Poe tum hikayeler

Page 1

Butun Hikayeleri Hans Pfaall Diye Birinin Benzeri Gorulmemis Seruveni Atesli hayallerle dolu bir yurekle, Ki kumandası bende. Yanan bir mızrakla ve ruzgardan bir atla, Gezinmeye gidiyorum, ıssızlığa. TOM O'BEDLAM'IN SARKISI. Rotterdam'dan gelen son haberlerden anlasıldığı kadarıyla sehir buyuk bir felsefi heyecan icinde. Gercekten de orada olan olay o kadar beklenmedik - o kadar benzersiz - yerlesik kanılara oylesine ters ki - cok yakında tum Avrupa'nın ayağa kalkacağından, fizikte, mantıkta ve astronomide kargasalar yasanacağından eminim. Anlasıldığı kadarıyla------- ‘ın -------gununde (tarihten emin değilim) buyuk bir insan kalabalığı, belirtilmeyen amaclar uğruna, guzel Rotterdam sehrinin buyuk Ticaret Meydanı'nda toplandı. Sıcak bir gundu - mevsim icin fazlasıyla sıcaktı - yaprak bile kımıldamıyordu; ve kalabalık, mavi gokkubbeye bolca sacılmıs genis, beyaz bulut kumelerinin arada sırada yağdırdığı ahmak ıslatanlara aldırmaz gorunuyordu. Yine de oğle civarında kalabalığa hafif, ama dikkat cekici bir heyecan dalgası yayıldı; on bin ağız hep birden konusmaya basladı; ve hemen ardından da on bin yuz yukarı, goğe cevrildi, on bin pipo aynı anda on bin ağzın kenarından dustu27 ve ancak Niagara selalesinin gurlemesiyle karsılastırılabilecek bir haykırıs Rotterdam'da ve civarında uzun uzun, gurultuyle, siddetle yankılandı. Bu velvelenin sebebi az sonra yeterince anlasıldı. Az once bahsedilen o keskin hatlı bulut kumelerinden birinin arkasından yavasca tuhaf, heterojen, ama gorunuse gore katı bir nesne cıktı. Sekli oyle tuhaftı ki, asağıdaki ağızları acık, gurbuz kasabalılar tarafından herhangi bir sekilde anlasılması ya da yeterince takdir edilmesi olanaksızdı. Ne olabilirdi? Rotterdam'daki tum seytanlar adına, hangi kotu haberin tasıyıcısıydı acaba? Kimse bilmiyordu; kimse hayal edemiyordu; kimse —belediye reisi Mynheer Superbus Von Underduk bile— bu gizemi cozecek en ufak bir ipucuna sahip değildi. Boylece, yapılabilecek daha mantıklı bir sey olmadığından, herkes piposunu dikkatle ağzının kenarına geri yerlestirdi ve yukarıdaki fenomene gozunu diktikten sonra piposundan birer nefes cekti, durdu, paytak paytak yurudu ve dikkat cekici bir sekilde homurdandı - sonra paytak paytak geri dondu, homurdandı, durdu ve son olarak - piposundan birer nefes cekti. Bu arada bu buyuk merakın hedefi ve bunca dumanın sebebi olan nesne o guzel sehrin ustunde alcalmaya basladı. Birkac dakika sonra net gorulebilecek kadar alcalmıstı. Gorunuse bakılırsa -evet! Kesinlikle bir tur balondu; ama Rotterdam'da daha once hic boyle bir balon gorulmemisti. Sorarım size, simdiye kadar kim sırf kirli gazete kağıtlarından bir balon yapıldığını isitmistir ki? Hollanda'da kimsenin isitmediği kesindi; buna karsın burada, insanların burunlarının dibinde, daha doğrusu biraz ustunde, en guvenilir kaynaklardan oğrendiğim kadarıyla daha once kimsenin benzer bir amacta kullanmadığı bir materyalden yapılma, bahsettiğimiz sey durmaktaydı. -Bu, Rotterdamlıların sağduyularına yapılmıs korkunc bir hakaretti. Fenomenin sekline gelince, o daha da ayıp bir seydi. Ters donmus, dev bir deli kulahından baska bir sey değildi. Ve kalabalık daha yakından bakıp tepesinden dev bir puskulun sarktığını ve ust kenarın ya da koninin dibinin cevresinde koyun canlarını andıran, surekli Berty Martin sarkısına uygun ritim tutan bir kucuk aletler cemberini gorunce, bu benzerliği daha da guclu bir sekilde fark etmeye basladı. Ama daha kotusu


de vardı. -Bu fantastik makinenin ucundan, mavi kurdelelere bağlı dev, rengi soluk bir kunduz sapkası sarkıyordu; kenarının genisliği mukemmeldi ve yarımkure seklinde tepesinde siyah bir kurdeleyle gumus bir toka vardı. Ancak Rotterdamlılar'dan bircoğunun aynı sapkayı daha once defalarca gormus olduklarına yemin etmesi ilgincti; hatta butun kalabalık ona tanıyan gozlerle bakıyor gibiydi. Grettel Pfaall ise onu gorur gormez sevincli bir saskınlık nidası attı ve onun kocasının sapkasının aynısı olduğunu ilan etti. Pfaall bes yıl once uc arkadasıyla birlikte aniden ve anlasılmaz bir sekilde ortadan kaybolmus olduğundan ve bu anlatıda olanlara kadar onlardan tum uğrasılara karsın haber alınamadığından, bu olay daha da ilginclik kazanıyordu. Yakın bir zamanda sehrin guneyindeki ıssız bir yerde, tuhaf gorunuslu supruntulerin arasına karısmıs, insan kemiği olduğu dusunulen bir takım kemikler bulunmustu; ve bazıları burada hunharca bir cinayetin islendiğini ve kurbanların da buyuk olasılıkla Hans Pfaall'la arkadasları olduğunu one surecek kadar ileri gitmislerdi. Ama biz devam edelim. Balon (cunku balon olduğu suphesizdi) simdi yerin otuz metre kadar yukarısına inmisti ve kalabalık icindeki kisinin kim olduğunu rahatca gorebiliyordu. Doğrusunu soylemek gerekirse bu oldukca acayip biriydi. Boyu altmıs santimden fazla olamazdı, ama bu yukseklik bile, goğsune kadar cıkan ve balonun iplerine bağlı olan yuvarlak bir kasnak tarafından tutuluyor olmasa dengesini kaybetmesine ve dusmesine yol acacaktı. Kucuk adamın govdesi orantısız bicimde enliydi ve genel gorunusune son derece abes bir yuvarlaklık veriyordu. Ayakları gorunmuyordu tabii. Elleri kocamandı. Kır sacı arkadan kuyruk yapılmıstı. Kanca burnu sasılacak kadar uzun ve kıskırtıcıydı; gozleri iri ve parlak, bakısları keskindi; cenesi ve yanakları, yaslılıktan kırıs kırıs olsa da, genis, tombul ve kat kattı; ama basın herhangi bir yerinde kulağı andıran bir seye rastlanmıyordu. Bu ufak tefek tuhaf centilmen gok mavisi satenden, bol bir takım giymisti. Dar pantolonu dizlerden gumus tokalarla sıkıstırılmıstı. Yeleği parlak san bir kumastandı. Basının bir kenarına beyaz, tafta bir sapka capkınca kondurulmustu. Kıyafetini tamamlamak uzere, boynunu kan kırmızısı ipek bir mendil sarıyor ve goğsune zarif sekilde duserken duğumlenip inanılmaz boyutlardaki garip bir kravata donusuyordu. Az once soylediğim gibi, yerin otuz metre kadar ustune alcaldıktan sonra ufak tefek, yaslı centilmen birden telasa kapıldı ve toprağa daha fazla yaklasmaya isteksiz gorundu. Boylece guclukle kaldırdığı branda bezinden bir torbadan bir miktar kum bosaltarak bir anda havada asılı kaldı. Sonra telaslı ve sinirli hareketlerle ceketinin cebinden buyuk, maroken kaplı bir defter cıkardı. Bunu elinde supheyle tuttu; sonra buyuk bir saskınlıkla inceledi ve defterin ağırlığından hayrete dusmus gorundu. Sonunda defteri actı ve icinden kırmızı balmumuyla muhurlenmis ve kırmızı seritle ozenle bağlanmıs dev bir mektup cıkarıp belediye reisi Superbus Von Underduk'un tam ayaklarının dibine attı. Ekselansları mektubu almak icin eğildi. Ama hala epey rahatsız gorunen ve anlasıldığı kadarıyla kendisini Rotterdam'da tutacak baska isi olmayan baloncu tam bu anda gitme hazırlıklarına basladı; ve tekrar yukselmesi icin biraz daha safra atması gerektiğinden, asağı arka arkaya, icindekileri bosaltma zahmetine girmeden yarım duzine torba attı ve bunların hepsi de, buyuk bir talihsizlik eseri, belediye reisinin sırtına dustu ve onun butun Rotterdamlıların gozleri onunde en az yarım duzine kez yerde yuvarlanmasına yol actı. Ancak yuce Underduk'un ufak tefek yaslı adamın bu munasebetsizliğini cezasız bıraktığı dusunulmesin. Tam tersine, soylenenlere gore, yerde yarım duzine kez yuvarlanısı sırasında piposundan en az yarım duzine belirgin ve ofkeli nefes cekti; bu arada pipoyu da sımsıkı tutmaktaydı ve oleceği gune dek de sımsıkı tutmayı


surdurmeyi dusunmektedir (Tanrı'nın izniyle). Bu arada balon bir tarlakusu gibi yukseldi ve kentin tepesinde suzulerek, sonunda icinden tuhaf bir sekilde cıktığı bulutun benzeri bir baska bulutun icinde gozden kayboldu; boylece Rotterdam'ın saygıdeğer vatandaslarının meraklı gozlerine bir daha gorunmedi. Simdi butun dikkatler, inisi ve daha sonraki sonuclan Ekselans Von Underduk'un hem vucuduna, hem de kisisel itibarına son derece ağır darbeler indiren mektuba yonelmisti. Ancak bu ustduzey devlet gorevlisi yerde yuvarlanırken mektubu korumak gibi onemli bir hususu dusunmeyi, inceleyince mektubun en uygun ellere dustuğunu ve Rotterdam Astronomi Yuksekokulu'nun Dekanı ile Dekan Yardımcısı olarak kendisi ile Profesor Rubadub'a gonderildiğini anlamayı ihmal etmemisti. Boylece bu iki onemli adam mektubu oracıkta actılar ve icinde asağıdaki sıradısı ve gercekten de cok ciddi yazıyı buldular:Rotterdam sehri Astronomi Yuksekokulu Dekanı ve Dekan Yardımcısı Ekselansları Von Underduk ve Rubadub'a. Ekselansları, bes yıl once acıklanamaz olduğu dusunulen bir sekilde Rotıerdam'da ortadan kaybolan, Hans Pfaall adlı koruk tamircisi, mutevazı zanaatkarı ve uc arkadasını belki anımsarsınız. Eğer sizi memnun edecekse Ekselansları, bu mektubun yazarı olan ben, Hans Pfaall'ın ta kendisiyim. Rotterdamlıların coğu kırk yıl boyunca Sauerkraut adlı dar sokağın girisindeki kucuk bir tuğla evde oturduğumu ve kaybolduğum sırada da orada oturmakta olduğumu bilirler. Atalarım da anımsanamayacak kadar uzun bir sure orada oturmustur onlar da benim gibi saygın ve gercekten kazanclı koruk tamiri mesleğiyle uğrasmıstır: Cunku, gerceği soylemek gerekirse, son yıllara dek herkesin kafası politikayla mesgul olduğundan durust bir Rotterdamlı benimkinden iyi bir mesleği ne arzulayabilir ne de hak edebilir. Đtibarı iyiydi, is bulma derdi hic yoktu, pjra ya da hayır duası almakta hic sıkıntı cekmiyordum. Ama soylediğim gibi ozgurluğun, uzun soylevlerin, radikalizmin etkilerini kısa surede his setmeye basladık. Bir zamanlar dunyanın en iyi musterileri olan kisiler simdi bizi bir an durup dusunmuyorlardı. Devrimler hakkında yazılanları okumak, aklın ilerleyisine ve cağın ruhuna ayak uydurmak tum vakitlerini alıyordu. Eğer bir atesin canlandırılması gerekiyorsa bunu bir gazeteyle yapabiliyorlardı; hukumet zayıfladıkca sanki deri ve demir, aynı oranda dayanıklılık kazandı. Bundan eminim -cunku kısa surede Rotterdam'da yamanmaya ya da cekiclenmeye ihtiyac duyan tek bir koruk kalmadı. Bu katlanılmaz bir durumdu. Kısa surede meteliksiz kaldım; ve bakmak zorunda olduğum bir karımla cocuklarım olduğundan sırtımdaki yuk giderek dayanılmayacak bicimde ağırlastı ve oturup saatlerce yasamımı en uygun sekilde sona erdirme yontemi ustune dusunmeye basladım. Bu arada alacaklılar bana dusunmek icin pek zaman tanımıyordu. Evim sabahtan aksama dek kelimenin tam anlamıyla kusatma altındaydı. Beni ozellikle endiselendiren uc kisi vardı ki, bunlar surekli kapımın onunde bekleyip bana dava acma tehdidinde bulunuyordu. Bu ucunu bir elime gecirirsem onlardan en acı sekilde intikam almaya yemin ettim; ve inanıyorum ki, beni intihar planlarımı hemen eyleme gecirmekten, beynimi bir alaybozanla ucurmaktan alıkoyan da bu beklentinin verdiği hazdı. Ancak ofkemi gizlemeyi ve onları vaatler ve tatlı sozlerle oyalamayı uygun buldum, ta ki elime bir intikam fırsatı gecene dek. Bir gun, onları atlatmısken ve her zamankinden de keyifsizken, en ara sokaklarda uzun sure aylak aylak gezindikten sonra bir kitap standının kosesinin onune geldim. Yanı basımda bir sandalye gorunce hemen ona oturdum ve sebebini bilmeden elime gecen ilk kitabı okumaya basladım. Bu ya Berlinli Profesor Encke, ya da benzer bir adı olan bir Fransız tarafından Spekulatif Astronomi


ustune yazılmıs kucuk bir bilimsel inceleme risalesiydi. Bu konuda biraz bilgim vardı ve kısa surede kendimi kitaba iyice kaptırmaya basladım -aslında cevremde olup bitenlerin tekrar farkına ancak onu iki kere okuduktan sonra varmaya basladım. Hava kararmaya baslamıstı. Evin yolunu tuttum. Ama inceleme (yakın zamanda Nantzlı bir kuzenim tarafından bana onemli bir sır olarak anlatılan, pnomatikteki son kesiflerle birlikte) zihnimde silinmez bir iz bırakmıstı ve alacakaranlıkta sokaklarda aylak aylak yururken, yazarın cılgınca, yer yer de anlasılmaz mantığının sergilendiği cumlelerini kafamda evirip ceviriyordum. Hayal gucumu ozellikle etkileyen bazı pasajlar vardı. Bunlar ustunde dusundukce hissettiğim heyecan artıyordu. Genel eğitimimin yetersizliği, ozellikle de doğa felsefesi konusundaki cehaletim, beni okuduklarımı anlama Butun Hikayeleri yetim konusunda cekingen ya da kafamdaki yeni olusan pek cok belirsiz dusunceye guvensiz kılmak soyle dursun, tam tersine hayal gucumu daha da korukluyordu; ve kotu yonetilen zihinlerin ortaya koyduğu butun o ham fikirlerin coğunlukla icguduyle sezginin tum gucune, gercekliğine ve diğer ayrılmaz ozelliklerine sahip olmadığından suphelenecek kadar kibirli ya da belki de ・ mantıklıydım. Evime vardığımda vakit gec olmustu ve hemen yattım. Ancak zihnim uyuyamayacağım kadar mesguldu ve butun gece uzanıp dusundum. Sabah erkenden kalkıp kitapcının standına hevesle tekrar gittim ve sahip olduğum birkac kurusu Mekanik ve Pratik Astronomi ustune kitaplara yatırdım. Eve bunlarla sağ salim vardıktan sonra her saniyemi bunları dikkatle okumaya adadım ve kısa surede bu konudaki calısmalarda oyle bir yetkinliğe ulastım ki, ya seytanın, ya da ona tas cıkaracak kendi dehamın bulduğu bir tasarımı gerceklestirecek hale geldim. Bu arada bana o kadar rahatsızlık vermis olan alacaklılarımı yatıstırmak icin her seyi yaptım. Bunu en sonunda basardım - kısmen evimdeki esyalardan bir kısmını satıp borclarımın bir bolumunu odeyerek, kısmen de onlara kalanını vermek icin ustunde calıstığım kucuk bir projenin tamamlanmasını beklediğimi ve bu proje icin yardımlarına ihtiyac duyduğumu soyleyerek. Boylece onları hedefim icin kullanmakta gucluk cekmedim (cunku cahil insanlardı). isleri boyle ayarladıktan sonra karımın yardımına basvurdum ve buyuk bir gizlilik ve dikkatle, geriye kalan malımı mulkumu de sattım ve farklı isimler kullanarak ve (bunu soylemekten utanıyorum) gelecekte odemelerini nasıl yapacağımı hic dusunmeden kucuk miktarlarda paralar alıp epey buyuk bir meblağ topladım. Daha sonra onar metrelik ince beyaz muslin; sicim; bol miktarda lateks verniği; genis ve derin, ince dallardan orulu, ısmarlama bir sepet ve sıradısı boyutlardaki bir balonun insası ve donanımı icin gerekli olan cok sayıda cesitli diğer seyi satın aldım. Bunları olabildiğince cabuk ise koyulması icin karıma verdim ve onu izlemesi gereken yontem konusunda da bilgilendirdim. Bu arada ben de sicim ustunde calıstım, onu gerekli boyutlardaki bir ağ haline getirdim; bir cemberin icinden gecirip gerekli iplerle bağladım; ve ust atmosferin yukarı katmanlarında deney yapmak uzere cok sayıda arac gerec satın aldım. Sonra bir gece vakti Rotterdam'ın doğusundaki ıssız bir yere her biri elliser galonluk bes demir cemberli fıcı, bir tane de daha buyuk fıcı; capı onar santimlik, ucer metre boyunda, duzgun sekilli altı kalay tup; ismini vermeyeceğim bir tur metal ya da yarı-metal ve bir duzine damacana dolusu cok sıradan turden asit getirttim. Bu son malzemelerden elde ettiğim gazı benim dısımda ureten ya da en azından benzer bir amacta kullanan kimse yok. Bu konuda en fazla, simdiye dek indirgenemez kabul edilen azotun bilesenlerinden biri olduğunu ve yoğunluğunun.hidrojeninkinden yaklasık 37.4 kat daha az olduğunu soyleyebilirim. Tatsız, ama kokusuz değil. Saf haldeyken yesil bir alevle yanıyor ve insanı


hemen olduruyor. Bana kalsa sırrının tamamını acıklamaktan cekinmezdim, ama patenti (daha once de ima ettiğim gibi) Nantz'da yasayan bir Fransıza ait ve bana bu bilgiyi kosullu olarak verdi. Aynı kisi bana, benim niyetimin farkında olmadan, bir hayvanın zarından, gazın kacmasını olanaksız kılacak balonlar yapmanın yontemini de gosterdi. Ancak bunu cok pahalı buldum ve sonucta recine verniğiyle kaplı ince muslinin de aynı isi gorebileceğini dusundum. Bundan bahsetmemin sebebi su ki, soz ettiğim kisinin daha sonra bahsettiğim o gazla ve malzemeyle bir balon yapmaya girisebileceğini dusunuyorum ve onu son derece fevkalade bir icat yapmanın onurundan mahrum bırakmak istemem. Balonun sisirilmesi sırasında kucuk fıcıların durmasını istediğim yerlere ufak cukurlar kazdım; bu cukurlar capı sekiz metrelik bir cember teskil ediyordu. Bu cemberin merkezine buyuk fıcı icin daha derin bir cukur kazdım. Daha ufak bes cukurdan her birine yemek ve cay, kahve vb. iceren birer teneke kutu, buyuk fıcıya da yetmis bes kiloluk barut iceren bir varil yerlestirdim. Bunların -varille teneke kutularının- arasına ozenle barut hatları dosedim; ve kutulardan birine yaklasık bir bucuk metrelik bir barut fitilinin bir ucunu soktuktan sonra, cukuru orttum ve ustune varili yerlestirdim. Boylece toprağın ustune fitilin ucunun uc santim kadarı cıkıyor ve varilin yanında pek fark edilmiyordu. Sonra kalan cukurları da doldurup ustlerine fıcıları koydum. Saydığım gereclerin dısında bir ardiyeye basvurup oradan atmosferik havanın yoğunlasması icin gerekli, M. Grimm'in gelistirdiği bir makineyi temin ettim. Ancak bu makineyi kullanabilmem icin uzerinde epey değisiklik yapmam gerektiğini fark ettim. Ama cok calısarak ve hic ara vermeden sebat gostererek sonunda tum hazırlıklarımı basarıyla tamamladım. Balonum kısa surede tamamlanmıstı. Yaklasık bin iki yuz metrekupluk gaz icerecekti; hesaplanma gore beni, aletlerimi ve, doğru yonetebilirsem, doksan kiloluk safrayı rahatca kaldırmaya yetecekti bu. Uc kat verniklenmisti ve ince muslinin ipek kadar kullanıslı, oldukca dayanıklı ve cok daha ucuz olduğunu gordum. Boylece her seyi hazırladıktan sonra, karıma kitapcıya ilk gittiğim gunden itibaren yaptıklarımı sır olarak saklayacağına yemin ettirdim; ve kosullar elverdiğince cabuk doneceğime soz verdikten sonra ona elimde avcumda kalan son parayı da verip veda ettim. Onun icin endiselenmiyordum. Đnsanların dikkate değer dedikleri kadınlardan biriydi ve dunya islerinin ustesinden benim yardımım olmadan da gelebilirdi. Doğrusunu isterseniz sanırım beni hep miskinin teki - sırf bir yuk, hayal kurmaktan baska ise yaramayan biri olarak goruyordu - ve benden kurtulduğuna epey memnundu. Ona karanlık bir gecede veda ettim ve bana oylesine sıkıntı vermis olan uc alacaklıyla balonu ve techizatları bir arabaya yukleyip dolambaclı bir yoldan, diğer esyaların bulunduğu istasyona goturduk. Nisan'ın biriydi. Gece, daha once de soylediğim gibi, karanlıktı; gokyuzunde tek bir yıldız bile yoktu; ve aralıklarla yağan bir ahmak ıslatan bizi cok rahatsız ediyordu. Ama ben esas balon icin endise ediyordum; vernikle korunmasına karsın nemden epey ağırlasmaya baslamıstı; barut da hasar gorebilirdi. Bu yuzden alacaklılarımı buyuk bir gayretle calıstırdım. Ortadaki varilin ustundeki buzları temizlediler ve diğerlerindeki asidi karıstırdılar. Ancak butun bu arac gerecle ne yapmayı dusunduğum konusunda ısrarla sorular sormaktan geri durmadılar ve onları boylesine ağır calıstırdığım icin cok rahatsız olduklarını dile getirdiler. Sırf boyle korkunc buyulerin yapılmasına istirak etmek icin sırılsıklam olmanın ne ise yarayacağını anlamadıklarını soylediler. Huzursuz olmaya basladım ve tum gucumle calısmaya koyuldum; cunku sanırım o salaklar benim seytanla bir anlasma yaptığımı ve kısacası yaptığım isin hic de iyi bir sey olmadığını dusunuyorlardı. Bu yuzden bırakıp gitmelerinden odum kopuyordu.


Ancak onları, ustunde uğrastığım isi halleder halletmez onlara olan tum borclarımı odeyeceğimi soyleyerek yatıstırdım. Bu konusmaları kendilerine gore yorumladılar tabii; her halukarda elime buyuk miktarda nakit para gececeğini sanmıs olmalılar; ve onlara tum borclarımın yanı sıra hizmetleri icin de biraz para odeyeceğimi. Ruhuma ya da lesime ne olacağınınsa umurlarında bile olmadığını soyleyebilirim. Dort bucuk saat kadar sonra balonun yeterince sismis olduğunu gordum. Bu yuzden balonun sepetini takıp butun aletlerimi icine koydum - bir teleskop; bir takım onemli değisikliklerden gecmis bir barometre; bir termometre; bir elektrometre; bir pusula; manyetik bir iğne; bir kronometre; bir can; bir megafon, vs. vs. vs. - Ayrıca havası bosaltılmıs ve ağzı bir tıkacla ozenle kapaE. A. Poe Butun Hikayeleri tılmıs cam bir kure - gaz yoğunlastırma techizatı, biraz tozlanmıs halde kirec, bir muhurluk balmumu cubuğu, bol bol su ve epey miktarda pastırma gibi cok yer kaplamayıp besleyici olan yiyecekler. Sepete bir cift guvercinle bir kedi de koydum. Artık safak.sokmek uzereydi. Gitme zamanımın geldiğine karar verdim. Yanmıs bir puroyu kazayla yere dusurmus gibi yaparak bu fırsatı değerlendirip, eğilirken bir ucu daha once de soylediğim gibi daha kucuk fıcılardan birinin altından cıkan fitili gizlice atesledim. Bu manevra uc alacaklı tarafından hic fark edilmedi; ve sepete atlayıp beni yere bağlayan tek sicimi hemen kestim; inanılmaz bir hızla yukselirken balonun doksan kiloluk kursun safrayı rahatlıkla tasımakla kalmayıp bir o kadarını daha tasıyabileceğini gormekten memnunluk duydum. Yeryuzunu altımda bırakırken barometre seksen bes santimde, santigrat termometresiyse 19 derecede durdu. Ancak daha elli metrelik yuksekliğe yeni cıkmıstım ki, altımdan bir alev, cakıl, yanan tahta, parlayan metal ve parcalanmıs uzuvlar kasırgası oyle buyuk ve korkunc bir gurlemeyle yukseldi ki, yureğim ağzıma geldi ve korkudan titreyerek sepetin dibine yığıldım. Simdi bu isi biraz fazla abartmıs olduğumu goruyordum ve sokun temel etkilerini daha sonra yasayacaktım. Bir saniye sonra vucudumdaki butun kanın sakaklarıma hucum ettiğini hissettim ve o anda, asla unutamayacağım siddetli bir sarsıntıyla sanki gok yarıldı. Sonraları, dusunmeye zamanım olunca, patlamanın benim acımdan uc noktadaki siddetinin nedenini bulmakta gecikmedim - onun tam ustunde ve siddetinin en yoğun olduğu hattaydım. Ama o sırada tek dusuncem canımı kurtarabilmekti. Balon once yan yattı, sonra siddetli sarsıntılarla doğruldu, mide bulandırıcı bir hızla donmeye basladı ve en sonunda da, sarhos bir adam gibi done done ve sarsılarak beni sepetin kenarından attı ve muthis bir yukseklikten, rastlantı eseri sepetin kenarına yakın bir yerdeki bir yarığa takılmıs ve ben duserken buyuk bir talih sonucunda ayağıma dolanan yaklasık bir metrelik bir ipin ucundan bas asağı ve yuzum dısarı donuk sarkmaya basladım. Durumumun korkuncluğunu hayal edebilmek olanaksız - kesinlikle olanaksız. Nefes almaya calısıyordum - sıtmayı andıran bir nobet govdemdeki her siniri ve kası titretiyordu - gozlerimin yuvalarından dısarı fırladığını hissettim - korkunc bir sekilde midem bulanmaya basladı - ve en sonunda bayılarak bilincimi kaybettim. Bu durumda ne kadar kaldım bilemiyorum. Ancak pek kısa bir sure olmasa gerek, cunku kısmen kendime geldiğimde safağın sokmekte olduğunu, balonun okyanusun ustunde muthis bir yukseklikte suzulduğunu ve engin ufkun sınırları icinde karadan eser olmadığını gordum. Ancak bu sekilde kendime gelmem hic de farzedilebileceği kadar ızdırap verici değildi. Aslında durumumu soğukkanlılıkla gozden gecirisimde epey delice bir seyler vardı. Ellerimi tek tek gozlerimin onune getirdim ve damarlarımın sismesine, tırnaklarımın korkunc siyahlığına


neyin yol acmıs olabileceğini dusundum. Daha sonra basımı inceledim, onu defalarca salladım ve parmaklarımla dikkatle yokladım, ta ki ilk basta sandığım gibi balonumdan daha buyuk olmadığına kanaat getirmeyi basarana dek. Sonra isbilir bir sekilde pantolon ceplerimin ikisini de kontrol ettim ve bir dizi cizelgeyle bir kutu kurdanın kaybolmus olduğunu fark edince ve kaybolmalarının sebebini acıklayamayınca anlatılmaz bir ic sıkıntısı yasadım. Sol ayak bileğimin ekleminin epey acıdığını fark etmeye baslıyordum ve durumumu hayal meyal hatırlamaya basladım. Ama ne kadar tuhaf! Ne sasırdım, ne de dehsete kapıldım. Eğer bir sey hissettiysem, bu yalnızca kendimi bu guc durumdan kurtarmak icin sergilemek uzere olduğum dahiyane zekamdan duyduğum kıkır kıkır, neseli bir tatmin hissiydi; ve bir an bile guvenliğimden suphe duymadım. Birkac dakika boyunca derin derin dusundum. Dudaklarımı buzduğumu, isaret parmağımı burnumun yanma koyduğumu ve rahat koltuklarında oturup karmasık ve onemli meseleler ustunde dusunen adamlarda sık gorulen diğer jestleri ve yuz ifadelerini sergilediğimi hayal meyal anımsıyorum. Yeterince fikir bulduğuma karar verdikten sonra, buyuk bir dikkat ve kararlılıkla ellerimi arkama goturup kemerimin iri demir tokasını actım. Bu tokanın uc dili vardı ve biraz paslı olduklarından eksenlerinin ustunde guc donuyorlardı. Ancak biraz uğrastıktan sonra onları kemerle doksan derecelik acı yapacak pozisyona getirdim ve bu konumda sağlam bir sekilde durduklarını gorunce sevindim. Boylece elde ettiğim aleti dislerimin arasında tutarken kravatımın duğumunu cozmeye giristim. Bu manevrayı tamamlamadan once defalarca dinlenmem gerekti; ama en sonunda basardım. Sonra kravatın ucunu tokaya, diğer ucunu da, guvenliğimi artırmak icin, sıkıca bileğime bağladım. Muthis bir kas gucuyle kendimi yukarı kaldırdıktan sonra ilk denemede kemeri sepete fırlatıp tokasını kenarındaki cembere takmayı basardım. Simdi govdem sepete donuktu ve onunla yaklasık kırk bes derecelik bir acı yapıyordu; ama bundan dikey bir hatla kırk bes derecelik acı yaptığım anlasılmamalı. Hala neredeyse ufka paralel bir sekilde yatıyordum; cunku elde ettiğim konum değisikliği simdi sepeti benim tarafıma doğru tehlikeli bir sekilde eğmisti ve bu yuzden en yakın tehlikeyi teskil etmekteydi. Ancak su da unutulmamalı ki, eğer duserken yuzum balona donuk olsaydı veya ucundan asılı durduğum ip sepetin alt değil ust kenarına yakın bir yere takılsaydı - sunu kesinlikle soyleyebilirim ki, bu her iki durumda da simdi basardığım seyi dahi yapamazdım ve gelecek nesiller bu anlattıklarımı okuyamazlardı. Bu yuzden halime sukretmek icin her sebebe sahiptim. Gerci belki on bes dakika boyunca daha fazla en kucuk bir caba gostermeden, son derece dingin, budalaca bir nese icinde asılı dururken sersemlemis halde olduğumdan baska hicbir sey hissedecek durumda değildim. Ama bu his bir anda kayboldu ve arkasından dehset, yılgınlık, mutlak bir caresizlik ve mahvolmusluk hissi geldi. Aslında beyin ve boğaz damarlarımda cok uzun suredir toplanmıs ve daha once beni bir cılgınlık haline sokmus olan kan, simdi uygun kanallara geri akmaya baslamıstı ve boylece tehlikeyi daha acık secik gormeye baslamam onunla yuzlesmemi sağlayacak kendime hakimiyetimi ve cesaretimi yitirmeme yol actı yalnızca. Ama sansım varmıs ki, bu zayıflık uzun surmedi. Kısa surede umutsuzluk ruhu yardımıma yetisti; delice cığlıklar ve cabalarla vucudumu yukarı cekip en sonunda o can attığım kenara sımsıkı tutundum, kenarın ustune cıktım ve sepetin icine titreyerek dustum. Balonun genel bakımını yapacak kadar kendime gelmem biraz zaman aldı. Ama sonra onu dikkatle inceledim ve hasar gormemis olduğunu anlayarak epey rahatladım. Aletlerimin hepsi sağlamdı ve sans eseri saframı ya da yiyeceklerimi kaybetmemistim. Aslında onları oyle sıkıca yerlestirmistim ki, boyle bir kazanın olması soz konusu bile değildi. Saatime bakınca altı olduğunu gordum.


Hala hızla yukseliyordum ve barometre o anki yuksekliğimi 3.75 mil olarak gosteriyordu. Okyanusta tam altımda boyu eninden biraz fazla, dikdortgen, bir domino tası boyutlarında gorulen ve her acıdan bir oyuncağı andıran kucuk, siyah bir nesne vardı. Teleskobumla bakınca onun B.G.B. yonunde bas kıc vurarak orsa giden doksan dort toplu bir Đngiliz gemisi olduğunu gordum. Gemi dısında okyanustan, gokyuzunden ve uzun sure once yukselmis gunesten baska bir sey goremiyordum. Artık siz Ekselanslarına yolculuğumun hedefini acıklamamın vakti geldi. Ekselansları Rotterdam'daki uzucu kosulların beni en sonunda intihar kararını vermeye ittiğini anımsayacaklardır. Aslında hayata karsı buyuk bir tiksintim yoktu, ama basıma gelen rastlantısal belalar beni dayanma gucumun otesinde yıpratmıstı. Bu ruh hali icindeyken, yasamak isterken, ama yasamdan da bezmisken, kitapcının tezgahındaki risale, Nantz'taki kuzenimi kesfetmemle de desteklenince, hayal gucum icin yeni bir kaynak olmustu. En sonunda kararımı vermistim. Gitmeye, ama yasamaya - dunyayı terk etmeye, ama var olmayı surdurmeye - kısacası, muammaları bir kenara bırakırsak, ne olursa olsun, elimden gelirse aya gitmeye karar vermistim. Simdi, beni olduğumdan daha deli biri gibi gormeyeseniz diye, hic suphesiz zor ve tehlikelerle dolu, ama cesur bir ruh icin ulasılması olanaksız olmayan boyle bir basarının mumkunluğune beni inanmaya iten sebepleri size ayrıntılarıyla anlatacağım. Đlk ele alınması gereken mesele ayın dunyadan uzaklığıydı. Simdi, iki gezegenin merkezleri arasındaki uzaklık kabaca ya da ortalama olarak dunyanın ekvatoral yarıcapının 59.9643 katı, yani sadece 237 000 mildir. Kabaca ya da ortalama olarak diyorum; -ama ayın yorungesinin seklinin, boyutu kendi ana yan-ekseninin 0.05484 katından daha kucuk olmayan tuhaf bir elips olduğu unutulmamalı ve dunyanın merkezi de onun odağında yer aldığından, eğer bir sekilde ayın yerberisine ulasmanın yolunu bulursam az once bahsettiğim mesafe epey azalacaktı. Ama bu olasılığı hic ele almasak bile, her halukarda 237 000 milden dunyanın yarıcapını, diyelim 4000'i, ve ayınkini, diyelim 1080'i, yani toplam 5080'i, cıkarmak zorunda olduğum acıktı ve geriye vasati kosullarda kat edilecek 231 920 millik bir mesafe kalıyordu. Simdi, bunun pek uzun bir mesafe olduğunu dusunmuyordum. Karada seyahat ederken saatte altmıs millik hıza defalarca ulasılmıstır; aslında cok daha buyuk hızlara ulasmak da beklenebilir. Ama bu hızla bile ayın yuzeyine varmam 161 gunden fazla surmeyecekti. Ote yandan beni vasati yolculuk hızımın saatte altmıs milin cok ustune cıkabileceğine inanmaya yonelten bircok ayrıntı vardı ve, bu ayrıntılar zihnimde derin bir etki bıraktığından, ileride onlardan uzun uzadıya bahsedeceğim. Daha sonra ele alınması gereken mesele cok daha onemliydi. Barometre sayesinde, 300 metrelik bir irtifadayken altımızda atmosferik havanın tamamımın otuzda birini bırakmıs olduğumuzu anlıyoruz; 3200 metreyken neredeyse ucte birini; 5400 metreyken de, ki bu Cotopaxi'nin yuksekliğinden cok fazla değil, yerkuremize ait havanın, en azından algılanabilir havanın yarısını altımızda bırakmıs oluyoruz. Hesaplara gore dunyanın capının yuzde birini -yani seksen mili- gecmeyen bir mesafede seyreklik oyle artıyor ki, bedensel yasamı kesinlikle olanaksız kılıyor ve dahası, atmosferin varlığını saptamakta kullandığımız en hassas yontemler bile burada onun varlığını kanıtlamamıza yetmiyor. Ama bu son hesaplamaların tamamıyla havanın niteliklerine iliskin deneysel bilgilerimize ve onun, goreceli olarak konusursak, dunyanın hemen etrafında genlesip sıkısmasını duzenleyen mekanik kurallara dayandırıldığını gozardı etmedim; ve aynı zamanda bedensel yasamda yuzeyden erisilemeyecek bir mesafede, temelde bir değisiklik yapılamayacağı ve yapılamıyor olması gerektiği kabul ediliyor. Simdi, butun bu cıkarımların ve verilerin elbette ki analojik


olması gerek. Đnsanoğlunun ulastığı en buyuk yukseklik 7500 metreydi ve bu Bay Gay-Lussac'la Bay Biot'un hava kesif seferi sırasında basarılmıstı. Bu cok fazla olmayan bir yukseklik, soz konusu seksen mille kıyaslandığında bile. Bu meselenin supheye ve spekulasyona epey acık olduğunu dusunmeden edemiyordum. Ama aslına bakılırsa cıkılan herhangi bir yukseklikte, daha da buyuk bir yukseklikteyken asağıda bırakılan olculebilir hava kesinlikle cıkılan ek yukseklik miktarıyla doğru değil, ters orantılıdır (daha once ifade ettiklerimden acıkca gorulebileceği gibi). Bu yuzden istediğimiz kadar yukarı cıkalım, tam olarak soyluyorum, atmosferin sona erdiği bir sınıra varamayacağımız acıktır. Atmosfer var olmalıydı, savım buydu; sonsuz bir seyrelme halinde olsa bile. Diğer yandan, otesinde hic hava bulunmayan gercek ve belirgin bir atmosfer sınırının varlığına iliskin savların da bulunduğunun farkındaydım. Ama bence boyle bir sınırın varlığını savunanların gozardı ettiği bir nokta, savlarını tamamen curutmese de, cok ciddi bir sekilde incelenmeye değerdi. Encke kuyrukluyıldızının gunberisine ardısık varısları arasındaki aralıkların karsılastırılması uzerine, gezegenlerin cekimlerinin yarattığı sonuclar tamamen goz onune alındıktan sonra, periyodların giderek kısaldığı anlasılıyor; yani kuyrukluyıldızın elipsinin ana eksenleri yavas, ama kusursuzca duzenli bir sekilde kısalıyor. Simdi, eğer kuyrukluyıldız yorungesine giren son derece seyrek bir hava ortamının direnciyle karsılassa, olması gereken kesinlikle budur. Cunku boyle bir ortamın kuyrukluyıldızın hızını yavaslatmakla merkezkac kuvvetini azaltarak merkezcil kuvvetini artırdığı acıktır. Bir baska deyisle, gunesin cekimi surekli guclenecek ve kuyrukluyıldız her turda biraz daha cekilecekti. Gercekten de soz konusu durumu acıklamanın baska yolu yoktur. Ama ote yandan: - aynı kuyrukluyıldızın boyutunun gunese yaklastıkca hızla daraldığı ve gun otesine doğru uzaklastıkca aynı hızla tekrar genislediği gozlenmistir. Bay Vaiz gibi, bu gozle gorulur hacim daralmasının kaynağının daha once bahsettiğim, yoğunluğu gunese olan yakınlığıyla orantılı olan hava ortamı olduğunu varsaymakta haklı değil miydim? Zodyak ısığı adı verilen merceksi fenomen dikkate değer bir konuydu. Tropikal kusakta buyuk bir netlikle gorulen ve herhangi bir meteorik parıltıyla karıstırılamayacak olan bu parlaklık ufuktan eğimli bir sekilde yukarı cıkar ve genelde gunesin ekvatorunun yonunu takip eder. Bu bana gunesten dısarı doğru, en azından Venus'un yorungesinin otesine dek, hatta bence daha da uzağa ulasan seyrek bir atmosferin acık kanıtı gibi geldi." Bu ortamın sadece kuyrukluyıldızın yorungesinin ustunde ya da gunesin yakın cevresinde bulunduğunu varsayamazdım. Tam tersine, gunes sistemimizin her tarafında bulunduğunu, yoğunlasıp gezegenlerin kendilerinde atmosfer adını verdiğimiz seye, belki bazılarında tamamen coğrafi kosullardan dolayı donustuğunu dusunmek daha kolaydı; yani bulundukları gezegenlerdeki istikrarsız maddeler tarafından değistirildiklerini ya da orantılarının (veya mutlak doğalarının) değistiğini dusunmek. Bu konuda bu gorusu benimsedikten sonra kararsızlığım pek kalmamıstı. Yolculuğum sırasında yeryuzundekiyle ozde aynı olan bir atmosferle karsılacağımı varsayarak, Bay Grimm'in dahice aygıtı sayesinde onu soluyacak kadar yoğunlastırabileceğimi dusundum. Bu aya yapılacak bir yolculuğun onundeki ana engeli kaldırırdı. Bu niyetle aldığım aygıt icin epey para ve emek harcamıstım. Yolculuğu makul bir surede tamamlayabilirsem onu basarıyla kullanacağıma kesin gozuyle bakıyordum. - Soz acılmısken, hangi hızda seyahat etmenin mumkun olduğu konusuna geri doneyim. Balonların, yerden yukselislerinin ilk safhasında goreceli olarak vasat bir hızla yukseldikleri doğrudur. Simdi, yukselme hızı tamamen atmosferik havayla


balonun icindeki gazın ağırlıklarına bağlıdır; ve ilk bakısta, balon yukseldikce, bunun sonucunda yoğunluğu hızla azalan atmosferik katmanlardan gectikce bu yukselis sırasında ilk hızın artması mantıklı değilmis gibi gorunur. Ute yandan, kayıtlı butun yukselislerde, yukselisin mutlak hızında bir azalma olduğunun kanıtlandığını bilmiyordum; oysa baska hicbir seyden olmasa bile, kotu yapılmıs ve sıradan vernikle verniklenmis balonlardan kacan gaz yuzunden bu durumun boyle olması gerekirdi. Bu yuzden boyle bir sızıntının sonucu, balonun yercekimi merkezinden uzaklasmasıyla kazanılan hız artısını dengelemeye ancak yetiyor gibi gorunuyordu. Simdi, eğer yolculuğum sırasında varsaydığım ortamı bulursam ve bu ortamın atmosferik hava olarak adlandırdığımız seyle ozce aynı olduğu ortaya cıkarsa, onu hangi seyreklik halinde bulacağım onemsiz gibi gorunuyordu - yani yukselme hızıma kıyasla - cunku balondaki gaz benzer bir seyrelme gecirmekle kalmayacak (bir patlamayı onlemek icin bununla doğru orantılı olarak gaz salabilirdim), zaten her halukarda salt nitrojen ve oksijenden olusma her bilesimden hafif olacaktı. Boylece yukselisimin hicbir kısmında devasa balonumun, onun icindeki kavranamayacak kadar seyrek gazın, sepetin ve tasıdıklarının ağırlıklarının bilesiminin herhangi bir yerdeki atmosferin ağırlığına esit olmayacak olması gibi bir olasılık -hem de guclu bir olasılık- vardı; zaten ucusumu yanda kesebilecek tek durumun bu olduğu da acıkca gorulecektir. Ama boyle bir noktaya varılsa bile, safraları ve baska seyleri atarak yaklasık 136 kiloluk ağırlıktan kurtulabilirdim. Bu arada yercekimi kuvveti uzaklığın karesiyle doğru orantılı olarak azalacağından, hızla artan bir suratle, dunyanın cekiminin ayın cekiminden daha az olduğu o uzak bolgelere eninde sonunda varacaktım. Ancak baska bir gucluk beni epey endiselendirdi. Balonların buyuk bir yuksekliğe cıkıslarında, solumanın acı vermesinin yanı sıra basta ve govdede buyuk rahatsızlıklar yasandığı, bunlara genellikle burun kanamasının ve diğer endise verici belirtilerin eslik ettiği, verdikleri rahatsızlığın cıkılan yukseklikle doğru orantılı olarak arttığı gozlenmistir." Bu sasırtıcı bir durumdu. Bu belirtilerin olumle son bulana dek artması olası değil miydi? En sonunda olası olmadığına karar verdim. Kaynaklarını vucudun yuzeyindeki alısılmıs atmosferik yoğunluğun azalmasında ve bunun sonucunda yuzeysel kan damarlarının sismesinde aramak gerekiyordu - atmosfer basıncının kanın kalbin bir karıncığında gerekli sekilde tazelenmesi icin kimyasal olarak yetersiz olduğu durumlarda cekilen soluma gucluğunde olduğu gibi, vucut sistemindeki herhangi bir duzensizlikte değil. Bu yuzden bu tazelenme aksaklığı dısında bir bosluğun icinde bile nicin yasamın surdurulemeyeceğini anlayamıyordum; ne de olsa goğsun genisleyip daralması, ki genelde soluma olarak bilinir, tamamen kassal bir eylemdir ve solumanın sonucu değil sebebidir. Kısacası, beden atmosfer basıncının eksikliğine alıstıkca bu acı duyumları giderek azalacaktı - ve bu sure icinde onlara dayanmak konusunda da sarsılmaz irademe guvenim tamdı. Boylece beni bir aya yolculuk projesi yapmaya iten sebeplerin ayrıntılarının tamamını olmasa da, bir kısmını acıklamıs oldum. Umarım Ekselansları memnun kalmıslardır. Simdi size boylesine curetli ve insanlık tarihinde esi benzeri olmayan bir girisimin sonucunu anlatmaya baslayacağım. Daha once bahsettiğim yuksekliğe -yani 3.75 mile- eristikten sonra sepetten biraz tuy attım ve hala yeterince hızla yukselmekte olduğumu gordum; bu yuzden safra atmama gerek yoktu. Buna sevindim, cunku yanımda tasıyabildiğim kadar ağırlık bulundurmak istiyordum, bunun acık sebebiyse ayın cekimi ya da atmosferik yoğunluğu hakkında kesin bir fikrimin olmayısıydı. Henuz fiziksel bir rahatsızlık hissetmiyordum. Buyuk bir rahatlıkla nefes alıyordum ve basım hic ağrımıyordu. Kedi, cıkarmıs olduğum ceketimin ustunde buyuk bir


ağırbaslılıkla yatıyor ve guvercinlere kayıtsız bir havayla bakıyordu. Kacmasınlar diye ayaklarından bağlanmıs olan guvercinler sepetin icine kendileri icin atılmıs pirinc tanelerini yemekle mesgulduler. Altıyı yirmi gece barometre 7900 metrelik, yani yaklasık bes millik bir yukseklik gosteriyordu. Basaracağa benziyordum. Aslında dunyanın yuzeyinin ne kadarlık bir kısmına baktığımı kuresel geometriyle hesaplamak cok kolaydı. Bir kurenin herhangi bir kesitinin dısbukey yuzeyinin kurenin tum yuzeyine oranı, kesitin sinusunun kurenin capına oranına esittir. Simdi, benim durumumda sinus -yani akımdaki kesitin kalınlığı- yukseltime, ya da yuzeyin ustundeki bakıs noktasının yukseltisine asağı yukarı esitti. Gorduğum dunya yuzeyinin oranını "bes mile sekiz bin mil" olarak ifade etmek mumkundu. Bir baska deyisle, yeryuzunun tum yuzeyinin bin altı yuzde birine bakıyordum. Deniz bir ayna gibi dumduzdu, gerci teleskopla bakınca siddetle kopurduğunu gorebiliyordum. Gemi artık gorunurde yoktu. Guney yonunde uzaklasmıs olmalıydı. Simdi ara ara siddetli bas ağrıları hissetmeye baslamıstım, ozellikle de kulaklarımda - ama yine de nefes almakta fazla gucluk cekmiyordum. Kedi ve guvercinler de kesinlikle bir rahatsızlık yasamıyor gibi gorunuyorlardı. Yediye yirmi kala balon uzun ve yoğun bir dizi bulut kumesinin icine daldı ve epey sıkıntılı anlar yasadım, cunku yoğunlastırma aletim hasar gormustu ve sırılsıklam olmustum. Bu kesinlikle tuhaf bir durumdu, cunku boylesine buyuk bir yukseklikte bu turden bulutların bulunabileceğini dusunmemistim. Ancak iki tane iki bucukar kiloluk safrayı atmayı uygun buldum; geride hala yetmis bes kiloluk safra kalıyordu. Boylece hemen yukselip bulutlardan kurtuldum ve yukselis hızımın epey artmıs olduğunu fark ettim. Bulutları altımda bırakısımdan birkac saniye sonra bir uclarından diğerine bir simseğin caktığını ve devasa boyutlarını aydınlatıp onları yanan bir komur parcasına benzettiğini gordum. Bunun gun ısığında olduğu unutulmamalı. Benzer bir fenomenin gecenin karanlığında nasıl yuce bir goruntu sergileyeceğini kimse tasavvur edemez. Cehennem o zaman kendisine uygun bir goruntu bulmus olabilirdi. Gun ısığında bile uzaktan o ağzını acmıs ucuruma bakarken hayal gucumun oraya inip tuhaf, kubbeli koridorlarda, derin kanyonlarda, iğrenc ve sonsuz atesin kızıl, korkunc, dar boğazlarında gezinmesine izin verirken tuylerim diken diken oldu. Gercekten kılpayı kurtulmustum. Balonum bulutun icinde biraz daha kalmıs olsa -yani ıslanmam yuzunden safra atmasam- olebilirdim, buyuk olasılıkla olecektim. Bu tur tehlikeler, pek goz onune alınmasalar da, belki de balonları bekleyen en buyuk tehlikeleri teskil ediyor. Ancak artık bu konuda endiselenmeme gerek kalmayacak kadar yukselmistim. Simdi hızla yukseliyordum ve saat yedi olduğunda barometre on bes bucuk kilometrelik bir yuksekliğe isaret ediyordu. Soluk almakta buyuk gucluk cekmeye basladım. Basıma da muthis bir ağrı saplanmıstı; ve, yanaklarımda bir sure ıslaklık hissettikten sonra, bunun kulaklarımdan hızla bosalan kan olduğunu fark ettim. Gozlerim de bana buyuk rahatsızlık veriyordu. Elimi ustlerinde gezdirince neredeyse yuvalarından fırlayacak hale gelmis olduklarını kesfettim; ve sepetteki tum nesneler, hatta balonun kendisi bile, bana carpık gorunuyordu. Bu belirtiler beklediğimden fazlaydı ve biraz endiselenmeme yol actı. Bu noktada, son derece tedbirsizce, dusunmeden sepetten uc tane iki bucukar kiloluk safra attım. Bunun yol actığı hız artısı beni atmosferin son derece seyrek bir katmanına fazla hızlı bir sekilde, gerekli asamalardan gecirmeden cıkardı ve bunun sonucu az kalsın hem kesif seferimin, hem de hayatımın sona ermesi oluyordu. Bes dakikadan fazla suren bir spazm gecirdim ve bu biraz hafiflediğinde bile, ancak uzun aralıklarla ve kesik kesik soluyabiliyordum — bu arada burnumdan ve kulaklarımdan surekli kan bosanıyordu, hatta gozlerimden bile


sızıyordu. Guvenciler buyuk bir kargasa icinde kacmak icin cırpınıyor, kedi perisan halde miyavlıyor ve sepetin icinde dili dısarıda, sanki zehirlenmiscesine oradan oraya kosturuyordu. Safrayı ne kadar erken atmıs olduğumun simdi farkına varmıstım ve buyuk bir endise icindeydim. Birkac dakika icinde olmekten baska bir sey beklemiyordum. Hissettiğim fiziksel acı da beni neredeyse canımı kurtarmak icin caba harcayamayacak hale getirmisti. Aslında doğru durust dusunemiyordum bile ve basımdaki ağrı hızla siddetleniyor gibiydi. Boylece kısa surede kendimden gececeğimi fark ettim ve bir alcalma girisiminde bulunmak icin supap iplerinden birini tutmustum ki, uc alacaklıya oynadığım oyunu ve geri donersem basıma gelecekleri dusunmem o an icin bundan vazgecmeme yol actı. Sepetin dibine uzanıp toparlanmaya calıstım. Bunda oyle basarılı oldum ki, kan kaybı deneyini yapmaya karar verdim. Ancak nesterim olmadığından bu operasyonu elimdeki olanakları kullanarak yapmaya giristim ve en sonunda cakımla sol kolumdaki bir damarı acmayı basardım. Daha neredeyse kan akmaya baslamadan buyuk bir rahatlık hissettim ve, yaklasık yarım leğen dolusu kan kaybettiğimde en kotu belirliler tamamen kaybolmustu. Yine de hemen ayağa kalkmayı uygun bulmadım. Kolumu elimden geldiğince bağladıktan sonra, on bes dakika kadar kıpırdamadan yattım. Bu surenin sonunda ayağa kalktığımda son bir saat on bes dakika boyunca hissettiğim tum acıların kaybolmus olduğunu gordum. Ancak soluma zorluğum cok az azalmıstı ve kısa sure sonra hava yogunlastırıcımı calıstırmak zorunda kalacağımı anladım. Bu arada tekrar ceketimin ustune uzanmıs olan kedime bakınca rahatsızlığımı fırsat bularak uc minik yavru dunyaya getirmis olduğunu gordum ve buyuk bir saskınlık gecirdim. Bu olay sepetimdeki yolcuların sayısında beklenmedik bir artısa yol acmıstı; ama olmasına sevinmistim. Bu bana bu yukselisi yapmama her seyden cok etken olan bir tahminin doğruluğunu sınama fırsatı verecekti. Fiziksel varlığın yeryuzunden uzak bir mesafede hissettiği acının dunya yuzeyindeki atmosferik basınca alısmıs olmasından, en azından buyuk olcude, kaynaklandığını dusunmustum. Yavruları anneleriyle aynı derecede acı cekerse teorimin yanlıs olduğunu kabul etmek zorundaydım, ama durum boyle olmazsa bunu teorimin doğruluğunun guclu bir kanıtı olarak gormeliydim. Sekizde yeryuzunun on yedi mil ustune cıkmıstım. Boylece yalnızca hızımın arttığını değil, aynı zamanda o safraları atmamıs olsam bile hız artısının hafifce fark edileceğini acıkca gordum. Basımdaki ve kulaklarımdaki siddetli ağrılar ara ara geri geliyor ve burnumun da kanadığı oluyordu: Ama genelde beklenenden cok daha az acı cekiyordum. Ancak solumam giderek zorlasıyordu ve aldığım her soluğa goğsumdeki oldukca rahatsız edici bir spazm eslik ediyordu. Yoğunlastırıcıyı cıkarıp kullanıma hazırladım. Bulunduğum yukseklikte dunyanın goruntusu gercekten cok guzeldi. Batıda, kuzeyde ve guneyde goz alabildiğine, sakin gorunen ve maviliği giderek koyulasan bir okyanus uzanıyordu. Doğuda, cok uzakta Buyuk Britanya adaları, Fransa ve Đspanya'nın tum Atlantik sahilleri ve Afrika kıtasının kuzeyinin ufak bir kısmı netlikle gorulebiliyordu. Đnsana ait hicbir seyden eser yoktu ve insanoğlunun en gururlu sehirleri dunya yuzeyinden tamamen silinmisti. Akımdaki goruntude beni en cok sasırtan sey yerkurenin yuzeyinin icbukey goruntusu oldu. Dusuncesizlik ederek yukseldikce gercek dısbukeyliğinin acıkca gorulmesini beklemistim; ama kısacık bir dusunme bu tutarsızlığı acık lamaya yetti. Bulunduğum noktadan asağı cizilen, yeryuzune dik acılı bir cizgi - dik acılı bir ucgenin dikeyini teskil edecekti ve bu ucgenin tabanı ufukla dikeyin yer ile birlestiği nokta arasındaki, hipotenusuyse ufukla benim konumum arasındaki cizgi olacaktı. Ama yuksekliğimin akımdaki manzaraya oranı


cok kucuktu. Bir baska deyisle, varsayılan ucgenin tabanı ve hipotenusu benim durumumda dikeyine kıyasla oyle uzun olacaktı ki, bu ilk ikisi paralel gibi gorunebilirdi. Bu yuzden ufuk bir baloncuya hep sepetiyle aynı duzlemdeymis gibi gorunur. Ama hemen altındaki nokta ona cok uzakta gorunduğu ve gercekten de cok uzakta olduğu icin, elbette ufuğun da cok altındaymıs gibi gorunur. Boylece icbukeylik izlenimi yasanır; ve bu izlenim tabanla hipotenus arasındaki gorunussel parallelliğin ortadan kalkacağı bir yuksekliğe cıkılana dek surecektir. Guvercinler bu kez epey acı cekiyormus gibi gorunuyordu. Onları serbest bırakmaya karar verdim. Once birini, gri benekli guzel guvercini cozdum ve sepetin kenarına bıraktım. Son derece huzursuz gorunuyor, kaygıyla etrafına bakmıyor, kanatlarını cırpıyor, yuksek sesle kuğuruyor, ama sepetten atlamaya bir turlu yanasmıyordu. En sonunda onu alıp balondan yarım duzine metre kadar oteye fırlattım. Ancak beklediğimin tersine, asağı inmek yolunda hic caba sarf etmedi ve telasla, son derece tiz cığlıklar atarak geri donmeye calıstı. En sonunda kenardaki eski yerine konmayı basardı, ama bunu yapar yapmaz da boynu goğsunun ustune, kendisi de olu bir halde sepetin icine dustu. Diğeri o kadar talihsiz değildi. Arkadası gibi geri donmesini onlemek icin onu butun gucumle asağı fırlattım ve hızla, kanatlarını rahatca ve buyuk bir doğallıkla kullanarak inmeyi surdurduğunu gorunce sevindim. Kısa surede gozden kayboldu ve yuvasına sağ salim geri donduğunden eminim. Simdi epey kendine gelmis gibi gorunen kedi olu kusu afiyetle yedikten sonra buyuk bir keyifle uykuya daldı. Yavruları kıpır kıpırdı; simdilik herhangi bir rahatsızlık belirtisi sergilemiyorlardı. Sekizi ceyrek gece, artık dayanılmaz acılar cekmeden soluk alamaz olduğumdan, sepete hemen yoğunlastırıcıya ait techizatı kurmaya giristim. Bu aleti biraz acıklamam gerekiyor. Ekselansları hedefimin kendimi ve sepeti son derece seyrelmis atmosfere karsı bir bariyerle korumak olduğunu akılda tutmalılar. Bunu yoğunlastırıcıyı kullanarak bu atmosferin bir kısmını solunacak hale gelene kadar sıkıstırararak ve bariyerin icini bu havayla doldurarak yapmayı planlıyordum. Bu amacla cok dayanıklı, hava gecirmeyen, esnek bir torba haButun Hikayeleri zırlamıstım. Boyutları yeterince buyuk olan bu torbayı sepete tamamen gecirdim. Yani torba sepetin altını, yan taraflarını vs. tamamen kaplıyordu ve iplerin yanından ust kenara ya da ağın bulunduğu kasnağa kadar cıkıyordu. Torbayı bu sekilde gecirdikten sonra tepesini ya da ağzını, materyalini ağın kasnağının ustunden -bir baska deyisle ağla kasnağın arasından- gecirmek suretiyle kapamam gerekiyordu. Ama eğer ağ bu gecise izin vermek icin kasnaktan ayrılırsa, bu arada sepeti ne tasıyacaktı? Simdi, ağ kasnağa bir dizi ilmikle bağlıydı. Bu yuzden bir seferinde bu ilmiklerin yalnızca birkac tanesini cozdum, bu esnada sepeti geri kalanlar tasıyordu. Boylece torbanın ust kısmını teskil eden kumasın bir kısmını gecirdikten sonra, ilmikleri tekrar bağladım — kasnağa değil, simdi arada kumas olduğundan bu olanaksız olurdu - kumasa takılı, torbanın ağzının yaklasık bir metre altındaki bir dizi iri duğmeye; duğmeler arasındaki aralıklar ilmikler arasındaki aralıklara uygundu. Bunu yaptıktan sonra ilmeklerin bir kısmını daha cozdum, kumasın bir kısmını daha gecirdim ve sonra cozulmus ilmikleri uygun duğmelere bağladım. Boylece torbanın tum ust kısmını ağ ile kasnak arasına gecirmek mumkun oldu. Simdi kasnağın sepetin icine ineceği ve sepetin, icindekilerle birlikte tum ağırlığınınsa yalnızca duğmeler tarafından tasınacağı acıktı. Bu ilk basta yetersiz gibi gorunuyordu; ama kesinlikle oyle değildi, cunku duğmeler yalnızca cok sağlam değildi, aynı zamanda birbirlerine oyle yakındılar ki, her biri tum ağırlığın yalnızca cok kucuk bir kısmını tasıyordu. Aslında sepetle icindekiler uc misli daha ağır olsalar,


yine de sorun yasamazdım. Kasnağı torbanın icinde tekrar kaldırdım ve bu durum icin hazır bulundurduğum uc hafif sırıkla destekleyip neredeyse eski konumuna getirdim. Bunu elbette torbanın ust kısmının sismesini engellemek ve ağın alt kısmını uygun yerde tutmak icin yapmıstım. Simdi geriye kalan tek sey torbanın ağzını kapamaktı; bunu da kumasın kenarlarını bir araya getirip bir tur sabit turnike vasıtasıyla icten sıkıca bağlayarak gerceklestirdim. Sepetin etrafına boylece gecirilen bu ortunun yanlarında uc tane yuvarlak, kalın, ama berrak pencere camı vardı ve bunlardan bakınca etrafımı yatay her doğrultuda kolayca gorebiliyordum. Kumasın altını teskil eden kısmında da dorduncu bir pencere vardı ve sepetin tabanındaki kucuk bir acıklığa denk geliyordu. Bu dikey olarak asağıyı gormemi sağlıyordu, ama yukarıdaki acıklığı tuhaf bir sekilde kapamıs olduğumdan ve kumasta kırısıklıklar meydana geldiğinden benzer bir careyi torbanın ust kısmına da uygulamayı olanaksız bulmustum ve bu yuzden tepemdeki nesneleri gormeyi bekleyemezdim. Bu onemsizdi tabii; cunku yukarıya bir pencere yerlestirmeyi basarmıs olsam bile balonun kendisi onu kullanmamı engelleyecekti. Yan pencerelerden birinin yaklasık otuz santim altında capı yedi bucuk santim olan ve ic kenarına vidalı, pirinc bir cerceve takılmıs yuvarlak bir acıklık vardı. Bu cerceveye yogunlastırıcının genis tubu bağlanmıstı, makinenin kendisiyse torbanın icindeydi elbette. Makinenin yarattığı bir vakumla bu tupten seyrek atmosferin bir miktarı cekiliyordu ve daha sonra bu hava sıkıstırılmıs bir halde torbanın icindeki ince havaya karısıyordu. Bu islem defalarca tekrarlandıktan sonra en sonunda iceriyi her turden solumaya uygun havayla doldurdu. Ama boyle kapalı bir ortamda havanın kısa surede kirlenmesi ve ciğerler tarafından solunmaya uygunsuz bir hal alması kacınılmazdı. O zaman sepetin altındaki kucuk bir supap aracılığıyla dısarı atılıyordu; -yoğun hava hemen asağıdaki daha seyrek atmosfere gomuluyordu. Torbanın icinde herhangi bir anda mutlak bir vakum yaratma rahatsızlığını onlemek icin bu temizleme islemini bir anda değil, tedrici olarak yapıyordum, -supabı birkac saniyeliğine acıp kapıyor, sonra yogunlastırıcının pompası dısarı atılmıs havayı yenileyene kadar bekliyordum. Bir deney yapmak icin kediyle yavrularını kucuk bir sepete koymus ve alttaki, supaba yakın duğmelerden birinden sarkıtmıstım ve bu supabın icinden onları gerektiğinde besleyebiliyordum. Bunu biraz riske girerek ve torbanın ağzını kapamadan once, daha once bahsettiğim sırıklardan birinin ucuna kanca takıp onunla sepetin altına uzanarak yaptım. Torbanın icine yoğun hava girer girmez kasnağa ve sırıklara gerek kalmadı. Kapalı ortamda genlesen atmosfer torbayı guclu bir sekilde sisiriyordu. Bu duzenlemeyi tamamladığımda ve iceriyi acıkladığım sekilde doldurduğumda saat dokuza on vardı. Bu isleri yaparken solumakta buyuk gucluk cekmistim; ve boyle onemli bir meseleyi son ana bıraktığım icin ihmalkarlığımdan, ya da daha doğrusu bos yere tehlikeye atılısımdan dolayı kendime kızmıstım. Ama isimi en sonunda tamamlayınca icadımdan kısa surede istifade etmeye basladım. Tekrar rahatca soluk alabiliyordum -hem niye alamayacaktım ki? Ayrıca daha once cektiğim acıların da kaybolduğunu gorunce hos bir saskınlık yasadım. Simdi yalnızca hafif bir bas ağrısından ve elle ayak bileklerimdeki, boğazımdaki siskinlik hissinden sikayet edebilirdim. Boylece atmosfer basıncının azalmasına eslik eden rahatsızlığın buyuk kısmının beklediğim gibi gectiği ve son iki saatte katlanmıs olduğum acıların coğunun kusurlu bir solunumdan kaynaklandığı acık gibi gorunuyordu. Dokuza yirmi kala -yani torbanın ağzını kapamamdan biraz once, daha once bahsettiğim gibi ozel yapım olan barometredeki cıva limitine ulastı. 40250 metrelik, yani yirmi bes millik bir yukseklikte bulunduğumu gosteriyordu ve


o anda dunya yuzeyinin tamamının uc yuz yirmide birini goruyordum. Dokuzda doğudaki kara parcalarını tekrar gozden kaybetmistim, ama balonun hızla K.K.B.'ya doğru suruklendiğini fark etmeden once değil. Akımdaki okyanus hala gorunusteki icbukeyliğini koruyordu, her ne kadar gorusum ileri geri gidip gelen bulutlar tarafından arada sırada engellense de. Dokuz bucukta supaptan dısarı bir avuc kustuyu atıp deney yapmayı denedim. Beklediğim gibi havada suzulmediler, kursun gibi, bir arada, buyuk bir hızla asağı dustuler, -birkac saniyede gozden kayboldular. Once bu sıradısı fenomeni nasıl değerlendireceğimi bilemedim; hızımın birden boylesine artmıs olduğuna inanamadım. Ama atmosferin artık kus tuylerini bile tasıyamayacak kadar seyrelmis olduğunu anlamam uzun surmedi. Gercekten de gorundukleri kadar hızlı dusmuslerdi. Onların inisiyle benim yukselisimin birlesen hızları sasırmama yol acmıstı. Saat onda dikkatimi verecek pek bir isimin kalmadığını fark ettim. Her sey yolunda gidiyordu ve balonun giderek artan bir hızla yukselmekte olduğuna inanıyordum, artık bu hız artısını kanıtlama sansım olmasa da. Hic acı ya da rahatsızlık duymuyor ve Rotterdam'dan ayrıldığımdan beri kendimi ilk kez bu kadar iyi hissediyordum. Aletleri inceleyerek ve torbanın icindeki havayı yenileyerek oyalanıyordum. Bu son meseleyle kırkar dakikalık aralarla ilgilenmeye karar vermistim, bu kadar sık aralar mutlaka gerekli olduğundan değil, sağlığımı koruma kaygımdan dolayı. Bu arada beklentilerde bulunmaktan kendimi alamıyordum. Đmgelemim ayın yaban ve dussel bolgelerinin tadını cıkarıyordu. Bir kez daha zincirlerinden kurtulan hayal gucum los ve istikrarsız bir diyarın surekli değisen harikalarının arasında cirit atıyordu. Kırcıl, yaslı ormanlar ve sarp kayalıklar, dipsiz ucurumlara gurleyerek akan cağlayanlar goruyordum. Sonra birden oğle gunesinin altında hashas ve ince, zambağa benzer cicek tarlalarının goz alabildiğine, sonsuz bir sessizlik ve hareketsizlik icinde uzandığı ruzgarsız cayırlar gordum. Sonra her seyin los ve bulanık bir golden ve bunun sınırını cizen bulutlardan ibaret olduğu bir baska diyara indim. Ama beynimde yalnızca bunlara benzer hayaller canlanmıyordu. Son derece iğrenc, dehsetli sahneler sık sık zihnime girip olabilirlikleriyle ruhumun en gizli derinliklerini sarsıyordu. Ancak dusuncelerimin bu sonuncular ustunde fazla Butun Hikayeleri mesgul olmasına izin vermiyor, yolculuğumun gercek ve asikar tehlikelerinin kesintisiz dikkatim icin yeterli olduğunu dusunuyordum haklı olarak. Aksam beste, torbanın icindeki havayı tazelerken fırsatı değerlendirip supaptan kediye ve yavrularına baktım. Kedi yine epey acı cekiyor gibi gorunuyordu ve bu rahatsızlığını hemen temelde soluk alma gucluğu cekiyor olmasına yordum; ama yavruları ustunde yaptığım deney oldukca tuhaf sonuclanmıstı. Onların da, anneleri kadar olmasa da, acı belirtileri sergilemelerini beklemistim tabii; ve bu atmosferik basınca alıskanlıktan doğan dayanıklılığa iliskin savımı doğrulamaya yeterli olacaktı. Ama yakından bakıp da oldukca sağlıklı olduklarını, rahatca ve kusursuz bir duzenlilikle soluduklarını ve en kucuk bir rahatsızlık belirtisi sergilemediklerini gorunce sasırdım. Bunu ancak teorimi genisleterek ve etrafımdaki seyrek atmosferin belki de farzetmis olduğum gibi kimyasal acıdan yasama elversiz olmadığını ve boyle bir ortamda doğmus bir insanın muhtemelen solumakta zorluk cekmeyeceğini, yeryuzune yakın, daha yoğun katmanlara goturulduğundeyse benim kısa sure once deneyimlediğim iskenceleri cekebileceğini varsaymak zorundaydım. O vakitten beri talihsiz bir kazanın kucuk kedi ailemi kaybetmeme yol acmasından ve beni deneyi devam ettirerek bu meseleyi daha derinlemesine incelemekten alıkoymasından derin bir esef duyuyorum. Elimi supabın icinden, yaslı kedi icin bir fincan suyla gecirirken


gomleğim yeni kedi sepetini tasıyan ilmiğe takıldı ve onu bir anda duğmeden cıkardı. Kedi sepeti bir anda yok olsa gozumun onunden daha hızlı ve ani bir sekilde kaybolamazdı. Kedi sepetinin ipinin serbest kalmasıyla sepetin icindeki her seyle birlikte ortadan kaybolması arasında saniyenin onda birinden uzun bir zaman gecmis olamaz, iyi dileklerim onu yeryuzune dek izledi, ama elbette ki kedinin ya da yavrularının baslarına gelen talihsizliği anlatacak kadar uzun yasayacaklarını sanmıyordum. Saat altıda dunyanın doğu tarafındaki buyuk bir kesiminin koyu bir golgeyle kaplanmıs olduğunu ve bu golgenin hızla ilerlemeyi surdurduğunu, yediye bes kala akımdaki tum manzaranın gecenin karanlığına gomulmus olduğunu gordum. Ancak batan gunesin ısınları balonu aydınlatmayı bundan cok sonra kesti; ve bu durum, elbette tamamen beklenir olmasına karsın, bana sonsuz bir haz verdi. Sabahleyin yukselen gunesi en azından Rotterdamlılardan saatler once goreceğim acıktı, cok daha doğuda bulunmalarına karsın; ve boylece, yukseldikce gunesin ısığından giderek daha uzun sure faydalanacaktım. Artık yolculuğumun seyir defterini tutmaya, gunleri, karanlık sureleri dikkate almadan, surekli yirmi dort saatlik periyodlara gore hesaplamaya karar vermistim. Saat onda uykum geldi ve uzanıp gecenin geri kalanında uyumaya karar verdim. Ama burada, asikar gorunmesine karsın o ana dek aklıma gelmemis olan bir sorun cıktı karsıma. Eğer uyursam, aradaki zamanda icerideki hava nasıl tazelenecekti? Onu bir saatten fazla solumak olanaksızdı; veya bu sure bir saat on bes dakikaya dek cıkarılabilse bile, bu cok kotu sonuclar doğuracaktı. Bu acmaz beni epey uğrastırdı. Yasadığım butun tehlikelerden sonra bu meseleyi hedefime ulasmaktan umudu kesecek ve sonunda yeryuzune inmeye karar verecek kadar ciddiye almam tuhaf gelecektir. Ama bu duraksama yalnızca bir anlıktı. Đnsanın alıskanlıkların kolesi olduğunu ve varolusunun rutininde ozse] onem tasıdığını dusunduğu pek cok noktanın aslında sırf onları alıskanlık haline getirmesi yuzunden boyle gorunduğunu dusundum. Uykusuz yasayamayacağım acıktı; ama dinlenme surem icinde birer saatlik aralarla uyanmayı rahatca basarabilirdim. Havayı tamamen yenilemek en fazla bes dakika surerdi —ve tek gercek gucluk kendimi bunu yapmak icin uygun vakitte uyandırabilmekti. Ama bu, itiraf etmeliyim ki, cozmekte epey zorlandığım bir problem oldu. Ders calısırken uykuya dalmasını engellemek icin bir elinde bakır bir kure tutan ve uykuya daldığı zamanlarda bu kure sandalyesinin yanında, yerde duran aynı maddeden yapılma leğene dusunce uyanan oğrencinin oykusunu isitmistim elbette. Ancak benim durumum oldukca farklıydı ve benzer bir fikri uygulamam olanaksızdı; cunku uyanık kalmak değil, duzenli aralıklarla uyanmak istiyordum. En sonunda basit gorunse de, o sırada bana teleskobun, buhar makinesinin ya da matbaanın icadı kadar dahice gelen bir careyi uygulamaya koyuldum. Balonun simdi eristiği yukseklikte duzenli bir hızla yukseldiğini ve sepette en kucuk bir sarsıntı bile hissedilmediğini kabul etmek gerek. Bu durum uygulamaya karar verdiğim projem konusunda beni epey cesaretlendirdi. Beser galonluk kucuk fıcıların icinde bulunan su stoğumu sepetin icine oldukca sağlam bir sekilde yerlestirmistim. Bunlardan birinin iplerini cozdum ve sepetin iki karsılıklı kenarına iki halatı gergince bağladım. Birbirlerine paraleldiler ve aralarında otuz santimlik bir mesafe vardı, boylece bir tur raf teskil ediyorlardı. Bunun ustune fıcıyı yatay bir pozisyonda yerlestirdim. Bu halatların yirmi santim kadar altına ve sepetin zemininden bir metre yirmi santim yukarıya bir raf daha yerlestirdim -ama bu ince ve enli tahtadan yapılmıstı, elimde yalnızca bu turden tahta olduğundan. Bu sonuncu rafın ustune ve fıcının kenarlarınE. A. Poe Butun Hikayeleri


dan birinin hemen altına kucuk bir toprak surahi koydum. Sonra fıcının surahinin ustune gelen kısmında bir delik actım ve koni seklinde, yumusak tahtadan bir tıpayla tıkadım. Bu tıpayı, delikten sızan ve alttaki surahiye akan suyun miktarını surahiyi tam altmıs dakikada dolduracak sekilde ayarlayana dek birkac kez sokup cıkardım. Surahinin herhangi bir zaman diliminde ne kadarının dolduğunu gozleyerek bu miktarı ayarlamak cok kolay oldu tabii. Butun bunlardan sonra, planın ne olduğu artık acıkca goruluyor. Sepetin tabanındaki yatağımı oyle bir sekilde ayarladım ki, uzandığımda basım surahinin hemen altına geliyordu. Bir saat sonra surahinin dolup tasacağı ve kenarından daha asağıda olan ağız kısmından suyun dısarı akacağı acıktı. Yuz yirmi santimden fazla bir yukseklikten akacak olan suyun kesinlikle yuzume duseceği ve bunun, beni dunyanın en derin uykusuna dalmıs olsam bile, uyandıracağı acık-ti. Bu ayarlamaları tamamladığımda saat on bir olmustu ve icadımın ise yarayacağından hic suphe duymadan hemen yattım. Bu konuda hayal kırıklığına da uğramadım. Guvenilir kronometrem tarafından tam altmıs dakikada bir uyandırılıyor ve surahinin icindeki suyu fıcıya bosalttıktan ve yoğunlastırıcıyı kullandıktan sonra tekrar yatıyordum. Uykumun boyle duzenli aralıklarla bolunmesi beni beklediğimden de az rahatsız etti; ve en sonunda gune baslamak icin kalktığımda saat yediydi. Gunes ufukta epey yukselmisti. 3 Nisan. Balonun buyuk bir yuksekliğe erismis olduğunu gordum ve dunyanın dısbukeyliği simdi acıkca belli oluyordu. Altımda, okyanusta bir siyah noktalar kumesi vardı; bunlar adalardı kuskusuz. Yukarıdaki gokyuzu kapkaraydı ve yıldızlar cok net gorulebiliyordu; aslında yolculuğa cıktığım ilk gunden beri oyleydiler. Kuzeyde, uzaklarda, ufukta ince, beyaz ve son derece parlak bir hat ya da cizgi gordum ve hic duraksamadan bunun kutup denizinin buzullarının guney diski olduğunu dusundum. Đyice meraklanmıstım, cunku cok daha kuzeye gitmeyi umuyordum ve belki tam kutbun ustunden gecebilirdim. Bulunduğum yuksekliğin istediğim kadar ayrıntılı bir inceleme yapmamı engelleyecek olmasından uzuntu duydum. Ancak pek cok seyi tespit edebilirdim. Yine de cok sey gozlemlenebilirdi. Gun boyunca olağan dısı bir olay olmadı. Aletlerim aksamadan calıstı ve balon hala hissedilebilir bir sarsıntı olmadan yukseliyordu. Hava cok soğuk olduğundan bir paltoya sarınmak zorunda kaldım. Yeryuzune karanlık cokunce, etrafım saatler boyunca aydınlık kalmayı surdurduyse de yattım. Su saati isini mukemmel goruyordu ve ertesi sabaha dek, periyodik kesintilerin dısında deliksizce uyudum. 4 Nisan. Kendimi fiziksel ve ruhsal acıdan zinde hissederek uyandığımda denizin gorunusundeki tuhaf değisiklik karsısında hayrete kapıldım. Daha on ceki koyu mavi rengini buyuk olcude kaybetmisti ve simdi rengi gri-beyazdı. Goz kamastırıcı bir sekilde parlıyordu. Okyanusun dısbukeyliği oyle belirgin lesmisti ki, uzaktaki tum su kutlesi sanki ufkun hemen otesindeki ucuruma do kuluyormus gibi gorunuyordu. Oyle ki parmak uclarımda yukselip o selalenin yankılarını duymaya calıstığımı fark ettim. Adalar artık gorunmuyordu. Gu neydoğuda, ufkun ardında mı kalmıslardı, yoksa cok yukseldiğim icin mi onları goremez olmustum, anlamak olanaksızdı. Ancak ikinci gorusu benimseme ye daha meyilliydim. Kuzeydeki buz kutlesinin kıyısı giderek belirginlesiyordu. Soğuk cok siddetli değildi. Onemli bir sey olmadı ve gunu yanıma almıs oldu ğum kitapları okuyarak gecirdim. 5 Nisan. Dunyanın gorunen tum yuzeyi karanlıkta kalmayı surdururken gu nesin yukselisini izlemek cok tuhaftı. Ancak zamanla ısık her tarafa yayıldı ve kuzeydeki buz hattını tekrar gordum. Simdi acık secik gorulebiliyordu ve ren gi okyanusun dalgalarınınkinden daha koyu gibiydi. Ona buyuk bir hızla yak lasıyordum. Doğuda ve batıda birer kara hattı gorur gibi oldum, ama emin ola


madım. Hava ılıman. Gun boyunca onemli bir sey olmadı. Erkenden yattım. 6 Nisan. Buz kutlesinin kıyısının cok daha yakınlasmıs olduğunu ve aynı materyalden olusma ucsuz bucaksız bir alanın kuzey ufkuna doğru goz alabil diğine uzandığını gorunce sasırdım. Balonun simdiki rotasını takip ederse kı sa surede Buz Denizi'ne varacağı acıktı ve artık kutbu goreceğimden pek sup hem kalmamıstı. Butun gun buz kutlesine yaklastım. Geceye doğru ufkumun sınırları birden, somut bir sekilde genisledi ki, bunun sebebi hic suphesiz dun yanın seklinin yassı kutuplu bir kuremsi olması ve Arktik dairesinin yakının daki yassı bolgelerin ustune varmıs olmamdı. Sonunda karanlık cokunce bu yuk bir huzursuzluk icinde, boylesine ilginc bir seyi gorme fırsatını bir daha yakalamamacasına kacırmaktan korkarak yattım. 7 Nisan. Erken kalktım ve Kuzey Kutbu'nu gorunce, ki bu konuda yanılma ya imkan yoktu, buyuk bir sevince kapıldım. Kusku goturmez bir sekilde ora daydı, ayaklarımın tam altındaydı; ama ne yazık! Simdi oyle buyuk bir yuksek likteydim ki, doğru durust bir sey goremiyordum. Aslında iki Nisan'da, sabah saat altı ile sekiz kırk (barometre tam bu saatte bozuldu) arasında farklı periyodlardaki yukseltilerimi sırasıyla gosteren rakamlara bakıldığında, balonun simdi, yedi Nisan sabahı saat dortte, deniz yuzeyinin, hic suphesiz, en az 7254 mil ustune cıkmıs olduğu soylenebilirdi. Bu yukselti cok buyuk gibi gorunebilir, ama muhtemelen gercek rakamın cok altındaydı. Her halukarda dunyanın buyuk capının tamamım gormekte olduğum kesindi. Butun kuzey yarımkure ortografik olarak cizilmis bir harita gibi uzanıyordu altımda; ve ekvatorun buyuk cemberi ufuk cizgimi teskil ediyordu. Ancak Ekselansları Arktik dairesinin icindeki, simdiye dek kesfedilmemis bolgelerin, tam altımda bulunmalarına ve bu yuzden de hicbir gorsel kısalma etkisine maruz kalmamalarına karsın, yine de tatminkar bir incelemeye olanak vermeyecek kadar kucuk ve uzakta olduklarını akılda tutacaklardır. Yine de, gorulebilenler tuhaf ve heyecan vericiydi. Daha once bahsettiğim ve insanın bu bolgelerdeki kesif sahasının sınırını teskil ettiği az cok soylenebilecek devasa kıyının kuzeyinde tek bir buz tabakası kırılmadan ya da cok az kırılmıs bir halde uzanıyordu. Đlerleyisinin ilk birkac derecesinde yuzeyi son derece anlasılır bir sekilde yassılasıyor, bir duzleme daha da benziyor ve en sonunda epey icbukeyleserek Kutup'ta, hatları keskin, capı balonla altmıs bes saniyelik bir acı yapan ve koyu renk tonuyla, gorulebilen yarımkuredeki diğer butun noktalardan daha karanlık olan ve yer yer mutlak bir siyahlığa burunen dairesel bir merkez halinde son buluyordu. Bunun dısında gorulebilecek pek bir sey yoktu. Saat on ikide dairesel merkezin capı ufalmıstı, aksam yedide ise onu tamamen gozden kaybettim. Balon buz kutlesinin batı kolunun ustunden geciyor, hızla ekvatora doğru surukleniyordu. 8 Nisan. Dunyanın gorunen capının ufaldığını ve ayrıca genel rengiyle gorunusunun hatırı sayılır olcude değistiğini fark ettim. Gorunen butun alan acık, soluk sarının tonlarına burunmus ve bazı yerlerde gozleri bile ağrıtacak bir parlaklığa ulasmıstı. Gorusum yeryuzunun yakınındaki yoğun atmosferin bulutlarla kaplı olması yuzunden epey engelleniyordu ve yerkureyi ancak arada sırada onların arasından, anlık sekilde gorebiliyordum. Bu doğrudan gorme gucluğu bana asağı yukarı son kırk sekiz saattir sıkıntı vermekteydi; ama simdiki muthis yuksekliğimde bulut kumelerini birbirlerine daha cok yaklastırmıstı ve gucluğum elbette ki yukseltimle doğru orantılı bir sekilde artıyordu. Yine de balonun simdi Kuzey Amerika kıtasındaki buyuk gollerin ustunde bulunduğunu ve guneye doğru ilerlediğini, bunun da beni kısa sure sonra donencelere ulastıracağını rahatca gorebiliyordum. Bu bana sıcak bir tatmin duygusu verdi ve nihai basarının sevindirici bir alameti olarak gorundu. Gercekten de daha once gittiğim yon bana huzursuzluk vermisti; cunku o yonde ilerle-


Butun Hikayeleri meyi surdursem, yorungesi tutulumla sadece 5° 8' 48"lik kucuk bir acı yapan aya asla varamayacağım acıktı. Tuhaf gelebilir ama, yolculuğuma dunyanın ay elipsi duzlemindeki bir noktasından baslamamakla yaptığım buyuk hatanın farkına ancak bu vakitte varmaya baslıyordum. 9 Nisan. Bugun dunyanın capı epey kuculdu ve yuzeyin sansı her gecen sa at koyulasmaya basladı. Balon guneye doğru ilerlemeyi surdurdu ve aksam do kuzda Meksika Korfezi'nin kuzey kıyısına vardı. 10 Nisan. Bu sabah bes civarında yuksek, korkunc bir catırtıyla, ne olduğu nu anlayamadan, sıcrayarak uyandım. Cok az surdu, ama surduğu sure zarfınca dunyada daha once deneyimlediğim hicbir seye benzemiyordu. Đlk anda ba lonun patladığını sanarak buyuk bir paniğe kapıldığımı soylememe gerek yok. Ancak butun aletlerimi dikkatle inceledim ve hicbirinde bir terslik olmadığını gordum. Gunun buyuk bolumunu bu tuhaf olay ustune dusunmekle gecirdim, ama ona kesinlikle bir acıklama getiremedim. Yatağa tatminsiz bir sekilde, bu yuk bir endise ve huzursuzlukla girdim. 11 Nisan. Dunyanın gorunur capında sasırtıcı bir kuculme, ayınkindeyse, ki dolunaya yalnızca birkac gun kalmıstı, ilk kez oldukca dikkat cekici bir buyu me olduğunu gordum. Simdi torbanın icinde yasamak icin gerekli olan hava yı yoğunlastırmakta bayağı zorlanıyor, epey caba harcamak zorunda kalıyor dum. 12 Nisan. Balonun seyir yonundeki tuhaf bir değisme, tamamen beklenir ol masına karsın, bana benzersiz bir haz yasattı. Daha onceki rotasındayken, gu ney enleminin yirminci paraleline varınca, birden doğuya doğru keskin bir do nus yaptı ve butun gun bu yonde, ay elipsi duzleminin tamamen olmasa bile ne redeyse paralelinde ilerledi. Bu rota değisikliğinin bahsetmeye değer bir sonu cu da sepetin rahatca algılanabilir bir siddetle sallanmasıydı - bu sarsıntı saat ler boyunca hafifleyip siddetlenerek devam etti. 13 Nisan. Beni ayın onunda dehsete dusurmus olan o yuksek catırtı sesi yi nelenince tekrar buyuk bir paniğe kapıldım. Bu konuda uzun uzadıya dusun meme karsın tatminkar bir sonuca varamadım. Dunyanın gorunen capı iyice ufalmıs, simdi balonla yirmi bes dereceden biraz daha fazla bir acı yapıyordu. Ay neredeyse tam tepede olduğundan hic gorulmuyordu. Hala elips duzlemin de ilerliyordum, ama doğu yonunde fazla yol almadım. 14 Nisan. Dunyanın capı buyuk bir hızla ufalıyor. Bugun balonun yerberi hattından cıkmaya basladığı - yani onu doğrudan ayın yorungesindeki dunyaE. A. Poe ya en yakın noktaya goturecek yolu izlediği fikrine guclu bir sekilde kapıldım. Ayın kendisi tam tepedeydi ve bu yuzden gorus alanımın dısındaydı. Havanın yoğunlastırılması icin uzun sureli buyuk cabalar harcamam gerekti. 15 Nisan. Artık yeryuzunde kıtaların ve denizlerin ana hatları bile doğru du rust secilemiyordu. On iki civarında beni daha once oylesine sasırtmıs olan o korkutucu sesi ucuncu kez isittim. Ancak bu kez birkac saniye devam etti ve siddeti giderek arttı. En sonunda, ben nasıl iğrenc bir sekilde oleceğimi bilemeden, sersemlemis ve donakalmıs halde ayakta dururken sepet buyuk bir siddetle sarsılmaya basladı ve ne olduğunu secemedigim devasa, alevler sacan bir kutle bin gok gurlemesinin sesiyle, kukreyerek ve gumburdeyerek balonun yanından gecti. Korkum ve saskınlığım biraz gecince, bunun hızla yaklastığım o dunyadan gelen ve muhtemelen bazen yeryuzunde kesfedilip daha uygun bir terim bulunamadığından meteor tasları olarak adlandırılan o tuhaf madde sı nıfına ait volkanik bir fragman olduğunu farzetmekte zorlanmadım. 16 Nisan. Bugun, sırayla yan pencerelerin her birinden elimden geldiği ka


dar yukarı bakınca, ayın diskinin kucuk bir kısmının balonun muazzam cev resinin her tarafından cıktığını gorerek buyuk bir sevince kapıldım. Heyeca nım had safhadaydı; cunku artık tehlikeli yolculuğumun bitmesine cok az kal dığından suphem yoktu. Gercekten de artık yoğunlastırıcımı calıstırmak bir eziyet halini almıstı ve dinlenmeme neredeyse hic fırsat tanımıyordu. Uyku ne redeyse soz" konusu olmaktan cıkmıstı. Hastalandım ve bitkinlikten titremeye basladım, insan doğasının boylesine yoğun acılara fazla uzun sure katlanması mumkun değildi. Simdi kısalmıs olan karanlık periyodda yakınımdan bir me teor tası daha gecti ve bu olayın sıklığı beni epey kaygılandırmaya basladı. J 7 Nisan. Bu sabah yolculuğum icin bir donum noktası oldu. Ayın on ucunde dunyanın yirmi bes derecelik bir acı yaptığını anımsayacaksınız. Ayın on dordunde bu iyice azalmıstı; on besinde azalma hızı daha da artmıstı; ve on altının gecesinde yatmak uzereyken acının yedi derece on bes dakika olduğunu gormustum. Bu yuzden bugunun, ayın on yedisinin sabahında kalkıp akımdaki yuzeyin ansızın, inanılmaz bir sekilde hacimce buyumus olduğunu, gorunurdeki acısal capının otuz dokuz dereceden az olmadığını fark edince buyuk bir saskınlığa kapıldım! Beni ele geciren uc noktadaki mutlak dehseti ve hayreti kelimelere sığdırmak mumkun değil. Dizlerim titriyordu - dislerim takırdıyordu - tuylerim diken diken olmustu. "Demek balon patlamıs!" Zihnimden hızla gecen ilk fırtınalı dusunceler bunlardı: "Balon kesinlikle patlamıs! - Dusuyorum - muthis, benzersiz bir hızla dusuyorum! Simdiden cabucak asılmıs olan buyuk mesafeden anlasılıyor ki dunya yuzeyine dusup olmem en fazla on dakika alacak!" Ama en sonunda doğru durust dusunmeye basladım. Durdum; dusundum; ve suphe ettim. Bu olanaksızdı. Bu kadar hızlı inmis olamazdım. Ayrıca, her ne kadar akımdaki yuzeye acıkca yaklasıyor olsam da, hızım ilk basta tahmin ettiğimden cok daha azdı. Bu dusunce zihnimdeki kargasayı dindirdi ve en sonunda fenomeni doğru sekilde değerlendirmeyi basardım. Aslında, akımdaki yuzeyle yerkurenin yuzeyi arasındaki buyuk farklılığı goremediğime gore saskınlığım duyularımı koreltmis olmalıydı. Yeryuzu tepemdeydi ve balon tarafından tamamen gizlenmisti. Ay ise -tum muhtesemliğiyle- altımda, ayaklarımın altında uzanmaktaydı. Durumumdaki bu değisikliğin bende yarattığı sersemlik ve saskınlık belki de maceranın en az acıklama gerektiren kısmını teskil ediyordu. Cunku bu bouleversement yalnızca doğal ve kacınılmaz değildi, aynı zamanda uzun suredir beklenmekteydi de; uydunun cekiminin gezegenin cekimine baskın cıktığı noktaya geldiğimde veya, daha kesin konusmak gerekirse, dunyanın balon ustunde etki eden cekiminin ayınkinden daha zayıf olduğunda yasanacak bir durum olarak. Derin bir uykudan, tum duyularım karmakarısık halde uyandığımda son derece kafa karıstırıcı ve bekleniyor olsa bile o anda olması beklenmeyen bir fenomenle karsı karsıya kalmıstım. Donus kolay ve tedrici bir sekilde gerceklesmis olmalıydı ve olay sırasında uyanık olsam da bir ters donuse iliskin herhangi bir icsel kanıt gormeyebilirdim - yani ne kendime, ne de aletlerime iliskin olarak rahatsız edici bir durum ya da yer değistirme yasanmazdı. Durumumun farkına vardıktan ve ruhumu tamamen ele gecirmis olan o dehsetten kurtulduktan sonra, tum dikkatimin ayın genel fiziksel gorunusune cevrildiğini soylememe herhalde gerek yoktur. Altımda bir harita gibi uzanıyordu - ve ayın hala cok uzakta olduğunu dusunmeme karsın, yuzeyindeki cukurları son derece carpıcı ve acıklamasız bir netlikle secebiliyordum. Yuzeyin hicbir yerinde okyanus ya da deniz, hatta gol ya da ırmakların, hic su kutlesinin olmayısı bana ilk bakısta jeolojik durumunun en dikkat cekici ozelliği gibi geldi. Ama tuhaf bir sekilde, engin duzluklerin kesinlikle lığlı olduğunu


gordum. Gerci gorunen yarımkurenin buyuk kısmı koni seklindeki, doğal değil yapay sebeplerden ortaya cıkmıs gibi gorunen sayısız volkanik dağla kaplıydı. En yuksekleri dikey yukselti olarak 3.75 mili gecmiyor; ama Campi Phlegraei'deki volkanik bolgeleri gosteren bir harita Ekselanslarına benim herE. A. Poe Butun Hikayeleri hangi bir değersiz tanımımdan cok daha iyi bir fikir verecektir. Coğu puskuruyordu ve ofkeleriyle guclerini, yanlıs bir sekilde meteor tasları olarak adlandırılan ve simdi balonun yanından giderek artan, dehset verici bir sıklıkla gecen volkanik tasların gurlemelerinden anlayarak korkuya kapılıyordum. 18 Nisan. Bugun ayın gorunusunun iyice buyumus olduğunu gordum - ve inisimin hızındaki apacık artıs beni endiselendirmeye basladı. Aya yapılacak bir yolculuğun muhtemelliği ustune yaptığım spekulasyonların ilk safhasında etrafındaki, gezegenin hacmiyle orantılı yoğunlukta bir atmosferin varlığını hesaplamalarıma buyuk olcude dahil ettiğim anımsanacaktır. Bunu aksi yondeki pek cok teoriye, hatta ayda herhangi bir atmosfer bulunmadığı yolundaki genel kanıya rağmen yapmıstım. Ama Encke kuyrukluyıldızı ve Zodyak ısığı ustune soylediklerimin yanı sıra, Lilienthalli Bay Schroeter'in bazı gozlemleri de kanımı guclendirmisti. Ayı iki bucuk gunlukken, gunbatımından hemen sonra aksamustu, karanlık kısmı gorunmeden once incelemeye basladı ve gorunene kadar da incelemeyi surdurdu. Karanlık yarıkurenin herhangi bir kısmı gorunmeye baslamadan once, iki zirve cok hafif ve keskin bir uzatmayla giderek inceliyor gibi gorunuyordu. Her birinin en uzak ucu hafifce gunes ısınları tarafından aydınlatılıyordu. Kısa sure sonra butun karanlık kısım aydınlanmıstı. Yarım dairenin ardındaki zirvelerin boyle uzamasının sebebinin gunes ısınlarının ayın atmosferinde kırılması olabileceğini dusunmustum (ki bu atmosfer ayın karanlık yarımkuresine, ay hilalin yaklasık 32°'sindeyken dunyadan yansıyan ısıktan daha aydınlık bir alacakaranlık yaratacak kadar ısık cekebilirdi), ki bu 1356 Paris kademi olmalıydı. Bu acıdan bakınca, gunes ısınlarını kırabilecek en buyuk olası yuksekliği 5376 kadem olarak dusundum. Bu konudaki fikirlerim Felsefi Tutanaklar'ın seksen ikinci cildindeki bir pasaj tarafından da guclendirildi. Burada Jupiter'in uydularının golgelenmesi sırasında ucuncusunun 1" ya da 2"lik sure boyunca bulanık kaldıktan sonra kaybolduğundan ve dorduncunun de gezegenin yakınında ayırt edilemez hale geldiğinden bahsediliyor." Cassini Saturn, Jupiter ve sabit yıldızların, aya golgelenim yapmak uzere yaklasırken, dairesel goruntulerinin oval bir sekle burunduğunu sık sık gozlemlemistir; ve diğer golgelenimlerde bir sekil değisikliğine rastlamamıstır. Boylece bazen, ayın cevresini yıldızların ısıklarını kıran yoğun bir maddenin sardığı, diğer zamanlardaysa sarmadığı one surulebilir. inisimin guvenliği icin tamamen tahmin ettiğim yoğunlukta bulunan bir atmosferin direnisine, veya daha doğrusu desteğine guvenmistim. Yanılmıssam seruvenimin benim uydunun kayalık yuzeyine carpıp atomlarıma ayrılmamla biteceğini dusunmekten baska yapabileceğim bir sey yoktu. Ve simdi gercekten de dehsete kapılmak icin her sebebim vardı. Ayla aramdaki mesafe giderek azalırken yoğunlastırıcımın gerektirdiği caba azalmamıstı ve havanın yoğunluğunun arttığına iliskin bir belirti goremiyordum. 19 Nisan. Bu sabah saat dokuz civarında, ayın yuzeyi korkutucu bir sekilde yakınken ve huzursuzluğum doruğa cıkmısken yoğunlastırıcımın pompasının en sonunda atmosferdeki bir değisimin belirtilerini vermesi buyuk bir sevince kapılmama yol actı. Saat onda, havanın yoğunluğunun oldukca artmıs olduğuna inanmak icin sebeplere sahiptim. On birde, aleti calıstırmak icin cok az caba yetmeye baslamıstı. On ikideyse, biraz duraksadıktan sonra, turnikenin vidalarını cozdum ve, bu


herhangi bir rahatsızlığa yol acmayınca, torbayı sepetin ustunden cıkardım ve icine koydum. Boylesine aceleyle girisilmis ve tehlikeli bir deneyin ilk sonuclan, bekleneceği gibi spazmlar ve siddetli bir bas ağrısıydı. Ama bunlar ve solumaya iliskin diğer guclukler yasamımı tehlikeye atacak kadar buyuk olmadığından elimden geldiğince dayanmaya karar verdim, cunku ayın yakınındaki daha yoğun katmanlara ulastıkca kaybolacaklarını umuyordum. Ancak bu yaklasım yine de son derece tedbirsizceydi; ve kısa surede, atmosferin yoğunluğunun uydunun kutlesiyle orantılı olmasını beklemekle muhtemelen yanılmamıs olsam da, yine de bu yoğunluğun, yuzeyde bile balonumun sepetinin buyuk ağırlığını tasıyabileceğini dusunmekle yanılmıs olduğum endiselendirici bir sekilde ortaya cıkmaya basladı. Yine de durum boyle olmalıydı, cisimler ustunde etki eden yercekimi her iki gezegende de dunyanın yuzeyindeymiscesine esit bir derecede, atmosferik yoğunluk oranına bağlı olmalıydı. Ancak dupeduz dusuyor olmam durumun boyle olmadığının kanıtıydı. Niye boyle olmadığıysa ancak yuzeydeki daha once bahsettiğim coğrafi farklılıklarla acıklanabilir. Her halukarda simdi gezegene cok yakındım ve buyuk bir hızla inmekteydim. Bu yuzden hic vakit kaybetmeden, once safraları, sonra su fıcılarımı, sonra yoğunlastırıcımı ve torbamı, en sonunda da sepetteki her seyi attım. Ama ise yaramadı. Hala korkunc bir hızla dusuyordum ve simdi yuzeyin yarım mil ustundeydim. Son bir care olarak, ceketimi, sapkamı ve cizmelerimi de attıktan sonra, sepeti balondan ayırdım, ki ağırlığı epey fazlaydı, ve boylece iki elimle iplere tutunduktan sonra, arazinin goz alabildiğine ufak yerlesim merkezleriyle kaplı olduğunu goz ucuyla gorecek fırsatı ancak bularak fantastik bir sehrin tam ortasına, kucuk cirkin insanlardan olusma buyuk bir kalabalığın arasına dustum. Hicbiri tek kelime etmedi ya da bana yardım etmek icin en kucuk bir cabada bulunmadı. Sadece elleri kalcalarına dayalı, bir grup budala gibi komik bir sekilde sırıtarak durup bana ve balonuma yan yan baktılar. Basımı horgoruyle onlardan cevirip geride, belki de sonsuza dek geride bıraktığım dunyaya baktım ve onu capı yaklasık iki derece olan buyuk, donuk, bakır bir kalkan olarak gordum. Gokyuzunde sabit bir halde duruyordu ve kenarlarından birinde cok parlak bir altın renginin hilal seklindeki hattı uzanıyordu. Kara ya da su gorulmuyordu ve butunu cesitli beneklerle bulutlanmıs, tropik ve ekvatoral kusaklarla cevrelenmisti. Boylece Ekselanstan, sonunda, Rotterdam'dan ayrılısımın on dokuzuncu gununde, buyuk heyecanlar, duyulmamıs tehlikeler, benzersiz kurtuluslardan sonra insanoğlunun tamamladığı, giristiği, hatta hayal ettiği en sıradısı ve onemli yolculuğun sonuna sağ salim varmıs oldum. Ama anlatacak maceralarım daha bitmedi. Ve gercekten de siz Ekselansları yalnızca kendi ozgun doğası yuzunden değil, insanoğlunun yasadığı dunyanın uydusu olması bakımından da bizim icin bir o kadar ilgi cekici olan bir gezegende bes yıl kaldıktan sonra Devlet Astronomi Yuksekokulu'ndakilere, sadece mutlu sonuclanan yolculuğun ayrıntılarından cok daha onemli (gerci onlar da muhtesemdiler ama) bilgiler verebileceğimin mutlaka bilincindedirler. Durum gercekten de boyle. Anlatacak - anlatmaktan haz duyacağım pek cok seyim var. Gezegenin iklimine; soğukla sıcak arasındaki harika gecislerine; gunesin iki hafta boyunca ortalığı kavurmasına, sonraki iki haftanınsa kutuplarımızdan daha soğuk gecmesine; nemin bir vakumun icindeki damıtım gibi gunese en yakın noktadan ona en uzak noktaya doğru surekli yer değistirisine; akarsuyu bol, değisken bir kusağa; insanlarına; gelenek goreneklerine ve politik kurumlarına; tuhaf fiziksel yapılarına; cirkinliklerine; kulaklardan, boylesine tuhaf, seyrek bir atmosferde ise yaramayan o eklentilerden yoksun oluslarına; bu yuzden de konusamamalarına, konusmanın neye yaradığını bilmemelerine; konusmanın yerine benzersiz bir interkomunikasyon yontemi gelistirmis olmalarına; aydaki herkesle


dunyadaki bazı kisiler arasındaki anlasılmaz bağa - gezegenle uydusu arasındakine benzeyen ve ona bağlı olan, birinin sakinlerinin yasamlarını ve yazgılarını diğerinin sakinlerinin yasamları ve yazgılarıyla ic ice geciren bağa; ve hepsinden cok da, Ekselansları - hepsinden cok da ayın dıs bolgelerinde, uydunun kendi ekseni etrafında donusunun dunyanın cevresindeki donusuyle neredeyse mucizevi bir uyum icinde olması sonucunda henuz insanoğlunun teleskopları tarafından gorulebilecek sekilde donmemis ve Tanrı'nın inayetiyle asla da donmeyecek olan o bolgelerde yatan butun o karanlık ve korkunc gizemlere iliskin pek cok sey soyleyebilirim. Butun bunları ve fazlasını -cok daha fazlasını- ayrıntılarıyla anlatmaya hazırım. Ama, sadede gelmem gerekirse, karsılığını almalıyım. Aileme ve evime geri donmek istiyorum: Ve bundan sonra gireceğim iletisimlerin bedeli olarak -fiziksel ve metafizik bilimlerin pek cok son derece onemli dalındaki meseleleri aydınlığa kavusturma gucune sahip olduğum goz onune alındığında- nufuzunuz sayesinde Rotterdam'dan ayrılısım sırasında alacaklılarımı oldurerek islediğim sucun affedilmesini istiyorum. Elinizdeki mektubun yazılma amacı da budur. Onu getiren, dunyadaki ulağım olmaya ikna ettiğim bir ay sakinidir ve Ekselanslarının karar vermesini bekledikten sonra bana soz konusu affın haberiyle, eğer affedilmem mumkun olursa, donecektir. Ekselanslarının aciz kulu olma vs. serefini tasıyan, HANS PFAALL. Soylendiğine gore Profesor Rubadub bu son derece sıradısı dokumanı okumayı bitirdikten sonra saskınlıktan piposunu yere dusurmus ve Mynheer Superbus Von Underduk da gozluklerini cıkarıp sildikten ve cebine koyduktan sonra kendisini kaybedip vakarını unutarak hayret ve takdir duygularıyla uc kez topuğunun ustunde donmus. Tartısmaya gerek yoktu - af cıkarılmalıydı. En azından Profesor Rubadub buna yemin etti ve sanlı Von Underduk da en sonunda aynı kararı verip bilim kardesinin koluna girerek tek kelime etmeden onu yapılması gerekenler ustune konusmak uzere evine goturmeye koyuldu. Ancak belediye reisinin kapısının onune vardıklarında ulak ortadan kaybolduğuna gore -Rotterdamlıların vahsi gorunusunden odu patlamıs olmalıydı- affın pek ise yaramayacağını, cunku boyle uzak bir mesafeyi ancak bir aylının kat edebileceğini belirtti profesor. Belediye reisi de buna katıldı ve boylece bu mesele orada kapandı. Ancak dedikodular ve ileri geri edilen sozler son bulmadı. Hatta bazı sivrizekalılar butun bu meselenin duzmece olduğunu soyleyerek kendilerini rezil etti. Ama sanırım bu tip insanlar kavrayıslarının otesinde olan her seyi duzmece olarak tanımlıyor. Ben sahsen bu suclamayı hangi verilere dayanarak yaptıklarını anlayamıyorum. Ne soyluyorlar bir bakalım: Ozellikle. Rotterdam'daki bazı sakacıların bazı belediye baskanlarına ve astronomlara karsı antipatilerinin olduğunu. Đkinci olarak. Civardaki Bruges sehrinden tuhaf gorunuslu, iki kulağı da keE. A. Poe Butun Hikayeleri sik cuce bir hokkabazın gunlerdir kayıp olduğunu. Ucuncu olarak. Kucuk balonun her tarafına yapıstırılmıs olan gazetelerin, Hollanda gazeteleri olduklarından, balonun ayda yapılmıs olamayacağını. Kağıtları kirliymis - cok kirliymis- ve matbaacı Gluck Rotterdam'da basıldıklarına yemin ediyor. Dorduncu olarak. Ayyas Hans Pfaall ile alacaklıları olarak adlandırılan uc bosta gezenin iki uc gun once sehrin kenar mahallelerindeki bir meyhanede, deniz asırı bir yolculuktan yeni gelmis olarak, cepleri para dolu halde gorulduklerini. Son olarak. Rotterdam'daki Astronomi Yuksekokulu'nun uyelerinin, dunyanın butun diğer bolgelerindeki yuksekokullardakiler -ve genelde butun universitelerdekiler


ve astronomlar- gibi, oldukca hafif bir dille soylersek, olmaları gerekenden biraz bile daha iyi, daha yuce, ya da daha akıllı olmadıklarını. NOT: Aslında yukarıdaki onemsiz taslakla Bay Locke'un unlu "Ay Oykusu" arasında fazla benzerlik yok. Ama ikisi de duzmece niteliğini tasıdığından (biri sakacı, diğeri tamamen icten bir tonda olsa da) ve iki duzmece de tema olarak aynı seyi, ayı aldığından - dahası, ikisi de bilimsel ayrıntılarla inanılır-lık kazanmaya calıstığından - "Hans Pfaall"m yazarı kendisini savunmak icin kendi jeu d'esprit'sinin "Southern Literary Messenger"da, Bay L.'unkinin "New York Sun"da yayımlanmaya baslamasından uc hafta once yayımlandığını belirtmeyi gerekli goruyor. Belki de var olmayan bir benzerliği kurgulayan bazı New York gazeteleri "Hans Pfaall"ı alıntıladılar ve onunla "Ay Duzmecesi'ni karsılastırarak okuyup birinin yazarını diğerinde bulmaya calıstılar. "Ay Duzmecesi" sayıları bunu itiraf edebileceklerden daha fazla kisiyi kandırdığından, belki burada niye kimsenin kanmaması gerektiğini acıklamak oykunun icindeki, gercek karakterim ele vermeye yetmis olması gereken ayrıntılara isaret etmek- eğlenceli olabilir. Aslında her ne kadar bu ustaca kurguda buyuk bir hayal gucu sergilenmis olsa da, olgulara ve genel benzesime daha dikkat edilmesi ona cok daha buyuk bir guc katabilirdi. Kamuoyunun bir an icin bile olsa kandırılmıs olması yalnızca astronomik konulardaki genel cehaleti sergilemektedir. Ayın dunyadan uzaklığı 240.000 mil kadardır. Bir merceğin o uyduyu (ya da uzaktaki herhangi bir nesneyi) ne kadar yakın gostereceğim anlamak icin elbette uzaklığı camın buyutme, daha doğrusu mekana isleme gucune bolmemiz gerekir. Bay L. lensine 42.000 katlık bir guc vermis. 240.000'i (ayın gercek uzaklığını) buna bolersek gorunen uzaklığı buluruz: Bes mil artı bes bolu yedi mil. Bu uzaklıktan hicbir hayvan gorulemez; bırakın oykudeki ayrıntıları verilen cok daha kucuk nesneleri. Bay L. Sor John Herschel'in cicekleri (Papaver rhoeaslan, vs.) algılamasından ve hatta kucuk kusların gozlerinin rengini ve seklini secebilmesinden bahseder. Bundan kısa sure once ise kendisi de merceğin capı kırk bes santimden kucuk nesneleri gostermeyeceğini gormustur; ama bu bile, soylediğim gibi, merceğe cok fazla guc atfetmektir. Bu arada bu buyuk camın Dumbarton'daki Bay Hartley ve Bay Grant'ın cam fabrikasında uretildiği soylenmistir; ama Bay H. ve Bay G.'nin muessesesi duzmecenin basılmasından yıllar once kapanmıstı. Risale baskısının 13. sayfasında, yazar bir bizon turunun gozlerinin ustundeki "kıllı bir peceden" bahsederken "Zeki Dr. Herschel hemen bunun hayvanların gozlerini ayın bizim bulunduğumuz tarafındaki periyodik ve asırı uctaki aydınlık-karanlık donusumunden korumak icin Tanrı'nın bulduğu bir care olduğunu anladı," demektedir. Ama buna doktorun "zekice" bir gozlemi olarak bakılamaz. Ayın bizim tarafımızdaki sakinlerinin karanlığı hic yasamadığı anlasılıyor; boylece bahsedilen "asırı uclar" soz konusu edilemez. Gunesin yokluğunda dunyada bulutsuz bir havada dolunaydan geleninkinden on uc kat guclu bir ısık alıyorlar. Topografya bastan sona, Blunt'ın Ay Haritası'na uygun olduğu iddiasında bulunurken bile, onunla, diğer butun ay haritalarıyla, hatta buyuk olcude kendisiyle celisiyor. Pusula yonleri konusunda da icinden cıkılmaz bir karısıklık var. Yazarın bir ay haritasındaki yonlerin yeryuzundeki yonlerle uyum icinde olmadığından, doğunun solda olduğundan vs. habersiz olduğu anlasılıyor. Belki de eski astronomların kara noktalara verdiği Mare Nubium, Mare Tranquillitatis, Mare Foecunditatis vs. gibi belirsiz adlara kanan Bay L. aydaki okyanusların ve diğer genis su kutlelerinin ayrıntılarını veriyor; oysa ayda boyle kutlelerin bulunmadığı astronomideki en su goturmez sekilde kanıtlanmıs


gercektir. Aydınlıkla karanlık arasındaki sınırın karanlık noktaların herhangi birinden gecisi gozlenirken (ayın hilal ya da yandan fazlası parlak zamanında), bu hattın tırtıklı olduğu goruluyor; oysa, bu karanlık yerler sıvı olsa, duz olmaları gerekirdi. 21. sayfadaki yarasa adamın kanatlarının tarifi Peter Wilkins'in ucan adalıE. A. Poe Butun Hikayeleri larının kanatlarını tarif edisinin kopyası. En azından bu basit gerceğin suphe uyandırması gerekirdi. 23. sayfada sunlar yazılı: "Bu uydu zamanın rahminde bir embriyo, kimyasal akrabalığın pasif oznesiyken bizim on uc kat buyuk gezegenimizden ne cok etkilenmis olmalı!" Pek guzel, ama hicbir gokbilimcinin, ozellikle de bilimsel bir dergide boyle bir cumle sarf etmeyeceğine dikkat edilmeli; cunku dunya orada bahsedilen anlamda aydan on uc değil, kırk dokuz kat buyuktur. Benzer bir itiraz son sayfaların tumune yapılabilir. Orada, filozof muhabir Saturn'deki bazı kesiflerden bahsetmeye baslarken o gezegen hakkında bir talebeye yakısan bilgiler verir - hem de Edinburgh Bilim Dergisi'ne! Ama kurmacayı ozellikle ele vermesi gereken bir nokta var. Diyelim ki ayın yuzeyindeki hayvanlar gorulebiliyordu; - dunyadan bakan bir gozlemcinin dikkatini ilk ne cekerdi? Elbette ki sekillerinden, boyutlarından ya da baska tuhaflıklardan cok, sasırtıcı durumları. Tavandaki sinekler gibi bas asağı yuruyor halde gorunmeleri gerekirdi. Gercek gozlemci durumlarının tuhaflığı karsısında (bunu onceden biliyor olsa da) anlık bir saskınlık cığlığı atardı. Kurgusal gozlemci buna değinmez bile, ama bu yaratıkların tum govdelerini gorduğunden bahseder. Oysa onların yalnızca baslarının capım gormus olabileceği acıktır! Sonucta yarasa adamların boyutlarının ve ozellikle de guclerinin (orneğin oylesine seyrek bir atmosferde ucabilmelerinin - ayın atmosferi varsa tabii) ve hayvani ya da bitkisel varolusa iliskin diğer kurguların hemen hepsinin genel olarak bu konulara iliskin tum analojik uslamlamalara ters dustukleri; ve analojinin burada coğu zaman nihai kanıtlamalara yol acacağı. Yazının basında Brewster ve Herscher'e atfedilen, "gorusun odaksal nesnesinden gecen yapay bir ısığın transfuzyonu’na vs. vs. iliskin tum fikirlerin en uygun tanımlaması "abuk sabuk" olan o mecazi yazım tarzına ait olduklarını belirtmeye gerek yok. Yıldızlar arasındaki optik kesiflerin gercek ve son derece belirgin bir limiti vardır - bu limitin doğasının belirtilmesi anlasılması icin yeterlidir. Eğer gercekten tek gereken buyuk merceklerin imal edilmesi olsa insan dehası bunun ustesinden gelirdi ve istediğimiz boyutta mercek elde ederdik. Ama ne yazık ki, merceğin boyutundaki ve bunun sonucunda mekana isleme gucundeki artısla orantılı olarak, nesnenin ısınlarının difuzyonu ondan gelen ısığı azaltır. Ve insan yetileri bu kotu durumun ustesinden gelmeye yetmemektedir; cunku bir nesne, yalnızca ondan direkt olarak ya da yansıyarak gelen ısık aracılığıyla gorulebilir. Boylece Bay Locke'un isine yarayabilecek tek "yapay" ısık onun yonlendirebileceği yapay bir ısık olurdu. Bunu "gorusun odaksal nesnesine değil, gorulecek gercek nesneye - yani aya yoneltebilmesi gerekirdi. Bir yıldızdan gelen ısık acık ve aysız bir gecede yıldızların tamamından gelen doğal ısık kadar zayıflayacak olcude difuzyona uğradığında, yıldızın artık pratik acıdan gorunmez olduğu kolayca hesaplanmıstır. Yakın zamanda Đngiltere'de imal edilen Earl of Ross teleskobunun spekulumunun 4071 inckarelik yansıma yuzeyi vardır; Herschel teleskobununki yalnızca 1811'dir. Earl of Ross'un metalinin capı 2 metredir; kalınlığı kenarlarda 5.5 inc, merkezde 5 inctir. Ağırlığı 3 tondur. Odaksal uzaklığı 15 metredir. Gecenlerde ustaca yazılmıs, benzersiz bir kucuk kitap okudum. Baslığı soyleydi: - "L'Homme dans la lvne, ou le Voyage Chimerique fait au Monde de la


Lvne, nouuellement decouuert par Dominique Gonzales, Aduanturier Espanol, autremet dit le Courier volant. Mis en notre langve par J. B. D. A. Paris, chez Francois Piot, pres la Fontaine de Saint Benoist. Et chez J. Goignard, au premier pilier de la grand' salle du Palais, proche les Consultations, MDCXLVIII." S. 176. Yazar eserini Bay D'Avisson adlı bir sahsın ingilizce eserinden cevirdiğini soylemektedir. Oysa bu ifadede korkunc bir belirsizlik var. Ten ai eu," demektedir, "l'original de Monsieur D'Avisson, medecin des mieux versez qui soient aujourd'huy dans la conoissance des Belles Lettres, et sur tout de la Philosophie Naturelle. Je lui ai cette obligation entre les autres, de m'auoir non seulement mis en main ce Livre en anglois, mais encore le Manuscrit du Sieur Thomas D'Anan, gentilhomme Eccossois, recommandable pour sa vertu, sur la version duquel j'advoue que j'ay tire le plan de la mienne." Bir takım konuyla ilgisiz ve Gil Bias tarzında ilk otuz sayfayı kaplayan maceralardan sonra yazar bir deniz yolculuğu sırasında hastalandığından ve tayfasının onu zenci bir usakla birlikte St. Helena adasına bıraktığından bahseder. Đkisi yiyecek bulma sanslarını artırmak icin ayrılıp birbirlerinden olabildiğince uzakta yasar. Bu yuzden haberlesmek icin muhabere guvercinleri yetistirirler. Bunlara zamanla hafif paketler tasımayı da oğretirler - ve paketlerin ağırlığı giderek artırılır. Sonunda cok sayıda guvercin yetistirip yazarın kendisini tasıtmak akıllarına gelir. Bu hedef icin ayrıntılarıyla tasvir edilen celik oymalarla desteklenmis bir makine yapılır. Burada Senyor Gonzales'in sivri fırfırlar ve koca bir perukayla, bir supurgeye cok benzeyen ve kuyruklarından iplerle makiE. A. Poe Butun Hikayeleri neye bağlanmıs olan bir yabani kuğu (ganza) surusu tarafından havada tasındığını goruruz. Senyor'un anlatısındaki ayrıntılarıyla verilen ana olay cok onemli bir gerceğe dayanır ki, bu okurdan kitabın sonunun yakınlarına dek gizlenir. Oylesine alısmıs olduğu ganzalar aslında St. Helena'nın değil, ayın sakinleridir. Cok eski bir geleneğe gore her sene dunyanın bir bolgesine goc etmektedirler. Mevsimi gelince yurtlarına geri doneceklerdir tabii; ve yazar bir gun onları kısa bir yolculuk yapmakta kullanırken beklenmedik bir sekilde yukarı cıkarılıp kısa surede uyduya goturulur. Burada pek cok tuhaflığın yanı sıra insanların son derece mutlu olduklarını; kanunlarının olmadığını; acı cekmeden olduklerini; boylarının uc metreyle dokuz metre arasında değistiğini; bes bin sene yasadıklarını; Đrdonozur adlı bir imparatorlarının olduğunu; on sekiz metre yukseğe sıcrayıp yercekiminin etkisinden kurtulduktan sonra yelpazeler kullanarak ucabildiklerini gorur. Kendimi size kitabın genel felsefesinden bir ornek vermekten alıkoyamıyorum. "Simdi size," der Senyor Gonzales, "kendimi icinde bulduğum yerin doğasını anlatmalıyım. Butun bulutlar ayaklarımın altındaydı, daha doğrusu benimle dunyanın arasında uzanıyordu. Yıldızlara gelince, bulunduğum yerde hic gece olmadığından gorunusleri hep aynıydı; her zamanki gibi parlak değil soluklardı ve ayın sabahları sahip olduğu gorunusu cok andırıyorlardı. Ama sadece birkac tanesi gorulebiliyordu ve bunlar da (tahmin edebildiğim kadarıyla) dunyalıların gorduğunden on kat buyuk gorunuyordu. Dolunaya yalnızca iki gun kalmıstı ve ayın buyukluğu korkunctu. "Yıldızların yalnızca yerkurenin aya donuk tarafında belirdiklerini ve ona yaklastıkca daha buyuk gorunduklerini belirtmeyi unutmamalıyım. Ayrıca hava dingin de fırtınalı da olsa kendimi hep ayla dunyanın tam arasında bulduğumu da soylemeliyim. Bundan emin olmam icin iki sebep vardı - kuslarım hem duz bir cizgide ucuyordu; ve ne zaman dinlenmeye kalksak, belirsizce yerkurenin


ustunde surukleniyorduk. Cunku dunyanın doğudan batıya doğru, hic durmadan genelde dunyanın kutupları denilen gundonumu noktalarının değil, zodyak noktalarının ustunde donduğunu soyleyen Copernicus'a katılıyorum ve bu meseleden daha sonra, Salamanca'da gencliğimde oğrenmis olduğum ve sonra unuttuğum astrolojiye iliskin bilgilerimi tazeleyecek zamanı bulunca uzun uzadıya bahsetmeyi dusunuyorum." Đtaliklerle belirtilmis gafları bir kenara bırakırsak, kitabın zamanının guncel astrolojik fikirlerine iliskin naif bir ornek olması acısından dikkat cekici olduğu soylenebilir. Bunlardan birine gore "yercekimi kuvveti" ancak dunyanın yuzeyinin otesindeki kısa bir mesafeye dek etkide bulunuyordu ve bu yuzden de yolcumuz "belirsizce yerkurenin ustunde suruklenmektedir" vs. Baska "aya yolculuklar" da olmustur, ama hicbiri yukarıda bahsedilenden daha değerli değildir. Bergerac'ınki tamamen anlamsızdır. "American Quarterly Review"un ucuncu cildinde soz konusu "Yolculuk"a iliskin oldukca ayrıntılı bir elestirel yazı bulunmaktadır; - bu elestiride elestirmenin yalnızca kitabın aptallığını mı, yoksa astronomi konusundaki kendi absurd cehaletini mi sergilediğini anlamak guctur. Eserin adını unuttum; ama yolculuğun vasıtasıdostumuz Senyor Gonzales'in ganzalarından bile daha sacmadır. Maceracı yeri kazarken ayın guclu bir sekilde cektiği tuhaf bir metali kesfeder ve hemen ondan bir sandık insa edip, yere bağlayan ipleri kestikten sonra sandıkla birlikte uyduya ucuverir. "Thomas O'Rourke'nin Ucusu" busbutun horgorulemeyecek bir jeu d'esprit'dir ve Almancaya cevrilmistir. Kahramanı Thomas aslında irlandalı bir soylunun avlak bekcisidir ve tuhaflıklarıyla bu oykuye esin kaynaklığı yapmıstır. "Ucusa" bir kartalın sırtında, Bantry Koyu'nun ucundaki yuksek bir dağ olan Hungry Tepesi'nden baslanır. Bu kitapcıklarda hedef hep hicivdir; tema Aylıların adetleriyle bizimkilerin karsılastırılmasıdır. Hicbirinde yolculuğun ayrıntılarının akla yakın bir sekilde verilmesi yonunde bir caba yoktur. Her birinde yazarlar astronomi konusunda tamamen cahil gorunmektedir. "Hans Pfaall"da tasarım, gerceğe benzerlik, bilimsel ilkeleri (konunun tuhaf doğasının el verdiği olcude) dunyayla ay arasındaki yolculuğa uygulama girisimi acısından orijinaldir. 1835 Sisede Bulunan Not Qui n'a plus qu'un moment a vivre N'a plus rien a dissimuler - QU1NAULT-ATYS.1 Vatanım ve ailem hakkında soyleyecek pek bir seyim yok. Kotu davranıslar ve uzun yıllar, beni birinden uzaklastırdı, diğerineyse yabancılastırdı. Bana miras kalan servet iyi bir eğitim almamı sağladı ve dusunmeye yatkın zihnim sayesinde gencliğimde yaptığım sıkı calısmaların birikimini yontemsel bir temele oturtmayı basardım. -Bana en cok Alman torecilerinin eserleri haz verdi; onların o zarif deliliğine sakıncalı bir hayranlık duyduğumdan değil, katı dusunce alıskanlıklarım sayesinde onların hatalarını rahatlıkla saptayabildiğim icin. Mizacımın kuruluğu yuzunden cok elestiriye uğradım; hayal gucumun noksanlığı bana bir sucmus gibi yansıtıldı; ve fikirlerimin pyyrhonist doğası bana surekli kotu bir un getirdi. Aslında fiziksel felsefeden aldığım yoğun haz bu cağın cok sık rastlanan bir hatasına dusmeme yol actı -olayları bu bilimin ilkelerine, en dolaylı yollardan bile olsa, bağlama alıskanlığından bahsediyorum. Butune bakıldığında, kimse batıl inancların ignes fatuisi' tarafından gerceğin sınırları keskin bolgesinden uzaklastırılmaya benim kadar az yatkın olamaz. Bunları bastan soylemeyi uygun buldum ki, anlatmam gereken inanılmaz oyku hayal gucunun olu bir mektup ve bir hiclikten ibaret olduğu bir zihnin kesin deyisi yerine cok kaba bir hayal gucunun hezeyanları olarak algılanmasın.


Yurtdısında yıllarca yolculuk ettikten sonra 18- yılında zengin ve yoğun nufuslu Cava Adası'ndaki Batavia limanından Sunda Takımadalarına doğru yola cıktım. Tam anlamıyla bir yolcuydum -bir seytan gibi pesimi bırakmayan sinirli bir huzursuzluktan baska bir yolculuk sebebim yoktu. Gemimiz dort yuz tonluk, tahtadan bakırla tutturulmus ve Bombay'da, Hint mesesiyle insa edilmis guzel bir gemiydi. Lachadive Adaları'ndan yuklenen hidrofil pamuk ve yağı tasıyordu. Gemide bunların yanı sıra Hindistancevizi lifi, hurma suyundan yapılma seker, kaymaksız sığır sutu, Hindistancevizi ve birkac sandık da hashas vardı. Yukleme isi beceriksizce yapılmıstı ve gemiden surekli tangırtılar geliyordu. Cok hafif bir ruzgarla yola cıktık ve Cava'nın doğu kıyısında gunlerce bekledik. Rotamızın monotonluğunu hafifleten tek olay gittiğimiz takımadalardan kucuk parcalar gormekti. Bir aksam, kıc vardavelasına yaslanmıs bakarken, kuzeybatıdaki cok tuhaf, tek bir bulutu fark ettim. Hem rengi yuzunden, hem de Batavia'dan ayrıldığımızdan beri gorulen ilk bulut olduğu icin ilgi cekiciydi. Onu dikkatle gunbatımına dek izledim. Bu vakitte bir anda doğu ve batıya yayıldı, ufku ince bir buhar tabakası halinde kapladı ve alcak bir kumsalın uzun seridi gibi gorunmeye basladı. Az sonra bulanık kırmızı bir renkle doğan ay ve denizin tuhaf gorunusu de dikkatimi cekti. Deniz hızla değisiyordu ve su her zamankinden saydamdı. Denizin dibini acık secik gorebilmeme karsın, iskandili cektiğimde derinliğin on bes kulac olduğunu gordum. Hava simdi dayanılmayacak kadar ısınmıstı ve ısıtılan demirden cıkanlara benzeyen sarmal dumanlarla yukluydu. Gece coktukce ruzgar dindi ve ortalığı hayal edilemeyecek kadar yoğun bir dinginlik kapladı. Pupada yanan mumun alevi hic titremiyordu ve basla isaret parmaklar arasında tutulan bir sac teli en kucuk bir hareket belirtisi sergilemiyordu. Kaptan, herhangi bir tehlike belirtisi gormediğinden ve kıyıya doğru suruklenmekte olduğumuz icin, yelkenlerin indirilmesini ve capanın atılmasını emretti. Nobetci konulmadı ve esas olarak Malayalılardan olusan tayfa guverteye uzandı. Asağı inerken icimde kotu bir his vardı. Aslında butun belirtiler beni bir saniyelinin5 gelisinden endiselenmeye yoneltiyordu. Kaptana korkularımdan bahsettim; ama soylediklerimi dikkate almadı ve yanıt vermeye tenezzul etmeden yanımdan ayrıldı. Ancak huzursuzluğum uyumama engel oldu ve gece yarısı civarında guverteye cıktım. -Ayağımı merdivenin en ust basamağına koyarken hızla donen bir değirmen carkınınkini andıran yuksek bir uğultuyla irkildim ve bunun ne anlama geldiğini kavrayamadan geminin her tarafının sarsılmaya basladığını fark ettim. Bir an sonra dev, kopuklu bir dalga bizi alabora etti, bastan kıca doğru hızla ilerleyerek butun guverteleri pruvadan pupaya yıkadı. O patlamanın asırı siddeti geminin kurtulmasını sağladı, iyice suyla dolmus olmasına karsın, direkleri yıkılıp yan tarafına dusmus olduğundan, bir dakika sonra denizden ağır ağır kalktı ve fırtınanın yoğun baskısı altında bir sure yalpaladıktan sonra nihayet doğruldu. Beni olmekten hangi mucizenin kurtardığını bilmek olanaksız. Suyun sokuyla sersemledikten sonra, kendime geldiğimde kı___________c direğiyle dumenin arasına sıkısmıs olduğumu fark ettim. Buyuk bir caba harcayarak ayağa kalktım ve gozum kararmıs bir halde etrafa bakınınca once buyuk dalgaların arasında olduğumuzu dusundum. Bizi yutmus olan dağ gibi ve kopuklu okyanusun girdabı hayal edilemeyecek kadar muthisti. Bir sure sonra, tam limandan ayrılırken gemiye binmis olan yaslı bir lsvecli'nin sesini isittim. Ona tum gucumle seslendim ve en sonunda sendeleyerek kıc tarafına geldi. Az sonra bizden baska kurtulan olmadığını fark ettik. Guvertede bulunan bizim dısımızdaki herkes


denize dusmustu. Kaptan ve yardımcıları uykularında olmus olmalıydı, cunku kamaralar suyla dolmustu. Yardım almadan geminin guvenliğine iliskin pek az sey yapabilirdik ve cabalarımız ilk baslarda anlık batma korkularının yol actığı donup kalmalarla kesintiye uğradı. Palamarımız kasırganın ilk soluğuyla paket ipi gibi kopmustu tabii, yoksa hemen ters donerdik. Denizin onunde korkutucu bir hızla gidiyorduk ve gemideki bircok yarıktan iceri sular akıyordu. Geminin kıcının iskeleti epey catlamıstı ve her acıdan buyuk darbeler almıstık; ama pompaların tıkanmamıs ve safraların fazla yer değistirmemis olduğunu gorunce buyuk bir sevince kapıldık. Fırtınanın ilk siddeti azalmıstı ve ruzgardan fazla bir tehlike beklemiyorduk; ama yılgınlık icinde tamamen durmasını umit ediyorduk. Denizin birazdan devasa bir sekilde kabaracağından, geminin su haliyle buna dayanamayacağından, kacınılmaz olarak oleceğimizden emindik. Ama bu oldukca yerinde kaygı kısa zamanda gerceğe donusmeyecekmis gibi gorunuyordu. Hantal gemi bes gun bes gece boyunca -bu sure icinde tek yiyeceğimiz bas kasarasından buyuk gucluklerle temin ettiğimiz az bir miktardaki hurma sekeriydi-, o samyelinin ilk siddetiyle boy olcusemese de o zamana dek gorduğum fırtınaların en siddetlisini teskil eden hızlı, pes pese esen ruzgarların onunde hesaplamalara meydan okuyan bir hızla uctu. ilk dort gun boyunca rotamız, kucuk değisikliklerle, G.D. ve G. yonundeydi; Yeni Hollanda'nın6 kıyı seridi boyunca ilerlemis olmalıyız. - Besinci gun hava iyice soğudu, ruzgarın daha kuzeyden esmeye baslamıs olmasına karsın. Gunes hastalıklı, san bir parıltıyla doğuyor ve ağır ağır ufkun birkac derece ustune cıkıyordu - net bir ısık yaymadan. - Gorunurde bulut yoktu, ama sid detini giderek artıran ruzgar kesik kesik ve duzensiz aralıklarla esiyordu. Tahminimize gore oğle vakti yine gunes dikkatimizi cekti. Adına yarasır bir ısık sacmıyordu. Donuk ve kursuni parıltısının yansıması yoktu, sanki tum ısınları kutuplanmıscasına. Kabarmıs denizde batmadan once ortasındaki ates birden sondu, sanki acıklanamayacak bir guc tarafından aceleyle sondurulmusce-sine. Dipsiz okyanusa gomulurken sonuk, gumusi bir halkadan ibaretti. Altıncı gunun gelmesini bosuna bekledik - o gun benim icin hala gelmis değil - Đsvecli icin de hic gelmedi. O vakitten sonra zifiri karanlığa gomulduk, oyle ki geminin yirmi adım otesini goremiyorduk. Sonsuz gece bizi kusatmayı surdurdu, denizin tropikal kusakta alıskın olduğumuz fosforlu parıltısının da faydası dokunmuyordu. Fırtınanın siddetinin azalmamıs olmasına karsın, daha onceki kopuklerden eser kalmadığını da fark ettik. Etrafımız dehsetle, yoğun bir loslukla ve kara, terletici, mat bir colle cevriliydi. -Yaslı Đsvecli'nin ruhuna yavasca batıl bir korku sızdı, benim ruhumaysa sessiz bir hayret duygusu hakimdi. Gemiyle ilgilenmeyi, bunun faydasız olmasının otesinde zararlı olduğunu dusunerek, bıraktık ve kendimizi olabildiğince sıkı sekilde mizana direğine bağlayıp, o okyanus dunyasına acı acı bakmaya basladık. Zamanın gecisini hesaplamamızın yolu yoktu, bulunduğumuz yer hakkında tahmin de yurutemiyorduk. Ama hicbir denizcinin gitmediği kadar guneyde bulunduğumuzun da farkındaydık ve karsımıza genelde rastlanılan buzdan engeller cıkmadığı icin hayretler icindeydik. Bu arada, her an son anımız olma tehdidini savuruyordu -her devasa dalga bizi yutmak icin acele ediyordu. Denizin boylesine kabarabileceğini hayal bile etmemistim ve sular altında kalmamamız bir mucizeydi. Arkadasım yukumuzun hafifliğinden bahsetti ve bana gemimizin mukemmel niteliklerini anımsattı. Ama umudun bile ne kadar umutsuzca olduğunu hissetmemek elde değildi ve, simsiyah azametli geminin kat ettiği her kilometreyle birlikte denizin kabarısı busbutun korkutucu oldukca, kendimi, gelisini hicbir seyin bir saatten fazla geciktiremeyeceğine inandığım olume karamsarlık icinde hazırlamaya basladım. Bazen albatrosların cıkamayacağı yuksekliklerde


havasız kalıyorduk -bazense havanın durgunlastığı ve deniz canavarlarının uykularını hicbir sesin bozmadığı sulu bir cehennemin icine inis hızımız basımızı donduruyordu. Bu ucurumlardan birinin dibindeyken arkadasımın attığı kısa, korkulu bir cığlık gecenin icinde yankılandı. "Bak! Bak!" diye haykırdı kulaklarımın dibinde, "Ulu Tanrım! Bak! Bak!" O konusurken, icinde bulunduğumuz engin kanyonun kenarlarından akan ve guvertemizi kesintili olarak aydınlatan donuk, kursuni-kırmızı bir ısığın farkına vardım. Gozlerimi yukarı kaldırınca gorduğum sahne kanımı dondurdu. Tam tepemizde, korkunc bir yukseklikte ve dik ucurumun tam kenarında, belki dort bin tonluk dev bir gemi duruyordu.7 Yuksekliğinin belki yuz katı bir dalganın zirvesinde durmasına karsın, gorunusteki boyutu yine de var olan herhangi Doğu Hint gemisininkini asıyordu. Dev govdesinin rengi koyu, kirli bir siyahtı. Ustunde gemilerde genelde rastlanan oymalardan yoktu. Acık lombarlarından tek bir pirinc top dizisi cıkıyordu ve bunların cilalı yuzeylerinden sarkan sayısız savas fenerinin alevi armasının etrafında bir ileriye bir geriye sallanıyordu. Ama ozellikle dehsete ve hayrete kapılmamıza sebep olan sey, geminin o doğaustu denizin ve o kontrolsuz kasırganın ortasında yelken acmıs olmasıydı. Onu ilk fark ettiğimizde yalnızca los, derin ve korkunc kanyonun kenarında inip kalkan pruvası gorunuyordu. Yoğun bir dehset anından sonra bas dondurucu zirvenin tepesinde durakladı, sanki kendi yuceliği ustune dusuncelere dalmıscasına, sonra da sallanıp yalpalamaya basladı ve -dustu. O anda ruhumu nasıl bir soğukkanlılığın birdenbire ele gecirdiğini bilmiyorum. Olabildiğince uzağa sendeleyerek gittikten sonra, yaklasan felaketi korkusuzca bekledim. Sonunda cabalamaktan vazgecmis olan gemimizin burnu batıyordu. Ustune dusen kitlenin soku, bunun sonucunda geminin sualtında olan kısmına indi ve ben kacınılmaz olarak, karsı konulmaz bir gucle yukarı, o yabancı geminin armasına fırladım. Ben duserken gemi yan yatıp doğruldu; ve tayfalar tarafından fark edilmememi de bunun yarattığı kargasaya bağlıyorum. Fazla zorlanmadan, yarı acık olan ana ambar ağzına vardım ve kısa surede geminin icinde saklanma fırsatını buldum. Niye bunu yaptığımı ben de bilmiyorum. Belki de gizlenmemin temel sebebi gemideki denizcileri gorunce hissettiğim tarifsiz, korkuyla karısık bir saskınlık duygusuydu. Kendimi ustunkoru bir bakısın sonucunda belirsizce yenilikleri, supheleri ve endiseleri boylesine cok acıdan uyandıran bir insan ırkına teslim etmek istemiyordum. Bu yuzden geminin icinde gizlenecek bir yer aramayı uygun buldum. Bunu yuk sandıklarının bir kısmının yerini geminin dev kalasları arasında kendime uygun bir saklanma yeri acacak kadar değistirerek yaptım. Đsimi yeni bitirmistim ki, ambardaki ayak sesleri saklanmamı gerektirdi. Bir adam saklanma yerimin yanından zayıf, kararsız adımlarla gecti. Yuzunu gore miyordum, ama genel gorunusunu inceleme fırsatı buldum. Oldukca yaslı ve hasta olduğu belliydi. Yılların ağırlığı dizlerini bukuyor ve tum bedenini titretiyordu. Kendi kendine, anlamadığım bir dilde, alcak bir sesle, kesik kesik mırıldanıyordu. Tuhaf aletlerden ve curumus deniz haritalarından olusan bir yığının ustune oturdu. Tavırları ikinci cocukluğun huysuzluğunun ve bir Tanrı'nın ağırbaslı vakarının tuhaf bir karısımıydı. Sonunda guverteye cıktı ve onu bir daha gormedim. Tarifsiz bir duygu ruhumu ele gecirdi -analize gecit vermeyen, gecmisin derslerinin karsısında yetersiz kaldığı ve geleceğin de bana anahtarını sunmayacağından korktuğum bir his. Benimki gibi bir zihin icin bu sonuncusu kotu bir dusunce. Dusuncelerimin doğasına iliskin olarak asla —biliyorum asla— tatmin


olmayacağım. Yine de bu dusuncelerin belirsiz olması sasırtıcı değil, cunku yepyeni kaynaklardan doğuyorlar. Ruhuma yeni bir duyum -yeni bir varlık ekleniyor. Bu korkunc geminin guvertesinde yurumeyeli epey zaman oldu ve sanırım kaderimin ısınları bir yerde odaklanmaya baslıyor. Anlasılmaz insanlar! Sezemediğim konulara iliskin derin dusuncelere dalmıs olarak yanımdan, beni fark etmeden geciyorlar. Saklanmam tam bir budalalıktı, cunku bu insanlar gormuyor. Daha simdi ikinci kaptanın gozlerinin onunden gectim -kısa sure once de kaptanın ozel kamarasına girmeye cesaret ettim ve bunları oradan aldıklarımla yazıyorum. Daha oncekileri de bu sayede yazmıstım. Arada sırada bu gunceye devam edeceğim. Evet, bunu dunyaya ulastırmanın bir yolunu bulamayabilirim, ama en azından bu cabayı gostereceğim. En sonunda bu yazdıklarımı bir siseye koyup denize atacağım. Bana uzerinde dusunecek yeni bir konu veren bir olay oldu. Boyle seyler kontrolsuz talihin isi mi? Guverteye cıkmıs ve hic dikkat cekmeden filikanın dibindeki bir ıskalarya ve eski yelken yığınının ustune atlamıstım. Yazgımın tuhaflığı ustune dusuncelere dalmısken bir katran fırcasını farkında olmadan, yanımdaki bir fıcının ustunde ozenle katlanmıs halde duran bir cunda yelkeninin kenarlarına surttum. Cunda yelkeni simdi geminin ustune eğilmis durumdaydı ve fırcanın rasgele dokunusları KESĐF sozcuğunu ortaya cıkardı. Son zamanlarda geminin yapısı ustune epey gozlemde bulundum, iyi silahlanmıs olsa da bir savas gemisi olduğunu sanmıyorum. Arması, yapısı ve genel donanımı bir savas gemisi olmadığını gosterir nitelikte. Ne olmadığını kolayca anlayabiliyorum - ne olduğunu soylemekse korkarım olanaksız. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama, o tuhaf modelini ve benzersiz direklerini, devasa boyutunu ve asırı genis yelkenlerini, son derece sade pruvasını ve kohne kıcını incelerken bazen zihnimde tanıdık seylerin parıltısı beliriyor ve bu belirsiz anı golgelerine hep eski tarihlerin ve asırlar oncesinin dile getirilemez anılan eslik ediyor. Geminin govdesine bakıyorum. Bilmediğim bir malzemeden yapılmıs. Tahtanın tuhaf bir niteliği bana bu tur islerde kullanılmaya uygun olmadığını dusunduruyor. Asırı derecede gozenekli olusundan bahsediyorum, ki bunun bu denizlerde yelken acmanın doğal bir sonucu olarak kurtlar tarafından yenmekle ya da eskimekten gelen curumuslukle ilgisi yok. Belki asırı meraklı birinin gozlemi gibi gelebilir, ama bu tahta, Đspanyol mesesinin her ozelliğini tasırdı, sayet Đspanyol mesesi doğa dısı bir yontemle sisirilebilmis olsaydı. Yukarıdaki cumleyi okurken, her turlu kotu hava sartına maruz kalmıs yaslı bir Hollandalı denizcinin tuhaf bir vecizesini anımsıyorum. "Bu," derdi, soylediklerinin doğruluğundan suphe edildiğinde, "geminin govdesini bir denizcinin canlı govdesi gibi buyuten bir denizin varlığı kadar gercek." Bir saat kadar once cesaretimi toplayıp kendimi tayfadan bir grup adamın onune attım. Bana hic ilgi gostermediler ve, tam ortalarında durmama karsın, varlığımın farkında değilmis gibi gorunduler. Ambardaki ilk gorduğum adam gibi bunlar da yaslılığın izlerini tasıyordu. Sacları kırdı, gucsuzlukten dizleri titriyordu; dermansızlıktan omuzları cokmustu; buzusmus derileri ruzgarda urperiyordu; sesleri alcak, titrek ve kesik kesikti; gozleri yılların salgılarıyla parıl diyordu; ve kır sacları fırtınada korkunc bir sekilde dalgalanıyordu. Cevrelerinde, guvertenin her yanma, son derece tuhaf ve artık kullanılmayan matematiksel aletler sacılıydı. Bir sure once cunda yelkeninin eğik olduğundan bahsetmistim. O zamandan beri ruzgarın icinde savrulan gemi, guneye doğru korkunc bir hızla ilerlemeyi surdurdu. Đcindeki her branda parcası direk sapkasından alt cunda yelkeni serenlerine dek katlanmıs durumda ve direklerinin tepelerini durmadan


bir insanın hayal edebileceği en dehset verici su cehennemine sokuyor. Guvertede ayakta durmanın olanaksız olduğunu fark edince oradan az once ayrıldım. Gerci tayfalar pek sıkıntı cekiyormus gibi gorunmuyor. Devasa gemimiE. A. Poe Butun Hikayeleri zin bir anda ve sonsuza dek deniz tarafından yutulmaması mucizelerin mucizesi gibi gorunuyor bana. Sonsuzluğun kenarında, ucuruma doğru son adımı atmadan surekli hareket etmeye mahkum edildiğimiz acıkca anlasılıyor. Gorduklerimden bin kat buyuk olan dalgaların onunde ok gibi ucan bir martının rahatlığıyla suzuluyoruz; ve devasa dalgalar tepemizde derinlerden gelen, ama sadece basit tehditler savurabilen ve yok etmeleri yasaklanan iblisler gibi yukseliyor. Bu sık tekrarlanan kurtulusları boyle bir etkiyi yaratabilecek tek bir doğal sebebe bağlıyorum. -Geminin guclu bir dalganın ya da siddetli bir ters dip akıntısının etkisinde olduğunu farzetmek zorundayım. Kaptan'ın karsısına cıktım, hem de kendi kamarasında -ama, beklediğim gibi, bana hic ilgi gostermedi. Gorunusunde dikkatsiz bir gozlemciye onun bir insandan fazlası ya da eksiği olduğunu gosterecek bir sey olmasa da - yine de ona karsı bir hayranlık duygusuyla karısık bastırılmaz bir husu ve saskınlık duyuyorum. Boyu neredeyse benimki kadar; yani 170 cm. Bicimli bir govdesi var, ama ne gurbuz, ne de celimsiz. Fakat yuzune hakim olan sey, ifadesinde ki tuhaflık -yaslılığın yoğun, muhtesem, heyecan verici kanıtı bu. Oyle mutlak, oyle uc noktada ki, icimde bir seyleri kımıldatıyor -tarifsiz bir duygu. Alnı, pek kırısık olmasa da, sanki uzun yılların damgasını tasıyor. -Kır sacları gecmisin tutanakları ve daha da gri olan gozleri geleceğin kehanetleri. Kamaranın dosemesi tuhaf, kalın, demir kopcalı folyolarla, paslanıp curuyen bilim aletleriyle ve artık kullanılmayan, unutulmus haritalarla kaplıydı. Basını eğip ellerinin arasına almıs, atesli huzursuz gozlerle, anladığım kadarıyla bir gorev mektubu olan ve her halukarda bir hukumdarın damgasını tasıyan bir mektubu okuyordu. Ambarda gorduğum o ilk denizci gibi, yabancı bir dilin alcak sesle soylenen hırcın heceleriyle kendi kendine bir seyler mırıldanıyordu ve yanı basımda olmasına karsın sesi sanki bana bir kilometre oteden geliyordu. Gemi ve icindeki her seyi yaslılığın ruhu burumus. Tayfa gecmise gomulu yuzyılların hayaletleri gibi one arkaya suzuluyor. Gozlerinde hevesli ve rahatsız bir ifade var; ve parmakları savas fenerlerinin vahsi ısığında bana dokununca icimi benzersiz bir his kaplıyor, her ne kadar yasamım boyunca antikacılık yapmıs ve Balbec, Tadmore ve Persepolis'teki yıkılmıs sutunların golgelerini, ruhum bir harabeye donusene dek icmis olsam da. Etrafıma bakınca ilk korkularımdan utanıyorum. Daha onceki fırtına beni tepeden tırnağa titrettiyse, ruzgarla okyanusun savası karsısında, ki kasırga ve samyeli gibi kelimeler hakkında bir fikir vermekte yetersiz kalır, dehsetle donakalmaz mıyım? Geminin civarı sonsuz gecenin karanlığıyla ve bir kopuksuz sular kesmekesiyle cevrili; ama her iki tarafımızda yaklasık birer fersahlık mesafede ara sıra hayal meyal, bos goğe evrenin surları gibi yukselen devasa buz duvarlar goruyorum. Dusunduğum gibi, geminin bir akıntıya kapıldığı ortaya cıktı; beyaz buzların arasında uluyarak ve cığlık atarak guneye doğru bir selalenin olanca hızıyla gurleyerek ilerleyen bir dalgaya bu isim verilebilirse tabii. Duyduğum dehseti tasavvur etmek olanaksız olsa gerek. Yine de bu korkunc bolgenin gizemlerini cozme merakı umutsuzluğuma dahi baskın cıkıyor ve beni olumun en iğrenc sekline bile razı ediyor. Heyecan verici bir bilgiye doğru hızla ilerlediğimiz acık - asla paylasılamayacak, ulasılması yok olmak demek olan bir gizeme. Belki de bu akıntı bizi guney kutbuna goturmektedir. Boylesine cılgınca gorunen bir varsayımın son derece muhtemel olduğunu itiraf


etmeliyim. Tayfa guverteyi huzursuz ve titrek adımlarla arsınlıyor; ama yuzlerinde umutsuzluğun verdiği kayıtsızlıktan cok, umudun canlılığı var. Bu arada ruzgar hala kıc tarafımızdan esiyor ve brandalarla yuklu olan gemi bazen denizin ustune fırlıyor. - Ah, dehsetlerin en fecisi! Buzlar birden sağa ve sola doğru acılıyor ve bas dondurucu bir hızla dev, esmerkezli cemberler cizerek duvarları karanlıkta ve uzaklıklardan kaybolan dev bir amfiteatrın cevresinde donuyoruz. Ama kaderim ustune dusunecek pek zamanım yok cemberler hızla kuculuyor - girdabın icine delice atılıyoruz - ve gemi okyanusla fırtınanın kukremeleri, boğurtuleri ve gurlemeleri arasında titriyor, ah Tanrım! Ve - asağı iniyor. NOT: "Sisede Bulunan Not" ilk olarak 1831'de [1833] basıldı ve Mercator'un haritalarım ancak yıllar sonra inceleyebildim. Bu haritalarda okyanus (kuzey) Kutup Girdabı'na doğru don aylık bir surede akan ve oradan yeryuzunun derinliklerine inen hızlı bir akıntı olarak betimleniyor. Kutbun kendisiyse muazzam bir yuksekliğe sahip siyah bir kaya olarak gosterilmis. 1833 Butun Hikayeleri Berenice Dicebant mihi sodales, si sepulchrum amicae visitarem, curas meas aliquantulum fore levatas. - IBNĐ ZEYYAT Izdırap turlu turludur. Yeryuzu zilleti cesit cesittir. Engin ufka gokkusağı gibi uzanırken, renkleri o kemerinki kadar cesitlidir, -onun kadar uzak, ama onun kadar da ic icedir. Engin ufka gokkusağı gibi uzanırken! Guzellikten bir tur sevimsizlik turetmeyi nasıl basardım -barıs anlasmasından bir keder benzetmesi cıkarmayı? Ama nasıl etikte kotu iyinin bir sonucuysa, yine aynı sekilde sevincten keder doğar. Ya gecmiste kalmıs mutlulukların anısı bugunun acısıdır, ya da var olan ızdıraplar kokenlerini var olmus olabilecek esrikliklerden alırlar. Vaftiz adım Egaeus; aileminkini soylemeyeceğim. Yine de bu topraklarda bana atalarımdan kalan kasvetli, gri malikanelerden daha eski ve gorkemli kuleler yoktur. Soyumuza onsezililer soyu denmistir; ve pek cok dikkat cekici ayrıntıda - aile konağının yapısında - ana salonun fresklerinde - yatak odalarının goblenlerinde - silah deposundaki bazı payandaların oymalarında - ama ozellikle de antika tablolarda - kutuphanenin insa tarzında - ve son olarak da, kutuphanedeki tuhaf kitaplarda bu inancı haklı kılacak gereğinden fazla kanıt var. Đlk yıllarıma iliskin anılarım hep o kutuphaneye ve icindeki kitaplara iliskin. Bu kitaplardan daha fazla bahsedeceğim. Annem burada oldu. Ben burada doğdum. Ama daha once yasamadığımı, ruhun daha once var olmadığını soylemek bos konusmaktan baska bir sey olmaz. Bunu red mi ediyorsunuz? Bu meseleyi tartısmayalım. Ben ikna olduğumdan, ikna etmek gibi bir arzum yok. Ancak semavi formları anımsıyorum - ruhani ve anlamlı gozleri - ahenkli, ama huzunlu sesleri. Gozardı edilemeyecek bir anımsama bu; golgeyi andıran bir anı, bulanık, değisken, belirsiz, sabitlikten uzak; ve aklımın gunesi var oldukca ondan kurtulmamın mumkun olmayısıyla da bir golgeyi andırıyor. O odada doğdum. Boylece yokluk gibi gorunen, ama yokluk olmayan o uzun geceden uyanıp kendimi bir anda bir periler ulkesinde - bir imgelem sarayında - kesisce dusuncelerin ve alimliğin vahsi topraklarında bulduğumda etrafıma saskın ve hevesli gozlerle bakmam - cocukluğumu kitaplarla gecirmem, gencliğimi hayallerle carcur etmem tuhaf değil; ama yıllar gectikce ve erkekliğin oğle vakti beni atalarımın konağında durağan halde bulduğunda yasamımın pınarlarına coken durgunluk tuhaftır -sasırtıcıdır-, en sıradan dusuncemin


bile tamamen tersine donuvermesi sasırtıcıdır. Dunyanın gercekleri bana hayaller, sadece hayaller gibi geliyordu. Dusler ulkesinin cılgınca fikirleriyse gundelik varolusumun malzemesine değil, tamamen ve yalnızca o varolusun kendisine donusmustu. Berenice'le ben kuzendik ve atalarımın malikanesinde birlikte buyuduk. Ama yetisme tarzımız farklıydı - ben sağlıksız, kederliydim - o cevik, zarif ve enerji doluydu; o tepelerde gezinirdi - ben revaklı avluda kitaplarıma gomulurdum - ben kendi kalbimin icinde yasardım ve bedensel - ruhsal acıdan en yoğun, acı verici, derin dusuncelerin bağımlısıydım - o yasamda yolundaki golgeleri ya da kuzgun kanatlı saatlerin sessiz ucusunu hic dusunmeden gezinirdi. Berenice! - Adını cağırıyorum - Berenice! Ve hafızamın kasvetli harabelerindeki binbir fırtınalı anı bu ses karsısında irkiliyor! Ah! Goruntusu onumde capcanlı duruyor, tıpkı gamsızlığının ve neseliliğinin ilk gunlerindeki gibi! Ah! Parıltılı, akıl almaz guzellik! Ah! Arnheim'ın calılıkları arasındaki hava perisi! Ah! Onun pınarlarındaki ırmak perisi! - Ve sonra - sonra her sey gizeme ve dehsete donusuyor, ve de anlatılmaması gereken bir oykuye. Hastalık olumcul bir hastalık- bedeni ustune samyeli gibi coktu ve değisim ruhu gozlerimin onunde onu pencesine aldı, zihnine, alıskanlıklarına nufuz etti, son derece girift ve korkunc bir sekilde, bedeninin seklini bile carpıttı! Ne yazık! Yok edici gelip gitti. Ya kurban - neredeydi? Onu tanımıyordum - ya da en azından Berenice olarak tanımıyordum. O olumcul ve siddetli hastalığın getirdiği - kuzenimin ahlaki ve fiziksel varlığını oylesine korkunc ve temel bir sekilde değistiren yan hastalıkların en rahatsız edici ve inatcı olanı sık sık bir transla son bulan bir tur saraydı - tam cozunmeyi cok andıran ve coğunlukla iyilesme bicimi urkutucu sekilde ani olan E. A. Poe Butun Hikayeleri bir transla. Bu arada benim kendi hastalığım -cunku ona baska bir ad vermemem gerektiği soylendi- benim hastalığım hızla kotulesti ve sonunda oldukca yeni ve sıradısı, monomanik bir niteliğe burundu. - Her an, her dakika siddetleniyordu - ve sonunda ustumde anlasılmaz bir hakimiyet kurdu. Bu monomani, eğer onu boyle adlandırmam gerekirse, zihnin metafizik biliminde ilgili ■ diye adlandırılan niteliklerinin tuhaf bir huzursuzluğundan ibaretti. Anlasılmıyor olmam buyuk bir olasılık; ama korkarım ki genel okurun zihninde benim durumumda dusunce guclerimi (teknik acıdan konusmuyorum) evrendeki en sıradan nesneler uzerine bile kendilerini yorup gomuldukleri odaklanmaya tesvik eden o sinirli ilgi yoğunluğu hakkında yeterli bir fikir olusturmam olanaksız. Sayfa kenarındaki onemsiz bir desen ya da bir kitabın tipografisi ustunde saatlerce, yorulmadan yoğunlasmak; bir yaz gununun coğunu goblenin ya da kapının ustune yan dusen tuhaf bir golgeye odaklanarak gecirmek; butun gece bir lambanın duzgun alevini ya da bir atesin korlarını seyretmek; gunlerin tamamını bir ciceğin tatlı kokusu ustune hulyalara dalarak gecirmek; sıradan bir sozcuğu, o ses nihayet surekli yinelenme sonucunda zihne hicbir anlam ifade etmez hale gelene dek tekrarlamak; bedeni uzun sure ve ısrarla hareketsiz bırakarak her turlu hareket ve fiziksel varolus duyumunu kaybetmek; -zihinsel yetilerimin durumunun yol actığı en sık rastlanan ve en az tehlikeli garip davranıslardan birkacı bunlardı iste. Benzeri gorulmemis olmasa da analiz ya da acıklama gibi seylere meydan okuyorlardı. Yine de yanlıs anlasılmamalıyım. -Doğası gereği onemsiz nesnelerin uyandırdığı bu asırı, yoğun ve hastalıklı dikkat, insanlarda, ozellikle de cok faal bir hayal gucune sahip olanlarda - cok sık rastlanan o derin dusuncelere dalma haliyle


karıstırılmamalı. Hatta ilk basta sanılabileceği gibi, bu yoğunluğun uc bir noktası ya da asın bir hali bile değildi; ozde ve temelde apayrı ve farklıydı. Birincisinde genelde onemsiz olmayan bir nesneye ilgi duyan duscu ya da hevesli kisi, bu nesneyi giderek, belli belirsiz bir cıkarımlar ve cağrısımlar bozkırında yitirir, ta ki en sonunda genellikle zevk dolu bir gunduz dusunun bitiminde derin dusuncelerine ilk yol acan seyin tamamen ortadan kaybolup unutulduğunu fark edene dek. Benim durumumda o ilk nesne her zaman onemsizdi, huzursuz gorusum aracılığıyla carpık ve gercekdısı bir onem kazansa da. Cok az cıkarım yapıyor, coğunlukla hic yapmıyordum; ve o az sayıdaki cıkarım da orijinal nesneye ısrarla, bir merkez olarak geri donuyordu. Bu derin dusunceler asla haz vermiyordu; ve hayaller bittiğinde, o ilk neden, gozden kaybolmak soyle dursun, hastalığın baslıca ozelliği olan, doğaustu denebilecek kadar yoğunlasmıs o ilgiyi uzerine cekmis oluyordu. Tek kelimeyle, zihnin bende faaliyet gosteren gucleri ilgili sınıfındandı, gunduz dusculerininkiyse spekulatif sınıfındandır. Bu donemde kitaplarım, hastalığı siddetlendirmediyseler bile, gorulecektir ki, buyuk olcude hayal gucune seslenen ve mantıkdısı doğalan yuzunden, hastalığın karakteristik niteliklerine hurunduler. Pek cok kitap arasında soylu italyan Coelius Secundus Curio'nun bilimsel incelemesi "de Amplitudine Beati Regni Dei”yi; Aziz Augustinus'un yuce eseri "Tanrı'nın Sehri'ni; ve Tertullian'ın, icinde haftalarca zahmetli ve verimsiz arastırmalarla aralıksız vaktimi alan su paradoksal cumlenin, "Mortus est Dei filius; credibile est quia ineptum est: Et sepultus resurrexit; certum est quia impossible est"in yer aldığı "de Carne Christisini oldukca iyi anımsıyorum. Boylece gorunuse gore dengesi yalnızca ufak tefek seyler tarafından sarsılan aklım Ptolemy Hephestion'un bahsettiği, insanların saldırılarına ve denizle ruzgarın daha da siddetli ofkesine ısrarla karsı koyan ve yalnızca Asphodel adlı ciceğin dokunusuyla titreyen o sarp okyanus kayalığına benziyordu. Ve dikkatsiz bir dusunure, Berenice'in talihsiz hastalığının kisilik yapısında yol actığı değisiklik mutlaka bana doğasını acıklamakta gucluk cektiğim o yoğun, anormal, derin dusuncelerin odağı olabilecek bircok konu teskil etmis gibi gelebilse de, durum hicbir surette boyle değildi. Dermansızlığının verdiği akıl sağlığıyla dolu aralarda gercekten de onun basına gelen felaket bana acı veriyordu ve onun o guzel, zarif yasamının tamamen mahvolması karsısında buyuk bir uzuntu duyarak sık sık ve acı acı, boyle tuhaf ve koklu bir değisikliğin nasıl ansızın meydana gelmis olabileceği ustune dusunuyordum. Ama bu dusunceler hastalığımın mizacından pay almıyordu ve benzer durumlarda insanlığın sıradan coğunluğunun genelde aklına gelecek seylerdi. Hastalığım kendi karakterine sadık kalarak Berenice'in fiziğindeki, daha az onemli, ama daha irkiltici değisimlerden zevk alıyordu - kisisel kimliğinin en iğrenc ve afallatıcı bir sekilde carpıtılmıs olmasından. Essiz guzelliğinin en parlak gunlerinde onu sevmemis olduğum kesindi. Varolusumun tuhaf anomalisi icinde hisler benim icin asla kalpten olmamıstı ve tutkularım hep zihne aitti. Sabahın erken saatlerinin losluğunda - oğle vaktinde ormanın bitki kafesli golgelerinin arasında - ve geceleyin kutuphanemin sessizliğinde gozlerimin onunden hızla geciverirdi ve onu yasayan, soluk alıp veren Berenice olarak değil, bir dusun Berenice'i olarak gorurdum - dunyaya ait, dunyevi bir varlık değil, bu varlığın soyut hali olarak - hayran kalınacak değil, analiz edilecek bir sey olarak - bir sevgi odağı olarak değil, en kavranması guc, ama amacsız spekulasyonların konusu olarak. Simdiyse - simdiyse onun yaranda titriyordum, o yaklasınca betim benzim atıyordu; yine de o duskun ve cokmus halinden acı acı esef duyarak onun beni uzun sure sevmis olduğunu aklıma getiriyordum ve, bir seytanlık anında, ona evlilikten bahsettim. Ve sonunda, duğun gunumuz yaklasırken, bir kıs oğle sonrasında -guzel


Halcyon'un10 dadısı olan o mevsimsiz sıcak, dingin ve sisli gunlerden birinde— kutuphanemin ic odasında oturuyordum (tek basıma olduğumu dusunerek). Ama gozlerimi kaldırınca Berenice'in onumde durmakta olduğunu gordum. Gorunusune boylesine bir belirsizliğin hakim olmasının sebebi benim kendi heyecanlanmıs hayal gucum muydu - atmosferin sisli etkisi mi - odanın belirsiz alacakaranlığı mı - yoksa arkasındaki perdeler mi? Bilemiyordum. Hic konusmuyordu, - ben de - dunyaları verseler tek kelime edemezdim. Buz gibi bir urperti butun bedenimde gezindi; dayanılmaz bir kaygıyla bunaldım; mahvedici bir merak ruhuma hakim oldu; ve koltuğumda geriye yaslanarak bir sure nefessiz ve hareketsiz kalıp gozlerim ona mıhlanmıscasına baktım. Yazık! Bir deri bir kemik kalmıstı ve vucut hatlarının tek bir cizgisinde bile onceki varlığından eser kalmamıstı. Yakıcı bakıslarım en sonunda yuzune cevrildi. Alnı acık ve cok solgundu - hic kırısmamıstı; ve eskiden simsiyah olan sacları kısmen alnını ortuyor ve cokmus yanaklarını simdi parlak san olan cok sayıda luleyle kapatıyordu. Fantastik nitelikleri, dıs gorunusune hakim olan melankoliyle tezat teskil ediyordu. Gozleri cansız ve sonuktu, gozbebekleri gorunmuyordu ve o camsı bakısları karsısında elimde olmadan koltuğumda buzulup, incecik olmus dudaklarını incelemeye basladım. Ayrıldılar; ve tuhaf bir anlam tasıyan bir gulumsemeyle, değismis Berenice'in disleri kendilerini yavasca bana sergiledi. Tanrım, keske onları hic gormeseydim, ya da gordukten sonra olseydim! Bir kapının kapanması benim dikkatimi dağıttı ve basımı kaldırıp baktığımda kuzenimin odadan ayrılmıs olduğunu gordum. Ama ne yazık ki beynimin dağınık odasından ayrılmamıstı ve o beyaz, korkunc dis tayfı bir turlu aklımdan cıkmıyordu. Uzerlerindeki tek bir leke - minelerindeki tek bir karaltı - kenarlarındaki tek bir kırık bile, gulumsemesi sırasında hafızama kazınmaktan geri durmamıstı. Onları simdi, o zamankinden bile daha net bir sekilde goruyordum. Disler! - Disler! - Orada, burada, her yerdeydiler, gozle gorulur, elle tutulur sekilde onumde duruyorlardı; uzun, dar ve asın beyazdılar. Solgun dudaklar etraflarında kıvranıyordu, sanki onların cıktığı o korkunc an tekrar yasanıyordu. Sonra monomanim gucunun doruğuna ulastı ve ben onun tuhaf ve karsı konulmaz etkisine karsı direnmek icin bosuna cabaladım. Dıs dunyanın coğaltılmıs nesneleri arasındayken dislerden baska sey dusunemiyordum. Onları delice arzuluyordum. Đlgim diğer butun meseleleri ve- ilgi alanlarımı gozardı edip disler ustunde yoğunlastı. Zihnimde sadece, sadece onları goruyordum ve ozgun bireysellikleri icinde zihinsel yasamımın ozune donustuler. Onlara her acıdan bakıyordum. Onlara her sekilde yaklasıyordum. Ozelliklerini inceliyordum. Tuhaflıkları ustunde duruyordum. Bakısımlı bicimlenislerine kafa yoruyordum. Doğalarındaki değisiklik uzerine uzun uzun dusunuyordum. Onlara hayal gucumde duyarlı ve canlı bir guc ve, dudakların yardımı olmadan bile, torel bir ifade yetisi atfederken urperiyordum. Mad'selle Salle hakkında ne guzel soylemisler "que tous ses pas etaient des sentiments" diye. Ben de Berenice hakkında daha ciddi bir sekilde que toutes ses dents etaient des idees'e inanıyordum. Des idees! - Ah, iste beni mahveden budalaca dusunce! Des idees! - Ah, onları iste bu yuzden oylesine cılgınca arzuluyordum! Huzuru, aklı ancak onlara sahip olmakla geri kazanabileceğimi hissediyordum. Aksam boyle coktu uzerime - sonra da karanlık geldi, oyalanıp gitti - sonra gun yeniden doğdu - ve simdi ikinci bir gecenin sisleri toplanıyordu - ve ben hala o tenha odada tek basıma oturuyordum; ve hala oturmus dusunuyordum ve dislerin hayali odanın değisen ısıkları ve golgeleri arasında en canlı ve iğrenc sekilde yuzerken hala korkunc nufuzunu koruyordu. Sonunda duslerimde korku ve dehsetle atılmısa benzeyen bir cığlık yankılandı; ve bir duraksamadan


sonra tedirgin insan sesleri ve bunlara kansan alcak sesli keder ya da acı iniltileri geldi. Koltuğumdan kalktım ve kutuphanenin kapılarından birini acınca karsıma cıkan bir hizmetci kadın bana gozyasları icinde Berenice'in - olduğunu soyledi. Sabahın erken saatlerinde sara nobetine tutulmustu ve simdi, gece cokerken, mezarı kiracısı icin hazırdı ve butun defin hazırlıkları tamamlanmıstı. Kendimi kutuphanede yine tek basıma oturur halde buldum. Sanki karmasık ve heyecan verici bir dusten yeni uyanmıstım. Vaktin simdi gece yarısı olduğunu biliyordum ve Berenice'in gunesin batısından beri toprağın altında olE. A. Poe duğunun pekala farkındaydım. Ama aradaki o kasvetli sure hakkında kesin en azından belirgin -bir fikrim yoktu. Yine de anısı korkuyla doluydu - belirsizliği yuzunden daha da korkunc olan korkuyla ve bulanıklığı yuzunden daha da dehsetli olan dehsetle. Bu varolusumun kayıt defterinde korkunc bir sayfaydı. Bastan sona bulanık, iğrenc ve anlasılmaz hatıralarla doluydu. Onları cozmeye bosuna cabaladım. Bu arada olmus birinin ruhu tarafından atılıyormusa benzeyen tiz ve keskin bir cığlık sık sık kulaklarımda cınlıyordu. Bir sey yapmıstım -neydi bu? Soruyu kendime yuksek sesle sordum ve odadaki fısıltılı yankılar bana karsılık verdi, "neydi bu?" Yanımdaki masada bir lamba yanıyordu ve onun yanında kucuk bir kutu duruyordu. Dikkat cekici bir ozelliği yoktu ve onu daha once defalarca gormustum, cunku aile doktorumuza aitti; ama oraya, masamın ustune nasıl gelmisti ve ona bakınca neden titriyordum? Bunların acıklaması yoktu ve en sonunda gozlerim bir kitabın acık bir sayfasına indi ve oradaki altı cizili bir cumleyi okudu. Sair Ibni Zeyyat'ın muhtesem, ama basit bir cumlesiydi bu, "Dicebant mihi sodales si sepulchrum amicae visitarem, curas meas aliquantulum fore levatas." Peki niye onu dikkatle okurken ensemdeki tuyler diken diken oluyor ve damarlarımdaki kan cekiliyordu? Kutuphanenin kapısına hafifce vuruldu ve bir mezar sakini kadar soluk yuzlu bir usak parmak uclarına basarak girdi. Adamın dehsete kapılmıs olduğu belliydi ve benimle titrek, boğuk, cok alcak bir sesle konustu. Ne dedi? Kopuk kopuk cumleler duydum. Gecenin sessizliğim bozan vahsi bir cığlıktan bahsediyordu - ev halkının bir araya toplanmasından - sesin geldiği yonde yapılan bir aramadan; - ve sonra bana acılmıs bir mezardan fısıltıyla bahsederken ses tonu urkutucu bir netlik kazandı - bir kefene sarılı, kanlar icindeki, ama hala nefes alan, kalbi hala atan, hala yasayan birinden bahsederken! Giysilerime isaret etti — camur ve pıhtılasmıs kanla kaplıydılar. Konusmadım ve usulcacık elimden tuttu; - elim tırnak izleriyle kaplıydı. Dikkatimi duvara dayalı bir nesneye yoneltti; - dakikalarca onu aradım; - bir kurekti bu. Bir cığlıkla masaya atılıp ustundeki kutuyu kaptım. Ama onu acamıyordum bir turlu; titreyen ellerimin arasından kayıp yere duserek buyuk bir gurultuyle paramparca oldu ve icinden cıkan bazı discilik aletleri takırdayarak yerde yuvarlandı. Bunların arasında dosemeye sacılan otuz iki kucuk, beyaz ve kemiğe benzeyen nesne de vardı. 1835 Morella (Αντο καθ αυτό μεθ αυτού, μονοειδεSαει oν) Kendisi, yalnızca kendisi, sonsuza dek BĐR ve tek. PLATON: Solen, [211, XXIX. ] Dostum Morella'ya karsı derin, ama son derece tuhaf bir sevgi duyuyordum. Yıllar once onun arkadas topluluğuna rastlantı eseri girmistim ve ilk tanısmamızdan itibaren ruhum daha once hic bilmediği alevlerle yanmaya baslamıstı; ama bunlar Eros'un alevleri değildi ve onların sıradısı anlamlarını hicbir


sekilde tanımlayamadığımı ya da belirsiz yoğunluklarını ayarlayamadığımı giderek kabullenmek ruhuma acı veren bir iskence olmustu. Yine de gorustuk; ve kader bizi kilisede birlestirdi. Ne sehvetten bahsettim, ne de askı dusundum. O ise kendini toplumdan soyutlayarak yalnızca bana bağlandı ve beni mutlu etti. Hayret etmek bir mutluluktur; -dus gormek bir mutluluktur. Morella'nın bilgisi derindi. Benim de olmayı umit ettiğim uzere, yetenekleri oldukca sıradısıydı -zihinsel gucleri muazzamdı. Bunu hissettim ve pek cok konuda oğrencisi oldum. Ancak kısa sure sonra, belki de aldığım Presburg eğitimi yuzunden, onume genelde erken donem Alman edebiyatının değersiz urunleri olarak gorulen o mistik yazılardan koymaya basladığını gordum. Bunların ustunde anlayamadığım bir sebepten dolayı surekli calısıyordu -ve zamanla benim de aynı seyi yapmaya baslamam, alıskanlıkların ve taklit etmenin basit ama etkili tesirine bağlanmalıdır. Butun bunların, eğer yanılmıyorsam, zihnimle pek ilgisi yoktu. Đnanclarım, eğer kendimi unutmadıysam, kesinlikle idealler ustune kurulu değildi ve eylemlerimde ya da dusuncelerimde, buyuk bir yanılgı icinde değilsem, okudu ğum mistik yazıların en kucuk bir izine bile rastlanmıyordu. Bundan emin olΕ. Α. Poe Butun Hikayeleri dugumdan esimin kılavuzluğuna teslim oldum ve onun calısmalarının ince ayrıntılarına sarsılmaz bir inancla girdim. Ve sonra - sonra, yasaklanmıs sayfaları dikkatle okurken yasaklanmıs bir ruhun icimde tutustuğunu hissettiğimde Morella soğuk elini benimkinin ustune koyup alcak sesle, olu bir felsefenin kullerinden, garip anlamlan hafızama dağlanmıs olan tuhaf sozcukler cıkarırdı. Sonra saatlerce yanında oyalanır, kendimi sesinin musikisine kaptırırdım ta ki ezgisi dehset dolu bir tonla alacalanana dek, - o zaman ruhumun uzerine bir golge dustu - betim benzim sarardı ve o dunyadısı tonlar icimi urpertti. Ve boylece nese birden solup korkuya donustu ve en guzel olan en iğrenc oldu, tıpkı Hinnon'un Ge-Henna'ya donusmesi gibi. Cok uzun bir sure boyunca Morella'yla aramdaki neredeyse tek konu olan, bahsettiğim o kitaplardan gelisen sohbetlerin iceriklerini tam olarak anlatmam gereksiz. Teolojik etik diye adlandırılabilecek sey konusunda bilgili olanlar onları hemen anlayacak, bilgisizler tarafındansa zaten hicbir sekilde anlasılmayacaklar. Fichte'nin14 vahsi Panteizmi; Pisagorcuların biraz değistirilmis Παλιγyevema'sı; ve hepsinden ote Schelling'in ısrarla ustunde durduğu kimlik doktrinleri hayal gucu kuvvetli Morella'nın en sevdiği tartısma konularıydı. Bence Bay Locke kisisel olarak nitelendirilen kimliğin mantıklı bir varlığın aklı basındalığında var olduğunu soylerken haklı. Ve kisiden mantık sahibi zeki bir ozu anladığımıza gore ve dusunceye eslik eden bir bilinc hep var olduğuna gore, hepimizi biz dediğimiz sey yapan da bu - bizi dusunen diğer varlıklardan ayıran ve bize kisisel kimliğimizi veren de. Ama principium individuationis - kimliğin olumle birlikte yok olup olmadığı fikri, benim icin - her zaman daha ilgi cekiciydi; kafa karıstırıcı ve heyecanlandırıcı sonuclarından cok Morella'nın onlardan bahsederkenki belirgin ve huzursuz tavrı yuzunden. Ama sonunda esimin tavrındaki gizemin beni sanki buyulenmiscesine sıktığı zaman gelip catmıstı. Artık solgun parmaklarının dokunusuna, ahenkli dilinin alcak tonlarına ya da melankolik gozlerinin parıltısına dayanamıyordum. Ve butun bunları bildiği halde beni azarlamıyordu. Zayıflığımın ya da budalalığımın farkında gibiydi ve gulumseyerek bunu kader olarak adlandırıyordu. Đlgimin giderek azalısının bile sebebinin, ben bilmezken, farkında gibiydi; ama bana bu konu hakkında hicbir ipucu vermiyordu. Yine de bir kadındı ve gunden gune sararıp soluyordu. Zamanla kırmızı benek yanağına tamamen yerlesti ve soluk alnındaki mavi damarlar goze carpmaya basladı. Bazen yumusayıp


ona acıyordum, ama sonra, anlamlı gozlerine bakınca ruhum bulanıyor ve korkunc, dipsiz bir ucuruma bakan bir adam gibi basım donuyordu. Oyleyse Morella'nın olum anını icten ve buyuk bir arzuyla beklediğimi soylememe gerek var mı? Evet, bekliyordum; ama narin ruhu kilden evine gunlerce tutundu - haftalarca ve usandırıcı aylar boyunca - ta ki acı duyan ceken sinirlerim zihnimi ele gecirene ve gecikme icimi ofkeyle doldurana ve, narin yasamı giderek solarken sanki uzayan, gunun olumu sırasında golgelerin uzaması gibi uzayan gunlere ve saatlere ve acı anlara bir seytanın kalbiyle lanet okuyana dek. Ama bir sonbahar aksamı, ruzgarlar hala gokyuzundeyken, Morella beni yatağına, yanı basına cağırdı. Toprağı donuk bir sis, suları sıcak bir parıltı kaplamıstı ve ormandaki gur Ekim yapraklarının ustune gokkubbeden bir ebemkusağının dustuğu kesindi. "Bugun en onemli gun," dedi, ben yaklasırken; "yasamak ya da olmek icin en onemli gun. Toprağın ve yasamın oğullan icin guzel bir gun -ah, goğun ve olumun kızları icin daha da guzel!" Alnını optum ve devam etti: "Oluyorum, ama yasayacağım." "Morella!" "Beni asla sevemedin, ama yasamda tiksindiğin kisiye olunce tapacaksın." "Morella!" "Yeniden soyleyeyim, oluyorum. Ama icimde bana, Morella'ya karsı hissetmis olduğun sefkatin -ah, ne kadar da azdı!- Bir isareti var. Ve ruhum ayrılınca cocuk yasayacak - senin ve benim cocuğumuz. Ama gunler kederli olacak - keder ki, izlenimlerin en kalıcı olanıdır, nasıl ki servi en dayanıklı ağacsa. Cunku mutlu gunlerin sona erdi; ve mutluluk hayatta iki kez elde edilmez, nasıl ki Paestum'un15 gulleri yılda iki kez toplanmazsa. Yani artık zamanla Teian'ı oynamayacak, mersinden ve asmadan habersiz olduğundan yeryuzunde kefenini sırtında tasıyacaksın, tıpkı Mekke'deki Muslumanlar gibi." "Morella!" diye haykırdım, "Morella! Bunu nereden biliyorsun?" -Ama yastıkta basını ote tarafa cevirdi ve hafifce titredikten sonra oldu ve sesini artık duymaz oldum. Yine de kehaneti gerceklesti ve cocuğu -onu olurken doğurmustu ve cocuk annesinin soluması kesilmeden nefes almaya baslamamıstı-, bir kız cocuğu hayata gozlerini actı. Fiziksel ve zihinsel acıdan tuhaf bir sekilde buyudu ve olmus annesinin tıpatıp aynısıydı. Onu mumkun olabileceğine inanmamıs olduE. A. Poe gum kadar buyuk bir sevgiyle, herkesten fazla seviyordum. Ama kısa sure sonra bu saf sevginin goğu karardı ve kasvet, dehset ve keder bulutları kapladı. Cocuğun fiziksel ve zihinsel olarak tuhaf bir sekilde buyuduğunu soylemistim. Bedeninin hızla buyumesi gercekten tuhaftı - ama zihinsel gelisimini izlerken kafama ususen fırtınalı dusunceler korkunctu. Ah! Korkunctu. Cocuğun fikirlerinde her gun bir yetiskinin guclerini ve bir kadının yeteneklerini kesfederken baska turlusu olabilir miydi zaten - deneyimin dersleri bir cocuğun dudaklarından dokulurken? Đri ve arastıran, parlak gozleri olgunluğun bilgeliği ya da tutkularıyla parlarken? Bunları fark ederek afalladığımda - gerceği artık ruhumdan gizleyemez ya da onu almak icin titreyen algılarımdan uzak tutamaz olunca - korkutucu ve heyecan verici suphelerin ruhuma suzulmesi ya da dusuncelerimin mezardaki Morella'nın cılgınca oykulerine ve heyecanlandırıcı teorilerine dehsetle geri donmesi sasırtıcı mı? Kaderin beni tapmaya ve evimdeki katı munzevi yasamında yaptığı her seyi acı verici bir huzursuzlukla izlemeye yonlendirdiği bir varlığı dunyanın gozlerinden sakladım.


Ve yıllar gectikce, ben her gun onun kutsal, uysal ve zarif yuzune bakıp olgunlasan fiziği ustune dusunurken, surekli annesine, melankolik ve muteveffa annesine benzeyen yeni yonlerini kesfediyordum. Ve bu benzerlik golgeleri her gecen saat daha da koyulastı, yoğunlastı, belirginlesti, daha sasırtıcı ve iğrenc, korkutucu oldu. Annesinin gulumseyisine sahip olmasına katlanabilirdim; ama tıpatıp aynı olması beni urpertiyordu - gozlerinin Morella'nınkilere benzemesine dayanabilirdim; ama ruhumun derinliklerine sık sık Morella'nın yoğun ve sasırtıcı ifadesiyle bakıyorlardı. Ve o yuksek alnın biciminde, ipeksi sacların lulelerinde, onların arasına gomulen solgun parmaklarda, konusmasındaki kederli muzikal tonda ve, hepsinden ote -ah, hepsinden ote- sevilen ve yasayan kisinin dudaklarından cıkan, bir oluye ait sozler ve anlatımlarda saplantılı dusuncelerin ve dehsetin - olmeyecek bir kurtcuğun besinini buluyordum. Boylece omrunun on yılı gecti ve kızım hala isimsizdi. "Cocuğum" ve "hayatım" genellikle bir baba sevgisinin kullanmaya yonelttiği sozcuklerdi ve gunlerinin katı inzivası diğer konusmalara engel oluyordu. Morella'nın adı kendisiyle birlikte olmustu. Kıza hic annesinden bahsetmemistim - bahsetmek olanaksızdı. Aslında kız kısa varolus suresi icinde dıs dunyadan, mahremiyetinin dar sınırlan icinde alabilecekleri dısında hicbir izlenim edinmemisti. Ama sonunda, sinirli ve huzursuzken, bir vaftiz toreninin beni kaderimin dehsetlerinden kurtarabileceği aklıma geldi. Ve vaftiz kurnasının onundeyken bir ad bulmakta duraksadım. Ve bekleyen dudaklarıma eski ve modern zamanların, kendiminkinden ya da yabancı ulkelerden, bilge ve guzel insanlarına ait, zarif, mutlu ve iyi kalplilere ait pek cok ad geldi. Beni yer altında yatan bir olunun anısını rahatsız etmeye iten ne oldu peki? Sadece anımsanısı bile mor kanı sakaklardan kalbe cekmeye yeten o sesi fısıltıyla soylemeye beni hangi seytan tesvik etti? Hangi iblis ruhumun gizli koselerinden konustu, ben o los geceneklerin arasında, gecenin sessizliğinde, rahibin duyabileceği sekilde o heceleri fısıldarken - Morella derken? Cocuğumun yuz hatlarını allak bullak eden, onları olumun renklerine buruyen, o neredeyse duyulmaz sesi isitince donuk gozlerini yerden goğe kaldırıp, atalarımızdan kalma kilisenin kara taslan arasında yere kapanarak karsılık vermesine sebep olan, iblislerden de guclu sey neydi? O birkac basit ses kulaklarımdan soğuk ve sakin bir belirginlikle girdi ve erimis sıcak kursun gibi tıslayarak beynime aktı. Yıllar - yıllar gecebilir, ama o donemin anısı - asla yitmeyecek! Ciceklerden ve asmadan habersiz değildim ama baldıran ve servi beni gece gunduz golgeler icinde yasatıyordu. Ve ne zamanın, ne de mekanın farkındaydım. Kaderimin yıldızları gokyuzunden silindi ve bu yuzden yeryuzu karanlığa gomuldu ve figurleri titresen golgeler gibi yanımdan gecip gitti ve onların arasından ben bir tekini gordum - Morella'yı. Gokkubbenin ruzgarları kulağıma tek bir ses fısıldıyordu ve denizin ustundeki dalgacıklar ilelebet mırıldanıyordu - Morella. Fakat o oldu; ve onu kendi ellerimle mezara goturdum; ve ikinci Morella'yı gomduğum mahzende birincisinden hicbir iz goremeyince uzun ve acı bir kahkaha attım. 1835 Butun Hikayeleri Bir Aslanın Hayatından Pasajlar (Aslanlasma) -Herkes dikildi, On ayak parmağının ucunda, cılgınca bir hayretle. PĐSKOPOS HALL, HĐCĐVLER Ben buyuk bir adamım -daha doğrusu oyleydim-; ancak ne Junius'un yazarıyım, ne de maskeli adamım; cunku benim adım, oyle inanıyorum ki, Robert Jones'tur ve Fum-Fudge sehrinde bir yerlerde doğdum.


Yasamımın ilk eylemi iki elimle birden burnumu kavrayısımdı. Annem bunu gordu ve bir dahi olduğumu soyledi; -babam sevinc gozyasları doktu ve bana Burunoloji uzerine bir risale armağan etti. Kitabı daha pantolon giymeye baslamadan yalayıp yuttum. Simdi, bu bilimde ilerlemeye baslamıstım; ve kısa sure sonra burnu yeterince goze batan bir adamın, yalnızca burnunun dikine giderek bir aslan olmaya hak kazanabileceğini anladım. Ancak ilgim yalnızca teorilerle sınırlı değildi. Her sabah burnumu birkac kez cekistiriyor ve yarım duzine kadar yutkunuyordum. Ergenliğe ulastığımda babam, gunun birinde calısma odasına gelmemi rica etti. "Oğlum," dedi, ikimiz de oturduktan sonra, "varolusunun temel amacı nedir?" "Baba," diye yanıtladım, "Burunoloji uzerine calısmaktır." "Peki oyleyse Robert," diye sordu, "nedir Burunoloji?" "Efendim," dedim, "burunların bilimidir." "Peki bir bumun anlamının ne olduğunu," diye devam etti, "soyleyebilir misin bana?" "Burun, babacığım," diye yanıtladım, epey yumusamıs olarak, "bin farklı yazar tarafından cesitli bicimlerde tanımlanmıstır." (Burada saatimi cıkardım.) "Simdi oğle vakti ya da o sıralar - gece yansından once hepsini tek tek ele almıs oluruz. Baslayalım o halde: - Burun, Bartholinus'a gore o cıkıntıdır - o yumrudur - o fazlalıktır - o -" - "Yeterli, Robert," diye sozumu kesti iyi yurekli yaslı centilmen. "Bilgilerinin fazlalığı karsısında yıldırım carpmısa dondum - gercekten - ruhum ustune yemin ederim." (Bu esnada gozlerini kapadı ve elini kalbinin ustune koydu.) "Buraya gel!" (Bu esnada beni kolumdan tuttu.) "Artık eğitiminin sonuna gelmis olduğun soylenebilir - basının caresine bakmanın vakti geldi de geciyor - ve yalnızca burnunun dikine gitmekten daha iyi bir sey yapamazsın - yani - yani - yani -" (burada beni tekmeleyerek merdivenlerden indirdi ve kapı dısarı etti.) - "yani evimden defol git, Tanrı seni korusun!" Đcimde tanrısal ilhamın o fısıltısını hissedince bu beklenmedik bahtsızlığın aslında epey hayrıma olduğuna karar verdim. Babamın oğudunu tutmayı aklıma koymustum. Burnumun dikine gitmekte kararlıydım. Burnumu hemen oracıkta bir iki kez cekistirdim ve ardından Burunoloji uzerine bir kitapcık yazdım. Tum Fum-Fudge ayaklanmıstı. "Sasırtıcı deha," dedi Quarterly. "Kusursuz fizyolog!" dedi Westminster. Zeki adam!" dedi Foreign. "iyi yazar!" dedi Edinburgh. "Derin dusunur!" dedi Dublin. "Buyuk adam!" dedi Bentley. "Yuce ruh," dedi Fraser. "Bizden biri!" dedi Blackwood. "Kim olabilir?" dedi Mrs. Bas-Bleu. "Ne olabilir?" dedi buyuk Miss Bas-Bleu. "Nerede olabilir?" dedi kucuk Miss Bas-Bleu. - Ama bu insanları hic onemsemedim - tek yaptığım bir ressamın dukkanına girmekti. Tanrı-Beni-Korusun Dusesi oturmus portresi icin poz veriyordu. Falan-Filan Markisi Duses'in kanisini tutuyordu; Su-Bu Kontu kadını nuktelerle eğlendiriyordu; ve Ekselansları Dokunma-Bana sandalyenin arkasına eğilmisti. Ressama yaklastım ve burnumu kaldırdım. "Ah, ne guzel," diye ic gecirdi Soylu Bayan.


"Olur sey değil!" diye peltek peltek konustu Marki. "Ah, sok edici!" diye inledi Kont. "Ah, tiksinc!" diye hırladı Ekselans. "Onun icin ne kadar istiyorsunuz?" diye sordu ressam. "Burnu icin!" diye haykırdı Soylu Bayan. "Bin paund," dedim oturarak. "Bin paund mu?" diye sordu ressam dusunceli dusunceli. "Bin paund," dedim. "Guzel!" dedi kendinden gecmiscesine. "Bin paund," dedim. "Garantisi var mı?" diye sordu, burnu ısığa doğru cevirerek. "Var," dedim, siddetle sumkurerek. "Epey orijinal bir sey mi?" diye sordu, burnuma derin bir saygıyla dokunarak. "Poh!" dedim, burnumu bir yana kıvırarak. "Hic kopyası alınmadı mı?" diye sordu, bir mikroskopla incelerken. "Hic alınmadı," dedim, burnumu yukarı kaldırarak. "Takdire sayan!” deyiverdi, hareketin guzelliği karsısında kendini tutamayarak. "Bin paund," dedim. "Bin paund mu?!" dedi. "Kesinlikle," dedim. "Bin paund mu" dedi. "Tam olarak," dedim. "Đstediğini alacaksın," dedi. "Ne virtu bir parca!" - Boylece bana hemen oracıkta bir cek yazdı ve burnumun bir eskizim cizdi. Jermyn Sokağı'nda bir yer tuttum ve Kralice Hazretlerine "Burunoloji"nin doksan dokuzuncu basımını, burnumun bir portresiyle birlikte gonderdim. Galler Prensi, o zavallı kucuk hovarda, beni aksam yemeğine davet etti. Hepimiz aslanlardık ve recherches idik. Modern bir Platoncu vardı. Porphyry'den, lamblicus'tan, Plotinus'tan, Proclus'tan, Hierocles'ten, Maximus Tyrius'tan ve Syrianus'tan alıntılar yaptı. Bir insani-yetkinlikci vardı. Turgot'dan, Price'tan, Priestley'den, Condorcet'ten, De Stael'den ve "Sağlığı Bozuk Hırslı Oğrenci"den alıntılar yaptı. Sor Pozitif Paradoks vardı. Tum budalaların felsefeci olduğunu ve tum felsefecilerin budala olduğunu gozlemlemisti. Sonra Aestheticus Ethix vardı. Atesten, birlikten ve atomlardan; ikiye bolunmus ve once-var olan ruhtan; benzesme ve uyumsuzluktan; ilkel zekadan ve homoomeria'dan soz etti. Theologos Theology vardı. Eusebius'tan ve Arianus'tan; sapkınlıktan ve Nice Dini Meclisi'nden; puseyicilikten ve birozculukten; Homoousios'tan ve Homoouiosios'tan bahsetti. Rocher de Cancale'dan Fricassee vardı. Kızıl dilli Muriton; veioute sauce'lu karnabahar; Aziz Menehoult tarzı dana eti; salamura d la Aziz Florentin; ve en mosaiques portakal joleleri ustune konustu. Bibilus O'Bumper vardı. Latour'a ve Markbrunen'e; Mousseuax ve Chambertin'e; Richebourg ve Aziz George'a; Haubrion, Leonville ve Medoc'a; Barac ve Preignac'a; Grave ve Aziz Peray'a değindi. Clos de Vougeot'ya kafasını salladı ve Seri ile Amontilado arasındaki farkı gozu kapalı anlattı. Floransah Senyor Tintontintino vardı. Cimabue'den, Arpino'dan, Carpaccio'dan ve Argostino'dan - Caravaggio'nun kasvetinden, Albano'nun hosluğundan, Titian'ın renklerinden, Rubens'in kadınlarından ve Jan Steen'in nuktelerinden dem vurdu. Fum-Fudge Universitesi Rektoru vardı. Ayın Trakya'da Bendis, Mısır'da Bubastis,


Roma'da Dian ve Yunanistan'da Artemis olarak adlandırıldığı gorusundeydi. Đstanbul'dan gelen bir padisah vardı. Meleklerin atlar, horozlar ve boğalar olduklarını; goğun altıncı katındaki birinin yetmis bin kafası olduğunu; ve dunyanın sayısız yesil boynuzu olan, gok mavisi bir inek tarafından tasındığını dusunmeden edemiyordu. Delphinus Polyglott vardı. Bizimle Aeschylus'un yitik seksen uc tragedyasına; Isaeus'un elli dort soylevine; Lysias'ın uc yuz doksan bir konusmasına; Theophrastus'un yuz seksen risalesine; Apollonius'un Konik Arakesitleri'nin sekizinci kitabına; Pindar'ın ilahilerine ve ditiramplarına; ve Homer Junior'ın kırk bes tragedyasına ne olduğu ustune konustu. Ferdinand Fitz-Fossillus Feltspar vardı. Bize dunyanın icindeki atesler ve ucuncu zamana ait olusumlar; gaz, sıvı ve katı haldeki maddeler; kuvars ve marn; sist ve siyah turmalin; jips ve trep; talk ve kalk; blent ve hornblent; mika arduvazı ve konglomera; siyanur ve lepidolit; hematit ve tremolit; antimon ve kalseduan; manganez ve daha bir suru sey ustune her seyi anlattı. Ben vardım. Ben kendimden bahsettim - kendimden, kendimden, kendimden - Burunoloji'den, kitapcığımdan ve kendimden. Burnumu havaya kaldırdım ve kendimden bahsettim. "Olağanustu akıllı adam!" dedi Prens. "Kusursuz!" dedi konuklan ve ertesi sabah Soylu Bayan Tanrı-Beni-Korusun beni ziyarete geldi. "Almack'ın yerine gelecek misin, tatlı sey?" dedi cenemin altına hafifce dokunarak. "Serefim ustune," dedim. "Burnunla birlikte mi?" diye sordu. "Yasadıkca," diye yanıtladım. "Oyleyse iste sana bir davetiye, sekerim, orada olacağını soyleyeyim mi?" "Sevgili Duses, tum kalbimle geleceğim." "Poh, hayır! -Tum burnunla gelecek misin?" "Her zerresiyle askım," dedim; boylece burnumu bir iki kez cekistirdim ve kendimi Almack'ın yerinde buldum. Đcerisi nefes alınmayacak kadar kalabalıktı. "Geliyor!" dedi biri merdivenden. "Geliyor!" dedi biri daha yukarıdan. "Geliyor!" dedi biri daha da yukarıdan. "Geldi!" diye haykırdı Duses. "Minik askım geldi!" -Ve beni iki eliyle sıkıca kavrayarak burnumdan uc kez optu. Belirgin bir heyecan dalgası bir anda ortalığa yayıldı. "Diavolo! diye bağırdı Kont Capricornutti. "Dios gitarda! diye mırıldandı Don Stiletto. "Mille tonnerres! dedi Grenouille Prensi. "Tausend teufel! diye homurdandı Bluddennuff Secmenler Kurulu Uyesi. Bu yenir yutulur sey değildi. Kızdım. Bluddennuffun ustune yurudum. "Bayım!" dedim ona, "siz bir Habes maymunusunuz." "Bayım!" diye karsılık verdi, bir duraksamadan sonra, "Donner und Blitzen! Ben de bunu istiyordum zaten. Birbirimize kartvizitlerimizi verdik. Ertesi sabah Kirectası Ciftliği'nde tabancayla burnunu ucurdum - sonra da arkadaslarımı buldum. “Bete!” dedi birincisi. "Salak!" dedi ikincisi. "Ahmak!" dedi ucuncusu. "Esek!" dedi dorduncusu. "Avanak!" dedi besincisi.


"Sersem!" dedi altıncısı. "Defol!" dedi yedincisi. Butun bu olanlar karsısında yerin dibine gecmistim, bu yuzden babama gittim. "Baba," diye sordum, "varolusumun temel amacı nedir?" "Oğlum," diye yanıtladı, "hala Burunoloji ustune calısmaktır; ama Secmenler Kurulu Uyesi'ni burnundan vurmakla hedefini sasırdın. Zarif bir burnun var, orası oyle; ama ona bakarsan Bluddennuffın hic burnu yok. Sen kınandın, o ise gunun kahramanı oldu. Kabul ediyorum, Fum-Fudge'da bir aslanın buyukluğu burnunun boyutlarıyla doğru orantılıdır - ama, Tanrı askına! Burnu olmayan bir aslanla kimse boy olcusemez." 1835 Bon-Bon Quand un bon vin meuble mon estomac, Je suis plus savant que BalzacPlus sage que Pibrac; Mon bras seul faisant l'attaque De la nation Cossaque, La mettroit au sac; De Charon je passerois le lac En dormant dans son bac; J'irois au fier Eac, Sans que mon coeur fit tic ni tac, Presenter du tabac. FRANSIZ VODVĐLĐ Pierre Bon-Bon'un sıradısı niteliklere sahip bir restaurateur olduğuna —'nin saltanatı sırasında Rouen'deki Le Febvre cıkmaz sokağında bulunan kucuk kafeye sık sık giden kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Pierre BonBon'un donemin felsefesinde aynı derecede yetenekli olduguysa bence daha da tartısılmaz bir meseledir. Pates a la foie'sı kuskusuz mukemmeldi: Ama hangi kalem sur la Nature makalelerinin, - sur l’Ame dusuncelerinin, - sur l'Esprit gozlemlerinin hakkını verebilir ki? Omletleri - fricandeaux'ları paha bicilmez idiyse, zamanının hangi litterateur'u geri kalan butun o savant'ların sacma sapan "Idee"lerine karsı bir "Idee de Bon-Bon'a iki mislini vermezdi? Bon-Bon baska kimsenin altını ustune getirmediği kutuphanelerin altını ustune getirmisti kimsenin hayal bile edemeyeceği kadar cok kitap okumustu - baska kimsenin anlamanın mumkun olabileceğini bile kavrayamayacağı kadar cok seyi anlamıstı. Yine de, unu yayılırken, Rouen'de "vecizelerinin ne Akademi'nin saflığıtu, ne de Edebiyat Derneği'nin derinliğini tasıdığını soyleyen yazarlar yok değildi - ama bence doktrinleri kesinlikle yaygın bir sekilde anlasılmıs değildi, ancak bu anlasılmalarının guc olması anlamına da gelmiyordu. Bence pek cok insanın onları anlasılması guc bulmasının sebebi kendi kendilerini kanıtlarcasına acık olmalarıydı. Kant temelde metafiziğini Bon-Bon'a -fakat bu isi daha ileriye goturmeyelim- Bon-Bon'a borcludur. Bon-Bon Platoncu değildi, Aristocu da sayılmazdı - ne de cağdas Leibnitz gibi, bir fricassee'nin veya facili gradu'nun icadına, bir duyum analizine ayırılabilecek o değerli saatleri, etik tartısmanın inatcı yağlarıyla sularını uzlastırmaya yonelik bos cabalarla harcamıstır. Bon-Bon Đyonik'ti - Bon-Bon aynı olcude ltalik'ti de. A priori akıl yuruturdu. -Aposteriori de akıl yuruturdu. Fikirleri doğustandı -veya tam tersi. Trabzonlu George'a inanıyordu - Bossarion'a inanıyordu. Bon-Bon aynı zamanda kesin olarak bir - Bon-Boncuydu. Filozofun bir restaurateur olarak kapasitesinden bahsettim. Ancak hicbir dostumun, kahramanımızın bu ailevi gorevini yerine getirirken onların saygınlığından


ya da oneminden habersiz olduğunu dusunmesini istemem. Tam tersine. Mesleğinin hangi dalından daha fazla gurur duyduğunu anlamak olanaksızdı. Zihin guclerinin midenin yapabildikleriyle yakından iliskisi olduğuna inanıyordu. Ruhun karında bulunduğuna inanan Cinliler'e bu konuda fazla karsı cıktığını sanmıyorum. Her halukarda zihin ve diyafram icin aynı sozcuğu kullanan Yunanlıların haklı olduğunu dusunuyordu/2 Bununla metafizikci-ye bir oburluk suclaması ya da daha ciddi bir baska suclama atfetmek istemem. Pierre Bon-Bon'un kusurları vardıysa - hangi buyuk adamın bin kusuru yoktur ki? - Diyorum ki, Pierre Bon-Bon'un kusurları vardıysa bile, bunlar cok onemsiz kusurlardı - hatta baska mizaclarda coğunlukla erdem olarak gorulen hatalardı. Bu zaaflardan birinden, yalnızca genel karakterinde on plana cıkan - alto rilievosundan5' - kayda değer dikkat cekiciliği yuzunden bahsetmek isterim. - Pazarlık yapma fırsatını asla kacırmazdı. Para canlısı olduğundan değil - hayır. Pazarlığın kendi lehine sonuclanması filozofun tatmin olması icin kesinlikle sart değildi. Bir ticaret yapılabilmisse herhangi bir turden, herhangi kosullarda ve herhangi bir durumda- yuzunun daha sonra gunlerce zafer dolu bir gulumsemeyle ısıl ısıl aydınlandığı ve zekasının kanıtı olarak bilgicce goz kırptığı gorulurdu. Bahsettiğim turden bir mizac hangi cağda dikkat cekse ve yorumlara yol acsa, sasırtıcı olmazdı. Anlatımızın cağında ise bu ozelliği dikkat cekmese asıl buna sasmak gerekirdi. Kısa surede bu turden tum olaylarda Bon-Bon'un gulumsemesinin kendi sakalarına gulerken ya da bir arkadasını selamlarkenki sırıtısından cok daha farklı olduğu duyumu yayıldı. Heyecan verici bir kisiliğin ipucları bırakılmıstı; aceleyle yapılan ve sonra uzun uzun pismanlığı duyulan cok tehlikeli pazarlıkların oykuleri anlatıldı; ve seytanın, o her kotuluğun yazarının kendi akıllıca amacları icin acıklanamaz yetenekler, belirsiz ozlemler ve doğal olmayan eğilimler asıladığına dair ornekler verildi. Filozofun baska zayıflıkları da vardı - ama bunlar ciddi bir sekilde incelenmeye değmez. Orneğin ickiye eğilim gostermeyen derin insanların sayısı pek azdır. Bu eğilimin boyle bir derinliğin heyecan verici nedeni mi, yoksa acık kanıtı mı olduğu tartısma konusudur. Bon-Bon, oğrenebildiğim kadarıyla, bu konuyu hassas bir incelemeye uygun gormemisti; - ben de gormuyorum. Yine de boylesine gercekten klasik bir eğilime zaafı olan restaurateurun hem makalelerini, hem de omletlerini aynı anda karakterize etmis olan o sezgisel ayırt etme yetisini yitirdiği dusunulmesin. Đnzivalarında Vin de Bourgogne'nin ayrı bir zamanı, Cotes du Rhone'un ayrı uygun anları vardı. Ona gore Catullus Homer icin neyse Sauterne de Medoc icin oydu. St. Peray yudumlarken bir tasımla eğlenir, ama Clos de Vougeot icerken tartısma cıkarır ve Chambertin'i fazla kacırınca bir teoriyi curutuverirdi. Bu cabuk uygunluk anlayısı kendisine daha once bahsettiğim ticaret eğiliminde de eslik etse cok iyi olacaktı - ama durum kesinlikle boyle değildi. Aslında, gerceği soylemek gerekirse, felsefeci BonBon'un zihninin bu ozelliği sonunda tuhaf bir yoğunluk ve mistisizm kisiliği kazandı ve kendisinin en gozde Alman incelemelerinin diableriesi ona derinden islemis gorundu. Oykumuzun gectiği cağda Le Febvre cıkmazındaki kucuk Cafe'ye girmek bir dahinin ozel odasına girmek demekti. Bon-Bon bir dahiydi. Rouen'de BonBon'un bir dahi olmadığını soyleyecek tek bir sous-cuisinier bile bulamazdınız. Bunu kedisi bile biliyor ve dahinin huzurunda kuyruğunu sallamaktan kendisini alıkoyuyordu, iri kopeği bu gerceği biliyor ve sahibine yaklasırken hissettiği asağılık duygusunu saygılı tavırlar sergileyerek, kulaklarını indirerek ve bir kopek icin uygunsuz denemeyecek bir sekilde alt cenesini sarkıtarak ele veriyordu. Ancak su da bir gercek ki, bu mutat saygının coğu metafizikcinin fiziksel


gorunusune yorulabilirdi. Sunu soylemeliyim ki, belirgin bir dıssal irade bir hayvan ustunde bile etkisini gosterir; ve restaurateur’un dıs gorunusundeki pek cok seyin dortayaklıların imgelemini etkileyecek sekilde hesaplanmıs olduğunu kabul etmeye hazırım. Ufak tefek olan buyuk adamların - boyle iki anlamlı bir ifade kullanmama izin verilirse - tuhaf, gorkemli bir havası vardır ki bunu salt cusse tek basına kesinlikle basaramaz. Ancak Bon-Bon yalnızca bir metre boyunda ve minicik bir basa sahip idiyse de, gobeğinin siskinliğim neredeyse yuceliğe yaklasan bir ihtisam duygusuyla izlememek olanaksızdı. Boyutlarından hem insanlar, hem de kopekler kazanımlarının bir orneğini goruyor olmalıydı - gobeği buyukluğuyle olumsuz ruhu icin uygun bir yuvaydı. Burada -istesem- metafizikcinin giysileri ve dıs gorunusune iliskin diğer onemsiz ayrıntılar uzerinde durabilirdim. Kahramanımızın sacının kısa olduğuna, taranıp alnının ustune yapıstırıldığına ve ustunde koni seklindeki beyaz, puskullu bir kepin bulunduğuna değinebilirdim - dar ve kısa, bezelye yesili ceketinin o zamanki sıradan restaurateurler arasında moda olmadığını - yenlerin zamanın modasına gore fazla buyuk olduğunu - kıvırdığı mansetlerinin o barbar cağda alısıldığı gibi giysiyle aynı kalite ve renkteki kumastan değil, daha suslu bir sekilde Cenova'nın alaca kadifesinden yapıldığını - terliklerinin parlak mor renkte ve tuhaf bicimde olduğunu ve zarif ucları ve kenarlarıyla nakıslarının acık parlak renkleri olmasa Japon yapımı sanılabileceğini - pantolonunun aimable adı verilen, satene benzeyen san bir kumastan yapıldığını - bir sabahlığı andıran ve kızıl armalarla bezeli gok mavisi pelerininin omuzlarının ustunde sabah sisi gibi kibirle dalgalandığını - ve genel gorunusunun Benevenutay'ı, Floransalı kadın doğaclamacıyı, "Pierre Bon-Bon'un bir cennet kusu mu, yoksa kusursuz bir cennet mi olduğunu anlamanın guc olduğu"nu soylemeye ittiğini - dediğim gibi, istesem butun bu noktaları uzun uzadıya acabilirdim; - ama bunu yapmayacağım: - Salt kisisel ayrıntılar tarihsel romancılara bırakılabilir; - onlar gerceğin ahlaki boyutunun altındalar. "Le Febvre sokağındaki Cafe'ye girmek bir dahinin ozel odasına girmek demekti," demistim - ama o sıralar bir ozel odanın değerini ancak bir dahi bilebilirdi. Girise levha niyetine buyuk bir kitap asılmıstı ve sallanmaktaydı. Cildin bir yuzune bir sise resmi cizilmisti; diğerinde bir pate vardı. Sırtında secilebilir iri harflerle Oeuvres de Bon-Bon yazılıydı. Boylece dukkan sahibinin iki uğrası zarifce sergilenmis oluyordu. Esikten gecince binanın ici tamamen gozler onune seriliyordu. Aslında Cafe'nin sunabildiği tum mekan uzun, basık tavanlı, antika tarzda dosenmis bir odadan ibaretti. Odanın bir kosesinde metafizikcinin yatağı durmaktaydı. Perdeler ve bir Yunan sayvanı ona hem klasik, hem de rahat bir hava veriyordu. Karsı kosede mutfak gerecleri ve bibliotheque durmaktaydı. Rafta bir tabak polemik sakince duruyordu. Son etiklerle dolu bir fırın - on iki yaprak formalı melangelarla dolu bir tencere vardı. Izgara, ustundeki Alman etiğine dair kitaplarla icli dıslıydı - Eusebius'un yanında bir catal gorulebilirdi - Platon rahatca tavanın icine kurulmustu - ve sislere cağdas elyazmaları gecirilmisti. Cafe de Bon-Bon'un diğer acılardan cağın sıradan restoranlarından pek farklı olmadığı soylenebilir. Kapının karsısında buyuk bir ocak vardı. Ocağın sağındaki acık bir dolap sıra sıra dizilmis cok sayıda etiketli siseyi sergilemekteydi. Pierre Bon-Bon iste burada,-------'in sert kısında, bir gece yaklasık on iki ci varında, komsularının kendisinin tuhaf eğilimleri ustune soylediklerini bir su re dinledikten - onları kapı dısarı ettikten, kufrederek kapıyı uzerlerine kilit ledikten sonra sakinlikten uzak bir ruh haliyle deri kaplı bir koltuğa, harıl ha ni yanan bir calı cırpı atesinin karsısına oturmustu. Yuzyılda bir ya da iki kez yasanan o korkunc gecelerden biriydi. Yoğun bir


kar yağısı vardı ve ev, duvarlardaki yarıklardan ve bacadan hızla girip filozofun yatağının perdelerini berbat bir sekilde sallayan ve pate tencereleriyle kağıtların duzenini bozan siddetli ruzgar akınlarıyla temellerinden sarsılmaktaydı. Dısarıda asılı duran buyuk kitap tabelası fırtınanın siddetine maruz kaldığından korkunc bir sekilde gıcırdıyor, ağır mese payandaları inildiyordu. Dediğim gibi, metafizikci koltuğunu ocağın yanındaki alısılmıs yerine cekerken sakin değildi. Gun boyunca meydana gelmis pek cok kafa karıstırıcı olay dusuncelerinin dinginliğini bozmustu. Des oeufs a la Princesse yapmaya calısırken ne yazık ki bir omelette a la Reine yapmıstı; bir etik ilkesinin kesfi bir yahni tenceresinin devrilmesiyle engellenmisti; ve son olarak, basarıyla sonuclandırmaktan oylesine haz duyduğu o takdir edilesi pazarlıklardan birinde kazıklanmıstı. Ama zihni bu acıklamasız, beklenmedik olaylar karsısında sinirlenirken, fırtınalı bir gecenin yol acacağı sinirli kaygı da isin icine girmese olmazdı. Islık calarak onceden bahsettiğimiz en yakını olan iri siyah kopeği cağırırken ve huzursuzluk icinde koltuğuna otururken elinde olmadan odanın, amansız golgelerini kızıl ocak ısığının bile ancak kısmen yenebildiği uzak kısımlarına bezgin ve rahatsız gozlerle baktı. Amacını herhalde kendisinin de bilmediği bir incelemeyi tamamladıktan sonra, koltuğunun yanına kitaplar ve kağıtlarla dolu bir sehpayı cekti ve kısa sure sonra ertesi gun basılacak olan kalın bir elyazması taslağın son okumasını yapmaya koyuldu. Birkac dakika boyle uğrasırken odada ansızın "Acelem yok, Mosyo BonBon," diye fısıldayan tiz bir ses duyuldu. "Kor seytan!" dedi kahramanımız, ayağa fırlayıp yanındaki sehpayı devirirken ve etrafına saskın saskın bakarken. "Cok doğru," diye sakince yanıtladı ses. "Cok doğru! - Cok doğru olan ne? - Buraya nasıl girdin?" diye haykırdı metafizikci, yatağına boylu boyunca uzanmıs seyi fark ederken. "Diyordum ki," dedi davetsiz konuk, sorulara cevap vermeden, "diyordum ki bol bol vaktim var - acelem yok - kısacası Acımlama'nı bitirmeni bekleyebilirim." "Acımlamam! - Ama! - Nereden biliyorsun? - Bir acımlama yazdığımı nereden anladın? - Ulu Tanrım!" "Sstt!" diye yanıtladı karaltı tiz bir fısıltıyla; ve yataktan hızla kalkarak kahramanımıza doğru tek bir adım attı. Tavandan sarkan demir bir lamba o yaklasırken sarsılarak geriye doğru sallandı. Filozofun saskınlığı yabancının giysilerini ve gorunusunu dikkatle incelemesini engellemedi. Son derece zayıf, ama ortalamadan cok daha uzun bir figurun ana hatları, ustune sımsıkı oturan, ama bir onceki yuzyılın modasına gore kesilmis, siyah bir kumastan yapılma, solmus bir takım tarafından iyice belirginlestirilmisti. Bu giysilerin simdiki sahiplerinden cok daha kısa birine gore dikilmis olduğu acıktı. El ve ayak bileklerinin uc bes santimi acıktaydı. Ancak ayakkabılarının cok parlak tokaları kıyafetinin diğer kısımlarının uyandırdığı asırı yoksulluk izleniminin bir yalan olduğunu ele veriyordu. Bası acık ve tamamen keldi, uzunca bir kuyruk cıkan arka tarafı dısında. Yan camlan olan yesil bir gozluk gozlerini hem ısıktan koruyor, hem de kahramanımızı gozlerin renklerini ya da sekillerini secmekten alıkoyuyordu. Ustunde bir gomlekten eser yoktu; ama kirli gorunuslu bir kravat boynuna buyuk bir ozenle bağlanmıstı ve resmi bir sekilde yan yana sarkan ucları (her ne kadar "mantıksız bicimde" diyebilecek olsam da) insanda karsısında bir rahip olduğu izlenimini uyandırıyordu. Gercekten de hem gorunusundeki, hem de tavırlarındaki pek cok diğer nokta bu izlenimi uyandırabilirdi. Sol kulağının ustunde, modern bir katibin havasıyla eskilerin kağıt delme iğnesini andıran bir alet tasıyordu. Ceketinin goğus ceplerinden birinde, celik kopcalarla tutturulmus kucuk, siyah bir kitap goze carpıyordu.


Bu kitap, bilincli ya da bilincsiz olarak oyle diklemesine konulmustu ki, sırtındaki beyaz "Rituel Catholique" yazısı okunuyordu. Fizyolojisinin tamamı tuhaf bir sekilde, somurtkan biri olduğu izlenimini veriyordu - hatta bir kadavra kadar beyaz olduğu soylenebilirdi. Alnı genisti ve derin dusunmekten ileri gelen kırısıklıklarla kaplıydı. Ağzının kenarları son derece teslimiyetci bir alcakgonulluluk ifadesiyle asağı inikti. Kahramanımıza doğru yururken ellerini de birlestirmisti - derin bir ic gecirme - ve oyle kutsal bir havaya burunmustu ki, kesinlikle etkileyiciydi. Metafizikcinin yuzundeki tum ofke belirtileri kayboldu ve, ziyaretcisini incelemeyi tamamlayıp tatmin olduktan sonra, cana yakın bir havayla elini sıktı ve bir koltuğa oturttu. Ancak filozoftaki bu ani his değisimini doğal olarak etkili olabileceği dusunulen nedenlerde aramak kokten yanlıs olur. Aslında Pierre Bon-Bon, karakterinden anlayabildiğim kadarıyla, dıssal tavırların yapmacıklığından etkilenecek en son insandı. Đnsanları ve nesneleri boylesine iyi gozlemleyen birinin konukseverliğini kotuye kullanmıs olan kisinin gercek karakterini hemen gorememis olması olanaksızdı. Hic yoksa, ziyaretcisinin ayaklarının sekli tuhaftı - basında hafifce, cok uzun bir sapka tasıyordu - pantolonunun arkasında titrek bir kabarıklık vardı - ve ceket kuyruğunun da oynayıp durduğu bir gercekti. O halde kahramanımızın kendisini o ana kadar en az saygı duyduğu sahsın karsısında bulunca hissettiği tatmin duygusunu hayal edin. Ancak neler olup bittiğine iliskin suphelerinin bir belirtisini dısa vurmayacak kadar diplomattı. Beklenmedik bir sekilde yasadığı bu buyuk onurun bilincinde olduğunu belli etmek onun yapacağı is değildi. Konuğunu konusturmak, ondan kitabında yer alırsa hem insanlığı aydınlatabilecek, hem de kendisini olumsuzluğe kavusturacak onemli etik bilgiler almak daha uygundu - ziyaretcisinin ileri yasının ve etik bilimindeki meshur yetkinliğinin onun bu fikirlere sahip bulunduğunu acıkca kanıtladığını da eklemeliyim. Kahramanımız bu aydınlanmıs bakısla karsısındaki centilmeni oturttu, sonra atese cabucak biraz calı cırpı atıp sehpayı tekrar doğrulttuktan sonra ustune birkac sise Mousseux koydu. Bu isleri cabucak hallettikten sonra koltuğunu yabancının karsısına cekti ve diğerinin sohbete baslamasını beklemeye koyuldu. Ama en becerikli ve olgun kisilerin planlan bile coğunlukla uygulanmalarının baslangıcında ters gider ve restaurateur de ziyaretcisinin konusmasının baslangıcının kendisini sasırttığını gordu. "Beni tanıdığını goruyorum, Bon-Bon," dedi: "HA! HA! HA! - HE! HE! HE! - HI! HI! HI! - HO! HO! HO! - HU! HU! HU!" - Ve seytan, bir anda tavırlarının kutsallığını bir kenara bırakarak ağzını kulaklarına kadar actı ve sivri, keskin dislerini gosterdi. Sonra da uzun, yuksek, kotuluk dolu bir kahkaha attı. Bu arada arka ayaklan ustunde comelen siyah kopek de gur sesiyle koroya katıldı ve tekir kedi kacıp odanın en uzak kosesine giderek sırtını kabarttı ve cığlık attı. Felsefeci ikisini de yapmadı. Bir kopek gibi gulmeyecek ya da bir kedi gibi cığlık atıp munasebetsiz korkusunu ele vermeyecek kadar gormus gecirmis biriydi. Ziyaretcisinin cebindeki kitabın sırtındaki "Rituel Cathotique" yazısını olusturan beyaz harflerin renk ve mana değisikliğine uğradığını ve birkac saniye sonra ilk baslığın yerini parlak kırmızı harflerle yazılmıs Regitre des Condamnes yazısının aldığını gorunce biraz sasırdığını itiraf etmeliyim. Bu hayret verici değisim, Bon-Bon'un ziyaretcisine yanıt verirken farklı bir durumda muhtemelen hissedilmeyecek olan bir cekingenlik havası sergilemesine yol actı. "Bayım," dedi filozof, "bayım, acık konusmak gerekirse - sanırım siz - inanın ki - en - yani demek istediğim bence - inanıyorum ki - bu buyuk onura dair - cok - cok kucuk bir fikir sahibiyim -"


"Oh! - Ah! - Evet! - Cok guzel!" diye sozunu kesti Majesteleri; "Yeter, daha fazla konusma - her seyi goruyorum." Ve sonra yesil gozluğunu cıkarttı ve camlarını ceketinin koluyla ozenle sildikten sonra cebine koydu. Bon-Bon kitap olayından hayrete dusmusse, simdi karsısındaki goruntu iyice sasırmasına yol acmıstı. Ziyaretcisinin gozlerinin rengini belirlemek icin buyuk bir merak duygusuyla bakıslarını kaldırınca onların beklediği gibi siyah olmadığını gordu - sanılabilecegi gibi gri de değillerdi - ela ya da mavi de değillerdi - sarı ya da kırmızı da değillerdi - mor da değillerdi - beyaz da değillerdi - yesil de değillerdi - yukarıdaki gokte, asağıdaki yeryuzunde ya da denizlerde bulunan herhangi bir renge de sahip değillerdi. Kısacası Pierre BonBon yalnızca Majesteleri'nin gozsuz olduğunu apacık gormekle kalmadı, bir zamanlar gozlere sahip bulunduğuna iliskin bir belirtiye de rastlayamadı; cunku normalde gozlerin olması gereken yerde yalnızca cansız bir et tabakası varBoylesine tuhaf bir fenomenin kokenlerini arastırmamak metafizikcinin doğasına aykırıydı. Majestelerinin yanıtı hızlı, vakurca ve tatmin ediciydi. "Gozler! Sevgili Bon-Bon! Gozler mi dedin! - Oh! Ah! - Algılıyorum! Ortalıkta gezen gulunc kitaplar, ha? Sana kisisel gorunusum hakkında yanlıs fikir vermisler. Gozler!!! - Doğru. Gozler, Pierre Bon-Bon, kendilerine uygun yerdeler - burası bas mı diyorsun? - Evet - bir solucanın bası. Senin icin de bu gorseller vazgecilmez - yine de benim gorusumun seninkinden keskin olduğuna seni ikna edeceğim. Kosede duran bir kedi goruyorum - guzel bir kedi bak ona! - Onu iyice incele! Simdi Bon-Bon, beynindeki dusunceleri - dusunceleri, diyorum sana - fikirleri - algılayabiliyor musun? Đste! - Algılayamıyorsun. Kuyruğunun uzunluğuna ve zihninin derinliğine hayran kaldığımızı dusunuyor. Simdi benim rahiplerin en seckini, senin de metafizikcilerin en gereksizi olduğuna karar verdi. Boylece goruyorsun ki, tamamen kor değilim: Ama benim mesleğimden biri icin, sozunu ettiğin gozler, yalnızca her an bir sis ya da yaba tarafından oyulabilecek engeller olurdu. Bu gorselliğin senin icin vazgecilmez olduğunu kabul ediyorum. Onları iyi kullanmaya calıs Bon-Bon; - benim gorme gucum ruhtur." Ziyaretci daha sonra masadaki saraptan bardağına koydu ve Bon-Bon'unkini de ağzına kadar doldurduktan sonra onu gonul rahatlığıyla icip kendisini evinde gibi hissetmesini soyledi. "Zekice bir kitap yazmıssın, Bon-Bon," diye devam etti Majesteleri, dostumuzun omzuna, o verilen emri tam anlamıyla yerine getirdikten sonra bardağını bırakırken hafifce, bilgic bir tavırla vurarak. "Kesinlikle zekice bir kitap. Tam benim sevdiğim turden bir eser. Ancak ozdeğe iliskin tasarımın gelistirilebilir ve fikirlerinin pek coğu bana Aristoteles'i anımsatıyor. O filozof en yakın tanıdıklarımdan biriydi. Onu hem korkunc huysuzluğundan, hem de pot kırmak gibi eğlenceli bir yonunden dolayı severdim. Butun o yazdıkları arasında tek bir somut gercek var ki, onun ipucunu da kendisinin absurdluğunu sevdiğim icin ben verdim. Pierre Bon-Bon, hangi yuce ahlaki gercekten bahsettiğimi biliyorsun sanırım, değil mi?" "Bildiğimi soyleyemem-" "Evet! -Aristoteles'e insanların hapsırırken gereksiz fikirleri burunlarından dısarı attığım soyleyen bendim." "Bu -hık!- gercekten de doğru," dedi metafizikci, kendisine bir bardak daha Mousseux koyarken ve ziyaretcisinin parmaklarına enfiye kutusunu sunarken. "Platon'a da," diye devam etti Majesteleri, enfiye kutusunu ve icerdiği iltifatı alcakgonullukle geri cevirerek, "Platon'a da bir zamanlar arkadasca hisler beslemistim. Platonla tanıstın mı Bon-Bon? -Ah! Hayır, binlerce kez ozur dilerim. Benimle bir gun Atina'da, Parthenon'da karsılastı ve bana bir fikirden


bunaldığını soyledi. Ona O NOUS ESTĐN ANGOS'yu" yazmasını onerdim. Bunu yapacağını soyleyip eve gitti, ben de piramitlere cıktım. Ama vicdanım beni bir arkadasa bile olsa birine gerceği soylediğim icin kınadı ve apar topar Atina'ya geri donup Aglos'yu yazarken filozofun sandalyesinin arkasında durdum. Kağıda parmağımla dokunarak ters cevirdim. Boylece cumle simdi Ό nus estin aglos olarak okunuyor ve gorduğun gibi, metafiziğinin temel doktrini. "Hic Roma'da bulundunuz mu?" diye sordu restaurateur, ikinci Mousseux sisesini bitirdikten sonra dolaptan buyuk bir sise Chambertin alırken. "Sadece bir kez, sevgili Bon-Bon, sadece bir kez. Bir ara" -dedi Seytan, sanki bir kitaptan okurcasına- "bir ara bes yıllık bir anarsi donemi olmustu ve o sırada butun memurlarından yoksun kalan cumhuriyetin halkın sectiklerinden baska yargıcı yoktu. Bunlar da yasal idari yetkiye sahip değildi - o zaman, Mosyo Bon-Bon - yalnızca o zaman Roma'daydım ve bu yuzden onun felsefesine iliskin dunyevi bir tanıdığım yok.” "Epicurus hakkında ne -hık!- ne dusunuyorsunuz?" "Kimin hakkında?" dedi seytan saskınlıkla, "Epicurus'ta kusur bulmak istiyor olamazsın! Epicurus hakkında ne dusunuyormusum! Beni mi kastediyorsunuz bayım? - Epicurus benim. Diogenes Laertes tarafından adı anılan uc yuz bilimsel incelemenin her birini yazan filozof benim." "Bu bir yalan!" dedi metafizikci, cunku sarap biraz basına vurmustu. "Cok guzel! - Gercekten cok guzel bayım! - Gercekten cok cok guzel bayım!" dedi, epey koltukları kabarmıs gorunen Majesteleri. "Bu bir yalan!" diye tekrarladı restaurateur dogmatik bir sekilde, "bu -hık!bir yalan!" "Peki, peki! Đstediğin gibi olsun," dedi seytan uzlasmacı bir sekilde; ve Majestelerini bir tartısmada yenmis olan Bon-Bon ikinci bir Chambertin sisesini bitirmenin gorevi olduğunu dusundu. "Dediğim gibi," diye devam etti ziyaretci, "az once belirttiğim gibi, kitabında bir takım cok outre fikirler var, Mosyo Bon-Bon. Mesela ruh hakkında butun o palavraları sıkarken ne demek istiyorsun? Lutfen soyle bana, ruh nedir?" "Ruh -hık!-," diye yanıtladı metafizikci, "hic suphesiz""Hayır efendim!" "Hic kuskusuz""Hayır efendim!" "Hic tartısmasız""Hic tereddutsuz""Hayır efendim!" "Hık!" "Hayır efendim!" "Ve suphe yok ki bir""Hayır efendim! Ruh boyle bir sey değildir." (Bu noktada filozof bir kasık suda boğacakmıs gibi bakarak ucuncu Chambertin sisesini bitirme fırsatını anında değerlendirdi.) "Oyleyse -hık!- lutfen soyleyin bayım - nedir - nedir ruh?" "Ruh ne buradadır, ne orada, Mosyo Bon-Bon," diye yanıtladı Majesteleri dusunceli dusunceli. "Bazı cok kotu ruhları tattım - yani tanıdım - cok iyilerini de." Burada dudaklarını sapırdattı ve, elini bilincsizce cebindeki kitabın ustune koyduktan sonra, siddetli bir hapsıRIk krizine tutuldu. Devam etti: "Cratinus'un ruhu - fena değildi: Aristophanes'inki - canlıydı: Platon'unki enfesti - senin Platon değil, komik sair Platon; senin Platon Cerberus'un midesini


kaldınrdı - oğğ! Sonra, bir bakalım! Naeivus vardı, Andronicus, Plautus ve Terentius. Sonra Lucilius vardı, Catullus, Naso ve Quintus Flaccus - sevgili Quinty! Beni eğlendirmek icin sarkı soylerken ona boyle hitap ederdim, bir yandan da, sırf keyfim yerinde olduğundan, onu bir catalın ucunda kızartırdım. Ama bu Romalılar tatsız. Tek bir tombul Yunanlı onların bir duzinesine bedel. Hem besleyiciler de. Bir Quirite icinse aynı sey soylenemez. Senin Sauterne'ni bir tadalım bakalım." Bon-Bon artık nil admiraride karar kılmıstı ve soz konusu siseleri uzatmaya giristi. Ancak odada kuyruk sallamasına benzeyen tuhaf bir ses vardı. Bu Majestelerine hic yakısmasa da filozof duymazdan geldi: - Kopeği tekmeleyip susmasını soylemekle yetindi. Ziyaretci devam etti: "Horace'nin tadının Aristoteles'inkine cok benzediğini gordum; - cesitlilikten hoslanırım bilirsin. Terentius'un tadını Menander'inkinden ayırt edemiyordum. Naso'nun gizlenmis Nicander olması sasırmama yol actı. Virgilius'ta guclu bir Theocritus tadı vardı. Martial bana Archilochus'u anımsattı - ve Titus Livius kesinlikle Polybius'tu." "Hık!" diye yanıtladı Bon-Bon, Majesteleri devam etti: "Ama bir duskunluğum varsa. Mosyo Bon-Bon -bir duskunluğum varsa, bu filozoflaradır. Evet bayım, kesinlikle her seytan- yani her centilmen bir filozof secmeyi bilmez. Uzun boyluları iyi değildir; en iyileriyse, kabuklan iyi soyulmazsa, safra yuzunden biraz kokulu olur." "Kabukları soyulmazsau!!" "Cesetten cıkarılmayı kastediyorum." "Doktorlar -hık!- hakkında ne dusunuyorsunuz?" "Onlardan bahsetme! - Oğğ! Oğğ!" (Burada Majesteleri siddetle oğurdu.) "Sadece bir tanesini tattım - o Hippocrates denen keratayı! - seytantersi kokuyordu - Ogg! Oğg! Ogg! - Onu Styx'te yıkarken soğuk aldım - bir de bana kolera bulastırdı." "Vay -hık!- alcak!" diye bağırdı Bon-Bon. "Bir hap kutusunun -hık!- dusuğu!" - Ve filozofun gozunden bir damla yas suzuldu. "Ne de olsa," diye devam etti ziyaretci, "ne de olsa, eğer bir seytan- bir centilmen yasamak istiyorsa bir ikiden fazla kabiliyete sahip olmalıdır; ve bizim icin sisman bir surat diplomasinin kanıtıdır." "Nasıl yani?" "Bazen karnımızı doyurmakta cok zorlanırız. Benimki gibi sıcak bir iklimde bir ruhu iki uc saatten fazla hayatta tutmak genellikle olanaksızdır; ve olumden sonra, hemen tursuları kurulmazsa (ki tursusu kurulmus ruh guzel değildir) - kokarlar - anlıyorsun ya? Ruhlar bize normal yoldan teslim edildiğinde kokusmalarından her zaman korkulur." "Hık! - Hık! - Ulu Tanrım! - Nasıl katlanıyorsunuz!" Bu noktada demir lamba iki misli siddetle sallanmaya basladı ve seytan koltuğundan kalkar gibi oldu; - ancak hafif bir ic cekisle sukunetini geri kazandı ve sadece kahramanımıza alcak bir sesle, "Bak ne diyeceğim, Pierre Bon-Bon, artık bu kufurlere bir son vermeliyiz," dedi. Ev sahibi ağzına kadar dolu bir kadehi daha bosaltarak anladığını ve boyun eğdiğini belirtti. Ziyaretci devam etti: "Aslında katlanmanın pek cok yolu var. Coğumuz aclık cekiyor: Bazılarımız tursuyla idare ediyor: Ben ise ruhlarımı vivente corpore satın alıyorum. O zaman tatlan cok guzel oluyor." "Ama beden! -Hık!- Beden!!!" "Beden, beden - ne olmus bedene? - Oh! Ah! anlıyorum. Beden bu islemden hic etkilenmiyor bayım. Zamanımda sayısız alısveris yaptım ve bu kisiler


kesinlikle bir rahatsızlık hissetmedi. Kabil ve Nemrut, Neron ve Caligula, Dionysius ve Pisistratus ve - ve baska binlercesi vardı ki, yasamlarının son kısımlarında ruh sahibi olmanın nasıl bir sey olduğunu bilmediler. Yine de, bayım, bu adamlar toplumu suslediler. En az benim kadar iyi tanıdığın A-------yok mu? O zihinsel ve fiziksel yetilerine hakim değil mi? Kim daha keskin nukteli cumleler yazabilir ki? Kim daha zekice mantık yurutebilir? Kim - ama dur! Cep defterimde onun sozlesmesi var." Bunu soyledikten sonra kırmızı bir deri cuzdan cıkardı ve icinden birkac sayfa aldı. Bon-Bon bunlardan bazılarının ustunde Machi - Maza - Robesp Caligula, George, Elizabeth sozcuklerini anlık olarak gordu. Majesteleri dar, uzunca bir kağıt parcasını secip okumaya basladı: "Belirtilmesi gereksiz bir takım zihinsel yetilerin karsılığında, ayrıca bin lo uis d'or karsılığı olarak, yası bir yıl ve bir ay olan ben bu sozlesmeyi elinde bu lunduran kisiye ruhum adı verilen golgenin tum haklarını, tapusunu ve eklen tilerini devrediyorum." (imza) A ..... (Burada Majesteleri daha acık soyleme hakkını kendimde gormediğim bir adı tekrarladı.) "Akıllı biriydi," diye devam etti; "ama senin gibi, Mosyo Bon-Bon, o da ruh konusunda yanılmıstı. Ruh bir golgeymis ha! Ruh bir golgeymis! HA! HA! HA! - HE! HE! HE! - HU! HU! HU! Ama yahni yapılmıs bir golgeyi dusun!" "Yahni yapılmıs bir golgeyi -hık!- bir dusun!" diye haykırdı, yetileri Majestelerinin diskurunun derinliği karsısında epey keskinlesmis olan kahramanımız. "Yahni yapılmıs bir golgeyi bir -hık!- dusun!! Simdi, kahretsin! -hık!- hıh! Eğer ben boyle bir -hık!- avanak olsaydım. Benim ruhum, Bay - hıh!" ''Senin ruhun mu, Mosyo Bon-Bon?" "Evet, efendim -hık!- benim ruhum""Ne dedin?" "Golge değil, kahretsin!" "Yani demek istediğin""Evet efendim, benim ruhum -hık!- Hıh! - Evet, efendim." "Oyle bir iddiam yoktu""Benim ruhum -hık!- kesinlikle uygundur -hık!- bir""Ne?" "Yahniye." "Ha!" "Sufleye." "Ha?" E. A. Poe "Salcalı yahniye." "Gercekten!" "Ragout ve fricandeauya - bak sevgili dostum! Onu almana izin vereceğim hık!- kelepir." Burada filozof Majestelerinin sırtına bir saplak indirdi. "Boyle bir seyi aklımdan bile gecirmem," dedi diğeri istifini bozmadan, koltuğundan kalkarken. Metafizikci bakakaldı. "Su anda yeterince tedarikliyim," dedi Majesteleri. "Hık! - H-a?" dedi filozof. "Elimde hazır fon yok." "Ne?" "Hem bana hic yakısmaz""Bayım!" "Su andaki iğrenc ve centilmenlikten uzak durumundan""Hık!" "Đstifade etmek."


Burada ziyaretci eğilip selam vererek cekildi -bunu nasıl yaptığı belli değildiama metafizikci o "hain herifin" kafasına bir sise fırlatmaya calısırken, tavandan sarkan ince zincir kopup lamba kafasına dusunce yere kapaklandı. 1835 Butun Hikayeleri Randevu (Vizyoner) Orada beni bekle! O yankılı vadide Mutlaka bulusacağım seninle. (Chichester Piskoposu Henry King'in karısının olumu ustune yazdığı ağıt.) Talihsiz ve gizemli adam! - Sen ki kendi hayal gucunun parlaklığıyla afalladın, gencliğinin alevleri arasına dustun! Hayalimde seni tekrar goruyorum! Bir kez daha onumde duruyor siluetin! - Olduğun - ah olduğun gibi değil soğuk vadide ve golgelerin arasında değil - olman gerektiği gibi - o bulanık hayaller sehrinde, kendi Venedik'inde (o ki yıldızların sevgili cennetidir denizdeki, ve Ronesans tarzı saraylarının pencereleri asağı, denizin sessiz sularına derin ve acı bir ifadeyle bakar) muhtesem, derin dusuncelerle bir omru harcarken. Evet! Tekrarlıyorum - olman gerektiği gibi. Bu dunyadan baska dunyalar da var suphesiz - coğunluğun dusuncelerinden baska dusunceler - sofistin spekulasyonlarından baska spekulasyonlar. Senin davranıslarını kim sorgulayacak peki? Kim vizyonlar icinde gecen saatlerinden dolayı suclayacak seni, ya da aslında senin sonsuz enerjinin taskınları olan o uğrasları kim yasamın harcanması olarak kotuleyecek? Bahsettiğim kisiyle ucuncu ya da dorduncu kez Venedik'te, Ponte di Sospiri adlı kapalı, kemerli gecitte bulustum. O bulusmanın ayrıntılarını iyi anımsayamıyorum. Yine de -ah! Nasıl unutabilirim ki!- derin gece yarısını, ic Cekisler Koprusu'nu, kadın guzelliğini ve dar kanal boyunca gidip gelen Ask Ruhu'nu anımsıyorum. Son derece kasvetli bir geceydi. Piazza'daki buyuk saat Đtalyan aksamının besinci saatini ilan ediyordu. Can Kulesi Meydanı sessiz ve bostu. Eski Duk Sarayı'ndaki ısıklar hızla sonuyordu. Piazetta'dan Buyuk Kanal yoluyla evime donuyordum. Ama gondolum San Marco kanalının ağzının onune yaklasırken ic taraflarından gelen yabanıl, isterik, uzun bir kadın cığlığı gecenin sessizliğini bozdu. Sesten irkilerek ayağa fırladım: Gondolcununsa tek kureği elinden kaydı ve kurek zifiri karanlıkta gozden kayboldu. Bu yuzden kendimizi buyuk kanaldan kucuğe doğru giden akıntıya bırakmak zorunda kaldık. Đc Cekisler Koprusu'ne doğru yavasca, dev ve sivri tuylu bir kondor gibi suruklenirken, Duk Sarayı'nın pencerelerinde ve merdivenlerinde bir anda yanan bin mesale butun o koyu karanlığı morumsu ve doğaustu bir gune donusturdu. Annesinin kolları arasından kayan bir cocuk gorkemli binanın ust kat penceresinden derin ve los bir kanala dusmustu. Sakin sular kurbanını usulca yutuvermisti; ve her ne kadar gorunurdeki tek gondol benimki olsa da, bircok gurbuz yuzucu simdiden suya dalmıs yuzeyde bosu bosuna o hazineyi aramaktaydı. Ama heyhat! O simdi ancak dipsizliğin icinde bulunabilirdi. Sarayın girisindeki siyah mermerden genis kaldırım taslarının ustunde, suyun birkac basamak yukarısında, o sırada goren kimsenin asla unutamayacağı bir figur durmaktaydı. Marchesa Aphrodite'ti bu - Venedik'teki herkesin hayran olduğu - neselinin neselisi - herkesin guzel olduğu bir yerdeki en hos kadın - ama yine de yaslı ve garip Mentoni'nin karısı ve simdi camurlu suların derinliklerinde, onun tatlı oksamalarını acı acı dusunen ve minik yasamını ona seslenme cabalarıyla tuketen o guzel cocuğun, ilk ve tek cocuğunun annesi. Tek basına duruyordu. Kucuk, cıplak ve gumus gibi beyaz ayaklan altındaki


mermerin kara aynasında parlıyordu. Balo icin yaptırılmıs ve henuz tamamen cozulmemis olan sacları klasik bir guzelliğe sahip basının etrafında teru-taze bir sumbulunkine benzeyen buklelerle, bir elmas sağanağının arasında kıvrım kıvrım toplanmıstı. Zarif bedenini neredeyse yalnızca kar beyazı, tulbent gibi bir elbise ortuyordu. Ama yaz ortası ve gece yarısı havası sıcak, ağır, durgundu ve o heykel gibi formun hareketleri ustunden Niobe'nin39 ustundeki ağır mermer gibi sarkan, o adeta buğudan elbisenin kıvrımlarını bile kıpırdatmıyordu. Ancak -ne tuhaf!- iri, ısıltılı gozleri asağı, en parlak umudunun gomulu yattığı o mezara değil - cok daha farklı bir tarafa donuktu! Eski Cumhuriyet'in hapishanesinin tum Venedik'teki en gorkemli bina olduğunu dusunurum - ama bu bayan tek cocuğu asağıda boğulurken ona nasıl boylesine sabit gozlerle bakabiliyordu? O karanlık, kasvetli yer yatak odasının penceresinin tam karsısında yer alıyordu - golgelerinde - mimarisinde - sarmasık kaplı ve muhtesem pervazlarında - Marchesa di Montini'nin daha once bin kez gormemis olduğu ne olabilirdi? Sacma! - Boyle bir zamanda gozun, catlak bir ayna gibi, kederinin goruntulerini buyultup onu yanı basında olduğu halde sayısız uzak yerde aradığını kim anımsamaz ki? Marchesa'nın birkac basamak ustunde ve su kapısının kemerinin altında, tamamen giyinmis halde, bir satiri andıran Mentoni durmaktaydı. Bazen gitarını tıngırdatıyor, arada sırada cocuğunun bulunması icin talimatlar verirken olume karsı kayıtsız gibi gorunuyordu. Ben sahsen sersemlemis ve dehsetten donakalmıs haldeydim ve cığlığı ilk duyduğumda gectiğim dik durusu koruyor, kımıldayamıyordum. Bembeyaz kesilmis yuzum ve kaskatı uzuvlarımla, aralarından o cenaze gondoluyla gecerken heyecan icindeki bu insanlar icin hayaletsi ve mesum bir goruntu teskil etmis olmalıyım. Butun cabalar bosa cıktı. Aramaya katılanların en enerjiklerinden pek coğu cabalarını azaltıyor, kasvetli bir kedere yenik dusuyordu. Cocuk icin pek az umut varmıs gibi gorunuyordu; (cocuğun durumu anneninkinden ne kadar cok umitsizdi!) ama simdi, daha once Eski Cumhuriyet hapishanesinin bir bolumunu olusturan ve Marchesa'nın kafesli penceresinin onundeki o karanlık yerin icinden, pelerine sarınmıs biri ısığın altına cıktı, bas dondurucu yuksekliğin kenarında bir an durduktan sonra kanala daldı. Bir an sonraysa kollarında hala yasayan, nefes alan cocukla mermer kaldırım taslarının ustunde, Marchesa'nın yanında duruyordu. Su cekip ağırlasmıs olan pelerini cozulup ayaklarının dibine dusunce, hayretler icinde bakan seyirciler ortaya o zamanlar Avrupa'nın buyuk kısmında meshur olan bir delikanlının zarif figurunun cıktığını gorduler. Kurtarıcı tek kelime etmedi. Ama Marchesa! Simdi cocuğunu alacak - bağrına basacak - minik govdesine tutunup oksamalara boğacak. Heyhat! Onu yabancıdan bir baskasının kolları alıyor - onu bir baskasının kolları usulca uzaklara, saraya goturuyor! Ve Marchesa! Dudağı - guzel dudağı titriyor: Gozlerinde yaslar birikiyor - Pliny'nin kenger otu gibi "yumusak ve neredeyse sıvı" olan gozlerinde. Evet! O gozlerde yaslar birikiyor - ve bakın! Kadın ruhuyla birlikte tepeden tırnağa titriyor ve heykel canlanmaya baslıyor! O mermer cehrenin solukluğuna, mermer goğuslerin dolgunluğuna, mermer ayakların kusursuzluğuna birden kontrol edilemez, kızıl bir dalganın yayıldığını goruyoruz. Zarif bedeni hafifce titriyor, Napoli'de hafif bir esintinin salladığı, cimenlerin arasındaki parlak, beyaz zambaklar gibi. O kadın neden kızarsın! Bunun yanıtı yok - bir anne kalbinin telası ve dehsetiyle yatak odasından cıkarken minik ayaklarına terliklerini giymeyi ihmal etmis, o elbiseyi de Venedikli sırtına, ait olduğu yere gecirmeyi tamamen unutmus olması dısında. Boyle kızarmasının baska ne sebebi olabilirdi? - O vahsi,


cekici bakıslarının? O hızla inip kalkan goğusteki sıradısı telasın? - O titreyen elin ihtilaclı baskısı mı? - O el ki, Mentoni saraya girerken kazayla yabancının eline dokundu. Bayanın ona aceleyle veda ederken soylediği o anlamsız sozlerin alcak - tuhaf bir sekilde alcak tonunun sebebi ne olabilirdi? "Sen kazandın-" dedi, veya suların mini tısı beni yanılttı - "sen kazandın - gundoğumun-dan bir saat sonra - bulusacağız - oyle olsun!" Kargasa dindi, sarayın icindeki ısıklar sondu ve simdi tanıdığım yabancı, kaldırım taslarının ustunde tek basına durdu. Anlasılmaz bir heyecanla titriyor ve etrafına bakıp bir gondol arıyordu. Ona en azından benimkini sunmalıydım. Bu nezaketimi kabul etti. Su kapısından bir kurek temin ettikten sonra birlikte evine gittik. Yolda kendisini hızla toparladı ve daha onceki tanısıklığımızdan buyuk bir sıcaklıkla bahsetti. Bazı konularda ayrıntıcı olmayı severim. Yabancının vucudu -ondan boyle bahsedeyim, cunku dunya icin hala bir yabancıydı- yabancının vucudu bu konulardan biri. Boy olarak uzundan cok kısa sayılırdı: Ancak bazı yoğun tutku anlarında bedeni irilesiyor, bu iddiayı yalanlıyordu. Govdesinin hafif, neredeyse ince simetrisi, daha tehlikeli durumlarda cabasızca sergilediği bilinen o Her-kul gucunden cok ic Cekisler Koprusu'nde sergilediği ani eyleme hazırlığı vaat ediyordu. Bir tanrının ağzı ve cenesiyle - benzersiz, vahsi, iri, berrak, golgeleri saf eladan yoğun ve parlak bir siyaha kadar değisen gozlerle - ve gur, kıvırcık siyah saclarla, altlarında ara sıra ısıl ısıl, fildisi gibi parıldayan cok genis alnıyla - yuz hatları, belki de Đmparator Commodus'un mermerden olanları dısında gorduklerimin en klasik anlamda muntazam olanıydı. Yine de cehresi butun insanların yasamlarının bir doneminde gorduğu ve bir daha da gormediği simalardandı. Hafızaya yerlesecek ozel - yerlesik bir ifadesi yoktu. Gorulup hemen ardından unutulan bir cehreydi - ama belirsiz ve hic bitmeyen bir anımsama hissini uyandıran bir unutustu bu. Her ani tutkunun ruhunun herhangi bir vakitte belirgin imgesini o yuzun aynasına dusurmemesinden de değildi bu - o aynada, ayna benzerinde tutku kaybolunca hicbir izin kalmamasındandı. Maceralı gecemizin sonunda ayrılırken benden, ısrarcı olduğunu dusunduğum bir tavırla, onu ertesi sabahın cok erken bir saatinde ziyaret etmemi istedi. Bu yuzden gundoğumundan hemen sonra, Rialto civarında, Buyuk Kanal'ın suları ustunde yukselen o kasvetli ama fantastik gorkeme sahip yapılardan biri olan Palazzo'suna gittim. Genis, yılankavi, mozaikli bir merdivenden cıkarılıp benzersiz ihtisamı acık kapıdan gercek bir parıltıyla tasan, beni hazdan korelten, basımı donduren bir daireye goturuldum. Tanısımın zengin olduğunu biliyordum. Servetinin oyle cok olduğu soyleniyordu ki, bunun gulunc bir abartı olduğunu iddia ettiğim zamanlar bile olmustu. Ama cevreme bakarken Avrupa'daki herhangi birinin servetinin gucunun etrafımda yanan ve parıldayan, sahane gorkemi karsılamaya yetebileceğini sanmıyordum. Dediğim gibi, gunes yukselmisti, ama oda hala ısıl ısıl aydınlatılıyordu. Bundan ve arkadasımın yuzundeki bitkin ifadeden bir onceki gece hic uyumamıs olduğu sonucuna varıyorum. Dairenin mimarisindeki ve suslemelerindeki acık hedefin goz kamastırmak ve soke etmek olduğu acıktı. Teknik acıdan uyum olarak adlandırılan seye ya da ulusal niteliklere dekorasyonda cok az onem verilmisti. Nesneden nesneye bakarken insanın gozu hicbirine takılmıyordu - ne Yunan ressamların grotesklerine, ne Đtalya'nın en iyi doneminden heykellere, ne de eğitimsiz Mısırlıların dev oymalarına. Odanın her yerindeki satafatlı perdeler kaynağı belirsiz, hafif, melankolik bir muziğin titresimleriyle sallanıyordu. Tuhaf, kıvrımlı tutsulerden yukselen karmasık ve birbirine zıt, hos kokular zumrut yesili ve menekse rengi, titresen, oynayan sayısız alevle


birlesip duyulara akın ediyordu. Yeni doğan gunesin ısınları her biri acık kırmızı tek bir cam tabakasından olusan pencerelerden girip her seyi aydınlatıyordu. Doğal gorkemin ısıkları kornislerinden erimis gumus selaleleri gibi akan perdelerden sağa sola bin bir akisle yansıyarak, en sonunda yer yer yapay ısıkla karıstı ve parlak, duru gorunumlu, kızıl altın rengi bir halının ustunde donuk yığınlar halinde ağnayarak uzandı. "HA! HA! HA! - HA! HA! HA!" - diye guldu ev sahibi, ben odaya girince bir koltuğu gosterip oturmamı isaret ederek ve bir kanepeye uzanarak. "Goruyorum ki," dedi, boylesine tuhaf bir karsılamanın faienseance'ına hemen alısamadığımı gorerek - "Goruyorum ki dairem sizi saskına cevirdi - heykellerim - tablolarım - mimari ve dosemecilikteki orijinal tasarımım - sarhos oldunuz, değil mi? Gorkemimden? Ama lutfen beni bağıslayın, (burada alcalan sesini sıcaklık burudu) zalim kahkahamı bağıslayın. Oyle saskın gorunuyordunuz ki. Hem bazı seyler oyle komiktir ki insan ya gulmeli, ya da olmelidir. Olerek gulmek gorkemli olumlerin en gorkemlisi olsa gerek! Sor Thomas More -mukemmel bir adamdı Sor Thomas More- Sor Thomas More gulerek oldu, anımsarsınız. Ravisius Textor'un Absurdlukhr'inde de hayatları aynı muhtesem sekilde son bulan karakterlerin uzun bir listesi vardır. Ama biliyor musunuz," dedi kendisini dusuncelere kaptırarak, "Sparta'da (simdiki Palaeochori'de), Sparta'da, hisarın batısında, ayırt etmesi guc bir yıkıntılar kaosunun ortasında bir tur socle vardır ve ustundeki XΑΣΜ yazısı hala okunabilmektedir. ΙΈXΑΣΜΑ'nın parcası oldukları suphesizdir. Sparta'da binlerce farklı tanrıya adanmıs binlerce tapınak ve mabet vardı. Diğerleri yıkılmısken Kahkaha sunağının ayakta kalmıs olması ne tuhaf! Ama su andaki durumda," diye devam etti, sesini ve tavrını tuhaf bir sekilde değistirerek, "sizinle eğlenmeye hakkım yok. Sasırmakta haklısınız. Avrupa bunun kadar; kucuk, muhtesem, ozel odam kadar guzel bir sey uretemez. Diğer odalarım kesinlikle buna benzemez; yavan modanın abartılmıs halleridirler o kadar. Bu modadan daha iyi, değil mi? Ama bunun gorulmesi bile ofkelendirmeye yeter - buna ancak babalarından kalma tum mirası harcayarak sahip olabilecek kisileri. Ancak boyle bir kustahlığa karsı tedbirimi aldım. Benimle usağımın dısında, tek bir istisna haricinde, gorduğunuz sekilde dosendiğinden beri bu gorkemli dairenin gizemlerinin icine ayak basmasına izin verilen tek insan sizsiniz!" Basımı eğip anladığımı belirttim; cunku gorkemin, hos kokuların ve muziğin yoğunluğu, beklenmedik hitap tarzı ve tavrıyla da birlesince, takdirimi bir iltifata donusebilecek bir sekilde ifade etmekten alıkoyuyordu beni. "Burada," diye devam etti, kalkıp koluma girerek ve dairenin icinde gezinerek, "burada Yunanlılardan Cimabuelilere ve Cimabuelilerden gunumuze dek ressamların tabloları var. Gorduğunuz gibi coğu sanatsal bir zevk anlayısına bağlı kalınmadan secildi. Ancak hepsi de boyle bir odaya uygun resimler. Burada adı bilinmeyen dahilerin bazı basyapıtları da var - burada zamanlarında unlenmis, akademisyenlerin keskin zekasının sessizliğe ve bana terk ettiği insanların bitmemis taslakları var. Ne dusunuyorsunuz," dedi, konusurken ansızın bana donerek -"Bu Madonna della Pieta hakkında ne dusunuyorsunuz?" "Bu Guido'nun!" dedim mizacımın tum heyecanıyla, cunku ustun guzelliğini dikkatle incelemekteydim. "Bu Guido'nun! - Bunu nasıl ele gecirebildiniz? - Venus heykel icin neyse bu da hic tartısmasız resim icin odur." Ε. Α. Poe "Ha!" dedi dusunceli bir sesle, "Venus mu - guzel Venus mu? - Medicili Venus mu? Minik kafalı ve sacı yaldızlı Venus mu? Sol kolun bir kısmı ve sag kolun tamamı (burada sesi oyle alcaldı ki, guc duyulur oldu) restorasyon. Bence o sağ kolun isvesinde tum yapmacıklıkların ozu yatıyor. Bana Canova'yı verin! Apollo'yu da! - Bu


bir kopya - buna suphe yok - Apollo'nun ovungen ilhamını goremeyen, kor bir aptalım ben! Antonius'u yeğlemekten - yardım edin bana, Antonius'u yeğlemekten kendimi alamıyorum. Heykeltırasın heykelini mermer bloğunun icinde bulduğunu soyleyen Socrates değil miydi? O halde Michelangelo'nun su beyti kesinlikle orijinal değilNon ha l'ottimo artista alcun concetto Che un marmo solo in se non circonscriva. Gercek centilmenlerin tavrında, bu farkın nerede olduğunu bir cırpıda tam olarak belirleyemesek de, bayağılık tasıyandan farklı bir yon olduğunun her zaman ayırdında olduğumuz soylenegelmistir veya soylenmelidir. Bu sozun iceriğini tanısımın tavırlarına tum gucuyle uygularken, o olaylı sabahta ahlaki mizacına ve karakterine daha da uygun olduğunu hissettim. Onu temelde diğer butun insanlardan ayırır gorunen o ruh tuhaflığını da en iyi sekilde - Persepolis'in tapınaklarının kornislerindeki maskelerin gozlerinden kıvrılarak dısarı cıkan engerekleri andıran - en kucuk eylemine bile etki eden - bos vakitlerini elinden alan - onun mutluluk patlamalarıyla iyice karmasıklasan yoğun ve surekli bir dusunce alıskanlığı olarak tanımlayabilirim. Ancak onemsiz konuları cabuk cabuk, uzun uzadıya acıklarken kullandığı ic ice gecmis sakacı ve ağırbaslı tondaki belli bir telas havasını - eylemlerindeki ve konusmasındaki sinirli bir asırı tatlı dillilik halini - bana hep anlasılmaz gelen ve bazen de endiselendiren huzursuz, heyecanlı tavırlarını ister istemez fark ediyordum. Ayrıca sık sık belli ki basını unuttuğu bir cumlenin ortasında durup buyuk bir dikkatle, ya bir ziyaretcinin geldiği beklentisiyle ya da hayali seslere kulak kabartıyordu. Bu hayallerin ya da zahiri dalgınlık duraksamalarının birinde, yanımdaki bir kanepenin ustunde duran, sair ve bilgin Politian'ın guzel trajedisi "Orfeo"nun (ilk yerli Đtalyan trajedisi) bir sayfasını cevirirken kursunkalemle altı cizili bir pasaja rastladım. Ucuncu perdenin sonlarında yer alan bir pasajdı bu - son derece heyecanlandırın bir pasajdı - saf değil lekeli bile olsa, hicbir erkeğin yepyeni bir hissin heyecanını hissetmeden - hicbir kadının ic gecirmeden okuyamayacağı bir pasajdı. Butun sayfa taze gozyası lekeleriyle doluydu ve karsı sayfada asağıdaki Đngilizce dizeler vardı. Bunlar tanısımın karakterine oyle ters dusen bir yazıyla yazılmıstı ki, onun tarafından yazıldığını anlamakta zorlandım. Sen benim icin her seydin, askım, Ruhum yanardı ozleminle-Sen denizde yesil bir adaydın, askım, Bir mabet ve bir cesme, Peri meyveleri ve ciceklerle bezeli; Ve tum cicekler benimdi. Ah, uzun surmeyecek kadar guzel ruya; Ah, yıldızlı Umut Kararmak icin doğmussa! Gelecekten bir ses haykırsa da "Đleri!" diye - gecmisin (o los, derin kanyonun!) ustunde Ruhum tereddutle uzanıyor, Dilsiz, hareketsiz, donakalmıs halde! Cunku heyhat! Heyhat! tukendi. Benim icin yasamın ısığı. "Bitti - bitti - bitti," (Boyle diyor yaslı denizin sesi Kıyıdaki kumlara,) Yıldırımı yiyen ağac gonca vermez bir daha,


Vurulan kartal suzulmez gokyuzunde asla! Simdi butun saatlerim translarla geciyor; Butun gece duslerimde Kara gozlerin bakıyor, Ve adımların parlıyor, Semavi danslarla, Đtalyan deresinin yanında. Yazıklar olsun! O lanetli zamana Seni buyuk dalganın ustune koydukları, Asktan cekip aldıkları unvanlı yasa ve suca, Ve uğursuz bir yastıgaBenden aldılar seni, benden ve sisli diyarımızdan, Gumusi soğut ağlıyor orada! Bu dizelerin Đngilizce yazılmıs olması -yazarın bildiğini sanmadığım bir dildi bu- beni pek sasırtmadı. Basarılarının ve onları gozlerden gizlemekten aldığı tuhaf hazzın cok iyi bilincinde olduğumdan boyle bir kesif beni hayrete dusuremezdi. Ama siirin yazıldığı yer, itiraf etmeliyim ki, beni epey sasırttı. Orijinal olarak Londra'da yazıldığı belirtilmis, sonra bunun ustu karalanmıstı - ancak dikkatli bir gozun okumasını engelleyecek kadar değil. Soylediğim gibi, bu beni epey sasırttı; cunku arkadasımla yaptığım daha onceki bir konusmada Londra'da herhangi bir zamanda Marchesa di Mentoni'yle (kendisi evliliğinden birkac sene once bu sehirde oturmustu) tanısıp tanısmadığını ozellikle sorduğumu cok iyi anımsıyorum; ve yanılmıyorsam bana verdiği cevaptan Buyuk Britanya'nın baskentine hic ayak basmadığını anlamıstım. Burada bahsettiğim kisinin Đngiltere'de yalnızca doğmakla kalmayıp, eğitimini de orada gorduğunu birden fazla kisiden isittiğimi de belirteyim (ihtimal dısı bu kadar yon iceren bir habere inanmadım elbette). "Bir tablo var ki," dedi, benim trajediyi fark etmis olduğumu anlamadan "bir tablo var ki onu henuz gormediniz." Ve bir ortuyu cekerek Marchesa Aphrodite'in tam boy bir portresini gozler onune serdi. Đnsan sanatı onun insanustu guzelliğini ancak bu kadar betimleyebilirdi. Bir onceki gece Duk Sarayı'nın merdivenlerinde, onumde durmus olan o goksel figur tekrar karsımdaydı. Ama gulumsemeyle ısıl ısıl aydınlanmıs yuzunde yine de guzellerin kusursuzluğunun ayrılmaz bir parcası olan (anlasılmaz bir anormallik!) bir melankoli gizliydi yer yer. Sağ kolu goğsunun ustunde kıvrılmıstı. Sol koluyla asağıya, tuhaf sekilli bir vazoya isaret ediyordu. Tek bir kucuk peri ayağı yere ancak dokunuyordu. Guzelliğini cevreler ve yuceltir gibi gorunen parlak bir atmosferde hayal edilebilecek en narininden bir cift kanat havada belli belirsiz secilmekteydi. Bakısımı tablodan arkadasıma cevirdim ve Chapman'in Bussy D'Ambois'inin enerjik sozleri icgudusel olarak dudaklarımda titresti: "Ayakta duruyor Orada bir Latin heykeli gibi! Ayakta duracak Mermere donusturene dek olum kendisini!" "Gelin!" dedi en sonunda, ustunde fantastik lekeli kadehler ve portrenin onundekinin aynısı, Johannisbergerle dolu olduğunu dusunduğum iki sıradısı buyuk Etrusk vazosunun durduğu bol emayeli, som gumusten bir masaya donerek. "Gelin!" dedi birden, "icelim! Vakit erken - ama icelim. Gercekten de erken," diye devam etti dusunceli bir sekilde, ağır altın cekicli bir melaike daireyi gundoğumundan sonraki ilk saatle cınlatırken. - "Gercekten de erken, ama ne onemi var ki? Đcelim! Bu ciğ ısıklı lambaların ve tutsuluklerin bastırmaya can attığı su vakur gunesi selamlayalım!" Ve, benimle kadeh kaldırdıktan sonra, birkac kadeh sarabı arka arkaya cabucak icti.


"Duslemek," diye devam etti, tutsuluklerden birini kaldırıp yoğun ısığıyla o muhtesem vazolardan birini aydınlatırken — bağlantısız konusmasının tonunu tekrar benimseyerek - "duslemek hayatımın uğrası oldu. Bu yuzden gorduğunuz gibi kendime bir dusler cardağı yaptım. Venedik'in gobeğinde daha iyisini yapabilir miydim? Evet, etrafınızda karmakarısık mimari suslemeler goruyorsunuz. Tufan oncesi motifleri lonya'nın iffetine ters dusuyor ve Mısır'ın sfenksleri altın halıların ustunde uzanıyor. Ama bu etki yalnızca urkekler icin bağdasmazlık iceriyor. Yerlere ve ozellikle de mekanlara uygunluk insanlığın gorkem ustune dusunmekten odunun kopmasına sebep olan umacılardır. Ben bir zamanlar bir dekoratordum: Ama o delilik yuceltisi ruhumu kara bir tabut ortusuyle orttu. Simdi butun bunlar hedefime daha uygun. Bu arabesk tutsuler gibi, ruhum da alevler icinde kıvranıyor ve bu sahnenin deliryumu beni simdi hızla gitmekte olduğum o gercek dusler diyarının daha cılgınca vizyonlarına hazırlıyor." Burada birden duraksadı, basını goğsune eğdi ve duyamadığım bir sesi dinler gorundu. En sonunda doğrularak yukarı baktı ve ağzından Chichester Piskoposu'nun dizeleri dokuldu:"Orada beni bekle! O yankılı vadide Mutlaka bulusacağım seninle." Ardından sarabın ustundeki etkisini itiraf ederek bir kanepeye boylu boyunca uzandı. Simdi merdivenden gelen hızlı ayak sesleri duyuluyordu ve bunu kapının gurultuyle calınması izledi. Tam ikinci bir kargasa beklerken Mentoni'nin evinden bir usak odaya daldı ve, duygu yoğunluğundan dolayı boğuk cıkan titrek bir sesle, su tutarsız sozleri soyledi: "Hanımım! - Hanımım! - Zehirlendi! - Zehirlendi! Ah guzel - ah guzel Aphrodite!" Saskınlıkla kanepeye kosup uyuyan adamı uyandırmaya calıstım. Ama _________________________ Ε. Α. Poe uzuvları kaskatıydı - dudakları mosmordu - az once ısıltılar sacan gozleri olume mıhlanmıstı. Sendeleyerek masaya doğru geriledim - elim catlak ve kararmıs bir kadehe değdi - ve korkunc gercek ruhumda bir anda, bir simsek gibi caktı. 1835 Butun Hikayeleri Aldatma Slid, eğer "passado"ların ve "montante"lerin bunlarsa, istemiyorum, eksik olsunlar. NED KNOWLES. Baron Ritzner Von Jung soylu bir Macar ailesinden gelmeydi ve bu ailenin her uyesinin (en azından belirli kayıtların uzandığı kadar eski bir cağa dek) az cok yetenekli olduğu bir saha vardı. Ailenin cocuklarından biri olan Tieck co ğu tuhaf olan bu yeteneklerin en parlak olmasa bile carpıcı orneklerinden bi rine sahipti. Ritzner'le olan tanısıklığım kamuya anlatamayacağım bir dizi tu haf maceranın beni 18- yazında o muhtesem Chateau Jung'a suruklemesiyle basladı. Burada bana saygı duymaya basladı ve yine burada biraz daha guc de olsa onun kafa yapısını kısmen tanıdım. Gunler gectikce ve birbirimize yakın lastıkca hakkındaki bilgim derinlesti; ve uc yıllık bir ayrılıktan sonra G -----n'de bulustuğumuzda artık Baron Ritzner Von Jung'un karakterine iliskin bilinmesi gereken her seyi biliyordum. Yirmi bes Haziran gecesi gelisinin universite cevrelerinde uyandırdığı merakın heyecanını anımsıyorum. Herkesin daha ilk goruste onun hakkında "dunyanın en kayda değer insanı" olduğunu soylemesine karsın kimsenin bu konuda ayrıntılara girmediğini daha da iyi anımsıyorum. Essiz olduğu oyle bariz


bir gercek gibi gorunuyordu ki, bu essizliğin nereden kaynaklandığını sorgulamak saygısızlık gibi geliyordu. Ama simdilik bu konuyu kapatıyor ve universite sınırlarından iceri adımını atmasından itibaren cevresini saran topluluktakilerin alıskanlıkları, tavırları, kisilikleri, cuzdanlan ve eğilimleri ustunde son derece yoğun ve despotca, ama bir yandan da son derece belirsiz ve tamamen acıklanamaz bir etki uyandırdığını soylemekle yetiniyorum. Boylece universitede kaldığı kısa sure, universitenin tarihine, o donemi ya da bağlılıklarını yasayan insanların tanımıyla "Baron Ritzner Von Jung'un egemenliğindeki o tuhaf donem" olarak gecmistir. G --- n'e geldikten sonra beni dairemde buldu. O zamanlar belirgin bir ya sı yoktu; -yani demek istediğim, verdiği kisisel bilgilerden yası konusunda bir tahminde bulunmak olanaksızdı. On altı ya da altmıs yasında olabilirdi. Aslın da yirmi ikinci yasından yedi ay almıstı. Kesinlikle yakısıklı bir erkek değildi -belki tam tersiydi. Yuzu koseli ve sertti. Alnı genis ve cok acık tenliydi. Bur nu kısaydı, ucu kalkıktı. Gozleri iri, huzunlu, berrak ve anlamsızdı. Ağzında gozlemlenecek daha cok sey vardı. Dudakları hafifce one cıkıktı ve biri oyle bir tarzda diğerinin ustunde duruyordu ki, en karmasık insan yuz hatları kombinasyonuyla bile boylesine yoğun bir ağırbaslılık, vakar ve sukun duygusunu hayal etmek olanaksızdı. Simdiye kadar anlattıklarımdan Baron'un aldatma bilimini hayatlarının amacı haline getirmis o esine ender rastlanır anormal insanlardan biri olduğu anlasılmıstır suphesiz. Tuhaf zihni ona bu bilim icin gerekli olan ipuclarını icgudusel olarak verirken, fiziksel goruntusu ona projelerini hayata gecirmek icin gerekli sıradısı nitelikleri sağlıyordu. Son derece tuhaf bir sekilde Baron Ritzner Von Jung'ın egemenliği olarak adlandırılan o unlu donem icinde G ----n'deki hicbir oğrencinin onun kisiliğini golgeleyen gizemin icine girebildiğini sanmıyorum. Universitede, benim dısımda kimsenin onun sozlu ya da pratik bir saka yapabileceğine inandığını sanmıyorum: - Bahce kapısındaki yaslı buldoğu, Heraclitus'un hayaletini, - ya da Emekli Teoloji Profesoru'nun peruğunu suclamayı yeğlerlerdi. Dusunulebilecek en korkunc ve bağıslanmaz oyunların, tuhaflıkların ve soytarılıkların hep, doğrudan kendisi tarafından değilse bile, en azından acıkca onun aracılığıyla ya da suc ortaklığıyla yapıldığının apacık olmasına karsın durum boyleydi. Aldatma sanatının, eğer ona bu ismi verebilirsem, guzelliği gerceklestirmekle mesgul olduğu tuhaflıkları kısmen garazdan, kısmen de onları engellemek ve Alma Mater'in duzenini ve itibarını korumak icin sarf ettiği ovguye değer cabalarla yapıyormus gibi gorunmesini her zaman sağlayan mukemmel bir yetenekten kaynaklanıyordu (ki bu da insan doğasını neredeyse sezgisel olarak tanımasının ve kendi ustundeki olağanustu bir hakimiyetin sonucuydu). Takdire değer cabalarının sonucunda yuzunun her hattına yayılan o derin, keskin, sarsıcı mahcubiyet ifadesi en kuskucu arkadaslarının bile onun samimiyetine iliskin tum suphelerini ortadan kaldırıyordu. Tuhaflık hissini yaratıcıdan yaratana —kendi sahsından yol actığı absurdlukleregecirmekteki ustalığı da aynı olcude gorulmeye değerdi. Daha once hicbir hilecinin cevirdiği dolapların doğal sonuclarından kurtulduğunu gormemistim — yani kendi karakterinin ve sahsının komik bir havaya burunmesinden. Surekli kaprisli bir havada olan dostum sanki yalnızca toplumun katılıkları icin yasıyordu; ve kendi evindekiler bile Baron Ritzner Von Jung'ı sadece katı, yuce ve saygın biri olarak anımsarlar. G --- n'de kaldığı sure icinde dolce far niente seytanının universitenin us tune bir karabasan gibi coktuğu belli olmustu. En azından yiyip icmek ve eğ lenmek dısında hicbir sey yapılmıyordu. Oğrencilerin daireleri meyhanelere


donusmustu ve bunların en meshur ve islek olanı Baron'unkiydi. Buradaki ic ki alemlerimiz cok sayıda, gurultulu, uzun ve mutlaka olaylıydı. Bir keresinde neredeyse tan vaktine dek oturmustuk ve her zamankinden fazla sarap icilmisti. Dairede Baronla benden baska yedi sekiz kisi daha vardı. Bunların coğu zengin, yuksek mevkilerdekilerle bağlantıları olan, soylu ailelerden gelme ve asırı gururlu genclerdi. Duello konusunda en asırı Alman fikirlerini benimsemislerdi. Bu Don Kisot-vari fikirler o vakitler Paris'de yayımlanan bir takım kitaplar ve G ---- n'de yapılan uc dort cılgınca ve olumcul duelloyla yeni bir canlılık kazanmıstı. Ve boylece gecenin coğunda o zamanların en cok bahsedilen konusu konusulmustu. Aksamın erken saatlerinde alısılmadık bicimde sessiz ve dalgın olan Baron en sonunda kayıtsızlığından sıyrılır gibi gorundu ve konusmanın dizginlerini eline alıp sert sozler teatisindeki yerlesik adap kurallarının faydalarından, ozellikle de guzelliklerinden, dinleyicilerinde son derece sıcak bir yakınlık duygusu uyandıran ve onun ileri surduğu savlarla aslında dalga gecen ve ozellikle de duellodaki adap kurallarının tamamına karsı, hak ettikleri mutlak kucumsemeyi sergileyen biri olduğunu bilmeme karsın beni bile sarsan bir cosku, zerafet ve etkileyicilikle bahsetti. Baron'un konusmasındaki bir duraksama esnasında etrafıma bakınırken (Coleridge'in atesli, melodili, monoton, ama muziksel, vaiz tarzını andırdığını soylersem okurlarım bu konusma hakkında bir fikir sahibi olabilir) odadakilerden birinin yuzunde genelinkinden daha yoğun bir ilginin belirtilerini fark ettim. Hermann olarak adlandıracağım bu bay her acıdan orijinal biriydi - bel ki cok buyuk bir aptal olması dısında. Ancak universitenin belli bir cevresin de derin bir metafizik dusunur ve sanırım, mantıksal yeteneğe sahip biri ola rak tanınıyordu. Bir duellocu olarak buyuk un yapmıstı, G -----n'de bile. Oldurduğu kurbanların sayısını unuttum; ama epey fazlaydı. Yurekli bir adamdı suphesiz. Ama ozellikle duello adabını ayrıntılarıyla bilmekle ve seref konusundaki hassasiyetiyle ovunurdu. Bunlar, uğrunda olumu goze aldığı birer hobiydi. Tuhaflıkları, hep acayipliklerin pesinde olan Ritzner'in aldatmacaları icin uzun suredir materyal teskil etmekteydi. Ancak ben bunun farkında değildim. Yine de bu olayda, arkadasımın davranıslarındaki tuhaflığı ve bunun hedefinin Hermann olduğunu acıkca goruyordum. Ritzner konusmasına, daha doğrusu monologuna devam ederken diğerinin heyecanının giderek arttığını fark ettim. En sonunda konustu. R.'nin ısrar ettiği bir konuya karsı cıktı ve sebeplerini ayrıntılarıyla belirtti. Baron buna (hala o abartılı duygusallığını koruyarak) uzun bir karsılık verdi ve yanıtını oldukca zevksizce olduğunu dusunduğum bir alay ve kucumseyici dudak bukusuyle bitirdi. Hermann hemen zokayı yuttu. Bunu verdiği hesaplı, karmakarısık, sacma cevaptan anlayabiliyordum. Son sozlerini net olarak anımsıyorum, "Baron Von Jung, fikirlerinizin, temelde doğru olsalar da, pek cok ince noktada kendiniz ve uyesi olduğunuz universite icin utanc verici olduğunu soylememe izin verin. Hatta bazı acılardan ciddiye alınmaya bile değmezler. Daha fazlasını da soylerdim, bayım, size hakaret etmis olmaktan korkmasam (burada konusmacı hafifce gulumsedi), fikirlerinizin bir centilmenden beklenecek fikirler olmadığını soylerdim." Hermann bu cift anlamlı cumleyi bitirirken butun gozler Baron'a cevrildi. Once beti benzi attı, sonra kıpkırmızı oldu, sonra mendilini dusurdu ve almak icin eğilirken yuzunde masadaki diğer hic kimsenin gormediği bir ifade yakaladım. Yuzu doğal karakteri olan alaycı ve keyifli ifadeyle ısıl ısıldı, ama bu ifadeyi ancak bas basa olduğumuz ve kendini rahat bıraktığı zamanlarda gormustum. Ardından dimdik durup Hermann'la yuz yuze geldi. Daha once hicbir yuz ifadesinin bu kadar cabuk değistiğine tanık olmamıstım. Bir an onu yanlıs


anladığımı, aslında cok ciddi olduğunu bile dusundum. Đci alev alev yanıyor gibiydi ve suratı bir cesedinki gibi bembeyazdı. Kısa bir sure konusmadan, guya duygularını kontrol altına almaya calısarak sustu. En sonunda basarılı olmus gibi gorununce, yanında duran bir surahiye uzandı ve onu sımsıkı elinde tutarken konustu -"Benimle konusurken kullanmayı uygun gorduğunuz dil, Mynheer Hermann, oyle cok acıdan munasebetsiz ki, ayrıntılara girecek ne sabrım, ne de zamanım var. Ancak fikirlerimin bir centilmenden beklenecek fikirler olmadığı konusundaki gozleminiz, siz de kabul edersiniz ki, bana tek E. A. Poe Butun Hikayeleri bir davranıs yolu bırakacak kadar dupeduz asağılayıcı turden. Yine de bu topluluğun huzurunda bulunmamız ve konuğum olmanız biraz nezaketi gerektiriyor. Bu yuzden centilmenler arasındaki benzer kisisel hakaretlerde genelde izlenen yoldan biraz saparsam beni bağıslayın. Hayal gucunuzu biraz zorlamanızı ve suradaki, aynada gorulen yansımanızı bir an icin canlı Mynheer Hermann olarak hayal etmenizi istememi bağıslayın. Siz bunu yaptıktan sonra butun guclukler ortadan kalkacak. Elimdeki sarap dolu surahiyi aynadaki goruntunuze fırlatacağım ve boylece hakaretinize karsı duyduğum icerlemenin gereğini harfiyen olmasa da sembolik olarak yerine getireceğim ve gercek sahsınıza karsı fiziksel siddet uygulama gerekliliği de ortadan kalkacak." Bu sozlerden sonra sarap dolu surahiyi Hermann'ın tam karsısında asılı duran aynaya fırlattı. Surahi Hermann'ın yansımasına carptı ve elbette aynayı tuzla buz etti. Herkes ayağa fırladı ve, benimle Ritzner'ın dısındakiler, cıkıp gitti. Hermann giderken Baron kulağıma onu takip etmemi ve hizmetlerimi sunmayı teklif etmemi fısıldadı. Bunu kabul ettim. Boylesine gulunc bir meseleyi nasıl değerlendireceğimi tam olarak bilemiyorum. Duellocu yardımımı soğuk ve ultra recherche bir havayla kabul etti ve koluma girip beni dairesine goturdu. O, kendisine yapılan hakaretin "tuhaf ve hassas doğasından" buyuk bir ciddiyetle bahsederken, ben yuzune karsı gulmemek icin kendimi zor tutuyordum. Alısıldık tarzıyla uzun ve tumturaklı bir konusma yaptıktan sonra, kutuphanesinin raflarından duello ustune yazılmıs kuf kokulu kitaplar indirdi ve beni icerikleri hakkında uzun uzun bilgilendirdi. Yuksek sesle okuyor ve bir yandan da samimi fikirlerini belirtiyordu. Eserlerden sadece bazılarının isimlerini anımsayabiliyorum. Philip le Bel'in "Teke Tek Savas Kuralları" vardı: Favyn'in "Onur Tiyatrosu" ve D'Audiguier'in risalesi "Duello Đzni Ustune". Buyuk bir kurumla, Cologne'de, 1666'da, Elzevir tarafından basılmıs olan Brantome'nin "Duello Anıları"nı da gosterdi - Derome tarafından ciltlenmis, tirse kağıtlı, değerli ve essiz bir kitaptı bu. Ama Hedelin adlı bir Fransız tarafından barbar Latincesiyle yazılmıs olan ve "Duelli Lex scripta, et non; aliterque" gibi tuhaf bir baslık tasıyan kalın bir cilde ozellikle ilgi gostermemi, gizemli bir bilgelik havasıyla rica etti. Bana dunyadaki en tuhaf bolumlerden birini, "Injuriae per applicationem, per constructionem, et per se"ye iliskin bir kısmı okudu ve her ne kadar bunun yarısının kesinlikle kendi "cok ozel" durumuna uyduğunu iddia ettiyse de, ben okuduklarından tek kelime bile anlamamıstım. Bolumu bitirdikten sonra kitabı kapadı ve bana ne yapılması gerektiğini dusunduğumu sordu. Ben onun ustun hassasiyetine guvenimin tam olduğu ve onerdiği her seyi yapacağım karsılığını verdim. Bu yanıttan koltukları kabarmıs gibiydi. Oturup Baron'a bir not yazmaya basladı. Not soyleydi: Bayım, -Arkadasım M. Ρ—, size bu notu iletecektir. Bana bu gece dairenizde olanların acıklamasını mumkun olan en kısa zamanda yapmanızı talep etmeyi gorev biliyorum. Bu talebimi geri cevirmeniz halinde, Bay P., sizin sececeğiniz bir arkadasınızla beraber, bir bulusmanın on hazırlıklarını yapmaktan memnunluk duyacaktır. En derin saygılarımla,


En aciz kulunuz, JOHAN HERMANN. Baron Ritzner Von ]ung'a, 18 Ağustos, 18—. Aklıma yapacak daha iyi bir sey gelmediğinden Ritzner'e gidip bu mektubu gosterdim. Mektubu alırken eğilip selam verdi; sonra da, ağırbaslı bir ifadeyle oturmamı isaret etti. Teklifi dikkatli okuduktan sonra, bana asağıdaki yanıtı verdi ve ben de onu Hermann'a goturdum. Bayım, Ortak arkadasımız Bay P. aracılığıyla bu aksamki notunuzu aldım. Biraz dusununce gercekten de yapılmasını onerdiğiniz acıklamanın gerekli olduğunu gordum. Bunu kabul etmeme karsın, yine de ozurlerimi nasıl durumun gerektirdiği sekilde, ayrıntılı olarak dile getireceğimi bulmakta buyuk zorluk cekiyorum (anlasmazlığımızın cok ozel doğasından ve yapmıs olduğum hakaretten dolayı). Ancak yerlesik adap kuralları konusunda uzun suredir seckin bir uzman olduğunuz bilindiğinden, bu konuya iliskin tum meselelerde sizin ustun hassasiyetinize guveniyorum. Bu yuzden, anlasıldığımdan kesinlikle emin olarak sizden duygularımı ifade etmek yerine Sieur Hedelin'in "Duelli Lex scripta, et non; aliterque" adlı eserinin "Injuriae per applicationem, per constructionem, et per se" adını tasıyan bolumunun dokuzuncu paragrafındaki fikirlere bir bakmanızı rica etmek icin izninizi istiyorum. Orada bahsedilen tum konulara hakim olusunuz sebebiyle, sizden yalnızca o takdire değer paragrafı okumanızı istemis olmamın bile, onurlu bir adam olarak benden talep ettiğiniz acıklamayı almıs olduğunuz konusunda sizi tatmin edeceğinden eminim. En derin saygılarımla, Sadık hizmetciniz, VON JUNG. E. A. Poe Herr Johan Hermann'a. 18 Ağustos 18— Hermann bu mektubu dikkatle okurken kaslarını cattı, ama sonra Injuriae per applicationem, per constructionem, et per se'den bahsedilen sacma sapan kısma gelince yuzunde en gulunc cinsten, kendini beğenmisce bir gulumseme yayıldı. Okumayı bitirdikten sonra, benden olabilecek en uysal gulumsemeyle, kendisi bahsedilen kitabı getirirken oturmamı istedi. Bahsedilen kısmı actıktan sonra kendi kendine dikkatle okudu. Sonra kitabı kapatıp benden guvenilir bir arkadası olarak Baron Von Jung'a ustun nezaketi icin tesekkur etmemi ve acıklamasının son derece tatminkar, onurlu ve kesinlikle net olduğu konusunda onu temin etmemi istedi. Butun bu olanlara biraz sasırmıs halde Baron'un yanına gittim. Hermann'ın dostca mektubunu bekler gibiydi ve biraz havadan sudan konustuktan sonra, icteki odalardan birine gecip bana "Duelli Lex scripta, et non; aliterque" adlı olumsuz eseri getirdi. Kitabı bana verdi ve biraz karıstırmamı istedi. Bunu yaptım, ama okuduklarımdan hicbir sey anlamadım. Sonra kitabı elimden alıp bir bolumunu yuksek sesle okudu. Buyuk bir saskınlıkla, okuduğunun iki habes maymunu arasındaki bir duelloyu anlatan son derece absurd bir yazı olduğunu anladım. Sonra bana durumu acıkladı. Kitabın, prima facie'de gorunduğu uzere, Du Bartas'ın sacma dizelerinin tarzında yazılmıs olduğunu soyledi; yani dil oyle bir sekilde yapılandırılmıstı ki, kulağa son derece mantıklı, hatta derin gelirken aslında hicbir anlam tasımıyordu, isin sırrı sırayla her ikinci, ucuncu sozcuğu atmaktaydı ve o zaman ortaya modern zamanlarda yapılmıs bir duello ustune komik sorular cıkıyordu. Baron daha sonra bana kitabı maceradan iki uc hafta once bilerek Hermann'ın


onune cıkarmıs ve konusmalarının genel havasından onu son derece derin bir ilgiyle okuyup cok değerli bir eser olduğuna karar vermis olduğunu anladığını soyledi. Bu ipucu ustunde hareket etmisti. Hermann duello uzerine yazılmıs evrendeki herhangi bir seyi ve hicbir seyi anlayamadığını itiraf etmektense bin kez olmeyi yeğlerdi. 1837 Butun Hikayeleri Bir Blackwood Makalesi Nasıl Yazılır? "Peygamber askına -incir!" TURK SEYYAR SATICININ BAĞIRISI. Sanırım herkes ismimi duymustur. Adım Senyora Psyche Zenobia. Bunun doğru olduğunu biliyorum. Bana sadece dusmanlarım Suky Snobbs der. Bana Suky'nin saygın Yunancada "ruh" (ben buyum iste, tepeden tırnağa ruhum), bazen de "kelebek" anlamına gelen, ki kelebek derken gok mavisi Arap harmaniyeli, yesil agraffas suslemeli ve portakal rengi yedi auriculanlı fırfırlı yeni kızıl saten elbiseme gondermede bulunuyorlar suphesiz, Psyche'nin bozulmus, kaba bir sekli olduğu soylendi. Snobbs'a gelince - bana bakan herkes ismimin Snobbs olmadığını hemen anlar. Bayan Tabitha Turnip bu soylentiyi sırf kıskanclığından yaydı. Tabitha Turnip'mis, poh! Ah zavallıcık! Bir salgamdan ne beklenir ki zaten! "Salgamı sıkıp suyunu cıkarmak, vs." ile ilgili o atasozunu anımsıyor mu acaba? [Not: Bunu ona ilk fırsatta hatırlat.] [Yine not - burnundan tutup cek.] Nerede kalmıstım? Ah! Bana Snobbs'un Zenobia'dan bozma olduğu soylendi, ki Zenobia bir kraliceydi -(Ben de oyleyim. Dr. Moneypenny beni hep iskambil kağıtlarındaki kupa kızına benzetir- ve Zenobiada, Psyche gibi saygın Yunancadır, babam da "bir Yunanlı" olduğuna gore benim Snobbsu değil, soyadımız olan Zenobiayı kullanmaya kesinlikle hakkım var. Tabitha Turnip'den baskası Suky Snobbs demez bana. Ben Senyora Psyche Zenobia'yım. Dediğim gibi, herkes ismimi duymustur. Đnsanlığı Medenilestirecek Philadelphialı Genc Edebiyatcı Dilberlerin Cay Partileri Duzenlediği Evrensel Deneysel Bibliyografya Derneği'nde muhabir-aza sekreter olarak haklı bir une kavustum. Derneğimizin ismini Dr. Moneypenny buldu ve kulağa bos bir rom fıcısı kadar buyuk geldiği icin bu ismi sectiğini soyledi. (Bazen kaba bir adam olabiliyor ama derin biri.) Hepimiz imza atarken isimlerimizden sonra derneğimizin bas harflerini yazıyoruz, tıpkı K.S.D., Kraliyet Sanat Derneği - F.B.Y.D., Faydalı Bilgileri Yayma Derneği, vs. vs. gibi. Dr. Moneypenny derneğin Đsminin Bayat Ordek'in kısaltılması olduğunu ve aslında Lord Broughman'ın derneğini tanımlamadığını soyluyor - ama Dr. Moneypenny oyle tuhaf bir adam ki, bana ne zaman doğruyu soylediğinden emin olamıyorum. Her neyse, isimlerimizin basına hep H.O.S.U.Z.G.U.N.G.R.U.P. bas harflerini koyuyoruz - ve bu Đnsanlığı Medenilestirecek Philadelphialı Genc Edebiyatcı Dilberlerin Cay Partileri Duzenlediği Evrensel Deneysel Bibliyografya Derneği anlamına geliyor - her sozcuğe bir harf dusuyor, ki bu konuda Lord Brougham'ın derneğinden ustun olduğumuz bir gercek. Dr. Moneypenny bas harflerimizin bizim gercek karakterimizi sergilediğini soyluyor, ama ne demek istediğini anlıyorsam Arap olayım. Dernek fark edilme yolundaki tum cabalarına ve doktorun elinden geleni yapmasına karsın, ben katılana dek pek basarılı olamadı. Aslında uyeler tartısırken fazla kustahca bir dil kullanıyordu. Her cumartesi aksamı okunan yazılar derinlikten cok maskaralık iceriyordu. Hepsi de tırıskadan nağmelerdi. Đlk nedenleri, ilk ilkeleri arastırmıyorlardı. Aslında hicbir seyi arastırmıyorlardı. O


yuce "uygunluk" hususuna hic dikkat edilmiyordu. Kısacası hicbiri bu yazı gibi iyi değildi. Hepsi değersizdi - tamamen! Derinlik yoktu, birikim yoktu, metafizik yoktu - kulturlulerin maneviyat dediği, kultursuzlerinse riyakarlık [Dr M. "riyakarlık"ın bas harfinin buyuk Κ olması gerektiğini soyluyor -ama boyle olmaması gerektiğine eminim] olarak adlandırdığı seyden eser yoktu. Derneğe katıldığımda daha iyi bir dusunme ve yazma tarzını benimsetmeye cabaladım ve butun dunya bunda ne kadar basarılı olduğumu biliyor. Simdi H.O.S.U.Z.G.U.N.G.R.U.P.ta Blackwood'da yayımlananlar kadar iyi yazılar yazılıyor. Blackwood diyorum cunku bana her konudaki en iyi yazıların o haklı une sahip derginin sayfalarında bulunabildiği soylendi. Simdi her konuda onu ornek alıyor ve bu yuzden hızla tanınıyoruz. Hem sonucta hakiki Blackwood damgasını tasıyan bir makale yazmak o kadar da zor değil, eğer insan bu ise doğru sekilde yaklasırsa. Siyasi yazılardan bahsetmiyorum elbette. Onların nasıl kotarıldığını herkes biliyor, ne de olsa Dr. Moneypenny bunu acıkladı. Bay Blackwood'un bir terzi makası ve yanında durup emirlerini bekleyen uc comezi var. Biri ona "Times"ı, diğeri "Examiner"ı, ucuncusu de "Gulley'nin Yeni Argo-Kufur Derlemesi"ni uzatıyor. Bay. B. sadece kesip bir araya getiriyor, o kadar. Yazısı kısa surede bitmis oluyor - sadece Examiner, Argo-Kufur ve Times - sonra Times, Argo-Kufur ve Examiner - ve sonra Times, Examiner ve ArgoKufur. Ama derginin en iyi tarafı cok yonlu makaleleri; ve bunların en iyileri Dr. Moneypenny'nin tuhaflıklar (ne demek istiyorsa), baska herkesin ise yoğunluklar olarak adlandırdığı yazılar. Bu yazı turunun nasıl okunacağını uzun suredir biliyorum, her ne kadar onları yazma yontemini ancak Bay Blackwood'u son ziyaretimde (derneği temsilen) oğrendiysem de. Siyasi makaleleri yazma yontemi kadar basit olmasa da bu yontem cok basit. Bay B.'yi ziyaret edip kendisine derneğin dileklerini iletmek istediğimi soylediğimde son derece kibar davranıp beni calısma odasına aldı ve bana butun sureci acıkca anlattı. "Sevgili bayan," dedi, gorkemli gorunusumden acıkca etkilenmis bir sekilde, cunku ustumde gok mavisi Arap harmaniyeli, yesil agraffas suslemeli ve portakal rengi auriculas fırfırlı kızıl saten elbisem vardı, "Sevgili bayan," dedi, "oturun. Olay su. Her seyden once, yoğunluklar yazarı olarak simsiyah murekkebe ve ucu epey korelmis kocaman bir kaleme sahip olmanız gerekiyor. Ve beni dinleyin, Bayan Psyche Zenobia!" diye devam etti, bir duraklamadan sonra, son derece etkileyici bir enerji ve vakarla. "Beni dinleyin! - O kalem - asla - onarılmamalı Bayan, yoğunluğun sırrı, ruhu burada yatar. Đnanın bana, hic kimse, ne kadar buyuk bir dahi olursa olsun, guzel bir kalemle -anlıyor musunuz beni- iyi bir makale yazmamıstır. Elyazısı bir taslak okunabiliyorsa kesinlikle okunmaya değmez. Bu bizim inandığımız onde gelen ilkelerden biridir ve eğer bunu hemen benimsemiyorsanız gorusmemiz sona ermistir." Durdu. Ama gorusmemizin sona ermesini elbette ki istemediğimden boylesine asikar ve zaten basından beri yeterince farkında olduğum gerceği onayladım. Memnun olmus gorundu ve talimatlarına devam etti. "Bayan Psyche Zenobia, ornek almanız ya da incelemeniz icin bir ya da bir dizi makale onermem size kırıcı gelebilir; yine de dikkatinizi birkacına cekebilirim. Bir bakalım. 'Yasayan Olu' mukemmeldi! - Canı bedeninden cıkmadan mezara gomulen bir adamın hislerinin anlatımıydı - zevk, dehset, duygu, metafizik ve bilgi doluydu. Yazarın bir mezarda doğup buyuduğune inanası geliyordu insanın. Sonra 'Bir Afyonkesin Đtirafları' vardı, guzeldi, cok guzeldi! Gorkemli bir hayal gucu - derin felsefe - zekice spekulasyonlar - atesli ve ofkeliydi, ustune tadımlık bir anlasılmazlık da serpistirilmisti. Palavralarla dolu iyi bir calısmaydı ve millet zevkle yalayıp yuttu. Coleridge'in yazdığını sanıyorlar


- ama aslında bu doğru değil. Onu evcil Habes maymunum Juniper, koca bir bardak dolusu Hollanda ciniyle 'sıcak, sekersiz suyu' mideye indirdikten sonra yazdı." [Bunu soyleyen, beni temin eden Bay Blackwood'dan baskası olsa inanmazdım.] "Sonra 'Gonulsuz Deneyci' vardı, bir fırında pisirildikten sonra dısarı sapasağlam, gerci biraz yanmıs bir halde, cıkan bir adamın oykusuydu. Ve sonra Olmus Bir Doktorun Gunluğu' vardı, ki bunun değeri yazarın uygun sekilde yuksekten atıp tutmasından ve onemsiz, anlasılmaz laflar etmesinden geliyordu - halk bu ikisine de bayılır. Ve sonra 'Canın icindeki Adam' vardı, ki bunu, Bayan Zenobia, size ne kadar tavsiye etsem azdır. Bir kilise canının tokmağının altında uykuya dalan ve sonra canın bir cenaze icin calmasıyla uyanan bir gencin oykusu. Ses onu delirtir ve boylece hislerini kaydeder. Sonucta hisler yuce seylerdir. Gunun birinde boğulacak ya da asılacak olursanız hislerinizi kaydetmeyi unutmayın -sayfasına on ingiliz altını alırsınız. Eğer kaleminizin kuvvetli olmasını istiyorsanız Bayan Zenobia, hisleri buyuk bir dikkatle gozlemleyin." "Bunu kesinlikle yapacağım, Bay Blackwood," dedim. "Guzel!" diye yanıtladı. "Sizin tam aradığım oğrenci olduğunuzu goruyorum. Ama au fait hakiki Blackwood duygu damgası tasıyan bir makale yazmak icin gerekli ayrıntılara gecmeliyim -her acıdan en iyi olduğunu dusunduğum turden bir makale. Ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur. "Đlk yapmanız gereken esine benzerine rastlanmamıs bir belaya catmak. Mesela fırın -iyi bir fikirdi. Ama hazırda bir fırınınız yoksa ya da bir balondan dusmekte, ya da bir deprem yarığının icine yuvarlanmakta, ya da bir bacada sıkısıp kalmakta zorlanıyorsanız, benzer bir talihsizliği hayal etmekle yetinmek zorunda kalacaksınız. Gerci yazınızın yasanmıs olaylara dayanmasını tercih ederim. Hicbir sey hayal gucunu konuyla ilgili deneysel bilgi kadar destekleyemez. 'Gercek tuhaftır,' bilirsiniz, 'kurgudan daha tuhaftır' - hem amacımıza da daha uygundur." Burada onu mukemmel bir jartiyerimin olduğu ve gidip onunla kendimi asacağım konusunda temin ettim. "Guzel," diye karsılık verdi. "Bunu yapın; -gerci asılmak da biraz bayatladı. Belki daha iyisini yapabilirsiniz. Brandreth'in haplarından birkacını yutun, sonra da bize hislerinizi anlatın. Ama verdiğim talimatlar herhangi bir turden talihsizliğe uygulanabildiğinden, evinize giderken rahatca kafanıza bir darbe yiyebilir, bir omnibusun altında kalabilir, kuduz bir kopek tarafından ısırılabilir ya da su dolu, bir cukurda boğulabilirsiniz. Ama devam edelim. "Konunuzu belirledikten sonra anlatınızın tonuna ya da tarzına karar vermelisiniz. Didaktik ton var, hararetli ton var, doğal ton var -hepsi de oldukca yaygın. Ama veciz veya kısa ton da son zamanlarda epey gozde oldu. Kısa cumlelerden olusuyor. Yani boyle. Kısalıkta asırıya kacamazsınız. Terslemekte asırıya kacamazsınız. Ve hep bir nokta. Asla bir paragraf değil. "Sonra konu dısına cıkılarak meselenin uzun uzadıya anlatıldığı coskulu ton var. En iyi romancılarımızdan bazıları bu tonu benimsemistir. Sozcukler vınlayan topac gibi donmeli ve anlamın yerine oldukca iyi bicimde yanıt veren, benzer bir ses cıkarmalıdır. Bu yazarın durup dusunecek vaktinin olmadığı zamanlarda benimsenebilecek en iyi tondur. "Metafizik ton da iyidir. Eğer satafatlı sozler biliyorsanız burada kullanabilirsiniz, lonik ve Eleatik ekollerden bahsedin -Archytas'tan, Gorgias'tan ve Alcmaeon'dan. Oznellik ve nesnellik uzerine bir seyler soyleyin. Kendinize guvenin ve Locke diye birine saldırmayı unutmayın. Genelde her seye burun kıvırın ve: fazla absurd bir sey soyleyecek olursanız hic kafanızı yormayın, bir dipnot ekleyip yukarıdaki derin gozlemi 'Kritik der reinen Vernunft'a ya da 'Metaphysische


Anfangsgrunde der Naturwissenschaft’a borclu olduğunuzu soyleyin. Bu sizi cok bilgili ve - ve - acık sozlu gosterecektir. "Aynı olcude tanınmıs daha pek cok ton var, ama ben sadece iki tanesinden daha bahsedeceğim -askın ve heterojen tondan. Đlkinde butun mesele olguların doğasını herkesten cok daha derin bir sekilde gormektir. Bu ikinci bakıs doğru sekilde kullanılırsa cok etkili olur. 'Kadran'ı biraz okumak size cok sey kazandıracaktır. Bunda satafatlı sozlerden kacının; olabildiğince basit olsunlar ve onları ters yazın. Channing'in siirlerine bakıp 'hela tasıyla aldatıcı bir gosteri yapan kucuk sisman bir adam' hakkında yazdıklarından alıntı yapın. Yuce Birliğe Dair bir seyler ekleyin. Kesinlikle Cehennemsi Đkilik'ten bahsetmeyin. En onemlisi de, kinayeler ustune calısın. Her seyi ima edin -hicbir sey one surmeyin. Eğer icinizden 'yağlı ekmek' demek geliyorsa sakın bunu doğrudan soylemeyin. 'Yağlı ekmeği' cağrıstıran her seyden bahsedebilirsiniz. 'Karabuğdaylı kek'i ima edebilirsiniz mesela, hatta ustu kapalı sekilde yulaf ezmesi lapasından bahsedecek kadar ileri gidebilirsiniz, ama gercekten soylemek istediğiniz sey yağlı ekmekse, dikkatli sevgili Bayan Psyche, kesinlikle 'yağlı ekmek!' demeyin." Ona bunu bir daha omrum boyunca asla soylemeyeceğim konusunda teminat verdim. Beni opup devam etti: "Heterojen tona gelince, dunyadaki diğer tum tonların esit olculerde, zekice yapılmıs bir karısımıdır o kadar; bu yuzden de icinde her sey vardır: Derinlik, satafat, tuhaflık, heyecanlandırıcılık, yerindelik ve sevimlilik. "Diyelim ki olaylarınızda ve tonunuzda karar kıldınız. En onemli kısma aslında meselenin ruhuna daha gelmedik - dolgu kısmından bahsediyorum. Bir kadının ya da erkeğin yasamını bir kitap kurdu gibi gecirmesi beklenemez. Ama yine de makalenizde cok okumus, en azından genel bir okuma yapmıs olduğunuzun kanıtlarının bulunması her seyden onemlidir. Simdi sizi bunu basarma konusunda eğiteceğim. Buraya bakın!" (raflardan uc dort sıradan gorunuslu kitap indirip rasgele actı). "Dunyadaki herhangi bir kitabın herhangi bir sayfasına bakmakla bir anda ya kucuk bilgi parcacıkları ya da bel-esprit-ism-ler gorebileceksiniz, ki bunlar bir Blackwood makalesinin tuzu biberidir. Ben size okurken birkacını not da edebilirsiniz. Đki bolume ayıracağım: Bir, Tesbihlerin Uretimi icin Đlginc Gercekler, ve iki, Gereken Durumlarda Kullanılacak Đlginc Đfadeler. Simdi yazın!-" ve o okudukca ben yazdım. "TESBĐHLERDE KULLANILACAK ĐLGĐNC GERCEKLER. 'Uc ilham perisi vardı - Melete, Mneme, Aoede - dusunce, hafıza ve sarkı.' Bu kucuk gerceği uygun sekilde kullanırsanız buyuk seyler elde edebilirsiniz. Anlıyorsunuz ya, genelde bilinmez ve recherche gorunuyor. Dikkatli olmalı ve buna doğaclama havası vermelisiniz. "Bir tane daha. 'Alpheus Nehri denizin altından gecip sularının saflığına halel gelmeden yuzeye cıkardı.' Bunun oldukca bayat bir bilgi olduğu bir gercek, ama allayıp pullarsanız taptaze gorunecektir. "Đste daha iyisi. 'Đran Suseni kimilerine gore cok hos ve guclu bir koku yayarken, kimilerine goreyse kesinlikle kokusuzdur.' Cok hos, cok zarif! Biraz evirip cevirin, harikalar yaratacaktır. Botanik konusunda bir orneğimiz daha var. Hicbir sey botanik kadar iyi duramaz, ozellikle de biraz Latincenin yardımıyla. Yazın! "'Cava'daki Epidendrum Flos Aeris'in cok guzel bir ciceği vardır ve kokleE. A. Poe Butun Hikayeleri riyle sokulurse yasamayı surdurur. Yerliler onu tavandan bir iple asıp hos kokusundan senelerce faydalanır.' iste bu harika! Tesbihler icin bu kadarı yeter. Simdi ilginc Đfadeler'e gecelim. "ĐLGĐNC ĐFADELER. 'Buyuk Cin romanı Ji-Kiao-Li.' Guzel! Bu birkac sozcuğu


hunerle ortaya atıvererek Cin dilini ve edebiyatını iyi bildiğinizi gostermis olacaksınız. Bunun yardımıyla Arapca, Sanskritce ya da Chickasawca bilmeden durumu idare edebilirsiniz. Ama ispanyolca, italyanca, Almanca, Latince ve Yunanca olmazsa olmaz. Size her birinden kucuk birer ornek vermeliyim. Kucuk herhangi bir parca yeterli olur, cunku onu makalenizde uygun bir yere yerlestirmek icin kendi yaratıcılığınıza guvenmelisiniz. Simdi yazın! 'Aussi tendre que Zaire' - Zaire kadar sefkatli - Fransızca. Aynı ismi tasıyan Fransız tragedyasındaki la tendre Zaire ibaresinin sık sık tekrarlanmasına gonderme yapıyor. Uygun sekilde kullanırsanız sadece o dili ne kadar iyi bildiğinizi değil, genel kulturunuzu ve nuktedanlığınızı da sergiler. Mesela yediğiniz tavuğun (bir tavuk kemiği tarafından boğulup olmek uzerine bir makale yazın) tamamen aussi tendre que Zaire olmadığını soyleyebilirsiniz. Yazın! 'Ven muerte tan escondida, Que no te sienta venir, Porque el plazer del morir No me tome a dar la vida.' "Bu Đspanyolca -Miguel Cervantes'ten. 'Cabuk gel, ey olum! Ama gelisini gormeyeyim ki, seni gormekten alacağım haz beni tekrar hayata dondurmesin.' Bunu tavuk kemiğiyle boğusurken, son nefeslerinizi verirken araya sıkıstırabilirsiniz. Yazın! ‘Il pover' huomo che non sen'era accorto, Andava combattendo, ed era morto.' "Bu Đtalyanca, anlayacağınız gibi, -Ariosto'dan. Buyuk bir kahramanın ken dini savasa kaptırmısken oldurulduğunun farkına varmadan olu bir halde yiğitce carpısmaya devam ettiğini anlatıyor. Bunun sizin durumunuza nasıl uygulanacağı acık -cunku Bayan Psyche, o tavuk kemiği boğazınızda kaldıktan sonra en az bir bucuk saat tekmeler savurmayı ihmal etmeyeceğinize guveniyorum. Lutfen yazalım! 'Und sterb'ich doch, so sterb'ich denn Durch sie -durch sie!' "Bu Almanca -Schiller'den. 'Ve olursem, en azından olurum - senin icin -senin icin!' Burada yasadığınız felaketin sebebine seslendiğiniz acık. Ne de olsa hangi erkek (ya da kadın) gebreotu ve mantarla doldurulmus ve bir salata tabağı icinde portakal jolesiyle birlikte en mosaique servis edilmis semiz, hadım bir Molucca horozu icin olmez ki? Yazın! (Bunları Tortoni'nin dukkanından temin edebilirsiniz) -Yazın lutfen! "Đste hos bir Latince tabir, nadir de (Latincede insan artık cok rednerche veya ozlu olamıyor, oyle yaygınlasıyor ki,) - ignoratio elenchi. O bir ignoratio elenchi yaptı - yani, onermenizdeki fikirleri değil, sozcukleri anladı. Adam salaktı yani. O tavuk kemiği yuzunden boğazınız tıkandığında konustuğunuz ve bu yuzden neden bahsettiğinizi tam olarak anlamayan zavallının tekiydi. Ustune ignoratio elenchi’yi atıverin ve onu bir anda yok edin. Eğer karsılık vermeye curet ederse ona Lucan'dan bir alıntıyla, konusmaların sadece anemonae verborum, numan ciceği sozcukler olduğunu soyleyebilirsiniz. Numan ciceği cok gosterislidir, ama kokusu yoktur. Veya, boburlenmeye baslarsa insomnia jovis'i, Jupiter'in hayallerini, beynine indirebilirsiniz - Silius Italicus'un (bakın, iste burada!) kurumlu ve sisirme cumleler icin kullandığı bir tabirdir bu. Bu kesinlikle isini bitirir. Tek yapabileceği dusup olmektir. Lutfen yazar mısınız? "Yunancadan hos bir seylerimiz de olmalı -Demosthenesden mesela. (Ανηρ o φευγων και πάλιν μαχησεται) [Aner ο pheugon kai palin makesetai] Hudibras'ın oldukca iyi bir cevirisi vardırCunku kacan tekrar dovusebilir,


Oldurulense bunu asla yapamaz. "Bir Blackwood makalesinde hicbir sey Yunancanızla hava atmanız kadar iyi duramaz. Harflerin kendilerinin bile derinlik katan bir havası vardır. Su Epsilon'un akıllıca gorunusune bir bakın bayan! Su Phi kesinlikle bir piskopos olmalıydı! Su Omicron'dan daha zekisi olabilir mi? Su Tau'ya bir bakın hele! Kısacası, gercek bir duygu yazısı icin Yunanca gibisi yoktur. Yapacağınız sey dunyanın en acık gerceği. Tavuk kemiğine iliskin, sade Đngilizceyle yaptığınız gondermeyi anlayamayan o ise yaramaz, kalın kafalı, hain herife o cumleyi okkalı bir kufur esliğinde bir ultimatom gibi soyleyin. Đmayı anlayıp ortadan kaybolacaktır, bundan E. A. Poe emin olabilirsiniz." Bay B.'nin bu konuda bana verdiği tum talimatlar bu kadardı, ama yeterli olduklarını sezdim. Sonunda gercek bir Blackwood makalesi yazabilecek durumdaydım ve bunu hemen yapmakta kararlıydım. Ben ayrılırken Bay B. yazdığım zaman makalemi satın alma teklifinde bulundu: Ama sayfasına sadece elli ingiliz altını odeyebileceğinden, onu bu kadar cuzi bir meblağa feda etmektense derneğimize vermeyi tercih ettim. Ama bu cimriliğini bir kenara bırakırsak, bana her acıdan cok iyi, gercekten buyuk bir nezaketle davrandı. Ayrılırken soylediği sozler bana cok dokundu ve onları hep minnettarlıkla anımsayacağım. "Sevgili Bayan Zenobia," dedi yaslı gozlerle, "ovulesi girisiminizin basarıya ulasması icin yapabileceğim baska bir sey var mı? Bir dusuneyim! Belki - belki boğulmak - sizin icin o kadar uygun olmayabilir - ya da boğazınıza bir tavuk kemiği takılmasını sağlamak - ya da - ya da asılmak - ya da ısırılmak - ama bekleyin! Simdi dusunuyorum da, bahcede bir cift mukemmel buldog var - cok iyi cocuklardır, sizi temin ederim - acayip vahsiler - aslında tam size gore - sizi auriculalarınızla birlikte bes dakikada mideye indiriverirler (iste saatim!) - ve yasayacağınız hisleri bir dusunun! iste! Cağırıyorum - Tom! - Peter! - Dick, seni hain sey! - Salıverin su" - ama gercekten cok acelem olduğundan ve kaybedecek bir saniyem bile bulunmadığından ayrılısımı gonulsuzce hızlandırmak zorunda kaldım ve hemen cıkıp gittim - bunun biraz nezaketsizlik olduğunu itiraf ediyorum. Bay Blackwood'dan ayrıldıktan sonra temel hedefim tavsiyesine uyarak hemen basımı belaya sokmaktı ve bu amacla gunun coğunu Edinburgh'ta gezinip cılgınca maceralar arayarak gecirdim - hislerimin yoğunluğuna ve yazmaya niyetlendiğim makalenin derinliğine uygun maceralar. Bu gezintide zenci usağım Pompey ve Philadelphia'dan yanımda getirmis olduğum - hep kucağımda tasıdığım minik kopeğim Diana bana eslik etti. Ama ustesinden gelmeye kalkıstığım bu guc girisimi ancak aksama doğru basarabildim. Basıma onemli bir olay geldi ve asağıdaki heterojen tonla yazılmıs Blackwood makalesi bu olayı anlatmaktadır ve onun urunudur. 1838 Butun Hikayeleri Bir Kudus Oykusu Intonsos rigidam in frontem ascendere canos Passus erat ----LUCAN. -----kıllı bir yuk. CEVĐRĐ. "Hemen surlara gidelim," dedi Abel-Phittim, Buzi-Ben-Levi'yle Ferisi Simeon'a, Temmuz ayının onuncu gununde, dunyanın uc bin dokuz yuz kırk bir senesinde. -"Hemen Benyamin kapısının yanındaki, Davud sehrindeki, sunnetsizlerin


kampının karsısındaki surlara gidelim. Cunku simdi gun doğduğundan, bu dorduncu nobetcinin son saati; ve putperestler Pompey'in vaadini yerine getirmek uzere bizi kurbanlık kuzularla bekliyorlardır." Simeon, Abel-Phittim ve Buzi-Ben-Levi kutsal Kudus sehrindeki, ayinler sırasında cemaatten bağıs toplayan adamlar, Gizbarimlerdi. "Evet," diye yanıtladı Ferisi, "cabuk olalım; kafirlerin bu comertliği alısıldık bir sey değil; ve Baal'a tapanlar hep donek olmustur." "Donek ve hain oldukları Tevrat'ın ilk bes kitabı kadar doğru," dedi BuziBen-Levi, "ama yalnız Adonaililere karsı boyleler. Ammonitlerin kendi cıkarlarını gozetmediği nerede gorulmus? Bence bize Tanrı'nın sunağı icin kuzu vermeleri buyuk bir comertlik değil. Ne de olsa kuzu basına otuz gumus sekel alıyorlar!" "Ama Ben-Levi, unutuyorsun," diye karsılık verdi Abel-Phittim, "simdi En Yuce'nin sehrini kafirce kusatmakta olan Roma Pompeyi sunak icin satın aldığımız kuzuları ruhu değil bedeni beslemekte kullanmayacağımızdan emin olamaz." "Simdi, sakalımın bes kosesi adına," diye haykırdı, Vuranlar mezhebinden olan (ayaklarını kaldırıma vurmak suretiyle yaralayarak yurumeleri daha az atesli zahitler icin bir rahatsızlık kaynağı, bir kınama nedeni -yeteneksiz yuruyuculer icin tokezleten bir engel- olan kucuk bir mezhep) Ferisi - "bir rahip olarak tıras etmemin yasaklandığı sakalımın bes kosesi adına! - demek Romalı kafir ve putperest zıpcıktının birinin bizi en kutsal, adanmıs seyleri bedenin arzularına tahsis etmekle suclayacağı gunleri de gorecektik! O gunler""O barbarın gudulerini sorgulamayalım," diye araya girdi Abel-Phittim, "cunku bugun onun para hırsından ya da comertliğinden ilk kez faydalanıyoruz. En iyisi bir an once surlara gidelim ki, atesini cennetin yağmurlarının sonduremeyecegi ve dumandan sutunlarını hicbir tapınağın geri ceviremeyeceği o sunak adaksız kalmasın." Sehrin, saygıdeğer Gizbarimlerin aceleyle gittiği ve mimarı Kral Davut'un adını tasıyan kesimi, Kudus'un en sağlam surlarla cevrili kısmı olarak kabul ediliyordu. Dik ve yuksek Siyon tepesi ustune insa edilmisti. Burada, kayalardan yontulmus genis, derin bir hendek, ic kenarına dikilmis son derece sağlam bir sur tarafından korunuyordu. Bu sur duzenli aralıklara yayılmıs beyaz mermerden dortgen kalelerle bezenmisti. En alcağının boyu altmıs, en yukseğinin-ki yuz yirmi kol boyuydu. Ama Benyamin kapısının etrafında sur kesinlikle hendeğin kenarından yukselmiyordu. Tam tersine, hendekle kale duvarının dibi arasında iki yuz elli kol boyunda dik bir ucurum vardı. Bu, sarp Moriah Dağı'nın bir parcasıydı. Boylece Simeon ve arkadasları Adoni-Bezek adlı kuleye cıktıklarında -Kudus'teki en yuksek kule ve kusatan orduyla konusmaların genelde yapıldığı yer- dusman kampına Cheops Piramidi'ninkinden ve Belus tapınağınınkinden pek cok ayak daha fazla bir yukseklikten baktılar. "Doğrusu," diye ic gecirdi Ferisi, ucurumun otesine bası donerek bakarken, "sunnetsizlerin sayısı kumsaldaki kumlar kadar cok - kırlardaki cekirgeler kadar! Kral'ın vadisi Adommin'in vadisi olmus." "Ama yine de," diye ekledi Ben-Levi, "Aleften Tau'ya dek - kırdan surlara dek - bana Yod harfinden daha buyuk gorunen tek bir cahil - bir tane bile gosteremezsin!" "Gumus sekelleri bir sepete koyup sarkıtın!" diye seslendi Romalı bir asker boğuk, sert, Pluto'nun diyarından geliyormus gibi cıkan bir sesle. "Soylu bir Romalının cenesinin kırılmasına sebep olan o lanet olası paraların bulunduğu sepeti indirin! Sizin o putperestce ısrarlarınızı dinlemeye tenezzul eden efendimiz Pompeius'a olan minnettarlığınızı boyle mi gosteriyorsunuz? Tanrı Phoesus, ki gercek bir tanrıdır, bir saattir arabasının ustunde - ve siz gunes doğarken


surlarda olmayacak mıydınız? Aedepol! Dunya fatihi olan bizlerin her kopek kulubesinin duvarları onunde durup kopeklerle konusmaktan baska isi yok mu sanıyorsunuz? Đndirin sunu! -Yalnız değersiz paranız renkce parlak ve ağırlıkca tam olsun!" "El Elohim!" dedi Ferisi, Romalı yuzbasının ahenksiz sesi ucurumun sarp kayalıklarında yankılanıp tapınak yonunde yok olurken - "El Elohim! - Tanrı Phoebus da kim? - Bu kafir kimi cağırıyor? Sen, Buzi-Ben-Levi! Sen Musevi olmayanların kanunlarını bilirsin ve Teraphim'le ilgilenenlerin arasında yasadın! - Bu kafir Nergal'den mi bahsediyor? - Yoksa Ashimah'tan mı? - Nibhaz'dan mı? - Tartak'tan mı? - Adramalech'ten mi? - Anamalech'ten mi? - Succoth-Benith'ten mi? - Dagon'dan mı? - Belial'dan mı? - Baal-Perith'den mi? - Baal-Peor'dan mı? - Baal-Zebub'dan mı?" "Doğrusu hicbirinden bahsetmiyor - ama dikkat et de ip ellerinin arasından fazla hızlı kaymasın - cunku sepet suradaki kaya cıkıntısına takılırsa tapınağın kutsal esyaları feci bir sekilde dokulur." Ağır, yuklu sepet kabaca yapılmıs bir mekanizmanın yardımıyla dikkatle kalabalığın arasına indirildi. Bas dondurucu yukseklikten, Romalıların etrafına dolustuğu gorulebiliyordu. Ama buyuk yukseklikten ve havanın sisli olmasından dolayı ne yaptıkları net olarak secilemiyordu. Yarım saat gecmisti bile. "Gec kalacağız," diye ic gecirdi Ferisi, bu surenin bitiminde ucuruma bakarken -"gec kalacağız! Katholin bizi gorevden alacak." "Artık," diye karsılık verdi Abel-Phittim, "artık bir elimiz yağda, bir elimiz balda yasayamayacağız - artık sakallarımız buhur kokmayacak - belimize Tapınağın keten kumaslarını saramayacağız." "Raca!" diye kufretti Ben—Levi. "Raca! Bizi dolandırıp paramızın ustune mi yatmak istiyorlar? Yoksa, Musa adına! Sekellerini mi tartıyorlar?" "Sonunda isaret verdiler!" diye haykırdı Ferisi. "Sonunda isaret verdiler! Cek, Abel-Phittim! Ve sen, Buzi-Ben-Levi, cek! Cunku ya barbarlar hala sepeti tutuyor, ya da Tanrı icine semiz bir hayvan koymaları icin kalplerini yumusattı!" Ve Gizbarimler cektiler, yukleri hala koyulasan sisin icinde sallanarak olanca ağırlığıyla yukarı cıkarken. "Booshoh he!" -Bir saat kadar sonra, ipin ucunda bir sey belli belirsiz gorununce Ben-Levi'nin dudaklarının arasından cıkan nida buydu -"Booshoh he!" "Booshoh he! - Ne ayıp! - Engedi'nin sık calılıklarından gelme, Jehosaphat vadisi kadar dayanıklı bir koc bu!" "Surunun ilk doğan hayvanı bu," dedi Abel-Phittim, "onu melemesinden ve bacaklarını masumca kıvırmasından tanıdım. Gozleri Pectoral'ın mucevherlerinden daha guzel ve eti Hebron'un balı gibi." "Bashan meralarından semiz bir buzağı bu," dedi Ferisi, "putperestler bize cok iyi davrandı! Haydi bir mezmur okuyalım! Tesekkurlerimizi kaval, santur ve arpla iletelim!" Hafif bir homurtu iri bir domuzun varlıgını ancak sepet Gizbarimlerin birkac kadem kadar yakınına geldiğinde ele verdi. "Simdi El Emanu!" dedi uclu yavasca ve yukarı cevrilmis gozlerle, ipi bırakırlarken ve domuz barbarların arasına duserken, "El Emanu! - Tanrı bizimle olsun! - Adı ağza alınmaz et bu!" 1836 Butun Hikayeleri Bitmis Adam Son Bugaboo ve Kickapoo Seferi'nden Bir Oyku


Pleurez, pleurez, mes yeux, et fondez-vous en eau! La moitie de ma vie a mis l'autre au tombeau. CORNEILLE. - (Le Cid, III, iii.) O pek yakısıklı, hos adamla, Fahri Tuğgeneral John A.B.C. Smith'le nerede tanıstığımı simdi hatırlamıyorum. Beni onunla birinin tanıstırdığından eminim - bir toplantıda tanıstırıldığımızı biliyorum - onemli bir sey hakkında konustuğumuzdan da suphem yok - bunu bir yerde yaptığımıza kesinlikle inanıyorum - ama neresiydi, anlasılmaz bir sekilde unuttum. Aslında tanıstırılırken heyecanlıydım ve utanıyordum, bu yuzden ne zamana, ne de mekana fazla dikkat edebildim. Heyecanlı bir yapım var. Bu bana ailemden gecen bir kusur. Elimde değil. Ozellikle de bir gizem kokusu almıssam - herhangi bir seyi tam olarak kavrayamamıssam - hemen acınası bir heyecana kapılı___________yorum. Bahsettiğim adam her yonuyle dikkate değer biriydi -evet, dikkate değer, gerci bu tanım demek istediğim seyi karsılayamayacak kadar zayıf kalıyor amaoyleydi. Boyu yaklasık bir seksen, gorunusu fevkalade buyurgandı. Đyi eğitim aldığını ve soylu bir aileden geldiğini belli eden ayrıcalıklı bir havası vardı. Bu konuda -Smith'in kisisel gorunusu konusunda- ayrıntılara girmekten huzunlu bir tatmin duygusu alıyorum. Saclarına Brutus bile hurmet ederdi. Baska hicbir sey boylesine yoğun bir canlılık ve parlaklıkla dalgalanamazdı. Kapkaraydı. Favorilerinin de rengi, daha doğrusu renksizliği buydu. Bunlardan bahsederken elimde olmadan sevke geliyorum goruyorsunuz. Onların yeryuzundeki en guzel favoriler olduklarını soylemek abartmak olmaz. Her halukarda cevreledikleri ve bazen kısmen golgeledikleri ağzı tamamen essizdi. Bu ağızda dusunulebilecek en duzgun ve en parlak beyaz disler vardı. Aralarından her uygun anda oyle net, melodik ve guclu bir ses cıkıyordu ki, esi benzeri yoktu. Gozleri de epey dikkatimi cekmisti. Koyu elaydılar. Son derece iri ve parlaktılar. Bu gozlerin etrafında yuzundeki o derin ifadeyi doğuran o ilginc kırısıklıklar beliriyordu sık sık. Generalin goğsu tartısmasız simdiye kadar gorduğum en bicimli goğustu. Muhtesem uyumunda tek kusur bulamazdınız. Bu sıradısılık sayesinde, mermer Apollo'yu bile kucuk dusurup yuzunu kızartabilecek bir cift omzu kusursuzca tasıyordu. Bicimli omuzlara karsı tutkum vardır ve daha once hic kusursuz omuz gormemis olduğumu soyleyebilirim. Kolları da son derece bicimliydi. Bacakları da kollarının gerisinde kalmıyordu. Bunlar gercekten olabilecek en iyi bacaklardı. Bu konudaki butun uzmanlar bacaklarının iyi olduğunu kabul ederdi. Ne fazla kalın, ne fazla inceydiler - yani ne kaba, ne cılızdılar. Os femoris'inin kıvrımından daha zarif bir sey dusunemiyorum. Kamıs kemiklerinin arkasındaki, orantılı baldırlarına doğru yukselen cıkıntıların boyutları tam olması gerektiği gibiydi. Tanrım, keske genc ve yetenekli heykeltıras arkadasım Chiponchipino, Fahri Tuğgeneral John A.B.C. Smith'in bacaklarını gorebilseydi. Boylesine yakısıklı adamların sayısı sebepler ya da boğurtlenler kadar fazla olmasa da, demin bahsettiğim o dikkate değer seyin -bu yeni tanısımın yaydığı o tuhaf je ne sais quoi havasının-sadece fiziksel kusursuzluğunda yattığına inanamıyordum bir turlu. Belki de tavırlarındaydı. Ama bu hususta da eminmis gibi yapamazdım. Durusunda kurallara fazla bağlılık, bir katılık vardı. Her hareketine olculu ve, nasıl desem, koseli bir kesinlik hakimdi. Bu hakimiyet, daha ufak cusseli birinde gorulse kesinlikle hos gelmezdi. Yapmacıklık, kendini beğenmislik ya da kendini baskı altında tutma olarak algılanırdı. Ama onun gibi iri cusseli bir adama mağrurluk, buyurganlık havası, kısacası devasa boyutlarının vakarına uygun bir nitelik katıyordu. Beni General Smith'le tanıstıran nazik arkadasım kulağıma adamla ilgili birkac soz fısıldamıstı. Dikkate değer biriydi -son derece dikkate değer biri- aslında


cağın en dikkate değer adamlarından biriydi. Kadınların da gozdesiydi. Bunun baslıca sebebi cesaretiyle nam salmıs olmasıydı. "Bu konuda rakipsizdir -gozu hicbir seyi gormez- oturup ates bile yer," dedi arkadasım, sesini iyice alcaltarak. Sesindeki gizem havası beni heyecanlandırmıstı. "Oturup ates bile yer. Bunu Guney'de Bugaboo ve Kickapoo Kızılderilileriyle yapılan son buyuk bataklık savasında kanıtladı." (Arkadasım gozlerini iyice actı). "Tanrım! - Kan ve gurlemeler arasında! Kahramanlıkları olağanustu! Adını duymussundur herhalde? - bu iste o adam-" "Vay adamım, nasılsın? Ne var ne yok? Seni gorduğume gercekten cok sevindim!" diyerek tam burada araya girdi General. Yaklasırken arkadasımın elini kavradı ve ben takdim edilirken kaskatı eğilip selam verdi. O sırada daha once hic bu kadar net ve guclu bir insan sesi duymadığımı dusunmustum (hala da oyle dusunmekteyim). Ama sunu da soylemeliyim ki tam o anda araya girmesine uzulmustum, cunku arkadasımın Bugaboo ve Kickapoo seferi hakkında fısıldamaya basladığı seyler, bu savasın kahramanını adamakıllı merak etmeme yol acmıstı. Ancak Fahri Tuğgeneral John A.B.C Smith'in son derece zevkli ve ilginc sohbeti bu uzuntuden kısa surede kurtulmamı sağladı. Arkadasım hemen yanımızdan ayrıldı ve biz iki kisi epey uzun bir sohbet yaptık. Sadece iyi vakit gecirmekle kalmamıs, aynı zamanda gercekten pek cok sey oğrenmistim. Boylesine akıcı konusan ya da boylesine genis bir genel kultur birikimine sahip birini ilk kez goruyordum. Ancak o anda en cok ilgimi ceken konuya değinmekten kendisine uygun bir tevazuyla kacındı. Bugaboo savasında gecen gizemli olayları kastediyorum. Ben de kendimce incelik gosterip bu konuyu acmadım. Oysa aslında konuyu acmak icin icimde buyuk bir durtu vardı. O yiğit askerin felsefi konuları tercih ettiğini ve ozellikle mekanik icatlar sahasındaki hızlı gelismelerden bahsetmekten hoslandığını fark ettim. Aslında konusmayı nereye cekersem cekeyim donup dolasıp bu noktaya getiriyordu. "Kesinlikle esi benzeri gorulmemis harika bir cağda yasayan, harika insanlarız biz," diyordu. "Parasutler, demiryolları - insan tuzakları ve yaylı tufekler! Buharlı gemilerimiz butun denizlerde. Nassau balonu Londra'yla Timbuktu arasında duzenli seferlere baslamak uzere (her iki yonde gidis sadece yirmi sterlin). Peki ya elektromanyetiğin o muthis ilkelerinin toplumsal yasam - sanat - ticaret - edebiyat uzerinde yaratacağı ani, muazzam etkiyi kim hesaplayacak! Hepsi bu kadar da değil! icatların sonu yok. Her gun en harika - en dahice ve sunu da ekleyeyim ki Bay - Bay - Thompson'du sanırım - dediğim gibi, sunu da ekleyeyim ki en faydalı - gercekten en faydalı mekanik icatlar mantar gibi bitiyor - veya daha mecazi bir ornek vermem gerekirse mesela ah - cekirgeler - cekirgeler gibi, Bay Thompson - etrafımızda - hah - hah hah - sıcrayıp duruyorlar!" Adım kesinlikle Thompson değil. Ama General Smith'ten ayrılırken adama karsı duyduğum ilginin artmıs olduğunu, konusma yetisinden son derece etkilenmis ve bu mekanik icatlar cağında yasamakla tadını cıkardığımız değerli ayrıcalıkların derin bir sekilde bilincine varmıs olduğumu soylemem gereksiz. Ancak merakımı tamamen giderememistim. Fahri Tuğgeneral ve ozellikle de Bugaboo ve Kickapoo seferi sırasında olan ve Generalin quorum pars magnafuit o muthis olaylar hakkında yakın arkadaslarım arasında bir arastırma yapmaya karar verdim. Karsıma cıkan ilk fırsatı değerlendirmekte horresco referens hic duraksamadım. Rahip Doktor Drummummupp'ın kilisesinde bir Pazar gunu tam vaaz sırasında sadece uzun sırada değil, aynı zamanda da değerli ve konuskan biri olan ufak tefek arkadasım Bayan Tabitha T. Thus'ın yanında oturmakta olduğumu


fark edince kendimi kutladım. Bunda haklıydım, cunku Fahri Tuğgeneral John A.B.C. hakkında bir seyler bilecek biri varsa bence o kesinlikle Bayan Tabitha T. idi. Birkac isaretlesmeden sonra sotto voce devam edip canlı bir diyaloga basladık. "Smith!" dedi, son derece acıkca sorduğum soruya karsılık olarak. "Smith! General John A.B.C. mi? Onun hakkında her seyi bildiğini sanıyordum! Cağımız muhtesem icatlar cağı! Korkunc bir olaydı! Kickapoolar, yabaniler surusu! - Bir kahraman gibi dovustu - kahramanlıkları olağanustu - ismi sonsuza dek anılacak. Smith! Fahri Tuğgeneral John A.B.C! Herhalde biliyorsundur, o adam-" "Adam," diye araya girdi Doktor Drummummupp en yuksek sesiyle ve kursuye neredeyse ustumuze devirecek kadar siddetle vurarak; "kadından doğan adam fazla omre sahip değildir. Buyur ve bir cicek gibi kesiliverir!" Sıranın ucuna doğru gitmeye basladım. Bu arada rahibin bakıslarından kursu icin neredeyse yıkıcı sonuclar doğuran o hiddetin kaynağının arkadasımla fısıldasmamız olduğunu anlamıstım. Yapabileceğim bir sey yoktu. Bu yuzden oturup bir kurban gibi o son derece onemli vaazı vakarlı bir sessizlik icinde uslu uslu dinledim. Ertesi aksam Rantipole tiyatrosuna, biraz gec bir saatte gittim. Burada o cana yakın ve her seyden haberdar, muhtesem varlıkların, Bayan Arabella ve Bayan Miranda Cognoscenti'nin locasına girmekle merakımı hemen gidereceğimden emindim. Unlu trajedi aktoru Climax, dolu bir salona Đago'yu oynuyordu. Đsteklerimi ifade etmekte biraz zorlandım; ozellikle de locamız perdenin yanınE. A. Poe Butun Hikayeleri da ve sahneye cok yakın olduğu icin. "Smith mi?" dedi Bayan Arabella, sonunda sorularımın hedefini anlayınca. "Smith mi? General John A.B.C. mi?" "Smith mi?" diye sordu Miranda dusunceli bir sesle. "Tanrım, hic daha yakısıklı bir adam gordun mu?" "Asla ham'fendi, ama lutfen soyleyin-" "Veya o kadar essiz bir zerafet?" "Kesinlikle hayır! Ama lutfen anlatın-" "Veya sahne etkisini boylesine iyi değerlendirebilen bir baskasını?" "Ham'fendi!" "Veya Shakespeare'in guzelliklerini daha derinden anlayan birini? Su bacağa baksana!" "Kahretsin!" deyip tekrar kız kardesine dondum. "Smith mi?" dedi. "General John A.B.C. Smith mi? Korkunc bir olaydı, değil mi? Su Bugaboolar da ne yabani — vahsiler surusu — ama muhtesem bir icatlar cağında yasıyoruz! - Smith! - Ah evet! Buyuk bir adam - tam bir yiğit - ismi sonsuza dek anılacak - kahramanlıkları olağanustu! Demek hic duymadın!" (Bunu cığlık atarak soyledi.) "Tanrım! O adam-" " ----------- adam otu Ya da dunyanın butun uyku getiren surupları Yetmeyecek dune borcun olan O tatlı uykuya dalmana!" diye gurledi Climax kulağımın dibinde. Bir yandan da yumruğunu suratıma sallayıp duruyordu. Buna katlanamazdım ve katlanmadım da. Cognoscetilerin yanından hemen ayrılıp sahne arkasına gectim ve o sefil serseriye oyle bir dayak attım ki, eminim hayatının sonuna kadar hatırlayacaktır. Tatlı dul Bayan Kathleen O'Trump'ın partisinde benzer bir hayal kırıklığı yasamayacağımdan emindim. Bu yuzden oyun masasında sohbet etmek icin o


guzel ev sahibesinin karsısına oturur oturmaz, yanıtları huzurum icin son derece gerekli hale gelmis olan o soruları hemen sormaya giristim. "Smith mi?" dedi partnerim, "General John A.B.C mi? Korkunc bir olaydı, değil mi? Karo mu demistin? O Kickapoolar ne korkunc yabaniler! Vist oynuyoruz Bay Tattle - ama icatlar cağında yasıyoruz, kesinlikle - kesinlikle par excellence cağında - Fransızca biliyor musunuz? Oh, gercek bir kahraman - tam bir yiğit - kupa yok mu Bay Tattle? Đnanmıyorum! Đsmi sonsuza dek anılacak - kahramanlıkları olağanustu! Demek hic duymadın!! O adam-" "Adam mı? - Yuzbası Adam mı?" diye haykırdı ufak tefek, gereksiz bir kadın odanın diğer ucundan. "Yuzbası Adam'ın duellosundan mı bahsediyorsunuz? Oh, mutlaka dinlemeliyim - lutfen anlatın - devam edin Bayan O'Trump! Lutfen hemen devam edin!" Ve Bayan O'Trump devam etti. Ya vurulmus ya da asılmıs olan, veya hem vurulması, hem de asılması gereken Yuzbası Adam diye birinden bahsedip durdu. Evet! Bayan O'Trump devam etti, bense - bense cekip gittim. O aksam Fahri Tuğgeneral John A.B.C. Smith'e iliskin daha fazla bir sey duyma sansım yoktu. Yine de bu kotu sans dalgasının sonsuza dek surmeyeceğini soyleyerek kendimi avutuyordum. Boylece bilgi almak icin o buyuleyici kucuk meleğe, zarif Bayan Pirouette'ye gittim. "Smith mi?" dedi Bayan P., birlikte done done dans ederken. "Smith mi? General John A.B.C. mi? O Bugabooların yaptığı ne korkunctu, değil mi? Su kızılderililer ne korkunc yaratıklar! Ayağıma basıyorsunuz! Ne ayıp. - Cok cesur bir adam, zavallıcık! Ama bu cağın icatları muhtesem - oh Tanrım, nefesim kesildi - tam bir yiğit - kahramanlıkları olağanustu - demek hic duymadın!! - Đnanamıyorum - oturup seni aydınlatmam gerekecek - Smith! O adam-" "Adamın zoruna bak!" diye ofkeyle haykırdı Bayan Bas-Bleu, ben Bayan Pirouette'yi bir sandalyeye gotururken. "Duyulmus sey mi? Man-Fred diyorum, kesinlikle Man-Friday değil." Bayan Bas-Bleu bana oldukca buyurgan bir tavırla el etti ve Lord Byron'ın siirsel dramalarından birinin adı ustune onunla tartısmak uzere Bayan P.'nin yanından hemen ayrılmak zorunda kaldım. Siirin adının Man-Fred değil kesinlikle Man-Friday olduğunu hararetle savunduktan sonra geri donduğumde Bayan Pirouette'yi bulamadım. Evime Bas-Bleus'un yedi ceddine kufrederek, oldukca sinirli bir halde dondum. Simdi isler oldukca ciddi bir hal almıstı. Hemen yakın dostum Bay Theodore Sinivate'yle gorusmeye karar verdim. Cunku hic değilse ondan net bilgiler alabileceğimi biliyordum. "Smith mi?" dedi, o cok bilinen heceleri uzatma adetiyle. "Smith mi? General John A.B.C. mi? O Kickapo-o-o-olar da amma yabaniymis değil mi? Değil mi? Tam bir yiğit - yazık oldu vallahi! Mukemmel bir icatlar cağı! Ka-a-ahramanlıkları olağanustu! Bu arada Yuzbası Ada-a-a-am'dan bahsedildiğini isitmis miydin?" "Yuzbası Adam'ın canı cehenneme!" dedim. "Lutfen hikayene devam et." "Hımm! Peki! Kesinlikle la meme ch-o-ose, Fransa'da dediğimiz gibi. Smith ha? Tuğgeneral John A-B-C mi? Simdi sen," - (Bay S. burada parmağını burnunun yanına koymayı uygun buldu) - "simdi sen gercekten, sahiden Smith'in basına gelenleri bilmediğini mi ima ediyorsun? Smith mi? John A-B-C mi? Ama o adam-" "Bay Sinivate," dedim yalvarırcasına, "o maskeli adam mı?" "Ha-a-ayır!" dedi cok bilmis bir bakıs fırlatarak. "A-a-a-aydaki adam da değil." Bu yanıtın kesinlikle buyuk bir hakaret olduğuna karar verdim ve evi hemen buyuk bir kuskunlukle terk ettim. Arkadasım Sinivate'yi cok yakında bu bir centilmene yakısmayan soysuzca tavrından oturu hesaplasmaya davet etmeye karar vermistim.


Ancak bu arada kesinlikle pesine dustuğum bilgiden vazgecmek niyetinde değildim. Hala bir kaynağım vardı. Kaynağın tam basına gidecektim. Hemen General'e gidecek ve ondan acıkca bu berbat gizemi aydınlatmasını talep edecektim. En azından bu sekilde belirsizliğe meydan vermeyecektim. Acık, olumlu, buyurgan bir tavırla konusacaktım - kısa ama - Tacitus ya da Montesquieu kadar ozlu. Ona gittiğimde vakit erkendi ve General o sırada giyiniyordu. Ben bunun cok acil bir mesele olduğunda diretince yaslı bir zenci usak beni hemen yatak odasına goturdu ve ziyaretim sona erene dek de odadan cıkmadı. Odaya girerken etrafıma bakınıp Generali aradım tabii, ama once goremedim. Yerde, ayaklarımın dibinde buyuk ve oldukca tuhaf gorunuslu bir bohca vardı. Dunyanın en keyifli ruh halinde olmadığımdan bohcayı yolumdan uzaklastırmak icin bir tekme savurdum. "Hımm! Oho! Cok nazikce bir davranıs!" dedi bohca, dunyanın en alcak, ince ve komik seslerinden biriyle. Bir cırlamayla ıslık karısımını andırıyordu. Hayatımda boyle ses duymamıstım. "Oho! Cok nazikce bir davranıs olduğunu soylemeliyim." Bir dehset cığlığı atıp odanın diğer ucuna kactım. "Tanrım! Sevgili dostum," diye tekrar ıslık caldı bohca, "ne - ne - ne - neyin var? Sanki beni tanımıyormus gibisin." Buna ne diyebilirdim - ne diyebilirdim? Sendeleyerek bir koltuğa coktum ve ardına kadar acılmıs gozlerim ve ağzımla bu sasırtıcı olayın cozumunu bekledim. "Ama beni tanımaman cok tuhaf değil mi?" diye tekrar cırladı o belirsiz sey. Simdi dosemede anlasılmaz bir değisim gecirmekte olduğunu gorebiliyordum. Hareketleri corap giyen birininkine cok benziyordu. Ancak gorunurde sadece tek bir bacak vardı. "Ama beni tanımaman cok tuhaf değil mi? Pompey, su bacağı getirsene!" Pompey ona oldukca iri ve coraplı bir bacak uzattı. Yaratık bacağı bir cırpıda taktıktan sonra onumde dimdik ayakta durdu. "Kanlı bir savastı," diye devam etti yaratık, kendi kendine konusurcasına. "Ama Bugaboolarla ve Kickapoolarla savasan insan bir iki sıyrıkla kurtulmayı bekleyemez tabii. Pompey, su kolu da uzatır mısın? Thomas," (bana dondu) "kesinlikle takma bacak piyasasında bir numaradır. Ama olur da bir kola ihtiyac duyarsan sevgili dostum, sana gercekten Bishop'ı tavsiye ederim." Pompey ona bir kol taktı. "Ustunde epey calıstık. Simdi omuzlarımla goğsumu tak kara kopek! En iyi omuzları Pettitt yapar, ama bir goğus icin Ducrow'a gitmelisin." "Goğusler!" dedim. "Pompey, su peruğu ne zaman getireceksin? Đnsanın kafa derisinin yuzulme si berbat bir sey tabii, ama saclar icin De L'Orme'ye gidebilirsin." "Saclar!" "Simdi dislerimi ver zenci! Đyi disler istiyorsan hemen Parmly'ye gitmelisin. Fiyatı yuksektir ama isciliği mukemmeldir. O dev Bugaboo tufeğinin kabzasını suratıma indirdiğinde epey iri parcalar yuttum." "Kabza! Đndirmek!! Goz gore gore!!!" "Ha evet, bu arada gozum de surada iste. Pompey, tembel herif, sunu taksana! O Kickapoolar insanın gozunu bir anda oyuveriyor. Ama Dr. Williams tanınmasa da gercekten isinin ehli. Yaptığı gozlerle ne kadar iyi goruyorum bilemezsin." Simdi onumdeki nesnenin yeni tanısım Fahri Tuğgeneral John A.B.C. Smith olduğunu acıkca gormeye baslıyordum. Pompey'in faaliyetleri itiraf etmeliyim ki adamın gorunusunde carpıcı bir değisim yaratmıstı. Ama sesi beni hala sasırtıyordu. Ancak bu acık gizem bile hemen aydınlandı.


"Pompey, seni kara hergele," diye cırladı General. "Damaksız cıkmama gonlun razı olmaz herhalde?" Bunun uzerine zenci bir ozur mırıldanarak efendisinin yanına gitti ve bir at binicisinin cok bilmis edasıyla ağzını acıp icine tuhaf gorunuslu bir makine yerlesE. A. Poe tirdi. Bu isi nasıl oyle hunerle yaptığını tam olarak anlayamadım. Ancak General'in yuzundeki ifade bir anda, sasırtıcı bir sekilde değisti. Tekrar konustuğunda tanıstığımızda dikkatimi ceken o yoğun tını ve guc, sesine geri donmustu. "Kahrolası serseriler!" dedi. Bunu oyle net bir sesle soylemisti ki irkildim. "Kahrolası serseriler! Sadece damağımı cokertmekle kalmadılar, dilimin en az sekizde yedisini kesme zahmetine de girdiler. Ama is boyle seylere gelince Amerika'da gercekten Bonfanti gibisi yoktur. Sana onu guvenle tavsiye edebilirim." (Burada General eğilerek selam verdi.) "Ve seni temin ederim ki su anda bu tavsiyede bulunuyor olmak bana buyuk bir haz veriyor." Đnceliğine olabildiğince nazikce tesekkur ettikten sonra yanından hemen ayrıldım, isin aslını tamamen anlamıstım. Uzun suredir kafamı mesgul eden gizemi tamamen cozmustum. Her sey ortadaydı. Apacıktı. Fahri Tuğgeneral John A.B.C. Smith, o adam -bitmis adamdı. 1839 . Can Kulesindeki Seytan Saat kac? - ESKĐ DEYĐS Dunyanın en guzel yerinin Hollanda'daki Vondervotteimittiss kasabası olduğunu -heyhat! Artık değil- herkes az cok bilir. Yine de ana yollardan biraz uzakta, ucra bir yerde bulunduğundan okuyucularımdan oraya gidenlerin pek fazla olmadığını sanıyorum. Gitmemis olanlar icin bu kasabadan biraz bahsetmem yerinde olur. Aslında yakınlarda kasabanın basına gelen felaketi anlatarak kasaba sakinlerine sempati duyulmasını sağlamak niyetinde olduğum icin bu daha da buyuk bir gerekliliğe donusuyor. Beni tanıyanlar ustlendiğim bu gorevi elimden geldiğince iyi yapacağımdan, katı bir tarafsızlık sergileyeceğimden, verileri ihtiyatla inceleyeceğimden ve otoritelerin yazdıklarını karsılastıracağımdan kusku duymayacaktır. Bir tarihcinin gorevidir bunları yapmak. Vondervotteimittiss kasabasının en basından beri simdiki gibi olduğunu cesitli kitaplara, elyazmalarına ve yazıtlara dayanarak soyleyebilirim. Ancak ne zaman kurulduğu konusunda ne yazık ki tıpkı bazen bir takım cebir formulleri karsısında bocalayan matematikciler gibi belirsiz bir belirginlikle konusmak zorundayım. Bu yuzden kurulduğu tarih bence, kasabanın koklu gecmisini de goz onune alırsak, rakamsal olarak soylenebilecek herhangi bir sayıdan daha az olamaz. Vondervotteimittiss isminin nereden geldiğine gelince, ne yazık ki bu konuda da kesin bir sey soyleyemiyorum. -Bu hassas konu ustunde one surulen cesitli fikirler var. Bunların bazıları zekice, bazıları bilgece, bazıları da tam tersi sekilde yazılmıs. Hicbiri bana tatminkar gelmiyor. Belki Grogswigg'in Kroutaplenttey'inkine oldukca yakın tezini ihtiyatla tercih etmek yerinde olur. Soyle diyor: "Vondervotteimittiss - Vonder, lege Donder - Votteimittiss, quasi und BleitzizBleitziz obsol: Pro Blitzen." Bu turetme Kasaba Meclis Binası'nın ustundeE. A. Poe Bulun Hikayeleri ki can kulesinin tepesindeki yazıyla ortusuyor. Ancak boylesine onemli bir konuya daha fazla değinmek istemiyorum. Bu konuda bilgilenmek isteyen okuyuculara Dundergutz'un Oratiunculoe de Rebus Proeter-Veteris'ini oneririm. Ayrıca Blunderbuzzard'ın De Derivationibus'unun kırmızı-siyah karakterli Folyo Gotik baskısının 27. sayfadan 5000. sayfaya kadarki kısmını tavsiye ederim.


Ayrıca oradaki, Stuffundpuffun el yazısıyla yazılı kenar notlarını Gruntundguzzell'in dipnotlarıyla karsılastırın. Vondervotteimittiss isminin nereden ve ne zaman geldiği belirsiz olsa da, daha once de soylediğim gibi hicbir değisiklik gecirmemis olduğundan kusku duyamayız. Kasabanın en yaslıları bile bu ismin hep aynı olduğunu soylerler. Hatta en kucuk bir değisikliğin imasını bile hakaret sayarlar. Kasaba yusyuvarlak bir vadinin icinde bulunmaktadır. Vadinin cevresi yaklasık yarım kilometredir ve etrafı alcak tepelerle cevrilidir. Kasaba halkı bu tepeleri asmayı hic denememistir. Ote tarafta hicbir sey olmadığına inanmak gibi sağlam bir gerekceleri vardır. Vadinin oldukca duz ve yassı taslarla kaplı olan eteklerinde altmıs kucuk ev bir sıra halinde dizilmistir. Sırtı tepeye dayalı olan bu evler mecburen ortadaki duzluğe bakmaktadır. Duzluğun orta noktasından her eve tam elli bes metre vardır. Her evin onunde kucuk bir bahce vardır. Bu bahcelerin her birinde kavisli bir yol, bir gunes saati ve yirmi dort lahana bulunur. Binalar birbirine o kadar benzer ki hicbir sekilde ayırt edilemezler. Cok eskiden insa edildiklerinden mimari tarzları biraz tuhaftır, ama bu canlılıklarına golge dusurmez. Kucuk, kırmızı, siyah uclu tuğlalardan yapılmadırlar. Bu yuzden duvarları kocaman birer satranc tahtası gibi gorunur. Ucgen bicimindeki damları one donuktur. Dam sacaklarının ve giris kapılarının ustunde evin geri kalanı kadar buyuk sacak silmeleri vardır. Catıda cok sayıda kiremit bulunur. Ucları uzun ve kıvrıktır. Binaların ahsap kısımları koyu renklidir ve etraflarında pek cok oyma vardır. Bunların sekilleri birbirinden pek farklı değildir, cunku Vondervotteimittiss oymacıları hep sadece iki seyin oymasını yapabilmistir — saatlerin ve lahanaların. Ama bunları kusursuzca oyarlar. Keskilerini kullanacak bir yer bulur bulmaz essiz dehalarını sergilemeye baslarlar. Evlerin ici de dısı gibidir. Esyalar hep aynıdır. Yerler kare cinilerle kaplıdır. Đnce, kavisli bacakları olan encik ayaklı sandalyelerle masalar siyah tahtadan yapılmadır. Somine alınlıkları genis ve yuksektir. Alınlığın on tarafındaki saat ve lahana oymaları yetmezmis gibi, ustunde tam ortada bir de gercek saat vardır. Muazzam tiktaklar cıkaran bu saate alınlığın iki ucundaki lahana saksıları eslik eder. Lahanalarla saatin arasında kucuk birer porselen adam heykelciği durur. Heykelciklerin iri birer gobeği ve bu gobeklerde buyuk, yuvarlak birer delik vardır. Bu delikten bakılınca icerde bir saat olduğu gorulur. Ocaklar buyuk ve derindir. Đcinde kavisli kutuk demirleri vardır. Ocak hep yanar ve ustunde lahana tursulu domuz eti kaynayan koca bir kazan vardır. Evin hanımı surekli bu kazanın basındadır. Ufak tefek, sisman, yaslı bir kadındır. Mavi gozlu ve kırmızı yuzludur. Basına mor ve sarı kurdelelerle suslenmis, sivri tepeli iri bir kep gecirmistir. Turuncu renkteki yunlu giysisinin kalca kısmı son derece kabarık, robası cok kısadır. Aslında diğer acılardan da cok kısadır elbise, dizden asağı inmez. Kadının dizleri ve ayak bilekleri kalındır, ama bu bilekleri bir cift yesil, hos corap orter. Pembe deri ayakkabıları sarı kurdelelerle bağlanmıs, bunlara lahana seklinde duğum atılmıstır. Sol elinde kucuk, ağır bir Hollanda saati tasır. Sağ elinde ise lahana tursusuyla domuz etini karıstırdığı bir kepce vardır. Yanında tombul bir tekir kedi durur. Kuyruğuna yaldızlı bir oyuncak calar saat bağlanmıstır. Bunu oraya "oğlanlar" bağlamıstır. Uc tane olan oğlanlar bahcede domuza bakmaktadır. Her biri altmısar santim boyundadır. Uc koseli amiral sapkaları, kalcalarına kadar inen mor yelekleri, tavsan derisi bol pantolonları, kırmızı yun corapları, iri sivri tokalı ağır ayakkabıları ve iri sedef duğmeli uzun ceketleri vardır. Ayrıca her birinin ağzında birer pipo, sağ elinde de kucuk birer saat bulunmaktadır. Pipolarından bir nefes cekip saate bakar, sonra saate bakıp pipolarından bir nefes cekerler. Son derece sisman ve


tembel olan domuz bazen yerdeki tek tuk lahana yapraklarını yer, bazen de arkasındaki, o yumurcakların kedi kadar guzel gorunsun diye kendi kuyruğuna da bağlamıs olduğu yaldızlı calar saate bir tekme savurur. On kapının hemen onunde, yuksek arkalı, oturak yeri deriden, tıpkı icerdeki sandalye ve masalar gibi kavisli bacaklı ve encik ayaklı bir koltukta evin reisi oturmaktadır. Son derece sisman, kısa boylu, yaslı bir beydir, iri, yuvarlak gozleri ve devasa bir gerdanı vardır. Giysileri oğlanlarınki gibidir. Tek farkı piposunun onlarınkilerden buyuk olması ve daha fazla duman cıkarabilmesidir. Oğlanlar gibi adamın da bir saati vardır, ama o saatini cebinde tasır. (Aslına bakılırsa ilgilenmesi gereken, saatten daha onemli bir sey vardır; bunun ne olduğunu az sonra acıklayacağım.) Sağ ayağı sol dizinin ustunde, oyle oturmaktadır; yuzunde ciddi bir ifade vardır ve gozlerinden en azından birini surekli, kararlılıkla duzluğun ortasındaki dikkate değer bir nesnenin ustunde tutar. Baktığı sey Kasaba Meclis Binası'nın can kulesinin icinde bulunmaktadır. Kasaba Meclisi'nin tum uyeleri son derece kısa, sisman, yağlı, zeki adamlardır, iri, tabak gibi gozleri ve tombul gerdanları vardır. Vondervotteimittiss'in sıradan sakinlerininkinden cok daha uzun ceketleri ve cok daha buyuk ayakkabı tokaları vardır. Kasabadaki gecici ikametimden sonra defalarca toplandılar ve su uc onemli kanıyı benimsediler: "Eski koye yeni adet getirmek gereksizdir-" "Vondervotteimittiss'in dısında katlanılabilecek bir yer yoktur-" ve "Saatlerimizle lahanalarımız bize yeter." Meclis'in toplantı salonunun ustunde can kulesi, can kulesinin icinde de can bolmesi bulunur. Bu bolmenin icinde Vondervotteimittisslilerin kendini bildi bileli gurur ve hayret duyduğu, buyuk saat vardır. Deri koltuklarda oturmakta olan yaslı beylerin gozlerinin cevrili olduğu nesne budur. Buyuk saatin yedi yuzu vardır - her biri can kulesinin yedi tarafından birindedir - her taraftan gorulebilsin diye. Yuzleri buyuk ve beyaz, kolları ağır ve siyahtır. Gorevi sadece onun bakımını yapmak olan bir gorevli vardır. Ama bu gorev paralı islerin en kolayıdır, cunku Vondervotteimittiss saatinde simdiye kadar bir sorun cıktığı gorulmemistir. - Son zamanlara kadar boyle bir seyi ima etmek bile kafirlik sayılırdı. O buyuk can, arsivlerde kaydı olan en eski zamanlardan beri her saat bası duzenli olarak calmıstır. Aslında bu, kasabadaki diğer saatler icin de gecerliydi. Saatin kac olduğunu oğrenmek icin buradan daha iyi bir yere gidilemezdi. O iri can "On iki!" demenin vakti geldiğine karar verince butun itaatkar hayranları ağızlarını aynı anda acar, verdikleri ses sanki buyuk saatin yankısı olurdu. Kısacası, kasabalılar lahanalarını seviyorlardı, ama saatleriyle gurur duyarlardı. Az zahmetli cok maaslı butun islere oyle boyle bir saygı duyulur. Vondervotteimittiss'in can kulesi gorevlisi az zahmetli cok maaslı islerin en mukemmelinde calıstığından dunyanın en saygı goren insanıdır. Kasabanın en yuksek mevkili adamıdır. Domuzlar bile ona baslarını kaldırıp saygıyla bakar. Ceketi kasabanın diğer beylerininkilerden cok daha uzun - piposu, ayakkabı tokaları, gozleri ve midesi cok daha buyuktur. Gerdanına gelince: Onda cifte gerdan vardır. Boylece o mutlu Vondervotteimittiss kasabasının tablosunu cizmis oldum. Boylesine guzel bir resmin tepetaklak olması ne acı! En bilge kasabalılar arasında bir deyis vardır. "Tepelerin ardından hayırlı bir sey gelmez," derler. Bu sozlerde bir kehanet gizliydi adeta. Ve bu kehanet, gerceklesmek icin iki gun once, saat tam oğlen on ikiye bes kala doğu tarafındaki tepenin zirvesinde son derece tuhaf gorunuslu bir nesnenin belirmesini bekliyordu. Boyle bir goruntu tabii ki herkesin ilgisini cekti ve deri bir koltukta


oturmakta olan her kısa boylu yaslı bey gozlerinden birini, diğerini can kulesindeki saatten ayırmadan, korkuyla o tarafa cevirdi. Saat on ikiye uc varken soz konusu tuhaf nesnenin oldukca kısa boylu, yabancı gorunuslu genc bir adam olduğu anlasılmıstı. Tepelerden hızla inmekteydi, bu yuzden kısa sure sonra herkes ona iyice bakma fırsatı buldu. Simdiye kadar Vondervotteimittiss'te gorulmus en kısa boylu adamdı. Teni enfiye renginin koyu bir tonundaydı. Uzun bir kanca burnu, bezelye gibi gozleri, genis bir ağzı ve mukemmel disleri vardı. Dislerini sergilemeye ozellikle caba harcıyormus gibiydi, cunku sırıtırken ağzı neredeyse kulaklarına değecekti. Bıyıkları ve favorileri yuzunun geri kalanını gizliyordu. Bası acıktı ve sacı ozenle, kucuk bukleler halinde yapılmıstı. Ustunde dar, kırlangıc kuyruklu siyah bir ceket (bir cebinden upuzun bir beyaz mendil sarkıyordu), siyah ve kısa bir kesmir pantolon, siyah coraplar ve fiyonk yapılmıs enli saten kurdeleli, bombeli rugan iskarpinler vardı. Bir kolunun altında dev bir sapka, diğer kolunun altındaysa kendisinin neredeyse bes misli bir keman tasımaktaydı. Sol elinde altın bir enfiye kutusu vardı. Tepeden hoplayıp zıplayarak, tuhaf adımlarla inerken kutudan surekli enfiye cekiyordu; yuzunde olabilecek en yoğun bir tatmin ifadesiyle. Tanrım! Vondervotteimittiss'in durust sakinleri icin nasıl bir goruntuydu bu! Acık konusmak gerekirse, adam her ne kadar sırıtsa da yuzu kustah ve sinsiydi; ve saha kalka kalka kasabanın ortasına inerken rugan iskarpinlerinin tuhaf bombeleri epey suphe uyandırmıstı. Onu o gun goren pek cok kasabalı kırlangıc kuyruklu ceketinin cebinden son derece goze batar bir sekilde sarkan o beyaz patiska mendilin altına bir goz atmak icin cok sey verirdi. Ama kasabalıyı asıl kızdıran sey, o alcak zuppenin fandango dansı yaparcasına ya da bir fırıldak gibi done done sağa sola giderken attığı adımlarda dunyada ritim diye bir seyin varlığından, zamanlamanın oneminden hic haberi yokmus gibi gorunmesiydi. Ancak kasabalılar gozlerini doğru duzgun acma fırsatını daha yeni bulmustu ki, o serseri ortalarına sıcrayıverdi. Dans adımlarıyla bir oraya bir buraya gitti. Sonra topuklarının ustunde hızla donup zıplayarak bir guvercin gibi havalandı ve Kasaba Meclisi Binası'nın ta tepesindeki can kulesine kondu. Saskınlığa uğrayan can gorevlisi burada tetikte, ancak gene de vakur bir edayla pipo icmekteydi. Ama o ufacık adam gorevlinin burnundan tuttu, soyle bir cevirip cekti. Elindeki koca sapkayı adamın kafasına gecirip ta ağzına kadar indirdi. Sonra o buyuk kemanıyla ona oyle uzun ve oyle temiz bir dayak cekti ki, sanki Vondervotteimittiss'in can kulesinde bir bando alayı seytana gosteri yapıyordu. Simdi on ikiye sadece yarım saniye kalmıs olmasa bu ilkesizce saldırı kasabalıları nasıl gozu donmusce bir intikam arayısına yoneltecekti bilemeyiz. Can calmak uzereydi ve herkesin saatine iyice bakması mutlak ve oncelik tasıyan bir gereklilikti. Ancak tam bu anda can kulesindeki adam hic isi olmadığı halde saati kurcalamaya basladı. Can artık calmaya baslamıs olduğundan kimsenin onun hareketlerine dikkat edecek vakti yoktu, cunku can seslerini hep birden ağızdan saymaları gerekiyordu. "Bir!" dedi ses. "Bir!" diye tekrarladı Vondervotteimittiss'teki deri koltukta oturan kısa boylu beylerin hepsi - "Bir!" dedi saatleri de; "Bir!" dedi oğlanların saati de ve kediyle domuzun kuyruklarındaki kucuk yaldızlı calar saatler de. "iki!" diye devam etti buyuk can; ve "iki!" diye tekrarladı butun tekrarlayıcılar. "Uc! Dort! Bes! Altı! Yedi! Sekiz! Dokuz! On!" dedi can. "Uc! Dort! Bes! Altı! Yedi! Sekiz! Dokuz! On!" diye yanıtladı diğerleri.


"On bir!" dedi can. "On bir!" diye anlasmaya vardı diğerleri. "On iki!" dedi can. "On iki!" diye karsılık verdiler ve sustular. Tamamen tatmin olmuslardı. "On uc!" dedi can. "Lanet seytan!" diye soludu kısa boylu yaslı beyler. Sararmıslar, pipolarını ağızlarından dusurmus, sağ ayaklarını sol dizlerinden indirmislerdi. "Lanet seytan!" diye inlediler. "On uc! On uc!! - Aman Allahım, saat - saat On uc!!" Daha sonraki o korkunc sahneyi tasvire calısmak bosuna olur. Butun Vondervotteimittissliler icler acısı bir velvele kopardı. "Mideme ne girecek?" diye kukredi oğlanlar. "Bu saatte acıkırım!" "Pipoma ne oldu?" diye kufretti butun kısa boylu yaslı beyler. "Allah kahretsin! Bu saatte tutmesi lazım pipomun!" Ve pipolarını tekrar, buyuk bir hiddetle doldurup koltuklarına geri yaslandılar ve oyle hızlı ve siddetle duman cekmeye basladılar ki vadiyi bir anda dolduran dumandan goz gozu gormez oldu. Bu arada butun lahanalar kızarmıstı. Sanki seytan bir saat kılığına burunup her seyi ele gecirmisti. Mobilyaların ustune oyulmus olan saatler buyulenmiscesine dans etmeye basladı. Somine raflarının ustundekiler de ofkelerini zor zaptediyordu ve on ucu oyle durmaksızın calmaktaydılar, sarkaclarını oyle kıpır kıpır oynatmaktaydılar ki gercekten korkunc bir goruntuydu. -Ama en kotusu, artık kediler de, domuzlar da kuyruklarına bağlanmıs olan kucuk calar saatlerden bıkmıstı ve ofkelerini oradan oraya kosarak, tırmalayarak ve oyarak, tiz sesler cıkarıp keskin cığlıklar atarak, miyavlayarak ve cırlayarak, insanların yuzlerine saldırarak, icetekliklerin altına kosarak, yani sonucta mantıklı bir insanın hayal edebileceği en korkunc gurultu patırtıyı kopararak cıkarıyorlardı. Bu da yetmezmis gibi, can kulesindeki o adi kucuk yaramaz elinden geleni ardına koymuyordu. - O alcak arada sırada dumanların arasından goruluyordu. Can kulesinde, yerde sırt ustu yatmakta olan kule gorevlisinin tepesinde oturmaktaydı. O habis herif dislerinin arasında canın ipini tutuyordu. Đpi basıyla cekip duruyor ve canı oyle bir caldırıyordu ki, dusuncesi bile kulaklarımı tekrar cınlatıyor. Kucağında buyuk kemanı vardı. Bunu iki eliyle tutmus, zamanlamaymıs ritimmis aldırmadan (salak herif!) "Judy O'Flannagan'la Paddy O'Raferty" yi calıyordu. Đsler boyle kotu bir hal alınca orayı tiksintiyle terk ettim. Simdi doğru saati ve leziz lahanayı seven herkese yardım cağrısında bulunuyorum. Hep birlikte Vondervotteimittiss'e gidelim ve o kısa boylu herifi can kulesinden indirerek kasabaya eski duzenini geri getirelim. 1839 Dort Hayvan Bir Arada; Đnsan-Zurafa Chacun a ses vertus.CREBĐLLON'UN XERXES'Đ. Antiochus Epiphanes genellikle Peygamber Ezekiel'in Tanrı'sı olarak gorulur. Ancak bu onur Cyrus'ın oğlu Cambyses'e daha uygundur. Hem Suriye hukumdarının karakteri ek suslemelere de gerek duymaz. Tahta cıkısı, daha doğrusu hukumdarlığı zorla ele gecirisi Đsa'nın gelisinden yuz yetmis bir sene once gerceklesmistir; Efes'teki Diana tapınağını yağmalama girisimi; Yahudilere karsı beslediği amansız dusmanlık; Kudsulakdas'ı kirletmesi; ve on bir senelik calkantılı bir hukumranlıktan sonra Taba'da feci bir sekilde olmesi goze carpan olaylardır ve bu yuzden cağının tarihcileri tarafından, kisisel yasamının ve ununun toplamını teskil eden kafirce, alcakca, zalimce, aptalca ve tuhaf basarılarından


daha cok kaydedilmislerdir. Sevgili okur, simdi uc bin sekiz yuz otuz senesinde olduğumuzu dusunelim ve birkac dakikalığına, insanların yasadığı en tuhaf sehir olan Antakya'da bulunduğumuzu hayal edelim. Aslında Suriye'de ve baska ulkelerde bu ismi tasıyan, benim bahsettiğimin dısında on altı sehir daha vardı. Ama bizimki Antakya Epidefne ismiyle tanınıyordu, cunku Defne adlı tanrıyla aynı ismi tasıyan ve ona adanmıs bir tapınağın bulunduğu o kucuk koyun yakınındaydı. Ulkenin Buyuk Đskender'den sonraki ilk kralı olan Seleucus Nicanor tarafından (gerci bu konu uzerinde tartısılmaktadır) babası Antiochus'un anısına insa edilmis ve hemen Suriye hukumdarlarının oturduğu yer olmustu. Roma Đmparatorluğu'nun gelisme doneminde doğu eyaletlerinin va lisinin genelde yasadıgı yer de burasıydı; ve pek cok imparator (aralarında ozellikle Verus ve Valens'ten bahsedilebilir) vakitlerinin coğunu burada gecirirlerdi. Ama gorduğum kadarıyla artık sehre vardık. Kalesine inelim ve sehirle civarına bir bakalım. "Dağlık yabanın icinden ve sonunda da binalar yabanının arasında sayısız cağlayanla yolunu acan bu genis ve hızlı ırmağın adı ne?" Bu Orontes, guney yonunde genis bir ayna gibi on iki mil kadar uzanıyor ve Akdeniz'in dısında gorunurdeki tek su kutlesi. Akdeniz'i herkes gormustur; ama Antakya'yı gorenlerin pek az olduğunu izninizle soyleyeyim. Pek azdır derken, sizin ve benim gibi, modern bir eğitimin avantajlarına sahip olanları kastediyorum. Bu yuzden o denize bakmayı bırakın ve tum dikkatinizi altımızda uzanan evlere verin. Simdi uc bin sekiz yuz otuz senesinde olduğumuzu unutmayın. Daha sonrasında -mesela Efendimizin doğumundan sonraki bin sekiz yuz kırk bes yılında olsaydık bu sıradısı goruntuyle karsılasmayacaktık. Antakya on dokuzuncu yuzyılda acınası, sefil bir hale geldi -yani gelecek. Uc deprem tarafından uc farklı donemde tamamen yıkılmıs olacak. Aslında ilk halinden geriye kalanlar oyle harap ve yıkık bir halde olacak ki patrik Sam'a tasınacak. Bu cok iyi. Tavsiyemden faydalandığınızı ve binaları incelediğinizi goruyorum--------gozlerinizi tatmin ettiğinizi Bu sehre en cok sohret kazandıran O anıtlar ve unlu yapılarla. Afedersiniz; Shakespeare'in bin yedi yuz elli sene sonra yasayacağını unutmusum. Ama Epidefne'nin goruntusu ona tuhaf dememi haklı kılmıyor mu? "Yapıca sağlam; ve bu acıdan sanata olduğu kadar doğaya da cok sey borclu." Cok doğru. "Pek cok gorkemli sarayı var." Evet. "Ve o sayısız muazzam, muhtesem tapınak antik cağın en cok ovulen tapınaklarla boy olcusebilir." Butun bunları kabul etmeliyim. Yine de camurdan yapılma, iğrenc ve harap kulubeler goz alabildiğine uzanıyor. Kopek kulubelerindeki pisliklerin bolluğunu fark etmemek elde değil ve putperestlerin tutsulerinin guclu kokuları olmasa dayanılmaz, tiksinc bir kokuyu algılayacağımızdan eminim. Hic bu kadar boğucu bir sekilde dar sokaklar ve bu kadar mucizevi bir sekilde yuksek binalar gormus muydunuz? Golgeleri nasıl da kasvetli! O sonsuz revaklardaki sallanan lambaların gun boyunca yanması cok iyi; yoksa Mısır'ın terk edildiği zamandaki karanlığı cokerdi ustumuze. "Burası gercekten acayip bir yer! Suradaki tuhaf binanın anlamı ne! Bak! Diğerlerinden cok daha yuksek ve hukumdarlık sarayı olduğunu tahmin ettiğim yapının doğusunda kalıyor." Orası Suriye'de Elah Gabalah adı verilen Gunes Tanrısı'nın yeni tapınağı. Daha sonra son derece kotu sohretli bir Roma Đmparatoru bu inancı Roma'ya


tasıyacak ve orada ismi Heliogabalus olacak. Tapınağın tanrısını bir gormek hosunuza gider sanırım. Goğe bakmanıza gerek yok; Gunes Tanrısı orada değil; en azından Suriyelilerin taptığı Gunes Tanrısı. Bu tanrı o binanın icinde bulunuyor. Ona ustunde Ates yazan koni ya da piramit seklindeki buyuk bir tas sutunun figuru aracılığıyla tapılıyor. "Dinle! - Bak! - Karsılarındaki guruha bağıran, el kol hareketleri yapan, yarı cıplak, yuzleri boyalı su gulunc yaratıklar kim olabilir?" Bazıları sarlatan. Diğerleri filozoflar soyuna dahil. Ancak coğu -ozellikle de sopalarla halka saldıranlar- sarayın temel mensupları ve kralın ovguye değer, komik emirlerinden birini uyguluyorlar. "Ama o da nesi? Tanrım! Sehir vahsi hayvanlarla dolup tasıyor! Ne korkunc bir goruntu -ne tehlikeli bir tuhaflık!" Evet, korkunc; ama kesinlikle tehlikeli değil. Bir zahmet dikkat ederseniz, her hayvan usulca sahibinin pesinden gidiyor. Evet, bazıları boyunlarından iplerle bağlı, ama bunlar genelde daha kucuk ve urkek turler. -Aslanlar, kaplanlar ve leoparlar serbestce geziniyor. Su andaki islerini yapmak uzere kolayca eğitilmisler ve sahiplerine valets-de- chambrelık yapıyorlar. Doğa'nın hukumdarlığının sınırlarının ihmal edildiğini belli ettiği zamanlar da oluyor; ama silahlı bir adamın yenmesi ya da kutsal bir boğanın boğularak oldurulmesi Epidefne'de pek fazla bahsedilmeyecek kadar onemsiz bir olay. "Ama bu duyduğum acayip gurultu de neyin nesi? Bu Antakya icin bile fazla yuksek sesli olsa gerek! Cok acayip bir kargasaya isaret ediyor." Evet - suphesiz. Kral yeni bir gosteri emretti - Hipodrom'da bir gladyator gosterisini - veya belki de Đstik tutsakların katledilmesini - veya yeni sarayının yakılmasını - veya guzel bir tapınağın yıkılmasını - ya da birkac Yahudi'nin bir senlik atesinde kızartılmasını. Gurultu artıyor. Kahkaha sesleri goğe yukseliyor. Havada ruzgar calgılarının sesleri ve bir milyon boğazdan cıkan haykırısların korkunc gurultusu yankılanıyor. Eğlence askına inelim ve neler oluyormus bir bakalım! Buradan -dikkat edin! iste simdi Timarchus caddesi denen anacaddedeyiz. Đnsan denizi buraya doğru geliyor ve akısını durdurmakta zorlanacağız. Doğrudan saraydan gelen Heraclides sokağından akıyorlar: -Bu yuzden kral da buyuk olasılıkla eğlenenlerin arasında. Evet; -habercinin hukumdarın gelisini Doğu'nun suslu soyleyisiyle haber veren bağırmalarını isitiyorum. Ashimah tapınağının yanından gecerken onu gorebileceğiz. Tapınağın girisine yerleselim; birazdan burada olur. Bu arada bu goruntuyu inceleyelim. Bu nedir? Ah, bizzat tanrı Ashimah. Ama gorduğunuz gibi ne kuzu, ne keci, ne de satir; Arcadialıların Pan'ıyla da pek benzerliği yok. Yine de butun bu gorunusler gelecek cağların bilgilileri tarafından Suriyeli Ashimah'a verildi -Pardon verilecek. Gozluğunuzu takıp bana ne olduğunu soyleyin. Nedir o? "Ustume iyilik sağlık! Bu bir maymun!" Doğru - bir Habes maymunu; ama yine de bir tanrı. - Đsmi Yunancadaki Simia'dan geliyor - antikacılar ne aptal! Ama bakın! - Bakın! Surada kucuk, pacavralar icindeki bir afacan kosturuyor. Nereye gidiyor? Niye avazı cıktığı kadar bağırıyor? Ne diyor? Ah! Kralın zaferle geldiğini soyluyor; muhtesem giysiler giydiğini; zincire vurulmus bin Đsrailli tutsağı kendi elleriyle oldurme isini yeni bitirdiğini! Ustu bası perisan cocuk bu kahramanlığı icin onu goklere cıkarıyor! -Dinleyin! Đste benzer kıyafetler giymis askerler geliyor. Kralın cesaretini anlatan Latince bir mars bestelemisler ve yururken onu soyluyorlar. Mille, mille, mille, Mille, mille, mille, Decollavimus, unus homo! Mille, mille, mille, mille, decollavimus! Mille, mille, mille! Vivat qui mille mille occidit! Tantum vini haber nemo Quantum sanguinis effudit!


Su sekilde cevrilebilir: Bin, bin, bin, Bin, bin, bin, Kisi oldurduk, tek bir savascıyla! Bin, bin, bin, bin. Tekrar soyleyelim bin diye! Haydi! - sarkı soyleyelim Yasasın bin kisiyi, Boyle guzelce haklayan kralımız! Haydi! Kukreyelim, O bize Suriye'deki Tum saraplardan Daha kırmızı kanlar verdi! "Borazanların otusunu duyuyor musun?" Evet; kral geliyor! Bakın! Đnsanlar gozlerini hayranlık ve husuyla goğe kaldırıyor. Geliyor; - yaklasıyor; - iste orada! "Kim? - Nerede? Kral mı? Onu goremiyorum; - goremiyorum." O halde kor olmalısınız. "Pekala mumkun. Yine de dev bir zurafanın onunde yere kapaklanmıs, toynaklarını opmeye calısan coskun bir budalalar ve deliler guruhundan baska bir sey gormuyorum. Bak! Hayvan haklı olarak guruhtan birini tekmeledi bile birini daha - birini daha - birini daha - ve birini daha. Aslında hayvanın ayaklarını kullanma tarzına hayran kalmamak elde değil." Guruhmus! - Bunlar Epidefne'nin soylu ve ozgur vatandasları! Hayvan mı dediniz? - Aman sizi kimse duymasın. Bir insan yuzune sahip olduğunu gormuyor musunuz? Bayım, o zurafa Suriye Kralı Meshur Antiochus'tan, Doğu'nun en guclu despotu Antiochus Epiphanes'ten baskası değil! Evet, ona bazen Antiochus Epimanes dendiği de oluyor - Yani deli Antiochus- ama bunun sebebi insanların onun yeteneklerini takdir edecek yetkinlikte olmayısı. Su anda bir hayvan derisinin icine girmis olduğu ve bir zurafa taklidi yapmak icin elinden geleni yaptığı da kesin; ama bir kral olarak itibarını korumak icin yapıyor bunu. Hem hukumdar dev yapılı olduğundan ustundeki elbise ona bol ya da buyuk gelmiyor. Ama onemli bir durum olmasa bunu giymeyeceğini soyleyebiliriz. Bin Yahudiyi boyle katlettiklerini siz de takdir edersiniz. HuE. A. Poe Butun Hikayeleri kumdar ne ustun bir vakarla dort ayak ustunde geziniyor. Gorduğunuz gibi kuyruğunu iki en gozde cariyesi, Elline ve Argelais tasıyor; ve yerinden uğramıs olan gozlerinin sisliğiyle yuzunun saraptan dolayı burunduğu tuhaf renk olmasa, goruntusu son derece cekici olacaktı. Hipodroma gidiyor. Biz de onu takip edelim ve soylemeye basladığı zafer sarkısını dinleyelim: Epiphanes'ten baska kral var mı Biliyor musunuz? Epiphanes'ten baska kral var mı Bravo! - Bravo! Epiphanes'ten baskası yok, Hayır - Yok: Yıkın tapınakları oyleyse, Ve gunesi sondurun! Ne guzel ve icten soyluyor! Halk ona "Doğu'nun Medarı Đftiharı", "Evrenin Gozbebeği" ve "Zurafaların En Guzeli"nin yanı sıra "Sairlerin Prensi" de diyor. Coskusuna katılıyorlar ve -duyuyor musunuz- tekrar soyluyor. Hipodroma vardığında basına sairlerin tacı takılacak, yaklasan Olimpiyatlardaki zaferinin beklentisiyle. "Ama, Jupiter askına! Arkamızdaki kalabalığa ne oluyor?" Arkamızdaki mı dediniz? - Oh! Ah! - Goruyorum. Dostum, vaktinde konustuğunuz


iyi oldu. Hemen guvenli bir yere gidelim. Đste! - Bu su kemerinin altına saklanalım da size karısıklığın sebebini acıklayayım. Tam beklediğim gibi oldu. Đnsan kafalı bir zurafanın tuhaf goruntusu sehirdeki ehlilestirilmis vahsi hayvanların adap kurallarına ters dustu anlasılan. Sonucta isyan cıktı; ve boyle durum-, larda genellikle olduğu gibi, insan cabaları isyancıları bastıramayacak. Bircok Suriyeli simdiden hayvanlara yem oldu bile; ama dortayaklı yurtseverlerin asıl isteği zurafayı yemek gibi gorunuyor. Bu yuzden "Sairlerin Prensi" arka ayaklarının uzerinde canını kurtarmak icin kacıyor. Hizmetcileri ve cariyeleri onu terk etti. "Evrenin Gozbebeği", basın belada! "Doğu'nun Medarı Đftiharı", yenilip yutulma tehlikesiyle karsı karsıyasın! Bu yuzden kuyruğuna oyle uzgun gozlerle bakma; hic suphesiz camurda surunerek kirlenecek ve bundan sakınmanın yolu yok. Arkana bakıp da onun kacınılmaz kirlenisini gorme; cesaretini topla ve hipodroma doğru tabanları yağla! Unutma, sen Antiochus Epiphanes'sin, Meshur Antiochus'sun! - Ayrıca '"Sairler Prensi'", "'Doğu'nun Medarı Đftiharı'", "'Evrenin Gozbebeği'" ve "'Zurafaların En Olağanustususun!'" Vay canına! nasıl da hızlı kosuyorsun! Kacma kapasiteni nasıl da arttırıyorsun! Kos, Prens! - Bravo, Epiphanes! Cok iyi, Zurafa! - Yuce Antiochus! Kosuyor! - Sıcrıyor! - Ucuyor! Bir mancınıktan fırlamıs bir ok gibi hipodroma yaklasıyor! Sıcrıyor! - Cığlık atıyor! - Oraya vardı! Bu cok iyi; cunku Amfiteatr'ın kapılarına varmakta bir saniye gecikseydin, sen "Doğu'nun Medarı Đftiharı", Epidefne'de lesini kemirmeyen ayı yavrusu kalmayacaktı. Gidelim - uzaklasalım buradan! - Cunku hassas modern kulaklarımız kralın kurtulusu serefine yapılmaya baslanmak uzere olan kutlamanın gurultulerini kaldıramaz! Dinleyin! Basladı bile. Bakın! - Butun sehir karmasa icinde! "Burası Doğu'nun en kalabalık sehri olsa gerek! Nasıl bir insan yığını bu boyle! Her mevkiden ve yastan insanların karmasası! Farklı bircok mezhep ve ulusların bir aradalığı! Giysilerin cesitliliği! Bir dil Babil'i! Hayvan cığlıkları! Cınlayan muzik aletleri! Filozoflar kalabalığı!" Haydi gidelim! "Bir saniye! Hipodromdan gurultuler geliyor; bunun anlamı ne, yalvarırım soyle bana!" O mu? -Ah, hicbir sey. Epidefne'nin, soyledikleri gibi krallarının inancı, cesareti, bilgeliği ve kutsallığı konusunda tatmin olmus ve az onceki insanustu cevikliğine tanıklık etmis soylu ve ozgur vatandasları, kralın alnını kosu yarısının galibine (sairlere verilecek olanın yanı sıra) verilecek celenkle simdiden suslemeyi gorev biliyorlar -gelecek Olimpiyatların kutlamasında alması gerektiği acık olan ve bu yuzden simdi, onceden verdikleri bir celenkle. 1836 Duk De L’Omelette /Ve hemen daha serin bir diyara adım attı - COWPER. Keats bir elestiri yuzunden can verdi. "The Andromache" yuzunden olen kimdi? Asağılık ruhlar! - De LOmelette bir ortolan yuzunden oldu. L'historie en est breve. Yardım et bana, Apicius'un ruhu! Kucuk kanatlı gezgin Peru'daki evinden Chausee D'Antin'e asık, gevsemis, usengec bir halde, altın bir kafesle tasındı. Sahibi Kralice La Bellissima tarafından gonderilen o talihli kusu Duk De L'Omelette'e imparatorluğun altı baronu goturdu. Duk o gece yemeğini tek basına yiyecekti. Dairesinin mahremiyeti icinde, uğrunda acık artırmada kralından fazla para vererek sadakatini feda ettiği o kanepenin -o kotu sohretli Cadet kanepenin- ustune yavasca uzandı. Yuzunu yastığına gomuyor. Saat calıyor! Duygularına hakim olmayan Duk bir zeytin tanesi yutuyor. Tam bu anda hafif bir muzik sesiyle birlikte kapı usulca acılıyor ve birden! Kusların en guzeli erkeklerin en asığının onunde duruyor!


Ama Duk'un yuzu simdi hangi tarifsiz dehsetle allak bullak oldu? "Horreur! - Chien! - Baptiste! - L'oiseau! Ah, bon Dieu! Cet oiseau modeste que tu as deshabille de ses plumes, et que tu as servi sans papier!" Daha fazlasını soylemek gereksiz: - Duk ani ve siddetli bir tiksinti kriziyle son nefesini verdi. "Ha! Ha! Ha!" dedi Duk, olumunden sonraki ucuncu gunde. "He! He! He!" diye yanıtladı Seytan hafifce, bir hauteur havasıyla doğrularak. "Ama ciddi olamazsınız," diye karsılık verdi De LOmelette. "Gunah isledim - c'est vrai - ama, saygıdeğer bayım, lutfen bir dusunun! - Boylesine - boylesine - barbarca tehditleri eyleme gecirmek gibi bir niyetiniz yok herhalde." "Boylesine neyi?" dedi Majesteleri - "Haydi bayım, soyunun!" "Soyunun ha! - Aman ne guzel! - hayır efendim, soyunmayacağım. Soyler misiniz, siz kim oluyorsunuz da ben, Duk De L'Omelette, Foie-Gras'ın yeni resit olmus prensi, 'Mazurkiad'ın yazan ve Akademi Uyesi, Bourdon tarafından yapılmıs en guzel pantolonu, Rombert'in diktiği en zarif robe-de-chambre'ı emriniz uzerine cıkaracağım - saclarımı bozacağım - eldivenlerimi cıkarmak icin gireceğim zahmet de cabası?" "Ben kim mi oluyorum? - Ah, evet! Ben Baal-Zebub'um, Sineklerin Prensi. Seni simdi ici fildisi kaplı, gulağacından bir tabuttan cıkardım. Tuhaf bir kokun vardı ve irsaliye ustune ilistirilmisti. Seni Belial gonderdi - Mezarlıklar Mufettisim. Bourdon tarafından yapıldığını soylediğin pantolonun mukemmel bir keten don, robe-de- chambre'ın ise genis bir kefen." "Bayım!" diye yanıtladı Duk. "Hakaretinizi karsılıksız bırakamam! - Bayım! bu hakaretin intikamını sizden ilk fırsatta alacağım! - Bayım! Yine goruseceğiz! Simdilik au revoir!" - ve Duk eğilerek Seytan'ın huzurundan cekiliyordu ki, beklemekte olan bir beyefendi tarafından durdurulup geri getirildi. Bunun uzerine Duk Hazretleri gozlerini ovusturdu, esnedi, omuz silkti, dusundu. Kimliği konusunda tatmin olduktan sonra etrafını kusbakısı bir incelemeye tabi tuttu. Daire muhtesemdi. De L'Omelette bile oranın bien comme il faut ilan etti. Sasırtıcı olan uzunluğu ya da genisliği değil - ah, yuksekliğiydi! - Tavan yoktu - onun yerinde - yoğun bir ates renkli bulutlar girdabı vardı. Yukarı bakınca Duk'un bası dondu. Tepeden kan renginde, bilinmeyen bir metalden yapılma bir zincir sarkıyordu - ust ucu gorunmuyordu, tıpkı Boston sehri gibi, parmi les nues idi. Alt ucunda buyuk bir fener sallanmaktaydı. Duk bunun yakuttan yapılma olduğunu biliyordu; ama oyle yoğun, oyle dingin, oyle korkunc bir ısık yayıyordu ki, Đran boylesine asla tapmamıstı - Gheber boylesini asla hayal etmemisti - Mussulman afyonun etkisi altındayken, sırtı ciceklere, yuzu Tanrı Apollo'ya donuk halde bir hashas tarlasında sendeleyerek yururken boylesini asla duslememisti. Duk hafif, kesin olarak tasvipkar bir kufur mırıldandı. Odanın koselerinde yuvarlak oyuklar vardı. - Bunların ucunde dev heykeller duruyordu. Guzellikleri Yunan, bicimsizlikleri Mısır, tout ensembleleri Fransız tarzındaydı. Dorduncu oyuktaki heykelin ustu ortuluydu; devasa da değildi. Ama ince bir ayak bileği, sandaletli bir ayak gorunuyordu. De L'Omelette elini kalbine bastırdı, gozlerini kapadı, yukarı kaldırdı ve Majesteleri Seytanı gorerek - kızardı. Ama tablolar! - Kupris! Astarte! Astoreth! - Bin bir tane! Ve Rafaelle onları gormus! Evet, Rafaelle buraya gelmis; ne de olsa o-----------'yi cizmedi mi? Ve bu yuzden de lanetlenmedi mi? Tablolar! - Tablolar! Ah luks! Ah ask! - Bu yasak guzellikleri goren kim, sumbul rengi ve somaki duvarlarda yıldızlar gibi parıldayan altın cercevelerin zerafetine bakar ki? Ama Duk kendini kaybediyor. Ancak sandığınız gibi gorkemden bası donmus ya da o sayısız tutsunun muhtesem kokularıyla sarhos olmus değil. C'est vrai que


de toutes ces choses il a pense beaucoup – mais! Duk De L'Omelette dehsete kapılmıs durumda; cunku tek bir perdesiz pencerenin sergilediği kursuni manzarada ateslerin en korkuncu parıldıyor! Le pauvre Duc O salonu dolduran yuce, haz verici, bitimsiz melodilerin buyulu pencere camlarının simyasından gecerken suzulen ve donusume uğratılan, umutsuzların ve lanetlilerin inlemeleri ve ulumaları olduğunu dusunmeden edemiyor! Ve oradaki! - Oradaki! - O kanepenin ustundeki! - Kim olabilir? Petit-maitre - hayır, Tanrı - olabilir mi, soluk cehresiyle, si amerement, et qui sourit, mermerden yapılmıscasına oturan? Mais il faut agir,- yani, bir Fransız asla ulu orta bayılmaz. Hem Duk Hazretleri olay cıkarmaktan nefret ederdi. De L'Omelette kendine geldi. Masada kartlar vardı - puan fisleri de. Duk Β ------- 'nin oğrencisiydi; il avait tue ses six hommes. Oyleyse il peut s'echapper. Đki fisi eline alıyor ve taklit edilemez bir zerafetle Majestelerine secimi sunuyor. Horreur! Majesteleri hamle yapmıyor! Mais il joue! - ne mutluluk verici bir dusunce! Ama Duk'un hep kusursuz bir hafızası olmustu. Abbe Gualtier'in "Diable"ını gozden gecirmisti. Orada "que le Diable n'ose pas refuser un jeu d'ecarte" deniyordu. Ama ihtimaller - ihtimaller! Evet - umutsuzdu; ama Duk'un kendisinden daha umutsuz olamazlardı. Hem o isin sırrını bilmiyor muydu? Pere Le Brun'u ustunkoru okumamıs mıydı? - Vingtun Kulubu'nun bir uyesi değil miydi? "Si je perds," dedi, "je serai deux fois perdu - iki kez lanetleneceğim - voila tout!" (Burada Duk Hazretleri omuz silkti.) "Si je gagne, je reviendrai a mes ortolans - que les cartes soient preparees!" Duk dikkat kesilmisti -Majesteleri ozguvenle doluydu. Bir izleyicinin aklına Francis ve Charles gelirdi. Duk Hazretleri oyununu dusundu. Majesteleri dusunmedi; kartları karıstırdı. Duk kesti. Kartlar dağıtıldı. Koz belli oldu - koz - koz - papaz! Hayır - kızdı. Majesteleri kızın ustundeki erkeksi giysilere kufretti. De L'Omelette elini kalbinin ustune koydu. Oynuyorlar. Duk sayıyor. El dağıtılıyor. Majesteleri de ağır ağır sayıyor, gulumsuyor, sarap icjyor. Duk bir kart veriyor. "C'est a vous afeire," dedi Majesteleri keserken. Duk Hazretleri basını eğerek selam verdi, dağıttı ve masadan kalktı, en presentant le Roi Majesteleri hayal kırıklığına uğramıs gibi gorunuyordu. Đskender Đskender olmasa Diyojen olurdu; ve Duk cıkıp giderken hasmını su konuda temin etti, "que s'il n'eut pas ete De L'Omeletie il n'aurait point d'objection d'etre le Diable." 1836 Butun Hikayeleri Eiros'la Charmion'un Konusması Sana ates getireceğim. EURIPIDES. Androm. [257]. EIROS: Bana niye Eiros diyorsun? CHARMION: Artık adın bu. Benim dunyadaki ismimi de unut ve bana bundan boyle Charmion de. EIROS: Bu gercekten ruya değil! CHARMION: Artık ruya gormeyeceğiz - ama bu gizemlerden bahsetmeyelim. Sağ ve aklı basında gorunmen hosuma gitti. Gozlerindeki golge zarı simdiden kalkmıs. Yureğini dinle ve hicbir seyden korkma. Sana ayrılan uyusukluk gunleri sona erdi. Yarın seni yeni varolusunun tum hazları ve mucizeleriyle tanıstıracağım. EIROS: Doğru - uyusukluk hissetmiyorum - kesinlikle. O vahsi hastalık ve


korkunc karanlık ustumden kalktı. "Pek cok caglayan"ın sesini andıran o cılgın, korkunc sesi de isitmiyorum. Yine de yenilikleri algılamadaki keskinlik duyularımı serseme cevirdi Charmion. CHARMION: Bunlar birkac gun sonra gececek; ama seni, hislerini cok iyi anlıyorum. Ben senin bu cektiklerini yasayalı on dunya senesi oldu. Yine de o zamanı hala hatırlıyorum. Aidenn'de cekeceğin tum acıları cektin, ama bitti. EIROS: Aidenn'de mi? CHARMION: Aidenn'de. EIROS: Aman Tanrım! Acı bana Charmion! Butun bunlar - simdi bilinene donusmus olan bilinmeyen - ustunde tahminler yuruttuğum geleceğin gorkemli ve belirgin bir simdiki zamana donusmus olması, tasıyamayacağım kadar ağır yukler. CHARMION: Simdi boyle dusuncelerle boğusma. Bunu yarın konusuruz. Zihnin basıbos geziniyor ve huzursuzluğun basit anıları anımsama egzersiziyle gececek. Etrafına ya da ileriye değil, geriye bak. Seni aramıza getiren o muthis olayın ayrıntılarını dinlemek icin yanıp tutusuyorum. Bana ondan bahset. Bildik seylerden soz edelim, simdi korkunc bir sekilde yok olmus olanın dunyanın eski, bildik diliyle. EIROS: Korkunctu, cok korkunctu! - Bu sahiden ruya değil. CHARMĐON: Artık ruyalar yok. Cok yasımı tuttular mı Eiros? EIROS: Yasını mı, Charmion? Oh, hem de cok. Her seyin yok olduğu saate dek evinde yoğun ve icten bir huzun, buyuk bir keder havası hakimdi. CHARMĐON: Her seyin yok olduğu su saatten bahsetsene biraz. Unutma, o felaketin olduğu gerceğinden baska hicbir sey bilmiyorum. Đnsanların arasından ayrıldıktan sonra mezara girip gecenin icine daldım. Anımsadığım kadarıyla o sırada bahsettiğin su felaket hic de beklenen bir sey değildi. Ama aslına bakarsan o donemin spekulatif felsefeleri hakkında da pek bir bilgim yoktu. EIROS: O felaketin gelisi dediğin gibi tamamen beklenmedikti. Aslında bu tur talihsizlikler astronomlar arasında uzun suredir tartısma konusuydu. Aramızdan ayrıldığında dostum, insanlar en kutsal kitaplardaki, her seyin alevler icinde yok olacağım soyleyen paragrafların sadece yerkureye iliskin olduğu konusunda fikir birliğine varmıslardı; bunu soylememe gerek yok herhalde. Ama felaketin doğrudan failine bakılacak olursa, astronomi bilgisi, kuyrukluyıldızların ates-alev topu olmadığını ileri surduğu cağdan beri herkesi yanıltmıs. Bu cisimlerin kutlesinin oldukca dusuk olduğunu doğrusu iyi hesaplamıslardı. Jupiter'in uydularının yakınından gecerken bu ikincil gezegenlerin kutlelerinde ya da yorungelerinde onemli bir değisime yol acmadıkları da gozlemlenmisti. Bu gezginleri uzun suredir inanılmayacak kadar dusuk kutleli buhar kumeleri olarak goruyorduk. Yerkuremize carpsalar bile kesinlikle hasara yol acamayacaklarına inanıyorduk. Carpmalarından kesinlikle korkmuyorduk; cunku butun kuyrukluyıldızların elementleri tam olarak biliniyordu. O alevli yokolusu kuyrukluyıldızların gerceklestirebileceği yıllarca kabul edilemez bir fikir olarak goruldu. Astronomlar yeni bir kuyrukluyıldızın kesfedildiğini ilan edince sadece birkac cahil endiselendi, ama yine de son zamanlarda insanlar arasında tuhaf ve cılgınca fikirler garip bir sekilde yayılmıstı ve bu acıklama genel bir huzursuzluk ve guvensizlik yarattı. O tuhaf kurenin elementleri hemen hesaplandı ve gozlemciler dunyanın cok yakınından gececeğini cabucak hesapladılar. Bir carpısmanın kacınılmaz olduğunu one suren birkac astronom da cıktı. Bunların soylediklerinin insanlar uzerinde yarattığı etkiyi sana anlatamam. Birkac kısa gun boyunca, yıllar boyu sadece gundelik islerle mesgul olan zekalarının hicbir sekilde kavrayamadığı bir iddiaya inanmayı reddettiler. Ama hayati onem tasıyan bir gercek, en kayıtsız kimselerce bile kısa surede kavranır. Sonunda herkes bilginlerin yalan soylemediğini


anladı ve kuyrukluyıldızı beklemeye basladı. Đlk basta hızlı yaklasır gibi gorunmuyordu. Gorunusunde de pek bir sıradısılık yoktu. Donuk kırmızıydı, kuyruğu pek uzun değildi. Yedi sekiz gun boyunca capında belirgin bir artıs gormedik. Rengi de fazla değismedi. Derken, gundelik isler uzerine tartısmalar bir kenara bırakıldı ve herkesin ilgisi filozofların baslattığı, kuyrukluyıldızın doğasına iliskin bir tartısmaya yoneldi. En cahiller bile miskin zihinlerini bu konu ustunde yordu. Bilgililerse artık zihinlerini -ruhlarını- korkuları yatıstırmak ya da sevdikleri teoriyi savunmak gibi konularla mesgul etmiyordu. Doğru gorusler arıyorlardı. Kusursuz bilgi icin yanıp tutusuyorlardı. Gercek, gucunun saflığıyla ve muthis gorkemiyle ayağa kalktı ve bilgeler onunde eğilip ona taptı. Gelisi beklenen o kuyrukluyıldızın gezegenimize ya da sakinlerine zarar vereceği fikri bilgeler arasında hızla değer kaybediyordu. Bilgeler artık halkın mantığının ve hayal gucunun kontrolunu tamamen ellerine gecirmislerdi. Kuyrukluyıldızın cekirdeğinin yoğunluğunun en seyrek gazımızınkinden bile daha dusuk olduğu soyleniyordu. Benzer bir ziyaretcinin Jupiter'in uyduları arasından zararsızca gecmis olması da ustunde ısrarla durulan ve halkın korkuya kapılmasının engellenmesinde buyuk pay sahibi olan bir olguydu. Teologlar Đncil'deki kehanetler ustunde korkudan kaynaklanan bir ictenlikle duruyor ve onları halka daha once esine benzerine rastlanmamıs bir acıklık ve basitlikle yorumluyordu. Dunyanın atesle yok olacağı fikri her yerde inandırıcı geliyordu; ve kuyrukluyıldızların alevlerden ibaret olmadığı gerceği (simdi herkesin bildiği gibi) insanları kehanetlerdeki o buyuk felaket konusunda epey rahatlatıyordu. Salgın hastalıklara ve savaslara iliskin yaygın onyargılara ve basit hatalara -bir kuyrukluyıldız yaklastığında mutlaka yaygınlasan hatalara- simdi kesinlikle rastlanmıyordu. Sanki mantık batıl inancı ani bir hareketle tahtından indirivermisti. Tartısılan, bir carpısmanın hangi kucuk zararlara yol acacağıydı. Bilgililer onemsiz coğrafi değisimlerden, muhtemel iklim değisikliklerinden ve bunun sonucu olarak bitki ortulerinde meydana gelecek farklılasmalardan; olası manyetik ve elektriksel etkilerden bahsediyordu. Pek cok kisi kesinlikle gorulur ya da fark edilir bir değisiklik olmayacağını savunuyordu. Bu tartısmalar surup giderken ustunde tartısılan sey giderek yaklasıyordu. Capı buyuyor, parıltısı artıyordu. O yaklastıkca insanoğlunun beti benzi attı. Đnsanlar, yaptıkları butun isleri bir kenara bıraktı. Kuyrukluyıldızın goruntusu daha oncekilerin tumunden daha buyuk bir hal alınca insanlar artık astronomların yaydığı umudu iclerinden tamamen atıp mutlaka kotu bir sey olacağına inanmaya basladı. Korkuları artık somutlasmıstı. Irkımızın en vurdumduymaz orneklerinin kalbi bile goğsunde deli gibi carpıyordu. Ancak bu hislerin daha dayanılmaz bir hal alması icin birkac gun yetti. Artık o gokcismini alısılmıs dusuncelerimizden herhangi biriyle değerlendiremiyorduk. Yapılabilecek hicbir tarihsel gonderme kalmamıstı. Bize hic bilmediğimiz, iğrenc bir ic sıkıntısı veriyordu. Onu gokyuzundeki astronomik bir fenomen değil, icimize cokmus bir kabus, beyinlerimize dusmus bir golge olarak goruyorduk. Ufuktan ufuğa uzanan dev bir alev ortusune inanılmaz bir cabuklukla donusuvermisti. Ama bir gun daha gecti ve insanlar biraz daha rahat nefes almaya basladı. Artık kuyrukluyıldızın etki sahası icinde olduğumuz acıktı; ama hala hayattaydık. Hatta tuhaf bir fiziksel esneklik ve zihinsel canlılık hissediyorduk. Korktuğumuz nesnenin kutlesinin son derece seyrek olduğu belliydi; cunku ardındaki tum gokcisimlerini acıkca gorebiliyorduk. Bu arada bitki ortusu belirgin bir sekilde değismisti; ve bu onceden tahmin edilmis değisiklik, bilgelerin ongorusune inanmamızı sağladı. Her bitkiden esi benzeri gorulmemis yapraklar cıkıyordu. Bir gun daha gecti - o felaket hala ustumuze cokmemisti. Bize once cekirdeğinin ulasacağı simdi kesinlikle anlasılmıstı. Herkes cılgınca bir sekilde değismisti;


ve ilk hissettiğimiz acı, genel bir yas ve dehset havasının yayılması icin vahsi bir isaret oldu. Bu ilk acı, goğus ve ciğerlerdeki daralmadan ve tenlerin daΕ. Α. Poe yanılmaz bir sekilde kurumasından geliyordu. Atmosferimizin ciddi bir değisiklik gecirdiği inkar edilemezdi. Simdiki tartısma konuları, bu yeni atmosferin niteliği ve uğrayabileceği değisimlerdi. Arastırmaların sonucları, olabilecek en yoğun dehsetin elektrikli korkusunu tum insanların kalbine saldı. Bizi saran havanın oksijen ve nitrojen gazlarının bir bileskesi olduğu uzun suredir bilinmekteydi. Yuzde yirmi biri oksijen, yuzde yetmis dokuzu nitrojendi. Yanma icin gerekli olan ve ısıyı ileten oksijen hayvansal yasamın surmesi icin kesinlikle gerekliydi ve doğadaki en guclu ve enerji yuklu etmendi. Nitrojen ise tam tersine ne hayvansal yasamı, ne de atesi besleyebiliyordu. Asırı oksijen yoğunluğunun organik yasamda biraz once bahsettiğim haz verici durumu yarattığı belirlenmisti. Bu fikrin gelistirilmesi korku ve merak uyandırmıstı. Nitrojenin tamamı ayrısırsa ne olacaktı? Dayanılmaz, her seyi yok edecek, mutlak gucte, ani bir patlama; - Kutsal Kitabın kehanetlerindeki o atesli, dehsetli felaketin aynısı, en kucuk ve korkunc ayrıntısına dek. Đnsanlığın o zaman kapıldığı dizginsiz cinneti niye tasvire calısayım? Kuyrukluyıldızın bizi daha once umutlandırmıs olan yakınlığı simdi acı bir umutsuzluk kaynağıydı. Seyrek gazsı yapısında Yazgı'nın gerceklesmesini goruyorduk. Bu arada bir gun daha gecmisti - giderken umudun son golgesini de yanında goturerek. Havanın hızla değismesi yuzunden guclukle nefes alıyorduk. Kanımız dar damarlarda akmakta zorlanıyordu. Herkes siddetli bir azgınlığın pencesindeydi; kollarını tehditkar bir sekilde goğe kaldırıp titreyerek cığlıklar atıyordu. Ama simdi yokedicinin cekirdeği tepemizdeydi. Bunu anlatırken burada, Aidenn'de bile titriyorum. Kısa keseyim - yokolusumuz kadar kısa. Bir an sadece her seyi kaplayan cok parlak bir ısık goruldu. Yuce Tanrı'nın asırı gorkemi onunde eğilelim Charmion! Sonra cok guclu bir ses duyuldu. Sanki TANRI’dan gelmekteydi. Đcinde yasadığımız hava kutlesinin tamamı bir anda tutusup yoğun alevlerle yanarken bunların parıltısı ve sıcaklığı saf bilginin cennetinde yasayan meleklerin bile esine benzerine rastlamadığı kadar siddetliydi. Boylece her sey sona erdi. 1839 . Girdaba Đnis Tanrı doğaya da, tıpkı yazgıya olduğu gibi, bizden farklı yaklasır: Hangi bicimde olursa olsun, kurduğumuz modeller O'nun eserlerinin enginliğine, derinliğine ve arastırılamazlığına hicbir sekilde denk dusemez. Bu eserler Democritus'un kuyusundan daha derindir. JOSEPH GLANV1LLE. Simdi en yuksek yalcın kayalığın tepesine cıkmıstık. Yaslı adam birkac dakika boyunca konusamayacak kadar bitkin gorundu. "Cok değil, yakın zamanlara dek," dedi sonunda, "seni bu yoldan en kucuk oğlumun dincliğiyle getirebilirdim. Ama uc sene once basıma oyle bir olay geldi ki, bunu benden baska yasayan olmamıstır -yasayan varsa da en azından sağ kurtulup anlatamamıstır-. O altı saat boyunca yasadığım korkunc dehset beni bedenen ve ruhen cokertti. Beni cok yaslı bir adam sanıyorsun - ama değilim. Bu sacların simsiyahken bembeyaz kesilmesi ve sinirlerimin mahvolması bir gunden az surdu. Kendimi biraz yorsam titremeye baslıyor, golgelere bakınca da korkuyorum artık. Bu kucuk kayalıktan asağı basım donmeden bakamıyorum, biliyor musun?" Bu "kucuk kayalık" -ki kenarına futursuzca yayılmıs bedeninin buyuk kısmını asağı sarkıtmıstı; adamı dusmekten sadece duz ve kaygan yuzeye dayalı


dirseği korumaktaydı- bu "kucuk kayalık" siyah, parlak kayalardan olusan sarp bir ucurum halinde, altımızdaki kayalıklar dunyasının ustunde yuz elliyuz seksen metre kadar yukselmekteydi. Hicbir sey beni kenarına bes metreden fazla yaklasmaya ikna edemezdi. Aslında karsımdakinin tehlikeli konumu beni oylesine heyecanlandırmıstı ki sonunda boylu boyunca yere uzandım, etrafımdaki calılara tutundum ve goğe bile bakmaya cesaret edemedim - bir yanE. A. Poe Butun Hikayeleri dan da bu dağın temellerinin bile ruzgarların ofkesinin tehdidi altında olduğunu aklıma getirmemeye bosuna cabalıyordum. "Aklından gecenleri bir yana bırak," dedi, "cunku seni buraya sana bahsettiğim o olayı mumkun olan en iyi manzarada anlatayım diye getirdim - ve sana oykuyu anlatırken nerede olup bitmis olduğunu goresin diye." "Simdi," diye devam etti onu diğerlerinden ayıran o ayrıntıcı edayla - "simdi Norvec sahilinin yakınındayız - altmıssekizinci enlemdeyiz - buyuk Nordland eyaletindeyiz - kasvetli Lofoden bolgesindeyiz. Tepesinde oturduğumuz bu dağın adı Bulutlu Helseggen. Simdi biraz doğrul - basın donuyorsa otlara tutun - evet - simdi altımızdaki sis kusağının ardına, denize bak." Basım donerek baktım ve goz alabildiğine uzanan okyanusu gordum. Suları oyle karaydı ki aklıma hemen Nubialı coğrafyacının, Mare Tenebrarum'u anlatısı geldi. Đnsanın hayal gucu bundan daha acıklı, daha ıssız bir panorama tahayyul edemez. Sağda solda goz alabildiğine uzanan kara kayalıkların korkunc kasvetliliği, ona carpıp beyaz ve korkutucu dağlar halinde yukselen, hic durmadan uluyan ve cığlık atan kopuklu dalgalar tarafından iyice yoğunlastırılıyordu. Tepesinde bulunduğumuz burnun tam karsısında, denizin sekiz on kilometre acığında kucuk, sevimsiz gorunuslu bir ada vardı. Aslında adanın kendisi doğru durust gorulmuyor, daha cok onu sarmalamıs olan buyuk dalgalar kumesinin ortasındaki konumu secilebiliyordu. Daha yakında, karanın uc kilometre kadar acığında daha kucuk bir baska ada yukseliyordu. Bu ada korkunc bir sekilde kayalık ve cıplaktı. Etrafı gene siyah kayalar kumesi tarafından duzensiz aralıklarla cevrelenmisti. Uzaktaki adalarla sahil arasındaki okyanusun goruntusu son derece sıradısıydı. Her ne kadar o sırada siddetli bir bora esse de (uzak alargadaki bir brik, cift camadanlı iğreti fırtına yelkenini acmıs, suların arasında bir belirip bir kayboluyordu), yine de burada duzenli bir dalgalanmadan cok her yana ofkeyle ve hızla atılan dalgacıklar vardı. Kayaların yakın cevresi dısında pek kopuk gorulmuyordu. "Uzaktaki adanın ismi," diye devam etti yaslı adam, "Norvec Vurrgh'udur. Ortadaki Moskoe'dir. Bir bucuk kilometre kadar kuzeyde olan Ambaaren'dir. Suradakiler Iflesen, Hoeyholm, Kieldholm, Suarven ve Buckholm'dur. Daha uzakta -Moskoe'yle Vurrgh arasında- Otterholm, Flimen, Sandflesen ve Skarholm bulunur. Bunlar buraların gercek ismidir - ama onlara isim vermeyi niye gerekli gormusler; bunu ne sen, ne de ben anlayabiliriz. Bir sey duyuyor musun? Suda bir değisiklik goruyor musun?" Helseggen'in tepesine geleli on dakika olmustu. Buraya Lofoden'in ic bolgesinden cıkmıstık. Bu yuzden deniz manzarası ancak zirveye cıktıktan sonra gozumuzun onunde serilmisti. Yaslı adam konusurken yuksek ve giderek siddetlenen bir sesin farkına vardım. Bir Amerikan bozkırındaki buyuk bir bufalo surusunun sesini andırıyordu. Aynı anda altımızda denizin, denizcilerin calkant ı l ı tabir ettiği niteliğinin hızla değistiğini ve doğu yonunde bir akıntıya donustuğunu gordum. Bu akıntı gozlerimin onunde korkunc bir ivme kazandı. Hızı, aceleci coskusu her an artıyordu. Bes dakika sonra Vurrgh'a dek tum deniz dizginsiz bir ofkeye kapılmıstı; ama asıl karmasa Moskoe ile sahil arasındaydı. Burada deniz kesisen binlerce kanala ayrılmıs gibiydi. Sular bir anda cılgınca


patlıyor, kabarıyor, kaynıyor, tıslıyor, devasa ve sayısız girdaplarla kendi ekseni etrafında donuyordu. Butun bunlar doğuya doğru done done oyle bir hızla ilerliyordu ki, su bu hıza ancak yuksek ve dik bir yerden duserken ulasır. Birkac dakika daha gectiğinde manzara bir baska buyuk değisikliğe daha uğramıstı. Denizin yuzeyi genelde duzlesmis ve girdaplar teker teker kaybolmustu. Bu arada muazzam kopuk akıntıları belirmisti. Bu akıntılar sonunda epey uzaklara dek yayıldı ve birleserek simdi ortadan kaybolmus o girdaplar gibi eksenleri etrafında donmeye basladı. Daha buyuk bir girdabı olusturuyor gibiydiler. Birden -cok aniden- bu buyuk girdap son derece net bir sekilde belirdi. Cemberinin capı bir kilometreden biraz kucuktu. Girdabın sınırını genis ve parlak bir kopuk kusağı ciziyordu. Ama bu kopukler o korkunc huninin icine kesinlikle sıcramıyordu. Bu huninin icinde gorulebildiği kadarıyla puruzsuz, parlak ve siyah bir su duvarı vardı. Yaklasık kırk bes derecelik bir acıyla ufka doğru eğilmis, bas dondurucu bir hızla donuyor ve ruzgarlara yarı cığlık, yarı kukreme karısımı korkunc bir ses gonderiyordu. Bu sesi heybetli Niagara Cağlayanı bile cıkarmaz. Dağ temellerinden sarsılıyor, kayalar titresiyordu. Kendimi tekrar yuz ustu yere atıp son derece sinirli bir huzursuzlukla seyrek otlara tutundum. "Bu," dedim en sonunda yaslı adama, "bu buyuk Norvec Girdabı'ndan baska bir sey olamaz" "Oyle diyenler de vardır," dedi. "Biz Norvecliler ona Moskoe-strom deriz. Bu ad ortadaki Moskoe Adası'ndan gelir." Bu girdabın sıradan tasvirleri beni kesinlikle gorduklerime hazırlamamıstı. Jonas Ramus'un tasviri, ki belki de bu tasvirler icinde en ayrıntılı olanıdır, bu manzaranın muhtesemliği ya da korkuncluğu - ya da bakanı saskına ceviren o cılgınca, sersemletici tuhaflık duygusu hakkında kesinlikle en ufak bir fikir veremez. Soz konusu yazarın onu hangi gorus acısından ya da hangi zamanda incelediğinden emin değilim, ama Helseggen'in zirvesinden ya da bir fırtına sırasında incelemis olamaz. Yine tasvirlerinde bazı kısımlar var ki ayrıntılarından dolayı alıntılanabilirler, her ne kadar etkileri o manzara hakkında bir fikir vermeye tam olarak yetmese de. "Lofoden ile Moskoe arasında," der Ramus, "su derinliği otuz altı ila kırk kulac arasındadır. Ama diğer tarafta, Ver'e (Vurrgh) doğru bu derinlik azalır, bu yuzden gemiler en sakin havada bile kayalara carpıp parcalanma tehlikesine atılmadan gecemez buradan. Sular kabardığında akıntı Lofoden ile Moskoe arasındaki kırlarda cağlayarak akar. Ama deniz cekilirken oyle kukrer ki, bununla en gurultulu ve korkunc cağlayanlar bile boy olcusemez. Bu ses fersahlarca oteden duyulur. Girdaplar oyle derindir ki bir gemi cekimlerine kapılırsa kacınılmaz sekilde yutulur ve en dibe cekildikten sonra kayalara carpıp parcalanır. Sular dinginlestiğindeyse parcaları tekrar yukarı atılır. Ama bu dinginlik araları sadece med ve cezir arasında ve sakin havalarda gorulur. Sadece on bes dakika kadar surer ve siddeti asamalarla geri gelmeye baslar. Akıntının en yoğun olduğu sırada -hele de fırtına siddetini artırıyorsa- bir Norvec mili kadar yakınına gitmek tehlikelidir. Teknelerin, yatların ve gemilerin bu akıntının etki sahasına girmeden once tedbir almadıkları icin girdaba kapıldıkları olur. Balinaların bile akıntıya fazla yaklastığı ve onun siddetine yenildiği sık sık gorulur. Kurtulmaya bosuna cabalarkenki ulumaları ve boğurtuleri tarife sığmaz. Bir keresinde Lofoden'den Moskoe'ye yuzmeye calısan bir ayı da akıntıya yakalanıp asağı cekilmisti. Oyle korkunc sesler cıkarıyordu ki sahilden duyuluyordu. Akıntı tarafından yutulan buyuk koknarlar ve camlar tekrar yukarı cıktıklarında oyle kırılmıs ve yıpranmıs haldedirler ki sanki ustlerinde sert kıllar bitmistir. Bu deniz dibinin sivri kayalardan olustuğunu acıkca gosterir. Bunların


arasında ileri geri savrulurlar. Bu akıntıdaki değisiklikler denizinkilere bağlıdır - sular her altı saatte bir yukselip alcalır. 1645 senesinde, Sexagesima Pazarı'nın erken saatlerinde oyle bir gurultu ve siddetle kopurmustu ki sahildeki evler yıkılmıstı." Ramus'un anlattıklarından, girdabın yakın cevresindeki suyun derinliğinin nasıl olculduğunu anlayamadım. O "kırk kulac" sadece kanalın ya Moskoe'ye, ya da Lofoden'e yakın kısımlarına iliskin olmalı. Moskoe-strom'un merkezindeki derinlik olculemeyecek kadar derin olsa gerek. Bunun doğruluğu Helseggen'in en yuksek kayalığından yan gozle bakmakla bile en iyi sekilde kanıtlanabilir. Bu zirveden asağı, o uluyan Phlegethon'a bakarken acık sozlu Jonas Ramus'un balinaların ve ayıların basına gelenlerden inanılması zor seylermiscesine saflıkla bahsetmesine gulumsemeden edemedim, cunku bana gore gunumuzdeki en buyuk gemilerin bile o olumcul cekimin etkisi altına girince fırtınadaki bir tuy gibi, karsı koyamadan bir anda yutulup gozden kaybolacakları apacık bir gercekti. Bu fenomene getirilmeye calısılan acıklamaları -okuduklarımdan bazılarının bana oldukca inandırıcı geldiğini anımsıyorum- simdi son derece farklı bir acıdan değerlendiriyordum ve bana tatmin edici olmaktan kesinlikle uzak gibi gorunuyorlardı. Genelde kabul edilen dusunceye gore, bunun ve Feroe adaları civarındaki daha kucuk diğer uc girdabın olusma sebebi "denizin kabarıp alcalmaları sırasında yukselip alcalan dalgaların kayalara carpması ve boylece suyun kısılı kalıp bir cağlayan gibi yukselmesidir; su yukseldikce duseceği mesafe artmakta, bunun doğal sonucu olarak muthis guclu girdap ya da burgaclar olusmaktadır." Britannica Ansiklopedisi'nde boyle yazıyor. Kircher ve diğerleri girdabın kanalının ortasında dunyayı delip gecen ve cok uzak bir tarafta ortaya cıkan bir bosluk olduğunu dusunuyor. Bothnia Korfezi'ni bu noktalardan birine ornek olarak veriyorlar. Bu fikir sacma da olsa girdaba bakarken bana oldukca inandırıcı geldi ve rehberime bundan bahsettiğimde Norveclilerin genelde benimsediği bir fikir olmasına karsın kendisinin boyle dusunmediğini soyleyerek beni epey sasırttı. Đlk fikre gelince, bunu anlayamadığını itiraf etti. Bu konuda ona hak verdim - cunku her ne kadar kağıt ustunde akla yakın gelse de o bosluğun gurlemeleri ortasında anlasılmaz, hatta sacma gorunuyor. "Girdaba iyice baktın," dedi yaslı adam, "ve eğer bu yalcın kayalığın etrafından surunup kuytu yanına, suyun gurlemesinin azaldığı yere gidersen sana bir hikaye anlatacağım. Boylece Moskoe-strom hakkında bir seyler bildiğimi anlayacaksın." Đstediği yere gittim ve anlatmaya basladı. "Đki erkek kardesimle benim uskuna donanımlı yetmis tonluk bir balıkcı teknemiz vardı. Bununla Moskoe'nin otesinde, Vurrgh civarındaki adaların arasında balık avlardık. Denizdeki butun siddetli anaforlar, balık avlamak icin cok uygun fırsatlardır aslında, tabii insanın buna kalkısacak cesareti varsa. Ama LoE. A. Poe Butun Hikayeleri fodenli balıkcılar arasında adalara duzenli olarak giden sadece ucumuzduk. Normal av bolgesi cok daha guneydedir. Fazla riske girmeden her vakit balık avlanabildiğinden tercih edilir oralar. Ama buradaki, kayalıkların arasındaki yerlerde sadece en iyileri değil, en bol miktarda balık bulunur. Bu yuzden genellikle bir gunde daha urkek diğer balıkcıların bir haftada yakaladıklarından daha fazla balık tutuyorduk. Aslında bu isi tehlikeli bir vurguna donusturmustuk - hayatımızı attığımız tehlike emeğin, cesaretimiz de sermayenin yerine gecmisti. "Tekneyi sahilin sekiz kilometre yukarısındaki bir koya bırakıyorduk. Hava iyi olduğunda on bes dakikalık dinginlikten faydalanıp Moskoe-strom'un ana


kanalından gecerek Otterholm ya da Sandflesen civarında, anaforların diğerlerine gore daha az siddetli olduğu yerlerde capa atıyorduk. Burada denizin tekrar dinginlesme vakti yaklasana dek kalıyor, sonra da eve doğru yola cıkıyorduk. Bu yolculuklara gelis gidislerimizde bize yardımcı olacak, yarı yoldayken kesilmeyeceğine emin olduğumuz bir yan ruzgar olmadan asla cıkmıyorduk. Bu noktada hata yaptığımız pek enderdi. Altı yıl boyunca iki kez tum geceyi ruzgarsızlık yuzunden capa atmıs halde gecirmek zorunda kaldık; ki bu buralarda cok ender rastlanan bir seydir. Bir keresinde de gittiğimiz yerde neredeyse bir hafta kalmak zorunda kaldık. Az kalsın aclıktan oluyorduk. Gittiğimiz yere vardıktan hemen sonra esmeye baslayan bir bora kanaldaki suları asırı calkantılı hale getirmisti. Boyle bir durumda normalde her seye karsın acık denize suruklenmemiz gerekirdi (cunku anaforlar bizi oyle siddetli donduruyordu ki sonunda capamız suruklenmeye basladı). Sans eseri o sayısız yan akıntılardan birine kapıldık da -bir belirip bir kaybolurlar- Flimen'in bizi ruzgardan koruduğu bir yere ulastık. "Sana oralarda yasadığımız gucluklerin yirmide birini bile anlatamam -hava iyi olduğunda bile cetin yerlerdir- ama Moskoe-strom'un icinden hep kazasız belasız geciyorduk. Gerci bazen dinginlik vaktinin bir dakika kadar oncesinde ya da sonrasında olduğumuzda yureğim ağzıma geliyordu. Ruzgar bazen yola cıkarken dusunduğumuz kadar guclu esmiyordu. O zaman istediğimizden daha yavas gidiyorduk. Akıntı da tekneyi kontrol etmeyi imkansız hale getiriyordu. Ağabeyimin on sekiz yasında bir oğlu vardı. Benim de iki tane guclu kuvvetli oğlum var. Bu gencler boyle zamanlarda buyuk kurekleri kullanmakta ve daha sonra balık avlamakta bize epey yardım edebilirdi; ama kendimiz bu riske girsek de oğullarımızı tehlikeye atmak istemiyorduk. Cunku ne de olsa tehlike cok buyuktu, isin gerceği buydu. "Birkac gun sonra, sana anlatacağım olayın ustunden tam uc yıl gecmis olacak. Temmuz'un onuydu. Bu tarihi buralılar asla unutmayacak. Cunku o gun gelmis gecmis en korkunc kasırga patlak verdi. Oysa butun sabah boyunca, hatta aksamustune dek guneybatıdan hafif ve duzenli bir ruzgar esmis, gunes de pırıl pırıl parlamıstı. Bu yuzden aramızdaki en yaslı balıkcılar bile sonradan olacakları kestiremedi. "Ucumuz -iki erkek kardesim ve ben- oğleden sonra iki civarında adalara gitmis ve tekneyi kısa surede balıkla doldurmustuk. Daha once hic bu kadar verimli bir gun gecirmediğimizde hemfikirdik. Eve doğru yola cıktığımızda saat benim saatime gore yediydi. Strom'deki suların sekizde dinginleseceğini biliyorduk. "Sancak tarafından gelen taze bir ruzgarla yola cıktık. Bir sure hızla, aklımıza hicbir tehlikeyi getirmeden ilerledik, cunku endiselenmek icin tek bir sebep bile goremiyorduk. Birden Helseggen'den gelen bir esinti bizi sasırttı. Bu son derece tuhaftı. Đlk kez basımıza geliyordu. Biraz huzursuzlanmaya basladım. Ama sebebini tam olarak bilemiyordum. Ruzgarı arkamıza aldık, ama anaforlar yuzunden ilerleyemiyorduk. Tam capa atmıs olduğumuz yere geri donmeyi teklif edecektim ki kıc tarafına bakınca tum ufkun inanılmaz bir hızla yukleten tuhaf, bakır rengi bir bulutla kaplanmıs olduğunu gorduk. "Bu arada esinti kesildi ve cesitli yonlerde suruklenmeye basladık. Ancak bu durum ustunde dusunmemize yetecek kadar uzun surmedi. Bir dakikadan kısa bir sure sonra fırtına ustumuze cokmustu, iki dakika surmeden de gokyuzu tamamen kararmıstı. Oyle ki teknede birbirimizi goremez olmustuk. "O sırada esmeye baslayan kasırgayı tarife kalkısmak budalalık olur. Norvec'teki en yaslı denizci bile boyle sey gormemistir. Kasırga baslamadan once yelkenleri indirmistik. Ama ilk ruzgarla birlikte iki direğimiz birden sanki kesilmiscesine devrilip denize dustu -ana direk kendini guvene almak icin ona


bağlamıs olan kucuk erkek kardesimi de beraberinde goturdu. "Teknemiz denizin ustunde fındık kabuğu gibiydi. Guvertesi dumduzdu ve sadece pruva tarafında kucuk bir ambar kapağı vardı. Strom'un icinden gecerken bu kapağı calkantılı denize karsı onlem olarak mutlaka kapardık. Bunu yapmamıs olsak gemiye su dolacaktı ve hemen batacaktık -cunku birkac saniye boyunca tamamen sualtında kaldık. Ağabeyim nasıl olumden kurtuldu bilmiyorum, cunku bunu oğrenme fırsatını asla bulamadım. Ben on yelkeni indiE. A. Poe Butun Hikayeleri rir indirmez guverteye kapaklanmıs, ayaklarımı pruvanın ust yan kenarına dayamıs ve ellerimle on direğin dibindeki bir demir halkaya tutunmustum. Bana bunu yaptıran tamamen icguduydu -yapılacak en iyi seydi kuskusuz- cunku dusunemeyecek kadar heyecanlanmıstım. "Dediğim gibi, birkac saniye boyunca tamamen sular altında kaldık ve bu sure boyunca nefesimi tutup halkaya yapıstım. Artık daha fazla dayanamaz hale gelince halkayı bırakmadan dizlerimin ustunde doğrulup basımı suyun ustune cıkardım. Sonunda kucuk teknemiz sudan cıkan bir kopek gibi silkelenerek kısmen denizden kurtuldu. Tam ustume cokmus olan sersemlikten sıyrılmaya ve neler yapılabileceğini anlamak icin kendime gelmeye cabalıyordum ki birinin kolumu kavradığını hissettim. Ağabeyimdi. Đcim sevincle doldu, cunku denize dusmus olduğundan emindim. Ama bir an sonra butun nesem dehsete donustu - cunku ağzını kulağıma dayayıp 'Moskoe-strom!' diye haykırdı. "O anki hislerimin ne olduğunu kimse asla bilemeyecek. Sanki en siddetli sıtmaya tutulmuscasına tepeden tırnağa titriyordum. O tek sozcukle ne demek istediğini cok iyi biliyordum - neyi anlamamı istediğini biliyordum. Simdi ruzgar bizi onune katmıs surukluyordu. Strom'un anaforuna doğru ilerliyorduk. Bizi hicbir sey kurtaramazdı! "Strom kanalından gecerken en sakin havada bile hep anaforun epey uzağından gecerdik. Sonra da durup dinginlik periyodunun gelmesini beklerdik. Ama simdi anaforun tam ortasına doğru surukleniyorduk, hem de boyle bir kasırgada! 'Aslında,' diye dusundum, 'oraya tam dinginlik vaktinde varacağız - biraz umut var' - ama bir an sonra umuda kapılmak gibi buyuk bir budalalık yaptığım icin kendime lanet okudum. Teknemiz bundan on kat daha buyuk, doksan topluk bir gemi bile olsa mahvolacaktık. "Bu arada kasırganın ilk siddeti azalmıstı ya da belki de onunde hızla gittiğimizden artık fırtınayı fazla hissetmiyorduk. Ama her halukarda ilk basta ruzgarın sadece kopuklendirdiği denizden simdi dağlar yukselmeye baslamıstı. Gokyuzu de tuhaf bir değisim gecirmisti. Her taraf hala zifiri karanlıktı, ama hemen hemen tam tepemizde birden yuvarlak bir yarık acıldı ve gokyuzu buyuk bir netlikle belirdi. Koyu maviydi ve dolunay vardı. Ayı ilk kez bu kadar parlak goruyordum. Cevremizdeki her seyi buyuk bir netlikle aydınlatıyordu. Ama, ah Tanrım, oyle korkunc bir manzaraydı ki bu! "Sonra ağabeyimle konusmak icin bir iki girisimde bulundum. Ama gurultu anlayamadığım bir sekilde oyle yukselmisti ki kulağının dibinde tum gucumle bağırmama karsın soylediklerimin tek kelimesini isittiremiyordum. Sonunda kafasını salladı. Yuzu olu gibi bembeyaz kesilmisti. Parmaklarından birini 'Dinle' dercesine havaya kaldırdı. "Once ne demek istediğini anlayamadım. Ama sonra aklıma korkunc bir dusunce geldi. Saatimi cıkardım. Calısmıyordu. Ay ısığı altında baktıktan sonra onu gozyasları icinde okyanusa fırlattım. Saat yedide durmustu! Dinginlik vaktini kacırmıstık ve Strom'un anaforu su anda tum gucuyle donuyordu! "Bir tekne iyi yapılmıssa, iyi dengelenmisse, fazla yuklenmemisse ve sert bir ruzgarda basıbos gidiyorsa dalgalar altından kayıyormus gibi gorunur. Bu kara


adamlarına tuhaf gelir. Denizcilik teriminde buna dalga surmek denir. "Simdiye kadar dalgaları cok iyi surmustuk. Ama sonunda dev bir dalga bizi (once derinlere batırdı, sonra da yukarı, sanki ta gokyuzune cıkardı. Bir dalganın bu kadar yukselebileceğini soyleseler inanmazdım. Sonra kayarak indik. Bu midemi bulandırıp basımı dondurdu. Sanki bir ruyada yuksek bir dağın zirvesinden dusuyordum. Ama yukarıdayken etrafıma cabucak bakma fırsatını bulmustum - ve bu tek bakıs yeterli oldu. Konumumuzu bir anda tum netliğiyle gordum. Moskoe-strom anaforu yaklasık yarım kilometre kadar ilerimizdeydi. Ama su simdi karsında gorduğun anafor bir değirmen arkını ne kadar andırıyorsa o da sıradan bir Moskoe-strom'u o kadar andırıyordu. Nerede olduğumuzu ve neyi beklememiz gerektiğini bilmesem orayı tanıyamayacaktım. Ama tanımıstım ve icgudusel olarak dehsetle gozlerimi kapadım. Gozkapaklarım spazm gecirircesine sımsıkı kapanmıstı. "En fazla iki dakika sonra birden dalgaların hafiflediğini ve etrafımızı kopuklerin sardığını fark ettik. Tekne sola doğru keskin bir donus yaptıktan sonra yeni yonunde simsek hızıyla ilerlemeye basladı. Aynı anda bir tur tiz cığlık denizin gurlemesini tamamen bastırdı. Sanki binlerce buharlı gemi aynı anda buhar salıyordu. Simdi girdabı cevreleyen kopuk kusağındaydık. Tabii bir an sonra bosluğun icine duseceğimizi dusundum. Muthis bir hızla suruklendiğimizden icine bakınca pek bir sey secemiyorduk. Tekne batmıyor, dalgaların ustunde bir su kabarcığı gibi kayıyordu. Sancak tarafı girdabın kenarındaydı. Đskele tarafında geride bırakmıs olduğumuz okyanus yukselmekteydi. Bizimle ufuk arasında dev, kıvranan bir duvar gibi durmaktaydı. "Tuhaf gelebilir ama simdi, o ucurumun tam kıyısındayken kendimi ona yaklastığımız zamana gore daha sakin hissediyordum. Artık umidi kesmis olduğumdan ilk basta beni ağlatmıs olan o dehsetten buyuk olcude kurtulmusE. A. Poe Butun Hikayeleri tum. Sanırım sinirlerimi sağlamlastıran umutsuzluktu. "Ovunmek gibi olmasın ama -gerceği soyluyorum- bu sekilde olmenin ne kadar gorkemli olduğunu, Tanrı'nın gucunun boylesine muhtesem bir ifsası karsısında kendi varlığım gibi onemsiz bir seyi dusunmenin ne kadar aptalca olduğunu dusunmeye basladım. Bu dusunce aklımdan gecerken utanctan kızardığımı anımsıyorum. Kısa sure sonra girdaba karsı buyuk bir merak beslemeye baslamıstım. Onun derinliklerini kesfetmeyi kesinlikle istiyordum, odeyeceğim bedele karsın. Tek uzuntum gorduklerimi karadaki yaslı arkadaslarıma anlatamayacak olmamdı. Aklımdan gecenler, boylesine uc noktadaki bir adamın zihnini oyalayan tuhaf arzulardı suphesiz. Daha sonra sık sık dusunduğum gibi, belki de teknenin donup durması beni biraz sersemletmisti. "Beni kendime getiren baska bir sey daha vardı: Ruzgarın kesilmis olmasıydı bu. Bulunduğumuz yerde bize ulasamıyordu artık. Cunku senin de gorduğun gibi kopuk kusağı okyanusun genel yuzeyinin epey altındadır. Simdi okyanus, cevremizde yuksek ve kapkara bir dağ sırası gibi yukselmekteydi. Siddetli bir bora eserken hic denizde bulunmadıysan ruzgarın ve su serpintilerinin insanı nasıl sersemlettiğini bilemezsin. Đnsanı koreltir, sağırlastırır, boğar, tum hareket ya da dusunce gucunu elinden alır. Ama simdi bu rahatsız edici seylerden buyuk olcude kurtulmustuk - tıpkı idam mahkumlarına (hukumleri kesinlesmeden once onlardan esirgenen) kucuk ayrıcalıklar tanınması gibi. "Kusağı kac defa turladık bilmiyorum. Belki bir saat boyunca donup durduk. Yuzmekten cok ucar gibiydik. Akıntının merkezine, onun korkunc ic kenarına giderek yaklasıyorduk. Bu sure boyunca demir halkayı hic bırakmamıstım. Ağabeyim kıc tarafındaki, kıc cıkıntısının altına sıkıca bağlanmıs buyuk, bos bir su fıcısına tutunuyordu. Bu fıcı ilk boranın etkisini hissettiğimizde denize


dusmemis olan tek seydi. Biz bosluğun kenarına iyice yaklasırken ağabeyim bu fıcıyı bırakıp benim kavradığım demir halkaya tutunmaya cabaladı. Dehsete kapılmıs bir halde ellerimi cozmeye calıstı, cunku halka ikimizin de sıkıca tutunabileceği kadar genis değildi. Kardesimin ellerimi cozmeye calıstığını gorunce hayatımın en derin kederine kapıldım - bunu yaparken aklını kacırmıs, korkudan deliye donmus olduğunu bilmeme karsı___________n. Ama bu konuda onunla cekismeye niyetim yoktu, ikimizin de tutunmasının hicbir seyi değistirmeyeceğini biliyordum, bu yuzden halkayı ona bırakıp kıc tarafa, fıcıya doğru gittim. Bunu yapmakta zorlanmadım, cunku tekne oldukca sabit bir hızla donmekteydi. Sadece yalpalıyordu o kadar. Tam fıcıya tutunmustum ki sancak tarafında siddetli bir sarsıntı oldu ve bosluğun icine bodoslama daldık. Tanrı'ya cabucak bir dua mırıldandım ve her seyin bittiğini dusundum. "Đnisin bas dondurucu hızını hissederken fıcıya icgudusel olarak daha sıkı tutunmus, gozlerimi kapamıstım. Onları acmaya birkac saniye boyunca cesaret edemedim. Her an yok olmayı bekliyor, hala suya dusup son cırpınmalarıma baslamamıs olmama sasıyordum. Ama saniyeler birbirini takip etti. Hala yasıyordum. Dusme hissi kesilmisti ve teknenin hareketi tıpkı kopuk kusağındaki gibiydi simdi; biraz daha yan yatmıs olması dısında. Etrafıma bakarken hissettiğim o husuyu, korkuyu ve hayranlığı asla unutamam. Tekne, capı engin ve derinliği muazzam bir huninin ortasına denk gelen bir cizgide sanki buyuyle havada tutulmaktaydı. Huninin kusursuz bir duzlukteki duvarları, bas dondurucu bir hızla donmese ve dolunayın daha once tarif etmis olduğum, bulutların arasındaki o yuvarlak yarıktan gonderdiği ısıkları bu kara duvarlarda ve daha asağılarda, bosluğun en ic kısımlarında bir altın sarısı seliyle gorkemli bir sekilde parıldamasa, abanoz sanılabilirdi. "Đlk basta herhangi bir seyi gozlemleyemeyecek kadar saskındım. Gorebildiğim tek sey o korkunc ihtisamın genel goruntusuydu. Ama kendimi biraz toparlayınca icgudusel olarak bakıslarımı asağı yonelttim. Tekne anaforun duvarlarının eğimli yuzeyinde yanlamasına donduğunden asağısını rahatlıkla gorebiliyordum. Teknenin guvertesi su yuzeyine paraleldi - ama su yuzeyinin kendisi kırk bes dereceden fazla bir acıyla eğimli olduğundan kupesteye kadar yan yatmıs gibi gorunuyorduk. Ama bu durumdayken tutunmakta ve ayakta durmakta hic zorlanmadığımı gordum. Bunun sebebi donus hızımız olsa gerekti. "Ay ısığı o derin ucurumun en dibini arastırıyor gibiydi. Ama hala net bir sey secemiyordum, cunku kalın bir sis her seyi kaplamıstı. Bu sisin ustunde muhtesem bir gokkusağı vardı. Muslumanların Zamanla Sonsuzluk arasındaki tek yol dedikleri o dar ve sallanan kopruye benziyordu. Bu sisi ya da su serpintisini meydana getiren, huninin duvarlarını olusturan suların dipte kaynasmasıydı suphesiz. Ama bu sisten cıkıp goğe yukselen cığlığı tarif etmeye bile cesaretim yok. "Yukarıdaki kopuk kusağından bosluğa ilk kayısımız sırasında epey asağılara inmistik. Ama daha sonraki inisimiz bundan kesinlikle farklı oldu. Donup duruyorduk -es hareketlerle değil- bizi bazen sadece elli altmıs metre, bazen de girdabın neredeyse tepesine dek fırlatan bas dondurucu sallantılar ve sarΕ. Α. Poe Butun Hikayeleri sıntılarla. Asağı done done inisimiz yavas, ama kesinlikle belirgindi. "Etrafımızdaki o engin erimis abanoz kutlesine bakarken, teknemizin, girdabın yuttuğu tek nesne olmadığını fark ettim. Hem ustumuzde, hem de altımızda gemi kalıntıları vardı - iri kereste ve ağac govdesi parcaları ya da cok daha kucuk seyler; mobilya parcaları, kırık sandıklar ve fıcılar gibi. Đlk basta hissettiğim dehsetin yerini alısılmadık bir merakın aldığını soylemistim. Korkunc olumume doğru yaklasırken merakım iyice arttı. Simdi etrafımızda yuzen seyleri


tuhaf bir ilgiyle inceliyordum. Aklımı iyice kacırmıs olmalıydım, cunku asağıdaki kopuklere doğru inis hızları arasındaki farklar ustune bile kafa yorduğumu hatırlıyorum. 'Su koknar,' dediğimi hatırlıyorum bir ara, 'simdi kesinlikle o korkunc bosluğa dusup gozden kaybolacak ilk sey olacak.' Sonra bir Hollanda ticaret gemisinin enkazının ondan once dustuğunu gorunce hayal kırıklığına uğradım. Sonunda, boyle pek cok seye baktıktan ve her birinde hayal kırıklığına uğradıktan sonra yaptığım hesaplama hataları beni bir dusunce zincirine itti ve elim ayağım tekrar titremeye, kalbim kut kut atmaya basladı. "Beni boylesine etkileyen sey yeni bir dehsetin değil, daha heyecan verici bir umudun doğmasıydı. Bu umut kısmen hatırladıklarımdan, kısmen de orada yapmıs olduğum gozlemlerden doğuyordu. Moskoe-strom tarafından yutulduktan sonra dısarı atılan ve Lofoden sahiline vuran cesitli seyleri dusundum. Bunların coğu oldukca sıradısı bir sekilde parcalanmıstı -oyle hırpalanmıslardı ki yuzeyleri kıymık doluydu -ama sonra bazılarının hic hırpalanmamıs olduğunu hatırladım. Bu farklılığa getirebileceğim tek acıklama hırpalanmıs parcaların tamamen yutulmus olanlar olduğuydu. Diğerleriyse girdaba dinginlik vaktine yakın bir zamanda girdiklerinden ya da baska bir sebepten dolayı icerideyken son derece yavas donduklerinden dibe denizin yukselisinden ya da alcalısından once ulasmamıslardı. Her iki durumda da daha once ya da daha buyuk bir hızla iceri cekilmis olan diğer nesnelerin kaderini paylasmayıp tekrar okyanus yuzeyine fırlatılmalarının mumkun olduğunu dusundum. Ayrıca uc onemli gozlemde bulundum. Birincisi genel bir kaide olarak cisimlerin boyutlarının buyudukce inis hızlarının arttığıydı. Đkinci olarak, esit ağırlıktaki iki cisimden biri kuresel ve diğeri baska herhangi bir sekildeyse, kuresel olanın inis hızı daha fazlaydı. Ucuncu olarak, esit boyutlardaki iki cisimden biri silindir seklinde ve diğeri baska herhangi bir sekildeyse, silindir seklinde olanın inis hızı daha azdı. Kurtulduktan sonra yoreden eski bir oğretmenle bu konuda epey konustum. 'Silindir' ve 'kure' sozcuklerini ondan oğrendim. Gozlemlediğim seyin aslında yuzen cisimlerin sekillerinin doğal sonucu olduğunu acıkladı -gerci acıklaması neydi unuttum-. Bana bir girdapta yuzen bir silindirin, girdabın cekimine aynı boyutlardaki ve farklı herhangi bir sekildeki baska bir cisme kıyasla daha fazla karsı koyduğunu ve iceri daha yavas cekildiğini gosterdi. "Bu gozlemleri epey destekleyen ve beni onları değerlendirmeye iten sasırtıcı bir sey daha vardı. Her turda bir fıcı ya da bir geminin kırık sereni ya da direği gibi seylerin yanından geciyorduk. Bunların coğu gozlerimi ilk acıp o girdabın harikalarına bakısımda altımızdayken simdi tepemizde, cok yukarılardaydı ve yerlerini pek değistirmemis gibi gorunuyorlardı. "Artık harekete gecmekte duraksamadım. Kendimi tutunduğum su fıcısına sıkıca bağlamaya, fıcının iplerini kesmeye ve kendimi onunla birlikte sulara fırlatmaya karar verdim. Ağabeyime el kol hareketleriyle isaret edip dikkatini yanımızdan gecen yuzen fıcılara yonelttim ve ne yapacağımı anlaması icin elimden geleni yaptım. Sanıyorum sonunda niyetimi anladı -ama anlasa da anlamasa da, basını umutsuzca salladı ve halkayı bırakmayı reddetti. Ona karsı zor kullanmam imkansızdı. Kaybedecek bir saniye yoktu. Bu yuzden kendimle yaptığım acı bir mucadeleden sonra onu kaderine terk ettim, fıcıyı bağlayan ipleri cozup bunlarla kendimi ona bağladım, sonra da bir an duraksamadan fıcıyla birlikte denize atladım. "Sonuc tam umduğum gibiydi. Simdi sana bu oykuyu anlatan kisi ben olduğuma -goruyorsun ki kurtuldum- ve hangi yoldan kurtulduğumu da bildiğine gore bundan sonra soyleyeceklerimi zaten tahmin edersin. Bu yuzden oykumu kısa keseceğim. Tekne, ben ayrıldıktan bir saat kadar sonra epey altıma inmisti ve orada ekseni etrafında hızla uc dort kez donup ardından sevgili ağabeyimle


birlikte o kopuk karmasasına bodoslama daldı ve bir anda, sonsuza dek gozden kayboldu. Bağlı olduğum fıcı ucurumun dibiyle tekneden atladığım nokta arasındaki mesafenin yarısına yakın bir noktaya inmisti ki anaforda buyuk bir değisim meydana geldi. O dev huninin kenarlarındaki eğimin dikliği giderek azalmaya basladı. Girdabın ekseni etrafındaki donusleri giderek hafifledi. Kopukler ve gokkusağı yavasca gozden kayboldu. Ucurumun dibi giderek yukseliyordu. Kendimi okyanusun yuzeyinde, Lofoden sahillerinin karsısında, tam Moskoe-strom'un biraz once bulunduğu yerde bulduğumda gokyuzu acıktı, ruzgar dinmisti ve ısıl ısıl parlayan dolunay batıda batıyordu. Dinginlik saatiydi - ama denizde fırtınanın etkisiyle hala devasa dalgalar vardı. Strom kanalına doğru hızla suruklendim ve birkac dakika sonra kanalın icinden gecip baΕ. Α. Poe lıkcıların 'sahasına' fırlatıldım. Bir tekne beni kurtardı. Bitkin haldeydim ve (artık tehlike gecmis olduğundan) olanları hatırlarken korkudan konusamıyordum. Beni yukarı cekenler eski arkadaslarım ve her gun gorduğum kisilerdi. Ama beni ruhlar diyarından gelen bir gezgini nasıl tanıyamazlarsa oyle tanımadılar. Bir gun once kuzgun karası olan saclarım simdi gorduğun gibi bembeyazdı. Yuz ifademin de tamamen değistiğini soyluyorlar. Onlara oykumu anlattım - inanmadılar. Simdi sana anlatıyorum - ve bu oykuye Lofoden'in gulmeyi seven denizcilerinden daha fazla inanmanı bekleyemem." 1841 Golge: Bir Mesel Evet! Golgeler vadisinde yurusem de: --DAVUTUN MEZMURU (XXIII). Bunu okuyan sizler hala yasayanların arasındasınız, ama yazan ben uzun sure once golgeler diyarına gittim. Cunku gercekten tuhaf seyler olacak, gizemler acığa vurulacak ve pek cok yuzyıl gececek, bu anıtlar insanlar tarafından gorulmeden once. Ve gorulunce de bazıları inanacak, bazıları suphe edecek, ama birkac kisi buraya demirden bir iğneyle kazılan yazılarda dusunmeye değer epey sey bulacak. Korkunc bir yıl gecmisti, yeryuzunde ismi olmayan, dehsetten daha yoğun duyguların yasandığı bir yıl. Pek cok olağanustu olay ve isaret gerceklesmisti; Veba'nın kara kanatları uzaklara, denizin ve karanın ustune yayılmıstı. Yine de yıldızlardan anlayanlar gokyuzunde uğursuz bir acı bulunduğunu biliyordu; ve ben, Yunan Oinos, ve diğer bazıları, Koc'un gelisiyle birlikte Jupiter gezegeninin korkunc Saturn'un kızıl halkasıyla birlestiği o yedi yuz doksan dorduncu senenin değisikliklerini acıkca gorebiliyorduk. Gokyuzunun tuhaf ruhu, buyuk bir yanılgı icinde değilsem, kendini yalnızca dunyanın fiziksel kuresinde değil, insanlığın ruhlarında, hayal guclerinde ve derin dusuncelerinde belli ediyordu. Ptolemais adlı donuk bir sehirdeki malikanenin duvarları arasında, kırmızı Chian sarabıyla dolu fıcıların yanında yedi kisi oturmustuk. Odamızın yuksek, pirinc bir kapıdan baska girisi yoktu: Zanaatcı Corinnos tarafından yapılmıs nadide bir parca olan kapı iceriden surgulenmisti. Kasvetli odadaki siyah perdeler de aynı sekilde ayı, parlak yıldızları ve bos sokakları bizden gizliyordu ama Kotuluk'un isaretleri ve anıları o kadar kolay dısarıda bırakılamıyordu. Cevremizde hakkında belirgin sozler soyleyemeyeceğim seyler vardı - cismani ve ruhani seyler - havada bir ağırlık - bir boğuculuk - kaygı - hepsinden de ote, sinirli insanların duyuları son derece keskin ve canlı, zihinsel gucleriyse uyusukken yasadığı o korkunc varolus hali. Ustumuze olu bir ağırlık cokmustu. Uzuvlarımızın - mobilyaların - ictiğimiz kadehlerin ustune cokmustu. Her sey kasvetli ve sıkıntı vericiydi - alemimizi aydınlatan yedi demir lambanın alevleri dısında her sey. Uzun, ince ısık cizgilerinin ustunde dimdik durarak,


soluk ve hareketsiz bir sekilde yanıyorlardı; ve aydınlıklarının etrafında oturduğumuz abanoz masanın ustunde teskil ettiği aynada her birimiz kendi solgun benzimizi ve arkadaslarımızın asağı cevrilmis gozlerindeki huzursuz parıltıyı goruyorduk. Yine de kendi usulumuzde guluyor, eğleniyorduk - yani isterik bir tarzda; Anacreon'un sarkılarını soyluyorduk - delice sarkıları; durmadan iciyorduk - mor sarap bize kanı anımsattığı halde. Cunku odamızda bir kiracı daha vardı; genc Zoilus. Oluydu ve kefene sarılı halde boylu boyunca uzanmıstı; - sahnenin hem iyi hem de kotu ruhuydu. Ne yazık! Nesemizi paylasmıyordu, vebayla carpılmıs cehresinde ve olumun hastalığın atesinin yalnızca yarısını sondurebildiği gozlerinde, eğlencemize olulerin olmek uzere olanların eğlencesine karsı talihsizce yoneltebileceği bir ilginin barınması dısında. Ama ben, Oinos, olunun gozlerini ustumde hissetsem de, kendimi ifadelerindeki acılığı algılamamaya zorlayarak abanoz aynanın derinliklerine bakmayı, Teios'un oğlunun sarkılarını yuksek ve gur bir sesle soylemeyi surdurdum. Ama sarkılarım gitgide tukendi ve odanın siyah perdeleri arasındaki yankıları zayıflayıp anlasılmaz oldu, yok oldu. Ve birden! sarkının seslerinin kaybolduğu o siyah perdelerin arasından kara ve sekilsiz bir golge cıktı - ayın gokyuzunde alcaktayken bir insan figurunden olusturabileceği bir golge: Ama bu ne bir insanın, ne Tanrı'nın, ne de bildik bir seyin golgesiydi. Ve odanın perdeleri arasında bir sure titrestikten sonra, en sonunda pirinc kapıyı tamamen kapladı. Golge belirsiz, sekilsiz ve bulanıktı. Ne bir insana, ne de Tanrı'ya aitti -ne Yunan Tanrısı'na, ne Chaldae Tanrısı'na, ne de herhangi bir Mısır Tanrısı'na. Ve golge pirinc kapının ustunde ve kapının sacaklığının altında durdu ve kımıldamadı, bir soz soylemedi, orada durdu ve oylece kaldı. Ve ustunde durduğu kapı, yanlıs hatırlamıyorsam kefene sarılı genc Zoilus'un ayaklarının ucunda yukseliyordu. Ama biz, orada toplanmıs olan yedi kisi, golgenin perdelerin arasından cıktığını gorunce, ona doğrudan bakmaya cesaret edemedik ve gozlerimizi indirip abanoz aynanın derinliklerine bakmayı surdurduk. Ve en sonunda ben, Oinos, usulca ona nereden geldiğini ve ismini sordum. Ve golge yanıtladı: "Ben GOLGE'yim ve Ptolemais'in katakomblarının yakınından, iğrenc Charon kanalının sınırındaki o los Helusion vadilerinden geldim." Ve o zaman yedimiz de ayağa fırladık ve titreyerek, dehset icinde donakaldık: Cunku golgenin sesinin tonları tek değil, bircok varlığa aitti ve her hecede perde değistirirken kulaklarımıza binlerce olu arkadasımızın cok iyi anımsadığımız, tanıdık siveleriyle ulasıyordu. 1835 Julius Rodman'in Gunluğu Kuzey Amerika'daki Rocky Dağları'nı Gecen Đlk Uygar Đnsanın Anlatısı 1. BOLUM GĐRĐS Okuyucularımıza bu baslık altında, buyuk bir sans eseri elimize gecmis olan SOn derece ilginc bir anlatıyı sunuyoruz. Bu Gunluk sadece Kuzeyde Kutup Denizi'nden guneyde Darien Kıstağı'na dek uzanan, dik ve karlı, uzun dağ silsilesinin ilk kez basarıyla gecilisini anlatmakla kalmıyor, daha da onemlisi, bu dağların ardındaki, gunumuzde bile ayak basılmamıs ve bilinmeyen olarak kabul edilen, bulabildiğimiz her ulke haritasında "kesfedilmemis bolge" olarak tanımlanan engin topraklarda yapılan bir yolculuğun ayrıntılarını veriyor. Dahası burası Kuzey Amerika kıtasının sınırları icindeki kesfedilmemis tek bolgedir. Bu yuzden dostlarımız bu Gunluğu kamunun dikkatine sunma cabamızı anlayısla karsılayacaklardır. Bu gunluğu incelerken, benzer hicbir anlatının uyandırmadığı bir ilgi uyandı icimizde. Bu belgenin ilk kez tanıtılmasına aracı olmamızın


bu ilginin uyanmasında pek etkili olduğunu sanmıyoruz. Okuyucularımızın da bizim gibi, buradaki maceraların sıradısı bir ilginclik ve onem tasıdığını dusuneceğinden eminiz. Kesif seferinin lideri, ruhu ve tarihcisi olan bu zatın yazdıklarındaki romantik cosku, benzeri kayıtlarda genellikle gorulen o soğuk ve istatistiksel havadan cok farklıdır. Bu elyazmasının elimize gecmesini sağlayan Bay James E. Rodman'i bu derginin okuyucularının coğu iyi tanır. Dedesi ve bu anlatının yazarı olan Bay Julius Rodman'in genclik yıllarının kederli gecmesine yol acmıs bir mizac ozelliğini kendisi de paylasmaktadır. Kalıtımsal bir hipokondridir kastettiğimiz. Bu zatı burada ayrıntılarıyla verilmis olan sıradısı yolculuğa cıkmaya iten de her seyden cok bu illettir ve anlasılan, gunluğunun baslangıcında bahsettiği avlanma ve tuzak kurma planlan aslında, girisiminin gozupekliği ve yeniliği karsısında mantığının kendi kendisine bulduğu bahanelerdir. Bizce (ki bu konuda okuyucularımız da bize katılacaktır) onu buna tesvik eden tek sey, tuhaf mizacının insanlar arasında bulmasına izin vermediği huzuru ıssızlığın ortasında aramaktı. Cole sanki bir dosta kacarcasına kactı. Anlatısındaki pek cok noktayı insani eylemlere iliskin kanılarımızla baska hicbir sekilde bağdastıramıyoruz. Elyazmasının iki sayfasını atlamayı uygun gorduk. Bu sayfalarda Bay R. Missouri boyunca yola cıkmadan onceki yasamını anlatıyor. Burada Đngiltere'de doğduğunu, son derece saygın bir aileden geldiğini, orada iyi bir eğitim aldığını ve 1784'te (on sekiz yasındayken) babası ve iki bekar kız kardesiyle birlikte o ulkeden buraya goc ettiğini belirtmek yerinde olabilir. Aile once New York'ta oturdu. Ama sonra Kentucky'ye gitti ve neredeyse munzevi bir sekilde Mississippi kıyısına, simdiki Mills' Point'in nehre acıldığı yere yerlesti. Yaslı Bay Rodman burada, 1790 sonbaharında oldu. Ertesi sene iki kızı da birkac hafta arayla cicek hastalığından vefat etti. Oğlu Bay Julius Rodman kısa sure sonra (1791 baharında) ileriki sayfaların konusunu teskil edecek yolculuğa cıktı. Soylediğine gore 1794'te bu yolculuktan dondukten sonra Virginia'da, Abingdon yakınlarında yasamaya basladı. Burada evlendi. Uc cocuğu oldu. Soyundan gelenlerin coğu simdi orada yasıyor. Bay James Rodman'den aldığımız bilgiye gore dedesi o zorlu yolculuk sırasında sadece kısa bir gunluk tutmus ve elimizdeki elyazması o gunluğun ancak yıllar sonra ayrıntılandırılmasıyla ortaya cıkmıs. Gezgin bu elyazmasını yıllar sonra, botanikci ve Flora Boreah-Amencana ile Historie des Chines d'Amenque'in yazarı Andre Michau'nun tesvikiyle kaleme almıs. Bay Jefferson'un Rocky Dağları'na bir kesif seferi duzenlemeyi dusunduğu sırada Bay Michau'dan yardım teklifi aldığı hatırlardadır. Mosyo Michau'nun yolculuğa katılmasına karar verilmis, hatta Kentucky'ye kadar gitmisti ki o sırada Philedelphia'da bulunan Fransız bakan, ona bu niyetinden vazgecmesini ve hukumetinin kendisini yapmakla gorevlendirdiği botanik calısmalarını baska yerde surdurmesini emretti. Onun yerini Mosyo Lewis ve Mosyo Clarke almıs, bu ikisi ustlendikleri gorevi oldukca iyi basarmıstı. Ancak o sırada tamamlanan elyazması, Mosyo Michau icin yazılmıs olmasına karsın kendisinin eline hic gecmedi. O sırada Monticello yakınlarında oturan Mosyo Michau'nun evine goturmesi icin kendisine verilen genc adam tarafından yolda kaybedildiği farzedildi hep. Belgeleri bulmak icin doğru durust bir girisimde bulunan da olmadı. Bay Rodman'in tuhaf mizacı, elyazmasını arama isini canla basla yapmasını engelledi. Aslında ne kadar tuhaf gibi gorunse de, hakkında duyduklarımızdan anladığımız kadarıyla, bu son derece sıradısı yolculuğunun sonuclarını yayımlatmak icin herhangi bir cabada bulunur muydu, bundan bile supheliyiz. Bizce gunluğunu genisletmekteki tek amacı Mosyo Michau'nun arzusunu yerine getirmekti. Anlatımızın kahramanı, Bay Jefferson'ın


kesif projesinden bile (ki o sıralarda neredeyse herkes tarafından buyuk bir heyecanla karsılanmıs ve buyuk bir yenilik olarak gorulmustu) sadece birkac genel cumleyle ve yalnızca akrabalarına bahsetmisti. Kendi yolculuğunu asla konusma konusu yapmamıstı. Bu konudan kacınır gibi gorunuyordu. Lewis ile Clarke'ın donusunden once de oldu! M. Michau'ya teslim etmesi icin ulağa verilen gunluk ise uc ay kadar once, eskiden Bay Julius R.'e ait olan bir yazı masasının gozunde bulundu. Onu oraya kimin koyduğunu bilmiyoruz. Bay R.'in butun akrabaları bu konuda onu aklıyor. Ama, o bayın ya da Bay James Rodman'in (ki kendisine karsı ozel bir minnettarlık besliyoruz) anısına kesinlikle saygısızlık etmek istemeden sunu belirtmek istiyoruz ki, anlatıcının pakedi ulaktan bir sekilde geri alıp sonradan bulunacağı yere koymus olması bize son derece mantıklı geliyor. Bu o zatın kisiliğindeki tuhaf duyarlılığa da kesinlikle ters dusmuyor. Bay Rodman'in anlatım tarzını hicbir sekilde değistirmek istemediğimizden el yazmasında pek az değisiklik yaptık; yapılan değisiklikler bazı yerlerdeki kısaltmalardan ibarettir. Uslubunu duzeltmeye zaten gerek yoktu; basit ve son derece etkiliydi bu uslup; ve gezginin gunbegun gectiği son derece farklı, muhtesem yerlerden aldığı hazzın kanıtıydı. En zor sartlarda ve tehlikelerde bile anlatısına hakim olan bir sevecenlik var ki, bu adamın kisisel ozelliklerini hemen anlamamızı sağlıyor. Bir doğa asığıydı. Doğanın huzun veren ve vahsi yonlerine karsı, belki nese veren ve uysal yonlerinden daha fazla sevgi besliyordu. O devasa ve coğunlukla korkunc kırda ilerlerken yureğinde kolayca fark edilen bir esriklik vardı ki, bu okurken onu kıskanmamıza yol acıyor. Gercekten tam da cok sevdiği gun gibi asikar olan o gorkemli ıssızlıkta yolculuk edecek adamdı. Onu algılamaya uygun biriydi; gercekten hissetme yeteneğine sahipti. Bu yuzden elyazmasını paha bicilmez bir hazine olarak goruyoruz kendi alanının en iyi - daha iyisi hic yazılmamıs bir orneği. Bu anlatıdaki olayların simdiye kadar gizli kalmıs olması; Lewis ile Clarke'ın kesif seferinden once Bay Rodman'in Rocky Dağları'nı gecmis olduğu gerceğiE. A. Poe Butun Hikayeleri nin kamuya asla acıklanmamıs ya da Amerikan coğrafyası ustune yazan herhangi bir yazar tarafından belirtilmemis (bundan eminiz) olması ilginc, hatta oldukca tuhaftır. Bu yolculuğa iliskin olarak varlığından haberdar olduğumuz tek gonderme, Mosyo Michau'nun yazdığı ve Virginia'daki Charlottesville kasabasından Bay W. Wyatt'in elinde olduğu soylenen yayımlanmamıs bir mektup. Bu mektupta bundan laf arasında "muhtesem bir sekilde gerceklestirilen muazzam bir tasarım" olarak bahsediliyor. Bu yolculuğa iliskin baska gondermeler varsa bile biz bilmiyoruz. Bay Rodman'in kesif seferinden bahsetmeden once baskalarının kıtamızın kuzeybatı bolumunun kesfi konusunda yaptıklarına bir goz atmak yerinde olur. Okuyucu bir Kuzey Amerika haritasını acarsa anlatacaklarımızı daha iyi takip edebilir. Kıtanın Kuzey Buz Denizi'nden, ya da 70. enlemden 9. enleme ve Greenwich'in batısındaki 56. meridyenden 168. meridyene dek uzandığı gorulecektir. Bu engin bolgenin tamamı uygar insan tarafından az cok kesfedilmistir. Aslında epey buyuk bir kısmında kalıcı yerlesim merkezleri kurulmustur. Ancak butun haritalarımızda hala kesfedilmemis olarak gosterilen ve gunumuze dek hep oyle kabul edilmis olan genis bir arazi vardır. Bu arazi guneyde 60. enlemin, kuzeyde Kuzey Buz Denizi'nin, batıda Rocky Dağları'nın ve doğuda Rusya'nın sahip olduğu bolgelerin arasında kalmaktadır. Ve bu son derece yabanıl bolgeyi pek cok yonlerden kat etmek onuru Bay Rodman'e aittir. Bu anlatının en ilginc yonleri de oradaki maceralarına ve kesiflerine dairdir.


Belki beyaz insanların Kuzey Amerika'ya yaptığı en eski yolculuk Hennepin ile arkadasları tarafından 1698'de gerceklestirilmistir. Ama Hennepin kesiflerinin coğunu guneyde yaptığından onlardan daha fazla bahsetmeyi gerekli gormuyoruz. Bay Irving, Astoria adlı yapıtında Kaptan Jonathan Carver'ın kıtayı Atlantik Okyanusu'ndan Pasifik Okyanusu'na dek kat etmeyi deneyen ilk insan olduğunu soyler. Ama bunda yanılıyor gibi gorunmektedir. Cunku Sir Alexander Mackenzie'nin seyir defterlerinden birinde Hudson Bay Kurk Sirketi tarafından bu amacla iki kesif seferi duzenlendiğini okuruz. Bunlardan biri 1758'de, diğeri 1749'da yapılmıstır. Đkisinin de tamamen basarısız olduğu soylenmekte ve bu yolculuklara ait bir belge bulunmamaktadır. Kaptan Carver yolculuğuna 1763'te, Kanada'nın Đngiltere tarafından ele gecirilmesinden kısa sure sonra basladı. Niyeti ulkeyi kırkucuncu ve kırkaltıncı kuzey enlemleri arasından gecip Pasifik sahillerine ulasmaktı. Hedefi kıtanın en genis kesimindeki genisliğini olcmek ve hukumetin batı sahilinde bir yerde kuracağı bir kuzeybatı gecidinin kesfini ya da Hudson Korfezi'yle Pasifik Okyanusu arasındaki iletisimi kolaylastıracak bir ileri karakol icin uygun bir yer saptamaktı. O sırada Oregon olarak adlandırılan Columbia Irmağı'nın, Annian Boğazı civarında bir yerden denize dokulduğunu farzetmisti. ileri karakolun buraya kurulmasını beklemisti. Ayrıca bu yoredeki bir yerlesim merkezinin yeni ticari kaynakları acığa cıkaracağını ve Cin ile Đngiltere'nin Doğu Hint Adaları'ndaki somurgeleriyle kurulacak bir ticaret yolunun Umit Burnu'ndan gecen eski yoldan daha kısa olacağını dusunmustu. Ancak dağları asmaya calısırken yolunu sasırdı. Kuzey Amerika'daki bir sonraki onemli kesif seferi Bamuel Hearne tarafından duzenlendi. Hearne 1769-72 seneleri arasında bakır madenleri bulmak amacıyla Hudson Korfezi'ndeki Prince of Wales Kalesi'nden yola cıkıp kuzeybatı yonunde Kuzey Buz Denizi kıyılarına dek ilerledi. Elimizdeki kayıtlara gore, Kaptan Carver bundan sonra ikinci bir girisimde bulundu. 1774'te yaya olarak cıkılan bu kesif seferinde kendisine bir Parlamento uyesi ve oldukca zengin biri olan Richard Whitworth eslik etti. Bu girisimden bahsetmemizin tek sebebi oldukca genis bir boyutta tasarlanmıs olması. Cunku asla gerceklestirilemedi. Bu zevat yanlarına elli altmıs adam, usta isciler ve denizciler alıp bunlarla birlikte dağlarda Oregon'un kaynağını arayacak, sonra da bu nehrin ustunde, Annian Boğazı'ndaki ağzına dek seyahat edecekti. Burada bir kale insa edilecek ve kesifleri surdurmek icin gemiler yapılacaktı. Bu girisim Amerikan devriminin baslamasıyla durduruldu. 1775'e kadar Kanadalı misyonerler Saskatchawine Nehri'nin 53. kuzey enlemi ve 102. batı boylamındaki kuzey ve batı kıyılarında kurk ticareti yapmaklaydı. 1776'nm baslarında da Bay Joseph Frobisher bu yonde 55. K. ve 103. B.'ya kadar gitti. 1778'de Bay Peter Bond dort kanoyla Elk Nehri'ne acılıp nehrin Hills Golu'yle birlestiği yerin elli kilometre guneyine dek ilerledi. Simdi kıtayı okyanustan okyanusa kat etme yonundeki bir baska girisimden bahsetmeliyiz, ki daha en basından basarısızlığa uğramıstı. Bu girisimin yapıldığı pek bilinmez. Sadece Bay Jefferson tarafından, ustunkoru bir sekilde bahsedilir. Bay J., Ledyard'ın Paris'te kendisini cağırdığını ve ona Kaptan Cook'la birlikte yaptığı basarılı yolculuktan sonra yeni bir girisimde bulunmaya can attığını soylediğini belirtir. Bay J. ona kara yoluyla Kamschatka'ya gitmesini, Rus gemilerinden biriyle Nootka Boğazı'nı gecmesini, Missouri enlemine inmesini ve sonra o bolgeden gecerek bu nehrin ustunden Birlesik Devletler'e varmasını onermistir. Ledyard Rus Hukumeti'nden izin alabilirse bu tavsiyeye uyacağını soyler. Bay Jefferson bu izni almayı basarır ve gezgin Paris'ten yola cıkıp St. Petersburg'a varır, ama Đmparatorice kısı Moskova'da gecirmek uzere Petersburg'dan


ayrılmıstır. Mali durumu bu kentte uzun sure kalmasına elverisli olmayan Ledyard, bakanlardan birinden aldığı pasaportla yoluna devam eder. Kamschatka'ya uc yuz yirmi kilometre kala bir Rus subayı tarafından durdurulur; Đmparatorice fikrini değistirmistir ve simdi daha fazla ilerlemesini yasaklamaktadır. Ledyard bir kapalı at arabasına konulduktan sonra araba Polonya'ya varana dek gece gunduz, hic durmadan yol alır. Ledyard burada serbest bırakılır. Bay Jefferson Ledyard'ın girisiminden bahsederken yanılgıya dusup onun "kuzey kıtamızın batısını kesfetmeye soyunan ilk girisimci" olduğunu soyler. Daha sonraki onemli girisim Sir Alexander Mackenzie'ninkiydi. Bu oldukca dikkat cekici girisim 1789 senesinde gerceklesti. Montreal'den yola cıkan Mackenzie, Utawas Nehri'ni, Nipissing Golu'nu, Huron Golu'nu gecti, Superior Golu'nun kuzey kıyısından, bugun Grand Portage olarak adlandırılan yerden ilerleyip Black Bear, Primo ve Buffalo gollerini gecerek kuzeydoğu ile guneybatı arasındaki yuksek bir dağ silsilesine ulastı. Sonra Elk Nehri boyunca ilerleyip Hills Golu'ne vardı. Sonra Slave Nehri boyunca ilerleyerek Slave Golu'ne ulastı, bu golun kuzey kıyısından Mackenzie Nehri'ne gecti ve son olarak buradan Kuzey Kutup Denizi'ne cıktı. Bu cok uzun yolculuk boyunca sayısız tehlike yasadı ve en cetin gucluklere katlandı. Mackenzie Nehri boyunca, bu nehrin ağzına yaptığı yolculuğun tamamı boyunca Rocky Dağları'nın doğu eteklerinin dibinden gecti, ama bu sınırı asla asmadı. Ancak 1793'te Montreal'den yola cıktı ve ilk yolculuğunun rotasını Unjigah ya da Peace Nehri'nin ağzına kadar takip ettikten sonra batıya dondu, bu nehri takip etti ve 56. enlemde Rocky Dağları'ndan gecti. Sonra guneye donup karsısına bir nehir cıkana kadar ilerledi. Bu nehre Salmon (simdiki Frazer) adını verdi ve bunu takip ederek en sonunda Pasifik'e, yaklasık 40. kuzey enleminde ulastı. Kaptan Lewis ile Kaptan Clarke'ın dikkate değer kesif seferi 1804-6 seneleri arasında surdu. Ticari merkezler tesis etmek uzere Kızılderili kabileleriyle yapılan yasanın gecerlilik suresi 1803'te sona ermek uzereydi ve Bay Jefferson 18 Ocak'ta Millet Meclisi'ne gizli bir mektup sunarak bu yasa ustunde bazı değisiklikler (Missouri'deki Kızılderilileri de kapsayacak sekilde) yapılmasını teklif etmisti. Hazırlık olmak uzere de Missouri'yi kaynağına dek takip edecek, Rocky Dağları'nı gececek ve bu bolgeyle Pasifik Okyanusu arasındaki en iyi su yolunu bulacak bir ekip olusturulmasını oneriyordu Bay Jefferson. Bu tasarısı tamamen gerceklestirildi. Kaptan Lewis Columbia Nehri'nin ust kısımlarını arastırıp (ama Bay Irving'in soylediği gibi "kesfetmeyip") bu nehri sonuna dek takip etti. Columbia'nın kaynak sularına 1793'te Mackenzie tarafından gidilmisti. Lewis ile Clarke Missouri'yi kesfederken Binbası Zebulon M. Pike Mississippi boyunca ilerlemekteydi. Bu nehri Đtasca Golu'ndeki kaynağına dek izlemeyi basardı. Geri donus yolculuğu sırasında, 1805-7 yılları arasında hukumetin emriyle Mississippi'nin batısına ilerleyip Arkansas'ın kaynak sularına (40. enlemde, Rocky Dağları'nın ardında) ulastı, Osage ve Kanzas nehirlerini gecip Platte'nin kaynağına vardı. 1810'da Bay David Thompson, (North-West Kurk Sirketi'nin ortaklarından biriydi) guclu bir ekiple kıtayı gecip Pasifiğe ulasmak icin Montreal'den yola cıktı, izleyecekleri yolun ilk kısmı Mackenzie'nin 1793'te izlediğinin aynısıydı. Hedef Bay John Jacob Astor'un bir tasarımını gerceklestirmek, yani Columbia ağzında bir ticaret merkezi kurmaktı. Adamlarının coğu onu dağların doğu yuzunde terk etti. Ama sonunda sadece sekiz adamla da olsa dağları gecmeyi basardı. Oradan Columbia'nın kuzey dalına ulastı ve nehir boyunca ilerleyerek Columbia'nın kaynağına daha once herhangi bir beyaz adamın ulastığından cok daha yakın bir noktaya dek yaklastı. 1811'de de Bay Astor'un dikkate değer girisimi gerceklesti - en azından bolgedeki


yolculuğu acısından dikkate değerdi. Bay Irving, butun okuyucuları bu yolculuğun ayrıntıları konusunda bilgilendirdiğinden ondan kısaca bahsetmemiz yeterli. Bu tasarımdan yukarıda bahsetmistik. Ekip (Bay Wilson Price'ın idaresinde) Montreal'den, Utawalardan, Nipissing Nehri'nden ve bir dizi kucuk gol ve nehirden, Michilimackinac'tan ya da Mackinaw'dan gecti - oradan Green Korfezi'ni, Fox ve Wisconsin nehirlerini gecerek Du Chien Bozkırı'na ulastı - buradan Missouri boyunca ilerleyerek, Arickara Kızılderililerinin 46. ve 47. Kuzey enlemleri arasında ve nehrin ağzının iki bin uc yuz kilometre yukarısında bulunan bir koyune vardı - buradan guneybatıya saparak colu gecti, dağları Platte ve Yellowstone nehirlerinin gectiği yerden astı ve Columbia'nın guney dalını takip ederek denize ulastı. Bu kesif seferinden donen iki kucuk ekip, bolgeyi son derece tehlikeli kosullar altında, olaylı bir yolculukla gecti. Binbası Stephen Η. Long'un yaptığı yolculuklar, zaman acısından bir sonraki onemli yolculuklardır. Bu zat 1823'te St. Pete Nehri'nin kaynağına, Winnipeg Golu'ne, Woods Golu'ne vs. kadar ilerledi. Kaptan Bonneville ve baskalarının yakın zamanda yaptığı yolculuklardan bahsetmek hala hatırlandıkları icin gereksiz. Kaptan B.'in maceraları Bay Irving tarafından oldukca iyi bir sekilde aktarıldı. 1832'de Fort Osage'den gecip Rocky Dağları'nı astı ve bu dağların ardındaki bolgelerde neredeyse uc sene gecirdi. Birlesik Devletler hudutları icinde son yıllarda bilimadamları ya da maceraperestler tarafından ayak basılmamıs pek bir yer yok. Ama bolgemizin kuzeyindeki ve Mackenzie Nehri'nin batısındaki engin ve ıssız kesimlere bilindiği kadarıyla Bay Rodman ile kucuk ekibindekiler dısında beyaz insan gitmedi. Rocky Dağları'nı ilk kimin gectiği meselesine gelince; simdiye kadar verdiğimiz bilgilerden bunu basaranın Lewis ile Clarke olmadığı anlasılacaktır, cunku Mackenzie bunu 1793'te yapmıstır. Aslında o devasa engelleri ilk asan Bay Rodman'dir. Kendisi bu dağları 1792'de gecmistir. Bu yuzden kamunun dikkatini asağıdaki sıradısı anlatıya cekmemiz bosuna değildir. [Đmza Ed. G. M.] 2. BOLUM Babamın ve iki kız kardesimin olumunden sonra Point'teki buyuk ciftlikle daha fazla ilgilenmeyip onu yok pahasına Bay Junot'ya sattım. Missouri boyunca ilerlemeyi sık sık aklımdan gecirirdim; artık bu nehir boyunca bir kesif seferine cıkıp post toplamaya kararlıydım. Bunları Petite Cote'da North-West Kurk Sirketi'nin temsilcilerine rahatca satabileceğimden emindim. Mal mulk edinmenin en iyi yolunun bu olduğuna; biraz da girisimciliğimi ve cesaretimi kullanırsam bunu azamilestireceğime inanıyordum. Avcılıktan ve tuzak kurmaktan da hep hoslanmısımdır; simdiye kadar is olarak yapmasam da. Ayrıca ulkemizin batısını kesfetmek icin buyuk bir istek duyuyordum. Pierre Junot bana buralardan sık sık bahsederdi. Bana ebelik eden komsumun en buyuk oğluydu ve tuhaf tavırlarına, zihninin garip isleyisine karsın yine de dunyanın en iyi ve en cesur insanlarından biriydi; fiziksel gucu pek fazla olmasa da. Kanada kokenliydi ve Kurk Sirketi icin bir iki kısa geziye cıkmıstı. Gezilerini anlatmaktan hoslanırdı. Babam, Pierre'i cok severdi, ben de ondan cok hoslanırdım; ve kucuk kız kardesim Jane de ona tutkundu. Eğer Tanrı onu yasatsaydı eminim evlenirlerdi. Pierre, babamın olumunden sonra ne yapacağıma tam olarak karar veremediğimi fark edince nehir boyunca birlikte kucuk bir kesif seferine cıkmamızı onerdi ve bu konuda beni ikna etmesi hic zor olmadı. Missouri'den yukarı doğru olabildiğince ilerlemeye karar verdik. Yolda tuzak kurup avlanacaktık ve ikimiz icin de birer servet sayılacak kadar post toplayana dek donmeyecektik.


Babası buna karsı cıkmadı ve ona uc yuz dolar verdi. Sonra aletlerimizi almak ve yolculuk icin olabildiğince adam toplamak uzere Petite Cote'a gittik. Petite Cote Missouri'nin kuzey kıyısında, Mississippi ile birlestiği yerin otuz kilometre otesindeki kucuk bir yerlesim yeridir. Bir dizi alcak tepenin eteğinde, nehrin Haziranda yağmur sularıyla kabardığında erisemeyeceği kadar yukarısı ndaki bir kaya tabakasının ustunde bulunur. Buranın ust kısmında sadece bes altι ahsap ev vardır. Ama doğu tarafında kucuk bir kilise ve nehre paralel uzanan on bes yirmi ev bulunur. Sakinleri yuz kisi kadardır. Coğunlukla Kanada kokenli kreollerdir. Son derece tembeldirler ve etraflarındaki verimli toprağı islemek icin hicbir girisimde bulunmazlar. Arada sırada biraz bahcecilik yaparlar o kadar. Temelde avcılıkla ve Kızılderililerle yaptıkları post ticaretiyle gecinir, bu derileri North-West Sirketi'nin adamlarına satarlar. Burada yolculuğumuz icin kolayca adam ya da techizat bulabileceğimizi dusunmustuk. Ama her iki konuda da hayal kırıklığına uğradık. Cunku burası her iki bakımdan da isteklerimizi karsılamakta ve yolculuğumuzu guvenli ve verimli kılmakta yetersizdi. Kızılderili kabileleriyle dolu bir bolgenin icinden gecmeye karar vermistik ve bu kabileler hakkında belirsiz soylentiler dısında hicbir sey bilmiyorduk; oysa vahsi ve hain olduklarına inanmak icin pek cok sebebimiz vardı. Bu yuzden yanımıza bol silah, cephane ve adam almamız kesinlikle sarttı. Yolculuğumuzdan kar sağlayacaksak topladığımız seyleri geri goturmekte kullanacağımız kanolarımızın da olması sarttı. Petite Cote'a ilk vardığımızda Martın ortasıydı. Mayısın sonuna kadar hazırlanamadık. Đki kez nehrin asağısına, Point'e inip adam ve techizat aramak zorunda kaldık. Bunlar bize epey pahalıya mal oldu. Zaruri pek cok seyi bulamayacak gibiydik, ama neyse ki Pierre Mississippi boyunca yapılan bir yolculuktan donen bir ekiple karsılastı da bunlar en iyi adamlarından altısını ve bir kanoyu bize verdiler. Aynı zamanda erzak ve cephane fazlalarının coğunu da sattılar. Tam zamanında gelen bu yardım sayesinde Hazirandan once yola cıkmaya hazır hale gelebildik. 1791 yılı, Haziran ayının ucunde Petite Cote'daki arkadaslarımıza veda edip kesif seferimize cıktık. Grubumuz on bes kisiden olusuyordu. Bunlardan besi Petite Cote'lu Kanadalılardı ve hepsi de nehrin yukarısında kısa gezilere katılmıstı, iyi kayıkcılar, hele is Fransızca sarkılar soylemeye ve icki icmeye geldiğinde mukemmel yol arkadaslarıydılar. Cok fazla iciyorlardı, ama is yapamayacak kadar sarhos oldukları cok enderdi. Keyifleri her zaman yerindeydi ve calısmaya hazırdılar. Ama iyi avcı olmadıklarını dusunuyordum ve dovusme konusunda da guvenilmez olduklarını kısa surede anladım. Nehrin ilk sekiz yuz bin kilometresi boyunca (tabii o kadar ilerleyebilirsek) bu bes Kanadalı'dan ikisi cevirmen olarak gorev yapacaktı. Sonra gerek duyarsak cevirmen olarak Kızılderilileri kullanmayı dusunuyorduk. Ama Kızılderililerle olabildiğince az gorusmek istiyor, onlarla boylesine kucuk bir ekiple ticaret yapma riskine girmektense kendimiz tuzak kurmayı yeğliyorduk. Her zaman son derece ihtiyatla ilerliyor, kendimizi sadece bundan kacınamadığımızda acığa cıkarıyorduk. Pierre'in geri donen Mississippi teknesinden aldığı altı adam Kanadalılardan olabildiğince farklıydı. Besi kardesti; soyadları Greeley idi (John Robert, Meredith, Frank ve Poindexter). Bu bes kardesten daha cesur ve iyi adam bulamazdık doğrusu. John Greeley kardeslerin en buyuğu ve en sağlam yapılı olanıydı. Kentucky'nin en guclu adamı ve en iyi atıcısı olmakla nam salmıstı. Bir seksen boyundaydı; omuzları son derece genis, kolları bacakları uzun, eklemleri iri ve gucluydu. Cok kuvvetli adamların coğu gibi o da son derece yumusak baslıydı ve hepimiz tarafından seviliyordu. Diğer dort kardes de guclu ve sağlam yapılı adamlardı, ama John ile kıyaslanamazlardı. Poindexter onun kadar


uzun boylu, ama cok sıskaydı ve son derece vahsi bir gorunuse sahipti. Ama tıpkı ağabeyi gibi o da barıscıl bir yapıdaydı. Hepsi de av konusunda deneyimli iyi atıcılardı. Pierre'in bizimle gelme teklifini seve seve kabul etmislerdi. Onlarla bir anlasma yapmıstık. Girisimin karından Pierre ve benle esit pay alacaklardı - yani karı uce bolecektik; birini ben, birini Pierre alacak, bir parcayı da bes kardes bolusecekti. Geri donen tekneden aramıza katılan altıncı adam da iyi bir elemandı. Adı Alexander Wormley idi. Virginialı'ydı ve tuhaf yanları olan bir adamdı. Eskiden vaizlik yapmıs ve sonra kendini peygamber sanıp bolgede uzun sac ve sakalla, cıplak ayakla dolasarak karsısına cıkan herkese uzun vaazlar vermisti. Bu sanrısı simdi baska bir kanala yonelmisti. Yorenin bir yerinde altın madenleri bulmaktan baska bir sey dusunmuyordu. Bu konuda tamamen bir deli gibiydi. Ama diğer tum konularda son derece aklı basında ve hatta zekiydi. Đyi bir kayıkcı, iyi bir avcı ve cesur, guclu kuvvetli ve hızlı yuruyebilen bir adamdı. Hevesli karakteri yuzunden bu adama cok guveniyordum. Sonunda goruleceği gibi bu konuda yanılmadım. Diğer iki adamımız Pierre Junot'ya ait Toby isminde bir zenci ile Mill's Point'in yanındaki ormanda bulduğumuz, kesif seferimizden bahseder bahsetmez bize katılan bir yabancıydı. Adı Andrew Thornton'du. Virginialı'ydı ve kanımca mukemmel bir aileden, eyaletin kuzeyindeki Thorntonlardan geliyordu. Uc yıldır Virginia'dan uzaktaydı. Bolgenin batısını, yanında sadece iri bir Newfoundland kopegiyle gezip durmustu. Post toplamamıstı; gezip macera yasamaktan baska bir amacı yok gibiydi. Geceleri kamp atesinin cevresinde otururken maceralarını ve kır yasamının zorluklarını anlatarak eğlendirirdi bizi. Oyle bir ictenlikle anlatırdı ki doğruluklarından suphe duymazdık bu maceraların; oysa coğu oldukca sıradısı olaylardı. Daha sonraki deneyimlerimizden yalnız gezen avcının katlandığı tehlike ve gucluklerin pek abartılamayacağını ve asıl meselenin onları dinleyiciye iyi aktarabilmek olduğunu oğrendik. Thornton'u gorur gormez cok sevdim. Toby'den sadece birkac sozcukle bahsettim, oysa kesinlikle ekibimizin en onemsiz adamı değildi. Yaslı Bay Junot'nun ailesinde cok uzun yıllar bulunmus ve sadık bir zenci olduğunu kanıtlamıstı. Bizimki gibi bir kesif seferine cıkmak icin cok yaslıydı; ama Pierre onu geride bırakmak istemiyordu. Ancak sağlam yapılı bir adamdı ve hala epey dayanıklıydı. Pierre fiziksel guc acısından ekibimizin en zayıf adamı olsa gerekti, ama buyuk bir sağduyuya sahipti ve hicbir seyden yılmazdı. Tavırları bazen olcusuz ve kabaydı. Bu sık sık tartısmalara girmesine yol acıyordu ve bir iki kez kesif seferimizin basarısını ciddi olcude tehlikeye attı. Ama gercek bir dosttu ve bu acıdan onu paha bicilmez değerde goruyorum. Boylece Petite Cote'dan ayrılırken ekibimizde bulunanları kısaca tanıtmıs oldum. Kendimizi ve techizatlarımızı tasımak, ayrıca edinebileceğimiz derileri eve goturmek icin iki buyuk kayığımız vardı. Bunların kucuğu hus kabuğundan yapılmıs, ladin kokunden iplerle bağlanmıs, bağlantı yerleri cam sakızıyla kaplanmıstı ve altı kisinin rahatlıkla tasıyabileceği kadar hafifti. Altı metre uzunluğundaydı ve dort ila on iki kurekle yuzdurulebiliyordu. Borda tirizine kadar doldurulduğunda suya kırk bes, bosken ise sadece yirmi bes santim kaΕ. Α. Poe Butun Hikayeleri dar batıyordu. Diğeri Petite Cote'da bizim yaptığımız bir tekneydi. Dokuz metre uzunluğundaydı ve borda tirizine kadar doldurulduğunda suya altmıs santim batıyordu. Altı metre uzunluğunda bir guvertesi vardı. Burada sağlam kapılı kucuk bir kamara bulunmaktaydı. Tekne epey genis olduğundan bu kamaraya hepimiz dolusabilirdik. Kamaranın duvarları arasına ustupu dosenmisti;


cift katlı meseden yapıldığından kursun gecirmezdi. Cesitli yerlerine kucuk delikler acmıstık, saldırıya uğrarsak hem bunlardan ates acabilelim, hem de dusmanın hareketlerini gozlemleyebilelim diye. Bu delikler aynı zamanda kapıyı kapadığımızda hava ve ısık almamızı da sağlıyordu. Onları gerektiğinde tıkayacak tapalarımız da vardı. Geri kalan uc metre acıktı ve burada altı kurek kullanabilirdik. Ama temelde sırık kullanıyorduk. Yelkeni kolayca acılıp kapanan kucuk bir direğimiz de vardı. Pruvadan yaklasık iki metre otedeydi. Ruzgar elverisli olduğunda bunun ustunde buyuk bir dortkenar yelken acıyorduk. Pruvanın altındaki bir bolmeye on varil barut ve gerekli gorduğumuz olcude sacma koymustuk. Sacmaların onda birini fiseklere doldurup hazır etmistik. Ayrıca buraya tekerlekli kucuk bir pirinc topu da, fazla yer kaplamasın diye parcalarına ayırarak yerlestirmistik. Kesif seferimiz sırasında boyle bir savunma silahının isimize yarayabileceğini dusunuyorduk. Bu top iki yıl once Missouri'ye ispanyollar tarafından getirilen uc toptan biriydi. Petite Cote'un birkac kilometre yukarısında bir kanonun devrilmesi sonucu duserek kaybolmustu. Kanonun devrildiği yer oldukca sığdı ve bir Kızılderili topun yerini kesfetmis, yardım alarak onu yerlesim merkezine goturmus ve orada bes litre viski karsılığında satmıstı. Bunun uzerine Petite Cote sakinleri gidip diğer iki topu da bulmuslardı. Oldukca kucuk toplardı, ama iyi metalden yapılmaydılar ve iscilikleri iyiydi. Ustlerine bazı Fransız topları gibi yılanlar oyulmustu. Toplarla birlikte elli demir gulle bulunmustu. Bunları satın aldık. Bu topu nasıl ele gecirdiğimizi anlatmamın sebebi daha sonra da goruleceği gibi kesif seferimiz sırasınca bazen onemli rol oynamıs olması. Onun yanı sıra on bes yedek tufeğimiz vardı. Bunları bir kutuya koyup diğer ağır techizatın yanma yerlestirmistik. Nehirdeki kırık dallar yuzunden ağırlığı bu kısma vermistik, pruva tarafı iyice suya batsın diye. Bu en iyi yontemdir. Baska techizat acısından da yeterince donanımlıydık. Her adamda kucuk bir el baltası, bıcak, tufek ve cephane vardı. Her kayıkta bir kamp kazanı, uc iri balta, bir cekme halatı, gerektiğinde techizatın ustunu ortmek icin iki yağlı ortu ve su bosaltmak icin iki iri sunger bulunmaktaydı. Kanoda ayrıca kucuk bir direk ve yelken (bundan bahsetmedim), ayrıca tamirat yapmak icin bir miktar zamk, hus kabuğu ve ağac koku bulunmaktaydı. Ayrıca Kızılderililerin ilgisini cekecek mallar da bulunduruyorduk. Bunları yanımıza almakta fayda gormus, Mississippi teknesinden satın almıstık. Amacımız Kızılderililerle alısveris yapmak değildi; ama bu mallar bize oldukca ucuz bir fiyata teklif edilmisti ve isimize yarayabileceklerini dusunmustuk. Đpekli ve pamuklu mendillerden; ip, halat ve kınnaplardan; sapkalardan, ayakkabılardan ve kulotlu coraplardan; kucuk bıcaklardan ve hırdavattan; patiskadan ve pamuklu bezden; Manchester mallarından; tutunden; islemeli battaniyelerden; cam oyuncaklardan ve boncuklardan vs. olusuyordu. Butun bunları kucuk paketlere bolmustuk. Her adam bu paketlerden ucunu tasıyordu. Erzak da kolayca tasınacak sekilde paketlenmis, kayıklara bolusturulmustu. Yanımızda toplam yuz kilo domuz eti, uc yuz kilo peksimet ve uc yuz kilo da kurutulmus sığır eti vardı. Kurutulmus eti Petite Cote'da, Kanadalıların tavsiyesiyle hazırlamıstık. North-West Kurk Sirketi'nin butun uzun yolculuklarda, avların yeterli olmayacağından korkulduğunda bu careye basvurduğunu soylemislerdi. Bunun hazırlanıs sekli son derece tuhaftır. Buyukbas hayvanların etinin yağsız kısımları ince dilimler halinde kesilir ve hafif bir atesin ustundeki tahta bir ızgaraya konulur ya da guneste (bizim yaptığımız gibi) veya bazen ayazda bırakılır. Bu sekilde yeterince kuruyunca iki ağır tas parcasının arasında ezilir. Boylece yıllarca dayanacak hale gelir. Ancak fazla miktarda bir arada tutulursa baharda buzların cozulmesiyle fermantasyona uğrar ve yeterince havalandırılmazsa kısa surede curur. Đcyağı


da kuyrukyağıyla birlikte eritilir ve kaynamıs halde dovulmus etle, yarı yarıya karıstırılır. Sonra torbalara konulur ve artık daha fazla pisirilmeden yenmeye hazırdır. Tadı, tuz ve sebze olmadan da epey guzeldir. En iyi kurutulmus et yemeği ilik ve kuru boğurtlen eklenmesiyle yapılır ve yorenin baslıca yemeklerinden biridir.Viskimizi yirmi beser litrelik damacanalara koymustuk. Yanımıza bunlardan yirmi tane almıstık. Yani toplam bes yuz litre viskimiz vardı Her seyi yukledikten sonra, Thomton'un kopeği de dahil olmak uzere tekneye cıktığımızda buyuk kamara dısında bos yer kalmadığını gorduk. Buraya techizat koymak istememistik, cunku kotu havalarda uyuyacak yer olarak kullanmayı tasarlıyorduk. Burada silah ve cephane, birkac ayı kapanı ve ayı postundan bir halı dısında bir sey yoktu. Kalabalık olmamız bizi her halukarda basvurmamız gereken bir careye itti. Dort avcıyı ekipten ayırdık. Bunlar nehir boyunE. A. Poe Butun Hikayeleri ca ilerleyip hem avlanacak, hem de oncu vazifesini gorup yaklasan Kızılderililere karsı bizi uyaracaklardı. Bu amacla iki iyi at satın aldık. Bunlardan birini guney kıyısından ilerleyecek olan Robert ve Meredith Greeley'e, diğeriniyse kuzey kıyısından ilerleyecek olan Frank ve Poindexter Greeley'e verdik. Atlar sayesinde vurdukları hayvanları getirebilirlerdi. Bu teknelerimizdeki durumu epey rahatlattı ve sayımızı on bire indirdi. Kucuk teknede Petite Cotelu iki adam, Toby ve Pierre Junot vardı. Buyuğunde Peygamber (ona bu lakabı takmıstık) yani Alexander Wormley, John Greeley, Andrew Thornton, Petite Cotelu uc adam ve ben, bir de Thornton'un kopeği vardı. Bazen kurekle yol aldığımız oluyordu, ama genelde değil. Coğunlukla kıyıdaki ağac dallarına tutunup cekerek ilerliyorduk. Veya arazi musaitse cekme halatı kullanıyorduk, ki bu en kolay yoldur. Bazılarımız karadan cekerken diğerleri de teknede kalıp sırıklarla kıyıdan uzak tutuyordu. Sırıkları coğunlukla birlikte kullanıyorduk. Kanadalılar hem bu sırık yonteminde (suyun dibi fazla camurlu ya da bataklık ve derinliği fazla olmadığında oldukca ise yarıyor), hem de kurekcilikte uzmanlar. Uzun, demir uclu, sert ve hafif sırıklar kullanıyorlar. Bunlarla teknenin pruvasına gidiyorlar. Her iki tarafta esit sayıda adam duruyor. Sonra yuzlerini kıc tarafına cevirip sırıkları nehrin dibine kadar daldırıyorlar. Boylece sağlam bir dayanak bulduktan sonra sırıkların ucunu bir yastıkla korunan omuzlarına dayıyor ve bu sekilde teknenin kenarı boyunca yuruyerek itiyor ve onun buyuk bir hızla ilerlemesini sağlıyorlar. Sırıkları kullanırken dumenciye gerek yok. Cunku sırıklar tekneyi mukemmel bir hassasiyetle yonlendiriyor. Bu farklı ilerleme yontemleriyle, bazen de zorunluluklar yuzunden, hızlı akıntılarda ya da sığ sularda teknelerimizi ellerimizle cekmek zorunda kalarak, Missouri Nehri boyunca ilerleyerek maceralı yolculuğumuza basladık. Kesif seferinin ana hedefi değerli post temin etmekti; bunu olabildiğince dikkat cekmeden ve Kızılderililerle doğrudan ticari iliskiye girmeden yapacak, avlanma ve tuzak kurma yontemleriyle basaracaktık. Kızılderililerin genelde hain bir ırk olduğunu, bizimki gibi kucuk bir ekibin onlarla iliskiye gecmesinin guvenli olmayacağını uzun sure once oğrenmistik. Tasarladığımız rotada daha once avlanan kurkler kunduz, samur, sansar, vasak, vizon, misk sıcanı, ayı, tilki, porsuk, rakun, kurt, bufalo, geyik ve elk kurklerini iceriyordu. Ama biz kendimizi pahalı olan turlerle sınırlamaya karar verdik. Petite Cote'dan yola cıktığımız sabah yasadığım en guzel ve mukemmel sabahlardan biriydi. Butun ekip muthis bir samata koparıyordu. Yaz henuz baslamamıstı, tatlı sert ruzgar baharın tum hosluğu, tum yumusaklığıyla esiyordu. Gunes parlaktı, ama fazla ısı yaymıyordu. Nehirdeki buzlar cozulmustu ve oldukca


yoğun olan akıntı Missouri'nin sığ kesimlerinin kıyının goruntusunu bozan butun o bataklık aluvyonlarını gozlerden gizliyordu. Simdi nehrin son derece gorkemli bir gorunusu vardı. Bir tarafta soğut ve kavakların arasından geciyor, diğer taraftaysa dik kayaların ustunden asıyordu. Nehrin yukarısına bakarken (batı yonunde uzanıyor, suları epey uzakta gokyuzuyle birlesir gibi gorunuyordu) bu suların muhtemelen icinden gectiği bolgenin enginliği ustune dusunuyordum. Bu bolge henuz beyaz adam tarafından bilinmiyordu ve belki de Tanrı'nın gorkemli eserleriyle doluydu. Ruhumda ilk kez boylesine buyuk bir heyecan hissediyordum. Đcimden kendi kendime bu soylu nehir boyunca daha once hicbir gezginin gitmediği kadar ilerlemeye, ufak tefek gucluklerden yılmamaya karar verdim. O anda insanustu bir enerjiye sahip gibiydim. Hayvani gudulerim oyle keskinlesmisti ki teknenin dar guvertesinde icim icime sığmıyordu. Kıyıdaki Greeleylerle birlikte olmak istiyordum. Boylece icimdeki hisleri rahatca acığa vurabilecek, kosup zıplayabilecektim. Thornton da bu hislerimi guclu bir sekilde paylasıyor, kesif seferimize duyduğu derin ilgiyi ve etrafımızdaki guzel manzaraya olan hayranlığını saklamıyordu. Yasamımda ilk kez rahatca, yanlıs anlasılma korkusu olmadan konusacağım bir arkadasa guclu bir ihtiyac duydum. Butun akrabalarımı bir anda kaybetmem beni uzmus, ama depresyona sokmamıstı. Ruhum doğanın yabanıl sahneleri ustune dusunerek avunmak istiyordu. Bu sahnelerin ve doğurdukları dusuncelerin tadına ise aynı hisleri paylasmayan biri olmadan tamamen varılamayacağını anlamıstım. Thornton alay edilme korkusu olmadan, tamamen icimi acabileceğim biriydi. Onun da benim kadar duygulanmıs olduğunu biliyordum. Yasamımda ne daha once, ne daha sonra doğa manzaraları hakkındaki fikirleri benimkine o kadar uyan baska biriyle karsılasmadım. Sadece bu bile dost olarak ona bağlanmam icin yeterliydi. Tum kesif seferi boyunca birbirimize kardes kadar yakındık. Ona danısmadan hicbir sey yapmıyordum. Pierre de arkadasımdı, ama aramızda karsılıklı bir dusunce bağı - insani bağların en guclusu yoktu. Duyarlı biri olsa da yapısı benim yoğun coskumu kavrayamayacak kadar değiskendi. Gece cokerken nehrin guney tarafındaki buyuk bir mağaranın ağzının onunden gecerken biraz zorluk cekmemizi saymazsak yolculuğumuzun ilk gunu olaysız gecti. Bu mağaranın son derece ic karartıcı bir gorunusu vardı. Nehrin biraz uzerine uzanan altmıs metrelik sarp bir kayalığın dibindeydi. Mağaranın uzunluğunu secemiyorduk, ama bes metre derinliğinde ve en az on bes metre genisliğindeydi. Irmak onunden buyuk bir hızla akıyordu. Buradaki kayaların yapısı yuzunden tekneyi cekemediğimiz icin yanından gecerken buyuk caba harcamak zorunda kaldık. Sonunda bir adam dısında hepimiz buyuk tekneye binip bunu halletmeyi basardık. Bu adam kucuk teknede kaldı ve onu mağaranın biraz arkasına demirledi. Sonra hep birlikte kurek cekerek buyuk tekneyi bu zorlu boğazdan gecirdik. Yeterince ilerleyince bir halatı kucuk tekneye bağlayıp onu cektik. Gun boyunca Bonhomme ve Osage Femme nehirlerinin, iki kucuk derenin ve pek cok kucuk adanın yanından gectik. Yaklasık kırk kilometre yol kat ettik, onden gelen ruzgara karsın. Gece kuzey kıyısında, Diable denen bir ivintinin yanında kamp kurduk. Dort Haziran. Bu sabah Frank ve Poindexter Greeley semiz bir erkek geyikle geldiler kampımıza. Kahvaltıda hepimiz buyuk bir neseyle bunu yedik. Daha sonra da canlılıkla yola koyulduk. Diable ivintisinde akıntı guneydeki bir takım kayalara muthis bir gucle carpar ve nehrin bu kısmında ilerlemeyi guclestirir. Bundan biraz otede birkac bataklık kesimle karsılastık ve bunlar bize epey sorun yasattı. Nehrin bu kısmında kıyılar surekli asındığından ırmağın yatağı zamanla epey değisiyor olsa gerek. Sekizde doğudan esen taze bir ruzgarla hızla ilerlemeye basladık. Bu sayede gece olduğunda elli kilometre, hatta daha fazla


yol kat etmistik. Kuzeyde Du Bois Nehri'ni, Charite adlı bir dereyi ve pek cok kucuk adayı gectik. Gece olup da bir grup kavak ağacının altına geldiğimizde nehir hızla yukselmekteydi. Yakınlarda kamp yapabileceğimiz baska yer yoktu. Hava cok guzeldi ve ben uyuyamayacak kadar heyecanlıydım. Boylece Thornton'dan bana eslik etmesini isteyerek gezintiye cıktım ve sabaha kadar donmedim. Ekibimizin geri kalanı ilk kez kamarada yattı ve burasının bes altı, hatta daha fazla kisi icin oldukca rahat olduğunu gorduler. Geceleyin tepeden, guverteden gelen tuhaf bir ses duymus, ama bunun nereden kaynaklandığını anlayamamıslardı. Bazıları dısarı fırladığında sesi cıkaran her neyse kaybolmustu. Sesin tarifinden bunun bir Kızılderili kopeği olduğu sonucuna vardım. Taze yiyeceğimizin (dunku erkek geyiğin) kokusunu almıs, bir parca kapmaya calısmıstı. Bundan kesinlikle eminim; ama bu olay geceleri duzenli bir nobetci koymamanın ne kadar buyuk bir risk olduğunu gosterdi ve bundan boyle nobet tutmayı kararlastırdık. [Yolculuğunun ilk iki gununde yasadıkları olayları Bay Rodman'in kendi sozleriyle aktardıktan sonra, Missouri boyunca ilerleyip 10 Ağustos'ta Platte'nin ağzına varana kadarki kısmı atlıyoruz. Nehrin bu bolumunun nitelikleri oyle iyi bilinmektedir ve oyle cok tasvir edilmistir ki, daha fazla anlatmak gereksizdir. Ayrıca gunluğun bu kısmında bolgenin doğal yapısının tasvirinden ve sıradan tekne ve av olaylarından baska pek bir sey anlatılmaz. Grup tuzak kurmak icin pek cok kez durur, ama pek basarılı olamaz. Sonunda post toplamak icin duzenli girisimlerde bulunmadan once bolgenin iclerine doğru ilerlemeye karar verirler. Atladığımız iki ay icinde sadece iki dikkat cekici olay kaydedilmistir. Bunlardan biri bir Kanadalının, Jacquez Lauzanne'nin bir cıngıraklı yılanın ısırmasıyla olusu, diğeri de eyalet amirinin emriyle ekibi durdurup geri dondurmek uzerine gonderilen bir Đspanyol heyetiyle karsılasılmasıdır. Ancak gorevli subay kesif seferiyle oyle ilgilenir ve Bay Rodman'den oyle hoslanır ki gezginlerin yola devam etmelerine izin verilir. Teknelerin cevresinde arada sırada pek cok kucuk Osage ve Kanzas Kızılderili gruplarının gezindiği olmus, ancak bunlar dusmanca tavırlar sergilememislerdir. Bu yuzden simdi gezginlerimizi Platte Nehri'nin ağzında, 10 Ağustos 1791'de bırakıyoruz. Simdi ekibin sayısı on dorde inmis durumdadır] 3. BOLUM [Gezginlerimiz Platte Nehri'nin ağzına vardıktan sonra uc gun kamp kurarlar. Bu sure boyunca techizatlarını ve erzaklarını kurutup havalandırmakla, yeni kurek ve sırıklar yapmakla, epey hasar gormus olan hus kanoyu onarmakla mesgul olurlar. Avcılar epey av getirir ve tekneler bunlarla tıka basa dolar. Bolge geyik, hindi ve semiz orman tavuğu kaynamaktadır. Ekip cesitli balık turlerinin de tadına bakmıs ve nehir kıyılarının biraz otesinde nefis bir tur yaban uzumu bulmustur, iki haftadır Kızılderili gormemislerdir, cunku av mevsimidir ve hic suphesiz Kızılderililer bozkırlarda bufalo avlamaktadırlar. Gezginler islerini bitirdikten sonra kamplarını toplayıp Missouri boyunca ilerlemeyi surdurur. Buradan gunluğe devam ediyoruz.] 14 Ağustos. Guneydoğudan gelen hos bir esintiyle yola koyulduk. Nehrin orta kısımında akıntı son derece guclu; biz de guney kıyısından ve akıntının yarattığı anaforun avantajını da kullanarak buyuk bir hızla ilerledik. Oğle vakti durup guneybatı kıyısındaki son derece ilgi cekici bir takım tumsekleri inceledik Bu noktada arazi kuculmus, uc yuz donum kadar kalmıs gibidir. CivardaE. A. Poe Butun Hikayeleri ki buyuk bir gol, toprağı asındırmıs olsa gerek. Bolge cesitli sekillerde ve boyutlarda kum ve camur tepeleriyle doludur. Bunların en yukseği nehre en yakın olanıdır. Bu tepeciklerin doğal mı, yapay mı olduğuna karar veremedim.


Toprağın genel goruntusunden siddetli su akıntısına maruz kaldığı belli olmasa bunları Kızılderililerin yaptığını dusunurdum. Toplam otuz kilometre kat etmis olduğumuzdan gunun geri kalanını bu noktada gecirdik. 15 Ağustos. Bugun on taraftan siddetli ve oldukca tatsız bir ruzgar esti. Bu yuzden buyuk caba harcamamıza karsın sadece yirmi bes kilometre kat edebil dik. Geceleyin kuzey kıyısındaki bir yarın dibinde kamp kurduk. Bu Nodaway Nehri'ni geride bıraktıktan sonra gorduğumuz ilk ucurumdu. Geceleyin bir sa ğanak basladı. Greeleyler atlarını getirip kamaraya kapandılar. Robert atıyla nehirden yuzerek guney kıyısına gecti ve Meredith'i kıyıdan aldı. Bu yaptıkla rının kolay olduğunu dusunur gibiydi, oysa gece zifiri karanlıktı ve hava ol dukca kotuydu. Nehir de epey kabarmıstı. Hepimiz kamarada oturduk, cunku hava oldukca serindi. Uzun sure uyanık kalıp Thornton'un oykulerini dinle dik. Bize Mississippi'de Kızılderililerle yasadığı maceraları pespese anlattı. Đri kopeği soylediği her sozcuğu buyuk bir dikkatle dinler gibiydi. Thornton ne zaman inanılmaz bir sey anlatsa buyuk bir ciddiyetle ondan sahitlik etmesini istiyordu. "Nep," diyordu, "o zamanı hatırlıyor musun?" - veya "Nep bunun doğru olduğuna yemin edebilir - değil mi Nep?" O zaman hayvan koca dilini cıkarıyor ve iri kafasını asağı yukarı sallıyordu, sanki "Oh, evet, Đncil adına ye min ederim ki her kelimesi doğru." diyordu. Hepimiz kopeğe bu numaranın oğretilmis olduğunu bilsek de, yine de kendimizi her seferinde kahkahadan kı rılmaktan alamıyorduk. 16 Ağustos. Bu sabahın erken saatlerinde bir adanın, yaklasık on bes metre genisliğindeki bir derenin ve, otuz kilometre ileride, nehrin ortasındaki buyuk bir adanın yanından gectik. Simdi genellikle kuzeyimizde yuksek bozkırlar ve ağaclıklı tepeler, guneyimizdeyse kavak ağacı kaplı alcak bir arazi vardı. Nehir kıvrımlar cizerek akıyordu, ama Platte'den onceki kadar sıklıkla değil. Ağacla rın sıklığı buralarda daha az; coğunlukla karaağac, kavak, ceviz ağacı ve biraz da mese goruluyor. Neredeyse butun gun guclu bir ruzgar esti ve bunun ve anaforun yardımıyla gece cokmeden kırk kilometre kat etmeyi basardık. Kam pımızı guneyde, gur otlarla kaplı ve ustunde epey erik ağacı ve frenkuzumu ca lısı bulunan bir ovada kurduk. Arkamızda dik bir ormanlık bayır vardı. Bunu cıkınca yaklasık bir bucuk kilometre boyunca uzanan bir baska ova kesfettik. Bunun ardında benzer bir ormanlık bayır ve onun da ardında bir baska genis ova vardı. Bu ova goz alabildiğine uzanıyordu. Tam tepemizdeki kayalıklardan dunyanın en guzel manzaralarından birini gorduk. 17 Ağustos. Butun gun kampta kalıp cesitli islerle mesgul olduk. Thornton'la kopeğini yanıma alıp guneye doğru biraz yurudum. Yorenin guzelliği karsısında buyulenmistim. Bozkırlar, guzellikte Bin Bir Gece Masallarında anlatılan her seyi geciyordu. Irmak kollarının kıyılarında oyle cicekler vardı ki her biri bir sanat eserine benziyordu. Canlı renkleri muhtesem bir sekilde kaynasmıstı. Yoğun kokuları oyle guzeldi ki neredeyse eziyet ediciydi. Arada sırada, ruzgarda sallanan bir mor, mavi, turuncu ve kızıl cicekler okyanusunun ortasında yesil ağac adalarına rastladığımız oluyordu. Bu adalar son derece gorkemli orman meselerinden olusmaktaydı. Altlarındaki cimenler en yumusak kadifeden yesil bir kaftanı andırıyordu. Dev dallarından genelde nefis olgun meyvelerle yuklu bol miktarda uzum asması sarkmaktaydı. Uzaktaki Missouri'nin goruntusu son derece gorkemliydi. Nehirdeki adaların pek coğu tamamen erik calıları ve diğer calılarla kaplıydı, bir Đngiliz cicek bahcesindeki gibi aralarından gecen dar, labirentimsi yolların bulunduğu yerler dısında. Bu yollarda elkler ve antiloplar gorebiliyorduk. Bu yolları onlar acmıstı suphesiz. Gunbatımında gezintimizden buyuk haz almıs olarak kampa geri donduk. Gece ılıktı. Sivrisineklerden son derece rahatsız olduk.


18 Ağustos. Bugun nehrin dar bir kesiminden gectik. Genisliği yuz seksen metreden fazla değildi. Coğu yeri kutuk ve dal parcalarıyla kaplı bir kanalı vardı Burada akıntı oldukca hızlıydı. Buyuk tekneyi bir kutuğe bindirdik ve icine yan yarıya dek su dolmasına engel olamadık. Bunun sonucunda durmak ve techizatımızı gozden gecirmek zorunda kaldık. Peksimetlerin bir kısmı ıslanmıstı, ama baruta bir sey olmamıstı. Orada butun gun kaldık. Sadece sekiz kilometre kat etmistik. 19 Ağustos. Bu sabah erkenden yola cıkıp epey yol aldık. Hava serin ve bulutluydu. Oğle vakti bir sağanak yağdı. Guneyden karısan bir dereyi gectik. Ağzı tuhaf gorunuslu buyuk bir kum adası tarafından neredeyse tamamen gizlenmisti. Bunun yaklasık yirmi bes kilometre ilerisine gittik. Burada dağlık bolgeler nehrin oldukca gerisinden baslıyor. Aralarında muhtemelen on bes-otuz kilometre var. Kuzeyde epey iyi cins ağac bulunuyor, ama guneyde bunlardan pek yoktu. Irmağın yakınında guzel cayırlar uzanıyordu. Kıyı boyunca dor-bes farklı turden uzum topladık. Hepsi de olgundu ve tatları guzeldi, iri ve mor olan bir cinsin tadı mukemmeldi. Avcılar geceleyin nehrin her iki yakasından kampa geldiler. Oyle cok av getirmislerdi ki bunlarla ne yapacağımızı bilemedik - orman tavukları, hindiler, iki geyik, bir antilop ve kanatlarında siyah cizgiler bulunan epey miktarda sarı kus. Bu kusların tadı lezizdi. Gun boyunca yaklasık otuz kilometre kat ettik. 20 Ağustos. Nehir bu sabah kum tepecikleri ve diğer engellerle doluydu. Ama sevkle ilerledik ve gece cokmeden once, son kampımızın elli kilometre kadar ilerisindeki epey genis bir nehir koluna vardık. Bu nehir kolu kuzeyden geliyor ve ağzının karsısında buyuk bir ada var. Bu adada kamp kurduk ve kunduzlara tuzak kurmak icin birkac gun kalmaya karar verdik, cunku civarda epey kunduz gormustuk. Bu ada dunyanın en guzel yerlerinden biri. Đcimde en hos ve alısılmadık turden duygular uyandırdı. Butun manzara sanki gercek değil de cocukken kurduğum duslerden biri gibiydi. Kıyılar son derece hafif bir eğimle nehre iniyordu. Ustleri parlak yesil, kısa ve yumusak otlarla kaplıydı. Bu otlar kıyının biraz otesinde, akıntının altında da secilebiliyordu; ozellikle de derenin kuzey tarafında, nehre dokulduğu yerde. Muhtemelen yirmi donumluk adanın cevresi kavak ağaclarıyla kaplıydı. Govdelerine meyveleri olgunlasmıs uzum asmaları sarılmıstı. Kavaklarla asmalar birbiriyle oyle sıkı bir sekilde ic ice gecmisti ki, yaprakların arasından nehri guclukle secebiliyorduk. Burada otlar biraz daha uzun ve kalındılar; ortalarından asağı inen soluk sarı ya da beyaz birer cizgi vardı. Bu otların vanilyayı andıran, ama cok daha guclu, nefis bir kokusu vardı. Bu koku her yanı sarmıstı. Sıradan ingiliz tatlı otu da hic suphesiz aynı turdendir, ama guzellik ve koku acısından bununla kesinlikle boy olcusemez. Otların arasına her tarafta son derece parlak sayısız cicek sacılmıstı. Coğunun kokusu guzeldi. Mavi, beyaz, parlak sarı, mor, koyu kırmızı, parlak kızıl renkteydiler. Bazılarının lale gibi cizgili yaprakları vardı. Her tarafta kucuk kiraz ağacı ve erik calısı kumeleri bulunmaktaydı. Pek cok dar ve kıvrımlı yol adayı turluyordu. Bunlar elkler ve antiloplar tarafından acılmıstı. Neredeyse tam ortada tatlı ve berrak sulu bir pınar vardı; suyu ustu yosun ve cicek acmıs asmalarla kaplı sarp bir kayalığın arasından akıyordu. Burası butun olarak bakıldığında insan eliyle yapılmıs muhtesem bir cicek bahcesi gibiydi, ama cok daha guzeldi. Eski kitaplarda okuduğumuz buyulu manzaralara benziyordu. Hepimiz buraya bayıldık ve kampımızı bu guzel yerde, buyuk bir neseyle kurduk. [Ekip burada bir hafta kalır. Bu sure icinde kuzeydeki komsu araziyi pek cok yonden arastırırlar. Bahsedilen dereden bir miktar kunduz postu sağlarlar. Havalar iyi gider ve gezginlerin o dunyevi cennetten aldıkları hazzı bozan bir sey


olmaz. Ancak Bay Rodman hicbir gerekli onlemi almayı ihmal etmez; her gece, herkes kampta toplanıp eğlenmeye basladığında duzenli olarak nobetciler koyar. Burada esi benzeri gorulmemis solenler duzenleyip icki alemleri yaparlar. Kanadalılar sarkı soyleme ve icki icme konusunda dunyanın en iyisi olduklarını kanıtlarlar. Tek yaptıkları yemek pisirmek ve yemek, dans etmek ve avazları cıktığı kadar bağırarak neseli Fransız sarkıları soylemektir. Gun boyunca kampın islerini yapma gorevi onlara verilmistir. Ekibin daha akıllı uslu elemanları ise avlanmaya ya da tuzak kurmaya gitmektedir. Bunlardan birinde Bay Rodman kunduzların alıskanlıklarını gozlemlemek icin mukemmel bir fırsat yakalar. Onun bu tuhaf hayvana iliskin anlattıkları epey ilginc. Genel tanımlardan bazı yonlerden ayrılması soylediklerini daha da ilginc kılıyor. Bay Rodman'in yanında her zamanki gibi Thornton'la kopeği vardır. Kucuk bir dereyi nehirden yaklasık on bes kilometre uzaklıktaki, dağlık bolgedeki kaynağına dek izlemistir. Ekip sonunda kunduzların dereye set cekerek genis bir bataklık olusturduğu bir yere gelir. Bataklığın bir ucunda buyuk bir soğut ağacları koruluğu vardır; soğutlerin suyun ustune sarktığı bir noktada bu hayvanlardan bir coğu gorulebilmektedir. Maceracılarımız usulca bu soğutlerin yanına giderler. Neptune'u biraz uzakta yere yatırdıktan sonra fark edilmeden buyuk ve kalın bir ağaca tırmanmayı basarırlar; buradan altlarındaki olup bilen her seyi gorebilmektedirler. Kunduzlar setlerinin bir bolumunu onarmaktadır ve islerinin her asaması kahramanlarımız tarafından rahatca izlenebilmektedir. Mimarların teker teker bataklığın kıyısına yaklastıkları gorulur. Her birinin ağzında bir dal parcası vardır; sete tırmanıp dalı cokmus olan kısma ozenle, boylamasına yerlestirirler; hemen ardından bir anda suya dalıp birkac saniye sonra tekrar, ağızlarında bir miktar katı camurla su yuzune cıkarlar ve ayaklarıyla kuyruklarını kullanarak (kuyruklarını mala niyetine kullanmaktadırlar) camurla gediğin ustune yerlestirmis olduktan dalları sıvarlar. Sonra ağacların arasında gozden kaybolurlar ve yerlerini hemen baska kunduzlar alır, bunlar da tamı tamına aynı islemi yinelerler. Boylece setin hasar gormus kısmı kısa surede tamir edilir. Mosyo Rodman ile Mosyo Thornton bu calısma surecini iki saatten fazla izlerler; ikisi de bu zanaatcıların buyuk yeteneğinin tanığıdır. Ama kunduzların dal aramak uzere bataklığın kıyısından ayrılır ayrılmaz soğutlerin arasında gozden kaybolması, daE. A. Poe Butun Hikayeleri ha sonra yaptıklarını da izlemek isteyen gozlemcilerin hic hosuna gitmemistir. Ancak ağacın biraz daha yukarısına tırmanınca her seyi gorurler; anlasılan kucuk bir cınar devrilmistir ve simdi neredeyse tamamen budanmıstır. Birkac kunduz hala geride kalan az sayıdaki dalı kemirmekte, kopardığı her parcayı alıp sete goturmektedir. Bu arada epey kalabalık bir kunduz grubu da cok daha buyuk ve yaslı bir baska ağacın cevresini sarmıs, bunu devirmek icin kemirmekle mesguldur. Ağacın govdesinin etrafında bu yaratıklardan elli altmıs tane vardır. Bunlardan altı yedi tanesi calısmakta, yorulunca yerlerini birer birer arkadaslarına bırakmaktadır. Gezginlerimiz cınarı ilk gorduklerinde buyuk kısmı kesilmistir bile - ama sadece kenarında yukseldiği bataklık kıyısına bakan tarafı. Kesik neredeyse otuz santim genisliğindedir ve bir baltayla acılmıs gibi duzdur. Ağacın dibindeki toprak samanı andıran ince ve uzun kıymıklarla doludur. Bunlar kemirilmis, ama yenmemistir. Bu hayvanların ağacların sadece kabuklarını yediği anlasılıyor. Bazıları calısırken sincap gibi arka ayakları ustunde oturup tahtayı kemirmektedir. Đki on ayağını kesiğin kenarına dayayıp, kafalarını bosluğa daldırmaktadır. Ancak iki tanesi yarığın tamamen icindedir ve kısa sure boyunca buyuk bir sevkle calısıp sonra yerlerini arkadaslarına bırakmaktadır.


Gezginlerimizin, konumları hic rahat olmasa da, cınarın devrilmesini gorme yonundeki meraklan oyle buyuktur ki orada sekiz saat, gunbatımına dek kararlılıkla beklerler. Tek sıkıntıları Neptune'dur. Kopek seti onarmakta olan sıvacılara ulasmak icin bataklığa atlamaktan guclukle alıkonur; cıkardığı seslerle ağactaki kemirgenleri defalarca rahatsız etmistir. Kunduzlar arada sırada, sanki tek bir zihin tarafından harekete gecirilmiscesine irkilip dakikalarca dikkatle etrafı dinlerler. Ancak aksam yaklasırken kopek bu cabalarından vazgecer ve sessizce yere uzanır, kunduzlar da rahatca islerine devam eder. Tam gunes batmaya baslarken oduncular arasında ani bir hareketlenme gorulur; hepsi ağactan asağı inip dokunulmamıs tarafına gecerler. Ağacın bir an sonra yavasca kemirilmis tarafa doğru eğildiği gorulur, ta ki yarığın dudakları birlesene dek. Ama kısmen kesilmemis kısmı tarafından tutulduğundan hala devrilmemektedir. Kemirgenler buna saldırırlar. Yer bulabilenler buyuk bir gayretle kemirmektedir. Bu kısmı cok kısa surede kemirirler. O zaman gerekli acıya onceden dahice getirilmis olan ağac buyuk bir gurultuyle devrilir ve ust dallarının buyuk bir kısmını bataklığa yayar. Bu basarıldıktan sonra topluluktakiler bir tatili hak ettiklerine karar vermis gibi calısmayı hemen keserler ve suyun icinde birbirlerini kovalamaya, dalmaya, kuyruklarıyla yuzeye vurmaya baslarlar. Kunduzların ağac kesme yontemlerine iliskin bu anlatı simdiye kadar okuduklarımız arasında en ayrıntılı olanıdır ve bu hayvanların tasarımları konusundaki soruya kesin yanıtı vermis gibidir. Burada ağacın suya doğru devrilmesine niyetlenilmis olduğu acıktır. Hatırlanacağı gibi Kaptan Bonneville bu hayvanın bu konuda ona atfedilen akıllılığını reddetmistir ve onun ağacı devirmenin otesinde bir amacı olmadığını, devrilme sekli konusunda ince hesaplamalar yapmadığını dusunmektedir. Bu kanının genelde su kıyısında buyuyen ağacların ya govdelerinin o yone eğik olmasından, ya da en ağır dallarını ısık, yer ve hava arayısı icinde, su tarafına uzatmalarından geldiğine inanmaktadır. Kunduzun elbette ki en yakınındaki, derenin ya da golun kıyısındaki ağaclara saldırdığını soyler. Bunlar da kesilince doğal olarak suya doğru duser. Bu mant ık oldukca sağlamdır. Ama kunduzların tasarımları konusunda kesinlikle son sozu soylememektedir ve kunduzların akıl yetisinin en iyi ihtimalle bile pek cok daha asağı hayvan turununkinden cok daha az olduğunu ileri surmektedir - karınca ve arınınkinden bile cok daha az. Eğer kunduza iki ağac sunulsa ve bunlardan biri suya eğik, diğeri olmasa, hayvan muhtemelen birincisini devirirken az once tasvir edilen onlemleri almaya gerek gormeyecek, ama ikincisinde bunları uygulayacaktır. Gunluğun daha sonraki bir bolumunde bu ilginc hayvanın alıskanlıklarına iliskin baska ayrıntılar da verilir. Ayrıca ekiptekilerin kunduz yakalamakta kullandığı yontem de anlatılır. Bunu burada sureklilik adına veriyoruz. Kunduzların temel besin kaynağı ağac kabuğudur. Bunu kıs icin duzenli olarak depolarlar, uygun turu ozenle ve kararlılıkla secerek. Bazen iki ya da uc yuz kunduzdan olusan butun bir kabile hep birlikte yiyecek seferine cıkar ve birbirinin benzeri gibi gorunen ağacların arasından bir tanesini beğenene dek gecerler. Bunu keserler ve en ince dallarını kopardıktan sonra onları esit uzunlukta kısa parcalara ayırırlar. Sonra bu parcaların kabuklarını sıyırıp onları koylerine acılan en yakın dereye goturur ve burada suyun ustune bırakırlar. Kabuklar boylece yuze yuze koye gider. Bazen parcalar kıs icin kabukları soyulmadan depolanır. Bu durumda kabukları yedikten sonra artık tahtaları barınaklarından atmaya, bunları biraz uzağa goturup bırakmaya dikkat ederler. Senenin bahar ayları boyunca erkekler asla evde oturmaz, hep tek baslarına ya da ikiliuclu gruplar halinde gezerler. Boyle zamanlarda akıllılıklarını yitirmis gibidirE.


A. Poe ler ve avcılar tarafından kolayca yakalanırlar. Yazın evlerine geri donup disilerle birlikte kıs icin erzak hazırlamakla mesgul olurlar. Bunlar rahatsız edilince son derece vahsilesen hayvanlar olarak tarif edilmislerdir. Kunduzların kıyılarda yakalandığı da olur: Ozellikle de bahar aylarında yiyecek aramak icin sulara acılmayı seven erkek kunduzların. Bu sekilde yakalandıklarında bir sopa darbesiyle kolayca oldurulebilirler. Ama onları en kesin ve etkili sekilde yakalama yontemi tuzak kurmaktır. Kapanlar hayvanın bacağını kapacak sekilde, basitce yapılır. Tuzakcı kapanı genellikle kıyıya yakın bir yere, su yuzeyinin hemen altına koyar ve camura sapladığı bir direğe kucuk bir zincirle bağlar. Kapanın ağzına kucuk bir dalın bir ucu yerlestirilir. Diğer uc su yuzeyine cıkartılır. Bu uca kunduzları ceken bir koku surulur. Hayvan kokuyu alır almaz burnunu dala surter ve kapanı harekete gecirerek yakalanır. Kapan rahat tasınsın diye cok hafif yapılmıstır. Zincirle cubuğa bağlı olmasa hayvan kapanla birlikte rahatca yuzup kacabilir. Zincirden baska hicbir sey kunduzun dislerine dayanamaz. Deneyimli tuzakcı herhangi bir derenin golcuğundeki kunduzları hemen fark eder. Varlıklarını, deneyimsiz bir gozlemciye bir sey ifade etmeyecek olan yuzlerce belirtiden anlar. Đki gezginin ağac tepesinden buyuk bir dikkatle izlediği, birbirinin esi oduncuların coğu sonradan kapanlara yakalanır ve guzel kurkleri bizim yağmacıların eline duser; bataklıktaki yerlesim yerini de ne yazık ki yıkarlar. Civardaki diğer sular da gezginlere epey eğlence cıkarır. Sonradan derenin ağzındaki adayı Kunduz Adası olarak anımsarlar. Ayın yirmi yedisinde bu kucuk cennetten yuksek moralle ayrılıp nehirdeki o zamana dek olaysız gecmis olan yolculuklarını surdurerek 1 Eylul'de, dikkate değer bir olay yasamadan, guneydeki buyuk bir nehrin ağzına varırlar. Buna kıyısında bol miktarda bulunan kucuk meyvelerden esinlenerek Frenkuzumu Nehri adını verirler. Oysa bu suphesiz Quicourre Nehri'ydi. Gunlukte yolculuğun bu devresi anlatılırken esas olarak her yondeki cayırlıkları karartan cok sayıdaki bufalo surulerinden ve nehrin guney kıyısındaki, o zamandan beri Bonhomme Adası olarak bilinen yerin yukarı ucunun karsısındaki bir kalenin kalıntılarından bahsediliyor. Bu kalıntılar ayrıntılı bir sekilde tasvir edilmis. Bu ayrıntıların onemlileri her acıdan Kaptan Lewis ile Kaptan Clarke'ınkilerle uyusuyor. Gezginler kuzeyde Little Sioux, Floyd, Great Sioux, White-Stone ve Jacques nehirlerinden, guneyde Wawandysenche deresiyle White-Paint Nehri'nden geciyorlar. Ama bu nehirlerden hicbirinde uzun sure durup kapanla avlanmıyorlar. Buyuk Omaha koyunButun Hikayeleri den de geciyorlar, ama gunlukte buradan hic bahsedilmiyor. Bu koyde o zamanlar uc yuz hane vardı ve icinde kalabalık ve guclu bir kabile oturmaktaydı. Ancak Missouri'nin hemen kıyısında olmadığından tekneler muhtemelen gece vakti yakınından gecip gitmis. Cunku ekip Siouxlardan korktuğundan bu ilerleme yontemini uygulamaya baslamıs. Bay Rodman'in anlatısına, 2 Eylul tarihli kısımdan baslayarak devam ediyoruz.] 2 Eylul. Simdi nehrin ulastığımız kıyısı butun raporlara gore Kızılderililer yu zunden tehlikeliydi. Bu yuzden son derece dikkatli hareket etmeye basladık. Burası savascı ve vahsi bir kabile olan Siouxlann bolgesiydi. Siouxlar pek cok kez beyazlara karsı olan dusmanlıklarını sergilemisti ve butun komsu kabile lerle surekli savas halinde oldukları biliniyordu. Kanadalılar, bu kabilenin ne kadar acımasız olduğuyla ilgili pek cok olay anlatıyor, ben de bu korkak yara tıkların bir fırsatını bularak kacmasından, geldiğimiz yoldan donmelerinden cok endiseleniyordum. Bu ihtimali azaltmak icin onlardan birini kanodan alıp yerine Poindexter Greeley'yi gecirdim. Butun Greeleyler kıyıdan gitmeyi bıra


kıp teknelere dondu; hem de atlarını serbest bırakarak. Simdi duzenimiz soy leydi: Kanoda Poindexter Greeley, Pierre Junot, Toby ve bir Kanadalı vardı buyuk teknede benimle birlikte Thornton ve Wormley; John, Frank, Robert ve Meredith Greeley; uc Kanadalı ve kopek. Aksamustu yola cıktık ve guneyden siddetli bir ruzgar estiğinden epey ilerledik. Ancak gece olunca sığ sulardan gecmekte epey gucluk cektik. Ama daha sonra yolculuğumuzu gunbatımına az bir sure kalana dek, hicbir engelle karsılasmadan surdurdukten sonra bir de renin ağzına girdik ve tekneleri calılıkların arasına sakladık. 3 ve 4 Eylul. Bu iki gun boyunca yağmur yağdı ve cok sert ruzgarlar esti. Bu yuzden dinlenmek icin cekildiğimiz yerden ayrılmadık. Hava moralimizi epey bozdu; Kanadalıların korkunc Siouxlara iliskin anlattıkları da keyfimizin yeri ne gelmesini sağlamadı haliyle. Hepimiz buyuk teknenin kamarasına dolustuk ve ilerde ne yapacağımıza dair konustuk. Greeleyler gezginlerin oykulerinin uydurma olduğunu ve Siouxların bizi fazla rahatsız edemeyeceğini, dusmanca davranacak kadar ileri gitmeyeceklerini dusunuyor, tehlikeli bolgeden gozupekce gecmemiz gerektiğini savunuyordu. Ancak Wormley, Thornton ve Pier re (hepsinin de Kızılderililerle macerası olmustu) simdiki tutumumuzun en iyisi olduğunu dusunuyordu, her ne kadar yolculuğumuzu epey yavaslatıyor olsa da. Ben de onlarla aynı kanıdaydım. Simdiki tutumumuzla Siouxlarla ca tısmaya girmekten kacınabilirdik. Gecikmeyi de onemli bulmuyordum. 5 Eylul. Geceleyin yola cıktık ve on bes kilometre ilerledik. Sonra gun doğarken teknelerimizi onceki gibi dar bir derede sakladık. Burası bu ise cok uygundu, cunku ağzı sık ağaclı bir ada tarafından neredeyse tamamen ortuluyordu. Yağmur tekrar siddetle yağmaya basladı ve kamaraya dolusana kadar hepimiz iliklerimize kadar ıslandık. Kotu hava iyice moralimizi bozmustu. Ozellikle Kanadalıların suratlarından dusen bin parcaydı. Simdi nehrin akıntının guclu olduğu dar bir kısmına gelmistik. Suyun her iki tarafında sarp kayalıklar yukseliyordu ve bunlar mese, karaceviz, disbudak ve kestane ağaclarıyla kaplıydı. Boyle bir gecitten gece vakti bile fark edilmeden gecmenin cok guc olacağını biliyorduk. Saldırıya uğrama endisemiz iyice artmıstı. Yolculuğumuza gec vakitte cıkmaya ve cok usulca ilerlemeye karar verdik. Saat onda, tam yola cıkmaya hazırlanırken kopek hırıldadı. Hemen tufeklerimize sarıldık. Ama gelen Ponca kabilesinden tek basına bir Kızılderiliydi. Kıyıdaki nobetcimizin yanına samimiyetle yaklasıp elini uzattı. Onu tekneye aldık ve viski verdik. O zaman dili cozuldu ve bize nehrin birkac kilometre asağısında yasayan kabilesinin gunlerdir hareketlerimizi izlemekte olduğunu soyledi. Ama Poncalar dosttu ve beyazlara saldırmayacaklardı. Geri donusumuzde bizimle alısveris yapacaklardı. Onu simdi beyazları Siouxlara karsı uyarmak icin gondermislerdi. Azılı soyguncular olan Siouxlar nehrin otuz kilometre yukarısındaki bir donemecte ekibi beklemekteydi. Uc grup halindeydiler ve niyetleri bizi oldurerek yıllar once bir Fransız tuzakcının seflerinden birine yaptığı bir hakaretin intikamını almaktı. 4. BOLUM [Gezginlerimizi 5 Eylul sabahında bıraktığımızda Siouxların saldırısından korkuyorlardı. Bu kabilenin vahsiliğine iliskin abartılı hikayeler ekibi onlardan uzak durmayı istemeye itmisti. Ama dost Ponca'nın anlattıkları bir carpısmanın kacınılmaz olduğunu ortaya koyuyordu. Bu yuzden gece yolculukları, akıllıca olmadıkları dusunulerek iptal edildi ve meseleye daha doğrudan yaklasmaya, saldırgan davranmakla bir sey elde edip edemeyeceklerini gormeye karar verirler. Besinci gecenin kalanını carpısma hazırlıklarıyla gecirirler. Buyuk tekne olabildiğince hazırlanır ve duruma uyacak en tehditkar gorunume burundurulur. Baska bir savunma tedbiri de topun ve kutu kutu mermilerin yukarı,


kamaraya cıkarılmasıdır. Maceracılar gunbatımından hemen once arkalarına guclu bir ruzgarı alarak yuksek bir moralle yola cıkar. Dusman korktuklarını ya da kendilerine guvenmediklerini anlamasın diye butun ekip Kanadalılara katılıp avazları cıktığı kadar bağırarak sarkı soylemekte, sesleri ormanda yankılanmakta, bufaloları bile kendilerine baktırmaktadırlar. Siouxların gercekten de Bay Rodman'in umacıları olduğu anlasılıyor. Bay Rodman onlardan ve yurekliliklerinden buyuk bir vurguyla bahsediyor. Anlatısında kabilenin ayrıntılı bir tasviri yer alıyor. Bu anlatıdaki sadece yeni ya da ilginc kısımlara değinebiliriz. Sioux, Fransızların bu Kızılderililere verdiği isimdir - Đngilizler bu ismi Seus'e. donusturmustur. Kendi dillerindeki isimlerinin Darcota olduğu soylenir, ilk yerlesim yerleri Mississippi ustundeydi, ama sonra topraklarını genislettiler. Gunluğun yazıldığı tarihte Mississippi, Saskatchawine, Missouri ve Winnipeg Golu'yle Red Nehri arasındaki genis bolgenin neredeyse tamamını ellerinde tutmaktaydılar. Cesitli kabilelere bolunmuslerdi. Asıl Darcotalılar, Winowacantlardi. Fransızlar tarafından Gens du Lac olarak adlandırılıyorlardı. Yaklasık bes yuz savascıları vardı ve Mississippi'nin her iki yakasında, St. Anthony Selalesi civarında yasıyorlardı. Winnowacantların yasadığı bolgenin kuzeyinde, St. Peter Nehri uzerinde Wappatomiesler yasıyordu. Bunların iki yuz adamı vardı. St. Peter'ın daha da yukarısında Wappytootieler vardı. Bunlar yuz kisiydi ve Fransızlar tarafından Gens des Feuilles olarak adlandırılıyordu. Nehrin iyice yukarısında, kaynağının yakınında iki yuz kisiden olusan Sissytoonieler yasıyordu. Missouri'de Yanktonlar ve Tetonlar yasıyordu. Yanktonlar kuzey ve guney olmak uzere iki kola ayrılıyordu. Bunların birincisi Red, Sioux ve Jacques nehirlerinin kaynaklarının bulunduğu ovalarda gocebe yasamı suruyordu. Sayılan bes yuz civarındaydı. Guney kolu Des Moines Nehri'yle Jacques ve Sioux nehirleri arasındaki araziyi elinde tutuyordu. Ama en vahsi olarak bilinen Siouxlar Tetonlardır. Bunlar dort kabileden olusmaktaydı -Saonieler, Minnakenozzieler, Okydandieler ve Brois-Bruleler. Simdi bizim gezginlerimize pusu kurmus bekleyenler iste bu sonunculardı. Butun ırkın en vahsi ve en tehlikelileriydiler. Yaklasık iki yuz adamdan olusuyorlardı. Missouri'nin her iki tarafında, Kaptan Lewis ve Kaptan Clarke tarafından White ve Teton olarak adlandırılan nehirlerin yakınında yasamaktaydılar. Chayenne Nehri'nin hemen asağısında sayıları yuz elli olan Okydandieler bulunmaktaydı. Minnakenozzieler -iki yuz elli kisi kadardı- Chayenne ile Watarhoo arasındaki bir bolgede yasamaktaydı. Teton kabilelerinin en buyuğu olan, uc yuz savascılı Saonieler ise Warreconne civarında yasıyordu. Bu dort kolun -gercek Siouxların- dısında bes ayrılıkcı kabile bulunmaktayE. A. Poe Butun Hikayeleri di: Assiniboin ve Missouri arasındaki Mouse Nehri civarında yasayan Menatope Assiniboinler (iki yuz); White Nehri'nin her iki yakasındaki Gens de Feuilles Assiniboinler (iki yuz elli); Porcupine ve Milk nehirlerinin kaynakları arasında gezinen Big Deviller (dort yuz elli); ve isimlerinden bahsedilmeyen ama Saskatchawine boyunca gezinen ve sayıları toplam yedi yuz adamı bulan iki kabile daha. Siouxlar fiziksel olarak genelde cirkin bir ırktır. Bizim insan formu anlayısımıza gore kolları govdelerine gore cok kısadır - elmacık kemikleri cıkık, gozleri patlak ve donuktur. Erkeklerinin kafası tıraslıdır, tam tepedeki kucuk bir nokta dısında. Burada uzatılan uzun bir sac kumesi orgulere ayrılarak omuzlara bırakılır. Bu sac kumesine cok ozen gosterilir, ama arada sırada, yas ya da buyuk uzuntu zamanlarında kesilir. Tamamen giyinmis bir Sioux sefinin goruntusu carpıcıdır. Govdenin tum yuzeyi yağ ve komurle boyanır. Deri bir gomlek bele kadar iner. Bel kısmında yine deriden, bazen de kumastan, yaklasık


iki bucuk santim genisliğinde bir kusak vardır. Bu uylukların arasından gecen kalın bir kuması ya da deriyi tutar. Sırtta bufalo derisinden beyaz bir harmani vardır. Bunun tuylu kısmı iyi havada iceri, yağmurlu havada dısarı cevrilir. Bu harmani tum vucudu ortecek kadar buyuktur ve ustunde genellikle sus niyetine kirpi dikenleri vardır (savascı hareket ettikce bunlar tıkırdar), ayrıca giyinenin savascı olduğunu gosteren cok sayıda ve sekilde figur kabaca resmedilmistir. Basın tepesine kirpi dikenleriyle suslenmis bir atmaca tuyu tutusturulur. Antilop derisinden tozluklar pantolon islevini gorur. Her iki yanlarında yaklasık bes santim aralıklı dikis yerleri bulunur. Bu tozlukların ustunde kucuk insan sacı tutamlan vardır; kafa derisi avlarının ganimetleri. Mokasenleri elk ya da bufalo derisinden yapılmadır. Giyilirken tuylu kısımları ictedir. Onemli durumlarda sef cizmelerinin topuklarına kokarca derisi asar. Siouxlar bu gurultucu hayvanı cok sever. Kokarca derisini tutun kesesi ve benzeri seyler yapmakta kullanırlar. Sefin karısının kıyafeti de carpıcıdır. Uzun sacı alnından ayrılır ve sırtından gevsekce dokulur ya da bir tur fileyle toplanır. Mokasenleri kocasınınkinden farklı değildir; ama tozlukları sadece dizlerine dek cıkar. Tozluklar, omuzların arkasından gecen bir iple, elk derisinden yapılmıs kaba saba bir gomlekle diz hizasında birlesir. Bu gomlek genellikle bel kısmından bir kusakla sarılır ve ustune erkeklerinkine benzeyen, bufalo derisinden bir harmani giyilir. Teton Siouxlarının cadırlarının oldukca sağlam olduğu gorulur. Beyaz bufalo derisinden yapılır ve iyi kurulurlar. Direkler tarafından desteklenirler. Bu kabilenin hakimiyetindeki bolge Missouri kıyılan boyunca iki yuz elli kilometre kadar uzanır ve genellikle genis cayı___________rlıklardır, ama burada yer yer tepelere de rastlanır. Bu tepelerin hepsi boğazlar ya da dar ve derin koyaklarla bolunur. Bu koyaklar yaz ortasında kurudur, ama yağmur mevsiminde camurlu ve siddetli sellerin aktığı kanallara donusur. Đki yanlarında sık korular vardır. Ama yore genellikle cıplak bir ovadır. Bitki ortusu seyrektir ve ağacsızdır. Toprak cesitli mineraller acısından zengindir -bunların arasında sodyum sulfat, bakır, kukurt ve sap bulunur. Bu mineraller nehir suyuna pis bir koku ve tat verir. En cok rastlanan yabanıl hayvanlar bufalo, geyik, elk ve antiloptur. Gunluğe geri donuyoruz.] 6 Eylul. Arazi acıktı. Oldukca hos bir gundu. Bu yuzden saldırı beklememize karsın hepimizin morali yerindeydi. Henuz tek bir Kızılderili bile gormemistik ve o korktuğumuz bolgede hızla ilerliyorduk. Ancak o vahsilerin yontemlerini iyi bildiğimden gozlendiğimizden emindim ve onlara iyi bir pusu yeri teskil edecek ilk boğazda bize saldıracaklarını dusunuyordum. Oğle vakti bir Kanadalı "Siouxlar! Siouxlar!" diye haykırdı ve dikkatimizi uzun, dar bir koyağa cekti. Bu koyak bozkırı solumuzdan kesip guney yonunde goz alabildiğine uzanıyordu. Burası bir dere yatağıydı, ama suları simdi epey alcaktı ve kenarları her iki tarafta dev, duz duvarlar gibi yukseliyordu. Durbunle bakınca Kanadalıyı alarma gecirenin ne olduğunu hemen kesfettim. Buyuk bir atlı vahsiler grubu boğazdan iniyordu. Bizi gafil avlamak niyetinde oldukları belliydi. Onları taktıkları tuylerden fark etmistik; koyağın yatağının yukseldiği yerlerde, sel cukurunun kenarlarında belirip kaybolan tuyler vardı. Bu tuylerin hareketinden atlı olduklarını anlayabiliyorduk. Grup buyuk bir hızla bize yaklasmaktaydı. Herkese hızla kurek cekmelerini emrettim. Boylece derenin ağzını onlar varmadan gecebilecektik. Kızılderililer fark edildiklerini hızımızın artmasından anlayınca hemen cığlıklar atıp boğazdan cıktılar ve ustumuze doğru dortnala gelmeye basladılar. Sayıları yaklasık yuz kadardı. Durumumuz simdi biraz kaygı vericiydi. Missouri'nin baska herhangi bir yerinde olsak gunduz vakti bu capulculardan korkmazdım, ama burada kıyılar


oldukca sarp ve yuksekti ve vahsiler tepemizde kalıyordu. O cok guvenmis olduğumuz top ise ise yaramıyordu. Ayrıca nehrin ortasındaki akıntı oyle calkantılı ve gucluydu ki silahlarımızı bırakıp tum gucumuzle kurek cekmeden ilerleyemezdik. Sular kuzey kıyısına yakın yerlerde bir kano icin bile sığ sayıE. A. Poe Butun Hikayeleri lırdı ve ilerlemek istiyorsak tek caremiz solumuzdaki guney kıyısına bir tas atımı mesafeden gitmekti. Bu durumda tamamen Siouxların insafına kalmıs olacaktık. Burada sırıklarımızın, ruzgarın ve anaforun yardımıyla ilerleyebilirdik. Vahsiler bize buradayken saldırsalar kurtulma sansımız yoktu. Hepsi de yay ve oklarla, kucuk yuvarlak kalkanlarla silahlanmıstı. Oldukca soylu ve pitoresk gorunuyorlardı. Bazı seflerin mızrakları vardı. Bunların uclarına rengarenk bayraklar takılmıstı. Sefleri gercekten yiğit gorunuslu adamlardı. Ya talihimiz yaver gitti, ya da Kızılderililer buyuk bir aptallık yaptı ve bu ikilemden hic beklenmedik bir sekilde kurtulduk. Vahsiler tam tepemizdeki kayalara tırmandıktan sonra tekrar haykırıp bir dizi el kol hareketi yaptılar. Durup kıyıya cıkmamızı talep ettiklerini hemen anladık. Boyle bir talep bekliyordum; ama bu talebe uymadan yolumuza devam etmenin en akıllıcası olacağına karar vermistim. Durmayı reddedisimin en azından iyi bir etkisi oldu, cunku bu Kızılderilileri son derece sasırtmıs gibiydi. Kendilerine karsılık vermeden ilerlemeyi surduren bize, bu tedbire kesinlikle anlam veremeden, son derece gulunc bir sekilde bakakaldılar. Sonra aralarında hararetle konusmaya basladılar ve en sonunda bizden bir sey elde edemeyeceklerini anlayınca atlarının baslarını guneye cevirip dortnala giderek gozden kayboldular. Gitmelerine sevindiğimiz kadar sasırmıstık da. Bu arada elimize gecen fırsatı en iyi sekilde değerlendirdik ve dusmanlarımızın geri donmesini beklediğimizden o sarp kıyılı bolgeden bir an once cıkmak icin canla basla calıstık. Onları yaklasık iki saat sonra guneyde, epey uzakta gorduk. Sayıları cok azalmıstı. Dortnala yaklasıyorlardı ve kısa surede nehre vardılar. Ama simdiki konumumuz cok daha avantajlıydı, cunku kıyılar eğimliydi ve vahsileri mermilerimizden koruyacak ağaclar yoktu. Dahası akıntı eskisi kadar guclu değildi ve nehrin ortasında kalabiliyorduk. Anlasılan grup sadece bir tercuman bulmak icin geri cekilmisti. Tercuman iri, demir kır bir atın ustunde belirdi ve nehre girip yuzmeden olabildiğince ilerledikten sonra bize kotu bir Fransızcayla durup kıyıya cıkmamızı seslendi. Buna Kanadalılardan biri aracılığıyla karsılık verdim. Arkadaslarımız Siouxlar istiyorsa kısa sureliğine durup sohbet etmekten memnunluk duyacağımızı, ama ulu buyucumuzun (burada Kanadalı durup topu gosterdi) yoluna devam etmek istediğini; durmaktan rahatsız olacağını ve ona itaatsizlik etmeye korktuğumuzu soylettim. Bunun uzerine kendi aralarında sinirli bir sekilde fısıldasmaya ve el kol hareketleri yapmaya basladılar. Ne yapacaklarını bilemez gibiydiler. Bu arada tekneler uygun bir konumda demir atmıstı ve simdi gerekirse savasmaya, bu vahsilere gelecekte iclerini korkuyla dolduracak kadar sıcak bir karsılama toreni duzenlemeye hazırdım. Bu Siouxlarla iyi iliskiler kurmanın neredeyse olanaksız olduğunu dusunuyordum, cunku ozde dusmanımızdılar ve bizi oldurmelerini sadece guclu olduğumuzdan emin olmaları engelleyebilirdi. Simdiki taleplerine uyup karaya cıksak, tavizler ve bağıslarla gecici bir guvenlik sağlasak bile bu uzun vadede ise yaramayacak, bu belaya cozum getirmekten cok etkilerini biraz hafifletecekti o kadar, intikamlarını eninde sonunda alacakları kesindi ve eğer simdi gitmemize izin verirlerse daha sonra, daha az avantajlı olduğumuz bir konumda bize saldırabilirlerdi. Oysa burada onları hem geri puskurtebilir, hem de yureklerine korku salabilirdik. Buradaki konumumuz sayesinde onlara unutamayacakları bir ders verebilirdik; ve boyle bir konum da bir


daha elimize gecmeyebilirdi. Boyle dusunduğum ve Kanadalılar dısındaki herkes bana katıldığı icin curetkarca davranmaya ve saldırgan bir tutumdan sakınmak yerine bu tutumu canlandırmaya karar verdim. Doğru tavır bu olacaktı. Gorebildiğimiz kadarıyla vahsilerin atesli silahlan yoktu, seflerinden birinin tasıdığı eski bir karabina dısında. Okları ise aramızdaki buyuk mesafe yuzunden pek etkili olmazdı. Sayıları konusunda da endiselenmiyorduk. Konumlan yuzunden topumuzun gullelerine acık hedef olusturuyorlardı. Jules (Kanadalı) ulu buyucumuzu rahatsız etmekten korktuğumuzu soyleyerek konusmasını bitirip de bunun vahsiler arasında yarattığı huzursuzluk biraz dinince, tercuman tekrar konustu ve uc soru sordu. Đlk soru yanımızda tutun, viski ya da atesli silah bulunup bulunmadığıydı - ikincisi buyuk teknemizi, alcaklıklarıyla unlu Ricareelerin bolgesine dek goturmekte Siouxlann yardımını isteyip istemediğimiz - ucuncu olarak da ulu buyucumuzun aslında "cok buyuk ve guclu, yesil bir cekirge" olup olmadığıydı. Jules buyuk bir ciddiyetle sorulmus bu sorulara karsılık olarak benim su yanıtlanmı iletti. Birincisi, yanımızda epey viski ve tutun, aynca sonsuz miktarda atesli silah ve barut vardı - ama ulu buyucumuz bize Tetonlann, Ricareelerden daha alcak haydutlar olduğunu, bizim dusmanımız olduklannı, gunlerdir tuzak kurup bizi oldurmek icin beklediklerini, onlara hicbir sey vermememiz ve onlarla kesinlikle gorusmememiz gerektiğini soylemisti. Bu yuzden istesek bile ulu buyucuyu ofkelendirmekten korktuğumuzdan onlara bir sey veremezdik. Đkincisi, ulu buyucu Teton Siouxlanndan bu sekilde bahsettiğinden onların teknemizde kurek cekmesine izin veremezdik. Ucuncusu, ulu buyucu SiouxlaE. A. Poe Butun Hikayeleri rın kendisinden "buyuk yesil cekirge" diye bahsettiklerini duymadığı icin sanslıydılar. Cunku duysa onlara cok kotu seyler yapabilirdi. Ulu buyucumuz kesinlikle buyuk yesil bir cekirge değildi ve eğer hemen topluca kendi yollarına gitmezlerse bunu ne yazık ki kısa surede cok kotu bir sekilde anlayacaklardı. Đcinde bulunduğumuz tehlikeye karsın, vahsilerin bu yanıtları dinlerken takındıkları derin takdir ve hayret edası karsısında ciddi ifadelerimizi korumakta zorlandık. Onların Ricareelerden daha alcak haydutlar oldukları yolundaki o talihsiz sozleri sarf etmis olmasam inanıyorum ki hemen dağılacaklardı. Bunun onlara yapılabilecek en buyuk hakaret olduğu anlasılıyordu, inanılmayacak kadar ofkelendiler. Ara ara son derece buyuk bir vurgu ve heyecanla "Ri-caree! Ricaree!" diye haykırdıklarım isitiyorduk. Gorebildiğimiz kadarıyla tum grup ikiye ayrılmıstı: Gruplardan biri ulu buyucunun korkunc kudretini, diğeriyse Ricareelerden daha alcak haydutlar oldukları yolundaki buyuk hakareti vurguluyordu. Bu arada biz nehrin ortasındaki konumumuzu koruyorduk. Bize karsı yapacakları ilk harekette o haydutlara top atısımızı tattırmakta kararlıydım. Sonunda iri demir kırın ustundeki tercuman tekrar nehre girdi ve simdiye kadar nehirde ilerlemis olan butun solukbenizlilerin Siouxların dostu olduğunu ve onlara buyuk armağanlar verdiğini, bu yuzden onların (Tetonların) karaya cıkıp butun atesli silahlarımızla tutunumuzun yarısını vermezsek bize bir adım dahi attırmamakta kararlı olduklarını, bizim Ricareelerin (simdi Siouxlarla savastaydılar) dostu olduğumuzun acık olduğunu ve onlara malzeme goturmek istediğimizi, bunu yapmamamız gerektiğini, son olarak da ulu buyucumuz hakkında pek iyi seyler dusunmediklerini, cunku Tetonların niyeti konusunda bize yalan soylemis olduğunu ve biz aksini dusunsek de kesinlikle buyuk yesil bir cekirgeden baska bir sey olmadığına inandıklarını soyledi. Tercuman buyuk yesil cekirgeye iliskin bu son sozleri soylerken butun topluluk ona katıldı ve toplu halde avazları cıktığı kadar bunu bağırarak tekrarladılar: Ulu buyucunun kendisi bu satasmayı duyabilsin diye. Aynı anda cılgınca hareketlendiler;


atlarını kısa cemberler icinde ofkeyle dortnala surmeye, kucumseyici ve kaba el kol hareketleri yapmaya, mızraklarını sallamaya, oklarını yaylarına yerlestirmeye basladılar. Bir sonraki hamlelerinin saldırı olacağını biliyordum, bu yuzden ekibimizde kilerden herhangi biri dusman silahlarıyla yaralanmadan hemen saldırmaya karar verdim. Gecikmek bir sey kazandırmayacaktı, her sey hızlı ve kararlı hareket etmeye bağlıydı. Đyi bir fırsat bulur bulmaz topu ateslemeleri emrini verdim ve emrim anında yerine getirildi. Atesin etkileri muthis oldu ve sonucları bizi tamamen tatmin etti. Kızılderililerden altısı oldu, belki bunun uc misli kadarı da ağır yaralandı. Geriye kalanlar buyuk bir dehsete ve saskınlığa kapıldı ve biz topu tekrar doldurduktan sonra demir alıp gozupekce karaya yaklasırken bozkıra doğru son surat kactılar. Kıyıya vardığımızda ortalıkta yaralı olmayan tek bir Teton bile gorulmuyordu. Tekneleri John Greeley ile uc Kanadalıya emanet edip adamların geri kalanıyla karaya cıktım ve ciddi ama tehlikeli olmayacak sekilde yaralanmıs bir vahsiyle Jules aracılığıyla konusmaya basladım. Ona beyazların Siouxlara ve butun Kızılderililere karsı iyi niyet beslediğini; topraklarına gelmemizin tek sebebinin kunduz avlamak ve Yuce Ruh'un kırmızı adamlara vermis olduğu guzel diyarları gormek olduğunu; yeterince kurk topladıktan ve istediğimiz her seyi gordukten sonra evimize geri doneceğimizi; Siouxların, ozellikle de Tetonların saldırgan bir ırk olduğunu isittiğimizi, bu yuzden de kendimizi korumak icin yanımızda ulu buyucuyu getirdiğimizi; ulu buyucunun kendisine buyuk yesil bir cekirge diyerek (ki kesinlikle boyle bir sey değildi) katlanılmaz bir hakaret yapmıs olmalarından dolayı cok kızdığını; onu kacan savascıların pesinden gitmemeye ve yaralıları kurban etmemeye guc bela ikna ettiğimi; onu yatıstırmayı sadece vahsilerin bundan sonra iyi davranacaklarını temin ederek basarmıs olduğumu soyledim. Konusmamın bu kısmında zavallı adam epey rahatlamıs gorundu ve dostluk gostergesi olarak elini uzattı. Elini sıktım ve rahatsız edilmediğimiz surece onu ve arkadaslarını koruyacağımı soyledim. Bu sozun ardından kendisi ve yaralılar icin ona yirmi torba tutun, birkac kucuk hırdavat, boncuklar ve kırmızı pazen armağan ettim. Bunlar olup biterken kacan Siouxlara karsı gozlerimizi dort acmıstık. Ben hediyeleri vermeyi bitirirken uzakta birkac grup halinde belirdiler. Yaralı vahsi de gelenleri gormustu. Ama onları gormemis gibi yapmayı tercih ettim ve kısa sure sonra teknelerimize donduk. Bu olayın tamamı uc saatimizi almıstı ve tekrar yola cıktığımızda saat ucu geciyordu. Buyuk bir hızla ilerledik, cunku gece olmadan o bolgeden ayrılmak istiyordum. Arkamızdan guclu bir ruzgar esiyor ve akıntı ırmağın genislemesinden dolayı giderek hafifliyordu. Bu yuzden epey yol aldık ve saat dokuzda kuzey kıyıya ve bir derenin ağzına yakın, buyuk, sık ilikli bir adaya vardık. Burada kamp kurmaya karar verdik. Daha kıyıya yeni ayak basmıstık ki Greeleylerden biri iri bir bufalo vurdu. Burada bir suru E.A. Poe Butun Hikayeleri bufalo vardı. Gece icin nobetciler diktikten sonra aksam yemeği yedik ve epey viski ictik. O gun olup bitenlerden bahsetmeye basladık. Adamların coğu, olanlara mukemmel bir saka seklinde yaklasıyordu. Ama ben bu konuda kesinlikle neseli olamıyordum. Đlk kez insan kanı dokmustum. Her ne kadar mantığım en bilgece ve en merhametli sekilde davranmıs olduğumu soylese de, yine de vicdanım mantığıma bile kulak vermeyi reddediyor ve kulağıma inatla "insan kanı doktun." diye fısıldıyordu. Saatler ağır ağır gecip gitti. Uyuyamıyordum. Sonunda safak taze ciğleriyle, daha da taze esintileriyle ve gulumseyen cicekleriyle soktu ve zihnime bir cesaret, bir curetkarlık verdi; olanlara yeniden bakmamı ve bunun kosullara uygun tek davranıs sekli olduğunu


gormemi sağladı. 7 Eylul. Yola erken cıkıp epey yol aldık. Doğudan guclu ve soğuk bir ruzgar esiyordu. Oğle civarında Great Bend denen donemecin ust boğazına vardık. Burada nehir tam elli kilometre dolanıyor, oysa karadan duz gidildiğinde yol bir bucuk kilometre ancak surer. Bunun on kilometre ilerisinde guneyden ge len, yaklasık otuz metre genisliğinde bir cay vardı. Buradaki arazinin yapısı il gincti. Nehrin her iki yakası suların kayalardan indirdiği ve kilometrelerce uza nan yuvarlak cakıllarla doluydu. Kanal cok sığdı ve burada epey kum tepesi vardı. Burada en cok rastlanan ağac sedirdi. Cayırlıklar bir tur sert ve dikenli armutla kaplıydı. Adamlarımız, mokasenleriyle bunların ustunde yurumekte epey zorlandı. Gunbatımına doğru, dar bir kanaldan sakınmaya calısırken buyuk teknenin iskele tarafını bir kum tepeceğinin kenarına bindirdik. Bu bizi oyle yan dondurdu ki tum cabalarımıza karsın az kalsın icerisi suyla doluyordu. Barut ve Kızılderili malları epey zarar gormustu. Teknenin yan yattığını gorunce hemen suya atlayıp (burada derinliği koltukaltı hizasındaydı) devrilmesini kaba kuvvetle engelledik. Ama bir ikilemdeydik, cunku hepimiz birlikte teknenin devrilmesini ancak engelliyorduk ve onu ilerletip uzaklastıracak tek bir adam bile ayıramaz durumdaydık. Tam umutsuzluğa dusmek uzereyken kum tepesinin birden cokmesi bizi beklenmedik bir sekilde rahatlattı. Bu civardaki nehir yatağında buyuk bir hızla ve gorunurde sebepsizce yer değistiren kum tepelerinden epey var. Kum sert, sarı ve inceydi; kuruduğunda cam gibi parlıyor, neredeyse dokunulamayacak kadar inceliyordu. 8 Eylul. Hala Teton bolgesinin ortasındaydık. Gozlerimizi dort acmıstık. Ola bildiğince seyrek ve sadece adalarda duruyorduk. Bu adalar cesitli av hayvanlarıyla doluydu - bufalolar, elkler, geyikler, keciler, siyah kuyruklu geyikler, antiloplar ve turlu turlu yağmurkusları ve yabani kazlarla. Keciler son derece uysaldı ve sakalları yoktu. Burada nehrin asağısındaki kadar bol balık bulamadık. John Ravine kucuk adalardan birindeki bir koyakta beyaz bir kurt oldurdu. Suda ilerlemenin gucluğu ve cekme halatını sık sık kullanmak zorunda kaldığımızdan bugun fazla yol alamadık. 9 Eylul Hava iyice soğudu. Bu da Sioux topraklarından cıkma isteğimizi ar tırdı. Cunku kıs kampımızı onların bolgesinde kurmak cok tehlikeli olurdu. Gayrete gelip hızla ilerledik. Kanadalılar bağıra cağıra sarkı soyluyordu. Arada sırada cok uzakta tek basına bir Teton gorduğumuz oluyordu, ama bize saldır mayı denemediler, bu da cesaretimizi artırdı. Gun boyunca kırk kilometre kat ettik ve gece av hayvanı kaynayan, kavak ağaclarıyla dolu bir adada buyuk bir neseyle kamp kurduk. [Bay Rodman'in maceralarının bundan sonraki kısmını 10 Nisan'a dek atlıyoruz. Ekim'in sonuna kadar onemli bir sey olmuyor. Grup bu tarihte Su Samuru Cayı adını verdikleri kucuk bir caya ulasıyor ve bunun bir bucuk kilometre kadar otesindeki bir adada ahsap bir korunak insa ederek kısı burada geciriyor. Burası eski Ricara koylerinin hemen yukarısındadır. Ricara Kızılderililerinden pek cok grup gezginleri ziyarete gelir ve oldukca dostca davranırlar. Tetonlarla yaptıkları carpısmayı duymuslar ve sonuc onları epey memnun etmistir. Siouxlarla baska herhangi bir sorun yasamazlar. Kıs hos bir sekilde ve onemli bir olay olmadan gecip gider. 10 Nisan'da ekip tekrar yola cıkar.] 5. BOLUM 10 Nisan 1792. Hava simdi tekrar cok guzeldi ve hepimizin keyfini adamakıl lı yerine getirdi. Gunes guclenmeye baslamıstı ve Kızılderililerin soylediğine gore nehrin ileriki yuz elli kilometrelik kısmı buzsuzdu. Kucuk Yılan [Ricareelerin sefi; kıs boyunca gezginlere epey dostluk gostermisti] ve kabilesine icten


bir uzuntuyle veda ettikten sonra, kahvaltının ardından yola cıktık. Perrine [Hudson Bay Kurk Sirketi'nin adamlarından biri; Petite Cote'a gitmekteydi] ilk on bes kilometre boyunca uc Kızılderiliyle bize eslik etti. Sonra bizden ayrılıp koye geri dondu. Sonradan oğrendiğimiz kadarıyla orada hakaret ettiği bir Kı zılderili kadın tarafından vahsice oldurulmus. Perrine'den ayrıldıktan sonra nehirde buyuk bir hızla ilerledik ve hızlı akıntıya karsın epey yol kat ettik. Oğ leden sonra birkac gundur sikayet etmekte olan Thornton hastalandı. Durumu o kadar kotuydu ki tum ekibi adaya geri dondurup o iyilesene kadar orada bekletecektim. Ama bu teklifime oyle hararetle karsı koydu ki fikrimden caydım. Ona kamarada rahat bir yatak yaptık ve cok iyi baktık. Ama atesi cok fazlaydı ve ara ara sayıklamaya basladı. Onu kaybedeceğimizden korkuyordum. Bu arada kararlılıkla ilerliyorduk ve gece olduğunda otuz kilometreden fazla yol kat etmistik - mukemmel bir calısmaydı bu. 11 Nisan. Hava hala guzeldi. Yola erken cıktık. Ruzgar iyiydi ve bize epey yardım etti. Thornton'un hastalığı olmasa aslında hepimiz keyifli olacaktık. Durumu cok daha kotulesmis gibiydi. Ne yapacağımı bilemiyordum. Rahat etmesi icin elimizden gelen her seyi yaptık. Kanadalı Jules ona sifalı otlardan cay yaptı. Bu cay terlemesini ve atesini epey azalttı. Gece kuzey kıyısında karaya cıktık. Uc avcı ay ısığında avlanmak uzere cayırlıklara gittiler ve sabah semiz bir antilopla donduler; ama tufekleri yoktu. Anlattıklarına gore bolgede kilometrelerce ilerledikten sonra guzel bir dereciğin kıyısına varmıslardı. Burada Saonie Siouxlarından olusan buyuk bir savascı grubunu gorunce epey sasırmıs ve kaygılanmıslardı. Siouxlar onları hemen esir almıs ve derenin diğer tarafındaki, bir bucuk kilometre otedeki, duvarları camur ve sopalardan yapılma bir ağıla goturmuslerdi. Bunun icinde buyuk bir antilop surusu varmıs ve yenileri iceri girmeye devam ediyormus. Ağılın kapıları hayvanların kacmalarını onleyecek sekilde yapılmıs. Bu Kızılderililerin her sene yaptıkları bir seymis. Sonbaharda antiloplar yiyecek ve barınak bulmak icin cayırlardan nehrin guneyindeki dağlık bolgelere cekiliyorlar. Baharda nehri buyuk sayılar halinde tekrar gecerken kandırılarak yukarıda bahsedilen turden sağlam bir ağıla sokularak kolayca yakalanıyorlarmıs. Avcıların (John Greeley, Peygamber ve bir Kanadalının) Kızılderililerin (sayıları elliyi buluyordu) elinden kurtulma umudu pek yokmus. Kendilerini olmeye hazırlamıslar. Greeley ile Peygamber'in silahları alınmıs, elleri ve ayakları bağlanmıs. Tam olarak anlayamadıkları bir sebepten dolayı Kanadalı bağlanmamıs ve sadece tufeğini alan vahsiler av bıcağını kendisinde bırakmıs (tozluğunun yan kısmındaki bir tur kılıfın icinde olduğundan herhalde fark etmemisler) ve ona diğerlerinden farklı davranmıslar. Bu daha sonra ekibin kurtulmasını sağlamıs. Yakalandıklarında saat gece dokuz civarıymıs. Ay o gece parlaktı, ama hava mevsime gore soğuk olduğundan, vahsiler ağılın antilopları (bunlar hala surekli iceri girmekteydi) urkutmeyecek kadar uzağında iki kamp atesi yakmıslar. Avcılar beklenmedik bir sekilde ağacların arasından cıktığında Kızılderililer bu ateslerde avlarını pisirmekteymis. Greeley ve Peygamber, silahları alındıktan ve bufalo derisinden kalın sicimlerle bağlandıktan sonra ateslerin biraz uzağındaki bir ağacın dibine fırlatılmıslar. Kanadalı'nın ise ateslerden birinin yanına iki Kızılderiliyle birlikte oturmasına izin verilmis. Geri kalan Kızılderililerse diğer ve daha buyuk atesin cevresinde halka olmuslar. Bu sekilde zaman ağır ağır gecip gitmis. Avcılar her an oldurulmeyi bekliyormus. ipleri cok sıkı bağlanmıs olduğundan canları cok yanıyormus. Kanadalı rusvet verip kendilerini serbest bıraktırma umuduyla muhafızlarıyla konusmaya calısmıs, ama derdini anlatamamıs. Gece yarısına doğru buyuk atesin cevresindeki topluluk birden


pek cok iri antilobun ortalarına dalmasıyla neye uğradıklarını sasırmıs. Bu hayvanlar onları hapseden camur duvarın bir kısmını yıkıp kacmıs ve ofke ve korkudan deliye donmus halde atesin ısığına doğru gitmisler; geceleri benzer kosullar altında boceklerin yaptığı gibi. Ancak Saoinlerin bu genellikle korkak olan yaratıkların bu sekilde davrandıklarını hic gormedikleri anlasılıyormus, cunku bu beklenmedik mudahale karsısında buyuk dehsete kapılmıslar. Yakaladıkları surunun tamamı, ilk birkacının kurtulmasından bir dakika kadar sonra ustlerine gelince korkuları iyice artmıs. Avcılar bu sahnenin cok tuhaf olduğunu soyledi. Hayvanlar delirmis gibiymis. Alevlerin ve korkmus vahsilerin arasından sıcramaktan cok ucarak, buyuk bir hızla ve atılganlıkla gecmeleri Cireeley tarafından (kesinlikle abartılı konusan biri değildi) sadece etkileyici değil, korkunc bir goruntu olarak tanımlandı. Đlk hamleleri sırasında her seyi onlerine katmıslar. Ama buyuk atesi sondurdukten sonra hemen kucuk atese saldırmıs, yanan odunları etrafa sacmıslar. Sonra sersemlemiscesine buyuk atese geri donup bunu tamamen sonene kadar ciğnemis, ardından da kucuk gruplar halinde simsek hızıyla ormana dalıp gozden kaybolmuslar. Bu ofkeli arbede sırasında Kızılderililerin pek coğu yere dusmus ve bazılarının cevik antilopların keskin toynakları tarafından olumcul olmasa bile ciddi sekilde yaralandığı kesinmis. Bazıları kendilerini korumak icin boylu boyunca yere uzanmıs. Peygamberle Greeley ateslerin yakınında olmadıklarından tehlikeye girmemisler. Kanadalı ilk saldırı esnasında basına aldığı bir darbeyle birkac dakikalığına kendinden gecmis. Kendine geldiğinde ortalık karanlıkmıs; ay kalın bir yağmur bulutunun arkasında kalmıs, atesler ise neredeyse tamamen sonmus. Sadece sağa sola sacılmıs odunların birkacı yanmaya devam ediyormus. Yakınında Kızılderili goremeyince hemen ayağa fırlamıs ve arkadaslaE. A. Poe Butun Hikayeleri rının bağlı bulunduğu ağaca kosmus, iplerini kısa surede kesmis ve ucu nehir yonunde son hızla ilerlemeye baslamıslar. Canlarından baska bir sey dusunmediklerinden durup tufeklerini almamıslar. Birkac kilometre kosup takip edilmediklerini anlayınca yavaslamıs ve su icmek icin bir pınarın basına gitmisler; tekneye getirdikleri antilobu burada bulmuslar. Zavallı yaratık pınarın yanında soluk soluğa, kımıldayamadan yatıyormus. Bacaklarından biri kırıkmıs ve ustunde yanık izleri varmıs. Kurtulmalarını sağlamıs olan suruden olduğu belliymis. Kurtulma sansı olsa avcılar minnettarlıklarından dolayı seve seve iyilestirirlermis hayvanı, ama yarası cok kotuymus. Bu yuzden acılarına hemen son verip onu teknelere getirmislerdi. Ertesi sabah onun sayesinde nefis bir kahvaltı yaptık. 12, 13, 14 ve 15 Nisan. Bu dort gun boyunca onemli bir macera yasamadan ilerledik. Gun ortasında hava cok guzeldi, ama gece ve sabah erken saatte son derece soğuk oluyor, ortalık buz tutuyordu. Av hayvanı boldu. Thornton hala hastaydı ve bu durum beni hem sasırtıyor, hem de cok uzuyordu. Hem arkadaslığını cok ozluyordum, hem de ekibimizdeki tamamen guvenebileceğim tek kisi olduğunu anlamaya baslamıstım. Bununla sadece, onun yureğimi tum cılgınca umutları ve fantastik dilekleriyle rahatca acabileceğim biri olmasını kastediyorum - yoksa aramızdaki herhangi birinin guvenilmez olduğunu değil. Tam tersine, hepimiz kardes gibiydik ve aramızda hic onemli bir tartısma cıkmıyordu. Tek bir ilgi odağı hepimizi birbirimize bağlar gibiydi; ya da daha doğrusu hepimiz herhangi bir seyle ilgilenmeyen, sadece zevk icin gezen bir grup gezgin gibiydik. Kanadalıların bu konudaki fikirlerinden tam olarak emin değilim. Bu adamlar gezinin karından ve ozellikle de kendileri icin bekledikleri paydan epey bahsettiler. Yine de bunu cok fazla onemsediklerini sanmıyorum, cunku dunyanın en saf ve yardıma hazır insanlarıydılar. Ekibin geri kalanına


gelince, kesif seferinin getireceği maddi karla kesinlikle ilgilenmediklerinden eminim. Yolculuğumuz sırasınca bunun kanıtlarını sık sık gordum. Yerlesim merkezlerinde hepimiz icin birincil dereceden onem tasıyacak cıkarlar, burada uzerinde konusulmaya değmez olarak goruluyor, uzerinde durulmuyor ya da en kucuk bahanede tamamen gozardı ediliyordu. Kurk ve deri toplamak icin vahsi hayvanlarla dolu bir kırda binlerce kilometre kat etmis, korkunc tehlikelerle yuzlesmis ve en yıpratıcı yoksunluklara katlanmıs adamlar ele gecirdikleri postları korumak icin tehlikeye girmezken, romantik gorunuslu bir nehirde ilerlemek ya da neye yarayacağını hic bilmedikleri ve ilk fırsatta fırlatıp attıkları mineraller icin sarp kayalıklara tırmanmaktan ya da tehlikeli bir mağaraya girmekten kacınmıyor, bir depo dolusu kaliteli kunduz derisinden tereddutsuz vazgecmeye razı oluyorlardı. Bu konudaki hislerim ekiptekilerle aynıydı. Sunu rahatlıkla soyleyebilirim ki, yolculuğumuz ilerledikce kesif seferinin ana hedefine olan ilgimin giderek azaldığını ve avarece eğlencelere olan ilgimin arttığını fark ettim - tabii kırın harikalarının ve gorkemli guzelliklerinin icimde uyandırdığı o derin ve son derece yoğun heyecanı boylesine yuzeysel bir sekilde tanımlayabilirsem. Bir bolgeyi incelemeyi bitirir bitirmez icimde ilerleyip bir baska bolgeyi kesfetme arzusu uyanıyordu. Yine de yerlesim bolgelerine hala yakın olduğumu hissediyor, doğaya ve bilinmeyene karsı duyduğum tutkulu askın hazzını yeterince alamıyordum. Yolculuğumda gittiğim yerlerden benden once baska uygar insanların, sayılan az da olsa, gecmis olduğunun - benimkinden once baska gozler i n cevremdeki manzaraların tadını cıkarmıs olduğunun farkındalığından kurtulamıyordum. Surekli kendini belli eden bu his olmasa yolda daha fazla oyalanır, nehir kıyısındaki bolgeleri incelemeye daha fazla zaman ayırırdım suphesiz; hatta belki de arada sırada kuzey ve guney yonunde bu bolgelerin icine dalıp arastırmalar yapardım. Ama icimde ilerleme durtusu vardı - mumkunse medeniyetin uc sınırlarının otesine gecme, varlıklarından sadece Kızılderililerin belli belirsiz anlattıkları sayesinde haberdar olduğumuz o dev dağları gorme durtusu. Bu gizli umut ve goruslerimi ekipte sadece Thornton'a tamamen acıyordum. Bu hayalperestce projelerimin tumunu destekliyor, ruhumu ele gelirmis olan romantik girisimciliği tamamen paylasıyordu Thornton. Bu yuzden hastalığını acı bir felaket olarak goruyordum. Durumu gun gectikce kotulesiyordu ve yardım etmek icin elimizden hicbir sey gelmiyordu. 16 Nisan. Bugun hava soğuyup yağmur yağdı ve kuzeyden sert bir ruzgar esti Bu yuzden oğleden sonraya dek demir atmak zorunda kaldık. Saat dortte yola cıktık ve geceye kadar sekiz kilometre kat ettik. Thornton'un durumu cok daha kotuydu. 17 ve 18 Nisan. Bu iki gun boyunca kotu hava kosulları devam etti. Kuzeyden esen o soğuk ruzgar dinmedi. Nehirde pek cok iri buz kutlesi gorduk. Nehir kabarmıstı ve epey camurluydu. Zaman tatsız bir sekilde geciyordu ve pek yol kat edemedik. Thornton can cekisiyor gibi gorunuyordu. Bunun uzerine ilk uygun yerde kamp kurmaya ve o iyilesene dek orada kalmamıza karar verdim. Bugunun oğle vaktinde tekneleri guneyden gelen buyuk bir caya soktuk ve karada kamp kurduk. 25-26-27-28-29-30 Nisan. 25 Nisan sabahına kadar cayda kaldık. Thornton'un o sabah yola devam edebilecek kadar iyilesmesi hepimizi sevince boğdu. Hava guzeldi ve yorenin cok hos bir kesiminden buyuk bir neseyle gectik. Karsımıza tek bir Kızılderili bile cıkmadı. Sıradısı bir macera da yasamadık; ayın son gununde Mandanların, daha doğrusu Mandanların, Minnetareelerin ve Ahnahawayların


bolgesine varmamız dısında. Bu uc kabile birbirine cok yakın yasıyor ve bes koyleri var. Mandanlar yakın zamana kadar on uc kilometre kadar asağıdaki dokuz koyde yasıyormus; bu koylerin kalıntılarının yanından ne olduğunu bilmeden gectik. Nehrin batısında yedi, doğusunda iki koy varmıs ama cicek hastalığı ve eski dusmanları Siouxlar onları kırıp gecirmis ve geride bir avuc kalmıslar. Bunun uzerine simdiki yerlesim yerlerine gecmisler. [Bay R. burada Minnetareeler ve Ahnahawaylar ya da Wassatoonlar hakkında oldukca ayrıntılı bilgiler veriyor. Ama bu kabilelere iliskin onemli yeni bilgiler vermediğinden bunları atlıyoruz.] Mandanlar bize son derece dostca davrandılar; bolgelerinde uc gun kaldık. Bu sure icinde kanoyu karaya cekip bakımını yaptık. Ayrıca epey kurutulmus mısır stoğu yaptık. Yerliler mısırları kıs boyunca cadırlarının yakınındaki cukurlarda muhafaza etmislerdi. Mandanlarla birlikteyken bizi Waukerassah adlı bir Minnetaree sefi ziyaret etti. Son derece nazik davrandı ve bize pek cok konuda yardımcı oldu. Bu sefin oğlunu buyuk catala dek bize tercumanlık etmek uzere ise aldık. Babasına cesitli armağanlar verdik ve bundan cok memnun kaldı. 1 Mayıs'ta Mandanlara veda edip yolumuza devam ettik. 1 Mayıs. Hava ılıktı ve etraftaki arazi artık epey yesillenmeye, son derece hos bir gorunume burunmeye baslamıstı. Kavakların yaprakları iyice belirginlesmis, etrafta pek cok cicek acmıstı. Orada burada uzerinde iyi kerestelik ağaclar olan duzlukler goze carpmaya baslamıstı; daha once boylesi duzluklere cok daha az rastlıyorduk. Bol kavak ve soğut ağacı, ayrıca kızıl soğutler vardı. Gul ağacları da boldu. Nehir kıyısındaki bu arazilerin otesinde ağacsız engin bir ova uzanmaktaydı. Toprak son derece verimliydi. Buradaki av hayvanları daha once gorduğumuz her yerdekinden daha boldu. Kıyılara birer avcı cıkardık ve bugun bir elk, bir keci, bes kunduz ve cok sayıda yağmurkusu getirdiler. Kunduzlar son derece munisti ve kolayca yakalanıyorlardı. Bu hayvanın eti cok lezzetlidir; ozellikle de bazı kuyruk kısımları. Bir kunduz kuyruğu uc adamı rahat rahat doyurur. Geceden once otuz kilometre yol aldık. 2 Mayıs. Bu sabah iyi bir ruzgar vardı ve oğlene dek yelkenlerimizi kullan dık. Oğlen vakti ruzgar asırı siddetlenince durduk. Avcılarımız karaya cıkıp kı sa sure sonra dev bir geyikle dondu. Neptune, tufeğin sadece hafifce yaraladı ğı hayvanı uzun bir takipten sonra yakalamıstı. Boyu bir metre seksen santim di. Aksamustu de bir antilop yakalandı. Yaratık adamlarımızı gorur gormez buyuk bir hızla kacmaya baslamıs, ama birkac dakika sonra, meraktan olacak, geri donmus, sonra tekrar kacmıs; defalarca yinelemis bu kacıp donmeleri, ama her seferinde biraz daha yaklasıyormus. Sonunda atıs menziline girince Peygamber tek atısta devirmis hayvanı. Getirildiğinde hala canlıydı, ustelik ha mileydi. Bu hayvanlar inanılmayacak kadar hızlı kossalar da kotu yuzuculer dir, bu yuzden bir nehri gecmeye calısırken sık sık kurtlara yem olurlar. Bu gun yirmi kilometre kat ettik. 3 Mayıs. Bu sabah epey yol aldık. Gece coktuğunde tam elli kilometre iler lemistik. Av hayvanlarının bolluğu suruyordu. Kıyı boyunca cok sayıda bufalo lesi ve lesleri yiyen pek cok kurt gorduk. Bufaloların olum sebebini anlaya madık, ama bir iki hafta sonra bu gizem aydınlandı. Nehrin epey derin ve ke narlarının sarp kayalık olduğu bir kesiminden gecerken bu dev hayvanlardan olusan buyuk bir surunun yuzerek karsı kıyıya gectiğini fark ettik ve hareket lerini gozlemlemek icin durduk. Akıntı yonunde yan yan ilerliyorlardı. Oldu ğumuz yerin bir kilometre kadar yukarısından, nehir kıyısının eğimli olduğu bir boğazdan girdikleri belliydi. Nehrin batı kıyısına varınca kayalara tırmanamayacaklarını anlıyorlardı; su da boylarını asıyordu. O sarp ve kaygan kayala ra tırmanmaya bir sure bosuna cabaladıktan sonra donup doğu kıyısına yuz duler. Burada da aynı kayalıklar vardı ve yine bosuna tırmanmaya cabaladılar.


Đki, uc, dort, bes kez gidip geri donduler. Hep aynı yerlerden cıkmaya calısı yorlardı. Kendilerini akıntıya bırakıp kıyıya cıkabilecekleri daha elverisli bir yer aramak yerine (yarım kilometre kadar otede boyle bir yer vardı) oldukları yerde cabalayıp durmakta ısrar ediyor, nehir kıyılarına dik acıyla yuzuyor ve boğulmamak icin buyuk gayret sarf ediyorlardı. Besinci gecisleri sırasında za vallı hayvanlar oyle yorulmustu ki artık guclerinin kalmadığı belliydi. Korkuy la kıyıya ulasmaya calıstılar ve bir iki tanesi tam bunu basarmak uzereyken te pelerindeki butun gevsek toprak ustlerine coktu ve bir kısmını yuttu. Kıyıyı tırmanmayı daha elverisli hale de getirmemisti bu kayma; ve bizi cok uzdu. Bulaloların bu soylu cabalarına kayıtsız kalmak, acılarını paylasmamak mumkun değildi. Toprak kaymasının ardından surunun geri kalanı icler acısı bir sekilE. A. Poe Butun Hikayeleri de inlemeye basladı. Bu sesteki yoğun kederi ve umutsuzluğu tahayyul etmek imkansızdır. Bu olayı asla unutamayacağım. Hayvanların birkacı tekrar nehri yuzerek gecmeyi denedi ve birkac dakika mucadele ettikten sonra boğuldu. Can cekistikleri sırada burunlarından bosanan kanlar ustlerine kapanan dalgaları kızıla boyuyordu. Ama coğu, o iniltiden sonra kaderine boyun eğmis gorundu ve sırt ustu yuvarlanıp gozden kayboldu. Butun suru boğuldu. Tek bir bufalo bile kurtulmadı. Lesleri yarım saat sonra biraz ilerideki duz arazilere sacıldı. Oysa bu tuhaf inatları olmasa buradan rahatca karaya cıkabilirlerdi. 4 Mayıs. Hava cok guzeldi. Guneyden hos bir ruzgar esiyordu. Gece olma dan kırk kilometre kat etmistik. Bugun Thornton teknenin islerine yardım ede cek kadar kendini toplamıstı. Oğleden sonra birlikte batıdaki bozkıra gittik. Burada yerlesim merkezlerinde hic rastlanmayan ve ilkbahar basında acan kır ciceklerinden bol miktarda gorduk; coğu esine ender rastlanan guzellikteydi ve nefis kokuyorlardı. Ayrıca epey av hayvanı da gorduk, ama hicbirini vurmadık, cunku avcıların kullanabileceğimizden fazlasını getireceklerinden emindik ve ben bosuna can almaktan kacınıyordum. Geri donerken Assiniboin kabilesin den iki Kızılderiliyle karsılastık. Bize teknelere dek eslik ettiler. Yol boyunca kesinlikle guvensizlik sergilemediler; tam tersine, tavırları icten ve gozupekti. Bu yuzden de kanoyla aramızda bir tas atımlık mesafe kaldığında ansızın do nup son hızla bozkıra doğru kactıklarını gorunce epey sasırdık. Bizden uzakla sınca nehir manzarasını sergileyen kucuk bir tepeciğe cıktılar. Burada karın us tu uzanıp cenelerini avuclarına dayadılar ve bizi buyuk bir hayretle izlemeye basladılar. Durbun sayesinde yuz ifadelerini ayrıntılarıyla gorebiliyordum. Yuz lerinde hem hayret, hem de dehset vardı. Bizi izlemeyi uzun sure surdurduler. Sonunda, sanki akıllarına ansızın bir dusunce gelmiscesine, telasla doğrulup ilk basta geldiklerini gormus olduğumuz yonde hızla uzaklastılar. 5 Mayıs. Bu sabah cok erkenden yola cıkarken Assiniboinlerden olusan bu yuk bir grup ansızın teknelere saldırdı ve biz etkili bir direnis sergilemeye fır sat bulamadan kanoyu ele gecirmeyi basardılar. Kanoda o sırada sadece Jules vardı. O da nehre atlayıp yuzerek buyuk tekneye cıkıp kurtuldu. Bu Kızılderi lileri basımıza dun gorduğumuz iki Kızılderili sarmıstı. Bize olabilecek en sin si sekilde yaklasmıs olmalıydılar, cunku her zamanki gibi nobetcilerimiz vardı ve Neptune bile onları fark edememisti. Tam dusmana ates acmaya hazırlanıyorduk ki Misquash (yeni tercuman Waukerassah'in oğlu) bize Assiniboinlerin dost olduğunu ve simdi dostluk gosterisinde bulunduklarını soyledi. Her ne kadar teknemizin calınmasının pek dostane bir tavır olmadığını hissetsek de, yine de bu insanları dinlemeye hazırdık ve Misquash'tan onlara niye boyle davrandıklarını sormalarını istedik. Bize cesitli itirazlarla karsılık verdiler. Sonunda niyetlerinin aslında bize saldırmak değil, iclerindeki buyuk merakı tatmin etmek olduğunu oğrendik. Bu konuda


kendilerine yardımcı olmamızı istiyorlardı. Tuhaf tavırlarıyla bizi sasırtmıs olan dunku iki Kızılderili, zencimiz Toby'nin kara tenini gorunce buyuk bir hayrete kapılmıslardı. Daha once hic zenci gormemis ya da zencilerden bahsedildiğini isitmemislerdi, bu yuzden hayretlerinin tamamen yersiz olmadığını kabul etmek gerek. Dahası Toby, deyim yerindeyse, son derece cirkin bir ihtiyardı - ırkının tum tuhaf niteliklerini tasıyordu: Kalın ve dolgun dudaklar; iri, beyaz, patlak gozler; duz bir burun, uzun kulaklar, sis bir gobek ve carpık bacaklar. Đki vahsi maceralarını arkadaslarına anlatınca kimseyi kendilerine inandıramamıslar. Tam sonsuza dek yalancı ve duzenbaz olarak damgalanmak uzereymisler ki, doğruyu soylediklerini kanıtlamak icin tum grubu teknelere goturmeyi teklif etmisler. Bize ani bir saldırı gibi gorunen sey aslında hala kuskulu olan Assiniboinlerin sabırsızlığının sonucuydu, o kadar. Cunku daha sonra en kucuk bir saldırganlık belirtisi sergilemediler ve onlara yaslı Toby'ye iyice bakmalarına izin vereceğimizi soylediğimizi anladıktan sonra kanoyu geri verdiler. Toby bu isi iyice sakaya vurdu ve vahsiler onu tepeden tırnağa inceleyebilsin diye kıyıya anadan doğma cıktı. Kızılderililerin saskınlıkları ve tatminleri had safhadaydı. Once kendi gozlerine inanamadılar. Zencinin teninin boyalı olmadığından emin olmak icin parmaklarına tukurup ustune surttuler. Beyaz saclarını takdir ederek art arda cığlıklar attılar ve carpık bacaklarına buyuk bir hayranlıkla baktılar. Cirkin dostumuzun yaptığı bir cig dansı heyecanı doruğa cıkardı. Simdi hepsinin hayretten soluğu kesilmisti. Bir insan bundan daha fazla beğenilmis olamazdı. Toby birazcık hırslı biri olsa Assiniboinlerin tahtına cıkar ve Kral Birinci Toby olarak hukum surebilirdi. Bu olay bizi oğleden sonraya dek oyaladı. Vahsilerle birbirimize hos sozler soyledikten ve armağanlar verdikten sonra iclerinden altısının sekiz kilometre boyunca kurek cekmekte bize yardım etmesine izin verdik. Bu son derece makbule gecen bir yardımdı ve bunun icin Toby'ye tesekkur etmeyi ihmal etmedik. Bugun sadece yirmi kilometre yol aldık ve geceleyin guzel bir adada kamp kurduk. Bu adayı civarındaki nefis balıklardan ve hayvanlardan dolayı uzun sure hatırlayacaktık. Bu guzel yerde iki gun kaldık. Bu sure icinde yarıE. A. Poe Butun Hikayeleri nımızı dusunmeden ve cevremizde gezinip duran cok sayıdaki kunduza pek aldırmadan yedik, ictik ve eğlendik. Bu adadan rahatlıkla yuz, hatta iki yuz deri temin edebilirdik. Ama sonucta yirmi tane temin ettik. Bu ada guneyden gelen oldukca genis bir nehrin ağzında, Missouri'nin batıya saptığı bir noktadadır. 48. enlem civarındadır. 8 Mayıs. Guzel bir havada, tatlı bir ruzgarla yola cıktık. Otuz bes-kırk kilo metre ilerledikten sonra karsımıza kuzeyden gelen genis bir nehir cıktı. Ancak ağzı epey dardı - on metreden fazla yoktu ve camurla tıkanmıs gibi gorunu yordu. Bu nehrin biraz yukarısında oldukca hos bir cay var; genisliği altmıs yetmis metreyi buluyor. Epey de derin. Av hayvanlarıyla dolu guzel bir vadi nin icinden geciyor. Yeni rehberimiz bize bu nehrin ismini soyledi ama kay detmemisim; simdi de hatırlamıyorum. Robert Greeley burada yuvalarını ağaclara kuran yaban kazlarından birkacını vurdu. 9 Mayıs. Bugun nehrin iki yakasında da, biraz ileride toprağın yer yer beyaz bir maddeyle kaplı olduğunu gorduk ve bunun guclu bir tuz olduğunu anla dık. Pek cok kucuk engelden dolayı sadece yirmi bes kilometre kat edebildik ve geceleyin ana toprakta, kavak ağaclarının ve tavsan boğurtleni calılarının arasında kamp kurduk. 10 Mayıs. Bugun hava soğuktu ve ruzgar sert ama elverisliydi. Epey yol kat ettik. Bu bolgedeki tepeler sert ve sivri kayalıklı. Bu kayalar duzensiz yığınlar halinde uzanıyor. Bazıları epey yuksek ve suların asındırmasına maruz kalmıs


gibi gorunuyor. Bol miktarda taslasmıs dal ve kemik topladık. Her tarafta ko mur vardı. Nehir burada epey catallanıyor. 11 Mayıs. Gunun coğunda fırtına ve yağmur yuzunden ilerleyemedik. Aksa ma doğru hava guzellesti ve hos bir ruzgar esmeye basladı. Bundan faydalan dık ve kamp kurmadan once on bes kilometre ilerledik. Cok sayıda semiz kun duz yakaladık ve kıyıda bir kurt vurduk. Etrafımızda gezinen buyuk bir suru den ayrılmıs gibiydi. 12 Mayıs. Bugun on bes kilometre kat ettikten sonra oğle vakti kucuk ve dik bir adaya indik. Niyetimiz bir takım seyleri onarıp bakımdan gecirmekti. Tam ayrılacakken ekibin en onundeki -birkac metre ilerideydi- Kanadalı birden bir cığlık atarak gozden kayboldu. Hepimiz hemen ona doğru kostuk ve bir zula cukuruna dusmus olduğunu gorunce epey gulduk. Kısa surede cıkardık ada mı, ama yalnız olsa oradan tek basına cıkabileceği supheliydi. Cukuru buyuk bir dikkatle inceledik, ama icinde birkac bos siseden baska bir sey bulamadık. Buraya Fransızların mı, Đngilizlerin mi yoksa Amerikalıların mı mallarını gizlemis olduklarına dair bir belirtiye rastlayamadık. Bu biraz merakımızı kabarttı. 13 Mayıs. Gun boyunca kırk kilometre kat ettikten sonra Yellowstone'un Missouri'yle kesistiği noktaya vardık. Misquash burada bizden ayrıldı ve evine dondu. 6. BOLUM Son iki uc gundur icinden gectiğimiz bolge alısmadığımız sekilde ic karartıcıydı. Arazi genelde daha duzdu. Ağaclar nehir kenarlarında yoğunlasıyordu. Uzaklarda ise ya cok az ağac vardı, ya da hic yoktu. Ne zaman sarp kayalıklar gorsek komur de goruyorduk. Karsımıza oldukca genis bir ziftli komur yatağı cıktı; suyu birkac yuz metre boyunca karartmıstı. Biraz ilerde akıntı daha hafif, su daha berrak ve kayalık kesimlerle sığ yerler daha azdı. Yine de bu sığ yerlerden gecmek her zamanki gibi zor oldu. Aralıksız yağan yağmur nehir kıyılarını oyle kayganlastırdı ki cekme halatlarını tutan adamlar yurumekte zorlanıyordu. Hava buz gibiydi ve nehir kıyısındaki bazı alcak tepelere tırmanınca yarıkların ve bayırların karla kaplanmıs olduğunu gorduk. Sağımızda, cok uzakta pek cok Kızılderili kampı goruluyordu. Bunların gecici oldukları anlasılıyordu; kısa sure once terk edilmislerdi. Bu bolgede daimi bir yerlesim merkezine iliskin belirti yok, ama civardaki kabileler icin gozde bir av sahası gibi gorunuyor. Bunu her yerde sık sık karsımıza cıkan avlanma belirtilerinden anladık. Missouri'deki Minnetareelerin avlarını buyuk catala dek takip ettikleri bilinir. Assiniboinler daha da yukarılara gider. Misquash bize simdi kamp kurduğumuz yerle Rocky Dağları arasında, Saskatchawine'in asağı ya da guney tarafında yasayan Minnetaree koyleri dısında hic yerlesim merkeziyle karsılasmayacağımızı soyledi. Av hayvanları sayı ve tur acısından epey fazlaydı - geyikler, bufalolar, yabani keciler, katır geyikleri, ayılar, tilkiler, kunduzlar vs. Ayrıca eti yenir sayısız kus vardı. Balık da boldu. Nehrin genisliği epey değisiyordu - iki yuz elli metrelik gecitlerden, akıntının sarp kayalar arasından hızla aktığı otuz metre genisliğindeki boğazlara dek. Bu kayaların yuzeyi genellikle hafif ve sarımtırak Malta tasından olusuyordu. Buna kavrulmus toprak, sunger tası ve mineral tuzlar karısmıstı. Bir yerde arazinin goruntusu epey değisti. Tepeler her iki tarafta nehirden epey uzaklastı. Nehir kavak ağaclarıyla kaplı kucuk ve guzel adalarla doluydu. Duzlukler son derece verimli gorunuyordu. Kuzeydekiler Ε.Α. Poe Butun Hikayeleri genisti ve uc engin vadiye acılıyordu. Missouri'nin cok cok uzun zamandır icinden aktığı ve yerlilerin Kara Tepeler adını verdiği dağ silsilesinin en uc kuzey sınırı olmalıydı buralar. Hava dağlık araziden duz araziye gecisin belirtilerini


veriyordu. Simdi kuru ve saftı. Oyle ki etkilerini teknelerimizin bağlantı yerlerinde ve az sayıdaki matematiksel aletlerimizde goruyorduk. Catallara yaklasırken son derece siddetli bir sağanak basladı. Nehirdeki engeller de buyuk gucluk cıkarıyordu. Kıyıların bazı kesimleri oyle kaygan, kil oyle yumusak ve koyuydu ki adamlar cıplak ayakla yurumek zorunda kaldılar, cunku mokasenleriyle ayakta duramıyorlardı. Kıyılarda pek cok durgun su birikintisi vardı; bazen bunların icinden gecerken suyun koltukaltına kadar cıktığı oluyordu. Bazen de sığ yerlerdeki sivri uclu devasa cakmaktaslarına tırmanmak zorunda kalıyorduk. Bunlar cokmus tepelerin kalıntılarıydı. Bazen karsımıza sarp kayalıklar arasındaki bir gecit ya da oluk cıkıyordu. Buradan gecmek icin var gucumuzle cabalıyorduk. Bunlardan birini gecmeye calısırken buyuk teknenin halatı (eski ve yıpranmıs olduğundan) koptu ve akıntıya kapılan tekne nehrin ortasındaki cıkıntılı bir kaya tabakasına sıkıstı. Burada su oyle derindi ki onu kurtarmak icin kanoyu kullanmak zorunda kaldık ve bu is tam altı saatimizi aldı. Bir ara guneyde siyah bir kaya duvar yukseldi; sıradan kayaların ustunde nehir boyunca yarım kilometre kadar uzanıyordu. Sonra acık bir vadi basladı ve bunun bes kilometre kadar otesinde de yine aynı tarafta bu kez acık renkli bir baska duvar yukseldi. Bunun yuksekliği tam altmıs metreydi. Sonra bir baska acık vadi, onun ardından da bu sefer kuzeyde yetmis metre yuksekliğinde yapay gorunumlu bir baska duvar yukseliyordu. Bu duvar gorunumlu sarp kayalıkların goruntusu son derece tuhaf; suya dimdik yukseliyorlar. Bu son bahsettiğim duvar bembeyaz, yumusak kumtasından olusmustu. Bu kumtası suyun hareketinden cok kolay etkilenir. Bu kayaların ust kısmında ise sert ve yağmur sularından etkilenmeyen beyaz Malta tası katmanlarından olusan -pek cok ince, yatay katmandan olusmus— bir tur friz ya da silme vardı. Bu kayaların otesindeki koyu renkli verimli toprak su kıyısından eğimle yukseliyor ve yuksekliği sonunda bir bucuk kilometreyi buluyor. Ardından yuksekliği yuz elli metreyi bulan, hatta asan baska tepeler baslıyor. Bu dikkate değer sarp kayalıkların ustunde tahmin edileceği gibi o yumusak maddenin ustune yağmıs olan yağmurların olusturduğu cesitli cizgiler var. Boylece zengin bir hayal gucu onları rahatlıkla insanların insa ettiği ve ustune hiyeroglifler kazıdığı anıtlara benzetebilir. Bazı yerlerde kumtasından iri parcaların kopmasından olusan oyuklar bulunuyor (tıpkı tapınaklarımızdaki heykellerin konulduğu oyuklar gibi). Yine pek cok yerde merdivenler ve uzun koridorlar goruluyor. Bunlar yağmur sularının Malta tası silmedeki rasgele yarıklardan, asağıdaki yumusak maddeye surekli sızmasıyla olusmus. Bu tuhaf kayalıkların onunden parlak ay ısığında gectik. Hayal gucumun ustunde yarattıkları etkiyi asla unutmayacağım. Buyulu yapılara (duslerimde gorduğum) benziyorlardı. Ustlerindeki deliklere yuva yapmıs sayısız kırlangıcın sakımaları bu izlenimi epey guclendirmisti. Ana duvarların yanı sıra yer yer yuksekliği altıyla otuz metre arasında değisen kucuk duvarlara da rastlanıyor. Bunlar kil, kum ve kuartz karısımı kerpic gibi gorunen iri, siyah taslardan olusuyor. Bu tasların sekilleri tamamen simetrik dikdortgenler halinde (her zaman paralel) ve sanki bir duvarcı tarafından yerlestirilmis gibi ust uste, kusursuz bir duzenlilikle duruyorlar. Her ust tas altındaki iki tasın birlesim yerini ortuyor ve sağlamlastırıyor, tıpkı bir duvardaki tuğlalar gibi. Bazen bu tuhaf yukseltiler paralel olarak uzanıyor. Dort tanesinin birbirine paralel uzandığı oluyor. Bazen nehirden ayrılıp tepelerin arasında gozden kayboluyorlar. Bazen birbirlerini dik acılarla kesiyor, sanki buyuk, yapay bahceleri sarıyorlar. Đclerindeki bitki ortusu de genellikle bu yanılsamayı guclendirir nitelikte oluyor. Duvarların en inceldiği yerlerde tuğla bicimindeki tasların boyutları ufalıyor. Missouri'nin bu


kesimindeki bu manzara simdiye kadar gorduklerimiz arasında en guzel değilse bile en sasırtıcı olanıydı. Zihnime yepyeni, tuhaf, asla silinmeyecek bir izlenim olarak kazındı. Catala ulasmadan kısa sure once karsımıza kuzey tarafında oldukca buyuk bir ada cıktı. Bunun iki kilometre otesinde, guneyde ağaclarla kaplı duz bir arazi uzanıyor. Bu adanın ardından gelen pek cok adacık daha vardı. Gecerken her birini birkac dakikalığına inceledik. Sonra kuzeyde kapkara bir sarp kayalık ve ardından da iki adacık daha gorduk. Bunlar bize hicbir sekilde dikkat cekici gelmedi. Birkac kilometre daha ilerleyince karsımıza sarp bir burnun yakınındaki oldukca buyuk bir ada cıktı. Sonra iki adacığın daha yanından gectik. Butun bu adalar ağaclarla kaplıydı. Misquash bize genis nehrin ağzını gosterdiğinde 13 Mayıs'ın gecesindeydik. Bu nehre beyazlar Yellow Stone, Kızılderililer ise Ahmateaza der. Guney kıyısında, kavak ağaclarıyla kaplı guzel bir ovada kamp kurduk. 14 Mayıs. Bu sabah hepimiz erkenden kalktık. Heyecanlıydık, cunku simdi Ε. Α. Poe Butun Hikayeleri varmıs olduğumuz nokta buyuk onem tasıyordu ve once onumuzdeki iki genis nehrin hangisinde daha rahat ilerleyeceğimizi anlamak icin biraz arastırma yapmamız sarttı. Ekipteki genel arzu bu nehirlerden birinde olabildiğince ilerlemek ve Rocky Dağları'na ulasmaktı. Buradan belki buyuk Aregan Nehri'nin kaynak sularına gecebilirdik. Bu konuda konustuğumuz butun Kızılderililer bu nehrin Pasifiğe acıldığını soylemisti. Bu hedefi gerceklestirmeyi ben de istiyordum. Buyuk bir macera olurdu bu. Ama icinden gececeğimiz bolgeye ve orada yasayan yerlilere iliskin kısıtlı bilgimizle bu girisimde bulunursak karsılacağımız guclukleri onceden gorebiliyordum. Daha sonra bu yerlilerin gercekten de Kuzey Amerika Kızılderililerinin en vahsileri olduklarını oğrendik. Ayrıca yanlıs nehre girip bitmek tukenmek bilmez labirentlerde uğrasıp didinmekten de korkuyordum. Bu, adamların moralini epey bozardı. Ancak bu dusunceler beni uzun sure huzursuz etmedi ve hemen yoreyi inceleme isine giristim. Ekipteki adamlardan bazılarını her iki nehrin kıyılarından yukarı gonderdim; bu nehirlerdeki su miktarları hakkında karsılastırmalı bir fikre sahibi olmak istiyordum. Ben de Thornton ve John Greeley ile birlikte, etrafı tepeden gorebilmek icin cataldaki yuksek araziye cıkmaya basladım. Onumuzde engin ve muhtesem bir vadinin uzandığını gorduk. Burası gorkemli yesilliklerle titresiyor ve sayısız bufalo, kurt, yer yer de geyik ve antilop suruleriyle kaynıyordu. Guneyde, uzaklarda yuksek ve dorukları karlı bir dağ silsilesi guneydoğudan kuzeybatıya dek uzanıyor ve birden son buluyordu. Bunların ardında daha da yuksek bir silsile vardı ki, kuzeybatıda ufka dek uzanıyordu, iki nehir buyuleyici bir sekilde, yılan gibi kıvrılarak otelere dek uzanıyordu. Giderek inceliyorlardı, ta ki gokyuzunun golgeli sisleri arasında ince gumus iplikciklere donusene dek. Baktığımız yerden nerede son bulduklarını secemiyorduk, bu yuzden ne yapacağımız konusunda kararsız halde asağı indik. Đki nehri incelemek bizi pek tatmin etmemisti. Kuzeydeki nehir daha derindi, ama guneydeki daha genisti ve sularının oylumu arasında pek fark yoktu. Birincisi Missouri'ye cok benziyordu, ama ikincisinin yuvarlak, cakıllı bir yatağı vardı, ki bu onun dağlık bir bolgeden geldiğinin gostergesiydi. Sonunda kuzey kolunu secmeye karar verdik, cunku burada ilerlemek daha kolay olacaktı. Ama burası giderek sığlastığından birkac gun sonra buyuk tekneyi bırakmak zorunda kalacağımızı gorduk. Kurduğumuz kampta uc gun gecirdik ve bu sure icinde epey kaliteli deri toplayıp elimizdeki tum derilerle birlikte, kesisim noktasının bir bucuk kilometre asağısındaki kucuk bir adaya, iyi insa ettiğimiz bir zula cukuruna gomduk. Ayrıca bol miktarda av hayvanı, ozellikle de geyik


avladık ve butlarını ileride kullanmak uzere tuzladık ya da kuruttuk. Bu bolgenin alcak kesimlerinde ve koyaklarında epey dikenli armut ve acı kiraz bulduk. Ayrıca bektasi uzumleri ve bol miktarda sarı ve kırmızı frenkuzumu (olgunlasmamıs) vardı. Her tarafta yabani guller yeni yeni acıyordu. 18 Mayıs sabahında yuksek moralle yola cıktık. 18 Mayıs. Guzel bir gundu. Nehirde sık rastladığımız sığ ve cıkıntılı yerlerin surekli yarattığı rahatsızlıklara karsın neseyle ilerledik. Adamların hepsi azim liydi ve tek sohbet konusu Rocky Dağları'ydı. Derileri geride bırakmakla tek nelerimizi epey hafifletmistik ve simdi hızlı akıntıda ilerlemekte cok daha az gucluk cekiyorduk. Nehir adalarla doluydu. Gece vakti kara kilden kayalıkla rın yakınındaki terk edilmis bir Kızılderili kamp yerine vardık. Cıngıraklı yı lanlar bizi epey rahatsız etti. Sabaha karsı bir sağanak basladı. 19 Mayıs. Henuz biraz ilerlemistik ki nehrin yapısının buyuk bir değisiklik gecirdiğini gorduk. Kumdan ya da kucuk taslardan olusan tepecikler yolumu zu tıkıyordu. Buyuk tekneyi buradan gecirmekte cok zorlandık. Đki adamı ke sif yapmaları icin ileri gonderdim. Geri donduklerinde nehrin yukarısında ka nalın genislediğini ve derinlestiğini soylediler. Bu bize tekrar azim verdi. On bes kilometre kadar ilerleyip kucuk bir adada geceyi gecirmek uzere kamp kurduk. Uzakta, guneyde tuhaf bir dağ gorduk. Etrafında baska dağ yoktu. Ko ni seklindeydi ve tamamen karla kaplıydı. 20 Mayıs, ilerlemeye daha elverisli bir kanala girdik ve bitki ortusunden ne redeyse tamamen yoksun, killi bir bolgede yirmi bes kilometre boyunca rahat ca yol aldık. Geceleyin yuksek ağaclarla kaplı son derece buyuk bir adada kamp kurduk. Bu ağac turlerinden coğunu ilk kez goruyorduk. Burada kano yu onarmak icin bes gun kaldık. Burada gecirdiğimiz sure icinde onemli bir olay oldu. Missouri'nin bu bolgedeki kıyılan sarp kayalık ve yağmurdan sonra son derece kayganlasan tuhaf bir mavi kilden olusmus. Bu tepeler nehrin yatağından yuz metre kadar oteye dek kilden olusan dizi dizi setler teskil ediyor ve setlerde yapay kanalları andıran, su tarafından oyulmus cesitli yonlerde dar ve derin koyaklar var. Bu koyakların nehre acıldığı ağızların oldukca ilginc bir goruntusu var. Ay ısığında karsı kıyıdan bakıldığında kıyıda dikili duran devasa sutunlar gibi gorunuyorlar. Nehre doğru giderek alcalan bu tepeler en tepedeki setten bakınca tarifsiz sekilde kaotik ve kasvetli gorunur. Ortalıkta bitki turunden hicbir sey yoktur. John Greeley, Peygamber, tercuman Jones ve ben bir sabah etrafımıza bakmak, gorulebilecek ne varsa gormek icin guney kıyısındaki en yuksek setin ustune cıkmak uzere yola koyulduk. Buyuk cabalar sonucunda ve titiz bir dikkatle sonunda kampımızın karsısındaki duzluklerin en yukseğine ulasmayı basardık. Buradaki cayırlık bolgenin genel yapısına gore farklılık gosteriyor; cunku ustunde kilometrelerce kavak, gul, kızıl soğut ve genis yapraklı soğut ağacları uzanıyor. Toprak gevsek ve yer yer bataklık; rengi siyah ve ucte biri kum. Bundan bir avuc alınıp suya atıldığında seker gibi, iri kopukler cıkararak eriyor. Pek cok noktada kalın, adi tuz tabakaları gorduk ve kullanmak uzere biraz topladık. Duzluğe vardıktan sonra hepimiz dinlenmek icin oturmustuk ki birden hemen arkamızdaki sık calılardan gelen yuksek bir hırıltıyla irkildik. Buyuk bir dehsetle ayağa fırladık, cunku kayalara rahatca tırmanalım diye tufeklerimizi adada bırakmıstık; yanımızda tabanca ve bıcaklardan baska silah yoktu. Daha birbirimize tek kelime etmeye vakit bulamadan bir gul ağacı kumesinin arasından fırlayan iki dev boz ayı (yolculuğumuz sırasında bunlarla ilk kez karsılasıyorduk) ağızları acık halde bize doğru hızla kosmaya basladı. Kızılderililer bu hayvanlardan cok korkar ve bunda haklıdırlar. Cunku gercekten korkutucu


hayvanlardır. Muthis guclu ve ehlilestirilemeyecek kadar vahsi, inanılmayacak kadar da dayanıklıdırlar. Tam beyne ates etmedikce bu ayıları tabanca kursunuyla oldurmek mumkun değildir. Beyni de kalın bir alın kemiği ve alnın iki yanındaki kaim kaslar korur. Ciğerlerinde yarım duzine mermiyle, hatta kalplerinde ciddi hasarla gunlerce yasadıkları bilinmektedir. Ayak izlerini sık sık camurda ya da kumda gormus olsak da simdiye kadar hicbir boz ayıyla karsılasmamıstık; simdi gorduğumuz ayaklarsa penceler haric neredeyse otuz santim boyunda ve tam yirmi santim genisliğindeydi. Mesele simdi ne yapacağımızdı. Elimizdeki silahlarla durup dovusmek cılgınlık olurdu. Cayırlık yonunde kacmak da aptallık olurdu; cunku hem ayılar bize o taraftan yaklasıyordu, hem de tepelerin biraz arkasındaki sık yaban gulleri ve cuce soğutler vs. oyle sıktı ki buradan gecemezdik. Bitki ortusuyle kayalıkların tepesi arasında, nehre paralel kossak hayvanlar bize anında yetisirdi, cunku buradaki toprak camurluydu ve biz zar zor ilerleyebilirken ayılar iri duz ayakları sayesinde hayli hızlı kosabilirdi. Bu dusunceler (sozcuklere dokulmesi biraz zaman alsa da) hepimizin aklından bir anda gecmis olmalı - cunku herkes aynı anda, oradaki tehlikeye aldırmadan kayalıklara doğru atıldı. Đlk inis yeri dokuz on iki metre yuksekliğindeydi ve fazla dik değildi. Burada kil yukarıdaki verimli toprakla karısmıstı. Bu yuzden ilk sete inmekte fazla gucluk cekmedik. Ayılar buyuk bir ofkeyle bize doğru kosuyordu. Buraya varınca bir an bile duraksamadık. Simdi ya ustunde durduğumuz dar platformda o gozu donmus hayvanlarla dovusecek, ya da ikinci yardan inecektik. Bu yar neredeyse dimdikti. On sekiz-yirmi metre kadardı ve tamamı son yağmurların cam gibi kayganlastırmıs olduğu o mavi kildendi. Korkudan kendini kaybetmis olan Kanadalı hemen kenardan asağı sıcradı, buyuk bir hızla kaydı ve o hızla ucuncu setin ustune yuvarlandı. Onu gozden kaybettik; olduğunden kuskumuz yoktu. Cunku yardan yara korkunc sekilde yuvarlanmaya devam edeceğinden ve sonunda nehre duseceğinden emindik. Yukseklik kırk bes metreden fazlaydı. Jules bu sekilde inmemis olsa herhalde hepimiz caresizlik icinde inmeyi deneyecektik. Ama onun basına gelenler bizi duraksattı ve canavarlar bize yetisti. Hayatımda ilk kez guclu ve vahsi bir hayvanla yuz yuze geliyordum. Sinirlerimin tamamen bozulmus olduğunu itiraf etmekte duraksamıyorum. Birkac saniye bayılacak gibi oldum, ama ondeki ayının yakaladığı Greeley'nin cığlığı beni kendime getirdi ve mucadeleden cılgınca, vahsice bir haz almaya basladım. Hayvanlardan biri ustunde durduğumuz dar kaya tabakasına varır varmaz Greeley'nin ustune atlamıs ve onu yere sermisti, iri dislerini Greeley'in kalın paltosunun goğus kısmına gecirmisti - Greeley, hava soğuk olduğu icin bu paltoyu buyuk sans eseri giymisti. Diğer ayı tepeden yuvarlanarak oyle hızlı indi ki bize ulasınca duramadı ve govdesinin yarısı yardan asağı sarkar halde kaldı. Yan yan yukarı cıkmaya calısırken sağ bacakları asağıdaydı ve sol bacaklarıyla tutunuyordu. Boyle bir haldeyken ağzıyla Wormley'nin topuğunu kavradı ve bir an en kotusunun olacağından korktum. Cunku dehsete kapılmıs olan Wormley kurtulmaya cabalarken ayının yukarı cıkmasına yardım ediyordu. Ben yukarıda tarif ettiğim sekilde dehsetten donakalmıs halde olanları caresizce, en ufak bir yardımda bulunamadan izlerken W.nin mokaseni ayağından cıktı ve hayvan asağıdaki sete yuvarlandı, ama iri pencelerinin sayesinde burada kendini durdurmayı basardı. Greeley yardım cığlıkları atmaya devam ediyordu. Peygamberle birlikte kostuk, ikimiz de tabancalarımızla ayının kafasına ates ettik. Benim mermimin kafatasından iceri girmis olduğundan eminim, cunku silahı kulağının yakınından ateslemistim. Ancak ayı yaralanmaktan cok E. A. Poe


ofkelenmis gibi gorunuyordu. Atıslarımızın tek faydası Greeley'i bırakması oldu, ama onu bırakır bırakmaz (yaralanmamıstı) ustumuze atladı. Kendimizi savunacak sadece bıcaklarımız kalmıstı. Artık asağıdaki sete de kacamazdık, cunku orada bir baska ayı bulunmaktaydı. Sırtımızı kayalara dayamıs bir olum kalım mucadelesi vermeye hazırlanıyorduk. Greeley'den yardım beklemiyorduk, cunku onun olumcul bir sekilde yaralanmıs olduğunu sanıyorduk. Hayvanın sıcak ve korkunc derecede pis nefesini yuzlerimizde hissettik. Hayatı boyunca pek cok kez ayılarla boğusmus olan kurtarıcımız, tabancasını canavarın gozune dayayıp ates etmis, kursunu canavarın beynine saplanmıstı. Sonra asağı bakınca yardan dusmus olan ayının yukarı cıkıp bize ulasmaya bosuna cabaladığını gorduk. Yumusak kil pencelerinin altında ufalanıyordu. Pespese dusuyordu. Defalarca ates ettik, ama yaralayamadık. Sonunda olduğu yerde bırakmaya karar verdik; kargalara yem olsundu. Oradan kurtulamazdı. Ustunde bulunduğumuz kaya tabakası boyunca neredeyse bir kilometre kadar surunerek ilerledikten sonra altımızdaki cayırlığa inen elverisli bir patika bulduk. Kampa ancak gecenin gec bir vaktinde varabildik. Jules sağ salim oradaydı, ama korkunc yaralar almıstı. Oyle ki ne yasadığı kazayı, ne de bizim nerede olduğumuzu anlatabilmisti. Ucuncu setteki koyaklardan birinin arasına sıkısmıs, oradan nehir kıyısına inmisti. 1839 . Kalabalıkların Adamı Ce grand malheur, de ne pouvoir etre seul. LA BRUYERE. Belli bir Alman kitabı hakkında "es lasst sich nicht lesen" -okuyana acmıyor kendini— denirken ne guzel soylenmistir. Bazı gizemler vardır ki, anlamanıza izin vermezler. Bir gece vakti, yatağında, hayaleti andıran papazın ellerini sıkarak ve papazın yuzune acıklı acıklı bakarak olenler vardır -kendisinin acığa vurulmasına izin vermeyen o korkunc gizemler yuzunden, kalplerinde umutsuzluk, boğazlarında kasılmalarla. Vicdanları oyle korkunc bir yukun altındadır ki bu yuk ancak mezara goturulur. Boylece hicbir sucun ozu acığa vurulmaz. Yakınlarda, bir sonbahar aksamustu Londra'daki D— Oteli'nin kahvesinde, kemerli genis pencerenin yanında oturuyordum. Birkac ay boyunca hastaydım, ama artık iyilesmistim ve tekrar gucumu toplayınca can sıkıntısının tam tersi olan o mutluluk hallerinden birine kapılmıstım. Hani zihinsel gorusu orten zar kalkar, - axhus η πριν έπηεv- insanın ici siddetli arzularla dolar ve heyecana kapılan akıl sıradan halinin cok ustune cıkar; tıpkı Leibnitz'in guclu ama icten mantığı, Gorgias'ın cılgınca ve zarif retoriği gibi. Sadece nefes almak bile bir hazdı. Acı kaynağı sayılan bircok sey bile bana buyuk zevk veriyordu. Her seye karsı dingin, ama arastırıcı bir ilgi duyuyordum. Oğle sonrasının buyuk kısmını ağzımda bir puro ve kucağımda bir gazeteyle oturup ilanları incelemekle, Đcerideki kalabalığın kargasasını izlemekle ve buğulu camın arkasındaki sokağı seyretmekle gecirmistim. Bu sokak sehrin en islek caddelerinden biridir; gun boyunca da epey kalabalıktı. Ama karanlık coktukce kalabalık iyice arttı; lambalar yandığında, kapının onunden iki yone doğru yoğun ve kesintisiz insan nehirleri hızla akıyordu. Aksamın bu saatinde boyle bir yerde bulunmamıstım hic; bu yuzden insan kafalarından olusan o calkantılı deniz icimi yepyeni ve hos bir duyguyla doldurdu. Sonunda otelin icindekilerle ilgilenmeyi bırakıp tum dikkatimi dısarıdaki sahneye yonelttim. Đlk bastaki gozlemlerim oldukca genel ve belirsizdi. Đnsan kitlelerine bakıyor, bu insanlar uzerine dusunurken onları bir butun olarak ele alıyordum. Ancak


kısa sure sonra ayrıntılara indim ve o sayısız farklı figuru, giysiyi, edayı, yuruyusu, cehreyi ve yuz ifadesini buyuk bir dikkatle incelemeye basladım. Gecip gidenlerin coğunda halinden memnun isadamlarının havası vardı; kalabalığın arasından gecmek dısında bir sey dusunmuyor gibiydiler. Kasları catıktı ve gozleri fıldır fıldırdı. Birisi carptığında sabırsızlık belirtisi sergilemiyor, giysilerini duzeltip aceleyle yollarına devam ediyorlardı. Bazılarıysa huzursuzca hareket ediyordu; ki bunların da sayısı epey fazlaydı. Yuzleri kızarmıs, kendi kendilerine konusup el kol hareketi yapıyorlardı, sanki etraflarındaki yoğun kalabalık yuzunden kendilerini yalnız hissediyormuscasına. ilerleyisleri durdurulduğunda birden mırıldanmayı kesiyor, ama el kol hareketlerim iki misline cıkarıyor ve dudaklarında dalgın ve abartılı bir gulumsemeyle karsılarındakinin bir sonraki hareketini bekliyorlardı. Đtildiklerinde kendilerini itene abartılı bir sekilde eğilip selam veriyor, buyuk bir saskınlığa kapılmıs gibi gorunuyorlardı. Bu iki buyuk sınıfın belirttiklerim dısında cok belirgin ozellikleri yoktu. Duzgun kıyafetli olarak tanımlanan turdendiler. Serbest calısan soylular, tacirler, avukatlar, esnaf ya da borsa simsarlarıydılar; toplumun aristokratları ve sıradan insanları. Pek ilgimi cekmiyorlardı. Katipler kabilesini secmek kolaydı. Burada iki belirgin sınıfa rastladım. Yeni is sahalarında faaliyet gosteren firmalarda calısan genc katipler vardı -dar ceketli, parlak cizmeli, sacları briyantinli, kibirli dudaklı delikanlılar. Hal ve hareketlerindeki zarifliği bir kenara bırakırsak, ki buna baska bir sozcuk olmadığından masa bası zerafeti diyebiliriz, bu kisilerin tavrı bana bir-bir bucuk yıl once asillerin takındığı tavrın tıpkısı gibi gorundu. Yuksek tabakanın reddedici tavırlarına sahiptiler ve bence bu sınıfın en iyi tanımı da bu. Koklu sirketlerde calısan ust sınıf katipleri ya da "mazbut ihtiyarları" baskasıyla karıstırmak olanaksızdı. Bunlar oturduklarında icinde rahat edecekleri siyah ya da kahverengi ceket ve pantolonlarından, beyaz kravat ve yeleklerinden, genis ve ağır gorunuslu ayakkabılarından ve kalın coraplarıyla tozluklarından tanınabilirdi. Hepsinin bası hafifce keldi; uzun sure kalem tasımaktan kepcelesmis sağ kulakları vardı. Sapkalarını hep iki elleriyle birden cıkardıklarına ya da duzelttiklerine ve kısa, buyuk, eski tarz zincirli saatler tasıdıklarına dikkat ettim. Taklit bir saygınlıktı onlarınki -yapmacıklığa boylesine bir onur bahsedilebilirse tabii. Kıpır kıpır hareket eden pek cok kisi vardı. Bunların butun buyuk sehirlere yayılan usta yankesiciler soyundan olduğunu hemen anladım. Bu kisileri buyuk bir dikkatle izledim ve centilmenler tarafından kendilerinden sanılmalarına hayret ettim. Yenlerinin genisliği ve takındıkları asırı samimi hava onları hemen ele vermeliydi oysa. Kumarbazları, ki onlardan epey gordum, tanımak daha da kolaydı. Her turden giysi giyiyorlardı. Gozu donmus "uc kağıtcı" kabadayıların kadife yelekli, sık boyun atkılı, yaldızlı zincirli ve altın ya da gumus tel islemeli duğmeli kıyafetlerinden tutun da, rahiplerin titizlikle sade kılınmıs (ki hicbir sey bundan daha az suphe uyandıramazdı) elbiselerine dek. Yine de esmer ve terli ciltleri, donuk gozleri ve solgun dudaklarını kısmaları onları ele veriyordu. Onları iki baska ozellikten daha hemen tanıyabiliyordum: Konusurken dikkatle kullandıkları alcak ses tonundan ve basparmaklarının diğer parmaklarıyla yaptığı oldukca sıradısı, doksan derecelik acıdan. Bu dolandırıcıların arasındayken genellikle alıskanlıkları farklı olan, ama yine de benzer turden insanlara rastladım. Bunlara zekaları sayesinde yasayan insanlar diyebiliriz. Bunlar halkın sırtından iki farklı sekilde gecinir - zuppeler ve askerler olarak. Zuppelerin belirgin ozelliği uzun bukleleri ve gulumsemeleridir; askerlerin ise ilikleri sırmalı ve capraz seritlerle suslenmis ceketleri ve catık kaslarıdır.


Yuksek tabakayı taklit edenler sınıfında alt duzeylere indikce uzerinde konusulacak daha karanlık ve derin temalara rastladım. Yahudi seyyar satıcılar gordum. Bunların yuzlerindeki, parlak ve atmacayı andıran gozler dısındaki her sey sefilce bir alcakgonulluluğun ifadesiydi. Gecenin icinde merhamet aramaya sadece umutsuzluktan dolayı cıkmıs dilencilere kas catan iri yapılı, guclu kuvvetli, profesyonel sokak dilencileri gordum. Dermansız ve berbat gorunuslu, olume iyice yaklasmıs sakatlar, guruhtakilere korkarak ve usulca yaklasıyor, herkesin yuzune yalvarırcasına bakıyordu; sanki rastlantısal bir tesellinin ya da unutulmus bir umudun pesine dusmuscesine. Gosterissiz genc kızlar uzun ve gec saatlere kadar surmus bir is gununden sonra nesesiz evlerine geri donuyor ve kulhanbeylerinin kacınılmaz bakıslarından ofkeden cok gozu yasE. A. Poe Butun Hikayeleri lı bir sekilde kacınmaya calısıyorlardı. Sehirdeki her turden ve her yastan kadınlar gorulebiliyordu - kadınlığının doruğundakilerin carpıcı guzelliği insana yuzeyi Paron mermerinden yapılma, iciyse pislikle dolu Lucian heykelini anımsatıyordu -iğrenc ve tamamen mahvolmus, pacavralar icinde cuzzamlılar vardı — ciltleri kırıs kırıs, mucevherli ve boyalı kocakarılar genc gorunmek icin son cabalarını sarf ediyordu - bedenleri olgunlasmamıs cocuklar, mesleğini yıllardır icra eden ustalarla ahlaksızlıkta boy olcusebilmek icin azgınca bir arzuyla yanıp tutusuyordu. Sayısız ve tarifsiz sarhoslar vardı - kimi yırtık pırtık ve yamalı giysiler icinde kabaca sendeliyordu; yuzleri yara bere icinde, gozleri ısıltısızdı -bazılarının giysisi kir pas icindeydi ama kalın dudaklı, kızarmıs sağlam suratlarıyla gene de kasıntıyla, kabadayı gibi sallanarak yuruyorlardı - diğerleri bir zamanlar iyi olan ve simdi bile titizlikle temizlenmis kıyafetler giyiyordu; bunlar doğal olmayacak kadar sert ve canlı adımlarla yuruyen, ama yuzleri korkunc derecede solgun, gozleri iğrenc sekilde vahsi ve kırmızı, kalabalığın arasında hızla ilerlerken titreyen parmaklarla uzanabildikleri her nesneye tutunan adamlardı. Bunların yanı sıra borekciler, hamallar, komurculer, temizlikciler; laternacılar, maymun sergileyenler, sokak sarkıcıları, bunlara para toplayanlar; her turden pejmurde zanaatkar ve yorgunluktan bitkin isciler vardı. Butun bunlar oyle gurultulu ve asırı bir canlılık hali sergiliyordu ki, insanın kulaklarını tırmalıyor, gozlerini acıtıyordu. Gece coktukce karsımdaki sahneye karsı duyduğum ilgi arttı. Cunku sadece kalabalığın niteliği belirgin bir sekilde değismekle kalmamıstı (derli toplu insanlar giderek ortadan kaybolmus, yerlerini daha kaba ve simdi rahatlayıp curetkarlasmıs insanlar almıs, vakit ilerledikce her turden rezil ininden cıkmaya baslamıstı), gaz lambalarının ilk basta sona eren gunle cekisen zayıf ısıkları simdi sonunda iyice parlamaya baslamıstı ve her seyi titrek ve gosterisli bir sekilde aydınlatmaktaydı. Her sey karanlık, ama gorkemliydi - tıpkı ustaca sekillendirilmis bir Tertullian abanozu gibi. Isığın yoğun etkileri beni insanların yuzlerini incelemeye yoneltti; gerci pencerenin onunden hızla akıp giden bu ısık dunyası her cehreye sadece bir anlığına bakabilme fırsatını veriyordu; ama yine de bana, o zaman icinde bulunduğum tuhaf zihinsel durumda o tek ve kısa bakısta bile uzun senelerin tarihini okuyabiliyormusum gibi geldi. Alnımı cama dayamıs gurultucu kalabalığı incelerken bir an bir cehre carptı gozume -altmıs bes yetmis yaslarındaki bir adamın yıpranmıs yuzuydu bu ve butun ilgim, butun dikkatim bu yuzde toplandı - cunku ifadesinde mutlak bir ozgunluk vardı. Daha once gorduğum ifadelerden hicbiriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Onu gorunce ilk dusuncemin su olduğunu anımsıyorum: Retszch bu adamı gorseydi yaptığı resimlerdeki seytanların goruntusune yeğlerdi onu. Barındırdığı ifadeyi o bir an icinde analiz etmeye cabalarken zihnimde


tuhaf ve paradoksal izlenimler uyandı -zengin bir zihinsel guce, ihtiyatlılığa, cimriliğe, acgozluluğe, sakinliğe, kotuluğe, kana susamıslığa, zafere, neseye, yoğun dehsete, buyuk ve asırı bir umutsuzluğa iliskin izlenimler. Tuhaf bir sekilde canlanmıs, irkilmis, buyulenmistim. "Ne cılgınca bir tarih," dedim kendi kendime, "saklıyor kim bilir su adam bağrında!" Sonra o adamı daha fazla gormek -onu daha fazla tanımak arzusunu duydum. Hemen paltomu giyip sapkamla bastonumu kaptım ve sokağa fırladım; kalabalıkta insanları ite kaka ilerlemeye basladım onun gittiği yonde; cunku gozden kaybolmustu bile. Biraz gucluk yasadıktan sonra sonunda onu gordum, biraz yaklastım ve yakından, ama ihtiyatla, dikkatini cekmeyecek sekilde takip etmeye basladım. Simdi onu rahatca inceleyebiliyordum. Kısa boylu, cok zayıf ve son derece dermansız gorunusluydu. Giysileri kirli ve eskiydi; ama arada sırada bir lambanın altından gecerken kumaslarının kirli de olsa guzel olduğunu goruyordum. Ya gozlerim beni yanılttı, ya da sarınmıs olduğu sıkıca iliklenmis ve ikinci sınıf kısa pelerinindeki bir aralıktan hem bir elmas, hem de bir hancer carptı gozume. Bunlar merakımı iyice artırdı ve yabancıyı gittiği yere dek takip etmeye karar verdim. Simdi gece iyice cokmustu ve sehrin ustunde kalın ve nemli bir sis asılı duruyordu. Kısa sure sonra bir sağanak basladı. Yağmur kalabalık ustunde tuhaf bir etki yarattı; hareketlilik birden daha da arttı ve kalabalığın ustunde bir semsiyeler dunyası belirdi. Dalgalanmalar, itip kakmalar ve uğultu on misli coğaldı Ben sahsen yağmura pek aldırmıyordum. Bedenimde gizlenen eski atesli hastalık, nemi, oldukca tehlikeli bir sekilde hos kılıyordu. Ağzıma bir mendil bağlayıp yurumeyi surdurdum. Yaslı adam islek caddede yarım saat boyunca guclukle ilerledi. Ben onu gozden kaybetmekten korkarak bir adım gerisinden yuruyordum. Bir kez bile donup arkasına bakmadığından beni gormedi. Sonunda bir sokağa saptı. Burası yine kalabalık sayılsa da ayrıldığı cadde kadar kalabalık değildi. Bu sokakta tavırlarında bir değisiklik oldu. Daha yavas ve hedefsizce yurumeye basladı - daha kararsızca. Sokağı karsıdan karsıya, amacsızca defalarca gecti. Kalabalık hala oyle yoğundu ki, bunu her yaptığında onu yaE. A. Poe Butun Hikayeleri kından takip etmek zorunda kalıyordum. Sokak dar ve uzundu. Burada bir saat kadar yurudu. Bu arada sokaktakilerin sayısı azalmıs, Broadway'de oğle vakti, Park'ın yakınında gorunenler kadar olmustu. Londra'nın kalabalığıyla en islek Amerikan sehrininki arasındaki fark boylesine fazladır. Tekrar sapınca son derece aydınlık ve hayat dolu bir meydana vardık. Yabancının eski tavırları geri geldi. Basını one eğdi, gozleri catık kaslarının altında cılgınca her tarafa, ustune gelenlere bakmaya basladı. Yolunda ısrarla ve azimle ilerliyordu. Ancak meydanı kat edip tekrar aynı yere geldiğini gorunce sasırdım. Meydanı defalarca turlaması beni iyice sasırttı. Bir keresinde aniden donunce beni az kalsın fark ediyordu. Bu sekilde bir saat daha gecirdik; kalabalık epey seyrelmisti. Yağmur hızla yağıyordu. Hava serinlemisti. Đnsanlar evlerine cekiliyordu. Gezgin sabırsızca bir hareket yaptıktan sonra meydana kıyasla bos olan bir yan sokağa saptı. Bu sokak boyunca yarım kilometre kadar oyle hızlı yurudu ki, bu kadar yaslı birinden bunu asla beklemiyordum ve takipte epey zorlandım. Birkac dakika sonra buyuk ve hareketli bir pazara vardık. Yabancının burayı iyi bildiği anlasılıyordu ve alıcılarla satıcıların arasında zorla, amacsızca ilerlerken ilk hali tekrar belirginlesti. Burada bir bucuk saat kadar yuruduk. Takibi surdururken beni fark etmesin diye epey ihtiyatlı davranmak zorunda kaldım. Neyse ki ayaklarımda lastik galoslar vardı ve hic ses cıkarmadan yuruyebiliyordum. Kendisine baktığımı hic


gormedi. Dukkanlara girip cıkıyor, hicbir seyin fiyatını sormuyor, tek kelime etmiyor ve etrafındaki nesnelere cılgınca ve bos bakıslarla bakıyordu. Artık davranısları karsısında tamamen hayrete dusmustum ve onun hakkındaki merakımı bir dereceye dek tatmin etmeden takipten vazgecmemekte kararlıydım. Bir saat yuksek sesle on biri caldı, insanlar pazarı hızla terk ediyordu. Dukkancının biri bir kepengi indirirken yaslı adamı itekledi; o anda tepeden tırnağa titrediğini gordum ihtiyarın. Kendini yola atıp bir an kaygıyla etrafına bakındıktan sonra inanılmaz bir hızla kosmaya basladı ve pek cok eğri buğru dar sokaktan gecti. Sonunda ilk bastaki islek caddeye cıktık - D— Oteli'nin sokağına. Ancak sokağın gorunusu artık aynı değildi. Gerci hala gaz lambalarıyla ısıl ısıldı ama, yağmur siddetle yağıyordu ve ortalıkta sadece birkac kisi kalmıstı. Yabancının beti benzi attı. Bir sure once kalabalık olan caddede huysuzca biraz yurudukten sonra derin derin ic gecirip nehir yonunde saptı ve pek cok sokağa girip cıktıktan sonra en sonunda buyuk tiyatrolardan birinin onune vardı. Oyun bitmisti ve izleyiciler kapılardan dısarı akın ediyordu. Yaslı adamın sanki boğulurcasına soluk alıp kendisini kalabalığın icine fırlattığını gordum. Yuzundeki o yoğun ızdırap hafiflemis gibiydi. Bası yine goğsunun ustune dustu. Onu ilk gorduğum zamanki gibi gorunuyordu. Simdi izleyicilerin coğunun gittiği yonde ilerlediğini gordum. Bu değisken davranıslarına bir acıklama getiremiyordum. O yurudukce kalabalık dağılıyordu. Huzursuzluğu ve bocalaması geri geldi tekrar. Bir sure on-on iki kisilik samatacı bir grubu yakından takip etti. Ama bu gruptakiler teker teker ayrılıyordu. Sonunda, karanlık, dar ve ıssız bir sokağa geldiklerinde geride sadece uc kisi kalmıstı. Yabancı durdu, bir an dusuncelere dalmıs gorundu ve sonra tum endise belirtilerini sergileyerek hızla bizi sehrin kenar semtlerine goturen bir yolu izlemeye basladı. Gectiğimiz yerler daha oncekilerden cok farklıydı. Burası Londra'nın en iğrenc, en pis kokulu bolgesiydi ve her sey en kotu yoksulluğun ve en ciddi sucların imalarını tasıyordu. Yer yer rastlanan sokak lambalarının los ısığında eski, yuksek, kurt yeniği ahsap apartmanlar birbirinin ustune oyle eğilmis gorunuyordu ki sanki aralarında gecit yok gibiydi. Kaldırım tasları yerlerinden cıkmıs sağda solda yatıyor, bıraktıkları bosluklardan gur otlar fıskırıyordu. Tıkanmıs kanallardan iğrenc kokular yukseliyordu. Tum ortama bir terk edilmislik havası hakimdi. Yine de ilerledikce insan sesleri duymaya basladık ve sonunda Londra'daki kalabalıkların en sefillerinin olusturduğu buyuk grupların ileri geri gittiğini gormeye basladık. Yaslı adam yine neselendi, tıpkı sonmek uzere olan bir lambanın canlanısı gibi. Bir kez daha esnek adımlarla ilerlemeye basladı. Bir koseyi donunce birden karsımızda bir ısık parladı; ayyasların varoslardaki en buyuk tapınaklarından birinin onundeydik - cin adlı ickinin, bu korkunc iblisin saraylarından birinin onunde duruyorduk. Artık safak sokmek uzereydi, ama o gosterisli kapıdan hala epey sarhos girip cıkıyordu. Yaslı adam bir nese cığlığıyla ite kaka iceri girdi, hemen ilk bastaki tavrını takındı ve kalabalığın arasında gorunuste amacsızca ileri geri dolanmaya basladı. Ancak kısa sure sonra kapılara yapılan hucum mekanın kapanmakta olduğunu haber verdi. Oylesine ısrarla takip etmis olduğum o tuhaf yaratığın yuzunde o zaman gorduğum ifade umutsuzluktan bile daha yoğundu. Yine de duraksamadan, cılgınca bir enerjiyle gorkemli Londra'nın merkezine geri dondu. O uzun ve cevik adımlarla kacarken ben onu hayretlerin en buyuğuyle takip ediyordum. Simdi had safhada bir merakla surdurduğum incelemeyi bıΕ. Α. Poe rakmamakta artık kararlıydım. Biz ilerlerken gunes yukseldi. Bu kalabalık sehrin en populer kesimine, D— Oteli'nin sokağına vardığımızda buradaki insanların


telası ve faaliyetleri dun aksamkinden az değildi. Ve burada, hızla artan karmasanın icinde, yabancıyı uzun sure takip etmekte ısrar ettim. Ama her zamanki gibi ileri geri yurumeyi surdurdu ve gun boyunca o sokağın karmasasını terk etmedi. Đkinci aksamın golgeleri cokerken kendimi olesiye bitkin hissettim ve gezginin tam karsısında durup yuzune dik dik baktım. Beni fark etmedi ve vakarla yurumeyi surdurdu. Ben ise takibi keserek dusuncelere daldım. "Bu yaslı adam," dedim sonunda, "buyuk sucları dahice isleyecek bir tip. Tek basına olmayı reddediyor. O kalabalıkların adamı. Onu takip etmem bosuna; cunku ne bu adama ne de yaptıklarına iliskin daha fazla bir sey oğrenebileceğim. Dunyanın en kotu kalbi 'Hortulus Animae'den’ daha kotu bir kitaptır ve belki de 'es lasst sich nicht lesen' Tanrı'nın buyuk lutuflarından biridir. 1840 Ligeia Ve o irade ki olmez, icte kalır. Đradenin, guclu iradenin gizlerini kim bilebilir ki? Cunku Tanrı da yonelimliliğinin doğası sayesinde her seyin icinde bulunan buyuk bir iradedir. Đnsan kendisini meleklere ya da olume tam anlamıyla ancak gucsuz iradesinin zayıflığından teslim eder. JOSEPH GLANV1LL. Leydi Ligeia ile nasıl, hatta tam olarak nerede tanıstığımı kesinlikle hatırlayamıyorum. Aradan cok yıllar gecti ve cektiğim acılar hafızamı koreltti. Veya belki de simdi bunları anımsayamamamın sebebi sevgilimin kisiliğinin, engin bilgisinin, essiz ama sakin guzelliğinin, kısık sesli, ahenkli konusmasındaki heyecan verici ve buyuleyici fesahatin kalbime son derece duzenli ve gizli adımlarla, fark edilmeyecek ve bilinmeyecek sekilde girmis olması. Yine de onunla ilk tanıstığım ve en sık gorustuğum yerin Ren Nehri yakınındaki buyuk, eski, curuyen bir sehir olduğunu sanıyorum. Ailesinden -bahsettiğini kesinlikle isittim. Son derece koklu bir aileden geldiği suphesiz. Ligeia! Ligeia! Her seyden cok dıs dunyanın izlenimlerini zayıflatmayı gerektiren calısmalara gomulmusken, sadece o tatlı sozcuk -Ligeia- gozlerimin onune onun artık yasamayan goruntusunu getirmeye yetiyor. Ve simdi yazarken, birden dostum ve nisanlım, calısmalarımın ortağı, en sonunda da koynumda karım olmus kisinin soyadını hic oğrenmemis olduğumu anımsıyorum. Bu Ligeia'mın bana yonelttiği saka yollu bir suclama mıydı? Yoksa bu konuda hic soru sormamakla sevgimin gucunu mu kanıtlamıs olacaktım? Veya bu benim bir kuruntum muydu - en tutkulu bağlılığın mabedinde cılgınca romantik bir adak mıydı? Gerceğin kendisini hayal meyal hatırlıyorum zaten -ona yol acan ya da ondan kaynaklanan kosulları unutmam sasırtıcı mı? Ve gercekten de, eğer Ask denilen o ruh -putperest Mısır'ın soluk ve sis kanatlı Ashtophet'i- soylendiği gibi, sonu kotu bitecek evlilikleri yonetiyorsa, benimkini yonettiği kesindi. Ancak hafızamın beni yuz ustu bırakmadığı tek bir aziz konu var. Ligeia'nın kendisi. Uzun boylu, biraz zayıf, hatta son gunlerinde bir deri bir kemik kalmıs biriydi. Tavırlarındaki gorkemi, sessiz rahatlığı, ya da adımlarının anlasılmaz hafifliğini ve esnekliğini tasvire kalkısmam bosuna olur. Bir golge gibi gelip giderdi. Kapısı kapalı calısma odama girdiğini mermersi elini omzuma koyduğunda tatlı, kısık sesinin sevgili muziği olmasa hic fark etmezdim. Yuz guzelliği konusunda hicbir kadın onunla yarısamazdı. Bir afyon ruyasında gorulecek bir aydınlıktı -Delos'un kızlarının uyuklayan ruhlarının ustunde dolanıp duran fantezilerden daha cılgınca tanrısal, sen ve canlandırıcı bir goruntuydu. Ama yuz hatları putperestlerin eserlerine bakarak tapmayı sehven oğrendiğimiz o klasik tarzdan değildi. "Orantısında bir tuhaflık tasımayan," der Bacon, Lord Verulam, guzelliğin tum genel bicimlerinden ve turlerinden bahsederken haklı olarak, "mukemmel bir guzellik yoktur." Yine de, Ligeia'nın yuz hatlarının klasik bir bicimliliğe sahip olmadığını gorsem de -guzelliğinin gercekten


"mukemmel" olduğunu, ona egemen olan bir "tuhaflık"ın bulunduğunu algılasam da, yine de bu sıradısılığın, kendi algılayısıma gore "tuhaf olan yonlerin kaynağını bulmaya bosuna cabaladım. O uzun ve soluk alnını - kusursuzdu oylesine tanrısal bir gorkemi tasvirde kullanılınca bu sozcuk ne kadar soğuk geliyor! - en saf fildisiyle yarısan tenini, otoriter genisliği ve dinginliği, sakakların uzerindeki bolgelerin hafif cıkıntısını inceledim; Ve sonra Homeros'un deyimiyle "sumbulsu" olan, kuzgun karası, parlak, gur ve kendiliğinden kıvırcık o bukleleri. Burnunun zarif hatlarına bakıyordum -ve benzer bir kusursuzluğu sadece Ibranilerin latif madalyonlarında gormustum. Aynı sekilde teni aynı goz kamastırıcı duzgunlukteydi, aynı sekilde hafifce kıvrıktı, burun delikleri aynı sekilde uyumla kıvrılarak ozgur bir ruha isaret ediyordu. O tatlı ağza bakıyordum. O, gercekten de tanrısal olan her seyin bir zaferiydi - kısa ust dudağın muhtesem kıvrılısı - alttakinin hafif, sehvetli uykusu - oyun oynayan o gamzeler ve cok sey anlatan renk - onun sakin ve durgun, ama en yoğun coskuyu uyandıran gulumsemesi sırasında uzerlerine dusen kutsal ısığın her huzmesini neredeyse irkiltici bir parlaklıkla yansıtan o disler. Cenenin yapısını inceliyordum - ve burada da Yunanlıların zarif genisliğini, yumusaklığını ve gorkemini, dolgunluğunu ve ruhaniliğini buluyordum - tanrı Apollo'nun Cleomenes'e, Atinalının oğluna bir ruyada gosterdiği yuz hattıydı bu. Ve sonra Ligeia'nın iri gozlerine bakıyordum. O gozlerin eski cağlardan gunumuze kalan bir benzeri yok. Sevgilimin gozlerinde Lord Verulam'ın gonderme yaptığı sırrın barındığı da soylenebilir. Bizim ırkımızınkilerden cok daha buyuk olduklarını dusunuyorum. Hatta Nourjahad vadisinde yasayan kabilenin ceylan gozlu mensuplarınınkinden bile iriydiler. Ama Ligeia'nın bu ozelliği yalnızca arada sırada -yoğun heyecan anlarındabelirginlesiyordu. Ve boyle anlarda guzelliği -belki de kızısmıs hayal gucum onu boyle gormeme yol acıyordu- ya cennette, ya da bu dunyanın dısında yasayan varlıkların guzelliğiydi - Turklerin efsanevi Hurilerinin guzelliği. Kurelerinin rengi ısıl ısıl bir siyahtı ve epey ustlerinde uzun, kapkara kirpikler uzanıyordu. Hatları hafifce carpık olan kasları da aynı renkteydi. Ancak gozlerinde fark ettiğim "tuhaflık" sekillerden, renklerden ya da parlaklıktan tamamen bağımsızdı ve sonucta ifadede aranmalıydı. Ah, ne anlamsız soz! Bu sozun basit sesinin engin rahatlığının ardında biz ruhani seylere dair cehaletimizi koruruz. Ligeia'nın gozlerindeki ifade! Nasıl da saatlerce bunu dusundum! Nasıl da, bir yaz ortası gecesinin tamamı boyunca, derinliklerine inmeye cabaladım! Neydi - Democritus'un kuyusundan daha derin olan neydi - sevgilimin gozbebeklerinin iclerinde yatan? Neydi? Bunu kesfetme tutkusuyla yanıp tutusuyordum. O gozler! O iri, o parlak, o ilahi kureler! Benim icin Leda'nın ikiz yıldızları oldular ve ben de onlar icin muneccimlerin en sadığı oldum. Zihin biliminin pek cok anlasılmaz tuhaflığı arasında en heyecan verici olanı sudur ki -sanırım okullarda hic fark edilmemistir-, uzun sure once unuttuğumuz bir seyi hatırlamaya calısırken, coğunlukla hatırlamanın esiğine gelir, ama bir turlu hatırlayamayız. Ben de aynı sekilde, Ligeia'nın gozlerini buyuk bir dikkatle incelerken, ifadelerinin anlamına yaklastığımı - yaklastığımı sezdim - ama bir turlu tamamen ele geciremediğimi - ve sonra tamamen ettiğimi! Ve (ah, tuhaf gizemlerin en tuhafı!) evrendeki en sıradan nesnede bu ifadenin bir dizi benzerini buldum. Demek istediğim, Ligeia'nın guzelliğinin ruhuma gectiği ve orada bir mabetteymiscesine yasadığı donemden once, ozdeksel dunyada yasadığım pek cok anda onun iri ve parlak gozlerinin bende uyandırdığı hissin aynısını yasadım. Ancak bu hissi ne tanımlayabiliyor, ne analiz edebiliyor, hatta ne de doğru durust inceleyebiliyordum. Tekrarlayayım, onu


bazen hızlı buyuyen bir asmayı incelerken - bir pervaneyi, bir kelebeği, bir krizaliti, bir dereyi seyrederken buluyordum. Onu okyanusta hissettim; bir meteorun dususunde hissettim. Cok yaslı insanların bakıslarında hissettim. Ve gokE. A. Poe Butun Hikayeleri yuzunde bir iki yıldız var ki - (biri ozellikle Lyra'daki buyuk yıldızın yakınında bulunan, altıncı boyuttan cift ve değisken bir yıldız) teleskopla baktığımda icimde o duyguyu uyandırdılar. Telli calgılardan gelen bazı sesler ve kitaplardan okuduğum pasajlar da sık sık aynı etkiyi uyandırdı. Sayısız ornek arasında bir tanesini iyi anımsıyorum. Joseph Glanvill'in bir kitabındaki bir pasaj (belki de sırf tuhaflığı yuzunden - kim bilir?) icimi her seferinde o hisle doldururdu; "Ve o irade ki olmez, icte kalır, iradenin, guclu iradenin gizlerini kim bilmektedir ki? Cunku Tanrı da istencliliğinin doğası sayesinde her seyin icinde bulunan buyuk bir iradedir, insan kendisini meleklere ya da olume tam anlamıyla ancak gucsuz iradesinin zayıflığından teslim eder." Uzun yıllar dusundukten sonra Đngiliz ahlakcısının bu pasajıyla Ligeia'nın karakterinin bir yonu arasında bağlantı kurmayı basardım. Bir dusunce, eylem ya da konusma yoğunluğu, ondaki o muthis iradenin muhtemelen sonucu ya da en azından gostergesiydi, ki uzun tanısıklığımız suresince buna iliskin daha acık baska bir belirtiye rastlayamadım. Tanıdığım kadınlar icinde o, dıstan sakin ve uysal gorunen Ligeia, siddetli tutkuların coskun akbabalarına yem olmaya en uygun olanıydı. Ve bu tutkuların siddeti hakkında sadece beni aynı anda hem buyuleyip hem korkutan o gozlerin mucizevi bir sekilde irilesmesi sayesinde - kısık sesinin neredeyse buyulu melodisi, tonlu gecisleri, acık secikliği ve sakinliği sayesinde ve -sık sık soylediği cılgınca sozlerin vahsi enerjisi (ki soyleyis tarzıyla aralarındaki tezat iyice etkili olmalarını sağlıyordu) sayesinde bir tahminde bulunabiliyordum. Ligeia'nın bilgisinden bahsettim: Engindi -hic bu kadar bilgili bir kadın tanımamıstım. Klasik diller konusunda buyuk bir uzmandı ve Avrupa'nın modern diyalektleri ustundeki bilgime dayanarak onun bu konuda hic hata yaptığını gormediğimi soyleyebilirim. Aslında, en cok hayranlık duyulan, cunku akademinin boburlendikleri icinde kavranması en guc olan konular hakkında Ligeia'nın yanıldığını hic gordum mu? Karımın doğasındaki bu noktanın ancak boyle gec dikkatimi cekmesi ne tuhaf- ne heyecan verici! Onun kadar bilgili baska bir kadın tanımadığımı soylemistim - ama etik, fizik ve matematik bilimlerinin tum sahalarını basarıyla kat etmis bir erkek tanıdım mı ki simdiye kadar? Ligeia'nın basarılarının devasa, sasırtıcı olduğunu ancak simdi acıkca gorebiliyorum. Yine de bana karsı olan ustunluğunun, evliliğimizin ilk yıllarında ilgilendiğim metafizik arastırmaların kaotik dunyasında kendimi cocuksu bir guvenle onun rehberliğine teslim edecek kadar bilincindeydim. Beni az ilgilenilen - az bilinen - konularda eğitirken nasıl buyuk bir zafer hissi - nasıl yoğun bir haz - nasıl cennetsi bir umut hissederdim - o nefis manzara yavasca onume serilirken ve ben onun uzun, muhtesem, kimsenin gecmediği yollarında, yasaklanamayacak kadar değerli olan tanrısal bir bilgeliğin hedefine doğru ilerlerken! O halde birkac sene sonra, boylesine sağlam temelli beklentilerimin kanatlanarak ucup gidiverdiğini gorunce nasıl yakıcı bir keder hissine kapıldığımı bir dusunun! Ligeia'sız karanlıkta el yordamıyla ilerleyen bir cocuktan farksızdım. Askıncılığın kendimizi kaptırdığımız pek cok gizemini aydınlatan yalnızca onun varlığı, okumalarıydı. Onun gozlerinin ısıltısı olmayınca alev gibi parlayan, altın renkli harfler Saturn kursunundan daha donuk bir hal aldı. Ve simdi o gozler ustunde dusunup tasındığım sayfalar uzerinde giderek daha ender parıldıyordu. Ligeia hastalandı. Vahsi gozleri fazla - fazla gorkemli bir ısıkla


parıldamaya basladı. Soluk parmakları mezarın saydam, balmumsu rengini aldı ve azametli alnındaki mavi damarlar en ince duygularla hızla sisip sonmeye basladı. Oleceğini anladım - ve amansız Azrail'le ruhsal bir mucadeleye giristim. Ve tutkulu karımın mucadelesinin benimkinden bile daha enerjik olduğunu gorunce hayrete kapıldım. Katı doğası yuzunden olumun ona dehsetlerini bir kenara bırakıp geleceğine inanmıstım; - ama boyle olmadı. Golge'ye karsı sergilediği direnisin atesliliğini anlatmakta kelimeler aciz kalır. Bu acıklı goruntu karsısında inim inim inliyordum. Onu teselli edebilirdim - onunla mantıklı bir sekilde konusabilirdim; ama onun yasama - yasama - sadece yasama karsı duyduğu tutkunun yoğunluğu karsısında - hem teselliler, hem de mantık budalalığın son noktası gibi gorunurdu. Yine de son ana dek, vahsi ruhunun en siddetli kıvranısları arasında bile, dıstaki sakinliğini korudu. Sesi iyice inceldi - alcaldı - kısıklastı - yine de o usulca soylenen sozlerin cılgınca anlamı hakkında dusunmek istemiyordum. Buyulenmis bir sekilde olumlulukten daha fazlasını iceren bir melodinin anlattıklarını -olumlulerin hic bilmediği kabullenisleri ve hevesleri- dinlerken beynim donuyordu. Beni sevdiğinden suphem yoktu; ve onunki gibi bir yurekte askın sıradan bir tutkudan cok daha fazlası olacağını tahmin etmem zor değildi. Ama sevgisinin gucunu ancak olurken anladım. Uzun saatler boyunca elimi tutarak tutkulu bağlılığı putperestliğe varan, dolup tasan yureğini dokuyordu bana. Boyle itirafları dinlemek gibi kutsal bir ayrıcalığı nasıl edinmistim? -Sevgilimin bu itirafları ettiği saat icinde olmesi gibi bir durumla lanetlenmeyi nasıl hak etmisE. A. Poe Butun Hikayeleri tim? Ama bu konuda uzun uzadıya konusamayacağım. Su kadarını soyleyeyim ki, Ligeia'nın bir kadının gucunu asan ve ne yazık ki hak etmeyen, değersiz birine ihsan edilmis sevgisinde, en sonunda, artık hızla ucup gitmekte olan yasama karsı oylesine cılgın bir ictenlikle duyduğu tutkulu ozlemin ilkesini tanıdım. Yasama - sadece yasama - karsı duyduğu bu vahsice ozlemi - bu atesli arzuyu betimleyecek gucum, anlatabilecek sozlerim yok. Vefat ettiği gecenin yarısında beni otoriter bir el isaretiyle yanına cağırdı ve birkac gun once yazmıs olduğu dizeleri tekrarlamamı istedi. Ona uydum. -Dizeler sunlardı: iste! Bu bir gala gecesi Yalnız gecen bu son yıllardaki! Pecelerle donanmıs, gozyaslarına boğulmus Bir kanatlı melekler topluluğu Bir tiyatroda oturmus, izlemek icin Umutlar ve korkular ustune kurulu bir oyunu, Ve ara ara calıyor orkestra Muziğini gezegenlerin Yuce Tanrı'nın kılığındaki mimler, Mırıldanıp fısıldıyor alcak sesle, Ve sağa sola ucusuyor— Kukladan baska bir sey değiller, gelip giden, Sahneyi değistirip duran Engin sekilsiz seylerin emriyle, Kondor kanatlarını cırparken Gorunmez kederler yayan! O rengarenk drama! -Ah, kesinlikle Unutulmayacak! Hayaleti kovalanacak Onu tutamayan bir kalabalık tarafından.


Hep aynı noktaya donen Bir cember boyu, Konunun ozuyse Cılgınlık, Gunah ve Korku. Ama bakın, taklitciler guruhunun arasına, Surunen bir sekil giriyor davetsizce! Sahnedeki tenhalıktan Kıvranarak cıkan kan kırmızısı bir yaratık! Kıvranıyor! - Kıvranıyor! - Olumcul sancıları Mimler ona yem oluyor, Ve melekler sivri hasarat dislerinin Đnsan kanına bulandığını gorunce, hıckırıyor. Sonuyor - sonuyor ısıklar - hepsi sonuyor! Ve her titresen formun ustune Perde denen tabut ortusu, Bir fırtınanın hızıyla iniyor, Ve beti benzi atmıs melekler, Ayağa kalkıp pecelerini atıyor ve doğruluyor Bu tragedyanın adı "insan", Kahramanıysa Fatih solucan. "Ey Tanrım!" diye haykırırcasına konustu Ligeia, ben son dizeleri okurken ayağa kalkıp kollarını kasılımlı bir hareketle yukarı kaldırarak - "Ey Tanrım! Ey Yuce Baba! - Bu durum değistirilemez mi? - Bu Fatih bir kez olsun yenilemez mi? Biz Senin parcan ve Sana dahil değil miyiz? Đradenin, guclu iradenin gizlerini kim - kim bilebilir ki? insan kendisini meleklere ya da olume tam anlamıyla gucsuz iradesinin zayıflığından teslim eder." Ve sonra, sanki bu duygu patlamasıyla tukenmiscesine, beyaz kollarını iki yana bıraktı ve ciddiyet icinde olum yatağına dondu. Ve son nefeslerini verirken dudaklarından alcak bir mırıltı cıktı. Eğilip ona kulağımı verdim ve tekrar Glanvill'in kitabındaki pasajın son sozlerini isittim -"Đnsan kendisini meleklere ya da olume tam anlamıyla ancak gucsuz iradesinin zayıflığından teslim eder." Ligeia oldu; -ve ben, kederden yıkılmıs bir halde artık Ren Nehri'nin yanındaki kasvetli ve curuyen sehirdeki meskenimin yapayalnız terk edilmisliğine katlanamaz oldum. Dunyanın servet dediği seyden yana sıkıntım yoktu. Ligeia bana genelde olumlulerin payına dusenden cok, cok daha fazlasını vermisti. Bu yuzden birkac ay bezgin ve hedefsizce gezindikten sonra guzel Đngiltere'nin en yaban ve ıssız bolgelerinden birinde adını vermemem gereken bir manastırı satın alıp onarımını yaptırdım. Binanın kasvetli ve ic karartıcı gorkemi, bolgenin neredeyse vahsi doğası, her ikisiyle bağlantılı, melankolik ve eski anılar beni ulkenin o ucra, ıssız kosesine yonelten mutlak bir kendini salıverme hissiyle epey ortusuyordu. Buna karsın, yesillikler arasında curuyen manastır dıstan pek değisikliğe uğramasa da, ic kısmını cocuksu bir sapkınlıkla ve belki de acılarımı biraz hafifletmeyi umarak, muhtesem bir sekilde dosedim. -Boyle cılgınlıklardan cocukken bile hoslanırdım ve sanki simdi, kederimin bunaklığıyla birlikte geri geliyorlardı. Heyhat, Mısır'ın debdebeli ve olağanustu drapelerinde, gorkemli oymalarında, harika kornislerinde ve esyalarında, altın puskullu halılarının cılgınca desenlerinde nasıl da yeni bir deliliğin kesfedilebileceğini oyle iyi hissediyorum ki! Afyonun kolesi olmustum ve yaptıklarımda, emirlerimde duslerimden esinleniyordum. Ama bu absurdluklerden bahsetmekle vakit kaybetmemeliyim. Yalnızca zihinsel bir yabancılasma anında - sarısın ve mavi gozlu, Tremaine'li Leydi Rowena Trevonion'u esim olarak - unutulmaz Ligeia'nın halefi olarak - kabul edip sunaktan alarak goturduğum odadan bahsedeyim.


O duğun odasının mimarisinin ve dekorasyonunun her ayrıntısını su anda anımsıyorum. Gelinin mağrur ailesinin ruhları, o cok sevdikleri sevdikleri kızlarının oylesine suslu bir dairenin esiğinden adımını atmasına altın hırsı yuzunden izin verirlerken neredeydi? O odanın butun ayrıntılarını anımsadığımı soyledim - yine de buyuk onem tasıyan konuları ne yazık ki unuturum - ve oradaki fantastik goruntude hafızada yer edecek bir sistem, bir duzen yoktu. Mazgallı manastırın yuksek kulelerinden birinde yer alan oda besgen ve oldukca genisti. Besgenin guney yuzu tamamen pencereydi - Venedik'ten gelmis devasa bir camdı - kursuni bir rengi olan tek bir pencere camıydı, bu yuzden gunes ya da ay ısınları icerideki nesnelere korkutucu bir losluk veriyordu. Bu dev pencerenin ust kısmında kulenin duvarına tırmanan yaslı bir asma uzanıyordu. Kasvet verici bir meseden yapılmıs olan tavan son derece yuksek ve tonozluydu; ustu yarı-Gotik, yan-Druidik, en cılgınca ve tuhaf, karmasık desenlerin ornekleriyle kaplıydı. Bu melankolik tavanın tam ortasından iri halkalı tek bir altın zincirin ucunda, yine aynı metalden yapılma bir tutsuluk sarkmaktaydı. Desenleri Arap tarzındaydı ve deliklerinin bazıları oyle bir sekilde acılmıstı ki, iclerinden rengarenk alevler adeta yılanlara ozgu bir canlılıkla donanmıslarcasına surekli girip cıkıyordu. Doğu tarzı birkac kanepe ve altın samdan odanın cesitli yerlerinde durmaktaydı - yatak da vardı - zifaf yatağı - Hint modeliydi, alcaktı ve abanozdan oyulmustu, ustunde tabut ortusunu andıran bir golgelik vardı. Odanın her kosesinde Luxor'daki kralların mezarlarından alınmıs, siyah granitten yapılma dev birer lahit durmaktaydı ve asırlık kapaklarında cok eski bir heykeltıraslık stilinin izleri vardı. Ama asıl fantezi (heyhat!) dairenin perdelerindeydi. Devasa - hatta orantısızca - bir yukseklikteki duvarlara - boydan boya ağır ve dev bir goblen asılıydı - kumasının aynısı yerdeki halıda, kanepelerin ve abanoz yatağın ortusunde, yatağın sayvanında ve pencereyi kısmen orten, goz alıcı kıvrımlı perdelerde de bulunan bir goblen. Bu kumas altın bakımından en zengin olan turdu. Ustu duzensiz aralıklarla, yaklasık otuz santim capındaki ve simsiyah arabesk figurlerle kaplıydı. Ama bu figurler ancak tek bir acıdan bakıldığında gercekten arabesk bir nitelik kazanıyordu. Simdi yaygın bir sekilde bilinen ve aslında kokleri cok eskiye dayanan bir yontemle, farklı sekillerde gorunecek bir bicimde yapılmıslardı. Odaya giren birine basit canavarlıklar gibi gorunuyorlardı; ama biraz daha ilerlediklerinde bu izlenim giderek değisiyordu; ve ziyaretci odada durduğu yeri değistirdikce kendini Norman batıl inanclarına ait ya da kesisin suclu uykularında gorduğu turden korkunc sekillerle bitmemecesine sarılmıs halde buluyordu. Bunların uyandırdığı fantazmagorik etki perdelerin arkasındaki kesintisiz, guclu bir hava akımı tarafından daha da pekistiriliyor - hepsine iğrenc ve rahatsız edici bir canlılık katıyordu. Tremaine Leydisiyle evliliğimizin ilk uğursuz ayını boyle salonlarda - boyle bir gerdek odasında - pek huzursuzlanmadan gecirdik. Karımın ruh halimdeki siddetli dalgalanmalardan odunun patladığını - benden uzak durduğunu ve beni pek sevmediğini - fark etmemek elde değildi; ama bundan rahatsızlık değil, tersine haz duyuyordum. Ondan, insandan cok seytana yakısır bir tiksintiyle nefret ediyordum. Hafızam geriye, (ah, nasıl da yoğun bir pismanlıkla!) Ligeia'ya, yuce, guzel, mezardaki sevgilime ucuyordu. Onun saflığını, bilgeliğini azametli ve ruhani yapısını, tutkulu, putperestce askını anımsamaktan zevk alıyordum. Bazen ruhumda onunkinden de guclu ateslerin serbestce yandığı oluyordu. Afyon duslerimin heyecanı icinde (cunku bu uyusturucunun zincirlerini boynuma gecirmistim) gecenin sessizliğinde, ya da gunduz vakti kucuk vadilerin gozlerden uzak koselerinde ismini sesleniyordum, sanki vahsice arzum, kutsal tutkum, ona karsı duyduğum ozlemin sevkiyle onu ayrıldığı


yola -ah, sonsuza dek olabilir mi?- dunyaya geri dondurebilirmisim gibi. Evliliğin ikinci ayının neredeyse basında Leydi Rowena ani bir hastalığa yakalandı ve iyilesmesi uzun surdu. Yuksek atesi gecelerini rahatsız gecirmesine yol acıyordu; ve yarı uykulu, aklı karmakarısık bir haldeyken kulenin icindeki ve etrafındaki sesler, hareketlerden bahsediyordu ki, bunların sadece vehminden ya da odanın fantazmagorik etkisinden kaynaklandığına karar vermisE. A. Poe Butun Hikayeleri tim. Sonunda kendini toparlamaya basladı - ve nihayet tamamen iyilesti. Ama kısa bir aradan sonra tekrar, bu kez daha hasta bir halde yatağa dustu; ve zaten zayıf olan bedeni bu saldırıdan sonra toparlanamadı. Hastalığı bu noktadan sonra endise verici bir nitelik kazandı ve sık sık tekrarlanmaya, doktorlarının hem bilgisine, hem de buyuk cabalarına meydan okumaya basladı. Gorunuse bakılırsa onu insani yollarla terk etmeyecek bicimde kroniklesen hastalık ağırlastıkca, sinirlerinin de giderek bozulduğunu ve onemsiz seylerden korktuğunu fark etmemem mumkun değildi. Simdi daha once sadece değindiği seslerden -hafif seslerden- ve goblenlerdeki tuhaf hareketlerden git gide artan bir azim ve sıklıkla bahsediyordu. Eylulun sonlarına doğru bir gece bu rahatsız edici konuya her zamankinden yoğun bir ısrarla dikkatimi cekti. Huzursuz bir uykudan yeni uyanmıstı ve ben yarı endiseli, yarı belirsiz korkulu, iyice zayıflamıs yuzunu izlemistim. Abanoz yatağının yanına, Hint kanepelerinden birine oturdum. Biraz doğruldu ve ciddi, kısık bir fısıltıyla bana duymakta olduğu, ama benim duyamadığım seslerden bahsetti - o anda gormekte olduğu, ama benim algılayamadığım hareketlerden. Ruzgar goblenlerin arkasında hızla esiyordu. Ona o kesik kesik soluk sesleriyle duvardaki figurlerin hareketlerinin ruzgarın doğal sonucu olduğunu gostermek istedim (ama, itiraf edeyim ki, buna ben de tamamen inanmıyordum). Ama benzi olu gibi sararınca, suphelerini giderme cabalarımın bosuna olacağını anladım. Bayılıyor gibiydi ve ortalıkta yardım edecek hizmetci yoktu. Doktorlarının tavsiyesi olan bir surahi dolusu beyaz sarabın nerede olduğunu anımsadım ve onu almak uzere kosarak odayı gectim. Ama tutsuluğun ısığının altından gecerken iki tuhaf sey dikkatimi cekti. Gorunmez, ama dokunulabilir bir cismin hafifce icimden gectiğini hissettim; ve altın halının ustunde, tutsuluğun yaydığı parlak ısığın tam ortasında bir golgenin -hafif, belirsiz, meleksi bir golgenin- sanki bir golgenin golgesinin durmakta olduğunu gordum. Ama asırı miktarda afyon almıs olduğumdan bunlara pek dikkat etmedim. Rowena'ya da bahsetmedim. Sarabı bulduktan sonra geri donup bir kadehi doldurdum ve kendinden gecen leydinin dudaklarına uzattım. Ancak simdi biraz kendine gelmisti ve kadehi kendisi aldı, ben de gozlerimi ondan ayırmadan yanımdaki bir kanepeye coktum, iste o zaman halının uzerindeki, yatağın yanındaki hafif ayak sesini acık secik isittim; ve bir saniye sonra, Rowena sarabı dudaklarına gotururken, kadehin icine sanki odanın atmosferindeki gorunmez bir pınardan, parıltılı ve yakut rengi bir sıvının uc dort iri damlasının dustuğunu gordum ya da gorduğumu hayal ettim. Bunu ben gorduysem bile -Rowena gormedi. Sarabı duraksamadan icti ve ben ona sonucta korkusunun, afyonun ve saatin gecliğinin harekete gecirdiği bir hayal gucunun urunu olarak ele alınması gereken bu olaydan bahsetmedim. Yine de o yakut rengi damlaların dusmesinden hemen sonra karımın durumunun birden kotulestiğini gozardı edemiyorum; oyle ki, bundan sonraki ucuncu gecede hizmetcileri onu mezara hazırlamaya basladı ve dorduncu gece kefene sarılmıs bedeniyle birlikte, onu karım olarak kabul ettiğim olağandısı odada tek basıma oturuyordum. -Afyonun yol actığı cılgınca goruntuler onumde golgeler gibi hızla ucusuyordu. Odanın koselerindeki lahitlere, goblenin


ustundeki değisken figurlere ve tepedeki tutsuluğun renk renk alevlerine huzursuz gozlerle bakıyordum. Derken, baska bir gece olanları hatırlayınca, gozlerim o golgenin belli belirsiz izini gormus olduğum noktaya takıldı. Ama artık orada yoktu; ve rahatlamıs bir halde yataktaki solgun ve kaskatı bedene dondum. O zaman Ligeia'ya iliskin binlerce anı ustume akın etti -ve yureğimi, onu boyle kefenli gorduğumde hissettiğim o tarif edilmez keder bir sel gibi, tum siddetiyle doldurdu. Gece yerini sabaha bıraktı; ve ben hala tek askıma iliskin acı dusuncelerle dolu halde, Rowena'nın bedenine bakmayı surduruyordum. Hafif, yumusak, ama oldukca belirgin bir hıckırık beni uykumdan uyandırdığında vakit gece yarısı, biraz daha erken ya da daha gec olabilirdi, cunku saate bakmamıstım. - Abanoz yataktan geldiğini hissettim - olum doseğinden. Batıl bir dehsetin ızdırabıyla dinledim - ama tekrarlanmadı. Cesette bir hareket gormek icin gozlerimi zorladım - ama en kucuk bir hareket bile fark edilmiyordu. Yine de yanılmıs olamazdım. Sesi, ne kadar hafif olursa olsun, duymustum ve icimde ruhum uyanmıstı. Dikkatimi kararlılıkla ve sebatla cesedin ustunde yoğunlastırmayı surdurdum. Sonunda yanaklarına ve gozkapaklarının kucuk damarlarına hafif, zayıf ve neredeyse fark edilmez bir kızarıklığın yayılmıs olduğunu fark ettim. Olumlulerin dilinin yeterince ifade edemeyeceği, anlatılmaz bir dehset ve hayretle kalbimin durduğunu, oturduğum yerde uzuvlarımın kaskatı kesildiğini hissettim. Yine de bir gorev duygusu kendimi toparlamamı sağladı. Artık hazırlıklarımızda aceleci davranmıs olduğumuzdan suphem yoktu - Rowena hala yasıyordu. Hemen bir seyler yapılmalıydı: Ama kule manastırın hizmetcilerin kaldığı bolumunden epey uzaktaydı - seslenebileceğim kadar yakında değillerdi - ve onları ancak odadan bes on dakikalığına cıkarak yardıma cağırabilirdim - ve bunu yapamazdım. Bu yuzden hala ortalarda gezinen ruhu geri cağırmaya tek basıma cabaladım. Ancak kısa sure sonra durumu tekrar kotulesti; renk hem yanaklarından, hem de gozkapaklarından gitti ve geride mermerden daha solgun bir beyazlık bıraktı. Dudaklar olumun o korkunc ifadesiyle iki kat burusup buzuldu. Bedenin yuzeyine iğrenc, yapıskan bir ıslaklıkla soğukluk hızla yayıldı; ve o her zamanki katılık hemen geri geldi. Ansızın uyanınca yerimden fırlamıstım ve sonra tekrar, urpererek kendimi kanepeye attım ve yine Ligeia'ya iliskin tutkulu dusler kurmaya basladım. Bir saat kadar sonra (mumkun muydu bu?) yatağın bulunduğu taraftan gelen belirsiz bir sesin ikinci kez farkına vardım. Dinledim - yoğun bir dehsetle. Ses tekrar geldi - bir ic cekisti bu. Cesedin yanına kosunca dudakların titrediğini gordum - acıkca gordum. Bir dakika sonra gevseyip bir dizi parlak, inci gibi disin uzerine kapandılar. Simdi yureğimde saskınlık daha once orada tek basına hukum surmus olan derin dehsetle mucadele ediyordu. Gorusumun bulanıklastığını, mantığımın dizginlerinden bosandığını hissettim; ve yapmam gereken sey icin gerekli gucu ancak buyuk bir cabayla toplayabildim. Simdi alında, yanakta ve boğazda kısmi kızarıklıklar vardı. Butun govdeye hissedilir bir sıcaklık yayılmıstı. Kalp atısları bile hafifce hissediliyordu. Leydi yasıyordu; ve onu hayata dondurme cabalarıma iki misli sevkle devam ettim. Sakakları ve elleri ovarak ısıttım ve ıslattım, epey derin tıbbi bilgimle tecrubelerimin aklıma getirdiği her seyi yaptım. Ama hepsi bosunaydı. Birden renk kayboldu, nabız durdu, dudaklar tekrar olu bir ifadeye burundu ve anında butun govdeye o buz gibi soğukluk, o kursuni renk, o kaskatılık, o cokmusluk ve gunlerdir olu birinde gorulen butun o iğrenc tuhaflıklar yayıldı. Ve ben tekrar Ligeia'yı duslemeye basladım —ve tekrar, (bunu yazarken titremem sasırtıcı mı?) tekrar abanoz yatağın bulunduğu taraftan gelen hafif bir hıckırık isittim. Ama o gecenin ağza alınmaz dehsetlerini niye ayrıntılarıyla anlatayım ki? Niye bu iğrenc yeniden canlanma dramının safak sokene dek ara


ara tekrarlandığını; her birinin giderek daha geri donussuz gibi gorunen olumlerle son bulduğunu; her ızdırabının sanki gorunmez bir dusmanla boğusuyormus izlenimini verdiğini; ve her mucadelenin sonunda cesedin gorunusunde anlayamadığım vahsice bir değisikliğin olduğunu anlatmak icin duraksayayım ki? Hemen sonuca geleyim. O korku dolu gecenin buyuk kısmı bitmisti ve bir ara olmus olan o tekrar kımıldıyordu — simdi daha oncekinden de siddetli bir sekilde, her ne kadar mutlak umutsuzluğuyla her seyden daha tiksinti verici olan bir olum uykusundan uyanıyor olsa da. Uzun suredir cabalamayı ya da hareket etmeyi kesmis, bir vahsi duygular girdabının pencesinde, ki yoğun bir dehset bunların belki en az korkuncu ya da tuketicisiydi, caresizce kanepede kaskatı oturmaya devam ediyordum. Ceset, soylediğim gibi, simdi her zamankinden siddetli kıpırtılarla hareket ediyordu. Yasamın renkleri cehresine alısılmadık bir enerjiyle doluyor - uzuvlar gevsiyordu - ve gozkapakları hala sımsıkı kapalı olmasa ve o kefen bedene hala mezarsı bir hava vermese, Rowena'nın Olum'un zincirlerinden tamamen kurtulmus olduğuna inanabilirdim. Ama bu fikri o zaman tam olarak benimsememissem bile, kefenli yaratık yataktan kalkıp zayıf adımlar ve kapalı gozlerle, bir ruyanın icinde saskınlıkla ilerlercesine, cesaretle ve kararlılıkla odanın ortasına doğru yururken artık suphe etmeyi surduremezdim. Titremedim - kımıldamadım - cunku karsımdaki figurun genel havasına, gorunusune, davranıslarına iliskin bir ağza alınamaz hayaller ordusu beynimin icinde hızla hareket ederek beni felc etmis - dondurup tasa cevirmisti. Kımıldamadım - o hayalete bakmayı surdurdum. Dusuncelerimde delice bir karmasa vardı - yatıstırılamaz bir kargasa. Karsımdaki gercekten yasayan Rowena mıydı? O gercekten Rowena olabilir miydi - sarısın, mavi gozlu, Tremaineli Leydi Rowena Trevanion? Ama bundan niye, niye suphe duyuyordum ki? Ağzı sargılıydı - ama bu soluk alıp veren Tremaine'li Leydi'nin ağzı olamaz mıydı? Ve yanaklar - tıpkı en sağlıklı zamanlarındaki gibi gul pembesiydiler -evet, bunlar gercekten de yasayan Tremaine'li Leydi'nin guzel yanakları olabilirdi. Ve tıpkı sağlıklı zamanlarındaki gibi gamzeli olan bu cene ona ait olamaz mıydı? -Ama o halde hastalığı suresince boy mu atmıstı?Hangi anlatılmaz delilik bu dusunceyi sokmustu kafama? Bir hamleyle ayaklarına doğru atıldım! Dokunusumdan kacarken basını orten o korkunc kefeni dusurdu ve odanın atmosferine uzun ve dağınık sac yığınları yayıldı; gece yarısının kuzgun kanatlarından daha karaydılar! Ve simdi onumde duran figurun gozleri yavasca acılıyordu. "Đste, en sonunda," diye haykırdım yuksek sesle, "asla - asla yanılmıs olamam - bu iri, kara ve vahsi gozler - kaybettiğim askımın - Leydi - LEYDĐ LIGEIA'nın gozleri." 1838 Butun Hikayeleri Metzengerstein Pestis eram vivus - moriens tua mors ero. MARTIN LUTHER. Dehset ve olum asırlardır ortalıkta kol geziyor. Oyleyse anlatmam gereken oykuye niye bir tarih vereyim ki? Bahsettiğim donemde, Macaristan'ın ic kısımlarında ruh gocu doktrinlerine iliskin bir inancın gizli, ama yerlesik bir sekilde var olduğunu soylemem yeterli olacaktır. Doktrinlerin kendisi hakkında -yani yanlıslıklan ya da doğrulukları hakkında- hicbir sey soylemiyorum. Ama kuskularımızın coğunun "vient de ne pouvoir etre seuls"dan [Mercier, "L'an deux mille quatre cent quarante"sinde ruh gocunun doktrinlerini ciddiyetle savunur ve Đ. D'lsraeli "mantığa bu kadar basit ve az tiksinc gelen baska bir sistem yoktur," der. Albay Ethan Allen'ın, "Yesil Dağ Cocuğu"nun da ciddi


bir tenasuhcu olduğu soylenir.] (ki La Bruyere bunun butun mutsuzluklarımızın sebebi olduğunu soyler) kaynaklandığına eminim. Ama Macar batıl itikatlarında absurdluğun esiğinde gezinen bazı noktalar vardı. Onlar -Macarlar- temelde Doğulu otoritelerden epey farklıydılar. Orneğin Macarlara gore "Ruh," -zeki ve kavrayısı keskin bir Parislinin sozlerini aktarıyorum"ne demeure qu'un seule fois dans un corps sensible: Au reste - un cheval, un chien, un homme meme, n'est que la ressemblance peu tangible de ces animaux." Berlifitzing ve Metzengerstein aileleri yuzyıllardır ihtilaf icindeydi. Đki ailenin birbirlerine karsı boylesine meshur ve karsılıklı nefretle percinlenmis bir dusmanlık beslemesi duyulmus sey değildi. Bu dusmanlığın kaynağı eski bir kehanette yatıyordu galiba -"Yuce bir isim korkulu bir dusus yasayacak, Metzengerstein'in olumluluğu Berlifitzing'in olumsuzluğunu yendiğinde." Aslında bu sozun kendi icinde pek bir anlamı yoktu. Ama daha onemsiz sebeplerin -cok eskiden de değil- aynı derecede olumcul sonuclara yol actığı gorulmustur. Ayrıca yayılmacı bir politika izleyen iki hanedan uzun suredir calkantılı bir hukumette rakip konumdaydılar. Dahası, yakın komsuların dost olduğu pek enderdir. Berlifitzing Satosu sakinleri yuksek payandalarından, Metzengerstein Sarayı'nın pencerelerinin icine bakabiliyorlardı. Boylesine feodal bir gorkem, kokleri daha yakın zamanlara dayanan ve daha az varlıklı, sinirli mizaclı Berlifiızingleri tahrik etmisti. Oyleyse o kehanetin, ne kadar sacma da olsa, zaten kalıtsal kıskanclık tarafından kıskırtılan, bozusmaya hazır iki aileyi birbirine dusurmesinde sasılacak bir sey var mı? Kehanet daha guclu olan ailenin kazanacağını ima ediyordu -eğer bir sey ima ediyorduysa-; ve bu elbette daha zayıf ve nufuzsuz olan tarafın kinini artırıyordu. Berlifitzing Kontu Wilhelm, gencliğinde azametli biri olmasına karsın bu anlatıdaki olayların gectiği doneminde tek ozelliği rakibinin ailesine karsı duyduğu asırı ve koklesmis bir kin ve atlara ve avcılığa karsı duyduğu buyuk bir tutku olan (her gun ava cıkmasını ne fiziksel ve zihinsel yetersizlikleri, ne de ilerlemis yası engelleyebiliyordu) zayıf ve bunak bir ihtiyardı. Metzengerstein Baronu Frederick ise henuz resit değildi. Babası Bakan G----- genc yasta olmustu. Annesi Leydi Mary de kısa sure sonra onun pesin den gitmisti. Frederick o sırada on sekizindeydi. Bir sehirde gecirilen on sekiz sene uzun bir donem değildir: Ama kırlarda -o prensliğin bulunduğu gorkem li kırlar gibi yerlerde sarkac daha derin bir anlamla sallanır. Genc Baron, babasının idaresine iliskin bazı tuhaf kosullar sonucunda onun olumunden hemen sonra o buyuk servetini ele gecirdi. Bir Macar soylusunun bu kadar cok mulke sahip olması pek rastlanır sey değildi. Satoları sayılamayacak kadar coktu. En gorkemli ve buyuk olanıysa "Metzengerstein Sarayı" ydı. Arazilerinin sınırı asla kesin olarak belirlenmemisti; ama ana parkı seksen kilometre boyunca uzanıyordu. Boylesine genc, karakteri bilindik bir mal sahibinin boylesine benzersiz bir serveti ele gecirmesi simdiden sonra ne yapacağı konusunda pek spekulasyona yol acmadı. Gercekten de varis uc gun icinde zulumde babasına tas cıkarttı. Utanc verici ahlaksızlıklar -pervasızca hainlikler- duyulmamıs canavarlıklar titreyen kolelerinin uysalca boyun eğmenin - fazla titiz bir vicdanın - artık kendilerini adi bir Caligula'ya karsı koruyamayacağını cabucak anlamalarına yol actı. Dorduncu gunun gecesinde Berlifitzing ahırları yanmaya basladı; ve civardaki herkes Baron'un kabahatlerinin ve kotuluklerinin zaten tiksinc olan listesine kundakcılığa da ekledi. Ama bu olayın yol actığı kargasa esnasında, genc soylu Metzengerstein aile sarayının genis ve bos bir ust kat dairesinde oturup derin dusuncelere dalmıstı.


Duvarlarda kasvetle asılı duran zengin, ama solmus goblenler bin bir unlu atanın golgeli ve gorkemli formlarını temsil ediyordu. Burada otokratlarla ve hukumdarlarla yan yana, arkadasca oturan, zengin kakımlı rahipler ve kodaman din adamları gecici bir kralın isteklerini veto ediyor ya da papanın emriyle seytanın asi kralını dizginliyordu. Surada Metzengerstein prenslerinin esmer, uzun figurleri -dusmus dusmanların cesetlerini ciğneyen kaslı atları- enerjik ifadeleriyle en sağlam sinirleri bile sarsıyordu: Ve yine burada, eski gunlerin kadınlarının cinsellik yayan, kuğu gibi figurleri hayali melodiler esliğinde gercekdısı bir dansın labirentlerinde suzuluyordu. Ama Baron Berlifitzing'in ahırlarından gelen, giderek yukselen sesleri dinlerken ya da dinler gibi yaparken -veya belki de daha yeni ya da etkili bir curetkarlık gosterisi ustune dusunurken- gozleri rakip ailenin Musluman bir atasına ait bir goblendeki devasa ve rengi doğal olmayan bir ata cevrildi. At on planda heykel gibi, hareketsiz duruyordu. Arka planda yenilmis binicisi bir Metzengerstein'ın hanceriyle can vermekteydi. Bakıslarının farkında olmadan nereye cevrildiğini gorunce Frederick'in dudaklarında seytani bir gulumseme belirdi. Ama bakmayı surdurdu. Duyularının ustune bir tabut ortusu gibi coken asırı huzursuzluğa anlam veremiyordu. Dussu ve tutarsız duygularını uyanıklıkla bağdastırmakta zorlanıyordu. Baktıkca daha fazla buyuleniyordu sanki -bakıslarını o goblenin ilgincliğinden ayırmak giderek daha zor geliyordu. Ama icindeki kargasa iyice buyumeden dikkatini zorla dairenin camlarına vuran kızıl ısıklara cevirdi. Ancak bu eylem anlıktı. Bakısları mekanik bir sekilde tekrar duvara dondu. Bu arada dev atın basının pozisyon değistirmis olduğunu gorunce buyuk bir dehsete ve hayrete kapıldı. Hayvanın daha once sanki sevgiyle, yuzukoyun yatan lorduna eğilmis olan bası simdi dimdik Baron'a doğru cevrilmisti. Daha once secilemeyen gozlerinde simdi enerjik ve insanca bir ifade vardı ve sıradısı bir kızıllıkla parlıyordu. Ofkeye kapıldığı belli olan atın gerilmis dudakları mezarsı ve iğrenc dislerini sergiliyordu. Dehsete kapılan genc soylu sendeleyerek kapıya doğru gitti. Onu acarken iceri dolan ve odayı aydınlatan kızıl, parlak bir ısık bir golgeyi titresen goblenin ustune buyuk bir netlikle dusurdu; ve o golgenin Musluman Berlifitzing'in amansız ve muzaffer katilinin hatlarını tamamen doldurduğunu ve tam onun pozisyonuna burunduğunu gorunce -esikte bir sure hayretler icinde dururkentepeden tırnağa urperdi. Baron biraz neselenmek icin hemen acık havaya cıktı. Sarayın ana kapısında uc seyisle karsılastı. Dev ve alev rengi bir atı buyuk gucluklerle, canları pahasına dizginlemeye calısıyorlardı. "Kimin atı bu? Nereden buldunuz?" diye sordu delikanlı, huysuz ve boğuk bir sesle, o goblenli odadaki o gizemli atın, onundeki bu ofkeli hayvanın tıpatıp aynısı olduğunu fark edince. "Bu at size ait efendim," diye yanıtladı seyislerden biri, "en azından sahibi olduğunu iddia eden baska kimse yok. Onu Berlifitzinglerin yanan ahırından dumanlar icinde ve ofkeden kopurerek kacarken yakaladık. Eski Kont'un yabancı aygırlarından biri olduğunu dusunerek geri goturduk. Ama oradaki kimse ata sahip cıkmadı. Bu cok tuhaf, cunku tasıdığı izlerden alevlerden kılpayı kurtulduğu belli oluyor." "Alnına dağlanmıs W. V. B. harfleri de acık secik goruluyor," diye araya girdi ikinci bir seyis. "Tabii ki bunların Wilhelm Von Berlifitzing'in bas harfleri olduğunu dusundum - ama satodaki herkes at hakkında herhangi bir sey bildiğini inkar ediyor." "Cok garip!" dedi genc Baron dusunceli bir havayla ve sozlerinin anlamından


acıkca habersiz olarak. "Soylediğin gibi, bu oldukca guzel bir at -muthis bir at! Gerci senin de cok haklı olarak soylediğin gibi, nereden geldiği supheli; ama benim olsun." diye ekledi, bir duraksamadan sonra. "Belki Frederick Metzengerstein gibi bir binici Berlifitzing'in ahırlarından gelen bir seytanı bile ehlilestirebilir." "Yanılıyorsunuz lordum. Soylediğimiz gibi, at Kont'un ahırlarından gelmedi. Durum boyle olsaydı, onu ailenizden bir soylunun karsısına asla cıkarmazdık." "Doğru!" dedi Baron kuru bir sesle; ve o anda yatak odası usaklarından biri kıpkırmızı bir yuzle ve hızlı adımlarla cıkageldi. Efendisinin kulağına tasarımını kendisinin yapmıs olduğu bir dairedeki goblenin kucuk bir parcasının ansızın ortadan kaybolduğunu fısıldadı. Aynı zamanda ayrıntılara da girdi; ama bunlar cok alcak sesle soylendiğinden seyisler meraklarını gideremediler. Genc Frederick bu esnada oldukca huzursuzlanmıs gorundu. Ancak kısa surede kendini toparladı ve yuzunde kararlı bir fesatlık ifadesiyle soz konusu dairenin kapısının hemen kilitlenmesini ve anahtarının kendisine verilmesini emretti. Usağın gitmesinden sonra, Baron'un artık kendisine ait olarak kabul ettiği at iki misli ofkeyle ileri atılıp saha kalkarak sarayla Metzengerstein ahırları arasındaki uzun yoldan goturulurken kolelerinden biri Baron'a "Yaslı avcı Berlifitzing'in talihsiz olumunu isittiniz mi?" diye sordu. "Hayır!" dedi Baron, birden konusan kisiye donerek. "Oldu mu dedin?" "Evet lordum; ve bu haberin sizi uzmeyeceğinden eminim." Dinleyicinin yuzunde bir gulumseme belirip kayboldu. "Nasıl olmus peki?" diye sordu. "Av aygırlarından en sevdiklerini kurtarmaya calısırken alevlerin ortasında kalmıs ve korkunc bir sekilde olmus." "D-e-m-e-k o-y-l-e-!" dedi Baron, sanki heyecan verici bir dusuncenin gercekliğinin yavasca ve kararlılıkla bilincine varıyormuscasına. "Evet," dedi kole. "Sok edici!" dedi delikanlı istifini bozmadan ve sessizce saraya girdi. Bu tarihten sonra sefih genc Baron Frederick Von Metzengerstein'ın dıssal tavırlarında belirgin bir değisiklik gozlenmeye baslandı. Davranısları her beklentiyi hayal kırıklığına uğratıyor ve pek cok hileci annenin gorusleriyle pek az ortak yon sergiliyordu. Alıskanlıktan ve tavırları komsu aristokratlara karsı eskisinden de soğuktu. Kendi bolgesinin dısına asla cıkmıyor ve bu engin ve sosyal dunyada tamamen tek basına yasıyordu - sahiplendikten sonra surekli bindiği o sıradısı, atılgan ve alev rengi atla gizemli bir sekilde arkadaslık etmiyor idiyse tabii. Ancak komsuları uzun sure periyoduk olarak davetlerde bulunmayı surdurdu. "Baron varlığıyla festivallerimizi onurlandım mı acaba?" "Baron yabandomuzu avımıza katılır mı?" -"Metzengerstein avlanmaz;" "Metzengerstein gelmeyecek," kibirli, kısa ve oz yanıtlardı. Buyurgan soylular bu surekli yinelenen hakaretlere katlanamazlardı. Davetler resmilesti - seyreklesti - zamanla tamamen kesildi. Talihsiz Kont Berlifitzing'in dul esinin "Umarım Baron evde olmak istemediği zaman evde olur, cunku esitlerinin varlığını horgoruyor; ve ata binmek istemediği zaman ata biner, cunku bir atın arkadaslığını tercih ediyor," dediği bile isitildi. Bu kalıtsal gucenikliğin son derece aptalca bir sekilde ifadesiydi elbette; ve sadece her zamankinden fazla enerjik olmaya karar verdiğimizde sozlerimizin ne kadar tuhaf bir sekilde anlamsızlastığını gostermeye yaradı. Ancak iyi niyetliler genc soylunun davranıslarındaki değisimi ebeveynlerini vakitsizce kaybetmis olmasına bağladılar. Ama onları kaybettikten hemen sonraki,


canavarca ve pervasızca yasadığı kısa donemi unutuyorlardı. Bazıları onun kendisini fazla onemsediğini ve asırı kibirli olduğunu soyledi. Yine bazıları (mesela aile doktoru bunlardan biriydi) tuhaf bir melankoliden ve kalıtımsal bir sağlıksızlıktan bahsetmekte duraksamadı. Bu arada halk arasında daha karanlık ve ustu kapalı imalar ediliyordu. Sonunda Baron'un yeni cenk atına karsı gosterdiği sapkınca bağlılık -hayvanın vahsi ve seytani niteliklerini her sergileyisiyle gucleniyor gibi gorunen bir bağlılık- aklı basında herkes tarafından iğrenc ve anormal bir tutku olarak gorulmeye baslandı. Genc Metzengerstein oğle gunesinin altında - gecenin karanlığında - hastalıkta ya da sağlıkta - iyi ya da kotu havada - inatcı kustahlığıyla kendi doğasına son derece benzerlik gosteren o devasa atın sırtında goruluyordu surekli. Son olaylarla birlesince binicinin asırı tutkusuna ve atın yeteneklerine doğaustu ve mucizevi bir nitelik katan baska olaylar da vardı. Atın bir sıcrayısta kat ettiği mesafe ozenle olculmus ve sonuc hayal gucu en kuvvetlilerin bile beklentilerinden cok daha fazla cıkmıstı. Ayrıca Baron hayvana belirli bir isim vermemisti, oysa koleksiyonundaki geri kalan tum atların ismi vardı. Bu atın ahırı da diğerlerinkinden uzaktaydı; ve tımar etme isini ve diğer gerekli isleri sadece atın sahibi goruyor, hatta o atın ahırına ondan baska kimse giremiyordu. Ayrıca, atı Berlifitzing'teki buyuk yangından kacarken yakalayan uc seyis her ne kadar atı bir baslık ve ip halkasıyla durdurmayı basarmıs olsa da ucunden hicbiri o tehlikeli mucadele sırasında elini atın govdesinin uzerine koyduğundan emin değildi. Soylu ve atılgan bir atın davranıslarında sergilenen tuhaf zeka genellikle fazla heyecan uyandırmaz, ama oyle durumlar vardı ki en kuskucu ve soğukkanlı kisileri bile etkiliyordu; ve bazen atın ayaklarını korkunc ve derin anlamlar gizler sekilde, hızla yere vurarak, toplanmıs kendisini izleyen kalabalığın korkuyla geri cekilmesine yol actığı oluyordu. Boyle zamanlarda genc Metzengerstein'ın beti benzi atıyor, atın bir insan gibi ciddiyetle bakan, hızlı ve arayıcı gozlerinden kacıyordu. Ancak Baron'un tum maiyeti icinde kimse o genc soylunun vahsi atma karsı duyduğu o sıradısı tutkuyu paylasmıyordu; en azından cirkinliğiyle herkeE. A. Poe sin sinirini bozan ve goruslerine kesinlikle kimsenin aldırmadığı onemsiz ve bicimsiz, ufak tefek bir usak dısında kimse. O (eğer fikirleri bahsedilmeye değerse) efendisinin ata binerken hep acıklanamaz ve neredeyse fark edilmeyecek bir sekilde titrediğini one surme kustahlığında bulunuyordu; ve her gun uzun gezintisinden geri donduğunde muzaffer bir kotuluk ifadesinin yuzunun tum hatlarını carpıttığını. Fırtınalı bir gecede derin bir uykudan uyanan Metzengerstein odasından cıkıp deli gibi asağı indi ve atın sırtına atladığı gibi ormana dalıp gozden kayboldu. Boylesine sık yasanan bir olay ilgi cekmedi, ama birkac saat sonra, Metzengerstein Sarayı'nın muazzam ve gorkemli kale burcları guclu ve dizginsiz bir yangının etkisiyle temellerinden catırdayıp sarsılmaya baslayınca saraydakiler geri donusunu buyuk bir endiseyle beklemeye basladı. Alevler ilk fark edildiğinde oyle ilerlemisti ki binanın herhangi bir kısmını kurtarma cabalarının bosuna olduğu acıktı. Saskınlık icindeki komsular kayıtsız olmasa bile sessiz bir hayretle durup yangını izlemeye basladı. Ama kalabalığın dikkati yeni ve korkutucu bir objeye yoneldi ve bu insan acısının bir kalabalığın hislerindeki heyecanı nasıl cansız maddenin en afallatıcı goruntulerinden bile cok uyandırdığını kanıtladı. Ormanla Metzengerstein Sarayı arasındaki, yaslı meselerin olusturduğu uzun yolda bonesiz ve panik icindeki bir biniciyi tasıyan bir atın Fırtına Seytanı'nınkini


bile asan bir suratle sıcrayarak ilerlediği goruldu. Binicinin atın kontrolunu tamamen yitirdiği acıktı. Yuzundeki ızdırap, bedeninin kasılmaları insanustu bir caba harcadığını gosteriyordu; ama duyduğu dehsetin yoğunluğuyla defalarca ısırdığı, kanayan dudaklarının arasından tek bir cığlık dısında hic ses cıkmadı. Toynakların takırtısı alevlerin gurlemesini ve ruzgarın cığlıklarını tiz ve keskin bir sekilde bastırdı. Bir an sonraysa at bir sıcrayısta kapıyı ve kale hendeğini astıktan sonra sarayın sarsılan merdivenlerini cıkıp binicisiyle birlikte o kaotik alev girdabının icinde gozden kaybolmustu. Fırtına bir anda dindi ve ortalığa olu, sessiz bir dinginlik coktu. Beyaz bir alev hala binayı bir kefen gibi sarmalıyor ve sessiz goğe doğru yukselirken doğaustu parıltılar sacıyordu. Bir duman bulutu mazgallı siperlerin ustune belirgin ve devasa bir sekil olusturarak cokuyordu -bir atın seklini. 1836 Butun Hikayeleri Nefesini Yitirmek "Blackwood"a Ne Uygun Olan, Ne de Olmayan Bir Oyku Ah nefes alma, vs. - MOORE'UN MELODĐLERĐ. Adı en cok kotuye cıkmıs talihsizlik bile eninde sonunda felsefenin yorulmak nedir bilmez cesaretine boyun eğer - tıpkı en inatcı sehrin bir dusmanın ardı arkası kesilmez saldırılarına boyun eğmesi gibi. Kutsal kitapta yazdığına gore, Salmanezer, Samaria'nın onunde uc sene beklemistir; ama sonunda sehir dusmustur. Sardanapalus ise -bkz. Diodorus- Ninova'nın onunde yedi sene beklemistir; ama bosuna. Truva'nın fethi yaklasık on sene almıstır; ve Azoth, Aristaeus'un serefi ustune yemin ederek soylediğine gore, kapılarını Psammitticus'a ancak yirmi sene sonra acmıstır. "Seni serseri seni! - Seni sirret seni! - Seni cadaloz seni!" dedim karıma, duğunumuzun ertesi sabahında, "Seni cadı seni! - Seni kocakarı seni! - Kendini bir halt zannediyorsun! - Seni edepsiz seni! - Sen iğrenc olan her seyin alev yuzlu ozusun! - Seni - seni -" ve bu noktada ayak parmaklarımın ucunda yukselip boğazını kavradım ve ağzımı kulağına yaklastırarak onu onemsizliği konusunda ikna edecek daha sert hakaretlerde bulunmaya hazırlanıyordum ki buyuk bir dehset ve hayretle nefesimi yitirdiğimi fark ettim. "Nefesim kesildi" ya da "nefesimi yitirdim" sozleri vb. gundelik konusmalarda sık sık kullanılır ama basıma gelen o korkunc kazanın sahiden gerceklesebileceğini hic dusunmemistim! Saskınlığımı — korkumu — umutsuzluğumu hayal edin - hayal gucu kuvvetli biriyseniz tabii! Ama neyse ki beni asla terk etmeyen bir iyi huyum var. En zaptedilmez ruh hallerimdeyken bile gorgu kurallarına en azından biraz uymayı surdururum, et le chemin des passions me conduit -Lord Edouard'ın "Julie"de soylediği gibi- ά lα philosophie veritable. Đlk basta bu durumun beni hangi olcude etkilediğini anlayamasam da, bu benzersiz felaketin boyutlarını deneyimle oğrenene dek onu her halukarda karımdan gizlemeye karar verdim. Bu yuzden carpık yuz ifademi bir anda capkınca, cilveli, yumusak huylu bir ifadeye donusturup zevcemin bir yanağına hafifce, muhabbetle vurup diğerini optum ve tek kelime etmeden (zaten edemezdim) topuğumun ustunde dondum ve onu bu tuhaf davranıslarımla hayretler icinde bırakarak bir Pas de Zephyre'le odadan cıkıp gittim. Beni sinirliliğin kotu sonuclarının bir orneğiyle ozel boudoir'ıma kapanmıs halde hayal edin - yasıyordum, ama bir olunun nitelikleriyle - oluydum, bir canlının eğilimleriyle - yeryuzundeki anormal bir yaratıktım - son derece sakin, ama nefessizdim.


Evet! Nefessizdim. Nefesimi tamamen yitirmis olduğumu soylerken ciddiyim. Yasamım soz konusu olsa bile onunla bir tuyu kıpırdatamazdım, bir aynayı bile buğulandıramazdım. Kahpe felek! - yine de kederimin ilk ani ve siddetli nobetini hafifleten bir etken vardı. Karımla konusamaz olunca tamamen yitirdiğimi sandığım konusma yetimi aslında yalnızca kısmen yitirmis olduğumu ve o kriz anında sesimi tuhaf, derin bir sekilde gırtlaktan cıkarsam, ona duygularımı ifade etmeyi surdurebileceğimi fark ettim. Bu ses tonunun (gırtlaksı) nefes akımına değil, boğaz kaslarının kasılımsal bir hareketine bağlı olduğunu kesfettim. Kendimi bir koltuğa atarak bir sure derin dusuncelere daldım. Dusuncelerim kesinlikle rahatlatıcı değildi. Ruhumu bin bir turlu belirsiz ve ağlatıcı hayal ele gecirmisti - ve intihar etmek bile gecti aklımdan; ama apacık ve hazır olanı reddedip uzaktaki ve belirsiz olanı yeğlemek insan doğasının sapkınlığının bir ozelliğidir. Boylece, siyah cizgili tekir kedi halının ustunde sevkle mırlarken ve kopek masanın altında siddetle hırıldarken, ciğerlerinin gucunden gurur duyar ve akciğer yetersizliğimle acıkca alay ederlerken, intihar bana cinayetlerin en korkuncu gibi gorundu. Bir belirsiz umutlar ve korkular karmasasıyla bunalmıs haldeyken merdiveni inen karımın ayak seslerini isittim. Simdi onun gittiğinden emin olduğum icin, kut kut atan bir yurekle felaketimin yasandığı yere kostum. Kapıyı dikkatle iceriden kilitledikten sonra gayretle her tarafı aramaya giristim. Belki de bir kosede ya da bir cekmecenin veya dolabın icinde aradığım seyi bulabileceğimi dusunuyordum. Buhar halinde olabilirdi - elle tutulur halde E. A. Poe Butun Hikayeleri bile olabilirdi. Filozofların coğu, felsefeye iliskin pek cok noktada, hala felsefi yaklasımlardan oldukca uzaklar. William Godwin ise, "Mandeville"inde "gorunmeyen seylerin tek gerceklikler olduğundan" bahseder ve bunun yasadığım durum icin gecerli olduğu acıktı. Sağduyulu okurlar haksız ve absurd suclamalarda bulunmadan, once durup bir dusunsunler lutfen. Anaxagoras'in karın siyah olduğunu soylediğini anımsayın, ki ben de bunun doğru olduğunu gordum. Arastırmamı uzun sure gayretle surdurdum: Ama cabalarımın ve sebatımın acınası odulu yalnızca bir takma dis seti, dort adet gultohumu, bir goz ve Bay Windenough'in karıma gonderdiği bir tomar ask mektubu oldu. Burada esimin Bay Windenough'a karsı beslediği muhabbetin bu kanıtının beni pek rahatsız etmediğini belirtmeliyim. Bayan Lacko'breath'in benden bu kadar farklı bir seyi beğenmesi doğal ve gerekli bir kotuluktu. Gurbuz ve sisman, aynı zamanda da biraz ufak tefek gorunuslu biri olarak tanınırım. Bu yuzden arkadasımın tığ gibi inceliğinin ve dillere destan boyunun. Bayan Lacko'breath'in beklentilerini karsılamasına sasmamalı. Ama konumuza donelim. Soylediğim gibi, cabalarım bosa cıkmıstı. Dolapları - cekmeceleri - koseleri bir bir amacsızca taramıstım. Ancak bir ara, bir makyaj kutusunun altını ustune getirirken kazayla bir Grandjean's Archangels parfumu sisesini kırdığımda odulumu bulduğumu dusundum - bu arada bu parfumu tavsiye ederim. Kasvetle boudoir'ıma dondum - orada ulkeyi terk etmeden once karımın sırrımı oğrenmesine engel olmanın yolu ustune dusundum, cunku bunu yapmaya coktan karar vermistim. Tanınmadığım, yabancı bir ulkede basıma gelen felaketi gizlemeyi deneyebilirdim - dilencilikten bile daha cok coğunluğun sevgisini uzaklastıracak, bicareye erdemli ve mutlulukların hak edilmis ofkesini cekecek bir felaketi. Fazla duraksamadım. Tezcanlı bir yapım olduğundan, hemen "Metamora" tragedyasının tamamını aklıma getirmeye koyuldum. Talihim, bu dramın vurgulamalarında, ya da en azından kahramana ait olan kısmında, cıkaramadığımı fark ettiğim ses tonlarının tamamen gereksiz olduğunu ve gırtlaktan gelen, boğuk bir sesin drama basından sonuna dek


monoton bir sekilde hakim olduğunu anımsayacak kadar yaver gitmisti. Đslek bir bataklığın sınırlarında bir sure pratik yaptım - ancak Demosthenes'inkine benzemeyen, titizce ve dikkatle, bizzat tasarladığım bir yontemi uyguluyordum. Boylece her acıdan silahlandıktan sonra, esimin birden icimde bir tiyatro askının uyandığını sanmasını sağlamaya karar verdim. Bunda mucizevi bir sekilde basarılı oldum; ve her soruya ya da oneriye kurbağalarınki gibi, mezardan geliyormuscasına bir sesle trajediden bir pasaj okuyarak karsılık vermekte hic zorlanmadım - metnin herhangi bir kısmının herhangi bir konuya esit olcude uyacağını gormek beni fazlasıyla sevindirmisti. Ancak boyle pasajları okurken sası bakmayı - dislerimi gostermeyi - dizlerimi oynatmayı ayaklarımı surtmeyi - ya da gunumuzde haklı olarak populer bir oyuncunun mutlaka sahip olması gerektiği dusunulen o daha baska, ağıza alınmaz incelikleri sergilemeyi ihmal ettiğimi sanmayın. Bunda oyle basarılı oldum ki, bana deli gomleği giydirmekten bahsetmeye basladılar - ama, ulu Tanrım! Nefesimi kaybettiğimden kesinlikle suphelenmediler. Nihayet islerimi duzene soktuktan sonra, bir sabah erkenden ------- 'ye giden posta arabasına bindim - arkadaslarıma son derece onemli bir is meselesi yuzunden hemen o sehre gitmek zorunda olduğumu soylemistim. Arabanın ici tamamen doluydu, ancak loslukta yol arkadaslarımın yuzlerini secemiyordum. Etkili bir direnis gostermeden, iki devasa centilmenin arasında oturmak zorunda kaldım; daha iri yapılı bir ucuncusuyse yapacağı sey icin ozur diledikten sonra, boylu boyunca ustume uzandı ve bir anda uykuya dalıp Phalaris boğasının gurlemelerini bile aratacak horultularıyla, rahatsızlığımı ifade eden tum gırtlaksı seslerimi bastırdı. Neyse ki, solunum organlarımın durumu, boğulma tehlikesini tamamen ortadan kaldırıyordu. Ancak, sehrin eteklerine vardığımızda, gunes iyice yukselmeye baslarken, iskencecim kalkıp gomleğinin yakasını duzelttikten sonra, bana son derece sıcak bir tavırla nezaketim icin tesekkur etti. Hareketsiz kalmayı surdurduğumu gorunce (butun uzuvlarım yerinden cıkmıstı ve basım yana cevriliydi) kaygılanmaya basladı; ve geri kalan yolcuları da uyandırdıktan sonra kendinden emin bir sesle yanlarına canlı ve sorumluluk sahibi bir yol arkadası yerine bir olunun verilmis olduğuna iliskin kesin kanısını dile getirdi. Bunu soylerken iddiasının doğruluğunu kanıtlamak icin bas parmağını sağ gozume soktu. Bunun uzerine hepsi teker teker (dokuz kisiydiler) kulağımı cekmeyi gorev bildi. Genc bir pratisyen doktor da, cebinden bir ayna cıkarıp ağzıma tuttuktan ve nefes almadığımı anladıktan sonra, iskencecimin iddiasının doğruluğuna kanaat getirdi; ve hep birden, gelecekte boyle hilelere kuzu kuzu katlanmamaya ve yola devam etmeden once cesetten kurtulmaya karar verdiler. Boylece beni "Crow" tabelasının onune attılar (o sırada arabanın onunden gecmekte olduğu meyhanenin adıydı bu) ve bu iki kolumun arabanın arka tekerleğinin altında kırılmasından baska kotu bir sonuc doğurmadı. Surucuye de arkamdan en buyuk valizlerimden birini attığı icin tesekkur etmeliyim; bu valiz ne yazık ki kafamın ustune dusup hem ilginc, hem de sıradısı bir sekilde catlamasına yol actı. Misafirperver bir adam olan "Crow"un sahibi valizimin icindekilerin benim icin biraz zahmete girilmesini haklı cıkardığını gordukten sonra tanıdığı bir cerrahı cağırttı ve beni on dolarlık bir fatura ve makbuzla onun eline teslim etti. Cerrah beni dairesine goturur goturmez ameliyatlara basladı. Ancak kulaklarımı kestikten sonra hayat belirtileri kesfetti. Bunun uzerine can calıp, bu acil durum hususunda danısmak uzere komsusu bir eczacıyı cağırttı. Varolusuma iliskin suphelerinin doğrulanması ihtimalini hesaba katarak, eczacıyı beklerken karnımı yardı ve ic organlarımdan bircoğunu kisisel incelemelerinde kullanmak


uzere cıkardı. Eczacı olu olduğuma karar verdi. Var gucumle tekmeler atarak ve cırpınarak, kıvranarak bu fikrin yanlıslığını elimden geldiğince kanıtlamaya calıstım ne de olsa cerrahın ameliyatları beni bir nebze kendime getirmisti. Ama butun bunları yeni bir galvanik pilin etkisi olarak yorumladılar ve bunun uzerine, gercekten bilgili bir adam olan eczacı bir suru tuhaf deneye giristi ki, ben sahsen cok etkilendim. Ancak defalarca konusmaya calısmama karsın, baska kosullarda Hippocrates patolojisi konusundaki derin bilgimle rahatca curutebileceğim bos teorilere yanıt vermeyi bırakın, ağzımı bile acamamam beni cileden cıkardı. Pratisyenler bir sonuca varamayınca beni, daha sonra ayrıntılı bir sekilde incelemek uzere saklamaya karar verdi. Bir tavanarasına cıkarıldım; cerrahın karısı bana don ve corap giydirdi, cerrah ise ellerimi bağladıktan sonra cenemi de bir cep mendiliyle bağladı - sonra kapıyı ustume kilitleyip aksam yemeğine doğru kosturarak beni sessizlikte, derin dusuncelerle bas basa bıraktı. Simdi ağzım mendille bağlı olmasa konusabileceğimi gorerek buyuk bir sevinc yasadım. Kendimi bu dusunceyle rahatlattıktan sonra uyumadan once hep yaptığım gibi zihnimden "Tanrı'nın Gucu Her Seye Yeter"den bazı pasajlar geciriyordum ki, acgozlu ve saldırgan gorunuslu iki kedi gosterisli hareketlerle duvardaki bir delikten iceri atladıktan sonra yuzume cıktılar ve burnum gibi basit bir sebepten dolayı birbirleriyle saygısızca kavga etmeye basladılar. Ama nasıl Đran Mecusi'si ya da Mige-Gush'u kulaklarını kaybetmesi sayesinde Cyrus tahtına cıktıysa ve nasıl Zopyrus burnunu kaybederek Babil'i ele gecirdiyse, boylece yuzumden birkac gram kaybetmis olmam da kurtulmamı sağladı. Acıyla uyarılmıs ve ofkeden cılgına donmus halde tek bir hareketle iplerden ve sargıdan kurtuldum. -Odayı kavgacılara hor goruyle bakarak gectim ve pencereyi acarak buyuk bir korku ve hayal kırıklığına kapılmalarına sebep olduktan sonra, kendimi buyuk bir ceviklikle pencereden dısarı fırlattım. Posta arabası soyguncusu W ------, ki ona tuhaf bir sekilde benzemektey dim, tam o anda sehir cezaevinden cıkmıs, kenar mahallelerde kendisi icin ha zırlanmıs olan daragacına doğru ilerlemekteydi. Uzun suren bir hastalık saye sinde kelepcesiz yurume ayrıcalığını elde etmisti; ve ustunde darağacı giysisiyle -ki tuhaf bir sekilde benimkine benziyordu- celladın at arabasının arkasın da boylu boyunca uzanmıs yatmaktaydı (ki bu araba tam kendimi dısarı attı ğım sırada cerrahın pencerelerinin altından geciyordu). Arabanın muhafızları uyumus olan surucuyle altıncı piyade alayından iki sarhos acemi erdi. Talihsizlik eseri, arabanın icine, ayaklarımın ustune dustum. Kurnaz bir he rif olan W ------eline gecen fırsatı gordu. Hemen ayağa fırlayıp arabadan atla dı ve goz acıp kapayıncaya kadar dar bir sokağa dalarak gozden kayboldu. Gu rultuden uyanan erler durumu tam olarak kavrayamadı. Ancak suclunun aynı sı olan bir adamın arabada gozlerinin onunde ayakta dimdik durduğunu go runce o serserinin (yani W ------ 'nin) kacmaya calıstığını sandılar (bu sekildeki goruslerini bildirdiler) ve bu konuda karsılıklı fikir alısverisinde bulunduktan sonra ickilerinden birer yudum alıp dipcikleriyle beni yere serdiler. Gittiğimiz yere varmamız uzun surmedi. Lehime hicbir sey soylenemezdi elbette. Asılmak kacınılmaz yazgımdı. Bu yuzden bunu yarı aptallık, yarı hırcınlıkla kabullendim. Biraz kinik bir yapım olduğundan bir kopeğin tum duygularına sahiptim. Cellat ise ipi boynuma gecirdi. Ustunde durduğum platform asağı doğru acıldı. Darağacında yasadığım hisleri anlatmak istemiyorum; istesem bunu cok ayrıntılı bir sekilde yapabilecek olmama ve bu konuda doğru durust hicbir seyin soylenmemis olmasına karsın. Aslında boyle bir konuda yazmak icin asılmak


sarttır. Her yazar kendisini deneyimlerle sınırlamalıdır. Mark Anthony bu sekilde sarhosluk uzerine bir bilimsel inceleme yazmıstı. Ama olmediğimi soyleyebilirim. Bedenimin kesilecek nefesi yoktu; ve sol kulağımın altındaki duğumu saymazsak (bir asker duğumu olduğu belliydi) pek bir rahatsızlık hissetmiyordum. Dusmenin boynumdaki etkisine gelince, arabadaki sisman bayın yuzunden tutulmus boynumun duzelmesini sağlamaktan baska bir etkisi olmadı. E. A. Poe Ancak oldukca gecerli sebeplerden dolayı, kalabalığa girdikleri zahmetin karsılığını vermek icin elimden geleni yaptım. Kıvranmalarımın sıradısı olduğu soylendi. Spazmlarımı gecmek zor olurdu. Halk "Bir daha!" diye tempo tuttu. Bircok beyefendi bayıldı; ve isteri krizine kapılan pek cok hanım evlerine goturuldu. Pinxit fırsattan istifade edip oracıkta ciziktirdiği taslağa dayanarak o takdire sayan "Diri Diri Derisi Yuzulen Marsyas" tablosunu cizdi. Halkı yeterince eğlendirdikten sonra, darağacından indirilmemin vaktinin geldiğine karar verildi; -bunun sebeplerinden biri de gercek suclunun bu arada tekrar yakalanmıs ve tanınmıs olmasıydı; ama benim ne yazık ki bundan haberim yoktu. Bu bana epey sempati duyulmasını sağladı elbette ve, kimse cesedime sahip cıkmadığından, bir kamu mezarına gomulmem emredildi. Bir sure sonra buraya gomuldum. Zangoc gitti ve yalnız kaldım. Marston'un "Tatminsiz"inden bir dizeOlum iyi biridir ve evinin kapısı hep acıktır bana o anda bariz bir yalan gibi gorundu. Tabutumun kapağını darbelerle acıp dısarı cıktım. Ortalık korkunc bir sekilde kasvetli ve rutubetliydi. Can sıkıntısına kapıldım. Kendimi eğlendirmek icin sırayla dizilmis cok sayıdaki tabutun arasında el yordamıyla ilerledim. Kapaklarını teker teker, kırarak actıktan sonra iclerindeki fanilik ustune dusuncelere dalarak oyalandım. "Bu" dedim kendi kendime, siskin, yuvarlak ve yumusak bir cesede takılıp ustune duserken - "bu hic suphesiz kelimenin tam anlamıyla mutsuz - talihsiz biriydi. Korkunc yazgısı titreserek yurumekti - hayatı bir insan gibi değil, bir fil gibi yasamaktı - bir gergedan gibi. "Kilo verme yonundeki cabaları bosa cıkmıstı, dolasım sistemi de felaket haldeydi, ileri doğru bir adım atarken ne yazık ki iki adım sağa, uc adım sola gidiyordu. Calısmaları Crabbe'ın siirleriyle sınırlıydı. Topuk ustunde donmenin harikaları hakkında bir fikri yoktu, olamazdı.-Onun icin iki kisilik dans soyut bir kavramdı. Asla bir tepenin ustune cıkmadı. Sivri uclu bir kilise kulesinden asla bir metropolun gorkemlerini seyretmedi. Sıcaklık can dusmanıydı. Yazın en sıcak gunlerinde bir kopek gibi yasadı. Bu yuzden alevlerin ve boğulmanın duslerini gordu - yukselen dağların - Ossa'nın ustundeki Pelion'un. Solumakta zorlanıyordu - kısacası solumakta zorlanıyordu. Nefesli calgılar calmayı gereksiz buluyordu. Kendi kendine hareket eden yelpazelerin ve vantilatorlerin mucidiydi. Korukcu Du Pont'u azarlayıp dururdu ve puro icme girisiminde bulunurken, berbat bir sekilde oldu. Onunki cok ilgimi ceken bir durumdu - ictenlikle anladığım pek cok sey vardı. "Ama iste," - dedim - "iste" - ve sıska, uzun, tuhaf gorunuslu, nahos bir sekilde tanıdık gelen birini nefretle tabutundan cekip cıkardım - "iste merhameti kesinlikle hak etmeyen rezil bir herif." Bunu soyledikten sonra, onu daha iyi gorebilmek icin bas ve isaret parmağımla burnundan tutup cekerek, doğrultup oturma pozisyonuna getirdim ve monologumu surdururken ona kolumla destek verdim.


-"Merhameti," diye tekrar ettim, "hak etmeyen biri. Bir golgeye kim merhamet duyabilir ki? Hem olumluluğun nimetlerinden sonuna dek faydalanmadı mı? O buyuk anıtların - kısa kulelerin - paratonerlerin - karakavakların mucidi. 'Tonlar ve Golgeler' ustune yazdığı incelemeyle olumsuzlesti. 'Guneyde, Kemiklerin Ustunde'nin son baskısını buyuk bir beceriyle yayına hazırladı. Genc yasta universiteye gidip pnomatik ustune calıstı. Sonra evine dondu, durmadan calıstı ve Fransız kornosu caldı. Gaydada ustalastı. Zamana meydan okuyan Kaptan Barclay ona meydan okuyamazdı. Windham ve Allbreath en sevdiği yazarlardı, - en sevdiği ressam Phiz'di. icine gaz cekerken gorkemli bir sekilde oldu - levique flatu corrumpitur, tıpkı Hieronymus'taki fama pudicitioe gibi. O kesinlikle bir""Nasıl yapabilirsiniz? - Nasıl - yapabilirsiniz?" - diye sozumu kesti elestirilerimin hedefi, soluk almaya calısıp gozu donmuscesine cenesindeki sargıyı cekip cıkarırken - "Bay Lacko'breath, nasıl burnumu oyle sıkacak kadar zalim olabilirsiniz? Ağzımı nasıl kapadıklarını gormediniz mi - ve biraz bilginiz varsa - icimde kurtulmam gereken ne kadar cok miktarda nefes olduğunu bilmeniz gerekirdi! Bilmiyorsanız da oturun ve gorun. - Benim durumumda ağzını acabilmek buyuk bir rahatlık - etraflıca konusabilmek - sizin gibi, bir centilmenin sozunu kesmeyecek biriyle iletisime gecebilmek. - Araya girmeler rahatsız edici oluyor ve kesinlikle yasaklanmalılar - siz de oyle dusunmuyor musunuz? - Yalvarırım cevap vermeyin, - teker teker konusalım. - Biraz sonra benim sozlerim bitecek, o zaman siz baslayabilirsiniz. - Bayım, buraya nasıl geldiniz? - N'olur tek kelime etmeyin - ben de bir suredir buradayım - korkunc bir kaza! - Duymussunuzdur herhalde - buyuk bir felaket! - Pencerenizin altından gecerken - bir sure once - sizin aktorluk hevesine kapıldığınız sıralarE. A. Poe Butun Hikayeleri da - korkunc bir sey oldu! - Đnsanın "nefesini toplaması" deyimini duymussu nuzdur herhalde - dilinizi tutun diyorum size! - Ben bir baskasının nefesini topladım! - Kendiminki hep asırı miktardaydı zaten - Blab'la sokağın kosesin de karsılastım - tek kelime ettirmedi - araya bir hece bile sokusturamadım bu yuzden sara nobetine tutuldum - Blab kacıp gitti - o budalalara lanet ol sun! - Beni olu sanıp buraya getirdiler - iyi is becerdiler! - Hakkımda soyledi ğiniz her seyi duydum - hepsi yalandı - korkunc! - Sasırtıcı! - Rezilce! - Đğr enc! - Anlasılmaz! - vesaire - vesaire - vesaire - vesaire -" -----Boylesine beklenmedik bir konusmanın bende uyandırdığı hayret tahayyul edilemez. Bu bayın (kısa surede tanıdım; komsum Windenough'ti) buyuk bir talih eseri yakaladığı nefesin benim karımla konusurken kaybettiğim nefesin aynısı olduğuna giderek ikna olunca hissettiğim sevinc de. Zaman, mekan ve kosullar bunu tartısmasız doğruluyordu. Ancak Bay W.'nin uzun burnunu hemen bırakmadım -en azından karakavakların mucidinin beni acıklamalara boğmayı surdurduğu o uzun zaman zarfında. Bunu yapmamın sebebi baslıca ozelliğim olan ihtiyatlılığımdı. Onumde hala, sağ kalmak istiyorsam asmam gereken ve ancak asırı gayretle ustesinden gelebileceğim pek cok gucluğun bulunabileceğini dusunuyordum. Pek cok insanın sahip olduklarının değerini - kendileri icin ne kadar değersiz olursa olsun - ne kadar sıkıntı ya da huzursuzluk verici olursa olsun - baskalarının onu elde etmekle ya da kendilerinin onu bırakmakla kazanacaklarıyla olctuğunu biliyordum. Bu durum Bay Windenough icin de gecerli olamaz mıydı? Su anda kurtulmak ister gorunduğu o nefesi istediğimi belli edersem, onun para hırsının kurbanı olmaz mıydım? Bu dunyada komsularını bile kazıklamakta tereddut etmeyecek hergeleler olduğunu ve (bu Epictetus'un sozudur) insanların kendi dertlerinden kurtulmayı en cok istediği zamanların baskalarını kurtarmaya


en az gonullu oldukları zamanlar olduğunu bir ic cekisiyle anımsadım. Bunlara benzer dusuncelerden sonra, ki bu arada Bay W.'nin burnunu tutmayı surduruyordum, bir yanıt vermemin vakti geldiğine karar verdim. "Canavar!" dedim haksızlığa uğramıs birinin derin ofkesiyle, "canavar; cift nefesli budala! - Gunahların yuzunden Tanrı tarafından iki nefese sahip olmakla cezalandırılmıs sen - sen, benimle eski bir dost gibi sohbet etmeye mi kalkıyorsun? 'Yatıyorum,' sahiden! Ve 'dilimi tutuyorum,' kesinlikle! -Tek nefesli bir centilmen icin aslında hos olan bir sohbet - seni hak etmis olduğun bu felaketten kurtarabilecekken - senden sıkıntı veren solunumunun fazlalıklarını alabilecekken." Brutus gibi durup cevap bekledim - Bay Windenough da bir kasırga gibi bu cevabı vermeye giristi. Đtirazlar ve ozurler pes pese geldi. Razı olmayacağı ve benim sonuna dek istifade etmeyeceğim hicbir kosul yoktu. On hazırlıkları tamamladıktan sonra tanısım bana nefesimi verdi; ben de (iyice inceledikten sonra) ona bir makbuz verdim. Boylesine soyut bir isleme bu kadar ustunkoru değinmem yuzunden pek cok kisi tarafından suclanacağımı biliyorum. Fiziksel felsefenin son derece ilginc bir dalına yeni bilgiler katabilecek bir olayı -ki bu gercekten de doğrudaha ayrıntılarıyla anlatmam gerektiği dusunulebilir. Ne yazık ki, butun bunlara yanıt veremeyeceğim. Sadece bir ipucu vermeme iznim var. Bazı son derece nazik -ama bu meseleden olabildiğince az bahsetmem daha iyi- tekrar ediyorum, son derece nazik kosullar seytanca ofkesini ustume cekmeyi su anda hic mi hic istemediğim ucuncu bir sahsın cıkarlarıyla yakından ilgiliydi. Bu gerekli islemi tamamladıktan sonra o mezarlığın zindanından kurtulduk. Canlanmıs seslerimizin birlesik gucu kısa surede yeterince duyulur olmustu. Scissor, Whig'in editoru, "yeraltından gelen seslerin doğası ve kokeni" ustune bir incelemeyi tekrar yayımladı. Bir demokrat gazetenin sutunlarından bir yanıt - cevap - yalanlama - ve gerekcelendirme geldi. Bay Windenough'la benim ortaya cıkısımız iki tarafın da acıkca haksız olduğunu ancak mezar odası acıldıktan sonra kanıtladı. Her zaman olaylı gecen bir hayatın bazı cok tuhaf kesitlerine iliskin bu ayrıntıları aktarmayı, okurun dikkatini gorulemeyen, hissedilemeyen ve tamamen anlasılamayan o felaketlere karsı kisiyi her zaman, mutlak bir sekilde koruyan o karısık felsefenin meziyetlerine tekrar cekmeden sona erdiremem. Eski Ibraniler bu bilgeliğin ısığında, cennetin kapılarının "Amin!" sozcuğunu, sağlam ciğerler ve mutlak bir kendine guvenle haykıran gunahkar veya ermise mutlaka acılacağına inanırdı. Atina'yı buyuk bir veba salgını kasıp kavurduğunda ve hicbir sekilde onune gecilemediğinde Epimenides, Laertius'un bu filozofa iliskin ikinci kitabında anlattığı gibi, "uygun Tanrı'ya" bir tapınak ve mabet insa edilmesini bu bilgeliğin ısığında tavsiye etmisti. LYTTLETON BARRY 1835 Sessizlik Bir Masal: (Siope) Ευδουσιν δ'ορεων κορφαι τε και φαραγγεs Πρωονεs τε και χαραδραι ALCMAN. [60 (10), 646.] Dağın zirveleri uyuyor; vadiler, sarp kayalıklar ve mağaralar sessiz. "Dinle beni," dedi Đblis, elini basımın ustune koyarak. "Bahsettiğim bolge Libya'daki, Zaire Nehri'nin kıyısındaki kasvetli bir bolgedir. Ve artık orada ne sessizlik var, ne de sukunet.


"Nehrin suları hastalıklı bir safran renginde; denize doğru akmıyor, gunesin kızıl gozunun altında calkantılı ve cırpıntılı hareketlerle nabız gibi atıp duruyorlar. Cunku nehrin balcıklı yatağının her iki yanında miller boyunca solgun bir dev niluferler colu uzanıyor. O ıssızlıkta birbirlerine ic gecirip, uzun ve solgun boyunlarını goğe uzatıyor ve baslarını hic durmadan one arkaya sallıyorlar. Ve aralarından yeraltı sularının akısını andıran bir mırıltı yukseliyor. Ve birbirlerine ic geciriyorlar. "Ama dunyalarının bir sınırı var -bu sınırı karanlık, korkunc, ulu bir orman teskil ediyor. Orada, tıpkı Hebrides'in etrafındaki dalgalar gibi, calılar surekli huzursuz ediliyor. Ama gokyuzunde hic ruzgar yok. Ve tarih oncesinden kalma dev ağaclar guclu catırtılarla durmadan sağa sola sallanıp duruyor. Ve yuksek tepelerinden birer birer olumsuz ciyler dusuyor. Ve diplerinde garip, zehirli cicekler huzursuz uykularında kıvranarak uzanıyor. Ve yukarda gri bulutlar buyuk bir hısırtıyla sonsuza dek batıya gidiyor, ta ki birikip ufkun atesli duvarı uzerinden bir selale halinde dokulene dek. Ama gokyuzunde hic ruzgar yok. Ve Zaire Nehri'nin kıyılarında ne sessizlik var, ne de sukunet. "Geceydi ve yağmur yağıyordu; ve duserken yağmurdu, ama dustukten sonra kandı. Ve bataklıkta, iri niluferlerin arasında duruyordum ve yağmur ustume yağıyordu -ve niluferler yalnızlıklarının ağırbaslılığı icinde birbirlerine ic geciriyordu. "Ve birden ay ince, soluk sisin arasından yukseldi. Rengi kızıldı. Ve gozlerim nehrin kıyısında duran, ay ısığı tarafından aydınlatılan iri, gri bir kaya parcasını secti. Ve kaya gri, soluk ve iriydi. -Ve kaya griydi. On tarafına bir takım harfler kazınmıstı; niluferlerin bataklığının icinde yurudum, ta ki nehir kıyısına o yazıyı okuyacak kadar yaklasana dek. Ama bilmediğim bir dilde yazılmıstı. Ve tam bataklığa geri donuyordum ki, ay kıpkırmızı kesildi ve donup kayaya, yazıya tekrar baktım; -ve orada ISSIZLIK yazıyordu. "Ve yukarı baktım ve kayanın tepesinde bir adam duruyordu; ve adamın hareketlerini izlemek icin niluferlerin arasına gizlendim. Ve adam uzun boylu ve heybetliydi, ustunde omuzlarından ayaklarına dek eski Roma tarzı bir yun harmani vardı. Ve vucut seklini pek uzaktan secemiyordum - ama yuz hatları bir tanrınınkiydi; cunku gecenin ve sisin ve ayın, ciyin ortusu yuzunu acıkta bırakmıstı. Alnı genis ve dusunceliydi ve cılgın gozleri endiseliydi; ve yanağındaki birkac kırısıkta kederin ve bezginliğin ve insanlığa karsı duyulan tiksintinin ve yalnızlığa duyulan ozlemin soylevlerini okudum. "Ve adam kayanın ustune oturdu, basını eline dayadı ve ıssızlığa baktı. Asağıdaki huzursuz calılara ve yukarıdaki uzun, cağlar oncesinden kalma ağaclara ve daha yukarı, hısırdayan goğe ve kızıl aya baktı. Ve ben niluferlerin arasında gizlenip adamın hareketlerini izledim. Ve adam yapayalnız halde titredi; -ama gecenin sonu yaklastı ve adam kayanın ustunde oturdu. "Ve adam dikkatini gokyuzunden o kasvetli Zaire Nehri'ne ve o sarı, korkunc sulara ve soluk niluferler surusune cevirdi. Ve adam niluferlerin ic gecirmelerini ve aralarından yukselen mırıltıyı dinledi. Ve ben saklandığım yerde kalıp adamın hareketlerini izledim. Ve adam yapayalnız halde titredi; -ama gecenin sonu yaklastı ve adam kayanın ustunde oturdu. "Sonra bataklığın ic taraflarına cekildim ve niluferler kırında yurudum ve bataklığın ic kısımlarında yasayan hipopotamlara seslendim. Ve hipopotamlar beni duydular ve suaygırlarıyla birlikte kayanın dibine geldiler ve ayın altında korku verici, yuksek seslerle gurlediler. Ve ben saklandığım yerde kalıp adamın hareketlerini izledim. Ve adam yalnızlıkta titredi; -ama gecenin sonu yaklastı ve adam kayanın ustunde oturdu. "Sonra oğeleri kargasanın lanetiyle lanetledim; ve daha once ruzgarsız olan


gokyuzunde korkunc bir fırtına olustu. Ve gokyuzu fırtınanın siddetiyle kursunilesti - ve yağmur adamın kafasına yağdı - ve nehir tastı - ve nehir cektiği iskenceyle kopuk kopuk oldu - ve niluferler yataklarında cığlık attı - ve orman ruzgarın onunde un ufak oldu - ve gok gurledi - ve yıldırım dustu - ve kaya temeline kadar sarsıldı. Ve ben saklandığım yerde kalıp adamın hareketlerini izledim. Ve adam yapa-yalnız halde titredi; -ama gecenin sonu yaklastı ve adam kayanın ustunde oturdu. "Sonra ofkelendim ve nehri ve niluferleri ve ruzgarı ve ormanı ve gokyuzunu ve gok gurultusunu ve niluferlerin ic gecirmelerini sessizliğin lanetiyle lanetledim. Ve lanetlendiler, ve hareketsiz kaldılar. Ve ay gokte titreyerek yukselmeyi kesti - ve gok gurultusu kesildi - ve simsek cakmaz oldu - ve bulutlar havada hareketsiz asılı kaldı - ve sular eski seviyelerine inip oylece kaldı - ve ağaclar sallanmayı kesti - ve niluferler ic gecirmez oldu - ve aralarından mırıltı yukselmez oldu, ve o engin sınırsız colde hicbir ses duyulmaz oldu. Ve kayanın ustundeki harflere baktım, değismislerdi; -simdi orada SESSĐZLĐK yazıyordu. "Ve adamın yuzune baktım. Adamın yuzu korku doluydu. Ve hemen basını kaldırdı ve kayanın ustunde durup dinledi. Ama o engin, sınırsız colde hic ses yoktu ve kayanın ustunde SESSĐZLĐK yazıyordu. Ve adam titredi ve basını cevirdi ve kacıp uzaklara gitti, ve onu bir daha gormedim." Buyuculerin kitaplarında ilginc oykuler vardır - Buyuculerin o demir kaplı, melankolik kitaplarında. Orada Cennet'e ve Dunya'ya ve ulu denize dair muhtesem oykuler vardır - ve denizleri ve yeryuzunu ve yuce goğu yoneten Cinlere dair. Sibellerin deyislerinde de epey bilgi vardır; ve Dodona'nın cevresinde titresen sonuk renkli yapraklar eskiden kutsal, kutsal seyler duymustur -ama Tanrı sahidimdir ki, mezarın golgesinde yanı basımda otururken Đblis'in anlattığı masal bence hepsinin en guzeliydi! Ve Đblis oykusunu bitirince mezar cukurunun icine dusup guldu. Ve ben Đblis'le birlikte gulemiyordum, ve beni gulemediğim icin lanetledi. Ve ezelden beri mezarda yasayan vasak oradan cıktı ve Đblis'in ayaklarının dibine uzandı ve yuzune dik dik baktı. 1839 Butun Hikayeleri Veba Kralı Tanrılar serserilerde nefret ettikleri seyleri Kralların yapmasına izin verir, aldırmazlar. BUCKHURST'IN FERREX VE PORREX TRAGEDYASI (II.I.). Bir Kasım gecesi, on iki civarında, Ucuncu Edward'in yiğit krallığı doneminde, Sluys ile Thames arasında isleyen ve sonra o nehirde demirleyen bir ticaret ıskunası olan "Free and Easy"nin tayfasından iki gemici kendilerini Londra'da, St. Andrews'de bir birahanenin icki odasında oturur halde bulunca epey sasırdılar -bu birahanenin tabelasında bir "Jolly Tar" portresi vardı. Oda, kotu dosenmis, sigara dumanıyla kararmıs, basık tavanlı ve diğer her acıdan o donemdeki boyle bir yerin genel ozelliklerine sahip olmasına karsın yine de, icinde bulunan tuhaf gruplara gore, varolus sebebine yeterince uygundu. Bu gruplar icinde iki denizcimizinki, sanırım, en dikkat cekici olmasa bile en ilginc olanıydı. Daha yaslı olan ve arkadasının o tipik "Legs" takma adıyla hitap ettiği kisi, diğerinden cok daha uzundu. Boyu belki bir doksan bes vardı ve boylesi bir uzunluğun gerekli sonucu surekli kambur durmakmıs gibi gorunuyordu. -Ancak boy fazlalığı diğer pek cok acıdaki eksiklikleriyle dengeleniyordu. Son derece zayıftı; ve, arkadaslarının da doğrulayacağı gibi sarhosken, gemi direğinde flama, ayıkken de flok yelkeni direği vazifesini gorebilirdi. Ancak bu ve buna


benzer sakaların denizcinin gulme kasları uzerinde bir etki yapmadığı soylenebilirdi. Cıkık elmacık kemikli, iri kanca burunlu, geriye cekik ceneli, sarkık gerdanlı ve iri, portlek gozlu suratının ifadesi, her ne kadar her seye karsı genel bir kayıtsızlık icerse de, ne taklit, ne de tasvir edilebilecek olcude ağırbaslı ve ciddiydi. Daha genc olan diğer denizci ise dıs gorunus itibarıyla arkadasının tam tersiydi. Boyu bir yirmiden fazla olamazdı. Bodur, hantal govdesini bir cift kısa ve carpık bacak tasıyordu. Yine sıradısı bir kısalık ve kalınlıkta olan, uclarında oldukca tuhaf eller tasıyan kolları iki yanında bir deniz kaplumbağasının yuzgecleri gibi sallanıyordu. Belirgin bir rengi olmayan parlak kucuk gozleri basının icine gomuluydu. Burnu da yuvarlak, dolgun ve mor yuzunu kaplayan et yığınının arasında gomulu kalmıstı; ve kalın ust dudağı daha da kalın olan alt dudağının ustunde buyuk bir kendinden hosnutluk havasıyla duruyordu, ki bu izlenim sahiplerinin onları ara ara yalamasıyla daha da guclenmekteydi. Uzun boylu gemicinin arkadasına yarı hayret, yarı alayla baktığı belliydi; ve arada sırada basını kaldırıp yuzune, Ben Nevis'in sarp kayalıklarına bakan aksamın kızıl gunesi gibi bakıyordu. Bu değerli ikili gecenin erken saatleri boyunca semtteki pek cok birahaneye gitmis ve epey olaylı, maceralı saatler gecirmisti, insanın parası ne kadar cok olursa olsun sonunda tukenir: Dostlarımız da bu hana bos ceplerle gelmislerdi. Bu oykunun tam olarak basladığı sırada, tam o anda Legs ve arkadası Hugh Tarpaulin dirseklerini ortadaki genis mese masaya, birer ellerini de yanaklarına dayamıs oturmaktaydılar. Parası odenmemis buyuk bir icki sisesinin arkasından, kapının ustunde asılı duran uğursuz "Tebesir Yok" yazısına bakmaktaydılar; bu kelimelerin varlığını inkar ettikleri mineralle yazılmıs olmaları onları hem ofkelendirmis, hem de hayrete dusurmustu. O deniz comezleri yazılı harfleri okuyabildiklerinden de değil -o zamanın sıradan insanları arasında bu neredeyse yazı yazma sanatı kadar zor ve gizemli bir yetenekti-; ama doğruyu soylemek gerekirse harflerin kıvrımlarındaki bir seyler -tanımlanamaz, genel bir akıcılık havası- iki denizciye gore de hava kosullarının uzun sure iyi olacağını gosteriyordu; bu yuzden birden, Legs'in alegorik deyisiyle, "gemiyi pompalayıp, yelkenleri hisa edip, ruzgarın onunde ayak surume"ye karar verdiler. Bu yuzden, biranın geri kalanını da bitirdikten sonra, kısa ve dar ceketlerini ilikleyip sokağa doğru hamle ettiler. Tarpaulin ocağı kapı sanıp iki kez icine yuvarlandıysa da, kacma girisimleri mutlu sonla noktalandı - ve saat yarımda kahramanlarımız haylazlığa hazır halde ve canlarını kurtarmak icin, "Jolly Tar"ın sahibesinin yakın takibinde St. Andrew's Stair yonunde, karanlık bir ara sokakta kosmaktaydılar. E. A. Poe Bu maceralı oykunun gectiği cağda ve ondan onceki ve sonraki cağlarda butun Đngiltere'de, ama ozellikle de metropolde periyodik olarak korkulu "Veba!" cığlıkları yankılanıyordu. Sehir nufusu buyuk olcude azalmıstı - ve Thames civarındaki, karanlık, dar ve pis ara sokaklarında Hastalık Seytanı'nın doğduğu soylenen o korkunc mahallelerde, yalnızca Korku, Dehset ve Batıl Đnanc kol geziyordu. Kralın emriyle boyle mahallelere giris cıkıs yasaklanmıstı ve onların kasvetli ıssızlığını bozanlar olum cezasına carptırılıyordu. Ama esyasız ve insansız evleri gece vakti hırsızlar tarafından soyulmaktan, satılabilecek demir, pirinc, kursun gibi materyallerden yapılma ne var ne yok her seylerinin calınmasından ne hukumdarın fermanı, ne sokakların girislerine konan dev bariyerler, ne de hicbir tehlikenin maceradan alıkoyamayacağı zavallıyı mutlak bir kesinlikle bekleyen o korkunc olumun olasılığı alıkoyuyordu.


Her seyden ote de, her kıs bir kereliğine bariyerler acıldığında, genellikle bu mahallelerde dukkanları olan tacirlerin coğunun surgun donemi sırasında, riskleri ve tasıma gucluğunu goz onune alarak, zengin sarap ve likor stoklarını korumak icin guvendikleri kilitlerin, surgulerin ve gizli mahzenlerin pek bir koruma sağlamadığı ortaya cıkıyordu. Ama bu hırsızlıkları insanların yaptığını dusunen dehsete kapılmısların sayısı pek azdı. Taun ruhları, veba cinleri ve humma iblisleri populer kucuk seytanlardı. Durmadan oyle tuyler urpertici oykuler anlatılıyordu ki, sonunda butun yasaklanmıs binaların ustune korku bir kefen gibi cokmustu ve hırsızın kendisi kendi yağmalarının yarattığı dehsetlerden korkup kacıyor, butun o yasaklanmıs bolgeyi kasvete, sessizliğe, vebaya ve olume terk ediyordu. Legs ve saygıdeğer Hugh Tarpaulin dar bir sokaktan kacarlarken karsılarına ilerideki bolgenin veba yasağı altında bulunduğunu belirten o bariyerlerden biri cıkıverdi. Geri donmek soz konusu olamazdı ve takipcileri de hemen arkalarında olduğundan kaybedecek zamanları yoktu. Safkan denizciler icin ustunkoru yerlestirilmis kalaslara tırmanmak cocuk oyuncağıydı; ve idmanla ickinin verdiği heyecan ile hic duraksamadan diğer tarafa atlayıp, sarhos halde, bağıra cağıra yurumeye basladılar ve bolgenin gurultulu ve karmasık ic tarafları karsısında kısa surede saskına donduler. Gercekten kendilerinden gececek olcude icmemis olsalar durumlarının korkuncluğu karsısında, sendeleyerek yurumeyi keser ve dururlardı. Hava soğuk ve sisliydi. Yerlerinden cıkmıs olan kaldırım tasları, ayak bileklerine kadar cıkan yabani otların arasında tam anlamıyla rasgele duruyordu. Yıkılan evler sokağı tıkamıstı. Her yerde son derece pis ve zehirli kokular vardı; ve gece yarısı bile buharlı ve hastalıklı bir atmosferden eksik olmayan o soluk ısık, soygun eylemleri vebanın eli tarafından durdurulmus pek cok gece yağmacısının ara sokaklarda yatan ya da penceresiz evlerde curuyen cesetlerini sergiliyordu. -Ama boyle goruntuler, duyumlar ya da engeller, doğustan cesur olan ve o sırada ozellikle de midelerini epey cesaretle ve "sarkı soyleten sıvılarla!" doldurmus olan adamları, durumlarının el verdiğince duz adımlarla Olum'e doğru gitmekten alıkoyamazdı. Asık suratlı Legs ilerliyor -ilerliyordu, ıssızlığın ağırbaslılığında Kızılderililerin savas cığlıklarını andıran haykırısları defalarca yankılandırarak: Ve tıknaz Tarpaulin de daha aktif olan arkadasının dar ceketine tutunarak onun vokal muziği konusundaki en yoğun cabalarını bastıracak bir sekilde, guclu ciğerleriyle bas bir tonda, bir boğa gibi kukruyordu. Simdi vebanın kalesine varmıs oldukları anlasılıyordu. Bulundukları yer her adımlarında ya da one atılıslarında daha yankılı ve korkunc bir hal alıyordu sokaklar daralıyor ve karmasıklasıyordu. Tepelerindeki curuyen catılardan ansızın dusuveren iri taslar ve kirisler, ağır ve sert inisleriyle etraftaki evlerin ne kadar yuksek olduğunu kanıtlıyordu; ve sık sık karsılarına cıkan cop yığınlarının arasından gecmek icin ellerini kullandıklarında bir iskelete ya da daha etli bir cesede dokundukları ender değildi. Birden, denizciler yuksek ve korkunc gorunuslu bir binanın onunden gecerken, heyecana kapılmıs Legs'in attığı her zamankinden tiz bir cığlığa karsılık olarak iceriden bir dizi vahsi, kahkahayı andıran ve seytansı haykırıs geldi. Boyle bir yerde ve zamanda duyulan, yureklerinin alevi daha zayıf ruhların kanını dondurabilecek bu seslerden hic mi hic gozleri korkmayan sarhos cift, kapıya saldırıp kırdı ve sendeleyerek, kufurler ederek iceri daldı. Girdikleri yerin bir cenaze levazımatcısının dukkanı olduğunu gorduler. Ama giris kapısının yakınında, yerdeki acık bir kapaktan uzun bir sarap mahzeni goruluyor ve buradan arada sırada gelen patlayan sise sesleri de gerekli maddeyle bihakkın doldurulmus olduklarını gosteriyordu. Odanın ortasında


bir masa duruyordu -masanın tam ortasında da koca bir fıcı, anlasılan o ki, punc. Cesitli sekil ve kalitede surahiler, masrapalar ve icki siseleriyle birlikte, turlu saraplar ve likorler bolca sacılmıstı masanın uzerine. Etrafında, tabut oturakları uzerine altı kisi oturmustu. Bu altı kisiyi tek tek tasvir edeceğim. Yuzu kapıya donuk halde arkadaslarından biraz yuksekte oturan kisi masaE. A. Poe Butun Hikayeleri dakilerin baskanı gibi gorunuyordu. Sıska ve uzun boyluydu ve Legs kendisinden daha zayıf birini gorunce epey sasırdı. Yuzu safran gibi sarıydı - ama sadece tek bir kısmı ozellikle bahsetmeye değerdi. Alnı oyle iğrenc bir sekilde genisti ki, sanki doğal kafanın ustune oturtulmus etten bir bere ya da tactı. Buzulmus ve gamzeli ağzı tiksinc bir dostluk ifadesi tasıyordu ve gozlerine bakılınca, tıpkı masadaki diğer herkesin gozlerinden anlasıldığı gibi, sarhos olduğu goruluyordu. Bu bayın ustunde bir Đspanyol pelerini tarzı, tepeden tırnağa rasgele sarındığı, zengin islemeli siyah bir ipek-kadife tabut ortusu vardı. Neseli ve cok bilmis bir havayla one arkaya sallayıp durduğu basına cok sayıda cenaze ciceği ilistirilmisti; ve sağ elinde tuttuğu, bir insana ait iri bir uyluk kemiğiyle masadakilerden birine, anlasıldığı kadarıyla sarkı soylemesi icin, vurup durmaktaydı. Karsısında, sırtı kapıya donuk halde, ilginclikte kesinlikle ondan asağı kalmayan bir bayan oturuyordu. Az once bahsedilen kisi kadar uzun boylu olmasa da, anormal zayıflığından sikayet etmeye hakkı yoktu. Odemin son safhasında olduğu acıktı; ve goruntusu kafası iceri cekilirse, neredeyse yakınında, odanın bir kosesinde duran buyuk Kasım birası fıcısını andırıyordu. Suratı son derece yuvarlak, kırmızı ve dolgundu; ve yuzunde tıpkı baskanınki gibi bir tuhaflık, daha doğrusu bir tuhaflık eksikliği hissediliyordu - yani yuzunun sadece bir kısmı belirgin bir ozelliğe sahipti: Gozunden bir sey kacmayan Tarpaulin hemen aynı seyin masadaki herkes icin soylenebileceğini fark etti; her biri fizyonominin belli bir parcasını tekeline almıs gibiydi. Soz konusu bayanın tuhaflığı ağzındaydı. Sağ kulaktan baslayarak sol kulağa doğru korkunc ve derin bir yarık seklinde gidiyordu - kulaklarından sarkan kupelerin kısa susleri o acıklığa carpıp duruyordu. Ancak ağzını kapalı tutmak ve ağırbaslı gorunmek icin, cenesinin altına gelen, patiskadan muslinleri burusmus, yeni kolalanmıs ve utulenmis bir kefenden ibaret elbisesinin icinde elinden gelen cabayı sarf ediyordu. Sağında himayesi altında gibi gorunen ufak tefek bir bayan oturmaktaydı. Bu zarif minik yaratığın, erimis parmaklarının titreyisinden, dudaklarının morluğundan ve kursuni renkli tenindeki hafif kızarık noktadan, veremin ilerlemis bir safhasında bulunduğu anlasılıyordu. Ancak genel gorunusune mutlak bir haut ton havası hakimdi. Ustundeki buyuk ve guzel kefen en iyi Hint patiskasından yapılmıstı. Saclarının bukleleri boynuna dusuyordu. Dudaklarında hafif bir gulumseme oynasıyordu. Ama son derece uzun, ince, kıvrımlı, esnek ve sivilceli olan burnu alt dudağının cok asağısına dek sarkıyor ve her ne kadar bayan onu arada sırada diliyle zarifce sağa sola itse de gorunusune biraz cift anlamlı bir ifade veriyordu. Karsısında ve odemli bayanın solunda, yanakları Orpoto sarabıyla dolu iki torbaymıscasına sarkmıs, omuzlarının ustunde duran sisman, hırıltılı sesli, gutlu bir ihtiyar adam oturmaktaydı. Kollarını kavusturmus ve sargılı bir bacağını masanın ustune atmıstı. Dikkate değer biri olduğunu dusunuyor gibi bir havası vardı. Kisisel goruntusunun her zerresinden gurur duyduğu belliydi, ama ozellikle de ciğ renkli paltosuna dikkat cekmekten haz alıyordu. Bu palto ona gercekten de epey pahalıya mal olmus olmalıydı ve ustune tam oturacak sekilde dikilmisti -Đngiltere'de ve baska yerlerde genellikle olen aristokratların


mezarlarında goze carpacak bir yere asılan o muhtesem armalı kalkanların bir parcası olan islemeli ipek kumastan yapılmıstı. Yanında ve baskanın sağında uzun beyaz coraplar ve pamuklu don giymis bir bay oturmaktaydı. Tarpaulin'in "korkunc" olarak nitelendirdiği gulunc bir tavırla titreyip duruyordu. Yeni tıras edilmis cenesi bir muslin sargısıyla bağlıydı. Kolları da benzer sekilde bileklerinden bağlı olduğundan, masadaki ickileri tuketmekte asırıya kacamıyordu; Legs adamın bir ayyası ya da sarapcıyı andıran gorunusunden bu onlemin gerekli olduğuna karar verdi. Ama hic suphesiz zaptedilmesi olanaksız bulunmus olan bir cift devasa kulak dairenin tavanına doğru iki kule gibi yukseliyor ve bazen, bir sise mantarının cıkarılma sesiyle beraber bir kasılmayla dikeliyordu. Onunde, altıncı ve sonuncu olarak, kaskatı duran biri oturmaktaydı. Felcli olan bu kisinin, ciddi konusmak gerekirse, kıyafeti icinde son derece rahatsız olduğu belliydi. Emsalsiz bir sekilde, yeni ve goz alıcı bir maun tabutun icinde uzanmaktaydı. Ust ya da bas kısmı icindekinin kafasına baskı yapmakta ve ustunde bir kukuleta gibi uzanıp yuze tarifsiz bir ilginclik katmaktaydı. Đki yanında, zerafetten cok rahatlık kaygılarıyla kol delikleri acılmıstı; ama kıyafet yine de sahibinin arkadasları gibi dik oturmasına engel oluyordu. Kırk bes derecelik bir acıyla yatarken bir cift iri, patlak goz korkunc aklarını sergileyecek bicimde tavana donmus, kendi devasalıklarına afallamıs halde bakıyordu. Her birinin onunde kadeh olarak kullandıkları birer kafatası vardı. Tepede bacaklarının birinden bir iple Tavandaki bir halkaya bağlanmıs bir iskelet sarkmaktaydı. Diğer bacak gevsek ve takırdayan govdeyle dik bir acı yaparak sarkıyor, onun iceri giren en kucuk bir esintiyle sallanmasına ve donmesine yol E.A. Poe Butun Hikayeleri acıyordu. Bu tiksindirici seyin kafatasının icinde bir miktar yanan komur vardı ve tum sahneyi titrek, ama guclu bir ısıkla aydınlatıyordu. Tabutlar ve bir cenaze Ievazımatcısının dukkanına ait diğer esyalar da odanın icinde ve pencerelerin onunde ust uste yığılmıs, dısarı ısık gitmesini engelliyordu. Bu sıradısı topluluğu ve daha da sıradısı esyaları goren iki denizcimiz hic de beklenilebileceği kadar terbiyeli davranmadı. Legs, yanında durduğu bir duvara yaslandıktan sonra alt cenesini her zamankinden de asağı sarkıttı ve gozlerini dort actı: Hugh Tarpaulin ise, eğilip burnunu masayla aynı seviyeye getirdikten ve ellerini dizlerine dayadıktan sonra uzun, yuksek sesli, yaygaracı, zamanlaması son derece kotu ve olcusuz bir kahkaha attı. Ancak, uzun boylu baskan boylesine kaba bir davranıstan alınmadan, davetsiz misafirlere buyuk bir kibarlıkla gulumsedi - samur kurklu basıyla onlara, ağırbaslı bir havayla hafifce selam verdi - ve ayağa kalkıp her birinin koluna girerek onları topluluktan baska birilerinin bu arada getirmis olduğu sandalyelere oturttu. Legs buna kesinlikle karsı koymadı, gosterildiği uzere oturdu; yiğit Hugh ise, masanın basına yakın yerdeki sandalyesini kucuk, veremli, kefenli bayanın yanına buyuk bir neseyle cektikten sonra, bir kafatasına kırmızı sarap doldurdu ve birbirlerini daha yakından tanımaları dileğiyle icti. Ama bu curetkarlık tabutun icindeki kaskatı beyefendiyi epey sinirlendirmis gibiydi; ve baskan masanın ustune kısa, kalın sopasıyla vurup, herkesin dikkatini asağıdaki konusmaya cekmese, ciddi sonuclar doğabilirdi: "Bu mutluluk verici durumda gorevimiz""Dur bakalım!" diye soze karıstı Legs, son derece ciddi bir ifadeyle. "Orada dur biraz. Hepiniz bize kim olduğunuzu, burada ne yaptığınızı, niye boyle zebaniler gibi giyindiğinizi ve gemiden arkadasım olan durust cenaze levazımatcısı Will Wimble'in kıs icin stokladığı ickileri neden mideye indirdiğinizi anlatın bakalım!"


Bu bağıslanamaz gorgusuzluk uzerine masadaki herkes yarı ayağa fırladı ve daha once denizcilerin dikkatini cekmis olan o vahsice, seytani cığlıkları atmaya basladı. Ancak ilk kendini toparlayan baskan oldu ve en sonunda buyuk bir vakarla Legs'e donerek konusmayı surdurdu: "Boylesine unlu kisiler olan konuklarımızın sorularını, davetsiz gelmis de olsalar seve seve yanıtlarız. Sunu bilin ki, bu bolgenin hukumdarı benim ve imparatorluğu 'Birinci Veba Kralı' unvanıyla yonetiyorum. "Cenaze levazımatcısı Will Wimble'a ait olduğunu sanmakla kutsallığına saygısızlık ettiğiniz bu yer -o adamın ismini hic duymadık ve avam tabakasından olduğunu belli eden ismi de soylu kulaklarımızı bu geceye dek hic rahatsız etmemisti- bu yer, dediğim gibi, Sarayımızın Taht Odası'dır ve krallığımıza iliskin toplantılar ve diğer kutsal, yuce amaclar icin kullanılmaktadır. "Karsıda oturan soylu bayan Yuce Zevcemiz Veba Kralicesi'dir. Gorduğunuz diğer saygıdeğer kisilerin tamamı da ailemizdendir ve soylu kanın nisanlarını sırayla su unvanlarla tasımaktadırlar: 'Arsiduk Vebalı' - 'Duk Vebacı' 'Duk Veba Fırtınası' - ve 'Yuce Arsiduses Tekrar Veba.' "Burada toplanıp," diye devam etti, "ne yaptığımız konusundaki sorunuza gelince, bunun yalnızca ve yalnızca bizi ilgilendiren kisisel ve krallığa iliskin bir mesele olduğunu ve bizim dısımızda kimse icin kesinlikle onem tasımadığını soyleyebiliriz. Ama konuklar ve yabancılar olarak sahip olduğunuzu dusunebileceğiniz hakları goz onune alarak bu gece bu guzel metropolun saraplardan, ickilerden ve likorlerden olusan o paha bicilmez damak hazinelerini akıl almaz niteliklerini ve kokularını- derinlemesine ve dikkatle incelemeye hazırlandığımızı soyleyebilirim: Boylece kendi hedeflerimizden cok, hepimizi yoneten, ulkesi ucsuz bucaksız olan ve 'Olum' ismini tasıyan o doğaustu hukumdarınkilerin gerceklesmesini kolaylastırmayı umuyoruz." "Onun adı Davy Jones'tur!" diye haykırdı Tarpaulin, yanındaki bayana bir kafatası dolusu likor uzattıktan sonra kendisine de koyarken. "Adi kafir!" dedi baskan, simdi tum dikkatini saygıdeğer Hugh'a cevirerek. "Pis, alcak kafir! - Kaba ve mantıksız sorularına senin gibi asağılık birinin bile sahip olduğu haklara saygı duyarak yanıt vermeye tenezzul ettiğimizi soylemistik. Yine de meclisimize boylesine saygısızca dalmanın bedeli olarak sana ve arkadasına birer galon Black Strap icirmeyi - bir yudumda - krallığımızın refahı serefine - dizlerinizin ustunde - uygun buluyoruz. Ondan sonra isterseniz yolunuza gitmekte, isterseniz kalıp masamızın ayrıcalıklarım paylasmaya kabul edilmekte serbest olacaksınız." "Bu kesinlikle imkansız," diye yanıtladı, Birinci Veba Kralı'nın sozleri ve vakarı karsısında icinde biraz saygı uyanmıs olduğu belli olan ve ayağa kalkıp konusurken masaya tutunan Legs -"majesteleri, bahsetmis olduğunuz miktarın dortte birini bile icmeme imkan yok. Govdeme daha once safra niyetine yuklenmis olan yemekleri ve bu aksam değisik limanlarda yuklenmis cesitli ickileri ve likorleri bir kenara bırakalım, 'Jolly Tar'da ambarımı kurusu kurusuna parasını odediğim bir 'sarkı soyleten sıvı' kargosuyla tamamen doldurmus duE. A. Poe Butun Hikayeleri rumdayım. Bu yuzden majesteleri, lutfen eylemin kendisi yerine iyi niyetimi kabul edin - cunku istesem de daha fazla bir damla bile icemem - hele 'Black Strap' adı verilen o ambar suyundan hic icemem." "Kapa ceneni!" diye araya girdi, arkadasının konusmasının uzunluğu kadar reddedisine de sasırmıs olan Tarpaulin - "Kapa ceneni, beceriksiz herif! - Legs, palavra sıkma! Benim teknem hala hafif, ama seninkinin biraz ağır gorunduğunu kabul ediyorum; ve kargonun senin payına dusen kısmına gelince, bir yaygara cıkmasındansa, seninkine de kendi ambarımda bir yer bulabilirim"-


"Bu, cezanın ya da hukmun," diye araya girdi Baskan, "değistirilemez ya da geri alınamaz doğasına kesinlikle uymuyor. Buyurduğumuz kosullar hemen, harfiyen yerine getirilmeli -bunda basarısız olursanız ayaklarınız boyunlarınıza bağlanıp asilere uygun sekilde, su Kasım birası fıcısının icinde boğulacaksınız!" "Bir hukum! - Bir hukum! - Adil ve doğru bir hukum! Muhtesem bir karar! - Son derece değerli, durustce ve kutsal!" diye haykırdı Veba ailesi hep bir ağızdan. Kral alnını kırıstırınca sayısız kırısıklık belirdi; gutlu ufak tefek ihtiyar koruk gibi nefes alıp vermeye basladı; kefenli bayan burnunu bir asağı bir yukarı salladı; pamuklu donlu beyefendi kulaklarını dikti; kefenli diğer bayan olen bir balık gibi soludu; ve tabutun icindeki bay kaskatı durup gozlerini yukarı kaldırdı. "Of! Of! Of!" diye kıkırdadı Tarpaulin, genel heyecana aldırmadan, "Of! Of! Of! - Of! Of! Of! Of! - Of! Of! Of! - Bay Veba Kralı," dedi, "Bay Veba Kralı kavilyasıyla masaya vurduğunda benim gibi ambarı tam dolmamıs sağlam bir gemi icin iki uc galon Black Strap azmıs fazlaymıs fark etmez diyordum - ama is Seytan'ın sağlığına icmeye (Tanrı gunahlarını bağıslasın) ve su huysuz majestelerinin keyfi icin, ki bir gunahkar olduğumdan nasıl eminsem onun da aktor Tim Hurlygurly'den baskası olmadığına eminim, iliklerime kadar ıslanmaya gelince - vallahi! Bu epey farklı bir mesele ve kavrayısımın tamamen otesinde." Bu konusmayı sakinlik icinde bitirmesine izin verilmedi. Tim Hurlygurly'nin adı duyulur duyulmaz butun topluluk ayaklandı. "Đhanet!" diye bağırdı Majesteleri Birinci Veba Kralı. "Đhanet!" dedi gutlu ufak tefek adam. "Đhanet!" diye haykırdı Arsiduses Tekrar Veba. "Đhanet!" diye mırıldandı cenesi bağlı beyefendi. "Đhanet!" diye hırladı tabuttaki bay. "Đhanet! Đhanet!" diye cığlık attı buyuk ağızlı majesteleri; ve tam o sırada kendisine bir kafatası dolusu icki koymakta olan talihsiz Tarpaulin'i pantolonunun arkasından kavradıktan sonra, havaya kaldırdı ve cok sevdiği birayla dolu acık dev fıcının icine bir cırpıda atıverdi. Tarpaulin bir kase dolusu viski konyağın icindeki bir elma gibi birkac kez batıp cıktıktan sonra en sonunda, cırpınmalarıyla zaten kopuklu olan ickide yaratmıs olduğu kopuk girdabının icinde gozden kayboldu. Ama uzun boylu denizci arkadasının cektiği sıkıntıları, kuzu gibi seyretmedi. Yiğit Legs Veba Kralı'nı yerdeki acık mahzen girisinden asağı ittikten ve kapağı bir kufurle ustune kapadıktan sonra, uzun adımlarla odanın ortasına doğru ilerledi. Buraya varınca, masanın ustunden sarkan iskeleti cekip indirdikten sonra, onu oyle buyuk bir enerji ve sevkle savurdu ki, icerideki son ısıklar sonerken gutlu ufak tefek beyefendinin kafasını patlatmayı basardı. Sonra Kasım birasıyla ve Hugh Tarpaulin'le dolu o olumcul fıcıya doğru butun gucuyle kosup onu bir anda devirdi. Dısarı oyle siddetli - oyle hızlı - oyle ezici bir icki tufanı bosaldı ki, odanın icini duvardan duvara sel goturdu - ustu dolu masa devrildi - oturaklar geriye - punc teknesi ocağın icine dustu - bayanlar isteriye kapıldı. Ortalıkta levazımcı gerecleri, bata cıka salınmaya basladı. Testiler, surahiler ve damacanalar meydan kavgasına gelisiguzel katıldı ve hasır sarap testileri icki siseleriyle umutsuzca kavgaya giristi. Korkunc kulaklı adam hemen oracıkta boğuldu - kucuk kaskatı beyefendi tabutun icinde ortalıkta yuzmeye basladı - ve muzaffer Legs, kefenli sisko bayanı belinden kaptığı gibi onunla birlikte sokağa fırlayıp "Free and Easy"ye doğru kosarken pesinden de yaman Hugh Tarpaulin, uc dort kez hapsırdıktan sonra, guc bela Arsiduses Tekrar Veba'yı surukleyerek, ağır ağır yelken acmıs geliyordu. 1835


Kotu Bir Durum: Zamanın Tırpanı Sevgili bayan, sizi hallere dusuren hangi talihtir? -COMUS. Sessiz ve dingin bir oğle sonrasında guzel Edina sehrinde geziniyordum. Sokaktaki kargasa ve telas korkunctu. Erkekler konusuyordu. Kadınlar cıyaklıyordu. Cocuklar boğazlarına bir sey tıkanmıs, boğuluyordu. Domuzlar ıslık calıyordu. At arabaları takırdıyordu. Boğalarla inekler boğuruyordu. Atlar kisniyordu. Kediler miyavlıyordu. Kopekler dans ediyordu. Dans ediyordu! Bu mumkun olabilir miydi? Dans ediyordu! Heyhat, diye dusundum, benim dans ettiğim gunler geride kaldı! Hep boyledir zaten. Ne kadar cok kasvetli anılar uyanır sık sık dahi ve imgelemsel dusunceli zihinde, ozellikle de haklı olarak en kıskanılası, gercekten en kıskanılası - hayır! En iyi kalpli guzellikteki, en nefis ruhanilikteki ve adeta dunyadaki en guzel (bu curetkar ifade icin beni bağıslayın) seyin (bağısla beni, seckin okur!) yuce ve tanrısal ve ilahi ve yuceltici ve ululanmıs ve arındıncı etkisinin bitimsiz ve sonsuz ve suregelen ve, birilerinin diyebileceği uzere, suregelmis, evet, suregelmis ve suregelen, acı, hırpalayıcı, rahatsız edici ve, eğer bu ifadeyi kullanmama izin verilirse, son derece rahatsız edici tesirine mahkum olan bir dahinin zihninde - ama kendimi hislerime kaptırıyorum. Boyle bir zihinde, tekrarlıyorum, onemsiz bir olay ne cok anı uyandırır! Kopekler dans ediyordu! Ben - ben edemiyordum! Onlar mutlulukla sıcrayıp oynadı - ben ağladım. Onlar hoplayıp zıpladı - ben hıckıra hıckıra ağladım. Ne dokunaklı bir sahne! Tabii ki klasik okurun aklına hemen o takdire sayan, buyuk Cin romanı Jo—Go—Siow'un ucuncu cildindeki, olguların uygunluğuna iliskin o nefis pasaj gelecektir. Sehirdeki yalnız yuruyuslerim sırasında yanımda iki mutevazı, ama sadık refakatcim yardı. Kanisim Diana! Yaratıkların en sevimlisi! Tek gozunun ustune tuyleri dusuyordu ve boynunda oldukca sık bir mavi kurdele vardı Diana'nın boyu on bes santimden fazla değildi, ama kafası govdesinden buyuktu ve kuyruğu, gereğinden fazla kesilmis olduğundan, o ilginc hayvana yaralı bir masumiyet havası katıp herkesin gozdesi olmasını sağlıyordu. Ve Pompey, benim zencim! -Tatlı Pompey! Seni nasıl unuturum? Pompey'in koluna girmistim. Bir metre boyunda (ayrıntıcı olmayı severim) ve yetmis seksen yaslarındaydı. Carpık bacaklı ve sismandı. Ağzı kucuk değildi, kulakları da kısa sayılmazdı. Ama disleri inci gibiydi ve iri dolgun gozleri nefis bir sekilde beyazdı. Doğa ona boyun vermemis ve ayak bileklerini (bu ırkta sık gorulduğu gibi) ayaklarının ust kısmının ortasına yerlestirmisti. Carpıcı bir sadelikle giyinmisti. Ustunde yalnızca yirmi santimlik bir boyunbağı ve eskiden uzun boylu, hasmetli ve meshur Dr. Moneypenny'ye hizmet vermis olan neredeyse yeni, camur sarısı bir pardosu vardı. Guzel bir pardosuydu. Kesimi iyiydi, iyi yapılmıstı. Neredeyse yeniydi. Pompey onu camurların arasından iki eliyle cıkarıp almıstı. Grubumuzda uc kisi vardı ve ikisinden bahsettim. Ucuncu biri daha vardı ki -bu kisi bendim. Ben Senyora Psyche Zenobiayım. Ben Suky Snobbs değilim. Etkileyici bir gorunusum var. Bahsettiğim o anılmaya değer olayın olduğu gun gok mavisi Arap harmaniyeli, kızıl, saten bir elbise giymistim. Elbisenin yesil agraffas suslemeleri ve portakal rengi yedi zarif auricula fırfırı vardı. Boylece gruptaki ucuncu kisi bendim. Kanis vardı. Pombey vardı. Ben vardım. Uctuk. Eskiden uc ceza tanrıcası ruh varmıs ya - Melty, Nimmy ve Hetty - Dusunce, Hafıza ve Aylaklık. Yiğit Pompey'in kolunda ve pesimde saygılı bir mesafeden izleyen Diana'yla artık tenhalasmıs olan Edina'nın en kalabalık ve hos sokaklarından birinde yurumeye basladım. Birden karsıma bir kilise cıktı - Gotik bir katedral - devasa


ve etkileyiciydi, goğe uzanan sivri uclu bir kulesi vardı. Nasıl bir cılgınlıktı, beni simdi ele geciren? Niye kaderime doğru kostum? O bas dondurucu kuleye cıkıp oradan sehrin muazzam buyukluğune bakmak icin karsı konulmaz bir arzu duymaya baslamıstım. Katedralin kapısı davetkar bir sekilde acıktı. Yazgım galip geldi. O uğursuz kemerli yola girdim. Koruyucu meleğim o zaman neredeydi? - Gercekten boyle melekler varsa tabii. Varsa! Ne acıklı bir sozcuk! Đki hecende ne buyuk bir sırlar ve anlamlar ve kararsızlıklar ve belirsizlikler dunyası gizli! O uğursuz kemerli yola girdim. Girdim; ve portakal rengi auriculalarıma bir zarar gelmeden gecitten gecip girise adım attım! O engin nehir Alfred'in de sağ salim ve ıslanmadan denizin altından gectiği soylenir. Merdivenler hic bitmeyecek sandım. Donuyorlardı! Evet, done, done, done, done yukarı cıkıyorlardı, oyle ki akıllı Pompey'in koluna eski sevgilerin verdiği tum guvenle yaslanırken dusunmeden edemedim - o bitmek tukenmek bilmeyen sarmal merdivenin ust ucunun kazayla ya da tasarımsal olarak kaldırılmıs olduğunu dusunmeden edemedim. Soluklanmak icin durdum; ve bu arada ahlaki ve metafiziksel acıdan gozardı edilemeyecek kadar onemli bir olay gerceklesti. Diana'nın - ki bu konuda yanılmıs olamazdım - kesinlikle emindim - hayır! Cunku bir suredir Diana'mın hareketlerini dikkatle ve endiseyle izle mekteydim - yani kesinlikle yanılmıs olamazdım - Diana fare kokusu almıstı! Hemen Pompey'in dikkatini buna cektim ve o - o da bana katıldı. Artık bun dan suphe etmenin olanağı kalmamıstı. Farenin kokusu alınmıstı - ve de. Di ana tarafından. Tanrım! O dakikanın yoğun heyecanını unutmam mumkun mu? Heyhat! Đnsanoğlunun o goklere cıkarılan aklı nedir ki? Fare! - Oradaydı - yani, bir yerlerdeydi. Diana farenin kokusunu almıstı. Ben - ben alamamıs tım! Prusya suseninin de kimilerine gore cok hos ve guclu bir koku yayarken kimilerine gore kesinlikle kokusuz olduğu soylenir. Merdiven cıkılmıs ve zirveyle aramızda sadece birkac basamak kalmıstı. Hala cıkıyorduk ve simdi sadece bir basamak kalmıstı. Bir basamak! Kucuk, kucucuk bir basamak! Đnsan yasamının merdivenindeki boyle kucuk bir basamak ne kadar da buyuk bir mutluluğun ya da acının belirleyicisi olur sık sık! Kendimi, sonra Pompey'i, sonra da etrafımızı saran o gizemli ve anlasılmaz yazgıyı dusundum. Pompey'i dusundum! -Heyhat, askı dusundum! Cıkılmıs olan ve tekrar cıkılabilecek pek cok yanlıs basamağı dusundum. Daha tedbirli, daha ağzı sıkı olmaya karar verdim. Pompey'in kolunu bıraktım ve onun yardımı olmaksızın kalan tek basamağı cıkıp can kulesine girdim. Hemen arkamdan kanisim geliyordu. Pompey tek basına arkada kalmıstı. Merdivenin basında durup onu cıkması icin tesvik ettim. Bana elini uzattı ve bunu yaparken maalesef pardosusunu tutmayı bırakmak zorunda kaldı. Tanrılar eziyetlerinden hic vazgecmeyecek mi? Pardosu dustu ve Pompey yerlerde surunen uzun eteğine bastı. Sendeleyerek yere yıkıldı -bu kacınılmazdı. One doğru yıkıldı ve kahrolası kafasıyla bana - goğsume siddetli bir darbe indirdi ve ikimizin de can kulesinin sert, kirli ve iğrenc zeminine boylu boyunca uzanmamıza yol actı. Ama intikamım kesin, cabuk ve tamdı. Đki elimle o siyah ve gevrek ve kıvırcık sacma yapısıp epey bir kısmını kopardım ve onu asağıladığımı her halimle belli edeButun Hikayeleri rek fırlatıp attım. Saclar can kulesindeki halatların arasına dusup oylece kaldı. Pompey ayağa kalktı ve tek kelime etmedi. Ama bana iri gozleriyle icler acısı bir bakıs fırlattı - ve ic cekti. Ah tanrılar - o ic cekis yok mu! Yureğime coktu. Ve sac - o yumak! Ulasabilsem pismanlığımın kanıtı olarak gozyaslarımla yıkardım. Fakat heyhat! Artık ulasamayacağım bir yerdeydi. Canın ipleri arasında sallanırken hala canlı olduğunu dusundum. Ofkeyle dimdik durduğunu dusundum. Cava'daki happy-dandy Flos Aeris'in de guzel bir ciceğinin olduğu ve


bu ciceğin kokleriyle sokulurse yasamayı surdurduğu soylenir. Yerliler onu tavandan bir iple asıp hos kokusundan senelerce faydalanır. Tartısmamız artık sona ermisti ve odada Edina sehrini seyretmemize olanak tanıyacak bir acıklık bulmak icin etrafımıza bakmıyorduk. Pencere yoktu. Tek ısık los odaya yalnızca zeminden yaklasık iki metre yukseklikteki, otuz santim capındaki dortgen bir acıklıktan giriyordu. Ama gercek bir dehanın enerjisinin yapamayacağı ne vardır ki? Bu deliğe tırmanmaya karar verdim. Deliğin karsısında ve yakınında bir suru cark, telek ve gizemli gorunuslu diğer duzenek vardı; ve deliğin icinden duzenekten cıkan demir bir cubuk geciyordu. Carklarla deliğin bulunduğu duvar arasında benim sığabileceğim kadar bir acıklık ancak vardı - yine de gozum donmustu ve sebat etmekte kararlıydım. Pompey'i yanıma cağırdım. "Su deliği goruyorsun, Pompey. Onun icinden bakmak istiyorum. Burada, tam deliğin altında dur - iste boyle. Simdi bir elini uzat, Pompey, ki ustune basayım - iste boyle. Simdi diğer elini de uzat, Pompey, onun yardımıyla omuzlarına cıkacağım." Đstediğim her seyi yaptı ve yukarı cıkınca basımı ve boynumu delikten rahatca gecirebildiğimi fark ettim. Manzara muhtesemdi. Hicbir sey daha gorkemli olamazdı. Sadece bir an, Diana'ya uslu durmasını soylemek ve Pompey'i omuzlarına elimden geldiğince hafif basacağım konusunda temin etmek uzere durdum. Onun duygularını incitmeyeceğimi soyledim - ossi tender que beefsteak. Sadık dostuma boylece hakkını teslim ettikten sonra gozlerimin onunde oylesine yardımseverce uzanan o manzarayı buyuk bir haz ve ilgiyle seyretmeye basladım. Ama bu konudan uzun uzadıya bahsedecek değilim. Edinburgh sehrini tasvir etmeyeceğim. Edinburgh'u herkes gormustur - klasik Edina'yı. Bu yuzden kendi uzucu maceramın onemli ayrıntılarını anlatmakla yetineceğim. Sehrin boyutlarına, durumuna ve genel gorunumune iliskin merakımı bir olcude giderdikten sonra icinde bulunduğum kiliseyi ve kulenin zarif mimarisini inceleyerek vaktim oldu. Basımı icinden gecirdiğim deliğin dev bir saatin kadranında bulunduğunu ve sokaktan bakılınca muhtemelen Fransız saatlerindeki gibi buyuk bir anahtar deliği olarak gorunduğunu fark ettim. Bir gorevlinin gerektiğinde saatin akrebiyle yelkovanını iceriden ayarlamasına yaradığı belliydi. Akreple yelkovanın buyuklukleri beni sasırttı; yelkovan en az uc metre uzunluğunda ve en genis kısmında yirmi yirmi bes santim enindeydi. Gorunuse bakılırsa celikten yapılmıslardı ve kenarları keskin gorunuyordu. Bu ayrıntıları ve baskalarını fark ettikten sonra gozlerimi tekrar asağıdaki muhtesem manzaraya cevirdim ve kısa surede dusuncelere daldım. Birkac dakika sonra Pompey'in sesi beni kendime getirdi; buna daha fazla dayanamayacağını ve lutfen asağı inmemi soyluyordu. Bu mantıksızdı ve ona bunu uzun uzadıya anlattım. Bana bu konudaki fikirlerimi kesinlikle anlamadığını ortaya koyan bir karsılık verdi. Ben de kızdım tabii ve ona acık acık bir aptal olduğunu, bir ignoramus e-clench-eye yaptığını, fikirlerinin sadece insommary Bovis olduğunu ve sozlerinin bir ennemywerrybor'em den cok da iyi olmadığını soyledim. Bunun uzerine tatmin olmus gorundu ve ben de tekrar dusuncelerine devam ettim. Bu atısmadan belki yarım saat sonra, akımdaki ilahi manzaraya dalıp gitmisken, enseme hafifce bastıran soğuk bir seyi hissederek irkildim. Buyuk bir korkuya kapıldığı____________mı soylememe gerek yok elbette. Pompey'in ayaklarımın altında olduğunu ve Diana'nın kesin talimatıma uyarak odanın en uzak kosesinde arka ayakları ustunde oturduğunu biliyordum. Bu ne olabilirdi oyleyse?


Heyhat! Anlamam uzun surmedi. Basımı yavasca yana cevirince saatin dev, ısıldayan, palaya benzeyen yelkovanının attığı tur sırasında enseme gelip dayanmıs olduğunu gorerek buyuk bir dehsete kapıldım. Kaybedecek bir saniyem bile olmadığını biliyordum. Hemen kendimi geri cektim -ama cok gecti. Tam anlamıyla kısılmıs olan basımı hayal edilemeyecek kadar dehset verici bir hızla daralan o korkunc kapanın ağzından kurtarmanın bir yolu yoktu. O anın ıstırabı tahayyul edilemez. Ellerimle o ağır demir cubuğu var gucumle kaldırmaya calıstım. Katedralin kendisini kaldırmaya calıssam aynı sonucu alırdım. Đniyor, iniyor, iniyordu; yaklasıyor, gitgide yaklasıyordu. Haykırarak Pompey'den yardım istedim; ama onu "cahil, sası bir moruk" olarak adlandırmakla duygularını incitmis olduğumu soyledi. Diana'ya seslendim; ama sadece "havhavhav," dedi ve "ona ne olursa olsun oradan ayrılmamasını tembih etButun Hikayeleri mis olduğumu" soyledi. Boylece arkadaslarımdan yardım alamıyordum. Bu arada o hantal ve korkunc Zaman Tırpanı (simdi bu klasik terimin gercek anlamını kavrıyordum) ilerleyisini durdurmamıstı ve durduracağa da benzemiyordu. Hala inmeyi surduruyordu. Simdiden enseme bir iki santim batmıstı bile ve duyumlarım belirsizlesmeye, bulanmaya baslıyordu. Bir ara kendimi hasmetli Dr. Moneypenny ile birlikte Philadelphia'da sandım, bir ara da Bay Blackwood'la birlikte arka odasında oturup onun paha bicilmez derslerini alıyormusum gibi geldi. Ve sonra eski ve guzel zamanların tatlı anıları tekrar hatırıma geldi ve dunyanın bir col olmadığı ve Pompey'in bu kadar zalimce davranmadığı o mutlu donemi dusundum. Duzeneğin tıklamaları beni eğlendiriyordu. Eğlendiriyordu, diyorum, cunku duyumlarım artık kusursuz mutluluğa yaklasmıstı ve en onemsiz olaylar bile bana haz veriyordu. Saatin o bitimsiz tik-tak, tik-tak, tik-takları bana en melodik muzik gibi geliyor ve bazen Dr. Ollapod'un o uzun, hos, vaazsı tiradlarını anımsatıyordu. Sonra kadrandaki o buyuk sekiller vardı - hepsi de ne kadar zekice ve entelektuelce gorunuyordu! Ve bir mazurka yapmaya basladılar ve sanırım en cok V'in dansı hosuma gitti. Đyi yetistirilmis bir hanımefendi olduğu belliydi. Kesinlikle kasıntılı değildi ve hareketlerinde kaba hicbir sey yoktu. Tek ayak uzerinde mukemmel donusler yaptı - tepesi uzerinde donup durdu. Ona bir sandalye uzatmaya calıstım, cunku yorulduğunu gormustum ve acınası durumumu ancak o zaman gercekten fark ettim. Acınasıydı gercekten! Cubuk enseme bes santim kadar gomulmustu. Nefis bir acı duyuyordum. Olmek icin dua ediyor ve anın ıstırabı icinde sair Miguel De Cervantes'in o mukemmel dizelerini yinelemekten kendimi alamıyordum: Vanny Buren, tan escondida Query no te senty venny Pork and pleasure, delly morry Nommy, torny, darry widdy! Ama simdi gercekten sinirleri en sağlam kisileri bile irkiltecek yeni bir dehsetle karsı karsıyaydım. Makinenin zalim baskısı gozlerimi yerlerinden uğratmıstı. Onlarsız nasıl idare edeceğimi dusunurken biri dısarı fırlayıverdi ve dik kuleden asağı, ana binanın sacakları boyunca uzanan su oluğunun icine dustu. Asıl uzucu olan gozumu kaybetmem değil, onun dısarı cıktıktan sonra kustahca bir bağımsızlık ve horgoru havasıyla beni suzmesiydi. Su oluğunda, hemen burnumun dibinde duruyordu ve takındığı hava sayet tiksinc olmasa komik denilebilirdi. Boylesine goz kırpmalar daha once hic gorulmemistir. Su oluğundaki gozumun bu tavrı sadece apacık kustahlığı ve utanc verici nankorluğu yuzunden sinir bozucu değildi, aynı bastaki iki goz arasında, birbirlerinden ne kadar uzak olsalar da var olan o duygudaslık yuzunden son derece rahatsızlık


vericiydi. Yani burnumun dibindeki o serseriyle aynı anda goz kırpmaya zorlanıyordum. Ama diğer gozun de cıkmasıyla rahatladım. Duserken hempasıyla aynı yonde gitti (herhalde bunu planlamıslardı). Đkisi birlikte oluktan dısarı yuvarlandılar ve doğruyu soylemek gerekirse onlardan kurtulduğuma cok memnundum. Simdi cubuk boynuma on iki santim kadar gomulmustu ve geride keseceği sadece bir parca deri kalmıstı. Buyuk bir mutluluk hissi icindeydim, cunku en fazla birkac dakika icinde bu rahatsızlık verici durumdan kurtulacaktım. Ve bu beklentim kesinlikle bosa cıkmadı. Aksamustu saat tam besi yirmi bes gece dev yelkovan korkunc turu esnasında basımla govdemi birbirine bağlayan o deriyi de kesti. Beni o kadar utandırmıs olan o basın sonunda bedenimden ayrılmasından uzuntu duymadım. Kuleden su oluğuna dusup birkac saniye orada kaldıktan sonra sokağın ortasına indi. Đctenlikle itiraf edeyim ki, simdi cok tuhaf-hayır, cok gizemli, kafa karıstırıcı ve anlasılmaz- duygular hissetmeye baslamıstım. Hislerim almıs basını gidiyordu. Bir ara basımın gercek Senyora Psyche Zenobia olduğundan emin oldum -bir ara da bedenimin gercek ben olduğuna karar verdim. Bu meseleyi acıklığa kavusturmak icin cebimde enfiye kutumu arandım, ama onu bulup da icindekinden her zamanki sekilde bir cekmeye kalkınca tuhaf noksanlığımın hemen farkına vardım ve kutuyu basıma doğru fırlattım. Basım enfiyeyi buyuk bir hazla icine cektikten sonra bana gulumsedi. Sonra bir konusma yaptı, ama kulaklarım olmadığından bunu cok net isitemedim. Ancak bu kosullar altında yasamayı surdurmek isteyisime sasırmıs olduğunu anlayacak kadarını duydum. Sozlerini Ariosto'nun o soylu sozleriyle noktaladıIl pover hommy che non sera corty And have a combat tenty erry morty, w boylece beni kendim savasa kaptırmısken oldurulduğunun farkına varmadan olu bir halde bitmek tukenmek bilmez bir yiğitlikle carpısmaya devam eden o kahramana benzetti. Artık asağı inmeme bir engel kalmadığından bunu yaptım. Pompey'in gorunusumu niye o kadar sasırtıcı bulduğunu kesinlikle anlayabilmis değilim. Adam ağzını kulaklarına kadar acıp sanki ceviz kırıyormuscasına gozlerini kapadı. Sonunda pardosusunu ustunden atıp bir sıcrayısta merdivene ulastı ve gozden kayboldu. Serserinin ardından Demosthenes'in o ofkeli sozlerini savurdumAndrew O'Phlegethon, kacmakta hic duraksamıyorsun, ve sonra tek gozlu, kaba tuylu biricik Diana'ma dondum. Bir de ne goreyim! Deliğine sıvısan bir fare mi vardı baktığım yerde? Sunlar o canavar tarafından zalimce yenmis minik meleğin kemikleri miydi?. Ey tanrılar! Ne goruyorum? Kosede melankolik bir zerafetle oturan sevgili yavru kopeğimin bedeninden ayrılmıs ruhu, golgesi, hayaleti mi? Dinleyin! Cunku konusuyor ve, ulu Tanrım! Hem de Schiller'in Almancasıyla"Unt stubby duk, so stubby dun Duk she! Duk she!" Heyhat! Soyledikleri doğru değil mi? Ve olduysem, en azından oldum Senin icin - senin icin. Tatlı yaratık! O da kendini benim icin feda etmisti. Kopeksiz, zencisiz, bassız! Talihsiz Senyora Psyche Zenobia'dan geriye artık ne kaldı? Heyhat -hicbir sey! Bitirdim. 1838 .


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.