile öyküleri, çaresizlik ve ölüm arasında geçen dramlar ortaya çıkı­ yordu. Edward Bulwer-Lytton'un ünlü romanı Pompei'nin Son Günleri nin son bölümü hiç de gerçeğe aykırı değildir: Çocukları kolları arasında analar bulundu. Peçelerinin son parçacığı ile onları korumuşlardı, ama sonunda ikisi de boğul­ muştu. Hazinelerini toparlamış, kapıya dek varabilmiş, sonra da lapilli yağmuru altında yığılıp kalmış erkekler ve kadınlar çıkarıldı. Bunlar hala son güçleriyle mü­ cevherlerini, altınlarını kavrıyormuş gibi duruyorlardı. Bulwer'in Glaukus'unu '


KLASlK lOPRAKT A PROLOG

19

oturttugu evin kapısının önünde mozaikte "Cave Canem" ( Köpekten kendini ko­ ru) yazılıdır. lki genç kız kaçarken bu eşigin önünde duraksamışlar, degerli malla­ rını toplamak istemişierdi ve artık çok gecikmişlerdi. Herkül Kapısı'nın önünde üst üste ölüler bulundu. Bunlar hala, kendilerini agırlıklarıyla ezen ev eşyalarıyla yüklüydüler. Kül altında kalmış bir odada bir kö­ pekle bir kadının iskeleti bulundu. Dikkatle incelenince korkunç bir dram orta­ ya çıktı. Köpegin iskeleti hala biçimini korurken, kadının kemikleri odanın köşe bucagına dagılmış duruyordu. Ama bunlar ne yüzden böyle dagılmışlardı? Yoksa dagıtılmışlar mı demek daha dogruydu? Açlık yüzünden kurt dogası üstün geldi ve köpek hanımına saldırdı, onu yedi ve ölümden bir gün mü çaldıydı? Bundan çok uzak olmayan bir yerde bir cenaze töreni yarıda kalmıştı. Cenaze şölenine ka­ tılanlar yataklara uzanmıştı. Bu kendi cenaze törenlerine katılanlar, bin yedi yüz yıl sonra da yine öyle bulundular. Şurada, bir odada, hiçbir şeyden habersiz oynarlarken ölümün ansızın üzer­ lerine çullandıgı yedi çocuk vardı. Burada otuz dört kişi; yanlarında da herhal­ de boynundaki çıngıragın korkunç çıngırtıları arasında, insanların barınakların­ da kurtuluşunu arayan bir de keçi vardı. Kim kaçmak için uzun uzun duraksar­ sa artık ne cesaret, ne de kuvvet ona yardım edebilirdi. Gerçekten Herkül yapı­ lı bir adam buldular. Önünden koşan anasıyla on dört yaşındaki kızını bile koru­ yamaınıştı artık. Hep birden yere çöküvermişlerdi. Adam son gücüyle bir kez da­ ha dogrulmaya ugraşmıştı. Ama o zaman buharlar onu uyuşturmuştu. Agır agır yere serilmiş, sırtüstü dönmüş ve uzanmıştı. Küller onu örtmüş ve kalıbını al­ mıştı. Bilginler bu kalıba alçı döktüler ve bir insanın biçimini elde ettiler, ölü bir Pompeilinin heykelini. Bırakılmış, geride kalmış bir kapının ve yolun kendisine kapalı oldugunu an­ layınca, küllerin örttügü evde, kapılar ve duvarlara vuruşları kimbilir nasıl ses vermişti? Ya baltayı eline geçirip duvarı yıkmaya başladıgında? Duvarın ardında da çıkar yol olmadıgını görüp ikinci duvarı da yıkınca, sonunda bu son odadan üzerine yanardag külleri yıgılarak düşüp kaldıgında? Evler, lsis Tapınagı, tiyatro, hepsi içinde oturuldugu ve yaşandıgı zamanki gi­ biydiler. Yazıcı dükkanında balmumu tabletler, kitaplıkta papirüs tomarları, esna­ fın işliklerinde avadanlıklar, hamamlarda kaşagı duruyordu. Meyhanelerin masa­ ları üzerinde hala kaplar, son müşterilerin acele ile fırlatıverdikleri paralar vardı. Meyhane duvarlarında yanıp yıkılan, ya da umutsuz aşıkların yazdıkları beyider okunuyordu. Villaların duvarlarında freskler vardı ki, Marcello Venuti'nin dedigi gibi "Raffael'in yapıtlarından daha güzeldirler". 1 8. yüzyılın aydın insanı işte böyle bir buluş bollugunun karşısındaydı. Rö­ nesans'tan sonra dogmuş oldugu için bütün güzelliklere karşı açık, pozitif bi­ limlerin yeni başlamakta olan gücünü sezen o çagın çocugu, gerçekiere kendi­ ni vermek ve yalnızca hayranlıkla yetinen estetikçilige saplanıp kalmamak isti­ yordu. Bu iki görüşü birleştirebiirnek için, eski çagın sanatına olan sevgi ile bilim­ sel araştırma ve eleştirinin yöntemlerini bir araya getiren bir adam gerekliydi.


20

TANRıLAR, MEZARLAR V E BİLGİNLER

Pompei kazılarında ilk kazma vuruldugunda, bu göreve tüm yaşamını baglaya­ cak olan adam, Dresden'de Kontluk Kitaplıgı müdürüydü. Otuz yaşına gelmiş, hala önemli bir iş başaramamıştı. Ama yirmi bir yıl sonra onun ölüm haberi üze­ rine Gotthold Ephraim Lessing gibi bir adam şunları yazıyordu: "Bu, kısa sürede yitirdigimiz, kendisine seve seve yaşamıının birkaç yılını bagışlayabilecegim ikin­ ci yazardı."


2. BÖLÜM

Winckelmann ya da Bir Bilimin Doğuşu

A resmini yapmıştı. Winckelmann

NGELIKA KAUFFMANN ı 764'te Roma'da ögretmeni Winckelmann'ın

açık duran bir kitabın önünde otur­ muştur; çok iri koyu renkli gözleri vardır. Burun iridir ve bu resimde tıpkı Bourbonlarınkine benzer. Agızla çene yumuşak ve yuvarlaktır. Bir bilginden çok bir sanatçı başı vardır onda. Goethe: "Doga ona bir adamı yapan ve bezeyen her şeyi vermişti," der. ı 7 ı 7' de Stendhal' de bir ayakkabı tamir­

cisinin oglu olarak dogdu. Çocukken çevre­ deki tüm mezar höyüklerini dolaşır durur ve arkadaşlarını kendisiyle birlikte kazarak ölü külü kapları çıkarmaya kandırırdı. ı 743'te Seehausen'de ilkokul müdür yardımcılıgı­ na dek çıkabilmişti. "Büyük bir ba@ılıkla ög­ retmenlik ettim ve kel kafalı çocuklara alfabe okuttum; böyle vakit geçirirken güzellik bil­ gisine erişmeyi özlüyor ve Homeros'un ben­ zetmelerini dua gibi yineleyip duruyordum," der. 1 748'de Dresden yakınındaki Bünau Kontu'nun yanına kütüphaneci olarak gir­ di ve böylece, zorba bir hükümdarın ülke­ si olarak tanıdıgı ve yalnızca ürperti ile andı­ Johan n /oachim Winckelmann (1 71 7-1 768) gı Büyük Friedrich Prusyası'ndan hiçbir acı duymadan ayrılmış oldu. Bu yer degiştirme ile onun yaşam yolu da çizilmiş oluyordu. Önemli sanatçıların çevresine girmiş­ ti. Dresden' de o çagın en büyük çapta antika koleksiyonunu buldu; bunun karşı­ sında da bütün öteki planlarını -o sırada Mısır'a gitmeyi düşünüp duruyordu­ bir yana bıraktı. İlk yazıları yayınlandı ve bütün Avrupa'da yankı buldu. Aklı her


22

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

zaman bağımsız, din açısından dogmalardan uzak olduğu halde, İtalya'da çalışa­ cak bir yer bulmak için Katolik oldu; Roma onun için bir dinsel törene değerdi. ı 758' de Kardinal Alhani'nin kütüphanecİsİ ve koleksiyonlarının yöneticisiydi. ı 763'te Roma ve çevresindeki tüm eski yapıtların baş yöneticisi oldu ve Pompei ve Herculaneum'u ziyaret etti. ı 768' de öldürüldü. WINCKELMANN'IN öncelikle üç yapıtı arkeoloji biliminin kuruluşuna yol açtı.

Bunlar Herculaneum buluntuları üzerine Açık Mektupları, ana yapıtı olan Antikçağ Sanat Tarihi ve Monumenti Antichi Inediti'dir. Pompei ve Herculaneum' daki kazıların plansız yürütüldüğünü gördük. Plan­ sızlıktan daha kötüsü de bunlara sır süsü vermekti; bunu da bencil kralın ister gezgin, ister bilgin olsun, yabancıların buluntuları görüp dünyaya duyurmaları­ nı yasak etmesi destekliyordu. Ottavio Antonio Bayardİ adındaki bir kitap kurdu, buluntuların ilk kataloğunu yapmak için kraldan izin alabilen tek insan olmuştu. Bayardİ kazıları ziyaret bile etmeden önsözü yazmaya başlamıştı. Yazdı yazdı, da­ ha asıl yapıta başlamadan, ı 752'de, 2677 sayfalık beş cildi doldurmuştu bile. Bu arada, bir önsözle vakit geçirecek yerde doğrudan doğruya işin içine girmiş olan, başka iki kişinin yayınlarını kıskançlığı ve kötülüğü yüzünden bakanlar kuruluna yasaklatmayı da becerdi. Bununla birlikte, bir bilgin kazılardan çıkacak parçalardan bazısını yakından inceleyebilme iznini alabilse de, ön çalışmalar yapılmamış olduğu için, Giacopo Martorelli'ninkiler gibi aykırı kurarnlara sapıyordu. Martorelli 652 sayfa tutan iki ciltlik bir yapıtta, kazılarda çıkan bir mürekkep hokkasına dayanarak, ilkçağda ki­ tap tomarlarının değil, dört köşe kitapların kullanıldığını kanıtlamaya çalışmıştı. Oysa Philodemos'un papirüs tomarları da gözünün önündeydi. Derken ı 757' de eski yapıtlar üzerine Valetta'nın kralın ı 2.000 duka altını ile giderlerini ödediği ilk folyo kitabı çıktı. İşte Winckelmann bu haset, entrika ve tozlu perukah bilginler ortamına düşmüştü. Sayısız zorluklardan sonra, casusluk kuşkusu altında, krallık müzelerini ziyaret iznini elde edebildi. Fakat ona bu hey­ kellerin en küçük bir resmini çizmek bile yasaktı! Buna çok içerleyen Winckelmann, kendisiyle aynı kafada olan birini buldu. Konuk olarak kalabildiği bir Augustin manastırında keşiş Piaggi'yi tanıdı ve onu çok garip bir işte çalışır buldu. Vaktiyle Villa de Papiri'nin kitaplığı bulunduğunda, bu zengin eski yazmalar buluntusu karşısında büyük bir sevinç duyulmuştu. Onları incelemek için ele al­ dıklarında tomarlar kömür tozu olarak dökülüvermişlerdi. Bu tomarları kurtar­ mak için şunu bunu denediler, hepsi boşa çıktı. Derken günün birinde bir keşiş "hemen hemen perukacıların takma saçları hazırlamak için kullandıkları bir çer­ çeve" ile çıkageldi ve tomarları bununla çözebileceğini ileri sürdü. Winckelmann hücresine girdiği sırada keşiş yıllardan beri bu işle uğraşmaktaydı. Yazı tomar­ larını açınada başarı elde etmişti. Ama bu işin zorluğunu anlayamayan kral ve Alcubierre'nin yanında başarısızlığa uğramıştı. Winckelmann yanında otururken, kırgın ve öfkeli keşiş penceresinden göre-


WINCKELMANN YA DA BİR BİLİMİN DOGUŞU

23

bildiği yerde olan biten her şeye ve herkese ağzına geleni söylüyordu. Sanki kuş tüylerini yerleştiriyormuşçasına, sonsuz özenli bir elle, kömürleşmiş papirüs to­ marlarını makinesinde milimetre milimetre çeviriyor, bu arada da krala, onun gevşekliğine, memurların ve işçilerin beceriksizliğine sövüp sayıyordu. Derken Winckelmann'a, Philomenes'in müzik konusunda bir makalesinden yeni kaza­ nılmış bir sayfayı gösterebiirliği zaman, bu başarıdan duyduğu gurur ona sabır­ sızlar ve kıskançlara yeniden ağzına geleni söylettiriyordu. Kendisine kazı yerlerini ziyaret hala yasak olduğu ve eskisi gibi yalnız m üzeler­ le yetinmek zorunda kaldığı, oralarda da resim çizemediği için, Winckelmann'a keşişin sözleri pek uygun geliyordu. Gözcülere rüşvet yedirdi. Bunlar da ona şunu bunu gösterdiler. Ama bu arada, ilkçağ kültürü üzerine geniş kapsamlı bir yargıya varmaya yarayacak önemli şeyler bulunmuştu. Bunlar özellikle erotik yapıtlardı. Bir satide bir keçiyi sevişme halinde gösteren heykele çok sinidenen dar düşünce­ li kral, bütün bu yapıtları hemen Roma'ya gönderdi ve kimseye gösterilmemeleri­ ni kesin olarak buyurdu. Bu yapıtları Winckelmann göremedi. Bütün bu güçlükler içinde ı 762' de ilk açık mektubu Herculaneum BuluntuZarı Ozerine'yi yayınladı. İki yıl sonra yeniden kenti ve müzeyi ziyaret etti ve ikinci açık mektubunu yayınladı. Her iki yapıtta Winckclmann'ın keşişin hücresinde duy­ dukları ile ilgili belirtiler vardır ve keskin eleştirilerle doludur. İkinci açık mektu­ bun Fransızca bir çevirisi Napoli saray adamlarının eline geçince, kendisine her­ kese verilmeyen bir izin alabilmiş olan (yani müzeyi gezmek! ), buna rağmen bu denli nankörlük eden bu Alman'a yönelik bir öfke fırtınasıdır koptu. Kuşkusuz Winckelmann'ın saldırıları haklıydı, öfkesi de nedensiz değildi. Fakat bunların ar­ tık önemi kalmamıştı. Açık mektuplarının değeri, onun dünyada ilk kez Vezüv'ün kıyısındaki kazıların nesnel ve açık bir betimlemesini vermesindeydi. Bu sırada Winckelmann'ın ana yapıtı çıktı: Antikçağ Sanat Tarihi. Bunda Winckelmann sayıları denizler gibi artan Antikçağ anıtlarını sınıflandırıcı bir ba­ kışla düzene sokabilmiş ve -gururla söylediği gibi- " örneksiz olarak" ilk kez ilk­ çağ sanatının gelişimini açıklayabilmişti. Eskilerin verdikleri pek az bilgiye daya­ narak bir yöntem kurdu, son derece keskin bir zeka ile o güne dek elde edilmemiş olan gerçekiere vardı ve bunları öyle canlı bir dille anlattı ki, Antikçağ ideallerine kendini verme, aydınlar dünyasını bir dalga gibi kapladı; bu kendini veriş "klasik" yüzyılın karakterini belirledi. Bu kitap arkeolojiye büyük etki yaptı. Güzelliği, nerede gizli ise orada arayıp çı­ karma isteğini uyandırdı. Eski kültürleri, onların anıtlarını inceleyerek anlamak için gereken yolu, anahtarı gösterdi. Kazarak daha başka, Pompei gibi yere batmış, onun gibi harikalada dolu, görülmedik şeyler bulma umudunu uyandırdı. Fakat genç arkeologların eline asıl bilimsel aracı, ı 767' de yayınlanan Monu­ menti Antichi Inediti ile verdi. "Örneksiz" örnek oldu! Winckelmann resimleri açıklayabilmek ve onlara anlam verebilmek için tüm Yunan mitolojisi alanını ele aldığı ve bunda bulduğu en küçük belirtilerden sonuçlar çıkarmayı bildiği için, o zamana dek geçerli olan yöntemleri, tüm eski, filolojiye dayanan önyargılardan, Papa gibi yanılmaz sanılan eski tarihçilerio koruyuculuğundan kurtardı.


24

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

WINCKELMANN'IN birçok savları yanlış, çıkardıgı sonuçların çogu vakitsizdir.

Eski Yunan'ı çok ülküleştirmiştir. Oysa Hellas'ta yalnız "tanrılara eşit insanlar" oturmamıştı. Onun Yunan sanat yapıtları üzerine bilgisi, malzeme öylesine bol­ ken, çok kısıtlı kalmıştır. Gördüklerinin çogu Romalılar çagından kalma ve top­ raga sızan milyarlarca su damlasıyla kum taneciklerinin yüzyıllar boyunca yıkayıp bembeyaz ettigi kopyalardı. Ama eski dünya, ışıklı bir görünüm içinde, agırbaş­ lı ve bembeyaz degildi, (bugün bile, çoktan kesinleşmiş bilgilerimiz oldugu hal­ de, yine gözümüzün önüne zor getirebildigimiz gibi) alaca bulacaydı. Yunan hey­ kel ve plastigi boyalıydı. Atina Akropolü'ndeki mermerden bir kadın heykelinde al, yeşil, mavi ve sarı renkler görüyoruz. Heykeller yalnız al dudaklı degil, takma kirpikli, gözleri ise degerli taşlardandı. Bizim gözümüze çok garip gelen bir görü­ nüm! Winckelmann'ın hizmeti kargaşanın geçerli oldugu yerde düzen yaratma­ sı, sadece tasımlama ve masalın egemen oldugu yere bilgiyi getirmesi, hepsinden üstün olarak da Goethe ve Schiller kuşagı Alman Klasisizmine Eski Yunan'ı tanıt­ ması ve arkeologlara günün birinde başka, daha eski kültürleri çagının karanh­ gmdan söküp çıkarmalarına yarayacak araçlar hazırlamasıdır. WINCKELMANN 1 768'de ülkesine yaptıgı bir yolculuktan İtalya'ya döndügü sı­ rada Trieste' de bir otel de, sabıkalı bir suçlu oldugunun farkına varmadan bir İtalyan'la tanışmıştı. Biz yalnız, Winckelmann'ın özel yaratılışı yüzünden bu eski aşçı ve muhab­ bet tellah ile dost oldugunu, hatta odasında onunla yemek yedigini varsayabiliriz. Winckelmann otelin saygın bir müşterisiydi. Güzel giyinişi, davranışları, onun kibar bir insan oldugunu da anlatıyordu. Bir nedenle Maria Theresia'nın huzu­ runa alınışının anısı olan altın paraları da göstermişti. Kendine hiç yakışmayan Arcangeli (büyük melek) adını taşıyan İtalyan, bir iple bir bıçak sa@adı. 8 Haziran 1 768'de bilgin, kitabının baskısı için bazı şeyler yazmak istemişti. Yarı soyunmuş olarak bir kez daha yazı masasına oturmuştu. İşte o zaman öldü­ rüldü. İtalyan içeri girdi, kemendi Winckelmann'ın boynuna taktı ve kısa bir bo­ guşmadan sonra onu alt etti; sonra bilgini altı bıçak vuruşuyla agır yaraladı. Ölesiye yaralanmış olan güçlü adam yine de merdivenlerden aşagı sürünerek indi. Fakat onu öyle kan içinde, sapsarı yüzüyle gören garsonla oda hizmetçisi ka­ dın korkudan donup kaldılar, bu yüzden de yardım çok geç erişti. Bilgin birkaç saat sonra ölünce masasının üzerinde bir kagıt parçasına eliyle yazdıgı son sözlerini buldular: "şöyle olmalıdır . . . " diye yazılıydı. Bu iki sözcükten sonra bir katil büyük bir bilginin ve yeni bir bilimin ku­ rucusunun elinden kalemini düşürmüştü. Fakat yapıtı ürün verdi. Şimdi bütün dünyada onun mürideri yaşıyor. Aradan yaklaşık iki yüzyıl geçti, ama Atina ve Roma ile ilgilenen arkeologlar, günümüzün büyük arkeoloji enstitülerinde her yıl 9 Kasım' da, onun dogum gününü kutlarlar.


3· BÖLÜM

Tarihin Izeileri

B nat tarihi kitabını açar ve bu resimler üzerinde düşünecek olursak, şa­ UGÜN, içinde eski Yunan-Roma sanatıyla ilgili resimler bulunan bir sa­

şıp kalmamamız olanaksızdır. Bu kitapların yazarları resimlerin altlarına, ne­ lerle ilgili olduklarını tam tarnma yazmakta hiçbir güçlüge ugramıyor gibidirler. Campagnalı bir köylünün yerden çıkardıgı şu baş Augustus'undur, şu dev heykel Marcus Aurelius'u betimlemektedir, bu da banker Lucius Caecilius Iucundus'tur. Ya da bu açıklamalar daha da çok, daha da tamdır: Bu Praksiteles'in Apolion Sauroktonos'udur, öteki de Polyklet'in Amazonlar'ından biri. Ya da Duris'in im­ zasız bir vazosunun iç resmi olan "Zeus uyuyan bir kızı kaçırıyor"dur. İçimizden kim, bu açıklamaları yazanın bu bilgiyi nereden edindigini, ne ya­ panının imzasını taşıyan ne de neyi gösterdigi yazılı olan yapıtlada ilgili savlarına nasıl güvenebildigini düşünerek kafasını yorar? Müzelerimizi gezeriz ve sararmış, yarı dökülmüş, yüzyılların kemirmiş oldugu papirüs yapraklarını ya da üzerieri tuhaf resimler ve işaretlerle, hiyeroglif ve çivi yazılarıyla kaplı vazo, kabartma, sütun parçalarını görürüz. Bu işaretleri tıpkı bi­ zim bir gazeteyi ya da kitabı okudugumuz gibi okuyalıilen insanların bulundugu­ nu biliriz. Kuzey Avrupa henüz barbar bir diyar oldugu sıralarda bile artık kim­ senin yazmadıgı, kimsenin konuşmadıgı bu yazıların ve dillerin gizemini çözmek için ne denli zeka harcandıgını hiç düşünür müyüz? Ölü işaretiere bir anlam ver­ menin acaba nasıl olabildigini hiç düşünür müyüz? Tarihçilerimizin yapıtlarını karıştırırız. Yaşamları uzak diyariarda geçip gittigi ve karanlıklara gömülmüş oldugu halde, mirasları dilin tek tük yerlerinde, kültü­ rümüzün yapıtlarında ve taşıdıgımız ortak kan izlerinde yaşayan eski boyların ta­ rihlerini okuruz; duydugumuz masal degildir, söylence degildir; sayılar duyarız, ta­ rihler duyarız, kralların adlarını ögreniriz; savaşta ve barışta, evlerinde ve tapınak­ larında nasıl yaşadıklarını görürüz. Onların nasıl yükseldiklerini ve nasıl çöktük­ lerini ögreniriz. Bütün bunlar bizim zaman ölçümüzün henüz başlamadıgı, takvimlerimizin henüz dogmadıgı bir dönemde geçtigi halde, hepsi de yılı, ayı ve günü ile tarih­ lendirilmiştir.


TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

26

Tarih cetvellerindeki bu bilgi, bu tam tarnınalık ve kesinlik nereden geliyor acaba? BİZ arkeolojinin oluşundan söz edeceğiz, yani bir gelişmeyi anlatacağız ve hiçbir şeyi zamanından önce ele alacak değiliz. Biraz önce ileri sürülen soruların çoğu, öykümüz boyunca kendi kendilerine yanıtlanacaklardır. Fakat yinelemelerle yo­ rulmamak için arkeolojinin zorluklarına ve yöntemlerine ışık serpecek birkaçını şimdiden söyleyelim. Romalı antikacı Augusto Jandolo anılarında, çocukken babasının yanında bir Etrüsk lahdinin açılışında nasıl hazır bulunduğunu anlatır. "Kapağı kımıldatmak kolay iş değildi, ancak sonunda kalktı, diklemesine dur­ du, sonra öte yana bütün ağırlığı ile devrildi. O zaman olan şeyleri hiç unutamam ve ölünceye dek de bunlar gözümün önünden gitmeyecek. "Lahdin içinde yatan genç bir savaşçının gövdesini tüm savaş araçlarıyla, tol­ ga, mızrak, kalkan ve dizlikleriyle gördüm. lyi anlaşılsın: Bir iskelet görmedim, onun gövdesini, her organı olduğu gibi, kaskatı uzanmış gördüm; sanki az önce mezarına yatırılmıştı. Bu bir anlık görün üştü. Sonra sanki her şey meşalelerin ışı­ ğında eriyormuş gibi oldu. Tolga sağa yuvarlandı, yuvarlak kalkan zırhın çöken göğsünün üzerine düştü. Dizlikler ansızın biri sağa, öteki sola dümdüz yatıverdi­ ler. Binlerce yıldan beri el sürülmemiş olan gövde havaya değer değmez toz olup dağılmıştı . . . Havada ve meşale alevlerinin çevresinde de sanki altın bir toz uçu­ şuyor gibiydi . . . Şurada, bugün de ne geldiği yer, ne de kökeni bilinen o gizemli ulustan bir in­ san yatıyordu. Bulanlar onun yüzüne, onun gövdesine tek bir göz atabilmişler­ di. Sonra da o dağılmış ve bir daha geri getirilememek üzere yok olup gitmişti. Neden? Suç onu bulanların dikkatsizliklerindeydi. Pompei'nin bulunuşundan uzun süre önce, klasik diyariarda ilk heykelleri top­ raktan çıkardıklarında, bu çıplak bedenleri sadece put olarak görmemeye ve güzel­ liklerini sezmeye yetecek denli uyanıklıkla, onları Rönesans yöneticilerinin, kar­ dinallerinin, yeni zenginlerin ve Kondottierilerin sarayiarına dikmişlerdi. Bunları toplamak moda olmuştu. Ama böyle özel m üzelerde bir antika heykelin, kurutul­ muş iki başlı düşük bir çocuğun yanında; bir antika kabartmanın, sağken Aziz Francis'in, kuşların bu dostunun, dokunmuş olduğu söylenen bir kuş derisinin yanında durdu­ ğu da olağan şeylerdendi. 1 9. yüzyılın ortalarına dek açgözlü ve anlayışsızların buluntularla zengin olması­ nın, eğer kar görürlerse buluntutara zarar vermelerinin önüne geçitmiş değildi. "

Şarkı söyleyen sarhoş. Epiktetos ve grubunun kullandığı bir kılsenin iç görüntüsü.


TAR1H1N 1ZC1LER1

27

Romalıların toplantı alanı Forum Ro­ manum'da, en olaganüstü yapıların Ka­ pitol'ün çevresinde gruplanmış oldukla­ rı bu yerde, 16. yüzyılda kireç ocakları ya­ nardı ve tapınak taşları yapı malzemesi ola­ rak kullanılırdı. Papalar mermer parçala­ rından çeşmelerini süslemek için yararla­ nırlardı. Bunlardan birinin has ahırını gü­ zelleştirmek için Serapeum barutla hava­ ya uçuruldu. Caracalla hamamlarının taşla­ rı iyi para getiren bir ınaldı. Dört yüz yıl bo­ yunca Kolosseum taşocagı olarak kullanıldı. 1 860'ta bile Papa XI. Pius, bir Hıristiyan ya­ pısını puta tapanların bu yardımlarıyla ucu­ za süsleyebilmek için yıkma işini sürdürdü. 1 9 ve 20. yüzyılların arkeologları, ken­ dilerine sapasaglam anıtların bilgi verece­ ği yerlerde yıkıntılarla karşı karşıya kaldı­ lar. Fakat bütün bunların olmadıgı, acemi ve bilgisiz bir elin dokunmadıgı, hiçbir hır­ sızın saklı hazineleri aramadıgı yerlerde, ar­ Kıbrıs'ta /. 0. 6. yüzyılda, 1,02 metre bo­ yundaki bu toprak heykel yapıldı. Heykel keologların önüne el degmemiş geçmişin se­ birçok parçadan bir araya getirilmişti. rildigi -bu da ne enderdir ya- zamanlar­ Özellikle /. 0. 2 binli yıllarda Kıbrıs, bakır da da başka bir zorluk ortaya çıkıyordu. O madenieri sayesinde Bronz Çagı 'nın poli­ zaman da anlam verme sanatı başlıyordu. tik ve ekonomik güçleri arasında önemli bir role sahipti. 1 856'da Düsseldorfta iskelet parçaları bu­ lundu. Biz bugün bu iskeletlerden söz ederken Neandertal insanı deriz. O zamanlar bunları hayvan kemigi sandılar. Yalnız Elberfeldli bir lise ögretmeni olan Dr. Fuhlrott bunlara dogru olarak anlam vere­ bildi. O zaman Bonn'dan Profesör Mayer, bunların 1 8 1 4'te savaşta ölmüş bir Kazak'ın kemikleri oldugunu öne sürdü. Göttingen'den Wagner buna Hallandalı dedi, Paris'ten Pruner-Bey yaşlı bir Kelt oldugunu söyledi. Sık sık ve pek acele kul­ landıgı yetkesi birçok bilimleri köstekleyen büyük hekim Rudolf Virchow, bu is­ keletin nikrisli bir yaşlıya ilişkin oldugu açıklamasını yaptı. Bilim, Elberfeld lise ögretmeninin haklı oldugu sonucunu elde edinceye dek aşagı yukarı elli yıl harcadı. Gerçi bu örnek arkeolojiden çok tarihöncesi mezar araştırmaları ve antropolo­ jiden alınmıştır ama daha uygun bir eşini de, ünlü Yunan plastiklerinden Laokoon heykel grubunun çagını saptama denemesinde görüyoruz. Winckelmann, bu­ nu Büyük İskender dönemine dek çıkarıyordu. Geçen yüzyıl onu Rodos Sanat Okulu'nun l.ö. 1 50 yıllarında oluşturulmuş bir başyapıtı olarak gördü. Başkaları


28

TANRILAR, MEZARLAR V E BİLGİNLER

İlk İmparatorluk dönemine dek getirdiler. Bugün onun heykeltıraş Hagesandros, Polydoros ve Athenadoros'un yapıtları olduğunu ve İ.Ö. birinci yüzyıldan kaldı­ ğını biliyoruz. Evet, sağlam kalmış malzeme var olsa bile anlam vermek zordur. Ya eğer mal­ zemenin sahte olup olmadığından kuşku duymak gerekirse? Bu türe de, Würzburg'dan Profesör Beringer'in kurban olduğu yaman muzip­ lik girer. 1 726'da onun bir kitabı çıkmıştı, bu kitabın Latince adını burada vere­ cek değiliz; çünkü bir buçuk sayfa tutuyordu. Bu kitapta Beringer'le çömezlerinin Würzburg dolaylarında bulmuş oldukları fosiller anlatılıyordu: Çiçekler, bir sineği yakalamakta olan bir örümcek (avı ile birlikte taş olmuştu! ) , taş olmuş bir yıldız, bir hilal, İbrani yazısıyla bir levha, tuhaf birtakım şeylerden söz ediliyordu bun­ da. Kitapta resimden yana da kaçınılmamıştı. Doğadan çizilmiş, kusursuz bakır oyma ile basılmış bu resimlerde yazıyla anlatılanlar hep görülüyordu. Kitap kap­ samlıydı; dipnotlar ve açıklamalardan, profesörün rakiplerine karşı saldırılardan yana hiç de yoksul değildi. Kitap satın alındı ve övüldü . . . Ta korkunç gerçek or­ taya çıkıncaya dek! Öğrenciler muziplik etmişlerdi. "Fosilleri" evlerinde yapmış­ lar, sonra da bunları onun her zaman kazdığı yerlerde bulmasını sağlamışlardı. Beringer'den söz açılınca, Domenech'i unutmak doğru olmaz. Bu Fransız pa­ pazının 1 860'ta Manuscrit Pictographique Americain adıyla yayınladığı ve içinde 228 levha bulunan dev yapıtından, Paris Arsenal Kitaplığı'nda bir nüsha korun­ maktadır. Bu "Amerika yerlileri resimleri"nin sonradan, Kuzey Almanyalı ana ba­ badan dağına bir Amerikalı dağlı çocuğun defterindeki eçiş bücüş resimler oldu­ ğu anlaşılmıştı. Şimdi biri çıkıp da bunun yalnızca Beringer ya da Domenech'in başına gel­ diğini mi söyleyecek? Yok, büyük Winckelmann da faka basmıştı. Bastıran da Casanova'nın kardeşiydi. Casanova, onun Monumenti Antichi'sini resimlemişti. Bu iş arasında Napoli' de üç tablo yaptı, bunlardan biri Jupiter'le Ganymed'i, öteki ikisi de dans eden kadın­ ları canlandırıyordu. Bunları Winckelmann'a gösterdi ve Pompei'de duvarlardan sökülmüş olduklarını öne sürdü. Üstelik de -bu savını inanılır kılmak için- pek yaman, romantik bir masal, bunları gizlice parça parça bir subayın aşırdığı masa­ lını da uydurdu. Ölüm tehlikesi, karanlık gece, mezarların gölgeleri! Casanova de­ korun etkisini bilirdi. Winckelmann da faka bastı. Yalnız tabloların hakiki olduğuna inanınakla kalmadı, bütün bu akıl almaz masala da inandı. Antikçağ Sanat Tarihi 'nin beşinci bölümünde de buluntunun tam bir tanımını yayınladı ve özellikle Ganymed'in "o zamana dek kesinlikle gö­ rülmemiş" bir tablo olduğunu da açıkladı. Bunda da hakkı vardı; çünkü bu tab­ Ioyu Casanova'dan sonra ilk gören kendisiydi. "Jupiter'in sevgilisi hiç kuşkusuz Antikçağ'dan kalabilen en güzel figürlerden biridir ve onun yüzüyle kıyaslanabi­ lecek hiçbir şey bilmiyorum. Bunda öyle bir sevgi çiçeklenmektedir ki, sanki bü­ tün yaşamı bir öpüşten başka bir şey değildir." Eğer ince eleyen Winckelmann böyle bir hileye kurban olursa, başına günün birinde öyle bir iş gelmeyeceğini kim ileri sürebilir? Bir Rus arkeoloğu çağımızda


TARlHlN lZClLERİ

29

Herculaneum'da bulunmuş, oldukça basit gibi görünen bir mermer heykel için dokuz ayrı açıklamayı, isteyen birini seçsin diye, ortaya koymakla bir kez daha bu zorluğu kanıtlamıştır. ALDATlLMAMAK sanatının, çeşitli belirtilerinden yola çıkarak bir yapıtın hakiki­

liğini, türünü ve tarihini açıklamanın adına hermeneutik denir. Yalnızca tanınmış klasik buluntuların açıklanmasını ele alan yapıtlar üzerinde Winckelmann'ın giriştiği ilk denemelerden günümüzdeki bilginierin tartışmaia­ rına dek ayrı ayrı açıklamaları görebiliriz. Arkeologlar izcidirler. Dedektifçe diye­ bileceğimiz bir zeka ile mantığa uygun vargı kendini ortaya koyuncaya dek (çoğu kez sözcüğün tam anlamıyla) taş taş üzerine koyarlar. Onların işleri bir kriminalistinkinden daha mı kolaydır? Karşılarında düşman­ ca işler çevirmeyen, bilerek izleri karıştırmayan, yanlış yollara saptırmayan ölü nesneler vardır, öyle mi? Evet, ölü taşların incelenmeye karşı koymaları doğrudur. Ama onlarda ne denli düzmecelikler yer almıştır? Bir buluntuyu ilk kez duyuran­ lar nasıl da yanlışlıklara düşmüşlerdir? Çünkü hiçbir arkeoloğun, bütün Avrupa ve dünya müzelerinde dağılmış olan yapıtların hepsini asıllarından incelemesi olası değildir. Bugün fotoğraf onların tam resimlerini vermektedir ama hepsinin fotoğrafının alınmasına daha çok zaman vardır; hala öznel değiştirmelere uğra­ mış, öznel olarak yanlış anlaşılmış el yapması resimlerle yetinmek gerekmektedir. Çoğunlukla mitoloji ya da arkeoloji bilimine yabancı olanlarca yapılan bu resim­ ler yanlış görüş ve yanlış anlayışlarla doludur. Şimdi Paris'te Louvre Müzesi'nde bulunan bir lahdin üzerindeki Amor ve Psykhe grubunda Amor'un sağ kolunun alt bölümü kırılmıştır. Fakat bu kolun eli, Psykhe'nin yanağında durmaktadır. lki Fransız arkeoloğunun yayınlarında bu el sakal olarak gösterilmiştir. Sakallı Psykhe! . . . Bu resimdeki apaçık anlamsızlığa karşın başka bir Fransız Louvre kataloğunun yazarı da şöyle demektedir: "Bu lah­ din heykeli bu grubu anlamamıştır, çünkü Psykhe'si, kadın elbiseli olduğu halde sakallıdır." Şimdi şu aşağıdaki örnekte, bilen bir kafanın isteye dileye saptırmış olacağın­ dan belki daha şaşırtıcı, yanlış bir yol görmüyor muyuz? Venedik'te, iki gencin, içinde bir kadının ayakta durduğu çift öküz koşulu bir arabayı sürdüklerini gösteren, birbiri ardı sıra birkaç resimlik dizi halinde bir ka­ bartma vardır. Bu kabartma yüz elli yıl kadar önce tamamlanmıştır. O zamanlar bunu açıklayanlar, betimlenen sahnenin Heredot'un öykülerinden birinin resim­ lendirilmesi olduğunu varsaymışlardır. Heredot, Hera rahibesi Kydippe'yi anlatır; bir gün kendisini tapınağa götüren öküzleri bulunamamış, bunun üzerine oğulla­ rı kendilerini hayvan yerine boyunduruğa koşmuşlar ve onu törene götürmüşler. Bu durum içine dokunan ana, tanrılara oğullarına en büyük dünya mutluluğunu bağışlamalarını yakarmış. Hera da, tanrıların çok az su götürür bir buyrultusu ile, her iki oğlu tatlı tatlı ölüm uykusuna daldırmış; çünkü daha çocukken acısız bir ölüm en büyük mutlulukmuş. Bu açıklama üzerine kabartma bütünlendi. Kadının ayakları altındaki bir


30

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

parmaklık tekerlekli bir araba, delikanlılardan birinin elindeki bir ip ucu araba­ nın oku oldu. Süsler zenginleşti, konturlar tamamlandı, kabartma derinleştiril­ di. Bundan sonra yeni açıklamaların ayrıntıları çoğaldıkça çoğaldı. Bütünlerneye göre kabartma tarihlendi-yanlış tarihlendi. Süsler resim yerine alındı, tapınak için mezardır dendi-yanlış dendi. Herodotus'un masalı süslendi-yanlış süslendi. Çünkü tüm bütünlerneler yanlıştı. Ortada Heredot'un "resimlenmesi" diye bir şey yoktu, çünkü Heredot Antikçağ'da hiçbir zaman "betimlenmemişti". Araba, kabartmayı bütünleyen sanatçının doğrudan doğruya uydurmasıydı; bunda öy­ lesine ileri varmıştı ki tekerleklere parmaklar bile yapmıştı, oysa böyle süslü par­ maklar ilkçağda asla görülmemiştir. Arabanın oku uydurulmuştu, hayvanların boyunlarındaki kolan da öyle. Bu örnekten, yanlış bir açıklamanın ne denli yanlış yollara sürüklediği aniaşılınıyor mu? Heredot'u anmıştık Böyle yapıtı hala bilgi verme, tarihlendirme, sanat yapıt­ ları ve onların yaratıcılarını tanıma için boyuna fışkıran bir kaynak olan bir ya­ zarı anmış olduk. Antikçağ yazarlarının yapıtları, hangi çağa ilişkin olurlarsa ol­ sunlar, hermeneutik'in temel direkleridir. Ama arkeolog onların yüzünden nasıl da çok aldanmıştır! Yazarlar dümdüz gerçekten daha yüce bir "gerçeği" vermezler mi? Onların tarihlerini (ve aslında masaldı bunlar) değiştirecekleri, biçimlendire­ cekleri, kendiliklerinden zenginleştirecekleri ve böylece sanatlı bir yapı meydana getirecekleri sıradan konular olarak ele almaya hakları yok muydu? Sanattan anlamayanlar, yazarlar yalan söyler, derler. Eğer biz ozanın bilim ba­ kımından noktası noktasına gerçeğe bağlı kalmamak özgürlüğünü yalan olarak varsayacak olursak, bu durumda eskiler de modernlerden daha az yalan söyle­ miş değillerdir. Arkeolog da bunların birbirlerine karşıt savları arasında kendisi­ ne bin zorlukla yol arar. Örneğin, Olimposlu Zeus heykelinin, Phidias'ın bu ün­ lü altın ve fildişinden yapıtının tarihini öğrenmek için Phidias'ın ölüm tarihini bilmek önemlidir. Ama bunun üzerine Ephoros'un, Diodor'un, Plutarkhos'un ve Philokhoros'un dedikleri birbirine uymaz; zindanda ölmüşmüş, hayır kaçmışmış, Elis' de idam edilmişmiş, yok orada rahat döşeğinde ölmüşmüş. Ancak Cenevre' de 1 9 1 0'da yayınlanan yeni bulunmuş bir papirüs, Philokhoros'un duyurusunu doğ­ rulamıştır. Bunlar arkeologların kazma kürekle karşısına çıktıkları nesnelerin aldatıcılık­ ları konusunda bir görüş verebilir. Eleştiri yöntemi, açıklamak, görmek, resmini çizmek, nitelendirmek, söylenceden, edebiyattan, yazıtlardan, paralardan ve alet­ lerden anlamlar çıkarmak, başka resimlerle, bulundukları yerlerle, bulundukları durumla, çevresiyle bunları birleştirmek, anlam çıkarmak . . . Bütün bunların an­ latılması, eğlendirici karakterini yitirmemesi gereken bu kitabın sınırları dışına çıkar.


4· BÖLÜM

Bir Hazine Bulan Yoksul Çocuğun Öyküsü

§.

1MD1 bir masal anlatacagız, yedi yaşındayken bir kent bulma hayalini kuran, otuz dokuz yıl sonra yollara düşüp bunu arayan ve yalnız kenti degil, üstelik nquistadorların elde ettiklerinden beri dünyanın eşini görmedigi bir hazineyi de bulan dilenci çocugun masalını. . . Bu masal, yalnız arkeologlarda degil, herhangi bir bilime baglı olanlar arasında oldum olası görülmemiş en şaşılacak insanlardan birinin, Heinrich Schliemann'ın yaşamıdır. MASAL şöyle başlar: Küçük bir oglan ta yukarda, Alman ülkesi Mecklenburg' daki köyünün mezarlıgında bir mezarın önünde durmaktadır. Lakabı Bradenkierl olan zalim Henning burada gömülüdür. Bir çobanı diri diri kızartmış, üstelik artık kav­ rulmuş olan zavallıya bir de tekme vurmuş. O da bunun öcünü -söylendigine gö­ re-şöyle almış: Her yıl Bradenkierl'in ipek çoraplı bacagı mezardan dışarı çıkarmış. Çocuk bekliyordu ama olan bir şey yoktu. O zaman babasından, bu yıl ayagın nerede kaldıgını görmek için kazmasını, aramasını dilemişti. Az ötede bir tepe vardı. Orada bir altın beşik gömülüymüş. Zangoçla teyzesi böyle anlatırlardı. Çocuk babasına, beceriksiz ve yoksul papaza sorar dı: "Paran mı yok? Neden kazıp beşigi çıkarmıyoruz?" Babası ogluna söylenceler, masalla r ve menkıbeler söylerdi. Yaşlı hüma­ nist, Homeros'un kahramanlarının savaşlarını, Paris ile Helena'yı, Akhilleus ile Hektor'u, güçlü Troya'yı, onun yakılıp yıkılışını da anlatırdı. 1 829 Noeli'nde oglu­ na Jerrer'in "Resimli Dünya Tarihi"ni armagan etti. Bunda Aineias'ın, o glunu elin­ den tutmuş, yaşlı babasını sırtına yüklenmiş, yanan kaleden kaçışının da resmi var­ dı. Oglan resmi gördü, kalın duvarları, dev Skaia kapısını gördü, "Troya böyle miy­ di?" diye sordu. Babası başını salladı. "Bütün bunlar yıkıldı, bütünüyle yok oldu, kimse de onun bir zamanlar nerede oldugunu bilmiyor ha?" "Öyle! " dedi babası. Heinrich Schliemann çocuk, "Ben inanmam buna!" dedi, "Bir büyüyeyim, Troya'yı da bulacagım, kralın hazinesini de! " Babası güldü.


32

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ALTMIŞ bir yaşında ve artık dünyada ün­

lü bir kazıcıyken de, köyüne ugradıgı bir sı­ rada zalim Hennig'in mezarını araştırma­ yı düşünmüştü. Ithaka kitabının önsözün­ de şöyle yazılıdır: " 1 832'de, on yaşımday­ ken, babama Noel armaganı olarak Troya Savaşı'nın belli başlı olayları ve Odysseus'la Agamemnon'un serüvenleri üzerine yaz­ dıgım bir yazıyı verdigimde, talihim yar olacak da bu savaşın geçtigi yeri, adlarını Homeros'un ölümsüz kıldıgı kahramanla­ rın yurtlarını gözümle görecegim ve okurla­ ra da bu konuda bir yapıt sunabilecegim ak­ lıma bile gelmezdi." Heinrich Schliemann (1822-1890) Mektupları ve kendi yazdıgı iki özgeçmişte, her zaman ve her yerde gençliginin, bir gün Homeros'un olaylarının geçtigi uzak yerleri görmek ve kendisini onları araştırmaya vermek rüyalarının peşini bırakınadıgı görülür. Bu o denli ileri gidi­ yordu ki büyüsüne kapılmak ve bu yüzden bagımsız bilimsel çalışmaları için ge­ rekli temeli kuramadan ticaretini bırakınaktan korktugu için, Yunanca'ya yak­ laşmaktan garip bir ürküntü duyuyordu. Ancak 1 856'da Yeni Yunanca çalışmaya başladı ve bunu da altı haftada başardı. Bundan sonra üç ayda da Homeros'un en zor heksametrelerinin üstesinden gelebildi. Bu ne zahmetli bir çabadır. "Platon'u öyle derinligine inceliyordum ki, eger altı hafta sonra benden bir mektup alırsa kuşkusuz anlayacaktır!" Ertesi yıllarda iki kez, neredeyse Homeros'un topraklarına ayak basacak­ tı. Filistin, Suriye ve Yunanistan'dan geçerek ta Nil'in ikinci ça@ayanlarına dek uzayan yolculugunda onu yalnızca birdenbire ortaya çıkan bir hastalık lthaka Adası'na ziyaretten alıkoymuştu. Bu yolculukta bir yandan da Latince ve Arapça ögrenmişti. 1 864'te Troya Ovası'nı ziyaret etmeyi amaçlıyordu. Fakat onu iki yıllık bir dünya yolculuguna çıkması için yüreklendirdiler. Bu yolculugun ürünü onun yazdıgı ilk kitabı oldu. Bunu Fransızca olarak kaleme almıştı. Ama artık özgür bir insandı. Meklenburglu küçük papaz oglu, Amerikan öncüleri çapında bir Self-made-man'ın korkunç ticaret anlayışını geliştirmiş­ ti. 1 853 Kırım Savaşı'nda, ticaret politikasını sömürdügü Amerika lç Savaşı'nda ve bundan sonraki yılda çay dışalımıyla zenginleştigi sıradaki "katı yüreginden" bir mektubunda söz eder. Bunlarda hep olaganüstü bir talih ona yoldaş olmuş­ tu. Kırım Savaşı'nda iki gemi yükü malın yolunu Memel'e çevirmek zorunda kal­ mıştı. Derken Memel ambarlarında yangın çıktı. Bütün mallar zarar gördü, yalnız Schliemann'ınkilere bir şey olmadı. Yer kıtlıgından onunkileri yandaki ahşap bir ambara taşımışlardı. Artık şöyle yazahilirdi ama anlatımındaki alçakgönüllülük altında ne büyük


BIR HAZINE BULAN YOKSUL ÇOCUGUN ÖYKÜSÜ

33

bir gurur sezilmektedir: "Tanrı benim ticaret girişimlerimi olağanüstü bir bi­ çimde bereketlendirdi. Öyle ki 1 863 yılının sonunda, erişmeyi en ateşli hayalie­ rirnde bile hiçbir zaman ummayacağım bir servet edinmiştim. " Şimdi, b u yazı dizilerinin sonu nda, bütünüyle olanak dışı, yalnız Schliemann'ın verebileceği basit doğallığı içinde insanı olağanüstü biçimde etkileyen bir karar: Yalnız "bu nedenle" diyordu "kendimi bütünüyle, beni en çok kendine bağlayan incelemelere vermek amacıyla ticaretten çekiliyorum." 1 868'de İtalya'ya yolculuk yaptı. Peloponnes ve Troas'a geçti. Ithaka kitabının önsözünün tarihi 3 1 Aralık 1 868'dir. Alt başlığı Heinrich Schliemann 'ın Arkeoloji Araştırmaları 'dır.

_ ..... � · - · ... - - · · - - - ·

..

.

_ _ _,, . . .

.

· · ·· ·

. .. __ _ _

·:·�:=----

1,34 metre boyundaki Mikonos amforasının boyun kısmında bulunan Troya A tı betimlemesi. Troya'nın çöküşü efsanesi erken dönemden itibaren Yunan sanatına yansıtılmıştı. 1. 0. 670 yıllarında yapılmış bu zahire kabında saldırganlardan bazı· ları pencereyi andıran açık kısımlardan bakarken diğer Yunan askerleri tekerlekler üzerinde duran atı terk etmiş olarak görülüyor. (Orijinalin kırık ve zarar görmüş kısımları görüntüye yansıtılmamış). TM 3


34

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

BİR fotoğrafı onu Petersburg'daki günlerinde gösteriyor. Bu, ağır bir kürk giy­ miş bir efendinin fotoğrafıdır. Bunu, daha küçük bir çocukken tanımış olduğu bir orman bekçisinin kızına vermişti. Fotoğraf arkasında şu gururlu ithafı taşır: "Fürstenberg'de Bay Hückstaedt'in eski çırağı, şimdi St. Petersburg'da I. sınıf bü­ yük tüccar, Rusya kahtımsal onur yurttaşı, St. Petersbmg Ticaret Mahkemesi'nde yargıç ve St. Petersburg' daki imparatorluk Devlet Bankası Direktörü Henry Schliemann' ın fotoğrafı." Nasıl, tıpkı bir masal değil mi? Düşünün, en büyük ekonomik başanya ulaş­ mış bir adam, çocukluk rüyasının yolunda yürümek için ticaretinin bütün gemi­ lerini ardından yakıyor! Bir adam düşünün ki -ama bununla bu büyük yaşamın yeni bir bölümüne girmiş oluyoruz- yüz kitabın o güne dek karmakarışık ettik­ lerini kürekle aydınlatmak için, kafasındaki Homeros'tan başka yükü olmadan, bilim dünyasına karşı koymayı, Homeros'tan kuşkuya karşı olan imanını haykır­ mayı, fılologların kalemini küçümserneyi göze alıyor! Homeros, Schliemann'ın döneminde eski çağların saz ozanı olarak sayılırdı. Onun varlığına ilişkin kuşku, anlattıklarına karşı olanla at başı birlikte gidiyor­ du. O çağın bilginleri, daha sonrakilerin Homeros'a ilk savaş muhabiri adını ver­ mek cüretinden çok uzaktılar. Priamos'un kalesini almak içi n yapılan savaş konu­ sundaki haberlerini eski kahramanlık şarkılarıyla bir tutuyor, hatta onları mitle­ rin alacakaranlığına kovuyorlardı. llyada "Uzaktan vuran Apollon'un" Akhaların arasına öldürücü bir hastalık gönderdiği ile başlamıyor muydu? Zeus da, "Zambak kollu Hera da" kendile­ ri savaşa karışmıyor muydular? Tanrılar insan olmuyorlar mıydı? Hatta Tanrıça Aphrodite'nin bile bir mızrak ucunun acısını tattığına göre, onlar da insanlar gi­ bi yaralanmıyorlar mıydı? Mit, söylence, menkıbe-ozanların en büyüklerinden birinin tanrısal kıvılcım­ larıyla dolu ama yine yalnızca ozanlardan birinin malı. Üstelik şu da vardı: llyada'daki Yunanistan yüksek kültürlü bir ülkeydi. Ama Yunanlıların, yıllarını belirtebildiğimiz tarihin ışığına çıktıkları sırada, ne sarayla­ rının görkemi, ne krallarının gücü, ne de bin gemilik fılolarıyla başkalarına üstün olmayan basit bir ulusçuk olduklarını biliyordu. Gerçekten de tam gelişmiş bir uygarlığın ardından ilkel barbarlığın, daha sonra da Yunan kültürünün en yüksek noktasına erişmenin geldiğini varsayacak yerde, bunları Homeros'un ozanca bir esinle söylemiş olduğuna inanmak daha kolaydı. Ama Schliemann'ı, Homeros dünyasının bu hayalcisini, inancından böyle düşünceler saptıramazdı. O Homeros'tan okuduklarını gerçeğin ta kendisi ola­ rak alıyordu. Agamemnon'un Gorgon başlı kalkanının tanımını gözden geçirdiği, üç başlı bir yılan biçiminde olan kalkan kayışını işittiği, bütün ayrıntılarıyla betimlenmiş olan savaş arabalarını, silahları ve aletleri öğrendiği zaman, karşısında bir Yunan gerçeğinin betimi bulunduğundan hiç kuşkusu yoktu. Bütün bu kahramanlar, Akhilleus ve Patroklos, Hektor ve Aineias; onların yaptıkları, dostlukları, kinle­ ri ve sevgileri hep uydurma ha? Onların gerçekten yaşamış olduklarına inanıyor-


BİR HAZİNE BULAN YOKSUL ÇOCU<iUN ÖYKÜSÜ

35

du. Bu inançta tüm Yunan Antikçağı ile ve Troya Savaşı'nı hep gerçek bir olay, bu­ na katılanların hepsini de Yunanlı kişiler olarak sayan büyük tarihçi Herodot ve Thukydides'le ortak olduğunu biliyordu. Milyoner Heinrich Schliemann, kırk altı yaşındayken bu inançla, modern Yunanistan'a değil, dosdoğru Aklıalar ülkesine gitti. İthakalı bir nalbanda ilk rast­ laşmasında onun karısını Penelope, oğullarını da Odysseus ve Telemakhos olarak tanıştırması nasıl olur da onu doğrulamaz, onu coşkuya düşürmezdi? İnanılınayacak bir şey gibi gelir insana ama, şu da oldu! Bu zengin ve tuhaf dost, geceleri köy alanında oturuyor, üç bin yıldan beri ölmüş olanların torunları­ na Odysseia'nın XXIII. şarkısını okuyordu. Bu ona öyle dokunuyordu ki ağlıyor­ du da. Onunla birlikte erkekler ve kadınlar da ağlıyorlardı. ASIL öykünün bundan sonrası şaşılacak şeydir. Çünkü dünya tarihinin neresinde salt heyecan ve hayranlık başarı sağlamıştır? Ancak işinin eri olanlara hep gülen talih sözü de buraya uymaz. Çünkü Schliemann'ın arkeoloji bilimi bakımından işinin eri, yani bu işi bilen biri olduğu, ilk kazı yılı için en azından kuşku götürür. Ama talih hiç kimseye olmadığı kadar ona gülecektir. Troya 'nın yerini -eğer böyle bir yer vardıysa- çağının bilginlerinin çoğu şim­ diki küçük Pınarbaşı Köyü olarak gösteriyorlardı. Bu köyün ötekilerden tek üs­ tünlüğü (bugün de) her evin damında bir düzineye ulaşan leylek yuvası bulunma­ sıydı. Bu köyde iki pınar vardı, bu da gözü pek arkeologları, eski Troya'nın olası ki burada olduğu düşüncesine sürüklemişti. "Iki güzel fışkıran pınara vardılar. Bunlardan iki dere burgaçlı Skamandros'a dökülüyordu. Birinden hep sıcak su akıyor ve altında yanan ateşin dumanı gibi çıkan buhar tütüyordu. Ama öteki yazın da soğuk akıyordu. Dolu gibi, ya da kışın karı gibi ve donmuş buz parçaları gibi. " Homeros, llyada'nın XXII. şarkısında 147'den 1 52. beyte dek böyle diyordu. Schliemann kırk beş kuruşa kendine bir kılavuz tuttu, gemsiz ve eğersiz bir ata bindi ve çocukluk rüyasının diyarına ilk kez göz attı. "1tiraf edeyim ki karşımda, hayali daha ilk çocukluğurnun düşlerine giren dev Troya Ovası'nı görünce üzüntümü zor dizginleyebildim." Fakat daha bu ilk bakış, ona burasının Troya'nın yeri olmadığını anlattı. Burası kıyıdan üç saat uzaktaydı; oysa Homeros'un kahramanları her gün bir­ çok kez gemilerinden kaleye koşabiliyorlardı. Bu tepenin üstünde altmış iki oda­ sı, Kyklop duvarları ve kurnaz Odysseus'un ağaç atının kente sokulduğu kale ka­ pısı ile Priamos'un kalesi bulunuyordu ha? Schliemann pınarları gördü ve başını salladı. Beş yüz metrelik bir alanda, Homeros'un dediği gibi, iki kez otuz dört pınar saydı. Üstelik kılavuzu onun doğ­ ru sayrnadığını, bunların kırk olduğunu, onun için de buraya "Kırkgöz" dendi­ ğini söylüyordu. Homeros bir sıcak bir de soğuk pınardan söz etmemiş miydi? Homeros'u es-


36

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ki dinbilimcilerin Kutsal Kitabı aldıkları gibi sözcüğü sözcüğüne alan Schliemann cep termometresini çıkardı, otuz dört pınarı birer birer ölçtü ve hepsinde aynı, on yedi buçuk derece sıcaklık buldu. Daha ileri gitti. llyada'yı açtı. Akhilleus'un Hektor'la olan korkunç çarpışma­ sını okudu: Hektor'un nasıl "yiğit koşucunun" önünden kaçtığını ve ikisinin de "böylece üç kez Priamos'un kalesinin çevresini dolaştıklarını ve "bütün tanrıların bunu izlediklerini" okudu. Schliemann tanımlanan yoldan yürüdü. Öyle dik bir bayıra rastladı ki dört ayak üstünde geri geri inmek zorunda kaldı. Bu da, toprak betimlemelerini aske­ ri topografya olarak varsaydığı Homeros'un, kahramanlarını üç kez bu hayırdan aşağı "hızlı koşu ile" indirmeyi asla düşünmeyeceği inancını güçlendirdi. Sonra bir elinde saat, ötekinde Hemoros, Troya'yı içinde saklayan tepe ile Akhaların gemilerinin yatmış olduğu söylenen burun arasında yürüdü. Troya Savaşı'nın birinci gününü, llyada'nın ikinciden yedinci şarkısına dek anlattığı gi­ bi izledi. Ve eğer Troya Pınarbaşı'ndaysa, Akhaların dokuz saatlik savaşta 84 kilo­ metreden az koşmamış olmaları gerektiğini gördü. Troya'nın burada olmadığı kuşkusunu güçlendirecek bir şey olarak da, hiç­ bir yıkıntı izinin, hatta, çok bulundukları için birisine şöyle dedirten çanak çöm­ lek kırıklarının bulunmadığına dikkat etti: "Arkeologların kazı buluntularına gö­ re, eski uluslar vazo yapmaktan başka iş görmemişler ve çökmelerinden az önce, hepsini kırıp en güzellerini, parçaları birleştirme bilmeeeleri olarak bırakmak gi­ bi bir alçaklık yapmışlardı." "Mykenai ve Tiryns" diyordu Schliemann, "bundan 2335 yıl önce (bunu 1 868' de yazmıştı) yıkıp geçilmişti, buna karşılık örenleri öyle bir yapılıştadır ki, daha 1 0000 yıl bile durabilirler." Troya ise bunlardan yalnızca 722 yıl önce yıkıl­ mıştı. Kyklop duvarları izi tozu kalmadan yok olmaz, ama bunlardan belirti bi­ le yoktu. Fakat başka bir yerdeydi bunlar. Pınarbaşı'ndan iki saat kuzeyde, deniz kı­ yısından yalnız bir saat uzaktaki, şimdiki adı Hisarlık olan Yeni llion yıkıntıla­ rı şöyle üstünkörü inceleyen bir göze görünüveriyorlardı. Schliemann önce tepe­ nin bir yanı 233 metrelik bir kare biçiminde olan doruğunu inceledi. Sonra artık, Troya'yı bulduğuna inandı. Bunun kanıtlarını topladı ve bu inanışta bütünüyle yalnız olmadığını öğren­ di. Ama bu inanışı paylaşanlar çok değildi. Doğuştan İngiliz olan Arnerikan vis­ konsülü Frank Calvert bunlardandı. Hisarlık tepesinin bir bölümü onun mülküy­ dü; orada bir villası vardı ve birkaç kazı yapmıştı. Bu kazılar onu da Schliemann'la aynı kurama götürmüştü ama o bunun sonucunu çıkaramamıştı. Ondan başka lskoçyalı bilgin Charles MacLaren'le Alman Gustav von Eckenbrecher de vardı ama onların sözlerini dinleyen bile olmamıştı. Ya Pınarbaşı kuramının ana temeli olan Homeros'un pınarları burada nasıl­ dı? Schliemann, burada karşısına Pınarbaşı'ndakinin tersi çıkınca kısa bir güven­ sizliğe uğradı. Ötekinde otuz dört pınar bulduğu halde burada hiç pınar yoktu; Calvert'in gözlemleri ona yardım etti. Bu volkanik bölgede kısa sürede birçok pı-


BİR HAZİNE BULAN YOKSUL ÇOCUGUN ÖYKÜSÜ

37

nar kurumuş ve yeniden ortaya çıkmıştı. Şöyle bir dokunup geçmekle, bilginiere o güne dek önemli görünmüş olan noktayı bir yana bıraktı. Ötede ona tersini or­ taya koymaya yarayan, burada kanıt oldu. Eğer Hektor'la Akhilleus'un kovalama ve çarpışmaları burada olduysa, tepenin yamaçları tatlı bir eğimle indikleri için, bunun artık olanaksız yanı yoktu. Kentin çevresini üç kez döndülerse on beş kilo­ metre yol almış olacaklardı; bu da, kendi deneyimine göre, kana susamış bir bo­ ğuşmanın kızgınlığı ile coşmuş savaşçılar için çok bir şey değildi. Schliemann'a eskilerin yargıları yine zamanının bilgiçlerininkinden daha ke­ sin göründü. Herodot, Kserkses'in, "Priamos'un Pergamos"unu ziyaret etmek ve tlion Minerva'sına bin sığır kurban etmek için Yeni llion'a gittiğini yazmıyor muydu? Ksenophon'a göre Ispartalıların ko­ mutanı Mindaros da aynı şeyi yapmamış mıydı? Arrianos'a göre de Büyük İskender, kurban sunmayı yeter bulmamış, Tro­ ya'dan silahlar almış ve bunları, uğur ge­ tirsinler diye koruyucuianna savaşlar­ da önünde taşıtmış değil miydi? Sezar da bir yandan İskender' e hayranlığı, öte yan­ dan da llionlarla akrabalığına açık kanıtlar bulduğuna inandığı için, llium Novum'a birçok şeyler yapmamış mıydı? Hepsi düş peşinde mi koşmuşlardı? Bunlar da onların çağının yalan haberle­ ri miydi? Schliemann bu kanıtları yığdığı yazı- Büyük lskender'in bir Yunan Tetradrahmisi üzerindeki portresi. Makedon Kralı saçlarınsının sonunda bütün bilgiçlikleri bir yana da krallık bandı ile tanrısal kökeninin sim­ bıraktı, büyülenmiş gibi çevresindeki gö- gesi olarak kehanet tanrısı Zeus Arnman 'un rüntüye baktı ve herhalde daha çocukken koç boynuzun u taşıyor. de söyleyebileceği gibi yazdı. " . . . Şunu da ekleyim ki, insan Troya Ovası'na ayak basar basmaz hemen, bir büyük kentle ka­ lesini taşımak için doğaca seçilmişe benzeyen güzel Hisarlık tepesinin görünüşü­ ne hayran oluyor. Gerçekten bu yer iyice pekiştirilirse tüm Troya Ovası'na ege­ men olur ve bütün bu bölgede onunla kıyaslanabilecek böyle başka bir nokta yok­ tur." "Hisarlık'tan Jupiter'in Troya kentini izlediği İda da görülüyor. " BİR çılgın işte o zaman kolları sıvadı. Tüccar çırağını milyoner yapan bütün o enerji, rüyasının gerçekleşmesini sağlayacaktı. Kendini olduğu kadar maddi ola­ naklarını da acımasızca bu uğurda harcadı. 1 869'da bir Yunanlı kızla evlenmişti. Helena'nın bir resmi gibi güzel Sophia Engastromenos çok geçmeden Homeros'un ülkesini bulmak büyük ödevi­ ne kendini onun gibi bütünüyle verdi. Sıkıntıları, zorlukları, terslikleri paylaştı.


38

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Schliemann 1 870 Nisanı'nda kazıya başladı. 1 87 1 'de iki ay, ondan sonraki iki yılın her birinde dörder buçuk ay kazdı. Buyrugunda aşagı yukarı yüz kişi bulunuyor­ du. Durmadan dinlenmeden çalışıyordu ve hiçbir şey onu alıkoyamıyordu. Ne sivrisineklerin karnında bataklıklardan taşınan sinsi ve tehlikeli sıtma, ne de su bulunmaması, ne işçilerin dikbaşlılıgı, ne resmi makamların işleri uzun sürdür­ mesi, ne de onu deli, hatta daha da kötü sayan bütün dünya bilginlerinin anlayış­ sızlıgı onu alıkoyabiliyordu. Kentin en yukarısında Athena'nın tapınagı vardı, Poseidon ile Apollon, Per­ gamos'un surlarını yapınışiardı -Homeros böyle diyordu-. Bu durumda tepe­ nin ortasında tapınagın ve çepeçevre etrafında da, ana topragın üzerinde kurul­ muş olan Tanrılar Duvarı'nın bulunması gerekti. lşine engel olan ve önemsiz say­ dıgı duvarları yıktı. Silahlar ve mutfak eşyaları, süsler ve vazolar bulundu. Bunlar burada zengin bir kent oldugunu yadsınamayacak gibi gösteriyordu. Ama o başka bir şey daha buldu ve bu yüzden de ilk kez Heinrich Schliemann'ın adı dünyanın dört bucagına ayıldı: Yeni tlion'un yıkıntıları altında başka örenler buldu, bunla­ rın altında daha başkalarını. Tepe, kat kat soymak zorunda kaldıgı dev bir sogana benziyordu. Bu katların her birinde de başka başka çaglarda insanların oturmuş oldukları görülüyordu. Uluslar yaşamışlar, ölmüşlerdi; kentler kurulmuş ve yeni­ den yok olmuştu; kılıç ve yangın olanca azgınlıgını göstermişti. Bir uygarlık öte­ kinin yerine geçmişti ve boyuna bir ölüler kentinin üzerine bir diriler kenti ku­ rulmuştu. Her gün yeni bir sürpriz getiriyordu. Schliemann, Homeros'un Troya'sını bul­ maya çıkmıştı ama bir yılın içinde o ve yardımcıları tam yedisini, sonraları da daha ikisini buldular! Dünyanın ne sezdigi, ne de bildigi bir eski aleme yeni bakışları . . . Ama bu dokuz kentin hangisi Homeros'un Troya'sı, kahramanlar ve yigitçe savaşların Troya'sıydı? Açık olan, en alttaki katın tarihöncesinden kaldıgıydı. En eski kattı bu; o denli eskiydi ki, bunda oturanlar daha maden kullanmayı bilmi­ yorlardı. En üstteki kat da kuşkusuz Kserkses'le İskender'in kurban sundukları Yeni tlion'u saklayan en yenisi olacaktı. Schliemann kazdı ve aradı. Alttan ikinci ve üçüncü katlarda yangın izleri ile dev toprak surlar ve çok büyük bir kapının yıkıntılarını buldu. Artık kuşkusu yoktu: Bu surlar Priamos'un sarayını kuşatıyordu, bu kapı da Skaia kapısıydı! Hazineler boldu, bilim bakımından hazineler. Ülkesine yolladıgı ve uzmanla­ rın incelemelerine sunduklarıyla, uzak bir çagın, tüm ayrıntılarıyla tam bir tablo­ su ortaya çıktı, yalnızca halkın portresi eksikti. Bu Schliemann'ın zaferiydi, aynı zamanda Homeros'un zaferiydi de; masal ve mit sayılan, ozanın hayal gücüne ve­ rilenlerin dogrulugu kanıtlanmıştı. Bütün dünyayı hayranlık dalgası sardı. Çalışmasıyla 250.000 metreküp top­ ragın üstesinden gelmiş olan Schliemann, dinlenıneye hak kazandıgını hissetti. Bakışları başka başka sorunlara çevrilmeye başladı. 1 5 Haziran 1 873'te sonuncu kazıya girişti ve o zaman, son kürek vuruşundan bir gün önce, çalışmalarını bir altın parıltısıyla taçlandıracak ve bütün dünyayı hayran bırakacak şeyleri buldu.


BİR HAZİNE BULAN YOKSUL ÇOCUGUN ÖYKÜSÜ

39

OLAY çok coşkunluk vericiydi. Bugün bile bu buluşun öyküsünü okurken insa­

nın soluğu kesilir. Sıcak bir günün sabahıydı. Schliemann karısıyla birlikte ka­ zıları gözden geçiriyordu. Artık önemli bir şeyin çıkmayacağını düşünüyordu; ama yine de hep uyanıktı. 28 ayak derinlikte, Schliemann'ın Priamos'un sara­ yı olarak varsaydığı duvarların üzerine gelmişlerdi. Ansızın, durmak dinlen­ rnek bilmeyen hayalini zorla kendine bağlayan bir şey gördü; sanki bir zorun­ luluk altındaymış gibi hemen harekete geçti. Kim bilir eğer güvenilmez işçile­ ri Schliemann'ın görmüş olduğunu görselerdi ne yaparlardı? Karısının kolunu yakaladı: "Altın! " diye fısıldadı. Kadın şaşkınlıkla ona baktı. "Hemen işçileri ev­ lerine yolla! " Güzel Yunanlı, "Ama . . . " diye başladı. "Arnası yok, onlara ne is­ tersen uydur, bugününün doğum günüm olduğunu söyle, unutmuşuz da şim­ di aklımıza gelmiş olsun, hepsine bir gün dinlenme verdiğimizi söyle! Ama ça­ buk! Çabuk! " İşçiler uzaklaştılar. Schliemann, "Al şalını getir! " diye bağırdı ve çukura at­ ladı. Bıçakla deli gibi çalışıyordu. Dev taş kitleleri, yüzyılların molozları, gide­ rek daha ürküntü verici, başının üzerinde sarkıyordu. Tehlikeye aldırdığı yoktu. "Acele acele büyük bir bıçakla oyarak hazineyi çıkardım, bu da son derece büyük bir güç harcama sonucu ve korkunç bir ölüm tehlikesi altında oldu; çünkü altı­ nı kazmakta olduğum büyük kale duvarı her an üzerime yıkılmak tehlikesi gös­ teriyordu. Fakat her biri paha biçilemeyecek denli büyük değer taşıyan, böylesi­ ne çok şey bana delice bir gözü peklik veriyordu, tehlikeyi düşündüğüm yoktu! " Fildişi donuk donuk ışıldıyor, altın şıkırdıyordu. Karısı şah tutuyor, şal paha biçilmez hazinelerle doluyordu. Priamos'un hazinesi! Karanlık eski çağın en güç­ lü yöneticilerinden birinin altınları; gözyaşları ve kana bulaşmış, tanrı gibi insan­ ların süsleri üç bin yıl gömüldükten ve yedi devletin yıkıntıları altında yitip git­ tikten sonra yeni bir günün ışığına çıkıyordu! Schliemann hazineyi bulmuş oldu­ ğundan bir an bile kuşku duymadı. Ancak ölümünden az önce onun coşkunlu­ ğunun sarhoşluğu içinde yanıldığı, Troya'nın ne ikinci, ne de üçüncü katta değil de alttan altıncı katta bulunduğu, hazinenin de Priamos'tan bin yıl daha eski bir kralın olduğu kanıtlanmıştı. Karı koca hazineyi hırsızlar gibi gizlice, ürküntü içinde tahta bir kulübeye gö­ türdüler. Sonra kaba saha bir tahta masanın üzerine bu mücevherlerin yığılma­ sı anı geldi. Bunlar taçlar ve tokalar, zincirler, plaklar ve düğmeler, teller, yılanlar ve sırmalardı. "Anlaşılan Priamos'un ailesinden biri hazineyi çabuk çabuk sandı­ ğa doldurdu, anahtarını çıkarmaya bile vakit bulamadan götürdü, fakat surun üs­ tünde düşman eli ya da ateş ona yetişti. O da sandığı yüzüstü bırakmak zorunda kaldı. O anda da yandaki kral evinin kızıl külleri ve taşları sandığın üzerine beş­ altı ayak kalınlığında yığıldı." Schliemann, bu hayal adamı bir çift küpe, bir gerdanlık aldı, bunları genç ka­ rısına taktı. Yirmi yaşında bir Yunanlı kadın için üç bin yıllık mücevherlerı Ona uzun uzun baktı: "Helena! " diye fısıldadı. Ama hazineyi nereye götürecekti. Buluntunun haberi sızdı. Schliemann serü­ venli yollardan hazineyi, karısının akrabalarının yardımıyla Atina'ya, oradan da


40

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

bir köye taşıdı, Schliemann'ın evine, Türk elçisinin istegi üzerine el kondugu za­ man memurlar hazineden kırıntı bulamadılar. Bir hırsız mıydı o? Türkiye yasaları eski eser buluntuları konusunda istenen yana çekilebilirdi. Tam bir keyfindelik egemendi. Tüm yaşamını bir düş ugrun­ da yepyeni bir çıgıra sokan bu adamın şimdi başarısı yüzünden kendinden geç­ mişken, bu hazineyi kendisi ve dolayısıyla Avrupa bilimi için kurtarmak isteme­ si şaşılacak bir şey midir? Yetmiş yıl önce Elgin ve Kincardine Kontu Thomas Bruce, başka türlü bir hazine için böyle davranmamış mıydı? Atina uzun süre Türk'tü. Lord Elgin'in elinde "üzerinde yazı ya da resimler bulunan birkaç ta­ şı Akropolis'ten götürmesine kimse engel olmasın" yargısını taşıyan bir ferman vardı. Elgin bu cümleyi çok serbestçe yorumladı, Parthenon'un süsleriyle dolu iki yüz sandıgı Londra'ya yolladı. Yunan sanatının bu eşsiz güzel parçaları üzerinde­ ki sahiplik hakkı davası yıllarca sürdü. Bunları ele geçirmek, Lord Elgin'e 74.240 İngiliz lirasına mal olmuştu. 1 8 1 6'da parlamento kararıyla bu koleksiyon satın alındıgı zaman ona verdikleri para bunun yarısı bile degildi: Ancak 35.000 İngiliz lirası! Schliemann "Priamos'un Hazinesi"ni çıkardıgı zaman kendini yaşamının en yüksek noktasına erişmiş sayıyordu. Böyle bir başarının daha da üstüne çıkılabilir miydi?


5· BÖLÜM

Agamemnon 'un Maskesi

• •

O Öyle ki daha sonra bunlara bakan biri, yazınsal coşkunluklara düşmemek, YLE yaşamlar vardır ki bunlar başarılarla, akıl almayacak denli doludurlar.

ileride zorunlu olacak en üstünlük halini daha başlangıçta kullanmamak için ka­ lemini tutmak zorundadır. Ama en üstünlüklerle geçen yaşamlar vardır. Böyle biri de Heinrich Schliemann'ın yaşamıdır. Bunun şaşırtıcı, masala benzer özelligi giderek daha şaşılacak bir durum alır. Arkeolojideki başarıları üç en yüksek nok­ taya varır. "Priamos'un Hazinesi"ni buluşu bunlardan birincisini, Mykenai kral mezarlarını araştırma ikincisini oluşturur. Yunan insanlığının en karanlık ve en yüce bölümlerinden biri Mykenai'de Pelopsogullarının öyküsü, Agamemnon'un yurduna dönüşü ve ölümünün öy­ küsüdür. Agamemnon on yıl Troya önünde kalmıştı. Aigisthos bu süreden yarar­ landı. "Bizler o denli çok işi bitirmek için orada kalırken, O, at besleyen Argos'un köşesine çekilmiş. Agamemnon 'un karısını, tatlı sözlerle kandırıyordu. "

Kocanın geri dönüşünü kendisine bildirmesi için bir bekçi dikmişti. Yirmi de adam hazırlamıştı. Sonra Agamemnon'u şölene çağırdı. -"Ama alçakça kurnaz­ lık düşünüyordu"- "Ve onu sofrada tepeledi, tıpkı bir boğayı yemlikte tepeler gi­ bi! Agamemnon'un dostları ve yoldaşlarından kimse kurtulamadı." Öç alıcısı ve oglu Grestes ortaya çıkıp annesi Klytaimnestra ile babasının katili Aigisthos'u öl­ dürünceye dek aradan sekiz yıl geçti. Tragedyacılar bu olayı benimsediler, Aiskhylos'un en güçlü yapıtı Agamemnon üzerindedir. Fransız Jean-Paul Sartre günümüzde de Orestes üzerine bir dram yazmıştır. Kralların en kudretli ve en zengini olan Peloponnes hükümdan "Erkeklerin Kralı" nın anısı hiç silinmedi. Fakat burası yalnız "Kanlı Mykenai" değil, "Altın Mykenai"ydi de. Homeros'a göre Troya zengindi ama Mykenai daha da zengindi ve "altın" sözcüğü hep onun sıfatı olarak kullanılırdı. Priamos'un hazinesi Schliemann'ı büyülemişti; yeni ha-


42

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

zineler arıyordu ve -kimse bunu olur iş görmediği halde- onu da buldu! Mykenai "Atlar besleyen Argos"un en dış köşesinde, Argos'tan "Korinthos Kıstağı"na gi­ den yolun yarı yerindeydi. Eski kral kalesine batıdan bakılacak olursa bir ören, dev duvar kalıntıları seçilir. Bunların ardından önce tatlı, sonra dik bir yokuşla, üzerinde llyas Peygamber' e adanmış küçük kiliseyle, Euboia Dağı yükselir. Aşağı yukarı l.ö. 1 70 yılında Pausanias buraları gezmiş ve gördüklerini yaz­ mıştı. Bunlar Schliemann'ın şimdi görebildiklerinden de çoktu. Ama burada ar­ keoloğun ödevi Troya'dakinden başkaydı: Eski Mykenai'nin bulunduğu yer bes­ belliydi. Bin yılların tozu, yıkıntıların üzerine yığılmıştı ve bir zamanlar kralların egemen oldukları yerde şimdi koyunlar otluyordu. "Aslanlı Kapı", sarayın baş kapısı, hayran yolcunun gözü önündeydi; bir zaman­ lar fırın sanılan "hazine evleri", bunlar arasında da en ünlüleri, Pelopsoğullarının ilki Agamemnon'un babası Atreus'unki de görülüyordu. Yeraltı odası on üç met­ reden daha yüksekti. Bu oda tek bir kubbeden oluşmuştu ve bağlantısız, kiklop­ ça, iri taşlardan örülmüştü. Birçok Antikçağ yazarı, Schliemann'a burasını Agamemnon ile öldürülen ar­ kadaşlarının mezarları olarak gösteriyordu. Kalenin yeri açıkça belliydi, ama me­ zarlarınki değildi. Schliemann Troya'yı nasıl, bilginierin düşüncelerinin dikine gi­ derek ve yalnız Homeros'a dayanarak bulduysa; bu kez de Pausanias'ın yapıtının bir yerine dayandı, bütün bilginierin b urasını yanlış çevirdiğini ve yanlış anladığı­ nı öne sürdü. O güne dek kabul edilmişti ki -hem de bunu iki en büyük arkeoloji yetkesi, İngiliz Dodwell'le Alman Curtius yapmışlardı- Pausanias, mezarların ye­ rini kalenin surları dışında olarak göstermektedir. Oysa Schlemann bunların sur içinde olmaları gerektiğini öne sürüyordu, daha Ithaka kitabında bile bu düşün­ ceyi ileri sürmüştü. Bu da bilimsel düşüncelere değil, eskilerin yazılarına körinanç ile inanışını gösteriyordu. Ama bunun önemi yok - çünkü Schliemann kazdı ve mezarlar da onu haklı çıkardı. "7 Ağustos 1 876'da 63 işçi ile büyük işe giriştim . . . " - " 1 9 Ağustos'tan beri ka­ zıları ortalama 1 25 işçi ve dört moloz arabasıyla sürdürüyorum. lyi ilerlemeler sağladım."

Burası kralların son istirahatgahı: Mykenai kalesinin altındaki "Atreus'un Hazine Odası "nın kesiti ve planı.


AGAMEMNON'UN MASKESl

43

Dogru: Olaganüstü çok sayıda vazolar, hep vazolar bulduktan sonra çift sı­ ra dikilmiş taşların çevreledigi garip, yııvarlak bir alan bulmuştu. Schliemann'ın burada Mykenai büyüklerinin danışma ya da yargılama için toplandıkları yııvar­ lak agorasını buldugundan kuşkusu yoktu. Eurypides'in -Elektra tragedyasında­ habercisi burada durmuş ve halkı agoraya çagırmıştı. "Bilgili dostları ona hak veriyordu. Pausanias'ta, başka bir Agora için, "Kah­ ramanların mezarı içinde bulunsun diye meclis toplantı alanını buraya yaptırdı," türncesini bulunca, artık kendisini altı kent kalıntısı arasından Priamos'un hazi­ nesine eriştiren ve uykuda gezenlerinkine benzer bir güvenle, Agamemnon'un mezarı üzerinde buldugunu biliyordu. Bundan sonra dokuz mezar bulunca, -ki bunlardan dördünde saglam kal­ mış kabartmalar vardı- artık bilginin çekingenligi de ortadan kalktı ve şunla­ rı yazdı: "Şimdi gerçekten bir an bile çekinmeden şunu açıklayabilirim ki bura­ da Pausanias'ın, gelenege dayanarak Atreus'un, Erkeklerin Kralı Agamemnon'un, arabacısı Eurymedon'un, Kassandra'nın ve dostlarının olarak gösterdigi mezarla­ rı bulmuş oluyorum." Bu arada Aslanlı Kapı yakınındaki hazine evinde işler agır gidiyordu. Taş gibi katılaşmış olan moloz kazıyı güçleştiriyordu. Ama burada da aynı medyıı mca gü­ veni "kuşkusuz bu gizemli yapının, eski kralların hazinelerine depo işi gördügü konusundaki söylenti bütünüyle dogrudur! " Daha kapıyı bulmak için aktarmak zorunda kaldıgı molozlar arasındaki ilk buluntular bile biçimlerindeki incelik, yapılışlarındaki güzellik ve malzemelerinin kalitesi bakımından Troya' da buldu­ gu bütün benzerlerinden kat kat üstündü. Friz parçaları, boyalı vazolar, Hera'nın pişmiş topraktan idolleri, süsleri yapmak için taştan kalıplar, (Schliemann hemen "hepsinin altından ve gümüşten olması çok olasıdır" deyivermektedir) sırlı top­ raktan süsler, cam boncuklar ve degerli süs taşları! Çalışmaları sırasında ne denli çok toprak aktardıgını şu sözleri aydınlatır: "Kazılarımın ilerledigi her yerde 26 ayaktan daha derin bir moloz yıgını bulama­ dım, bu da ancak büyük surun yanındaydı. Buradan sonra kaya çabucak yükseli­ yordu. En büyük alanda molozun derinligi 1 3-20 ayagı geçmiyordu. " FAKAT sonuç bu çalışmaya degdi.

Schliemann 6 Aralık 1 876 tarihinde ilk mezarın açılışını kaydetmiştir. Şimdi büyük bir özenle kazmak gerekmektedir. Sophia, bu yorulmak bilmez yardımcı, yirmi beş gün dizüstü emeklemiş, çakı ile kazımış, elleriyle kazmıştı. Derken tam beş mezar buldular. Bu mezarlarda on beş ölünün iskeletlerini ortaya çıkardılar. Schliemann, Yunan kralına bir telgraf çekti: "Zatı Haşmetanelerine, Klytaimnestra ve sevgilisi Aigisthos tarafından ye­ mekte öldürülen Agamemnon, Kassandra, Eurymedon ve arkadaşlarının oldu­ gunu gelenegin bildirdigi mezarların bulundugunu büyük bir sevinçle duyıırurum. Birbiri ardından iskeletler bulan Schliemann'ın duydugu büyük heyecanı göz önüne getirmek gerekir. Dünya onları efsaneler alemine yerleştirmişti ama onlar "


44

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Troya'da savaşmış kahramanlardı. Zamanın yiyip tükettigi yüzlerine baktıgında boş göz çukurlarına ragmen kıvrık burunları, son kez yaşadıkları hainligin etki­ siyle korkunç bir acıyla kasılmış dudakları, hala üzerlerinden et parçaları sarkan bilezikler ve süsleri tıngırdayan kemikler, üç bin yılı aşkın zaman önce kin ve tut­ ku içinde yaşamış olan insanların kemikleri! Onun için artık kuşku yoktu. Gerçekten de inandıgını dogrular gibi görü­ nen birçok kanıtlar da vardı. "Bu gövdeler sözün tam anlamıyla mücevher ve altınla yüklüydü" diye yazar. "Sıradan ölümlülerin mezarına böyle hazinele­ ri koyarlar mıydı?" diye sorar. Silahlar buldu, zengin ve kıymetli silahlar; göl­ geler diyarındaki her türlü tehlikeye karşı ölüleri bunlarla silahlandırmışlardı. Schliemann vücutların acele ile yakıldıklarının açıkça göründügünü de belirti­ yordu. Gömenler daha ateşin her şeyi yok etmesine vakit bırakmadan ölülerin üzerine çakıl ve toprak yıgmışlardı, izlerini yok etmek isteyen katillerin çaba- · sıyla. Yanlarına hazineler verilmesi o zamanın geleneklerine saygıyı göstermek­ teyse de gömme biçimi ve mezarların durumu ancak katillerin kin besledikle­ ri kurbanıarına yakıştırabilecekleri denli kötü ve uygunsuz oldugunu göstermi­ yor muydu? Onlar "tıpkı mundar hayvanların leşleri gibi sefil çukurlara atıl­ mış" değiller miydi? Schliemann yetkelere, eski yazariara başvuruyordu. Aiskhylos'un "Agamem­ non"undan, Sophokles'in "Elektra"sından ve Euripides'in "Orestes"inden parça­ lar veriyordu. İçinde hiç kuşku uyanmıyordu ama, bugün bildigirniz gibi, kura­ mı yanlıştı. Evet Agora'nın altında kral mezarları bulmuştu; ama Agamemnon'la arkadaşlarının değil, çok büyük bir olasılıkla, onlardan dört yüz yıl daha eski me­ zarları! Bunun önemi yok. Asıl önemli olan onun, silinip gitmiş tarihöncesine ikinci bir büyük adım atmış olması, bir kez daha Homeros'un doğru sözlülüğünü göster­ mesi ve bize Avrupa toprağındaki en eski ana kültür üzerine bilgi verebilecek (hem maddesel, hem de bilimsel bakımdan) hazineler ortaya çıkarmış olmasıdır. ALTIN hazineleri olağanüstü büyüktü; ancak, ta sonradan, yüzyılımızda Car­

narvon'la Carter'ın Mısır' da buldukları bunlardan üstün olacaktı. Schliemann: "Bütün dünya m üzelerinde bunların beşte biri bile yoktur," diye yazıyordu. İlk mezardaki üç iskeletİn her birinin üstünde sam altından beşer taç, altın­ dan defne yaprakları ve haçlar buldu. Başka bir mezarda -burada üç kadın ya­ tıyordu- tam 70 1 altın yaprak topladı. Bunların üzerieri görülmedik güzellikte süslemelerle, hayvanlar ve çiçekler, kelebekler ve mürekkepbalıklarıyla bezenmiş­ ti. Altından aslanlar ve başka hayvanlar, öldüresiye bir çarpışma sırasında savaşçı­ lar, aslan ve grifonlar, yatan geyikler ve güvercinli kadınlar biçiminde mücevher­ ler buldu. İskelederden birinin başında, altından alınlık şeridine başın çevresin­ de dikine duran 36 altın yaprak takılı bir taç vardı; neredeyse toz olacak bir başın! Başka birinde de sanatlı bir taca hala kafatası parçaları yapışıktı. Bunlardan başka, başlara bağlandıkları altın telleri hala duran başka beş al­ tın taç, birçok altın haç ve rozet, göğüs iğnesi ve saç takası, necefler, akikten ke-


AGAMEMNON'UN MASKESİ

45

Mykenai'de bulunan bir krala yakışan altın kaplar.

mer halkaları, sardoniksten ve ametistten mercimek biçiminde süs taşları buldu. Sapları necef taşı, altın kaplama gümüş asalar, altından kadeh ve kutular, sumer­ merinden süs eşyaları buldu. En önemlisi olarak da, geleneğe göre kral ölülerini her türlü dış etkiden koru­ mak için kullanılan o altın maskeleri ve göğüslükleri buldu. Yine dizüstü ve karı­ sının yardımıyla, dördüncü mezarda yatan beş ölünün üzerlerindeki kil tabaka­ sını kazıdı. Ölülerin başlarını ancak beş saat görebildi, sonra bunlar toz olup da­ ğıldılar. Ama maskeler biçimlerini ve parlaklıklarını koruyordu -ve bu biçimle­ rin, bu yüzlerin her biri başka başka özellikteydi-. "Hem de tanrılada kahraman­ ların ideal tiplerinden o denli bambaşka ki, hiç kuşkusuz bunlardan her biri, bir ölünün portresidir." Çok güzel çukur oymalı mühür yüzükler buldu, bilezikler, alınlıklar ve kemer­ ler, 1 1 0 altın çiçek, oymasız 68 ve oyma süslü 1 1 8 altın döğme buldu - yok yok, mezarları anlatan bundan sonraki sayfada yeniden 1 30 altın düğme kayıtlı, öteki sayfada da altından bir tapınak modeli, daha ötekinde altından bir mürekkepba­ lığı. Schliemann' da iki yüz altı büyük sayfa tutan bu betimlemelerinden artık vaz­ geçelim. O altın, altın, altın buldu! Akşamları güneş hatıp gecenin gölgeleri Mykenai'nin Akropolis'ine çöker­ ken, Schliemann bir ateş yaktırdı. "2344 yıldan beri ilk kez." Bu karakol ateşi, Klytaimnestra ile sevgilisine bir zamanlar Agamemnon'un yaklaştığını bildirenle­ ri anımsatırdı. Ama bu kez ateş, o güne dek ölü kralların mezarlarından alınmış en büyük hazineye yaklaşacak hırsızları ürkütmeye yarıyordu.


6.

B ÖLÜM

Schliemann ve Bilim

S kalesini ortaya çıkardı; onun Mykenai'de ortaya koyduklarıyla kendisinden

CHLIEMANN'IN üçüncü büyük kazısı artık altın vermedi. Ama Tiryns'in bir

yaklaşık on yıl sonra İngiliz arkeoloğu Evans'ın Girit'te buldukları birleşince ilk kez, bir zamanlar Akdeniz kıyılarına egemen olmuş bir tarihöncesi kültür bölge­ sinin tablosu derlenip toplanıp meydana çıktı. Ama daha önce Schliemann'ın, kendi çağındaki durumu üzerine birkaç söz söyleyelim. Bu, günümüzde de her zamanki gibi günceldir. Çünkü bugün de her araştırmacı, halkın ve uzmanların makas ateşi altında savaşmak zorunda­ dır. Schliemann'ın raporlarının, Winckelmann'ın "açık mektupları"nınkilerden apayrı bir okur kitlesi vardı. 1 8. yüzyılın o yüksek sosyete adamı kitabını aydın­ lar için, ayrıcalıkların, müzesi olanlar ya da hiç değilse bir sarayla ilişkili oldukla­ rı için bunları görmeye olanak bulanların küçük çevresi için yazmıştı. Bu küçük çevre Pompei'nin açılmasıyla coşkuya kapılmıştı, tek bir heykelin ortaya çıkarıl­ ması bile onları hayran bırakıyordu ama ilgileri hiçbir zaman parke döşeli sanat ve estetik düzlüğünden ayrılmıyordu. Winckelmann'ın etkisi önemliydi ama bu küçük aydınlar çevresinden çağının tüm derinliğine ve genişliğine yayılmak için azanlar ve yazarların aracılığına gereksinim duyuyordu. Schliemann aracılığa gerek olmadan, doğrudan doğruya etki yapıyordu. Her buluntuyu yayınlıyordu. Bu buluntuların en büyük hayranı da kendisiy­ di. Mektupları dünyanın her yerine gidiyor, makaleleri her gazetede çıkıyordu. Schliemann, eğer o sırada bulunmuş olsalardı, tam radyo, film ve televizyon ada­ mı olurdu. Troya'daki buluntuları yalnız aydınların küçük dünyasında değil, her yan­ da bir fırtınadır kopardı. Winckelmann'ın heykel betimlemeleri estetlere sesle­ niyordu, yalnızca anlayanları hayran bırakıyordu. Schliemann'ın altın buluntu­ ları, doğduğu ülkede "Büyük Girişimler Çağı" denen dönemin tüm insanlarına, ekonomik Prosperity'nin kabaran dalgasına kapılmış, Self-made-man'ı beğenen, sağlam sağduyuya sahip olan ve "tam bilginler" "amatör" den yüz çevirdiklerinde onun yanını tutan tüm insanlara söylüyordu. Bir müze müdürü, Schliemann'ın 1 873'teki gazete makalelerinden birkaç yıl


SCHLIEMANN VE BlLİM

47

sonra şöyle yazıyordu: "Bu haberler çıktığında hem bilginler hem de halk arasın­ da büyük bir coşku egemendi. Her yerde, evde ve sokakta, posta arabasında ve trende Troya'dan konuşuluyordu. Herkes şaşıyor ve sorup duruyordu." Winckelmann, Herder'in dediği gibi bize "Yunanlıların gizemini uzaktan gös­ terdi" ise, Schliemann onun ilkel dünyasını açıkladı. İnanılmaz bir ataklıkla, ar­ keolojiyi çalışma odalarının petrol ışığından, bir H elen göğün ün güneşi altına gö­ türdü ve Troya sorusunu kürekle çözdü. Klasik fıloloji alanından bir adımda, can­ lı tarihöncesine geçiverdi ve bir klasik bilimi prehistoryaya ekleyerek genişletti. Bu devrimci hareketin temposu başarıların birbirini kovalaması, onun ne bü­ tünüyle tacir, ne bütünüyle bilgin, iki yanlı kişiliği, yayınlarındaki "reklamsı" tu­ tumu, uluslararası bilginler dünyasını, bunun içinde özellikle Almanları çok kız­ dırıyordu. Bu ayaklanma, Schliemann'ın bu kazı yıllarında, çalışma odalarından ortaya atılan Troya ve Homeros üzerine yazılmış 90 yapıtın sayısının büyüklü­ ğünde kendini gösterir. Bilginierin Philippiklerinin ateşi altına aldıkları asıl saldırı noktası, Schliemann'ın bir meraklı, bir amatör oluşuydu. Kazıların tarihinde, ka­ ranlık içine yeni bir atlayış için hamle yapmaktan başka suçları olmayan adamlara yaşamlarını zehreden meslekten arkeologlara boyuna rastlayacağız. Schliemann'a olan saldırılar ilkelere dayandığı için bunlar üzerinde bazı şeyler söyleyecek ve bunlardan bazı parçalar alacağız. tık olarak çok kızmış bir filozof söz alsın: Arthur Schopenhauer: "Meraklı, meraklı - bir bilim ya da sanada yalnızca ona karşı olan sevgi ve on­ dan duyduğu zevk yüzünden, yarar aramadan uğraşanı, bunu kazanç için yapan­ lar, küçümseyerek böyle adlandırırlar; çünkü onların yalnız bundan kazanacak­ ları para hoşlarına gider. Bu küçümseme onların, hiç kimsenin bir şeye zorunlu­ luk, açlık ya da herhangi bir tutku sürüklerneden gerçekten sarılmayacağı yolun­ daki alçakça inançlarından ileri gelmektedir. Halk da aynı kafadadır, onun için ay­ nı şeye inanır. 'Meslekten olan'a karşı onun içine işlemiş olan saygı ve meraklılara karşı olan güvensizliğin kaynağı da budur. Buna karşı işin doğrusu, bir şeyin me­ raklısı için amaç, meslekten olan için de yalnızca araç oluşudur; ancak, salt doğ­ rudan doğruya kendisine uygun olanla, onu sevdiği için uğraşan, bunu aşkla ya­ pan, bir işi ciddi olarak yürütebilir. Ancak bunlardan -ücretli uşaklardan değil­ hep büyük şeyler çıkmıştır." Almanya'nın Schliemann'ın yanına kattığı az sayıda meslek adamlarından bi­ ri, onun iş arkadaşı, akıl hocası ve dostu Wilhelm Dörpfeld 1 932' den sonra şöyle yazıyordu: "Ote yandan birçok bilginlerin, hele Alman fılologlarının, kendisinin Troya ve İthaka' daki çalışmalarıyla neden alay ettiklerini hiçbir zaman anlayama­ dı. Ben de bazı büyük bilginlerin, sonradan, benim, Homeros'ta geçen yerlerdeki kazılarıma karşılık olan bu alaylarına hep üzüldüm ve bunları yalnız haksız değil, aynı zamanda bilime aykırı buldum." "Meslek adamlarının" başarılı "Outsider"a karşı olan bu güvensizliği, burju­ vanın dehaya karşı olan güvensizliğidir. Güvenceli bir yaşamı olanlar güvensiz alanlarda dolaşanları, "işini hiç üzerine kuranları" hep hor görürler. Bu hor gö­ rüş haksızdır.


48

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Bilimsel gelişmelerde ne denli İstersek o denli gerilere bakalım; pek çok sayı­ da büyük buluşların "meraklıları," "Outsider" hatta "Otodidaktlar" tarafından yapıldığını görmek zor değildir. Bunlar bir düşüncenin çekiciliğine kapılmışlar, meslek öğreniminin kösteklerini duymamışlar, uzmanlığın gözbağlarını tanıma­ mışlar ve akademik geleneğin kurduğu engelleri atlayıp geçmişlerdir. 1 7. yüzyıl büyük Alman Fizikçisi Otto von Guericke aslında hukukçuydu. Denis Papin hekimdi. Bir sabun imalatçısının oğlu Benjamin Franklin değil üniversite, lise öğrenimi bile yapmadan yalnız etkin bir politikacı değil (bunun için daha düşük bir kalite de yeterdi) aynı zamanda önemli bir bilgin olmuş­ tu. Elektriği bulan Galvani bekirndi ve Wilhelm Ostwald'ın "Elektro-Kimyanın Tarihi"nde kanıdadığı gibi buluşlarını asıl bilgilerinin eksik gedik oluşuna borç­ luydu. Joseph von Fraunhofer, tayf üzerine olağanüstü yapıtın yazarı, on dört yaşına dek ne okuma ne de yazma bilirdi: En önemli doğa araştırıcılarından bi­ ri olan Michael Faraday bir nalbandın oğluydu ve ciltçi olarak yaşama atılmış­ tı. Enerjinin sakımı yasasını bulan Julius Robert Mayer hekimdi. Hermann von Helmholtz da bekirndi ve o da yirmi altı yaşındayken ilk yapıtını bu konuda vermişti. Matematikçi ve fızikçi Georges-Louis Leclerc Buffon en önemli ya­ pıtlarını jeoloji alanında yazmıştı. llk elektrikli telgrafı yapan anatomi profesö­ rü Thomas Sömmering'di. Samuel Morse da, Louis Daguerre de ressamdılar. Birincisi telgraf alfabesini, ikincisi de fotoğrafı bulmuştu. Yönetilebilir balonun bu işe deli gibi kendini vermiş olan yaratıcıları Kont Perdinand von Zeppelin, Hans Gross ve August von Parseval subaydılar ve teknikten haberleri bile yok­ tu. Bunlar sayınakla tükenmez. Bu adamları ve yaptıklarını bilim tarihinden çı­ karın, bu yapı çöküverir. Ama buna karşılık, çağlarında da hepsi alaya alınmış­ lardır. Bu dizi, bu kitapta ele aldığımız bilim dalında da sürüp gider. Sanskritçeden ilk iyi çevirileri veren William Jones doğubilimci değil, Bengal'de baş yargıçtı. Çivi yazısını ilk okuyan Georg Friedrich Grotefend klasik fılologdu, ondan sonra ge­ len Henry Creswicke Rawlinson subay ve politikacıydı. Hiyeroglifın okunması­ nın uzun yolunda ilk adımı atan Thomas Young bir hekimdi. Hedefe varan Jean­ François Champollion aslında tarih profesörüydü. Bergama'yı kazıp çıkaran Carl Humann demiryolu mühendisiydi. Burada söylenınesi gereken için bu liste yeterli değil mi? Uzmanın üstün yan­ larının değerleri üzerinde tartışılamaz. Ama, eğer araç temiz ise, asıl önemli olan sonuç değil midir? "Outsider"a da gönül borcu duymamalı mıyız? EVET Schliemann ilk kazılarında çok büyük kusurlar işlemişti. Değerli olan es­

ki yapıları yıkıp atmıştı, önemli belirtiler olan duvarlara zarar vermişti. Ama bü­ yük Alman tarihçisi Eduard Meyer onun bu yaptıklarını doğru görmektedir: "Schliemann'ın dosdoğru ana toprağa dek inme yolundaki yöntemsiz çalışması, bilim için son derece verimli olmuştur; sistemli bir kazı ile tepenin sakladığı eski katlar ve bunlar arasında bizim asıl 'Troya' kültürü adını verdiğimiz kültürün or­ taya çıkabilmesi çok güç olacaktı. "


1 Metrelerce molozdan temizlenmiş: Herculaneum 'un yıkıntılarına bakan kişinin, bu sokaklar ve evlerde /.S. 79 yılının Ağustos ayında ne denli korkunç sahneler yaşandığını zihninde canlandırması kolay değil. -

2 - Vezüv'ün yanı başındaki kent yok olmadan önce Herculaneum 'daki Vi/la dei Paipiri'nin görün üşü böylesine görkemliydi. ]. Pa ul Getty, "Papirüs Ruloları Viiiası "nın modern versiyonww Los Angeles yakınlarındaki Malibu 'da yeniden inşa ettirdi.


3 - Bugün bile işçilerinin Troya'da kazıp çıkarmak zorunda kaldıkları toprağın miktarına ve Schliemann 'ın birbiri üstünde ve yan yana yer alan duvar karmaşasına bakarak bu yerin tarihini oluşturmasına insan hayret ediyor.


hn '

4-

Yıllar içinde Troya 'daki ilk kazı çalışmalarının hazine avcısı, uzman yardımına değer veren bir bilimsel kazıcıya dönüştü. Bu bağlamda Atina 'daki Fransız Arkeoloji Enstitüsü 'nün eski direktörü Emile Burnouf Troya kazılarına ilişkin bu planı çizdi. Bu plan 1 879 yılı kazılarının ardından Hisar/ık Tepesi'ndeki durumu belgeliyor. Heinrich Schliemann bu kazı çalışmalarının ardıııdan saygın bir tıp adamı, politikacı ve eski çağlar uzmanı olan Rudolf Virchow'un desteğini de kazandı.


5 / ö 1 5. yüzyılın biiyük sanatı kiiçiik boyutlarda: Altından yapılmış Girit-Miken miihiir yiiziiğiinde, ellerinde gaga ağızlı ibrikler taşıyan hayvan görünümiii dört dairnon ile onların saygı sunduk/arı tahtına oturmuş bir tanrıça yer alıyor. -

.

.

6 - Schliemann 'ın Mykenai'deki kral mezarlarında buldukları arasında değerli, zengin siislemeli altın, güm üş ya da kaymak taşından kapların yanı sıra üzerieri boyalı toprak kap ve terakota heykelcikler de vardı.


7 - 1. Ö. 1 700 yıllarında yapılmış Phaistos Diski, bilinen ilk basılı yazı belgesi olarak kabul edilebilir. Çünkü iki yüzü yazılı toprak diskin (çapı 1 6 cm; kalınlığı 2 cm) üzerine baskı tekniği ile toplam 45 farklı işaretten oluşan 242 piktogram resmedilmiş, her işaret için ayrı bir mühür hazırlanmıştı. Yazının yön ii, kaynağı, dolayısıyla içeriği bugün hiilii tartışmalıdır.


8 - Evans tarafından eskisine uygun biçimde yeniden yapıldı: A rka duvarında ünlü bir kaba rtma

boğa başı nın yer aldığı Knossos Sarayı 'nın kuzey girişindeki sütun/u avlu.


9 - Atina Akropolündeki Erechtheion Tapınağı 'nın çatısı Karyatit de denen altı genç kız /ıeykeli tarafından taşınır. Günümüzde bu heykellerin yerinde kopya/arı var. Heykellerden birini 181 1 'de Lord Elgin yanında Ingiltere'ye götiirdü, ötekiler Akropol Müzesi'nde bulunuyor.


1 0 - Bergama antik kenti: Bu maket kentin 1. 5. 3. yüzyıldaki görünümünü yansıtıyor. l. ö. 2. yüzyılda Keltler'i yenilgiye uğratmalarından dolayı Bergama kralı Il. Eumenes'in, tanrıların babası Zeus adına, şükran duygularının ifadesi olarak yaptırdığı dünyaca ünlü Bergama Sunağı büyük meydan ın ortasında, belirgin biçimde görülüyor.


SCHLIEMANN VE BİLİM

49

Asıl korkunç talihsizlik, Schliemann'ın ilk açıklamaları ve çag belirtmelerinin hemen hepsinin yanlış oluşudur. Ama Kolombus da Amerika'yı buldugu zaman Hindistan'ı keşfettigini sanmıştı. Bu onun başarısını küçültür mü? Hem şunda hiç kuşku yoktur: llk yıl Hisarlık tepesinde Schliemann, içinde ne oldugunu anlamak için oyuncagını çekiçle kıran bir çocuk gibi davranmış­ tı; ama Mykenai ve Tiryns'i kazan adama artık bütünüyle ciddi bir araştırıcı de­ nebilir. Dörpfeld de, biraz çekimser olarak büyük Ingiliz Evans da bunu onayla­ maktadırlar. Winckelmann nasıl "zorba bir hükümdarın ülkesi" Prusya' dan çektiyse, Schliemann da geldigi ve kendisine çocukluk rüyalarını vermiş olan aynı ülke­ nin anlayışsızlıgından öyle çekmiştir. Kazıları, bunların sonuçları bütün dünya­ nın gözünün önüne serili dururken hala, 1 888 yılında bile, Forchhammer adında bir adamın, Troya savaşlarını Troya Ovası'nda denizin ve ırmakların akıntısı, sisin ve yagmurun çarpışmaları ile açıklama yolunda zavallı bir deneme olan llyada'nın Açıklaması adındaki kitabının ikinci baskısı yayınlanmıştı. Ama Schliemann ken­ disini aslan gibi savundu. Odun kafalı, dırıltıcı biri, Schliemann'ın baş karşıtı olan yüzbaşı Boetticher, işi, kazılarında eski Troya varsayımına aykırı olan şeyle­ ri ortadan kaldırmak için duvarları bile bile yıktıgını öne sürmeye dek vardırın­ ca, Schliemann bu adamı, giderini kendi karşılayarak Hisarlık'a çagırdı. Bu bu­ luşmada uzmanlar hazır bulundular ve Schliemann'la Dörpfeld'i haklı çıkardı­ lar. Yüzbaşı her yanı iyice gözden geçirdi, asık bir surat takındı, ülkesine döndü ve "Troya denen yerin" aslında çok büyük, eşi görülmedik bir ölü yakma yeri ol­ dugunu ileri sürdü. O zaman Schliemann, 1 890'da, dördüncü kazısı sırasında her ulustan bilginleri çagırdı. Skamandros Vadisi'nin tepenin etegindeki bölümüne tahta barakalar yaptırdı ve on dört bilgin için barınacak yer hazırladı. İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar ve Almanlar (aralarında Virchow da vardı) çagrıya uydu­ lar. Onlar da, gözleriyle gördüklerinin karşısında, artık diyecek bir şey bulamadı­ lar ve Schliemann'la Dörpfeld'in savlarını onayladılar. Schliemann'ın koleksiyo­ nunun paha biçilmez bir degeri vardı. Vasiyeti geregince ölümünden sonra bun­ lar "en sevdigi ve deger verdigi" ulusa kalacaktı. Önce bunları Yunan hükümeti­ ne, sonra Fransızlara önerdi. Petersburg'daki bir Rus baronuna 1 876'da şöyle ya­ zıyordu: "Birkaç yıl önce benden Troya koleksiyonunun fiyatı soruldugu zaman 80.000 po und demiştim. Fakat yaşamıının yirmi yılını Petersburg'da geçirdigim, bütün sempatim Rusya'ya oldugu ve ben koleksiyonun oraya gitmesini candan is­ tedigim için, Rus hükümetinden yalnız 50.000 pound istiyorum ve gerekirse hat­ ta 40.000 pounda dek İnıneye hazırım . . . " Ama asıl açıktan açıga belli ettigi sevgisi, en büyük yankıyı buldugu ve tüm Alman gazeteleri kendisine aldırış etmezken Times'ın sütunlarının ona daima açık oldugu, hatta başbakan Gladstone'un Mykenai kitabına önsöz yazdıgı (da­ ha önce de ünlü Oxford Profesörü Archibald Henry Sayce Troya yapıtı için bunu yapmıştı) lngiltere'yeydi. Koleksiyonun sonunda Berlin' e "sonsuz mülk iyeligi ve tam olarak koruma" için gidişi yine -talihin ne büyük oyunu- arkeolojiye salt amatörce yakınlıgı olan TM 4


so

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

biri sayesinde olmuştu: Büyük hekim Rudolf Virchow! Virchow, Schliemann'ın antropoloji kurumuna üye olmasını ve sonunda Bismarck ve Moltke ile birlikte Berlin kenti onur hemşehriliğine alınmasını sağlamıştı. Schliemann bir zaman hazinesini hükümet adamlarından bir hırsız gibi ka­ çırmış ve saklamıştı. Birçok sapa yollardan, sonunda Troya koleksiyonunun en önemli parçaları Berlin'deki Tarih Başlangıcı ve Tarihöncesi Müzesi'ne erişti. Yıllarca bu hazineler orada durdu ve bir büyük savaşı geçirdi. Sonra ikinci büyük savaş geldi çattı. Derken bombalar yağdı. Koleksiyonun bazı bölümleri zarara uğ­ ramadı ve emin yerlere taşındı. "Priamos'un altın hazinesi" önce Prusya Devlet Bankası'na, sonra Berlin Hayvanat Bahçesi yanındaki sığınağa taşındı. ( 1 94S'ten sonra Troya değerli buluntuları uzun zaman kayıplara karıştı. 1 993'ten sonra ha­ zinenin savaştan hemen sonra gizlice Moskova'ya taşındığı ortaya çıktı. Orada yaklaşık SO yıl Puşkin Müzesi'nde saklandı. )


7· BÖLÜM

Mykenai, Tiryns ve Bilinmeyenler Adası

ı 876'da, elli dört yaşındaki Schliemann Mykenai'ye ilk kazınayı vurmuştu.

1 878- 1 879'da Vichow'un yardımıyla ikinci kez Troya'da kazı yaptı. 1 880'de Arkhomenos'ta Homeros'un "Altın" takrna adını verdigi bu üçüncü kentte Minyas'ın hazine odasının görkemli tavanını ortaya çıkardı; 1 882'de Dörpfeld'le birlikte üçüncü kez Troas'ta kazı yaptı ve iki yıl sonra da Tiryns'teki kazısına baş­ ladı. Yine önceden bildiklerimiz oldu: Tiryns'in kalesi ortadaydı; bir yangın, taş­ ları kireçleştirmiş ve bunları baglayan kili de pişirerek tuglaya dönüştürmüştü; arkeologlar bu duvarları ortaçagdan kalma sandılar. Yunanlı rehberler turistlere Tiryns'te önemli bir şey bulunmadıgını söylüyorlardı. Schliemann yine eski yazariara güvendi ve öyle gayretle kazdı ki Kophinionlu bir çifçinin kimyon tarlasına zarar verdi ve 275 frank ceza ödemek zorunda kal­ dı. Tiryns'te Herakles dogmuştu. Kiklop duvarları Antikçag'da bir harika ola­ rak sayılırdı. Pausanias bunları Mısır piramitleriyle denk tutardı. Derler ki Proitos, Tiryns'in söylence kralı, bu duvarları örmek için yedi kiklop çagır­ mış, bunlar sonradan başka yerlerde de duvarlar yapmışlar, bunların en başın­ da Mykenai'ninki getirmiş, onun için Euripides tüm Argolis'e "Kikloplar Ülkesi" adını verir. Schliemann kazdı ve o güne dek bulunanların hepsinden üstün, bunu yapan ve kralları bunun içinde yaşamış olan o tarihöncesi ulusa karşı insanda heybet uyandıran bir sarayın temellerini buldu. Bu saray kireçtaşından bir kayalıgın üstünde kale gibi yükseliyordu. Duvarlar iki, hatta üç metre uzunlugunda, bir metre genişlik ve bir metre kalınlıgında taş bloklardan örülmüştü. Duvarların kalınlıgı işletme odalarını ve ahırları barındı­ ran alt şatoda yedi-sekiz metreydi. Hükümdarıo oturdugu üst şatoda on bir met­ reyi buluyordu, toptan yükseklik on altı metreydi. Silahları şakırdayan savaşçılar oturdugu zaman içerisinin görünüşü kim bi-


52

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

lir nasıldı? Homeros'un anlattıgı bu sarayların o güne dek planları bilinmiyordu. Menelaos'un, Odysseus'un ve öteki hükümdarların saraylarından kalan bir şey yoktu. Hatta Troya'da Priamos'un kalesinden tanınacak yan kalmamıştı. Ama burada toprak altından bir Homeros sarayı ortaya çıkmıştı. Burada di­ rekli divanhaneler ve salonlar vardı. Burada sunagı ile erkekler avlusu, malıe­ yin odası ve vestibulü ile dev megaron vardı, burada hala hamam görülebiliyor­ du. Homeros'un kahramanları burada yıkanmış ve yag sürünmüşlerdi. Burada Odyssea'nın, -Hilesi Bol' un- yurduna dönüşünü, karısını almak isteyenlerin şö­ lenini, kanlı dövüşü anlatan bölümü, Schliemann'ın küregi altında ortaya çıkarak gözlerimizin önünde canlanıyordu. Başka bir şey daha ilgi çekiciydi. Bu da bulunan kapıların ve duvar resim­ lerinin biçemiydi. Schliemann bulunan tüm seramikler, vazolar, çömlekler, top­ rak kapların Mykenai'de bulunanlada hısımlıgını hemen anladı, hatta başka ar­ keologların Asine, Nauplion, Eleusis ve en önemlisi Girit olan ayrı ayrı adalarda bulmuş oldukları ile hısımlıklarına da hemen dikkati çekti. Mykenai' de molozlar arasında bir devekuşu yumurtası bulmamış mıydı? (Gerçi bunu önce sumerme­ rinden bir vazo sanmıştı) . Bu, Mısır'la alışverişi anlatınıyar muydu? Daha t.ö. 1 5 . yüzyılda Fenikelilerce Thutmosis llL'ün sarayına getirilmiş olan "geometrik" de­ senli vazoları burada da bulmamış mıydı? Geniş açıklamalarla Asya ve Afrika kökenli bir kültür baglılıgının izini buldu­ gunu kanıtlamaya çalıştı. Bütün Dogu Yunanistan kıyısı boyunca yayılan, adala­ rın çogunu içine alan ve -olası ki- merkezi Girit'te olan bir kültür. Biz bu kültüre bugün Girit-Myken kültürü diyoruz. Schliemann bunun ilk izi­ ni bulmuştu, bütünüyle ortaya çıkarılması başkalarına kısmet olacaktır. SARAYlN bütün odaları kireçle sıvanmıştı. Bütün duvarlarda, çogu sarımtırak bir bant içine alınmış, belki de insan boyunda olarak odaları çepeçevre dolanan ve duvarları ikiye ayıran frizler biçiminde duvar resimleri vardı. Bu duvar resimleri arasında biri çok garipti. Mavi bir zemin üzerine kırmı­ zı lekeli, saidınş durumunda, vahşiligi iyice belli olan, yusyuvarlak gözlü, kuyru­ gunu kamçı gibi savuran kocaman bir boga resmi yapılmıştı. Bu boganın üstün­ de de tuhaf, yarı adar, yarı dans eder gibi, bir eli boganın boynuzunu yakalamış bir adam vardı. Schliemann'ın Tiryns kitabında Dr. Fabricius adında biri aşagıdaki açıklama ile söze girişir. " . . . herhalde boganın sırtındaki adamın, tıpkı tlyada'nın bildigi­ rniz yerindeki at terbiyecisinin birbirine bagladıgı dört at olanca hızla koşarken birinin sırtından ötekine adaması gibi, vahşi koşusu sırasında bu hayvanın sırtına atlayarak ustalıgını gösteren bir at cambazı ya da boga yetiştiricisi oldugunu dü­ şünebiliriz." Schliemann'ın o zaman bir şey eklemedigi görülen bu açıklama yet­ mezdi. Ama eger Schliemann çogu kez düşünmüş oldugu şeyi yapsaydı, Girit'e gitseydi, orada bu resimle ilgi bakımından birçok noktaları açıklayacak ve yaşa­ mını bagladıgı çalışmaları taçlandıracak birçok şey bulacaktı. Girit'te özellikle Knossos'ta kazı yapmak düşüncesi Schliemann'ı son nefesi-


MYKENAI, TIRYNS VE BİLİNMEYENLER ADASI

53

ne kadar bırakmadı. O denli çok molozun yıgılı oldugu burada çok şeyler bulma umudu vardı. Ölümünden bir yıl önce şunları yazıyordu: "Ömrümün emekleri­ ni büyük bir yapıtla sona erdirmek istiyorum, yani Girit'te Knossos krallarının, bundan üç yıl önce buldugumu sandıgım, çok eski, tarihöncesi sarayını kazmak." Ama engeller büyüktü, gerçi Girit valisinden izin almasına almıştı ama tepe­ nin sahibi her türlü "karıştırma"ya razı degildi. Ve topragını ancak 1 00.000 frank gibi akıl almaz bir para karşılıgında satabilecegini söylüyordu. Schliemann pazar­ lık etti, fiyatı 40.000 franka indirdi. lşi sona baglamak için bir yolculuktan dönü­ şünde oraya geldiginde yeni mülkündeki zeytin agaçlarını saydı, topragın karar­ laştırılmış olandan başka türlü sınırlandırıldıgını ve kendisine 2500 ağaç yerine 888 kaldıgını gördü. O zaman bu işten çekildi. Schliemann'ın tüccar kişiliği ar­ keoloji ilgisine üstün gelmişti. Bilgi ugruna bir servet yatırmıştı ama 1 6 1 2 zeytin agacı için, buluntutarı ile ortaya koyduğu, fakat hepsini çözümlernekten uzak ol­ dugu tarihöncesi gizemlerinin anahtarını elden kaçırmıştı. Buna üzülmeli mi? Hayır, ölüm 1 890'da, o büyük mezarları açtığı küregi onun elinden aldıgı zaman yaşamı zengin ve doluydu. 1 890 Noel bayramında karısıyla çocuklarının yanında bulunmak istemişti. Bir kulak hastalığı ona çok acı çektiriyordu. Yeni planlarla uğraştıgı için, İtalya'dan geçerken yalnızca birkaç tanınmamış doktora görünmekle yetinmişti. Onlar da korkulacak bir şey olmadıgını söylemişlerdi. N oel günü Napoli' de Piazza della San ta Carita' da yere yıkıldı, aklı yerindeydi ama dili tutulmuştu. Acımalı birkaç adam onu hastaneye götürdü. Orası almak istemedi. Polis üzerini aradığı zaman bir doktorun adresini buldu. Onu çagırdılar. Doktor bu adamın kim oldugunu anlattı, araba getirmelerini istedi. Oradakiler yerde yatan, kendilerine kılıgı yok­ sulca gibi görünen adama baktılar. Araba parasını kimin verecegini sordukların­ da doktor: "Zengin bir adamdır o!" diye bagırdı ve hastanın koynuna elini soka­ rak bir kese çıkardı. Altın dolu bir kese! Heinrich Schliemann bir gece daha acı çekti; aklı hep başındaydı. Sonra öldü. Cenazesi Atina'ya götürüldügünde tabutunun başında Yunan kral ve veli­ ahtı, yabancı devletlerin siyasal temsilcileri, kabine üyeleri ve ülkenin tüm bi­ lim kurumlarının başkanları bulunuyordu. Homeros'un büstü önünde, Yunan Antikçagı'na ilişkin bilgileri bin yıl daha zenginleştirmiş olan bu Helen dostuna teşekkür ettiler. Karısı iki çocuğuyla birlikte tabutun önündeydi. Çocuklarının adları Andromakbe ile Agamemnon'du. ARTHUR EVANS 1 8 5 l 'de dogmuştu, yani Schliemann gözlerini yumdugu zaman

otuz dokuz yaşındaydı. Tam bir İngiliz' di. - Schliemann'ın tarihin eski levhası üstünde ancak belirsiz bir çizgi olarak sezdigi halkayı hemen hemen tamamlaya­ cak olan adam oydu. Schliemann'ın tümüyle tersine biriydi. Evans ögrenimini Harrow, Oxford ve Göttingen'de tamamladı, hiyerogliflere merak sardı, bunlarda kendisine Girit'i gösteren yazı işaretleri buldu, oraya gitti, 1 900' de kazılara başladı. 1909' da Oxford' da tarihöncesi arkeoloji profesörü oldu, agır agır ve güvenli bir biçimde


54

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

bilimsel aşamaların basarnaklarına tırmandı. Bir gün adının başına "Sir" unvanını kaya­ bildi, birçok takdirler kazandı, ı 936' da Royal Society'nin degerli Copley madalyasını aldı - sözün kısası, ele avuca sıgmaz, oradan ora­ ya adayan Schliemann'ın tam tersiydi. Ama onun araştırmalarının sonuçları da­ ha az ilgi çekici olmadı. Kendisini asıl ilgilen­ diren o hiyeroglif işaretleri üzerindeki ku­ ramını dogrulayacak kanıtlar aramak için Girit' e gelmişti. Orada uzun süre kalmayı hesaplamamış­ tı. Ama adayı dolaştı ve Schliemann'ı da bü­ yülemiş olan dev moloz ve ören kalıntılarını gördü. Bir gün yazı kuramını bir yana bırak­ Arthur Evans (1851 - 1 941) tı ve kürege sarıldı. ı 900 yılındaydı bu. Bir yıl sonra, bilime yarayabilecek her şeyi orta­ ya çıkarmak için daha bir yıla gerek oldugunu bildirdi. Ama yanılıyordu. Aslında yirmi beş yıl sonra da, uzun süre kalacagını sanmadıgı bir yerde, hala kazıyordu. O da efsaneler ve söylentilerin izinde kazıyordu. - Tıpkı Schliemann gibi. Schliemann'ın çizmiş oldugu resmi çerçeveleyen o oldu. Fakat aynı zamanda, bi­ zim için hala bütün renkleri eksik olan, yeni birçok taslaklar da çizdi. Küregini Girit topragına batırdı ve bir gizem adasını ortaya çıkardı.


8. BÖLÜM

Ariadne'nin lpliği

G

lR1T, Yunanistan'da başlayarak Ege Denizi'nden ta Küçük Asya'ya dek gi­ den bir daglar sırasının en dış çevresindedir. Ege Denizi, ulusları ayıran bir engel degildi. Daha Schliemann, Mykenai ve Tiryns'te uzak diyariardan gelmiş olmaları gereken şeyleri buldugunda, bu­ nu kanıtlamıştı. Evans da Girit'te Afrika'dan gelme fıldişi ve Mısır'dan gel­ me heykeller bulacaktı. ülkeler arasında alışverişi saglayan, ticaretle savaştır. Antikçag'ın küçük dünyasında da tıpkı günümüzün büyük dünyasında oldugu gibi aynı zamanda barışçı ve soyguncu yolda olurdu bu. Adalar her iki anavatan­ larıyla ekonomi ve kültür bakımlarından bir birlik oluşturuyorlardı. İki anava­ tanlarıyla mı? Buradaki anavatan yalnızca büyük kara demek degildi. Çabucak kanıtlanacaktı ki asıl ana toprak (yaratıcı etkenlik onda oldugu sürece) adalar­ dan biriydi: Girit. Zeus, söylenceye göre orada, Dikte magarasında Toprak Ana Rhea'dan dog­ muştu. Arılar ona bal getirmişler, keçi Amalthea meme vermiş, Nympheler ona bakrnışlardı. Silah kullanabilen delikanlılar onu öz babasına, çocuklarını yiyen Kronos'a karşı korumak için toplanmışlardı. Zeus'un oglu, masal kralı Minos orada hükümdarlık etmişti, eskilerce yalnız­ ca şan ve şeretle anılan, en kudretlilerden bir hükümdardı o. Evans, Knossos'ta kazdı. Duvarlar toprak yüzünün hemen altındaydı. Daha birkaç saatlik çalışma sonuç verdi. Birkaç hafta sonra Evans, sekiz yüz metreka­ re yer kaplayan bina kalıntıları karşısında şaşkınlık içindeydi. Ertesi yıl, iki buçuk hektar (25.000 m2) yer kaplayan bir saray ortaya çıktı. Sarayın planı yalındı ve (görünüşteki büyük ayrılıklara karşın) Tiryns ve Mykenai'deki saraylarla benzerligi vardı. Fakat onun görkemlilik ve güzellikle birleşen ululugu, bu kalderin yalnızca ikinci derece yapılar, kolonilerin, uç vilayetlerin başkentleri oldugunu belirtiyor­ du. Dev bir dörtgenin, büyük avlunun, çevresinde her yana yapı kanatları uzanı­ yordu, kerpiçten duvarlar, direkiere dayanan düz damlar. Ama ayrı katlardaki oda­ ları, koridorları, divanhaneleri öyle şaşırtıcı bir plan gösteriyor, ziyaretçiye öyle çok yolunu yitirme ve şaşırma olanakları hazırlıyorrlu ki tüm Iabirendere örnek olan


56

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ilk labirenti Kral Minos'un, Daidalos' a yaptırmış olduğu söylencesini bilmeyen en sıradan ziyaretçinin ağzından bile, bu labirent sözcüğü dökülüveriyordu. Evans, Minos'un, Zeus'un oğlunun, Ariadne'nin ve Phaidra'nın babasının, Labyrinth'in ve onda oturan korkunç boğa-insan ya da insan-boğanın, Mina­ tauras'un sahibinin sarayını bulduğunu dünyaya açıklamaktan çekinmedi. Evans'ın ortaya çıkardıkları şaşılacak şeylerdi. Burada oturmuş olan halk ­ Schliemann'ın yalnızca kolonilerdeki izlerini bulduğu ve kendisinden şimdiye dek bazı masal izlerinden başka bir şey bilinmeyen bir halk, zenginlik, zevk ve se­ fa içinde yaşamıştı ve -çok olasıdır ki- gelişmesinin en yüce noktasında, artık gülden yatakta bile vücutları ineinecek duruma geldikleri için çöküşün tohumu­ nu içinde saklayan o, keyfe düşkünlük yaziaşması başlamıştı bile. Böyle yoz kültürlerin kaynağı yalnız ekonomik gelişmenin son kertesine var­ masıdır. Girit bugün nasıl şarap, zeytinyağı ve zeytin ülkesiyse o zamanlarda da öyleydi. Bir ada olduğu için de deniz ticareti merkeziydi. llk kazıdan sonra bütün dünyayı şaşırtan şey, bu Yunan tarihöncesi dünyasının en zengin sarayının bütü­ nüyle sursuz ve istihkamsız oluşuydu. Bunun nedeni, ticaret mallarının bulunu­ şu ile aydınlandı, burası yalnız savunmaya yarayan ulu duvarlardan başka türlü ve daha ç ok saldırgan bir gücün korumasına gereksinim d uyu yordu: Denizlere ege­ men olan bir donanmaya! O zamanlar yaklaşan gemilere bu saray bir kale olarak görünmüyor, tersine, beyaz kireçtaşından direkleri, süslü sıvalı duvarları Girit'in yakıcı güneşi altında ışıldarken, zenginliği tüm fasetalarında parıldayan bir deniz mücevheri gibi gö­ züküyordu. Evans erzak ambarlarını buldu. Testiler sıra sıra diziliydi. Bunlar bir zaman­ lar yağla doluydu; bunlar zengin süslü, daha önce Tiryns'te bulunanlar türünde süslü desenliydiler. Evans depoların ne denli yağ alabileceğini hesaplamak uğra­ şına katlandı. 75.000 litre buldu. Tek bir sarayın stokuydu bu! Ya bu zenginlikten yararlananlar! Evans çok geçmeden bulduklarının hepsinin aynı dönemden kalmış olama­ yacağını, bütün duvarların aynı yaşta olmadıklarını, bütün seramik, fayans ve re­ simlerin aynı biçimde yapılmadıklarını anladı ve -bugün de kabul edilmekte olan bir sınıflandırmayla- üçüncü binden ikinci bine dek süren bir Ön Minos çağı, aşağı yukarı l.ö. 1 600'e dek bir Orta Minos ve -ansızın sona ermiş kısa bir dö­ nem olan- yaklaşık l.ö. 1 200'e dek süren bir Yeni Minos çağını ayırt etti. Hatta Ön Minos çağından öncesine ilişkin insan emeklerini gösterir izler de buldu. Bunlar, madenin henüz bilinmediği ve bütün aletler taştan olduğu için Neolitik dediğimiz çağdan kalmaydılar. Evans bu tanıklar için on bin yıl kadar eskilik ka­ bul ediyordu. Fakat başka araştırıcılar tarihin bu uzaklıklarında onun ardından gitmediler ama bunlara beş bin yıllık bir eskililiği kesin olarak verdiler. Bu tarihleme, bu dönemierne neye dayanıyordu? Evans her dönemde yabancı kökenli eşya buldu: Mısır' dan gelme seramik ve çömlekçi metaları; bunlar tarihleri kesin olarak bilinen firavun soyları çağların­ dan kalmaydı. Evans en parlak ve yüksek kültür çağı olarak, Orta Minos'tan Yeni


ARIADNE'NlN lPLlCl

57

Knossos sarayı güney girişinin rekonstrüksiyonu.

Minos'a geçiş dönemini, yani aşağı yukarı l.ö. 1 600'e doğru birkaç on yılı gör­ mektedir. Bu çağda olası ki, donanmasıyla denizlere egemen olan bir Minos ya­ şamıştı. Bu zamanda, genel refah görkem düzeyine gelmiş, güzelliğe tapılmıştı. Duvar resimleri, çayırlarda dolaşan ve narin çanaklı çiğdemler toplayan delikan­ lıları, zambak tarlalarında gezen kızları gösterir. Burada kültür artık zengin bir görkeme dönmek üzeredir. Resim sağlam biçimlere bağlanmış bir süs değildir,


58

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

tersine bir renk cümbüşü, coşkun ışıldamalardır. Burada, barınmak artık bir zo­ runluluk değil tersine lükstür, giysi yalnızca doğanın ve ahiakın zorladığı bir şey değil, tersine bir zevk ve incelik işidir. Evans'ın bulduğu şeylere "modern" sıfatını kullanışına şaşmamalı. Sucking­ ham Sarayı büyüklüğündeki bu yapıda yeraltı su yolları, lüks yıkanma yerleri, ha­ valandırma düzeni, lağım çukurları ve süprüntü kuyuları vardı. Fakat insanları, davranışlarını, giyimlerini ve modalarını gözden geçirdiğimiz zaman günümüzle olan bu koşutluk çok daha fazla ortaya çıkar. Resimlerde şöyle görünmektedir: Hareketlerinde kayıtsız bir zariflikle, yor­ gun bir sevimlilikle, bahçe koltuklarına yan gelmiş bir eldivenle oynayarak, bakış ve anlatımlarında bir Parisli çekiciliğiyle konuşuyorlar. Bu bayanların binlerce yıl önce yaşamış olduklarına insanın inanamayacağı gelir. Ama bu zaman uzaklığını göz önü­ ne getirmek için erkeklere bir bakış yeti­ şir. Bunların hiçbiri kalçalarını saran bir peştamaldan başka bir şey giymiyorlardı. Evans'ın bulduğu bütün olağanüs­ tü resimler arasında (hatta c ah i l işçileri ­ miz bile bunların büyülerini ve büyüle­ yiciliklerini hissediyorlardı) daha önce­ den de bildiğimiz birisi hep yineleniyor­ du: Bağalı dansçı. Dansçı mı? Bir cambaz mı? Schlie­ mann'ın Tiryns'te, bu önemsiz ön kara­ kol kalesinde bu resmi bulduğu günkü Minos sanatının klasik motifi: düşüncesi böyleydi. Orada eski efsane­ "Boğa ile dans eden adam. " yi, bağayı ve kurbanı, tapınaklarda tüten kanı amınsatacak hiçbir şey yoktu. Ama Evans Minos'un, Minotauroslu, bağaya benzer canavarlı kralın egemen olduğu topraklarda bulunmuyor muydu? Efsane ne diyordu? Knossos'un, Girit'in ve bütün Helen denizlerinin kralı Minos, Androgeus ad­ lı oğlunu oyunlara katılmak için Atina'ya göndermişti. Bütün Yunanlılardan güç­ lü olan delikanlı galip geldi. Atina kralı Aigeus kıskançlık yüzünden onu öldür­ dü. Gazaba gelen baba, donanmasını Atina'ya yolladı, kente savaş açtı, yendi ve korkunç bir ödün istedi. Her dokuz yılda bir Atinalılar gençlerinin en seçmeleri­ ni, yedi delikanlı ve yedi genç kızı Minos'un canavarına kurban olarak göndere ­ ceklerdi. Fakat bu korkunç kurbanın üçüncü kez zamanı gelince Aigeus'un oğlu, uzun ve kahramanlıkla dolu bir yolculuktan dönen Theseus, canavarı öldürmek için Girit' e gitmeye gönüllü oldu. Girit denizini yararak geçti, geminin Mavi ışıklar saçan burnu. Theseus'la yedi çift lonialı genci taşıyordu.


ARIADNE'NİN 1PL1G1

59

Direkte kara yelken şaklıyordu ve Theseus eger dilegine ererse dönüşte beyaz yelken açacaktı. Ariadne ölüme adanmış genci gördü ve Minos'un kızı ona gön­ lünü kaptırdı. Savunması için ona, bir kılıçla bir de yün yumagı verdi; Theseus, canavarı avlamak için labirente girdigi zaman ipligin ucunu Ariadne tutacaktı. Theseus korkunç bir kavgada canavarı yendi. Yün ipligi ile çıkış yolunu buldu. Arkadaşları ve Ariadne ile hemen ülkesine dogru yollandı. Ama canını kurtardıgı için öyle coşkuluydu ki, söyleştikleri gibi yelkeni degiştirmeyi unuttu. Theseus'un babası Aigeus yelkenin karaligını gördü, bunu ölüm haberi sandı, kendini deni­ ze attı. Bu efsane, resmin açıklanabilmesi için ipucu veriyor muydu? lki kızla bir og­ lan boga ile oynuyor. Oyun mu bu? İşin ucunda yaşama ya da ölme yok mu? Resim belki de Minotauros'a, ki bu da -yine belki- "Minos'un Bogası"ndan baş­ ka anlama gelmemektedir, kurban sunulmasını göstermektedir. Efsaneyi, ele geçen gerçekle daha da karşılaştırınca başka sorular da ortaya çıkar. Efsanenin bir gerçeklik çekirdegi oldugu ortadadır: Labirent! Theseus'un yengisinin karalardan gelen ve Minos'un sarayını yerle bir eden fatihin simge­ si oluşu da düşünülebilir. Ama Minos'un kişisel öcünün, öldürülen ogluna karşı­ lık istediği suç kurbanının büyüklügünün devletin yıkılmasına neden olması ak­ lın alacagı şey degildir. Ama devleti yıkıldı, hem öyle ansızın ve öyle kökünden yok edildi ki yıkan­ lar onu görmek, işitmek ve ögrenmeye bile vakit bulamadılar tıpkı üç bin yıl son­ ra Montezuma'nın devletinin bir avuç İspanyol tarafından, yıkıntilardan ve artık hiçbir şey söylemeyen ölü taşlardan başka bir şey kalmayacak denli yerle bir edili­ şi gibi, ta temelinden yok edildi. Bu adamlar nereden geldi, nereye gitti? Girit'in bu zengin halkının nereden geldigi ve sonu bugün de ön tarih ile ugraşan tüm arkeologlar ve tüm bilginleri ugraştıran sorunlardır. Homeros'a göre adada beş ayrı türden halk vardı. Heredot'a göre Minos Yunanlı degildi - Thukydides'e göre pekala öyleydi. Evans, bu soru ile en çok ug­ raşan adam, Afrika-Libyalı bir kökene inanır. Dörpfeld, Schliemann'ın bu eski ar­ kadaşı, 1 932'de seksen yaşındayken, Evans'a karşı kılıcı çekti ve Girit-Myken sa­ natının geldigi yeri Fenike olarak gösterdi; yani bu sanat, Evans'ın öne sürdügü gibi Girit'te dogmamış olacaktı.

Knossos'ta tapınma köşesi, Evans'ın bir taslağından. Toprak idollerin yanında, bir zamanlar ortalarında küçük birer çift ağızlı baltanın dikili durduğu stilize boğa boynuzları yer alıyor.


TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

60

Wilhelm Dörpfeld (1853 - 1 940)

Tüm bu evet ve hayırlar labirentinden çıkış yolunu gösterecek Ariadne'nin ipligi nerede? Bu iplik yazı olabilir. Evans yazı yüzünden Girit' e gelmişti. Daha 1 894'te ilk Girit işaretlerini tanımlamıştı. Sayısız resim yazıdar ve Knossos'ta yaklaşık iki bin, çizgi yazı dizgesinde işaretlerle dolu tablet buldu. Fakat Hans Jensen 1 935'te bi­ le hayale kapılmadan şöyle yazıyordu: "Girit ya­ zısının çözülmesi şimdilik bütünüyle başlangıç evresindedir, bu nedenle biz onun temelleri üze­ rinde bile şimdilik aydınlanmış değiliz." Girit devletinin kökeni ve yazısı gibi sonu da karanlıktır. Kurarnlar vardır, yığın yığın ve atak kuramlar. Evans yıkılışın açıkça görülen üç dev­ resini ayırt etmektedir. Saray iki kez yeniden ya­ pılmıştı, üçüncü kez artık yokoluş son ve kesin di.

EVANS, Minos sarayını ancak bir doğa olayı gücünün yıkmış olabileceğini ortaya koydu. Pompei bunun klasik örneğiydi. Burada da Evans, sarayların odalarında, d'Elboeuf ve Venuti'nin, Vezüv'ün eteginde ilk kez görmüş olduklarına benzer, ansızın gelen ölüm ve yok edişin belirtileriyle karşılaştı: Oldugu gibi bırakılmış avadanlıklar, yeni başlamış işler ve sanat yapıtları, birdenbire duruvermiş ev işleri. Böylece, kendi başından geçen bir olayla dogrulanan bir kurama varmıştı! 26 Haziran 1 926, saat 2 1 .45'te Evans yatağına yatmış kitap okuyordu. Ansızın bir deprem oldu. Yatagı sarsılıyor, duvarları titriyor, eşya devriliyordu. Kovanın için­ deki su çalkalanıp döküldü, yerden önce derin soluklar ve inierneler geldi, son­ ra, sanki Minotamos canlanmış gibi bir bögürtü! Ama sarsıntı uzun sürmedi. Yeryüzü durulunca Evans yatagından fırladı. Dışarı koştu, saraya daldı, rekons­ trüksiyonları dayanmıştı. Yıllardan beri, nerede gerektiyse oralarda çelik destek­ ler ve putreller kullanmıştı. Ama çevredeki köylerden ta başkent Kandiya'ya dek deprem her yanı korkunç bir biçimde etkilemişti. Evans'ın kuramını başından geçen bu olay dogrulamıştı. Bu, Girit'in Avrupa'nın en oynak deprem bölgelerinden biri olmasına dayanan bir kuram­ dı. Ancak yeri böyle ansızın sarsan, yaran ve insan yapıtlarını yutan bir deprem, Minos sarayını artık üzerine kimsenin gelip birkaç sefil kulübeden başka bir şey kuramayacagı denli yerle bir edebilirdi.


II. P i RAM i T L E R Kİ TABI

Askerler; kırk yüzyıl bu piramitlerin üstünden sizlere bakıyor. NAPOLEON

Ey Ana Nut; kanatlarını üzerime ger, tıpkı ölümsüz yıldızlar gibi.

Kral Tut-enkh-amun'un tabutu üstündeki yazıt


II.

Ramses (1. 0. 1 479- 121 3), Eski Mısır'ın en ünlü hükümdarlarından; burada çifte taç, başındaki özel örtü, uraeus yılanı ve tören sakalı gibi tipik iktidar simgeleriyle genç bir firavun olarak görüntülenmiş.


9 · BÖLÜM

Bir Yenilgi Zafer Oluyor

M Vivant Denon görülür. Bir imparatorla bir baron, bir kumandanla bir sa­

ISIR'IN arkeolojik açıdan bulunuşunun başlangıcında I. Napoleon ile

nat adamı, yolun birazını birlikte yürümüşlerdi; birbirlerini iyi tanırlardı ama kişiliklerinde ortak hiçbir yan yoktu. Kaleme sarıldıklarında birinden buyruklar, kararnameler, yasalar; ötekinden gizli tutulan meraklı şeyler arasında sayılan ha­ fifmeşrepçe, ahlaka aykırı hatta pornografik öyküler ve resimler çıkardı. Napoleon, seferlerinin birinde yanına sanat danışmanı olarak bu adamı seç­ mekle kuşkusuz, ancak daha sonra degeri anlaşılacak, mutlu bir iş yapmıştı. ı 797 yılı ı 7 Ekimi'nde Campo Formio barışı imzalandı. Bununla İtalya seferi bitmişti. Napoleon da Paris' e döndü. Stendhal, "Napoleon'un kahramanlık gün­ leri geçti," diye yazıyordu. Şair aldanmıştı. Kahramanlık günleri şimdi başlıyordu. Fakat Napoleon tıpkı bir kuyrukluyıldız gibi bütün Avrupa'yı aydınlatıp sonunda yakmadan önce, "delice, hasta bir beyinden dogma bir hayalin" peşine düştü. Dar odayı enine boyuna adımlayarak, şan ve şeref tutkusuyla kendini yiyerek, kendi­ sini Büyük İskender'le kıyaslayarak, yapamadıklarının üzüntüsü içinde şöyle ya­ zıyordu: "Paris kurşundan bir manto gibi çöküyor üzerime. Sizin Avrupa'nız bir köstebek yuvası; yalnız, altı yüz milyon insanın oturdugu doguda büyük impara­ torluklar kurulabilir ve büyük devrimler saglanabilir." (Ama şunu da söyleyelim ki Mısır'a dogunun kapısı olarak böyle yüksek bir paye verme Napoleon'dan çok eskidir; Goethe Süveyş Kanalı'nın açılacagını önceden söylemiş ve bunun siyasal önemini dogru olarak kestirmişti. Daha önce de Leibniz, ı 672'de XIY. Louis'ye bir muhtıra vermişti, bunda Mısır'ın bir Fransız imparatorluk politikası için öne­ mini dogru -daha sonraki siyasal gelişmeler bakımından dogru- olarak açıkla­ mıştı.) ı 9 Mayıs ı 798'de Napoleon üç yüz yirmi sekiz gemilik bir tilonun başında, gemilerindeki otuz sekiz bin kişilik bir ordu ile Toulon' dan denize açıldı. Hedef: Malta üzerinden Mısır idi. Napoleon'un gözü Mısır üzerinden Hindistan'daydı. Denizaşırıya yapılan bu sefer, Avrupa'nın öteki ülkeleri gibi ele geçirilemeyen İngiltere'yi eklemlerinin bi­ rinden vurup öldürmek içindi. İngiliz filosu komutanı Nelson bir ay boş yere


64

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Akdeniz'de dolaştı durdu, iki kez Bonaparte'a yaklaşık görüş uzaklığına dek so­ kuldu ama ikisinde de onu kaçırdı. 2 Temmuz'da Napoleon Mısır toprağına ayak bastı. Korkunç bir çöl yürüyü­ şünden sonra askerler Nil'de yıkandılar. 2 ı Temmuz'da da sabahın alacakaran­ lığında Kahire belirdi. Dört yüz narin minaresiyle, Cami ül Ezher'in kubbesiyle "binbir gece" den bir rüya gibiydi. Ama bir sabah göğünün sisleri içindeki zarafet bolluğu, dantel süsünün yanında, İslam'ın bütün bu görkemli, keyfine düşkün, büyüleyici dünyasının yanında, sarı çölün kuruluğundan Mukattam Dağlarının kurşun rengi mor duvarının karşısında dev yapıların profilleri; soğuk, büyük, yanlarına kimseyi yanaştırmak istemezmiş gibi, yükseliyordu: Gize Piramitleri! Taş olmuş geometri, susan sonsuzluk, İslamlık henüz doğmadan önce ölmüş bir dünyanın tanıkları. Askerler şaşmaya ve hayran olmaya vakit bulamadılar. Orada ölü geçmiş yatı­ yordu, Kahire gelecekti ama önlerinde savaşçı bugün vardı: Memluk ordusu, on bin atlı, eksiksiz eğitim görmüş, yerinde duramayan oynak atlar, parıl parıl yata­ ğanlar; kalabalığın önünde de, beylerinden yirmi üçüyle, beyaz at üstünde, ye­ şil sarıklı, elmaslar içinde, Mısır hükümdan Murad vardı. Napoleon piramitle­ ri gösterdi ve salt komutan olarak ask e rl e rin e, psikolog olarak yığına seslenmedi; bir Batılı, dünya tarihiyle karşılaşmıştı. İşte bu söz orada söylendi: "Askerler! Kırk yüzyıl piramitlerin üstünden size bakıyor." Çarpışma korkunç oldu. Doğu insanının özverisi ağır basamadı. Avrupa süngülerinin komuta kadrosu üstün geldi. Savaş boğazlaşma biçimini aldı. 25 Temmuz'da Napoleon Kahire'ye girdi. Hind'in yolu yarılanmışa benziyordu. Ama 7 Ağustos'ta Abukir deniz savaşı oldu. Nelson sonunda Fransız donan­ masını bulmuş ve bir öç alıcı melek gibi üzerine çullanmıştı. Napoleon kapana kı­ sılmıştı. Mısır serüveni sona ermişti. Serüven bir yıl daha sürdü. General Louis­ Charles An to ine Desaix Yukarı Mısır'da, Napoleon da donanmasının yok edilişini gördüğü aynı Abukir' de kara savaşında üstünlük sağladılar. Ama bunlar zafer de­ ğil, yalnızca yokluk, açlık, salgın ve tüm askeri birliklerin ayrılmaz yoldaşı olduğu için "Ophthalmia militaris" bilimsel adı takılan Mısır göz hastalığı [Trahom] yü­ zünden çoklarına körlük getirdi. ı 9 Ağustos ı 799' da Napoleon, ordusundan kaçtı. 25 Ağustos'ta "Muiron" fır­ kateyninin güvertesinde duruyor ve firavunlar diyarının gözden yitişini izliyordu. Geri döndü ve bakışlarını Avrupa'ya çevirdi. Napoleon'un bu seferi, askerlik bakımından başarısız olmuştu. Ama süreç içinde görülecek olursa modern Mısır'ın siyasete, etkisinin de bilime açılmasına olanak verdi. Çünkü Fransız filosunda yalnız iki bin top değil, aynı zamanda, ge­ miciler ve askerlerin anlamlı fakat hatalı bir deyimle kısaca "Eşekler" deyiverdik­ leri yüz yetmiş beş "Sivil bilgin" de bulunuyordu. Bundan başka Nil kıyısındaki ülke üzerine Fransa'da ele geçebilen yaklaşık bütün kitaplardan bir kitaplıkla, dü­ zinelerce bilimsel araçlar ve ölçü aletleri de vardı. ı 798 yılı ilkbahar günlerinde Napoleon ilk kez "Institut de France"ın büyük toplantı salonunda, bilginierin karşısında planları üzerinde konuşmuştu. Elinde


BİR YENİLGİ ZAFER OLUYOR

65

Carsten Niebuhr'un iki ciltlik "Arabistan Yolculuğu" işaretparmağının ekiemi ile söz­ lerine güç katmak için deri cilde sert sert vu­ rarak, bilimin Mısır'daki ödevini açıklamış­ tı. Birkaç gün sonra fılosunda onunla bir­ likte astronomlar ve yer ölçümcüler, kimya­ cılar ve mineraloglar, teknikçiler ve doğubi­ limciler, ressamlar ve ozanlar bulunuyordu. Bunların arasında hoppa Josephin'in res­ sam olarak Napoleon'a salık verdiği garip bir adam da vardı. Tam adı Dominique Vivant Den on' du. XV. Louis döneminde bir Antikçağ'dan kal­ ma taş koleksiyonuna yöneticilik etmişti ve Pompadour'un gözdesi olarak tanınıyor­ Dominique Vivant Denon du. Petersburg' da elçilik katipliği yapmış­ (1747- 1 825) tı ve Katherina'ya kendini pek sevdirmişti. Kadınlara düşkün, kibar ve zarif, bütün güzel sanatlardan hir p a rç a çakan, kö­ tü dilli, alaycı ve nükteci bir adamdı. Ama herkesle dosttu. İsviçre'de diplomat­ ken sık sık Voltaire'e konuk olmuştu ve ünlü "Ferney'in öğle yemeği" tablosu­ nu yapmıştı. Rembrandt tarzında yaptığı başka bir resimle, "Çobanların tapını­ şı" ile de Akademi üyeliği bile elde etmişti. Sonunda Büyük Fransız Devrimi'nin patlak verdiği haberi Floransa'da, Toskana salonlarının sanata doymuş orta­ mı içinde ona ulaşmıştı. Hemen Paris'e koştu. Az önce elçiyken, "gentilhomme ordinaire"ken, zengin ve bağımsız iken şimdi adını sığınanlar listesinde buldu, mülklerine el konmuş, servetinin haczedilmiş olduğunu gördü. Yoksul, yüzüstü kalmış, birçoklarının ihanetine uğramış bir durumda sefil ma­ hallelerde süründü, birkaç resminin getirdiği para ile karnını doyurdu, pazaryer­ lerinde sürttü. Greve Meydanı'nda eskiden dostları olan birçoklarının kellelerinin yuvarlandığını gördü, sonunda umulmadık bir koruyucu buldu: "Jacques-Louis David" i, devrimin büyük ressamın ı. Den on onun elbise modellerini baskı için ka­ zıyordu. Modada da devrim yapacak denen modelleri. Böylelikle "Robespierre"in gözüne girdi ve -Montmartres'in çamurunda yüzdükten sonra ayağını devlet dai­ resine atar atmaz-diplomat yeteneklerini harekete geçirdi; Robespierre' den mülk­ lerini geri aldı, sığınanlar listesinden de adı silindi. Güzel Josephine Beauharnais'le tanıştı, Napoleon'a tanıştırıldı, onun hoşuna gitti ve Mısır seferine katıldı. Nil diyarından geri döndüğünde, artık denenmiş, mevki sahibi, büyük saygı gören bir adam olarak tüm müzelerin genel direktörlüğüne geçti. Napoleon'un, Avrupa'nın bütün savaş alanlarının galibinin peşinden giderek sanat yağmasına (o buna "toplama" derdi) girişti ve Fransa'nın zenginliklerinden birinin ilk par­ çalarını taşıyıp topladı. Oeuvre Priapique de onundur. 1 793'te ilk kez yayınlanmıştı v� adının vaat et­ tiğini bütünüyle tutan, açıklıktan yana eksik yan bırakmayan bir bakır baskısı yaTM S


66

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

pıttı bu. Denon'la yakından ilgilenen yazarlarının bile onun çalışmalarının bu yanlarından habersiz görünmeleri çok ilgi çekicidir. Eduard Fuchs gibi öylesine ince eleyen bir kültür tarihçisinin de, bu pornografi kitabında bütün bir bölümü ayırdıgı halde, onun Mısır arkeolojisinin ilk adımlarındaki önemi üzerine hiçbir şey bilmez görünmesi pek hoş tu. Bu çok yanlı, bazı bakımlardan şaşılacak adam, aslında bizim anılarımızdan çıkmamasını saglayacak tek bir iş yapmıştır; Napoleon Mısır'ı süngülerle ele ge­ çirdi ama bir yılı aşkın süre elinde tutamadıysa, Denon firavunlar ülkesini bizim için resim kalemiyle ele geçirdi, onu yeni bir ölümsüzlük için sakladı ve bir atı­ lımda onu gözümüzün önüne serdi. O güne dek salt bir salon adamı olan Denon, Mısır topragına ayak basar basmaz, çölün ilk kızgın solugunu duyup kumlar üs­ tünde titreşen ışıklada gözleri kamaşınca, cezbeye tutulmuş olsa gerektir. Bu du­ rumu, boyuna yenilerini gördügü dev yıkıntılardan, bu serilip dagılmış beş bin yı­ lın solugunu duydugu süre boyunca geçmemiş olmalıydı. Kaçan Memluk hükümdan Murad Bey'in, peşi sıra ordusuyla deli gibi bir saldırışla yukarı Mısır'a ılgar eden Louis-Charles Antoine Desaix'in yanına veril­ di. Yaşına göre kendisinin oglu olabilecek generalin hoşuna giden, aralarında ço­ cuk denecek yaştakiler bulunan askerlerin şaşkınlık ve begenisini kazanan bu elli bir yaşındaki adam yorgunluklara ve iklime aldırış bile etmiyordu. Yorgunluktan tükenmiş atıyla bir gün öncülerin ilerisine geçiyor, ertesi gün agırlıklada bir­ likte arkadan kendini sürüklüyordu. Daha gün agarırken çadırdan fırlıyordu. Konaklama sırasında resim çiziyor, yürüyüşte çiziyordu; yavan yiyecegini tıkınır­ ken resim defteri yanındaydı. Silah başına! Şimdi bir çarpışmanın içindedir; as­ kerleri coşturarak kagıdını sallar! Şurada resmini yapmaya deger bir sahne görür, bulundugu yeri unutur, çizer! Sonra hiyeroglifler karşısındadır. Onlar üzerine bir şey bilmez, onun bilgi susuzlugunu giderecek kimse de yoktur orada. Ama her olasılıga karşın, onla­ rın resimlerini çizer. Onun uzmanlaşmamış ama ana noktaları gören gözü, he­ men üç çeşidi ayırt eder. Denon bunların ayrılıklarını, dogru olarak, çaglarının ayrı ayrı oluşuna verir: Bunlar: Çukur, yassı kabartma, derin kazılmış çeşitle­ riydi. Sakkara'da Basamaklı Piramit'in, Dendera'da Mısır'ın geç döneminin dev gibi kalıntılarının resmini yapar; yüz kapılı Teb'in geniş yıkıntılarında yorul­ madan, hareket buyrugu gelip kalemi gözünün tüm gördüklerini henüz kavra­ yamamışsa üzüntüyle, oraya koşar, buraya koşar. Sonra söver, başıboş dolaşan birkaç askeri toparlar, bunlar çarçabuk, aceleden elleri ayakları dolaşarak, yüz ifadesi onu hayran bırakan bir heykelin başını topragından temizlerler. Böylece bu serüvenli sefer Assuan'a, birinci Çaglayan'a dek sürdü. Elephantine'de III. Amenophis'in o zarif, direklerle çevrili küçük tapınagı­ nın resmini yaptı ve onun da bu kusursuz resmi bu yapıdan tek anı olarak kal­ dı, çünkü 1 822'de onu yıktılar. Askeri birligin geri döndügü, Sediman'da za­ fer kazanılıp Murad Bey ezici bir yenilgiye ugratıldıgı zaman Baron Dominique Vivant Denon sayısız kagıtlarda, Memluk mücevherleriyle zenginleşmiş olan askerlerinkinden daha degerli bir ganimet getiriyordu. Çünkü sanatçı duyarlıgı


BİR YENİLGt ZAFER OLUYOR

67

yabancı dünyalar karşısında ne denli ateşlenirse ateşlensin, bundan resimlerinin doğruluğuna hiçbir zarar gelmemişti. Çünkü, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırma­ yan, ne izienim ne de dışavururndan haberi olan, "işçi" diye horgörülmelerine aldırmayan ve bu sözü küçültücü bir sıfat olarak görmeyen eski bakır kazıcıla­ rının bilim için de yararlı gerçekliğiyle çalışmıştı. Bu yüzden resimleri, araştıran ve karşılaştıran bilginiere paha biçilmez malzeme veriyordu. Ejiptolojinin te­ melini atan yapıt da esas bakımından bu malzerneye dayanarak oluşturulmuş­ tu: Description de l'Egypte. Bu arada Kahire'de "Mısır Enstitüsü" kurulmuştu. Denon'un çizdiği sırada geri kalan bilim ve sanat adamları Mısır yüzeyinde bulunan her şeyi ölçüyor, hesaplıyor, inceliyor ve topluyorlardı. Yüzeyinde diyoruz, çünkü üzerinde hiç çalışılmamış ve bilinmeyenlerle dolu o denli çok malzeme açıkta yatıyordu ki küreğe sarılmaya gerek yoktu. Kalıplar, notlar, yazıt kopyaları, desenler, bitki, hayvan ve madeniere ilişkin malzemenin yanında koleksiyonda yirmi yedi hey­ kel de vardı. Bunların çoğu heykel parçaları, birçokları da lahitti. Bundan başka apayrı türde bir buluntu da vardı: Kara, perdalılı bir bazalt stel üzerinde, üç dil ve üç çeşit yazı ile bir yazıt vardı. Bu taş "Rosetta'nın üç dilli taşı" diye ün sal­ mıştı ve Mısır'ın bütün gizl e rinin anahtarının ta kendisidir. Fakat Eylül 1 801 'de, İskenderiye teslim olunca Fransa birçok direnmelerden sonra Bonaparte'ın ele geçirdiği bütün Mısır eski eserlerini İngiltere'ye bırakmak zorunda kaldı. Bunların taşınması işini General John Hely-Hutchinson yaptı; III. George da, o zamanlar en üstün enderlik değeri taşıyan bu değerli parçala­ rı "British Museum"a verdi. Fransa'nın hizmeti, bir yıllık emek boşuna harcan­ mış, Mısır hastalığına kurban olan birçok bilgin gözlerinin nurunu boşuna fe­ da etmiş gibi görünüyordu. Ama o zaman Paris'e dek Yarabilenlerin bir bilgin­ ler kuşağına yeteceği ortaya çıktı; hiçbir parçanın kopya edilmeden bırakılmamış olduğu görüldü. Mısır seferinin gözle görülür ve kalan sonucunu ortaya koyan da Denon'dur. 1 802'de Vayage dans le Haute et la Basse Egypte (Yukarı ve Aşağı Mısır'da Yolculuk) yapıtını yayınladı. Aynı zamanda Françoise Jomard da, bilim kurulunun bütün belgelerine, özellikle Denon'a dayanarak, arkeolojinin tarihin­ de eşi görülmedik bir biçimde bir hamlede, Troya gibi yeraltında kalmamış ama onun gibi gizemli, o zamana dek ancak birkaç gezginin tanıyabilmiş olduğu bir kültürü modern dünyanın gözünün önüne seren yapıtını hazırlamaya başlamış­ tı. Description de l'Egypte 1 809'dan 1 8 1 3'e dek dört yılda yayınlandı. Yirmi dört büyük cildin uyandırdığı merak ancak sonradan Paul-Emile Botta'nın Ninive üzerine ilk yayınlarının, ondan sonra da Heinrich Schliemann'ın Troya kitabı­ nın uyandırdığı coşkuyla kıyaslanabilir. Çoğu boyalı birçok bakır oyma resimle­ riyle, değerli cilderiyle yalnızca zenginlerin para yetiştirebilecekleri ama bunların da bir bilgi hazinesi olarak sakladıkları, o dönemin bu görkemli ve büyük yapıtı­ nın önemi rotatifbaskı makineleri yüzyılında kolay kolay anlaşılamaz. Her önem­ li bilimsel buluşun hemen bütün dünyaya yayıldığı, resim, film, söz ve ses ola­ rak milyonlarca kez çoğaltıldığı, bunlardan her birinin sesi ötekinden daha yük-


68

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

sek çıkan başka yayınlarla karşılaştığı, herkesin bunları satın alabildiği ve bir baş­ kası, daha yenisi dikkatini kapıverdiği için hemen de unuttuğu bugün; artık hiç­ bir şeyin korunmadığı, değerlinin değersizler içinde yitip gittiği bugün, yalnız­ ca, "Description"un ilk cilderini ellerine alanların ve görülmedik şeylere bakanla­ rın, duyulmadık şeyleri okuyanların o zamana dek sezmiş bile olmadıkları bir ya­ şamdan haber alanların ve bin yıllara bir göz atarak -bizden daha saygılı oldukla­ rı için- ürperti duyanların nasıl bir coşku içinde kaldıklarını ancak kestirebiliriz. Çünkü Mısır eskiydi, o zamana dek sözü edilen her kültürden eskiydi. Kapital'de ilk toplantılar Roma İmparatorluğu'nun politikasına yön verdiğinde bile eskiydi. Kuzey Avrupa ormanlarında Cermenler ve Keltler ayı ve aslan avla­ dıkları sırada öyle eskiydi ki sönmüştü bile. tık Mısır soyu hükümdarlığa başladı­ ğında, yani aşağı yukarı beş bin yıl önce Mısır'ın belirli tarihi ortaya çıktığı zaman bile, hayranlığa değer bir kültürü vardı. Sonuncu, yirmi altıncı sülalenin sönüp kökü kururluğu zamandan bizim tarih başlangıcımıza dek daha beş yüz yılın geç­ mesi gerekiyordu. Mısır'a Libyalılar egemen oldular, sonra Habeşliler, Asurlular, İranlılar, Yunanlılar, Romalılar ancak ondan sonra yıldız Beytülhihim'deki alıırın üzerinde parıldadı. Kuşkusuz Nil kıyısındaki taştan harikalar biliniyordu . Ama hil i n enler ma­ sal biçimindeydi, pek az bilgiye dayanıyordu. Yapıtlardan pek azı müzelere eriş­ mişti, bunlardan da pek azını herkes görebiliyordu. Roma'ya giden turistler Kapital'ün merdivenindeki aslanları hayranlıkla izleyebiliyorlardı. (Bugün bun­ lar yitip gitmiştir. ) Bunlardan başka Ptolemaioslar krallarının birkaç heykelini, yani eski Mısır'ın görkeminin yok olduğu, İskenderiye'de Yunanlılığın getirdi­ ği yeniliğin yayıldığı zamanın, o çok genç dönemin yapıtlarını görmek olasıydı. Bunun yanı sıra birkaç kabartma, skarabeler yani, Mısırlılar için kutsal olan ve karınlarındaki gizemli işaretler yüzünden Avrupa'da muska, daha sonraları da süs ya da mühür taşı olarak kullanılan gübre böceklerinin örnekleri. İşte hepsi bu kadardı. Paris kitaplıklarında bilgi verecek bi­ limsel malzeme de pek azdı. Gerçi 1 802'de Strabon'un büyük, beş ciltlik bir baskısı çık­ mıştı. Bu, onun coğrafya kitaplarının kusur­ suz bir çevirisiydi ve o zamana dek yalnız bil­ ginierin erişebildiklerini artık herkes okuya­ biliyordu. Ama Strabon Mısır' ı Augustus dö­ neminde gezmişti. Heredot'un, Antikçağ'ın bu şaşılacak gezgininin ikinci kitabında bilin­ ıneye değer şeyler vardı. Ama Heredot'un ki!ki ülke birleşmesinin ilk tanıklarından "Narmer'in Paleti" denen levha. 1. 0. 3050'lerden kalan levha Nil Deltası'nda yaşayan düşmanları yenen hükümdarları gösteriyor.


BİR YENİLGİ ZAFER OLUYOR

69

tabı kimin eline geçebilirdi ki? Antikçağ yazarlarının dağınık haberleri kimin bel­ leğinde yaşardı? DAVUD PEYGAMBER, "Işık senin giydiğin libastır . . . " der. Sabah erkenden güneş

çelik mavisi bir gökte yükselir, sapsarı, göz kamaştırarak, kurutarak, yolunu çizer; esmer, sarı, kahverengi kumlarda yansır. Gölgeler keskindir, kurnlara mürekkep gibi masmavi dökülürler, asıllarının kağıttan kesilme siluetleri gibidirler ve bu, hiçbir gök gürlemesi işitmeyen ve hiçbir şimşeğin çakmasını görmeyen bu sonsuz güneşli kuraklığa karşı, havayı kurutan, mikropsuz yapan, konserve eden, ülke­ yi verimsiz, bütün tarlaları taneli, kırılıcı, ufalanıcı hale koyan bu kuraklığa karşı Nil, bu nehirler babası, "Her şeyin babası Nil" yuvarlana yuvarlana gelir. Ülkenin ta içlerinden kopar, karanlık, nemli, tropik Sudan'ın gölleri ve gökten boşanan yağmurlarıyla beslenir; kabarır, tüm kıyılara taşar, kumu basar, çölü yutar, ça­ muru, verimli temmuz çamurunu tükürür, binlerce yıldan beri her yıl, on altı ar­ şın yükselir -Vatikan'daki simgesel mermer grupta, Irmak Tanrısı'nın çevresin­ de on altı çocuk oynaşır- ve ağır ağır yatağına, tok ve hoşnut, çöktüğünde yalnız çöl değil, toprağın kuraklığı, kurnun kuruluğu da yutulmuştur. Kahverengi sula­ rın basmış olduğu yerlerde çimlenme başlar, topraktan ekin fışkırır, iki kez, dört kez ürün verir, "cılız"ları besieyecek "semiz yıllar" getirir. Orada Mısır her yıl ye­ niden doğar. Heredot'un iki bin beş yüz yıl önce dediği gibi "Nil'in armağanı" dır o. Su bir kezcik az yükseliverirse ya da çok kabarırsa Roma'yı aç bırakan, ilkçağın "Zahire ambarı" Mısır'da şimdi pırıl pırıl yanan kubbeler ve narin minarderin yükseldiği, kentlerinde yüz ırktan ve renkten insanların, Fellahların, Arapların, Nubiakların, Berberilerin, Koptların, Bedevilerin, Zencilerin kaynaştıkları, bin çeşit dille bağınşılan bu diyarda başka bir dünyanın selamları gibi tapınaklar, me­ zarlar ve direkli salonların yıkıntıları yükselir. Orada piramitler -yalnızca Kahire' nin tarlalarında altmış yedisinin izi kalmış­ tır- gölgesiz çölde yükselir. Kralların bu dev mezarları "Güneşin talim alanında" sıralanmışlardır. Yalnız bir teki yüz bini aşkın kölenin yirmi yıl boyunca çektikle­ ri iki buçuk milyon taş bloktan oluşturulmuştur. Orada sfenkslerin biri yatar: Yarı insan, yarı hayvan, Memluklerin başını top­ Ianna hedef olarak kullandıklarından beri yelderi parçalanmış, burnu ve gözle­ ri yalnızca birer delik, yeni bir sonsuzluk için yayılıp yerleşmiş, bin yıllardan be­ ri dinlenmektedir. Ölçüleri öyle devseldir ki, bir Thutmosis, buna karşılık tahtın kendisine bağışlanacağını rüyasında gördüğü için, pençelerinin arasına küçük bir tapınak yaptırabilmiştir. Orada iğne gibi sivri dikilitaşlar, tapınakların bu kapı bekçileri, çölde yükse­ len parmaklar, yirmi sekiz metreye dek boy vererek kralların ve tanrıların şam için yükselirler. Orada bunlardan başka mahzen tapınaklar ve mağara tapınaklar, Şeyhülbeledlerden (köy muhtarları) Firavun'a dek çeşitli insanların heykelleri, la­ hitleri, direkler, pilonlar, her tür heykel, kabartma ve resimler bulunur. Sonsuz sı­ ralı alaylar halinde, bir zamanlar ülkeye egemen olmuş insanlar yürür. Kaskatı bir duruşları vardır, her hareketlerinde ululuk sezilir. Her profilden çizilmişler-


70

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Edfu Tapınagı 'nın cephe rekonstrüksiyonu.

dir ve bir hedefe dogru ilerlerler. "Mısırlının yaşamı ölüm yolculugundan başka bir şey degildir." Bu hedefe dogru gidiş Mısır duvar kabartmalarında o denli bel­ lidir ki çagımızın bir kültür filozofu anlam derinligi bakımından batının "uzay"ı ve Yunan "cisim"i ile aynı önemde olarak, Mısır için "yol"u temel simge saymak­ tadır. Yerküremizin üstündeki bu en büyük anıtlar mezarlıgında her şey hiyerog­ liflerle kaplıdır: Gizemli, bilinmeyenli çizgiler, resimler, taslaklar, işaretler, şifreler, insanlar, hayvanlar, masal yaratıkları, bitkiler, meyveler, araçlar, elbise parçaları, örgüler, silahlar, geometri şekilleri, dalgalı çizgiler ve alevler. Bunlar tahta üzerin­ de, taş üzerinde ve sayısız papirüsler üzerinde bulunurlar. Tapınak duvarlarında, mezar odalarında, anı levhalarında; tabutların, stellerin, heykellerin tanrı resim­ lerinin, çekmece ve kapların üzerinde bulunurlar, hatta yazı takımları ve asalar bi­ le hiyeroglif işaretleri taşırlar. Mısırlılar eski ulusların yazmayı en çok sevenleri gi­ bidirler. "Edfu tapınagındaki yazıdan biri kopya etmek istese ve sabahtan akşama dek yazsa, bunu yirmi yılda tamamlayamaz!" Bu dünyaya "Description," Avrupa' nın, geçmiş zamana dogru yola çıkmış olan araştırıcı Batı'nın gözünü açtı. Batı, Napoleon'un kız kardeşi Carolin'in hareke­ te geçirmesiyle yeni bir istekle Pompei'yi kazıyor, bilginleri de Winckelmann'dan ilk arkeoloji araştırma yöntemini ögrenmiş bulunuyorlardı, bunu denemeye de susamışlardı. Ama "Description"u bu denli övdükten sonra artık sıra, buna bir sınır çekme­ ye geldi: Gerçekten onun betimler, resimler ve kopyalar halinde sundugu malze­ me zengindi ama eski Mısır' ı yalnız göstermekle kalıyordu. Çogu kez kitabı çıka-


BİR YENlLGl ZAFER OLUYOR

71

ran, hiçbir şeyi açıklamıyordu, çünkü açıklama bulamıyor, eğer bunu yapmaya kalkacak olursa onu da yanlış yapıyordu. Çünkü gösterdiği bütün anıtlar dilsiz kalıyordu. Hiyeroglifler okunamıyordu. Hiçbir işaretten anlam çıkarılamıyordu, dilleri yabancıydı! "Description" yepyeni bir dünyayı sunmuştu ama bütün bu yeni dünya bağıntıları, düzeni, niteliği bakı­ mından tam bir bilmeceydi. Bütün bunlar ancak, biri çıkıp hiyeroglifleri okunur kılabilirse öğrenilecekti! Ama bu olası mıydı? Parisli büyük doğubilimci De Sacy şöyle demişti: "Sorun çok karışık ve bilimsel bakımdan çözülmesi olanaksız! " Beri yandan hemen o sıralar­ da Göttingenli küçük bir Alman öğretmen olan Grotefend, Persepolis'teki çivi ya­ zılarının çözülme yolunu gösteren küçük bir kitap yayınlamamış mıydı ve bu çö­ züşün ilk sonuçlarını da ortaya koymamış mıydı? Oysa burada sayısız hiyeroglif yazıdan açık ve belli ortada durmuyor muydu? Hem Napoleon'un askerlerinden biri garip bir kara bazalt levha bulmamış mıydı ve yalnız bunu gören bilginler de­ ğil, bunun üzerine ilk bilgiyi veren gazete bile böylece hiyerogliflerin anahtarları­ nın uğurlu bir rastlantıyla ele geçirilmiş olduğunu yazmamış mıydı? Bu taştan ya­ rarlanacak adam neredeydi? Taşın bulunuşundan kısa süre sonra Courricr de l'Egyptc gazetesinde, "Le 29 fructidor, VII e annee de la Republique. Rosetta, le 2 fructidor an 7" devrimci ta­ rihinin altında, bu taş üzerine bir haber yayınlanmıştı. İnsana tuhaf gelen bir rast­ lantı, Mısır'da çıkan bu gazeteyi, eşsiz, dalıice bir çalışma ile yirmi yıl sonra kara taştaki yazıyı okuyacak ve böylelikle hiyeroglifler gizemini çözecek adamın baba­ sının evine eriştirmişti.


10. BÖLÜM

Champollion ve Üç Dilli Taş

• •

U kentten kente dolaştığı, beğeni kazandığı, hor bakıldığı, saygı gördüğü, tü­

NLÜ fren olog Dr. Franz Josef Gall'in kafatası bilgisini halka mal etmek için

kürüğe tutulduğu sırada, Paris'teki bir toplantıda kendisine çocuk sayılacak yaş­ ta bir üniversite öğrencisini tanıştırmışlardı. Karşısındakinin kafatasını bakışla­ rıyla hemen ölçen Gall, "Ah, ne dil dehası! " diye bağırmıştı. Gall'in karşısındaki on altı yaşında delikanlı o sırada -kafatası doktorunun bundan haberi olamaz­ dı (ya da bu bağınş önceden iyi düzenlediği şarlatanlıklardan biriydi)- Latince ve Yunancadan başka yarım düzine Doğu dili biliyordu. 19. yüzyılda bir tür özgeçmiş yazma gelenek olmuştu. Bunlarda örneğin, Descartes'ın üç yaşında iken Öklid'in büstü karşısında, "Ha!" diye bağırdığı, ara­ ya taraya ortaya çıkarılır; ya da dantel yakalık ve kollukların gruptanmasından de­ hasım kanıtlamak için Goethe'nin çamaşır hesapları toplanırdı. Bunlardan birincisi yöntemli bir yakışıksızlığı gösterir, ikincisi de budalalık olabilir. Ama bu kaynaklardan anekdotlar beslenir ve anekclotlara karşı da ne de­ nebilir? Hatta üç yaşındaki Descartes'ın öyküsü bile, günün yirmi dört saatinde hep ciddi olanlar dışındaki, fazla düşünmekten kaçınanların hoşlandığı magazin sayfalarına pekala uyar. Bu durumda biz de Champollion'u, olağanüstü doğuşu­ nu anlatmaktan çekinmeyelim. 1 790 yılının ortasında, Figeac'ta kitapçı Jacques Champollion, bütün hekim­ lerin ellerinden bir şey gelmeyeceğini itirafları üzerine, bütünüyle kötürüm olan karısının yatağının başına "büyücü" Jaquou kadını çağırtmıştı. Figeac, Fransa'nın güneydoğu kesimindeki Dauphine'de "Yedi Harikalar ilinde," ülkenin en güzel bölgelerinden birindedir. Halkı sert, tutucu bir insan soyudur. Onları uyuşuk­ luklarından silkindirrnek zordur ama bir kez de uyandılar mı, taşkın bir bağnaz­ lığa hazırdırlar; koyu Katolik'tirler ve mistik, doğaüstü şeylere kolayca kendileri­ ni kaptırırlar. Büyücü, hastayı (bunlar ve sonradan olanlar üzerine birçokları tanıklık et­ mektedirler) ısıtılmış ilaç otlar üzerine yatırdı, sıcak şaraplar içirdi, hemen iyi ola­ cağını bildirdi ve -aileyi son derece şaşırtmıştı bu- bir oğlan çocuğu olacağı ve henüz anasının karnında bulunan bu çocuğun yüzyılları aşacak bir ün kazanaca­ ğı yolunda kahinlikte bulundu!


CHAMPOLLION VE ÜÇ DİLLİ TAŞ

73

Üçüncü gün hasta kalktı. 23 Aralık ı 790 sabah saat ikide, sonradan hiyerog­ lifleri çözecek olan Jean-François Champollion doğdu. Her iki kehanet de yeri­ ne gelmişti. Şeytan çocuklarının ayakları nasıl at ayağı biçiminde olursa, bir büyücünün eli değen işlerde de, daha az da olsa, bunun belirtilerinin görülmesi şaşılacak şey de­ ğildir. Küçük François'yi muayene eden hekim, onun gözaklarının sarı olduğunu görerek şaştı; aslında bu yalnız Doğulutara özgü bir şeydi ve bir Orta Avrupalıda oluşu önemli bir acayiplikti. Üstelik çocuğun alışılmadık esmer, neredeyse kahve­ rengi bir teni vardı, yüzünün bütün çizgileri hasbayağı Doğulu gibiydi. Yirmi yıl sonra herkes onu "Mısırlı" diye çağırıyordu. Bir devrim çocuğuydu. Cumhuriyet Figeac'ta ı 792 Eylülü'nde ilan edil­ mişti. ı 793 Nisanı'ndan sonra terör dönemi başlamıştı. Champollion'un ba­ ba evi Özgürlük Ağacı'nın dikildiği Place d'Armes'dan (sonradan buraya onun adı verilecektir) otuz adımlık yerdeydi. tık kez bilinçli olarak duyduğu şeyler Carmagnol'un coşturucu müziği, aşağı katmandan azgın halkın elinden canlarını kurtarmak için babasının evine sığınanların ağlayışları oldu. Bunlar arasında son­ radan onun ilk öğretmeni olan bir papaz da vardı. Ezbere öğrendiklerini basılı yazılada karşılaştırarak kendi kendine okuma öğ­ renmesiyle ilk çözüm işini yaptığı zaman -bunu bir özgeçmiş duygulu biçimde kaydeder- beş yaşındaydı. Daha yedisine basmışken ilk kez "Mısır" ın büyülü adı­ nı "bir serabın aldatıcı parıltısı" içinde duydu; çünkü kendisinden on iki yaş bü­ yük kardeşi Jacques- Joseph'in Mısır seferine katılmak planı boşa çıkmıştı. Champollion Figeac'ta kötü bir öğrenciydi, karneleri ve söylenenler bunu an­ latır. Onun için ı so l 'de arkeolojiye çok meraklı iyi bir fılolog olan kardeşi onu Grenoble'a getirdi ve eğitimini üzerine aldı. On bir yaşındaki François çok geç­ meden Latince ve Yunancada olağanüstü bilgisi olduğunu gösterip bu kez şaşı­ lacak bir başarı ile İbrani dili öğrenmeye girişince, kendisinin de parlak yetile­ ri olan kardeşi, küçük kardeşinin bir gün ailelerinin adına neler kazandıracağı­ nı düşünerek, kendi adını, büyük bir alçakgönüllülükle Champollion-Figeac'a, daha sonra da yalnızca Figeac'a çevirdi. Aynı yıl Joseph Fourier küçük François ile konuştu. Fourier Mısır seferine katılmıştı. Ünlü bir fızikçi ve matematikçiydi. Kahire'de Mısır Enstitüsü'nün yazmanı, Mısır hükümeti katında Fransa komi­ seri, adiiye bakanı ve bilimsel komisyonun en etkin üyesi olmuştu. Şimdi Isere bölgesi valisiydi; Grenoble' da yerleşmişti ve hemen seçkin aydınlardan bir çev­ re onun etrafına toplanmıştı. Bir okulu denetleme sırasında François ile bir tar­ tışmaya girişti, onu belleğinde tuttu, evine çağırdı ve Mısır koleksiyonunu ona gösterdi. Esmer oğlan gördüğü ilk papirüs parçalarına büyütenmiş gibi baktı, taş levhalar üzerindeki hiyeroglif işaretlerini sihirlenmiş gibi izledi. "Bunlar okuna­ bilir mi?" diye sordu. Fourier başını salladı. Küçük Champollion, kendine kesin­ likle güvenerek: "Ben okuyacağım bunları! " dedi (sonradan bu öyküyü sık sık anlatırdı) . "Birkaç yılda okuyacağım onları! Büyüyeyim de! " B u , babasına, "Troya'yı bulacağım," diyen başka bir oğlanı hatırlatmıyor mu? Tıpkı böyle bir inanç, tıpkı böyle bir uyurgezer güveni değil mi? Ama çocukluk


74

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

rüyalarına ne denli ayrı yollardan, ne den­ li kökünden başka yöntemlerle gitmişlerdir: Schliemann bir otodidakttı, Champollion bi­ limsel öğreniminin önceden çizilmiş yolun­ dan bir saniye bile ayrılınadı (ama bu yolu öyle hızla aldı ki bütün okul arkadaşlarını ge­ ride bıraktı). Schliemann çalışmasına başla­ dığında bütün meslek temellerinden yoksun­ du, Champollion ise yüzyılının kendisine ve­ rebileceği bütün bilgilerle donanmıştı. Öğrenimini kardeşi sağladı. Çocuğun ola­ ğanüstü, her şeyi kapıp alan bilgi susuzluğu­ nu gemiemek istedi. Boşuna! Champollion öğrenirnin en kıyıda kalmış alanlarını arıyor ]ean-François Champollion ve bilginin en sapa yollarından ilerliyordu. (1 790- 1 832) On iki yaşındayken Onlü Köpeklerin Tarihi gibi çok garip konulu ilk kitabını yazdı. Tarihte düzenli bir genel görüşü olma­ ması çalışmalarını engellediği için bir tarih cetveli tasarladı: "Adcm' den genç Champollion'a dek kronoloji." On üç yaşında Arapça, Süryani, Keldani, sonra da Koptça öğrenmeye başladı. Bunda asıl dikkate değer şey, her öğrendiğinin, her yaptığının, ona doğan düşün­ cenin, Mısır'ın sihirli çemberi içinde oluşuydu! Ne ile uğraşırsa uğraşsın, hiç um­ madık yerden karşısına bir Mısır sorunu çıkıyordu. Eski Çince ile ilgilendi, salt onun eski Mısır dili ile akrabalığını araştırmak için! Zend, Pehlevi ve Parsi metin örneklerini inceledi, en kıyıda bucakta kalmış dillerden, ancak Fourier'nin adının Grenoble'a eriştirebildiği en kıyıda bucakta kalmış belgelerdi bunlar. Karşısına ne çıkarsa kapıyordu ve ı S07 yazında, on yedi yaşındayken, Mısır'ın tarih haritası­ nın, Firavunlar Diyarı'nın ilk haritasının taslağını hazırladı. Bu girişimin ataklığını anlamak için o zamanlar Tevrat'ın bazı bölümlerin­ den, çoğu eksik gedik Latince, Arapça, İbrani metinlerden ve Koptça ile karşılaş­ tırmalardan başka dayanacak bir şey bulunmadığını göz önüne getirmek gerekir. Koptça belki de gerçekten Eski Mısır diline bir köprü hizmeti görebilecekti ve bu da biliniyordu, çünkü bizim tarihimizle ı 7. yüzyıla dek Yukarı Mısır'da bu dil hala konuşulmaktaydı. Champollion aynı zamanda bir kitap için malzeme topluyordu. Paris' e gitme­ ye karar vermişti. Fakat Grenoble Akademisi kendisinden bir tez istemekteydi. Bu efendiler bundan, gelenek üzerine bir söylev hazırlamasını, bir belagat başarısı­ nı anlamaktaydılar. Oysa Champollion Firavunlar Çağında Mısır kitabının tasla­ ğını hazırladı. ı Eylül ı S07'de bunun giriş bölümünü okudu. Narin bir delikanlı, dimdik, bütün erken gelişınişlerin telaşlı güzelliği içinde, akademinin karşısında duruyor­ du. Ne söylediyse hepsi cesur savlada dile getirilmiş, karşı durulmaz bir mantık­ la sunulmuştu. Etki olağanüstüydü. ı 7 yaşındaki delikanlı oybirliğiyle akademi-


CHAMPOLLION VE ÜÇ DlLLl TAŞ

75

ye üye alındı. Reis Joseph Renauldon ayağa kalktı, onu kucakladı. "Eğer akade­ mi sizi gençliğinize bakmadan üyeliğine kabul ettiyse bunu, sizin başarınızı göz önünde tutarak yaptı. Ama bundan da çok, sizin ilerde yapabileceklerinizi de he­ saba kattı! Umutlarını haklı çıkaracağınızdan ve bir gün, çalışmalarınız size bir ad yaptığı zaman, ilk desteği kendisinden gördüğünüzü anımsayacağınızdan kuşku­ su yoktur," dedi. Bir günde Champollion öğrencilikten akademi üyeliğine geçmişti. Bu zamanlarda Champollion fazla duygulu, içli yapılı, yüzü çabuk kızaran, düşün açısından yalnızca üstün derecede gelişmiş değil, birçoklarınca açıkça de­ ha olarak gösterilen, fakat vücutça da yaşından ileri bir delikanlıydı. (Okul sıra­ larından ayrılır ayrılmaz evlenıneye karar verişi, bir okullunun ilk aşkından da­ ha başka bir şeydi. ) Önünde yaşamının yeni bir bölümü bulunduğunu biliyor­ du. Karşısında dev bir kent vardı, Avrupa'nın merkezi, düşün, politika ve serüve­ nin buluşma noktası. İçinde kardeşiyle birlikte yetmiş saat sarsıldıkları ağır ara­ ba Paris'e yaklaştığı sırada Champollion, rüya ve gerçek arasında çalkalanırken, çevresinde hep sararmış papirüslerin uçuştuğunu görmüş, kulaklarında bir dü­ zine çeşitli dilden sözün çınladığını duymuş ve hiyerogliflerle dolu taşların, bun­ ların arasında o gizemli, kara bazalttan olanın, ilk kez birkaç gün önce ayrılırken Fourier'in yanında gördüğü ve üzerindeki yazılar düşüncelerinden hiç çıkmayan o Rosetta taşının altında sanki ezilerek uzun süre düşünmüştü. O zaman -bu da bütünüyle gerçektir- birdenbire kardeşine doğru eğildi, dü­ şüncelerinden geçeni, gizlice hep umduğu ve şimdi ansızın bildiğini yüksek sesle söyledi, esmer yüzünde kara gözleri kor gibi yanıyordu. "Ben hiyeroglifleri çözeceğim! " dedi. "lyi biliyorum bunu!" ROSETTA taşını bulanın Dhautpoul olduğunu söylerler. Ama Dhautpoul yalnız­ ca bir istihkam kıtasının komutanı, taşı asıl bulanın üstüydü. Başka kaynaklar bu­ lanın Bouchard olduğunu söylerler. Ama Bouchard sadece o zamanlar Fort Julien adı verilen Rosett'in kuzeybatısında, 7,5 kilometre uzağında ve Nil kıyısındaki Fort de Rachid' deki sağlarolaştırma işlerini yöneten, sonradan da taşın Kahire'ye taşınmasını üzerine alan subaydı. Taşı asıl bulan bilinmeyen bir askerdi. Artık iyi bir rastlantıyla onun bilgi düzeyi, kazmasının çarptığı bu taşın değerini anlayabilmesine yetti mi, yoksa yalnız bu baştan aşağı gizemli işaretlerle dolu levhayı görünce bir tılsıma rastla­ dığını sanıp korkusundan bağıran saf biri miydi, bunu hiçbir zaman öğreneme­ yeceğiz. Kalenin yıkıntılarından böyle hiç umulmadan çıkıveren taş bir masa yü­ zü kadardı, ince tan eli, "demir gibi sert" kara bazalttan dı. Bir yüzü perdahlıydı. Üzerinde üç kolon halinde üç yazıt vardı. Bunlar bir ölçüde hava etkisiyle bozul­ muş ve iki bin yıl üzerlerine yığılan kum tanelerinin sürtünmesiyle aşınmıştı. Bu üç yazıdan on dört satırlık iki hiyeroglif, otuz iki satırlık ikincisi demotik, elli dört satırlık üçüncüsü de Yunancaydı. Yunanca! demek okunabilir. Öyleyse anlaşılabilir!


76

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Şifrenin anahtan: Mısır dilinde hiyerogliflerle, yine Mısır dilinde demotik yazıyla ve Yunanca yazılmış Rosetta 'nın üç dilli taşı son unda Mısır hiyerogliflerinin okunabilmesini sağladı. 1 822 yılında hiyerogliflerin şifresini çözmeyi başaran Jean-François Champillion ile Rosetta Taşı birbirinden ayn düşünülemez.


CHAMPOLLION VE ÜÇ DlLLl TAŞ

77

Napoleon'un Helenist bir generali merak yüzünden hemen çeviriye girişti. Bunun Memphis papazlarının Ptolemaios V.' e l.ö. 196 yılında ondan görmüş ol­ dukları lütufları öven bir sungusu olduğunu saptadı. İskenderiye'nin teslim olmasından sonra Fransa'nın öteki ganimetieriyle bir­ likte bu levha da Londra'da British Museum'a gitti. Fakat "Komisyon" bütün öte­ ki parçalada birlikte bunun da kalıbını ve kopyalarını aldırmıştı. Bunlar Paris'e geldi; bilginler koşuştular ve yazıları karşılaştırmaya başladılar. Karşılaştırma diyoruz, çünkü yalnızca kolonların sıralanışından bunların her üçünün de aynı anlamda oldukları sonucu çıkmıyor muydu? Daha Courrier de l'Egypte bile, ölü imparatorluğun anahtarının bu olduğunu, "Mısır"ı Mısırlılar aracılığıyla açıklamak olanağının bunda saklı bulunduğunu yazmamış mıydı? Yunanca yazıtın çevirisinden sonra artık Yunanca sözcükler, kavramlar ve ad­ lara karşılık olan hiyeroglif işaretlerini bulup çıkarmakta büyük zorluklar var mıydı? O dönemin en üstün kafaları uğraştılar. Yalnız Fransa' da değil, İngiltere' de de (taşın aslı karşısında), Almanya'da da, İtalya'da da. Ama boşuna! Çünkü hepsi yanlış bir başlangıç noktasından yola çıkıyorlardı. Hepsi de, bir ölçüde Heredot'tan çıkan ve insanlık düşün tarihindeki pek çok benzerlerine vergi, kor­ kunç bir inatla kafalarını bulandıran, hiyeroglifler üzerine yanlış tasarımlar için­ de yaşıyorlardı. Hiyerogliflerin gizine varmak için yaklaşık Kopernik'çe bir dönü­ şe, o güne dek var olan bütün yollar ve geleneklerden ayrılan, karanlıkları bir şim­ şek gibi aydınlatacak bir düşüneeye gerek vardı. On yedi yaşındaki Champollion'u kardeşi, gelecekteki öğretmeninin, ufak te­ fek gösterişsiz bir adam, fakat Fransa'nın sınırlarından çok uzaklarda bile ünlü bir bilgin olan De Sacy'nin yanına götürdüğü zaman, delikanlı ne ürkeklik, ne de sı­ kılganlık gösterdi ve on bir yaşındayken Grenoble'da Fourrier'nin karşısında ol­ duğu gibi burada da gönülleri avladı. De Sacy güvensiz ve kuşkucuydu. Kırk dokuz yaşında, çağının bilgisinin en yüce noktasına erişmiş olan bu adam karşısında, kendisinin bile gerçekleştir­ mek için zamanın henüz olgun olmadığını söylediği bir planı, Firavunlar Çağında Mısır adlı kitabında işlemeye giriştiğini çekinmeden öne süren bir delikanlı gö­ rüyordu. Ama sonradan, anılarında bu karşılaşma üzerine ne söylemişti? Bunda o bilge, duyduğu "derin izlenimi" anlatır. Şaşılacak şey mi bu? De Sacy'nin yalnız giriş bölümünü görebildiği kitap yılbaşında neredeyse tamamlanmıştı. Öyleyse on yedi yaşındaki çocuk, kendisine yedi yıl sonra, kitabın yayınlanmasıyla bol bol gösterilecek övgüyü daha o zamandan hak etmişti. Champollion araştırmalarına daldı. Büyük kent Paris'te şeytana uyrnadan ki­ taplıklara gömülüyor, enstitüden enstitüye koşuyordu. Kendisine mektup üze­ rine mektup yağdıran Grenoble'lu bilginierin siparişlerini yerine getiriyor­ du; Sanskritçeyi, Arapça ve (De Sacy'nin dediği gibi doğunun ltalyancası olan) Farsçayı, yaklaşık bütün doğu lehçelerinin anası olan bu dilleri öğreniyor ve ara­ da da kardeşine bir Çince dilbilgisi yollamasını yazıyordu: "Şöyle biraz vakit ge­ çirmek için! "


78

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Arapçanın ruhuna öyle varmıştı ki sesi bile değişti. Hatta bir toplantıda bir Arap onu kendilerinden biri sanarak önünde eğildi ve temennaha girişti. Mısır üzerine bilgisi yalnızca incelemeleri sayesinde o denli derinleşti ki, o zamanlar çok ünlü Afrika gezgini Samini de Manencourt onunla bir konuşmadan sonra şaşa­ rak, "Üzerinde konuştuğumuz ülkeleri benim kadar iyi tanıyor! " diye bağırmıştı. Tek bir yıl sonunda Koptçayı öylesine iyi konuşuyor ve yazıyordu ki (ken­ di kendimle Koptça konuşuyorum . . . ) alıştırma için anılarını demotik harfleriy­ le ve Koptça yazıyordu. Kırk yıl sonra da bir bilginin, onun bu notlarından birini An taninler çağından kalma, orijinal bir belge sanması ve bunu bilgince açıklama­ larla yayınlaması çok ilginç bir şey oldu. Seringer'in fosiller üzerine Almanca ki­ tabının Fransızca bir koşutu! Ama bu sırada darlıktaydı, acı bir darlıkta. Eğer kardeşi kendini düşünmeden ona yardımda bulunmasaydı açlıktan ölürdü. Louvre yakınında yoksul bir oda­ da oturuyordu. Odanın kirası on sekiz franktı. Bunu da borçlu kaldı. Kardeşine mektupla yalvardı, yakardı; ne yapacağını bilemiyordu, eline geçenle geçinemi­ yorrlu ama Figeac, eğer François giderini kısmazsa kitaplığını satmak zorunda kalacağını yazınca şaşkına döndü. Giderini kısmak mı? Daha mı? Pabuçlarının tabanları delinmişti. Setresi aşınmıştı. Sonunda insan arasına çıkmaktan utanır oldu. Hastalandı ve Paris'te görülmedik bir kışın sağuğu ve neminden, sonun­ da onu öldürecek olan, ilietin tohumunu aldı. Yalnız iki küçük başarı onu ayak­ ta tuttu. lmparatora asker gerekiyordu. 1 808'de on altı yaşına dek tüm erkekler için se­ ferberlik ilan edildi. Champollion dehşet içinde kaldı. En güçlü ruh disiplinine sa­ hip olan o, bütün zekaları bile hizaya getiren anlamsız bir disiplin altındaki mu­ hafız takımına baktıkça ürperiyordu. Winckelmann da militarizmin tehditleri al­ tında acı çekmemiş miydi? François, Figeac'a üzüntü içinde, "Bazı günler aklım başımdan gidiyor! " diye yazıyordu. Hep yardım eden kardeşi bu kez de yardım etti. Dostlarını harekete geçirdi, dilekçeler verdi, sayısız mektuplar yazdı ve Champollion çalışmalarını sürdüre­ bildi, savaş sarhoşluğuna kapılmış bir dönemde kendini ölü dillere verebildL Fakat onun düşüncelerini kurcalayan, hayır şimdi onu, hatta ara sıra asker ol­ ma tehdidini bile unutturacak denli, sarmaya başlayan ikinci şey, Rosetta taşı­ nı incelemekti. Çünkü, işin ilginç yanı, tıpkı daha sonra Schliemann'ın bütün Avrupa dillerini konuştuğu ve yazdığı halde asıl özlemi olan eski Yunanca öğren­ mekten, eğer onu çalışmaya başlarsa bütün varlığı ile tutulacağını sezdiği için bo­ yuna çekindiği gibi, Champollion'un düşünceleri de hep üç dilli taşın çevresin­ de dönüp dolaşıyordu. Sanki, bütün dileklerinin konusu olan bir şeyin çevresin­ de, giderek, daha yaklaşarak dolanan bir sarma çizmekteydi; bu şeye ne denli yak­ laşırsa hareketleri de öylesine ağır, öylesine çekingen oluyordu. Çünkü bu büyük soruna iyice hazırlanmış, çağının tüm bilgileriyle donanmış olarak gitmek amacı­ na henüz yeteri kadar erişememiş olduğunu görüyordu. Ama Rosetta'nın yeni, Londra'da hazırlanmış kalıbı ile birdenbire karşılaşın­ ca artık kendini tutamadı. Bu kez de asıl çözüm işine girişmedi. Rosetta'yı bir pa-


CHAMPOLLION VE ÜÇ DlLLl TAŞ

79

pirüsle karşılaştırmakla yetindi ama bir atılımda kara taşta "bir dizi harflerin ger­ çek değerlerini bulmayı" başarabildL 30 Ağustos 1 808'de, on sekiz yaşında bir delikanlı, kardeşine, "Attığım ilk adımları sana sunuyorum!" diye yazmaktadır. Yöntemini açıklarken gösterdiği alçakgönüllülüğün ardında ilk kez genç bulucu­ nun gururu kendini ortaya koymaktadır. Tam ilk adımı attığı, başarı ve üne doğru giden yolda olduğunu bildiği sırada, yıldırımla vurulmuşa döndüren bir haber aldı. Hedefi ile arasında emek, yorgun­ luk ve yoksunluktan başka hiçbir engel görmüyordu. Her şeye hazır, ilerlemektey­ di. Derken o güne dek yapmış olduğu her şeyi, ama aynı zamanda inandığı, um­ duğu ve artık bildiği her şeyi de, anlamsız kılan o haber geldi: Hiyeroglifler çö­ zülmüştü. İnsanlığın bambaşka bir araştırma ve emek alanından, Güney Kutbu'na var­ mak için on yıllarca süren savaşın sonundaki bir olay anlatılır. Bu daha drama­ tik, daha göz önüne getirilebilir bir öyküdür. Bunda bir an vardır ki tıpkı tıpkı­ sına Champollion'un birinin kendisinden önce hedefe eriştiğini duyduğu zama­ na uyar. Kaptan Scott birkaç kişi, birkaç kızak ve birkaç köpekle kutba yaklaşmış­ tır. Derken, açlık ve bitkinlikten yarı kör, fakat kutba ilk varmanın taşkın gururu içinde, insan ayağı basmamış olması gereken beyaz, sonsuz karlar içinde bir bay­ rak görüverdi! Amundsen'in bayrağını. Dedik ya, bu örnek daha dramatiktir, çünkü ardında beyaz bir ölüm vardır. Ama delikanlı Champollion'un duydukları sanki Kaptan Scott'unkinden başka türlü müydü? Ona olanın, bir buluşu aynı zamanda birkaç kişinin yaptığı yüz­ yılda, düzinelerce insanın başına gelmiş olması da bir avuntu değildir. Bunların hepsi de Scott'un Amundsen'in bayrağını gördüğü zaman duyduğunu duymuş­ lardır. Bu haber Champollion'a bir yıldırım gibi çarpmıştı, ama işin sonu şuydu: Amundsen'in bayrağı ortada duruyor ve onun başarısına tanıklık ediyordu. Hiye­ rogliflerin çözülüşü ise hiç de böyle apaçık değildi. Champollion bu haberi sokakta almıştı. College de France'a gidiyordu. Bir dostu, soluk soluğa, Champollion'un yıllardan beri ne ile uğraştığından, neyi ha­ yal ettiğinden, ne için yanıp tutuştuğundan, sayısız günler ve gecelerce neye çalış­ tığından, ne için yokluklara, açlığa, herkese karşı küçük düşmeye katlandığından habersiz, bunu ona söylemişti. Champollion sarsılınca ve düşmernek için kendi­ sine dayanınca ürktü. "Alexandre Lenoir!" demişti dostu. "Yapıtı yeni çıktı, yalnızca bir broşür: (Nouvelle Explication) hiyerogliflerin bütünüyle çözülüşü! Düşün bir kez, ne de­ mektir bu! " Kim söylüyor bunu! Champollion, "Lenoir mi?" diye sordu. Öteki başını salladı. O zaman içinde bir umut kıvılcımı tutuştu. Daha dün Lenoir'i görmüştü, onu bir yıldan beri tanı­ yordu. Lenoir tanınmış bir bilgindi ama kesinlikle bir dahi değildi. Champollion, "Olanaksız bu! " dedi. "Kimseden böyle bir şey duymadık. Lenoir bir söz olsun söylemedi!"


80

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Dostu, "Şaşıyor musun buna?" diye sordu "kim böyle bir buluşu vaktinden önce açığa vurur?" Champollion birdenbire kendini toparladı, "Hangi kitapçıda satılıyor?" Koşa koşa gitti. Elleri titreyerek frankları tozlu masanın üstüne saydı. Broşürden an­ cak birkaç nüsha satılmıştı. Eve koştu, kendini yıpranmış kanepeye attı ve oku­ maya başladı. Derken dul Mecran mutfakta irkilerek tenceresini bıraktı: kiracısının odasın­ dan korkunç bir gürültü geliyordu. Korkuyla dinledi, sonunda oraya koştu, kapı­ yı açtı, François Champollion kanepenin üstündeydi, vücudu geriliyor, ağzından anlaşılmaz sesler çıkıyordu ama gülüyordu, hiç kuşku yoktu bunda! Ürkünç iste­ rik bir kahkaba ile sarsıla sarsıla gülüyordu. Elinde Lenoir'in kitabı vardı. Hiyerogliflerin çözülmesi mi? Bu kez birisi bay­ rağını çok erken dikmişti! Ama bu sarsıntı korkunçtu. Champollion bunu hiç unutamayacaktı. Bu sarsıntı ona artık ölü şekilleri dile getirme sorunu ile ne den­ li içten kaynaşmış olduğunu göstermişti. Bitkin bir durumda uykuya daldığında korkunç düşler onun peşini bırakmadı. Çılgın hayaller arasından Mısırlı sesleri onunla konuşuyordu. Düş ona sıkıntılı gündelik yaşamın çoğu kez bilincine var­ clırmadığı şeyi, bir tutkulu olduğunu, hiyerogliflerin büyüsüne kendini kaptırmış, tek bir düşünceyi takıntı haline getirmiş biri olduğunu açıkça gösterdi. Gördüğü bütün düşlerin sonu başarı oluyordu. Bu başarı ona, elini uzatsa tu­ tacakmış gibi yakın görünüyordu. Böyle huzursuz, yatağında döner dururken, bu on sekizlik delikanlı hedefine varmaya daha on iki yılı aşkın süre olduğunu bilmi­ yordu! Başarısızlığın başarısızlığı kovalayacağını ve aklında hiyeroglifler ve fira­ vunlar diyarından başka bir şey bulunmadan kendisinin bir gün vatan haini ola­ rak sürgüne gideceğini nereden düşünebilirdi?


ll.

BÖLÜM

Bir Vatan Haini Hiyeroglifleri Çözüyor

D sırada, cumhuriyetin akla uygun tek yönetim oldugunu bir kompozisyon

AHA on iki yaşındayken Champollion, Tevrat'ı, asıl metninden inceledigi

ödevinde açıklamıştı. Aydınlanma yüzyılının hazırladıgı ve Büyük Devrim'in açıga çıkardıgı düşün akımları içinde yetişmiş oldugu için, önce fermanlar ve ya­ zılı buyruklada agırdan agırdan sokulup Napoleon'un imparatorluk tacını giy­ mesiyle asıl yüzünü gösteren yeni mutlak yönetim altında çok acı çekiyordu. Napoleon'un büyüsüne kapılan kardeşinin tersine, onun bütün başarıları karşı­ sında kuşkucu kalıyor ve düşüncesiyle de olsa, Fransız kartalının peşinden zafer yolundan gitmiyordu. Onun siyasal gelişmesini araştırmanın yeri burası degildir. Ama, bir ejiptolog olan onun, karşı durulmaz bir özgürlük aşkı ile, elinde bayrak, Grenoble iç kale­ sini zaptettigini de söylerneyelim mi? Napoleon'un sert yönetimi altında acı çe­ ken, fakat Bourbonları sevmeyen Champollion'un, iç kalenin kulesinin tepesin­ den zambak çiçekli krallık bayragını eliyle indirdigini ve yerine üç renkli bayragı, Bonopartçıların on beş yıl bütün Avrupa'da dalgalandırmış oldukları, şimdi ona yeni özgürlügün simgesi gibi gelen aynı bayragı çektigini de anlatmayalım mı? Champollion yeniden Grenoble'dadır. Üniversiteye tarih profesörü olarak atanması 1 0 Temmuz 1 809 tarihindedir. Bu durumda 1 9 yaşındayken, bir zaman­ lar ögrenci olarak ders dinledigi aynı yerde profesör olarak bulunuyordu ve ög­ rencilerinin arasında daha iki yıl önce kendisiyle birlikte okul sırasında oturmuş delikanlılar vardı. Düşman kazanmasında, hele kendilerini atlatılmış, çıkarlarına dokunulmuş, geride bırakılmış gören yaşlı profesörlerin sımsıkı ördükleri bir ent­ rika agının içine düşmesinde şaşılacak taraf var mıdır? Ya genç tarih profesörünün ileri sürdügü düşünceler! Tarih araştırmalarında gerçeğin en yüce hedef oldugunu açıklıyor ve bundan salt gerçegi anlıyordu; yok­ sa Bonapartça ya da Bourbonca gerçegi değil! Bunun için de bilimin bagımsız ol­ masını istiyordu ve bundan da salt bagımsızlıgı anlıyordu, yoksa buyrultu ve ya­ saklarla sınırlandırılmış, egemenlik haklarının dikte ettigi zorunlulukların anlaTM 6


82

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

yışla karşılanmasını isteyen bir bagımsızlık degil! Büyük devrimin ilk günlerinde ateşli devrimcilerin açıkladıkları, ondan sonra da yıldan yıla ihanete ugrayan şey­ leri istiyordu. Onun için günün gelişmesiyle eninde sonunda çelişecek bir politikacıydı. Düşüncelerinden kesinlikle caymadı ama sık sık umutsuzluga düşüyordu. O za­ man kardeşine, başkasının belki Voltaire' den Candide'in son sözlerini alacagı yerde dogubilimci, Dogu'nun kutsal kitaplarının birinden aldıgı şu tümceyi yi­ neliyordu: "Tarlanı sür! Zend-Avesta şöyle der: Altı dönüm çorak topragı sür­ mek, yirmi dört savaşı kazanmaktan hayırlıdır. Ben de böyle düşünüyorum." Giderek daha çok entrikalara hattı, bu yüzden hasta, meslektaşlarının kötü hile­ leri yüzünden aylıgı dörtte bire indirilmişken şöyle yazıyordu: "Benim kaderim belli: Diogenes gibi yoksulum; bir fıçı ile elbise olarak bir çuval satın almayı de­ neyecegim. Ondan sonra geçimimi Atİnalıların o herkesçe bilinen cömertlikle­ rinden umabilirim." Napoleon'a karşı taşlamalar yazdı. Ama sonunda Napoleon düşüp 19 Nisan 1 8 1 4'te müttefikler Grenoble'a girince, bu kez de kuşkucu bir acılıkla, "Acaba şimdi, zorbanın egemenligi ortadan kaldırıldıktan sonra düşün­ celerin egemenligi gerçekten başiayabilecek mi?" diye sorar ve bundan kuşku duyar. Ama acaba ulusunun ve bilimin özgürlügü için olan duygularının gücü Mısır çalışmaları tutkusunu hiçbir zaman bastırabildi mi? O, eskiden oldugu gibi şim­ di de inanılınayacak bir verimliliktedir. Uzak şeylerle, ayrıntılada ugraşır, kendi­ si için bir Koptça sözlügü hazırlar ve aynı zamanda Grenoble salonları için piyes­ ler, bunlar arasında bir Iphigenie dramı yazar. Şarkılar, yazı masasından dogruca sokaktaki adamların agzına düşen siyasal çeşnili şansonlar yazar. Alman bilginle­ ri için akıl almaz bir iştir bu ama Fransa'da 1 2 . yüzyılda Pierre Abdard'la başla­ yan bir gelenege dayanır. Yaşamıının temel ödevi olarak sürüp gidenle de ugra­ şır: Sokakta ister "Vive l'Empereur!", isterse "Vive la Roi" diye bagırılsın, yaka­ sını bırakmayan Mısır'ın sırlarına giderek daha derin gömülür. Sayısız yazarla­ ra yardım eder ve sinirlerini, sa@ıgını harcar. 1 8 1 6 Aralıgı'nda şöyle yazmaktadır: "Kopt sözlügü her gün biraz daha kalınlaşıyor. Yazarı ise tersine! " 1 069'uncu say­ faya gelip yapıt hala bitmeyince üzülür. Derken, Avrupa'yı Napoleon'un saidınşları altında bir kez daha inleten, zor bela kurulanı yıkan, kovalayana kovalanan damgasını vuran, hükmedenle­ ri yeniden uyruk, kralı kaçak eden ve Champollion'u da yeniden çalışma oda­ sından çıkaran "Yüz Gün" gelir. Gerçekten operetlere yakışır bir artırmaca ile, Napoleon'u iki yüzlülügün mil taşlarına oturta oturta, gazeteler şöyle yazmakta­ dır: "Canavar kaçtı!", "Umacı Cannes'da karaya çıktı! ", "Zorba Lion' da", "Zorba ve Sahte Hükümdar Başkentten Altmış Saat Uzakta", "Bonapart Hızla llerliyor! ", "Napoleon Yarın Surlarımızın Dibinde Olacak! ", "Görkemli lmparator Fontainebleau' da! " 7 Mart'ta Napoleon, başkente yürüyüşü sırasında Grenoble önündedir. Enfiye kutusu ile kentin kapısına vurur. Vakit gecedir, meşaleler onu aydınlatmaktadır. Tam da dünya tarihinden bir opera sahnesi! Sonra korkunç bir dakika! Napoleon,


BlR VATAN HAlNl HlYEROGLlFLERl ÇÖZÜYOR

83

üzerlerinde topçuların koşuşup durdukları tabyaların toplarına karşı yapayalnız­ dır. Derken bir bağrışma: "Yaşasın Napoleon! " Sonra, "Serüvencinin, imparator olarak ayrılacağı Grenoble'a girişi! " Çünkü Dauphine'nin kalbi olan Grenoble, kazanılması gereken en önemli hareket üssüdür. Eskiden beri imparatorun tutkunu olan Figeac, Champollion'un kardeşi, ar­ tık bütün varlığı ile ona bağlıdır. Napoleon bir sır katibi ister. Belediye başka­ nı ona Figeac'ı tanıştırır ve bu sırada onun adını bilinçli olarak yanlış heceler: "Champoleon." "Ne hayırlı belirti! " diye bağırır imparator, "Benim adımın ya­ rısını taşıyor! " Champollion da oradadır. Napoleon onun yaptığı işi sorar. Kopt dilbilgisini, sözlüğünü duyar. Champollion coşkusuzdur. (On iki yıldan be­ ri, Napoleon'dan tanrılara çok daha yakın olan hükümdarta düşüp kalkmıştır. ) Ama Napoleon'u genç bilgin sanki büyülemiştir. Onunla uzun uzun konuşur, imparatorca bir hevesle ona iki yapıtını da Paris'te bastırmayı vaat eder. Bu da yetmez, ertesi gün onu kitaplıkta ziyaret eder, sözü hep onun dil araştırmaları­ na getirmektedir. Bütün bunlar onun dünya imparatorluğunu yeniden ele geçir­ mek için yola çıktığı gün ve saatlerde olmaktadır. Burada Mısır'ın iki fatihi kar­ şı karşıyadır. Birincisi, Nil kıyısındaki diyarı kendi dünya politikası için alan ve onu yeniden canlandırmak isteyen (Mısır'ın ekonomik verimliliğini sonsuza dek güvenlik altına almak için bir baraj yapmak istemişti) ve şimdi tekrar ateşlenen, Koptça üzerine daha yakından bilgi alınca da hemen bu dili Mısır'ın ortak di­ li düzeyine çıkarmaya karar verendir. İkincisi de Mısır'ı daha hiç görmeyen, ama eski, batmış olanı bin kez aklıyla görmüş, ilerde de bilgisinin ve aklının gücüyle fethedecek olan! Ama Napoleon'un günleri sayılıdır. İkinci yıkılışı da yükselişi gibi birdenbire­ dir. Elbe kaçtığı yerdi, St. Helen ölüm köşesi oldu. Bourbonlar Paris' e yeniden gel­ diler. Bunlar güçlü değildiler, kudretli değildiler, onun için de öç gücler değildirler. Ama şimdi yüzlerce insan sürgüne hüküm giyer, " cezalar bir zamanlar Yahudilere kudret helvası yağdığı gibi yağarken" Napoleon'un peşinden Paris' e gitmekle ken­ dini ortaya atmış olan Figeac'ın da kovuşturmaya uğramasından başka türlüsü olabilir miydi? Hızlı siyasal yargı, Grenoble'da genç profesörü kıskanan bunca ki­ şi varken, bilim adamı olarak daha önce de birbirine karıştırılan iki kardeş arasın­ da ayrım gözetir miydi? Hem de genç Champollion "Yüz Gün", son saatlerinde, bir yandan bir Mısır papirüsünü elde etmek için bin frangı bir araya getirmeye umutsuzca çabalarken, beri yandan, özgürlük yanlısı olduğunu açıklayan, onun için de şimdi adı son derece kötüye çıkan "Ligue Delphique"in kurulmasına yar­ dım etmemiş miydi? Kralcıların Grenoble'a saldırdıkları sırada Champollion istihkamların üzerin­ deydi ve daha büyük özgürlüğün ne yanda olduğunu bütünüyle yanlış anlaya­ rak, direnmeyi körüklüyordu. Ama sonra ne oldu? General Latour iç kenti topa tutmaya başlayınca, kendi emeklerinin ürünleri tehlikeye düşünce, Champollion politikayı ve askerliği bir yana bırakarak oradan ayrıldı. Kitaplık binasının ikinci katına koştu, su ve kum taşıdı, koca kapıda yalnız başına, papirüslerini kurtarmak için canını tehlikeye koyarak bütün bombardımanı savuşturdu.


84

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

İşte Champollion, kürsüsünden atılmış profesör, vatan haini olarak sür­ gün edilmiş oldugu bugünlerde hiyerogliflerin kesin çözümlenmesi işine giriş­ tL Sürgünlük bir buçuk yıl sürdü. Ardından yine yorulmak bilmeden çalışma. Yine Grenoble ile Paris. Sonra yeniden bir vatana ihanet davası tehlikesi baş gös­ terdi. 1 82 1 Temmuz'da, ögrencilikten dogruca akademi üyesi oldugu kenti, ka­ çak olarak bıraktı, ama bir yıl sonra: Lettre a M. Danier relative a l'alphabet des hieroglyphes phonetiques yapıtını yayınladı. Çözümün ilkelerini veren bu yazı, onun adını, o güne dek çözülmemiş sorulara aç bakışlarını piramitler ve tapınak­ ların gizemlerine dikmiş olanların dilinden düşmez kıldı. Ne denli garip gelirse gelsin: Bütün dünyanın gözünün önünde duran, üzer­ lerinde bir sürü Antikçag yazarının yazıları bulunan, Batı ortaçagında da boyuna yeni yeni anlamlar verilmiş olan ve sonunda Napalean'un seferiyle sayısız kopya­ ları bilginierin çalışma odalarına dek gelen hiyerogliflerin o güne degin çözülme­ miş olması, salt yetersizlikten degildir. Suç yalnızca birçoklarının anlayış kıtlıgın­ dan da degil, tersine tek birinin herkesi yanlışa sürüklemesindedir. Heredot, Strabon ve Dyodar Mısır' ı gezmiş ve hiyeroglifleri anlaşılmaz bir re­ sim yazısı olarak göstermişlerdir. Yalnızca Horapollon, İsa'nın dogumunun dör­ düncü yüzyılında bunların anlamları üzerinde ayrıntılı bir açıklama yapmıştır. ( Clemens Alexandrianus ile Porphyrius'un yazdıkları anlaşılır şeyler degildir. ) Başka dayanacak bir şey bulamayışın, Horapollon'un yapıtlarının bütün araştır­ malar için çıkış noktası olarak alınmasına neden oldugu kolayca anlaşılır. Ama Horapolion hiyerogliflerden hep bir resim yazı olarak söz eder. Onun için de, yüz­ lerce yıl resimlerde hep simgesel anlamlar aranmıştır. O zaman da bilgisizlerin ha­ yal gücü doludizgin koşmuş, bilginler ise umutsuzluga düşmüştür. Champollion hiyeroglifleri çözdügünde, Horapollon'un sözlerinde ne denli dogru payı bulundugu görülmüştü. O zaman bu yazının, dalgalı bir çizginin su­ yu, basit bir planın evi, bir bayragın tamıyı gösterdigi ilkel simgecilikten başlaya­ rak zamanla geliştigi anlaşılmıştır. Harapolla'ya kapılarak daha sonraki yazılar­ da da böyle simgesel anlamlar aramak, bu işle ugraşanları yanlış yollara götür­ müştü. Bu yanlış yollar ilginçti. Cizvit Athanasius Kircher, buluşu bol bir adam­ dı (bunlar arasında lantern majik de vardır. ) 1650'den 1 654'e dek Roma'da dört cilt hiyeroglif çevirisi yayıniarnıştı ama bunlardan bir teki bile dogru degildi. Hatta uzaktan da olsa birazcık uyanı yoktu. Roma imparatorlarının unvanı olan "Autokrator" işaret grubunu "bereketin ve bütün bitkilerin yetişmesinin yaratı­ cısı Osiris'tir, onun döl gücünü kutsal Mophta gökten kendi diyarına çekmiştir," diye okumuştu. Bununla birlikte, eski Mısır dilinin daha sonraki bir biçimi olan Koptça'nın degerini anlamıştı. - Oysa bir düzine başka bilginler bunu kabul etmemekteydi. Yüz yıl sonra De Guignes, "Paris Yazıdar Akademisi" nin önünde, hiyeroglifler­ le yaptıgı karşılaştırmalara dayanarak, Çiniiierin Mısır göçmenleri oldugunu açık­ lamıştı. Bununla birlikte (her araştırıcı için bu "bununla birlikte"yi katmak gere­ kir, çünkü her biri hiç degilse tek bir dogru iz bulmuştur) Mısır hükümdar isim-


BİR VATAN HAlNt HİYEROGLİFLERİ ÇÖZÜYOR

85

lerinden "Menes"i dogru okumuştu. Bir karşıtı hemencecik bunu "Manouph"a çevirdi. Bu da zamanının düşün dünyasının zehirli alaycısı Voltaire'in etimolog­ lara saldırısına yol açtı. Bunlar için, "Sesli harfler sayılmaz, sessizlere de pek aldı­ rış etmezler," demişti. İnsan sanır ki Rosetta üç dilli taşının bulunması bu başıboş varsayımiara dur diyecektir degil mi? lş bütünüyle tersine oldu. Çözüm yolu bu kez o denli açık görülüyordu ki bu işlerin yabancısı olanlar da bunu göze alacak cesareti kendi­ lerinde buldular. Dresden'den adı bilinmeyen biri Rosetta'nın hiyeroglifle yazı­ lı kısa parçasından bütün Yunanca metni heceleyip çıkardı. Parisli bilinmeyen biri Dendera'nın tapınak yazıtlarında I OO'üncü mezmuru tanıdı ve Cenevre'de "lsa' dan dört bin yıl önce yazılmış, sofuların şeytana üste gelişinin öyküsü" olan "Pamphylia Dikilitaşı" yazıdarının çevirisi bile çıktı. Uyduruş azdıkça azdı. Rosetta'nın niteligini bir bakışta anladıgını öne süren Kont Palin'de olaganüstü bir kendini begenmişlik ve budalalıkla da birleşti. Bu adam Horapollon'a, Pythagoras doktrinine ve Kabala'ya dayanarak bunları bir gece nöbeti sırasında çözümleyiverdi! Sekiz gün sonra da bunları halka sundu. Kendi savına göre de salt çabukluk sayesinde "hep uzun düşünme yüzünden da­ gan dizgesel yanlışlıklardan kurtulmuş oldu." Bu çözüm havai fişekieri arasında Champollion oturmuş sınıflandırıyor, ka­ rartıyor, deniyor, adım adım çözüme dogru tırmanıyorken, Abbe Tandeau de St. Nicolas'nın bir broşür yazdıgını ve bundan hiyerogliflerin yazı degil yalnızca bir süs aracı oldugunu tıpı tıpına kanıtladıgını duymak zorunda kaldı. Champollion hiç kılını kıpırdatmadan daha 1 8 1 5'te Horapolion üzerine bir mektubunda şöy­ le yazıyordu: "Bu yapıta Hieroglyphica adı verilmektedir, fakat bunda bizim hi­ yeroglif dediklerimiz üzerine hiçbir açıklama yoktur. Bunlar yalnızca kutsal sim­ gesel şekiller, yani asıl hiyerogliflerden bütünüyle ayrı Mısır simgeleridir. Bu, ge­ nel düşüncenin tersinedir ama benim ileri sürdügüm kanıtlar Mısır anıtlarında bulunmaktadır. Bunlarda Horapollon'un anlattıgı kendi kuyrugunu ısıran yılan, onun söyledigi duruştaki akbaba, göksel yagmur, başsız adam, defne yapragı ile güvercin vb. gibi kutsal şekilleri görmekteyiz ama asıl hiyerogliflerde bunlar yok­ tur." Bu yıllarda hiyerogliflerde, mistik, Epikürcü, kabalacı, astrolojik ve gnostik gizli doktrinler, uygulamalı yaşam için tarım, ticaret ve yönetim teknigi üzerine ögütler görülüyordu; bunlarda kutsal kitaptan, hatta tufandan önceki edebiyat­ tan, Keldanice, İbranice hatta Çince parçalar okuyup çıkarıyorlardı. Bunlara kar­ şı Champollion, "Sanki Mısırlıların dertlerini anlatmak için kendi dilleri yokmuş gibi," der. Bütün bu anlam verişler az ya da çok hep Horapollon'a dayanıyordu. Çözüm için tek bir yol vardı. Bu da Horapollon'un tersi yöne gidiyordu. lşte Champollion bu yolu tuttu. BÜYÜK buluşların zamanı, çok ender olarak tam belirtilebilir. Bunlar tek bir so­ run üzerine sayısız düşüncelerin, uzun yıllar düşünme alıştırmalarının sonuçları-


86

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

dır; bilinç ile bilinç dışının, bir hedefe yönelen dikkatle rasgele rüyanın çaprazlaş­ tıgı noktadadır. Bir çözümün bir şimşek çakması sonunda ortaya çıkıvermesi çok ender olur. Büyük buluşlar, eger onların ön tarihleri ele alınırsa, bü­ yüklüklerinden kaybederler. llke bilinince, daha sonra gelen­ ler için, yanlış yollar budalaca, yanlış tasarımlar körce, sorun­ lar yalın görünür. Bugün Champollion'un Horapollon'a toz kondurmayan bilim dünyasına karşı hamle hamle kendi dü­ şüncesini sürdürmesinin ne demek oldugunu düşünebilmek çok güçtür. Şunu unutmamak gerekir ki, bilginler (ve kamu­ oyu ) , ortaçagdaki meslektaşlarının Aristo'yu, daha sonraki dinbilimcilerin kilise babalarını saydıkları gibi, bir yetke ola­ rak kabul ettikleri için Horapollon'u tutmuyorlardı. Tersine, en büyük kuşkuculukla da şundan başka olasılık göremiyor­ lardı: Hiyeroglifler bir resim yazıdır! Çünkü burada araştır­ maların baş belası, kurallaşan sözün gözle görülene uymasıy­ dı. Horapolion ile, yalnızca son yazılan hiyerogliflere bize gö­ re beş bin yıl daha yakın olan biri konuşmuş olmuyordu, ter­ sine o herkesin görebildigi şeyi söylüyordu: Bunlar resimdi, resimdi, yine de resimdi. Champollion'un hiyeroglif resimlerinin harf oldukla­ rı (daha dogru bir deyimle "ses işaretleri"; kendisinin ilk for­ müle edişiyle " . . . sözcügün tam anlamıyla alfabe olmamak­ la birlikte, yine de fonetik harfler" olmaları) düşüncesine var­ dıgı o bilmedigimiz an, Horapollon'dan yüz çevirmeyi sagla­ yan ve çözüme götürecek olan dönüm noktasıydı. Böyle bir yaşamdan, böylesine çalışmadan sonra artık apansız bir dü­ şünce doguşundan dem vurulabilir mi? Burada mutlu bir da­ kika mı gelişivermiştir? Champollion'a ilkin bu düşünce gel­ diginde onun üstünde durmadı bile. Bir gün yatan yılan işa­ retinin "f' oldugunu bulunca, bu buluşu temelsiz diye bir ya­ na atıverdi. Fakat başka birçokları, İskandinavyalı Zoega ve Akerblad, Fransız De Sacy, hepsinden önce de İngiliz Thomas Young, Rosetta'nın demotik kolonunun "harf' yazısı ile oldu­ gunu kabul edince, bir ölçüde çözüme varabildiler. Ama daha ileri gidemediler, bundan vazgeçtiler ya da söylediklerini yine kendileri geri aldılar. De Sacy, "Kutsal Ahit Tabutu gibi doku­ nulmaz" hiyerogliflerin karşısında bütünüyle pes etti.

Bir zamanlar tanrıları on urlandırmak için yapılm ış/ardı: Luksor tapınagının girişindeki iki dikilitaştan biri. Burada güney yüzü görülen dikilitaş 25 Ekim 1 836'da Paris'teki Concorde Meydanı 'na getirilip dikildi.


BİR VATAN HAlNl HlYEROGLlFLERl ÇÖZÜYOR

87

Hatta demotik kolonun çözümünde, bunu "sesçil" olarak okuduğu için olağa­ nüstü sonuçlar elde eden Thomas Young 1 8 1 8' de dediklerini geri aldı ve Ptolemaios adında bulunan işaretleri yeniden harflere, tek ve iki heceli değerlere ayırdı. Burada iki yöntem ve iki sonuç arasındaki ayrım ortaya çıkmaktadır. Bir do­ ğa bilgini ve hiç kuşkusuz deha sahibi bir insan, fakat filoloji alanından yetişme­ miş olan Young, karşılaştırmalada ve zekice bütünlemelerle şemasal yolda çalışı­ yordu. Yalnızca birkaç sözcük çözebilmişti, ancak önsezisinin en olağanüstü kanı­ tı, Champollion'un sonradan doğruladığı gibi 22 1 simge grubundan 76'sını doğ­ ru olarak anlamlandırmış olmasıydı. Ama bir düzineyi aşkın eski dile egemen olan, Koptçayı bilmesi sonucu eski Mısır dilinin ruhuna bütün başkalarından da­ ha kolay yakıniaşmış bulunan Champollion ise, Young gibi tek tük sözcükler ya da harfleri bulmuş değil, dizgeyi tanımıştı. Yalnız anlam vermekle kalmamış, ya­ zıyı okunabilir ve öğrenilebilir biçime getirmişti. Dizgenin ana çizgilerini kavra­ dığı anda da varsayım olarak çoktan beri varılmış olan düşüneeye verimli bir bi­ çimde dönebilirdi: Çözüme kral adlarıyla başlamak gerekliydi. NEDEN kral adlarıyla? Bu düşünce de insa­

na yakın gelir, bu düşünce de bugün yalın gi­ bi görünür. Rosetta yazıtı, daha önce de söy­ lediğimiz gibi, papazların Kral Ptolemaios Epiphanes'e saygılarını sunduklarını anlat­ maktaydı. Hemen okunabilen Yunanca me­ tin bunu apaçık ortaya koymuştu. Hiyeroglif kolonunda, kral adlarının bulunduğu varsa­ yılabilen yerlerde de oval bir halka ile çevril­ miş birer işaret grubu bulunuyordu; bunlara "Kartuş" denmesi gelenek olmuştu. Bu "Kartuş"ların, yazıttaki tek belirtilen bölümlerin, belirtilmeye değer sözcükler, bu durumda kral adları olması akla en uygunu değil miydi? Ptolemaios adının harflerini, hiyeroglif işaretlerinden hangilerine karşılık geliyorsa onların altına yazıvermek ve (eski yazış biçimine göre) sekiz hiyeroglif işare­ tinin karşılığı olan sekiz harfi bulmak akıl­ lı bir öğrencinin bile yapabileceği bir iş gibi Tut-enkh-Amun'un dogumundan tahta geçineeye kadarki veliahtlık döneminde görülmüyor mu? taşıdıgı adın yazılı oldugu "Kartuş" ya da Bütün büyük düşünceler, sonradan bakı­ "!sim Halkası. " lınca yalındır. Burada Champollion'un saye­ sinde olan şey, on dört yüzyıl kafaları karıştıran Horapolion geleneğinden ayrılış­ tır. Talih eseri olarak hemen parlak bir doğrulamanın bilginin eline geçişi onun zaferini küçültmez. 1 8 1 5 yılında "Philai Dikilitaşı" denen taş bulunmuş ve arkeo­ log Banks 1 82 l 'de bunu İngiltere'ye getirmişti. Bu taşta da, (İkinci bir Rosetta ta-


88

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

şı) bir hiyeroglif, bir de Yunanca yazıt vardı. Bunda da yine kartuşlada çevrelen­ miş olarak Ptolemaios adı bulunuyordu. Ama ikinci bir yazı grubu da çerçevelen­ mişti. Dikilitaşın altındaki Yunanca metinle karşılaştırarak Champollion bunun Kleopatra adı olduğunu tahmin etti. Yine insana kolay gelir: Champollion her iki yazı grubunu, varsayılan adla­ ra göre alt alta yazdığında, (Burada bizim yazı biçimimize göre soldan sağa sı­ ralanmışlardır) ve Kleopatra adının 2, 4 ve S'inci şekilleri Ptolemaios adının 4, 3 ve ı 'inci şekillerine bütünüyle uyunca hiyerogliflerin anahtarı bulunmuş oldu. Yalnız yabancı bir yazının anahtarı mı? Hayır, Mısır'ın herkese kapalı kapılarının anahtarı! . . . BUGÜN hiyeroglif yazı dizgesinin nasıl sonsuz bir çapraşıklıkta olduğunu biliyo­

ruz. Bugünün üniversite öğrencilerine o zamanlar anlaşılmasından ümit kesilmiş olan şeyler kolay gelmekte ve onlar o zamanlar, üç bin yılın karmakarışık duruma getirmesi yüzünden neredeyse anlaşılmaz gibi görünen ve Champollion'un bu ilk çözümlerine dayanarak bin yorgunlukla okuduğu metinleri öğrenivermekte­ dirler. Bugün hiyeroglif yazılarının geçirdiği değişiklikleri biliyoruz, eski hiyerog­ liflerden, kalemle yazılan bir yazı olan hieratik'e giden evrimi biliyoruz. Bunun da sonradan daha kısaltılmış, daha yalınlaştırılmışı olan bir kullanma yazısında, demotik'te son bulduğunu da biliyoruz. Champollion'un gününde bilgiler bu ge­ lişmeyi anlamamışlardı. Şu yazıtta yardım eden bir buluş ötekinde işe yaramıyor­ du. Bugünün hangi Avrupalısı, hatta isterse bu yazı modern dillerden birinde kul­ lanılmış olsun, ı 2. yüzyılın keşiş yazısını okuyabilir? Ortaçağın gösterişli süslü bir baş harfi, daha önceden bu alanda yetişmemiş biri için harf olarak bile tanınamaz. Bizim kültür halkamıza ilişkin bu yazılardan ise biz bin yıl bile uzak değiliz. Ama hiyeroglife göz atan bir bilgin karşısında, yabancı bir kültür halkasında üç bin yıl­ lık bir yazı evrimini görmektedir. Bugün "sesçil işaretler''le "sözcük işaretler"i ve "ideogramlar"ı ayırt etmek­ te güçlük yoktur. Çok çeşitli işaretler ve resimler bu sınıflandırma ile ilk kez bir düzene konmuş ve değerlendirilmiştir. Bir yazı sağdan sola, öteki soldan sağa, bir üçüncüsü yukardan aşağı okunuyorsa bugün bu bizi sinirlendirmez. Çünkü bun­ ların bu arada kesin olarak öğrenilmiş olan başka başka zamanların yöntemleri oldukları bilinmektedir. On bin papirüs Avrupa'ya geldi. Mezarlardan, anıtlar­ dan, tapınaklardan boyuna gelen yeni yazılar, sonunda su gibi okunınaya başladı. Champollion'un ölümünden sonra Grammaire Egyptienne'i (Paris ı 836- ı 84 ı ) da­ ha sonra da bir eski Mısır dili sözlüğü denemesi (dilin açıklanması hep yazının çö­ zülmesiyle el ele gider), Notlar ve Anıtları yayınlandı. Bu bilgilere ve daha sonra­ ki araştırmalara dayanarak bilim, gereksiz, fakat utkulu bir adım attı. Çözmekten yazmaya geçti. Sydenham' daki Kristal Saray' da "Egyptian Court"a Kraliçe Victoria ile Prens Albert'in adları hiyeroglifle yazıldı. Berlin' deki "Mısır Müzesi" nde kuru­ luş yazıtı hiyeroglif işaretleriyledir. Richard Lepsius bile Gize'deki Keops piramidi­ ne, IV. Friedrich Wilhelm'in hükümdarlık şanını ve adını hiyeroglifle ölümsüzleş­ tiren bir levha taktı. (Araştırma kurulunu donatan oydu. )


BİR VATAN HAİNİ H1YEROGLİFLER1 ÇÖZÜYOR

89

Araştırmaların konusu olan ülkeyi otuz altı yaşına dek görmedigi ve yalnız ya­ zıtlardan tanıdıgı halde, anıtları konuşturmak onuruna erişmiş olan adamın hiç degilse ilk gerçek Mısır serüveninde, Mısır topragında peşine düşersek bu çok mu olur acaba? KÖŞEClKLERİNDE çalışan bilginiere kuramlarının dogruluklarını gözüyle göre­

rek anlamak her vakit kısmet olmamıştır. Champollion'a da büyük kuramsal za­ ferine başarılı bir kazı çalışması eklemek fırsatı düşmemişti. Ama Mısır'ı göre­ bildi. Çalışma odasında düşündüklerinin dogruluklarını görerek de anlayabildi. Daha çocuk denecek yaşta, çözüm denemelerinin çok dışına çıkarak eski Mısır'ın bir kronoloji ve bir topografyasını hazırlamaya başlamıştı. Bunlardan bir hey­ keli, bir yazıtı çok küçük belirtiler yardımıyla zaman ve mekan bakımından sı­ raya sokmak söz konusu oldugunda varsayımlar varsayımiara eklenmişti. Şimdi araştırmalarının diyarındaydı ve sanki kemik kalıntılarından ve fosillerden bir Dinozor'un modelini yapan ve derken birdenbire kendini Tebeşir Çagı'nda bula­ rak bu hayvanı karşısında görüveren bir zoologun durumunda bulunuyordu. Champollion'un ekspedisyonu (Temmuz 1 828-Aralık 1 829'a dek) bir zafer alayı oldu. Yalnız resmi Fransız temsilcileri onun bir zamanlar vatan haini sa­ yıldıgını unutmamışlardı (dava "hoşgörür yönetim"in tutumuna uygun olarak durdurulmuştu; bunun tam olarak ayrıntılarını bilmiyoruz) fakat yerli halk "es­ ki taşların yazılarını okuyabilen" adamı görmek için akın akın koşup geliyordu. Champollion, kurul üyelerini akşamları "Hator" ve "!sis" Nil gemilerinde "iki lütufkar Mısır tanrıçasının" esirgemesi altına almak için adamakıllı sert davran­ mak zorunda kalmıştı. Yeriiierin coşkunlugu kurulu da coşturdu, sonunda Girge Valisi Mehmet Bey, Marseillaise'i ve "Portici'nin Dilsizleri"nden özgürlük şarkı­ sını bile söyledi. Fakat kurul çalışıyordu da. Champollion buluştan buluşa, dog­ rulamadan dogrulamaya erişiyordu. Memphis'in taşocaklarında çeşitli dönemle­ rin işlerini bir bakışta tanıdı ve sınıflandırdı. Mit-Rabine'de iki tapınak ve bütün bir ölüler kentini buldu. Saklıara'da (yıllarca sonra Auguste Mariette için büyük buluntu alanı olacak bu yerde) "Onnos" kral adını buldu ve hemen, dogru ola­ rak, en eski dönemlere ilişkin oldugunu anladı. Teli-el-Amama'da Jomard'ın ta­ hıl arnbarı olarak gösterdigi dev yapının aslında kentin büyük tapınagı oldugu­ nu buldu. Altı yıl önce bütün Mısır Komisyonu'nun kahkahasıyla karşılanan savında haklı oldugunu görmenin zaferine de erişebildi. Gemiler Dendera'nın kıyısında duruyordu. Tapınak karşılarındaydı: (Bugün bildigirniz gibi) XII. sülale krallarının, "Yeni İmparatorlugun" en kudretli hüküm­ darlarının, Thutmosis, Büyük Ramses ve ardıllarının, derken Ptolemaiosların, Romalı Augustus, Nerva, hatta Oornitian ve Trajan'ın kapısında ve çevirme duva­ rında çalışma yaptırdıkları Büyük Mısır Tapınagı. 25 Mayıs 1 799'da Napoleon'un askerleri öldürücü bir yürüyüşle buraya varmışlar ve önlerindeki bu görüntü kar­ şısında kendilerinden geçmişlerdi. Bundan da birkaç ay önce General Desai:x burada yitik bir imparatorlugun güç ve pariltısına vurgun, bütün tümeni ile


90

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Memlılkleri izlemeye ara vermişti. Şimdi de Champollion'un, yaklaşık bütün ay­ rıntılarını tanımlar, resimler, yazıt kopyalanndan tanıdıgı burada duruyordu. Kaç kez General Desaix ile bulunanlardan Denon'la bunları konuşmuştu. Geceydi. Aydınlık, pırıl pırıl aylı Mısır gecesi; yanındakiler zorladılar, gönlü oldu ve on beş bilgin, başlarında Champollion, artık yerlerinde duramaz durumda, tapınaga sal­ dırdılar. "Bir Mısırlının bir Bedevi boyu, bir Avrupalının da iyice silahlanmış bir sürü Chartreux keşişi sanacakları" bir gruptu bu! Kurul üyelerinden biri olan L'Hôte bunu anlatırken dili tutulur gibidir: "Bir hurma korulugunda rasgele koşuyorduk. Ay ışıgında perili gibi bir görüntü: son­ ra yüksek otlar, dikenler ve fıdanların içine girdik. Dönmek mi? Hayır, istemiyor­ duk bunu. lleriye mi? Bilmiyorduk nasıl ! Olanca sesimizle bagırdık, yalnız uzak havlamalar buna karşılık verdi. O sırada bir agacın arkasında uyuyan paçavra­ lar içinde bir Bedevi gördük. Silah olarak bir sopası vardı, birkaç kara bez parça­ sı ile giyinmişti, bir ifrite benziyordu. (Champollion buna "yürür mumya" der). Dehşet içinde ve titreyerek, öldürülme korkusuyla yerinden fırladı . .. tki saatlik adamakıllı bir yürüyüş daha. Sonunda ışıkla yıkanan tapınak göründü, bizi hay­ ranlıktan sarhoş eden bir görünüş . . . Yolda, sabırsızlıgımı oyalamak için şarkı söy­ lemiştik, ama b urada, göksel bir ışıgın sardıgı propylon'un ka rş ısın d a ne coşku! Dev gibi direkierin tuttugu kapı revaklnın altında tam bir dinginlik ve koyu göl­ genin gizemli büyüsü. Dışarıda ay ışıgı göz kamaştırıyor! Garip, barikah bir kar­ şıtlık . . . Sonra içerde kuru otlardan bir ateş yaktık, yeni bir hayranlık ve sevinç, bir­ den çıglık gibi coşkun bir coşku; tıpkı hastalık gibi, delilik gibi bir şeydi bizi sa­ ran! Herkes esrime içindeydi . . . Bu, Dendera'nın kapı revakı altında büyüleyici, sihirli bir gerçekti." Ya Champollion ne yazıyor? Ötekiler ona "Ostat" diyorlardı ve bu payeye uy­ gun olarak yazılarında daha ölçülüdür o. Ama bu zoraki sogukkanlılıgın altından coşkusu duyulur. "Hele kapı revaklnın üzerimizde bıraktıgı etkiyi aniatmayı dene­ meyecegim bile. Bu yapıyı insanlar ölçebilir ama onu anlatmak olanaksızdır. Burası zarifliğin görkemle düşünülebilecek en yüksek düzeyde bir birleşmesidir. tki saat orada, kendimizden geçerek kaldık, bizim zavallı fellahla divanhaneleri dolaştık ve parıl parıl ay ışıgında dış cephenin yazıdarını okumaya çalıştık." Burası bu özlemlinin gördügü ilk ve saglam kalmış Mısır tapınağıydı. Onun daha önceden ve ertesi gün not ettikleri, bu adamın önceden ne denli güçlü bir biçimde Mısır'ı yaşamış oldugunu, hiçbir şeyin kendisine yeni gibi gelmeyecegi, her şeyin yalnızca aslında bildigini dogrulamadan başka bir şey olamayacagı den­ li hayalinde, düşünde ve düşüncesinde buna hazırlanmış oldugunu gösteriyordu. O şimdi, en gerçekçi beyinlerde bile esin uyandıran o fizikötesi kesişme noktasına erişmiştir. Bu, salt bilgin olan arkadaşlarını şaşırtmaktadır. Champollion'un yakı­ nındakilerin çogu için tapınak, kapı, direk ve yazıt, yalnızca taş ve ölü anıttı. Onlar için, giymiş oldukları garip giysi yalnız bir kılık degiştirmekti. Oysa Champollion onun içinde yaşıyordu. Hepsinin tıraş edilmiş kafalarında kocaman sarıkları, sır­ ma işlemeli çuha cepkenler ve sarı çizmeler vardı. L'Hôte; "Bunları kendimize ya-


BİR VATAN HAlNl HlYEROGLİFLERl ÇÖZÜYOR

91

kıştırmıştık ve bunların içinde pek ciddi bir görünüşümüz vardı! " demektedir. Ama bu sözünde, bu kılıkla eğlenme de yatıyordu. Beri yanda, daha Grenoble' da ve Paris'te "Mısırlı" denen Champollion -bütün dostları buna tanıklık ediyor­ bir yerli gibi davranıyordu. Yalnız yazıları çözmüyor, yalnız anlam vermiyordu. Sanki ruhuna tohumlar alıyor ve bunlardan ansızın düşünceler doğuruyordu. Bilimsel komisyonu ye­ nişini açıkça duyuruyordu: Burası öne sürüldüğü gibi lsis'in tapınağı değildi. Hathor'un, aşk tanrıçasının, tapınağıydı. Bu tapınak "çok eski"ydi ha? Oysa en son biçimini Ptolemaioslar döneminde almış, Romalılarca da bitirilmişti. (Bu on sekiz yüzyılın, ondan önce Mısır tarihinin geçip gitmiş olduğu otuz yüzyıl yanın­ da ne önemi vardı?) Solgun ay ışığındaki derin, kavrayıcı izienim onu, bu yapının her nasılsa "mimarlığın bir başyapıtı" ise de "kötü biçernde heykeltıraşlık eserle­ riyle kaplı" olduğu anlayışından alıkoyamıyordu. "Komisyon gücenmesin!" diye yazıyordu, "Ama Dendera alçak kabartmaları çirkindir, zaten başka türlü de ola­ mazdı. Bunlar yalnızca bir çökme döneminin yapıtlarıdır. Heykeltıraşlık artık bo­ zulmuştu, oysa değişmez kurallara bağlı bir sanat olduğu için mimarlık değişik­ liklere daha az uğramış. Mısır tanrılarına ve gelecek yüzyılların hayranlığına de­ ğer bir biçimde kalmıştı. Champollon'un üç yıl sonra ölmesi, henüz yeni olan ejiptoloji bilimi için çok erken olduğu gibi düşüncelerinin herkesçe onandığını bütünüyle göremedi­ ği için de pek vakitsiz olmuştu. Ölümünün hemen ardından, özellikle İngiliz ve Alman bilginlerinin ona karşı aşağılamalada dolu yazıları çıktı. Bunlarda, böy­ lesine parlak sonuçlar ortadayken yine onun çözüm dizgesine hayal ürünü den­ mektedir. Fakat Alman Richard Lepsius'un 1 866 yılında bulduğu iki dilde ya­ zılmış "Kanopus Emirnamesi" Champollion'u bütünüyle haklı çıkardı. Bu ya­ zıt Champollion'un yönteminin doğruluğunu karşı çıkılamayacak bir biçim­ de ortaya koydu. Derken Fransız Le Page-Renouf Londra'da, 1 896'da, "Royal Society"nin önünde Champollion'u hak ettiği yere çıkardı. - Ama ölümünden tam altmış dört yıl sonra! . . . Champollion yazının gizini çözmüştü. Artık küreğİn işi başlayabilirdi.


12. BÖLÜM

"Kırk Yüzyıl, Bu Piramitlerin Üzerinden Size Bakıyor!"

B lar ve ödevleri sınıflandırmak, kataloga geçirmek, ayrıca gözü pek açıkla­ U kitap, yalnızca genel bir bakış saglamak içindir. Bir doruktan ötekine at­

malar yapmak, yaratıcı savlar ve verimli uyarmaları ortaya atmak olan çalışma odaları bilginlerinin karınca gibi çalışmalarına ise yeterli yeri veremez. Ejiptolojinin büyük buluşlarına, Champollion'un hiyeroglifleri okumasından sonra -bizim yöntemimizin zorladıgı sıraya göre- dört ad baglanır. Bunlara birer de lakap takabiliriz. Bunlardan halyan Belzoni toplayıcı, Alman Lepsius düzen­ leyici, Fransız Mariette koruyucu ve İngiliz Petrie ölçülü ve açıklayıcıdır. Bu dört büyük Avrupa ulusundan kişilerin elbirligi ile aynı işte çalışmalarını, aynı amaca varmaya ugraşmalarını, her şeyin üstünde bilgi ve gerçeklik aşkıyla birleşmeleri­ ni bir simge olarak kabul etmek, gelecek için hayırlı olacaktır. Ne yazık ki yüzyılı­ mııda ulusal çıkarlar böyle çalışmalara üstün tutulmaktadır. Arkeolog Howard Carter, Mısır'a gitmeden az önce Londra'daki bir sirk­ te "güçlü adam" rolüne çıkan Giovanni Battista Belzoni ( 1 778- 1 823) için, "Ejiptolojinin bütün tarihinde en dikkate deger insanlardan biri," der. Carter'ın bu sözleri, Belzoni'nin yapıtından çok kişiligine uygun düşmektedir. Arkeolojinin tarihinde meslek dışından olanların önemli bir rol oynadıgını çoktan biliyoruz. Ama Belzoni kuşkusuz bunların en yadırgananlarından biridir. Saygıdeger bir Roma ailesinden gelme, Padua'da dogma Belzoni, papaz ve keşiş olacaktı. Fakat cübbeyi giymeden önce siyasal oyunlara kendini kaptırdı. Gireceklere kapıları hep açık halyan cezaevlerinin yerine Londra'yı seçti. Elimizde, her akşam bir sürü adamı yüklenip bir salaş tiyatro sahnesinde dolaştıran, görünü­ şe göre daha arkeolojiye karşı bütünüyle kayıtsız "İtalyan devi" ve "güçlü adam"ı anlatan bir gazete haberi vardır. Anlaşılan sonradan makine yapımcılıgının öne­ mini görmüş (aynı zamanda ondan şarlatanlık da umulur). Çünkü 1 8 1 5'te, yer­ Iiierin su dolaplarının dört katı verimli bir makineli su dalahım Mısır'a sokarak zengin olacagını sanmıştı. Herhalde becerikli bir adamdı. Çünkü ne de olsa, mo­ delini Mehmet Ali'nin sarayında kurmak iznini koparabilmiştir. Mehmet Ali teh-


"KlRK YÜZYlL, BU PlRAMlTLERİN ÜZERİNDEN SlZE BAKlYOR!"

93

likesiz bir adam degildi, dilenci denebilecek denli yoksul bir Arnavut olarak baş­ layıp kahve tüccarı, komutan, paşa, Mısır'ın ve bir bölüm Suriye ile Arabistan'ın hükümdan payesine dek yükselme yolunun o günlerde ilk başarı basamakların­ da bulunuyordu. Belzoni yanına geldiginde, artık kovmuş oldugu valinin yerinde on yıldan beri Babıali'nin kabul ettigi paşa olarak bulunuyordu. İlkin İngiliz bir­ liklerini yenerek yok etmiş ve Memluklerle olan siyasal sorununu, dört yüz sek­ sen beyin hepsini bir şölen bahanesiyle Kahire'ye çagırıp bu sırada öldürterek çö­ zümlemiş, böylece de dünya tarihine geçen büyük kıyımlardan birini düzenlemiş­ ti. Her ne ise, Mehmet Ali, başka işlerde ilerilik yanlısıydı ama Belzoni'nin su dola­ bını gözü tutmadı. Fakat Belzoni bu arada kendini İsviçreli Afrika gezgini Johann Ludwig Burckhardt'a, İngiltere'nin Mısır Başkonsolosu Salt'ın aracılıgı ile tanıştır­ mıştı ve ona "dev Memnon büstünü" (Il. Ramses; şimdi British Museum'dadır) Luksor'dan İskenderiye'ye taşıyacagını öne sürmüştü. Bundan sonraki beş yılı hep toplamakla geçmişti. Önce Salt için, sonra ken­ di adına topladı. (Bir dikilitaş taşınma sırasında Nil'e düştü; Belzoni onu yeni­ den çıkardı. ) Bunu, Mısır'ın yalnızca dünyada bulunan en büyük eski eser mezar­ lıgı olarak tanındıgı, plansız ve rasgele soyuldugu ve kimsenin eski altınları yir­ mi yıl sonra Kaliforniya ve Avustralya'da do­ gal altının ele geçirilmesinde kullanılan altın arayıcılık yöntemleriyle çıkarmaktan çekin­ ınediği bir zamanda yapıyordu. Yasalar yok­ tu ya da bunlara aldırış edilmiyordu; düşün­ ce uymazlıkları da ara sıra tüfekle çözümle­ niyordu. Yalnız maddeye bağlı olan ve öğrenme­ ye aldırış etmeyen, bulmaktan çok kırıp ge­ çiren bu toplama tutkusunun, sağladığı bil­ giden çok zararının dokunmasına şaşılır mı? Çarçabuk ortaya çıktığı gibi, Belzoni geçir­ miş olduğu serüvenli yaşama karşılık bazı meslek bilgileri edinmeye vakit bulmuş olsa bile, mala olan açgözlülüğü hiçbir engel tanı­ Giovanni Battista Belzoni mıyordu. Mühürlü mezar odalarını bir koç­ (1 778- 1823) başı ile açıyordu. Modern bir arkeoloğun tüyleri diken diken edecek böyle yöntemler karşısın­ da, Howard Carter gibi bir adamın yazısının başka bir yerinde, kazıları için ondan "çalışma biçimi bakımından övgüye değer" diye söz etmesi, eğer Belzoni'nin ça­ ğının bir çocuğu olduğu, üstelik iki şeyi büyük ölçüde ve ilk olarak yaptığı ve bu­ nunla da arkeolojinin hala kopmayan zincirinde ilk halka olduğu düşünülmezse, anlaşılır şey değildir. 1 8 1 7 Ekim ayında Belzoni, Teb yakınındaki Biban-el Müluk Vadisi'nde, baş­ ka mezarlar arasında I. Sethos'un mezarını buldu. Büyük Ramses'in öncelinin; Libyalıları, Suriyelileri ve Hititleri yenenin yüz metre uzunluğundaki mezarını . . .


94

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Buldugu, sumermerinden, görkemli, fakat boş tabut şimdi Londra' daki Soan e Müzesi'ndedir. Bu lahit ta üç bin yıldan beri boştu. Mumyası neredeydi, hangi serüvenli yollara gitmişti - bunları ortaya çıkarmak Belzoni'ye kısmet olmaya­ caktır. Bu mezarın açılmasıyla "Krallar Vadisi"ndeki en önemli buluntular başlı­ yordu ki bunların en yüce noktasına ancak 20. yüzyılda ulaşılacaktır. Yarım yıl sonra da, 2 Mart 1 8 1 8 'de İtalyan, bugün de giriş yerinin üstündeki bir levhanın ziyaretçiye anlattıgı gibi, Gize'nin ikinci piramidini, Kefren'in pirarnİdini açtı ve ta mezar odasına dek vardı! Bu ilk araştırma ile piramitler, eski dünyanın bu en büyük mimarlık yapıtları üzerine bilgi başladı ve Mısır'ın ilk dönemlerinin ka­ ranlıgından, o dev gibi geometri şekillerinden, ilk insan yüzleri belirdi. "Krallar Vadisi"ni eşeleyenlerin ilki Belzoni degildi. Bir piramidin giriş yeri­ ni arayanların ilki de o degildi. Ama Belzoni -aslında gerçegi degil, altın arıyorsa da- iki yerde, mezar odasında ve piramitte, bugün de aynı yerde bilinmeyenleri açıklamaya çalışan arkeolojinin sorunlarının ana hatlarını çizmişti. Belzoni 1 820'de İngiltere'ye gitti ve Londra'da Piccadilly'de sekiz yıl önce ya­ pılmış olan Egyptian Hall' de bir sergi açtı. Sumermeri lahide Sethas'un mezarının bir maketi serginin en görkemli parçalarıydı. Birkaç yıl sonra, Timbuktu'ya dogru yeni bir araştırma yolculugu sırasında öldü. Onun Teb'deki Ramesseum'da, kendi adını II. Ramses'in tahtına yazarak sonsuzlaştırmasını ve bununla, birçok hizmet­ lerinin yanı sıra, "Toplayıcılar" kuşaklarının, Mr. Brownların, Herr Schmidtlerin ve Messieurs Blancların bugüne dek arkeologları deli etmek için hala yaptıkları uygunsuzluga başlayan ilk kişi olmasını Tanrı affetsin! Belzoni büyük toplayıcıydı. Düzenleyicinin zamanı gelmişti.


"KlRK YÜZYlL, BU PlRAMlTLERİN ÜZERİNDEN SlZE BAKlYOR!"

95

I. _,

_ _ _ _ _ _ _

Sethos Suriye'de Hititler/e savaşıyor. Düşmanı arabasıyla kova/ayan firavun halka yenilmez hükümdar olarak gösterilmek istenmiş.

KRAL IV. Friedrich Wilhelm'in (aslında bu kralın işten ziyade planları boldu) bir

Mısır ekspedisyonu için epey para vermeye gönlünü eden, gezgin ve doga araş­ tıncısı Alexander von Humboldt'tu. Başkan olarak da daha otuz bir yaşındaki Richard Lepsius atandı. Ondan daha iyisi de düşünülemezdi. Lepsius ( 1 8 1 0'da Naumburg'da dogmuştur) filoloji ögrenimi görmüştü. Yirmi üç yaşındayken doktorasını vermiş ve otuz iki yaşında Berlin'de doçent ol­ muştu . . . Bir yıl sonra, iki yıllık bir hazırlıgın sonunda, yolculuga çıktı. Ekspedisyon üç yıllık, 1 843 'ten 1 845 'e dek olarak hesaplanmıştı. Böylece o güne dek hiçbir araştırma kurulunun sahip olamadıgı bir şeyi vardı: Vakit! Artık çarçabuk vurgun elde etmeye gidilmiyordu, tersine, ögrenmeye ve yazmaya gi­ diyodardı ve neresi başarı vaat ediyorsa küregi oraya daldırabilirlerdi. Böylelikle yalnız Memphis'te altı, Teb' de de yedi ay harcadılar. 20. yüzyılda tek bir mezara, Tut-enkh-Amun'un mezarına yıllar harcandıgını düşünürsek, Lepsius'un o dev örenler alanına verdigi süreyi pek az buluruz. Ama o sıralar süre önemliydi. Lepsius'un ilk elde ettiği başarı, birçok anıtlarda "Eski imparatorluk"u bul­ ması oldu. (Eski imparatorluk, Mısır'ın l.ö. 2700'den 2 1 70'e dek ilkçağıdır. Piramitlerin kurucularının çağı. ) O güne değin bilinmeyen otuz piramidin izle­ rini ve kalıntılarını buldu ve böylece bunların sayısı altmış yediye çıktı. Bunlara, o döneme dek hiç bilinmeyen bir mezar türü, "Mastaba" denenler katıldı ("Eski imparatorluğun" yeraltı mezar odaları) . Bunlardan yüz otuzunu inceledi. Tel­ el-Amarna'da, din reformcusu Amenophis IV'ün kişiliği ona ana çizgileriyle gö­ ründü. llkin Krallar Vadisi'ni ölçtü. Tapınak duvarlarındaki kabartmaların, sa­ yısız yazıtların, özellikle birçok kral adlarının (Kartuş) kalıpları çıkarıldı ya da


96

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

kopyalan alındı. Görülen şeyleri düzenle­ yenierin ilki o oldu; başkalarının yalnızca karmakarışık yıkıntı yığınlarını gördükle­ ri yerde Mısır tarihini gören, bir evrimi fark eden de ilk o oldu. Bu ekspedisyonun ürünleri, Berlin' deki "Mısır Müzesi"nin hazineleri oldu; kaynak­ lardan yapılan incelemelerin ürünü de, on iki ciltlik dev bir kitap olan (Description 'un bir torunu) Mısır ve Etiyopya Anıtları ad­ lı yapıttan, ta en aykırı sorunlar üzerinde­ ki özel araştırmalara dek çeşitli yayınlar­ dı. Lepsius 1 884'te yetmiş dört yaşında öl­ düğünde, onun biyografisini yazan Alman Karl Richard Lepsius Georg Ebers haklı olarak Richard Lepsius'un (1810- 1 884) modern ejiptoloji biliminin asıl kurucusu olduğunu söylemişti. Yapıtlarının hepsinden çok ikisi, gelecek kuşakların bu büyük düzenleyici­ yi hep bu gözle görmesini sağlayacaktır: Bunlar 1 849'da Berlin'de çıkan Mısır'ın Kronolojisi ile yine Berlin'de, fakat bir yıl sonra yayınlanan Mısır Kralları Kita­ bı 'dır. MISIRLILARDA, tıpkı bütün eski uluslarda olduğu gibi, bizim anladığımız an­ lamda belirli bir yıldan başlayan kesin bir süreç hesabı ve tam bir tarih düşüncesi yoktu. Yalnızca, kendisini gelmiş geçmiş bütün dönemlerin hepsinden üstün gö­ ren, geçen yüzyılın o sarsılmaz ilerleme inancı, bunu bir tarihsel gerilik saydı. İlk olarak Oswald Spengler bu "eksikliği", salt karakteristik bir görüş başkalığı; eski ulusların yalnızca bizden "başka" olan bir zaman anlayışı olarak gördü. Süreç hesabı olmayan yerde tarih de yazılmaz. Mısırlı tarihçi yoktur, yalnız ek­ sik olay kayıtları, geçmişe ilişkin anıştırmalar vardır ki bunlar da genel olarak bi­ zim masallarımız ve söylencelerimizden daha çok güvenilir şeyler değildir. Şöyle böyle kusursuz bir Avrupa kronolojisini kamu yapılarının üzerlerindeki yazıtlar­ dan, kilise babalarının metinlerinden ve Griının Kardeşler'in masallarından oluş­ turmak istediğimizi bir düşünelim! Mısır tarihini kronolojik bir biçimde kurmak için ilk denemeyi yapan arkeologlar, işte yaklaşık böyle bir sorun karşısındaydı­ lar. Burada bir kronoloji denemelerini kısaca anlatmamız gerekiyor. Çünkü bun­ lar arkeologların eldeki bütün dayanak noktalarını kullanarak ne denli büyük bir zeka ile dört bin yılın üstesinden geldiklerine bir örnek verirler. Bunun sonucu olarak da bugün biz, eski Yunanlılardan çok daha doğru olarak (Mısır'da yak­ laşık iki bin beş yüz yıl önce dolaşmış olan Heredot'tan çok daha doğru olarak) Mısır'a ilişkin tarihleri bilmekteyiz. (Burada aynı konuyu bir kez daha ele alma­ mak için, Lepsius'un 1 849 yılındaki bilgileriyle kendisinden öncekileri bir yana bırakıyoruz. )


97

"KIRK YÜZYIL, BU P1RAM1TLER1N ÜZERİNDEN SlZE BAKIYOR!"

Gerçi Mısır kaynaklarını baştan aşağı güvensizlikle karşılamak gerekirdiyse de yine, bir Mısır papazının yazıları ilk dayanak noktasını verdi. Bu adam, lsa'nın do­ ğumundan aşağı yukarı üç yüzyıl önce yaşamış olan Sebennytoslu Manetho'ydu. tık iki Ptolemaios'un döneminde (yani Büyük İskender'in ölümünden hemen sonra) Yunanca olarak ülkesinin bir tarihini yazmıştı: Mısır Anıları. Yapıtı bize tam olarak bile kalmamıştır. Biz bunu Julius Africanus, Eusebius ve Josephus'un yapıtıarına alınmış özetlerinden ve parçalarından tanıyoruz. Manetho bildiği firavunların uzun listesini otuz "sülale"ye ayırır. Bu bölüşü biz de almışızdır ve Manetho'nun yanlışlarının kaynaklarını çoktan bildiğimiz halde, bugün de yine bu bölüşü kullanmaktayız. Bu denli keskin bir yargı ile birlikte şunu düşünmeliyiz ki Manetho, başvura­ cağı kendinden önce gelmiş hiçbir tarihçi bulunmadığı -ve karşısında üç bin yıl bulunduğu- için aşağı yukarı bugün Troya savaşları dönemindeki Yunanistan'ın tarihini salt eski gelenekiere ve ağızdan ağza gelen söylentilere dayanarak yazmak isteyecek modern bir Yunanlı tarihçinin düşeceği durumdaydı. Manetho'nun listesi uzun yıllar arkeologların tek dayanağı oldu. Şunu da söyleyelim: Arkeoloji eskiden olduğu gibi şimdi de Antikçağ bilgisinin genel adıdır. Fakat Mısır anıt­ ları ve yazıtlarının zenginliği çok geçmeden özel bir çalışma alanı açtığı için, Lepsius'tan beri Ejiptoloji adı doğdu, nitekim Mezopotamya arkeolojisine de asuroloji denir. NE DENLİ eskiye gidilirse bütün tarihlernele­

rin de öylesine zorlaştığını söylemeye bile ge­ rek yoktur. Yeni tarih için yeni demekle "Yeni İmparatorluğu" ve Sezar'ın Kleopatra'nın ya­ nında yattığı sırada artık ortadan kalkmış bu­ lunan "geç dönemi" söylemiş oluyoruz. Asur­ Babil lran, İbrani ve Yunan kronolojileriyle kar­ şılaştırmalar yapmak olasıdır. 1 859'da Lepsius Mısır, Yunan ve Roma Kronolojilerinin Bazı Ortak Noktaları Ozerine adlı bir yapıt yazmıştır. 1 843'te en eski dönemlerden ta XVIII. süla­ leye dek Mısır krallarının bir listesini kapsayan "Karnak Krallar Listesi" Paris Ulusal Kitaplığı'na getirilince, daha eski tarihler için de ansızın ye­ ni karşılaştırma ve bununla da denetim olanak­ ları ele geçmiş oldu. Şimdi Kahire' deki "Mısır 1

1 1

ı

!

Horus'un babası, !sis'in kardeşi ve kocası, ölüler tanrılarının başı ve ölülerin yargıcı Osiris. Ellerinde stilize edilmiş harman sopasının yanı sıra egemenliğinin simgesi olan kanca uçlu asa tutuyor. TM 7


98

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Müzesi"nde, bir mezardan çıkmış "Sakkara Krallar Listesi"ni görebiliriz. Bunun bir yüzünde Yeraltı Tanrısı Osiris'e bir ilahi, öbür yüzünde kcltip Tunri'nin iki ko ­ lona adları yazılmış elli sekiz krala duası vardır. Bunların ilki Miebis, sonuncusu da Büyük Ramses'tir. Fakat daha ünlü ve ejiptoloji için de daha önemlisi "Abydos Krallar Listesi" oldu. Sethas tapınağının galerisinde, I. Sethos'u ve daha veliaht olan II. Ramses'i görmekteyiz. Bunlar -Sethos bir buhurdanı sallayarak- iki sıra halinde tam yet­ miş altısının adı yazılmış olan dedelerine saygılarını sunmaktadırlar. Bunun anla­ mı açıktı: Burada karşılaştırma olanakları vardı, burada kralların sırası denedene­ bilirdi ama bununla da henüz tarihler saptanamazdı. Fakat dağınık olarak bazı kralların saltanat süreleri, şu ya da bu savaşın ne denli sürdüğü, bir tapınağın ne denli zamanda yapıldığı üzerine bilgiler vardı, "Minimum süre toplamı" denen yoldan bütün kralların egemenlik dönemleri­ nin toplanması Mısır tarihinin iskeletini oluşturdu. Ancak ilk, tam tarih saptama olanağını, Mısır' dan eski, insanlık tarihinden eski, insandan da eski bir şey verdi: Yıldızların hareketleri. Mısırlıların bir yıl takvimleri vardı. Çok eskiden beri onlar bunu, ülke yaşa­ mının bağlı olduğu Nil'in taşıma zamanını önceden hesaplamak için kullanıyor­ lardı. ) Bu takvim l.ö. 46 yılında Roma'da kabul edilmiş olan Julian takvimine temel olmuştur. Bu takvimi de sonra Avrupa kabul etmiştir. Ancak 1. S. 1 582'de Gregoryen takvimi bunun yerine geçmiştir. Arkeologlar matematikçilerden ve astronomlardan akıl danıştılar. Onlara eski metinleri verdiler, yazıdan çevirdiler, gök olayları ve yıldızların hareketlerine iliş­ kin her bilgiyi hiyerogliflerden çıkarak verdiler. Artık tanıdanmış noktalar verilmişti. Şimdi, birçok kralın bilinen egemen­ lik süreleri bunların aralarına "oturtulabilirdi." O zaman Manetho'nun bazı sü­ lalelere vermiş olduğu egemenlik sürelerinin hesaba gelemeyecek denli uzun ol­ duğu görüldü. Şimdi üç bin yılın bu omurgasıyla elde edilen bu kronoloji ile (ilk işe yararını, düzenleyici Lepsius vermişti) Mısır tarihinin ana çizgilerini çiz­ meye başlanabilirdi. 1 850 YILINDA Auguste Mariette, otuz yaşlarında bir Fransız arkeoloğu, Kahire Kalesi'ne çıktı. Mısır'a varır varmaz yabancılara salık verildiği gibi hemen kentin kuşbakışı görünüşünü izlemek istiyordu. Kente değil bir imparatorluğa bakıyor­ du. Tam hazırlıklı olan bu adamın gözleri, pastacıların yaptıkları süslemelere ben­ zeyen minarelerde durmadı, yalnız uzakta, batıdaki çölün kıyısını çevreleyen dev anıtların siluetlerini, geçmiş bir dünyanın bu tanıklarını gördü. Kısa bir iş için bu­ raya gelmişti; kaleden bu bakış onun kaderine yön verdi. 1 82 l 'de Boulogne'de doğan Mariette çok erkenden ejiptoloji çalışmalarına başlamıştı. 1 849'da Paris'te Louvre Müzesi'ne asistan oldu. Mısır'da papirüsler satın alma işini ona verdiler. Mısır'a geldi, eski eserlerin nasıl yağma edildiği­ ni gördü ve çok geçmeden antikacılarla pazarlık etmek onu ilgilendirmez oldu. Artık yardım etmek istiyordu. Yalnız yardım mı? - Mariette Mısır'ın, ne yap-


"KlRK YÜZYlL, BU PlRAMlTLERİN ÜZERİNDEN SlZE BAKlYOR! "

99

tığını bilmeden, eski eserlerini artırmaya çı­ karmış olduğunu gördü. Bilginler, turistler, kazıcılar, herhangi bir nedenle Mısır topra­ ğına ayak basan herkes "eski eserler topla­ ma" hastalığına tutulmuş gibiydi. Bu da es­ ki yapıları yağma etmek ve değerli yapıtla­ rı ülke dışına taşımak demekti. Yerliler de buna yardım ediyorlardı. Arkeologların ya­ nında çalışan işçiler, küçük eşyayı aşırıyor ve bunlar için para verecek denli "deli" say­ dıkları yabancılara satıyorlardı. Bu arada da sürekli hiçbir şey düşünmeden tahrip edi­ liyordu. Hep bilimden çok parasal kazanç düşünüyorlardı. Lepsius'un örneğine kar­ şın, yine Belzoni'nin dönemindeki yöntem Auguste Mariette (182 1 - 1 881) sürüyordu. O zamana dek yalnızca araş­ tırma ve kazma ile ilgili olan Mariette ar­ keoloji biliminin geleceği için tek bir şeyin hepsinden önemli olduğunu anla­ dı: Korumak! Bunları koruyabilmek için Mısır'da sürekli olarak kalmaya karar verdiğinde ilerdeki başarısının düşünü bile görmemişti. Birkaç yıl içinde dün­ yanın en büyük ejiptoloji müzesini oluşturacağı aklına bile gelmiş değildi. FAKAT bu hazinelerin saklanması ve korunmasından önce 1 9. yüzyılın dört bü­ yük ejiptologundan üçüncüsü olan Mariette' e de yeni buluşlar kısmet oldu. Henüz Mısır'a geleli çok olmamıştı ki garip bir şey dikkatini çekti. Ülke ileri gelenlerinin özel parklarında ve yeni tapınakların önlerinde, Kahire'de, Gize'de -tıpkı Rönesans prenslerinin görkemli parkiarına süs olarak dikilen Yunan heykelleri gibi- hep birbirine benzeyen taştan sfenksler vardı. Şunu soran ilk Mariette oldu: Bunlar nereden gelmiş? Nereden buralara taşınmışlar? Bütün buluşlarda rastlantı önemli bir rol oynar. Mariette, Sakkara yıkıntı­ larında dolaşırken büyük hasarnaklı piramidin karşısında yine bir sfenks bul­ du. Bunun yalnız başı kumdan çıkıyordu. Bunu ilk gören Mariette değildi. Fakat bu sfenksin Kahire ve lskenderiye'dekilerin tıpkısı olduğunu ilk anlayan o oldu. Apis'e, Mısırlıların Memphis'deki kutsal boğasına bir söylev taşıyan bir de yazıt bulunca; okuduğu, işittiği, gördüğü şeyler bir zamanlar var olduğu bilinen, fakat nerede olduğundan artık kimsenin bilgisi bulunmayan o gizemli, yitmiş sfenksli yolla hayalinde birleşti. Birkaç Arap topladı, kendi de küreğe sarıldı ve yüz kırk bir sfenksi ortaya çıkardı! Bugün orada, Sakkara'da, kurnun üstünde de altında da bulunan bütün ya­ pıların ana bölümüne -Tanrı Serapis'in adına bağlayarak- "Serapeum" ya da "Serapeion" diyoruz. Kurnun altında da mı? Sfenksli yol iki tapınağı birbirine bağlamaktadır. Mariette onları bulduğu ( iyi bir durumda kalmış sfenkslerin ya­ nı sıra üzerlerindeki "Aslan Adamları" çalınıp götürülmüş bir dizi kaide de bul-


1 00

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

muştu) ve bugün de yeniden Serapeion'un üzeri­ ni kaplayan, oldum olası hareket halindeki kum­ lardan temizlediğinde, sfenksli yolla birlikte, adı hep söylenen başka bir şeyi de buldu: Kutsal Apis boğalarının mezarlarını! Bu, Mısırlıların bir tür inançlarına derinliğine bakış sağlayan bir buluştu; bizim için yabansı, ürkünç, daha eski Yunanlılara bile, yolculuk anılarında alışılmadık, garip bir şey olarak yazacakları gibi yabansı, ürkünç gelen bir ınanç. Mısır tanrıları ancak sonraları insan kılığına girmişlerdir. Eskilerin dinsel bilinçlerinde onlar, işaretler, bitkiler ve hayvanlarla biçim almışlar­ Apis boğası. Stilize "karta/ kanat/an ", güneş, uraeus yılanı dı. Tanrıça Hathor bir ılgın ağacında yaşıyordu. ve alındaki üçgen leke onun Tanrı Nefertem'e lotus çiçeğinde, Tanrıça Neith'e kutsallığının simgeleriydi. çaprazlama iki ok mıhlanmış bir kalkanda tapılırdı. Fakat tanrılar her şeyden çok hayvan kılı­ ğında gösterilirdi. Tanrı Chnum bir teke kılığındaydı. Tanrı Horus bir atmaca, Thout bir ibis, Suchas bir timsah, Bubastis'in tanrıçası bir kedi, Buto'nunki bir yılan dı. Bu hayvan biçimli tanrıların yanında, eğer belirli bir işaret taşıyorlarsa, doğ­ rudan doğruya hayvanlara tapılırdı. Bunların en ünlüsü, tapılışı yeryüzünde hiç­ bir dönemde hiçbir hayvana karşı gösterilmeyen görkemlikte olanı, Mısırlıların "Tanrı Ptah'ın uşağı" saydıkları Memphis'in kutsal bağası Apis'ti. Tapınak bu kutsal hayvanın bulunduğu yerdi. Papazlar ona bakarlardı. Ölülerse büyük bir törenle mumyalanır ve gömülürdü. Yerini de yine o işaretle­ ri taşıyan başka biri alırdı. Bunlar için tanrılara ve krallara yaraşır mezarlar yapıl­ mıştı. Bubastis ve Benihasan'daki kedi mezarları, Ombos'taki timsah mezarları, Aşmunen' deki ibis mezarları, Elephantine' deki teke mezarları hep böyle hayvan mezarlıklarıdır. Bunlar bütün ülkeye yayılan, Mısır tarihi boyunca birçok değişik­ liklere uğrayan, belirli bir yere bağlı oldukları için bazen büyük bir parlaklığa ka­ vuşan, sonra yeniden yüzyıllarca silinip giden kültlerdi. Bunları çok garip bulan­ lar, hatta gülenler varsa onlar yabancı kültür çevrelerinden kişiler için, örneğin bi­ zim bakire Meryem ve lekesiz gebe kalma inancımızın ne denli anlamsız gelece­ ğini düşünmelidirler. Mariette kutsal Apis boğaları mezarlarının üzerine gelmişti! Tıpkı büyüklerin mezarlarında olduğu gibi bunun giriş yerinin üstünde de bir tapınak vardı. Bir eğik rampa, Büyük Ramses döneminden başlayarak bütün Apis boğalarının bir arada uyurlukları mahzenlere iniyordu. Yüz metre uzunluğunda bir galeriye me­ zar odaları açılıyordu. Ta Ptolomaioslar dönemine dek giden genişletme işlerinde galeriler üç yüz elli metre uzunluğa erişmişti. Ne inanç! Mariette, meşalelerin titrek ışığında, arkasında fısıltı ile konuşmayı bile göze alamayan işçiler, mezar odasından mezar odasına dolaştı. Boğaların yattıkları taş


"KIRK YüZYIL, BU P[RAM[TLER[N ÜZERINDEN S[ZE BAKIYOR!"

lahider agır kara ve al granittendi. Her bi­ ri tek bir bloktan, perdalılı üç metreyi aşkın yükseklik, iki metreyi aşkın ve dört metreyi aşkın uzunluktaydı. Birçok lahitlerin kapakları yana itilerek açılmıştı. Mariette el degmemiş ve içinde süs eşyaları da bulunan yalnız iki lahit bula­ bildi. Ötekiler yagma edilmişti. Ne zaman? Bunu bilen yoktur. Kimler bunu yapmış­ tı? Haydutların adı yoktur. Haydutlar bu işi başarmışlardı. Bütün ejiptologların tasa ve alamadıkları bir öfke ile her zaman karşılaş­ tıkları buydu. Tapınakları, mezar mahzenle­ rini, kentleri örten sonsuz hareket içindeki kum bütün izleri siliyordu.

ı0ı

Kutsal Udjat Gözü'nün onu taşıyan kişiyi hastalıklardan koruduguna inanılırdı. Ölen kişinin yeniden dünyaya döndügünde bedeninde bir eksiklik olmamasını güvence altına almak için mezarlara da bırakılırdı.

MARIETTE ortadan kalkmış inançların karanlık ülkesine dalmıştı. Eski Mısır'ın

zengin, renkli gündelik yaşamına bir bakış da yine de ona kısmet oldu. Serapeion'dan az ötede Mariette, saray memuru ve büyük çiftlik sahibi Ti'nin mezarını buldu. Bagalar mezarlıgında son çalışma Ptolomaioslar döne­ minde olmuştu. Zengin Ti'nin mezarı ise eskinin eskisiydi. Kral Keops, Kefren ve Mykerinus'un piramitlerini yaptırmış oldukları sırada bu mezar tamamlan­ mıştı bile. Bu mezar, ölümün yurdu, yaşamı o zamana dek hiçbir anıtın sagla­ yamadıgı denli gözle görünür biçime getiriyordu. Mariette çoktan bu mezarda da süs eşyasının yanı sıra, her türlü gündelik kullanma eşyası, bol bol resim, öy­ küleyen kabartmalar bulmayı umacak denli eski Mısır ölü gömme gelenekleri­ ni biliyordu. Ama burada, koridorlarda ve salonlarda karşısında ışıldayan şeyler, o güne dek gördügü gündelik yaşamın ayrıntılı betimlemelerinin hepsinden üs­ tündü. Zengin Bay Ti yaşarken çevresinde olan her şeyin, ölümünden sonra da yi­ ne çevresinde bulunmasına önem vermişti. Bütün resimlerin ortasında da ken-

1. O. 2500 yıllarında Mısır çömlek atölyesi. Solda ocak, önünde ateşi körükleyen adam.

Yanındaki ikinci adam çömlekçi çarkında çalışıyor.


1 02

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Büyük Bay Ti, papirüs sazlıgından geçerken hizmetkarları balık ve suaygırı avlıyor.

disi, zengin Bay Ti, kölelerinden ve aşagılık halktan dört kez daha büyük, düş­ künler ve güçsüzlere karşı güç ve önemini beden ölçüleriyle de belirterek, dur­ maktaydı. Biçemleştirilmiş, çizgiler halinde, fakat hep ayrıntılara dek giden bu duvar resimleri ve kabartmalarda yalnızca zenginlerin işsiz güçsüzlüklerini görme­ mekteyiz. Keten hazırlanmasını, orakçıların ekin biçmelerini, eşek sürücüleri­ ni, harman dövülmesini, savrulmasını da görüyoruz. dört bin beş yüz yıl önce bir geminin nasıl yapıldıgını bütün evreleriyle görmekteyiz: Agaçların yontul­ ması, tahtaların işlenmesi, keser, tokmak ve marangoz kaleminin (bugün demir­ den yapılan her şey o dönemde bakırdandı) kullanılışını görüyoruz. Bütün ava­ danlıkları çok iyi tanıyoruz ve testere, balta, hatta kemaneli matkabın bile kul-


"KIRK YÜZYIL, BU P1RAM1TLER1N ÜZERİNDEN SlZE BAKIYOR!"

103

lanıldıgını görüyoruz. Altın eriticileri görüyoruz ve o zamanlar eritme ocagının, sıcaklıgını artırmak için nasıl körüklendigini ögreniyoruz; heykeltıraşların, taş­ çıların, deri işçilerinin nasıl çalıştıklarını izliyoruz. Fakat Bay Ti gibi bir memurun elinde ne denli güç oldugunu da hep gör­ mekteyiz. Köy muhtarları hesap vermek için onun evinin önüne sürülür, zapti­ yeler onları yerlerde sürükler, hiç acımarlan zalim bir yabanlıkla gırtlaklarını sı­ kar. Sonsuz sıralar halinde, vergilerini taşıyan köylü kadınları, kurbanlık hayvan­ ları getiren ve bogazlayan uşakları görüyoruz. Bay Ti'nin özel yaşamını bir pence­ reden bakar gibi izleyebiliyoruz: Bay Ti sofrada, Bay Ti karısıyla, ailesiyle; Bay Ti kuş tutmada, Bay Ti çoluk çocugu ile birlikte deltada yolculukta, Bay Ti -işte bu en güzel kabartmalardan biridir- papirüs sazlıgında. Ayakta durdugu kayık sularda kayıp gidiyor, kayıkçılar canlarını dişleri­ ne takarak küreklere asılmaktadır. Yukarıda sazların arasında kuşlar uçuyor. Altındaki suda balıklarla başka Nil hayvanları kaynaşıyor. Önden bir kayık da­ ha gitmektedir. Bundaki adamlar suaygırlarının şişman enselerine zıpkınlar fır­ latırlar, bir zıpkını bir timsah ısırıp kırar. Kompozisyonun tamlıgına, çizgiler­ deki güven ve açıklıga karşın bu resimde bugünkü biz insanlara ürküntü vere­ cek bir şey vardır. Sanki Bay Ti papirüs sazları arasından degil tarihin arasından geçmektedir. Bu resmin Mariette'in dönemindeki asıl degeri sanat bakımından degildi. Asıl önemi, eski Mısır'daki gündelik yaşamın en özel ayrıntılarını bize açıkla­ masındaydı. Bunlar bize yalnızca onların neler yaptıklarını degil, nasıl yaptıkla­ rını da gösteriyordu. Bu görüş özdeksel zorlukları yenmek için, gerçi çok gelişti­ rilmişse de yine, teknik araçlar bakımından son derece ilkel bir yaşama biçimini anlamamıza yarıyordu. (Köle gücü her şeydi. ) Bunu düşünmek, piramitleri ya­ pan bu insanların başarılarını gözde o oranda yüceltiyordu. Mariette dönemin­ deyse bu başarı büsbütün gizemli görülmekteydi. MARIETTE'lN Kahire Kalesi'nden eski Mısır'a ilk bakışından sekiz yıl son­

ra; bütün kazılarında, her adımda Mısır eski eserlerinin büyük artırmasını elin­ den bir şey gelmeden izledigi sekiz yıldan sonra, aslında papirüs satın almak için Nil diyarına gelen o, hep asıl ödevi olarak gördügü işe kavuştu: Bulak'ta "Mısır Müzesi"ni kurdu ve az sonra Mısır Hidivi'nce, Mısır Eski Eserler Yönetimi Baş Yöneticiligi'ne ve bütün kazıların Genel Direktörlügü'ne getirildi. Müze 1 89 I 'de Gize'ye taşındı ve 1 902'de Kahire'de, Büyük Nil Köprüsü'nün yakınındaki, Dourgnon tarafından eski benzeri biçimde yapılan ve 20. yüzyıl ba­ şında daha iyisi de yapılamayacak olan son yapısına taşındı. Bu m üze yalnız topla­ ma degil, aynı zamanda denetim merkeziydi. Bundan sonra Mısır'da ne bulunur­ sa, ister rasgele bulunsun, ister planlı bir biçimde kazılarak çıkarılsın, hepsi mü­ zenindi. Yalnız gerçek kazıcılara, arkeologlara ve bilginiere bir onur armaganı ola­ rak bırakılacaklar bunun dışındaydı. Bununla Mariette eski eserlerin haraç me­ zat satışını, antika yagmasını durdurmuş oluyor ve bir Fransız, Mısırlılar için hu­ kuk bakımından Mısır'ın olan şeyleri koruyordu. Gönül borçlusu Mısır, müzesi-


1 04

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

nin ön bahçesine onun heykelini dikti ve ölümünden sonra da cenazesini bura getirerek mermer bir lahde gömdü. Onun yapıtı büyüdü. Ondan sonra gelenlerle, direktör Grebaut de Morg< Loret ve hele Gaston Maspero zamanında her yıl kapsamlı arkeoloji çalışmala na girişildi. Maspero direktörlügü sırasında müze çok coşku uyandıran bir pc olayına karıştı. Ama bu, kral mezarları bölümüne girer. Ondan önce ayrı bir t lümde büyük, temel kuran ejiptologlardan dördüncüsünü, Mariette'in artık öl me hazırlandıgı sırada Mısır'a gelen bir lngiliz'i anmalıyız.


13. BÖLÜM

Petrie ve Amenemhet 'in Mezarı

Ş

AŞlLACAK olan şey, zamanımızda özellikle arkeolojinin, bu denli çok, erken

gelişen yetenekler yetiştirmiş olmasıdır. Schliemann bir bakkal çırağıyken ya­ rım düzine dil biliyordu. Champollion on iki yaşındayken siyaset alanında dü­ şü nce yürütü yord u . tlerde arkeologlar arasında en büyük ölçücü ve anlam veri­ ci olacak William Matthew Flinders Petrie için de bir gazete, özgeçmiş sütunun­ da, on un daha on yaşındayken Mısır arkeolojisine son derece büyük bir ilgi duy­ duğunu ve daha o zamandan, yaşamı boyunca dilinden düşmeyecek şu tümceyi söylediğini yazar: Saygı ile bilgi tutkusunu uygun bir oranda tutarak, Mısır topra­ ğını tane tane "kazımalı" ve böylece yalnız onun neler sakladığını değil, bu sakla­ dıklarının bir zamanlar güneş altındayken nasıl durduklarını da görmeli. Bu ya­ zı (bunu meraklı bir şey diye yazdık, yoksa doğruluğunu araştırmak olanaksız­ dır) Londra'da 1 892'de, Flinders Petrie "University College"e profesör olduktan sonra çıkmıştır. (Şunu söyleyelim; o zaman otuz dokuz yaşındaydı, bu da hiç er­ ken değildir. ) Kesin olarak bilinen şey, onun, eski eser­ Iere olan ilgisini, o zamana dek ender olarak böyle bir arada görülen ve sonradan kendisi­ ne büyük yararları dokunacak bir sürü baş­ ka meraklarıyla birleştirmiş olmasıydı. Doğa bilimlerinde deneyler yaptı, amatörlük­ ten daha ileri bir merakla kimya ile uğraştı; Galilei'den beri pozitif bilimlerin temeli olan matematiği kendine neredeyse din edinmiş­ ti. Aynı zamanda antikacıların dükkaniarına koşuyor, haklarında yazılmış şeyleri eşyanın kendileriyle karşılaştırıyor ve daha bir öğren­ ciyken, arkeoloji, özel olarak ejiptolojide, te­ mel olacak çalışmaların daha hiç bulunmadı­ William Matthew Flinders Petrie ğından sızlanıyordu. (1853- 1 942)


1 06

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ögrencinin arayıp bulamadıgını yetişkin adam kendi yarattı. Bilimsel yayın­ ları doksan cilt tutar. Üç ciltlik Mısır Tarihi ( 1 894- 1 905) olaganüstü bir araştırma zenginligi ile daha sonraki bütün çalışmalara öncü olmuştur. Petrie'nin büyük ra­ poru, "Mısır'da on yıl kazı çalışmaları 1 88 1 - 1 89 1 " ( 1 892'de yayınlandı) bugün de coşkuyla okunacak bir yapıttır. 3 Haziran 1 853'te Londra'da dogmuş olan Petrie, eskiçag araştırıcısı olarak İngiltere'de çalışmaya başladı ve önce Neolitik yerleşme yeri Stonehenge üzeri­ ne bir yapıt yayınladı. Fakat daha 1 880'de, yirmi bir yaşındayken Mısır'a gitti. Aralıklı olarak kırk altı yıl, ta 1 926'ya dek orada kazı yaptı. Bir Yunan kolonisi olan Naukratis kentini buldu. Nebeşe'deki moloz yıgınla­ rını kazarak bir Ramses tapınagını ortaya çıkardı. Derken kendisinden iki yüzyıl önce, 1 672'de ilk özenli Avrupalı, Erfurtlu papaz, bilgin Vansleb'in de gelmiş ol­ dugu yere geldi: Heredot'un da söz etmiş oldugu, Kral III. Amenophis'in kumta­ şından dev gibi iki heykeliydi bunlar. Bunlara Yunanlılar Memnon heykelleri derlerdi. Anası Eos ufuktan yük­ selince oglu Memnon insan sesine benzemeyen ama duyan herkesin ta yüre­ gine işleyen bir sesle içini çeker ve sızlanırdı. Strabon ve Pausanias bunu anla­ tırlar. Çok daha sonra Hadrianus karısı Sabina ile Memnon'un çıglıgını bek­ ledi. Bu beklemenin karşılıgını da o zamana kadar duymadıkları denli etki­ li seslerle gördüler. Sonra Septimus Severus heykellerinin üst yanlarını kum­ taşı bloklarla yeniletti, sızlanma sesleri de kesildi. Gerçek oldugunda hiç kuş­ ku bulunmayan bu seslerin nasıl oluştugu bilim yönünden tam açıklanama­ mıştır. Rüzgar yüzyıllarca bunları kemirmişti. Vansleb hiç degilse bir heykelin alt bö­ lümünü görebilmişti. Petrie yalnız yıkıntı buldu. Ancak bir zamanlar tahtlarında oturan bu kral heykelerinden birinin on iki metre yüksekligi oldugunu kestirebildi. Derken Petrie, oraya yakın bir yerde Havvara piramidinin giriş yerini, böylelik­ le de Amenemhet'le kızı Ptah-nofru'nun yitik mezarlarını buldu. Bu buluş bugün de tam olarak anlatılınaya deger. Petrie'nin kazılarını burada saymaya olanak yoktur ve bu, onun özgeçmişi ol­ mayan bir kitapta gereksizdir. Petrie bütün yaşamı boyunca kazmıştı. Bir çeyrek yüzyıl sonra kendini salt Knossos sarayını incelemeye adayan Evans gibi, tek bir alanda çalışmamıştı. Bütün Mısır'ı gerçekten "kazıdı" ve bu sırada üç bin yılın içinde dolaştı dur­ du. Mısır'ın verebilecegi en küçük ve en gündelik şeylerde, seramik ve bütün kü­ çük eşyada tam bir uzman oldu, bu onun en tipik özelligidir. Ama aynı zamanda Mısırlıların günümüze dek bıraktıkları en büyük ve en yüceleriyle de ugraştı. Dev, göklere yükselen mezar anıtlarıyla, piramitlerle! BU son bölümlerde öyküden çok tarihli, yaşanmış olaylardan çok sayıp dökme­

lerle ugraştırılan okur herhalde sabırsızlanmıştır. Umarım ki gelecek bölümlerde bunun acısını çıkaracaktır. 1 880'de tuhaf bir Avrupalı, Gize'nin piramitler alanında göründü. Araziyi


PETRIE VE AMENEMHET'lN MEZAR!

1 07

incelerken kendisinden önce birinin kapı takmış oldugu boş bir mezar buldu. Burası belki de depo olarak kullanılmıştı. Tuhaf adam eşyasını taşıyan bir hamala bu mezarda oturmak isterligini söyledi. Ertesi gün oraya yerleşti. Bir sandıgın üs­ tünde bir lamba tütüyor, köşede bir yemek ocagı harıl harıl yanıyordu. William Filinders Petrie artık evindeydi! Akşam üstü, mavi gölgeler saatinde, çırılçıplak bir İngiliz büyük piramirlin dibindeki molozların üzerinde emekliyor, giriş yerine va­ rıyor ve bu ölü yerlerde bir hayalet gibi, fırın sıcaklıgındaki mezar anıtma dalıyar­ d u. Gece yarısından sonra gözleri kan içinde, baş agrısından bitkin, tere batmış, fırından çıkmış bir adam, sandıgının önüne çöküyor ve pirarnİtte aldıgı notları, ölçüleri, boy ve kesitlerini, koridor egimlerini, açı ölçülerini ve ilk varsayımları­ nı yazıya döküyordu. Varsayımlar mı, ne için? Binlerce yıldan beri herkesin gö­ zü önünde duran piramitterin gizemi mi olurdu? Daha Heredot onları hayranlık­ la izlemiş (oysa sfenks'ten hiç söz etmemişti) ve eskiler de onları yedi dünya ha­ rikasından biri saymışlardı. Harika açıklanamayan şeydir. 1 9. yüzyıl için, bu tek­ nikleşmiş, rasyonelleşmiş, makineleşmiş, inançsız ve özdeksel bir amacı olmayan yüceliklere karşı duygusuz çag için, yalnızca piramitterin var oluşu ortaya şaşırtı­ cı sorular atmaya yetmez miydi? Biliniyordu ki piramitler mezarlardı, dev tabut evler! Ama Tan rı aşkına, fira­ vunların böyle dünyada eşi olmayan boyutlarda mezar yapmalarına sebep neydi? (O zaman bunlar yalnız Mısır' da vardır sanılıyordu. Bugün Orta Amerika tanı­ nıyor. Tolteklerin balta girmemiş ormanlarında da bunun benzerinin geçmiş ol­ dugu biliniyor. ) Onların mezar anıtı diye gizli yolları, saklı kapıları, ansızın granit bloklarında son bulan çıkmaz sokaklarıyla bir kale yapmaları nedendi? Keops'un, tabutunun üzerine bir dag yıgdırmasına ne yol açmıştı? Böyle iki buçuk milyon metreküp kireçtaşını? Her gece, yarı kör, moloz dolu dehlizlerin kuru havasında zor soluk alarak çalışan İngiliz, piramitterin gizemini yüzyılın bilimsel yöntemle­ riyle çözmeye, onların kuruluş ve yapılış biçimini, gizlerini, çevresinde gördügü şeylerden soru olarak dagan her şeyi, anlatmaya kararlıydı. Elde ettigi sonuçların çogu bu arada dogrulanmıştır, birçoklarının yanlışlıgını da yeni araştırmalar or­ taya koymuştur. Şimdi piramitler üzerine konuştugumuz zaman yalnız Petrie'nin bir vakitler bulduklarından yararlanmıyoruz; verdigirniz sayılar da modern araş­ tırmalardan çıkanlardır. Ama eger firavunların emeklerini boşa çıkaranların, hay­ dutların ilk olarak peşlerine düşmek İstersek kılavuz olarak yine Petrie'yi seçme­ liyiz. DÖRT bin beş yüz yıldan daha öncedeyiz: Nil'den yukarı, açık renkli ve kara, yassı burunlu, şiş dudaklı ve saçları kazınmış çıplak kölelerden geniş bir insan seli akmaktadır. Kötü zeytinyagı ve ter, turp, sogan ve sarmısak kokarak, gözcü­ lerin kırbaçları altında bagıra, ah ede, Nil'den ta yapı yerine dek uzanan granit yolun cilalanmış taşları üzerinden, omuzlarını yırtan halatların yükü altında in­ leye inleye, her biri bir metreküpü aşkın büyüklükte taşlar yüklü, agaç silindir­ ler üzerinden agır agır kayıp giden, kızakları çekiyordu bunlar. Bagırışları, inle­ yişleri, ölüşleri altında piramit yavaş yavaş büyüyordu. Yirmi yıl boyunca büyü-


1 08

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Düzen ve denge, adalet ve kültür ilkesinin somutlaşmış biçimi olan Maat'ı, başına taktığı tüyden tanımak mümkün.

dü. Her sefer, Nil'in çamurlarını kıyıya serdigi, bütün tarla işleri durdugu vakit bu adamlardan yüz binlercesi, Keops'un "Echet Chufu" yani "Keops'un ufku" denen mezar anıtının yapılması için bir araya toplanıyordu. Piramit büyüdü, 2.300.000 taş blok insan gücü ile getirildi ve üst üste yığıl­ dı. Pirarnİdin dört kenanndan her biri 230 metreyi aşkın uzunluktaydı, sonun­ da tepesi de 1 46 metreden daha yükseğe çıktı. Firavunun mezarı yaklaşık Köln Katedrali kadar yüksektir. Viyana'daki Stephan Kilisesi'nden daha yüksektir, Roma' daki Sen Piyer kilisesin den, Hıristiyanlığın en büyük kilisesinden çok yük­ sektir ve bu kilise Londra'daki St. Paul Katedrali ile birlikte rahatça Firavunun mezarına sığabilir. Nil'in bu yakası ile karşı yakasından sökülen kaya ve kireçtaş­ larından yapılma bütün duvar örgüsü, yaklaşık 54.300 metrekarelik bir arsa üze­ rine yığılmış 2.52 1 .000 metreküplük bir hacim oluşturur. Bugün kölelerin inleyişleri sönüp gitmiştir. Kırbaçların ıslıklarını Nil rüzgarı yutmuştur, ter kokusu dagılmıştır. Kalan yalnız bu dev yapıttır. Bir yapıt mı? Hayır birçok - çünkü bugün Keops piramirline tırmanılır (En yüksek ve en büyüğü olana} ve oradan güney yakasına bakılırsa, (solda sfenks, sagda ikin-


PETRIE VE AMENEMHET'tN MEZARI

1 09

ci ve üçüncü piramitler, Kefren'in ve Mykerinus'unkiler vardır) o zaman uzak­ ta başka bir grup dev gibi firavun mezarı görülür: Abusir, Sakkara ve Dahşur Piramitleri! Başka birçoklarının yerleri ancak örenlerinden bellidir. Abu Roaş piramirlinin taşları alıp götürülmüştür. Üzerinden, bir zamanlar binlerce ton agırlıgında taşların altında saklı duran, mezar odasına bakılabilir. Çamur dol­ muş dehlizlerinde Petrie'nin 1 889'da haydutların izlerini sürdügü Havvara ve kayadan bir çekirdek çevresine pişmemiş Nil kerpiçleri yıgılarak yapılma 1llahun piramitleri aşınmıştır. Kan, ter ve gözyaşı altında yapılan, en eski çag­ lardan ta Meroe Habeş hükümdarlarına dek uzanan bu piramitlerden yalnız Meroe alanının kuzey grubunda kırk bir tanesi vardır ve bunlarda otuz dört kral, beş kraliçe, iki veliaht gömülüdür. Tek olan ve adlarını yüz bin adsızın emeğiyle sonsuza dek göğe yazdırmak isteyenlerin mezarlarıdır bunlar! Yalnız şan olsun diye mi? Yalnızca bu dev anıtlada dünyanın gözünü kamaştırmak için mi? Yalnız taştan bir gösteriş isteyen dev bir istem yapıtları mıdır bunlar? Yalnız, ölümlülerin, ölçülerini yitiren güçlülerin Tanrı'ya eşkoşmaları yüzünden mi yapılmışiardı acaba? PlRAMlTLERlN yapılışındaki anlamı ancak Mısırlıların dinsel inançlarından an­ layabiliriz. Ama yalnız Tanrı inançlarından değil; çünkü tanrıları sayısızdır; pa­ pazların buyruğu ile mi? - Tapınma biçimleri ve dogmalar, tıpkı "eski," "orta" ve "yeni imparatorluklar" daki tapınaklar gibi degişikliklere ugramıştır; yalnız insan­ ların yolunu, bedenin ölümünden sonra da hiç arası kesilmeden ta sonsuza dek sürdüren temel dinsel tasarımdan bunu yapıyorlardı. "Öteki dünya" gökle yerin "karşı diyarı"ydı, eğer -işte, önemli nokta da budur- varlıklarını korumak için gerekli şeyler yanlarına verilirse, ölenler orada otururlardı. Bunun içine sağlam bir ev, açlığı ve susuzluğu gidermek için yiyecek içecek; hizmetçiler, köleler ve me­ murlar, kısaca gündelik yaşamda gerekli her şeyi girerdi. Hepsinden önce de be­ denin korunması, her türlü bozucu etkilerden korunması gerekliydi. Ancak o za­ man, ölümden sonra serbestçe uçup duran "can" (eski Mısır dilinde "Ba" ) kendi­ nin olan bedeni de koruyucu ruhu "Ka"yı da kendisiyle birlikte doğan, fakat be­ denin ölümüyle yok olmayan, tersine, ölene öteki yanda da gerekli gücü verebil­ mek için yaşamayı sürdüren, yaşam güçlerinin bu simgesini de her zaman yeni­ den bulabilirdi. - Ekinierin yedi arşın boy attıkları, ama yine de ekilmeleri gere­ ken öteki dünyada. İşte bu tasarım iki şeye neden oldu: Ölü bedenin mumyalanması ve kale gibi mezar yapıları. Çünkü her piramit yalnızca içinde saklı mumyanın korunmasına yarayan, her çeşit düşmanlık, saygısızlık ve rahat bozmaya karşı iki kez, beş kez, on kez güvenlik altına alınmış bir kaleydi. Binlerce insan angarya ile kurban edildi, yalnız tek bir ölüye sonsuz güvenlik ve sonsuz yaşam vermek için! . . . On, on beş, yirmi yıl mezarını yaptıran bir fira­ vun halkın gücünü tüketiyor, yalnızca kendisini değil, çocuklarını, çocuklarının çocuklarını borca sokuyordu. Ölümden sonra da devletin maliyesini güçsüz dü­ şürüyordu, çünkü "Ka" sı boyuna kurbanlar, papazların boyuna hizmetlerini isti-


1 10

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

yordu. - tlerisini düşünen bir firavun bir düzine köyün gelirini önceden Ka' sına yapılacak törenler için papazlara, kurbaniara adıyordu. lnancın gücü her çeşit politika ve ahlak düşüncesini bastırıyordu. Firavunların yapıtları -yalnız bunlarınki, çünkü onlardan az iktidar sahipleri peyke ile, aşağı halk da kum içinde bir mezarla yetiniyordu- sınırsızlığa değin varan ve toplum düşüncesinden yoksun bir bencilliğin ürünleriydi. Piramitler, Hıristiyanlığın dev yapıları, katedraller ve kiliseler gibi ilk planda dindar bir cemaat için değildi; Babil kuleleri, Zigguratlar gibi ilk planda tanrıların yurdu ve herkes için kutsal bir yer de değildi. Bunlar yalnız firavun için, yalnız onun ölü bedeni, yalnız onun ruhu, onun Ka'sı içindi. Ama şunda hiç kuşku yoktur: IV. sülalenin kırk yedi yüzyıl önce diktikleri anıtlar, din ve güvenlik bakımından gerekli ölçüleri çok aşmıştır. Daha ileride, çok geçmeden bu büyüklükte piramitler yapmanın azaldığı, derken bütünüyle orta­ dan kalktığı görülecektir. Hem de bu, Keops, Kefren ve Mikerinos gibi ülkenin tek hükmedicisi, hatta ilk hükümdarlardan daha çok Tanrı benzeri olan kralların ege­ menlik sürdükleri, I. Sethos ve II. Ramses gibilerin angarya altındaki halktan da­ ha geniş uçurumlada ayrıldıkları bir çağda olmuştur. Piramitler kol kuvvetiyle yapılmışlardı. Açılan delikiere ağaç kamalar sokulu­ yor, bunlar şişinceye dek üzerine su dökülüyordu: Mokattam dağlarından yapı taş­ larını böyle çıkarıyorlardı. Bunları kızaklar ve ağaç merdaneler üzerinde, çeke çe­ ke getiriyorlardı. Piramitler kat kat oluşturulmuştu. 4700 yıl önceki bu insanların işleri öylesineydi ki, büyük piramit­ lerin uzunluk ve açı ölçülerindeki yanlış­ ları, Petrie'nin dediği gibi, "başparmak­ la örtmek" olasıydı. Taşları da birbirine öyle uydurmuşlardı ki, sekiz yüzyıl önce Arap yazar Abdüllatifin hayranlıkla söy­ lediği ve günümüz turistlerinin Keops pi­ ramidinin büyük divanhanesinde fotoğ­ raf makinesi ve flaşla saptayabileceği gibi, ek yerlerine "ne bir iğne, ne de bir saç te­ li sokulabilir!" Daha çok uzun süre piramitler du­ racaktır. Keops'unkinin yalnızca tepe­ si dağılmıştır. Süs olan kaplaması, in­ ce Mokattan kireçtaşından dış örtüsü, pek azı yerinde kalmak üzere kayıp dö­ külmüş, asıl kitleyi oluşturan, yakınlar­ dan çıkarılma sarımtırak kireçtaşını ortaRa ya da Ra-Horus, başında güneş diskiyle görüntülenen şahin başlı bu Mısır tanrısı yaradılışın sonsuz döngüsünü simgeliyordu.


PETRIE VE AMENEMHET'lN MEZARI

lll

da bırakmıştır. Bu piramit durmaktadır, onunla birlikte daha birçokları da! Ama onların içinde güvenlik, ölü bedeni ve Ka' sı için korkusuz bir barınak bulmak is­ teyen krallar nerede? İşte bunda firavunların tanrıianna eşkoşmaları hak ettikleri acıklı sonucu ver­ miştir. Taştan kalelerde değil de yeraltındaki peykelerde ya da basit kum mezar­ larda kuruyanların şansı hükümdarlardan daha üstün oldu. Haydutlar bunlardan birçoklarının yalnızca yanından geçtiler. Ama Keops'un granit lahdi kırık ve boş­ tur. -Bilmiyoruz ne vakitten beri!- Kefren'in lahdini Belzoni daha 1 8 1 8' de, kapa­ ğı kırık, içi malazla dolu olarak buldu. Mykerinus'un zengin ve süslü bazalt lahdi­ ni 1 830 yılına doğru Albay Vyse mezar odasında bulduğu zaman kapağı bile yok­ tu; tahtadan iç tabutun kırıkları üst odalardan birinde, kralın mumyasının parça­ larıyla birlikte duruyordu. Lahit, onu İngiltere'ye götürecek olan gemi ile birlik­ te, İspanya kıyısında hattı. Milyonlarca taş kitlesi ölü kralın bedenini koruyacaktı. Örülü dehlizler, mi­ marlarının gizleme düzenleri, kötü yoldan zengin olmak isteyenleri alıkoyacak­ lardı. Çünkü mezar odaları, zenginlik, göz önüne zor getirilebilecek hazineler saklıyordu. Kral öldükten sonra da kral kalıyordu. Ka'sı öteki dünyada mum­ yasını yeni bir yaşama kavuşturduğu zaman süslere, değerli kullanma eşya­ sına, alışmış olduğu pahalı kaplara ve elinin alıştığı altın ve değerli madenier­ den lapis lazuli, değerli taşlar ve kristallerle süslü silahiara gereksinim duyacak­ tı. Piramitler bunları gerçekte koruyor muy­ du? Onların büyüklükleriyle hırsızları ürküte­ cek yerde çağırdıkları ortaya çıktı. Taş bloklar gizliyordu ama büyüklükleri açıktan açığa ba­ ğırıyordu: Bizim gizlediğimiz bir şey var! Onun için haydutlar işe giriştiler, -en eski çağlardan ta günümüze dek boyuna, hem na­ sıl düzen, nasıl direnme, nasıl ahlakdışı kur­ nazlıkla-. Bunu, Amenemhet'in mezarında hayal kırıklığına uğradığı zaman Petrie anla­ yacaktı. Burada, aşağı yukarı yüz yıldan beri gaze­ telerde (hatta meslek dergilerinde) ikide bir "Büyük Piramit'in gizemi" diye ortaya atılan şeyler üzerinde birkaç şey yazmak da gereki­ yor. Biliriz bunu: Nerede daha tam bilgi yoksa, orada spekülasyonlara bol bol yer vardır. Ama spekülasyonlada varsayımı ayırt etmek gere!sis Osiris'in kızkardeşi ve kansı, ortak ogullan Horus'un annesiydi. Tahtının dışında, başında hiyeroglifle yazılı adı, inek boynuzu ve güneş diskiyle görüntüleniyordu.


1 12

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

kir. İkincisi bütün bilimlerin çalışma yöntemine girer; güvenilir sonuçlardan çı­ kar ve olabilirlikleri gösterir, fakat bunların ardındaki soru işareti hep görülür. Buna karşılık spekülasyonda çekinme yoktur. Çoğunda çıkış noktası bile "güveni­ lir" değil "istenildiği gibi" dir. Sonuç olarak gösterilen de fizikötesinin en çapraşık yollarında, mistiğin en karanlık ormanlarında, yanlış yorumlanmış Pythagoras ve Kabbala'nın gizemli alanlarında düş içinde dolaşan hayal gücünden başka şey değildir. Bu spekülasyonlar en çok, görünüşte mantıkla uyuşmuş oldukları yer­ de tehlikelidir, bizim 2 1 . yüzyılın insanları olarak hep alkışlamaya hazır olduğu­ muz o mantıkla! Büyük Piramit'e çoğu kez "Taştan Kutsal Kitap" derler. Biz, Kutsal Kitap'ın "yorumlarını" hep biliriz. Büyük Piramit'in yorumları da aşağı yukarı bunlar gibidir. Plandan, kapılardan, dehlizlerden, salonlardan ve mezar odalarından insan soyunun tüm tarihini okuyup çıkarmışlardır! Bir araştırıcı, pirarnİtte ka­ yıtlı olan bu "tarih"ten Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcını 1 9 1 3 olarak ön­ ceden söylemişti ve buna inananlar da onun "yalnız bir yıl" aldandığını not et­ mişlerdir! Fakat sayı mistikçiterinin ellerinde, eğer hemen normal anlamlarına çevril­ meyecek olursa, insanı şaşırtacak malzeme de vardır. Örneğin şu bir gerçektir: Piramitler bütünüyle dört gök yönüne oturtulmuşlardır; Keops piramidinin ku­ zeydoğu-güneybatı köşegeni, eğer uzatılacak olursa Kepren'in köşegeninin tam üzerine oturur. Bunlardan geri kalanların hepsi, yanlış ölçmelere ya da her bü­ yük binanın ölçülerinin çok küçük ölçü birimleriyle ele alındığında çıkabilecek sonuçların gereğinden çok önemli sayılması ya da rasgele şeylere uygulanmasın­ dan doğmaktadır. Bu arada -Flinders Petrie'nin yaptığı işlerden biri budur- bü­ yük piramitterin aşağı yukarı tam ölçüleri alınmıştır. Şunu da unutmamalıyız ki bugün alınan bütün ölçüler yaklaşıktır. Çünkü piramidin üst kaplaması kalma­ mıştır, tepesi de yıkılmıştır. Bu durumda kanıtlarını santimetre ya da parmak bi­ rimleriyle belgelendirmek isteyen sayı mistiği daha başından beri, davayı yitir­ miştir. Ayrıca gerçi Mısırlıların astronomide olağanüstü bilgileri olduğunu ka­ bul etmek zorundaysak da, onların elinde, bize Paris'teki ana metrenin sağladığı gibi bir ölçü biriminin bulunabileceğini kesinlikle düşünemeyiz. (Burada, onla­ rın bizim gibi hep açıklığa yönelmeyen düşünce dünyasının bizimkiyle olan ay­ rılığını anlamak için, onların tarihsel zaman anlamından yoksun olduklarını da anımsayalım. ) Çok büyük bir yapıda çok büyük ölçü birimleriyle göz alıcı birtakım işlemler yapmak zor bir şey değildir. Şu da neredeyse kuşkusuzdur ki Chartre ya da Köln Katedrali'ni santimetre birimine göre ele alsak, uygun toplamalar, çıkarmalar ve çarpmalada çıkacak sayılada kozmik sayılar arasında en umulmadık kıyaslamalar yapabiliriz. Pi sayısının artık "Ludolf sayısı" diye tanınmaması gerektiği, çünkü pi­ ramitleri yapanların bunu bildikleri savı da, çok olasıdır ki böyle olsun. Ama Mısırlıların gerçekten böyle üstün matematik ve astronomi bilgilerini Büyük Piramit'in ölçülerine koymuş olmalarını kabul etsek bile (modern bilimin ancak 19. ve 20. yüzyıllarda erişebildiği bilgiler, örneğin güneşin dünyadan tam


l l - 1 798/99'da Napo/ean 'un Mısır keşif ekibini Keops piramidinin derinliklerine girmeye, bilimsel merak ile korkudan ürperme arasında bir ruh hali yüreklendirmişti. 1 934 yılına gelindiğinde bile Baedeker rehberi, gezginleri, " . . . sağlığı yerinde olmayan kişilerin çok sıcak ve bağucu hava nedeniyle burayı ziyaret etmeleri tavsiye olunmaz" diye uyarıyordu.


1 2 - Eski Mısı r'ın en görkemli hükümdar heykeli Gize Sfenksi. Yaklaşık

1. 0.

2500'de

yapılan bu 73,20 metre uzunluk ve yaklaşık 20 metre yükseklikteki kolasal yap ı, firavunların tanrı krallığı nı çarpıcı biçimde simgeliyor. 1 802 yılında yayınlanan bu resimde I. Napo/ean'un Mısır seferi sırasında yapılan ölçüm çalışmaları görülüyor.

1 3 - Sakkara 'da firavun Djoser adına mimar ve hükü mdarın sırdaşı /mhotep tarafında n yaptırılan basamak/ı pira m it, piramit/erin ilkiydi.


1 4 - Howard Carter'ın zamanında belki de eski çağların en ünlü mezarlığı: Günümüze dek arkeologlar "Krallar Vadisi"nde 63 mezar buldular. Tut-enkh-Amun 'un mezarına giden geçit, öndeki alçak taş duvarın ardında başlıyor.


1 5 - Birbiri ardından sürprizler: Howard Carter içinde Tu t-enkh-A m u n 'u n tabutu n u bulmayı umduğu ikinci altın kaplama sandukayı açıyor a m a karşısına üçü n cü bir sanduka çıkıyor.


1 6 - Tut-enkh-Amun 'un mezarından altın kaplama üç ahşap heykel. 60 santimden büyük figürler firavun u, suaygırı avcısı (ortada), başında Yukarı ve Aşağı Mısır'ın taçlarıyla her iki ülkenin kralı olarak gösteriyor.


1 7 - Güneş ışın/arı altı nda sohbet: A n chesen a m u n ve hükü mdar kocası Tu t-enkh-A m u n. Ahşap, altın varakla kaplı tahtın arka kısmı sera mik, cam ve taşlarla bezenmiş.


1 8 - Tut-enkh-Amun 'un üç sandukasından ikincisi altın kaplı ahşaptan yapılmıştı, cam kakma siislemeliydi ve mumya biçimindeydi.

1 9 - A rkeolog ve genç kral: Howard Carter so m altından işlenmiş ve yaklaşık 1 1 0 kilo ağırlığındaki Tut-enkh-Amun 'un üçiincü sandukasını inceliyor.


20 - Tut-enkh-Amun 'ım üçüncü sandukasına genç firavun un yüzü işlenmiş. Ellerinde gücünün simgesi olarak stilize harman sopasıyla ka nca uçlu asa tutuyor. Sandukada l l kilo ağırlığındaki ünlü altın maskeyle yüzü örtülü mumyalanmış beden yer almaktaydı.


PETRIE VE AMENEMHET'lN MEZARI

1 13

uzaklıgı gibi) bu da yine bu sayı degerierini herhangi bir mistik kılıga sokmak ya da onlardan kahinlikler çıkarmak için bir neden oluşturmaz. 1 922 yılında Alman ejiptologu Ludwig Borchardt büyük pirarnİtte yaptıgı ge­ niş incelemelerden sonra bir kitap çıkardı: Gize'deki Büyük Pirarnide Baglı Sayı Mistigine Karşı. Burada gizemcilik akıntısının suyunu kesen kanıtlar görmekteyiz. PETRJE hiçbir engelden yılınayan arkeologlardan biriydi. lnatla, dirençle, iz kol­ lamak merakıyla, 1 889 yılında bir kralın Nil kerpicinden yapılma piramidinde büyük güçlükle bir tünel kazdı (kazı sırasında bunun III. Amenemhet'in, Mısır'ın az sayıdaki büyük barışçı hükümdanndan birinin oldugunu bilmiyordu) . Giriş yolunu bulamadıgı için tüneli kayaların içinden kazdı ve kendisinden daha bece­ rikli, iz kollamasına daha düşkün, daha dayanıklı adamların daha önceden oraya varmış olduklarını gördü. Bunların amaçları bu hazineleri çıkararak görkemli bir geçmişin izlerini çagdaşlarının hayran gözleri önüne serrnek degildi; yalnız soy­ mak istemişlerdi. lnatçı Petrie'nin, bu haydutların kendinden daha inatçı olduk­ larını söyleyişi çok önemlidir. Pirarnİtte araştırma yapmaya karar verince yaklaşık bütün piramitlerde bu­ lunan yerde girişi aradı: Pirarnİdin kuzey yüzünde. Tıpkı kendinden önce­ ki arayıcıların bulamadıkları gibi o da girişi bulamadı. Dogu yüzünde de bula­ mayınca artık bu yorucu arama döneminden kurtulmak için bir tünel kazma­ ya karar verdi. Bu cesurca bir karardı. Petrie'nin teknik araçları kıttı. Önünde zor bir iş buldugunu bi­ liyordu ama haftalarca kazması gerekecegi pek aklına gelmemişti. Mısır'ın sıcagında, bu işe yetmeyen aletlerle ve boyuna zorluklar çıkaran işçilerle bu denli emek çektikten sonra, sevinç­ le mezar odasının son duvarını delip, kendin­ den daha eli çabukların buraya girmiş olduk­ larını görmenin ne demek oldugunu, insanın bütün hayal gücünü kullanarak, göz önüne ge­ tirmesi gerektir. Burada yine çok kez araştırıcının emekle­ rinin sonunda karşılaşacagı tek şeyi görürüz: Ancak çok güçlülerin uyuşuklugundan kurtu­ labilecekleri korkunç bir düş kırıklıgı! On iki yıl sonra, yine buna benzer bir olayda Petrie, hiç olmazsa öcünün alınmış oldugunu gö-

Peruklu, pulla kaplı giysili, bileklik/i çakal başlı Anubis erken dönemde mezarlıkları koruyan ve aynı zamanda ölüleri yargılayan tanrıydı. TM 8


1 14

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

rerek sevinebilmişti. Antikçag mezar soyguncularının modern meslektaşları IL Amenophis'in (1. Ö. 1 397' de ölmüştür) mezarını açıp, hazinelerini bulmak için mumyanın sargılarını kesmişlerdi. Fakat umutları boşa çıkmıştı - hem de kendi­ lerinden öncekiler meslektaşları oldugu için Petrie'den de daha acı bir şekilde. Üç bin yıl önceki sanat adamları işlerini o denli kökünden görmüşlerdi ki, sonraki­ lere bir şey kalmamıştı. Petrie'nin açtıgı delik, omuzları giremeyecek denli dardı. Genişletilmesini bekleyemedi. Bir Mısırlı çocuga ip bagladı, eline bir mum verdi ve karanlık odaya indirdi. M um un sıcak ışıgı iki lahde vurdu - kırılıp açılmış, boştu bunlar! Bilgin için artık tek bir iş kalmıştı, bu soyguna karşın, kimin mezarını açtıgı­ nı ögrenmek. Yeni zorluklar! Pirarnide taban suyu girmişti. Petrie ilk deligi geniş­ letip mezar odasına girdigi zaman, burasını daha sonra açacagı ve kendisine mü­ cevherlerle yüklü bir mumya verecek yeraltı mezarındaki gibi, su içinde buldu. Ötekinde nasıl ürkmeyecekse bunda da ürkmedi. Bir kürekle tabanı karış karış araştırdı. Amenemhet'in adını taşıyan sumermerinden bir vazo buldu. İkinci bir odada sayısız sunular ele geçirdi; hepsi Prenses Ptah-nofru'ya, III. Amenemhet'in kızına armagan edilmişti. III. Amenemhet, XII. sülale krallarındandır. l. Ö. 1 853'ten 1 806'ya dek ege­ menlik sürmüştür. III. Amenemhet'in Mısır'ın her iki tacını da taşıdıgı süre, dışa­ rıyla (barbar sınır uluslarıyla) ve içeriyle olan savaşların (hep ayaklanma halinde­ ki eyalet prensleriyle) yok ettigi bu ülke için en mutlu dönemlerden biri olmuştur. Amenemhet barışı sagladı. Yaptıgı sayısız yapılarda -bunların arasında bütün bir gölün baraja alınması vardır- dinsel olanlar gibi bunların dışında olanlar da var­ dır. Aldıgı toplumsal önlemler Batı uygarlıgı için pek önemli sayılmazsa da, göz önünde canlandırılamayacak denli sınıfiara ayrılmış -ve köle emegi üzerine ku­ rulmuş- Mısır için önemlidir. "Mısır'ı büyük Nil'den çok yeşertti, Iki duvarı kuvvetle doldurdu. O, burun deliklerini serinleten yaşamdır, Onun verdiği hazineler peşinden gidenlere besin olur, Izine basanları besler. Kral besindir ve ağzı berekettir. "

Bu kralın mezarını bulmak Petri'yi onurlandırmıştı - bilgin olarak büsbü­ tün hoşnut olamayacagı bir durum yoktu. Ama araştırıcıyı, altın arayıcıyı mera­ ka düşüren başka bir şey vardı: Kendinden öncekiler buraya nereden girmişlerdi? Pirarnİdin asıl kapısı neredeydi? Kendisi ve daha önceki araştırıcıların boşuna ara­ dıkları kapıyı haydutlar bulmuşlar mıydı? Haydutlar mimarların izlerinden git­ mişlerdi. Petrie de haydutların izinden gitti. Soygundan sayısız yıllar sonraki bu girişim, tünel kazmaktan daha kolay de­ gildi. Çünkü taban suyu yükselmişti. Çamur, kerpiç parçaları ve moloz, özlü bir balçık haline gelmişti. Petrie'nin yorulmak bilmeden, yüzükoyun sürünerek, so-


PETRIE VE AMENEMHET'lN MEZAR!

1 15

luk soluga, bumuna agzına çamur dolarak geçmesi gereken geçitler vardı. Asıl gi­ rişin nerede oldugunu bulması gerekliydi. Sonunda buldu onu. Giriş -o zama­ na dek tüm bilinenlerin, bütün Mısır geleneklerinin tersine olarak- güney yanın­ daydı. Böyle oldugu halde, haydutlar onu bulmuşlardı! Araştırıcılık onuru inei­ nen Petrie'nin, acaba bu "buluş"ta bir kurt yenigi var mı diye sorması dogal degil miydi? Acaba bu yalnızca keskin bir zeka ürünü, yalnız yorulmak bilmez bir di­ renmenin sonucu muydu? İçinde uyanan kuşkunun dogru olup olmadıgını araş­ tırmaya girişti. Haydutların geçmiş oldukları yoldan sistemli bir biçimde ilerledi. Haydutların karşılaştıkları bütün engellerle o da karşılaştı. Hep kendi anlagını yokluyordu. Fakat hiçbir kez aklı ona haydutların bulmuş oldukları yanıtı vermiyordu. Hangi gizemli içgüdü haydutları Firavun'un mimarlarının sayısız tuzak, aldatma ve us­ talıklarının içinden böyle kolayca geçirmişti? Bir merdiven vardı, birdenbire, hiç­ bir yere yol vermeyen bir odada son buluyordu. Haydutlar çabucak geçidin oda­ nın tavanında oldugunu bulmuşlardı. Bütün tavan dev bir kapaktı. Bunu zama­ nımızın kasa hırsızlarının bir kasa dairesi kapısını kaynak aygıtıyla deldikleri gibi zorla kırmışlardı. Ya ondan sonra nereye varmışlardı? lri taş bloklarıyla dolu bir dehlize! lşin uzmanı olan Petrie yalnızca bu taşları boşaltmanın ne emegi gerek­ tirdiğini düşünebiliyordu. Bunu başardıktan sonra yeniden yol vermez bir oda ile, sonra -yine bir dehlizi boşaltınca- yine üçüncü bir kapısız oda ile karşılaşın­ ca haydutların neler duyduklarını da tasarlayabiliyordu. Sonunda neye şaşacagı­ nı bilemez oldu: Haydutların içgüdülerini mi (bütün engellerde hep dogru yolu bulmuşlardı) yoksa dirençlerini mi daha üstün saymalıydı? Bunun sorulacak ya­ nı yoktu. Haydutlar haftalarca, aylarca, belki de bir yıldan çok kazmış olacaklardı. Hem de ne koşullar altında? Belki de bekçilerin, papazların, Büyük Amenemhet' e adaklarını sunan ziyaretçilerin korkusu içinde. Yoksa iş başka türlü mü olmuştu? Petrie'nin, eski mimarların kralı korumak için ilerdeki inansıziarın yoluna koy­ dukları bütün zorlukları aşmada bu denli zeka ve deneyimini kullanmış olan ada­ mın onuru ve gururu, onu, aşagılık soyguncu, Mısırlıların anlagının yüzlerce yıl önce bu karmakarışık yolları bulabilecegini yadsımaya zorluyordu. Acaba hay­ dutların -Mısır kaynaklarında bazı ipuçları bulundugu gibi- uzman yardımcıla­ rı mı olmuştu? Yiyici bir çagın yiyici memur sınıfından olanlar, bekçiler ve papaz­ lar, o gizli bilgileri, yol göstermeleri ve yardımlarıyla onların elinden mi tutmuş­ lardı? Bununla Mısır tarihinin büyük "Soygunlar" bölümüne giriyoruz ki bu, çok eski ça@arda başlamış ve oldukça yakın bir dönemde, sanki modernmiş duygusu verecek bir polis olayı ile doruguna erişmiştir.


14. B ÖLÜM

"Krallar Vadisi"nde Soygunlar

Z Luksor'a, eski kral kenti Teb'in karşısındaki bu köye dek gelmişti. Birkaç engin ve sanat meraklısı bir Amerikalı 1 88 1 yılında Nil' den yukarı, ta

antika satın almak istiyordu. Devletin, Mariette'in nüfuzuyla sert bir düzen al­ tına alınmış olan satın alma yöntemlerine aldırış ettigi yoktu ve yalnız içgüdü­ süne güveniyordu. Bu içgüdü onu akşamları karanlık sokaklara, çarşının arka dükkaniarına götürüyordu; derken ne idügü belirsiz bir Mısırlı ile de buluşturdu. Bu adam ona birkaç, hakiki oldukları belli ve degerli eşya satmak istedi. Amerikalı'nın yöntemi bize burada konudan birazcık ayrılmak olanagını ver­ mektedir. Bugün her rehber kitap, turistlere "karaborsadan" antika almamalarını öğütler. Bu haklıdır. "Antika" denen şeylerin çogu bugünkü Mısır'ın yerli sanayi ürünleridir, hatta Avrupa'dan getirtilmektedir. Gizli satıcılar çok ustalıklı buluş­ larla bunları hakiki gibi göstermeye çalışırlar. Hatta Alman sanat tarihçisi Julius Meier- Graefe bile 1 820'li yıllarda böyle bir düzene kurban olmuştu. Kum için­ de -farkına bile varmadan, işini bilir bir turist rehberince oraya götürülmüştü­ küçük bir heykel buldu. Böyle kendi bulmuş olması onda "antikanın" hakikili­ ginden kuşku bırakmadı. Kimseye bir şey söylememesi için rehbere para yedirdi. Küçük heykelini otele ceketinin altında götürdü. Buna bir altlık yaptırmak için bir dükkancıya gitti. Bu arada parça için onun görüşünü sordu. Dükkancı gül­ dü. Julius Meier- Graefe şöyle yazar: "Dükkancı beni küçük dükkanının ardındaki odacıga götürdü. Bir dolap açtı ve bana, hepsi de bin yıllık kumla kaplı, tıpkı tıp­ kısına aynı parçadan dört-beş tane gösterdi. Bunlar Bunzlau'dan gelmekteymiş, ama o Kahire'de aracı bir Rum'dan alırmış. " Sözü böyle dagıttıktan sonra yeniden, meslek dışından olmakla birlikte işten de anlamaz sayılamayacak Amerikalı'ya dönelim. Mısırlı'nın kendisine satmak is­ tedikleri karşısında heyecanlanarak, böyle alışverişlerde Dogu'da gelenek olan pa­ zarlıga bile girişmedi, o güne dek böyle güzelini ve saglam kalmışını görmedigi bir papirüsü satın aldı. Bavuluna sakladı. Polis ve gümrük denetimini adatarak he­ men yola çıktı. Avrupa'ya varıp papirüsü bir uzmana gösterdiğinde gerçekten yal­ nız görülmedik degerde bir parça ele geçirmiş olmakla kalmadı, bunun da üzerin­ de -kendinin katkısı olmadan- çok garip bir olaya da yol açtı.


"KRALLAR VADlSl"NDE

SOYGUNLAR

1 17

Bunu anlatmaya başlamadan önce, "Krallar Vadisi"nin olaganüstü tarihine bir göz atmak zorundayız. "KRALLAR VADlSl" ya da "Biban-el Mülllk" kral mezarları, Nil'in batı kıyısında,

Karnak ve Luksor'un ("Yeni lmparatorluk"un dev direkli salonu ve tapmagmm bulundugu yer) karşısmdadır. Bir zamanki Teb'in nekropol'ünün geniş, şimdi çöl görünümündeki alanı içindedir. Orada "Yeni lmparatorluk" döneminde kibarla­ rm ölüleri için mahzenler, bunun yanı sıra krallarla Tanrı Amon'un adına tapı­ naklar yapılmıştı. Bu dev ölüler kentinin yönetimi ve boyuna yeni yapılar eklenmesi için, özel bir memurun "Batı'nm Prensi ve Mezarlık Ücretli Askerlerinin Başı"nın buy­ rugu altmda bir sürü adama gerek vardı. Bekçi askerler kışlalarda otururlardı; sonunda küçük köyler biçimini alan ev gruplarında da toprak ve yapı işçile­ ri, taşçılar ve bezekçiler, her türden zanaatçı, sonunda da ölümlü bedeni koru­ yan ve Ka için sonsuz bir koruyucu kap hazırlayan tahnitçiler, mumyacılar ba­ rınırdı. Dedigirniz gibi bu, en güçlülerin "Güneşin Ogulları"nın I. ve Il. Ramses'in egemenlik sürdükleri "Yeni lmparatorluk" dönemiydi. Tanıdıgımız en büyük ölüler kentinin gelişmesinin başlayışı, hele "Krallar Vadisi"ndeki her türlü yapı çalışmalarının başlangıcı, Kral i. Thutmosis'in (İ. Ö. 1 504- 1 492) kayda deger bir kararı ile oldu. I. Thutmosis, mezarını bir ölü tapmagmdan ayıran -tam bir buçuk kilomet­ re- ve ölüsünü artık ta uzaklardan görülebilen görkemli bir türbeye degil, giz­ li bir kaya kovuguna gömdüren ilk kraldır. Bu bize pek önemli gibi gelmez. Ama Thutmosis'in buyurdugu şey on yedi yüzyıllık bir gelenegin birdenbire bırakılı­ vermesiydi. Firavun, mezarını, tören günlerinde Ka için o denli gerekli kurbanların su­ nuldugu tapmaktan ayırmakla Ka'sı, bununla da ölümden sonraki yaşayışı için gözde canlandırılamayacak zorluklar yaratmış oluyordu. Ama -bu, kararı için belirli nedendir- böyle bir önlemle, soyulan mezarlarm da gösterdigi gibi, ken­ dinden öncekilere kısmet olmayan bir güvenlik saglamış oldugunu sanıyordu. Mimarı İn eni'ye verdigi yönergenin asıl nedeni korkuydu, bütün akılcı çözümle­ re, dinin bütün dünyevileşmelerine karşın, hala mumyasının zarar görmesinden, mezarının kirletilmesinden, alabildigine korku! Teb' de XVIII. sülalenin başlan­ gıcında bütün Mısır' da soyulmamış bir tek kral mezarı, "sihirli donanımın" bir bölümü çıkarılıp almmamış ünlü bir adam mumyası kalmamış gibiydi. Mezar soyucularının yakalanabildikleri de enderdi; ancak ara sıra işleri sırasında baskı­ na ugramış ve ganimetierinin bir bölümünü bırakıp kaçmışlardı. Thutmosis'ten beş yüzyıl önce Kral Zer'in eşinin mumyasmı, tam daha kolay taşıyabilmek için parçalarken rahatsız edilen hırsız, kurumuş kollardan birini çabucak mezarda­ ki bir duvar deligine saklamıştı. İngiliz arkeologları bunu 1900 yılmda buldular. Bozulmadan kalmıştı. Sargıların altmda da ametist ve firuze boneuhlardan de­ gerli bir bilezik bulunuyordu.


1 18

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Thutmosis'in baş mimarının adı İneni'ydi. Hükümdarla mimar arasındaki pazarlıgın nasıl geçtiğini ancak hayalimizde canlandırabiliriz. Gelenegi kırmaya bir kez karar verilince, hiç kuşkusuz, öncellerinin başlarına gelenlerden kurtul­ manın tek yolunu Thutmosis hemen anlamış olacaktı. Bu yol, yapı yerinin ve me­ zar planının bütünüyle gizli tutulmasıydı. Mimar İneni'nin gösteriş merakı sonucu, bu işin nasıl yapıldığını bugün bi­ liyoruz. İneni kendi mezar tapınağının duvarlarında, kendisinin ayrıntılı bir yaşamöyküsünün çerçevesi içinde, ilk yeraltı mezarı üzerine bilgi vermektedir. Bu şu türnceden oluşmuştur: "Yalnız ben efendimizin kaya mezarının yapılmasını denetledim. Bunu kimse görmedi, kimse işitmedi!" Fakat "Krallar Vadisi"ni ve oradaki yapı zorluklarını en iyi bilen biri, Howard Carter, İneni'nin çalıştırdıgına hiç kuşku bulunmayan işçilerin sayısını yüzü aşkın olarak kestirmektedir. Carter soğukkanlılıkla ve hiçbir ahlak ölçüsüne vurmadan şöyle yazar: "Kralın en deger­ li gizini bilen yüz, belki daha çok işçinin ondan sonra özgürce dolaşahilmiş olma­ larına olanak verilemez. İneni de bunları susturmak için kuşkusuz etkili bir yol bulmuştur. Bu işin savaş esirlerine yaptırılması, iş bitince de bunların öldürülme­ leri çok olasıdır." Gelenekten bu korkunç ayrılış, Thutmosis'in istediği sonucu vermiş miydi? "Krallar Vadisi"nin bu ilk mezarı hüzünlü ve ıssız vadinin dik arka yamacında­ dır. Mimar kayayı delerek dik bir merdiven yapmış ve bu mezarda, sonradan beş yüzyıl boyunca bütün firavun mimarlarının uydukları ilkeleri uygulamıştı. Bu mezarlara Yunanlılar hortuma benzeyen biçimleri yüzünden ve uzun çoban ka­ vallarının adı olan Syrinks'ten alarak "Syringe" derlerdi. Thutmosis'in gerçekten ne süre rahat edebildiğini bilmiyoruz. Bildigirniz yal­ nızca -Mısır tarihinin ölçülerine göre hesaplanırsa- bunun pek uzun sürmedi­ gidir. Bir gün onu, kızının ve başkalarının mumyalarıyla birlikte başka bir yere taşıdılar. Bunu yapanlar haydutlar değildi, tersine, yeraltı mezarı bile artık işe ya­ ramadıgı için, haydutlardan korunmak için yapılmıştı bu. Artık krallar mezarla­ rını giderek daha birbirine yakın olarak kayalara oydurma yoluna gidiyorlardı. Böylelikle bekçilerin dikkati dağılmıyor, bunları daha sıkı gözetleyebiliyorlardı. Ama soygunculuk yine sürdü. Tut-enkh-Amun'un mezarına ölümünden on-on beş yıl sonra soyguncular girmişti. IV. Thutmosis'in mezarına, yine onun ölümünden birkaç yıl sonra gi­ ren soyguncular üstelik kartlarını da bırakmışlardı: Duvar karalamaları, çagımız­ daki dilenci ve hırsızların işaretleri gibi şekiller, ilkçağın parolaları! Mezara da öy­ le zarar vermişlerdi ki, yüzyıl sonra, anılara saygılı Haremheb, egemenliginin se­ kizinci yılında, Katip Kej'e, "Merhum Kral Thutmosis'in mezarını Batı Teb'in de­ ğerli yurtlarında yeniden yaptırmasını" buyurmuştu. Fakat mezar soygunculugu XX. sülale döneminde en yüksek noktasına erişti. Birinci ve İkinci Ramseslerin, Birinci ve İkinci Sethosların güçlü saltanat dönemleri sona ermişti. Bunlardan sonra gelen Ramses adlı dokuz kralın adlarından başka büyük yanları yoktu. Egemenlikleri zayıftı ve hep tehdit altındaydı. Rüşvet ve yiyicilik, yeni ve karşı ko. namaz bir güç haline gelmişti. Mezarlık bekçileri papazlarla, denetmenler böl-


"KRALLAR VADlSl"NDE SOYGUNLAR

1 19

ge yöneticileriyle birlik olmuşlardı. Hatta Batı Teb'in şefi, mezarlığın korunma­ sına bakan bu en yüksek memur bile bir gün mezar soyguncularıyla elbirliği et­ mişti. Bugün IX. Ramses (1. ö. ı ı 25- ı ı 07) döneminin bazı papirüsleri sayesinde, üç bin yıl önce geçen ve o zamanlar büyük ilgi uyandıran bir mezar soygunculu­ ğu davasına tanık olduğumuz ve o zamana değin hırsızların adları bilinmezken bu kez birdenbire adlarını da öğrendiğimizde bu, üzerimizde ürperti veren bir et­ ki bırakrnaktadır. Bir gün Doğu Teb'in yöneticisi Peser, Batı yakasındaki yaygın bir mezar soy­ gunculuğunu öğrenir. Peser, Batı Teb'in yöneticisi ve şüpheli bir adam olduğu anlaşılan Pewero'yu, o kendisini ne denli sevmezse öyle sevmemektedir. Bu ne­ denle de, çok büyük olasılıkla, kendisiyle aynı düzeyde olan meslektaşını bütün Teb bölgesinin veziri Chamwese'nin gözünden düşürmek için sevine sevine, bu olanaktan yararlanmıştı. (Burada Breasted'in görkemli Mısır belgelerine, Ancient Records of Egypt'ine dayanan Howard Carter'ın eğlenceli bir biçimde anlattıkla­ rını alıyoruz). Fakat iş Peser için kötü gitti; çünkü ihbarında soyulmuş mezarların sayısı­ nı vermek aymazlığını göstermişti: On kral mezarı, dört rahibenin ve birçok da özel kişilerin mezarları. Oysa Chamwese'nin soruşturma için ırmağın öte yaka­ sına gönderdiği komisyon üyelerinin çoğu, hatta belki de onları gönderen ve­ zir bile, kuşkusuz (bu da Pewero'nun ölçülüğünü gösterir) bu soygunlardan ya­ rarlanmışlardı. Bugünkü deyimimiıle yüzde almışlardı ve yargıları daha ırma­ ğın öteki yakasına geçmeden verilmişti bile. Böylece ihbarı salt biçime bağlı ya­ sal bir yoldan sonuçlandırdılar. Gerçekten soygunculuğun olup olmadığını ele alacak yerde, Peser'in verdiği bilginin gerçeğe tam olarak uymadığını kanıtla­ dılar. Çünkü aslında on kral mezarı değil yalnızca bir tanesi, dört rahibe me­ zarından da ikisi soyulmuştu. Bütün özel kişilerin mezarlarının soyulmuş ol­ duğu yadsınamazdı ama komisyon bunun için Pewero gibi böylesine hizmeti geçmiş bir memuru mahkemeye verecek değildi ya! İlıbar hasıraltı edildi! Ertesi gün başarılı Pewero, (kişiliğini gözümüzde çok iyi canlandırabilmekteyiz) "göz­ cüleri, ölü kentin yöneticilerini, işçilerini, polislerini ve ölüler kentinin bütün Araplarını" bugün kullandığımız sözcüklerle, belki de "içten gelme" diyebilece­ ğimiz gösteri için Nil'in doğu yakasına yolladı ve onlara ayrıca, Peser'in evinin yakınına gitmekten de çekinmemelerini bildirdi. Artık bu kadarı Peser' e fazla geldi! Haklı olarak, bu olanları birinci sınıf bir kışkırtma kabul etti ve çok iyi anla­ yacağımız bir kızgınlık nöbeti içinde ikinci, bu kez kesin yaniışı işledi. Batılı sü­ rünün önderlerinden biriyle zorlu bir söz dalaşına girişti, derken tanıklar önünde bu olayı, veziri de aşarak, doğruca krala bildireceğini söyleyiverdi. Pewero'nun beklediği de buydu. Hemen vezire, Peser'in inanılmaz, bütün kuralları altüst eden yasal yolu devre dışı bıraktırma niyetini duyurdu. Vezir mahkemeyi topladı. Beceriksiz Peser'in kendisini yargıç olarak buna katılma­ ya zorladı. Peser kendini yalancı tanıklıkla suçlamak ve suçlu çıkarmak zorun­ da kaldı.


1 20

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Hiç gizli kapaklısı kalmayacak gibi belgelendirilmiş olan öyküye burada hiç­ bir şey eklemeyeceğiz (yoksa çok ayrıntılı da anlatılabilir). Bu neredeyse modern öykünün, hep istediğimiz fakat çok ender olarak erişebildiğimiz, masallardaki gi­ bi bir bitişi var. Bu görülmedik haksız davadan iki-üç yıl sonra, sekiz kişilik bir mezar soygun­ cuları çetesi yakalanıyor. Bunlar "çift değnekle ayaklarına ve ellerine sapa atıldık­ tan sonra" itiraf ediyorlar; itirafları yazıya geçiriliyor ve bu, anlaşılan dürüst biri­ nin eline geçtiği için, artık hasıraltı edilmiyor. Bu haydutlardan beşinin adını bi­ liyoruz. Bunlar taşçı Hapi, işçi İrumun, çiftçi Amenemhet, saka Kemvese ve zen­ ci köle Ehenufer'dir. Bunlar olayı şöyle anlatmışlardı: "İçinde bulundukları taburlarını ve kefenlerini açtık. Bu kralın saygıdeğer mumyasını bulduk . . . Boynun da büyük bir dizi muskalar ve altın süsler vardı; başı altın bir maske ile örtülüydü; bu kralın saygıdeğer mumyası baştan aşağı altın için­ deydi. Kefenleri içten ve dıştan altın ve gümüş kaplıydı. Tanrı'nın saygıdeğer mum­ yasında bulduğumuz altını, boynundaki muska ve süsleri, içinde yattığı kefenleri çekip aldık. Kralın eşini de böyle bulduk; bulduğumuz her şeyi böyle çekip aldık. Kefenlerini yaktık. Yanında bulduğumuz bütün eşyayı çaldık. Altından, gümüşten ve bronzdan kaplar vardı. Bölüştük ve her iki tanrının mumyalarında bulduğumuz altınları, muskaları, süsleri ve kefenleri sekize pay ettik." Mahkeme bunların suçluluğuna hüküm verdi. Böylece Peser'in savları da doğrulanmıştı, çünkü soyulduğu şimdi itiraf edilen mezarlar arasında daha önce Peser'in haber vermiş olduklarından biri de vardı. Fakat anlaşılan bu dava da (daha birçok bu­ na benzerleri de olmuştu) "Vadi"nin organize bir biçimde yağma edilmesini durduramamış­ tı. Mahkeme belgelerinden III. Amenophis'in, I. Sethas'un ve II. Ramses'in mezarlarının so­ yulduğunu öğreniyoruz . . . Carter, " . . . bundan sonraki sülalelerde mezarları korumaya uğ­ raşmadan bütünüyle vazgeçilmişe benziyor," der ve, "Vadi" deki bu soygunculukların ka­ ranlık bir panoramasını önümüze serer: "O sı­ ralarda Vadi'nin görünüşü pek tuhaf olsa ge­ rekti ve burada geçen serüvenler de pek gözü pek olmalıydı. Günlerce plan kuruşlar, gecele­ yin kayalar üzerinde gizlice toplanışlar, mezar­ lık bekçilerini rüşvetle kandırma ya da bayılt­ ma, sonra karanlıkta her tehlikeyi göze alarak kazış, küçük bir delikten girerek ta mezar odaRamses'in "Yüce Krali Eşi" Nefertari. Firavun, onun adına Abu Simbel yakınlarında tanrıça Hathor'a adadıgı bir tapınak yaptırmıştı.

II.


"KRALLAR VAD1Sl"NDE SOYGUNLAR

121

sına dek yol alma, hafif bir ışık altında, taşınabilir hazinelerin çarçabuk toplan­ ması ve sonra, tan agarırken ganimetlerle yüklü olarak geri dönüş . . . İnsan bü­ tün bunları gözünün önüne getirebilir! Bunu gözümüzde canlandırabiliriz, ay­ rıca bunun nasıl kaçınılmaz bir şey oldugunu da pek iyi anlayabiliriz. Kral, mumyasına, kendi düzeyine uygun buldugu özenli ve degerli çeyizleri vermek­ le onun yok edilişine kendi neden oluyordu. Kışkırtma çok büyüktü. En açgöz­ lülerin düşlerini bile aşan zenginlik orada, kendisini kazanmanın yolunu ve ça­ resini bulana açık duruyordu ve önünde sonunda mezar soyguncuları hedefleri­ ne erişiyorlardı." AMA başka bir sahne bundan daha coşkulu olsa gerekti. Şimdiye dek mezar soy­

guncularından, hain papazlardan, rüşvet yiyen memurlardan, yiyici muhtarlar­ dan, toplumun bütün katları arasında kurulmuş (Petrie'nin Amenemhet'in me­ zarında ilk olarak haydutların izini sürdügünde kuşkulandıgı) bu hırsızlık agın­ dan çok söz etmek zorunda kaldık, bu yüzden insana, özellikle XX. sülale döne­ minde, sanki ölü krallara saygı gösteren tek bir dürüst, dindar adam yokmuş gi­ bi gelebilir. Fakat hırsızların ganimetieriyle geceleyin bir yoldan sinsi sinsi savuştukları sı­ rada, küçük bir grup sadık insan başka bir yolda pusudaydılar. Hırsızların yaptık­ larının tersini yapabilmek için onların yöntemlerini tam tarnma uygulamak zo­ runda kalmışlardı. Soygunculukla, ancak daha çabuk bir soygunculuk yoluyla sa­ vaşılabilirdi. Bu az sayıda dogru papaz ve dürüst memurun kusursuz örgütlenmiş haydutlara karşı olan çete savaşının, koruyucu savaşın, daha büyük bir gizlilik, daha gizemli bir hazırlıga gerek gösterdigini düşünebiliriz. Haydutlara karşı, bel­ ki de az ötede bir yerde, geceleyin karşı komplolar hazırlanıyordu. Heyecanlı fısıldaşmaları duyabilmek, açık lahdin önünde, görülmesin diye siperlenmiş meşale aydınlıgını, baskın korkusundan sinen insan şekill e rini gö­ rebilmek için hayalimizin bütün gücünü seferber etmemiz gereklidir. Baskının onlara bir zararı dokunamazdı -Onlar dogruluk yolundaydılar- ama yiyici bi­ rinin görüvermesi bu kez hangi kralın korunmak için kaldırıldıgını ve böyle­ ce pençelerinden kurtarıldıgını haydutlara ögretebilirdi. Sonra papazların geçi­ şini göz önüne getirmeye çalışalım. Ödevlerine baglı kalmış olan ve şimdi ken­ dilerine yol gösteren belki de sonuncu bekçilerin ardından, ikişer ikişer, ol­ sa olsa üçer üçer gidiyorlar. Ölü krallarının mumyalanmış bedenini taşıyor­ lar. Mumyaları alçakça saldırılardan korumak için mezardan mezara taşıyor­ lar. Yeni komploları haber alıyorlar ve gece yolculuklarını yindernek zorunda kalıyorlar. Mumyalarının sonsuza dek dinlenmesi gereken ölü krallar yolculu­ ga başlamışlardır. Sonra günün birince iş başka türlü olur. O zaman belki güpegündüz oldu bu iş. Polis "Vadi"yi kordon altına aldı. Harnallar ve yük hayvanı kervanları dev la­ hitlerden birini, güvencesiz bir duruma gelmiş bir mezardan yeni bir barınaga ta­ şıdı. Askerler geldi . . . Belki de bir kez daha birçok tanık, yeni gizin korunması için can vermek zorunda kaldı.


1 22

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

III. Ramses üç kez mezarından çıkarıldı ve yeni mezarına kondu. Amosis, I. Amenophis, Il. Thutmosis, hatta Büyük Ramses yola çıktı. Derken saklayacak yer bulunmayınca birçogu tek bir ortak mezarda yattılar. "On dördüncü yılın ikinci mevsiminin üçüncü ayının altıncı günü, Os iris, Kral Usermare (Il. Ramses) yeniden gömülmek için Osiris, Kral Menmare Sethos'un (I. Sethos) mezarına getirildi. İmza: Amun Başpapazı Pinutem." Ama burada da güvencede degillerdir. l. Sethos'la Il. Ramses, Kraliçe lnhapi'nin mezarına taşındılar. Sonunda Il. Amenophis'in mezarında tam on üç kral mum­ yası toplandı. Ötekiler de ara sıra çeşitli nedenlerle, asıl mezarlarından ya da ta­ şındıkları ve saklandıkları birinci ve ikinci yerlerinden alındı, tepelerden geçen ıs­ sız yollardan, (bunlardan bugün de geçilebilir) "Krallar Vadisi"nden yukarıya, ka­ yalıklar arasındaki Der-el Bahri kayalık çukurunda, Thutmosis'in talihsiz taht or­ tagı ve kız kardeşi Kraliçe Haçepsut'un yaptırmaya başladıgı dev tapınagın yakı­ nında oyulmuş bir mezara taşındı. Mumyalar burada üç bin yıl dinginlik içinde yattılar. Mezarın tam yeri, bel­ ki de Tut-enkh-Amun'un mezarını ilk üstünkörü soyulmasından sonra koru­ yan rastlantılardan biri sayesinde unutulmuştu. Belki "Vadi"nin alçak bölümün­ de olan giriş yeri zorlu bir yagmurun getirdiği çamur ve molozlarla kapanmış­ tl. Zamanımızdaki başka bir rastlantı, Amerikalı koleksiyoncunun Luksor'a geli­ şi, kralların dev mezarının yeniden, bu kez l. S. 1 875'te bulunmasına yol açacaktı.


15 . B ÖLÜM

Mumyalar

((

K vadi düşünelim," der. "Mısırlılar için burası hiç kuşkusuz hayaletlerle

RALLAR VAD1St"ni tarihsizligin karanlıgı örttü. Carter, "Bırakılmış bir

doluydu. Magaralara benzeyen galerileri soyulmuştu, boştu. Bazılarının girişle­ ri açıktı; tilkiler, çöl baykuşları ve sürülerle yarasaya yuvaydı bunlar. Fakat ha­ yır, mezarları istedigi kadar soyulmuş, terk edilmiş ve harap olsun, onun büyüsü büsbütün kaybolmuş degildi. "Kralların kutsal vadisi" olarak kalmıştı ve sürü­ lerle hayran ve meraklı, kuşkusuz orasını hala ziyaret etmekteydi. Gerçekten de bazı mezarlar I. Osorkon (aşagı yukarı 1. Ö. 925-890) döneminde rahibelerin gö­ mülmesi için yeniden kullanılmıştı Bundan bin yıl sonra "Vadi" de, boş Syringlere yerleşen ilk Hıristiyan tariki dünyalarının oturdugunu görüyoruz. "Parıltının ve olaganüstü görkemin yeri­ ne alçakgönüllü yoksulluk geçti. Kralların degerli yurtları bir tariki dünyanın dar hücresi oldu. " Ama b u da degişti. Gelecek, vadinin aynı zamanda krallara ve haydutlara ba­ rınak olmasını gerektirmişti. 1 7 43 yılında İngiliz gezgini Richard Pococke "Vadi" üzerine ilk modern açıklamayı verdi. Rehberi bir şeyhle on dört açık mezarı zi­ yaret edebilmişti. Vadi güvenceden yoksundu. Kurna tepelerinde bir haydut çe­ tesi konaklıyordu. Yirmi altı yıl sonra, James Bruce vadiyi gezdigi sırada çetete­ rin sıgınaklarından dumanla çıkarılmaları için yapılan korkunç denemeyi anla­ tır: "Hepsi sürgündü ve kanları helal olarak ilan edilmiş. Bu adamların uygunsuz­ luklarını artık kaldıramayan Osman Bey, Girge'nin yaşlı valisi, kuru çalı demetleri toplanmasını buyurdu ve askerlerle, bu sefillerden birçogunun barındıkları dagın bir bölümünü ele geçirdi; sonra bütün magaraların bu kuru çalı demetleriyle dol­ durulmasını buyurdu, bunları tutuşturttu. Adamlardan birçogu öldü ama o süre­ den beri sayıları yeniden eskisini buldu, gelenekleri de hiç degişmedi." Bruce, III. Ramses'in mezarındaki duvar kabartmalarını kopya etmek için me­ zar odasında geeelernek isteyince yerli rehberleri büyük bir korkuya tutuldular ve söverek meşaleleri yere attılar. Bütün ışıkların titreşerek söndügü sırada "kendile­ ri mağaradan gider gitmez çökecek belalar üzerine en korkunç kehanetleri savur­ dular. " Bruce, yanında kalmış olan tek uşagıyla Nil kıyısına varmak için karanlık


1 24

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

vadiden aşağı inerken bir bağrışma koptu. Karanlık mağaralardan koca koca taş­ lar atıldı, silahlar patladı; kaçar gibi ayrılmak zorunda kaldığı vadiyi ziyareti ge­ nel bir yaylım ateşle sona erdi. Hatta yine bir otuz yıl sonra Napoleon'un "Mısır Komisyonu" vadiyi ve mezarları ölçmek için geldiği zaman, Teb haydutları bun­ lara da ateş açtı. Bugün vadi dünyanın her yanından gelen sayısız yabancıların hedefidir. Eski bir toprakta şimdiye dek elde edilen en zengin hazinelerden biri otuz-kırk yıl ön­ ce burada bulunmuştur. AVRUPA kamuoyunu, arkeoloji buluşları içinde bundan önce ancak bir kez,

Schliemann Troya'yı bulduğunda görülmüş olan bir coşku ve meraka düşüren buluş, 1 922' de olmuştu. Fakat birkaç on yıl önce Der-el Bahri Vadisi'nde neredeyse bu denli şaşılacak bir buluş, fakat çok daha garip koşullar içinde, yapılmıştı. Luksor'un eğri büğrü sokaklarında değerli bir Mısır papirüsünü ele geçiren Amerikalı'yı anımsarız. Avrupalı uzman papirüsün kuşku götürmeyen sahicilİğİ­ nİ ve değerini anlayınca, Amerikalı'nın ağzını aramaya çalıştı. Avrupa toprakla­ rında artık kimsenin avını elinden alamayacağını bilen keyifli turist seve seve an­ lattı ve gizli kapaklı bir şey bırakmadı. Uzman Kahire'ye ayrıntılı bir mektup yaz­ dı. Görülmedik bir mezar soygunculuğunun ortaya çıkarılması işi artık başlamış­ tı. Profesör Gaston Maspero, Avrupa'dan gelen mektubu Kahire'deki müzesin­ de alınca iki bakımdan telaşa düştü. Birincisi müzesinin yine değerli bir buluntu­ yu kaçırmış olmasıydı. Yine diyoruz, çünkü, en aşağı altı yıldan beri karaborsa­ da gizemli bir biçimde, ender ve bilim bakımından olağanüstü değerli mücevher­ ler satılmaktaydı ve bunların mutlu alıcıları Mısır dışında herhangi bir yerde bu satışın nasıl olduğunu anlatmaya razı olsalar bile, bunların kökenini bulmak hep olanak dışı kalıyordu. Çoğu kez söz konusu olan, bilinmeyen, tanınmayan biriy­ di; bazen bu birisi bir Arap, başka bir seferinde genç bir zenci, sonra yırtık pırtık üst başlı bir fellah, ya da görünüşe göre zengin bir şeyhti. Maspero'yu telaşa dü­ şüren ikinci nokta da şimdi kendisine bildirilen bu en yeni parçanın XXI. sülale­ den bir kralın mezarına konmuş bir papirüs olmasıydı. Oysa bu sülalenin mezar­ ları üzerine bütün bilgiler yitmiş gitmiştil Bu mezarları bulan kimdi? Tek bir kra­ lın mezarı mıydı bulunan? Maspero ortaya çıktıkları o zamana dek kulağına gelen bütün "kaçak" parçaları gözden geçirdi. Şöyle yüzeysel bir karşılaştırma bile bunların çeşitli kralların mezar eşyalarından olduklarını gösteriyordu. Acaba bugün mezar soyguncularının aynı zamanda birçok eski mezarı bulmuş oldukları düşünülebilir miydi? Büyük toplama mezarlarından birinin bulunmuş olması en yakın olasılıktı. Bundan doğan olanaklar Maspero gibi bir bilgini coşkuya düşürecek derıli büyük­ tü. Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Şimdiye dek Mısır polisi bir şey becerememiş­ ti. Yeni soygunculuğun izini kendinin bulması gerekliydi. En yakınlarıyla yaptığı


MUMYALAR

125

birçok konuşmaların sonunda, genç asistanlarından birinin Luksor' a gönderilme­ si kararlaştı. Asistan Nil gemisinden çıktığı dakikadan beri bir arkeoloğun davranış­ larını bir yana bıraktı, bütünüyle başka bir tutum takındı. Papirüsü satın alan Amerikalının kaldığı otele indi. Sonra gece gündüz zengin bir "Frenk" çarşı­ nın bütün sokaklarını ve köşelerini dolaştı; parasını şıngırdattı, şu bu ufak te­ fek satın aldı, değerini cömertçe ödedi. Dükkancılarla içten konuşmalara giriş­ ti, bol ama kuşku uyandırmamak için ölçülü bahşiş veriyordu. Ona boyuna mo­ dern sanayi ürünü "antikalar" satmak isteniyordu. Fakat bu 1 8 8 1 ilkbaharında Luksor'da dolaşan delikanlı aldanmıyordu. Çok geçmeden ruhsattı antikacılar da "kaçak" çalışanlar da bunu öğrendiler. Bu yabancıya karşı saygıları arttı; say­ gı da güven uyandırdı. Bir gün tonoz dükkanının kapısında oturan bir antikacı ona el etti. Sonra "Mısır Müzesi"nin asistanının eline küçük bir heykel sıkıştırıl­ dı. Genç adam kendini zor tutabiidi ve kayıtsız bir tutum takındı. Dükkancı ile birlikte hasıra oturdu ve pazarlığa başladı. Bu sırada heykeli elinde evirip çeviri­ yor ve artık biliyordu: Bu yalnızca yaklaşık üç bin yıllık sahici bir parça değil, ay­ nı zamanda -üzerlerindeki yazılardan anlaşılıyordu bu- XXI. sütaleden birinin mezar sungularındandı. Pazarlık uzun sürdü. Sonunda asistan küçük yapıtı satın aldı. O gün de uzun boylu, tam olgunluk çağında bir Arapla tanıştı. Bu adam adının Abdülresul oldu­ ğunu söylüyordu. Çok kalabalık bir ailenin başıydı. Genç asistan onunla birkaç gün dostluk etti. Derken bir buluşmalarında, Arap bu kez XIX. ve XX. sütaleler döneminden kalma mezar eşyaları gösterince artık onu yakalattı. Mezar soygun­ cusunu bulduğundan emindi artık. Ama gerçekten öyle miydi? Abdülresul birçok akrabalarıyla birlikte, Kene Müdürü'ne götürüldü. Davut Paşa soruşturmayı kendi yönetiyordu. Soruşturmada sayısız savunma tanığı din­ lendi. Abdülresul'ün yurdu olan köyün bütün halkı, onun ve köy halkı arasında en saygıdeğer olarak kabul edilen ailesinin bütünüyle suçsuz olduğuna ant içiyor­ du. Suçlamasının doğruluğuna kesin olarak inanan asistan Kahire'ye telgraf çek­ miş ve başarıyı bildirmişti. Şimdi Abdülresul ile akrabalarının kanıt yokluğundan salıverildiğini görüyordu. Memurlara yakındı, omuzlarını silktiler. Müdüre git­ ti. Ama o şaşarak genç adama baktı. "Frengin" sabırsızlığına şaşkınlık duyuyor ve beklemesini söylüyordu. Asistan bir gün bekledi, bir gün daha, sonra Kahire'ye bir telgraf çekerek ön­ ceden bildirdiği haberi hafifletti. Bu yıpratıcı kararsızlıktan, müdürün bu Doğulu sessizliğinden hasta oldu. Ama müdür adamlarını tanıyordu. Howard Carter en yaşlı işçilerinden birinin anlattıklarını yineler. Bu adam gençken hırsızlık suçuyla yakalanmış ve müdürün önüne götürülmüş, sert Davut Paşa'dan korkusu, mahkeme önüne çıkacak yerde Davut Paşa'nın özel odasına götürütmesi yüzünden duyduğu ürküntü ve güvensizlikle bir kat daha artmış. Cehennem gibi sıcak bir günmüş, paşa büyük, pişmiş topraktan bir banyoda, se­ rin su içinde yatıyormuş.


1 26

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Davut Paşa ona bakmış, bakmaktan başka bir şey de yapmamış. Ama yaşlı iş­ çi onca yıl sonra hala bunun etkisi altında, şöyle anlatırmış: "Bakışları içime iş­ leyince kemiklerimin su gibi eridiğini duydum. Sonra sakin sakin bana dedi ki: 'Karşıma gelişin bununla birinci kez oldu. Seni bırakıyorum ama kendini çok, çok kolla ki ikinci bir kez daha gelmeyesin! ' Ben o kadar korktum ki, sanatı değiştir­ dİm ve bir kez daha onun karşısına çıkmadım! " Davut'un b u yetkesi, -herhalde b u da yetişmezse başvurduğu korkunç yol­ larla birlikte- o sırada ateş içinde hasta yatağında yatan genç asistanın ar­ tık ummadığı ürünü verdi. Bir ay sonra, Abdülresul'ün akrabalarından biri gi­ dip Davut'a ayrıntılı bir itirafta bulundu. Müdür hemen, hala Luksor'da bulu­ nan genç bilgine bunu duyurdu. Sonunda Abdülresul'ün köyü olan Korna'nın bu işin düşkünü mezar soyguncuları köyü olduğu ortaya çıktı. Bu meslek baba­ dan oğula miras kalmaktaydı. Hesapsız zamandan beri, belki de hiç kopmayan bir zincir biçiminde lsa'nın doğumunun 1 3 . yüzyıl öncesinden bu yana kusur­ suz işliyordu. Böyle bir haydut soyunun dünyada eşi görülmüş değildi. Bu soyun eline geçen en büyük buluntu Der-el-Bahri'deki toplama mezarıydı. Bu mezarın bulunuşu ve soyuluşunda rastlantıyla planlılık birleşmişti. Altı yıl önce, 1 87S'te Abdülresul, "Krallar Vadisi" ile Der-el-Bahri arasında uzanan kayalıkta, gizli bir delik bulmuş­ tu. Birçok zorluklarla burasını araştırdığında içinde mumyalar bulunan geniş bir mezar odasına rastladığını anlamıştı. tık inceleyişte burada kendisi ve ailesine eğer bu giz saklanabilirse- yaşamları boyunca gelir getirecek bir hazinenin bu­ lunduğunu görmüştü. Bu iş yalnızca ailenin büyüklerine haber verildi. Hiçbir zaman bu gizi ele ver­ meyeceklerine, bulunanları üç bin yıldan beri durdukları yerde bırakacaklarına, mezarı yalnız Abdülresul ailesinin mumyalanmış bir banka hesabı olarak göre­ ceklerine ve ancak aile gereksinme duyduğu zaman bundan çekeceklerine res­ men ant içtiler. Gerçekten altı yıl bu giz saklanabildi. Bu altı yılda da aile zengin oldu. Ama S Temmuz 1 8 8 l 'de Kahire Müzesi'nin bu işle görevlendirdiği adam Abdülresul'ün kılavuzluğu ile mezarın giriş yerine geldi. Bu işle görevlendirilenin ne hırsızların yakalanışını sağlayan genç asistan, ne de bu işi harekete getiren Profesör Maspero olmayışı, kaderin hep hazır bulundur­ duğu küçük şakalardan biri yüzündendir. Sonunda, artık hiç kuşku duyulamaya­ cak bir haberi Kahire'ye götüren telgraf Maspero'nun eline varmamıştı, yolculuk­ taydı. Acele etmek lazım olduğu için bir vekil gönderilmesi gerekti. Bu da ejipto­ log Heinrich Brugsch'ün kardeşi ve o sıralarda müze müdürü, Emil Brugsch Bey oldu. Brugsch, Luksor'a vardığı zaman, o denli başarıyla dedektiflik etmiş olan genç meslektaşını sıtmadan yatar buldu. Müdüre resmi bir ziyaret yaptı. Bütün il­ gililer, daha çok hırsızlığa olanak vermemek için mezara hemen el konması gerek­ tiği düşüncesindeydiler. Onun için Emil Brugsch Bey yanında yalnız Abdülresul ile kendisinin Arap yardımcısı olduğu halde, S Temmuz sabahı erkenden yola çık­ tı. Az sonra gördüğü, Binbir Gece'nin Alaaddin masalındaki hazinelere benziyor­ du; bundan sonraki dokuz günde olan bitenleri de yaşamı boyunca unutamadı.


MUMYALAR

ı 27

Zorlu bir tırmanmadan sonra Abdülresul durdu, fark edilemeyecek gibi taş­ larla kapatılmış bir del@' gösterdi. Doğrudan doğruya göze çarpmayacak bir yer­ deydi bu. Oç bin yıl insanların gözüne ilişmemiş olmasında şaşılacak yan yoktu. Abdülresul omzundaki bir ip kangalını çözdü ve Brugsch'e bu delikten aşağı in­ mesi gerektiğini söyledi. Kuşkulu kılavuzu güvenilir Arap yardımcısının gözcülü­ ğüne bırakan Brugsch bu teklife uymaktan çekinmedi. Dikkatli ve kurnaz bir hır­ sızın hilesine kurban gitmekten biraz çekinerek, ipe tutuna tutuna aşağı indi. Her ne kadar bir şeyler bulacağından biraz umutlu ise de, kendisini orada gerçekten bekleyen şeyler hakkında en ufak bir düşüncesi bile yoktu. Kuyunun on bir metre kadar derin olduğu anlaşıldı. Aşağıya varınca meşale­ sini yaktı; birkaç adım yürüdükten sonra keskin bir köşeyi döndü ve ilk dev lah­ din karşısına vardı. Bu, giriş yerinin hemen arkasındaki en büyüklerinden biriydi. Üzerindeki ya­ zıdan anlaşıldığına göre I. Sethos'un mumyasını saklıyordu. Belzoni'nin ı 8 ı 7 Ekimi'nde bu firavunun "Krallar Vadisi''ndeki asıl mezar mahzeninde boşuna aradığı mumyaydı bu. Meşalesinin titrek ışığı başka lahitlere, Mısır ölü kültünün

I.

Ramses'in oğlu I. Sethas ölüler tanrısı Osiris'e kurbanlar sunuyor.


128

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

yerlere ve lahitlerin arasına rasgele serpilmiş yatan sayısız degerli eserlerine vur­ du. Brugsch ilerledi, çok kez kendine ancak adım adım yol bulabiliyordu. Ansızın önünde, bulanık ışıgın altında uçsuz bucaksız gibi görünen asıl mezar odası açıl­ dı. Lahider karmakarışık duruyordu. Bazısı açılmış, bazıları hala kapalıydı. Tek tük mumyalar, sayısız kap kacak ve süs eşyalarının arasında yatmaktaydı. Brugsch'un solugu kesilmişti. Bu anda, kendinden önce hiçbir Avrupalıya kısmet olmayan bir görüntünün karşısında bulundugunu biliyor muydu? Eski dünyanın en yüce hükümdarlarının vücutları karşısındaydı. Çogu kez sü­ rünerek, sonra yeniden serbestçe yürüyerek, şurada içinde barbar "çoban kralla­ rı," Hyksosları, kesin olarak Mısır'dan çıkarmasıyla (Bugün kabul edildigine gö­ re, Tevrat'taki lsrailogullarının Mısır' dan çıkmasıyla bunun ilgisi yoktur) büyük adını almış olan I. Ahmose (l.ö. 1 550- 1 525) yatıyordu. Sonradan bütün Teb ölü­ ler kentinin koruyucu evliyası olan Birinci Amenophis (1. Ö. 1 525- 1 504) de ora­ daydı. Daha az tanınan Mısır hükümdarının sayısız tabotlarından sonra derken, -o zaman meşale elinde olarak, heyecandan bitkin, dakikalarca oturmak zorun­ da kaldı- ünleri arkeologlara, tarih bilginlerinden herhangi birine muhtaç ol­ madan bin yıllar boyunca soydan soya geçerek ta bize kadar varan her iki hü­ kümdarın mumyasını da buldu. Buldukları III. Thutmosis (l.ö. 1 497- 1 425) ile II. Ramses'ti (l.ö. 1 279- 1 2 1 3 ) . Ramses'e büyük unvanı verilmiştir. Batı'nın ka­ nun yapıcısı Musa'nın bir zamanlar onun sarayında yetişmiş oldugu sanılmakta­ dır. Yahudi ulusunun ve Batı dünyasının kanun koyucusu ile imparatorlukları te­ baalarının kan ve gözyaşlarıyla sadece yaratmakla kalmayıp, uzun süre ayakta tut­ mayı başaran hükümdarlar! Heyecandan kendini unutmuş olan Brugsch tabutların yazılarını şöyle okuyup geçer ve nereden başlayacagını bilmezken, yine de hemen "gezgin mumyalar"ın öyküsünü anlayıverdi. Papazların "Krallar Vadisi"ndeki ölü kralları, hırsızlık ve kirletilmeden korumak için mezarlarından çıkardıkları ve -çogu zaman birçok ara aşamalardan sonra- burada, Der-el-Bahri'de yeni lahitlere koydukları o sayı­ sız geederin hayali gözünün önüne geldi. Bir bakışta, o zamanlar korku ve acele­ nin onları nasıl kamçılamış oldugunu gördü. Çünkü mumyalardan birtakımı yal­ nızca egik olarak duvara dayatılıvermişti. Sonradan da Kahire'de, papazların ta­ butların yanlarına yazmış oldukları şeyleri içi burkularak okudu: Ölü kralların Odyssealarını! . . . Burada toplanmış bulunan kral mumyalarını saydıgı zaman, kırk buldu. Kırk mumya; bir zamanlar bir dünyaya tanrılar gibi hükmetmiş olanlardan kırkının ölümlü vücutları. Üç bin yıl süktin içinde dinlenmişlerdi, ta önce bir soyguncu­ nun, sonra da kendisinin, Emil Brugsch Bey'in, gözü onlara deginceye dek. ALDIKLARI bütün önlemlere karşın (bunların bir bölümü daha kendi ölümlerin­ den önce başlardı) Mısır hükümdarları çogu kez pek kötümserdiler. "Ş uradakiler granitten yapı kurdular, piramit içine bir salon ördürdüler, bu güzel emeklerle gü­ zel şeyler yaptılar . . . Onların kurban taşları, ırmak kıyısında, arkalarında kimsele­ ri kalmadan ölen yorgunlarınki gibi boş!"


MUMYALAR

1 29

Bu kötümserlik onları, ölü bedenlerini gerektigi gibi korumak için boyuna ye­ ni önlemler almaktan alıkoyamazdı. Heredot Mısır'ı gezdigi zaman, ögrendigi­ ne göre hala yaygın olan ölü gelenekleri ve mumyacılıgı şöyle anlatır: ( Burasını Howard Carter'dan alıyoruz. ) "İleri gelenlerden biri ölünce evin kadınları başla­ rına hatta yüzlerine toprak sürerler. Sonra ölüyü bırakırlar, evden dışarı fırlarlar ve etekleri bellerine sokulmuş, kenti dolaşırlar; gögüslerini açarlar ve dövünür­ ler. Bütün kadın akrabalar bu alaya katılır ve böyle yaparlar. Erkekler de silahları­ nı kuşanır ve gögüslerini döverler. Bu törenden sonra ölüyü mumyalatmaya gö­ türürler." Mumyalar üzerine bazı şeyler söylemenin de sırasıdır. Bu sözcük çeşitli an­ lamlara gelir, daha önce de adı geçmiş olan ı 2 . yüzyıl Arap gezgini Abdüllatifte, Mısır'da "Mumya"nın ilaç olarak ucuza satıldıgını okudugumuz zaman böyle ol­ dugunu anlarız. Mumiya veya Mumiyai Arapça bir kelimedir veya asfalt yani, zift ya da İran' da Derabgerd' deki mumya dagında elde edilen gibi, kayalardan dogal olarak terleyen madde anlamına gelir. Arap gezgini mumya için "katran ile mür­ rüsafinin karışımı" demektedir. Mumya ı 7. ve ı 8. yüzyıllarda Avrupa' da karlı bir ticaret malıydı. Hatta ı 9 . yüzyılda bile eczanelerden "Mumya", kırıklar ve yaralar için ilaç olarak satılırdı. Nihayet mumya canlı birinden kesilmiş tırnak ve saçla­ ra da denirdi ki bunlar bir insanın parçası olarak afsun ve büyüde onun bütünü­ nün yerini tutarlardı. Bugün biz "Mumya" denince yalnızca tahnit edilmiş insan ölülerini, özellikle eski Mısırlıların saglam kalmış böyle ölülerini anlarız. Eskiden "dogal" mumyalaşma ile "yapay" mumyalaşmayı ayırırlardı. Dogal mumya di­ ye, ayrıca herhangi bir işlem yapılmadan yalnızca uygun koşullar yüzünden çü­ rümeden kalmış olanlar, örnegin Palermo'daki Kapusin Manastırı'nda, Büyük St. Bernhard' da ve Bremen katedralinin kurşun mahzeninde ya da Quedlinburg Şatosu'nda bulunanlar gibiler anlaşılırdı. Bugün de bu ayırma sürmektedir ama aradaki ayrılık bu denli kesin görülmemektedir. Birçok incelemeler göstermiştir ki, bu kusursuz konserve ediliş tahnit sanatının üstünlügünden çok Nil diyarının kuru iklimi, havanın ve kurnun mikropsuz oluşu yüzündendir. Dogrudan dogru­ ya kum içinde, tabutsuz ve iç organlarının çıkarıldıgını gösteren en ufak bir iz ta­ şımayan sapasaglam kalmış mumyalar bulunmuştur. Oysa mumyalanmış olanlar reçineler, asfaltlar ve kullanılan bir sürü kokulu yaglar ile -Rhind papirüsünün anlattıgı gibi- "Elephantine'nin suyu, Eileithyiaspolis'in natronu ve Kim kenti­ nin sütü" yüzünden zamanla çogu kez çürümüş ya da bunlardan ayrılamayacak denli yapışarak şekilsiz külçeler haline gelmişlerdir. ı 9 . yüzyılda, Mısırlıların ellerinde özel gizli kimyasal maddeler bulundugu sa­ nılırdı. Bugüne dek, inanabilecegimiz, noktası noktasına dogru ve tam bir mum­ yalama tanımı elimize geçmiş degildir. Fakat bugün biliyoruz ki bu sayısız ecza­ nın kullanılışında dinsel ritler, mistik tasarımlar çogu zaman kimyasal etkilerin­ den daha önemliydi. Şunu da göz önünde bulundurmamız gerektir ki, mumya­ lama sanatı yüzyıllar boyunca birçok degişikliklere ugramıştı. Daha Mariette bi­ le Memphis mumyalarının, eskilerin, bayagı kara, kupkuru ve kırılgan olduguna, Teb'in daha yeni mumyalarının ise sarı, mat parlak ve çogu zaman kıvrılıp büküTM 9


1 30

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

lebilir biçimde bulunduklarına dikkat et­ mişti, bu da yalnız eskilik farkıyla açıkla­ namazdı. Herodot üç tür mumyalamayı anla­ tır. Bunlardan birincisi, ikincisinin üç ka­ tı pahalıydı; en ucuzu olan üçüncüsü kü­ çük memurların keselerine de elverişliydi. Halktan olanların asla! Onlar ölü beden­ lerinin geleceğini yalnızca iyi iklime ema­ net edebilirlerdi. En eski çağlarda vücudun salt dış bi­ çimini korumak mümkün olabilmişti. Sonraları derinin büzülmesini önleyecek yöntemler bulundu, bu sayede, yüzlerinin Scarabeus sacer böceği genç güneş tanrısının hala tanınabilir çizgilerinde kişilikler belli ve sürekli yenilenen yaşamın simgesiydi. olacak denli iyi korunmuş mumyalar bulabilmekteyiz. Ölü genel olarak şöyle hazırlanırdı: Önce beyin metal bir kanca ile burun de­ liklerinden çıkarılırdı; taş bir bıçakla karın boşluğu açılır, iç organlar alınırdı (ola­ sı ki bazı kez anüsten) ve bunlar "kanope"lere (wler ve vazolar) konurdu. Yürek çıkarılır ve yerine taştan bir skarabe yerleştirilirdi. Bundan sonra ölünün içinin ve dışının tertemiz olacak gibi yıkanmasına ve "tuzlanmasına" sıra gelirdi. Ölü tuz­ da bir ayı aşkın kalırdı. Sonunda kurutulurdu. Bu da bazı yazılara göre yetmiş gün kadar sürerdi. Tabutlamada çoğu kez birçok tahta tabut (çoğu zaman insan vücudu şeklinde) ya da lahider kullanılırdı; bazen iç içe yerleştirilmiş tahta tabutlar bir taş lahde ko­ nurdu. Vücut yatar durumda bulunurdu. Eller göğüs ya da karın üzerinde kavuş­ turulur ya da kollar vücut boyunca iki yana uzatılırdı. Saçlar çoğu zaman kısa kır­ pılırdı. Kadınlarda ise tam uzunluklarıyla bırakıldıkları ve pek güzel ondüle edil­ dikleri çok olurdu. Utanç yerlerinin kılları tıraş edilirdi. Karın, çökmemesi için kil, kum, reçineler, testere talaşı, bez yumakları ile doldurulurdu; bunlara kokulu maddeler ve işin ilginç yanı, soğan da karıştırı­ lırdı. Kadınların memeleri de böyle doldurulurdu. Bundan sonra herhalde çok uzun süren, keten sargılar ve bezlerle sarılmaya sıra gelirdi. Bunlara zamanla as­ faltlı maddeler öyle işierdi ki bilim adamları çoğu kez bunları bozmadan açma­ da zorluk çekerler. Sargıların arasına konmuş olan sayısız süslere göz diken hır­ sızlar, doğal olarak kendilerini böyle sıkıntıya sokmazlar, sargıları enine boyuna keserlerdi. 1 898'de, o sırada Eski Eserler Genel Müdürü olan Loret, başka mezarlar ara­ sında Il. Amenophis'inkini de açmıştı. O da "gezgin mumyalar" buldu. Bunlar da XXI . sülale zamanında papazların zahmetli gece çalışmalarıyla bir araya top­ ladıkları on üç kral mumyasıydı. Ama Loret, Brugsch'ün bulduğu değerli eser­ ler gibi bir şey bulamadı. Yalnız mumyalar dokunulmamış olarak eline geçmişti.


MUMYALAR

131

(Amenophis taş lahdinde yatıyordu. ) Başka n e var ne yok hepsi çalınmıştı. Fakat, ölü kralların rahat yatmaları için mezar tekrar örüldükten iki-üç yıl sonra mo­ dern mezar soyguncuları girdiler, Amenophis'i lahdinden çıkardılar ve mumyası­ na zarar verdiler. Anlaşılan onlar da tıpkı geçen binlerce yılda hemen bütün hır­ sızların yaptıkları gibi bekçilerle elbirligi etmişlerdi. Bu olay Brugsch'ün toplama mezarlarındakileri taşımakla dogru davrandıgını ve ölüye saygıdan dagan çekin­ ınelerin Mısır'ın koşullarına göre yersiz oldugunu göstermişti. EMIL BRUGSCH BEY kuyudan çıktıgı ve kırk ölü kralı geride bıraktıgı sırada bun­

ların nasıl taşınacagını düşünüp duruyordu. Mezarı oldugu gibi bırakmak onun yeniden soyulması demekti. Ama boşaltmak ve her şeyi Kahire'ye taşımak bir­ çok işçi çalıştırınakla olasıydı. Bunları da Kurna'dan, Abdülresul'ün köyünden, hırsızların anayurdundan başka bir yandan saglamak neredeyse olanaksızdı. Brugsch, yeniden müdürün huzuruna kabülünü istedigi sırada bu ikincide karar kılmıştı. Daha ertesi sabah üç yüz fellahla buluntu yerindeydi. Brugsch arazinin çevresini kordon altına aldırdı. Kendi Arap yardımcılarıyla birlikte, ötekilerden daha çok güven uyandıran küçük bir grup ayırdı. İşin en agır bölümünü yüklenen hu grup -agır parçaların yukarı çekilmesi için on altı kişiye gerek oldugu anlaşıl­ dı- degerli eşyayı teker teker yukarı gönderiyor, Brugsch ile yardımcıları bunla­ rı alıyor, kaydediyar ve tepenin etegine sıra ile dizdiriyordu. Bu iş kırk sekiz saatte bitirildi! Modern Arkeolog Howard Carter, lakonik bir biçimde şöyle der: "Bugün artık böylesine çabuk çalışmıyoruz!" Bu acele, yalnız arkeoloji bakımından abar­ tılı degildi. Çünkü Kahire'den gelecek gemi günlerce gecikti. Brugsch, mumyala­ rı ambalajlattı, lahideri sarıp sarmalattı ve Luksor'a taşıttı. Ancak 14 Temmuz'da bunlar gemiye yüklenebildi. Ama sonra öyle bir şey oldu ki Brugsch'ün, bu kolay kolay etkilenmeyen bilgi­ nin üzerinde, hazinelerin bulunuşundan çok daha derin bir iz bıraktı. Çünkü Nil gemisi akıntı aşagı agır agır yol alırken olanlar artık bilim adarnma degil, saygıyı henüz yitirmemiş olan insana dokunuyordu. Bütün Nil köylerinde ve ta ülkenin içlerinde geminin hangi yükü taşıdıgı ha­ beri rüzgar hızıyla yayılmıştı. O zaman krallarında tanrıları gören eski Mısır'ın henüz sönüp gitmedigi anlaşıldı. Brugsch güvertedeydi, yüzlerce fellahın karı­ larıyla birlikte kıyıdan geminin peşi sıra geldiklerini gördü, Luksor'dan aşagı ta Büyük Nil dönemecine, Kuft' a ve Kenh' e dek hep yeni gruplar geliyordu. Erkekler ölü firavunlara saygı için tüfeklerini ateşliyor, kadınlar yüzlerine ve vücutlarına toprak saçıyor, gögüslerini kumla oguşturuyorlardı. Ta uzaklara yansıyan agıt­ lar gemiye yoldaş oldu. Yakınmaların insanın içini burktugu, gösterişten uzak bir alay, bir fantazya idi bu! Brugsch bu görüntüye artık dayanarnadı ve arkasını döndü. Dogru mu yap­ mıştı? Yoksa orada matem çıglıkları koparan, gögüslerini döven insanların gö­ zünde o da bir hayduttan, üç bin yıl mezarları kirleten, sayan o hırsızlardan, imansızlardan başka bir şey degil miydi? Bilime hizmet etmek yeter bir mazeret miydi?


1 32

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Howard Carter yıllarca sonra buna açık bir yanıt verdi. O, Amenophis'in me­ zarı olayları vesilesiyle aşagıdaki açıklamayı yapar: "Bundan pay çıkarabiliriz ve mezarlardan eşyayı aldıgımız için bize Vandallar diyen eleştiricilere de bunu salık veririz. Biz antikaları müzelere koymakla onların korunmalarını saglıyoruz; ol­ dukları yerlerde bırakılsalar, eninde sonunda mutlaka soyguncuların eline geçe­ ceklerdi. Bu da onların yok olması demekti." Brugsch, Kahire'ye varınca yalnızca bir müzeyi zenginleştirmekle kalmadı, bü­ tün dünyaya da, bir zamanın görkemini ve eşi bir daha görülmeyecek büyüklü­ günü tanıtmış oldu.


16. BÖLÜM

Howard Carter Tut-Enkh-Amun 'u Buluyor

A disi"nde kazı yapmak için izin aldı. On iki kış boyunca kazdı. Dördüncü merikalı Theodor Davis, 1 902 yılında Mısır hükümetinden "Krallar Va­

Thutmosis'in, Siptah'ın, Hcrcmhcb'inkilcr gibi sorunlara ışık scrpen birçok me­ zar keşfetti, büyük "Kafir Kral" IV. Amenophis'in mumyasıyla tabutunu buldu. (Bu firavunun eşi Nofretete'ydi, onun olaganüstü güzel renkli portre büstü kuş­ kusuz en tanınmış Mısır eserlerinden biridir. ) Bu hükümdar, din reformcusu olarak adını "Ekhnaton" koymuştu (Güneş hoşnuttur) ve eskiden beri süregelen dinin yerine geçici bir süre güneşe tapmayı geçirmiştir. 1 9 1 4'te bu izin Lord Carnarvon ile Howard Carter'a geçti. Bununla Mısır mezar buluşlarının en önemli öyküsü başladı. Bunu Carnarvon'un kız kardeşi sonradan kardeşiyle ilgili eserinde, "Alaaddin'in Lambası masalı gibi başladı ve bir Yunan Nemesis söylencesi gibi bitti," diye anlatır. Tut-enkh-Amun'un mezarının bulunuşunun kitabımız için ayrı bir önemi vardır. Bir kere arkeoloji buluşları tarihinde bütün başarıların en yüksek nok­ tasını oluşturmaktadır. Fakat aynı zamanda da -arkeoloji biliminin gelişme­ sinde bir dramın coşku ve merak gelişmesi egrisini çizmeyi deneyecek olur­ sak- bir peripeti sayılabilir. Bu piyesin giriş bölümünü Winckelmann'la sayısız bir sıra dizgeciler, yöntemeiter ve uzmanlar yazmıştır. Henüz başlamış olan ola­ yın ilk kaba dügümlerini Champollion, Grotefend ve Rawlinson (bu sonuncu­ lardan "Kuleler Kitabı'nda" söz edilecektir) çözerler. Olayı geliştiren ve sahne­ de alkış toplayan Mısır'da Mariette, Lepsius ve Petrie, Mezopotamya'da Botta ve Layard (bkz. "Kuleler Kitabı" ) , Yucatan'da Amerikalı Stephens ile Thomson'du (bkz. "Merdivenler Kitabı" ) . Bütün oyuncuların bütünüyle kendilerini vere­ rek katıldıkları en üstün dramatik sahneye önce Schliemann ve Evans'ın Troya ve Knossos'taki, sonra da Koldewey ve Woolley'in Babil ve İbrahim'in vata­ nı Ur'daki buluşlarında varılır. Schliemann sonuncu büyük, kendisi kazı yapan amatör, dahi, yalnız çalışandı. Knossos ve Babil'de artık uzmanlardan oluşan ku­ rullar çalışır; hükümdarlar, zengin koruyucular, parası bol üniversiteler, arkeolo-


1 34

TANRlLAR, MEZARLAR VE BILGINLER

ji enstitüleri ve büyük zenginler modern dünyanın her yanından yıldan yıla es­ ki dünyanın her yanına kusursuz biçimde donatılmış ekspedisyonlar yollamakta­ dır. Fakat Tut-enkh-Amun'un mezarının bulunuşunda, o zamana dek geniş araş­ tırma alanında tek tek elde edilenlerle, büyük deneyim hazinesi görkemli bir bi­ çimde birleşmektedir. Burada bilimin sözünden başka buyruk yoktur. Layard'ın budalaca kör inançlar, Evans'ın resmi makamların kıskançlıgı yüzünden ugradıgı zorluklar yoktur, onun yerine hükümetin candan gözetmesi vardır. Rawlinson'a atıp tutan ve Schliemann'a yaşamı cehennem eden bilgin meslektaş kıskançlıgı­ nın yerine, bilimin o zamana dek sunabildigi uluslararası elbirligi ve yardımın en büyük örnegi geçmiştir. Ornegin Layard'ın yalnız, eşekle ve sırt çantasıyla, bat­ mış bir kenti fethe gittigi büyük öncüler çagı artık geçmişti. Howard Carter, her ne kadar Petrie'nin ögrencisi olarak eski çapta bilginse de -eger böyle bir deyim dogru olursa- arkeolojinin İcra memuru oldu. Bilinmeyen alana gözünü budak­ tan esirgemeden dalına yerine artık eski bir kültürün kadastro mühendisinin ke­ sin yöntemleri geçmişti. Fakat Carter bütün bilimsel incelemelerinin yanı sıra büyük coşkusunu koru­ dugu, aynı zamanda bilimsel ciddilik, dogruluk ve özeni adım adım en büyük ku­ sursuzluga eriştirdigi için, arkeolojinin, artık kürekle defineler ve ölü kralların vü­ cutlarını çıkarmaya degil, insanlıgın yüksek kültürlerde biçim, görünüş, karakter ve ruh kazanmış oldugu zamandan bu yana bulunan bütün gizemlerini çözmeye çalışan insanlarının en büyüklerinden biri olmuştur. LORD CARNARVON kişilik bakımından aslında yalnız İngiltere'nin yetiştirdigi bir sportmen ve sanat koleksiyoncusu, centilmen ve dünya gezgini, iş alanında gerçekçi, duyguda romantik bir adamdır. Cambridge'de Trinity kolejinin ögren­ cisiyken bir gün, odasının aslında güzel olan lambrilerini sonradan sürülmüş olan çirkin boyalardan, kendi parasıyla temizletmeyi önermişti. Daha genç bir çocuk­ ken antikacı dükkanıarını dolaşırdı; yetişkinliginde de büyük bir merak ve anla­ yışla eski gravürler ve desenleri topladı. Aynı zamanda bütün at yarışlarının sü­ rekli ziyaretçisiydi. Çok iyi bir nişancı oluncaya dek çalıştı. Su sporlarına ken­ dini verdi -daha yirmi üç yaşındayken büyük bir mirasa konmuştu- ve dün­ ya çevresini yelkenle dolaştı. İngiltere'de ruhsat alan üçüncü otomobilci oydu. Otomobil sporu onda bir tutku halindeydi. Bu merak onun yaşamına önemli bir dönüm noktası getirecekti. 1900 yılında Almanya' da Bad Langenschwalbach yo­ lunda bir otomobil kazası geçirdi. Arabası takla attı ve aldıgı yaralar yüzünden ge­ ri kalan tüm yaşamınca solunum darlıgından kurtulamadı. Bu yüzden artık kışın İngiltere'de kalmaya dayanamıyordu. Onun için 1 903'te ilk kez Mısır'ın yumuşak iklimine gitti. Oradaki kazı alanlarında birçok heyetlerle buluştu. O zamana dek hedefsiz ve ödevsiz olan bu zengin, bagımsız insan bu çalışmalarda, kendisinin bütün spor zevklerine verdigi degeri sanada ciddi biçimde ugraşma istegiyle tam bir kaynaştırma olanagını gördü. 1 906'da o da kendi başına kazıya başladı. Fakat daha o kış bilgilerinin buna yetmeyecegini anladı. Profesör Maspero'dan akıl da­ nıştı, o da kendisine genç Howard Carter'ı salık verdi.


HOWARD CARTER lUT-ENKH-AMUN'U BULUYOR

135

Bu iki adamın birlikte çalışması olağa­ nüstü bir talih işi oldu. Howard Carter, Lord Carnarvon'un kusursuz bir tamamlayıcısıy­ dı. Geniş bilgiye sahip bir bilgindi ve daha Carnarvon kendisine kazılarının başkanlığı­ nı vermeden önce Petrie ve Davis'in yanla­ rında önemli uygulamaya dönük deneyim­ ler edinmişti. Her ne kadar birkaç eleştirici onun gereğinden çok kılı kırk yarıcı olduğu­ nu söylerse de, o hayalsiz, kupkuru bir ger­ çekler araştırıcısı olmaktan uzaktı. Pratik ka­ rakterliydi ama gerektiği zaman korkusuz hatta sakınmasızdı. Bunu 1 9 1 6 yılındaki se­ rüveni gösterir. Howard Carter Kısa bir tatil için Luksor'da bulunuyor­ (1873-1 939) du. Bir gün köyün ihtiyarları büyük bir te­ laş içinde yanına geldiler ve yardım etmesi için yalvardılar. Savaşın Luksor'da bi­ le duyulan zorunlulukları yüzünden memurların sayısı çok azalmıştı. Denetim ve polisin gözetimi zayıflamış ve Abdülresul'ün yaman torunları arasında mezar soygunculuğu yeniden almış yürümüştü. Bu soygunculardan bir grup tepenin ba­ tı yamacında, "Krallar Vadisi"nin üst yanında bir şeyler bulmuşlardı. Rakip bir grup bunu duyar duymaz umulan hazinelerden pay almak için hemen ayaklan­ mıştı. Bundan sonra olanlar kötü bir sinema filmine benziyordu. İki çete arasında savaş olmuştu. Birinci grup baskına uğramış, yenilmiş ve ko­ valanmıştı ama yeniden kanlı dövüşlerin olmasından korkuluyordu. Tatilde bu­ lunduğu ve bu işte en küçük bir sorumluluğu olmadığı halde Carter harekete geç­ meye karar verdi. Şimdi kendisinden dinleyelim: "Akşam oluyordu. Çarçabuk, seferberlikten kurtulmuş birkaç işçi topladım, gerekli hazırlıkları yaparak - olay yerine doğru yola çıktım. Bunun için ay ışı­ ğında, Kuma tepelerinde 600 metre yüksekliğe tırmanmak gerekti. Olay sah­ nesine vardığımız ve kılavuzumuz bana dimdik bir kayadan aşağı sarkan ipin ucunu gösterdiği zaman gece yarısı olmuştu. Kulak verdiğimizde haydutların çalıştıklarını çok iyi duyabiliyorduk. Önce onların kaçmamaları için ipi kes­ tim. Sonra belime iyi ve sağlam bir ip bağladım, kayadan aşağı kendimi sa­ lıverdim. Gece yarısı harıl harıl çalışan haydutların yuvasına bir iple inmek, hayli zevkli bir eğlenceydi. İş başında sekiz kişi vardı. Aşağı indiğim zaman hiç de hoş olmayan birkaç saniye geçti. Onlara ya benim iple yukarı çıkma, ya da ipsiz olarak orada kalmadan birini beğenmelerini önerdim, sonunda akıllarını başlarına topladılar ve çekilip gittiler. Gecenin geri kalan bölümünü orada ge­ çirdim . . . " Bu gösterişsiz, hemen hemen kuru, durumun tehlikesi şöylece acı bir alay şek­ linde sezilip geçen anlatımı insan kendi hayaliyle bütünlemelidir ki, tam anla­ mıyla gözüpek bir arkeoloğun kimliğini gözünün önüne getirebilsin. Şunu da


1 36

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

söyleyelim ki, eger Carter bıraksaydı, haydutlar düş kırıklıgına ugrayacaklardı. Buluntunun, aslında, herhalde Kraliçe Haçepsut için yapılmış bir mezar oldugu anlaşıldı: İçinde define filan yoktu; yalnızca bitirilmemiş, kristalli kumtaşından bir lahit bulunuyordu. CARNARVON'LA Howard Carter birlikte işe giriştiler. Ancak 1 9 1 7 sonbaharında onlara başarı vaat edecek ölçüde çalışma izni verildi. O zaman bilimler tarihin­ de daha önce de sık sık gördügümüz bir şey oldu: Bazen mutlu bir ilham, buluşun yapılabilecegi küçük bir alanın sınırlarını hemen çizdiriverir. Ama ardından dış koşullar, eleştirici akıl yürütmeler, çekinmeler, kuşkular, hepsinden çok da "teknik görüşler" işi frenler, o da bu yüzden geri kalır, hatta neredeyse çıkınaza girer. Kazıcıların ilklerinden biri, Napolili Cavaliere Alcubierre böyle bir talihe 6 Nisan 1 748' de Pompei'nin tam ortasına rastlamıştı da sonra sabırsızlıgı yüzünden kazdıgı yerleri tekrar doldurup başka bir yerde yeniden işe başlamamış mıydı? Ancak yıllarca sonra ilk kürek daldırdıgı yerin dogru oldugunu anlamarn ış mıydı? Carnarvon'la Carter önlerinde "Krallar Vadisi"ni görüyorlardı. Onlardan ön­ ce düzinelercesi burasını kazınıştı ama bir tanesi bile tam raporlar ya da hiç de­ gitse planlar bırakmış degildi. Onun için moloz tepeleri yapay ay dagları gibi yan yana yıgılmış duruyordu. Aralarında da bulunup açılmış mezarların kapıları var­ dı. Planlı bir biçimde, ta kaya zemine kadar kazmaktan başka çare yoktu. Carter, Il. Ramses, Merenptah ve IV. Ramses'in mezarlarını birleştiren bir üçgenin içinde kazınayı önerdi. Sonradan şöyle yazmıştı: "Sonradan övünüyor demelerini göze alarak şunu bildireyim ki, bir kralın mezarını bulacagımızı kesin olarak ummak­ taydık. Bu kral Tut-enkh-Amun'du!" Baştan başa kazılıp altüst edilmiş "Vadi"yi göz önüne getirince, insanın bu sö­ ze neredeyse inanmayacagı gelir. Hele iki kazıcıyı bu umuda düşüren şeyin son derece önemsiz oldugunu ve bütün meslek dünyasının "Krallar Vadisi"nde bu­ luşlar çagının artık geçtigini kesin olarak kabul ettigini düşününce bu söz çok cü­ redi gelir. Tam yüz yıl önce Belzoni, I. Ramses, I. Sethos, Eje ve Mentu-her-Khop­ şefin mezarlarını boşalttıktan sonra, "Biban-el Mültlk Vadisi'nde benim az önceki buluşlarımla ögrenilenlerden başka mezar olmadıgına kesin olarak ina­ nıyorum. Çünkü buradan ayrılmadan önce ben, bütün kıt güçlerimi bir me­ zar daha bulmak için zorladım ama başarısız kaldı. Benim araştırmalarımla il­ gisi olmayan, İngiliz Konsolosu Bay Salt da, ben ayrıldıktan sonra dört ay ora­ da kalmış ve benim gibi bir mezar daha bulmak için boşuna ugraşmıştır," di­ ye yazmıştı. Belzoni'den yirmi yedi yıl sonra, 1 844'te büyük Prusya ekspedis­ yonu geldi ve "Vadi"yi inceden ineeye ölçtü. Heyet ayrıldıgı zaman başkanla­ rı Richard Lepsius, burada bulunabilecek ne varsa hepsinin bulunmuş oldu­ gu düşüncesindeydi. Bu, bin dokuz yüz yılına dogru Loret'nin, hemen on­ dan sonra da Davis'in yeni mezarlar bulmalarına engel olmadı. Fakat artık "Vadi" deki her kum tanecigi, sözcügün tam anlamıyla üç kez elenmiş ve altüst edilmişti. Maspero eski eserler bölümü başkanı olarak Lord Carnarvon için ka-


HOWARD CARTER nJT-ENKH-AMUN'U BULUYOR

1 37

zı ayrıcalığı belgesini imzaladığı sırada, öteki bilginler gibi o da bu iznin aslın­ da gereksiz olduğu kanısını saklamadı. Ona göre de "Vadi"de artık bulunacak bir şey kalmamıştı. Peki ama Carter'a, yine de bir mezar hatta herhangi bir mezar değil de belir­ li birininicini bulma umudunu veren neydi? Davis'in bulduklarını kendi gözüyle görmüştü. Bunların arasında, -bir kayanın altında bulunan- üzerinde Tut-enkh­ Amun'un adı yazılı fayans bir kupa da ele geçmişti. Çok yakınındaki bir yeral­ tı mezarında da kırık bir tahta sandık bulunmuştu. Bu sandığın üzerinde tek tük kalan altın varak parçacıklarında da yine Tut-enkh-Amun'un adı vardı. Davis bu yeraltı mezarının bu kralın son dinlenme yeri olduğunu hiçbir temele dayanma­ dan öne sürüvermişti. Carter bunlardan başka bir sonuç çıkardı. Davis'in ilk in­ celemede önemi tam olarak anlaşılamayan, üçüncü bir buluntusu bu düşüncesini daha da güçlendirdi. Bunlar görünüşte önemsiz seramik kırıkları ile bez sargılar­ la dolu ve bir kaya kovuğuna konmuş toprak kaplardı. New York "Metropolitan Museum of Art"ta yapılan yeni incelemede, ansızın bunların Tut-enkh-Amun'un çok çapraşık cenaze töreni ve gömme ayininde kullanılan malzemenin saklanmış artıkları olduğu ortaya çıktı. Bu da yetmedi; sonunda Ekhnaton'un, kat1r kralın mumyasının saklı olduğu yeri bulduğu zaman Davis'in eline Tut-enkh-Amun'un birçok balçık mühürleri geçti. Bütün bunlar belki önemli bir kanıt olarak görülebilir. Görünüşe bakılırsa Carter'ın o zamana dek bütün başarısızlıklara karşın bu bulgulara bakarak Tut­ enkh-Amun'un mezarının bu parçaların yakınında bir yerde, şu halde "Vadi"nin ortasında bulunması sonucunu çıkarması haklı görünür. Ama o zamandan be­ ri üç bin yıl geçmiş olduğunu düşünelim, mezarlarda bulunan her şeyin haydut­ lar ve papazlar tarafından taşındığını ve en azından başlangıçta çoğu bilgisiz ar­ keologların eşelemelerini ve zarar vermelerini göz önünde tutalım. Carter'ın dört "kanıtı" birkaç altın levhacık, bir fayans kupa, birkaç pişmiş toprak kap ve bir-iki mühürden oluşuyordu. Bunlara Tut-enkh-Amun'un mezarını bulmak umudu­ nu, içgüdüden gelme bir güvenle bağlamak için insanın kendi talibine akıl almaz bir güveni olması gerekir. Carnarvon ile Carter kazıya başladılar ve bir kış çalışarak, işaret ettikleri üç­ genin içinde üst tabakanın en büyük bölümünü kaldırdılar ve VI. Ramses'in açık mezarının giriş yerine doğru ilerlediler. "Burada bir sıra işçi kulübesine rastladık. Bunlar 'Vadi' de hep yakında bir mezar olduğunu gösteren iri çakmaktaşı yumru­ larından bir yığınının üzerine kurulmuştu." Bundan sonra olan, eğer birçok yıl içinde olup biten şeylere kısaltarak baka­ cak olursak, çok coşku vericidir. Başlanmış olan yönde çalışmayı sürdürmenin tu­ ristlerin görmeyi çok istedikleri Ramses mezarının yolunu keseceği düşüncesi, ka­ zıcıların buradaki çalışmayı daha uygun bir zamana bırakmalarına neden oldu. Böylece ı 9 ı 9- ı 920 kışının yarısında yalnız VI. Ramses mezarının girişi yanında kazı yaptılar ve orada küçük bir kovukta gerçekten oldukça önemli ölü gömme gereç parçaları buldular. Carter, "Gerçek bir buluntuya, vadideki bütün çalışma­ larımızda hiçbir zaman bu denli yakınlaşmamıştık," diye yazmıştı.


1 38

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Artık üçgenlerini, üzerinde işçi kulübelerinin bulundugu küçük bir parçaya dek, Petrie'nin dedigi gibi, "kazımışlardı. " Ama yine bu parçayı bıraktılar; yine bambaşka bir yerde III. Thutmosis'in mezarına dogru giden küçük bir yan vadi­ de kazı yaptılar ve "degerli denebilecek bir şey" bulamadan bu işi iki kış sürdür­ düler. Bu kez baş başa verdiler ve bu yıllarca çalışıp nispeten bu kadar az şey elde et­ tikleri kazılarını büsbütün başka bir yere taşıyıp taşımamayı gerçekten düşündü­ ler! Yalnız işçi kulübeleriyle çakmaktaşı yumrularının bulundugu VI. Ramses'in mezarının etegindeki yer hala araştırılınadan duruyordu. Uzun kararsızlıklardan ve birçok kez vazgeçilen kararlardan sonra, yalnız tek ve gerçekten sonuncu bir kışı daha buraya baglamak düşüncesinde birleştiler. Sonra "Vadi"nin tam altı kış önce işaret etmiş oldukları noktasına kazınayı vurdular: Kulübelerin ve çakmaktaşlarının bulundugu yere! Sonunda, altı yıl bo­ yunca yapabilecekleri bu işi yapınca, yani işçi kulübelerini kaldırınca, daha kaz­ ınayı vurur vurmaz, Tut-enkh-Amun'un mezarının girişini buldular; Mısır'ın en zengin kral mezarının! Carter şöyle yazar: " . . . Bu buluşun böyle birdenbire oluşu bana bir çeşit uyuşukluk verdi; ertesi ay da öyle olaylarla doluydu ki, düşünmeye hemen hemen vakit bulamadım. " 3 Kasım 1 922'de Carter -Lord Carnarvon o sırada lngiltere'deydi- işçi kulü­ belerini yıkınaya başladı. (Bunlar XX. sülale zamanı kulübelerinin kalıntılarıydı. ) Ertesi sabah ilk kulübenin altında bir taş merdiven basamagı bulundu. S Kasım ögleden sonra, bir mezarın girişinin bulundugundan hiç kuşku kalmayacak den­ li moloz kaldırılmıştı. Ama bu mezar belki tamamlanmamış, kullanılmamıştı! Belki de içinde bir mumya varsa da, bütün öteki mezarlar gibi saygısızca soyulmuştu! Kötümser gö­ rüşlerin hiçbirini eksik bırakmamak için, eger varsa mumya yalnızca bir saray adamının ya da bir papazın olamaz mıydı? İş ilediyor ve Carter'ın heyecanı artıyordu. Malazdan birbiri ardı sıra basa­ maklar çıktı. Sonunda, Mısır'ın birden geliveren akşam karanlıgı bastıgı sırada, on ikinci basamak ortaya çıktı ve, "Kapalı, üzeri sıvanmış ve mühürlü bir kapı­ nın üst yanı görüldü." "Mühürlü bir kapı. . . demek dogruydu . . . Bu bir kazıcıyı iliklerine dek ürper­ tebilecek bir andı." Carter mühürleri inceledi. Bunlar kral ölüleri kentinindi. Bu durumda kapı­ nın ardında en azından çok yüksek düzeyden bir kişi yatmaktaydı. İşçi kulübe­ leri XX. sülaleden beri giriş yerini kapadıgına göre, mezar hiç degilse o zaman­ dan beri soyulmadan kalmış olacaktı! Coşkusundan içi içine sıgmayan Carter kapıda, bir "elektrik lambası girebilecek büyüklükte" bir gözedeme deligi açtı­ gı zaman kapının ardındaki galerinin bütünüyle malazla doldurulmuş oldugu­ nu gördü. Mezarın ne denli güvenli bir biçimde korundugunun ikinci inandı­ rıcı kanıtı! Carter, en güvenilir işçilerini bekçi olarak bıraktıktan sonra, ay ışıgındaki "Vadi" deki eve dönerken kararsızlık içindeydi. Göz deliginden baktıgında, "Her


HOWARD CARTER lUT-ENKH-AMUN'U BULUYOR

1 39

şey, tam anlamıyla her şey bu koridorun ardında bulunabilirdi. Kapıyı yıkıp he­ men araştırınayı sürdürmernek için kendimi zor yenebildim," diye not etmişti. Şimdi katın eve dogru yol alırken özlemiyle, sabırsızlıgıyla ve kendisine, çok bü­ yük bir buluşla karşı karşıya oldugunu söyleyen kendi sesiyle savaşıyordu. Altı yıl boşuna ugraştıktan sonra artık büyük buluntuya kavuşan kaşifin, mezarı yeni­ den örtmeye, dostu ve koruyucusu Lord Carnarvon'un gelmesini beklerneye ka­ rar vermesi hayranlıga deger. 6 Kasım sabahı şu telgrafı çekti: "Sonunda vadide olaganüstü bir şey buldum; mührü bozulmamış görkemli bir mezar; siz gelinceye dek yeniden kapadım. Kutlarım. " Ayın sekizinde iki karşılık geldi: "Mümkün olursa hemen gelecegim. " "20'de İskenderiye'ye varacagımı sanıyorum! " 2 3 Kasım'da Lord Carnarvon kızıyla birlikte Luksor'a vardı. O n beş günü aş­ kın süre Carter, sabırsızlıktan içi içine sıgmayarak, beklemenin ateşiyle yana ya­ na, yeniden örttügü mezarın karşısında işsiz güçsüz oturmak zorunda kalmıştı. Daha basamakların bulunuşunun ikinci günü ardı arkası kesilmeyen bir kutla­ ma selidir akınaya başlamıştı. Ama neyi kutlama? Hangi buluşu, nasıl bir mezar için? Carter bunu bilmiyordu. Eger iki karış daha kazsaydı Tut-enkh-Amun'un apaçık ve belli mührüne rastlayacaktı. "Daha rahat uyuyacaktım ve yaklaşık üç haftalık kararsızlıktan kurtulacaktım ! " der. 24 KASIM ögleden sonra işçiler bütün merdiveni ortaya çıkardılar. Carter on yedi basamak indi ve karşısında mühürlü kapıyı gördü. Şimdi mühürleri ve Tut-enkh­ Amun'un adını açıkça görüyorrlu ama gördügü başka bir şey de vardı: Gözünün önünde, hemen bütün kral mezarlarını bulanların görmek zorunda kaldıkları bir şey vardı. Burada da kendinden önce davrananlar olmuştu, buraya da soyguncu­ lar girmişti. "Şimdi bütün kapı aydınlıga çıktıgı için, o zamana dek gözüroüzden kaçan bir şeyi görebildik Kapının bir bölümü üst üste iki kez açılmış ve yeniden kapatıl­ mıştı. Bundan başka ilk gördügümüz mühür, çakalla dokuz tutsak, bu açılıp ye­ niden kapatılan bölüme basılmıştır. Tut-enkh-Amun'unki ise ilk halinde kalmış olan yerdeydi ve buna göre de mezarı başlangıçta güvenlik altına alan da buy­ du. Bu durumda, mezar, umdugumuz gibi bütünüyle el degmemiş halde değildi. Soyguncular buraya girmişlerdi, hem de bir kez degil! . . . Üzerinde bulunan kulü­ belere bakılacak olursa bunlar VI. Ramses'ten daha geç olmayan bir zamanın soy­ guncularıydı; yalnız her şeyi çalıp götürmemiş olduklarını da mezarın yeniden mühürlenınesi gösteriyordu." Ama iş bununla da kalmadı. Carter'ın şaşkınlıgı ve güvensizligi arttıkça art­ tı. Merdivendeki son molozları da taşıttıgı zaman üzerlerinde Ekhnaton, Sakeres ve Tut-enkh-Amun'un adları bulunan seramik kırıkları buldu, III. Thutmosis'in bir skarabesi, III. Amenophis'in olan başka birinin bir parçası eline geçti. Bu ka­ dar bol kral adından, bütün umutlara karşın yine de tek bir mezar degil, birçok­ ları için yapılmış bir saklama yerinin bulunmuş oldugundan başka bir sonuç çı­ karılabilir miydi?


TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

1 40

4- •

- - 4,0S- - - • yiik. S,60 M

s.ııdubK'"

yükaldijl %,7S M

ı

ı ı 8

Altın u? �nduka :

'

!

ı

Ön oda

. s,so. - -

'

.

' '-----....----.-ı...;:.:ı.._-=:.::..:..:.:::;

' ı ı ıı ı

' * .o ' ' ı ı

+

t Uazin� odası

....______.

ı

- yak. 4,00 M -

E

� i .

+

� t'

�'

s;nf r ıııerd

..ı,60•

ni

Ei'ı:·r-3 Dwar m Miilıürlii lcapııar Ölt"' 'a \.! ıa'=iı ' &3t::::iıı ' _., Moıro

Tut-enkh-Amun'un mezarının planı: Howard Carter 1 Arthur C. Mace; The Tomb of Tut-ankh-amen 1. cilt, Londra.

Bunun ancak kapının açılması ortaya koyabilecekti. Ertesi gün hep bu işle ug­ raşıldı. Carter'ın küçük delikten görebildigi gibi, arkada molozla dolu bir galeri vardı. Bu molozların çeşitliliği, haydutların nereden omuz sıgacak genişlikte bir tünel açarak girdikleri ve sonra bu yolun nasıl doldurulmuş oldugunu açıkça gös­ teriyordu. Günlerce çalışmadan sonra kazıcılar, aşagı yukarı on metre ileride ikinci bir kapıya rastladılar. Burada da Tut-enkh-Amun'un ve kral ölüleri kentinin müh­ rünü buldular. Uygunsuz konukların nereden girmiş oldukları burada da görü­ lüyordu. Açılan bölürnlerin, yakında bulunan Ekhnaton'un mumyasının saklan­ dıgı yere benzeyişi yüzünden Carter'la Carnarvon, mezar yerine bir saklama ye­ ri bulduklarına artık oldukça kesin olarak inanıyorlardı. Daha önce soyguncula­ rın ugradıkları ortada olan böyle bir saklama yerinden artık pek bir şey beklene­ bilir miydi?


HOWARD CARTER IDT-ENKH-AMUN'U BULUYOR

141

Umutları azalmıştı. Ama kapının önündeki moloz kaldırıldıkça heyecan yine de arttı. Carter, "Ellerimiz titreyerek üst yukarı köşede küçük bir delik açtık," diye yazar. Carter bir demir çubuk aldı ve delikten içeri soktu! Demir boşluga rastgeldi. Birkaç alev denemesi yaptılar; herhangi bir gazın bulunmadıgı anlaşıldı. Sonra deligi büyüttüler. Şimdi hepsi buraya yıgılmışlardı: Lord Carnarvon, kızı Lady Evelin ve yeni bu­ luntu haberini alır almaz, hemen gelmiş olan ejiptolog Arthur Callender. Carter sinirli bir hareketle bir kibrit çıkardı, bir m um u yaktı ve delige soktu. Eline hakim olamıyordu. Bekleyiş ve meraktan titreyerek, sonunda içeriye bir göz atabilmek için, başını delige yaklaştırdıgı zaman içerden dışarıya kaçan sıcak hava mumun alevini titretti. Carter ilk bakışta bir şey göremedi. Fakat gözü sönük ışıga alı­ şınca önce ilk konturları, sonra gölgeleri, sonunda renkleri seçebildi. tkinci mü­ hürlü kapının ardındaki yerde nelerin bulundugunu gittikçe daha açıkça görme­ ye başlayınca, o zaman hayranlıgından bagıramadı, tersine sesi bile çıkmadı . . . Yanındakiler için sonsuz gelen bir süre geçti. Derken Carnarvon bu duraksamaya fazla dayanamadı, sordu: "Bir şey görüyor musunuz?" Carter derin bir coşkuyla sanki büyülenmiş gibi karşılık verdi: "Evet, olaga­ nüstü şeyler! " "KUŞKUSUZ kazılar tarihinde bundan önce hiç kimse, şimdi bizim elektrik lam­ bamızın ışıgının gösterdigi gibi olaganüstü şeyler görmemiştir." Arkeologun ilk coşkusu geçtikten ve hepsi birbiri ardı sıra sakin sakin delikten baktıktan sonra böyle yazıyordu. 27 Kasım'da kapıyı açtıkları zaman bu söz tam dogrulandı. Şimdi güçlü bir elektrik lambasının ışıgı, altın sedyelerin, altın tah­ tın üzerinde titreşen parıltılar; iki büyük siyah heykelin, sumermerinden vazola­ rın garip sandıkların üstünde mat yansımalar uyandırıyor, duvarlara tuhaf hay­ van başlarının egri bügrü gölgelerini vurduruyordu. Sandıklardan birinden sar­ kan altın bir yılan dilini çıkarıyordu. tki heykel karşı karşıya, nöbetçiler gibi "al­ tın peştemalları, sandalları, topuz ve asaları, alınlarında pırıl pırıl kutsal yılanla­ rıyla" duruyorlardı. Bir bakışta baştan aşagı görmek olanaksız bu görkemin arasında canlıların iz­ lerini de buldular: Kapının yanında duran bir kandil, şurada boyalı bir yerde par­ mak izleri, eşikte veda selamı olarak bırakılmış çiçeklerden bir çelenk. Böyle ölü görkem ve canlı izler arasında Carnarvon'la Carter'ın akıllarına şu gerçeğin gelmesi için epey zaman geçti; buradaki, bir müze dolduracak denli çok degerli hazineler arasında ne bir lahit ne de bir mumya görülüyordu. Acaba bir­ çok kez ileri sürülen soru -mezar mı, saklama yeri mi?- tekrar ortaya mı çıkı­ yordu? O zaman, bakışlarını ilk kez sistemli bir biçimde duvarlar üzerinde gezdirin­ ce, her iki kral nöbetçisinin arasında üçüncü bir mühürlü kapının bulunduğunu gördüler. "Oda oda içinde, her biri gördügümüz ilki gibi eşya ile dolu! düşünce­ si aklımızdan geçti ve bizi soluksuz bıraktı." 27 Kasım' da, Callender'ın bu arada yerleştirmiş oldugu elektrik lambalarının ışıgı altında, üçüncü kapıyı inceledikle-


1 42

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

rinde tam zeminin üstüne gelen yerinde, hala mühürlü, fakat mührü asıl kapıda­ kinden daha yeni olan kapalı bir delik gördüler. Soyguncular buraya da girmişler­ di. Acaba bu ikinci oda ya da ikinci galeride neler vardı? Mumya bu kapının arka­ sında mıydı? Örselenmiş miydi? Burada gizemli olan bazı şeyler vardı: Yalnız bu mezarın planı bütün ötekilerden ayrılmakla kalmıyordu; daha ilginci soyguncula­ rın bu kapının önünde, ellerinin altında bulunanları almadan üçüncü kapıyı del­ mek uğraşına katlanmalarıydı. Acaba ön odadaki altın yığınının arasından geçe­ rek ne bulmak istiyorlardı? Carter bu şaşılacak hazine odasını gözden geçirdikçe, eşyalarda maddi değer­ lerinden daha büyük şeyler görüyordu. Bunlar araştırıcılara ne ipuçları vermezdil Burada Mısır'ın sayısız kullanma, lüks, din eşyası toplanmıştı. Bunlardan bir te­ ki bile arkeologlar için bütün bir kazı kışının yorgunluğunu bol bol ödemeye ye­ terdi. Bundan başka, Mısır sanatının belirli bir dönemi burada öyle güç ve canlı­ lıkla kendini gösteriyordu ki Carter şöyle bir bakışta hemen şu düşüneeye vardı: Bunların tam incelenmesi, "eski düşüncelerin bütünüyle altüst olmasını değilse bile değişmesini sağlayacaktı." Çok geçmeden yeni ve önemli bir şey daha buldular. İçlerinden biri büyük sedyelerden birinin altına merakla baktığı sırada küçük bir delik gördü. Ötekilere seslendi, sürünerek deliğİn yanına geldiler ve bir elektrik lambası tuttular. Ön odadan daha küçük bir yan oda gördüler. Burası da her çeşit kullanma eşyası ve değerli mallada dolu, hatta tıklım tıklım doluydu. Anlaşılan bu oda soyguncula­ rın ziyaretinden sonra düzene konmamıştı. (Görünüşe bakılırsa ön oda da öy­ leydi ya! ) Burayı karıştıran haydut "işini bir deprem gibi esaslı tutmuştu" (bura­ da yine aynı soru ortaya çıktı: "Soyguncular eşyayı karıştırmışlar, açıkça anlaşıldı­ ğı gibi bazı parçaları yan odadan ön odaya atmışlardı, bazısını hırpalamışlar, kır­ mışlardı. Ama son derece azını çalmışlardı. - Hatta ikinci kapıdan sonra hemen ellerine düşmüş olanları bile almamışlardı! Çok erken mi yakalanmışlardı acaba? Bu buluşa dek ön odaya girebiimiş olanların hepsi sarhoş gibiydiler. Bu gö­ rüntü karşısında düşünceleri doğal olarak işlememişti. Şimdi, yan odada olarıla­ rı görünce ve bu üçüncü mühürlü kapının ardında daha neler bulunabileceğini düşününce, nasıl büyük bir bilimsel ödev yüklendiklerini, nasıl bir emek ve orga­ nizasyona gereksinme duyduklarını açıkça anladılar. Çünkü bu buluntuyu -yal­ nız o ana kadar elde etmiş olduklarını bile- bir kazı kışında değerlendirmeye ola­ nak yoktu.


17. BÖLÜM

Altın Duvar

Ş

lMDl Carnarvon'la Carter'ın az önce açtıkları mezarı tekrar örtmeye karar verdiklerini duyarsak bu, eski eli çabuk kazıcıların çarçabuk açıp ne var ne yoksa topladıkları kazı yerlerini hemen örtmelerinden başka bir anlam taşır. Tut-enkh-Amun'un bu buluntusundaki çalışmalar (henüz mezar üzerine ke­ sin bir bilgi yoktu) ilk dakikadan beri, örnek olacak denli iyi düşünülerek plan­ lanmıştı - yalnız şunu da göz önünde tutmak gerektir ki, daha az sansasyonel bir buluntuda, bu kez her yandan akan yardım kaynaklarını sağlamak da mümkün olamazdı. Carter şunu açıkça görüyordu: Hemen acele bir çalışmaya başlamamalıydı. Bütün eşyanın aslında durdukları yerlerin tam olarak saptanması önemli olmak­ la birlikte (zamanın saptanması ve başka dayanakların bulunuşu için) birçok eş­ yanın ve değerli malların, dokunulur dokunulmaz (ya da daha önce) bozulma­ maları için konserve edilmeleri de gerekliydi. Bunun için de, böylesine büyük bir buluntuda bol bol koruyucu kimyasal maddeler ve ambalaj malzemesinin depo edilmesi gerekiyordu. En iyi koruma yöntemleri için uzmanların görüşleri alın­ malıydı. Önemli, fakat ele alındığı zaman dağılması olası maddelerin çarçabuk analizi için bir laboratuvar kurulmalıydı. Böyle buluntuların yalnızca katalogla­ rının yapılması için büyük bir organizasyona gerek vardı. Bütün bunlar, buluntu yerinde sağlanamayacak önlemleri zorunlu kılıyordu. Carnarvon'un İngiltere'ye, Carter'ın da hiç değilse Kahire'ye gitmesi gerekmekteydi. Mısır tarihinin büyük soyguncular bölümünü öğrenmiş olup da hala, zama­ nımııda bu bölümün kapanmamış olduğundan kuşku duyan varsa, Carter'ın 3 Aralık'ta mezarı tekrar örtmeye karar vermesi ona bunu öğretmelidir. Çünkü Carter -her ne kadar Callender'ı bekçi olarak bırakıyorsa da- meza­ rı Abdülresul'ün modern torunlarının her türlü saldırısından korumak için bu­ nu tek çare olarak görüyordu. Üstelik Kahire'ye varır varmaz iç kapı için ağır bir demir parmaklık da ısmarladı. Bu dev Mısır kazısının ne denli özenli ve esaslı olarak ele alındığını, ilk an­ dan beri bütün dünyadan yapılan, çoğu çıkar düşüncesinden bütünüyle uzak yar­ dımlar çok iyi gösterir. Carter sonradan, kendisine yapılan birçok kapsamlı yar-


1 44

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

dımlara, yerinde olarak, şükranını bildirmiştir. Buna, işçilerin yerli arnele başının kendisi kazı yerinden ayrıyken göndermiş olduğu bir mektubun kopyası ile baş­ lamaktadır. Yalnızca aydınların yardımını övmüş olmamak için biz de bunu ve­ riyoruz: Mr. Howard Carter Karnak, Luksor 5 Ağustos 1 923

Saygıdeğer efendim, Bu mektubu sağlıklı olmanız umuduyla yazmayı dilerim ve Yüce Yaradan 'dan sizi korumasını ve güvenceyle bize geri vermesini dilerim. Efendimize haber vermeyi dilerim ki erzak arnbarı No. 23 iyi durumda­ dır. Hazine iyi durumdadır. Kuzey arnbarı iyi durumdadır. Vadi ve ev iyi du­ rumdadır ve bütün işler saygıdeğer talimatınız gereğince devam etmektedir. Reis Hüseyin, Gas Hasan, Hasan Avad, Abdelad Ahmed ve evin bütün adamları size selamlarını göndermek isterler. Saygıdeğer size ve Lord'un bütün ailesi efradına ve Ingiltere'deki bütün dostlarımza selam ederim. Çok yakında gelmenize hasret çeken Çok itaatli hizmetkarınız Reis Ahmed Gurgar

Carter'ın sadece Teb'de komşu olarak çalışan heyete çekinerek sorması üzeri­ ne New York'taki "Metropolitan Museum of Art"ın Mısır bölümü şefi olan Albert Morton Lythgoe, fotoğrafçısı Harry Burton'u onun emrine verdi. Bununla ken­ disinin en değerli yardımcısını vermiş olan Lythgoe, Carter'ın telgrafını şöyle ya­ nıtlamıştı: "Size her türlü yardımdan yalnızca sevinirim. Burton ve heyetimi­ zin öteki üyelerine de istediğiniz işi verebilirsiniz." Bunun sonucu, Ressam Hall ve Hauser ile el Lischt piramitlerindeki çalışmaların şefi olan Arthur C. Mace'in Carter'ın yanına geçti. Kahire' den Devlet Kimya Kurumu Direktörü Alfred Lucas, üç aylık iznini onun emrine kullandı. Alan Gardiner yazıdan üzerine aldı, Şikago Üniversitesi'nden Profesör James H. Breasted, mühürlerin tarihsel anlamları üze­ rindeki bilgisini emirlerine vermek üzere koşup geldi. Sonradan - l l Kasım 1 925'te- Dr. Salih Harndi Bey ile Mısır Üniversitesi Anatomi Profesörü Douglas E. Derry mumyayı incelemeye başladılar. Alfred Lucas Mezarda Kimya konulu önemli bir eser yazdı. (Madenler, sıvı yağlar, katı yağlar, do­ kumalar. ) Percy E. Newberry mezardaki çiçek demetlerini inceledi ve aşağı yukarı 3300 yıl önceki çiçek türlerini saptadı. (Demet yapılmış çiçek ve meyvelerden Tut­ enkh-Amun'un gömüldüğü mevsimi bulabildi. Peygamberçiçeğinin ve pikrid'in çiçek açma, adamotunun -Tevrat'ta Süleyman'ın aşk şarkılarındaki "aşk elma­ sının"- ve itüzümünün meyvelerinin olgunlaşma zamanlarına dayanarak Tut­ enkh-Amun'un mart ortasıyla nisan sonu arasında mezara konduğunu söyleye­ bildi.)


ALTIN DUVAR

145

Bu birinci sınıf uzmanların (arkeolojiye bütünüyle uzak bilgi alanlarından olanların da) birlikte çalışması hiç kuşkusuz bu mezarın boşaltılması sırasında el­ de edilen bilimsel sonuçların bundan önce erişilememiş derecede büyük olması­ nı saglayacaktı. Artık çalışma başlayabilirdi. 16 Aralık'ta mezar yeniden açılmıştı. 1 8'inde fotografçı Burton ön odada ilk denemeleri yaptı ve ayın 27'sinde ilk par­ çalar dışarı çıkarıldı. KÖKLÜ çalışmalar zaman ister. Tut-enkh-Arnun'un mezarındaki çalışmalar birçok kış sürdü. Bunları tam olarak anlatmak bu kitaba sıgmaz. Biz Howard Carter'ın olaganüstü renkli raporundan yalnız en üstün noktaları alacagız. Yine böylece bulunan şeyleri anlatmak da olanaksızdır. Yalnız en güzellerinden birkaçı­ nı burada anmadan geçemeyecegiz. Örnegin bir tahta sandık, Mısır sanatının de­ gerli parçalarından biri. Bunun üzerine ince bir alçı sürülmüş ve her yüzüne re­ simler yapılmıştı. Bu resimlerde renklerin zenginlik ve parlaklıgı, desenierin ola­ ganüstü inceligiyle birleşmektedir. Av ve savaş sahnelerinin ayrıntıları öyle kusur­ suz bir kompozisyon anlayışıyla çizilmiştir ki, bunlar "lran minyatürlerinden bi­ le üstündür. " Bu sandık çeşitli eşya ile doluydu. Bilginierin işlerinde gösterdikleri titizliğe en güzel örnek, sandıgın dibine varmanın Carter'a üç haftalık agır ve çok ince bir çalışmaya mal oldugudur. Üç büyük sedye de bundan az önemli degildi. Bunların kullanılışiarı mezar re­ simlerinden biliniyordu ama şimdiye dek bir tanesi bile ele geçmemişti. Bunlar baş taraf yerine ayakuçları yüksek olan tuhaf eşyalardı; birincisi aslan başları, ikincisi inek başları, üçüncüsü de yarı suaygırı, yarı timsah bir başla süslüydü. Her üç sedyenin üzerine degerli eşya, silahlar ve elbiseler yıgılmıştı. En üstte arka­ lıgı öylesine süslü bir taht vardı ki Carter "hiç duraksamadan" bunun o zamana dek Mısır' da bulunan en güzel parça oldugunu ileri sürdü. Sonunda, parçalanmadan mezara sakulamayacak denli büyük dört arabayı da anmamız gerektir. Onun için bir zamanlar bunları testere ile parçalara ayırmış­ lardı. Soyguncular bunları bir kez daha karmakarışık etmişlerdi. Her dört araba da baştan aşagı altın kaplıydı; her yanları bütünüyle ya kakma süsler ve resimlerle ya da renkli cam ve taşlardan resimlerle süslenmişti. Yalnız ön odada altı-yedi yüz parça vardı. Sadece içeriden degil (en küçük bir hata yerine konamayacak şeyleri harap edebilirdi), dışardan da ne zorluklar çıktıgını ilerde görecegiz. 1 3 Mayıs'ta, 37 derecelik bir sıcaklıkta, rayları arkadan sökülüp öne yerleşti­ rilen bir dekovil üstünde otuz dört ambalaj sandıgı, bir buçuk kilometre aşagı­ ya, Nil' deki yük gemisine yollanmıştı. Bütün bu degerli şeyler üç bin yılı aşkın za­ man önce ters yönde bir tören alayıyla geçtikleri yoldan gidiyorlar! Yedi gün son­ ra Kahire' deydiler. Şubatın ortasında ön oda boşalmıştı. Hepsinin heyecanla bekledikleri iş için yer açılmıştı: İki nöbetçinin ortasındaki mühürlü kapı açılahilirdi artık. Bundan sonraki odanın mumyayı saklayıp saklamadıgını şimdi anlayacaklardı. 17 Şubat Cuma günü ö@eden sonra saat 2' de, hazır bulunmak onuruna layık görülen yirmi kişi ön odada toplanmıştı ama hiçbiri iki saat sonra görecegi şeyleri aklından biTM 1 0


1 46

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

le geçirmiyordu. Şimdiye dek taşınmış olan hazinelerden sonra artık daha önem­ li, daha degerli şeylerin ortaya çıkabilecegini düşünmek zordu. Ziyaretçiler -bun­ lar devlet büyükleri ile bilginlerdi- sık sandalye sıralarında yer aldılar. Carter, ka­ pı taşlarını rahatça sökebilmek için yaptırılan tahta basamagın üstüne çıkınca or­ talıga bir ölü sessizligi çöktü. Carter büyük bir dikkatle taşların en üstteki sırasını çıkarıp aldı. Bu iş za­ man istiyordu ve zordu. Çünkü taşların yerinden kurtulması, iç tarafa düşerek, eger kapının ardında bir şey varsa onu kırması ya da örselemesi tehlikesi vardı. Bundan başka bilim için önemli mühürleri de korumak istiyordu. llk delik açıldı; Carter şunu itiraf eder: "Her an durmak ve duvarın arkasına bakmak için içim­ den gelen zorlama, karşı durulur gibi degildi! '' Mace ile Callender ona yardım ettiler. Carter on dakika sonra, uzun bir ipe baglanmış olan elektrik lambasını isteyip delikten aşagıya sarkıtınca seyirciler ara­ sında hafif bir fısıldaşma başladı. Carter'ın gördükleri, her türlü umudun üstündeydi. Evet, hatta dehşet veri­ ciydi ama ilk bakışta bütünüyle anlaşılmaz bir şeydi de! Carter, karşısında parlak bir duvar görüyordu. Saga da sola da baktıgı zaman bunun sonunu göremiyordu. Bu şey bütün girişi kaplıyordu. Carter lambayı inebildiğince aşağı indirdi. So m al­ tından bir duvarın karşısındaydı. Elden geldigince çabuk birkaç taşı daha çıkardı. Şimdi ötekiler de altın pa­ rıltısını görüyorlardı. Taşlar birbiri ardınca indirilip altın duvar gittikçe daha çok ortaya çıkınca -Carter böyle yazıyor- "Korkulugun arkasındakilerin ugra­ dıkları heyecan ürpertilerini, tıpkı bir elektrik iletkeninden duyar gibi duyuyor­ duk. " Şimdi Carter, Mace ve Callender aynı zamanda, bu duvarın ne oldugunu an­ lamışlardı. Gerçekten tabut odasının kapısındaydılar. Duvar olarak gördükleri de alışılmadık büyüklükte, belki de o zamana dek bir insanın görmüş oldugu en de­ gerli ölü sandukasıydı. Herhalde içinde tabutları, mumya ve lahdini saklayan san­ dukal Kapıyı, tabut odasına girebilecek biçimde açmak için iki saatlik agır emek har­ cadılar. Eşikte, herhalde soyguncuların düşürmüş oldukları bir gerdanlıgın dagı­ nık taneleri bulununca, herkesin sabrını taşıma noktasına getirecek bir ara ver­ mek gerekti. İzleyiciler sabırsızlık içinde sandalyelerinde kıpırdaşıp dururken Carter, en büyükterin yanında en küçükleri bile önemsiz saymayan tam bir arke­ ologun sabrıyla taneleri teker teker topladı. Tabut odasının ön odadan yaklaşık bir metre derin oldugu anlaşıldı. Carter lambayı aldı ve aşagı indi. Evet bir sandukanın önündeydi. Sanduka o denli bü­ yüktü ki, hemen hemen bütün odayı dolduruyordu. Carter çevresini dolaşahil­ rnek için, duvarla sanduka arasında yalnızca 65 santimetrelik bir aralık kaldıgını gördü. Burada da dikkatli davranmak gerekiyordu, çünkü bu dar geçide baştan başa ölü armaganları konmuştu. Şimdi ilk olarak Lord Carnarvon'la Lacau onun peşinden gelebildiler. Önce agızlarından tek bir sözcük bile çıkmadı. Sonra sandukanın büyüklügünü kestir-


ALTIN DUVAR

1 47

diler. Daha sonra bunun tam ölçüleri alındı: 5,00 X 3,30 X 2,73 metre boyutların­ daydı. Sanduka gerçekten baştan aşağı altın kaplanmıştı. Yanlarına, üzerieri ölüyü koruyacak büyülü işaretlerle kaplı, parlak mavi fayanstan plaklar yerleştirilmişti. Şimdi her üçünün de içine çöken acı soru şuydu: Acaba soyguncular bu san­ dukaya girebilmişler miydi? Mumyayı hırpalamışlar mıydı? Carter, sandukanın doğudaki büyük kapılarının sürgülü, fakat mühürsüz olduğunu gördü. Titreyen elleriyle sürgüyü çekti ve gıcırdayan kapıları açtı. Karşılarında ikinci bir sanduka parıldadı. Bunun da kapıları sürmelenmişti ama bu sürgünün üzerinde bozulma­ mış mühürleri duruyordu. Üçü de duyulacak gibi derin bir soluk aldılar. Şimdiye dek soyguncular hep onlardan önce hedefe varmışlardı. Ama şimdi, mezarın en önemli bölümüne ilk gelenler onlardı. Mumyayı el değmemiş, üç bin yılı aşkın zaman önce konduğu gibi bulacaklardı. Kapıyı "olabildiğince hafif kapadılar." İç sandukanın üstünden sarkan soluk keten bezinden tabut örtüsünü görmüşlerdi. "Ölü kralın huzurunda bulunduğu­ muzu ve saygı göstermemiz gerektiğini hissediyorduk . . . " Bu anda, araştırmalarının en yüksek noktasında, bundan başka bir şey araştı­ racak durumda değildiler. Karşılarındaki o denli görkemliydi ki . . . Fakat bir da­ kika sonra yeni bir buluntuyla karşı karşıya geldiler. Tabut odasının öteki ucuna gittikleri zaman orada kendilerini büsbütün şa­ şırtan bir şey gördüler. İkinci, oldukça küçük bir odaya açılan alçak bir kapı var­ dı burada. Bu odada bulunan şeyleri bulundukları yerden toptan görebiliyorlar­ dı. Carter'ın o zamana dek bu mezarda görmüş olduklarından sonra şunu söyle­ mesinin ne demek olduğunu düşün­ ıneli bir kere: "Bir bakış bize, meza­ rın en büyük hazinesinin burada ol­ duğunu göstermeye yetti! " Ortada altından bir anıt parıldı­ yordu. Anıtın tüm görkemine karşın ondaki dört koruyucu tanrıçada öyle bir zariflik, doğallık ve canlılık, öylesi­ ne çok acıma, öyle bir bağışlanma di­ leyiş vardı ki, Carter anıların da, "İnsan onlara bakınca neredeyse kutsal bir yere saygısızlık ettiğini hissediyordu . . . . Utanmadan itiraf edeyim ki, bir tek sözcük bile söylemeye dilim varmıyor­ du," diye yazmıştı Tut-enkh-Amun 'un mezanndaki kanope'nin üzerinde yer alan dört tannsal bekçiden biri olan Seth. Başının üzerindeki akrep, bu bekçi tannçanın simgesiydi.


1 48

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Carter, Carnarvon ve Lacau agır agır geri döndüler; altın sandukanın çevresin­ de dolaşarak ön odaya gittiler. Şimdi ötekiler de girebilirlerdi. "Ön odadan onla­ rın teker teker kapıdan çıktıklarını izlemek çok ilginçti. Hepsinin gözleri parlıyor­ du, hepsi de birbiri ardı sıra, gördükleri harikaları sözle anlatmaya güçleri yetme­ yecek durumdaymışlar gibi ellerini kaldırıyorlardı." Ögleden sonra saat S' e dogru, mezara girdiklerinden üç saat sonra, hepsi yu­ karı çıktı. Henüz aydınlık olan güne kavuştukları zaman onlara, "Vadi bile degiş­ miş ve bambaşka bir ışık içinde gibi geldi." ARKEOLOJ1 tarihinin en büyük buluntusunun öteki incelemeleri birçok kış sür­

dü, yazık ki bunlardan birinci kış bütünüyle boşu boşuna geçti; Lord Carnarvon ölmüştü ve Mısır hükümetiyle imtiyazın uzatılınası ve buluntunun bölüşülme­ si üzerinde ciddi anlaşmazlıklar çıkmıştı. Derken uluslararası aracılıkla uygun bir anlaşmaya varıldı. lş sürebilirdi. 1 926-27 kışında en önemli adımlar atıldı: Altın sandukanın açılması, iç içe birçok degerli tabutların parçalara ayrılması ve Tut­ enkh-Amun'un mumyasının incelenmesi. Heyecan arayan kamuoyuna pek az sürprizler getiren, buna karşılık ejiptoloji bilimine birçok şeyler kazandıran bu çalışmalar da yine en üstün noktasına eriş­ ti. Bu, araştırıcıların otuz üç yüzyıl her ölürolünün gözünden uzak uyumuş ola­ nın yüzüne ilk olarak bakabildikleri andı. Ama bu o denli özlenen an, bu me­ zardaki biricik hayal kırıklıgını da getirdi. Çünkü en iyi mutluluk zinciri bile so­ nunda halkalarının birinden kopabilir. lş ön oda ile tabut odası arasındaki tugla duvarın kaldırılmasıyla başladı. Bundan sonra sıra ilk altın sandukanın sökülüp parçalanmasına geldi. Bunun içinde ikinci, ikincinin içinde üçüncü bir sanduka vardı. Carter artık tabuta rastlayacagını sanıyordu. Üçüncü sandukanın açılışını ve yeni buluntuyu şöyle betimler: "Coşkumu dizginleyerek üçüncü sandukanın açıl­ ması işine giriştim. Böylesine yorucu çalışmalarımızın bu meraklı anını yaşamım boyunca unutamayacagım. lpi kestim, degerli mührü aldım, sürgüyü çektim, ka­ pıları açtım ve . . . karşımıza dördüncü bir sanduka çıktı. Bu da ötekilere benziyor­ du ama üçüncüden daha görkemliydi ve daha güzel işlenmişti. Bir arkeolog için ne tanırolanamaz an. Yeniden bir bilinmeyenin karşısındaydık. Ya bu sanduka ne saklıyordu? Büyük bir heyecanla sonuncu ve mühürsüz kapıların sürgüsünü çek­ tim. Bütün sandukayı dolduran sarı kuvarsitten dev tabut, dindar eller henüz ka­ pamışçasına tertemiz karşımıza çıktı. Ne unutulmaz güzellikte bir görünüşü var­ dı. Bu güzelligi sandukaların altın parıltısı bir kat daha artıyordu. Lahdin ayaku­ cunda bir tanrıça, sanki kötülük için geleni kovmak istermiş gibi, kollarını ve ka­ natlarını germişti. Bu anlamı açık işaretin karşısında saygıyla durduk . . . " Yalnız sandukaların mezar odasından taşınması, seksen günlük bir çalışma ile olabildi. Dört sandukanın birden, aşagı yukarı seksen parçası vardı. Her parça da agır, taşınması zor ve son derece kırılgandı. Carter'ın, bu sökme ustasının, bir zamanlar sandukaları birleştirmiş olanların işlerinde kusur bulmasında, bu yücelikler yanında görmeden geçilemeyecek bir


ALTIN DUVAR

1 49

gariplik vardır. Sandukaları yapan ve kurulmalarından önce her parçaya numara ve yön işaretleri koyan işçilerin ustalıklarına hayran kalırken, öte yandan bunların montajını, yapanları ayıplar. "Kurma işi, anlaşılan, acele ile ve beceriksiz adamlar tarafından yapılmıştı, çünkü parçalar birbirine karıştırılmıştı; bu yüzden de ana yönlere göre yerleştirilişleri ters olmuştu. Sanduka kapıları Dogu yerine Batı'ya açılıyordu, ayakucu da Batı yerine Dogu'ya dönüktü. Haydi bu kusuru hoş gö­ relim . . . ama başka savsaklamaları bagışlanır şey degildi. Altın süsler örselenmiş­ ti, üzerlerinde bugün de çekiç izleri görülmektedir. Bazı yerlerde parçalar sökü­ lüp kopmuştu ve yerdeki tahta talaşlarıyla süprüntüler hiç temizlenmemişti. . . " Şubatın üçünde araştırıcılar ilk kez lahdi bütünüyle ortada gördüler. En iyi cins kuvarsitten, tek parça olarak oyulmuş bir sanat yapıtıydı bu. Boyu 2,75, eni 1 ,50, yüksekligi 1 ,50 metreydi. Üstünü bir granit levha örtüyordu. Altı yüz kiloyu aşkın agırlıktaki levhayı kaldıracak krikolar gıcırdayarak çalış­ maya başladıgı zaman yine birçok seçme ziyaretçi mezara dolmuştu. "Derin bir sessizlik arasında dev levha kalktı." llk görünüş umut edildigi gibi degildi: Bir sü­ rü bez örtüler. Ama bu bezler birbiri ardı sıra alımnca kralın görünüşü herke­ si büyüledi. Şimdiden kralın vücudu mu görülmüştü? Hayır, henüz çocukluktan çıkmamış hükümdarın yaldızlı kalıbıydı görülen. Yaldızlı alçı sanki işiikten yeni çıkmış gi­ bi parlıyordu. Baş ve eller büyük bir özenle biçimlendirilmişti. Vücut ise alçak ka­ bartma olarak işlenmişti. Kavuşturulmuş ellerinde hükümdarlık nişanlarını tutu­ yordu: Mavi fayans kakma kıvrık asa ile sineklik. Yüz som altındandı. Gözler ara­ gonit ile obsidiyenden, gözkapakları da lacivert taşı renginde camdan yapılmıştı. Bu renkli yüz donmuş, maske gibi, aynı zamanda da canlıydı. Ama Carter'la orada bulunan ötekilerin içine her şeyden çok dokunan ney­ di? Carter bunu yazar: " . . . Bu, çiçekten küçük bir çelenk, genç dulun sevgili ko­ casına son ayrılık armaganıdır. Bütün o olaganüstü görkem, bütün o göz ka­ maştırıcı parıltı, altının bütün parlaklıgı ve ışıltısı, hala bir zamanki renklerinin solgun izini taşıyan bu zavallı kuru çiçeklerin karşısında siliniyordu. Bunlar bin yılların geçiciligini en dokunaklı yoldan fısıldıyorlardı." Carter'ın 1 925- 1 926 kışında tabutu açmak için yeniden mezara indigi zaman söyledigi şu sözler önemsiz degildir: "Bu kez de mezarın gizemi, çoktan göçüp gitmiş, fakat hala büyük olanın karşısındaki saygı ve ürküntü üstümüze çökmüştü. Hatta bütü­ nüyle mihaniki işlerde çalışırken bile arkeolog bu duygudan büsbütün kurtu­ lamaz." Bu sözleri de, çiçek çelenk üzerine olanları da duygusal degil, insanca yönden almalıyız. En ciddi bilim adamının da kalbinin susmadıgını bilmek iyi­ dir. BURADA tabutun açılışının ayrıntıları ve o sıradaki ufak tefek olaylar üzerin­

de duracak degiliz. lş uzundu ve dar yerde hep, yanlış bir davranışın, palanga­ nın yanlış takılışının, bir desteginin kırılıvermesinin bu hazinelere büyük zarar­ lar vermesi tehlikesi vardı. Tıpkı birinci tabutun kapagının üstünde oldugu gibi, ikincide de genç firavun, yine öyle ciddi bir görkem içinde, Osiris kılıgında ve bol


ı so

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

bol süslenmiş görülmekteydi. Üçüncü tabut da ortaya çıkarılınca yine değişen bir şey olmadı. Yalnız bu işler sırasında, ta butun hiç anlam veremedikleri ağırlığı çalı­ şanların dikkatini çekmişti. Bunda da bu mezarın ardı arası kesilmeyen sürprizle­ rinden biri vardı. Burton resmini çekip, Carter da küçük çiçek çelengi ve koruyucu bezleri kaldı­ rınca büyük ağırlığın gizemi bir bakışta çözülüverdi. Üçüncü, 1 ,85 metre boyun­ daki tabut, iki buçuktan üç buçuk milimetreye ulaşan kalınlıkta, som altındandı; yalnızca maddi değerini kestirrnek olanaksızdı. Bu, herhalde tatlı diyebileceğimiz sürprize hemen, araştırıcılara epey korku veren bir ikincisi katıldı: Daha ikinci tabutta süslerin bir nemden zarar görmüş olduğunu saptamışlardı. Şimdi ikinci ile üçüncü tabutun arasının hemen hemen kapağa dek, siyah ve katı bir madde ile doldurulmuş olduğunu gördüler. Altın ve fayans boneuhlardan çift sıralı bir gerdanlık, gerçi bu katrana benzer madde­ den temizlenebildiyse de araştırıcıları ürküten bir soru da ortaya çıktı: Hesapsız bir bollukta kullanılmış olduğu görülen bu yağ, mumyaya ne zararlar vermişti? Carter'ın iş arkadaşlarından biri, olduğu gibi duruyormuş görünen son bez örtü ile fayans boncuklarla süslü çelengi almak isteyince bunlar dağılıverdi. Kutsal yağ­ lar bunları bütünüyle çürütmüştü. Lucas hemen yağın analizine girişti. Aslında sıvı ya da yarı sıvı bir madde olacak­ tı bu. Esas bileşikleri yağ ve reçinelerdi. Buna karşılık odun katranının -bu madde ısıtıldığı zaman kuvvetli bir biçimde katran kokuyordu- bulunduğu hemen kes­ tirilemedi. Hepsine yine heyecandan ateş basmıştı ama şimdi artık sonuncu ve ke­ sin an gelmişti . . . Birkaç altın çivi söküldü, sonra son tabutun kapağı altın kulpla­ nndan tutularak kaldırıldı ve mumya ortaya çıkarıldı. Karşılarındaki altı yıl aradık­ ları Tut-enkh-Amun'un ta kendisiydi. Carter, "Böyle anları dil anlatamaz," diyor. ŞİMDİ çoktan yanıtlandırılması gereken bir soru ortaya çıkıyor: Kendisine böy­ le bir mezar hazırlanmış olan bu firavun, bu Tut-enkh-Amun kimdi? Şaşılacak şey ama, o önemsiz bir hükümdardı. On sekiz yaşında ölmüştü. Onun "Ekhnaton"un "Kafir Kral"ın damadı olduğu kesin olarak biliniyor; belki üstelik öz oğluy­ du da. Gençliğinde kayınbabasının din reformu sırasında, o da Aton'a tapmıştı. Sonradan tekrar eski dine döndüğünü adının değişmesi gösteriyordu. Tut-enkh­ Aton, Tut- enkh-Amun olmuştu. Saltanat döneminin (İ. Ö. 1 333- 1 323) politika bakımından çok karışık olduğunu biliyoruz. Resimlerde onun savaş tutsaklarını nasıl ayaklarının altında çiğnediğini, savaşta düşmanlarını, gerçekten krallara ya­ raşır bir biçimde, sıra sıra okla nasıl öldürdüğünü görüyoruz. Ama bir kez olsun savaşa gitmiş olması pek inanılır şey değildir. Mezardaki sayısız resimlerden, kabartmalardan ve tahtı gibi hiç kuşkusuz ken­ disinin olan kullanma eşyalarından Tut-enkh-Amun'un, sevimli bir insan oldu­ ğunu gösteren kişisel yanlarını tanımaktayız. Fakat onun kral olarak yaptığı işler­ den haberimiz yoktur. Hükümdar olarak yaptığı işler bütünüyle karanlıkta kal­ maktadır. Yalnız şurası kuşkusuz ki on sekiz yaşında ölen birinin önemli işler yap­ mış olacağı düşünülemez.


ALTIN DUVAR

ısı

Genç prensesierin eşliğinde Ekhnaton ve eşi kalabalığın coşku gösterileri altında hizmeti geçen kişilere alhndan zincirler, yüzükler ve kaseler gibi onur armağanları ahyor.

Bu nedenle Carter, tarihe genel bakışında söylediği şu lakonik sözde haklıdır: "Bugünkü bilgilerimize göre şunu kesin olarak söyleyebiliriz: Onun yaşamında en dikkate değer şey, yalnızca ölmüş ve gömülmüş olmasıdır." Bu gerçek, bizi önemli bir sonuç çıkarmaya da zorlar: Eğer bu on sekiz yaşın­ daki firavun böyle, bütün Batılı tasarımlarını aşan bir debdebe ile gömüldüyse, ya Büyük Ramses ve I. Sethas nasıl armağanlada mezarlarına konmuşlardı? Derry, Ramses'le I. Sethos' dan söz ederken şöyle der: "Hiç kuşkusuz bunların mezar oda­ larından tek birinde Tut-enkh-Amun'un bütün mezarındaki kadar eşya yığılıydı! " "Vadi" deki kral mezarlarından, binlerce yılda, kimbilir n e akıl almaz hazineler soyguncuların eline düşmüştü? FİRAVUN'UN mumyasının görünüşü hem görkemli, hem de acıklıydı. Üzerine delice bir bollukta kutsal yağlar dökülmüştü, şimdi bunlar katılaşmış, kararmış ve her şeyi birbirine yapıştırmıştı. Fakat bu kara, çizgileri belli olmayan kitlenin tersine, yüzün üzerine konmuş olan bir altın maskenin gerçekten şahane parlaklığı ışık saçıyordu. Yalnız yüz ve ayaklarına kara yağ bulaşmamış, bunlar temiz kalmıştı. Uzun süren çalışmalarla, boşa çıkan birçok deneyişlerden sonra sonunda SOO santigrada kadar ısıtınakla (altın tabut çinko levhalarla korunmuştu) tahta tabut altın tabuttan ayrılabildL Şimdi sıra mumyalı vücudun, vadinin otuz yüzyıl dakunulmadan kalmış bi­ ricik mumyasının incelenmesine gelince, Carter'ın kısaca şöyle anlattığı bir şey ortaya çıktı: "Kader, alaylı bir gülümseme ile, araştırıcıya, mezar soyguncularıy-


1 52

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

la soyulmuş mumyaları saklayan papazların en iyi koruma yolunu bulmuş ol­ duklarını gösterdi." Çünkü yüzyıllarca önce soyulmuş ve başka bir yere taşınmış olan mumyalar böylelikle yağın bozucu etkilerinden erken kurtarılmışlardı. Gerçi epeycesi hırpalanmıştı, (eğer papazlar onları kaçırmamışlarsa) çoğu da soyulmuş­ tu ama hepsi Tut-enkh-Amun'un mumyasından, daha iyi kalmışlardı. Bu mum­ ya, yalnızca durumu bakımından, mezarın umutları boşa çıkaran tek şeyiydi. 1 1 Kasım sabahı saat 9.45'te anatomici Dr. Derry mumyanın en üstündeki bez sargılara ilk bıçağı vurdu. Kutsal yağların değmemiş olduğu yüz ve ayakların dı­ şında mumya berbat bir durumdaydı. Yağın içindeki reçinelerin oksitleşmesi bir çeşit kendi kendine yanmaya yol açmıştı. Bu olay o denli şiddetli olmuştu ki yal­ nız sargıların büyük bir bölümü değil, hatta mumyanın bir bölüm dokuları ve ke­ mikleri de tam anlamıyla kömürleşmişti. Yağ tabakası bazı yerlerde öyle katılaş­ mıştı ki, kol ve bacaklarla gövdenin altında kalanlarını çekiç ve kalemle kırmak gerekmişti. Baştaki taç biçimi yastığın altında bir muskanın bulunuşu ile şaşırtıcı bir ke­ şif daha yapılmış oldu. Aslında bu görülmedik şey değildi. Tut-enkh-Amun da, bütün mumya sargılarının arasına yerleştirilen "sihirli silahlarla" örtülmüştü: Sayısız muskalar, semboller ve büyü işaretleriyle. Böyle muskaların hematitten yapılması gelenekti. Ama bu demirdendil En eski Mısır demir buluntularından biriydi bu. Talibin acı alayına bakın ki, altınla dolup taşan bu mezarda kültür tari­ hi için en önemli işaretlerden birini küçük bir demir parçacığı veriyordu! Genç firavunun kömürleşmiş başından son sargıların çıkarılması son derece sorumlu bir işti. Sarnur kılından bir fırça ile en hafif bir dokunuşta bile çürümüş dokuların kalıntıları dağılıveriyordu. Derken baş ortaya çıktı ve söz, genç firavu­ nun yüzü karşısında Carter'ındır: " . . . Sükun içinde, tatlı bir delikanlı yüzü. Soylu ve kibardı, biçimliydi, dudakları keskin çizgiliydi! " Kralın n e denli bol mücevherlerle örtülü olduğunu düşünemeyiz bile. Birçok sargı katlarının arasında 1 0 1 ayrı grup halinde, hep yenileri bulunuyordu. Ayak ve el parmakları altın kılıflara sokulmuştu. M um yayı anlatmak için Carter'ın yaz­ dığı otuz üç sayfanın yarısından çoğu yalnız vücudunda bulunanlara ayrılmıştı. Kral -bu on sekiz yaşındaki firavun- sözün tam anlamıyla kat kat altın ve değer­ li taşlarla sarılmıştı. Sonradan Profesör Derry, anatomici olarak, kendi görüş açısından mumyanın incelenmesini ayrı bir eserde yayınladı. Burada yalnız üç sonucu söyleyelim: Tut­ enkh-Amun, Ekhnaton'la baba-oğul oluşunu gerçeğe çok yakın bir olasılıkla ka­ nıtladı. Bu, soyu sönmekte olan XVIII. sülale döneminin hanedan ve bununla da siyasal koşullarını aydınlatma bakımından son derece önemlidir. Bundan başka sanat tarihi bakımından çok ilgi çekici bir şey daha kaydetmek­ tedir (bunu Carter da birçok kez doğrulamıştır) . Bu da plastik sanatın gerçekçi­ likle olan ilgisidir. Sözü kendisine bırakalım: "Altın maske Tut-enkh-Amun'u se­ vimli ve kibar bir delikanlı olarak göstermektedir. Kim mumyanın yüzünü gör­ mek talibine erişmişse; XVIII. sülale sanatçısının ne denli ustalıkla, doğrulukla ve doğaya bağlı kalarak bu yüzün hatlarını vermiş olduğunu kabul eder. Bu sanat-


ALTIN DUVAR

1 53

çı bize bozulmaz bir madenden ve sonsuzsa dek kalacak, genç kralın görkemli bir portresini armagan etmiştir." Sonunda anatomici olarak, kralın yaşını da açık bir biçimde aydınlatmaktadır. Oysa bunu tarih belgelerinden ögrenememekteyiz. Oynak yerlerindeki kemik uç­ larının kemikleşmesine ve bacak kemiklerinin yapısına göre bunu on yedi yaştan sonra ve on dokuz yaştan öneeye koymaktadır. Kralın öldügü zaman on sekiz ya­ şında olması çok olasıdır. BURADA Tut-enkh-Amun'un mezarının kazı öyküsü bitebilirdi. Yan odaların ve

küçük hazine odasının boşaltılması önemli, fakat öykümüz için anlatılması zo­ runlu olmayan olaylar ve bilgiler getirdi. Ama bir şeyden daha söz etmemiz gerekiyor: "Firavunun laneti"nden, firavu­ nun mezarının kazısına katılmış olan yirmiyi aşkın insanın gizemli, dogal olma­ yan bir biçimde ölümünden! Arkeolojinin var oldugu hemen hemen iki yüz yıldan beri, batmış dünyanın hiçbir buluntusu, Tut-enkh-Amun'unki kadar, yayın yoluyla en geniş halk toplu­ luklarına mal edilmemiştir. Bu buluntunun rotatifbaskı makineleri, fotograf, film ve o sıralarda yeni başlayan radyo çagına rastlaması boşuna olmamıştır. Dünyanın ilgisi önce kutlama telgraflarıyla kendini göstermeye başladı. Sonra gazete muha­ birieri buraya geldiler. Daha sonra -bütün dünyada artık davullar çalınmaya baş­ lamıştı, çünkü bir hazine bulunmuştu- eleştirenierin ya da dostluk gösterenie­ rin mektupları geldi. Birtakımı mezarın kutsallıgını bozdukları için sert bir agız­ la suçlandırıyor, birtakımı da kullanışlı mezar elbiseleri için patent önerileri yol­ luyorlardı. ( Carter'ın söyledigine göre.) llk kış her gün on-on beş tane delice ya da hiç degilse gereksiz mektup gelmekteydi. Carter, "Örnegin," diyor, "acaba me­ zarın bulunuşu, Belçikalıların Kongo'da halka yaptıkları söylenen işkenceler so­ rununu aydınlatabildi mi? diye ciddi ciddi soran bir adam için ne düşünmeli?" Sonra ziyaretçiler geldi, normal akın büyüye büyüye hacı kafilelerine dönüştü. Mezardaki uzun zaman isteyen çalışmalar sırasında ancak pek seyrek olarak eşya­ dan biri dışarıya -laboratuvara- taşındıgı için, fotograf meraklıları bir enstanta­ ne yakalayabilmek ugruna günlerce beklemek zorunda kalıyorlardı. Carter, labo­ ratuvara gönderdigi sıradan bir mumya bezinin, mezardan oraya gidinceye dek sekiz kez resminin çekildigini görmüştü. 1 926 yılının üç ayında, Tut-enkh-Amun'un dünyada konuşma konusu oluşu­ nun en üstün noktasına eriştigi sırada, 1 2.300 turist mezarı ve 270 dernek de la­ boratuvarı gezmişti. Doğaldır ki, dünyanın sözünü ettiği bir şeyi okurlarına sunmadan duramaya­ cak normal bir gazete yazı işleri, her haber ya da makaleyi bir ejiptoloji uzmanına yazdıracak durumda değildir. Bir sürü ajansların verdiklerine, gerçeğe tam uyma­ yan sözlü ya da yazılı röportajlara dayanmak zorunda kalan gazetelerin Tut-enkb­ Arnun hakkındaki yazılarına yanlışların karışması olağan şeydir. Gazetenin kuru haberler yerine sansasyona daha büyük önem vermesi de işin geregidir. Boşlukları hayal doldurmasa olmazdı.


1 54

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

"Firavunun laneti" masalı nasıl doğdu? Bunu bugün artık öğrenemeyiz. Bu masal ı 930'a dek boyuna bütün dünya basınında çıktı durdu. Buna, daha önce sözünü ettiğimiz Büyük Piramit'teki "sayı mistiğinden" daha çok değer vereme­ yiz. Boyuna ortaya çıkan ve bütünüyle hayale dayanan, "Mumya buğdayı" Mısır mezarlarında bulunan ve söylentiye göre üç, hatta dört bin yıldan sonra hala geli­ şebilecek durumda olan tohumlar öyküsü de başka türlü bir şey değildir. "Firavun un laneti," tıpkı "Hope elmasının uğursuzluğu" ya da daha az tanın­ mış olan "Lacromalı keşişin laneti" gibi tatlı, hafif bir korku ürpertisi veren bir yarenlik konusudur. (Lacromalı keşişin lanetinde, bir keşiş, Ragusa'nın karşısın­ daki bu isimdeki adadan kovulur, adaya lanet okur. Bu adanın sonraki sahiple­ ri İmparator Maximilian, Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth, Veliaht Rudolf, Bavyera Kralı II. Ludwig ve Grandük Franz Perdinand hep doğal olmayan bir ölümle öldüler. ) "Firavun un laneti" öyküsünün oluşmasına, çok olasıdır ki Lord Carnarvon'un erken ölümü ortam hazırlamış olsun. O, bir sivrisinek sokması yüzünden üç hafta ölümle boğuştuktan sonra nihayet 6 Nisan ı923'te ölünce, "ölüye saygısızlık ede­ nin uğradığı cezadan" söz eden sesler yükseldi. " Firavunun intikamı" manşetinin altında çok geçmeden iki nci hir başlık gö­ rüldü: "Tut-enkh-Amun'un lanetinin yeni bir kurbanı! " ve artık bu sürüp gitti: Bir "ikinci," bir "yedinci," "on dokuzuncu kurban! " Bu on dokuzuncu kurban bir Alman gazetesinde 2 1 .2. ı 930 tarihli "Londra' dan telgraf haberi" olarak çıktı: "Bugün yetmiş sekiz yaşındaki Lord Westbury Londra' da, yedinci katta bulunan apartmanının penceresinden kendini atmış ve hemen ölmüştür. Lord Westbury'nin evvelce araştırıcı Carter'ın sekreteri olarak Tut- enkh-Amun'un mezarındaki ka­ zılara katılmış olan oğlu da geçen kasım ayında evinde, o gece bütünüyle sağlık­ lı olarak yatmışken, ölü bulunmuştu. Ölümün nedeni tam olarak anlaşılama­ mıştır!" Archibald Douglas Reid bir mumyanın röntgenle resmini alırken ve ejiptolog Arthur Weigall de, firavunun yirmi birinci kurbanı olarak, "ne olduğu anlaşılına­ yan bir h ummadan" ölünce bir gazete: "İngiltere dehşet içinde . . . " diye yazmıştı. Sonra Carter'la birlikte mezar odasını açmış olan Arthur C. Mace öldü. Fakat gazete Mace'nin çok daha önceden beri hasta olduğunu, yine de Carter'a yardım ettiğini, fakat sonra hastalığı yüzünden kazıdan ayrıldığını yazmamıştı. Sonunda Lord Carnarvon'un üvey kardeşi Aubrey Herbert de "geçirdiği bir bunalım sonunda intihar ederek" öldü. Ve -yine de şaşırtacak bir şey olarak­ Lady Elisabeth Carnarvon da ı 929 Şubatı'nda bir "böcek sokmasın dan" öldü. ı 930'da kazının asıl heyetinden yalnız, mezarı bulmuş olan Howard Carter sağ­ dı. "Ölüm, fıravunun rahatını bozana hızlı kanatlada gelecektir! " İşte Tut-enkh­ Amun'un mezarında yazılı olduğu söylenen ve birçok çeşitli biçimler verilen "la­ net" bir söylentiye göre böyleymiş. Derken günün birinde Amerika'da bir Mr. Carter'ın fıravunun yeni bir kurba­ nı olarak gizemli bir kazada öldüğü, böylece fıravunun artık soyunu da cezalan-


ALTIN DUVAR

1 55

dırarak bilgine uyarıda bulunduğu haberi çıkınca, o zaman birkaç ciddi arkeolog, artık kızarak dedikodulada savaşa girişti. tık karşılığı Carter verdi: Araştırıcı, diyordu, işine hiç kuşkusuz ciddilik ve kut­ sal bir saygı ile, fakat sansasyonlara susamış kitlenin, gizemli çekiciliğine kolay­ ca kapılacağı o korku ürpertisinden uzak kalarak, girişir! " Sonra "gülünç öykü­ lerden" ve "sıradan hordak masallarının bir çeşidi"nden söz ediyordu. Sonunda bu söylenenlerden, mezarın eşiğini aşanlar için -bilim açısından belki de kolay­ ca açıklanabilecek- ölüm tehlikesi bulunduğu savını tarafsız bir biçimde ele alı­ yor, mezarın bütünüyle mikropsuz olduğunun, özenle incelendiği için, kesin ola­ rak bilindiğini söylüyordu. Şu son türncesinde acı acı şöyle der: "Saçma sapan ge­ vezelikte aklın ve anlayışın yeri yoktur. Ama anlaşılan biz, insancıkların sandıkla­ rı gibi, eski çağlardan pek o denli ilerlemiş değiliz. " Kamuoyunu iyi tanıyan Alman arkeoloğu Profesör Georg Steindorff 1 933 yı­ lında söylentileri yanıtladı. Nereden doğdukları belli olan haberleri incelemek yorgunluğuna katlandı. Amerika'da ölen Mr. Carter'ın bilginle adından başka bir ilgisi olmadığını ortaya koydu. Bundan başka her iki Westburylerin ne doğru­ dan doğruya ne de dolaylı olarak mezarla, mezarın boşaltılmasıyla ya da mumya ile alışverişleri olmadığını saptadı. Ve -birçok noktalara i ş a re t ettikten son ra- en kesin kanıtını da ileri sürdü: "Firavunun laneti" kesinlikle yoktur; bu hiçbir za­ man söylenmemiştir ve hiçbir yazıtta yer almamıştır. Carter'ın da şöylece değinip geçtiği şu noktayı da doğruladı: "Mısır ölü ge­ leneklerinde yaşayanlar için bu yolda bir lanet yoktur, tersine bunlarda yalnızca ölülerin ardından dindarca hayır dua edilmesi istenmektedir." Mezar odasında bulunan birkaç büyü heykelciğinin üzerlerindeki koruyucu sihir formüllerini "lanet" e çevirmek açıkça ve bile bile anlamı değiştirmektir. Bu formüller; "Osiris'in (ölenin) düşmanlarını, ne kılıkta geliderse gelsinler, ürkü­ tüp kaçırmak" içindirler. BU bölüm nasıl başlamıştı? Napolt!on'un Nil diyarına seferiyle, Jean-François Champollion adında, esmer bir çocuğun doğumuyla değil mi? Napoleon'un başarısızlığa uğradığı ve Champollion'un ilk yabancı dilleri öğrendiği sırada; Göttingen'de bir öğretmen pek tuhaf biçimdeki birkaç yazıt kopyasının karşısın­ da oturuyordu. Bu kopyadaki işaretierin ne anlama geldiğini anladığı zaman artık başka bir eski devletin bilim yoluyla fethi başlaya bildi. Mısır' dan daha eski bir dev­ letin, Fırat'la Dicle arasında, Babil Kulesi'nin yükseldiği, bir zamanlar Ninive'nin bulunduğu ve çöktüğü ülkenin fethi!



l l l . KU L E L E R KİTABI

" . . . Araplar . . . ülkenin kaymak taşından oyulmuş yekpare, kocaman bir insan kafasının üzerindeki örtüyü açtılar . . . Bu kafanın bir kanatlı aslan ya da boğaya ait olması gerektiğini hemen gördüm . . . "

AUSTEN HENRY LAYARD


Kralı korumak ve düşmanlarını uzak tutmak için: Boyları 3,50 metre yüksekliğinde ve 3 metre kadar uzunlukta devsel kapı m uhafızları II. Assurbanipal (I. Ö. 883-859) döneminde Asur saraylarında odalara girişi koruyor/ardı. Bunlar aslan gövdeli, başlarında boynuzlu taç hıılımnn_ uiirlii knrtnl kn nntln rınn çnhin çnknllı inçnn hn dı vn rn tıklnrdı_


18. BÖLÜM

Tevrat'ta Yazılıdır

UTSAL KlTAP'ta Asurluların lsrailogullarına Tanrı belası olarak gönderi­ K lişlerinden, Babil Kulesi ve görkeminden, gururlu Ninive'den, Yahudilerin

yetmiş yıllık kutsallıklarından, hükümdar Nebukadnezar'dan, Tanrı'nın "Büyük Fahişe" ile ilgili hükmünden, Yedi Melegin Fırat diyarına boşalttıktan "gazabının taslarından" söz edilir. lşaya ve Yeremiya Peygamberler "Krallık içinde en güzeli­ nin," "Keldanilerin görkeminin" nasıl "Tanrı tarafından Sodom ve Gomora gibi altüst edebilecegi," "saraylarında yabansı köpekterin ve şenlikli saraylarında ça­ kalların uluyacagı" yolunda korkunç hayallerini betimlerler. Hıristiyanlıgın inan yüzyıllarında Kutsal Kitap'ın her dedigi dogruydu ve harf­ leri bile kutsaldı. Uyanış çagı eleştirmeyi getirdi. Materyalist felsefeterin hepsinde eleştirmenin temelli bir kuşku haline geldigi aynı yüzyıl, bir yandan da, daha son­ raki uydurmalada ne denli sarılmış olursa olsun, Kutsal Kitap'ın çekirdeğinde yi­ ne de ne denli gerçeklerin bulundugunu tanıttı. Fırat ve Dicle ırmaklarının arasındaki ülke düzdür. Yalnız şurada burada gi­ zemli tepeler yükselir. Kum fırtınaları bunların üzerinden eser, kara topraklardan dik kumuHar yıgar. Bunlar yüzyıl yükselir, sonraki beş yüzyılda rüzgarlar onları yeniden savurup dagıtır. Buralarda konaklayan ve develerine birazcık besin bu­ lan Bedeviler bu tepelerin içinde bir şeyler olup olmadığını bilmezlerdi. Allah'a ve onun Peygamberi Muhammed'e iman eden bu adamların, bu ülkeyi anlatan Tevrat'ın sözlerinden haberleri yoktu. Bunun için bir seziş, bir soru gerekti. Bir Dogu adamının gücünün ilk hareketi vermesi gerekti. Birkaç kürek vuruşu gere­ kiyordu . . . Bu ilk küregi vuran adam, 1 803 yılında Fransa'da doğdu. Otuzuna geldigi sıra­ da bile, ilerde en büyük hedefi olacak bu ödevinden haberi yoktu. Bu yaşta iken, o sırada hekim olarak katıldığı, bir Mısır seferinden dönmüştü. Kahire'ye vardı­ ğı zaman yanında birçok sandık bulunuyordu. Polis bunların açılmasını istedi. Sandıklarda özenerek iğnetenmiş on iki bin böcek vardı. On dört yıl sonra bu hekim ve böcek koleksiyoncusu, Asur üzerine beş ciltlik bir kitap yayınladı. Bu kitap, lki Irmak Arası Ülkesi'nin bulunuşu için, yirmi dört ciltlik Description de l'Egypte'in Mısır için oldugundan daha az önemli olmadı.


1 60

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ARADAN yüzyıl geçmeden Almanya'da ( Fransa ve İngiltere'de de buna benzerler

bulunur) Profesör Bruno Meissner'in Babil ve Asur Kralları adında bir kitabı çık­ tı. Bu kitabın bu özel bilgi alanı açısından önemi azdır. Ama böyle bir önemi ol­ ması da gerekli değildi. Çünkü yalnızca panltıları 2000-5000 yıl önce sönmüş hü­ kümdarları halkın anlayabileceği gibi öykülendirmek için yazılmıştı. Bu yapıtın ­ başka ulusların bilginlerinin böyle özel alanlarda yazdıkları benzerleri gibi- ar­ keolojinin gelişmesini anlatan bu kitabımız için asıl önemi, yazılmış olmasından­ dır. Onun halk tarafından tutulmuş olması da bu önemini bir kat daha artırmak­ tadır. Kitabın başlangıç bölümünden şunları olduğu gibi alıyoruz: "Böyle yapıtlar önemli kadın ve erkeklerin yaşam betimlemelerine, eğer onları karşımızda can­ lı olarak görmek istiyorsak, zengin renkler katabilecek gelenek kaynaklarına ge­ reksinirler. " Ya bu gelenek kaynakları ne durumdaydı? Sembolik olarak aşırı biçimde bü­ yütülen Tevrat haberlerini bir yana bırakarak okumamızı sürdürelim: "Yüzyıldan kısa bir süre önce bütün asuroloji bilimi henüz kapalı bir kitap gibiydi. Daha bir­ kaç yıl önce Babil ve Asur hükümdarları bize, adlarından başka bir şeylerini bil­ mediğimiz varlıksız gölgeler gibi görünüyordu. Bu kadar az zamanda, iki bin yılı aşkın süreyi kavrayan eski Mezopotamya'nın tarihini yazmak, hem de oranın hü­ kümdarlarının gerçek portrelerini çizmek olası mı?" Meissner'in (aşağı yukarı onun zamanındaki birçoklarının da) kitabı, bunun 20. yüzyılda yapılabileceğini gösterdi ve şunu da gösterdi ki, birkaç on yıl içinde bir grup, bu işin delisi kazıcı, bilgin ve amatör bütün bir kültürü ışığa çıkarabilir. Meissner kitabının ekinde bize bir zaman tablosu vermektedir. Çoğu ilginç adam­ lar olan asurologların en ilginçlerinden biri, Ernst E Weidner'in düzenlediği bu tablo, pek az boşluklada tki Irmak Arası Ülkesi'nin hükümdarlarının adlarını ve yıllarını önümüze sermektedir. Weidner yirmi yıl "Berliner Illustrierte Zeitung" dergisinde ikinci yazı işleri müdürü olarak çalışmıştı. Burada eğlenceli romanlar yazmış ve çapraz bulmacalar hazırlamıştı. Ama aynı zamanda da As ur kronolojisi üzerine önemli makaleler yayınlamış, birkaç yüz adet yayınlanan yalnızca üniver­ sitelilerle bilginierin satın aldıkları bir meslek dergisi çıkarmıştı. Ancak 1 942 'de müttefık bombardıman uçaklarının akınları "Üçüncü İmparatorluğun" başken­ tinde her türlü bilimsel çalışmaları olanaksız kılınca, Avusturya'da bir profesör­ lük kürsüsüne atandı. Yirmi yıl odalarını önemli asurologlardan biriyle paylaş­ mış olduklarını bilmeyen "Berliner Illustrierte Zeitung" yazı ailesi mensupları­ nı bu pek şaşırttı. Bu kitabın olsun, benzerlerinin olsun önemi, yayınlanmalarının mümkün oluşundaydı. Bunlarda sonuçların halkın anlayacağı gibi işlenmiş olması, örneğin Lepsius'un ilk Mısır kronolojisinden daha üstün tutulması gereken bir bilim za­ feriydi. Bunlarda üç kuşak bu işe tutkun insanın topladıkları bir araya getirilmişti. Bunlar, yalnızca tek bir insanın başarısını göstermiyorlar, tersine, Musul Fransız Konsolosluğu'nun kaleminde, Göttingen'de bir öğretmenin odasında, Fırat'la Dicle arasında yakıcı güneş altında, sallanan bir lambanın altında bir İngiliz suba-


lEVRAT'TA YAZILIDIR

161

yının çivi yazıları üzerine düşündügü bir gemi karnarasında geçen sayısız iş saat­ lerinin sonucunu veriyorlardı. Bu yorucu emek, burada geçmişin büyüklerinden hemen hemen iz bile kal­ mamış oldugu için, arkeolojinin öteki alanlarındakilere üstün bir zaferdir. Burada Yunanistan ve İtalya'nın klasik toprakları üzerindeki gibi tapınaklar ve heykeller yoktu; burada Mısır' daki gibi piramitler ve dikilitaşlar yükselmiyordu. Yu catan ve Meksika ormanlarındaki gibi kurban taşları sürü sürü bogazlanan insanların öy­ küsünü vermiyordu. Arapların ve Kürtlerin donuk yüzlerinde bir zamanki de­ delerinin büyüklügünü sezdirecek bir şey yoktu. Onların zengin masal hazinele­ ri, Harun-el-Reşid'in görkemli zamanlarından geriye gitmiyordu; ondan öncesi karanlıktaydı. Burada bugün yaşayan ve konuşulan dillerle binlerce yıl öncekiler arasında anlaşılır bir bag kurulamıyordu. Araştırıcılar için çıkış noktası -ırmakların arasındaki toz ovasına pek az uyan seyrek tepeler bir yana bırakılırsa- Tevrat'ın birkaç sözünden ve eger bulunabi­ lirse, garip çivi işaretleriyle kaplı kil parçalarından oluşuyordu. Bu işaretler de süs sanılıyordu. Çünkü eskiden görenlerin birinin dedigine göre bunların, "sanki yaş kum üzerinde kuşlar koşuşmuş" gibi bir görünüşleri vardı.

TM l !


19. B Ö LÜM

Botta Ninive'yi Buluyor

RAM-NAKHARAIM, Irmaklar Arası Suriye, Fırat'la Dicle arasındaki ülke­ Aye Tevrat'ın verdigi addır. Orada Tanrı'nın gazabının çöktügü kentler vardı.

Orada Ninive ve onun güneyindeki Babil' de, ONDAN başka Tanrıları olan, bu yüz­ den de yeryüzünden kökleri kazınan korkunç krallar egemen olmuşlardı. Biz bu ül­ keyi Mezopotamya adıyla tanıyoruz. Bugünkü adı Irak' tır. Bagdat da başkentidir. Kuzeyde Türkiye ile, batıda Suriye ve Ordün'le, güneyde Suudi Arabistan'la, doguda da İran'la sınırlanmıştır. Bu ülkeyi, Mısır'da Nil'in yaptıgı gibi, bir kültü­ rün beşigi haline getiren iki ırmak, Türkiye'den kaynar: Fırat ve Dicle. Bunlar ku­ zeybatıdan güneydoguya dogru akarlar, bugünkü Basra'dan az heride birleşir ve Basra Körfezi'ne dökülürler. Assyria, eski Asurluların ülkesi kuzeyde, coşkun akan Dicle boyunca uza­ nırdı. Babylonia, eski Sümer ve Akad güneyde, Fırat ve Dicle arasında, ta Basra Körfezi'nin yeşil sularına dek yayılırdı. 1 867 yılında çıkan bir ansiklopedide, Mezopotamya sözcügü için şöyle kestirip atan açıklamayı görüyoruz: "Bu ül­ ke Asurlular ve Babillllerin egemenlik döneminde en çok gelişmişti. Araplar za­ manında halifelerin oturdukları yer oldu ve yeniden gelişmeye kavuştu. Derken Selçukluların, Tatarların ve Türklerin saldırılarıyla çökmeye başladı, bugün bir bölümü boş bir çöldür." Bu çölde gizemli tepeler yükselir, üstleri düz, kenarları diktir. Çogu zaman ya­ rılmış, Bedevilerin peyniri gibi çatlak çatlak olmuşlardır. Bunlar birkaç kişinin ha­ yalini öylesine ateşlendirdi ki arkeoloji, kazı bilimi olarak ilk büyük zaferine bu­ rada ulaştı. Paul-Emile Botta daha genç yaştayken bir dünya yolculugu yapmıştı. 1 830'da hekim olarak Mehmet Ali'nin hizmetine girdi. 1 833'te Fransa hükümeti kendisi­ ni İskenderiye'ye konsolos atadı. Bir Arabistan yolculugu yaptı ve bunun üzerine ayrıntılı bir kitap yazdı. 1 840'ta Musul'a kançılar oldu. Bu kent, Dicle'nin yuka­ rı yanın dadır. Güneş hatıp, çarşının agır sıcagından kurtulmak ve hava almak için atla gezintiye çıktıgı zaman Botta garip tepeler görüyordu . . . Botto hekimdi. Doga bilimleriyle ilgiliydi. Diplomattı ve sosyetedeki dostluk­ larından yararlanmayı bilirdi. Ama arkeolog degildi. nerideki işi için buraya bir-


BOTI A NIN OVA'Yl BULUYOR

1 63

likte getirdiği, yalnızca yeriiierin dilini bilmesiyle, yolculukları sırasında elde et­ tiği, Müslümanlada dost olabilme becerisi, en çok da bitmez tükenmez bir çalış­ ma gücüydü. Bu gücü Yemen'in öldürücü iklimi ve bataklık Nil vadileri bile kı­ ramamıştı. lşte bunlarla işe girişti. Onun yaptıklarına bakacak olursak, hiç kuşkusuz ne bir plandan, ne de cesurca bir hipotezden yola çıkmamış olduğunu, aslında, me­ rakla karışık belirsiz bir umuttan başka dayandığı şey olmadığını görürüz. Her akşam bürosunu kapıyar ve eşi görülmedik bir inatla Musul çevresinde araştır­ malar yapıyordu. Ev ev, kulübe kulübe geziyor ve hep aynı şeyleri soruyordu: Antikalarınız var mı? Eski çanak çömlek? Eski bir vazo belki? Bu ahırı yaptığınız tuğlaları nerede buldunuz? Üzerinde bu tuhaf çivi şekilleri bulunan kil parçala­ rı nereden geldi? Ele geçirebildiklerini satın alıyordu. Ama bu parçaların çıktığı yeri göstermele­ ri için adamların ne kadar üstüne düşerse düşsün onlar omuz silkiyor ve Allah'ın büyük olduğunu, herhalde onun bu parçaları her yana dağıttığını, yalnızca çevre­ yi aramasını söylüyorlardı. Botta, böyle sorarak zengin bir buluntu yerini saptamak için çektiği emekle­ rin boşa gittiğini görünce, küreği Koyuncuk'taki rasgele ilk tepeye daldırmaya ka­ rar verdi. Bu tepede yanılmıştı. Hiç değilse kendisi, hiç değilse kazının bu ilk yılı için! Çünkü bu tepenin Assurbanipal'in (Yunanlıların Sardanapal'i) bir hisarını sakla­ dığını ortaya çıkarmak başkalarına kısmet oldu. Botta boşuna kazdı. Böyle hep boşa çıkan bir işe, açık bir kanıt olmadan, yalnızca bu tepede ka­ zıya değer bir şeylerin gizli olması gerektiği konusunda belirsiz bir tasarımla yo­ la çıkarak sürdürmenin ne demek olduğunu düşünmeliyiz. Günler, haftalar, aylar boyunca, çıkarılırken kırılan, üzederi kimsenin anlayamayacağı işaretlerle kap­ lı birkaç tuğladan ve bütünü aniaşılamayacak denli kırılmış ya da hiçbir hayal gü­ cünün anlamlandıramayacağı denli ilkel bir­ kaç heykel kınğından başka bir şey bulama­ dan kazıyı sürdürmenin ne demek olduğunu gözümüzün önüne getirmeliyiz! Tam bir yıl boyunca! Eğer Botta bu yılın sonunda, yerliie­ rin verdikleri sayısız yanlış bilgilerden son­ ra, kendisine süslemesi bol diliyle bir tepede Frenk'in aradığı bütün şeylerin bol bol bu­ lunduğunu anlatan geveze bir Arap'ı kov­ duysa, bunda şaşılacak yan var mıdır? Arap boyuna uzak bir köyden olduğunu, Frenk'in isteklerini duyduğunu, Frenkleri sevdiğini ve ona yardım etmek istediğini söylüyor, ya­ kasım bir türlü bırakmıyordu; yazılı tuğla­ Paul Emile Botta lar mı istiyordu? Onun köyünün bulunduğu (1802-1870)


1 64

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Khorsabad' da yığınla vardı. Ama Botta onu çadırından kovdu. Arap yine devam ediyordu. Bunları o bilmeyecekti de kim bilecekti? Ocağını böyle tuğlalada yap­ mıştı, köyündeki herkes de oldum olası böyle yapardı. Botta herifi başından ata­ ınayınca sonunda adamlarından birkaçını oraya gönderdi. On kilometre ötedey­ di burası. Adamlarına ne yapacaklarını iyice anlattı. Çünkü ne de olsa bilinmez­ di ki . . . Botta'nın bu küçük ekspedisyonu göndermesi onun adını arkeoloji tarihinde ölümsüz kılacaktır. Arap'ın adı unutulmuş, silinmiş gitmiştir. Hemen hemen, iki bin yıl bütün parlaklığıyla yaşayan ve iki bin beş yüz yılı aşkın zamandan beri ka­ ra toprağın altında, bütün insanlar tarafından unutulmuş yatan bir kültürün ka­ lıntılarını ışığa çıkaran Botta oldu. Botta'nın adamlarını göndermesinden bir hafta sonra, bir haberci heyecan içinde geldi. Anlattığına göre daha küreği daldım daldırmaz duvarlar ortaya çık­ mıştı. Bunları kaba kirlerinden temizleyince de yazılar, resimler, kabartmalar, kor­ kunç hayvanlar görünmüştü. Botta atma atladı ve oraya koş­ tu. Birkaç saat sonra bir hendeğe gir­ miş, sakallı adamları , kanatlı hayvanla­ rı, her türlü şekil ve tasarımların dışın­ da, hatta Mısır' da bile görmediği ve bir Avrupalı gözünün de hiçbir zaman gör­ memiş olduğu tuhaf figürleri çiziyor­ du. Birkaç gün sonra adamların hep­ si Koyuncuk'tan buraya taşınmışlardı. Kazma kürek işliyordu. Duvarlar orta­ ya çıktı, boyuna yeni duvarları Sonunda Botta'nın, eğer Ninive değilse, hiç olmazAsur süvarileri sa eski Asur krallarından birinin en görkemli saraylarından birini bulduğunda kuşkusu kalmadı. Bu inancını artık kendisi için saklayamayacağı bir an geldi; bu haberi dünyaya, Fransa'ya, Paris' e yolladı. Gururla: "!nanıyorum ki," diyordu ve gazeteler de bunu ilk sayfalarında manşetler halinde basıyorlardı, "Ninive'nin gör­ kemli dönemine ait oldukları haklı olarak ileri sürülebilecek heykelcilik yapıtları­ nı ilk bulan benim! " İLK Asur sarayının bulunuşu yalnızca Avrupalılar için bir gazete sansasyonu de­ ğil, bilim için de birinci sınıf bir yenilikti. Şimdiye dek insanlığın beşiğinin Mısır olduğu sanılıyordu. Çünkü hiçbir yerde insanlık tarihi, mumya mezarları ülke­ sinde olduğu gibi gerilere dek izlenememişti. tki Irmak Arası Ülkesi'nin şimdi­ ye dek yalnız Tevrat'ta sözü geçmişti. Tevrat da 1 9. yüzyıl bilimi için bir "Masallar Derlemesi"ydi. Antikçağ yazarlarının kıt haberlerine daha çok önem veriliyordu. Bunlar inanılınayacak şeyler değildi ama çoğu zaman verdikleri bilgiler birbiri­ nin tersineydi ve bunları Tevrat'taki tarihlere uydurmak olanağı yoktu. Şu halde


BOTIA NINOVA'YI BULUYOR

1 65

Botta'nın buluşunun tam tarnma geldiği anlam, lki Irmak Arası Ülkesi'nde ger­ çekten, hiç değilse Mısır kadar, belki de -eğer bundan sonra Tevrat'a inanmak ge­ rekirse- daha da eski bir kültürün parlamış, güç ve görkem ile parlamış, sonunda ateş ve kılıçla ortadan kaldırılmış olduğuydu. Fransa coşmuştu. Botta'nın bundan sonraki çalışmalarını kolaylaştırmak için her olanak cömertçe harekete geçirildi. Botta, 1 843'ten 1 846'ya kadar kazısını sürdürdü. lklime, mevsimlere, yerlilere, paşaya, bir despot olan Türk valisine kar­ şı koyarak çalıştı. Bu hırslı yöneticinin, Botta'nın durmak dinlenmek bilmeyen kazısına verdiği tek bir anlam vardı: Altın aramak. Vali Botta'nın yerli işçilerini yakalattı, Botta'nın gizini öğrenmek için onla­ rın işkence ve zindanla gözlerini korkuttu. Khorsabad Tepesi'nin çevresini göz­ cülerle kuşattı. lstanbul'a haber yolladı. Ama Botta sarsılmaz bir dayanıklıktay­ dı. Diplomat oluşu boşuna değildi. O da entrikalara karşı entrikalar kurdu. O za­ man paşa Fransız' a resmi olarak izin verdi. Ama gayriresmi olarak, böyle kaz­ makta bütün Mezopotamya halkının özgürlüğüne karşı bir kale yapmadan başka amacı olmayan bu Frenk' e herhangi bir biçimde yardımı yerlilere, korkunç teh­ ditlerle, yasakladı. Botta aldırış bile etmeden işini ilerletiyordu. Saray dev teraslar üzerinde ortaya çıktı. Botta'nın ilk haberi üzerine koşup gelen araştırıcılar bunun, Peygamber lşaya'nın kehanetlerinde adı geçen Kral Sargon'un ( l.ö. 72 1 -705 ) sarayı olduğunu kabul ettiler: Ninive'nin kıyısında bir yazlık saray, bir tür Versailles, dev bir Sanssouci'ydi bu. Molozların içinden du­ var üstüne duvar, zengin süslü kapıları olan avlular, görkemli salonlar, koridorlar ve odalar, üç bölüklü harem ve bir teraslı kule çıktı. Heykel ve kabartmalar akıl al­ mayacak bir bolluktaydı. Gizemli Asur ulusu ansızın zamanın karanlığından çıkı­ vermişti. Şurada onların resimleri vardı, burada kap kacakları, silahları; ötede on­ lar evlerindeki yaşayışlarında, savaşta, avda görülüyorlardı. Ama kolayca bozulabilen sumermerinden yapılma heykeller, koruyucu moloz tabakası üzerlerinden kalkınca çölün kızgın nefesi altında dağıldılar. O zamana dek eski eseriere ilişkin birçok resimler yayınlamış olan İran gezgini ünlü ressam Eugene Napoleon Plandin hükümetin buyruğuyla hemen Paris'ten buraya geldi. Vivant Denon, Napoleon'un "Mısır Komisyonu" için neydiyse Plandin de Botta için o oldu. Ama Vivant kendisinden sonra da kalmakta devam eden şeylerin re­ simlerini çizmişti. Plandin ise gözlerinin önünde yok olup giden şeyleri kağıt üze­ rinde kurtarmak zorundaydı. Botta birçok heykel ve kabartmaları saHara yükleyebildi ama yukarı taratların­ da henüz coşkun ve vahşi bir dağ ırmağı olan Dicle bu alışılmadık yükü hoş gör­ medi. Sallar dönmeye başladılar, dengelerini yitirdiler, üst yanları ağır geldi, Asur tanrı ve kralları, daha az önce karanlıktan çıkmışken tekrar hatip gittiler. Botta cesaretini yitirmedi. Bundan sonra yüklenen sallar ırmaktan aşağı gitti­ ler, düşünülebilecek her türlü güvenlik önlemi alınmıştı. Bu kez iş başarıldı. Bir gemi değerli yükleri aldı. Bir gün ilk As ur heykelleri Avrupa toprağına indi. Birkaç ay sonra Paris'te Louvre' daydılar.


1 66

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Botta ise büyük bir resimli yapıt hazırlamaya girişti. Dokuz bilginden oluşan bir kurul yayınlama işini üzerine aldı. Bunların arasında çok geçmeden en üs­ tün Fransız arkeologlarından biri olacak Emile Burnouf (bir çeyrek yüzyıl son­ ra Schliemann'ın kitaplarında kendisini sık sık tanık göstereceği "sevgili dos­ tu" ) ve Austen Henry Layard adında bir İngiliz vardı. Bunun ünü çok geçmeden Botta'nınkini örtecektir. Layard o sırada Botta'nın izinden gitmekteydi. Bir gün, o da, küreğini bin yılların molozlarına daldıran bütün arkeologlar arasında en ta­ lihlilerden biri olacaktır. Ama Asur toprağındaki öncü Botta unutulacak değildir. Evet o da Asur top­ rağında, Belzoni'nin Mısır'da olduğu gibi öncüydü, hiçbir şeye aldırış etmeyen bir kazıcı, Louvre için bir ganimet arayıcıydı. (Yine bir Fransız konsolosu Victor Place da sonradan, Mariette'in Mısır'da oynadığı "toplayıcı" rolünü Ninive'de üzerine alacaktır. ) Fakat Botta'nın Monuments de Ninive decouverts et decrits par Botta, mesures et dessines par Fladin adını taşıyan kitabı arkeolojinin klasik yapıt­ ları arasında sayılır. Bu kitap iki yılda, 1 849 ve 1 850' de yayınlandı. Beş ciltti. lik iki ciltte mimarlık ve heykelciliğe ilişkin levhalar vardı, üçüncü ve dördüncüde top­ lanan yazıtlar, beşineide de açıklamalar bulunuyordu.


20 . B Ö LÜM

Çivi Yazısının Okunuşu

B

U kitap kimin eline geçti? Kim üçüncü ve dördüncü ciltleri okudu? Bun­

larda toplanmış olan yazıdan kim anladı? Bütün bilimsel çalışmaların tari­ hi, buluşla uygulamanın zaman bakımından birbirinden çok uzak kalabildikleri­ ni gösterir. Botta'nın heykellerinin yanı sıra garip çivi işaretleriyle kaplı tuglalar topladı­ gı, bunların resimlerini yaptırdıgı ve Paris' e gönderdigi sırada (bu işaretierin na­ sıl okunacagından kendisinin de haberi yoktu) bunları çözebilecek anahtar elle­ rinde olan bilginler Avrupa ve Yakın Dogu'ya dagılmış, köşelerinde çalışıp duru­ yorlardı. İnanılmaz bir şey gibi gelir insana, ama bu adamlar, ancak şimdi Botta'nın kendilerine ilk kapsamlı miktarda belgelerini verdigi bir diyarın yazısını okumak için gereken anahtarı yıllardan beri ellerinde bulunduruyorlardı. Botta'nın kita­ bının yayınlandıgı günden sayılırsa tam kırk yedi yıldan beri! Bu yazının çözül­ mesinin daha ileriye gidebilmesi için eksik olan da yalnız hep yeni, başka, o za­ mana dek görebilmiş olduklarından daha okunaklı ve daha bol yazıtlardı. Ama çivi yazısı dizgesinin çözümü için gerekli temel bilgilere, daha Sargon'un sarayı­ nın tek bir duvarı bile ortaya çıkmadan, Austen Henry Layard'ın tam bu sırada küreği daldırdıgı Ninive üzerinde Tevrat'ın yazdıklarından başka hiçbir şey bi­ linmezken çoktan varılınıştı bile. Şimdi, Botta'nın öncü çalışmalarını Layard'ın buluşlarının izlemesi, bunla­ rı da az ötedeki bir kaya duvarına, yalnızca bir yazıtı kopya etmek için, kendi­ ni palanga ile sarkıtan gözü pek bir İngiliz'in elde ettigi bilgilerin zenginleştiril­ mesiyle artık kazı sonuçları, buluşlar, çözümler; filoloji ile eski ulusların tarihi­ nin verdigi bilgilerle yapılan düzeltmeler bir araya gelerek, yalnızca on yıl için­ de saglam bir bilim yapısı ortaya çıktı. Daha 19. yüzyılın ortasında, kazılada yapılacak her buluşun hemen işlenebilmesi için gereken bilimsel hazırlıklar ar­ tık tamamlanmıştı. Ama çivi yazısının çözülmesi için ilk kesin adımı atan -dogrusu bunu yazmak hoşumuza gitmiyor degil!- bu işe kışkırtan hiç de bilimsel, bilim aşkı degildi. Bu adam bir Alman'dı. 1 802'de Göttingen'de kent okulunda yardımcı ögretmendi.


1 68

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Yirmi yedi yaşında, ilerisi için umut veren bir delikanlıydı. Her zaman için dalıice sıfatını hak etmiş olan bir yöntem yardımıyla bir çivi yazısının ilk on harfini yal­ nızca tutuştuğu bir bahsi kazanmak için çözmüştü.

çtvt yazısı konusunda bilgimiz 1 7. yüzyıla dek geri gider. İtalyan gezgini Pietro della Valle bunların ilk kopyalarını Avrupa'ya yollamıştı. Francis Aston 1 693'te, Iran'daki Doğu Hint Kumpanyası ajanı Flower adında birinin kopya ettiği iki satırı Philosophical Transactions'da bildirdi. Bu ülkenin yalnız yazıları ve anıt­ ları değil, ülkenin kendisi ve halkı üzerine en heyecan verici haberleri Carsten Niebuhr getirdi. Bu Hannoverli, Danimarka Kralı V. Friedrich'in hizmetindeydi. 1 760'tan 1 767'ye kadar birçok bilginle birlikte doğuda yolculuk yaptı. Birinci yıl­ da, Niebuhr'dan başka bütün heyet üyeleri öldü. Korkusuz Niebuhr yalnız başı­ na yolculuğu sürdürdü, sağ salim geri döndü ve Napoleon'un Mısır seferi sıra­ sında yanından hiç ayırmadığı Arabistan ve Çevresindeki Başka Olkelerin Yolculuk Betimlemeleri adlı kitabını çıkardı. Çeşitli karışık yollardan, eksik, bazı bölümleri atlanmış, kötü kopya edilmiş olarak Avrupa'ya ilk varan çivi yazısı kopyalarının çoğu, eğer bu deyimi dar coğ­ rafya anlamında alırsak, Asur-Babil toprağından gelmiş değillerdi. Hemen he­ men hepsi Şiraz'ın yedi mil kuzeydoğusundaki bir örenden, daha Niebuhr'un bile haklı olarak eski Persepolis yıkıntıları olarak aldığı dev bir enkaz yığınından­ dılar. Bu yapı kalıntısı, on dokuzuncu yüzyılın ortasında Botta'nın küreğinin altın­ da uyanandan çok daha yeni bir kültürdendi. Bunlar Dareius ile Kserkses'in otur­ dukları ve sonradan Büyük İskender'in yerle bir ettiği dev sarayın yıkıntılarıydı. Diodor, "Bir içki alemi sırasında, düşüncelerine egemen değilken," İskender'in bunu yaktığını söyler. Kleitarkhos da aynı içki alemini anlatır ama Atinalı dan­ söz Thais'in dansın coşkunluğu ile sunaktan yanar bir odun alarak sarayın ağaç direkleri arasına fırlattığını da ekler; İskender'le çevresindekiler de sarhoşluk­ la ona uyrnuşlar (Gustav Droysen, Helenizm tarihindeki bu haber için, burada "büyük bir başarıyla fakat tarihin zararına olarak bir öykü uydurulmuş olduğu­ nu" söyler) . İslam'ın ortaçağ hükümdarları da bu sarayda oturmuşlardır. Ondan sonra yıkıntılar arasında koyunlar atladı. tık gezginler burasını soydular. Hiçbir büyük müze yoktur ki Persepolis kabartmalarından parçalar sergilemesin. Tıpkı Roma' daki Kolosseum gibi Dareius'un sarayı taşocağı olarak kullanıldı. Geçen yüzyılda, on yıldan on yıla yıkıntıların gittikçe daha zarar gördüğü izleniyordu. 1 9 3 1 'den 1 934' e dek Ernst Herzfeld, Şikago Üniversitesi'nin "Oriental Institute"ü adına ilk, gerçekten yöntemli araştırmaları yönetti. Bu kazı aynı zamanda yıkıntl­ ların korunması için etkili önlemler alınmasını da sağladı. Bu ülkede kültürler, başka hiçbir yerde görülmedik biçimde üst üstedir. Şöyle düşünebiliriz: Bir Arap, üstü çivi yazılarıyla kaplı birkaç tabieti bir arkeoloğun Bağdat'taki bürosuna getirir. Belki de Behistun dalaylarından gelen bu tabietierde lran Hükümdan Dareius'un sözü geçmektedir. Heredot'u hep elinin altında bu­ lunduran arkeolog, bu Yunanlı'nın ve yeni araştırmaların verdiği bilgilere daya-


Çtvt YAZISININ OKUNUŞU

1 69

narak, Dareius'un İ.Ö. SOO yıllarına doğru iktidarının en yüksek döneminde bu­ lunduğunu ve dev bir imparatorluğun her şeye egemen merkezini oluşturduğu­ nu bilir. Öteki tabietleri incelediği zaman, eski sülalelerin soyağaçlarına, savaşlara, yakıp yıkmalara, kıyırolara ait işaretler bulur. Örneğin, Hammurabi'nin de adı ge­ çebilir, bu da İ.Ö. 1 700' de başka bir büyük devlete ün salmış olan bir kraldır; ya da Kral Sanherib'tir, bununla da arkeolog bu kez İ.Ö. 8' den 7. yüzyıla geçişteki üçün­ cü bir büyük devlete ilişkin haberler bulmuştur. Bu dev gibi diyara ilişkin haberler dizisinin kopmaması için arkeoloğun yalnızca Arap'ın peşinden gitmesi yeterlidir. İlk köşede birtakım adamlar halka olup bağdaş kurmuş, gözleri meddahın ağzın­ dan ayrılmadan, büyülenmiş gibi masal dinlemektedirler. Meddalı monoton bir melodi ile ve arada etkili duruşlar yaparak Harun'u, İ.S. SOO' de, Charlemagne'in imparator olduğu sırada gücün ve bilgeliğin en üstün düzeyine erişmiş olan bu olağanüstü halifeyi anlatmaktadır. Buna Mezopotamya üzerine elde ettiğimiz en yeni bilgileri de katarsak şunu biliriz ki, bugünkü Şam'la Şiraz arasında, ta uzakla­ ra değin egemen olan ve her defasında eski dünyaya büyük etkileri olmuş altı bü­ yük eski kültür merkezi parlamıştı. Bu denli dar bir yere sıkışmış, birbirine geçen, birbirine aşılanan, fakat yine de birbirine bağlı olmayan bu kültürler hep birden, beş bin yılı aşkın zamanı şaşırtıcı bir canlılıkla doldurmuştu. İnsanlığın hirçok kez korkunç, fakat çoğu zaman da yüce tarihinin beş bin yılı! Arkeologların İki Irmak Arası Ülkesi'nde karşılaştıkları bu bolluk karşısında Schliemann'ın Troya'daki ka­ zılarında bulduğu dokuz tabakanın ne önemi vardır? Çünkü bu dokuz tabaka­ dan yalnız bir teki gerçekten tarihsel büyüklük saklamaktadır. Buna karşılık, böy­ le önemsiz kültür tabakaları Mezopotamya'da sayısızdır; daha Akadlar zamanın­ da, aşağı yukarı İ.Ö. 3000 yılında, bir kent böyle beş tabakanın üzerindeydi. Bu kent varken de Babil daha doğmamıştı! Böyle uzun bir zaman sürecinde her şeyle birlikte, yalnız dillerin değil, yazının da değişmiş olacağı kolayca anlaşılır. Hiyerogliflerin nasıl hepsi aynı değilse, çi­ vi yazısı da hep aynı değildi. Botta'nın Paris' e gönderdikleri, Niebuhr'un Persepolis'ten ge­ tirdiklerinden bütünüyle ayrı görünüşteydi­ ler. Ama Persepolis yazıları (onun için çivi yazısının çözümüne ilişkin ilk yayınlarda hiç­ bir zaman Asur ya da Babil değil, Persepolis yazıtlarının sözü geçer), iki bin beş yüz yıllık tabletler, Fırat ve Dicle vadisinde moloz yı­ ğınlarından çıkan bütün ötekilerin anahtarı oldu. 9 Haziran 1 775'te Almanya' da M ünden şehrinde, Georg Friedrich Grotefend doğ­ du. Önce doğduğu kentte, sonra Ilfeld'deki Pedagogium' da yetişti ve Göttingen' de filo­ loji öğrenimi gördü. 1 797' de kent okulun­ Georg Friedrich Grotefend da yardımcı öğretmen, 1 803'te Frankfurt am (1 775- 1 853)


1 70

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Main'daki lisede önce prorektor, sonra da konrektor oldu. 1 8 1 ?'de bir Alman di­ li bilginleri derneği kurdu, 1 82 l 'de Hannover'de kız lisesi müdürü oldu. 1 849'da her memurun sonunda olduğu gibi onu emekli ettiler. 15 Aralık 1 853'te öldü. Fakat bütün yaşamı daha ötesi olmaz bir uslulukla geçen, her türlü uçarılık­ tan ve her çeşit zirzopluktan uzak kalan bu adam, yirmi yedi yaşındayken, bir iç­ ki sofrasında, düpedüz uygunsuz bir bahse tutuşup, çivi yazısının anahtarını bu­ lacağını ileri sürüvermişti. Elinde Persepolis yazıdarının birkaç kötü kopyasından başka bir şey yoktu. Sorunu çözmeye gençliğinden doğan bir aldırış etmezlikle gi­ rişti ve zamanının en üstün bilginlerinin olamaz saydıkları bu işi başardı. 1 802'de Göttingen' deki Bilimler Akademisi'ne araştırmalarının ilk sonuçlarını sundu. Sonraki, bugün artık ilgiye değmeyen ve unutulan bir yığın filolojiye ilişkin yazıla­ rının arasında, "Persepolis çivi yazılarının açıklanmasına ilişkin araştırmalar" her zaman için üstün bir yer alacaktır ve unutulmayacaktır. Grotefend'in eline geçebilen, kendinden önceki çalışma sonuçları şunlar­ dı: "Persepolis yazıdan çok çeşitli karakterler göstermekteydi. Bazı yazıtlarında yan yana üç kolon olarak yazılmış üç ayrı çeşidi görülmekteydi. Eski İranlıların Persepolis hükümdarlarının tarihi üzerine bilginler ve kuşkusuz bizim genç hü­ manist de, özellikle Yunan yazarları yoluyla bilgi sahibiydi. Kyros'un l.ö. 540'ta Babillileri yendiği ilk büyük İran İmparatorluğu'nu kurarak Babil'in sonunu artık kesin olarak getirdiği bilinmekteydi. Bu durumda hiç değilse yazıtlardan birinin fatihlerin dilinde yazılmış olduğu sonucu çıkarılabilirdi. İkinci bir varsayım da ­ en önemlinin hep ortada bulunması geleneğine göre- orta kolondakilerin büyük bir olasılıkla eski Pers diliyle yazılmış olmasıydı. Bundan başka bir işaret grubu­ nun çok olası ki "kral" anlamına geldiği düşünülmüştü; bu sonucu anıtlarda gö­ rülenler doğruluyordu. Sol yukarıdan sağ aşağıya inen eğik bir çizgi olan tek işa­ retin de, sözcükleri ayırmak için kullanıldığı kabul edilmekteydi." İşte hepsi bu kadar! Bu da şaşılacak kadar azdı. Çünkü bu cılız hipotezler, yazıtların ne yandan okunacağını bile içerisine alınıyordu. Tabietierin yukarısı neresi aşağısı neresi ol­ duğu, yazıların soldan sağa mı, yoksa sağdan sola mı okunacağı konusunda da ke­ sin bir görüş yoktu. Gençliği kendisini yüzeyselliğe sürüklememiş olan Grotefend işe baştan başladı. Yirmi yıl sonra hiyeroglifleri çözen Champollion, eğer koşullar göz önün­ de tutulursa, bu denli karmakarışık bir sorunla hiç karşı karşıya gelmemişti. Grotefend'in elinde, açık bir çeviri veren üç dil taşı yoktu. Çünkü Grotefend bu­ rada yan yana duran üç dil ve yazıdan hiçbirini bilmiyordu! Onun için önce tam tarnma bir betim denemesiyle işe girişti. Önce çivi işaretlerinin süs değil, bir yazı olduğunu köklü bir biçimde kanıt­ ladı. Bundan sonra bu işaretlerde hiç kıvrım bulunmadığını, onun için bunla­ rın "yazmaya" uymadıklarını; ancak katı bir maddeye kazılabileceklerini an­ ladı. Bugün bize o denli zaman alıcı ve kullanışsız gibi görünen bu yazının Mezopotamya'da ve eski İran'da ta Büyük İskender zamanına dek bütün siya­ sal ve ekonomik yazışmalara yeterli olduğunu biliyoruz. Bir arnbarın yazma­ nı, ticarethanenin resmi kağıdı ile ikinci nüsha için bir kağıdı, aralarına karbon


ÇlVl YAZISININ OKUNUŞU

171

kagıdı koyarak yazı makinesine yerleştirecek yerde, taze hazırlanmış, henüz yu­ muşak kil tabietini eline alır, bir kamış kalemle ambara verilenierin listesini, ka­ lemin ucunu çeşitli yönlerde bastırarak yazar, bir kopyayı malı getirene verirdi. Sonra tabietler çabucak fırında pişirilirdi. Bunlar öyle sertleşirdi ki bütün kagıt cinsi şeyler ortadan kalktıgı halde, üç bin yıldan sonra bile hala bize tam bilgi ve­ rebilmektedirler. Bundan sonra Grotefend çivi işaretlerinin genel olarak dört yönde olduk­ larına dikkat etti, bunlarda asıl yön hep yukarıdan aşagıya ya da soldan sagay­ dı. lki çividen oluşan gönye şekillerinde açık yan hep saga dogruydu. llk bakış­ ta basit gibi görünen bu gözlemlerden çıkardıgı ilk sonuç, yazıtlara nasıl bakıl­ ması gerektigi oldu: "Bunlara, dik çivilerin sivri uçları aşagıya, yatay çivilerde ise saga dönük olacak, gönye şeklindeki çift çivinin açık yanı da yine saga gele­ cek gibi tutunarak bakılmalıdır. Böyle yapılacak olursa çivi yazısının hiçbir za­ man yukardan aşagı yazılmadıgı, hep yatay satırlar halinde oldugu, yüzük taşla­ rında ve silindir mühürlerdeki yazının yanında bulunan şekillerin yazının yönü için bir ölçü vermedigi görülür." Aynı zamanda, yazının soldan saga dogru ya­ zıldıgı sonucunu da çıkarmıştı. Bunu yalnız Batılılar dogal görürler, onların ya­ zıları da böyledir. Ama yine de çözüm için bunların pek yararı yoktu. Grotefend'in şimdi ke­ sin adımı atmasına sıra gelmişti. Bu adımı atabilecegini de dehası gösterdi. Deha bir bakımdan, karmaşıgı basit olarak görme ve bir bütün içinde esaslar tanıyabilmedir. Grotefend'in gerçekten dahice, kesip atan buluşu şaşılacak bir sadelikteydi. Kendi kendine, anıtlardaki yazılarda birtakım alışkanlıkların, (elinde anıtlar­ dan alınma çivi yazısı kopyalan vardı) birdenbire degişecegi düşünülemez, diyor­ du. Ülkenin mezar taşlarındaki "huzur içinde uyu" sözü büyükbaba ve anaların ve onların babalarıyla analarının mezarlarında hep bulunmaktaydı. Çocukların ve torunlarının mezarlarında da böyle olacagı tahmin edilebilirdi. Şu halde, bildi­ Si yeni İran anıtlarındaki degişmez başlangıç sözleri, neden eski İran anıtlarında da bulunmayacaktı? Yeter ki yazı kolonlarından birisinin eski İran dilinde oldu­ gu varsayımı dogru olsun. Bu durumda neden Persepolis yazıdan da, bildigi yeni anıtlarda hep oldugu gibi: "X kralı, krallar kralı, A kralı

ve B kralı Büyük kral, krallar kralı Y'nin oğlu . . . "

diye, hep aynı biçimde soyunu sayınakla başlamayacaktı? Bu düşünce onun, sık sık yinelenen çivi gruplarından birinin "kral" anlamına gelebilecegi yolunda­ ki düşüncesinin dalıice sürdürülüşüydü. Bu, hem aşagıdaki sonuçların çıkması­ nı sagladıgı için ileri dogru yeni bir adımdı: Eger bu düşünce sözcüSü sözcügüne uyuyorsa bu durumda birinci sözcük bir kralın adı olacaktı. Ondan sonra egik bir çivi işareti, -sözcük aralıgı- gelecekti. Bundan sonra da iki sözcük bulunacaktı ki bunlardan biri yine "kral" anlamına gelecekti ve bu "kral" sözcügünün yazıtın ilk bölümünde sık sık yinelendigine de rastlanacaktı.


1 72

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Grotefend'in bundan sonraki karışık düşünce sırasının burada yalnızca il­ kesini verebilecegiz. Genç yardımcı ögretmen Grotefend'in, sakin ve huzurlu Göttingen'de, elindeki çivi yazıları kopyalarının asıllarından bin kilometre beri­ de, bunların yazılışlarından da zaman bakımından üç bin yıl uzakta oldugu hal­ de, hipotezlerinin dogru oldugunu anlayınca nasıl bir zafer duygusuna kapıldıgı­ nı tasadamak için biraz hayal yetişir! Hayır, biraz ileri gittik; gerçi hesapladıgı sı­ rayı birçok kez buldu; "kral" anlamına gelmesi gereken kelimeye de sık sık rastla­ dı. Ama bunları kanıt olarak kim kabul edebilirdi? Hem de işin dogrusunu arar­ sak, böyle bir buluştan ne kazanılırdı? Şimdiye dek eriştiklerini gözden geçirdi. O zaman şunu da buldu: Elindeki he­ men hemen bütün yazıtlarda ilk çivi işareti grubunun yalnızca iki çeşidini görü­ yordu. Ne denli karşılaştırılırsa karşılaştırılsın hep bu iki grubu, kuramma göre bir kralın adı olması gereken aynı iki başlangıç sözcügünü görüyordu. Fakat, bu iki adın aynı zamanda bulundugu yazıtlarla da karşılaştı! Şimdi Grotefend'in düşünceleri birbirini kovalıyordu. Kendi kuramma göre bu, kopyalan önünde olan bütün anıtların yalnızca iki krala ilişkin olmasından başka ne anlama gelebilirdi. Bazı levhalarda bu kralların adları yan yana yazıldıgı­ na göre de bunların baba ogul olmaları çok olası degil miydi? Bu iki adın ayrı ayrı oldukları yerlerde birinin önünde "kral" işaretini bulu­ yordu, ötekinde ise bu yoktu. Buna göre, kuramma uygun olarak, bu kez bir şe­ masal sıralama ortaya çıkıyordu: "X kral, Z oğlu, Y kral, X kralın oğlu . . . "

Şunu da akıldan çıkarmamalıdır ki, buraya dek Grotefend'in bütün düşündükle­ ri hep varsayımdı. Bunlar birkaç işaretin daha sık geçmesinden, sürekli yinelenmele­ rinden ve sıralanınalarmdan başka bir şeye dayanmıyordu. Ansızın, en son not ettigi bu sıralamayı gözden geçirirken, bir kanı tm, kuramının gerçek, itirazlara dayanabile­ cek bir kanıtının yolunu gözlerinin önünde apaçık ve aydınlık görünce Grotefend'in ne büyük coşkuya kapıldıgını düşünebiliriz. Bulmacaları ve düşünce sporlarını se­ ven bir yüzyılın dikkatli okuru, bundan ötesini okumadan önce onun bu karşılaştır­ masını kendisi de yinelesin! Burada göze çarpan nedir? Çözümün ilk belirtisini gör­ memek olanaksızdır. Bundan sonraki adım için en önemli olan noktada bir (boşluk) vardır. Daha açık söylenirse bu, bir sözcügün eksik oluşudur. Yani, şemasal sıralama­ da "Z" olarak görülen adın ardında "kral" sözcügünün bulunmayışıdır. Eğer bu şema dogru ise bu, baba ile oğlun kral oldukları, büyükbabanın ise ol­ madığı, üç kuşaklık bir soyu göstermekteydi. Grotefend de derin bir soluk alarak şöyle diyebilirdi: Eğer, bildigirniz İran kralları sırasında buna uygun bir soy gru­ bu bulabilirsem kuramıının dogruluğu kanıtlanmış demektir ve ben çivi yazısı­ nın ilk sözcüklerini çözdüm! Şimdi, çözüm denemesinin bu kesin evresinde sözü Grotefend'e bırakma­ nın sırası geldi: "Burada Ahamenidier sülalesinden iki kralın adının aranması ge­ rektiğine inanıyordum. Eski Yunanlıların tarihlerini, bu sülale ile çagdaş olma-


ÇlVl YAZISININ OKUNUŞU

1 73

ları ve çok ayrıntılı anlatmaları yüzünden bütün başkalarından daha güvenilir saydığım için, onlarda kral sıralarını gözden geçirmeye ve araştırmaya giriştim. Bunlar Kyros ile Kambyses olamazlardı. Çünkü yazıtlardaki iki adın ilk harfle­ ri aynı değildi. Bunlar Kyros ve Artakserkses de olamazlardı, çünkü birinci ad ya­ zıttaki harfiere göre çok kısa, ikincisi de çok uzundu. Bu durumda geriye Darius ile Kserkses kalıyordu. Bunlar yazıtlardaki harfiere o denli kolay uyuyorlardı ki bunları doğru seçtiğimden hiç kuşkum kalmadı. Üstelik oğlunun yazıtında baba­ ya da kral unvanı eklendiği halde, babanınkinde onun babasına bu yapılmamış­ tl. Bu düşünceyi bütün Persepolis yazıdan, her yazı çeşidinde de doğruluyordu." İşte bu kanıttı. Yalnız kendi kuramma inanan Grotefend değil, yansız her eleş­ tirİcİ bu mantık zincirine boyun eğmek zorundaydı. Ama henüz, sonuncu adım atılmamıştı. O zamana dek Grotefend kral adlarının Yunanca yazılış biçiminden yola çıkmıştı. Bunları asıl Herodot vermekteydi. Grotefend bildiği büyükbabanın adından yola çıkarak yazısını şöyle sürdürür: "Bu adın doğru olarak çözümü ile artık on ikiyi aşkın harf tanıyabilecek­ tim. Bunların arasında da yalnız biri eksik olmak üzere kral unvanının bütün harfleri bulunduğu için iş artık, yalnız Yunanlı ağzından tanınan adiara İranlı biçimini vermekteydi. Böylelikle kral unvanının her harfinin gerçek değeri or­ taya çıkabilecek ve böylelikle de yazıtların hangi dille yazılmış oldukları kesti­ rilebilecektil "Zend-Avesta'dan ( İranlıların kutsal kitaplarına verilen toplu ad) Hystaspes adının İran dilinde Goşasp, Gustrasp, Kistasp ya da Wistasp olduğu­ nu öğrendim. Böylece Darius'un yazıtındaki Hystaspes adının ilk yedi harfini bulmuş oldum, son üçünü de bütün kral unvanıarını karşılaştırmakla daha ön­ ceden tanımıştım." İşin başlangıcı bitirilmişti. Bundan sonrakiler yalnızca düzeltmelerdi. İşin il­ ginç yanı, gerçekten kesin ve bundan ileri buluşlar yapılıncaya dek otuz yılı aşkın süre geçmesiydi. Bu buluşlar Fransız Emile Burnouf ile Norveçli Christian Lassen tarafından yapılmıştır. İkisinin araştırmaları 1 836'da yayınlanmıştı. Bir şey çok ilginçtir. Hiyeroglifleri çözen Champollion'un adını herkes bilir ama bugün Grotefend'i tanıyan zor bulunur. Okullarda adı öğretilmez, hatta gü­ nümüzde çıkan bazı ansiklopedilerde bile ondan ya hiç söz edilemez ya da verilen yardımcı eser adlarında kısacık sözü geçer. Oysa İki Irmak Arası ülkesi'nde dev kazıların tarihsel önemlerinin anlaşılabilmesini sağlayan kesin buluşun ilk sahibi olmak onuru onun, yalnız on und ur. Buluşun ilk sahibi olmak dedik. Çünkü çivi yazısının okunuşunda da insan zekasının birçok başka buluş ve türetmelerinde olan şey olmuştur. Bu buluş bir­ biri ardı sıra ilk kez oldu! Grotefend'in buluşundan hiç haberi olmadan bir İngiliz de bunu başardı. İşin daha ilginci, bunun yalnız Grotefend'den değil, Burnoufla Lassen'in düzeltmelerinden de sonra oluşudur. (İlk önemli yapıtı 1 846'da yayın­ landı. ) Fakat bu İngiliz kendisinden öncekilerin bulmuş olduklarından çok daha ile­ riye varabilecekti. Çivi yazısı üzerine bilgileri bilim adamlarının çalışma odaların­ dan üniversiteye o götürecekti. Bunu çözüm evresinden, öğrenilebilir bir şey ol-


1 74

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ma evresine geçiren, böylelikle de gittikçe daha bol olarak ortaya çıkan yazıt mal­ zemesini işlernek için günden güne daha çok gereksinim duyulan şeyi birçokları­ nın yararlanabilecekleri duruma getiren de o olacaktır. Çünkü günün birinde tam bir kitaplık bulundu; toprak tabietlerden bir kitaplık! Ama bu ileride anlatılacak bir öyküdür.


21. BÖLÜM

Açık Bir Örnek

ı 837 yılında İran ordusunda görev yapan İngiliz Binbaşı Henry Creswicke

Rawlinson kendisini bir palanga ile, İran'da Behistun'daki yüksek kayalar­ dan, yalnızca kayalara oyulmuş yazıtları kopya etmek için aşagı sarkıttı. Bu İngiliz, Fransız Botta'dan sonra, asuroloji bilimine olan merakını politi­ kacı, sosyete adamı yaşamıyla birleştirebilen ikinci insandı. Grotefend'in yaşa­ mı ne denli memurcaydıysa, bununki de o oranda serüvenliydi. Eski İran'a olan ilgisi bir rastlantıdan dogmuştu. On yedi yaşındayken Horn Burnu'nu dolaşa­ rak Hindistan'a giden bir gemide subay adayı olarak bulunuyordu. Aylarca sü­ ren yolculukta yolcuları oyalamak için bir gemi gazetesi çıkardı. Yolculardan biri, Bombay valisi ve üstün bir oryantalist olan Sir John Malcolm, bu on yedi yaşında­ ki uyanık redaktörden çok hoşlandı. İkisi saatlerce, kuşkusuz Sir John Malcom'u ilgilendiren konular üzerinde konuşurlardı. Bunlar İran tarihi, İran edebiyatıydı. Rawlinson'un özel merakına ta ölümüne dek, hatta sonraları siyasal görevi bütün vaktini aldıgı sıralarda bile yön veren işte bu konular olmuştu. ı s ı o'da dogdu, ı 826'da Dogu Hint Kum­ panyası'nda askeri hizmete girdi, ı 833'te bin­ başı olarak İran' da bulunuyordu. ı 839' da onu siyasi ajan olarak Afganistan' da Kandahar'da görüyoruz. ı 843'te Bagdat Konsolosu'ydu; ı 85 ı ' de aynı zamanda yarbaylıga yüksele­ rek başkansalos oldu. ı 856'da İngiltere'ye döndü. Parlamentoya girdi ve aynı yılda Do­ gu Hint Kumpanyası'na danışman seçildi. ı 859'da Tahran'a elçi oldu. ı 865'ten ı 868'e dek yine parlamento üyesiydi. Çivi yazısıyla ugraşmaya başladıgı zaman Burnoufun da temel olarak kullandıgı me­ tinlerle işe girişti ve şaşılacak bir şey oldu. Grotefend'in, Burnoufun ve Lassen'in çalış­ Henry Creswicke Rawlinson malarından en küçük bir şey bilmeden, tıpkı (1810- 1 895)


1 76

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Grotefend'in tuttuğu yola benzer bir yoldan üç kralın, Darayavauş (Darius'un adı­ nın eski İran yazımına göre biçimi), Khshayarsha ve Vishtaspa'nın adlarını çözdü! Bundan başka da dört ad ve pek kesin olmamakla birlikte birkaç sözcük çözebil­ mişti. 1 836' da ilk kez Grotefend'in yazıları eline geçti. Kendi alfabesiyle Göttingenli öğretmenciğin bulduklarını karşılaştırınca, ondan epey ileri gitmiş olduğunu gör­ dü. Şimdi ona gereken, içinde adlar, boyuna adlar geçen yazıtlardı. ÇOK çok eski zamanlardan beri kutsal sayılan Bagistan'da, "Tanrılar ülkesinde" Hamadan'dan, Kermanşah üzerinden geçerek Babil'e giden ticaret yolu üstünde dimdik iki tepeli kayalık bir dağ yükselir. Burada aşağı yukarı iki bin beş yüzyıl önce İran Kralı Darius (Darayavauş, Dorejavoş, Dara, Darab, Dareios aynı adın yalnızca çeşitli dil ve yazımlarda yazılışıdır) dağın dik yamacına, vadi tabanından elli metreden çok yüksekliğe, kendisini, yaptığı işleri, zaferlerini övmek için re­ simler ve yazılar kazdırmıştı. Taştan bir pervazın üzerinde kayaya figürler oyulmuştur. Burada, sıcaktan tit­ reşen havada, saygısız ellerden uzak, büyük kral durur: yayına dayanmış, sağ aya­ ğını, yere serilmiş olan Gaumata'nın, bir zamanlar onunla imparatorluğu için boy ölçüşmeye kalkan sihirbazın üzerine basmıştır. Arkasında İranlılardan iki kişiza­ de, yayları, sadakları ve mızraklarıyla dururlar. Önünde elleri bağlı, boyunların­ dan birbirine bir iple bağlanmış, yenilmiş ve cezalandırılmış dokuz "yalancı kral" durmaktadır. Bu anıtın yanlarında ve alt taraflarında on dört kolon halinde kra­ lı ve yaptıklarını anlatan yazılar vardır. Bunlar daha Grotefend'in ayırt edebildiği fakat ne olduklarını bilmediği üç ayrı dilde yazılmışlardır: Eski lranca, Elamca ve Babilce. Bunlar çivi yazısıyla kayaya, sonsuzluk için oyulmuşlardı!

Kral Darayavauş söyledi: Sen ey gelecek günlerde Benim kayaya oydurduğum bu yazıları, Bu insan resimlerini gören! Yok etme, bozma onları. Soyun var kaldıkça Bozulmadan kalmalarına çalış.

Asker ve sporcu Rawlinson, otuz beş yaşındayken, bu yazıtlardan vadinin ta­ banına dek olan elli metre yükseklikten yılmadı. Her an düşmek tehlikesi içinde, bu baş döndürücü yükseklikte asılı olarak, yazıtın eski İran dilinde yazılmış olan bölümünü kopya etti. Babilcesini ancak birkaç yıl sonra göze alabildi. Buna bü­ yük merdivenler, halatlar ve tırmanma çengelleri lazımdı; bunları sağlamak çok güçtü. Fakat 1 846'da Londra'da, Krallık Asya Derneği'ne yalnızca ünlü yazıtın kopyasını değil, aynı zamanda tam çevirisini de sunabildL Bu, çözümün ilk, bü­ yük, gözle görülür ve herkesin kavrayabileceği zaferiydi. Fakat bu sırada Avrupa'da bilginierin çalışma odalarındaki işler de durma­ mıştı. Herkesten çok Alman-Fransız Jules Oppert ve lrlandalı Ire Hincks büyük ilerlemeler sağlamışlardı. Dilbilimi keskin zeka harikaları göstermişti. Hepsinden


•' -

_..,

, . .. ·"' ...

,

2 1 - 1 9. yüzyılda mimar Gottfried Semper (1803- 1 879) Parthenon 'un çatısının bir bölümünün renkli rekonstrüksiyonunu yaptı. Yunan tapınak ve heykellerinin aslında rengarenk boyalı olduğunu bugün yeniden öğrenmemiz gerekiyor.


22 - Eski Yunan 'da şıklık ve güzellik: Başında güneşten koruyan şapkası, elinde yelpazesiyle genç bir kadının pişmiş topraktan lıeykelciği. /. ö. 300 yıllarında yapılmış 34 santimetre boyundaki lıeykelcik, bulunduğu Botya kırsalındaki Tanagra mezarlığından adını alan "Tanagra Heykelciklerinden " biri. Yunan dünyasının her yanında üretilen benzer toprak figürler antik lıeykellerin renkli olduklarına en önemli kanıt.


23 - Güzel geldi: Echnaton'un eşi Nofretete. 1 91 1 'de Arnara 'daki Thutmosis'in lıeykel atölyesinde bulunan kireç taşından ünlü biist, kraliçe heykelleri için model olarak kullanılıyordu.


24 - Krallar Vadisi'ndeki VI. Ramses mezar odasının tavan resminde dünyanın üzerine egilmiş Gökyüzü Tanrıçası Nut görülüyor. Gövdesinin altında ölülerin ruhları öbür dünyaya dogru ilerliyorlar.

25 - Philae'deki tapınagın içi. Mısır hayranı David Roberts, yaptıgı Nil ülkesinin bu tür ünlü mekanlarının duygu yüklü resimleriyle ülkesindeki kişileri etkilemiş, Avrupalıların eski Mısır'a yogun ilgi duymalarını saglamıştı.


26 - !ştar Kapısı 'nın rekonstrüksiyonu, 15, 70 metre genişlik ve 14,73 metre yükseklikteki görkemli yapının Babil' i ziyaret edenlerin üzerinde nasıl bir izienim yarattığını bize hissettiriyor. Tüm üyle renkli tuğlalarla kaplı, boğa ve canavar figürleriyle süslü kapı, Il. Nabukadnezar (1. 0. 604-562) egemenliğinin etkileyici bir kanıtı.


27 - Renkli sır/ı tuğlalarla yapılmış 1,83 metre yüksekliğindeki duvar kabartması biiyük !ran kralı I. Darius'un bir muhafızını gösteriyor. "Ölümsüz Onbinler"den biri olan muhafız fıgürü bir zamanlar Susa kentindeki büyük sarayın duvarını süslüyordu.


28 - I SOO'lerde yapılmış bu Aztek kalkanını Hernando Cortez'in Palencia piskoposıma armağan ettiği anlaşılıyor. Kalkanın ortasında bir efsane yaratığı ya da bir çakal resmi yer alıyor. Ara papağanı, kaşıklı balıkçı/ gibi çeşitli kuş tiiyleriyle bezeli kalkan 70 santimetre çapında, ahşap, deri, kamış ve agave kağıdı kullanılarak yapılmış; süslü kısımların çizgileri ise altın varakla belirginleştiri/m iş.

29 - Gücün pırıltısı ve görkemi: Tikal'in büyük meydamndaki "Büyük ]aguar Tapınağı ". Maya merkezleri içinde kuzey Guatemala 'da bulunan Tikal, en önemli kentlerden biriydi.


30 - Frederick Catherwood'un Orta Amerika 'nın antik anıtlarını yansıttığı 26 parçadan oluşan koleksiyonundan Maya kenti Uxmdl'daki "Casa del Gobernador"un kuzey cephesini gösteren taşbaskı resim.


AÇIK BİR ORNEK

1 77

çok karşılaştırmalı filoloji, Sanskrit ve Zend dillerinde gittikçe daha kesinleşen bilgilere dayanarak, bütün İndo-Cermen dil gruplarının, özellikle eski İran dili­ nin dilbilgisini de giderek daha ayrıntılı bir biçimde saptıyordu. Tam bir uluslara­ rası işbirliği içinde çalışan hepsinin elbirliği ile de eski İran çivi yazısının 60 kadar işareti çözülmüştü. Ama Rawlinson'la başka birtakımları da artık Behistun yazıt­ larındaki başka kolonlar (bunlar o zamana dek toplanmış olan bütün malzeme­ den daha büyük bir toplam tutuyordu) incelemeye başlamışlardı. Rawlinson, ilk anda yazıların, özellikle Botta'nın ortaya çıkardıklarının çözüleceği yolundaki bü­ tün güveni sarsan bir buluş yaptı. ANIMSAYACAGIMIZ gibi, hem Persepolis hem de Behistum yazıtlarında üç dil

ayırt edilebiliyordu. Grotefend güvenli bir elle çözüm manivelasını, en az direnç gösteren ve zaman yakınlığı yüzünden bilinen dillerden bazılarıyla koşutluklar bulmaya olanak veren yere dayamıştı. Grotefend'den önce I. sınıf diye adlandırı­ lan orta kolona! Ama, sınıf I'in zorlukları henüz yenilmişti ki, öteki ikisine girişıneye baş­ landı. Sınıf II'nin çözümü için, temeli kurma onuru Danimarkah Niels Ludvig Westergaard'ındır. ( 1 854'te Kopenhag'da, elde ettiği çözümler üzerine ilk yayını çıktı. ) III. sınıfa gelince, buna en büyük hizmeti edenler, Oppert'le, yine o sırada Bağdat'ta başkonsolos olan Henry Creswicke Rawlison' dur. III. sınıfın incelenmesinde çabucak bütün umutları yok eden bir buluşa va­ rıldı. I. sınıf, bir harf yazısıydı, bütünüyle bizim Batı alfabemizle kıyaslanabile­ cek, her işaretin bir sese karşılık olduğu bir yazıydı. Bundaki her çivi grubu genel olarak bir harfi gösteriyordu. Ama şimdi çözüm için ele aldıkları yazıda her işa­ ret artık bir hece, hatta çoğu zaman tam bir sözcüktü. Öyle durumlar vardı ki, incelemeler ilerledikçe bunlardan gittikçe daha çoğu bulunuyordu- bunlarda bir tek işaret bazen çeşitli heceleri, hatta birçok apayrı sözcükleri ifade edebiliyordu. Sonunda bunun bir kural olduğunu da anladılar. Artık tam bir şaşkınlık egemendi. Bu kargaşalık içinde incecik bir iz bile açmak olanaksız görünüyordu. Rawlinson'un yayınladığı buluşları (Bütün zorluklara rağmen yine bir çözümün var olduğunu kesin olarak söylüyordu) bilginler dünyasında şiddetli bir heyecan uyandırmış, meslek dışında olanlar dünyasında da bir öfke fırtınası koparmıştı. Bilen bilmeyen tartışmaya katıldı. Gazetelerin bilimsel ve edebiyat eklerinde, tanı­ nan ve tanınmayan yazarlar, böyle bütünüyle karmakarışık bir yazının gerçekten var olabileceğini ciddi olarak mı ileri sürüyorlar? diye sormaktaydı. Eğer vardıy­ sa, bütün bu, çok çeşitli anlamlara gelişlerine karşın bu işaretierin okunabileceği nasıl söylenirdi? Böyle şeyleri öne süren bilginlerin, başta Rawlinson olarak, böy­ le "bilim dışı şakaları" lütfen bırakmalarını açıktan açığa isteyen sesler yükseldi. İşte basit bir örnek (açık bir görüş verebilmek için bunu, çapraşıklığı yüzün­ den burada gösterilerneyecek bağlantılarından ayırarak veriyoruz). "r" harfi "ra", "ri", "ru", "ar", "ir", "ur" hecelerinde oluşuna göre ayrı altı işaretle gösterilir. Bu hecelere birer sessiz harf daha katılacak olursa, "ram", "mar" ve bunun gibi heceTM 1 2


1 78

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ler için ikişer işaretin birleşmesinden dogma ayrı özel işaretler oluşur. Çeşitli an­ lamlara gelmenin nedeni de, bir grup halinde birleşen işaretlerin, bu birleşme yü­ zünden başlangıçtaki ses degerierini yitirmeleri ve belirli bir kavram ya da adı an­ latır duruma gelmeleridir. Örnegin, ünlü Kral Nebukadnezar'ın adını oluşturan işaret grubu, dogru olarak okunursa "Nebukudurriussur" olur. Buna karşılık her işarete, karşılıgı olan ses degeri verilirse "An-pa-sa-du-sis" çıkar. İşin dışında olanlara karışıkhgm en son perdede görüldügü bu günlerde ar­ keologlardan biri, daha önce Botta'nın da kazmış olduğu Koyuncuk'ta, yeraltın­ daki bir odada yüz kadar tablet buldu. 7. yüzyılın ortasında çivi yazısı öğrenci­ leri için yazıldıkları sonradan anlaşılan bu tabietierde sözcük anlatan işaretierin deger ve anlamları, aynı sözcüğün harf yazısıyla yazılan biçimleriyle karşılaştırıl­ maktaydı. Bu buluntunun önemi düşünülemeyecek denli büyüktü. Bunlar sözcüklerdi, bunda kuşku yoktu! Dilin eski resim ve hece yazısından harf yazısına doğru ba­ sitleştiği ve modernleştiği sırada, çivi yazısının alfabe öğrencileri için gerekli olan sözcüklerdi bunlar. Sonra sonra ilk öğrenenler ve daha ileriler için "ögrenim ki­ tapları" Sümerce adların karşısında Sami dilindeki karşılıkları bulunan "sözcük­ ler," evet, hatta sonunda bir tür "ansiklopedi" denemesi bulundu. Bunda günde­ lik yaşamdaki birbiriyle ilgili eşyanın adları yan yana sıralar halinde dizilmiştİ ve hep birinci kolonda bunların Sümerce (bu dil artık yalnız dinsel ayinlerde ve hu­ kukta kullanılmaktaydı) , ikincide Sami dilindeki adları bulunmaktaydı. Fakat bu buluntu ne denli önemli olursa olsun, kuşkusuz tam olmadıgı için, ancak bir çıkış noktası oluşturuyordu. Araştırıcıların ilk sonuçları ortaya koyabil­ meleri ve burada da: "Evet, her türlü çok anlamlılıklara karşın, karmaşık çivi ya­ zısını da okuyoruz!" diyebilmeleri için ne zorluklarla karşılaştıklarını, ne dolarn­ haçlı yollara, ne çıkmaz sokaklara saptıklarını ancak meslekten olanlar bilir. Sonunda, bu tam şaşkınlık döneminden sonra yine ( düşmanlar kazanmış ve değersizler tarafından, her türlü büyük bilim öncüsünün başına geldigi gibi, ha­ karete ugramış olan) Rawlinson'un bu savı herkesin gözü önünde kanıtlamaya karar verdigi sırada, Londra' daki Asya Derneği, bilimler tarihinde pek az örneği görülebilen, hiç alışılmadık bir adım atmayı düşündü. O zamanın en önemli dört çivi yazısı uzmanına, hiçbirinin ötekilerden habe­ ri olmadan, mühürlü bir zarf içinde, yeni bulunmuş bir Asur çivi yazısı kopyası­ nı göndererek bunu çözmelerini diledi. Bu dört bilgin İngiliz Rawlinson'la, Talbot, İrlandalı Ire Hincks ve Alman­ Fransız Oppert'ti. Bunlar aynı zamanda çalışmaya başladılar. Hiçbiri ötekinden baberli degildi. Her biri kendi özel yöntemlerine göre çalışıyordu. Derken sonuç­ ları mühürlü zarflar içinde geri yolladılar. Ve pek az önce avaz avaz olamayacağı bagırılan şey, şimdi parlak bir biçimde kanıtlandı. Her dört metin de, temel nok­ talarında birbirlerine bütünüyle uyuyordu! Hiç kuşkusuz bu alışılmadık deneme birçok bilginin kalbini kırdı; bunlar ken­ dilerini böyle halka beğendirmek için düzenlenmiş, fakat bilime yakışmayan bir denetim yöntemiyle gafıl avianmış görüyorlardı.


AÇIK BİR ÖRNEK

1 79

Fakat 1 857'de Londra'da "Asur Kralı Tiglath-Pileser'in Rawlinson, Talbot, Dr. Hincks ve Oppert' ce çevrilen bir yazıtı" yayınlanabildi. Bu, bilimin hedeflerine, bütün zorluklara karşın, ayrı ayrı yollardan fakat bütünüyle birbirine uygun ola­ rak vanlabileceğinin en parlak ve inandırıcı kanıtıydı. GELİŞME sürdü. Henüz on yıl geçmişti ki ana çizgileriyle ilk As ur dili dilbilgisi ya­ yınlandı. Yazıdan sonra araştırma, dilin gizlerine girdi. Artık yazı işaretlerinin be­ lirsizliklerinden, tabietlerio eksik yerlerinden başka zorluk hemen hemen çıkmı­ yordu. Bunlar da rüzgar ve yağmur, kum ve çamurla tabletlerin, saray duvarları­ nın ve eski kentlerin üzerinden geçen ve üç bin yılın doğurduğu dış zorluklardan başka şeyler değildi.


22. BÖLÜM

Nemrut Tepesi 'nin Altındaki Saraylar

ı 854 yılında Londra' da, üç yıl önce dünya sergisini barındırmış olan Kristal

Palas, Hide Park'tan Sydenham'a taşınmış ve müze olarak hazırlanmıştı. İşte burada, Avrupa'nın batı bölgesi insanları ilk olarak, Kutsal Kitap'ta bir uça­ rılık yuvası ve ahlaksızlık yurdu olarak o denli çok lanedenen o batmış büyük kent­ lerin görkemi ve parıltısı üzerine bir görüş elde edebildiler. Burada iki, dev gibi Asur salonu kurulmuş, büyük bir saray cephesi olduğu gibi yapılmıştı. Böylece o zamana dek yalnızca masallar, söylenceler, kuşkulu Antikçağ yolculuk haberleri ve kutsal kitapların bilgi verdikleri bir mimarlık üzerine insanı şaşırtan bir izienim sağlanmıştı. Şurada bir tören salonu ve bir kral odası yapılmıştı; burada kanatlı insan boğa­ lar ve aslan boğan Gılgamış'ın, "Muzaffer Kahraman"ın, "Ülkenin Efendisi"nin resimleri vardı. Duvarlar sırlı tuğlalardan yapılmıştı. Oldum olası başka hiçbir ınİ­ maride görülmeyen bir yönterndi bu. Kabartmalar yirmi yedi yüzyıl önceki, büyük kral Assurnasirpal'in günündeki heyecanlı av ve savaş sahnelerini gösteriyordu. Bu sergiyi oluşturan Austen Henry La­ yard'dı. 1 839'da, yanında tek bir arkada­ şı olduğu halde Musul'da, Dicle Irmağı kı­ yısında atla dolaşan meteliksiz biriydi. Sydenham'daki müzede hazineleri sergiledi­ ği yılda, bu "meteliksiz" artık İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nda m üsteşar olarak bulunuyordu.

Austen Henry Layard (1 81 7- 1 894)

LAYARD'IN yaşam yolu Botta ile Raw­ linson'unkine benzer: Serüvenci fakat büyük insanlar, üstün bilgin ama gerçekçi, politika mesleğinin ve insan idaresinin bütün sanat­ larını bilen adamlardı bunlar. Layard uzun zamandan beri İngiltere'de yerleşmiş bir Fransız ailesindendi. Şu tarih­ ler onun yaşam yolunu gösterir: 1 8 1 7' de


NEMRUT lEPESl'NlN ALTINDAKİ SARAYLAR

181

Paris'te doğdu. Çocukluğunun bir bölüm yıllarını babasıyla birlikte İtalya'da geçirdi. 1 833'te İngiltere'ye döndü ve hukuk öğrenimine başladı. 1 839'da do­ ğuda yolculuk yapmaktadır. Sonra İstanbul'da İngiliz elçiliğinde kaldı. 1 845'te Mezopotamya'da kazı çalışmalarına girişti. 1 852 ve 1 86 l 'de iki kez müsteşar ol­ du. 1 868'de bayındırlık bakanı, 1 869'da İngiltere'nin Madrid orta elçisiydi. Doğuya, Uzak Bağdat'a, Şam'a, lran'a olan özlemi bir çocukluk düşünden do­ ğar. Yirmi iki yaşındayken, kütlü bir avukat yazıhanesinde pinekler ve önünde he­ men hemen hiç değişikliğe uğramadan sürüp gidecek, kesin olarak çizilmiş, so­ nunda da bir avukat perukasından başka bir şey vaat etmeyen bir yaşam yolunu görürken, bütün bağları kopardı ve bu düşün peşine düştü. Schliemann'ı kışkır­ tan Homer' i okuması olmuştu. Layard'ı da, "Binbir Gece!" Fakat Schliemann ön­ ce hiç sapmadan, sabırla maddi başarılar yolundan ilerledi, sonunda milyoner ve dünyada yaygın ilişkileri olan bir insan haline geldikten sonra düşünün peşi­ ne düştü. Layard daha çocuk denecek yaşta iken, düşlerinin ülkesine yapacağı yolculuk için yararlı bulduğu her şeyi öğrendi. Bunlar, kendisinin hukuk öğreniminden apayrı, son derece pratik şeylerdi: Örneğin pusula kullanmak, bir sekstant yardı­ mıyla yer saptamak, bütün coğrafya ölçü aletlerinin kullanılışı, aynı zamanda tro­ pik hastalıkların tedavisi, cerrahlıkta ilk yardım, özellikle de biraz Farsça ve İran'la Irak ülkeleri ve halkları üzerine bilgiler . . . 1 8 39'da Londra'daki yazıhanenin sıkıntısından kaçtı, Doğudaki ilk yolculu­ ğuna başladı. Çok geçmeden, aynı bilgi dalındaki meslektaşlarının pek azının sa­ hip oldukları bir yetenek gösterdi: Yalnız büyük bir arkeolog değil, aynı zaman­ da yaptığı işleri parlak bir biçimde betimleyebilen kusursuz bir yazar olduğunu. Sözü ona bırakalım: " 1 839 sonbalıarı ile 1 840 kışında Küçük Asya ile Suriye'de dolaştım. Yanımda, öğrenme aşkı benimkinden az olmayan biri vardı. Hiçbir tehlikeye aldırış ettiği­ miz yoktu. Yalnız başımıza atla yolculuk ediyorduk. Silahlarımız tek koruyucu­ muz, eyerin arkasındaki heybelerimiz de gardırobumuzdu. Bir Türkmen köyü­ nün ya da bir Arap çadırının konuksevediği bu işi üzerimizden alınazsa atlarımı­ za da kendimiz bakıyorduk. Böylelikle halkın içine karışmış olduk. "O mutlu günleri zevkle anıyorum; sabahleyin alacakaranlıkta yoksul kulübe ya da rahat çadırdan ayrılıp canımızın istediği gibi dolaşırdık; güneş batarken gö­ çebe bir Arap'ın kulübesini kurmuş olduğu eskilikten kararmış bir yıkıntıda, ya da hala çok tanınmış bir adı taşıyan viran bir köyde kendimizi bulurduk . . . "Tarihin ve geleneğin, Batı'nın bilgeliğinin doğduğu yer olarak gösterdiği, Fırat'ın öte yakasındaki ülkelere gitmek için içimde önüne geçilmez bir istek var­ dı. Gezginlerin çoğu da büyük ırmağı aşmak ve haritalarda Suriye'nin sınırından, Halep'ten ta Dicle kıyısına dek uzanan büyük bir beyaz bölümle ayrılmış olan alanı incelemek için aynı özlemi duymuşlardı. Asur, Babil ve Kaldea'nın üstünde hala derin bir karanlık vardır. Bu adiara büyük uluslar ve büyük kentlerin tarihi­ nin kara gölgeleri bağlanır. Çölün ortasındaki dev taş kalıntıları, ıssızlıkları ve her türlü biçimden yoksun oluşları yüzünden gezginlerin betimlemeleriyle sanki alay


1 82

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

eder. Büyük budunların kalıntıları hala, Yahudilerin de kafirlerin de kendi soyla­ rının beşigi olarak saydıkları ülkede, ovalarda, Peygamberlerin bildirmiş oldukla­ rı gibi dolaşır dururlar. " 1 8 Mart'ta arkadaşımla birlikte Halep'ten ayrıldık Hala kılavuzsuz, uşaksız yolculuk yapıyorduk. 10 Nisan'da Musul'a vardık. Bu kentte kaldıgımız sırada ır­ mağın doğu kıyısındaki, herkesçe Ninive ören yeri olarak kabul edilen büyük taş yığınlarını ziyaret ettik. Atla çöle de açıldık ve Dicle kıyısında, onun Zap'la bir­ leştiği yerden aşağı yukarı elli mil uzakta, dev bir taş yıgını olan Kalalı Şergat'ı in­ celedik. Oraya olan yolculugumuz sırasında, çevresinde hala bir Antikçağ kenti­ nin izleri bulunan Hamum Ali Köyü'nde gecelemiştik. Yığına bir tepenin doru­ gundan, aramızı yalnız ırmagın ayırdıgı geniş bir ova görüyorduk. Bu ovanın do­ gu yanını, içlerinden piramit biçimli birisi hepsinden yüksek olan, bir sıra büyük toprak tepeleri sınırlandırıyordu. Bunlardan sonra Zap'ın sularının akış yolunu tam olarak saptamak olanaksızdır. Yalnız piramit biçimindeki tepenin yeri, onun ne oldugunu kolayca belirtiyordu. Bu, Onbinlerin yakınında ordugah kurdukları, Ksenophon'un tanımladıgı piramitti. Buradaki yıkıntılar, Yunan generalinin yir­ mi iki yüzyıl önce görmüş olduklarıydı ve bunlar daha o zaman bile eski bir ken­ tin yıkıntılarıydı. Her ne kadar Ksenophon, yabancı bir ulusun kullandığı bir adı Yunanlı kulagının alışık oldugu bir kılıga sokmuş ve buraya Larissa demişse de, gelenek bugün bile bu kentin ne oldugunu haber verir. Kurucusu olarak, bugün de kentin kalıntılarının adını taşıdıgı Nemrut'u göstermekle burasını insan soyu­ nun ilk oturduğu yerlere ba@ar." Böyle bir geçmişin yükünü yaşayan gizemli tepeyi hemen incelemeye olanak bulamadı. Ama burası onu büyülemişti. Bir para düşkününün kilitli bir çekme­ cenin çevresinde dolaştıgı gibi hep onun çevresinde dolaşıp durdu. Yolculuk be­ timlemelerinde boyuna ona dönüyor, başka başka sözlerle hep onu canlandırma­ ya çalışıyordu: "Şimdi üzerinde otlar yetişen, kış yağmurlarının en çok dik yamaçlarında ya­ rıklar açtıgı ve böylelikle içini gösterdigi yerler dışında, hiçbir yanında insan eli­ nin izi görülmeyen büyük, şekilsiz bir kitle." Bir sayfa ötede: "Gezgin, şimdi gör­ dügü ıssız ve harap yıgında bir şekli gözünde canlandıramaz." Suriye' de gördü gü arazi ve yıkıntıları buradaki şekillerle karşılaştırır. "Zengin oymalı, gümrah bitkilerle yarı örtülmüş kornişler ya da direk başlıkları yerine bu­ rada, güneşten kavrulmuş ovada, bir tepe gibi yükselen biçimsiz, iç karartıcı top­ rak yıgınları var." Her ne kadar artık dönmek zorunda ise de sonunda merakını yenemedi. "Araplar arasındaki bir söylenceye göre ören yerinin altında kara taştan yontul­ muş garip figürler varmış ama Dicle'nin sag kıyısındaki önemli bir toprak parça­ sını kaplayan toprak ve tugla yıgınlarını incelemekle bir günün en büyük bölü­ münü geçirdigirniz halde, bütün araştırmalarımız boşuna çıktı." Sonunda düşüncesini şöyle toparlar: "Asur'un bu büyük toprak yıgınları üze­ rimde güçlü bir etki yapıyor ve beni, Baalbek'in tapınaklarından ya da lyonia'nın tiyatrolarından daha çok, ciddi düşünme ve tasanınlara zorluyor."


NEMRUT 1EPES1'N1N ALTINDAKİ SARAYLAR

183

Onu hepsinden çok çeken bir tepe vardı. Buna neden onun büyüklüğü, onun genişliği -ama bunlar kadar da- eteklerinde yıkıntısı yükselen yerin adıydı. Bu onun tanıdığı bir addı, ona "İnsan soyunun beşiği" ile, -kendisinin de yazdığı gi­ bi- Tevrat'ın anlattığı Nemrut'la doğrudan doğruya bağlantılı gibi görünen bir addı. Tevrat'ta Musa'nın I kitabının l O'uncu babı şöyle anlatır: "Nuh üç oğlu ve on­ ların karıları ve her çeşit eti yenen ve yenmeyen hayvanla büyük tufandan son­ ra insan soyunu yeniden üretmeye başlayınca, oğullarından Ham'ın oğlu Khuş, Nemrut'u dünyaya getirdi. "O dahi yerde kuvvet sahibi olmaya başladı. Bu zat Rabbin huzurunda kuv­ vetli avcı olduğu için, Rabbin huzurunda Nemrut gibi kuvvetli avcı denir. Bunun hükümetinin iptidası Şin' ar diyarındaki Babil, Erk, Akad ve Khelne'ydi. Bu diyar­ dan Asur'a gidip Ninive ile Rehobothir ve Kalah'ı ve Ninive ile Kalalı arasında re­ sen nam büyük şehri bina etti." Ama Layard geri dönmek zorundaydı. Yol parasını tüketmişti. İstanbul'a gitti. Orada İngiliz elçisi Sir Stratford Canning'le tanıştı. Tanrı'nın günü ona Musul' daki gizemli tepeleri anlattı. Giderek daha ısrarla anlatıyordu bunları. Çünkü bu ara­ da dünya, Paul-Emile Botta'nın Khorsabad'daki buluşlarına kulak kesilmişti. Layard'ın ateşli betimlemeleri ve coşkuoluğu elçinin üzerine etkisini yapmada ge­ cikmedi ve bir gün -Layard'ın ilk yokuğundan beri yedi yıl geçmişti ve Botta Khorsabad'daki başarılarının en yüksek noktasına erişmişti- Sir Canning, yirmi sekiz yaşına gelmiş olan Layard' a altmış İngiliz lirası verdi. Altmış lira! Gerçekten, Botta'nın eriştiklerinden daha üstünlerini hayalinden geçiren Layard'ın yapmayı düşündükleri için pek az bir para! O Botta ki Fransız hükümetinin bütün yardımı emrine açıktı, o Botta ki Musul' da resmi bir görevi de vardı. 8 Kasım 1 845'te Layard, Nemrut tepesindeki kazılara başlamak üzere bir ke­ lekle Dicle' den aşağı yola çıktı. Ama onu yalnız parasızlık sıkıntıya sokmayacaktı. Bambaşka zorluklar ortaya çıkacaktı. Aradan beş yıl geçmişti. Layard bu kez kelekten indiği zaman ayağını, karışıklıklar içinde bir ülkeye basmıştı. lKl IRMAK ARASI ÜLKESl Türk egemenliği altındaydı. Yeni bir vali çıkagelmiş­ ti. Anlaşılan bütün valilerde ortak olan yan (bunlar üzerine en ilginç öyküler bize antik Roma' dan kalmıştır) yönetecekleri ülkeyi yalnızca sömürme açısından gör­ meleri, halkı da sütlü inekler ya da altın yumurta yumurtlamaları beklenebilecek tavuklar olarak saymalarıdır. Musul valisinin yöntemi Asya ölçülerine göreydi. Onu anlatan yazılar vardı. Bunlara göre o, şeytanı anlatan bir masal kitabından fırlamışa benzer: Tek göz­ lüydü, tek kulaklıydı, bodurdu, tam bir Doğulu gibi şişmandı, görünüşte eksi­ ği kalmasın diye suratı da çiçekten delik deşik olmuştu. Korkunç bir sesi vardı, davranışları kaba sabaydı. Aynı zamanda sanki hep pusuya karşı tetikte duruyor-


1 84

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

muş gibi güvensiz, ani davranışlıydı. Zeki bir sadistti, korkunç bir muzipliği var­ dı. Memuriyetine başladığı zaman ilk resmi işi, yerliler için bir "diş vergisi" koy­ mak oldu. Bu, Batı'nın bütün "tuz vergileri"ni fersah fersah geride bırakan bir yükümlülüktü. Bu para, paşanın söylediğine göre, bu ülkenin pis yemeklerini ye­ mek zorunda kaldığından beri dişlerinin aşınmasının ve çektirdiği dişierin zara­ rını karşılamak için toplanıyordu. Ama bu, daha sonra geleceklerin şakadan bir başlangıcıydı. Halbuki tir tir titretiyordu. Suçluları izleme hareketleri talan sefer­ leriydi: Kentleri soyuyor, köyleri yakıyordu. Baskının olduğu yerde dedikodu da vardır. Bu, güçsüzlerin haber alma servisi­ dir. Bir gün Musul'daki birkaç kişi, artık Allah'ın işe karıştığını ve paşanın aziedi­ leceğini duymuştu. Birkaç saat sonra vali de bunu öğrendi. Bir İtalyan öyküsün­ den alınmışa benzer bir şey geldi aklına. Boccacio' da buna benzer bir öykü vardır. Ama o daha hoş kokular içinde geçer. Konağından bundan sonraki ilk çıkışlarından birinde kendini hasta gibi gös­ terdi. Çabucak konağına götürüldü, oraya da görünüşte cansız gibi vardı. Bunu gözüyle görenlerin haberi umudun kanadarıyla hemen bütün sokaklara yayıldı. Ertesi gün konağın kapıları açılmadı. Sonunda duvarların arkasından valinin ko­ ruyucularının ve haremağalarının monoton matem feryatları duyulunca halkta bir şenlik bağırışmasıdır koptu: "Şükür Allah'a, paşa öldü! " Bir kalabalık, bağırı­ şa, çağırışa, zalime söverek sarayın önünde toplanınca ansızın kapılar açıldı. Paşa oradaydı. Bodur, şişman, iğrenç, boş göz çukurunun üstünde bir bağ, yüzü yenik yenik, şeytan ca sırıtarak . . . Bir işaret! Askerler donup kalan kalabalığa saldırdı ve zalimce bir duruşma başladı. Kelleler yuvarlandı. Paşanın sadizminin bir de tüccarlık yanı vardı. Bütün "kışkırtıcıların," aynı zamanda bu hazır fırsattan yararlanarak, o zamana dek mal ve mülklerine dokunamadıklarının da, varlarına yoklarına el koydu. Çünkü bun­ lar "devlet yetkesine zarar veren dedikodular yaymışlardı." O zaman artık ülke ayaklandı; dünyaları Musul'un çevresindeki step olan boy­ lar ayaklandı. Bunların ayaklanışları da kendilerine göreydi. Organize bir devrim ellerinden gelmediği için yağmaya karşı yağmaya giriştiler. Artık hiçbir yol gü­ venli değildi. Hiçbir yabancı kellesinden emin değildi ve işte bugünlerde Layard, Nemrut Tepesi'ni kazmak düşüncesiyle karaya çıkmıştı. Ülkenin bu durumu Layard için uzun zaman gizli kalmadı. Daha birkaç saat­ te, Musul'da planlarından hiçbir şey açıklamaması gerekeceğini anlamıştı. Onun için kendisine ağır bir tüfekle kısa bir kılıç satın aldı ve dinlemek isteyen herkese ırmak vadisine gidip yabandomuzu aviayacağını anlattı. Birkaç gün sonra bir at kiralayarak Nemrut'a doğru yola çıktı; böylece de dos­ doğru ilk soyguncu Bedevi köyü yönüne yailandı. Derken en umutmayacak bir şey oldu; daha akşam olmadan, Nemrut Tepesi'nin yanı başında konaklayan boyun önderlerinden Avad'ın dostluğunu kazanmıştı. Evet, hatta daha bile çoğunu: Ertesi sabah, "dağın karnında" ne bu­ lunduğuna bakmak için, pek az gündelik karşılığında kendisine yardım edecek al­ tı yerli de buyruğuna girmişti.


NEMRUT 1EPESl'NlN ALTINDAKİ SARAYLAR

1 85

O günün akşamı çadırına girdiği zaman, bu yirmi sekiz yaşındaki adam her­ halde gözüne uyku girmeden yatağında dönüp durmuştu. Sabah ona talibin bun­ dan sonra da yar olup olmayacağını gösterecekti. Daha ertesi sabahtan mı? Belki birkaç ayda . . . Botta bütün bir yıl boyu kazıp durmamış mıydı? Ama gerçekten de Layard yirmi dört saat sonra iki Asur sarayının duvarları­ na rastlayacaktı. Doğan güneş onu tepenin üstünde buldu. Çevreyi dolaşırken her yerde üzer­ lerinde damga şeklinde yazılar bulunan tuğlalar gördü. Yerden ucu çıkan bir su­ mermeri levhaya yeni kazandığı dostunun dikkatini çeken Bedevilerin reisi Avad oldu. Bu buluş, ilk küreğİn nereye vurulacağı sorusunu kendiliğinden çözdü. Yedi kişi işe girişti ve tepede dar bir hendek açtılar. Bir-iki saat sonra bulduk­ ları, dikine yerleştirilmiş birkaç taş levhaydı. Bunlar bir ortostat'a ait bir taban friziydi. Bu kadar süslü olduklarına göre de bunlar ancak bir sarayda bulunabi­ lirlerdi. Layard küçük grubunu ikiye ayırdı. Ansızın içine çöken, daha zengin bir bu­ luntu yerini kaçırmak korkusu, belki de olduğu gibi kalmış bir duvar bulmak umuduyla (ilk ortaya çıkardığında yangın izleri görülüyordu) adamlarından üçünü tepenin ayrı bir yerinde kazıya başlatmıştı. Küreği tıpkı bir pınar arayıcı­ nın değneği gibi güvenle yerini buldu. Hemen, araları yazıtlarla ayrılmış kabart­ ma resimli levhalarla kaplı bir duvar daha çıktı. İkinci bir sarayın köşesini bul­ muştu. Layard'ın kasım ayı içinde topraktan çıkardıklarının ne tür buluntular olduk­ larını anlamamız için, alçak kabartmalada süslü bir ortostatın tanımını kendisi­ ne bırakalım: "Bir savaş sahnesi. Bunda her birini dörtnala giden üç atın çektiği iki araba resmi var. Her arabada üç savaşçıdan oluşan bir grup bulunuyor. Bunlardan asıl kişi sakalsız ve bıyıksız, anlaşılan bir hadımdır. Bu figür, madeni pullardan bir boy zırhı giymiştir. Başında sivri uçlu bir tulga vardır. Saç tuvaleti eski Normanlara benziyor. Sol eliyle iyice gerilmiş bir yay tutmaktadır. Sağ eli de atılmak için kirişe takılmış oku kulağına kadar çekmiştir. Kılıcı, ucu iki aslanla zarif bir biçimde süs­ lenmiş kındadır. Aynı arabada, atları dizgin ve kamçı ile süren bir arahacı ile düş­ manın oklarını, dövme altından olabilecek, yuvarlak bir kalkanla karşılayan bir de kalkancı bulunmaktadır. Süslerin zarifliğini ve zenginliğini, uzuvların ve kasların insanlarda da atlarda da ne denli gerçeğe uygunluk ve yumuşaklıkla gösterilmiş olduğunu, figürlerin gruplandırılmasında toptan kompozisyondaki sanat bilgisi­ ni hayranlıkla izliyorum." Bu çeşit alçak kabartmalardan Avrupa ve Amerika'nın her müzesinde vardır. Çoğu kez izleyici bunlara kısa bir göz atar. Sonra geçip gider. Ama bu kabartma­ lar dikkatle gözden geçirilmeye değer. Bunlarda konuların ayrıntıları öylesine bir gerçekçilikle işlenmiştir ki, ( üsluptaki gerçekçilikten yalnız belirli dönemler için söz edilebilir) birkaç düzine kabartmayı dikkatle izlemek, Tevrat'ın haklarında o denli korkunç şeyler anlattığı insanların, hepsinden çok hükümdarların yaşayı­ şında derin bir görüş sağlamak için yeter.


1 86

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Asur hükümdan aslan avında.

Bugün, fotoğraf yüzyılında, sayısız resimler daha okuldayken çocuğa bu ka­ bartmalar üzerine yarım yamalak bile olsa bir görüş vermektedir. Ama o zaman Layard'ın bir avuç Arap arasında, çölün tozu toprağı çevresinde savrularak dur­ duğu sırada, ancak Botta böyle birkaç kabartmayı Paris'e götürebilmişti. Bunlar daha yeniydi; bütünüyle yeni ve kendilerini topraktan çıkararak binlerce yılın tozlarını silkeleyen insanlar için çok coşku vericiydiler. Şunu batırdan çıkarmamalıyız ki, Avrupa dünyası için lki Irmak Arası Ülkesi üzerindeki karanlık hemen hemen bir hamlede açılıvermişti; 1 843'te Rawlinson Bağdat'ta oturmuş, Behistun yazıtım çözmeye çalışıyordu. Aynı yılda Botta, Koyuncuk ve Khorsabad'daki kazılarına başladı. 1 84S'te de Layard Nemrut'u ka­ zıyordu. Bu üç yıllık çalışmanın ne denli ışık verici olduğu şundan bellidir ki, yal­ nızca Behistun yazıdan bize Persepolis hükümdarları üzerine, bütün Antikçağ ya­ zarlarının o zamana dek toptan vermiş oldukları bilgilerden çok daha açık se­ çik bilgiler sağlamıştı. Bugün de, hiç abartısız şunu söyleyebiliriz: Asurlular ve Babillilerin tarihleri, Babil ve Ninive kentlerinin yükselme ve çökmeleri üzerine, bütün "klasik" Antikçağ' dan, bütün Yunan ve Roma tarihçilerinden çok daha ay­ rıntılı bilgimiz vardır. Oysa onlar o uzak çağlara bizden iki bin yılı aşkın yakındır. Araplara gelince, her gün Layard'ın eski ve çizik çizik olmuş taş levhaların, fi­ gürlerin ve aşınmış tuğlaların karşısındaki hayranlığını gördükçe onu deli sanı­ yorlardı. Ama paralarını ödedikçe ona yardıma ve güçleri yettiğince kazmaya ha­ zırdırlar. Fakat arkeolojinin öncülerinden kimseye işini rahatsız edilmeden bitir­ mek kısmet olmamıştır. Her zaman araştırma serüven ile; tehlike bilgi ile; yalan dolanla iş görme kendini düşünmeden özveriyle bir arada gider. Layard'a da baş­ ka türlü olacak değil. Ama Layard becerilli bir adamdı.


NEMRUT 1EPESt'NlN AL TlN D AKl SARAYLAR

1 87

Bir gün -kazı ilerlemişti, her büyük umut haklıydı ve en kısa bir mala verme Layard'a yitirilmiş süre gibi görünüyordu- Avad, rehber ve dost, araştırıcıyı bir yana çekti. Kurnazca ve aynı zamanda bu işe razı oldugunu gizlice anlatır gibi gö­ zünü kırparak, bir yandan da kirli parmakları arasında, üzeri altın varak izleriyle örtülü bir heykelcigi anlamlı anlamlı çevirerek ona, bir sürü kaçarnaklı sözler ve Peygamber'i tanık göstermeler arasında, sayın Frenk'in ne aradıgını pekala bildi­ gini anlattı. Ona kısmet açıklıgı ve tepenin sakladıgı bütün altınları diliyordu (bu arada kendi karı konusunda da şüphe bırakmıyordu) ; ama çok dikkatli olmak ge­ rekti. Bu eşek işçiler dillerini tutamazlardı. Layard'ın başarılarının Musul'da pa­ şanın kocaman kulagına gitmesini önlemek gerekiyordu. Avad, paşanın kulagının boyunu, kulagını açarak gösteriyordu. Ama bir despotun yalnız kocaman degil, bin tane kocaman kulagı vardır. Duyuları, tanrıları oldugu ve zevkle kendisine hizmet eden bütün yaratıkların duyularının toplamı gibi çoktur. Paşanın Layard'la ugraşmaya başlaması uzun sürmedi. Bir yüzbaşı ile birkaç asker göründüler. Salt adet yerini bulsun diye Layard'ın hendeklerini, çıkarılmış olan kabartmaları gözden geçirdiler ve şurada burada bulunmuş olan altın izleri üzerine bilgi aldılar. Yüzbaşı resmi bir eda ile, kazıyı sürdürmenin yasak olduğunu bildiren bir kağıdı sundu. Bu yasagın, eşi görülmedik ilk başarılarından sonra en küçük zaman yitirme­ ye iyice kızan Layard'a nasıl etki yaptıgı düşünülebilir. Hemen ata atladı, sanki sü­ rek avındaymış gibi Musul'a ılgar etti. Ve vakit geçirmeden paşanın huzuruna ka­ bulünü istedi. lstedigi de oldu ve Layard bir Dogulunun bütün yanar döner ikiyüzlülügünü ögrendi. Paşa yemin ederek ellerini kaldırdı. Kuşkusuz, Layard'a, yardım için her şeyi, ama her şeyi yapmaya hazırdı. Hayranı oldugu, ulusunu begendigi, kendi­ sinden dostlugunu bugün de yarın da, bütün yaşamı boyunca, ta Allah kendisini çagırıncaya dek bekledigi Frenk için her şeyi yapardı. Ama orada kazıyı sürdür­ mek mi? İşte bu olanaksızdı! Orada eski bir Müslüman mezarlıgı vardı. Frenk bir çevresine baksaydı mezar taşlarını görürdü. Layard'ın yaptığı bütün mümin­ lerin gözünde ölülere saygısızlıktı. Mürninler de ayaklanırlardı. Ona, Frenk'e karşı da, kendisine, paşaya karşı da! O zaman o da artık koruyucu elini dostu­ nun başının üstünde uzun zaman tutamazdı. Bu, ziyaretçi için bir küçük düşme olmuştu. Üstelik bu küçük düşmesinden de en ufak bir yarar elde edememişti. Akşam kulübesinin önünde oturdugu sıra­ da artık bütün çalışmasının çıkınaza girdigini anlamıştı. Paşanın yanından döner dönmez dogruca tepeye gitmiş, despotun orada Müslüman mezar taşları bulun­ dugu savının dogru olup olmadıgını görmek istemişti. Dogruydu bu! Kuytu bir köşede ilk taşları bulur bulmaz üzüntü ile geri döndü. Ne yapacagını düşünerek yorganının altına girdi. Ama bunu yapmaması gerekiyordu. Taşları yakından göz­ den geçirmesi gerekliydi, bunun için de daha paşayı ziyarete gitmeden önce vakti vardı. Şimdi de yorganının altına sokulmaması gerekiyordu; çünkü bu ikinci ge­ cede de öyle bir şey görebilirdi ki bu onun eline paşa ile konuşmak için kusursuz bir silah verirdi. Her iki gece de birçok karaltılar görebilecekti. Bunlar usul usul,


1 88

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ama solumalarını ve bir taşın bir yere çarpmasından çıkan sesleri önleyemeden Nemrut Tepesi'ne çıkıyorlardı. İkişer ikişer yaklaşıyor, yine ikişer ikişer uzaklaşı­ yorlardı. Bu, her iki gece boyunca böyle sürüp gitmişti. Bunlar da Mısır'daki gibi soyguncular mıydı? Ama eger soyguncuysalar, elde edebilecekleri agır kabartma­ lardan başka bir şey olmadıgına göre, neyi soyabilirlerdi? Bu Layard'da eşi az bulunur bir sevimlilik olacaktı; insanlarla dost olma sana­ tında bir ustaydı herhalde. Ertesi gün tepeye gidip kendisine yasak emrini getiren yüzbaşı ile karşılaşınca onunla ahbaplıga girişti. Başka türlü bir sözcük kullanıla­ maz bunda: Adamın kalbini fethetti. Yüzbaşı samimileşti. Sonra Layard'a çok giz­ li olarak, kendisiyle adamlarının iki gece sabaha dek, paşanın buyruguyla, çevre­ deki köylerden aldıkları mezar taşlarını tepeye taşımaktan canları çıktıgını anlattı. "Bu sırada, sahte mezarlıgı yapmak için, senin Zap'la Salarniab arasın­ da bozabileceginden çok daha fazla Müslüman mezarı harap ettik," dedi, "bu ugursuz taşları taşımaktan kendimizin de atalarımızın da iler tutar yeri kalma­ dı! " Daha Layard b u şaşırtıcı haberden bütünüyle yararlanmaya vakit bulamadan -biraz dikkatli davransaydı bunu çok daha erken ögrenebilirdi ya!- zorluklar bambaşka ve hiç umulmadık bir yoldan, kendiliğinden çözülüverdi. Çünkü du­ rumu bütünüyle degiştirecek olan bu konuşmadan az sonra Layard paşayı cezae­ vinde ziyaret edebilmişti. Layard paşayıl . . . Tersine degil! . . . Pek az despota uzun yaşam veren kader paşanın aziini de saglamıştı, hatta daha da çogunu: Yaptıgı iş­ lerin hesabını da vermesini. . . Layard onu içerisine tavanından yagmur damlayan bir kovukta buldu. Paşa, "İşte bu herifler böyledir! " diye bagırdı. "Daha dün bu köpekler ayaklarımı öpüyorlardı. Bugün hepsi üzerime saldırıyor! " Sonra tavana bakarak tamamladı, "Hatta yagmur bile! " Despotun düşmesiyle Layard için bagımsız çalışma günleri geldi. Bir gün ikin­ ci kazı yerinden, tepenin kuzeybatısından, işçiler coşku içinde koşa koşa geldi­ ler. Kazmalarını sallıyor, bagırıyor, oynuyorlardı. Coşkunlukları korku ile sevin­ cin tuhaf bir karışmasına benziyordu. "Koş ya Bey! " diye bagırdılar. "Allah bü­ yük, Muhammed onun peygamberi! Nemrut'u bulduk, Nemrut'un ta kendisi! Gözümüzle gördük onu!" Layard hemen oraya koştu. Umut sanki onu kanatlandırmıştı. Bir an bile, yer­ Iiierin sandıkları gibi, Nemrut'un heykelinin yerden çıktıgına inanmıştı. Ama onun umudu Botta'nın başarısına sarılıyordu. Acaba Botta'nın birkaçını buldugu o görkemli insan-hayvanlardan biri mi ortaya çıkmıştı? Derken dev bir heykel parçası gördü. "Bu, bir kanatlı aslanın sumermerinden yontulma dev başıydı. Yüzünün ifadesi sakin, fakat görkemliydi ve çizgileri öyle bir incelik ve sanat anlayışını gösteriyordu ki bu denli eski bir çagın eserlerinde insan böyle bir şeyi zor bekleyebilirdi." Bu baş Layard'a derin bir etki yapmıştı. Sonradan şöyle yazıyordu: "Saatlerce bu gizemli sembolü izledim, bunların anlamları ve tarihi üzerinde düşündüm. Bu ulus daha soylu hangi şekli tanrılarının tapınakianna yerleştirebi­ lirdi? Vahiy ile gelmiş bir dinin yardımı olmadan, en üstün bir varlıgın hikmeti,


NEMRUT 1EPESl'N1N ALTINDAKİ SARAYLAR

1 89

A usten Henry Layard'ın işçileri Nimrud'da Asur Kralı ll. Assurnasirpal'in (l. ö. 883- 859) sarayında bir kapıcı fıgürünün başını buluyor.

kudreti ve her yerde hazır oluşu kavramlarını biçimlendirmek yolunu arayan in­ sanlar, dogada bunlardan daha yüce biçimlerden yararlanabilirler miydi? Akıl ve bilgi için insanın başından daha iyi bir örnek biçim bulamazlardı, güç için asla­ nın vücudundan, her yerde hazır olmak için de kuş kanatlarından! Bu kanatlı in­ san başlı aslanlar anlamsız eserler, yalnızca hayal ürünleri degildi; ne anlama gel­ dikleri sanki üzerlerinde yazılıydı. Bunlar üç bin yıl önce en parlak dönemlerini yaşayan kuşaklara saygı duyurmuşlar ve onları uyarmışlardı. Dogu'nun hikmeti Yunanistan'a dek yayılmadan ve orası da çok uzun zaman önce Asur dininin giz­ lerini bilenlerin tanıdıkları sembolleri kendi mitolojisine almadan önce bu sern­ bollerin korudukları kapılardan krallar, papazlar ve savaşçılar geçmiş, sunguları-


1 90

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

nı onların mihraplarına götürmüşlerdi. Roma'nın kurulmasından önce, gömül­ müş ve varlıklar unutulmuştu. Yirmi beş yüzyıldan beri insan gözünden uzaktı­ lar, şimdi birdenbire, o eski görkemleriyle ortaya çıkıyorlardı. Ama çevrelerin­ deki sahne ne denli degişmişti! En güçlü uluslardan birinin görkemi ve uygar­ Iıgı yerini birkaç yarı barbar kabilenin yoksulluguna ve bilgisizligine bırakmıştı. Tapınakların görkemliligi ve büyük kentlerin zenginliginin ardından yıkıntılar ve biçimsiz toprak yıgınları gelmişti. Onların durdukları divanhanelerde saban çizi­ lerini çekmişti, ekinler dalgalanmıştı. Mısır' da da bunlar gibi olaganüstü anıtlar vardır, ama onlar yüzyıllarca açıkta durmuş, eski güç ve üne tanıklık etmişlerdi. Buradakiler, şu karşımdakiler ise, sanki Peygamberin sözlerini dogrulamak için şimdi ortaya çıkmışlardı: 'Asur, Lübnan' daki bir sedir agacı gibiydi, dalları güzel, kolları sık gölgeli, boyu yüksek ve tepesi bulutlar arasındaydı. . . Zefenya (2, Ayet 1 3 - 1 5 ) korkunç kehanetini şöyle tamamlar: ' "

Ve o elini kuzeye karşı uzatacak Ve Asur'u harap edecek. Ninive'yi virane, çöl gibi kurak yer edecektir. Onun içinde sürüler ve her türlü yaban hayvanı yatacak, Saka kuşu ile kirpi, Onun direk başlıklarında geceleyecekler. Pencerelerinde ötecekler: Eşiklerde haraplık olacaktır, Çünkü sedir tahtaları sökülecek. Şenlikli kent buydu işte, güvenle oturur, Ve kalbinden derdi ki, Ben 'im ve benden başkası yoktur. Nasıl virane oldu da, Hayvaniara yataklık ediyor. Ve önünden her geçen, Ona ıslık çalıyor, Elini çırpıyor ona karşı.

Kehanet yerini bulmuştu. Hem daha birçok yüzyıllar önce. Ama şimdi Layard geri kalanı gün ışıgına çıkarıyordu. Bütün yeriilere az ya da çok korku veren bu buluntunun haberi çabucak yayıl­ dı. Uzaktan yakından Bedeviler at sürüp geldiler, bir şeyh boyunun yarısıyla gel­ mişti, hepsi tüfeklerini ateşliyorlardı. Ta karanlık eski ça@ardan beri batmış bir dünyanın onuruna parlak bir fantazya idi bu. Hendegin kıyısına dek at sürüyor­ lar ve binlerce yıl süzülen su damlalarının agarttıgı dev başa bir göz atıyorlar, kol­ larını havaya kaldırıyor ve Allah'ı anıyorlardı. Ancak uzun uzun dil dökmelerden sonra şeyhler, orada ışıga çıkmak isteyen bir hayalet, korkunç bir cin ya da bir tanrının bulunmadıgına inanmak için hen­ clege inmeye razı oldular. Ama sonra bagrıştılar: "Bu insan elinin yaptıgı bir şey


NEMRUT TEPESi'NİN ALTINDAKl SARAYLAR

191

degil, Peygamberimizin en yüksek hurma agaçlarından daha büyük oldugunu söyledigi o akıl almaz devierin işi. Bu, Nuh Aleyhisseh1m'ın tufandan önce lanet­ ledigi putlardan biri." Ama bu arada, bu kocaman başı ilk görenlerden bir Arap dehşet içinde kaz­ masını küregini atarak kaçmış ve bir koşuda Musul'a dek varmıştı. Orada, Büyük Nemrut'un mezarından çıktıgı haberiyle çarşıda da az heyecan uyandırmamıştı. Kadı işe el koydu. Kaçan Arap'ı sorguya çekti. Bulunan neydi? Kemikler mi, Nemrut'un vücudunun kalıntıları mı? Yoksa bir heykel mi, insan eseri mi? Müftüye akıl danıştı. O da olayı din bakımından ele aldı ve Nemrut'un gerçek bir Müslüman mı, yoksa imansız köpegin biri mi sayılacagını kestirmeye çalıştı. Despottan sonra gelmiş olan vali, Hazreti Süleyman'a yaraşır bir karar verdi. Layard'a her olasılıga karşın bu "kalıntılara" en yüksek saygıyı göstermesini, fakat şimdilik bütün kazıları durdurmasını ögütledi. Eh, bu da Layard'ın karşılaştıgı ilk yasak degildi. Paşayı kazıları sürdürme­ nin Müslümanların duygularını incitmeyecegine kandırabildi. Bu sırada, so­ nunda İstanbul'daki sultandan ulaşabilen ferman onu bölgesel yöneticiler ile Arapların dinsel duyguları yüzünden gelebilecek her türlü rahatsızlıktan büsbü­ tün kurtardı. Şimdi resimli parçalar birbiri ardı sıra çıkıyordu. Çok geçmeden topraktan çıkarılanlar on üç çift kanatlı aslan ve kanatlı bogayı buldu. Layard'ın Nemrut Tepesi'nin kuzeybatı köşesinde yavaş yavaş ortaya çıkardıgı, kendisine Botta'dan daha parlak bir onur saglayan görkemli yapının, sonradan, II. Assurnasirpal'in (l.ö. 883-859), başkentini Asur'dan buraya, Kalkhu'ya getirmiş olan kralın sa­ rayı oldugu anlaşıldı. O da kendinden önceki ve sonraki Asur kralları gibi, tıpkı Tevrat'ın "rabbin huzurunda kuvvetli avcı" dedigi Nemrut gibi, yaşamıştı. Layard bu sıradan, dogalcılıkları Avrupa'da tanındıktan sonra modern sanatçı kuşakla­ rına etki yapmış olan av kabartmaları, hayvan resimleri çıkarmıştı. Avcılık Asur soylularının gündelik işiydi. Bu, bütün tabletlerden, bütün resimlerden, bütün yazıtlardan anlaşılır. Hayvan parkları vardı, Paradeisos ( Firdevs) denirdi bunlara. Günümüzün hayvanat bahçelerinin öncüleriydi bunlar. Serbest alanlarda ceylan­ lar ve aslanlar beslenirdi. Sürek aviarı yapariardı ve günümüzde artık dünyanın hiçbir yerinde kullanılmayan agla da avcılık ederlerdi. Layard'ın en büyük derdi, bu kanatlı dev heykellerden birkaçını Londra'ya na­ sıl götürecegiydi. Bu yaz ürün kötü gitmişti. Haydut çetelerinin kentin çevresine dadanmaları beklenirdi. Gerçi Layard birçok dost kazanmışsa da, yine bu işi ça­ buklaştırmak hayırlı olacaktı. Günün birinde Musul'un yarı çürümüş kayık iskelesine dogru bir yıgın Arap ve Keldani geldi. Bunlar bir çift iriyarı mandanın yerinden zor kımıldatabilecegi kocaman, kaba saha bir taşıtı, bir dev arabayı olanca kuvvetleriyle itiyor, çekiyor­ lardı. Bu arabayı Layard Musul'da alelacele yaptırmıştı. llk parti örnek olarak bir aslanla bir boga seçmişti. Bunlar hem en saglam kalmış örneklerdi, hem de en kü­ çüklerdi; çünkü bu girişim, elindeki olanakların azlıgı yüzünden, çok gözü pek­ çe görünüyordu.


1 92

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Yalnız bir bağayı höyükten dışarı çıkarabilmek için bulunduğu yerden tepe­ nin kenarına dek bir hendek açmak gerekrnişti: Layard tasasından biterken, bu iş Araplar için bir bayram olmuştu. Brugsch'un krallarını Nil'den aşağı Kahire'ye kaçırdığı sırada yas ve ağıtlada onların peşinden giden fellahların tersine, burada­ kiler yalnızca kulakları sağır edecek şenlik çığlıkları için fırsat bulmuşlardı; böy­ lelikle alabildiğine artan bir çabayla dev heykel, ağaç silindirler üzerinde ağır ağır kaydırılıp höyükten çıkarılmıştı. lşin bu ilk bölümü başarıyla sona erdikten sonra, Layard akşamüstü yerine döndüğü sırada Şeyh Abdurrahman yanındaydı. Layard onun söylevini bize ver­ mektedir. Bunun bir parçasını bizim için eğlenceli bir Arap övgüsü örneği olarak bu bölümün başına almıştık. Şeyh şöyle demişti: "Harika! Harika! La ilahe illallah, Muhammed Resulılllah! En yüksek varlı­ ğın adı için ey Bey, bu taşlarla ne yapacağını bana söyle. Bu kadar bin keseyi böy­ le şeyler için harcamakl Acaba söylediğin gibi senin ulusun bunlardan bilim mi alacaklar, yoksa saygıdeğer kadının anlattığı gibi, öteki kafirlerle birlikte tapınsın diye bu putlar, kraliçenin sarayına mı gidecek? Çünkü bilgeliğe gelince, bu şekil­ ler size daha iyi bıçaklar, makaslar ve renkli eşyalar yapabilmeyi öğretmeyecek, İngilizler zaten bunları yapacak bilgeliğe sahipler. Ama Allah büyük! Şurada (ru­ hu huzur bulsun ) Hazreti Nuh zamanından beri gömülü kalmış taşlar var. Belki de tufandan önce de toprak altındaydıları "Yıllarca bu ülkede yaşadım. Babam da, babamın babası da benden önce ça­ dırlarını burada kurdular, ama bu nesnelerden hiçbir zaman haberleri olmadı. On yüzyıldan beri müminler, Allah'a hamdolsun yalnız onlar gerçek bilgeliğe sa­ hiptirler, bu ülkede oturmuşlardır. Fakat içlerinden hiçbiri de, onlardan önce ge­ lenler de yeraltı sarayı diye bir şey duymamışlardır. Şimdi bak! Bir Frenk günler­ ce uzaktaki ülkesinden geliyor, dosdoğru bu yere gidiyor, eline bir değnek alıyor, bir çizgi şuraya, bir çizgi buraya çiziyor. 'lşte,' diyor, 'saray bu, orası da kapı,' di­ yor. Bize de yaşamımız boyunca ayaklarımızın altında, bizim haberimiz olma­ dan yatan şeyleri gösteriyor. "Harika! Harika! Sen bunlarıkitaplardan mı, sihirlemi, yoksa Peygamberinizden mi öğrendin? Söyle, ey Bey! Bilgeliğin sırlarını söyle bana!" Gece basmıştı ve Nemrut Tepesi'nde hala bağrışmalar ve gürültüler vardı. Müzik, dans ve zil sesleriyle başarı kutlanıyordu. Kanatlı boğa solgun ve koca­ man, arabada yatıyor; bu değişmiş dünyaya bakıyordu . . . ERTESİ sabah ırınağa taşıma işine girişildL Arabayı çekecek olan mandalar bu dev yükün üstesinden gelernediler. Layard yardım dil edi. Şeyh ona adamlar ve halatlar verdi. Kendisi Layard'la birlikte, yol göstermek için atla önden gidiyordu. Onların ardından çalgılarından çıkabilecek olanca gürültüyü çıkararak, davulcular ve zur­ nacılar oynaya oynaya geliyorlardı. "Bunları kavasların ve gözcülerin sürdüğü üç yüz kişi, avazları çıktığı gi­ bi bağrışarak izliyordu. Alayın sonunu cıyak cıyak bağırışlarıyla Arapları eaştu­ ran kadınlar alıyordu. Abdurrahman'ın atlıları grubun etrafından çeşitli binici-


NEMRUT TEPESi'NİN ALTlN DAKl SARAYLAR

193

lik hünerleri gösteriyor, doludizgin ileri geri at sürüyor, savaş oyunları yapıyor­ lardı." Ama zorluklar daha bitmemişti. Araba iki kez saplandı. Sala yükleme, Layard'a korku terleri döktüren bir işti. Ülkesine yolladıgı daha hafif kabartmaların yük­ lenişi bunun yarısı kadar zor olmamıştı. Bunlar Musul'dan Bagdat'a, oradan da Basra Körfezi kıyısındaki Basra'ya varmışlardı. Burada da her türlü teknik araçla­ rı bulunan gemiye yüklenınderi işin en kolay yanı olmuştu. Ama -Layard büyük agırlıgını düşünerek - kanatlı boganın, kendi denetimi dışında Bagdat'ta aktar­ ma edilmesinden kaçınmak istiyordu. Musul kayıkçıları ellerini ovuşturarak, yaşamları boyunca hiç Basra'ya gitme­ diklerini söylüyor ve buna yanaşmıyorlardı. lyi bir rastlantı sonucu Bagdat kayık­ çılarından biri yüksek bir borcu yüzünden zindana atılmak tehlikesine düşmüş bulundu da Layard, çok para vermeyi göze alarak, Botta'nın başına geldigi gibi heykeli Dicle'ye yuvarlamadan sala yükletebildi. Böylece, yirmi sekiz yüzyıl rahat kaldıktan sonra kanatlı insan hayvanlar, bu dev tanrılar, bir sal üzerinde Dicle'den aşagı bin kilometre gittiler. lki okyanus geçtiler, Afrika'nın çevresini dolaştılar (Süveyş Kanalı 1 869'da açıldı) ve aşagı yu­ karı yirmi bin kilometre daha yol aldıktan sonra British Museum 'da yeni bir yurt bulmak için Londra'ya vardılar. ANLAŞILAN Layard, geçici bir süre için kazılarına son vermeden önce, elinde not

defteri, son bir kez höyügü dolaşmış olacak. lşte bu son betimlemelerini birkaç yıl içinde üne kavuşan kitabı Niniveh and Its Rem ains den alıyoruz: "Höyügün tepesine çıkıyoruz, ama henüz yerden dışarı çıkmış bir taş gördü­ gümüz yok, yalnızca geniş, düz bir platform; ya bereketli arpa ürünü ile örtülü, ya da kurumuş, cılız devedikeni demetlerinden başka ot bitirmeyen bir yer. Şurada burada, ortasından ince bir duman sütunu yükselen alçak siyah yıgınlar görülü­ yor. Bunlar, çevrelerinde birkaç acınacak görünüşlü ihtiyar kadının emekledigi Arap çadırlarıdır. Belki de bir-iki genç kızın saglam adımlarla ve dimdik, omuzla­ rında bir su testisi, ya da başlarında bir çalı demetiyle, tam bu sırada tepenin üs­ tüne vardıklarını da görürüz. "Ama bu tepenin yamaçlarında, uçuşan saçlı, vücutları yalnızca hafif ve kısa bir gömlekle örtülü bir sürü yabancı görünüşlü yaratık, yerin dibinden çıkıyor gi­ bidirler. Bazıları sıçramakta ve şaklabanlıklar etmekte, ama hepsi de deliler gibi o yana bu yana koşmaktadır. Her biri bir küfe taşır; onu boşahır ve bir toz bulotu çıkarır. Sonra olanca hızıyla oynayarak, önceki gibi bagıra çagıra ve küfeyi başının üstünde o yana bu yana saHaya saHaya tekrar geriye koşar. Tekrar, çıktıgı gibi yine ansızın, yeraltında yok olur. Bunlar yıkıntıclan moloz taşıyan işçilerdir. "Şimdi dogrudan dogruya toprakta oyulmuş bir merdivenden asıl hendege inelim. Yirmi ayak kadar aşagıya varırız ve ansızın kendimizi, bir kapı oluşturan iki kanatlı insan başlı aslanın arasında buluruz. Yeraltındaki bu labirentte dur­ mak dinlenmek bilmeyen bir devinim ve kargaşalık vardır. Araplar çeşitli yön­ lere koşuşup dururlar; bazıları toprak dolu küfeler taşımaktadırlar. Birtakımları '

TM 1 3


1 94

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

da arkadaşlarına testiyle su getirir. Çizgili elbiseli ve tuhaf koni biçiminde külahlı Keldaniler, kazma ile pekişmiş toprağı kazar ve her vuruşta ince tozdan koyu bir bulut çıkarırlar. Ara sıra uzak bir tepeden Kürt müziğinin vahşi melodileri duyu­ lur. Çalışan Araplar müziği duyar duymaz koro halinde savaş naralarını atarlar ve yeni enerji ile çalışırlar. "Aslanların arasından geçerek ana salonun yıkıntısına girelim: Her iki yanda kanatlı dev heykeller görürüz, birtakımı kartal başlıdır, birtakımı bütünüyle insan gibidir, ellerinde gizemli semboller taşırlar. Solda, iki yanında yine kanatlı aslanla­ rın durduğu bir kapı daha vardır. Ama bunlardan biri kapının önünde yanlama­ sına devrilip yaslanmıştır. Ancak altından sürünerek geçecek kadar yer bulabili­ riz. Bu kapının ötesinde kanatlı bir figürle kabartmalı iki levha vardır. Ama bun­ lar öylesine yıpranmıştır ki, neyi anlattıklarını zor seçebiliriz. Bundan ötede derin bir hendek açıldığı halde bir duvar izine rastlanmamış­ tır. Salonun karşı yanı da yok olmuştur. Orada yalnız yüksek bir toprak duvar gö­ rürüz. Daha dikkatli bir inceleme ile onun bir zamanlar kerpiçten yapılmış fakat şimdi çevresini kaplayan toprakla aynı rengi almış olduğu anlaşılabilir. Devriimiş olan sumermerinden levhalar yeniden dikilmiştir. Onun için, ara­ balar, atlılar, savaşlar ve kuşatmaları canlandıran küçük alçak kabartmalardan bir labirente gireriz. Belki de işçiler bir levhayı ilk kez alarak doğrultuyorlardır ve biz, As ur tarihinden, hangi yeni, önemli olayı, ya da belki bilinmeyen hangi gelenekle­ ri, hangi dinsel törenleri bu kabartma aydınlatacak diye merakla bekleriz. "Bu eski tarih ve kültürün darmadağın yığınları arasında yüz ayak kadar do­ laştıktan sonra, sarı kireçtaşından iki dev gibi kanatlı boğanın oluşturduğu bir ka­ pıya geliriz. Bunlardan biri hala sağlamdır. Ama, arkadaşı yıkılmış ve kırılmıştır. - Büyük insan başı ayaklarımızın altında yatar. "Daha öteye gideriz. Elinde zarif bir çiçek tutan ve bunu herhalde bir sungu olarak kanatlı boğaya uzatan başka bir kanatlı heykel görürüz. Bu heykelin öte­ sinde sekiz güzel alçak kabartmaya rastlarız. Bunlarda kralın avlandığını, aslan­ ları ve yaban boğalarını nasıl yendiğini ve kuşatılan bir kente koçbaşı ile saldırıyı görmekteyiz. Artık salonun sonuna gelmişizdir ve karşımıza seçkin bir güzellik­ le işlenmiş heykelcilik yapıtları çıkar. Yanlarında kanatlı figürler bulunan iki kral, en yüksek tanrının alameti önünde durmaktadırlar. Aralarında kutsal ağaç var­ dır. Bu kabartmanın önünde, eski çağlarda tutsak düşmanlarını ya da kendi saray adamlarını kabul ettiği sırada Asur hükümdarlarının tahtlarının üzerine kurul­ duğu varsayılan bir taş platform bulunur. "Solda iki aslan arasında dördüncü bir çıkış yeri vardır. Buradan çıkarız ve kendimizi derin bir uçurumun kıyısında buluruz. Bunun kuzeyinde görkemli ören, başımızın üstünde yükselir. Haraç olarak alınan eşyayı, küpeleri, bilezikle­ ri ve maymunları taşıyan tutsak kabartmalarını bu uçurumun yanındaki duvarda görürüz ve iki dev boğa ile kanatlı ve on dört ayağı aşkın yükseklikte iki heykel de hemen hemen uçurumun kıyısındadır. "Uçurum yıkıntının bu kenarını sınıdandırdığı için yine sarı boğalara dön­ mek zorundayız. Onların oluşturduğu geçitten girince, kartal başlı figürlerle çev-


NEMRUT 1EPESl'NlN ALTINDAKİ SARAYLAR

1 95

relenmiş bir odaya varırız. Odanın bir ucunda iki papaz ya da tanrının koruduğu bir kapı ve ortada da yine, kanatlı iki boğanın durduğu başka bir büyük kapı var­ dır. Şimdi hangi yana saparsak sapalım, kendimizi hep bir sürü odalarda buluruz. Eğer yön bulma duygumuz olmasa çok geçmeden yolumuzu yitirirdik Birikmiş molozlar odaların ortasında olduğu gibi bırakıldıkları için bütün kazı yeri, bir yanları sumermerinden levhalarla kaplı dar geçitler halindedir. Bu dar geçitierin öteki yanlarını, içinde şurada burada kırık bir vazo, ya da parlak renklerde sulan­ mış tuğlaların yarı gömülü biçimde görülebildikleri, eğimli yüksek bir toprak set oluşturur. Bir-iki saat böylece galerilerde dolaşılabilir ve çevremizdeki garip ka­ bartmaları ya da birçok yazıdan izleyebiliriz. Şurada uzun diziler halinde, mai­ yetlerinde hadımlar ve papazlar bulunan krallar, burada çam kozalakları ve din­ sel alametler taşıyan ve mistik ağaca tapmaya dalmışa benzeyen kanatlı figürler­ den yine öyle uzun diziler görülür. "Yine aslan ve boğa çiftlerinden oluşan başka giriş yerleri bizi başka odalara götürür. Her birinde merak ve şaşkınlıkla yeni şeyler buluruz. Derken yorgun dü­ şer, girdiğimizin tersi yöndeki bir hendekten ilerler, bu toprak altında kalmış ya­ pıdan çıkarız, kendimizi yeniden çıplak düzlükte buluruz." Kendisi de derin bir etki altında kalmış olan Layard şunları ekler: "Az ön­ ce görmüş olduğumuz olağanüstü şeylerin izlerini boş yere çevremizde ararız ve sanki düş gördüğümüze ya da bir Doğu masalı dinlemiş olduğumuza inanasımız gelir. Belki de sonraları, Asur saraylarının yıkıntılarında yeniden otlar bittiği za­ man, buraya gelenler benim hayal gördüğümü sanacaklardır."


23 . B Ö L Ü M

George Smith Saman Yığınında lğne Arıyor

L umulmadık olağanüstülükteydi ve bu kadarla da Botta'nın Khorsabad'daki

AYARD'IN Nemrut Tepesi'ndeki buluntuları için zengin sözcüğü azdır. Bunlar

başarısını çoktan aşmıştı. İnsana öyle gelir ki, bir adam böyle büyük bir başarıdan sonra, büyük bir olasılıkla boşa çıkacak olan gereksiz bir denemeyle adını tehli­ keye koymaz. Fakat Layard yeni bir kazı için üzerieri tuğla kırıkları ile dolu bir sürü toprak tepe arasından yeni saldırı hedefi olarak, Koyuncuk Tepesi' ni, Botta'nın boşu bo­ şuna tam bir yıl kazdığı ve bu yüzden neredeyse umutsuzluğa düştüğü aynı tepe­ yi seçti. Bu yalnızca görünüşteki mantıksızlık, Layard'ın yıldızına güvenen talihli bir araştırıcıdan çok daha üstün biri olduğunu gösterir. Bu onun o zamana dek sür­ dürdüğü kazısından yararlandığını, artık toprak yığınlarının dışından içini kestir­ ıneyi ve en küçük işaretlerden sonuçlar çıkarmayı öğrendiğini anlatır. 1 849 sonbaharında Layard, Musul'un karşısında ve Dicle'nin öte yakasında­ ki Koyuncuk höyüğünde kazıya girişti ve Ninive'nin en büyük saraylarından bi­ rini buldu. Tepede kuyu gibi dikine bir hendek kazdı ve aşağı yukarı yirmi ayak aşağıda bir tuğla tabakasına rastlandı. Buradan çeşitli yönlere yollar açtı. Bir salonla, iki yanında kanatlı hayvanlar bulunan bir kapı buldu. Dört haftalık bir çalışma so­ nunda dokuz odayı ortaya çıkarmıştı bile: Sanherib'in (İ.Ö. 705-68 1 ) , Asur im­ paratorluğunun en kudretli ve en kanlı hükümdarlarından birinin sarayının oda­ larını. Birbiri ardı sıra yazıdar çıkıyordu. Resimler, kabartmalar ve heykeller, sırlı tuğlalardan görkemli duvarlar, mozaikler, firuze mavisi üzerine beyaz yazılar çı­ kıyordu ve bütün bunlar siyah, sarı ve bir tür koyu mavinin başta geldiği garip, soğuk, karanlık bir renk ihtişamı içindeydi. Kabartmalar ve heykeller olağanüstü canlı bir anlatım gücünü gösteriyorlardı. Üstün bir gerçekçilikle işlenmiş ayrıntı­ ları Nemrut Tepesi'nden çıkanları fersah fersah geride bırakıyordu.


GEORGE SMITH SAMAN YIGININDA İGNE ARIYOR

1 97

O göz kamaştırıcı, ölüm halindeki dişi aslan kabartması Koyuncuk'tandır. (Bunun Assurbanİpal zamanından kalmış olması çok olasıdır. ) Aslan omuriligin­ den vurulmuştur. Vücudunun arka tarafı cansız, yerde sürüklenirken ön ayakla­ rı üzerine dikilmiş ve başını son ve büyük bir kükreme için kaldırmıştır. Bu ka­ bartmada öyle etkileyici bir anlatım, öyle sanatlı bir kudret vardır ki, hiç kuşku­ suz Batı'nın kendinin ve geçmişlerinin tarihlerinde tanıdıgı en üstün yapıtlada yan yana konabilir. Artık bu korkunç kent -aynı zamanda Tevrat'ın birbiri ardı sıra övdügü, döv­ dügü ve lanet okudugu büyük ve üstün kent- üzerine bilgilerimiz birkaç pey­ gamberin sözleriyle darlaşmış ve sınırlanmış olarak kalmadı. Ninive, Layard'ın küreği altından burada ortaya çıktı. lKl IRMAK ARASI ÜLKES i 'nin büyük tanrıçası Nin, kente adını vermişti. O çok eskiydi. Daha kanun koyucu Hammurabi (l.ö. ı 792- ı 750) bile kentin çevresinde

yayıldıgı lştar Tapınagı'ndan söz etmektedir. Ama Asur ve Kalkhu başkentken bu­ rası bir il kenti olarak kalmıştı. Sanherib b urasını (babasının başkenti olan Asur' dan kaçırmak için) , bütün Babylonia'yı içine alan, Suriye ve Filistin'e, doguda ta vahşi ve devamlı olarak egemenlik altına alınamayan dağlıların ülkesine dek uzayan bir diyarın başken­ ti yapmıştı. Assurbanİpal zamanında Ninive en parlak çagını yaşadı. Burası "Tüccarların gökteki yıldızlardan daha çok" oldugu kentte, politika ve ekonominin, aynı za­ manda kültür, bilim ve sanatın merkeziydi. Ama daha onun oğlunun gününde,

Asur Kralı Assurbanipal (1. 0. 669-627) aslan avında. Bir zamanlar Ninive'deki Kuzey Sarayı'nı süsleyen duvar kabartmasından bir kesit.


1 98

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

yalnız yedi yıl egemenlik süren Sin-Şar-İşkun zamanında, Med kralı Kyaksarfes, Persler ve Babillilerle destektenmiş bir ordu ile surlarının dibine geldi, kenti kuşat­ tı, aldı, surları ve sarayları yerle bir etti ve geride bir yıkıntı yıgınından başka bir şey bırakmadı. Bu, daha İ.Ö. 6 1 2'de olduguna göre, Ninive'nin başkent olarak ömrü aşagı yu­ karı doksan yıldan çok sürmemişti. Ama kentin adının yirmi beş yüzyıl boyunca böyle canlı, dehşet ve güçle, zevke düşkünlük ve uygarlıkla, yükseliş ve birden d ü­ şüşle, Tanrı'ya karşı suç ve haklı ceza ile kaynaşmış büyüklügün bir simgesi olarak kalabilmesi için, bu doksan yılda nelerin olup bitmesi gerekir! Bugün bunu biliyoruz. Bugün arkeologlada çivi yazısı okuyanların tasariama­ daki başarıları sonucu her iki hükümdar, Sanherib ile Assurbanipal'in (ve bunlar­ dan önceliklerle sonrakilerin) yaşamları üzerine öylesine çok şey biliyoruz ki, ar­ tık şunu söyleyebiliriz: Ninive'nin insanların belleklerinde öldürme, yagma, boyunduruk altına al­ ma, zayıtl.ara işkence etme, savaş ve her çeşit vahşilikten; terörle egemenlik sür­ düren, dogal bir ölümle ölmeye pek ender olarak vakitleri kalan, sonra da yerle­ rine daha kötüleri geçen bir kanlı hükümdarlar sırasından başka hemen hemen hiçbir izi kalmamıştır. Ninive, Asurluların Roma'sı çok büyümüş kent, büyük kent, metropol, dev saraylar kenti, dev alanlar, dev caddeler kenti, yeni ve ister kandan, ister ırktan, soydan, paradan ya da zalimlikten ya da bütün bunların kurnazca bir araya ge­ tirilmesinden dogsun, azınlıktaki bir egemen sınıf katının kentiydi; ama aynı za­ manda, her ne denli ustaca sözlerle kendilerine ara sıra, sözde özgürlük verildigi­ ne kandırılsalar da, çalışmak zorunda ve tutsak olan, dövülen, hiçbir hakka sahip olamayan, hiçbir şey sorulmayan karanlık bir kitlenin de kentiydi; bunlar, dendi­ gine göre toplumun mutlulugu için, çalışmalıydılar; halkın mutlulugu için savaş­ malıydılar! Yirmi yıllık bir gelgit dalgası gibi toplumsal devrim ve rahat bir tut­ saklık arasında dalgalanıp duran, kör inançlı, bu kentin büyük mezbahalarındaki kasaplık hayvanlar gibi kurban olmaya hazır bir kitlenin kenti! Artık bir Tanrının degil, ta uzaklardan getirilmiş, eski canlandırıcı güçlerini yitirmiş birçok tanrıla­ rın kenti, yalanın, propagandanın ve politikanın sürekli bir sahtekarlık sanatı ha­ line geldigi yalanlar kenti. İşte Ninive böyle bir kentti. Orada, Dicle'nin sularında yansıyan pırıl pırıl sarayların cepheleriyle ta uzaktan görünürdü . . . Bir ön surla, "korkunç parıltısı düşmanları yere seren" adı verilen ikinci büyük bir sur etrafını çevirirdi. Bu sur büyük kesme taşlardan bir temel üze­ rinde yükselirdi. Kırk tugla kalınlıgında, yüz tugla yüksekliğindeydi. Bu, on met­ re ile yirmi dört metre demektir. Bu duvarlarda on beş kapı açılmıştı. Çepeçevre et­ rafında kırk iki metre genişliğinde bir hendek vardı; "Bahçe kapısı" nın önünde bu hendeği o zaman için bir mimarlık harikası olan taş bir köprü aşardı. Batı tarafında Sanherib'in görkemli evi, "eşi bulunmayan" saray vardı. Tıpkı Augustus'un tugladan Roma'nın yerine mermerden Roma yaptırdığı gibi o da ye­ ni yapı planına engel olan eski binaları yıktırmıştı.


GEORGE SMITH SAMAN YIGININDA IGNE ARlYOR

1 99

Sanherib'in yapı çılgınlığının en akıl almaz parlak örneği, Asur'daki Tanrı Asur'un tören evinde görülür. Burada, tapınağın çepeçevre etrafında 1 6.000 met­ rekarelik bir alanda kayalar oyularak çukurlar açılmış, bunlar birbirlerine yeral­ tı kanallarıyla bağlanmış ve hepsi toprakla doldurulmuştu. Hükümdar orada bir bahçe görmek istiyordu. Sanherib hükümdarlığına soyunun soyağacını düzeltmekle başladı. Babası Sargon'u yadsıdı ve kökenini Tufan'dan önceki krallara, Adapa ve Gılgamış gi­ bi yarı tannlara bağladı. Saltanat dönemi hep savaşla geçti. Babillileri yendi, Gallai ve Kossailerle sa­ vaştı, 70 1 yılında Tyros, Sidon, Askalon ve Ekron'la, akıl vericİsİ Peygamber lşaya olan Yehuda Kralı Hiskiya'ya karşı sefere çıktı. Yahudilerin ülkesinde kırk altı kale ve sayısız köyleri ele geçirmesiyle övünür. Ama Kudüs önünde bir Varus zaferiyle karşılaşmıştı. lşaya şöyle der: "O bu kente girmeyecek ve bir ok atmayacak, önüne bile kalkanla gelmeyip çevresine metris yapmayacaktır. Bu kente girmeyerek gel­ diği yoldan geri dönecektir." "Ve Rabbin Meleği çıkıp Asur ordusunda yüz seksen beş bin nefer vurdu ve sa­ bahleyin kalktıkları zaman işte bunların cümlesi ölmüş cesetti." Salgın (bugün biliyoruz: Malarya tropika) ordusunu kırmıştı. Ermenistan'a dek bir "askeri gezinti" yaptı. Kendisinin yolladığı askeri valiye katlanmak iste­ meyen Babil'le tekrar savaştı. Bir filo ile Basra Körfezi'nin ta sonuna dek gitti. Adamlarıyla ülkelere "bir çekirge sürüsü gibi" saldırdı. Yaptığı işler için kendi söy­ ledikleri abartılıdır ve sayıları bakımından bütünüyle uydurmadır. Ama bu sözle­ ri, tonu bakımından, modern diktatörlerin, çoğunluğun kendilerine inanacağına iyice emin oldukları için uluslarının ve ordularının karşısında çekmek alışkanlık­ ları olan söylevlerin bütünüyle eşidir. Arkeologlarımızdan birinin Babil yıkıntıla­ rında, üzerinde şu özdeyiş bulunan bir tabieti ele geçirmesi acaba biz, daha son­ ra doğanlar için bir teselli olabilir mi: "Bak çevrene, insanların topu budaladır! " Böyle olaylar arasındaki koşutluklar, arayarak bulunmuş değildir, bunlar, eğer ulusların tarihlerini yalnız birbiri ardı sıra değil de aynı zamanda ve yan yana gö­ rebilirsek, kendiliklerinden ortaya çıkarlar. Sanherib'in zalimce ölçüsüzlüğü, 689'da, asi Babil'i bir kez daha yeryüzünden kaldırmaya karar verdiği zaman artık en yüksek noktasına varmıştı. Kentin in­ sanları teker teker öldürüldüler, sokaklar ölülerden tıkandı, evler yakıldı, Esagila Tapınağı ile kulesi Arakhtu kanalına devrildi, sonunda su kente çevrilerek yol­ lar, alanlar ve evler ova ile bir edildi. Kralın gazabı kendi sınırlarını da aştı. Şehrin gerçekten yok edilmesi ona yetmiyordu. B urasını sembolik olarak da ortadan kal­ dırmak istiyordu. Babil toprağını gemilere yükletti, Tilmen'e dek yolladı ve ora­ da rüzgara savurttu. Bununla artık iç politika işleri için gerekli rahata erişmiş gibidir. Gözdesi Nakija'nın hatırı için en küçük oğullarından biri olan Asarhadon'u veliaht ilan etti. Gücünü kullanarak tanrının kahinini bu seçimi kabule zorladı. Bir çeşit im­ paratorluk meclisi topladı, buna Asarhadon'un büyük kardeşleri, Asur memurla­ rı ve halk kitlesi de katılmıştı. Onlara bu işe razı olup olmadıklarını sordu. Hepsi


200

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

"evet"i bastırdılar. Fakat gelenekten ayrılmayan büyük kardeşler, 68 1 yılının so­ nunda babalarına, Ninive Tapınağı'nda tapınırken saldırdılar ve onu öldürdüler. Sanherib'in sonu böyle oldu. BU, Layard'ın kürekle ortaya çıkardığı kanlı tarihin bir parçasıdır. Başka bir parça­ sını da, Sanherib'in sarayına sonradan eklenmiş olduğu anlaşılan iki odada bir ki­ taplık bulduğu zaman ortaya çıkaracaktır. Sözcük yanlış kullanılmamıştır. Bugünkü kitaplıklarımıza kıyaslasak da bun­ da yine abartı yoktur. Layard'ın bulduğu kitap hazinesi otuz bin ciltlikti! Toprak tabietlerden bir kitaplık. Büyükannesi, Sanherib'in eski gözdesi Nakija tarafından tahta çıkarılan Assurbanİpal (l.ö. 669-627) karakter bakımından Sanherib'in bü­ tünüyle tersiydi. Çoğu kendinden öncekilerden daha az cakalı olmayan yazıtla­ rında yine de onun barışçı özellikleri ve iyi yaşamı ile sakinliğe olan eğilimi sezilir. Bu, onun hiç savaş yapmadığı anlamına gelmez. Erkek kardeşleri hele bunlardan Babil'e kral atanmış olan Şamaş-şum-ukin onu çok tasalandırıyordu. Elamlılar devletini yıktı. Kendinden önceki kralın yeniden yaptırdığı Babil'i ele geçirdi, fa­ kat Sanherib gibi zarar vermedi, suçlarını bağışladı. Bir ozan Sanherib için hiçbir zaman söylenmeyen şu sözlerle Assurbanipal'i övmekteydi:

"Asi düşmanların silahları dinlendi, Arahacılar atiarını çözdüler, Sivri mızrakları dinleniyordu, Gergin yaylarını gevşettiler; Rakiplerine karşı savaşan Zorbalar ezilmişlerdi. Kentin ve evin içinde, Kimse arkadaşlarının malını zorla almazdı. Çepeçevre bütün ülkede Kimse kimseye zarar vermezdi. Kim yolunda yalnız gitse, Güvenle uzak yollardan geçerdi Kan döken haydut yoktu orada, Hiçbir cinayet işlenmedi. Glkeler sakin bir yurt bulmuşlardı. Dört dünya bucağı saf zeytinyağı gibiydi. "

Fakat asıl "kendi okuması için" oluşturduğu kitaplığı ile sonsuz bir onur ka­ zandı. Bu tabietierin bulunuşu Layard'ın arkeolog olarak son büyük zaferiydi. Bundan sonra yerini başkalarına bıraktı, İngiltere'ye döndü ve siyaset adamı ola­ rak yeni bir yola girdi.


GEORGE SMITH SAMAN YIGININDA lGNE ARlYOR

20 ı

Kitaplık bütün As ur- Babil kültürü için bir anahtardı. Kral tabietlerden bir bö­ lümünü özel ellerden almıştı, büyük bir bölümü de ülkenin her yanında yaptır­ dıgı kopyalardı. Memurlarından biri olan Şadanu'yu Babil' e yollamış ve kendisi­ ne şu yönergeyi vermişti: "Bu mektubu aldıgın gün, Şuma'yı, kardeşi Bel-etir'i ve Borsippa'daki tanı­ dığın sanatçıları yanına al ve evlerinde olan tabletlerle, Ezida Tapınagı'nda duran tabietleri bir araya getir." Mektubunu şöyle bitiriyordu: "Asur'da kiopyaları bulunmayan degerli tabiet­ leri ara ve bana getir! Şimdi tapınak başkanına ve Borsipa Şehremini'ne yazdım ki, sen, Şadanu, tabietleri kendi ambarında saklayacaksın ve kimse senden tabiet­ leri gizlemeyecektir. Eger, saraya uygun olan herhangi bir tablet ya da ayinlere iliş­ kin bir metin bulursanız, ara, al ve bana gönder." Kral için ayrıca bilginler ve bir "yazı sanatçıları toplulugu" çalışıyordu. Böylelikle o zamanın büyük bilgisini temsil eden bir kitaplıgı oluşturdu. Bu bil­ ginler gerçi en çok sihir, karanlık inançlar ve büyücülük yolundaydı, bu nedenle de kitaplıgın en büyük bölümü cin daveti, fal, ritüellere ilişkindi; fakat, sihir ka­ rakterleri çok olmakla birlikte tıp kitapları, felsefe, astronomi, matematik ve fılo­ loji eserleri de büyük bir yekün tutuyordu. (Koyuncuk Tepesi'nde Layard, ögren­ ci tabietleri bulmuştu ve bunların çözülmesi III. grup çivi yazılarının okunuşuna çok yardım etmiştir. ) Sonunda kral listeleri, tarihe ilişkin kayıtlar, politik saray notları, hatta yazın­ sal eserler, epik-mistik masallar, şarkılar ve ilahiler buldu. Bunların arasında eski Mezopotamya dünyasının edebiyat bakımından en önemli eserinin yazılı oldugu tabietler de vardı; bu, dünya tarihinin ilk büyük epo­ pesi, dörtte üç tanrı, dörtte bir insan, görkemli-korkunç Gılgamış'ın söylencesiydi! Ama bu tabietleri artık Layard degil, az önce bir sefer heyetinin, Habeşistan' daki iki yıllık çok acılı bir tutsaklıktan kurtardıgı bir adam bulabilmişti. Layard bunu da bulsaydı artık bu, onun başarı terazisine agır gelirdi. Çünkü Gılgamış epopesi yal­ nızca edebiyat bakımından önemli degildi. Bunun içinde öyle bir öykü vardı ki en eski geçmişimize bütünüyle şaşırtıcı bir ışık serpiyordu. Bugün de bütün Avrupa ço­ cuklarının okulda ögrendikleri bir öyküydü bu. Koyuncuk Tepesi'ndeki buluntuya varıncaya dek bu öykünün aslında nereden geldiginden kimsenin haberi bile yoktu. HORMUZD RASSAM, Layard'ın bir yardımcısıydı. Layard elçilik karİyerine girin­

ce, British Museum'daki yerine onu geçirdi. Rassam bir Keldani Hıristiyandı. ı 826'da Dicle kıyısında Musul'da dogmuştu. ı 84 7' de Oxford' da ögrenime başladı. ı 854'te Aden' de İngiliz maslahatgüzarlıgının çevirmeni oldu. Çok geçmeden, henüz otuzuna yeni varmışken, elçilik ataşesi göre­ vine geldi. ı 864'te memuriyetle Habeşistan Kralı Theodor'a gitti. Despot Theodor onu tutuklattı. Napier'in askerleri kurtanneaya dek Hormuzd Rassam, Habeş zin­ danlarında iki yıl geçirdi. Bundan az sonra da Ninive' deki kazılarına başladı. Rassam'ın kazılarındaki başarısı Layard'dan az olmadı. Ama onda Layard'ın adı­ nı ün ve on ura ulaştıran iki şey eksikti: Birincisi ilk olma ve bu yüzden de buluşun


202

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

merak çeken yeniliğinden yararlanabilme talihiydi. İkincisi de gelecekteki diplo­ mat ve centilmenin buluşmalarını renkli betimlemeler, parlak sözler ve cesurca gö­ rüşlerle halka da, meslek adamlarına da anlatabilmekteki insanı saran yeteneğiydi. Eğer Layard kendisinin baştan başa kazdığı Nemrut Tepesi'nde, elli metre uzunluk ve otuz metre genişliğinde bir tapınak daha bulsaydı, bunu "sunmasını" nasıl da bilirdil Rassam'ın demir bir elle hastırdığı bir işçi ayaklanmasını, onun Nemrut'un on dört kilometre kuzeyindeki Balavat'ta yalnız Assurbanipal'in bir tapınağını değil, teraslı bir kenti buluşunu ve İki Irmak Arası Ülkesi'ndeki saray­ ların kapıları olduğuna o zamana dek biricik kanıt olan yedi metre yükseklikte bir bronz kapıyı, sayısız buluntular arasında nasıl ortaya çıkardığını ne renkli bir bi­ çimde anlatırdı. Sonunda Layard biçemindeki o sadelik ve anlatımındaki o insanı saran alçakgönüllülükle, isterse Hormuzd Rassam gibi o da bunu hemen tam ola­ rak değerlendiremese bile, Gılgamış epopesinin bulunuşunu nasıl anlatırdı. O denli sonsuz bir ufuk açan bu yapıtın tam olarak tanınması ancak yıllarca sonra olabildi. Gerçi bugün her dünya edebiyat tarihinin ilk sayfalarında adı geçer ama bugünkü yazarlar işi kolayından tutarlar, on satırını alırlar ve yazınsal açıdan değerlendirirler, epopelerin ana kaynağı olarak gösterirler ve yapıtın içeriğine al­ dırış bile etmezler. Oysa aslında bu bizi insan soyunun kaynağına, en eski dedemi­ ze dek götüren bir yapıttır. Bir epopeyi elde etmek, bu işten dört yıl sonra ölen ve bol bol rastlanan adı, en büyük haksızlık olarak yalnız arkeoloji tarihlerinin açık­ lama notlarında geçen bir adamın başarısıdır. Bu adamın adı George Smith'ti. O da arkeolojinin dışındaki bir alanda yetiş­ mişti; banknot kalıpları hakkaki idi. 26 Mart 1 840'ta Londra yakınında Chelsea' de doğmuş tu; bir otodidakttı. Akşamları odacığına kapanır, kendini, o zamanlar yeni çıkan asuroloji yayıniarına verirdi. Yirmi altı yaşındayken, henüz tam olarak anla­ şılınayan çivi yazısı üzerine bir-iki makale yazdı. Kalıpçının bu yazıları uzmanların dikkatini çekti. Birkaç yıl sonra, Londra'da British Museum'un Mısır-Asur bölümünde asistandı. Çok erken olarak, 1 8 76'da otuz altı yaşında öldüğü zaman artık bir düzi­ ne kadar kitabın yazarıydı ve adı önemli bu­ luşlara karışmıştı. Bu eski banknot kalıbı hakkaki 1 872 yı­ lında Hormuzd Rassam'ın müzeye gönder­ diği tabietleri önüne koymuş, çözmeye çalı­ şıyordu. Bu zamanlarda hiç kimse, daha son­ rakiler arasına girecek değerde bir Babil-Asur edebiyatının da bulunduğunu bilmiyordu. Gayretli, belki de sanada hiç alışverişi olma­ yan Smith' i bu işe bağlayan da aslında bu de­ ğildi. Daha çözme işine başlar başlamaz öykü­ nün biçimi değil, kendisi, içeriği, onun "na­ sıl" değil de "ne" oluşu, bunda geçen şeyler George Smith (1840- 1 876) onu sardı. Çözüm işi ilerledikçe coşkusu art-


GEORGE SMITH SAMAN YIGININDA İGNE ARlYOR

203

tı. Onu asıl heyecaniandıran tab­ letteki, şöyle söz arasında, ta son­ da anlatılanlar olmuştu . . . Smith, güçlü Gılgamış'ın bü­ yük işlerini izliyordu. Bir papaz fahişesince, küstah Gılgamış'ı yenmek için kente getirilen or­ man adamı Enkidu için yazılan­ ları okumuştu. Büyük kahraman­ ların çarpışması beraberlikle bi­ ter, Gılgamış'la Enkidu dost olur­ lar ve birlikte büyük işler görürler. Sedir ormanının korkunç hüküm­ dan Khumbaba'yı öldürürler, hat­ ta, Gılgamış'a tanrısal aşkı ile bağ­ lanan lştar'a hakaret ederek tann­ lara bile meydan okurlar. Aslanın üzerindeki bir tanrıçaya, biiyük Smith zorbela çözerek oku­ olasılıkla Astarte'ye tapınma. 1. 0. 7/8. yüzyıla ınayı sürdürüyordu. Enkidu kor­ ait ince kalem işi gümüş pandantif kunç bir hastalıktan ölüyordu; Gılgamış ona ağlıyor ve aynı akıbete uğramamak için, ölümsüzlük yolunu arama­ ya çıkıyordu. Tanrı'nın bir zamanlar insan soyuna verdiği büyük cezadan soyu so­ puyla birlikte kurtulabilen, ölümsüz biricik insanın, bütün insanların dedesi Ur­ Napişti'nin yanına varıyordu. Ur-Napişti Gılgamış'a olağanüstü kurtuluşunun öyküsünü anlatıyordu. Smith gözleri yanarak okuyordu. Ama tam da heyecanının, bir buluş yapmış olmanın gü­ venine dönmeye başladığı sırada Rassam'ın tabietlerinde gittikçe daha büyük boş­ luklar görmeye başladı. Smith, elinde yazıtlardan yalnız bir bölümünün bulundu­ ğunu ve kendisi için en önemli yerin, büyük epopenin sonunun, Ur-Napişti'nin öyküsünün ancak bazı parçalarıyla karşı karşıya olduğunu anladı. Ama o zamana dek Gılgamış epopesinde okuduğu şeyler onda rahat bırakma­ mıştı. Susamazdı. Tevrat'a sıkı sıkı bağlı İngiltere'de kıyamet koptu. Demokratik bir ülkedeki düşünce özgürlüğüne çok iyi bir örnek olarak, en yaygın gündelik gaze­ telerden biri George Smith'in yardımına koştu. Londra' da çıkan "Daily Telegra ph" Koyuncuk'a dek giderek Gılgamış epopesinin geri kalan bölümünü getirecek ola­ na bin ginea vereceğini duyurdu. Düşünce cüretliydi. Ama British Museum asistanı George Smith bu meydan okumayı kabul etti. Ondan istenen şey, Londra'dan binlerce kilometre ötedeki Mezopotamya'ya git­ mek, orada dev bir moloz tepesinde -büyüklüğüne göre şimdiye dek yapılanlar yalnızca üzerini çizmekten ileri varamamıştı- kesinlikle belirli bir tabieti aramak­ h! Böyle bir işi başarmanın denizdeki belli bir supiresini avlamaktan, ünlü saman çuvalı içindeki topluiğneyi bulmaktan farkı yoktu.


204

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

George Smith bu işi kabul etti. Yine arkeoloji araştırmalarındaki, inanılmaz harikalardan biri oldu. Smith, Gılgamış epopesinin eksik parçalarını buldu. Londra'ya 384 tablet parçası getirdi. Bunların arasında kendisini o denli heye­ cana düşürmüş olan Ur-Napişti'nin öyküsünün eksik parçaları da vardı. Bu öy­ kü tufan üzerineydi. Hemen hemen bütün ulusların mitolojilerinde bulunabilen o su baskını felaketlerinden biri değil, bütünüyle belli bir tufan, çok daha son­ ra Tevrat'ın anlattığı tufandı bu! Çünkü Ur-Napişti Nuh'tu. İşte onu anlatan bö­ lüm şudur: ( İnsan sever tanrı Ea koruduğu insan olan Ur-Napişti'nin düşüne gi­ rerek tanrıların ceza vermek istediklerini ona açar ve Ur-Napişti bir gemi yapar.) "Neyim varsa yanıma aldım, yaşamımın bütün ürünlerini Gemiye yükledim; aiZemi ve bütün hısımlarımı, tarladaki Hayvanları, otlaktaki hayvanları ve usta işçileri Hep gemiye yükledim. Gemiye bindim ve kapıyı kapadım . . . Sabah ortalık aydınlanırken, Uzakta, ufukta siyah bir bulut kümelendi . . . Gün aydınlığı birdenbire geceye döndü. Kardeş kardeşi göremez oldu, Gök halkı artık birbirlerini tanıyamıyorlardı. Tanrılar tufandan korku içindeydiler, Kaçtılar ve ta Anu 'nun göğüne sığındılar, Tanrılar, köpekler gibi duvar dibine büzüldüler ve kımıldamadılar. Altı gün ve altı gece, Fırtına ve yağmur arttı, kasırga ülkede azdıkça azdı. Yedinci gün başlarken fırtına kesildi, Bir savaş ordusu gibi yıkıp parçalayan sular yatıştı; Dalgalar hafifledi, rüzgar düştü ve su artık yükselmedi. Suya baktım, gürlemesi susmuştu, Bütün insanlar balçık olmuştu. Damların üzerine kadar varıyordu çamur! Denizin ufuklarında kara aradım, Uzakta ta uzakta bir ada göründü. Gemi Nissir Dağı 'na vardı, Nissir Dağı 'na sapiandı ve çapa atmış gibi kaldı. Yedinci gün doğduğu zaman, Bir güvercin yolladım, onu salıverdim, Uçtu gitti ve yine geri döndü benim kırlangıcım Konacak yer bulamadığı için geri döndü. Bir karga yolladım, uçurdum onu, Uçtu gitti karga, su yüzünün alçaldığını gördü; Yedi, uçtu, durdu, gakladı ve geri dönmedi. "


205

GEORGE SMITH SAMAN YIGININDA İGNE ARlYOR

Artık Tevrat'taki tufan söylencesinin en eski biçiminin bulundugundan kuş­ ku var mı? Yalnız bu büyük olayın benzeyişi açıkça görülmekle kalmıyor, bura­ da Tevrat'ta yeniden ortaya çıkan tek tek ayrıntıları da görüyoruz. Hatta onda Nuh'un da uçurdugu güvercinle kargaya da rastlıyoruz. Gılgamış epopesinden bu çivi yazılı me­ tin, George Smith zamanında telaş uyan­ dıran bir soruyu ortaya atıyordu. Artık Tevrat'taki gerçekler en eski gerçekler de­ git miydi? Şimdiye dek, arkasında yalnızca tarih­ sizligin karanlıgı bulunan geçilmez bir du­ var olarak varsayılanın, çok geçmeden yal­ nızca daha eski bir dünya tiyatrosunun perdesinden başka bir şey olmadıgı anla­ şıldı. George Smith'in buluşundan birkaç yıl sonra yine bir Fransız, yine bir konsolos­ luk memuru, Ernest de Sarzec adında bi­ ri, 1 880' de Babylonia'daki Tello' da kumlar içinden bir heykel çıkardı. Bu heyket o za­ mana dek İki Irmak Arası Ülkesi'nin hiçbir yanında görülmemiş bir biçernde yapılmış­ tı; şimdiye dek bulunantarla yakınlıgı var­ dı, bundan kuşku yoktu; ama daha arkaik ve daha anıtsaldı. İnsanlıgın çocukluk çag­ larındaki ilkel bir sanatın, o zamana dek es­ Koyun postundan tipik tüylü etekligiyle ki sayılan Mısır'dan da çok eski bir kültü­ bir yazıcıyı betimleyen S ümer heykelcigi. rün ürünüydü. Oturur durumdaki taştan yapılmış, boyu 1 899 ilkbaharında bir Alman Babil'de 40 santimetreyi bulan bu heykelcik büyük kazıya başladı. olasılıkla 1. 0. 3. binyılda yapılmıştı. .. .

. .. .

· · · ... .,

. .. ..


24. B ÖLÜM

Koldewey'e Ateş Açılıyor

Y daşı Joseph Thatcher Clarke ile birlikte Yunanistan ve Türkiye'ye yolculuk irmi bir yaşındaki Bostonlu mimar Francis H. Bacon, 1 878 yılında arka­

için yola çıkmıştı. Clarke, Dor tarzı mimarlıgın tarihi üzerinde bir esere çalışıyor, Bacon da bunun için resimler yapmak istiyordu. Bostan Mimarlar Dernegi'nin verdigi küçük bir avanstan başka, her birinin elinde biriktirmiş oldukları beşer yüz dolar vardı. Bacon sonradan: "lngiltere'ye geçerken," diyordu, "düşündügümüz şeylerin ne denli gider gerektirdigini hesapladık ve normal yoldan bunları yapabilmek için paramızın yetmeyecegini anladık. Onun için İngiltere'de içinde barınabilecegimiz bir tekne satın almayı, yelkenle Manş'ı geçmeyi, sonra Ren Irmagı'ndan yukarı ve Tuna' dan aşagı giderek Karadeniz' e varmayı, buradan da İstanbul ve Çanakkale bogazlarından geçerek Adalar' a gitmeyi, orada da eski Yunanlıların yerlerini yine tekne ile dalaşmayı kararlaştırdık Bütün bunları da yaptık. " Oç yıl sonra, bu son derece girişken arkeologlar ikinci yolculuklarına çıkmış­ lardı. Bu kez daha kalabalık bir iş arkadaşları grubuyla Troas'ın güney kıyısında­ ki Assas'ta kazı yapmaya gidiyorlardı. Bunlar bilginlerdi, ama gençtiler ve şaka­ cı insanlardı. "4 Nisan 1 88 l 'de," diye yazıyordu Bacon, "uzun uzadıya pazarlıktan, son­ ra İzmir Limanı'nda sekiz pounda, kullanılır gibi bir kayık satın aldık, bunu bir geminin arkasına bagladık ve bir sürü balışişe doymaz adamı rıhtımda bıraka­ rak Midilli'ye dogru yollandık. " Ters bir kuzey rüzgarı onları yollarından alıkoy­ du. "Bu arada kayıgımızı temizledik, boyadık ve ona ne ad verecegimizi tartıştık, 'Arion' 'Sappho' ve bunun gibi başka klasik adiarda uyuşamayınca sonunda adı­ nı 'Maçitra' yani 'taze peynir' koyduk". 1 Nisan 1 882'de bu neşeli adamlara, kendilerine tam uyan bir üçüncüsü de ka­ tıldı. Bu da Alman Robert Koldewey' di. Bu genç, yirmi yıl sonra 20. yüzyılın en başarılı arkeologları arasında sayılacaktır. O zamanlar 27 yaşındaydı. 27 Nisan 1 882'de Bacon onun için şöyle yazıyordu: "Koldewey'i insan tanıdıkça daha çok seviyor, tam da Clarke'la bana uygun bir adam!" Bu Koldevey'in bir meslektaşının bize çizdigi ilk portresidir. Bunu da, kü-


KOLDEWEY'E ATEŞ AÇILIYOR

207

çük bir tekne ile Avrupa'nın ortasından geçerek Akdeniz' e erişen, kayığına "taze peynir" adını koyan, buna karşın da ciddi bir bilgin olan bir adamın kaleminden çıktığı için buraya aldık. Ama artık Clarke'ı da Bacon'ı da bırakabiliriz. Çünkü onlar büyük arkeologlar listesinde, bir zamanlar ekspedisyonlarına iyilik olsun di­ ye almış oldukları adamdan çok geride kalmışlardır. ROBERT KOLDEWEY 1 855'te Almanya'da

Blankenburg' da doğdu, Münih ve Viyana' da mimarlık, arkeoloji ve sanat tarihi öğreni­ mi gördü. Otuzuna doğru Assos'ta ve Midilli Adası'nda kazı yaptı. 1 887'de Babylonia'da Surgul ve El Hibba'da, sonra da Suriye'de, Güney İtalya ve Sicilya'da, 1 894'de yeniden Suriye' de kazılar yaptı. Kırk yaşından kırk üçüne dek Görlitz' deki bir mimarlık okulunda öğretmendi. Sonra 1 898'de, kırk üç yaşındayken Babil'deki ka­ zısına başladı. Koldewey başkalarına benzemez bir adamdı. Hele meslektaşlarıyla kıyaslanın­ Robert Koldewey ca hiç kimseye benzemeyen bir bilgindi de. (1 855- 1 925) Uzman bilginierin yayınlarında insanda çok soğuk bir etki bırakan arkeolojiye olan sevgisi onun ülke ve halkı, olayların çeki­ ciliğini ve gündelik yaşamın binlerce gülünç yanını olanca açıklığıyla görmesini bulandırmamış, hep kaynayıp duran neşesini de kurutamamıştı. Arkeolog Koldewey'in neredeyse keyfinden takla atan oynak uyakları aktarıla­ gelmiştir. Bir yandan muzipçe göz kırparken aynı anda kuşkulu hikmetlerle dolu aforizmaları sıralardı. Bir üniversite öğrencisi değil de, artık adı dünyaya yayılmış elli altı yaşında bir profesörken şu yılbaşı selamını yayınlamaktan çekinmemişti: "Talih yolu karanlık Kısmet nedir bilinmez, Ben de yatmadan önce Konyak içeyim artık!"

Onun sayısız mektupları vardır ki, tepeden tırnağa ciddi, normal bilginler, bunların parlak, fakat bir fıkra yazarının biçemine benzeyen kayıtsızlığını yalnız­ ca yadırgamazlar, bunu küçüklük gibi görürler. Bir İtalya yolculuğunda şunları yazar: "Şimdi Selinunt'ta kazılardan başka bir şeyler yok; ama bir zamanlar burada kıyametler kopmuştu. Bunun neden oldu­ ğunu da insan bütün canlılığıyla göz önüne getirebilir: Gözün alabildiğine, deniz kıyısında uzanan ova ekinle, meyve ağaçlarıyla ve bağlarla kaplıydı. Rahat rahat bunların tadını çıkaranlar Selinunt Yunanlılarıydı. Hemen hemen 409 yılına dek


208

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

iş böyle gitti; derken Segestalılarla olan bir anlaşmazlık yüzünden Kartacaluar gel­ diler ve Hannihai Gisgon koçbaşlarını ürkmüş Selinuntluların duvarlarına kar­ şı işletmeye başladı. Selinuntlular az önce Kartacalılara yardım etmiş oldukları için düpedüz alçakça bir işti bu. Ama Hannihai bakımsız surları devirdi. Kentin hanımlarının da canla başla katıldıkları dokuz günlük korkunç sokak savaşları­ nın sonunda, sokaklarda 1 6.000 ölü yatıyordu. Kartaealı barbarlar soydular, yağ­ ma ettiler, kemerleri kesilmiş insan elleri ve böyle tüyler ürpertici şeylerle bezen­ miş olarak profan ve kutsal yerlerin altını üstüne getirdiler; kent bir daha kendi­ ni toparlayamadı. Onun için bugün Selinunt'un sokaklarında ada tavşam öylesi­ ne boldur, biz de arada sırada, Bay Gioffn!'nin vurduğu ve akşamüstü araştırma­ lardan yorgun vücudumuzu sonsuz devinim içindeki denizin, kumsalı ta gerilere dek gürleye gürleye basan dalgalarında yıkadığımız zaman artık kızarmış olan bi­ rini, akşam yemeğinde yiyebiliyoruz." Operalar ve Tenorlar Diyarında adlı kitabında şunları yazar: "Adamların se­ si var; bundan hiç kuşku yok, çünkü tiz do'yu çıkarmada zorluk çekene hasta gö­ züyle bakıyorlar." Bundan sonraki dizelerde çok ciddi olarak Hıristiyanlıktan ön­ ceki 5. yüzyılda tapınakların yönlendirilişinden söz etmeye girişir - derken bu kez İtalyan Jandarmalarını izleyerek eğlenir: " . . . Onları sırmalı frakları ve cakalı üç köşe şapkalarıyla at üstünde geçerken görünce insan, atlı arniraller geçiyor sa­ mr; bomboş şoselerden böyle at sürüp giderler ve düzeni sağlarlar." Eski Akragas'ta eski bir lağımı buluşu onu pek eğlendirmişti. (Az sonra aklı­ na lağımların gelişmesi üzerine bir kitap yazmak geldi. ) "Bu tesisatı yaşlı Phaekas yaptırmıştı; onun onuruna da bütün eski lağımlara phaiaklar denir. Burada teknik, oldum olası büyük bir rol oynamıştı. Agrigente'nin ilk tiranı, korkunç Phalaris aslında mimar ve yapı müteahhidiydi. Kalede bir tapınak yapması ge­ rektiği zaman çevresine bir de sur yapıverdi: 'Phalaris'in boğasını' da yaptı ve in­ san kurbanları eşliğinde: 'Ben Akragas tiranı Phalaris'im,' dedi. Bu, İsa'nın doğu­ mundan 550 yıl önce oldu. Bugün herhalde meslektaşlarının bu çeşit unvanlar al­ ması çok güçleşmiştir." Himera Tapınağı onu şu mektuba esinlendirdi: "Ama görkemli Himera ne ha­ le gelmiş! . . . Aşağıda, demiryolunun hemen yanında görkemli tapınağın zavallı yıkıntıları duruyor; sütunlarından bazıları da modern bir inek ağılında yer alıyor. Doğru okudunuz: İnek ağılı - inekler sırtlarını onların yivlerinde kaşıyor ve kesin­ likle bir antik tapınağa yapılması gerektiği, zorunlu olduğu gibi davranmıyorlar. Bu gerçekler karşısında tek yapılabilecek şey tapınağı ölçmek, üzülmek ve inekle­ ri kıskanmak. Çünkü nice eski çağlar araştırmacısı Alman, bir antik tapınakta ge­ celeyebilmek uğruna neler vermez! " İtalya yolları o sıralarda daha güvenlikten yoksundur. Am a Koldewey um­ duğunu bulamaclığına üzülür: "Daha on yıl önce oldukça büyük olan haydutla­ ra rastlamak şansı, şimdi en aza inmiştir. Görünüşte çok tehlikeli birine, tapına­ ğın önünden geçen yolda rastladık. Bacaklarını açarak korkunç bir duruşu vardı, tunç renkli yüzünde gözleri kor gibi yanıyordu, yabansı Kalabra şapkası ve giydi­ ği diğer şeyler renk zenginliği ve görkemi içinde parlıyordu. Yakında bir şarapha-


3 1 - II. Sargon 'un (l. ö. 72 1 - 705) Khorsabad'daki sarayını çevreleyen kapılardan birinin rekonstrüksiyonu. Üzerinde, kapıyı koruyan görkemli amtsal figürler yer alıyor.

32 - Arkeolog Austen Henry Layard 1 849'da Ninive ile ilgili yayınında, kapısını kolasal figürler koruduğu ve duvarlarını zengin resimlerin süslediği bir Asur sarayının içini böyle hayal etmiştı


36 - Il. Nabukadnezar (1. Ö. 604 - 362) döneminde yapılan "Babil Kulesi'' nin maketi. Daha A ntikçağ'da yapı malzemesi olarak kullanılan Ziggurat denen Mezopotamya 'nın bu basamak/ı kulesinden günümüze pek az kalıntı ulaşmıştır. Kule tapınak, kenar uzunluklan yaklaşık 91,55 metre olan bir taban üzerinde yükseliyordu. Üst kısmı mavi çini tuğlalarla kaplıydı ve "gökyüzü ve yeryüzünün temeli" anlamına gelen "Etemenaki" diye adlandırılmıştı.


37 - 1 902 yılında Susa 'da, üzerine Babil Kralı Hammurabi'nin (l. ö. 1 792- 1 750) kanu nları kazılı ünlü taş bulundu. Bu taş 1. Ö. 1 2. yüzyılda buraya ganimetier/e birlikte götürülmüştü. 2,25 metre yükseklikte siyah diyorit taşının üzerindeki kitabede hırsızlık, insan kaçırma, cinayet ya da yaralama suç/arına verilecek cezalar kaydedilmişti. Hükümdar Hammurabi, taşın üzerindeki kabartmada en yüce yargıç sıfatıyla, "Hammurabi Kanunları "nda yer alan hüküm/erin güvencesi olan güneş tanrısı Sa mas'ın tahtı önünde saygı sunarken görülüyor.


38 - Burada görülen kabartma belgede, Kral II. Marduk-apla-iddina 'nın (1. 0. 721 -71 1 ) sadık bir tapınak yöneticisine armağan ettiği araziye ya da bizzat bu belgeye zarar vermeye kalkışanların, tanrılar tarafından kabızlık, vücutlarında ödemler oluşması gibi belalarla cezalandırılacakları yazılı.


39 - Kendini Sümer ülkesinin dindar yöneticisi olarak tanımladı, tapınaklar ve başka yapılar yaptırdı: Çoğu onu dua ederken gösteren birçok heykeli günümüze dek ulaşan Lagaş Kralı Gudea (yaklaşık 1. 0. 21 50-2125).

40 - Savaş arabaları, piyade askerleri, çıplak esir/er, boyu hepsinden daha büyük gösterilmiş ortadaki hükümdarın önünden geçiyor: "Mozaik Sancağı " olarak adlandırılan duvar frizinin konusu savaş. 20 x 48 santimetre boyutlarındaki ahşap kutunun deniz kabukları, kireçtaşı ve lacivert taşı kakma yüzeyi için sa ncak, aslında yanlış bir tanımlama.


41 - Çalıyı andıran Yaşam Ağacı 'na dayanmış bu yaklaşık 50 santimetre boyundaki koç, altın, güm üş, bakır, lacivert taşı ve midye kabuklarıyla yapılmıştı. !. ö. 3. binyıldan kalma küçük boyutlu bu başyapıt Ur' daki krallar nekropolünde bulundu.


KOLDEWEY'E ATEŞ AÇlLlYOR

209

ne bulundugu için hemen oraya kapagı attık, ama o da peşimizden geldi. Uzun küpeleri anlamlı anlamlı sallanan meyhaneci kadınla, saatin kaçı çaldıgı üzerine suya sabuna dokunmaz bir konuşmaya giriştigimiz zaman haydut, Almanca ola­ rak: 'Beşe tam çeyrek var! ' dedi. Venedikli imiş, Avusturya ve Bavyera'da çok ça­ lışmış, haydut da degilmiş!" İşte bu adam, Robert Koldewey, 2 Ekim 1 897'de dostlarına Babil'e bir yolcu­ luga çıkılacagını "sözün bütünüyle aralarında kalması koşuluyla" bildiriyordu. Ama iş uzadı. Nihayet 2 Agustos 1 898'de Berlin Müzeleri Genel Müdürü Richard Schöne'nin yanındaki bir toplantı sırasında, "Babil kazılacak! . . . " diye yazıyor ve bu türncenin sonuna iki ünlem işareti koyuyordu. "Şimdi ekspedisyonun yöner­ ge taslagını hazırlıyorum. Bu girişim şimdilik bir yıllık olacak. Raporumda Babil için 500.000 mark istedim; beş yıllık çalışma için. Birinci yıl için 140.000 mark." 2 1 Eylül'de de, "Heyetin başkanı benim, ayda 600 mark alacagım . . . Keyfimden uçacak gibiyim . . . Çünkü düşünüyorum, bana on altı yıl önce biri, Babil' de kazı yapacagımı söyleseydi herhalde onu çıldırmış sanırdım," diyordu. llerde anlaşıldıgı gibi Koldewey, bu işin tam adamıydı. Otuz altı yaşındayken şöyle yazmıştı: "İçimde sanki bir adam oturuyor da boyuna: İşte Koldewey şim­ di yalnız şunu ya da bunu yapabilirsin, diyor. O zaman geri kalan hiçbir şey um u­ rumda olmuyor! " Varlıklarına inanmadıgı çöl haydutlarının kurşunları çevresin­ de ıslık çalarken de, Semiramis'in bahçelerini buldugu ve Etemenanki'yi, (Babil Kulesi) ortaya çıkardıgı zamanlarda da hep böyle davranıyordu. "lNGlLlZLER Babil'de ve Asur'da çogu zaman kuyu ve tüneller kazmışlardır. Bunlardan bazılarına hala girilebilir. Ama çogu zaman giriş zor olur ve pek de bo­ şa gidecek gibi degildir. Benim adetim önce hayvanları ürkütrnek için içeriye bir­ iki el silah sıkrnaktır: Bazen korkudan insanı yesinler mi, yemesinler mi diye şaşı­ ran baykuşlar ve sırtlanlardır bunlar." Koldewey'in mektupları böyle notlarla doludur. Bunlar şöyle kaydedilip ge­ çilivermiş şeylerdir ama, bundan önceki bölümümüzde aldıklarımız gibi, arke­ oloji kazılarının yolunu kesen binlerce küçük engeli göz önüne getirmeye yarar­ lar. Bilimsel yayınlar, uzun çalışma yıllarının sonucu olarak uzmanlık dünyasına sunulan kitaplar, çogu zaman böyle şeyleri içerisine almaz. Bu kitaplarda iklim­ le, hastalık ve zorluklarla, yerlllerin anlayışsızlıklarıyla, ileri gelenlerin dar görüş­ lülükleriyle, kötü kolluk ile, aşagılık insanlarla, işçilerin dikbaşlılıgı ile olan savaş­ lar görülmez. Ama Koldewey yazdıgı mektuplarda bunları anlatır. Asur'da bir ara kazıyı yö­ nettigi sırada şunları yazıyordu: "25 Eylül işçilerin ücret aldıkları gündü ve biz bunların sayısını doksana çıkarabildigimize seviniyorduk. Ama içlerinden yirmi sekizi, para dagıtılırken işlerini bıraktılar. Ücret az geliyormuş ve işin zorlugun­ dan elleri nasır utmuş; daha çok ücret istiyorlarmış. Ben de gitmelerini söyledim. Zaten bu yaptıklarından da güvenilir insanlar olmadıkları görüldügü için gitme­ lerinden de çok mutlu olacagımı anlattım. Ertesi gün içlerinden birkaçı yeniden gelip çalışmak isteyince onlara bunun olamayacagını söyledim. Kim gitmek isTM I 4


210

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

terse engel olacak degildim, ama birisi bir kez gitti mi artık yeniden iş alamazdı. Bunun üzerine şeyhleri Homadi başlarında olarak gelip işi yalvarmaya döktüler. Şeyh adamlarının çok az beyinleri oldugunu ileri sürdü. Ben de onun bu düşün­ cesinin dogru oldugunu söyledim. Sonunda ona, adamlarını pazartesiye yeniden işe alacagıma söz verdim. İşte bugün, her biri şişirilmiş koyun tulumunun üzerin­ de, Dicle'yi yüzerek geçip geldiler, çünkü bunlar ırmagın öbür yakasında oturu­ yorlar ve görünüşe göre de, örnegin bir Hamburglu şemsiyesini nasıl her zaman yanında taşırsa, bunlar da yüzme tulumlarından öyle ayrılmıyodar." Yolların güvensizligi, Şammar boyundan soyguncu Araplar, Yezidi Kürtleri üzerine notları pek sık geçer. Kervancılar bu asayişsizlik yüzünden akıl almaz üc­ ret istedikleri için hasıdar, şeker, lambalar getirtilememektedir. lş arkadaşlarının yanına silahlı koruyucular verilmesi gerekmektedir. Ama Koldewey şakacılıgını yitirmez: "Önceki gün Beni Heceym boyundan birtakım adamlar çalınmış ko­ yunlarını biraz saygısızca geri isternek için gelmişlerdi. Dün bizim adamlarımız bu saldırışın öcünü aldılar. Aşagı yukarı iki yüz tüfekli, önlerinde yirmi kadar at­ lı ile şeyhlerimiz Muhammed, Abud ve Mis' el oldugu halde Herhere dolayiarına girdiler. Orada çok sevdikleri boguşma ve vuruşma oldu. Bunun sonunda Beni Heceymler bir ölü ile ellerinden giden bir tüfegin yasını tuttular. Beri yanda da iş­ çilerimizden biri karnından bir kurşun ve kafasına da birçok sopa yedi, bekçileri­ mizden, tam Arapça ve kendine çok uygun düşen, Deibel''l adındaki, böyle işler­ de hiç geride kalmayan biri uylugundan vuruldu; buna karşılık Deibel düşmanı­ nı hemencecik yere serdi ve onun tüfegini ele geçirdi. Böylece iki taraf aşagı yuka­ rı berabere kaldı: Burada iki yaralı, ötede bir ölü ile bir tüfek. Akşamüstü Deibel -üstü de içi de temiz olmayan küçük sevimli bir efendi- keyifli keyifli bekçi ku­ lübesinde oturuyor, çevresindeki, onu aslansın! diye öven, dostlarına alabildigine yalan atıyor ve mermi kanalı pek öyle düzgün olmayan yarasına un, tuz ve tereya­ gmdan yapılma güzel bir yakı yapıştırıyordu." Ama Koldewey de ateşe tutuldu. Bu çöl çocukları ateşli silahları daha çok pa­ tırtısı için kullanıdar. Bundan pek hoşlanıdar ve onsuz duramazlar. Yine bir ara kazıdan, bu kez Para'dan dönerken, bogucu sıcak bir gecede Babil' e dogru atla gi­ diyordu. "M uradiye'nin yaklaşık iki saat gerisinde, yolun sagındaki bir köyden bize ateş açtılar. Bu yolun kendi halinde halkı bizi herhalde soyguna çıkmış olan Montefık Arapları sanmışlardı; böyle durumlarda önceden uzun uzun tartışmaya girişil­ mez. Yanıldıklarını anlatmak için saçmalar eyedere çarprnaya başlayıncaya, kur­ şunların ısiıkiarı da iyi nişanlanmış atışların keskin ve kısa seslerine çevrilinceye dek, agır agır ateşe dogru ilededik. "Bizi koruyan iki asker, zararsız kişiler oldugumuzu anlatmak için boyuna: 'Asker! Asker! ' diye bagırıyordu. Ama bu kimlik tanıtmak tüfek patırtıları, adam­ ların bagınşları ve kocalarını daha yürekli çarpışmaya kızıştıran karıların cıdak sesleri arasında yitip gidiyordu. (*) [ Editörün notu: Alınaneada Deibel, Teufel: Şeytan.]


KOLDEWEY'E ATEŞ AÇILIYOR

21 1

"Adamlar karanlıkta, uzun ve dagınık avcı düzeninde yayılmış olarak yaklaşık yüz metre ilerimizde bulunuyorlardı. Silahlarının parlak ve yuvarlak agız ateşleri, aslında gece pek karanlık olmadıgı halde, görüşü çok güçleştiriyordu. Dintenrnek için Hille'ye gitmekte olan aşçı yamagımız Abdullah yük atının arkasına siper al­ mıştı; harmaniyesinin etegini tutan ellerini umutsuzlukla uzatıyor ve 'Allah! ' di­ ye bagırıyordu. Bu ötekileri pek neşelendirdi ve bütün yolculuk boyunca onun­ la boyuna alay ettiler. "Sonunda Araplar korkularından kurtuldular, akılları başlarına geldi, koşup geldiler ve ateşi kestiler. Şöyle iki yüz kadar yarı çıplak, kahverenkli kara herifler, ellerinde delikli demirler, vahşiler gibi çevremizde dans etmeye koyuldular ve ka­ na kana azarlandılar: 'Baykuşlar! Kimsiniz siz, çakal mısınız? Buradan iki asker­ le, Fara Beyi ve postasının geçtigini görmüyor musunuz? Sanki bütün çöl sizinmiş gibi alabildigine ateş açmak ne utanmazlık! ' " Koldewey, "Böyle bir kurşun kolay­ ca insanın gözüne kaçabilir!" der ve şunu da katar: "Bu tüfek patıatmalar bu böl­ genin baş belasıdır! "


25 . B Ö L Ü M

Etemenanki - Babil Kulesi

N Lukian'ın "ölülerin Diyalogu"nda Charon'la konuşan Merkür'ün: "Ama İNİVE'nin (yıkılan ve yeniden kurulan Babil gibi degil, tersine, ozan

Ninive, benim kayıkçı dostum, çoktan yıkılmıştır ve izi bile kalmamıştır. Onun bir zamanlar nerede oldugunu söylemek bile artık olanaksızdır!" dedigi gibi) ha­ rap oldugu zaman, General Nabopolassar Babil'de yeni Babil devletini kurdu ve oglu Il. Nabukadnezar da onu yeniden güce ve görkeme eriştirdi. Ninive'nin ortadan kalkmasından sonra Babil yetmiş üç yıl daha yaşadı ve sonunda lranlı Kyros'un eline geçti. Koldewey 26 Mart 1 899'da "Kasr"ın, Babil'in iç kalesinin dogu tarafından ka­ zıya başladıgı zaman, Botta ve Layard'ın tersine, bu moloz yıgınının sakladıgı ta­ rihi ana çizgileriyle biliyordu. Khorsabad, Nemrut, Koyuncuk ve özellikle büyük bir bölümü çok daha eski Babil tabietlerinin kopyalan olan dev Assurbanİpal ki­ taplıgı kazıları, Fırat'la Dicle agzındaki ülke, buranın tarihi, ulusları ve hüküm­ darları üzerine bilgiler saglamıştı. Ama küreklerin altında hangi Babil dirilecekti? Hammurabi'nin Amurru sülalesinin on bir kralın o en eski Babil'i mi? Yoksa da­ ha yenisi, Sanherib'in o korkunç tahriplerinden sonra yeniden yapılmış olanı mı? Koldewey daha 1 898 Ocak ayında, henüz kazının yönetiminin kendisine verile­ cegi kesinleşmiş degilken, bir bölüm moloz yıgınlarında yalnızca şöyle bir araştır­ ma yaptıgı ve Berlin'deki krallık müzesine raporunu gönderdigi sırada bunu sez­ mişti: "Orada bulunacakların çogu Nebukadnezar'ın eserleri olacaktır," diyordu. Bu söylediklerinden elde edecegi şeylerden pek bir şey beklemedigi anlamı çık­ mıyor mu? Ama, bu işle görevlendirildigini haber aldıgı zamanki sevinci de bunun tersini anlatıyor. Zaten her türlü kuşkuyu da buluntular çok geçmeden silecektir. 5 Nisan 1 899'da şöyle yazıyordu: "lki haftadan beri kazıyorum, her iş yolun­ da gitti! " llk rastladıgı dev Babil surları oldu. Bütün surun boyunca, şimdilik ancak par­ çalar halinde olmakla birlikte, kabartma kırıkları buldu: Aslan postları, aslan diş­ leri, kuyruklar, pençeler, gözler, insan ayakları, sakallar, insan gözleri, ince hacaklı hayvanların -herhalde ceylanların- hacakları ve yabandomuzu dişleri kabartma­ ları. Yalnızca sekiz metre uzunlugundaki bir sur bölümünde bin kadar parça bul-


ETEMENANKİ - BABİL KULESl

213

du. Bu kabartmaların boyunu üç yüz metre olarak kestiriyor ve mektubunda şöy­ le yazıyordu: "öyleyse yaklaşık 37.000 parça kadar bulunacagını hesaplıyorum! " Daha iki haftalık kazının sonunda ilerisi için düşüncesi buydu! BABİL üzerine en canlı betimlemeleri Yunan gezgini Heredot ile Artakserkses'in

özel hekimi Ktesias'a borçluyuz. Bunların en büyük harika saydıkları, kentin surlarıydı. Bunun için Heredot'un verdigi ölçüler iki bin yıl boyunca bir dün­ ya gezgininin alışılmış olan abartıları gibi görülmüştü. Söylentiye göre bu sur­ lar öyle genişmiş ki, üzerlerinde karşılaşan dört atlı iki arabanın geçmesine yer varmış ! Koldewey hemen bu sura rastladı. lşi zordu, dünyanın herhangi bir yanın­ daki başka her kazı yerindekinden daha agırdı. Her yerde moloz yıgını, taban düzeyinden iki, üç, olsa olsa altı metre yüksekken, burada on iki, hatta çogu zaman yirmi dört metre kalınlıgında toprak kaldırmak gerekiyordu. Koldewey, iki yüzü aşkın işçi ile on beş yıldan uzun zaman kış yaz çalıştı. . . lik başarısı Heredot'un haberlerinin hemen hemen abartısız oldugunu ka­ nıtlayışı oldu. Koldewey yedi metre kalınlıgında kerpiçten bir suru ortaya çı­ kardı. Bunun aşagı yukarı on iki metre önünde, yedi metre seksen santimetre kalınlıgında tugladan bir sur, bunun ilerisinde de üç metre otuz santimetre ka­ lınlıgında yine tugladan bir hendek duvarı vardı. Bunların önünde de çok olası ki, hendek vardı ve dışardan bir tehlike baş gösterdigi zamanlarda ırmagın sarı sularıyla doldurulmaktaydı. Surların arasındaki açıklık olası ki dış duvarın dendanlarına dek toprakla dol­ durulmuştu. lşte dört atlı arabanın dolaşabilecegi yer burasıydı! Surun üzerinde

Al

Nabopolassar'ın Arahtu suru, ilk dönem

A3 Nabopolassar'ın Arahtu suru, üçüncü dönem

GS Güneydeki kerpiç-tugla sur KS Kuzeydeki kerpiç sur

IS

lmgur-Bel'in hendekli suru

PA Paralel ara sur

ES

Eski hendekli sur

y

Eski bir kerpiç sur yılantısı

s

Sargon suru

GK Güneydeki kalenin kuzey suru

Babil'de güney kalesinin kuzeyindeki savunma surlannın kesiti.


214

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

aşağı yukarı her elli metrede bir gözcü kuleleri vardı. Koldewey iç surda üç yüz altmış kulenin bulunduğunu düşündü. Dıştaki için Ktesias iki yüz elli sayısını ve­ rir ki içtekine göre bunun inanılınayacak yanı yoktur. Bu surla Koldewey dünyanın oldum olası gördüğü en büyük kent tahkimatını ortaya çıkarmış oldu. Sur, Babil'in, bütün Doğu'nun en büyük, Ninive'den da bü­ yük kenti olduğunu gösteriyordu. Nebukadnezar şöyle yazar: " . . . Babil' i doğudan dev bir surla çevreledim. Hendeğini kazdım ve şevlerini yer katranı ve tuğlalarla yaptım. Kıyısında dağ gi­ bi yüksek büyük bir duvar yaptım. Buna geniş kapılar açtım ve bunlara selvi ağa­ cından üstü bakır kaplı kapı kanatları taktım. Kötü niyetli düşmanların yanlar­ dan Babil'i sıkıştırmamaları için, deniz nasıl karaları dalgalarıyla sararsa öylece dev sularla çevirdim. Bunlardan geçiş tıpkı denizin, tuzlu suyun geçildiği gibiy­ di. Duvarları delemesinler diye önlerine toprak yığdırdım ve tuğladan rıhtım du­ varlarıyla çevirttim. Dış kaleyi sanada sağlamlaştırdım ve Babil kentini kale hali­ ne getirdim." Bu, o zamanki bütün saldırı araçları için ele geçirilemez olması gereken bir ka­ leydi. Ama Babil yine ele geçirilmiştil Bunun yalnız bir çözümü vardır: Düşman kenti dışardan değil içerden almıştı. Düşman surların önündeyken kentin iç politi­ kası hep karışıktır ve hep -bugün haklı, yarın haksız olarak- düşmanı kurtarıcı gi­ bi bekleyen partiler bulunur. İşte dünyanın en büyük kalesi de böyle düştü. Evet, Koldewey Nebukadnezar'ın Babil'ine rastlamıştı. Danyal Peygamber'in "krallar kralı" ve "altın baş" dediği bu hükümdarın zamanında, kentin anıtsal bir biçimde yeniden yapılması başlamıştı: İç kaledeki Emach Tapınağı'nın yenilen­ mesi, Esagila'nın, Ninurta Tapınağı' nın, Merkes'teki daha eski İştar Tapınağı'nın yenilenmeleri. Kral, Arahtu surunun yenisini yaptırmıştı. Fırat'la Libil-Higalla Kanalı üzerindeki ilk taş köprüyü o kurdurmuştu. Güney hisarını, sarayını ekle­ yerek büyütınüştü İştar Kapısı'nı renkli sırlı tuğlalardan hayvan kabartmalarıy­ la süslemişti. Nebukadnezar'ın öncelleri bütün yapıları güneşte kurutulmuş kerpiçten yap­ tırırlardı, çok geçmeden rüzgar ve hava bunları aşındırırdı; o ise özellikle tah­ kimatın en büyük bölümlerini pişmiş tuğlalardan yaptırmıştı. İki Irmak Arası ülkesi'nde eski yapılardan pek az iz kalması, kalanların yalnızca dev moloz yı­ ğınlarından oluşması, malzemenin dayanıksızlığındandı. Çok daha sert malzeme ile yapılmış olmalarına karşın Nebukadnezar'ın yapılarından dağılmamış olarak daha sonraki kuşaklara ne denli az şeyin kalmış olması ise, tıpkı papalar ortaça­ ğının putperest Roma'nın tapınakianna karşı gösterdiği saygısızlık gibi, yüzyıllar boyunca halkın bunları taşocağı yerine kullanmış olmasındadır. Bugünkü Hille kenti ile çevresindeki birçok köyler Nebukadnezar'ın tuğlalarından yapılmışlar­ dır. Bunu iyice biliyoruz, çünkü üzerlerinde onun damgası vardır. Hatta Fırat'ın sularının Hindiye kanalına akmasını önleyen modern bir barajın da çoğu bölüm­ leri, bir vakitler üzerlerinde eski Babillilerin yürürlükleri tuğlalardandır. Eğer bir gün bu baraj da geçmişe karışır ve üzeri örtülürse ilerdeki arkeologlar pekala bu­ rada da Nebukadnezar'ın bir kalesinin bulunduğunu sanabileceklerdir.


ETEMENANKl - BABİL KULESl

\

\

\

\

\

215

ll**,..... o 100 200 300

-400 500n

Babil eski kentinin planı. Babil kulesi Etemenanki ile Marduk'a adanmış Esagila tapınağı belirgin biçimde seçiliyor.

Nebukadnezar'ın boyuna begenmedigi, her yapılan "kral hazretlerinin ününe yeter gelmedigi" için boyuna genişletip durdugu saray, hayır saray kompleksi, akıl almaz bir yaygınlıktaki saray kenti, zengin süsleriyle, göz kamaştırıcı sırlı, parlak, renk renk tu@a kabartmalarıyla bu saray için bir harika denebilir. Soguk, yaban­ cı, barbar bir görkem harikasıl Şunu da söyleyelim ki Nebukadnezar bütün sarayı on beş gün içinde yaptırmış oldugunu ileri sürmektedir! Birçok yüzyıllar boyun­ ca körü körüne inanılarak agızdan agıza gelen bir haberdir bu. Ama Koldewey'in çıkardıklarından iki yapı dünyanın dikkatini hepsinden çok çekmişti. Bunlar, bir kule ve bir caddeydi, ki her ikisinin de bu dünyada eşi gö­ rülmemişti. BAB lL Kulesi!

Musa'nın Birinci Kitabı, Bab Il, Ayet 3, 4 bu yapı için şöyle der: "Ve birbirine, geliniz kerpiç keselim ve onları ateşte pişirelim dediler ve kerpiç onlara taş yerine


216

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ve yer katranı dahi kireç yerine oldu ve sonra geliniz bütün yeryüzüne dağılmamak için kendimize bir şehir ile tepesi semaya kadar bir kule bina edip kendimize nam kazanalım dediler." Koldewey'in kazdığı ise artık dev bir temelden başka bir şey değildi. Fakat ya­ zıtlar ona kulenin eskiden gerçekten var olduğunu anlatıyordu. Tevrat'ın anlattı­ ğı (hiç kuşkusuz gerçekten yapılmış olan) kule ise daha Hammurabi'nin gününde geçmişe karışmış olmalıydı. Fakat sonraki de, daha ileriki kuşakların eskinin anı­ sı olarak yaptıkları da burada yükselmişti. Nabopolassar bize şu sözleri bırakmış­ tır: "O zamanlar Marduk bana buyurdu ki benden önceki zamanda dayanıksız­ laşmış, yıkılmış olan kulenin temellerini yerine, bağrına sağlarnca oturtayım; te­ pesi de göğe yükselsin." Oğlu Nebukadnezar da sürdürür; "Etemenanki'nin tepe­ sini, gökle yarışsın diye, yerine koymak işini ele aldım." Kule dev teraslar halinde yükseliyordu. Heredot her biri ötekinden küçük ola­ rak üst üste yapılmış, en küçüğünün, bütün ülkenin üzerinde yükselenin üstünde de tapınak bulunan sekiz kuleyi anlatır. (Aslında bunlar yediydi. ) Kule kelime anlamı "tava" olan Salın düzlüğünden yükselir. Koldewey, "Ama bizim sahnımız, bir zamanlar 'Etemenanki' Ziggurat'ının, 'Gök ve ye­ rin temel taşının,' Babil Kulesi'nin yükseldiği, çevresi, tapınınayla ilgili çeşit­ li binaların yaslandığı bir surla çevrili eski kutsal alanın bugünkü görünüş biçi­ midir," der. Temeli doksan bir metreden genişti. Koldewey: "Ama bu yazılı haberler, her ne kadar çok zarar verilmiş olsa da yi­ ne bizim doğrudan doğruya yıkıntıclan edindiğimiz kesin görüş karşısında ne­ dir?" diye yazıyordu. Tevrat'ta Yahudilerin insan küstahlığının en üstün örneği olarak saydıkları kulenin o dev gibi kitlesi, çevresinde gururlu papaz sarayları, ge­ niş am barlar, sayısız konuk odaları, beyaz duvar lar, tunç kapılar, yüksek girişler ve bin kuleden bir ormanla onu çevreleyen ürkütücü surlar; bu kuşkusuz geniş Babil İmparatorluğu'nun içinde de ender rastlanacak ezici bir büyüklük, güç ve zengin­ lik etkisi yaratırdı." Her büyük Babylonia kentinin Ziggurat'ı vardı. Ama bu Zigguratlardan hiçbi­ ri Babil Kulesi'ne eş olamazdı. Onun yapılması için seksen beş milyon tuğla kul­ lanılmıştı ve dört çevreye tepeden bakardı. Babil Kulesi de tutsakların işidir. Mısır piramitlerinde olduğu gibi burada da işbaşıların kamçıları şaklamıştı. Ama bura­ da bir şey ta temelden başkaydı: Bir kral pirarnidi çok kısa olan yaşamı boyunca, yalnız kendisi için, mumyası için, Ka'sı için yaptırırdı; hasarnaklı kuleyi ise kral kuşakları yapmıştı. Dedenin başladığını torun da sürdürürdü. Mısır piramitleri harap olurlarsa, hırsızlar onlara zarar verir ve soyariarsa yeniden yapmak, ya da yeni hazinelerle doldurmak için kimse elini bile kımıldatmazdı. Babil Ziggurat'ı ise harap olmuş ve birçok kereler yıkılmıştır, ama her seferinde de yeniden kurul­ muş, yeniden süslenmiştir. Çünkü Ziggurat'ı yapan hükümdarlar bunu kendileri için yapmıyor, her­ kes için yapıyorlardı. Ziggurat, Marduk' a en büyük tanrı olarak tapan binler­ ce insanın dinsel alaylarda hedefi, halkın kutsal yeriydi. Önce derin tapınaktan


ETEMENANKİ - BABİL KULESİ

217

Marduk'a, onun -tahtı, ayak iskemiesi ve masasıyla birlikte Heredot'un dediğine göre 800 talent ağırlığında ve saf altından olan­ heykelinin önünde kurban sunduktan son­ ra buraya koşuştukları zaman kimbilir bu­ nun nasıl bir görünüşü vardı. Papaz odala­ rında "asıl talent" olan taştan bir ördek bu­ lunmuştur. Üzerindeki yazıya göre "doğru bir talent." Bu, 29,68 kilogram ağırlığında­ dır. Demek Marduk'un bu heykeli, yanında­ ki eşyalarıyla birlikte -eğer Heredot'a inanı­ lırsa- yuvarlak hesap 23.700 kilogram saf al­ tındandı. Ya sonra, bu halkın Babil Kulesi'nin yan tarafından ilk kata ulaşan dev taş merdiven­ lerden kalabalık bir kortej halinde tırman­ dıkları sırada görünüş nasıldı? - Bu arada "Büyük Rab Marduk, " tanrıların ba­ papazlar da orta merdivenden ikinci kata çı­ şı; ayaklarının dibinde onun için kut­ karlar oradan da gizli merdivenlerden kule­ sal olan masal hayvanı "Babil'in ejdenin tepesine, Marduk'un kutsal yerine eriş­ ri" durmaktadır. miş olurlardı. Burasının koyu mavi sırlı tuğlaları parıldardı. Heredot bu kutsal yeri l.ö. 458'de, yani bütün Ziggurat'ın bitirilmesinden aşağı yukarı yüz elli yıl sonra, herhalde daha iyi durumdayken görmüştü. "Derin Tapınak"ın tersine olarak bu "Yüksek Tapınak"ta heykel yoktu. Orada yalnızca "iyi hazırlanmış" bir yemek ya­ tağı (bütün kibar Doğulular, onlar gibi Yunanlılar ve Romalılar "sofraya yatarak" yemek yerlerdi), yatağın önünde altın kaplama bir masa vardı. Bu en kutsal ye­ re artık sıradan halk giremezdi, çünkü Marduk'un kendisi burada görünürdü ve onun görünüşüne sıradan ölümlüler dayanmazlardı. Yalnızca bir kadın orada ka­ lırdı: Seçme bir kadın, geceden geceye tanrının zevkine hazır olarak beklerdi. Heredot anlatırken kuşkusunu söylemeden geçemez; "Bundan başka tanrının tapınağı ziyaret ettiğini ve buranın yatağında dintendiğini de söylerler - ama bu bana inanılır şey gibi görünmemektedir," der. Çepeçevre etrafta, bir sur içine alınmış olarak, büyük bayram günlerinde ta uzaklardan gelip dinsel alaya hazırlanan hacıların barındıkları evler yükselirdi. Bunlardan başka, krallara taç giydiren bir tanrının papazları olarak hiç kuşku­ suz iktidar sahibi Marduk papazlarının evleri de vardı. Ortasında Etemenanki'nin yükseldiği bu saray, daha da karanlık, devsel bir görkem içindeki Babil Vatikanı, işte böyle bir yerdi. Tukulti-Ninurta, Sargon, Sanherib ve Assurbanİpal Babil'i almış ve Marduk'un kutsal yerini, Etemenanki'yi, Babil Kulesi'ni de tahrip etmişlerdi. Nabopolassar ve Nebukadnezar onu yeniden kurdular. lranlı Kyros, Nebukadnezar'ın ölümünden sonra, l.ö. 539'da kenti ele geçirdiği zaman bunu


218

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

yıkınayan ilk fatih oldu. Tarih bakımından daha genç olan onu bu ululuk büyüle­ di. Öylesine büyüledi ki, yalnızca tahrip etmemekle kalmadı, tersine, kendi meza­ rını da bir minyatür Ziggurat biçiminde, küçük bir Babil Kulesi, bir Etemenanki olarak yaptırdı. Kule yine de bir kez daha yıkıldı. İranlı Kserkses, Büyük İskender'in Hint sefe­ rinden döndüğü zaman gördüğü yıkıntıclan başka bir şey bırakmadı. Ama bu dev yıkıntının karşısında yine bir büyülenmiş insan vardı. İskender iki ay, on bin ki­ şiyi molozları temizletmek için çalıştırdı, sonunda bütün ordusunu da -Strabon 600.000 gündelik verildiğinden söz eder- bu işte kullandı. Yirmi iki yüzyıl sonra aynı yerde bir Batılı bilgin duruyordu. Aradığı ün değil­ di, bilgiydi. On bin kişi ile değil yalnızca iki yüz elli kişi ile çalıştı. Ama on bir yıl­ lık çalışmasında o da herhalde 800.000 gündelik vermişti. Sonunda bu eşsiz anı­ tın vaktiyle nasıl göründüğü anlaşılabildi. "BABİL KULESl" bugün de insan cüretinin simgesi olarak tanınır. Bundan sonra

Koldewey büyük kentin, yazıtların anlatmakta olduğu, fakat hiçbir zaman bütün dünyanın bilgisine mal olmamış başka bir yanını kazdı. Bu bir caddeydi. Ama Koldewey'in şimdi ortaya çıkardığı, eğer görkem uzunlukla ölçülmeyecek olursa, Romalıların bütün caddeleri, evet, hatta Yeni Dünya'nın bütün caddeleri de dahil, dünyanın en görkemli caddesiydi. Burası ulaştırma için değil, Babil'de herkesin, hatta Nebukadnezar'ın da kulluk ettiği bü­ yük tanrı Marduk için dinsel alay caddesi olarak yapılmıştı. Bu kral kırk üç yıllık saltanatı sırasında hemen hemen durup dinlenmeden bi­ na yaptırmış olacaktır. Bu caddeyi ayrıntılı olarak anlatır: "Babil'in caddesi Aibur­ Şabu'yu, büyük efendimiz Marduk'un alayları için toprakla doldurtarak yükselttim ve Aibur-Şabu'yu lll u kapısından ta İştar-sakipat-tebişa'ya dek Turminabanda taş­ ları ve Şadu taşlarıyla döşeterek tanrının alayına yaraşır biçime getirdim; onu ba­ bamın yapmış olduğu parçayla birleştirdİm ve yolu parlak bir duruma getirdim." Marduk için alay caddesi! Doğru ama bir yandan da kentin tahkimatının bir bölümüydü bu. Çünkü bu cadde aynı zamanda dev bir gizli yoldu. Göz ne sağı ne de solu görebilirdi. Her iki yandan yüksek, yedi metre kalınlığında ka­ le duvarlarıyla çevrilmişti. Cadde ileri tahkimattan, böyle iki sur arasında, ta asıl Babil'in giriş yeri olan İştar Kapısı'na dek vardığı için, kapıyı zorlayan düş­ manlar bu cadde üzerinden kente saldırmak zorundaydılar. Ama o zaman cadde ölüm yolu olurdu! Bu taştan argıtın her saldırgana vereceği ürküntüyü (o zaman insanlarının masal yaratıkları ve kötü cinlerle dolu olan hayal güçleri için) hiç kuşkusuz çok artıran bir şey de, duvarları her biri iki metre uzunluğunda, parlak renkli ka­ bartmalar halinde süsleyen ve ağızlarını alabildiğine açarak düşmana karşı yü­ rüyora benzeyen yüz yirmi aslandan bir orduydu. Görkemli ve gururlu, ağızla­ rı açık, dişleri ortada, beyaz ve sarı postları, sarı, kırmızı yeleleriyle açık mavi ya da koyu mavi zemin üzerinde yürüyordu bunlar! Cadde yirmi üç metre geniş­ liğindeydi. -


ETEMENANKl - BABİL .KULESl

219

Nebukadnezar'ın tuğla damgası. Aynı sözler, kralın yaptırdığı yapılarda kullanılan milyon­ larca tuğlada yine/en ir durur: "Nebukadnezar, Babil Kralı, Esagila ve Ediga'nın bakımcısı Nabopolassar'ın oğlu, Babil Kralı. "

Üstüne asfalt dökülmüş bir tugla kaplamadan, üzerinde ortada dev kireçta­ şı blokları, kenarları bir metreyi aşkın uzunlukta kareler biçiminde döşeliydi; ke­ narlara da bunların yarı büyüklügünde kırmızı ve beyaz damarlı Breccia levha­ ları döşenmişti. Taşların keskin birleşme yerlerine asfalt dökülmüştü. Her ta­ şın gömülü yüzünde aşagıdaki yazı kazılıydı: "Babil kralı, Nabopolassar'ın oglu Babil kralı Nebukadnezar'ım ben. Babil caddesini büyük efendimiz Marduk'un alayı için Şadu levhalarıyla kaldırımladım. Efendimiz Marduk sonsuz yaşam ba­ gışlasın! " Kapı d a b u sözlere uygundur. Bugün bile o n iki metre yükseklikte olarak du­ ran surları Babil'den kalan en heybetli bölümleridir. Bunlar aslında ileri çıkmış büyük iki burçlu dev gibi iki kapı yapısıydı. Gelen insan burada gözüne nere­ ye çevirirse çevirsin, karşısında kutsal hayvanlar parıldardı. Burada da mavi ze­ min üzerinde alaca renkleriyle parıldayarak gelenleri büyüleyen ve bu kapının ar­ kasındaki başkentin gücünü düşünerek korku içinde bırakan korkunç kalabalıgı Koldewey 575 hayvan olarak kestiriyordu. Burada kapıyı süsleyen, lştar'ın hayvanı aslan degildi. Bunlar Ramman'ın (Adad da denirdi), Fırtına Tanrısı'nın kutsal hayvanı boga ile ejder, hem yılan hem grifon "Sirruş"tular. Bu benzetmeler, tanrıların başı Marduk için kutsal olan masal yaratıgını anlatamaz. Bu dört ayaklı bir hayvandı, uzun bacaklıydı, arka


220

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Canavar Muşhuşu, Babil'in tanrısı Marduk'un hayvan sembolüydü. Aslan pençeli, kuş tırnak/ı, yarık dilli ve kafasında tek boynuzlu, pullu zırha bürünmüş bu canavar, Babil'deki !ştar Kapısı 'nın çeşitli yerlerini süslüyordu.

pençeleri kuş tırnaklarıyla silahlıydı, gövdesi pul puldu, boynu uzun, başı büyük gözlü bir yılan başıydı. Yılan gibi çatal dilliydi. Yassı başının üstünde bir boynuzu vardı . . . Bu, Babil'in ejderiydi. Yine Tevrat'ın bir gerçeklik çekirdeği, masal kabuğundan sıyrılmıştı. Danyal burada, Babil'deki aslan çukurunda Yehova'nın mucizesini göstermişti. Ejderin güçsüzlüğü gelecek bin yılların egemeni olacak Tanrı'ya karşı kendi tanrısının güçsüzlüğünü kanıtlamıştı. Koldewey, "İnsan şunu gözünde canlandırabilir." der. "Esagila papazları ora­ da, buna benzer bir hayvan, bir .sürüngen, belki de bu bölgelerde bulunan bir ar­ val beslerierdi ve onu tapınağın karanlık bir yerinde canlı bir Sirruş olarak göste­ rirlerdi. Eğer bu, kendisine Danyal'ın hazırladığı saç ve asfalttan yapılma çöreğe dayanamadıysa herhalde bunda şaşılacak yan yoktur. " MARDUK CADDESİ üstünde yeni yıl alayları n e görüntüydü ki m bilir? Koldewey bir karşılaştırmayı den er: "Bir gün Meryem'in insan boyundan daha büyük gümüşten bir heykelinin, adak armağanları, bilezikler, mücevherler, altın ve gümüşle yüklü olarak kırk ada­ mın taşıdığı bir sedyede Siraküza Katedrali'nin ana kapısından, kaynaşan halkın başları üzerinde çıktığını görmüştüm. Gürültüler, çalgı sesleri, halkın coşkun du­ aları arasında Latomien bahçelerine taşınıyordu. Tanrı Marduk'un dinsel alayının Esagila' dan çıkıp, belki de prebolostan geçerek Babil'in tören caddesinde yaptığı geçit törenini böyle gözümde canlandırıyorum."


ETEMENANKl - BABİL KULESl

221

Ama bu kıyaslama kuşkusuz zayıftır. Bu dinsel alayın daha büyük, güçlü, deb­ debeli ve barbarca olması gerektir: Alt tanrıların Esagila' daki "Kader odasından" Fırat kıyısına dek taşınmaları, onlara üç gün tapılınası ve parlak bir alayla geri dö­ nüşleri!


26. BÖLÜM

Bin Yıllık Krallar ve Tufan

Y zi söylerse, eski Babillileri aklımıza getirir miyiz? Saatimizin on ikiye bö­

OLUMUZDAN bir kara kedi geçer de batıl inancımız bize geri dönmemi­

lünmüş olan minesine baktığımız zaman (biz ki başka her şeyde ondalık sistem­ le düşünür ve hesaplarız) ya da yaldızlı göğe bakıp kaderimizi gezegeniere bağla­ mak istediğimiz vakit bu ulusu amınsar mıyız? Oysa bunu yapmalıydık, çünkü düşüncelerimizin ve duygularımızın bir bölümü Babylonia'dan gelmektedir. Daha doğru olarak söyleyelim: Belki Babylonia' dan, ama Babillilerden değil! Babil'de düşünülmüş ve duyulmuş olan şeylerden ne denli çoğunun bilinci­ mizde ve bilinçaltımızda, düşünederimizde ve duygularımızcia yaşadığı yolunda adeta her kürek vuruşunda yeni kanıtlar elde etmek, araştırıcılar için umulma­ dık bir şey olmuştu. Ama, Babil bilgeliğinin de daha önceden onlara miras kal­ mış bir bilgelik olduğu, bunların Sami Babillilerden, hatta Mısırlılardan da daha eski bir ulustan geldiği yolunda araştırıcı zekalar yeni yeni işaretler bulunca, bü­ yük bir şaşkınlık uyandı. ı 946 yılında Amerikalı bilgin Samuel Noah Kramer bu ulusun kil tabietleri­ ni yayınlamaya başladı. 26 yıllık yoğun ve son derece zorlu yazı çözümleme uğ­ raşı sonunda, ı 9S6 yılında History Begins at Sumer, (Tarih Sümer'de Başladı) gi­ bi iddialı başlık altında bir kitap yazdı. Bu kitapta araştırmalarını bilimsel ağırlık­ lardan soyutlayıp, sadece anlatıyordu. Bunu da esprili bir dille yapıyordu. Yirmi yediden fazla "ilki," yani insanlık tarihinde ilk kez bu ulus tarafından kayıt altı­ na alınmış nesne, deneyim ya da olayları saptamıştı; bunu yaparken de onları en modern kavramlarla tanımlamaktan da çekinmemişti. Bunların hepsini sayınaz­ sak çok önemli bilgileri göz ardı etmiş oluruz. 1 . tık okullar. 2. llk "basit rüşvet." 3. llk çocuk suçu vakası. 4. llk "sinir har­ bi." S. tık siyasi "iki karnaralı kongre." 6. llk tarihçi. 7. llk vergi affı. 8. Yasa kitabı: "llk Musa yasaları." 9. Hukukta ilk "emsal vaka. " ı o. llk tıbbi reçeteler kitabı. ı 1 . llk "halk takvimi." ı 2. llk bahçe uygulaması. ı 3. İnsanlık tarihinde ilk kozmogoni ve kozmoloji. ı 4. llk ahlak yasaları. ı S. tık "Eyüp efsanesi." ı 6. llk atasözleri. ı 7. llk hayvan fabl örnekleri. ı 8. Felsefi bir konuda ilk "laf cambazlığı" örneği. ı 9. tık


BİN YILLIK KRALLAR VE 1UFAN

223

"Cennet." 20. İlk "Nuh" efsanesi. 2 1 . İlk "diriliş" öyküsü. 22. İlk "Aziz George." 23. Gılgamış bir Sümer kahramanıydı. 24. İlk "epik edebiyat." 25. İlk aşk şarkısı. 26. İlk kitap katalogu. 27. İlk "altın barış çagı." Bütün bunları okuyan herkes binlerce yıl önce bambaşka bir gökyüzünün al­ tında olup bitenlere hayranlık duyan birinin bunları zorla modern terminoloji­ ye uyarladıgı izlenimine kapılır. Ancak Kramer'in olaganüstü çevirilerini okudu­ gunda insanın nefesi kesilir. Sadece 1 7 kil tablet üzerine yazılan bir babanın yol­ dan çıkmış oglu için yakınışını ve genelde gençlerin dikbaşlılıgını okuyan, bunla­ rı günümüzde komşu bir baba oglun konuşmaları sanabilir. Metin babanın oglu­ na sormasıyla başlar: "Nereye gittin?" Yanıt: "Hiçbir yere! " B u eski ulusun varlıgı akla gelebilecek e n garip yoldan anlaşılmıştı. B u bu­ luş insan aklının en parlak başarılarından biridir ve buna çivi yazısının çözülmesi üzerindeki çalışmalar sonunda erişilebilmiştir. Şundan daha dogru bir deyim bu­ lunamaz: Bu ulusun varlıgı "hesaplanmıştır. " Çivi yazısının çözülmesindeki zorluklar, Rawlinson'dan sonra gelenlerce yeni­ Hp, uzmanlar bu işaretierin kökenlerine, dil bakımından baglantılarına ve buna benzer şeylere kendilerini verince, bu araştırmalar sırasında birçok garip olayla­ ra rastladılar ve bunlar onları, son noktası insanı şaşkınlığa düşürecek bir sav olan aşağıdaki kurama götürdü. Babil-Asur yazı işaretlerinin çeşitli anlamlara gelmeleri kendiliğinden açıkla­ nabilecek bir şey degildir. Böyle çapraşık bir yazı dizgesi, harf yazısı, hece yazısı ve şekil yazısının böylesine bir karışımı, Babilliler tarihin ışığına çıktıkları sırada bir­ denbire ve tam olarak meydana gelmiş olamazdı. Bu dizge uzun bir evrimin iz­ lerini taşımaktaydı. Bu, yalnızca ikinci elden alınma bir mal olabilirdi. Yüzlerce, (özellikle dil alanındaki) bireysel araştırmalar bir araya geldi, birbirlerini bütün­ Iedi ve sonunda şu sava vardı: çivi yazısını bulanlar Babill iler ve Asurlular ola­ mazlardı; tersine, başka bir ulus, çok büyük bir olasılıkla Sami olmayan, dogunun yayialarından gelen, fakat varlıklarını o zamana dek hiçbir buluntunun kanıtla­ madığı bir ulus bu yazıyı bulmuştu.

Persepolis'te bulunan 1,9 santimetre boyunda silindir şeklindeki mührün açılmış görüntüsü. Burada kanatlı bir dag keçisi ile uçan bir kuşun arkasından sıçrayan aslan görüntülenmiş. Bu sahneyi iki "Hayat Agacı" çerçeveliyor.


224

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Böyle bir varsayımın cürettilikten yana eksik yanı yoktu. Ama yıllar geçtikçe araştırıcıların buna güveni o denli arttı ki, varlıgını yalnız kendilerinin ileri sür­ dükleri ve hiçbir yazıtın göstermedigi bu ulusa bir ad bile vermekten çekinmedi­ ler. Bazıları Akadlar dedi, ama Alman-Fransız Jules Oppert, Sümerler adını koydu ve bu ad kaldı. Bu ad, lki Irmak Arası Ülkesi'nin güney tarafındaki en eski kralla­ ra verilen "S ümer ve Akad Kralları" unvanından alınmıştı. İşte yürütülen düşünce, kurarn ve savın çok sadeleştirilerek aniatılışı budur. Önceden hesaplanan gezegen nasıl göründüyse, önceden bildirilen elemanlar ve tasarımlanmış Pithecantropus nasıl bulunduysa, bir gün, Babillilerle Asurlulara yazıyı vermiş olan gizemli ulusun ilk izleri de öylece bulundu. Yalnız yazıyı mı? Çok geçmeden anlaşıldı ki Babil ve Ninive'nin, kültür başarısı olarak gösterebil­ digi ne varsa hemen hemen hepsini gizemli Sümer ulusunun öncü çalışmalarına baglamak gerekmektedir. Biz daha önce Fransız diptomatı Ernest de Sarzec'ten yine meslegi arkeolog­ luk olmayan ve arkeolojjnin sorunlarından Mezopotamya topragına ayak bas­ madan önce haberi bile bulunmayan bu adamdan söz etmiştik. Ama lki Irmak Arası ülkesi'ndeki örenler ve höyükler tıpkı bir zamanlar Paul Emile Botta'nın oldugu gibi onun da merakını uyandırmıştı. (Ondan beri kırk sene geçmişti. ) Başlangıçtaki bütünüyle acemice araştırmaları sırasında talih çok yolunda gitti ve Tello'daki bir tepenin eteginde, o zamana dek cesaretini artıracak şeyler gördü, yazıtlar ele geçirdi ve böylece "önceden haber verilen" ulusun, Sümerlerin ilk göz­ le görülür izlerini bulmuş oldu. En degerli parça bir eyalet hükümdan ya da papaz kralı olan Gudea'nın sert diorit'ten yontutmuş ve olaganüstü güzel cilalanmış bir heykeliydi. Bu da öte­ ki degerli parçalarta birlikte gemiye yüklendi ve Paris'te Louvre Müzesi'ne erişti. Bilginler arasında ne heyecan uyandırdı bu! Hatta sogukkanlı ve zaman tahminle­ rinde en çekingen asurologlar bile bulunan taş fragınanlardan bazılarının lsa'nın dogumundan 3000-4000 yıl önceden kaldıklarını, buna göre de, hatta Mısır'dan daha eski bir kültürün tanıkları olduklarını kabul etmek zorunda kaldılar. Büyük yapılar ortaya çıktı; hasarnaklı piramitler, tıpkı minaresiz cami, çan kulesiz kilise olmadıgı gibi her kentte mutlaka bulunan Zigguratlar çıktı. Mezo­ potamya dünyasının tarihini gittikçe daha geriye dogru, ta insanlıgın başlangıcı­ nın alacakaranlıklarına dek izlemeye olanak veren yazıtlar bulundu. Babylonia'nın anlaşılabilmesi için bu denli büyük önem taşıyan geçmiş bir dünyanın bulunu­ şu, tıpkı Yunan Antikçagının anlaşılmasında Girit-Miken kültürünün bulunuşu gibiydi. Ama bu Sümer kültürü daha geriye, çok daha gerilere gidiyordu. Onun baş­ langıçları hemen hemen gerçekten Tevrat'taki Yaratılış'la, hiç degilse Tanrı'nın saldıgı ve yalnız Nuh'un kurtuldugu büyük tufandan sonraki ilk insanlarla bir­ leşiyordu. Yarı tanrı Gılgamış epopesi böyle bir tufanı anlatmıyor muydu? Eksik yerleri­ ni British Museum'dan George Smith'in Koyuncuk höyügündeki milyonlarca kı­ rık çanak çömlek arasında aradıgı ve buldugu epope?


BİN YILLIK KRALLAR VE WFAN

225

1 9 1 1 YILINDA İngiliz konsolasunun eşi Ba­ yan Winifred Fontana'nın üç genç arkeolog konuğu vardı. Bayan ressamdı ve buna uy­ gun olarak günlüğüne şöyle yazmıştı: " . . . Her üçü de bir ressam kadın için çok güzel mo­ deller . . . " Bu üç arkeolog David Hogarth, T. E. Lawrence ve Leonard Woolley'di. Bun­ lardan biri birkaç yıl sonra dünyada ün kaza­ nacaktı, ama artık arkeolog olarak değil; bu, Birinci Dünya Savaşı'nda Arap ayaklanma­ sını yöneten Lawrence'tı. Üçüncüsü kamuo­ yunda az ün kazandı. Fakat arkeolog meslek­ taşlarının gözünde iş bunun bütünüyle tersi­ ne oldu. Leonard Woolley Winifred Fontana'nın, çok daha sonra bir (1880- 1 960) kez daha sorulduğunda, -aradaki zamanda Albay Lawrence'nin kazandığı tarihsel önemin etkisi altında kalarak- üç arkeolo­ ğun ziyaretini yen i d e n an la t ı rke n "ama Lawrence be n i m hep dikkatim i çekmiş­ ti," demesi doğal görülmelidir. Ama onlarla birlikte konsolasun konuğu olan bir Suriyeli, Bayan Fontana'nın tersini söyler: "Genç Lawrence, o denli kibar bir insan ve kusursuz bir gentilbom­ me olan Mösyö Woolley'le ne denli zavallı bir çelişki oluşturuyordu." Bu "kusursuz gentilhomme" çok daha sonra, 1 927 ve 1 928 yıllarında, kırk yedi yaşındayken, Fırat kıyısındaki Ur kentinde, Hazreti İbrahim'in efsanevi vatanında kazıya başladı. Çok geçmeden Sümer ulusu konusunda görülmedik zenginlikte belgelere rastladı. "Ur'un kral mezarlarını" açtı, zengin hazineler buldu ve -bununla altınlardan daha değerli olarak- Babil'in ön tarihi üzerine bilgilerimizi öylesine çok ayrıntılada zenginleştirdi ki, insan kültürünün bu en eski bölümü ansızın renkli bir yaşam kazandı. Bulduğu birçok şeyler arasında iki parça en çok dikkate değer: Bir Sümer kraliçesinin perukasının süsü ve "Ur'un mozayik sancağı" denen parça. Ama insanlığın en eski tarihi üzerine bilgilerimiz için en önemli buluşu da, Tevrat'ın en heyecanlı öykülerinden birinin bütünüyle tarihsel bir gerçek olduğunu or­ taya koydu. Sonunda bulduğu korkunç bir şey, beş bin yıl önceki bizim gö­ zümüzde canlandıramayacağımız ölü gömme geleneklerine ilk olarak ışık tut­ muştu. Woolley höyükte, hemen hemen bütün arkeoloji çalışmalarına başladığı gi­ bi, alışılmış hendekleri kazdırdı. On iki metre derinliğe değin kül, dağılmış ker­ piç, seramik kırıkları, moloz ve süprüntülerden bir tabaka buldu. Bu döküntü­ lerin içine Ur halkı kralları için mezarlar kazmışlardı. Bir kraliçenin mezarında zengin süs eşyası, altın kaplar, biri bakırdan öteki gümüşten, altmış santimet­ re uzunluğunda iki Fırat kayığı buldu. Orada kraliçenin başlığı da eline geçti. Kabarık bir perukanın üstünde üç dizi lapislazuli ve kırmızı karneol vardı. En ,

TM 1 5


226

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

alttaki dizide altın halkalar asılıydı, ikincisine altından kayın yaprakları, üçün­ cüsüne de sögüt yapraklarıyla altın çiçekler takılmıştı. Bunların üstünde de la­ pislazuli kakmalı altın çiçeklerle süslü beş uçlu bir tarak vardı. Altından helis biçiminde burulmuş teller şakakları süslüyor, hilal görünüşlü agır küpeler ku­ laklardan sarkıyordu. Katherine Woolley, o zamandan kalma bir kafa üzerine bir zamanlar bu süs­ sü taşımış olan kraliçenin başını modele etmeyi denedi. Pişmiş toprak heykelcik­ lerden o zamanki saç tuvaletini ögrendi, saçları tutan altın şeritler ona peruka­ nın büyüklük oranlarını verdi. Şimdi Amerika'da Philadelphia'daki University Museum' da bulunan bu gerçege çok yakın olduguna güvenebilecegimiz model bize 4500 yıl önce degerli madenierin işlenmesi sanatının ne denli ileri ve sanat begenisinin ne denli yüksek oldugunu anlatır. Ama en çok fikir verici buluntu, "Mozaik sancak" denendir. (Woolley bu­ na l.ö. 2500 tarihini koymaktadır. ) Bu sancak ardı ardına yapışık 55 santimetre uzunluk ve 22,5 santimetre eninde iki dikdörtgen biçiminde levhadan oluşmuş­ tur. Üçgen biçiminde iki eki de vardır. Bu levhaların uzun bir sırıga takılı oldugu ve dinsel alaylada törenlerde önde taşındıgı varsayılabilir. Bu levhalar lapislazuliden bir zemin üstünde birçok sedef ve deniz kabuğun­ dan resimlerle kaplıdır. Zengin Bay Ti'nin mezarının, bir zamanlar Mariette'e eski Mısır yaşamı üzerine bilgiler veren duvar resimleri gibi ayrıntılı, o denli zengin bir bollukta olmamakla birlikte, bu resimler Woolley'e bir resimli kitap gibi 4500 yıl önce geçmiş şeyleri gösteriyordu. Eskiligi düşünülürse, bu sancagı olaganüstü degerde bir anahtar yapıt saymak gerekir. Levhaların birinde bir şölen görmekteyiz. (Bu bize elbiseler ve kaplar üzeri­ ne bilgi vermektedir. ) Bagazianacak hayvanların getirildigini. . . (Bu bize o zaman hangi evcil hayvanların beslendigini gösterir. ) Bir sıra tutsak ve bir sıra savaşçılar, (bu da silah ve donatım üzerine bilgi verir) ve sonunda bize ilk olarak savaş tari­ hine, Babil, Asur, Pers ve Makedonya büyük devletlerini birleştiren ya da parçala­ yan o araba birliklerini sakanın Sümerler oldugunu gösteren savaş arabalarını gö­ rüyoruz. Fakat bundan sonra Woolley korkunç buluşunu yaptı. Ur' un bu kral mezarla­ rı, kral ve kraliçelerinden başkalarını da saklıyordu. Bu mezarlarda toptan bogazlaşmalar olmuşa benziyordu. Mezarda nöbetçi as­ kerler, bakırdan tulgaları kuru kafalarının yanında, mızrakları ellerinin yanında, yatıyorlardı. Öldürülmüşlerdi! Bir mezar odasının ucunda dokuz saray kadını, başlarında hala, herhalde cenaze töreninde taşıdıkları, görkemli başlıklarıyla yat­ maktaydılar. Giriş yerinin karşısında iki agır araba vardı. Arabalarda da arahacıla­ rın kemikleri duruyordu; önde, öküzlerin iskeletlerinin yanında uşakların kemik­ leri vardı. Bunlar da öldürülmüşlerdi. Kraliçe Şub-ad'ın mezarında Woolley, bagazlanmış ve iki sıra halinde yatırıl­ mış olarak saray kadınlarını buldu. Sonuncu olarak orada bir erkek çalgıcı, harp­ çı yatıyordu; kol kemikleri hala degerli kakmalarla süslü çalgısının üzerindeydi; herhalde ölüm sırası kendisine gelinceye dek buna sarılmıştı. Hatta üzerinde kra-


BİN YILLIK KRALLAR VE 1UFAN

227

liçenin yattıgı teskerenin yanı başında bile iki insan iskeleti, bir anda çöküp kal­ dıkları gibi duruyorlardı. Bunun yalnız bir açıklaması vardır: Burada ölümlü insanlara, insanlar için ola­ sı en büyük kurban verilmiştir: İnsan canı! Woolley burada, herhalde bir Tanrı­ krallık kurmak isteyen tutucu papazların sundugu planlı bir insan kurbanıyla karşı karşıyaydı. Çünkü ölülerin duruşundan, buluntunun bütün durumundan bu saray halkının, askerlerin ve uşakların hiç de, ölü kocalarının odun yıgını üze­ rinde izleyen Hintli dulların yaptıgı gibi, isteye isteye kocalarını peşi sıra ölüme gitmedikleri anlaşılıyordu. Burada kurbanlar bogazlanmıştı! Ölü kralın onuruna kanlı idamlardı bunlar! Ya bilim bu buluntudan ne sonuç çıkarmaktadır? Woolley, "Bu tür insan kur­ banını gösteren hiçbir yazıt yoktur," der. "Başka yerlerde de arkeoloji böyle bir ge­ lenegi anlatan bir iz bile bulamamıştır. Hatta daha geç zamanlarda bunu amınsa­ tacak bir gelenegin sürdügü de görülmüş degildir . . . Eger bu kurbanlar ilk kral­ ların tanrılaştırılması ile açıklanabilirse, diyebiliriz ki, tarihsel çaglarda en büyük tanrılar bile böyle bir dinsel tören istemiş degillerdi. Şu halde bu, Ur mezarlarının son derece eski olduguna kanıttır." SÜMER kültürünün bu çok eski dönemine Woolley bir adım daha yaklaşacaktır.

Sistemli bir biçimde derinlere inmeye başlayınca mezarların altında, yüzeyden on iki metre aşagıda bir kil tabakasına rastladı. Bu tabaka bütünüyle temizdi, içi­ ne ne seramik kırıkları, ne de süprüntü karışmıştı. Kalınlıgı da iki buçuk metre­ den az degildi. Böyle ırmagın getirdigi kil oldugu açıkça görülen bir tabaka için tek bir açık­ lama vardı, bunu da jeolog, arkeologdan daha çok güvenle söyleyebilirdi: Bir za­ manlar Sümer ülkesinde çok büyük bir su baskını felaketi olmuştu. lki buçuk metre kalınlıgında bir balçık tabakası yıgabilmek için de bu taşkının denizden ve "gögün bütün pencerelerinden" gelmiş olması gerekiyordu. Ve Tevrat'ın I. Musa kitabının ?'nci babında dedigi gibi bir günde vadiler ve tepelerin üzerlerine akmış olacaktı. "O zaman yerin derinliklerindeki bütün pınarlar yarıldı ve semanın pen­ cereleri açıldı ve yer üzerine kırk gün kırk gece yagmur yagdı . . . Ve sular yer üze­ rinde yüz elli gün kaldı." Woolley akıl almaz bir sonuç çıkarmak üzereydi. Eger Tevrat'ın öyküsünün çok daha eski olan Gılgamış epopesine uydugunu düşün ür se, eger S ümer kral listelerine başvurursa (o zaman su baskını geldi ve su baskınından sonra krallık yeniden gökten indi), bunlardan başka, eger lki Irmak Arası Ülkesi'ndeki kazıların Kutsal Kitap'ın söylencelerini dogruladıklarını da göz önünde tutarsa, artık burada hiç kuşkuya yer kalmayacak gibi kanıtladıgı büyük su baskınının Nuh Tufanı oldugunda da kuşku yoktu. Mistik tufan öyküsünün dogmasına neden olan bu tarihsel tufan, yalnız bir ai­ le, Ur-Napişti = Nuh ailesi kalıncaya dek tüm insanları silip süpürmüş degildi. Bu herhalde Fırat-Dicle deltasındaki su baskını alanlarında hep görülenlerden -yal­ nız kuşkusuz son derece şiddetli- biriydi.


228

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

SÜMER ulusunun yerden çıkarılması bölümüne kara kedi ve on ikiye bölünmüş saat kadranı ile başlamıştık, yine böyle bitirmek istiyoruz. Sümerlerden bize dek, yalnızca aradaki zamanda yaşayan ve ölen kültür­ lerde, tıpkı bir prizmanın ışığı dağıtması gibi kırılarak gelen bir çizgi vardır. Sümer kültürünün yaratıcı gücü olağanüstüydü ve etkileri her alana girmiş­ ti. Babil'de ve Ninive'de bol bol gelişen ne varsa hepsi Sümer toprağı üzerin­ de yetişmişti. Bütün Babil kültürünün Sümerlere ne denli borçlu olduğunu ve Sümerlerin başarılarının daha sonraki kültürler karşısındaki yerini göstermek için birkaç örnek vereceğiz. Susa'da bulunan, üzerinde Hammurabi yasası yazılı büyük yasa taşı içeriği ba­ kımından eski Sümer hukuk kuralları ve geleneklerinin bir derlemesinden baş­ ka bir şey değildir. Bu derlernede bizim görüşümüze göre "modern" olduğu için, en şaşılacak yan, açık bir suç görüşünün ortaya konması ve salt hukuk görüşü­ nün çok açık bir biçimde belirtilmesidir. (Dinsel buyruklar dışında. ) Örneğin, da­ ha sonraki bütün kültürlerde yaşayan ve hatta Avrupa'nın bazı yerlerinde, günü­ müzde bile yok edici etkilerini gösteren kan gütme, Hammurabi yasasıyla hemen hemen ortadan kaldırılmıştı, Devlet -işte Susa yasasında asıl "en modern" olan da budur- haksızlıkların intikamcısı olarak bireylerin yerini alıyordu. Adalet sertti, bol bol verilen ağır bedensel cezalar Doğu despotluğunun bütün özellikle­ rini taşıyordu. Ama, ilkesi bakımından Hammurabi yasaları Codex Justinianus ve Code Napoleon'a dek etkilerini göstermişlerdir. Babillilerin sihirbazlıkla sıkı sıkıya bağlı olan hekimleri -bu bağ yüzünden Romalıların dilinde Babilli ya da Kaldeli deyimleri aynı zamanda sihirbaz anla­ mına gelirdi- Sümerden gelmişti. Babillilerin, devletin koruyuculuğunda hekim okulları vardı. Birçok durumlarda hekimin sanatını dinsel buyruklar yönetmek­ teydi. Başka durumlarda hekim devlete, birçok olaylarda da adalete karşı sorum­ luydu. Örneğin, Hammurabi yasası, 2 1 8'inci maddesinde meslek hatalarını şöy­ le cezalandırmaktadır: "Eğer bir hekim tunç bir bıçakla ağır müdahalede bulunur ve bu yüzden hastanın ölümüne neden olursa, ya da birinin gözündeki perdeyi tunç bir bıçakla açar ve bu yüzden gözü harap ederse eli kesilsin! " Yıldızlar kültü­ ne bağlı olan Sümerlerin dinini ve tanrılarını Babil ve Asur'da, çok daha yeni za­ manlarda da Atina ve hatta Roma' da başka adlarla, çoğu zaman yalnızca hafif de­ ğişikliklerle buluyoruz. (Sümer tarihinin ve söylencelerinin Tevrat'a olan doğru­ dan doğruya etkilerini daha önce görmüştük.) Gök ve yıldızların devinimleri üzerindeki bilgileri matematik bir bilim düzeyi­ ne yükselmişti. Bu bilgiler, gezegenler kozmografyası, takvim ve zaman kavramı­ nın temelini oluşturmuştu. Tapınak kuleleri, Zigguratlar gözlemeviydi. Babilli pa­ pazlar Merkür gezegeninin hareketlerini Hipparkhos ve Ptolemaios'tan çok daha doğru olarak hesaplamışlardı. Babil matematiği Sümerlerin altılı dizgelerine dayanır. Bunu Samiler onda­ lık bir dizgeyle birleştirmişlerdir. Böyle bir birleşmeden oluşan hesap güçlüğü­ nü hesap tabdalarıyla önlemişlerdi. Bunlar Antikçağın hesap cetvelleriydi. Ama bu hesaplama dizgesi ile Babilliler şaşılacak denli büyük sayı değerlerine dek va-


Bl N YILLIK KRALLAR VE 1UFAN

229

rabilmişlerdi. Matematik-Astronomi bakımından o denli gözümüzde büyüttü­ gümüz Yunanlılar için 1 0.000 sayısı artık "sayılmaz derecede büyük kalabalık"tı. Milyon kavramı Batı'da ancak 1 9. yüzyılda dogmuştur. Ama Koyuncuk'ta bu­ lunan bir çivi yazılı metindeki sayısal dizinin son toplamı, bizim sayılarıınızia 1 95.955.200.000.000 ile, yani Descartes ve Leibniz zamanında herhangi bir bi­ çimde hesap sınırları içine alınmamış olan bir sayı ile dile getirilir! Fakat bütün bu bilim, çok ugursuz bir biçimde astroloji ve falcılıkla karmaş­ mıştı. S ümer ve Babil' den bize kalan iyi şeyler arasındaki en kötüleri, en küçük şeyleri ve en ufak işleri gizemli ilişkilerin çıkmazına sokan ve dinsel delilikle bir­ leşerek, örnegin, ortaçagın büyücülük çılgınlıgında en korkunç belirtisini göste­ ren kör inançlar olmuştu. Bu da son dönemdeki Roma ve Kuzey Afrika Arapları yoluyla Batı'ya gelmiştir. "Malleus maleficarum," "büyücü çekici," Batı'nın bütün budalaca kitaplarının bu en zekice yazılmış olanı, salt "Yanış" adını taşıyan o se­ kiz tabietlik çivi yazılı metnin çok sonraki bir torunudur. Leonard Woolley Sümerlerin yarattıkları şeylerin devamlı etki ve güçleri üze­ rine bize bir örnek verir: "Mimari kemer ancak Büyük İskender'in fetihleriy­ le Avrupa'da tanınmıştır. O zaman Yunan mimarları bunu yeni bir yapı biçimi olarak candan kabullendiler ve Batı dünyasın a soktular . . . Yunanlıların rolünü sonradan Romalılar aldı. Oysa kemer en yaygın Babil yapı konstrüksiyonuydu: Nebukadnezar bunu l.ö. 600'de Babil'i yeniden kurdugu zaman kullandı, Ur' da bugün de hala, l.ö. 1 400'e dogru Babil'de kral olan Kuri- Galzu'nun tapınagın­ da bir kemer görülür; l.ö. 1 000'de Ur' daki Sümer halk evlerinde kapı kemerleri, tam kemer biçiminde yerleştirilmiş tuglalarla yapılmıştır. Nippur' daki üzeri to­ nozla örtülü bir kanalizasyon aşagı yukarı l.ö. 3000' den kalmadır ve Ur kralı me­ zarlarına tavan olarak yapılan tonozlar bundan da 400-500 yıl daha geriye gider. Öyleyse burada Sümer kültürünün doguşundan ta modern dünyaya dek belli bir çizgi izleyebiliyoruz. Sonunda Woolley şöyle özetler: "Eger insanların çabaları yalnızca başarılarına göre degerlendirilirse Sümerlere, olaganüstü olmamakla birlikte, onurlu bir yer vermek gerekir. Ama eger tarihin gelişimi üzerindeki etkilerine göre yargıda bu­ lunulursa, o zaman çok daha yüksege çıkarılmaları gerektir. Dünyanın ilk uyarma momentlerinden biri olmak onuru onların, henüz derin bir barbarlık içine gö­ mülü bir dünyayı aydınlatan kültürlerinin hakkıdır. Biz bütün sanatların kökünü Yunanistan'a bagladıkları bir dönemde yetiştik. Sanılırdı ki Yunanistan, tıpkı Pallas gibi; Olimposlu Zeus'un başından dogmuş­ tur. Ama sonradan bu kültür çiçeklerinin yaşam güçlerini nasıl Libyalılardan, Hititlerden, Fenike' den, Girit'ten, Babil'den ve Mısır'dan almış olduklarını gör­ dük. Kökler daha da gerilere gider: Bütün bu ulusların ardında Sümerler var­ dır." Arkeologlada birlikte yaşamımızın bu izlerini ta İki Irmak Arası ülkesi'ne, Tufan ve ilk kralların ülkesine dek izieyecek olursak bin yıll arın solugunu duyarız. Daha beş bin yıl önce iyide ve kötüde etkisi olan öylesine çok şeyin hala da etkile­ rini sürdürdüklerini görünce "binlerce yıl tek bir gün gibidir" diyebiliriz.


230

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ŞlMDlYE dek arkeologların peşinden, Akdeniz'in çevresindeki bölgelerden pek az öteye varabilen bir cografı alan içinde, gittik. Şimdi cografı uzaklık üstünden uzun, fakat zaman açıklıgı üstünden kısa bir atlayış yapalım. Daha birkaç yüzyıl önce batrnış, fakat bize daha yabancı, barbar, şimdiye dek tanıdıgırnız bütün dün­ yalardan birçok bakırnlardan daha korkunç ve anlaşılmaz görünen bir dünyaya arkeologlada birlikte dalalırn. Meksika ve Yucatan'ın balta görmemiş ormanları­ na gidelim!


IV. ME RD İVE N L E R KİTABI

� ..

"Bir kent yıkıntısı duruyordu karşımızda. Tıpkı deniz ortasında parçalanmış bir gemi; direkleri kopmuş, adı yitmiş, tayfalan batmıştı. Kimse onun nereden geldiğini, kimin olduğunu, ne zamandır yolda kaldığını, neden battığını bilmiyor. Kayıp olan tayfaların kimler olduğunu yalnız teknenin yapılışında görür gibi olduğumuz bir benzerlik düşündürebilir, ama belki de hiçbir zaman bunu kesin olarak bildiremez."

JoHN LLOYD STEPHENS ' in ilk keşif anı ile ilgili görüşü


Maya tanrısı. A merikalı arkeolog ve araştırmacı gezgin John Lloyd Stephens 'e 1 839 ve 1 841 'de Orta Amerika'daki gezilerinde ressam olarak eşlik eden Ingiliz mimar Frederick Catherwood'un taş baskısı bir çiziminden.


27. BÖLÜM

II. Montezuma'nın Hazinesi

((

ş

AFAGIN ilk hafif aydınlığında İspanyol komutanı kıtasını düzenlemeye

girişmişti. Borular eaşturucu seslerini, ta dağların uzak yankılarına ka­ rışıp sönünceye dek, suların ve ormanın üzerinde çınlattıkları zaman yürekle­ ri çarpa çarpa bayraklarının altında toplandılar. Yalnız sayısız Teocalilerin, ba­ samaklı piramit tapınakların sunakları üzerindeki, kül renkli sabah sisi içinde belli belirsiz seçilen kutsal ateşler, başkentin yerini belli ediyordu. Sonra, ta do­ ğudaki sıradağlardan yükselen güneşin güzel vadiye döktüğü görkemli ışıkla ta­ pınaklar, kuleler ve saraylar göründü. Bugün 8 Kasım 1 5 1 9'du; Avrupalıların ilk olarak Batı'daki dünyaya ayak bastıkları, tarihin en ayrıcalıklı günlerinden bi­ riydi bu." İşte 1 9. yüzyılın tarihçilerinden biri (bu, ileride üzerine çok şeyler söyleyece­ ğimiz William Hickling Prescott'tur) İspanyol serüvencisi Hernando Cortez'in (kendisi mektuplarını Cortes diye imzalardı) yanındaki dört yüz İspanyolla Meksico'yu, Aztek İmparatorluğu'nun başkentini ilk gördüğü anı böyle anlatır. Cortez'in birlikleri -yerli yardımcı uluslardan, özellikle Azteklerin can düş­ manı Tlascalanlardan altı bin kişilik bir kuvvet İspanyollar yanında savaşıyordu­ karayı ada kentle birleştiren set üzerinden ilerlerken büyük bir kalkar iner köp­ rünün üzerinden geçti. Şimdi, gücünü yalnızca çevresinde kaynaşan savaşçıların, yalnızca karşılarındaki dev gibi yapıların değil, bütün yerlilerin öykülerinin de çok etkili bir biçimde anlattığı bir hükümdarın eline düşmüş olduklarını bilme­ yen tek İspanyol yoktu. İspanyolların adımları hiç duraksamadan gürleyip gidiyordu. Kentin büyük orta caddesine vardıkları zaman, karşılarından kendilerine doğ­ ru dalga dalga, süslü insanlardan ışıl ışıl, bir alay yaklaştı. Altın asalı üç devlet memurunun ardında soyluların omuzlarında taşıdıkları altın bir tahttrevan sal­ lana sallana geliyordu. Güneşliği renk renk kuş tüylerinden işlenmiş, baştan aşa­ ğı mücevherlerle süslü, gümüş çerçeveliydi. Bu güneşliği tutan soylular yalınayak­ tt, ölçülü adımlarla ilerliyor, gözlerini yerden ayırmıyorlardı. Gereği kadar uzak­ lıkta alay durdu, tahtırevandan kırk yaşlarında, uzun boylu, narin bir adam in­ di. Yüzünün rengi sıradan halkınkinden daha uçuktu. Siyah saçları düzdü ve çok


234

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

uzun degildi; sakalı seyrekti. Arkasında uçları boynundan baglanmış inci ve mü­ cevher işlemeli bir harmanİ vardı. Ayaklarına, altınla süslenmiş kayışiada ayak bi­ leklerine baglanmış, altın sandaletler giymişti. Soylulardan ikisinin koliarına da­ yanarak yaklaştıgı sırada uşaklar, ayakları kirlenmesin diye önüne pamuklu örtü­ ler seriyorlardı. İşte Aztek Devleti'nin imparatoru Il. Montezuma, Cortez'in kar­ şısına böyle çıktı. Cortez atından indi, o da soylulardan ikisinin koliarına dayanarak hükümda­ ra dogru ilerledi. Cortez'in yanındakilerden biri olan Bertal Diaz elli yıl sonra şöyle yazıyordu: "Bu salıneyi hiçbir zaman unutamayacagım; şimdi, bunca yıl sonra da bana san­ ki bunları dün yaşamışım gibi geliyor." İki adamın birbirlerinin gözlerine baktıkları, birbirlerine, içten gelme degil, yalnız sözde kalan dostluklarını bildirdikleri sırada iki dünya, iki çag karşı karşı­ yaydı. Bu kitapta anlatılan büyük keşifler tarihinde ilk olarak Hıristiyan Batı'nın bir adamı yabancı zengin bir kültürü, kalıntılarından yeniden ortaya çıkar­ mıyor, tersine, onunla canlı olarak karşılaşıyordu. Montezuma'nın karşısında Cortez! Cortez'in Montezuma ile bu konuşması tıpkı Brugsch Bey Der- el-Bahri Vadisi'nde ansızın Büyük Ramses'le karşılaşmış ya da Koldewey Babil'in "Asma Bahçelerinde" dolaşan Nebukadnezar'a rastlamış da onunla karşılıklı söylev veri­ yorlarmış gibiydi. Ama Cortez bir saldırgandı, araştırıcı degildi. Güzellik onu ancak pahalı olur­ sa, büyüklük de boy ölçüşmek için ilgilendirirdi. Ona gereken, kendisi ve İspanya imparatoru için kazanç saglamak, olsa olsa Hıristiyan haçını dikmekti; kesinlik­ le bilgi degildi (eger cografi buluşlar tutkusu sayılmazsa) . Cortez'in Montezuma ile ilk karşılaşmasından daha bir yıl geçmeden Mo ntezuma ölmüştü. Daha bir yıl geçmeden o görkemli Meksico tahrip edilmişti. Yalnız Meksico mu? Yalnız kent mi? Hayır yalnız o degil! Kültür tarihçisi, Oswald Spengler'in şu sözlerini buraya almamız gerekir: "Bu kültür öldürülen tek kültürdür. Bu kültür içinden zayıflayarak çökmedi, baskı al­ tına girmedi ve önlenmedi; tersine, gelişmesinin en görkemli döneminde öldü­ rüldü. Tıpkı rasgele birinin vurup başını kopardıgı bir günebakan çiçegi gibi yok edildi." BU olayı kavrayabilmek için dönüp; Hıristiyan Batı tarihinin bir bölümünü oluş­ turan, ateş ve kanın kızıllıgına bulanmış, papaz cüppeleriyle örtülmüş ve kılıçla sı­ nırlandırılmış, "Konquistadorlar Dönemi" denen yıllara bakınanız gerekmekte­ dir. 1 492' de Cenovalı Kaptan Crist6bal Col6n, sonraki adıyla Christoph Colombus, Hint' e gitmek isterken Orta Amerika açıklarında bulunan Guanahani, Küba ve Haiti'yi, daha sonraki yolculuklarında Dominik, Guadeloupe, Puerto Rico, Jamaika'yı, sonunda da Güney ve Orta Amerika kıyılarını bulmuştu. Aynı za­ manda, Vasco da Gama Hindistan'ın gerçek, daha dogrusu en kısa yolunu buldu-


Il. MONTEZUMA'NIN HAZlNESl

235

gu sırada Hojeda, Vespucci ve Ferdinand Macellan yeni dünyanın güney kıyıları­ nı inceliyorlardı. John Cabot'un yolculugu ve Macellan'ın dünyanın çevresini do­ laşmasından sonra artık Amerika kıtasının Labrador'dan Ateş ülkesi'ne dek boy­ lu boyunca bütün yayılışı biliniyordu. Nufiez de Balboa'nın hiçbir büyük kaşifin kendini kurtaramadıgı bir gösterişle, zırhı ve silahları üzerinde olarak (sonsuzlu­ ga dek sahip olmak üzere) Pasifik Okyanusu'na girdigi, Pizarro ile Almagro'nun batı kıyısından İnkalar ülkesine, bugünkü Peru'ya daldıkları zaman, tek bir in­ san yaşamı içinde Avrupa'nın büyük serüveninin yolu açılmıştı. Keşiflerin peşi sı­ ra araştırmalar gelebilirdi, ama araştırma istilanın peşinden gitmek zorunda kal­ dı. Çünkü yeni dünya akıl almayacak denli zengindi. Bu zenginlik iki bakımdan­ dı: Yeni açılacak ticaret kaynagı olarak ve yagma edilecek hazine olarak. Bu sonuncunun, bugün yalnızca ırmaklarımızda işleyenler büyüklügünde ge­ milerle birer avuç insanın, böyle görülmedik bir deliligi boyuna göze almaların­ da asıl neden oldugunu, bütün ahlakçı-politik Makyavelciliklere kapılmadan, ka­ bul etmek bütünüyle yerindedir. Ama Dorado'nun parlak altınları umudunun tek harekete geçiren güç oldugunu söylemek de haksızlık olur. Serüvencilikle yal­ nız kazanç düşüncesi, serdengeçtilikle yalnız açgözlülük birleşmiyordu. Çünkü araştırıcılar ve fatihler yalnız kendileri için degil, Isabella ve Ferdinand için, da­ ha sonra da V. Karl için, nihayet 1 493'te dünyayı dümdüz bir kalem çizgisiyle İspanya ve Portekiz arasında bölen Papa VI. Alexander Borgia için de sefere çı­ kıyorlardı. Apostolik Haşmetli ugrunda, Meryem'in sancagı altında, putperestli­ ge karşı misyoner olarak gitmekteydiler ve hiçbir gemide haçı dikecek papaz ek­ sik degildi. Fakat ne silahları, ne de barışçı amaçları, aynı gün akşamı bütün grubun ken­ dilerini küçük bir kasabanın "belediye dairesine" kapatılmış, bütün gece yapma­ dık rezilligi bırakmayan, sarhoş, alabildigine silah atan ücretli askerlerden bir çe­ tenin başlarında nöbet tutarken bulmalarını önleyemedi. Düşünce, din, politi­ ka ve serüven ruhu buna aynı ölçüde paylarını kattılar. Gök bilgisi, cografya ve ­ bunların bileşkesi olarak- navigasyon bilgisi "topragında güneş batmayan" ger­ çekten bir Avrupa lmparatorlugu'na, genişleme politikası için gerekli araçları sag­ ladı. Taassup haline gelmiş bir inan, serüvencilere kutsal bayrak altında ılgar etti­ rebiliyordu. Çünkü İspanyol soylularının yürekleri düşlerden yorulmuştu ve ba­ şarılara özlem çekiyordu. Bunlar bizim öykümüzün amacına yetecek ana çizgilerdir. Birkaç kez, bizim batmış kültürler tarihimize çok kesin etkileri dokunan meslek dışı insanları kay­ detmiştik. Şimdi de burada hoşumuza giden bir şeyi anlatmak istiyoruz: Bütün Konquistadorlar arasında Aztek lmparatorlugu'nun kaşifi oldugu için bizi en çok ilgilendiren Hernando Cortez, aslında avukat olacaktı. Aynı nedenle şunu yaza­ lım ki, bu nefret ettigi meslekten ilk kaçışı, yani Columbus'un ardılı Nicolas de Ovando'nun sefer heyetine katılma girişimi, sevdigi bir kadının odasına tırman­ mak isterken yüksek bir duvarın yıkılınası ve Hernando'yu yıkıntıları altına görn­ ınesi yüzünden boşa çıkmıştı. Bu Don Juan'ca serüvenin, serüvenlerinin bildigi­ rniz ilkinin yüzünden aldıgı yaralar onu ta Ovando'nun filosu yola çıkıncaya dek


236

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

yatağa düşürmüştü. Burada şu soruyu da sormadan geçemeyeceğiz: Acaba duvar daha yüksek olsaydı Yeni Dünya tarihinin neleri değişirdi? Ama Cortez gibi adamlar için, eğer zamanı gelmişse, hep yedekler bulunur. CORTEZ eşi görülmedik bir akınla Meksika'ya saldırdı. On altı yıl önce -o zaman on dokuz yaşındaydı, Hispaniola'ya (Espagnola) yeni ayak basmıştı- genel vali­ nin yazmanı ona toprak vermek isteyince gururla şöyle demişti: "Ben buraya altın kazanmaya geldim, yoksa köylü gibi tarla sürmeye değil!" Ama altın kazanmasına vakit vardı. Yirmi dört yaşındayken Velasquez'in kumandasında Küba'nın zaptl­ na katıldı. Burada kendini gösterdi; ama sonra yeni valinin muhaliflerinin yanı­ nı tuttu ve cezaevine atıldı. Kaçtı, yakalandı, yeniden kaçtı, sonunda vali ile arala­ rı düzelebildL Bir çiftliğe gitti, Küba'ya ilk olarak Avrupa sığır ve davadarını getir­ di, altın madenieri işletti. 2000-3000 Castellano'luk önemli bir para topladı. Yeni dünya yerlilerinin pek az olan dostlarından biri, piskopos de Las Casas bunun için şöyle der: "Bu parayı yeriiierin yaşamı pahasına elde ettiğini tek bilen Allah, bu­ nun hesabını soracaktır!" Bu servetin birikmesi Cortez'in bundan sonraki yaşamının yolunu çizdi: Yeriiierin umut uyandırıcı öykülerinde hep anlatılan masal ülkeye erişebilmek üzere Velasquez'le birlikte hazırladığı savaş donanmasının her türlü donatımı­ na para katabildiği için, donanmanın başkomutanlığını elde etti. Son dakikada vali ile aralarında yeni anlaşmazlıklar çıktı. Cortez, kendinin ve dostlarının bü­ tün servetini yatırdığı filo ile tam Trinidad'da (Küba) iken Velasquez onu yaka­ latmaya kalktı. Ama Cortez artık askerlerinin candan bağlı oldukları bir adam­ dı. Buyruğun yerine getirilmesi bütün askerlerin ayaklanmasına neden olacaktı. Böylelikle, Cortez, on bir gemi ile (en büyüğü yüz tonluktu) en önemli serüveni­ ne başladı. Ne olduğu konusunda en küçük bir düşüncesi bile bulunmayan bir ülkeyi fe­ tih için yola çıkardığı tüm savaş gücü, bu sırada, 1 1 0 gemici, 553 asker (bunlar­ dan 32'si kundaklı yay, 1 3'ü de tüfek kullanıyordu), 10 ağır top, 4 hafifkolombor­ no topu ve 1 6 attan oluşuyordu. Siyah kadifeden, altın sırmalı, kırmızı haçlı ve Latince olarak, "Dostlar, haçın ardından gidelim, eğer inanlıysak bu nişanla yeneceğiz," sözleri işlenmiş bayrağın altında askerlerine, bize dek kalmış olan bir söylev verdi. Sonunda şunları söyle­ di: "Siz sayıca azsınız, ama azminiz güçlüdür. Eğer bu sarsılmazsa hiç kuşku duy­ mayan, kafirlerle olan savaşta İspanyolları hiç bırakmayan Tanrı, çevrenizi kala­ balık bir düşman sarsa da sizi koruyacaktır; çünkü sizin davanız haklı bir davadır ve haçın sancağı altında çarpışacaksınız. Haydi, neşe ve güvenle ileri! Başlangıcı böyle Tanrı'nın lütfunu vaat eden bu işi zaferle sona erdirin." 1 6 Ağustos 1 5 1 9'da, sonradan Vera Cruz'un kurulduğu yerin yakınındaki bir kıyıdan, Meksika'yı ele geçirmek için yola çıktı. Kabilelerle çarpışarak onları yen­ mek gerektiğini sanmıştı, şimdi bir imparatorluğu ele geçirmesi gerektiğini görü­ yordu. Barbar "yaban"larla boy ölçüşeceğini sanmıştı. Şimdi çok uygar bir ulus­ la savaşa girmiş olduğunu öğreniyordu. Yolunda köyler ve kornlar bulunacağını


Il. MONTEZUMA'NIN HAZİNESİ

237

sanmıştı; şimdi karşısında, ovadan, tapınakları ve saraylarıyla dev kentler yükse­ liyordu. Böyle karşılaşmalar ve böyle görüntüler karşısında, bu ülkeyi egemenligi altına almak kararından şaşmayışı onun ancak eger başaramazlarsa daha sonraki­ lerin lanet ettikleri çeşitten bir adam oldugunu gösterir. Oç ayda onu Montezuma'nın başkentine eriştiren bu kuduzca saldırının ay­ rıntıları bu kitapta yer bulamaz. Bölgenin, ikiimin ve tanımadıkları hastalıkların zorluklarını yendi. Otuz bin, elli bin yerli ile savaştı ve yendi. Yenilmezlik ünü ken­ dinden önce kentten kente ulaşıyordu. Yönetiminde en ince kumandanlık sana­ tını en canavarca kıyımlada birleştiriyordu. Montezuma'nın birbiri ardı sıra yol­ ladıgı elçileri hep armaganlarla geri yollarken, öte yandan Aztek imparatoru'nun uyrugu ulusları birbirine düşürür, Tlascalanlar gibi bugün düşmanı olan bir ulu­ su yarın dost etmeyi becerecek en akıllıca siyasal hesaplılıgı gösterirdi. Sonunda kendisinden devletin başkentine girmemesini dileyen Montezuma'nın (yüz bini aşkın savaşçının efendisinin) yarım ve hedefsiz önlemleriyle de artık durdurula­ mayarak, dosdogru hedefine yaklaşıyordu. Bu zafer kolay açıklanamaz. Cortez'in gücü, hemen hemen mistik ünüyle teş­ kilatçı, disiplinli savaş yöntemini birleştirmesindeydi. Burada -bir tarihçinin de­ digi gibi- bir kez daha Yunanlılar Perslerle karşı karşıya gelmişlerdi. Ama bu kez "Yunanlılar" disiplinlerini bütün düşmanları için yeni ve korkunç olan ateşli si­ lahlarla daha güçlendirmişlerdi. Bundan başka Amerika yerlilerini hep ürküten bir yanları daha vardı: Adar! Bunlar ada binicisini bir vücutmuş sanan Azteklerin gözünde dehşet verici canavarlardı. Komutanları bir prens, bu hayvanlardan biri­ ni ele geçirip onu parçalattıgı ve parçalarını tüm kentlerine gönderdigi halde yine de batıl ürküntülerini yitirmemişlerdi. Bu ilerleyişin önüne geçHemeden başkentin, önce yalnızca bir işgal olan, fetih günü, 8 Kasım 1 5 1 9 geldi çattı. Fakat Cortez'in Meksika metropolünde eline dü­ şen ganimet, daha on dokuz yaşında iken hayalini kurdugu bu hazine ve Aztek tanrılarının tapınaklarına vakitsiz dikilen haç, az kalsın Cortez'in İspanyollarının zaferin bütün meyvelerini ellerinden kaçırınalarma neden olacak bir sürü karma­ şıklıklar dogurmuştu. 10 KASIM 1 5 1 9, başkente girişinden üç gün sonra Cortez, Aztek lmparato­ ru'ndan, kendisiyle adamlarına ayrılmış olan sarayda bir kilise kurmak izni iste­ di. Bu izin hemen verildi. Hatta Mantezuma yardım için Aztek ustalar gönderdi. Bu arada İspanyollar çevreyi gözden geçirdiler. Duvarda taze oldugu belli bir sıva tabakası gördüler. Evlerde yapmış oldukları birçok aramaların verdigi dene­ yim ile bunun ardında bir kapı oldugunu kestirdiler. Şimdilik imparator sarayın­ da konuk olarak bulundukları halde, duvarı delmeden çekinecek bir yan görme­ diler. Gerçekten de bir kapı bulunca bunu hemen açtılar ve Cortez'i çagırdılar. Cortez açılan odaya bakınca gözlerini yummak zorunda kaldı. Karşısında, en zengin kumaşlarla, süs eşyaları ve degerli kaplarla, her çeşit mücevherlerle ve yal­ nız olaganüstü güzel işlenmiş eşya halinde degil, külçeler halinde de yıgılmış altın ve gümüşle dolu bir salon vardı! O sırada Cortez'in omzu üstünden bakan vaka-


238

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

nüvis Bertal Diaz şunu yazar: "Genç bir insandım. Bana öyle geldi ki bütün dün­ yanın zenginlikleri hep bu odada toplanmıştı! " Montezuma'nın hazinesinin karşısındaydılar; daha dogrusu oglun kattıklarıy­ la daha da çogalan babasının hazinesinin! Cortez büyük akıllılık gösterdi. Kapıyı hemen yeniden ördürdü. Durumu üze­ rinde hayale kapılmıyordu. Her an patıayabilecek bir yanardagın krateri kenarın­ da yaşadıgını biliyordu. Küçük İspanyol birliginin bu dev kentteki şansının ne ol­ dugunu düşününce (kentte 65.000 ev bulundugu kestirilmekteydi), bu adamların ataklıgı karşısında bugün bizim bile solugumuz kesilir. Evet, gerçekten kazanma şansları ne olabilirdi? Bu serüvenin sonu ne olacaktı? Ellerini uzatsalar alabilecekleri denli yakındaki bu hazineyi, imparatorun ve sayı­ sız savaşçıların gözlerinin önünde metropolden taşıyabilecekler miydi? Yeni dün­ yanın yabansı adalarında o denli kusursuzca başardıkları gibi, bu imparatorlugu ele geçirip sonsuza dek sömürebileceklerini sanacak denli deli miydiler? Gerçekten de böylesine deliydiler ama, delilikleri, Cortez tarafından gem­ lendigi için, bugün bize çok ihtiyatsızca gibi gelse de yine gerçekçi bir politika­ nın olanakları dışına çıkmıyordu. Başkentin ortasında kendilerine güçlü bir durum sağlamanın tek yolu vardı, yalnız serüvencilerin düşünebilecekleri ve Konquistadorların uygulayacakları bir yol. Cortez Montezuma'nın bir papa gi­ bi sayıldıgını yeteri gibi görmüştü ve yalnız imparatoru ele geçirmenin, onun uy­ ruklarının her türlü düşmanlıklarını önlemeye yetecegini anlamıştı. Bir zaman bekledikten sonra vaktin geldigini düşünerek Montezuma'yı sarayına davet etti ve imparatorun artık kendisiyle aynı yerde kalmasını söyledi. Rica ve gizli tehdit­ ler karışık öyle nedenler ileri sürdü ki (kapıları en yigit şövalyeleri tam zırhlı ola­ rak tutmuşlardı bile!) Mantezuma utanç verici bir zayıflık anında buna razı oldu. O günün akşamı yeni düzenlenen kilisede keşiş Olmedo ile Diaz ayin yapıyor­ lardı. Tapınma sırasında, her İspanyol'un kendisini ortak saydıgı hazine, solda­ ki yan odada duruyordu. Onun sagında da hazinenin sahibi, imparatorlugunun ortasında bir imparator olan, fakat aynı zamanda birkaç kişinin elinde bir rehi­ neden başka bir şey olmayan adam oturuyor ve başına gelen ayıp için soyluların­ dan teselli arıyordu. Bu durum için Bertal Diaz, bütün İspanyolların dua sırasın­ da "biraz dogrudan dogruya ayini, biraz da ruhlarını karanlık sarmış putperest­ lere yapacagı kurtarıcı etkileri düşünerek" çok ciddi ve örnek bir vakar içinde ol­ duklarını yazar. DAHA Cortez'in başarıları büyük dönüm noktasına gelmemişti. Hala her oyunu başarılı gibi görünüyordu. Derken birbiri ardı sıra ortaya çıkan üç olay bu görü­ nüşü degiştiriverdi. İspanyollar arasında ilk anlaşmazlıklar çıktı. Montezuma'nın tutsak edili­ şinden sonra Cortez artık hazineyi yerinde bırakmak için bir neden görmemiş­ ti. Talihsiz imparator da şimdi, bütün hazinesini Cortez'in büyük, uzak hüküm­ dan İspanya Kralı'na armagan ederek durumunu kurtarmak istemişti. Aynı za­ manda uyrukluk yemini de etmişti; durumu düşünülürse bu çok pahalı sayılmaz.


II. MONTEZUMA'NIN HAZlNESl

239

Cortez hazineyi büyük salonlardan birine getirtti ve degerierini hesaplattı. Büyük hesap ustaları olan Azteklerin bilmedikleri terazi ve dirhemleri İspanyollar kendi­ leri yapmak zorunda kalmışlardı. Bütün hazinenin degeri aşagı yukarı 1 62.000 al­ tın peso tutuyordu. Bu da, 1 9. yüzyılda yapılan bir hesaba göre 6,3 milyon dolar kadar bir şeydi. Bu, 1 6. yüzyıl için o denli büyük bir altın miktarıydı ki, o zama­ nın hiçbir Avrupa hükümdarının hazinesinde bunu asla bir arada görmemiş ol­ dugunu düşünebiliriz. Askerlerin, eşit pay alacaklarına göre, ellerine ne denli çok para geçecegini hesaplayarak deli gibi olmalarını dogal görmelidir. Ama Cortez'in başka türlü pay etmek istedigi ortaya çıktı. Haksız mıydı bun­ da? Haklı olarak payını isteyecek tspanya Kralı'nın buyrugunda degil miydi? Ya gemileri kim donatmıştı? Kim hala borç içindeydi? Kendisi, bir gün bu borçları ödemek zorunda olan Cortez degil mi? Cortez şöyle diyordu: "Hazinenin beşte bi­ ri tspanya Kralı'na gidecekti, ikincisi kendisine, üçüncüsü Velasquez'e. Cortez'in buyruklarını dinlemeden bütün gemileriyle yanından savuştugu valinin de gön­ lünün hoş edilmesi gerekti. Dördüncü pay da soylulara, topçulara, tüfekçilere, okçulara ve Vera Cruz'da kalan kıyı bekçilerine veriliyordu. Askere pay edilmek için de beşte bir kalmaktaydı. Her askere 1 00 altın peso düşüyordu: Bütün yap­ tıklarına karşılık sanki bir sadaka, hazineyi görenler için küçük bir balışişten baş­ ka şey degildi bu! Cortez nerede ise çıkacak bir ayaklanmayla karşı karşıyaydı. Kanlı düellolar ol­ du. O zaman Cortez araya girdi, sertlikle degil, dil dökerek . . . Askerlerinden bi­ ri: "Her gerektigi zaman için dagarcıkta bulunan tatlı sözlerle," der. Askerler yo­ la geldiler. Cortez onlara düşlerinde bile görmeyecekleri gibi yüksek ödülleri, bol keseden vaat etmişti. Ama aslında hazinenin ne kadarı bölüşülmüştü? Yalnızca beşte biri; herkes de bundan eşit pay almıştı. Beşte dört de kral, vali ve Cortez'in olarak sarayda, oldu­ gu gibi yatıyordu. Bundan birkaç ay sonra olanlar çok daha ciddiydi. Cortez kıyıda bırakmış ol­ dugu yüzbaşıdan, Narvaez adında birinin kumandasında bir tilonun Vera Cruz'a yanaşmış oldugu haberini aldı. Bu fıloyu öfkeli vali gönderınİştİ ve yapacagı iş de onu, Cortez'i aziederek açıkça ayaklanmaya ve yetkilerini aşmasına karşılık tutuk­ lu olarak Küba'ya götürmekten başka bir şey degildi. Cortez akıl almayacak şey­ ler ögrendi. Narvaez'in on sekiz gemisinde 900 kişi vardı. Bunlardan 80'i atlı, 80'i tüfekliydi, I SO'si de kundaklı yay kullanıyordu. Ayrıca birçok agır top da vardı. Bu duruma göre, Meksico kentinde barut fıçısı üstünde oturan Cortez, karşısına kendi yurttaşlarından bir ordunun da çıktıgını görüyordu. Hem de bu ordu yal­ nız kendisinin karşı duramayacagı denli güçlü olmakla kalmıyordu, aynı zaman­ da o güne dek Yeni Dünya'da savaşa sürülmüş olan en büyük güçtü. O zaman akıl almaz bir şey oldu ve o güne dek Cortez'in başarılarını yalnızca talihine, gözü pekligine ve düşmanlarının kötü silahlı yerliler olmasına verenler bu düşüncelerini degiştirmek zorunda kaldılar. Cortez, Narvaez'e karşı yürüyüşe ve onu tepelerneye karar verdi! Ne ile?


240

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Yüşbaşılarından Pedro de Alvarado'yu Meksico'yu işgal altında tutmak ve da­ ha önce olduğu gibi şimdi de en değerli rehine olan Montezuma'yı beklemek için bırakınayı göze aldı; onun yanına da kuvvetlerinin üçte ikisini bıraktı. Kendi de geri kalan üçte birle -bunlar yetmiş askerdi- Narvaez'e karşı gitti. Başkente ve­ da ederken Montezuma'ya, öz yurttaşlarından kendisine ihanet edenlere vereceği ağır cezaları öylesine canlı bir biçimde anlattı ki kararsız hükümdar, İspanyol'un dönüşünde kendilerinin başına en korkunç şeylerin geleceğinden korktu ve ona bu umulmadık olanaktan yararlanarak ayaklanmayı salık veren öğüt vericilerine kulak asma dı. Evet, hatta Cortez' e güven vermeye de çalıştı; tahtırevanında ta se­ te dek birlikte gitti (Alvarado'nun koruyuculuğu altında), onu kucakladı ve iyi di­ leklerle uğurladı. Bundan sonra Cortez ordusuyla hazır, yerlilerden aldığı destek ile de ancak 266 kişiyi bulan kıtasıyla ovaya, Tierra calliente'ye indi. Alabildiğine yağmur ya­ ğıyor ve fırtına esip savuruyordu. Cortez casuslarından, Narvaez'in Cempoalla'ya varmış olduğunu öğrenmişti. Kendisiyle düşmanın arasında tek bir ırmak vardı. Askerlik deneyimi hiç de az olmayan Narvaez akşamdan, Cortez'e karşı mevzi almak için, ırmak kıyısına inmişti. Ama hava korkunçtu. Askerleri mırıldanıyor­ lardı. O da bu gece artık Cortez'in gelmeyeceğine inandı; silahlarının üstünlüğü­ ne de güvenerek yeniden kente döndü ve dinlenıneye çekildi. Ama Cortez ırmağı geçti. Düşmanının nöbetçileri baskına uğratıldı. Bu gece 1 520 senesinin Pantekot yortusu gecesiydi. Cortez'in bir avuç kötü silahlı asker­ leri "Espiritu Santo! " naralarıyla, başta kendisi olarak, Narvaez'in insan ve silah­ la dolu ordugahına girdi. Baskın başarıyla sona erdi. Yalnızca yangınlar ve şurada burada tek birer kez ateş edebilen topların ağız ateşleriyle aydınlanan kısa, korkunç bir gece savaşı so­ nunda ordugah ele geçirildi. Narvaez kendini bir tapınak kulesinin tepesinde sa­ vunuyordu. Bir mızrak gözünü çıkardı. Onun acıdan bağınşını Cortez'in "Zafer! " narası izledi. Daha sonraları, Cocuyoların, çok büyük bir tür ateş böceklerinin, Cortez'in haklı davasına yardım etmiş oldukları, ansızın büyük sürüler halinde ortaya çı­ karak savunanlarda, büyük bir ordunun yanar tüfek fitilieriyle yaklaşmakta oldu­ ğu kanısını uyandırdıkları söylendi! Ama zafer açıktan açığa Cortez'in zaferiydi. Bu zaferin büyüklüğü, yenilenlerin çoğu Cortez'e bağlılık yemini etmeye hazır ol­ duklarını bildirince ve Cortez eline geçen top, tüfek ve atları görüp de sonunda, Meksico seferinin tarihinde ilk olarak, gerçekten güçlü bir kıtaya kumanda edebi­ leceğini anlayınca belli oldu. Ama, o zamana dek Cortez'in küçük müfrezesinin o denli olağanüstü bir bi­ çimde başarabildiklerini bu güçlü kıta beceremeyecekti.


28 . BÖLÜM

Boynu Vurulan Kültür

I

SPANYOLLAR haçın sancağı altında yürümüşlerdi, "Espiritu Santo," Ruhül-

kudüs'ten yardım çağrısı, onlara en önemli çarpışmalarında yoldaş olmuştu; sağlam ayak bastıkları yerlerde haçlar, az sonra da kiliseler yükselmişti. Papazlar her savaştan önce günah çıkarırlar, her zaferden sonra resmi ayinler yaparlar, so­ nunda da Aztek halklarını Hıristi yan etmeye çalışırlardı . Misyonerliğin önemini ve doğru olup olmadığını incelemenin yeri burası de­ ğildir. Burada sadece tek bir şey önemlidir: Azteklerin ülkesine giren İspanyol­ ların karşısında ilk olarak, dinleri kolayca sarsılacak rit ve geleneklerden, ilkel bir animizmden, doğaya ve ruhlara barbarca bir tapınmadan oluşan vahşiler bu­ lunmuyordu. Tersine, buradaki din, çoktanrılı olmakla birlikte, iki esas tanrısı Huitzilopochtli ve Quetzalcoatl ile tektanrılığa yönelmişe benziyordu ve her işi düzenleyen takvimle sıkı bir bütün halinde, o zamana dek bilinen yerlerde yalnız­ ca semavi dinler ya da büyük dünya dinlerine nasip olan bir kuvvette, damgasını bütün kültüre basmış bulunuyordu. İspanyollada papazlarının hatası bu gerçeği çok geç sezmiş oluşlarındadır. Acaba bunu sezebilirler miydi ki? 1 6 . yüzyılın başında kilisenin ne demek ol­ duğunu bir hatırlayalım: Martin Luther, Cortez'in Meksika'ya yürüdüğü yıllar­ da birkaç kışkırtıcı yazı yayan asi bir papazdan başka bir şey değildi. Kopernikus yeni dünya tasarımını henüz yayınlamamıştı, Galileo Galilei ile Giordano Bruno gibi büyük şüpheciler daha doğmamışlardı bile . . . Kilisenin dışında hiçbir sanat yoktu, onsuz bilim yoktu, yaşam yoktu. Batı'nın dünya duygusu Hıristiyancaydı. Böyle bir dünya tasarımının kendi içine kapanışından, onun doğruluğuna, son­ suza dek süreceğine ve kurtarıcı gücüne sözcüğü sözcüğüne inandan, doğal olarak yobazlık doğmuştu. Yani Hıristiyanca olmayan her şey putperestçeydi; yani, bu yaşam görüşüne göre düşünmeyen ve yaşamayanların barbar sayılması gerekti. 1 6 . yüzyıl insanlarının temel tasarımları, onların, eğer kendilerininkinden başka ise, başka bir yaşam görüşünde doğmuşsa, kendilerininki ile akran bir uy­ garlığı bile eşit saymalarını kesin olarak önlüyordu. Bu, yalnız yükseklik ve alçak­ lık tanıyan, ama genişliği hiç tanımayan tasarım, Meksika fatihlerinin, belirli bir biçimde sınıflanmış ve yüksek bir gelişmeye varmış toplumsal yaşamı gördükleTM 1 6


242

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ri, kusursuz düzenlenmiş okul ve öğretim sistemini tanıdıkları ve Aztek papazla­ rının yıldızlar bilgisindeki gerçekten şaşılacak bazı bilgilerini öğrendikleri halde bile, sarsılmadı. Kentlerin kuruluşu, ulaştırma ve haberleşme örgütü, görkemli dünyevi ve dinsel yapılarda kendini gösteren uygarlık gelişmeleri de onları, karşılarında Hıristiyan edilmeleri gereken vahşilerin bulunduğu düşüncesinden ayırama­ dı. Gölcükleri, setleri, caddeleri ve yüzer çiçek adalarıyla (Chinampalar, bunla­ rı Aleksander von Humboldt da görmüştü) zengin Meksico kentini, şeytanın göz boyacılıklarından başka bir şey olarak görmüyorlardı. Ne yazık ki Aztek dininin gerçekten de, gören herkesin tüylerini ürpertecek, dehşete düşürecek ve şeytan işi olduğuna inanduacak bir özelliği vardı. Bu da ina­ nılamayacak denli büyük sayıda sunulan insan kurbanlarıydı. Papazlar bu tören­ lerde kurbanın kalbini göğsünden canlı canlı söküp çıkarırlardı. Ancak biz, bu­ günün insanları, buna öylesine candan tepki gösteren İspanyollara, kurbanlarını odun yığınları üzerinde yakan kendi engizisyonlarını anımsatsak, belki haklıyız. Ama Aztek dininin bu yanının, herhangi bir dönemde, dünyanın herhangi bir ye­ rinde bu yönde olanların hepsini geçtiği de doğrudur. Gerçekten Aztek uygarlığı, yüksek kültürü barbarca kötü geleneklerle birleş­ tirmekteydi. Bunların ikisini birden bir uygarlık olarak almak tutucular için ola­ naksızdı. Bu nedenle, Azteklerin, Columbus, Vespucci ve Cabral'in karşılaştıkları vahşilerd,en başka olduklarını, onların ancak dinlerinin başladığı sınıra dek alçal­ maya katlanabilecek bir ulus olduklarını göremediler. Korkunç silahlarının koru­ yuelliuğu altında işkence, zulüm ve ırza geçmeyi istedikleri gibi hiç çekinmeden yapabileceklerini, ama bir tek şeyden kaçınmaları gerektiğini anlamak istemedi­ ler: Bu da tapınaklara ve tanrılara hakaretti. Tam da bunu yaptılar işte. Bütün bunların doğal sonucu olarak, az kalsın Cortez'in elinden siyasal ve as­ keri başarılarının bütün ünlerini alacak düşüncesizlik işlendi. ASIL dikkate değen nokta, en büyük taassubu gösterenierin Cortez'in yanındaki

papazlar olmayışıdır. Keşiş Diaz'la Olmedo (özellikle ikincisi) politik düşünceden doğan bir ihtiyatlılıkla hareket ediyorlardı. Bütün haberlere göre Montezuma'yı Hıristiyan etmeye (belki de gizli bir ken­ dini haklı çıkarma çabasıyla) ilk olarak Cortez kalkışmıştı. Fakat imparator yalnız­ ca nezaketle dinledi ve Konquistador, söylevi sırasında, kanlı insan kurbanlarını, temiz ve sade Katolik sembolik kurban ayini Missa ile kıyaslayınca Montezuma, insanları kurban etmeyi doğrudan doğruya tanrının etini yiyip kanını içmeden daha az iğrenç bulduğunu sezdirdi. Bu, Cortez'in diyalektik ustalığının baş edip edemediğini bilemediğimiz bir görüştü. Cortez daha da ileri gitti. Büyük tapınaklardan birini ziyaret için izin diledi. Bu izin, ancak Montezuma papazlarıyla görüştükten sonra, çekinerek verildi. Cortez hemen, karargahının yakınında ve başkentin ortasındaki büyük Teocalli'ye çık­ tı. Burasının haç dikmek için en uygun yer olduğuna Olmedo'nun dikkatini çek­ tiği zaman papaz bundan vazgeçmesini söyledi. Sonra üzerinde kurbanların, oh-


BOYNU VURULAN KÜLTÜR

243

sicliyenden bir bıçakla kesilclikleri donuk akik blokunun yanına geldiler ve kor­ kunç yüzü ve gözlerini İspanyolların, kiliselerinin oldum olası kendilerine betim­ ledigi ibiise benzettikleri Tanrı Huitzilopochtli'yi gördüler. İgrenç tanrının vücu­ duna, inciler ve degerli taşlarla bezeli bir yılan, büyük kıvrımlarla dolanıyordu. Orada bulunan Bertal Diaz başını çevirdi, ama o zaman daha korkuncunu gördü: Odanın duvarları baştan aşagı pıhtılaşmış insan kanıyla sıvalıydı. "İgrenç koku," diye yazar, "Kastilya'nın mezbahalarından daha dayanılmayacak gibiydi." Sonra sunak taşına baktı: Orada hayalinin kendisine hala tütüyor ve kanıyor gibi göster­ digi üç insan kalbi duruyordu. Sayısız merdivenlerden yeniden aşagı indiler. Az sonra bir toprak tepenin üs­ tünde büyük, ahşap iskeletli bir bina gördüler. İçerisine girip baktılar: Burada kurbanların başları tavana dek güzelce istif edilmişti. Bir asker 1 36.000 kadarı­ nı saydı. Az sonra artık dilek dönemi geçmiş, tehdide dayanan kısa ve kesin isteklere sı­ ra gelmişti. Cortez büyük Teocalli'nin kulelerinden birini işgal etti. Kuleyi ilk ziya­ retinde düşüncesizce acı sözlerle tanrıya hakaret etmişti. Montezuma da ilk ola­ rak ulusunun buna katlanamayacagı uyarısında bulunmuştu. Cortez sözcügün en sert anlamıyla tapınagın temizlenmesini buyurdu; bir mihrap kurdurdu ve haç­ la Meryem'in resmini astırdı. Altın ve mücevherler kaldırıldı (nereye kaldırıldık­ larını soracak degiliz) ve duvarlar çiçeklerle süslendi. Teocalli'nin uzun merdiven­ leri ve terasında yer almış olan İspanyollar bir agızdan Tedeum'u söylemeye baş­ ladıkları zaman, -rivayet edilir ki- haçın bu zaferinin sevinciyle gözlerinden yaş­ lar boşanmış. Şimdi artık halkın sabrını taşıracak şeye tek bir adım kalmıştı. BUNU birkaç sözle anlatabiliriz: Cortez'in Narvaez'le başarılı çarpışmasını yap­ mak için başkentten uzakta bulundugu sırada bir Aztek papaz kurulu onun veki­ li Alvarado' dan, büyük Teocalli' de (büyük kulesinde artık İspanyol kilisesinin bu­ lundugu tapınak) her yıl dinsel şarkılar ve danslada kutlanan, Huitzilopochtli'ye tütsü sunma bayramı için iznini dilemişlerdi. Alvarado iki koşul ortaya koydu. Aztekler insan kurban etmeyecekler ve silah­ sız geleceklerdi. Bayram günü yaklaşık altı yüz Aztek gelmişti. Çogu en yüksek soylular­ dandı. Silahsızdılar, fakat en görkemli elbiselerini giymiş ve en degerli süslerini takınmışlardı. Çok geçmeden aralarına tepeden tırnaga silahlı bir sürü İspanyol karıştı, törenin en önemli anında, önceden kararlaştırılan işaret üzerine, savun­ masız dindarların üzerine saldırdılar ve onları bir teki kalmayıncaya kadar kı­ lıçtan geçirdiler. Yaptıkları iş hiç de anlaşılır şey degildir. Bunu tarih de açıklayamamıştır, çün­ kü buna bir açıklama bulmanın olanagı yoktur. Gözüyle gören biri der ki: "Kan, tıpkı şiddetli bir yagmurdaki gibi seller halinde aktı." Cortez zaferinden sonra güçlü birligiyle yeniden Meksico'ya döndügü zaman, bütünüyle degişmiş bir kente girdi. Bu kahpece kıyımdan sonra Aztek ulusu tek


244

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

bir insan gibi ayaklanmış, Montezuma'nın kardeşi Cuitlahuac'ı onun yerine vekil olarak seçmişti. O zamandan beri de Alvarado'nun tahkim ederek sığındığı sara­ ya boyuna saldırıyorlardı. Cortez geldiği zaman, onun görevden alınmasının tam vaktiydi. Ama onu görevden almak, onun yerine tuzağa girmek demekti. Hatta daha da çoğu! . . . Cortez'in yaptığı her çıkış hareketi bir zafer oldu. Ama bir Pyrrhus zaferi! üç yüz evi tahrip etti. -Aztekler de onun geri çekilebileceği köprüleri yıktılar. Büyük Teocalli'yi yaktı.- Aıtekler yeni bir kızgınlıkla sİperlerine saldırdılar. Hiç kuşkusuz büyük bir savaşçılık geçmişi olan ve zamanında Aztek devletini en bü­ yük görkem ve güce eriştiren o, neredeyse anlaşılmaz Montezuma, İspanyolların girişinden beri istemsiz duruma gelen bir hükümdar, aracı olarak kendini ileri sürdü! Bütün imparatorluk alametlerini takınarak ulusuyla konuştu. Ulusu da onu taşlayarak cezasını verdi! 30 Haziran 1 520'de, bir zamanlar Azteklerin bü­ yük imparatoru ve son nefesine dek de İspanyolların tutsağı olan Il. Montezuma öldü. Bununla İspanyollar için tehlike en üstün noktasına erişmiş görünüyordu. Çünkü artık ellerindeki son koz, canlı olarak imparator, Meksika için oynanan oyunda koz olmaktan çıkmıştı. Ve Cortez'in en korkunç gecesi, tarihe "Noche triste" diye geçen tasalı gece gelmiş çatmıştı. MONTEZUMA'NIN hazinesinin paylaşılmasında iş az kalsın ayaklanmaya varmı­

yor muydu? "Noche triste" de Cortez kentten çıkma buyruğunu verdiği zaman -bir avuç adamın on binlerce savaşçı arasından dövüşerek geçmek zorunda oldukla­ rı düşünülürse umutsuzca bir buyruktu bu!- hazineyi ortaya yaydı ve atar gi­ bi, "İstediğinizi alın içinden! " dedi; sonra uyarma için yalnız şunu söyledi: "Ama dikkat edin, çok yüklenmeyesiniz. Karanlık gecede kim en az yükle yolculuk eder­ se en güvenli yolculuğu da o yapar! " Yalnız en üst amirin beşte bir payını, eğer bu yenilgiden sonra sağ kalırsa görkemli İspanya Kralı'nın bağışlanmasını sağlayacak tek şey olan bu beşte biri, yürüyüş kolunun ortasına aldı. Eski askerleri onun öğütlerinin değerini biliyorlardı ve az öteberi aldılar. Narvaez'in askerlerinden olan yeniler bunu bilmiyorlardı ve alabildiğine süslerle yüklendiler, altın çubukları kemerlerine ve çizmelerine soktular, mücevher kak­ malı kapları karıniarına bağladılar ve o denli yük altına girdiler ki daha ilk yarım saatte soluk soluğa, ta ardıçiarın yanına dek gerilediler. Bununla birlikte hazine­ nin en büyük bölümünün sarayda kalmış olması çok olasıdır. 1 Temmuz 1 520 gecesinin bu ilk yarım saatinde Azteklere sezdirmeden (bun­ ların gece savaşına karşı garip bir çekinmeleri vardı) ölü kentten dışarı çıkmak ve setüstü caddeye varmak olanağını bulmuşlardı. Ama o zaman nöbetçilerin bağ­ rışmaları duyuldu ve Teocalli'den papazların davulları gümbürdedi. Bir kıyamet­ tir koptu. Tam bir kıyametti bu. İspanyollar, kendilerinin yapmış oldukları bir taşınabi­ lir köprü ile setin ilk sulama gediğini aşabildiler. Ama sonra bardaktan boşanırca-


BOYNU VURULAN KÜLTÜR

245

sına yagmur yagmaya başladı. Gökten inen suların ugultusuna, yaklaşan savaş ka­ yıklarının sayısız küreklerinin şakırtıları da karıştı; kaygan yerde artık ilerlemeyen İspanyolların umutsuz haykırışiarı arasında Azteklerin kulakları tırmalayan savaş ıslıkları duyuluyordu. Sonra taşlar ve oklar uçuşmaya başladı. Daha sonra ilk sa­ vaşçılar setin üzerine atladı. Gecenin karanlıgı ve yagan saganak yüzünden hemen hemen görünmüyorlardı ve demir gibi katı, obsidiyen parçaları çakılmış lobutla­ rı İspanyol kafalarına iniyordu. İspanyolların öncüleri ikinci yıkılmış kanal köprüsüne vardılar; ama taşınabi­ lir köprü nerede kalmıştı? Ardıçiarın bagırmaları agızdan agza tekrarlanarak bu­ nun haberini getirdi. Bu haber hepsinden daha korkunçtu: Köprü, yagmurdan yumuşamış topraga, üzerinden geçen agırlık yüzünden öyle saplanmıştı ki çıkar­ mak olanaksızdı. Bu ana dek düzenli bir çekilme olan yürüyüş bundan sonra ka­ çışa dönüştü. O zamana dek izlenen birlik artık canlarını kurtarmak için ugraşan tekierin bir yıgını oluvermişti. Karşı kıyıya erişmek için yaya, atlı hendege atladı­ lar. Yükler, hatta silahlar, sonunda yüklenmiş oldukları altınlar gecenin karanlı­ gında sulara yuvarlandı gitti. Bu dagınık çarpışmaların ayrıntılarını anlatacak degiliz. Hiçbir İspanyol, hatta -bütün haberlere göre yiğitlik harikaları göstermiş olan Cortez bile- yaralanma­ dan kurtulamadı. Derken kül renkli ve ha.la yagmurlu bir sabah olunca, set geçi­ lip de Aztekler, düşmanlarını kovalama ve tepeleme yerine, kendilerini büyük ga­ nimeti toplamaya verince kumandan, birligini denetledi. O zamankilerin kayıplar üzerine verdikleri bilgiler birbirinden apayrıdır. Ortalama bir sayı alacak olursak, İspanyolların üçte bire, Tlascalan müttefıklerin de dörtte veya beşte bire inmiş ol­ duklarını varsayabiliriz. Bundan başka ateşli silahlarla cephaneleri, kundaklı yay­ ların bir bölümü, atların çogu elden gitmişti. Cortez'in gücü, üç çeyrek yıl önce başkente giren birligin hortlamış bir hayaleti gibiydi. Ama bu azap yolunun daha sonu gelmemişti. İspanyolların olabildigince ça­ buk (canı çekilmiş vücutları için bu çabuk alamıyordu; çünkü artık yiyecek de kalmamıştı) Tlascalan ülkesine, müttefıklerinin, Azteklerin ezeli düşmanlarının alanına erişmek için harcadıkları sekiz günde hep avcı savaşları oldu. Yenilgiye ugramış yıgın 8 Temmuz 1 520'de, Otumba Vadisi'ni kapayan daga tırmanınca karşılarına çıkan görüntü, İspanyollara artık bütünüyle sonlarının geldigini gös­ terdi. Göz alabildigine bütün vadi (geçilecek tek yol) Aztek savaşçılarıyla doluy­ du. Bunlar bundan önce görülmedik denli iyi düzenlenmişti. İspanyollar, kade­ rndenmiş savaş kollarının arasında, · kumanda eden prensleri, renk renk partl­ tılı kuş tüyü harmanilerinden ayırt edebiliyorlardı. Bunlar, beyaz pamukludan dar zırhlı sıradan savaşçılar kitlesi arasında, kar içinde alaca kuşlara benziyor­ lardı. Durum umutsuzdu, ama İspanyolların düşünecek bir şeyleri yoktu; çünkü el­ lerinden ne gelebilirdi ki? Geri gidemezlerdi, kesinlikle ileri gitmek zorundaydı­ ler. Her savaş tutsagının oldugu gibi, tanrılara layık duruma gelinceye dek tah­ ta kafeslerde besiye yatırıldıktan sonra Aztek tanrtlarına kurban olarak bogazlan-


246

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

mak işlerine gelmezdi. Öyleyse yalnız ileriye giderek ölümü arayabilirlerdi. Başka yol yoktu. Şimdi, bu tam umutsuzluk anında (çünkü Azteklerin sayısı 200.000 olarak tahmin ediliyordu. Bunlara karşı da ilk zaferlerini gümbürtüleri ve ateşleriyle ka­ zandıkları silahlar da İspanyolların ellerinden gitmişti) , bu içinden çıkılmaz du­ rumda bir mucize oldu! Cortez, kanatlarında, kalmış olan yirmi süvarİnin yer aldıgı üç grupla, kendi­ lerini yutuverecege benzeyen Aztek deryasına saldırdı. Kuru bir tarlada saban de­ mirinin topragı yardıgı gibi yirmi atın açtıgı yol, Aıtekler atlara arkadan saldır­ dıkları zaman, tıpkı kesekierin üzerindeki yaban otlarının saban izini kapama­ sı gibi, kapanıveriyordu. En ön sırada çarpışan Cortez'in atı öldü, ikinci bir ata bindi, başından yaralandı, yine saldırdı. Ama düşman sürü sürüydü. Kılıcını vu­ rur, saplarken arada, küçük bir tümsegin üzerinde göze çarpacak denli görkem­ li süslü savaşçılardan bir grup gözüne ilişti. Ortalarında da bir tahtırevan var­ dı. Sırtına bagladıgı bir degnegin ucuna takılı ve sancak yerine geçen altın bir ag­ dan tanınan düşman başkomutanı Cihuacu'yu gördü. İşte o zaman mucize ol­ du! Bu, Meryem'in ya da azizierin degil, Hernando Cortez'in, bütün savaşçıla­ rın ordugah ateşleri başında türküsünü çagırmalarına deger mucizesiydi. Yaralı Cortez atını şaha kaldırdı, en denenmiş adamlardan iki-üçünün etrafında toplan­ masını zor bekledi, mızrak ve kılıçla eze dürte vura, Azteklerin sıralarının arasın­ dan atını sürdü. Düşman savaşçıları atının ayakları altında iki yana yıkılıyorlardı. Birkaç dakikalık cehennem gibi bir ılgarla Aztek komutanının yanına erişti, mız­ ragını gövdesine bir yandan öbür yana sapladı. Altın sancagı kaptı ve dalgalanan kalabalıgın üzerinde salladı! Bu anda savaş kuramsal olarak yitirilmiş, ama uygulamada kazanılmıştı. Zafer alametlerini, kendilerine herhalde tanırlarından da daha güçlü görünen beyaz fatihin elinde gören Aıtekler yüzgeri ederek alabildigine kaçıştılar. Hernando Cortez'in bayragı salladıgı bu anda Meksika elden gitmişti; son Montezuma'nın devleti sönmüştü. BU bölümün sonunda söz tarihçinindir: "Bu fetih için ahlak bakımından ne dü­ şünülürse düşünülsün, savaşçılık yönünden hayran kalmamak elimizden gelmez. Bir avuç serüvenci, ancak şöyle böyle silahlanmış olarak, ateşli ve savaşçı bir ulu­ sun oturdugu bir imparatorlugun kıyısına çıksın . . . Ülkeyi ve dilini tanımadan, haritasız pusulasız, atacakları her adımın kendilerini düşman bir ulusun topragı­ na mı yoksa bir çöle mi götürecegini bilmeden, ayrıca yerlilerle daha ilk çarpışma­ da nerede ise ezilecekken, buna bile aldırış etmeden boyuna imparatorlugun baş­ kentine dogru ileriesin ve . . . orada önlerine serilen güç ve üstün kültür görüntüsü karşısında ürkecek yerde akıllarına ilk koyduklarında diretsin! İmparatoru elleri­ ne geçirsinler, vezirlerini, uyruklarının gözleri önünde idam etsinler ve kayıplar­ la kapıdan kovulduktan sonra dagınık savaş artıklarını toplasınlar, üstün bir zeka ve cesaretle uyguladıkları planla başkenti ele geçirsinler ve ülkede egemenlikleri­ ni kursunlar! Bütün bunları bir avuç sefıl serüvencinin başarması mucizeye ya-


BOYNU VURULAN KÜLTÜR

247

kın bir olaydır. Hayali bir yapıt içinde bile çok parlak bir şeydir ve tarihte bir eşi daha yoktur!" Yalnızca genel görüş ve bütünlüğü sağlamak için burada şunu da ekleyelim ki Aztek ulusu çöküşünden önce ( Otumba meydan savaşından sonraki aylar­ da) gerçek bir önderlik altında, Montezuma zamanında düşünülemeyecek, fakat "Amerika-Romalıları"na -Cortez'in gelişinden önce göstermiş oldukları gibi­ yakışan bir büyüklüğe erişti. Dört ay sonra çiçekten ölen Cuitlahuac'in yerine, yir­ mi beş yaşındayken imparator seçilen Quauhtemoc geçti. Bu imparator başken­ ti, bu arada destek alarak ordusunu yeniden kusursuz donatmış olan Cortez' e kar­ şı öyle şiddetle savurdu ki, ona kendinden önceki bütün komutanlardan daha bü­ yük kayıplar verdirdi. Doğal olarak sonuç Meksico'nun tahribi, evlerin yakılması, tanrıların yıkılışı, kanallarının doldurulması, (Meksico artık bir "Venedik" değil­ dir) Quauhtemoc'un tutsak düşmesi, işkenceye konması ve ipte can vermesi oldu. Yeni başlangıç, ülkenin sömürgeleşmesi ve Hıristiyanlaştırılmasıydı. !span­ yolların, son kuşatma sırasında Quauhtemoc'un papazlarının eline düşmüş olan yurttaşlarını, göğüsleri yarılmış, kalpleri koparılmış olarak dik merdivenlerden aşağı yuvarlanırken gördükleri Teocalli'nin yerinde şimdi, ta uzaklardan parılda­ yan, Aziz Francis'e adanmış bir piskoposluk kilisesi yükseliyordu. Evler yeniden yapıldı. Birkaç yıl sonra, burada 2.000 lspanyol (çoğu melez) ailesi ve 30.000' den az olmayan yerliler yaşıyordu. Çevredeki bölge "repartimientos" denen yönteme gö­ re paylaşıldı. Bu da bir zamanlar Aztek İmparatorluğu'nda yer alan bütün ulusların (ve bundan sonraki istilaların kurbanı olanların hepsinin) tutsaklığı demekti; yal­ nızca yardıırtlarına Cortez'in o denli şükran borçlu olduğu Tlascalanlar bir zaman için bundan ayrı tutuldular. (Kim bunların hep özgür kalacaklarını beklerdi ki?) Uzaktaki İspanya'ya yarayan bu gelişmede, yalnızca fatihlerin kendileri için acı bir yan vardı: Bu da Montezuma'nın hazinesinin kayboluşuydu. "Noche triste"nin karanlıkları arasında birlikte sürükleyip götüremediklerini ikinci kez Meksico'ya girişlerinde bulacaklarını ummuşlardı. Ama bunlar günümüze dek ortadan kay­ bolmuşlardır. Cortez Quauhtemoc'u asmadan önce işkenceye koydurdu. Hiçbir şey öğrenemedi. Bütün hendekleri ve gölcükleri dalgıçlara adım adım araştırttı. Yalnız şurada burada birkaç döküntü bulundu. Uzun aramalardan sonra ele geçen­ lerin değeri ancak 1 30.000 altın Castellano'dan ibaretti. Bununla ancak ls panya sa­ rayına vaat edilmiş olan beşte bir pay gönderilebildi. İspanya saldırılarının bu bö­ lümü ile uğraşan herkes, Cortez'in 1 5 Mayıs 1 522'de yazdığı bir mektubunda yol­ ladığını bildirdiği geminin, hazine ile birlikte Fransızlar tarafından ele geçirildiği­ ni, sonunda V. Karl'ın değil de Fransa Kralı I. François'nın, kendi de şaşarak, bü­ tün Aztek hazinesine sahip olduğunu öğrenince herhalde öç almış gibi içinin ra­ batladığını duyar. Şimdi şöyle bir düşünmek için biraz ara verelim. Kitabımızın bir coğrafi bu­ luşlar tarihi, hele askeri ve siyasal fetihler tarihi olmadığı için, bizi ilgilendiren eski kültürlerin bulunuşu alanına dönelim ve Cortez'in fetihlerinin eski Orta Amerika kültürü tasarımımız için ne önemli olduğu sorusuna geçelim. Böyle bir kültürün Cortez'in Meksika'ya geldiği sırada var olduğu, herhalde


248

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

şimdiye dek yazdıklarımızda açıkça görülmüştür. Cortez'e, bizim görüş açımız­ dan, bir Konquistador olarak değil de, daha 1 600 yılındaki insanlar için ölmüş, bizim kuşak için ise daha önce anlattıklarımız denli ölü olan bu kültürün talih­ li bulucusu gözüyle bakarsak, bu bulucunun da, onun zamanındakilerin ve on­ dan sonrakilerin de bu kültüre ne denli önem vermiş olduklarını öğrenmek bi­ zim için ilgi çekicidir. O zaman çok garip bir şey göze çarpar. Cortez de o zamanki görgü tanıkla­ rı gibi, tutsak ettiği bu ulusun gücü ve önemini işaretten hiçbir zaman geri kal­ mamıştır. Çünkü eğer böyle yapmasaydı, başarısını o zamanki dünyanın gözün­ de küçültürdü. Ama yalnızca vahşilerin barbar-putperest bir devletini yıkmadığı­ na, aslında daha önce kullandığımız bir deyişle, bir kültürün "yoldan geçen biri­ nin bir günebakan çiçeğine yaptığı gibi" başını kopardığına, bu kültürün ne çe­ şit ve önemde olduğuna aldırış bile etmez. Dikkate değer bir şeydir bu. Bunu, he­ nüz tarihçilerin değil de yalnız vakanüvislerin doğduğu bir zamanın ruhuna ve dünya görüşüne bağlayabiliriz; fakat asıl şaşılacak şey 1 6. yüzyılın kazandığı, es­ ki Aztekler üzerine ayrıntıları bakımından son derece zengin bilgiyi, hatta onla­ rın varlıklarını daha sonraki kuşakların unutmuş olmasıdır. Yeni Dünya'nın git­ tikçe daha sıkı bir biçimde Avrupa'nın ekonomik ve siyasal yaşamına bağlanması sırasında, Amerika'nın bir zamanki apayrı kültürünün varlığı kamuoyundan öy­ le silinmiştir ki bilim bile, yakın zamana dek, ona hak ettiği özeni harcamaya he­ men hemen gerek görmemişti. Bunun nedenini, bu kültürün bizimle tarihsel evrim bakımından Babil, Mısır ve Yunan kültürleri gibi içten ilgisi olmadığında aramak gerektiği görüşü de sa­ vunulamaz; çünkü bunlardan daha az uzak olmayan Çiniiierin ve Hintiiierin kül­ türleri bilincimizde çok daha canlı olarak yaşamaktadır. Oysa arada kara bulun­ masına karşın bu ülkeleri ekonomik ve siyasal ilişkilerimiz bakımından, dört yüz­ yıl önce bütünüyle lspanyollaştırılmış ve bu arada da Amerika'nın etki alanı içi­ ne girmiş bulunan Meksika'dan çok daha uzaktırlar. (Şu da çok dikkate değer: 1 879'da kurulmuş olan Amerikan Arkeoloji Enstitüsü on yıllar boyunca bütün çalışma gücünü Avrupa Antikçağı'na, Yunan ve Roma'ya vermişti. ) Bu durumda Aztek kültürüyle yalnız sönmüş değil, tersine -bunu rahat ra­ hat söyleyebiliriz- ilk bulunuşundan sonra yeniden unutulmuş olan bir kültür­ le karşı karşıyayız. BÖYLESiNE Azteklerin kültürünün gücü ve büyüklüğünü andıktan sonra artık ona olduğundan çok değer vermekten kaçınmaya sıra geldi. Bu kültürü bu den­ li ısrarla anımsatmamızın nedeni, onun ilk olarak bulunmuş olması ve kitabımı­ zın da araştırmaların kronolojisine bağlı kalmasıdır. Fakat bu kültürden çok daha önemiiierin bulunduğunu, hatta Aztek kültürünün aslında, çok daha yüksek, çok daha eski bir kültürden ışığını aldığını ve onun yalnızca imarcı bir sürdürülüşün­ den başka bir şey olmadığını göreceğiz. Bununla yeniden öykümüzün akışına dönmüş bulunuyor ve Amerika'nın ikinci bulunuşuna geliyoruz. Biri, adımını çalışma odasından dışarıya hiç atma-


BOYNU VURULAN KÜLTÜR

249

dan eski Aztekleri, öteki de bir macheteı·ı ile cengel'de yol açarak çok daha eski ( Cortez'in arkadaşlarından birinin ilk olarak rastladıgı) başka bir ulusu ikinci kez bulan iki olaganüstü insanı anlatacagız. Ama bu seferki buluşlar, ancak 1 9. yüzyılın yapabildigi gibi, geçmiş büyüklük­ ler karşısında derin bir iç çekmeyle olmuştur. Asıl şaşılacak şey eski Amerika'nın bu ikinci bulunuşunun da kendisine kültür tarihinde yaraşan yeri saglamayışı, bunun için ancak, günümüzde en yüksek noktasına erişmek üzere olan bir üçün­ eünün gerekmesidir. Bu şaşılacak şeyi daha ilerdeki bir bölümümüze saklıyoruz.

(*) [Editörün notu: Machete: Ormanlarda yol almak için kullanılan bir çeşit pala.]


29 . BÖLÜM

Mr. Stephens Bir Kent Satın Alıyor

ı 839 yılında bir sabah erkenden küçük bir topluluk Camatan Vadisi'nden,

Honduras ile Guatemala'nın sınırı boyunca atla ilerliyordu. Kafilenin ucun­ da iki beyaz gidiyordu. Ötekiler Amerika yerlileriydi. Hepsi silahlıydı, ama bu bölgeye barışçı amaçlarla gelmişlerdi. Fakat ne silahları, ne de barışçı amaçları, aynı gün akşamı bütün grubun kendilerini küçük bir kasabanın "belediye daire­ sine" kapatılmış, bütün gece yapmadık rezilliği bırakmayan, sarhoş, alabildiği­ ne silah atan ücretli askerlerden bir çetenin başlarında nöbet tutarken bulmala­ rını önleyemedi. BU, eski Amerika'yı ikinci kez keşfeden John Lloyd Stephens'in büyük serüveni­

nin başlangıcı olmuştu. Stephens, New York eyaletinde Shrewsbury'de 28 Kasım 1 802'de doğmuş­ tu. Hukuk öğrenimi yaptı. Üç yıl New York mahkemelerinde çalıştı. Özel mera­ kı eski eserler, her çağdaki eski ulusların türlü izleriydi. Bundan önceki bölüm­ de işaret ettiğimiz burada da oldu: Amerikalı, eski eserlerin yığınla durduğu Orta Amerika'ya gitmedi - çünkü bunlar üzerine hiçbir şey bilmiyordu. Önce Mısır'a, Arabistan'a ve Filistin'e gitti, ertesi yıl da Yunanistan ve Türkiye'ye. Otuz üç ya­ şındayken ve kendisi de iki yolculuk kitabı yazmışken, eline başka birinin onu son derece heyecanıandıran ve görüş yönünü değiştiren, yolculuk anıları geçti. Bu, Garlindo adında bir albayın, 1 836 yılında Orta Amerika hükümetinin buyruğuyla yerliler arasında yaptığı araştırmaların raporuydu (çoğu yerleri kendi gördüğü şeylere dayanıyordu). Garlindo bunda Yucatan ve Orta Amerika orman­ larında rastlanan garip ve hiç kuşkusuz çok eski bir mimarlık sanatının kalıntıla­ rından söz ediyordu. Bir askerin verdiği bu kısa haberler Stephens'in son derece ilgisini çekti. Başka kaynaklar aradı ve Guatemala'nın tarihini yazan Domingo Juarros'un eserine rastladı. O da Francisco de Fuentes adında birinden parçalar almıştı. Bu Fuentes, kendi gününde, 1 700 yılına doğru, Bonduras'ta Copan dolaylarındaki bölgede hala iyi bir durumda kalmış eski bir yapı topluluğu bulunduğunu yazıyordu; bu topluluğa "Sirk" adını vermekteydi.


MR STEPHENS BİR KENT SATIN ALIYOR

25 1

Bu tek tük yıkıntılar Stephens'in yolunu çizmişti. Onun daha köklü bir şeyler ögrenemeyişi, Konquistadorlar döneminin kaynaklarına pek az aldırış edişi şaşı­ lacak şeydir. Ama yine de tekrarlamak zorundayız ki İspanyol fatihlerinin buluş­ larını, özellikle eski kültürlerin bulunuşuyla ilgili olan yanları, aklından silinmiş­ ti. Stephens de kendisinden az ötede bir adamın, kendisi gibi bir Amerikalının oturup tam da Stephens'in Orta Amerika'ya dogru yola çıktıgı sırada, eski Orta Amerika uluslarına ilişkin elde edilebilecek bütün belgeleri topladıgını bilemezdi. Bilmiyordu ki bu adam çalışma odasından çıkmadan, kendisine yalnızca bu es­ ki uluslar üzerine birçok şey aniatmakla kalmaz, hatta ona ne bulacagını da aşa­ gı yukarı söyleyebilirdi. Stephens kendisine bir yol arkadaşı aradı. Bir ressam olan dostu İngiliz Frederick Caterwood'u buldu. Burada yine, Napoleon'un Mısır Komisyonu'nun topladıklarını Vivant Denon kalemiyle zapt ederken, Botta'nın Ninive yıkıntıla­ rından çıkardıgı dagılan heykel ve kabartmaların Eugene Flandin resimlerini ya­ parken oldugu gibi, aynı işbirligine rastlıyoruz. Tam ikisinin yolculuk hazırlıklarıyla ugraştıkları sırada, bu girişimin parasal yükünün büyük bölümünü Amerika Birleşik Devletleri'nin üzerine almasını sag­ layan bir olanak çıktı: Orta Amerika, ABD'nin ekonomik ilgi alanına girmişti. O zamanki maslahatgüzar ansızın ölünce Stephens, New York mahkemelerinde ça­ lıştıgı sırada New York valisi, şimdi de ABD Cumhurbaşkanı olan tanışı Martin Van Buren' den, ölenin yerine atanmasını sagladı. Böylece yolculuguna birçok tavsiye mektuplarından başka "Encargado de los negocios de los Estados Unidos del Nortre" gibi çok uyumlu bir unvanla girişebildi. (Arkeolojinin öncüleri ara­ sında daha önce de ne kadar diplomat görmüştük! ) Ama bütün bunlar oraya gelir gelmez sarhoş ücretli askerlerin üzerine çullan­ masını önleyemedi. Altı yıl sonra Dicle kıyısında Layard'ın başına gelecek olanlar onun başına 1 839'da Orta Amerika'da gelmişti. Her ikisi de ayaklanma içindeki bir ülkeye ayak basmışlardı. O zamanlar Orta Amerika' da üç büyük parti vardı: San Salvador eski Cumhurbaşkanı Morazan'ın partısı, Honduras'ta me­ lez Ferrera'nın partisi, bir de Guatemala'da Amerika yedisi Carrera'nın partisi. Bu yer­ li, pek de dostça olmayarak "Cachurecos" (kalp para) adı verilen yandaşlarıyla birlikte silaha sarılmıştı. Morazan'la Ferrara arasında, San Salvador'da bir savaş olmuştu. General Morazan yaralanmış, fakat galip gelmişti; halk da onun Guatemala'ya girmesini bekliyordu. Onun geçecegi sanılan yoldan da John Lloyd Stephens'in küçük kervanı ilerlemekteydi. Ülke harap olmuştu. Savaşmaktan çok John Lloyd Stephens yagmacılık eden yedilerden, zencilerden, bir(1 805-1 852)


252

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

kaç serüven arayan Avrupalı subay ve Napoleon'un İtalya ordusu kaçağı askerden oluşan kıtalar ve kıtacıkların komutasını, operet generalleriyle çete reisieri nöbet­ Ieşe alıp veriyorlardı. Köyler yağma edilmişti, halka açtı. Stephens'in yiyecek ara­ masına karşı aldığı yanıt hep "No hay! " dı: "Bir şey yok!" Yalnız su bulabiliyorlardı. Kasabalardan birinin "Belediye Dairesi"nde konakladıkları sırada Alkalde (Muhtar) onları, rütbesinin alameti gümüş topuzlu hastonu ile silahlanmış olarak kuşku içinde kabul etti. Geceleyin aynı Alkalde, yirmi beş kişilik kadar bir grupla yatakhaneyi bastı. Grubun başı Carrera partisinden bir subaydı. Stephens bu serü­ veni anlatırken buna hep "Parlak Şapkalı" adını verir. Bundan sonra çıkan çekiş­ me biraz gürültülü çatırtılı oldu. Stephens'in uşağı Augustin kafasına bir macha­ ta yiyerek yaralandı ve, "Ateş edin, Sir, ateş edin! " diye bağırdı. Stephens çıra alevi­ nin ışığı altına pasaportlarını ortaya yaydı. Napoleon ordusundan kaçmış bir subay iken şimdi bu ülkede oldukça önemli bir rol oynayan ve tavsiye mektubunu sağ­ lamış olduğu General Cascara'nın mühürünü de gösterdi. Öte yanda Caterwood da uluslar ve elçiler hukuku üzerine bilgince bir tartışmaya girişti. Ama bu da şim­ diden sarhoş olan sürüye pasaportlardan çok etki etmedi. Durum bir yandan "Fra Diavolo" operasının bir sahnesine benziyor, öte yandan da Stephens' e üç tüfek çev­ rilmiş olduğu için oldukça ciddileşmiş bulunuyordu. Derken ikinci bir subayın çıkagelmesiyle iş biraz duraksadı; bu subayın daha üstün rütbede olduğu görülüyordu, çünkü, başında birincininkinden daha özen­ le cilalanmış bir "parlak şapka"sı vardı. Yeniden pasaportlar denetlendi. Subay her türlü şiddet hareketini önledi. Tutukluların güvenli bir biçimde gözaltında bulundurulmasından Alkalde'yi ketlesi pahasına sorumlu tutacağım da bildirdi. Stephens acele, General Cascara'ya bir mektup yazarak, daha büyük bir etki bı­ rakması için, bir Amerikan yarım dolarıyla mühürledi. "Kartal kanadını germiş­ ti. Yıldızlar çıradan meşalenin ışığında parlıyorlardı. Herkes bu nesneyi görmek için yaklaştı." Stephens'in küçük grubunun gözlerine uyku girmedi. Geededikleri yerin önünde askerler salıra ordugahı oyunu oynuyorlar, nara atıyor ve alabildiğine içi­ yorlardı. Sonunda Alkalde, arkasında bütün sarhoş sürüsü olduğu halde yeniden göründü. Cascara'ya yazılan mektup elindeydi, şu halde gönderilmemişti. O za­ man Stephens dikleşti ve işe bakın ki ne pasaportların, ne de Catherwood'un bil­ gince söylevlerinin yapamadığını bu yeni edası sağladı. Alkalde bir yerliyi, hemen, döve döve, mektupla yola çıkardı. Sürü ile birlikte çekip gitti. Stephens uzun bir beklerneye hazırlanmıştı; ama durum kendiliğinden düzeliverdi. Ertesi gün güneş daha yeni yükselmişti ki ayık Alkalde, resmi, barışmalık bir ziyaret için göründü. Askerler sabahın alacakaranlığında, ansızın gelen yeni bir buyruğa uyarak hep birden gitmişlerdi. COP AN, Honduras devletinde, Montagua'ya oradan da Honduras Körfezi'ne dö­ külen aynı addaki ırmağın kıyısındadır. (Bunu Rio Copan kıyısındaki Copan ken­ tiyle, ya da Co pan'ın kuzeybatısında ve artık Guatemala' da bulunan Cahabon'la karıştırmamalı dır. )


MR STEPHENS BİR KENT SATlN ALlYOR

253

Cortez, Aztek İmparatorlugu'nun zaptından sonra, 1 525 yılında bir haini ce­ zalandırmak için Meksika'dan Honduras'a giderken bu yoldan ilerlemişti; daglar ve balta görmemiş ormanlar arasından bin kilometreden çok! Stephens, Catherwood ve yerli kılavuzlada harnallar yola çıkıp az sonra ye­ şil bir deniz gibi üzerierini kapatan bir ormana girince, neden kendilerinden ön­ ce o denli az araştırıcı ve gezginin buralara gelmiş oldugunu sezmeye başladı­ lar. Onlardan üç yüz yıl önce Cortez buna benzer ormanlar için şöyle yazmıştı: "Yapraklar öylesine koyu bir gölge veriyordu ki askerler ayaklarının nereye bas­ tıgını göremiyorlardı! " Katıdar karıniarına dek bataklıga gömülüyorlardı, onlara yardım için indikleri zaman Stephens'le Catherwood'un ellerini ve yüzlerini di­ kenli bitkiler yırtıyordu. Hamam sıcaklıgı onların gücünü kesiyor, bataktan ka­ barıp yükselen sivrisinek sürüleri sıtma getiriyordu. İspanyol gezgini Don Juan ile Ulloa Stephens'ten yüzyıl önce tropik alçak arazi iklimi için: "Bu iklim erke­ gin gücünü kuvvetini keser ve kadını logusalıgının yedi döşeginde öldürür," di­ ye yazıyorlardı. "Öküzler etlerini, inekler sütlerini yitirirler, tavuklar da yumurta­ dan kesilir . . . " Doga, Cortez ve bu iki İspanyol'un zamanlarından beri oldugu gi­ bi kalmıştı. Eger ülkedeki kargaşalıkla, her türlü diplomatik görevi daha başından olanaksız kılan savaş Stephens' e keşif zevkine kendini vermekten başka iş bırak­ mış olsaydı - belki de geri dön erdi. Ama o, darlıktayken de, yeni ve yabancı olanın büyüsüne karşı kayıtsız kala­ cak cinsten degildi. Bu orman ardı arası kesilmeyen saldırılarıyla içine girenle­ ri vurdumduymaz bir duruma koymuyordu, tersine, koku alma, görme ve işit­ me için uyarıcıydı de. Çukur yerlerden çürüme kokuları çıkıyordu. Maun, sa­ rıagaç ve bakkam agaçları dallarını yayıyordu. Corozo palmiyesi yaklaşık on iki metre uzunlukta yapraklarıyla gölgelik bir tavan oluşturuyordu. Dikkatli bir gözlemci bir arkide de bulabilirdi. Ananasgiller tropik agaçların gövdelerine çi­ çek saksıları gibi yerleşmişlerdi. Akşamları, orman uyandıgı zaman, maymun­ lar çıglık atıyor, papaganlar bagrışıyordu; sonra çıglıklar kopuyor, yaralı bir ya­ bani hayvanın düşüp ölmeden önce bagırmaları gibi boguk, kesik kesik sesler duyuluyordu. Stephens'le Catherwood düşlerinde bile görmemiş oldukları bir yerde ugraşıp duruyorlardı. Tırmık ve kan içinde, baştan aşagı çamurla kaplanmış, gözleri kan çanagı gibi olmuş, ilerlemeye çabalıyorlardı. Dünya yaratılalı beri el degmemişe benzeyen bu tekinsiz dünyada mı, dendigi gibi, taştan yapılar, büyük binalar vardı? Stephens açık sözlüdür. Sonraları bu yeşil dünyaya daldıkça inanışının da azal­ dıgını açıklamıştı: "Belirtmeliyim ki her ikimiz, Catherwood da ben de, biraz kuş­ kudaydık ve Copan'a harikalar bulmak güvencesiyle degil de ancak umuduyla yaklaşıyorduk." Derken harikanın kendini gösterdigi dakika geldi. HERHANGİ yabancı bir arınanda eski bir duvarın bir parçasını bulmak ilgi çe­ kicidir ve insanı çeşitli düşüncelere sürükler; ama kimse buna harika demez. Düşünelim ki Stephens, Dogu'nun yarısını tanıyan ve eski ulusların hemen he­ men hepsinden kalma yıkıntıları gören bir adamdı. Şimdi bu adam, umudu az


254

TANRıLAR, MEZARLAR VE BILGINLER

ve beklediği büyük bir şey yokken (çünkü, örneğin Mısır' dan elinde ne büyük öl­ çütler vardı?) öyle bir görüntü ile karşılaşıyordu ki ilk anda neredeyse dili tutulu­ yor ve bu buluşunun ne sonuçlar verebileceğini düşündükçe sonunda bir harika­ ya inanıyordu. Ta Rio Copan'a varmışlar ve çevresindeki melez ve yerli halkla ilişki kurmak için küçük bir köye de uğramışlardı. Sonra yeniden cengele dalmışlardı. Derken birdenbire karşılarında, yontma taşlardan, çok iyi örülmüş ve sağlam kalmış bir duvar gördüler. Bir sıra merdiven basamakları bir terasa doğru çıkıyordu. Ama bu terasın üzerini bitkiler öylesine sarmıştı ki, genişliğini kestirrnek olanaksızdı. Bu anda heyecan içindeydiler, ama sevinip sevinmeyeceklerine pek karar vere­ miyorlardı, çünkü karşılarındakiler eski bir İspanyol kalesinin kalıntıları da olabi­ lirdi. Patikadan ayrıldılar ve birkaç vuruşta bir sarmaşık örgüsünü parçalayan kı­ lavuzlarına baktılar. Kılavuz sarmaşıkiarı tıpkı bir tiyatro perdesini açar gibi yana çekti ve bu buluşun sürprizini, yüksek, koyu renkli bir cismi, sanki kendi eseriy­ miş de eleştiricilere gösteriyormuş gibi, gösterdi. Daha iyi görebilmek için macheteleriyle sarmaşıkiarı kesen Stephens'le Catherwood dikme taşla karşı karşıya geldiler. Bu, yaşamlarında görmedikle­ ri türden bir eserdi. Fakat öylesine sanatla yapılmıştı ki eşine ne Avrupa ne de Doğu'da rastlamışlardı; hele Amerika' da görebilecekleri akıllarına bile gelmezdi. Karşılarındaki taş yapıt öyle görkemli süslüydü ki ilk anda onlara her türlü tanım olanaksız gibi geldi. Bu -daha sonraki ölçülere göre- aşağı yukarı 3 met­ re yüksekliğinde, 1 ,20 metre genişliğinde ve 0,90 metre kalınlığında dört köşe bir direkti; baştan aşağı kabartmalar ve süslerle kaplıydı. Balta girmemiş ormanın koyu yeşil fonu önünde kurşun rengi ve kocaman duruyordu. Çukur yerlerin­ de hala, bir zamanlar üzerine sürülmüş olan koyu kırmızı boyanın izleri görülü­ yordu. Ön yüzünde yüksek kabartma olarak işlenmiş bir erkek şekli vardı, yüzü, "cid­ di ve sert, ürkülecek gibiydi. " Taşın yan yüzleri gizemli hiyerogliflerle kaplıydı; ar­ ka tarafı da kabartmalada süslenmişti. - "Bunlar şimdiye dek görülenierin hep­ sinden apayrıydı". Stephens büyülenmişti; ama beklenilmeyen bir şey karşısında bile acele hü­ küm vermeyecek tam bir araştırıcıydı. Onun için ilk fakat güvenli olan şu sonu­ ca vardı: "Bulunan bu umulmadık anıtın görünüşü . . . aradığımız şeylerin yalnız bilinmeyen bir ulustan kalmış olma bakımından değil, aynı zamanda sanat ya­ pıtı olarak da önemli olduklarını gösteriyor ve bir zamanlar Amerika' da yaşayan bu ulusun vahşi olmadıklarını, tıpkı yeni bulunmuş bir tarih belgesi gibi kanıtlı­ yordu." Ama şimdi, yanında Catherwood olduğu halde machete ile kendilerine yol açarak ormanın derinliklerine girdikçe bu garip kabartmalı taşlardan bir ikin­ ci, üçüncü, dördüncü, derken on dördüncüyü bulunca ve bunların her biri ona bir öncekinden daha kusursuz işlenmiş görününce bu savlarını iyice ilerletti. O zaman, Nil deltasındaki anıtları görmüş olan ve yalnızca böyle anıtların bile ne yüksek bir kültürün eseri olması gerektiğini bilen bu adam, Copan ormanında


MR STEPHENS BİR KENT SATlN ALlYOR

255

gördüğü bazıları için şöyle diyordu: "Bunlar Mısır'ın en güzel anıtlarından daha zevkle yapılmışlardı; onlardan başka türlüydüler ama sanatlı işçilikleri bakımın­ dan hiç değilse onlara denktiler!" Bu, o zamanki dünya için inanılmaz bir savdı. Bir mektubunda, buldukla­ rı konusunda ilk haberi verince, bu bildirdiklerine salt inanmamakla kalmadılar, ona güldüler. Savını kanıtlayabilir miydi? ANlTLARlN büyüklüğü ve çevrelerini saran yeşil duvarın geçilmezliği karşısında

"nasıl başlamalı" diye kendi kendisine soruyordu. "Bu girişim neredeyse umut­ suz. Ormanın her yanında yıkıntılar saklı. Gerçi burada New York'un da kıyısın­ da bulunduğu denize dökülen bir ırmak var. Ama ırmak birçok yerlerinde düşüş­ ler yapıyor. Kalan tek bir yol var: Putlardan birini kesip parçalamak ve örnek ola­ rak götürmek, geri kalanların da kalıplarını almak. " Sonra şunu ekliyordu -he­ men de o zamana dek en yüksek kültür yapıtı örneği olarak sayılanla bir kıyasla­ ma kaleminden dökülüveriyordu.- "British Museum' daki Parthenon'un mulaj­ ları da değerli anıtlar olarak sayılmaktadır! " Bu düşünceden vazgeçti. Catherwood yanındaydı ya; onu hemen bunların resmini çizmeye zorladı. Ama Mısır anıtlarının çok güzel resimlerini yayınlamış olan Catherwood suratını astı; deforme taş yüzleri, anlaşılmaz hiyeroglifleri, şa­ şırtıcı süsleri yokladı, inceledi. Yüksek kabartmaların koyu gölgelerini izledi, ba­ şını salladı . . . Stephens yine de zorladı. Kılavuzu köye yolladı, bu gizemli heykeller üzerine kimsenin bir şey bilip bilmediğini soruyordu. Kimsenin bildiği yoktu. Kim böyle sanat eserlerini oluşturabilmişti? Hep aynı yanıt: "Quien sabe" kim bilir? Köyün terzisi melez Bruno ile birlikte arınanın gittikçe daha derinlerine daldı. Hep yeni figürler, yeni duvarlar, yeni merdivenler ve teraslar buluyordu. Anıtlardan biri "çok kalın kökler yüzünden kaidesinden kaymıştı, bir başkasını ağaç dalları hemen hemen bütünüyle sarmıştı, öteki de devriimiş ve dev sarma­ şık ağlarıyla yere bağlanmıştı. Sonunda biri de sanki onu gölgelendirmek ve kut­ sal bir şey olarak korumak istermiş gibi çevrede yetişen ağaçlardan bir koruluk içinde, önündeki sunguyla duruyordu. Ormanın saygı uyandıran sessizliği içinde, sanki göçüp giden bir ulusun yasını tutan bir tanrıya benziyordu." Yeniden Catherwood'la buluştuğu zaman, resmi yapılması gereken elli parça­ yı haber verdi. Ama Catherwood, bu denenmiş ressam, yine başını salladı. Burada bir şeyin resmi yapılamazdı. Buraya ışık getirmek gerekiyordu. Bu karanlıkta göl­ geler karışıyar ve konturları örtüyordu. Çalışmalarını ertesi güne bıraktılar. Yardıma gereksinimleri vardı. Köyden işçi sağlamalıydılar. Şuradan, hamallarından ve şimdiye dek gördüklerinden birazcık daha iyi ve alacalı giyinmiş biri gelmiyor muydu. Ama bu esmer adam çalımlı gel­ di. Şaşılacak şey! Kendini Don Jose Maria olarak tanıttı. Copcin ırmağı'nın anıtla­ rın bulunduğu üst tarafın kendinin olduğunu, tapusunu göstererek bildirdi. Stephens gülrnekten kendini alamadı. Cengel' deki bu anıtların, birinin "ma­ lı" olduğu düşüncesi ona anlamsız geliyordu. Don Jose Maria, kendisine sorulun-


256

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

ca "her ne kadar bu anıtları bir kere duymuşsam da . . . " diye, bunları tanımadıgı­ nı itiraf zorunda kaldı. Stephens de sözünü kesti ve adamı kovdu. Fakat Stephens geceleyin küçük kulübesinde yatarken bu soru bir kere daha aklından geçti. Salıiden bu yıkıntılar kimindi? Tam uykuya dalarken kesin olarak karar verdi: "Her ne kadar buradan ne zaman kovulacagımızı bilmiyorsam da bu anıtlar, hak bakımından bizimdi. Onun için bizim malımız olmalarının gerektigi­ ne de karar verdim; gözlerimin önünden ün ve onurun karmakarışık levhaları ve hayalleri kayıp giderken yorganımı başıma çektim, uykuya daldım." GÜNDÜZÜN ormanda machetelerin keskin, kısa vuruş sesleri duyuluyordu. Yerliler bir düzine agacı baltaladılar; devirdikleri bir agaç yıkılırken ötekileri, on­ larla beraber yaprak ve sarmaşıkiardan örgüyü de birlikte sürüklüyordu. Stephens yerlileri gözden geçiriyordu. Onların yüzlerinde bu taştan sanat eserlerini yalnız başına oluşturabilen o yaratıcı gücün izlerini boşuna arıyordu. Yabancı, belirli, acımasız ve tuhaf bir yanı olan, fakat karanlıktan birdenbire ta­ şıp ortaya çıkmış degil, tersine geniş bir zeminde agır agır gelişip serpilmiş böyle­ sine ustaca formda kendini gösteren o gücün izlerini bulmaya çalışıyordu. Ama Indioların yüzleri ona donuk ve anlamsız geliyordu. Catherwood'un, ilk saglanabilen aydınlıktan hemen yararlanmak için sehpa­ sını kurdugu sırada Stephens yeniden ormana daldı. Irmagın kıyısındaki duvarla­ rı buldu. Bunlar ilk bakışta sandıgından çok daha yüksekti. Hele kapladıkları yer çok daha genişti. Fakat üzederini dikenli katırtırnagı çalıları öylesine kaplaınış­ tı ki, sanki tepesine katırtırnaklarından dev bir külalı geçirmiş gibiydi. Stephens melezle birlikte bu karmaşıklıga girince maymunlar bagrıştılar. "Bu insan taklitle­ rini ilk olarak görüyorduk. Fakat çevresindeki bu olaganüstü anıtlar arasında, bi­ ze, sanki o kaybolmuş ulusun, bir zamanki yurtlarını koruyan hayaletleri çevre­ ınizde dolaşıyormuş gibi geldi." Sonra Stephens, piramit biçimindeki bir yapıyı seçebildi. Geniş bir merdive­ nin agaç sürgünlerinin ayırdıgı basamaklarını zorla tırmandı. Merdiven, dikenli çalılıgın karanlıgından, agaçların artık açıktaki taçlarının aydınlıgına, oradan da ceiba agaçlarının tepesinden bakan, yerden otuz metre yüksekteki terasa erişiyor­ du. Stephens'in başı dönüyordu. Bu işleri yapan hangi ulustu? Ne zamandan be­ ri soyları kesilmişti? Kaç yüzyıl önce bu pirarnidi yapmışlardı? Ne zaman, han­ gi aletlerle, kimin buyruguyla kimin ünü için bu sayısız heykelleri meydana ge­ tirmişlerdi? Tek bir şey ortadaydı: Yalnız bir kentin gücü, tek başına böyle eserleri ve yapıları yapmaya yetişemezdi, bunların arkasında kuşkusuz büyük ve güçlü bir ulusun gücü vardı. Honduras, Guatemala ve Yucatan'ın geniş ormanlarında kim­ senin bilmedigi böyle kentlerden daha ne kadarının gizli olabilecegini düşününce ödevinin büyüklügü karşısında ürperdi. Aklına binlerce soru doluştu ve tek biri­ ni bile yanıtlayamadı. Altlarında kurşun rengi anıtları belli belirsiz gördügü agaç­ ların üstünden ilerilere baktı. "Bir kent yıkıntısı duruyordu karşımızda. Tıpkı deniz ortasında parçalanmış bir gemi; direkleri kopmuş, adı yitmiş, tayfaları batmıştı. Kimse onun nereden


MR STEPHENS BİR KENT SATlN ALIYOR

257

geldigini, kimin oldugunu, ne zamandır yolda kaldıgını, neden battıgını bilmi­ yor. Kayıp olan tayfalarının kimler oldugunu yalnız teknenin yapılışında görür gi­ bi oldugumuz bir benzerlik düşündürebilir, ama belki de hiçbir zaman bunu ke­ sin olarak bildiremez." Arkadaşı Catherwood'un çalışmalarının sonuçlarını görmek için yanına gitti­ gi zaman çok garip bir görüntü ile karşılaştı. Ressam ilk buldukları stel'in karşı­ sında duruyordu. Yere yıgınla kclgıt saçılmıştı. Kendisi de ayakları bataga batmış, tepeden tırnaga çamur içindeydi. Üstüne sürü ile saldıran sivrisineklerden ko­ runmak için eldivenlerini takmış, yüzünü yalnız gözleri ortada kalacak gibi sarıp sarmalamıştı. Çıkan bir zorlugu ne pahasına olursa olsun yenmek isteyen o öfke­ li çabayla çalışıyordu. Olan şuydu: Gelenekleri ancak birkaç İngiliz bakır gravür­ cüsünde ta son yüzyıla kadar süren ve sonra formalİst denemeler içinde sönüp gi­ den büyük desencilerin sonuncularından biri olan Catherwood, elindeki olanak­ larla boy ölçüşemeyecegini anladıgı bir ödevle karşı karşıyaydı. Çünkü karşısındaki bu şekiller dünyası o zamana kadar tanımış olduklarının hepsinden bambaşkaydı. Bunlar her Avrupalı resim tasarımının da o denli dı­ şında kalıyordu ki Catherwood'un kalemi bu işi başaramıyor, kendisi boyutla­ rı göremiyor, köşeleri yerine koyamıyor ve ne o zamanlar Çt'lk kullanılan yardım­ cı araç "Camera Lucida" ile, ne de onsuz istedigi gibi bir başarı elde edemiyordu. Şuradaki süs mü yoksa bir insan vücudu parçası mıydı? Bu bir göz mü, güneş mi, yoksa bir sembol muydu? Buradaki bir hayvan başı mı? eger öyle ise böyle hay­ van nerede vardı, hangi fantezinin topragından böyle korkunç başlar fışkırabilir­ di? Taşlar, dünyanın hiçbir yerinde bir örnegi bulunmayan görkemli şekiliere çev­ rilmiştil Stephens: "Sanki," diyordu, " 'id ol' onun sanatına meydan okuyor ve bir agacın üzerindeki iki maymun da onunla alay ediyordu! " Ama Catherwood sabahtan akşama dek ugraşıyordu. Sonunda i lk resmini ba­ şarabildigi güne erişti. Bu resim büyük bir ilgi uyandıracaktı. DERKEN garip bir şey oldu. Yardıma gereksinim duyan Stephens köy halkı ile da­

ha yakın baglantı kurmuştu. Köylü ile aralarındaki ilişki dostça gidiyordu. Çünkü Stephens -araştırıcılar çogu zaman bunu yapmak zorunda kalırlar- birkaç ilaçla ve ögütle onlara kendine göre yardımlarda bulunuyordu. Derken çekişmeler baş­ ladı. Çünkü Don Jose Maria büyük bir inatla geliyor ve tapularını gösteriyordu. Onunla yapılan ayrıntılı konuşmalar, yıkıntılar alanının onun için bütünüyle de­ gersiz oldugunu, bunlarla hiçbir zaman ilgilenemeyecegini ve bütün "ldol"lerin umuruna bile gelmedigini gösterdi. Yalnız mülk sahibi hakkının küçümsenmesi onu böyle rahatsız etmeye zorluyordu. Stephens bütün halkla, her ne pahasına olursa olsun iyi geçinmek istedigi için -bu siyasal kargaşalıklar içindeki ülkede bu çok gerekliydi- delice bir karara var­ dı. Düpedüz ve sözü hiç dolaştırmadan, "Viran kent için kaç para istiyorsunuz?" diye sordu. Stephens, "Sanırım ki," diye yazar, "zavallı yaşlı karısını, bizim romatizmalı hastamızı almak isteseydim bundan daha az şaşmayacaktı. . . İkimizden hangisiTM 1 7


258

TANRlLAR, MEZARLAR VE BILGINLER

nin aklını yitirdigini anlamıyor gibiydi. Topragı öylesine degersizdi ki bu istegim ona kuşkulu göründü." Bunun üzerine Stephens ona önerisinin kötü bir yanı olmadıgını anlatmaya çalışmak, o pislik içindeki Don Jose'ye kendisinin dürüst karakterli bir insan, gez­ gin bir bilgin, büyük ve güçlü Birleşik Amerika maslahatgüzarı oldugunu anlatan belgeleri göstermek zorunda kaldı. Miguel adında dil ve okuma yazma bilen biri bunları yüksek sesle okudu. Don Jose kah bir ayagının, kah ötekinin üstüne basa­ rak durdu durdu, sonra düşünecegini ve yine gelecegini söyledi. Bu sahne yinelendi. Miguel belgeleri bir kez daha okudu. Ama bu da işe ya­ ramayınca ve Stephens eski Copan kentinin satın alınmasının huzur ve barış için tek umut oldugunu görünce, orman köylülerinin psikolojisini çok iyi kestirerek, gülünç bir komediden alınmışa benzeyen bir kandırma sahnesine başvurmaya karar verdi. Bavulunu açtı ve içinden diplomat üniformasım çıkardı. Orta Amerika' daki diplomatik görevini artık çoktan geçmiş sayıyordu. Ama üniforma da giyilmeden kalmamalıydı. Birleşik Amerika Devletleri maslahatgüzarı, melez Don Jose'nin şaşkın bakışları karşısında agır agır ve büyük bir vakarla büyük üniformasının sır­ malı ceketini giydi. Gerçi başında yagmurdan yumuşamış bir panama şapka, üs­ tünde damalı bir gömlek ve dizlerine dek sarı çamurdan kaskatı olmuş beyaz bir pantolon vardı, bütün gün yagmış olan yagmur da hala agaçlardan damlıyor ve yerlerde bataklık su birikintileri bulunuyordu, ama birkaç güneş ışını büyük, kar­ tallı dügmeleri, sırmaları ve renkleri, dünyamızın başka enlemlerinde de etkisiz kalmayacak, karşı çıkmaya yer bırakmayan bir güçle parlatıyordu. Böyle bir görüntünün Don Jose Maria'nın üzerinde etkisiz kalmasına olanak var mıydı? Adam karşı duramadı. Kendisi için "tıpkı İngiliz subaylarını kafasın­ da şapkası, sırtında asker ceketi ve söz meclisten dışarı iç donu ile kabul eden, bir zenci kral gibi tuhaf bir kılıkta" oldugunu söyleyen John Lloyd Stephens de eski Copan kentini satın aldı! Sonradan şunları eklemektedir: "Belki de okuyucu Orta Amerika'da kentlerin nasıl satın alındıgını ögrenme­ yi merak eder. Tıpkı öteki pazar malları gibi bu da sunu ve İstege baglıdır; ama bunların, örnegin pamuk ve çivit gibi, depo stokları olmadıgı için, fiyat dogru­ dan dogruya keyfe göreydi ve o sırada da pek sürüm yoktu. Onun için okuyucu şunu bilsin ki, ben Copan için yalnız SO dolar ödedim! Fiyat üzerinde hiçbir zor­ luk çıkmadı. Bu fiyatı ben önerdim, Don Jose de bunu öyle yüksek buldu ki, be­ ni deli sandı. Eger daha çogunu verseydim herhalde beni daha kötü bir şey belle­ yecekti." Her ne kadar köy halkı buna karşı ilgi göstermemişse de yine böyle önemli ve garip bir olayın gerektigi gibi kutlanması gerekiyordu. Onun için Stephens bir ka­ bul töreni düzenledi. Bütün köy resmi bir alay halinde geldi. Yaşlı bayanlar kala­ balık olarak temsil edilmekteydi. Purolar dagıtıldı. Derken yıkıntılar ve anıtlar zi­ yaret olundu. Hepsi şaşmış kalmıştı. Çünkü burada yaşayanlardan hiç kimse öm­ ründe bu eserleri görmemişti. Miyasmalar içindeki ormana girmek için hiçbir ne-


MR STEPHENS BİR KENT SATlN ALlYOR

25 9

den yoktu. Hatta köyün en etkin adamı Don Gregorios'un, ormanı en iyi bildik­ leri söylenen, yigit ogulları bile bunları görmemişlerdi. YIL 1 842. New York'ta Stephens'in Incidents of Travel in Central America, Chiapas

and Yucatan kitabı, az sonra da bunun Catherwood'un çizdigi resimleri yayınla­ nınca gazetelerde bir fırtınadır koptu; bir açık tartışma ötekini kovaladı. Tarihçiler o zamana dek alıştıkları saglam yapılı bir dünyanın yıkıldıgını görüyor, onların dı­ şındakiler de en cüretli sonuçlar çıkarıyorlardı. Stephens'le Catherwood her çeşit zorluklar içinde Copcin'dan öteye gitmiş­ ler, Guatemala'ya girmişler, Chiapas ve Yucatan'ı dolaşmışlardı. Yollarında hep Mayaların anıtlarına rastlamışlardı. Onların şimdi yazı ve resimle ortaya koy­ dukları şeyler bir degil bin soruyu birden ortaya atıyordu. Ansızın yeniden ge­ riye, İ spanyol kaynaklarına dönüldü ve Yucatan'ın ilk karşıt ve fanatikleri bulu­ cu ve fethedicileri Hernandez de Cordovas ile Franzisco de Montejo'nun menkı­ belerinde bu garip ulus üzerine ilk haberler bulundu. Derken daha dört yıl önce Paris'te çıkan ve Stephens'in "Yolculuk lzlenimleri" ile bütünüyle aynı şeyleri an­ latan, fakat o zamana dek dikkati hiç çekmeyen bir kitap da tartışma konusu oldu. İlk bakışta garip görünür: Stephens'in eseri heyecan uyandırmış, birbiri ar­ dı sıra yeni baskıları yapılmış, hemen hemen yayınlanır yayınlanmaz birçok dile çevrilmişti. Kısacası herkesin agzındaydı. Ama Bay Waldeck'in 1 838'de Paris'te Romantische Archiiologische Reise in Yucatan (Yucatan'da Romantik Arkeoloji Gezisi) adıyla çıkan kitabı pek az göze çarptı. Bugün de hemen hemen unutul­ muştu. Şurası kuşkusuz ki: Stephens'in kitabı daha esaslıydı ve öyle parlak bir biçimde yazılmıştı ki bugün bile zevkle okunabilir. Üstelik Waldeck'in yanında, sanat degerieriyle bu denli üstün derecede aslına baglılıgı birleştiren (hatta fo­ tograflar bile Catherwood'un resimleri karşısında sönük kalmaktadır), resimleri bugün de arkeoloji için belge olmak degerini koruyan Catherwood çapında bir adam yoktu. Bu resimler bugün de belge olmayı sürdürmektedir, çünkü onun 0 zamanlar görerek kalemiyle saptadıklarından çogu bu arada bitkiler içinde kal­ mış, çökmüş, aşınmış, ya da tahrip edilmiştir. Ama asıl neden, herhalde şuydu: Waldeck'in kitabı çıktıgı sırada Fransa bam­ başka bir eski kültürün, az önce geçen ulusal olaylarla bagıntılı bir kültürü bu­ luşun heyecanı içindeydi. Daha Napoleon'un Mısır heyetine katılanlar sagdı ve hala kamuoyunu hiyerogliflerin okunınası gibi büyük bir iş heyecanlandırıyor­ du. Fransa, Avrupa, hatta Amerika (Stephens de önce nereye yolculuk etmişti? ) Mısır'a bakıyordu! Etkili biçimde degiştirebilmek için süregelen görüşlere güçlü bir saldırı gerekti. Mayalar ansızın herkesin gözü önüne çıkıverince, her yeni buluşun peşini bı­ rakmayan o tuhaf anlam çıkarmalar da dogmakta gecikmedi. Stephens'in yayın­ larından sonra ancak bir şeyde kuşku yoktu: Eski Mayalar, bütünüyle eski dünya kültürlerinin düzeyinde bir kültüre sahip bir ulustu. Bunu uzmanlar o zaman an­ cak mimarlık yapıtıarına dayanarak söyleyebilirlerdi; çünkü Mayaların matema­ tikte vardıgı yüksek gelişme ancak sonradan bütünüyle anlaşılmıştır.


260

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Bu da her şeyden önce şu soruyu ortaya koyuyordu: Bu ulus nereden gelmişti? Acaba Kuzey'de ve Güney'de yaşayan ve göçebeliğin üstüne asla çıkamamış olan öteki uluslar da aynı yerli kökten miydiler? Eğer böyleyse neden yalnız Mayalar bu yükselmeye erişmişlerdi? Bunları harekete geçiren güç neydi? Acaba Amerika kıtasında, Eski Dünya'nın büyük kültür akımlarına yolu bütünüyle kesik olarak, kendiliğinden bir kültür doğabilir miydi? İşte asıl bunda en cüretli savlar ortaya atıldı. Doğal olarak bütünüyle olanak­ sızdır! deniyordu. Hiç kuşkusuz çok eski zamanlarda eski Doğu'dan buraya göç olmuştu. Hangi yoldan? Eh, en akla yakın olanı, Kuzey'de Dilüviyum çağında iki kıtayı birleştiren kara parçası üzerinden geçmiş olmaları değil miydi? Ekvator ya­ kınında oturan insanları kutup dönencesi üzerinden geçirip getirmek tasarımın­ dan başları dönen başka bir takımı da Mayaları masal adası Atlantis'ten sağ kur­ tulanların torunları olarak görmeye karar verdiler. Bu açıklamalardan hiçbiri ye­ ter görülmediği bu sıralarda, Mayaların İsrailoğullarından bir boy olduğunu ileri süren sesler bile eksik değildi. Catherwood'un eserlerinde bütün dünyanın görebildiği bu heykellerden bazı­ ları Hint tanrılarına şaşılacak denli benzemiyor muydu? Ötekiler de, "Evet ama," diyorlardı, "piramitler de bütünüyle Mısır'ı işaret etmektedir!" Bazı araştırıcılar Maya mitolojisindeki çok güçlü Hıristiyanlık öğeleri üzerine İspanyol kaynakların­ da açık kanıtlar bulunduğunu söylüyorlardı. Haç simgesi bulunmuştu. Mayalarda bir tufan tasarımı bulunduğu yolunda kanıtlar vardı, hatta tanrıları Kukulkan bir çeşit mesihti. Bütün bunlar da Doğu'nun kutsal diyarını, Kudüs'ü işaret ediyordu. Bu çekişmelerin en şiddetli olduğu sırada Stephens gibi bir araştırıcı değil, yal­ nızca odasında oturup çalışan bir bilginin kitabı çıktı. Evet, hatta çalışma oda­ sında, Stephens'in machete ile kesip açtığı orman geçitlerini yalnız aklının kes­ kinliği ile aşan bu adam hemen hemen kördül Stephens Honduras, Guatemala ve Yucatan'da eski Maya İmparatorluğunu nasıl bulduysa o da eski Aztekler İmparatorluğu'nu, Meksico'daki Montezuma'nın imparatorluğunu, ikinci kez buldu. İşte iş asıl o zaman çapraşıklaştı. WILLIAM HICKLING PRESCOTT, New England'da eski bir Püriten soyun­

dan gelmeydi. 4 Mayıs 1 796'da Salem'de doğdu. 1 8 l l 'den 1 8 14'e dek Harvard Üniversitesi'nde hukuk öğrenimi gördü. Hukukçu olarak büyük umutlar besle­ rneye hakkı olan bu adamı birkaç yıl sonra garip bir yazı tezgahının başında gö­ rüyoruz. Bu aygıtın adı "Noctograph"tı ve Wedgewood adında birinin buluşuy­ du. Bu tezgah, satır çizgilerinin yerine pirinç çubuklar sıralanmış bir taş tahtaya benzemekteydi. Bu çizgiler üzerinden el, hiza bozulmadan güvenle hareket edi­ yor, kalemin hokkaya hatırılmasına da bu çubukların altına yerleştirilen bir kar­ bon kağıdı yazılanları altındaki kağıda geçirdiği için, gerek kalmıyordu. Bu araçla kapalı gözle de yazı yazılabilirdi. Yani insan kör de olsa bununla yazabilirdi. William Prescott hemen hemen kördü. Bir kaza yüzünden 1 8 1 3'te kolejdey­ ken sol gözünü kaybetmişti. Sürekli çalışmalar yüzünden sağ gözü de o denli za­ yıflamıştı ki iki yıl Avrupa göz hekimlerini dolaşması bile ona görme gücünü ka-


MR STEPHENS BİR KENT SATlN ALlYOR

26 1

zandırmamıştı. Hukukçuluk karİyeri böylece birdenbire sona erivermişti. O zaman bu adam, inanılınayacak bir is­ temle kendini tarih çalışmalarına verdi ve "Noctograph"ta, Meksico'nun Fethi adlı eseri ortaya çıktı. Bu kitap, Cortez'in fetihlerinin in­ sanın solugunu kesecek denli heyecanlı bir ta­ rihiydi. Ama bundan da çoguydu. Burada in­ sanüstü bir çalışkanlıkla Konquistadorlar za­ manının görgü tanıklarının en kıyıda bucakta kalmış haberlerine, Aztek İmparatorlugu'nun İspanyol İstHasından önce ve sonrasının bir panoramasını çizmek için başvurulmuştu. Eser 1 843'te yayınlandıgı zaman bu, yeni bu­ William Hickling Prescott lunan Maya kültürünün yanında, ondan az gizemli olamayan, Aztek uygarligının yine o (1 796- 1 859) denli ansızın ortaya çıkıvermesi demekti. Burada ortaya çıkan neydi? Azteklerle Mayalar arasında birtakım ilgilerin bu­ lundugu apaçıktı. Örnegin, ikisinde de dinin birbirine bütünüyle uyan yanları çoktu. Yapılar, tapınaklar ve saraylar aynı anlayışla yapılmış gibiydi. Ama acaba dil yanı nasıldı? Ya her iki ulustan hangisi daha eskiydi? Daha şöyle üstünkörü bir inceleme bile Azteklerle Mayaların ayrı köklerden gelme dilleri oldugunu göste­ riyordu. Cortez, Azteklerin kültürlerinin başını, tam da en parlak dönemlerinde, kestigi zaman Mayalar, kültürel ve politik yükselişlerinin en üstün noktasını yüz­ lerce yıl önce aşmışlardı ve İspanyollar kıyılarına yanaştıkları zaman bunların ar­ tık can çekişen bir ulus oldukları görülüyordu. Bununla birlikte, tarihöncesi Amerika'sında İsrailogullarını hesaba katmak­ tan bile çekinmeyen bir yöntemle, bu gelişmelerin bir açıklaması uydurulabilir­ di; eger Prescott birkaç çıkma ile Orta Amerika kültürleri çevresindekilere yeni gi­ zemler katmamış olsaydı! Örnegin bir kez, Cortez'in bozgun askerleriyle Meksico'dan kaçtıgı korkunç "noche triste"yi anlatırken, birden keser ve tarihçi, kovalanan İspanyolların dogal olarak pek az dikkat etmiş olacakları bir yıkıntı alanını görmek için onlardan ge­ ride kalır. Bu alanda başka yapılar arasında Teotihuacan piramitleri, özellikle bun­ ların arasında güneş ve ay piramitleri yükselmektedir. Bunlar Firavun mezarlarıy­ la boy ölçüşecek büyüklükte yapılardır. Güneş pirarnidi 60 metreden yüksektir ve taban kenarları 200 metreyi aşkın uzunluktadır. Bu dev tapınakların Meksico'dan uzaklıkları bir yürüyüş günü bile degildir. Bu durumda bunlar Aztek lmparatorlugu'nun tam kalbindedirler. Ama cografi yer Prescott'u etki altında bırakmaz, yeriiierin söylentilerini izler ve Azteklerin saldır­ gan olarak bu ülkeye girdikleri sırada bu piramitleri bulduklarını ileri sürer. Bununla Azteklerden, hatta Mayalardan önce Orta Amerika ve Meksika'dan çok daha eski, üçüncü bir ulusun kültür eserlerini ortaya çıkarmış oldugunu ileri sürmektedir.


262

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Şöyle yazar: "Bizi karanlık eski çaglara götüren bu dev binaların yapıcıları olan kuşakların küllerine basarak yürüdügü zaman, gezginin ruhuna ne düşünceler doluşur! Ama bunların yapıcıları kimlerdi? Tarihleri eski titanlarınki gibi masal­ ların sisi içinde yitip giden efsanelerdeki Olmekler mi? Yoksa, genel olarak ileri sü­ rüldügü gibi, barışçı ve zanaatçı olan ve haklarında pek de güvenilir olmayan söy­ lentilerden başka bir şey ögrenemedigimiz Tahekler mi? Bu binaları yapan ulus­ lar ne oldular? Bu topraklarda kaldılar da peşlerini kavalayan yabansı Aztekler'le karıştılar mı. . . Ya da boyuna Güney' e çekildiler, Orta Amerika'nın ve Yucatan'ın uzak bölgelerindeki yapı kalıntılarının üstün karakterinin gösterdigi gibi, kültür­ lerini yaymak için daha geniş bir alan mı buldular?" Burada basit olsun diye yalnızca Prescott'tan aldıgımız böyle ipuçları her yanda ortaya çıkmakta ve anlaşılabilecegi gibi, daha kötüsü düşünülemeyecek bir karmaşıklık oluşturmaktaydılar. Ama eger Prescott: "Bütün bunlar, üzerine zamanın kaldırılmaz bir peçe örttügü bir gizdir . . . " diyorsa ve şunu da ekliyorsa: " . . . Hiçbir ölümlü elin kaldıramayacagı bir peçedir bu!" Bu sözler tarihçinin geç­ mişin karanlıklarından ne denli çok şeyi gün ışıgına çıkarırsa çıkarsın, bütünüy­ le umutsuzluga düştügünü göstermektedir. Fakat ölümlü eller bugün, yüzyıl ön­ ce erişilmez bir giz olan şeyleri artık aydınlatmıştır.


30. BÖLÜM

Perde Arası

B krallık kitaplıgındaki tarihi devlet arşivini araştırırken, çok eski ve hiç el deg­

UNLARDAN aşagı yukarı yirmi yıl sonra, 1 863'te, bir ziyaretçi Madrid'deki

memiş oldugu görülen sararmış bir yazma kitap buldu. Bu kitabın tarihi 1 566, adı da Relacion de las cosas de Yucatan' dı. İçinde birkaç çok garip ve ilk bakışta an­ laşılmaz desen vardı. Yazarın adı Diego de Landa olarak gösterilmişti. Her sıradan ziyaretçi bu yazmayı hemen yerine koyardı; herhalde daha ön­ ce birçokları da böyle yapmış olacaklardı. Ama rastlantı sonucu kitabı şimdi eli­ ne alan adam, on yıl Meksika'da Fransız elçiligi papazlıgını yapmıştı. 1 855'ten beri Guatemala' da, Salama bölgesinde Rabinal adındaki yerli köyünde papaz­ lık ediyordu. Amerika yerlilerinin dilleri ve bir zamanki kültürlerinin kalıntıları üzerinde çok geniş çalışmalara kendini vermişti. Bu Charles Etienne Brasseur de Bourbourg ( 1 8 1 4'ten 1 874'e dek yaşamıştır) Diego de Landa'nın sararmış kitabı­ nı eline alıp artık bırakmamasıyla ve onu incelemesiyle, Orta Amerika kültürleri araştırmaları için son derece önemli bir buluş yapmış oldu. William Prescott, Stephens'ten on yaş büyük, Brasseur de Bourbourg ise do­ kuz yaş küçüktü. Her ne kadar B. de Bourbourg önemli buluşunu ancak 1 863'te yapmışsa da her üçünün eserlerini bir bütün saymak olasıdır. Stephens, Mayaların anıtlarını kazıp çıkarmıştı. Prescott toplamış ve ilk olarak Aztek tarihinin (her ne kadar son bölümünü tanımış olsa da) bir bölümünü zincirleme ve tam olarak be­ timlemişti. Brasseur de Bourbourg ise ilk olarak, o zamana dek aniaşılamayan süsler ve hiyerogliflerden birçogunun anlaşılabilmesi için, ne kadar küçük ve bü­ tün kilitlere uymaz olursa olsun, yine de bir anahtar vermişti. Bu buluşun önemi­ ni açıklamadan önce arkeologların Amerika problemleri karşısında rastladıkları ve Eski Dünya'nın bütün problemlerinden bütünüyle başka olan zorlukları açık­ ça görmemiz gerekir. SÜMERLERlN Mezopotamya'ya göçmelerinden sonra ilk Babil-Asur kültü­

rü Fırat'la Dicle arasındaki ilk yerleşme yerlerinde gelişti. Mısır kültürü yal­ nız Nil'in kenarında degil Nil' de yaşamıştır. Bu uluslar için ırmaklar ne ise Yunanlılar için Ege Denizi o olmuştur. Bu demektir ki geçmişin büyük kültürleri


264

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

hep su kıyısı kültürleriydi ve bilimsel araştırmalar bir ırmağın varlığını bir kül­ türün doğması için koşul olarak almaya alışmıştı. Ama Amerika kültürleri ırmak kültürleri değildi; oysa onların da parlamış ve gelişmiş olduklarından kuşku du­ yulamazdı. Ulusların tarım ve hayvancılığa olan yatkınlıkları ve becerileri, oluşum için bir başka koşul olarak görülür. Mayalar tarımla uğraşıyorlardı, üstelik bu konuda özel bir ustalığa ulaşmışlardı. Ya hayvancılık? Maya kültürü gerçekten de evcil ve yük hayvancılığı, dolayısıyla arabaları olmayan tek kültürdür. Mısırlılardan, Asya'nın, Küçük Asya'nın ve Yunanistan'ın eski uluslarından oldum olası haberimiz vardır. Birçok şeyler yitip gitmiştir, ama birçokları da ya­ zı ya da sözle bize kadar gelmiştir. Onlar uzun zaman önce ölmüşlerdir, ama yap­ tıkları şeyler onlar öldükten sonra da sürmüştür ve ölümleri de ağır ağır olmuş­ tur. Amerika kültürlerine gelince bunların -daha önce söylediğimiz gibi- "bo­ yunları vurulmuştur," atlı ve kılıçlı İspanyolların ardı sıra papazlar gelmiş, bize bu kültürlerden haberler verebilecek yazılar ve resimler odun yığınları üzerinde alev alev yanmıştır. Meksico'nun ilk başpiskoposu Don Juan de Zumarraga dev bir otodafe' de eline geçebilen bütün yazmaları yakmıştı. Piskoposlar ve papazlar da onun yolundan gittiler, askerler de onlardan aşağı kalmayan bir çabayla geri­ de ne kaldıysa yok ettiler. 1 848'de Lord Kingsborough eski Azteklerden son kalan belgeler koleksiyonunu tamamladığı zaman bunların arasında İspanya'dan gelme tek bir parça bile yoktu. Ya Konquistadorlar öncesi dönemin Mayalarından bize kalan belgeler nelerdir? Bunlar ancak üç yazma kitaptır. Bunlardan biri Dresden' de, biri Paris'te, üçüncü kitabın iki parçası İspanya'da ayrı ayrı yerlerdedir: "Codex Dresdensis" (en eski) "Codex Perasianus", "Troano" ve "Cortesianus" yazmaları. Mademki bir kez saymaya başladık, bunun sonunda doğrudan doğruya yerin­ de incelemelerdeki zorlukları da söyleyelim. Yunanistan ve İtalya' da arkeolog uy­ gar bir ülkede gezer. Mısır'daki araştırıcı bu enlemlerdeki sağlığa en uygun iklim­ de çalışır. Ama geçen yüzyılda Mayalar ve Azteklerin izlerini aramak isteyen ki­ şi, her uygarlıktan bütünüyle uzak bir cehennem iklimi içine girmek zorundaydı. Öyleyse Orta Amerika'da araştırmalar üç güçlükle karşı karşıyadır: Birincisi bu kültürlerin kendinden başkasına benzemeyişinden doğan kesinlikle apayrı so­ runlar, İkincisi, yalnız bol malzemenin olanak verebildiği her türlü kıyaslama ve sonuçlandırmanın olanaksızlığı -çünkü burada, yıkıntılar dışında hemen hemen hiç malzeme bulunmaz- üçüncüsü de hızlı araştırmalar yapmaya ülkenin çıkar­ dığı doğal engeller. Öyleyse Mayalar ve Azteklerin, Stephens ve Prescott onları böyle olağanüs­ tü bir biçimde yeniden bulduktan sonra, yeniden kamuoyundan silinmiş olma­ larından şaşılacak yan var mıdır? Ya bu uluslar üzerine bilginin kırk yıl boyunca yalnız birkaç araştırıcının malı olarak kalmasında? Ya 1 840'la, 1 880 arasında sayı­ sız araştırma sonuçları elde edildiği halde tek bir büyük buluşun yapılmamış ol­ masında? Ya, hatta Brasseur de Bourbourg'un Madrid arşivindeki "kazısının" bi­ le birkaç uzmandan başkasının ilgisini çekmemiş olmasında?


PERDE ARASI

265

Diego de Landa'nın, üç yüzyıl herkesin eline geçecek gibi, fakat kimse yarar­ lanmadan yatan kitabında Maya belgelerinin ve anıtlarının gizlerini -hiç değilse bir ölçüde- çözmeye yarayacak büyülü sözcükleri kullanmak ve bunları doğru­ luk bakımından denetleyebilmek için pek az belge, pek az taş, kabartma ve hey­ kel söz konusu ediliyordu.


31. BÖLÜM

Boşaltılmış Kentlerin Gizemi

Y dogudaki Tikal ve Ixkun'dan (Guatemala) Guatemala kenti üzerinden ba­

UCATAN'IN kuzeyindeki Chichen Itza'dan güneyde Copan'a (Honduras ) ,

tıdaki Palenque'ye (Chiapas) bir çizgi çekilecek olursa eski Maya kültürünün sı­ nırları aşagı yukarı işaret edilmiş olur. Böylelikle aynı zamanda İngiliz Alfred Percival Maudslay'in de 1 8 8 l 'den 1 894'e dek, yani Stephens'ten yuvarlak hesap kırk yıl sonra dolaştıgı alanın çevresi de çizilmiştir. Percival Maudslay, Stephens'ten daha çok iş gördü. Eger araştırmalarının bu­ nunla kalması istenmeyecekse artık zorunlu hale gelen şeyi de yaptı. Tam yedi or­ man ekspedisyonundan kıyıya, yalnızca eserlerin resimlerini ve yazı ile tanımları­ nı getirmekle kalmadı. Bunun dışında da orijinal parçalar, kabartma ve yazıtların son derece temiz kagıt ıstampajları ve alçı kalıplarını getirdi. Koleksiyonu İngiltere'ye gitti ve orada Victoria ve Albert Müzesi'nden British Museum'a taşındı. "Maudslay-Collection" kamunun yararlanmasına açılınca, anıtların yaşlarını, kökenierini araştırmak için gerekli malzeme de ortaya kon­ muş oldu. Bununla yeniden Diego de Landa'ya dönmüş oluyoruz. Yucatan'ın bu ikin­ ci başpiskoposu kuşkusuz ki içinde yaşayan tutucu papazla, modern pozitif bil­ gini birbiriyle uyuşturamayan bir adamdı. lki ruhun çarpışmasının sonunda hep tutucunun üstün gelmesi çok yazık olmuştur. Çünkü Diego de Landa ele geçebi­ ten bütün Maya belgelerini şeytan işi diye toplattıran ve yaktıran piskoposlardan biriydi. İçinde yaşayan ikinci ruhu ise ancak sag kalan Maya prenslerinden biri­ ni bir Şehrazat olarak kullanmasını saglayabilmişti. Ama bu Şehrazat yalnız masal anlatmıyordu. Onun için Diego de Landa Mayaların yaşayışlarının, yaptıklarının, tanrılarının ve savaşlarının öykülerini yazmakla kalmadı, buna resimler ve eskiz­ ler de ekleyebildi. Bunlarda Mayaların aylarını ve günlerini anlatmak için hangi işaretleri kullandıkları da görülüyordu. Bu bilgi gerçi meraka deger, ama böylesine önemli sayılmasının sebebi nedir? diye soranlar çok olur. Ama işte bu birkaç çizgi sayesinde, o zamana dek korkunç süsleri içinde yal­ nızca korku veren Maya anıtları birdenbire zengin bir yaşam kazanıverdi. Elinde


BOŞALTILMIŞ KENTLERİN GtZEMt

267

Diego de Landa'nın kitabı ve çok geçmeden Mayaların sayıları üzerine kazanı­ lan bilgi oldugu halde, araştırıcı, tapınakların, merdivenlerin, direkterin ve friz­ lerin karşısına geçti ve o zaman şunu gördü: Yük hayvansız ve arabasız olarak arınanda üst üste yıgılan ve taş aletlerle taştan yontulan bu Maya yapıtlarında, bir tarihle dogrudan dogruya ilgisi olmayan tek bir kabartma, tek bir süs, tek bir hayvan frizi ya da heykel yoktu! Mayaların her binası taş olmuş bir takvimdi. Hiçbir düzen rasgele degildi. Burada estetik matematige boyun eğmişti. O zama­ na dek korkunç taş yüzlerin, görünüşte anlamsız tekrarlanışlarına ya da birden­ bire kesitişlerine anlam verilememişti. Ama şimdi, bunlarla bir sayının ya da tak­ vim ayarlanmasının dile getirildigi ögrenilmişti. Copan' daki hiyeroglifler mer­ diveninde korkuluk süsleri l S kez yinelenmekteydi. Şimdi bununla geçen tak­ vim düzenleme dönemlerinin açıklandıgı biliniyordu. Merdivenin kendisi yet­ miş beş basamaktı, bununla da dönemlerin sonundaki ek günler (S kere 1 S ) ve­ rilmiş oluyordu. Böyle bütünüyle takvime göre düzen almış bir mimarlık ve sa­ natın dünyada bir ikincisi yoktur. Araştırma -bilginlerden yaşamlarını yalnız Maya takvimine verenler vardır- gittikçe daha çok bu takvimin gizlerine işledik­ çe, bu sürprizlerden yana gerçekten yeteri kadar zengin olan kültür ortaya yeni bir sürpriz daha çıkardı: Mayaların takvimi bildigirniz bütün takvimlerden başka türlü kurulmuştu ama yine de daha açık seçikti. Bütün inceliklerini bir yana bırakırsak -zaten bugün de hala bunların hepsi aydınlanmış degildir- yapısı şöyledir: Önce yirmi gün işaretlik bir dizisi vardır. Bunlar 1 ' den 1 3'e kadar sayılada birlikte 260 günlük UO POP ZIP bir dönemi verirler. Buna "Tzolkin" de­ nirdi. (Aztekçesi: Tonalamatl) ikinci­ si on sekiz ay işaretlik bir sıraydı, bun­ ZOTZ TZEC XUL lardan her biri 20 günlük bir dönemi gösterirdi, bunların arkasında gelen beş günlük bir dönemi gösteren bir işaret­ le dönem tamamlanırdı. Bu, 36S gün­ CHEf't MOL VAX K I N lük Maya yılıydı, adına "Haab" derlerdi, Buna ek olarak "Tzolkin" (Tonalamatl) ile "Haab"ın birleştirilmiş bir biçi­ CEH YA X ZAC mi olan başka bir dönemle hesaplana­ nı da vardı. Buna İngilizce olarak konu­ lan adı kullanacagız; bu da, daha sonra­ MAC M U A tt K A N Jo< I N ki böyle adlar da, bilim dünyasına yer­ leşmiştir: "Calendar-round." Bu dönem 1 8.980 günü ya da her biri 36S günlük PA X KA VAS CUMHU UAY E B S2 yılı içerisine alırdı. Bunun, daha son­ ra göreceğimiz gibi, Mayaların yaşa­ Mayaların ay işaretleri. mında büyük bir önemi vardı. Nihayet

� � � � � � � � � n m � §! i � � � � M


268

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

"Long-Count" denen bir yöntemle de hesaplanırdı ki bu bir tarih başlangıcı ile ilgiliydi. Bu tarih başlangıcı ( 4 Aha u, IMIX A. K B A L. IK 8 Cumhu) işlev bakımından, eger aşagı yukarı bir kıyaslamaya kalkışacak olur­ sak, bizim lsa'nın dogumu tarih başlan­ KAH CIMI C H IC C H A N gıcımız gibi bir şeydi. Ama unutulma­ malıdır ki, salt işlevi bakımından buna benzemektedir, yoksa bizim başlangıcı­ LAMAT MANIK MULUC ınızla hiçbir ilgisi yoktur. Bu zaman hesabı yöntemiyle (bu öy­ lesine çapraşıktır ki bütünüyle açıklan­ ması için başlı başına bir kitap gerek­ tir. ) Mayalar dünyadaki bütün öteki tak­ 1.1( M I! N BEN vimlerden üstün bir dogruluk elde et­ mişlerdir. Biz bugün kullandıgımız tak­ viınİ genel olarak haksız yere en iyi çö­ GA8AN � .l N A 8 CIB züm saymaktayız, oysa bu takvim yal­ nızca kendinden öncekilerin düzeltil­ miş bir biçiminden başka bir şey degildir. AHAU CAUAC III. Ptolemaios, t.ö. 239' da eski Mısır zaman hesabını düzeltmişti; Julius Caesar Mayaların gün işaretleri. bu çözümü alarak t.s. 1 582'ye dek sü­ ren, Julian takvimini koydu. 1 582'de Papa XIII. Gregor, Julian takviminin yerine Gregoryen takvimini geçirdi; bütün bu takvimleri astronomik olarak tam hesap­ lanmış yıl uzunlugu ile kıyaslarsak, tam degere Mayalarınki gibi hiçbirinin yaklaş­ mamış oldugunu görürüz.

� � � �J

� � a

� 11 � e

� �� � � (i i) �

Yıl uzunlukları şöyledir: Julian takvimine göre Gregoryen takvimine göre Maya takvimine göre Astronomi hesabına göre

365,250 000 gün 365,242 SOO gün 365,242 1 29 gün 365,242 198 gün

En açık seçik gök gözlemlerini en çapraşık matematik ustalıklada birleştirmeyi bilen, buna göre de akılcı düşünüşün en üstün kanıtını veren bu ulus, öte yandan en korkunç mistisizme boyun egmişti. Dünyanın en kusursuz takvimini oluştu­ ran Maya ulusu aynı zamanda bu takvimin kölesi haline gelmişti. ÇÜNKÜ yalnızca Mayaların takvimlerini ögrenmek başlı başına bir amaç ola­ mazdı. Ay, gün ve dönem gösteren korkunç sayı suratları bütün tapınakların ve sarayların cephelerinde, direklerinde, frizlerirıde ve merdiven korkuluklarında bulunur. Her yapı dogum tarihini alnında taşır. Araştırıcıya gereken ise bu yapıt-


BOŞALTILMIŞ KENTLERİN GlZEMl

269

ları zaman bakımından gruplaştırmak, grupları kronolojik olarak sıralamak, gruptan gruba etkileri ve biçem değiş­ o 1 :2 3 melerini tanımak, özetle, tarihi gör­ mektir. Ama hangi tarihi? Doğal olarak Maya tarihini. Bu yanıt hazırdır. Fakat 4 s 6 7 soru yine de çocukça değildir. Çünkü bütün bu elde edilen bilgilerin pek kötü bir püf noktası vardır: Araştırıcı yalnız Maya tarihini görmektedir. Daha doğ­ rusu bizim zaman hesahımızla ilgisi ol­ 10 8 9 ll mayan Maya tarihlerini. Araştırıcılar yine Eski Dünya'nın bu denli zorunu karşılarına çıkarma­ dığı bir sorunla karşılaşmaktadırlar. 12 13 14 15 Daha iyi anlaşılması için yine Avrupa tarihinden bir örnek alalım: Diyelim ki İngiltere'nin tarih boyunca Avrupa kı­ tası ile hiçbir ilgisi olmadı. Kendi za­ 16 17 18 ll man hesabında da tarihini İsa'nın do­ ğumundan değil, bizim bilmediğimiz Mayaların sayı işaretleri. bir zamandan başlattı. Bütün tarihini bu kendi zaman hesabına göre kaydetti. Derken kıtanın tarihçileri İngiltere'ye geldiler, gözlerinin önünde de aslan Yürekli Richard'dan Kraliçe Victoria'ya ka­ dar olan bütün İngiltere tarihi bu göreli zaman kayıtlarıyla ( tarihleriyle) açık­ ça durmaktadır. Ama bu zaman hesabının başlangıcını bilmedikleri için Aslan Yürekli Richard'ın Charlemagne ile mi, XIV. Louis ile mi, yoksa Bismarck'la mı aynı zamanda yaşadığını söyleyemezler. İşte araştırıcılar ormanlardaki anıtların karşısında tıpkı bu durumdaydılar. Çok geçmeden, örneğin Copcin'daki binaların Quirigua'dakilerden kaç yıl eski ol­ duğunu söyleyebilir durma gelmişlerdir; ama her iki kentin Avrupa hesabına gö­ re hangi yüzyılda yapılmış olduklarını kestiremiyorlardı bile. Bir sonraki görevin Maya takvimi ile günümüz takvimi arasındaki bağlantıyı kurmak olacağı açıktı. Bu büyük ölçüde aşıldığında ise, giderek daha kesin hale gelen tek tek düşülmüş tarihler, büyük bir ulusun tarihindeki esrarengiz fenomenlere, terk edilmiş şehir­ lerin gizemine her seferinde yeni bir sorun getirdi.

� � fl � �a��

tf � [ l

� �i� � (f fl fj

ŞİMDİ, dünyanın en kusursuz takvimini geliştirmiş olan ulusun takvime köle ol­

duğunu söylemiş olduğumuzu anımsamamız gerekir. Çünkü Mayalar büyük ya­ pılarını, kendilerine gerekli olduğu için yapmazlar, takvim kendilerine huyuracak olursa yaparlardı. Yani her beş, on ya da yirmi yılda üzerlerine doğum tarihlerini yazdıkları yeni bir yapı kurarlardı. Bazı kez takvimin yeni bir ayarlama günü, ken-


270

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

disinin sonsuzlaştırılmasını isterse, daha önce yapılmış bir pirarnidi ikinci bir pi­ ramidin içerisine alırlardı. Bunu yüzlerce yıl tam ve kesin bir düzenle yapmışlar­ dır. Binalara oyulmuş tarihler bunu kanıtlamaktadır. Bu düzeni yalnız büyük bir felaket ya da bir göç bozabilirdi. Bu durumda bir kentteki yaşamın belli bir tarihte kesildiğini ve aynı tarihte başka bir kentte bütünüyle yeni olarak başladığını görürsek bundan tek bir so­ nuç çıkabilir: Bu da halkın bu kenti birdenbire bırakarak yeni bir kent kurmuş ol­ duklarıdır. Böyle bir bölgesel olay, her ne kadar ortaya birçok sorular atsa bile, yine de açıklanabilir. Ama yaklaşık 1. S. 750-950 sıralarında olanına hiçbir açıklama bu­ lunamaz. Çünkü bir ulus, kentlerde oturan bir ulus kalkmış, sağlam evlerini, caddele­ rini, alanlarını, tapınaklarını ve saraylarını bırakmış ve ta uzağa, yabancı Kuzeye göçmüştür. Kentler bomboştur, orman caddeleri, yabani otlar merdivenleri ve eşikleri sarmıştır. Ormanın tohumları rüzgarın toprak parçalarıyla doldurduğu taş aralarına düşmüş, bir daha hiçbir insan ayağı avluların kaldırımianna bas­ mamış ve piramitlerin basamaklarından yukarı çıkmamıştır. Böyle bir olayın ak­ la sığmaz büyüklüğünü ve anlaşılmazlığını göz önüne getirmek için düşünelim ki, örneğin Fransız ulusu, bin yıllık tarihlerine karşın, ansızın yeni bir Fransa kur­ mak için Fas'a göç etmeye karar vermiş olsun. Katedrallerini ve büyük kentlerini yüzüstü bıraksın, Marsilya'dan Toulouse'dan, Lyon'dan, Nantes'dan ve Paris'ten insanlar, birdenbire yola çıkıversinler. Yalnız bu da değil! Üstelik daha Fas'a varır varmaz hemen, az önce bırakmış olduklarını tıpkı tıpkısına kurmaya başlasınlar, yani yeniden katedralleri ve kentleri yapsınlar! Böyle bir olay Mayalar için de Fransızlar için olduğu gibi akıl almaz bir şey­ dir. Bu olayın izi bulununca açıklamalar da birbirini kovaladı. En doğal açıklama yabancı saldırganların Mayaları kovmuş olmasıydı. Ama bu saldırganlar kimler olabilirdi? Mayalar gelişmelerinin en yüksek noktasına erişmiş bulunuyorlardı; onların savaş gücüne yaklaşabilen hiçbir ulus da yoktu. Ama bu açıklama zaten yetersizdi. Çünkü bırakılmış kentlerde yabancıların buraları ele geçirdiğini göste­ ren tek bir iz bulunmuyordu. Bir doğa afeti mi bu göçe neden olmuştu? Ama yine şunu sormak zorundayız: Bunun izleri nerede? Hangi afet bir ulusu, önce kaçtıktan sonra yeniden eski yer­ lerine dönecek yerde yeni bir devlet kurmaya zorlayabilir? Belki de korkunç bir salgın çıkmıştır? Ama pek azı sağ kalan bir ulusun (her­ halde ancak o zaman göçe karar vereceklerdi) büyük yolculuğa çıktığını gösteren hiçbir belirti yoktur. Tersine, Chichen ltza gibi yeni kentleri kuran ulus güçlüydü. Acaba iklim birdenbire değişti de artık orada yaşanılmaz mı olduydu? İyi ama Eski Devlet'in merkezinden Yeni Devlet'in merkezine dek kuş uçuşu 400 kilomet­ reyi bile bulmaz. Bir iklim değişmesi (görünürde bunu anlatan hiçbir şey de yok­ tur. ) olsaydı 400 kilometre ötede de herhalde etkisiz kalmazdı. Geriye hangi açıklama kaldı?


BOŞAL TILMIŞ KENTLERİN GtZEMt

271

MAYALARlN kentlerde oturan bir ulus olduklarını söylemiştik. B u söz, beş yüzyıl­

dan beri bütün Avrupa uluslarının kentli oldukları gibi dar anlamda söylenmiş­ tir: Egemen sınıf (soylular ve papazlar) kentlerde otururlardı; bütün iktidar, ay­ nı zamanda bütün kültür, düşünce yaşamı ve incelmiş yaşama biçimi hep kentler­ deydi. Ama bütün bu kentler, köylüsüz, köyün ürünleri olmadan, bizde buğday, Orta Amerika uluslarında "Indian Corn" yani mısır olan ana ürün olmadan yaşa­ yamazdı. Mısır, kentleri ve egemen sınıfları beslerdi. Kültür ona dayanarak ve onun­ la yaşardı. Kentlere ilk yeri açan da mısırdı; çünkü kentler, ormanların daha önce mısır yetiştirmek için yakılmış yerlerinde kurulmuştu. Fakat Mayaların toplumsal düzeni, tanıdığımız bütün ötekilerden çok daha sert farkları içinde topluyordu. Modern bir Avrupa kentini bir Maya kentiyle karşılaştırırsak bu düzenin karakteri daha açık bir biçimde görülür. Modern bir kent, halkının toplumsal ayrılıkları görülebilen bir topluluktur. Ama sayısız kü­ çük düzey farkları bunlar arasında bağlantı kurar ve birinden ötekine geçebii­ rnek olanağını verir. Maya kenti, bunun tersine olarak, halkı arasındaki ayrılık­ ları apaçık gösterir. Çoğu zaman bir tepenin üstünde tapınaklada papaz sınıfı­ nın ve soyluların sarayları yükselirdi. Bunlar, aşağı yukarı, bir kale karakterini ta­ şıyan kapalı bir alan oluştururdu. (Bu özelliklerinden de belki sık sık yararlan­ mak zorunda kalmışlardır.) Bu taştan "City"nin çevresini sıradan halkın yaprak ve ağaçtan kulübeleri sarardı. İkisinin ortası yoktu. Maya ulusu çok küçük sayı­ da efendilerle dev bir ezilenler kitlesine bölünmüştü. Bu iki sınıf arasındaki uçurum bizim düşünemeyeceğimiz denli derindi. Görünüşe göre Mayalarda, aracı bir burjuva sınıfı yoktu. Soylular sınıfı bü­ tünüyle kendi içine kapalıydı. Kendilerine "almehenoob"lar derlerdi. Bu, "ana­ sı babası olanlar", yani bir soy kütüğü bulunanlar demekti. Papazlar da bunlar­ dan çıkardı, "hlack uinic" yani "gerçekten adam" denen kalıtsal prensler de bun­ lardandı. İşte bu "babası anası olanlar" için ulus çalışırdı! Köylü ürününün üç­ te birini soylulara verirdi, ikinci üçte bir din adamları sınıfınındı, yalnız üçte bi­ rini kendisi için alıkoyabilirdi. (Avrupa'nın feodalite toplumsal düzeninde ürü­ nün onda birinin alınmasının nasıl katlanılmaz ağırlıkta bir vergi olduğunu ve bu yüzden ayaklanmalar çıktığını anımsayalım. ) Ekme ile ürün kaldırma arasın­ da köylü, yapı işlerinde kölelere katılırdı. Arabasız ve hayvansız, taş blokları taşı­ nır, demirsiz, bakırsız ve tunçsuz, yalnız taş aletlerle olağanüstü heykeller ve ka­ bartmalar yontulurdu. Maya işçilerinin başardıkları bu işler Mısır'ın piramitleri­ ni yapanlarınkinden aşağı değil, belki de onlara üstündü. Böyle ezici bir toplumsal düzen (bu durum, görünüşe göre bin yıl hiç gevşe­ memiştir) çöküşün tohumunu içinde taşıyordu. Papazların yüksek kültür ve bil­ gisi zorunlu olarak gittikçe daha çok gizli kapaklılığa yöneldi, aşağıdan gelen et­ kilere kapandı. Artık herhangi bir görgü değiş tokuşu yoktu. Maya bilginlerinin keskin zekaları gittikçe bütünüyle yıldızlara yöneldi ve gücünü sağlayan tek şeye, tarlalara bakmayı unuttu; tehdit eden felaketi önleyebilmek için yardımcı araçlar bulmayı unuttu. Bilim ve sanat alanlarında bu denli önemli başarılar elde eden


272

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

bir ulusun en önemli, aynı zamanda en basit bir aleti, sabanı bulamamış olması ancak Maya aydın sınıfının akıl almaz gururuyla açıklanabilir. Bütün tarihleri boyunca Mayalar, ilkelliği bakımından daha ötesi olmayan bir tarım biçimine bağlı kalmışlardı. Bu bir "kazık tarımı"ydı. Mayalar bir orman ke­ simindeki bütün ağaçları devirirler, bunlar kuruyunca, yağmur mevsiminden az önce tutuştururlardı. Yağmur zamanı geçer geçmez uzun sivri kazıklarla topra­ ğı delerler, her deliğe tohum olarak birçok mısır tanesi koyarlardı. Tarlanın ürü­ nü toplanınca çiftçi ikinci bir orman kesimine geçerdi. Hiç gübre verilmediğin­ den, (ancak, yerleşme yerlerinin yakınlarında toprak azıcık gübre yüzü görüyor­ du) her hasattan sonra tarla, yeniden ürün vermek için uzun zaman dinlenme­ ye gereksiniyordu. İşte bununla Mayaları sapsağlam kentlerini böyle kısa zaman içinde bırakma­ ya zorlayan nedeninin en akla yakın açıklamasına gelmiş oluyoruz: Tarlaların verimi tükeniyordu. Bir tarlaya, ağaçların yeniden yetişmesi ve ya­ kılması için verilmesi gereken dinlenme zamanı gittikçe uzuyordu. Bunun doğal sonucu Maya köylüsünün arınanın gittikçe daha uzak yerlerini yakarak tarla aç­ mak zorunda kalmasıydı. Bu yüzden beslemek zorunda olduğu ve onsuz da yaşa­ yamadığı kentten gittikçe daha uzaklaşıyordu. Sonunda onunla kent arasına ya­ nık ve tükenmiş bir step giriyordu! Mayaların eski imparatorluğunun büyük kül­ türü köylü temelini yitirdiği için, her ne kadar tekniksiz kültür olabilirse de sa­ bansız kültür olamayacağı için ortadan kalkmıştı! Sonunda, kentler arasında yal­ nız kuru savanlar kalınca kıtlık bu ulusu göçe zorladı. Kentlerle yozlaşmış tarlalarını bıraktılar, yollara düştüler. Kuzeyde yeni devlet doğarken orman yavaş yavaş boş tapınak ve saraylara sokuldu, boş tarlaları yeni­ den kaplayan orman yapıları sardı ve onları bin yıl içinde gözlerden kaybetti! İşte boşaltılmış kentlerin gizi olsa olsa bu olabilir.


32. BÖLÜM

Kutsal Kuyu

D

OLUNAY cengelin üzerinde parlıyordu. Amerikalı bilgin Edward Herbert

Thompson, yanında yalnız bir yerli kılavuz olduğu halde, Mayaların kent­ lerini bırakıp kuzeye göçtükten sonra kurdukları ve İspanyolların günlerinden beri tıpkı kendinden önceki gibi ortadan kalkmış olan Yeni Devlet'in toprakla­ rını ada dolaşıyordu. En güzel ve en büyük, en güçlü, en görkemli olduğu söy­ lenen Chichen Itza kentini arıyordu. Adar da adamlar da çok güçlük çekmişler­ di. Yorgunluktan Thompson'un başı göğsüne düşmüştü, atın her tökezleyişin­ den yuvadanacak gibi oluyordu. Ansızın kılavuz ona seslendi. Thompson ürke­ rek doğruldu, ileriye doğru baktı ve bir masal dünyası gördü. Ağaçların koyu renkli yapraklarının üstünde yüksek, dik bir tepe görülüyor­ du. Bu tepenin üzerinde ayın soğuk gümüş ışığı ile yıkanan bir tapınak yükseli­ yordu. Sessiz gecede bu tapınak, ağaçların üzerinde bir Amerikan Akropolünün Parthenon'u gibi duruyordu. Yaklaştıkça büyüyor gibiydi. Yerli kılavuz attan in­ di, atın eyerini çıkardı ve yatmaları için battaniyeleri serdi. Ama Thompson hala kendinden geçerek yapıya bakıyordu. Atından indi ve kılavuzun yattığı sırada ya­ yan ilerledi. Dik bir merdiven tepenin eteğinden yukarıya, ot ve çalıların kapla­ mış olduğu tapınağa çıkıyordu. Merdiven yer yer yıkılmıştı. Thompson Mısır piramitlerini resimlerinden tanıyordu ve önemlerini bili­ yordu. Ama Mayaların bu piramiti Gize'dekiler gibi mezar değildi. Dış görünü­ şü Zigguratları andırınakla birlikte, Babil'in kulelerinden çok, yalnızca yüksekle­ re, hep yükseklere, tanrıya, güneşe ve aya uzanan dev bir merdiveni taşıyan taş­ tan bir sırt gibi görünüyordu. Thompson merdivenleri tırmandı. Süsleri, zengin kabartmaları gördü. Yu­ karıya, ormanın tabanından hemen hemen otuz metre yükseğe varınca, etrafı gözden geçirdi. Bir, iki, üç, çok geçmeden bir düzine, etrafa serpilmiş, gölgele­ re karışmış, çoğu ancak ay ışığının hafif bir ışıldamasıyla kendini belli eden ya­ pı gördü. Demek Chichen Itza burasıydı. Büyük göçün başlangıcında belki de çok uzak bir sınır hisarıyken görkemli bir metropol haline gelmiş, Yeni Devletin merke­ zi olmuştu. Ertesi günlerde Thompson hep bu eski yıkıntilardan birinin üzerinTM IS


274

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

deydi. "Bir sabah, tam güneşin ilk ışıkları uzak ufukları kızıllaştırırken bu tapınagın damın­ daydım. Sabahın sonsuz bir sessizligi vardı. Gecenin sesleri kesilmiş, gündüzünkiler daha uyanmamıştı. Yukarıda büyük gök ve aşagıda yer, solugunu tutarak bir şey bekliyor gibiydi. Derken büyük, yuvarlak güneş, ışık ve alev sa­ çarak yükseldi; o anda da bütün dünya ötme­ ye ve vızıldamaya başladı. Dallardaki kuşlar, yerdeki böcekler tanrıya büyük bir şükür ila­ hisi söylüyorlardı. tık insana güneşe tapmayı ögreten doganın kendisi olmuştu: ondan son­ ra da insanlar, ta yüreklerinin içinde bu eski inancı hep sürdürdüler." Thompson büyülen­ Edward Herbert Thompson mişti. Gözünün önünden orman silindi, geniş (1 856- 1 935) alanlar açıldı, ayin alayları agır agır ilerliyordu, müzik sesleri duyuluyordu. Saraylar coşkun şenliklerle, tapınaklar sihirli ayinlerle canlandı. Sonunda ta uzaklarda olan şeyleri seçmeye çalıştı. Ansızın bakışı donup kaldı. O zamana dek büyülenmişken birdenbire hayal perdesi yırtıldı. Geçmişin hayali silindi, arayıcı kendi ödevini gördü. Çünkü orada, gözlerinin önünde, sö­ nük bir ışık içinde seçilen dar bir yol beliriyordu. Belki de Chichen Itza'nın en he­ yecan verici gizine götüren yoldu bu: Kutsal Kuyu'ya! BU MEKSİKA ve Yucatan'daki buluşlar kitabında şimdiye dek Schliemannlar,

Layardlar ve Petrieler çapında bir kişilige rastlamadık John Lloyd Stephens'in ilk yolculugunu saymayacak olursak araştırma ilk serüven, bilimsel başarı ile define arayıcılıgı arasındaki o gıcıklayıcı baglantı, araştırma aşkı ile daldırılan bir küre­ gin birdenbire altına rastladıgı zaman çıkan o romantik çınlama burada eksikti. Edward Herbert Thompson, Yucatan'ın Schliemann'ıydı. Çünkü Chichen Itza'yı aramak için yola düştügü zaman, başka kimsenin ciddiye almadıgı bir ki­ tabın sözlerini izliyordu. Bir zamanlar inançlı Schliemann nasıl haklı çıktıysa o da öyle çıktı. Bir vakitler altmış lira ve yalnız bir arkadaşla ilk buluşunu yapan Layard gibi yoksul olarak cengele daldı. Başka herkesin pes diyecegi zorluklara rastladıgı zaman da Petrie gibi inatçı oldugunu gösterdi. Böyle atakça savlar yerine onu Yucatan'a, bir zamanlar Schliemann'ı nasıl bir inanış Troya'ya çektiyse öyle bir inanış götürmüştü. Bu da Diego de Landa'nın sözlerine inanışıydı. Bu piskoposun kitabında ilk olarak Kutsal Kuyu'nun, Chichen Itza'nın "Cenote"sinin öyküsünü bulmuştu. De Landa, eski söylentile­ re dayanarak ileri sürüyordu ki, kuraklık zamanlarında papazlar ve halktan bir ayin alayı yagmur tanrısının öfkesini geçirmek için geniş caddeden kuyuya gider­ di. Yanlarında tamıyı hoşnut etmek için kurban edilecek genç kızları ve delikan­ lıları götürürlerdi. Heybetli bir törenden sonra kızlar, kuyunun kurbanlarının bir daha yüze çıkamayacakları denli derin sularına atılırlardı.


KUTSAL KUYU

275

Genç kızların su almak için kuyu başına gidişleri hemen hemen her ulusun türkülerinde yer alır. Bu hem neşeli ve yaşama bağlı bir temadır; hem de simge­ sel bir anlamı vardır. Fakat genç Maya kızlarının Kutsal Kuyu'ya gidişleri hep ölü­ me gidiş olmuştu. Süsler içinde kuyunun yanına gelirlerdi; sonra, kokmuş sulara çarptıkları zaman, boguk çıglıkları duyulurdu. Ama Diego de Landa başka neler söylüyordu? Sözlerine kurbanın ardından zengin adaklar, kaplar, mücevherler, altınlar atmanın gelenek oldugunu da ekie­ miyor muydu? Thompson "eger bu ülkede altın varsa bunun en büyük bölümü­ nün herhalde bu kuyuda bulundugunu" da okumuştu! Başkalarına yalnızca bu eski öyküyü 'süslemek için katılmış bir türnce olarak görünen bu sözleri de sözcü­ gü sözcügüne dogru olarak kabul etmişti, inanınıştı ve bu inancının dogrulugu­ nu kanıtlamak azınini de göstermişti. Fakat aylı gecede piramitten aşagı bakarak kuyuya giden caddeyi gördügü zaman, ne denli zorluklarla karşılaşacagının he­ nüz bilincinde degildi. Yıllardan sonra ikinci kez kuyunun başına geldigi zaman artık deneyim­ li bir cengel araştırıcısıydı. Yucatan'ı kuzeyden güneye dek dolaşınıştı ve gözle­ ri olanakları görebilecek, gizlere varabilecek bir keskinlik kazanmıştı. Bu anda o, Schliemann'la gerçekten kıyaslanabilirdi. Çepeçevre etrafında, araştırmalarına hazır, her arkeolog için çok iyi bir çalışma konusu olan görkemli yapılar duruyor­ du. Ama o kuyu, şimdi çamur, taş ve yüzlerce yılın pisligi ile dolu, karanlık bir çu­ kura dönmüştü. Hatta Diego de Landa'nın yazdıkları gerçege dayansa bile bu ko­ kuşarak fokurdayan çukurda papazların kurbanların arkasından attıkları süsleri bulmanın küçük bir olasılıgı var mıydı? Bu kuyuda araştırma yapmak için acaba hangi yol vardı? Thompson'un yanı­ tı pek atakçaydı: Dalmak! Bir bilimsel kongreye katılmak için ABD'ye döndügü zaman borçlan dı. Planını kime anlattıysa onu deli sanıyordu ama yine de para verdiler. "Kimse," diyorlardı, "bu büyük çukurun bilinmeyen derinliklerine inip canlı olarak yeniden çıkamaz. Eger canına kıymak istiyorsan neden kesinlikle bu den­ li kötüsünü seçiyorsun?" Ama Thompson işin enini boyunu hesaplamış ve kararını vermişti. "lkinci adım Boston'a gitmek ve derin deniz dalgıçlıgı dersi almak oldu. ögretmenim yirmi yıldan beri bu işten çekilmiş olan Long Wharflı Captain Ephraim Nickerson'dı. Onun sabırlı ve bilgili yönetimi altında çok geçmeden ol­ dukça iyi, fakat sonradan gördügüm gibi hiç de kusursuz olmayan bir dalgıç ola­ rak yetiştim. Bundan sonra düşündüklerime uygun, çelik halatlı bir tarakla bo­ curgat, bir palanga, bir de otuz ayak boyunda manivela kolu aldım. Bunların hep­ si sandıklara yerleştirilmişti. Bir mektup ya da bir telgraf üzerine hemen hemen yola çıkarılmaya hazırdı." Thompson bundan sonra yine kuyunun başına gel­ di. Kuyu kenarlarının en büyük açıklıgı aşagı yukarı altmış metreydi. İskandille çamurun yaklaşık yirmi beş metre derinlikte başladıgını anladı. Tahtadan yapıl­ ma bebekleri, bir zamanlar korkunç tanrıya gelin olacak genç kızların atılışia­ rını hayalinde canlandırdıgı gibi, kuyuya fırlattı. Bu denemelerden amacı açık-


276

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

tı. Kuyunun dibindeki araştırmalarını sınırlandırmak istiyordu. Bunu yaptıktan sonra ilk olarak tarağı kuyuya indirdi. "Bocurgat ve frendeki beş kişinin tarağı, çelik ağzı açık olarak, kuyunun üze­ rinde sallandırıldıklarını, bunun bir an karanlık çukurun üzerinde asılı durduğu­ nu, sonradan uzun uzun aşağı kaydığını ve sularda kaybolduğunu gördüğüm za­ manki heyecanımı anlatamam. Keskin dişiere dibi ısırmaya vakit bırakmak için birkaç dakika bekleyiş; sonra işçiler bocurgatın üzerine eğildiler ve çelik kablo, yukarı çektiği ağırlığın altında gerilirken koyu esmer derilerinin altında kasları cı­ va gibi kıpırdamaya başladı. "O zamana dek bir obsidiyen ayna gibi kızıl olan su, tarağın sepeti ağır ağır, fakat hiç ara vermeden kuyunun ağzına çekilirken - bu sırada sımsıkı ka­ palı olan dişlerinden duru sular damlıyordu- fokurduyor ve kaynaşıyordu. Manivela kolu bir yay çizerek tahta döşeli platforma bir araba yükü kahve renk­ li çamur, çürük ağaç, yaprak, kırık dallar ve bunun gibi şeyleri boşalttı. Sonra yine eski yerine çevrilerek, bir yük daha çıkarmaya hazırlandı. Bir defasında dişleri arasına sıkışmış olarak, sanki dün bir fırtına çukura atmış gibi sapsağlam duran bir ağaç kütüğünü getirdi. Bu iş cumartesi günü oldu. Pazartesi günü kü­ tük dağılınıştı ve tarağın onu bıraktığı taşların üzerinde yalnızca birkaç odun li­ fi kalmıştı, çevresine de koyu renkli ve odun sirkesine benzeyen bir sıvı yayıl­ mıştı. Başka bir kez tarak, bir orman trajedisinin dilsiz tanıkları olarak bir ja­ guarla bir geyiğin kemiklerini çıkardı." Bundan sonraki günlerde tarak hep ça­ mur, balçık, taş ve dallar, kurak mevsimde aşağıdaki suyun kokusunu alarak ge­ len ve boğulan bir hayvanın kemikleri gibi şeyler çıkardı durdu. Güneş yakıyor, çürük kokusu kuyudan yükseliyor, kuyunun kenarında gittikçe daha çok yığılan çamurdan buram buram tütüyordu. "lş günlerce böyle sürdü. Gündüzleri sinirli olmaya, geceleri de uyuyamamaya başlamıştım. Kendi kendime, acaba dostlarımı boş yere bu giderlere sokmam ve dünyayı da kendime güldürmem bu söylentilerin eski masallardan, herhangi bir gerçeğe dayanmayan masallardan başka bir şey olmadıklarını söyleyenierin haklı olduklarını kanıtlamaya mı yarayacak? diyordum." Ama günün birinde, her zamanki gibi yeni çıkan çamuru karıştırırken, Thompson'un eline garip, sarımtırak beyaz, reçineye benzer iki toprak geçti. Bunları kokladı, tadına bile baktı. Aklına bu reçineli maddeyi ateşe tutmak gi­ bi uğurlu bir düşünce geldi, o zaman ortalığa başa vuran tatlı bir koku yayıldı. Thompson kuyudan Mayaların tütsüsünü, kurban sundukları zaman yaktıkları kokulu reçineyi çıkarmıştı. Bu buluş Thompson'un doğru izde olduğunu mu ka­ nıtlıyordu? Dağlar gibi moloz ve çamur - sonunda da iki parçacık tütsü? Bunu hiç kimse bir kanıt sayamazdı. Ama Thompson için ondan da üstündü: Bu, onun hayaline takılan yeni bir kanattı. "O gece haftalardan beri ilk olarak uzun ve de­ rin bir uyku çektim! " Haklı çıkacaktı da. Çünkü şimdi birbiri ardı sıra bekledi­ ği şeyler gün ışığına çıkıyordu. Aletler ve süsler, vazolar ve mızrak uçları, absidi­ yenden bıçaklar ve jadeitten çanaklar . . . Sonunda ilk kız iskeletini buldu! Diego de Landa haklı çıkmıştı.


KUTSAL KUYU

277

Thompson "bu şeytan işi girişimin en şeytan işi bölümüne" girişıneden ön­ ce, bir rastlantıyla yine eski bir söylentinin gerçek payını buldu. Piskopos Diego de Landa ona kuyunun yolunu göstermişti. 1 579 yılında Valladolid Alkalde'si Don Diego Sarmiento de Figueroa da ona kuyu başındaki kurban törenini öğret­ ti. Onun Thompson'a önce karanlık ve anlaşılmaz gelen yazısı şöyledir: "Ülkenin soyluları ve kibarlarının geleneği, otuz gün oruç ve perbizden sonra gün doğarken kuyunun ağzına gitmek ve bu soylu ve kibarların malı olan Yerli kadınları karan­ lık çukura atmaktır. Aynı zamanda onlara, efendileri için uğurlu ve isteklerine gö­ re bir yıl dilemelerini de söylerler. Bağsız olarak atılan kadınlar büyük bir gürül­ tü ile suya düşerler. Akşama doğru, hala güçleri yetenler bağırırlar. Onlara bir ip sarkıtırlar. Kadınlar yarı ölü halde yukarı çıkınca çevrelerinde ocaklar kurulup tu­ tuşturulur ve önlerinde Kopal reçinesi yakılır. Kadınlar, kendilerine gelince aşağı­ da uluslarından birçoklarının, kadınların ve erkeklerin bulunduğunu, kendileri­ ni karşıladıklarını anlatırlar. Onları görmek için başlarını kaldırırlarsa kafalarına şiddetle vurulurmuş, eğer aşağı eğerlerse suyun altında birçok tepeler ve çukurlar görürlermiş. Kuyu halkı da onların efendileri için yılın iyi mi yoksa kötü mü ge­ çeceği yolundaki soruları yanıtlarmış." Görünüşte yalnızca bir masal olan bu söylenti, hep tarihsel gerçek payını ara­ yan Thompson'un çok kafa yormasına neden olmuştu. Bir gün ilerdeki dalına iş­ lerinde kullanacağı ve şimdiden durgun suyun yüzünde duran altı düz kayıkla dolaşıyordu. Sonunda vincin bulunduğu yerin yaklaşık altmış ayak altındaki, ile­ ri doğru çıkmış bir kayaya kayığı bağladı. Çevreye bakınırken ansızın bir şey gö­ rerek yerinden sıçradı: "Bu eski söylentideki, kadınların getirdikleri haberler öy­ küsünün anahtarıydı." "Kurban kuyusunun suyu koyu renkli ve bulanıktır. Zaman zaman rengi kahverengiden yeşim yeşiline, hatta ilerde aniatacağım gibi kan kırmızısına dö­ ner. Ama o denli bulanıktır ki ışık bu suda kırılmaz, bir aynada olduğu gibi yan­ sır. Düz kayığın kenanndan su yüzüne baktığım zaman 'büyük tepeleri ve de­ rin çukurları,' görüyordum. Aslında bunlar tam üzerimdeki falezin çıkıntı ve çukurlarının suya vurmasından başka bir şey değildi. Kadınlar, akılları başları­ na gelince aşağıda kendi uluslarından birçoklarının bulunduğunu ve sorularını yanıtladıklarını söylemekteydiler. Çukurları ve tepeleri gözden geçirirken ben de onların uluslarından birçoklarını gördüm; onlar da bana yanıt verdiler. Bunlar kayığı görebilmek için kuyunun kenanndan aşağı sarkan işçilerin başları ve vü­ cutlarının üst taraflarıydı. Bu sırada aralarında yavaş sesle konuşuyorlardı; ama aşağıya gelen sesleri su yüzüne çarpıyor, yerli aksanına çalan, fakat anlaşılmaz sözcükler halinde yeniden yukarıya yansıyordu. Bu olay bana eski söylentiyi ay­ dınlattı . . . "Bu bölgedeki yerliler uzun zamandan beri, kutsal kuyunun sularının zaman zaman kan olduğunu da söyleyip duruyorlardı. Suyun bazı kere aldığı yeşil ren­ gin mikroskopik bir yosundan ileri geldiğini bulduk. Bazen aldığı kahverengi ise dökülen yapraklar yüzünden oluyordu. Kan kırmızısı rengindeki bir çiçek ve to­ humları da suyun yüzüne zaman zaman pıhtılaşmış kan görünüşü veriyordu.


278

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

"Bu buluşları, bütün söylentilerin gerçekiere dayandığına ve olaylar gereği gi­ bi yakından incelendiği zaman aydınlatabileceklerine neden inandığımı göster­ mek için yazıyorum." lşin en zor yanı henüz yapılmarnıştı ve Thompson asıl şimdi bütün öncelik­ leri gölgede bırakan bir başarıyı elde edecekti. Tarak gittikçe daha az öteberi ya­ kalayabildikçe ve sonunda ancak tek tük taş parçaları çıkarınca Thompson, tara­ ğın dişlerinin çatlaklar ve yarıkiarda yakalayamadıklarını elleriyle çıkarmanın za­ manı geldiğini anladı. Şimdi bu görülmedik çeşitten arkeoloğumuza sözü bırakır­ sak daha iyi olacak: "Önceden söylemiş olduğum Yunanlı dalgıç Nicolas, sünger çıkardığı Balıama'dan geldi. Yine bir Yunanlı olan yardımcısını da getirdi. Sualtı araştırmalarımızın hazırlıklarına giriştik. "Sonra, saldan çok bir dubaya benzeyen kayığımızın üzerine hava tulumbamı­ zı yerleştirdik lki Yunanlı ustamız oldu ve seçilen takıma yaşamımızın bağlı oldu­ ğu tulumbayı nasıl işleteceklerini öğretti. Bundan başka aşağıdan verilecek işaret­ leri anlamayı ve bunlara yanıt vermeyi de gösterdiler. Onlar adamların bütünüyle yetişmiş oldukları kanısına varınca artık dalmaya hazırlandık. Tarağı kayığın üze­ rine indirttik, dalgıç elbiselerimizi giydik. Bunlar su geçmez bezden elbiseler; ko­ caman cam gözleri, kulaklara yakın bir yerde hava supapları ve boyun tarafların­ da başlığın hemen hemen yarısı ağırlığında kurşun zincirleri olan bakır başlıklar­ dı. Bunlardan başka kalın dövme demirden tabanlı yelken bezi kunduralarımız da vardı. Ses borusu, hava hortum u ve dikkatli bağlanmış kurtarma ipleri ile, dal­ gıcın yardımcısının kolunda, dubadan suya inen kısa, geniş merdivene dek sar­ sak sarsak yürüdüm. Merdivenin ilk basamağında durduğum sırada tulumbacıla­ rımın hepsi, bütün sadık yerli 'boy'larım birer birer geldiler ve tasalı bir yüzle eli­ mi sıktılar. Sonra, işaretli beklemek için yerlerine geçtiler. Düşüncelerini yüzlerin­ den okumak zor değildi. Onlar bana son olarak veda ediyorlar ve bir daha görüşe­ bileceğimizi ummuyorlardı. Bundan sonra kendimi merdivenden aşağı koyuver­ dim ve arkamda gümüş gibi hava kabarcıklarından bir şerit bırakarak, kurşun gibi battım. llk on ayaklık yerde ışık sarıdan yeşile sonra kızıla siyaha döndü. Bundan sonra da koyu karanlığa girdim. Artan hava basıncı kulaklarıma keskin bir san­ cı verdi. Yutkunduğum ve başlıktaki hava supabını açtığım zaman kulaklarımda 'pıt! pıt!' diye bir tıkırtı oluyor ve ağrı kesiliyordu. Bunu dibe erişinceye dek sık sık yindernek zorunda kaldım. "Aşağıya inerken garip bir duygu daha dikkatimi çekti. Bana sanki hızla ağırlığıını yitiriyormuşum gibi geliyordu. Sonunda, yukar­ daki eski mezar anıtı yıkıntısından düşmüş olan büyük bir taş direğin düz ucuna vardığım zaman hiç ağırlığım yokmuş gibi geldi bana. Sanki o kadar ağır yüklü adam değil de bir hava kabarcığıydım. "Ama buraya ilk inen ve buradan yine can­ lı olarak ayrılmak isteğinde olan ilk yaratık olduğumu düşününce içime başka ve garip bir duygu çöktü. Sonra Yunanlı dalgıç yanıma indi, birbirimizin elini sıktık. "Yanıma bir sualtı projektörüyle bir sualtı telefonu almıştım. Ama bu ilk dalış­ tan sonra bunları yukarda bıraktım. Sualtı projektörü dupduru, ya da az bulanık sulara uygundu. İçinde çalıştığımız madde ne suydu ne de çamur; bunların her ikisinin, tarağın birbirine kattığı bir karışımıydı. İçinden hiçbir ışığın geçemeye-


KUTSAL KUYU

279

ceği koyu, çorba gibi bir şeydi bu. Böylece koyu karanlıkta çalışmak zorunda kal­ dık. "Ama çok geçmeden bunu hafif bir rahatsızlıktan çok bir şey olarak görme­ meye başladık; çünkü parmak uçlarımızdaki duyu sinirleri sanki yalnız cisimle­ ri yoklamakla ayırt etmiyor, onların renklerini bile tanımaya yardım ediyor gibiy­ di. Sualtı telefonu da işimize az yaradı, çok geçmeden onu da bir yana attık. Ses borusu ve imdat ipi ile işaretleşrnek daha kolaydı, hem de bu, telefondan bile da­ ha çabuk oluyordu. "Başka dalgıçlardan hiç duymadığım başka bir şey de dikkatimi çekti. Nicolas'la ben, çalıştığımız altmıştan seksen ayağa dek derinlikte oturabiliyor ve -eğer baş­ lıklarımızia burun buruna verirsek- çok rahat konuşabiliyorduk. Seslerimiz düz ve cansız, sanki çok uzaktan geliyormuş gibi duyuluyordu. Ama ben ona talimat verebiliyordum ve onun yanıtlarını da oldukça açık bir biçimde duyabiliyordum. "Sualtındaki o garip ağırlık kaybetme, ben buna alışıncaya dek, başıma birtakım gülünç işlerin gelmesine neden oldu. Dipte bir yerden başka bir yere gitmek ister­ sem yalnızca kalkınarn ve ayağıını kaya zemine vurmam yetiyordu. Hemen, tıpkı bir havai fişek gibi fırlıyor, çamur bulamacının içinde bir kartal haşmetiyle, hatta çoğu zaman hedefimden bir hayli ayak uzaklara, süzülüyordum. " Ku yu , uzun çapı aşağı yukarı, 1 87 ayak olan bir oval şeklindeydi. Orman ze­ mini ile suyun yüzü arasındaki yükseklik farkı 67 ile 80 ayak arasında değişiyor­ du. Suyun yüzünün nerede başladığını görmek kolaydı, ama su nerede bitiyor ve çamur nerede başlıyor, bunu söylemek zordu. Çünkü aralarında bir sınır yoktu. Çamurla suyun toptan derinliğinin 62 ayağı bulduğunu hesaplıyordum. 30 ayak aşağıda dalları ve oldukça kalın ağaç köklerini taşıyabilecek gibi koyu çamur bi­ rikintisi vardı. Bunun için de, şekil ve büyüklükler çeşitli kayalar, tıpkı puding içindeki üzümler gibi gömülmüşlerdi. Karanlıkta, çamur dalgaları içinde, kireç­ taşı zeminin çatlak ve yarıklarında tarağın kapamadığı şeyleri aradığımızı düşü­ nün. Suyun saldırısıyla yerlerinden ayrılan taş kitlelerinin bu cehennem karanlı­ ğında boyuna üzerimize düştüklerini göz önüne getirin. Ama bu, söylendiği den­ li de korkulu bir şey değildi. Ağır taş kitlelerinin ne zaman ve nasıl isterlerse öy­ le düştükleri, bizim de bunları ne görebileceğimiz ne de önleyebileceğimiz doğ­ rudur, fakat ses borusunu, hava hortumunu, imdat ipini ve kendimizi kaya du­ varlarından uzak tuttuğumuz sürece pek tehlikede değildik. Kayalar düştüğü za­ man onlardan önce giden su basıncı, kayaların kendilerinden çok önce bize eri­ şiyordu ve kendimiz isteyerek oradan ayrılmasak da bu basınç bize kocaman yu­ muşak bir yastık gibi çarpıyor; bizi çoğu zaman baş aşağı hacaklar yukarı, tıpkı bir bardak suda bir yumurta akı damlası gibi titreyerek ve sallanarak bir yana atı­ yordu. Sarsıntı geçip yeniden ayaküstü gelinceye dek de böyle kalıyorduk. Eğer dikkatsizlikle duvara dayanmış olsak dev bir makasla kesilir gibi iki parça olur­ duk ve yağmur tanrısına iki kurban daha sunulurdu. "Bu bölgenin yeni halkı Kutsal Kuyu'nun derinliklerinde büyük yılanların ve canavarların barındığına inanırlar. Bu inancın eskiden yılanlara tapmanın zayıf bir anısına mı, yoksa birtakım yeriiierin gerçekten görmüş oldukları bazı şeyle­ re mi dayandığını yalnızca varsayabiliriz. Ben büyük yılan ve kertenkelelerin su-


280

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

da yüzdüklerini gördüm. Ama bunlar yalnızca av peşindeyken agaçlardan kuyuya düşen ve kurtulmaya çalışan yılan ve kertenkelelerdi. Kuyunun hiçbir yerinde öy­ le büyük sürüngenlerin ya da canavarların izine rastlamadık "Hiçbir korkunç sürüngenin pençesine düşmedim, ama başımdan bir şey geç­ ti ki anlatmaya deger. Yunanlı ile ben parmaklarımızla dipteki bir yarıgı alabildi­ gine kazıyorduk. Burası öyle zengin buluntular saglamıştı ki, her zamanki sakın­ ma önlemlerimiz aklımızdan çıkmıştı. Ansızın üzerime usul usul kocaman bir şe­ yin çöktügünü hissettim. Üzeri düzgün ve yapışkan bir şey beni karşı duramaya­ cagım bir güçle çamura gömüyordu. Sonra yanımdaki Yunanlının bu cismi çe­ kiştirdigini duydum, ben de ona yardım ettim. Sonunda kurtuldum. Bu, çamu­ run kıyısından içinde bulundugumuz çukur yere düşen ve aşagı çökerken de ba­ na rastlayan bir agaç kütügüydü. "Bir gün bir kayanın üstüne oturmuş, dikkate deger bir buluntuyu, dökme madenden bir çanı inceliyordum. Hava supabını açmak da bütünüyle aldımdan çıkmıştı. Çanı cebime koydum ve yerimi degiştirmek için ayaga kalktım. Ama birdenbire bir hava kabarcıgı gibi yukarı dogru sürüklendim. Bu gülünç, fakat tehlikeli bir şeydi. Çünkü bu derinlikte insanın kanı şampanya gibi gaz kabarcık­ larıyla doludur. Eger yavaş yavaş yükselip kana yeni duruma uymak için zaman bırakılınazsa bu, korkunç agrılar içinde öldüren bir hastalıga neden olur. Bereket versin ki daha pek yükselmeden supabı açacak denli çabuk davrandım, böylece en kötü cezadan kurtuldum. Ama bugün bile bu dikkatsizligim yüzünden patlayan kulak zarımın ve çok agır işitmenin derdini çekmekteyim. "Supabı açtıgım ve gittikçe daha agır yükseldigim halde yine kafaını dubaya vurdum ve sarsıntıdan yarı baygın dubanın altında kaldım, sonra başıma ne gel­ digini anladım ve dubanın dibine çarptıgımı duydukları zaman benim delikan­ lıların geçirdikleri korkuyu düşünerek güldüm. Dubanın altından çıktım ve ko­ lumu küpeşteye uzattım. Başlıgım küpeşteden yukarı çıkınca boynuma iki kolun dolandıgını hissettim ve başlıgımın gözlügünden içeriye korkuyla bakan gözler gördüm. Dalgıç elbiselerimi çıkardılar, bir sandalyeye oturarak dinlendim ve ya­ vaş yavaş normal duruma döndüm. Bir fincan sıcak kahvenin ve güneş ışıgın key­ fini çıkarırken Yunanlı olanları anlattı: " 'Siz öyle beklenmedik bir zamanda çıkıp da kayıgın dibine başınızı vurun­ ca, bunu duyan adamlar korkudan sapsarı kesildiler. Ben onlara işin ne oldugunu anlattıgım zaman üzüntüyle başlarını salladılar. İçlerinden biri, sadık ihtiyar Juan Mis, Artık, her şey boşuna, dedi, şef öldü! Yılan tanrı önce onu yuttu. Sonra da tü­ kürdü. Bundan sonra onun sesini duyamayacağız. Gözleri dolmuştu. Ama başlıgı­ nız küpeştenin kenanndan çıkınca Juan Mis gözlügünüzden içeri baktı, kollarını kaldırdı ve büyük bir minnet duygusu içinde: Tanrı 'ya şükür olsun, yaşıyor ve gü­ lüyor! dedi.' "Büyük kuyudaki tarakla ve dalarak çalışmalarımızın ilk ve önemli kazancı Kutsal Kuyu üzerine söylentilerin büyük önemli noktalarda gerçege uydugunu kanıtiayabilmek oldu. Bundan başka yeşim taşından oyma, altın ve bakır levha­ lardan dövme figürler, kopal ve reçine tütsü taneleri, birçok iskelet parçaları, bir-


KUTSAL KUYU

28 1

çok harabeler, uçları çok iyi işlenmiş çakmak taşı, kalsit ve obsidiyenden epey mızrak, birkaç eski kumaş parçası bulduk. Bunların büyük arkeolajik değerle­ ri vardı. İçlerinde dökme, dövme ve oymalı, hemen hemen saf altından parça­ lar da bulundu . . . Altın denen şeylerin çoğu altından çok bakın olan düşük ala­ şımlardandı. Bunların asıl değeri döküm ya da oyma ile üzerlerine yapılmış olan simgesel resimlerdeydi. Çıkarılan şeylerin çoğu bütün halinde değil, parçalardı. Bunların, kurban töreni gereğince, papazların kuyuya atmadan önce kırdıkları adak armağanlar olması çok akla yakındı. Yeşim ya da altın levhalar, üzerlerine yapılmış insan şekilleri, baş ve yüzlerine zarar vermeyecek yerlerinden kırılmış­ lardı. Bu yeşim pandantifler, altın levhalar, maden ya da taştan başka süslerin kı­ rılarak öldürülmüş sayıldıklarını varsayabiliriz. Amerika'nın eski uygar ulusları­ nın -Kuzey Asya'daki kendilerinden öncekilerin ve bugün bile Moğolların inan­ dıkları gibi- yeşim ve başka kutsal sayılan eşyanın canlı olduklarına inandıkları bilinmektedir. Onun için bu süsler, gönderilen elçilerin ruhları sonunda, Hunal Hu'nun, gökteki en yüksek Tanrı'nın, karşısına çıktıkları zaman duruma uygun bir biçimde süslensinler diye kırılıyor yani 'öldürülüyorlardı.' " Thompson kutsal kuyudaki buluntular üzerine ilk raporunu yayınladığı za­ man, bütün dünyanın dikkati buraya çevrildi. Çünkü bunların bulunuş koşulları öylesine bambaşkaydı, aynı zamanda çorba gibi koyu batak kuyudan çıkan hazine o denli zengindi. Fakat bunda asıl önemli olan maddi değer değildi. Thompson, "bu denli yorgunluk ve gidere karşılık Kutsal Kuyu'dan çıkarıla­ bilen eşyanın altın değeri önemsizdir" diyordu. "Ama her şeyin değeri görelidir. Mühendis toprağın derinliklerine ne için girerse tarihçi de geçmişe aynı nedenle dalar: Geleceği sağlamak için. Bu eşyadan bazılarının üzerinde semboller şekline girmiş olarak, bizi bu ulusun ilk vatanına, denizierin ardındaki ülkesine götürebi­ len tasarımlar ve inançlarının kazılı olduğu varsayılabilir. Bunun kanıtlarının bu­ lunmasına yardım etmek ömür boyu çalışmaya değer.'' Ama yine de Chichen Itza definesi, arkeolojinin, 20. yüzyılda değer bakımın­ dan yalnız Tut-enkh-Amun'un hazinesinden aşağı kalan bir altın buluntusuy­ du. Yalnız, Firavun'un altını, saygı veren bir sessizlik içinde mezarına taşınan bir mumyanın çevresine yığılmıştı. Kutsal Kuyu'nun altını ise acı çığlıklada ölüme atılmış olan, zalim tanrıların ve zalim papazların kurbanı genç kızların kemikleri arasında duruyordu. Acaba kızlardan biri bir papazı kendisiyle birlikte uçuruma sürükleyebildi miydi? Birçok genç kız kafası arasında tek bir erkek kafası da bu­ lundu . . . Acaba bir papaz mıydı bu? Thompson 1 935'te öldüğü zaman, her ne kadar kendisinin de yazdığı gibi "töz"ünü Maya araştırmalarında harcamışsa da yaşamış olmasına hayıflanması için hiçbir neden yoktu. Yucatan'da konsolos olduğu yirmi dört yılda ve arke­ olojiye verdiği hemen hemen elli yılda ender olarak bir büroya ayak basmıştır. Ormanlarda dolaşmış ve Amerika yerlileriyle yaşamıştı. Onların yemeklerini ye­ miş, kulübelerinde yatmış, dillerini konuşmuştu. Zehirlenme yüzünden bir haca­ ğı felce uğramış, Kutsal Kuyu'ya dalmasının cezasını müzmin bir kulak hastalı­ ğı ile çekmişti. Buna pişman değildi. Eseri çoğu kez ölçüsüz bir hayranlığın bütün


282

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

izlerini taşır. llk raporlarında çıkardıgı sonuçlarda çogu zaman pek ileri varmıştır. Bir pirarnİtte birçok mezarlar buldugu zaman Kukulkan'ın, Maya ulusunun söy­ lencelerdeki en eski ögretmeninin, son dinlenme yerini buldum sanmıştı. Ama böyle bir heyecan gerekli degil miydi? Felce ugratan kuşkuyu öldürebilecek tek şey tutku degil miydi? Daha sonra Yucatan' da, Chiapas'ta ve Guatemala' da birçok kazılar yapıldı. Sonunda uçak da araştırmaların hizmetine girdi. Albay Charles Lindbergh, Atlantik'i ilk aşan pilot, daha Cortez yeni bir dünyayı buldugu sıra­ da çok çok eski olan bir ülkeyi kuşbakışı olarak ilk gören insan oldu. 1 930' da P. C. Madeiro jr. ile J.A. Mason, Orta Amerika'nın balta görmemiş ormanlarının üze­ rinden uçtular. O zamana dek bilinmeyen bütün Maya adalarının havadan fotog­ raflarını çektiler ve haritalarını aldılar. Her yerden çok Chichen Itza'da, başkentte kazı yapılmıştır. Bugün burası­ nın parlak ay ışıgında Thompson'un gördügünden bambaşka bir görünüşü var­ dır. Bütün yıkıntı ormandan temizlenmiştir. Açık bir alanda sapsaglam durur. Turistler bir zamanlar ancak machete ile yol açılahilen buraya otobüs ve oto­ mobillerle gelirler. Pirarnide giden merdivenin başladıgı direkli revakı görürler. Rasathane denen yeri, pencereleri, bakışı hep belirli birer yıldıza dogru hİzalaya­ cak gibi açılmış olan yuvarlak binayı izlerler. En büyüğü yakl aş ı k yüz altm ış met­ re boy ve kırk metre ende olan o büyük top oyunu alanlarını gezerler. Buralarda Mayaların "Jeunesse doree"si, basketbola benzer bir oyun oynanırdı. Turistler so­ nunda "Castillo"nun, en büyük piramidinin karşısına gelirler. Dokuz yüksek sa­ hanlıkla bölünmüş merdiven, Kukulkan "Tüylü Yılan" için yapılmış tapınaga eri­ şır. Gözleri korkunç yüzlere, dehşet verici yılan başlarına, tanrı suratıarına ve ba­ gıran jaguarlara dalar; bu süslerin ve hiyerogliflerin gizine erişmek isteyip de bu­ rada hiçbir işaretin, hiçbir resmin, hiçbir heykelin astronomiye ilişkin bir sayı ile baglantısız olmadıgını ögrenen seyirci artık hiçbir şey düşünemez olur. Bir yılan başının kaşları üzerindeki iki haç, tanrı Kukulkan'ın kulagındaki bir jaguar pen­ çesi, bir kapının şekli, "ip dügümlerinin" sayısı, hep yinelenen merdiven motifle­ ri, hep, hep sayı ve zamanı dile getirmektedir. Ama hiçbir yerde sayı ve zaman bu denli korkunç bir anlatım biçimiyle birleşmemiştir. Donmuş matematigin bir ce­ hennem dünyası oldugunu anlayan ziyaretçi yaşama gözlerini çevirir, hiç degilse bir bitki arar. lşe bakın ki Mayaların, mısır bitkisiyle geçinen ve çevreleri coşkun, azgın bir bitki dünyası ile çevrili bir ulusun, bütün o görkemli resim ve süslerin­ de, bütün bu resimlerde çok ender olarak bir bitki, sayısız çiçeklerden pek azı bu­ lunur. Sekiz yüz kaktüsten hiçbiri bunlar arasına girmez! "Savaşçılar Tapınagı"nın önünde bu yılan direklerden iki tanesi durur. Boynuzlu kafa yere yapışmıştır. Agız alabildigine açıktır. Vücut önce arkaya dog­ ru bükülür sonra yukarı çıkar. Bu yılanlar bir zamanlar kuyruklarıyla tapınagın darnma destek olurdu. Bu yılanların ve "Savaşçılar Tapınagı"nın, hayır Chichen Itza' daki Maya binalarının çogunun, karşısında araştırıcılar yavaş yavaş, Co pan'la Palenque ve Piedras Negras ile Uaxactun sanatları arasında, yalnızca bir Eski Devlet'le bir Yeni Devlet arasında hep görülen ayrılıklardan çok fazla bir ayrılık


KUTSAL KUYU

283

bulundugu görüşüne vardılar. Bilginler biçem araştırmalarına daldılar. Şurada bir çizgiyi, burada bir süsü, şurada bir tanrı maskesini, burada bir artık gün işareti­ ni karşılaştırdılar. Sonunda dediler ki: Burada yabancı eller çalışmıştır. Burada ya­ bancı düşüncelerin etkisi olmuştur. Burada yabancı bir bilgi konuşmuştml Peki ya bu yabancı düşünceler nereden gelmişti? Onları buraya getirenler kim­ lerdi? Araştırıcılar gözlerini Meksika'ya, ama Aztek lmparatorlugu'na degil ( çün­ kü bu imparatorluk Mayalardan çok yeniydi) Aztekler orasını ele geçirdikleri sı­ rada bile çok eski olan yapılara çevirdiler. Mayaların o dev kültürlerinin yabancı bir etkiye kapılmış olması gibi şaşılacak bir olayı anlayabilmek için hiçbir tarihsel işaret, Diego de Landa'nın bir zaman­ lar yaptıgı gibi kılavuzluk edecek biri, yok muydu? Bu gizemli büyük "mimarlar" ulusu üzerine ipucu vermiş olan kimse de mi yoktu? Oysa bu ipucunu veren adam uzun zamandan beri tanınıyordu. Ama onu ciddiye almamışlardı. Bu bir Aztek prensi, şaşılacak bir insan olan Prens Ixtlilxochitl' di.


33 · B Ö LÜ M

Lav Altında Merdivenler ve Orman

W için: "O İspanyol saldırısı yüzyılında en üstün durumuna gelmiş olan

lLLlAM HICKLING PRESCOTT bundan yüzyıl önce Prens lxtlilxochitl

Tezkukan kral sütalesinin bir oğluydu," demişti. "Bilgisini artırmak için her ola­ naktan yararlanır, bunu büyük bir çalışkanlık ve yetenekle başarırdı. Öykülerinde her ne denli eski ve yıkıntılardan başka bir şeyi kalmamış olan bir soyun geçmiş ününü canlandırmak isteyen bir adamın kullandığı parlak renkler görülürse de yine herkes onun açıklığını ve dürüstlüğünü övmüştür ve onun yazmalarını ele geçirebilen İspanyol yazarları da güvensizlik göstermeden dediklerini benimse­ mişlerdir." Ama Prescott'tan sonraki bilginler dünyası bu prens için başka türlü düşün­ müştür. "Kaynakları inceleme yüzyılı" onu romantik bir öykücü, bir yerli destan ozanı saymış, ulusu üzerine anlattığı birçok büyük şeyleri yalnızca anlayışlı bir hoşgörüyle karşılamıştı. Ama tek bir sözüne bile inanmamıştı. Gerçekten de onun anlattıkları şaşılacak ve çoğu zamanı inanılınayacak şeylerdi. Ancak en önemli Alman, Meksika araştırıcıları Eduard Seler ve Walter Lehmann, çok geç olarak, onun eserinde bir "tarihsel çekirdek" aramaya giriştiler. Arkeolojinin tarihinde, yeni etkenierin birikmesiyle, yine büyük zorluklar­ la kazanılmış olan bir tarih tasarımının bozulma tehlikesine düştüğü kısa süren dönemlere hep rastladık. Bu bozulmadan ( aynı zamanda yeni bir tasarımın elde edilmesinden) , yeni etkeniere aldırış etmemek ya da ağzı yanan kedinin lapanın çevresinde dolaşması gibi bunların çevrelerinde ihtiyatla dolaşmak yolu ile nasıl kaçınıldığını da tekrar tekrar görmüştük Burada bilimin kendini koruması söz konusudur. Arkeoloji lapası da yenebitmek için soğumak zorundadır. İşte böyle­ ce araştırıcılar da eski Meksika yapı ve yıkıntılarının çevresinde, sanki onları ya­ rı yarıya örten lav henüz bir ateş deniziymiş gibi, dolanıp durdular. Çünkü bölge­ lerinde Azteklerin yaşamış olduğu yapılar, Mayalar bölgesinde yapılan araştırma ve buluntularla oluşan, renkler ve çizgilerle bütünlenmiş, perspektifleri ve fonla­ rı elde edilmiş olan tabloya hiç de uymuyordu. Bu yapıların farkına vanlsa bile, (bunları arayan da yoktu) onlara uğramadan geçiliyordu. Oysa Prescott'un, örne­ ğin Cortez'in "Noche triste" de kaçarken önünden geçtiği yıkık kent Teotihuacan


LAV ALTINDA MERDİVENLER VE ORMAN

285

için söyledikleri normal olarak farkına vanlmayacak şeyler değildi. Ama işte bu farkına varmayışı ta 1 9. yüzyılın sonuna dek hemen hemen tüm araştırıcılar sür­ dürdüler. Şöyle dokunup geçivermeler ve pek çok soru işaretleri . . . İşte bu çok es­ ki yıkıntılar için bütün yorumlar bunlardı. Birbiri ardı sıra yıkıntılar bulununca­ ya dek de böyle sürdü. Çoktan olup bitmesi gereken şeyler son otuz yıl içine yığı­ lıverdi. Çünkü işin şaşılacak yanı şuydu: Bu piramitler için ekspedisyonlar hazır­ lamaya gerek yoktu; bunlara varmak için sıtma ile, tehlikeli hayvanlarla ve içerisi­ ne girilemez ormanlada boğuşarak, machete ile yol açmak gerekli değildi. Onlara kadar -inanılmaz şey ama gerçek!- trenle ya da bir pazar günü öğleden sonra ge­ ze geze yayan olarak gidilebilirdi. Çünkü Orta Amerika kültürünün bu en büyük ve en görkemli tanıkları başkent Meksico'dan trenle bir saat ötede, hatta bazıları kentin tam kenarındaydı. IXTLILXOCHITL Hıristiyan olmuş bir prens, bir İspanyol dostuydu. Çok iyi yetiş­

mişti, papazca bilgileri çok genişti. Savaş dönemi geçtikten sonra ulusunun tarihi­ ni yazmaya başladı. Ağızdan ağza gelen söylentileri öğrenmek henüz mümkündü. Tarihi (kimsenin inanmak istemediği tarihi) en karanlık geçmişten, Tula kentinin Toltekler ulusunca kuruluşundan başlıyordu. Onlar üzerine çok büyük şeyler an­ latıyordu. Bunlar, yazıyı, sayıyı ve takvimi biliyorlardı, tapınaklar ve saraylar yap­ mışlardı. Tula'da yalnız güçleriyle değil, aynı zamanda bilgelikleriyle baş olmuş­ lardı. Bıraktıkları yasalar herkes için adalet sağlardı. Dinleri esirgeyiciydi ve son­ radan giren o korkunç törenleri yoktu. Hükümetleri beş yüz yıl sürmüştü; sonra kıtlık, iç savaşlar, sülale kavgaları başlamıştı. Başka bir ulus, Chichimekler, ülkeyi ele geçirmişlerdi. Fakat sağ kalan Toltekler ülkeyi bırakmış, önce Tabasco'ya sonra da Yucatan' a kaçmışlardı. İşin ilginci Ixtlilxochitl'in anlattıklarını bir buluşu ile doğrulayabilecek olan ilk bilginin, bir Fransız'ın, bu yerli tarihçiye karşı güvenin artması için hiçbir şey yapmayışıdır. Hiçbir arkeolog, prensin haber verdiği Tula'nın varlığına inanmı­ yordu. Onun böylesine canlı bir biçimde anlattığı kenti, mistik Tule ile bir tutu­ yorlardı. Hatta başkent Meksico'nun kuzeyindeki Tula kasabasının pek canlı var­ lığı bile araştırıcılar için bir dayanak noktası olmuyordu. Çünkü bu kasabanın ne yakınında ne de uzağında, tarihçi prensin verdiği o masal gibi bilgileri doğrula­ yacak bir yıkıntı vardı. Hatta Fransız Desire Charnay 1 880'lere doğru bu Tula de Allen de' de bir pirarnİdin üstünü (bu adam araştırıcıdan çok define arayıcıydı) "kazıdığı" zaman, araştırıcılar buna bile aldırış etmediler. Ancak son dünya savaşında, hemen hemen geri kalan bütün dünya, var olan kültürlerin hepsini yıkmaya uğraşırken,Meksikalı araştırıcılar eski kültürlerini kazıp çıkarmaya başladılar. Ve ne oldu dersiniz? 1 940 yılında dünyanın bütün arkeologları yerli prensin karşısında eğil­ rnek zorunda kaldılar! Bir vakitler böyle bir eğiliş Homeros'un karşısında da (Schliemann'ın kazılarında), Tevrat'ın karşısında da (Layard'ın kazılarında) ol­ mamış mıydı? İnançsız araştırıcılar artık eski Tula'yı, Tolteklerin ilk kentini bul-


286

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

muşlardı! Güneş ve ay piramitlerini buldular, metrelerce kalınlıkta toprak yığın­ ları altında korunmuş kabartmalar, güzel, biçimli heykeller buldular. Egon Erwin Kisch, dünyanın en ünlü gazete muhabiri, Alman mültecisi olarak birkaç yılını Meksika'da geçirdiği sırada, "Ay Piramidi"nden bir "demeç alan" ilk gazeteci oldu. Yeniden doğan dünyaların görüntüsü karşısında büyülenmiş, şöy­ le yazıyordu: " Pirarnide muhabirin konuştukları sırada platformdan keskin çizgi­ li bir lndio başı bunları dinlemek için aşağıya eğildi. Acaba lxtlilxochitl, dört yüz­ yıllık sürgünlüğünden ve hor görülmesinden sonra bilimsel onurunu yerine getir­ mek için pirarnide birlikte topraktan mı çıkmıştı?" "KüLTÜRLER altındaki kültürün," Azteklerinkinin altındaki masalımsı Toltekler kültürünün ard arda ışığa çıkarıldığını söylemiştik. Ama bu doğru mu? Aslında başkent M eksico halkı yüzlerce yıldan beri bu piramitlerin arasında ve yanında yaşamış, ama bundan haberleri olmamıştı. Tarlalarında çalışmaya gittik­ leri zaman onların önlerinden geçmişlerdi. lş arasında dinleornek ve Pulque' den, Tolteklerin bile kullandıkları öldürücü agav rakısından bir yudum içmek için on­ ların eteklerine oturmuşlardı. Bir defacık dosdoğru yürüselerdi burunları bir pi­ ramide çarpardı. Şimdi art arda -arkeolojik incelemeler ölçüsüne göre böyle söylüyoruz- araş­ tırmalar birbirini kovalıyordu. Otuz yılda heyecan uyandıran kazılar yapıldı. Başkentin kuzeybatı kıyısında araştırıcılar 1 925'te Yılan Pirarnİdini kazmışlar ve bunun tek bir piramit değil, birbiri üzerine sekiz kabuklu, taştan bir soğan olduğu­ nu anlamışlardı. Takvim işaretleri, olası ki her elli iki yılda böyle bir kabuk yapının oluşturulduğunu gösteriyordu. Bu durumda yalnız bu yapıda dört yüz yıldan çok çalışılmıştı, ( Bunun benzeri ancak Avrupa'daki katedraller olabilir. ) Meksico ken­ tinin orta yerinde (Cortez'in o denli kökten yıktırdığı) büyük Teocalli'yi kazdılar ve temel duvarlarını buldular! Araştırıcılar kentten çıktılar ve başkentten elli kilo­ metre uzaktaki bugünkü San Juan Teotihuacan'a, eski "Toltek kültürünün" dev ta­ nıkları olan büyük piramitler alanına, "Tanrı'ya dualar sunulan kente" gittiler. (Bu, kentin adının anlamıdır. Bu arada ilginç bir şeye de işaret edeceğiz: Meksico dilin­ de teo, tıpkı eski Yunancadaki gibi "Tanrı" anlamına gelir. Ama hemen şunu da ek­ leyelim ki böyle rastlantısal benzerliklerden hiçbir sonuç çıkarılamaz. ) Yıkıntı ala­ nı on yedi kilometrekare yer kaplıyordu; anlaşılan halkının kaçmadan önce üzeri­ ni metrelerce kalınlıkta bir toprak tabakasıyla örttükleri kent buydu. Bu, yapıla­ rın kendileri kadar, hayrete değer bir koruma önlemiydi, çünkü en büyük piramit­ ler (karakteristik merdivenleriyle hasarnaklı piramitler) yaklaşık altmış metre yük­ seklikteydil Nihayet bilginler içieri de araştırdılar. Eduard Seler ilk olarak, başkentin sek­ sen kilometre güneyindeki Xochicalco kale pirarnİdini tanıttı. Cholula'da da kaz­ dıları Cortez'in bir zaman en alçakça güveni kötüye kullanma suçunu işlediği bu yerde şimdi arkeologlar kazı yapıyorlardı. En büyük pirarnİdin içinde (bir zaman­ lar bu piramit Keops piramidinden çok yer kaplıyordu) kilometrelerce uzunluk­ ta, labirent gibi dehlizler ortaya çıkardılar! Daha güneye doğru da gittiler. 1 93 l 'de


LAV ALTINDA MERDİVENLER VE ORMAN

287

Meksikalı Alfonso Caso hükümet hesabına Oaxaca'daki Monte Alban'da kazı yaptı ve - bütün bu arkeologların şimdiye dek hiç sözünü etmedikleri fakat çok büyük olasılıkla hep umdukları da burada oldu: Bir define bulundu! Monte Alban definesi. Burada sözü, daha iyi anlatan birine bırakalım. En iyi gazete muhabirierinden olan Egon Erwin Kisch bu dağla da bir röportaj yap­ mıştı. "Dünya yüzünde bundan daha koyu bir karanlılıkla örtülü ve bizim bütün sorunlarımızı yanıtsız bırakan başka bir yer var mıdır? Acaba içimizde hayran­ lık mı yoksa şaşkınlık mı daha üstün geliyor?" diyor ve sonra bunun nedeni­ ni araştırıyordu: "Acaba bunun nedeni çizgilerinde sonsuzluğun görüldüğü bu yapılar grubu mu? Yoksa ta göklere varan tören merdivenlerine benzeyen bu piramitler mi? Yoksa -hayalimizde canlandırdığımız- coşkun dualada kendi­ lerinden geçmiş binlerce lndio'nun doldurduğu tapınak avluları mı? Ya da du­ var içinde açılmış gözetierne delikleri, meridyen dairesiyle semt açısını oluş­ turan gözlemevi mi? Ya da, Antikçağ Roma'sından 20. yüzyıla dek Avrupa'da eşi olmayan, eğik olarak yükselen yüz yirmi sıra tribünlü stadyumun görünü­ şü mü?

Yoksa yüzlerce mezarın, bulundukları alanın bir mezarlık haline gelmeyecek, hiçbir mezar ötekini örtmeyecek gibi düzentenişi mi? Renk renk mozaikler; fi­ gürleri, sahneleri, sembolleri ve hiyeroglifleriyle freskler mi? Yoksa pişmiş toprak kaplar, soylu kıvrılışlı kurban taşları, geometrik düz çizgileriyle, dört ayaklı, her ayağın içinde bir tanrısızın alıp götürmek istediği zaman haber vermek için birer çancık bulunan ölü külü vazoları mı? Yoksa mücevherler mi? New York'taki dünya sergisinde, tarihsel ve modern kuyumculuk sanatı, Monte Alban mücevherleri yanında sönük kalmamış mıydı? Bu hazinenin küçük bir bölümü Meksico'daki ulusal müzenin bir vitrininde ışıldamaktadır. Kim bu "vahşilerin" necef taşından böylesine ince bir teknikle mücevherler yontabileceklerini; üzerieri kalem oyması, matematik eşitlikte, altın ve değerli taş­ lardan 854 boncuklu yirmi sıralık gerdanlıklar yapabileceklerini aklına getirebilir­ di? Bir broş Lucas Cranach'ın daha gizemli ve korkuncunu tasarlayamayacağı bir ölüm şövalyesini betimlemektedir. İngiliz dizbağı nişanına benzeyen diz bağları, sanki dikenler ve gözyaşlarından örülmüş gibi küpeler, papaların papasına yara­ şacak bir tiyara, el tırnaklarını süslemek için örme yüksükler, kabartma süslü bi­ lezikler ve pazubendler, yeşimden, firuzeden, inciden, kehribardan, mercandan, obsidiyenden, jaguar dişlerinden, kemikten ve deniz kabuklarından elbise kopça­ ları ve tokalar, yanakları ve burnunun üzerine bir düşmanın yüzülmüş baş deri­ si geçirilmiş bir yüzü betimleyen altın bir maske, altın emdirilmiş kabak yaprak­ larından tütün kapları, Quetzal kuşunun tüylerinden yelpazeler . . . Hangi Bizans imparatoriçesinin, hangi Hintli Maharani'nin, hangi Amerikalı milyoner kadının yaşamı boyunca eline, bu lndioların mezarlarında da hala taşıdıkları denli göz ka­ maştırıcı mücevherler geçmiştir?


288

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Kisch Meksika'ya ilişkin yazısının bu bölümünü "Monte Alban üzerinde soru­ lar, yalnız sorular var! " diye bitirir. TAM olarak bilinen yalnız şudur: Üç ulusun tarihi birbirine sıkı sıkı bağlıdır. Her

üçü de, merdivenleri tanrılara, güneşe ve aya götüren piramitler yapmışlardır. Bütün bu piramitler, bildiğimiz gibi, astronominin verilerine göre ve takvimin zo­ ruyla kurulmuşlardır. Amerikalı Ricketson Jr. bunu daha 1 928'de Uaxactun'daki bir Maya piramidinde ilk olarak kanıtlamıştı. Bugün daha yeni çağlar için Chichen ltza' da ve çok eski çağlar için de Monte Alban' da bunun kanıtlarını görüyoruz. Bütün bu uluslar büyük takvim dönemlerinin Demokles kılıcı altında yaşamış­ lardır: Her elli iki yılın sonunda dünyanın batacağına inanmaktaydılar. Böyle ta­ sarımlardan papazların gücü doğmuştur; çünkü ancak onlar bu korkunç felake­ ti önleyebilirlerdi. Bunun için başvurdukları çareler de zaman geçtikçe daha acı, daha zalimce biçimler almış, dehşet verici insan kurbaniarına dek varmıştı. Xipe Totec'in, İlkbahar Tanrısının töreninde papazlar, bu tanrı uğruna insanların deri­ lerini yüzer ve hen üz debelenen kurbanlarının kanlı derilerini kendileri giyerlerdil Bu uluslar arasındaki sıkı ilgiyi, karşılıklı durumları tıpkı Yunan ve Roma tan­ rılarınkine benzeyen tanrılarında açıkça görürüz. Esas tanrılardan biri, büyük ve bilge Quetzalcoatl, Kukumatz olarak Guatemala' da, Kukulkan olarak Yucatan' da yaşamıştı; tasviri -"Tüylü Yılan"- en eski ve en yeni binalarda görülür. MOGOL boylarının torunları olan eski Amerika uluslarının bir kara parça­

sı üzerinden ya da kayıklarla, yirmi otuz bin yıl önce Sibirya ve Alaska üstünden Amerika'ya geldiklerini tahmin etmekteyiz. Ama bunu kesin olarak bilmiyoruz. Böyle farz edilen bir göçebe grubundan Teotihuacan kültürünün kurucularının, Tolteklerin, nereden çıktıklarını ve Alaska ile Panama arasında neden sadece bu ulus grubunun bütün eski Amerika kültürlerinin temelini kurduklarını bilmiyo­ ruz. Hatta bunu meydana getirenierin salıiden yalnız "Toltek"ler ulusu olup olma­ dığını da bilmiyoruz. Çünkü örneğin Meksika'nın her yerinde izlerini bulduğu­ muz Zapotekler ve Olmekler ne rol oynamışlardı? Eğer biz Maya ve Aztek kültür­ lerinin öncesi için genel olarak Toltekleri kabul ediyorsak, şunu da açıkça bilme­ miz lazımdır ki, bununla şimdilik bütün Orta Amerika kültürlerinin yaratıcıları­ na toptan bir ad vermiş olmaktayız. Belki de Toltek adı salıiden sadece "mimar" anlamına gelmekteydi. Ama belki de, üç büyük devletin birbirlerine olan karşılıklı etkilerini düzene koymak için, Alman bilgini Theodor-Wilhelm Danzel'in Meksika hakkındaki bir eserinde yaptığı gibi, eski dünya ile bir kıyaslamayı da göze alabiliriz: "Aztek ve Maya kültürlerini belirtmek için bazen eski dünyadan örnekler alır­ lar ve Azteklerle Romalılar, Mayalada Yunanlılar arasında paraleller çizerler. Bu kıyaslama toptan uygun düşer. Salıiden Mayalar, birbirleriyle boğuşan, ancak or­ tak bir düşmanla savaşmak söz konusu olduğu zaman sağlam bir birlik haline gelebilen, kent kent parçalanmış bir ulustu. Mayaların aynadıkları siyasi rol her


42 - 1 0. yüzyıldan 12. yüzyıla dek Orta Meksika 'ya egemen olan

To/tek/erin eski başkentleri Tula'daki tapı nağın kalı n tıları. Sağda, bir zamanlar bir platform üzerinde tapınağı n çatısını taşıyan büyük savaşçı figürlerinden biri.


43 - Tepesine geniş bir merdivenle tırmanı/abi/en Teotihuacan 'daki Quetzalcoatl piramidinin duvar kaplama/arı. faguarlar ve yılanların yanı sıra yagmur tanrısının maskesi gibi fantastik kafalar ziyaretçiferin üzerine dogru uzanıyor. Cortez 1 6. yüzyılda fetih seferi sırasında buradan geçtiginde piramit çok eskimiş durumdaydı.


44 - "Turkuaz Efendi", ateş tanrısı Xiuhtecuhtli. 1 400 ile 1 521 yılları arasında yapılmış bu etkileyici maske sandal ağacına kakılmış sayısız küçük turkuaz mozaik parçacık/arından oluşuyor; gözler sedef, dişler ise midye kabuklarıyla işlenmiş.


45 - Ta n rı ları güçlendirmek için insan kalpleri ve ka nı: 1 6. yüzyıldan kalma bir elyazmasından

alınma bu resimde görüldüğü gibi, piramitte insa n kurban etmek, Orta A merika din inin en önemli ritüellerindendi. Azteklerde ritüelik insa n kurba n ı akıl almaz boyutlara ulaşmıştı.


46 - Aztek

rahiplerinin, tanrıları onurıma öldürdük/eri insanların kanını içinde topladıkları, 1 4,5 santimetre yükseklikte, 23,8 santimetre çapında yeşil porfırden kurban kanı kasesi.


47 - Bugünkii Hondı1ms 'da yer alan Maya kenti ropan 'ı n rekonstrüksiyonu. R urayı ilk kazan John Lloyd Stephens gün ü m üzde Dü nya Kültür Mirası kapsam ında olan, içinde ören yerlerinin bulunduğu bu çok geniş bölgeyi bir yerliden sadece 50 dolara sa tın almıştı.

48 - Edward Herbert Thompson 'ı n, Chichen Itzd 'daki kutsal kuyu da kazı çalışmaları.


49 - Chichen ltza'daki "Savaşçılar Tapınağı "nın rekonstrüksiyon çizimierinden biri.


51 - Bugünkü Peru sınırları içinde Atacama Çölünün kuzey ucundaki Nezca Pampası 'nda bir kolibri betimlemesi. Yıllar boyu toprağa kazınmış bu hayvan, bitki ve spiral resimleri bilim dün) için sır olarak kaldı. Bugün bilim insanları bu "geogliflerin " sırrını çözdüklerine inanıyorlar: B u u iar dini törenlerde kullanılan yürüyüş yollarıydı ve bu şekiller açık renkli alt tabakanın üzerini örten koyu renkli taşların çıkarılıp uzaklaştınlmasıyla oluşturulmuştu.


LAV ALTINDA MERDİVENLER VE ORMAN

2 89

ne kadar önemli olmamışsa da buna karşılık heykelcilik, mimarlık, astronomi ve matematilete olağanüstü eserler meydana getirmişlerdi. "Beri yandan Aztekler savaşçı bir ulustu. Devletini, saldırışlarına karşı koya­ mayan başka bir ulusun, (Tolteklerin) kalıntıları üzerine kurmuştu. Eğer kıyasla­ mamıza devam edersek Toltekler de Etrüsklerin paraleli olurlar." Biraz dikkatle bu kitabı okumuş olan okuyucumuza başka bir kıyaslama için de güvenebiliriz: Toltekler (belki de daha öncekiler) tarihsel görevleri yönünden buluşçu Sümerlere benzerler. Mayalar, buna göre, üstün buluşlarının mirasçıla­ rı olarak bir kültür devleti kurmuş olan Babilliler'dir. Aztekler ise üstün bir ruh­ tan henüz yararlanan, fakat bu ruhu artık yalnız iktidar ve egemenlik için har­ cayan savaşçı Asurlular'dır. Bu kıyaslamanın sonucu olarak sonunda da baş­ kent Meksico'nun, tam ün ve onurun en yüksek noktasına eriştiği zaman -tıpkı Asurluların başkenti mağrur Ninive'ye Medler'in yaptığı gibi- boynunun vurul­ duğunu düşünelim! Ama her iki örnek de bir şeye uymaz: Bu da Tolteklerin, devletleri çoktan or­ tadan silinmişken birdenbire ortaya çıkarak Mayaların yeni devletlerine girişle­ ri ve Chichen Itza kentine kendi damgalarını vurmalarıdır. Eski tarihte bunun eşi yoktur! Ama acaba iş böyle mi olmuştu? Bütünüyle başka türlü de olabilir. Bütün bunları bambaşka anlatan, hatta İspanyolların gelişlerini bile mistik bir kılık al­ tında önceden tarihsel gelişim içerisine alan bir söylence de vardır. Bunda dendi­ ğine göre Quetzalcoatl (şimdiye dek bundan tanrı olarak söz etmiştik) bir "Doğan Güneş Ülkesi"nden gelir. Uzun beyaz elbisesi ve sakalı vardır; halka bilgileri, iyi gelenekleri ve bilgece yasalar yapmayı öğretir; içinde mısır koçanları insan bü­ yüklüğüne erişen ve pamuklar kendiliğinden renkli olarak yetişen bir devlet ku­ rar. Ama herhangi bir nedenle ülkeden ayrılması gerekir. Yasalarını, yazılarını, ila­ hilerini alır ve geldiği yoldan döner. Cholula'da bir kez daha durur ve orada bilge­ liklerini telkin eder. Sonra deniz kenarına gider, ağlamaya başlar ve kendini yakar. Kalbi sabah yıldızı olur! Bazıları onun gemisine bindiğini ve gelmiş olduğu ülkeye doğru yollandığını söylerler. Ama söylencenin bir yerinde hepsinin söylediği bir­ dir, bu da onun yine gelmeyi vaat ettiğidir.

Mayalar ve Azteklerin en yüce tanrılarından Quetzalcoatl, Guatemala 'da Kukumatz, Yucatdn'da ise Kukulkan olarak adlandırılır ve hepsi de "tüylü yıla n " anlamına gelir. Bu çizim Chichen Itza 'da bulunan bir duvar kabartmasından alınmıştır.

TM 19


290

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Bu kitapta bir söylencenin özünün gerçek olarak ortaya çıktıgını sık sık gör­ dük, onun için ilk bakışta öyle görünse de bu masalı şiirsel bir uydurma olarak bir yana atıverecek degiliz; Quetzalcoatl'in sakalı oldugu söylendigine göre, -hemen hemen sakalsız bıyıksız olan bir ulus için hiç de alışılmadık bir özellik- acaba be­ yaz elbisesi de derisinin beyaz oldugunu anlatmıyor mu? Acaba daha öteye de vararak (biz burada başkalarının bütünüyle ciddi olarak ileri sürdükleri düşünceleri yineliyoruz) onda, uzak yabancı bir ülkeden gelen bir misyoneri göremez miyiz? Örnegin, tıpkı bazılarının onu 6. yüzyılın bir Katolik misyoneri olarak varsayışları gibi? Bunu bilmiyoruz. Yalnız bildigirniz bir şey var: İspanyollar Meksika'ya girdikleri zaman yerliler sakallı beyaz adamın son vaadini düşünerek, onları "Dogudan gelen beyaz tanrı­ lar" sanmışlardı. Ama bu İspanyollar ( ulusal gururu bir yana bırakalım da bunu genelleştirelim ve daha iyisini söyleyeyim: Avrupalılar) kuşkusuz ki iyi ahlakı ve adaleti vaaz eden Quetzalcoatl'in ardılları degillerdi.


V

H E N Ü Z YAZ l LMAM I Ş Ki TAP LAR

Eger insanlara alçakgönüllülügü ögtetmek istersek bakışlanmızı yıldızlı göge çevirmemize gerek yok. Yalnızca bizden önce gelmiş, bizden büyük olan ve bizden önce yok olan kültürlere bir göz atmamız yeter.



34· BÖLÜM

Eski Olkelerde Yeni Araştırmalar

A bizi beş bin yılda gezdiren yolculugumuz bitmiş oldu.

NLATACAGIMIZ büyük arkeolajik buluşların artık sonuna geldik, böylece

Ama konunun tükenmesine daha çok var. Buna karşın yine de burada bırakı­ yorsak bu, bir kitabın büyüklügünün kendine göre bir ekonomiye ba@ı oluşun­ dandır. Arkeolojinin buluşlar bollugu içinden yaptıgımız seçme, bazı özel düşün­ celerle olmuştur. Kazıları, kronolojik bir sıraya göre degil, yapıldıkları kültür ala­ nına göre sıralamakla, dört kitabımızda dört kültür halkının, insanlıgın, dört en önemli yüksek kültürünün hemen hemen kendiliginden oluşan bir betimleme­ sini elde etmiş olduk. Kitabımızın adı Arkeoloji'nin Romanı'dır. Bu ada hak kazanmak için, bile bile, buluşlar sırasında arkeolojinin roman gibi serüvenler haline geldigi kültürleri seç­ tik. Arkeolojinin şimdiye dek hiç haberimiz olmayan başka kültürleri de ışıga çıkar­ mayacagını kim ileri sürebilir? Evet, dünyada, münzevi ve gizemli, yalnız kendi ken­ dilerine tanıklık eden, fakat şimdiye dek hangi kültür topragında yetişmiş oldukları üzerine hiçbir şey sezdirmeyen anıtlar dagılmış durumdadır. Üzerinde en çok tar­ tışılan Paskalya Adaları'ndaki gizemli heykellerdir. Bunlar siyah tüften 260 kadar taş heykeldir. Bu heykeller suskunluklarını korumaktadırlar. Hiyeroglifleri anım­ satan yazılarla kaplı sayısız tahta levha belki de bu sırrı çözmemize yardımcı olabi­ lir. 1 958 yılında Alman antrapolog Thomas Barthel "Paskalya Adaları Yazıdarının Çözümü lçin Temel llkeler" başlıklı son derece başarılı makalesinde, çok sayıda işaretin yorumuna da yer verdi. Bundan kısa süre önce, Norveçli araştırmacı Thor Heyerdahl, Paskalya Adaları'nı yeniden ziyaret etti. "Kon Tiki" adlı salıyla 1 947'de Pasifik Okyanusunu Güney Amerika'dan Tuaoto Adaları'na ( Polinezya) dek boy­ dan boya geçerek, bununla Peru ile bir ba@antı olasılıgını araştırmıştı. Bilinmeyen bir dilin ve bilingleri (iki dilde metni) bulunmayan, bilinme­ yen bir yazının hiçbir zaman çözümlenemeyecegi yolundaki dilbilimcilerin tez­ leri bu arada geçerligini yitirdi. 1 930'da Alman Hans Bauer cesurca bir girişimle ( sadece birkaç hafta içinde var olan 30 işaretten 1 7'sini dogru tahmin etti). Çift dilli bir metne ulaşma şansı (bu, sadece becerikli kişilere kısmet olur) Helmuth


294

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Th. Bossert'in yüzüne güldü ve Bossert bir kez daha biling bir metin buldu. 1 947 yılında günümüz Türkiye'sindeki Karatepe'de çift dilli, kabartma bir duvar yazı­ tım keşfetti. Böylelikle de üç kuşak araştırmacıların üzerinde boşuna çalıştıkları hiyeroglif Hititçesi çözümlenebildi. Ancak yüzyılımızın en büyük çözümünü meslekten olmayan biri başardı: Elli yıl süren ve bir sonuca varmayan uluslararası araştırmaların ardından genç İngiliz mimar Michael Ventris, "Linear-B" diye adlandırılan Girit yazısını çift dilli bir metin olmadan çözümledi ve bu dilin de Eski Yunan lehçelerinden biri oldugunu keşfetti. Üzerinde ne oldugu aniaşılamayan işaret sıraları bulunan küçük toprak levhalar eskiden beri biliniyordu. Arthur Evans Knossos Sarayı kazılarında bu tür sayısız küçük levha bulmuştu. Bu tabletçiklerin üzerindeki çizikierin (daha önce Girit'te birkaç tanesi anlaşılmıştı) yazı olması gerektigi uzmanlarca oldukça kısa sürede anlaşıldı ve bunlar hemen çözümleme denemelerine giriştiler. Ancak top­ rak levhacıklarda bu yazının birbirinden belirgin farklar gösteren iki farklı biçimi görülüyordu; bunlardan biri daha eski, öteki daha yeniydi. Evans bunlardan daha eskisine "Linear-A'', 1. O. 1 5. yüzyıldan itibaren başlayan yenisine ise "Linear-B" adını verdi. Mutlu bir rastlantı bu konuyu hareketlendirdi. Amerikalı arkeolog Carl William Blegen 1 939'da Mora Yarımadası'nın batı kıyısında tlyada ve Odysseus'ta ihtiyar bilge Kral Nestor'un yönetim merkezi olarak önemli bir rol oynayan Miken döneminden kalma Pylos'un Sarayı'nı buldu. Blegen 1930'dan 1 938'e dek Schliemann ve Dörpfeld'in Troya'daki kazılarını başarıyla sürdürdü. Şimdi de Yunanistan'da bir sarayı gün ışıgına çıkarırken, karşısına, üzerinde Girit'te bili­ nen Linear-B yazısı kullanılmış yaklaşık 600 civarında levhadan oluşan bir arşiv çıktı. Böylelikle bir anda yazının çözülmesi için temel malzeme önemli ölçüde zenginleşmiş oluyordu. Dogal olarak bilim insanları yazıyı çözmek için çaba göstermeye devam etti­ ler. Ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu levhaların fotografları yayın­ landı. Araştırmacılar arasında daha 1 936'da (henüz 14 yaşındayken) Evans'ın

Yazının başlangıç dönemlerinden: Sembolleri okunabilen ve nereden geldiği anlaşılabilen mal teslimat işaretleri. Bunlar Abydos'ta (Mısır) I. Akrep Kral'ın mezan için gönderilmişti.


ESKl ÜLKELERDE YENİ ARAŞTIRMALAR

295

Knossos kazıları hakkındaki bir konferansını hayranlıkla dinlemiş olan İngiliz mimar Michael Ventris de vardı. 24 Haziran 1 952'de Ventris, BBC'nin bir radyo yayınında ilk kez geniş bir dinleyici kitlesine çalışmaları hakkında bilgi verdikten sonra vardıgı sonucu açıkladı: Linear-B toprak levhalarının dili Yunancaydı. "Son birkaç haftadır Knossos ve Pylos levhalarının Yunanca yazıl­ mış olması gerektigi sonucuna vardım; kuşkusuz zor ve eski bir Yunanca, çünkü Homeros'tan yaklaşık SOO yıl daha eski, ama onun döneminkinden daha az Yunanca degil." Dilbilimcilik mesleginden olmayan bu insan haklı çıkacaktı. Konuşmayı din­ leyen Cambridge'li dilbilimci John Chadwick, Ventris'in varsayımını inceledi ve başlangıçtaki kuşkuları büyük coşkuya dönüştü; 9 Temmuz'da Michael Ventris'i kutladı. İzleyen yıllarda birlikte "Documents in Mycenaean Greece" adlı standart eser üzerinde çalıştılar ve eser 1 956'da yayınlandı. Antik Yunan'ın büyük gizem­ lerinden biri kesin biçimde aydınlanmıştı. Bugün bile çeşitli ülkelerde toprak daha önce kimsenin aklının köşesinden geçmeyen sürprizlerle dolu. Son yıllarda en eski bilinen yazılı belgelerin gerçek­ ten Sümerler'e mi ait oldugu, yoksa bunları yine Mısır'da aramak gerekip gerek­ medigi sorusu yeniden ortaya atıldı. Bunun nedeni Abydos'taki "U-j" mezarının, Mısır'ın eski krallarının gömü yerinin bulunmasıydı. 1 988'de Alman arkeolog Günter Dreyer burada 1.0. 3200'lerde yaşamış Kral i. Skorpion'un mezarını ince­ ledi ve hiyeroglif yazısının bugüne dek bilinen en eski fonetik olarak okunabilen örneklerini buldu. Fildişi ya da kemikten yaklaşık 1 60 küçük levha üzerine elliden fazla işaret ve hayvan simgesi kazınmıştı. Bunlar açıkça krala son yolculugunda eşlik etmeleri için yanına konmuş eşyaların kaynak bilgileriydi. İlk bakışta anlam­ sız gibi görünen işaretler sesli olarak okundugunda hemen bir kavrama dönü­ şüyordu. Örnegin leylegi ( "ba" olarak okunuyor) iskemlenin ( "st" okunuyor) yanına koyarsanız birlikte "Basta" sözcügü ortaya çıkıyor. Burası Yunanlıların Bubastis olarak bildikleri Nil deltasında bir yerin adı. Orta Amerika'dan da yakın bir geçmişte kıtada kullanılan yazının tarihine iliş­ kin ilginç bir buluş haberi geldi. Meksika'da Olmekler ülkesine ait gösterişsiz bir taş levhanın üzerine yazı olarak nitdenebilecek simgeler kazınmıştı. İçlerinden bazıları birçok kez tekrarlayan ve balık, böcekler ya da mısır koçaniarına ben­ zeyen toplam 62 işaret saptandı. Yanında bulunan çanak çömlek kırıkları İ. O. 900 yıllarına tarihlendi. Bu metin bugüne dek çözülemedi. Gelecekte araştırma­ lar, yazının gerçekten Olmekierin (İ.Ö. 1 200-400) kültürüne ait olup olmadıgını gösterecek. Geçen yüzyıldan beri kazıların sayısı on yıldan on yıla arttı. Sadece anlam­ sız savaş dönemlerinde kesintilere ugradı. Bazı araştırmacılar yaşamlarını tek bir meseleye adadılar. Örnegin Fransız Claude E A. Schaeffer eski Suriye liman kenti Ugarit'e ya da Alman Kurt Bittel eski Hititlerin başkenti Hattuşaş'a. İnsanlar, arkeologların ve meslekten olmayanların büyük kentlerin ortasında ya da ıssız dag doruklarında buzların altında, kimsenin beklemedigi yerlerde buluşlar yapmalarına şaşar dururlar. Modern yöntemlerle eskiden beri bilinen bir


296

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

kazı alanında çalışmanın ne denli önemli ve sonuçları açısından verimli olabil­ digine en iyi örnek Troya'dır. Birçok kişi Blegen'in 1 930 ile 1 938 yılları arasında yaptıgı kazılada Hisarlık Tepesi'ndeki çalışmaların sonuçlandıgına inanıyordu. 2005 yılında ölen Tübingenli prehistorya uzmanı Manfred O. Korfmann'ın yöne­ timinde 1 988'de uluslararası bir araştırma ekibi tarafından Troya'da yeniden baş­ latılan çalışmalar kamuoyunu her seferinde yeniden şaşırttı. Bu arada ilk resmi kazıcı Heinrich Schliemann ve onun çalışmaları yeniden araştırmacıların ilgi­ sini uyandırdı. Ünlü "Priamos Hazinesi"nin akıbeti de tekrar tartışıldı. Bunun izi İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Berlin Hayvanat Bahçesi'ndeki uçaksavar koru­ ganında kaybolmuştu (ancak 1993'te Moskova'daki Puşkin Müzesi'nin duvarları ardında "yeniden keşfedildi") . Troya' daki e n etkileyici olaylardan biri d e dagdaki hisarın kapıları önünde Troya VI (1.ö. 1 750- 1 250/30) ve Vlla (İ.Ö. 1 250/30- 1 1 80) katmanları arasında bir alt yerleşim biriminin varlığının kanıtlanması. Bugün Troya Vlla, agır bir dep­ remin ardından yerleşimin sürekliligi nedeniyle Troya VIi olarak adlandırılıyor. Anlaşılan yitirilmiş bir savaş buranın sonu olmuştu. Güney ve batıda yedi yüz metreden uzun bir hat üzerinde daha önceleri de var olduğu hesaplanan ama jeo­ manyetik tarama ve kazılada kanıtlanan bu alt yerleşim birimi bir hendekle çevri­ liydi. Bu hendek lsa'dan önceki iki binli yılların en modern silahı olan savaş ara­ basını durdurmak için kazılmıştı. Yerleşim alanı hesaplanacak olursa, ortaya 300 bin metrekarelik bir büyüklük çıkar. Böylece o güne dek bilinen Troya VI' nın yer­ leşim alanı on beş kat artmış oldu. Orada kaç kişinin yaşadığı bilinmiyar ama nüfusun 5 bin ile 10 bin kişi arasında olduğu varsayılıyor. O dönemin koşulları ve gıda kaynakları açısından büyük bir sayı bu. Yeni kazılar ve araştırmalar dogal olarak Heinrich Schliemann ile onun çalış­ malarını ve yayınlarını yeniden ilgi odağı haline getirdi. Gerçi onun yapmış olduğu temel hizmetler yara almadı ama bu kendine yönelik halkla ilişkiler deha­ sının imajında birkaç çizik oluşmadı da değil. Örnegin Schliemann'ın bir yıl sonra !thaka, Peleponez ve Troya adlı kitabında yazdığı gibi, 1 868'de Hisarlık Tepesi'ni ziyaret etmiş olması bugün kuşkulu görünüyor. Eger gitmişse bile, bu yerin önemi gözünden kaçmıştı. İngiliz tüccar ve konsolos Frank Calvert yıkıntıların bulun­ duğu tepeye Schliemann'ın dikkatini çekmiş, o da 1 865'te Hisartık'ın kuzeydogu bölümünü satın alıp kazmıştı. Ancak Schliemann daha sonra Calvert'in tanılama konusundaki hizmetlerini ısrarla gizledi. llyada'da sözü edilen Troya Savaşı konusu da bugüne dek çözümlenemedi. Arkeologlar gerçi Troya'nın araştırılan yerleşim katmanlarında kentin çevresinde yapılan birçok savaşa ait izler buldular. Bugün çok sayıda araştırmacı, her ne kadar belli belirsiz ve küçük olsa da, llyada'nın belirli bir tarihsel çekirdegi içer­ diği görüşünde. Bununla birlikte, öne sürülen gerekçeler, t.ö. 1 1 80'lerde Mykenai Kralı yönetimindeki Yunanlılar ile bir savaş sonucunda Troya VllaNii'nin yok oldugu, ardından Homeros'un bunu t.ö. 700'lerde yazılan llyada'da dile getirdigi yolundaki görüşü kanıtlamaya yetmiyor. Bu açık seçik gerçek birçok kişiyi tek bir Troya Savaşı'na inanınayı sürdürmekten alıkoymayacak, onlar bir söylence çagı


ESK! ÜLKELERDE YENİ ARAŞTIRMALAR

297

kahramanlarını, bir Akhilleus ve bir Hektor'u, bir Odysseus ve Troya Atı'nı, bir Paris ve Güzel Helena'yı gözlerinin önünde canlandıracaklar. Troya ve Homeros'un söylence kahramanlarının hayal gücünü sürekli diri tut­ ması gibi, görünüşe göre "Krallar Vadisi"ne, hele onun en ünlü ölüsü Firavun Tut-enkh-Amun'a duyulan hayranlıkta bir azalma yok. Onun mezarı KV 62, aslında henüz incelenmemiş son mezar sayılıyordu. Ancak 2006 şubatında bir Amerikan kazı ekibi Tut-enkh-Amun'un mezarından sadece yedi metre uzakta, yine 1 8. sülale dönemine ait KV 63 odasını keşfetti. Araştırmacılar yedi ahşap tabut buldular, binlerce toprak kap ile kurumuş çiçekler ve bitkiler, tekstil ürün­ leri ve takılar; ama mumya yoktu. Bunun, Tut-enkh-Amun'un firavun ailesinden birinin mezarı oldugu yolundaki varsayımlar kanıtlanmadı. Tut-enkh-Amun da gerçek huzura ermedi. Sürekli genç firavunun nasıl öldügü sorusu ortaya atılıyor. Zehir, hastalık, cinayet; birçok olasılık tartışılıyor. Bu soruyu yanıtlamak için birkaç yıl önce Tut-enkh-Amun'un cesedi bilgisayar tornagrafisiyle kapsamlı biçimde incelendi; sonuçta üç boyutlu 1 700 adet görün­ tünün açıklık getirmesi bekleniyordu. Nihayet firavun un kafasının arkasına indi­ riten bir darbeyle öldürülmedigi ortaya çıktı. Bir olasılık, Tut-enkh-Amun'un bir binicilik kazası sonucu ölmüş olmasıydı. Görüntülerde firavunun attan düştü­ günde meydana gelebilecek sol üst bacak kemiginde bir kırık görüntülerde açıkça seçiliyordu. Açık yara ameliyat edilmeden ve antibiyotik olmadan öldürücü kan zehirlenmesine yol açabilirdi. Bunun böyle mi oldugu, belki de hiçbir zaman açıklıga kavuşamayacak. Bazıları olay yaratan şanslı buluşlar yapabildL Bunların bir bölümü bulu­ şun gerçekten öneminden dolayı, ancak genellikle de sadece bulunuş koşulla­ rının sansasyonelligi nedeniyle dünya basının manşetlerine çıktı. Ur'un büyük kazıcısı Leonard Woolley 1 937- 1 939 arasında, ardından da tekrar 1 946'da Türkiye'de Alalakh'da (Hatay'da Aççana höyügü) kazı yaptıktan sonra 1 947'de büyük buluntuyu haber verdi: Kral Yarim-Lim'in hemen hemen 4000 yıllık mezarı! Amerikalı Nelson Glueck başarılı keşifler kariyerini "Kral Süleyman'ın maden ocaklarını" ortaya çıkararak taçlandırdı. Meksikalı Alberto Ruz, bütün piramitlerin firavun mezarları, eski Meksika'dakiterin ise sadece tapınak kaide­ leri oldugu yolundaki tartışılmaz sayılan tezi yıktı: 1 949' da Palenque' daki Maya piramidinde bir hükümdar mezarını ortaya çıkardı. Beş yıl sonra da Mısırlı Zakaria Goneim hiç kestirilemeyen bir şeyi başardı: Sakkara'da kazmayı vurdu ve henüz hakkında hiçbir şey bilinmeyen hasarnaklı bir piramit buldu. Peru'nun kuzeyindeki Sipan'da arkeologlar yaklaşık İsa'nın dogumu ile başlayan ve 7. yüz­ yıla dek gelişen Moche kültürüne ait bir eski Peru hükümdarının hiç el degme­ miş ve olaganüstü degerli eşyalarla donatılmış mezarını keşfettiler. Arkeologların "Sipan'ın Efendisi"nin mezarında buldukları hazineler, görkem ve zengin­ lik yönünden Tut-enkh-Amun'un mezarını anımsatıyordu. Mainz'deki Roma­ Germen Merkez Müzesi uzmanlarının bulunan eserlerin restorasyonu ile görev­ lendirilmeleri, bilim insanlarının uluslararası işbirligine güzel bir örnek oluş­ turdu.


298

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Altay Dagları'nın Mogolistan kesiminde bir göçebe savaşçının bulunuşu da aynı ölçüde sansasyon yarattı: İ.Ö. 3. yüzyılda ölmüş 30-40 yaşlarında bir adam bir kurganda iki atıyla birlikte gömülmüş, sürekli don ortamında konserve edil­ mişti. Hakkında hiçbir şey bilinmeyen bu sarışın savaşçının İskitlerden mi, başka deyişle, Yunanlıların korktukları ve hayranlık duydukları binici ulustan mı oldugu bugüne dek ögrenilemedi. Bugün bile bütün dünyada biliminsaniarını araştırma masalarına baglayan, tüm Hıristiyan Batı arkeolojisi açısından en ilginç ve önemli buluntu sadece bir şans eseri gerçekleşti: ı 94 7' de genç bir Bedevi keçi çobanı kaybolan bir keçisini ararken, Ölü Deniz kıyısındaki bir magarada toprak testiler içinde yazı tomarları buldu. Gün ışıgına çıkan bir sansasyondu. Kumran'daki Ölü Deniz kıyısında bir tepede yer alan bu magarada ve çevredeki başka magaralarda yıllar içinde SOO'ün üzerinde yazılı parşömen tomarlar da eklendi. Metinler çogunlukla İbraniceydi ve dört gruba ayrılıyordu: Eski Abit ile ilgili dinsel metinler (Bunlar arasında bir de Yeşaya metni), ikinci olarak, dini metinlerin ve kitapların parçası olmayan apokrif adı verilen metinler, üçüncüsü, bugüne dek bilinmeyen dini metinler ve nihayet kolay sınıflandırılamayan, "Aleksander Jannai (Jonathan) için dua" gibi metinler. Yıllarca Ölü Deniz yazı t o ma rl a rının Kumran'daki Esen i l e r topluluguna ait oldugu sanılmıştı. Bugün bu kuşkuyla karşılanıyor. Büyük olasılıkla çogu 1.0. ı. yüzyıldan kalma, pek azı daha eski tarihlere ait yazıdar daha çok o dönemlerin Yahudiliginin bir kesitini oluşturuyor. Anadolu'da Çatalhöyük yakınlarındaki bir neolitik dönem ( İ.Ö. 7400-6000 ) yerleşim tepesinin İngiliz James M ellaart tarafından ı 96 ı - ı 965 yılları arasında kazılması bilimsel yönden büyük önem taşımaktaydı. 2 ı metre yükseklikteki tepe­ nin boyutları ve Ortadogu'da sözüm ona uygarlık "beşiginin" dışında yer alma­ sının ilginçligi bir yana, evlerde bulunan sanat eserleri de bir o kadar şaşırtıcıydı: Küçük insan figürleri tarafından kavalanan vahşi hayvan resimleri ya da çifte !eo­ par rölyefleri ve önce ana tanrıçalar olarak yorumlanan kadın imgeleri; ayrıca alçıdan boga baş ve boynuzları. Öyküsel duvar resimlerinin bu çaga ait başka ben­ zer örneklerine bugüne dek rastlanmış degil. Ayrıca yine bu zengin ifade gücüne sahip resimlerin niçin tam da bu yerde ve bu zamanda ortaya çıktıgı sorusuna da bugüne dek bir yanıt bulunamadı. Bir zamanlar Çatalhöyük'ün keşfedilmesi kadar Türkiye'nin güneydogusun­ daki Göbeklitepe'nin bulunuşu de olaganüstüdür: Burası İ.Ö. ı o. ve 9. binyıllara tarihlenen Taş Devri'ne ait megalitik mimari örneklerinin bulundugu tek yerdir. Göbeklitepe'nin tipik özelligi T-şeklinde, boyları 5 metreye varan monolitik , taş sütunlardan oluşmuş taştan dev daireler. Bunlar stilize edilmiş insan görü­ nümlü taştan yaratıklar. Çok sayıda küçük sütun, ortalarındaki daha büyük iki sütunun etrafını çevreliyor. Sütunlar üzerinde çogunlukla hayvan rölyefleri çalı­ şılmış: bunlar tek başına oldugu gibi, bir sahne canlandıracak biçimde de işlen­ miş. Yılan, kuş, tilki, yabandomuzu, kurbaga, yaban öküzü ya da örümcek figürleri. Bunların ne anlama geldikleri önceleri anlaşılamadı. Arkeologlar bu yerde "Neolitik Devrim" eşigindeki insanların henüz avcı ve toplayıcı oldukları


ESKl ÜLKELERDE YENİ ARAŞTIRMALAR

299

dönemde, köylü yaşamına geçerken bir tür kapsamlı ölü kültüne sahip oldukla­ rını kestiriyorlar. Ama öyle miydi, bu henüz kesin degil. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra arkeoloji üzerindeki en önemli etkiyi doga bilimleri ve teknoloji yaptı. Oneelikle hemen hiç denenmemiş olan, sualtında ve havadan arkeoloji çalışmalar yeni ivmeler kazandı. Amerikalı Paul Kossok, And Dagları'nda "lnka Yolları" diye adlandırılan ulaşım aglarının varlıgını hava­ dan keşfetmekle önemli bir ön çalışma yapmış oldu. Bugün havadan arkeola­ jik fotograflama (yayaların karınca adımlarıyla hiçbir zaman yürüyemeyecekleri ya da ulaşamayacakları, çogu kez uçsuz bucaksız arazilerde) artık dogal hale gel­ miş ön hazırlıklardan sayılıyor; çünkü havadan çekilen fotograflar aynı zamanda bitki örtüsünün farklılıklarını, topragın rengini, topragın "altındaki" eski yapıla­ rın izlerini de gösteriyor. Ancak havadan bakıldıgında dogru dürüst seçilebilen insan elinden çık­ mış en etkileyici oluşumlardan biri hiç kuşkusuz Güney Amerika' daki Atacama Çölü'nün günümüzde Peru sınırları içinde yer alan kuzey ucundaki Nazca parn­ pasına kazınmış ünlü çizgilerdir. 1 926'da, geoglif de denen, kilometrelerce uzun­ luktaki çizgiler ve hayvan figürleri keşfedildikten sonra, bunlar hakkında bitmek tükenmek bilmeyen varsayımlar yapıldı. Bu hayvan ve tanrı imgeleri (aralarında örnegin balina ve kolib ri görüntüleri de var) yoksa başka dünyalardan gelenle­ rin iniş pistlerini mi, yeraltı suyaHarının arazi haritalarını mı, yoksa dünyanın en büyük astronomi takvimini mi gösteriyordu? Çöl topragına kazınmış bu resim­ ler bunların hiçbiri degildi. Görünüşe bakılırsa, Perulu arkeolog Johny Isla ve Alman meslektaşı Markus Reindel'in çevresindeki araştırmacı ekip bu sırrı açık­ lıga kavuşturmuştu. Kendilerinden önce de bazılarının varsaydıkları ama kanıtlayamadıkları şey açıkça ortadaydı: Ünlü çizgiler bir zamanlar tören yolları olarak kazınmış­ lardı. Bunları yapanların yaşamında su kültü çok önemli yer tutmuş olmalıydı. Anlaşılan binlerce yıl önce rahipler tanrılardan And Dagları'nın suları için yakarı­ yorlardı. Kuraklık arttıkça, Nazealılar daha fazla ayrıntı bulmak zorunda kalmış­ lardı. Sonunda. İ. S. 600 yıllarında bölge tümüyle çölleşti. İnsanlar vatanlarını terk ettiler ve yeşil otlakları başka yerlerde aradılar. Birkaç yüzyıl sonra iklim yeniden daha nemli hale geldiginde, Nazca'ya yeni gelen göçmenler atalarının kültürünü çoktan unutmuşlardı. Bugün hava fotografları geniş yerleşim bölgeleri ve özel konumlu yerlerin arke­ olajik araştırılmasında vazgeçilmez yardımcı yöntem. Günümüzde sualtı arkeo­ lojisinin önemi de aynı ölçüde büyük. Teknolojik cihazlar ve yöntemler gelişti­ rildikçe, örnegin Bodensee Gölü'ndeki kazıklar üzerine yapılmış evler, nehirlere saklanmış hazineler, Akdeniz' de gemi batıkları ya da yükselen denizleri n altında kalmış kentler ortaya çıkarılabildi. Fransız sualtı arkeologu Franck Goddio baş­ kanlıgındaki ekibin İskenderiye önlerindeki sularda 1 992'de başlattıgı araştırma­ lar büyük ilgi uyandırdı. Su yüzeyinin birkaç metre altında Antik dünyanın ünlü Kanopos Serapeum tapınak kompleksiyle civar yerleşim birimlerinin kalıntıları yatıyordu. Nil nehri, deltanın yumuşak zemin topragını denize sürüklemiş, l.S.


300

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

8. yüzyıldaki deprem de burayı yerle bir etmişti. Sfenkslerin, tanrı heykellerinin, onlara takdim edilen sunuların ve mimari yapıtların yeniden yeryüzüne çıkarıl­ ması için aradan bin yılı aşkın zaman geçmesi gerekti. 1 984 yılında Türkiye'nin güney kıyılarında bulunan bir gemi batıgı geç Bronz Çagı ticaret dünyasına beklenmedik biçimde ışık tuttu. Uluburun önlerinde batan yaklaşık on beş metre uzunlugundaki yelkenli gemi büyük olasılıkla Dogu'dan gelmekte ve belki de Batı'ya, Miken kıyılarına dogru yol almaktaydı. Yükü ilginçti: On ton bakır ve bir ton da kalay külçel eri; bu karışım bronz elde etmeye yaramak­ taydı. Ayrıca, Dogu Akdeniz'den seramik ve süs eşyaları, Mısır'dan mücevher­ ler ve cam, Kenan ülkesinden mühürler, Miken bölgesinden silah ve seramikler, hatta Baltık Denizi'nden kehribar. Gemideki degerli eşyalar arasında Afrika'dan abanoz agacı, fildişi, kaya kristali, akik, fayans, üç devekuşu yumurtası ve dogal olarak altın. Böylelikle Uluburun batıgı ilk kez geç Bronz Çagı'nda Akdeniz'deki hammadde ticaretiyle lüks ürünlerin takasma ilişkin kapsamlı bir görüntü sun­ muş oldu. Bir zamanlar, yüzyıl başlarında, Yunanistan kıyılarındaki sünger avcıları­ nın "Mavi Müze"den arnforaları çıkarmalarıyla başlattıkları, su cigerinin mucidi gözü pek Fransız Jacques-Yves Cousteau tarafından hakiki sualtı arkeolojisine dönüştürüldü; yine de, Akdeniz kıyılarındaki yüzlerce antik gemi batıgında neler bulundugunu kimse kestiremiyor. Teknoloji ve fizik önce dışarıdan biri tarafından arkeolojiye sokuldu. İtalyan mühendis ve sanayici Carlo M. Lerici o güne dek sadece çöller ve da@arda pet­ rol ve su aramakta kullanılan jeofizik yöntemlerini arkeolajik toprak araştırmala­ rına uyguladı. Roma'nın kuzeyindeki eski Etrüsklerin uçsuz bucaksız mezar alan­ ları ile işe başladı. Son derece hassas cihazlarıyla çok kısa zamanda yüzlerce mezar odasının yerini saptadı. Gereksiz kazı işlerinden (boş mezarlarda) kaçındı. Özel bir delme aleti geliştirmişti. Açılan delikten içeri bir "periskop" uzattı. Bununla mezarın içini kazıdan önce fotograflayabiliyordu. Lerici'de Schliemann'ın özel­ likleri vardı: Zengin sanayici yaşamının dorugunda tümüyle arkeolojiye kendini adadı ve bunun için bir servet harcadı. 1 964'te, çalışmalara başladıktan on yıl sonra, sadece Cerveteri ve Tarquinia bölgesinde 5250 Etrüsk mezarı buldugunu açıkladı. Doga bilimlerinin modern arkeolojiye en önemli iki katkısı ise bu kez Amerika'dan geldi; bunlar atom fizigi ve biyoloji sayesinde mümkün oldu ve bütün arkeologların en eski hayali, kesin tarihierne gerçekleşebildi. 1 948'de Amerikalı W iliard E Libby kendine ait "radyo karbon tarihierne yöntemini" geliş­ tirdi. Bu yöntem, bütün organik maddelerde bulunan C 14 izotopunun parça­ lanma hızının biliniyor olmasına dayanır. Yazılı bilgilerin bulunmadıgı dönem­ lerden kalan mezar buluntuları, Libby'nin "zaman saati"ne dogum tarihlerini iti­ raf ediyorlardı. Ancak bu fiziksel belirleme yılı kesin olarak göstermiyordu ( artı ve eksi fark yıllar arttıkça daha açılıyordu ) . Bu arada aslında fizikçi ve astro­ nom olan bir başka Amerikalı, Andrew E. Douglass farklı bir yöntemle ortaya çıktı. Douglass yıllar önce "agaç halkalarıyla yaş belirleme" yöntemini bulmuştu.


ESKİ ÜLKELERDE YENİ ARAŞTIRMALAR

301

Bilimsel adı dendokronoloji olan bu yöntemi Arizona Üniversitesi'ndeki ekibiyle birlikte birkaç yıl içinde kusursuz hale getirdi. Bu yöntem ağaç gövdelerindeki yıl halkalarının sayısı ve karakterini kesin biçimde okumaya dayanıyor, ağaç kalıntılarına, hatta kömürleşmiş ağaçlara bile uygulanabiliyor. Eskiden beri bilinen bu yöntemin hassas hale getirilmesi çok farklı yaşlardaki ağaçların yıl halkalarını üst üste "örtüştürerek" (mezar ya da ören yerlerinde ne zaman ağaç kalıntıları bulunursa), böylelikle "ağaçtan ağaca" geç­ mişe doğru ilerlemeyi mümkün kıldı. Örneğin, Kuzey Amerika'nın bazı kesim­ lerinde Kolomb öncesi yıkıntıların araştırılması sırasında lsa'nın doğumu önce­ sine kadar iledenebildi - daha doğrusu geri gidildi. On binlerce yıllık bir zaman dilimini kapsayacak biçimde, eldeki parçanın bir başkasından bir yıl daha mı eski ya da daha mı yeni olduğunu bu yöntemle belirleyebilmenin, "kaygan tarihlerin" (günümüz zaman birimiyle kesin bir tarihin belirlenemediği), karşılaştırmada kullanılan kesin verilerle örtüştüğü ya da çeliştiği bu yöntemle ortaya çıkarmanın eski dünyamız için önemi anlaşılacaktı. Bazı ağaç türleri için günümüze dek şaşırtıcı yıl halkaları tabloları oluşturula­ bildi. Böylelikle Hohenheim Yıl Halkaları Takvimi diye adlandırılanı l.ö. 1 2.483 yıl öncesine dek geri gidiyor, Aegean Dendochronology Project, Doğu Akdeniz'in Bronz Çağı'nda l.ö. 1 800'e dek ulaşabildi. (Merkezi Arizona'da bulunan) "Laboratory of Three Ring research" ABD'nin batısı için, lsa'nın doğumundan 6700 yıl öncesine kadar giden bir ağaç halkaları kronolojisi hazırlamayı başardı. Günümüzde arkeologların yaş, köken ve hakikilik belirleme çalışmalarını son derece kolaylaştıran, doğa bilimleri kapsamına giren başka yöntemler de var. İnsan ve doğa bilimlerinin kesişim noktasında yer alan bu araştırma dalına arke­ ometri adı veriliyor. Laboratuvarda başarıyla uygulanan yöntemlere izotop ana­ lizi, röntgen floresans ya da nötron aktİvasyon analizi deniyor. İster bir yerleşim yeri, bir mezar ya da duvar sistemi söz konusu olsun, fizikçiler manyetik prospek­ siyon yöntemi sayesinde, kazıcıları toprağın altında nelerin beklediği hakkında arkeologlar için anlam ifade eden ilk görüntüleri oluşturma olanağına sahipler. Toprak altındaki anıtların analiz ve rekonstrüksiyonunda uydu görüntülerinden de yararlanılıyor (Asur kent yerleşim alanı çalışmalarında olduğu gibi). Bütün bu modern yöntemler sadece arkeoloji araştırmalarının kalitesini kusursuzlaştırmakla kalmadı, sonuçların "niceliğini" de artırdı. Eskiden "sahada" gerçekleşen kazıların sayısı bugün parmakla sayılacak kadar azaldı. Günde bazı bölgelerden çıkarılan malzeme miktarı o denli çok ki, düzenleme ve yorumlama konusunda bilimsel çalışmalar bunun altından kalkamıyor. Böylelikle çıkarılan malzemeler, orada yeni kazılar yapabilmek için hemen müzelerin yolunu tutu­ yor; bu ise bir tehlike. lyi şeyler de oldu: Eskiden ezoterik bir bilim olan arkeoloji kamuoyu önüne çıktı. Her gün üzerlerine çığ gibi yığılan ve geleceklerini tehdit eden ayrıntıları sünger gibi emdikleri sanılan çağımız insanlarının geçmişe ilgi duyrnaları, geride olup bitenlere merak duyrnaları katlanarak arttı, tutku haline geldi. Bu, teknik adamların Mısır'da bir baraj yapacaklarını, bunun tuttuğu suyun ne yazık -çok


302

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

yazık- birkaç tarihi anıtı sular altında bırakacagını açıkladıklarında, hiç kimsenin hayal bile edemedigi bir şiddetle kendini gösterdi. Ne var ki söz konusu olan Abu Simbel'in dev kaya heykeleriyle çevresindeki yüz kadar anıttı. Uygar dünyadan bir çı@ık yükseldi. En büyük örgütlerden en küçük okul sınıflarına kadar yardım fonları oluşturuldu. UNESCO devreye girdi, yirmiden fazla devlet bir araya geldi - Abu Simbel'i kurtarmak için! Söyleyecek ne kaldı? Bütün dünyada kazılar sürecek. Çünkü gelecek 1 00 yıla nispeten sükunetle kadanabilmemiz için son 5000 yıla ihtiyacımız var.


ZAMAN D i Z i N L E RÄ°



I. ZAMAN DlZlNl

YUNANİSTAN 1 MYKENAİ VE G1R1T (M1N01K) (normal = Yunanistan/anakara, italik = Girit)

t.ö. 3000-2 1 00/2000 Erken Bronz Çagı/Erken Helladik (EH) İ.Ö. 2 1 00-2000/ 1 600 Orta Bronz Çagı/Orta HeBadik (OH) MlKEN ÇAGI t.ö. t.ö. t.ö. t.ö.

1 600- 1 1 25 1 400- 1 300 1 300- 1 200 1 200- 1 1 25/ 1 1 00

Geç Bronz Çagı/Geç Helladik ( GH) GH III A (Miken Saray Çagı) GH III B (Miken Saray Çagı) GH III C M1N01K ÇAG

t.ö. t.ö. t.ö. t.ö.

3 1 00-2000 2000- 1 200 2000- 1 700 1 700- 1 380

t.ö. 1 380- 1 200 t.ö. 1 200- 1 000

Saraylar Oneesi Dönem, Eski Minoik Çag (EM) Saraylar Dönemi Eski Saraylar Dönemi, Orta Minoik Çag (OM I ve OM II) Yeni Saraylar Dönemi, Orta Minoik Çag (OM III ve Geç Minoik Çag (GM I ve GM III A) Son Saraylar Dönemi, Geç Minoik Çag III A ve III B Saraylar Sonrası Dönem, Geç Minoik Çag III C ve Minos Otesi Dönem

İ.Ö. 1 1 25/1 1 00- 1 050 Sub MikenDönem İ.Ö. 1 050/900 Protogeometrik Dönem İ.Ö. 900-700 Geometrik Dönem (Bu üç dönem Yunan vazo resim sanatının biçem evrelerine göre adlandırılmıştır. ) İ.Ö. t.ö. t.ö. t.ö. t.ö.

750 civarı 508/507 500-494 490 480

t.ö. 4 3 1 -404 TM20

Yunan Kolonileştirme Dönemi'nin başlangıcı Kleisthenes Reformları Anadolu' da Pers egemenligine karşı lonya ayaklanması Yunanlıların Persleri Marathon' da yenilgiye ugratmaları Yunanlıların Persleri Salamis deniz savaşında yenilgiye ugratmaları Atina ile Sparta arasındaki Peleponnes Savaşları; Atina yeniidi


306 t.ö. 356-323 t.ö. 1 00-44 ı.o. 27 - ı.s. 1 4 ı.s. 79

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER Büyük İskender Sezar Augustus (l.ö. 63 - l.S. 14) iktidarı Pompei ve Herkulanum'un kızgın lavlar altında yok oluşu


ZAMAN

DlZlNLERİ

307

II. ZAMAN DlZlNl

MISIR

O.

(Sıfırıncı) Sülale denen dönem l.ö. 3300-3032; kralların mezarları Abydos'ta bulundu; bu dönemde en eski yazının keşfi ARKAlK ÇAG

I. Sülale l.ö. 3032-2853 {8 kral) l.ö. 3032-3000; Menes (Aha) yönetiminde Yukarı ve Aşagı Mısır birleşti; Memphis başkent oldu 2. Sülale l.ö. 2853-2707 ( l l kral) ESKl İMFARATORLUK 3. Sülale l.ö. 2707-2639 (6 kral) l.ö. 2690-2670; Djoser, Sakkara'daki Basamaklı Piramit'i yaptırdı 4. Sülale l.ö. 2639-2504 {8 kral) l.ö. 2639-2604; Snofru, Dahşur'daki Egik Piramit ve Kızıl Piramit'i yaptırdı l.ö. 2604-258 1 ; Keops, Gize'deki ilk pirarnidi yaptırdı l.ö. 2572-2546; Kefren, Gize'deki ikinci pirarnidi yaptırdı l.ö. 2539-25 1 1 Mykerinos, Gize'deki üçüncü pirarnidi yaptırdı 5. Sülale l.ö. 2504-2347 (9 kral) 6. Sülale l.ö. 2347-22 1 6 {7 kral) 7. Sülale l.ö. 22 1 6 (sadece 70 gün sürdü) 8. Sülale l.ö. 22 1 6-2 1 70 ( 1 7 kral) İLK ARA DÖNEM 9/ 1 0. Sülale l.ö. 2 1 70-2025/20 { 1 8 kral) ORTA DÖNEM l l.

Sülale l.ö. 2 1 1 9- 1 976 {7 kral) 1 2 . Sülale l.ö. 1 976- 1 794/93 (8 kral) l.ö. 1 956- 1 9 1 1 / 1 0; Sesostris I.


308

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

İKİNCİ ARA DÖNEM 13. 14. lS. 1 6. 1 7.

Sülale l.ö. 1 794/93 - 1 648/4S (yaklaşık SO kral) Sülale (Yukarı Delta'da) l.ö. 1 700- 1 648/4S (küçük krallar) Sülale (Hiksoslar egemenligi) l.ö. 1 648/4S - 1 S39/36 (6 kral) Sülale; l S . Sülale ile birlikte Hiksos vasallarının egemenligi Sülale (sadece Teb'de) l.ö. 1 64S - 1 SSO (yaklaşık ı s kral) YENİ İMFARATORLUK

1 8 . Sülale l.ö. l SS0- 1 292 ( 1 4 kral) l.ö. 1 SS0- 1 S2S; Ahmose I. Hiksosları kovdu l,ö, 1 S2S- 1 S04; Amenophis I. l.ö. 1 S04- 1 492; Thutmosis I. Krallar Vadisi'ne gömülen ilk kral l.ö. 1 492 - 1 479; Thutmosis Il. l.ö. 1 479/73- 1 4S8/S7; Haçepsut, Deir el Bahri'de Ölüler Tapınagı'nı yaptırdı l.ö. 1 479- 1 42S; Thutmosis III. döneminde Mısır'ın toprakları en geniş boyutlara ulaştı l.ö. 1 428- 1 397; Amenophis Il. l.ö. 1 397- 1 388; Thutmosis IV: l.ö. 1 388- 1 3S l /SO; Amenophis III., Memnon heykelleri, Luksor'daki tapınagın yapımı l.ö. 1 3S l - 1 334; Amenophis IV:/Echnaton, monoteizm l.ö. 1 337- 1 333; Smenhkare l.ö. 1 333- 1 323; Tut-enkh-Amon; eski dinin geri getirilmesi l.ö. 1 323- 1 3 1 9; Eje l.ö. 1 3 1 9- 1 292; Haremhab 19. Sülale l.ö. 1 292- 1 1 86/8S (8 kral) l.ö. 1 290- 1 279/78; Sethos I. l.ö. 1 279- 1 2 1 3; Ramses Il. Abu Simbel tapınagının yapılışı l.ö. 1 2S8; Günümüze kadar kalan tarihin ilk yazılı barış antiaşması Mısırlılar ile Hititler arasında Kadeş Savaşı ardından düzenlendi 20. Sülale l.ö. 1 1 86/8S- 1 070/69 ( lO kral) l.ö. 1 1 83/82- 1 1 S2/S l ; Ramses lll. "Deniz Kavimlerinin Fatihi" l.ö. 1 1 03/ 1 099- 1 070/69; Ramses XI. Krallar Vadisi'ne gömülen son kral. ÜÇÜNCÜ ARA DÖNEM 2 1 . Sülale l.ö. 1 070/69-946/4S (7 kral) 22.-2S. Sülale l.ö. 946/4S-6SS (29 kral; bunların bir bölümü aynı eşzamanlı olarak Mısır'ın farklı bölgelerini yönettiler


ZAMAN DlZlNLERl

309

GEÇ DÖNEM 26. Sülale 1.0. 664-525 (6 kral) 27. Sülale (İlk Pers egemenligi) 1.0. 525-40 1 { 7 kral) Kralların arasında Yunanlıların iki büyük düşmanı Darius I. (1.0. 522/2 1 -486/85) ve Xerxes I. (1.0. 486/58-465/64) de var 28. Sülale 1.0. 404/0 1 -399 ( 1 kral) 1.0. 404/0 1 - 399: Amyrtaios Persleri Mısır'dan kovdu 29. Sülale 1.0. 399-380 (4 kral) 30. Sülale 380-342 {3 kral) 1.0. 380-362 Nektarebos, iktidarında Lüksor'un Sfenks Yolu yapıldı 3 1 . Sülale (ikinci Pers egemenligi) 1.0. 342-332/330 ( 4 kral) Yunanlı hükümdarlar 1.0. 332-306 1.0. 332-323; Büyük İskender Ptolemeler 1.0. 306/04-30 ( 1 7 kral) 1.0. 204- 1 80; Ptolemaios V. Epiphanes; hiyerogliflerin çözümlenmesini saglayan Rosetta Taşı onun zamanında ortaya çıktı 1.0. 5 1 -30; Kleopatra VII. Philopator (Babasının Sevgili Kızı); Sezar'ın ve Marcus Antonius'un sevgilisi Romalı imparatorlar 1.0. 30 - l.S. 395 1.0. 27 - l.S. 14; Augustus, firavun unvanını da taşıyan ilk imparator l.S. 383-395; Theodosius I. {Büyük Theodosius) ; Bütün Roma lmparatorlugu'nun son imparatoru. Onun döneminde tüm pagan uygulamalar yasaklandı


310

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

III. ZAMAN DİZİNİ

MEZOPOTAMYA ( normal = Babil, italik = Asur)

Tarihöncesi (1.0. 4200-3200} Ubeyd Kültürü Sümerler Fırat kıyılarına yerleştiler; köyler giderek Uruk gibi şehirlere dönüştü İlk Tarih (1.0. 3200-2900) İlk Sülaleler Dönemi (1.0. 2900-2250) Erken Sülale I ve II Uruldu Gılgamış Erken Sülale III Ur'un kral mezarları /. 0. 2300'lerde Asur'da arkaik lştar tapınaklan ortaya çıktı

Akad Sülalesi (1.0. 2250-2 ı 40} Sargon I. Akad'ı kurdu ve Mezopotamya'yı ele geçirdi, Akatça resmi dil oldu Gutiler Dönemi (1.0. 2 ı 40-2 ı OO) Ur'un III. Sülalesi (1.0. 2 ı 00-2000) Akad lmparatorlugunun dagılışı Sümerce resmi dil oldu İlk zigguratın yapılışı Eski Babil Dönemi (1.0. 2000- ı 595) 1.0. ı 792- ı 750; Babilli Hammurabi; Babil'in Güney Mezopotamya'ya egemen oluşu 1.0. ı 595 Hititler Babil'i ele geçirdi Eski Asur Dönemi (1. 0. 2000- 1 775)

Orta Babil Dönemi (1.0. ı 595- 1 1 00} Babil' de kökenieri henüz bilinmeyen Kassit egemenligi Akad ve S ümer yazıları birleşti


ZAMAN DlZlNLERl

311

Orta Asur 1mparatorlugu (1.0. 1 335- 1 050) (1.0. 1263-1234); Salamanassar I (1. 0. 1 1 14-1076); Tiglatpilesar I

lsin'in İkinci Sülalesi (1.0. 1 1 57- 1 026) (1.0. 1 1 25- 1 1 04); Nebukadnezar I. Yeni Asur 1mparatorlugu (1.0. 900-612) 1. 0. 883-859; Assurnasirpal II. 1. 0. 858-823; Salamanassar III. 1. 0. 745-727; Tiglatpilessar III. 1. 0. 721-705; Sargon II. 1. 0. 704-681; Sanharib, 1. 0. 689'da Babil'i tahrip etti !. (). 680-669; Asarhaddon !. (). 668-627; Assurbanipal J. ö. 612; Ninive tahrip edildi

Yeni Babil lmparatorlu �u (1.0. 625-539) 1.0. 625-605; Nabopalassar Asurlulan yenilgiye u�rattı ve kültürel merkezi Babil olan Yeni Babil lmparatorlu�u'nu kurdu 1.0. 604-562; Nabopolassar'ın o�u Nebukadnezar Il. büyük imparatorlu� gücünün doru�una ulaştırdı 1.0. 555-539; Nabonid, Yeni Babil lmparatorlu�u'nun son hükümdan oldu 1.0. 539; Babil, Pers kralı Kyros Il. {Büyük) tarafından ele geçirildi Ahamenişler İran'ın merkez eyaleti Persis kökenli Ahamenişler Sülalesi Yakın Do� ve Anadolu'yu ele geçirdi Yunanlılar ( 1.0. 33 1 - 1 38) Büyük İskender Pers egemenlik bölgesini ele geçirdi 1.0. 323'de ölümünden sonra onun generali Selevkos, kendi adını taşıyan Selevkoslar Sülalesi'ni başlattı


312

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

IV. ZAMAN DİZİNİ

ORTA AMERİKA

( MAYA VE AZTEKLER)

l.ö. 1 200-400; Olmekler, Orta Amerika'nın ana kültürünü başlattılar. Sarayları ve tapı­ naklarıyla şehir benzeri merkezler oluştu. l.ö. 1 000 civarı; bugünkü Guatemala'da ilk Maya göçmenleri l.ö. 800 yıllarında Nakbe yerleşim merkezini kurdular. Günümüz Belize'sinden geldikleri sanılıyor. l.ö. 300 civarında köylerden şehri andıran merkezler gelişti. lsa'nın do�mu yıllarında Orta Meksika'da Teotihuacan, Maya'ların El Mirador'u gibi ilk büyük şehirler oluştu. Yüzyıllar içinde Teotihuacan kıtanın en güçlü şehir devleti haline geldi. llerleyen yüzyıl­ larda Teotihuacan kültürü tüm Orta Amerika'yı etkisi altına aldı. 400 ile 600 yılları arasında burada en az 1 00 000 kişi yaşadı. 300-900 (Klasik Dönem); Maya'lar gelişip, günümüzün Guatemala (örn. Tikal), Honduras (örn. Copan), Belize (örn. Caracol) , Güney Meksika (örn. Chicen ltza, Palenque) gibi ülkelerin yer aldıgı bölgeye yayıldılar. Kralların egemenligi altında, soyluların kentleri yönetmek üzere atandıkları çok sa­ yıda şehir devleti oluştu. Tikal ya da Calakmul civarındaki çeşitli şehir devletleri farklı ittifaklada bir araya geldiler ve birbirleriyle şiddetli savaşlara giriştiler. 378; "Büyük Jaguar Pençesi"nin ölümü; Tikal şehrinin yöneticisi, büyük olasılıkla Teotihuacan'dan elçi olarak gönderilen Siyah Kak (Ateşin İçinde Dogan) tarafından öldürüldü ve burada Teotihuacan tarafından yönlendirilen yeni bir hanedan başlattı. 425-825; Copan'da, Kinich Yax Kuk Mo, yaklaşık dört yüzyıl bu şehir devleti yöneten bir hanedam başlattı. "Duman Jaguar" (628-695) yönetiminde Copcin büyük bir güç haline geldi. 560-700; Tikal'da bir daha tapınak ya da piramit yapılmadı. Bunun nedeni büyük ola­ sılıkla şehrin düşman Calakmul tarafından ele geçirilmiş olmasıydı. Ancak Hasau Chan Kauil (682-734), rakip Calakmul'u 695'te yenilgiye ugrattı. 700 yılları; Teotihuacan yagmalandı ve yakıldı. Şehrin siyasi ve ekonomik öncülügüne son veren bu saldırının kimler tarafından yapıldıgı bilinmiyor. 750'den itibaren; Güney ovalarındaki hemen tüm Maya şehirleri, 950 yıllarına dek bo­ şaltıldı. Bu, klasik sonrası dönemin başlangıcı sayılır. Sebebi büyük olasılıkla gü­ vensiz siyasi koşullar, hızlı nüfus artışı ve bununla baglantılı yiyecek sıkıntısıydı. Sonuçta çok sayıda şehir devletleri arasındaki savaşlar giderek şiddetlendi. Bu dö­ nemde nüfus milyonlardan birkaç yüz bine düştü. Anlaşılan göçmenler kuzeydeki, yaklaşık 1 250'lere kadar nüfuzu devam eden ve nihayet yerini Mayapan'a bırakan Chicen ltza'ya daha kolay kabul edildiler.


ZAMAN DlZlNLERl

313

900- 1 200; Toltekler, bu göçebe halk, ülkelerini birçok şehir devletini bir araya getirerek oluşturdular. Başkentleri Tula idi. 1 200'lerde güçleri ve sanatsal etkileri başka ulus­ lar, büyük olasılıkla savaşçı göçebeler tarafından sona erdirildi. Yaklaşık 1 200'lerden itibaren Aztekler Meksika yüksek platosuna yerleşip burada önce­ leri paralı asker olarak geçimlerini saglamaya başladılar. 1 325 yıllarında günümüz Meksico şehri civarında Tenochtitlan şehrini kurdular. 1 440'larda Montezumo I. bütün yüksek platoyu egemenligi altına alınca, yaklaşık 3 milyon kişiye hükmetıne­ ye başladı. 1 5 19; Cortez Tenochtitlan'da Montezuma II. tarafından kabul edildi. 1 520; Aztekler, "noche triste", hüzünlü gecede lspanyollara karşı ayaklanıp onları kova­ ladılar; Montezumo II öldü. 1 52 1 ; İspanyollar son Aztek hükümdan Quahtemoc'u esir alıp 28 Şubat 1 525'te idam ettiler. 1 524- 1 527; lspanyollar, günümüzde Guatemala topraklarının daglık bölgelerinde yer alan son birkaç Maya devletini de ele geçirdiler.



KAYNAKÇA

( Götter, Graber und Gelehrte- Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler adlı eseri zaman için­ de Götter, Graber und Gelehrte im Bild-Resimlerle Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler ve Götter, Graber und Gelehrte in Dokumenten-Belgelerle Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler izledi. Böylelikle arkeolojinin tarihine ilişkin bir üçleme oluştu ve metin, açıklayıcı re­ simler ile kaynakları kapsayan bugüne dek okunabilir biçimde bir araya getirilmiş en zengin malzeme ortaya çıktı. Uzmanlık alanı arkeoloji olan kişilerin bile izini kaybettik­ leri sayısız veri de bunların arasında yer aldı. Belgeler ve resimlerle ilgili kitaplar da yak­ laşık 1 00 kaynak eser ve 300 kadar da fotograf kaynagı kazandırdı. Bu üçlemeden ayrı olarak Hitit lmparatorlugu'nun keşfini konu alan Enge Schlucht und Schwarzer Berg­ Tanrıların Vatanı Anadolu da listeye 400 kadar kaynak eser ekledi. Elinizde tuttugunuz bu kitabın bibliyografyası, her yeni baskısında önemli ve kolay ulaşılabilir kaynaklada zenginleşti; bu sayede ilgi duyan okur ya da ögrenci artık sayıları neredeyse 1 000'i bu­ lan eser ve fotograf alıntıları aracılıgıyla en yeni araştırma sonuçlarını ve bilim dünyası­ nın görüşlerini ögrenebilecek. )

GENEL Benz, Marion Maise, Christian, Archiiologie, Stuttgart 2006. Bibby, Geoffrey, Four Thousand Years Ago (Alm. baskısı Zu Abrahams Zeiten, Reinbek 1 964). Borbein, Adolf H. 1 Hölscher, Tonio 1 Zanker, Paul (Yay. ), Klassische Archiiologie. Bine Einführung, Berlin 2000. Brinkmann, Vinzenz 1 Wünsche, Raimund, (Yay. ) , Bunte Götter. Die Farbigkeit antiker Skulptur, Sergi Katalogu Hamburg 2007. Bulle, Handbuch der Archiiologie (Cilt VI des Handbuchs der klassischen Altertumswissenschaften), Münih 1 9 1 3. Cleator, P. E . , Lost Languages, Londra 1 959. Daniel, Glyn E., A Hundred Years ofArchaeology, Londra 1 950. Daux, G., Les Etapes de l'Archeologie, 1 942. Delitzsch, Friedrich, Babel und Bibel, Leipzig 1 903. Freyer, Hans (Haz. ) , Das Erwachen der Menschheit, Berlin 1 9 3 1 . Frobenius, Leo, Der Ursprung der Afrikanischen Kulturen, Berlin 1 898. -, Kulturgeschichte Afrikas (Prolegomena zu einer historischen Gestaltlehre), Zürih 1 933. Glover, T. R., The Ancient World, Penguin Books, 1 948.


TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

316 :f

Haberlan d, Wolfgang, AmerikanischeArchiiologie. Geschichte, 11ıeorie, Kulturentwicklung, Darmstadt ı 99 1 . Haskeil, Francis 1 Penny, Nicholas, Taste and the Antique, Yale 1 Londra ı 98 ı . Hawkes, Jacquetta (Yay. ), The World of the Past, L-ll., New York ı 963 (Kazı raporla­ rı antolojisi). Heizer, Robert E , The Archaeologist at Work, A Source Book in Archaeological Method and Interpretation, New York ı 959. Hennig, Richard, Von ri:itselhaften Liindern, Münih ı 925. Hertslet W. L., Der Treppenwitz der Weltgeschichte, Berlin ı 927. Hölscher, Tonio (Yay. ) , Klassische Archiiologie. Grundwissen, Stuttgart 2002. Hrouda, Barthel (Yay. ), Methoden der Archiiologie. Bine Einführung in ihre naturwissenschaftlichen Techniken, Münih ı 978. İncil (Eski ve Yeni Ahit). Jensen, Hans, Die Schrift, Glückstadt ı 935. Jirku, Anton, Die Welt der Bibel, Fünf]ahrtausende in Paliistina-Syrien, Stuttgart ı 957. Kemmerich, Max, Kulturkuriosa, 1.-11., Münih ı 9 ı O. Kenyon, Kathleen M., Beginning in Archaeology, New York ı 953. Koepp, Fr. , Archiiologie, L-IV., Leipzig ı 9 ı 9- ı 920. -, Geschichte der Archiiologie in Handbuch der Archiiologie, herausgegeben von Walter Otto, Band L, Münih ı 939. Lübke, Wilhelm, Die Kunst des Altertums ( Grundriss der Kunstgeschichte Cilt. I ) , Esslingen ı 92 1 . Meissinger, K . A., Roman des Abendlandes, Leipzig ı 939. Meyer, Eduard, Geschichte des Altertums, 1.-V., Stuttgart 1 Berlin ı 926- ı 93 1 . Michaelis, Adolf, Die archiiologischen Entdeckungen des Neunzehnten ]ahrhunderts, Leipzig ı 906. Oppeln-Bronikowski, Friedrich von, Archiiologische Entdeckungen im 20. ]ahrhundert, Berlin ı 93 1 . Piggot, Stuart (Yay. ), Th e Dawn ofCivilization, Th efirst World Survey ofHuman Cultures in Early Times, Londra ı 96 1 . Reinhardt, Ludwig, Urgeschichte der Welt, 1.-11., Berlin 1 Viyana ı 924. Robert, Cari, Archiiologische Hermeneutik, Berlin ı 9 ı 9. Rodenwaldt, Gerhart, Die Kunst des Altertums, ı 927. Schefold, Karl, Orient, Hellas und Rom in der archiiologischen Forschung seit 1 939, Bem ı 949. Schmökel, Hartmut (Heinrich Otten, Victor Maag und Thomas Beran katkılarıyla) , Kulturgeschichte des Alten Orient, Stuttgart ı 9 6 ı . Schnapp, Alain, Th e Discovery of the Past, Londra ı 996. Schuchhardt, Cari, Die Burg im Wandel der Weltgeschichte, Potsdam ı 93 1 . Settis, Salvatore, Die Zukunft des "Klassischen ", Berlin 2004. Spengler, Oswald, Der Untergang des Abendlandes, 1.-11., Münih ı 920. Springer, Anton, Kunstgeschichte, 1.-V., Leipzig ı 923. Toynbee, Arnold J., A Study of History, 1.-VI, Londra ı 933- ı 939 (Alm. Studie zur


KAYNAKÇA

317

Weltgeschichte, D. C. Somervell tarafından kısaltılmış tek ciltlik baskı, Hamburg 1 949). Wegner, Max, Altertumskunde, Freiburg 1 Münih 1 95 1 . Wheeler, Sir Mortimer, Archaeology from the Earth, Londra 1 954 (Alın. Moderne Archaologie, rowohlts deutsche enzyklopadie, Cilt. l l l 1 1 1 2, Reinbek 1 960) . Woolley, C. Leonard, Mit Hacke und Spaten, Leipzig 1 950.

HEYKELLER KİTABI Beck, Herbert 1 Bol, Peter C. 1 Bückling, Maraike (Yay. ) , Agypten, Griechenland, Rom. Abwehr und Berührung, Ausstellung Frankfurt, Tübingen 2005. Borbein, Adolf H. (Yay. ) , Das alte Griechenland. Kunst und Geschichte der Hellenen, Münih 1 995. Bossen, Helmuth Th. , Alt-Kreta, Berlin 1 923. Buschor, Ernst, Die Plastik der Griechen, Berlin 1 936. Chadwick, John, The Decipherment of Linear B, New York 1 963. Chaniotis, Angelos, Das antike Kreta, Münih 2004. Cobet, Justus, Heinrich Schliemann. Archaologe und Abenteurer, Münih 1 997. Corti, Egon Casar Conte, Untergang und Auferstehung von Pompeji und Herkulaneum, Münih 1 940. Curtius, Ludwig, Antike Kunst, 1. -11. (im Handbuch der Kunstwissenschaft, Athenaion), Potsdam 1 938. -, Deutsche und Antike Welt, Stuttgart 1 950. Der Schatz aus Troja. Schliemann und der Mythos des Priamos- Goldes, Sergi Katalogu Moskova, Stuttgart 1 Zürih 1 996. Evans, Arthur, Scripta Minoa, Oxford 1 909. -, The Palace ofMinos, 1.-111., Londra 1 92 1 - 1 930. Fimmen, Diedrich, Die kretisch-mykenische Kultur, 1 924. Fündling, Jörg, Die Welt Homers, Darmstadt 2006. Goethe, Johann Wolfgang von, Winckelmann und sein Jahrhundert, 1 805. Guzzo, Pier Giovanni 1 Wieczorek, Alfried (Yay. ) , Pompeji. Die Stunden des Untergangs - 24. August 79 n. Chr., Sergi Katalogu Mannheim, Stuttgart 2004. Hampe, Roland 1 Simon, Erika, Tausend lahre frühgriechische Kunst, Münih 1 980. Hertel, Dieter, Troia. Archaologie, Geschichte, Mythos, Münih 200 1 . Holm 1 Deecke 1 Soltau, Kulturgeschichte des Klassischen Altertums, Leipzig 1 897. Homer, Ilias und Odyssee, Çev. Johann H. VoB, Hamburg 1 793. Justi, Carl, Winckelmann, Leipzig 1 866. Korfmann, Manfred O. (Yay. ) , Troia. Archaologie eines Siedlungshügels und seiner Landschaft, Mainz 2006. Krauss, Theodor, Lebendiges Pompeji. Pompeji und Herculaneum-Antlitz und Schicksal zweier antiker Stadte, Köln 1 977. Latacz, Joachim, Troia und Homer. Der Weg zur Lösung eines alten Ratsels, 5. Baskı, Leipzig 2005.


318

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Lichtenberg, Reinhold von, Die Agiiische Kultur, Leipzig ı 9 ı 1 . Ludwig, Emil, Schliemann, Berlin ı 932. Maiuri, Amedeo, Pompeji, Novara ı 956. Marinatos, Spyridon, Kreta, Thera und das mykenische Hellas, Münih ı 986. Martin, Joehen (Yay. ), Das alte Rom. Geschichte und Kultur des Imperium Romanum, Münih ı 994. Matz, Friedrich, Kreta, Mykene, Troja, Stuttgart ı 957. Meyer, Ernst, Briefe von Heinrich Schliemann, Berlin 1 Leipzig ı 936. Palmer, Leonard R., Mycenaeans and Minoans, 2. Baskı, New York ı 965. Pendlebury, J. D. S., A Handbook to the Palace of Minos, Knossos with its Dependencies, Londra ı 954. Pfister, Kurt, Die Etrusker, Münih ı 940. Schliemann, Heinrich, Ithaka, Leipzig ı 869. -, Mykenii, Leipzig ı 878. -, Ilios, Leipzig ı 88 1 . - , Troja, Leipzig ı 884. -, Tiryns, Leipzig ı 886. Schuchardt, Walter-Herwig 1 Wiegand, Theodor, Carl Humann, ı 93 1 . Siebenmorgen, Harald (Yay. ), Im Labyrinth des Minos. Kreta - die erste europiiische Hochkultur, Sergi Kataloğu, Münih 2000. Troia - Traum und Wirklichkeit, Sergi Kataloğu, Stuttgart 1 Braunschweig 1 Bonn 200 ı 1 2002. Uhde-Bernays, Hermann, Winckelmanns kleine Schriften, Leipzig ı 9 ı 3 . Vietta, Egon, Zauberland Kreta, Viyana 1 Wiesbaden ı 952. Welwei, Karl-Wilhelm, Die griechische Frühzeit. 2000-500 v. Chr., Münih 2002. Winckelmann, Johann Joachim, Sendschreiben von den herculanischen Entdeckungen, ı 762. -, Neue Nachrichten von den neuesten herculanischen Entdeckungen, ı 764. -, Geschichte der Kunst des Altertums, ı 764. -, Monumenti antichi inediti, 1.-IL, Roma ı 767. Wünsche, Raimund (Yay. ), Mythos Troja, Sergi Katalogu Münih 2006.

PlRAMlTLER KİTABI Agyptische Mumien. Unsterblichkeit im Land der Pharaonen, Sergi Kataloğu, Landes­

museum Württemberg, Stuttgart, Mainz 2007. Belzoni, Giovanni Battista, Narrative of the Operations and Recent Discoveries in Egypt and Nubia, Londra ı 820. Bonnet, Charles 1 Valbelle, Dominique, Pharaonen aus dem schwarzen Afrika, Mainz 2006. Breasted, J. H., Ancient Records ofEgypt, 1.-V., Şikago ı 906- ı 907. Beckerath, Jürgen von, Chronologie des pharaonischen Agypten. Die Zeitbestimmung der iigyptischen Geschichte von der Vorzeit bis 332 v. Chr., Mainz ı 997.


KAYNAKÇA

319

-, Die Agyptologie, Leipzig 1 89 1 . - , Steininschrift und Bibelwort, Berlin 1 89 1 . Burckhardt, Johann Ludwig, Travels i n Nubia, Londra 1 8 1 9. Carter, Howard 1 Mace, Arthur G; Tut-ench-Arnun (Cilt I), Leipzig 1 924. Carter, Howard, Tut-ench-Arnun (Cilt II), Leipzig 1 927. Champollion, Jean-François, Lettre a M. Dacier, relative a l'alphabet des hieroglyphes phonetiques, Paris 1 822. -, Pantheon egyptien, Paris 1 823. Denon, Vivant, Voyages dans la Basse et la Haute Egypte, 1.-11., Paris 1 802. Desroches-Noblecourt, Christiane, Life and Death of a Pharao, Tutankhamen, Londra

1 963. Ebers, Georg, Papyros Ebers, 1.-11., 1 875. -, Bine Agyptische Königstochter, 1.-111. (Roman) , 1 884. Edwards, A. A. B., Pharaohs, Fellahs and Explorers, 1 89 1 . Edwards, I . E . S., Th e Pyramids of Egypt, Penguin Books, 1 952. Erman, Adolf, Die Hieroglyphen, 1 9 1 7. -, Die Literatur der Agypter, Leipzig 1 923. -, Die Welt a m Nil, Leipzig 1 936. Friedeil, Egon, Kulturgeschichte Agyptens und des Alten Orients, Münih 1 95 1 . Goneim, Mohammed Zakaria, Th e buried Pyramids, Londra 1 955 (Alın. Die verscholle­ ne Pyramide, Wiesbaden 1 955). Hartleben, H., Champollion, 1.-11., Berlin 1 906. Hawass, Zahi, Bilder der Unsterblichkeit. Die Totenbücher aus den Königsgriibern in Theben, Mainz 2006. Hornung, Erik, Tal der Könige, Zürih, Münih 2002. Klengel, Horst, Hattuschili und Ramses. Hethiter und Agypter - ihr langer Weg zum Frieden, Mainz 2002. Lange, Kurt, Pyramiden, Sphinxe, Pharaonen, Münih 1 952. Lepsius, Richard, Denkmiiler aus Agypten und Athiopien, 1 849- 1 959, Ciltler 1 8 79- 1 9 1 3. Ludwig, Emil, Napoleon, Berlin 1 930. Mariette, Auguste, Monuments of Upper Egypt, Londra 1 877. Meier- Graefe, Julius, Pyramide und Tempel, Berlin 1 927. Mertz, Barbara, Temples, Tombs and Hieroglyphs. The story ofEgyptology, New York 1 964. Parlasca, Klaus 1 Seemann, Hellmut (Yay. ) , Augenblicke. Mumienportriits und iigyptische Grabkunst aus römischer Zeit, Sergi Katalogu Frankfurt 1 Münih 1 999. Petrie, William M. Flinders, Ten years' digging in Egypt, 1 88 1 - 1 89 1 . -, Methods and aims i n archaeology, 1 904. Reybaud, Histoire scientifique et militaire de l'expedition française en Egypte, 1.-X., 1 8301 836. Scharff, Alexander 1 Moortgat, Anton, Agypten und Vorderasien im Altertum, Münih 1 95 1 . Schlögl, Hermann A., Das Alte Agypten, Münih 2003. Schott, Siegfried, Hieroglyphen. Untersuchungen zum Ursprung der Schrift, Mainz 1 95 1 .


320

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Schulz, Regine 1 Seidel, Matthias (Yay. ), Agypten. Die Welt der Pharaonen, Köln ı 997. Sethe, Kurt, Die altiigyptischen Pyramidentexte, 1 . -IV., ı 908- ı 922. Steindorff, Georg, Die iigyptischen Gaue und ihre politische Entwicklung, ı 909. -, Blütezeit des Pharaonenreiches, ı 926. Wiese, Andre 1 Brodbeck, Andreas (Yay. ) , Tutanchamun - Das Goldene ]enseits. Grabschiitze aus dem Tal der Könige, Sergi Kataloğu Basel 1 Bonn 2004. Wildung, Dietrich, Agypten von der priihistorischen Zeit bis zu den Römern, Köln ı 997. Wilkonson, Richard H., Die Welt der Götter im Alten Agypten. Glaube, Macht, Mythologie, Stuttgart 2003. Wolf, Walther, Die Welt der Agypter, Stuttgart ı 958.

KULELER KİTABI Botta, Paul Emile, Monuments de Ninive decouverts et decrit par Botta, mesures et dessin es par E. Flandin, 1 . -V. , Paris ı 847- ı 850. Diez, Ernst, Entschleiertes Asien, Berlin ı 943. Grotefend, Georg Friedrich, Beitriige zur Erliiuterung der persepolitanischen Keilschrift, Hannover ı 837. Hedin, Sven, Bagdad, Babylon, Niniveh, Leipzig ı 9 ı 8. Hrouda, Barthel (Yay. ) , Der alte Orient. Geschichte und Kultur des alten Vorderasien, Gütersloh ı 99 1 . Hrouda, Barthel, Mesopotamien. Die antiken Kulturen zwischen Euphrat und Tigris, Münih ı 997. Jordan, Franzis, In den Tagen des Tammuz, Münih ı 950. ]ursa, Michael, Die Babylonier. Geschichte, Gesellschaft, Kultur, Münih 2004. Kittel, Rudolf, Die orientalischen Ausgrabungen, Leipzig ı 908. Koch, Alexander-Hist. Museum der Pfalz Speyer (Yay. ), Pracht und Prunk der Grofikönige. Das Persische Weltreich, Sergi Kataloğu Speyer 2006. Koldewey, Robert, Das wiedererstehende Babylon, Leipzig ı 9 ı4. Koldewey 1 Schuchardt, Walter-H., Heitere und ernste Briefe, Berlin ı 925. Korn, Wolfgang, Mesopotamien, Wiege der Zivilisation. 6000 ]ahre Hochkulturen an Euphrat und Tigris, Stuttgart 2004. Kramer, Samuel Noah, History begins at Sumer, New York ı956. Kubie, Nora Benjamin, Road to Niniveh, The Adventures and Excavations of Sir Austen Henry Layard, New York ı 964. Layard, Austen Henry, Autobiography and Letters, ı 903. -, Niniveh and its remains, I. Il., Londra ı 849 (Alın. Baskı MeiBner, Leipzig ı 850). -, Niniveh and Babylon, being the narrative of discoveries, Londra ı 853 (Alın. Baskı Leipzig ı 856). Lawrence, Thomas Edward, The Zetters ofT. E., Londra (Alın. T. E. Lawrence, Selbstbildnis in Briefen, Münih 1 Leipzig ı948 ) . Lloyd, Seton, Foundations in the Dust, Londra ı 949. MeiBner, Bruno, Babylon und Assyrien, 1.-11., ı 920- ı 925.


KAYNAKÇA

32 1

-, Könige Babylons und Assyriens, Leipzig 1 926.

Nissen, Hans J. 1 Damerow, Peter 1 Englund, Robert K. (Yay. ) , Frühe Schrift und Techniken der Wirtschaftsverwaltung im alten Vorderen Orient. Informationsspeicherung und Verarbeitung vor 5000 ]ahren, Sergi Kataloğu Berlin 1 990. Parrot, Andre, Sumer, The Dawn ofArt, New York 1 96 1 . -, The Arts ofAssyria, New York 1 96 1 . Rawlinson, George, A Memoir of Major- General Sir Henry Creswicke Rawlinson, 1 938. Rawlinson, Henry Creswicke, The Persian cuneiform inscriptions at Behistun, 1 846. -, Commentary on the cuneiform inscriptions of Babylonia and Assyria, 1 850. -, Outline of the history ofAssyria, as collected from the inscriptions discovered in the ruins ofNiniveh, Londra 1852. Saggs, Henry William Frederick, Mesopotamien. Assyrer, Babylomer, Sumerer, Essen 1 975. Schmidtke, Friedrich, Der Aufbau der babylonisehen Chronologie, Münster 1 952. Schmökel, Hartmut, Ur, Assur und Babylon. Drei ]ahrtausende im Zweistromland, Stuttgart 1 955. Seipel, Wilfried (Yay. ) , 7000 ]ahre persische Kunst. Meisterwerke aus dem Iranisehen Nationalmuseum in Teheran, Sergi Kataloğu Viyana 200 1 . Smith, George, Assyrian Discoveries, Londra 1 875. Weidner, Ernst E , Studien zur assyrisch-babylonischen Chronologie und Geschichte, 1 9 1 7. Wiesehöfer, Josef, Das frühe Persien. Geschichte eines antiken Weltreichs, Münih 2002. Wilhelm, Gernot (Yay. ), Zwischen Tigris und Nil. 1 00 ]ahre Ausgrabungen der Deutschen Orient- Gesellschaft in Vorderasien und Agypten, Mainz 1 998. Woolley, Sir Leonard, Ur of the Chaldees, A Record of seven Years of Exeava tion, Pelican Book, Londra 1 952. -, Var 5000 ]ahren, Stuttgart 1 929. Zettler, Richard L. 1 Horne, Lee (Yay. ), Treasures from the Royal Tombs of Ur, Sergi Kataloğu Pennsylvania 1 998.

MERDİVENLER KİTABI Azteken: Sergi Kataloğu, Berlin 1 Bonn 2003. Batres, Leopoldo, Teotihuacan, Meksika 1 906. Bowditch, Charles P. , A suggestive Maya inscription, Cambridge, USA, 1 903. -, Mexican and Central American antiquities, calendar Systems and history, Washington

1 904. Catherwood, Frederick, Views of ancient monuments in Central America, Chiapas and Yucatan, 1 844. Charney, Desire, Cites et ruines amencaines, Paris 1 863. Collier, John, Indians of the Amerikas, New York 1 948. Danzel, Theodor-Wilhelm, Mexiko, I . - 1 1 . , Hagen 1 923. -, Mexiko und das Reich der Inkas, Hamburg, 1 923 Dieseldorff, Erwin Paul, Kunst und Religion der Mayavölker, 1 . -111., Berlin 1 926- 1 933. TM 2 1


322

TANRıLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Eggebrecht, Eva und Arne 1 Grube, Nikolai (Yay. ), Die Welt der Maya. Archiiologische Schiitze aus drei ]ahrtausenden, Sergi Katalogu Hildesheim, Mainz ı 992. Greene, Graham, The Lawless Roads (Alın., Gesetzlose Strafien, Viyana ı 949}. Humboldt, Alexander von, Reise in die Aquinoktialgegenden des neuen Kon tinents, Stuttgart ı 859- ı 860. Joyce, Thomas A., Mexican Archaeology, Londra ı 9 ı 4. -, Central American and West Indian Archaeology, Londra 1 9 ı 4. Kingsborough, Edward Lord, Antiquities ofMexiko, 1.-IX., Londra ı 83 1 - 1 848. Kisch, Egon Erwin, Entdeckungen in Mexiko, Berlin ı 947. Landa, Diego de, Relacion de las cosas de Yucatan, 1 956 (Frz., Relation des choses de Yucatan, Yayınlayan Brasseur de Bourbourg, Paris ı 864}. Lehmann, Walter, Ergebnisse und Aufgaben der mexikanischen Forschung, Arch. f. Anthr., Braunschweig ı 907. Maudslay, Alfred P., Bilogia CentraZi Americana, 1.-IV:, Londra 1 889- 1 902. Maya-Sculptures, Guide to the Maudslay Collections of, British Museum, Londra 1 938. Morley Sylvanus Griswold 1 Brainerd, George W., The Ancient Maya, 3. Baskı, S tanford 1 963. -, The rise and fall of the Maya Civilization in the light of the monuments and the nari­ ve chronicles, New York ı 9 ı 7. Peterson, Frederick A., Ancient Mexico, An Introduction to the Pre-Hispanic Cultures, Londra ı 959. Prem, Hanns J., Die Azteken. Geschichte, Kultur, Religion, 2. Baskı, Münih ı 999. Prescott, William H., History of the Conquest ofMexico, ı 844 (Sayısız Alın. Baskılar). Radin, Paul, The Story of the American Indian, New York 1 944. Ricketson jr., Oliver G., Six Seasons at Uaxactun, Intern. Congr. of America, 1 928. Riese, Berthold, Die Maya. Geschichte, Kultur, Religion, 4. Baskı, Münih 2002. Ruz, Alberto, An Astonishing Discovery, Illustrated Londra News, 29 Ağustos 1 953. Sahagun, Fr. Bernardino de, Historia General de las cosas de Nueva Espana, 1.-111., Mexiko 1 829 (İngilizcesi.: A History ofAncient Mexico, Çev. E Bandelier, 1 932}. Schultze- Jena, Leonhard, Gliederung des Alt-Aztekischen Volks in Familie, Stand und Beruf, Stuttgart 1 952. Sei er, Eduard, Gesammelte Abhandlungen zur amerikanisehen SprachundAltertumskunde, 1.-V:, Berlin 1 902- 1 923. Stephens, John L., Incidents of Travel in Central A merica, Chiapas and Yucatan, New York ı 842. Termer, Franz, Mittelamerika und Westindien, Handb. d. Geogr. Wiss. Thompson, J. Eric, Civilization of the Mayas, Şikago ı 927. Thompson, Edward Herbert, People of the Serpent, Londra 1 932. Vaillant, G. C., The Aztecs of Mexico, Penguin Books, ı 95 ı . Verrill, A . Hyatt und Ruth, America 's Ancient Civilizations, New York ı 953. Westheim, Paul, Arte antiguo de Mexico, Meksika ı 950.


KAYNAKÇA

323

HENÜZ YAZlLMAMIŞ KİTAPLAR (Bu bölümde deginilen çagdaş araştırmalar ve doga bilimleri kapsamına giren yar­ dımcı yöntemler ile ilgili de bazı eserler) Allegro, John Marco, The Dead Sea Scrolls, Pelican Books, Londra ı 956. Barthel, Thomas, Grundlagen zur Entzifferung der Osterinselschrift, Abhandl. aus dem Gebi et der Auslandskunde, Cilt 64, Reihe B, 36, Hamburg ı 958. Bass, George E , Archaologie unter Wasser, Bergisch-Gladbach ı 966. Baudin, Louis, Les Incas de Perou, Paris ı 942 (Alın., Der sozialistische Staat der Inka, rowohlts deutsche enzyklopadie, Band ı6, 2. Baskı., Hamburg ı 959). Berger, Klaus, Qumran. Funde-Texte- Geschichte, Stuttgart ı 998. Biek, Leo, Archaeology and the Microscope, New York ı 963. Bingham, Hiram, Inca Land, Boston ı 923. -, Lost City of the Incas, The Story ofMachu Picchu and its Builders, New York ı 948 Brothwell, Don und Higgs, Eric, Science in Archaeology, Londra ı 963. (Burada günümüzde arkeolojiye hizmet eden 50'nin üzerinde doga bilimlerine ilişkin yöntem­ den söz ediliyor) Ceram, C. W. 1 Lyon, Peter, The Blue Museum, Horizon, Cilt. I, Nr. 2, New York, Kasım ı 958. Cousteau, Jacques-Yves, Die schweigende Welt, Berlin ı 953. Crawford, Osbert G. S., Archaeology in the Fields, New York ı 953. Davies, Philip R. 1 Brooke, George J. 1 Callaway, Phillip R., Qumran. Die Schriftrollen vom To ten Meer, Stuttgart 2002. Die Hethiter und ihr Reich. Das Volk der 1 000 Götter, Sergi Katalogu. Bonn, Stuttgart 2002. Glueck, Nelson, Rivers in the Desert, New York ı 959. Goddio, Franck, Versunkene Schatze. Archaologische Entdeckungen unter Wasser, Stuttgart 2005. Gold aus dem alten Peru. Die Königsgraber von Sipan, Sergi Katalogu, Bonn 200 1 . Grimm, Alfred 1 Schoske, Sylvia (Yay. ), Das Geheimnis des goldenen Sarges. Echnaton und das Ende der Amarnazeit, Sergi, Münih, 200 1 . Hagen, Victor W. von, The Desert Kingdoms of Peru, Londra ı 964. Heyerdahl, Thor, Aku-Aku, The Seeret of the Easter-Island, New York ı 958. Julien, Catherine, Die Inka. Geschichte, Kultur, Religion, Münih ı 998. Kosambi, D. D., Ancient India, New York ı 965. Kossok, Paul, Life, La nd and Water in Ancient Peru, New York ı 965. Lerici, Carlo Maurilio, A Great Adventure of Italian Archaeology ( ı 955- ı 965, Ten Years of Archaeological Prospecting), Lerici Editori, ı 965. Libby, Willard E , Radicarbon Dating, Şikago ı 952. Mackay, D., Early Indus Civilizations, ı 948. Mackay, E. J. K., Excavations at Mohenjo-Daro, Delhi ı 938. Marshall, John, Mohenjo-Daro and the Indus civilizations, L-111., Londra ı 93 1 . Mellaart, James, Catal Hüyük, A Neolithic Town i n Anatolia, Londra ı 967.


324

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Parzinger, Hermann 1 Menghin, Wilfried 1 Nawroth, Manfred (Yay. ), Im Zeichen des goldenen Greifen. Königsgriiber der Skythen, Sergi Kataloğu, Berlin 1 Münih 2007. Piggot, Stuart, Prehistoric India to 1 000 B. C., Penguin Books, 1 952. Prescott, William H., History of the Conquest of Peru, 1 847 (Sayısız Alın. Baskılar) . Riese, Berthold, Machu Picchu. Die geheimnisvolle Stadt der Inka, Münih 2004. Schaeffer, Claude E A., Le Palais Royal d'Ugarit, Paris 1 956. Siebenmorgen, Harald - Badisehes Landesmuseum Karlsruhe (Yay. ), Vor 12 000 lahren in Anatolien. Die iiltesten Monumente der Menschheit; Sergi Kataloğu, Stuttgart 2007. Spanuth, Jürgen, A tlantis, Tübingen 1 965. (Atlantis hakkında bugüne kadar ortaya atıl­ mış bütün teorileri bir araya toplayan ve bunlara kanıtlanmamış bir teoriyi de ek­ leyen ilk eser. ) Stallings, William S . , Dating Prehistoric Ruins by Tree-Rings, Laboratory o f Tree-Ring­ Research, University of Arizona 1 960. Trümpler, Charlotte (Yay. ) , Plug in die Vergangenheit. Archiiologische Stiitten in Flugbildern von Georg Gerster, Münih 2003. Ubbelohde-Doering, Heinrich, Kunst im Reiche der Inca, Tübingen 1 952. Wheeler, Sir Mortimer, 5000 Years of Pakistan, Londra 1 950. -, Early India and Pakistan, New York 1 959. Wurster, Wolfgang W., Die Schatzgriiber. Archiiologische Expeditionen durch die Hochkulturen Südamerikas, Hamburg 1 99 1 . Yadin, Yigael, Masada, der letzte Kampf u m die Festung des Herodes, Hamburg 1 967.


HARi TALAR


lim�· Iyon

Denizi

,

Altı çizili şehirler, yen/ şehirler o

so

ı oo

ı so

ı

ı

ı

ı

ıoo ıso km

ı

ı

ae


- 1

·,

- ,.

, :::

ı�r�L

TÜ R K IYE

' ... 1 ,

Trakya

1 <'

'"'-v

Marmara Denizi

Konstant�

,

e.6..u.rnı

"'""--­

e Bergama Ege Denizi

Salilo s

;_l a m o s,.,

�Uet

Q

Didima

t!:/ r,:ı

Cl

"

. Tlffti a

(Santorln)

�orgos o

..

• Knossos

Ha l i karnasos- e r

K

o

Dodekanes Adalan

d

, -· ..,.r-

(};

- 'i

Nax;bs

TÜR KIYE

M_•�"'��

Efesos

PfJroı

J

�-�

(' ;ilSatız Adcuı

(

• Rodos Ro dos

v


I S RAI L

.

, Petra 1 1

'

s

n a

1

'

'

1

e

'

' • Akabe

J

SUUDI � RA B I STA N Tel-ei-Amarna

Abidos e Dei r ei-Baliari Batı Teb Medi net Habu

II Q

t /

ç0 / {j ..

Oölu

K

t

e/.Siıab

G

S U DA N

... ....

- . J""

- .. ...

- -


K

Hazar Denizi

Karadeniz G

- -

-?'-

'!"" -

MISIR

S U U D I A RA B I STA N


Meksika Körfezi

• Cholula

e

Xochicalco

)

_

Monte Alban

Pasifik Okyanusu

Altı çizili şehirler, yeni şehirler o

so

ı oo

LJ: ı

ı so

200 ı s o km

1 --H


K

G

K Ü BA o

Mayap

n

• • uxmal Mıcatan Yarımadası

Karayip Denizi



GENEL DİZiN

Abdelad Ahmed, 1 44

Almagro, 235

Abd-el-Ralıman (Abdurrahman) , 1 92

Almanya, 47, 77, 1 34, 1 60, 1 69, 207

Abdullah, 2 1 1

almehenoob, 27 1

Abdüllatif, 1 29

altın maske, 45, 1 5 1 , 1 52

Abdülresul, 1 25, 1 26, 1 27, 1 3 1 , 1 3 5 , 1 43

Alvarado, Pedro de, 240, 243, 244

Abelard, Pierre, 82

Arnalthea, 55

Abud, 2 1 0

Arnenemhet l. (Büyük), 1 06, l l l , 1 1 4, 1 1 5, 1 20, 1 2 1

Abukir, 64

III., 1 1 3, 1 1 4 I., 1 22, 1 3 1 , 1 32

Abu Roaş, 1 09

Arnenemhet

Abu Simbel, 302

Arnenophis

Abusir, 1 09

Arnenophis Il., 1 1 4, 1 22, 1 30

Abydos, 98

Arnenophis

Adad, 2 1 9

Arnenophis

Adapa, 1 99

Arnerika, 28, 49, 1 54, 1 55, 1 85, 226, 237,

III., 66, 1 06, IV. , 95, 1 3 3

1 20, 1 39

247, 248, 249, 250, 25 1 , 254, 258, 259,

Aden, 20 1 Afganistan, 1 75

260, 26 1 , 263, 264, 275, 28 1 , 288, 300,

Afrika, 1 8, 55, 1 93

30 1

Agamemnon, 32, 34, 4 1 , 42, 43, 44, 45

Amerika İç Savaşı, 32

Agamemnon ( Schliemann'ın oglu), 53

Arnor, 29

Agora, 43, 44

Arnosis 1., 1 22

Agrigente, 208

Arnun Başpapazı, 1 22

agaç halkalarıyla yaş belirleme, 300

Arnundsen, 79

Ahamenid, 1 72 Ahmose

I.,

1 28

Arnurru, 2 1 2 And Dagları, 299

Aibur-Şabu, 2 1 8

Androgeus, 58

Aigeus, 5 8 , 59

Andromakhe, 53

Aigisthos, 4 1 , 43

antropoloji kurumu ( Berlin) , 50

Aineias, 3 1 , 34

Anu, 204

Aiskhylos, 4 1 , 44

Aphrodite, 34

Akad, 1 62, 1 69, 1 83, 224

Apis (kutsal boga ) , 99, 1 00

Akdeniz, 46, 64, 207, 230, 299, 300, 3 0 1

Apollon, 34, 38

Akerblad, 8 6

Apolion Sauroktonos, 25

Akha, 34, 3 5 , 36

Arahtu suru, 2 1 4

Akhilleus, 3 1 , 34, 36, 37, 297

Arakhtu kanalı, 1 99

Akragas, 208

Aram-Nakharaim, 162

Alalakh, 297

Araplar, 69, 162, 1 82, 1 86, 1 9 1 , 1 92, 1 93,

Alaska, 288 Albani ( Kardinal ) , 22 Alcubierre, Cavaliere Rocco Gioacchino de, 1 5, 1 6 , 22, 1 36

1 94, 2 1 0, 2 1 1 , 229 Arcangeli, 24 Argolis, 5 1 Argos, 4 1 , 42


334

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Ariadne, S6, S9 ipliği, 60 Aristoteles, 86

Ba, 1 0 9 Baalbek, 1 8 2 Babil, Babilliler, 9 7 , 1 1 0, 1 33, 1 60, 1 62,

arkeoloji, S, 23, 26, 97, 1 3 3

1 68, 1 69, 1 70, 1 76, 1 8 1 , 1 83, 1 86, 1 97,

Arkhomenos, S l

1 98, 1 99, 200, 20 1 , 202, 20S, 207, 209,

Arrianos, 3 7

2 1 0, 2 1 2, 2 1 3, 2 1 4, 2 1 6, 2 1 7, 2 1 8, 2 1 9,

Artakserkses 1., 1 73 , 2 1 3

220, 222, 223, 224, 22S, 226, 228, 229,

arval, 220

234, 248, 263, 273, 289

Asine, S2 Askalon, 1 99

Babil Kulesi, l SS, 1 S9, 209, 2 1 S, 2 1 6, 2 1 7, 218

Aslanlı Kapı, 42, 43

Bacon, Francis H., 206, 207

Aslan Yürekli Richard, 269

Bagistan, 1 76

Assos, 206, 207

Ba�dat, 1 62, 1 68, 1 7S, 1 77, 1 8 1 , 1 86, 1 93

Assuan, 66

Bahama, 278

Assurnasirpal l . , 163, 1 80, 1 97, 1 98, 200,

Balavat, 202

202, 2 1 2, 2 1 7 Assurnasirpal ll., 1 9 1

Balboa, Nufiez de, 23S Banks (arkeolog) , 87

Aston, Francis, 1 68

Barthel, Thomas, 293

Asur, Asurlu, 68, 97, 1 S9, 1 60, 1 62, 1 64,

hasarnaklı piramit, 66, 99, 224, 233, 286,

1 6S, 1 66, 168, 1 69, 1 78, 1 79, 1 80, 1 8 1 ,

297

1 82, 1 83, 1 8S, 1 86, 1 89, 1 90, 1 9 1 , 1 94,

Basra Körfezi, 1 62, 1 93, 1 99

1 9S, 1 96, 1 97, 1 99, 20 1 , 202, 209, 223,

Bauer, Hans, 293

224, 226, 228, 263, 289, 30 1 Asuroloji, 97, 1 60, 1 7S, 202

Bayardi, Ottavio Antonio, 22 bedeviler, 69, 90, 1 62, 298

Asya, 264

Behistun ve yazıdan, 1 68, 1 7S, 1 77, 1 86

aşk elması, 1 44

Bel -etir, 20 1

Aşmunen, 1 00

Belzoni, Giovanni Battista, 92, 93, 94, 99,

Atacama Çölü, 299 Ateş Ülkesi, 23S

l l l , 1 27, 1 36, 1 66 Benihasan, 1 00

Athena, 38

Beni Heceym, 2 1 0

Athenadoros, 28

Berberiler, 69

Atina, 24, 39, 40, S3, S8, 228

Beringer, 28, 78

Atlantis, 260

Berlin, 49, S0, 88, 9S, 96, 209, 2 1 2

Atreus, 42, 43

Beriiner Illustrierte Zeitung, 1 60

Augustin, 2S2

Berlin Tarih Başlangıcı ve Tarihöncesi

August (Saksonya) III., l S

Müzesi, SO

Augustus, 2S, 68, 89, 1 98

Beytüllahim, 68

Aurelius, Marcus, 2S

Biban- el Müli'ık, 93, 1 1 7, 1 36

Avad, 1 8S

Bilimler Akademisi ( Göttingen) , 1 70

Avrupa, 2 1 , 29, 40, 44, 60, 63, 64, 6S, 68,

Birinci Amenophis, 1 28

70, 7S, 78, 8 1 , 82, 88, 92, 96, 98, 1 1 6,

Bismarck, SO, 269

1 24, 1 29, 1 6S, 1 67, 168, 1 76, 1 80, 1 8S,

Bittel, Kurt, 29S

1 86, 1 9 1 , 20 1 , 207, 228, 229, 23S, 236,

Blankenburg, 207

239, 248, 2S4, 2S9, 260, 269, 2 7 1 , 286,

Blegen, Cari William, 294, 296

287

Boccacio, 1 84

aydınlanma, 8 1

Bodensee Gölü, 299

Aztekler, 233, 237, 239, 24 1 , 242, 243,

Boetticher, 49

244, 24S, 246, 248, 249, 260, 26 1 , 262,

Bo�a ile dans eden adam, S8

264, 283, 284, 286, 288, 289

Bombay, 1 7S


GENEL DİZiN Borchardt, Ludwig (Alman ejiptolog) , 113

335

Canning, Stratford, ı 83 Caracalla, 27

Borsippa, 20 ı

Carmagnol, 73

Bossert, Helmuth Th., 293, 294

Carnarvon, Aubrey Herbert (Lord C'nin

Botta, Paul-Emile, 67, ı 3 3 , ı 62, ı63, ı 64, ı 6S, ı 66, ı 67, ı 68, ı 69, ı 7S, ı 77, ı 78, ı 8o, ı 83, ı 8S, ı 86, ı 88, ı 9 ı , ı 93, ı 96, 2 ı 2, 224, 2 S ı

üvey kardeşi), ı S4 Lady Elisabeth, ı s4 Lady Evelin, ı 4 ı Lord, 44, ı 33, 1 34, 1 3S, 1 36, 1 37, ı 38,

Bouchard, 7S

ı 39, ı 40, ı 4 ı , ı 43 , ı 46, ı 48, ı s 4

Boulogne, 98

Carolin (Napoleon'un kız kardeşi) , 7 0

Bourbonlar, 2 ı , 8 ı , 83

Carrera, 2S ı , 2 S 2

Bourbourg, Brasseur de, 263, 264

Carter, Howard, 44, 9 2 , 93, ı ı 8, ı ı 9, ı 20,

Breasted, James H., 1 1 9, ı 44

ı 23 , ı 2S, ı 29, 1 3 ı , 1 32, 1 3 3, 1 34, 1 3S,

British Museum, 67, 77, 93, ı 93, 20 ı ,

ı 36, ı 37, ı 38, ı 39, ı 40, ı4ı, ı42, ı 43,

202, 203, 224, 2SS, 266 Bruce, James, ı 23 Bruce, Thomas, 40 Brugsch, Emil (müze müdürü), ı 26, ı 28, 13ı Brugsch, Heinrich (ejiptolog), ı 26, ı27, ı 28, ı 30, ı 3 ı , ı 32, ı 92, 234 Bruno, Giordano, 24ı Bruno ( Stephens'in uşağı) , 2SS

ı 44, ı 4s, ı 46, ı 47, ı 48, ı 49, ı so, ı s ı , ı s2 , ı s3, ı s4, ı s s Casanova ( ressam ) , 2 8 Casas, Las, 236 Cascara, 2S2 Caso, Alfonso, 287 Castillo, 282 Catherwood, 2S2, 2S3, 2S4, 2SS, 2S6, 2S7, 2S9, 260

Bubastis, ı oo, 29S

Cempoalla, 240

Buffon, Georges-Louis Leclerc, 48

Cenevre, 30, 8S

Bulwer-Lytton, Edward, ı 8

Cenote (bkz. Kutsal Kuyu) , 274

Bunzlau, 1 1 6

Cermenler, 68

Burckhardt, Johann Ludwig (İsviçreli Afrika gezgini) , 93

Cerveteri, 300 Chadwick, John, 29S

Buren, Martin Van, 2 S ı

Champollion, Jacques, 72

Burnouf, Emile, ı 66, ı 73, ı 7 S

Champollion, Jean-François, 48, 73, 74,

Burton, Harry, ı 44, ı4S, ı so

7S, 77, 78, 79, 80, 8 ı , 82, 83, 84, 8S, 86,

Buto, ı oo

87, 88, 89, 90, 9 ı , 92, ıos, ı 33, ı ss,

Büyük Girişimler Çağı, 46 Büyük İskender, 27, 37, 63, 97, ı 68, ı 70, 2 ı 8, 229 Büyük St. Bernhard, ı 29

ı 7o, ı 73 Chamwese, ı ı 9 Charlemagne, ı 69 Charnay, Desire, 28S Charon, 2 ı 2

Cabot, John, 23S

Chartre, l l 2

Cachurecos, 2 S ı

Chelsea, 202

Cahabon, 2S2

Chiapas, 2S9, 266, 282

Calendar-round, 267

Chichen ltza, 266, 270, 273, 274, 28 ı ,

Callender, Arthur, ı 4 ı , ı 43, ı 46 Calvert, Frank, 36, 296

282, 288, 289 Chichimekler, 28S

Camera Lucida, 2S7

Chinampalar, 242

Cami ül Ezher, 64

Chnum, ı oo

Camotan, 2SO

Cholula, 289

Campagna, 2 S

Christine, Maria Amalia, ı s

Campo Formio, 6 3

Cicero'nun evi, ı 7


336

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Cihuacu, 246

Deibel, 2 ı 0

Civita, ı 7

d'Elboeuf, ı s , ı 6 , 60

Clarke, Joseph Thatcher, 206, 207

dennotilk, 7S, 78, 86, 87, 88

Clennens Alexandrianus, 84

Dendera, 66, 8S, 89, 90, 9 ı

Cocuyolar, 240

Denon, Donninique Vivant, 63, 6S, 66,

Codex Cortesianus, 264 Dresdensis, 264

67, 90, ı 6S, 2 S ı Derabgerd, ı 2 9

fustinianus, 228

Der-el-Bahri, ı 26, ı 28, 234

Perasianus, 264

Derry, Douglas E., ı 44, ı s ı , ı s2

Troano, 264

Desaix, Louis- Charles Antoine, 64, 66,

College de France, 79

89, 90

Colunnbus, 23S, 242

Descartes, 72, 229

Copan, 2S0, 2S2, 2S3, 2S4, 2S8, 2S9, 266,

Description de l'Egypte, 67, ı s9

267, 269, 282 Copan Irnna�ı, 2SS Copley nnadalyası, S4 Cordovas, Hernandez de, 2S9 Cortez, Hernando, 233, 234, 23S, 236, 237, 238, 239, 240, 24 ı , 242, 243, 244, 24S, 246, 247, 248, 249, 2S3, 26 ı , 282, 284, 286 Courrier de l'Egypte, 7 ı , 77

Dhautpoul, 7S Diaz, Bertal, 234, 238, 243 Patres, 238, 242 Dicle, ı ss , ı s9, ı 60, ı62, ı6S, ı 69, ı 80, ı 8 ı , ı 82, ı 83, ı 93, ı 96, ı 98, 20 ı , 2 ı o, 2 ı 2, 227, 2S ı , 263 Diego de Landa, 263, 26S, 266, 267, 274, 27S, 276, 277, 283 dikilitaşlar, 69, ı 6 ı

Cousteau, Jacques-Yves, 300

Dilkte nna�arası, S S

Cranach, Lucas, 287

Dilüviyunn, 260

Cuitlahuac, 244, 247

Dinozor, 89

Curtius, Ernst, 42

Diodor, 30, ı68 Diogenes, 82

Çanakkale Bo�azı, 206

diş vergisi, ı 84

Çatalhöyük, 298

Dodwell, 42

çay dışalınnı, 32

Donnenech, Abbe, 28

çift dilli, 293, 294

Donninilk, 234

Çin, Çinliler, 84, 248

Donnitian, 89

çivi yazısı, 2S, 48, 7 ı , ı 6 ı , ı67, ı68, ı69,

Don Gregorios, 2S9

ı 7o, ı 7 ı , ı 72, ı 73, ı 7s , ı 76, ı 77, ı 78,

Don ]uan, 2S3

ı 98, 20 ı , 202, 20S, 223, 229

Dorado, 23S

çoban krallar, ı 28

Douglass, Andrew E., 300 Dourgnon, ı o3

Daguerre, Louis, 48

Dörpfeld, Wilhelnn, 47, 49, s ı , S9, 294

Dahşur Pirannitleri, ıo9

Dresden, ı S, 20, 2 ı , 8S, 264

Daidalos, S6

Dreyer, Günter, 29S

Daily Telegraph, 203

Droysen, Gustav, ı68

Danyal Peygannber, 2 ı 4, 220

dul Mecran, 80

Danzel, Theodor-Wilhelnn, 288

Duris, 2S

Darius 1., ı 73 , ı 76

Düsseldorf, 27

Dauphine, 72, 83 David, Jacques-Louis, 6S

Ea (tanrı) , 204

Davis, Theodor, 1 33, ı 3S , ı 36, 1 3 7

Ebers, Georg, 96

Davut Paşa, ı 2s , ı 26

Echet Chufu, ı o8

de Bourbon, Charles, ı s, ı 6

Eckenbrecher, Gustav von, 36


GENEL DİZİN Ege Denizi, 55, 263

Ferdinand, 235

Egyptian

Ferrara, 251

Cou rt, 88 Hall, 94

337

Fırat, 1 55, 1 59, 1 60, 1 62, 1 69, 1 8 1 , 2 1 2, 2 1 4, 22 1 , 225, 227, 263

Ehenufer, 1 20

Figeac, 72, 73, 78, 83

Eileithyiaspolis, 1 2 9

Figueroa, 277

Eje, 1 36

Filistin, 32, 1 97, 250

Ejiptoloji, 67, 9 1 , 92, 96, 97, 98, 99, 1 05,

firavunlar, 64, 66, 7 4, 77, 80, 97, 1 07, l l O,

1 48, 1 5 3 Ekron, 1 99

l l l, l31 laneti, 1 53, 1 54, 1 5 5

Elam, Elamlılar, 200

Flandin, Eugene Napoleon, 1 6 5 , 25 1

Elektra, 43, 44

Floransa, 65

Elephantine, 66, 1 00, 1 29

Flower, 1 68

Eleusis, 52

Fontana, Winifred, 225

Elgin ( Lord ) , 40

Forchhammer, 49

El Hibba, 207

Fort de Rachid, 75

Elis, 30

Forum Romanum, 27

Elisabeth (Avusturya ) , 1 54

Fourier, Joseph, 73, 74, 75

el Lischt, 1 44

François, 73, 78, 80, 247

Emach Tapınagı, 2 1 4

Frankfurt am Main, 169

Engastromcnos, Sophia, 37

Franklin, Bcnjamin, 48

engizisyon, 242

Fransa, Fransızlar, 49, 64, 65, 67, 72, 73, 77,

Enkidu, 203

82, 1 59, 1 60, 1 62, 1 64, 1 65 , 247, 259, 270

Eos, 1 06

Fransız Devrimi, 65

Ephoros, 30

Fraunhofer, Joseph von, 48

Erdmann, Kurt, 7

Friedrich V. ( Danimarka Kralı) , 1 68

Erfurt, 1 06

Friedrich Wilhelm ıv. (Prusya Kralı) , 88,

Erk, 1 83

95

Ermenistan, 1 99

Fuchs, Eduard, 66

Ernst E Weidner, 1 60

Fuentes, Francisco de, 250

Erzherzog, Franz Ferdinand, 1 54

Fuhlrott, 27

Esagila, 2 1 4, 2 1 9, 220, 22 1

Fürstenberg, 34

Tapınagı, 1 99 Etemenanki, 209, 2 1 7, 2 1 8

Galilei, Galileo, 1 05, 24 1

Etrüsk, 26, 289, 300

Gallai, 1 99

Euboia Dagı, 42

Gall, Franz Josef, 72

Euripides, 44, 5 1

Galvani, 48

Eurymedon, 43

Gama, Vasco da, 234

Eusebius, 97

Ganymed, 28

Evans, Arthur, 46, 49, 53, 55, 56, 58, 59,

Gardiner, Alan, 1 44

60, 1 06, 1 3 3, 1 34, 294 Ezida Tapınagı, 20 1

Garlindo, Oberst, 250 Gas Hasan, 144 Gasset, Ortega y, 9

Fabricius (Dr. ) , 52

Gaumata, 1 76

Fara, 2 1 0, 2 1 1

"geometrik" desen, 52

Faraday, Michael, 48

George III. ( İngiltere Kralı) , 67

Fas, 270

Gılgamış, 1 80, 1 99, 20 1 , 203, 223

fellahlar, 1 92

epopesi, 20 1 , 202, 203, 204, 205, 224,

Fenike, Fenikeliler, 52, 59, 229

227

TM 22


338

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Gioffre, 208

Hannibal, Gisgon, 208

Girge, ı 2 3

Hannover, ı 68, ı 70

Girit, 5 2 , 53, 5 4 , 55, 5 6 , 58, 5 9 , 6 0 , 229,

Hapi, ı 20

294 Girit- Myken sanatı, kültürü, 52, 59, 224

Haremheb, ı ı 8 Harrow, 53

Girit yazısı, 60, 294

Harun-el-Reşid, ı 6 ı , ı 69

Gize, 64, 94, 99, ı o3, ı o6, ı ı 3

Harvard Üniversitesi, 260

Gladstone, 49

Hasan Avad, ı 44

Glueck, Nelson, 297

Hathor, ı oo

Goddio, Franck, 299

Hattuşaş, 295

Goethe, E W., 9, ı 8, 2 ı , 24, 63, 72

Hauser, ı 44

Goneim, Zakaria, 297

Havvara, ı 06, ı 09

Göbeklitepe, 298

hazine evleri, 42

Görlitz, 207

Hektor, 3 ı , 34, 36, 37, 297

Göttingen, 53, 7 ı , ı ss, ı 60, ı 67, ı 69,

Helena, 3 ı , 37, 39, 297

ı 7o, ı 72, ı 76 Grebaut, ı o4

Helmholtz, Hermann von, 48 Hely-Hutchinson, John, 67

Gregoryen takvimi, 98, 268

Hennig (Bradenkierl) , 32

Grenoble, 73, 74, 77, 8 ı , 82, 83, 84, 9 ı

Hera, 29, 34, 43

Griının Kardeşler, 96

Herakles, s ı

Gross, Hans, 48

Herculaneum, ı 6, ı 7, ı 8 , 22, 23, 29

Grotefend, Georg Friedrich, 48, 7 ı , 1 3 3,

Herder, Johann Gottfried von, 47

ı 69, ı 7o, ı 7 ı , ı 72, ı 73, ı 75 , ı 76, ı 77

Herhere, 2ı O

Guadeloupe, 234

hermeneutik, 29, 30

Guanahani, 234

Herodot, 35, 37, 1 30, ı 73

Guatemala, 250, 2S ı , 252, 256, 259, 260, 263, 266, 282, 288

Herzfeld, Ernst, ı 68 Heyerdahl, Thor, 293

Gudea, 224

Hickling, William, 233

Guericke, Otto von, 48

Hide Park, ı 80

Guignes, De, 84

Hille, 2 1 1 , 2 ı 4

Gurgar, Reis Ahmed, ı 44

Hincks, Ire, ı 76, ı 78, ı 79

Güney Kutbu, 79

Hindistan, Hintliler, 49, 63, ı 75, 234, 248 Hindiye kanalı, 2 ı 4

Haab, 267

Hipparkhos, 228

Habeşistan, Habeşliler, 68, 20 ı

Hisarlık, 36, 296

Habeşistan Kralı Theodor, 20 ı

Hiskiya, ı 99

Haçepsut, ı 22, ı 36

Hititler, 93, 95, 229, 295

Hadrianus, ı o6

hiyeroglif yazı, 25, 48, 53, 54, 66, 70, 7 ı ,

Hagemann, Walter, 7

73, 75, 77, 79, 80, 84, 85, 86, 87, 88, 92,

Hagesandros, 28

98, ı 69, ı 70, ı 73, 254, 255, 259, 263,

Haiti, 234

267, 282, 287, 293, 294, 295

Halep, ı 8 ı , ı 8 2

hlack uinic (gerçekten adam) , 2 7 1

halifeler, ı 62

Hogarth, David, 225

Hall ( ressam) , 1 44

Hojeda, 235

Ham, ı 83

Homadi, 2 ı 0

Hamadan, ı 76

Homeros, 2 ı , 3 ı , 32, 34, 3 5 , 36, 37, 38,

Hamburg, 2 ı O Hammurabi, ı 69, 2 ı 2 , 2 ı 6 Hamu m Ali, ı 82

4 ı , 42, 44, 47, s ı , s2, 53, 59, 285, 295, 296, 297 Honduras, 250, 25 ı , 252, 253, 256, 260, 266


GENEL DlZlN Hope elması, 1 54 Horapollon, 84, 85, 86, 87 Ho m Burnu, 1 75

İspanya, lspanyollar, 1 1 1 , 233, 234, 235, 236, 237, 238, 239, 24 1 , 242, 243, 244, 245, 246, 247, 26 1 , 264, 273, 289, 290

Horus, 1 00

İstanbul, 1 65, 1 8 1 , 1 83, 1 9 1 , 206

Huitzilopochtli, 24 1 , 243

lşaya, 1 59, 1 65, 1 99

Humann, Cari, 48

lştar, 203, 2 1 9

Humboldt, Alexander von, 95, 242

lştar Kapısı, Tapınagı, 2 1 4, 2 1 8

Hunal Hu, 28 1

lştar-sakipat-tebişa, 2 1 8

Hückstaedt, 34

İtalya, 22, 24, 3 3 , 5 3 , 63, 77, 1 6 1 , 1 8 1 ,

Hyksos, 1 2 8 Hystaspes, 1 7 3

339

207, 208, 252, 264 lthaka, 32, 47 lyonia, 1 82

Ilfeld, 1 69

İzmir, 206

Indian Com, 27 1 Institut de France, 64

Jamaika, 234

Irak, 1 62, 1 8 1

Jandolo, Augusto, 26

Isabella, 235

Jaquou, 72

Isere bölgesi, 73

Jensen, Hans, 60

Isla, Johny, 299

Jerrer, 3 1

Ispartalılar, 3 7

Jomard, Françoise, 67, 89

Iucundus, Lucius Caecilius, 2 5

Jones, William, 48

Ixkıin, 266

Jose, Don, 258

Ixtlilxochitl, 283, 284, 285, 286

Josephine ( İmparatoriçe) , 65 Josephus, 97

İbrahim Peygamber, 225

J uan Mis, 280

lda, 37

Juarros, Domingo, 250

llium Novum, 37

Julian takvimi, 98, 268

ilk krallar, 227, 229

Julius Africanus, 97

lllahun, 1 09

Jupiter, 28, 37

nyada, 34, 3 5 , 36, 52, 294, 296 llyas Peygamber, 42

Ka, 1 09, 1 1 0, 1 1 7, 2 1 6

lneni, l l 7, 1 1 8

Kabala, 85

lngiltere, 49, 63, 67, 77, 87, 93, 94, 1 06,

Kahire, 64, 67, 69, 73, 75, 93, 97, 99, 1 03,

l l l , 1 34, 1 38, 1 43 , 1 44, 1 54, 1 60, 1 75,

1 1 6, 1 24, 1 25 , 1 26, 1 2� 1 3 1 , 1 32, 1 4�

1 80, 1 8 1 , 200, 203, 206, 266, 269

1 44, 1 45, 1 59, 1 92

lnhapi, 1 2 2 lnkalar, 2 3 5

Kalesi, 98, 1 03 Kalalı Şergat, 1 82

lnka Yolları, 299

Kaldea, 1 8 1

insan kurbanları, 288

Kaliforniya, 93

Orta Amerika, 208, 242

Kalkhu, 1 9 1 , 1 9 7

Sümer, 227

Kambyses, 1 7 3

lran, lranlılar, 68, 97, 1 29, 1 45, 1 62, 165,

Kandahar, 1 75

1 68, 1 70, 1 7 1 , 1 72, 1 7� 1 75, 1 76, 1 77,

Kandiya, 60

181

kanope, 1 30

lrumun, 1 20

Kanopos Serapeum, 299

lsis, 1 9 , 89, 9 1

Kanopus Emirnamesi, 9 1

iskeletler, 27, 43, 44, 226

Kapitol, 2 7 , 6 8

İskenderiye, 67, 68, 77, 93, 99, 1 39, 1 62

Kapusin Manastırı ( Palermo), 1 29

İslam, 64

karaborsa, 1 1 6, 1 24


340

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Karadeniz, 206

Kopernikus, 241

Karatepe, 294

Kophinion, Sl

Karl V., 23S, 247

Korfrnann, Manfred 0., 296

Karnak, l l 7, ı44

Kossailer, ı 99

Karnak Krallar Listesi, 97

Kossok, Paul, 299

Kartacalılar, 208

Koyuncuk Tepesi, ı 63, ı 64, ı 78, ı 86, ı 96,

Kartuş, 9S

ı 97, 20 ı , 203, 2 1 2, 224, 229

Kassandra, 43

Köln Katedrali, 1 08, l l 2

Katherina ll., 6S

Krallar Vadisi, 94, 9S, 1 1 7, ı ı 8, 1 22, 1 23,

Kauflinann, Auagelika, 2 ı kazık tarımı, 2 72

ı 26, 1 27, 1 28, ı 33, ı 3S, ı 36, 297 Krallık Asya Dernegi (Londra), ı 76, ı 78

Kefren, 94, ı o ı , 1 09, ı ı o, ı ı l , 307

Kral Süleyman'ın maden ocakları, 297

Kej , ı ı 8

Kramer, Samuel Noah, 222, 223

Keltler, Keldaniler, 68, 74, ı s9, 1 9 ı , 1 94,

Kristal Palas ( Londra) , 1 80

201 Kemvese, 1 20

Kronos, SS Kruif, Paul de, 6

Kenh, 1 3 1

Ksenophon, 37, 1 82

Keops, 88, ı o ı , 1 07, ı o8, ı ı o , l l ı , l l 2,

Kserkses, 37, 38, ı 68, ı 73, 2 ı 8

286, 307

Ktesias, 2 1 3, 2 ı 4

Kermanşah, ı 76

Kudüs, ı 99, 260

Khelne, ı 8 3

Kuft, 1 3 1

Khorsabad, 1 64, ı6S, 1 83 , ı 86, ı 96, 2 ı 2

Kukulkan, 260, 282, 288, 289

Khshayarsha, ı 76

Kukumatz, 288, 289

Khumbaba, 203

Kuri- Galzu, 229

Khuş, ı 83

Kurna, ı 23 , ı 3 ı , 1 3 S

Kırım Savaşı, 32

Kutsal Ahit Tabutu, 86

Kırkgöz, 3S

Kutsal Kitap, ı s9, ı 80, 227

kiklop, 42, sı

kutsal kuyu, 274, 27S, 277, 279, 280, 2 8 1

kilise babaları, 86, 96

Küba, 234, 236, 239

kil tablet, 1 7 1 , 222, 223

Küçük Asya, SS, ı 8 1 , 264

Kim, 1 29

Kürtler, 1 6 ı

Kincardine, 40

Kyaksarfes, ı 9 8

Kingsborough, Lord, 264

Kyros, ı 70, ı 73 , 2 1 2, 2 1 7

Kircher, Athanasius, 84 Kisch, Egon Erwin, 286, 287, 288

Labrador, 23S

Kleitarkhos, 168

Labyrinth, S6, S9

Kleopatra, 9, 88, 97

Lacau, ı 46, ı 48

Klytaimnestra, 4 ı , 43, 4S

Lacroma, ı s4

Knossos, S2, S3, SS, S8, 60, ı o6, 1 3 3, 294,

Landa, Diego de, 263

29S Koldewey, Robert, 1 33, 206, 207, 208,

Langenschwalbach, Bad, ı 34 lantern majik, 84

209, 2 ı 0, 2 ı ı , 2 ı 2, 2 ı 3 , 2 1 4, 2 ı S, 2 ı 6,

Laokoon, 27

2 ı 8, 2 ı 9, 220, 234

lapilli, ı 6, 1 7, 1 8

Kolosseum, 27, 1 68

Larissa, ı 82

Kondottieri, 26

Lassen, Christian, ı 73, ı 7S

Kongo, 1 S 3

Latour, 83

Konquistadorlar, 3 ı , 234, 2 3 S , 2 3 8 , 2S ı ,

lav, 1 6 , ı 7 , 284

26 ı , 264 Kon Tiki, 293

Lawrence, T. E., 22S Layard, Austen Henry, 1 33, 1 34, ı 66, ı 67,


GENEL DİZİN ı 80, ı 8 ı , ı 83, ı 84, ı 85, ı 86, ı 87, ı 88,

Manetho, 97, 98

ı 90, ı 9 ı , ı 92, ı 93, ı 95, ı 96, ı 97, 200,

Manouph, 85

20 ı , 202, 2 ı 2, 2S ı , 274, 285

Marduk, 2 ı 6, 2 1 7 , 2 ı 8, 2 ı 9, 220

Lehmann, Walter, 284

Maria, Don Jose, 255, 257, 258

Leibniz, 63, 229

Maria Theresia, 24

Lenoir, Alexandre, 79, 80

Mariette, Auguste, 89, 92, 98, 99, ı 00,

Lepsius, Richard, 88, 9 ı , 92, 95, 96, 97, 98, 99, ı 3 3, 1 36, ı 6o

34 1

1 0 ı , 1 03, ı o4, ı ı 6, ı 29, 1 33, ı 66, 226 Marseillaise, 89

Lerici, Carlo M., 300

Marsilya, 270

Lessing, Gotthold Ephraim, 20

Martorelli, Giacopo, 22

L'Hôte, 90

Maspero, Gaston, ı o4, ı 24, ı 26, ı 34, ı 36

Libby, Willard E, 300

materyalist felsefe, ı 59

Libil-H igalla, 2 ı 4

Maudslay, Alfred Percival, 266

Libyalılar, 6 8 , 229

Collection, 266

Ligue Delphique, 83

Mavi Müze, 300

Lindbergh, Charles (Albay), 282

Maximilian, ı 54

Linear-A, 294

Mayalar, 259, 260, 26 ı , 263, 264, 266,

Linear- B, 294, 295 Londra, 40, 77, 78, 9 ı , 92, 94, ı os, ı o6,

267, 268, 269, 270, 27 ı , 272, 273, 276, 282, 283, 284, 288, 289

ı o8, ı s4, 1 76, 1 78, ı 79, 1 80, ı 8 ı , 1 9 ı ,

Mayer, Julius Robert, 48

ı 93, 202, 203, 204

Mayer ( profesör), 27

Long- Count, 268

Mecklenburg, 3 ı

Long Wharf, 275

Medler, 289

Loret, 1 04, 1 30, 1 36

megaron, 52

Louis xrv. , 6 3 , 269

Mehmet Ali (Paşa) , 92, 93, 1 62

Louis XV. , 65

Mehmet Bey (Girge Valisi) , 89

Louvre, 29, 78, 98, ı65, ı 66, 224

Meier- Graefe, Julius, ı ı 6

Lucas, Alfred, 1 44

Meissner, Bruno, ı60

Lucas, L., ı so

Meklenburg, 32

Ludolf sayısı, ı ı 2

Meksico, 233, 234, 239, 240, 242, 243,

Ludwig I l . (Bavyera kralı) , ı s4 Lukian, 2 ı 2 Luksor, 9 3 , 1 1 6, 1 1 7, ı 22, ı 24, ı 2s, ı 26, 1 3 1 , ı 35 , 1 39, ı 44 Luther, Martin, 24 1 Lübnan, 1 90

247, 260, 26 ı , 264, 285, 286, 287, 289, 3ı3 Meksika, 8, ı 6 1 , 230, 236, 237, 24 1 , 244, 246, 247, 248, 253, 26 1 , 263, 274, 283, 284, 286, 288, 290, 295, 297, 3 ı 2, 3 1 3 Mellaart, James, 298

Lyon, 270

Meme!, 32

Lythgoe, Albert Morton, ı 44

MemlUk, 64, 66, 90, 93 Memnon, 93, 106

Mace, Arthur C., ı 44, ı 46, ı s4

yontulan, 1 06

Macellan, Ferdinand, 235

Memphis, 77, 89, 95, 99, ı oo, 1 29

MacLaren, Charles, 36

Menelaos, 52

Maçitra, 206

Menes, Brasted, 85

Madeiro jr., 282

Mentu-her-Khopşef, 1 36

Madrid, 1 8 ı , 263, 264

Mercklin, Eugen von, 7

Makedonya, 226

Merkes, 2 ı 4

Malcolm, John, 1 75

Merkür, 2 1 2

Malleus maleficarum, 229

Meroe, 1 09

Manencourt, 78

Metropolitan Museum of Art, 1 37, ı 44


342

TANRlLAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Meyer, Eduard, 6, 48

Muhammed (şeyh), 2 1 0

Meyer, Ernst, 7

Muiron, 64

Mezopotamya, 97, 1 33 , 1 62, 1 6S, 1 69,

Mukattam Dağları, 64

1 70, 1 8 1 , 20 1 , 203, 224, 263

Mumya buğdayı, 1 S4

tarihi, 1 60

mumyalama, mumyalar, 1 1 8, 1 20, 1 2 1 ,

Mısır, S, 1 8, 2 1 , 44, S l , S2, SS, S6, 63, 64,

1 22, 1 26, 1 28, 1 29, 1 30, 1 3 1 , 1 S2

6S, 66, 67, 68, 69, 70, 7 1 , 73, 74, 77, 78,

Murad Bey, 66

82, 83, 84, 8S, 87, 88, 89, 90, 9 1 , 92, 93,

Murad ( Mısır hükümdarı) , 64

94, 9S, 96, 97, 98, 99, 1 00, 1 0 1 , 1 03,

Musa, 1 28, 1 83 , 2 1 S , 222, 227

1 04, lOS, 1 06, 1 07, 1 09, 1 1 3, 1 1 4, 1 1 S,

Musul, 1 60, 162, 1 63, 1 80, 1 82, 1 83, 1 84,

1 1 6, 1 1 7, 1 1 8, 1 1 9, 1 24, 1 27, 1 28, 1 29,

1 87, 1 9 1 , 1 93, 1 96, 20 1

1 3 1 , 1 33, 1 34, 1 3 8, 1 42, 1 43 , 1 44, 1 4S,

Münden, 169

1 48, 1S2, 1 S4, ı s s, 1 S9, 1 60, 1 6 1 , 1 62,

Münih, 207

1 64, 1 6S, 1 66, 1 68, 1 88 , 1 90, 202, 20S,

Mykenai, 36, 4 1 , 42, 43, 4S, 46, 49, S l , S2,

2 1 6, 224, 226, 229, 248, 2S0, 2S4, 2SS,

SS, 296

2S9, 260, 263, 264, 268, 27 1 , 273, 29S, 300, 30 1

Nabopolassar, 2 1 2, 2 1 6, 2 1 7, 2 1 9

Enstitüsü, 67, 73

Nakija, 1 99, 200

göz hastalığı, 64

Nantes, 270

Komisyonu, 89, 1 24, 1 6S, 2S l

Napier, 20 1

Müze ( Berlin ) , 88, 96

Napoleon 1., 6 1 , 63, 64, 6S, 66, 70, 7 1 , 77,

Müze (Bulak), 103 Müze ( Kahire ) , 97

8 1 , 82, 83, 84, 89, 1 24, ı ss, 1 6S, 1 68, 228, 2 S l , 2S2, 2S9

Müzesi, 1 2S

Napoli, 1 S, 23, 28, S3

tarihçiliği, 97

Narvaez, 239, 240, 243, 244

Midilli, 206, 207

Naukratis, 1 06

Miguel, 2S8

Naumburg, 9S

Miken, 294, 300, 30S

Nauplion, S2

Mindaros, 3 7

Nazca, 299

Minos, SS, S6, S7, S8, S9, 60

Neandertal insanı, 27

Minotauros, S6, S9, 60

Nebeşe, 1 06

Minyas, S l

Nebukadnezar, 1 S9, 1 78, 2 1 2, 2 1 4, 2 1 S,

Mis' el, 2 1 0

2 1 6, 2 1 7, 2 1 8, 2 1 9, 229, 234

Mit-Rahine, 89

Nefertem, 100

Moche kültürü, 297

Neith, 1 00

Moğollar, 28 1

Nelson, 63, 64

Mokattam dağları, 1 1 0

Nemrut, 1 82, 1 83, 1 86, 1 88, 2 1 2

Moltke, von, SO

Tepesi, 1 84, 1 88, 1 9 1 , 1 92, 1 96, 202

Montagua, 2S2

Nerva, 89

Monte Alban, 287, 288

Newberry, Percy E., 144

Montefik Arapları, 2 1 0

New York, 1 37, 1 44, 2SO, 2S 1 , 2SS, 2S9,

Montejo, Franzisco de, 2S9 Montezuma, 1., S9, 234, 237, 238, 240, 242, 243, 244, 246, 247, 260

287 Nickerson, Ephraim, 27S Nicolas, 278

Montezuma, Il., 234, 244

Niebuhr, Carsten, 6S, 1 68, 1 69

Mophta, 84

Nil, 3 2 , 64, 6S, 68, 69, 7S, 83, 89, 93, 98,

Morazan, 2S 1

1 03 , 1 07, 1 08, 1 09, 1 1 3, 1 1 4, 1 1 6, 1 1 7,

Morse, Samuel, 48

1 1 9, 1 23 , 1 2S, 1 29, 1 3 1 , 1 4S, ı ss, 1 62,

mozayik sancağı (Ur), 22S

1 63, 1 92, 2S4, 263, 299


GENEL DlZlN Ninive , 67, 1 55, 1 59, 1 62, 164, 1 65, 1 66,

343

Papa VI. Alexander Borgia, 235

1 67 , 1 82, 1 83, 1 86, 1 90, 1 96, 1 97, 1 98,

Papin, Denis, 48

20 1 , 2 1 2, 2 1 4, 224, 228, 25 1 , 289

papirüs, 1 9, 22, 23, 25, 30, 70, 73, 75, 78,

Tapınağı, 200 Ninurta, 2 1 4 Nippur, 229 Nissir, 204 Noche triste, 244, 247, 26 1 , 284

83, 88, 98, ı 02, 1 03, 1 1 6, 1 1 9, 1 24, 1 25 Paris, 27, 29, 63, 65, 67, 68, 72, 74, 75, 77, 78, 83, 84, 88, 9 1 , 98, 1 1 2, 1 64, 1 6 5 , 1 67, 1 69, 1 8 1 , 1 86, 224, 259, 264, 270 Paris, Alexandros, 3 1

Noctograph, 260, 26 1

Paris Arsenal Kitaplıgı, 28

Nofretete, 1 3 3

Paris Ulusal Kitaplıgı, 97

Nubiaklar, 69

Paris Yazıdar Akademisi, 84

Nuh, 1 83, 1 9 1 , 1 92, 204, 205, 223, 224, 227

Parseval, August von, 48 Parsi, 74 Paskalya Adaları, 293

Oaxaca, 287

Patroklos, 34

Odysseia, 35

Pausanias, 42, 43, 5 1 , 1 06

Odysseus, 32, 52, 294, 297

Pehlevi, 74

Odysseus (nalbantın o@u ) , 35

Peloponnes, 33, 4 1

Olmedo, Pater, 238, 242

Pelopsogulları, 4 1

Olmekler, 262, 288, 295

Penelope ( nalhantın karıs ı ) , 35

Ombos, 1 00

Persepolis, 7 1 , 168, 1 69, 1 70, 1 7 1 , 1 73,

Onnos, 89

1 77, 1 86

Ophthalmia militaris, 64

Persepolis yazıdan, 169

Oppert, Jules, 1 76, 1 77, 1 78, 1 79, 224

Peru, 235, 293, 297, 299

Orestes, 4 1 , 44

Peser, 1 1 9, 1 20

Oriental Institute (Chicago ) , 1 6 8

Petersburg, 34, 49, 65

Orta Amerika, 1 07, 234, 247, 250, 25 1 ,

Petrie, William Matthew Flinders, 92,

258, 26 1 , 262, 263, 264, 27 1 , 282, 285, 288, 295 Ortaçag, 5 1 , 84, 86, 88, 1 68, 2 1 4, 229

1 05, 1 06, 1 07, 1 09, 1 1 0, l l l , 1 1 2, 1 1 3, 1 1 4, 1 1 5, 1 2 1 , 1 33, 1 34, 1 35, 1 3 8, 274 Pewero, 1 1 9

Osiris, 84, 98, 1 22, 1 49, 1 5 5

phaiaklar, 208

Osman Bey, 1 23

Phaidra, 56

Osorkon I., 1 23

Phalaris, 208

Ostwald, Wilhelm, 48

Phidias, 30

otodafe, 264

Philadelphia University Museum, 226

Otumba, 245, 247

Philai Dikilitaşı, 87

Ovando, Nicolas de, 235

Philodemos, 1 7, 22

Oxford, 49, 53, 20 1

Philokhoros, 30 Pınarbaşı, 3 5

öklid, 72 Ölü Deniz, 298

Piccadilly, 94 Pinutem, 1 22 Pithecantropus, 224

Page -Renouf, Fransız Le, 9 1

Pius XI. , 27

Palenque, 266, 282, 297

Pizarro, 235

Palin, 8 5

Place, Victor, 1 66

Pallas, 229

Platon, 32

Pamphylia Dikilitaşı, 85

Plutarkhos, 30

Panama, 288

Pococke, Richard, 1 23

Papa Gregor XIII., 268

Polydoros, 28


344

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Polyklet, 2S

1 34, 1 7S, 1 76, 1 77, 1 78, 1 79, 1 80, 1 86,

Pompadour Madam de la, 6S

223

Pompei, 1 6, 1 7, 1 8, 22, 23, 26, 28, 46, 60, 70, 1 36

Rehobothir, 1 83 Reid, Archibald Douglas, 1 S4

pornografi, 66

Reindel, Markus, 299

Porphyrius, 84

Reis Hüseyin, 1 44

Portekiz, 23S

Ren, 206

Poseidon, 38

Renauldon, Joseph, 7S

Praksiteles, 2S

repartimientos, 247

Prens Albert, 88

Rhea, SS

Prescott, William Hickling, 260, 26 1 , 262,

Rhind papirüsü, 1 29

263, 264, 284 Priamos, 34, 3S, 36, 37, 38, 39, 40, 4 1 , 43, SO, S2

Ricketson Jr., 288 Rio Copan, 2S2, 2S4 Robespierre, 6S

Proitos, S l

Rodos Sanat Okulu, 27

Pruner-Bey, 27

Roma, Romalılar, l S , 2 1 , 22, 23, 24, 2S,

Prusya, 2 1 , 49, SO, 1 36

27, 68, 69, 84, 9 1 , 92, 97, 98, 1 08, 168,

Psykhe, 29

1 83, 1 86, 1 90, 1 98, 2 1 4, 2 1 7, 2 1 8, 228,

Ptah, 1 00

229, 247, 248, 287, 288, 297, 300

Ptah-nofru, 1 06, 1 1 4

Rosetta, 7 1 , 78, 8S, 86, 87

Ptolemaios, 87, 88, 89, 9 1 , 97, 228

Rosetta'nın üç dilli taşı, 67, 7S, 78, 8S, 87

Ptolemaios III., 268

Royal Society, S4, 9 1

Ptolemaios V. , 77

Rudolf (veliaht) , 1 S4

Puerto Rico, 234

Rusya, 34, 49

Puşkin Müzesi (Moskova ) , 296

Ruz, Alberto, 297

Pylos, 294, 29S Sacy, De, 7 1 , 77, 86 Quauhtemoc, 247

Salın, 2 1 6

Quedlinburg Şatosu, 1 29

Sakere ( Kral ) , 1 3 9

Quetzalcoatl, 24 1 , 288, 289, 290

Sakkara, 66, 99, 1 09, 297

Quirigua, 269

Sakkara Krallar Listesi, 98 Salama, 263

Rabinal, 263

Salamiah, 1 8 8

radyo karbon tarihierne yöntemini, 300

Salem, 260

Raffael, 1 9

Salih Harndi Bey, 1 44

Ragusa, 1 S4

Salt, 93, 1 36

Ramesseum, 94

Sanherib, 1 69, 1 96, 1 97, 1 98, 1 99, 200,

Ramman, 2 1 9 Ramses I. (Büyük) , 89, 93, 98, 1 00, 1 06, l l � l l � 1 22, 1 36, 1 37, 1 S 1 , 234 Ramses II., 93, 94, 98, 1 1 0, 1 1 7, 1 20, 1 22, 1 2 8 , 1 36

2 1 2, 2 1 7 San Salvador, 2 S l Sanskrit, 7 7 , 1 77 Sanssouci, 16S Sargon 1., 1 65, 1 67, 1 99, 2 1 7

Ramses III., 1 22, 1 23

Sartre, Jean-Paul, 4 1

Ramses IV., 1 36

Sarzec, Ernest de, 20S, 224

Ramses IX., 1 1 9

Sayce, Archibald Henry, 49

Ramses VI., 1 37, 1 38, 1 39

sayı mistiği, 1 1 2, 1 S4

Rassam, Hormuzd, 20 1 , 202, 203

Schaeffer, Claude E A., 29S

Rathjens, Cari, 7

Schiller, 24

Rawlinson, Henry Creswicke, 48, 1 33,

Schliemann, Heinrich, 7, 3 1 , 32, 33, 34,


GENEL DlZIN 3S, 36, 37, 38, 39, 40, 4 ı , 42, 43, 44, 4S, 46, 47, 48, 49, SO, S ı , s2, S3, S4, S S , S6,

2S2, 2S3, 2S4, 2SS, 2S6, 2S7, 2S8, 2S9, 260, 263, 264, 266, 274

S8, S9, 67, 74, 78, ı os, ı 24, ı 33, ı 34,

Stonehenge, ı 06

ı 66, ı 69, ı 8 ı , 274, 27S, 28S, 294, 296,

St. Paul Katedrali, ı 08

300

Strabon, 68, 84, ı o6, 2 ı 8

Schmökel, Hartmut, 7

Suchos, ı oo

Schopenhauer, Arthur, 47

su ci�eri, 300

Schöne, FUchard, 209

Sumermeri, 94

Scott, Alexander

Surgul, 207

Kaptan, 79 Sebennytos, 97

345

Suriye, Suriyeliler, ı 8, 32, 93, 9S, ı 62 , ı 8 ı , ı 82, ı 97, 207, 29S

Sediman, 66

Susa, 228

Seehausen, 2 ı

Suudi Arabistan, ı62

Segestalılar, 208

Sümer, Sümerler, ı 62, 222, 223, 224, 22S,

Seler, Eduard, 284, 286

226, 227, 228, 229, 263, 289, 29S

Selinunt, 207, 208

Süveyş Kanalı, 63, ı 93

Semiramis'in Asma Bahçeleri, 209

Sydenham, 88, ı 80

Serapeum, 27, 99

Syringe, 1 1 8

Sethos 1 . , 93, 94, 98, ı ı o, ı ı 8, ı 20, ı 22, ı 21, ı 36, ı s ı

Şadanu, 20 ı

Severus, Septimus, 1 06

Şam , 1 69, 1 8 1

Sezar, 37, 97

Şamaş-şum-ukin, 200

sfenks, sfenksli yol, 69, 99, ı oo, 107, ı o8 ,

Şammar, 2 ı o

300

Şikago, ı44

Shrewsbury, 2SO

Şikago Üniversitesi, ı68

Sibirya, 288

Şiraz, ı68, ı69

Sicilya, ıs, 207

Şub -ad (kraliçe) , 226

Sidon, ı 99

Şuma, 20 1

Sin-Şar-lşkun, ı 98 Sipan, 297

Tabasco, 28S

Sipan'ın Efendisi, 297

Tahran, ı 7S

Siptah, ı 33

Talbot, ı 78, ı 79

Sirakuze Katedrali, 220

Tandeau, Abbe, 8S

Sirruş, 2 ı 9

Tarquinia, 300

Skaia kapısı, 3 ı , 3 8

Taştan Kutsal Kitap, ı ı 2

Skamandros, 3S, 49

Tatarlar, ı62

skarabe, 68, ı 30, ı 39

Teb, 66, 93, 94, 9S, ı ı 6, ı ı 7, ı ı 9, ı 24,

Skorpion I (kral ) , 29S

ı 28, ı 29, ı 44

Smith, George, 202, 203, 204, 20S, 224

Batı, ı ı 8, ı ı 9 Doğu, ı ı 9

Soane Müzesi, 94 Sodom ve Gomorre, ı s9

Tebeşir Ça�ı, 89

Sophia, 43

Telemakhos, 3 S

Sophokles, 44

Tell-ei-Arnarna, 8 9

Sömmering, Thomas, 48

Tello, 2 0 S , 2 2 4

Spengler, Oswald, 96, 234

Teocalli, 242, 243, 244, 247, 286

Steindorff, Georg, ı s s

Teotihuacan, 26 ı , 284, 286, 288

Stendhal, 2 ı , 63

Termer, Franz, 7

Stephan Kilisesi, 108

Tevrat, 74, 8 ı , ı 28, ı 44, ı s9, ı 60, ı 6 ı ,

Stephens, John Lloyd, 1 33, 23 ı , 2SO, 2S ı ,

ı 62, ı 64, ı 6 s , ı67, ı 83, ı 8s, ı 9 ı , ı 97,


346

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

203, 204, 205, 2 1 6, 220, 224, 225, 227,

Uaxactıin, 282, 288

228, 285

Ugarit, 295

Tezkukan, 284

Ulloa, 253

Thais, 168

Uluburun, 300

Theseus, 58, 59

UNESCO, 302

Thompson, Edward Herbert, 273, 274, 275, 276, 277, 278, 28 1 , 282 Thout (tanrı ) , 1 00

U� 225, 227, 229, 297 Ur-Napişti, 203, 204, 227 Usermare, 1 22

Thukydides, 35, 59 Thutmosis 1 . , 69, 89, 1 1 7, 1 1 8, 1 22, 1 33

Üçüncü İmparatorluk, 1 60

Il., 1 22 Thutmosis III., 52, 1 28, 1 38, 1 39 Thutmosis IV, 1 1 8

Valladolid, 277

Ti, 1 0 1 , 1 03

Valle, Pietro della, 1 68

Tierra calliente, 240

Vansleb, 1 06

Thutmosis

Valetta, 22

Tiglath-Pileser 1., 1 79

Vatikan, 69

Tikal, 266

Velasquez, 236, 239

Tilmen, 1 99

Venedik, 29, 247

Timbuktu, 94

Ventris, Michael, 294, 295

Times, 49

Venuti, Marcello, 1 5, 1 9, 60

Tiryns, 36, 46, 49, 5 1 , 52, 55, 56, 58

Vera Cruz, 236, 239

tiyatro (amfi ) , 1 9

Vespucci, 235, 242

Tlascalan, Tlascalanlar, 233, 237, 245, 247

Vezü� 1 5, 1 7, 1 8, 23, 60

Toltek, Toltekler, 1 07, 262, 285, 286, 288, 289

Victoria (Kraliçe ) , 88, 269 Victoria ve Allıert Müzesi, 266

Tonalamatl, 267

V illa de Papiri, 1 7, 22

Toulon, 63

Virchow, Rudolf, 27, 49, 50

Toulouse, 270

Vishtaspa, 1 76

Trajan, 89

Viyana, 1 08, 207

Trinidad (Küba ) , 236

Voltaire, 65, 82, 85

Trinity koleji (Cambridge ), 1 34

Vyse, l l l

Troya, Troas, 3 1 , 33, 35, 36, 37, 38, 39, 4 1 , 42, 43, 46, 47, 48, 49, 50, 5 1 , 52, 67, 73,

Wagner (Göttingen) , 27

1 24, 1 33, 1 69, 206, 274, 294, 296, 297

Waldeck, 259

Ovası, 32, 35, 37, 49

Wedgewood, 260

Savaşı, 32, 35, 36, 49, 97, 296

Weidner, 1 60

Tufan, 1 99, 227, 229

Weigall, Arthur, 1 54

Tukulti-Ninurta 1., 2 1 7

Westbury, Lord, 1 54, 1 5 5

Tula, 285

Westergaard, Niels Ludvig, 1 77

Tuna, 206

Winckelmann, 1 6, 2 1 , 22, 23, 24, 27, 28,

Tunri, 98 Tut-enkh-Amun, 95, 1 1 8, 1 22, 1 33, 1 34, 1 36, 1 37, 1 38, 1 39, 1 40, 1 4 3 , 1 44, 1 45,

29, 46, 47, 49, 70, 78, 1 33 Woolley, Katherine, 226 Woolley, Leonard, 1 33, 225, 226, 227,

1 48, 1 50, 1 5 1 , 1 52, 1 53, 1 54, 28 1 , 297

229, 297

Türkiye, 40, 1 62, 206, 250, 294, 297, 298,

Würzburg, 28

300 tüylü yılan, 282, 288, 289

Xipe Totec, 288

Tyros, 199

Xochicalco, 286

Tzolkin, 267


GENEL DlZiN Yahudiler, ı 59, ı 82, 2 ı 6

Yunan mitolojisi, 23

yalancı kral, ı 76

Yunan veliahtı, 53

Yarim-Lim, 297

Yüz Gün, 82, 83

Yehuda, ı 99 Yemen, ı 6 3

Zap, ı 82, ı 88

Yeremiya, ı 5 9

Zapotekler, 288

Yezidi Kürtleri, 2 ı 0

Zefenya, ı 90

Young, Thomas, 4 8 , 8 6 , 8 7

Zenciler, 69

Yucatan, ı 3 3 , ı 6 ı , 230, 250, 256, 259,

Zend, 74

260, 262, 266, 274, 275, 28 ı , 282, 285,

Zend-Avesta, 82, ı 73

288

Zend dilleri, ı 77

Yunanistan, Yunanlılar, 32, 34, 35, 47, 52,

Zeppelin, Ferdinand von, 48

55, 58, 68, 96, 97, ı oo, ı o6, ı ı 8, ı 6 ı ,

Zeus, 25, 30, 34, 55, 56, 229

ı 6 3 , ı 72, ı 89, 206, 207, 2 ı 7, 229, 237,

zift, ı 29

250, 263, 264, 288, 294, 295, 296, 298,

Ziggurat, ı ı o, 2 ı 6, 2 ı 7, 2 ı 8, 224, 228,

300 Yunan kralı, 43, 53

273 Zumarraga, Juan de, 264

347



KURT W. MAREK C. W. CERAM

OTOBlYOGRAFl

ERLiN'DE DOGDUM (20 Ocak 1 9 1 5 ) . Tiyatronun iyi, politikanın kötü oldu­ B ğu, çabuk zenginiikierin ve işsizliğin telaşlı dönemlerinde büyüdüm. Okuldan

ve öğretmenlerden nefret ettim. 1 8'imde bir yayınevine girdim, bir yandan da öğ­ renim gördüm. Aynı yıl Berlin Börsen Courier'de ilk edebiyat ve fılm eleştiri yazım yayınlandı. Bir yıl sonra kendi ilk dergimi ve kendi yayınevimi kurdum. Hiç de kötü değil -dergi dördüncü sayıya ulaştı, yayınevinin de bir yayını vardı. Çok geç­ merli, gazeteler için sayısız makaleler yazıyordum ve ilk radyo konuşmaını yapmış­ tım -bir radyo oyunum da başarılı olmuştu. Bu iyi başlangıç Almanya'da eleştiri­ nin yasaklanmasıyla bir anda son buldu. Ben de deneyim açlığımı gezilerle gider­ dim; buna büyük bir öğrenim tutkusu eklendi; Her güne bir kitabı, kendime ku­ ral belledim. Sansürcüleri atiatmak ve her türlü organizasyona katılmaktan başa­ rıyla kurtulmak için ben de yazar olarak geçmişe kaçtım; kısa süre sonra Ullstein yayınevi dergilerinin "kültür tuhaflıkları" uzmanı olmuştum bile. Bu, benim "ve­ rilere" olan giderek artan tutkurnun temelini attı; bu veriler insani arka plana doğ­ ru biçimde istif edildiğinde, ilginç edebi ya­ pıların oluşmasına olanak tanır. Bu deneme­ ler benim savaş sonrası ilk kitabımı tetikledi. tık gününden itibaren Almanya'nın ye­ nilgisine kesinkes inandığım halde, bu be­ ni en şiddetli olaylara karışmaktan alıkoy­ madı. Narvik'te ve Stalingrad yakınlarında kuşatmanın içindeydim, Casino'da yaralan­ dım. Savaşın sonu bana derin nefes aldırdı -beklenmedik entelektüel özgürlük arma­ ğanı çılgınca çalışma gücü yarattı. 1 945 ile 1 948 arasında aynı zamanda Hamburg' da yeni kurulan Die Welt gazetesinde redaktör ve Rowohlt yayınevinin genel yayın müdü­ rüydüm ( 1 952'ye dek), gençler için yayınla­ Kurt W. Marek (1915-1 972) nan BEN/AMIN adlı dergi kurucularının ve


350

TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER

Kuzey Almanya Radyosu gece programları çalışanlarının arasında yer aldım, sa­ yısız makale ve polemik yazısı yazdım, dahası Rowohlt yayınevi modern yazarla­ rının kitaplarına çok sayıda edebi ön- ve sonsöz kaleme aldım. "Bir yandan" da "veri" toplayıp düzenlemenin acı verici mutluluğu beni bı­ rakmadı; yeni bir alan olarak kazıların, arkeolojinin tarihini keşfettim. Bir rast­ lantı beni o dönemde Almanya' da tek bir yerde toplanmış en zengin malzerneye ulaştırdı. Dört buçuk yıl içinde "düzenledim", "birleştirdim", ölü mozaik parça­ cıklarından bir tablo oluşturdum ve dramatik bir haber metni kaleme aldım (oy­ sa çok zor yazı yazarım) : Tanrılar, Mezarlar ve Bilginleri, 26 dile çevrilen ve bugün sadece Almanya'da orijinal baskısı 2 milyon adede ulaşan kitabı. Arkeolojinin tarihi üzerine iki kitap (biri, metin ve fotoğrafların yeni bir tarz­ da birbirlerini tamamladıkları resimli olanı, çok kopya edilen yeni bir kitap mo­ deline dönüştü) ve "Sinemanın Arkeolojisi" başlığıyla piyasaya çıkan bir maka­ lenin ardından, ı96ı ile ı 962 arasında yönetmen ve yazar olarak "Antik Çağın lzinde" başlığıyla Alman ve ABD televizyonları için altı belgesel film çevirdim. Sonra geçmişi değil, geleceği hedef alan Kışkırtıcı Notlar (lngilizcesi, "Yestermorrow"; Alan Price- Jones önsözüyle) adlı benim (kendim için! ) en önemli kitabıını yazdım. Kültür felsefesine ilişkin kenar notlarından oluşan bu "notlar" ilginç biçimde Almanya ve Amerika' da pek entelektüel yankı uyandır­ ınadı (oysa bu ülkeler için düşünülmüştü); Fransa ve İspanya'da ise hemen çev­ rilip yayınlandı. Dört buçuk yıllık çalışmanın ardından !lk Amerikalı önce ABD' de, ardından, ı 972'de Hamburg-Reinbek'de Rohwolt yayınevi tarafından yayınlandı ve bir haf­ ta sonra çok satanlar listesine girdi. ı 952' de evlendim ve dağlık Allg au' da bir yer satın alıp yerleştim. ı 954'te ABD'ye göç ettik ve neredeyse on yedi yıl New York State, Woodstock'da, orman ve çayırlar arasındaki kır evimizde yaşadık. ı97l 'de Almanya'ya döndük. Bir oğlum var. Aslına bakılırsa, eski bir atasö­ zünün bir erkekten beklediklerini böylece gerçekleştirmiş oldum: Bir ev yap, bir ağaç dik, bir oğlun olsun ve -bir kitap yaz. Kurt W. Marek ölümünden birkaç ay önce bunları söylemişti. ı 2 Nisan ı 972' de 57 yaşındayken Hamburg' da öldü.


C. W. Gerarn ' ı n son eseri olan Tannların Vatam Anadolu yüzyıllar önce Anadol u ' m uza gelip olağanüstü bir uygarlık kurmuş olan H ititler üzerine en tutarlı bilgi ve belgeleri sun­ maktadır. Örneğin Önasya'da 500 yıl süreyle toplumsal , siyasal ve kültürel açıdan en önde gelen topluluklardan biri olan Hitit Devleti 'nin çağdaşlarına oranla üstü nlüğü, kuruluşundan M . Ö .

1 200 y ı l ı n a kadar sürmüştür. Kutsal kitaplarda da kendinden söz ettiren , buna karşılık Yunan ve Roma'ya yabancı kalmış bu büyük uygarlığın araştırma ve kazılar sonucu gün ışığına çıkarılması çağdaş arkeolojinin en coşkulu anları sayılır. C . W. Ceram, yurdumuza da gelerek bizzat katıldığı araş­ tırmalarda edindiği bulguları bu kitapta bir roman akıcılığıyla yansıtmaktadır.



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.