İstanbul'un Mezarları 2020

Page 1

KÜLTÜR VARLIKLARI DAİRE BAŞKANLIĞI

3



İstanbul’un Mezarları 2020 İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR VARLIKLARI DAİRE BAŞKANLIĞI

KÜLTÜR VARLIKLARI DAİRE BAŞKANLIĞI



İÇINDEKILER Adile Naşit........................................................................................... 16 Ahmet Mete Işıkara.......................................................................... 26 Âşık Daimi................................................................................................. 34 Cevdet Kılıçlar....................................................................................................... 44 Cihat Burak................................................................................................ 52 Didem Madak.................................................................................... 62 Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır ........................................................ 70 Eremya Çelebi Kömirciyan ............................................................. 78 Halide Edib Adıvar........................................................................... 86 Halil Kaya .......................................................................................... 94 Hilmi Ziya Ülken...................................................................................... 102 Letfer Küçükandonyadis ........................................................................ 112 Mesud Cemil.............................................................................................. 120 Naim Süleymanoğlu ......................................................................................... 132 Necdet Yıldırım ...................................................................................... 142 Neyzen Tevfik ..................................................................................... 148 Nezih Uzel........................................................................................... 158 Optik Başkan .................................................................................................... 168 Orhan Kemal ........................................................................................... 176 Turgut Uyar.............................................................................................. 184



Mimarlığın temeli ilk mezarın inşa edilmesiyle atılır G E V H E R G ÖKÇE

Ö

lülerimize olan bağlılığımız, yalnızca kendilerine karşı vefa borcumuz değildir; onlarla kurduğumuz ilişki, aynı zamanda uygarlığımızın göstergesidir. Ölünün ardından yakılan ağıttan defin törenine, ölü için hazırlanan mezardan belirli zamanlarda tekrarlanan anma günlerine kadar, ölü kültü insan olabilmenin önkoşulu, en kadim, en belirleyici şartıdır. Nitekim, “uygarlık, ölülere saygıyla başlar” der Giuseppe Garino; ve mezar kavramının doğuşu araştırmacılar tarafından insanlık eşiğini geçmenin önkoşulu olarak kabul edilir. Ölü için dikilen ilk taş, anıtın atasıdır, mimarlığın temeli ilk mezarın inşa edilmesiyle atılır ve yerleşim yeri, kendini mezarlarıyla belli eder. Ölülerimiz, “yer”i yuva, toprağı vatan kılar bizim için. Şehrin tarihi mezarlıklarının tarihidir; mezarlık olmaksızın şehir kurulamaz. Öte yandan, bir toplumun ölüleriyle ilişkisi, ölümün ve ölünün statikliğine rağmen, dinamik bir yapı arz eder; zira, toplumsal, siyasi, iktisadi ve kültürel değişimler, insanın ölüleriyle ilişkisinin zaman içinde dönüşüme uğramasına yol açmıştır. Bu bağlamda, Modernitenin doğuşu, insanın 9


ölüleriyle gerek duygusal gerekse mekânsal ilişkisinde bir kırılma noktası oluşturur. Modernite, ölümün yaşamın bir parçası olarak kabul edildiği ve kaçınılmaz son olarak tevekkülle karşılandığı kadim zamanların sonunu ilân eder; Modernite öncesinde, yaşamla ölüm asla birbirinden tamamen ayrılmamış, ölüm hiçbir zaman yaşamın gerçek anlamda karşıtı, deyim yerindeyse, “öteki”si olmamıştır. Modern tıbbın insan ömrünü uzatma vaadi, önce ölümü erteleme çabasına ve zaman içinde, yenmeye, yok etmeye yönelik beyhude bir takıntıya dönüşecektir. Ölümün inkârı, insana ölümlülüğünü hatırlatan bütün imgelerin ve elbette öncelikle de ölünün mekânının yaşayanların dünyasından dışlanma, gözden ırak yerlere sürülme sürecinin başlangıcını oluşturur; modern insan ölülerini yalnızlığa mahkûm eder. Bu yalnızlık, bu döneme kadar kentin ve aynı zamanda toplumun manevi yaşantısının merkezinde yer alan mezarlıkların 19. yüzyıldan itibaren yerleşim yerinin dış çeperlerine konumlandırılmasından kaynaklanmaz sadece; aynı zamanda modern insanın ölümü kendine unutturma çabasının neticesinde ortaya çıkan manevi mesafelenmenin de sonucudur. Mezarlıklar, sevilen ölünün hatırasından ziyade, sevilmeyen ölümün korkusunu simgeler olmuştur artık. Nitekim, İstanbul’un, eski tasvirlerinde ve fotoğraflarında gördüğümüz, yabancı ziyaretçilerin hayret ve hayranlıkla kaleme aldıkları ifadelerinden okuduğumuz, annelerin bebeklerini uyuttuğu, çocukların saklambaç oynadığı, tanbur ve ney sesinin yankılandığı mesire yeri niteliğindeki mezarlıkları, bugün yalnızlığa gömülmüş, sessizliğe bürünmüştür. Fetih’ten itibaren ortaya çıkan ve özellikle 18. yüzyılda sayılarında büyük bir artış görülen sur içi mezarlıkları, İstanbul’da bir zamanlar ölülerin yaşamın merkezinde yer aldığının kanıtıdır. İstanbul, 19. yüzyıla kadar ölülerini sevgi ve saygıyla bağrına basar; ancak, bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan hızlı büyüme ve yeniden yapılanma süreci, 10


kentin birçok mezarlığının tahrip edilmesine, kaldırılmasına ve kent dışına doğru itilmesine yol açmıştır. Buna rağmen, 2018 yılı verilerine göre, 497’si müslüman ve 67’si gayrimüslim mezarlığı olmak üzere, il sınırları içinde yer alan 564 adet mezarlığıyla, İstanbul yaşayanlara ait olduğu kadar ölülere de ait; metropol olduğu ölçüde nekropol. Öte yandan, hızlı nüfus artışına bağlı yapılaşma mezarlıkları dört bir yandan kuşatmaya, sıkıştırmaya ve tehdit etmeye devam ediyor. Günümüzün metropol yaşamı yalnızca hızı temposuyla değil, aynı zamanda bireyi eğlenceye ve tüketime teşvik eden, yaşamın anlık mutluluklarını yücelten ve bu suretle ölümlülüğünü unutturmaya çalışan yapısıyla da ölüleri yaşayanların dünyasından uzaklaştırıyor, yalnızlaştırıyor. Nitekim, bugün kendilerini yutan şehirlerin içinde kalan en merkezi konumdaki mezarlıklar bile yaşamın dışındadır. Ölülerimiz, asla gerçek anlamda bir kamusal alana dönüşememiş mezarlıklarda, yüksek duvarların ardında tecrit edilmiş olarak yatarlar. Bu bağlamda, Yahya Kemal Beyatlı’nın, zamanında şehrin nüfusunu soran bir misyonere verdiği cevap bugün her zamankinden daha büyük anlam taşıyor; “seksen milyon” demişti şairimiz ve açıklamıştı, “biz ölülerimizle yaşarız.” Bu ifade, kuşkusuz, ölüler ile canlılar arasındaki iki taraflı ilişkiye işaret eder ve mezar ziyaretinin, yalnızca ölülerimizin unutulmasına izin vermemek adına değil, kendimizi yalnızlaştırmamak adına da gerekli olduğunu hatırlatır bize. Ölülerimizi yaşamlarımızdan ihraç etmek, bizi kendi geçmişimizden de mahrum bırakır, kendi manevi özümüzden uzaklaştırır, kendi kendimize yabancı kılar. Bu bağlamda, hatıraya karşı duyarlılık oluşturmak, ölülerimize olduğu kadar kendimize ve çocuklarımıza karşı da borcumuzdur. Ölünün ebedi istirahatgâhı olarak tahayyül edilen mezar, aynı zamanda geride kalanların ölüleriyle olduğu 11


kadar ölümle ve dolayısıyla da hayatla ilişkisini belirleyen, biçimlendiren ve bu bağlamda yaşayan bir mekândır. Ölümü ve ölünün hatırasını simgelemekle birlikte, acının yanı sıra sağalmayı da içinde barındırır mezar; zira, ölümünü gerçek anlamda idrak edebilmemiz ve kaybının acısıyla yüzleşebilmemiz, sevdiğimizi toprağa vermekten geçer. Mezar yüzleşmenin, yüzleşme kabullenmenin, kabullenme yasın ve yas yaşamımıza yaralı ve eksik de olsa devam edebilmemizin, bir diğer ifadeyle mümkün olabildiğince sağalmamızın önkoşuludur. Ölülerimiz ile ilişkimiz, yalnızca kişisel değil aynı zamanda toplumsal sağlığımız adına da son derece önemlidir; zira, yastaki, uğurlamadaki ve nihayet mezar başındaki buluşma, gerçek bir toplum olabilmemizin de şartıdır aynı zamanda; ancak ölülerimizi birlikte uğurlamak, yasını birlikte tutmak, onları birlikte anmak suretiyle gerçek anlamda bir topluluk oluşturabiliriz. Bu bağlamda, ölülere saygı aynı zamanda geride kalanlara, kayba uğrayan topluluğa karşı da sorumluluğumuzdur. Bir insanın dünyevi varlığının sonu, kalanların birleşmesi, bütünleşmesi için vesiledir bir bakıma; ve bu bağlamda, sevilen ve sayılan her ölü, topluluğun geleceğinin inşa edilmesinde aktif bir rol üstlenebilir. Ölünün geleceğe aktarılması, hatırasını yaşatan mezar aracılığıyla somutlaşır. Bu bağlamda mezarlık, toplumun, toprağa, ağaca, taşa aktarılmış, yazıta kazınmış ortak hafızası, olmazsa olmaz kamusal mekânıdır. Nitekim, “mezar” kelimesinin kökeninde “ziyaret” eylemi vardır; ölü, en küçük birliktelik olan aileden, ortak değerlerde buluşmuş topluma kadar, her ölçekteki topluluğun ziyaretine gittiği büyüğü, kıymetlisi, kutsalıdır. Toplumsal hafızaya kazınmış olan ölü, mezarlıkta ziyaret edilen bu imgeyle temsil edilir, tasarlanan imge aracılığıyla varlığı “şimdi”ye aktarılır ve geleceğe taşınır. Öte yandan, çıkış noktası temsil ettiği kişi ve toplumun kendisine atfettiği değer olmakla 12


birlikte, buradaki “imge”, kuşkusuz, tasarımcının biçimden malzemeye, gelenekselleşmiş olan kadar alışılmamış olanı da kapsama ihtimalini içeren sınırsız tahayyülünden ve yaratıcılığındandoğacaktır. Ölülerimizin, kişilikleri, düşünceleri ve eserleri ile hafızamıza oya gibi nakşettikleri değerleri yansıtma ve gelecek kuşakların hafızalarına lâyığınca aktarma görevini üstlenen tasarım, tasarımcıya her şeyden önce ölüyü bütün bu nitelikleriyle tanıma, topluma kattıklarını özümseme sorumluluğunu yükler. Öte yandan, toplumun yaralarına dokunan, ortak geçmişinin unutmayı tercih ettiği gerçekleriyle yüzleştiren ve bu nedenle tasarımcıyı şifacı rolünü üstlenmeye davet eden ölülerimiz de vardır; zira onların mezarları her türlü ötekileştirmenin aşılabilmesi, toplumun bütün kesimlerinin acılarının ortak kılınabilmesi, toplumsal travmaların çözülebilmesi ve bu suretle yaraların sarılabilmesi açısından son derece önemlidir. Bu bağlamda, katılımcıları temsil niteliği güçlü bir ürün ortaya koyabilmek adına mezarlarını tasarlayacakları kişiler üzerinde tekrar düşünmeye ve araştırmaya sevk edecek olan bu Yarışma, yeni bilgilere ulaşılma ihtimalini de içinde barındıran, sonuçtan bağımsız olarak, yalnızca hazırlık süreciyle bile İstanbul’un kültürel mirasına ve ortak toplumsal hafızamıza kazandıracağı katkı adına değer taşımaktadır. Nitekim, bu alana da katkı sunmak üzere, mezarları tasarlanacak isimlerin hayat hikâyeleri, kişilikleri ve eserleriyle ilgili bir kitap İBB Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır. Ülkemizin tasarım programından hak ettiği payı alamayan mezarın ortak kültürel değerler adına taşıdığı anlamın altını çizen Yarışma, ölümü estetikle buluşturmaya, kolektif hafızamızı tasarıma aktaranları bu mesele üzerinde düşünmeye, bu konuda tavır geliştirmeye ve sorumluluk üstlenmeye davet ettiği gibi, aynı zamanda mezarlıklarımızın bizim için taşıdığı önemi hatırlamaya ve ölülerimize karşı 13


toplumsal duyarlılığımızı güçlendirmeye yönelik bir çağrıdır. Tarihi ve kültürüyle son derece nadide şehrimizin değerlerine sahip çıkmayı öneren bu Yarışma, İstanbul’un insanına saygı, halkına armağandır aynı zamanda; gelecek yıllarda da sürdürülmesi plânlanan ve bu bağlamda, bu konuda gelenek oluşturmayı amaçlayan bir projedir. Yarışma’nın bu yılki ilk etabında mezarları tasarlanmak üzere belirlenen isimlerin, yalnızca farklı alanları değil, aynı zamanda farklı toplumsal kesimleri de temsil etmesine özellikle özen gösterilmiştir. Bu bağlamda, İstanbul halkına olduğu kadar ülkemize de mâl olmuş olan bu isimler, kolektif hafızamızı oluşturanların çeşitliliğini, renkliliğini, farklılığını ve bu farklılıkların tümünü kapsayan bütünün zenginliğini bize bir kez daha hatırlatır niteliktedir. Bu isimler, yarışmada kullanılacakları sıra numaraları ile şöyledir: 1. Adile NAŞİT (Adela ÖZCAN) 2. Ahmet Mete IŞIKARA 3. Âşık Daimi (İsmail AYDIN) 4. Cihat BURAK 5. Didem MADAK 6. Elmalılı Mehmet YAZIR 7. Eremya Çelebi KÖMÜRCİYAN 8. Halide Edip ADIVAR 9. Halil KAYA 10. Hilmi Ziya ÜLKEN 11. Lefter KÜÇÜKANDONYADİS 12. Mes’ud CEMİL (Mesut Ekrem CEMİL) 14. Naim SÜLEYMANOĞLU 16. Neyzen Tevfik KOLAYLI 17. Optik Başkan (Mehmet IŞIKLAR) 18. Orhan KEMAL (Mehmet Raşit ÖĞÜTÇÜ) 19. Turgut UYAR 20. Ali Nezih UZEL 21. Cevdet KILIÇLAR - Necdet YILDIRIM 14


Kuşkusuz yarışmaya açılan mezarlar bugünkü durumları, çevrelerindeki mezarlarla ilişkileri ve tekil veya aile mezarı olmaları bakımından farklılık göstermektedir. Bu bağlamda, mezarı bütünüyle yeniden tasarlamak veya mevcut mezarın kendi seçeceği bazı unsurlarını koruyarak projeye dahil etmek katılımcının kendi kararı olacaktır. Öte yandan, aile mezarlarında katılımcı tasarım problemini mezar yerinin diğer sahiplerini de kapsayacak şekilde, bütüncül bir yaklaşımla ele almalıdır. Tasarımın da ötesinde, aynı zamanda projelerin hayata geçirilmesi sorumluluğunu da üstlenen bu Yarışma’da, hatıraların öncelikli sahibi olarak mezarları tasarlanacak kişilerin yakınlarına hürmette kusur etmemek esastır. Bu bağlamda, tasarlanacak mezarlar için kendilerinden onay alınmış olduğu gibi, uygulanacak projenin seçiminde de görüşleri sürece dahil edilecek, Yarışma’nın sonuçlarının ilânından sonra, ailelerin veya mezarlarla ilgili kişilerin tasarımcılarla buluşmaları sağlanarak, her mezar için, ödül alan iki projeden hangisinin uygulanacağı konusundaki karar bu toplantıda belirlenecektir. Ölüler, zannedildiği gibi ketum değildir; eğer dinlemeyi bilirsek, hâlâ bize söyleyecek sözleri vardır. Ölüler, yalnızlığa terk edilmedikleri sürece ölü değildir; Halil Duranay’ın dediği gibi, “bütün ölülerin hâlâ ölmeye zamanı vardır” ve tekrar ölmelerine izin vermemek elimizdedir. Bu Yarışma, kültürel kimliğimizi biçimlendiren ölülerimizi toplumsal hafızamızda ebediyen ve lâyığınca yaşatmaya davettir.

15


Adile Naşit Adela Özcan (1930 - 1987)



Ezberleri bozan ortak değer: Adile Naşit OL KAN ÖZYU RT


C

umhuriyet döneminde sahneye çıkan ilk kadın oyunculardan olan ve bir dönemin yıldız isimlerinden Şevkiye May, Adile Naşit çiçeği burnunda tiyatrocuyken sahnede onun da rol aldığı bir oyunu izledikten sonra kulise gider ve Naşit’e “Ben senin ablan sayılırım Adile’ciğim, sana bir nasihat. Bu çarpık bacakların ve bücür boyunla tiyatroda asla başarılı olamazsın. Yol yakınken dön” der. Bu alelacele abla nasihatinin ardında elbet Şevkiye May’ın da zihnine yerleşmiş büyük ve köklü bir ezber bulunmaktadır. Oyuncu fiziksel olarak alımlı, cazibeli olmalıdır. O dönem yerleşik bir mesleki kural ve bir doğru olarak kabul gören bu ezberin aslında, yeteneği ve zekâyı dışlayan bir yanı vardır. İşte Adile Naşit, tüm ömrü boyunca hem tiyatroda hem de sinemada yeteneğiyle, oyunculuk zekâsıyla bu büyük ve köklü ezberi bozar. Bir ekol yaratır. Adile Naşit, Şevkiye May’a kulak vermiş olsa, onu belki de hiçbirimiz tanımayacaktık. Ama o, kalbi biraz kırılsa da bu abla nasihatini ciddiye almadı. Ve kısa bir süre sonra bizzat Şevkiye May’ın zihnindeki ezberi nasıl yıktığını gördü. Çünkü May, Naşit’i daha sonra Fuar Yıldızı adlı oyunda izleyecek, yanlış bir iş yaptığı anlayıp Naşit’ten özür dileyecekti. Peki bu ezberin bozulması kolay mı oldu? Değildi elbet. Özellikle onu herkesin tanımasını sağlayan filmlerin üretildiği Yeşilçam’da var olan star sistemi, bu oyunculuk ezberi üzerine kuruluydu. Başrolde yakışıklı jönler, alımlı güzel kadınlar, onların çevresindeyse filmleri sürükleyen hakiki oyuncular... Adile Naşit, belki filmlerde başrol insanı olmadı ama oyuncu19


luğu ile yıldızlaştı hep. Onun yıldızlığını Yeşilçam da kabul etmek zorunda kaldı. 1976’da Aile Şerefi filminin setindeyken onu arayan Ertem Eğilmez “Hazırlan Adile, Antalya’ya gidiyorsun. Ödül almışsın” dediği zaman Adile Naşit şaşkındı. “Hangi yardımcı rol için?” sorusu dökülecekti ister istemez ağzından. Ertem Eğilmez’in “Doğrudan baş kadın oyuncu olarak alıyorsun ödülü” cevabı karşısında kendi de durup bir düşünecekti, “Doğru muydu Ertem Bey’in söyledikleri” diye... En iyi erkek oyuncu ödülü Cüneyt Arkın’a verilmişti o yıl. Ve “Cüneyt’in karşısında Türkan değil, Hülya değil, Fatma Girik değil, Müjde Ar değil de ben...” Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı ve İşte Hayat filmlerindeki performansıyla bu ödüle layık görülmüştü. Ve Antalya Film Festivali tarihinde ilk defa en iyi kadın oyuncu ödülü, star olarak bilinen kadın oyunculardan dışındaki bir isme gidiyordu. Vakti zamanında Şevkiye May’ın ezberini bozan Adile Naşit, 1976’da Yeşilçam’da bir tabuyu, kuralı yıkıyor, star sisteminin merkezinde âdeta bir delik açıyordu ve yıldızlar arasına kendi adını yazdırıyordu. Bu değişime şaşırıyordu işte. Çünkü Adile Naşit’in yıllar süren oyunculuk hayatındaki amacı salt bu değildi. Bu durum, bir sonuçtu. O, iyi bildiği ve sevdiği işini yapıyordu sadece. Sahne dünyasının insanın kimyasını bozan girdaplarına kapılmadan, 13’ünde başladığı oyunculuk mesleğini hep iyi bir şekilde icra etmek için uğraştı durdu. Sistemin dayattığı güzellik tanımının dışında olduğunu o da biliyordu. Ama şunu da biliyordu: Oyunculuk özünde fiziksel güzellikle ilgili bir şey değildi. Yetenekliydi ve fırsat verildiği an, bunu işini iyi yapabilmek adına gösteriyordu. Genlerinde vardı yetenek. Annesi Amelya Hanım, babası Naşit Bey sahne insanlarıydı. Hem de namlı sahne insanları... Babası Naşit Bey tuluat ustasıydı. Ciddiyetiyle bilinen Sultan Hamid’i güldürmesi vakti zamanında olay olmuştu. Komik Abdi Efendi molla kuşağını ve takkesini bir temsil sonrası Naşit’e devredince artık Komik-i Şehir Naşit Bey olarak anılır 20


olmuştu babası. Amelya Hanım ve onun annesi Verjin Hanım da bir dönemin popüler kantocu üstatlarıydı. Adile Naşit kendisinden iki yaş büyük abisi Selim ile özellikle babasını sahnede izleyerek büyüdü. Tiyatro fuayesi ikisinin oyun alanı olmuştu. Bazen babasının karşısına geçer, babasının oynadığı ve çok sevdiği Surpik ve Haçik’i taklit ederdi. Naşit Bey çocuklarının yeteneklerini görmüştü. Nedendir bilinmez Selim’in tiyatrocu olmasına gönlü razı değildi ama Adile’nin oyuncu olmasına, eğitimini almak şartıyla izin vermişti. Lakin Naşit Bey’in erken vefatı aileyi sıkıntıya sokunca Adile’nin tiyatrocu olma hayali uçup gitti. Selim, Dolapdere’de bir kaportacının yanına çırak olarak verildi. Adile de Kasımpaşa’da bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladı. Ailenin bir arada olması için herkesin fedakârlık yaptığı İkinci Dünya Savaşı yıllarında Necdet Mahfi Ayral’la tanışması, hem Adile Naşit’in hem abisi Selim’in kaderini değiştirecekti. Adile, Ayral sayesinde Şehir Tiyatroları’nın çocuk bölümüne dâhil oldu. Amelya Hanım hem kızının bu hamlesi hem de oğlunun tiyatrocu olmak istemesi karşısında daha fazla dayanamadı ve ikisinin de elinden tutup baba dostları Muammer Karaca’nın yanında aldı soluğu. Karaca’ya, “Bu çocuklar tiyatro yapma aşkıyla yanıp tutuşuyor. Yanınıza alın” dedi. Karaca da dostu Naşit’in çocuklarına kendi evlatları gibi sahip çıktı. Her şey aslına rücu eder derler ya... Adile ve Selim için de öyle oldu. Onlar, her şeye rağmen anne ve baba mesleğini seçtiler ve bu mesleğin incelikleri öğrenmeye başladılar. Muammer Karaca’nın yanında geçen yıllar, sonra iki kardeşin Ankara’da 1961’de açtıkları iki ay süren Naşit Tiyatrosu macerası, İstanbul’da Gazanfer Özcan Tiyatrosu’ndaki günler... Tiyatro Adile Naşit’in hayatında çok önemliydi. Hayat mücadelesindeki sığınağı, oyunculuğu her şeyiyle öğrendiği, kendini ifade ettiği, önemli ve derin dostluklar kurduğu bir yerdi. Çok sevdiği sinemayla da flört halindeydi bu yıllarda. Yara, Lüküs Hayat, Kahpe Kurşun, Abbas Yolcu, Cumbadan Rumbaya gibi 21


filmlerde rol alıyordu. Ama aslolan tiyatroydu. Tüm bu yıllar boyunca “Naşit’in kızı Adile” kimliğinden sıyrılmış kendini müstakil bir kişilik olarak kabul ettirmişti. Ama hayat Adile Naşit’e kötü yüzünü ara ara göstermekte mahirdi. Kocası Ziya Keskiner ve oğlu Ahmet’le kurdukları o sıcak yuvayı ekonomik olarak çekip çevirmek zorlaşıyordu. Oğlu Ahmet’in sağlık problemi de Adile Naşit ve Ziya Keskiner’i kaygılandırıyordu. Dublaj, reklam filmleri, kimi sinema filmleriyle bu zorlukları Adile Naşit aşmaya çalışsa da bunların çare olmadığını gördü. Beyoğlu Güzeli filminde birlikte çalıştıkları Ertem Eğilmez’in davetiyle Adile Naşit, 1970’lerde Arzu Film’in kadrosuna dâhil oldu ve tiyatro defterini istemeye istemeye bir süreliğine kapattı. Arzu Film’in kadrosunda kendisi gibi tiyatronun tedrisatından geçmiş Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Şener Şen gibi insanlar vardı. O, artık bütün enerjisini sinema için harcamaya başladı. Hababam Sınıfı serisi, Sev Kardeşim, Canım Kardeşim, Salak Milyoner, Mavi Boncuk, Oh Olsun, İşte Hayat, Hasret, Gülen Gözler, Bizim Aile, Süt Kardeşler, Tosun Paşa, Aile Şerefi, Sultan... Adile Naşit beyazperdede hafızalarımıza kazınan o bildik personasını işte bu yıllarda çektiği filmler sayesinde inşa etti. Dramatik rollerde de komedide de iyiydi. Üstelik Adile Naşit bu iki oyun tarzını aynı rolde ustaca harmanlayabiliyordu. Hani onun kendine has gülerken birden ağlamaya başlamasını hatırlayın, işte öyle bir ustalıktı onunkisi... Sadece işini iyi yaparak, oyunculukta ekol yarattı. Yeteneğin, oyunculuk zekâsının, bize dayatılan ‘fiziksel olarak alımlı olmayan oyuncu da olamaz’ dayatmasını yıktığı bir ekol... Oyunculuğun bir meslek olduğunu gösteren, oyuncunun performansıyla var olduğu ve takdir gördüğü bir ekol. Şöyle, Ayşen Gruda’dan başlayarak, Füsun Demirel’e, Demet Akbağ’a, Hasibe Eren’e ve Şebnem Bozoklu’ya gelene kadar farklı kuşaklardan oyunculara geçmişten günümüze bir çizgi çekin, bu çizginin başında Adile Naşit’i vardır. Sahnede ya da beyazperdede aslolanın performans olduğunu gösteren bir ekoldür bu. 22


Fakat Adile Naşit, tüm bunlarla da yetinmedi. Bir de çocukların gönlüne girdi. “Uykudan Önce”nin masalcı teyzesiydi. “Kuzucuklarım” derdi tüm çocuklara, tek tek onların isimlerini sayardı. Pek altı çizilmez ama bu konuda da büyük bir çığır açtı. Oğlunu erken yaşta kaybetmenin verdiği acıyla o tüm çocukları sahiplendi. Bunu yaparken kullandığı dille, çocuklara olan yaklaşımıyla öncüydü âdeta. Çocuklarla hep eşitlikçi bir ilişki kurmuştu, ki bugün bile bu konuda yetişkinlerin karnesinin zayıf olduğunu söylemeliyim. Şanssızlığımız oyunculuk oktavı geniş böylesi birini hep benzer rollerde, yani daha çok anne olarak izlememiz... Yeşilçam geleneğidir bu, hangi rolde iyiyseniz o rol üzerinize yapışır. Adile Naşit için de öyle oldu biraz. Sinemadaki personası annelik üzerineydi. Ama o her rolünde anne rolünü çeşitlendirmesini bildi. 40’lı yaşlarını süren bizim kuşağın ilk büyük kaybıdır Adile Naşit. O günü birçoğumuz hatırlar. TRT’deki haber bültenlerinde yanılmıyorsam üçüncü ve dördüncü haber olarak geçmişti. Anadolu Ajansı’nın hazırladığı sade biyografisine, fotoğrafları ve bir de “Kuzucuklarım” dediği “Uykudan Önce” programında kesilen görüntüler eşlik ediyordu. Bu kara haberi alınca o gün mahallelerde çocuklar sessizleşmişti. Ama o çocuklar hiç unutmadılar Adile Naşit’i... Ki zaten Adile Naşit’in en büyük başarısı, unutulmamasından ziyade zamanla değerinin ve isminin büyüdükçe büyümesidir. Bir insanın ya da sanatçının vefat ettikten sonra zamana meydan okuması belki de en büyük mücadeledir. Adile Naşit bu mücadeleyi kazananlardan. Kaç yıl geçmiş vefatının üzerinden ama hâlâ ismiyle, eserleriyle yaşıyor. Öyle ki Türkiye’nin sayılı ortak değerlerinden biri olarak hepimizi kucaklıyor. Çeşitli vesilelerle Tarık Akan, İlyas Salman, Halit Akçatepe, Şener Şen, Ayşen Gruda’dan da dinledim Adile Naşit’i. Oyunculuk konusunda nasıl mahir olduğunu anlatmaları bir yana, yaşamı nasıl sevdiğini de anlattılar hep. Onların anlatımında çok farklı bir Adile Naşit portresi vardı. Hepsi yaşadığı acılara hap23


solmamış, bilakis o acıların üstesinden yaşama sıkı sıkıya bağlanarak gelmiş, güçlü bir kişilik olarak anlatıyordu Adile Naşit’i. Psikiyatr Elisabeth Kübler-Ross, “Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi, kaybetmeyi tanımış, yaşamış ve en diplerden tekrar çıkış yolunu kendileri bulabilmiş olan romantik ve anarşist insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendilerine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar” der... Adile Naşit tam da KüblerRoss’un dediği gibi, hem yaşama hem de mesleğine karşı geliştirdiği duyarlılık ve anlayışla bu kubbenin altında öyle bir sada bıraktı ki, o sada yıllardır yankılanıp duruyor. Ve yankılanmaya da devam edecek...

24



Ahmet Mete Işıkara (1941 - 2013)

26



Bilimin bilge insanı: “Deprem Dede” Ş ENAY AY DE Mİ R


T

ürkiye insanının bilimle ilişkisi ya yumurtanın kapıya dayandığı anda ya da büyük bir felaketin ardından güç kazanıyor maalesef. Sorun çözülüp felaketin etkileri geçince her şey eski tas eski hamam devam eder. 17 Ağustos 1999 günü sabaha karşı 03.02’de, daha önce Erzincan’da, Adana’da, yani uzak diyarlarda olan ve üzülüp geçtiğimiz bir felaket, yani deprem, ülkenin hem nüfus hem de sanayi olarak kalbi sayılabilecek Marmara’yı salladığında yaptığımız gibi... Bırakalım sıradan vatandaşı, devlet erkânı ve medya bile meselenin ciddiyetini ancak bu büyük yıkımın ardından kavrayabilmişti. Günler geçtikçe ortaya çıktı ki, bilim insanları bu konuda çalışmalar yapmış, yıllardır gelmekte olanı haber vermişlerdi. Ancak dile getirilen uyarıları kimse ciddiye almamıştı. Resmi rakamlara göre 17 bin 480 kişinin hayatını kaybettiği bu depremin ardından gözler bir anda bilim insanlarına çevrildi. Hepimiz deprem uzmanı olmak istercesine her türlü bilimsel yayını takip etmeye, yaşadığımız şeyin ne olduğunu, bizi bekleyen tehlikenin büyüklüğünü anlama çabasına girdik. İşte bütün o yıkım, acı, kayıp ve kaosun içerisinde soğukkanlılığı, sükûneti, güven veren tavırları ve insanları aydınlatan bilgeliğiyle Ahmet Mete Işıkara bilimin yüzü olarak akıllarda yer edindi. Depremin yaşandığı dönemde Türkiye’nin deprem araştırmalarındaki öncü kuruluşu Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü olarak görev yapıyordu Işıkara. Bu çok önemli kurumun başında kimin olduğu o geceye kadar çok da önemli değildir milyonlarca insan için. Aslında, sarsıntının ardından uyku mahmurluğunu atlatıp kendilerini evlerinin dışına çıkarabilecek kadar şanslı olanlar radyolarını açtıklarında, 29


rasathanenin ve başka kaynakların deprem hakkındaki verilerini dinlerken de Işıkara henüz o kadar öne çıkmamıştı. Depremin ardından gözlerin çevrildiği Kandilli Rasathanesi’ni ve Işıkara’yı halk arasında daha da tanınır kılan şey, yıkımdan iki gün sonra yaşanan sismik hareketliliğin ardından “Müteyakkız olun, bu gece evinizde yatmayın” açıklamasıydı. Tek bir cümlesiyle milyonlarca insanı, parklarda bahçelerde uyumaya ikna edebilecek bir güven duygusu aşılamıştı topluma... Bir kuşağın çocukları nasıl ki Adile (Naşit) Teyze tarafından “uykuya ikna” ediliyorsa, deprem zamanı çocukları da neden dışarıda uyumak zorunda olduklarının yanıtını Işıkara’dan alıyordu. Bu durum ve daha sonra okulları gezerek yaptığı bilinçlendirme çalışmaları sayesinde “Deprem Dede” olarak anılmaya başlandı. 21 Ocak 2013’te hayatını kaybettiğinde gazetelerin manşetlerinin çoğu “Deprem Dede’yi kaybettik” diye atılmıştı. Oysaki 17 Ağustos Depremi’nden sonra medyanın ilgi odağı olmadan, hatta bu ilgi “en seksi erkek” seçilip sulandırılmadan evvel, yani deprem öncesinde Marmara’daki hareketliliğe dikkat çeken, bir yıkımın geleceğini söyleyen açıklamalarıyla ilgilenen olmamıştı. Bu bahse tekrar döneceğiz ama filmi biraz geriye sarıp hayat hikâyesine kısaca göz atalım Ahmet Mete Işıkara’nın. İkinci Dünya Savaşı’nın dünyayı kasıp kavurduğu, Türkiye’nin savaşa katılmadığı ama etkilerini yakıcı bir şekilde hissettiği 1941 yılında Mersin’de dünyaya geldi Işıkara. 1959 yılında doğduğu kentin lisesinden mezun olup İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Jeofizik Bölümü’nün yolunu tuttu. 1965’te mezun olur olmaz aynı bölümde asistan olarak görev yapmaya başladı. 1969 yılında Aysel Ahıska ile hayatını birleştirdi. 1976-1983 yılları arasında Türkiye Ulusal Jeodezi ve Jeofizik Birliği Ulusal Jeomagnetizma ve Aeronomi Komisyonu Başkanlığı, 1979 -1982 yılları arasında Avrupa Depremlerin Önceden Belirlenmesi Çalışma Grubu’nda koordinatörlük görevlerini üstlendi. 1980 -1983 döneminde arasında Türkiye adına Avrupa Konseyi Deprem Uzmanları Komitesi’nde temsilcilik yaptı. 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde göreve 30


başladı. Aynı yıl Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırmaları Enstitüsü’nde müdür yardımcısı, 1991’de ise müdür oldu. Bu görevinden ayrıldığı 2002 yılında Afete Hazırlık Eğitim Derneği (AHDER) Başkanlığı’nda bulundu. Bu kısacık özet bile üniversiteye adım attıktan sonraki bütün hayatının öncelikli olarak bilime, daha sonra da deprem çalışmalarına adandığını görmek için yeterli. Bu dar alanda Ahmet Mete Işıkara’nın 1999 depremi öncesi çabalarını, toplumu bilinçlendirmek için yaptıklarını ve başka birçok bilim insanıyla birlikte bu çabaların, uyarıların görmezden gelindiğini hatırlatmakla yetinelim. Ama “İstanbul’a kış gelmeden, Türkiye’ye kış gelmez” sözünde olduğu gibi ancak medya ve sermayenin ana üssü olan İstanbul deprem tehdidini hissettiğinde mesele ciddiye alınmaya başlandı. Oluşan bu bilinçlenme furyasının yüzü ise Işıkara’ydı. Bıkmadan usanmadan okul okul geziyor ve çocukları deprem gerçeğine hazırlıyordu. Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nın (AÇEV) hazırladığı ve ilköğretim çağındaki çocuklara deprem öncesi, sırası ve sonrasında yapılması gerekenlerin anlatıldığı kitapçıklarda, Barış Manço ile çizgi karakter olarak yer aldı. Onunla birlikte daha önce bilmediğimiz kavramlar girdi hayatımıza: “Deprem değil, bina öldürür” örneğin... Israrla karşılaştığı “Ne zaman deprem olacak?” sorularına aynı ısrarla bıkmadan verdiği “Depremin zamanı öngörülemez” cevabı ya da hepimizin diline slogan olan “Depremle yaşamayı öğrenmeliyiz” sözleri gibi. Bunlar Türkiye toplumunun depreme karşı bilincinin kilometre taşlarını oluşturuyordu aynı zamanda. Ancak, Ahmet Mete Işıkara deprem korkusuna karşı mücadelenin yüzü oldukça ve tanınırlığı arttıkça medyanın onu ele alma ve kullanma biçimi de başka bir boyuta doğru evrildi. Deprem, yarattığı etki ve ortaya saldığı korkuyla okurun, izleyicinin ilgisini her zaman çekiyordu. Dönemin medyasının magazin severliği de buna eklendiğinde Işıkara’nın popülerliği her geçen gün artıyor, hatta kimi programlarda “en seksi erkek” ilan edildiği oluyordu. Bu gayri ciddi haberler hem Işıkara’nın ağırlığına hem de depreme karşı mücadelenin önemine gölge düşürüyordu hiç kuşku yok ki. 31


Ama medya kokuyu almıştı bir kere. O haber oldukça popülerliği artıyor, popülerliği arttıkça da haber olmaya devam ediyordu. Nazım Alpman, 24 Kasım 1999 tarihli Milliyet gazetesinde “Deprem Baba’nın bir günü” başlıklı haberde şöyle bir anekdot aktarıyor: “Birlikte Doğuş Okulları’na gidiyoruz. Lise öğrencileriyle deprem sohbeti yapacak. Konferans salonunun kapasında görünmesiyle birlikte salonda bir alkış tufanı başlıyor. Fatih Terim’in tribünlerde yarattığı heyecana muadil bir coşku seli bu.” Işıkara üstlendiği misyonu yerine getirmek için çabaladıkça medya onu daha çok kullanmaya başlıyordu. Bir gün sergi açılışında, bir gün tiyatro çıkışında, bir gün düğünde bağlam dışı sorularla onu reyting savaşlarına malzeme yapıyordu. Basın toplantısında sarf ettiği sözlerden şarkı üreten DJ’ler bir yanda, bilimsel verilere dayanarak kimi bölgelerdeki tehlikelere dikkat çektiği açıklamaları “Deprem kapıda” manşetleriyle veren basın organları diğer yanda, bir süre devam eden bir ilgiyle yaşamak zorunda kaldı. Bu dönemde rol aldığı bir konut reklamı çok ciddi eleştiriler almasına neden oldu. Benzer şekilde medyada çok görünmesi meslektaşlarından tepki gördü. Oğlu Cengiz Işıkara, 1999 depreminden sonra babasının yakaladığı popülaritenin düzeyini 24 Ocak 2015 tarihli Hürriyet Cumartesi ekinde şöyle anlatıyor: “O dönem babam popstar gibiydi. Nereye gitse, ne yapsa peşinde bir medya ordusu vardı. Onun popülaritesinden dolayı bizim de başımıza enteresan işler geldi elbette. Bunlardan birini, 17 Ağustos depreminden 3-4 gün sonra İznik’teki yazlığımıza gittiğimde yaşadım. Hâlbuki İznik de fay hattı nedeniyle riskli bir bölgeydi. Ama benim İznik’e gittiğimi duyan diğer yazlıkçılar da oraya akın etmişti. Ben İstanbul’a dönünce de peşimden geri gelmişlerdi.” Cengiz Işıkara’nın aynı röportajda aktardığı aşağıdaki olay, medyanın deprem konusundaki ilgisinin ciddiyeti hakkında düşünmeye sevk eder bizi: 32


“24 Mayıs 2014’teki Çanakkale depreminin ardından benim cebimden babamı aradılar. Babam zaten benim hattımı kullanıyordu. Vefat edince de geri almıştım. Telefonun ucundaki kız, bir haber kanalından aradığını ve babamı canlı yayına bağlamak istediğini söyledi. ‘Maalesef henüz böyle bir teknoloji icat edilmedi hanımefendi’ cevabını alınca şaşırdı. Babamın bir yıl önce vefat ettiğini söyleyince de panikleyip, yanındakilere kısık sesle ‘Ölmüş, ölmüş’ dedi. Ardından da benden özür dileyerek telefonu kapattı!” Ahmet Mete Işıkara, 2002 seçimlerinde siyasete girmeye niyet etti ama olmadı. Bu tercihini eleştirenlere, amacının deprem konusunda yapılması gerekenleri hayata geçirebilmek amacıyla siyasi erki harekete geçirmek olduğunu söyledi. Aradan geçen bunca yıldan sonra siyasi erklerin deprem konusunda ne kadar yetersiz kaldıkları düşünüldüğünde haklı olduğu söylenebilir. Hayatının uzunca bölümünü toplumun büyük bir kısmının adını bile bilmediği ama Türkiye’de yüzbinlerce insanda olan Ankilozan Spondilit (AS) hastalığıyla mücadele ederek geçirdi Ahmet Mete Işıkara. Omurga ve eklemleri tutan bu hastalık, organ ve sistemleri de etkileyebiliyor; yaşam kalitesini bozan, bedensel ve mesleki verimliliği etkileyen bir hastalık... Ve 21 Ocak 2013 tarihinde İstanbul’da çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybetti Deprem Dede. Ahmet Mete Işıkara, asıl olarak Türkiye’nin deprem gerçeğiyle yüzleşmesini sağlayan, buna karşı mücadele etmenin yollarını gösteren, bilimin tek seçenek olduğunu durmadan anlatan bir bilim insanı olarak belleklerdeki yerini aldı. Ama aynı zamanda onun suretinde bir felaketin medya tarafından nasıl sulandırılabileceğini, ciddiyetinden uzaklaştırılabileceğini de görmüş olduk. Mütevazı bir bilim adamının, bir anda ve talep etmediği halde yoğun ilgi ve alakaya mazhar olmasına tanıklık ettik. Ancak bütün bu şatafat bitip, flaş ışıkları söndüğünde birikiminin yanına medyatikliğini de ekleyerek halkı bilinçlendirmek için yollara düşmekten başka bir derdi olmayan bir bilim insanı olarak hafızalarda yer etti Ahmet Mete Işıkara... 33


Âşık Daimi

İsmail Aydın (1932 - 1983)

34



Daimi’sin “her can ermez bu sırra...” HAY DAR ERGÜ L E N


İ

smail Aydın, doğum yeri İstanbul, doğum tarihi 18 Nisan 1932. Anne Selvi, baba Musa. Erzincan’ın eski adıyla Tercan şimdiki Çayırlı ilçesinin Kara Hüseyin köyünde yetişti. 6 kardeş; İbrahim, Gülizar, İsmail, Bergüzar, Gülistan, Süleyman. Eşi Gülsüm, çocukları, kızı Yadigar ve oğlu Ali Naki’dir. İsmail Aydın ya da Âşık Daimi 17 Nisan 1983’te İstanbul’da Hakka göçmüştür. Her iki dedesi de -Dursun Dede ve Yusuf Dede- o dönem kırsaldaki Alevi erkeklerinin neredeyse birinci işi olan saz çalmayı ustalık derecesinde icra ederler. İsmail de ilk saz derslerini dedelerinden alır. Başköylü Hasan Efendi, Şiranlı Potik Dede, Mütinnili Eyyüp Baba (İsyani), Kemahlı Deli İbrahim Dede de onun yetişmesinde, gelişmesinde etkili isimlerdir. Aile, İsmail dört-beş yaşlarındayken İstanbul’dan memlekete göç eder; savaş öncesi yıllarıdır. Babasının, pek çok Alevi ailesi gibi 12 İmam soyundan geldiği rivayet edilir, kökeni İmam Rıza’ya dayanır. Daimi, bir duvazimamında, “Ceddin İmam Rıza, Horasan Şahı / Nasip etsin bize cemalullahı / Ziyaret eyledik geldik dergâhı / Mahşer günü dedem unutma bizi” dizeleriyle şefaat dileyecektir bir bakıma. Gezgin bir Alevi dedesi olarak da nitelenir Âşık Daimi. Alevi dedesi, gezgin olandır zaten. Dede ve ozan da sık sık aynı kişidir. Her ne kadar cemde dedenin yanında her zaman zakir, yani deyişleri çalıp söyleyen âşık olsa da, dedeler de ozan geleneğine dâhildir. Annemin babası, aynı zamanda Garip Musa Ocağı’ndan bir Alevi dedesi olan dedem Hüseyin Efendi de Budala mahlasıyla deyişler, nefesler, duvazimamlar yazar, çalıp söylerdi. 37


Daimi alışılmadık, sırlı bir isim hiç kuşkusuz; ilk anlamıyla, Batıni, ikinci anlamı birbirlerinden hayli farklı. Sürekli olan, devam eden, daim olan ilk anlamı; ikinci anlamı ise, Âşık Daimi’nin hem ozanlık hem dedelik hem de gezginliğini kapsayan, yani yolu açan, yayan, eğiten, gösteren kişiliğine işaret eden Dâî’den gelir. Doğrusu, iki anlamda da âşığımıza çok yakışan, onun kendisine büyük bir tutarlılıkla yakıştırdığı bir ad Daimi. Öğretisi Dai olsun, ruhu devridaim olsun, aşk ile çalıp söylediği, saza, söze getirdiği değerler de Daimi olsun, daima olsun.

ÜRÜYÜMA GELEN HAYAL DÜŞ GİBİ... Rüya motifinin Orta Asya Türk kültüründe Şamanlığa geçiş töreninde olduğu gibi âşıklığa başlangıçta da önemli olduğu bilinir. Rüyanın bir haber getirdiği, güzel günlerin muştucusu olduğu söylenir, tabir edilir, hayırlara yorulur. Rüya, âşıklar katında, erenler ceminde bir söylence kıymetinde görülür. İsmail için de böyle olur. Bir gece rüyasında pir elinden bilmem bade bilmem dolu bir iksir içer ve kendisine bundan sonra adının “Daimi” olduğu söylenir: “Daimi’yem her can ermez bu sırra” deyişinde de bunun izleri vardır belki. Yusuf sabır ile Mısır’a, İsmail de rüya ile sırra varmıştır. O da böylece “Âşık Daimi” olarak, o güzel geleneğe, Alevilerin Yedi Ulu Ozan zincirine bağlanmıştır. Bir şiirinde de nasıl “âşık” olduğunu dile getirir: “Öyle bir âşık oldum ki bütün azalarım yandı / Anamdan doğduğum anda ruhum aşk ile uyandı.” İkinci rüya ise hayat arkadaşı Gülsüm ile ilgilidir. Hem Daimi hem de Gülsüm rüyalarında birbirlerini görürler. Sonra da kız, oğlana istenir. Fakat taliplerden olan Hasan, eski hiyerarşi uyarınca “Dede ocağına kız verilmez!” der ve Gülsüm’ü vermez. Daimi de, eski gelenek uyarınca Gülsüm’ü kaçırır, karlı, soğuk kış günü Fırat suyundan geçerlerken Daimi attan düşer! 2019 yılında, oğlu Ali Naki ile aynı yıl sonsuzluğa göçen Gülsüm Hanım’a aşkını şöyle dile getirir Daimi: “Daimi’yim 38


nazarıma / Azmedip gel pazarıma / Gel uğrasın mezarıma / Yolun senin Gülsüm Hanım.” .Ayrıca müthiş dizeleri olan bir kavuşma şiiri de yazar “Gülom” dediği aşkına: “Ayın önündeki yıldız piyade / Yaşım küçük amma derdim ziyade / İstemem güzelin çok olduğunu / Bırakın da ben o yâre kavuşam.” Gerçeğin demine hü diyenler için, rüyanın kapıları hep açıktır. Kavuşmaya da birliğe de.

“BİR GÜN GAZEL DÖKER ÖMRÜN BAĞLARI” 1948 yılında daha 16 yaşında ilk yapıtını ortaya çıkarıyor Âşık Daimi: Teslim Abdal’dan “Bir Seher Vaktinde İndim Bağlara”. Alevi-Bektaşi edebiyatının en gözde motiflerindendir seher. “Seher yeli nazlı yâre bildir beni” diye girer türküye o güngörmüş sesiyle Arif Sağ. “Seherde bir bağa girdim / ne bağ duydu ne bağbancı” diyecektir bir başka türkü. Ya Neşet Ertaş, onun “Seher vakti çaldım yârin kapısını aman aman” deyip, ardından da “Çıkageldi bir gözleri sürmeli” diye tatlı tatlı uzatması! Mahzuni’siz olur mu, olmaz, o da “Seher vakti evinize geldim gelmez olayıdım” diye dertlenecektir. Elbette çok sevdiğim, zaman zaman mırıldandığım bu türküyü tekrar dinleyince, Âşık Daimi’nin sesindeki açıklık, gençlik, alfabeyi Anadolu Türkçesiyle söylemesi, daha yeterince yanmamış, koyulaşmamış tonu, bana o zamanın başka ozanlarını hatırlattı. Tabii en başta da Âşık Mahzuni Şerif’i. Eh onu hatırlatınca da hemşerisi –o da Erzincan Çayırlı’dandır– arkadaşı, asker arkadaşı, Alevi-Bektaşi müziğinin önde gelenlerinden Âşık Davut Sulari’yi elbette. İlk türkünün Teslim Abdal’ın yaşamaya çağırırken bile kederi duyuran şiiri olması ilginçtir. Daimi’yi Daimi yapan deyişler, demeler, türküler de hep kederin bu tonunu taşıyacak, bu renk onun hem söyleyişine hem söylediklerinde kendine özgü bir edanın oluşmasına yol açacaktır. “Gazel” rengi demeli belki de, ömrün sonbaharındaki o koyu sarı, kahverengi, hafif kızıl, yeşili soluk renge. Daimi’nin henüz koyu kederlere garkolmamış sesine de bu türküyle birlikte düşmüştür gazel. 39


KARA DÜZEN, BOZUK DÜZEN Özellikle 1960’lardan sonra hemen tüm Alevi-Bektaşi halk ozanları Kemalizm’den sosyal demokrasiye, soldan sosyalizme, çoğu zaman da hepsi bir arada, uzanan bir siyasal çizgide yer alırlar. Bunda hem Pir Sultan Abdal gibi isyancı bir şairin izini sürmenin hem de içinde yer aldıkları toplumun, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e her dönemde ezilmesinin payı büyüktür. Mezhepten meşrebe, kültürden geleneklerine, törelerine, alışkanlıklarına, muktedirler ve iktidarların din adamlarınca yöneltilen suçlamalar, karaçalmalar sonunda Aleviler, “Türkiye’nin Ötekisi” olmuştur. Öte yandan Türk halk kültürünün, özellikle de halk edebiyatının ve türkülerinin, deyişlerin, demelerin, nefeslerin büyük bölümü de Alevi-Bektaşi inancının Anadolu’ya ve dünyaya bir armağanıdır. Tanrı’dan varoluşa, hiçlikten yokluğa, aşktan sevgiye, kardeşlikten birliğe, özgürlükten adalete, Ali’den Kerbela’ya, topraktan ağaca, nardan elmaya, sudan göğe, insan-ı kâmilden enelhak’a, Yezid’den Hızır Paşa’ya, Hacı Bektaş’tan Atatürk’e, Amerika’dan emperyalizme, kapitalizmden faşizme, tosunlardan bademlere, zam zulümden işkenceye, yobazlıktan ırkçılığa, yoksulluktan bozuk düzene... Her şey Alevi-Bektaşi halk ozanlarının şiirlerinde konu olur, kendine yer bulur. Bu konularda söz almamış, ses olmamış, saz çalmamış bir ozan neredeyse yoktur. Elbette Âşık Daimi de bunlardandır. O da özellikle 1970’lerde devrimcilerin hem devlet güçleri hem de onlara yardımcı olan komandolar tarafından öldürülmelerine, faşizme karşı çıkan yapıtlar üretmiştir. 12 Eylül faşist rejimindeki uygulamalarla, 1000’e yakın yapıtından kimileri yok edilmiştir. Kitabın yanında plakların da yok edilmesi... Faşizm için ne fark eder ki, ha kitap ha film ha şarkı! Fakat bu başlıkta sözü edilen bunlar değildir. Çok ilginç bir biçimde, kara düzen ve bozuk düzen, tam da Türkiye’deki düzenin karanlık, bozuk, adaletsiz oluşunu imlese de, her ikisi de bağlama çalma düzenleridir! Resmi düzen diyelim, bağlama düzeni ile çelim geleneğidir. Âşık Daimi’nin buna da karşı çık40


tığı, yanlış bulduğu ve bağlamanın pirlerinden, Neşet Ertaş’ın da babası olan Muharrem Ertaş’ın da böyle çaldığını söylediğini de belirtelim. “Bu kopuz düzenidir, böyle çalınır” der. Bağlamayı kara düzen, bozuk düzen çalar. Düzene bozuk çalar. Hep birlikten, dirlikten, iyilikten, eşitlikten yana çalar: “Sevinçte beraber tasada birlik / güvenli yarınlar yuvada dirlik / yıkılsın sömürü bitsin fakirlik / böyle bir dünyayı istiyorum ben.”

FATİH’E ŞİİR 1953, İstanbul’un alınışının 500. yılı. Şair Behçet Kemal Çağlar, TRT Radyosu’ndaki “Şiir Dünyamız” programına henüz 21 yaşındaki Âşık Daimi’yi konuk eder. Daimi de Fatih Sultan Mehmed için yazdığı bir şiiri çalıp söyler. Eserin son dörtlüğü şöyledir: “Hey Âşık Daimi bu güzel vatan / Temiz ecdadındır bu yerde yatan / Satın Fatih Sultan Mehmet’tir atan/ Bize öz gerçeği dizen Fatih’tir.” HÜNKÂR AŞKI Tüm Alevi-Bektaşi ozanları gibi Âşık Daimi de yola tutkuyla bağlıdır. Yol onlar için bir yaşama kılavuzu sunar, elbette uluların, pirlerin şiirleri, nefesleri, hikmetleri ve buyruklarıyla. Sadece Bektaşiler için değil insanlık için de derin bir bilge, hikmetli bir pir olan Hacı Bektaş Veli ya da Hünkâr da yalnızca eteğine yüz sürmekle değil, öğretisine uymakla, onu yaygınlaştırıp tüm yeryüzüne barış, sevgi, kardeşlik ve dostluk götürmekle anlaşılır, sayılır, sevilir. Halk ozanları da tıpkı cem törenlerinde dedenin yanındaki zakir gibi, öğretiyi şiir ve müzik aracılığıyla iletmekle görevlidir. Elbette bu resmi ya da dini bir görev değil, içten, yoldan, yürekten gelen bir görevdir. Âşık Daimi de, Hacı Bektaş Veli törenlerinin başladığı 1964 yılından Hakk’a yürüdüğü 1983’e kadar her yıl bu törenlere katılarak sazıyla sözüyle Hünkâr’a niyaz etmiştir. Elbette hem Hünkâr’a hem de bir silsile içinde Ehlibeyt’e, Ali, Hasan, Hüseyin ve 12 İmam’a, Kerbela şehitlerine de bağlılık yolun gereğidir. Daimi de diğerleri gibi serçeşmeden beslenir ve o der41


yaya bir damla da olsa kendisinden yapıtlar bırakır: “Horasan elinden Uruma gelen / Cümle evliyaya hem rehber olan / Car diyen kulların elini alan / Hünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir.” Gerek Hacı Bektaş’ta gerek Pir Sultan Abdal şiirlerinde ve diğer Batini meşrep derviş, halk şairleri, veliler arasında Ali, Şah, Şah-ı Merdan, Haydar-ı Kerrar, Pir, Hünkâr olarak söylenen adların bazen aynılığı, bazen yakınlığı, fakat hepsinin de o kuşatıcı Ehlibeyt çerçevesi içinde yer aldığı vurgulanır. Tıpkı Daimi’nin dörtlükteki son dizede dediği gibi, “Ali kendidir”. Cumhuriyetin kurucularını, demokratik, laik sosyal hukuk devleti olarak Türkiye’yi çağdaşlığa ulaştırmak isteyenleri hiçbir Alevi-Bektaşi unutmayacağı gibi Daimi de unutmaz ve Atatürk’ü Hacı Bektaş Veli ile birlikte anar: “Mecliste söz hakkı verdi kadına / Anadolu dedi yurdun adına / dar zamanda yeten halk imdadına / biri Hacı Bektaş biri Atatürk.”

YOLDA BİR OZAN Hünkâr aşkı Ehlibeyt’ten gelir ve ikrar veren kendini yola adar. Yol içimizdedir, onunla çıkarız, o bizi bazen yollar, bazen de ona dönünceye dek yeni yolcular tanımamız, onlarla hemhal olmamız gerekir. Yol açıktır, tıpkı gönlümüz gibi. “İkrar verdim dönülür mü?” Bazen “yol oğlu, yol sefili” olarak Pir Sultan’ın dediği gibi, bazen yol delisi olarak. Daimi de bir Alevi dedesi olarak taliplerini dolaşırken, onları cemde görürken, sohbet ederken, aynı zamanda da âşıklıkla dedeliği buluşturan gezginliğiyle de yolu ötelere götürür, sarp yerlerden geçirir, yalnızca Anadolu’ya değil bazen de Avrupa kentlerine düşürür. Orada da hem sazını sözünü dinlemek, hem cemalini görmek hem de cem olmak, cem tutmak, turnalar gibi kanat kanata değmek isteyenler vardır. Öyleyse yolun güzelliği burada bir kez daha ortaya çıkacak, insanla, doğayla, kuşla, sazla, sözle, şiirle, müzikle, ama en güzeli de hiç yabancılık taşımadan, kaçgöç olmadan, kadın ve erkeğin meydana çıkışıyla Yaradan’ın da hoşuna gidecektir, yaradılanın da elbet. 42


Âşık Daimi’nin de yolu hem kalbindedir hem de iyiliğe, gerçeğe, doğruluğa, adalete, özgürlüğe, eşitliğe, insana, tabiata, hayvana hürmete, kadınla erkeği bir görmeye, kadını daha yüksek görmeye gönül verenlerin yoludur. O yolu açanlar, sürenler ve onların öğretileri, Daimi’ye de ruh verir, can olur, nefes açar, şiir olur, söz olur, ezgi olur, yüreğe dokunur, fikre dolar, gönülden taşar, gerçeğin nuruyla coşar ve elbette kendisini Tanrı’yla, evrenle bütünleştirerek yaşar. Daimi’nin dolu dolu sunduğu armağanlar içinde özel bir yeri olan şu deyişi kim bilmez? “Kâinatın aynasıyım / Mademki ben bir insanım / Hakk’ın varlık deryasıyım / Mademki ben bir insanım.” Yalnızca bu şiir için bile bir inceleme yazılabilir. Hem Daimi’nin hem de Alevi-Bektaşi halk şairlerinin düşüncesini, yani Alevi tasavvufunu olabilecek en özlü, en hakiki biçimiyle dile getiren bu şiir, akılla, gönülle, inançla yazılmıştır. Tanrı, insandadır, o yüzden de tıpkı Tanrı, insan ve doğanın birliğine, bir olduğuna inanan Hallac-ı Mansur gibi “Enel Hakk’ım ismim ile / Hakk’a erdim cismim ile / Benziyorum resmim ile / Made ki ben bir insanım” demekten çekinmeyecektir. Niye çekinsin ki? Hem gerçeğin demine hü, hem de “eline beline diline” diyenlerin çekinecek neyi olabilir ki?

BİRLİK DENİZİNDE BİR DAMLA “Âşık Daimi’yim işte buyum ben / Birlik denizine akan suyum ben / Bu iki gerçeğin vurgunuyum ben / Biri Hacı Bektaş biri Atatürk.” Öyleyse bir kez de birlik denizi için, gerçeğin demine hü! Bir de yıllar önce şunu söylediğini unutmadan ama: “Âşık isen adalete / Sakın konma cehalete / Din girerse siyasete / Sürüm sürüm sürünürüz”... Oğlu Kazım Aydın, 1981 yılında Dersim Pülümür’de öldürülünce eşi Gülsüm Hanım’ı teselli etmek için yazdığı ünlü “Ne ağlarsın benim zülf-ü siyahım” türküsü tam da burada bizi de teselli eder mi acaba, “Bu da gelir bu da geçer ağlama” desek, öyle ya “Ne de olsa kışın sonu bahardır” desek, geçer mi? Geçse... 43


Cevdet Kılıçlar (1972 - 2010)

44



Hakikat, adalet, merhamet üçgeninde bir hayat: Cevdet Kılıçlar AL P T E K İ N DU R S U NO ĞLU


3

1 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisinde İsrail rejimi ordusu tarafından vahşice katledilen Şehit Cevdet Kılıçlar’ı anlatmak şimdi her zamankinden daha zor. Çünkü artık Şehit Cevdet’i olduğu gibi anlatmak için söylenecek sözlerin kendisini tanımayanlar tarafından şehadetinden dolayı onu yüceltmeye ve idealize etmeye yönelik abartılı ifadeler olarak algılanması riski var. H3albuki onu tanıyanların da teyit edeceği üzere bu yazıda anlatılanlar, değil abartı içermek, onu kendi gerçekliğiyle tasvir etmekte dahi çok yetersizdir. 5 Mayıs 1972’de Kayseri’de doğan iletişim fakültesi mezunu bir gazeteciyi, kendisini 38 yaşında hayattan koparacak bir yolculuğa çıkmaya heveslendiren etken ne olabilir? Kariyer hevesi mi, daha fazla maddi kazanç arzusu mu, şöhret tutkusu mu, macera arayışı mı; yahut çaresizlik veya zorunluluk mu? Hayır, Cevdet’in tüm hayat çizgisini belirleyen üç kavram: Hakikat, adalet ve merhamet... Hakikat, adalet ve merhamet, Şehit Cevdet’in hayatının ekseninde yer alan; hem sevgisinin hem de öfkesinin kaynağı olan üç kavramdı. Nitekim şehadeti de bu üç kavramın kesişme noktası oldu. O, merhametsiz bir dünyanın gözü önünde yıllardır abluka altında tutularak adaletsizliğe maruz bırakılan Gazze’nin görmezden gelinen hakikatini insanlığa aktarmaya çalışırken şehit edildi. Şehit Cevdet’in merhameti, yaşadığı coğrafyanın sınırlarını aşan enginlikteydi. Yüreğiyle yaptığı gazetecilik mesleğine olan ilgisi hakikate olan bağlılığından kaynaklanıyordu. Onda47


ki keskin adalet duygusu ise bazen bir bakıma ailesiyle birlikte yüklendiği sıkıntıların kaynağı oldu. Çocuk yaşta dünyadaki adaletsizlikleri ortadan kaldırma arzusu ona askerliği sevdirmişti. Asker olursa kötüleri cezalandırır, adaleti sağlayabilirdi; bu idealle girdiği askeri lise sınavlarını kazanmış; ancak mülakatta elenmişti. Yükseköğrenim tercihlerinde belirleyici olan yine adalet duygusu ve hakikati ortaya çıkarma hevesiydi. Bu yüzden hukuk fakültesi ile iletişim fakültesi arasında ikilem yaşadı; nihayet tercihini iletişim fakültesinden yana yaptı. Okulunu bitirecek, iyi bir gazeteci olacak, hakikatleri ortaya çıkaracak, adaletin yerini bulmasını sağlayacak; kimsesizlerin sesi olacaktı.

ERDEMLERİ SEBEBİYLE SEVİLDİ, ERDEMLERİ SEBEBİYLE KOVULDU Mütevazılıkta doğallık, zarafette içtenlik, çok yönlülük, çalışma disiplini, fark yaratan bir adanmışlık Cevdet’i bulunduğu her ortamda seçkin kılan nitelikleriydi. Çoğu kimsenin sadece soyut birer kavram olarak bildiği, yahut ancak roman kahramanlarında rastlanabileceğini düşündüğü bu nitelikler Cevdet’te doğal bir haldi. Bu yüzden Cevdet her zaman candan bir dost, her an ihtiyaç duyulan arkadaş, saygı duyulan meslektaş, özlemi hiç dinmeyen bir baba ve eş olarak görüldü. Hâlâ bu özellikleriyle yâd ediliyor, hâlâ bu nitelikleri dolayısıyla özleniyor. Ancak Cevdet’in kendisini cazip kılan yukarıdaki özelliklerinin yanında onu bir de işsizliğe, mahrumiyetlere, gurbete ve sıkıntılara maruz bırakan “itici” nitelikleri vardı. Hakikat tutkusu, keskin tutarlılığı, tavizsiz ilkeli duruşu ve eşsiz adalet duygusu kimileri nezdinde Cevdet’i “itici” kılan niteliklerdi ve onun bedeli her ne olursa olsun taviz vermediği bu nitelikleri son derece başarılı bir gazeteci olan Cevdet’i mesleğini yapamaz hale getirmişti. Cevdet birilerine hoş görünmek için hakikatin çarpıtılmasını asla kabul etmedi, çalıştığı kurumun “öteki” diye nitelendiği birilerine çamur atmasına 48


karşı çıktı ve “bizimki” diye nitelediği birilerini aklamasına da alet olmadı. Bunlar onun dokuz köyden kovulmasına yetmiş; onuncu köydekiler ise tüm liyakatine rağmen kendilerinden görmedikleri için ona kapılarını açmamıştı. Tüm kutsal değerlerin kolayca araçsallaştırıldığı ve dindarlık ile ahlaksızlığın birbirine zıt şeyler olmaktan çıkarıldığı bir dönemde tabii ki tüm mesleki başarısına, çalışkanlığına ve özverisine rağmen Cevdet’in payına hep işten çıkarılma, sıkıntı, gurbet ve mahrumiyet düşecekti. Kimileri onun tavizsiz hakikat ve adalet duygusuna tahammül edemediği, kimileri de onu kendinden görmediği için Cevdet, tutkuyla sevdiği gazetecilik mesleğini sürdüremedi. Cevdet kendisini hak edecek bir medya kuruluşunda çalışabilse ve yüreğini koyduğu mesleğini sürdürebilseydi şu an hâlâ aramızda olabilir miydi? Belki; ama Cevdet, Mavi Marmara gemisine bir insani yardım gönüllüsü olarak değil, bir gazeteci olarak da binse muhtemelen bu sonuç değişmeyecekti. Zira Cevdet, basın sorumlusu olarak çalıştığı kurum adına Gazze’ye götürülen insani yardımı görüntülemek üzere Mavi Marmara gemisine binmişti ve İsrail rejimi güçlerinin saldırısı sırasında yaptığı iş sadece fotoğraf çekmekten ibaretti. Dolayısıyla gazeteci kimliğiyle de olsa o, yine işini yüreğiyle yapıyor olacaktı; yine oturup saldırıyı izlemekle yetinmeyecekti, yine elindeki fotoğraf makinesiyle uluslararası sularda bir insani yardım gemisine yapılan haydutluğu belgelemeye çalışacak; dolayısıyla da yine İsrail rejiminin üniformalı askerleri tarafından hedef alınacaktı.

ARZULADIĞI ŞEYE ARZULADIĞI ŞEKLİYLE KAVUŞTU İletişim fakültesindeki öğrencilik döneminde Bosna trajedisini basından izleyen Cevdet’in yurttaki odasında hıçkırıklarla ağladığına tanık olan bir arkadaşı, aradan geçen yıllar sonra onun nasıl şehit edildiğini öğrenince hayretler içerisinde o gün Cevdet’le aralarında geçen diyaloğu şöyle anlatıyor: “Neden 49


ağladığını sorduğumda, Bosnalılara yardım etmek için hiçbir şey yapamıyor olmaktan dolayı kahrolduğunu söyledi ve işaretparmağını silah namlusu gibi yapıp kendi anlına dayadı ve ‘Yapabilecekleri şey en fazla bu şekilde alnımızdan vurmak olur; ne olacak ki insan acı bile hissetmez!’ dedi.” Cevdet, elindeki fotoğraf makinesiyle açık denizlerdeki bir insani yardım gemisine yapılan saldırıyı belgelemeye çalışırken İsrail rejimine mensup bir üniformalı asker tarafından alnından vurularak şehit edilmişti. Öğrenci yurdunda Bosna’ya yardım edemediği için hıçkırıklara boğulan Cevdet’in arzuladığı şehadete yıllar sonra Filistin yolunda, hem de tam tarif ettiği şekilde kavuştuğunu öğrenen arkadaşı şoke olmuştu. Hayatına adalet, hakikat ve merhametle yön verenlerin iyilerin yanında, kötülerin ise karşısında yer almasında şaşılacak bir yan yok. Ancak Cevdet, bunun bir adım ötesinde bir noktadaydı; zira sadece kendisini sevenler değil, yaşadığı dönemde Cevdet’e kötülük yapanlar bile onun sadece iyiliklerini ve erdemlerini anlatabildi. Çünkü aralarındaki karşıtlık Cevdet’in onlara yaptığı kötülükten değil, onların yapılmasını istediği kötülüğe Cevdet’in alet olmamasından kaynaklanıyordu. Yani Cevdet bu dünyadan göçtüğünde, geride kötülük yaparak kırdığı kalpler değil, kötülüklerine alet olmadığı için kendisine öfkelenmiş kalpler bırakmıştı. Onun yokluğunda da bu öfkelerin yerini muhtemelen pişmanlık almıştı.

CEVDET’İ BÜYÜTEN AİLE İKLİMİ Cevdet’in bir onur, haysiyet ve erdem abidesi olarak yükselmesinde en büyük paya sahip olan eşi Derya Hanım ile çocukları Gülhan ve Erdem, onurlu bir hayat yaşamak için aldığı tüm kararlarda hep Cevdet’in yanında olageldi. 22 günlük Gazze saldırısı sırasında uygulanan ablukayı düşünerek boğazlarından geçmediği için evde çorbadan başka bir şey pişirilmemesi yönünde aldıkları aile kararı, Cevdet’i ve onu bu insani erdemlerin zirvesine çıkaran eşi Derya Hanım’ı, 50


kızı Gülhan’ı ve oğlu Erdem’i nesnel gerçeklikleriyle tanıyabilmek için sadece küçücük bir örnek. Cevdet, Gazze’nin hakikatini yansıtarak adaletin sağlanmasına katkı sağlayarak mazlumların imdadına koşarken şehit edildi. Cevdet’in şehadeti, onu tanıyan herkesi mateme boğdu; ancak Cevdet için ağlayanları teselli etmek Derya Hanım’a, Gülhan’a ve Erdem’e düşmüştü. Onlar, aslında bizlere Cevdet’e değil, kendi zavallılığımıza ağlamamız gerektiğini hatırlatmıştı. Kabına sığmaz bir vicdan, tükenmez bir fedakârlık, tahammül tüketen bir sabır, coşkun bir şefkat, duru bir nezaket, asil bir yardımseverlik... Bütün bu özellikleri, Cevdet’i olduğu gibi anlatmaya kâfi gelir mi? Sevgili Cevdet, kalemler seni yüceliğine yaraşır bir biçimde ifade edebilmekten acizdir. Ama seni tanıyan herkes de tanıklık ediyor ki sen Ebuzer gibi yaşadın ve resminin karşısında hıçkırıklarla ağladığın Şeyh Ahmed Yasin gibi mazlum bir şekilde şehit oldun. İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

51


Cihat Burak (1915 - 1994)

52



Kalyonların ve kedilerin ressamı, kızgın bir İstanbul beyefendisi Cihat Burak CEM ERC İ Y E S


C

ihat Burak hiç tartışmasız Türkiye sanatının en kendine has isimlerinden biri. Ressam, yazar, mimar... Dünyaya bir Osmanlı olarak gelmiş, Kurtuluş Savaşı’na, Cumhuriyet’in kuruluşuna ve Atatürk devrimlerine şahit olmuş, hatta Cumhuriyet’in yetiştirdiği o ilk kuşağın içinde yer almış, hem yapılarla ve gelişmeyle, hem sanatla içli dışlı olmuş biri. Kalabalıklar içinde yalnız bir gözlemci, başına buyruk bir sanatçı, görev olarak devasa devlet binaları tasarlayan bir mimar, bezgin bir devlet memuru, öfkeli bir yazar, konuşkan bir İstanbul beyefendisi... 1915 yılında, İstanbul Aksaray’da, Sinekli Bakkal’daki dededen kalma eski bir konakta doğar Cihat Burak. Babası Mehmet Şükrü Bey, Kayseri’de Mimar Sinan’ın memleketi Ağırnas’ta dünyaya gelmiş, kadılık yapan babası o daha 5 yaşındayken ailesini İstanbul’a taşıyınca burada büyümüş, ileri görüşlü, sanata meraklı ama sert mizaçlı bir askerdir. Cihat’ın çocukluğunun ilk yılları Aksaray’daki bu üç katlı, ahşap İstanbul evinde geçer. Halide Edip’in ünlü romanına da adını veren Sinekli Bakkal, mütevazı ama iyi halli Müslüman ailelerin yaşadığı bir mahalledir. Bulunduğu yokuşun bir ucu Langa bostanlarına çıkar. Sokağın bir köşesinde Karagöz-Hacivat figürleri yapıp satan bir usta vardır ve çocuk Cihat Burak bunları seyretmeye bayılır. Tıpkı evlerinin altındaki ahırlarda at arabalarını süsleyen, tekerleklerine ince fırçalarla altın yaldız çeken ustaları seyretmeyi sevdiği gibi. O dönemden aklında kalan boya ve vernik kokusunun kendisini resim yapmaya iten şeylerden biri olduğunu düşünür. 55


Evin ahırlarında çok sayıda araba olmasının sebebi, babasının aileyi geçindirmek için arabacılık yapmaya başlamasıdır. Mütarekeden sonra işgal İstanbul’unda utanç içinde yaşayan subaylardan biridir Mehmet Şükrü Bey. İşgal subaylarına selam vermek zorunda kalmamak için kentte sivil kıyafetleriyle dolaşır. Milli Mücadele’ye karşı kurulacak Hilafet Ordusu’nda görev almayı reddettiği için maaşı da büyük oranda kesilir. O da bir fayton alıp yolcu taşımacılığına başlar. Daha sonra bu arabaların sayısı artacak, aile bir süre böyle geçinecek ama Süvari Binbaşısı Mehmet Şükrü Bey sonunda Anadolu’ya geçip Kurtuluş Savaşı’na katılacak, hatta Yunanlılara esir düşecektir... Annesi Fitnat Hanım ise mal müdürlüğü yapmış bir Osmanlı bürokratının kızıdır. Ankara’da Kaleiçi’ndeki eski evlerden birinde doğmuş, burada ve bağ evlerinde mutlu bir çocukluk geçirmiştir. Yazmaya, özellikle edebiyata meraklıdır. Öyle ki gençliğinden itibaren öyküler kaleme almış, bunları biriktirdiği defterlerini özenle saklamış ve uzun kış gecelerinde Cihat Burak ve ailenin diğer fertlerine bu hikâyelerini okumaktan keyif almıştır. Ağabeyi Ahmet Muhtar Bey balıkhane müdürüdür ve onun zengin kütüphanesi Fitnat Hanım’ın en önemli kaynağıdır. Balıkhane Müdürü dayısı Cihat’ın hem makamında hem Samatya’daki evlerinde ziyaret etmekten, birlikte vakit geçirmekten mutluluk duyduğu birisidir. Çocukluğu, biri İzmir’de bulunan üç büyük evde geçer. İlki doğduğu Aksaray’daki ev. Ardından İzmir’e taşınırlar. Babası Mehmet Şükrü Bey, Fahrettin Altay Paşa ile İzmir’e giren süvari kolordusunun subaylarından biridir. Diğer subaylara olduğu gibi, kaçan Rumlardan kalan bir yalıyı da ona verirler. Bir süre burada yaşarlar ama babası esir düşünce İstanbul’a dönerler, Firuzağa’da, hemen Firuzağa okulunun karşısında, Defterdar Yokuşu’nda dededen kalma bir başka konağa yerleşirler. Cihat Burak, okullarını bitirip meslek sahibi oluncaya kadar, “O kadar sessizdi ki, bahçedeki süs havuzunda patlayan kabarcıkların sesi duyulurdu” diye hatırlayacağı bu evde yaşayacaktır. Aslında ev her katında, odasında birilerinin ya56


şadığı kalabalık bir mekândır. Cihat’a, evin büyük oğlu olarak çatı katındaki oda verilmiştir. Burası tıpkı sahibinin iç dünyası gibi kendi karmaşası içinde bir mekândır ve Cihat’ın en büyük ilham kaynağı küçük bir kapıyla girilen tavan arasındaki o eski eşyalardır... İçinde yetiştiği ortama, ailesine baktığımızda Cihat Burak’ın sanatçı olmasından daha doğal bir sonuç düşünülemez. Halasının kızı Mediha da Sanay-i Nefise’de resim öğrenimi görmüştür. Çocukken onunla vakit geçirmeyi sever halası. Belli ki yetenekli yeğenine düşkündür, çünkü Cihat’a sık sık küçük ödevler verir, etütler yaptırır, nasıl resim yapması gerektiğini gösterir. Hatta Cihat Burak, bir keresinde akademideki atölyede önüne bir parça çamur bırakıp, kendisi derse giren halasını beklerken yaptığı arslan kafasını herkesin nasıl da beğendiğini hiç unutmamıştır. Çünkü o gün hemen alçı kalıbını alıp Cihat’a armağan ettikleri bu küçük heykeli uzun yıllar saklayacak, belki de oradan aldığı cesaret ve ilhamla seramiğe meraklı ressamlar arasında yer alacak, o unutulmaz kuş evlerini ve diğer heykelleri yapacaktı...

PANTOLONLARI YETERİNCE ÜTÜLÜ DEĞİLDİR! Babası onun sanatla ilgilenmesinden hoşnuttur. Zaten çocuklarının eğitimini de çok önemser. Cihat Burak’ın ablası Zehra Alman Lisesi’nde, kız kardeşi Güzin İtalyan Lisesi’nde, erkek kardeşi Nihat Saint Benoit’da, Cihat Burak ise Galatasaray Lisesi’nde okur. Liseden sonra ressam olmak ister aslında. O sıralar resim kurslarına da katılır. Hatta Akademi’ye gidip desenlerini gösterir. Sonuçta bu kararsız dönemde, gidip geldiği resim atölyesindeki bir arkadaşının etkisiyle resme de yakın bir meslek olarak mimarlıkta karar kılar ve bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını taşıyan Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimarlık bölümüne girer. Hiçbir zaman mükemmel bir öğrenci olmaz. Çünkü kendi tabiriyle “pantolonları yeterince ütülü değildir”... Evet, biraz derbederdir ama hem 57


yetenekli olduğu hem de mimarlığı sevdiği için “iyi” dereceyle bitirir okulu. Bundan sonra hayatı resim aşkıyla mimarlık sevgisi arasında gidip gelecek, o da bu durumu ileride “Mimarlığı karım, resmi sevgilim, edebiyatı ise metresim olarak görüyorum” diye anlatacaktır... Cihat Burak, 1943 yılında mimarlık fakültesinden mezun olur, mesleğini yapmaya üç yıl sonra Tekel Genel Müdürlüğü’nde başlayacaktır. Zaman zaman özel bürolarda da yer alır ama çoğunlukla kamu kurumlarında çalışır. Diyarbakır ve Kastamonu Tekel binaları, Gaziantep ve Giresun hükümet konakları onun yaptığını bildiğimiz binalardan bazıları... Kamu mimarlığında yöneticilik yapacak kadar uzun süre çalışır ama aslında her fırsatını bulduğunda mimarlıktan resme kaçar. 1953 yılında Bayındırlık Bakanlığı’nda çalışırken bakanlık adına Paris’e gider. Altı aylık bursu uzatıp iki sene kalacak, mimarlıktan çok tabii ki resimle ilgilenecektir. Cihat Burak’ın Paris’le teması hiç bitmez. Türkiyeli pek çok sanatçının eğitim almak, sanatını geliştirmek ve dünya sanatının bir parçası olmak için bulunduğu Paris’te, Cihat Burak da varlık gösterir. Selim Turan, Avni Arbaş, Nejad Devrim, Abidin Dino, Mübin Orhon ile dostluklar kurar. İkinci Paris dönemini yine altı aylık bir mimarlık bursuyla gidip bu kez memuriyetini yakmak pahasına dört yıl kalacağı 1961-1965 yılları arasında yaşar. Bu dönem çok sayıda resim yapacak, sergiler açacak, hakkında Fransız basınında yazılar çıkacak, hatta Utrillo Yarışması’nda dereceye girecek kadar sanat dünyasının içinde yer almayı başaracaktır. Ama nihayet yine Türkiye’ye, mimarlığa ve Beyoğlu hayatına döner... Tipik bir Galatasaray Liseli olarak Cihat Burak’ın bir Beyoğlu insanı olduğunu söyleyebiliriz. Daha lise yıllarından itibaren Beyoğlu’nda bazı mekânların müdavimi olur. Nisuvaz Pastanesi, Cumhuriyet Meyhanesi, Çiçek Pasajı, Krepen onun sık sık gittiği yerlerdir. Orhan Veli, Sait Faik gibi isimlerle bura58


larda dostluk eder. Ara Güler’in 80’lerde artık yaşını başını almış Cihat Burak’ı Beyoğlu meyhanelerinde gösteren çok güzel fotoğrafları birer istisna değil, bir yaşam biçiminin de ifadesidir. O kalabalıklar arasında objektife bakan bıyıklı adam, yıllar boyu her akşam müdavimi olduğu bir mekâna çoğu kez tek başına giden ve saatlerce çantasından çıkarttığı gazetelerini, Fransızca tarih mecmualarını okuyan, etrafındaki kalabalıktan hiç rahatsız olmayıp bilakis onun içinde eriyip giden bir gözlemcidir aslında. Sanatçının ilhamı da bu gözlemlerden gelir. Cihat Burak müdanasız kendisi için resim yapan, öykü yazan, yaptığı resimlerde de öykülerde de içini döken bir ressam. Resimlerinde bazen yazılar, gündelik hayattan gerçek kişiler yer alır. Kendine has renkleri, figürleriyle Cihat Burak resmini bir bakışta tanırsınız. Kedileri, gemileri, sokakları ve o sokaklardaki ünlü ünsüz sıradan ya da sıra dışı insanları seyretmeyi sever ve resimler. Öykü kitaplarında ise aslında kendini, etrafındaki hayatı anlatır. 1992 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan Yakutiler kitabı, kendi hayatından kesitler gibidir. Bu kitabı okurken, kızgın bir İstanbul beyefendisinin dünyasına buyur edilirsiniz. Firuzağa’daki çocukluğunu, o mahalle dayanışmasını ve o çağın insanlarını özlemle anan yazar, İstanbul’a olan muhabbetini her satırda dile getirir. “Eşsiz bir yıldız” olarak tanımladığı kentin 1946’dan sonra bozulmaya başladığına, çünkü tüketim toplumu halini aldığımıza ve değerlerimizi yitirdiğimize inanır. Göçle gelenlerin İstanbul’u yozlaştırdığından söz eder, vefasız insanlara, sahtekârlara, kabalıklara karşı tahammülsüzdür ve büyük bir öfke duyar. Sadece sokaktaki insana değil, kurumlara ve iktidar odaklarına karşı da sözünü sakınmaz, haksızlıklara dayanamaz. Bayındırlık Bakanlığı’nda, tutucu bir memurun yırttığı kendi imzasını taşıyan Notre Dame Kilisesi tablosu için en yukarıdakilere kadar yazdığı mektup, ya da AKM inşaatı sırasında anlaşamadığı ve kendi yaptığı seramik panoları yıktırdığı söylenen Hakkı Tabanlıoğlu’nu ironik bir resim 59


konusu yapması hep bu “mücadeleci” tarafından günümüze kalan belgelerdir. Kravatı, askılı pantolonu, elinden hiç eksik etmediği çantasıyla bir kalem efendisi, bir eski İstanbul beyefendisi... Küfürlü konuşmayı sevmeyen ama küfredenleri seven bir bohem kişilik... Metinlerinde aşikârlaşan kızgınlığı, resimlerindeki ironiyi, o eleştirel ve alaycı rengi besleyen şey olmalı. Nitekim arkadaşları onu “Cihat Burak sohbetinde ironi, mizah, alay sever” diye hatırlıyorlar. Hatta o da bir röportajında “Öfke mizahın kaynağıdır” diyor. Cihat Burak için “modern seyyah, bıçkın nakkaş, zamansız tarihçi” diyen küratör Levent Çalıkoğlu’na göre ressam olarak da “Üslubu, kendine ait sesi olan bir sanatçıdır”. Elinden çıkan tüm çizimler, boyalar, seramikler, altına imzasını atmamış olsa dahi onun dokunuşunun izleriyle örtülüdür. Gördüklerini kendisine öğretilen akademik üsluba aktarmak için acı çekmez, bir imgeyi boyarken canı nasıl istiyorsa öyle davranır.” Bir başka sanat tarihçisi, Oğuz Erten’e göre ise Cihat Burak çelişkilerin ve ikilemlerin sanatçısıdır: “Bir hikâyeci ama bildiğimiz anlamda değil, sanki bir meddah. Yazıyor ama sanki konuşuyor gibi anlatıyor. Batı tarzında eğitim almış fakat yaşadığımız coğrafyanın tüm kültür özelliklerine hâkim. Resmediyor ama tüketmiyor, genişletiyor, artırıyor. Mimar, fakat yapabilecekleri için kolları bağlı. Samimi ama eleştirel. Zeki ama biçare. İstekli fakat takatsiz. Kızgın ama küskün değil, üretken. Yalnız ama dünyası zengin. Huysuz ama sevecen. Burak’ı Burak yapan en büyük özelliği aramızda dolaşıp bizi takip eden bir izleyici oluşu.” Hakikaten Oğuz Erten’in dediği gibi bütün resimlerinde aramızda dolaşan Cihat Burak’ı görürsünüz. İstanbul’un denizini ve gemilerini çok sevmiş, bu kentin tarihine, insanlarına 60


ve hatta hayvanlarına büyük bir bağlılık duymuş bir sanatçıdır Cihat Burak. Bu nedenle tarihi konuları da eski yelkenli gemileri de sever. Kalyon onun sık sık resmini yaptığı, en sevdiği imgelerden biridir. Bir diğeri ise bambaşka bir şey, kentin neşeli, hüzünlü, oyunbaz sakinleri, biz insanların şefkatini kabartan dostlarımız kedilerdir. Kasaptan aldığı ciğerleri çantasına koyup Beyazıt Çınar­ altı’nda kedilere vermeyi, onları doyurmayı çok seven ressam, tabii ki onları sayısız kez resimlerinde ağırlar. Hem de çoğu kez başrolde. Kuşlara ise tarihi binaların üstlerindeki kuş evlerini yeniden, seramikten üreterek dokunur, en önemli heykel serilerinden birini onlara adamış olur... Bir yandan da içindeki sevecen ressam ile becerikli mimarın bir araya geldiği en güzel işlerden bazılarını böylece ortaya koyar. Bir zamanların ünlü sanat eleştirmeni Sezer Tansuğ ile yaptıkları çok güzel bir söyleşi var. Burada Sezer Tansuğ soruyor: “Cihat Bey, binalar, resimler, kuş evleri, biblolar, vitraylar yaptınız, hikâyeler yazdınız unutulmaz sohbetler ettiniz. Bundan sonra ne yapacaksınız diye soran birine ‘Bundan sonra vefat edeceğim efendim’ diye cevap vermişsiniz. Oysa daha çok yapılacak işiniz olmalı.” Cihat Burak ise şöyle yanıtlıyor bu manidar soruyu: “Yaptığımız işler bizi yaşatacak yoğunluktadır.” Evet, doğru söylüyor, geride bıraktığı binlerce resim, üç kitap ve dolu dolu bir hayatla İstanbul’un yetiştirdiği emsalsiz isimlerden biri, Cihat Burak bugün hâlâ yaşıyor. Ve belli ki hiçbir zaman unutulmayacak.

61


Didem Madak (1970 - 2011)

62



Didem Madak: Aşkınlığın şairi NE C M İ Y E A L PAY


D

idem Madak’la ilgili sempozyum kitabına göz atmak için rafa uzanırken elimin otomatik bir hareketle İsyankâr Neşe adlı Sevgi Soysal kitabına gittiğini fark etmemle birlikte bu yazının girişi de gözümde belirmiş oldu. Bir aydınlanma ânı! Anlık yanılgım boşuna değil: Gerçekten de “isyankâr neşe”, binyıl dönümünün büyük şairi ile 1970’lerde parlayıp sonraki onyıllara pınar olan büyük kurmaca ve siyaset yazarının ortak özelliği. Edebiyatlarındaki eşsiz enerji, yüreğimizi acıyla burkan erken ölümlerinin karşı ağırlığını oluşturuyor. İkisi de öncülere öncülük etmiş yazarlar. Bu yazı şair olanda odaklanıyor. Madak’ın üç kitapta toplanan şiirlerinde “neşe”, süreğen ve sıcak bir aşkınlıkla biçimlenir. Her an yenilenerek, okura şaka yaparcasına yarattığı bir mesafelenmeyle. Öyle ki, okurken kendimizi bu şiirlere hem alabildiğine yakın hissederiz, hem de her hamlede az bir şey öteye fırlatılmış gibi. Üç kitap boyunca, çok gerçek ve çok yalnız, cin gibi bir genç kadın konuşmaktadır, şairin kendisi olarak okunmaya fazlasıyla elveren bir genç kadın. Nilay Özer’in deyişiyle “kendine mesafesiz”… Neredeyse. Çünkü bir “o”, bir de “kendi” diyorsak, mesafe zaten orada demektir: Acıklı sözler kraliçesiyim ben Yağmur bir daktilo kız kadar hızlı Hızlı daha hızlı Fazla vaktim kalmadı Artık ifadem alınmalı. Asaletim de sizin olsun baylar, rezaletim de! 65


Beni bir sutyen lastiği ile asın. İnanın kendimin “Yokluğunda çok kitap okudum” Bana birkaç hayatî meseleyi ödünç ver kalbim Görüş günlerinde seninle konuşabilmem için. Kim kiminle konuşuyor ve kaç kişi var burada? “Ben”, “kalbim”le konuşuyor, “baylar”a sesleniyor, ve “kendim” ayrı bir kişi. Sahnede bir daktilo kızla karşılaştırılan yağmur da var... Peki sahne neresi? İlk iki kitaptaki şiirler, rutubetli bodrum katlarından, bir öğrenci hayatının –ve tabii genel olarak hayatın– geçiciliğiyle seslenir, Ayla Abla’ya, Pollyanna’ya, Kalbiye’ye, Füsun’a. Ortam önceleri bu anlatıcı “ben” ile çevresindeki kişilerden oluşur: küçük kardeşi Işıl, çok erken ölmüş annesi Füsun, seslendiği, adı konulmuş kadınlar ve adı olmayan “baylar”. Üçüncü kitapla birlikte şiir, evden kaçan ergenler gibi sokaklara, Pulbiber Mahallesi’ne açılır, melodilerden sonra bir konçertoya geçer gibi. Bir tür “bizim mahalle”dir burası. Ömür boyu yurdumuz. Madak’ın şiirlerinden böylesine etkilenmemizin nedenlerini sormuşumdur hep kendime. Bazı yanıtlarım da oldu: Külkedisi konuşuyor diye yazdım, haklıydım, zaten şiirlerinde dolaysız ipuçları da vardır bu kült masalın. Kendisinden önceki edebiyatı soğurduğunu (Harold Bloom’un deyişiyle “yuttuğunu”) yazdım, başkaları da yazdı. Hakkında biri İstanbul’da, diğeri İzmir’de olmak üzere iki sempozyum düzenlendi. Aynı zamanda hem çok tanıdık hem de aynı ölçüde ele avuca gelmez bir şiir olduğu yazıldı. Cinsiyetçi topluma isyanı, yoksul hayata isyanı, sesinin çocuk-kadın özellikleri, dilindeki ironi ve masalsılık, anlatımındaki öyküleme özelliği, bütün bunlar açımlandı; Zeynep Direk seslenme özelliğinin inceliklerini felsefi açıdan yazdı, Asuman Susam, Pulbiber Mahallesi’ne “minör edebiyat” kavramı açısından baktı, orada “kaçış çizgileri” yakaladı. Kitap boyu çalışma olarak Mahmut Temizyürek, 66


“Didem Zamanı”nda Madak’ın özgünlüğünü hem mitolojik verilerle ince ince bağlantılandırdı, hem de “ironik bilgelik”, “origami” ve daha başka kavramlar çerçevesinde aydınlattı, bu şiirlerde gizlenmiş tılsımlar buldu... Bu çok kaba ve çok eksik gözden geçirme işlemi beni Madak konusunda yaşadığım bir başka aydınlanma ânına götürüyor: Onun şiirinin bizi nesnel karşılıklar yoluyla yakalaması meselesine: Belki “neşe”den önce “coşku” olarak adlandırılabilecek olan bu enerji, şiirde ironi kadar, nesnel karşılıklarla da biçimlenmektedir. Orhan Kahyaoğlu, İzmir’deki sempozyuma sunduğu bildiride bu şiirlerin nesnelerle dolu olduğuna dikkat çekmişti. Öyle, gerçekten. “Nesnel karşılık” ise bunun biraz daha ötesinde, başlı başına bir kavram. İlk kullanımını Yeni Eleştiri mensuplarından Washington Allston’a, geliştirilmesini T.S. Eliot’a borçluyuz. Ece Ayhan’ın da tutunduğu bir kavramdır ve edebiyatın “anlatma, göster” biçimindeki temel ilkesiyle ilişkilidir. Eliot’ın tanımlaması şöyle: “Coşkuyu sanat biçiminde dile getirmenin tek yolu, ona bir ‘nesnel karşılık’ bulmaktır. Başka bir deyimle, o belirli coşkunun örneği olabilecek bir nesneler dizisi, bir konum, bir olaylar zinciri bulmaktır.” (abç) Eliot’ın tanımındaki “nesnel” sıfatı bir tür nesneselliği anlatıyor, “konu-nesne” kavramındaki durum da diyebiliriz. Sanat yapıtındaki anlatımın, sanat dışından aşina olabileceğimiz bir şeyleri, yine aşina olduğumuz başka nesne, konum ya da olay zincirlerinin “nesnel”liğiyle (sanatın iç “nesnel”liğiyle), inandırıcı “somutluklar” halinde dile getirmek. Madak bir anlatı şairidir ve anlatısını neredeyse kesintisiz bir biçimde Eliot’ın verdiği tanıma uyan nesnel karşılıklarla canlandırmaktadır. İlk kitaptaki ilk şiirin başlığında bizi tam da Eliot’ın “formül”üne uygun olarak iki somut “konu-nesne” (“Ay”, “Işıl”) ve “sığışmıştı” yüklemiyle ifade edilen bir olay karşılar: “Ay Işıl’a Sığışmıştı”. Başlık böyle. Buradaki “nesnel”lerin hangi coşkunun “karşılık”ları olduğunu söyle67


mek fazla olur. Okur, “sığışmıştı” yüklemindeki olağanüstülüğe işaret etmemdeki kabalığı bağışlasın, bu yüklemin “nesnel karşılık” yönünü, kavramın Madak’ta hayat bulduğu özgül bir örnek olarak öne çıkaracağım: Sığışmak fiilinin buradaki kullanımı, olağan kullanımından her açıdan farklı. Olağan kullanımda, çok sayıda birimin dar bir yere sıkışarak sığmasıdır, sığışmak. Burada ise tek bir birim (ay), yine dar olmakla birlikte olağan koşullarda sığmak kavramıyla birlikte düşünmeyeceğimiz bir “yer” (Işıl) seçmiş oluyor. Bu türden bireysel (idiyolektik) kullanımlara ancak çocuklarda rastlarız. Zihnimiz okuma sürecinin ilk ânında yalnızca ayrıklığı kaydedecek, hikmetini ise hemen sonra, başlığın ardından gelen “Işıl çocuktu o zaman, ben de öyle” dizesiyle birlikte anlayacaktır. Zihnimiz bir yandan alabildiğine sempati içinde, bir yandan da dil konusunda uyanık (yani ufaktan mesafeli) olmaya ayarlanmaktadır burada. Diyebilirim ki şiir, zihnimizi aşkınlığa uyarlamaktadır. Somutluk aşikârdır: “Mevsim kesin yazdı, karpuzdan feneriyle” diye devam eder, arkadan mor zambak, masal gemileri, pirinç taneleri ve kitaba adını veren grapon kâğıtlarıyla konfetiler geçit halinde... iken, şiirin son kısmında trajik sökün eder: Bir daha hiç ay Işıl’a sığışmamıştı. O akşamki gibi, o akşamki kadar büyük Siyah saçlı bir mucizeydi sanki ay Ateşe atmıştık biz onu İnce ve beyaz bir kemik gibi Susmuştuk, bir baykuş Kapı aralığına sıkışmış bir ruh gibi bağırmıştı Susmuştuk, bir daha hiç Ay Işıl’a sığışmamıştı. Ayın yerinde kara bir delik kalmıştı. Kara güneş, Füruğ Ferruhzad’da, Kristeva’da, Hilmi Yavuz’da, melankoli anlatır. Şimdi burada da, kara ay, kararan 68


ay, ölüm ânı, annenin ölümü. Neşe, coşku, ironi derken, melankolinin kapılarına getirip bırakıyor işte şiir bizi. Sonra oradan almak üzere. Susuz götürüp susuz getiriyor. “Kapı aralığına sıkışmış bir ruh gibi” benzetmesi, Tan­ pınar’ın o eşsiz şiiri “Her Şey Yerli Yerinde”nin bitişindeki “Azapta bir ruh gibi”sini çağrıştırıyorsa, bu ve benzeri çağrışımlar tam da Madak’ın “kendisinden önceki edebiyatı yuttuğu”nun göstergelerinden biridir. Her has şiir, yazılmışlar diyarının bir mensubu olarak gelir; ne var ne yok her şeyi inkâr etse bile. Didem Madak, bu mensubiyetin belirtilerini bilerek, severek ve bazen ironiyle vermek açısından da kendine özgü bir şair... Topluma açılma duygusunun Gülten Akın’ı çağrıştıran bir yanı var. Gülten Akın’ın da ilk kitaplarında (1950’ler ve 60’ların ilk yarısı) çok yalnız bir genç kadın konuşurken, dördüncü kitabından itibaren dış dünya hızla her şeyin yerini almaya başlar. Sonra giderek uzun sürecek bir destanlar dönemine dalar, 12 Eylül yıllarında “ham şiir”e, yaşlanınca da deyim yerindeyse “eve” dönünceye kadar. Gerçi iki şair de en çok “evde” yani iç dünyada oldukları ilk dönem şiirlerinde bile zaten toplumsalın imgelerinden uzak değillerdir. Madak da Pulbiber Mahallesi destanını yazdı, “tarih” ve “vakanüvis” diyerek. Bu yazıyı o destandan, biraz şu günler için algıda seçicilik kokacak bir parçayla bitireyim, “Miss Marple” isimli “şiir kedisi”nin de yer aldığı bir bölümle: Miss Marple fahişeleri koklamaktan yorgun geliyor akşamları Öldürülmüş kadınlar gülümsüyor Piyano tuşları gibi arası kararmış dişleri ile Çözülmemiş cinayetler oratoryosu yazıyoruz Kadınlar öldürülmesin senfonisi Şeker de yiyebilsinler notalarla! 69


Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır (1878 - 1942)

70



Her haneye iz bıraktı BU R AK K URU


A

ntalya’nın Elmalı bölgesi Türkiye için iki farklı alanda öneme sahip. Biri sporla alakalı. Ata sporumuz yağlı güreşin en önemli, dünyanın en eski spor organizasyonlarından biri, Elmalı Yağlı Güreşleri 1352 yılından beri burada düzenleniyor. Bir diğer önemi de Türkiye’de hemen hemen her hanede izi olan bir ismin burada doğmuş olması. Din adamı, tercüman, hattat Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır. Babası, Aslen Burdur’un Gölhisar ilçesine bağlı Yazır köyünden Nûman Efendi, Elmalı Şer’iyye Mahkemesi’nde başkâtip; dedeleri Mehmed, Bekir, Hasan ve Bedreddin efendiler ise ilmiye sınıfına mensuptu. Annesi Fatma Hanım da Sarlarlı Mehmed Efendi’nin kızı. Yani esasında isminin sonuna ekleyebileceği çok soyadı varken, o hem doğduğu Elmalı, hem de kökeninin olduğu Yazır’ı kullandı ve Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır olarak tanındı. Türkiye’deki hemen hemen her haneye bırakılan izin başlangıcı böyleydi. Şimdi de o iz neydi onu anlatayım... MEHMED AKİF’LE BAŞLADI, TEK BAŞINA TAMAMLADI İslami kültürün temel kaynaklarını Türkçeye kazandırma fikrinin devamı olarak 21 Şubat 1925’te, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Azmi Efendi’nin Meclis’e 53 milletvekilinin imzasıyla sunduğu teklifte, yeni bir Kur’an tercüme ve tefsirinin hazırlanması ve hadis kitabının Türkçeye çevrilmesi isteniyor. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi, yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki’nin ısrarlarıyla, tercümenin Mehmet Akif Ersoy’a, tefsirinin Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır’a yaptırılması kararlaştırılıyor. 73


Mısır’a giden Mehmet Akif Ersoy, ilk tercümeleri Elmalılı M. Hamdi Yazır’a gönderirken, bunların içine sinmediğinin, tüm çabasına karşın başarılı olamadığının altını çizerek görevden çekiliyor. Tercüme işi Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır’a teklif ediliyor ama o da hak ettiği doğruluk ve güzellikte çeviremeyeceği düşüncesiyle bu görevi kabul etmek istemiyor, ancak görüşmelerin ardından ikna oluyor; fakat bir şart koşuyor: Ayetlerin altına meal ilave edilmesi... Bunun üzerine Diyanet İşleri yetkilileri Hamdi Efendi’ye tercüme işini de üstlenmesini teklif ediyor. Hamdi Efendi, Kur’an’ın hak ettiği doğruluk ve güzellikte tercüme edilebileceğine inanmadığını söyleyerek görevi kabul etmek istemediyse de görüşmelerden sonra ayetlerin altına tefsire geçmeden önce bir meal ilave edilmesi konusunda anlaşma sağlanıyor. 1926 yılında başlayıp 1938’de sona eren 12 yıllık meşakkatli çalışma sonucunda hâlihazırda Türkiye’deki hemen hemen her hanede bulunan, bir dönem kupon karşılığı gazetelerle hediye edilen, Hak Dini Kur’an Dili isimli, 9 ciltlik kapsamlı tefsir ortaya çıkıyor. Bunu yapması için Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır’ın seçilmesi boşuna değil. İlk ve orta öğrenimiyle beraber hafızlığını da Elmalı’da tamamlayan Mehmet Hamdi, 1895 yılında, dayısı Mustafa Efendi’yle beraber İstanbul’a geldi ve Ayasofya Medresesi’ne yerleşti. Beyazıt Camii’nde derslerini aldığı Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’den ve hat derslerine devam ettiği Bakkal Ârif Efendi ile Sami Efendi’den icazet aldı. Mekteb-i Nüvvâb’ı (Hukuk Fakültesi) birincilikle bitirdi. Edebiyat, felsefe ve musikiye olan ilgisiyle bu konuda da çalışmalar yaptı ve kendisini geliştirdi. Beyazıt Medresesi’nde iki yıl ders verdikten sonra II. Meşrutiyet’in ilk meclisine Antalya mebusu olarak girdi ve kritik bir rol üstlendi: II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine rıza göstermeyen fetva emini Nûri Efendi’yi ikna edip fetva müsveddesini yazdı. 74


Fıkıh, mantık ve vakıf hukuku derslerini okuttu, 1918’de şeyhülislamlık bünyesinde kurulan Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye (İslam Akademisi) azası ve ardından bu kurumun başkanı oldu. Damat Ferid Paşa’nın birinci ve ikinci hükümetlerinde Vakıflar Nâzırı olarak görev yaptı. 15 Eylül 1919’da Meclis-i Ayan üyeliğine tayin oldu, ilmi rütbesi de Süleymaniye Medresesi müderrisliğine yükseltildi. Cumhuriyet’in ilanı onun için çalkantılı günlerin başlangıcı oldu. Memurlukyaptığı kurumlar lağvedildi, açıkta kaldı, hatta Milli Mücadele esnasında İstanbul hükümetlerinde görev yapmış olması nedeniyle idama mahkûm edildi. Bu kararın sonucu olarak Fatih’teki evinden alınarak Ankara’ya götürüldü ve 40 gün tutuklu kaldı. Neyse ki mahkemede aklandı ve serbest bırakılmasının ardından İstanbul’a döndü. Bu dönüş onun hayatının inzivaya çekilme evresini başlattı. Camiye gitme haricinde evinden çıkmadı. Maddi sıkıntı çektiği için çıkış yolları aramaya başladı. Metâlib ve Mezâhib (Metafizik ve İlahiyat) adlı, Paul Janet ve Gabriel Seailles tarafından hazırlanan Histoire de la philosophie adlı kitabın çevirisini tamamladı. DÖNEMİNİN SEÇKİN HAT SANATÇILARINDAN Çağdaşları arasında az bulunan entelektüel birikime sahip Mehmet Hamdi Yazır, Türkçenin yanı sıra Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. Musikiye ilgisi vardı ama asıl sanatçı yönü hattatlık alanında ortaya çıktı. Nitekim, devrinin seçkin hat sanatçılarındandır ama levhalarının çoğu torunlarında bulunan koleksiyonlarda yer alır. Türkiye Diyanet Vakfı’nın, İslâm Ansiklopedisi’ndeki Yusuf Şevki Yavuz imzalı maddeye göre, Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır’ın dine ilişkin görüşleri de şu şekildedir: “Elmalılı, İslam ümmetinin toplumsal vicdanını kaybetmesinin büyük felaketlere sebep olacağını, Müslümanları Avrupalılaştırmanın bir hata olduğunu ve kurtuluşun Avrupa’yı içimizde eritip kendi değerlerimizi korumakla mümkün olabileceğini savunuyor. Ona göre Batı’nın değerlerinden değil ilminden faydalanmak 75


gerekiyor. Çünkü insanlar ancak İslami esaslara bağlı kalmakla mutlu olabilirler.” Elmalılı, “Esasen insanlık kendi türünü devam ettirebilmek için bir gün mutlaka İslamiyet’i benimsemeye mecbur kalacak” diyerek İslam’ın gelecekte daha iyi anlaşılıp uygulanacağını söylüyor ve buna ek olarak dini endişelerle pozitif ilimlerin önüne engel konulmaması gerektiğini kuvvetle savunuyor. Bir ek daha: “Elmalılı, dini, kendi arzularıyla iyilik yapacak ve kemale erecek insanlar yetiştiren bir eğitim müessesesi, insanları kendi istekleriyle tabiatta gözlenen zorunluluk ve baskıların üstüne yükseltecek olan bir hürriyet yolu olarak görüyor.” Uzun süren kalp yetmezliğinin sonucunda 27 Mayıs 1942’de hayatını kaybeden Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır’ın kabri Sahrayıcedid Mezarlığı’nda bulunuyor. Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır bütün bilgi birikimi ve eserleriyle, günümüzde her kitaplıkta kendine yer buluyor. Hayatı boyunca çabaladığı şekilde insanlara rehber olmayı sürdürüyor.

76


ELMALILI HAMDİ YAZIR’IN ESERLERİ Felsefeyle üç-dört yıllık bir mesaisi olan Mehmet Hamdi Yazır, Batılı yazarların mantık ve felsefe kitaplarını tercüme ederek bu alanda da iz bıraktı. Hak Dini Kur’an Dili: 48 yaşında göreve koyuldu ve 60 yaşına geldiğinde tamamladı. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayımlanan 9 ciltlik eser, onun en meşhur çalışmasıdır. İrşâdü’l-ahlâf fî ahkâmi’l-evkâf: Mülkiye Mektebi’nde okutmak üzere hazırladığı ders kitabı (1914). Hz. Muhammed’in Dini İslâm: Bu eser, Anglikan Kilisesi’nin sorduğu sorulara, şeyhülislâmlık adına verdiği cevaplardan oluşuyor (1979). Metâlib ve Mezâhib (Metafizik ve İlahiyat): Fransız Paul Janet ve Gabriel Seailles’nin Histoire de la philosophie eserinin tercümesi. İstintâcî ve İstikrâî Mantık: İngiliz Alexander Bain’in eserinin Fransızcaya yapılan tercümesinden Türkçeye çevirdiği kitap. Bu kitabı Süleymaniye Medresesi’nde öğrencilere ders notu olarak vermiştir.

77


Eremya Çelebi Kömürciyan (1637 - 1695)

78



İstanbul’un hafızası bir 17. yüzyıl entelektüeli BANU T UNA


T

Tarihçi, yazar, şair, mütercim, matbaacı... Eremya Çelebi Kömürciyan, kısa ömrüne (1637-1695) farklı alanlarda pek çok eser sığdırmış bir 17. yüzyıl entelektüeli. Dönemin İstanbul’u üzerine bildiklerimizin büyük bölümünü ona borçluyuz. Araştırmacı-yazar Kevork Pamukciyan, “17. yüzyıl Ermeni edebiyatının medar-ı iftiharı” diyor Kömürciyan için. Hayatı hakkındaki kısıtlı bilgimizi Pamukciyan’ın araştırmalarına, kilise kayıtlarına ve 1648-1662 yılları arasında tuttuğu günlüğe borçluyuz. Elimizde bir resmi bile yok. O, Ermeni harfli Türkçe şiir yazan ilk büyük şairimiz. Entelektüel birikiminden dolayı yaşadığı dönemde kendisine “Çelebi” unvanı layık görülüyor. Zira “çelebi” unvanı, 14. yüzyıldan 18. yüzyıla dek, kültürlü yüksek tabakaya mensup olanlar, divan şairleri, kalem erbabı, Divan-ı Hümâyun kâtipleri gibi genel olarak okumuş, bilgili kimselere verilirdi. Kömürciyanlar, Erzincan Kemah kökenli. Aile şeceresinde Kemah’ın Hocayentz köyünden oldukları yazmasına rağmen Kevork Pamukciyan, Abuşta köyünden olduklarını aktarıyor. 16. yüzyıl sonlarında Kemah Ermenileri, Celali İsyanları nedeniyle Batı Anadolu’ya, özellikle İstanbul ve Tekirdağ çevresine göç ediyor. Eremya Kömürciyan’ın büyük dedesi Sarkis ise 1600’de Gelibolu’ya yerleşiyor. Oğlu Nahabet, 1590’da babasının ölümünün ardından İstanbul’a taşınıyor. Aile pek çok din adamı yetiştirmiş. Eremya Çelebi Kömürciyan’ın babası Mardiros da 1636’da Kudüs’e giderek rahip oluyor. Eğin’in (Kemaliye) Navreri köyünden, varlıklı bir adam olan ekmekçi Hacı Ambagum’un yeğeni Huğita ile evleniyor. Huğita’nın doğum tarihi bilinmemekle birlikte 81


ölüm tarihi 26 Nisan 1663. Çiftin üç oğlu ve bir kızı oluyor. En büyükleri Eremya, 12 veya 13 Mayıs’ta Langa’da (bugün Yenikapı Marmaray istasyonunun bulunduğu bölge) dünyaya geliyor. Kardeşleri Kevork ile Gomidas, babalarının izinden giderek rahipliği seçmiş. 18. yüzyıl başlarında artan Katolik hareketinde yer alan Gomidas, 26 Ekim 1707’de idam ediliyor. Bu olayın ardından Şehit Gomidas olarak anılıyor ve Papa XI. Pius, Gomidas’ı 1929’da aziz ilan ediyor. Kız kardeşlerinin ismi hakkında net bilgi yok, Yeranik veya İrene olarak geçiyor kayıtlarda... Eremya Kömürciyan, 9 yaşında Ermenice okuma yazma öğreniyor. 12-13 yaşında kilise mugannileri arasına katılıyor, ancak ailesinde din adamları bulunmasına ve teklif edilmesine rağmen kilisede kalmıyor. İlk eğitimini babasının dostu ve meslektaşı Der Hovannes’ten aldıktan sonra Hacı Ambagum’un himayesine giriyor. Eğitim hayatı boyunca Türkçe, Yunanca, Rumca, Farsça, Arapça, İbranice öğreniyor. Tuttuğu günlükten, Türkçe öğrenmeye anne babasının ısrarıyla 15 Nisan 1656’da, 19 yaşındayken başladığını biliyoruz. Öğretmenleri arasında Vardapet Ayıntaplı (Gaziantep) Eğyazar, Vardapet Kefeli Mardiros var. Hocası Vardapet Mardiros’un patrikliği sırasında (1659-1660), Patrikhane’nin kâtipliğini ve müşavirliğini üstleniyor. Bu sırada, manevi babası Hacı Ambagum’un 1658’deki ölümünün ardından nüfuzlu bir Ermeni tüccar olan Abro Çelebi’nin himayesine giriyor. Hayatıyla ilgili pek çok bilgi gibi evlilik tarihi hakkında da farklı bilgiler var. 1657 veya 1654’te evleniyor ancak eşinin adını bilmiyoruz. Bu evlilikten üç oğlu ve bir kızı oluyor. Büyük oğlu Ambagun (1659-1692) ailenin izinden giderek din adamlığını seçiyor ve Kirkoris adını alıyor, ancak genç yaşında ölüyor. Mağakya (1662-1702 sonrası) minyatür sanatçısı oluyor. Küçük oğlu Hovsep (1681-1682) bir yaşında vefat ediyor. Kızı Soğome 1670 yılında dünyaya geliyor, 1684’te evleniyor ve 27 Aralık 1680’de hayatını kaybediyor. Geride Hov82


sep adında 5 yaşındaki oğlu kalıyor. Eremya Çelebi, kızının ölümünün ardından bir mersiye kaleme alıyor. Dörtlüklerin sonunda tekrarlanan “Hemen deyin ki, Soğome kurtuldi” sözlerinden, uzun süre bir hastalıkla boğuştuğu tahmin ediliyor. Soğome’nin defnedildiği Pangaltı Ermeni Mezarlığı bugün maalesef yok. Kevork Pamukciyan’a göre, Eremya Çelebi Kömürciyan’ın 58 yaşındaki erken vefatının sebebi, kızının ve oğullarının zamansız ölümleri... Kömürciyan, bugün Balıklı Ermeni Mezarlığı’nda gömülü. Eremya Çelebi, yazar ve şairliğinin yanı sıra yaşadığı dönemde Ermeni cemaatinde saygı gören bir isim. Cemaat üyeleri arasındaki pek çok meselede hakemlik yapıyor, Patrikhane için çevirmenlik görevini üstleniyor. İstanbul’da hapsedilen Kudüs Patriği Ayıntaplı Vardapet Eliazar’ın serbest bırakılmasında rol oynuyor. Patrikhane’deki başkâtiplik ve danışmanlık görevlerinden ötürü hem Anadolu hem Ermenistan hem de Levant bölgesine (Doğu Akdeniz kıyıları) pek çok seyahat yapıyor. Bu seyahatler sırasında ziyaret ettiği manastır, patrikhane ve kilise kütüphanesinde bulunan kitap ve yazmalardan faydalanarak entelektüel birikimini artırıyor. Babasının görev yaptığı Surp Sarkis Kilisesi, 21 Temmuz 1660’taki büyük yangında (Kömürciyan’ın bu yangın hakkındaki eseri 1660 Yılı İstanbul Yangını Tarihi/ Badmutyan Hıragizman Gosdantnuboloso elimizdeki en detaylı kaynaktır) hasar görünce, onarım sonrası Eremya Çelebi burayı bir okula dönüştürüyor. Ancak yapı, 6 Nisan 1662’de bazı Rum kiliseleriyle birlikte yıktırılıyor. Matbaacılığı denemesi 1677 yılına denk düşüyor. O tarihe kadar İstanbul’da bir Ermeni tarafından açılmış tek bir matbaa var. Tokatlı Apkar tarafından 1567’de kurulmuş, dilbilgisi, takvim ve ayin kitapları olmak üzere beş eser bastıktan sonra, Apkar’ın Eçmiadzin’e gitmesi sonucu kapanmış. Apkar Matbaası’nın kapanması sonrası Ermeni matbaacılığı uzun 83


süre kesintiye uğruyor. Eremya Kömürciyan’ın, hamisi Abro Çelebi’nin maddi desteğiyle kurduğu matbaası ile yeni bir dönem başlıyor, ancak burada sadece iki kitap basılabiliyor. İlki, 12. yüzyılda Başpatrik Nerses Şınorhali’nin Hz. İsa hakkındaki manzum bir eseri. İkincisi ise Eremya Çelebi’nin Kudüs seyahatinden izlenimlerini, kutsal mekânlar hakkında bilgileri aktaran, 15 resim içeren 31 sayfalık kitap. Kevork Pamukciyan’ın aktardığına göre, Kömürciyan 1686’da cemaat işlerinden elini eteğini çekip kitap yazmakla meşgul oluyor sadece. Bugün bildiğimiz eserlerinin toplam sayısı 40 civarında. Antik Çağdan 21. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi ansiklopedisinde Johann Strauss şöyle diyor: “17. yüzyılda İstanbul’da edebi bakımdan istisnai kişilikler arasında Rum Ortodoks Patriği Kiril Lukaris ve Ermeni tarihçi, matbaacı ve şair Eremya Çelebi Kömürciyan gösterilebilir.” Hem Ermenice hem de Ermeni yazısıyla Türkçe eserler veren Kömürciyan, dönemin İstanbul’unu tasvir eden pek çok eser bırakmış geride. Bunlardan en önemli ve ünlüsü İstanbul Tarihi’ni (Isdambolo Badmutyun), Bitlis’teki Amırdolu Manastırı’nın başkanı Başpiskopos Vartan’ın talebiyle yazmış. Kitap, Osmanlı başkentinin coğrafi özelliklerine, günlük hayatına, çokuluslu yapısına, özellikle de Ermenilerin yaşayışına, tarihi olaylarına dair önemli bilgiler sunan bir tür şehir rehberidir. Eremya Çelebi’nin kitabın yazıldığı dönem bir süre Üsküdar’da ikamet ettiğini biliyoruz. Kefe vezniyle yazılan manzum eserde, kitabı ithaf ettiği Vardapet Vartan’la güya İstanbul’u dolaşırlar. Kayıkla Yedikule’den başlayarak surların etrafında gezer, kara surlarını görmek için ata biner, Galata ve Beyoğlu’nu dolaştıktan sonra Tophane’den yeniden kayığa binerek Boğaziçi sahillerini gezerler. Bu sırada pek çok eğlenceli hikâye de anlatır Kömürciyan. Türkçe çevirisi ancak 1952’de, Hrand Der Andreasyan tarafından hazırlanmış, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarafından basılmış. Eserin orijinal yazması, Kudüs Manastırı Kütüphanesi’nde bulunuyor. 84


1648-1690 yılları arasındaki İstanbul’da yaşanan olayların aktarıldığı Vakayiname’nin orijinal yazması Venedik Mıkhitarist Tarikatı Kütüphanesi’nde saklanmakta. Bir diğer önemli eseri, 8 bin 111 beyitten oluşan Osmanlı Sultanlarının Dört Yüz Yılının Kısa Tarihi isimli manzume. 1675-1678 yılları arasında, Eçmiyadzin Gatoğigosu (Ekümenik Ermeni Patriği) IV. Hagop’un teklifiyle üzerinde çalıştığını biliyoruz. İki bölümden oluşan eserin birinci kısmında Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1648 yılına kadar olan tarihi anlatılmakta, ikinci bölüm 16481678 arasını içermekte. Eserin orijinal yazması, Eçmiadzin Manastırı’nda saklanıyor. Yahudi Gelin adlı manzum hikâyesi, Osmanlı bünyesindeki farklı milletler arasında kurulu ilişkileri yansıtması bakımından ayrıca kıymetli. Eserin ismi farklı kaynaklarda Dimo’nun Hikâyesi olarak geçse de, Azra Sancak orijinalinde metnin bir başlığı olmadığını, Türkolog Andreas Tietze ile Avedis K. Sanjian’ın metnin çeviri yazısını hazırladıkları eserlerinde “The Jewish Bride” (Yahudi Gelin) ibaresini metni tanımlamak için kullandıklarını aktarıyor. Merkada adında Yahudi bir kıza âşık olan Arnavut fırıncı Dimo’ya dair olan hikâye, farklı dinlere mensup çiftleri ve dini engellere rağmen aşkın zaferini konu ediyor. Sanjian ve Tietze, metnin Yunanca orijinalinin Yahudi ve Hristiyan iki gencin zorluklara göğüs gererek sonunda mutlu sona ulaşan aşkını konu edindiğini, Eremya’nın kaleme aldığı Türkçe uyarlamada anlatıya Merkada’nın annesinin bir karakter olarak eklendiğini, bu karakter üzerinden dönemin önemli siyasi ve dini olaylarından biri olan Sabetay Sevi meselesinin ironik bir biçimde konuya dâhil edildiğini yazıyor.

85


Halide Edib AdÄąvar (1884 - 1964)

86



Boyun eğmeyen kadınların öncüsü: Halide Edib Adıvar ECE ÇE Lİ K


Ç

ok az fotoğraf var ondan geriye kalan... En çok bilinenlerden birinde kara çarşafıyla binlerce erkek ve kadına kararlı sesini duyurmaya çalışıyor; diğerinde ise bembeyaz saçları yarım bir başörtüsünün arasından görünüyor, yüzünde koca bir hayatın yorgunluğu okunuyor. Bu fotoğrafların arasındaki yıllar belki de beş ömre sığacak bir mücadeleyi barındırıyor. Bahsettiğim kişi Osmanlı’nın son dönemine, Milli Mücadele dönemine ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına, kısacası ömrü boyunca yaşadığı coğrafyaya muazzam izler bırakan Halide Edib Adıvar. Halide Edib deyince aklınıza ne geliyor? Sinekli Bakkal, Ateşten Gömlek romanları, bir de manda ve himaye tartışması... Halide Edib, satırlara sığmayan hayatından geriye çok sayıda aşk, çok sayıda dostluk, çok sayıda düşmanlık, çok sayıda ülke, çok sayıda kitap, gazete yazısı ve fikir bıraktı. Öyle ki, onun fikirlerinin doğumundan 130 yıl sonra, günümüzde tartışılan kavramların bile çok ilerisinde olduğunu belirtme ihtiyacı duyuyorum.

YAŞAMI CUMHURİYETE GEÇİŞİN RÖNTGEN FİLMİ GİBİ Halide Edib, Milli Mücadele döneminin kanaat önderlerinden, aslında bugün toplumsal cinsiyet eşitliği diye tanımladığımız kavramın en önemli neferlerinden. Onun yaşam hikâyesine baktığımızda Osmanlı’nın son dönemi, Cumhuriyet’in kuruluşu ve ilk yıllarının röntgen filmini görmek mümkün. 1884 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Halide Edib, çocukluk ve gençlik dönemini Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sancılarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemde geçirdi. 89


Annesini küçük yaşta kaybetti, çocukluğu boyunca Anadolu kültürünü tüm kodlarıyla yansıtan anneanne evi ile tamamen alafranga bir kültürün hâkim olduğu baba evi arasında mekik dokudu. Mor Salkımlı Ev kitabında da bahsettiği, beyazlığı, temizliği ve mor salkımlarıyla hatırladığı anneanne evi, aynı zamanda sıkı bir din eğitimi aldığı ve kendisine Türk-Müslüman kültürünün öğretildiği yerdir. İngiltere ve İngiliz terbiyesi hayranı olan babası ise Halide Edib’i bu kültürle yoğurmak istemektedir. 1893 yılında gittiği Amerikan Koleji Halide Edib’e ömrü boyunca eşlik edecek bir dili, İngilizceyi, çok iyi öğrenme fırsatı verir. Nitekim ömrü boyunca hem eserlerinde hem politik ve düşünsel kimliğinde, çocukluğunun izdüşümü olarak Batı ve Doğu kültürünü kıyaslayacaktır. 1901’de koleji bitirir bitirmez hocası Salih Zeki ile evlenen Halide Edib’in, bu evlilikten Ayetullah ve Hasan Hikmetullah Togo isimlerinde iki çocuğu olur; ikinci çocuğu Togo, ismini dönemin efsanevi Japon komutanı Heihachirou Togo’dan almıştır.

İLK YAZILARI ERKEK DÜNYASINI SARSMAYA BAŞLADI Yazı serüvenine bu dönemde başlayan Halide Edib, bir yandan eşinin çok sevdiği “Scherlock Holmes” serisini İngilizceden Türkçeye çeviriyor, bir yandan da Tanin gazetesi için kadının toplumdaki yerini konu alan yazılar yazıyordu. İlk yazılarından birinin başlığı “Beşiği sallayan el dünyaya hükmeder”di. Yazıları erkek dünyasında epey ses getiren Halide Edip, 31 Mart İsyanı sırasında yazıları nedeniyle tehditler aldı ve çocuklarıyla birlikte önce Mısır’a, oradan da İngiltere’ye geçti. Daha önce İngiliz Nation gazetesine yazdığı “Türk kadınının geleceği” başlıklı makale sayesinde İngiliz yayıncılarla tanışmış olan yazar, Londra’ya gittiğinde yayıncı arkadaşlarıyla temas kurarak, burada geçirdiği süreçte feminizm, demokrasi gibi konularda yeni bakış açıları edindi. 1909 yılında İstanbul’a geri döndü ve eşi Salih Zeki’nin, dönemin koşullarında çok normal karşılanan ikinci bir evlilik 90


yapmak istemesi üzerine, bunu asla kabul etmeyerek kendisinden ayrıldı; bu tarihten itibaren yazılarında kullandığı Halide Salih ismi, yerini Halide Edib imzasına bırakacaktı. Bir yandan art arda kitap yazmaya devam ederken bir yandan da eğitimcilik yapmaya başlayan yazar, 1917 yılında Lübnan’da eğitimci olarak görev aldığı sırada, hekim Adnan Adıvar ile hayatını birleştirdi.

“VATAN İŞGAL ALTINDAYKEN FERT OLMAKTAN ÇIKTIM” Halide Edib’in özel ve iş hayatında yeni gelişmeler yaşanırken Osmanlı’nın dört bir köşesi ateş topu gibi yanıyordu; yaşanan savaşlar ve işgaller artık Osmanlı Devleti’nde hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının habercisiydi. Türk milliyetçilerini en çok sarsan olay, 15 Mayıs 1919’da İngiliz donanmasının himayesindeki Yunanların İzmir’i işgali oldu. Türk Ocağı, İzmir’in işgalini protesto etmek üzere mitingler düzenlemeye başlamıştı ve Halide Edip de, Fatih, Üsküdar, Haydarpaşa ve Sultanahmet’te düzenlenen mitinglerde konuşma yapan kanaat önderleri arasındaydı. Sultanahmet’te yaptığı konuşma ise âdeta efsaneleşti. Ülkesinin işgal altında olmasına tahammül edemeyen Halide Edib’in “Kardeşlerim, evlatlarım! Ruhu göklerde olan 700 senelik şanlı tarihimiz bu minarelerden bugün Osmanlı tarihinin faciasını seyrediyor” sözleriyle başladığı konuşması geniş kitleleri derinden etkiledi. Yazar, o dönem vatanı kurtarmaya olan istek ve inancını Türk’ün Ateşle İmtihanı kitabında şöyle anlatıyor: “Bu andan 1922’de İzmir’e Türk ordusunun muhteşem girişine kadar hiçbir şeyin önemi yoktu. Bir fert olmaktan çıkmıştım. Muhteşem milli cinnetin bir parçası olarak çalıştım, yazdım ve yaşadım.” Halide Edib yürüttüğü çalışmalar için Ankara-İstanbul arasında mekik dokurken, yolu gazeteci Yunus Nadi ile kesişir ve milli davayı basın yoluyla anlatabilmek, yabancı basını olup bitenlerden haberdar edebilmek için bir ajans kurmaya karar verirler. Böylece, Anadolu Ajansı’nın temelleri atılmış olur. 91


GARB CEPHESİ’NDE BİR YAZAR: ONBAŞI HALİDE 5 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal, Başkumandan seçildi ve cepheye gitti. Kurtuluş mücadelesi için her şeyini feda etmeye hazır olan Halide Edib, Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf çekerek cephede görev istedi. İsteği olumlu karşılandı ve Garb Cephesi’nde onbaşı rütbesiyle Sakarya Savaşı sırasında Yunanların halka verdiği zararları raporlamaktan sorumlu Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda görevlendirildi. Halide Edib, Sakarya Muharebesi’nin ardından Büyük Taarruz’a da cepheden destek verdi. Kaleme aldığı Vurun Kahpeye ve Ateşten Gömlek romanlarının genel çatısı bu dönemde oluştu. Milli Mücadele dönemi sona erip zaferle sonuçlandıktan sonra İstanbul’a döndüğünde, âdeta bir savaş kahramanı muamelesi görüyordu. Kadın ve yazar kimliğini arka plana atmadan Milli Mücadele’ye hem düşünsel hem de fiziksel katkı veren yazar, dönemin en çok takdir gören ve övülen şahsiyetlerindendi artık. SİYASİ GÖRÜŞ AYRILIKLARI ARTTI Ancak 1922’den sonraki yıllarda durum tersine dönmeye başladı. Bulunduğu her görevde eleştirel bakışını eksik etmeyen, klasik asker mantığında emre itaat etmeyen Halide Edib, Meclis’te yer almak, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin daha iyi yerlere gelmesi için çalışmak istiyordu. Kadınların seçme ve seçilme hakkı henüz yasalaşmamıştı. Hatta Atatürk’ün basına verdiği bir röportaj sırasında gazeteci kimliğiyle “Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilecek mi paşam?” diye sordu, “Elbette bir çözüm bulunacaktır” yanıtını aldı. Halide Edib’in muhalif kimliği, siyaset sahnesinde de rahatsızlık yaratmaya başladı. Onun İngiliz ve Amerikan mandasını savunduğuna dair tartışmalar da bu dönemde alevlendi. Cumhuriyet Halk Fırkası ve Mustafa Kemal ile siyasi fikir ayrılıkları yaşayan eşi Adnan Adıvar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda yer aldı. Terakkiperver’in kapa92


tılıp Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesi ve tek parti döneminin başlaması Halide Edib için gönüllü bir sürgün döneminin geldiğinin habercisiydi.

14 YILLIK GÖNÜLLÜ SÜRGÜN 1925 yılına gelindiğinde mide rahatsızlığı üzerine Viyana’ya tedavi olmaya gitti, 1939’a kadar İngiltere ve Fransa’da yaşadı. Yurtdışındaki yaşamına buruk bir şekilde başlamıştı ama 14 yıl boyunca âdeta Türkiye elçisi gibi çalıştı. Amerika’da, Hindistan’da Fransa’da ve daha onlarca ülkede üniversitelerde yeni kurulan genç Türkiye’yi anlattı. 1939 yılına gelindiğinde dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, kendisinden Türkiye’ye dönüp İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi bölümünü kurmasını istedi. Ülkeye kesin dönüş yaparak bölümü kuran Halide Edib, hayatının bundan sonraki dönemini eğitmenlik ve yazarlık yaparak geçirdi. 1950-1954 yılları arasında bir dönem Demokrat Parti’den İzmir milletvekilliği yaptı, ancak hiçbir şey onu yazmak kadar mutlu etmedi. 9 Ocak 1964 yılında 80 yaşındayken, yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği İstanbul’da hayata gözlerini yumdu. Halide Edib, bu ilham verici hayatı yaşarken hiçbir zaman soru sormaktan, eleştirmekten, mücadele etmekten vazgeçmedi. Kadın olduğu için ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeyi asla kabul etmedi. Yazdığı romanlarda, oyunlarda ve gazete yazılarında Anadolu kadınının içindeki gücü anlattı. Vatanını savunmanın sadece erkeklere ait olmadığını kanıtladı. Tek bir görüşün esiri olmadı, babasından, kocasından, savaşta ölmekten, fikirleri yüzünden dışlanmaktan ya da sürgünde yaşamaktan korkmadı. Aşkın ve özgürlüğün ne pahasına olursa olsun vazgeçilmez olduğuna inanan dünya çapında bir entelektüel olan Halide Edib’le aynı coğrafyada yaşamak bugün Türkiye’deki tüm kadınlar için bir onurdur. 93


Halil Kaya (... - 1995)

94



Vurulduğu gece doğdu! KENA N BAŞA R A N


Ş

uursuz bir anımdı... İdrakten uzak, kendimi bir oyunun içinde sanıyordum... “Çerçi gelmiş, düdük getirmiş” diye bağıran köy çocuklarının coşkusuyla koşup gitmiştim sanki... Halk sokaklara dökülmüştü... Üçüncü günüydü. Ömrümde ilk kez böylesi bir kalabalığın içine karışmıştım. Yürüyorduk, 100 metre aşağıdaki askerler ve panzerlere doğru... Ve namlulara... Hâlâ daha idraksizdim. Mümkünatı olamazdı, birazdan olacakların. Nihayetinde binlerce insan vardı. Oyun sanırcasına, yürüyordum hiç tanımadığım insanlarla. Yürüyeceğiz. Yolu açacaklar... Birisi çıkıp kalabalığın derdini anlatacak, birkaç slogan atılacak ve sonra da dağılacağız... Çil yavrusu gibi... Dağıldık! Meğer bir oyun değilmiş... Ya da benim sandığım oyundan değilmiş. Yoksa, eninde sonunda bir oyunmuş: “Kurgulanmış”! Önümde; üç beş metre ileride birisi düşüyor, hayal meyal kulağımda sesi: “Yaralandım!” Kurşun sıkılıyormuş üzerimize! Nasıl? Bu kadar insanın üzerine, nasıl? Bir ara sokağa sapıyorum; can havliyle... Durmaksızın koşuyorum, hayatımın en “politik” saatlerinde... 20 yaşımda ölümün soğukluğu yalayıp geçiyor sırtımı sanki. Ben kurtuluyorum, son ateşten... O ise ilk ateşte ilk ölen oluyor. İnfial! İnfialin ilk ateşinin hiç bilmediğimiz hayatı, artık “mişli” zaman dilinde, herkesin diline düşüyor: “Gazi’de bir ‘Alevi kahvehanesi’ne ateş açılmış... Bir Alevi dedesi hayatını yitirmiş, 25 kişi yaralanmış.” Hiç bilinmeyen bir ömür, “son dakika”da geçip gidiyor! 97


Ömür... Evet, ölen kişi “bir Alevi dedesi”ymiş. Ardı arkası, ilerisi gerisi yok. Hepi topu bu kadar; evveli çok yok. İlla bir isim bağışlamak lazımsa; “Halil Kaya”dır... “Alevi dedesi Halil Kaya”... Tarihe geçen olayların giriş cümlesinin öznesi... Kayıtlı bir evveliyatı yok gibiyse de, yüzünde kalu belaya kadar derin izler taşıyordu. Tanığı olmayan bir devran... Kimsesiz. Başında bir fötr şapka, ağzında bir ağızlıkla uzatılmış bir cigara tüttüren 70’lerinde bir yaşlı. “Eski toprak” kabilinden... Kayda alınmış tek pozu: Meşgalesiz, gayesiz, umarsız. Şekli şemailiyle, tam da bir “Alevi dedesi” siması, sıfatı. İstanbul’a Malatya’dan göçmüş... İşte budur tüm malumat: “Alevi dedesi Halil Kaya”... 12 Mart 1995’te öldürüldü. Neden öldürüldüğünün şuuruna varamadan. Kurban... Mezarlar... Geceleri içimi ürperten gündüzleri meraklandıran. Saatlerce mezar taşı okuyabilirim. İsimlerine takılırım, doğum tarihlerine. Hele ki eski hesaptan yazılmış doğum-ölüm tarihlerine... Kimisi saray gibidir, kimisinin taşı içine düşmüştür. Asırlar öncesinden kalanlar sanki hepsi bir derviş başı... İşte en çok onlar ürpertir... Onlarsa acıtır; çocuk mezarları... Boyu posu da taşları da küçüktür onların; bizim oraların mezarlarında... “Gece ölüler konuşur” derdi babaannem... Ne zor geçerdim karanlıkta mezarların önünden! Bayramda seyranda, ilk ölülere gidilir. Aleviler, baharda helva ve miyaz dağıtır mezar başlarında. Ve mezara kaldırıldıklarında da ölenin taşı hemen konmaz. Önce oturması lazımdır mezarın. Bir vakit sonra konur, künyesi kazınmış taşlar: Ahmet’ten olma Fatma... Doğruymuş demek: Mezarlar varsa, ölüm yoktur! Mezarlar, ölüleri unutmamak için kazılıyor. Hatırlamak, yaşatmaktır. Tevekkeli değil, çoğunun da yol kenarına kazılması; gelenden geçenden bir dua isterler. 98


Şad... “12 Mart 1995’te Gazi Mahallesi’nde bir kahvehaneye açılan silahlı ateş sonucunda ‘Alevi dedesi Halil Kaya’ öldürüldü...” Ölmek için yaşamak lazım gelirse, Halil Kaya öldü mü ki? Yaşamak “hatırlanmaksa”, “bilinmekse”, “varlıksa” şayet, Halil Kaya yaşadı mı ki; ölmeden önce? Halil Kaya, bir tek vurulduğu gece doğdu. Çünkü biz o zaman bildik, var ettik kendimiz için. O gün bugün de unutmadık. “Gazi Mahallesi’nde bir kahvenaheye...” Ve artık bir mezarı da var. Hatırla... Halil Kaya, toplumsal hafızamızda ölümle yer etti. Bizim için evveli yoktu. O mahalledekiler, o kahvedekiler, o cemdekiler için de çok değil, olsa olsa 1 yaşındaydı! Halil Dede sandalyesinde vurulup düştüğünde yere, beklendi. Beklendi ki yalnızlığı bitecek. Beklendi ki bir geçmişi var olacak. Hiç değilse meftasını kaldırmak için çıkıp gelecekler o geçmişten; eşi dostu, çoluk çocuğu... Gelmediler... 23 ölü namına İstanbul’dan Trabzon’a sürgün edilen davaları sekiz yıl sürdü. Birileri de onun için gider sanıldı. Gitmediler... Artık biliyoruz şimdi: “Kimsesi yok garip, garip...” “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Gazi olaylarında öldürülenlerin ailelerine 30 bin Euro tazminat ödenmesini kararlaştırdı...” Acep parayı pulu duyunca çıkıp gelirler mi? Çıkmadılar... Duyar gibiyiz şimdi: “Mahşere kalsın benim davam, mahşere...” 99


Bir Anadolu söylencesi gibi: “Bir Alevi dedesi Halil Kaya”. İstanbul’un Küçükköy semtinde bir bodrum katında yaşarmış. Peri perişan... Malatya elinden göçmüş gelmiş ama kim getirmiş, kim bakmış bir muamma. Minibüsçülerin mavrasına katık olmuş... Ağzını tamamen örten, upuzun ve siyahtan uçlara doğru beyaza çalan kirli sakalları ve de şalvarlı giyim kuşamıyla “Humeyni” der dururmuş o şoförler... Bastonunu sallayıp, basarmış küfrü o da... Ama her defasında o kehanetini de haykırırmış peşi sıra! Abdal... Gazi Cemevi yapılınca, minibüsçülerin zulmünden kurtarılıp getirilmiş 40’lar Meclisi’ne... Eder 41! Bir göz oda, bir lokma, bir hırka... 12 yaşlarındaki Hüseyin’e emanet... Hüseyin... Halil Dede’nin “kapıcı”sı; cemin 12. hizmetçisi kabilinden... Yemesi içmesinden yatıp kalkmasına kadar, bacak kadar çocuğa teslim edilmiş. Müşkülü de çokmuş; gözleri pek görmezmiş. Cümle cemaat, katarakt ameliyatını yaptırmış ama... Görürmüş sonra gözle değil yine de! Gönül... Çizgisel bir zamandan yoksun, kendi ahvalinde... Bir bardak çay, bir cigara, bir başına kahvehanede. Yoksul maldan mülkten yana. Hırstan da azade ama. İşte geldik gidiyoruz... Gariptir… İlişen olmaz Gazi’de, Küçüköy’deki gibi. Korunmuş, kollanmış. Taa ki o “Son Dakika” haberlerine kadar: “Sayın seyirciler Gazi Mahallesi’nde bir Alevi kahvehanesine yapılan silahlı saldırıda Alevi dedesi Halil Kaya hayatını yitirirken 5’i ağır 25 kişi de yaralandı...” Ve insanlar sokağa dökülür. Hak... “Alevi dedesi”... İnfiali katmerlendiren sıfat… Ve Halil Kaya’yı kalabalıklaştıran infial! Bitmiştir yalnızlığı... Öldürüldüğü gece çoğalar. Herkes “bilir” artık onu... Ertesi ve ertesi 100


gün... Sokaklar dolar taşar, abluka altında. 22 can daha, Halil Dede’nin ardında... Sanki az ölünmüştür de! Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi... “İkrarsız şeytan-ı lain / Kaçıncı ölmem bu hain...” Çok... Hail Kaya, ilk kez bilindi ömründe. O 12 Mart gecesinde; vurulduğunda yani. Bir “Alevi dedesi” olarak bilindi. Değildi. Bir “Alevi dedesi” değildi Halil Kaya... Yaşlılığından almıştı dedeliği, başkaca bir şeyden değil. Saçından sakalından ve meclisinden ötürü de “Alevi dedesi” makamı yakıştırılmıştı, sorup sual edilmeden... Yoksa ne pirliği ne seyitliği ne postu vardı... Muhtaçtı. “Bölünürsek yok oluruz / Bölüşürsek tok oluruz.” Berduş... Gazi muhtarlığında kayıtlı bir ikametgâhı yoktu ama ebedi bir istirahatgâhı var. Duvar dibinde bir yerde... Daha sonra; onunla öldürülenlerden duvar dibine gömülenlerin mezarları bir bir taşındı, mezarlığın giriş kısmına. Halil Dede hâlâ orada; o duvar dibinde yatar. “Meğer tabutlara sararlar beni.” Toprak... “Humeyni” diye bağırıp kendisiyle alay eden o minibüsçülere hep şöyle bağırmıştı: “Ben ölürsem dünya benim arkamdan gelir...” Gittiler... Kehanet... Ocaktan el almamışsa da Halil Kaya, bizim bilmediğimiz ve o yüzden de yok saydığımız evvelinden çok şey atmış içine... Suskunluğu, bilinmezliği, düşkünlüğü onun değil, muhakkak ki bizim kusurumuzdur. Halil Kaya... Derviş... 101


Hilmi Ziya Ãœlken (1901 - 1974)

102



“Kavşak”ta bir sentezci: Hilmi Ziya Ülken YÜC E L K AY IR A N


T

ürkiye’deki düşünce ortamında, her düşünce ya da fikir adamının bir taraftarı ya da düşmanı vardır; özellikle 20 yüzyılın ilk yarısı söz konusu olduğunda... Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Takiyettin Mengüşoğlu, Niyazi Berkes, Peyami Safa, Cemil Meriç gibi isimleri burada anabiliriz. Ama bir isim bu bağlamda yer almaz: Hilmi Ziya Ülken. Türkiye’deki düşünce ortamında, bir Niyazi Berkesçi, bir Cemil Meriççi vardır, bir Peyami Safacı, bir Tevfik Fikretçi vardır ya da onlarda karşı olanları vardır. Ama bir Hilmi Ziya Ülkenci ya da onun düşmanı olan bir kesim yoktur. Yer yer, farklı kesimlerden, “Hilmi Ziya Ülken önemli adamdır, o farklı biridir” gibi bir ifade duymak mümkün. Ama bu kadar. Hiçbiri Ülkenci olmamıştır, hiçbiri onun ortaya koyduğu bileşimden devam etmek istememiştir. Neden? Hilmi Ziya Ülken’in, Spinoza’nın Etika’sını çevirmiş olması, göz ardı edilmemesi gereken bir tercihi dile getirir. Ülken’in Etika çevirisi, vazgeçilmiş ya da vazgeçilebilmiş bir tercüme değildir ve bugün en önemli Etika çevirilerinden biri, dahası ilki konumundadır. Sözünü ettiğim tercih durumunun neliğine ilişkin emareleri, Ülken’in Etika’nın Türkçe basımına yazdığı giriş yazısında bulmak mümkün. Bu giriş yazısının henüz girizgâhında Ülken, Spinoza’nın, modern felsefenin diğer kurucu filozofları içindeki ayrıcı özelliğine dikkat çeker. Bu ayrım, bir vazgeçilmezliği dile getirme tarzındadır: “Spinoza, geniş kamutanrıcı (panthéiste) görüşü içinde maddeciliği ve ruhçuluğu birleştirmesi bakımından birbiriyle karşıt birçok düşünce yollarının birleştikleri nokta ve yine kendisinden birbirine aykırı yolların doğduğu büyük bir başlangıç 105


noktası olduğu için, kendi cinsinde tek ve örneksiz bir filozoftur.” Ülken’e göre, Spinoza’yı benzerlerinden ayıran nitelik, onun, felsefi olarak üzerinde bulunduğu düzlemden kaynaklanır. Bu felsefi düzlemi Ülken, birleşim noktası, yani sentez olarak adlandırır ve “birbiriyle karşıt birçok düşünce yollarının birleştikleri nokta ve yine kendisinden birbirine aykırı yolların doğduğu büyük bir başlangıç noktası” biçiminde kavramlaştırır. Ona göre sentez, varılan nihai bir aşma, bir zirve değil, bir kavşak noktasıdır. Olası zirve için zorunlu güzergâh noktası... “Kavşak” ya da “kavşak noktası”ifadesi, geçmişi, geçmişte ortaya konulan verimi/emeği eksilten, bazı bileşenlerini devre dışı bırakan bir nokta değil; tam tersine geçmişten gelen bileşenlerin bir araya geldiği, kesiştiği/birleştiği ya da kesiştirildiği/birleştirildiği noktayı dile getirir. Geçmişten gelen bileşenler, kuşkusuz antikçağ felsefesi ile ortaçağ felsefesinin ortaya koyduğu felsefi bilgi verimleridir. Ülken, yazının hemen girişinde, Spinoza’dan çağdaş felsefenin, yani modern felsefenin bir temsilcisi olarak söz etmektedir. “Modern/çağdaş felsefe” ifadesiyle kast edilen, antik ve ortaçağ felsefesinden sonra felsefenin, yeniçağda yeniden kuruluş dönemi ya da durumudur. Kuşkusuz “geçmişten gelen yolların birleştiği” ifadesini değil, “farklı yolların birleştiği” ifadesini kullanıyor Ülken, ama “çağdaş felsefe” ifadesini kullandığı anda, bu farklı düşünce yolları geçmişten gelen yollardır ve bu geçmiş de antikçağ felsefesi ile ortaçağ felsefesinin ortaya koyduğu felsefi bilgi birikimidir. Ona göre Spinoza, bu bileşenleri içerdiği için benzersiz bir konumdadır. Dolayısıyla Ülken’in Spinoza’yı tercih etmesinin ya da ondan etkilenmesinin nedenini bu kavşak konumda aramak gerekir. Ülken de kendisini Spinoza gibi bir kavşak noktasında hissediyordu ya da bulunduğu tarihsel düzlemde, Spinoza’nın yaptığı denli bir senteze gereksinim olduğunu görüyordu. Hilmi Ziya Ülken, bir sentezcidir ve teorik ve pratik düzlemdeki bütün edimselliği, “birbiriyle karşıt bir106


çok düşünce yollarının birleştikleri noktayı vücuda getirme”, inşa etme, yani bir “sentez” çabasını dile getirir. Ama bu sentez çabasının yeni yollara açılan/açılması öngörülen bir sentez noktası olduğu da göz ardı edilmemelidir. Ülken’in kavşak anlamımdaki sentez düşüncesi, Hegel’in “moment” kavramına yakındır. Dahası moment, Ülken’in bulunduğu düzlemi daha açıklayıcı bir kavramdır. Ortadan kalkan ile ortaya dâhil edilen arasındaki uğrak noktası. Moment kavramı, bir dönemin bittiği ve yeni bir başlangıç için, bu başlangıç sürecinin inşa edildiği bir dönüm noktasını dile getiren bir kavram olarak da tanımlanabilir. Hilmi Ziya Ülken, işte tam da bu moment döneminin öznesidir. Cumhuriyet inşa edilirken, Batı felsefesinin yanında, cemiyeti oluşturan veya cemiyette mevcut olan dünya görüşlerinin de derlenmesi gerekir. Ülken’in Türk Tefekkürü Tarihi’ni yazarken ya da Anadolu Kültürü Üzerine Makaleler’deki yazılarını kaleme alırken yaptığı, ortama dâhil ettiği şey, daha önce hesap edilmemiş ya da üstü örtülmüş olanı, kültürel bir sentez için bir bileşen olarak ortaya koymasıdır. Sözgelimi Anadolu Kültürü Üzerine Makaleler’de Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Ahi Evran, Âşık Paşa, Sadreddin Konevi, Davud Kayseri, Molla Fenari, Geyikli Baba, Sarı Saltuk ve benzerlerinin birlikte değerlendirilmesi sadece kültürel bir sentez için değil, aynı zamanda felsefi bir sentez için de ileri sürüyor gibidir. Birbirine karşıt daha lokal dünya görüşlerinden hareketle, bütünsel bir dünya görüşü oluşturmak... Hilmi Ziya Ülken, Spinoza’nın bir kavşak noktasında olduğunu düşünmekle, farklı zamansal bağlamlarda kendisinin de aynı kavşak noktasında olduğunu düşünmüş olsa gerek. Gerek pratik gerekse teorik alandaki bütün çalışmaları, bu kavşak noktasında olmanın eserleridir. Hilmi Ziya Ülken’de düşünme edimi, bir derleme etkinliği biçiminde ortaya çıkar. Üstü örtülü olarak duranın derlenme107


si, yaklaşım tarzı bakımından Aristotelesvaridir. Derlenen düşünce, kavramsal değil, dünya görüşüdür. Ülken’in düşünce dediği, söz gelimi Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi’nde derlediği düşünce, edimden bağımsız bir akıl yürütmenin sonucunda ortaya çıkan kavramsal bir ayrım ya da felsefi bilgi değil, tam tersine edime sıkı sıkıya bağlı olarak ve karşı edimin entrikalarıyla mücadelenin sonucunda vücut bulan bir olgudur. Ülken’de derlenen düşünce, siyasal ya da toplumsal düzlemde fikirsel bakımdan iktidar olabilme olgusunun bir özetidir. Ülken’e göre, denilebilir ki düşünce, toplumsal sorunlara çare ararken bulunmuş bir şeydir. Felsefe, problem konusu edinilen nesnenin neliğinin, yani anlamının ve kendi konumundaki diğer nesneler içindeki yerinin ne olduğunu irdelemedir; sorunlara çare bulma, yapıp edilenin doğru ya da yanlış olduğunu dile getirme etkinliği değil. Felsefe olarak görülebilecek bir veri yoktur. Ona göre felsefe “şahsi bir tefekkür” olarak ortaya çıkar. Oysa kendisinin derlediği, bir şahsiyetin eseri olmayıp, bütün bir cemiyete ait olan “kolektif tefekkür”dür. Türk Tefekkürü Tarihi bu çabanın bir sonucudur. Hilmi Ziya Ülken’in üç kitabı; Aşk Ahlakı, Şeytanla Konuşmalar ve İnsani Vatanseverlik yaygın olarak ayrı değerlendirilir ve deneme olarak adlandırılır. Ben buraya Millet ve Tarih Şuuru’nu da eklerim. Ülken’in bu yapıtları “deneme” olarak sınıflandırılır ama gerçekte onlara hiçbir zaman deneme muamelesi yapılmış değildir. Söz gelimi, Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı Türk Dili dergisinin Temmuz 1961 yılında yayımlanan Deneme Özel Sayısı’nda, Ülken’in “deneme”lerine yer verilmez. (Bu özel sayının “yazı kurulu” dikkat çekicidir: Suut Kemal Yetkin, Selâhattin Batu, Behçet Kemal Çağlar, Gündüz Akıncı, Sunullah Arısoy, Salâh Birsel.) Oysa Ülken’in bu kitaplarındaki denemeleri hesaba katmadan, Nermi Uygur’un denemelerinin ayırıcı özelliğinden söz etmek mümkün değildir. Nermi Uygur’un denemeleri, Hilmi Ziya Ülken’in denemeleriyle açtığı güzergâh üzerinden kendine özgü bir yol edinir. 108


Nedir Ülken’in bu denemelerindeki ayırıcı biçimsel özellik? Felsefe netlikte ortaya çıkar. Ama bu yazılarda, netlik belli bir girizgâhtan sonra ortaya çıkar. Topu çevirmiyordur Ülken ama topu dolaştırıyordur. Topu çevirmek, bir beceri ya da yetenek gösterisidir. Ama topu dolaştırmak, rakibinin dikkatini farklı olasılıklara çekmekle, rakibini ikna etme çabası içinde olmakla ilgilidir. Rakibi ikna etmek için dile getirilen felsefi bilgi, kendi deneyimini dile getirmez; daha önce Batı felsefesi içinde ortaya konmuş bilgidir. Denemelerinde, keşif yapan biri olarak değil, bir bilen olarak konuşmaktadır Ülken. Hilmi Ziya Ülken’in entelektüel hayatı, sürekli faaliyet içinde olan bir özne hayatı dile getirir. Bu, çift yönlü bir özne olma halidir: Pratik durumun öznesi ve teorik durumun öznesi. Yeni Türkiye’de, akademik yapının inşa edilmesi ve felsefenin kurumsallaşmasıyla ilgili sonu gelmeyen bir çaba ve çalışma etkinliğidir bu. İkincisi ise teorik özne olma durumudur. Yeni Türkiye’de felsefenin teorik inşasına yönelik etkinliği, kökenlere ilişkin olması gerektiği düşünülen “içeriğin” sınıflandırılarak mevcut haline getirilmesine dayanır. Bu çift yönlü özne olma durumu enerjisini, kuşkusuz dönemin de entelektüel öznesi olma sorumluluğundan alır. Ülken’in çalışmalarının çok yönlülüğü ve verimliliği kadar, onun ortaya koyduğu yapıtın bütünselliğine yönelik bir ilgi diyalektiğinin yokluğu meselesi de bugün bir problem nesnesi olarak önümüzde durmaktadır. Onun yapıtına ve çabasına ilişkin felsefi ilgi soğukluğunu nasıl açıklamak gerekir? Onun yapıtına yönelik ilginin oluşmasını engelleyen neden içsel midir, yoksa dışsal mı? Hem içsel hem de dışsal nedenlerden söz etmek mümkün. Hilmi Ziya Ülken’in çalışmalarının merkezini, düşünsel, ulusal ya da kültürel kimlik problemi oluşturur. Bu bir sınır çizme, sınır inşa etme problemidir. İki dünya savaşı arasındaki dönemin temel sorunu olan bu problem, savaş sonrası dönem109


de bütün ülkelerde gündemden düşer. Kültürel veya düşünsel kimlik meselesi, savaş sonrası döneme kendisini taşıyamamıştır. 60’lı yıllar, bütün sınırlandırmaların ilgisini ve geçerliliğini yitirdiği bir dönemin kapısını açar. Buna dışsal neden diyelim. Savaş sonrası dönemin bir “soğuk savaş” dönemi olduğunu da hesaba katmamız gerekir. 60’lı yıllarla birlikte, bütün kesimlerde bir doktrinleşme ortaya çıkar. Doktrinleşme, sentez fikrini tek bileşene indirgeyen bir düşünüş biçimidir. Ülken’in bütüncül/tümel yaklaşımını ve sentez düşüncesini budayan, benimsenen bileşenin dışındaki bileşenlerin devre dışı bırakıldığı bir eğilimdir bu. Söz gelimi Türk Tefekkürü Tarihi’ndeki, “Pagan Türk Tefekkürü” bölümü yaygın olarak göz ardı edilir. Ya da Anadolu Kültürü Üzerine Makaleler’de bir araya getirilenler, her kesim için de kabul edilemezdir. Buna da içsel neden diyelim. Girizgâhta, Hilmi Ziya Ülken’i benimseyerek takip edenin ya da ondan hoşlanmayarak ona karşıt olanın olmadığından söz ettim. Ama yeni durumlar söz konusu olabilir. Söz gelimi, 10-12 Mayıs 2013 tarihinde, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde bir “Sühreverdî ve İşrâk Felsefesi” çalıştayı gerçekleştiriliyor. Burada sunulan bildiriler, Otto Yayınları tarafından “Sühreverdî ve İşrâk Felsefesi” (Eylül 2014) adıyla kitaplaştırılmış. Kitapta, 10 çalışma yer alıyor. Bu akademik yazıların hiçbirinde, Hilmi Ziya Ülken’in İslam Felsefesi adlı kitabı referans edinilmemiş. Bu, oldukça dikkat çekici bir durum. Bu durum, Ülken’e karşı, açık edilmemiş bir karşıtlığın örgütlendiğini gösteriyor olabilir mi? Ülken’in İslam Felsefesi’nde yer alan “İşrakilik” ve “Şahabeddin Sühreverdi” bölümlerindeki analizi, Türkiye’de Sühreverdi’yle ilgili olarak yazılmış ilk iki akademik analizden biridir. (Diğeri Yusuf Ziya Yörükan’a ait.) Bu fenomen, Ülken’in, sözünü ettiğim “kavşak noktasında” ne yaptığının, artık fark edilmeye başlandığını gösterir. Gösterir mi? Göstermez mi? 110



Lefter

Küçükandonyadis (1925 - 2012)

112



Benzemez kimse sana BAĞI Ş ERT E N


B

u hep böyledir. Öznesi ağır olan yazıların sırtında yük vardır. “Heykeli dikilecek” insanları yazıyorsanız, yazıların da kıvamı zorlaşır. Ya düz biyografiye teslim olur yazar ya da altından kalkamayacağı taşları kaldırmaya kalkar. Oysa kahramanların tozu dumana katan öyküleri taş üstünde taş koymaz, renkten renge koşar. Ama bunu öyle doğallıkta ve basitlikte yaparlar ki, şaşar kalırsınız. İşte aslolan bunu anlatabilecek sözcükleri bulmaktır. Yıl 2002. Dünya Kupası kitabı için Maradona yazısı yazmaya çalışıyorum. O kadar çok şey söylenmiş, o kadar çok şey yazılmış ki, derinlere daldıkça dalıyorum. Yazı da uzadıkça uzuyor. Nihayet 20 sayfada falan anca bitirebildim. Herkes “Güzel” dedi. Ama o kadar. Sonra Eduardo Galeano’nun bir Maradona yazısına denk geldim. Sadece iki paragraf. Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında da değil üstelik, Zamanın Ağızları’nda: “Doğum Dona Tota, gün doğarken, Lanus Mahallesi’nde bir hastaneye geldi. Karnında bir bebek taşıyordu. Eşikte yere atılmış bir yıldız buldu, toka biçimindeydi. Yıldız bir yanından parıldıyordu, diğer yanındansa en ufak bir ışık huzmesi bile sızmıyordu. Bu yere düşen bütün yıldızlara olur, yerde yuvarlanırlar: Bir tarafları gümüştür, hep birlikte dünya gecelerini aydınlatırlar; diğer taraflarıysa tenekeden başka bir şey değildir. Avucunda sıktığı o gümüşten ve tenekeden yıldız doğumda Dona Tota’ya eşlik etti. Yeni doğana Diego Armando Maradona adı verildi.” 115


İşte bazen bu kadarı yetiyor. Keşke Lefter’e de yetseydi. Ki deneyenler var. Cemal Süreya kestirmeden “Sanatçı” diyor mesela, “Roman” diyor, “Yalnızlığın büyük serüveninden dönen Ulysseus” benzetmesi yaparak James Joyce’a selam çakıyor. Bedri Rahmi, “İstanbul deyince aklıma stadyum gelir” diye başlıyor şiire ve o meşhur tezahüratla bitiriyor: “Göğsümü gere gere / Ver Lefter’e, yaz deftere.” İslam Çupi, hakkında onlarca kez kalem oynatıyor Lefter’in. Zaten yakın arkadaşı. O yüzden alabildiğine yüceltiyor Lefter’i. “Gelmiş geçmiş en iyi” diyor. Onu Türkiye’de futbolcuların aşamayacakları bir çıta olarak en tepeye yerleştiriyor. O zaman üzerine daha ne söylenebilir ki? Bir efsaneyi basitçe anlatmayı nasıl başaracağız? “Birisi ona meydan okudu ve o da bunu kişisel algıladı” deyip geçilebilecek biri değil ki! O Lefter Küçükandonyadis! Nevi şahsına münhasır. Büyükadalı. Rum. Halim selim, mütevazı, sadece futbolu ve ülkesini severek efsane olmuş biri. Üstelik futbolu bıraktıktan sonra, neredeyse hiçbir şey yapmayarak daha da büyümeyi başarmış. Sükûnet altın ne de olsa. Biyografisinden sadece birkaç derkenar bırakalım. Dört sene askerlik sırasında keşfediliyor. Fenerbahçe’de 17 yıl oynuyor, 400’den fazla golü var. İlk maçı Galatasaray’a karşı. İlk milli maçı Yunanistan’la ve golleri diziyor. Atina’da stat inliyor “Türk tohumu”. Oysa Türkiye’de de 6-7 Eylül Olayları sırasında “Vurun şu gâvura” diye peşinden koşuyorlar. Zaten 50 kez oynadığı milli maçlarda sadece dokuz kez kaptan olabiliyor. Yurtdışında başarılı olan ender isimlerden biri olması da yetmiyor. Tarihin en büyük kalecisi sayılan Sovyet efsanesi Yaşin’e dömivoleyle golü var mesela. Rekoru 2000’de kırılana dek milli formayla en çok gol atan gene Lefter. 33 yıl tutuyor bu rekoru elinde. Yine uzun yıllar en çok milli formayı taşıyan isim. 43’üne dek oynayacak kadar çok seviyor futbolu. Yunanistan’da yabancılık çekecek kadar buralı, İstanbullu, Adalı. Ama gözü pek de. Güney Afrika’da aslanların saldırısından kurtulacak kadar hem de. 116


Lefter iyi güzel de biz pek onun gibi değiliz. Biz kimiz? Bugün feci ve acı sonuçlarını yaşadığımız futbol kültürünü, siyasal ikilimi ilmek ilmek dokuyanlar... Ona “yabancı” muamelesi yapanlar... Rekoru kırmasın diye milli takıma almayanlar... 6-7 Eylül’de Büyükada’ya sırf onu dövmek için sandallara doluşacak kadar aptal olanlar... Neyse ki varmış biraz sağduyu da başaramıyorlar. Ama bugünün futbol balçığı gösteriyor ki başardıkları çok şey var. Son 50 yılın futbol sayfalarını hafızanızda bir tarayın. Herkes tarafından sevilen, futbolu bıraktıktan sonra da sevilmeye devam eden kaç kişi hatırlayabiliyorsunuz? Bırakın başka takım taraftarlarını, kendi yandaşlarının bile kümülatif sevgisini biriktirebilen yok neredeyse. Çünkü çağ farklı, memleket farklı, karakterler farklı, zamanın ruhu farklı. Metin olmak zor, Baba Hakkı olmak güç, Lefter olmak imkânsız. Adını marşlara yazdırmak kolay iş değil. Sonu güzel sayılabilecek bir hikâyeyle bitirelim. Yıl 2010’un sonu. Dediler ki Lefter hastaneye kaldırıldı. Şu satırları kaleme aldım Radikal gazetesinde: “O yazıyı yazmayacağım Lefter Küçükandonyadis. Senin arkandan övgüler düzmeyeceğim. Bu memleketin insanlarını birbirine bağlayan ve giderek gevşeyen o bağı elinde tutanlardan biri olduğundan bahsetmeyeceğim. Her gün çirkinleşen ve kirlenen futbol kültürümüzün antikoru olduğunu söylemeyeceğim. Eski futbolcuların küçüklük odalarımızdaki resimleri günbegün sararıp solarken, hiç izlemediğim seni neden çerçeveleyip astığımı, o resmin neden her gün tozunu aldığımı anlatmayacağım. Televizyon denen aptal kutusu idollerimizi bir bir yutarken, senin o sessiz, vakur halinle yüreğimizi ne güzel ipotek ettiğinden dem vurmayacağım. 117


Futbola bakışını, samimiyetini, yeteneğini anlata anlata bitiremeyenleri, seni izleme imtiyazını ballandıra ballandıra öykülendirenleri, özellikle de senin gibi kalp yetmezliğiyle uğraşan babamı -di’li geçmiş zamanın efkârına itmeyeceğim. Kadıköy’ün, o mabedin sensiz ne kadar ıssız olacağını kimselere fısıldamayacağım. 85 yaşını yeni bitirdin, o hep yazdığın deftere 100 yazdırmadan bir yere gidemezsin. Lefter Amca, bu memleket Rumlara çok zulüm etti, biliyoruz. Bir avuç kaldınız. Hepi topu 2000-3000 kişisiniz. Akrabalarına, arkadaşlarına kötü komşuluk ettik biz. Tarihimizin en çirkin sayfalarıyla hepinizi çok üzdük. Yalçın Doğan’ın yalancısıyız. Derin devlet sana bile takmış bir zamanlar. En çok milli olan oyuncu sen olmayasın diye Turgay Şeren’i daha fazla oynatmışlar. Gıkın çıkmamış. Sen 6-7 Eylül Olaylarında evinin kapısına dayananları bile ihbar etmemişsin ki Lefter Usta. İnadına bu topraklara sahip çıkmışsın. Şimdi bırakıp gitmek yok öyle. Sana pasaport da vermeyeceğiz, yurtdışı çıkış vizesi de... Bize tarihi unutturmaya çalışıyorlar Lefter Küçükandonyadis. Oysa biz gayet iyi biliyoruz. Ortalıkta pek çok Metin’in isim babası Metin Oktay, pek çok Hakkı’nın isim babası Baba Hakkı’yken, Can isimli çocuklar Can Bartu’ya benzesinler diye o adı taşırken, oğluna Lefter adını koyamadı çoğumuz. Ama bundan sonra koyacağız. Ve sen doğan her Lefter adlı çocuğa ismini bizzat kendin ver istiyoruz. Daha kaç nesil Ada sahillerinde bekleyecek seni. Lefterleri büyütmeden nereye gidiyorsun? Üstadım, taraftarlar senin anıtını, kendi cebinden para verip sadece bir anı olsun diye dikmedi stadın karşısına. Her gün ibret alınsın diye, önünden geçerken kendimize bir hiza verelim diye, her maç günü sana selam edip kadeh kaldıralım diye dikti. Toprağın bol olsun diye değil, kulağın çınlasın diye. Ha bir de şunu 118


hatırlatmak için dikildi belki de. O stat senin adınla anılmalıydı Lefter Baba. Çünkü futbolu sen oynadın, o kimliği sen ördün ve en önemlisi tüm yaşantınla o tarihi sen temize çektin. Bize o günleri anlatmadan, ezberletmeden ayrılmana izin vermeyeceğiz. Dedim ya, senin ardından o yazıyı yazmayacağım. Çünkü sen ölmeyeceksin. Bu memlekette Fenerbahçe’yi herkese sevdirmenin belki de yegâne gerekçesisin. O yüzden hiçbir yere gidemezsin. Bırak Metin Oktay öbür dünyada pas alamıyorum diye yakınmaya devam etsin. Beklesin Taçsız Kral. Zaten o gitti, hepimizin Galatasaraylılığı eksildi. Baba Hakkı, Vedat Okyar’sız kaldık, öksüzleşti Beşiktaşlılığımız. Bak, Ali Sami Yen’den de göçüyoruz, bir de sen zora düşürme bizi. Bu kadar art arda golü hiçbir defans çıkaramaz be Lefter Usta.” Bu yazıdan 13 ay sonra Lefter öldü. Ondan üç yıl sonra da babam öldü. İkisi de 80’lerindeydi. İkisi de daha güzel bir ülkede yaşamışlardı. Babamın ölümünden kısa bir süre sonra Almanya’dan bir gazeteci aradı. Deutsche Welle ve Yunan devlet televizyonu ERT, Lefter belgeseli hazırlıyormuş. Benimle de röportaj yapmak istiyorlarmış. Memnuniyetle kabul ettim. Ben gene anlamlı sözler kurmaya, fiyakalı tanımlar yapmaya çalışıyorum. Lefter şöyledir, böyledir falan. Röportaj bitti. Mikrofon kapandı. Beni röportaja davet eden Erkan Türkel bombayı patlattı. “Sizin yazınızdan sonra çok içerledim. Oğlum olursa Lefter koyacağım diye kendime söz verdim. Ama iki kızım oldu. Kısmet işte.” Gene aynısı oldu. Bütün hisler bir cümlede çözülüverdi. O gün anladım ben Lefter’in önemini. Ve karar verdim. Bir oğlum olursa adını Lefter koyacağım. Ellere verdim talkımı, salkımı yutmayacağım. Nitekim koydum da! Mart 2020’de doğan Ekin Lefter umarım biraz olsun ona benzer. “Lefter”in kelime anlamı gibi özgür yaşar. Onun gibi nevi şahsına münhasır bir karakteri olur. Tüm bunları normalmiş gibi bir edayla yapar ve o ismi layıkıyla yaşatır... 119


Mesud Cemil (1902 - 1963)

120



Bir yüzü Doğu’ya bir yüzü Batı’ya bakan çok yönlü bir aydın S ER HA N BA L İ


G

eçmişten bugüne ülkemizin kültür ve sanat yaşamına damgasını vurmuş ünlü baba-oğullardan birkaçını anımsayalım mı? Namık Kemal-Ali Ekrem Bolayır, Recaizade Mahmut Ekrem-Ercüment Ekrem Talu, Sâmih RifatOktay Rifat, Hasan Âli Yücel-Can Yücel, Çetin Altan-Ahmet Altan. İşte bu ünlü baba-oğullardan biri de Tanburî Cemil Bey ve Mesud Cemil’dir. 1873-1916 yılları arasında yaşamış Tanburî Cemil Bey, Türk sazendeler içinde en seçkinlerden biri olarak öne çıkan, Klasik Türk Müziği kültürüne eşsiz katkılarda bulunmuş bir virtüöz ve besteciydi. Oğlu Mesud Cemil ise babasından miras aldığı nitelikleri, farklı alanlardaki yetenekleri, zekâsı, çalışkanlığı ve disiplini sayesinde daha da geliştirmeyi başarmış, ülkemizin 20. yüzyılda yetiştirdiği örnek bir kültür ve sanat insanıydı. Tanburî Cemil Bey ve Şerif Saide Hanım’ın oğlu Mesud Cemil 1902’nin Aralık ayında İstanbul’un Cağaloğlu semtinde dünyaya geldi. Asıl adı Mesut Ekrem’di. Kendi yazdığı biyografisine göre müzik alanında çalışmaya 10 yaşındayken babasından aldığı kemençe ve solfej dersleriyle başladı (Tanburî Cemil Bey, oğlunun kendi izini takiben müziğe meyletmesinden pek de hoşnut olmadığını, yakın dostu Ercüment Ekrem Talû’ya “Duyarak çalarsa kendi bedbaht olur, duymadan çalarsa musikiyi bedbaht eder” cümlesiyle ifade etmişti). 43 yaşında vefat edecek babasıyla fazlaca çalışma olanağı bulamayan Mesud Cemil, yine bu yıllarda Kaşıyarık Hüsameddin Efendi’den usul dersleri aldı. Özgün kişiliğini şekillendirecek olan dönem, Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde okuduğu yıllar olacaktı. Burada okuduğu sırada, Daniel Fitzinger’den 123


Batı müziği nazariyatı ve keman dersleri aldı. Keman eğitimini 17 yaşındayken Ali Rifat Bey’in (Çağatay) evinde tanıştığı Şerif Mecid Bey ve İzzet Nezih Albayrak’ın yanı sıra Ayla Erduran’ın öğretmeni olan Karl Berger’den aldığı derslerle sürdürdü. Mesud Cemil, gençlik yıllarında sıkça ziyaret ettiği Ali Rifat Bey’in evinde düzenlenen meclislerde Türk müziğini soluma fırsatı da buldu. Burada tanıştığı Münir Nurettin Selçuk ve Refik Fersan’la kurduğu dostlukları yıllarca sürdürecekti. Mesud Cemil, hem babasından miras aldığı müzik sevgisi ve kültürü hem de önemli hocalardan aldığı güçlü tanbur eğitimiyle İstanbul’un diğer kalburüstü meclislerinde Neyzen Mehmet Emin Dede, Rauf Yekta Bey ve Kudümzenbaşı Zekâi-zade Hafız Ahmet Efendi (Irsoy) gibi devrin en ünlü musikişinaslarından da feyiz aldı. Genç Mesud Cemil’in, keman dersi aldığı Şerif Mecid Bey’in evinde, kardeşi Şerif Muhittin Bey (Targan) ile tanışması, önünde yepyeni bir ufuk açtı, zira bu, yaşamını şekillendirecek olan viyolonselle de tanışması anlamına geliyordu. Viyolonselin tınısına hayran kalınca kemanı terk eden Mesud Cemil, günden güne bu çalgıdaki ustalığını artırmayı gaye edindi. Öte yandan, babasının vefatının ardından onun öğrencisi Kadı Fuad Efendi ve Refik Fersan’dan tanbur dersleri aldı. Hamparsum notasını öğrendiği Refik Talat Alpman’la da müzik nazariyatı üzerine çalıştı. Mehmed Suphi Ezgi’den “Oskiyan tavrı” diye anılan klasik tanbur tekniğiyle tavrını öğrendi ve Ali Rifat Bey’in yönettiği Şark Musiki Cemiyeti konserlerinde tanburuyla sahneye çıktı. İnsanlık tarihinde yetenekli pek çok müzisyenin daha önce başına geldiği gibi Mesud Cemil de başladığı hukuk eğitimini yarım bırakarak –Hüseyin Sadettin Arel’in devreye girmesiyle– müzik alanındaki eğitimini tamamlaması için Berlin’e gönderildi. Ona keman hocalığı yapmış İzzet Nezih Albayrak’ın da eğitim aldığı Yüksek Müzik Akademisi’nde Hugo Berger’le 124


viyolonsel çalıştı. Weimar Almanyası’nın başkenti Berlin, o yıllardaki capcanlı kültür ve sanat ortamıyla Mesud Cemil için bulunmaz bir bilgi ve görgü yuvasıydı. Kültür tarihimizde örneğine az rastlanır biçimde hem Batı’nın hem Doğu’nun dünyasına hâkim bir müzik adamı olarak yetişiyordu. Almanya’da kaldığı süre boyunca müziğin farklı alanlarında kendini geliştirme fırsatı bulan Mesud Cemil, Berlin Psikoloji Enstitüsü’nün Ses Arşivi’nde asistanlık yaptığı sırada Curt Sachs, Erich von Hornbostel ve Robert Lachmann gibi dönemin ünlü müzikologlarıyla müzikoloji ve folklor üzerine çalışmalar yaptı. Onunla aynı dönemde Berlin’de bulunan ülkemizin ilk kemancılarından Ali Sezin ve ilk müzikologlarından Mahmut Ragıp Gazimihal’le de tanıştı (Gazimihal yıllar sonra dostunun 40. Sanat Yılı konseri broşüründe Berlin günlerini anlatırken, birlikte dinlemeye gittikleri bir senfoni orkestrası konserinde Beethoven’in 7. Senfoni’sinin şairane Allegretto bölümünü dinleyen Mesud Cemil’in yaşamındaki bu ilk konser deneyiminde hüngür hüngür ağladığını yazacaktı). Annesinin ağır hastalığı ve Berlin’deki eğitim masraflarını karşılamak için baba evini ipotek ettirmesi ve sonunda elinden çıkarmak zorunda kalmasından dolayı içine düştüğü maddi sıkıntı yüzünden, eğitimini tamamlayamadan 1924 sonunda İstanbul’a döndü. 1925’te, hem Musa Süreyya Bey’in müdürlüğünü yaptığı İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda tanbur, solfej ve müzik nazariyatı hem de Gelenbevî Lisesi’nde müzik öğretmenliği yapmaya başladı. Tayininin Konya Lisesi’ne çıkması üzerine öğretmenlikten istifa edip icracılığa yöneldi. 1925-27 yıllarında İstanbul’da düzenlenen Batı müziği etkinliklerinde ön saflarda yer alan Cemal Reşit-Ekrem Reşit (Rey) kardeşler ve Muhiddin Bey’le (Sadak) tanışıp bu ekibin Union Française’de verdiği Batı müziği konserlerine viyolonseliyle katıldı (İstanbul Radyosu’nda çalışacağı 1933’te dostu Cemal Reşit’in 10. Yıl Marşı’nı halk ezberlesin diye her gün defalarca çaldıracaktı). Türk müziği sahasında işbirliği yaptığı sanatçılar arasında yer 125


alan kemençeci Ruşen Ferit Kam ve kanuni Vecihe Daryal’la oluşturduğu lavta/tanbur-kemençe-kanun üçlüsüyle de Türk müziğinin zirveleri denilebilecek icralara imza attı.

İLK RADYO SPİKERLERİNDEN BİRİYDİ 1926, Mesud Cemil’in hayatında çok büyük bir rol oynayacak radyo kariyerinin başladığı yıldı. O yıl, Türkiye’deki ilk radyo olan Türk Telsiz Telefon A.Ş.’den aldığı teklif üzerine spiker olarak işe başladı. O, ülkemizin ilk radyo spikerlerinden biriydi. İstasyondaki görevi sadece spikerlikten ibaret değildi, radyo orkestrasında viyolonsel ve saz heyetinde tanbur çalıyor, programlar hazırlayıp sunuyordu. Çok yönlü kişiliği, girdiği her ortamda çok geçmeden meyvelerini veriyordu. Ankara Radyosu 1938’de hizmete girince deneyimli bir radyocu olan Mesud Cemil, kurumda Türk müziği yayın şefi oldu. Aynı yıl, uzun süre yöneteceği Klasik Türk Müziği Korosu’nu kurarak bu alanda, disiplinli çalışma ve icra etme anlayışına dayalı özgün modelini uygulama fırsatı buldu. 1941’de Ankara Radyosu’nda Türk ve Batı müziklerinin aynı çatı altında bir araya getirildiği müzik yayınları şefliğine, 1950’de Türkiye Radyoları Müdürlüğü’ne ve bundan bir yıl sonra İstanbul Radyosu Müdürlüğü’ne atandı. Radyodaki yöneticiliği sırasında Klasik Türk Müziği ve Halk Müziği korolarını ayırdı, bu ayrım Muzaffer Sarısözen’in “Yurttan Sesler” adlı ünlü korosunun doğmasına yol açtı. 1930’ların ortalarında kurduğu Unison Erkekler Korosu ile Tarihi Türk Musikisi Küme Okuyucuları’na Batı’daki koro geleneğinden etkilenerek “unison” yani tek bir sesmişçesine birlikte söyletmesi, yüzlerce yıllık fasıl anlayışından sonra Türk müziğinde muazzam bir yenilikti. Mesud Cemil’in koro olarak söyleyişe kazandırdığı bu çağdaş anlayışı sonraki yıllarda Nevzat Atlığ miras alarak sürdürecekti. Mesud Cemil’in radyolarımızdaki Türk müziği icrasına getirdiği yeniliklerden bir diğeri de “beraber taksim” uygulamasaydı. Ruşen Ferit Kam 126


ve Cevdet Kozanoğlu’yla birlikte yaptığı müşterek taksimler olağanüstü güzellikte taksimler olarak tarihe geçti. Mesud Cemil, beş yıl ara verdiği öğretmenliğe 1930’da yeniden girip Pertevniyal Lisesi’nde göreve başladı (Buradaki öğrencilerinden bir de Aydın Boysan’dı). 1938’de Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü viyolonsel öğretmenliğine ve 1944’te Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Klasik Türk Müziği Tarihi ve daha sonra viyolonsel öğretmenliğine getirildi. 1951’de ise İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda Müzik Folkloru dersi vermeye başladı. Yaşamında öğretmenliğe ayrıcalıklı bir yer ayıran Mesud Cemil, aralarında Alâeddin Yavaşça, Ercüment Batanay ve Necdet Yaşar gibi büyük saz ve söz ustalarının da bulunduğu sayısız öğrenci yetiştirdi. Çok sayıda farklı kurumda öğretmenlik yaptığı sırada, kendi yarım kalan üniversite eğitimini de tamamlamak isteyen Mesud Cemil, 1945’te Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Türkiye’yi yurtdışındaki müzik etkinliklerinde de temsil eden Mesud Cemil, 1932’de düzenlenen ünlü Kahire Arap Müziği Kongresi’ne Rauf Yekta Bey’le birlikte katıldı, 1935’te konferanslar vermek üzere Viyana’ya davet edildi, 1955’te Cevdet Çağla’yla birlikte gittiği Bağdat Güzel Sanatlar Akademisi’nde müzik bölümü başkanlığını üstlenerek burada dört yıl boyunca ders verdi. 1960’ta ise UNESCO’nun Paris’te düzenlediği Çağdaş Besteciler Festivali’nde Türkiye’yi temsil etti.

KEDİ TUTKUSU 21 Kasım 1952’de Beyoğlu’ndaki Atlas Sineması’nda 40. sanat yılının kutlandığı bir jübile konseri düzenlendi. Etkinliğe katılanlara hediye edilmek üzere bir de broşür bastırıldı ve orada Mesut Cemil’in kendi kaleminden çıkan biyografisinin yanı sıra o dönemin birçok müzisyen ve edebiyatçısının onun hakkındaki yazılarına yer verildi. Bu yazılarda Mesud Cemil’in müzisyen kimliğinin dışında yöneticiliğinden edebiyatçılığına, fıkra anlatmak ve taklit konusundaki ustalığından 127


bir tıp uzmanı kadar tıp bilmesine ve de kedi tutkusuna varana değin farklı yönleri işlenmişti (Mesud Cemil’in kedilere yönelik dillere destan bir tutkusu vardı. Bu yüzden veteriner olmayı bile düşündüğü bilinen sanatçı, kedileri konu alan 38 yazı ve öykü kaleme almıştı). 1960’ta memurluktan emekliye ayrılan Mesud Cemil, lösemi tedavisi gördüğü İstanbul Haseki Hastanesi’nde 31 Ekim 1963 Perşembe günü henüz 62 yaşında yaşama veda edip, kendi deyişiyle “başka dünyalara doğdu” ve 1 Kasım Cuma günü Erenköy Zihni Paşa Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Sahrayıcedid Mezarlığı’nda toprağa verildi. Ölümünün ardından, TRT İstanbul Radyosu’nun Harbiye’deki binasında bulunan büyük stüdyo ile Kuştepe semtindeki bir sokağa ismi verildi. Kendine “Tel” soyadını alan ama bir süre kullandıktan sonra bu soyadından vazgeçen Mesud Cemil, çalgılarındaki usta icracılığı (ana çalgıları tanbur ve viyolonsel olmakla birlikte lavta, keman, kemençe, viyola, ut, bağlama, zurna gibi sazların hepsini çalardı), öğretmenliği, koro şefliği, radyo programcılığı ve yöneticiliğiyle, kısa sayılabilecek yaşamı boyunca, Türk kültür, sanat ve yayın hayatına eşsiz katkılarda bulundu. Mesud Cemil’in uğraştığı alanlar içinde yalnızca bestecilikte görece az varlık sergilediğini söylemek mümkündür. “Nihavend Saz Semâisi”, “Şehnaz Sirto” ve “İzmir Yollarında” marşı ile iki şarkısı dışında bestesi yoktur. “Nihavend Saz Semâisi” gibi son derece ustalıklı bir eseri dünyaya getirebilmiş Mesud Cemil’in yoğun uğraşıları arasında Türk müziğine daha fazla eser kazandırmamış olması üzüntü verici olmakla birlikte anlaşılabilir bir durumdur. Muhsin Ertuğrul’un rejisörlüğünü yaptığı Mineli Kuş filmi için Nâzım Hikmet’in şiirleri üzerine iki şarkı besteledi. “Kanatları Gümüş Bir Yavru Kuş” adında nihavent ve “Martılar Ah Ederler Çırparlar Kanat” adında hicaz şarkılardı bunlar. Nâzım, 1938’de tutuklanınca filmin çekimleri durduruldu, şarkılar da daha sonra yasaklandı. 128


Radyo programlarının müptelaâsı olanlar, Mesud Cemil’in müzik bilgisini olduğu kadar, dilimize gösterdiği özen ve hassasiyetini, belagatinin kuvvetini, tonlamasındaki doyuruculuğu, diksiyon ve telaffuz yönlerinden ustalığını, samimi ve duygulu anlatımının akıcılığını, fıkra ve nüktelerle bezeli sunumlarını anlata anlata bitiremezler. Hakikaten Mesud Cemil, program hazırlamak ve sunmak yönlerinden, radyo tarihimizin eline kimsenin su dökemeyeceği ustalarının başında gelir. İstanbul Radyosu’ndayken hazırlayıp sunduğu “Ses ve Saz Dünyamızdan” adlı programı, yukarıda saydığımız niteliklerini cömertçe sergilediği programlar olmuştur. Ömrünü Klasik Türk Müziği’ne vakfetmiş Mesud Cemil, benzer bir sevgi ve özenle yaklaştığı halk müziğimizin de radyo çatısı altında ciddi ve saygın biçimde sunulmasına dikkat ediyordu. Ankara Radyosu’nda, isim babası Vedat Nedim Tör olan “Yurttan Sesler” ve “Bir Türkü Öğreniyoruz” adlı klasikleşmiş programlar varlıklarını Mesud Cemil’e borçludur.

ÜÇ BÜYÜK İCRACI ARASINDA Söz ve saz ustası Mesud Cemil’in yazıyla da arası çok iyiydi. Roman ve öykü çevirileri vardı, müzikle ilgili konular üzerine –Nevzat Atlığ’ın süratle ve ustalıkla yazdığını söylediği– iki yüz civarında makalenin yanı sıra efsanevi babasını anlattığı bir de kitap yazdı. Bu eseri Vakit gazetesinde NisanAğustos 1946 tarihinde tefrika edildikten sonra 1947’de Tanburî Cemil’in Hayatı adıyla kitaplaştırıldı. Şevket Rado’nun “Bizde yazılmış biyografilerin en iyisi Mesut Cemil’in babası için yazdığı biyografidir” diye övdüğü eser, 2002’de Uğur Derman tarafından yeniden okurla buluşturuldu (Kubbealtı Neşriyat). Eğitimci kimliğinin doğal bir yansıması olarak da Murat Bardakçı tarafından sonradan ortaya çıkartılan 1936 tarihli henüz yayımlanmamış bir tanbur metodu yazmıştı. Nevzat Atlığ’ın 20. yüzyıl Türk müziğinde “toplu icra” alanındaki faaliyetleriyle çığır açmış üç büyük icracı arasında saydığı (Atlığ’a göre diğer iki isim, tanbur ve kemençe icracılığı 129


alanında Tanburî Cemil Bey ve ses icracılığı alanında Münir Nurettin Selçuk’tur) Mesud Cemil için, Fatih-Harbiye’nin yazarı Peyami Safa, 40. sanat yılı için hazırlanan broşürde yer verilen tanıklığında şu anlamlı cümleleri sarf etmişti: “Doğu-Batı ikiliğinin zıtlık humması içinde, her iki musikinin ruhuna her an kendi ruhunu döküp ikisinde üstat olurken, kültürünü zenginleştirmek ve Türk nesrinin en seçkin, Türk radyosunun en devamlı ve faal elemanlarından biri olabilmek vasıfları yalnız Mesud Cemil’de buluşur.” Fakat belki de Mesud Cemil’i en iyi anlatan sözler Muzaffer Sarısözen’den gelmiştir. Sarısözen, meşhur broşürdeki yazısına şu cümleyle başlar: “‘Mesud Cemil ne yapmıştır?’ diye kendime sorduğumda ikinci soru imdadıma yetişti: ‘Mesud Cemil ne yapmamıştır?’” Kaynaklar: Ayvazoğlu, Beşir, Tanburi Cemil Bey ve Oğlu, Karar gazetesi, 1 Aralık 2016. Bertuğ, İncila, Mesud Cemil üzerine TRT belgeseli 26. program akış metni, 11 Mayıs 2004. Bertuğ, İncila, Nâzım Hikmet ve Mesut Cemil Dostluğu Cemil, Mesut, Tanburî Cemil’in Hayatı, Kubbealtı Neşriyat, 2002. Çavdaroğlu, S. Zeki, “45. Ölüm Yıldönümünde Mes’ud Cemil’i Anıyoruz”, www.musikidergisi.net Karakaya, Fikret, Mesut Cemil, Andante dergisi, Ekim 2016. Özcan, Nuri, “Mesud Cemil Tel”, TDV İslam Ansiklopedisi.

130



Naim Süleymanoğlu (1967 - 2017)

132



Bir halk kahramanı: Naim Süleymanoğlu BEN E R ONA R


Halter Dünya Gençler Şampiyonası, 1982, Sao Paulo, Brezilya - Naim kendini nasıl hissediyorsun? - Dünya Şampiyonu olmak istiyorum hocam. - 140 kaldırır mısın? - Siz ne isterseniz onu kaldırırım hocam!

İ

kon olmuş atletlerin genelde sıra dışı hikâyeleri vardır... Stefan Zweig, tarihi olayları anlattığı Yıldızın Parladığı Anlar kitabında şöyle der: “Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır.” Zweig, bu tarz bir spor kitabı yazsaydı hiç şüphesiz Naim efsanesinin doğuşu da kitabın bölümlerinden biri olurdu diye düşünüyorum. Filmi 1982’den beş yıl öncesine saralım. Yer Bulgaristan’ın Kırcaeli şehrine bağlı Mestanlı köyü. Halterle uğraşan Bulgar Türkü Hilmi Pekünlü, hocalığını yapan Enver Türkileri’ne bir çocuktan bahsediyor. İlginç bir şekilde okulunda herkesin dikkatini çeken bu çocuğun masa tenisi ve güreşe yeteneği var. Pekünlü, çocuğun halter için yaratıldığını düşünse de ufaklığın haltere ilgisi yok. Bunun üzerine Türkileri, Pekünlü’nün tavsiyesine uyup çocuğu yıldızlar şampiyonasına davet ediyor. Yıldızlarda o dönem en düşük kilo 44, çocuk ise 20... Çocuk için özel bir sıklet yaratılıyor ve 24 kiloda tıklım tıklım dolu tribünler önünde “Cep Herkül’ü” hayatının ilk şampiyonluğunu kazanıyor. Türkileri, henüz 10 yaşındaki çocuğu büyük şehre, Kırcaali’ye götürüp spor okuluna yazdırmaları için ailesiyle görüşüyor. Hem anne hem de baba şaşkınlık ve endişe içinde 135


teklifi biraz da gönülsüz olarak kabul ediyor. Dedik ya, kader ağları örmeye başlamış bir kere ve başarılarla dolu bir kariyerin ilk adımları atılıyor. Çocuğun Bulgaristan halter camiasında konuşulması da uzun sürmüyor ve Naim efsane çalıştırıcı İvan Abadjiev’in radarına giriyor. Abadjiev, sporcularının limitlerini zorlayan şampiyonlar yetiştiren, klasik Türk deyimiyle “hocaların hocası”... Çalışma programları dünya halterine yön vermiş Abadjiev, Naim’deki ışığı görüyor ve ikili arasında bir babaoğul ilişkisi başlıyor (Naim, Abadjiev’in ölümünün ardından Bulgaristan’daki törene katılanlar arasındaydı). Bu ilişkide Abadjiev’in annesini küçük yaşta kaybetmesi ve Türk komşusu tarafından emzirilmesinin de rolü büyük.

EN AĞIR KALDIRIŞ: İLTİCA İşte bu noktada Zweig’in kitabında altını çizdiği tarihin kırılma anlarından biri yaşanıyor. Todor Jivkov tarafından idare edilen Bulgar rejimi, Bulgaristan’da yaşayan Türklere karşı bir asimilasyon politikası uygulamaya başlıyor. İsimlerin değiştirilmesi, Türkçenin yasaklanması, dini vecibelere çıkarılan zorluklar daha 15 yaşında dünyanın en iyi derecelerini yapan Naim’in peri masalını kâbusa çeviriyor. 1983 Halter Dünya Büyükler Şampiyonası’nda Naim’e, bir başka komünist ülke Rusya’nın sporcusu şampiyon olsun diye kilo taktırılmıyor. “Baba Abadjiev”, günün sonunda içi kan ağlasa da rejim ne derse onu yapmak zorunda kalıyor (Naim, o günden sonra Dünya Şampiyonası’nda hiç geçilmedi!). İsmi önce Naim Suleimanov’a, ardından Naum Shalamanov’a çevriliyor. Sportif anlamda olanları içine sindirmeye çalışsa da yakınlarının yaşamının büyük bir baskıya uğramasına, işkencelere, hapis cezalarına tahammül etmesi giderek imkânsızlaşıyor. Artık kafasında tek bir şey var: Bulgaristan’dan kaçmak ve tüm olanları dünyaya duyurmanın bir yolunu bulmak. Herkes Naim’in koparmada ağırlığının iki buçuk katını, silkmede üç katını kaldırdığını yazar-çizer. Bana kalırsa onu 136


insanüstü yapan kaldırışlarından biri hayat podyumunda gerçekleşmiştir. 10 yaşında ailesinden ayrılmış, kamplar şampiyonalar nedeniyle ana-baba sevgisine hasret 19 yaşında biri olduğunuzu düşünün... Bir daha sevdiklerinizi görememe pahasına bir karar alıyorsunuz. Podyumda kilosunun üç katını kaldıran Naim, bu kararını aksiyona geçirerek hayatının ağır barlarını da haltere takmıştır aslında.

SADECE BİR KEZ PODYUMDA HEYECAN YAPTI Naim’i yakından takip eden gazeteci Tayfun Bayındır’ın anlattığı kaçış hikâyesine geçmeden önce ufak notlar vereyim... 1986 yılında Avustralya’nın başkenti Melbourne’da Dünya Kupası finali düzenleniyor. Naim’in kafasındaki tek şey kaçmak. Sabah tartıya girdiğinde gece stresten 2 kilo verdiği ortaya çıkıyor, aşırı sıcak diye geçiştiriyor. Bir takım arkadaşı yanına gidip “Çok heyecanlısın sen hiç heyecanlanmazsın” dediğinde daha da strese giriyor. “Hayatımda podyumda sadece bir kez heyecan yaptım” diyen Naim, yine de en yakın rakibine fark atıp birinci oluyor. Artık kaçmak için tamamen hazır... İşte Bayındır’ın ağzından kaçış hikâyesi: “Şampiyona bitince bir anlık boşlukta kafileden ayrılarak bir kafeye gidiyor. Orada önceden haberleştiği bir grup Türk genci ile Bulgaristan’dan gelen soydaşlarımız Naim’i kafenin arkasındaki tuvaletten dışarı çıkarıyorlar. Sarı bir otomobile bindirip bir kahvehaneye götürüyorlar. Araba değiştiriliyor ve Türk Büyükelçiliği’ne ilticasını veriyor. En büyük bomba da orada yaşanıyor. Büyükelçilik Naim’in ilticasını kabul etmiyor. Naim şoka giriyor. Naim bir Türk’ün evinde dört gün kalıyor. Sonra konu Turgut Özal’a ulaşınca iltica için izin çıkıyor. Naim, büyükelçiliğe giderek pasaportunu alıyor. Önce Londra’ya gidiyor, sonra da yine Özal’ın gönderdiği uçağa binerek Türkiye’ye geliyor.” (Not: Naim, Türkiye’den cevap alamasaydı ABD’ye sığınacağını açıklamıştı yıllar sonra.) 137


HANİ HİÇ TÜRK YOKTU? Belli bir yaş grubundaysanız hikâyenin gerisini biliyorsunuzdur... Türkiye, Naim için Bulgaristan’a 1,2 milyon dolar öder ve Seul 1988 Yaz Olimpiyat Oyunları’na milli formayla katılır. Kilosundaki en büyük rakibi eski bir Bulgar takımı arkadaşıdır. Tarihin en dominant performanslarından biriyle altın madalyaya uzanır. Bir Fransız spikerin televizyon sunumu her şeyin özetidir: “Bayanlar baylar şimdi madalya töreni. Dünyanın en güçlü adamı altın madalya alacak!” Naim’in aklında madalyadan çok basın toplantısı vardır. Konu bir türlü ilticaya gelmez. Bir Bulgar gazeteci, “Neden garanti kazandığın bir müsabakada yüksek kilolar takarak sakatlık riski aldın?” diye sorar. “Bana sahip çıkan 60 milyon Türk ve 2 milyon Bulgar Türkü için” der cevap olarak. Karşısındakini punduna getirmiştir ve Bulgar gazeteci atlar: “1 milyon. 2 milyon değil.” Naim efsane kontrasını yapar: “1 milyon mu? Rejiminiz hiç Türk olmadığını söylüyor!” O gün hem Türkiye hem de dünya, “Bulgar zulmü” diye bildiğimiz konuyu en sert şekilde hisseder. TÜKENMİŞLİK VE TÜKENİŞ Bu satırların yazarı bu büyük efsaneyle 48 saatten fazla zaman geçirdi. Naim’in fiziken ve psikolojik olarak geçirdiği çöküntüyü anlamamak için kör olmak gerekir. Naim, Sydney 2000’de zorla yarıştırıldı ve sıfır çekerek kariyerini bitirdi. Kaybetmeye tahammülü olmayan biri olarak kendisinin aşırı takıldığı bir konu oldu bu. Büyük bir şampiyondu ama hür iradesiyle bir şey yapamıyordu. Bir kukla gibi sağa sola çekiliyordu. Halteri bıraktığı günün ertesi Uluslararası Halter Federasyonu asbaşkanı yapılan ve direkt olarak onur listesine sokulan Naim, kendi ülkesinde Türkiye Halter Federasyonu başkanı seçilemedi. Daha ötesi var mı? Politikaya soktular Naim’i. İstemeye istemeye kabul etti. Kaçış yolu genç yaştan beri yanında olan alkol ve sigaraydı (Naim, Melbourne’dan kaçarken sigara içmeye çıkar mesela). Ciddi sağlık problemlerine ve çeşitli 138


ameliyatlara rağmen bu düzensiz hayattan vazgeçemedi. Bilinçli bir tercihti bu sanki. Halter ona şan, şöhret, para verdi ama Naim’in yerinden yurdundan olduğu gerçeğini göz ardı etmemek lazım. Türkiye evet onun ikinci vatanıydı ama Naim, kendisini hep Mestanlı/Kırcaalili görüyordu. Hiç unutmam, hayatta mutlu olduğu tek anların artık doğada olduğunu söylemişti gözleri dolu dolu. Rahat uyu şampiyon... Hikâyen kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam edecek, merakın olmasın... Genç yaşta kaybettiğimiz Naim Süleymanoğlu, normaldir ki kırdığı imkânsız rekorlar, kazandığı madalyalarla ve de “Cep Herkül’ü” lakabıyla hatırlanıyor. Onun eşsiz kılan bir diğer konu ise spor üzerinden dünyaya verdiği mesaj. Süleymanoğlu, sadece sportif anlamda değil zulme, baskıya ve otoriterliğe karşı çıkmasıyla Muhammed Ali ve Jesse Owens gibi efsanelerle aynı seviyede anılmalı ve gelecek kuşaklara bu şekilde aktarılmalı.

139


ÜST DÜZEY BIR ATLET VE ŞAMPIYONDU Doğuştan yetenekli özel sporcuların ortak özelliği, inanılmaz derecede çalışma azimlerinin olmasıdır. Naim’in nasıl bir üst düzey atlet olduğunu ve diğerleriyle arasındaki farkı şu anekdot iyi anlatıyor: “Türk sporcularla bir gün konuşurken, ‘Türkiye’de imkânlar nasıl?’ diye sordum. ‘Bir kulübe gireceğimi, maaş alacağımı, bana ev tutulacağını ve başarıya göre ödüller kazanacağımı’ söylediler. Hâlbuki ben onlara tesislerin durumunu, ülkenin haltere ve spora bakış açısını sormuştum. Şampiyon olmam için bana bir salon yeterliydi ve orada da uyuyabilirdim.” Naim, bu bakış açısıyla Gaziosmanpaşa’daki evini spor salonuna çevirmiş, her zaman herkesten çok çalışmıştır. Bu bağlamda bir diğer örneği de basketbol efsanesi Michael Jordan üzerinden vereceğim. Popüler Netflix belgeseli “Son Dans”ta da izleyebileceğiniz bir anı var. “Majesteleri”, final serisindeki bir maça ağır ateşle çıkıyor. Jordan son düdüğe, tükenene kadar enerjisini sahaya veriyor ve maçı Bulls’a kazandırıyor. Naim de Seul 88 öncesi sarılık geçiriyor ve iki aya yakın antrenman yapamıyor. Doktorların “Şampiyonaya gitme” tavsiyesini dinlemiyor. Aradaki farkı gündüz, öğle ve gece günde üç kez çalışarak kapatıyor. Sonuç: En yakın rakibine koparmada 15 kilo, toplamda da 30 kilo fark atarak altın madalyaya uzanış...

140



Necdet Yıldırım (1978 - 2010)

142



Seçilmiş sessizlikler EYÜ P S I NI RL I


R

ahman ve Rahim olana sığınırım. İki cihan serverine beden ve ruhumun iştiyaki ile salat ve selam ederim. “Allah yolunda öldürülenlere sakın “ölüler” demeyin. Çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz.” (Bakara 2/154) Mavi Marmara, aziz İslam vatanı Türkiye’nin vicdanını ve selamını götürürken bir seher vakti Akdeniz’de, can parelerini kırmızı güller gibi derleyen, “Lâ diyen şühedanın, … akınlarda çocuklar gibi şendik” ruhudur. Bu derlenen gonca güllerden biri de ismi ile müsemma şehit NECDET yâranımızdır. Şehit, seçilmiş ve sevilmiş bir kuldur. Kimi şehitler vardır ki hayatlarında sabır ve nezaket iklimini her daim görebilirsin. Böyle seçilmiş sessizlikler, gonca gül gibi bahçesinde endam edeceği günü bekler. Gonca, gülün açılmamış yani “halvet” halidir. Vakt-i gül mevsiminde yanarken, bir ümit bad-ı saba vaktini hasret ile bekler ve saba yelinin esmesi ile açar. Şehitler de zannımca böyle kimselerdir. 1978 yılında İstanbul’da doğan, aslen Malatyalı olan Necdet Yıldırım 2005 yılında İHH İnsani Yardım Vakfı’nda, mazlumlara umut olmak için yapılan çalışmalarda görev almaya başlamıştır. 2007 yılında Refika Hanım ile evlenen Necdet, kendisini Cennet-i Alâ’ya davet eden güzel varlıkları görmüş olacak ki Melek isminde bir kız evladı bbulunuyordu. 31 Mayıs 2010 tarihinde Mavi Marmara gemisinde merhamet ve vicdan sahipleri ile beraber hak hukuk tanımaz, zalimlikte zirve İsrail ordusunun, alçakla saldırısında bu dünyadan yâranları ile ebedi yolculuğa vasıl olmuştur. İnandığımız ve inancımız, onun en ulvi makam olan ŞEHİTLİK mertebesine ulaşarak sonsuzluk âleminde nimetlere gark olduğudur. 145


Hakkın rahmetine derecelerin en yücesi ile kavuştuğuna inandığım, Necdet kardeşim ile birkaç yıl beraber çalıştık. İHH İnsani Yardım Vakfı’nın lojistik deposunda, depoya her gelişi hakikaten sessizce olurdu. Bağışçılardan topladığı yardım malzemelerinin bilgilerini verirken, yorgunluğun ve sıkıntının, inşallah hayırlara kapı açtığını çok kez konuşmuşuzdur. İnandığımız değerlerin bizdeki kıymetini, davamızın sorumlulukları konularındaki hassasiyeti gözlerinde pırıltılar oluştururdu. Üzüntülü hallerini biraz daha açınca, dünyevileşmekten korktuğunu, ortaya çıkan sosyal ve siyasi kaoslardan ümmet adına endişe duyduğunu iç çekerek söylerdi. Mavi Marmara gemisine yetişmek üzere, kendisini Antalya’ya uğurlarken biraz da buruk bir ses tonuyla, “Allah yardımcın olsun Necdet” diye seslendim. “Ağabey neden böyle dedin?” diye sordu, “Sen gemide çok çalışırsın ne isteniyor ise hemen yaparsın bu yüzden de çok yorulursun” dedim. Güldü, aracının camından bakarken “İnşallah varalım da yorulalım ağabey” dedi. Şehadet haberi geldiğinde, “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” ayeti dilimden döküldü. Goncanın halveti bitmiş Rabbinin buyruğu ile Cennet-i Alâ’da endam etmektedir. Şairin dediği gibi “Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş”. Tüm Mavi Marmara şehitlerimizin aziz hatıralarını anarken İlahi kelamın müjdesi ile ümitlerimizi ve niyetlerimizi inşallah diri tutmaya Rabbim bizi muvaffak kılsın. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa dahi dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü ileri derecedeki itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister” (Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109). Arkadaşı, ağabeyi, dostu Eyüp Sınırlı

146



Neyzen Tevfik

Tevfik KolaylÄą (1879 - 1953)

148



Neyzen bize ne söyler ZEK İ CO Ş K U N


O

nun portresine yakından bakmak gerekiyor. Mîna Urgan’ın deyişiyle, ancak yüz yaşında bir adamda görülebilecek kırışıklar vardır yüzünde ve bu kırışıklar aklın alamayacağı kadar ilginç çizgiler oluşturmaktadır. Ressam, çizer olmak şart değil, gören hiç kimse kayıtsız kalamaz derin deneyimlerin izleriyle dolu bu portreye... Nâzım’ın “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye sorduğu Abidin Dino’nun Neyzen’i görür görmez, “istekten neredeyse titreyerek, dakikasında” kaleme sarılıp onun yüzündeki çizgileri kâğıda taşımaya koyulduğunu söyler Urgan. Aynı durum, Türk resminin en özgün isimlerinden Fikret Mualla için de geçerlidir. “Ben hayatım boyunca hürriyeti aradım. Bulur gibi olduğum zaman ya gasp ettiler veya çalıverdiler” diyerek dünyaya veda eden Neyzen’in portresine yakından bakmak, ülkenin ve toplumun serancamına, dolayısıyla kendimize bakmak olacaktır.

*** Bugün baktığımızda bir flanör görürüz onda. Oysa, yaşadığı dönemde flanör sözü, o sözün işaret ettiği kimlik henüz taşınmamıştı buralara. Tanınmamakta, bilinmemektedir. Kentin, kalabalıkların, akan ve değişen zamanın, hayatın gezgin gözlemcisidir flanör. Seyyar müşahit. Avare, aylak, kaldırım mühendisi gibi görünse de işi başından aşkındır. Özgün, biricik, tek olanın peşindedir. Bu şahsiyetin analitik portresini kaleme alan Walter Benjamin’in deyişiyle “Ormanda yürür gibi yürür, asfaltta bitki toplar.” Caddelerdir flanörün evi. Kahvelerdir. Koşturmanın, hengâmenin, mağazaların, vitrinlerin ortasıdır. 151


Modern zamanların mahsulüdür flanör denen varlık. Büyük kentin insanıdır. Gidişatın dışında, dahası karşısındadır. Punduna getirip devranın çarkına çomak sokma peşindedir. Bozguncu, komplocudur. Kalabalıkların içinde yalnız, hiçbir şeyi, hiç kimseyi takmaz görünen serbest zaman mesaisi peşindeki bu şahsiyeti Edgar Allen Poe 1840’ta teşhis ve hikâye etmişti Amerika’da: Kalabalıkların Adamı. Ama 19. yüzyılın başkenti, aynı anlama gelmek üzere Modernitenin Başkenti Paris’tir. Poe’yla eşzamanlı olarak işte o başkentte II. İmparatorluk Döneminde, Yükselen Kapitalizm Çağında Bir Lirik Şair, o şahsiyetin temsilcisi olarak kaleme almaktadır şiirlerini: Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı... Ne 19. yüzyılda, ne de 20. yüzyılın ilk yarısında flanör yoktu buralarda. Hiç’in peşinde Azab-ı Mukaddes tutkunu ve kaçağı Neyzen Tevfik hariç tabii.

*** “Çok mu lazım, flanörümüz de eksik kalsın” derseniz olmaz. Çok, hem de çok lazım: Bizde Baudelaire gibi “uçan” bir yazar yoktur, kültürümüz Baudelaire ve Rimbaud’ları yaratmaz. Bu da bir kendi kendini sansürden başka bir şey değildir. Oysa bu tipte kişileri olmayan topluluk, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, idealizm ile bayağılık arasında gidip gelmeye mahkûmdur. Genellikle Türkiye’de düşünceye konan sansürün bir dış sansür olduğu anlatılmıştır, ben ise devam eden bir iç sansürün buna sebep olduğunu sanıyorum. Şerif Mardin, “Modernleşme, İslam Dünyası ve Türkiye” konulu sempozyumda söylüyor bunları. İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın düzenlediği sempozyum, 17-18 Kasım 2000’de İstanbul’da gerçekleştirildi. Yani, sorun hâlâ güncel. Mardin, sempozyumun sorunsallaştırdığı modernleşme, İslam ve Türkiye ilişkisine üç eksen üzerinden yaklaşır: 1. Sivil toplum süreci. 152


2. Kamu alanının teşekkülü, yani toplum, insan, sanat ve bilimin serbestçe tartışıldığı bir toplumsal platformun oluşması. 3. Özgün, sıra dışı fikir üretimi. Mardin, özgün, sıra dışı düşünce üretimini ”uçmak” sözüyle ifade ediyor. Özgün düşünce, özgür düşüncedir. O da özgür ve bağımsız kişiliği, hayatı, onu yaratacak ve taşıyacak toplumu, başka bir deyişle sivil toplumu ve kamusal alanı gerektirir. Uçmak için kanatlanıp kendi deyişiyle derbederliğe savrulan Neyzen’in portresi, doğup yaşadığı zamanda, iklim ve coğrafyada onun gereksindiği, aradığı “habitat”tan hiçbir iz bulunmamasıyla biçimlenir. Çölde neyle, meyle meşk etmesi bundandır. “Uzun derbederlik hayatımda, o kaldırımdan bu kaldırıma, o kapıdan bu kapıya, o diyardan bu diyara neyimle ve meyimle bir kuru yaprak gibi savruldum” diyerek aramızdan ayrılır.

İBRET-İ MÜESSEME Flanör, Türkiye’de okuryazar çevrenin söz dağarcığına ancak 20. yüzyıl sonlarında girebildi. Bohem var öncesinde. 1980’lerde her ikisinin popüler dilde ve magazin çevresindeki karşılığı biraz garipseme, biraz imrenme, biraz merak taşır: marjinal. Batı coğrafyası ve dillerinden buraya taşınan kimliklere yine aynı zaman diliminde yerli bir ad da verilir: aykırı. Tüm bunlar 12 Eylül darbesiyle, askeri yönetim altında cereyan ettiği için keşfedilen, arzu edilen hayat, sözle de olsa ifade edilir: sivil... Darbeye maruz kalan genç kuşakların ve bir önceki darbeden arta kalan “68 Kuşağı”nın kendisine atfettiği konum tüm bu sıfatlarla birlikte anılır: Muhalif. 68’liler ve Türkiye’ye özgü kuşak 78’liler geç keşfedilmiş ortak rehberde, kılavuz kitapta bulmaktadır kendisini: Tutunamayanlar... Neyzen tüm bunların erken temsilcisi, hepsinin habercisidir: flanör, bohem, marjinal, aykırı, sivil, muhalif, tutunamayan... Hepsi ve fazlası ya da “hiç” biri. Sıfatını, kimliğini boynunda taşır: hiç. Şiirlerini topladığı ilk kitaba aynı adı verir. Yukarıda anılanların yanı sıra, buralara neredeyse hiç uğramayan nihilizm de onda karşılık bulur. 153


Sıfatların ötesinde, hepsini deneyimlemiş sergilemiştir sürekli. Bu ülkede kendi özgün, özel kimliğini, portresini inşa edip imha eden ender kişilerdendir. “İstibdat”-baskı rejimi olarak anılan II. Abdülhamid yönetiminin içine doğmuş, hafiye jurnaliyle hapse atılmış, Mısır’a kaçmış, oranın yönetimi tarafından da tutuklanmış, idama mahkûm edilmiştir. Baskıdan kaçarak sığındığı yabancı diyarda da kaçaktır. “Devr-i dilâra-yı meşrutiyet”le önce İzmir’e, ardından İstanbul’a dönmüştür. İttihat Terakki zorbalığından, Birinci Dünya Savaşı’ndan, Seferberlik, Mütareke, İşgal zamanlarından, imparatorluğun çöküşünden, Cumhuriyet’in kuruluşundan, Tek Parti rejiminden, ekmeğin-şekerin karneye bağlandığı İkinci Dünya Savaşı’ndan ve nihayet çok partili dönemden, Demokrat iktidarından geçmiştir 19. yüzyılda 1879’da başlayıp 20. yüzyıl ortalarında 1953’te noktalanan 74 yıllık yaşamında. Kendi deyişiyle “Neyzen Tevfik, sazı ile, düzü ile seyyar bir ibret-i müseccemedir”.

TUTKU, KORKU, KAÇIŞ Tutkularını ve ifade yollarını daha çocukken; yedi yaş dolaylarında keşfetmiştir. İlk tutkusu denizdir. Onu müzik; ney ve beraberinde edebiyat; şiir izleyecektir. Adım adım, kulaç kulaç, dalga dalga teneffüs edip kendisinin kıldığı, hep peşinde koşacağı sınırsızlık, özgürlüktür doğa ve özellikle denizden aldığı. Muhiddin Kutbay’ın 1946-47 yıllarında yaptığı uzun söyleşide denizin hayatındaki yerini şöyle dile getirir: “1296 (1879) tarihinde Bodrum’da dünyaya geldiğim zaman, birisi çıkıp da kulağıma yeryüzünde beni bekleyen akıbetleri fısıldamış olsaydı, belki derhal dönmeğe yeltenir, fakat aynı zamanda iki tesir altında bundan vazgeçerdim. Birisi anamın ve babamın güzel yüzlerindeki riyasız, masum insanlık ifadesi, ikincisi de Ege denizinin, doğduğum andan itibaren bütün hayatımda ruhumu kucaklayan nazlı feşafeşli yeşil enginliği...” Doğadan, denizden teneffüs edilen özgürlük, müzikle, nefesle sese, nağmeye dönüşür. Yine Kutbay’la söyleşiye bakalım: 154


“Henüz yedi yaşındaydım. Bir yaz gecesi akşam yemeğinden sonra babamla beraber Tepecik kahvesi denilen ve Bodrum âyanının toplantı yeri olan deniz kenarındaki kır kahvesine gitmiştik. Burası etrafı gemi payandalarile çevrilmiş ve kaba hasırlarla döşenmiş bir meydancıktı. İçlerinde son asrın Osmanlı donanmasında çalışmış denizciler burada buluşur, Ege enginlerinde mehtabın pırıltılarını seyrede ede konuşur, gülüşürlerdi. O gece, deniz ayın gümüşten ışıklar ile pırıl pırıl parıldadığı bir gece. Bir aralık, oturduğumuz yere yaklaşan iki gölge –yüzlerinde aşkı Hüdâ parlayan iki hayal-i garîp– hazirunu selâmlayarak bir köşeye oturdular. Bunlardan biri biraz sonra koynundan uzun bir şey çıkardı ve ya destur dedikten sonra üflemeğe başladı. Yanındaki arkadaşı da yanık ve güzel sesile ara sıra gazel okuyordu. Ben babamın dizinin dibinde çocuk ruhumun olanca kudretiyle dikkat kesilmiş, bu düdüğü dinliyordum. Dinledikçe de –Allahü âlem– bir daha aslıma rücû etmemek üzere kendimden geçmiştim. O gece Ege denizinin câvidanî dekoru içinde benliğimi saran o lâhûtî sesdir ki beni bugünkü derbeder, ne aradığı, ne istediği bilinmez, bazan Eflâtun’la boy ölçüşecek kadar akıllı, çok kere de tımarhaneye ilticâ edecek kadar bedmest Neyzen Tevfik yaptı.” Onu yaşadığı dönemde meclislerin aranan adamı haline getiren neyzenliği kadar ve belki daha da fazla şairliğidir. Şiirle de yine müzik gibi önce halk ozanlarından, gündelik hayatın içinde tanışmıştır. Hilmi Yücebaş aktarıyor: “Yedi yaşında ya var, ya yoktum. Köyümüze saz şairleri gelmişti. Bir gece bunları dinledim. Esasen Kan Kalesi’ni, Kahraman Katil’i, Arzu ile Kamber’i, Tahir ile Zühre’yi, Leylâ ile Mecnun’u dinlemiş, bunlardaki beyitleri ezberlemiştim. İşte şiir söylemek hevesi, saz şairlerini dinlemek ve bu kitaplardaki beyitleri ezberlemekle başladı.” Bu ilk ve doğal kaynağa, gençliğinde dergâh ve tekke edebiyatı eklenecektir. Asıl özgünlüğü ise divan şiirinde Nef’i, halk şii155


rinde Âşık Dertli gibi sınırlı sayıdaki isimlerin temsil edilen hiciv geleneğinin son büyük ustası Şair Eşref’le tanışmasıyla edinecektir. Neyzen aynı zamanda heccavdır. Herkesin duyup düşünüp korkudan, hesaptan söyleyemediğini o alayla, yergiyle, argo ve küfrün şenliğiyle dile getirir. Çünkü dünyanın ve insan toplumunun şiddetiyle de okula adım attığı sırada yüz yüze gelmiştir: baba dayağı, daha beteri; müfrezelerin kasaba meydanında, çarşı içinde sırıkların ucunda dolandırdığı kesik başlar. Kutbay’la söyleşide, altmış yıl sonra bile olanca canlılığıyla anlatır: “Henüz mektebe yeni başlamıştım, bir akşam paydos olmuş, ben babamla beraber eve gitmek üzere yola düzülmüştüm. Tam çarşı hizalarına geldiğimiz sırada uzaktan akseden davul, zurna seslerile durakladık, ben daha o yaşta musikinin meclûbu, çılgınca zebunu idim. Babamı elinden çekerek çalgı sesinin geldiği tarafa doğru âdeta sürüklüyordum. Nihayet alayın ucu Köşkiçi Meydanı’nda göründü. Biraz daha yaklaşınca zurna ve lavutaların âhengine tempo tutan davul tokmakları sanki hep birden kafama inmeğe başlamıştı. Yaklaşan kalabalığın ellerinde on, on beş sırık, sırıkların ucunda da kesik insan kafaları vardı. Gözlerim dehşetle yuvalarından fırlamış ve ben çığlığı basmıştım. Şaşıran babam, güya o feci manzarayı bana daha fazla göstermemek için önünde bulunduğumuz demirci dükkânının içine dalıvermişti. Hâlbuki olan olmuş ve çocuk ruhumda müthiş bir kasırga kopmuştu. Eve, dinmeyen titremeler içinde getirildim ve birçok korku ilâçlarından geçirildim. Fakat heyhat, şuurumun bir burcu göçmüş, akıl tahtamın bir çivisi demirci dükkânında düşüp kaybolmuştu.” Kasırga ve ketlenme, ömrünce epilepsi-sara nöbetleriyle sürecektir. Sonrası zor bela tamamlanan ilkokul, devamında medrese terk. Mevlevi, Bektaşi dergâhları. Ney ve eşliğinde mey. Çoğu zaman neyin de, her şeyin de önüne geçer mey. Kaçış ve kayboluş. Tüm bunlarla inşa edip yıkar dünyayı ve hayatı. 156


SONUÇ YA DA SARAY VE KÜLHAN Saraylarda, saltanat köşklerinde, konaklarında, yalılarında ağırlanmış, meyhanelerde, kaldırımlarda, külhanlarda konaklamıştır. Padişah, sadrazam, bakan, zamanının kalburüstü ulema, şair, yazar, sanatçılarıyla oturup kalkmış, diptekilerin, yersiz yurtsuzların arasında kendini bulmuştur: “Dostlarım hırsızlar, yankesiciler, esrarkeşlerdi. Yeni Camii’de Arnavut İsa’nın kahvesinde gece işçileri, dızdızcılar, mantarcılar arasında yattığım zamanlar, hayatımın en mesut zamanları idi.” Ölümünden kısa bir süre önce, Ocak 1953’te kendisini hasta yatağında ziyaret eden Hürriyet gazetesi muhabiri Hasan Bedrettin Ülgen’e söyledikleri nihai muhasebe niteliğindedir: “Ömrümün 69-70 senesi bin bir hâdisat ile geçti. Yer yer dolaştım, hürriyeti aradım. Hâlâ ararım. İstibdat devrinde görmediğimi Meşrutiyet’te gördüm. Bu kadar yıllık mazide sana anlatacak, gelecek nesle verecek hiçbir şey bulamadım. Hâlâ da bulamıyorum. Ben şair falan değilim. Her devrin adamlarıyla tanıştım. Musiki sahasında çok kıymetli elemanlarla teşriki mesai ettim. Şimdi onların gözümde hayallerinden başka eser yok. Bazı münasebetsizler uydurdukları kötü şiirleri bana atfederek beni lekelemeğe, birçok kimselerle aramı bozmağa çalışırlar. Meselâ: ben ‘İstanbul’a her gelenin kimi dağdan, yok kimi kırdan, yok kimi köyden gelir’ demişmişim! Hâşâ, sümme hâşâ! Hepsi yalan, iftira. Ben böyle söyler miyim? Elimi sürmediğim yazıları bana isnat ediyorlar...” Bunca serüven, bunca hengâmeden bin bir söz, bin bir söylence çıkar. Kendi yaratıp yok ettiği söylenceler. Neyzen’in portresi, kendi serancamımızı söyler bize. 157


Nezih Uzel (1938 - 2012)

158



İstanbul’un kültür ve musiki belleğinde entelektüel bir çelebi: Nezih Uzel Doç . Dr. B İ L E N I Ş I K TA Ş


“Geçmiş bir müzik türünün insanıydım, beni yeni moda zannettiler. Yanıldılar. Bu yanılgı 35 yıl sürdü. Kimse ses çıkarmadı. Ben her zaman müziğin mimarı değil kalfası kalmayı tercih ettim. Sonuçta bana müzisyen dediler. Aradan uzun yıllar geçti. Pek çok müzik olayının içinde bulundum. Pek çok öğrenciye müzik zevki aşıladım. İsteyene müzik sağladım. İstemeyeni rahat bıraktım. İsteyene yol verdim, istemeyeni engelledim. Şimdi düşünüyorum. Müzik ne işe yarar? Çok işe yarıyor. Bir işi yaparken sonu gelecek diye üzülürseniz o iş iyidir. Bitsin diye bekliyorsanız o işten hayır gelmez. Allah vergisidir vesselam.” (Nezih Uzel, 2006).

K

endini böyle tanımlayan Nezih Uzel, 1938 yılında Mudanya’da doğdu. Babası Balkanlar’a yerleşmiş “Uz” Türklerinden ve Şumnu’nun Hocazadeler sülalesinden, Çanakkale Savaşı gazisi, Haydarpaşa Askeri Tıp Mektebi 1915 mezunu Dr. Mehmet Muhlis, annesi Fatih medreseleri dersiâmlarından Sarı Güzel Cami imamı, Filibe doğumlu Hüseyin Hüsnü Efendi’nin kızı Hacer İhsan’dır. Ağabeyi Sabih Uzel’dir. Uzel’in ailesi müzik seven, hatta enstrüman çalan insanlardan oluşmaktadır. Müzik meraklısı bir babanın oğludur. Kendisini alıp Cağaloğlu’nda Çifte Saraylar bahçesine götürür, müzikle iç içe olan mekânların havasını birlikte paylaşırlardı. Anılarında ifade ettiği gibi, Mudanya’daki evlerinin duvarında ut vardır. Dönemin birçok evinde görülen bu durum 10 yaşındaki küçük Nezih’in belleğinde silinmez bir iz bırakmıştır. Çocukluğuna dair anılarında annesiyle irtibatını sağlayan araçlardan biri de annesinin çaldığı bu uttur. 161


Nezih Uzel, 1949 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a taşındı. 1957 yılında Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. 1961 yılında devrin tanınmış köşe yazarı, hem II. Meşrutiyet döneminde hem de Cumhuriyet döneminde uzun yıllar hizmet etmiş Uzel’in “Ustam” dediği Mevlevi Ref’i Cevad Ulunay’ın teşvikiyle gazeteciliğe başladı. Yerli, yabancı çeşitli gazetelerde muhabirliğin yanı sıra köşe ve araştırma yazarlığı yaptı. İstanbul’da musikiyle iç içe geçireceği zamanlarda eski kültürün son ve en güçlü temsilcileriyle tanıştı. Tezhip, ebru ve minyatürle de ilgilenen doktor, akademisyen Ordinaryüs Prof. Dr. Süheyl Ünver bunlardan biriydi. 15 yıl kendisiyle tezhip çalıştı Uzel. Kudümzenbaşı Sadettin Heper, Neyzenbaşı Halil Can, eski hat, ebru ve tezhip sanatında Necmeddin Okyay, Halim Yazıcı, Bekir Pekten’in derslerini izledi. Müzikte Refik Fersan’dan yararlandı. Kitaplardaki bilgilerden, tartışmalı nazariyat konularından, çok genel müzik anlayışına dair sayısız konuları kendisinden öğrendi. Uzel için Fersan “bir müzik filozofu”dur. Yenikapı Mevlevihanesi son Şeyhi Abdülbaki Efendi’nin oğlu Resuhi Baykara ve tasavvuf, tarikatlar, divan edebiyatı araştırmacı Abdülbaki Gölpınarlı ve Postnişin Mithat Baharî Beytur aracılığıyla Mevlevi kültürüne girdi. Üsküdar/Sultantepe’deki eski Özbekler Tekkesi son şeyhi Necmeddin Özbekkaygan’ın uzun yıllar hizmetinde bulundu. Neyzen Niyazi Sayın ile yakın dost sohbetlerinde yer aldı. Sayın’ın ney üfleyişi Uzel’e oldukça tesir ederdi, her dinlediğinde. Niyazi Sayın’ın çıkardığı sesler “Orijinal, öylesine renkli, coşkun ve engindi ki, ben radyoda onu dinlerken kendimi yerden yere atasım, üstümü başımı yırtasım gelirdi” der Uzel, radyo hatıralarında. Dönemin pek çok yazarına ulaşan Uzel, Refik Halit Karay, Falih Rıfkı Atay, Reşat Ekrem Koçu, Yaşar Kemal, Haldun Taner’i tanıdı. Yurtdışında Paris Match dergisi başyazarı Raymond Cartier, Fransız düşünür, yazar Roger Garaudy, Fransa ve Rusya tarihi uzmanı Hélène Carrère d’Encausse, karşılaştırmalı edebiyat profesörü, teorisyen Edward W. Said, İslam kültürü ve özellikle ta162


savvuf alanındaki değerli çalışmalarıyla tanınan araştırmacı Prof. Dr. Annamarie Schimmel gibi kişilerle görüştü, kitaplarını çevirdi. Ayrıca Uzel’in, 1918-1923 işgal yıllarında, İstanbul’daki en önemli İngiliz istihbarat subaylarından birisi olan Yüzbaşı John Godolphin Bennett’le “1972 yazında, Üsküdar Sultantepe’de, 50 yıl önce milliyetçileri kovaladığı Özbekler Tekkesi’nde” yaptığı dört saat süren röportajdan ortaya çıkan kitap, dönemin perde arkasına ışık tutması açısından çok önemlidir. Zira Bennett, Atatürk’ün Samsun’a gidişiyle ilgili oldukça ilginç detaylar anlatmıştı. Yazarlık ve musiki ayrılmaz bir bütün olarak kimi zaman kudümle, kimi zaman bendirle devam edecektir. 1966 yılında Münir Nurettin Selçuk yönetimindeki İstanbul Belediye Konservatuvarı Türk Musikisi İcra Heyeti’nde yedi yıl ve İstanbul Radyosu’nda 36 yıl kudümzen olarak görev yaptı. Buradan emekliliğine az bir zaman kala zilli tef de çalmıştı. Yaşamının dönüm noktası olacak hadise şu şekildedir: Konya’da, Ulvi Erguner, Selami Bertuğ, Niyazi Sayın ve Cüneyt Orhon’un da aralarında bulunduğu bir ev toplantısında kudüm vurur ve “Neden şimdiye kadar ortaya çıkmadın?” gibi sorularla karşılaşır. Şemseddin Sivasi’nin “Göster cemal’in şem’ini” ilahisini gençler olarak çalışmaya başlarlar. Ayin öncesinde saz eserleri programı yapılır ve Uzel sahne deneyimini yaşar. Geçen yedi senenin ardından Ulvi Erguner, İstanbul Radyosu’na müzik müdürü olur ve Uzel’in “ritim saz” olarak kadroda yer almasını ister. Böylece profesyonel müzik dünyasına Ulvi Erguner vesilesiyle adım atar. Konya’ya ilk gidişi 1956 yılıdır Uzel’in. Bu ziyaretten sonra 22 yıl Konya Mevlâna ihtifallerinde kudümzen ve yönetici olarak çalışır. Uzel, Semazenbaşı Ahmet Bican Kasaboğlu ile 1981 yılında İstanbul’da eski Galata Mevlevihanesi şimdiki Divan Edebiyatı Müzesi çerçevesinde İstanbul Sema Gurubu’nu kurar. Bu grup yurtiçinde ve yurtdışında yüze yakın konser verir, festivallere katılarak sema gösterisi düzenler. Babıâli’de Sabah, Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Tercüman ve Zaman’da dış politika konularında yazılar yazdı.1979-1994 yılları arasında Kadıköy gazetesinde çalıştı. Yeni Konya, Yeni Yüz163


yıl, Ortadoğu, Haber, Dünya ve Büyük Gazete gibi daha pek çok gazetede ve Derin Tarih, Antika, Tombak, Atlas Tarih gibi dergilerde köşe yazıları kaleme aldı. 1966’da Ankara’da “Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı ve Meclis muhabiri” olarak göre yaptı. Ayrıca beş yıl kadar “freelance”, serbest gazeteci olarak çalıştı. Foto muhabirliği ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Fransızca ve İngilizceden çeviriler yapan Uzel’in İslam, tarih, kültür ve sanatıyla ilgili telif ve tercüme kitapları Mevlevi ve tasavvuf müziği eserlerini içeren plakları, CD ve kasetleri yayımlanır. Galata Mevlevihanesi ve Vakıflar İdaresi’ne bağlı eski Üsküdar Mevlevihanelerinde ilk defa sema gösterisini Uzel gerçekleştirmiştir. Grup 1987 yılında Konya Belediyesi’nin daveti üzerine o yıl uluslararası Konya Mevlâna İhtifalinin müzik ve sema ayinini yapmıştır. Aynı yıl eski Kütahya Mevlevihanesi’nde 1925’ten bu yana düzenlenen ilk sema törenini gerçekleştirdi. 1998 yılında Prof. Giuseppe Fanfoni ve Roma Üniversitesi Restorasyon Bölümü öğrencileri tarafından onarılan Mısır/Kahire Mevlevihanesi’ni hizmete açtı. Hanya/ Girit, Lübnan Trablusşam ve Kudüs Mevlevihanelerini gündemine aldı. İstanbul Sema Grubu 18 yılda birçok semazen yetiştirdi. Paris’te kurulan Association Mevlânâ Rumî ve Londra’da kurulan Rumi Society ve Finlandiya’da 1990 yılında kurulan Nefes gibi müzik gruplarına ilham kaynağı oldu. Bütün bu yoğun çalışma temposunun ve dolu dolu geçen bir ömrün sonunda Nezih Uzel, şeker hastalığına bağlı böbrek yetmezliği nedeniyle, 1 Mayıs 2012 Salı günü, Üsküdar’da vefat etti. Yaşamını geçirdiği bu semtte yer alan Selâmi Ali Camii’ndeki cenaze namazı sonrası Uzel’in camiden çıkarken açılan bir koridordan geçirilen tabutu, Mevlevi geleneklerine göre “elden ele su üstünde akar gibi” taşınarak uğurlandı. Bu sırada Kelime-i Tevhid çekildi, Salavat-ı Şerif getirildi. Üstat, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Mevlevi usulünce Uzel’in toprağına gülsuyu döküldü. Cenazeye aralarında İlber Ortaylı, Murat Bardakçı, Beşir Ayvazoğlu, Ahmet Tan, Mustafa Sağyaşar, Erkan Mutlu, Sadettin Ökten ve Uğur Derman’ın da bulunduğu çok sayıda isim katıldı. 164


Hem yaşarken hem de vefatının ardından ses getiren uluslararası bilimsel mecralarda Nezih Uzel’in hakkında makalelerin, incelemelerin yazılması, çalışmalarının atıf alması Mevlevilik alanındaki çalışmalarının ve müzisyenliğinin Türkiye’de ve Avrupa kültüründe uyandırdığı etkiyi görmek açısından önemlidir. Uzel’in çevirileri sosyal bilimlerde ve İslam tarihinde sık kullanılan kaynak eserleri içermektedir. Özellikle de güçlü bir entelektüel, müzik eleştirmeni, ABD’de Columbia Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı ve Karşılaştırmalı Edebiyat profesörü Edward Said’in Oryantalizm adlı eserinin ilk çevirisi ona aittir. Nezih Uzel’in 1970’lerden itibaren gerek müzik yaşamıyla gerekse tasavvuf ve mesnevi konuları üzerine yapacağı sohbetlerle adını sıkça duyurmaya başlayacaktır. Uzel, dönemin önemli müzisyenleriyle beraberdir. Sadettin Heper başroldedir. Heper yönetiminde 1976 yılında gerçekleştirilen klasik Türk müziği konserinde Nezih Uzel de yer almıştır. Konserin solistleri ve koro şu şekildedir: Kâni Karaca, Recep Birgit, Rıza Rit, Rahmi Sönmezocak, Turhan Toper, Sami Göğüş, Ziya Akyiğit, Alaeddin Aday ve Ertan Ersoylu. Akagündüz Kutbay, Doğan Ergin, Kudsi Erguner, İhsan Özgen, Abdi Coşkun, Cüneyt Kosal ve Kemal Gediz. Topkapı Sarayı’nda saat 21.30’da düzenlenen konserde Farabi, Meragi, Itrî, Nayi Osman Dede, Ebubekir Ağa ve Hafız Post gibi bestekârların eserlerini seslendirmişlerdir. Klasik Türk müziği ve tasavvuf müziğine ait çeşitli formlarda eserlerin yurtiçinden sonra yurtdışında da seslendirilmesi Türk kültürü ve Türkiye’den katılan sanatçılar açısından çok önemlidir. Temmuz 1978’de yine Sadettin Heper yönetiminde “Dede Efendi’nin ayin müziği ve sema” başlığıyla İstanbul Festivali’ne Uzel de katılmıştır. Aynı yıllarda tasavvuf müziğine olan ilgi Avrupa’da ve Amerika’da da artmıştır. Niyazi Sayın ve Necdet Yaşar gibi üstatların bu konudaki büyük katkıları bu ilgide hiç şüphesiz etkili olmuştur. Nitekim 1980 yılında İstanbul Radyosu saz sanatçıları İtalya’ya, 1. Pan-Asya Müzik Festivali’ne giderler. Toplulukta 165


Abdi Coşkun, Cüneyt Kosal, Doğan Ergin, Yılmaz Özer, Nihat Doğu yer alır. Nezih Uzel de bendir çalacaktır. Sanatçılar, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı aracılığıyla bu müzik festivalinde bulunurlar ve Turizm Derneği Mevlevî Topluluğu içinde görev yaparlar. Topluluğa Kâni Karaca ve Hüseyin Top ayinhan olarak eşlik ederler. Ses getiren ülke temsilleri İstanbul Radyosu Türk müziği sanatçılarının geniş kapsamlı Avrupa turnesiyle devam etmiştir. UNESCO aracılığıyla çıktıkları turnede Ertan Ersoylu, Bekir Sıdkı Sezgin, Rıza Rit, Rahmi Sönmezocak, Cüneyt Orhon, İhsan Özgen, Ahmet Hatipoğlu ve Nezih Uzel’den (kudüm) oluşan ekip Fransa, Almanya ve İtalya olmak üzere Avrupa’nın büyük bir kısmında Mevlevi ayinlerini seslendirmiştir. Nezih Uzel’in uluslararası etkinliklerde ortaklık yaptığı isimlerden biri de Kudsi Erguner’dir. 1978 Eylül’ünde Paris’te “Radio France”ta Kudsi Erguner ile bir konser verirler. Fransız Radyosu’nun 1500 kişilik büyük stüdyosu tamamen dolar. Özel bir etkinlik olarak sunulan bu konsere ülkenin müzik ve sanat çevrelerinden pek çok kişi katılır, Türkiye Büyükelçiliği’nden gelenler olur. Aylar öncesinden büyük afişlerle yapılan duyurularda göz dolduran puntolarla “Sufi” kelimesi dikkat çeker, sözcüğün felsefesine yakınlık duyan herkes bin yıllık bu akımın yanında bir de müziği olduğunu öğrenir. Üstadın en yakınlarından biridir Kudsi Erguner, Fransa’da ve Avrupa’da ney sazının önemli bir temsilcisi olarak adından başarıyla söz ettirir. Birlikte plak kayıtları, Osmanlı müziği ve tasavvuf konularında atölye çalışmaları yaparlar. 1976’da, ikili Paris’te ünlü sinema oyuncusu Peter Ustinov’un eşi Kanadalı Suzan Ustinov’un ev davetine katılır. Burada sundukları dinleti oldukça etkilidir ve Rennes Müzik Festivali’ne katılmalarının önünü açar. İki dostun yaşadıkları tereddütler, her sanatçının yaşayabileceği hissi gidip gelmelerin ardından festivale çıkılır. Avrupa artık konserlerin bir sınır karakoludur. Uzaktaki yakındır. Ancak bazen bu yakınlık hoş karşılanmayacak, kimi çevrelerde rahatsızlık yaratacaktır. 166


Nezih Uzel yurtdışı temsilleri sırasında birçok ilginç olaya da şahitlik eder. Örneğin, ABD’de başından geçenleri anlattığı yazılar Türkiye’nin o dönem karşı karşıya bulunduğu siyasi ve diplomatik krizlerin de bir sonucudur aslında. Uzel, 9 Aralık 1972 tarihli yazısında, 19 Ekim 1972’de Bostan’da gösterinin başlamasına on dakika kala salonun boşaltıldığını, Ermenilere ait olduğu tahmin edilen bomba ihbarının asılsız olduğunun anlaşılması üzerine törenin başladığını aktarır. Sema ekibi benzer şekilde Los Angeles’ta da Ermenilerin protestosu ile karşı karşıya kalır. Uzel, burada Mevlevi ayininin siyasi bir olayla yan yana gelmesinden rahatsızlık duyduklarını anlatır. Uzel’in de dahil olduğu İstanbul Sema Grubu, 1982 yılında, o sırada Paris’te bulunan Neyzen Kudsi Erguner aracılığıyla extraeurepéen comité isimli önemli bir organizasyondan Avrupa’da bir buçuk aya yakın sürecek bir davet alır. Almanya’ya uçulur ve ilk temsil Münih’te yapılır. Grubun Münih’te olduğunu duyan müzik tarihinin önemli bestecilerinden ve eğitimcilerinden, Carmina Burana adlı eseriyle dünya çapında tanınmış Carl Orff, 80 yaşında, güçlükle yürümesine karşın onları dinlemeye gelir. Zorlukla konuşmasına rağmen “Ömür boyu bir Mevlevi ayini dinlemeyi hayal etmiştim. Tanrı bana bugünü gösterdi” diyerek Kudsi Erguner ve Nezih Uzel’i şaşkına çevirir. Nezih Uzel bütün bir yaşamı boyunca Mevlevi kültürüne hizmet etmiş, onun gerçek manasında tanınmasında ve hak ettiği boyutlarda temsil edilmesine gayret etmiştir. Bu nedenle Mevlevi kültürü ve Sema’yı turistik bir etkinliğe dönüştüren her türlü faaliyetin ve zihniyetin karşısında yer almıştır.

167


Optik Başkan

Mehmet Işıklar (1969 - 2007)

168



Gittiğin yerlerden yer tut Optik Başkan, unutmayacağız AL İ K AYA LA R


H

ava sıcaktı. Beşiktaş şampiyonluk yarışında Kadıköylü rakibinin gerisine düşmüştü. 100. yıldan beri beklenen şampiyonluk bir türlü gelmiyordu. Ama İnönü tıklım tıklımdı. Tribünde bir pankart vardı, stada her giren ilk onu görür sanırdınız. Pankart, onsuz geçen günlere küfrediyordu. Zaten Forzabeşiktaş forumunda iki aydır bir geri sayım sürüyordu; 45 gün kaldı, 38 gün kaldı... Hayat gibi sahici bir ruh, hayatın sertliklerine, adaletsizliklerine karşı yolunu ararken yanlış bir patikaya sapmış olmanın bedelini ziyadesiyle ödemiş, geri geliyordu. Çok sevdiği stada. İki senelik hasret ağırdı. Bir sonraki maçta, muhtemelen gelecek sezon açılışını beklemeden, iki kolunu yine o bildik edasıyla havaya kaldıracaktı. Belki ‘kutu’ya o çıkacaktı ve bir, ki, üç... İşte burada zaman dursun. Ondan söz ederken hâlâ damakları kuruyan arkadaşlarının hafızalarından silinmeyen o geceye gelmeden önce neler oldu, önce onu konuşalım.

OPTİK MEHMET Mehmet Işıklar, 12 Haziran 1969’da, Sultanahmet’te yaşayan bir ailenin çocuğu, Beşiktaşlı bir dedenin torunu olarak doğdu. Henüz 5 yaşındayken İnönü’de bir Trabzon maçını izlerken daha sonra ona ‘Optik’ lakabını verecek olan kalın gözlükleri gözünde miydi, bilmiyoruz. Yenildiler, ağladı. Teselli ettiler; yanındaki amca, kanyağına katık ettiği çikolatadan verdi ona, “Beşiktaş büyük takım” dediler, gözünün yaşını sildi. Yıllar sonra bilinen bir tribün müdavimi olduğunda, ağlayan küçük çocuğu kucağına alıp bütün bir ikinci yarıyı onla 171


izlemesi bu yüzdendi. Miniklerin dilinden anlamazdı, onlarla minik olurdu. Ve yol arkadaşlarına göre, daha ilk gençliğinden itibaren de büyüklerle büyük olmayı bilirdi. Yaşı olmayan, o özel insanlardandı. Böylece yeni yeni filizlenen taraftar grubunun, Türkiye’nin sosyolojik tarihine damga vuracak olan Çarşı’nın bir parçası oldu.

OPTİK BAŞKAN Fakat neydi bu Çarşı? İki satırla Çarşı’yı anlatmaya çalışmak hem güdük kalır hem de ukalalık olur. Hele Çarşı’nın onaylamadığı her şeye karşı ördüğü duvara ter dökenler kendilerini daraltacak tanımlamalardan böylesine sakınırken... Yine de 80 darbesi sonrasının baskıcı atmosferini, tekinsiz gecelerini, akla ziyan yasaklarını, boş sokaklarını gözünüzün önüne getirin ve o dönemi yaşamadıysanız dahi, çelik ve plastik sesleri altında kırılgan ruhların nasıl ezildiğini hissetmeye çalışın... Ve o ruhların içten içe ve dalga dalga büyüyen isyanını... Bir de münhasır bir kültürle neredeyse 80 yılı deviren Beşikaş’ın hem sahada hem de tribünde yaşadığı değişimi düşünün... Serpil Hamdi Tüzün hocanın takıma kazandırdığı oyuncularla Beşiktaş gençleşirken, ifadesini Beşiktaş sevgisinde bulan bir isyanı hisseden farklı düşünce ve fikirlerden gençler de sokakta ve tribünde bir araya geliyordu. Mehmet, işte bu büyük evin çocuğuydu. Sadece sportif başarısıyla değil, oyuncu profili ve Başkan Süleyman Seba’nın denktaşlarından ayrışan tavrıyla sivrilen Beşiktaş ile sportif başarıyı hep ikinci planda ama Beşiktaş’ın çıkarını birinci planda tutan Çarşı, birlikte büyüdü. Kendi kahramanlarıyla ikisi de kendi yolunu çizdi. Feyyaz Uçar, yıllar sonra “Taraftarla arkadaş gibiydik” derken bunu kastediyordu. Değerli babası Abdullah Işıklar’ın söylediğine göre, aile Sultanahmet’ten Beşiktaş’a taşınınca Mehmet’in semt ve takım sevgisi de büyüdü. Kabataş Lisesi’nde okuyor, artık maç kaçır172


mıyordu. Bir dönem öncesinin unutulmaz amigolarından Şeref Yılmaz, onun gibi “İnönü Stadı’nı evi bellemiş bir tribüncü”nün zorlu okulu başarıyla bitirmesine dahi şaşkındı ki o, semtteki Mimar Sinan Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı bölümünü kazandı. Yazdığı tezahüratlardan zaten şairliği herkesin malumuydu ama o babasına ertesi yıl tekrar sınava girmek istediğini söyledi. Derbilerin gerçek manada rakip takım taraftarlarıyla izlendiği yıllardı. Yani, stat çevresinde de rekabet çetindi. Fener maçı için sabahlanacaktı. Çarşı’nın Cem Abi’si, candan arkadaşı Cem Yakışkan’ın yanına geldi, “Ben bir sınava gireyim, geleyim” dedi. Cem, “Yalnız gidemezsin, beraber gidelim” dedi, içlerinde maçı bekleyen yoldaşlarını bırakmanın tedirginliği, beş kişi bir taksiye doluşup Şişli’ye gittiler, Mehmet üniversite sınavına girdi, cevap kağıdını çalakalem doldurup binadan ilk önce o çıktı. O cevap anahtarı onu bu kez İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin tarih bölümüne yerleştirecekti. Yine babasının anlattığına göre, sabahın ilk ışıklarıyla İstanbul’a taşradan maç izlemeye gelen, sahilde oturan banklarda oturan taraftarları bulur, onlarla yemek yerdi. Sokaktaki kedilere, köpeklere yemek dağıtmak için semti turladığı saatlerdi bunlar. Köpeği Sali’nin yeri ayrıydı. Gerçekten de sabah ışıkları, onun Işıklar’ıydı. Alen Markar­ yan’ın ifadesiyle saatlerce arkadaşlarıyla Beşiktaş’ı konuşmaya zaten bayılırdı. Bizim uzaktan bakıp “Sokak çocukları” dediğimiz yavrulara, o gidip “Merhaba” derdi. Kâğıdı kalemi alır, onlara okuma yazma öğretmeye çalışırdı. Semti sevmek taşı, duvarı değil insanı sevmekti çünkü. “Çok sevdik be abi” böyle bir şeydi. Takımın şampiyonluk yarışından düştüğü yıllarda dahi, organize bir şekilde gidilmeyen deplasmanlarda birkaç arkadaşıyla boy gösterirdi. Sağdan soldan denkleştirilen parayla gidilen o deplasmanlarda tribünde bir Çarşı pankartı görmek ne demek, onu dönemin futbolcularına sormak gerek. Çünkü “Deplasmana Optik geldi mi İstanbul geldi” denirdi. Ardından gelsin çaylar, paylaşılsın battaniyeler... 173


MEHMET HOCA Okul bitti, Ankara’daki Yatılı Çubuk Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. Burada öğrencilerine Beşiktaş sevgisi aşılamaya çalışmasına dair o kadar çok anlatı var ki... Hepsi şu sonuca varıyor: Diğer takımları tutan öğrencilerine hak ettiklerini, Beşiktaşlılara birazcık fazlasını veriyordu. Hayatta iyi ve doğru bildiği hemen her şeyi Beşiktaş ile özleştiren Mehmet Hoca’ya bu toleransı çok görebilir miyiz? Yine arkadaşları diyor ki Beşiktaş’sızlığa dayanamadı. Ertesi yıl, istifa edip semte döndü. Tribünde “Anladım yalanmış başka sevgiler, bütün sevgiler sendeymiş meğer” sesleri yükselirken... Ali Pektaş, Çarşı’daki adıyla Şevşek Ali ise bir Öğretmenler Günü’nde, sosyal medya hesabından şöyle diyecekti: “Van’dan 1 otobüs öğrenciyi gezi diye Beşiktaş maçına getirip, Beşiktaşlı olarak geri götüren öğretmendir Optik Başkan!” Siyah Beyaz günler akıp gidiyordu işte ama zamanı durdurmak mümkün değil. Yazının başında durdurduğumuz yerden devam etmek zorundayız... SON HOLİGAN Hava yine sıcaktı. Mehmet, İstanbul’a döneli bir hafta kadar olmuştu. Maçlara da gidecekti elbet. Maç evveli uğranan parklardan birinde kalp krizi geçirdi. Kalbi ne zaman çalkantılı değildi ki? Huzursuzluk onun için isyanın yol arkadaşıydı; bazen gün gibi görünen bir adaletsizliğe, bazen karanlık bir meçhule isyanın. O kollar bir daha üçlü için de çocuk teselli etmek için de bir kızı sarmak için de açılmadı. Cenazesi İnönü’den geçti. Göz yaşları içinde. Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi... Ondan kendilerine yemek ısmarlamasını isteyen tezahürat başladığında acılı babanın gözleri bir kez daha doldu. Abdullah Işıklar’ın tek isteği, Mehmet’inin unutulmamasıydı. Üzerinden geçen 13 yılın ardından Beşiktaş için düzenlenen yardım kampanyasına emekli maaşıyla katılırken sesi titriyordu. 174


O oğlunun hayatında Beşiktaş olmasından hep memnundu. Ama o da biliyor ki, o 25 Temmuz gecesini atlatsa oğlunun göreceği çok şey vardı. Mesela, Van depreminden sonra, yardım kampanyası başlatmak için arkadaşlarının sahaya attığı atkıların arasında onunki de olacaktı. Tribünde kırılan dünya ses rekoru, aslında olması gerekenden biraz düşüktü, Optik’in sesi eksikti. Çok sevdiği Çarşı kendini feshederken de geri gelirken de orada olacaktı. İşitme engellilerinin sorunlarına dikkat çekmek için o da işaret dili öğrenecekti. Koca ülke yaşam biçimine müdahale edilmesine isyan ettiğinde, Çarşı’nın yaptığı o dev Gezi yürüyüşünün sonunda resmi AKM’ye asılmayacaktı, yere sağlam basan ayaklardan ikisi onun olacaktı. Kartal kaşlı çocuk Berkin, kalbi Fener’le atan Ali İsmail Korkmaz ve diğer gencecik çocuklar bir inat uğruna öldürüldüğünde o nasıl sessiz kalırdı ki? Arkadaşları ipe sapa gelmez iddialarla yargılanırken onları zaten yalnız bırakamazdı. Galatasaraylı tribün lideri Alparslan Dikmen trafik kazasında öldüğünde, spor insanı Banu Yelkovan “Bizim arkadaşlarımız daha hiç ölmemişti Alpaslan” yazıp kalbimize hançer sapladığında aklımıza bir de o düşmeyecekti. Hem daha bakılacak çok sahipsiz hayvan, okuma yazma öğretilecek çok çocuk, dost masasında hazırlanacak çok maç, izlenecek çok film, sevilecek çok insan, düşülecek çok aşk vardı. Yine de Çarşı’nın yaptığı birçok önemli çıkışta onun varlığını genetik bir iz gibi hissetmek mümkündü. Elbette arkadaşları onu unutmadı: “Gittiğin yerlerden,/ Yer tut Optik Başkan,/ Unutmayacağız;/ Seni Son Holigan.” Hatta onu hiç görmemiş, yaşı yetişmemiş Beşiktaşlılar, genel olarak futbolseverler de onu tasavvuru güç bir hasretle hatırladı. Ama unutmak şahsi olduğu kadar siyasi de bir konu. Bir ülkenin güzelliğinin tariflerinden biri ortak vicdanı olsa gerek. Özellikle de gençleri düşmesin diye gösterdiği vicdanı. Tam da o vicdan karardığı zaman bizden unutmamız isteniyor. İşte seni en çok sen olduğun için, ama biraz da bu yüzden unutmayacağız Son Holigan... 175


Orhan Kemal

Mehmet Raşit Öğütçü (1914 - 1970)

176



Orhan Kemal’in romanları: İşte bu bizim hikâyemiz A. ÖM ER T Ü R K E Ş


İ

yisiyle kötüsüyle 30’a yakın roman, 300’e yakın hikâye üreten Türk edebiyatının büyük ustası Orhan Kemal’i kısa bir yazıya sığdırmak kuşkusuz onun yazarlığının pek çok yanını gözden kaçırmakla sonuçlanacaktır. Akıcı, basit, sade ama derinlikli anlatımıyla 1950’lerden 70’e kadar cumhuriyet toplumunun gerçek hikâyesini yazan Orhan Kemal, anlatımıyla örtüşen dünya görüşüyle, kaderini yoksul kitlelerle bağlayan aydın duruşuyla, hiç yitirmediği inancı ve yaşama sevinciyle edebiyatımızın en dikkate değer, en heyecan ve hayranlık uyandıran isimlerinden biridir. “Küçük Adamın Romanları Serisi” diye bilinen ilk romanlarında –Baba Evi (1949), Avare Yıllar (1950), Cemile (1952) ve Dünya Evi (1960)– başıboş gezen lümpen kesimden gençlerin sürdürdüğü hayatı yoksulluk, açlık, çekilen sıkıntılara duyulan öfkeyle birlikte yansıtır Orhan Kemal. “Küçük adam”ın doğumundan gençlik yıllarına kadar uzanan bir süreyi kapsayan roman dizisi, 1914-1940 yıllarını kapsar; Baba Evi’nde yazarın çocukluk dönemi, Suriye’ye göç, Lübnan’da çekilen yoksulluk ve Adana’da sürdürdüğü başıboş gençlik günleri, Avare Yıllar’da aile desteğinden mahrum genç adamın bütün yoksulluk ve adaletsizliğe rağmen yaşama sevincini yitirmeden verdiği hayat mücadelesi, Cemile’de küçük adamın evleneceği güzel Boşnak kızı üzerinden işçi mahallelerinde ve fabrikalarda sürüp giden acımasız koşullar, Dünya Evi’nde ise gençlerin toplumsal koşulların tüm olumsuzluklarına karşı direnerek sürdürdükleri evlilikleri anlatılır. 179


YOKSULLARIN SÖZCÜSÜ Çocukluğundan başlayarak göğüslemek sorunda kaldığı zorluklarla dolu hayatın Orhan Kemal’in zihninde derin izler bıraktığı “Küçük Adam” dizisindeki romanlarda izlediğimiz dramatik kesitlerden anlaşılıyor. Ancak sefaletin kıyısındaki insanları yaşadıkları mekânlar ve sahip oldukları eşyalarla birlikte olanca çıplaklığıyla sergilerken iyimser bakışını hiç yitirmez, ki bu Orhan Kemal’in karakteristiğidir. Okuduğumuz bir felaketler antolojisi değildir; acılarla birlikte sevinçler, yoksul insanlara soluk aldıran küçük mutluluklar, aşklar, ilk cinsel deneyimler, eğlenceler, kötülere karşı dostluk ve dayanışma duyguları da vardır. Üstelik bütün bunlar Adana’nın meyhaneleriyle, futbol sahalarıyla, okullarıyla, mahalleleri, evleri, hatta genelevleriyle, kısacası o yıllardaki toplumsal hayatıyla birlikte canlandırılmıştır. Orhan Kemal, yoksulluğun sınıfsallığını vurgulamaya Çukurova gerçeğini işlediği romanların ilki olan Bereketli Topraklar Üzerinde’yle (1954) başlar. “Memleketimizin insanlarının kalkınmasını, refahını, yükselmesini istedim. Bu işin de köyden başlaması kanısına vardım” düşüncesiyle yazılan Bereketli Topraklar Üzerinde’de yoksulluk, emeğin üzerindeki sömürünün zorunlu bir sonucudur. Yoksul köylerinden kalkıp çalışmak için Çukurova’ya inen üç garip köylünün hikâyesini anlatan bu romanında, girdikleri her işte acımasızca sömürülen, kente geldiklerinde horlanan, alay edilen, kendileri gibi sefalet içerisinde yaşayan insanlara sığınan, ama biri dışında ayakta kalmayı beceremeyen köylüler kadar toplumsal ve ekonomik hayat da çok iyi gözlemlenmiş, tarımsal alandaki değişmeler –özellikle makineleşme– eksiksiz kaydedilmiştir. Pek çok edebiyat incelemesinde yazarın en iyi romanı olarak kaydedilen Bereketli Topraklar Üzerinde, acımasız koşullarda insanın geçirdiği değişimi, giderek sadece ilkel güdülerini doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen bencil yaratıklar haline gelişlerini çarpıcı sahnelerle yansıtır. Gözler önüne serilen tablo Hugo’nun Sefiller’i ya da Zola’nın Germinal’i kadar dehşet 180


vericidir. İyi-kötü ayrımı kalmamıştır... Erkeklerin karşılaştıkları sömürü ve eziyet kadınlar söz konusu olduğunda daha da dayanılmaz bir hal alır. Etraflarını kuşatan erkekler arasında hiçbir güvenceleri yoktur; fiziksel güçleri yoktur, barınacak evleri ve umutları yoktur; “gövdeleri, bir anlık dostluk, bir lokma ekmek, birkaç kuruş para vaadi karşılığında herkese açık olan, üzerinde herkesin hak yürüttüğü ve istediği sürece hâkimiyet kurduğu alanlara dönüşmüştür”. Orhan Kemal, Vukuat Var (1958), Hanımın Çiftliği (1961), Eskici ve Oğulları (1962) ve Kanlı Topraklar (1963) romanlarında da aynı temayı işlemeyi sürdürür. Adana çevresindeki toprak ve fabrika işçilerinin hayatları Çukurova’daki siyasal, ekonomik ve toplumsal değişimlerle, tarım ve sanayideki gelişmelerle paralellik içinde ama romanının merkezine daima insani dramlar konularak canlandırılmıştır. Güçlüyü daha güçlü kılan tek parti yılları, umudu temsil eden DP iktidarı, DP’yi köylü yanlısı belleyen ve ağanın el koyduğu toprakları geri almayı hayal eden köylünün DP’nin gerçek sınıfsal yapısını fark etmesiyle başlayan düş kırıklığı, toprak zenginlerinin komik modernleşme girişimleri, zenginlere yaranmaya çalışan ve o yılların yükselen değerlerine sarılan taşra politikacıları, çevrenin merkeze karşı refleksleri, lümpenlerin hırsı, köylülerin boyun eğmişliği ve geleneksel ilişkilerin kapitalizme doğru evrilmesi gibi birçok meseleye değinir. Gecekonduların ortaya çıkışı ile roman ve öykü içinde yerini alması eşzamanlıdır. Mekânsal farklılıklarla temsil edilen ilk dönemin Doğu-Batı karşıtlığının yerini, yine mekânda somutlanan ezen-ezilen, ya da işçi-burjuva çiftine terk ettiği bu yıllarda, hem köyü hem de kentteki yeni mekânları en iyi dile getiren yazar yine Orhan Kemal’dir. 1950’li yılların sonlarından başlayarak, İstanbul’un kenar mahallelerindeki işçilerin, aşağı tabaka insanlarının yaşama savaşını yansıttığı romanları arasında en önemlileri Devlet Kuşu (1958) ve Gurbet Kuşları’dır (1962). İlkinde, fakir mahalle181


lerdeki değişimi, apartman sahibi olmanın temsil ettiği anlamı, lümpen proleterin oluşumunu anlatan Orhan Kemal, Gurbet Kuşları’nda kente göçü, gecekondulaşmayı, köylünün şehirde tutunma çabalarını, zenginlerin karşısındaki ezikliğini, giderek yozlaşmasını ve sömürü çarklarının işleyişini anlatır. Orhan Kemal, köyden kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi eksiksiz yansıtmıştır. Kendi yaşamında yaşadığı talihsizlik, bir anda içine düştükleri yoksullukla dağılan ailesinin hayali, yazarın her romanında belli eder kendini. Bu nedenle, yoksullaşmanın bir göstergesi olarak mahallenin ve evin de özel bir yeri vardır yazdıklarında. Eskici ve Oğulları (1962) romanında, annenin özlemini çektiği –hayali– “gümgüm gümüleyen konak”, ailenin yaşadığı izbelikle iç burkultucu bir karşıtlıktadır.

SOSYALİST BİR YAZAR Orhan Kemal, sosyalist sözcüğünü kullanmanın sakıncalı olduğu yıllarda kendilerine toplumcu gerçekçiliği yakıştıran kuşağın en etkili isimlerindendi. 1950’li yılların Türkiye’sinde yoksulluk ve zenginliğin ifade ettiği anlam ve karşıtlıkları kimi zaman mekânda, kimi zaman tarlalarda, bazen fabrikalarda, hapishanelerde, Yeşilçam kapılarında ve yüksek tahsil etrafında, bireysel dramların ardındaki ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ihmal etmeden ve fukaralık edebiyatına kaçmadan kolaylıkla özetleyiverir. Maddi sorunlardan söz edilmesi doğrudan açlıktan, sefaletten dem vurulması anlamına gelmez; sosyal dengesizlik ve onun yarattığı acılar roman kişilerinin bireysel kaderlerinde ve tutkularında çıkar ortaya. Kurtulmayı düşledikleri bu hayatın sıkıntıları içinde bile bütün insani özellikleriyle canlandırılan roman kişileri o dönem romanlarındaki sterotiplerden farklıdırlar. Edebi açıdan başarılı bulunamayacak romanlarında bile alt sınıfların temsili eksiksizdir. Kadın erkek çoluk çocuk, emeğiyle geçinmeye çalışan yoksul insanları, köyden kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi, gecekondulaşmayı, köylünün şehirde tutunma çabalarını, yozlaşmasını, sömürü çarklarının işleyişi182


ni anlatırken karşılaştığımız kesif yoksulluğa ve vahşi sömürüye rağmen, insanlara daima umutla ve iyimserlikle bakmıştır. Romanlarındaki şahıslar kadrosuna, olayların geçtiği mekân­ lara, dibe vurmuş insanlar arasındaki ilişkileri yargılamaksızın, tersine oradaki insani arzuları gözden kaçırmadan anlatışına baktığımızda, Orhan Kemal’in yeraltı edebiyatına çok yaklaştığını görebiliriz. Ne var ki yeraltı edebiyatının karamsar ve nihilist yanına kaymasının önünde iyimser bakışı, başına gelen onca şeyden sonra bile hiç yitirmediği insan sevgisi dikilir. Elbette daha iyi bir dünyanın kurulacağına olan sosyalizm düşüncesini de eklemeliyiz. Buna rağmen ayakları yere basmayan bir iyimserliğe ya da hayalciliğe düşmemiş, mutlak olumlu kahramanlara hiç yüz vermemiştir. Orhan Kemal’in roman kişileri iyi ve kötü yanlarıyla, kendilerine ve başkalarına zarar veren hırslarıyla, zaaflarıyla, küçük kurnazlıklarıyla insandır. Olumlu kahramanlarında bunları aşabileceğine dair bir potansiyelin varlığını sezdirir. Çok kolay okunur, ilk bakışta çok basitmiş gibi görünür Orhan Kemal romanları. Yukarıda sıklıkla vurguladığım toplumsal gerçekler hikâyeye bir anlatıcı aracılığıyla sokulmaz, kişilerin ruh tahlilleri ya da sayfalar süren mekân tasvirleri de yoktur. Sanki yazar aradan çekilmekte, roman kişilerinin yaşadıklarını gözlemlemektedir. Bu durumda olup bitenlerin aktarılması kişilerin yalın ve gerçekçi iç konuşmalarına ve diyaloglarına bırakılmıştır. Karşılıklı konuşmalarla bir durumu, bir davranışı, bir çelişkiyi sergilerken roman kişilerinin ruhsal durumunu iç konuşmalarla dışa vurur. Böylelikle Bahtin’in dikkat çektiği çoksesliliği kendine özgü bir üslupla yakalayan Orhan Kemal, hem karakter hem tip özelliğine sahip roman kişileri yaratmıştır.

183


Turgut Uyar (1927 - 1985)

184



Büyük Turgut FAT İ H ÖZG Ü V E N


İ

mzalı kitap merakım hiç yoktur. Eski kitapçılarda da görünce tüylerim ürperiyor. İmzalayan ile kitabın sahibi arasına neler girmiş olmalı ki, buralardalar, diye düşünüyorum. Belki de ölüm girmiş, diyeceksiniz. İkisinin de ölümü. Gene de ben daha çok düşüncesiz akrabalar, umursamaz insanlar, hırslı eski kitap avcıları, diyeceğim. Bütün biçimleriyle yaşanan hayat yani. Ama; imzalı kitaplarımdan biri var ki, içine yazılanın içtenliğiyle, yazan kişiye duyduğum sevgi ve hayranlıkla, daha da ötesi karşılıklı duyguların sahiciliğiyle doludur ve “gözüm gibi saklarım” –insan mecazi sandığı bazı ifadelerin aslında nasıl düpedüz dediğini kastettiğini böyle durumlarda anlıyor. Turgut Uyar, Kayayı Delen İncir adlı şiir kitabı ilk yayımlandığında “Fatih’e gerçek sevgilerle...” yazmış bu incecik cildin ilk sayfasına. Gerçekten aramızda bir ağabey-kardeş ilişkisi vardı ki hiç baba-ağabey aramayan-istemeyen ben bunu doğallıkla almış kabul etmiştim, o da anlaşılıyor ki aslında pek de kendine benzemeyen bu kardeşi benimsemiş. Aramızdaki “gerçek sevgi” dolu mesafenin iki yanından bilirmişiz bunu. Ben anlamışım demek ki, o da anladığımı anlamış. Ya da tersi. Beni onunla tanıştıran, birlikte yaşadıkları eve ilk tutup getiren tahmin edilebileceği gibi Tomris Uyar’dı ve Tomris’in eve taşıdığı bütün edebiyat, sanat meraklısı küçük kedi yavruları gibi hepimizin gözleri Tomris’in ışıltısı, şıkırtısıyla kamaşırdı. Ama Tomris’inkiyle karşı karşıya duran koltukların ötekisi de Turgut’unkiydi. Tomris’inki pencereye bakan ama 187


uzak koltuk, Turgut’unki ise pencereye arkasını dönük ama ona yakın koltuk. Bazen içeri girdiğinizde orada oturuyor olurdu, bazen de o kendine özgü, törensel biçimde aşağı iner, koltuğuna geçerdi. Turgut Uyar, zaman içinde farkına vardığınız bir ışık saçardı. Müzelerdeki kolu kanadı kırık ama görkemli heykeller gibi bir ışık. Kendisinin hiç üzerinde çalışmadığı, “kullanmadığı” bir parıltı. Ben tanıdığımda geçirdiği bir kaza sonucu bir ayağı da aksıyordu ama onu gene de bir heykel gibi ışıltılı ve vakur yapan asıl bir zarafetin ışığıydı. Zarif ve ince bir hat çizen bedeninde ancak şiirlerini okuyunca sezdiğim –o da yetmeli– bir tragedyanın izleri vardı derken abartıyor olabilirim, ama o bunu o kadar tragedya gibi taşımazdı ki manzara daha da çok görünür olurdu. Turgut Uyar –“figürü” diyeceğim– o uzun, güzel, sağa sola doğru kıvrılarak ilerleyen Turgut Uyar şiirleri gibiydi. Türkiye’nin trajik tarihiyle garip biçimde iç içe, ama inatla kendine ait bir akış. Konuşması her zaman içten olmakla birlikte, gündelik konuşmada bile sözcükleri seçişi, artarda dizişi dikkatli, özenli, acelesizdi. O aralıklarda sigarasını yakardı. Zamanla ortaya çıkan mizah duygusunu, bazen Tomris’in kurup ortaya attığı en alakasız komiklik ağlarına dahi bile isteye yakalanışını ve onların tadını çıkarışını ise Tomris’e olan sevgisi kadar hayatta ciddiyetten öte ve belki ondan daha derin, mizah duygusu diye bir şey olduğunu kavramış olmasına bağlarım. Bütün şahaneliğine rağmen onun yanında asla ezici ve ağır biriyle birlikte olduğunuz duygusuna kapılmazdınız. Hafifliği de bilirdi. O evde –oğul Küçük Turgut’un da aramıza katılmasıyla– en gündelik ve eğlenceli biçimde her şeyden, mesela sinemadan da bahsedilirdi. (Onlara Büyük Turgut ve Küçük Turgut denirdi aramızda.) Ama o aralar zaten pek az dışarı çıkan Turgut Uyar’ı bir sinema salonunda hatırlamıyorum. “Sandviçleri, 188


kötü şehri, teri ve neon”u da iyi bilen bu büyük şair ben tanıdığımda genellikle evinde ve koltuğunda yerleşikti ve onun diliyle söylersek oraya “yakışırdı”. Ev onun için bir son durak mıydı, yoksa bir ilk hatıra mı? Bilmek mümkün değil, gerekli de değil. Ya da sadece şiirine başvurmalı: “Uzun süre düşündüm, nedir ağzımdaki yaban tad / üvez değil, karadut değil, sevdiğim bir şey değil / ama bana yabancı gelmiyor ve alıştırıyor kendine / bir ses, bir açıklama bir evet ya da hayır / değil / eski bir şey, evi olan eski bir bahçe.” Benim tanıdığım Turgut Uyar belki de gene şiirlerinden birindeki o nefis deyişle “sonsuz biçimini bulmuş”, “o biçimi almış”tı ve ne mutluyum ki onu orada yakaladım. ESKİ BAHÇENİN BİR EVİ uzun süre düşündüm, nedir ağzımdaki yaban tad üvez değil, karadut değil, sevdiğim bir şey değil ama bana yabancı gelmiyor ve alıştırıyor kendine bir ses, bir açıklama bir evet ya da hayır değil eski bir şey, evi olan eski bir bahçe alnım değişmez biçimini buluyor sanki karadut karasından, üvez kokusundan birisi geliyor karşıma oturuyor bahçede bir ölüm olayına ilişkin bir şeyler soruyor önce çayınızı için diyorum, hayır diyor ısrar ediyorum hayır diyor ben hiç çay içmem özellikle alacakaranlıkta hüzün verirmiş ona birden usuma vuruyor haklı olduğu evet alacakaranlıkta herkesin sahipsiz olduğu ölüme ilişkin o konuşmayı da hatırlıyorum ölümler sahipsizdir yoldaki kötü çukurlar gibi gelip gitmezler bile kendileriyle kalırlar 189


1918’deki bir ölüm eski bir bahçedir belliğimizde ve evi yoktur üç odalı, duvarları resimli bir adam çıkar o evden belki bir tere gider sonra ölüm konuşulur fısıltılar düzeyinde aşkın adı geçmez ama belleğin bir yerlerindedir çocuk gibi defne dalı gibi rüzgâr gibi bir şey olarak lâmbanın sönmesini durdurur ocaktaki ateşi tazeler susulur saygı duyulur oturulur oturulur ey evsiz eski bahçe bir evin olmalıdır suya da dayanıklı ateşe de ve hayata çatlak tabakların eskimiş giysilerin kokusunu taşıma karadut defne ve tüylü ayva gecikmiş önemsenmemiş yıpranmış aşkları hep hatırla nasıl kıpkızıldı bir sabah tanyeri hiç unutmam deli gibi vuruyordu ahşap kaplamalara Turgut Uyar

190


191


İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ EDITÖR Bahar Çelik Ömür

TASARIM Cüneyt Çomoğlu

KATKIDA BULUNANLAR Gevher Gökçe Zeynep Konuralp Şima Topaloğlu Ömer Yılmaz

DÜZELTI Sevim Erdoğan


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.