88 minute read

Bölüm On Dört: Akıl Sağlığının Sıradanlığı: M cC lellan’dan N azilere

BÖLÜM 14

AKIL SAĞLIĞININ SIRADANLIĞI

Advertisement

MCCLELLAN’DAN NAZİLERE

Akıl sağlığı doğal olarak sağlıklı görülür, kişisel mutluluğa ve hayatta başarıya yol açar. Fakat her zaman, ya da olağan biçim de, iyi liderlik sağlamaz. Bu kitabın esas temasına - a k ıl hastalığı kriz durumlarında liderliği g ü çlen d irir- şu ana kadar sempati duyan bazı okurlar, işin sonuna, yani akıl sağlığının kriz liderliğini engellediği noktasına gelindiğinde duraksayabilirler. Krizlerde sendeleyen akıl sağlığı yerinde bazı lider örneklerinden -C h am b erlain , M cC le lla n - söz etmiştim , fakat karşıt örnekler de var; ve her durumda akıl sağlığının liderliği engelleyebileceği şeklindeki mantığa aykırı nosyon neyi açıklayabilir?

Yaklaşık yarım yüzyıl önce, Sigmund Freud’un son öğrencilerinden biri akıl sağlığını incelemeye karar verdi. Psikiyatr Roy G rinker -A rc h iv es o f G en eral P sych iatry’nin editörü ve psikiyatri bölüm b a ş k a n ı- akıl sağlığı konusuna ilgi duymaya başladığı zaman, on yıllar boyunca akıl hastalığı üzerinde incelem e yapmış bulunuyordu. Freud akıl sağlığı hakkında pek az şey yazmıştı. O ve taraftarları nevrozu in sanın parçası olarak görmüştüler. Buna göre hepimiz az ya da ço k hastaydık. Böylece Freudcular esas olarak akıl sağ

lığı kavramından kaçındılar. G rinker bu konuya eğilmeye karar verdi.1

Normal insanlar üzerinde araştırma yaparken, yaşamakta olduğu Chicago kentinde YMCA’nın* yönetim indeki bir üniversiteye başvurdu; 3 4 3 kişiden oluşan bir öğrenci grubunun yarısına psikolojik test uygulamak için izin aldı. Grubun içinden akıl sağlığı skalasının ortasında yer alan 65 kişiyi seçti. G rinker onların her biriyle, iki yıl boyunca tekrar tekrar mülakat yaptı ve aşama aşama, akıl sağlığını oluşturan bileşenlerin ayrıntılı bir listesini çıkardı.

George W illiam s College’daki öğrenciler yerel YMCA’da faaliyet gösteriyorlardı, örgütleriyle, kiliseleriyle ve topluluklarıyla olan bağlantıları uzun süreli ve derindi. Bu “düzgün genç adamlar” arasında, diye n ot düşer Grinker, “geleceğe ilişkin belirsizlik asgaridir.”

Hepsi Ortabatı’daki beyaz ve mavi yakalı ailelerden geliyordu. IQ ’ları ortalamanın biraz üzerinde, ders notları ortalama (çoğunlukla C) idi; aileleriyle çocukluklarında ya da ergenliklerinde hiçbir çatışma yaşamamışlardı. Üçte ikisi ana babalarının onları yerleşik kalıplara uygun, katı biçim de disipline ettiğini, fakat kendilerinin bu kısıtlam aları yararlı ve makul bulduklarını söyledi. Anormal ruhsal durumları (hipom anili iki ve depresyonlu ik i k işi), iki k ekeme, paranoid düşünceli iki kişi ve tekrarlayan kâbuslar gören bir kişi dışında, büyük çoğunluk (% 8 5 ) en hafif düzeyde bile zihinsel anorm allik taşımıyordu.

Grinker, deneklerin lisede takım sporlarına- katılm alarına rağmen “sadece zaman zaman sosyal bir grubun, bir çalışma ya da bir spor grubunun lideri olma iddiası taşıdıkları”m kaydetti. Bu adamlar lider olmaktansa taraf

* YMCA: Young M en’s C hristian A ssociation, G enç E rkek lerin H ıristiyan Birliği dünyanın pek çok kentinde genç erkeklere yurt imkânı sağlayan hayır kurumudur. -y h n

tar olmayı kendilerine daha uygun buluyorlardı. “Ortalama deneklerin otoriteyle pratikte h içbir sorunları olm am ıştı”, hatta “adaletsiz olduğunu düşündükleri kurallara itaat edeceklerini söylem ekteydiler”. Toplamda “otoriteye kölece olmasa da boyun eğen bir birey görünüm ü” vardı.

“N ormal” terimi kadar yüklü olmayan b ir terim araştıran G rinker onlara “hom oklitler” dedi. Böylece, “genel bir kurala uyanlar”ı gösterm ek için Latince bir terim icat etmiş oldu.

Grinker, 19 6 2 tarihinde şu sözleri yazarken, N ixoncu “Sessiz Çoğunluk” kavramını haber veriyordu: “ABD’nin genel nüfusu içinde bu grup göreli olarak sessizdir. Üyeleri hedef yönelim li, babalarının konumundan daha yükseğe çıkacaktan işlerini sadece iyi yapma kaygısı taşıyan, ancak sosyal ya da ekonom ik alanda yukan doğru hareketlenm e konu sunda fazla hırslı olmayan kişilerdir. İşlerini g ü z e lc e y a p m a , iyi y a p m a ve s ev ilm e özlem lerinin doğası gereği, hayatlannı sessizce, basit bir rahatlık içinde, evlenerek ve kendi ailelerini oluşturarak sürdürmek, sosyal güvenlik ve küçük bir aylıkla em ekli olm ak üzere planlarlar.”2 (italikler özgün m etinden)

H om oklitlerin kültürel yararlarını görmüştü: “George W illiam s öğrencileri gibi olan insanlar sürekli bir iktidar için sağlam b ir çekirdek oluştururlar. Her bakım dan orta yolcudurlar; ne liberal ne muhafazakâr, ne istifçi ne spekülatör, ne ağzı sıkı ne de gevezedirler. Onlar olmasaydı, hırslı ve hızlı tırmanıcılar, siyasi, sosyal ve ekonom ik kaos bataklığına gömülüp giderlerdi. Onlar sadece Kansas değildirler. .. onlar Amerika’dırlar.”3

G rinker onların liderliğe ne kadar uygun olm adıklannı da gözlemlemişti. “Görece istikrarlı bir nüfusa sahip olmak, yaratıcılığı olanların faaliyeti için g ereklid ir... Amerikalı

her oğlan çocuğu ABD Başkanı o la b ilir , ancak bunu yapacak olanlann onları seçecek, onlardan etkilenecek sıradan yurttaşlara ihtiyacı vardır. Sözcüğü Toynbee’nin verdiği anlamda kullanm ak gerekirse, her ülkenin kendi proletaryasına ihtiyacı vardır. Bu proletarya, kendi toplumundan çıkan, kendi keşiflerinin ışığında onun başına geçen yaratıcı bireyin önderlik ettiği çoğunluğu oluşturur.”4 (italikler özgün m etinden).

Roy G rinker daha önce pek incelenm em iş biyolojik bir örnek saptadı: Normal Amerikalı erkek. Ancak m eslektaşları tatmin olmadılar: “Denek-popülasyonumu, sık sık sosyal olarak yukarıya yönelm e dürtüsü olan ya da prestij arayan, dışa dönük olarak durgun olmalarına rağmen asla tatmin edilemeyen hırslarla yanıp tutuşan insanlarla nitelendirilen çeşitli toplumsal ve profesyonel gruplara anlattım. Değişmez yorumları şöyleydi: ‘Bu çocuklar hasta, h içbir hırsları yok.’”5

G rinker’ın akıl sağlığı kavramı ortalama kişiyi betim lemişti; fakat sağlığın -ö z e llik le akıl sa ğ lığ ı- sık sık daha ideal bir iyi halde olma durumunu gösterdiği farz edilir. Kendisi bu oransızlığın gayet iyi farkındaydı; en az üç tür akıl sağlığının tanım lanabileceğini gözlemlemişti. Bazı insanlar n orm ’u, istatistiksel ortalamayı temsil ederler. Bazıları, hastalığın olmaması anlamında, n o r m a li temsil ederler. Ve bazıları ise, bir “m ükem m ellik standardı” anlamında i d e a l i temsil ederler. G rinker’ın hom oklitleri norm un ve norm alin standartlarını karşılıyor, fakat ideal olanı, yani akıl sağlığını karşılamıyordu.

Kuşkusuz bu ayırımlar ideal bir zihinsel sağlığın var olduğunu varsayar. Öyle de olsa, bunun ne olduğu konusunda h içbir mutabakat yoktur. Yukarıda belirtildiği gibi, psikanaliz akıl sağlığı kavramının, çoğumuz anormal olduğu için , neredeyse anlamsız olduğunu savunuyordu. Bi-

linçdışı duygusal çelişkiler olarak tanımlanan nevroz insan grubunun doğasında var olduğu için, hepimiz az ya da çok nevrotiğiz. Dolayısıyla, Sigmund Freud’un görüşüne göre, her norm al insan ancak yaklaşık olarak normaldir ve Anna Freud’un öğretisine göre, “n orm al” bir ergen, krizden ve çatışmadan özgür olarak tanımlanırsa, anormal bir yetişkin olarak büyüyecektir.6

Bu konuda Freudlar haklıydılar. Akıl sağlığının hiçbir id e a l standardı bilim sel olarak işe yaramaz.7 Ya da Leston Havens’m anlamlı sözleriyle, “Hayranlık uyandıran özellikler temelinde sağlık standartları, insanlık durum larının en tuhaf niteliklere gereksinim duyabilmesini göz ardı eder.”8 Eğer bu doğruysa, akıl sağlığı ancak, yukarıda betim lendiği gibi, kendi norm ve n orm al standartlan içinde bilim sel olarak tanımlanabilir. Ancak Glinker’in hom oklitleri -o r ta - lama ama ideal d e ğ il- zihinsel olarak sağlıklıdırlar. Henüz tanımladığı insan sınıfının zihinlerde canlandınlabilm esi- ne yardımcı olacak kültürel referanslar arayan Grinker, bir T hornton W ilder romanından “güçlü Hıristiyan” norm alliğine ilişkin kurgusal tanımı akıl etti:9

“Bir misyoner, dindar, gerçekçi ve çok zeki olmayan kahraman iyi işler yaparak, insanları dönüştürerek ve geri dönmeyi kabul etmeyerek ülkeyi dolaşır. Şöyle der:

“G eorg e B rush ben im ad ım A m e r ik a ben im ü lkem Ludington ben im m esken im Ve C ennet ben im hedefim . ”

Bu ironi keşfedilemeyebilirdi - ancak George Brush ismindeki “r ” harfi, kurguyu yakın zamandaki gerçeklikten ayırır. Bu çakışmada hom oklitler yönettikleri zaman ne olduğuna dair bir ipucu görürüz.10”

George Bush ve Tony Blair’i h om oklit liderliğin doğasına ve tuzağına ilişkin inandırıcı örnekler olarak tartışacağız. Fakat yaşayan liderler, bizlerde, onların çağdaşlarında güçlü duyguları kolayca uyandırabilirler, kriz durumunda akıl sağlığının yarattığı engellere dair anlayışımızı gölgeleyebilirler. Bu yüzden önce, incelediğimiz akıl hastası liderlerle keskin bir karşıtlık oluşturan tarihteki diğer hom oklit liderlere geri döneceğiz. Neville Cham berlain’i kendisi gibi muhafazakâr politikacı ve arkadaşı W inston Churchill’le karşılaştıracağız ve bipolar başarılı W illiam Tecumseh Sherman ile hom oklit başarısız George M cClellan arasındaki çarpıcı karşıtlığı inceleyeceğiz. Burada elbette tarihi kişileri siyah ve beyaz olarak ayırmak gibi bir niyetimiz yok: Churchill ve Sherman genellikle tam olarak sağlıklıydılar; günlük hayatlarının yirmi dört saatinde deli değildiler. Aynı şekilde Cham berlain ve M cClellan da duygusal ve psikoloji k nüansları eksik, tek renkli h om oklitler değildiler. Ne var ki, bu terim lerin genel tanımlarım uyguladığımız zaman, büyük liderler belirgin biçim de zihinsel olarak hastadırlar ve başarısız mevkidaşları da zihinsel olarak sağlıklıdırlar. Bu ya tuhaf bir rastlantıdır ya da gayet anlamlıdır.

Bulduğumuz şey, hom oklit liderlerin kriz durumlarında kötü kararlar alma eğiliminde olduklarıdır: Savaşmamalan gereken zamanda savaşırlar; savaşmaları gereken zamanda savaşmazlar.

Churchill ile Chamberlain arasındaki farklılıklarla başlayalım. Savaşta kazandığı ünle yükselen ve aristokrat bir aileden gelen Churchill’in aksine, Chamberlain endüstriyel Birmingham’da yerel siyasette yükselen halktan biriydi.11 Birinci Dünya Savaşı sırasında başbakan olan Lloyd George, Chamberlain’in “bir kıtlık yılında iyi bir Birmingham belediye başkanı”12 olmasına rağmen, başbakanlık yapamayacağı yorumunda bulunmuştu. Başkaları da aşağı yukarı

aynı görüşteydiler; geleceğin başbakanı Harold Macmillan onu “hoş bir ad a m ... çok ama çok orta sın ıf ve çok ama çok dar görüşlü”13 biri olarak görüyordu. Onda, böcekbilim ve kuşbilim gibi hobileriyle, biraz çalışkan bir çocu k karakteri vardı. Chamberlain ailesinin imalat işiyle uğraşmıştı; üniversitede m etalürji ve m ühendislik okudu. Aile işini gayet iyi yönetti. Gemilerde kullanılan yatakları imal ediyorlardı ve işçiler onu “örnek bir işveren” olarak görüyorlardı. Biraz ileri bir yaşta, k ırk birinde evlendi. İki çocuklu mutlu bir evlilikti. İş hayatındaki başarısı Ticaret Odası Başkanı, Birmingham Üniversitesi’nin bağış toplayıcısı ve şehir orkestrasının kurucusu olarak ona canlı bir sosyal hayat sağladı. Yaşça kendisinden büyük olan üvey ağabeyi Austen siyasete girmişti, Chamberlain onu izledi. Belediye m eclisi seçim lerine girdi, belediye m eclisi üyesi, daha sonra belediye başkanı oldu ve nihayet 1 9 1 8 ’de parlamentoya girdi. Kendisi de parlamento üyesi olan Austen, Neville’in Muhafazakâr Parti liderliği tarafından tanınmasını sağladı. Liderlik onun etkinliğinden ve ciddiyetinden etkilendi. O sırada başbakan olan Lloyd George, daha sonra onun “sağlam becerileri olan” biri, “fazla önem li olmayan görevler için her zaman vazgeçilmez” olduğunu, bununla birlikte “acil bir durumda ya da yaratıcılık gerektiren görevlerde k a y b o la c a ğ ın ı düşünüyordu.14 1 9 2 3 ’te Sağlık Bakanı oldu ve 1 9 2 4 ’te Maliye Bakanı olarak Churchill’in yerini aldı.

C hurchill’in aksine Chamberlain, İngiliz ekonom isinin başanlı bir yöneticisi olarak ün kazandı; savaş sonrasının refah dönem inde, Baldwin’in “yeni M uhafazakârlık” anlayışı geliştirm esine yardımcı oldu. Bu yaklaşım İşçi Partisi’nin işçi sınıfı için ilerici reformlar yapma çağrısını zayıflattı. 1 9 2 9 ’da Chamberlain yirmi beş reform yasasının yürürlüğe girmesine önderlik etti. 1 9 3 1 ’de İşçi Partisi’nden MacDo- nald ulusal birlik hüküm etini devraldığında, Chamberlain vazgeçilmez biri olarak görülüyordu. Maliye bakanı olarak

kalacak, Büyük Depresyon boyunca İngiltere’ye rehberlik edecekti. C hurchill ile Cham berlain’in Nazizm’e yaklaşımları arasındaki karşıtlık bilinmektedir. Daha önce belirtildiği gibi, Cham berlain, Hitler’le kişisel ilişkiler kurm ak ve onu savaştan kaçınm a gereğine akılcı biçim de ik n a etm ek istiyordu. Tiranla m antıklı biçim de yüzleşmek için benimsediği tutum, yatıştırıcı, iyimser ve hatalıydı: “Eğer Almanya barışçı yöntem lerle arzularına ulaşabilseydi, böyle bir yordamı şiddeti temel alan bir yordam lehine reddedeceğini farz etmek için hiçbir neden yoktu .”15

Chamberlain 1 9 3 7 ’de emekliye ayrılmış olsaydı, insanlar onu başarılı biri olarak hatırlayacaklardı. Elbette bir şaklaban değildi; sadece yanlış bir lider türüydü. Ya da daha doğrusu, iyi bir siyaset adamıydı, fakat iyi bir lider değildi. Barış zamanında mükemmeldi, fakat savaş heyulası büyüdüğünde korkunçtu. Bu iki yön birbirine uygun olabilir. Karşıtı Churchill ise -b a rış ta korkunç, savaşta g ö rk em li- Chamberlain’in cenaze töreninde onu cöm ertçe överken bu gerçeği yakalamıştı. Savaşın başlamasından nerdeyse bir yıl sonra, 1 9 4 0 ’m en karanlık döneminde yapılan törende şöyle dedi: “İnsanlar bir evrede haklı görünebilirler: Bir diğer evrede hatalı oldukları görülür ve zaman perspektifi uzadığında, herkes farklı yerlerde duracaktır.”16

Münih Anlaşması’na kadar, akranları Churchill’i dengesiz, Chamberlain’i ise gayet sağlıklı görüyordu. Bu noktada şunu sorm ak gerekir: C hurchill’in hastalığı onun bilgeliğiyle bağlantılı mıydı? Cham berlain’in sağlığı onun körlüğüyle bağlantılı mıydı? Sağlık gerçekçi değerlendirmeyi ve akılcı karar almayı önlüyordu; biraz depresyonda, genel gidişatın biraz dışında, bir m uhalif isyancı -C h u rc h ill g ib i- olmak neyin gelmekte olduğunu görmeyi sağlıyordu. Krizin fırtınası içinde, tam bir sağlık bizi yoldan çıkarabilirken, biraz akıl hastalığı bizi limana ulaştırır.

Birinci bölümde belirttiğim gibi, Amerikan İç Savaşı benzer bir diğer çifti ortaya çıkarır: W illiam Sherm an ile George M cClellan. Bu ikisinin farklı gidişatları kriz şartlarında akıl sağlığının liderler için riskli olduğunu gösterir. Sherman barış zamanında ne kadar başarısız idiyse, M cClellan o kadar başarılıydı; M cClellan savaşta ne kadar başarısız olduysa, Sherm an da o kadar başarılı oldu. M cClellan W est Point’de sın ıf ikincisiydi, neredeyse h iç kusuru yoktu. Sherman ise sın ıf altmcısıydı ve pek ço k kusuru vardı. 1 8 5 0 ’lerde, Sherm an’ın bunalım lı on yılı içinde, M cClellan Amerikan ordusunun gözdesiydi.

M cC lellan’ın zihinsel durumları hakkında, Sherman gibi onun da karısına neredeyse her gün yazdığı mektuplar temelinde önem li görüşlere sahibiz. Bu m ektuplar bütün olarak tamamen değerlendirilmedi ve son yıllara kadar kamuya açılmadı. Mektuplar hayatının büyük bölümünü kapsayacak şekilde onun düşünce ve duygularının iyi bir kaydını sağlamaktadır. M cClellan, kendisine ilişkin herhangi bir kuşkuyu neredeyse hiç dile getirmiyordu; olağan tutumu başkalarını suçlam aktı; neredeyse en ufak bir üzüntü belirtisi ya da depresyon benzeri bir durum sergilemez. Akıl sağlığı akıl hastalığının olmaması, anksiyetenin ve mutsuzluğun yokluğu anlamına geliyorsa, George M cClellan gayet sağlıklı bir adamdı.

Philadelphia’dan bir cerrahın oğlu olan, zengin bir aile ortamında büyüyen M cClellan, on üç yaşında Pennsylvania Üniversitesi’ne girdi ve sadece ik i yıl içinde mezun oldu.17 On beş yaşında W est Point’e kabul edildi. Akademi kayıt için en az on altı yaşında olma kuralını onun için bozm uştu. Amerika’nın en önem li kentinde seçkinler arasında özel eğitimle geçen yılların ardından M cClellan, W est Point’in gerektirdiği akademik çalışmayı gayet kolay beceriyordu.

Meksika Savaşı sırasında General W infield Scott ve Yüzbaşı Robert E. Lee’n in kom utası altında hizm et verdikten sonra W est Point’e geri döndü ve resmi olmayan bir yüksek lisans dersi vermeye başladı. Sınıfa “Napoleon K ulübü” deniyordu ve konu, son Napoleon savaşlarıydı. M cClellan biri Wagram çarpışması, diğeri 1 8 1 2 Rusya seferi hakkında 111 sayfalık bir kitap halinde iki tez hazırladı. Napoleon öğretisinin esasına göre savaşlar, bir noktada düşmana yöneltilen kitlesel doğrudan saldırılarla birleşen bir stratejiyle (hızlı yürüyüş ve çevreleme ham leleri) kazanılıyordu. Napoleon döneminde bu taktiklerin kısm i bir sebebi, savaşın esas silahı olan m isket tüfeğinin isabetsiz olmasıydı. Pek ço k asker cephede yan yana yürür ve bir hedefe isabet ettirm e um uduyla aynı yönde ateş ederdi. Askerlerden oluşan kitlenin hamleleri ve bu güçlerin yoğunlaştırılm ası gerekiyordu. 1 8 5 4 Kırım Savaşı’ndan sonra, Savaş Bakanı Jefferson Davis, M cClellan (o sırada yirmi bir yaşındaydı) ve iki k ıdemli W est Point subayını savaşı incelem eleri için bir yıllığına Avrupa seyahatine gönderdi. Genç M cClellan, Paris’te III. Napoleon ve Rusya’da Çar II. Aleksandr’la yapılan görüşmelerde hazır bulundu. Kırım’daki savaş alanlarını gezdi ve Sivastopol kuşatm asını inceledi. Fransızcası ve Almanca- sı akıcı hale geldi, kendi başına Rusça öğrendi ve ilk Rusça askeri ders kitabını İngilizce’ye çevirdi. Ne var ki hazırladığı uzun askeri rapor, kısa süre içinde Amerikan İç Savaşı’nda trajik biçim de kanıtlanacağı gibi, Kırım Savaşı’nda yeni olanı anlamadığını ortaya koyuyordu: Yeni nesil tüfekler bir önceki m isket tüfeklerine kıyasla çok daha isabetliydi. Artık askerler daha büyük bir isabetle öldürülebiliyor ve bu durum Napoleon tarzı kitlesel saldırılan sıradan katliam sahnelerine indirgiyordu. M cClellan Rus saldırılarında verilen muazzam kayıpları gördü, fakat bunun sebebini değerlendiremedi.

M cClellan Amerika’ya döndüğünde, o sırada büyük gelişme kaydeden demiryolu endüstrisi genç subaya yaklaşarak, ona askeriyede aldığından ço k daha yüksek bir maaş teklif etti. M cClellan, Illinois Merkez Demiryolları şirketinin baş m ühendisi ve başkan yardımcısı oldu. 1 8 5 7 ’de mali kriz Sherman’m bankalarını tahrip ederken, demiryolu endüstrisi ayakta kaldı. 1 8 6 0 ’da, Ohio & Mississippi Demiryolları Şirketi’nin başkanı olan M cClellan zengindi ve yüksek sosyeteye mensup eşiyle henüz evlenmişti.

Sherm an’ın aksine M cClellan’ın savaştan önceki kariyeri kesintisiz bir başarılar dizişiydi.

Kuzey’in Bull Run’da kaybetmesinden sonra Robert E. Lee’ye karşı dost Batı Virgina’da verilen küçük çatışmalarda başarılı olan M cClellan W ashington’a getirildi, tümgeneralliğe terfi ettirildi ve kendisine Birlik’in ana kuvvetler k o mutanlığı verildi. Otuz dört yaşında, artık yaşlanmış olan eski kom utanı General Scott’ın bir alt rütbesine ulaşmıştı. Bir zafer daha kazanan M cClellan eşi Ellen’e şöyle yazıyordu: “Küçük bir başarı kazanmış olsaydım şimdi diktatör ya da beni m em nun edebilecek başka bir şey olabilirdim -f a - kat böyle bir şey beni memnun e tm e z - bu yüzden diktatör olamam. Takdir edilesi bir özveri.”18 W ashington’da büyük bir eve yerleşti. Akıcı bir Fransızca’yla sohbet ettiği III. Napoleon’un kuzeni Prens Napoleon gibi misafirleri ağırladığı resmi davetler verdi.

General Scott bir savaş stratejisi hazırlamıştı: Güney’e denizden abluka uygulanacak, böylece ihracat ve ithalat engellenecek, zaman içinde Güney’in ekonom isi zayıflatılacak; askeri taarruz Mississippi Nehri üzerinde odaklanacak, böylece Tennessee üzerinden Georgia’ya, oradan New Orleans’a doğru ilerlenecek, böylece Güney ikiye bölünecek ve bölge içinde her türlü ticaret engellenecekti. Kuzey’in gazeteleri

bu plana “Anaconda” ism ini verdi, çünkü Scott’m doğrudan merkeze taarruz etm ektense, Güney’i tıpkı bir yılan gibi çevreden sıkıştırarak boğmak istediği görülüyordu. Kuzeyli basın öteki yaklaşımı tercih ediyor, Konfederasyon’un başkenti Richm ond’a doğrudan saldırı istiyordu.

Bull Run’daki kayıp, Kuzey’in m oralinin Scott’m tasarladığı uzun süreli çatışmaya dayanamayacağı korku lannı artırdı. Lincoln kendi saldın planını oluşturm asını istediğinde M cClellan, Scott’a güçlü biçim de karşı çıktı. Doğrudan saldırının izleyeceği bir Napoleon tarzı manevra stratejisi öneren M cClellan, W est Point’te öğrendiğine geri döndü. L incoln’dan Kuzey’in 5 0 0 .0 0 0 askerlik bir ordu toplamasını ve çoğunun kendi kom utasına verilm esini istedi. Virgini- a’daki harekât merkeziyle yapılan basit plan, önce Güney’in başkentini, ardından Güney Carolina’yı ve Savannah’yı alarak, daha sonra Güney’in derinliklerine ilerleyip New Orleans’a ulaşarak “tek bir seferle isyanı ezm ek” idi. Scott’m karşı çıkm ası üzerine M cClellan şöyle dedi: “Tek bir darbeyle isyanı ezecek, tek bir seferle savaşı sona erdirecek miyiz, yoksa bu işi torunlarımıza mı havale edeceğiz?”19 Güney’in batı bölgelerindeki bütün diğer askeri faaliyetler doğu sahilleri üzerindeki esas odağı gizlemeye, şaşırtmaya yönelik olacaktı. Bir tarihçi bu stratejiyi şu sözlerle özetlemiştir: “M ükem mel biçim de hazırlanmış Napoleon tarzı bir büyük ordu; ve m ükem mel biçim de icra edilen, tesadüfe hiç yer bırakmayan tek bir büyük sefer ve aynlm a dürtüsü ezilecektir.”20

L incoln, M cC lellan’ın planına katılmadan önce, kısmen Dışişleri Bakanı Seward’ın m uhalefetine tepki olarak duraksadı. M cClellan, Seward’ı kastederek eşine şöyle yazdı: “General Scott tarafından durdurulurken bu ülkeyi kurtarabileceğim i nasıl düşünüyor - bunak mı, hain mi bilem iyorum. Her defasında yaşlı generalin kafasını karıştırıyor

- kusursuz bir em besil.”21 Ve yine: “Burada korkunç bir durumdayım - düşman güçleri benim üç-dört katım. Başkan bir aptal, yaşlı general ise bunamış - gerçek durumu ya göremiyor ya da görm ek istem iyor.”22

Herhangi bir konuda asla başarısız olmayan M cClellan yaptığı şeyden emindi.

Tarih M cC lellan’m üzücü bir başarısızlık olduğunu kaydeder; onun yenilgileri İç Savaş tarihinde oldukça sık geçer. Burada kısaca özetleyeceğim. İlk kez komutanlığa getirildir ğinde, Richm ond’a denizden çevreleyerek saldırı yapmaya çalıştı, isyancı başkente denizden ilerlem ek için birlikleri Virginia sahiline indirdi. Bu Yarımada Seferi’nde birlikleri sevk ve organize etme yeteneği gösterdi, fakat savaş anı gelip çattığında başarısızlığa uğradı. Saldırıları zayıf ve zamanlaması hatalıydı, Güney’in yeni lideri General Robert E. Lee tarafından kolayca püskürtüldü. Birkaç bozgundan sonra M cClellan bavulunu toplayıp W ashington’a döndü. Lee ise tam aksine hızla karşı saldırıya geçti, Stonewall Ja c k so n ’ı W ashington’ı tehdit edecek şekilde geniş bir kanattan saldırıya gönderdi, ikinci Bull Run Meydan Savaşı’nı kazandı. M cClellan ise kom utanlıktan alındı, yeni B irlik generallerinin doğrudan Lee’ye saldırmalarını, süreç içinde tekrar tekrar kaybetm elerini (Fredericksburg ve C hancellorsville’de) izledi. Lee, her zamanki gibi, savunma zaferlerinin ardından taarruza geçerek 1 8 6 2 ’nin sonunda Maryland’a girdi. Diğerlerinin başansız olmaları üzerine L incoln duraksayarak, Lee’yi kuzeyden püskürtmesi için M cC lellan’ı yeniden atadı. Talih M cC lellan’a Lee’nin yazılı em irlerini ele geçirme fırsatı verdi. Bir Konfederasyon subayının düşürdüğü em irleri bir Birlik askeri bulmuştu. Yani M cClellan, Lee’nin ne yapacağını ve ne zaman yapacağını tam olarak biliyordu. Ancak, bir gün süren kanlı Antietam çarpışmasında

M cClellan sadece başabaş kalabildi. Lee, Virginia’ya çekildi ve Lincoln ani bir hareketle M cC lellan’ı apartopar karşı saldırıya yöneltti. İhtiyatlı general reddetti ve L incoln onu bu kez nihai olarak kovdu.

Toplamda M cClellan nadiren bir savaş kazandı, başarılı bir taarruz gerçekleştiremedi, sayıca üstün olmasına rağmen ve düşmanın yazılı planları elindeyken bile kendi sahasında Lee’yi tam anlamıyla alt edemedi.

Pek çok sağlıklı kişinin başarısızlık örneğinde olduğu gibi (aşağıda göreceğimiz Richard N ixon m esela) M cC lellan genellikle, geriye doğru bakıldığında kötülenir: Tarihçiler onun kibirli, paranoid, narsisistik olduğunu söylerler. Nixon gibi, M cClellan da bu türden yakıştırmalara yakışıyor olabilir -b u koşullarda en sağlıklı, normal insanlar g ib i- çünkü kendisi iktidar kibirinden mustaripti. İnsanların dediği kadar büyük olmadığını tam anlamıyla anlamayı bile başaramamıştı. Tarihçi Jam es M cPherson, M cC lellan’m zaaflarını gayet iyi belgelemiştir. Mesela, savaşın ilk başlarında M cClellan, Lee hakkında şöyle diyordu: “Ağır sorumluluk altında ihtiyatlı ve za y ıf... eylemde ise ürkek ve kararsız.” M cPherson’un işaret ettiği gibi, “Bir psikiyatr bu ifadeden çok şey çıkarabilir, zira bu sözler aslında bizzat M cC lellan’ı betimliyordu. Lee’ye ilişkin bir betim lem e bu ndan daha yanlış olam azdı.”23 M cC lellan’m çok sağlıklı olduğuna inanıyorum ; bu türden yargılarda gerçekçi biçimde doğru tahminlerde bulunacak kadar depresyonda değildi (tem el kişilik özellikleri bakım ından distimik olduğu görülen Lee’nin ak sin e).24

M cClellan yeni Napoleon olarak başladı; kendisini küçük düşürmek isteyenlerin “M cN apoleon” deyişinin yansıttığı gibi, trajik orijinalinin kom ik bir gölgesi olarak bitirdi. Savaşın yarattığı kriz ve gerilimi kaldıramadığını gösterdi. Savaşla test edilene kadar M cClellan’ın güçlü olma iddiası

na kimse meydan okuyamamıştı. Bu noktada Plutarkhos’un başarısız kadim b ir hükümdar hakkında yaptığı yorumu hatırlam ak gerekir: Kral olmasaydı, hiç kimse onun hükümdarlığa uygunluğundan kuşkulanmazdı.

Başarısız hom oklit liderlere ilişkin bu çözüm lem enin ikna edici olduğunu umuyorum, fakat bazı okurların karşıt örm ekleri düşünebilm elerini anlarım: Reagan, Eisonhower, Truman’a ne dem eli?25 Hepsi dengeli ve göreli olarak başarılı görünüyorlardı. Onların hom oklit olduklarını, fakat başkanlık başarılarının İkinci Dünya Savaşı (Truman’ın neredeyse sona erdiğinde göreve geldiği) ya da nükleer denge (Reagan asla bir Küba Füze Krizi’yle yüz yüze gelmedi) ya da yurttaşlık hakları krizi (Eisenhow er kısa süreliğine Little R ock’a müdahale etti ve diğer durumlarda çatışmadan kaçındı) gibi büyük krizlerin üstesinden gelmeyi kapsamadığını söylerim.

Okurlar başka türde bir karşı örneği de düşünebilirler: Akıl hastasının başarısızlığı. Amerikan siyasetinde bu konuda göze çarpan kişi m uhtem elen Richard N ixon olacaktır. Onun düşüşü efsanevidir ve halk onu paranoid, depresif, hatta sanrılı biri olarak algılamıştır. F akat gerçekte o, başkanlığının son dönem indeki kısa, bizzat yaratarak içine yuvarlandığı göreli kriz dışında, bunların h içbiri değildi. Bu krizden önce başarılı olduğu söylenebilirdi ve göstereceğim gibi zihinsel bakımdan sağlıklıydı.

Buradaki sorun, b ir negatifi kanıtlam ak durumunda olmamdır: N ixon zihinsel olarak hasta ya da anormal d eğ ild i. Teşhisleri peş peşe eleyerek h içbir pozitif teşhiste bulunm ayacağım. Geriye norm alliği bırakacağım. Artakalan sonuç bazı okurları tatmin etm eyecektir; fakat genelde normalliği “kanıtlam a”ya çalıştığım ız zaman yapabileceğimiz bundan ibarettir. Süreç içinde, N ixon’ın klasik bir h om oklit olm a

dığını teslim edeceğim: Pek çok kişilik özelliği bakım ından normal sıralamanın ortasında değildi; tuhaflıkları vardı. Fakat yüksek oranda anormal da değildi. Gene de normal kişilik değişkenleri içinde yer alır ve kesinlikle bir akıl hastalığı yoktur.

Richard N ixon psikanalizin kültürel zirvesinde başkan olma talihsizliğine sahipti. 1 9 7 0 ’lerde, altı kitap ve bir düzine profesyonel makale onunla ilgili psikanalitik yorumlara yer verdi.26 Ağustos 1 9 7 3 ’te basın sekreterine herkesin içinde esip gürlediği zaman, N ew sw eek onun, “sinirsel bir çöküşün tam eşiğinde”27 olduğunu yazdı. Bir psikiyatrın, N ixon’m davranışlarının şizofreniyle örtüştüğüne ilişkin sözleri Tim e dergisinde yer aldı. Ondan önce ve bugüne kadar hiçbir başkan böylesine istenm eyen bir psikanalitik ilgi uyandırmamıştır.

Tarihçi David Greenberg, N ixon’a uygulanan tüm bu psikanaliz çabasını şu sözlerle özetledi: “Neredeyse değişmez biçim de N ixon’ın psikotarihçileri onu yaralanmış h issettiği zaman sergilediği zayıf egosuyla bir narsisist olarak gördüler.”28 Zaman zaman şiddet uygulayan bir baba, bu yüzden “saldırganla özdeşlenen” genç D ick’in içine korku salmıştı. Doktorlar, N ixon’m on yaşındayken hazırladığı bir okul ödevinde oral-anal anlamlar keşfettiler. Çocukluğunda patatesleri ezme arzusundaki bilinçdışı saldırgan dürtüleri ortaya çıkardılar. Psikanalitik yazarlar, Greenberg’in yazdığı şu sözleri onayladılar: “Her biri N ixon’ı, çocu kluk yaralarının bir başarı dürtüsüne, başarı halinde bir suçluluk duygusuna ve küçük incinm elerin öfke patlamalarını tetiklediği kırılgan bir egoya yol açtığı, güvensiz, narsisistik bir kişilik olarak resm etti.”29

Bu saçm alıklar bilim sel açıdan anlamsızdır. Özellikle “narsisizm ” İngilizce’ye çevrilmiş bir Grek efsanesidir; yer çekim i yasasının ya da dopamin reseptörlerinin snaptik

uyarım ının aksine (hatta klinik depresyon ya da m aninin; ya da dışadönüklük gibi bir mizaç özelliğinin) h içbir bilim sel anlam taşımaz. Narsisizm bir psikiyatrik teşhis ya da zihinsel hastalık olarak, bilim sel yöntem ler kullanılarak ampirik olarak asla doğrulanmamıştır; her Grek efsanesi gibi, bilim sel bir teşhis değil bir fikir, bir inanıştır.30 N ixon’m psikotarihçilerinin hataları, günümüzde M arksist artık-de- ğer teorisininin iktisatçılar için geçerli olduğu ölçüde, psikiyatri için geçerli olan psikanalitik varsayımlarının -p e k az bilim sel temeli olan inanç s iste m le ri- hatalı oluşundan kaynaklanıyordu.

Bir psikiyatr olarak, Richard N ixon’ın psikiyatrlara yönelik aşağılamalarını onaylamak durumundayım. Onun psikotarihçileri, tıpkı Freud gibi, spekülatif nosyonları ken di siyasi gündemlerini ilerletm ek için kullandılar. N ixon’m, Freud’un Woodrow W ilson biyografisi üzerine verdiği hüküm - “tam b ir saçm alık bile olamayacak kadar tuhaf”31- günümüzde geniş çapta kabul edilmiştir. Kişinin siyasi görüşleri ne olursa olsun, p sik olojik dürüstlük Gore Vidal’ın (izlediği siyaset pek N ixon’cı sayılmazdı) itirazını destekler: “Bu Freudcu at bokunu N ixon’a, benim N ixon’ıma bulaştırm ayın.”32

P ejo ratif psikanalitik etiketleri bir yana bırakırsak, doğru soru, Richard N ixon’m herhangi bir akıl hastalığının ya da herhangi bir aşırı (bilim sel olarak geçerli) kişilik özelliğinin olup olmadığıdır.

Psikotarihçiler, psikanalitik teşhisin dört onaylayıcısm- dan (belirtiler, aile tarihi, hastalığın seyri ve tedavi) sadece biri, belirtiler üzerinde odaklandılar. F akat a ile ta rih i belirgindir: N ixon’ın ailesinde akıl hastalığına ilişkin belgelenmiş h içbir bulgu yoktur. H astalığ ın sey ri anahtardır: Hayatı boyunca Nixon, tekrarlayan hiçbir ruhsal epizot geçirme- miştir. Başkanlığının sonuna doğru depresyondaydı, hatta

intihar eğilimliydi ve aşırı biçim de içiyordu. Bu durum bir klinik depresyon olsa bile, hayatında ilk kez görülüyordu. Sonraki dönemlerinde de ağır depresyon geçiren King ve Gandi’nin aksine N ixon, öncesinde intihar girişim leri ya da ruh haliyle ilgili epizotlar göstermeyen norm al bir çocukluk ve ergenlik geçirmişti.

Tedavi ye gelince, N ixon’ın 1 9 5 4 ’ten itibaren aynı zamanda psikanalist olan New York’lu bir dahiliyeciye (Ar- nold H utschnecker) göründüğünü artık biliyoruz.33 Ünlü “C heckers”* konuşm asına yol açan skandalin orta yerinde, başkan yardım cısını istifa ettirip ettirm em e konusunda acı çekerken N ixon, tansiyon, uykusuzluk ve gastrointestinal belirtilerden mustaripti. Bu psikosom atik durumu doktor haklı olarak stres bağlantılı anksiyete olarak yorumladı. Uyku hapları yazıldı (m uhtem elen, Kennedy’nin de aldığı barbituratlar) ve N ixon, düzenli olarak H utschnecker’a yaptığı ziyaretlerde psikiyatrik danışmanlık aldı. Nixon tedavinin psikiyatrik olmayan tıbbi amaçlarla yapıldığını ısrarla belirttiyse de, doktoru bu ikisi arasında ayırım yapmıyordu. Hutschnecker, N ixon’la olan ilişkisini kamuoyu önünde alenen inkâr etti, ancak W atergate’ten sonra ken dinden hoşnut psikanalitik spekülasyona direnemeyerek, bir makalesinde şöyle yazdı: “Bir Amerikan başkanm m kurmay heyetinde bir psikiyatr olsaydı, Watergate’in olmayacağını düşünm ekten kendim i alam ıyorum.”34

Em in olamam. Psikiyatri, ruh sağlığı -h a sta lık d e ğ il- sorun olduğu zaman çözüm olamayabilir.

Kuşkucular hâlâ ikna olmamış olabilirler. Evet, Nixon, aşağılanmaya razı olm ak ile görülmemiş bir adım atarak

* 1 9 5 2 yılında Richard N ixon’a yön elik b ir yolsuzluk suçlam asında, kendisine gönderilen hediyelerden sadece aile köpekleri C heckers’ı saklayacaklarını belirttiği konuşm anın adı bu köpeğin adından gelir, - y h n

başkanlıktan istifa etm ek arasında gidip gelerek acı çekiyordu, depresyondaydı, içiyordu, hatta belki intihar eğilimliydi. Watergate sırasında N ixon’m zihinsel durumu kesinlikle sakin değildi. M uhabirler nihai bir zihinsel çöküş bekliyorlardı; “akıl hastalığı” sözcüğünü fısıldamaktan korkarak, N ixon’m düşm anlarının, işçi lideri George Meaney’nin, onun “tehlikeli bir duygusal istikrarsızlık”tan mustarip olduğu yorumu gibi alıntılar yapmasını sağladılar.35 Bir gazeteci, Hunter S. Thom pson, N ixon’m “öfkeyle, içki alem leriyle ve intihara eğilimli umutsuzlukla çıldırm ış” durumda olduğunu açıkça b elirtti.36 Barry Goldwater gibi arkadaşları bile (Watergate ses kayıtlan keşfedilm eden önce) sorunları şöyle görüyordu: N ixon “beklenm edik b o şlu k lan olan bir teyp şeridi gibi” konuşuyordu; “zihni sanki birden duruyor, amaçsız dolaşmaya başlıyordu ... N ixon’m dağılmakta olduğu görülüyordu.”37 N ixon’ın Beyaz Saray’daki başkan portreleriyle konuşm akta olduğu bildiriliyordu. Askeri danışmanı Alexander Haig, N ixon’m hekim lerine ona uyku hapı verm em elerini söyledi, intihar etm esinden korkuyordu.38

Yine de N ixon’m, özellikle içm esi, abartılm ış görünm ektedir. Sayısız danışm anının bildirdiğine göre, bir Quaker olarak yetiştiği için alkolden uzak dururdu, rahatsızlanmadan birkaç kadehten fazlasını kaldıramazdı. N ixon içiyor olabilirdi, fakat düzinelerle değil, sadece birkaç kadeh içiyordu.

Yakın arkadaşlannm olmaması (Reagan gibi) ve içe dönüklüğü (Carter gibi) nedeniyle N ixon kendi sınırlarını b iliyordu. “Dandik bir kişiliğe sahip olduğumu biliyorum ,”39 demişti bir keresinde. D ehşet küfrederdi: Beyaz Saray tape- lerinde açığa çıkan, en fazla kullandığı sözler, “saksocu” ve “lanet Yahudiler” idi.40 (Kennedy, “sikiş” ve “siktir” sözcüklerini tercih ederken,41 Jo h n so n kurmay toplantılarını baş

kanlık tuvaletinden sürdürür, işeme ve dışkılamayla ilgili metaforlar kullanırdı;42 fakat fazla kibar olmayan George M cGovern sözünü kesen birine kıçın ı öpmesini söylediği zaman, medya kıyameti koparm ıştı.43)

Bunların hiçbiri akıl hastalığını ya da özellikle anormal bir kişiliği göstermez. N ixon’ın Vietnam ve Watergate stresleriyle yüzleşmesini veri alan psikiyatr ve Holocaust’tan sağ çıkmayı başarmış Viktor Frankl, bunun ne olduğunu b ilecek durumdaydı: Anormal bir duruma normal bir tepki.44

Pek çoklarının inandığı gibi, N ixon rutin biçim de kindar biri değildi. İktidarda olduğu ve olmadığı yıllar boyunca, düşmanlarına, özellikle Kennedy’lere cöm ertçe davrandı. 1 9 5 0 ’lerin hasta Kennedy’sini kişisel olarak, sürekli biçim de cesaretlendirdi ve ikisi anti-kom ünizm konusunda siyasi olarak birbirini destekledi.45 Eleanor Roosevelt ve Harry Truman gibi Dem okrat liberal ikonlar 1 9 6 0 ’da J F K ’nin parti adaylığını kazanmasını engellemeye çalıştıklarında ve baba Jo sep h P Kennedy Sr. N ixon’a, J F K ’nin aday olmaması halinde yaşça büyük Kennedy’nin başkanlık için destekleneceğini dikkate alması konusunda ona haber gönderdiğinde, bütün bunların olm asını sağlayacak kadar yakındılar.46 (1 9 5 6 ’da kampanya danışmanı olarak Adlai Stevenson’a hizmet eden Robert Kennedy, gene de o yıl çaktırm adan Eisenhower ve N ixon için oy kullandı.47) Domuzlar Körfezi’nden sonra, Kennedy’nin C um huriyetçiler’den yardım istediği bir sırada, N ixon sürekli telefon ederek, krizde başkanı desteklemeleri için Cum huriyetçileri ikna etmeye çalıştı. “Bugün yıkılmış bir adam gördüm ,” diyordu.48 “Yardımımıza ihtiyacı var. Ona yukarı kata çıkm asını ve eşiyle bir içki içm esini söyledim .” J F K ’nin öldürülmesinden sonra N ixon, onun dul eşini ve iki çocuğunu Beyaz Saray’a davet etti.49 1 9 7 1 ’de N ixon, Ja c k ie , J F K J r ., ve Caroline’la gayet samimi bir akşam yemeğinde bir araya geldi. Ç ocuklar Beyaz

Saray’ın içinde dolaştılar, diledikleri gibi oynayıp koşturdular ve gece L incoln Yatak Odası’nda uydular. Bu ziyaret tam bir gizlilik içinde gerçekleşti.

N ixon’ın kariyeri hom oklit liderliğin damgasını taşımaktadır: Tıpkı M cClellan ve Chamberlain gibi, barış zamanında başarılı, savaş zamanında başarısızdı. E n çok başarısızlıkları, genellikle basit ifadelerle, hatırlanm aktadır; oysa başarıları da değerlendirilmeyi hak eder.

Önce başarısızlıklarla başlamak gerekirse, en büyüğü görevdeki bir başkanın istifasına yol açan Watergate idi. En kötüsü olan bu başarısızlık ironik biçim de, siyasi gücünün zirvesindeyken gerçekleşti. Aslında bu durum Hubris send- romu paradigmasına (bunu daha sonra, Tony Blair’le ilişkili olarak açıklayacağım) gayet iyi uyar. N ixon sonunda umduğu her şeyi başarmıştı: Başkanlık seçim ini kazanm ıştı, üstelik büyük çoğunluğun oyunu alarak kazanmıştı. Partisinin, ülkesinin ve özgür dünyanın tartışmasız lideriydi. Hâlâ efsanevi olan dış politika başarıları, siyasi istikrar ve ekonom ik refah zam anlannda en iyisini yapan hom oklit lideri yansıtır: Çin’e açıldı, Brejnev’in Sovyetler Birliği’yle “detant’V sağladı, Ortadoğu için bir barış süreci başlattı. N ixon, mükem m el diplomatik yetenekler gösterdi, bir hom oklit’in tüm sosyal becerilerini sergiledi. Kusursuz bir hom oklit lider olarak sahip olduğu yetenekler sayesinde ülke içinde ve dışında büyük başarılar kazandı. 1 9 7 3 ’te gücünün doru- ğundaydı. Ve işte o sırada iktidarı kötüye kullanabileceğini, yasaların başkana çizdiği sınırın ötesine geçebileceğini hissetti. Hedefleri küçüktü: 19 7 2 kampanyası sırasında Dem okrat düşmanlarıyla uğraşma girişim lerini örtbas etmek. Fakat Başkan en yakın arkadaşlarının tavsiyesini dinlemeyi

* D etant kavramıyla ifade edilen Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki

Soğuk Savaş gerilim inin yumuşamasıdır, -y h n

reddettikçe, Kongre’yi göz ardı etmeye çalıştıkça, her şey havaya uçtu. Siyasi hayatının en büyük kriziyle yüz yüze gelen N ixon onunla hom oklit bir liderin yapabileceği şekilde başa çıkmaya çalıştı: Yalan söyledi, saklandı ve savaştı. Hatalarını tevazuyla kabul edemiyordu; iktidarının sınırlarını gerçekçi biçimde göremiyordu; bütün norm al insanların tipik tepkisine yenilm eksizin onu savuşturamadı: Kendisinden çok başkalarını suçluyordu (bu yüzden kendisine sık sık “paranoya” yaftası yapıştırılm ıştır).

Bu büyük başarısızlık en iyi şekilde onun önceki başarılarının ışığında anlaşılır, çünkü N ixon’ın krizin yaşanmadığı ilk dönemlerinde hom oklit liderlik kariyerinin sağladığı başarı kendi başına dikkate değerdi. 19 4 6 yılıydı; komünizm yeni düşmandı, genç ve eğitimli eski m uharipler ideal bir protoplazma oluşturuyorlardı.50 Yeni bir kuşak eski politikacıların yerini almaya hazırdı. Boston’da Kennedy, W h ittier’da N ixon yanşa giriyordu. J F K ’nin babasının aksine, N ixon’m bir kasap olan babası bir büyükelçi gibi tavsiyelerde bulunamazdı. Aile bağlantılarından, finans çevrelerinden yardım gören Kennedy bir Dem okrat bölgesinde girdiği yarışı kazandı. Dem okratların uzun süre görev yapmış olmasına rağmen, N ixon da kendi bölgesinde kazandı.

Kıl payı kazandı. Esas olarak, siyasetteki yeni babası, ayda 5 0 0 dolara kiraladığı, Beverly Hills’ten bir halkla ilişkiler uzmanı olan Murray C hotiner’in yardımıyla kazandı. Chotiner, ölümüne kadar N ixon’m Svengali’si olacaktı. ( 1 9 7 4 ’te, N ixon’m istifasından üç hafta önce, yerlisi olduğu McLean, Virginia’da, Ted Kennedy’nin evinin önünde bir trafik kazasında öldü; kazayı bildirm ek için polisi arayan Kennedy’ydi).

Chotiner, N ixon’a agresif siyaseti öğretti. Bu siyaseti Chris Matthews şöyle özetler: “C hotiner’in iki ilkesi var

dı. B irincisi, oy verm enin negatif bir edim olarak görülme- siydi: İnsanlar birisi için değil, birisine karşı oy verirlerdi. C hotiner’in ikinci kuralı, seçm enlerin bir kerede ancak iki ya da üç sorunu kavrayabilecek kadar zihinsel kapasiteye sahip olduklarıydı. Her bir kampanyanın hedefi, bu nedenle, sorunları ik i ya da üç adetle sınırlam aktı; bunların hepsi muhalefete bağlanmalıydı ve hepsi negatifti. ‘Bütün samimiyetimle şunu söylemeliyim ki eğer kampanya başlamadan önce m uhalefetin adayını tanımlamazsanız,’ diyordu Chotier m üritlerine, ‘yenilgiye mahkûm olursunuz.”’51

Richard N ixon iyi bir öğrenciydi. Popüler biri karşısında kazanma şansı azdı - elbette düşm anının kom ünistlerin etkisi altındaki bir sendikayla ilişkisi olduğunu iddia etm edikçe. Sesini yükselterek bu tek sorunu tekrarlaması ve yeniden ısıtması yeterliydi: N ixon hamle yapıyordu.

Kısa süre içinde Nixon, Amerika Karşıtı Faaliyetler Komi- tesi’nde, Sovyet casusu olmakla suçlanan Dışişleri Bakanlığı diplomatı Alger Hiss’le boy ölçüştü. Kıdemli diplomatların desteğiyle Hiss, kayıtsız bir tavır takınarak bütün suçlamaları reddetti. Bir keresinde N ixon, Hiss’in Hanvard Hukuk Okulu’nda eğitim gördüğünden söz ediyordu ki Hiss onun sözünü kesti: “Sizinkinin W hittier olduğunu biliyorum .”52 Nixon örtbas edilen bir şeyi fark etti ve onun yalancı tanıklıktan mahkûm edilmesini sağladı. Hiss cezaevine gönderildi ve N ixon ülke çapında ün kazandı.

Böylece, bazılarının dediği gibi, M cC hartycilik McCa- rthy’den önce başlamış oldu.

W isconsin senatörü tam gaz gitmeye başlamıştı. Gözü daha yüksek bir görevdeydi. Ö nce, 1 9 5 0 ’de, rakibini (aynı zamanda Lyndon Jo h n so n ’ın m etresi olan bir aktris t) “Pembe Leydi” olarak tahrip ederek Senato’da bir koltuk kazandı. (N ixon, cinsel konularda ona ya da daha sonra Kennedy’ye asla dil uzatmadı; J F K ’nin bu konuda N ixon’ın kendisine

saldıracağından kaygılanmasına rağmen, C hotiner’in öğrencisi, kişisel değil siyasi saldırı konuları üzerinde odaklandı.) 1 9 5 2 ’de Eisenhower’ın yanında başkan yardımcısı oldu, fakat bunun bedeli N ixon’dan nefret eden bir güruhun kısa süre içinde oluşmasıydı. Bu kez saldıran saldırıya uğruyor, ailesine menfaat sağlamakla suçlanıyordu. Eisenhower, N ixon’ı başından savmak istedi. Ardından “C heckers” k o nuşması geldi; N ixon suçlamaları reddetti ve köpeğini sahiplendi. Amerika’nın hom oklitleri onu kendilerinden biri olarak kabul ettiler ve Eisenhower yumuşadı.

Sekiz yıl süren başkan yardım cılığının ardından, N ixon’m başarı serisi sona erdi. 1 9 6 0 ’da başkanlığı kaybetti. 1 9 6 2 ’de California valiliğini kaybetti. Kırk dokuz yaşında kenara itilm işti. Fakat C hotier’in iyi bir tavsiyesi vardı: New York’a git, bir şirket avukatı olarak para kazan, mali çevrelerle bağlantılarını derinleştir, parti içinde sahne gerisinden faaliyet yürüt, 1 9 6 4 ’te yerinde otur, 1 9 6 6 ’da başkalarının kampanyasına katıl, siyasi borçları daha sonra tahsil et, 1 9 6 8 ’de geri dön. O sırada Amerika savaşta ve bölünm üş durumdaydı. Cum huriyetçilerin kendi radikalleri (Goldwater ya da Reagan gibi) ve kendi liberalleri (N elson Rockefeller ve George Romney) vardı. N ixon orta yerde duruyor, her iki tarafa da hitap ediyordu.

Vietnam için onurlu barış vaadinde bulundu; yazar Rick Perlstein’m belirttiği gibi,33 Sessiz Çoğunluk’un barış söz- cüsüydü ya da, benim anlayışıma göre aynı şeyi söylemek gerekirse, hippilere hom oklit bir yanıttı.

Richard N ixon’ın hasta olmasına ihtiyaç duyarız, çünkü kendimizin sağlıklı olduğuna inanırız. A k ıl sağ lığı b ir h o m o k lit o lm a k a n la m ın a g eliy o rsa , bu du rum da a k ıl sağlığının ön em li b ir en geli vardır: Uyum luluk. Nazi liderler, göreceğimiz gibi, çoğunlukla hom oklit idiler; bu durumda, tanım

gereği Alman halkı da öyleydi; dolayısıyla Amerikan halkı da. Richard N ixon da öyleydi. Ben de öyleyim ve bu durumda, m uhtem elen siz de öylesiniz. Nixon, ortalama Amerikalıların sadece erdemlerini değil, kötülüklerini de paylaştığını anladı.“Oradaki insanları [yani ortalama Amerikalıları] anlamak için biraz kötü olmanız gerekir” şeklinde bir inanca sahipti.54 “Bu insanları anlamak için hayatın karanlık yanım bilem ek zorundasınız.”

Otuz yıldır süren psikanalitik kuşku denetlenemeyecek düzeye geldi. David Greenberg şu sonuca varır: “Çılgın bir adam, narsisist ya da tehlikeli nevrotik olarak Nixon anlayışı siyasal kültürde yaşıyordu.”55 Bu tarih, bazı tarihçilerin psikanalitik olarak benimsedikleri varsayımlarla hiçbir şekilde tutarlı değildir. Theodore W hite, N ixon’ın başkanlığının “bir psikiyatrik dengesizlik incelem esi”56 olduğunu ve N ixon’m “tarihin büyük güçleri onun karakter kusurlarının üstüne gittikçe istikrarsız hale geldi”ğini yazdığı noktada, Kennedy’nin ölüm saplantısı, steroid bağımlılığının psikiyatrik etkisi ve hayatını tehdit eden hipercinselliği karşısında W hite ne derdi, insan m erak ediyor. Richard Nixon hiçbir tehlikeli ilaç kullanmazdı, ne de tehlikeli olabilecek davranışları vardı. Eğer Nixon psikiyatrik açıdan dengesiz idiyse, Jo h n Kenndy’nin tam bir akıl hastası olması gerekirdi.

Aslında N ixon gayet norm al, Kennedy ise hafif ölçülerde anorm aldi;57 birincisinin uğradığı başarısızlıkların, İkincisinin ise esnekliği sayesinde kazandığı başarıların sebebi buydu.

En iyi m uhabirler bile amatör psikiyatr olmuşlardı. 1 9 7 5 ’te Ne w York Tim es’ tan Jam es Reston soruyordu: “Ülke akıldışı başkanlardan nasıl k orunacak?”58 N ixon’a danışm anlık yaptıktan sonra Tim es’a henüz katılan W illiam Safire akıldışılık iddiasında h içbir m antık görmüyordu: “Yorulmuş, işkenceye uğramış, yıpranmış, fakat zihni sağlam bir

adam istifa etm ek gibi akılcı bir karar aldı.”39 Safire, psikiyatrik tem elini bilm ese de Reston’un sorusunda yanlış bir şeyler olduğunu görüyordu: “N ixon’m öyküsünde belirgin bir tutarsızlık var: Zeki bir adam, kurnaz bir politikacı aptalca bir suçu örtbas ederken nasıl böylesine bariz biçimde çam devirebildi; aklını tamamen kaçırmadıysa? Bunu çözen tarihçi, tarihe geçebilir.”60

Tarihçiler bunu çözmediler, çünkü bu örnekte, adamlarının deli olmadığını anlamamışlardı. Safire’in bilm ecesini çözdüğüme inanıyorum : A k ıl sağ lığı y e r in d e b ir h om ok lit Nvcon’ın y a p tığ ım y a p a rd ı.

Şimdi, yaşayan h om oklit liderlere, yeni bir siyasi dünyanın başlangıcı olan 11 Eylül 2 0 0 1 büyük krizini yöneten iki adama, George W. Bush ve Tony Blair’e geliyoruz. Çağdaşlarımız olan bu liderlerin zihinsel durum larını incelem enin zorluğunu biliyorum , fakat bunu yapmanın m üm kün o lduğuna inanıyorum , çünkü onları incelem ek için ayrıntılı bir bağlam (yani, buraya kadar ele aldığımız bütün zihinsel olarak hasta ve sağlıklı liderler) oluşturmuş bulunuyorum. Bu adamların performansına bakm anın değerine inanıyorum, zira onların önem li kriz zamanlarında hom oklit yönetim lerinin potansiyel trajik son u çlan n ı ortaya çıkarıyor.

George W. Bush, G rinker’ın m odelini yakından izler: Koyu dindar, dürüst, kişilik özellikleri bakım ından ortalama. Sosyalleşebiliyordu, fakat fazla dışadönük değildi, girişim ciydi, fakat fazla risk almazdı, rahat biriydi (n e çok ne de az anksiyetesi ya da nörotisizm i vardı). Normal koşullar altında, G rinker’m araştırm asının ortabatı hom oklitleri gibi, yıllarını Midland’de, kütüphaneci eşinin yanı başında, iki kız çocuğu büyüterek, Texas Rangers izleyerek, tatillerde Crawford’da gevşeyerek geçirdi. Başkan bir baba, senatör bir büyükbaba, Yale ve Harvard’la aile bağlan olmasaydı,

muhtem elen o kadar ileriye gitmezdi. Fakat gene de yaptıklarını kendi çabasıyla gerçekleştirdi. Sosyal statüsü kendisi için bir şans olmakla birlikte, George W. Bush çok başarılı bir hom oklit, iyi bir barış dönemi lideri ve başarısız bir kriz lideriydi.

Özellikle onu eleştiren bazı okurlara tuhaf gelebilir ama Bush’un zihinsel bakımdan sağlıklı olduğunu ısrarla belirteceğim. Aslında çoğu liderde akıl sağlığı ya da hastalık yokluğu teşhis ederim.

Onun siyasetlerini ya da eylemlerini eleştirenlerin George W. Bush’un zihinsel bakımdan sağlıklı olabileceğini kabul etm ekte zorlanmaları, akıl hastalığı uzmanları arasında bile, aslında akıl hastalığının ağır bir leke olduğu düşüncesini yansıtır. Çoğumuz, temel konularda kendisiyle aynı görüşte olmadığımız birinin zihinsel olarak gayet sağlıklı olduğunu düşünmekte zorlanırız. Daha önce de dediğim gibi, yaşayan liderlerle p sikolojik tarih oluşturmak daha zordur, bunun sebebi, onlar değil, onlara ilişkin ken d i duygularım ızda. Duygularımız -s iz in ve benim , siyaseti temel alan, derinlere y erleşm iş- nesnel psikiyatrik değerlendirm elere müdahale eder. Bir lider ne kadar önce ölmüşse, o kadar nesnel olabiliriz. İnsanların önem i sonradan anlaşılır. Cham berlain’in sağlıklı ve bir lider olarak zayıf olduğunu teslim edebiliriz; Bush ve Tony Blair’i eleştirenler onları sağlıksız ve zayıf hissederler. F akat bunların hepsi hom oklitler olarak görülebiliyorlardı ve görülmeliydiler.

Hom oklit bir liderin temel özelliği, barış ya da refah dönemlerinde etkin ve başarılı, fakat savaş ya da kriz zamanlarında başarısız olmasıdır. George Bush’un başkan olmadan önce nasıl başarılı olduğuna bakalım.

G enç bir adam olarak arkadaşları tarafından cana yakın, sıcakkanlı biri olarak görülürdü.61 Bir arkadaşı onu “Aynı

anda hem Huck F in n , hem de Tom Sawyer idi,” sözleriyle hatırlıyordu. “Onunla tanıştığınızda, ‘keşke onun çevresinde olsam,’ diye düşünürdünüz.”62 İnsanlar onu seviyorlardı, pek çok dostu vardı. Hayatının bir noktasında pek çok insan gibi onun da kayıpları oldu. Bu kayıpların belki de en büyüğü, George henüz yedi yaşındayken ablasının lösemi nedeniyle ölmesiydi. Annesi bu ağır hastalığı çocuktan saklamak için nasıl uğraştıklarını yazmıştır. Ablasının ne kadar hasta olduğunu ancak onun ölümünden sonra öğrendi. Barbara Bush oğlunda depresyon benzeri bir şeyi tanımlamaz. Sadece neden daha önce kendisine söylem ediklerini sorgula- mıştır. Öte yanda, Barbara, böyle bir durumu yaşayan çoğu anne gibi ço k acı çekm işti. Bir keresinde George’un bir arkadaşına annesi yas tuttuğu için oynamaya gelemeyeceğini söylediğini işitti ve o anda kendisini toparlaması gerektiğini anladı. Bazıları bunun, sonuç olarak Bush’un psikolojik bakımdan anormal olduğunu gösteren olağandışı bir deneyim olduğuna işaret edebilir. Aslında, ABD nüfusundaki bütün yetişkinlerin yaklaşık % 1 5 ’inin yirmi yaşından önce bir ana baba ya da kardeş kaybı yaşamış olmaları, bu durumu göreli olarak yaygın bir fenomen haline getirir.63 Elli yıl kadar önce, lösem i gibi bir hastalığın tıbbi tedavisi günümüzdeki kadar etkili olmadığı bir sırada, erken kardeş kaybının daha yüksek oranlarda olması beklenir. Özellikle çocukluk döneminde ana baba kaybı kişinin yetişkinlik döneminde depresyon riskini artırmasına rağmen,64 bazı araştırmalar, çocu kluk döneminde bu türden kayıplar yaşayan çoğu insanı, yetişkinlik döneminde d a h a esnek olan insanlarla ilişki- lendirir.65 Bu nedenle kız kardeş ölümü deneyimi, zorunlu olarak ya da m uhtem elen, Bush’un bu nedenle psikolojik bakımdan anorm alleştiğini göstermez.

Bush ço k iyi eğitim gördü; seçkinlerin gittiği Andover yatılı okuluna, daha sonra Yale’e gitti. Üniversiteye giriş

sınavında puanı 1 2 8 0 idi (bugünün sınav sistem ine uyarlanmış olarak).66 Bu oran onu 10 2 6 olan ortalamanın çok üstüne çıkarır, ve bir üniversite mezunu için ortalama olan yaklaşık 1 2 0 ’lik bir IQ’ya yaklaştırır (Kennedy’ninkine benzer) ve 100 olan normdan dikkat çekici biçim de daha yüksektir: Onun zeki olmadığı iddiası için çok yüksek. Sosyal bakımdan aşırı derecede uyumluydu; Yale’de öğrenci derneğine katıldı ve kısa sürede grubun başkanı seçildi. Sadece saf bir zekâ belirtisi göstermekle kalmadı, bir dernek töreninde kendisine yeni üye olanlardan kaçının ism ini ezbere sayabileceği sorulduğunda “duygusal zekâ”sını da gösterdi. Öğrencilerin çoğu yeni gelenlerden sadece bir düzinesinin ism ini sayabilirken, Bush’un sayabildiği isim lerin sayısı elli idi. Sosyal yeteneği ünlü Skull and Bones* gibi seçkin topluluklara seçilm esi sayesinde de yükselmiştir. Sonraki siyasal düşmanları bile, mesela C linton’m adamlarından Yale’den sın ıf arkadaşı Lanny Davis, Bush’un kişilerarası yeteneklerini yorumlamıştır. Bazıları onun entelektüel yeteneklerini küçültm ek için C olan mezuniyet derecesi ortalamasını kullandılar, ancak Yale’de C önem li bir mesele değildir. Bush’un Yale’deki notları aslında Franklin Roosevelt’inkin- den biraz yüksekti ve Kennedy’nin Harvard’daki notlarına benziyordu.

Genel olarak bakıldığında, bu çocukluk ve genç yetişkinlik tarihi, düşünceli, sosyal, zeki, “dengeli” bir adamı gösterir. Bu aynı zamanda Bush’un içkiye başladığı dönemdir. Onu karalayanların çoğu, bu alkolizm i zihinsel anormalliği gösteren bir belirti olarak gösterirler. Bush geçm işinin bu yönünü saklamaz; aslında, D ecision Points [K a r a r N o k t a l a r ı1 başlıklı anılarına bunu tartışarak başlar.67 Üniversite öğrencisiyken içmeye başladığı anlaşılmaktadır. Gazeteci

* ABD üniversitelerinde nüfuzlu kişilerin katıldığı gizli bir öğrenci k u lübü. -y h n

Ronald Kessler’in yaptığı röportajlarda okul arkadaşlarının anlattıklarına bakılırsa, içinde bulunduğu sosyal ortam için olağan olandan daha fazla içmiyordu. Fakat yirmi bir yaşındayken Maine’de ailesiyle tatil yaptığı sırada içkili olarak araba kullandığı için tutuklandı. Bu olay 2 0 0 0 seçim lerinden önceki hafta günışığma çıkarıldı ve Bush’un geçmişte ağır alkolik olduğu ve bunu gizlediği şeklinde bir kamuoyu algısına yol açtı. Polis karakolunda yapılan kontrolde alkol düzeyinin 0 ,1 0 olduğu görüldü.68 Bu yasal sınırın ötesindeydi, ancak bu düzeye dört kadehle ulaşılabiliyordu. Eğer bu p sikolojik bir anormalliği yansıtıyorsa, ABD nüfusunun çoğunluğunu şu ya da bu zaman anormal olarak görmek gerekir. Bush’un alkolle başka yasal ya da tıbbi sorunu olmadı, ancak sonraki yirmi yıl boyunca içmeye devam etti. Anılarında, kırk ın cı yaş gününde, arkadaşlarıyla şarap içtikten sonraki gün yaşadığı içk i sersemliğinden rahatsız olarak bu alışkanlığı terk ettiğini anlatır.

İçkiyle artan öfkenin önem li bir faktör olduğu görülür. 1 9 8 6 ’da Dallas’taki bir restoranda çakırkeyif Bush, eşi Judy W oodruff ve dört yaşındaki kızıyla yemek yiyen gazeteci Al Hunt’la karşılaştı. Hunt, Bush’un babasının 1 9 8 8 ’de Cumhuriyetçilerin başkan adayı olmayacağını öngören bir yazı yazmıştı; George W. morardı ve herkesin içinde Hunt’a küfretti. Eşi Laura içkiyi bırakm ası için ona baskı yaptı ve kırk ın cı doğum günü cüm büşünün ertesi sabahı Bush içkiyi bıraktı.69 O zamandan beri içmediğini söyler.

Psikiyatr George Vaillant’m alkolizm tarihine ilişkin elli yıllık araştırmasında betim lendiği gibi, bu tarih alkol sorunu olan biri için en iyi olası sonuçtur.70 Yirmi yaş civarında genç erkeklerin katıldığı daha kapsamlı bir araştırma yapan Vaillant’m grubu altı yüz normal erkeği hayatları boyunca, yetmişli yaşlarına kadar izledi. Bu gruptan seksen dokuz kişi izlendikleri on beş yıl içinde alkolizm geliştirdi (yaklaşık

% 1 5 ’i). Aslında, Bush’un zaferi tipiktir: Vaillant’m denekleri arasında, alkolizm genellikle yirm ili yaşlarda başlıyor, kırk yaş civarında artıyor, bu noktada kişilerin yaklaşık % 2 -3 ’ü tarafından her yıl azaltılıyordu. Fakat ik i özellik Bush’un tipik bir alkolikten ayrıldığını gösterir: Alkolü formel bir tedavi görmeden ansızın bırakır ve bildiğimiz kadarıyla bir daha başlamaz. Tam tersine, Vaillant araştırmasında yer alan insanların ancak üçte biri kadarının içkiyi tamamen b ırakmayı başarabildiğini ve % 95 kadarının bıraktıktan sonra bir noktada yeniden başladığını saptadı.

Bu durumda Bush geçmişte alkol sorunu olan bir ho- m oklitten farklı görülebilir ki bu, popülasyonun yaklaşık % 8 5 ’inde olmayan bir şeydir. Fakat Bush’un alkolle olan sorunu ağır değildi ve bağımlılığa ilişkin teşhis ölçütlerini karşılamıyordu: H içbir vazgeçme ya da fiziksel bağımlılık belirtisi göstermedi ve bu konuda yaşadığı yegâne yasal sorun, asgari yükseklikte bir alkol düzeyiyle gerçekleşti. Ayrıca, kendisini alkoliklerin % 9 5 ’inden ayıracak şekilde içkiyi bir anda bıraktı ve bir daha başlamadı.

Bütün bunlardan, Bush’un sözde alkolizm inin basit ho- m oklit statüsüne karşı belki en güçlü iddia olduğu, ama aynı zamanda pek alışılmamış türden bir alkol sorunu olduğu sonucu çıkar. Bu alkolizm orta şiddetteydi ve kolayca çözüldü. Alkolizmi olan insanlarda bu nadiren görülen bir durumdur. Yukarıda betim lendiği gibi akıl sağlığına ilişkin pek çok bulgunun oluşturduğu daha geniş bağlama yerleştirildiğinde, Bush’un geçmişte yaşadığı alkol sorunlarının bu konuda onu eleştirenlerin sandığından daha küçük ve daha önemsiz olduğu görülür.

Bush’un başkanlık öncesi hayatının geri kalan kısm ı da onun bir hom oklit olduğu görüşünü güçlü biçim de destekler. Yale’den ve Harvard İşletm e Okulu’ndan mezun olduk

tan sonra, babası gibi Teksas’ta petrol işine girmeye karar verdi. Bu zekice bir hamleydi; 1 9 7 0 ’lerde petrol piyasasında yaşanan hareketlilik bol miktarda m ilyoner yaratıyordu; Bush’un yerlisi olduğu Midland’de her beş kişiden birinin milyoner olduğu saptanmıştır. Bush sınırlı fonlarla, babasına ait bir tröst fonundan kendisine verilen 1 5 .0 0 0 dolarla başladı. Hayatı sadeydi: Ucuz, genellikle yıpranmış ikinci el giysiler kullandığı biliniyordu. Sosyal yeteneklerini kom şuları ve dostlarıyla Batı Teksas topraklarında sondaj işine yatırım yapma müzakerelerinde kullandı. Bazen başarılı oldu, bazen olamadı, fakat her durumda 1 9 7 0 ’lerin tipik bir Teksaslı petrol işletmecisiydi.

Büyükbabası senatör, babası kongre üyesi olan George W. görünüşe bakılırsa ailedeki siyaset virüsüne yakalandı ve petrol işinde birkaç yıl kaldıktan sonra, 1 9 7 7 ’de Kongre yarışına katıldı; öteki Cum huriyetçi adayı yendi, fakat onu doğulu bir liberal olarak gösteren (geçm işe baktığımızda bize ironik gelebilir) bir Dem okrat karşısında genel seçimi kaybetti. Petrol işine geri döndü, fakat pek çoğu gibi, 1 9 8 0 ’lerde petrol fiyatları düştüğünde zarar etti. Bush’un şirketi, aynı sektörde yer alan pek çok şirketle birlikte para kaybetti. O sırada babası başkan yardımcısıydı; Bush’un borçlu şirketinin 1 9 8 4 ’te başka bir petrol şirketi, Harken Oil and Gas tarafından satın alınm ası fazla sorun yaratmadı. Bush’un borçları sözleşme gereği ödendi ve Harken onu danışman olarak görevlendirdi.

Beş yıl sonra Bush en büyük başarısı olan adımı attı: Te- xas Rangers beysbol takım ını satın alan bir gruba katıldı. O sırada babası başkandı ve kuşkusuz bu yardımcı bir olguydu; Bush diğer yatırım cılara kıyasla çoğunu borçlanarak az bir para yatırdı. Fakat yüksek profili sayesinde Rangers’m yüzü haline geldi; en ak tif ve kamuoyuna en fazla görünen lider, personeli işe alan ve işine son veren kişi oldu. Oyun-

la n izliyor, oyuncularla ve taraftarlarla ilişki kuruyordu. Kısmen vergi m ükelleflerinin ödediği yeni bir stadyumun inşa edilmesine yardımcı oldu. Bu girişim taraftarları artırdı ve Bush ile yatırım cıları on yıl sonra takım ı sattıklarında değeri muazzam bir artış gösterm işti ve bu durum onu mül- tim ilyoner yaptı. O sırada, 1 9 9 4 ’te popüler Ann Richards’ı yenilgiye uğratarak valiliği de kazanmış durumdaydı. Bush petrol işinde, fakat daha önem lisi spor işinde kendi gayretleriyle işadamı olmuştu. Beyzbol alanında gösterdiği başarı siyasi değerinin oluşmasında anahtardı. Daha sonraları bu başarı için “Teksas’ta en büyük siyasi sorunum u çözdü,”71 demiştir. “Benim sorunum ‘Ç ocuk ne yaptı?’ sorunuydu.”

Çocuğun ne yaptığım yazmak gerekirse: Zengin ve siyasi bağlantıları olan, ona mükemmel bir eğitim im kânı sağlayan bir ailenin içinde doğdu; bununla birlikte, küçük bir mirasın ötesinde küçük bir kişisel gelirle hayata başladı. Yerel bir kütüphaneciyle evlendi, orta sın ıf bir konfor içinde büyüttüğü iki kızı oldu. Petrol işine girdi, piyasa ısındığında işler iyi, durgunlaştığında ise kötü gitti. Kongre yarışına girdi ve kendi topluluğunda popüler bir şahsiyetti. Aile bağlantıları beyzbol işine girmesine yardımcı oldu ve mali sarsıntı geçiren takımı kârlı hale getirdi. Daha sonra valilik için yarıştı ve kazandı. Sonuçta etkileyici bir hayat çizgisi. Başkan olmasaydı da hayatta başarılı biri olarak görülecekti.

Bush’un yükselişi kolay olm am ıştı, fakat çok zor da değildi. Esas dönem, petrol şirketinin başarısızlığa uğradığı 1 9 8 0 ’lerdi, fakat ayakta kalmayı başardı. Babasının siyasi gücü oğlun kaydettiği ilerleme bakım ından önemliydi. Ho- m oklit sık sık başarısızlığa uğramaz ve uğradığında az şey öğrenir. Ç ok fazla başarısız olursa deneyim kazanarak gelişm ekten çok dağılmaya uğrar. Gençliğinde fazla sınanmayan hom oklit daha sonra karşılaştığı zorluklarda gösterebilece-

gi esnekliği geliştirme şansına sahip olmamıştır. Pek az acı çekm esi halinde, acı çekenlerle empati kuramaz. Güvenli bir hayat yaşaması halinde, tehlikeli durumları anlayamaz ve onlara tepki gösteremez.

Bir hom oklitten iyi bir arkadaş, fakat riskli bir lider çıkar. 2 0 0 1 ’de İkiz Kuleler yıkıldığında Bush, G rinker’m araştırmasındaki ortalama deneğin gösterebileceği tepkiyi gösterdi. Onlar bize saldırdılar; biz de onlara saldırmalıyız. Onlar bizi tehdit ettiler; biz de onları istila etmeliyiz. İlk bölümde tartışıldığı gibi, yaratıcılığın bir belirtisi “bütünleyici karm aşıklık”, olayları çoklu perspektiflerden görebilme yeteneğidir.72 Tipik h om oklit bu şekilde düşünmez; olayları daha basit biçim de, G rinker’ın öne sürdüğü gibi görme eğilimindedir. Eğer biri size saldırırsa, siz de ona saldırırsınız. Bu, basit m antıktır; yapısı gereği intikam cı değildir. Düzdür, empatik ya da karmaşık değildir. Bush, anılarında, 911 Eylül”den sonraki düşünce süreçleri hakkında, saldırıya uğradığımızda karşılık vermek zorundayız şeklindeki temel anlayışın ötesinde pek az şey yansıtır. Tony Blair, bu dönemi betim lerken, Bush’un karmaşık olmadığını vurgular (hayranlıkla olsa da); “Dünyayı değiştiren olayların orta yerinde onunla bir basın toplantısı yapacaktım ve ‘George, sadece olayı anlatma, onu açıkla,’ diye düşünüyordum.”73 F a kat Bush açıklama ihtiyacı pek duymadı. D ecision Poitıts’te Irak’ta kitle imha silahları bulunamadığında ortaya çıkan durumu anlatmak için sadece iki sayfa ayırmıştır ve duygularım ancak çok kısa biçim de betim ler: “Silahları bulamadığımızda hiç kimse benim kadar şok geçirmedi ve öfkelenm ed i... Aklıma her gelişinde kendim i çok kötü hissettim. Şimdi de öyle hissediyorum .”74 Akıl yürütme tarzı tek yönlüdür: “11 Eylül’ün, h içbir uyarı almaksızın uğradığımız sürpriz saldırının verdiği o ezici acıyı hatırladım. Bu kez yüksek ve tiz siren sesi gibi bir uyan aldık. Yıllarca yapılan

istihbarat tartışmaya yer bırakmayacak şekilde Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna işaret ediyordu. Bu silahlan geçm işte de kullanm ıştı. Onları imha etme sorumluluğu göstermemişti. İşgal tehdidi kapısına gelip dayandığında bile m üfettişlerle işbirliği yapmayı reddetmişti. Yegâne m antıklı sonuç, bu silahları gizlemekte olduğuydu. Teröre verdiği destek ve Amerika’nın yem inli düşmanı olması dikkate alındığında, bu silahların nereyi vuracağını bilm enin yolu y ok tu .”75 Tam aksine, Blair kendi anılarında bu konuya ilişkin düşüncelerine yüzden fazla sayfa ayırır ve Bush’la aynı görüşte olmakla birlikte, Irak işgalinin risklerine ilişkin farklı düşünce tarzlarının varlığını kabul eder.

Bush yönetim i Irak’ın istilasına m antıklı bir açıklama bulmaya çalıştı; bu açıklamanın yanlış olduğu kanıtlandığında, başka sebepler icat ettik. Kaybetmeye başladığımızda, daha çok uğraştık. Bu tutum, Santayana’nın, fanatizm hedeflerinizi gözden kaçırdıktan sonra, çabalarınızı iki katına çıkarmanızdan ibarettir, özdeyişiyle tutarlıdır.76 Bush, İç Savaş’m daha iyi generallerini niteleyen karmaşık bütünleyici düşünceye dair hiçbir belirti sergilemedi. King ve Gan- di (ve hatta Sherm an) gibi düşmanlarıyla empati kurmadı. Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarını gerçekçi biçimde değerlendirmedi. Son çare olarak savaştan kaçınan yaratıcı bir tepkiye hazır değildi (Kennedy’nin Küba Füze Krizi sırasında yaptığı gibi). Bush savaş dışında bütün seçenekleri savunulmaz hale getirdi.

Bush’un savunucuları Afganistan ve Irak’ın işgali için daha karmaşık gerekçelere başvuracaklardır. Bunların bazıları geçerli olabilir. F akat Irak’ın işgali belirgin biçim de yanlış iddiaları temel alıyordu. Kennedy’nin Domuzlar Körfezi olayında yaptığı gibi hatayı kabul edip geri çekilecek yerde Bush, Kennedy’nin yapmayı reddettiği şeyi yaptı: Daha fazla askeri b irlik gönderdi ve onların gittikleri yerde daha uzun süre kalm alarını sağladı.

Bu gayet normaldir. Psikoloji terim leriyle, Bush bu şekilde düşündüğü için hatalı olamaz. Çoğumuz benzer biçimde düşünür ve davranırız. Çoğu insan hatasını kabul etm ekte, özür dilem ekte, düşüncelerim izi değiştirmekte zorlanır. Kişinin hatalı olduğunu anlaması ve bunu kabul etmesi tipik özfarkmdalıktan daha fazlasını gerektirir.

George Bush en azından yalnız değildi. Muhafazakâr Amerikan hom oklitin sarsılmaz kararlılığına liberal Britan- yalı mevkidaşı da katılıyordu.

H om oklit kişilik benzersiz biçim de ne Ortabatılı ya da Tek- saslı ya da Amerikalıdır; ne de özellikle muhafazakârdır. H om oklitler liberal, kozm opolit Avrupalılar arasından da çıkabilir. Tony Blair ve George Bush siyasi inançları ve k işisel tarzları bakım ından farklıydılar, fakat p sikolojik oluşumları bakım ından benzeşiyorlardı.

Blair klasik bir Britanya karışımıydı; Iskoçya’nm başkentinde Irlandalı bir anne ve İngiliz bir babadan olmaydı.77 Babası Leo hukuk dersi verirdi ve Leo’nun kariyeri için aile birkaç yıllığına Avustralya’ya bile taşınmıştı. Leo yoksul bir aileden geliyordu; bir üvey evlat olarak Glasgow’da büyümüştü. İk in ci Dünya Savaşı sırasında orduya katılm ış, daha sonra hukuk diploması alıştı. Hayatı boyunca sağlam bir orta sın ıf statüsü edinmek için var gücüyle çalışmış ve kendini yaratan insan olarak Muhafazakâr Parti’yle özdeşleşmişti. Nihayet Durnham kentine yerleşmiş ve kırk lı yaşlarının ortasında felç geçirm eden önce bir Tory olarak Parlam ento’ya girmek için yarışmayı planlamıştı. Leo hayatta kaldı ve iyileşti, fakat siyasi um utlanndan vazgeçmek zorunda kaldı. Tony Blair’in annesi Hazel ise dindar bir kadındı; her yaz çocuklarını tatil için Donegal, İrlanda’daki baba evine götürürdü; görünüşe bakılırsa aşırı nazik, utangaç, fedakâr bir anneydi. Tony Blair yirmi iki yaşına geldiğinde ve Oxford’a

girdiğinde, annesi kanserden öldü, aksi halde istikrarlı geçecek çocu kluk dönemi ilk darbeyi almış oldu. Leo Blair üç çocuğuna kendisinin asla yararlanmadığı bütün avantajları sağladı: Özel okullar ve sağlıklı bir aile hayatı. Tony ergenlik çağında Iskoçya’nın seçkin yatılı okulu Fettes College’a gitti. F ettes’teki katı kurallardan hoşlanmadı, çok olmasa da biraz isyankârdı. Tiyatro oyunculuğunda m ükem m eldi ve rock müziğinden hoşlanıyordu. Oxford’a gittiğinde, kendi sosyal çevresinde tıpkı Bush gibi lider oldu, gayet uyumlu ve sosyaldi. Ugly Rumours [Ç irkin Dedikodular] adında bir rock grubunda şarkı söylüyor, gitar çalıyordu; sıkı çalışıyordu ve görünüşe bakılırsa asla marihuana k u llanmayı denemedi (üniversitede olduğu 1 9 7 0 ’lerin başında marihuana kullanm ak modaydı) ve sın ıf arkadaşlarıyla bol bol siyaset ve din sohbeti yapıyordu. Arkadaş çevresi onu çok etkiledi. Bu çevrede, hayat boyu arkadaşı olacak Avusturalyalı bir M arksist ve onu babasının seküler çizgisinden ço k annesinin dindarlığını benimsemeye sevk eden Avusturalyalı bir rahip de vardı. Blair, Iskoçyalı Hıristiyan teolog Jo h n MacMurray’in yazılarıyla tanıştı. Murray hayatı boyunca başlıca entelektüel rehber olarak saygı duyacağı bir adam oldu.78 G eçm işine bakıldığında, Blair esas olarak Hıristiyan etik perspektifinden ılım lı bir İşçi Partisi sosyalizmine ulaştı. Bu sosyalizm manevi ve etik olarak yoksullukla savaşacak kadar doğru ve adildi. Blair, farklı bir sona, solcu siyasetlere bu yoldan gitti; fakat bu, George Bush’un merhametli muhafazakârlığıyla benzer bir mantığa sahipti. Bu iki adam, pek çok hom oklit gibi, dini kendi kim liklerinin merkezi özelliği olarak görüyorlardı.

Özetle, Blair klasik hom oklit kesimden geliyordu: Sıkı biçim de orta sın ıf ve oldukça dindar. Barış zamanında, b ü tün sağlıklı insanlar gibi kendi yolunda üretken ve başarılı biçim de çalıştı; insan ilişkilerinde dikkati çeken cazibesi ve

konuşm a yetenekleri sayesinde ılım lı İşçi Partisi siyasetlerinin liderliğini kazandı. Oxford’dan mezun olduktan son ra avukat oldu ve kendisi gibi avukat olan Cherie Booth’la evlendi. Eşi, işçi sınıfı ağırlıklı Liverpool’da, dindar Roma Katolik ve kararlı biçim de İşçi Partisi yanlısı bir ailede yetişmişti. 1 9 8 0 ’de, tam da Margaret Thatcher’m İşçi Partisi’ni daha bir yıl önce sandığa gömdüğü bir sırada, Tony Blair İşçi Partisi’ne katıldı ve Parlam ento’ya girmek için zemin yoklamaya başladı. Parti onu güvenli bir Tory bölgesinde kendini feda edecek şekilde aday yaptı; Blair kaybetti. Daha sonra, 1 9 8 3 ’te Sedgefield’deki yeni seçim bölgesi için uygun adaylar arayan İşçi Partisi liderlerine yanaştı. Bu seçim bölgesi için bir İşçi Partisi sandalyesi garantiydi. Pek çok aday orası için can atıyordu. Blair yerel parti bürolarının kapılarını çaldığında, Avrupa Kupası m açlarını izlemeye dalmış beş altı kişi tarafından selamlandı. O adamlardan biri, Jo h n Burton, Blair’in hemen oturup neşeyle maç seyrettiğini, b iraları ve çerezleri paylaştığını hatırlıyordu.

Blair kariyerinin bu belirleyici siyasi yarışını kelim en in tam m a n a s ıy la bir bira testinden geçerek kazandı.

Burton şöyle diyordu: “Bizi kazanan onun tarzıydı. Öyle bir hali vardı ki, seçim lerin kazanılacağını içgüdüsel olarak biliyordum. Kafa denkliği vardı.”79 H om oklitler kendilerinden olanı tanıyorlar ve h om oklit kitlelerin onlara aynı şekilde karşılık vereceklerini biliyorlardı.

Blair garantili olan Sedgefield sandalyesini aldığında, İşçi Partisi’nin iç siyasetleri üzerinde odaklanabildi. Özellikle Neil K innock’un parti lideri olmasından ve onu m odernleştirmeye başlamasından sonra hızla ilerledi. K innock, sadece işçiler üzerinde odaklanan sendikacılar yerine, partiyi orta sınıfların ihtiyaçlarını daha fazla karşılam ak için yönlendirme hamlesine başladı. Blair ve P arlam entonun diğer genç üyesi Gordon Brown, K innock’un ekibini oluşturan, sırasını

bekleyen genç liderlerdi.80 İçi Partisi kaybetmeye, Blair ile Brown parti içinde yükselmeye devam etti ve nihayet parti lideri Jo h n Smith’in 1 9 9 3 ’te ani ölümünün ardından Blair yeni lider olarak seçildi. 1 9 9 7 ’de partisi nihayet kazandı.

Bush gibi, Blair de bir barış ve bolluk zamanında, m uhalefet partisinden, İngiliz kamuoyunu sempatik kişiliği ve ılım lı siyasetleriyle ikna ederek iktidara geldi.81 İşçi Partisi neredeyse yirmi yıl kadar iktidardan uzak kalmıştı. Mar- garet Thatcher, klasik refah siyasetleriyle halkın tepkisini çekerek Britanya toplumunu yeniden oluşturmuştu. Blair “Yeni İşçi Partisi”ni cazip hale getirm enin yolunu bu ldu. Bili Clinton’un Reagan’ın retoriğini ( “büyük hüküm et çağı sona erm iştir”) benim sem esi gibi, Blair de Britonlar’ın değer verdikleri (Ulusal Sağlık Hizmeti gibi) refah devleti özelliklerini şefkatli bir tutumla desteklerken, önceki siyasetleri kabullendi. Blair sevimli, nazik, merkezci, hatta dindardı - hom oklit özellikleri. Beklentilerin ötesinde başarılı oldu, modern zamanlarda üç kez seçilen yegâne İşçi Partisi lideri, on yıl boyunca (1 9 9 7 - 2 0 0 7 ) Büyük Britanya’nın lideri oldu. Seçim başarılarını önem li siyasi başarılar kazanmak için kullandı. En dikkati çek ici başarıları, yorucu müzakerelerle Ortadoğu’da ve Kuzey İrlanda’da kalıcı barışla sergileyecekti. Basın sözcüsü Alastair CampbeH’in anılarında bir hamlede özetlediği gibi, “Sadece Kuzey İrlanda’da sağlanan ilerlem e bile tarihin tanıklığında anlaşılm alıd ır... Fakat başkaları da vardı: Bağımsız bir İngiltere Merkez Bankası, bir Iskoçya Parlamentosu ve Galler M eclisi, seçilm iş belediye başkanlan, reformdan geçirilm iş bir Lordlar Kamarası, yenilenm iş kentler, tam istihdam koşullarına yaklaşma, asgari ücret uygulaması, reformdan geçirilm iş okullara ve hastanelere artan yatırım .”82 Ve meşru biçim de başarıları sürüp gider.

Diğer pek çok hom oklit lider gibi, Tony Blair de -siy a si hayatının en büyük krizinden ö n c e - dikkate değer bir başarı öyküsüydü.

Bütün bunlar 11 Eylül’den sonra değişti. Burada Blair’in hom oklit zihniyetine ilişkin pek çok bulguya rastlıyoruz, zira, daha önce de belirtildiği gibi, anılarında bu konuya yüz sayfadan fazla bir bölüm ayırır (Bush’un iki sayfasına karşılık).

Temel sorun 11 Eylül krizine nasıl karşılık vereceğidir. En azından, anılarında açıkladığı kadarıyla Blair tamamen gerçeklikten kopmuş değildi; diğer akılcı tutumları en azından kavrayabiliyordu (George Bush’un açıktan yapmadığı bir şey). Blair, 11 Eylül’ün “ancak” iki şekilde ele alınabileceğini teslim eder: Birincisi, Taliban ve Saddam’ı iktidarda bırakarak, ekonom ik ve askeri yaptırımları sürdürerek ve güçlendirerek sorunu “yönetm ek” idi. Blair buna “yumuşak güç” der; Gandi ve King buna şiddet içermeyen direniş diyebilirlerdi. Blair yakın olduğu bu tutumun akılcı olduğunu kabul eder; “Bazıları aslında bu stratejiyi savunuyordu (1 2 Eylül’de çoğu böyle yapmadıysa da).83 Bunu reddetmiyorum. Bizim fiilen yaptığımız şeye doğru alternatif b u d u r... Bu durumda savaşmak için kışkırtılacaktık; ve bu kışkırtmaya direnecektik.” King’in tekrar tekrar övdüğü şey tam da bu değil midir? (Bu bize Ocak tatilinde olanlara ilişkin yazılanlara rağmen, dış politikada King’in ilkelerini gerçekten izlemenin bizim için ne kadar zor olduğunu hatırlatır.)

Diğer seçenek, en güçlü biçim de ve saf anlamda Dick Cheney’n in savunduğu “sert-güç” yaklaşımıydı; Blair ile Bush’un izledikleri yol buydu. Blair bu kez şöyle der; “Ö teki yol, bizim seçtiğimiz yol, onunla [terörizm] askeri olarak yüzleşmekti. Bunun doğru seçenek olduğuna hâlâ inanıyorum, fakat maliyetler, etkiler ve sonuçlar herhangi birim izin, kesinlikle benim de, o gün kavrayabileceğimizden çok

daha büyüktü.”84 Blair bunun sadece ve saf anlamda askeri bir karar olmadığını artık bildiğini söyleyerek devam eder; “je o p o litik bağlam ” gerektiriyordu; “ulus inşası”nı, Bush’un daha önce dalga geçtiği, Blair’in ise şimdi tam olarak kabul ettiği şeyi gerektiriyordu.

Böylece dönüp dolaşıp aynı noktaya, Blair’in gözde tarihi atalarından birinin dış siyasetine geliyoruz: W illiam Gladstone’un on dokuzuncu yüzyıl liberal emperyalizmi.85 2 0 0 4 yılında gazeteci Philip Stephens’e verdiği bir röportajda, Stephens “pek ço k kişiyi, hatta kabinedeki yakın m eslektaşlarını bile şaşırtan şey, İrak konusunda doğru yaptığına kesinlikle inanm asıydı,” diye kaydettikten sonra, Blair’e Hıristiyan inancı temelinde yaptığı şeyi “ahlaki” bulup bulmadığını sordu. Blair, Hıristiyanlığa gönderme yapmaktan kaçındı, fakat “benimsediğiniz değerlere uygun davranman ız” gerekir, dedi. Saddam’m aşırılıklarını ve tiranlığını, o sırada “ölen binlerce çocuğu” anlatarak devam etti. “Biz m üdahaleciyiz,”86 diyerek gerçeği kabul etti; eğer Irak’ta ya da Sierra Leone’de ya da Zimbabve ya da Burma’da insanlar ölüyorsa, “ilerici bir siyaset adamı” olarak bunu umursayacağını söyledi. Verdiği yanıtın biraz aceleye geldiğini anladı, saydığı ülkelerden sadece petrol zengini olanını işgal etmişti. “Elbette, yapabileceklerinizin bir sınırı olacak,” dedi. “F akat bizim değerler sistemimiz keskin hatlı olmak zorunda, sadece yumuşak olamaz.”

Blair bir ölçüde açık fikirli olmayı sürdürüyordu: “Hangisinin [hangi seçeneğin] doğru olduğunu kim bilir? Hiç kimse. Ancak daha sonra anlayacağız... Böyle durumlard a ... yegâne yol içgüdüleri ve inançları izlemektir. Bunun dışında yapılacak bir şey y ok .”87 Bu doğruydu. Sorun, böyle durumlarda, kriz koşullarında, h om oklit liderin içgüdülerinin ve in ançlan nın yanlış olana eğilim göstermesidir. Aynı durumlar, zihnen hasta lideri -d e p re sif gerçekçi, yaratıcı

m a n ik - uygun içgüdüleri ve doğru inançları uygulamaya yöneltir.

Bush’un aksine Blair konuşm ayı ve kendini haklı çıkarma çabasını sürdürür: “Bütün o yıllarda ve savaş sürerken insanlar duruma bakarlar ve sorarlar: Nerede yanlış yapıldı? Bu soru fazla ‘yanlış giden’ bir durumun olmama olasılığını, mücadelenin doğası gereği dolam baçlı olduğunu ve zaman içinde evrildiğini göz ardı eder.”88

Sonunda Tony Blair kesin bir sonuca varmıştır. Onun anlayışına göre, hatası verdiği kararda değil, bu kararın alınmasındaki özgün akıl yürütme biçimdeydi. Onu teröristlere, İslam dünyasındaki küçük bir gruba gösterilen bir tepki olarak savunmuştu. Irak ve Afganistan’daki kanserin alınması halinde, diye düşünüyordu, sağlıklı Islami gövde gayet iyi tepki verecekti. Fakat kanser, tek bir hamleyle, kesin bir operasyonla yerinden çıkarılabilecek tek bir tümörden oluşmuyordu. Nerede başlayıp nereden bittiği belli olm ayan İslam dünyasının tamamına metastaz yapmış yaygın bir kütleydi. Kanseri kesip çıkarm ak “norm al” Müslümanlara da zarar vermeyi gerektiriyordu: “Korkarım ki savaş küçük, temsil gücü olmayan bir aşırılar grubu ile bizler arasında d e ğ il... Aynı zamanda, zihin, yürek ve İslam ’ın ruhu için verilen temel bir m ücadele.”89 Verdiğimiz karar için yaptığımız akıl yürütmeyi sürdürmek başkalarını da suçlamamızı gerektirir. Sorun Müslüman aşırılar değil, İslam’ın kendisiy- di. Sık sık “İslam faşizmi”ni kınayan George Bush bu yaklaşım ı kabul ederdi.

Tony Blair’in biyografisi, Roy G rinker’m araştırmasından alınm ış bir vakayı andırır. O da sosyaldi, fakat a şın biçim de dışa dönük (FD R ’n in aksine) değildi; sakindi, fakat aşırı ya da az kaygılı değildi, meraklıydı fakat risk alan biri (JF K ’nin aksine) değildi. Dine yönelik hevesli tutumu bile hom oklit psikolojiyle tutarlıdır.

Ö zetle, Tony Blair zihinsel bakımdan sağlıklı, hom oklit bir liderdi. Zihinsel bakımdan sağlıklı olmadığına ilişkin iddialara, akıl hastalığına bağlanan leke temelinde, haklı olarak itiraz eder: “Savaşa karşı çıkan dostlar benim inat ettiğimi; diğerleri, fazla dost olmayanlar ise benim kuruntulu olduğumu düşünürler. Her ikisine de şöyle diyebilirim: A çık görüşlü o lu n .”90 Ben ise her ikisine, vardığınız son uçlar doğru, fakat öncülleriniz yanlış, derdim. Siyasi düşmanları Blair’de yanlış bir şeyler olduğunu düşünürler: Ahlaki, siyasi, psikolojik. Blair siyaseten hatalı idiyse, bunun sebebi herhangi bir zihinsel anorm allik değildi. Tony Blair’in pek çok sorunu vardı, fakat akıl hastalığı bunlardan biri değildi. Esas sorunu belki de, tıpkı Bush gibi, üzerinde kalan krizlerle baş edebilm ek için zihinsel bakım dan fazla sağlıklı olmasıydı.

Blair ve Bush, gerek o zaman gerekse günümüzde uğradıkları kınamalara göğüs gererek, birbirini “dürüst” olmakla överler. Bu m antık dışı olmayabilir. Aslında, siyasi cesaretin ne anlama geldiğini anlatan P rofiles in C ou rag e [C esaretli P r o fille r ] adlı kitabı yazan kişi Jo h n Kennedy’den başkası değildi. Buna göre cesaret şuydu: Popüler olanı değil, doğru olanı, insanların çıkarlarına en uygun olanı yapmak. Fakat Bush ve Blair yanılmış olsalar da, gösterdikleri m etanet dürüstlüğün ve siyasi cesaretin bir ölçüsü değildir. H ubristir. 1 9 7 0 ’lerin sonunda kurulan İşçi Partisi hüküm etinde Dışişleri Bakanı, 1 9 8 0 ’lerde Sosyal Dem okrat Parti’nin kurucusu ve lideri, iyi yetişm iş bir hekim ve nörolog olan David Ovven’ın vardığı sonuç böyledir. Son yıllarda Owen yirm inci yüzyılın, kendisinin de kişisel olarak tanıştığı ve bildiği siyasi liderlerin sağlığı ve hastalıkları hakkında k itaplar yayımlamıştır. In S ickn ess an d in P ow er [H a s ta lık ta ve İ k tid a r d a ] başlıklı kitabında 18 Aralık 1 9 9 8 ’de Tony Blair’le

yediği bir akşam yemeğini anlatır. İki adam ve eşleri, Dow- ning Street 10 Numara’nm mutfağında bir masanın çevresinde toplandılar. Başkan Clinton ile Başbakan Blair’in ortak karanyla dört gündür süren İrak bom bardım anının üçüncü gecesiydi. ABD ve İngiltere, Irak’taki hedeflere 6 0 0 ’den fazla bomba bırakm ış, Irak Cum huriyet Muhafızları’nm yaklaşık 1 4 0 0 ’ünü öldüren 4 1 5 cruise füzesi fırlatmışlardı. O sırada Kongre, Saddam Hüseyin’in devrilmesini isteyen bir karar tasarısını kabul etmişti. Owen, Irak ve AB bölgesinde ortak para birim ine ilişkin ayrıntılı bir tartışmayı içeren kapsamlı bir sohbet yaptıklarını hatırlar. Sohbet sırasında Blair saygılı ve düşünceliydi; iyi bir dinleyiciydi. 2 0 0 2 yılının Temmuz ayında, iki çift aynı ortamda, yine bir akşam yemeğinde bir araya geldi. İnsanlar aynıydı; oda aynıydı; yiyecekler benzerdi. Fakat sosyal etkileşim m uhtem elen çok farklı olmuştu. Ö nceki yemeklerinden o zamana kadar geçen süre içinde Blair vejetaryen bir lider olmuştu; beş yıldır görevdeydi ve Irak’ta yaklaşan savaşın planlanmasıyla uğraşıyordu. Koşullar benzer olsa da Blair önemli ölçüde değişmişti. Artık dinlemiyordu; Irak konusunda benimsediği görüşlere ters düşen bakış açılarını dikkate alm ıyordu. Açık fikirli olm anın yerini kapalı nöral patikalar almış gibiydi. Bu dönüşüm, Owen’i şaşırttı; arabalarına binip evlerine dönerlerken, eşi Blair’i, “Mehdi gibi,” diye tanımlayarak durumu özetledi. O sıralarda pek kullanılm ayan bu terim, daha sonra yaygınlaşacaktı. 1 9 9 8 ’in Blair’i, Britanyalı seçm enin arzularını derinlem esine araştırmış gayet gerçekçi bir siyaset adamıydı. 2 0 0 2 ’nin Blair’i ise gerçek olanıyla keskin bir karşıtlık içinde olan bir dünyada yaşayan bir başbakandı ve bu kez uyumsuzluğu artık değerlendiremiyor ve m üttefiklerinin bu konuda söylediklerini bile işitm ek istemiyordu, ik i akşam yemeği arasında Blair’e ne olmuştu?

Bu sonuç ancak Altın Saçlı Kız ilkesi temelinde kestirilebilir. Yanılsamanın fazlası tehlikelidir ve kişinin tehlikeli eğimde kayıp düşmemesi için çaba harcaması zorunludur. Psikolog Shelley Taylor gerçek dünyayı dikkate alır: Bizi çevreleyen dünya çok hayalci olmaya başlasak bile bizi düzeltecektir. Dostlardan ve katı gerçekliğin kendisinden olumsuz tepkiler almaya başlarız; bunlar bizi engellerle cezalandıracaktır: “Dünya, hayallerin fazla aşırıya kaçm asını önleyebilen fiziksel ve sosyal tepki kaynakları sağlar.”91 Eğer başbakan değilseniz.

David Owen bunun “Hubris sendrom u” olduğunu hatırlatır ve bir iktidar bozulması olduğunu düşünür.92 Liderleri on yıllarca uluslararası siyasetin en yüksek saflarında gözlem lem iştir ve uzun süre iktidara maruz kalm anın bu insanların çoğunun eleştiriyi kabul etme ya da kendi inançlarına ters düşen olayları doğru biçim de yorumlama konusunda isteksiz olduklarına, hatta bunu yapamadıklarına inanır. Hubris sendromu, yönetim de kalma süresine ve yönetim in mutlaklığma göre ağırlaşır. Owen, depresyon, mani ya da anormal kişilikten tamamen bağımsız olan bu sendromun özgül n iteliklerini de saptamıştır. Owen’e göre bu türden liderler karşıt görüşlere tepkisiz olurlar, sadakat gösteren “b iz ”le konuşurlar, tarihin ya da Tann’nın doğru bir yargıda bulunacağını farz ederler, kamuoyunu göz ardı ederler, muhalifleri aşağılarlar ve aksini gösteren bulgulara rağmen kendi inançlarını katı biçim de savunurlar.

Çevremizdeki insanlar ve olaylar, normal olarak dünyanın durumuna ilişkin ço k fazla yanılsama geliştirmemizi önlerler. Eleştiriyi işitiriz ya da özel bir duruma yaklaşım ımızın yanlış olduğunu gösteren engeller yüzünden acı çekeriz ve çizgimizi elimizden geldiği ölçüde düzeltiriz. Fakat liderler yanılsamalarını yararlı biçim de sınama şansından genellikle yoksundurlar. Konum ları onlara olumsuz m esaj

ları göz ardı etme gücü verir ya da -d a h a büyük olasılıkl a - ilk anda bu mesaj la n alma olasılıkları düşüktür. İktidar koridorlarında evet-efendim ciler boldur. Liderler bir kez ik tidara geldiklerinde, dünya onlara giderek daha az gerçekçi tepki verir ve bu türden olumsuz tepkileri baskı altına alma ya da reddetme gücünü daha iyi gösterebilirler.

Depresif gerçekçiliğe ilişkin incelemem izde, daha önce gördüğümüz gibi, zihinsel olarak sağlıklı insanlar olumlu yanılsamaları -k e n d ile rin in ve dünyanın aslında göründüğünden daha iyi olduğuna in a n ç - nedeniyle dünyanın verdiği sancıların bir kısmından tecrit edilirler. Genel olarak konuşm ak gerekirse, olumlu yanılsama iyi bir şeydir, fakat iktidarın olumlu yanılsamayı Hubris sendromuna varacak şekilde büyüttüğüne inanıyorum. Bu örnekte, yine Altın Saçlı Kız ilkesini uygulayabiliriz: Biraz yanılsama yararlıdır, fazlası ise tehlikelidir -h o m o k lit lider için, özellikle de onun önderlik ettiği toplum için. Hubris sendromunun çeşitli olası panzehirleri vardır- sınırlar ve “güçler ayırım ı” pek çok dem okrasinin liderin yetkisini sınırlam ak için kullandıkları iki yöntemdir. Fakat bu türden önlemler de tek başına her zaman etkili değildir. Bir diğer olası panzehir, zihinsel olarak fazla sağlıklı olmayan bir lidere sahip olmak olabilir. Depresyondan mustarip olan insanlar da onları ik tidarın yanılsamaya yol açan etkilerinden korum ası gereken bir depresif gerçekçilikten yararlanırlar.

Bizzat Tony Blair [T B ], Dr. Owen’in teşhisini dolaylı olarak doğrular:

“1 9 9 7 ’nin TB’si ile 2 0 0 7 ’nin TB’si arasındaki farklılık şuydu: 1 9 9 7 ’de geniş bir yelpazeye yayılmış bu m uhalefet karşısında, rüzgârı arkama alırdım. Bunu artık yapamıyor- dum. Beni güzergâhta tutacak tek yol olduğunu düşündüğümde o rüzgâra kapılmaya hazırdım. Kamuoyuyla “temas halinde olm ak” artık çoban yıldızı değildi. “Doğru olanı yapmak” onun yerini alm ıştı.93

Bush ve Blair norm al insanlardı; N ixon da genellikle öyleydi; sıklıkla anorm al olduğu farz edilen son bir liderler grubu da öyleydi: Naziler. Bipolar hastalığı bu kitabın teziyle tutarlı olan H itler’i yukarıda tartıştım. Başlangıçta ona yardımcı olan bu hastalık, damardan amfetamin tedavisiyle geçen yılların ardından zararlı hale geldi. Ö teki Nazilere gelince. Onlar hasta adamlar değiller miydi?

Nuremberg duruşmalarında Müttefikler, iki düzine Nazi liderlerini pek çok psikiyatr ve psikologun iki yıl boyunca kapsamlı kişisel m ülakatlar ve psikolojik testlerle süren değerlendirmesine tabi tuttular. Bu değerlendirmeler Nazi liderlerinin, akıl hastası olmayan, zihinsel olarak sağlıklı, normal insanlar olduklarını ortaya koydu. Bu sonuç Han- nah Arendt’in kötülüğün sıradanlığı tezinin sıradan doğrulanması olarak da görülebilir. Eğer öyleyse, bu durum bize en azından şunu söyler: H içbir Nazi lideri, intihar eden ve bu yüzden Nuremberg’de yargılanamayan üç kişi (Hitler, Himmler ve G oebbels) dışında, akıl hastası değildi. Normal oldukları saptananlardan oluşan listenin etkileyici olmadığı söylenemez: Hermann Goering (Luftwaffe’nin şefi), Jo a c - him von Ribbentrop (Dışişleri Bakanı), Franz von Papen (Şansölye Yardım cısı), Hans Fritzsche (G oebbels’in baş yardım cısı), Alfred Rosenberg (Nazi gazetesinin editörü), Rudolf Hess (H itler’in sekreteri, 1 9 2 3 ’te cezaevi arkadaşı ve başından itibaren Nazi partisinin bir lid eri), Albert Speer (silahlanm a şefi ve daha önem lisi Hitler’in ilk hedefine uygun biri, önem li bir mim ar) ve Hitler G ençliği’nin lideri, adalet ve ekonom i bakanlan, işgal edilen Polonya ve Avusturya valileri gibi diğerleri. Nazi trajedisinin liderliğin bü yük bir bölüm ünün akıl hastalığım yansıttığına inamlıyor-

sa, bu Nazi liderlerinin en azından bir kısm ının akıl hastası olması gerekirdi. Hiçbiri akıl hastası değildi.

Bu adamların zihinsel sağlığının tutarlılığı özellikle o n ları inceleyen psikiyatrların birini, Dr. Douglas Kelley’yi rahatsız etti. Kelley, mahkûmlarla yakın ilişkiler geliştirmişti ve onların Nazizm sürecinin tamamını anlamayı zorlaştıran normal adamlar oldukları kanaatine vardı. Mesela Goering, Hitler’den sonra ik in ci adamdı ve asılmadan hem en önce potasyum siyanid alarak intihar etmişti. Uzun değerlendirmelerden sonra Kelly, onun “sinik ve m istik kadercilikle dolu” olmakla birlikte, “norm al bir sıradan k işilik ”e sahip olduğu sonucuna vardı.94 (G oering’in IQ ’su “deha” düzeyi olan 140 ve üstüne yakın, 138 idi; Nuremberg’deki Nazi liderler arasında lQ ’su en yüksek üçüncü kişiydi.95 O n dokuzuncu yüzyıl biyologu Sir Francis Galton’un tezine göre, zekâ büyüklüğün belirtisiydi.) Kelley başka yerde görevlendirildiğinde, Goering ona armağan olarak imzalı bir fotoğrafını vermiş ve grubun entelektüel lideri Alfred Rosenberg ona bir veda mektubu yazmıştı: “Ekselansları Binbaşı Kelly! Bizi Nuremberg’de bırakarak ayrılacak olmanızı esefle karşılıyorum , benim le birlikte cezaevinde bulunan arkadaşlar da üzgün. İnsanca tutumunuzdan ve b iz im dürtülerimizi anlama çabanızdan ötürü size teşekkür ediyorum .. ,”96 Asılmadan hem en önce Goering bir potasyum siyanid kapsülü alarak intihar etmeyi başarmıştı. On yıl sonra, Dr Kelley de aynı yöntemle kendisini öldürdü.

Okurlara bu gözlemlerin tem elini oluşturan bulgulara dair bir fikir verm ek için şimdi Nazi liderlerine uygulanmış Rorschach testlerinin sonuçlarını kısaca betim leyeceğim .97 Freudcu yorumlara açık olmakla birlikte R orschach testleri farklı gruplar arasındaki son uçlan karşılaştırarak betim sel olarak yorumlanabilir. Nazi Rorschach’la n on yıllarca ya

yımlanmadı ve sonuçlar ilk kez pek çok akıl hastalığını b ildirmek için kullanıldı. “ [Yazarlar] tartışmasız biçim de ‘Na- ziler psikolojik olarak normal ve sağlıklı kişiler değildiler’ sonucuna varm ışlard ır... Birkaç istisna dışında [onlar] Nazi liderlerini tehlikeli psikopatlar, oportünist hainler, m ilyonlarca Yahudi’nin ve Nazi terörünün diğer kurbanlarının katledilmesinde oynadıkları araçsal rollerden ötürü h içbir gerçek suçluluk duygusu hissetm eyen, ahlaki ve duygusal bakımdan çökmüş bağnazlar olarak betim lerler.” Bu ilk rapor, bir başka psikolog Nazilerin kim liklerini gizleyerek ve psikiyatrik hastalar ile normal kontrolleri karıştırarak testleri “körleştirdiği” zaman itibarını kaybetti. Körleştirilm iş uzmanlar Nazi testlerini diğer ik i gruptan ayıramadılar; Nazilerin sonuçları bazen p atolojik olarak görüldü, fakat diğer zamanlarda tamamen norm al, hatta övgüye değer biçimde uyumlu olarak betimlendi. 1 9 7 6 ’da yapılan bir başka analiz, Nazi sonuçlarını diğer kontrol gruplarıyla karşılaştırdı: Şizofreni ve depresyon hastaları, 1 9 3 0 ’larm sıradan Alman suçlularından bir örnek, Kansas eyalet polislerinden oluşan bir normal kontrol grubu ve 1 9 7 0 ’lerin tıp öğrencilerinden oluşan ik in ci bir norm al kontrol grubu. Ortalama Nazi lideri az empati, çok pozitif duygu (ö rn ., özgüven, özdeğer, mutlu ruh hali) ve norm al miktarda olumsuz duygu (örn ., keder, öfke) gösteriyordu. Ortalama Nazi liderinin toplam bilişsel tarzının “bütünleyici/holistik” olduğu düşünülüyordu (başka deyişle, m ürekkep lekesini parçalarını çözümleyerek değil, bir bütün olarak yorumlama eğilimindeydi). En önem lisi, psikiyatrik ve antisosyal kontrol gruplarıyla kıyaslandığında Nazi liderler h içb ir psikoz bulgusu göstermiyorlar, pek az antisosyal kişilik özelliği gösteriyorlardı. Aslında, onlara en yakın olan grup “norm al” Kansas eyalet polisleriydi.

Bazı Nazi R orschach sonuçlarında (beşinde) bulunan,

diğer grupların hiçbirinde bulunmayan en olağandışı tepki, araştırm acıların “ü rkütücü” dedikleri şeydi. Hayvan biçim li mürekkep lekeleri arasında sadece Nazilerin bukalemun gördükleri bildirildi. Belki de bu, iktidara uyum sağlama eğilimini gösteriyordu (beş bukalem un Nazi’den dördü duruşmada beraat etti).

Özetle, Nazi liderler gayet normaldiler. En ço k Amerikan eyalet polislerine benziyorlardı. Bu bulgu, Nazi ideolojisine dair özgül bir şeyden ziyade, başkaları üzerinden iktidar arayışında olan insan tipi hakkında daha çok şey söyleyebilir.

Nazi liderlerin test yapanlan aldatıp aldatmadıkları ya da kendilerini mahkemede iyi gösterme düşüncesiyle b ilinçli olarak malzeme sağlayıp sağlamadıkları sorulabilir. Bu mümkündür, ancak antisosyal özelliklere bakıldığında, 1 9 3 0 ’lardaki Alman suçlularının da benzer dürtülere sahip oldukları görülür. Gene, bir kişinin gerçekten psikozu varsa, bunu gizlemesi oldukça zordur. Depresyon ve daha küçük ölçekte mani bir ölçüde bilin çli biçim de m askelenebilir, fakat burada bile bütün belirtileri en aza indirme konusunda tam bir başarı zordur.

Nazi kötülüğünün talihsiz norm alliğinin bir yönü, zihinsel bakımdan sağlıklı h om oklit liderlerin çoğu gibi, Nazilerin de kendi hatalarından, açık başarısızlıklarından öğrene- memeleriydi. Nuremberg duruşmalarının yargıcı, FD R’nin eski arkadaşı Robert Ja c k so n bu durumu şöyle betim ler:

“Bu adamların sadece birinden savaşın başlamasına yaptığı katkıdan ötürü pişm anlık duyduğunu işittim . Yegâne pişm anlıkları savaşın kaybedilmesiydi. Sanık sandalyesinde oturan yirmi bir adam, ne kamuya açık tanıklıkları sırasında ne de özel sorgu sırasında tek bir nedamet ya da düzelme belirtisi gösterdi. Hiçbiri Yahudilerin ya da Kilise’nin uğradığı zulmü kınamadı; sadece kişisel sorumluluğu silmeye

çalıştılar. H içbiri toplama kam plarının kurulm asını lanetlemedi; aslında, Hermann Goering bunların yararlı ve zorunlu olduğunu söyledi. Serbest kalm ası ve muktedir olması halinde, aynı şeyleri bir kez daha yapmayacağını söyleyen tek bir kişi yoktu.98’’

Psikiyatr Robert Lifton, Nazi doktorlarla yaptığı pek çok mülakatta üst düzey liderlerin zihinsel bakımdan sağlıklı, hatta pek ço k bakım dan hayranlık uyandıncı olduklarını öne sürer. Mesela, önem li bir akademik hekim olan, aristokrat bir aileden gelen, en iyi üniversitelerde okuyan, Hitler’in doktorlarından Kari Brandt, akıl hastalarına uygulanan tıbbi ötenazinin lideriydi. Fakat Nazi karşıtı liderler bile ona büyük saygı duyuyorlardı. Biri şöyle diyordu: “Profesör Brandt’ı bir suçlu gibi gösterm emelisiniz, o daha ziyade bir idealisttir.”99 Lifton’m m ülakat yaptığı herkes, onun “edepli, düzgün ve güvenilir” olduğunu söylüyordu. “Kendisini yakından tanıyan bir doktor onu ‘yüksek düzeyde etik bir k iş i... bugüne kadar tanıdığım en idealist hekimlerden biri’ diye anlatıyordu.” Lifton, Brandt’ı “düzgün Nazi”nin prototipi olarak gördü: Kişisel ilişkilerinde etik, dürüst ve “kaba Naziler”in aşırılıklarına karşı. A ncak düzgün de olsa Nazi, Nazi’ydi; ırksal hijyene inanıyordu ve Hitler’in soykırım uygulamasının aleti olmuştu. Nuremberg duruşmaları b o yunca Brandt, Hitler’i ya da Nazizm’i asla reddetmedi; savaş sona erdiğinde, Hitler intihar etmediği için onu kınadığında bile bunu yapmamıştı. 1 9 4 8 ’de idam edilmeden hemen önce, Brandt inatla şu son sözleri söyleyebildi: “Her zaman kişisel kanaatlerime dayanarak ve vicdanım ın sesini dinleyerek savaştım ve her ne yaptıysam dik durarak, dürüstçe ve açıkça yaptım .”

Hubristen mustarip hom oklit lider başarısızlığı nadiren kabul eder. Eğer bu türden kötülük yaygın olma anlamında sıradan ise buna ilişkin farkmdalık da pek yaygın değildir.

Lifton, bu hom oklit liderler olmasaydı, Nazi kitle katillerinin asla var olmayacakları sonucuna vardı. H om oklit kavramı bilim sel olarak doğruysa, evrensel olarak uygulanabilir. Alman nüfusu dahil bütün halk kitleleri, tanımı gereği hom oklittir. Burada psikolojik özelliklerin is- tatistiki ortalaması söz konusudur; bu ortalama da bilimsel bir akıl sağlığı tanımı oluşturur. Ö nceki bölümlerde açıklandığı gibi, onların esas zayıflığı, demagoglar tarafından manipüle edilebilen uyumluluklarıdır; kendilerini bu ma- nipülasyonlara uyum sağlamaktan ve böylelikle daha iyi bir dünyanın yaratılabileceği düşüncesinden alamayacak kadar esnektirler. Öte yanda, göstermeye çalıştığım gibi, çoğu Nazi lider sadece takipçi olmadıkları gibi, akıl hastası da değillerdi; gerçekten inançlı insanlar, ideologlar, akılcı fanatiklerdi; fakat psikiyatrik açıdan bakıldığında zihinsel olarak sağlıklıydılar.

Sıradan insanların Hitler’i ve Nazileri akıl hastası olarak görmeleri doğaldır, ancak tarihçiler Hitler ve Nazi liderlerin zihinsel durumlarına ilişkin yargılar ne olursa olsun, bu nların ahlaki sonuçlarıyla mücadele etmişlerdir. En kolayı bu konudan kaçınm aktır, çoğunun yaptığı da budur. H itler’i ve Nazi liderleri az çok normal ve kendi eylemlerinden sorum lu olduğunu, bu durumun Alman halkı için de geçerli olduğunu farz ederler. Hitler bir akıl hastası olsaydı, bir günah k eçisi yapılabilirdi ya da bir bakıma işlediği suçların sorum luluğundan kurtulabilirdi - nihai akıl hastalığı savunması.

Bu basitleştirici bir hatadır. Ahlaki sorum luluk yoksunluğuyla akıl hastalığının varlığı teşhisinde bulunm ak, akıl hastalığının ne olduğuna dair tam bir bilgisizlik ifadesidir; ama gene de bu varsayımı Hitler ve Nazilere ilişkin belli başlı tarihi eserlerde buluruz.100 Kişide akıl hastalığı, hatta şizofreni gibi en ağırı olabilir, ama gene de bu, yasal masumiyet standardı sağlamaz. Aslına bakılırsa, vakaların büyük

çoğunluğunda, işledikleri suçun ağırlığına bakılmaksızın akıl hastaları kendi eylemlerinden yasal olarak sorumlu tutulurlar. Akıl hastalığının tıbbi ve y a s a l anlamları hiçbir şekilde örtüşmez.

Tıbbi olarak Adolf Hitler, yıllarca süren damar içi amfe- tamin tedavisiyle dikkati çekici biçimde ağırlaşan bipolar bozukluğu ve pek çok anormal kişilik özelliği olan bir akıl hastasıydı. Legal olarak ne yapmakta olduğunu biliyordu ve kasıtlıydı; dolayısıyla, akıl hastası olmasına, hastalığını ağırlaştıran bir tedavi görmesine rağmen, bütün eylemlerinden tam olarak sorumluydu. Tarihçi Martin Kitchen’m gayet iyi betimlediği gibi, tarihsel suçlarına bakışta psikolo jik açıdan Hitler’in lehine olan h içbir güçlü yasal kanıt yoktur.101 Fakat bu olgu, onun ruhsal epizotlarının ya da damardan amfetamin tedavisinin gerçekliğini, bu hastalığın ve tedavinin onun davranışları üzerinde yarattığı etkileri değiştirmez.

Hitler olmasaydı H olokost da olmazdı denilm iştir.102 Ancak Hitler Nazi rejim ini tek başına yaratmadı ve sürdürmedi. Diğer pek çok Nazi liderinden yardım gördü. Bu liderler, artık biliyoruz, zihinsel bakımdan gayet sağlıklıydılar. Onlar h om oklit liderler, gerçekten benim sedikleri bir ideolojiye adanmış taraftarlardı. Sıradanlık bu olguya haklılık kazandırmaz. Diktatörün müritleri olmalarına rağmen, bu Nazi liderler Nazi rejim inin büyük bir bölümünde tam bir eylem özgürlüğünden yararlandılar. Hitler’e gerekliydiler, onun gözü, kulağı, kolu ve eliydiler. İkinci sın ıf Nazi liderler olmadan hiç kimse böylesine totaliter bir devleti yönetemezdi. Şu paradoksla yüzleşmek durumundayız: Onlar kötü yaratıklardı, fakat zihinsel bakımdan sağlıklı, normal homoklitlerdi. Buradaki “hom oklitler” terim inin bu türden canavarlar için değil, sadece G rinker’ın YMCA’daki öğrencileri gibi kibar, düzgün insanlar için kullanılm ası gerektiği

düşünülebilir. Fakat pek ço k Nazi lider de hayatlarının b ü yük bölümünde kibar, düzgün insanlardı. Bu rahatsız edici olasılık, insan psikolojisine ilişkin tehlikeli bir hikm eti de içinde taşıyor olabilir: En sağlıklı olanlarım ızın bile içinde pusuda bekleyen bir şiddet vardır.

Ve Alman halkını da ipten kurtaramayız. Çoğu tarihçi Hitler ve Nazilerin daha geniş toplumsal ortamları içinde anlaşılması gerektiğini haklı olarak öne sürecektir. Burada söz konusu olan Alman hom oklit kitleleridir. K itleler topluluk ve uyum özlemi içinde ve bir üstün manik-depresif lider karizmasına karşılık verecek durumda oldukları ve ikinci sın ıf hom oklit liderler tarafından kışkırtıldıkları, başka ülkelerin orada olup bitenlere tepki göstermedikleri bir dünyanın içinde ve yoksulluğun yaygın olduğu yerde oldukları zaman, patlayıcı bir karışım ortaya çıkar.

Hom oklit psikolojinin taşıdığı tehlikeleri azımsamama- lıyız. Bu sadece keçileri kaçırm ış Hitler ya da Nazi liderler ya da Alman halkıyla ilgili bir mesele değildir. Alman halkı, Nazi liderlerin çoğu ve hayatının büyük bir bölümünde Hitler (bipolar bozukluğu, yarattığı engellere rağmen onun liderliğine ve karizmasına yardımcı oldu) gibi zihinsel bakımdan sağlıklıydı. Burada akıl sağlığı hastalıktan ço k daha fazladır. Almanya ve onun Nazi liderleri psikolojik bakım dan herhangi bir ulustan ya da başka liderlerden çok farklı değildiler. Ve korkutucu olan da budur.

BÖLÜM 15

HASTALIK LEKESİ VE SİYASET

Bir ikilem le karşı karşıyayız. Akıl sağlığı iyi liderlik sağlamaz; aslında çoğu kez tam tersi geçerlidir. Akıl hastalığı büyük liderler yaratabilir; fakat hastalık ço k ağırsa ya da yanlış ilaçlarla tedavi edilirse, başarısızlık, bazen de kötü lük üretir. Akıl hastalığı ile liderlik arasındaki ilişkinin çok karmaşık olduğu anlaşılmaktadır, fakat akıl sağlığının iyi ve deliliğin kötü olduğuna dair genel varsayımla kesinlikle tutarlı değildir.

Bu kitabın tezi akıl hastalığına eşlik eden derin bir k ü ltürel lekeye karşı çıkm aktadır.1 Bunun türümüzün en derin eğilimleri arasında, hatta ırk çılık ve cinsiyetçilikten bile daha fazla olabileceğinden kuşkulanıyorum. D oktorlar gibi, psikiyatrik leke sorununu anlayanlar bile, kendi içlerine işleyen bu leke düşüncesinden kaçamazlar. Bazı araştırmalar hekim lerin akıl hastalığına atfettikleri lekenin genel po- pülasyondaki kadar fazla olduğunu göstermektedir.2 Akıl hastalığını leke olarak görmeyen akıl sağlığı uzm anlan bile, bazı akıl hastalıklanna, özellikle şizofreni ve bipolar bozukluğa, yönelik olumsuz tutumlara sahiptirler.3 Hatta bizzat bazı akıl hastaları bile akıl hastalığı konusunda lekeleyici inançlara saplanıp kalırlar.

Bu lekenin, bu kitabın temasına o ku rlan n gösterebi

lecekleri içgüdüsel olumsuz tepkilerin çoğunun temelini oluşturduğunu düşünüyorum. Ters yönde argüman geliştirenler bu konuya atıfta bulunmuşlardır. On dokuzuncu yüzyılın sonunda İtalya’da yazan psikiyatr Cesare Lombroso, bir “gururlu sıradanlık”ın yaygın anlayışa direndiğini, dolayısıyla norm al olanın en iyi olmayabileceğini kaydetmişti.4 1 9 3 0 ’larm Almanya’sında psikiyatr E rnst Kretschmer, aynı lekeyi gözlemledi ve onu psikiyatrik “bayağılık”a ilişkin bir “önyargı” olarak ifade etti; sağlıklı olm ak “onaylanabilir”dir, diyordu, fakat “sağlam bir zihin, duygusal bakımdan sağlam bir denge durumunda olan, genel olarak iyi hisseden adamda olur. Ne var ki zihnin huzuru ve sükûnet veren duygular insanı asla büyük işler için m ahmuzlamamıştır.”5 1 9 6 0 ’larm İngiltere’sinde aynı iddia Lord Moran, Churchill hakkm daki tıbbi notlarını yayımlayarak büyük adamın depresyonunu açığa vurduğu zaman da öne sürülmüştü. C hurchill’in eşi bunu kabul edemezdi ( “W inston’ı tamamen sahte bir ışık altında gösteriyor”6) ve doktor-hasta m ahremiyetini açığa vurduğu için Moran’m kitabının yayımlanmasını önlem eye çalıştı. 1 9 9 0 ’larm Amerika’sında da durum farklı değildi. Churchill ailesinin Moran’a karşı çıkması gibi, Kennedy ailesi de Nigel Hamilton’m Jo h n Kennedy’nin gençlik hi- pertimisi için dikkatle belgelenmiş bulgularını eleştirm işti, (Ham ilton’m asla psikiyatrik bir teşhiste bulunduğunu iddia etmemesine rağm en).7

Akıl hastalığı konusunda önyargı bütün toplumlarda ve bütün tarihsel çağlarda görülür. Derin sezgisel tepkiler ve inançlar bin yıllarca bu lekeden çıkıp gelişm iştir ve bunlar kısa sürede kolayca değişmeyecektir.

Ancak leke ne kadar derin olursa olsun, sağlık ile hastalık arasındaki sınırın geçirgen olduğu gerçeği tartışmasız olmaya devam eder. Akıl sağlığının bazı yönleri en ağır akıl hastalıklarında bile bulunur ve akıl hastalığının bazı yönleri

zihinsel bakımdan en sağlıklı insanda da görülür. Bu açıdan bakıldığında Freudcular haklıydı; hepimiz zihinsel olarak bir ölçüde hastasıyız. Harvard psikologu Brendan Maher, anorm al, mantıksız düşünce süreçlerinin norm al, zihinsel bakımdan sağlıklı insanlarda yaygın olduğunu gösterm işti.8 Arada derece farkı vardır, fakat bu şizofreniyi niteleyen san- rısal düşünceyle aynı türde değildir. Araştırmacılar bir akıldışı düşünce alışkanlıkları yığını -z ih in s e l kestirme yollar ve önyargılar olarak adlandırılan- saptamışlardır.9 Bunlar aşina fikirlere alışılm ışın dışında daha az eleştirel olmayı, az görülen risklerden gelen tehditleri abartmayı ve diğer pek çok şeyi içerir. (Bir kaynak otuz bir standart akıl dışı düşünme sürecini saptamıştır.10) Normal keder ile klinik depresyon ve norm al m utluluk ile mani arasındaki örtüş- m eler de gerek m eslekten olanlar gerekse sıradan insanlar tarafından incelenmiştir. Dolayısıyla ister ruhsal durumları ister düşünce süreçlerini ele alalım, akıl sağlığı ile akıl hastalığı arasındaki hat fazla keskin değildir ve sınırlardaki belirsizlik bazı durumların birbiriyle çakışacağını gösterir. Akıl hastalığı ham ilelik gibi bir şey -y a olursunuz ya da olm azsınız- değildir; daha çok, farklı derecelerde anormalliğe, aşırı durumlarda ise, felç, koma ya da kalp krizi gibi özgül olaylara yol açan, yüksek tansiyon, diyabet ya da kalp hastalığına benzer.

Akıl hastalığına eşlik eden lekenin bir kısm ı bir şeyi bütünüyle “öteki” olarak görme -s o n u ç olarak onu normal olan bizlerden ay ırm a- arzumuzdan kaynaklanır. Fakat hepimizde bu “öteki”nden bir şeyler vardır.

Bu düşünceler elbette çağdaş siyaset ve psikiyatrik pratikle ilişkilidir. Siyaset söz konusu olduğunda, ABD’de yakın zamanda yaşananlar lekenin canlı ve etkin olduğunu gösterir. Kendisine psikolojik bir durum atfedilen son büyük

ulusal Amerikalı politikacı 1 9 7 2 ’de başkan yardımcılığı için Dem okratlar tarafından kısa süreliğine aday gösterilen talihsiz M issouri senatörü Thom as Eagleton’d ı.11 Adaylığının açıklanm asından kısa süre sonra Eagleton’m depresyon nedeniyle elektrokonvulsif tedavi (E C T ) gördüğü söylentisi yayıldı. Bu tedavi yöntem i, psikiyatrik ilaçlar yaygınlaşmadan önce alanda yaygın bir yaklaşımdı. Kendisinin 19 6 0 ile 1 9 6 6 arasında üç kez hastaneye kaldırılarak tedavi gördüğünü artık biliyoruz. Görünüşe bakılırsa günümüzde mani ve psikoz için kullanılan Thorazine adında bir ilaç kullanıyordu (o dönemde depresyon için de kullanılan bu ilaç, Kennedy’nin Beyaz Saray’da kısa süre aldığı Stelazine’e benziyordu). Bazıları Eagleton’da sadece depresyon değil, m ani, yani bipolar bozukluk da olduğu sonucuna vardılar. Fakat D em okratların başkan adayı George M cGovern’m, güçlü itirazlarına rağmen Eagleton’ın biletini kesmesinden sonra M issouri’li uzun b ir kariyer yapmak üzere Senato’ya döndü, seçkin hizm etleri oldu ve bilinen h içbir ağır depresyon ya da m ani örneği sergilemedi. Senato’dan ayrıldıktan sonra yirmi yıl daha yaşadı ve M cG ovem ’ı ne kamuoyuna açık biçim de eleştirdi ne de kendisini eleştirenlerden intikam almaya kalkıştı. 1 9 7 2 ’de bir seçim galibiyetiyle M cGovern’ı hırpalayan akıl sağlığı yerinde Richard N ixon’a ne olduğunu elbette biliyoruz.

Eagleton etkisi diyebileceğimiz bu olayın uzantıları oldu. Öyle görünüyor ki seçm enler siyasilerin eşlerinde akıl hastalığını (olağan biçim de depresyonlu: Kitty Dukakis, Tipper Gore; bazen manili: Florida valisi Je b Bush’un eşi) kabul edebiliyorlar. F akat h içb ir ciddi siyaset adamı depresyonlu olduğunu kabul etmemiştir. Abraham Lincoln şu dönemde yaşasaydı başkan olamazdı, ne de W inston C hurchill başbakan olabilirdi. Kuşkusuz, L incoln ve C hurchill ağır dep

resyonlarım saygıdeğer seçm enlerinden sakladılar. Fakat bir toplum olarak bizler, kendi Lincoln’lerimizi ve Churc- hiH’lerimizi karşımıza alacak yerde onları arayacağımız bir noktaya gelecek miyiz?

Henüz burada değiliz. Barack Obama’nın yakın zamanda seçilm esi bile akıl hastalığına yapıştırılan lekenin direnç kazandığını gösterir. Obama’nın seçilm esinin sebebi, kısmen, değişken biri olarak algılanan Jo h n M cCain’in tam tersine sakin, istikrarlı, kendine hâkim görünmesiydi. Aday normal, hatta fazla norm al olduğunun farkındaydı: “ [Danışman David Axelrod] bana fazla norm al biri olduğum için iyi bir aday olduğumdan pek emin olamadığını söyledi... Axelrod h ak lıy d ı... Ben biraz fazla uyumluyum.”12 “Telaş yok” Obama, akıl sağlığının örneği olarak görülebilir. Baş- kanlarım ızın siyasi olm aktan ço k psikolojik olarak ılım lı ve orta yolcu olmalarım isteriz. Fakat psikolojik ılım lılık büyük başkanlanm ızı belirleyen şey değildir. Tutkuyu alkışlayabilir, anksiyeteyi bağrımıza basabilir, asabiyeti kabul edebilir, risk almayı değerlendirebilir, hatta depresyonu tercih edebilir miyiz? Bu tip başkanlarımız olduğu zaman -B ili Clinton gibi karizm atik duygusal o la n la r- bazı kusurları, onların psikolojik yeteneklerinin bedeli olarak kabul edebildik.

Kusurlar listesinin en tepesinde Püriten m irasımızın en ağır ihlali olarak görülen şey yer alıyor olabilir: Cinsel patavatsızlık. Bu kusur özellikle bu kitabın tezlerinden birine uygulanabilir, çünkü hipercinsellik m aninin genel bir semptomu ve incelediğimiz liderlerin ortak bir özelliğidir. Bili C linton’m Beyaz Saray stajyerlerinden Monika Lewinsky’yle ilişkisi üzerine yapılan suçlama, seks ve siyaset üzerine bir ahkam patlamasına yol açtı. C linton’ı eleştirenler için bunun anlamı, iyi bir başkanın “iyi bir karakter -n e z a k e t, ahlaki dürüstlük v s - sergilemesi gerektiğiydi.

“En önem lisi karakter” sözü kutsallaştırıldı (mesela bu söz, altbaşlığı B a ş k a n lığ a Uygun B ir L id e r lik K e ş fe tm e k olan bir PBS yayınının başlığı olm uştu).13 George W. Bush başkanlık yarışına girdiğinde, zafer konuşmasında yankılanan bir notu kampanya boyunca sık sık dile getirdi: “Ve bu yüzden, In cil’e el bastığımda, sadece ülkem izin yasalarına uyacağıma yemin etmeyeceğim, seçildiğim makamın onur ve haysiyetine bağlı kalacağıma da yemin edeceğim. O halde Tanrı yardımcım olsun.”14 Gazeteci Ronald Kessler, yazdığı sempatik Bush biyografisine A M atter o f C h a r a c te r [Bir K a r a k t e r M eselesi] başlığını koydu; ve Bush’un üstün davranışının onu C linton’dan daha iyi bir lider yaptığım vurguladı. Cinsellik her zaman temelde yer alan temaydı, fakat Kessler daha genel bir edepsizlik iddiasını, özellikle bizzat mülakat yaptığı aşçılar ve oda hizm etçilerinden Gizli Servis adamlarına kadar destek hizm eti verenlere başkanın nasıl davrandığını kapsayacak şekilde genişletti. Eski bir Gizli Servis ajanı, Kessler’e şöyle demişti: “Bush’la birlikte hem en bir değişiklik oldu. Bush dakikti. Clinton hiçbir işi zam anında yapmazdı. Sık ıcı bir durumdu. Bush ve eşi size normal, kibar davranırlardı. Bizlerle konuşmuşlardır. C linton’lar kibirli, mesafeli ve paranoid idiler. Bush’la birlikte herkesin m orali yükseldi. C linton’m tam tersiydi.”15

Sonucu değil önceli onaylıyorum. Bush cinsel bakımdan C linton’a kıyasla daha ölçülüydü; personele yönelik davranışları daha iyiydi; daha normal ve düzgün olabiliyordu. Fakat bütün bunların bir kriz zamanı başkanı olarak daha iyi liderlik becerilerinden yana değil, ona k a r ş ı olduğu öne sürülebilir. En önem lisi kişisel kusurlar siyasi eksikliklere kıyasla daha önemsiz bir sorundur. Irak savaşı sırasında araçların tamponuna yapıştırılan bir etikette şöyle deniyordu: “Clinton yalan söylediğinde kimse ölm edi.”16

Bu bakış açısının yaygın ahlaka ve en azından bir kurucu

babanın, “Özel Erdem ’in olmadığı bir Ülke’de kamusal erdem yoktur,”17 sözüyle tanınan Jo h n Adams’m fikrine ters düştüğünün farkındayım. Fakat Aristoteles’ten türetilen klasik Grek erdem kavramının ölçülü olmayı içerdiğini hatırlayacak olursak, erdemin fazlası bir kötülüktür. Mesela ç o k f a z l a erdem, cesareti umursamazlığa çevirir. Lincoln bunu anlamıştı. Bir keresinde “Şunu tecrübe ettim k i,” demiştir, “hiçbir kusuru olmayan halkların genellikle pek az erdemi olur.”18

Özel erdemin siyasi liderlikle Püriten bir anlayışla kaynaştırılması ile akıl hastasına eşlik eden leke sorunu arasında bir bağlantı vardır: İnsanların davranışları üzerine basit m anici siyah-beyaz yargılar oluşturma ısrarı. Biri ahlaki, diğeri ise p sikolojik bir birleşmedir. Bu kitapta, bir yanda siyasi yeteneğin, öte yanda psikolojik sağlık ya da ahlaki liyakatin çoğu durumda birbiriyle bağlantısız olduğunu, bazı örneklerde ise arada ters bağlantı olabileceğini ısrarla öne sürüyorum. “N ormal” bir karakter kriz liderliğine doğası gereği yatkın değildir. Aslında, akıl hastalığının yararları bir kez değerlendirildiğinde, “anorm al” kişilik özelliklerinin, ahlaki inançlarım ızın bize ne söyleyebileceğine kayıtsız, daha iyi bir siyasi liderliği gösterebileceğini kabul etmek zorundayız.

Bu sadece cinsellikle ilgili değildir. Gördüğümüz gibi, en büyük liderler bir dizi günah işlemişlerdir. Alkolizm gibi: Churchill bu konuda kesinlikle aşırılığa eğilimliydi. Ya da şiddet: Sherman pek çok bakımdan gizemli biçim de vahşiydi. Dürüst olmamak gibi: King ve Kennedy görünüşe bakılırsa kendi cinsel ilişkileri hakkında dostlara ve aileye açık değildiler. Ya da soğukluk: Gandi ailesine pek az özen ya da kişisel sempati gösteriyordu. Ya da kibir: FD R ölçülü bir tevazu edinmeden önce çocu k felci yaşamak zorunda kalmıştı. Ya da umursamazlık: Ted Turner servetini birden çok

defa riske sokmuştu. Bu günahların bazıları kaçınılmazdı: Hipercinsellik ve alkolizm , mesela, genellikle ruhsal bozukluğu olanlarda görülür. Diğer günahlar bunları işleyenlerin başarısına içseldir. Bu zayıflıklar aynı zamanda güçtür.

Liderlerimiz m ükem mel olamazlar; m ükem mel olmaları gerekmez; aslında kusurları onların büyüklüğüne yol açabilir. Karakterlerindeki silinmez lekeler parlak bir liderliğin işaretleri olabilir.

Bize benzeyen liderleri seçtiğimizde içgüdüsel de olsa bir hata yaparız. Normal h om oklit insanlar olarak bu b izim kibrimizdir. Kendimizi aşırı değerli görürüz; normal insanlar olarak harika olduğumuzu düşünürüz. Irk, cin siyet, alışkanlıklar, kültür, din nedeniyle ya da belki daha duygusal biçim de akıl hastalığı ya da anormal davranışlar nedeniyle bizden farklı olanları lekeleriz.

Nüanslı ve mütevazı bir hayat ve dünya görüşüne sahip olmak için daima kaçık olm ak gerektiğini iddia ediyor değilim. Akıl sağlığı yerinde olan pek ço k lider de m uhtem elen karmaşık ve anlayışlıdır: Harry Truman, Jim m y Carter ve Nelson Mandela gibi insanlan böyle bir listeye katardım. Benim iddiam, depresyon gibi, akıl hastalıklarının bu türden yeteneklerin değerini düşürmediği, aslında onları güç- lendirebildiğidir.

Bu kitap boyunca gördüğümüz gibi, en büyük liderler çoğu kez anormal, hatta düpedüz akıl hastasıdır. Bu olasılığı kabul etm eli, hatta kutlamalıyız. Normal olm ak bir dost, bir eş olarak ya da kişinin günlük hayatında büyük önem taşır; fakat ulusların, orduların ve şirketlerin liderleri kişinin günlük hayatta karşılaşmadığı görevler ve krizlerle yüz yüze gelirler. Anormal zorluklar anormal liderleri gerektirir.

Liderlerimizde ağır depresyonu ya da maniyi kabul etm ekten uzağız. F akat umutlu olm ak için bir sebep var. 1 9 9 0 ’da Florida Senatörü Lawton Chiles valilik için m üca

dele ederken, Prozac’la başarılı biçim de tedavi edilen depresyonunu kabul etti. Seçildi. Büyük bir klanın son siyasi evladı olan, Kongre üyesi Patrick Kennedy, bipolar bozukluğu ve madde bağımlılığı konusunda gayet açık oldu ve akıl hastalığına yapıştırılan lekeyi siyasi kariyerinin odak noktası haline getirdi.

Lekelem ek ne her şeydir ne de h içbir şey: Bu günlerde Prozac, E C T ’den (elektrokonvulsif tedavi) daha az lekeleyi- cidir ve depresyon da geçmişte olduğundan daha az lekele- yicidir. F akat bipolar bozukluk yüksek düzeyde lekeleyici olmaya devam eder ve mani pek çok kişiye korkunç gelir. Lekeden sadece birkaç adım uzaklaşmış bulunuyoruz, fakat atılması gereken daha pek çok adım var.

Bugünlerde akıl hastalıkları için eskiden olduğundan daha fazla tedavi yöntem ine sahibiz. Artık akıl hastalıklarını sadece iyileştirem em ekle kalmıyoruz, belki daha önemlisi (Hitler ve Kennedy vakalarında gördüğümüz gibi) onları daha da kötüleştirebiliyoruz. Bu durum da bu kitapta yer alan fikirlerin depresyon ve mani gibi durumların tedavisiyle nasıl ilişkilendiğine dair bazı önem li soruları ortaya çıkanyor.

A çıkça belirtm ek gerekirse, tedavi edilmemiş depresyon ve bipolar bozukluğun tehlikeli ve öldürücü olabileceğine inanıyorum. Belirtileri ağır olduğunda, bence bütün hastalar tedavi edilmelidir. En etkili tedavisinin lityum gibi ruh halini düzenleyen, böylece gelecekteki epizotların önlenmesini sağlayan ilaçlarla yapıldığı bipolar bozukluk gibi durumlarda, ortaya çıkan belirtiler hafif veya orta derecede olsa da tedavi edilmelidir.

İlaçların zihinsel olarak hasta liderleri büyük kriz liderliğinden yoksun bırakacağından kaygılanmamız gerekmez. Dürüstçe belirtm ek gerekirse, ilaçlarımız o kadar iyi değil

dir. İlaç alan çoğu insan gene ruhsal epizotlar yaşar ve belirtiler sergiler; ilaçlar sadece bunların sıklığını ve şiddetini azaltarak, aksi halde ortaya çıkabilecek intiharı ya da psikozu önler.

Fakat zaman zaman, özellikle ılım lı depresyonda tedavi m ecburiyetinin ötesine geçmeye ve hayatın her belirtiyi yasaklamayı gerektirmediğini anlamaya çalışmalıyız. Depresyon belirtileri hayatın bazı alanlarında önlenem ez ve bazen de yararlı olabilir.

Bu görüş pek çok akıl sağlığı uzm anının inancıyla, özellikle bilişsel-davranışsal terapi (BD T) düşünce okulunun- kilerle, çelişir. Girişte belirttiğim gibi, onlar depresyonun kişiyi normal insanlardan daha gerçekçi yaptığına inanırlar. Pek çok akıl hastalığı uzmanı, özellikle psikiyatrlar depresif gerçekçiliği BDT lehine reddederler. F akat bu perspektiflerin çelişkin olm ası gerekmez. Yanılsamada olan -A ltın Saçlı Kız ilkesinin birinin iyi ve hepsinin ya da çoğunun kötü o lduğunu öne sürdüğü y e rd e - depresyonda da olabilir. Onun birazı gerçekçiliği güçlendirir, fakat bazen de hiçbiri bu etkiyi sağlamaz ya da çoğu, bozulmuş, yanılsamalı düşünceye yol açabilir.

Bu perspektif gene de depresyonun bütün türleriyle, hatta daha ağır türlerle ilişkilenir. Depresif kişi, depresif bir epizotun derin sancıları içindeyken değil, daha çok hemen öncesinde ve hem en sonrasında en gerçekçi halindedir. Öncesinde, depresif hastalığı olan pek çok insan ılım lı bir depresyonlu temelde direnç kazanır; bu durum, klinik bir “m ajör” depresif epizot teşhisi konacak kadar ağır olmadığı gibi, tamamen iyi de değildir. Sonrasında, ağır epizot sona erdiğinde, bazı insanlar ılım lı bir artakalan depresyona sahiptir ve bu kişiler kendi hayatlarına ilişkin daha içgörülü hale gelebilirler.

E Scott Fitzgerald hayatının sonuna doğru, hasta ve y ok sul halde, o sırada üniversiteye girmek üzere olan kızma bir mektup yazar ve ona, “daha iyi bir söz olmadığı için, zekâ ve hayatın trajik anlamı diyebileceğim şeyi oluşturm a” tavsiyesinde bulunur. “Bununla, Shakespeare’den Abraham L incoln’a kadar bütün büyük kariyerlerin ve okunması gereken bütün kitapların ardında yatan şeyi, hayatın esas olarak bir aldatılma, koşullarının ise yenilgi koşulları olduğu ve telafi edici şeylerin ‘m utluluk’ ve ‘haz’ değil, mücadelenin sağladığı daha derin tatminler olduğunu kastediyorum .”19

Neyse ki hayat çoğumuz için ağır depresyonlu kişilerin hayatı kadar trajik değildir. Gene de, yaşadıkları depresyonu (zaman zaman m aninin yardımıyla) dünyanın tehlikelerine ilişkin gerçekçi bir duyguya, başkalarına ilişkin empatik düşünceye, sorunlara yaratıcı yaklaşımlara, hayatta kalmak ve uğraşmak için esnek olmaya doğru mahmuzlayan kişilerin hayatlarından çıkaracağımız dersler vardır. Normal ve ılım lı yanılsamalarımız gündelik hayatımızın gidişatı içinde bize çoğu kez gayet iyi hizm et eder. Ralph Waldo Em erson’ın dediği gibi, başarmak istiyorsak, biraz yukarıyı hedeflememiz gerekir. Fakat böylesine normal yanılsama da önem li gerçeklikleri gizler. Gündelik hayatın krizleri geldiğinde, bazı temel gerçekliklerin farkında olmadan ihmalkâr bir hayat yaşamakta olduğumuzu anlarız. İşte o zaman bir depresyon, ne olduğunu ve ne yapmamız gerektiğini görmemize yardımcı olabilir. Ve o zaman hayatın zorluklarını karşılayabiliriz ve süreç içinde biraz mutluluğa erişebiliriz.

Buradaki paradoks şudur: Biraz depresyona açık olmak bizim nihai olarak daha az depresyonlu olmamızı sağlayabilir.