Carl sagan cozmos

Page 1

Prof. Dr. CAR/ SAG$1

KOZMOS

I(95(1ø1 9( <$ù$0,1 6,5/$5,

Çeviren : Reşit Aşçıoğlu


OKURLARIMIZA

ÖNCE TV DİZİSİ, SONRA KİTAP... Çağımızda gelişmişliğin bir ölçütü de halkın bilgi ve kültür düzeyidir. İleri ülkelerde bu düzeyi yükseltmek amacıyla basın yayın organlarıyla yayıncılığın el ele verdiğini görmekteyiz. Bilimsel konuları geniş yığınlara tanıtma, sevdirme ve onları aydınlatmada başta TV olmak üzere, kille haberleşme araçları etkin bir rol oynamakta. Bilimsel dizilerin amacına ulaşması için izlenen tamamlayıcı bîr yol da, dizi senaryolarının geliştirilerek kitap haline getirilmesidir. Çünkü TV dizisinin program süresiyle sınırlı akışı İçinde aktarılan yoğun bilginin algılanması, derinlemesine kavranması güçlüğü sözkonusudur. İşte diziyle birlikte oluşturulan kitaplar, anlaşılması dikkat isteyen konulara yeniden eğilme olanağı vermektedir. Bilimsel Sorunlar Dizimizin ilk kitabı olarak sunduğumuz, İktisadi düşüncenin başlangıcından günümüze dek temel öğretilerini konu alan Kuşku Çağı (The Age of Uncertaınfy) İle insanlığın evriminde önemli bir aşamayı oluşturan uzayın keşfini konu alan Kozmos (Cosmos) adlı yapıtlar, dünyanın en ünlü TV kurumlarınca gerçekleştirilen iki önemli dizisinin kitaplarıdır. Olanaklarımız ölçüsünde ilginç görüntülerini vermeye çalıştığımız, gösterildiği her ülkede halkın beğeni ve ilgisini toplayan bu dizilere, Türkiye Televizyon Kurumunun da gereken ilgiyi göstereceğini umuyoruz... Halkımızın bilim - kurgu ürünü film ve kitaplarla gidermeye çalıştığı, evrenin ve yaşamın sırlarına duyduğu derîn merakı bü-


yük ölçüde giderecek bilimsel bir yapıt Kozmos. Yazarı Cari Sağan, halk yığınlarının ilgisine ve yararına sunulmayan bilimî, «mutlu bir azınlığın ayrıcalığı» olarak tanımlamakta, araştırma ve buluşların halka maledilmesi yolunda özel bir çaba göstermektedir. «Olağanüstü Bilimsel Başarı ve Bilimi Halka Ulaştırma» ödülünün sahibi olan Cari Sağan, Kozmos'un yapısıyla yeryüzündeki yaşam arasındaki bağı vurgulamak İçin kendini şöyle tanıtıyor : «BEN CARL SAĞAN ADINDA... ,,.su, kalsiyum ve organik moleküllerin toplamıyım. Siz de öylesiniz, yalnız adınız başka. Ama hepsi bu kadar mı?» Olabilir mî?.. Cari Sağan, Gezegen Araştırmaları Laberatuvarı başyönetîcisi ve CorneİI Üniversitesi Uzay Bilimler! ve Astronomi Bölümü Öğretim üyesidir, Mariner, Vikîng ve Voyager uzay araçları yolculukları ve araştırmalarında başrolü oynamıştır. Uluslararası Astronomi Ödülünü kazanan bu ünlü bilîmadamı, «Amerikan Astronomi Derneği Gezegenler Bilimi Bölümü», «Bilimin İlerleyişi Derneği» ve «Amerikan Jeofizik Birliği» başkanıdır. Dr. Sağan dört yüz bilimsel ve popüler makale yayınlamıştır. Yazarı olduğu bîr düzineden fazla kitabı vardır. Evrende Akıüı Yaşam (tntelligent Life in the Universe), Kozmik İlişki (The Cosmic Connectİon), Cennetin Canavarı {The Dragon of Eden), Dünyanın Fısıltıları (Murmurs of Earth) bunlardan bazıları. Cari Sağan İçin, yukarda özetlenen bunca önemli ve onurlu görevi yüklendiğini söylemek yeterli mi?.. Hepsi bu kadar mı? Olabilir mi?.. Cari Sağan, insanın öğrenme merakını giderme, evreni keşfetme çabasının da ötesinde bir görev taşıdığının bilincinde... İnsan soyunun sürdürülmesinin, uygarlığımızın korunup geliştirilmesinin en önemli koşulu olan «evrensel barış»m da savunucusu Cart Sağan. 1975'te «insanlığın Refah ve Huzuruna Büyük Kafkıda Bu-


lurımuş Kişin ve 1978'de Pulitzer Edebiyat ödüllerini alan Cari Sagan'ın tüm insanlığa mesajı şu : KOZMOS'UN KEŞFİ, KENDİ KENDİMİZİ KEŞİF YOLCULUĞUDUR... «Biz hem gökyüzünün, hem yeryüzünün çocuklarıyız. Bu gezegen üzerindeki varlığımız süresince tehlikeli bir evrimsel yük sırtlamış bulunuyoruz. Bu yük torbasının içinde saldırıya ve töreye yatkınlık, liderlere baş eğme ve yabancılara düşmanca davranış gibi kalıtsal eğilimler yer alıyor. Fakat aynı zamanda başkalarına karşı şefkat, çocuklarımıza karşı sevgi, tarihten bir şeyler öğrenme ve giderek zekâ ve yeteneklerimize bir şeyler katma eğilimlerine de sahibiz; bunlar da hayatta kalmamıza ve refahımızı sürdürmeye yarayan etkenler... Yapımızdaki bu eğilimlerin hangileri üstün gelecek bilmiyoruz,.. Bizi Kozmos'un enginliklerinde kaçınamayacağımız bir hedef beklemekte. Dünya - dışı akıllı varlıkların bulunduğuna ilişkin henüz açık belirliler yok. Bu, bizimkine benzer uygarlıklar acaba hiç durmamacasına kendi kendilerini yok mu ediyorlar, diye bîr soru getiriyor aklımıza. Yerküremize uzaydan baktığımızda, ulusal sınır diye bir şey göremiyoruz. Uzaydan gezegenimizin incecik mavi bir hilâl, sonra da yıldızlar kenti arasında bir ışık noktası olarak göründüğünü izleyince; etnik, dinsel ya da ulusal şoven ist davranışların sürdürülmesi akıl almaz bir duruma dönüşüyor... Hayatın hiçbir zaman başlama olanağı bulunmadığı dünyalar var. Kozmik felaketlerin yakıp yıktığı dünyalar da var. Biz talihliyiz, hayattayız, güçlüyüz. Uygarlığımızın ve türümüzün refahı elimizde olan bir şey. Eğer yerküre adına bizler söz sahibi değîlsek kim olabilir? Varlığımızı sürdürmede karar veren bizler ola1 mazsak kim olabilir?..» Dr. Turhan BOZKURT

M


SUNUŞ Çağlar boyunca girişilecek sabırlı ve dikkatli Çalışmalar, bugün İçin sır perdesinin arkasında kalan birçok şeyi aydınlığa kavuşturacaktır. İnsan, evrenin sırlarını araştırmak İçin yaşamının tümünü bile harcasa, yine de böylesine engin bir sorun karşısında yeterli olamaz. Bu nedenle, bilgiler, ancak çağlar aşıldıkça İnsanoğlunun önüne serilecektir. Bir zaman gelecek, o günün insanları kendilerince bilinen şeylerin daha önceleri bilinmeyişine şaşacaklar... Birçok buluşun ortaya çıkışı, bizlerin anısı çoktan silinip gittiği dönemlere rastlayacaktır. Her çağın insanına, araştırılmak üzere sorular gizlemesini beceremeyen bir evren, çekici olmaktan uzak, tekdüze bîr yaşam ortamı oluşturdu. Seneca, Doğa Sorunları 7. Kîtap, M.S. 1. yüzyıl B u g ü n bizler için apaçık olan gerçekler, eski zamanlarda evr e n i n akıl sır e r m e y e n olguları arasındaydı. G ü n l ü k y a ş a m d a k i en basit bir olay bile e v r e n i n sırlarıyla ilişkili olarak y o r u m l a nıyordu. Bu k o n u y a bir Örnek olarak, A s u r l a n n M.Ö. 1000 yıllarında, diş ağrısına neden olduğu sanılan bîr k u r t İçin düzdükleri


•tılsımlı dizeleri gösterebiliriz. Bu dizeler evrenin başlangıcım araştırmakla başlayıp, diş ağrısı için bir tedavi yöntemi salık vermekle son bulur. Evren, Aııu tarafından Yeryüzü, evren tarafından Akarsular, yeryüzü tarafından Dereler, akarsular tarafından Bataklıklar, dereler tarafından Ve küçük kurt, bataklıklar tarafından Yaratıldıktan sonra, Küçük kurt ağlaya sızlaya Tanrı Şamaş'ın huzuruna vardı Yaşlı gözlerle dedi k i : «Bana vereceğin besin ne ela?» fitnenle kayısı senin ola.» «Bunlar ne ki benim için? İncirle kayısı ha! Bırak da hiç olmazsa Dişle dişeti arasına sokulayım Azı dişlerinin içine yerleşeyim.» «Madem ki böyle dedin, ey küçük kurt, Katretsin seni Toprak Ana O kudretli eliyle...» (Diş ağrısına karşı düzülmüş tılsımlı dizeler.) Tedavisi: Mayalanmış arpa suyuna karıştırılmış yağ, bu dizeler üç kez yinelenerek ağrıyan dişin üzerine sürülecek. Atalarımız, içinde yaşadıkları dünyanın sırlarım öğrenmeye ean attıkları halde, bunun yöntemini keşfedememişlerdi. Anu'lar, Şamaş'lar gibi tanrıların egemen güçler oluşturdukları küçücük, garip ve aciz bir dünya varsayımıyla yaşıyorlardı. Böyle bir dünyada, İnsanoğlu Önemli olmasına Önemli, ama başlıca rolü — 12 — Kozmos : F. 4


üstlenmekten uzak bir yaşam sürüyordu. Doğayla insan sıkı bir bağlantı içindeydi. Diş ağrısının mayalanmış arpa suyuyla tedavisi, en derin evrensel gizleri içeriyordu. Günümüzdeyse evreni anlamamızı sağlayan seçkin, güçlü ve adı «bilim» olan bir yöntem bulduk. BUim bize, varlığı öylesine eskilere uzanan ve öylesine engin bir evrenin gizlerini önümüze serdi ki, bunun karşısında insanoğluna ilişkin sorunlar bile neredeyse önemini yitirdi. Böylece Kozmos, günlük yaşamımızla ilgisi bulunmayan uzak, soyut bir kavram gibi göründü. Ne var ki, bilim giderek evrenin insanı vecde boğan bir görkemi bulunduğunu ve aklın bu giz perdesini aralamaya yetebileceğini ortaya koymakla kalmamış, insanoğlunun gerçekten evrenin bir parçası olduğunu, ondan kaynaklanarak yine onda son bulduğunu göstermiştir. En temelinden en önemsizine dek insana ilişkin tüm olguları, evrene ve onun kökenlerine bağlayabiliriz. Bu kitap işte böyle bir kozmik perspektifin keşfini amaçlamaktadır, 1976 yılının yazı ve sonbaharında, yaklaşık yüz kadar bilimadamı arkadaşımla birlikte, Mars gezegeninin keşfine gönderilen Viking uzay aracı projesinin hazırlanmasında görev aidim. İnsanlık tarihinde ilk kez başka bir gezegenin yüzeyine iki uzay aracı indirmiştik. Kitabın Beşinci Bölümünde ayrıntılı biçimde anlatılacağı üzere, aldığımız sonuçlar gerçekten göz kamaştırıcıydı ve bunun tarihsel anlamı tüm açıklığıyla ortadaydı. Buna karşın, dünya halkoyu bu büyük olaydan hemen hemen habersiz bırakılıyordu. Basın bu konuya pek İlgi göstermedi, televizyonsa olayı adeta görmezlikten geldi. Mars gezegeninde hayat olup olmadığı sorusuna kesin bir yanıtın alınamayacağı anlaşılınca, halkın ilgisi daha da azaldı. Yanıtların kesinkes olmayıp her iki yana da çekilebilmesine. hoşgörü gösteriliniyordu. Mars gezegenindeki gök renginin, Önceleri yanlış olarak bildirildiği gibi, mavi değil de pembemsi bir sarı renkte olduğu belirienince, bu konuda haber toplayan muhabirlerin düş kırıklığıyla karşılaştık. Mars gezegeninin bu bakımdan da üzerinde yaşadığımız — 13 — Kozmos : F. 4


yerküremize benzemesini arzuluyorlardı. Bu gezegenin yerküremize az benzediği oranda hal koyunun ilgisinin azalacağı kamsızıdaydılar. Oysa Mars yüzeyinin insanın heyecandan soluğunu kesecek kadar ilginç görünümleri var. Yaşamm, dünyamızın ve Kozmos'un oluşumunun sırrı, başka gezegenlerde insanüstü akıllı canlıların bulunması olasılığı gibi birbiriyle ilişkili birçok bilimsel sorunun yanıtlarını aramak üzere halkoyunını uzayın keşfine çıkılmasına genellikle ilgi duyduğu inançındayım. B\ı ilginin çok güçlü iletişim aracı olan televizyon aracılığıyla harekete geçirilebileceğini düşündüğümden, Vikîng Verileri Aııalİ2İ ve Planlama Müdürü B. Gentry Lee ile birlikte bir televizyon dizisi yapmayı kararlaştırdık. Astronomiyi konu edinen bu televizyon dizisinde insan Öğesinin geniş bir yer alması, insanoğlunun aklına olduğu kadar yüreğine •de hitap edilmesi gerekiyordu. Çekimi üç yıl süren ve adı «Kozmos Projesi» olan bu dizinin hazırlanması için yazarlar, rejisörler ve prodüktörlerle işbirliği yaptık. Kozmos dizisinin 140 milyon kişi tarafından televizyonda izleneceği hesaplandı. Bu hesaba göre, yeryüzündeki insan nüfusunun ancak yüzde 3'ü bu diziye ilgi gösterebiürdi. Ne var ki, bizler, dünyanın oluşumu ve yapısına ilişkin en derin bilimsel sorunların, çok büyük bir çoğunluğun ilgisini ve öğrenme açlığını kamçıladığı kanısındayız. Sıradan insanın sanıldığından çok daha bilgi peşinde koştuğuna inanıyoruz. Çağımız, uygarlığın ve belki de insan türünün geleceği açısından bir yol kavşağında bulunmaktadır. Sapacağımız yol hangisi olursa olsun, alıny azımız kaçınılmaz bir biçimde bilime bağlıdır. Varolmak, hayatta kalabilmek için bilim vazgeçilemeyecek kadar temel bir gereksinimdir. Üstelik bilim, insanoğluna zevk verir; evrimin yasaları öğrenmenin, anlamanın insanoğluna zevk vermesini sağlayacak biçimde düzenlenmiştir. Çünkü hayatta kalabilmek daha çok öğrenebilenlerin, anlayanların harcı olacaktır. Kozmos televizyon dizisiyle Kozmos adım taşıyan bu kitabın, bilime ilişkin bazı düşüncelerin, yontemle— 14 — Kozmos : F. 4


ı!

İ

rin ve bilim zevkinin iletilmesinde yararlı bir girişim olduğu inancındayız. Kitapla televizyon dizisi el ele bir gelişim İçinde oluştular. Aslında biri Ötekinin temelini oluşturdu. Ama yine de kitaplarla televizyon dizilerinin birbirinden ayrı yaklaşımları ve özellikleri vardır. Kitabın en önemli özelliklerinden biri, okura, anlaşılması dikkat isteyen konulara yeniden eğilme fırsatı vermesidir. Televizyonda böyle bir fırsat henüz yeni doğmaktadır videoteypler sayesinde. Bir yazarın kitapta bir konuyu derinlemesine ve ayrıntılı olarak ele alması, televizyondaki elli sekiz dakika ve otuz saniye gibi bir zaman giyotini korkusu bulunmadığından, daha kolaydır. Televizyon dizisindeki bölümlerin kitabın bölümleriyle eş konularda başlayıp bitirilmesine Özen gösterilmiştir. Birinin verdiği zevki ötekinin tamamlaması da mümkündür. Kitapta bazı konular tarih sırasına göre ele alınmamıştır, örneğin, Johannes Kepler'in anlatıldığı Üçüncü Bölümden çok sonraki Yedinci Bölümde eski Yunan bilginlerinin düşünceleri ele almıyor, öyle sanıyorum ki, Yunan bilginlerinin fikirlerine, hangi konuları gözden kaçırmış olduklarını saptadıktan sonra eğilmek daha uygun olur. Bilim, insanoğlunun yaşamındaki Öteki çabalarından ayrı bir uğraş olarak ele alınamayacağından, sosyal, siyasal, dini ve felsefi birçok soruna bazen kuşbakışı bir göz atılarak, bazen de doğrudan içine girilerek yer verildi. Bu nedenle, yeri geldiği ve gerektiğince, hem televizyon dizisinde, hem kitapta sosyal sorunlara da değindim. Bilimin temelinde düştüğü yanılgıyı düzeltme öğesi yatar. Yeni deney sonuçlan ve yeni düşünceler, sürekli olarak eskiden giz olan şeyleri çözümlemektedir. Örneğin, Dokuzuncu Bölümde, adı «nötrin» olan görülmesi zor zerreciklerden pek azının Güneş'ten kaynaklandığı sanılıyor bugün. Bu konuyu açıklayıcı varsayım niteliğindeki görüşler sıralanacaktır ilerki bölümlerde, Onuncu Bölümdeyse yerküremizden çok uzaklardaki ga— 15 — Kozmos : F. 4


w laksilerin (gökadaları) geri çekilip büzülmelerini önlemeye yetecek kadar maddenin evrende bulunup bulunmadığı; evrenin başlangıcının saptanamayacak kadar eski olup olmadığı ve başlangıcı yoksa, yaratılmış da olmayacağı gibi çok merak ettiğimiz konulara gireceğiz. Sözünü ettiğimiz ve merak duyduğumuz bu her iki alana California Üniversitesi profesörlerinden Frederick Eeines'in araştırmalarıyla ışık tutmaya başladığı söylenebilir. Çünkü Profesör Reines aşağıda sıraladığımız bulgulara ulaştığı kanısındadır: a) nötrinler üç ayrı durumda bulunurlar ve bunlardan yalnızca bir türü Güneş'i inceleyen nötrin - teleskoplarıyla incele ne bilmektedir; b) nötrinler -ışıktaki durumun tersine- bir kütleye sahiptirler; böylece uzaydaki nötrinleriıı tümünün çekim gücü, Kozmos'un sürekli genişlemesini Önleyen bir engel oluşturabilir. İleride girişilecek deneyler, bıı görüşlerin doğruluğunu ya da yanlışlığım ortaya çıkaracaktır. Ne var ki, bu çabalar, birikim yoluyla bize aktarılan bilgilerin sürekli ve tekrar tekrar elden geçirilip sınandığını gösteriyor. Ve bilimsel araştırma serüveninin temeli de i$te burada yatmaktadır. Ithaca ve Los Angeles Mayıs 1980

— 16 — Kozmos : F. 4

! |


Bölüm I KOZMİK OKYANUSUN KIYILARI Yeryüzünün enginliğin! zihnin kavrayabildi mi? Işığın evrendeki adresini biliyor musun? Peki, ya karanlığınkini..? — Eski Kitaplardan Mekan olarak evren, dört bîr yanımı çevreleyip beni bîr atom zerreciği gibi yutuyor; ama ben zihinsel düşüncemle dünyayı kavrıyorum. — Blaise Pascal, Düşünceler Bilinende sınır vardır, bilinmeyende sınır yoktur. İnsan aklı anlastlmazlığın engin okyanusunda barınacak bir ada sağlar. Her kuşağa düşen iş, bu okyanustaki adaya biraz daha toprak katarak büyütmektir. — T. H. Huxley, 1887

17 —

Kozmos : F, 2


KOZMOS. OLMUŞ VEYA OLAN YA DA OLACAK HER ŞEYDİR. Kozmos «düzen içinde bir evren» anlamında kullanılan Yunanca bir sözcüktür ve bir bakıma «karmaşa» anlamına gelen Kaos'un karşıtıdır. Evreni oluşturan tüm canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle derinden uyumlu bağlarının gizlerini içerir ve bu karmaşık ama gizemli bir incelikle işlenmiş bağlara karşı hayranlık ifade eden bir sözcüktür. Kozmos'u şöyle bir düşünmek bile garip bir heyecan verir. İnsanın sesini soluğunu kesen, ensesinden aşağı ürperti veren, bir boşluğa düşüşün hayal meyal anımsan ışı gibi başdöndürücü bîr duygudur bu. Çünkü tüm sırların en büyüğünün karşısında olduğumuzun bilincindeyizdir, Kozmos'un mekân ve zaman boyutları her insanın anlayış sınırlan içine girmez. Üzerinde barındığımız yerküre, başsız ve sonsuz bir enginlikte kaybolmuş minicik bir gezegendir. Kozmik perspektifte, insanoğluna ilişkin uğraşların çoğu anlamsız, hatta çocuksu görünür. Ama yine de insansoyu her dem genç, her dem merak küpü ve her dem cesur, ayrıca çok da umut vericidir. Son bir iki bin yıllık dönemde Kozmos konusunda çok •şaşırtıcı ve hiç beklenmedik buluşlara ulaştık. Bu buluşları düşünmek bile inşam heyecanlandırıyor. Bütün bunlar, insanoğlunun evrim sonucu merak duygusuna sahip olduğunu, öğrenmenin, anlamanın insana sevinç verdiğim ve bilginin hayatta kalabilmenin önkoşulu olduğunu bir kez daha vurguluyor. Şuna inanıyorum ki, geleceğimiz, bir toz zerreciği gibi içinde dolaştığımız Kozmos'u ııe denli İyi bileceğimize bağlıdır. Büîün o buluşlarla keşifler, kuşku ve hayal gücünden hız alarak gerçekleştirilmiştir. Hayal gücü bizleri çoğu zaman bilinmedik diyarlara götürür ve o olmadan hiçbir yere ulağa m ayız. Kuşku da bize, düş ürünüyle gerçek arasındaki farkı bulmamızı ve varsayımlarımızı sınamamızı sağlayan yolu açar, Kozmos'— 18 — Kozmos : F. 4


un zenginlikleri sınırsızdır. Her çarkı ayrı bir hayranlık doğuran bu makinenin olağanüstü güzellikteki parçaları ve bu parçalar arasındaki büyüleyici bağlantı, sözünü ettiğimiz sınırsız zenginliğin kaynağıdır. Yerküremizin yüzeyi, kozmik okyanusun kıyısını oluşturur. Bilgilerimizin çoğunu bu kıyılarda edindik. Son zamanlarda denize birazcık açıldık... Şöyle ayak parmaklarımızı ıslatacak kadar... ya da en çok ayak bileğimize kadar diyelim. Bu suların çağrısını yadsıyamayız, çünkü benliğimizde oradan geldiğimizi kavrayan bir yan var. Oranın çağrısını ta içimizde hissediyoruz ve bu duygumuz, hangi tanrı kızarsa kızsın, yine de kutsaldır. Dünyamızda uzunluk ölçüsü olarak kullandığımız metre ya da kilometre gibi ölçüler, Kozmos'un boyutları için geçerli değildir. Kozmos Öylesine büyüktür ki, kilometreler anlamsız kalır. Kozmos'ta ölçü olarak ışık hızını kullanırız. Işık, saniyede 300.000 kilometre hızla ilerler. Başka bir deyişle, yerküremizin çevresini saniyede yedi kez dolanmış olur. Işık sekiz dakikada Güneş'ten dünyamıza ulaşır. Böylece yerküremizin Güneş'ten sekiz ışık dakikası uzaklıkta bulunduğunu söyleyebiliriz. Bir yılda ışık uzayda on trilyon kilometre kateder. Işığın hir yılda aldığı mesafeye ışık yılı adı verilir. İşık yılıyla zaman değil, uzaklık ölçülür. Yerküremiz Kozmos'ta biricik yer değildir kuşkusuz. Hatta tipik bir yer bile sayılmaz. Aslında Kozmos'ta hiçbir gezegen ya da yıldız veya galaksi tipik olamaz, çünkü Kozmos'un çoğu boştur. Kozmos'un tipik özelliği engin, soğuk, her yeri kaplayan boşluklar arasındaki sonsuz uzay gecesidir. Galaksilerarası bu sonsuz uzay gecesi öylesine garip ve ıssızdır ki, bunun karşıtı olarak gezegenler, yıldızlar ve galaksiler içaçıcı bir güzellik yaratırlar. Ama bunlar çok a2dır. Ola ki, Kozmos'ta bulunsak, bir gezegene rastlama olasılığımız on milyar trilyonun trilyonunda — 19 -


(33 sıfırlı) birdir (*). Giinİük yaşamımızda böyle bir sayı için zorlama sayı denir. Bu da evrende dünyaların ne denli değerli olduğunu ortaya koymakladır. Gaiaksilerarası uygun bir noktadan bakabilsek, uzay dalgaları üzerine yayılmış köpük gibi hafif ışıltılı şekiller görürüz. Bunlar galaksilerdir; bazıları tek başına, bazıları küme halinde engin kozmik karanlıkla kayarak dolaşırlar. Evet, işte karşımızda, bildiğimiz kadarıyla, en geniş boyutlardaki bir Kozmos... Yerküremizden sekiz milyar ışık yılı uzakta bulutsu yıldızlar (nebulalar) yöresin dey iz. Bilgilerimiz, burasının bilinen evrenin uç bölümüne yan uzaklıkta olduğunu söylüyor. Bir galaksi gazdan, tozdan, yıldızlardan oluşur, milyarlar ve milyarlarca yıldızdan. Birileri için güneş işlevi görüyor olabilir bu yıldızlar. Bir galakside yıldızlar ve dünyalar vardır. Belki de canlı varlıklar, akıllı canlılar ve uzaya yayılmış uygarlıklar da bulunmaktadır. Fakat uzaktan bir galaksi bana güzel bir eşya koleksiyonunu anımsatıyor, deniz kabukları ya da mercanlar gibi. Ölçülemeyecek kadar uzun zaman dilimleri içinde doğanın kozmik okyanustaki girişimlerinin ürünleridir bunlar. Yüz milyar kadar galaksi, her birinde de ortalama olarak yüz milyar yıldız var. Bütün galaksilerde, yıldız kadar gezegen de bulunması olasılığı sözkonusu. Böylesine akıl almaz sayılar karşısında, neden tek bir yıldız, yani Güneş insanların yaşadığı bir gezegene yaşam veriyor olsun da, başka olasılıklar bulunmasın? Niçin Kozmos'un ücra bir köşesinde yaşama mutluluğuna yalnızca bizler ermiş olalım? Kanımca, evrende hayat kaynıyor olması çok daha güçlü bir olasılıktır. Ama biz insanlar bunu henüz bilemiyoruz. Keşiflerimiz daha yeni başlamıştır. Sekiz milyar ışık yılı uzaklıktan bakıldığında, Samanyolu'ııun içinde bulunduğu kümeyi büe zor bulabiliriz, değil ki, Güneş'i ya da yer( * ) ABD

bilim

çevrelerindeki kurallara

le kısaltdıyor : Bîr milyar =

göre,

büyük sayılar

1.000.000.000 =

1,000.000.000 000 = 10'*. — 20 — Kozmos : F. 4

şöy-

10"; bir trilyon t=


küremizi.,. Üzerinde insan yaşadığından emin b u l u n d u ğ u m u z tek gezegen, k a y a l a r ve madenlerden oluşmuş minnacık bir kür e d i r : Dünyamız. Güneş ışığının yansımasıyla h a f i f t e n parlay a n bıı y e r k ü r e uzayda k a y ı p bir cisim gibidir. Ş i m d i d ü n y a m ı z d a n yola çıkarak başlayacağımız yolculuk, y e r y ü z ü n d e k i astronomi bilginlerinin «Bölgesel Galaksiler K ü mesi» adını verdikleri yöreye götürecek bizi. Burası iki milyon ışık yılı ötemizdedir ve yaklaşık yirmi ana galaksiden oluşur. Özel ya da ilginç bir g ö r ü n ü m ü olmayan, dağınık, karanlık bir k ü m e d i r bu. Bu galaksilerden biri, y e r y ü z ü n d e n görülen Androm e d a galaksisindeki M31'dir. Ö b ü r galaksiler gibi bu da yıldızlardan, g a z d a n ve tozdan oluşmuş kocaman bir fırıldaktır; çek i m gücüyle kendisine bağlı olan iki uydusu b u l u n u r .

M31'in ö.tesinde bir benzer galaksi daha vardır. Bu, sarmal kolları yavaştan her 250 milyon yılda bir dönen kendi galaksini izdir. Yuvamız olan yerkürenin kırk bin ışık yılı uzağındaysa Samanyolu'nun merkezine varmış oluruz. Buradan yine yerküremizi bulmak İstersek, galaksinin kıyılarına doğru rotamızı değiştirerek sarmalın uzak kolu dolayında karanlık bir bölgeye girmeliyiz. Sarmal kollar arasında bulunduğumuz anda bile, genellikle edineceğimiz izlenim, yanımızdan yıldız nehirlerinin akıp gitmesi olacaktır. Kendiliklerinden pek güzel aydınlanmış olarak kayıp giden bu yıldızlardan, sabun köpüğü görünümünde olmasına karşın, içine 10.000 Güneş ya da bir trilyon yerküre sığacak büyüklükte olanları vardır. Buna karşılık, bazıları da ufak bir kasaba biiyüklüğündedir. Bazı yıldızlar, örneğin, Güneş tek başınadır. Diğerleriyle, ki çoğu Öyledir, kalabalık grup halindedirler. Genellikle sistemler çifttir ve iki yıldız birbirinin yörüngesinde dolaşır. Bu yıldız kümelerin içinde, üçlü sistemden tutun da, birkaç düzine ya da binierce yıldızın yer aldığı gruplar vardır. Yıldızların çok sık kümeler oluşturduğu bölgeleri milyonlarca güneş aydınlatır. Bazı çift yıldızlar, birbirlerinin öylesine yakınından gelip geçer—

21


ler ki, aralarında kalan mesafe toza boğulur. Çoğunun b i r b i r i n den uzaklığı Jüpiter'in Güneş'ten uzaklığına eşittir. Dazı genç yıldızlar (süperaovalar) bağlı bulundukları galaksinin t ü m ü kadar parlaktır; «kara delikler» dediğimiz ötekilerse birkaç kilometre uzaktan bile görülemezler. Bazıları sürekli parıltılıdır, bazıları henüz k a r a r verememiş gibi yarup söner ya da şaşmaz aralıklarla göz kırpıştırırcasuıa parıldar. Kimisi çok edalı biçimde döner d u r u r ; kimisi de öylesine çılgınca dönerler ki, k u t u p ları yamyassı olmuş gibi g ö r ü n ü r . Yıldızların çoğu güzle görülebilir ve kızılötesi ışık çıkarırlar; bazıları aynı zamanda p a r lak X ışınları ya da radyo dalgaları kaynağıdırlar. Mavi yıldızlar genç ve kızgındırlar; sarı yıldızlar orta yaşlıdırlar ve çoğu bu sınıfa girer; kırmızı yıldızların çoğuysa yaşlı ve ö l g ü n d ü r l e r ; küçük beyaz ya da siyah yıldızlar da Ölümün eşiğindedirler. Samanyolu'nda karmaşık ama u y u m l u biçimde dolaşan h e r türden 400 milyar yıldız yer alır. Gezegeni mi zdeki insanların b ü t ü n bu yıldızlar arasında yakından bilebildikleri yalnızca b i r tanedir. Her yıldız sistemi, uzayda ötekilerden nice ışık yılı uzaklığında ayrı düşmüş birer adacıktır. Kendi gezegenleriyle kendi güneşlerinden başka bir şeyin varlığından habersiz, yalnızca bunlara ait bilgiler edinmeye çalışanları g ö z ü m ü n Önüne getiriyorum bazen. Ne k a d a r ayrı ve yalnız bir adacık oluşturuyoruz. Kozmos'u düşünebilme konusunda aklımız çok yavaş çalışıyor. Yıldızlardan b a n l a r ı , evrimlerinin e r k e n bir döneminde donmuş milyonlarca cansız ve taşlaşmış dünyacıklarla, gezegen sistemleriyle çevrili olabilirler. Belki de yıldızların çoğunun bizimkine benzer bir gezegen sistemi vardır. B u n l a r ı n dış sınır çizgisinde, gazların b ü y ü k halkalar oluşturduğu gezegenler ve buzlu aylar, merkeze yakın bölümünde de küçük, sıcak, m a v i m si beyazlıkta bulutlarla kaplı d ü n y a l a r bulunabilir. B u n l a r ı n bazılarında, insana benzer akıllı y a r a t ı k l a r gelişip gezegenlerinin yüzeyini büyük yapılarla kaplamış olabilirler. Onlar bizlerin — 22 — Kozmos : F. 4


K o z m o s t a k i kardeşleridir. Bizlerden değişik yapıya mı sahiptirler? Şekilleri nasıldır? Biyokimyasal, norobiyolojik y a p ı l a n nedir? Tarihleri, politikaları, bilimleri, sanalları, müzikleri, dinleri, felsefeleri nedir? G ü n ü n birinde belki bunları bilebileceğiz. Şimdi h e m e n arkamızdaki avluya, yani y e r k ü r e m i z d e n bir ışık yılı u z a k t a b u l u n a n bölgeye geldik. Güneş'imizi buz, k a y a ve organik moleküllerden oluşmuş buz y u m a k l a r ı yığını çevreler. Bu k o c a m a n buz y u m a k l a r ı yığını bîr k ü r e biçimindedir, îşte b u n l a r k u y r u k l u yıldızların kaynaklandığı çekirdeklerdir. İkide bir geçen bir yıldız çekim gücü aracılığıyla bunlardan birini hafifçe iç güneş sistemine doğru iter. Burada Güneş'in ısıtm a l ı y l a buz b u h a r l a ş ı r ve güzel görünüşlü bir k u y r u k l u yıldız (kornet) k u y r u ğ u oluşur. İşte, sistemimizin gezegenlerine, G ü n e ş ' i n tutukluları olan b ü y ü k ç e d ü n y a l a r a yaklaşıyoruz. Bunlar çekim gücü nedeniyle h e m e n h e m e n dairesel diyebileceğimiz yörüngeler çizerler ve G ü n e ş t a r a f ı n d a n ısıtılırlar. B u n l a r d a n Platon metanlı buzla ört ü l ü d ü r ve eşliğinde kocaman Charon Ay'ı vardır. Çok uzağında kaldığı G ü n e ş ' i n aydmlaılığı P l a t o n gezegeni, simsiyah göklerde k ü ç ü c ü k bir ışık noktası gibidir. Gaz dolıı dev d ü n y a l a r olan Neptün, Uranüs, S a t ü r n ve J ü p i t e r ' i çevreleyen buzlu Ay'lar vardır. B u n l a r arasında S a t ü r n , güneş sisteminin elmas parçasıdır. Gazlı gezegenlerle bunların yörüngelerinde dolaş:-;ti ay. b e r g l e ı i n o l u ş t u r d u ğ u bölgenin içerleri iç güneş sistemi yöresini o l u ş t u r u r . Burada, örneğin, kıpkırmızı Mars gezegeni vardır, Y ü k s e l e n volkanların, k o c a m a n vadi yarıklarının, gezegüiıi b a ş t a n başa kasıp k a v u r a n k u m fırtınalarının saptandığı bu gezegende basit h a y a t şekilleri de bulunabilir. B ü t ü n gi?zogf..:vr G ü n e ş ' i n y ö r ü n g e s i n d e dolanırlar. Bize en yakın olan bu yıldız, h i d r o j e n ve h e l y u m ateşinde t e r m o n ü k l e e r tepkilerle t ü m t e m e ışık y a ğ d ı r ı r . S o n u n d a , Kozmos'u keşif serüvenimizin son durağındaki küçücük, «Dikkat kırılacak eşya» denecek çelimsizlikle, m a v i beyaz renkli d ü n y a m ı z a d o n u y o r u z . Kendilerini dev aynasında gö— 23 — Kozmos : F. 4


renlerin bile, bu engin kozmik okyanusta âdeta kaybolmuş bir noktacık gibi d u r d u ğ u n u çaresiz kabullendikleri y e r k ü r e m i z e demek isliyorum. Çok sayıda d ü n y a l a r arasında yalnızca bir tanesidir üzerinde yaşadığımız yerküre. Ve yalnızca bizim için bir anlam taşıyor olabilir. Yerküre bizim yuvamız, bize yaşam veren kaynaktır. Yaşadığımız hayat biçimi burada gelişmiştir. İnsan t ü r ü n ü n burada doğuşu çok eski zamanlara dayanır. Bu y e r k ü r e üzerindedir ki,Kozmos T u keşif isteklerimiz kabarmış, birraz zahmetlice a m a hiçbir garantisi olmadan kaderimizi belirlemeye çalışmışızdır. Dünya adını verdiğimiz gezegene hoşgeldîniz... Mavi r e n k nitrojenli göğünde, su okyanuslarında, serin o r m a n l a r ı n d a ve meralarında cıvıl cıvıl hayat kaynadığı kesin olan y e r k ü r e m i z e hoşgek-iniz. Kozmik perspektifte, daha önce de belirttiğimiz gib: güzel ve enderdir bu gezegen. H a l t a şimdilik tektir diyebihriz. Uzayda ve zaman içinde yaptığımız yolculukta. Kozmos maddesinin kesinlikle canlıya dönüştüğü yer olarak şimdilik yalnızca Dünya'mızı gösterebiliriz. Böylesi d ü n y a l a r uzayda serpisLrilnıj.; olarak herhalde vardır. O d ü n y a l a r için yapacağımız araştırmaları, bir milyon yıl boyunca t ü r ü m ü z ü n erkek ve kadı; karnım çabalarıyla oluşturduğu bilgi birikimine d a y a n a r a k dünyamızda başlatacağız. Zekâ pırıltısı saçan insanların bilgi peşinde koştukları ve bilimsel araştırmalara değer verilen bir dönemde dünyaya gelme m u t l u l u ğ u n a sahip insanlardanız. Yapı harcı yıldızdan olan ve D ü n y a adını verdiğimiz bir y e r k ü r e d e yaşayan bizler, şimdi de y u v a m ı z ı n derinliklerine doğru keşif yolculuğuna çıkıyoruz. Yerküremizin küçük bir d ü n y a o l d u ğ u n u n anlaşılması, birçok önemli keşfin yapıldığı Ortadoğu'da aydınlığa k a v u ş m u ş t u r . Bu keşif Milattan Öııce üçüncü yüzyıl olarak belirlenen bir zamanda, o dönemin en b ü y ü k metropolü sayılan Mısır'ın İskenderiye kentinde oldu. Bu kentte Eratostenes adında biri yaşıyordu. Çağdaşları arasından kıskanç biri, ona «Beta» lakabını takmış. Beta, Yunan alfabesinin ikinci harfidir. Eratostenes d ü n — 24 — Kozmos : F. 4


Ii î

yada her konuda birinci değil de, birinciden bir geride kaldığı için ona bu lakabı vermiş. Oysa Erastostenes her işte «Alfa*ymış, birinciymiş. Astronomi bilgini, filozof, ozan, tiyatro eleştirmeni ve matematikçi. Yazdığı kitaplar arasında Astronomi Üzerine diye bir kitap bulunduğu gibi, Acı Çekmekten Kurtuluş Yolu adlı bir kitabı da bulunuyor. Aynı zamanda iskenderiye Kent Kitaplığının da yöneticisiydi. Bir gün oradaki papirüs üzerine yazılı kitaplardan birini okurken, Nil nehri çavlam dolaylarındaki Syene adlı güney sınır karakolu yakınlarında yere dikilen sopaların 21 Haziran günü gölge yapmadıklarına ilişkin bir yazıya rastladı. Yaz günlerinin en uzun olduğu gündonümünde, saat öğlene yaklaştıkça, tapınak sütunlarının gölge boyları da kısalıyordu. Tam öğlen vaktiyse, gölge diye bir şey kalmıyordu. O anda Güneş'in derin bir kuyunun dibindeki suya yansıdığı görülebilirdi. Güneş o anda tam tepedeydi. Bu gözlem, başka biri tarafından kolaylıkla ihmale uğrayabilirdi. Sopalar, gölgeler, kuyudaki ışık yansımaları, Güneş'in konumu... Bu günlük olguların ne önemi olabilirdi? Ne var ki, Eratostenes bir bilgindi ve günlük olağan olgular üzerinde durması dünya hakkındaki görüşleri değiştirdi. Bir bakıma, dünyayı yeniden biçimlendirdi. Eratostenes deneye yönelik bir zihin yapısına sahip olduğundan, bu kez İskenderiye'de toprağa dikilen sopaların 21 Haziran günleri Öğlene doğru gölge yapıp yapmadıklarını gözlemledi. Ve gölge yaptıklarını gördü. Eratostenes kendi kendine şu soruyu sordu: Kasıl oluyor da aynı günün aynı anmda Syene'de dikilen bir sopa gölge yapmıyordu da, bir hayli kuzeydeki İskenderiye'de sopaların gölgesi oluyordu? Eski Mısır'ın bir haritasını gözönüne getirin ve haritaya aynı uzunlukta iki sopa dikildiğini düşünün. Bunlardan biri İskenderiye, öbürü de Syene bölgesi üzerinde olsun. Ve günün belirli bir anında her iki sopa da güneşte hiç gölge yapmıyordu diyelim. Bundan yeryüzünün düz olduğu sonucu çıkardı. O takdirde, her iki bölgede de güneş tam tepede olurdu. Eğer iki sopa eşit boyutlarda gölge yapsaydı, o takdirde yassı bir yeryüzünde — 25 — Kozmos : F. 4


renlerin bile, bu engin kozmik okyanusta âdeta kaybolmuş bir noktacık gibi durduğunu çaresiz kabullendikleri yerküremize demek istiyorum. Çok sayıda dünyalar arasında yalnızca bir tanesidir üzerinde yaşadığımız yerküre. Ve yalnızca bizim için bir anlam taşıyor olabilir. Yerküre bizim yuvamız, bize yaşam veren kaynaktır. Yaşadığımız hayat biçimi burada gelişmiştir. !: san t ü r ü n ü n burada doğuşu çok eski zamanlara dayanır. Bu yerküre üzerindedir ki, Kozmos'u keşif isteklerimiz kabarmış, birraz zahmetlice ama hiçbir garantisi olmadan kaderimizi belirlemeye çalışmışızdır. Dünya adını verdiğimiz gezegene hoşgeldiniz... Mavi renk nitrojeni) göğünde, su okyanuslarında, serin ormanlarında ve meralarında cıvıl cıvıl hayat kaynadığı kesin olan yerküremize hoşgeldiniz. Kozmik perspektifte, daha önce de belirttiğimiz gi" bi güzel ve enderdir bu gezegen. Hatta şimdilik tektir diyebiliriz. Uzayda ve zaman içinde yaptığımız yolculukta, Kozmos maddesinin kesinlikle canlıya dönüştüğü yer olarak şimdilik yalnızca Biinya'mızı gösterebiliriz. Böylesi dünyalar uzayda serpişiirilmi.j olarak herhalde vardır. O dünyalar için yapacağımız araştırmaları, bir milyon yıl boyunca t ü r ü m ü z ü n erkek ve kadınlarının çabalarıyla oluşturduğu bilgi birikimine dayanarak dünyamızda başlatacağız. Zekâ pırıltısı saçan insanların bilgi peşinde koştukları ve bilimsel araştırmalara değer verilen bir dönemde dünyaya gelme mutluluğuna sahip İnsanlardanız. Yapı harcı yıldızdan olan ve Dünya adını verdiğimiz bir yerkürede yaşayan bizler, şimdi de yuvamızın derin İllilerine doğru keşif yolculuğuna çıkıyoruz. Yerküremizin küçük bir dünya olduğunun anlaşılması, birçok önemli keşfin yapıldığı Ortadoğu'da aydınlığa k a v u ş m u ş t u r . Bu keşif Milattan Önce üçüncü yüzyıl olarak belirlenen bir zamanda, o donemin en büyük metropolü sayılan Mısır'ın İskenderiye kentinde oldu. Bu kentte Eratostenes adında biri yaşıyordu. Çağdaşları arasından kıskanç biri, ona «Beta» lakabını takmış. Beta, Yunan alfabesinin ikinci harfidir. Eratostenes dün— 24 — Kozmos : F. 4


y a d a her konuda birinci değil de, birinciden bir geride kaldığı için ona bu lakabı vermiş. Oysa Erastostenes her İşte fAlfa*ymış, birinciymiş. Astronomi bilgini, filozof, ozan, tiyatro eleştirmeni ve m a t e m a t i k ç i . Yazdığı k i t a p l a r arasında Astronomi Üzerine diye bir kitap b u l u n d u ğ u gibi, Acı Çekmekten K u r t u luş Yolu adlı bir kitabı da b u l u n u y o r . Aynı zamanda İskenderiye K e n t Kitaplığının da yöneticisiydi. Bir gün oradaki papir ü s üzerine yazılı kitaplardan birini okurken, Nil nehri çavlanı dolaylarındaki Syene adlı güney sınır karakolu yakınlarında yere dikilen sopaların 21 Haziran günü gölge yapmadıklarına ilişkin bir yazıya rastladı. Yaz günlerinin en uzun olduğu gündon ü m ü n d e , saat öğlene yaklaştıkça, tapınak s ü t u n l a r ı n ı n gölge boyları da kısalıyordu. T a m öğlen vaktiyse, gölge diye bir şey kalmıyordu, O a n d a Güneş'in derin bir k u y u n u n dibindeki suya yansıdığı görülebilirdi. G ü n e ş o anda tam tepedeydi. Bu gözlem, başka biri t a r a f ı n d a n kolaylıkla ihmale uğrayabilirdi. Sopalar, gölgeler, k u y u d a k i ışık yansımaları, Güneş'in k o n u m u . . . Bu g ü n l ü k olguların ne önemi olabilirdi? Ne var ki, Eratostenes bir bilgindi ve g ü n l ü k olağan olgular Üzerinde d u r m a s ı d ü n y a hakkındaki görüşleri değiştirdi. Bir bakım a , d ü n y a y ı yeniden biçimlendirdi, Eratostenes deneye yönelik bir zihin yapısına s a h i p olduğundan, bu kez İskenderiye'de toprağa dikilen sopaların 21 Haziran g ü n l e r i öylene <' . ': y a p ı p y a p m a d ı k l a r ı n ı gözlemledi. Ve gölge yaptıklarım .••"•:-rj:i. E r a t o s t e n e s kendi kendine şıı soruyu sordu : Nasıl oluyor da a y n ı g ü n ü n aynı anında Syene'de dikilen bir sopa gol;." di1 yordu da, bir hayli kuzeydeki İskenderiye'de sopaların gö' luy o r d u ? Eski Mısır'ın bir haritasını gözoniine gelirin v : 1.1 y:ı aynı u z u n l u k t a iki sopa dikildiğini d ü ş ü n ü n . Bunlar- 1 ' : İskenderiye, ö b ü r ü de Syerıe bölgesi üzerinde ol. 111. Ye y - i:: ulirli bir a n ı n d a h e r iki sopa da güneşte hiç gölge y a p m ı y o r d u diyelim. B u n d a n y e r y ü z ü n ü n düz olduğu sonucu ç ı k a r a . O takdirde, h e r iki bölgede de g ü n e ş t a m tepede olurdu. E ğ e r iki sopa eşit boyutlarda gölge yapsaydı, o takdirde yassı bir y e r y ü z ü n d e — 25 — Kozmos : F. 4


bunun da şu anlamı olurdu ; Güneş ışınları iki sopaya ayın eğim açısıyla düşüyordu. Oysa aynı anda Syene'de biç gölge yokken, İskenderiye'de oldukça önemli sayılacak boyutta gölge vardı. Bu durumda yeryüzünün yuvarlak olduğu yanıtından başka bir Çözüm yolu bulunmadığı açıktı. Eratostenes bununla da kalmadı. İki bölge arasındaki meşale uzayıp y e r y ü z ü n ü n eğimi genişledikçe. gölge boyutları arasındaki farkın da büyük olduğunu ;-. ; , eh. İki bölgede saptanan gölge boyları arasındaki f a r k a daya .larak, İskenderiye ile Syene arasındaki mesafenin yedi derecelik olması gerekirdi. Şüyle ki : İki ayrı bölgede yere saplanan sopalar y e r y ü z ü n ü n derinliklerine doğru itilebilse, birbiriyle kesiştikleri noktada yedi derecelik bir açı oluşurdu. Yedi dererle, yerkürenin iiç yüz altmış derecelik çevresinin yaklaşık ellide birine eşittir. Eratostenes İskenderiye ile Syene arasındaki mesafenin 80Ü kilometre olduğunu, bu mesafeyi parayla tuttuğu bir aoamı yaya olarak göndererek Ölçtürdü. Sekiz yüz kilometre elliyle çarpılırsa 40.000 kilometre çıkar. Bu da yerküremizin çevre ölçüsüdür. Eratostenes doğru ya mü bulmuştu. Onun kullandığı araç gereç yalnızca sopalardı. Bir de gözleri, ayakları ve beyni. B u n a deney merakını da eklemek gerek. Sözünü ettiğimiz biçimde, Eratostenes yerküremizin çevre ölçüsünü yüzde bir, ikiük bir hata payıyla bulabilmişti. Bunu 2.200 yıl önce bulduğuna göre, yapfcğı hata çok büyük sayılmaz. Üzerinde yaşadığımız gezegeni; çevre ölçüsünü sağlam bir temele d a y a n a r a k tam olarak ölçebilen ilk insandır. O dönemde Akdeniz denizciliğin geliştiği bir bölge, İskenderiyede gezegenimizin en büyük limanıydı. Yeryüzünün m ü t e vazı çaplı bir küre olduğu bilinince, keşif yolculuklarına çıkmak insan aklım kurcalamaya başlamaz mıydı? H a t t a yerküre çevi'eyinde bir deniz yolculuğuna çıkmak ilginç olmaz mıydı? E r a tostenes'ten dört yüz yıl Önce, Mısır F i r a v u n u Necho'ııun emrinde çalışan bir Finike filosu Afrika kıtasının çevresini dolaşmıştı. Büyük bir olasılıkla küçük teknelerden oluşan bu yelkenli — 26 — Kozmos : F. 4


kayık filosu, Kızıldeniz'den hareket edip, A f r i k a ' n ı n doğu kıyıl a r ı m izleyerek Atlantik O k y a n u s u n a açılmış ve Akdeniz'den geri gelmişti. Bu destansı yolculuk üç yıl s ü r m ü ş t ü . G ü n ü m ü z de Voyager uzay aracının y e r y ü z ü n d e n S a t ü r n ' e gidişine eş bir süredir. Eratostenes'in bu keşfinden sonra cesur ve serüvenci denizciler birçok u z u n deniz seferine çıktılar. Tekneleri küçücük ve donanımları ilkeldi. K a b a pergel hesapları yaparlar, kıyı kıyı giderek oldukça uzun mesafeler alırlardı. Geceleri göz k ı r p m a m a c a s m a gözledikleri yıldızların u f u ğ a göre aldıkları durumlarına b a k a r a k bilmedikleri okyanusların ortasında enlemleri saptayabiliyorlardı. F a k a t boylamları hosaplayamıyorlardı. Varlığı belirlenmiş yıldız grupları, h e n ü z keşfedilmemiş okyanusların ortasında h e r h a l d e güven verici oluyordu. Yıldızlar, keşifler için yola çıkan insanlara dostturlar. O çağlarda deniz adaml a r ı n ı n dostlarıydılar. Şimdi de uzay ad . : , inin, Eratostenes'ten sonra da belki deneyenler olmuştu, fal:;ıt y e r k ü r e y i çepeçevre denizden dolanarak keşfeden Macellan'a k a d a r bu işi başaran başka biri çıkmadı. îskenderiye'li bi! in yaptığı hesaba dayan a r a k h a y a t l a r ı n ı tehlikeye a t ı p d ü n y a y ı keşfe çıkan nice denizci için kimbilir ne serüven öyküleri düzülrrıüştür? Eratostenes'in zamanında, y e r y ü z ü n ü n -imdi uzaydan görül e n şekillerinin benzeri k ü r e l e r yapılırdı. Bu kürelerin, kar ş karış keşfine çıkılan Akdeniz bölgesi dışındaki yerlerinde v :ıl; lıklar göze çarpıyor, iyice bilinen bu bolgede&uzakhşıldıkça hata payı b ü y ü m e k t e . B u g ü n Kozmos'a ilişkin b i l g i l e r i m i z e ! a y r ı l tatsız a m a kaçınılmaz sonuçla karşılaşıyoruz. Birine yüzyılda îskenderiye'li c o ğ r a f y a bilgini Strabo şunları yazmışt; Y e r y ü z ü n ü deniz yoluyla dolanma girişiminde b u l u n u p da geri d o n e n l e r arasında yolculuğu engelleyen bir kıtanın karşılarına çıkmasından ö t ü r ü geri döndüklerini söyleyen y o k t u r . Önlerinde denizin açık olduğunu, yolculuğa i m k â n verdiğini ama kararsızlık ya da ikmal olanaksızlığı nedeniy— 27 — Kozmos : F. 4


le yola d e v a m etmediklerini söylüyorlar... Eratostenes Atlas Okyanusunu büyüklüğü nedeniyle aşmak zor olmasa, îberya'dan Hindistan'a geçebileceğimizi belirtiyor... Ilıman bölgede insanların yaşadığı birkaç yere rastlayabiliriz... Ve eğer dünyanın öteki yörelerinde insanlar yaşıyorsa, bunların bölgemizin insanlarına benzememeleri gerekir. Bu nedenle de oralara d ü n y a n ı n başka yöreleri gözüyle b a k m a lıyız. Böylece insanlar, iigs d u y d u k l a r ı h e m e n her k o n u y a yönelik olarak, başka d ü n y a l a r ı n serüvenlerine atılmaya başlıyorlardı. Y e r k ü r e n i n b u n d a n sonraki bölgelerinin keşfi t ü m dünyalıln: in toptan çabası sonucu olmuştur. Bu çabalar arasında Çin'e ve P o n n e z y a ' y a yapılan yolculuklar da vardı. Bunlar, Kristof Kolomb'ur: A m e r i k a kıtasını keşfiyle kuşkusuz doruk noktasına ulaştı. Daha sonraki yüzyıllarda başarılan keşifler de yeryüzünün coğrafi keşfini t a m a m l a d ı . Kristof K o l o m b ' u n ilk yolculumu kelimenin tam anlamıyla Eratostenes'in hesapları sayesinde gerçekleşmiştir. Kristof Kolornb «Hindistan'lar Serüveni» adını verdiği A f r i k a kıyılarını gıdım gıdım izleyip doğuya doğru yelkt;ı açarak değil de, batıdaki m e ç h u l O k y a n u s a cesaretle açılmak suretiyle Japonya'ya, Çin'e vc Hindistan'a ulaşmayı öngören tasarımının coşkusuyla y a n ı p t u t u ş u y o r d u . Eratostenes de bu yolculuk için bilimsel diyebileceğimiz bir bilgiye d a y a n a r a k eiberya'dan Hindistan'a geçiş» deyimini kullanmıştı. Kristof Kolomb haritalarla epey haşır neşir olan ve bunları kullanarak denizlerde bir hayli dolaşan biriydi. Ayrıca Eratostenes, Strabo ve Butlamyus gibi eski coğrafyacılar t a r a f ı n d a n yazılan kitapları okurdu. Bu coğrafyacılara ilişkin olarak yazılan kitaplarla da ilgilenirdi. F a k a t «Hindistan'lar S e r ü v e n i » n i n gerçekleştirilebilmesi için teknelerle m ü r e t t e b a t ı n bu uzun yolculu* ğa dayanabilmesi, yerkürenin Eratostenes'in talimin ettiğinden daha küçük olmasıyla m ü m k ü n olur ancak, diye d ü ş ü n d ü . Bu ne— 28 — Kozmos : F. 4


I

denle Kristof Kolomb yolculuğunun hesaplarında hile yaptı. Nit e k i m d a h a sonraki tarihlerde Salamanka Üniversitesinin yetkili fakültesi bu projeyi incelediğinde, Kristof Kolomb'un yanlış verilere d a y a n a r a k h a r e k e t ettiğini ortaya k o y m u ş t u r . Kristof Kolomb y e r k ü r e çevresini en küçük ve Asya'yı doğuya doğru genişlemiş gösteren h a r i t a l a r k u l l a n m a y a Özen gösterdikten başka, bunları da keşif ihtirasına denk düşecek biçimde abartmıştı. Eğer yolu üzerinde A m e r i k a kıtasını bulmasaydı, Kristof Kolomb'un serüveni herhalde çok kötü sonuçlanırdı. Y e r k ü r e m i z b u g ü n t ü m ü y l e keşfedilmiş b u l u n u y o r artık. Ne yeni kıtalar, ne de b i l i n m e y e n t o p r a k parçaları vaat. ediyor. Ne var ki, y e r y ü z ü n ü n en ücra köşelerini keşfetme ve b u r a l a r d a insan b a r ı n d ı r m a teknolojisi, şimdi bize, g e z e g e n i m i z i n çıkıp gitmek, uzayda s e r ü v e n l e r e girişmek ve başka d ü n y a l a r k e ş f e t m e olanağı sağlıyor. Y e r y ü z ü n d e n ayrılarak yüksekliklerden dünyamıza b a k ı p Eratostenes'in tahmin ettiği boyutlardaki k ü r e y i ve kıtaları gozleyebiliyoruz. Böylece eski haritacıların gerçekten y e t e n e k l i kişiler o l d u ğ u n u da anlıyoruz. Bu tür bir görüntü Eratostenes'e ve Îskenderiye'li öteki coğrafyacılara k i m b i ü r ne büy ü k haz verirdi... M.Ö. Ü ç ü n c ü y ü z y ı l d a n itibaren altı yüzyıllık bir süre boy u n c a insanların iskenderiye'de başlattığı bu düşünsel serüven, bizi uzay kıyılarına g ö t ü r m ü ş t ü r . Ne yazık ki, o şan dolu m t rmerli k e n t t e n hiçbir şey kalmamıştır. Zulüm, baskı ve ö ğ r e r m e den korku, eski İskenderiye'ye ait izlerin h e m e n tümüt ilip s ü p ü r m ü ş t ü r . K e n t halkı şaşılacak k a d a r değişik kök*< Uy lı. Önce M a k e d o n y a l ı l a r , sonra Ronıa'lı askerler, Mısır'la rohij .. V ın a n aristokratları, Finlke'Ü denizciler, Yahudi tacirler, Hindist a n ' d a n ve G ü n e y S a h r a ' d a n gelme ziyaretçiler -kahbalı.'; bir n ü f u s o l u ş t u r a n köleler dışında herkes- iskenderiye' ıiıı p a r l a k d ö n e m i n d e b ü y ü k bir u y u m ve anlayış havası içinde y a p m ı ş t ı . Bu kenti B ü y ü k İ s k e n d e r k u r m u ş , eski bir muhafızı da inşa etmişti. İskender yabancı k ü l t ü r e ve bilgiye açık bir insandı. Bir söylentiye göre -gerçek olup olmaması ö n e m taşımaz- B ü y ü k İs— 29 — Kozmos : F. 4


kenfler d ü n y a n ı n ilk denizaltısıyla Ki2ildeniz'in dibine inmiştir. Generallerini P e r s ve H i n t kadınlarıyla e v l e n m e y e teşvik etmiştir. Öteki ulusların Tanrılarına karşı saygılıydı. Gittiği yörelerden ismi cismi bilinmeyen h a y v a n b a ş l a n edinirdi. İçi doldurulm u ş bir fil başını da hocası Aristo'ya a r m a ğ a n olarak getirmişti. Adını verdiği kenti, dünyanın ticaret, k ü l t ü r ve eğitim merkezi olmak üzere harcamaları geniş t u t a r a k inşa ettirmişti. Otuz m e t reyi bulan caddeler, seçkin bir m i m a r i ve güzel heykeller bu kenti süslerdi. İskender'in anıtsal bir mezarı da buradaydı. Yaptırdığı Faros Feneri ise eski d ü n y a n ı n yedi h a r i k a s ı n d a n biri olarak bilinir. Fakat İskenderiye'nin h a r i k a denebilecek asıl yeri, kitaplığı ve ona bağlı müzesiydi. O efsanevi kitaplıktan b u g ü n geriye kalan bir m a h z e n d e n başka bir şey değildir. Mahzende belli belirsiz hâlâ d u r a n birkaç raf, bu eski kitaplıktan arta kalan tek tük eşyadır. Oysa burası gezegenin o z a m a n k i en b ü y ü k kentinin şan şeref ve düşünce merkeziydi. D ü n y a t a r i h i n d e ilk gerçek araştırma enstitüsünü oluşturuyordu. Bu kitaplığa gelip giden bilgeler e v r e n i n u y u m u anlamına gelen Kozmos'u inceliyorlardı. Buranın sakinleri d ü ş ü n ü r l e r , icata m e r a k l ı fizikçiler, edebiyatçılar, tıp uzmanları, astronomi bilginleri, coğrafyacılar, filozoflar, matematikçiler, biyologlar ve mühendislerdi. Bilim ve düşünce ürünleri burada çiçek açmıştı. D e h a l a r ı n t o m u r c u k l a n dığı yereli. İskenderiye Kitaplığı, biz insanların, d ü n y a m ı z a ilişkin bilgiyi ilk olarak sistematik ve ciddi biçimde devşirebildikleri merkezdir. Eratostenes'in yanı sıra, H i p p a r k u s adında bir astronomi bilgini yıldız kümelerinin haritasını çıkarıp yıldızların parlaklık dereceleri üzerine t a h m i n l e r y ü r ü t m ü ş t ü . Sonra zorlu b i r m a t e m a tik problemi karşısında bocalayan Kral'a, «Geometri a l a n ı n d a krallara mahsus bir özel yol yoktur,» diyen geometri ustası E u k lîd'e rastlıyoruz. Euklid'in geometri alanındaki başarısını dil alanında göstererek g r a m e r kurallarını t a n ı m l a y a n T r a k y a ' l ı Dionisos da bu kitaplığın üyelerinden di. Aklın merkezi o l a r a k kal— 30 — Kozmos : F. 4


bi reddeden ve beyni kesin olarak s a p t a y a n fizyolog Herophilus da buradandı. Dişlileri ve b u h a r makinesini icat eden, aynı zam a n d a robotlar h a k k ı n d a ilk kitap olan A u t o m a t a ' n ı n yazarı îskenderiye'li H e r o n ' d u r . Elips, parabol, hiperbol gibi konik dilim (*) şekillerini k a n ı t l a y a n Bergama'lı matematikçi Apollonius bu kitaplığın gediklisiydi. Y u k a r ı d a sözü geçen eğrilerin gezegenlerin, k u y r u k l u yıldızların ve yıldızların izledikleri yörüngeler olduğu g ü n ü m ü z d e artık biliniyor, Leonardo da Vinci'ye gelinceye dek makineler alanında rastlanan en b ü y ü k deha Arşimet ve b u g ü n için gerçek astroloji bilimine ters düşmekle birlikte bu alandaki birçok bilgiyi toplayan B a t l a m y u s da İskenderiye o k u l u n d a n d ı r . B a t l a m y u s ' u n y e r k ü r e m i z i evrenin merkezî s a y a n görüşü 1500 yıl süreyle geçerliliğini k o r u m u ş t u r . Buysa bilimsel çalışmaya girişenlerin ortaya attığı görüşler::? t ü m ü y l e yanlış olabileceğini bize gösteren bir h a t ı r l a t m a yerine geçer. Adı geçen b ü y ü k a d a m l a r arasında matematikçi ve astronomi bilgini olan b i r kadın da vardı. Adı Hypatia'ydı, İskenderiye Kitaplığından saçıları aydınlığın son ışığıydı o. Bu kadının p a r a m parça edilerek öldürülüşü, k u r u l u ş u n d a n yedi yüzyıl sonra kitaplığın yok ediîişiyle ilişkiüdir. Ö y k ü n ü n bu y a n m a daha sonra değineceğiz. Mısır'ın B ü y ü k İskender'den sonraki Y u n a n Kralları öğrenim s o r u n u n u ciddiye alırlardı. Yüzyıllar boyu bilimsel araştırm a y a destek o l d u l a r ve kitaplıkta çağır, en b ü y ü k beyinleri için çalışma o r t a m ı hazırladılar. İskenderiye kitaplığında her konu için ayrılan on geniş hol b u l u n u y o r d u . Botanik bahçesi, ha; vasat bahçesi, k a d a v r a inceleme odası, rasathanesi vardı. Dinlenme saatlerinde açık t a r t ı ş m a l a r ı n yapıldığı b ü y ü k y e m e k s. !onu(*) Bir koninin değişik açılardan d il imi erimesiyle ortaya çıkan şekiller olduğundan bu adı veriyoruz. On sekiz yüzyıl sonra J jhaunes Kepler, gezegenlerin devinimlerini ilk kez olarak bıılgulayab !mok için Apollonius'un konik dilimler konusuna ilijkin yazılarından yararlanmıştır. — 31 — Kozmos : F. 4


nu suların aktığı çeşmeler süslemekteydi. Kitaplığın kalbi, kitap koleksiyonuna ayrılan bölümüydü. Koleksiyon uzmanları dünyanın birçok k ü l t ü r ve diline ait kitapları tararlardı. Yabancı ülkelere adam gönderip kitapîıklardaki kitapları toptan satm alırlardı, iskenderiye'ye demirleyen yabancı gemiler kaçak eşya için değil, acaba kitap mı kaçırıyorlar diye aranıp taranırlardı. Her biri elle yazılmış papirüs tomarı olmak üzere kitaplıkta o zamanlar y a r ı m milyon kitap bulunduğu sanılıyor. Bazen papirüs tomarlarının kopya edilmek üzere alındığı da olurdu. B ü t ü n bu kitaplara acaba ne oldu? Bunları yaratan klasik uygarlık yok oldu ve k i t a p b k kasten t a h r i p edildi. Bu eserlerden yalnızca küçük bir bölümü kalmıştır. Bazılarının da insanın içini b u r k a n bölük pörçük parçaları. G ü n ü müze kalan bu bölük pörçük parçalar bile insan zihnim uyarıcı ne denli zengin bilgiler taşıyor, bir bilseniz! Örneğin, kitaplığın raflarından birinde bulunduğunu bildiğimiz Sisam'lı astronomi bilgini Aristarkus'un kitabında, y e r k ü r e m i z i n gezegenlerden bir tanesi olduğuna ve onlar gibi Güneş'in etrafında döndüğüne ve yıldızların çok uzaklarda olduklarına değiniliyordu. Bu İfadelerin hepsi de doğru olduğu halde, sözü edilen gerçeklerin yeniden bulunması için iki bin yıl beklemek zorunda kalınmış oldu, Aristarkus'un bu eserinin kaybına duyduğumuz üzüntüyü, daha başka konulardaki kayıplar için de yüz binler sayısıyla çarparsak, klasik uygarlığın yarattığı görkemi ve m a h v ı n ı n t r a j e disini algılamaya başlayabiliriz. Eski çağ dünyasının bilimini çok aştık. F a k a t bilim tarihine ilişkin bilgilerimizde büyük çukurlar var. Bunları doldurmak olanaksız. Günümüzde bir kitaplık okuyucusunun hangi kitabı okuduğunu gösteren k a r t gibi o zamanki bir k a r t elimize geçse kimbilir ne bilgiler edinebiliriz? Biliyoruz ki, Berossuz adında Babil'li bir rahibin yazdığı üç ciltlik Dünya Tarihi kayıptır. Bu kitabın ilk cildinin Dünyanın yaratılışından T u f a n ' a kadar uzanan dönemi içerdiği sanılıyor. Sözü geçen k i t a p t a yazar, bu dönemi 432.000 yıl olarak belirttiğine göre, T e v r a t kronolojisinin — 32 — Kozmos : F. 4


yüz katı bir zamanı kapsıyor demektir. M e r a k ederim, acaba o kitapta ne vardı... Eskiler, d ü n y a n ı n çok eski olduğunu biliyorlardı. Geçmişin derinliklerine göz gezdirmeye çalışmışlardı. Şimdi biz de Kozmos'un, onları t a h m i n etmiş olamayacakları k a d a r eski olduğunu biliyoruz. Uzaya çıkıp evreni inceledik ve karanlık bir galaksinin ücra köşesindeki bir yıldızın çevresinde dolanan toz zerreciği üzerinde yaşadığımızı gördük. Uzayın enginliğinde bir zerreciksek, çağların enginliğinde de ancak bir anlık zaman içinde yaşıyoruz demektir. E v r e n i n yaratılış tarihinin ya da son şeklini b u l d u k t a n sonraki yaşının on beş, yirmi milyar yıl eskiye dayandığını şimdi biliyoruz. Bu, kayda değer Büyük P a t l a m a ' mn olduğu a n d a n bu y a n a geçen süredir. E v r e n i n başlangıcında yıldız kümeleri, yıldızlar ya da gezegenler, h a y a t veya uygarlık yoktu. Yalnızca uzayın t ü m ü n ü k a p l a y a n parlak ve tekdüze bir ateş yuvarlağı vardı. B ü y ü k P a t l a m a ' d a k i Kaos'tan sonra, yeni yeni t a n ı m a y a başladığımız Kozmos'a geçiş, bir anlık bile olsa gözleyebilme ayrıcalığına sahip b u l u n d u ğ u m u z en h a y r e t verici e n e r j i - m a d d e d ö n ü ş ü m ü d ü r . Ve evrenin başka bir yöresinde kendimizden d a h a akıllı y a r a t ı k l a r l a karşılaşıncaya dek değişimlerin en müthişi olan biziz... B ü y ü k P a t l a m a ' n ı n en uzak ahfadıyız... K a y n a k l a n d ı ğ ı m ı z Kozmos'u öğrenmeye ve değiştirm e y e kendilerini a d a y a n l a r biziz...

'l

— 33 —

Kozmos : F. 4


Bölüm II KOZMİK ARAYIŞTA TEK SES Dünyaları Yaratan'a kendimi teslim etmek zorundayım. Sîzleri toz zerreciklerinden var eden O'dur. — Kuran'dan 40. Sure Felsefelerin en eskisi olan Evrim Felsefesi, skolastik düşüncenin taht kurduğu bin yıl boyunca dört bîr yanından eli kolu sımsıkı bağlanarak derin karanlıklara gömülmüştü. Darvvin eski çerçeveye yeni kan şırıngalayınca, çerçevenin kenarları dayanamayıp çatladı ve yeniden canlanan Yunan dönemi görüşleri, evreni oluşturan şeylerin düzenini açıklamaya daha uygun olduklarını kanıtladılar. Böylece, eski Yun t n'c'an sonra yeryüzünden gelip geçen 70 insan kucağının benimsediği batıl — 35 —


inançlarla beslenmiş görüşün yerini yeniden biçimlendirilmiş eski Yunan görüşü aldı. — T.H. Husley,

1887

Olasıdır ki, üzerinde bulunduğumuz şu yeryüzünde yaşamış tüm organik varlıklar, İlk yaşam soluğunun İçlerine estirildigi basit şekilli yaratıkların gelişmişleridir... G e zegenimiz çekim yasası uyarınca evrende dolanırken, başlangıçfa böylesine basit, sonsuz şekillerden böylesine güzel ve hayranlık uyandırıcı yaratıkların gelişmiş bulunduğu ve gelişmekte olduğu gibi bîr yaşam görüşü ne görkemlidir!.. — Charles Darvvin, Türklerin Kökeni, 1859 Gözlemleyebildiğimiz evrenin tümünde ortaklaşa maddelerin varlığı göze çarpıyor. Çünkü Güneş ve yerküremizdeki elementlerden çoğu yıldızlarda da var. Yıldız kümelerinde epey yaygın elementlerin, yerküremizdeki canlı organizmaların yapısında bulunan elementlerden bazılarıyla aynı olması İlginç bir nokfadır. Örneğin, hidrojen, sodyum, magnezyum ve demir bu elementlerdendir. Acaba hiç olmazsa yıldızların parlak olanlarına, bizim Güneş'imiz gibi gezegen sistemlerini ayakta tutan ve oniara enerji veren, canlı varlıklara barınak sağlayan dünyalar gözüyle bakamaz mıyız? — William Huggins, 1865 D Ü N Y A M I Z I N D I Ş I N D A B İ R Y E R D E H A Y A T V A R MIDIR, diye t ü m y a ş a m ı m b o y u n c a m e r a k e t m i ş i m d i r . Varsa acaba nasıldır? Bu h a y a t hangi öğelerden oluşmuştur? Gezegenimizdeki t ü m canlılar organik moleküllerden oluşuyor. Organik moleküller, karbon a t o m u n u n başlıca rolü oynadığı k a r m a ş ı k ve m i k r o s k o p t a g ö r ü l e b i l e n y a p ı l a r d ı r . Y a ş a m ı n b a ş l a m a s ı n d a n Önce y e r k ü r e m i z i n ç o r a k v e ıssız o l d u ğ u b i r d ö n e m v a r d ı . Ş i m d i y e r y ü — 36 — Kozmos : F. 4


I :

i .

zünde hayat kaynaşıyor. Bu nasıl oldu acaba? Hayatm bulunmadığı durumda karbon temeline dayalı organik moleküller nasıl oluştu? İlk canlı varlıklar nasıl gün yüzü gördüler? Yaşam nasıl bir evrim gösterdi de, günümüzün insanları gibi yapıları ayrıntılarla bezenmiş ve karmaşık varlıklar ortaya çıktı? Kendi kökenlerini araştıracak yetenekte yaratıklara nasıl ulaşıldı? Ve öteki güneşlerin çevresinde dolanıyor olabilecek gezegenlerde de hayat var mıdır? Dünyamız dışındaki dünyalarda hayat varsa, bu, yerküremizdeki gibi avnı organik moleküllere mi dayanıyor acaba? Öteki clünyalardaki hayat yerküremiz üzerindeki hayat gibi mi? Yoksa şaşırtıcı biçimde değişiklik mi gösteriyorlar başka çevrelere uyumdan ötürü? Başka ne düşünülebilir bu konuda? Yerküremizdeki hayatın niteliğiyle öteki dünyalarda hayat arayışı, aynı sorunun iki yüzünü oluşturur. Biz işte bu arayışın peşindeyiz. Yıldızlar arasındaki engin karanlıklarda gaz ve toz bulutlarıyla organik madde bulutları yer almaktadır. Radyo - teleskop aracılığıyla buralarda sayısı birkaç düzineyi aşan organik molekülün varlığı saptanmıştır. Bu moleküllerin bolluğu, hayat maddesinin her yerde yaygın olduğuna İşaret ediyor. Yeterli bir zaman süresinde hayatın başlaması ve gelişimi belki de kaçınılmaz bir kozmik olaydır. Samanyolu galaksisindeki milyarlarca gezegenlerden bazılarında hayat belki hiç başlamayabilir. Bazılarında başlayabilir ve bitebilir ya da hiçbir zaman en basit şeklini aşamaz. Ve bu dünyaların bir küçük bölümündeyse, bizden daha akıllı yaratıklar ve ileri uygarlıklar gelişebilir. Yerküremizin uygun ısıya sahip olmasının ve su, atmosfer, oksijen vb. bulundurmasının yaşam için çok elverişli bir ortam yarattığı yolunda yorumlara zaman zaman rastlarız. Böyle düşünmek, birazcık nedenlerle sonuçları karıştırmak oluyor. Biz dünyalılar, yerkürenin çevre koşullarına uyuyoruz, çünkü burada yetişmiş bulunuyoruz. Daha önceki yaşam şekilleri çevre koşullarına uyamadıklarmdan yok olup gittiler. Biz, koşullara iyi ayak uyduran organizmaların vârisleriyiz. Çevre koşullan daha — 37 —


derişik bir dünyada gelişen organizmalar, hiç kuşkusuz o dünyanın türküsünü söyleyeceklerdir. Yerküremizde yaşayan her şey birbiriyle yakından ilişkilidir. Ortak biı organik kimya yapısına ve ortak bir e v r i m mirasına sahibiz. B u n u n sonucu olarak biyologlarımızın a r a ş t ı r m a alanı çok kısıtlıdır. Tek bir biyoloji t ü r ü n ü , yaşam müziğinin yalnıiîeâ bir temasını inceliyorlar. Binlerce ışık yılının içinde \ ->lun tek ölgün m ü z i k sesi bizimki midir? Yoksa galaksinin y işara müziğini oluşturan milyarlarca değişik ses harmonisi mi var? Yeryüzündeki yaşam müziğinin küçük bir bölümüne ilişkin bir öykü a n l a t m a k isterim. 1185 yılında J a p o n İ m p a r a t o r u , Anîoku adütda yedi yaşında bir çocuktu. G e n j i S a m u r a y l a r ı kabilesiyle kıran kırana bir savaşa girişen Heike s a m u r a y l a r ı kabilesinin lider adayıydı A n t c k u . H e r iki g r u p da i m p a r a t o r l u k tahtında cedlerinin üstünlüğü nedeniyle hak iddia ediyordu. Son çatışma, İ m p a r a t o r u n da başkomutan gemisinde b u l u n d u ğ u 24 N san lluD günü J a p o n iç denizi D a n n o - u r a ' d a yer aldı. Heike'kr yenildiler ve çoğu öldürüldü. Geriye kalanlar da, dalga dalga kendilerini denize a t a r a k boğuldular. İ m p a r a t o r u n a n n e a n n e s i Su arı Nii, Antokıı'yla birlikte d ü ş m a n ı n eline geçmemesi gerektiği k a r a r m a vardı. Başlarına neler geldiğini Heike Öykiisii'nden izleyelim. İ m p a r a t o r yedi yaşındaydı o yıl. F a k a t dahq b ü y ü k gör ü n ü y o r d u . Öyle sevimliydi ki, beline k a d a r inen uzun ve simsiyah saçlarının çevrelediği y ü z ü n d e n ışık parıltısı saçılıyordu. Şaşkın bir ifadeyle S u l t a n Nii'ye, «Beni n e r e y e göt ürüyorsun?^ diye sordu. Gözlerinden yaşlar boşalan Sultan Nii, genç h ü k ü m d a ra dönerek onu teselli etti ve uzun saçlarını g ü v e r c i n renk= li pelerinine doladı. Gözleri dolan küçük h ü k ü m d a r ellerini kavuşturdu. Önce b a ş m ı doğuya çevirip T a n r ı İse'ye veda etti, sonra da batıya dönerek N e m b u t s u ' s u n u (Budda'ya ya— 34 — Kozmos : F. 4


pılan bir dua) söyledi. Sultan Niİ, çocuğu göğsüne sıkıca bastırıp, «Okyanusun diplerindedir bizim sarayımız,» diye mırıldandı. Böylece dalgalar arasından birlikte deniz dibini boyladılar. Heike'lerin tüm filosu yok oldu. Yalnızca kırk üç kadın hayatta kaldı. İ m p a r a t o r l u k sarayında hizmetkârlık yapmış olan bu kadınlar, deniz savaşının yapıldığı yerin dolaylarında yaşayan balıkçılara çiçek satmaya ve onlara yakırüı't göstermeye zorlandılar. Heike'ler tarih sahnesinden kaybolup gittiler. Bu arada saray hizmeti arlarından ayaktakımı olanlarının balıkçılardan peydahladıkları çocuklar, savaş g ü n ü n ü anma festivali düzenlediler. Bugüne elek her 24 Nisan günü bu festival tekrarlanır. Heike'lerin torunları olan denizciler, boğulan İ m p a r a t o r u n anıtkabirinin bulunduğu Akama tapınağına giderler. Orada Danno - u r a deniz çarpışması olaylarının temsil edildiği bir oyunu izlerler. A r a d a n yüzyıllar geçtikten sonra bile insanlar burada S a m u r a y ordusu hayaletlerinin k a n d a n ve yenilgiden 'arınmak için denize doğru koştuklarını görür gibi olurlar. Balıkçılar, Heike S a m u r a y l a r m m o iç denizin derinliklerinde yengeç biçiminde dolaştıklarını söylerler. Gerçekten de burada, sırtlarımda ki girintili çıkıntılı şekilleriyle s a m u r a y yüzünü andıran yengeçler vardır. Bunları yakalayan balıkçılar tekrar denize atarlar. Yeniden denize atmalarının nedeni I t e n n ö ura olaylarının acısını anmalarındaııdır. Bu efsane ilginç bir soruna yol açıyor. Nasıl oluyor da bir savaşçının yüzü bir yengecin k a b u ğ u n a işlenmiş olabilir? Bunun yanıtı, o yüz şeklini yengeç k a b u ğ u n a insanların aktardığıdır. Yengecin kabuğundaki şekiller kalıtsaldır. F a k a t insanlarda olduğu gibi, yengeçlerde de birçok değişik kalıtsal çizgiler vardır. Diyelim ki, rastlantı sonucu, bu yengecin çok eski cedleri arasından biri, azıcık da olsa insan yüzüne benzer bir şekille ortaya çıkmış olsun, O takdirde, balıkçıların, D a n n o - u r a Savaşı sozkonusu olmadan da, insan yüzünü andıran bir yengeci ve— 39 —


mek istemeyecekleri söylenebilir. Balıkçılar yakaladıkları y e n geçleri yeniden denize a t m a k l a evrim k u r a m ı n ı n bir sürecini harekete geçirmiş oluyorlar. O da ş u d u r : E ğ e r bir y e n g e ç olağan bir yengeç kabuğuna sahipse, insanlar onu yerler ve o yengecin soyundan gelenlerin sayısı azalır. Eğer k a b u ğ u insan yü. ünü andırıyorsa, yengeç yeniden denize atılacağından o yengecin soyundan üreyecek olanlar d a h a yüksek sayılara ulaşacaktır. Yengeçler, böylesi kabuklara s a h i p b u l u n m a k t a n y a r a r l a n mışlardır. Yengeç ve insan kuşakları z a m a n içinde akıp gittikçe S a m u r a y y ü z ü n e en çok benzerlik gösteren k a b u k l u l a r ı n y a ş a m larını s ü r d ü r m e l e r i olanağı doğmuştur. T ü m bu olgunun yengeçlerin îsteği'yle bir ilintisi yoktur. Ayıklama (seleksiyon) onların dışından gelen ve kendini kabul e t t i r e n bir g ü ç t ü r . S a m u ray yüzüne benzediğiniz oranda h a y a t t a kalma olasılığınız a r t ı yc: S o n u n d a S a m u r a y yüzüne benzer k a b u k l u l a r ı n sayısı b i r hayli çoğalacaktır da. Bu kürece doğal değil, y a p a y ayıklama denir. H e i k e yengeci olgusu, balıkçıların h e m e n h e m e n bilinçsizce davranışları sonucu ortaya çıkmıştır. İ n s a n l a r ı n hangi bitkilerin ya da h a y v a n ların yaşamlarını binlerce y ı l s ü r d ü r m e l e r i ya da s ü r d ü r m e m e leri konusunda seçim y a p t ı k l a r ı d u r u m l a r da vardır. K e n d i m i zi bildiğimiz günden i t i b a r e n çevremizde belirli çiftlik ve evcil hayvanlarla karşı karşıya geliriz. Çevremizdeki m e y v a l a r , sebzeler ve ağaçlar da belirlidir. B u n l a r ı n doğuşu nasıl o l m u ş t u r ? Bu aşamaya nereden gelmişlerdir? Acaba bir z a m a n l a r y a b a n i hayvan ya da bitkiydiler de çiftliğin d a h a az çetin y a ş a m koşullarına mı alıştırıldılar? Hayır, gerçek t ü m ü y l e başkadır. B u n l a rın çoğunu b u g ü n k ü d u r u m a getiren bizleriz. On binlerce yıl Ünce m a n d ı r a ineği, tazı ya da mısır başağı yoktu. Bu hayvanların ve bitkilerin soylarını evcılleştirdiğimizde. üremelerini denetleyerek yönlendirdik. B u g ü n k ü bu hayvanlarla bitkilerin eski soyları b ü t ü n ü y l e değişik g ö r ü n ü ş t e y d i ler. Bunlar arasında özelliklerinin s ü r ü p gitmesini istediklerimizin üremesini yeğledik. Koyunlarımızın gözetimi için k u l l a n a — 40 — Kozmos : F. 4


c a ğ ı m ı z köpeği y e t i ş t i r m e k için u y a n ı k , i t a a t k â r v e s û r u otlatm a y a y a t k ı n olan t ü r l e r i n i seçtik. M a n d ı r a i n e k l e r i n i n k o c a m a n ve y a y v a n m e m e l e r i , i n s a n o ğ l u n u n s ü t e ve p e y n i r e olan ilgisinin s o n u c u d u r . B i z i m b u g ü n y e d i ğ i m i z mısır, çelimsiz olan ilk t ü r ü n d e n b u g ü n k ü t a d ı m v e y ü k s e k besin değerini k a z a n a b i l mesi için, on b i n l e r c e yıl y e t i ş t i r i l m i ş t i r . S o n u ç t a ilk h a l i n d e n öylesine u z a k l a ş t ı ki, şimdi a r t ı k i n s a n o ğ l u n u n m ü d a h a l e s i olm a d a n kendi k e n d i n e ü r e y e m i y o r . İ s t e r H e i k e yengeci, ister b i r k ö p e k y a d a sığır v e y a m ı s ı r için olsun y a p a y a y ı k l a m a n ı n ilkesi ş u d u r : B i t k i l e r i n v e h a y v a n l a r ı n ç o ğ u n u n fiziksel ve d a v r a n ı ş özellikleri kalıtsaldır. Bun a göre ü r e r l e r . İ n s a n l a r ş u y a d a b u n e d e n l e bazı t ü r l e r i n ü r e m e s i n i y e ğ l i y o r l a r , bazı t ü r l e r i n ü r e m e s i n i y s e i s t e m i y o r l a r . Ü r e m e s i i s t e n e n t ü r çoğalıyor, i s t e n m e y e n d e azalıyor, h a t t a t ü r ü n t ü k e n d i ğ i de o l u y o r . P e k İ a m a , e ğ e r i n s a n l a r y e n i biçki v e h a y v a n t ü r l e r i yetişt i r e b i l i y o r l a r s a doğanın da a y n ı şeyi y a p m a s ı g e r e k m e z mi? Bu sürece doğal a y ı k l a m a adı veriliyor. H a y a t ı n çok u z u n z a m a n dilimleri b o y u n c a d e ğ i ş i m e u ğ r a m ı ş olduğu, i n s a n o ğ l u n u n y e r y ü z ü n d e k i kısacık i k a m e t i s ü r e s i n c e h a y v a n l a r v e b i t k i l e r üzerinde y a p t ı ğ ı d e ğ i ş i k l i k l e r d e n , bu a r a d a fosillerden açıkça anlaş ı l m a k t a d ı r . Fosiller bizlere, bir z a m a n l a r y e r y ü z ü n d e çok say ı d a b u l u n a n a m a a r t ı k t ü m ü y l e y o k o l m u ş y a r a t ı k l a r a ü t bilgiler s a ğ l ı y o r (*). Y e r y ü z ü t a r i h i n d e b u g ü n v a r o l a n t ü r l e r d e n d a h a çoğu d a yok o l m u ş t u r ; b u n l a r e v r i m i n sona e r e n d e n e y i m leri niteüğindedir. E v c i l l e ş t i r m e s ü r e c i n i n getirdiği g e n e t i k değişiklikler b ü y ü k b i r hızla o l u ş m u ş t u r . T a v ş a n ı n evcilleştirilmesi O r t a ç a ğ a rastlar. (Fransız rahipler yeni doğan tavşan yavrularının balık {*) Batının geleneksel dini görüşü ısrarla bunun tersini savunmuştur. örneğin, John "VVesley'İn 1770 yılında Öne sürdiigu sav şöyledir : «Hiç değer verilmeyen türlori bile ölümün yok etmesi mubah görülmemiştir.» — 41 — Kozmos : F. 4


oldukları inancıyla tavşan üretmeye girişmişlerdir, çünkü, balık kilise takviminde et yemenin yasaklandığı bazı" günlerde yenebilen bir besin maddesiydi.) Kahve üretimine de ancak on beşinci yüzyılda başlanmıştır; şeker pancarı on dokuzuncu yüz-* yılda üretilmiştir. Mink İse evcilleştirmenin henüz ilk dönemlerini yaşamaktadır. On bin yıla yakın bir sürede evcilleştirme, koyun başına alman bir kiloluk sert kılı on ya da yirmi kilo yumuşak yüne çıkarırken, bir ineğin süt verme dönemindeki verimini de birkaç yüz santimetreküpten bir milyon santimetreküpe çıkarmıştır. Eğer yapay ayıklama bu kadar kısa bir sürede bu denli büyük değişimlere yol açabiliyorsa, milyarlarca yıldan beri işleyen doğal ayıklama neler yapabilir? Bunun yanıtı, biyolojik dünyanın güzelliği ve çeşitliliğinde yatmaktadır. Evrim bir kuram değil, bir olgudur. Evrim mekanizmasının doğal ayıklama olduğu bulgusu, Charles Darwin ve AJfred Russel Wallace'a aittir. Yaklaşık yüz yıl önce. adı geçen bu iki kişi, hepsi birarada yaşayamayacak kadar çok sayıda hayvan ve bitkinin yetiştiğini, böylece çevrenin, rastlantı sonucu hayatta kalmaya daha yatkm olan türleri seçtiğini vurguladılar. Kalıtımda ani değişmeler demek olan mütasyonlar evrimin hammaddesini oluştururlar. Çevre, hayatta kalma üstünlüğü gösteren mütasyonlar lehine davrandığından, bunun sonucu olarak bir hayat şeklinden başka bir hayat şekline doğru yavaştan bir dizi değişme yer alır ki, bu da yeni türlerin varolmasına yol açar, Darwin Tiirierin Kökeni adlı kitabında şöyle der: İnsan başkalaşım yaratmaz. Yaptığı, yalnızca organik varlığını bilmeden yeni yaşam koşullarının içine sürmektir. Bunun düzenlenmesi için harekete geçen Doğa, böylece çeşitliliğe etken olur. Ne var ki, insan, kendisine Doğa tarafından sunulan çeşitlilikleri seçebilir ve seçmektedir de. Böylece bu çeşitliliklere istediğince sahip çıkmaya çaba gösterir. Örneğin, kendi yararı ya da zevki için hayvan ya — 42 — Kozmos : F. 4


da bitkilere şekil vermeye çalışır. Bunu belirli bir yöntem uyarınca istemiyle yapacağı gibi, kendisine en yararlı gördüklerini koruyarak hem bilinçsizce, hem de soylarını değiştirmeyi amaçlamadan da yapabilir... Hepsi de hayatta kalamayacak kadar çok yaratık doğmaktadır... Yaratıklardan birinin rekabet alanına giren başka biri Üzerindeki yaşça ya da mevsimlik üstünlüğü veya ortamın fiziksel koşullarına çok küçük bir derecede bile göstereceği uyum üstünlüğü, terazinin kefesini onun lehine çevirecektir.

| J

Evrimin on dokuzuncu yüzyüdaki en etkili savunucusu ve halka sunucusu olan T. H, Huxley, Danvin'le Wallace'm yayınladıkları yazıların, «kendini gecenin karanlığında kaybetmiş insana birden yolunu aydınlatan bir ışık saçtığını, bu ışığın insanı asıl hedefine ulaştıramasa bile bu hedef doğrultusunda ona yol gösterdiğini» söyler. Daha sonra Huxley şöyle der: «Türltvrin Kökeni yapıtındaki fikrin özünü kavradığım aıı, 'Bunu daha önceden düşünememiş olmak ne aptallık!, dedim. Sanırım, Kristof Kolomb'un arkadaşları da buna benzer sözler söylemişlerdir... Başkalaşım olgusu, varolma savaşımı, koşullara uyum sağlama zaten bilinen şeylerdi. Fakat türler sorununun özüne inen yolun bunlardan geçtiğini, Darwin ve Wallace karanlığa ıçık tutuncaya dek hiçbirimiz akıl edemedik.» Evrim ve doğal ayıklama fikirleri karşısında çoğu kimse hayrete düştü. Hâlâ da düşenler var. Atalarımız yeryüzünde yaşam mekanizmasının düzenine, organizma yapılarının işlevlerini yerine getirişine bakarak, bunda bir Büyük Mucit gördüler. En basit yapılı tek hücreli organizma bile en mükemmel cep saatinden daha karmaşık bir makinedir. Saatlerin parçaları kendiliğinden biraraya gelmedikleri gibi, dedelerimizin saatleri küçük aşamalarla kendiliklerinden bugünkü saatlere dönüşmezler. Saatin bir yapımcısı vardır. Atomlarla moleküllerin böylesine hayret verici karmaşıklıkta ve düzgün işleyişte organizma1ar yaratmak üzere her nasılsa kendilerinden biraraya gelme-

|

— 43 —


lerine ihtimal verilmiyordu. Her canlının özel olarak o haliyle yaratıldığı, bir türün başka bir t ü r e donüşemeyeceği kavramları, alalarımızın hayat hakkındaki kısıtlı tarihi bilgilerine yatkın geliyordu. Her organizmanın bir Büyük Yaratıcı tarafından titizlikle yapıldığı düşüncesi, doğaya bir anlam ve düzen sağladıkJ;-:n başka, insanlara da üzerinde hâlâ duyarlılık göstererek durduğumuz bir Önem kazandırmaktaydı. Mucit ya da Yaratıcı f.hi'i, çekiciliği olan, doğal ve biyolojik dünyanın insancıl tanını:— sağlayan bir düşüncedir. F a k a t Danvİn'le Wallace'ın gösterdiği gibi. yine çekici, yine insancıl ve çok daha İkna edici bir düşünce yolu daha vardır: O da uzun zaman dilimlerinin geçmesiyle yaşam müziğini daha güzel kılan doğal ayıklamadır. Fosillerin sağladıkları kanıtlar bir Büyük Mucit düşüncesine uygun düşebilir. Diyelim ki, Yaratıcı yarattığı bazı türlerden memnun kalmayınca, o türleri yok edip daha iyileri için deneylere girişiyor. Böyle bir k a v r a m tutarlı olamaz. Ç ü n k ü her bitki ve hayvan, üzerinde titizlikle çalışılarak m e y d a n a getirilmiştir. Her şeye kadir Büyük Yaratıcı'nm yarattığı bir sonraki tü: ü Önceden yaratmış olması gerekmiz miydi? Fosiüerdeki kayıtlar, deneyler yapıldığını ve yanılgılara düşüldüğünü, geleceğe yönelik olarak ne yapılmak istendiğinin bilinemediğini gösteriyor. Bu durumsa, Büyük Yaratıcı'ya ters düşmektedir, 1950'lerin başlarında henüz üniversite öğrencisiyken, genetik uzmanı H. J. Muller'in laboratuarında da çalışma olanağına kavuşmuştum. Muller radyasyonun mütasyoıılara yol açtığım bulan ünlü bir bilimadamıdır. Muller yapay ayıklama örneği olarak dikkatimi ilk kez Heike yengeçlerine çeken kişidir. Genetik biliminin deneysel yönlerine eğilmek için adı Dı-osophila melanogaster olan ve «çiği seven kara vücutlu» anlamına gelen sinekler üzerinde çalışıyordum. Meyva sineği olaıı Drosophila melanogaster'ler iki kanatlı ve kocaman gözlü küçücük yaratıklardır. Bunları orta boy süt şişelerine doldurduk. Değişik iki türü çiftleştırerek ana baba genlerinin yeni düzenlemesinden ve hazırlığı yapılmış doğal mutasyondan ne türeyeceğini ince— 44 — Kozmos : F. 4


l e d i k Dişiler şişelerin içine konan şeker pekmezinin üzerine yumurtalarını bıraktılar. Şişelerin ağzına tıkaç kondu. Döllenmiş y u m u r t a l a r ı n larva, larvaların yavru-larva ve yavru-iarvalarin da ergin meyva sineği olmaları için iki hafta bekledik. Bir gün yeni getirilen, eterin etkisiyle hareketsizleşmiş bir sürü Drosophila inceliyordum mikroskopta. Devetiiyünden yapılmış bir fırçayla farklı türlerini ayırıyordum. Çok değişik bir şeyle karşılaşınca şaşırdım. Bu beyaz göz rengi yerine kırmızı renk göz ya da kılsız bir boyun yerine kıllı bir boyun gibi bir değişiklik değildi. K a r ş ı m d a kanatları daha büyük ve duyargaları uzun tüylü başka çeşit bir yaratık vardı. Tek bir kuşakta b ü y ü k bir evrimsel değişimin Muller'in laboratuarı .:1a gerçekleşmesi talihin cilvesi, diye düşünüyordum. Çünkü Muller böyle bir şeyin olamayacağı kanısındaydı. Şimdi bu olup biteni kendisine anlatmak gibi zor bir iş düşmüştü bana. İstemeye istemeye kapısını çaldım. K a r a n l ı k odada tek aydınlık yer mikroskobundan çıkan ışık demetinin kümelendiği noktaydı. Odada çıt çıkmaması beni daha da şaşırttı ne diyeceğim konusunda. Çok değişik bir sinek türü bulmuştum. B u n u n şişedeki şeker pekmezi üzerindeki y a v r u - larvalardan türediği kesindi. Doğrusu ya, Muller'i rahatsız e t m e k istemiyordum, kararsızdım, A m a Muller mikroskobun alttan v u r a n ışığının aydınlattığı yüzünü kaldırarak, «Diptera'dan çok Lopir; :••:.• ı'ya mı benziyor?» diye sordu. B u n u n ne anlama geldiğini bilerniyordum. Bu nedenle açıklamasını s ü r d ü r d ü . «Kanatlar: mı büyük? Duyargaları tüylü mü?» Keyfim kaçmış d u r u m : \ • ımı salladım evet anlamında. Muller odanın ışıklarını y a k t ı ve babacan bir tavırla gülümsedi, Benim yeni b u l g u m eski bir hikâyeymiş m t ^ e r . Genetik laboratuarlarmdaki yaşama uyum sağlamış bir tür pervaneydi bu, Meyva sineğine benzemiyordu. Üstelik meyva sineğiyle bir ilişkisi olmasını da istemiyordu. İstek duyduğu şey meyva sineklerinin üzerine k o n d u k l a r ı şeker pekmeziydi. Laborantların meyva sineği k a t m a k için şişenin tıkacını açmalaııyla — 45 — Kozmos : F. 4


kapamaları arasında geçen kısacık süre içinde tadına doyamadığı şeker pekmezine doğru pike iniş yapan anne pervane y u m u r talarını düşürmüştü. Büyük bir mütasyon (makro - mütasyon) k;u^ısında değildim; yalnızca doğadaki uyum olgularından birine m.\.:o - mütasyon ve doğal ayıklama ü r ü n ü bir olguya tanık olmuştum. Evrimin gizleri Ölüm ve z a m a n d ı r : Çevreye gereğince ı-.ığ'ayaraayan büyük sayıda bayat şekillerinin yok olup gitmesi; rastlantısal olarak uyum sağlayan küçük mütasyonların u un tiizisİ için göçen zaman ve uygun mütasyonlar sonucu beliıen hayat şekillerinin birikimi için gerekli zaman... Darvvin V.'allace'm görüşlerine karşı direnme gösterilmesinin nedeni, binlerce yıllık sürelerin geçmesi olgusunun gczönünde tutulmayı :: andır. 70 milyon yıl, bunun ancak milyonda birine eşit ; ir yaşayabilen insan için ne ifade eder? Yalnızca bir günci . . ve günü soıısuzmuş gibi algılayan kelebeklere benziyorum.. Yei küremizde olup bitenler, öteki birçok dünyada yaşam evi imine ilişkin olup bitenlerin az çok aynısıdır belki. Ancak protein kimyası ya da beyin nörolojisi gibi ayrıntılar açısından yeri- iırcmiz üzerindeki yaşam tarihi tüm galakside benzersiz olabilir. Üzerinde yaşadığımız yeryüzü 4 milyar 600 milyon yıl önce yıldızlar arası gaz ve tozun yoğunlaşmasından oluştu. Fosillerin sağladıkları kayıtlardan Öğreniyoruz ki, hayatın başlangıcı t ü n d e n az sonra ilkel y e r k ü r e n i n su birikintilerinde ve okyanuslarda belirdi. Hayat belirtisi taşıyan ilk şeyler, tek hücreli organizmanın karmaşıklığından çok uzaktı. Çünkü tek hücreli orgaı izma oldukça gelişmiş bir yaşam biçimi sayılır. İlk h a y a t titreşimleri çok daha mütevazıydı. Yeryüzünün o ilk g ü n l e r i n d e şimşek ve Güneş'ten gelen morötesi ışınlar, ilkel atmosferin hidrojence zengin basit moleküllerini ayırıyor, ayrılan parçalarsa kısa zamanda karmaşıklaşan moleküllere dönüşüyordu. Bu ilkel kimya, olgularının ürünleri, okyanuslarda çözülüyor ve giderek — 46 — Kozmos : F. 4


'karmaşıklığı artan bir tür organik bulamaç meydana getiriyordu. Ve bir gün, tümüyle rastlantı sonucu beliren bir molekül, "bulamaçtaki öteki molekülleri yapı taşları olarak kullanarak kendi kaba kopyalarını yapabildi. (Bu konuya ileride döneceğiz.) Başlıarfleri DNA olan deoksiriboniiklei asit'in bu ilk atası, yeryüzündeki yaşamın da ilk molekülüdür. Bükülü pervane biçimine sokulmuş bir merdivene benzer. Merdivenin basamakları dört ayrı molekül parçası halindedir ye genetik kodun dört harfini oluşturur. Nükleotid denen bu basamaklar, belirli bir organizmanın vücut bulmasını içeren kalıtsal talimatları verir. Yeryüzündeki her hayat şekli için, hepsi de aynı dilde yazılmış ama farklı talimat dizileri vardır. Organizmaların farklı oluşlarının nedeni, nükleik asit talimatlarındaki değişikliktir. Nükleotiddeki değişim bir mütasyondur. Bu müfasyon, bir sonraki kuşak tarafından kopya edilerek gerçekleştirilmiş olur. Mütasyonlar nükleotiddeki rastlantısal değişimler olduklarından, çoğu zararlı ya da öldürücüdür. Çünkü işlevsel olmayan enzimlerin ortaya çıkış kodlarını hazırlarlar. Bir mütasyonun bir organizmayı daha iyi çalışır duruma getirebilmesi uzun bir süreyi gerektirir. Ne var ki, bir santimetrenin on milyonda biri küçüklüğündeki bir nükleotidde yer alacak yarara dönük ama gerçekleşme olasılığı çok az olan bu mütasyon, evrim yolculuğunun sürdürülmesini sağlar. Dört milyar yıl önce yeryüzü bîr moleküller cennetiydi. Bunların henüz avcıları yoktu. Bazı moleküller yeni moleküller üretmede yetersiz kalıyorlar, yapı taşları bulmak için rekabet ediyorlar ve ancak kendi kaba kopyalarını yineleyerek üretebiliyorlardı. Üreme, mütasyon ve en çelimsizlerin ayıklanarak 3-ok oluşuyla, evrim, molekül düzeyinde bile geçerliliğini sürdürüyordu. Zamanla bunların üreme koşullarında uyumları arttı. Özel işlevli moleküller, sonuçta biraraya gelerek bir molekül ortaklığı kurdular. Bu ilk hücreydi. Bitki hücreleri bugün küçük molekül fabrikalarına sahiptirler. Bunlara kioroplast adı — 47 —


veriliyor. Fotosentez işleviyle yükümlü bu küçük molekül fabrikaları güneş ışığını, suyu ve karbondioksidı, karbonhidrat ve oksijene dönüştürürler. Bir damlacık kandaki hücreler farklı bir molekül fabrikası bulundurur. Bu fabrikaya da mitokondriyon adı verilir. İşlevi yiyecekleri oksijenle karıştırıp yararlı enerji sağlamaktır. Bu fabrikalar bugün bitki ve hayvan hücrelerinde varlıklarını sürdürüyorlar ama bir zamanlar kendi başlarına varlıklarını sürdürmüş hücreler olabilirler. Üç milyar yıl önce bir mütasyonun, tek başına varlığını sürdürmekte olan bir hücrenin bölünmesinden sonra ikiye ayrılmasını engellemesi sonucu, tek hücreli bitkilerden bazıları biraraya gelmiş olabilirler. Çok hücreli ilk organizmalar böylece artık gelişmiş bulunuyordu. Vücudunuzdaki her hücre, bir zamanlar tek başlarına varlıklarını sürdüren parçaların kendi ortak çıkarları uğruna birleşip oluşturdukları bir çeşit komündür. Ve bizler yüz trilyon hücreden, bir başka deyişle bir «çokluk» tan oluşmuş bulunuyoruz. Seks yaklaşık iki milyar yıl önce icat edilmişe benziyor. Daha önceleri yeni organizma çeşitleri, yalnızca rastlantısal mütasyonlar dizisiyle, yani genetik talimatlardaki harflerin değiştirilerek ayıklanması sonucu ortaya çıkahiliyorlardı. Evrim, bunaltıcı bir yavaşlılık içinde yer almış olmalı. Seksin icadıyla, iki organizma aralarında DNA kodlarının tam olarak birer paragraflarını, sayfalarını ve kitaplarını değiş tokuş edebilmeye başladılar. Böylece ayıklama eleğine hazır yeni çeşitlilikler ortaya çıktı. Organizmalar seks İlişkisi açısından ayıklanmadan geçerler ve sekse karşı ilgi duymayan organizmalar çabucak yok olup giderler. Bu süreç yalnızca iki milyar yıl öncesinin, mikroplan için geçerli değildir. Biz insanlar da bugün DNA'larımızın bazı bölümlerini değiş tokuş etmeye meraklı bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Bir milyar yüdır bitkiler işbirliği içinde çalışarak yeryüzünün çevre koşullarında şaşırtıcı bir değişiklik yapmışlardır. Yeşil bitkiler oksijen molekülü üretmektedirler. Bu arada okya— 48 — Kozmos : F. 4


nuslar basit yapıl] yeşil bitkilerle doluştuğundan, oksijen yeryüzü atmosferinin bileşimindeki başlıca Öğe oluyordu. Böylece yeryüzünün başlangıçtaki hidrojence zengin yapısı bir daha geri gelmemek üzere değiştiriliyor ve yaşamın biyolojik olmayan süreçler dönemi sona eriyordu. F a k a t oksijen organik moleküllerin parçalanmasına da neden olur. Oksijene olan bağlılığımıza rağmen, aslında kendini koruyamayan organik madde için oksijen zehirlidir. Oksidasyona yol açan bir atmosfere geçiş, yaşam tarihinde önemli bir bunalım yaratmış ve oksijenle baş edemeyen birçok organizma yok olup gitmiştir. İlkel yaşam şekillerinden olan botülizm ve tetanos basilleri bugün bile oksijensiz bir ortamda yaşamlarım sürdürebilmektedirler. Yeryüzü atmosferindeki nitrojen kimyasal b a k ı m d a n daha kalıcı olduğundan, oksijene kıyasla daha sağlıklıdır. Fakat o da biyolojik yaşam kaynaklıdır. Böylece görüyoruz ki, y e r y ü z ü atmosferinin %99'u biyolojik kökenlidir. Kısacası gökler yaşam doludur.

(

Î

Hayatın başlangıcından itibaren 4 milyar yıllık sürede varolan başlıca organizmalar, mikroskopik küçüklükteki mavi yeşil yosunlar olup b u n l a r okyanusları kaplamaktaydı. Derken, 600 milyon yıl önce, yosunların tekelleşen egemenliği kırılmış ve bir dizi yeni hayat şekilleri, Cambrian patlaması adı verilen olgu sonucu ortaya çıkmıştır. D ü n y a n ı n varoluşundan sonra hayat âdeta birdenbire patlak vermiştir. Bu da, yerküremize benzer h e r h a n g i bir gezegende, kaçınılmaz sayabileceğimiz kimyasal bir süreç sonucu hayatın varolabileceği ne işarettir. Ne var ki, hayat 4 m i l y a r yıl süreyle mavi yeşil yosunların Ötesinde bir gelişme kaydetmedi. Bu da şunu gösteriyor ki, özel organları olan b ü y ü k y a r a t ı k çeşitlerinin gelişmesi, hayatın başlangıcından da zordur. Bugün belki birçok gezegende bol miktarda mikrop vardır da, iri h a y v a n l a r ve sebze t ü r ü n d e n bitkiler yoktur. Cambrian patlamasının hemeıı ardından, okyanuslar değişik hayat şekilleriyle dolup taştı. 500 milyon yıl içinde büyük trilobit sürüleri belirdi. Bunlar büyücek bir sineğe benzeyen, iyi yapılanmış hayvanlardı; bazı sürüler okyanusların tabanında — 49 —

Kozmos : F. 4


v a r ı r d ı . Bugün artık trilobitler y o k t u r . 200 milyon yıldır yeryüzünde triiobit yaşamadı. Yeryüzünde b u g ü n canlısının izine r a s t l a n m a y a n bitkiler ve h a y v a n l a r çoktur. Ve hiç kuşkusuz halen gezegenim izdeki türlerin hepsi de bir z a m a n l a r v a r değillerdi. Eski kaymalıklarda bizim gibi y a r a t ı k l a r a ait bir ize rastlanmıyor. Türler bir ara beÜrdikteıı sonra, uzun ya da kısa bir s ü r e gezegende ikamet ediyorlar, sonra da ortadan kayboluyorlar. Cambrian patlamasından önce. türlerin birbirinin peşisıra epey yavaş bir hızla ortaya çıktıkları sanılıyor. B u n u n bir nedeni de, daha eı-ki tarihlere inildikçe, bilgi dağarcığını d o l d u r a n kayıtların azalıvermesidir. Gezegenimizin ilk dönemlerinde, yap:larmda katı parçalar b u l u n a n organizmalar çok azdı ve y u m u şsk yapılı canlılardan da geriye çok az fosil k a l m a k t a d ı r . B u n a rağmen, Cambrian p a t l a m a s ı n d a n önce, inanılmaz derecede yeri h a y a t şekillerinin ortaya çıkışı -tembel bir ilerleme hızıyla da olsa-gerçek bîr olgudur. H ü c r e yapısının ağır çekim bir filmi andıran bir tempoyla evrimi ve biyo-kimyasal özelliği, fosil kalıntılarının dış g ö r ü n ü ş ü n d e tanı bir belirginliğe k a v u ş m u y o r . Cambrian patlamasından sonraysa yeni hayat şekilleri başdönd ü r ü c ü bir hızla belirmişlerdir. B i r b i r i n i n a r d ı n d a n b ü y ü k bir (hızla ilk balıklar ve omurgalılar ortaya çıktı. Önceleri yalnızca v) yanusları kaplayan bitkiler, kara parçalarını işgale koyuldular. İlk böcek gelişti; b u n u n y a v r u l a r ı k a r a l a r a y a y ı l a n h a y v a n ların öncüleri oldular. K a n a t l ı böceklerle amfibik böcekler doğ'du. H e m karada, hem suda yaşayabilen balık türedi, ilk ağaçlar ve sürüngen hayvanlar belirdi. Dinozorun gelişimi gerçekleşti. •Memeliler ortaya çıkarken, ilk kuşlar u ç m a y a , ilk çiçekler açmaya başladılar. Sonra dinozorlar yok oldular y e r y ü z ü n d e n . Y u nus balıklarıyla balinaların ataları olan ilk balıklar belirdi. A y n ı donemde m a y m u n l a r ı n , o r a n g u t l a r m ve i n s a n l a r ı n ataları oîan primatlar ortaya çıktı. Yaklaşık on milyon yıl önce, insana epey benzeyen ilk yaratıklar beyinlerinin b ü y ü k l ü ğ ü n d e önemli gelişmeler gösterdiler. Ardından da, yalnızca birkaç milyon yıl — 50 — Kozmos : F. 4


önce. ilk gerçek insanlar ortaya çıktılar. İlk insanların yaşam ortamı ormanlardır. Aslında insanlann Ormanlara doğal bir yakınlığı vardır. Göklere doğru tırmanan •bir ağaç ne güzeldir... Yapraklan fotosentez olgusu hazırlamak İçin güneş ışığına kucak açarlar. Ağaçlar yanlarındaki ağaçları 'gölgelemek suretiyle rekabete girişirler. Eğer dikkat edecek 'olursanız, yan yana yetişen iki ağacın birbirini ite dürte bîr yaşam yarışma girdiklerini görürsünüz. Ağaçlar, enerjilerini gü'neş ışığından sağlayan kocaman ve güzel birer makinedirler. Topraktan su, havadan karbondioksit alarak bunları hem kendilerinin kullandığı, hem de bizlerin yararlandığı yiyeceğe çevirirler. Bitki, ürettiği karbonhidratı, kendi bitkisel yaşamını sürdürmek için enerji kaynağı olarak kullanır. Ve sonuçla bitkilerden geçinen parazitler olan bizler de kenii yaşamımızı sürdürmek için bitkilerin karbonhidratlarını çalarız. Bitkilerden aldığımız kanıraızdaki karbonhidratlarla içimize çekintimiz havanın erimiş haldeki oksijenini karıştırarak yaşayabilmemiz için gerekli enerjiyi sağlarız. Bu süreç sonucunda karbondioksit çıkarırız. Bitkiler de aldıkları bu karbondioksiti karbO' h; 'rata dönüştürürler. Ne şaşılası bir işbirliği düzeni... Bitkilerle İnsanların birbirinin soluğunu alıp vermesiyle gezegen çapında karşılıklı bir hayat Öpücüğü döngüsü, 150 milyon kilometre uzaklıktaki bir yıldızın enerjisiyle sürüp g r m e k t e . . . Bilinen organik molekül 'sayısı on milyarları aş;T. Oysa bunlar arasında yalnızca ellisi yaşamın temel faaliyetlerine gereklidir. Aynı Ör ün tüter (pattern) değişik işlevler için şaşılası bir düzenle kendilerim koruyarak yinelenirler. Y e r y ü ^ L ı d e k i hayatın temelinde yatan ve hücrenin kimyasal yapışım kontrol eden proteinlerle kalıtsal talimatları taşıyan mikleik asitlerden oluşan moleküller, hem bitkilerde, hem hayvanlarda temelde aynıdır, Çınar ağacının da, bizlerin de yapısı aynı harçtandır. Zaman açısından yeterince geriye doğru gidildiğinde ortak bir atamız olduğu anlaşılır. Canlı hücrede, yıldızlar ve galaksiler alemindeki gibi kar— 51 — 1


ınaşık ve güzel bir düzetı h ü k ü m sürer, ince bir işçiliğe dayanan hücre yapısı ancak 4 milyar yd içinde ulaşılmış bir meka- 1 nizmadır. Yiyecek parçalan hücrenin içinde şekil değiştirir. B u gün akyuvar olan, d ü n ü n ıspanağıdır. Hücre bu değişimi nasıl gerçekleştirir? Hücrenin içi öylesine düzenli bir işbirliğine dayanan bir yapıdır ki, kendi öz yapısını koruyarak molekülleri değiştirir, enerji depolar ve kendini çoğaltma işlevini yerine getirir. Bir hücrenin içine girebilecek olsak, molekül benekleri: n çoğunun protein molekülleri olduğunu, bunlardan bir bölümünün coşkun bir faaliyet içinde bulunurken, bir bölümünün de bekleme halinde olduklarını görürdük. En Önemli proteinler enzimlerdir. B u n l a r hücrenin kimyasal tepkilerini düzenleyen moleküllerdir. Enzimler, bir makineyi oluşturan p a r ç a l a n biraraya getiren ve her biri ayrı bir parçanın uzmanı olan işçileri andırırlar. Örneğin, hücrede nükleotid guanozin fosfat oluşum u n a geçden dördüncü aşamaya ya da enerji sağlamak üzere bir şeker molekülünün ayrıştırılmasıııa geçilen on birinci aşamaya, hücre içindeki öteki işlevlerin yerine getirilmesine karşılık ödenen bedel ya da harcanan e m e k gözüyle bakabiliriz. Ne var ki, bu «oluşum defilesi» enzimler tarafından yönetilmemektedir. Enzimler emirkuludurlar ve kendileri de başka görevlilerin verdikleri talimat üzerine meydana gelirler. P a t r o n - molekül dediğimiz moleküller nükleik asitlerdir. B u n l a r hücrenin en dip bölmesinde, başkalarının girmesine izin verilmeyen bir «Yasak Kent»te, hücrenin çekirdeğinde b u l u n u r l a r . Hücrenin çekirdeğindeki bir gözenekten içeri dalabilsek, b i r makarna, uzun makarna fabrikasında meydana gelmiş bir patlamayı andıran bir görünümle karşılaşırdık. Düzensiz bir kangal ve düz tel çokluğu görürdük ki, b u n l a r iki nükleik asit t ü r ü d ü r : DNA talimat verenidir, R N A ise DNA t a r a f ı n d a n verilen talimatı hücrenin geri kalan bölümlerine iletenidir. Dört milyar yıllık evrimin meydana getirebildiği ve bir hücrenin, bir ağacın ya da insan vücudunda bir işlevin nasıl yapıldığına ilişk i n tüm bilgiler birikimine sahip olan işte bu hücrelerdir. İ n s a n — 52 — Kozmos : F. 4


DNA'sında yazılı bilgi birikimi toplamı, normal konuşma dili t e m e l i n e d a y a n ı l a r a k yazılsa, kalın kalın 100 ciltlik kitap t u t a r dı, Ayrıca DNA molekülleri, bazı istisnalar dışında, kendilerini a y n e n t e k r a r l a y a r a k tıpatıp birer kopyalarım çıkarabiürler. D N A bir çift s a r m a l eğriden oluşur; birbirine bağlı iplikler «sarmal» bir m e r d i v e n i a n d ı r ı r l a r . Anayapısal ipliklerden her b i r i boyunca varolan niikleotidlerin oluşumu ya da düzeni, hay a t sözlüğünü verir. Ü r e m e sırasında, s a r m a l eğriler özel bir proteinin de yardımıyla kendi kendine açılırlar ve her biri, yakınındaki hücre çekirdeğinin yapışkan sıvısında dalgalanan n ü k l e o u d yapı bloklarından öteki s a r m a l eğrinin aynısını oluşt u r u r . Sözünü ettiğimiz açılma başlayınca, &DNA polimeraz» adı verilen önemli bir enzim, oluşan s a r m a l eğrinin m ü k e m m e l biçim almasına y a r d ı m eder. Eğer yanlış bir işlem yer alırsa, hatayı o r t a y a çıkaran ve yanlış nükleotidi doğru nükieotid'.-: ikame eden enzimler belirir. Bu enzimler h a y r e t verici güçlere sah i p bir molekül makinesidir. D N A çekirdeği tıpatıp kendine benzeyen bir kopyasını üretm e s i n i n -ki b u n a kalıtım diyoruz- y a n ı sıra, h ü c r e n i n îaaliyctini de y ö n e t i r -ki buııa da m e t a b o l i z m a diyoruz-. H ü c r e n i n faaliyetini y ö n e t m e işini R N A nükleik asit bileşimi y a p a r a k sağlar. ü l a k l ı k y a p a n bu nükleik asitlerin h e r biri, hücre çekirdeğinin dış bölgelerine geçer ve oıada, tam zamanında ve i;:.', yerinde, bir e n z i m i n yapılışını denetler. H e r şey tamarpland'.ğında, o r t a y a bîr tek e n z i m m o l e k ü l ü çıkmış d e m e k t i r ki. bu da h ü c r e n i n k i m y a s a l yapısının bir özel işlevini yönetme - . • baş İnsan DNA'sı bir m i l y a r nükleotid uzunluğunda biı merdiv e n d i r , N ü k i e o t i d l e r i n aklın alamayacağı k a d a r çok s a y i d ı bileşim olasılığı v a r d ı r . F a k a t bu bir a n l a m ifade etmez, çünkü yar a r l ı bir işlev g ö r m e y e n protein sentezlerine yol açar. Yal: .-vi çok kısıtlı sayıda nükleik asit molekülleri bizimki gibi k . ı m a ş ı k h a y a t şekilleri v ü c u d a g e t i r m e y e y e t m e k t e d i r . Buna r a ğ m e n bile, nükleik asitlerin y a r a r l ı biçimde biraraya getirilmiş yolları şaşırtıcı derecede ç o k t u r ; belki de evrendeki tüm elektron ve

İ

— 53 — Kozmos : F. 4


protonların sayısından daha çoktur. Bu noktadan hareket ederek dünyaya getirilebilecek insan sayısının şimdiye dek yaşamış insan sayısından çok daha fazla olduğu söylenebilir. însan t ü r ü n ü n kaynak potansiyeli b ü y ü k t ü r . Nükleik asitleri şimdiye kadarkj herhangi bir insandakinden daha iyi çalışmaları için biraraya getirmenin çeşitli yollan olmalıdır. Neyse ki, başka tiiı bir insan meydana getirmek için nükleotidleri değişik bileşimlere kavuşturma bilgisinden yoksunuz. İleride nükleotidleri istediğimiz biçimde biraraya getirerek arzu edilen nitelikleri yaratmak m ü m k ü n olabilir... Düşündürücü ve ü r k ü t ü c ü bir proje! Evrim mütasyon ve ayıklama yoluyla gerçekleşir. Mütasyon çoğalma sırasında «DNA polimeraz» enziminin bir yanlışlık yapmasıyla olur, ama pek ender olarak hata yapar. Mütasycnlar, Güneş veya kozmik ışınlardan gelen radyoaktivite ya da m o re: esi ışığın veya çevredeki kimyasal maddelerin etkisiyle oiabiiir. Tüm bu etkilar, nükleotidleri değiştirebilir ya da nükleik asitleri düğümler halinde bağlayabilir. Eğer m ü t a s y o n oram yüksekse, 4 milyar yıldır uzun uzadıya edinilmiş kalıtımı kaybetmiş oluruz. Eğer çok düşük orandaysa, çevrede ilerde görülebilecek herhangi bir değişime ayak uyduracak yeni çeşitlilikler oluşmayacaktır. Hayatın evrimi, mütasyonla ayıklama arasında az çok kesin bir dengeye gereksinim gösterir. Tek bir DNA nükleotidindeki değişiklik, sözkonusu D N A şifresinde varolan proteinin tek bir amîöO - asilinde değişikliğe yol açar. Avrupa asıllı insanların alyuvar hücreleri aşağı y u k a r ı küresel biı görünüştedirler. Afrika asıllıların bazılarındaki alyuvar hücreleriyse ortak biçimde ya da hilal görün üş ündedirler. Orak biçimindeki hücreler d a h a az oksijsn taşırlar ve b u n u n sonucu olarak bir tür kansızlığa (anemi) yol açarlar. Bu durum sıtmaya karşı daha b ü y ü k bir direnç sağlar. Ö l m e k t e n se anemik olmak tercih edilir. Kanın işlevi üzerindeki bu Önemli etki, normal bir insan hücresinin DNA'sında ki 10 milyar ııükleotidden bir tekindeki değişikliğin sonucudur. Öteki nükleotid— 54 — Kozmos : F. 4


I

lerdeki bir değişikliğin neler yapabileceğinden henüz habersiz Tbir durumdayız. Biz insanlar, bir ağaca kıyasla değişik gör ünüştey izdir. Hiç kuşkusuz dünyayı bir ağacın algıladığından farklı algılarız. Fakat molekülün asıl yapısına bakınca, ağaçla insanın kalıtım açısından nükleik asit kullandıkları görülür. Hücrelerimizin kimyasal yapısını denetleyici enzimler olarak proteinleri kullanmaktayız. İşin daha da anlamlı yanı, nükleik asit bilgisini protein bilgisine çevirmek İçin, İnsanın da, ağacın da, gezegenimtzdeki hemen tüm Öteki yaratıkların da aynı şifre kitabını kullanmakta oluşlarıdır. Molekül benzerliği açısından temeldeki bu birlik için yapılabilecek akla uygun açıklama şudur: Ağaçlar da, insan da, balık da, salyangoz da, kısacası tüm canlı varlık' lar, gezegenimiz tarihinin ilk dönemlerinde tek ve aynı yaşam 'başlangıcından kaynaklanmışlardır. Peki, öyleyse, yeryüzündeki bugünkü yaşamın oluşumunu hazırlayan temel moleküller nasıl ortaya çıkmışlardır? Cornell Üniversitesindeki laboratuarımda ilgilendiğimiz ko» nular arasında, pre - biyolojik (biyoloji öncesi) organik kimya •da yer alıyor. Yeryüzünün ilkel dönemindeki gazlar olan hidrojeni, suyu, amonyağı, metanı, sülfit hidrojeni karıştırıp bu gazların karışımından elektrik akımı geçirdik. Bu arada bunların halen Jüpiter gezegeninde ve tüm Kozmos'ta bulunduğunu knımsatmalıyız. Bu elektrik akımının geçmesi şimşek çakması gibidir. Bu tür şimşek eskiden yerküremizde çaktığı gibi, bugün Jüpiter'de de çakmaktadır. Gazları koyduğumuz ve içinde şimşek çaktırdığımız kap saydam olup, sözünü ettiğimiz gazlar gözle görülmez durumdadırlar. Fakat on dakika süreyle şimşek çaktırıldıktan sonra, kabın kenarlarından yavaş yavaş kahverengi pigmentlerin aktığını görürüz. Giderek kabm İçi donuklaşır ve kahverengi yoğun bir katran yayılır. Morötesi ışığı, yani Güneş'in o dönemlerdeki özelliğini tekrarlasaydık da, sonuç az çok yine aynı olurdu. Katranlı bulamaç, içinde protein ve nükleik asitler bileşimleri de dahil, çok zengin karmaşık orga— 55 —


nik moleküllerle doludur. Böylece hayatın can suyu kolaylıkla eld e edilmiş oluyor. Bu konuya ilişkin deneyler 1950'Ierin başında Harold Urey Kimya Enstitüsünden mezun Stanley Miller t a r a f ı n d a n yapılmıştır. Kimyager Urey ilk dönemdeki yeryüzü atmosferinin hidrojen bakımından çok zengin olduğunu ısrarla söylemişti. Bugün Kozmos da hidrojen bakımından çok zengindir. O tarih!'• >n bu yana hidrojenin yeryüzünden uzaya gıdım gıdım sürüldüğünü, kütlesi büyük Jupiter'dense süziilmediğini ve hayatîn hidrojen kaybından önce başladığını ileri s ü r e n de Urey*dir. Kimyager Urey bu gazlardan elektrik akımı geçirilmesini önerince, biri bu deneyden ne sağlamak istediğini sordu. O da, «Be i iste in», dedi. Bcilsiein kimyagerlcrce bilinen t ü m organik moleküller in listesinin bulunduğu 28 ciltlik kitaptır. O zamanlar yerkürede en bol bulunan gazları ve kimyasal ba,Llanlüan çözücü herhangi bir e n e r j i kaynağını kullanarak îıa\ atın temel yapı taşlarım üretebiliriz. Sözkonusu kapta h a y a t müziğinin yalnızca notaları vardır, ama müziğin kendisi 3rok'tur, Yaşamın yapı t a ş l a n olan moleküller doğru bir düzen içinde dizilmelidir. Hayat, hiç kuşkusuz proteinleri yapan a m i n o asitten ve nükleik asitleri y a p a n nükleotidlerdeo daha başka bir şeydir. Ne var ki, bu yapı taşlarından uzun molekül zincirleri dizisi oluşturarak laboratuarda önemli adımlar atıldı. Amin o - asiller, yerkürenin o zamanki koşullarında, proteinlere benzeyen moleküllere dönüştürüldü. B u n l a r d a n bazıları, kimyasal tepkileri, zayıf olarak da olsa, enzimlerin yaptığı gibi denetliyebiüyorlar. Nükleotidler 20 - 30 m e t r e uzunluğu bulan nükleik asit iplikleri gibi dizilebildiler. Deney t ü p ü n d e y a r a t ı l a n uygun koşullar altında, kısa nükleik asitler kendilerinin tıpatıp benzeri bileşimler meydana getirebiliyorlar. Şimdiye dek hiç kimse y e r k ü r e n i n ilk dönemine ait gaz ve sularını birbirine karıştırıp sonuçta test tüpünden bîr şey çıkarabilmiş değil. Bilinen en küçük canlılar olan viroitler oıı b i n e yakın atomdan oluşmuşlardır. Halen canlı diyebileceğimiz hiç— 56 — Kozmos : F. 4


bir varlık viroitler kadar basit yapılı değildir. Virüslerin aksine viroitler yalnızca nükleik asitten oluşuyor; virüslerin çevresin-' de protein tabakası da vardır, Viroit tek bir R N A ipliğinden "başka bir şey değildir. Düz çizgi biçiminde olabilecekleri gibi, daire biçiminde olanlar da var. Virüsler gibi viroitler, daha büyük ve düzgün çalışan bir hücrenin molekül mekanizmasında egemenlik kurarak onu daha çok sayıda hücre üreten bir fabrika durumundan çıkarıp, daha çok viroit üreten bir fabrika durumuna sokarlar. Bağımsız yaşayan en küçük organizmalar arasında bilineni, *PPLO (Plöropnomi benzeri organizmalar) ile buna benzer küçücük hayvanlardır. Bunlar yaklaşık 50 milyon atomdan meydana gelmiştirler. Kendi başlarına yaşamak zorunda kaldıklarından viroitlerden ve virüslerden daha karmaşık yapıdadırlar. Fakat bugün için yerküremizin çevre koşullan, basit hayat şekilleri için elverişli değildir. Bunlar yaşamlarını sürdürebilmek için çok çabalamak zorundadırlar. Gezegenimiz tarihinin ilk dönemlerindeki hidrojeni bol atmosferde, Güneş ışığı çok miktarda organik molekül yaratırken, çok basit yapılı organizmalar (parazit olmayanlar) yaşama şansına sahiptiler. İlk canlılar, ancak birkaç y ü z metrelik nükleotidler olan kendi başlarına yaşayabilir türden viroitlerdi herhalde. En ilkel maddelerden .başlayarak bu tür yaratıklar üretmek üzere bu yüzyılın sonlarına doğru çalışmalar başlayabilir. Yaşamın kökenine ilişkin Öğreneceğimiz daha çok şey var. Her şeyden Önce genetik kodun kökenlerini öğrenebilmeliyiz. Bu konudaki deneylere başlayalı ancak otuz yıl oldu. Doğanın dört milyar yıl önce çalışmaya başladığını düşünürsek, az ilerlemiş sayılmayız çalışmalarımızda. Bu deneylerin yalnızca yerküremize özgü şeyler olduğunu söyleyemeyiz. İlkel gazlar ve enerji kaynaklan tüm Kozmos'a 'özgüdürler. Laboratuar kaplarımızdaki kimyasal tepkilerin aynısı yıldızlararası uzayın organik maddesinin ve meteoritlerdeki amino- asitlerin oluşmasında rol oynamış olabilir. Benzer — 57 — Kozmos : F. 4


kimyasal olgular Samanyolu'ndaki milyarlarca dünyada da ken'dini göstermiş olamaz mı? Hayat molekülleri Kozmos'u dolduran aktadır. Fakat başka bir gezegendeki hayatın moleküllerine ait kimyasal yapıyla gezegenimizde kinin yapısı aynı olsa bile, oralarda bizimkine benzer organizmalar bulunmasını beklemeyebiliriz de. Yerküremizdeki canlı varlıkların çeşitliliğini gözönüne getiriniz. Oysa hepsi de aynı gezegeni ve aynı molekül biyolojisini paylaşıyorlar. Oradaki hayvanlar ve bitkiler bizim buradakilerden temelde belki de farklı şeylerdir. Öte yandan belirli çevre koşullarına uyum açısından, örneğin, görmek için İki gözün elverişli olması gibi durumlardan kaynaklanan benzer bir evrim de yer almış olabilir. Fakat evrim sürecinin rastlantısal özelliğinden ötürü, yerküre - dışı yaratıklar yerküre yaratıklarından ayrı olabilir. Yerküre-dışı bir varlığın nasıl bir görünüşe sahip olduğunu bilemem. Ne yazık ki, yalnızca yerküremiz üzerindeki hayatı biliyorum. Bazı kişiler, örneğin, kurgubilim yazarları ve sanatçılar öteki varlıkların nasıl olabilecekleri konusunda tahminler yürüttüler. Ben yerküre-dışı varlıkların o görünüşte olduklarından kuşkuluyum. Bildiğimiz hayat şekillerine fazlasıyla dayanan bir düş gücünün ürünü gibiler. Herhangi bir organizmanın şu ya da o biçimde görünmesi uzun bir evrimin sonucudur. Başka bir gezegendeki hayatın bir sürüngene ya da bir böceğe veya bir insana benzediği kanısında değilim. O yaratıkların derisini yeşile boyasanız, kulaklarını sivriltseniz ve başlarına da birer anten ekleseniz, yine de bize benzeyecekleri kanısında değilim. Fakat nasıl oldukları konusunda tahmin yürütmem için ısrar edecek olursanız, biraz değişik de olsa şöyle bir tahmin yürütebilirim: Jüpiter gibi atmosferi hidrojen, helyum, metan, su ve amonyak dolu, gazdan oluşmuş dev bir gezegende katı bir yüzey bulunmaz. Burada yoğun ve bulutlu bir atmosfer vardır ve bu atmosferde organik moleküller gökten dökülüyor olabilirler. — 58 — Kozmos : F. 4


tıpkı laboratuar deneylerimizde olduğu gibi. Bununla birlikte, bu gezegende hayat bulunmasına engel bir durum vardır. Atmosferi çalkantılı ve aşağı tabakaları çok sıcaktır. Bir organizmanın aşağı kayıp kebap olmaması için çok temkinli davranması gerekmektedir. Adı geçen gezegende hayat olmadığını kesin olarak belirlemek için Cornell Üniversitesi meslektaşlarımdan E, E. Salpeter ile bazı tahmin hesaplarına giriştik. Kuşkusuz, böyle bir yerde hayatın nasıl olduğunu tam olarak kestiremeyiz, fakat fizik ve 'kimya yasaları çerçevesinde, böyle bir ortamda yaşanabilir mi diye incelemeye koyulduk. Bu koşullarda yaşayabilmenin bir yolu, yanıp kebap olmadan önce üremek ve yeni doğanların atmosferin daha yüksek ve daha serin tabakalarına çekilebilmeleridir. Bu tür organizmaların çok küçük olması gerekir. Bunlara «tüğenler» diyebiliriz, içinden helyum ve ağır gazları dışarıya pompalayıp en hafif gazı bırakan bir hidrojen balonu da düşünülebilir. Ya da içi sıcak havayla dolu bir balon olabilir; içi sıcak tutularak havada sallanabilir. Bu ısıyı da yediği besinin enerjisinden sağlayabilir. Adına «döner-gezer» diyebileceğimiz bu balonsu yaratık varolan organik molekülleri yiyebilir ya da besinini güneş ışığından ve havadan kendi yapar. Yerküremizde bitkilerin yaptığı gibi. Bir bakıma, d ö n e r - g e z e r ne denli cüsseli olursa o denli etkindir. Salpeter ve ben, döner - gezerlerin şimdiye dek yaşamış en büyük balinalardan daha büyük olduklarını düşündük. Kent büyüklüğünde varlıklar. Döner - gezerler, gezegenin, atmosferinde gaz salarak kendilerini itebilirler. Jet motörii ya da roket örneği. Onları gözün alabildiğince tembel sürüler halinde dolaşır varsayıyoruz. Derilerinde de şekiller olduğunu düşünüyoruz. Bunları uyum için kamuflaj aracı olarak yarattıklarını sanıyoruz. Çünkü onların da uyum sorunları var. Böylesi bir ortamda en azından bir ekolojik yerleşim derdi sözkonusudur. Avcılık. Avcılar hızlı hareket ederler ve manevra yeteneğine sahiptirler. Döner - gezerleri — 59 — Kozmos : F. 4


gerek organik molekülleri için, gerekse saf h i d r o j e n birikimleri İçin yerier. İçi boş «tüğenler» ilk döner - gezerlere dönüşmüş olabilirler. Kendi güçleriyle kendilerini iten döner - gezerler de ilk avcılara. Avcı sayısı çok değildir. Ç ü n k ü avcılar t ü m döner gezerleri tüketirlerse, kendileri de yok olacaklardır. Fizik ve kimya, bu t ü r hayat şekilleri oluşumuna olanak verir. Sanat onları sevimli kılar. B u n u n l a birlikte doğanın bizim tahminlerimize ayak uydurmasını şart koşamayız. F a k a t Samanyolu galaksisinde h a y a t b u l u n a n m i l y a r l a r c a d ü n y a varsa, bunlardan bazılarında hayal g ü c ü m ü z ü n fizik ve kimya yasalarının sınırı içinde y a r a t t ı ğ ı Tüğen'ler, Döner-Gezer'ler ve Avcılar bulunabilir. Biyoloji, fizikten çok tarihe daha b i r benzerlik gösterir. Bu£l:>ü bilmek için dünü bilmek zorundayız. H e m de öyle böyle değil. Müthiş ayrıntılı biçimde bitmek zorundayız. Tarihi önce- en belirleyen bir k u r a n ı m henüz b u l u n m u ş olmaması gibi, biyolojiyi önceden belirleyen bir k u r a m da y o k t u r . N e d e n l e r i y s e a y n ı d ı r ; Her iki konu bizler için h e n ü z çok k a r m a ş ı k t ı r . Ne var ki kendi d u r u m u m u z u , başka d u r u m l a r ı bilmek yoluyla daha iyi kavrayabiliriz. Y e r k ü r e - d ı ş ı h a y a t a İlişkin tek bir olgunun incelenmesi, biyolojiyi b u g ü n k ü s ı n ı r l a r ı n d a n dışarı çıkaracaktır. İlk olarak biyologlar başka ne gibi h a y a t t ü r l e r i n i n m ü m kün olduğunu anlayacaklardır. Başka bir y e r d e h a y a t arayışı önemlidir derken, onu b u l m a n ı n kolay olacağını söylemek istemiyoruz. Demek istediğimiz, a r a m a y a d e ğ e r olduğudur. Çok, ama çok değer... Şimdiye dek yalnızca k ü ç ü k b i r d ü n y a üzerindeki y a ş a m ı n sesine kulak verdik. F a k a t a r t ı k hiç olmazsa, Kozmos'un çok sesli müziğine kulaklarımızı açmış b u l u n u y o r u z .

— 60 — Kozmos : F. 4


Bölüm III DÜNYALARIN UYUMU Göklerin buyruklarını biliyor musunuz? Yeryüzünde onları egemen kılabilir misiniz? — Kutsal Kitap'tan Her varlık türünün kendine özgü gizli bir özelliği bulunduğunu ve bu özelliğine dayanarak hareket edip belirgin etkiler yaptığını söylemek, aslında hiçbir şey söylememeye eştir. Oysa doğa olaylarından iki ya da üç g e nel kural çıkarıp, ardından da tüm varlıkların Özellikleriyle devinimlerini o belirgin kurallarla tanımlamak, 15te bu büyük bir adım atmaktır. — Isaac Nevvton, Opîics Kuşların hangi yararlı amaç uğruna öttüğünü araştırmayız, çünkü ötmek onların zevkidir. Kuşlar bunun için ya— 61 —


satılmışlardır. Bu nedenle insan z i h n i n i n de e v r e n i n sırlarını arşınlama zahmetine niçin katlandığını sormamaI t y ı z . . . Doğa g î z dolu o denli değişik h a z i n e y l e kaplıdır ki, bütün bunlar, insan z i h n i n i n hiçbir zaman taze gıdalardan y o k s u n kalmaması için yaratılmışlardır,

— Johannes Kepler,

Mysterium Cosrnographicum

HİÇBİR ŞEYİN D E Ğ İ Ş M E D İ Ğ İ BİR G E Z E G E N D E YAŞAMİŞ OLSAYDIK, yapılacak pek az iş b u l u n u r d u . D ü ş ü n ü p bulacak bir şey kalmazdı. Bilimin hız kaynağı k a y b o l u r d u . Ve e. he; şeyiâ rastlantısal olarak ya da çok karmaşık biçimde e r i ş t i ğ i bir dünyada yaşasaydık, bu kez de bir şeyler d ü ş ü n ü p bi İma olanağı kalmazdı. Bilim diye bir şey de olmazdı aynı neden i ere1 eıı ölüı ü. Ne v a r ki, bu iki d u r u m arasında kalan bir evn : ;ce \ ;şıyoruz; her şeyin değiştiği, la k a t yöntemlere, ö r ü n t ü lere ya da doya yasaları dediğimiz k u r a l l a r a göre değiştiği bir evrende. Havaya bir sopa fırlatırsam, her defasında da y e r y ü züne düşüyor. Güneş batıda baiıyorsa, her z a m a n ertesi s a b a h dogucbı: doğuyor Böylece belirli k u r a l l a r çıkarıp ona güre d ü rür;ttiiiynruz. Bilim yapabiliyor ve o say r ede y a ş a m ı m ı z ı daha iyiye doğrü yönîeödîrefeiiiyoSuz. İ:ıs;:i:cğlu dünyayı a n l a m a y a y a t k ı n d ı r . H e r z a m a n da böyle ölmüştür. Avcılığa ya da ateş y a k a b i l m e y e başlamamız, b i r Şeyler jîüşünüp bulma yeteneğimizden ileri g e l m e k t e d i r . Yeryüzünde insanların televizyondan önce, sinema f i l m l e r i n i n o y n a tılmasından ünce, radyodan önce,-kitaptan önce yaşadığı dönemler olmuştur. İnsan yaşamının b ü y ü k bir b ö l ü m ü böyle d ö n e m lerde geçmiştir. Kırda yakılan bir ateşin külleıımesi sırasında, mehtapsız b i r gecede yıldızları gözlemiştir. Geceleyin gök ilginçtir. Gökte b a z ı şekiller görürüz. K e n d i mizi bunları görmeye zorlamasak bile, bazı resimler diişleyebiliriz. Örneğin, göğün kuzey bölgesinde bir ayıya b e n z e y e n bir şekil ya da yıldız kümesi var. Bazı u y g a r l ı k l a r bu şekle B ü y ü k — 62 — Kozmos : F. 4


Ayı adı veriyorlar. Eazılarıysa bunu başka bir şeye benzetiyorlar. Gökte aslında böyle bir şekil yok. O şekli yakıştıran bizleriz. İnsanoğlu avcılık dönemini yaşadı. Avcısını gördü, köpeğini gördü, ayısını gördü ve kızını kısrağını gördü, insanoğlunun ilgisini çeken şeylerdir bütün bunlar. XVII. yüzyıl denizcileri gökyüzünün güney bölgelerini ilk kez gördüklerinde, oralara o dönemin ilgisini çeken eşya şekilleri yakıştırdılar: Tukanlar, tavuskuşîarı, teleskoplar, mikroskoplar, pusulalar ve gemi kıçı. Yıldız kümelerine XX. yüzyılda isimler verecek olsaydık, sanırım, gökte bisikletler ve buzdolapları, rock - and - roil yapan «yıldız»lar ve belki de mantar biçiminde bulutlar görürdük. Bugünkü İnsanların yıldızlarda arayıp bulacakları umut ve korkulardır bunlar. Atalarımız arada sırada çok parlak ve kuyruğu olan bir yıldızı bir an için gözledikten sonra hızla kaydığım görürlerdi. Bir yıldız düştü derlerdi; ama iyi bir tanımlama değil bu. Düşen yıldız kayıp gittikten sonra da yaşlı yıldızlar orada kalırlar. Bazı mevsimlerde kayan yıldız sayısı çoktur; bazı mevsimlerdeyse çok azdır. Bu konuda da, her şeyde olduğu gibi, bir düzen sözkonusudur, Güneş ve Ay gibi, yıldızlar da hep doğudan doğarlar ve batıda batarlar. Bütün bir gece bir 'boydan bir boya göğü katederler. Tabii eğer üzerimizden geçerlerse. Değişik mevsimlerde değişik yıldız kümeleri oluşur, örneğin, sonbahar başlarında her zaman aynı yıldız kümeleri görülür. Sürpriz olarak yeni bir yıldız kümesinin doğudan doğması diye bir şey olamaz. Yıldızlar konusunda bir düzen ve kalıcı bir tahmin olanağı vardır, însanm içine neredeyse rahatlatıcı bir güven verirler. Yıldızlardan bazıları Güneş'ten az önce doğar, az sonra da batarlar. Mevsimlere göre değişen doğuş ve batışları gözlenir. Yıldızlar dikkatlice gözlense ve yıllar boyunca durumlarıııdaki değişiklikler not edilse, bu yıldızlara bakarak mevsimlerin gelişini tahmin edebilirsiniz. Aynı zamanda Güneş'in ufukta her gün doğduğu yeri gözleyerek, yılın hangi bölümünde bulundu__ 63 —


ğunuzu da saptayabilirsiniz. Kendini bu işe verecek olan, yetenekli ve dikkatli kişiler için göklerde yazılı bir takvim b u l m a olanağı vardır. Atalarımız mevsimlerin süresini ölçecek yöntemler bulmuşlardı. Ne w Mexico'nun Chaco Canyon bölgesinde XI. yüzyıldan kalma çatısız kocaman bir tapmak var. Haziranın 21'inde, yani yalnızca yılın en uzun gününde, buradaki pencereden şafak vakti giren ışık demeti ağır ağır h a r e k e t ederek odanın içindeki Özel bir bölümde gezinir. Kendilerine «Eskiler» adını veren mağrur Anasazi topluluğunun burada tüylü elbiselerini giymiş, çalgı aletleriyle biraraya gelerek Güneş'in kudretini k u t layışlarını gözümün önüne getirebiliyorum. Yine bu odada Ay'ın devinimini de izledikleri anlaşılıyor. Tapınak odasının üst bölümlerindeki duvara kazılan 23 çizgi, Ay'ın yıldızlar kümesindeki yerine dönmesi için geçmesi gereken günlerin sayısını ifade ediyor olmalı. Bu insanlar Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara çok yakın bir ilgi gösteriyorlardı. Benzer düşüncelere d a y a n a r a k bulunup yapılmış araç gereçlere, Kamboçya'da Aııgkor Wat'ta, ingiltere'de Slonehenge'de, Mısır'da Abu Simbel'de, Meksika'da Chichen Itza'da, ve Kuzey Amerika'nın Great Plains bölgesinde de rastlanıyor. Takvimi bulmaya yönelik araç gereçlerden bazılarım rastlantıya borçlu olabiliriz; örneğin, 21 Haziran günü pencereden giren ışığı belli bölgeleri aydınlatması gibi. B u n u n yanı sıra çok değişik buluşlara da rastlıyoruz. A m e r i k a ' n ı n güneydoğusundaki bir bölgede toprağa dikilmiş üç k ü t ü k bulunuyor. Arkalarındaki bir kayaya da birazcık galaksiye benzeyen bir sarmal şekil kazılmış. 21 Haziran günü, yazın ilk günü, k ü t ü k l e r arasındaki bir gedikten sızan güneş ışığı hançer gibi sarmalı ikiye ayırıyor; kışm ilk günü olan 21 Aralık günüyse sarmalı iki yanından kuşatan iki adet güneş ışığı hançeri oluşuyor. Gökten ki takvimi okumak için öğle güneşini çok iyi belirleyen bir yöntem. Dünyanın ayrı ayrı bölgelerinde İnsanoğlu astronomiyi Öğ— 64 — Kozmos : F. 4


renmek için neden bu kadar çaba harcamıştır dersiniz? Mevsimlere göre göçleri artan ya da azalan ceylan, antilop ve y a b a n öküzleri avı sözkonusuydu elbet. Meyva ve fıstıkların toplanması için mevsimlerin bilinmesi gerekiyordu. Tarımı icat ettiğimiz zaman ekimin ve haşatın ne z a m a n l a r a rastlatılması gerektiğini bilmeliydik. Birbirinden d ü n y a l a r kadar uzak göçebe topluluklarının toplantıları için de takvim kullanmak gerekiyordu. Kısacası gökte yazılı takvimi okuyabilmek t a m anlamıyla Ölüm kalım sorunuydu, o günler için. Hilalin gökte yeniden görünmesi; t a m bir t u t u l m a d a n sonra güneşin yeniden gözükmesi; güneşin geceleyin o r t a h k t a gözükmeyerek verdiği huzursuzluğun sabahleyin giderilmesi; b ü t ü n bunlar d ü n y a n ı n dört bir yanında y a ş a y a n insanlar t a r a f ı n d a n üzerinde titizlikle durulan olaylardı. H a y a t t a kalabilmek için gökteki bu olayları İzlemek gerekiyordu. Atalarımız için bu doğa olaylarının bir dili vardı. Aynı zamanda göklerdeki olayları bilmek ölümsüzlüğe eş bir a n l a m da kazanıyordu. Çağlar geçtikçe, insanlar a t a l a r ı n d a n bilgi birikimi sağladılar. Güneş'in, Ay'ın ve yıldızların yerlerini ve hareketlerini ne kadar iyi bilirseniz, e k i p biçmek, avlanmak, kabileleri toplamak için o denli güvenilir bir z a m a n l a m a olanağına sahiptiniz. Ölçüde kesinlik olanağı arttıkça, b u n a ait kayıtları t u t m a k gerekti. Böylece astronomi, gözlem gereksinimini, matematiği ve yazının gelişimini zorladı. Ancak d a h a sonraki dönemlerde, garip bir f i k i r hareketi başladı. Temelde deneysel olan bilim düşüncesi, batıl inançların ve mistisizmin saldırısına uğradı. Güneş ve yıldızlar mevsimleri, yiyeceği ve ısıyı belirliyordu. Ay ise gel - gitleri, birçok hayvanın y a ş a m evrelerini ve belki de kadınların aybaşı dönemlerini belirliyordu; çocuk sahibi olmak isteyen ateşli bir tür için Önemli sayılan bir noktaydı bu. Gökyüzünde başka türden cisimler de vardı. Gezegen denen ve aylak dolaşan yıldızlar. Göçebe atalarımızın a y a k dolaşan bu gezegenlere yakınlık d u y m u ş olmaları gerekir. Güneşle Ay'ı saymazsanız, yalnızca beş gezeI — 65 — Kozmos : F. 4


gen görebilirsiniz. Arkalarına çok daha uzaktaki yıldızları almış olarak devinirler bu gezegenler. Uzunca aylar boyunca bunların devinimlerini izleseniz, bir yıldız kümesinden ötekine geçtiğini görebilirsiniz. Gökteki Öteki cisimlerin insan yaşamı üzerinde etkisi olduğuna göre, gezegenlerin etkisi acaba ne olabilirdi? Çağdaş Batılı toplumda bir astroloji dergisi satın almak, örneğin gazete bayiinden, kolay bir iştir. Fakat astronomi dergisi bulmak çok daha zordur. Amerika'da hemen her gazetenin bir astroloji köşesi vardır. Fakat haftada bir astronomiye köşe ayıran gazete zor bulunur. ABD'deki astrologların sayısı astronomların sayısından on kat fazladır. Partilerde, bir biümadamı olduğumu bilmeyenler bana bazen, «İkizler Burcunda mı doğdunuz?» (Başarı şansı on ikide bir) diye sorular yöneltirler. Bazen de «Altın, genç yıldızların patlamasından oluşurmug, doğru mu?» diye soranlar da olur. Ya da, «Mars için bir Rover araba yapılmasına Kongre ne zaman yeşil ışık yakacak?» gibisinden sorular da eksik olmaz. Astrolojinin iddiasına göre, doğduğunuz zaman gezegenlerin içinde bulundukları yıldız kümesi, geleceğinizi yakından etkiler. Gezegenlerin devinimlerinin kralların, kraliyet ailelerinin, imparatorlukların almyazılarını belirlediği yolundaki dü* şünce birkaç bin yıl önce gelişmişti. Astrologlar, gezegenlerin devinimlerini inceleyerek, diyelim, Venüs gezegeni son olarak Oğlak Burcundayken neler olduğunu gözden geçirip, bu kez de aynı şeylerin olabileceğini düşünmüşlerdir. Bu oldukça nazik ve rizikolu bir işti. Astrologlar devlet tarafından bu işle görevlen-" dirilirlerdi. Ve yalnızca devlet hesabına çalışırlardı. Birçok ülkede göklerde saklı gizleri açığa vurmak yalnızca astrologa verilmiş bir görevdi. Başka biri gökleri okumaya kalkışırsa ölüm cezasına çarptırılırdı. Bir rejimin düşeceği tahminini yürütmek* o rejimi devirmek için fena bir yol sayılmaz. Yanlış tahminlerdi bulunan Çin Sarayının astrologları idam edilirlerdi. Astroloji tonunda, gözlemler, matematik ve olaylar muhasebesiyle karılmış karmaşık düşüncelerin, dindarlık kisvesi altında entri— 66 — Kozmos : F. 4


k a l a r m çevrilmesine yol açan garip bir bilgi birikimine dönüştü. Gezegenler ulusların almyazılarını belirliyorlarsa, yarm benim başıma gelecekleri de haber veremezler mi? Kişileri hedef alan bir astroloji 2.000 yıl kadar Önce Mısır'da, İskenderiye'de gelişerek Yunan ve Roma dünyalarına yayıldı. Eski çağların astrolojisinin kalıntılarım bugün Batı dillerinin bazı sözcüklerinde bulabiliriz. Örneğin, «facia» karşılığı kullanılan İngilizce «disaster» sözcüğü Yunancada «kötü yıldıza demekti, italyanca «Influenza» sözcüğünün karşılığı bugün «etki» demektir, «aslı yıldızların etkisi» anlamındadır. İbranice ve sonra da Babil dilinde «mazeitow> sözcüğü «iyi burç» demektir, Babil astroloji sözlüğünde ve yine eski î b r a n i dilinde «shlamazel» sözcüğü «kendini kötü talihten k u r t a r a m a y a n kişi» anlamında kullanılır. P l i n i u s ' u n yazılarından Roma'lı y u r t t a ş l a r arasında «sideratio» (gezegen - zede) kişiler b u l u n d u ğ u n u anlıyoruz. Gezegenlerin insanların ö l ü m ü n d e n doğrudan sorumlu oldukları düşüncesi yaygındı. «Göz önünde tutmak» anlamındaki İngilizce «consider» sözcüğünün köken anlamı ş u d u r : «Gezegene bakar a k konuşmak». Gezegenlere b a k a r a k konuşmaksa oldukça ciddi bir işti. 1632 yılında Londra'daki ölüm istatistiklerine ilişkin, olarak y a y ı n l a n a n sayılar, çocuk hastalıkları arasında hiç bilmediğimiz «ışıkların yükselişi» ve «kraliyet şeytanı» gibi h:utalıkların y a n ı sıra, «gezegene yenik d ü ş m e k k e n toplam 9,548 !•:• inin ö l d ü ğ ü n ü açıklıyordu. Böyle bîr hastalığın belirtiler' acaba neydi, m e r a k ediyorum, «Gezegene yenik düşenlersin sayısı bu istatistiklerde kanserden ölenlerin sayısından fazla. Kişilerin k a d e r i n e ilişkin astroloji bugün de geçerlidir: aynı k e n t t e aynı gün y a y ı n l a n a n iki gazetenin yıldız falı sütunlarını gözönüne getiriniz. Örneğin, 21 Eylül 1979 tarihli Ne w York Post ve N c w York Daily News gazetelerini ele alalım. Diyelim ki, Terazi Burcunda, yani 23 Eylül - 22 Ekim arasında doğmuşsunuz. Post gazetesi falcısına göre, «Bir uzlaşma sayesinde gerginliğiniz giderilecek»tiif. Evet, bu yararlı bir öneri ama ol.İlıkça belirsiz. Biaily Ncws falcısına göreyse, «Kendinizi biraz da— 67 — Kozmos : F. 6

r


ha zora koşmalısınız.» Bu da belirsiz ama değişik bir uyarı. Bu söylenenler birer «tahmin» değil, birer «önerindir. Size ne yapmanız gerektiğini söylüyor, başınıza neler geleceğini değil. Kasten Öyle yazıyorlar, herkese uysun diye. Aralarında karşılaştırılınca tutarsızlıklar da belirgin. Yıldız falı neden acaba spor rekorları ya da borsadaki hisse senedi fiyatları gibi sorumsuzca veriliyor? Astroloji İkizlerin yaşamından sınanabilir. Öyle durumlar var ki, ikizlerden biri henüz küçükken bir trafik kazasında ya da yıldırım çarpmasından öldüğü halde, öteki ikiz yaşamını son demlerine dek sürdürebiliyor, ikizlerin aynı yerde ve hemen hemen aym zamanda doğdukları biliniyor. Onların doğumu ay* nı gezegenin belirli bir yerde oluşuna rastlar. Eğer astroloji ya da yıldız falı geçerli bir şey olsa, bu ikizlerin bu denh değişik bir ahnyazısma sahip olmaları nasıl açıklanabilir? Astrologların titiz bir testten geçirilmesi sonucu, yalnızca doğum yeri ve tarihini bildikleri kişilerin karakterleri ve gelecekleri hakkında doğru tahminlerde bulunamadıkları görülmüştür. Gezegenimiz üzerindeki devletlerin bayraklarına bakılınca, ilginç bir durumla karşılaşılır. ABD'nin bayrağında 50 yıldız bulunuyor, Sovyetler Birliği'nin ve İsrail'in bayraklarında birer yıldız var. Birmanya'mnkinde 14, Venezüela bayrağında 7, Çin bayrağında 5, Irak bayrağında 3 yıldız var. Japonya, Uruguay, Bangaldeş, Taiwan, Malavi bayraklarında güneş var. Brezilya bayrağında gökyüzü küresi bulunuyor. Kamboçya bayrağında Angkor Wat astronomi laboratuarı; Hindistan, Güney Kore ve Moğolistan Halk Cumhuriyeti bayraklarında kozmolojik simgeler yer alıyor. Birçok sosyalist ülke bayrağında yıldız var. Birçok İslam ülkesi bayrağında da hilal vardır. Ulusal bayraklardan hemen yaı ısı astronomi simgeleri sergiliyor. Bu olgu şu kültür ya da mezhebin işi değil, evrenseldir. Yalnızca zamanımızın bir olgusu da değildir. Nitekim Milattan Önce 3,000 yıllarındaki S liderlilerin kullandıkları silindir biçimli mühürlerinde ve Çin'deki Tao bayraklarında yıldız kümeleri yer almıştı. Devlet* — 68 — Kozmos : F. 6


ler, kuşkusuz, göklerdeki gizli kudreti temsil etmek istiyorlar. Kozmos'la ilişkimizi ortaya koymak, «Büyük Olaylar» dizisinde yerimizi almak istiyoruz, ilişkimiz bulunduğu kesin; ancak bu ilişkinin, astrologların iddia ettikleri gibi, dar görüşlü, 'kişisel ve düşünce onurunu zedeleyici biçimde değil de, maddenin doğuşu, yerkürenin insana kavuşması, insan türünün evrimi ve kaderi açısından olduğu kuşkusuz. Bütün bu konulara yeniden döneceğiz. Halk arasında yaygın çağdaş astrolojinin kökenleri Batlamyus adıyla bilinen Ciaudius Ptolemaus'a kadar iner. İskenderiye Kütüphanesinde ikinci yüzyılda çalışmış bir kişidir. Şıı ya da bu Güneş veya Ay «Evi»nde yükselen gezegenleri gizli kuvvet kaynaklarını, Babil astrolojik geleneklerini kitap haline dönüştüren Batlamyus'tur. Yaklaşık 150 yılında doğmuş bir kız çocuğu hakkında Batlamyus döneminde papirüs kâğıdı üzerine Yunanca olarak düşülen, astrolojik kayıt şöyledir: «Hakanımız Antonius Caesar'm 10, yılı, Phamenoth'un 15 - 16'sı, gecenin ilk saatmda Philoe doğdu. Güneş Balık Burcunda, Jüpiter ve Merkür Koç Burcunda, Satürn Yengeç Burcunda, Mars Aslan Burcunda, Venüs ve Ay Kova Burcunda, Yıldız Falı Oğlak Burcu.» O zamandan bu yana ayların ve yılların sayılmasmdaki yöntemin bir hayli değişmesine karşılık, astrolojik bulgular o denli değişmemiştir. Batlamyus'un Telrabiblos adlı astroloji kitabından ilginç bir kaydı aktarıyorum: «Satürn doğudaysa, doğanlar esmer görünüşlü, sağlam yapılı, siyah kıvırcık saçlı, göğüsleri kıllı, gözleri orta büyüklükte, orta boyda ve soğukla rutubetten fazlaca etkilenip sinirli oluyorlar.» Görüldüğü gibi, Batlamyus, gezegenlerle yıldızların insanların yalnızca huylarını etkilediklerine inanmakla kalmıyor, aynı zamanda boy bos, renk, bedensel özelliklerin de gezegen ve yıldızlar tarafından etkilendiğine inanıyordu. Doğuştan olan fiziksel kusurları da bu etkilere bağlıyordu. Bu noktada çağdaş astrologlar daha temkinli bir tavır takınmışlardır. — 69 —


Batlamyus zamanından bu yana bulunan tüm aylarla gezegenleri, as t reo itleri, kornetleri, radyo dalgaları gönderen gökcisimlerini, infilak eden galaksileri, ortak yaşamlı yıldızlar, felakete yol açabilecek değişken yıldızlarla X - ı ş ı n ı kaynaklarım günümüzün astrologları hesaba katmıyorlar. Astronomi bir bilimdir. Evreni olduğu gibi inceler. Astroloji ise sözümona bilimdir, kanıt, yokluğu karşısında öteki gezegenlerin bizlerin günlük hayatım etkilediği savında olan bir sözde bilim. Batlamyus'un zamanında astronomi ile astroloji arasındaki ayırım kesin değildi. Bugünse bu ayırım kesindir. Bir astronomi uzmanı olarak Batlamyus yıldızlara adlar veriyor, parlaklık derecelerini belirtiyor, yeryüzünün küresel bir biçime sahip olduğuna ilişkin İnandırıcı nedenler ileri sürüyor, Güneş ve Ay tutulmalarım önceden belirleyici kurallar koymaya çalışıyor ve belki de en önemlisi, gezegenlerin uzaktaki yıldız kümeleri Önünde garip ve aylak dolaşmasını anlamaya çalışıyordu. Batlamyus gezegenlerin devinimlerini önceden bilmeyi mümkün kılacak ve göklerdeki mesajları deşifre edici bir yöntem geliştirdi. Gökleri incelemek Batlamyus'a büyük coşku veriyordu: «Yalnızca bir günlük bir yaşam için dünyaya geldiğimi biliyorum. Öleceğimi de biliyorum. Fakat yıldız kümelerinin sık sıralar halinde dairesel devinimlerini gönlümce izlediğim zamanlar, ayaklarımın artık yeryüzüne değmediğini hissediyorum...» Batlamyus yerküremizin evrenin merkezinde olduğuna İnanıyordu. Güneş'in, Ay'ın gezegenlerin ve yıldızların yerküremiz çevresinde döndüğünü sanıyordu. Dünyadaki en doğal inanış budur diyebiliriz. Çünkü yeryüzü duruyor gibidir. Hareketsiz, katı bir cisim olarak görünüyor. Buna karşılık gök cisimlerinin her gün doğup battığını görüyoruz. Her kültür yerkürenin ev* renin merkezi olduğu varsayımına bir dayanak aramıştır. Bu nedenledir ki, Johannes Kepler şöyle yazmıştır: «Daha Önceden eğitilmemiş bir zihnin, yeryüzünün üstü gökkubbeyle Örtülü — 70 —


b ü y ü k b i r e v o l d u ğ u n d a n d a h a b a ş k a b i r şey d ü ş ü n e b i l m e s i o l a n a k s ı z d ı r . B u zihin, y e r y ü z ü n ü n h a r e k e t s i z o l d u ğ u n u v e k ü çük ç a p t a k i g ü n e ş i n , bu evin içinden, h a v a d a uçan kuş gibi b i r b ö l g e d e n g e l i p b i r bölgeye gittiğini sanır.» P e k i , g e z e g e n l e r i n g ö r ü l e n d e v i n i m l e r i n i nasıl açıklayabiliriz? Ö r n e ğ i n , B a t l a m y u s z a m a n ı n d a n b i n l e r c e yıl öncesinden b i l i n e n M a r s ' ı n h a r e k e t l e r i g ö z l e m l e n i y o r d u . (Eski M ı s ı r l ı l a r ı n M a r s ' a v e r d i k l e r i sıf a t l a r d a n biri S a k d e d - ef em h e t h e t ' t ı r . B u n u n a n l a m ı y s a «ger i y e d o ğ r u s e y r e d e n » d e m e k t i r . M a r s g e z e g e n i n i n geriye doğ 'U a r a d a b i r z ı p l a r gibi çizgi çizerek d e v i n m e s i k a s t e d i l i y o r b u adla.) B a t î a m y u s ' u n g e z e g e n l e r i n d e v i n i m i n i g ö s t e r e n modeli, b i r m a k i n e aracılığıyla çahştnılabilir. Bu amaçla Batlamyus zaman ı n d a y a p ı l a n l a r a b e n z e y e n b i r m a k i n e y l e (*)... B ü t ü n s o r u n g e z e g e n l e r i n o r a d a n , y u k a r ı d a n v e «dıştan» g ö r ü n d ü ğ ü biçimd e k i «gerçek» d e v i n i m i n i g ö z l e r ö n ü n e s e r m e k t i . B u m a k i n e gez e g e n l e r i n d e v i n i m i n i b u r a d a n , a ş a ğ ı d a n «içten» g ö r ü n d ü ğ ü biçimde tekrarını sağlayacaktı. Y e r k ü r e m i z ç e v r e s i n d e d ö n ü y o r o l a r a k gösterilen g e z e g e n ler, t ü m ü y l e s a y d a m k ü r e l e r e t a k ı l m ı ş t ı . Aslında d o ğ r u d a n tak ı l m a m ı ş l a r d ı da, k ü r e l e r e dolaylı o l a r a k b i r t ü r m e r k e z s e t e k e r l e k a r a c ı l ı ğ ı y l a takılı d u r u m d a y d ı l a r . K ü r e d ö n e r k e n , k ü ç ü k t e k e r l e k d e d ö n ü y o r v e y e r y ü z ü n d e n g ö r ü l d ü ğ ü gibi, M a r s ka* visli zıplayışını y a p ı y o r d u . B u m a k i n e modeli, g e z e g e n l e r i n d e v i n i m l e r i n i f a z l a f a r k l a o l m a m a k üzere ö n c e d e n b i l m e y i m ü m k ü n k ı l a n b i r a y g ı t t ı . B a t î a m y u s ' u n y a ş a d ı ğ ı d ö n e m l e r İçin kuş= k u ş u z d a k i k s a y ı l a c a k ö l ç ü l e r s a ğ l a y a b i l e n b i r aygıt... H a t t a

(*) Dört yüz yıl önce böyle bir aygıt Arşimet tarafından yapılmış ve Roma'cia Çiçert» tarafından incelenerek açıklanmıştı. Roma'ya bu aygıtı getiren General Marcellus olmuştu. Çünkü, askerlerinden biri, Sİraküz'ün işgali sırasında emirlere kargı gelip keyfi olarak yetmişlik bilgin Argimet'i öldürmüştü. — 71 —


onun döneminden yüzyıllarca sonra bile dakik b i r ölçü sayılacak nitelikteydi. Ortaçağda yapıları kristalden sanılan B a t î a m y u s ' u n makinesindeki «kürelerin müziği »nden ve «göğün yedinci katı»ndan söz edilmesi, g ü n ü m ü z e k a d a r aktarılmış bir alışkanlığı doğurmuştur. (Gökteki Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, J ü p i t e r için ve ayrıca yıldızlar için b i r e r «cennet» ya da «küre» olduğu v a r saymıyordu.) Yeryüzü evrenin merkezi olduğuna, d ü n y a n ı n doğuşu y e r y ü z ü gizlerinde arandığına, göğün k a t l a n cisim olarak değil de, cisimsiz meçhuller olarak kabul edildiğine göre, insan= l a n astronomi gözlemleri y a p m a y a iten n e d e n l e r yok denebilirdi. K a r a n l ı k Çağlar boyunca kilisenin desteklediği B a t î a m y u s ' un e v r e n modeli, astronominin gelişmesini bin yıl k a d a r e n g e l lemeyi sağlamıştır. Sonunda gezegenlerin izlenebilen devinimlerini açıklayan yeni bir k u r a m 1543'te Polonyalı bir Katolik rahip olan Nicholas Copernicus t a r a f ı n d a n o r t a y a atıldı. K o p e r nik'in en cesur çıkışı, e v r e n i n m e r k e z i n i y e r y ü z ü değil G ü n e ş s a y a n g ö r ü ş ü d ü r . Böylece y e r k ü r e m i z h e r h a n g i bir gezegen olma s t a t ü s ü n e düşmüştü. G ü n e ş ' t e n uzaklığı açısından ü ç ü n c ü sır a y ı alan ve dairesel bir y ö r ü n g e d e dolaşan bir gezegen. (Batl a m y u s evrenin merkezini G ü n e ş k a b u l eden bir görüş üzerinde d u r m u ş , a m a b u n d a n h e m e n vazgeçmişti. N e d e n i de, Aristo fiziği uyarınca, y e r k ü r e n i n b ü y ü k bir hızla dönebileceğinin gözlem k u r a l l a n n a aykırı olmasıydı.) K o p e r n i k ' i n modeli, gezegenlerin gözlenebilen devinimlerini ortaya k o y m a k t a B a t î a m y u s ' u n k ü r e l e r i k a d a r başarılıydı. N e v a r ki, birçok kişinin hoşuna g i t m e y e n b i r görüştü bu. 1616 y ı lında K a t o l i k Kilisesi, Kopernik'in g ö r ü ş ü n ü içeren k i t a b ı n ı yasak y a y ı n l a r a r a ş m a aldı, 1835 yılında bölgesel kilise yetkililerince «düzelti linçe ye dek» yasak y a y ı n l a r arasında kaldı. M a r t i n L u t h e r onu «Zibidi bir astrolog» o l a r a k niteledi. «Bu çılgın, t ü m astronomi bilimini altüst e t m e k istiyor. F a k a t K u t s a l K i t a p bize, J o s h u a ' n m G ü n e ş ' i n değil, y e r y ü z ü n ü n hareketsiz kalmasını emrettiğini söylüyor.» K o p e r n i k ' i n h a y r a n l a r ı n d a n hazıları — 72 —


bile, oııun merkezi Güneş olan bir evrene gerçekten inanmadığını ve böyle bir şeyi gezegenlerin devinimlerini hesaplama kolaylığı için önerdiği kanısını taşımışlardır. O dönemde bu iki görüşün, merkezi yerküremiz olan Kozmos'la, merkezi Güneş olan Kozmos görüşlerinin, XVI, ve XVII. yüzyılda çatışması, bem astrolog, hem astronomi uzmanı olması açısından Batlamyus'a benzeyen bir kişinin ortaya çıkmasıyla doruk noktasına vardı. Bu kişi insan zihninin zincire vurulduğu ve insan ruhunun da kokuştuğu bir dönemde ortaya çıktı. Bu kişi OTtaya çıktığı dönemde, kilisenin bilimsel konulara İlişkin bin ya da iki bin yıl önceki görüşleri, yeni teknik sayesinde elde edilen bulgulara üstün tutuluyordu. İster Katolik, ister Protestan kiliseleri olsun, geçerli inançlardan herhangi bîr gizli sapma bile sözkonıısu olsa bu kişilerin vergi, sürgün, horlanma, işkence ya da ölümle cezalandırıldığı bir dönemdi. Göklerin sakinleri meleklerle şeytanlardı ve Tanrı'nın Eli kristalden küreler kabul edilen gezegenleri döndürüyordu. Bilim doğa olgularının altında fizik yasalarının yatıyor olabileceğini düşünmekten yoksun bırakılmıştı. Neyse ki, sözünü ettiğimiz bu kişinin tek başına cesaretle yürüttüğü savaşım, çağdaş bilim devriminin fitilini ateşleyecekti. Johamıes Kepler 1571 yılında Almanya'da doğdu. Rahip olarak yetişmesi için Maulbronn kasabasındaki Protestan okuluna gönderildi. Katolik Roma'ya karşı teoloji alanında eleman yetiştirmekle tanınmış bir yerdi burası. Kepler zeki, inatçı ve özgür ruhlu bir insandı. Hareketsiz bir kasaba olan Maulbronn'da iki uzun yıl geçirdi. İçine kapamk bir insan olan Kepler Tanrı'nın gözünde değersiz bir kişi olduğunu düşünürdü. Başkalarının iş-: lediği günahlardan hiç de daha kötü olmayan binlerce günahından pişmanlık duyar, ruhunu kurtarabileceği umutlarını yitirdiği olurdu. Fakat onun için Tanrı, mağfiret dilenecek makam olmaktan öte bir anlam ifade ediyordu. Kepler için Tanrı Kozmos'taki Yaratıcı Güç'tü. Gencin merakı korkusunu yendi. Gökleri araş-» — 73 —


tınma, öğrenme isteği uyandı i ğ i n d e : T a n r ı ' n ı n Zihni'ni o k u m a cüretine kapıldı. Önceleri aklını zaman zaman kurcalayan bu konudaki düşünceler giderek ömrti boyunca onu t e r k e t m e y c n ih':ra stara dönüştü. Önemsiz bir r a h i p adayının düşünceleri, Avrupa'yı Ortaçağ zihniyetinin ağından söküp çıkaracaktı. Klasik Antik dönemin bilim dalları, bin yılı aşkın bir süı yle susturulmuştu. Ne var ki, Ortaçağ sonlarına doğru A r a p düş ı i llerinden gelen seslerin hafif yankıları. A v r u p a öğrenim, pıcgramlâr-ına sızmaya başladı. Kepler, Maulbronn'da Teoloji, Yunanca, Latince, Müzik ve M a t e m a t i k okurken o seslerin y a n kılarım duydu. Eukîîd'in geometrisinde m ü k e m m e l l i k simgesi ve kozmik görkemle karşılaştı. Sonradan Kepler şunları yazaç a k t ı : «Geometri dünyanın varoluşundan önce vardı, T a n r ı ' n ı n Zihni'yie eş - yaşamlıdır... Geometri Tanrı'ya v a r e t m e modeli sağladı. Geometri Tanrı'nın ta kendisidir.» K e p l e r i n m a t e m a t i k aşkının verdiği o l a ğ a n ü s t ü coşkunun yanı sıra. İçine kapanık geçen yaşamına karşın, kişiliğinin oluşmasını dışındaki dünyanın kusurlarla dolu oluşu etkilemiştir. Açlığın sefaleti, bulaşıcı hastalıklar ve Ölümüne yapılan Öğreti tartışmaları karşısında acz d u y a n insanlara, batıl inançlar h e r derde deva kabilinden bir ilaç gibi gelirdi. Birçok kimse İçin, en kesin bilgi kaynağı yıldızlardı ve k o r k u n u n kol gezdiği Avrupa meyher.eleriyle evlerin avlularında eski astrolojik k a v r a m lar çiçek açıyordu. T ü m yaşamı boyunca astroloji karşısında kuşkulu bir tavır t a k m a n Kepler, g ü n l ü k yaşamın k a r m a ş a s ı altında gizli yaşam modelleri b u l u n u p b u l u n m a d ı ğ ı n ı m e r a k ediyordu. Eğer dünya Tanrı t a r a f ı n d a n yaratıldıysa, daha yakından incelenmesi gerekmez miydi? Yaratılışın t ü m ü Tanrı'^ nın zihninde bir u y u m ifadesi değil miydi? Doğanın kitabı okuyucusunu bulmak için bin yıldan daha u z u n bir süre beklememiş miydi? 1539 yılında Kepler Tübingen'deki b ü y ü k üniversitede ilahiyat okumak üzere Maulbronn'dan ayrıldı. B u r a d a çalışmaya başlayınca zihni özgürlüğe kavuşmuştu. Z a m a n ı n ı n en önemli — 74 —


düşünce akımlarıyla karşı karşıya gclince, dehası öğretmenleri t a r a f ı n d a n hemen fark edildi. Bu öğretmenlerden biri genç ada* ma Kopernik'in varsayımının tehlikeli gizlerini açtı. Merkezinde Güneş'in bulunduğu bir evren, Kepler'in dinsel duygularına uygun düşen bir titreşim yarattı ve bu fikri kurcalamasına yol açtı. Güneş, Tanrı'nın bir gorüntüsüydü ve h e r şey O'nun çevresinde dönüyordu. Rahip olarak mezun olmadan önce K e p l e r ' e dinle ilgisi b u l u n m a y a n bir iş önerildi. Kepler de dinsel bir gör e v almakta fazîa ısrarlı olmadığı için kilise dışındaki bu işe ta-< lip oldu. A v u s t u r y a ' n ı n G r a z kentindeki bir ortaokula m a t e m a tik Öğretmeni olarak atandı. Daha sonra astronomi ve meteoroloji almanakları, yıldız falı hazırladı. «Tanrı h e r hayvanı İçin varlığını s ü r d ü i m e olanaklarını sağlar,» dîye yazan Kepler, «Astronom için de astrolojiyi vermiştir,» diyordu. K e p l e r pırıl pırıl düşünen ve güzel yazan biriydi. F a k a t okul Öğretmeni olarak bir felaketti. Kekelerdi. Çekinirdi. Bazen ne dediği bile anlaşılmazdı. Sınıfta öğrencilerin dikkatini bile zor çekerdi. Ve bir yaz günü öğleden sonrasında, bitmez görünen dersin zorlukları arasında, zihnine astronominin geleceğini kökünden değiştirecek olan bir fikir düştü. Derse ait cümlesini y a n d a kesti. Ders bitsin diye sabırsızlanan öğrenciler, bu tarihi ânı f a r k etmemişlerdi bile. Kepler'in zamanında bilinen yalnızca 6 gezegen v a r d ı : M e r k ü r , Venüs, Dünya, Mars, J ü p i t e r ve S a t ü r n . Kepler neden acaba yalnızca 6 tane diye m e r a k etti.,. Neden yirmi gezegen ya da yüz tane değildi? Kopernik'in gezegen yörüngeleri arasında varsaydığı mesafe neden olsundu? Daha Önceleri kimsecikler bu soruyu sormamıştı. Pitagoras'tan sonraki eski Yunan matematikçilerince bilinen, kenarları düzgün köşegenli, «Platom nik» adı verilen üç boyutlu beş cisim vardı. K e p l e r bunlarla gezegenler arasında bir ilişki b u l u n d u ğ u n u düşündü. Ve sonuçta yalnızca 6 gezegenin varoluş nedenini yalnızca 5 düzgün cisim b u l u n u ş u n a bağladı. Birbirinin İçinde y e r alan bu üç b o y u t l u cisimlerin, gezegenlerin G ü n e ş ' t e n uzaklıklarım belirleyeceğini — 75 —


düşündü. Bu mükemmel şekillerde, 6 gezegen küresini ayakta tutan gizi keşfetmişti. Bunun «Kozmik Giz» olduğunu söyledi. Pitagoras'm üç boyutlu cisimleriyle gezegenlerin dizilişi arasında bağıntının bir tek açıklaması vardı: Büyük Geometri Uzmanı Tanrı'nın Eli. Kepler sıyrılamadığını sandığı günahları arasında, böyle büyük bir keşfi akıl etmek üzere seçilişini tanrısal bir görev saydı. Württemberg Dükü'ne bir araştırma bursu sağlaması için başvurdu, îç içe geçmiş üç boyutlu cisimleri gümüşten ve değerli taşlardan yapmayı Önerdi. Bunun, D ü k Oç boyutlu beş "mükemmel" cisim. lük için hatıra niteliğinde bir kâse olarak kalmasını önermişti. Bu önerisi kâğıt gibi daha ucuz bir malzemeyle denemesi tavsiyesiyle nezaketle reddedildi. Buna razı olup hemen işe girişen Kepler şöyle yazıyordu: «Bu keşfimden ötürü duyduğum haz, kesinlikle sözlerle anlatılamaz... Ne denli zor olursa olsun, hesap üstüne hesap karalamaktan hiç usanmadım. Zihnimde beliren varsayım. Kopernik'in yörüngelerine uygun düşecek mi, yoksa sevincim kursağımda mı kalacak, diye nice günler ve geceler sayısız matematik problemlerine daldım...» Fakat ne denli çetin problemlerin çözümüne kalkışmış olsa da, bu geometrik cisimlerle gezegenlerin yörüngeleri arasında bir bağlantı yoktu. B u n u n l a birlikte kendi kuramına verdiği b ü y ü k önem, onu gözlemlerin yanlış olabileceği olasılığına itti. Böyle bir sonuca, bilim t a r i h i n d e daha başka birçok kuramcının da kendilerini gözlemleriyle bağlı saymamalarına ilişkin nice Örneğe d a y a n a r a k ulaşmıştır. Gezegenlerin izlenebilen devinimlerini çok iyi gözleme olanaklarına sahip dünyadaki tek kişi, o tarihlerde D a n i m a r k a l ı bir soylu olan matematikçi Tycho Brahe'ydi. Brahe, K u t s a l Roma I m — 76 —


Kepler'in "Kozmik Giz"İ. Altı gezegenin küreleri beş "mükemmel" cismin İçinde yer alıyor. Dıştaki "en mükemmel" cisim küptür.

p a r a t o r u I I R u d o l f u n s a r a y ı n d a m a t e m a t i k ç ü i k görevini kabullenmiş ve kendine s ü r g ü n h a y a t ı m reva görmüş biriydi. Çok iyi bir rastlantı sonucu, Tycho Brahe, İmparator Rudolf'un tavsiyesi üzerine, m a t e m a t i k alanındaki ünü yaygınlaşan Kepler'i, Prag'a y a n m a gelmesi için d a v e t etmişti. Adı sanı duyulmamış, basit bir kasaba öğretmeni olan Kep— 77 —


ler yapılan bu daveti k u ş k u y l a karşılamıştı. F a k a t K e p l e r ' i n P r a g ' a gi'.mesi b a ş k a l a r ı n c a k a r a r l a ş t ı r ı l m ı ş t ı . 1598 yılında Otuz Yıl S v. ; ' n m belirtileri K e p l e r i n , geleceğini de etkiledi. Bölgenin d o g m a t i k görüşlerine sıkı sıkıya bağlı K a t o l i k D ü k ü , «Yeni mezhep t a r a f t a r l a r ı n ı y ö n e t m e k z o r u n d a k a l m a k t a n s a , ülkeyi çöle ç e \ : ı m e y i y e ğ l e d i ğ i n i söylüyordu. P r o t e s t a n l a r a ekono; olilik İ k t i d a r kapıları hepten kapalıydı. K e p l e r ' i n okulu ];;•; .m;';, kabul edilmiş dinsel g ö r ü ş l e r e a y k ı r ı d u a bitapları, diğer k i t a p l a r ve ilahiler y a s a k l a n m ı ş t ı . S o n u n d a k a s a b a halkı;m o l u ş t u r a n kişiler, teker t e k e r ç a ğ r ı l a r a k dınsal inançları k o n u s u n d a sorguya çekildiler. Katolikliğin e m r e t t i ğ i dinsel ir.aı rlar;. bağlı o l m a y a n l a r d a n , g e l i r l e r i n i n oııda biri ceza olarak alı? i: ve i d a m cezası tehdidiyle G r a z k a s a b a s ı n d a n sürül- 1 düler. K e p l e r s ü r g ü n e gitmeyi yeğledi. «Sahte i n a n ç l a r beslemeyi beceremem. İ n a n ç k o n u s u n d a çok ciddiyimdir. İ n a n ç ko-iİ-jsu.::! h e r h a n g i bir o y u n a alet e d e m e m . » ( lan a y r ı l a n K e p l e r ' l e karısı ve ü v e y k ı l l a r ı P r a g ' a doğru . c u bir yolculuğa k o y u l d u l a r . K e p l e r m u t l u b i r evlilik yapmamıştı. İkide bir b a s t a olan, son z a m a n l a r d a iki ç o c u ğ u n u d ü ş ü r e n karisi «budala, s o m u r t k a n , yalnızlığını y e n e m e y e n , m e lankoli biri olarak t a n ı m l a n ı y o r d u . Kocasının y a p t ı ğ ı işin f a r kında değildi ve d a r görüşlü k ı r s a l k e s i m d e b ü y ü d ü ğ ü için eşinin para g e t i r m e y e n mesleğini hor g ö r ü r d ü . O da karısını ihmal e'.r.: .'kteydi. (Çalışmalarım b a z e n beni dalgın y a p ı y o r . Ne var ki, ona karşı sabırlı o l m a m g e r e k t i ğ i n i ö ğ r e n d i m . Sözlerimden alındığım görünce, ona h a k a r e t e t m e k t e n s e o t u r u p parmağımı ısırmayı yeğlerdim.» Tycho'r.un yaşadığı yeri, z a m a n ı n ı n k ö t ü l ü k l e r i n e k a r ş ı sığınabileceği, Kozmik Giz'inin onay göreceği b i r y e r o l a r a k görü* yordu. Ayrıca teleskopun i c a d ı n d a n önceki d ö n e m d e , saat gibi' düzenli ve dakik çalışan b i r e v r e n i n ö l ç ü m l e r i n i b u l a b i l m e k amacıyla h a y a t ı n ı n otuz beş yılım v e r e n b ü y ü k m a t e m a t i k ç i Tycho B r a h e ' n i n mesai arkadaşı olmak için can a t ı y o r d u . A m a Kepler'in u m u t l a r ı boşa çıkacaktı. T y c h o gösteriş m e r a k l ı s ı bi* — 78 —


riydi- Kimiıı d a h a iyi m a t e m a t i k ç i olduğu konusunda bir a r k a daşıyla giriştiği düelloda bir bölümü u ç u p giden b u r n u altın destekle duruyordu. Çevresinde fiyatlarından geçilmeyen, asistanları, d a l k a v u k l a r ı , uzak y a k ı n a k r a b a l a r ve boş gezenin boş k a l f a l a r ı vardı. Sonu g e l m e y e n entrikaları, zevke düşkünl ü k l e r i ve temiz d u y g u l a r l a dolup taşan kasabalı toy bilginle dalga geçmeleri Kepler'i y ı p r a t ı y o r d u . «Tycho b ü y ü k olanaklara sahip, a m a nasıl y a r a r l a n a c a ğ ı n ı bilemiyor. Onu:: elindeki t e k bir aygıt bile, b e n i m ve t ü m ailemin parasını b i r a r a y a getirsek de, a l a m a y a c a ğ ı m ı z değerde.» Tycho'ııun astronomiye ilişkin bilgi b i r i k i m i n i öğrenme t u t k u s u y l a y a n ı p t u t u ş a n K e p l e r , Önüne yalnızca a r a d a bir, birkaç bilgi kırıntısı atıldığını g ö r ü y o r d u . «Tycho d e n e y i m l e r i n d e n y a r a r l a n m a olanağı v e r m e d i bana. Bazen y e m e k sırasında, bazen de başka İşler k o n u ş u l u r k e n , rastlantı sonucu, kâh bir gezegen y ö r ü n g e s i n i n y e r y ü z ü n e olan en u z a k noktasından, k â h başka bîr gezegenin ekliptiği kestiği n o k t a d a n söz açardı... T y c h o en İyi gözlem o l a n a k l a r ı n a sahip... Mesai a r k a d a ş l a r ı da yok değil. F a k a t b ü t ü n bu bilgilerden y a r a r l a n a c a k m i m a r d a n yoksun.» Tycho o çağm en iyi astronomi gözlemciliğini y a p a n b i r dehaydı, K e p l e r de en b ü y ü k kuramcısıydı. H e r ikisi de biliyordu ki, t e k b a ş l a r ı n a d ü n y a sisteminin işleyişine ilişkin t u t a r l ı ve d a k i k b i r sentez ç ı k a r a m a y a c a k l a r d ı . Ancak yine her ikisi de biliyordu ki, bu sistemin açıklanmasına r a m a k kalmış gibiydi. Tycho y a ş a m ı boyunca s ü r d ü r d ü ğ ü çalışmalarının meyvalar ı m çok d a h a g e n ç bir r a k i b e a r m a ğ a n e t m e k niyetinde değildi. İşbirliği y a p m a l a r ı da olanakdışı g ö r ü n ü y o r d u . K u r a m l a gözl e m i n t o h u m l a r ı n d a n d o ğ m u ş olan çağdaş bilim, bu iki insanın karşılıklı güvensizliklerinin y a r a t t ı ğ ı u ç u r u m u n kenaruıda bo= c a l a y ı p d u r d u . Tycho'nun Ömrünün geri k a l a n bölümü olan on sekiz aylık s ü r e d e , sık sık kavga ettiler ve her defasında barıştırıldılar. Rosenberg B a r o n u t a r a f ı n d a n verilen bir z i y a f e t t e Tycho k e n d i n i ş a r a p seline k a p t ı r ı n c a , «sağlığım n e z a k e t t e n az d ü ş ü n e r e k » Baron'uıı s o f r a d a n a y r ı l m a s ı n d a n Önce t u v a l e t e git— 79 —


meyi kendine yediremedi. Bunun sonucu olarak idrar yollarında beliren enfeksiyon Tycho'nuıı yeme - içme tutkusunu frenlemey işi nedeniyle giderek sağlığım iyice bozdu. Ölüm döşeğinde Tycho bilgilerini Kepler'e armağan etti ve «bihoş çılgınlığının son gecesinde, şu sözlerini, sanki şiir yazan biri gibi tekrarladı, durdu: 'Boşuna yaşamış olduğum sanılmasın... Boşuna yaşamış olduğum sanılmasın...» Tyclıo'nun ölümünden sonra Kepler «İmparatorluğun Matematikçisi» unvanını devralarak onun geride bıraktığı bilgileri der. Jemeye çalıştı. Gezegenlerin çizdikleri yörüngelerin daha Önce sözünü ettiğimiz üç boyutlu beş şekille sınırlı olduğu yolundaki Kepler'in görüşünü, Tycho'nun verileri desteklemiyordu. Çok sonraları Uranüs, Neptün ve Pluto gezegenlerinin bulunmasıyla, Kepler'in Kozmik Giz'inin kanıtlanması olanaksız laştı; çünkü bunların güneşten uzaklıklarını saptamaya yarayacak başkaca üç boyutlu cisim yoktur. Fitagor'un üç boyutlu cisimlerinin iç içe yerleştirilmesi de yerküremizin Ay'ma yer tanımıyordu. Galileo'nun Jüpiter'in dört büyük Ay'ını bulması da Kepler'in kuramına darbe indirici bir gelişmeydi. Fakat bu gelişmeler karşısında morali bozulacağına Kepler ek uydular bulmak istiyor ve her gezegenin kaç uydusu olabileceğini merak ediyordu. Kepler, Galüeo'ya yazdığı mektupta şöyle diyordu: «Benim 'Mysterİum Cosmographicum' (Kozmik Giz) görüşümün geçerliliği reddedilme dikçe, gezegen sayısının na3Ü olup da arttığına şaşıj'orum. Bu görüşüm çerçevesinde, Euklid'in üç boyutlu 5 cismi çevresinde 6 gezegenden fazlasına yer tanımamakta... Jüpiter'in çevresinde 4 gezegen bulunduğu görüşüne inanmaktan öylesine uzağım ki, orantı hesaplarının öngördüğüne göre, Mars çevresinde 2, Satürn çevresinde 6 ya da 8 ve Merkür'le Venüs çevresinde de belki birer uydu bulunduğunu sizden önce kanıtlamak için bir teîeskobum olsun isterdim.» Mars gezegeninin gerçekten iki küçük Ay'ı var. Ve bunlardan büyüğündeki büyük bir jeolojik şekil, Kepler'in tahmininden Ötürü «Kep-ler B a y ı m adını taşıyor. Fakat Satürn, Merkür ve Venüs ko— 80 —


nusunda tümüyle yanılmıştı Kepler. Jüpiter'in de Galileo'nun bulduğundan daha çok Ay'ları var. Halen de 9 gezegen bul u n u ş u n u n ve Güneş'e olan uzaklıklarının nedenini t a m olarak bilemiyoruz. (Bkz. Sekizinci Bölüm.) Tycho, Mars gezegeniyle öteki gezegenlerin yıldız kümeleri boyunca olan görünür devinimlerini yıllar boyunca gözlemişti. Teleskopun icadından önceki, yirmi, otuz yıllık sürede Tycho'nun sağladığı gözleme dayalı bilgiler, o tarihe dek elde edilenlerin en doğrusu ve dakik olanlarıydı. Kepler bu gözlemlere ilişkin bilgileri derleyip toplama çabasmdaydı. Özellikle şunu öğrenmek istiyordu: Güneş'in çevresinde yerküreyle Mars'ın hangi gerçek devinimleri, Mars'ın ardına yıldız kümelerini almış olarak yaptığı belirgin hareketleri (geriye doğru çizdiği kavisler dahil) açıklayabilirdi? Tycho devinimleri olağandışı ve dairelerden oluşan bir yörüngeyle bağdaştırılamaz olması açısından Mars'ı incelemesini salık vermişti Kepler'e. (Tycho yaptığı hesapların karmaşıklığından sıkılabilecek okuyucuyu düşünerek şu notu düşmüştü: «Bu can sıkıcı sürecin tekrarından kaçmıyorsanız, aynı şeyi yetmiş kez gözlemiş olan beni düşünerek acıyın lütfen.») Milattan önce altıncı yüzyılda Pitagor, Eflatun ve Batlamyus'la Kepler'den önceki tüm Hıristiyan astronomları, gezegenlerin dairesel yollar izlediklerini kabul ediyorlardı. Daireye de «mükemmel» bir geometrik şekil gözüyle bakarlardı. Ve cennet katlarındaki, yeryüzünün «kokuşmuş»luğundan uzak olan gezegenlere mistik bir düşünüşle «mükemmel» bir şekil yakıştırılıyordu: Daire. Galileo, Tycho ve Kopernik gezegenlerin tekdüze dairesel yörüngeler çizdikleri düşüncesine yatkınlardı. Hele Kopernik, başka bir şekild&n söz etmek «insan zihnini sarsıyor», çünkü «en iyi biçimde düşünülmüş bir yaratılışa başka türlüsünü yakıştırmak olanaksızdır,» diyordu. Böylece Kepler önceleri gözlemlerini, yerkürenin ve Mars'ın Güneş çevresinde dairesel yörüngeler çizerek dolaştıkları varsayımına dayandırmaktaydı. Üç yıllık hesaplamalardan sonra, Tycho'nun, Mars'ın dairesel yörüngesine ilişkin gözlemlerinin on tanesinde kavisin iki daki— 81 —

Kozmos : F. 6


kalık bölümü içinde uyuşan gerçek değerleri bulduğu kanısına kapıldı. Bir derecelik açıda 60 dakikalık kavis vardır. Ufukla başucu arasında da 90 derece olan bir dik açı vardır. Bu nedenle birkaç kavis ölçülebilecek çok küçük bir bölümdür - hele teleskopsun Ölçülürse. Yeryüzünden bakılınca Dolunay'm açısal çapının onbeşte biridir. Bu arada Kepler'in boşalıp boşalıp dolan coşi . ı ha, nesi çabucak parçalandı - Tycho'nun sonraki gözlemlerinden ikisi Kepler'in yörüngesine kıyasla kaviste 8 dakikalık farklıydı; Tanrı bize Tycho Brahe'nîn şahsında çok akıllı bir gözlemci gönde-miştir. Fakat onun hesapları sözü geçen sekiz dakikalık farka yol açıyor. Tanrı'nın böyle bir zekâyı dünyaya göndermiş olmasından ötürü teşekkür borçluyuz. Bu sekiz dakikalık farka aldırmazlıktan gelmem mümkün olsaydı, varsayımımı buna uydurabilirdim. Fakat aldırmazlıktan gelmek diye bir şey olamayacağına göre, o sekiz dakikalık fark astronomide toptan bir reforma giden yolun işareti oldu. Dairesel bir yörüngeyle gerçek bir yörünge arasındaki fark, yalnızca dakik bir ölçümle ve olayların cesaretle göğüslenmesiyle ortaya çıkarılabilirdi. «Uyumlu orantılar evrene damgalarını basarak onu güzelleştirmişlerdir. Fakat uyum deneyle belirlenmelidir.» Kepler'in dairesel yörünge fikrini bırakıp Geometri Uzmanı Tanrı'ya inancını sınamak zorunda kalması içini ürpertiyordu. Daireler ve helezonlar astronomisini eledikten sonra «bir yığın süprüntü» kalıyordu geriye. Bunlar arasında bir dairenin bastırılarak uzatılmış şekli olan bir elips biçimi sozkonusu olabilirdi. Sonunda Kepler daireye karşı duyduğu hayranlığın bir düş kırıklığı olduğunu gördü. Yerküre, Kopernik'in dediği gibi, bir gezegendi ve Kepler savaşlar, salgınlar, açlık ve mutsuzluğa bürünmüş yeryüzünün mükemmellikten uzak olduğunun bilincindeydi. Kepler gezegenlerin, yerküre gibi mükemmellikten uzak maddeden yapılmış olduklarım eski zamanlardan bu yana söyle— 82 —


yen ilk insandı. Peki, gezegenler «mükemmel» olmadığına görç gezegenlerin yörüngeleri neden mükemmel olsundu? Elips biçiminde birçok kavis üzerinde çalıştı, hesaplar yaptı, bazı matema-tik yanılgılara düştü (bu yüzden doğru olan sonuçları yanlış diye kestirip attı) ve aylarca sonra bir elips formülü çıkardı. Bu elips formülü üzerinde ilk kez İskenderiye Kütüphanesinde Bergama'h Appollonİus'un durduğu anlaşılmaktadır. Tycho'nun gözlemleriyle bu elips formülünün pek güzel uyuştuğunu gören Kepler şöyle yazdı: «Doğanın gerçeğini arayıp durdum, elimden kaçırdım, sonra onun arka kapıdan kıyafet değiştirerek gelip kendini kabul ettirişini gördüm... Ah, ne budalalık ettim, bir daldan ötekine konup asıl dalda kalmayı akıl edemeden!» Kepler, Mars'ın Güneş çevresinde daire biçiminde bir yörünge çizerek değil, elips çizerek döndüğünü saptadı. Öteki gezegenlerin Mars'mkinden çok daha az eliptik yörüngeleri vardı. Eğer Tycho, Kepler'e dikkatini Mars'a değil de, örneğin V e n ü s ' ün devinimlerine yoğunlaştırmasını salık vermiş olsaydı, Kepler gezegenlerin gerçek yörüngelerini keşfedemezdi. Böyle bir yör ü n g e d e G ü n e ş merkezde olmayıp elipsin odak noktasının dışına düşer. Güneş'ten en uzak noktasındayken hızı azalır. Bu devinimdir ki, gezegenlerin Güneş'e doğru kaydıklarını, düşünd ü r ü r ama hiç bir zaman da oraya ulaşamadıklarını ortaya koyar. Kepler'in gezegenlerin devinimlerine ilişkin ilk açık seçik kuralı şudur: Bir gezegen Güneş'in çevresinde bir odak noktam sından elips biçiminde y ö r ü n g e Kepler'in birinci yasast; Bir gezegen c i z e r e k dÖner. Güneş'in çevresinde elips biçiminde

bir yörünge çizerek döner.

J

"

...

1

'.

.

-

Tekdüze dairesel devinimde, eşit açılar ya da daire kavisinin bir bölümü eşit zamanlarda katedilir. Şöyle ki: Örneğin, bir dairenin çevresinin üçte ikilik bölümünü dolaşmak, üçte birlik — 83 —


yol için gerekli zamanın iki katıdır. Kepler eliptik yoriingeli gezegenler için değişik bir kural buldu: Gezegen yörüngesi boyunca yol alırken, Güneş'e yakınlaştığında biraz genişçe bir kavis çizer. Belirli bir süre içinde geniş bir kavis çizmesine karşın, kavisle güneş arasındaki taranan alan geniş değildir, çünkü o sırada gezegen güneşe yakındır. Gezegen Güneş'ten uzak bulunduğu sırada aynı zaman dilimi içinde daha yayvan bir kavis çizer; a. - l k o kavisle Güneş arasında t a r a n a n alan geniştir. Bu da Gün e ş e uzaklığından Ötürüdür. Kepler y ö r ü n g e ne denli eliptik olursa olsun, bu iki alanın eşit olduğunu buldu. Kepler'in bulduğu ikinci kural şuydu: Gezegenler eşit zaman dilimlerinde eşit alanlar tararlar. Kepler'in ilk iki astronomi yasası bize eski ve soyut gözükebilir. Gezegenler elips biçiminde bir yörüngede dolanıyorlarsa ve eşit zamanlarda eşit alanlar tarıyorlarsa, bundan ne çıkar denebilir? Dairesel devinimi kav» ramak daha kolaydır. Bu yasaları k u r u k u r u m a t e m a t i k sihir» bazlıkları sayarak, günlük yaKepler'in ikinci yasast; Bir gezegen cjit lamanda eşit atan tarar. B'den A'ya gişamla bunların ne gibi ilişkisi oldiciyle 9'den E'ye ve D'den C'y® gidişi duğu akla gelebilir. Ne var ki, «; il zamanda oiur. BGA, F5E ve DCC akınları eşinir. yerçekimi nedeniyle yüzeyine yapişmiş gibi bağlı b u l u n d u ğ u m u z dür; ya m 32 gezegenlerarası alanda dolanırken, biraz önce belirttiğimiz uzay yasalarına uymaktadır. İlk olarak, Kepler'in bulduğu doğa yasaları uyarınca uzaydaki yörüngemizde dolanmaktayız. îkıncisi, gezegenlere uzay aracı gönderdiğimiz ya da uzak yıldız kümelerinin devinimlerini incelediğimiz zaman, evrende Kepler'in yasalarına uyulduğuna tanık olmaktayız. Kepler birkaç yıl sonra, gezegen devinimlerine ilişkin üçüncü ve son yasayı buldu. Bu, çeşitli gezegenlerin devinimlerini — 84 —


b i r b i r l e r i y l e olan ilişkileri a ç ı s ı n d a n inceleyen ve G ü n e ş sisteminin b i r s a a t gibi İşleyişini a ç ı k l a y a n y a s a d ı r ; E v r e n i n Uyumu ( T h e H a r m o n ı e s of T h e W o r I d ) adlı k i t a b ı n d a a ç ı k l a m ı ş t ı r . K e p l e r uyum sözcüğünden birçok şey a n l ı y o r d u . G e z e g e n l e r i n devinim i n i n düzenini ve güzelliğini, bu d e v i n i m i açıklayan matematik yasaların varlığını (bu d ü ş ü n c e P i t a g o ras'a kadar gider), fOplcr'in üçüncü ya da uyum y^msi: h a t t a m ü z i k açısınBir gezegenin yörüngesinin büvi*'düdan u y u m u da anlağüyle Güneş'in çevresinde bit- Ivsz dondığı «kürelerin u y u n,e iüi'est içinde kesin bir ilişki vüj-dır, mu» sözcüklerinden (üu Ölçüm Kepîef'İn ö'.ıimünck-:» çek bellidir. M e r k ü r ve sor.ra keşfedilen Uran'js, Nepîön ve Pluto gezegenleri için de g;çerİ) olMars'ın yörüngelerimu; tur.) n i n tersine, Öteki gez e g e n l e r i n y ö r ü n g e l e r i d a i r e s e l y ö r ü n g e y e öylesine y a k ı n lık g ö s t e r i r l e r ki, o n l a r ı n g e r ç e k biçimlerini en a y r ı n t ı l ı diy a g r a m l a r l a bile g ö s t e r e m i y o r u z . Üzerinde y a ş a d ı ğ ı m ı z y e r k ü r e , öteki g e z e g e n l e r i n d e v i n i m l e r i n i g ö z l e m e y e y a r a y a n h a r e k e t l i b i r p l a t f o r m d u r . İ ç g e z e g e n l e r (*) y ö r ü n g e l e r i n d e b ü y ü k b i r hızla d ö n ü y o r l a r . M e r k ü r en bıziı d ö n e n i d i r . Bu g e z e g e n e Merk ü r adı v e r i l m e s i n i n nedeni T a n r ı ' l a r m h a b e r c i s i sayılması a d a n dır. V e n ü s gezegeni, y e r k ü r e m i n v e Mars, G ü n e ş ' i n çevresinde hu s ı r a l a m a y a o r a n t ı l ı o l a r a k d a h a az hızlı d ö n e n l e r d i r . Dıştaki gezegenler, Örneğin J ü p i t e r v e S a t ü r n a ğ ı r d a n a l a r a k y a v a ş yavaş d ö n e r l e r . T a n r ı l a r t a n r ı s ı gibi. G e z e g e n l e r i n hareke- y a s a l a r ı n ı Öğrenmekle yetinmeyen K e p l e r , bu d e v i n i m e n e d e n olan d a h a t e m e l bir bilgiyi, G ü n e ş ' i n (*) Güneş'e yerküremizden daha yakın olanlar. — 85 —


dünyaların kinematiği üzerindeki etkisini de araştırmaya koyuldu. Gezegenlerin Güneş'e yaklaşırken hızlandıklarını, uzaklaşırken de yavaşladıklarını saptadı. Her nasılsa uzak gezegenler Güneş'in varlığından etkileniyorlardı. Manyetik etki de uzaktan hissedilen bir şeydi. Ve evrendeki çekim yasasının varlığını hayret verici biçimde sezinleyen Kepler, gezegenlerin devinimlerine neden olan şeyin altında manyetik etkinin yattığı fikrini öne sürdü. _f Bundan benim amaçladığım şudur: Göklerdeki cisimleri harekete geçiren makinenin, tanrısal bir organizmaya değil, bir saatin işleyişine benzetilmesi gerekir. Çok yönlü devinimlerin hemen hepsi, tek ve çok basit manyetik güçle yönetiliyor. Tıpkı saatin işleyişindeki bütün hareketlerin basit bir ağırlıkla sağlanışı gibi. Manyetik güç, elbette çekim gücüyle ayııı değildir; ancak Kepler'in bu konuda öne sürdüğü yenilik getirici fikir çok ilginçtir. Çünkü yeryüzüne uygulanan kantitatif fizik yasalarının, aynı zamanda gökcisimlerini yöneten kantitatif fizik yasalarında da geçerli olduğuna dikkati çekmiştir. Göklerdeki cisimlerin devinimlerini mistik olmayan bir görüşle ilk kez açıklayan Kep~ ler'dir. Yerküremizi Kozmos'un bir eyaleti haline getirmiştir. «Astronomi, Eziğin bir parçasıdır,» diyen Kepler, tarihte bir dönüm noktası oluşturdu; bilimsel astrologların soııuncusuyken, ilk astrofizikçi oldu. Alçak gönüllülüğe hiç de taraftar gözükmeyen Kepler buluşlarını şu sözlerle anlatıyordu: Bu seslerin senfonisini duyabilen bir insan, zamanın sonsuzluğunu bir anda bile kavrayabilir ve azıcık da olsa Tanrı'nın, En Büyük Sanatçı'nın zevkini tadabilir... Kutsal coşkunun girdabına bırakıyorum kendimi... Kalıbı döktüm ve kitabı ben yazmaktayım... Bu kitap ister şimdi okunsun, — 86 —


ister gelecek k u ş a k l a r t a r a f ı n d a n okunsun, f a r k etmez. T a n r ı ' n ı n da bir tanık bulabilmek için 6.000 yıl bekleyişi gibi. K e p l e r ^Sesler Senfonisi» içinde her gezegenin hızının Latince m ü z i k notaları gamındaki do-re-mi-fa-sol-Ia-si-tlo notalarınd a n birine benzer ses çıkardığı kanısındaydı. K ü r e l e r Senfonisi'nde y e r k ü r e m i z i n çıkardığı nota seslerinin fa-mi olduğuna İnanırdı. K e p l e r ' i n kanısınca, Latince «famine» sözcüğü «açlık» anl a m ı n a geldiğinden d ü n y a m ı z d a n çıkan nota seslerinin sürekli f a - m i olması akla yakındı. G e r ç e k t e n de üzerinde yaşadığımız y e r k ü r e n i n , o tek acı kelimede, açlık sözcüğünde ifadesini buld u ğ u n u söylemek mantıksızlık olmasa g e r e k . . . K e p l e r ' i n üçüncü yasayı b u l u ş u n d a n tam sekiz gün sonra Otuz Yıl Savaşı p a t l a k verdi. Savaş milyonlarca aileyi, bu a r a da K e p l e r ailesini de perişan etti. Karısını ve oğlunu askerlerin taşıdıkları bir salgın hastalık y ü z ü n d e n kaybetti. Kendisini him a y e eden h ü k ü m d a r t a h t t a n İndirildi. Doktrin konularında gösterdiği uzlaşmaz bireyselcilik y ü z ü n d e n de L u t h e r Kilisesi tar a f ı n d a n afaroz edildi. K e p l e r bir kez daha göçmen oldu. Gerek Katoliklerin, gerekse P r o t e s t a n l a r ı n k u t s a l savaş olarak niteledikleri çatışma, t o p r a k ve iktidar hırsıyla y a n a n kişilerin dinsel fanatikliği s ö m ü r m e l e r i n d e n başka bir şey değildi. H e r yeri söylenti, k u ş k u ve korku dalgaları sardı. Bu dalg a l a r d a özellikle güçsüzler h a y a t l a r ı n ı kaybettiler. B ü y ü c ü l ü k İddiasıyla o k k a n ı n altına gidenler genellikle tek başlarına yaşay a n yaşlı kadınlardı. K e p l e r ' i n annesi de bir gece yarısı çamaşır sepeti içnıde g ö t ü r ü l d ü . Uyku v e r e n ve sinir yatıştırıcı ilaçl a r sattığı için b ü y ü c ü l ü k l e suçlanıyordu. Kepler'in d o l d u ğ u kasaba olan W e i l der S t a d t ' t a 1615-1629 y ı l l a n arasında her yıl yaklaşık üç kadın b ü y ü c ü l ü k yaptığı iddiasıyla İşkence yapılarak öldürülmüşlü. K e p l e r bilimi halka m a l e i m e k amacıyla kurgu-bilim kitapl a r ı n ı n ilkini yazmıştı. Adı S o m n i u m (Rüya) idi. B u n d a A y ' ı n y ü z e y i n d e d u r a n uzay yolcularının göklere bakarak y e r k ü r e ge— 87 —


zegeninin hareketlerini izledikleri düşle ilinekteydi. K e p l e r perspektifleri değiştirerek gezegenlerin göklerde nasıl dolandıklarının daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyordu. Kepler'in zamanında yer= kürenin döndüğü filtrine yapılan itirazlardan başlıcası, insanların ayaklarıyla basıyor d u r u m d a bulundukları bir yerin dönmekte olduğunu fark etmemelerinden k a y n a k l a n m a k t a y d ı . K e p l e r Somnium kitabında y e r k ü r e n i n d ö n d ü ğ ü n ü insanların zihnine işlemek istiyordu. «Çoğunluk hata etmedikçe, onların y a n ı n d a olmak istiyorum... Çoğunluğun y a n ı n d a olmak istiyorum. Bu nedenle, m ü m k ü n olduğunca çok sayıda kişiye açıklamaya çalışıyorum.» Teleskopun icadıyla Kepler'in «Gök Coğrafyası» adını verdiği şey m ü m k ü n oluyordu, Somnium adlı kitabında K e p l e r Ay'ın dağlar ve vadilerle kaplı b u l u n d u ğ u n u , «mağaralar ve kazılmış boşluklarla delik deşik» olduğunu söylüyordu. Bu sözlerle Galileo'nun ilk astronomik teleskopu icat e t m e s i n d e n sonra Ay'da keşfettiği k r a t e r l e r i kastediyordu. K e p l e r a y n ı zamanda, Ay'da insanların yaşadığına ve y a ş a m koşullarının Ay'daki doğal zorluklara u y u m sağlayacak biçimde olduğuna değiniyordu. Ay'da günle gecenin u z u n l u ğ u n d a n ötürü «iklimin s e r t olduğunu ve soğukla sıcak arasında b ü y ü k ısı farklılıklarının olduğunu» belirten K e p l e r bu görüşlerinde haklı çıkmıştır. K u ş kusuz bu konudaki her görüşü doğru değildir. Örneğin, Ay'ın bir atmosferi b u l u n d u ğ u n a , O k y a n u s l a r ı ve insanları olduğuna inanıyordu. Ay'daki k r a t e r l e r k o n u s u n d a söyledikleri çok ilginçtir. Bu kraterlerin Ay'ın yüzeyini «çiçek hastalığından y ü z ü delik deşik olmuş bir çocuğunkine» benzettiğini söylemiştir. Ay'daki k r a t e r l e r i n tepeciklerden değil ç ö k ü n t ü l e r d e n oluştuğu noktasında haklıydı. Çoğu kraterleri çevreleyen siperlerle y u v a r l a k tepelerin varlığını kendi gözlemleri sonucu saptamıştır. Ne v a r ki, d ü z g ü n dairesel biçimlerin ancak akıl sahibi insanların v a r lığıyla açıklanabileceği sonucuna varmıştı. Gökten d ü ş e n b ü y ü k kaya parçalarının bölgesel p a t l a m a l a r a yol açacağını, h e r yöne doğru simetrik etki yapabileceğini ve b u n u n sonucu dairesel boşluklar oluşabileceğini tahmin edememiştir. Oysa A y ' d a k i ve — 88 —


öteki gezegenlerdeki kraterlerin çoğunun kökeninde bu neden y a t m a k t a d ı r . Böyle düşüneceğine, «Ay'ın yüzeyinde o boşlukları kazabilecek yetenekte akıl sahibi insanların yaşayabileceği» ni» söylüyordu. Bu tür b ü y ü k yapı projelerinin gerçekleştirilmesinin olanaksızlığına işaret edenlere de, Mısır piramitlerini ve Büyük Çin Seddi'ni örnek olarak gösteriyordu. Gerçekten bu yapılar b u g ü n yerküremizin yörüngesinden izlenebilir yapılardır. Geometrik düzenin bir zekâ örneği olduğu düşüncesi Kepler'in hayatının ana fikriydi. Kepler'in Ay kraterlerine ilişkin iddiası, Mars'daki kanal tartışmasının (Bkz. Beşinci Bolüm) bir öncüsüdür. Y e r k ü r e dışında hayat olup olmadığına ilişkin gözlemlere dayalı araştırmaları, teleskoba kavuşan kuşakla çağın en b ü y ü k kuramcısının başlatmaları çarpıcı bir olaydır, Somnium'un bazı bölümleri Kepler'in özyaşam öyküsü niteliğindedir. Nitekim kitabın k a h r a m a n ı Tycho Braho'yi ziyaret eder. İlaç satan ana baba sözkonusu edilir. Annesi r u h l a r ve şeytanlarla ilgilenir. Sonunda bunlardan biri annesini Ay'a götürecek aracı sağlar. Scmııiıını'dan bizim anladığımız, f a k a t Kepler'in çağdaşlarından hepsinin anladığını iddia edemeyeceğimiz şey, insana «duygularıyla algılayamadığı bir dünyayı arada sırada rüyasında düşünme olanağım t a n ı m a s ı d ı r . Kurgubilim Otuz yıl Savaşı döneminde çok yeni bir girişimdi ve Kepler'in kilabı bir kanıt yapılarak annesi büyücülükle suçlanıp tutuklandı. Yüklendiği zaten ağır başka sorunları arasında, Kep!er bir de 74 yaşındaki annesini Protestan yönetiminin k u r d u ğ u W ü r t temberg'deki hapishanede zincire v u r u l m u ş buldu. Galileo'ya bir Katolik hapishanesinde İşkence edilmesi gibi, Kepler'iıi annesine de işkenceler yapılıyordu. Bir b i l i m a d a m m a yaraşır biçimde annesinin büyücülük suçlamasına yol açan nedenleri araşt ı r m a y a koyuldu. Bu arada W ü r t t e m b e r g yöneticilerinin, annesinin büyücülüğüne bağladıkları bazı vücut rahatsızlıklarının nedenlerini araştırdı. Girişimi batıl inançlara karşı a k h n üstünlük sağlaması açısından b ü y ü k bir başarıydı. Bu açıdan sağla— 89 —


dığı başarısını Kepler zaieıı yaşamı boyunca sürdürmüştür. Annesi bir daha Württemberg'e dönerse idam edileceği kaydıyla sürgüne gönderildi. Bu arada Kepler'in girişimi, Dük'ün böylesi zayıf kanıtlarla büyücülükten ötürü insanların yargılanmasına son veren kararlar almasına yol açtı. Savaşın getirdiği sefalet Kepler'i yararlandığı mali deste* ğinden de etti. Hayatının geri kalan bölümünü düzensiz ve para ya da yeni hamiler aramak peşinde geçirdi. II. Kudolf için yap= tığı gibi, şimdi de Wellenstein Dükü için yıldız falına bakıyordu. Son yıllarını Wallenstein*in denetimindeki bir Silezya kasabasında geçirdi. Bu kasabanın adı Sagaıı'dı. Kendinin hazırladığı mezar taşına şöyle yazmıştı: «Gökleri ölçtüm biçtim, şimdi gölgelerin boyunu ölçüyorum. Zihnim göklere yönelikti, vücudum toprağa.» Ne yazık ki, Otuz Yıl Savaşı sırasında mezarının yerinde yeller esti. Bugün mezarına bir kitabe yazılacak olsa şu-sözlerin yer alması gerekirdi: «En tatlı hayaller yerine sert gerçekleri tercih etti.» Johannes Kepler «Cennetlerin rüzgârlarıyla yelkenleri dolacak gök gemilerinin» bir gün uzayda yolculuğa çıkacaklarını ve gökleri uzayın «enginliğinden korkmayan kâşiflerin» doldu= racağını söylemişti. Bugün insan ve robotların uzayın enginliğinde giriştikleri yolculuklarda, Kepler'in bulmak için yaşam boyu çaba harcadığı ve keşfetmekten büyük coşkunluk duyduğu gezegenlerin devinimine ilişkin üç yasa uygulanmaktadır. Johannes Kepler'in gezegenlerin devinimlerini öğrenmek, göklerdeki uyumu araştırmak için yaşamı boyunca harcadığı çabalar, ölümünden otuz altı yıl sonra Isaac Newton'un çalışmalarıyla değerlendi. 1642 yılının Noel günü dünyaya gelen Isaac Newton öylesine zayıf ve cılız doğmuştu ki, sonradan annesi ona kendisinin bir çay fincanına sığabilecek büyüklükte olduğunu söylemişti. Hastalıklı, ana babanın ilgisinden yoksun, kavgacı, insan arasına giremez, öldüğü güne dek hiç bir kadınla temas etmemiş olan Isaac Newton belki de dünyanın gördüğü en bü— 90 —


yük bilim dehasıydı. H e n ü z gençken bile ışığın «bir madde mi, yoksa raslantı mı» olduğu ya da arada hava boşluğu bulunursa, yerçekiminin nasıl bir etki yapacağı yolundaki temelsiz sorular karşısında terslenirdi, Hıristiyanların Üçlü Birlik inancının Kutsal Kitabın yanlış y o r u m u n d a n ileri geldiğine karar vermişti. Yaşam öyküsünü yazan John Manyard Keynes'in dediğine göre, Isaac Newton tek tanrıcı Ya h udiler dendi. Mainomides mezhebindendi. Tek tanrıcı olma kararına, akıl ya da inkâr yoluyla ulaşmamıştı. Eski belgelerin yorumu üzerine bu kar a r a varmıştı. Ona göre Üçlü Birlik (Baba, Oğul, Ruhül K u düs) inancı kutsal belgelerin sonradan sahteleştirilmesiyle ortaya çıkmıştı. Var olan tek Taıırı'dır. N e w t o n bu gerçeği yaşamı boyunca saklamak zorunda k a l m a k t a n Ötürü b ü y ü k acı çekmişti. Kepler gibi, Isaac N e w t o n ' u n da yaşadığı dönemin batıl inançlarına karşı bağışıklığı yoktu. Mistik düşüncelerden etkilendiği olurdu. Nitekim, N e w t o n ' u n zihinsel gelişiminin b ü y ü k bir bölümü akılcılıkla mistisizm arasındaki çakışmadan kaynaklandığı söylenebilir. 1663 yılında yirmi yaşındayken gittiği Stourbrldge F u a r ı ' n d a bir astroloji kitabı satın almış, «İçinde acaba ne v a r diye m e r a k ettiği için» aldığını söylemişti. Kl-.aptala bir şekille karşılaşıncaya dek okudu. Şekle gelince bundan bir şey anlamadı, çünkü bu trigonometriyle ilgiliydi. Trigonometri öğrenmek amacıyla aldığı kitapta da bu kez geometriyle ilgili tartışmaları anlayamadı. Euklid'in Geometrinin Elemanları adlı kitabını bulup okudu. İki yıl sonra da diferansiyel hesaplamanın temelini attı. Öğrencilik yıllarında Newton güneşe b a k m a y a bayılırdı. Güneş ışınlan vücuduna sanki ok gibi geçip onu yerine mıhlardı. Güneş'in aynadaki g ö r ü n t ü s ü n e bakmak gibi tehlikeli bir alışkanlık e d i n m i ş t i :

— 91 —


iki saat içinde gözlerim o d u r u m a gelmişti ki, iki gözümden ne biri, ne de ötekiyle parlak bir cisme bakamaz olmuş Lum. G ö z ü m ü n önünde Güneş'ten başka bir şey göreni iy ordum. Ne bir şey okuyabiliyor, ne de yazabiliyordum. Gözlerimi yeniden kullanabilir d u r u m a getirmek için kendimi karanlık bir odaya üç gün kapadım ve Güneş'i düşünmemek için zihnimi oyalamaya çalıştım. Ç ü n k ü Güneş'e b a k madan bile onu düşünecek olsam, odanın karanlığına rağmen, yine de Güneş'in g ö r ü n t ü s ü k a r ş ı m a geliyordu. 1666 yılında New(.on, Cambridge Üniversitesinde öğrenciydi. Bir salgın hastalık onu b u r a d a n uzaklaşmaya ve doğduğu yer olan Woolsthorpe'da bir yılını geçirmeye zorladı. Bu sırada ışığın niteliğine ilişkin temel buluşlara ulaştı ve e v r e n d e ki çekim gücü k u r a m ı n ı n Özünü boşta kaldığı bu y ı l içinde biçimlendirdi. Fizik tarihinde böyle bir yıla bir d a h a ancak 1905'de Einstein'in «Mucize Yılı»ııda rastlanır. O l a ğ a n ü s t ü buluşlara nasıl ulaştığı sorulduğunda, Newton çok yalın bir y a n ı t vermiştir: «Onlar üzerinde düşünerek.» Buluşları o denli önemliydi ki, Cambridge'deki profesörü Isaac B a r r o w , öğrenci Isaac Newton üniversiteye döndükten beş yıl sonra m a t e m a t i k k ü r s ü j sünden ayrılarak bu k ü r s ü n ü n profesörlüğünü ona devretti. Uşağı 35 - 40 y a ş l a n arasında N e w t o n ' u şöyle anlatır: Onun ne hava almak, ne y ü r ü y ü ş y a p m a k , ne ata binmek, ne top oynamak için dışarı çıktığını hiç g ö r m e m i ş i m dir. Çalışmadan geçirdiği kayıp saatleri d ü ş ü n ü r , çalışma odasından ancak ders v e r m e y e g i t m e k üzere çıkardı... Dersini dinlemeye gelenlerin sayısı o k a d a r azdı ve b u n l a r arasından anlayanlar da o denli e n d e r d i ki, dinleyici bulmak isteğiyle y a n a r tutuşur, d u v a r l a r a h i t a p ederek hırsını giderirdi. Gerek Kepler'in, gerekse N e w t o n ' u n o sıralardaki öğrencileri neler kaybettiklerinin hiçbir z a m a n f a r k ı n a v a r m a m ı ş olmalılar. — 92 —


Newton, hareket eden bir cismin, yolu üzerinden çekecek bir etkiyle karşılaşmadıkça, düz hat üzerindeki gidişini sürdürdüğünü özetleyen çekim gücü yasasını buldu. Ay'ı yeryüzüne doğru sürekli olarak çekerek hemen hemen dairesel bir yörüngede tutacak bir başka güç olmasa, Ay yörüngesine teğet bir çizgi üzerinden dümdüz fırlayıp giderdi diye düşünüyordu Newton. Bu çekim gücünün uzaktan etki yaptığı kanısındaydı. Yerküreyle Ay'ı fiziksel olarak birbirine bağlayan hiç bir şey yoktu ortada. Buna karşın, yerküremiz sürekli olarak Ay'ı kendine doğru çekmektedir. Kepler'in üçüncü yasasını kullanarak (*) Newton matematiksel olarak yerçekimi gücünü hesapladı. Bir elmayı yere çeken gücün Ay'ı da yörüngesinde tutan aynı güç olduğunu gösterdi. Uzak gezegenlerden Jüpiter'in o zamanlar yeni keşfedilen Ay'larını yörüngesinde tutan gücün de ayrı bir şey olmadığım ortaya koymuştu. Dünya varolduğundan beri yeryüzüne cisimler düşüyordu. Ay'ın yerküremiz çevresinde döndüğüne insanlık tarihi boyunca hep inanılmıştır. NewLon hem yere elmayı düşüren, hem de Ay'ı yerküre çevresinde döndüren gücün aynı olduğunu akıl edebilen ilk İnsandır. Newton'un bulduğu yerçekimi kuramına «Evreıısel Çekim Yasası» denilmesinin nedeıü budur. Çekim gücü, aradaki mesafenin karesine ters orantılı olarak azalır. Eğer iki cisim birbirinden iki misli uzaklaştırılarak döndürülürse, onları birbirine çeken güç ancak 1/4 oranındadır. Eğer bu iki cisim on misli uzaklaştınlırsa, çekim gücü 101, yani 100 kez küçülür. Çekim gücünün ters orantılı olması gereklidir, yani mesafe arttıkça çekim gücü azalmalıdır. Eğer çekim gücü uzaklık arttıkça doğru orantılı olarak çoğalsaydı, en bü j (*) Ne yazık ki, Newton Princtpîa adlı başyapıtında Kepler'e olan borcunu kabul etmiyordu. Fakat 1686 yılında Edmund Halley'e yazdığı bir mektupta yerçekimi yasasıyla ilişkili olarak şöyle demîgtir: «Bunu yirmi yıl kadar önce Kepler'in kuramından öğrendiğimi kabul ediyorum.»

— 93 —

f

, M


yük gücü en uzaktaki cisimler üzerinde etkisini gösterecek ve sanırım, evrendeki t ü m madde tek bir kozmik birikinti oluşturmaya doğru sürüklenmiş olacaktı. Hayır, d u r u m böyle değildir. Çekim gücü, mesafe arttıkça azalmalıdır. Bu nedenledir ki, bir gezegen ya da kuyruklu yıldız (kornet), Güneş'ten uzak olduğu sırada yavaş ve Güneş'e yakınken hızlı dönüyor; Güneş'ten ne denli uzaktaysa, çekim gücünü de o ölçüde az hissediyor. Kepler'in gezegenlerin devinimine ilişkin her üç yasası da Newton'un kuramlarından çıkarılabilirdi. Kepler'in yasaları deneyseldi. Tycho Brahe'niıı sabır k ü p ü oluşu sayesinde s ü r d ü r düğü gözlemlerine dayanıyordu. Newton'un yasalarının tümü de kuramsaldır. Tycho'nun ölçümlerinin hepsinin bulunabileceği yalın matematik soyutlamalardır. Newfon yasalarından h a r e k e t ederek, Priueipia adlı başyapıtında gizlcyemediği bir g u r u r l a , «Şimdi Dünya Sisteminin çevresini sizlere kanıtlayarak gösteriyorum,» demiştir. Hayatının daha sonraki bölümünde Nevrton bilim adamlarının iiye bulundukları Royal Society (Kraliyet Derneği) başkanlığına getirildi. Darphane M ü d ü r l ü ğ ü görevi de verilen N e w toıı sahte para yapanlarla mücadele yollarını aradı. Bu arada içe kapanıklığı ve huysuzluğu artıyordu. Öteki bilginlerle tartışmaya neden oları ve özellikle öncelikler kazanmaya ilişkin so^ runlardan bıktığından bilimsel çalışmalarını d u r d u r d u . Bugün <Sinir bunalımı» adını verdiğimiz d u r u m d a olduğu söylentisi yayıldı. Buna rağmen Newton bilimi simya ile kimya arasındaki sınır üzerinde deneylerini s ü r d ü r ü y o r d u . Son olarak b u l u n a n bazı kanıtlar, çektiği hastalığın ruhsal b u n a l ı m kaynaklı olmayıp ağır maden zehirlenmesinden ileri geldiği yolundadır. B u na, küçük miktarlarda olsa da. arsenik ve cıva y u t m a s ı neden olabilirdi. Bilindiği gibi, o dönemlerde analitik araç gereç olarak tat duyusuna başvurulurdu. Her şeye rağmen Newton'un zihin gücü hiç eksilmedi. 1696 yılında İsviçreli matematikçi J o h a n n Borneullİ, brakistokron adı verilen çözümlenmemiş bir problemin halli için öğrencilerine 6 - 94 —


ay s ü r e tanımıştı. F a k a t Öğrencilerinden olan filozof Leibnİz'in ricası üzerine problemin çözüm süresini 18 aya çıkardı. Leibniz, Newton T un bu alandaki buluşlarından habersiz olarak, kendi başına diferansiyel ve entegral hesaplama yöntemlerini bul* m u ş bir kişiydi. 29 Ocak 1697 g ü n ü öğleden sonra s a a t 16'da bu problem N e w t o n ' a sunuldu. Ertesi s a b a h işe giderken problem çözümlenmiş olarak masanın üzerinde bekliyordu. Çözüme ilişkin olarak b u l d u ğ u yeni yöntemlerle birlikte problemin çöz ü m ü y a y ı n l a n d ı . N e w t o n f u n isteği üzerine adı açıklanmamıştı. F a k a t çalışmanın orijinalliği N e w t o n ' u ele verdi. Bernouîli çöz ü l m ü ş problemi g ö r d ü k t e n sonra şunu söylemişti: «Biz aslanı pençesinden tanırız.» N e w t o n o t a r i h t e elli beş yaşındaydı. K e p l e r ve N e w t o n insanlık t a r i h i n d e çok önemli bir g ° c i j dönemi ifade ederler. Bu dönemin ortaya koyduğu ilke, doğan ı n t ü m ü n d e çok yalın m a t e m a t i k y a s a l a r ı n ı n geçerli olduğu ve y e r k ü r e m i z d e olduğu k a d a r göklerde de aynı yasaların uygulandığıdır. K e p l e r ve N e w t o n gözlemlere dayalı bilgilerin dakikliğine saygı gösterdiler; onların gezegenlerin devinimlerine üiş= k i n t a h m i n l e r i n i n d o ğ r u l u ğ u , insanoğlunun sanılandan çok daha fazla Kozmos'u anlayabilmesine yardımcı kanıtlar sağladı. Çağdaş uygarlığımızın t ü m ü , d ü n y a h a k k ı n d a k i görüşümüz ve şu a n d a e v r e n i keşifteki girişimlerimiz, h e p onlara borçlu old u ğ u m u z şeylerdir. N e w t o n b u l u ş l a r ı n ı a ç ı k l a m a m a y a çok d i k k a t eder, Bilim a l a n ı n d a k i rakipleriyle de kıyasıya m ü c a d e l e y e girişirdi. Çekim g ü c ü n ü n mesafeyle t e r s orantılı oluşuna İlişkin yasayı buldukt a n on ya da y i r m i yıl sonra bile y a y ı n l a m a k için bir girişimde b u l u n m a d ı . Ne var ki, B a t l a m y u s ve K e p l e r gibi, doğanın g ö r k e m i ve gizleri karşısında coşku d u y a r ve süngüsü düşen gur u r u n u n y e r i n i alçakgönüllülük alırdı: «Beni d ü n y a nasıl görecek, b u n u b i l e m e m . . . F a k a t ben kendimi, kocaman bir gerçek* ler o k y a n u s u Önümde k e ş f e d i l m e m i ş d u r u r k e n , kıyıda kendini o y a l a y a n ve k â h d a h a y u m u ş a k bir taş, k â h daha güzel bir deniz k a b u ğ u b u l a n bir çocuk gibi görüyorum.» — 95 —

wmm : |s I

g 1 i


K.ıUlun çolıuıdc ^.1 vu Kunt; kjini- s • 4d 1 n 1 venııi^tn Sjmdnyokl'flım uee^y ' ^ ' l k t ' • • kiil-mesiıti iinlediftj mjıııtnd.ıydıLtı


Mars'ta h a y a t arayışı için gezegenin C n r y s e b ö l g e s i n d e y a p ı l a n kazılar ( ü s t t e ) . Rüzgarın savurarak o l u ş l u r a u ğ u k u m yığınları a r a s ı n d a k a z ı l a n bir y e r i n yakından g o n m ü ş ü (altta). Bir bakıma b a ş k a bîr d ü n y a n ı n t o p r a k l a r ı n ı a k t a r m a işine girişmiş b u l u n u y o r u z . Bu f o t o ğ r a f l a r ı N A S A s a ğ l a d ı .


Jüpiter gibi bir gezegenin atmosferinde hayat ürünü olmakla birlikte mümkün görülen hayat şekilleri. Av peşinde koşan varlıklar bulunabileceği gibi avlananlar da bulunabilir. Çizilen bu resimdeki bulut biçimleri Voyager uzay aracı tarafından Jüpiter'de keşfedilen bulutlara benzetilmiştir.


Yeni doğan ve varlığını s ü r d ü r m e y e ç a l ı ş a n bir teknik u y g a r l ı ğ a y u v a o l m u ş . Gezegenimizin b u görüntüsü, o n u r t e k d o ğ a l u y d u s u olan A y ' d a k i bir tekrıoloıik k a r a k u l d a n s a ğ l a n m ı ş t ı r . Y e r k ü r e m i z , G ü n e ş ' i n ç e v r e s i n d e g ü n d e y a k laşık 2.5 milyar k i l o m e t r e yol alır. Bu a ç ı d a n d ü ş ü n ü n c e , h e p i m i z i n z a t e n uzay yolcusu o l d u ğ u a n l a ş ı l m ı ş t ı r . B u f o t o ğ r a f N A S A ' d a n a l ı n m ı ş t ı r .


Eri yakın yıldı/: Güneş'in uzak morinesinde ionize edilmiş helyum ışığındakı görüntüsü. Sağ köşedeki çıkıntı bir anda uzaya 300.000 kilometre kadar ya yıltp, sonra Güneş'in görülen yüzeyindeki parlak gaza dönen bir uzantıdır, Gü neşiıı yüzeyinde görülebilen en küçük kızgın gaz oluşumları yeryüzü büyüklü gündedir. Bu görüntü Skylab 4 tarafından saptanmıştır.


Şubat 1976'da görülen bu Kuyruklu Yıldız'ın fotoğrafı yeryüzünden çekilmiştir. Güneş'in proton ve elektron rüzgârının Kuyruklu Yıldız'ın buz çekirdeğini üflemesiyle kuyruk uzayıp gidiyor. t)u fotoğraf çekilirken güneş ufkun altına geçmiş bulunuyor.


(a) DNA'nın sarmal merdivenindeki büklümleri görüyorsunuz. İnsan DNA'sının bir molekülünde bu tür 100 milyon büklüm ve yaklaşık 100 milyar da atom var. Buysa ortalama olarak bir galaksideki yıldız sayısına eşittir. (b) Bükülüş biçimi. İki yeşil İplikten her biri molekülün omurgasını oluşturur. İplikler sırasıyla bir şekerden, bir fosfattan meydana geliyor. Merdivenin sarmal basamakları arasındaki sarı, kahverengi, kırmızı ve haki renkteki payanda lar nitrojenli nükleotîd'lerdir. Nükleotid bazlarının dizilisi yaşam sözlüğüdür. (c) DNA'yı çözücü enzim, DNA'nın üremesini hazırlayan civar nükleotid bazlar arasındaki kimyasal bağların çözülmesini denetler. (d) Çift sarmallı orijinal her iplik, DNA'nın kendini kopya etmesiyle ürer. Be liren yeni nükleotid, çiftine benzerlik göstermezse, DNA polimerazı onu yok eder. Onun bu işlevine biologlar "aslına uygunluk görevi diyorlar. "Aslına uygunluk" konusundaki herhangi bir hata bir mütasyona, değişime yol açar.

I


Voyager uzay aracının yrldızlararası gezi rekoru. İki Voyager uzay aracı, dev gezegenlerin keşfini tamamladıktan sonra Güneş sistemini terk edeceklerinden, karşılaşabilecekleri herhangi bir uygarlığa mesajlar taşımaktadırlar. Plak kılıfında (üstte), plağın (altta) nasıl dinleneceğine ilişkin bilimsel bir açıklama var. Aynı kılıfta gezegenimizin yeri ve çağımıza ilişkin bilgiler veriliyor. Bu plağın bir milyon yıl dayanacağı garantisi vardır.


Bölüm IV CENNET VE CEHENNEM Cennetle cehennemin kapılnrı biüşik ve aynıdır. Nîkos ICzanlzakis, G ü n a h a Son Çağrı (The Last Temptation of Chrîst)

Y E R Y Ü Z Ü G Ü Z E L V E O L D U K Ç A S A K İ N BÎR YERDİR. Değişen ş e y l e r olur, f a k a t b u n l a r d a çok y a v a ş değişir. Olabilir ki, y a ş a m ı m ı z ı b i r f ı r t ı n a d a n d a h a şiddetli b i r doğal f e l a k e t g ö r m e d e n t a m a m l a y a b i l i r i z . Böylece gerilimsiz ve endişesiz olabiliriz. N e v a r ki, d o ğ a n ı n t a r i h i n d e k a y ı t l a r açık seçiktir. D ü n y a l a r ı n her z a m a n için yokolması k a ç ı n ı l m a z d ı r . Biz insanlar bile k e n d i f e l a k e t l e r i m i z i y a r a t m a y a v a r a n b i r tekniğe ulaşmışızdır. Bu k a s t i olabileceği gibi, b i l m e d e n i h m a l sonucu da g e r çekleşebilir. U z u n geçmişin f e l a k e t i z l e r i n i n k o r u n d u ğ u diğer g e z e g e n l e r d e büyük f e l a k e t l e r e ilişkin b i r s ü r ü kanıl d u r u y o r . B ü t ü n iş z a m a n dilimi s o r u n u d u r . Y ü z yıl içinde olması düşü= — 97 —

Kozmos : P. 8


nü demeyecek bir felaket yüz milyon yılda gerçekleşebilir. Y e r küremizde içinde b u l u n d u ğ u m u z yüzyılda bils, kötü doğal olaylarla karşılaşılmıştır. 30 Haziran 1908 g ü n ü n ü n e r k e n s a b a h saatlerinde Orta Sİbır-> ya göklerinde s e y r e t m e k t e olan k o c a m a n bir alev y u m a ğ ı görülm ü ş t ü r . U f u k t a temas ettiği yerde b ü y ü k bir p a t l a m a oldu. 2.000 kilometrekarelik bir ormanlık bölgeyi yerle b i r etti ve t e m a s etmesiyle binlerce ağacı y a k m a s ı bir oldu. Y e r k ü r e n i n çevresini iki kez dolaşan bir atmosferik şok y a r a t t ı . A r d ı n d a n iki gün süreyle atmosfere öylesine incecik toz yayıldı ki, olay y e r i n d e n 10.000 km. ötede kalan Londra'da sokaklara d ü ş e n ışık parçacıkları altında gazete okunabiliyordu. Rusya'daki Çarlık h ü k ü m e t i Sibirya'nın az gelişmiş T u n g u s ka bölgesindeki bu Önemsiz olayla ilgilenecek değildi elbet, Sovyet Devrimi'nden 10 yıl sonra, olay y e r i n i incelemek üzere bir heyet gitmiştir. Oradakilerle y a p t ı k l a r ı k o n u ş m a l a r a ait izlenimlerden bazılarını a k t a r ı y o r u m : S a b a h ı n e r k e n saatlerinde çadırda herkes u y u r k e n , bir-den içindeki insanlarla birlikte çadır h a v a y a uçtu. T e k r a r yeryüzüne düştüklerinde aile bireylerinin t ü m ü u f a k t e f e k yara bere almıştı. F a k a t Akulina ile î v a n bayılmışlardı. K e n dilerine geldiklerinde, b ü y ü k b i r g ü r ü l t ü d u y d u l a r ve çevrelerinde ormanın yanıyor olduğunu, b ü y ü k b i r b ö l ü m ü n den geriye bir şey kalmadığını gördüler. Vaııovara pazarındaki evimin s u n d u r m a s ı n d a o t u r u y o r dum. K a h v a l t ı zamanıydı. K u z e y e doğru b a k ı y o r d u m . Bir fıçının kasnağım tellemek İçin keserimi h a v a y a kaldırmışt ı m ki birden... gökyüzü ikiye b ö l ü n d ü . . . Ve o r m a n ı n kuzey bölümünde gök ateşler içindeydi, O a n d a g ö m l e ğ i m i n bir tarafı y a n m a y a başlamış gibi bir sıcaklık hissettim üzeninde... O a n d a gömleğimi çıkarıp f ı r l a t m a k istedim a m a o anda gökte b i r g ü m b ü r t ü koptu. S u n d u r m a d a n fırlatıldı— 98 —


ğım birkaç metre Ötede yere k a p a k l a n m ı ş b u l d u m kendimi. Bir an k e n d i m d e n geçmişim. K a r ı m koşup beni kulübeye taşıdı. G ü m b ü r t ü n ü n ardından gökten sanki yağan taşların sesi ya da k u r ş u n sesleri geldi. Y e r sarsıldı. Yere k a p a k landığımda başıma taş y a ğ m a s ı n d a n k o r k t u ğ u m için başımı ellerimle Örttüm. O anda gök y a r ı l d ı ğ m d a k a y n a r bir r ü z j gar, sanki patlayan b i r toptan çıkmış gibi b i r esinti kulübeleri taradı. R ü z g â r t a r a r k e n toprağın üzerinde de iz bırakıyordu. S a b a m m m y a n ı başında k a h v a l t ı m ı e d e r k e n tüfek patlaması gibi sesler d u y d u m . A t ı m dizleri ü s t ü n e düştü. O r m a n ı n ü z e r i n d e n k u z e y d e n b i r alev yükseldi... Sonra ormanın r ü z g â r t a r a f ı n d a n b ü k ü l d ü ğ ü n ü g ö r d ü m . Bir kasırga diye d ü ş ü n d ü m , İki elimle birlikte s a b a n ı m a yapıştım. U ç u p gitmesin diye. R ü z g â r öyle g ü ç l ü y d ü ki, yerin y ü z e y i n d e n t o p r a k s ö k ü p g ö t ü r d ü . A r d ı n d a n kasırga A n g a r a ' d a n h o r t u m la çeker gibi yoğun b i r su kitlesi emdi. B ü t ü n bu olup biteni g a y e t açık seçik izleyebildim, ç ü n k ü toprağım bir bayırdaydı. G ü r ü l t ü atları öylesine k o r k u t t u ki, bazıları p a n i k İçinde dörtnala koşmaya başladılar. S a b a n l a r ı a y r ı ayrı yönlere s ü r ü k l ü y o r l a r d ı . A t l a r d a n bazıları da y e r e yıkıldılar. Marangozlar ilk ve ikinci g ü m b ü r t ü d e n sonra şaşkınlık içinde istavroz ç ı k a r m a y a başlamışlardı. Gök üçüncü kez gürleyince, talaş yığınları üzerine a r k a ü s t ü düştüler. Hepi= miz işi b ı r a k ı p köye gittik. K a l a b a l ı k halk köy alanını dold u r m u ş , korku İçinde bu doğal a f e t t e n söz ediyordu. Tarladaydık.. A r a b a y a a t ı n birini bağlamıştım. İkinci atı da b a ğ l a r k e n sağ y a n ı m d a b ü y ü k bir g ü r ü l t ü koptu. Bir= den geriye b a k t ı m ve gökte alevler İçinde uçan uzunca b i r cisim g ö r d ü m . B u cismin ö n b ö l ü m ü k u y r u k b ö l ü m ü n d e n — 99 —


daha genişti, rengi de gündüzleri y a k ı l a n ateş rengindeydi. Güneş'ten birkaç kez daha b ü y ü k t ü , f a k a t güneş k a d a r parlak olmadığından insan gözünü dikip bakabiliyordu. Alev* lerin arkasından toz gibi bir b u l u t izliyordu. Çelenk gibi küçük daireler bırakıyordu ardından. M a v i k u y r u k l a r da gör ü n ü y o r d u . . . Alev güzden kaybolunca, t ü f e k t e n çıkan seslerden d a h a b ü y ü k g ü r ü l t ü l e r koptu. Yerin sarsıldığı hissediletiliyordu. Pencere c a m l a r ı da şangırdıyordu. Nehir kıyısında yün yıkıyordum. K o r k m u ş b i r k u ş u n kanat hışırtısı gibi bir ses d u y d u m . . . N e h i r d e bir k a b a r m a oldu. B u n u n a r d ı n d a n öyle bir g ü m b ü r t ü oldu ki, işçilerden biri suya düştü. İşte bu olay «Tunguska Olayı» diye bilinir. Bilginlerden bazıları, zıt zerrecikti bir m a d d e parçasının (anti - m a d d e n i n ) yeryüzündeki olağan maddeyle çarpışınca, parçalanıp g a m m a ışınl a n biçiminde o r t a d a n kaybolduğu g ö r ü ş ü n ü s a v u n d u l a r . F a k a t geçtiği yerde radyoaktivite b u l u n m a y ı ş ı bu açıklamayı boşa çıkarıyor. Bazı bilginler de k ü ç ü k b i r k a r a deliğin S i b i r y a ' n ı n doğusundan geçip gittiğini s a v u n u y o r l a r . F a k a t a t m o s f e r i k şok dalgaları o g ü n ü n d a h a ilerki saatlerinde K u z e y Atlan tikten b i r cismin geçtiğine işaret e t m e k t e d i r . Y e r k ü r e dışı bir u y g a r l ı ğ a ait bir uzay aracının bozulması y ü z ü n d e n gelip ç a r p m a s ı sözkonusu olabilir, f a k a t böyle bir a r a c ı n h e r h a n g i bir parçasının izine rastlanmadı. Bu s a v l a r ortaya a t ı l a r a k az çok t a r a f t a r b u l d u . A n cak hepsi de k a n ı t t a n y o k s u n d u r . T u n g u s k a Olayı'nın k i ü t noktası, b ü y ü k bir patlamayla dev bir şok dalgasının olması ve büyük bir orman yangım başlatmasıdır. Ve b ü t ü n b u n l a r a karşın, olay yerinde çarpmaya ilişkin h e r h a n g i bir k r a t e r izi y o k t u r . Aslında bu olayların nedenine u y g u n düşebilecek tek bir açıkla» ma vardır: 1908 yılında bir k u y r u k l u yıldızdan gelme b i r parça yeryüzüne çarpmıştır. Gezegenler arasındaki engin a l a n l a r d a birçok cisim var. Bunlardan bazıları taş cisimlerdir, bazıları madensel, bazıları — 100 —


buzlu, bazıları da kısmen organik moleküllüdürler. Büyükleri toz zerreciğinden t u t u n da, N i k a r a g u a ya da B ü t a n b ü y ü k l ü ğ ü n de parçalara k a d a r değişir. Bazen, rastlantı sonucu önlerine bir gezegen çıkar. T u n g u s k a Olayı bir k u y r u k l u yıldızın yaklaşık 100 m e t r e çapındaki buzdan bir parçasının işi olabilir. Futbol sahası u z u n l u ğ u n d a k i ve bir milyon ton ağırlığındaki bu cisim saniyede 30 km., s a a t t e de 100.000 km.yi aşan bir hızla yol almaktadır. E ğ e r bugîin böyle b i r çarpışma olsa. özellikle o anın panik havası içinde, bir a t o m bombası patlamasıyla kanştırılabiiir. K u y r u k l u yıldızın çarpış etkisi ve alev yumağı, bir m e g a ' o n ' u k nükleer b o m b a p a t l a m a s ı n ı n t ü m etkilerini yapabilir. Mantar biçiminde yükselen buluc da dahil o h n a k üzere. Ancak şu f a r k la ki, g a m m a ışınları ya da radyoaktif d ö k ü n t ü y e neden olmazdı. E n d e r a m a doğal bir olay olan b ü y ü k ç e bir k u y r u k l u yıldız parçası, b i r n ü k l e e r savaşın başlamasına yol açabilir mi? G a r i p bir senaryo: K ü ç ü k bir yıldız y e r k ü r e y e çarpıyor. Şimdiye dek milyonlarcası gelip çarpmıştır. F a k a t g ü n ü m ü z d e uygarlığımızın yanıtı, a n ı n d a kendini yok e t m e tepkisiyle belirleniyor. Bu nedenle k u y r u k l u yıldızları, y e r k ü r e m i z i n karşılaştığı çarpışmaları ve doğal afetleri şimdi bildiğimizden biraz daha iyi bilmekte y a r a r vardır, samrız. Örneğin, 22 Eylül 1979 g ü n ü G ü n e y Atlantik ve Batı H i n t O k y a n u s u y a k ı n l a r ı n d a çift çizgili yoğun bir ışık A m e r i k a n Vela u y d u s u t a r a f ı n d a n görüldü. B u n u n Güney A f r i k a devleti ya da israil t a r a f ı n d a n girişilmiş b i r atom bombası denemesi olabileceği t a h m i n l e r i y ü r ü t ü l d ü önce. Politik sonuçları ö n e m taşıyan bir olay niteliğindeydi. Peki. ya bu ışığın kaynağı, k ü ç ü k b i r asteroidin ya da k u y r u k l u yıldız p a r çasının y e r k ü r e y e ç a r p m a s ı n d a n ileri geliyorduysa ne olacaktı? O bölgede d a h a sonra y a p ı l a n uçuşlarda r a d y o a k t i v i t e izine r a s t l a n m a d ı ğ ı n d a n , sözünü ettiğimiz olasılık k u v v e t k a z a n m a k tadır. Bu olay da, n ü k l e e r s i l a h çağında uzay kaynaklı cisimlerin y e r y ü z ü n e çarpmasını şimdikinden daha iyi gözlemeyisimizin tehlikelerini o r t a y a koyuyor.. — 101 —


Bir k u y r u k l u yıldızın y a p ı s ı n d a ç o ğ u n l u k b u z v a r d ı r : S u dan o l u ş m u ş (H^O) buz, b i r parça m e t a n l ı (CHı) buz ve b i r a z da a m o n y a k t ı (NH;) buz. Y e r y ü z ü a t m o s f e r i n e çarpınca, k ü ç ü c ü k bir k u y r u k l u yıldız parçası b ü y ü k b î r a l e v y u m a ğ ı v e b ü y ü k biı p a t l a m a dalgası o l u ş t u r u r . B u n u n s o n u c u o l a r a k ağaçlar y a n a r , o r m a n l a r yerle b i r o l u r v e g ü r ü l t ü s ü d ü n y a çevresinde duyulur. Yeryüzünde krater açmayabilir. Çünkü atmosfere girişte b u z l a r e r i y e b i l i r v e k u y r u k l u y ı l d ı z d a n g e r i y e t a n ı n a b i lecek pek az p a r ç a kalır, belki de buzlu o l m a y a n b ö l ü m ü n ü n k ü ç ü c ü k taneleri. G ü n ü m ü z d e S o v y e t bilgini E . Sobotovich, T u n g u s k a bölgesine y a y ı l m ı ş çok s a y ı d a k ü ç ü k e l m a s p a r ç a l a r ı saptamıştır. Bu t ü r elmasın meteoritlerin atmosfere çarpmasından a r t a kalan p a r ç a l a r olduğu b i l i n m e k t e d i r . S o n u ç o l a r a k k u y r u k l u yıldızdan g e l m e b i r p a r ç a d ı r . Göğün açık olduğu çoğu gece başınızı k a l d ı r ı p s a b ı r l a gÖz= lerseniz. üzerinizde kısacık b i r s ü r e p a r ı l d a y a n b i r m e t e o r gör ü r s ü n ü z . Bazı geceler d e m e t e o r y a ğ m u r u n a r a s t l a r s ı n ı z . Bu geceler yılın h e p a y n ı g ü n l e r i n d e d i r . B u gecelerde doğal b i r h a vai Eşek gösterisi v a r d ı r : C e n n e t eğlencesi. B u m e t e o r l a r k ü çücük tanelerden, hardal t o h u m u n d a n d a h a k ü ç ü k tanelerden oluşur. D ü ş e n l e r yıldız değil, m e t e o r l a r d ı r . Y e r k ü r e n i n atmosf e r i n e g i r e r l e r k e n bir an için p a r ı l d a r l a r , y a k l a ş ı k 100 k m , yük- j sekte s ü r t ü ş m e d e n Ötürü ısınıp yok o l u r l a r . M e t e o r l a r k u y r u k lu yıldızların k a l ı n t ı l a r ı d ı r . (*)

(*) Meteorlarla meteoritlerin kuyruklu yıldızlarla ilişkili oluşlarına dikkati ilk çeken Alejrander von Humboldt'dur, Bilimi halka maletraek üzere I845-18S2 yıllarında yayınladığı Kozmos adlı kitabında buna değinmişti. Huraboldt'un daha önceki kitaplarını okuyan genç Charles Darvrin, coğrafi keşiflerle doğa tarihini birarada inceleme isteğine kapılmış, Eeagle adlı keşif gemisinde araştırmacı olarak görev almış, incelemelerinin sonucunda Türlerin Kökeni adlı ünlü kitabını yazmıştır. — 102 —


Eski k u y r u k l u yıldızlar G ü n e y i n y a n ı n d a n geçe geçe ısınıp parçalanır, b u h a r l a ş ı r ve zerreciklere ayrılırlar. Bu parçalar kuyruklu yıldız yörüngesini d o l d u r u r c a s m a yayılırlar. O yörüngenin y e r k ü r e yörüngesiyîe kesiştiği yerde meteor y a ğ m u r u vardır. A k ı n e d e n m e t e o r l a r ı n bir b o l ü m ü hep y e r k ü r e yör imgesinin aynı bölgesinde o l d u ğ u n d a n m e t e o r y a ğ m u r u her yılın aynı günün* de g ö r ü l ü r . 30 Haziran 1908 Beta T a u r u s m e t e o r y a ğ m u r u olduğu t a r i h t i r . B u m e t e o r y a ğ m u r u , Encke K u y r u k l u yıldızı yörüngesinden ö t ü r ü m e y d a n a g e l m i ş i . T u n g u s k a Olayı'ııa Encke Kornetinden gelme b i r p a r ç a n ı n r.eden olduğu kabul edilebilir. Bu pırıl pırıl ve zararsız m e t e o r y a ğ m u r u n u oluşturan küçücük parçacıklardan d a h a b ü y ü k ç e bir p a r ç a y d ı k K u y r u k l u yıldızlar h e p korku, huşu ve batıl İnanç nedeni olmuşlardır. B u n l a r ı n a r a d a sırada belirmesi, değişmez ve tanrısal düzenli Kozmos k a v r a m ı n ı gölgelemiştir. Süt beyazlığında m u h teşem bir alev kuşağının, birkaç gece üst üste, yıldızlarla birlikte gözüküp yıldızlarla birlikte k a y b o l u ş u n u n nedensiz olması ya da insan h a y a t ı n ı etkilemeyeceği düşünülemezdi. Böylece k u y r u k l u yıldızların felaket habercisi, t a n r ı s a l g a z a p belirtisi olduğu düşüncesi gelişti. K r a l l a r ı n t a h t t a n devrilişini, tahta vârislerin Ölüm ü n ü h a b e r verdiği fikri yerleşti. Babılliler k u y r u k l u yıldızların cennet kuşları o l d u ğ u n u sanırlardı. Yunanlılar uçan saçlar, Araplar alev çıkaran kılıçlar olarak görürlerdi. B a t l a m y u s z a m a n ı n d a k u y r u k l u yıldızlar, biçimlerine göre ayrıntılı olarak sınıflandırılmışlardı. B a t l a m y u s kornetlerin savaş, sıcak h a v a ve «tatsız olaylar» getirdiği kanısındaydı. Ortaçağda kornetleri gösteren tablolarda k u y r u k l u yıldızlar ç a r m ı h biçimindedir. Luther'cı bir Tahip olan Andreas Celichius adındaki M a g d e b u r g Piskoposu, 1578 yılında yayınladığı Yeni Kornetin Dinsel Açıdan Hatırlatılırı adlı kitapta kuyruklu-yıldızın «insan g ü n a h l a r ı n ı n yoğun d u m a n haline gelişi olduğunu, h e r gün, saat, her an Tanrı'nın önünde kokuşmuşluk ifadesi o l a r a k yükseldiği, y a v a ş yavaş yoğunlaşıp bir k u y r u k l u yıldıza d ö n ü ş t ü ğ ü n ü ve sonunda Y a r a t a n ' m kızgın» — 103 —


lığıyla yakılıp alev olduğunu» söylüyordu. F a k a t bu düşünceye, eğer k u y r u k l u yıldızlar günahların dumanlaşmış haliyse göklerde sürekli bunların dolaşması gerekirdi, görüşüyle karşılık verildi. Halley K u y r u k l u Yıldızının (ya da başka bir kornetin) göklerde görülüşüne ilişkin en eski kayda Çinlilerin P r e n s Ha i Nan'ın Kitobı'nda rastlarız. Tarih M. Ö. 1057'dir. 66 yılında Halley K u y r u k l u Yıldızının dünyamıza yakınlaşmasından olacak, Josepbus, K u d ü s üzerinde b i r kılıç gibi bir yıl asılı kalan yıldızı anlatır. 1GSS yılında Normaıılar, Halley K u y r u k l u Yıldızının bir kez daha yeryüzüne yaklaşmasına tanık olurlar. N o r m a n l a r b u n u n herhangi bir krallığın düşüşü anlamına geldiği kanısında olduklarından, Halley K u y r u k l u Yıldızının bir b a k ı m a İngiltere'nin kendileri t a r a f ı n d a n istila edilmesini desteklediğini d ü ş ü n d ü l e r . Zamanın bir gazetesi olan B a y c u x Tapestry'nin 1301 tarihli sayısında kornetten söz ediliyor. Çağdaş gerçekçi resmin kurucuların^ dan olan Giotto, Halley K u y r u k l u Yıldızının b i r kez daha görünüşüne tanık olduğundan, bu yıldızı İsa'nın doğuşuna ilişkin bir tabloya dahil etmiştir. 146G'da b ü y ü k bir k u y r u k l u yıldızın görünmesi Avrupa'yı telaşa d ü ş ü r d ü . Bu da Halley Kornetiydi. Hıristiyanlar, y e r y ü z ü n e k u y r u k l u yıldız sevkeden Tanrı'nın, İstanbul'u henüz yeni zapteden T ü r k l e r i n y a n ı n d a olabileceği korkusuna kapıldılar. XVI. ve XVII. yüzyılın ünlü astronomları k u y r u k l u yıldızlar karşısında h a y r e t l e r i m yenememişlerdir. N e w t o n bile onların sihrine kaptırdı kendini. K e p l e r k u y r u k l u yıldızların u z a y d a «denizdeki balık gibi» h a r e k e t ettiklerini ve d a i m a Güneş'e arkalarını vererek döndüklerinden, k u y r u ğ u n Güneş t a r a f ı n d a n eritilip dağıtıldığını söylerdi. N e w t o n gökte k u y r u k l u yıldız g ö r m e k için caıı atar, nice geceler uykusuz beklerdi. O k a d a r ki, bu çabasından ötürü hasta düştü. Tycho ve K e p l e r gibi N e w t o n ' a göre de y e r y ü z ü n d e n görülen k u y r u k l u yıldızlar d ü n y a n ı n atmosferinde dolaşmıyorlardı. Oysa Aristo ve bazı d ü ş ü n ü r l e r k u y r u k î u yıldızların y e r k ü r e n i n atmosferinde devindikleri g ö r ü ş ü n d e y d i ler. N e w t o n kornetlerin Ay'dan daha u z a k olmakla birlikte, Sa— 104 —


t ü r n ' d e n de daha yakın olduklarını söyledi. Kornetler de, gezegenler gibi, yansıyan güneş ışığıyla p a r l a m a k t a y d ı l a r . «Onları sabit yıldızlar gibi uzakta sananlar çok aldanıyorlar, çünkü öyle olsaydı, Kornetler Güneş'imizden gezegenlerimizin belirli yıldızl a r d a n aldığı ışıktan fazla ışık almazlardı.» N e w t o n kornetlerin de gezegenler gibi dışmerkezli elips bir yörünge çizerek Güneş e t r a f ı n d a döndüklerine işaret etmiştir. Kornetleri s a r a n gizin kaybolması, kornetlerin düzgün yörüngeleri b u l u n d u ğ u n u n ve bunların önceden açıklanabileceğinin belirtilmesi, New'.on'un arkadaşı E d m u n d Halley'i 1531, 1607 ve 1682 yılında gözüken kornetlerin 76 yıllık aralıklarla g ö r ü n e n h e p aynı k u y r u k l u yıldız olduğu s a v m a ulaştırdı. Halley 1758 yılında bu kornetin yeniden yeryüzüne yaklaşacağını söyledi. Gerçekten de 1758 yılında geldi, bu nedenle de ona Halley K u y r u k l u Yıldızı adı verildi, İnsanlık t a r i h i n d e ilginç rol o y n a y a n Halley K u y r u k l u Yıldızının 1986'da y e r y ü z ü n e gelişi sırasında ıızaya fırlatılacak araç, bu kornete ilişkin a r a ş t ı r m a l a r için uzaya gönderilmiş ilk a r a ç olacak. Gezegenlerle ilgilenen çağdaş bilginler, bir k u y r u k l u yıldızın gezegenle çarpışmasının gezegen atmosferine y a r a r l ı olduğu g ö r ü ş ü n ü öne s ü r ü y o r l a r . Örneğin, Mars gezegeninin atmosferindeki t ü m suyu son z a m a n l a r d a k i küçük bir k u y r u k l u yıldızla çarpışmasına borçlu olduğu söylenebilir. N e w t o n k u y r u k lu yıldızların k u y r ı ı k l a r m d a k i m a d d e n i n gezegenlerarası alanda dağıldığını, k u y r u k l u yıldızdan k o p u p gittiğini ve yavaş yavaş çekim yasası u y a r ı n c a y a k ı n ı n d a k i gezegen t"3>rafin-!:; çekildiğini kaydetmişti. N e w t o n y e r k ü r e üzerindeki s u y u n ('bitkilerin sulanması, ç ü r ü m e olayları ve toprağa dönüşmek vb. öiıirü aşamalı olarak kaybolduğu kanısını beslemiştir. «Sıvı, dış k a y n a k t a n beslenmezse, yavaş y a v a ş azalır ve sonunda hiç kalmaz.» N e w t o n y e r y ü z ü n d e k i Okyanusların kornet kaynaklı oldukları ve gezegenimizde h a y a t ı n ancak k u y r u k l u yıldıza ait m a d d e n i n düşmesi sayesinde m ü m k ü n olduğu düşüncesin deydi. 1868 yılında a s t r o n o m WÜliam Huggins — 105 —

bir

kornet t a y f ı


(spcctrum) ile doğal ya da «petrol türevi» gazın tayfındaki n i Ic-lkkrir. aynı olduğunu saptadı. Huggıns k u y r u k l u yıldızlarda organik madde b u l m u ş t u ; daba sonraki yıllarda bir karbon alomı:y]a bir nitrojen a t o m u n d a n oluşan cyanogen'i (CN) kornetlerin k u y r u k l a r ı n d a belirledi. K a r b o n atomuyla nitrojen a t o m u cyarJd'ieri oluşturan molekül parçasıdır. Y e r k ü r e m i z 1910 yı• ı:1 a Halley kornetinin k u y r u k b ö l ü m ü n d e n geçmek üzereyken, "ys paniğe kapıldı. Bir kornetin k u y r u ğ u n u n çok incelmiş olduğunu düşünemediler. Bir kornetin k u y r u ğ u n d a k i z e h i r l e r d e n gelecek tehlike, aslında, 1910 yılında b ü y ü k kentlerdeki sanayileşmenin yol açtığı çevre kirliliği tehlikesinden daha azdı. Bu olayın y e r y ü z ü n d e nasıl yankılandığına basında çıkan bazı haber başlıklarıyla örnekler verelim. 15 Mayıs 1910 tarihli Sarı Fransisco Chronicle gazetesindeki bir başlık, «New York Salonlarında Kornet Partileri veriliyor,» diyordu. I^os Angeles Examiııer alaylı bir yazı biçimini tercih etmişti: «Baksana! Şu Kornet seni cyanogen'ledi mi, cyanogen'lemedi mi henüz?.. T ü m insanlık bedava Gaz Banyosu yapacak!» Bir h a b e r başlığı da şöyîejrdi: ' K u r b a n adayı ağaca çıkıp K o m e t ' e telefon etti.!» 1910'da dünyanın cyanogen tehlikesiyle b a t m a s ı n d a n önce insanlar neşelenmek için v e d a partileri veriyorlardı. Bu a r a d a bazı açıkgöz girişimciler kornete karşı iyi gelen h a p l a r ve gaz maskeleri üretip satıyorlardı. Gaz maskeleri Birinci D ü n y a Savaşının sezinlendiğini gösteren uğursuz aletlerdi. Kornetler konusundaki düşüncelerde bazı karışıklığın günü* mü7.de de s ü r ü p gittiği anlaşılıyor, 1957 yılında Chicago ü n i v e r sitesinin Yerkes Gözlemevinde çalışan bir üniversite m e z u n u y dum. Gözlemevinde yalnız nöbet t u t t u ğ u m bir gece t e l e f o n u n ısrarla çalışına tanık oldum. Açtığımda, alkol b a n y o s u n u n ileri aşamalarına geçildiğini ele veren bir ses, «Baksana... S e n b a n a bir astronom versene, konuşayım,» diyordu. «Size b e n y a r d ı m cı olabilirim,» yanıtını verdim. «Şey, b u r a d a bir gardan parti d u r u m u n d a y ı z da... Gökte de bir şey var ya... İşin garibi, gerçekten tuhaf ha arkadaş, gökteki bu şeye baktın mı kaçıp gidi— 106 —


yor. B a k m a d ı ğ ı n zamansa, işte, tam şurda karamızda duruyor.» Gözümüzde r e t i n a n ı n en d u y a r h kesimi, görüş alanının t a m m e r k e z i n d e değildir. Bakışınızı hafif y a n a k a y d ı r a r a k gökte hayal meyal yıldızlar ve başka cisimler görebilirsiniz. B u n u biliyordum. Gökte yeni keşfedilen Arend-Rolland K u y r u k l u Yıldızı o sıralarda iyice gözükecek gibiydi. Bu nedenle ona bir kornete bakıyor olması olasılığından söz ettim. Uzun bir duraksamadan sonra, telefondaki ses bana, «Peki bu kornet nasıl bir şeydir?» diye sordu. «Bir kornet bir kilometre u z u n l u ğ u n d a bir kartopu yığınıdır.» Bu a ç ı k l a m a d a n sonra bu kez karşımdaki ses daha uzun bir d u r a k s a m a geçirdi ve, «Baksana bana... Sen beni gerçek a m a gerçek bir astronomla g ö r ü ş t ü r e m e z misin?» diye sordu. 1986 yılında Halley K u y r u k l u Yıldızı yeniden gözükeceği z a m a n m e r a k e d i y o r u m , politik parti liderleri kornetin gözükmesi üzerine ne k o r k u l a r geçirecekler ve bizler de ne sersemce soı ular karşısında kalacağız. Gezegenlerin Güneş çevresinde eliptik bir yörüngede dönmelerine karşın, yörüngeleri fazla eliptik değildir. İlk bakışta denebilir ki, gezegenlerin yörüngeleri daireden farksızdır. Buna karşılık özellikle uzun peryodlu kornetler son derece eliptik bir y ö r ü n g e izlerler. Gezegenler iç G ü n e ş sisteminin eski m ü ş terileridirler; k u y r u k l u yıldızlarsa yeni p e y d a h olmuş m ü ş t e r i lerdir, N e d e n gezegenlerin yörüngeleri h e m e n h e m e n daireseldir ve birbirlerinden kesin biçimde a y r ı l m ı ş t ı r ? Ç ü n k ü gezegenlerin çok eliptik y ö r ü n g e l e r i olsaydı ve bu y ü z d e n de kesişselerdi, er geç çarpışırlardı. Güneş sistemi t a r i h i n i n ilk dönemlerinde, o l u ş u m s ü r e c i n d e birçok gezegen vardı belki de, Eliptik y ö r ü n g e l e r i kesişen gezegenler çarpışıp yok olmaya yönelik bir gelişim gösterirlerken, dairesel yorüngeliler büyüyüp varlıklarını s ü r d ü r m e y e yönelik bir gelişim gösterdiler. Şimdiki gezegenlerin yörüngeleri, ç a r p ı ş m a l a r d a n ve doğal ayıklamadan sağsalim çıkıp geriye kalabilenlerdir. G ü n e ş sisteminin is* tikrarlı ortaçağına, ilkçağların felaketli çarpışmalarından sonra geçilmiştir. — 107 —


Dış Güneş sisteminde, gezegenlerin çok ötesindeki bölgede bir trilyon kornet çekirdeğinden oluşan kocaman küresel bir bulut var. Bu kornet bulutu, otomobil yarışlarına k a t ı l a n a r a b a lar m yaptığı hızdan d a h a fazla olmayan bir s ü r a t l e Güneşin çevresindeki yörüngesini t a m a m l a r , 1 kilometre çapındaki bir kar yığının takla ata ata dönmesini gözönüne getirirseniz, ti;• 1: bir k u y r u k l u yıldızın neye benzediğini anlayabilirsiniz. B u n ların çoğu, P l u t o ' n u n yörüngesi sınırından içeri dalamazlar. F a kı/ z a m a n zaman bir yıldızın geçişi, kornet b u l u t u n d a evrensel çekim dalgalanması ve kıpırtısına yol açtığından, bir kornet g r u b u kendini bir hayli eliptik y ö r ü n g e l e r d e Güneş'e doğru yol alıyor bulabilir. J ü p i t e r ve S a t ü r n gezegenlerinin çekim etkisiyle bu kornet g r u b u n u n yolu biraz d a h a değişince, y ü z y ı l d a bir falan iç Güneş sistemi t a r a f ı n d a n çekilebiliyorlar. J ü p i t e r ' le M a r s gezegenlerinin yörüngeleri arasındaki bir y e r d e ısınıp b u h a r l a ş m a y a başlarlar. Güneş'in a t m o s f e r i n d e n dışa doğru Üflenen madde, güneş rüzgârı, k u y r u k l u yıldızın arkasına toz ve buz parçaları yığar, böylece kornet k u y r u ğ u n d a b i r i k i n t i oluşur. Eğer J ü p i t e r ' i yalnızca bir m e t r e genişliğinde d ü ş ü n ü r s e k , o takdirde k u y r u k l u yıldızımızı bir toz zerreciğinden k ü ç ü k kabul edebiliriz. F a k a t k u y r u k t a k i kümeleşme gelişince, uzunluğu gezegenler ar ası boyutlar kazanabilir. Y e r y ü z ü n d e n görülebilecek mesafede yörüngelerde d ö n m e y e başlayınca, d ü n y a l ı toplumlar arasında batıl inanç fırtınası y a r a t a c a k t ı r . F a k a t sonuçta dünyalılar anlayacaklar ki, komet kendi gezegenlerinin a t mosferinde d e ğ i l Öteki gezegenler arasında dolaşmaktadır. Artık b u n u n yörüngesini hesaplayabilirler. Ve belki da bir g ü n yıldızlar âleminden gelen bu ziyaretçinin gizlerini keşfetmek için küçücük bir uzay aracı f ı r l a t a c a k l a r d ı r . Er ya da geç k u y r u k l u yıldızlar gezegenlerle çarpışacaklardır. Y e r k ü r e m i z ve onun yakın dostu Ay, kornetlerle k ü ç ü k asteroitlerin bombardımanı altında kalabilirler. B u n l a r G ü n e ş sisteminin oluşumundan a r t a k a l a n d ö k ü n t ü l e r d i r . K ü ç ü k cisim sayısı b ü y ü k cisim sayısından daha çok o l d u ğ u n d a n , küçük ci— 111 —


sim çarpması d a h a çok olacaktır. Tunguska'daki gibi k ü ç ü k bir kornet parçasının y e r k ü r e y l e çarpışması yaklaşık bin yılda bir olur. F a k a t Halley K u y r u k l u Yıldızı gibi baş t a r a f ı n d a k i parlaklık çapı 20 kilometreyi buları b ü y ü k kornetle bir çarpışma bir milyar yılda bir olabilir. Küçük, buzlu bir cisim bir gezegen ya da Ay'la çarpışınca derin bir iz b ı r a k m a y a b i l i r çarptığı yerde. F a k a t çarpan cisim b ü y ü k s e ya da ana yapısı kayadansa, k r a t e r a:h verilen bir yar ı m k ü r e s e l boşluk açar. Ve eğer bu krateri dolduracak ya da s ü r t ü n m e y l e örtecek bir gelişme olmazsa, krater milyarlarca yıl • olduğu gibi kalır. Ay'ın yüzeyinde hiçbir t o p r a k aşınması olmaz. Yüzeyini incelediğimizde Ay'ın çarpışma sonucu k r a t e r l e r le dolu o l d u ğ u n u görürüz. H a l e n iç Güneş sistemini d o l d u r a n kornet ve asteroit d ö k ü n t ü p a r ç a l a r : . u n t ü m ü n ü n neden olabileceğinden de çok k r a t e r vardır. İşte bu nedenledir ki, A y ' ı n yüzeyi, d ü n y a l a r ı n çok daha önceki dönemlerde, milyarlarca yıl öncesinde yok oluş çağından geçip geldiklerini açıklamaktadır. Ç a r p ı ş m a sonucu oluşan k r a t e r l e r yalnızca Ay'a özgü çuk u r l a r değildir, İç güneş Sisteminin birçok bölgesinde, M e r k ü r ' den (Güneş'e en y a k ı n b u l u n a n M e r k ü r ' d e n ) b u l u t u n çevrelediği Venüs'le Mars'a ve küçücük Ay'ları Fobos ve Deimos'a dek her yerde bu k r a t e r l e r e rastlıyoruz. B u n l a r az çok y e r k ü r e m i z e benzeyen d ü n y a l a r ya da gezegenler ailesindendir. Yüzeyleri serttir, içleri k a y a ve d e m i r d e n d i r . Atmosferleri de, boş uk denebilecek basınç düzeyinden, yerküremiziııkinden 90 kez d a h a yüksek d ü z e y d e basınçlar arasında değişir. Işık ve i: : . ığı olan Güneş'in çevresine toplanmışlardır, tıpkı ateş çevre ü n e kamp k u r a n l a r gibi. Gezegenlerin hepsinin yaşı yaklaşık 4 milyar 600 milyon yıldır. Ay gibi, hepsinde de, G ü n e ş ş i ş k i n i n i n ilk d ö n e m l e r i n d e geçirilmiş bir çarpışma felaketinin iıderi görülür. Mars gezegenini geçince, başka r e j i m e girmiş oluruz, J ü piter gezegeııiyle öteki dev gezegenlerin rejimine. B u n l a r kocaman d ü n y a l a r d ı r . Çoğunlukla h i d r o j e n ve h e l y u m d a ı o i u ş u r — 109 —


lar. Metan, amonyak ve su gibi hidrojen açısından zengin gazlardan az miktarlarda bulunur bu gezegenlerde. Buralarda, yani Jüpiter'de ve Jüpiter ailesinin gezegenlerinde katı yüzeyler yoktur. Yalnızca atmosfer ve rengârenk bulutlar görülür. Bunlar yerküremiz gibi ufak tefek gezegencikler değildirler. Jüpiter'e dünyamız gibi bin tane gezegen sığar. Jüpiter'in atmosferine bir komet ya da asteroid düşerse, bir krater açmasını beklememeliyiz. Bulutlar arasında parçalanıp gider. Bununla birlik* te dış güneş sisteminde de birçok milyar yıl öncesine ait çarpmaların yer aldığını biliyoruz. Çünkü Jüpiter'in bir düzineden çok Ay'ı vardır ki, bunlardan 5'ini Voyager adlı uzay aracı yakından inceledi. Burada da geçmiş felaketlerin izlerini görmek mümkün. Güneş sisteminin tümü incelenebildiğinde, her dokuz gezegende de, Merkür'den Pluto'ya kadarki dünyalarda, çarpışmadan ötürü felaketlerin yer aldığını göreceğiz. Aynı zamanda bu gezegenlerin aylarında, kornetlerinde ve asteroitlerinde de aynı felaket izlerini gözleyebileceğiz. Ay'ın bize yakın yanında, yeryüzündeki teleskoplarla gözlenebilen 10.000'e yakın krater var, «Maria» adı verilen denizler bölgesinde, çapı 1 kilometre olan 1.000'e yakm krater görülüyordu. Basık yerli bölgeler olan buraları, belki de Ay'ın oluşmasından kısa zaman sonra lavlar basmışlar ve daha Önceki kraterleri örtmüşlerdir. Günümüzde, Ay'da ancak yüz bin yılda bir krater açılmasına tanık olunabilir. Birkaç milyar yıl önce gezegenler arasındaki bölgelerde şimdikinden daha çok döküntü parçaları varolduğundan, şimdi artık Ay'da bir çarpışmadan Ötürü krater açılması için yüz bin yıldan fazla bir süre beklemek gerekli olabilir. Yerküremizin alanı Ay'mkİnden geniş olduğu İçin, gezegenimizde bir kilometre çapında bir krater açabilecek çarpışma görmek on bin yılda mümkün olabilir. Yerküremizde «Arizona» adı verilen 1 kilometre çapındaki meteor kraterinin yirmi ya da otuz bin yıllık olduğu saptanmıştır; bu da yapılan hesaplara uygun düşmektedir. Küçük bir kornetin ya da asteroitin Ay'a çarpması, yeryü— 110 —


z ü n a e n görülebilecek gibi bîr p a t l a m a y a yol açar. Böyle bir olayı gösteren bir örnek vardır: 25 Haziran 1178 tarihinde beş İngiliz rahibi Ay'da olağanüstü bir olay saptamışlardır. Daha sonra bu olay C a n i e r b u r y ' d e k i Gervase g ü n l ü ğ ü n e kaydedilmiştir. Bu günlük, zamanının siyasal ve kültürel olaylarım güvenilir biçimde kayıtlara geçirmekle tanınıyor. İşte, bu güiilügün yetkililerine beş r a h i p yemin ederek gördükleri olayın ö y k ü s ü n ü anlatmışlardır. K a y ı t l a r d a şöyle deniyor: Ay'ın pırıl pırıl olduğu bir geceydi. H e r zaman olduğu gibi böyle gecelerde yarım Ay'ın iki ucu doğuya bakıyordu. Üstteki ucu b i r d e n ikiye bolündü. Bölünmenin orta yerinden bir meşale fırladı, ateş, kızgın kömürler p ü s k ü r d ü ve kıvılcımlar yayıldı. A s t r o n o m l a r D e r r a l Mülhollanö ve O aile Calame, bir çarpışma sonucunda, A y ' ı n yüzeyinden, C a n t e r b u r y rahipleri t a r a f ı n d a n verilen bilgiye uygun biçimde bir toz bulut unut kalkabileceğini hesaplamışlardır. Eğer Ay'ın yüzeyinde 800 yıl önce böyle bir ç a r p ı l m a olmuşsa, k r a t e r i n hâlâ görülebilmesi gerekir. Ay'da h a v a ve su b u l u n m a d ı ğ ı n d a n a ş ı n m a öylesine etkisizdir ki, birkaç milyar yıllık k ü ç ü c ü k k r a t e r l e r bile olduğu gibi d u r u y o r . Gervas^ t a r a fından kaydedilenlerden, Ay'da g ö r ü l d ü ğ ü söylenen olguy • belirlemek m ü m k ü n d ü r . Ç a r p ı ş m a l a r ışınlar yaratır, pE','.amadan p ü s k ü r e n ince toz çizgileri bırakır. Ay'daki çok y e n i ' ?ı!.-rde, örneğin K o p e r n i k ve K e p l e r adı verilen kraterlerde, bu t ü r ışınlar v a r d ı r . K r a t e r l e r Ay'daki yok denecek kadar a:- a n ı l m a ya karşı koyabildikleri halde, çok ince olan ışınlar buna karşı koyamazlar. Z a m a n l a uzayda düşen çok k ü ç ü k zerrelerin (mikromeleoritierin) gelişi bile ortalığı tozutarak ışınları örter. Böylece ışınlar y a v a ş yavaş kayboluyor. Işın görülmesi yeni bir çarpışmanın imzası niteliğindedir. — 111 —


Meteorit uzmanı J a c k H a r t u n g ışınlı ve çok yeni g ö r ü n e n bir küçük kraterin C a n t e r b u r y rahiplerinin söyledikleri bölgedeki varlığına işaret ediyor. Bu k r a t e r e Gi orda no B r u n o adı verilmişin'. Nedeni, Katolik Kilisesi bilginlerinden olaıı XVI. yüzyılda yaşamış bu kişinin sayısız d ü n y a l a r b u l u n d u ğ u n u ve buıtian çoğunda insan yaşadığını söylemesi üzerine 1600 yılında bir kazağa bağlanarak yakılmış olmasıdır. Olayın bu biçimde y o r u m l a n ı ş ı m n doğruluğunu ortaya koyan bir başka kanıt, Çalama ve Muiholland t a r a f ı n d a n belirlendi. Bir cisim b ü y ü k bir hızla Ay'a çarpınca, Ay hafifken sallantı geçirir. Sonuçta titreşimler yok olup gider, a m a sekiz yüzyıl gibi kısa bir zamanda olmaz bu. Ay'ın geçirdiği böylesi bir ü r perti, laser yansıtma tekniğiyle ölçülebilmektedir. ApoIIo astronotları Ay'ın birçok bölgesine Özel aynalar yerleştirdiler. Bu aynalara «laser geri reflektörü» deniyor. Y e r y ü z ü n d e n gönderilen bir laser ışını aynaya çarpıp yansıyınca, geri dönüş için h a r c a dığı : m a n inanılmaz bir dakiklikle ölçülebiliyor. Bu sayıyı ışığın hızıyla çarpınca da, o andaki Ay'a olan uzaklığımız inanılmaz bir kesinlikte ortaya çıkıyor. Bu ölçümler, birkaç yıllık bir dönemde s ü r d ü r ü l d ü ğ ü n d e , Ay'ın üç yıllık bir dönemde üç m e t re kadar enlemesine bir t i t r e m e geçirdiği saptanıyor. Bu soııuçsa Giordano B r u n o k r a t e r i n i n b i n yılı a ş m a y a n bir z a m a n içinde Ay'ın çarpma geçirdiği olgusuna u y g u n d ü ş m e k t e d i r . B ü t ü n bu bilgiler dolaylı ç ı k a r m a y ö n t e m i n e d a y a n m a k t a dır. Böyle bir olayın tarihi z a m a n l a r içinde m e y d a n a gelmiş olması olasılığı çok zayıftır. F a k a t ortaya çıkan kanıt, oldukça uyarıcıdır. Tunguska Olayı gibi Arızona Meteor K r a t e r i de bize t ü m çarpma felaketlerinin güneş sisteminin e r k e n d ö n e m l e r i n de meydana gelmediğini gösteriyor. Yerküremiz A y a çok yakın mesafededir. Ay ç a r p m a l a r sonucu böylesine kraterlerle delindiğine göre, y e r k ü r e m i z b u n l a r ı nasıl Kavuşturmuştur? Meteor k r a t e r i neden bu denli e n d e r yeryüzünde? Kornetler ve asteroidler insan y a ş a y a n gezegenlere — 112 —


ç a r p m a m a y a özen mi gösterirler? Böyle bir iyimserlik düşünülemez. B u n u n olası tek açıklaması, çarpma sonucu k r a t e r l e r i n hem Ay'da, hem yerküremizde h e m e n hemen aynı oranda oluştuğu f a k a t h a v a ve su b u l u n m a y a n Ay'da k r a t e r l e r i n u z u n zam a n k o r u n m a s ı n a karşılık, y e r y ü z ü n d e aşınmanın yavaş yavaş onları sildiği ya da doldurduğudur. Suların akması, rüzgârın kum taşıması ve dağ birikintileri çok geniş z a m a n içinde yavaştan yer alan olgulardır. F a k a t milyonlarca ya da milyarlarca yıl s ü r ü p gidince, b u n l a r ç a r p m a d a n ö t ü r ü m e y d a n a gelen yara izlerini k ö k ü n d e n bile silme gücüne sahip olurlar H e r h a n g i bir ayın ya da gezegenin yüzeyinde dış etkenli süreçler y e r alacaktır. Örneğin, uzay kaynaklı etkenler gibi. Bir de d e p r e m gibi iç kaynaklı süreçler olacaktır; volkanik patlamalar gibi anında felaket y a r a t a n olaylar. B u n u n yanı sıra h a v a n ı n taşıdığı k u m tanecikleriyle çukur ların çok yavaştan dolması gibi süreçler de olur. H a n g i süreçlerin, hangi süreçlerden d a h a ağır bastığını söylemek olanaksız, Ancak şu söylenebilir : Ay'da dış kaynaklı felaket etkenleri ağır basıyor; y e r y ü zünde iç kaynaklı y a v a ş t a n oluşan eıkenler ağır basıyor. Mars ise İkisi arasında bir d u r u m d a bulunuyor. Mars ve J ü p i t e r yörüngeleri a r a s ı n d a sayısız â'sîeroic-.leı*, küçücük gezegenler v a r d ı r . B u n l a r ı n e n b ü y ü k l e r i birkaç y ü k i l o m e t r e çapındadır. Çoğu, boyu eninden fazla dikdörtgen blvüı.. dedir ve uzayda takla a t a r a k dolaşırlar. Birbirlerine çok y a k ı n karşılıklı y ö r ü n g e l e r d e ikişer ya da üçer asteroid do y r~ olabilir. Asteroidler arasında çarpışma sık görülen bir o!ay Bazen b u n l a r d a n bir parça kopar, gezegenimize rast in; ı teorit olarak y e r y ü z ü n e düşer, Müzelerimizin raflarında ve bilimsel sergilerde uzak d ü n y a l a r d a n parçalar olarak g&rgilenh'ler. Asteroidler kuşağı b ü y ü k bir Öğütücü değirmendir. Bu değirmen küçiik k ü ç ü k parçaları toz zerreciklerine dönüştürür. K u y ruklu yıldızlarla birlikte b ü y ü k asteroidler, gezegen yüzeylerindeki en y e n i k r a t e r l e r d e n s o r u m l u d u r l a r . Asieroit kuşağı, b i r — 113 —

Kozmos : P. 8


zamanlar bir gezegenin, yakınındaki dev J ü p i t e r ' i n çekim gelgitleri nedeniyle oluşmaktan alıkonulduğu bîr bölgedir diyebiliriz. Ya da asteroit kuşağı, kendini p a r ç a l a y a n bir gezegenin parçalarıdırlar. Bu son şık olasılık taşımıyor, çünkü y e r y ü z ü n deki hiçbir bilgin bir gezegenin kendi kendine patlayıp parçalanması c b y ı diye bir şey bibniyor. F a k a t belki de böyle olmuştur. S a t ü r n ' ü çevreleyen halkalar asteroit kuşağıyla benzerlik gösteriyorlar. Bunlar gezegenin yörüngesinde dolaşan b u z d a n oluşmuş milyarlarca küçücük Ay'lardır. S a t ü r n ' ü n çekim gücü nedeniyle civardaki bir Ay'a k a t m a k t a n alıkonulmuş parçacıklar olabilir bu k ü ç ü c ü k Ay'lar. Ya da çok y a k ı n ı n d a dolaştığı için çekim gücü g e l - g i t i e r i y ü z ü n d e n p a r ç a l a n a n bir Ay'ın kalıntıları da olabilir. Başka bir olasılık da, S a t ü r n ' ü n bir Ay'ından, örneğin Titan gibi bir Ay'ından f ı r l a y a n maddeyle gezegenin atmosferine düşen m a d d e arasında sabit bir denge d u r u m u oluşudur. J ü p i t e r ' i n ve U r a n ü s ' ü n da halkalar sistemi vardır. Yeryüzünden gözlenebilmesi h e m e n h e m e n olanakdışı b u l u n a n bu halka sistemleri henüz yeni keşfedilebilmiştir. N e p t ü n ' ü n de bir halka sorunu v a r mı yok mu sorusu, gezegen bilginlerinin gündem defterinde listebaşıdır. SÖzkonusu halkalar, J ü p i t e r benzeri gezegenlerin evrendeki özel bir süs araçları olabilir. Satürn'den Venüs'e dek gezegenlerin son d ö n e m l e r d e çarpma durumuyla karşı karşıya kaldıklarının ön s ü r ü l d ü ğ ü bir kitap, 3950 yılında I m m a n u e l Velikovsky adında b i r pskiyatrî uzmanı tarafından yayınlandı. Geniş halk yığınlarına h i t a p e t m e k üzere hazırlanan bu kitaba Çarpışau D ü n y a l a r (Woxlds in Collision) adı verilmiştir. Gezegen b ü y ü k l ü ğ ü n d e «kornet» denen bir cismin J ü p i t e r sisteminde her nasılsa oluştuğunu İleri s ü r e n yazar, 3,500 yıl kadar önce b u n u n iç güneş sistemine girdiğini, yerküremiz ve Mars'la birkaç kez çarpıştığını, bu ç a r p m a l a r ı n sonucu olarak Kızıl Deniz'i ayırdığını, Musa'yla İsraillilerin Firavun'dan kaçmalarını sağladığım ve J o s h u a ' n m emirleriyle gezegenimizin dönmesini engellediğini söylüyordu. Bu y ü z d e n vol— 114 —


k a n p a t l a m a l a r ı ve sellerin g ö r ü l d ü ğ ü n ü (*) y a z a n Velikovsky*n i n i f a d e s i n e göre, k a r m a ş ı k g e z e g e n i c r a r a s ı bir bilardo o y u n u s o n u c u n d a , b u kornet h e m e n h e m e n dairesel b i r y ö r ü n g e y e o t u r a r a k bildiğimiz V e n ü s gezegeni o l u v e r m i ş t i r (adı geçen y a z a r a güre V e n ü s e s k i d e n y o k m u ş ) . Ü z e r i n d e birazcık d u r a r a k a n l a t m a y a çalıştığım gibi. yazar ı n b u d ü ş ü n c e l e r i h e m e n t ü m ü y l e yanlıştır. A s t r o n o m l a r çarpışma o l g u l a r ı n a itiraz e t m i y o r l a r , yalnızca ç a r p ı ş m a l a r ı n y a k ı n tarihli olabileceğine karşı çıkıyorlar. G ü n e ş sistemini s e r g i l e y e n h i ç b i r modelde gezegenler y ö r ü n g e l e r i n d e k i ölçeklere uygun o l a r a k gösterilemez. Ç ü n k ü böyle b i r şeye ka i kışsa, y o r ü n g e l e r i n d e k i g e z e g e n l e r gözle zor g ö r ü l e c e k k ü ç ü k l ü k t e gösterilebilir. G e z e g e n l e r i g e r ç e k öl çekleriyle gösterebilecek olsak, y a n i toz zerreciği gibi gösterilebilirlerde, belirli bir k u y r u k l u yıldızın y e r k ü r e m i z e b i r k a ç bin yıl içinde ç a r p m a s ı olasılığının çok, a m a çok a z b u l u n d u ğ u n u kolaylıkla a n l a y a b i l i r d i k , ü s t e l i k Venüs k a y a l ı k v e m a d e n i y a p ı d a bir g e z e g e n d i r . H i d r o j e n b a k ı m ı n d a n f a k i r d i r . Oysa J ü p i t e r -ki Velikov.-.ky kornetin J ü p i t e r ' d e n geldiğini Öne s ü r ü y o r d u - h e m e n h e m e n t ü m ü y l e h i d r o j e n d e n oluş u y o r . J ü p i t e r ' d e n kornet y a d a gezegen f ı r l a m a s ı n a u y g u n e n e r j i k a y n a k l a n y o k t u r . B u n l a r d a n h e r h a n g i biri y e r k ü r e m i z i n yan ı n d a n geçse, g e z e g e n i m i z i n dönmesini « d u r d u r a m a z » . Üstelik d u r d u r d u k t a n s o n r a y e n i d e n d ö n d ü r e m e z de. V o l k a n l a r ı n patlaması ya da sel b a s k ı n l a r ı n ı n sık t e k r a r l a n ışına ilişkin görüşü d o ğ r u ç ı k a r a c a k jeolojik k a n ı t cîa elde yokLur. M e z o p o t o m y a yaz ı t l a r ı n d a V e n ü s ' t e n söz e d i l m e k t e d i r . B u y a z ı t l a r s a Velikovsky'n i n V e n ü s ' ü n k o r n e t t e n b i r g e z e g e n e d ö n ü ş t ü ğ ü n ü söylediği '.a-

(*} Bildiğim kadarıyla, tarihi bir olayı mistik olmayan bir yoklan ve kornet müdahalesi olarak açıklamaya İlk çâbşatı E-lmund Halley "d ir. Edimi ııd Halley, Nuh'un sellerim «bir kuyruklu yıldızın rastlantısal goku» olarak nitelemiştir. — 115 —


r i h t e n öncesine r a s t l a r (*). Bir îıayli elipiik y ö r ü n g e l i b i r cism i n , b u g ü n d a i r e s e l biçime çok y a k ı n olan V e n ü s y ö r ü n g e s i n e ö y l e çabucak geçmesi olanak dişidir. V e l i k o v s k y ' m n k i t a b ı n d a b u n a benzer olanaksız d a h a birçok v a r s a y ı m d a n söz e t m e k m ü m kün. G e r e k b i l i m a d a m l a n , gerekse k o n u n u n u z m a n ı o l m a y a n l a r t a r a f ı n d a n Öne s ü r ü l e n v a r s a y ı m l a r ı n yanlışlığı er geç o r t a y a çıkar. Ne v a r ki, bilim k e n d i n i d ü z e l t e n b i r g i r i ş i m d i r . V a r s a y ı m ların bilim t a r a f ı n d a n k a b u l edilebilmesi için ciddi k a n ı t sınav ı n d a n geçmesi gereklidir. V e l i k c v s k y olayının e n kötü yanı, b u kişinin öne s ü r d ü ğ ü v a r s a y ı m l a r ı n y a n l ı ş olması ya da kesinliği kabul edilmiş olgulara t e r s düşmesi değildi. E n k ö t ü y a n ı , k e n dilerine b i l i m a d a m ı diyen bazı kişilerin VeIikovsky*nm k i t a b ı n ı o r t a d a n k a l d ı r m a k i s t e m e l e r i y d i . Bilime g ü c ü n ü v e r e n , özgür a r a ş t ı r m a ve ne denli g a r i p gelirse gelsin, o r t a y a a t ı l a n b i r v a r s a y ı m ı n değeri ü z e r i n d e a r a ş t ı r m a y a p ı l m a s ı g e r e k t i ğ i d ü ş ü n c e sinin yerleşmesidir. Alışılmış f i k i r l e r e b e n z e m e d i ğ i için insanı tedirgin eden yeni f i k i r l e r i n boğulması, din ve siyaset çevrele* rinde görülebilir. F a k a t böyle b i r şey, bilgiye g ö t ü r e n b i r yol değildir. Bilimsel çaba k a v r a m ı y l a b a ğ d a ş a m a z . Y e n i u f u k l a r açacak görüşleri kimin öne s ü r e c e ğ i n i Önceden k e s t i r i p a t a m a y ı z . Venüs kütle, b o y u t v e y o ğ u n l u k a ç ı s ı n d a n hemen hemen y e r k ü r e m i z e eşittir. E n y a k ı n gezegen oluşu n e d e n i y l e y ü z y ı l l a r boyunca y e r k ü r e n i n k a r d e ş gezegeni gözüyle b a k ı l ı y o r d u . K a r d e ş gezegen acaba nasıl b i r y e r d i r ? Yazın h ü k ü m s ü r m e s i v e güneşe yakınlığı nedeniyle d e y e r k ü r e m i z d e n biraz d a h a sjcak b i r yer m i d i r acaba? Y ü z e y i n d e ç a r p m a sonucu o l u ş m u ş k r a t e r ler v a r mıdır, yoksa aşınmayla k a y b o l u p g i t m i ş l e r m i ? V o l k a n var mı? Y a dağları? O k y a n u s l a r ı ? Y a d a h a y a t v a r m ı ? Venüs'e teleskopla ilk b a k a n 1609 y ı l ı n d a Galileo o l m u ş t u r . Silindir biçimindeki Adda mühürü, M.Ö. üç bininci yılm ortalarına aittir ve Velıüs taurıçası Inanna : yı sabah yıldızı ve Babil İŞiar'ının habercisi olarak gösterir. — 116 —


Yüzeyinde hiçbir şeklin bulunmadığı, yassı bir yuvarla!: gördü. Galileo, Ay gibi, Venüs'ün de incecik bir hilal biçiminden t a m bir y u v a r l a k biçime ve a y n ı nedenle dönüşüp değiştiğini kaydetti. Bazen Venüs'ün gece y a n m a daha uzun s ü r e bakıyoruz, bazen de g ü n d ü z y a n m a . Bu arada, bu b u l g u y e r k ü r e n i n G ü n e ş e t r a f ı n d a döndüğü (ve G ü n e ş ' i n y e r k ü r e e t r a f ı n d a dönmediği) g ö r ü ş ü n ü g ü ç l e n d i r m i ş oldu. Optik teleskopların daha b ü y ü k l e ri yapıldıkça ve ayrıntıları f a r k e t m e özellikleri artırıldıkça, sistemli biçimde Venüs'e çevrildiler. F a k a t Galileo'dan daha iyi gözleyebilmiş değiller. Venüs'ü yoğun ve iç karartıcı bir bulut tabakası çevreliyordu. Gezegene s a b a h vakti ya da geceleyin baktığımızda, V e n ü s ' ü n b u l u t l a r ı n d a n y a n s ı y a n g ü n e ş ışığını görmekteyiz. Ne var ki, keşfedildikleri g ü n d e n bu y a n a bu b u l u t ların yapısı bilinmezliğini hâlâ koruyor. Venüs'ü görebilme olanaklarının bulunmayışı, bazı bilginleri bu gezegen yüzeyinin bataklık olabileceği görüşüne itti. Bu g a r i p iddia şöyle bir m a n t ı ğ a b a ğ l a n m ı ş t ı ; «Venüs'te hiç b i r şey göremiyorum.» «Niçin göremiyorsun?» «Çünkü t ü m ü y l e b u l u t l a r l a kaplı.» «Bulutlar n e d e n oluşmuştur?» «Sudan tabii.» «Öyleyse Venüs'ün bulutları, neden y e r y ü z ü b u l u t l a r ı n d a n d a h a kalın?» «Çünkü orada daha çok su var.» «Fakat b u l u t l a r d a d a h a çok su varsa, y ü z e y d e daha da çok su b u l u n m a s ı gerekir. Ne t ü r y ü z e y l e r daha suludurlar?» «Bataklıklar.» Peki, bataklıklar varsa böcekler, y u s u f ç u k l a r h a t t a belki dinozor neden b u l u n m a s ı n V e n ü s ' t e ? Gözlem : Venüs'te hiç bir şey görülemiyor. S o n u ç : H a y a t olması gerek. V e n ü s ' ü n geçit verm e y e n b u l u t l a r ı şimdilik sadece isteklerimizi yansıtıyorlar. Biz canlı v a r l ı k l a r olduğumuza göre, başka y e r l e r d e de h a y a t olması isteğiyle y a n ı p tutuşuyoruz. Ancak k a n ı t l a r ı n dikkatlice derle— 117 —


nip t o p a r l a n m a s ı ve d e ğ e r l e n d i r i l m e s i s o n u c u n d a belirli b i r d ü n y a d a canlı v a r l ı k l a r ı n b u l u n u p b u l u n m a d ı ğ ı n a k a r a r verilebilir. V e n ü s bizi böyle d ü ş ü n m e y e zorluyor. V e n ü s ' ü n yapısı h a k k ı n d a a n a h t a r bilgi o l u ş t u r a c a k ilk veriler, cam p r i z m a ya da ışığm k ı r ı n ı m ızgarası d e n e n d ü z bir y ü zeyde yapılan ç a l ı ş m a l a r d a n elde edildi. Bu ı z g a r a n ı n Üzerinden belirli a r a l ı k l a r l a d ü z g ü n çizgiler geçer. N o r m a l beyaz ışığm yoğ u n bir d e m e t i d a r b i r y a r ı ğ a y ö n e l t i l d i k t e n s o n r a p r i z m a d a n ya da kırınım ı z g a r a s ı n d a n geçirilirse, tayf adını a l a n g ö k k u ş a ğ ı r e n k l e r i n e ayrışır. Tayf y ü k s e k f r e k a n s l ı (*) ışıktan d ü ş ü k f r e k a n s l ı l a r ı n a k a d a r (mor, mavi, yeşil, sarı, t u r u n c u ve k ı r m ı z ı ) gider. Biz bu r e n k l e r i görebildiğimiz İçin b u n a «gözle g ö r ü l e b i len ışık» denir. Oysa t a y f t a ışığın g ö r d ü ğ ü m ü z b ö l ü m ü n d e n dah a başka ışıklar d a v a r d ı r . D a h a y ü k s e k f r e k a n s l a r d a , m o r r e n gin Ötesinde, t a y f ı n m o r ö t e s i a 3 ı m v e r d i ğ i m i z ışığı b u l u n u r ; t a m anlamıyla gerçek bir ışık olup m i k r o p l a r a ö l ü m s a ç a r . G ö z ü m ü zün görmediği bu ışığı a n l a r ve f o t o e l e k t r i k h ü c r e l e r k o l a y l ı k la f a r k e d e r . D ü n y a d a gözlerimizle a l g ı l a y a b i l d i ğ i m i z d e n fazlası vardır. Morötesi ışığm Ötesinde t a y f ı n X - ı ş ı n ı b o l ü m ü b u l u n u r . X - ışınlarının ötesindeyse g a m m a ı ş ı n l a n , d a h a d ü ş ü k f r e k a n s larda da, kırmızının ötesinde t a y f ı n kızılötesi b ö l ü m ü v a r d ı r . G ö zümüze g ö r ü n m e y e n b u ışık b ö l ü m ü , b i r t e r m o m e t r e a r a c ı l ı ğ ı y l a saptanabilmiştir. G ö z ü m ü z ü n g ö r e b i l d i ğ i n i n ö t e s i n d e t e r m o m e t r e y e ışık v a r d ı ğ ı n d a n , t e r m o m e t r e d e d e r e c e n i n y ü k s e l d i ğ i görüldü. Çıngıraklı y ı l a n l a r l a sıvı p r e p a r a t i ç i n d e k i y a n i l e t k e n * ler kızılötesi ışınları t a m a n l a m ı y l a f a r k e d e r l e r . Kızılötesi bölüm ü n ötesinde t a y f ı n çok geniş r a d y o d a l g a l a r ı b ö l ü m ü g e l i r . B u n l a r g a m m a ışınlarından r a d y o d a l g a l a r ı n a dek, a y r ı işe y a r a y a n ışık türleridir. Hepsi de a s t r o n o m i d e k u l l a n ı l ı r . Gözleri^

<*) Işık bir dalga hareketidir; belirli bir zaman biriminde (örneğin bir saniye), gözün agtabakası gibi bir ıgık algılama mekanizmasının İçine Ulaşan dalga boyu sayısı frekansını belirler. — 118 —


m i z i n r e n k algılama alanı kısıtlı olduğundan, tayf a d ı m verdiğim i z gözle görülebilir bu küçücük ışık demetine karşı eğilimim i z vardır.

1844 yılında filozof Augeste Comte sonsuza dek gizli kalac a k bilgiye ilişkin b i r örnek ararken, yıldızların ve gezegenler i n yapısını gösterdi. Fiziksel olarak yıldızlara ve gezegenlere hiçbir z a m a n gidilemeyeceğini ve b u n l a r ı n yapısına ilişkin örn e k l e r i n de elimize geçemeyeceğini d ü ş ü n e n Auguste Comte, b u n l a r ı n yapısı h a k k ı n d a k i bilgilerden sonsuza dek y o k s u n kalacağımızı s a n ı y o r d u . F a k a t Comte'un ö l ü m ü n d e n yalnızca üç y ı l sonra göklerdeki cisimlerin yapısını belirlemek üzere t a y f t a n yararlanılabileceği anlaşıldı. Değişik moleküller ve değişik kimy a s a l elementler, f a r k l ı ışık f r e k a n s l a r ı ya da ışık rengi emerler, E m d i k l e r i n d e n bazıları t a y f ı n görülebilen bölümünde bulunabilir, bazıları t a y f ı n gözle g ö r ü l m e y e n bölümünde. Bir gezeg e n a t m o s f e r i n i n t a y f ı n d a tek b i r siyah çi2gi, ışığın kayıp bölüm ü n ü ifade e d e r ki, bu da ışığın başka bir gezegenin havasından geçtiği sırada ona emiş yoluyla kaptırdığı bölümü demektir. H e r çizgi değişik bir m o l e k ü l ya da atomun ü r ü n ü d ü r . Her madden i n ışık tayfına attığı özel bir imzası v a r d ı r . V e n ü s gezegenind e k i gazların özellikleri, y e r y ü z ü n d e n , y a n i 60 milyon km. uzakt a n imzanın t a n ı n m a s ı gibi t a n ı n ı r . Güneş'in yapısını tanrısal b i r güce sahipmişiz gibi bilebiliyoruz. Güneş'in yapısında Önce h e l i u m b u l u n d u ğ u s a p t a n m ı ş t ı r . (Yunanlıların Güneş T a n n s ı ' n a Helios adını v e r m e l e r i nedeniyle helium denilmiştir.) E u r o p İ u m — 119 —


bakımından zengin m a n y e t i k A yıldızlarının yapısını bilebiliyoruz; çok uzaklardaki galaksilerin yapısını bu t a k ı m y ı l d ı z l a n oluşturan milyarlarca yıldızın verdiği toplu ışıktan çıkarabiliyoruz. Astronom spektroskopu h e m e n h e m e n sihirbazlık denebilecek bir teknik düzeyine ulaşmıştır. Bu teknik kargısında h a y r e t ten ağzım hâlâ açık kalır. Auguste Comte'un bu örneği seçmesi talihsizlik olmuştur. Eğer Venüs bataklıklarla kaplı bulunsaydı, su b u h a r ı çizgilerini t a y f ı n d a görmek m ü m k ü n olurdu. Oysa 1920 yılı dolaylarında Mount WiIson Gözlemevinde denenen ilk spektroskopık araştırmalarda, Venüs bulutlarının üzerinde su b u h a r ı izine hiç rastlamadı. Bulutları üzerinde ince silikat t o z u n u n dönendıği Venüs'ün, böylece çöle benzer, k u r a k bir yer olduğu anlaşıldı. Daha sonraki incelemeler, V e n ü s ' ü n atmosferinde b ü y ü k m i k tarda karbondioksit b u l u n d u ğ u n u ortaya koydu. Bazı bilginler, gezegendeki b ü t ü n suyun h i d r o k a r b o n l a r l a k a r ı ş a r a k k a r b o n d i oksit oluşturduğunu, bu nedenle de Venüs'ün yüzeyinin petrol de-< nizinden m e y d a n a geldiği y o r u m u n a yöneldiler. K i m i bilgin de, bulutların üzerinde su b u h a r ı n ı n b u l u n m a y ı ş ı n ı b u l u t l a r ı n çok soğuk oluşuna bağlamış ve bu y ü z d e n b ü t ü n s u y u n d a m l a c ı k l a r halinde yoğunlaştığını, b u n l a r ı n da tayf çizgilerinde su b u h a r ı gibi gözükmediğini söylemişti. B i l i m a d a m l a n n ı n tahminlerine göre, kireçtaşı ran k a b u k gibi ö r t t ü ğ ü birkaç adacık dışında Venüs gezegeni t ü m ü y l e suyla kaplıydı; ancak atmosferdeki yoğun karbondioksidin varlığından ö t ü r ü deniz olağan sudan değil, karbonatlı sudan oluşmuştu. Gerçek d u r u m hakkında ilk belirtiler, t a y f ı n görülebilir ışık ya da kızılötesi bölümlerinden gelmemiştir; b u n l a r radyo dalgaları bölümüne aittir. Bir radyo - teleskop, b i r fotoğraf m a k i nesinden daha iyi ışık-Ölçer gibi iş g ö r ü r ve g ö ğ ü n genişçe b i r alanını içine alacak şekilde yönlendirdiğimizde, özel bir r a d y o frekansından ne miktar enerjinin y e r y ü z ü n e geldiğini k a y d e d e r . Akıllı canlıların radyo sinyalleri gönderdiklerini biliyoruz; b i r başka deyişle, radyo ve televizyon yöneten kişilerin b u l u n d u ğ u — 120 —


nu bilmekteyiz. Fakat doğal cisimlerin radyo dalgaları göndermelerinin başka nedenleri olduğunu da biliyoruz. Bunlardan biri, sıcak olmalarıdır. 1956 yılında radyo - teleskoplardan biri Venüs gezegenine doğru çevrildiğinde, çok yüksek ısı derecesi gosterircesine radyo dalgalan yaydığı anlaşıldı. Fakat Venüs'ün yüzeyinin müthiş sıcak olduğunu asıl ortaya koyan, karanlık bulutları delip geçen Sovyet Venera uzay aracının bize bu en yakın gezegenin gizemli yüzeyine inmesi oldu. Anlaşıldı ki, Venüs yanıyor. Venüs'te ne bataklık var, ne petrol alanları, ne karbonat okyanusları. Yetersiz verilerle yanılmak kolaydır. Biz her şeyi yansıyan ışıkla görüyoruz. Bu ışığı Güneş verebileceği gibi, elektrik ampulü de verir. Işığın ışınlan baktığımız şeye çarpıp geri gelerek gözümüzün içine girer. Fakat eskiler, ki bunlar arasında Euklid gibi önemli kişiler de var, gözümüzden uzanan ışınların, bakılan cisme temas eimeleri suretiyle görebildiklerim sanırlardı. Bu tür bir düşünceye b u g ü n de rastlandığı oluyor. Gerçi karanlık bir odadaki cismin görülemeyişinİ açıklamaya yetmiyor, ama doğal bir düşünce olarak bunu sürdürenler var. G ü n ü m ü z d e bir laser'le bir fotohücre ya da bir rad a r vericiyle bir radyo - teleskobu arasında bağlantı k u r a r a k uzaktaki cisimleri ışık yoluyla algılıyoruz. R a d a r astronomisinde radyo dalgalan dünyamızdaki bir teleskop tarafından gönderiliyor ve, örneğin, Venüs'ün yerküremize bakan bölgesine çarparak geri dönüyorlar. Birçok dalga uzunluğunda Venüs'ün b u j lutları ve atmosferi radyo dalgalarına karşı b ü t ü n ü y l e saydamdır. Yüzeydeki bazı yerler radyo dalgalarını emecek ya da y e r çok sertse, onları yanlara doğru dağıtacak, böylece radyo dalgalarına karanlık görünecekler. Venüs yörüngesinde dönerken yüzeyindeki şekilleri izlemek suretiyle ilk kez Venüs'te g ü n ü n uzunluğu saptanabildi; başka bir deyişle, Venüs'ün kendi ekseni çevresinde dönmesi içiıı geçen zaman. Venüs yeryüzü günü olarak 243 günde bir dönmektedir; ancak güneş sistemindeki t ü m diğer gezegenlerin döndükleri y ö n ü n tersine, yani geriye doğru dönüyor. Bunun sonucu olarak Güneş batıda doğar, doğuda ba— 121 —


t a r ve güneşin doğuşundan bir dahaki doğuşuna geçen süre de yeryüzü günü olarak 118 g ü n d ü r . Venüs y e r k ü r e m i z e yakınlaştığı her defasında h e m e n hemen y ü z ü n ü n hep a y n ı t a r a f ı n ı gösterir. Venüs'ün r a d a r yoluyla fotoğrafları çekilmiştir. B u n l a r ı n bazıları y e r y ü z ü n e yerleştirilmiş radarlı teleskoplarla, bazıları da Venüs çevresinde dolaşan Pioneer a r a c ı n d a n alınmıştır. Çarpma sonucu açılmış k r a t e r görüntüleri çok ilginçtir. Bu k r a t e r ler bize Venüs'ün çok yaşlı bir gezegen olduğunu a n l a t m a k t a d ı r . Venüs'teki k r a t e r l e r oldukça sığdır. Şimdiye dek b u l u t l a r t a r a fından tümüyle gizli t u t u l a n bir d ü n y a n ı n bize açıldığını görmekteyiz. Venüs'ün yüzeyindeki ısı, h e m radyo astronomisi, h e m de doğrudan uzay aracı ölçümlerinden öğrendiğimize göre, 480 saııtigrad derecedir. M u t f a k f ı r ı n l a r ı n d a n en sıcağından daha da sıcak. Yüzeyinde dünya atmosferi basıncının 90 katı basınç vardır, Bir uzay aracının Venüs'te u z u n s ü r e kalabilmesi için buzdolabı içinde sürekli soğutulması gerekecektir. Sovyetler Birliği ve ABD, Venüs'e lö'u aşkın uzay aracı gönderdiler. B u n l a r yoğun atmosfere dalıp b u l u t l a n aştılar. Bazıları Venüs yüzeyinde bir saat k a d a r k a l m a y a dayanabilmişlerdi. Sovyetlerin attıkları Venera tipi uzay araçlarından ikisi Venüs'ten fotoğraflar çektiler. Güzün görebildiği ışığa göre, V e n ü s ' ü n açık yeşil b u l u t l a n var, fakat ilk olarak Galileo'ııun kaydettiği gibi, b u n l a r arasından herhangi bir şekil a y ı r t e t m e k olanaksızdır. Oysa k a m e r a larımız morötesi bölgeyi taradığında, yüksek a t m o s f e r d e k a r m a şık girdaplı bir hava sistemi karşısında kalıyoruz. R ü z g â r l a r saniyede 100 metre, saatte 360 km. hızla esmektedir. V e n ü s ' ü n atmosferi %Ö6 karbondioksittir. Nitrojen, su b u h a r ı , argon, k a r bonmonoksit ve Öteki gazlara eser m i k t a r d a rastlanıyor. F a k a t rastlanan hidrokarbon ya da k a r b o n h i d r a t oram milyonda 0.1'den de azdır. Venüs'ün b u l u t l a n sonuçta koyu s ü l f i r i k asit eriyiği olarak karşımıza çıkıyor. Az miktarlarda hidroklorik asitle hid— 122 —


r o f l o r i k asit de b u l u n u y o r . Y ü k s e k t e k i serin b u l u t l a r ı n üzerind e bile V e n ü s y a ş a m a y a elverişsiz b i r y e r olarak g ö z ü k ü y o r . V e n ü s y ü z e y i n e 45 k m . k a l a n a dek s ü l f ü r r e n k l i sis aşağı d o ğ r u yayılır. B u n o k t a d a n i t i b a r e n y o ğ u n f a k a t k r i s t a l beyazlığında b i r a t m o s f e r l e karşılaşıyoruz. B u n u n l a b i r l i k t e a t m o s f e r basıncı öylesine y ü k s e k ki, y ü z e y i g ö r ü l m ü y o r . G ü n e ş ışığı atm o s f e r i k m o l e k ü l l e r e ç a r p ı p geriye d ö n d ü ğ ü n d e n , y ü z e y şekilleri m e ç h u l ü m ü z kalıyor. A t m o s f e r i n bu bölgesinde toz yok, bul u t yok, yalnızca a t m o s f e r i n b e l i r g i n b i ç i m d e y o ğ u n l a ş m a s ı söz k o n u s u . Y e r k ü r e m i z d e h a v a n ı n çok k a p a l ı olduğu g ü n l e r d e k i kad a r G ü n e ş ışığı b u l u t l a r d a n V e n ü s ' e sızıyor. Y a k ı c ı sıcağı, ezici basıncı, z a r a r l ı g a z l a n t e k i n g ö z ü k m e y e n b i r k ı r m ı z ı l ı k l a k a r ı ş ı n c a , V e n ü s b i r Aşk T a m ı ç a s ı ' n d a n çok b i r c e h e n n e m i a n d ı r ı y o r . Ç ı k a r a b i l d i ğ i m i z k a d a r ı y l a , Venüs yüzeyin i n a n c a k bazı b ö l ü m l e r i n d e y u m u ş a m ı ş k a y a l ı k l a r b u l u n u y o r . B i r d e k â h o r a s ı n d a , k â h b u r a s ı n d a uzak b i r g e z e g e n d e n g e l i p iskeleti k a l m ı ş bir u z a y a r a c ı k a l ı n t ı s ı n ı n b u r a d a k i vahşeti haf i f l e t t i ğ i y o z m a n z a r a l a r v a r . B ü t ü n b u n l a r d a kalın, b u l u t l u , z e h i r l i a t m o s f e r a r a l ı ğ ı n d a n f a r k e d i l m e s î son derece zor g ö r ü n t ü l e r d i r (*).

(*) Bu boğucu yerde canlı varlık bulunması, hatta bizlerden çok değişik varlıkların bile bulunması olasılık dışıdır. Ornanik ve- akla gelebilen başkaca biyolojik moleküller paramparça olmaktan kurtulamazlar. Fakat diyelim ki, bu gezegende bir zamanlar akıllı canlılar yaşamışlardır. Böyle bir varsayımın bilime ne katkısı olur ki? Yerküremizde bilimin gelişmesi temel olarak yıldızlarla gezegenlerin devin imi erinci ek i düzenin gözlemlenmesiyle olmuştur. Oysa Venüs tümüyle bulutlara sarih bir gezegen. Geceler oldukça uzun, yeryüzü günü olarak 59 gün uzunluğunda. Fakat gc«eleyın Venüs'ten göklere bakacak olsanız hiçbir şey göremezsiniz. Gündüz bile Güneş gözükmez. Güneş ışığı göğe ancak deniz dibi bulanıklığına benzer biçimde yayılır. Venüs gezegeninde bir — 123 —


Venüs, gezegen çapında f e l a k e t i n h ü k ü m s ü r d ü ğ ü b i r y e r dir. Y e r y ü z ü n d e k i y ü k s e k ısı, s e r a l a r d a ısı s a ğ l a m a k için u y g u lanan y ö n t e m e benzer bir s ü r e ç t e n k a y n a k l a n ı r . G ü n e ş ışığı, gÖ2İe görülebilen bu ışığa y a r t - s a y d a m bir o r t a m o l u ş t u r a n Venüs a t m o s f e r i n d e n v e b u l u t l a r ı n d a n geçiyor, y ü z e y e ulaşıyor. Yüzey çok sıcak o l d u ğ u n d a n , g ü n e ş ışığını gerisin g e r i y e u z a y a doğru y a n s ı t m a y a çabalar. F a k a t V e n ü s G ü n e ş ' t e n çok d a h a s e r i n (daha az sıcak d i y e ü m ) o l d u ğ u n d a n , t a y f ı n gözle g ö r ü l e b i l e n ışık b ö l ü m ü n d e değil de, çoğunluk kızılötesi b ö l ü m ü n d e ışm y a y a r . B u n u n l a birlikte V e n ü s a t m o s f e r i n d e k i k a r b o n d i o k s i t l e s u b u h a r ı kızılötesi ışma s a y d a m bir o r t a m oluşturmadığından, Güneş'in ısısı h e m e n t ü m ü y l e e m i l i p t u t u k l a n m ı ş olur v e b u n u n

radyo-teleskop kurulsa Güneş görülebilir. Hatta yerküremiz ve uzaktaki daha başka cisimler de görülebilirdi. Eğer Venüs'te astrofizik geliş5e.yelit yıldızların varlığı fizik yasaları yoluyla çıkarılabilirdi, fakat bütiîn bu bilgiler yalnızca kuramsal düzeyde kalmaktan öte geçemezdi. Merak ettim, Venüs'teki akıllı varlıklar bir gün uçmayı, yoğun havada bir araçla dolaşmayı öğrenselerdi ve üzerlerindeki 45 kilometrelik gizemli bulut tabakasına girerek sonuçta o tabakadan çıkıp başlarını yukarıya kaldırsalardı ve ilk olarak o Güneş'li, gezegenli, yıldızlı muhteşem evrenle karştlaşsalardı, acaba tepkileri ne olurdu? — 124 —


s o n u c u n d a ısı düzeyi yükselir. {*) Bu ısı yükselişi, sözkonusu yoğ u n a t m o s f e r d e n kızılötesi ışının b i r nebzecik kaçışının, alçakt a k i a t m o s f e r d e v e y ü z e y d e emilen g ü n e ş ışığım dengelediği nokt a y a dek a r t a r . Evet, d ü n y a m ı z ı n k o m ş u s u V e n ü s gezegeni, dediğimiz gibi, hiç d e y a ş a n a s ı bir y e r değil. A m a y i n e d e V e n ü s k o n u s u n a değineceğiz. Ç ü n k ü k e n d i açısından h a y r e t u y a n d ı r ı c ı y a n l a n d a y o k değil. Y u n a n v e N o r d i k ( K u z e y ülkeleri, İ s k a n d i n a v y a ) mitolojisindeki k a h r a m a n l a r ı n çoğu, ne de olsa, C e h e n n e m i ziyar e t e g i t m e k İçin e p e y çaba h a r c a m ı ş l a r d ı r . K ı y a s l a n ı n c a C e n n e t s a y ı l a b i l e c e k g e z e g e n i m i z h a k k ı n d a , o n u C e h e n n e m l e karşılaşt ı r a r a k ö ğ r e n e c e ğ i m i z çok şey v a r d ı r . Y a r ı s ı insan y a r ı s ı a s l a n olan S f e n k " 5.500 yıl önce yapılm ı ş t ı . Y ü z ü b i r z a m a n l a r d ü z g ü n , p a r l a k v e tertemizdi. Binlerc e yıldır Mısır ç ö l ü n d e n g e l e n k u m f ı r t ı n a l a r ı y l a a r a d a s ı r a d a y a ğ a n y a ğ m u r l a r n e d e n i y l e ş i m d i aşınmış, bozulmuş v e m a t l a ş a n y e r l e r i v a r . N e w Y o r k ' t a K J e o p a t r a ' n ı n İğnesi adlı bir dikilitaş d u r u r . M ı s ı r ' d a n g e t i r i l m i ş t i r . B u dikilitaş k e n t i n Cent-

(*) Venüs'teki su buharının miktarı konusunda henüz tam bir kesinlik yok. Pioneer uydusunun verdiği bilgiler, yüzde birin yirmi, otuzu oranında su mevcudu bildirirken, Sovyetler'in Venera il ve 12'nin verdiği bilgiler, yüzde birin yüzde biri oranında su mevcudu bulunduğunu bildirdi. Eğer bunlardan birincisi doğruysa, o takdirde karbondioksitle su buharı mevcudu gezegenin derecesini 480'e yükseltmeye yeterli demektir, İkinci bilgi doğruysa -ki, tahminen ikinci bilgi doğrudur- o takdirde karbondioksit miktarıyla su buharı miktarı gezegen yüzeyinin ısısını ancak 380 dereceye çıkarmaya yeterli olmaktadır ve kızılötesi frekans pencerelerinin tıkanması için atmosferde bagka yapısal maddeler vardır anlamına gelir; Venüs'ün atmosferinde varlığı saptanan SOr, CO ve HCI miktarları geri kalan 100 derecelik ısı artışını sağlamaya etken olur. — 125 —


rai P a r k ı n a getirilişinden bu y a n a yalnızca yüzyıl geçtiği halde, üzerindeki y a z ı l a r h e m e n h e m e n t ü m ü y l e silinmiştir. B u n u n nedeni d u m a n l ı sis ve s a n a y i tesislerinin yol açtığı çevre k i r liliğidir. V e n ü s gezegeni a t m o s f e r i n d e k i k i m y a s a l erozyon b e n zeri b i r d u r u m . Y e r y ü z ü n d e k i a ş ı n m a (erozyon) bilgiyi siler s ü p ü r ü r . ancak bu s ü r e ç çok y a v a ş t a n y e r aldığı için f a r k e d i l m e z . Cüsseli s ı r a d a ğ l a r m i l y o n l a r c a yıl v a r l ı k l a r ı n ı s ü r d ü r ü r l e r ; ç a r p ma sor.ucu oluşan k ü ç ü k k r a t e r l e r belki y ü z bin yıl k e n d i l e r i n i k o r u r l a r . (*) İ n s a n ı n y a r a t t ı ğ ı b ü y ü k y a p ı l a r s a yalnızca b i r k a ç bin yıl a y a k t a kalırlar. Böylesi y a v a ş ve t e k d ü z e e r o z y o n d a n başka k ü ç ü k ya da b ü y ü k f e l â k e t l e r de y a p ı l a n yok e d e r l e r . Venüs'te, y e r k ü r e m i z d e ve g ü n e ş s i s t e m i n d e k i öteki gezegenlerde felaketlerin y e r l e bir etliği şeylere ait k a n ı t l a r v a r . D a ha yavaş ve t e k d ü z e yok edici s ü r e ç l e r de, y e r y ü z ü n d e y a ğ m u r , dereler, a k a r s u l a r ve sellerin t o p r a k taşıması gibi o l a y l a r d ı r . M a r s ' t a eski a k a r s u k a l ı n t ı l a r ı y e r a l t ı n d a n geliyor olabilir. J ü piter'in Ay'ı olan lo'da sözkonusu f e l a k e t etkisini a k a n s ü l f ü r y a t a k l a r ı n ı n oynadığı sanılıyor. Y e r y ü z ü n d e çok güçlü h a v a sistemleri, Venüs ve J ü p i t e r ' d e k i a t m o s f e r de b e n z e r b î r etki y a par. Gezegenimizde v e M a r s ' t a k u m f ı r t ı n a l a r ı a y n ı r o l ü o y n a r . Vo~'-: r.l.;r y e r k ü r e n i n ve I o ' n u n a t m o s f e r i n e d ö k ü n t ü l e r p ü s k ü r tür. Venüs'ün, M a r s ' ı n ve gezegenimizin y ü z e y l e r i n i n b i ç i m l e rini iç jeolojik s ü r e ç l e r y a v a ş t a n bozar. Y a v a ş d e v i n i m l e r i dillere destan olan b u z u l l a r y e r y ü z ü şekillerini y e n i d e n y o ğ u r u r lar. B u z u l l a r ı n M a r s ' t a da a y n ı şeyi y a p m a l a r ı olasılığı sözko-

{*) Bu konuda daha kesin bir şey söylemek gerekirse, çarpma sonucu oluşmuş çapı 10 km'.Iik bir krater her 500,000 yüda bir görülür, Jeolojik bakımdan "istikrar gösteren Avrupa ve Amerika gibi bölgelerde bir krater erozyona karşı yaklaşık 300 milyon yıl dayanabilir. Daha küçük çapta kraterler daha sık olarak görülür ve çabucak ortadan kaybolurlar, özellikle jeolojik bakımdan hareketli bölgelerde. — 126 —


n u s u d u r . Bu süreçlerin zaman b a k ı m ı n d a n sürekliliği ş a r t değildir. A v r u p a ' n ı n b ü y ü k bir bölümü karlarla kaplıydı. Birkaç milyon yıl önce b u g ü n Chicago'nun bulunduğu yer üç kilometre kalınlığında buz altında g ö m ü l ü y d ü . Mars'ta ve Güneş sist e m i n d e k i öteki gezegenlerde b u g ü n birdenbire m e y d a n a gelm i ş olması olanaksız şekiller görüyoruz. B u n l a r milyonlarca ya da m i l y a r l a r c a yıl önce gezegenlerin iklimleri çok değişikken oluşmuş şekillerdir. Y e r y ü z ü n ü n şeklini ve iklimini değiştirebilecek bir e t k e n d a h a sozkonusudur: O da çevre koşullarını değiştirebilen akıl s a h i b i canlılardır, Venüs'te olduğu gibi, yerküremizde de karbondioksit ve su b u h a r ı nedeniyle bir sera koşulu bulunuyor. E ğ e r bu sera koşulları geçerli olmasa, y e r k ü r e n i n toptan ısısı, s u y u n donma derecesinin altına düşerdi. Okyanusları sıvı dur u m d a tutan v e h a y a t ı m ü m k ü n kılan b u d u r . Hafif t e r t i p sera etkisi y a r a r l ı d ı r . Venüs'teki gibi y e r k ü r e m i z d e de 90 atmosferlik karbondioksit v a r d ı r ; şu f a r k l a ki, kireçtaşı ve diğer karbon a t l a r şeklinde y e ı k a b u ğ u n d a c k r , a t m o s f e r d e y o k t u r . Y e r k ü r e miz birazcık, hem de çok azıcık. Güneş'in yakınına kaydırılsa, ısı hafifçe yükselir. Böyle bir şey karbondioksitin bir bölümünü yüzeydeki k a y a l a r d a n dışarı atar, buysa sera koşullarını şiddetlendirirdi. Bu d u r u m d a da yüzeydeki ısı düzeyi yükselirdi. Yüzeyin daha çok ısınması sonucu, k a r b o n a t l a r buharlaşar a k karbondioksite d ö n ü ş ü r ve seradaki d ü z g ü n ısı kontrolü kaybolur. V e n ü s ' ü n Güneş'e yakınlığı yüzünden, hu gezegenin t a r i h i n i n ilk d ö n e m l e r i n d e böyle bir olguyla karşılaştığını sanıy o r u z . Venüs y ü z e y i n i n çevre d u r u m u bir u y a n sayılmalıdır. Bizim y e r k ü r e m i z de böyie bir felaketle karşılaşabilir. B u g ü n k ü sanayi uygarlığının başlıca e n e r j i kaynakları fosil adını verdiğimiz y a k ı t l a r d ı r . O d u n ve petrol, kömür ve doğal gaz y a k m a k t a y ı z . B u n l a r ı y a k a r k e n , havaya, çoğunlukla karbondioksit olmak üzere, zararlı gazlar salıyoruz. B u n u n sonucu olarak, y e r y ü z ü a t m o s f e r i n d e k i karbondioksit m i k t a r ı kork u n ç derecede artıyor. S e r a d a k i ısı artışının kontrolden ç ı k m a j — 127 —


sı olasılığı, çok dikkatli o l m a m ı z gereğini h a t ı r l a t m a l ı d ı r : Y e r k ü r e m i z i n t ü m ısısında b i r ya da iki derecelik ısı artışı bile b i r felakete neden olabilir. K ö m ü r , p e t r o l y a d a m a z o t y a k a r k e n , a t m o s f e r e s ü l f ü r i k asit de salıyoruz. V e n ü s ' t e olduğu gibi, b u g ü n gezegenimizin a t m o s f e r i n d e k ü ç ü c ü k asit d a m l a c ı k l a r ı n ı n o l u ş t u r d u k l a r ı y o ğ u n sise rastlıyoruz. B ü y ü k k e n t l e r i m i z zararlı" moleküllerle çevre kirliliğine u ğ r a m ı ş d u r u m d a . D a v r a n ı ş biçim i m i z i n u z u n d o n e m d e d o ğ u r a c a ğ ı s o n u ç l a r ı kesti r e m e s l e k t e yiz. Bu a r a d a iklimi karşıt yönde de bozma çabası g o s t e r i y o r u ? . İ n s a n l a r y ü z binlerce yıl o r m a n l a r d a n kestikleri o d u n l a r ı y a k ı yorlar v e evcil h a y v a n l a r ı n y e m o l a r a k k u l l a n d ı k l a r ı o t l a k l a r ı n yok olmasına göz y u m u y o r l a r . K e s - v e - y a k t a r ı m ı y l a s a n a y i uğr u n a o r m a n l a r ı n yok edilmesi v e h a y v a n otlatılması g ü n ü m ü z d e yaygındır. N e v a r ki, o r m a n l a r o t l a k l a r d a n d a h a koyu r e n k tedir. O t l a k l a r d a çölden d a h a k o y u r e n k t e d i r . Böylece y e r i n emdiği güneş ışığı m i k t a r ı a z a l m ı ş t ı r . T o p r a ğ ı n k u l l a n ı m ı n d a k i değişiklikler y ü z ü n d e g e z e g e n i m i z y ü z e y i n i n ısısını d ü ş ü r m e k teyiz. B u soğuma k u t u p t a k k e s i n i n b o y u t u n u b ü y ü t ü r v e b e y a z rengi nedeniyle y e r y ü z ü n e gelen g ü n e ş ışığım d a h a çok y a n s ı t a r a k gezegenin d a h a d a s o ğ u m a s ı n a yol açabilir m i a c a b a ? B u da eKaçak albedo» (*) o l g u s u n a yol a ç a r m ı ? Bizim sevimli gezegenimiz y e r k ü r e , bilebildiğimiz t e k y u v a mızdır. Venüs çok sıcak b i r y e r . M a r s çok s o ğ u k b i r y e r . Y e r y ü z ü m ü z s e u y g u n b i r yer, insanoğlu için bir c e n n e t t i r . İ n s a n o ğ l u b u gezegende e v r i m geçirmiştir. F a k a t asıl y a p ı m ı z a u y g u n düşen iklimimiz bozuluyor olabilir, Z a v a l l ı g e z e g e n i m i z i t u t a r sız biçimde etkiliyoruz. Y e r y ü z ü n ü n ç e v r e k o ş u l l a r ı n ı V e n ü s ce-

(*) AJbedo, bir gezegene gelip çarpan güneş ışığının uzaya geri dönen bölümünün ölçüsüdür. Yerküremizin Albedo'su %30-35*dir. Güneş ışığının geri kalan bölümünü toprak emer ve yerküremizin ortalama düzey ısısını belirleyen bu orandır. — 128 —


h e n n e m i n e ya da Mars'ın buzul çağma d ö n ü ş t ü r m e tehlikesi sözkonusu m u ? Bu soruya kesin yanıt v e r m e k olanaksız. Y e r y ü z ü ikliminin t o p t a n incelenmesi, y e r k ü r e m i z i n öteki gezegenlerle karşılaştırılması, henüz çok düşük düzeyde bir incelemeye konu olmuşlardır. B u n l a r ü z e r i n d e fazla d u r u l m a y a n konular. Bilgisizlik ve bilinçsizlikle y e r k ü r e m i z i n orasını burasını çekiştiriyor, u z u n vadeli sonuçlarının ne olacağını bilmeden atmosferi kirletip toprağı ç o r a k l a ş t u ı y o r u z . Birkaç milyon yıl önce, y e r y ü z ü n d e k i evrim sonucu ilk ins a n l a r belirdiğinde, zaten orta yaşa ulaşmış bir d ü n y a y d ı y e r k ü remiz. Gençliğinin f e l a k e t l e r i n d e n ve haşarılığından bu y a n a 4,6 m i l y a r yıl geçmişti, Biz insanlar, şimdi yeni ve belki de son u c u etkileyecek bir d a v r a n ı ş gösteriyoruz. Aklımız ve tekno= lojimiz bizlere iklimimizi etkileme g ü c ü kazandırdı. Acaba bu g ü c ü hangi yönde kullanacağız? T ü m insanlık ailesini etkileyec e k s o r u n l a r d a bilgisizliğe ve 'neme;lazımcılığa' boyun mu eğeceğiz? Kısa vadeli çıkarları y e r k ü r e m i z i n varlığından yeğ mi t u t u y o r u z ? Yoksa d a h a uzun zaman ölçülerini ğözönünde t u t a r a k ona göre çalışıp çocuklarımızı, torunlarımızı d ü ş ü n m e k sur e t i y l e gezegenimizin varlığını k o r u y u c u k a r m a ş ı k yöntemlere akıl e r d i r m e y e mi çalışacağız? Y e r k ü r e m i z m i n n a c ı k ve «Dikkat! Kırılacak eşya!» t ü r ü n d e n bir şeydir. Özen gösterilmek ister.

— 129 —

Kozmos : F. 10


Bölüm V KIRMIZI BİR GEZEGENE İLİŞKİN HÜLYALI DÜŞÜNCELER Tanrıların

vişne

bahçelerindeki

— Enuma Elîsh,

su

yollarını

M.Ö. yaklaşık

İzliyor... 2500. yıl

Kopernik'in fikrini paylaşan, başka bir deyişle, üzerinde yaşadığımız yerin bîr gezegen olduğu, döndüğü ve güneş tarafından aydınlatıldığı görüşünü savunan kişi için. Öteki insanlar gibi bazen hayal kurmaktan öte bir şey yapamıyor denebilir... Öteki gezegenlerin de kendilerine göre bir yapıları bulunduğunu ve hatta yeryüzündeki gibi İnsanların orada yaşadıklarını söyleyenler de aynı biçimde hayal kuruyor olabilirler... Doğanın İstediğini yaptığı ve yaptıklarının nedenlerini öğrenmeye kalkışmak nasıl olsa sonuç vermez diye doğa hakkında soruşturma açılmasının gereksizliği zihnimize yerleş— 131 —


misti... Fakat bir süre Önce bu konu üzerinde biraz ciddiyetle düşününce, (kendimi daha Önce gelmiş geçmiş büyük adamlardan daha akıllı saydığımdan değil, onlardan daha sonraki bir tarihte dünyaya gelme mutluluğuna eriştiğim için) bu soruşturmanın sonuçsuzluğa mahkûm olmayabileceği, engellerin soruşturmayı durduramayacağı ve düşüncenin yeni yollara açılabileceği aklıma geldi,

— Chrîstian Huygens, New Conjectures Concerning t h e Pîanelary Wor!ds, Their înnabitants yakt. 1690

and

Productions,

İnsanların görüş alanlarını genişletebilecekleri bir zaman gelecek... Ve yerküremiz gibi gezegenler göreceklerdir. — Christopher Wren, Gresham College

açılış

konuş-

masından, 1657

M A R S ' T A H A Y A T O L U P O L M A D I Ğ I N I 500 K E L İ M E Y LE TELLE. Yıllar Önce b ü y ü k bir gazetenin sahibi, ü n l ü b i r astronoma böyle bir telgraf ç e k e r e k posta ü c r e t i kendisine a i t olmak üzere bilgi istemişti. Astronom biraz d ü ş ü n d ü k t e n s o n r a ş u telgrafı ç e k m i ş : K İ M S E B İ L M İ Y O R , K İ M S E B İ L M İ Y O R . . . 250 kez b u n u yazmış. Bir u z m a n ı n ısrarla böylesi bir bilgisizlik itirafına karşın, hiç kimse bu a ç ı k l a m a y a kulak asmayarak Mars'ta hayat o l d u ğ u n u söyleyenlerle h a y a t o l m a d ı ğ ı m söyleyenler bulunuyor, ü s t e l i k b u n u b ü y ü k b i r otoriteyle açıklıyorlar. Bazı kişiler Mars'ta h a y a t olmasını çok istiyorlar; b a z ı l a r ı y sa olmasını istemiyorlar. H e r iki t a r a f t a r g r u b u n d a da aşırıya kaçanlar oldu. Bu a ş ı n duygular, bilimin ö n g ö r d ü ğ ü h e r iki tar a f a da kulak verme esnekliğinin sınırını aştı. B i r b i r i n e k a r ş ı t iki olasılığı zihninde taşıma z a h m e t i n e k a t l a n m a k i s t e m i y o r gözüken birçok kişi, tek bir y a n ı t bekliyor bu konuda. T e k olsun da nasıl olursa olsun yanıt. Bazı bilginler M a r s ' t a i n s a n y a ş a d ı — 132 —


ğına ilişkin verilerinin s o n r a d a n çok e n t i p ü f t e n kanıtlar olduğunu gördüler. Kimisi de Mars'ta herhangi bir yaşam biçimi araştırması başarılı olamadı ya da kesin bir sonuç vermedi diye adı geçen gezegende h a y a t b u l u n m a d ı ğ ı n a k a r a r verdi. Bu kırmızı renkli gezegen için hülyalı düşünceler öne s ü r ü l m e k t e n geri durulmadı. N e d e n Mars'lılar? Neden, örneğin S a t ü r n ' l ü î e r ya da P l ü ton'lular değil de, ille Mars'lılar üzerinde bu denli hayal ateşi alevlendirildi? Ç ü n k ü ilk bakışta, Mars birçok b a k ı m d a n y e r k ü r e m i z e benziyor da ondan. H e r şeyden önce yüzeyini görebildiğimiz en yakın gezegsn. K u t u p l a n buzlarla kaplı. Uçuşan bulutl a n , m ü t h i ş toz fırtınaları, kızıl r e n k l i yüzeyinde mevsimlik şekil değişiklikleri o l d u k t a n başka, günleri de bizimki gibi y i r m i dört saat, İ n s a n zihninin orada da insan yaşadığını düşünmesine yol açan y a n l a n v a r bu gezegenin. Mars, y e r y ü z ü insanlarının u m u t ve korku yatırımı yaptıkları efsanevi bir a r e n a y a dönüşm ü ş t ü r . Ne var ki, bizlerin psikolojik eğilimleri (lehteki ya da a l e y h t e k i ) yanıltıcı olmamalıdır. Asıl önemlisi kanıttır ve bu kanıt heııüz y o k t u r . Mars'ın gerçek d u r u m u bir h a r i k a l a r diyarı olabilir. İleriye ait a r a ş t ı r m a l a r d a öğreneceklerimiz, şimdiye dek öğrendiklerimizden çok daha çekici gelebilir. B u g ü n için M a r s gezegeninin k u m l a r ı n ı oraya gönderilen aygıtlarla elemiş, aygıtlarımızın oradaki varlığını s ü r d ü r m e y e başlamış bulunu-y o r u z . Yüzyıllık r ü y a m ı z ı n gerçekleşmesidir buncağız! X I X . yüzyılın sonlarında d ü n y a n ı n , bizim insanımızdan d a h a akıllı a m a aynı biçimde ö l ü m l ü y a r a t ı k l a r t a r a f ı n d a n inceden inceye seyredildiğine kimse inanmazdı. Bir damlacık suda koşuşan ve çoğalan tek hücreli yaratıkların mikroskopla incelenmesi gibi, i n s a n l a r ı n da g ü n l ü k işlerine dalmış o l a r a k koşuşup d u r u r k e n aynı biçimde incelendiklerini k i m se aklına getirmezdi. K e n d i l e r i n d e n son derece emin ve m e m n u n olarak insanlar bu gezegende küçücük işlerinin peşinde oraya b u r a y a koşuşup d u r d u l a r , m a d d e üzerinde k u r — 133 —


d u l d a n i m p a r a t o r l u k l a r ı n d a g ü v e n dolu a d ı m l a r l a dolaştılar. Mikroskop a l t ı n d a k i tek h ü c r e l i l e r de belki a y n ı biçimde d a v r a n ı y o r l a r . U z a y d a k i eski d ü n y a l a r ı n İnsan için b i r tehlike k a y n a ğ ı oluşturabileceğini k i m s e a k l ı n a g e t i r m e d i . Ya da, bu d ü n y a l a r d a h a y a t b u l u n m a s ı olanağını ya da olasılığını o r t a d a n k a l d ı r m a a m a c ı y l a kısıtlı olarak d ü ş ü n d ü . O eski g ü n l e r i n zihinsel a l ı ş k a n l ı k l a r ı n ı ş i m d i a n ı m s a mak g a r i p geliyor insana. D ü n y a m ı z insanları, M a r s ' t a a n cak k e n d i l e r i n d e n d a h a d ü ş ü k akıl d ü z e y i n d e ve o r a y a g ö n d e rilecek bir heyeti k a b u l e h a z ı r y a r a t ı k l a r b u l u n d u ğ u n u akıllarından geçirdiler. Oysa bizim tek h ü c r e l i ve gelip geçici y a r a t ı k l a r a baktığımız gözle bizlere u z a y ı n Öte k ı y ı l a r ı n d a n b a k a n sevimsiz, soğuk f a k a t geniş u f u k l u zihinler, y e r k ü r e y e kıskanç bakışlarını çevirdiler. Y a v a ş a m a e m i n a d ı m l a r la bizlere karşı olan p l a n l a r ı m çizdiler. H. G. Wells'in 1897 yılında yazdığı ve k l a s i k l e ş e n D ü n y a l a rın Savaşı (The W a r of the W o r l d s ) adlı k u r g u b i l i m k i t a b ı n d a ki şu ilk satırların insanoğlu ü z e r i n d e y a p t ı ğ ı e t k i s i n i g ü n ü m ü ze dek s ü r d ü r m e k t e d i r (*). T a r i h b o y u n c a , y e r k ü r e m i z i n dışınd a hayat varolabileceği k o r k u s u y a d a u m u d u süregelmiştir. Son yüzyıldır bu çağrı gecenin k a r a n l ı k göğiındeki bir k ı r m ı z ı noktaya yönelmiştir. D ü n y a l a r ı n Savaşı k i t a b ı n ı n y a y ı n l a n m a sından üç yıl önce P e r c i v a l Lowel a d ı n d a Boston'lu b i r i n i n k u r -

(*) 1938 yılında Orson W«lles'in bu kitaptan radyoya uyguladığı oyunda, Mars'lıtarın yeryüzünü işgale İngiltere'den başlayıp Amerika Birleşik Devletlerime uzandıkları söylenince, savaş havasının gerginliği içinde bulunan ABD'de milyonlarca insan Marslıların gerçekten saldırıya geçtikleri düşüncesiyle paniğe kapüdı.

— 134 —


duğu büyük bir gözlemevi, Mars gezegeninde h a y a t olduğu savının en b ü y ü k destek gördüğü merkeze dönüştü. Gençliğinde amatör bir astronom olan Lowell, H a r v a r d ' d a okuduktan sonra Kore'de yarı resmi diplomat görevi üstlenmişti. B u n u n dışında yaptıkları genellikle zenginlerin uğraşları arasına giren işlerdi. 1916 yılında Öldü. F a k a t ölümünden Önceki çalışmalarıyla doğa ve gezegenlerin evrimine ilişkin bilgilerimize, evrenin genleştiği varsayımına ve kesin biçimde de Pluto gezegeninin keşfine katkılarda bulunmuştu. Zaten bu gezegene Pluto denilmesi onun adından kaynaklanmaktadır. P l u t o sözcüğünün ilk iki harfi, Percival Lowell'in isim ve soyadının başharflerinin biraraya gelmesinden oluşturulmuştur. Lowell'in yaşamı boyunca t u t k u n olduğu konu Mars gezegeniydi. 1877 yılında İtalyan astronomu Giovanni Schiaparelli'nin Mars gezegeninde karal'lar görüldüğünü söylemesi Loıvell'i etkilemiştir. Mars'ın yerküremize yakınlaştığı bir dönemde Schiapareili gezegenin aydınlık yanlarında birbiriyle kesişen tek ve çift çizgili kanal'lar gördüğünü bildirmişti. İtalyancada caanali sözcüğü oluk anlamına gelir. F a k a t haber yayılır yayılmaz İngilizceye hemen canals (kanallar) olarak çevrilmişti. K a nal yapımıysa o gezegende akılla donatılmış varlıkların bulunabileceği varsayımına yol açmıştı. Böylece Avrupa kıtasıyla Birleşik Amerika'yı bir Mars tutkusu kaplamıştı. Lowelt de bu tutku dalgalarına kapıldı. 1892 yılında görme duyusu zayıflayan Schiapareili, Mars gezegenini gözlemeyi artık bıraktığını açıklayınca, Lowell bu işi s ü r d ü r m e k istedi, Lowell birinci sınıf bir gözlem yeri bulmaya çalıştı. Bulutların ve kent ışıklarının rahatsız etmeyeceği «iyi görüş» olanakları sağlayan bir yer olmalıydı burası. Ona göre «iyi görüş» teleskoptaki bir astronomi cisminin parıltısını asgari düzeye indirecek bir atmosfer ortamıydı. Teleskopun hemen ötesindeki atmosferde en ufak bir çalkantı «kötü görüş» tanımına girerdi. Ç ü n k ü böyle bir o r t a m yıldızların göz kırpmasına — 137 —


olanak verirdi (*). A ı i z o n a ' d a k u r d u ğ u g ö z l e m e v i n d e Lowell, Mars gezegeninin k a n a l l a r ı başta o l m a k üzere y ü z e y i n i inceleyip durdu. Mars'ı gözlemek için s a b a h ı n e r k e n s a a t l e r i n d e teleskopun başına geçip saatler b o y u i n c e l e m e k g e r e k i r . Genellikle gorüniü açık seçik değildir, çoğu z a m a n b u l a n ı r ve ç a r p ı k gelir. B u gibi d u r u m l a r d a g e z e g e n d e k i g ö r ü n t ü y ü , z i h n i n i z d e n s ü m e k zorundasınız. P e k enderdir g ö r ü n t ü n ü n netleşmesi. Böylesine e n d e anlarda gezegen bir an için g ö z ü n ü z ü n ö n ü n d e b e l i r i r ve bıraktığı muhteşem izlenimle geçip gider. Z i h n i n i z d e k e s i n b i r biçimde yer eden g ö r ü n t ü y ü a n l a t m a k üzere kâğıda g e ç i r m e k görevi o z a m a n b a ş l a m ı ş t ı r işte. Bu k o n u d a k i Önyargılarınızı b i r kenara İtip zihin açıklığıyla M a r s ' ı n gizlerini a n l a t m a y a k o y u l malısınız. P e r c i v a l Lowell'İn not d e f t e r l e r i , g ö r d ü ğ ü k a n ı s ı n a v a r d ı ğ ı şeylerle d o l u : Aydınlık v e k o y u bölgeler, t a k k e b e n z e r i b i r k u t u p bölgesi, k a n a l l a r v e genellikle k a n a l l a r l a b e z e n m i ş b i r gezegen. Lowell k u t u p t a k k e l e r i n d e n e r i y i p e k v a t o r bölgesinin susamış kentlilerine s u t a ş ı y a n k a r m a ş ı k bir k a n a l şebekesine s a h i p bir gezegen g ö r d ü ğ ü n e i n a n ı y o r d u . M a r s ' t a bizim insan neslinden belki değişik a m a d a h a akıllı ve y a r a t ı l ı ş kökleri çok d a h a eskilere u z a n a n kişilerin yaşadığı i n a n c m d a y d ı . G e z e g e n i n k o y u renkli hölgelerindeki m e v s i m l i k değişiklikleri b i t k i büyümesi ve çürümesine bağlıyordu. M a r s g e z e g e n i n i n d ü n y a m ı z a çok benzer olduğuna i n a n ı y o r d u . F a z l a c a i n a n m ı ş t ı diyebiliriz, sonuçta. Lowell, Mars'ı yaşlı, k u r a k ve çölleşmiş b i r d ü n y a o l a r a k canlandırıyordu g ö z ü n ü n ö n ü n d e . A s l ı n d a Mars, g e z e g e n i m i z e benzeyen b i r çöl g ö r ü n ü m ü n d e d i r . LoweH'in M a r s ' ı n d a g ü n e y b a t ı (*) Isaac Newtt>n, «Eğer teleskop yapımına ilişkin k u r a m uygulamaya tam olarak aktarılsa bile, yine öe teleskopun belirli sınırların ötesinde fazla işe yaramayacağını, çünkü yıldızları gözlemek için baktığımız havanın sürekli titreşim halinde bulunduğunu...» yazıyordu. — 136 —


ABD'ye benzeyen o r t a k y a n l a r vardı. K u r d u ğ u l a b o r a t u a r da A B D ' n i n bu bölgesindeydi. Mars'ta ısı derecesinin soğuk sayılabileceğini kabul etmekle birlikte, yine de İngiltere'nin g ü n e y bölgesi k a d a r y a ş a m a y a u y g u n bir ortam sağlayabileceği kanısını taşıyordu, LoweIl'e göre Mars'ın atmosferi oksijen bakımından fazla zengin olmasa da &oluk almaya yetecek oksijen vardı. Su kıttı f a k a t göze hoş gelen kanallar şebekesi gezegenin h e r bölgesine h a y a t veren bu sıvıyı taşıyordu. G e r i y e bakıldığında Lowell'in fikirlerine b u g ü n için en ciddi eleştiriyi o l u ş t u r a n itiraz, t a h m i n edilmesi zor bir k a y n a k t a n geldi. Doğal ayıklama yoluyla e v r i m düşüncesinin ortaklarından olan A l f r e d Russel Wallace'ın 1907 yılında Lowell'in kitapl a r ı n d a n birini incelemesi istendi. Gençliğinde mühendislik yapan A l f r e d Russel Wallace, d u y u - ötesi algılama gibi k o n u l a r d a inançlı olmasına karşın Mars'ın yaşanabilir bir y e r olabileceği noktasında t a k d i r e değer k u ş k u l a r besliyordu. Mars'ın o r t a l a m a ısı derecesi k o n u s u n d a Lowell'in yaptığı hesaplarda yanılgıya d ü ş t ü ğ ü n ü o r t a y a koydu Wallace. İngiltere'nin g ü n e y bölgesi gibi ı l ı m a n ilüime s a h i p b u l u n m a y ı p birkaç bölge dışında, sıfırın altındaki soğukluk derecelerinde o l d u ğ u n u belirtti. Yüzeyin altında sürekli d o n m u ş y e r l e r bulunabileceği ve oksijenin Lowell'in hesapladığından yetersiz olabileceği sonucuna vardı. Wallace'a göre, Mars, Ay k a d a r çok k r a t e r ü olabilirdi. K a n a l l a r d a k i su durumuna gelince:

Varlığı iddia edilen suyun, böylesi bir çöl bölgesinden ve Lowell'in belirttiği gibi, böylesine b u l u t s u z bir gök alt ı n d a k i yerden, k a n a l l a r aracılığıyla gezegenin e k v a t o r u n d a n karşı t a r a f ı n a u l a ş t ı r m a k , akıllı insanların değil çıldırm ı ş insanların eseri olabilirdi. Ş u n d a n kesinlikle söz edebiliriz ki, kaynağın yalnızca 100 k m . Ötesine bile buharlaş-m a k t a n k u r t u l m u ş olarak ulaşabilecek bir s u damlasına rastlanmaz. — 137 —


Geniş çapta doğru ve Lowell'İtı görüşlerine darbe indiren bu fiziksel çözümlemeyi Wallace yaşamının seksen dördüncü yılında ortaya koymuştu, Mars gezegeninde h a y a t b u l u n m a s ı n ı n olanaksızlığına işaret eden Wallace'm «hayat»tan kastettiği, orada hidrolik sorunlara eğilmiş m ü h e n d i s l e r bulunamayacağıydı. Mikro - organizmalar konusunda bir fikir öne s ü r m e d i . Wallace'm bulgusuna, LoweH'inki k a d a r iyi ve teleskoplu gözlemevlerinde görev alan astronomların da efsaneleşen kanalların izine rastlamayışlarına karşın, Lowell'in canlandırdığı Mars görüntüsü haîkoyunda çekicilik kazandı. Yaratılışın dinsel açıklaması k a d a r efsaneleşti bu fikir de. Böyle bir d ü ş ü n cenin yaygınlık kazanmasında XIX. yüzyılın Süveyş, K o r e n t , P a n a m a kanalları gibi kanalların açılışı dahil olmak üzere, m ü hendislik alanında mucizelerin yaratılmasının da rolü vardı. Avrupalılar ve Amerikalılar böyle mucizeler yaratabiliyorlarsa, Mars'lılar neden y a r a t a m a s m l a r d ı ? Kızıl renkli gezegenin kurumasına karşı cesaretle savaşım v e r e n daha akıllı bir y a r a t ı k t ü r ü olamaz mıydı? Şimdi Mars gezegeni çevresinde dolaşan gözlemci u y d u l a r göndermiş bulunuyoruz. T ü m gezegenin haritası çıkarıldı. Yüzeyine otomatik olarak çalışan l a b o r a t u v a r l a r indirdik. Ne var ki, Lawell'in günlerinden bu y a n a Mars'ın gizleri daha da a r t t ı . Bununla birlikte Lowell'in hiçbir z a m a n görme olanağına k a v u ş a madığı ayrıntılı resimlerde ne kanal şebekesine, ne de tek b i r kanala rastlamış değiliz. Lowell ve Schiapareili, zor g ö r ü ş koşulları altında yaptıkları gözlemlerle yanlış sonuçlara v a r m ı ş l a r dı; bu yanılgıya Mars gezegeninde h a y a t olduğu y o l u n d a k i önyargının yol açması da olasıdır. Percival Lowell'in not d e f t e r l e r i yıllar boyu teleskop başında harcanmış çabalan ortaya koyuyor. Lowell'in notlarını o k u yunca, onun herhalde bir şeyler g ö r m ü ş olduğu kanısına varıyorum ve bu düşünce beni huzursuz ediyor. Hiç k u ş k u s u z b i r şeyler gördü ama acaba neydi diye m e r a k e d i y o r u m . Cornell Üniversitesinden Paul Fox'la birlikte Lowell'in — 138 —


Mars haritasını ve Mariner 9'un gönderdiği resimlerden oluşan haritayı karşılaştırdığımızda, aralarında hiçbir ilinti kuramadık. Mars kanalları, zor görüş koşullan altındaki iıısan gözünün, elinin ve beyninin birarada yanlış çalışmasının sonucu olabilir. (Daha doğrusu, bazı insanların demek gerekir, çünkü Eoıyell'in zamanında ya da daha sonra onunki kadar iyi aygıtlarda gözlem y a p a n birçok astronom herhangi bir kanal görmediklerini iddia ettiler.) F a k a t bu d u r u m her şeyi açıklamaya yetmez ve Mars kanalları s o r u n u n u n önemli bir yanının çözümlenmemiş olarak kaldığı yolunda zihnimi kurcalayan bir kuşkuya sahibim. Lowell kanalların düzgünlüğünü, bunların akıllı insanların işi olduğuna şaşmaz bir belirti saydığım her zaman söylemiştir. Bu kesinlikle doğrudur. F a k a t çözümlenmeyen sorun, akıllı insanın teleskopun hangi yanında, o tarafta mı, bu t a r a f t a mı, bulunduğudur. Lowell'in Mars'lıları iyi ve u m u t kaynağı, hatta biraz da tanrı benzeri yaratıklardı. Weîls*in ve Wel3es'in Dünyalıların Savaşı'ndaki kötü niyetli yaratıklarsa LoweIl'inkine benzememektedir. H e r iki görüş de halkoyuna gazetelerin pazar ilaveleri ve kurgubilim kitaplarıyla aktarıldı. LoweH'm Mars gezegenine ve efsaneleşmiş kanallara ilişkin olarak edindiği izlenimler iflasa uğramış olsa da, bu gezegenin g ö r ü n t ü s ü n ü vermeye çalışmasının şu erdemli yararı oldu : K e n d i m de dahil olmak üzere, sekiz yaşındaki çocuk kuşaklarında gezegenlerin keşfinin gerçek olabileceği düşüncesini uyandır a r a k Mars'a g ü n ü n birinde yolculuk edip edemeyeceğimiz mer a k ı n a yol açtı. Organizmalar gibi, makinelerin de kendi evrimleri vardır. Roket, onu ilk ateşleyen b a r u t tozu gibi, Çin'de ortaya çıktı. Çin'de roket eskiden törenlerde ve estetik amaçlarla kullanılırdı. XIV. yüzyılda Çin'den A v r u p a ' y a getirilen roket savaş alanına aktarıldı ve XIX. yüzyıl sonlarına doğru Rusya'da bir okul öğr e t m e n i olan Konstantin Tsiolkovsky tarafından gezegenler arasında taşımacılık için d ü ş ü n ü l d ü . Çok yüksekteki uçuşlarda — 139 —


kullanılmak üzere ciddi biçimde yapımı B. Amerikalı bilgin Robert Goddard tarafından geliştirildi. İkinci Dünya Savaşının Alman V - 2 askeri roketi, Goddard'm bu alandaki çalışma sonuçlarının hemen tümünden yararlanarak oluştu. 1948 yılında da c tarihe dek çıkılmamış bir yükseklik olan 400 km. yükseğe, iki kademeli V - 2/VVAC Corporal aracı fırlatıldı. 1950'lerle Sovye 'er Birliği'nde Sergei Korolov ve ABD'de W e r n h e r von Braur.'un mühendislik alanında sağladığı aşamalar, kitlesel imha silahlan fırlatıcıları olarak ilgi görerek, ilk yapay u y d u l a r ı n ortaya çıkmasına neden oldular. Bundan sonraki gelişim çok hızlı oldu : Dünya yörüngesine insan yerleştirmek, Ay'a İnsan göndermek, dış güneş sistemindeki gezegenlere insansız araçlar fırlatmak. Şu anda uzaya uydu fırlatan başka ülkeler de var. İngiltere. Fransa, Kanada, Japonya ve Çin (roketi ilk kez bulan toplum) bu ülkeler arasında. Tsiolkovsky'nin ve Goddard'm (Goddard genç yaşta Wells'i okumuş ve Percival Lowell'in konferanslarından etkilenmişti) düşlemekten zevk aldıkları uzay roketinin ilk u y g u l a m a alanları, yeryüzünün çok yükseklerdeki bir bilimsel istasyondan izlenmesi ve Mars gezegeninde h a y a t olup olmadığının araştırılması oldu. Şimdi artık bu her iki rüya da gerçekleştirilmiş b u lunuyor. Kendinizi başka bir gezegenden d ü n y a y a geliyor d ü ş ü n ü n ü z . Aklınızda da herhangi bir önyargı bulunmasın. Gezegene yaklaştıkça gezegenin görüntüsü netleşecek ve giderek a y r ı n t ı l a r artacak. Gezegen üzerinde insan yaşıyor m u ? Hangi andan itibaren buna karar verebilirsiniz acaba? Eğer bu gezegende akıl* h canlılar varsa, yapılar da bulunması gerekir. Birkaç kilometre boyutundaki bölümlerinin uzaktan göze çarpması olağandır. Fakat bu yapıları gördüğümüz anda, y e r y ü z ü n d e henüz insandan belirti yoktur. Adı Washington, N e w York, Boston, Moskova, Londra, Paris, Berlin, Tokyo ve Pekin olan yerlerde h a y a t belirtisi daha görülmez. Gezegende akıl sahibi yaratıklar b u l u n sa da, yeryüzünün birkaç kilometre uzaktan görülebilecek ka— 140 —


dar değiştirilmiş ve geometrik biçimlere d ö n ü ş t ü r ü l m ü ş olması sÖzkûnusu değildir. Görüş mesafesi yakınlaşıp yüz m e t r e y e inince d u r u m değişir. Y e r y ü z ü n d e k i birçok y e r birden kristalleşir, kare, dikdörtgen şekiller toplamıyla düz ve y u v a r l a k çizgiler belirir. B u n l a r hiç k u ş k u s u z akıllı y a r a t ı k l a r ı n m e y d a n a getirdikleri y a p ı l a r dır : Yollar, karayolları, kanallar, ç i f t l i k l e r - Euklid'in geometrik şekillerine ve toprağa karşı olan insan sevgisi karışımının yapıtları. Bu m e s a f e d e n Boston'da, Washington'da ve N e w York'ta akıllı y a r a t ı k eserleri farkedilir. Mesafe on m e t r e y e düşünce, y e r y ü z ü n ü n nasıl bir işçilikten geçirildiği gerçekten anlaşılır. G ü n d ü z gözüyle g ö r ü ş mesafesi bir m e t r e y e k a d a r inince, o zam a n ilk kez teker t e k e r organizmalar f a r k e d e r i z : Balina, inek, flamingo, insan. Yeryüzünde, aklın izi, önce yapıların geometrik d ü z g ü n l ü ğ ü n d e gösterir kendini. Lowell'in kanal şebekesi gerçekten varo b a y d ı , Mars'ta da akıllı y a r a t ı k l a r ı n yaşadığı fikri çekiciliğini k o r u r d u . Mars'ın y ü z e y i n d e h a y a t olup olmadığını fotoğrafla s a p t a m a k için (bu f o t o ğ r a f l a r Mars'ın yörüngesinden gönderilm i ş olsa bile) yüzeyinin bir işçilikten geçtiğinin saptanması ger e k i r . T e k n i k uygarlıkların, k a n a l döşeyicilerinin f a r k edilmesi kolaydır. F a k a t şaşırtıcı bir iki g ö r ü n t ü d e n başka M a r s gezegeninin yüzeyine ilişkin olarak insansız u y d u l a r d a n gönderilen sayısız a y r m t ı h f o t o ğ r a f t a böyle b i r ize rastlanamıyor. Bununla birlikte, ne b u g ü n ne de d ü n h a y a t b u l u n m a y a n bir gezegenden, dev ağaçlar ve h a y v a n l a r l a dolu olan ya da mikroorganizma ve Ölmüş h a y a t şekilleri b u l u n a n bir gezegene dek nice olasılıklar sözkonusudur. M a r s Güneş'e, y e r k ü r e m i z i n Güneş'e m e s a f e s i n d e n d a h a u z a k o l d u ğ u n d a n ısı derecesi çok daha düş ü k t ü r , îçinde çokça k a r b o n d i o k s i t b u l u n a n havasında çok az m i k t a r d a su b u h a r ı , oksijen ve ozon b u l u n d u r u r . N i t r o j e n molekülleriyle a r g o n da vardır. Sıvı d u r u m u n d a suya r a s t l a n a m a z , ç ü n k ü M a r s ' t a k i atmosfer basıncı soğuk s u y u n bile çabucak k a y namasını Önleyemeyecek k a d a r d ü ş ü k t ü r . Gezegen toprağındaki _ 141 __


deliklerde ve d a m a r l a r d a k ü ç ü k m i k t a r d a sıvı su bulunabilir. Oksijen bir insanın soluk almasına yetmeyecek k a d a r azdır. Ozon yoğunluğu öylesine incedir ki, Güneş'in mikrop ö l d ü r ü c ü morötesi ışını Mars'ın yüzeyine hiçbir engel t a n ı m a d a n ulaşır. Böyle bir o r t a m d a herhangi bir organizma yaşayabilir mi? Bu soruya cevap bulabilmek için birkaç yıl önce arkadaşlarımla birlikte Mars gezegeninin sözünü ettiğimiz o r t a m ı n ı içinde yarattığımız kavanozlara b a ş v u r d u k . Bu kavanozlara yerleştirdiğimiz y e r y ü z ü mikroorganizmalarının yaşayıp y a ş a m a y a c a ğına baktık. B u n l a r a Mars Kavanozları adını verdik. M a r s K a va nozlarındaki oksijensiz ve genellikle karbondioksit ve nitro» jenden oluşan atmosferde ısı tıpkı M a r s gezegeninde olduğu gibi Öğlenleyin sıfır donma derecesinin az ü s t ü n d e bir dereceyle şafak vakti -80°C arasında değişti. Morötesi a m p u l l e r güneşin vahşi sıcağını sağladı. Birkaç k u m tanesini ıslatması için konan çok ince tabaka dışında sıvı su b u l u n d u r u l m u y o r d u . Mikroplardan bazıları daha ilk gecesinde d o n a r a k Öldüler. Bazıları oksijensizlikten, bazıları susuzluktan ö l d ü l e r . Bazılarını da morötesi ışın kavurdu. F a k a t oksijene g e r e k s i n m e d u y m a y a n birçok t ü r yeryüzü m i k r o b u n a h e r zaman rastlanır. B u t ü r d e n olanlar, ısı çok düşünce kepenklerini bir süre için kapadılar. Yine bu t ü r ler ince kum tabakaları ya da taşlar altında k e n d i l e r i n i m o r ö t e si ışından korudular. Başka deneylerde, az m i k t a r d a sıvı su bulundurulduğunda mikroplar bayağı boy attılar. Y e r y ü z ü mikropları Mars ortamında y a ş a m l a r ı n ı s ü r d ü r e b i l d i k l e r i n e göre, Mars'ta da mikroplar varsa v a r l ı k l a r ı m haydi haydi s ü r d ü r e b i l i r ler. F a k a t her şeyden önce oraya ulaşabilmemiz gerekir. Sovyetler Birliği içinde insan b u l u n m a y a n u y d u l a r l a gezegen keşfi programını ateşli bir biçimde s ü r d ü r ü y o r . Gezegenlerin değişen yerleri ve Kepler'le N e w t o n ' u n fizik yasaları, Mars'a ya da Venüs'e her yıl veya h e r iki yılda bir asgari yakıt harcamasıyla uydu atma olanağı v e r m e k t e d i r . 1960'lardan bu yana Sovyetler Birliği bu fırsatlardan pek azını kaçırmıştır. Sovy e t l e r i n ısrarlı t u t u m u ve mühendislik yetenekleri sonuçta har— 142 —


canan çabaların karşılığını verdi. Baş Sovyet uzay aracı -Venera 8'den 12'ye dek- Venüs'e indi ve gezegen yüzeyinden başarıyla bilgi gönderdiler. Öylesine sıcak, yoğun ve madde aşındırıcı bir gezegen atmosferinde böyle bir işlev görmek az iş değildir. Buna karşılık Sovyetler Birliği birçok girişime karşın Mars'a hiçbir aracını başarıyla indiremedi. Oysa Mars, soğuk ve az yoğun atmosferi, fazla babis olmayan gazlarıyla ilk bakışta daha konuksever görünüyor. K u t u p lakkeleriyle, açık pembe gokleriyle, yüksek k u m birikintilerlyle, eski ırmak yataklarıyla ve bildiğimiz kadarıyla, güneş sisteminde en b ü y ü k volkanik yapıyı oluşturan geniş vadisiyle ve de ekvatorundaki ılık yaz öğle de nson rai arıyla Venüs'e kıyasla çok daha fazla yeryüzüne benzeyen bir yerdir, 1971 yılında Sovyetler'in Mars - 3 adlı uzay aracı Mars'ın atmosferine dalmıştı. Otomatik olarak radyoyla verdiği bilgiyegöre, iniş sistemlerini başarıyla kullandı ve inişinin son bölüm ü n d e fren işlevi gören roketlerini çalıştırdı. Mars - 3 verdiği haberlere göre, başarılı bir iniş yapmış olmalıydı. Fakat indikten sonra uzay aracı y e r k ü r e m i z e yirmi saniye s ü r e n televizyon görüntülerinin (hiçbir şey g ö r ü n m ü y o r d u ) ardından yayınını esrarengiz biçimde kesti. 1973 yılında da M a r s - 6 aracıyla benzer olaylar dizisine tanık olundu. Bu kez televizyon g ö r ü n t ü sü, araç gezegene indikten bir saniye sonra kesildi. Acaba ne aksilik olmuştu? Mars - 3'e ait gördüğüm ilk resim bir Sovyet pulu üzerindeydi. Uzay aracının mor renk bir çamura inişi gösteriliyordu. Sanatçı, sanırım, toz bulutları ve b ü y ü k bir hızla esen r ü z g â r l a r r e s m e t m e k istemiş olmalı. Çünkü Mars - 3 gezegen çapında bir toz fırtınası sırasında Mars'ın atmosferine girmişti. Amerikan. U.S. Mariner - 9 aracından gönderilen verilerden gezegen yüzeyini yalayan, saniyede 140 m e t r e d e n süratli -Mars'ta ses hızının yarısından süratli- rüzgârların o fırtınaya neden olduğunu biliyoruz. Bu rüzgâr çıktığında Mars - 3'iin paraşütü açıktı. Bu nedenle dikey olarak yumuşak iniş yapmasına rüzgârlar y a r — 143 —


dım etmiştir, fakat yatay yönde tehlikeli bir hızla sürüklenmiştir. Büyük bir paraşüte bağlı olarak iniş yapan bir U2ay aracı, •özellikle yatay yöndeki rüzgârların tehlikesi altındadır, inişten sonra M a r s - 3 birkaç sıçrayışın ardından yüzeydeki bir kaya parçasına çarpıp devrilmiş ve taşıyıcı «O'obüssle radyo bağlantısını kaybederek başarısızlığa uğramıştır. Peki ama neden Mars - 3 bir b ü y ü k toz fırtınasına girmişti? M a r s - 3 fırlatılmadan Önce görevi kesin çizgilerle önceden saptanmıştı. Atacağı her adım, y e r y ü z ü n d e n ayrılmadan önce ara•ca yerleştirilen bilgisayara kaydedilmişti. Bilgisayar programını değiştirme olanağı yoktu. Uzay keşfi literatüründe Mars - 3'ün görevi ^önceden Programlanmış» olarak bilinir. P r o g r a m ı n duruma göre değiştirilmesi m ü m k ü n değildi, Mars - 6'mn başarısızlığıysa daha da esrarlı. Bu araç Mars'ın atmosferine girdiği zaman gezegen çapında bîr fırtına yoklu. Bazen iniş yerinde rastlanan bölgesel fırtına da sozkonusu değildi. Belki de iniş anında mühendislik hatası yüzünden başarısızlığa uğradı. Ya da belki Mars gezegeni yüzeyinde özellikle tehlike taşıyan bir şey vardır. Sovyet uzay araçlarının Venüs'e iniş y a p m a başarılarıyla Mars'a iniş yapma başarısızlıkları, bizim göndermek istediğimiz Viking'ler konusunda ister istemez k u ş k u y a r a t t ı içimizde. Viking'lerin ilkini 4 Temmuz 1976 tarihinde ABD'niıı k u r u l u ş u nun 200. yıldönümünde Mars yüzeyine indirmek istiyorduk. Sovyet araçlarında olduğu gibi, Viking'in iniş manevrası için de ısıdan koruyucu bir kalkan, bir paraşüt ve geriye itışli roketler bulunuyordu. Mars atmosferi yerküremiz atmosferinin ancak yüzde l'i oranında bir yoğunlukta olduğundan, aracın, Mars'ın ince yapılı atmosferinden geçerken yavaşlatılmasını sağlamak üzere on sekiz metre çapında çok büyük bir paraşüt kullanıldı Atmosfer yoğun olmadığından Vİking yüksek bir yere iniş y a _ pacak olsa, fren hareketini sağlayacak yeterli atmosfer bulamaz parçalanırdı. Bu yüzden, alçak bir bölgeye inmesi gerekiyordu' Mariner - 9'un sonuçlarından ve yeryüzündeki radar çalışmala — 144 —


r ı n d a n böylesi birçok bölge Olduğunu bilmekteydik. M a r s - 3'ün akibetine u ğ r a m a m a k için Viking'in r ü z g â r ı n çok esmediği bir zamanda ve yerde inişe geçmesini tasarlıyorduk. Mars'ın yüzeyinde toz kaldırabilecek kuvvetteki rüzgârların iniş aracını parçalayabileceği d ü ş ü n ü l m ü ş t ü . İniş için seçilen bölgenin tozu kolay kalkan bir yer olmamasına özen gösterince, r ü z g â r tehlikesini azaltabilirdik. İniş aracının Mars'ın atmosferine k a d a r y ö r ü n g e aracı eşliğinde girmesinin nedeni budur. Y ö r ü n g e aracı iniş bölgesinin özelliklerinden e m i n olma-, dıkça iniş aracını salıvermeyecekti. M a r i n e r - 0 çalışmalarından öğrenmiştik ki, süratli r ü z g â r dönemlerinde Mars yüzeyinin koyu ve açık renkleri değişikliğe u ğ r u y o r . Y ö r ü n g e aracının fotoğr a f l a r ı olumsuz olsaydı, Mars yüzeyine iniş garantisi veremezdik. F a k a t g a r a n t i n i n de yüzde y ü z olması sözkonusu değildi elbet. Aracımızın sert bir zemine inmesini istemiyorduk. Bir k a y a parçasına takılıp devrilmesi olasılığı vardı. F a k a t fazla yum ıs; k b i r zemine inmesini de istemiyorduk. S e r t zeminden m e k a n i k kol toprak n u m u n e s i toplayamazdı; y u m u ş a k zeminde de çakılıp kalır, m e k a n i k kol oradan çıkamazdı. Viking 2'nin İniş yeri olarak 44° kuzey enlem seçildi Bu bölgede pek az m i k t a r d a da olsa "sıvı su b u l u n m a s ı olası! . sozkon u s u y d u . Viking'in biyoloji deneyleri sıvı suda gelişebilen org a n i z m a l a r y ö n ü n d e olduğundan, bazı bilginler Vîking'in M .rs gezegeninde h a y a t izine rastlamasının, aracın Cydoı. :. ı "ilen bölgeye inmesiyle m ü m k ü n olacağını söylediler. Bu a r a d a M a r s gibi rüzgârlı bir gezegende, bir bölgede m i k r o - o : una varsa h e r bölgesine taşınmış olabileceği görüşü savunuldu. Vik i n g l'in iniş yeri olarak ta 21° kuzey enlem seçildi. B u r a y a verilen ad Chryse'ydi ( Y u n a n c a «Altın Toprak» demekti). Viking 2'nin ineceği bölgenin radarla gözlşf&meyeceği, bu nedenle k u z e y bölgeye indirildiği t a k d i r d e bu rizikonun göze — 145 —

Kozmos : F. 10


•ılınması gerektiği öne sürülüyordu. Viking l'in istenen yere başarıyla indirilmesi halinde, Viking 2'yi d a h a rizikolu bir yere indirmenin göze alınabileceği s a v u n u l u y o r d u . Mali t u t a n 1 mily a r dolar olan böyle bir uzay deneyi karşısında, öğüt v e r m e k t e çekingen d a v r a m y o r d u m doğrusu. Viking'ler için uygun bir iniş alam bulabilmek üzere k a r a r laştırılan 4 T e m m u z 1976 g ü n ü n ü ertelemek zorunda kaldık. Bu tarihten tam 16 gün sonra Mars'ın atmosferine soktuk uzay araçlarını. Gezegenlerarası bir buçuk yıllık bir yolculuktan ve G ü n e ş ' in çevresinden dolanmak suretiyle 100 milyon kilometre gittikan sonra, her biri yörüngesel i n d i r i c i / s o n d a j aracı çiftinden oluşan iki Viking, Mars'ın yörüngesine girdiler. Yörüngesel indiriciler «aday» İniş bölgeleri incelediler. S o n d a j araçları radyoyla kumandalı olarak Mars'ın atmosferine girdiler, ısıdan kor u y u c u kalkanları yönlendirdiler, paraşütleri açtılar, örtüleri attılar ve geri itişli roketleri ateşlediler. İnsanlık t a r i h i n d e ilk kez oîmak üzere ıızay araçları Kızıl Gezegenin Chryse ve Utopia bölgelerine indiler. Bu başarılı iniş, araçların dizaynına, yapılışı• a ve araç yöneticilerinin yeteneklerine dayanıyordu. Mars'ın ne dr nii tehlikeli ve gizemli bir gezegen olduğu d ü ş ü n ü l ü r s e , başarıda talihin de rolü olmuştur diyebiliriz. Araç, gezegene konar konmaz h e m e n r e s i m a l m a k istiyorduk. Viking l'in gönderdiği ilk resimler kendi a y a k t a b a n l a r ı n a aitti. Mars'ın batak k u m l a r ı n a gömülebilir korkusuyla bir an önce resmini almak istiyorduk. Resmin yavaş yavaş ve çizgi çizgi ekranlara çıktığmı gördük. Karşımıza, aracın M a r s y ü z e y i n e konan ayak tabanının kocaman bir resmi çıktı. Az sonra d a h a başka fotoğraflar da gelmeye başladı. Sondaj aracının gönderdiği ilk resimler arasında M a r s gezegeninin u f k u n u görüntüleyen resim gelince h a y r e t t e n donakaldığımı anunsıyoTum. Bu hiç de yabancı bir dünya değildi. — 146 —


Bizim Colorado, Arizona ve Nevada'da buna benzer bölgeler vardı. Kayalar ve savrulmuş k u m yığınları görülüyor, y e r y ü zündeki herhangi bir manzaraya benzeyen doğal ve yadırganmayan bir g ö r ü n ü m sergileniyordu. Bir başka deyişle, Mars'ta işte burası bir yer denecek bir g ö r ü n ü m vardı. K u m birikintilerin hemen ardından yüzünü buruşturan bir maden arayıcısının katırını sürerek karşımıza çıkması bizi elbet şaşkınlığa uğratırdı, ama yine de bu düşünce ters gelmiyordu insana. Oysa Venüs'ün yüzeyini gösteren Venera 9 ve Venera 10'un gönderdiği görüntülere bakarken, böyle bir düşünce zihnimin ucundan bile geçmedi. Şu ya da bu şekilde, g ü n ü n birinde, Mars'ın kendisine döneceğimiz bir dünya oluşturduğunu biliyordum. Mars yüzeyinin manzarası yalın, kızıl ve sevimliydi : Bir kraterin oluşumu sırasında ufka, bir yere fırlayıp gitmiş kaya parçaları, küçük k u m tepecikleri, uçup giden tozun ö r t ü p sonra çıplaklaştırdığı kayalar, rüzgârın ü f ü r d ü ğ ü son derece incelmiş ve tüy biçimde savrulan zerrecikler... Sivri kayalar, gömülmüş kaya parçaları, yerde çokgen oyuklar bulunduğuna göre, gezegenin tarihi acaba ne ola? K a y a l a r acaba nasıl bir yapıya sahip? Onlar da k u m u n yapısına mı sahip acaba? K u m toz haline gelmiş kaya mı, yoksa başka bir şey mi? Göğün rengi neden pembe? Havasının yapısı nedir? Rüzgârın hızı nedir? Acaba y e r sarsıntıları, d a h a doğru bir deyimle, Mars depremleri oluyor m u ? Mevsimlerin değişmesiyle atmosfer basıncıyla manzaranın görünüşü nasıl değişikliğe u ğ r u y o r ? B ü t ü n bu s o r u l a r d a n her birine Viking kesin ya da akla yakın yanıtlar sağladı, Viking girişimlerinin sonunda Mars'ın y ü z ü n d e n çıkarılan ö r t ü n ü n altındaki bilgiler büyük değer taşımaktadır, Özellikle iniş yeri olarak garanti açısından çok ilginç saymad]ğımız yerlerin seçildiği hesaba katılırsa. Ne var ki, Vik i n g kameraları kanal inşacılart, prensesler ya da savaşçılar, soluk kesen uçak şekilleri g ö r ü n t ü s ü nakledemediler. H a t t a bir kaktüs ya da bir fare g ö r ü n t ü s ü n ü bile saptayamadılar. Ç ü n k ü — 147 —


görebildiğimiz k a d a r ı y l a , bir h a y a t belirtisi y o k t u O . Ola ki, M a r s ' t a h a y a t şekilleri (büyiik h a y a t şekilleri) v a r dır, f a k a t biz:m a r a ç l a r ı n indikleri y e r l e r d e y o k t u . Belki de h e r k a y a d a v e k u m taneciğinde h a y a t vardır. Y e r k ü r e m i z t a r i h î n i n b ü y ü k bir b ö l ü m ü süresince, suyla kaplı o l m a d ı ğ ı bölgelerde bug ü n k ü M a r s gezegeni gibi g ö r ü n ü y o r d u ; k a r b o n d i o k s i t i zengin nîferlivdi ve ozon t a b a k a s ı n d a n y o k s u n a t m o s f e r d e n sızan morötesi ışık y e r y ü z ü n ü vahşice p a r ı l d a t ı y o r d u . Y e r y ü z ü n ü büyü'-: bitkilerin ve h a y v a n l a r ı n k a p l a m a l a r ı , d ü n y a t a r i h i n i n yalnızca y ü z d e 10'luk bîr b ö l ü m ü n d e o l m u ş t u r . B u n a kargın y e r y ü z ü n ü n her yöresinde 3 m i l y a r yıl s ü r e y l e m i k r o - o r g a n i z m a l a r b u l u n u y o r d u . M a r s ' t a h a y a t o l u p olmadığını a n l a m a k için m i k r o p d u r u m u n u incelemeliyiz. V i k i n g gezegen - kondusu, i n s a n o ğ l u n u n y e t e n e k l e r i n i yabancı d ü n y a l a r a nskledebilen b i r a r a ç t ı r . B â z ı l a r ı n ı n t a k d i r i n e göre, bir çekirge k a d a r akilidir, bazılarına g ö r e y s e b i r b a k t e r i kadar, Bu k ı y a s l a m a l a r ı n k ü ç ü l t ü c ü bir a n l a m taşıdığı d ü ş ü n ü l » m e m e l i d i r . Bir b a k t e r i y i g e l i ş t i r e b i l m e k için doğa y ü z m i l y o n larca yıl u ğ r a ş v e r m i ş t i r . Ç e k i r g e için de m i l y a r l a r c a yıl h a r camıştır, Bu alanda çaba h a r c a y a r a k işi d a h a iyi k a v r a y a b i l m e k teyiz. Viking gezegen - k o n d n s u ' n u n bizim iki gözümüze benzeyen iki aygıtı v a r d ı r . Ancak o n u n g ö z l e n kızılötesi a l a n d a da işe yarıyor. Bizim g ö z l e r i m i z e bu a l a n d a b i r şey a l g ı l a m ı y o r . K a v a l a r ı itekleyen, toprağı kazıp n u m u n e l e r alan b i r kolu v e {*) Chryse bölgesindeki bir kaya parçası üzerinde Marslıların tag yazısı olduğu varsayılan alfabenin B harfino benzer bir şey görününce, nmth'ş bir heyecan dalgası sardı ortalığı. Fakat sonradan yapılan bîr inceleme, bunun bir ışık ve gölge oyunu olduğunu, •ayrıca yeryüzü insanlarının şehit seçme eğiliminden ileri geldiğini ortaya koyriu. Marjlıların Latin alfabesini tercih ettiklerini düşünmemiz de garip bir gey. Her şeye rağmen, bir an için zihnimde çocukluğumda Mars gezegenine ilişkin olarak kitaplarını okuduğum Barsoom'un dünyasından bir yankı geldi. — 148 —


h a v a y a kaldırıp rüzgârın y ö n ü n ü ve hızını ölçtüğü bir p a r m a ğ ı var; b u r n a ve molekül izlerinin varlığını bizden daha iyi algılayan biı* tad alma yetisine de sahip. Sonra iç kulak aracılığıyla M a r s d e p r e m l e r i n e ilişkin g ü r ü l t ü l e r i duyabileceği gibi, uzay aracının r ü z g â r d a n sallanan parçalarının çıkardığı sesi de duym a k t a d ı r . M i k r o p detektifliği y a p m a yeteneğiyle donatılmıştır. Sağladığı t ü m bilimsel verileri y e r y ü z ü n e r a d y o aracılığıyla bildirir. Y e r y ü z ü n d e n talimat da alır. Böylece uzay aracının verdiği bilgiler üzerinde biz insanların d ü ş ü n ü p taşınarak yeni t a l i m a t vermesini de olanaklı kılar. Peki, boyutu, m a l i y e t i ve güç gereksinimi açısından bazı kısıtlamalar karşısında b u l u n d u ğ u m u z a göre, Mars'ta mikrop a r a m a n ı n en akılcı yolu nedir acaba? Şimdilik Mars'a mikrobıolog g ö n d e r e m i y o r u z . O l a ğ a n ü s t ü bir mikrobiolog olan Wolf Vislıniac adında bir a r k a d a ş ı m vardı. N e w York't ak i Rochester Üniversitesinde çalışıyordu. Mars'ta h a y a t olup olmadığı konusunda a r a ş t ı r m a y a p m a y ı 1950'Ierin sonlarına doğru k a f a y a iyice k o y d u ğ u m u z sıralarda, adı geçen arkadaşım, mikroorganizma varlığını saptayıcı otomatik ve güvenilir bir aracın mikrobiyologlar t a r a f ı n d a n geliştirilmemişinin astronomlarca eleştirildiği bir toplantının içinde b u l m u ş t u kendini. Vishnİac bu alanda bir şeyler y a p m a y a k a r a r verdi. Gezegenlere gönderilebilecek bir küçük aygıt geliştirdi. Arkadaşları bu aygıta «Wolf Kapanı» (Wolf T r a p ) adtnı verdiler. Bu tuzak ya da k a p a n bîr şişeden ibaretti. Şişenin içine besleyici organik m a d d e konulacak. Mars toprağından bir parçacığın şişedeki sıvıyla karışması sağlanacak ve Mars'taki böceklerin (eğer v a r s a ) b ü y ü r k e n (eğer b ü y ü r l e r s e ) sıvının değişen kirliliği ya da bulanıklığı saptanacaktı. Wolf Kapanı, Mars'a inecek Viking aracında yapılacak üç ayrı deney aygıtına ek olarak gönderiliyordu. ö t e k i deney y ö n t e m l e r i n d e n ikisinde Mars'a yiyecek gönderilmesi ö n g ö r ü l ü y o r d u . Wolf K a p a n ı ' n m başarısı Mars'lı böceklerin sıvıdan hoşlanması koşuluna bağlıydı. V i s h n i a c ' m sıvısında Mars'lı böceklerin boğulabilecekleri olası— 149 —


lığım öne sürenler vardı. Wolf deneyiminin a v a n t a j ı , Mars'lı mikropların besin aldıkları sırada nasıl bir davranış göstereceklerine bağlı olmayışıydı. Gözlenecek olan tek gelişme, b ü y ü y ü p büvümemeleri noktasında toplanıyordu. Öteki deneylerse, mikropların yiyeceklerini yediklerinde çıkardıkları ve aldıkları gazların türüyle de ilgiliydi. Bu varsayımlar da t a h m i n l e r e d a y a n m a k t a n öte gidemezdi. N.A.S.A. (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) A m e r i k a Birleşik Devletleri'nin uzay gezegenleri p r o g r a m l a r ı m y ö n e t i r k e n , sık sık ve önceden habersiz bütçe kısıntılarıyla karşılaşan bir k u r u l u ş t u r . Bütçenin artırılması d u r u m u y s a pek enderdir. N A SA'nnı bilimsel faaliyetini h ü k ü m e t pek gözetmez. Bu y ü z d e n NASA'dan para kesileceği zaman b u n u n k u r b a n ı olan bilimdir çoğu kez. 1971 yılında Mars'ta girişilecek dört mikrobioloji deneyinden birinden vazgeçilmesi istendi. Bu yüzden Wolf K a p a n ı Viking gezegen - k o n d u s u n d a n tahliyeye uğradı. Bu k a p a n ı geliştirmek için Vishnîac 12 yılmı vermişti. Üzücü bir şey olsa gerek. Vishnîac'in yerinde başkası olsa, Viking'in Bioloji Heyetİ'nden istifa ederdi. F a k a t o, bilimsel h e d e f l e r u ğ r u n d a sabırla çalışan sakin bir insandı. Mars gezegeninde h a y a t olup olmadığını araştırabilmenin en iyi yolu olarak y e r y ü z ü n ü n Mars'a en çok benzeyen yörelerinde, G ü n e y K u t b u n u n k u r u vadilerinde çalışmayı seçti. Daha önce bazı araştırmacılar G ü n e y K u t u p toprağını incelemişler ve bulabildikleri birkaç m i k r o b u n k u r u vadi asıllı olmadıklarını, başka ve daha y u m u ş a k ç e v r e l e r d e n oraya savrulduklarını belirlemişlerdi. M a r s Kavanozlarını a n ı m sayan Vishniac yaşamın sert koşullarım gözönlinde b u l u n d u r a rak Güney K u t b u n u n mikrobiolojiye u y g u n bir o r t a m oluşturduğunu düşündü. Yeryüzü böcekleri Mars'ta yaşayabilir diye düşünülüyorsa, Mars'tan daha sıcak, daha sulu, daha oksijenli ve çok daha az morötesi ışınlı k u t u p o r t a m ı n d a neden y a ş a m a smdı? G ü n e y K u t b u n d a , G ü n e y K u t u p asıllı m i k r o p l a r ı n b u l u n madığı varsayımına dayanan deney tekniğini hatalı gördü. — 150 —


Böylece 8 Kasım 1973 tarihinde Vishuiac, küçücük mikrobioloji aygıtını yanına alıp jeolog arkadaşıyla birlikte helikopterle Asgard'daki Balder Dağı yakınlarına gittiler. Amacı Antartika toprağına k ü ç ü k mikrobioioji istasyonları yerleştirmek ve b i r ay sonra dönerek istasyonlardaki sonuçları saptamaktı. 10 Aralık 1973 günü Balder Dağından niimuneler toplamak için h a r e k e t etti. H a r e k e t edişi üç kilometre uzaktan fotoğraf çekilerek saptandı, O g ü n d e n sonra onu bir daha gören olmadı. Harek e t i n d e n on sekiz s a a t sonra cesedi bir buzdağının eteklerinde b u l u n d u . Daha önce keşfedilmedik bir bölgeye dalmış, buzda kaymış ve 150 m e t r e k a d a r sürüklenmişe benziyordu. Belki gözü bir y e r e takılmıştı. Ne bileyim, bir m i k r o p konağı falan. Ya da bir avuç yeşilliğe takılmıştı gözü. B u r a l a r d a olağandışı bir g ö r ü n ü m d ü yeşil. Ne olduğunu kesin olarak hiçbir zaman bilemeyeceğiz. O gün beraberindeki not d e f t e r i n e son yazısında şöyle d i y o r d u : «202 sayılı istasyonu buldum. 10 A r a l ı k 1973. S a a t 22.30. Toprağın ısı derecesi -10°. Havanın ısı derecesi -16°.» M a r s gezegeninin tipik bir yaz g ü n ü ısısıydı. Vishniac'ın mikrobioioji istasyonlarından çoğu hâlâ A n t a r tika'da yerleşmiş d u r u m d a d ı r . O r a l a r d a n geri getirilen n ü m u n e ler Vishniac'ın yöntemleriyle ve onun mesai arkadaşları taraf ı n d a n incelendiler. Klasik t a r a m a yöntemleriyle farkedilemeyecek birçok m i k r o p t ü l ü n e incelenen h e m e n h e r bölgede rastlanmış b u l u n u y o r . O n u n bıraktığı n ü m u n e l e r d e n yalnızca G ü n e y K u t b u n a özgü sayılan yeni m a y a türleri Vishniac'ın karısı taraf ı n d a n bulundu, A n t a r t i k a ' d a k i o seferden gori getirilen ve Imre F r i e d m a n t a r a f ı n d a n incelenen b ü y ü k ç e kayaların içi, şaşırtıcı bir mikrobioioji kaynağı olarak g ö z ü k t ü l e r . K a y a l a r ı n bir iki m i l i m e t r e içini k a p l a y a n y o s u n l a r küçücük bîr d ü n y a y a sah i p çıkmışlar ve b u r a y a kıstırılan su sıvıya d ö n ü ş t ü r ü l m ü ş t ü . Mars'ta böyle bir d u r u m d a h a da ilginç olurdu, çünkü fotosentez içm gerekli gözle g ö r ü l ü r ışık o derinliğe sızar ve m i k r o p Öldürücü morötesi ışık hiç olmazsa kısmen hafiflerdi. Uzay girişimlerinin amaçları, araçlar fırlatılmadan — 151 —

birkaç


yıl önce saplanıp çerçevesi çizildiğinden ve Vishniac'm da ölümü yüzünden, A n t a r t i k a deneylerinin sonuçları Mars'ta h a y a t arama konusundaki Viking hedefinde herhangi bir değişikliğe yol açmadı. Viking gezegen - k o n d u î a r m d a n her birinde Mars gezegeninin yüzeyinden malzeme numunesi toplayacak bir kol vardır. Bu kol topladığı malzemeyi yavaşça aracın içine çeker, parçacıkları beş ayrı deney için k ü ç ü k bölmelere yerleştirir. Bu deneylerden biri, toprağın inorganik kimya yapısını; bir diğeri, k u m u n ve tozun organik moleküllerini; Öteki üçü de, mikropların yaşamını inceler. Bir gezegende h a y a t olup olmadığını anlamak için bazı varsayımlara dayanırız. H e r şeyden önce gezegenimizden başka yerlerde h a y a t ı n bizdeki gibi olmadığını düşünürüz. F a k a t böyle bir düşüncenin de sınırı vardır. Ayrıntılı biçimde bildiğimiz h a y a t şekli, sonuçta gezegenimizdeki hayat şeklidir. Viking'in bioloji deneyleri girişilmiş ilk önemli çabalardır. Mars'ta h a y a t olup olmayışına ilişkin söylenmiş son söz değildir. Sonuçlar kâh sürükleyici, k â h sıkıcı, kâh zihin açıcı ve u f u k genişletici olmuşsa da, p e k y a k ı n bir zamana k a d a r kesinlikten uzak kalmışlardır, Mikrobioloji deneylerinden üçü de değişik sorular sormaktaydı, f a k a t her ü ç ü n ü n de o r t a k s o r u n u M a r s gezegenindeki metabolizmaya üişkindi. E ğ e r Mars toprağında m i k r o - organizmalar varsa, besin alıp gaz ç ı k a r m a l a r ı ya da a t m o s f e r d e n gaz alıp (belki de güneş ışığı yardımıyla) onları y a r a r l ı m a d d e y e çevirmeleri sözkonusu olacaktır. Bu nedenle Mars'a yiyecek gönderiyoruz. Ve M a r s l ı l a r ı n (eğer oradalarsa) bu besinlerin tadım beğenmelerini u m u t ediyoruz. Sonra da t o p r a k t a n ilginç gazlar çıkıp çıkmayacağına bakacağız. Ya da bizim radyoaktif yoldan etiketlediğimiz gazlarımızı v e r e r e k b u n l a r ı n o r g a n i k maddeye çevrilip çevriİmediğini gözleyeceğiz. O r g a n i k m a d d e ye dönüştüğü takdirde, ortaya çıkacak olanlara «Küçük Mars'lılar» adını verebiliriz. Uzay aracını f ı r l a t m a d a n önce s a p t a n a n ölçüler — 152 —

açısından


Vİkİng'deki mikrobioioji deneylerinden iki ya da üçü olumlu sonuçlar vermişe benziyor. H e r şeyden Önce y e r y ü z ü n d e n gönderilmiş sterilize bir çorba M a r s toprağıyla karıldığmda, topraktaki bîr şey çorbayı kimyasal b a k ı m d a n çözdü. Sanki soluk alan mikroplar y e r k ü r e m i z d e n gönderilen çorbayı bünyelerinde değişime uğratıyorlardı. İkincisi de, y e r y ü z ü n d e n Mars toprağına gazlar gönderilince, gazların kimyasal b a k ı m d a n toprakla bir bileşim m e y d a n a getirmeleri o l m u ş t u r ; atmosfer gazından fotosentez yoluyla organik madde o l u ş t u r a n mikroplar varmışçasına. Mars gezegenindekî iki bölgeden a l m a n 7 değişik n u m u n e üzerinde Mars mikrobiyolojisine ilişkin olumlu sonuçlar elde edildi. Bu iki bölgenin birbirinden uzaklığı 5.000 km.'dir. F a k a t deneyler a ç ı k - s e ç i k bîr y a n ı t getirmemiştir, Viking'deki mikrobioioji deneylerinin sonuçlarını burada tekrarlayıp değişik m i k r o p l a r ı n testinden geçirmek için b ü y ü k çabalar harcadık. Ancak deneyleri M a r s yüzeyinin inorganik maddesine m a k u l derecede y a k ı n malzemeyle t e k r a r l a m a çabalarının yeterli olduğu söylenemez. Ç ü n k ü Mars y e r y ü z ü değildir ve P e r cival LoweU'in çalışmaları bize yamlabileceğimizi anımsatmalıdır. Belki de Mars toprağında Öyle değişik bir inorganik k i m y a yapısı v a r d ı r ki, Mars'ta m i k r o p b u l u n m a m a s ı n a rağmen yiyecekleri okside edebilmektedir. Belki de atmosferik gazları ayrıştırıp onları İnorganik moleküllere d ö n ü ş t ü r e n özel bir inorganik, cansız katalizör v a r d ı r Mars toprağında. Son d e n e y l e r bu yönde bazı işaretler v e r m e k t e d i r . Mars gezegenindekî 1971 b ü y ü k toz f ı r t ı n a s ı n d a M a r i n e r 9'un kızılötesi s p e k t r o m e t r e l e r i n i n c a m levhaları üzerinde tozlar birikmiştir. Bu levhaları inceleyen O. B. Tooo, J, B. Pollack ve ben, bazı t ü r killere benzer d u r u m l a r saptadık. Viking gezegen - kondusu tar a f ı n d a n daha sonra s ü r d ü r ü l e n gözlemler, Mars'taki f ı r t ı n a n ı n ü f ü r d ü ğ ü killerin niteliği k o n u s u n d a k i gözlemlerimi doğrular niteliktedir. Şimdi, A. Banin ve J. Hİshpon, Mars toprağında görülen o killere benzer killeri l a b o r a t u a r deneylerinde üretilebilirse, Viking'in «başarılı» mikrobiyoloji deneylerinden başlı— 153 —


ca özellikleri -fotosenteze ve soluk almaya benzeyen Özellikleritekrarlayabileceklerinî söylemektedirler. Sözü geçen Mars kilinin y ü ^ y i karmaşık bir etkinliğe sahiptir. Gaz alıp v e r m e y e ve kimyasal reaksiyonları katalize e t m e y e yatkın görünmekte^ d îr. Viking mikrobiyolojisinin t ü m sonuçlarının organik kimyayla açıklanabileceğini söylemek için vakit henüz erkendir. F a k a t i yle bir sonuca uiaşıhrsa, bu şaşırtıcı olmaz artık. Kil varsayımı, Mars'ta hayat olmadığı görüşünü zor yadsır; ne var ki, Mars'ta m ^ r o b i o i o j i k bir k a n ı t t a n ille de söz etmemize olanak vermediği de kesindir. Böyle olsa bile, Banin ile Hishpon'un elde ettikleri sonuçlar biolojik b a k ı m d a n çok b ü y ü k önem taşımaktadır. Ç ü n k ü h a y a t olmasa da toprak öylesine bir kimyasal yapıya sahip olabilir ki, hayatın yerine getirdiği bazı işlevleri üstlenir. Y e r y ü z ü n d e hayal başlamadan önce. soluk alışveriş ve fotosentez sürecine benzer kimyasal süreçler toprakta h a r e k e t e geçmiş ve h a y a t başlav.nca h e m e n benimsenmiş olabilir. Üstelik montmorilîonit türünden killerin, amino-asitleri daha uzun molekül zincirlerine, proteinlere dönüştüren güçlü katalizörler olduğunu biliyoruz. Yerküremizin ilk zamanlarına ait killer hayata y a t a k l ı k etmiş olabilir. G ü n ü m ü z d e M a r s gezegeninin kimyasal yapısı, bizim gezegenimiz üzerindeki yaşamın kökeni ve tarihi için kilit noktalar sağlayabilir. Mars'ın yüzeyinde darbe sonucu açılmış birçok k r a t e r vardır. Her birine genellikle bir bilginin adı verilmiştir. Ö r n e ğ i n Mars gezegeninin G ü n e y K u t b u n d a k i bir k r a t e r Vishııiac krateri denmiştir. Vishniac Mars'ta h a y a t olduğunu iddia e t m i y o r d u . Olabileceğini söylüyor ve olup olmadığının bilinmesinin b ü y ü k Önem taşıdığım belirtiyordu. Eğer Mars'ta h a y a t varsa, kendi hayat şeklimizin genel çizgilerini karşılaştırma olanaklarına kavuşuruz. Ve eğer Mars'ta hayat yoksa, bizim gezegene benzeyen bu gezegende neden hayat olmadığını bilmemiz gerekir. Viking mikrobioloji sonuçlarının killere bağlanışı ve m u t l a ka hayat bulunduğu görüşünü içermeyişi b u l g u s u n u n bir gizi — 154 —


daha çözmeye y a r a d ı ğ ı m söyleyebiliriz: Viking organik kimya deneyi, Mars toprağında organik m a d d e izi ortaya çıkarmış değildir. Eğer Mars'ta h a y a t varsa, gömülü cesetler nerededirler? Hiçbir organik moleküle rastlanmadı. Protein, nükleik asit y a p ı t a ş l a r m d a n iz yoktur. Y e r y ü z ü n d e k i gibi ne hidrokarbon, ne de benzeri şeyler v a r Mars'ta. B u n a ille de bir çelişki gözüyle bakmamalıyız. Ç ü n k ü Viking mikrobioioji deneyleri, Viking k i m y a deneylerinden bin kez daha duyarlı olmak üzere düzenlenmiştir. K a r b o n - a t o m duyarlılığı daha çok olan Viking mikrobioioji deneyleri, M a r s toprağında organik m a d d e sentezine işar e t ediyor. F a k a t b u n u n oranı çok önemsizdir. Y e r y ü z ü toprağı, bir z a m a n l a r yaşamış organizmaların organik kalıntılarıyla doludur. M a r s toprağındaysa Ay yüzeyin de kinden daha az org a n i k m a d d e var. Eğer Mars'ta h a y a t olduğu g ö r ü ş ü n ü benimseme eğiliminde olsak, Mars'ın kimyasal tepkili, oksidasyonlu yüzeyinin cesetleri yokettiğini düşünebiliriz; İçinde hidrojenli peroksitin b u l u n d u ğ u bir şişede m i k r o b u n yok oluşu gibi. Ya da şöyle düşünebiliriz: H a y a t var a m a organik kimya y e r y ü z ü n d e kindc o l d u ğ u n d a n d a h a az önemli bir rol oynuyor. Bu son g ö r ü ş benim için çok daha çekici. İtiraf etmeliyim ki, k a r b o n a şoven denecek derecede gönül vermiş biriyim. K02mos'da k a r b o n bolluğu v a r d ı r ve karbon hayat için gerekli olan i n a n ı l m a y a c a k k a d a r karmaşık moleküller m e y d a n a getirir. B e n a y n ı zamanda, suya da şoven denecek derecede gönül vermiş b i r i y i m d i r . Su, organik kimya çalışmalarını m ü m k ü n kılan ve bazı ısı derecelerinde sıvı kalabilen ideal bir çözücü oluşturur. Bazen d ü ş ü n ü y o r u m da, acaba diyorum, b e n i m bu maddelere k a r ş ı olan aşırı bağlılığım, temelde bu maddelerden m e y d a n a g e l m e m d e n k a y n a k l a n ı y o r olmasın? Y e r k ü r e m i z i n oluşumu sırasında bu m a d d e l e r çok bol o l d u ğ u n d a n ötürü m ü d ü r yapımızın temelinde karbon ve su b u l u n u ş u n u n nedeni? Başka bir yerde, örneğin Mars'ta, h a y a t ı n temeli başka m a d d e l e r d e n mi oluşmuştur? Ben su, kalsiyum ve organik moleküller koleksiyonundan — 155 —


oluşan Cari Sağan adlı biriyim. Sizse hemen aynı moleküller koleksiyonundan oluşmuş değişik kollektif etiketli birisiniz. A m a d u r u m yalnızca b u n d a n mı ibarettir? Bizde molekülden başka bir şey b u l u n m a z mı? Bazı kişiler bu d u r u m u insan haysiyet ve g u r u r u n u küçültücü bulabilir. Ben kendi hesabıma, evrenin, bizim k a d a r karmaşık ve hassas dengeli molekül m a k i n e l e r i n i n gelişimine olanak sağlaması açısından g u r u r verici b u l u y o r u m . Hayatın temelini oluşturmada, varlığınıızdaki atomlarla basit moleküller kadar, bunların biraraya dizilişi de rol o y n a m a k tadır. Zaman zaman insan v ü c u d u n u oluşturan kimyasal maddelerin b i ı k a ç dolar karşılığında satın alınabileceği yolunda haberler okuruz. V ü c u d u m u z u n bu kadar az p a r a ettiğini öğrenihek ÜÜIÜCÜ olabilir. F a k a t bu, en basit oluşum parçalarına bölünmüş maddelerin fiyatıdır. Fiyatı çok y ü k s e k olmayan sudan oluşur vücudumuz genellikle. K a r b o n da k ö m ü r f i y a t ı n a göre ölçülebilir. Kalsiyum ise v ü c u d u m u z d a tebeşir olarak m e v c u t bulunmaktadır. Proteinlerimizin nitrojeni de hava olarak b u l u n u r ki, bu da ucuzdur. K a n d a k i demir deseniz çiviyi oluşturan m a d deden başka bir şey değil. E ğ e r h a y a t a ilişkin daha derin bilgilere sahip olmasak, bizleri oluşturan bu atomları alıp b ü y ü k bir kapta ha bire sallamaya koyabiliriz. Sonuçta da can sıkıcı b i r atom karışımından başka b i r şeyle karşılaşmayız. Bu d u r u m d a n başka bir şey beklememeliyiz elbet. Harold Morovntz İnsanı oluşturan molekül temel taşlarının tümünü kirnyaevleriııden satın almaya kalkıştığımız takdirde ne kadar para harcamamız gerektiğini hesaplamış. Bulgularına göre 10 milyon dolara y a k ı n malzeme edermişiz. Bıı belki değerimiz açısından sevindirici bir fiyat, ama ne v a r ki, kimyaevinden satın alacağımız b ü t ü n molekül y a p ı t a ş l a r m ı b i r a r a y a getirip karıştırsak bile kavanozun içinde bir insan y a r a t a m a y ı z . Bu bizim yeteneklerimizin dışında k a l m a k t a d ı r ve uzun bir süre daha kalacağa benzemektedir. Neyse ki, daha ucuza ve daha garantili biçimde canlılar y a r a t m a y ö n t e m l e r i n e s a h i p bulunuyoruz. — 156 —


Öyle s a n ı r ı m kî, başka d ü n y a l a r d a bulunabilecek hayat şekilleri de, aşağı y u k a r ı bizimle aynı atomlardan m e y d a n a gelir. P r o t e i n ve nükleik asit gibi yapısal ana moleküllerin bile aynı olabileceğini d ü ş ü n ü r ü m . Şu farkla ki, bunların diziliş biçimi bizimkinden ayrıdır. Gezegenlerin yoğun atmosferinde dolaşan organizmaların atom yapısı, belki bizim atom yapımıza benzer. A m a belki k e m i k sahibi olmadıklarından fazla kalsiyum gereksinimi d u y m a y a b i l i r l e r . Başka bir gezegende belki de su yerine başka bir çözücü m a d d e kullanılmaktadır. H i d r o f l o r i k asit iş g ö r ü y o r olabilir. Bizim moleküllerimize hidroflorik asit zarar verebilir, f a k a t başka t ü r organik moleküller olan parafin m u m ları hidroflorik asit içinde dengeli d u r u r l a r . Florin Kozmos'ta fazla m i k t a r d a b u l u n m a z . Bu nedenle sıvı a m o n y a k daha iyi bir çözücü oluşturabilir. Kozmos'ta a m o n y a k boldur. Ne var ki, yerk ü r e m i z d e n ve M a r s ' t a n çok daha yaşlı gezegenlerde sıvı halde b u l u n u r . Y e r y ü z ü n d e a m o n y a k m gaz halinde bulunması gibi, Venüs'te de su gaz h a l i n d e b u l u n u r . Olabilir ki, eriyik sistemine s a h i p b u l u n m a y a n canlılar vardır. B u n l a r moleküllerin yüzer biçimde değil de, elektriksel sinyallerle bağlantı k u r d u k l a r ı katı yapılı h a y a t şekilleri olabilirler. F a k a t b ü t ü n bunlardan, Viking gezegen-kondıısu deneylerinin Mars'ta h a y a t olduğu v a r s a y ı m ı n ı desteklediği sonucu çıkmaz. Y e r k ü r e m i z e çok benzerlik gösteren bol k a r b o n l u ve sulu Mars'ta eğer h a y a t varsa, organik kimya temeline dayanması gerekir. Organik k i m y a verileri, Mars'tan aldığımı/, g ö r ü n t ü ve mikrobiyoloji sonuçlarında olduğu gibi, 1970'lerde Chryse ve Utopia bölgelerinde h a y a t b u l u n m a d ı ğ ı görüşüne u y g u n l u k gösterm e k t e d i r . K a y a l a r ı n birkaç milimetre altında (Antartİka'nın kutu vadilerinde olduğu gibi) ya da gezegenin başka bir bölgesinde veya çok d a h a eski z a m a n l a r d a k i d a h a y u m u ş a k bir dönemde hayat belki olmuştur ya da vardır. F a k a t bizim baktığımız yerde ve z a m a n d a y o k t u . Viking'in Mars'ı keşif girişimi, tarihsel boyutları b ü y ü k bir girişimdir. Bir uzay aracının başka bir gezegende bir s a a t t e n — 157 —


fazla çalışır d u r u m d a kalışının t a r i h t e k i ilk kanıtıdır. V i k i n g ' i n başka bir gezegende çalışır d u r u m d a kalışı yıllarca s ü r m ü ş t ü r . Jeoloji, mineraloji, sismoloji, meteoroloji ve başka bir d ü n y a n ı n daha birçok bilini dalına ilişkin bilgilerini toplayıp veren ilk uzay aracıdır Viking. Olağanüstü nitelikteki bu bilimsel gelişmeleri bundan sonra nasıl sürdürmeliyiz? Bazı bilginler Mars'a giderek oranın toprak numunelerini alıp y e r y ü z ü n e getirecek otomatik araçlar gönderilmesini Öneriyorlar. Böylece bu n u m u nelerin Mars'a gönderilen m i n y a t ü r l a b o r a t u a r l a r d a incelenmesini değil, y e r y ü z ü n ü n geniş olanaklı l a b o r a t u a r l a r ı n d a enine boyuna incelenmesini istiyorlar, Viking'deki mikrobiyolojik inceltmelerin sonuçlarındaki çelişkilere bu yolla son verilebilir, diyorlar. Toprağın kimyasal yapısı ve mineralojisi saptanabilir. H a y a t var mı yok mu diye kayalar parçalanabilir, doğrudan doğruya mikroskopla inceleme dahil organik k i m y a ve h a y a t varlığı açısından yüzlerce deney gerçekleştirilebilir. Vishniac'ın önerdiği araştırma yöntemlerini de uygulayabiliriz. Böyle bir deneyime girişmek çok b ü y ü k para h a r c a m a l a r ı m gerektirse bile teknolojik olanaklarımız buna yeterlidir. Şunu da açıklamalıyız ki, b u n u n b i r tehlikesi Mars'tan yerküremize mikrop getirilmesi olasılığıdır. Mars toprağındaki mikropları y e r y ü z ü n d e incelemek istiyorsak, n ü m u n e l e r î sterilize etmeden ele almalıyız. Böyle bir girişimin amacı, Mars toprağındaki mikropları dünyamıza canlı olarak getirebilmektir. P e ki, b u n u n sonucu ne olur? Y e r y ü z ü n e getirdiğimiz Mars'lı m i k r o o r g a n i z m a l a r halk sağlığı için bir tehlike oluşturur m u ? Bu konuda kesin bir şey söyleyemeyiz. Ciddi ve tehlikeli bir sorundur. Yerküremize Mars'tan mikro-orgaııizma g e t i r m e k istiyorsak, bunların yayıîmamasını son derece güvenilir bir biçimde sağlamalıyız. Bakteriyolojik silahlar geliştiren ve depolayan ülkeler var. Bu ülkelerin toprakları üzerinde çok e n d e r k a z a l a r görülse bile, yaygın bir tehlike sozkonusu olmadan t e h l i k e n i n önüne geçtikleri görülüyor. Ola ki M a r s ' t a n a l m a n n ü m u n e l e r tehlikesizce yeryüzüne getirtilebilir. Doğrusu ya, M a r s ' t a n d ü n — 158 —


y a y a toprak nümunesi getirmeden önce tehlike unsurunu kılı kırk y a r a r a k incelemeyi yeğlerim. Bu gezegenin gözler önüne sereceği öyle ilginç y a n l a n olduğu kanısındayım ki, Viking gezegen-kondusunun hareketsizliğine bir çare b u l m a k gerekir. B u n u n için de tepeleri aşan, çuk u r l a r a düşmeyen, kaya parçaları karşısında tökezlemeyen bir araç indirmek gerektiğini d ü ş ü n ü y o r u m . Bu yönde N A S A ' d a çalışmalar s ü r d ü r ü l ü y o r . Böyle bir araç gönderebilirsek Mars gezegenine, orayı enine boyuna k a t e d e n bir aracın günlük gör ü n t ü l e r i ve bilgileriyle yaklaşık bir milyar insan y e r y ü z ü n d e n başka bir gezegenin keşfine g ü n ü g ü n ü n e katılabilir. Gönderilecek Rover (gezgin) tipi bir araç y e r y ü z ü n d e n verilecek radyo sinyalleriyle Mars'ın yüzeyini tarayabilecektir. Viking'ler indirdiğimiz bölgelerden daha ilginç olan en az yüz bölge bulunduğu kanısındayım. Mars'ta hayat bulmasak bile gezici bir araçla sağlanacak bilgiler ve g ö r ü n t ü l e r l e başka bir gezegenin keşif dizisini canlı olarak izleme olanağına kavuşacağız. Mars yüzeyinin yüzölçümü y e r k ü r e m i z i n toprak b ö l ü m ü n e eşittir. Mars yüzeyinin ayrıntılı görüntüleri bizleri yüzyıllar boyunca meşgul edecek bilgiler sağlayacaktır. Mars'ın t ü m yüzeyinin keşfedileceği bir z a m a n gelecek. Robot-uçakların tepeden tüm haritasını çıkardıkları, r o v e r l e r i n üzerinde dolaştıkları, t o p r a k n ü m u n e l e r i n i t ı y e r y ü z ü n e gönderildikleri. M a r s yüzeyi k u m l a r ı n ı insanların adımladıkları zaman gelecektir. Peki, bundan amaç nedir? Mars'la ne alıp vereceğimiz var bizim? E ğ e r M a r s gezegeninde h a y a t varsa, bizler için yapacak fazla bir şey olmaz. O takdirde Mars M a r s l ı l a r ı n d ı r demek zorunda kalırız. Mars'lılar yalnızca m i k r o p l a r d a n oluşsa bile. Yakınımızdaki bir gezegende bizimkinden ayrı ve bağımsız bir biyolojinin h ü k ü m sürmesi anlatılamaz bir değerdedir. Orada bu h a y a t ı n k o r u n m a s ı Mars k o n u s u n d a besleyeceğimiz düşüncelerin başında yer almalıdır. T u t u n ki, Mars'ta hayat yok. O takd i r d e h a m m a d d e kaynağı açısından verimli bir k a y n a k sayılmaz; Mars'tan y e r y ü z ü n e h a m m a d d e taşımacılığı yüzyıllar bo— 159 —


yunca ekonomik olumsuzluğunu s ü r d ü r ü r . F a k a t acaba M a r s gezegeninde yaşayamaz mıyız? Orayı bir bakıma yaşanabilir dur u m a getiremez miyiz? Mars hiç kuşkusuz sevimli bir y e r . Ne var ki, bizim ağımız-, dan Mars'ın birçok kusuru sözkonusu: Oksijen azlığı, sıvı h a l d e su bulunmayışı ve morötesi ışın çokluğu. B ü t ü n bu sorunlar birazcık hava üretebilsek çözümlenebilir. Atmosferik basıncı artırarak sıvı halde su elde edebiliriz. Daha fazla oksijenle atmosferi içimize çekebiliriz. Morötesi güneş r a d y a s y o n u n a karşı ozondan bir kalkan da böylece oluşabilir. Mars'ta bir z a m a n l a r atmosferin daha yoğun oluşuna ilişkin belirtiler var. Yoğun a t m o s f e r gazlarının Mars'ı t e r k e d i p gitmesi olası değildir. Gezegende bir yerlerde varlıklarını s ü r d ü r ü y o r olmalılar. Bazıları yüzeydeki kayalarla kimyasal bileşim halindedir. Bazıları yiizeyaltı buzlar m d a d ı r . F a k a t önemli bir bölümü k u t u p takkelerinde b u l u n a bilir. K u t u p takkelerini b u h a r l a ş t ı r m a k için onlara ısı vermeliyiz. Koyu renk tozla örterek daha fazla güneş ışığı emmesini sağlayabiliriz. Yeryüzünde ormanları ya da yeşillik ö r t ü s ü n ü yok etmek için kullandığımız yöntemin tersini orada yapmış oluruz. Fakat Mars'ın k u t u p bölgelerinin yüzeyi çok geniştir. Yeryüzüne den Mars'a gereken tozu taşımak için 120ü adet S a t ü r n 5 roketi ateşlemeyi göze almalıyız. Böyle yapılsa bile, gönderilen tozları rüzgârın başka yerlere taşıması olasılığı k u v v e t l i . Bu n e d e n l e daha iyi bir yöntem bulmalıyız. O da kendini çoğaitabilen koyu renkli bir madde olmalı. Mars'ın k u t u p bölgesine göndereceğimiz bu makine oradaki yerli malzemeyle kendini çoğaltabil mel idir. Böylesi makineler vardır. Adına ağaç diyoruz. B u n l a r çok dayanıklı ve inatçıdırlar. Yeryüzü m i k r o p l a r ı n d a n bazılarının M a r s ' t a yaşayabildiklerini biliyoruz. K o y u r e n k ağaçlar, örneğin liken ağacı üzerinde genetik mühendisliği çalışmalarıyla y a p a y bir ayıklama yöntemi geliştirerek bunların y e r y ü z ü n d e n çok d a h a sert Mars o r t a m ı n a dayanmaları sağlanabilir. Bu t ü r ağaçlar ge-.

— 160 —


D e r e b e y l i k J a p o n y a ' s ı n ı n zırhları i ç i n d e k i bir samurayı.

J a p o n adaları yengeci.

sularında

yaşayan

bir

Heike

Trİlobit fosilleri. Sol ü s t t e , y a r ı m m i l y a r o t u . sine ait ilk trilobitîcrin gozii y o k t u . O r t a d a k i ve alttaki fotoğraflarda, d a l u s o n r a k i d ö n e m lere ait, daha ç o k g e l i ş m i ş ve gözlerini iyin* koruyacak bir durum k a z a n m ı ş trilobitk-ı görülüyor.


21 H a z i r a n günü ş a f a k vakti Casa Riııcan a ' d a hir p e n c e r e d e n giren g ü n e ş ışığı belli bir o y u ğ u a y d ı n l a t ı r .

Gün dönümünün gözlenmesine yarayan^ yaklaşık 1000 yıl öncesine ait bir gündönümü yarığı. Ay'ın sık kraterli yüzıi, uzay araçları yokken insanoğlunun meçhulüydü. İlk kez Sovyetler'in uzay aracı l una tarafından görüntüleri saptandı. (Sağda)

Arizona'daki Meteor Krateri, 1,2 kilometr e ç a p ı n d a k i b u kra-

terin,

15.000'le:

4 0 . 0 0 0 yıl ö n c e , san i y e d e 15 kilometre 1 hızla yul a l a n , 25i m e t r e ç a p ı n d a k i biri demir yumağının y e r y ü z ü n e ç a r p m a >ı| sonucu o l u ş t u ğ u sa nılıyor. Sözkonusı enerji 4 m e g a t o n l u bir n ü k l e e r p a t l a m a ya eşittir. (Solda)

Sovyetler'in Mars i iuıy aracım simgeleyen bir posta pulu. I Aralık 1971 tarihinde bir toz fırtınasın dan geçerken görülen araçta sürtünme ısısına karşı koruyucu zıılı buttı rıuyor.



1577 yılındaki Büyük Kuyruklu Yıldızın Türkler tarafından yapılmış bir resmi. Kornetin görülmesinin yarattığı heyecan, İstanbul Gözlemevinin kurulmasına yol açmıştır. (Sağda)

Prag'da Codicillus tarafından yapı lan bu tabloda, 1577 yılındaki Büyük Kuyruklu Yıldız, Ay ve Satürn gezegeninden daha arka planda gösterilmiştir. Bu Kuyruklu Yılrfız'ın Ay'dan uzakta görüldüğü konusunda Tycho Brahe'niıı ısrarlı görüşü, kornetleri yeryüzü olgularından alıp gök cisimleri arasına kattı. (Solda)

Jüpiter'in en büyük Ay'ı olan Garıimede'nin Voyager 1 tarafından gönderilen bu resminde görülebilen en küçük noktalar bile yaklaşık 3 km. çapındadır. (Solda)

Ganimede'ye aît Voyager 2 tarafından & Temmuz 1979 günü gönderilen fotoğraf. (Sağda)


DOĞUM Y E K L E R İ N İ G Ö S T E R E N A K D E M / H A R İ T A S I

MISIR


Venüs'ün yeryüzündeki radar astronomisi aracılığıyla çekilmiş fotoğrafı. Ekvator bölgesine ait bu resimdeki kraterlerden büyükleri yaklaşık 200 km. çapındadır. (Üstte)

Göğün X-ışınlı bir fotoğrafı Kuğu X—1 Galaksisinin aydınlık kaynağını gösteriyor. Bir kara delik olması olasılığı sözkonusu. (Altta)


, __ "su hırsızlanın ... n •tiüdu 1 anrıs» Shivü'ııın VaratıSiî Dmsı ^iıiva'nııı <u- .:on ImI CltpSydfd yü da dern bir yapımı Empedoklcs ben/ ri'li^r. Bu ateş Hindu'ların aydınlık '»imgesi ola tur ^creijk- havanın sayısı/ ktiı,uk p jr-^fnaRta, Slıiva bu dansı, cclıale'i mineleyen yjı.ıtı^ın , ti i çatıktan oluştuğu sunucuna vjrım U (Üstte)

>ı


Samanyolu'na benzeyen ve galaksimize yakrn sarmal gökadalardan M 18. Yedi milyon ışık yılı uzaktaki bu galaksi bizim "yerel" diye adlandırdığımız Samanyolu grubundan değildir. Bu fotoğraf çaprazlama çekilmiştir. (Üstte)

Porto Riko'daki Arecibo radyo - radar gözlem kulesi.

Yandan görülen bir sarmal galaksi. NGC 891 galaksisini çevreleyen yıldızlar bizim galaksimize ait olup NGC 891'in berisindedirler.


liştirilirse ve Mars kutuplarının geniş takkelerinde kök salmaları sağlansa, bunlar alanlarını genişleterek kutup takkelerine koyu bir renk kazandırmak suretiyle güneş ışığı emilmesine, buzları ısıtmasına ve Mars'ın uzun dönemlerdir t u t u k l u bulunan atmosferinin serbest kalmasına yol açarlar. Bu k a v r a m ı n adına «Toprak Değişimi» diyoruz: Bilinmedik bir toprağın insanlar için daha u y g u n bir d u r u m a getirilmesidir. İnsanoğlu binlerce yıl süren dönemler boyunca dünyanın bazı bölgelerine beyazlık kazandırma yoluyla ve «sera etkisi» elediğimiz süreçle y e r k ü r e m i z i n ısısını yalnızca bir derece kadar değiştirmiştir. Oysa fosil yakıtları kullanımı ve ormanlarla yeşillik Örtüsünü m a h v e t m e k suretiyle bir ya da iki yüz yıl gibi kısacık bir zaman içinde yerküremizin ısısını bir derece daha değiştirebilecek d u r u m a geldik. Bu ve buna benzer yöntemlerle Mars toprağının Önemli bir değişime uğratılması için gereken Zaman dilimi yüzler ve binlerce yıl arasında oynar. Gelecekte çok ilerlemiş bir teknolojiye ulaştığımızda, Mars'ın yalnızca t ü m atmosferik basıncım artırıp sıvı su elde etme olanağına kavuşt u k t a n başka, eriyen k u t u p bölgelerinden daha sıcak ekvator bölgelerine doğru su da taşıyabileceğiz. Böyle bir şey için m u t laka çok zaman ister. F a k a t sonunda kanallar yapacağız demektir. Yüzeydeki ve yüzeyin alt tabakalarındaki buz b ü y ü k bir kanal şebekesiyle taşınacak. Buysa henüz yüzyıl önce Pervical Lowell'in yanlış bir biçimde ortaya koyduğu fikre uygunluk gösteriyor. G e r e k Lowell, gerek Wallace, Mars'ta yaşam olasılığı azlığının su darlığından ileri geldiğini anlamışlardı. Eğer bir kanal şebekesi olsaydı, su yokluğu giderilebilir, Mars'ta yaşam olasılığından söz edilebilirdi. Lowell'in Mars gezegenini İzleyişi, son derece zor görüş koşulları altında oldu. Diğerleriyse, Örneğin Schiaparelli gibi, kanallara benzer g ö r ü n t ü l e r e rastlamışlardı. Lowell'm Mars'a tutkunluğu başlamadan önce, bunlara Canali (Kanallar) adı verilmişti. İnsanların duyguları galeyan ha— 161 —

Kozmos : F. 10


Ündeyken kendilerini aldatma eğiliminde oldukları kanıtlanmış bir olgudur. Ye komşu bir gezegende insan yaşadığı düşüncesinden daha çok insan zihnini galeyana getiren bir şey yoktur. Lowciriıı düşüncesinin gücü, bir önsezi olmasından ileri geliyor olabilir. Onun sözünü ettiği kanal şebekesi Mars'lılar taraf ,d:jii yapılmış olabilir. Bu nokta da doğru bir k e h a n e t e dönüşebilir : Mars'ın toprağı değişime uğrarsa, bu, sürekli yerleşim yerleri Mars olan ve bu gezegenle bir yakınlıkları b u l u n a n insanlar t a r a f ı n d a n gerçekleştirilecek. Sözünü ettiğimiz Mars'lılarsa bizlerden başkası olmayacaktır.

— 162 —


Bölüm VI GEZGİNCİ ÖYKÜLERİ Birçok dünya mı, yoksa tek bîr dünya mı var acaba? Doğanın incelenmesinde bundan daha soylu ve seçkin bir soru olamaz. — Albertus Magnus, on üçüncü yüzyıl

Dünyanın ilk çağlarında, adalarda yaşayanlar kendilerini bu

yeryüzünün

tek sakinleri

sanırlarınış

ya

da

başka

yerlerde yaşayan bulunsa bile, geniş ve derin denizlerin ayırdığı toprak parçalar) arasında nasıl ilişki kurabileceklerini bîlemezlermîş. Fakat daha sonraki zamanlarda gemiler

İcat

etmişlerdir,,.

Bakarsınız,

araçlar da İcal edilebilir...

Ay'a

ulaşabilecek

Böyle bir yolculuğu göze

alacak bir Columbus ya da Drake yoktur bugün

için.

Ya da havada uçacak bir Dedalus. Fakat hiç kuşkum yok ki, yeni gerçekler yolunda alalarımızın bilemediği

bize hâlâ

birçok gerçeği

— 163 —

ebelik

eden

bize

açıklayan

ve


zamarıF şimdi bilmek istediğimiz ve bilemediğimiz birçok şeyi bize öğretme lütfuııu da gösterecektir, — John Wîfkîns,

The

Discovery of a

VVorld in the Moone, (1638) Bu sıkıcı yerküreden çıkıp yukarılardan aşağı bakarak, doğanın tüm çabasını ve ince işçiliğini bu küçücük pislik noktası üzerinde mi harcadığını düşünebiliriz. Böylece uzaktaki öteki ülkelere yolculuk eden gezginler gîbi, anayurdumuzda yerde neler olup bittiğini daha iyi bileceğiz ve evrendeki her şeyin değerini daha iyi takdir edebileceğiz. Yerküremizden başka yerlerde canlı varlıkların yaşadığını ve buraların da bizim gezegenimiz kadar özene bezene yaratılmış yerler olduğunu görünce, dünyamıza İlişkin olarak kullanılan «büyük» sözcüğüne dtiha az kapılacak, insanların çoğunun tutkuyla bağlandıkları önemsiz konulan küçümseyebıleceğiz.

— Christlan Huygens, The Celestial World Discovered, (1690 dolaylarında)

İNSANOĞLUNUN UZAY O K Y A N U S L A R I N A YELKEN AÇTIĞI BİR ÇAĞDA YAŞIYORUZ. Kepler'in gösterdiği gezegen yollarını izleyen çağdaş uzay araçları, insansız olarak yolculuklarını sürdürüyor. Çok iyi bir biçimde yapılmış bu yarıakılh robotlar bilinmeyen dünyaları keşfe çıkıyorlar. Dış güneş sistemine yolculuklar, J e t Propulsion Laboratory ( J P L ) a d ı m taşıyan California'nın Pasader.a'daki N A S A (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) merkezinden yönetiliyorlar. 9 Temmuz 1979 günü Voyager 2 adındaki bir uzay aracı, Jüpiter sistemiyle karşılaştı. Gezegenlerarası boşluklarda iki yıldır yolculuk yapıyordu. Bu uzay gemisi parçalarından biri bozulursa, işlevi benzer başka bir parça t a r a f ı n d a n alınsın diye mil— 164 —


yanlarca yedek parçadan oluşmuştur. Ağırlığı 900 kilo; geniş bir oturma odasına sığabilir. Üstlendiği görev, onu Güneş'in çok uzaklarına da alıp götüreceğinden, başka uzay araçlarının faydalandığı Güneş enerjisinden y a r a r l a n a m a m a k t a . Voyager'in enerjisi küçük bir n ü k l e e r e n e r j i tesisincc sağlanıyor. Çapı 3.7 metre olan geniş bir a n t e n aracılığımla y e r k ü r e d e n radyo sinyalleriyle k o m u t a l m a k l a ve bulgularını radyo yoluyla yeryüzüne göndermekte. J ü p i t e r ' d e n radyo dalgalarıyla elektrik y ü k l ü zerrecikleri ölçecek bilimsel a y g ı t l a r a sahip. F a k a t sahip olduğu aygıtlar arasında en yararlıları, dış güneş sistemindeki gezegen adalarının binlerce resimlerini alanlar o ' m u ş t u r . J ü p i t e r ' i g ö r ü l m e y e n , f a k a t tehlikeli biç imdi:1 yüksek e n e r j i yüklü olan parçacıklar k a b u ğ u çevrelemektedir. U / a y gemisi J ü p i t e r ' l e y a k ı n Ay'larını incelemek ve S a t ü r n ' l e daha ötedeki gezegenlere doğru yolculuğuna d e v a m etmek için sözünü eniğimiz radyasyon k u ş a ğ ı n ı n y a n m d a n geçmek zorundaydı, Elektrik yüklü parçacıklar hassas yapılı aygıtları bozabilir ye elektronik aygıtları kül edebilir. Jüpiter'i çevreleyen katı cisimli bir çemberin b u l u n d u ğ u n u Voyager 1 saptamış ve Voyager 2'nin aşması gereken bu çemberin varlığını dört ay önce haber vermişti. K ü ç ü k bir k a y a parçasıyla karşılaşmak, uzay aracının .çılgınca sarsılmasına, anteninin y e r y ü z ü y l e temasının bozulmasına ve verilerinin de sonsuza dek kaybına neden olabilirdi. Bu «büyük karşılaşma»daıı önce Voyager 2'nin y e r y ü z ü n d e n yönetildiği merkezde gergin bir h a v a esiyordu. Z a m a n z a m a n a l a r m ve olağanüstü d u r u m anları yaşandı, f a k a t y e r y ü z ü n d e k i in.^nhnri aklıyla uzaydaki robotun aklı birleşince facia Önlendi. 20 Ağustos 1977 t a r i h i n d e fırlatılmış olan Voyager 2, Mars gezegeni y ö r ü n g e s i n d e n y a y gibi bir yol çizerek A n e r o i t Kuşa* ğı'ndan geçip J ü p i t e r sistemine yaklaştı, gezegeni ve sayısı on dört ya da o dolayda olan Ay'ı geçerek yolculuğunu s ü r d ü r d ü . Voyager uzay aracının J ü p i t e r ' i n yanından geçmesi, ona hız kazandırdı. Aynı şekilde S a t ü r n ' ü n çekim gücü, aracın U r a n u s ' a doğru hızla yol almasını sağlayacaktır. Voyager 2, Uranus'la — 165 —


198S'nın Ocak ayı sonunda karşılaşacaktır. U r a n u s ' t a n sonra bir dalış daha y a p a r a k Neptün'le karşılaşıp onu da geçtikten sonra güneş sisteminden sıyrılarak b ü y ü k yıldızlar o k y a n u s u n u sürekli dolaşma kaderine boyuıı eğecektir. Bu t ü r keşif yolculukları insanlık tarihini belirleyen uzun yolculuklar dizisinin yeni bölümleridir, XV. ve XVI. yüzyıllarda birkaç günde İspanya'dan Azor Adalarına gidebilirdiniz. Şimdiyse birkaç günde yerküremizle Ay arasındaki m e s a f e alınabiliyor. O zam a n l a r Atlas O k y a n u s u n u geçmek birkaç ay t u t u y o r Voyaper'lerin uçuş planı: ve ancak bu süreden sonra Uranıiîüfi yörüngesinden (yukarıda solYeni Dünya adı verilen d.ı) g^çen V -1 1; - m Orağında (Jranüs'dcn geçecek A m e r i k a kıtasına varılıyorolan V • II du. B u g ü n iç güneş sistemi okyanusu birkaç ayda katediiebiliyor ve bizleri t a m a n l a m ı y l a bekleyen yeni d ü n y a l a r olan Mars ve Venüs gezegenlerine iniş gerçekleşebiliyor. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Hollanda'dan Çin'e bir ya da iki yıl da yolculuk yapabiliyordunuz. Bu süre şimdi Voyager'in y e r k ü r e m i z d e n J ü p i t e r ' e gitmek için h a r c a d ı ğ ı zamandır, Bugünkü uzay araçlarının robotları insanların girişecekleri yolculukların Öncüleridir, XV, yüzyılla XVII. yüzyıl arasındaki dönem, tarihimizin büyük bir dönüm noktasıdır. O tarihler, gezegenimizin her y a n ı n a gidebileceğimiz düşüncesinin yerleştiği dönemdir. Yelkenlerini cesaretle şişiren tekneler beş, altı A v r u p a l i m a n ı n d a n d e m i r alarak her okyanusu taramaya koyuldular. Bu gezilerin birçok itici gücü v a r d ı : İhtiras, para hırsı, ulusal şeref, dinsel fanatizm, hapis cezasından affedilmek, bilimsel m e r a k , s e r ü v e n coşkusu ve — 166 —


E n s t r e m a d u r a adı verilen İspanya ile Portekiz arasındaki k u rak ve verimsiz t o p r a k l a r d a h ü k ü m süren işsizlikti. Bu yolculuklar k ö t ü l ü k l e r getirdiği gibi iyilik de getirdi. F a k a t s o m u t sonucu, insanları birbirine bağlamak, bölgeciliği azaltmak ve gezegenimizle kendimiz hakkındaki bilgilerimizi derinleştirmek oldu. Yelkenli kayıklarla gerçekleştirilen keşifler dönemine, XVII. yüzyılın devrimci Hollanda C u m h u r i y e t i simgelik e t m e k t e d i r . Güçlü İspanya İ m p a r a t o r l u ğ u n d a n k u r t u l u p bağımsızlığını ilan edince, A v r u p a ' n ı n Aydınlık Çağının ü r ü n l e r i en çok bu ülkede belirdi. Akla, düzene d a y a n a n yaratıcı bir toplum özelliğini taşıyordu. İ s p a n y a limanlarını Hollanda gemilerine kapalı t u t t u ğundan, bu k ü ç ü c ü k c u m h u r i y e t i n yaşaması gemi yapımına, tayfa yetiştirmesine, ticareti geliştirmesine bağlıydı. Hollanda h ü k ü m e t i y l e özel t e ş e b b ü s ü n ü n ortaklaşa k u r d u ğ u Hollanda ve Doğu H i n d i s t a n Şirketi, d ü n y a n ı n uzak köşelerine tekneler gönderir, eşine e n d e r rastlanan öteberiler getirip A v r u pa'da kârla satardı. Bu yolculuklar Hollanda C u m h u r İ y e t i ' m n yaşam kaynağıydı. S e f e r yolları ve h a r i t a l a r devlet s ı r l a n a r a sındaydı. Gemilerin sefere çıkması m ü h ü r l ü z a r f l a r içindeki emirlere bağlı olurdu. Gezegenimizin h e r y e r i birden Hollanda gemileri ve gemicileriyle dolup taşmıştı. K u z e y d e B a r e n t s Deniziyle A v u s t r a l y a ' d a T a s m a m a , adlarını Hollandalı kaptanlarından almıştır. B u n l a r yalnızca ticari amaçlı seferler değildi. G e r çi ticari amacın rolü b ü y ü k t ü a m a bilimsel serüven, yeni ülkelerin keşfi, y e n i bitkiler, y e n i h a y v a n l a r , yeni i n s a n l a r bulmak, kısacası bilgi aşkı da ağır basıyordu, A m s t e r d a m Belediye S a r a y ı X V I I . yüzyıl Hollanda'sının, kendine g ü v e n d u y a n b i r t o p l u m u n resmettiği portresi niteliğindedir, Bu sarayın inşası için gemiler dolusu m e r m e r l e r getirtilmişti, Yıldızlarla bezenmiş e v r e n i n y ü k ü n ü omuzlarında taşıy a n Atlas'ın heykeli bu binadadır. Yine bu bina salonlarında Bat ı Afrika'dan B ü y ü k O k y a n u s a k a d a r u z a n a n ülkeleri içeren b i r harita duvarları k a p l a r . O z a m a n l a r d ü n y a Hollanda'nın h e r ye— 167 —


rine gemi gönderdiği bir arenaydı. At koşturur gibi denizlerde gemi koştururlardı. D ü n y a n ı n yarı çevresine teknelerinin yayıldığı bir yılda, Hollanda gemilerinin bir bölümü Habeşistan Denizi adım verdikleri Batı A f r i k a kıyılarına yönelirler, batı kıyılarım izleyerek A f r i k a ' n ı n güneyini geçerler, oradan Madagaskar Boğazını aşıp Hindistan'ın güneyinden B a h a r a t Adalarında soluğu alırlardı. B a h a r a t Adaları dedikleri b u g ü n k ü Endonezya. S e f e r e çıkan gemilerin b i r bolümü de Yeni Hollanda adını verdikleri bir diyara, b u g ü n k ü Avustralya'ya giderdi. Teknelerden bazılarıysa M a l a k k a Boğazım aşma cüretini gösterir ve Filipinler'i geçerek Çin'e ulaşırlardı. Hollanda o dönemden Önce ve sonra hiçbir zaman öylesine bir «Dünya Devleti» olmadı. Yeni fikirlere açık bir ülke olduğundan, A v r u p a ' n ı n başka ülkelerinde baskı altındaki a y d ı n l a r ı n cenneti olmuştu. 1930'larda Nazi egemenliğindeki A v r u p a ' d a n aydınların kaçmasından ABD'ııin y a r a r l a n m a s ı gibi, A v r u p a ' n ı n öteki ülkelerindeki s a n s ü r ve baskıdan kaçan a y d ı n l a r Hollanda'ya akın ediyordu. XVII. yüzyıl Hollanda'sı b ü y ü k Y a h u d i filozofu Spinoza'mn sığındığı bir yer oldu. Spinoza, Einstein'in takdir ettiği düşünürlerdendi. M a t e m a t i k ve felsefe tarihi alanında büyük bir isim olan Descartes içiıı de aynı d u r u m sözkonusu. Siyasi bilimci J o h n Locke da Hollanda'ya sığındı ve f e l s e f e y e yatkın devrimci düşünceleri olan Adams, F r a n k l i n , Jefferson, Pain ve Hamilton gibi kişileri etkiledi. Hollanda bilim ve s a n a t adamlarının akın ettiği bir ülkeye dönüştü. Büyük ustalar Rembrandt, Vermeer ve F r a n s Hals bu d ö n e m i n sanatçılarıdır. Leeuwenhoek mikroskopu icat etti. Willebrordo Snellius, ışığın kırınımı yasasını buldu. Düşünce Özgürlüğü geleneği kökleşen Hollanda'nın L e i d e n Üniversitesi, yerküremizin Güneş'in çevresinde d ö n d ü ğ ü g ö r ü şünü yadsımasını isteyen Katolik Kilisesinin z u l m ü n d e n kaçan — 168 —


^

!

Galiîeo'ya (*) b i r b u r s v e r e r e k p r o f e s ö r l ü k g ö r e v i n e d e v a m e t mesini sağladı. Galileo, H o l l a n d a ' y l a sıkı t e m a s h a l i n d e y d i . O n u n ilk a s t r o n o m i k teleskopu H o l l a n d a yapısı b i r d ü r b ü n d i z a y n m d a n geliştirilmişti. Galileo teleskop sayesinde g ü n e ş t e k i lekeleri, V e n ü s ' ü n e v r e l e r i n i , Ay'ın k r a t e r l e r i n i v e J ü p i t e r ' i n şimdi Galileo U y d u l a r ı a d ı y l a bilinen d ö r t b ü y ü k A y ' ı n ı saptadı. Galileo'n u n kilise içi ç a l ı ş m a l a r ı n a ilişkin olarak verdiği bilgilere, 1615 y ı l ı n d a H o l l a n d a B ü y ü k Düşesi C h r i s t i n a ' y a yazdığı m e k t u p t a rastlayabiliriz. Bildiğimiz üzere, b i r k a ç yıl önce g ö k l e r d e ç a ğ ı m ı z d a n ö n c e k i d ö n e m l e r d e b i l i n m e y e n b i r ç o k ş e y b u l u p o r t a y a çık a r d ı m . B u b u l u ş l a r ı n yeniliği v e a k a d e m i k filozofların edind i k l e r i fizik k a v r a m l a r ı y l a genellikle çelişen sonuçları, küç ü m s e n m e y e c e k s a y ı d a p r o f e s ö r ü n b a n a karşı v a z i y e t a l m a s ı n a yol açtı. Bu p r o f e s ö r l e r i n çoğu kilise a d a m l a r ı d ı r . Doğayı ve ona ilişkin bilimsel y a s a l a r ı t e r s y ü z e t m e k için göğe bu c i s i m l e r i s a n k i b e n k e n d i e l l e r i m l e y e r l e ş t i r m i ş i m gibi b a n a k ı z ı y o r l a r . G e r ç e k l e r i n g ü n ışığına ç ı k a r a k b i r i k i m y a r a t m a s ı n ı n çeşitli s a n a t k o l l a r ı n d a k i a r a ş t ı r m a y ı v e gelişmeyi k a m ç ı l a d ı ğ ı n ı u n u t u y o r g ö z ü k ü y o r l a r (**) (*) 1979 yılında Papa Et. John Faul GalÜeo'yu kilisenin 346 yıl önce mahkûm edişine ilişkin kararın bozulması Önerisini çevrede lazla patırtı çıkarmadan ortaya attı. {**) Dünyanın güneş çevresinde döndüğü (helyosantrik) görüşünü ortaya atma konusunda Galileo'nun {ve Kepler'in) gösterdikleri cesarete öteki düşünürlerin davranışlarında rastlamıyoruz. Avrupa'nın düşünce bağnazlığının ortalığı kasıp kavurmadığı ülkelerde büe bu cesareti göremiypruz. Örneğin, 1634 yılında Hollanda'da yaşayan Descartes'ın bir mektubunda şu görüşlere yer verdiğine tanık oluyoruz. Galüeo'mm yerküremizin Güneş çevresinde döndüğü yolundaki görüşünün kilise tarafından suçlandığını biliyorsunuz. — 169 —


K e ş i f l e r e yönelmiş H o l l a n d a ' y l a e n t e l l e k t ü e l ve kültürel m e r k e z olan H o l l a n d a a r a s ı n d a k i bağ çok sıkıydı. Y e l k e n l i g e m i lerin geliştirilmesi h e r t ü r teknolojiyi teşvik etti. El s a n a t l a r ı gelişti. B u l u ş l a r Ödüllendirilmeye başlandı. Teknolojik i l e r l e m e bilgi e d i n m e y e , bu da en geniş b o y u t l a r d a ö z g ü r l ü ğ e i h t i y a ç gösterir. Bu nedenle Hollanda, A v r u p a ' d a en çok k i t a p basılan ve satılan bir ü l k e d u r u m u n a geldi. B a ş k a ü l k e l e r d e y a s a k l a n m ı ş k i t a p l a r ı n çevirilerine izin verdi. B i l i n m e d i k t o p r a k l a r k e ş f e t m e k v e garip gelen y e n i t o p l u m l a r l a k a r ş ı l a ş m a k , k e n d i halinden m e m n u n t o p l u m yapısını sarstı v e d ü ş ü n ü r l e r i akıl diye belledikleri şeyleri y e n i d e n gözden g e ç i r m e y e v e g e r ç e k l e r i s ı n a m a ya zorladı. Bu a r a d a binlerce yıldır, Örneğin c o ğ r a f y a k o n u s u n da, doğru olarak belledikleri bilgilerin yanlışlığını anladılar. D ü n y a n ı n b ü y ü k bir b ö l ü m ü n d e k i ü l k e l e r e k r a l l a r v e i m p a r a t o r lar h ü k m e d e r l e r k e n , H o l l a n d a C u m h u r i y e t i h a l k t a r a f ı n d a n yönetilen ülke k a t e g o r i s i n d e s a y ı l m a y ı en çok h a k e t m i ş b i r topl u m d u . Ö z g ü r l ü k v e d ü ş ü n h a y a t ı n ı n teşvik görmesi, maddi refah, yeni d ü n y a l a r ı n keşfi v e b u n l a r d a n y a r a r l a n ı l m a s ı , t o p lumsal s e r ü v e n coşkusu y a r a t t ı . İtalya'da Galileo başka d ü n y a l a r ı n v a r l ı ğ ı m açıklamış, B r u n o d a başka h a y a t şekillerinin varlığı ü z e r i n d e d u r m u ş t u . B u d ü şüncelerinden ö t ü r ü Galileo v e B r u n o İ t a l y a ' d a işkence g ö r ü r ken, Hollanda'da h e r iki g ö r ü ş ü p a y l a ş a n a s t r o n o m C h r i s t i a a n H u y g e n s ödüllerle d o n a t ı l ı y o r d u . C h r i s t i a a n H u y g e n s , «Dünya benim ü l k e m ve d i n i m de bilimdir,» d i y o r d u .

Kitabımda ele aldığım konular -ki, bunlar arasında yerkürenin devinimi de vardır. Birbirine öylesine bağlıdır ki, bunlardan birinin yanlışlığı ötekileri de silip süpürür. Her ne kadar bu görüşlerimin kesin ve doğru kanıtlı temeller üzerine oturtulduğunu biliyorsam da, kiliseye karşı gelmek istemem... «İyi yaşamak İçin gSze batmadan yaşamak gerek» sloganıma uygun olarak yaşamımı sürdürmek niyetindeyim. — 170 —


Çağı işleyen b ü y ü k motif ışıktı: D ü ş ü n c e ve vicdan özgürl ü ğ ü n ü n simgesi ışık; coğrafi keşiflerin simgesi ışık; özellikle V e r m e e r ' i n k i l e r o l m a k ü z e r e o d ö n e m i n tablolarım a y d ı n l ı ğ a boğ a n ışık; bilimsel a r a ş t ı r m a n ı n k o n u s u o l a r a k ışık; Snell'in kırın ı m y a s a l a r ı y l a L e e u w e n h o e k ' i n m i k r o s k o b u n d a k i ışık v e H u y g e n s ' i n ışığın d a l g a l a r d a n o l u ş t u ğ u k u r a m m d a k İ ışık (*). B u n lar h e p b i r b i r i n e bağlantılı e t k i n l i k l e r d i ve bu f a a l i y e t l e r e girişenler b i r b i r l e r i y l e serbestçe t e m a s a geçiyorlardı. Vermeer'in tablolarındaki iç d e k o r a s y o n l a r denizcilik aygıtları ve d u v a r haritalarıyla doludur. Mikroskoplar konuk o d a l a r ı n ı n ilgi çeken köşelerini o l u ş t u r u y o r d u . Leeu-wenhoek ise V e r m e e r malikanesi (*) Isaac Newton, «Düşünceleri en seçkin matematikçi» olarak nitelediği Huygens'i takdir ederdi. Aynı zamanda onun eski Yunanlıların matematik geleneğinin en ssdık izleyicisi olduğunu söylerdi ki, bu o zaman da, şimdi de iltifat sayılır. Gölgelerin sivri uçlu olmalarından Ötürü, Newton ışığm küçük zerreciklerin akışından oluştuğu kanısındaydı. Kırmızı ışığın en çok ve mor ışığın da en az zerrecikten oluştuğu görüşündeydi. Huygens ise ışığm boşlukta yayüan dalgayı andırdığını, deniz dalgası gibi yayıldığını savılmıyordu. Bu yüzdendir ki, ışığın dalf;a uzunluğu ve frekansı terimlerini kullanmaktayız. Işığın sapıp kırılması özellikleri Dal^a Kuramıyla açıklanabilmiş ve Huygens'in görüşleri yaygınlık kazanmıştır. Fakat 1905 yılında Einstein Tanecikler kuramıyla fotoelektrik olgusunu, başka bir deyişle, ışık gösterilen bir madenin elektronlar saçması olgusunu açıkladı. Modern kuvaı.'a mekaniği her iki görüşü bağdaştırır ve bugün artık ışığın bazı durumlarda dalga olarak yayıldığını, bazı durumlarda da tanecikler saçtığını kabul etmek olağandır. SÖzkonusu dalga - tanecik ikilemi sağduyu kavramlarımıza ters düşebilir, fakat ışığm özelliklerini ortaya koyan deneylere uygun düşmektedir. Çelişkilerin bağdaşması olan bu durumda gizemli ve heyecan verici bir yan vardır ve her ikisi de bekâr yaşamış Newton'la Huygens'in ışığın niteliği hakkındaki çağdaş anlayışımızın ebeveyni olmaları ilginç bir rastlantıdır. — 171 —


yöneticileri ndendi ve Huygens'i Hofv/ijck'deki evinde sık sık ziyarete giderdi. Leeuwenhoek'irı rr.ikroskopu, manifaturacıların k u m a ş kalitesirıİ şgiptamak için kullandıkları büyütecin geliştirilmesinden doğmuştur. Mikroskop sayesinde L e e u w e n h o e k bir kaşık suda bir evren keşfet': : Mikropları buldu. îlk mikroskopların yapılmasına Huygens de yardım etti ve bu aygıtla epey yeni şey buldu L e ş u w e n h o e k ve H u y g e n s insan sperm hücrelerini dünyada gören ilk kişiler olmuşlardır. İnsanoğlunun ü r e y i p çoğalışını a n l a m a k İçin bu spermleri görmek şarttı. Mikro - organizmaların kaynatılmak suretiyle önceden sterilize edilmiş suçla yavaş yavaş üreyiş nedenlerini havada yüzecek k a d a r k ü ç ü k oluşlarına ve sudan kaçışlarına bağlayarak açıkladı. Böylece kendi kendine ü r e m e kavramına yeni bir görüş getirdi ve üzüm s u y u n u n m a yalarım asıyla etin çürümesi sırasında ü r e m e n i n olabileceğine işaret etmiş oklu. Huygens':n işaret ettiği d o ğ r u n u n k a n ı t l a n m a sı için iki yüzyıl geçti ve P a s t e u r ' ü n buluşu beklendi. M a r s gezegeninde hayat olup olmadığını araştıran Viking projesinin k a y naklan, I,eeuwenhoek ile H u y g e n s ' t e aranabilir. XVII. yüzyıl Hollanda'sında geliştirilen mikroskop ve teleskop, insanoğlunun m e r a k ı n ı n çok küçük ve çok b ü y ü k a l a n l a r a uzanma isteğîr.i yansıtmaktadır. Bizlerin atomları ve galaksileri izleyişimizin tohumları o tarihlerde atılmıştı. A s t r o n o m i çalışmaları için yapılan m e r c e k l e r e karşı ilgi duyan H u y g e n s beş metre uzunluğunda bir merceği kendisi imal etti. Teleskopla yaptığı keşifler bile Huygeııs'in bilim t a r i h i n e geçmesi için yeterlidir. Eratostenes'in izinden giderek b a ş k a bir gezegen boyutlarını ölçen ilk bilgindir Huygens. Venüs gezegeninin t ü m ü y l e bulutlarla çevrili olduğu g ö r ü ş ü n ü İlk ortaya atan odur. M a r s gezegeninin yüzey biçimini ilk göstermeye çalışan yine H u y gens'tır. Mars'ın dönerken gösterdiği kayboluş ve y e n i d e n ortaya çıkış Özelliklerini izleyen Huygens, Mars'ta bir g ü n ü n , y e r k ü remizdeki gibi yaklaşık yirmi dört saat o l d u ğ u n u ilk kez saptamıştır. S a t ü r n ' ü n halkalarla çevrili o l d u ğ u n u ve bu çemberle— 172 —


r i n g e z e g e n e hiç değrnediğini yine i!k olarak H u y g e n s söylemiştir (*). SaLürn g e z e g e n i n i n en b ü y ü k Ay'ı olan T i t a n ' ı k e ş f e d e n de o d u r . T i t a n g ü n e ş sistemindeki en b ü y ü k A y ' d ı r ; son derece ilginç v e incelenmesine u m u t bağlanabilecek bir d ü n y a g ö r ü n ü m ü n d e d i r . H u y g e n s b u keşiflerinin çoğunu y i r m i y a ş l a r ı n d a y k e n y a p t ı . Astrolojinin de anlamsız bir şey olduğunu v u r g u l a r d ı . H u y g e n s ' i n d a h a başka başarılı çalışmaları d a var İ> üs y o l c u l u ğ u n d a b o y l a m s a p t a m a k s o r u n u zor b i r İşti. E n l e m , yıldızlar sayesinde kolaylıkla bilinebiliyordu; giineye gidildikçe g ü n e y d e k i yıldız k ü m e l e r i n i görebilirsiniz. F a k a t b o y l a m ı n s a p t a n m a s ı t a m o l a r a k z a m a n ı n bilinmesini g e r e k t i r i r . G e m i d e k i hassas bir saat, t e ı k e t t i ğ i n i z l i m a n d a k i saati size bildirebilir. G ü neş'in d o ğ u ş u y l a batışı ve yıldızlarsa g e m i n i z i n b u l u n d u ğ u y e r e l saati v e r i r . İkisi a r a s ı n d a k i f a r k b o y l a m ı n s a p t a n m a s ı n ı sağlar. H u y g e n s s a r k a ç l ı s a a t i icat etti. B u n u n p r e n s i b i Galileo t a r a f ı n d a n d a h a önce b u l u n m u ş t u . Denizcilikte kullanılan saatlerde gelişme sağlayıcı ç a l ı ş m a l a r y a p a r k e n , H u y g e n s b u g ü n bile bazı s a a t l e r d e k u l l a n ı l a n s a r m a l dengeli y a y ı b u l d u . S a n t r i f ü j g ü c ü n hesaplanışı gibi m e k a n i ğ e ilişkin b u l u ş l a r ı da v a r d ı r . Z a r o y u n l a r ı n a d a j ' a r . a r a k olasılıklar k u r a m ı n ı o r t a y a attı. S o n r a d a n m a d e n s a n a y i i n d e d e v r i m y a r a t a c a k h a v a pompasını icat etti, Slayd p r o j e k t ö r ü n ü n habercisi «Sihirbaz Kutusus>nu b u l d u . Başka b i r m a k i n e n i n daha, b u h a r m a k i n e s i n i n gelişimini etkiley e n « B a r u t M a k i n e s i n i d e İcat e t t i . H u y g e n s y e r k ü r e n i n G ü n e ş ç e v r e s i n d e h a r e k e t e d e n bir gezegen olduğu y o l u n d a k i K o p e r n i k ' i n görüşünün Hollanda'da halk a r a s ı n d a bile k a b u l edilmiş b i r g ö r ü ş o l m a s ı n d a n utiirü zevk d u y a n b i r b i l i m a d a m ı y d ı . K o p e r n i k ' i n t ü m a s t r o n ö m l a r c a (*) Galileo halkaları keşfetmişti. Fakat bunları hangi fikir çerçevesine oturtacağını bilemedi. Astronomi teleskopl arıyla yaptığı incelemelerde Satürn gezegenine simetrik olarak düşen iki projeksiyondan söz ediyor ve ne olduklarını bilmediğini gösteren bir şaşkınlıkla, kulağa benzediklerini belirtiyordu. — 173 —


kabul edildiğini. «Ancak kafası yavaş çalışanlarla batıl inançların etkisinde olanlar t a r a f ı n d a n reddedildiğini» söylerdi. O r t a çağın Hıristiyan filozofları, gök cennetinin ber g ü n bir kez y e r y ü z ü çevresinde dönmesinden esinlenerek b u n u n sonsuz olamayacağı görüşünü t u t t u r u r , tartışırlardı. Bu görüşün etkisiyle sayısız, hatta çok sayıda bile (ve b a t t a varolandan başka) d ü n y a olamayacağını savunurlardı. Göğün değil de y e r k ü r e n i n d ö n d ü ğ ü n ü n keşfi, y e r y ü z ü n ü n tek dünya oluşturduğu k a v r a m ı n ı tehlikeye atıyor ve başka dünyalarda da h a y a t bulunabileceği olasılığına yol açıyordu. B u n u n önemli sonuçları sozkonusuydu. Kopernik yalnızca güneş sisteminin değil t ü m e v r e n i n Güneş'in çevresinde döndüğünü, başka bir deyişle helyosantrik o l d u ğ u n u söylüyor. Kepler de yıldızların gezegen sistemlerine sahip olduklarını reddediyordu. Çok sayıda, daha doğrusu sayısız başka d ü n yaların başka güneşler çevresindeki y ö r ü n g e l e r i n d e d ö n d ü ğ ü gör ü ş ü n ü ilk kez açıklığa k a v u ş t u r a n kişinin Giordano B r u n o olduğu sanılmaktadır. Bazılarına göreyse, d ü n y a sayısının çokluğu görüşü, Kopernik'le Kepler'in fikirlerinden filizlenmiştir. X V I I , yüzyılın başlarında Robert Merton, helyosantrik varsayımının daha birçok gezegen sistemi içermesi gerektiğini ve bu y ö n d e öne sürülen fikirlerin «anlamsızdan h a r e k e t ederek a n l a m çıkarmak» olduğunu belirtiyordu. Bir z a m a n l a r karşısındakinin dilini yutmasına neden olabilen bir savla R o b e r t M e r t o n şöyle diyordu : Kopernikoğlu Kopernik c a n a v a r ı n ı n dediği gibi, gök kıyaslanamaz bir b ü y ü k l ü k t e . . . Yıldızlar sayısız ve enginlik sonsuzsa, gökte g ö r d ü ğ ü m ü z sayısız yıldızların güneşler olduklarım, bunların da değişmez m e r k e z l e r i b u l u n d u ğ u n u neden kabul etmeyelim? Güneş'in çevresinde dolaşan gezegeni bulunması gibi, onların da benzer biçimde kendilerine bağlı gezegenleri b u l u n d u ğ u n u düşünebiliriz... B u n u n sonucu olarak ta sonsuz sayıda yaşanabilir d ü n y a b u l u n d u ğ u sonucunu çıkarabiliriz. Böyle d ü ş ü n m e m i z e engel nedir?.. — 174 —


£

I

Kepler'in ve ötekilerinin söylediği gibi, yeryüzü dönüyorsa, y u k a r ı d a dile getirdiğim daha nice küstahça çelişkiyi o r t a y a dökebiliriz. F a k a t y e r k ü r e m i z dönüyor. Merton eğer b u g ü n yaşasaydı, «sayısız ve yaşanabilir d ü n y a l a r s ı n varlığını kabul etmek zorunda kalacaktı. H u y g e n s bu zorunluğu o z a m a n d u y d u ve hiçbir zamaıı f i k r i n d e n caymadı: Uzay okyanusundaki yıldızlar da b i r e r güneştiler. Bizim güneş sistemiyle kıyaslayarak, Huygens o yıldızların da kendilerine ait gezegen sistemleri bulunması gerektiği ve bu gezegenlerden birçoğunda canlı yaşıyor olabileceği g ö r ü ş ü n ü öne s ü r ü y o r d u . «Gezegenlerde yalmzca engin çöllerin b u l u n d u ğ u n u k a b u l eder ve buraları Kutsal M i m a r a daha çok yakınlık d u y a n t ü m canlılardan yoksun kdarsak, güzellik ve soyluluk açısından t ü m gezegenleri y e r k ü r e d e n aşağı s a y m ı ş oluruz ki, bu da m a n t ı ğ a u y g u n düşmez.» Bu fikirler olağanüstü bir kitapta ve zafer habercisi bir başlık altında t o p l a n m ı ş t ı : Göklerde Keşfedilen Dünyalar : G e zegenlerdeki Bu D ü n y a l a r d a Yaşayan tnsanlaı*, Bitkiler ve Ü r ü n lere İlişkin Düşünceler. 1690 yılında H u y g e n s ' i n ö l ü m ü n d e n kısa bir s ü r e öııce derlenen bu kitap, Rus Çarı B ü y ü k P e t r o dahil birçok kişi t a r a f ı n d a n hayranlıkla karşılandı. P e t r o , Rusya'da Batı bilimine ait ilk kitap olarak bastırdı. H u y g e n s ' i n gözlemlerine d a y a n a r a k çıkardığı sonuçlar çağdaş kozmik p e r s p e k t i f e benzerlikler gösteriyor. E v r e n i n m ü t h i ş enginliğinin ne güzel ve şaşırtıcı b i r şeması karşısında b u l m a k t a y ı z kendimizi... Bunca güneşler, bunca y e r k ü r e l e r . . . ve bunların h e r biri de otlar, ağaçlar, h a y v a n l a r dolu ve nice denizler ve dağlarla süslü!.. Yıldızların çokluğu ve birbirleri arasındaki b ü y ü k uzaklığı d ü ş ü nünce, h a y r a n l ı ğ ı m ı z ne k a d a r d a h a çok artıyor? Voyager u z a y aracı, o g ü n k ü keşif yolculuklarına çıkan yelkenli g e m i l e r i n ve Christiaan H u y g e n s ' i n bilimsel ve tasarımcı — 175 —


geleneğinin uzantılarıdır. Voyager uzay araçları, yıldızlara doğru yol alan gemilerdir ve yollan üzerindeki Hnygens'in iyi bildiği ve sevdiği dünyaları keşfetmektedirler. Yüzyıllar öncesinin yolculuklarından dönerken getirilen önemli şeylerden biri Gezi Öyküleri'dir. Bunlar, yabancı ülkelere ve hayranlığımızı uyandıran, yeni keşifleri kamçılayan, daha önce hiç görülmemiş (egzotik) yaratıklara ait hikâyelerdir. Bu hikâyelerde göğe değen dağlar; e j d e r h a ve deniz c a n a v a r ları; günlük yiyecekler için altından yapılmış k a p kaçak; acayip yapılı hayvanlar; Protestanlar, Katolikler, Museviler ve Müslüm a n l a r arasındaki kavgaların anlamsızlığı; ağızları göğüslerinde bulunan insanlar; ağaçlarda yetişen keçiler vardır. Bu hikâyelerden bazıları doğrudur, bazıları da u y d u r m a d ı r . Kimisinde bir dirhem gerçek bulunur, kimisi de keşle çıkanlar ya da onların anlattıkları t a r a f ı n d a n abartılmış ya da yanlış y o r u m l a n m ı ş l a r dır. Bu öyküler Voltaire'in ya da J o n a t h a ı ı S w i f t ' i n elinde, Avrupa toplumu için yeni bakış açıları getirmiş ve k a b u ğ u n a çekilmiş bu topluma yeniden d ü ş ü n m e malzemesi sağlamışlardır. Voyager 2 uzay aracı, hiçbir z a m a n y e r y ü z ü n e dönmeyecek. Fakat biiimsel bulguları, yaptığı destansı keşifleri, yolculuk anıları gelmekte. Örneğin, 9 T e m m u z 1979 tarihini ele alalım. B ü yük Okyanustaki yerel saatle 8.04'de yeni bir d ü n y a n ı n ilk resimleri yeryüzüne geliyor. Bu yeni d ü n y a y a A v r u p a adını veriyoruz dünyamızdakînden esinlenerek. Dış güneş sisteminden y e r y ü z ü n e resim nasıl geliyor? J ü p i ter çevresindeki yörüngesinde donen A v r u p a üzerinde g ü n e ş ışığı panldıyor. Bu ışık uzaya yansıyor. Uzaya y a n s ı y a n ışığın bir bölümü Voyager televizyon k a m e r a s ı n d a k i fosfora çarpıyor ve bir görüntü yaratıyor, Voyager'deki bilgisayarlar görüntüyü okuyorlar, yarım milyar kilometre uzaklıktaki yeryüzünde yerleştirilmiş bir radyo - teleskopa r a d y o sinyalleri veriyorlar. Bu radyo - teleskoplardan biri İspanya'da, biri G ü n e y California'daki Mojave Çölünde, üçüncüsü de A v u s t r a l y a ' d a . — 176 —


Voyager'Ierin çıktığı yolculuklarda insan bulursa, kaptanın seyir defterinde şunlar yazılı olacak: 1. Gün : Gezegenlere ve yıldızlara doğru Cape Canaveral'dan havalandık. 2. G ü n : Aracın bilimsel gözetleme platformunda bir bozukluk var. Bozukluğu gideremezsek çekmemiz gereken fotoğraflardan çoğu ve bilimsel veriler kayba uğrayacak. 13. G ü n : Geriye doğru bakarak şimdiye dek birlikte fotoğrafları çekilmemiş yeryüzüyle Ay'ın uzayda birarada ve birbirinden ayrı dünyalar olarak fotoğraflarını çektik. Uzayda giizel bir çift oluşturuyorlar. 170. G ü n : Olağan ev ve temizlik işlerine baktık. Olaysız birkaç ay geçti. 185, G ü n : Jüpiter'in resimlerini çektik. Bunlar ayar fotoğraflarıydı. 207. G ü n : Radyo vericisinde bir bozukluk var. Vericiyi onarıyoruz. Düzeltemezsek, yeryüzünde bizden bir daha hiç haber alamayacaksınız. 215. G ü n : Mars'ın yörüngesini geçiyoruz. Gezegenin kendisi Güneş'in öte yanına düşüyor. 295. G ü n : Asteroit Kuşağı'na giriyoruz. Genişçe ve düzensiz kaya parçaları var. Çarpışmayı önlemeye çalışacağız. 475. G ü n : Belli başlı Asteroit Kuşağı'ndan sıyrıldık. Herhangi bir çarpışmaya k u r b a n gitmediğimize sevinçliyiz. 570. G ü n : J ü p i t e r gökte giderek daha belirginleşiyor. Yeryüzündeki en b ü y ü k teleskopların sağlayamadığı ayrıntıları saptayarak görüntülerini alabileceğiz. 815. Gün : J ü p i t e r ' i n değişken bulutları önümüzde fır dönerek bizi hipnotize edecek derecede şaşkınlığa uğrattı, Gezegen çok kocaman bir şey. Öteki t ü m gezegenler biraraya getirilse, J ü p i t e r onların t ü m ü n d e n iki kat daha büyük bir kütleye sahip. Bağ diye bir şey yok. Ova, Volkan ve akarsu yok. Toprakla hava arasında smır diye bir çizgide yok. 177

1

Kozmos : F. 12


Yoğun gaz okyanus uy la yüzen bulutlardan oluşuyor her yeri. Yüzeyi bulunmayan bir dünya. J ü p i t e r üzerinde gördüğümüz her şev göklerinde dalgalaniyor. 630, Gün : Jüpiter'in havası çok ilgimizi çekti. Bu masif dünya ekseni etrafında on saatten az bir zamanda dönüyor. 640. G ü n : Bulut biçimleri birbirinden farklı ve çok güzel. Van Gogh'un «Yıldızlı Gece» tablosunu andırıyor. Ya da William Blake'in yapıtlarım. F a k a t hiçbir sanatçı böylesi bir tablo henüz çizmemiştir, çünkü hiçbiri henüz gezegenimizden dışarı ayağını atmamıştır. Y e r k ü r e üzerindeki hiçbir sanatçı böylesine acayip ve güzel bir dünya düşleyememiştir. J ü p i t e r ' i n rengârenk kuşak ve çizgilerini yakından izliyoruz. Beyaz çizgiler yüksek bulutlar olabilir, belki de amonyak kristalleridir. Kahverengine çalan kuşaklar daha aşağıda ve daha sıcak bölgeler olabilir. Mavi bölgelerse bulut örtüleri arasında açık bir gök parçası görebildiğimiz deliklerdir. Jüpiter'in kırmıza bakan kahverenginin nedenini bilemiyoruz. Belki de fosforun ya da s ü l f ü r ü n kimyasal yapısındandır. Belki de Güneş'ten gelen morötesi ışık J ü p i t e r atmosferindeki metanı, amonyağı ve suyu ayrıştırarak açık renkte karmaşık organik moleküllerin oluşumuna, sonra da bu moleküllerin yeniden biraraya gelmesine yol açıyor. Bu takdirde, Jüpiter'in renkleri dört milyar yıl Önce y e r y ü z ü n d e hayatın başlangıcına yol açan kimyasal olgulardan söz ediyor demektir. €47. G ü n : Büyük Kırmızı Nokta. B ü y ü k bir gaz sütunu yükseliyor. Yanındaki bulutların boyuna erişiyor. O kadar büyük bir sütun ki, içine 6 tane y e r k ü r e sığar. Kırmızı oluşunun nedeni, belki de çok derinde oluşmuş ya da yoğunlaşmış karmaşık molekülleri yüzeye çıkarmasmdandır. Bir milyon yıllık bir büyük fırtına sistemi olabilir. 650. G ü n : Muhteşem karşılaşma. Ö n ü m ü z d e müthiş güzel likler sergileniyor. Jüpiter'in azılı radyasyon kuşaklarım

;

— 178 —


yalnızca tek bir aygıtın bozulmasıyla aşabildik. Jüpiter'in yeni keşfettiğimiz halkalarının parçacıkl arıyla çarpışmadan bunları aştık. Radyasyon kuşağının göbeğinde bulunan küçük, kırmızı bir dünya olan Amalthea'yı, çok renkli lo'yu Avrupa'daki çizgili işaretleri, Ganyemede'nin örümcek ağını anımsatan güzel şekilleri geçtikten sonra, Callisto'nun çok halkalı havzasını aştık. J ü p i t e r gezegenin bilinen Ay'larından eıı dıştakini de aşıp dışa doğru açılıyoruz. 662. G ü n : Alan detektörlerimizle küçük parça detektörlerimiz J ü p i t e r radyasyon kuşağından ayrıldığımızı gösteriyor. GezegeAFıTl" ro nin çekim gücü hızımızı ar-'i,*.;: • r tırdı. Sonunda J ü p i t e r ' d e n •İ m sıyrıldık ve uzay okyanusuna doğru açılıyoruz, 874. G ü n : Bundan sonraVoyager I ve ll'nin Jüpiter'in aylarım ki uğrağımıza iki yıl sonra incelemesi 5 Mayıs • 9 Haziran 1973 v a r a c a ğ ı z : S a t ü r n sistemi.

V

Voyager tarafından gönderilen gezi öyküleri arasında en çok hoşuma giden Galileo uydularından biri olan Io'dan gelenidir. Voyager gitmeden önce de lo'da garip bir şeyler olduğunu biliyorduk. Yüzeyinde bazı değişik ve ilginç şekiller görülüyordu. Rengi de çok kırmızıydı, Mars knmızısından daha da kırmızı. Voyager bu kocaman Ay'a yaklaştığında, güneş sistemindeki başka bir yerde rastlanmadık biçimde değişik renkler taşıyan bir yüzeyle karşılaştı. Io, Asteroit Kuşağı'na yakın bir yerdedir. Tarihi boyunca düşen kaya parçalarıyla yumruklanmış olmalı. K r a t e r l e r açılmış olması gerekir. Fakat krater gözükmüyordu. Açılan kraterleri silebilen oldukça etkili bir süreç sözkonusu olmalı. Atmosferin etkisi olamaz bu, çünkü Io'nun güçsüz olan çekimi nedeniyle atmosferin b ü y ü k bir bölümü uzaya kaymıştı. Akarsudan ö t ü r ü olamaz, çünkü Io'nun yüzeyi çok soğuk. Vol— 179 —


kan ağzına benzeyen yerler vardı. F a k a t emin değildik. \ oyager'in yoluna devam etmesini sağlamaktan sorumlu ekip üyelerinden Linda Morabito, lo'nun arka planındaki yıldızları görebilmek amacıyla bilgisayardan lo'nun bir uç bölgesinin görüntüsünü vermesini istemişti. Uydunun yüzeyindeki karaıiiikn dik duran bir :üy sorguç görür gibi oldu. Şaşırdı. Sonr -: birden karar verdi kî, tüy sorguç, varolabileceğindeıı kuşkulandığı bir volkandı. Voyager, yerküremizin dışındaki ilk faal volkanı keşfetmişti. Şu aııda Iö'da gaz ve parçalar kusan dokuz büyük volkan ve yüzlerce de -belki binlerce- sönmüş volkan bulunduûunu biliyoruz. Volkanik dağların yanlarından akan püskürtülmüş döküntüler kraterleri örtmeye yetmektedir. Gezegenlerdeki görüntülerden yepyemsiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Gaiileo ve Huygens bayılırlardı bu görüntülere. Ic Jaki volkanların keşfedilmesinden Önce, bunların varlığı S an:oıı Peale ve arkadaşları tarafından haber verilmişti. Io'da g'_:-. üğümüz renklerin şekilleri, volkan ağzından çıkan erimiş sülfür nehirlerinin alabileceği renk şekillerine benziyor. lo'nun yüzeyi birkaç ay içinde bile değişikliğe uğruyor. Yeryüzünde d üşenil aralıklarla hsva raporları yayınlanması gibi, lo'ya ait haritaların düzenli aralıklarla hazırlanması gerekmektedir. Yoğunluğu pek az olan Io atmosferinde Voyager genellikle sülfür di oksit br.lgusuna vardı. B u n u n bir y a r a r ı olabilir: İyice içine düştüğü Jüpiter radyasyon kuşağının elektrik y ü k l ü parçacıklarından yüzeyini koruyor. lo'nun büyük volkanik sorguçları, J ü p i t e r ' i n çevresindeki «:?.; - Ti atomlarını doğrudan sokabilecek kadar yüksek. Io'dan çıkan gazlı maddenin, birçok çarpışma ve yoğunlaşma süreci sonunda Jüpiter'in çevresindeki kırmızı halkaların sorumlusu olması da sözkonusudur. İnşanın Jüpiter'ce yaşayabileceğini düşünmek zordur. Bununla birlikte atmosferinde sürekli olarak dolanacak b ü y ü k balonlu kentler kurulması uzak bir geleceğin düşüncesi olabilir, Jüpiter'in Ay'larını keşfetmek isteyenler için J ü p i t e r gezegeni — 180 —


; I 1

. >

bir t a h r i k noktası olmaya devam edecektir. Güneş sistemi, yıldızlararası gaz ve tozun yoğunlaşmasından oluşurken, J ü p i t e r , yıldızlararası uzaya p ü s k ü r m e y e n ve güneşi o l u ş t u r m a k üzere içe doğru düşmeyen m a d d e n i n b ü y ü k bir b ö l ü m ü n ü kendine çekmiştir. J ü p i t e r i n kütlesi otuz, kırk misli olsaydı, içindeki madde de t e r m o n ü k l e e r tepkiler geçireceğlr.den, bu gezegen kendi ışığıyla p a r ı l d a m a y a başlardı. Gezegenlerin en büyüğü, yıldız olmayı b a ş a r a m a y a n bir kütledir. Böyle olmasına karşın, iç ısısı Güneş'ten aldığı e n e r j i n i n iki k a t ı m verebilecek k a d a r yüksektir. Tayfın kızıl Ötesi bölümüyle değerlendirilince, J ü p i t e r ' i bir yıldız s a y m a k bile doğru olur. Gözle görülebilen bir yıldıza dönüşseydi, çifte yıldız sistemli, gökte iki güneşli bir d ü n y a d a yaşayacaktık. Ve geceler dünyamıza daha e n d e r olarak İnecekti. S a m a n y o l u boyunca sayısız güneş sistemlerinde olduğu gibi. J ü p i t e r bulutlarının alt bölümlerindeki a t m o s f e r tabakalarının ağırlığı, y e r k ü r e m i z d e k i n d e n çok daha y ü k s e k basınç yapar, Bu basınç öylesine b ü y ü k t ü r ki, hidrojen atomlarından elektronları sıkıştırıp çıkarır ve sıvı met a İlik hidrojen maddesi oluşturur. Y e r y ü z ü laboratuarlarında elde edilmemiş bir fiziksel sonuçtur bu. Ç ü n k ü y e r k ü r e m i z d e böylesine y ü k s e k basınç sağl a n m a m ı ş t ı r . (Metallik hidrojenin orta dereceli ısıda süper-iletken işlevi yapabileceği u m u t ediliyor. Y e r y ü z ü n d e üretilebilirse elektronik alanında bir d e v r i m yaratabilir.) Yerküremizdeki atmosfer basıncından üç milyon kez fazla basınç b u l u n a n J ü piter'in iç k a t m a n l a r ı n d a , metallik h i d r o j e n o k y a n u s u n d a n başka bir şey y o k t u r . Bu a r a d a J ü p i t e r ' i n en iç bölmelerinde kaya ve demir kütlesi bulunabilir. Basınç mengenesi içinde yeryüzü benzeri bir dünya, bu en b ü y ü k gezegenin ortasında sonsuza dek gizli kalabilir. J ü p i t e r ' i n içerlerindekİ sıvı m a d d e n i n taşıdığı elektrik akımları, gezegenin m u a z z a m m a n y e t i k alanının kaynağını oluşturuyor olabilir. G ü n e ş sisteminin en güçlü m a n y e t i k alanı bu gezegendedir. Gezegenin radyasj'on kuşağı ise elektron ve proton — 181 --


kapanı oluşturur. Elektrik y ü k l ü bu zerrecikleri, Güneş'in saldığı güneş rüzgârları taşırlar. J ü p i t e r ' i n m a n y e t i k alam b u n ları yakalayıp hızlandırır. Io, J ü p i t e r ' e öylesine y a k m bir yörüngede döner ki, sözkonusu yoğun radyasyonun göbeğinden geçer. Geçerken elektrik yüklü parçalar çavlaru yaratır, b u n l a r da r a d y o e n e r j i s i patlamaları doğurur. J ü p i t e r ' i n radyo enerjisi p a t l a m a l a r ı n ı n ne zam a n l a r olacağı, y e r k ü r e m i z için hava t a h m i n l e r i n d e n d a h a büy ü k bir kesinlikle h a b e r verilebilir. J ü p i t e r ' i n radyo dalgaları y a y ı n l a y a n bîr m e r k e z olduğu, 1950'lerin başlarında radyoastronominin yeni icat edildiği g ü n lerde bir rastlantı sonucu b u l u n m u ş t u . İki genç A m e r i k a l ı olan B e r n a r d B u r k e ve K e n n e t h F r a n k l i n , yeni yapılmış ve o g ü n ler için epey duyarlı radyo-teleskopla gökleri kolaçan ediyorlardı radyo sinyali alabilecek miyiz diye. G ü n e ş sisteminin dışındaki kozmik alanda r a d y o dalgaları kaynağı a r a m a k t a y d ı l a r . Önceden bilinmeyen bir k a y n a k t a n r a d y o d a l g a l a n gelince şaşırdılar. Çünki b u n u n kaynağı, b i r yıldızdan, n e b u l a d a n ya da galaksiden değil gibiydi. İşin garibi, çok uzaklardaki cisimlere oranla epey hızla h a r e k e t eden bir cisimden geliyordu radyo dalgaları. Uzak Kozmos alanlarına ait h a r i t a l a r ı n a bakıp bu radyo kaynağına ilişkin bir açıklama y a p a m a d ı k l a r ı s ı r a l a r d a b i r gün, r a s a t h a n e d e n çıkıp göğe çıplak gözle baktılar. Sağlarında olağanüstü parlaklıkta bir cisim görmeleri onları şaşırttı. Ş a k a y la karışık bir sevinç içinde r a d y o dalgaları y a y ı n l a y a n cismin J ü p i t e r olduğunu gördüler. Laf aramızda, bu t ü r raslantısal bulgular, bilime yabancı bir olgu değildir. Jüpiter'den daha küçük b i r gezegen olmasına karşılık, Sa-I türn yapı b a k ı m ı n d a n ve birçok yönüyle J ü p i t e r ' e benzemektedir. H e r on saatte bir kendi ekseni e t r a f ı n d a dönen S a t ü r n ekvator bölgesinde renkli çizgi k u ş a k l a n sergiler. Bu renkli kuşaklar Jüpiter'iııki k a d a r belirgin değildir. J ü p i t e r ' d e n d a h a zayıf bir manyetik alanı ve radyasyon kuşağına sahiptir. S a t ü r n ' ü çevrsleyen h a l k a l a n n g ö r ü n ü m ü , J ü p i t e r ' i n k i n d e n çok daha et— 182 —

j


kileyicidir. Sayısı otıu aşan uyduyla da çevrelenmiştir. S a t ü r n ' ü n Ay'larından en ilginci olarak Titan gözümüze çarpıyor. Titan g ü n e ş sistemindeki en b ü y ü k ve hatırı sayılır derecede atmosferi olan tek Ay'dır. 1380 yılı Kasımında Voyager 1 Titan'la karşılaşmadan önce Titan h a k k ı n d a k i bilgimiz az ve düzensizdi. Varlığı k u ş k u y a yol a ç m a y a n tek gaz türü m e t a n gazıydı (CH4) ve G.P. K ü p l e r t a r a f ı n d a n saptanmıştı. Güneşin morötesi ışığı m e t a n gazını d a h a karmaşık hidrokarbon moleküllerine ve hidrojen gazına d ö n ü ş t ü r m e k t e . Hidrokarbonlar Tit a n ' ı n yüzeyini koyu r e n k ve k a t r a n s ı bir organik balçık olarak kaplıyor. Bu, y e r y ü z ü n d e k i h a y a t ı n başlangıcına ilişkin olarak düzenlenen deneyde y a r a t ı l a n balçığa benziyor olmalı, l ' i t a n ' ın çekim gücü az olduğundan, hafif hidrojen gazı «kaçış darbesİ» olarak nitelenen şiddetli bir süreçle çabucak uzaya kaçıyor ve b e r a b e r i n d e m e t a n l a atmosferin öteki yapısal maddelerini g ö t ü r ü y o r d u r . F a k a t Titan'ın atmosfer basıncı en azından M a r s gezegenin a t m o s f e r basıncı k a d a r b ü y ü k t ü r . Bu nedenle «kaçış darbesi» pek gerçekleşmiyor galiba. Belki de henüz keşf e d i l m e y e n öyle a t m o s f e r i k yapısal bir madde vardır ki. Örneğin nitrojen, bu m a d d e a t m o s f e r i n ortalama molekül ağırlığını a r t ı r a r a k darbeli kaçışı önlüyordur. Ya da darbeli kaçış oluyor, a m a uzaya kaçan gazların yerini gezegenin içinden gelen başka gazlar alıyor. T i t a n ' ı n kütle yoğunluğu o k a d a r d ü ş ü k t ü r ki, çok m i k t a r d a su ve buz bulunmalıdır. Bu arada metan da vardır. İç ısıdan ö t ü r ü yüzeye bunların ne oranda salıverildiği bilinmemektedir.

I

T i t a n ' e teleskopla baktığımızda, zar zor farkedilen bir kırmızı disk görebiliyoruz. Bazı gözlemciler o diskin yukarı bölümlerinde beyaz b u l u t l a r gördüklerini bildirmişlerdir. Bunlar, büy ü k bir olasılıkla, m e t a n kristalleri b u l u t l a n d ı r . Peki ama k ı r mızı rengi v e r e n n e d i r ? Titan inceleyicileri, b u n u n nedenini karmaşık organik moleküllere b a ğ l a m a k t a d ı r l a r . Titan'ın yüzey ısısı ve a t m o s f e r i k yoğunluğu halen t a r t ı ş m a konusudur. Atmosferde oluşan sera tipi bir e t k i d e n ö t ü r ü yüzeyinde ısının arttığı — 183 —


belirtileri var. Yüzeyinde ve a t m o s f e r i n d e bolca organik molek ü l varlığıyla Titan, g ü n e ş sisteminin i k a m e t edilebilir t e k ve ilginç biı yeridir. Keşif a m a c ı y l a girişilen d a h a önceki yolculuklar tarihi, Voyager'in ve başka uzay a r a ç l a r ı n ı n girişecekleri keşif uçuşları, bu y e r h a k k ı n d a k i bilgilerimize d e v r i m sayılacak bilgiler k a t a c a k t ı r . Titaıı'ın b u l u t a r a l ı ğ ı n d a n S a t ü r n ' ü v e h a l k a l a r ı m g ö r e b i . i niz. A r a d a k i a t m o s f e r i n etkisiyle açık s a n r e n k t e d i r h a l k a lar. S a t ü r n sistemi, y e r k ü r e m i z i n G ü n e ş ' e m e s a f e s i n d e n on k a t daha uzak o l d u ğ u n d a n , T i t a n ' a ulaşan g ü n e ş ışığı bizim alışkın o l d u ğ u m u z u n yüzde I'İ y o ğ u n l u ğ u n d a d ı r . Isı d e r e c e l e r i de a t m o s f e r i n sera tipi b i r e t k i g ö s t e r m e s i n e karşın, s u y u n d o n m a derecesinin çok altında olmalıdır. F a k a t organik m a d d e bolluğu, g ü n e ş ışığı ve belki de volkanik bölgeleriyle T İ t a n ' d a (*) h a y a t o ..- :hğı pek de y a b a n a atılamaz. Böylesine değişik b i r o r t a m da, h a y a t da doğal olarak y e r y ü z ü ı ı d e k i ı ı d e n f a r k l ı olacaktır, Ti-

(*) İ635 yılında Titan'ı keşfeden Huygens bu konudaki görüşlerini 5 •"•>•! GZctbyon «Gözlerimizi göklere çevirip Jüpiter ve Satürn t: tem'erini minnacık gezegenimizle kıyaslarken, bu iki gezegenin büyüklüğü ve soylu bekçileri karşısında hayran kalmamaya o-an ak var mıdır? Ya da akıllı Yaratıcımızın bütün hayvanlar: ve bitkileri bize bahşederek yalnızca yeryüzünü süsleyip bütün o dünyaları yoz ve insandan yoksun bıraktığını düşünmeye olanal: var mı? O dünyalar ki, orada yaşayanlar da Yaratıcılarına tapmak isteyeceklerdir. Yoksa tiim o gök cisimleri bize göz kırpsınlar ve tarafımızdan incelensinler diye mi yaratıldılar, d üşü nitesin de siniz?» Satürn Güneş'in çevresini otuz yılda döndüğüne göre, Satürn gezegeniyle Ay'larının mevsimleri Yeryüzü mevsimlerinden epey uzun olmalı. Satürn'ün Ay'larında yaşıyor olabilecekler hakkında Huygens şunları ekliyor: «Böylesine uzun ve cansıktcı kışları olduğuna göre, yaşayış biçimleri bizimkinden' çok farklı olamaz.» —

184

--


tan'da h a y a t var ya da yoktur, şeklinde kesin yanıtlar verebilecek kanıtlara s a h i p değiliz. F a k a t bir olasılık sözkonusudur. Titan'ın yüzeyine, içinde aygıtlar b u l u n a n uzay araçları indirmedikçe, bu s o r u n u n yanıtını kesin olarak veremeyiz. S a t ü r n ' ü n h a l k a l a r ı m oluşturan m a d d e parçacıklarım incelemek için onların y a k ı n m a gidebilmemiz gerekir. Bunlar kartopu buz küpleri ve çapı bir metreyi aşamayan cüce buzullardır. B u n l a r ı n sudan yapılmış buz özellikleri taşıdığını biliyoruz, ç ü n k ü h a l k a l a r d a n yansıyan g ü n e ş ışığının t a y f t a k i özellikleri, l a b o r a t u a r d a ölçümleri yapılan buzunkİne b e n z e m e k t e d i r . Bir uzay aracıyla bu buz parçalarının y a k ı n ı n a gidebilmek için süratimizi keserek onların S a t ü r n çevresinde dönüş hızları olan saatte 45.000 mil (yaklaşık 62.000 km.) yapmalıyız ki, b e r a b e r l e r i n d e dolaşabilelim. Başka bir deyişle, o buz p a r ç a l a r ı n ı n S a t ü r n çevresindeki dönüş hızlarına ayak u y d u r a r a k biz de S a t ü r n çevresinde yörüngede dolanmalıyız. A n c a k o takdirde ne olduklarını t a m olarak anlayabiliriz. S a t ü r n ' ü n çevresinde çember sistemi yerine neden tek ve b ü y ü k bir u y d u yok? Halkayı oluşturan madde parçası, S a t ü r n ' e yakın b u l u n d u ğ u o r a n d a y ö r ü n g e d e dönme hızı artacaktır; içteki parçacıklar dıştaki p a r ç a c ı k l a r d a n daha hızlı dönmektedirler. H e r ne k a d a r komple g r u p olarak parçacıklar gezegenin çevresini saniyede 20 km. hızla dönüyorsa da, birbirine yakın iki parçacığın göreceli hızı çok d ü ş ü k t ü r . Dakikada birkaç s a n t i m e t r e farkedecek k a d a r . B u göreceli devinimden ö t ü r ü parçacıklar k a r şılıklı çekimin etkisiyle hiçbir z a m a n b i r b i r i n e yapışamıyorlar. Yapışmaya çabalayınca, y ö r ü n g e s e l h ı z l a n m n az f a k a t değişik oluşu onları b i r b i r i n d e n ayırıyor. E ğ e r h a l k a l a r S a t ü r n gezegenine bu denli y a k ı n olmasalar, sözünü ettiğimiz etkinin gücü azalır ve k ü ç ü k kartopları b i r a r a y a gelerek sonuçta bir u y du o l u ş t u r u r l a r d ı . G ü n e ş rüzgârı, S a t ü r n gezegeni yörüngesinden çok Ötelerdeki dış g ü n e ş sistemine kadar etkisini pek az da olsa hissetti— 185 --


rir. Voyager, Unır.us'a ve Neptün'le P l u t o ' n u n yörüngelerine ulaştığında, eğer aygıtları hâlâ çalışır d u r u m d a kalırsa, Güneş'in d ü n y a l a r arasında estirdiği rüzgârın etkisinin azaldığını m u t laka hissedecektir. Güneş'in estirdiği rüzgârın, Yıldızlar i m p a ratorluğunun eşiğine uzanan son kalmtısıdır bu. P l u t o ' n u n G ü neş'e olan uzaklığının iki üç misli daha uzaklıktaki yıldızlararası protonlar ve elektronların basıncı, Güneş rüzgârının oralara kadar vardırabildiğı basıncından çok daha etkilidir. Güneş'in i m p a r a t o r l u ğ u n u n sona erdiği bu bölgeye «heliopause» (Güneş duraksaması) adı veriliyor. Voyager adlı uzay aracımız heliopause bölgesini XXI. yüzyıl ortalarına doğru aşarak bir d a h a Güneş sistemine geri dönmemek üzere yıldız adalarına yakIaşacak ve Samanyolu'nun orta bölümlerindeki yoğun bölgenin Çevresini bundan birkaç yüz milyon yıl sonra dolanmayı tamamlayacaktır. İlk olarak! Artık destansı yolculuklara başlamış bulunuyoruz.

— 186 --


Bölüm VII

GECENİN BELKEMİĞİ Gökte yuvarlak bîr deliğe rastge İdiler... ateş gibi parlıyordu. İşte bu bir yıldızdır, dedi Kuzgun. — Yaratılış'a aît Eskimo efsanesi Bir şeyin nedenini öğrenmeyi, kral olmaya y e ğ tutarım. —

Demokritus

Sisam'lı A r î s l a r k u s , e v r e n i n şimdi s a n ı l d ı ğ ı n d a n birkaç kez daha b ü y ü k olduğu sonucuna götüren bazı v a r s a yımlar attı ortaya. Bu varsayımlar, sabit yıldızlarla Güneş'in yerlerinden kımıldamadığı, y e r y ü z ü n ü n G ü n e ş ç e v r e s i n d e bir daire çizerek döndüğü, Güneş'in de bu y ö r ü n g e n i n orta yerinde d u r d u ğ u yolunda. A y n ı zamanda, sabit yıldızların b u l u n d u ğ u ve merkezi G ü n e ş olan —

187 --


küreyi öyie büyük varsayıyor kî, yeryüzünün dönüşünü tamamladığı dairenin sabit yıldızlara U2aklık oranı küre merkezinin kendi yüzeyine olan uzaklık oranına eştir, diycr. — Arşimet, The Sand Reckoner (Kum Sayıcısı) insanoğlu Tanrı hakkındaki düşüncelerinin gerçekçi bir muhasebesini yapacak olursa, tanık olduğu olayların bilinmeyen, gizli kalan nedenlerini düe getirmek içîn çoğu zaman «tanrı» sözcüğünü kullandığını itiraf etmek zorunda kalır. Bu sözcüğü, nedenlerin kaynağını bulamadığı, doğal olanın kaynağı anlaşılır olmaktan çıktığı zaman kullanmaktadır. Ya da nedenleri birbirine bağr !yan zincirin halkalarını kaybettiği anda, sonucu Tanrı'ya bağlayarak sorunu çözer ve araştırmasına son verİr. Bu yüzden, bir şeyîn olusunu tanrdara bağladığında, aslında zihnindeki karanlığın yerini, hayref duygusuyla önünde eğildiği alışılmış bir sese terk etmekten başka bir şey mi yapıyor? — Paul Heinrich Dîetrich, Baron von Holbach, S y s t 6 m e de la N a t u r e (Doğanın Sistemi) Londra, 1770 ÇOCUKLUĞUMUN GEÇTİĞİ MAHALLE AVUCUMUN İÇİ G İ B İ B İ L D İ Ğ İ M B İ R E V R E N D İ . T ü m k o m ş u l a r ı m ı z ı tanır, i s i m l e r i y l e t e k e r t e k e r s a y a b i l i r i m . B e s l e d i k l e r i h a y v a n l a rı bilirdim. K a l d ı r ı m taşlarına dek o y n a d ı ğ ı m sokakları tanırdım. F a k a 4 b i r k a ç blok ö t e d e , t r a f i k g ü r ü l t ü s ü n ü n h ü k ü m s ü r d ü ğ ü 88. S o k a k t a n i t i b a r e n z i h n i m d e y o l c u l u ğ a ç ı k t ı ğ ı m s ı n ı r lar b a ş l a r d ı . A n ı m s a d ı ğ ı m k a d a r ı y l a , y o l c u l u ğ a ç ı k t ı ğ ı m b u y e r Mars geregeniydi. Kış a k ş a m l a r ı b a z e n g ö k t e y ı l d ı z l a r g ö r e b i l i r s i n i z . U z a k t a n göz k ı r p t ı k l a r ı n ı g ö r ü r , n e o l d u k l a r ı n ı m e r a k e d e r d i m . B e n d e n —

188 --


b ü y ü k çocuklara ve yetişkinlere sorduğumda, aldığım yanıt yalnızca şu olurdu: «Onlar gökte birer ışıktırlar, oğlum.» Işık olduklarını ben de görebiliyordum. Ama neydiler acaba? Gökte sallanan küçücük ampuller mi? Neden oradaydılar? Onlar için üzülürdüm; meraksız arkadaşlarım için gizliliğini koruyan garip yerlerdir, diye düşünürdüm. S o r u m u n daha derin bir yanıtı olmalıydı. Yaşım b ü y ü r büyıimez, evdekiler semt kitaplığına gitmemi sağlayacak kartlarım bana verdiler. Kitaplık 85. Sokaktaydı galiba. Benim için meçhul bir yerdi. Hemen gittim ve kitaplıkta çalışan m e m u r kızdan bana yıldızlar hakkında bir İki kitap bulmasını rica ettim. Bana getirdiği kitapta Clark Gabîe ve J e a n Harlow gibi erkek ve kadnı isimleri taşıyan yıldızlar vardı. Biraz kızdığımı gören kızcağız o zamanlar için anlamadığım bir nedenle gülümsedi ve bana başka bir kitap çıkarıp verdi. Bu istediğim kitaptı. Kitabı hemen açarak soluk almadan aradığım bilgiyi buluncaya dek okudum. Evet, kitap insanda hayret uyandıran bir bilgi veriyordu. B ü y ü k bir fikir. Yıldızların güneş, ama uzakta kalan .güneşler olduğunu yazıyordu. Güneşimiz de bir yıldızdı, f a k a t yakın bir yıldız. Diyelim ki, Güneş'i minnacık ve göz kırpan bir ışık durumuna gelinceye dek uzaklara sürüklediniz. Acaba ne kadar uzaklara g ö t ü r m e k gerekirdi? Açı ölçüsü kavramından habersizdim. Işığın yayılmasına ilişkin ters kare ilkesini bilmiyordum Yıldızlara olan mesafemizi ölçmeyi bilecek en ufak bir bilgi kırıntısına sahip değildim. F a k a t ş u n u söyleyebilirim: Madem ki yıldızlar güneştiler, epey uzakta olmaları gerekiyordu... 85. Sokaktan uzak, M a n h a t t a n da uzak, N e w Jersey'den de uzak olmalıydılar. Evren tahminimden daha büyük, diye geçirdim aklımdan. Sonraları daha da şaşırtıcı bir şey okudum. Bizim mahallenin de dahil olduğu yeryüzü bir gezegendi ve Güneş'in çevresinde dönüyordu. Başka gezegenler de vardı, Bunlar da Güneş'in etrafında dönüyorlardı. Bazı gezegenler Güneş'e daha yakın,

I

— 189 —


bazılanysa daha uzaktaydı. Ne var ki, gezegenler kendi ışıklarıyla parıldamıyorlardı. Oysa Güneş kendi ışığıyla parıldıyordu. Gezegenler yalnızca Güneş'in ışığını yansıtıyorlardı. E ğ e r Çok uzak mesafeler ötesine gitseydiniz, yerküremizi ve öteki gezegenleri hiç mi hiç göremezdiniz; yalnızca fersiz b i r e r ışık noktaları olarak g ö r ü l ü r d ü . Güneş'in yaldır yaldır parlaklığına karşılık sönük birer nokta olurlardı. Derken, ş u n u geçirdim aklımdan : Öteki yıldızların gezegenleri b u l u n d u ğ u n u d ü ş ü n m e k mantıksız olmaz. H e n ü z gozleyemediğimiz gezegenler Örneğin. Sözünü ettiğim bu öteki gezegenlerin bazılarında b a y a t olabilirdi de... Neden olmasmdı? Bizim mahallede bildiğimiz h a y a t biçiminden değişik olabilirdi belki. Böylece astronom olmaya kar a r verdim. Yıldızlar ve gezegenler hakkında bir şeyler öğrenmeyi aklıma k o y m u ş t u m . Ve m ü m k ü n olursa, oralara gitmeyi de. Bu garip isteğime annemle b a b a m ı n set çekmemesi ve bazı öğretmenlerimin teşvik etmesi benim için bir talih olduğu gibi, öteki dünyaların ziyaret edilip Kozmos'un y a k ı n d a n keşfe çıkıldığı bir dönemde yaşamam da bir talihtir. Daha önceki bir çağda doğmuş olsaydım, bu k o n u y a m e r a k ı m ne denli derin olursa olsun, yıldızların ve gezegenlerin ne olduğunu ya da ne olmadığını bilemeyecektim. Başka güneşler ve başka d ü n y a l a r d a n ha- • berim olmayacaktı. B u n l a r atalarımızın 1 milyon yıldır s ü r d ü r - , dükleri sabırlı gözlem ve cesur düşünceleri sonucunda doğanın bağrından koparılmış gizlerdir. Nedir yıldızlar? Bu t ü r sorular bir çocuğun gülümseyişi kadar doğaldır. Bu soruları h e p s o r m u ş u z d u r . Çağımızın özelliği, bu soruya yanıtların bazılarını bİlişimizdir. E m b r iyonik gelişmemizde türlerimizin e v r i m t a r i h i n i izleyişimiz gibi, zihinsel gelişmemizde de atalarımızın düşüncelerinin izi üzerinden geçeriz. Bilim öncesi z a m a n l a r ı d ü ş ü n ü n . Kitaplıkların henüz bulunmadığı z a m a n l a n gözünüzün ö n ü n e getiriniz. O zamanlar da zeki, m e r a k dolu ve hem toplumsal, h e m cinsel konulara karşı ilgi duyan insanlardık. F a k a t o dönemler— 190 —


de henüz deneyler gerçekleşmemiş, icatlar gün. ışığına çıkmamıştı. İnsanoğlunun çocukluk dönemiydi. Ateşin îlk kez bulunduğu zamanı düşünün. O sıralarda insanlar acaba nasıl yaşarlardı? Atalarımız yıldızların ne olduğunu sanırlardı dersiniz? Bazen düş kurar ve birilerinin şöyle düşündüğünü geçiririm zihnimden: Kiraz yiyoruz, ot yiyoruz. Fındık, fısük yiyoruz. Yaprak yiyoruz. Ölü hayvanlar yiyoruz. Bazı hayvanları öldürüyoruz. Hangi yiyeceklerin iyi, hangilerinin zararlı olduğunu biliyoruz. Bazı yiyecekleri ağzımıza koyunca yerde debelendiğimizi biliriz. Baldıran ve yüksükotu sizi öldürebilir. Çocuklarımızı ve arkadaşlarımızı severiz. Onları bu gibi yiyeceklere karşı uyarırız. Hayvan avına gittiğimizde avlanıp öMürülebileceğımİzi de biliriz. Boynuz yiyerek ya da çiğnenerek Ölebiliriz. Ya da doğrudan doğruya bizi yiyen hayvanlar da olabilir. Hayvanların davranış biçimleri bizim için Ölüm kalım sorunu oluşturur. Nasıl çiftleştiklerini, yavrulafbklarını, çıtladıklarını, Hangi yollan izlediklerini, bütün bunları bilmeliyiz. Çocuklarımıza öğretiriz bütün bunları. Onlar da bu bilgileri çocuklarına aktarırlar. Hayatımız hayvanlarınkine bağlıdır. Onları iyice izleriz, özellikle kışın yenecek bitki azalınca. Hayvanların peşlerinde koşan ve toplayıp saklayan avcılarız. Bu gökkubbenin altında bir ağaçta ya da dallarında uyuruz. Giyim için hayvan derisinden yararlanırız. Çünkü bizi sıcak tutar. Çıplaklığımızı giderir. Bazen dıe hamak için kullanırız derisini. Hayvaaı derisi giydiğimizde o hayvanın gücünü hissederiz. Karaca ile birlikte sıçrarız. Ayı postunu üstümüae geçirince hayvan avına çıkarız. Bizimle hayvanlar anasında bir bağ var. Hayvan avlayıp yeriz. Hayvanlar da bizleri avlar ve yer. Birbirimizin parçalarıyız. Araç gereç yaparak yaşayabiliriz. Kimimiz iyi odun yarar, kimi iyi rendeler, kimi iyi eğeler, kimi iyi cilalar, kimi de iyi taş bulmakta ustadır. Tahta sapa taş parçasını hayvan ilerisiyle — 191 --


bağlayarak balta yaparız. Bahayla ağaç deviririz. Bazen de hayvan. Bazen hayvana uzaktan ok saplarız. Et çabuk bozulur. Bazen kokmuş ctiıı tadını gidermek için otla pişiririz. Bazı yiyecekleri hayvan derisi içimle ya da genişçe yapraklara sararak saklarız. Bir kenarda yiyecck bulundur-, mak iyidir. Hepsini şimdi yersek ileride aç kalabiliriz. Bu nedenle birbirimize yardımcı olmalıyız. Bu ve daha başka birçok nedenle kurallar koyarız. Herkes kurallara uymalıdır. Kurallar lıer zaman varolmuştur. Kutsaldırlar kurallar. Bir gün fırtına vardı. Şimşek çakmış, gök giimburdemiş ve yağmur yağmıştı. Küçükler fırtınalardan korkarlar, liazen ben de korkarım. Fırtınanın sırları gizlidir. Gök gürleyişi derinden gelir vc gürültülü olur. Şimşek çakışı kısa süreli vo parıl t ıh dır. Çok kudretli biri fena halde kızmış olmalı. Göklerde biri, sanırım. Fırtınanın ardından civardaki ormanda bir çıtırdı duyuldu.. Gidip baktık. Parıldayan, sıcak, sıçrayan, sarı ve kırmızı renkte» bir şev gördük. Baha Önce lıiç böyle bir şey görmemişlik. Şimdi buna «aîev» adını veriyoruz. Değişik bir koku çıkarıyor. Bir bakını:- canlı sayılır. Bitkileri, ağaçları yiyip bitiriyor. Eğer bunu yapmasına izin verirseniz... Giicii var ama aklı yok. Önüne gelen her şeyi bitirdiğinde, kendi de son buîııyoı*. Yolu üzerinde yiye* cek bir şey bulamazsa bir ağaçtan ötekine sıçrayamaz bile. Aramızdan birinin, aklına cesur fakat tehlikeli bîr fikir geldi : Alevi yakalayıp ona yemini vermek ve dost kılmak. Kuru ağar. dalları bulduk. Alev bu dallan yiyip bitiriyordu, fakat ağırdan yapıyordu fcıı işi. Ballan yanmayan ucumtan tutabiliyorduk. Hafif yaı?an bir dalı eline alarak hızla koşarsan alev söner. Koşmadık. İyi dileklerimizi bildirerek yürüdük. Aleve «Ölme» diye tembih ettik. Öteki avcılar gözlerim faltaşı gibi açarak şaştılar bize. O zamandan bu yana ona beraberimizde taşıdık. Yanımızda hep bir «-.ana aîev» taşıdık ki, alevleri ağırdan emzirsin diye. — 192 --


Böylece alevin yaşamasını (*) sağladık. Alev harika bir şeydir ve yararlıdır. Hiç kuşkusuz kudretli varlıkların bîr lütfudur. Fırtınaların da kudretli yaratıcılarımı bu varlıklar? Alev soğuk gecelerde îıızi ısıtır. Eize ışık verir, Ay yeni çıktığı zamanlama karanlığı dolar. Ertesi günün avı için ok hazır edebiliriz ateşte. İyi bir yanı daha! Ateş hayvanları uzak tutar. Geceleyin hizi yiyebilen hayvanlar yaklaşamaz ateş sayesinde. Bİz alevi koruruz, alev de bizi. Gökyüzü önemlidir. Yukarıya başımızı kaldırınca gökyüzünü görürüz. Bi^e seslenir âdeta. Alevi bulduğumuz günlere dek gecenin karanlığında sırtüstü uzanır ve gökyüzündeki ışıklı her noktaya gözümüzü dikerdik. Işıklı noktaların Ifâzjları biraraya getir ilihce Önümüzde şekiller çizilirdi. Aramızdan bîri göky üzündeki şekilleri ötekilerden daha iyi görebilirdi. Bize yıldızların çizdiği resimleri öğretti, onlara ııe adlar vermemiz gerektiğini fısıldadı. Gcce geç vakitlere kadar oturup gökte gördüğümüz şekiller içiıı, öyküler uydurduk: Aslanlar, köpekler, ayılar, avcılar. Vc dalıa başka garip şeyler. Bunlar gökteki kudretli varlıkların resimleri olabilir mi? Kızdıklarında bizlere fırtınalar yağdıranlar olabilir mi? Genellikte gckyiizü değişmez. Yıldızların çizdiği resimler hep {*)

Ateşin canlı, korunması ve bakım istemesi gibi kavramları • ilke]» diye kesip atmamak gerekir. Çağdaş birçok Uygar! 1:. kökleri yakınında görmek mümkündür. Eski Yunan'da ve E malılarda, ayrıca eski Hindistan'daki Brahmanlarda aile o'.... bulunurdu ve bu ocağın bîr yerinde alevin bakımına ili.: . durallar belirtilirdi. Geceleri kömürün üstü kiille örtiiiürse i anıp ateş yitip gitmesin diye. Sabahları da küllerden eş e I eh t n korlar çırayla tu tuştur ulurdu. Ocakta alevin söndürülmesi iyi bel: ti sayılmaz. ve ailenin yok olup gidisi olarak yorumlanırdı. Her üç uygarlıkta ocakta alevin yaşatılması atalara gösterilen saygınlığın belirtisiydi, işte bu, sonsuz alevin simgesidir. Bugün dı dinsel, siyasal, sportif ve anma törenlerinde başvurulan bîr ^imge.

— 193 —

Kozmos : F. 13


oradadır. Her yıl aynen. Hİç yoktan hilal gözükür. Yuvarlak bîr top olur. sonra yine bir biç olur. Ay değiştiği sıralarda kadınlar aybaşı olur. Bazı kabileler Ay'ın İlk doğuşunda ve kayboluşunda cinsel ilişki yapılmasına karşı kurallar gel irmişler;] ir. Bazı kabileler Ay lı günleri ya da kadınların aybaşı olduğu günleri g?vik boynuzlarına işaret ederler. Ona göre plan program yapıp 1 ura İlan saptarlar. K u r a l l a r kutsaldır. Yılt'ızlar çok uzaktadırlar. Bîr tepeye ya da ağaca tırmandığ îiu^da onlara yakınlaşmış olmayız. Bulutlar da bizlerle yıldızlar arasında, yani yıldızlar bulutların arkasındadıılar. Ay yavaş ; .îvaş devinirken, yıldızlatın Önünden geçer. Daha sonra görür- iıutz ki, yıldızlar duruyorlar, çünkü Ay yıldız yemez. Yıldızı .eşip dururlar. Garip, soğuk, beyaz, uzak bir ışıktırlar. X kadar çok yıldız var. Gökyüzünü doldurmuşlar. F a k a t yalnızca geccleyiıı görünüyorlar. Ne olduklarım m e r a k ediyorum. Alevi bulduktan sonra açıklıktaki bir ateşin yanında oturmuş, yıldızlar hakkında düşünüyordum. Yavaşlan bir düşünce belü-di zihnimde: Yıldızlar alevdirler. Sonra aklıma başka bir fil;i: geldi: Yıldızlar başka avcıların geceleyin açıkta yaktıkları ateştir. Yıldızlar kamp yerinde yaktığımız ateşten dalıa az ışık eriyorlar, «Fakat,» diye soruyorlar harta, «gökte ateş nasıl yakı1 ; . O ateşin çevresindeki avcılar nasıl oluyor da gökten aşağı düşmüyorlar? Oradaki garip kabileler nedeıı gökten aşağı düşmüyorlar yanımıza, bizim ateş yaktığımız kampa?» Bunlar esaslı sorular. Zihnimi kurcalayan sorular. Bazen göğün bir büyük yumurta ya da fındık kabuğunun yarısı olduğu geliyor aklıma. O uzak yerlerdeki kamp yerlerinde yakılan ateşin çevresinde oturanların bize baktığım düşünüyorum. Onlar da bizim neden düşmediğimiz soruyor olabilirler. Anlatabiliyor m u yum ııe demek istediğimi. Fakat avcı milleti, «Aşağısı aşağısıdır, yukarısı da yakarışıdır,» diyor. Bu da iyi bir yanıt sayılır. Bizlerden birinin aklına başka bir dilşünce gelmiş. Omın düşüncesine göre, gece göğün üstüne örtülen kocaman, siyah bir hayvan derişidir. Deride delikler var. Biz deliklerden bakıyoruz. — 194 —


Ve alev görüyoruz. Ona göre ateş yalnızca yıldızlan gördüğüm ü z birkaç yerde değil, i l e r y e r d e alev var. Ona göre alev büt ü n göğü kaplıyor. Ne var ki, deri alevî örtüyor. Delikli yerler dışında. Bazı yıldızlar dolaşırlar. Bizim avladığımız hayvanlar gibi. E ğ e r dikkatle vs birkaç ay süi'eyle gözlerseııiz, yıldızların kımıldadığım g ö r ü r s ü n ü z . B u n l a r ı n sayısı yalnızca beştir. Tıpkı elimizdeki p a r m a k şayi&ı kadar. Öteki yıldızlar arasında ağır ağır kımıldarlar. E ğ e r k a m p ateşi düşüncesi doğruysa, dönüp dolaşan avcı kabilelerin kocaman ateşler taşıdıkları yıldızlar olm a l ı onlar. F a k a t dolaşan yıldızların derideki delikler olması fikr i n e aklım e r m i y o r . Belik açtın mı, o bir delik olarak orada kalır. Belikler dolaşmaz kî... H e m sonra, alev dolu bir gök tarafından s a r ı l m a k istemem. E ğ e r deri düşerse, geceleyin gökyüzü çok parlak olur, hem de pek parlak, her yanımız alev almış gibi. S a n ı r ı m alevden bir gök hepimizi y e r bitirirdi. Kanımızca gökyüzünde iki t ü r k u d r e t l i varlık b u l u n u y o r : Kötüler, ki b u n l a r alevin bizi yiyip yok etmesini istiyorlar. Ve iyiler, Bunlar da alevi bizden uzak t u t m a k için üzerlerine giyiyorlar. İyilere t e f e k k ü r etm e n i n y o l u n u aramalıyız. Yıldızların gökte k a m p dolaylarında yakılan ateşler olup olmadığını bilemiyorum. Aralığından k u d r e t alevinin bize baktığı derideki delikler olup olmadığını da bilemiyorum. Bazen şu şekilde d ü ş ü n ü y o r u m , bazen de bu şekilde. Bir defasıuda da !:r.mpta yakılmış ateş olmadığını ve deliğe benzer bir şey bıılıııımadığını d ü ş ü n d ü m , Buj beıüm a n l a y a m a y a c a ğ ı m k a d a r zor l ir şeydi. Bir ağaç k ü t ü ğ ü n e başınızı dayayın. Başınız a r k a y a doğru kayar. O z a m a n yalnızca göğü g ö r ü r s ü n ü z . Ne tepeler, ne ağaçlar, ne avcılar, ne k a m p ateşi... G ö k t e n başka bir şey y o k t u r görülecek. Bir a r a y u k a r ı y a , göğe doğru düşebileceğim geldi aklıma. E ğ e r yıldızlar k a m p y e r i n d e y a k ı l a n atesse, bu avcıları ziy a r e t e t m e k isterdim, Şu bizim dolaşıp d u r a n avcıları. Hadi düşeyim d i y o r u m . F a k a t eğer yıldızlar derideki deliklcrse korka-


nm. İçinde alevin beklediği delikten içeri düşmek istemem. Bu düşüncelerden hangisinin doğru olduğunu bilmeyi ne kadar isterdim. Bilmemek boşuma gitmiyor. Sanmam ki. avcı - toplayıcı g r u p üyelerinden çoğunun akhna yıldızlar hakkında bu gibi düşünceler gelmiş olsun. Belkî, çağlar boyunca, b a n l a r ı n ı n aklına gelmiştir bu sorular. F a k a t tümü de aynı kişinin aklım kurcalamamış tır. Oysa bu tür ilginç fikirlere bazı topluluklarda rastlanması olağandır. Botswana'da Kalaharİ Çölünde K u n g kabilesi insanlarının Samanyolu'nu açıklayışları buna bir örnek gösterilebilir. Samanyolu'nun h e p tepelerinde olduğu bu boylamda, K u n g kabilesi Samanyolu'na •^Gecenin Belkemiği» adım vermiştir. Sanki gökyüzü içinde yaşadığımız kocaman bir hayvanmış gibi. Onların bu açıklama biçimi Samanyolu'nu h e m y a r a r l ı gösteriyor, h e m de anlaşılır kılıyor. Kung'lar Samanyolu'nun geceyi yukarıda tutup aşağıya salıvermediğine inanıyorlar. E ğ e r Samanyolu diye bir şey olm a s ı üstümüze karanlık dökülecek. Müthiş bir düşünce... Göklerde yakılan ateş ya da karanlığın belkemiği gibi benzetmeler, insan uygarlıklarında zamanla yerini başka bir fikre bıraktılar. Gökyüzünün kudretli varlıkları tanrılığa yükseltilmişlerdi. Onlara adlar takıldı, akrabalar yakıştırıldı ve kendilerine evren çapında üstlenmeleri gereken işlevler konusunda sorumluluklar yüklendi. H e r bir insan s o r u n u n a özgü bir tanrı ya da tanrıça vardı. Doğayı tanrılar yönetiyordu. Onların doğrudan müdahalesi olmadan hiçbir şey yapılamazdı. Eğer tanrılar mutluysa, yiyecek bolluğu görülürdü ve insanlar da mutlu olurlardı. Fakat eğer tanrıların hoşuna gitmeyen bir gelişme görülürse -ki çoğu zaman tanrıların hoşnutsuzluğuna neden olmak pek kolaydı- kötü sonuçlar doğardı: Kuraklık, fırtına, savaş, deprem, volkan patlamaları, salgın hastalıklar. Tanrıların yatıştınlması gerekirdi. Bu yüzden onların kızgınlığını azaltmak amacıyla büyük bir rahip ve adak sanayii kuruldu. Ne var ki, tanrılar kaprisli olduklarından, tutumlarından emin olamazdınız. — 196 —


Doğa b i r giz k u t u s a y d t t , D ü n y a y ı a n l a m a k z o r d u . Gök t a n r ı s ı olma g ö r e v i n i ü s t l e n e n H e r a adına Ege'deki Sis a m a d a s ı n d a dikilen H e r a i o n a n ı t ı n d a n b u g ü n pek a z kalıntı v a r . T a n r ı l a r d a n A t h e n a ' n ı n A t i n a ' d a oynadığı rolü, I î e r a o zam a n l a r d ü n y a n ı n h a r i k a l a r ı n d a n bîri sayılan S i s a m a d a s ı n d a oyn u y o r d u . S o n r a d a n Zeus'la e v l e n m i ş t i r . O l i m p t a n r ı l a r ı n ı n başt a n r ı s ı Zeus'la. E f s a n e l e r e göre, b a l a y l a r ı n ı S i s a m a d a s ı n d a geçirdiler. S a m a n y o l u d e d i ğ i m i z v e Batılıların S ü t Yolu (Milky W a y ) d e d i k l e r i geceleyin g ö k t e beliren ışıklı yolun H e r a ' n m g ö ğ s ü n d e n g ö k l e r e d o ğ r u fışkırmış s ü t t e n k a y n a k l a n d ı ğ ı n ı a n l a t ı r Y u n a n mitolojisi. Biz, hepimiz, ne y a p a c a k l a r ı ö n c e d e n k e s t i r i l e m e y e n ve hoşn u t s u z l u k l a r ı n d a n ö t ü r ü h o m u r d a n a n t a n r ı l a r a ilişkin hikâyeler icat e t m e k s u r e t i y l e y a ş a m t e h l i k e l e r i n i g ö ğ ü s l e m e y e çabal a y a n i n s a n k u ş a k l a r ı n ı n d e v a m ı y ı z . U z u n b i r s ü r e için i n s a n o ğ l u n u n olup b i t e n l e r i a n l a m a içgüdüsü, H o m e r o s zamanının Y u n a n i s t a n ' ı n d a olduğu gibi, kolaya kaçan dinsel açıklamalar y ü z ü n d e n köreltildi. O z a m a n k i Y u ı ı a n ' d a Gök Tanrısı v a r d ı . Y e r T a n r ı s ı v a r d ı , G Ö k g ü r ü l t ü s ü Tanrısı, Aşk Tanrısı, Savaş T a n r ı s ı , A t e ş T a n r ı s ı v e Z a m a n T a n r ı s ı vardı. E v r e n i n ipleri g ö r ü l m e y e n v e inceleme k o n u s u y a p ı l a m a y a n bir t a n r ı n ı n y a d a t a n r ı l a r ı n elinde olan b i r k u k l a durum u n d a o l d u ğ u k a v r a m ı , i n s a n l a r ı binlerce yıl baskısı altında t u t t u ve b a z ı l a r ı m ı z ı h a l e n de t u t u y o r . D e r k e n , 2500 yıl Önce, l o n y a ' d a m u h t e ş e m b i r u y a n m a baş g ö s t e r d i (*). B i r d e n h e r şey i n a t o m l a r d a n o l u ş t u ğ u n a i n a n a n i n s a n l a r çıktı o r t a y a . İ n s a n lar v e h a y v a n l a r ı n d a h a basit h a y a t ş e k i l l e r i n d e n geliştiğine, h a s t a l ı k l a r ı n ş e y t a n y a d a t a n r ı işi o l m a d ı ğ ı n a v e y e r y ü z ü n ü n G ü n e ş ç e v r e s i n d e d ö n e n b i r gezegen o l d u ğ u n a i n a n a n i n s a n l a r -

(*) Burası Ege'nin doğu bölgesindeki Sisam adası ve Yunan kolonilerinin yer aldığı bölgede bulunan, o zamanın çok faal merkezlerinin adıdır, — 197 —


dı bunlar. Ve yıldızların çok uzaklarda b u l u n d u ğ u n u söylemekteydiler. • Bu devrimdir ki, Kaos'tan Kozmos'a geçişi sağladı. Eski Y u nanlılar varolan ilk şeyin Kaos (karmaşa) olduğu iııancıııdaydılar. Bu sözcüğü, Tevrat'ın Yaradılış Bölümündeki «belli b i r biçimi olmayan» anlamında kullanıyorlardı. Bu inanca göre, Kaos, adı Gece olan bir tanrıçayı yarattı ve bu ikisinin birleşmesinden de tüm tanrılar ve insan k u ş a k l a n doğdular. Kaos'un, yani K a r maşa'nm bir dünya yaratması, nasıl olacağı Önceden kestirilemeyen bir doğanın kaprisli taıırılarca yönetildiği biçimindeki Yunan inancına pek u y g u n düşen bir k a v r a m d ı . F a k a t M.Ö. 6. yüzyılda İyonya'da yeni bir k a v r a m gelişti. İ n s a n t ü r ü n ü n b ü yük düşüncelerinden biri. Eski İyonya'lıların savlarına göre evreni tanımak m ü m k ü n d ü r , çünkü e v r e n i n bir iç düzeni v a r d ı r : Doğada, gizlerinin çözülmesine izin veren bir düzen sözkonusudur. Doğa olguları Önceden hiç de kestirilemez t ü r d e n değildirler. Onur: da boyun eğmek zorunda kaldığı k u r a l l a r vardır. Evrenin bu düzenli ve hayranlık uyandırıcı niteliği Kozmos adının verilmesine neden oldu. Peki. neden İyonya'da, neden acaba bu iddiasız ve kırsal yaşamlı yerlerde, Doğu Akdeniz'in ücra adalarında ve körfezlerinde doğuyor böyle bir düşünce akımı? N e d e n H i n d i s t a n ' ı n ya da Mısır'ın, Babil'in, Çin'in ya da Orta A m e r i k a ' n ı n b ü y ü k kentlerinde değil de b u r a d a ? Çin astronomi alanında binlerce yıllık bir geleneğe sahipti. Kâğıdı ve basım aracım icat etti. Roketler, saatler, ipek, porselen ve okyanusa açılan d o n a n m a tekneleri hep Çinlilerin buluşuydu. B u n a r a ğ m e n bazı tarihçilerin kanısı şudur ki, Çin yenilik istemeyecek k a d a r geleneklere bağlı bir toplumdu. Matematik bilgilerinden y a n a talihli ve çok zengin bir ülke olaıı Hindistan neden olmasmdı? Tarihçilere güTe olmamasının nedeni, Hintlilerin evreni, ezelden beri değişmeyen, ruhların ve dünyaların sonsuz ölüm ve y e n i d e n d o ğ u m döngülerine m a h k û m , temelde yeni hiçbir şeyin olamayacağı biçiminde gören düşünceye sımsıkı b a ğ l a n m a l a r ı n d a n ö t ü r ü y d ü . — 198 —

I


Neden Maya ve Aztek topluluklarında olmasındı? Bu toplumlar astronomide ileriydiler ve H i n t l i l e r gibi sayjlara hayrandılar. Tarihçiler bu soruyu da, bu toplumların mekanik icatlara eğilimli olmayışlarına bağlayarak yanıtlıyorlar. Maya'larla Aztek'ler -çocuklarının oyuncakları dışında- tekerleği bile icat etmemişlerdi. fyonya'lılar bazı a v a n t a l a r a sahiptiler. îyonya, adalardan oluşuyordu. T ü m ü y l e değilse de biraz yalıtlanmış d u r u m d a yaşam s ü r d ü r m e k değişiklikler doğurur. Değişik adalarda değirîk siyasal sistemler h ü k ü m s ü r ü y o r d u . Adaların tümür.r'e b i r d e n toplumsal ve düşünsel birlik sağlayabilecek tek güç merkezi olamazdı. S e r b e s t a r a ş t ı r m a ve inceleme bu sayede m ü m k ü n d ü . Batıl inancın yaygınlaştırılmasından siyasal iktidarlar m e d e t umm u y o r l a r d ı , Diğer birçok topluluğun tersine onların k ü l t ü r ü , uygarlıkların kesiştiği bir yerde yeşeriyordu. Tek bir uygarlık merkezine bağlı değillerdi. İyonya'da Finike alfabesi ilk kez Yunancaya u y a r l a n d ı ve bu sayede o k u m a yazma oranı arttı. Yazı, ruhban sınıfıyla h a t t a t l a r ı n tekelinden çıktı. Birçok kişinin düşüncesi ortaya atılabiliyor ve tartışılıyordu. Siyasal iktidar, r e f a h larının bağımlı bulunduğu teknolojiyi fiilen geliştirme çabası içinde olan tacirlerin elindeydi. A f r i k a . Asya ve A v r u p a u y g a r Iıklanyla Mısır ve Mezopotamya k ü l t ü r hazinelerinin karşılaşıp verimli melez doğumlar y a p a r a k önyargılar, yabancı dili_r, yabancı düşünceler ve yabancı tanrılarla çatışmalara giriştiği yöreydi Doğu Akdeniz bölgesi. H e r biri de ayrı toprak üzerinde egemenlik k u r a n birçok tanrıyla karşılaşırsanız ne yaparsınız? Babil tanrısı M a r d u k ile Y u n a n tanrısı Zeus, h e r ikisi de göklerin h â k i m i ve b a ş t a n r ı sayılıyordu. M a r d u k ' l a Zeus'un aynı şeyler olduğu sentezine varabilirdiniz. Değişik isimlerde iki t a n r ı karşısında kalınca, b u n l a r d a n birinin rahipler t a r a f ı n d a n icat edildiğini düşünebilirdiniz. E ğ e r biri için icat edildiği d ü ş ü n ü lürse, neden ikisi için de aynı şey d ü ş ü n ü l m e s i n ? -Ve işte, böylece b ü y ü k bir fikir doğdu: Dünyayı tanrı varsayımından s o y u t l a y a r a k anlayıp ö ğ r e n m e yolunun bulunabile— 199 —


eşği, her serçenin düşüş nedenini Zeus'e b a ğ l a m a d a n ilkeler, güçler, doğa yasalarının varolabileceği düşüncesi, Çin, Hindistan ve Orta Amerika da bilim yoluna sapabilirlerdi, Ne var ki, her yerde k ü l t ü r aynı anda doğmaz. Değişik zamanlarda doğabilir ve değişik hızda gelişebilir. Bilimsel d ü n ya, olgulara eyle kesin bir gözle bakar, öyle güzel anlatır ve beyinlerimizin en gelişmiş bölgelerinde öyle t i t r e ş i m l e r y a r a t ı r ki. yeryüzündeki her k ü l t ü r toplumu, zamanla bilimi keııdi olanaklarıydı keşfedebilirdi. Ancak bu süreçte bazı k ü l t ü r toplumları öncelik kazandılar. İyonya'nın bilimin doğduğu yer olması gibiİ' • düşünuştinçîeki bu b ü y ü k devrim M.Ö. 000 -400 yıl1;:n arai:.ıda gerçekleşti. Devrimin a n a h t a r ı insan eli olmuştur, iyen yVl düşünürlerden bazıları çiftçi, denizci ve dokumacı çocuk! y ' . Elleri iş tutardı. T a m i r işleri yaparlardı. Başka ülk; . . . ı • ' ip eri ve hattatları lüks içinde yetiştiklerinden böyle • ilerini kirletmek istemezlerdi. î y o n y a ' h d ü ş ü n ü r l e r batıl ina;. la a karşı çıkarak h a r i k a l a r yarattılar. O z a m a n olup bitenlere ili ! .'••• g ü n ü m ü z e kalan bilgiler kırıntı halindedir ve dolaylı yoldandır. O zamanlar kullanılan mecazlar b u g ü n k ü d ü n y a görüşümüze; uymayabilir. Kesin olan bir şey varsa, bu y e n i görüşleri boğmak için birkaç yüzyıl sonra bilinçli bir baskı h a r e ketinin başladığıdır, Bıı devrimi gerçekleştirenlerin başında gelenler, Yunanlı kişilerdi. B u g ü n onların isimleri bize pek y a b a n cı gelebilir, f a k a t b u n l a r uygarlığın ve insanlığın gelişmesinin gerçek Öncüleridirler. İlk îyonya'lı bilim adamı Miletos'lu Thales'tir. Miletos, Sisam adasının h e m e n karşısında ön Asya'da bir k e n t t i r . Thales Mısır'a yolculuk etmiş ve Babil k ü l t ü r ü edinmişti. G ü n e ş t u t u l masını önceden haber verdiği söylenir. Bir piramitin yüksekliğinin nasıl ölçülebileceğini gölgesinin u z u n l u ğ u y l a G ü n e ş ' i n u f k a olan açısını hesaplayarak bulmuştu. Bu yöntem b u g ü n de Ay'daki dağların yüksekliğini ölçmek İçin kullanılıyor. Thales, kendisinden üç yüzyıl sonra Euklid t a r a f ı n d a n yazılı belge haline ge— 200 —


tirilerek teoremleri kanıtlanan ilk bilimadamıdır. Örneğin ikizkenar üçgenin tabanındaki açıların birbirine eşit olduğunu kanıtlamıştır. Thales'ten Euklid'e ve daha Önce de belirttiğimiz gibi N c w t o n ' u n 1663 yılında Element3 of Geometry kitabını Stourbridge Fuarından satın alışma -kî bu olay çağdaş bilim ve teknolojinin olağanüstü hızlanmasına yol açmıştır- dek uzanan eııtellektüel çaba zincirinde süreklilik halkaları vardır. T h a l e s d ü n y a y ı t a n r ı l a r ı n aracılığına b a ş v u r m a d a n a n l a m a ç a b a s ı n a g i r i ş m i ş t i r (*). Babilliler gibi o da d ü n y a n ı n bir z a m a n l a r s u d a n o l u ş t u ğ u inancı n d a y d ı . Babilliler k u r u toprağı a ç ı k l a m a k için M a r d u k ' u n , s u l a r ı n y ü z e y i n e b i r paspas serdiği ve kiri bun u n ü z e r i n e yığdığı i n a n c ı n ı taşıyorlardı. T h a l e s d e b u n a benz e r b i r d ü ş ü n c e y e s a h i p t i . A n c a k ş u f a r k l a ki, açıklamasında M a r d u k ' a y e r v e r m e m i ş t i . Evet, başlangıçta lıer ş e y s u y d u . Topr a k p a r ç a l a r ı doğal b i r s ü r e ç s o n u c u o k y a n u s l a r d a n ç ı k ı p m e y d a n a geldi. Nil d e l t a s ı n d a g ö r ü l e n t o p r a k b i r i k i m i n e b e n z e r biçimde b i r o l u ş u m olmalı, d i y e d ü ş ü n ü y o r d u Thales. G e r ç e k e suy u n h e r m a d d e n i n t e m e l i n d e b u l u n a n vazgeçilmez öğe o l d u ğ u n a i n a n ı y o r d u . B u g ü n bizim d e elektronlar, p r o t o n l a r v e n ö t r o n lar ya da q u a r k ' l a r d a n söz edişimiz gibi. Thales'in vardığı sonuçların d o ğ r u o l u p o l m a d ı ğ ı ö n e m l i değil. Ö n e m l i olan y a k l a ş ı m ı dır. D ü n y a n ı n doğada karşılıklı e t k i l e ş i m d u r u m u n d a k i m a d d i

{*) Bundan önce Süm eri il erin ilk yarattıkları ve M.ö. 1000 yıllarına doğru belgeselleştirilen efsanelerde doğacı bir nitelik görülür. Fa kat bu tarihe gelinceye dek efsanelerdeki doğa öğesinin yerini tanrüar almışlardır. Sümer efsanelerinin belgeselleririhniş hali olan Enuma Eliş, Japonların Ainıı efsanelerini andırır. Adıgeçen Japon efsanesinde yaratılıştaki çamurlu evreni kanatlarıyla döven bir kus toprağı sudan ayırır. Yaratılışa ilişkin bir Fiji efsanesinde de şöyle d e n i r : «Rokomautu toprağı yarattı. Okyanusun dibinden avuç avuç toprağı çıkarıp alan Rokomautu oraya buraya yığdı. Bunlar Fiji Adalarıdır.» — 201 --


güçlerden oluştuğunu ileri sürüyor, b u n u tanrıların o l u ş t u r m a dığını söylüyordu. Thales Babil'le Mısır'dan astronomi ve geometri gibi yeni bilimlerin tohumlarım îyonya'ya getirmişti ve bu bilimler bu verimli t o p r a k l a r d a filizlenip yeşerecekti, Thales'in özel yaşamı üzerine bildiğimiz fazla bir şey yok. Fakat onun hakkında Aristo Polı'tics adlı kitabında ilginç bir fıkra anlatır. Thales'in yoksulluğu y ü z ü n e v u r u l u r d u . B u n d a n da felsefenin y a r a r l ı bir uğraş olmadığı anlamı çıkarılırdı. Anlatıldığına göre, kışın göğe bakıp gelecek yılki zeytin rekoltesinin iyi olup olmayacağını anlayabilme yetisi ve bilgisine sahipmiş. Bir yıl, zeytinyağı m a k i n e l e r i n i n t ü m ü n ü Önceden k i r a l a y a r a k az parayla b ü y ü k b i r işe girişmiş. H a s a t zamanı geldiğinde o yıl bol zeytin olduğu ve h e r k e s m a l ı m zeytinyağına çevirmek üzere pres peşinde k o ş t u ğ u n d a n Thales makineleri istediğine ve istediği parayla v e r e r e k büyük kâr etti. Böylece filozofların isterlerse çok para kazanabileceklerini, f a k a t uğraşlarının başka şeyler olduğunu h e r kese kanıtlamış oldu. Thales'in siyasi görüşleri de güçlüydü. Miletos'Iuların, U r i ya Kralı Krezüs t a r a f ı n d a n devleti içinde eritilmesine karşı koymalarını başarıyla sağlamıştır. Ancak İyon ya Adalarının Liclya'ya karşı bir federasyon oluşturması fikrini k a b u l e t t i r e m e m i ş tir, Miletos'lu Aııaksimender, Thales'in dostu ve mesai a r k a d a şıydı. Deney yaptığı bilinen ilk insanlardan biridir. Dik d u r a n bir sopanın y ü r ü y e n gölgesini izleyerek y ı l m ve m e v s i m i n uzunluklarım tam olarak hesaplayabildi. Çağlar boyunca i n s a n l a r sopalan saldırı ve savunma aracı olarak kullanmışlardı. A n a k s ı mender zamanı ölçmek için kullandı. Y u n a n i s t a n ' d a güneş saatini icat eden ilk insandır. Sınırlarını bildiği kadarıyla bir d ü n y a haritası ve takım yıldızların biçimlerini gösteren bir k ü r e y a p t ı . — 202 —


Güneş'in, Ay'ın ve yıldızların ateşten oluştuğuna ve gökkubbedeki y ü r ü y e n deliklerden görüldüklerine İnanırdı. Bu inanışı belki eski fikirlere dayanıyordu. Y e r y ü z ü n ü n asılı durmadığı ya da gökteki t a v a n d a n destek görmediği, f a k a t kendiliğinden e v r e n i n m e r k e z i n d e d u r d u ğ u , çünkü «gökkuhbesinde»ki tüm yerlere eşit uzaklıkta bulunduğu, y e r y ü z ü n ü oynatacak hiçbir güç bul u n m a d ı ğ ı yolundaki görüşleri ilginçtir. A n a k s i m e n d e r doğduğumuz anda öylesine çaresiz olduğum u z a inanırdı ki, ona göre, çocuklar dünyada yalnız baslarına bırakılıverseler h e m e n ölürlerdi. Bu düşünceden hareket ederek A n a k s i m e n d e r insanların, doğduklarında daha güçlü ve kendine yeterli olan başka h a y v a n l a r d a n gelişmiş oldukları sonucuna vardı. H a y a t ı n ilk olarak çamurda başladığı ve ilk h a y v a n l a r ı n belkemikli -balıklar olduğu g ö r ü ş ü n ü ortaya attı. Bu balıklardan olma başka balıklar, sonradan s u y u t e ı k e d e r e k toprağa çıktılar ve b u r a d a bir h a y a t şeklinden başka hay;:; şekline geçerek başka h a y v a n l a r a dönüştüler. Sayısız dünyaların Varlığına, hepsinin de y a ş a n ı r olduğuna ve t ü m ü n ü n de yokolup yeniden varolma e v r e l e r i n d e n geçtiğine inanırdı. Saint Augustine'in esefle yakındığı gibi «Anaksimender de Thales gibi d u r m a k bilmeyen t ü m bu devinimin nedenini bir t a n r ı s a l güce bağlamamıştı,"^ M.G. 540 yıllarında S i s a m adasında Polifcrates aclırda bir zalim iktidara geçti. Bir lokantada işçi olarak h a y a t a atıldığı ve sonradan uluslararası çapta korsanlıklara giriştiği söyie: ir. Polikrates sanat, bilim ve mühendislik faaliyetlerinin koruyucuyuydu* F a k a t halkına «zulmü reva» g ö r ü r d ü . Komşu iı'ktierle savaşır ve haklı olarak istilaya u ğ r a m a k t a n da korkardı. Bu nedenle başkenti uzunluğu altı kilometreyi bulan duvarlar;-! çevreledi. K a l ı n t ı l a r ı n ı bugün bile g ö r m e k m ü m k ü n . Uzak bir kayn a k t a n su g e t i r m e k için « m ü s t a h k e m mevkiler» arasından tünel k a z d ı r m a k gerekiyordu. On beş yılda t a m a m l a n a n IJU p r o j e n i n nasıl bir mühendislik eseri olduğu g ö r ü l m e y e değer, lyoııya'lıların y e t e n e k l e r i n i n bir kanıtıdır. H e m e n belirtmek gerekir ki, bu b ü y ü k eser, Eolikrates'in korsan gemileri tarafından y a k a l a n ı p — 203 —


getirilen kölelerce m e y d a n a getirilmiştir. Bu d ö n e m d e Theodorus, o çağın en b ü y ü k m ü h e n d i s i y e t i ş ti, Y u n a n l ı l a r a n a h t a r ı , cetveli, gönyeyi, tesviyeyi, t o r n a tezgâhını, bronz kalıbı ve m e r k e z i ısıtmayı o n u n b u l d u ğ u n u söylerle;- Niçin bu a d a m ı n b i r heykeli y o k t u r ? Doğanın y a s a l a r ı m zih i n l e r i n d e t a r t a n l a r ve onlarla ilgili y e n i b u l u ş l a r için düş k u ı:;i-j:.t\ çoğunlukla teknoloji u z m a n l a r ı ve m ü h e n d i s l e r l e g ö r ü ş ü r tartışırlardı. K u r a m c ı l a r l a u y g u l a y ı c ı l a r b i r a r a y a gelmiş o l u r d u böylece. O c i v a r d a k i Istanköy (Cos) adasında, h e m e n h e m e n a y n ı dönemde, Hipokrat, ünlü tıp geleneğini y e r l e ş t i r i y o r d u . Şimdi ancak H i p o k r a t Y e m i n i nedeniyle a n ı m s a n ı y o r . H i p o k r a t k u r duğu tıp o k u l u n d a oldukça başarılı s o n u ç l a r sağlıyor, bu o k u l u n çağdaş fizik ve k i m y a (*) bilimine eş d e ğ e r d e t u t u l m a s ı n ı istiyordu. Bu okul yalnızca p r a t i k a l a n d a başarılı s o n u ç l a r elde e t mekle k a l m ı y o r d u , k u r a m s a l yönü de vardı. On A n c i e n t M e d i ciııe (Eski T ı p Ü z e r i n e ) k i t a b ı n d a H i p o k r a t şöyle d i y o r : «İnsanlar sara hastalığının n e d e n i n i t a n r ı l a r a bağlıyor, ç ü n k ü ne old u ğ u n u a n l a y a m ı y o r l a r . F a k a t a n l a m a d ı k l a r ı h e r şeyin n e d e n i ni tanrıya bağlarlarsa tanrısal işlerin sonu gelmez.» O d o n e m d e î o n y a ' n m etkisi ve deneysel y ö n t e m l e r i Y u n a nistan'a, İtalya'ya, Sicilya'ya yayıldı. B i r z a m a n l a r i n s a n l a r ı n hava denen şey h a k k ı n d a bilgileri y o k t u . Soluk a l m a n ı n ne olduğunu elbet biliyorlardı. R ü z g â r ı t a n r ı n ı n soluğu s a n ı y o r l a r d ı . Havayı statik, cisimsel a m a g ö r ü l e m e z b i r m a d d e o l a r a k d ü ş ü n m ü y o r l a r d ı . H a v a y a ilişkin ilk deneyin E m p e d o k l e s adlı b i r fi-

(*)

Ve astroloji diye eklememiz gerekir, çünkü o zamanlar bilim olarak kabul edilip büyük yaygınlık kazanmıştı. Hipokrat, aynı zamanda, insanların yıldızların gökte görünüp görünmeyigi durumuna karşı da kendilerini korumaları gerektiğini söylerdi. — 204 —


zikçi (*) t a r a f ı n d a n yapıldığına ilişkin k a y ı t v a r d ı r . E m p e d o k l e s M.Ö. 450 y ı l l a r ı n d a y a ş a m ı ş t ı r . Bazı k a y ı t l a r a göre, k e n d i n i t a n rı o l a r a k k a b u l e d e r m i ş . F a k a t olabilir ki, b a ş k a l a r ı o n u çok zeki b u l a r a k t a n r ı gözüyle b a k m ı ş l a r d ı r . Işık hızının çok y ü k s e k old u ğ u n u k a v r a m ı ş t ı . E s k i d e n y e r y ü z ü n d e d a h a çok canlı türü b u l u n d u ğ u n u , f a k a t birçok canlı t ü r ü n ü n « v a r l ı k l a r ı m s ü r d ü r e m e m i ş o l a c a k l a r ı m , y a ş a y a n h e r canlı t ü r ü n ü cesaret, beceri y a da süratin koruduğunu» öğretirdi. Organizmaların çevreye uyumu sorununu açıklamaya çalışmakta, Anaksimender ve Demokr i t u s gibi E m p e d o k l e s de, D a r w i n ' i n doğal a y ı k l a m a yoluyla evr i m e ilişkin d e r i n g ö r ü ş ü n ü n bazı y a n l a r ı n ı n ö n c ü l ü ğ ü n ü y a p mıştır. E m p e d o k l e s d e n e y i n i e v l e r d e k u l l a n ı l a n b i r gereçle g e r ç e k l e ş t i r m i ş t i r . B u g e r e c i n adı C i e p s y d r a y a d a 'Su Hırsızı'dır. B u alet m u t f a k l a r d a y ü z y ı l l a r d ı r k u l l a n ı l m a k t a y d ı . P i r i n ç t e n y a pılmış b u k ü r e n i n üst u c u n d a b o r u b i ç i m i n d e incecik bir b o y u n b ö l ü m ü v a r d ı r . K ü r e n i n a l t ı n d a d a k ü ç ü c ü k delikler. B u k a p suya batırılarak doldurulur. Eğer boru biçimindeki boynun üst kısmım parmağınızla bastırmayarak küreyi sudan çıkarırsanız, alt d e l i k l e r d e n s u d u ş gibi d ö k ü l ü r . F a k a t s u d a n ç ı k a r ı r k e n b o r u deliğini p a r m a ğ ı n ı z l a t a m o l a r a k tıkarsanız, s u k ü r e n i n içinde p a r m a ğ ı n ı z ı o d e l i k t e n ç e k i n c e y e dek k a l ı r . E ğ e r b o y u n deliğini parmağınızla tıkamış d u r u m d a küreye su almaya kalkışırsanız hiç b a ş a r a m a z s ı n ı z . D e m e k oluyor ki, s u y a geçit v e r m e y e n cisimsel b i r m a d d e v a r . Biz b u cismi g ö r e m i y o r u z . N e olabilirdi? E m p e d o k l e s b u n u n h a v a d a n b a ş k a bir şey olmadığı g ö r ü ş ü n ü o r t a y a a t t ı . G ö r e m e d i ğ i m i z b i r şey b a s ı n ç y a d a p a r m a ğ ı m ı boy u n deliği ü z e r i n d e n ç e k m e z s e m s u y u n dolmasını engelleyici b i r e t k i y a p ı y o r d u . E m p e d o k l e s g ö r ü l e m e y e n bir şeyi k e ş f e t m i ş t i .

(*)

Deney kan dolaşımına ilişkin tümüyle yanlış bir kuramı desteklemek üzere yapılmıştı. Burada önemli olan doğanın sınanması amacıyla bir deneye girişiImesidir. — 205 —


Kava, görülemeyecek k a d a r İnce biçim almış bir m a d d e d i r , diyordu. Empcdokliğs'in Etna'daki b ü y ü k yanardağın tepesindeki lavların içine düşecek kadar bir dalgınlık nöbeti geçirmesi sonucunda öldüğü söylenir. Ben bazen, bir jeofizik s o r u n u n u gözlemleme sırasında cesaretli ve öncü bir girişimde b u l u n u r k e n lavJaiçine kaymış olabileceğin: d ü ş ü n ü y o r u m . A omların varlığı hakkındaki bu küçücük ima, bu hafif esin k a y r a ğ ı , Demokritüs adlı bir bilgin t a r a f ı n d a n daha da geliştirildi. Dcmokritus Yunanistan'ın kuzeyindeki İyonya kolonisi Abc-era'da doğmuştu. Abdera şakaların k a y n a k l a n d ı ğ ı bir kentti. M.Ü. 43Ü'da Abdera'Iı biri hakkında bir hikâye a n l a t m a y a kalktığım;-; d a, karşınızdakinin k a h k a h a s ı peşin olarak hazırdı. Demokriiu 'a göre, yaşamın tümü a n l a y a r a k ve eğlenerek geçirilmelidir: anlamak ve eğlenmek aynı şeylerdi. O, «Eğlenccsiz bir yaşam, meyhaneye r a s t l a m a d a n uzun uzadıya gidilen yola benzer. derdi Dsmokritus Abdera'lı olabilirdi, f a k a t budalanın biri deği d:. Uzayda yayılan m a d d e d e n çok sayıda d ü n y a n ı n b i r d e n oluştuğuna, geliştiğine, sonra da dağıldığına inanırdı, D a r b e kra* terlerinden hiç kimsenin haberi olmadığı bir dönemde, Demokritüs dünyaların bazen çarpıştığını d ü ş ü n ü y o r d u . D ü n y a l a r d a n bazı)arınır, uzayın karanlığında dolaşırken, bazılarının birçok güneş ve ay eşliğinde dolaştıklarını; d ü n y a l a r d a n bazılarında hayat olduğunu; bazılarındaysa ne bitki, ne h a y v a n h a t t a ne su bile bulunduğunu ve ilk h a y a t şekillerinin ilkel bir ç a m u r türünden kaynaklandığını ileri s ü r m e k t e y d i . Algılamanın -örneğin, elimde bir kalem b u l u n d u ğ u n u d ü ş ü n m e n i n sırf fiziksel ve mekanik bir süreç olduğunu; d ü ş ü n m e n i n ve hissetmenin maddenin karmaşık ama yeterince düzenli bir biçimde b i r a r a y a getirilişinden oluştuğunu ve maddenin, içine t a n r ı l a r t a r a f ı n d a n r u h verilerek doğmadığını öğretiyordu. Demokritus'tur «atom» sözcüğünü bulan. Yunanca, «kesilmesi olanaksız» anlamındadır atom. Atomlar bir m a d d e n i n bölünemez zerrecikleridir; o maddeyi daha k ü ç ü k p a r ç a l a r a böl—

206 --


memîzi engellerler. H e r şeyin iç içe yerleşmiş atomlar k o l e k s i y o n u n d a n o l u ş t u ğ u n u söylerdi. «Biz bile atomdan oluşuyoruz,» diye eklerdi. «Atomdan ve boşluktan başka hiçbir şey yoktur.» Demokritus'a göre, bir elmayı kestiğimizde, bıçak a t o m l a r arasındaki boşluklardan geçmelidir. Eğer bu boşluklar olmasa, bıçak içine girilemez a t o m l a r a rastlar ve elma kesilmezdi. 1750 yılında Thomas W n g h t , D e m o k r i t u s ' u n S a m a n y o l u ' n u n çoğunlukla kararsız kalmış yıldızlardan oluştuğu y o î u r d a k i inancına şaşmıştır. Thomas W r i g h t , «Astronomi optik bilimlerin yararlı m e y v a l a r m ı toplamadan çok cnce Demokritus, zihin gözlüğü deyimini kullanalım, evet, zihninin gözlüğüyle, sonsuzluğu çok d a h a elverişli aygıtlarla çalışan astronomlardan iyi görmüştür,» diyor. H e r a ' m n göğsünden fışkıran Süt'ün, Gecenin Belkemiği'nîn Ötesinde, D e m o k r i t u s ' u n beyni yükseliyordu. D e m o k r i t u s kadın, çocuk ve cinsel ilişkiden fazla hoşlanmazdı. Biraz da zamanını alıyorlar diye onlardan kaçınırdı. F a kat dostluğa değer verir, neşenin h a y a t ı n amacı olduğu görüş ü n ü s a v u n u r ve heyecanın asıl k a y n a k l a r ı n ı b u l m a y a yönelik felsefi a r a ş t ı r m a l a r a girişirdi. Atina'ya Sokrates'i görmeye gider, f a k a t kendini t a n ı t m a y a çekinirdi, H i p o k r a t ' m yakın dostuydu. Doğanın güzelliği ve görkemi karşısında ağzı açık kalacak derecede h a y r a n l ı k duyardı. Demokrasi düzeninde yoksulluğu, baskı y ö n e t i m i n d e k i zenginliğe yeğ t u t a r d ı . Z a m a n ı n d a geçerli olan dinlerin k ö t ü l ü ğ ü n e İnanır ve, «ölümsüz r u h ya da ölümsüz t a n r ı l a r diye bir şey olmadığını,» söylerdi. Anaksagoras M.Ö. 450 yıllarında ün y a p a n ve Atina'da yaşayan î y o n y a ' h deneyimcilerdendi. Zengin biriydi Zenginliğini b i r y a n a bırakıp bilime m e r a k sarmıştı. «Hayatın amacı nedir?» diye s o r u l d u ğ u n d a , «Güneş'in, Ay'ın ve göklerin araştırılması.» yanıtını verirdi. G e r ç e k bir a s t r o n o m u n verebileceği bir y a n ı t t ı bu. T e k b i r damla beyaz bir sıvının ş a r a p gibi koyu renk sıvı b u l u n a n bir s ü r a h i y e girince gözle görülebilecek bir renge b ü r ü n m e d i ğ i n i saptadı. Bu Önemli bir deneydi. Duyularımızın doğr u d a n algılayamayacağı k a d a r hassas değişikliklerin başka yol— 207 —


lardan saptanması gereğine dikkat çekmiş oluyordu böylece. Dcmcl.rit.us kaçlar radikal değildi Anaksagoras, H e r ikisi de maddeciydi. Bir şeylere sahip olma açısından maddeci değil, fakat dünyanın temelini maddenin o l u ş t u r d u ğ u n u s a v u n m a l a r ı bakımından maddeciydiler. Anaksagoras atomlara inanmazdı, i n san ;-:h'i:nde özel bir cisim bulunduğu kanısındaydı. İnsanların i yva dardan daha akıllı oluşunu elleri b u l u n u ş u n a bağlardı. Tipik bir îyon'ca düşünüş. Aı :-,kr:-.gora.s Ay'ın yansıttığı ışık nedeniyle parladığmı kesiijJikîe avunan ilk bilim adamıdır. Ay'ın evrelerine ilişkin bir kurara da geliştirdi. Bu görüş zamanında Öylesine tehlikeliydi k kunurıi içeren yazı elden ele gizlice dolaştırılıyordu. Ay'ın evreic-ıi: i ve Ay tutulmalarını, y e r y ü z ü n e , Ay'a ve kendiliğinde ay: : n lan an Güneş'e ilişkin geometriyle açıklamaya kalkışmak, o : (n:in Önyargılarına ters düşmekteydi. Kendisinden i " ı> "_nra, Aristo Ay'ın evrelerinin ve t u t u l m a l a r ı n ı n Ay'ın yay. ' 'V bulunan bazı nedenlerden ileri geldiğini söylüyordu ki, bı ı:lar laf oyunundan ibaretti. Hiçbir şeyi «izah e t m e y e n izahatlar:: cümlesinden yani. O amanın geçerli inancı, Güneş'in ve Ay'ın tanrı oldukları yolundaydı. Anaksagoras, Güneş'in ve yıldızların y a n a n t a ş l a r olduğu görüşünü benimsemişti. «Yıldızların ısısını hissetmiyoruz. çünkü çok uzaktadırlar,» diyordu. Ay'da dağlar b u l u n d u ğ u (doğru) ve insan yaşadığı (yanlış) görüşündeydi. G ü n e ş ' i n Peloponez k a d a r b ü y ü k olduğunu söylemişti. Bu bölge Y u n a n i s t a n ' ın üçte biri kadardır. O t a r i h l e r d e Anaksagoras'ı eleştirenler, bu görüşün çok aşırı ve saçma olduğunu belirtmişlerdi. Anaksagoras, Atina'ya Perikles t a r a f ı n d a n çağrılmıştı. P e rikles'in, Atina'nın lideri olarak en p a r l a k dönemiydi. P e r i k l e s aynı zamanda Atina demokrasisinin m a h v ı n a yol açan Peloponez Savaşlarının başlamasından s o r u m l u kişidir de. F e l s e f e d e n ve bilimden büyük zevk alan Perikles'in en y a k ı n sırdaşîarındandı Anaksagoras. Anaksagoras'ın bu arkadaşlığı nedeniyle Atina'nın ihtişamına büyük ölçüde katkısı olduğu sanılır. F a k a t I —

218

--


P e r i k l e s siyasi s o r u n l a r l a k u ş a t ı l m ı ş t ı . K e n d i s i n i d o ğ r u d a n eleşt i r e m e y e n l e r ç e v r e s i n d e k i l e r e ç a m u r a t m a y a yöneliyorlardı, Böylece d ü ş m a n l a r ı , P e r i k l e s ' i n y a k ı n l a r ı n ı hedef aldılar. Anaksagor a s dinsizlikle s u ç l a n a r a k hapse m a h k û m edildi. S u ç u A y ' m h e r h a n g i bir m a d d e d e n , y e r y ü z ü gibi b i r y e r o l d u ğ u n u ve G ü n e ş ' i n g ö k t e sıcak b i r t a ş t a n o l u ş t u ğ u n u söylemesiydi. P e r i k l e s ' i n A n a sagoras'ı h a p i s t e n çıkarabildiği anlaşılıyor. F a k a t a r t ı k geç kalınmıştı. Y u n a n i s t a n ' d a olayların akış y ö n ü değişirken, m e r k e z i i s k e n d e r i y e ' n i n o l u ş t u r d u ğ u M ı s ı r ' d a î y o n y a geleneği iki yüzyıl daha sürecekti. Thales'ten Demokritus'a ve Anaksagoras'a kadar uzanan b ü y ü k b i l i m a d a m l a r ı , t a r i h t e y a d a felsefe k i t a p l a r ı n d a «Sokrat e s ' l e n önceki*ler o l a r a k n i t e l e n i r l e r . B u n i t e l e m e onların, Sokrates, P l a t o v e Aristo gelinceye d e k f e l s e f e kalesini a y a k t a t u t m u ş v e b i r a z d a b u filozofları e t k i l e m i ş oluşlarını anlatmayı a m a ç l ı y o r gibi. O y s a İ y o n y a ' l ı l a r çağdaş b i l i m l e çok d a h a iyi b a ğ d a ş a n d ü ş ü n ü r l e r d i . î y o n y a ' l ı b i l i m a d a m l a r m ı n etkisinuı yalnızca iki ya da üç y ü z y ı l s ü r m e s i , î y o n y a Uyanışı ile İ t a l y a Rönesansı a r a s ı n d a y a ş a m ı ş insan k u ş a k l a r ı için acı b i r k a y ı p t ı r . Sisam'lı b i l g i n l e r l e k ı y a s k a b u l edecek t ü r d e n en etkili kişi o l a r a k belki P i t a g o r a s ' ı {*) gösterebiliriz. P i t a g o r a s , M.Ö. 6. yüzyılda, P o l i k r a t e s ' i n yaşadığı d ö n e m d e y a ş a m ı ş t ı . Yöresel bir söyl e n t i y e göre, S i s a m ' d a k i K e r k ı s dağı m a ğ a r a l a r ı n d a yıllarca ya-

(*)

M.Ö. 6. yüzyılda y e r y ü z ü n ü n derin bir enU-llektüel ve ruhsal uyanışa, tanık olduğunu görmekteyiz. Yalnızca Thaîes'leri, Anaksimender'leri, Pitagoras'lan ve diğer lyon'iıları görmüyoruz dünya sahnesinde. Aynı zamanda Mısır Firavunu Necho Afrika kıtasının gemiyle çepeçevre dolaşılmasına destek sağlıyor. İran'da Zoroaster'i, Çin'de Konfüçyüs'ü ve Lao-tse'yi, İsrail'de, Mısır'da ve Babİl'de Yahudi Peygamberlerini ve Hindistan'da da Gautama'yı görüyoruz. Bu olayların birbiriyle ilgisi olamayacağını dügünmek zordur. — 209 —

Kozmos : F. 13


şam sürmüştür. Yeryüzünün bir küre olduğunu dünya tarihinde ilk kez P i t a g o r a s a n l a m ı ş t ı r . Belki Ay'ın ve G ü n e ş ' i n k ü r e biçim i n e b a k a r a k benzetmiştir, belki b i r a y t u t u l m a s ı sırasında y e r y ü z ü n ü n Ay üzerindeki kavisli gölgesini f a r k e t m i ş t i r . Ya da Sisam a d a s ı n d a n u f k a doğru u z a k l a ş a n g e m i l e r i n gözden en son kaybolan b ö l ü m l e r i n i n d i r e k l e r oluşu d i k k a t i n i çekmiştir. Kendisi ve öğrencileri «Pitagor Teoremi» olarak bilinen k u ramı buldular. H e r t ü r bilime t e m e l o l u ş t u r a n çağdaş m a t e m a tiksel d ü ş ü n c e y ö n t e m i P i t a g o r a s ' a çok şey b o r ç l u d u r . P i t a g o r a s yalnızca teorimi n e ilişkin ö r n e k l e r i s ı r a l a m a k l a k a l m a m ı ş , b i r şeyi genellikle m a t e m a t i k s e l o l a r a k k a n ı t l a m a n ı n y ö n t e m i n i bulmuştu. Düzenli ve u y u m l u , i n s a n zihninin k a v r a y a b i l e c e ğ i b i r evreni t a n ı m l a m a k üzere ('Kozmos» s ö z c ü ğ ü n ü k u l l a n a n ilk o olmuştur. İ y u n y a ' k - a r m çoğu, e v r e n i n t e m e l i n d e k i u y u m u n gözlem v e deneyle anlaşılabileceği k a r a ş ı n d a y d ı l a r ki, b u g ü n bilime e g e m e n y ö n t e m cTe b u d u r . B u n u n l a birlikte, P i t a g o r a s çok değişik b i r y ö n t e m k u l l a n m ı ş t ı r . Doğa yabalarının salt d ü ş ü n c e d e n ç ı k a r ı labileceği g ö r ü ş ü n ü b e n i m s e m i ş t i . P i t a g o r v e y a n d a ş l a r ı t e m e l de deneyimci değillerdi (*}. M a t e m a t i k ç i y d i l e r . Ve t a m a n l a m ı y Jİeyse ki, bunun bazı istisnaları vardı. M ü z i k oranlarına indirgeme istekleri

uyumlarını s a y ı

g ö z l e m e , h a t t a t e l l e r i n oynanma-

ktı dan çıkan sesler üzerindeki deneylere dayanır. Empedokles hiç olmazsa kısmen Pitagor'eu sayılır, P i t a g o r a s ' ı n Ö ğ r e n c i l e r i n den olan Alkmenon bir insan vücudunu k e s i p b i ç e r e k ü z e r i n d e inceLc-me yapan i'k

araştırmacıdır, A t a r d a m a r î a d a m a n ayırt e t -

ti: göz siniriyle, kulağın Östaki borusunu buîan ilk kişidir. Akim beyinde bulunduğunu anladı (bunu daha sonraları reddeden Aristo akim kalpte olduğunu söyledi ve bu fikri İsken deriye 'li Heröfilus yeniden canlandırdı). E m b r i y o l o j i b i l i m i n i n de ö n c ü l ü -

ğünü yaptı. Ne var ki, Alkmenon'un salt düşünceye değil de deneye bağlılığı Pitagor'cu arkadaşları tarafından sonraki dönemlerde destek görmemiştir. — 210 --


la mistiktiler. M a t e m a t i k t e kusursuz gerçeği bulduklarını, m a tematiğin tanrılar âleminin bir parçası olduğunu, dünyarmzmsa bu âlemin kusurlu bir yansıması olduğunu belirtirlerdi. Pitagor'cular, Platon'u, daha sonra da Hıristiyanlığı güçlü biçimde etkilemişlerdir. Birbiriyle çelişen görüş noktalarının serbest tartışma yoluyla düzeltilmesine Pitagor'cular iltifat etmezlerdi. Bunun yerine, t ü m katı görüşlü dinlerde olduğu gibi, yanlışları düzeltmeyi sağlayan e s n e k l i k t e n yoksundular. Çiçero şöyle d e r : T a r t ı ş ı r k e n iddiaya güç k a z a n d ı r m a k için otoriter davranışa ağjrlık verilmemelidir. Ç ü n k ü öğretmek iddiasında olanların otoriter davranışları, öğrenmek isteyenlerin Öğr e n m e l e r i n i engelleyen bir o r t a m y a r a t ı r . Ö ğ r e n m e k isteyenl e r i n bu d u r u m a düşürülmesi, onları kendi yargılarını kullanmaktan alıkoyar ve üstad olarak karşılarında bulunan kişinin her sözünü s o r u n u çözümleyici bir yargı olarak kabul ederler. D o ğ r u y u söylemek gerekirse, tartışma Sırasında bir savın gerekçesi s o r u l d u ğ u n d a , «Üstadımız böyle dedi,» şeklinde y a n ı t verdikleri söylenen Fitagor'cuların yöntemlerini k a b u l e t a r a f t a r değilim. «Üstadımız böyle dedi ı sözündeki «Üstad*dan kastettiklerinin Piıagoras olduğu biliniyor elbet. Yargısı önceden verilmiş bir düşünce demek, aklın desteğinden yoksun bir otorite k u r m a k demektir, P i t a g o r ' c u l a r k e n a r l a r ı n ı n t ü m ü ele birbirine eş o" m ü.; iv>y u t l u cisimlere t u t k u n d u l a r . K e n a r l a r ı altı k a r e d e n oh: ;..:•• k ü p bu cisimlerden en yalın biçimlisidir. Eşkenarlı çokgen ayı z denecek k a d a r çoktur, f a k a t eşkeııarlı cisim sayısı yalnızca beştir, H e r nedense, adına «dodekahedron» dedikleri ve her bir kenarı on iki beşgenden oluşan bir cisim, onlarca tehlikeli bir şekil sayılırdı. Mistik b i r bağlantı k u r a r a k bu cismin biçimini Kozmos'uııkine eş sanırlardı, Eşkenarlı Öteki dört cismi de, yine her nedense, o z a m a n l a r d ü n y a y ı o l u ş t u r d u ğ u n u sandıkları dört ana

— 211 —


öğeyle eş t u t a r l a r d ı ; bu d ö r t ana öğe t o p r a k , ateş, b a v a ve suydu. Beşinci eşkenarlı cisim, g ö k l e r â l e m i n i n öğesini o l u ş t u r d u ğ u k a b u l edilen b i r m a d d e y l e bir t u t u l u r d u . B i l g i d e n y o k s u n insanlara dodekahedroıı'dan söz açılması d o ğ r u değildi (*). T a m sayıları aşk d e r e cesinde s e v e n P i t a g o r ' c u lar, e v r e n d e k i her şeyin sayılar sayesinde anlaşılabileceğine inanıyorlardı, Pitagor'cularca küre «mükemmel» düzgünlükte b i r cisimdi. M ü k e m m e l s a y m a l a r ı n ı n nedeni, y ü z e y i n Soldan sağa doğru: Dört üçgen yüzlü cideki h e r n o k t a n ı n m e r k e z i sim {tetrahedron}; (tüp; sekiz üçgen yüzlü ne eş u z a k l ı k t a b u i u n m a s m cisim (oktahedron); yirmi yüzlü cisim d a n d ı . D a i r e şeklini d e m ü (ikosaJıcdron) Dünyayı simgeleyen kübiin kemmel bulurlardı. Pitaüstündeki on iki yüzlü cisim {dodekahedrort), Pitagor'cular tarafından Kozrnos'un g o r ' c u l a r g e z e g e n l e r i n daibiçimiyle eş tutulurdu. r e biçimi çizerek h e p a y n ı hızla d ö n d ü k l e r i n i İddia etmekteydiler. Gezegenlerin y ö r ü n g e l e r i n d e b a z e n hızlı, b a z e n y a vaş dönmelerini doğru b u l m u y o r l a r ve dairesel o l m a y a n d e v i nimi kusurlu sayıyorlardı. Pitagor'cu d ü ş ü n ü ş g e l e n e ğ i n i n y a n d a ş l a r ı n ı v e k a r ş ı t l a r ı n ı Kepler'in ö m ü r b o y u s ü r d ü r d ü ğ ü ç a l ı ş m a l a r ı n d a g ö r m e k m ü m k ü n d ü r . D u y u l a r ı n dışında k a l a n m ü k e m m e l v e m i s t i k b i r d ü n y a y a ilişkin Pitagor'cu görüş, K e p l e r ' i n ç a l ı ş m a l a r ı n d a ö n e m l i b i r yer aldığı gibi, Hıristiyanlığın öncüleri t a r a f ı n d a n da h e m e n

<*)

Hippasus adlı bir Pitagor' cu, dodekahedron'un, yani on iki beşkenarlı kürenin sırrını yaymıştı. Sonradan bir deniz kazasında öldüğünde, Pitagor'culann, Hİppasus'un cezalandırdığının adaletinden söz ettikleri biliniyor. - 2İ2

-


benimsenmişti. K e p l e r bir y a n d a n doğada m a t e m a t i k s e l u y u m ların h ü k ü m s ü r d ü ğ ü kanısındaydı, «Evrenin, u y u m l u orantılar ı n seçkin damgasını» taşıdığım, gezegenlerin devinimini basit sayısal orantıların saptaması gerektiğini söylemiştir. Öte yandan da, y i n e Pİtagor'cuların düşünce y o l u n u izleyerek, ancak dairesel ve t e k d ü z e yörünge deviniminin m ü m k ü n olabileceği f i k r i n i u z u n s ü r e beslemiştir. Gezegenlerin devinimlerini gözleyip de bu fikirle açıklayamadığını f a r k ettikçe, gözlemlerini tekr a r t e k r a r sınadı, ö t e k i Pitagor'culardan f a r k l ı olarak gerçek d ü n y a n ı n gözlemlenmesine ve d e n e y i m d e n geçirilmesine inanıy o r d u . B u n u n sonucu olarak, gezegenlerin devinimlerini anlaması, Kepler'i onların elips biçiminde bir y ö r ü n g e izledikleri düşüncesine yönelmeye zorladı. Böylece dairesel y ö r ü n g e fikrini t e r k etti. K e p l e r gezegenlerin devinimi konusunda Pitagor'culard a n hem esinlendi, hem de P i t a g o r öğretisinin çekiciliğine kapılarak çalışmalarında on yıldan fazla bir s ü r e geri kalmış oldu. D e n e y e karşı bir horgörü sarmıştı eski dünyayı. Platon astr o n o m l a r a düşüncelerinden gökleri eksik e t m e m e l e r i n i Öneriyor, a m a aynı z a m a n d a da onları, gökleri gözlemek suretiyle vakitlerini h e b a etmemeleri konusunda uyarıyordu. Aristo'nun kanısınca, «Düşük düzeydekiler, yapıları nedeniyle köledirler. Bunl a r ı n bir e f e n d i n i n e m r i altında b u l u n m a l a r ı kendileri için iyid i r . . . Köle, efendisinin h a y a t ı n ı n bir parçasıdır. Zanaatçı, efendinin h a y a t ı n ı n t a m bir parçası değildir. Ancak köleleştiği oranda işinde m ü k e m m e l l i ğ e erişir, A r a ç gereç kullananların köleliği ayrı ve özel bir nitelik taşımaktadır.» P l u t a r k da şöyle yazıy o r d u : «Eğer y a p ı l m ı ş bir iş sizi güzelliğiyle etkiliyorsa, bu demek değildir ki, bu işi yapan t a k d i r e layıktır.» Ksenofon da kanısını şöyle özetliyor: «Mekanik zanaatlar toplumda h o r l a m y o r ve haklı olarak kentlerimizde şerefli bir iş gözüyle bakılmıyor.» Bu t ü r t u t u m l a r ı n sonucu olarak, İyonya'lıların parlak ve u m u t v a a t edici deneysel yöntemleri iki b i n yıl süreyle çoğunlukla terk edildi. Deney olmadan, çelişen v a r s a y ı m l a r arasında bir seçme y a p m a , başka bir deyişle, bilim y a p m a olanağı y o k t u r . Pita— 213 —


gorcü'larm deney a l e y h t a r : t u t u m l a r ı n ı n izleri bugüne dek sürmüştür. Acaba ncdeıı? Deney aleyhtarlığı nereden kaynaklanıyor? Eski zamanlar biliminin gerileyicini açıklamak için bilim tarihçisi Benjamin Farrington şunları yazıyor: îyonya'ıım bilimine yol açan ticareti, aynı zamanda bir köle ekonomisine de yol açmıştır. Köleye sahip olmak zenginliğe vc iktidara g ö t ü r e n oldu. Polikrates m ü s t a h k e m mevkilerini kölelere yaptırmıştı. > * Perikles, Platon ve Aristo döneminin Atina'sı b ü y ü k bir köle . n ü f u s u n a sahipti. Atina'nın demokrasi diye cesaretle ö v ü n d ü ğ ü * $ ş e y , yalnızca ayrıcalıklı bir azınlık için sözkonusuydu. Kölelerin yaptıklar! işin özelliği kol işçiliğidir. Bilimsel deney de kol işçiki... ı girer. Böyle bir çabadaıısa köle sahipleri kendilerini uzak tutmaktaydılar. İşin garibi, bilim y a p m a k için zaman ayırabilendi 1er de kölelerin efendileriydi. Bazı toplumlarda kibar a n l a m ı n d a k i gsntlc», c-men» (insan) denilen gentlemeıı'lerdi köle saj hipleri. Vakit ayırabilen yalnızca köle sahipleri olduklarından, A v e u r l a r da kol işçiliği y a p m a d ı k l a r ı n d a n , h e m e n hiç k i m s e bilim yapma olanağım bulamadı. İyonya'lılar güzel araç gereçler Üretebilecek yetenekteydiler. F a k a t köleye sahip olma olanağı teknolojinin gelinmesini sağlayacak d ü r t ü y ü ortadan kaldırıyordu. Bu nedenle İyonya'daki b ü y ü k uyanışa (M.Ö. 600) y a r d ı m cı olan ticaret, kölelik k u r u m u yüzünden, iki yüzyıl sonra gerîleyişin nedeni olmuştur denebilir. T a r i h i n b ü y ü k cilvelerinden Vbiıi r;öz konusudur bu olgu da. B u r a benzer eğilimleri b ü t ü n d ü n y a d a gözlemek olasıdır. Çin'de dış etkiler olmadan beliren astronomi, 1280 yılında K u o Şu-çing'in çalışmalarıyla üst düzeye ulaştı. 1500 yıllık bir geçmişi olan gözlem bilgilerinden h a r e k e t eden bilgin, astronomi hesaplarında matematik yöntemle gözlem araçları geliştirmiştir. Ancak bu noktadan sonra Çin'de astronominin gerilediği k a b u l edilmektedir. N a t h a n Sivin bu gerileyişin nedenini bir ölçüde «seçkin tabakanın esnekliğini kaybedişinde» buluyor, «-Böylece okumuş kişiler tekniğe karşı ilgi d u y m u y o r ve bilimi k i b a r kişi-

214 --


lerin değer vereceği bir uğrağı olarak görmüyorlardı.» Astronom mesleği b a b a d a n oğula geçer bir d u r u m a dönüştü. Buysa konun u n gelişmesini k a m ç ı l a m a k t a n uzaktı. Ayrıca astronominin gelişmesi İ m p a r a t o r l u k S a r a y ı n ı n s o r u m l u l u k l a r ı n d a n sayılıyordu. S a r a y da bu görevi yabancıların eline vermişti. B u n l a r Cizvit papazlarıydı. Eüklid'i ve Koperuik'i Çinlilere tanıttıklarında, Çinlilerin ağzı açık kalmıştı. Kopernik'İn kitabını yasaklayan Çin yöneticileri, helyosantrik (dünyanın güneşin çevresinde döndüğü g ö r ü ş ü ) kozmolojinin y a y ı l m a m a s m d a çıkar görüyorlardı. H i n t , Maya ve Aztek uygarlıklarında bilim, l y o n y a ' d a k ı gerileyiş n e d e n i n d e n M a y a ve Aztek uygarlıklarında bilim, îyonya'd a k i gerileyiş nedeninden ö t ü r ü , başka bir deyişle, köle ekonom i s i n i n yayılmasıyla ölü doğmuştu. Çağımızın Üçüncü Dünya s o r u n l a r ı n d a n en önemlisi, o k u m u ş sınıfların zengin çocukları olması, b u n l a r ı n da s t a t ü k o n u n s ü r ü p gitmesinden çıkarları bulunması ve kol işçiliğine y a t k ı n olmadıktan başka alışılmış bilgi sınırlarını a ş m a k için m e y d a n o k u m a y a kalkışmamalarıdır. B i l i m i n kök salması çok yavaş gerçekleşiyor... P l a t o n ve Aristo köleli bir t o p l u m d a r a h a t h a y a t sürüyorlar, z u l ü m için b a h a n e l e r b u l u p ö n e r m e k t e n geri kalmıyorlardı. T i r a n l a r ı n emrindeydiler. V ü c u d u n zihinden soyutlanması öğretisiyle (köleli t o p l u m içinde oldukça doğal bir amaç) yanıp t u t u ş u y o r l a r d ı . Maddeyi düşünceden, y e r y ü z ü n ü gökten ayırdılar. B u n l a r , B a t ı düşüncesine iki bin yıl süreyle egemen olac a k «Ayrılıkçı» görüşlerdi. P l a t o n ' u n Demökritus'a ait t ü m kit a p l a r ı n yakılmasını önerdiği (Homeros'un kitapları için de benz e r ö n e r i l e r d e b u l u n m u ş t u r ) söylenir. B u n u n nedeni, Demokrİt u s ' u n ölümsüz r u h l a r a ya da ölümsüz t a n r ı l a r a veya P i t a g o r mistisizmine i n a n m a y ı ş ı olabileceği gibi, sonsuz sayıda dünyanın varlığına inanışı da olabilir. D e m o k r i t u s ' u n yazdığı söylen e n t ü m insanlık bilgisine ilişkin üç k i t a p t a n b i r tanesine bile r a s t l a n a m a m ı ş t ı r . O n u n hakkında t ü m bildiklerimiz bölük pörç ü k bilgi k ı r ı n t ı l a r ı n a d a y a n m a k t a d ı r . B u n l a r daha çok a h l a k a ilişkin yazdıkları olup ikinci el bilgilerdir. Anlatılara d a y a n m a k — 215 --


tadır çoğu. Aynı şey t ü m öteki îyonya'lı bilginler için de geçerlidir. Fitagoras'la P l a t o n ' u n Kozmos'un bilgi sınırları içine alınabileceği ve doğu gerçeklerinin sayılarla ifade edilebileceğine ilişkin fikirleri, bilimin gelişmesine yardımcı o l m u ş t u r . F a k a t bilimi sınırlı bir seçkin tabakaya özgü bir düşünce alanı olarak irmeleri, s u l a n bulandırıcı olayların örtbas edilmesini istemeİL'i'i, deney aleyhtarlığı, mistisizme kucak açışları ve köleli toplumların varlığını kolayca sineye çekmeleri, insanlığın b ü y ü k serüvenini kösteklemiş t ir. Bilimsel a r a ş t ı r m a araç gereçlerinin ç ü r ü m e y e bırakıldığı uzun bir mistik u y k u d a n sonra, bazı bulguları İskenderiye K ü t ü p h a n e s i bilginleri aracılığıyla aktarılmış o!;;n İycı.ya'hların büyük girişiminin örtüsü sonunda kaldırıldı. Batı dünyası yeniden uyandı. Deney ve açık a r a ş t ı r m a y e n i d e n saygınlık kazandı. U n u t u l m u ş kitaplar ve bilgi kırıntıları yenice--; ele alınıp okundu. Leonardo, Kristof Kolomb ve K o p e r nik, Y u n a n düşünce geleneğinden esinlendiler. Zamanımızda İ / a n y a bilimine benzer bilimsel çalışmaları oldukça çok yapıyoruz. (Siyaset ve din alanlarında değil). S e r b e s t a r a ş t ı r m a yöntemi de uyguluyoruz. F a k a t y i n e de şaşırtıcı batıl inançlar ve ahlak açısından m ü t h i ş çelişkiler karşısındayız. Eski z a m a n çelişki : n r ; ı ; yanılgılarına biz de düşüyoruz. Plato; 'cular ve onun fikirlerini s ü r d ü r e n H ı r i s t i y a n l a r şu garip saplantı içindeydiler: Y e r y ü z ü kötü b i r yer, g ö k y ü z ü y s e mükemmel ve tanrısal bir yerdir. Y e r y ü z ü n ü n b i r gezegen, biz insanların da evrenin sakinleri olduğumuz temel düşüncesi reddediliyor ya da görmezden geliniyordu. Bu düşünceyi, ilk e n e süren Aristarkus'iu. Aristarkus, Pitagoras'tan üç yüzyıl sonra Sisam adasında doğmuş bir bilgindi. İyonya'h bilginlerin sonuncusuydu. Artık o sıralar entellektüel aydınlık merkezi, b ü y ü k İskenderiye Kütüphanesi'ne kaymıştı. A r i s t a r k u s gezegen sisteminin merkezinde yeryüzünün değil Güneş'in b u l u n d u ğ u n u , t ü m gezegenlerin yeryüzü çevresinde değil Güneş'in çevresinde döndüklerini ilk olarak Öne sürmüştü. İlginçtir, bu konudaki kitap— 216 --


ları k a y ı p t ı r . Bir a y t u t u l m a s ı sırasında, A y ' m y ü z e y i n d e k i yerk ü r e gölgesinin b o y u t l a r ı n d a n G ü n e ş ' i n y e r y ü z ü n d e n daha büy ü k ve d a h a uzak olduğu k a n ı s ı n a v a r d ı . Belki o an G ü n e ş gibi k o c a m a n bir cismin y e r y ü z ü gibi k ü ç ü c ü k bir cisim çevresinde d ö n m e s i n i n a n l a m s ı z l ı ğ ı m k a v r a m ı ş t ı . Güneş'i m e r k e z e o t u r t t u , y e r y ü z ü n ü n g ü n d e b i r kez k e n d i ekseni ve yılda b i r G ü n e ş çevr e s i n d e d ö n d ü ğ ü n ü söyledi. A y n ı d ü ş ü n c e y i K o p e r ı ı i k a d ı y l a da özdeşleştiriyorıız. Galile, K o p e r ı ı i k için h e l y o s a n t r i k v a r s a y ı m ı n «onaylayıcısı ve canlandırıcısı» d e y i m i n i k u l l a n ı r . Yoksa onu bu keşfin sahibi kılm a z (*). A r i s t a r k u s ' u n d ö n e m i y l e K o p e r n i k ' i n dönemi a r a s ı n d a geçen 1800 yıl b o y u n c a g e z e g e n l e r i n doğru olarak dizilisini bilen çıkmadı. O y s a M.Ö. 250 y ı l ı n d a bu doğru olarak açıklanmıştı, A r i s t a r k u s ' u n o r t a y a a t t ı ğ ı fikir, çağdaşlarını çileden çıkardı. A n a k s a g o r a s ' a , B r u n o ' y a ve Galilea'ya karşı y ü k s e l e n sesler i n b e n z e r l e r i A r i s t a r k u s ' a karşı da y ü k s e l d i ve dinsizlikle suçl a n m a s ı istendi. A r ı ş l a r kus ve K o p e r n i k ' e karşı gösterilen direniş, G ü n e ş ' i n y e r k ü r e ç e v r e s i n d e d ö n d ü ğ ü g ö r ü ş ü g ü n l ü k yaşamımızda halen de sürmektedir. Hâlâ Güneş'in «doğduğundan, G ü n e ş ' i n «hatlığından» söz ederim. A r i s t a r k u s ' u n h e î y o s e n t r i z m f i k r i n i o r t a y a a t t ı ğ ı n d a n bu y a n a 2.200 yıl geçti ve kullandığımız dil h â l â y e r k ü r e m i z i n dönmediği y o l u n d a d ı r . Gezegenleri birbirinden (*)

ayıran

mesafe

yeryüzünden

V .-

Konernik, Aristarkus'u okuyarak b:ı :;onııc;t varmış ol ;l f' ılyaıı üniversitelerinde bıduncn son ki t ağlar bil'm ç.cvr '••••.r: : 1 büyük bir heyecan yarattı. Kopernik'in tıp okuluna - • et: tiğini gösteren bir elyazması kitabında Koperııik, Ar • •.-.."••'rn bıı düşünceyi Önceden ortaya attığını söyler Koperni': P.ıpa HT. Paul'e şunu yazmıştır: (-'Çieero'y3 göre Nicetas yery 1 m rı d'jndüğü öğretisini ortaya koymuştur... Plutark'a göre (ki Aristur kus'tan söz eder)... yeryüzünün döndüğü fikrini b; ka paylaşanlar da vardır... Biitün bunları okuduktan sonra ben de yeryüzünün hareket ettiği düşüncesine yer verdim.» —

217 --


nüs'e o)an uzakhlı 4Ü milyon kilometre, Pluto'yaysa 6 m i l y a r kilometre- Güneş'itı Peloponez k a d a r biiyiik olabileceği fikri karşıcında çileden çıkan Yunanlıların ağzını açık bırakırdı. Güneş sistemini daha dar bir çerçeve ve daha yerel olarak d ü ş ü n m e k doğaldı. Aristarkus yıldızların uzaklardaki güneşler oldukları yolunda bası kuşkular d u y m u ş ve Güneş'i sabit yıldızlar arasına koy mu m. Teleskopun icadından sonra Y'onan geometrisine da- a n a r a k yapıla® hesaplarla yıldızların nice ışık yılı uzaklarda bulunduğu XIX. yüzyılda a ulaşılabildi. Aristarkus dönemiyle H u y g e n s dönemi arasındaki z a m a n içinde, insanlar, çocukken m e r a k ettiğini bir s o r u n u n yanıtını vermişlerdir: Yıldızlar nedir? B u n u n yanıtı, yıldızların güçlü güneşier olduğu ve yıidızlararası uzayda nice ışık yılı uzaklıklarda bulunduklarıdır. Aristarkus'un bir.e bıraktığı b ü y ü k mirası ş u d u r : Ne bize, ne gezegenimize doğada ayrıcalık tanınmış değildir. Bu görüş, gezegenimizin yıldızlarla kıyaslamamda geçerli olduğr. kadar, insanlık ailesinin kişileri arasındaki çeşitli ilişkilerde de geçerlidir. Bu güriişün etkisiyle astronomide olduğu kadar, fizikte, biyolojide, antropolojide, ekonomide ve siyasette b ü y ü k ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu görüşün sosyal açıdan fazla y a y g ı n l a ş m a sı, aynı zamanda örtbas edilmesini hedef alan girişimlerin de nedenini oluşturuyor mu, diye s o r m a d a n e d e m i y o r u m . XVIII. yüzyıl sonlarında ingiltere K r a l ı III. George'un m ü ziklisi ve astronomu William Herschel, yıldızlı göklerin haritasını çıkardığında Samanyolu şeridinden h e r yöne doğru eşit sayıda yıldızın dağılmış olduğunu görerek y e r k ü r e m i z i n bu galaksinin tam ortasında bulunduğu sonucuna varır. Birinci D ü n ya Savaşından bir süre önce H a r l o w Shapley k ü r e s e l yıldız kümelerine uzaklığımızı ölçme tekniği geliştirmiştir, XX. yüzyıla gelinceye dek, astronomlar, Kozmos'ta yalnızca bir tek galaksi, Samanyolu Galaksisi var sanıyorlardı. Bu a r a d a Tbomas W r i g h t ile I m m a n u e l K a n t teleskopla yaptıkları incelemeler sonunda başka galaksilerin v a r o l d u ğ u n u sezmişlerdi, — 218 --


İnsanlar yaşadıkça Kozmos'daki yerimizi arayıp durduk. Tür ü m ü z ü n e m e k l e m e döneminde (atalarımız göklere avare avare bakarken) eski Y u n a n ' ı n îyonya'lı bilginleri t a r a f ı n d a n ve çağımızda sorulan sorudan kurlıılamıycruz: Neredeyiz? Bizler kimleriz? İnsanlardan çok galaksilerin bulunduğu bir evrenin ücra köşesindeki dağınık galaksiler kümesine dahil bir galaksinin sınırlarında, iki s a r m a l kol arasında kaybolmuş sırada bir gezegende yaşıyoruz. Kendimizi böyle bir perspektifte gözleyişimiz, göklerin nasıl olduğuna ilişkin olarak j-arattığımız zi'ıir.^1 modelleri sınama eğilimimizi cesaretle s ü r d ü r d ü ğ ü m ü z ü ortaya koyar. Sözkonusu modellere göre Güneş kıpkırmızı, sıcak bir taş, yıldızlar sema alevleri, S a m a n y o l u da Gecenin Belkemiği'dir. A r i s t g r k u s ' t a n g ü n ü m ü z e dek evreni a r a ş t ı r m a k üzere giriştiğimiz çabaların her biri bizi, Kozmos sahnesinin ortasındaki bir y e r d e n daha az Önemli bir yere itelemişt-ir. Bu alandaki yeni bulguları özümseyecek vakti insanoğlu henüz bulamadı. Bütün y e n i buluşlar, y e r k ü r e m i z i n eıı önemli, en merkezî ve en hayati yer olmasını isteyenler için üzüntü kaynağı olmaktadır. Ç ü n k ü e v r e n i n araştırılmasmdaki her yeni buluşu gezegenimiz için «tenzil-i rütbe» s a y m a k t a d ı r l a r . Ayrıcalığa ve en çok öneme m a z h a r gezegen s t a t ü s ü n d e olmayı bos y e r e İsteyenler, gelişmelerin getirdiği değişiklikleri sineye ç e k m e k zorundadırlar. N e r e d e yaşadığımızı b i l m e k için komşuların d u r u m u n u bilmek z o r u n l u d u r . Öteki komşularımızın d u r u m u n u bilmek, kendi dur u m u m u z a ışık tutacaktır. E ğ e r gezegenimizin önem ıınas. :: istiyorsak yapabileceğimiz ş u d u r : Sorularımızın cesareti ve yanıtlarının derinliğiyle gezegenimizi önemli kılabiliriz. K o z m i k yolculuğumuza, ilk önce, t ü r ü m ü z ü n emekleme dön e m i n d e o r t a y a atılmış bir soruyla başladık ve t ü r ü m ü z ü n her y e n i kuşağı bu soruyu y e n i d e n ve hiç de ekşitmemiş bir merakla sordu: Yıldızlar nedir? Araştırıp k e ş f e t m e k insanın İçinde varolan bir d u y g u d u r . Bu s o r u n u n peşine takılmış yolcular olarak işe başladık. Halen de bu yolun yolcularıyız. Kozmik O k y a n u sun kıyılarında biraz fazlaca oyalandık. Sonunda yıldızlara doğru yol a l m a y a hazırız. — 219 --


Bölüm VIII ZAMAN YE MEKÂN İÇİNDE YOLCULUKLAR Ölü bîr çocuktan daha uzun yaşamış kimse yoktur. Pieng Tsu çok küçük yaşta hayata gözlerini yumdu. Gök ve Yer benim kadar yaşlıdırlar ve bînbir şeyin hepsi bîr ve aynıdır. — Chuang Tzu, M.Ö. yaklaşık 300, Çin Yıldızları, geceden korkmayacak kadar içten seviyoruz. — Amatör iki astrqnomun mezartaşındaki yazı Yıldızlar, buz tutmuş efsaneleri yazıp çiziyor, gözlerimizin içinde. Sırlarını ele vermeyen uzayın parıltılı şarkılarının eşliğinde. — Hart Crane, Köprü — 221 —


G Ü N E Ş VE AY ÇOK U Z A Û I M I Z D A D I R . F a k a t çekim güçlerinin etkileri y e r y ü z ü n d e fark edilir. Kumsallar bize uzayı anımsatırlar. Hepsi de aşağı y u k a r ı birbirine benzer b ü y ü k l ü k teki ince kum taneleri, kayaların çağlar boyunca d u r m a d a n , sürtünmesinden, aşınıp yenmesinden ve yine Ay'la Güneş'in yarattığı dalgalar ve havanın aşındırmasından oluşmuşlardır. K u m sallar bize zamanı da anımsatmış olurlar. D ü n y a , insan t ü r ü n ü n belirmesinden çok daha eski zamanlara dayanır. Bir avuç kumda yaklaşık 10.000 kum tanesi vardır. Göğün açık olduğu bir gecede çıplak gözle görebildiğimiz yıldız sayıs ı n ı n d a h a çoktur bir avuç k u m d a k i taneler. A m a görebildiğimiz y 'dızlar, varolan yıldızların ancak k ü ç ü c ü k bir b ö l ü m ü d ü r . Geceleyin gördüklerimiz en yakın yıldızlardır. Oysa Kozmos Ölçü k a v r a m ı n ı aşan bir zenginliktedir; şöyle ki: Evrendeki yıldızlarm toplam sayısı yeryüzündeki t ü m kumsallardaki k u m tanelerinden daha çoktur, E: i astronomlarla astrologların göklerdeki yıldızlarla şekiller k u r m a y a çalışmalarına karşın, bir takım yıldız aslında y a kıştırmadan başka bir şey değildir. T a k ı m yıldızlar, gerçekte fersiz e!ru-:ları halde bize yakınlıkları nedeniyle p a r l a k gözüken ve Uzakta b u l u n m a l a r ı n a karşın gerçekten parlak olan yıldızlaı r, • belli bir çerçeve içine alır gibi bakılmasından doğan birtakım şekillerdir. Yerküremiz üzerindeki h e r yer, h e r h a n g i biı y v : : a t a m olarak aynı uzaklıktadır. Bu nedenle de h e r h a n gi bir takım yıldızdaki yıldızların o l u ş t u r d u ğ u şekiller, A s y a ' d a ayı c';r, Amerika'da da. H e r h a n g i bir t a k ı m yıldızdaki yıldızların hepsi de öylesine uzaktır ki, bizler y e r y ü z ü n d e oldukça onları aç boyutlu şekiller olarak g ö z ü m ü z ü n ö n ü n e getiremeyiz. Yıldızlar arasındaki ortalama uzaklık birkaç ışık yılıdır ve b i r ışık yılının da 10 trilyon kilometre olduğunu a n ı m s a y a l ı m . Takım yıldızların oluşturduğu şekillerin değiştiğini görebilmek için bu yıldızları birbirinden ayıran mesafeleri aşmalıyız. Ve ancak o durumda, yıldızların bazıları takım yıldız dışına, bazıları da içeriye kayıyor gibi olacak, böylece de çerçevenin g ö r ü n ü m ü değişecektir. —

222

--


Teknolojimiz şimdilik, öylesine uzak mesafeli yıldızlararası yolculuklar için yeterli değildir. Ya da şöyle diyelim: Belli bir yolculuk süresi İçinde bu mesafeleri a l m a y a yeterli değildir. Olabilir ki, önümüzdeki yüzyıllarda y e r y ü z ü n d e n hareket edecek bir uzay aracı, sözünü ettiğimiz b ü y ü k mesafeleri çok hızlı k a t edebilir ve böylece d a h a önce hiç kimsenin görmediği bir çerçevede başka bir takım yıldız biçimi yakıştırılabiUr. G ü n ü m ü z d e bilgisayara, yakınımızdaki t ü m yıldızların üç boyutlu d u r u m l a r ı n ı verebilir ve onları küçük bir yolculuğa çıkarabiliriz. Örneğin, bilgisayara B ü y ü k Ayı'yı o l u ş t u r a n parlak yıldızlar çevresinde tam bir tur atmasını emredebiliriz. Böylece t a k ı m yıldızının içinde göründüS o n iki ş e k i l , e ğ e r 1 5 0 ı(ik yılı glclerek ğü çerçevenin değişikliğe uğrau y g u n n o k t a l a r a varabilmeydik s a p t a y a c a ğımı ı görüntülerdir. yişmı izleyebiliriz. Yıldızları, «şu - noktaları - birleştir el: m» o y u n u n d a k i gibi göklerde yakıştırdığımız bir şekil İçine yerleştirebiliriz. F a k a t perspektifimiz değişince, g ö r ü n ü r d e k i takım yıldız biçimlerinin de değiştiğine tanık oluruz. T a k ı m yıldızların g ö r ü n ü m ü yalnızca uzayda (mekân içinde) değişmez, z a m a n içinde de değişikliğe u ğ r a r . Bir başka deyişle, biz k o n u m u m u z u değiştirince, g ö r ü n t ü l e r i değişmiş olmaz — 223


yalnızca; yeterince uzun bir süre bekleyebilsek yine değişir. Yıldızlar bazen bir g r u p ya da hevenk halinde hareket ederler; bazen de tek bir yıldız, gruptakilere oranla daha çabuk yol alır, Bu t ü r yıldızlar, sonunda, eski bir takım yıldızı t e r k e d i p yenisine katılırlar. P a z e n de çift yıldız sistemindeki üyelerden biri patlayarak, uzaydaki eşini bağlı tutan çekim zincirlerini koparır. O da eski. yörüngesel, hızıyla uzaya sıçrar. Gökte sajpanla fırlatılmış gibi bir yıldız görürsünüz o an. Birde yıldızların doğup gelişme ve ölme d u r u m l a r ı vardır. Yeterince uzun bir süre bekleyebilecek olsak, o dönem içinde yeni yıldızlar belirecek ve eskileri kaybolup gideceklerdir. Gökteki şekiller yavaş yavaş birbirine karışarak değişirler. İnsan t ü r ü n ü n yaşamı boyunca bile (birkaç milyon yıl) takım yıldızlar değişmişlerdir. Örneğin, B ü y ü k A y ı ' m n b u g ü n k ü g ö r ü n ü m ü n e bir göz atalım. Bilgisayarlarımız bizi m e k â n ve zaman olarak b u g ü n d e n alıp başka günlere götürebilir. Yıldızların devinimlerini hesaba katarak, bilgisayarımız bizi eski zamanlara doğru götürünce, bir milyon yıl önceki B ü y ü k Ayı şeklinin ayrı g ö r ü n ü m d e olduğunu anlarız. O tarihlerde B ü y ü k Ayı'mn biçimi bir oku andırıyordu. Bir z a m a n - makinesi sizi birden çok eski devirlere g ö t ü r ü p bırakacak olsa, B ü y ü k Ayı'nın o zamanki biçiminden hangi donemde yaşadığınızı anlardınız: Orta Pleistosen Çağında. Bir takım yıldızın ilerki zamanlarda alacağı g ö r ü n ü m ü n b i çimini de bilgisayardan sorabiliriz, ö r n e ğ i n , Aslan t a k ı m yıldızını (burcu) ele alalım, ö n ü m ü z d e k i bir milyon yıl içinde, Aslan Burcu şimdikinden daha az aslana benzeyecektir. İlerki k u ş a k lar Aslan Burcu'na Radyo - Teleskop Burcu diyebilirler. Bu arada, bir milyon yıla k a d a r radyo - teleskopun da modası çoktan geçmiş bir aygıt olarak eski eşyalar arasında yer almasından endişe ettiğimi söylemeliyim. Güneş'e komşu bölgede, yani uzayda Güneş'in y a k ı n çevresinde, en yakın yıldız sistemi b u l u n m a k t a d ı r : Alfa K e n t a u r u s . Aslında üçlü bir yıldız sistemidir. K e n t a u r u s t a k ı m yıldızı. İ k i — 224 —


ı.ooo.ouo yıl 6nteki üüruk Ayı Güniimiu deki Astan Burcu

5 «1.0 00 yıl ttncodl Siıyıik Ayı

£fl fitim [ir aotti Büyün Ayı Bilgisayarın ürettiği Büyük Ayı'nın laman içindeki görintülcrî.

Atlan takım yıldızının 1.000.000 yıl son ra alacalı jekîl.

yıldız b i r b i r i n i n ç e v r e s i n d e dolanır, ü ç ü n c ü s ü d e P r o k s İ m a K e n t a n r u s , b u ç i f t i n ç e v r e s i n d e , b i r a z mesafeU bir y ö r ü n g e d e dolaşır. K e n t e a u r u s ' l a r m {*) P r o k s i m a ' s ı (proksima en y a k ı n dem e k t i r ) a d ı n d a n d a anlaşılacağı ü z e r e G ü n e ş ' e e n y a k ı n olanıdır. B i z i m G ü n e ş ' i m i z i n y a p a y a l n ı z l ı ğ ı anlaşılmaz bir şeydir. T a k ı m y ı l d ı z ı n eıı çok p a r l a y a n İkinci yıldızı Andromeda ( B e t a A n d r o m e d a adını t a ş ı r ) y e t m i ş b e ş ışık yılı u z a k l a r d a d ı r . O n u g ö r m e m i z i m ü m k ü n kılan ışık, yıldızlarası karanlıkları

(*)

Başı insan, gövdesi at olan mitolojik yaratıklar. — 225 —

Kozmos : P. 15


aşıp yeryüzüne gelinceye dek yetmiş beş yıl geçmiş demektir. Diyelim ki (olmaz ya!). Beta Andromeda geçtiğimiz h a f t a infilak ct'.i. Bizim bu önemli olaydan yetmiş beş yıl haberimiz olmaz. Bu yıldızı görmemize olanak veren ışık uzun yolculuğuna başladığı sırada genç Albeni Einstein y e r y ü z ü n d e Görecelik (Rötetivitej K u r a m ı n ı yayınlamıştı. Einstein o sıralarda İsviçre P a tent Bürosunda bir m e m u r olarak çalışıyordu. Uzay (mekân) ve zaman iç içe girmiş d u r u m d a d ı r ; z a m a n ki . m: olmaksızın mekânı, m e k â n k a v r a m ı olmaksızın zamanı kav uyumayız. Işık çok hızlı yol alır. F a k a t uzay çok boştur \v yıldı::lari£ aralarındaki mesafe b ü y ü k t ü r . Yetmiş beş ışık yılı gibi uzaklıklar, astronomi alanında çok k ü ç ü k t ü r . Güneş'ten Sam..'.yo!ünun merkezine olan mesafe 30.000 ışık yıldır. Bizim ga!.... .;,izden M31 adını alan ve yine Andromeda t a k ı m yıldızın? a bulunan en yakın sarmal galaksi 2.000.000 ışık yılı uzaklık••;' Bugün g ö r d ü ğ ü m ü z MSİ'den gelen ışık o z a m a n l a r hare•,".i.. :.de, y e r y ü z ü n d e insan t ü r ü h e n ü z yoktu. Atalarımız bugün kazandıkları şekle yeni yeııi düşüyorlardı. Bu denli ziikı. n gelen ışığı b u g ü n görebilmemizin nedeni, b u n u n k a y J;ri!i y e r k ü r e m i z ve S a m a n y o l ü ı ı u n oluşmasından önce v a r olmuş bulunmasmdarıdır. Bu urum yalnızca astronomi alanının cisimlerine özgü değildir. Bİr odanın içinde üç m e t r e ötedeki bir arkadaşınıza bakıyorsanız. bu arkadaşımızı «şu andaki» haliyle görüyor değilsiniz. Saniyenin yüz milyonda birine eş zaman önceki d u r u m u n u görüyorsunuz. Buna, isterseniz, bir mikrosaniyenin y ü z d e biri de diyebilirsiniz. Bunun hesabı şöyledir : (3 m) / (3 x 1 0 ' m / saniye) = 1 / (10 v saniye) - 1Q-S Bu hesapta yaptığımız, uzaklığı hıza bölüp a r a d a geçen zamanı bulmaktan ibarettir. Ne var ki, «şu andaki» arkadaşınızın görüntüsüyle saniyenin yüz milyonda birine eş z a m a n önceki görüntüsü arasındaki fark o k a d a r k ü ç ü k t ü r ki, f a r k edilemez. Oysa sekiz milyar ışık yılı uzaktaki bir «kuasar»a baktığınız zaman, onun sekiz milyar ışık yılı Önceki d u r u m u n u g ö r ü y o r ol— 226 --


manız Önemli f a r k yapar. (Kuasar'ları galaksillerin yalnızea erken tarihlerinde görülmesi olası patlama olguları kabul edenler vardır. Bıı takdirde, bir galaksi ne denli uzaksa, o denli e r k e n tarihini izlemekteyiz demektir. Ve o denli de tam olarak kuasar görme olasılığı vardır. Nitekim on beş milyar ışık yıllık mesafelerden d a h a uzaklara baktığımızda k u a s a r l a r m sayısı a r t m a k tadır.) Yıldızlararası gezilere çıkmış olan iki adet Voyager uzay gemisi, ışık hızının on binde birine eşit süratle ilerlemektedirler şimdi. En yakın yıldıza 40.000 yılda varabilirler. Yeryüzünden kalkıp da hiç olmazsa K e n t a u r u s Proksima'ya u y g u n süre içinde gitme u m u d u besleyebilir miyiz acaba? Işık hızına yaklaşabilecek miyiz dersiniz? Işık hızıyla ilgili giz nedir? G ü n ü n birinde ışıktan hızlı yolculuk edebilir miyiz? 1890 yıllarında İtalya'nın güzel Toskana kırlarında dolaşıy o r olsaydınız, okuldan atılmış, uzun saçlı bîr gencin Pavia yol u n d a ilerlemekte olduğunu g ö r ü r d ü n ü z . Almanya'daki öğretm e n l e r i ona a d a m olamayacağını, sorduğu soruların sınıf disiplinini b o z d u ğ u n u , okulu bıraksa daha iyi edeceğini söylemişlerdi. Böylece okulu bırakan genç, Toskana kırlarının güzellikler i n d e dolaşırken, zihninde sınıfta d ü ş ü n m e y e zorlandığı konul a r d a n başka sorunlara y a n ı t l a r a r a m a y a koyuldu. Bu gencin adı A l b e r t Einstein'di ve zihninde yanıt aradığı sorunlar dünyayı değiştirdi. Einstein People's Book of N a t u r a l Science (Doğa Bilim: El K i t a b ı ) adını taşıyan Bernstein'iıı kitabına h a y r a n kalmıştı. I :ıha ilk sayfasında tellerden geçen elektriğin ve uzayda: .. .;• n ışığın k o r k u n ç hızını a n l a t a n ve bilimi halka s u n m a y ı ;ı [ilaçlay a n bu kitap Einstein'i çok etkiledi. Bir ışık dalgası : eı.ııde yolculuk edince dünya nasıl g ö r ü n ü r , sorusu zihnini kurcalamaya başladı. Işık hızıyla yolculuk ha! G ü n e ş ışığının güzellikleri arasında İ t a l y a ' n ı n kırlarında dolaşan bir gencin aklına gelebilecek ne güzel ve gizemli bir soru... Işık dalgası üzerinde yolculuk etseniz, hız k a v r a m ı n ı kaybedeceğinizden ışık dalgası üze— 227 --


rinde olduğunuzu bilemezsiniz. Işık hızıyla giderken g a r i p bir şey olur insana. Einstein bu t ü r sorunlar üzerinde k a f a yordukça, bu sorunlar dünya için daha da önem kazandı. Işık hızıyla yolculuk halinde birçok çelişkili d u r u m çıkardı ortaya. Bazı fikirler, düşünce süzgecinden yeterince incelenmeden geçirildiğinden gerçek gibi kabul edilmişti. Örneğin, iki olayın eşzamanlı olduğunu söylemekle neyi kastediyoruz acaba? F4>C

l

Bisiklete binmiş olarak size doğru geldiğimi d ü ş ü n ü n . B i r kavşağa yaklaşırken bir at a r a basıyla çarpışıyormuşum gibi geliyor bana. Direksiyon kırıp çiğnenmekten zor k u r t u l u y o r u m .

ç—»

Gözlemci yol k a v a ğ ı n ı n g ü n e y i n d e b u l u nuyor Kuîcyden jjtlen bisikletli çizgi o k la gösterilen hızla ilerliyor. Bisikletlitlcn yansıyan « d a h a hızlı y o l i l a n ı ş ı k n o k talı çizgiyle g ö s t e r i l m i ş t i r . K a v ş a ğ a batıdan yaklaşan »robanın h n ı çizgi okla, güneye dugru y a n s ı y a n g ı g ı n ı n t ı n ı n o k t a l ı ç i l g i y l e belirtiliyor. E ğ e r g ö z l e m c i y e y a k l a ş a n bisikletlinin hızını ışık h ı r ı n a e l d e y*bil ş e y d i k , bisikletliden yansıyan ı ^ k a r a b a d a n y a n s ı y a n ışıktan ce varacak ve bisikletliyle a r a b a c ı y a çarp ı ş a c a k gibi g ö r ü n e n d u r u m , görlemci tar a f ı n d a n d e ğ d i k b i ç i m d e algılanacaktı. Oysa d e n e y l e r . b ö y l e b ı d u r u m u n olmadığını g ö s t e r m i ş t i r B u n d a n da çıkan sohızı h a r e k e t e d e n bağımsızdır.

(Bzlemciyt

ün.

nuç şudur: tşığın mim bizindin

cis-

Şimdi bu olayı y e n i d e n d ü ş ü nün. T u t u n ki, atlı a r a b a ve bisiklet ışık hızına y a k ı n bir süratle ilerliyorlar. E ğ e r siz y o l u n aşağı kısmında seyirci olarak hareketsiz duruyorsanız, a r a b a görüş çizginize göre dik açı içersinde ilerliyor olacaktır. Siz, beni, y a n s ı y a n ışık nedeniyle, size doğru ilerliyor göreceksiniz. Beki, b e n i m y a p t ı ğ ı m sürat, ışık hızına eklenmeyecek midir ki, böylece, g ö r ü n t ü m , size a r a b a nın g ö r ü n t ü s ü n d e n bir hayli daha e r k e n ulaşsın? B e n i m direksiyon kırdığımı, a r a b a n ı n gelişinden Önce görmeniz g e r e k m e z mı? Ben ve atlı araba kavşağa, benim görüş açımdan eşza— 228 --


m a n i i olarak v a r ı r da, size göre v a r m a z mı? Bana arabayla çcırpışıyormuşum gibi gelirken, siz beni önümde hiçbir engel bulunmadığı halde direksiyon kırıp caddede keyiflice pedal çevirdiğimi görüyor olamaz mısın? B u n l a r ilginç ve kılı kırk y a r a n sorulardır. Herkesin olağan kabul ettiği şeyi değiştirmeye yöneliktirler. Bu sorunları Einstein'den Önce hiç kimsenin ele almayışının nedeni vardır. Einstein bu basit sorulardan hareket ederek d ü n y a n ı n yeniden ve yeni biçimde algılanmasına yol açmış, fizikte devrim yaratmıştır. D ü n y a y ı t a m olarak anlamamız ve y ü k s e k hızla ilerlerken o r t a y a çıkan mantıksal çelişkileri gidermemiz gerekiyorsa, «Doğ a n ı n Emirnamesi» adını verebileceğimiz bazı kurallar vardır ki, b u n l a r a u y m a k zorunludur. Einstein, işte bu kuralları yasa haline getirmiş ve Görecelik (Rölativite) (izafiyet) k u r a m ı adını vermiştir. Bir cisimden yansıyan ya da kaynaklanan ışık, o cisim ister h a r e k e t etsin ister dursun, aynı hızda ilerler : K e n d i hızını ışığm hızına asla eklemeyeceksin. Aynı zamanda hiçbir maddesel cisim ışıktan daha hızlı ilerleyemez: Işık hızıyla ya da ışık h ı z ı n d a n süratli gitmeyeceksin. Fizik kuralları sizin ışık hızının %99,99'u k a d a r s ü r a t yapmanızı engellemez. B u r a y a kadar t a m a m . F a k a t ne denli çaba gösterirseniz gösterin %100'e varamazsınız. D ü n y a m ı z ı n bir sağlam temel ü s t ü n e o t u r t u l m u ş olması için, kozmik bir sürat sınırlaması tanınmıştır. Yoksa hareket eden bir p l a t f o r m sayesinde ışığnı hızından fazla olmak üzere istediğiniz s ü r a t e erişebilirdiniz. XTX. yüzyılın bitimine doğru A v r u p a l ı l a r üstünlük ı da ayrıcalık açısından kıyaslamalarda bazı d a y a n a k noktalarına güveniyorlardı. Alman veya Fransız ya da ingiliz k ü l t ü r ve siyasi örgütlenişinin başka ülkedekilerden daha iyi olduğu i n a n ç l ı d a y dılar. A v r u p a l ı l a r ı n üstün olduklarına inanırlar ve bunların söm ü r g e haline getirdikleri yerlerdeki insanların talihli olduklarını sanırlardı. Aristarkus'un ve K o p e r n i k ' i n fikirlerinin sosyal ve siyasal alanlardaki uygulaması, ya redde uğrardı ya da aldırm a z l ı k t a n gelinirdi, Genç Einstein fizikte olduğu kadar siya. _ 229 -


sette de ayrıcalık ve üstünlük görüşüne karşı gelmiş biridir. Yıldızların vızır vızır her yöne gidip geldikleri bir evrende «duran» hiçbir şey yoktur ki, belli bir sabit dayanak noktası alınsın Dolayısıyla da belli bir çerçevedekileriıı başka çerçevedekilere üstünlük taslamaları diye bir şey olamaz. Einsteiıı'in görecelik (rölativite) (izafiyet) sözcüğünden anladığı b u d u r . Bu kuramın tuzakları var gibi g ö r ü n ü r s e de, aslında fikir çok açık seçik olarak o r t a d a d ı r : Evreni izlerken, izlemek için k u r u l a n her gözlem yeri, Öteki gözlem yeri k a d a r iyidir. Doğanın yasalarım kim açıklarsa açıklasın herkes için aynıdır. Eğer bu doğruysa -ki Kozmos'd akı yerimizin ayrıcalıklı olduğunu d ü ş ü n m e k şaşılası bir d u r u m d u r - bunun sonucu olarak lıjç kimsenin ışıktan d ıha hızlı gidemeyeceği de doğrudur. B:r kırbacın şaklayışmı duyarız, çünkü kırbacın ucu ses hızın su daha süratli hareket eder ve böylece bir şok dalgası, küçük bir sonik patlama y a r a t ı r . Gök gürlemesinde de benzer bir d u r u m sözkonusudur. Bir z a m a n l a r uçakların ses hızından daha çok sürat yapamayacakları sanılırdı. Bugünse sesten hızlı giden uçakların sayısı oldukça çoktur. F a k a t ışık hızı sınırlamadı. ses hızından ayrı bir şeydir. Sesten hızlı u ç a k t a s o r u n m ü hendislik s o r u n u d u r ve bu mühendislik s o r u n u çözümlendikten son: a sesten hızlı yolculuk yapılabilmektedir, F a k a t ışık hızı sorunu, yerçekimi gibi, Doğa Yasasının temelinde y a t a n bir konudur. Ses maddi bir ortam aracılığıyla, genellikle h a v a aracılığıyla yayılır. Bir arkadaşınız konuştuğunda Size ulaşan ses dalgası. havadaki moleküllerin hareketidir, Işıksa bir boşlukta yol alır. Bu nedenle eşzamanlılık sorunları sese uygulandığı gibi ışığa uygulanamaz. Güneş'in ışığı bize aradaki boşlukları aşarak ulaşır. F a k a t ne kadar kulak kabartırsak k a b a r t a l ı m g ü n e ş patlamalarını duyamayız. Einstein'in Görecelik K u r a m ı n d a n Önceki dönemlerde ışığın özel bir ortam aracılığıyla ulaştığı sanılırdı. Tüm uzayı kapladığı sanılan bu ortama «Işık saçıcı» adı verilirdi. Michelson - Morley deneyi böyle bir o r t a m ı n var olmadığını — 230 —


ortaya çıkardı. Gcorge Gamovv'un deneyine d a y a n a r a k , ışığın gerçek hızı olan saniyede 200.000 k m . süratte değil de saatte 40 km. lıızla ilerlediği bir yer düşünelim. Bir motosiklet üzerinde olduğuuuz halde ışık hızına yaklaştığınızı düşünün. (Görecelik K u r a m ı «Tutun kİ...» «Düşünün ki...» deyimleriyle doludur. Einstein bu nedenle Almanca olan G e d a n k c n e x p e r i m e n t -düşünce a n t r e n manı- sözcüğünü kullanmıştır.) Süratiniz arttıkça, geride bıraktığınız cisimlerin kenarlarını önünüzde görmeye başlarsınız. Işık s ü r a t i n e yakın bir hızla giderken, dünya, sizin açınızdan, çok g a r i p bir hal a n r ; sonuçta herşey sıkışıp k ü ç ü c ü k dairesel p e n c e r e y e dönüşür. Olduğu yerde duran bir gö;:iemci açısından, sizden y a n s ı y a n ışık siz uzaklaşırken, k:rmi2. aşır, yaklaşırken mavileşir. Eğer gözlemciye doğru ışık süratine yakın bir hızla yolculuk ediyorsanız, renkli bir ışına b ü r ü n m ü ş bir gölge olursunuz; n o r m a l olarak gözle farkedilmeyen kızılötesi ışın saçışınız, gözle görülebilen daha kısa dalga boylarına dönüşür. H a r e k e t ettiğiniz yünde pres altında yoğunlaşmış gibi kütleniz art a r ve geçirdiğiniz deneyim nedeniyle, zaman yavaşlar. Işık sür a t i n e y a k ı n b i r hızla yolculuk e t m e n i n verdiği soluk kesici deneyim, z a m a n genleşmesi y a p a r . Bu garip ve özel görecelik y a r a t a n şaşırtıcı öngörü, bil.m alanında her şeyin doğru olduğunu açıklamaktadır. H e r şey sizin göreceli deviniminize bağlıdır. Ne var ki, b u n l a r doğrudurlar ve göze hitap eden hayali d u r u m l a r değildir. Bu, basit bir m a t e m a t i k işlemle, daha doğrusu cebir dersinin ilk yılını tamamlamış herkese cebir işlemiyle anlatılabiiir. A y n ı zamanda, birçok deneye de uygun d ü ş m e k t e d i r , l/çokl a r d a b u l u n d u r u l a n ve zamanı göstermede çok hassas saatler, olağan saatlere oranla birazcık geri kalır. N ü k l e e r hızlandırıcılar, hızın a r t m a s ı y l a k ü t l e n i n b ü y ü m e s i n e olanak tanıyacak biçimde yapılmışlardır; e ğ e r bu a y g ı t l a r bu biçimde yapılmasalardı, hızlandırılmış zerreciklerin t ü m ü aygıtın çeperlerine çarparlardı. B u n u n sonucu olarak nükleer fizik deneyleri alanında —

231


fazla bir şey yapılamazdı. S ü r a t i veren, katedilen m e s a f e n i n zamana bölünüşüdür. Işık süratine yakın bir hıza başkaca sür a t ekleyemeyeceğimi ze göre (oysa g ü n l ü k yaşamımızda yaptığımız hızları birbirine eklemek olasıdır) sizin görece devinimizden bağımsız olarak geleneksel m u t l a k m e k â n ve z a m a n k a v r a m ları terk edilmelidir. Mekânın büzülmesi ve zamanın genleşmesinden anladığımız b u d u r . Işık hızıyla yolculuk eden kişinin yaşla n m a m a s ı m n nedeni de bu ilkede y a t m a k t a d ı r . Mühendislik açısından ışığın hızına eş s ü r a t t e giden araçlar y a p m a k acaba m ü m k ü n m ü d ü r ? İtalya'nın Toskana vilayeti yalnızca genç Einstein'in vaktini geçirdiği bir yer değildir. Toskana tepelerine t ı r m a n ı p oradan bir k a r t a l gibi düzlükleri seyreyleyen biri daha yaşamıştı 400 yıl k a d a r ö n c e : L e o n a r d o ' d a Vinci. L e o n a r d o ' n u n resim, heykeİtraşlık, anatomi, jeoloji, doğa tarihi ve sivil ya da askeri mühendislik alanlarındaki ilgi ve çalışmalarından başka kendini kaptırdığı bir alan daha v a r d ı r : insanın uçabileceği bir araç yapmak. Bu konuda resimler çizdi, modeller yaptı, t a m boy prototipler üretti, f a k a t hiçbiri de işlemedi, O t a r i h l e r d e yeterince güçlü ve hafif bir m o t o r yoktu. Ne var ki, çizimler m ü t h i ş t i . E ' ..onraki kuşakların bu alandaki cesaretine hız verdi. Leonardo da Vinci'nin başarısızlık nedeniyle moralinin bozulduğu olurdu. Fakat kabahat o n u n değildi. XV. yüzyıl onu k a p a n ı n a kısmıştı. Leonardo da Vinci'nin başına gelen bu d u r u m u n benzeri 1939 yılında bir g r u p İngiliz m ü h e n d i s i n i n başına da geldi. İnsanları Ay'a götürecek bir araç çizdiler. Gezegenlerarası İngiliz Derneği'nin mensupları. 1939 yılının teknolojisiyle çizmişlerdi bu aracı. 30 yıl sonra Ay'a insan g ö n d e r m e işlevini yerine getiren Apollo uzay aracının a y n ı olmadığı kesindi 1939 yılının gezegenlerarası gemisi. F a k a t g ü n ü n birinde Ay'a yolculuğun m ü hendislik açısından m ü m k ü n olabileceği düşüncesini h a r e k e t e geçirdi. Bugün de insanları yıldızlara g ö t ü r m e y e y a r a y a c a k uzay — 232 --


araçlarının öncüleri üzerinde çalışılmaktadır. Bu araçların hiçbiri de y e r y ü z ü n d e n direkt uçuşla yıldızlara v a r m a kapasitesinde değil. D ü n y a çevresindeki yörüngesinden yıldızlara fırlatılm a k üzere geliştiriliyorlar. Araç hızının ışık hızına yakın olacağı yıldızlararası süratli araçlar y a p ı m ı belki gelecek yüzyılın amacı değil. Ama bin ya da on bin yıl sonrasının amacı. Ne var ki, ilke olarak böyle bir araç geliştirmek olasıdır. Yıldızlara yolculuğa henüz hazır değiliz. Yüz ya da iki yüzyıla k a d a r güneş sistemi tümüyle keşfedildiğinde, biz de kendi gezegenimize yeni bir çekidüzen veririz. O zaman yıldızlara gidecek istek, kaynaklar ve teknolojiye sahip olacağız. Uzak mesafelerde bazıları bizimkine çok benzer, bazıları da çok değişik başka gezegen sistemlerini inceleyeceğiz. Hangi yıldızın ziyaret edilmesi gerektiğini bileceğiz. Thales'in, Aristarkus 1 un, Leonardo'nun, Einstein'in çocukları o zaman ışık yılı evrenini dolaşacaklar. K a ç gezegen sisteminin varolduğunu henüz kesinlikle bilmiyoruz. Sayısının bir hayli kalabalık olduğu sanılıyor. Bizim h e m e n yakınımızda bir değil, birkaç gezegen sistemi v a r : J ü piter, S a t ü r n ve U r a n ü s ' ü n her birinin bir gezegen sistemi bul u n u y o r . B u n l a r boyutları ve Ay'larıyla olan mesafeleri bakımınd a n Güneş çevresindeki gezegenlere benziyorlar. Kütleleri birb i r i n d e n f a r k l ı olan çift yıldızlara ilişkin istatistiklerin y sygmlaştırılması, G ü n e ş gibi yapayalnız yıldızların hepsinin arkadaş -gezegenleri b u l u n d u ğ u n u gösteriyor. H e n ü z d o ğ r u d a n doğruya görememekteyiz başka 1 ichzlann gezegenlerini. B u n l a r kendi bölgesel güneşlerinin ışığı dtırıda b i r e r parıltılı n o k t a c ı k t a n ibarettir. F a k a t görülmeyen bir gezeg e n i n gizleyebildiğimiz bir yıldız üzerindeki çekim etkisini sapt a m a aşamasına geldik. Yıldızlar çevresindeki gezegenlerin varlığını saptamaya yar a y a n başka y ö n t e m l e r l e birlikte ö n ü m ü z d e k i on yıllarda bize en y a k ı n yüz yıldızdan hangilerinin a r k a d a ş - gezegenleri bulun— 233 --


duğu nu ödenebileceğiz. Bu yeni yön teinlerden biriyle yıldızın çıkardığı ve parlaklığının görmeyi engellediği ışığın yapay olarak giderilmesi söz konusudur. Uzay teleskopunun önüne ışığı a ,m bir disk konulabileceği gibi, Ay'ın karanlık ucunu da böyle bir disk yerine k u l l a n m a k m ü m k ü n d ü r . Böylcce gezegende:! gelen yansımış ışık, yakınındaki güneşin parlaklığı altında 'iğulmadığından b e l i r t i l m e k t e d i r . Son yıllarda kızılötesi gözlemler yakınımızdaki yıldızlardan bazılarında disk biçimli gaz ve toz bulutlarını belirlemiştir ki, bunlar gezegen müjdecisi olabilir. Bu a r a d a k u r a m s a l bazı çalışıl :1ar. gezegen sistemlerinin galaksilerde olağan bir d u r u m olduğunu belirtiyorlar. Galaksilerde keşfedilmeyi bekleşen belki de yüz milyarca gezegen sistemi vardır. Bu d ü n y a l a r d a n bir tanesi bile y e r k ü r e m i z i n ayııı olmayac k;n belki de. Bazıları konuk barındırabilir olacak. Bazılarıysa koni vtv olmayacaktır. Kimisi de insana kalp ağrıları verece! güzellikler sergileyebilecektir. Bazılarında g ü n d ü z vakti nio: güneşler görülecek, gecelerinde aylar çıkacak. Ya da bir u f u k ıp.ıı doğup öteki u f u k t a batacak b ü y ü k halka sistemleri be lireerktir. Bazı gezegenler, Ay'larının yakınlığı nedeniyle göklerdi pnıl pırıl yanacaktır. Bazıları gaz b u l u t u n d a n oluşacak, bir zamanla; varolan ve şimdi artık olmayan bir yıldızın kalıntısı olarak. Uzak ve egzotik t a k ı m yıldızlarla dolu b ü t ü n bu göklerde soğuk bir sarı yıldız olacak -çıplak gözle belki görülebilen, belki de ancak teleskopla f a r k edilebilen. Bu yıldız, b ü y ü k Samanyolu'nun küçücük b i r b ö l ü m ü n ü incelemek iİ2ere yıldızlararası taşıt filosunun k u r u l u p yolculuğa çıkarıldığı bir liman olarak kullanılabilecektir. Mekân ve zaman konularının iç içe olduğunu d a h a önce söylemiştik. Dünyalar ve yıldızlar, insan misali, doğar, yaşar ve ölürler. Bir insanın ömrü on yıllarla ölçülür, Güneş'in ö m r ü yüz milyonlarca kez daha u z u n d u r . Yıldızlara oranla t ü m yaşamı bir güncük süren mayıs sineği gibiyiz. M a y ı s sineğinin gözünde insanlar sağlam yapılı, cüsseli, yerinden oynatılmaz, — 234 --


ııe iş yaptığı belli olmayan yaratıklarız. Bir yıldız açısından insan uzakça ve silikatla demir yapılı egzotik ve soğuk bir kürenin yüzeyinde bir varmış - bir yokmuş örneği gelip geçen bir şeraredir. B ü t ü n o d ü n y a l a r d a kendi geleceklerini belirleyecek olaylar ve gelişmeler yer almaktadır. Ve bizim küçücük gezegenimizde, 2500 yıl Önce îyonya'lıların mistiklerle karşı karşıya gelmeleri k a d a r önemli bir tarihi yol kavşağında bulunuyoruz. Tar i h i n bu döneminde yapacaklarımız yüzyıllarca etkisini sürdürecek ve gelecek kuşakların yıldızlar arasında bir rol oynamaları m u k a d d e r s e bunu tayin edecektir.

— 235 —


Bölüm IX YILDIZLARIN YAŞAM SÜRELERİ İki gözünü birden açan Güneş Tanrısı Ra, Mısır üzerine ışık saçtı ve geceyi gündüzden ayırdı. Tanrılar onun ağzından çıkıp geldiler, insanlar da gözlerinden. Her şey ondan doğdu. Nilüfer çiçeğinde parıldayan çocuk

da,

tüm varlıklara yaşam saçan çiçeğin ışınları da. — Batlamyus

dönemi

Mısır'ına

ait

büyü

yazısı

Tanrı çeşitli boyut ve biçimde madde zerrecikleri yaratabiliyor... Değişik yoğunlukta ve güçte de. Bu nedenle doğanın değişik yasalarını uygulayarak evrenin birçok bölgesinde değişik dünyalar yaratabilir. — Isaac Newton, O p f i c s

— 237 —


Us-tümüzde gök vardı, her yanına yayılmış yıldızlarla. Sırtüstü uzanıp onları seyre dalar ve bunlar yapma mı, yoksa kendiliklerinden mî olma diye fikir yürütürdük. — Mark Twain, Huckleberry Fînn Korkunç bîr ihtiyaç duyuyorum.., O sözcüğü açrklasam mı?.. Din sözcüğünü. İşte o zaman geceleyin yıldızları boyamaya gidiyorum. — Vincent van

Gogh

E L M A L I BİR K E K Y A P M A K İÇİN N E L E R E G E R E K SİNME D U Y A R S I N I Z ? Bir m i k t a r una, birkaç elmaya, az §«b u n a ve fırının ısısına... Elmalı kekin içindekiler moleküllerden oluşmuştur, şeker ya da su gibi diyelim. Moleküller de atomlardan m e y d a n a gelmiştir, karbon, oksijen, hidrojen vb. gibi. R.t atomlar nereden geliyor? H i d r o j e n dışında t ü m ü yıldızlarr;« imal ediliyorlar. Bir yıldız, hidrojen atomlarının daha a ğ ı r .:" ımlara d ö n ü ş t ü r ü l d ü ğ ü kozmik bir m u t f a k t ı r . Yıldızlar, b ü y ü k bir bölümü hidrojen olan yıldızlararası gaz ve tozun yoğunlaşmam sonucu oluşmuşlardır. F a k a t hidrojen Kozmos'u başlatan b ü \ iîk patlamada meydana gelmiştir. Eğer bir elmalı keki, içindeki ilk temel maddeleri yeniden elde ederek y a p m a k isterseniz. her şeyden önce evreni yeniden ieat etmeniz gerekir. Diyelim ki, bir elmalı keki aldınız ve ikiye kestiniz; bu iki parçadan birini aldınız, yine ikiye böldünüz. Ve D e m o k r i t u s ' u n öğretisine uygun olarak bölyece s ü r d ü r d ü n ü z kesme işlemini. Tek bir atom parçasına ulaşıncaya dek kaç kez kesmelisiniz? B u nun yanıtı doksan kez kesmeniz gerektiğidir. K u ş k u s u z hiç b i r bıçak bunu becerecek kadar keskin değildir. K e k öylesine u f a l a nacaktır ki, yardımcı bir aygıt olmadan küçücük atom parçasını gözle göremezsiniz. Fakat g ö r m e n i n bir yolu b u l u n m u ş t u r . İngiltere'de Cambridge ü n i v e r s i t e s i n d e k i kırk beş yıllık çalışmaların yoğunluk kazandığı 1910 yılında, ilk kez, a t o m u n ya— 238 --


pısı anlaşılabildi. B u , a t o m l a r ı a t o m l a r l a ç a r p ı ş t ı r ı p nasıl sıçrad ı k l a r ı m izlemek s u r e t i y l e oldu. Olağan b i r a t o m u n dış kesiminde, e l e k t r o n l a r d a n o l u ş m u ş b i r b u l u t tabakası v a r d ı r . E l e k t r o n lar, i s m i n d e n de anlaşılacağı gibi, e l e k t r i k y ü k l ü d ü r l e r . Bu elekt r i k y ü k ü n e , kolaylık olsun diye, negatif elektrik y ü k ü denilm e k t e d i r . A t o m u n k i m y a s a l Özelliklerini e l e k t r o n l a r belirler; örneğin, a l t ı n ı n parıltısını, d e m i r i n s o ğ u k l u ğ u n u v e e l m a s k a r b o n u n u n k r i s t a l yapısını. A t o m u n i ç b ö l ü m ü n d e , e l e k t r o n bulut u n u n çok a ş a ğ ı l a r ı n d a gizlenmiş b u l u n a n ç e k i r d e k v a r d ı r . Çek i r d e k genellikle pozitif y ü k l ü p r o t o n l a r l a e l e k t r i k açısından n ö t r d u r u m d a k i n ö t r o n l a r d a n oluşur. A t o m l a r çok k ü ç ü k zerrec i k l e r d i r ; 100 m i l y o n a t o m elimizin k ü ç ü k p a r m a ğ ı n ı n ucu kad a r y e r a n c a k k a p l a r . F a k a t ç e k i r d e k y ü z bin kez d a b a d a k ü ç ü k t ü r . B u l u n u p o r t a y a çıkarılmasının g e c i k m e s i n d e k i neden, biraz d a b u y ü z d e n d i r (*). B u n u n l a birlikte, b i r a t o m k ü t l e s i n i n b ü y ü k b i r b o l ü m ü ç e k i r d e ğ i n d e d i r ; çekirdeğe kıyasla elektronlar, k e t e n helvası b u l u t u gibidir v e s ü r e k l i h a r e k e t h a l i n d e d i r l e r . A t o m l a r genellikle b o ş l u k t a n i b a r e t t i r . Madde, t e m e l d e h i ç b i r ş e y d e n m e y d a n a g e l m i ş değildir. B e n a t o m l a r d a n y a p ı l m ı ş ı m d ı r . ö n ü m d e k i m a s a y a dayadığ ı m d i r s e ğ i m a t o m l a r d a n m e y d a n a gelmiştir. M a s a d a atomlardan o l u ş m u ş t u r , i y i a m a , e ğ e r a t o m l a r öylesine k ü ç ü k ve boşsa, ç e k i r d e k l e r de çok daha k ü ç ü k s e , m a s a d a y a d ı ğ ı m dirseğimin

(*)

Daha önceleri, protonların, atomun merkezinde pozitif yiik olarak değil de elektron bulutu içinde düzenli biçimde dağıldı "ı sanılıyordu. Çekirdek, Cambridge'de Ernest Rutherford tarafından. bombardıman edilen zerrecikler geldikleri yöne gerisin geri sıçrarlarken bulundu. Rutherford bu buluğu karşısında şunları söylemekten kendini alama mı şlı: «Hayatımda h'ç böyle bir şey başıma gelmemişti. 38'lik bir topla bir kâğıt dokusunu bombardıman ediyordunuz ve attığınız top gelip geri çarpıyordu sanki. — 239 --


ağırlığını nasıl kaldıra biliyor? A r t h u r E d d i n g t o n ' u n sevdiği bir s o r u s u n u yineleyelim : «Nasıl oluyor da dirseğimi o l u ş t u r a n çek i r d e k l e r , m a s a y ı o l u ş t u r a n atom çekirdeklerinin a r a s ı n d a n geçip yere k a y m ı y o r ? N e d e n k ü t diye y e r e d ü ş m ü y o r u m ? » B u s o r u l a r ı n yanıtını e l e k t r o n b u l u t u n d a aramak gerek, Dirseğımdeki a t o m l a r ı n dış kesimleri negatif elektrik y ü k l ü d ü r ler. Masadaki h e r a t o m u n d u r u m u d a aynıdır. Negatif e l e k t r i k y ü k l e r b i r b i r i n i geri itiyor. Dirseğimin m a s a d a n aşağı g ö ç ü p gitm e y i ş i n i n nedeni, a t o m u n , çekirdekleri çevresinde e l e k t r o n l a r a s a h i p b u l u n u ş u ve elektriksel g ü ç l e r i n d a y a n ı k l ı o l u ş u n d a n d ı r . G ü n l ü k y a ş a m a t o m u n yapısına bağlıdır. E l e k t r i k y ü k l e r i n boşalıvermesi halinde, h e r şey g ö r ü l e m e y e c e k k a d a r incecik toza d ö n ü ş ü r d ü . Elektriksel güçler v a r o l m a s a e v r e n d e k i h e r şey y o k olur, çevreyi e l e k t r o n , p r o t o n ve n ö t r o n b u l u t l a r ı k a p l a r ve cisimlerin ilkel parçacıkları k ü ç ü k k ü r e l e r biçiminde dolanırdı. Bu da d ü n y a n ı n biçimsiz k a l ı n t ı l a r ı o l u r d u . V ü c u d u n u z d a k i atom sayısı t u t a r ı y a k l a ş ı k lCP'dİr (1 sayısının sağma 28 a d e t sıfır e k l e m e k g e r e k ) . Gözlenebilir e v r e n deki t e m e l zerrecik -proton, n ö t r o n ve e l e k t r o n - sayısı ICP'dir (*). Elmalı kekin y a n m ı ş hali çoğunlukla karbondan oluşur. Doksan kez kesince bir k a r b o n a t o m u n a i n d i r g e y e b i l i r s i n i z . Bir k a r b o n a t o m u n u n çekirdeğinde altı p r o t o n v e altı n ö t r o n v a r d ı r . Çevresindeki b u l u t t a d a altı e l e k t r o n b u l u n u r . Ç e k i r d e k t e n b i r p a r ç a çekip alacak olsak -örneğin, iki p r o t o n l u ve İki n ö t r o n l u

<*)

Bu sayının kökeni çok eskilere dayanır. Arş i met Kum Sayıcısı kitabının ilk cümlesinde şöyle der : «Bak Kral Gelon, k u m sayısının sonsuz olduğunu düşünenler var. Ben kumdan söz ederken yalnızca Siraküz'deki ve Sicilya adasının öteki bölgelerindeki kumları kastetmiyorum. Her yerdeki kumdan söz ediyorum.» Arşimet bildiği evreni, yan yana getirilmek suretiyle d inilebilecek /.aç kum tanesinin kaplayacağını hesap ederek 1083 sayısını buluyor. 10*3 sayısıyla hayret edilecek bir benzerdik... — 240 --


bir parça- arlık o bir karbon a t o m u n u n çekirdeği olmayacak, fakat bir helyum a t o m u n u n çekirdeği olacaktır. Böyle bir kesme ya da atom çekirdeği bölünmesi, nükleer silahlarda ve nükleer güçlü elektrik santrallerinde oluşur. (İşlem gören atom, a r t ı k k a r b o n atomu değil, başka bir atomdur.) Eğer elmalı keki doksan birinci kez kesmeyi başarabilirseniz, ortaya daha k ü ç ü k bir karbon parçası çıkmaz, başka bir şey çıkar : T ü m ü y l e değişik özellikler taşıyan bir atom. E i r atomu parçalayınca elementleri değiştirmiş oluyorsunuz. Bir adım daha attığımızı düşünelim. Bilindiği gibi, atomlar proton, nötron ve e l e k t r o n l a r d a n oluşmuştur. Acaba bir protonu kesebilir miyiz? E ğ e r protonları y ü k s e k e n e r j i derecelerinde başka yapısal zerreciklerle -örneğin protonlarla- b o m b a r d ı m a n edersek p r o t o n u n içinde gizlenen d a h a temel yapılı birimler f a r k etmeye başlarız. Fizikçiler şimdi «yapısal zerrecikler» diye adlandırdığımız proton ve nötron gibi zerreciklerin aslında daha da temel yapılı ve adına «kuarks» denen zerreciklerden oluştuğunu öne s ü r ü y o r l a r . K u a r k s ' l a r m değişik «renk» ve «ıad»larda ortaya çıktığı belirtiliyor. Fizikçiler bu zerreciklerin sözünü e r i ğ i miz biçimdeki özelliklerini b u l a r a k a t o m u n çekirdek - altı d ü n y a s ı n ı n iyice m a h r e m i y e t i n e girmeye çalışıyorlar. Acaba kuark *Iar m a d d e n i n ensoııuncu yapı taşları mıdır, yoksa daha da temel zerrecikler var m ı d ı r ? Maddenin yapısını anlamanın bir ro n u gelecek mi, yoksa daha temel v e d a h a temel z o r r c • . e doğru mu inilecektir? Bilimde ç ö z ü m l e n m e y e n büyük • '.;. dan biridir bu. E l e m e n t l e r i n değişim sürecinden geçirilmesi, ortaçağ dönemi l a b o r a t u a r l a r ı n d a «ilm-i simya» adı verilen bir yöntemle yapılıyordu. Birçok simyacı her m a d d e n i n dört temel öğeden oluştuğu k a n ı s ı n d a y d ı : Su, hava, toprak ve ateş. Bu aynı z a m a n d a İyonya'lıların da paylaştığı bir düşünceydi. Toprakla ateşin girdi oranını değiştirerek, diyelim ki, bakırı altına çevirmeyi düşünüyorlardı, S a h t e k â r l ı k l a r kol geziyordu. Yalnızca elementlerin y a p ı l a r ı m değiştirdiklerini iddia e t m e k l e kalmayıp, ölüm— 241 —

Kozmos : F. 13


s üzlüğün sırlarım ela ellerinde tuttuklarını Öne süı en adamlar ortaya çıktı. Cagliosüo ve S a î n t - G e r m a i n Kontu gibi. Bazen altı gizlice açılabilen bir baston içinde saklanan altın, deney gösterisi sırasında potada göz kamaştırıcı biçimde ortaya çıkıyordu. Oltalarına zenginlik ve ölümsüzlük yemlerini takan üçkâğıtçılık sanatının uzmanları, Avrupa'nın soylu sınıfından bir lıayli para sızdırmayı başardılar. Bu arada, unutmayalım, P a r a celsus, harta Isaac Newton gibi simyacılar da vardı. Bununla birlikte simyacıların aldıkları paralar b ü t ü n ü y l e havaya gitmedi; fosfor, antimon ve civa gibi yeni kimyasal elementler bulundu. Zaten, çağdaş kimyanın kökenleri doğrudan bu deneylere bağlanabilir. Doğada birbirinden ayrı özellikler gösteren doksan iki atom vardır. Bunlara kimyasal elementler denir. Son zamanlara dek yerküremizdeki her şeyi bunlar oluşturuyordu. Bu elementler genellikle molekül bileşimi halindedirler. Su, Örneğin, hidrojen ve oksijen atomundan meydana gelmiştir. Hava çoğunluk nitrojen (N), oksijen (O), karbon (C), hidrojen (H) ve Argon (Ar) elementinden meydana gelmiş olup molekül biçimleri N", O-, CO. : H : 0 ve Ar'dır. Y e r y ü z ü n ü n kendisi, çok zengin atomlar karışımından oluşur; çoğunluğunu silikon, oksijen, a l ü m i n y u m , magnezyum ve demir atomları m e y d a n a getirir. Ateş hiçbir kimyasal elementten oluşmuş değildir. Yüksek ısı derecesinin atom çekirdeğindeki elektronların bazılarını koparmasından ötürü sşın saçar duruma gelmiş bir plazmadır. Eski îyonya'hların ve simyacıların sıraladıkları « e l e m e n t l e r d e n hiçbiri çağdaş anlamda eiement değildir; biri moleküldür, ikisi molekül karışımıdır, sonuncusu da plazmadır. Simyacılar döneminden bu yana, birçok yeni element keşfedildi. Son olarak bulunanlar en nadir elementler. Elementlerin çoğunu yakından tanırız; bunlar yaşamın temelinde bulunan elementlerdir ya da yeryüzünü asıl oluşturan bunlardır diyebiliriz. Bazıları katı, bazıları gaz, ikisi de (bromin ve civa) oda ısısında sıvı durumdadır. Bilimadamlart bu elementleri kar— 242 —


maşıklıklarına göre kademelendirerek bir sıraya koyarlar. En basiti olan hidrojen 1 no.lu, en karmaşık olan uranyum da 92 no.lu elementtir. Daha başka elementler vardır ama b u n l a r m adı pek az geçer. Günlük yaşamda adına pek rastlamadığımız bu elementler hafniyum, diprozyum, praseodimyum'dur. Genel ölçüt şudur : Bir elementin adından çok söz ediliyorsa, o element doğada boldur. Örnek vermek gerekirse şunu söyleyelim: YeTyüzü çok m i k t a r d a demir ve pek az miktarda y i t t r i y u m bulundurur. Bu kuralın istisnasını da belirtelim: altın ve uranyum gibi elementler, insanların verdiği ekonomik ya da estetik değerleri açısından veya kayda değer uygulama alanları bulduklarından ö t ü r ü kendilerinden çok söz ettirirler. Atomların üç tür yapısal zerreden -proton, nötron, elektron- oluşması d u r u m u , bir hayli yeni ortaya çıkmış bir bulgudur. Çağdaş fizik ve kimya, bizi çevreleyen dünyayı karmaşıklıktan şaşırtıcı bir yalınlığa indirgemiştir : Her şey temelde bu üç birimin değişik biçimlerde biraraya getir ilmesinden oluşur. Daha Önce söylediğimiz ve isminin de açığa vurduğu gibi, nötronlarda elektrik y ü k ü yoktur. Protonların pozitif y ü k ü ve elektronlarında buna eş negatif y ü k ü vardır. Elektronların ve protonların benzer olmayan yükleri arasındaki karşılıklı ç^kim, atomu birarada tutar. Her atom elektriksel açıdan nötr da bulunduğundan, çekirdekteki proton sayısıyla, ek ' \ı • lutundaki elektronların sayısının ayııı olması gerekiri:: B;r atomun kimyasal yapısı yalnızca elektron sayısına bağlı : :. lîu da proton sayısına eşittir ve buna atom sayısı denir. K : \ inek, yalnızca sayılar demektir. Bu saptama Pİtagoras'm 1 bilir ne kadar hoşuna giderdi. Eğer bir protoıılu atomsanız hidrojensiniz; iki protonlu iseniz helyumsunuz; üç protonlu lityum; dört beliryum; beş baron; altı karbon; yedi nitrojen; sekiz oksijen; ve bu 92'ye kadar gider ki, o sayı da u r a n y u m u imu-.eder. Elektrik yükleri gibi aynı işaretli yükler de birbirini şiddetle iterler. Bunu, bir t ü r ü n kendi t ü r ü n e karşı amansızca k a r — 243 —


§1 koyması olarak y o r u m l a y a b i l i r i z . D i y e l i m kî, d ü n y a y ı doldur a n insan kalabalığı iki g r u b a ayrılmış; b u n l a r d a n bir g r u p dışa açık ve insan cani ısıdır, diğer g r u p s a içine k a p a n ı k ve i n s a n y ü z ü görmek islemez. E l e k t r o n l a r e l e k t r o n l a r ı iterler. P r o t o n lar protonları iterler. Peki, bu d u r u m d a , bir çekirdek nasıl oluy o r da y e r i n d e kalıyor ve f ı r l a y ı p g i t m i y o r ? Ç ü n k ü doğada başka bir güç d a h a vardır. En ne y e r ç e k i m i , ne de e l e k t r i k g ü c ü dür; f a k a t kısa menzilli çekirdekşel bir g ü ç t ü r . İşte bu güç, anc a k p r o t o n l a r l a e l e k t r o n l a r b i r b i r i n e çok y a k ı n k e n , bir çift k a n ca gibi d a v r a n ı r ve p r o t o n la r a r a sı itişi Önler. Çekirdeksel ç e k i m gücü u y g u l a y ı p elektriksel i t m e gücü u y g u l a m a y a n n ö t r o n l a r , çekirdeği b i r a r a d a t u t m a y a y a r a y a n b i r t ü r t u t k a l işlevi g ö r ü r ler. Yalnızlığı seven m ü n z e v i kişiler, böylece h a ş a r ı dostlarına zincirle bağlanıp kolay dost e d i n e n l e r a r a s ı n a s a l ı v e r m i ş olurlar. İki protonla iki n ö t r o n b i r h e l y u m a t o m u n u n çekirdeğini o l u ş t u r u r . B u n l a r istikrarlı b i r denge içindedirler. Uç h e l y u m çekirdeği bir k a r b o n çekirdeği o l u ş t u r u r ; d ö r t t a n e s i o k s i j e n ; beş tanesi neon; altı tanesi m a g n e z y u m ; yedi tanesi silikon; sekiz tanesi s ü l f ü r o l u ş t u r u r ve bu böylece gider. Ç e k i r d e ğ i d e n g e de t u t m a k üzere bir ya da d a h a fazla p r o t o n ve ona g ö r e e l e k t r o n eklediğimiz her seferinde, yeni b i r k i m y a s a l e l e m e n t elde ederiz, Cıvadan bir proton ve üç n ö t r o n ç ı k a r ı r s a k altın elde ederiz. Bu, simyacıların d ü ş ü y d ü . U r a n y u m u n ötesinde, y e r y ü z ü doğasında v a r o l m a y ı p da i n s a n eliyle ve bileşim y o l u y l a s a ğ l a n a n e l e m e n t l e r sözkonusudur. Çoğu d u r u m d a , b u t ü r e l e m e n t l e r parçalara bölünüverir. F a k a t b u n l a r a r a s ı n d a p l u t o n y u m a d ı n ı verdiğimiz 94 no.lu e l e m e n t v a r d ı r ki, bu e l e m e n t i n p a r ç a l a r a ayrılması ne yazık ki çok y a v a ş olur. Bildiğiniz gibi bu e l e m e n t varolan zehirleyici maddelerin ş a h ı d ı r . Doğada varolan e l e m e n t l e r i n k a y n a ğ ı n e d i r ? H e r a t o m t ü rünün ayrı bir k a y n a k t a n geldiğini d ü ş ü n ü y o r olabiliriz, O y s a evrenin t ü m ü , h e m e n h e m e n her yeri %99 o r a n ı n d a h i d r o j e n ve — 244 —


h e l y u m d a n (*), bu en basit yapılı bir e l e m e n t t e n oluşmuştur. Y e r y ü z ü n d e h e l y u m b u l u n m a d a n önce varlığı G ü n e ş ' t e f a r k edilmişti. Bu n e d e n l e Y u n a n g ü n e ş t a n r ı l a r ı n d a n birinin adı olan Helios denilmiştir bu e l e m e n t e . Acaba öteki e l e m e n t l e r bir yolunu b u l u p h i d r o j e n v e h e l y u m d a n k a y n a k l a n m ı ş olmasınlar? E l e k t r i k s e l itişi d e n g e l e m e k için çekirdeksel ( n ü k l e e r ) m a d d e z e r r e l e r i b i r b i r i n e çok y a k m l a ş t ı r ı İm alıdır ki, böylece kısa m e n zilli çekirdeksel g ü ç l e r h a r e k e t e geçirilsiııler. Böyle bir olgu ancak çok y ü k s e k ısı d e r e c e l e r i n d e g ö r ü l ü r . Ç ü n k ü çok y ü k s e k ısıda (10 m i l y o n u n ü z e r i n d e k i ısı derecelerini kastediyorum.) z e r r e c i k l e r öylesine bızlı h a r e k e t e d e r l e r ki. karşılıklı itiş g ü c ü k e n d i n i h i s s e t t i r m e y e v a k i t b u l a m a z . Doğada böylesine y ü k s e k ısı ve b u n u n s o n u c u olan y ü k s e k basınçlar yalnızca yıldızların içinde v a r d ı r . Güneş'i, bize en y a k ı n bu yıldızı, çeşitli dalga u z u n l u k l a r ı ü z e r i n d e n a r a ş t ı r d ı k . R a d y o d a l g a l a r ı n d a n gözle g ö r ü l e n ışığa ve X ışınlarına d e k h e r dalga u z u n l u ğ u n d a n inceledik. B ü t ü n bu ışınlar G ü n e ş ' i n en dıştaki t a b a k a l a r ı n d a n çıkıp gelmektedir. A n a k s a g o r a s ' t n t a h m i n ettiği gibi, sıcak ve kırmızı b i r taş parçası değildir. Y ü k s e k ısı derecesi n e d e n i y l e p a r ı l d a y a n h i d r o j e n v e h e l y u m g a z l a r ı n d a n k o c a m a n b i r y u v a r l a k t ı r G ü n e ş . Anaksagoras'ııı k ı s m e n lıaklı çıktığını söyleyebiliriz. Şiddetli güneş f ı r t ı n a l a r ı y e r y ü z ü n d e r a d y o y l a h a b e r l e ş m e y i önleyici parLk ; a l e v l e r d o ğ u r u r . G ü n e ş ' i n batışı sırasında bazen çıplak ' 1 g ö r e b i l d i ğ i m i z g ü n e ş t e k i lekeler, m a n y e t i k a l a n g ü c ü artı p e t e n serin (az sıcak a n l a m ı n d a ) bölgelerdir. Biz güneyin al ca 6000 s a n t i g r a d derece ısıda olan b ö l ü m l e r i n i görüyü Gü-

(*)

Yerküremiz buna bir istisnadır. Dünyamızın nispeten ayı T çekim gücü, ilk zamanların yeryüzünü saran hidrojenin bayuk bir bölümünü u;:.aya kaptırmıştır. Çekini gücü çak dahi:* ycğun olan Jüpiter, en hafif elementlerden ilk zamanlarda aldığı nasibini korumuştur. — 245 —


neş ışığı m e r k e z i n i n ya da s a n t r a l ı n ı n b u l u n d u ğ u gizli k a l m ı ş orta bölümde ısı 40 milyon derecedir. Yıldızlar ve onların eşliğindeki gezegenler, yıldızlararası gaz ve toz b u l u t u n u n çekime bağımlı göçüşü sırasında doğarlar. B u l u t u n iç kesimindeki gaz m o l e k ü l l e r i n i n çarpışması bulutu ısıtır. O k a d a r ısıtır ki, sonuçta, h i d r o j e n h e l y u m a d ö n ü ş ü r , y a n i dört h i d r o j e n çekirdeği bir h e l y u m çekirdeği o l u ş t u r u r , bu s ü r e ç sırasında da bir g a m m a ışını f o t o n u çıkarır. Yıldızın iç k e s i m i n den y ü z e y i n e doğru y o l u n u y a v a ş t a n açan foton bir üst t a b a k a t a r a f ı n d a n emilip b ı r a k ı l ı r k e n h e r a ş a m a d a ısı k a y b e d e r . B ö y lece f o t o n u n destansı yolculuğu b i r milyon yıl s ü r e r , ta ki yüzeye ulaşıp görülebilen ışık o l a r a k u z a y a ışınlanıııcaya dek. Yıldız d o ğ m u ş t u r artık. Yıldız o l m a d a n önceki çekim g ü c ü n e b a ğ ı m l ı düşüşü d u r m u ş t u r . Yıldızın dış t a b a k a l a r ı n ı n ağırlığı, şimdi a r .... iç bölümdeki t e r m o n ü k l e e r t e p k i m e l e r ( r e a k s i y o n l a r ) sonucu yükselen ısıyla basınç t a r a f ı n d a n d e n g e l e n m i ş t i r . G ü n e ş ' i m i z beş m i l y a r yıldır böyle b i r t e p k i m e s o n u c u dengesini k o r u m u ş tur. Bir h i d r o j e n b o m b a s ı n d a k i n e b e n z e r t e r m o n ü k l e e r t e p k i m e ler, Güneş'i s ü r e k l i v e belirli p a t l a m a l a r l a e n e r j i k a y n a ğ ı y a p m a k t a v e b u n u n sonucu olarak h e r s a n i y e dört y ü z m i l y o n t o n (4 :•: 1G,J g r a m ) h i d r o j e n h e l y u m o l m a k t a d ı r . G e c e l e y i n g ö k y ü zündeki yıldızlara b a k ı p g ö r d ü ğ ü m ü z b ü t ü n o ı ş ı m a l a r çok uzaktaki bir n ü k l e e r (çekirdeksel) k a y n a ş m a s o n u c u o l u ş m a k tadır. Kuğu takım yıldızında D e n e b yıldızı y ö n ü n d e p a r ı l d a y a n kırmızı kocaman bir köpük var. Bu devasa k ö p ü k sıcak gazdatı oluşmuştur ve bu gaz belki de k ö p ü ğ ü n o r t a s ı n d a k i bir p a t l a m a dan geliyordur. Yıldızların ö l ü m ü böyle olur. Ölen yıldız, supernova'dan çıkan basınç dalgaları, dış çevrede, y ı l d ı z l a r a r a s ı maddeyi y o ğ u n l a ş t ı r ı r ve d ü ş m e y e h a z ı r y e n i b u l u t nesilleri doğurarak y e n i yıldız o l u ş u m u n a hazırlık y a p a r . Bu a n l a m d a , yıldızların a n a l a r ı vardır diyebiliriz. İ n s a n d o ğ u m u n d a o l d u ğ u gibi doğuran ana - yıldız ölebilir. Güneş benzeri yıldızlar, bir b a t ı n d a çok yıldız d o ğ u r u r l a r . — 246 —


O ı i o n bulutsusunda olduğu gibi, çok sıkışmış bulut birleşimiyle ortaya çıkarlar. Dıştan görüldüğünde, bu tür bulutlar karanlık ve kasvetlidir. F a k a t iç kesimleri, yeni doğaıı yıldızlar laraf ı n d a n b ü y ü k bir parıltıyla aydınlatılmışlardır. Az sonra parıltılı bulutsularla çevrili bebek - yıldızlar, a n a o k u l u n d a n ayrılarak S a m a n y o l u ' u d a şanslarını denemeye koyulurlar. Ayrılacakları a n d a bu yıldızlar, henüz çekim g ü c ü n ü n etkisine girmemiş ve cenin gazı t a r a f ı n d a n sarılmış d u r u m d a d ı r l a r . İnsanların oluşturduğu aileierdeki gibi, olgun yaşa ulaşan yıldızlar, evlerinden uzaklaşırlar ve kardeşler birbirleriyle e n d e r rastlaşırlar. Samanyolu Galaksisinin bazı y e r l e r i n d e Güneş'in kardeşleri olan bir düzineye yakın yıldız vardır. Bunlar yaklaşık 5 milyar yıl önce Güneş'in oluştuğu aynı bulut birleşiminden doğmuşlardır. Fak a t bunların kimliklerini t a n ı y a n u y o r u z ve hangileri olduklarını bilemiyoruz. S a m a n y o l u Galaksinin arka y a n ı n d a b u l u n u y o r olabilirler. Güneş'in merkezinde hidrojenin h e l y u m a dönüşmesinden yâlnızca gözle görülebilir foton parlaklığı m e y d a n a gelmiyor, aynı z a m a n d a daha gizemli, h a t t a h a y a l e t t ü r ü n d e n diyebileceğim i z ışınıma yol açıyor. Sözünü ettiğimiz şey, futoıılar gibi ağırlıksız o l u p ışık hızıyla ilerleyen nütrin'Ierdir. Notrin'ler fülon değildir. Bir t ü r ışık da değildirler. Nötrin'lerin, protonlar, e l e k t r o n l a r ve n ö t r o n l a r gibi keııdi içlerinde açısal bir dönüşleri olur, Fotonlarda böyle bir dönüş sözkonusu değildir. Nötriıı'ler için m a d d e saydamdır. Bu nedenle yerküremizi ve Gii • kolaylıkla delip geçerler. A r a d a k i madde bunların pek azını 'üzd ü r ü r . Bir saniye için Güneş'e gözlerimi çevirdiğimde, gözümden bir m i l y a r nötrin geçer. G ö z ü m ü z ü n ağtabakasında otağın f o t o n l a r m takılıp kalması, nötrinler için olası değildir. Nötrinler gözde hiçbir engele t a k ı l m a d a n başımızın arka yanına geliverirler. İşin garibi şu : G e c e c i n , Güneş'in bulunduğu yere bakacak olursam, (sanki ö n ü m d e y e r k ü r e y o k m u ş ve Güneş karşımdaymış gibi), aynı sayıda nötrin g ö z ü m d e n geçer gider. Güneş'— 247 —


lü a r a m ı z d a d u r a n y e r k ü r e , nötritıler için c a m d a n f a r k s ı z d ı r ; canıın ışığı geçirmesi gibi notrinleri geçirir. G ü n e ş ' i n iç kesimini bildiğimizi sandığımız k a d a r biliyorsak ve notrinlerin o l u ş u m u n u da n ü k l e e r fiziğe d a y a n a r a k anlayabiliyorsak, belirli bir alana (örneğin, göz y u v a r l a ğ ı n a ) beırji bir z a m a n d a (saniyede) ne k a d a r g ü n e ş n ö t r i n i d ü ş t ü ğ ü n ü hesaplayabilmemiz gerekir. NÖtrinler y e r k ü r e m i z d e n geçip gittiği için hiçbirini y a k a l a y a m ı v o r u z . NÖtrinler bazen klorin a t o m la rını argon a t o m l a r ı n a d ö n ü ş t ü r ü r . NÖtrin akışını s a p t a y a b i l m e k için epey klorine g e r e k s i n m e var. Bu y ü z d e n A m e r i k a l ı fizikçiler bol m i k t a r d a klorin d ö k e r e k incelenebilecek m i k t a r d a a r g o n e!de ettiler. Bu deneyleı G ü n e ş ' i n n o t r i n b a k ı m ı n d a n hesaplanandan daha f a k i r o l d u ğ u n u o r t a y a koyuyor, Nötrin'lerin sırrı h e n ü z çözülmüş değildir. Ne v a r ki, N o t r i n Astronomisi h e n ü z başlangıç a ş a m a s ı n d a d ı r . Şimdilik, G ü n e ş ' i n harıl harıl y a n a n göbeğine d o ğ r u d a n b a k a b i l e n b i r a y g ı l geliştirmiş bulunmamız en b ü y ü k a ş a m a d ı r . N ö t r i n teleskopları geliştikçe, y a k ı n yıldızların göbeğindeki n ü k l e e r t e p k i m e y i incelememiz mümkün olacak. Fakat h i d r o j e n t e p k i m e s i sonsuza dek s ü r ü p gidemez. G ü neş'in olsun, h e r h a n g i başka bir yıldızın olsun, k a y n a r d u r u m d a ki iç kesimlerinde belirli m i k t a r d a h i d r o j e n v a r d ı r . Bir yıldızın geleceği, y a ş a m e v r e s i n i n sonu, b a ş l a n g ı ç t a k i k ü t l e s i n e b a ğ ı m l ı dır. Eğer bir yıldız içindeki h e r h a n g i b i r m a d d e y i u z a y a k a p t ı r dıktan sonra kütlesi Güneş'in k ü t l e s i n d e n iki üç misli fazla kalırsa, y a ş a m evresinin son b u l u ş u hiç de Güııeş'inkine b e n z e m e z . Güneş'imiz h a y r e t edilecek k a d a r u z u n bir y a ş a m evresine s a h i p gözüküyor. Beş ya da altı m i l y a r yıl s o n r a G ü n e ş ' i n o r t a k e s i m i n deki h i d r o j e n tepkime sonucu h e l y u m a d ö n ü ş t ü ğ ü n d e , h i d r o j e n tepkimeli bölge yavaş yavaş o r t a d a n dışa d o ğ r u k a y a c a k . T e r m o nükleer t e p k i m e l e r k a b u ğ u genişledikçe, ısı on m i l y o n d e r e c e den aşağı b i r d ü z e y e düşecek v e b u n u n a r d ı n d a n n ü k l e e r k a y naşma k a b u ğ u patlayacak. B u a r a d a G ü n e ş ' i n k e n d i çekim g ü cü, helyumla zenginleşmiş iç b ö l m e s i n d e b i r kasılma y a p a c a k ve — 248 —


I

iç ısısıyla basıncı y e n i d e n a r t ı ş gösterecek. H e l y u m çekirdekleri b i r b i r i y l e d a h a da sıklaşacaklar. O k a d a r ki, elektriksel karşılıklı itişe r a ğ m e n ç e k i r d e k l e r i n i n kısa menzilli çekim gücü h a r e kete geçerek b i r b i r l e r i n e yapışacaklar. K ü l yeni bir yakıt y e r i n e geçecek v e G ü n e ş h i d r o j e n i n h e l y u m a d ö n ü ş ü m ü t e p k i m e l e r i n i n ikinci t u r u n a b a ş l a y a c a k . B u süreç, k a r b o n v e o k s i j e n e l e m e n t l e r i n i n d o ğ u m u n a yol a ç a c a ğ ı n d a n . G ü n e ş sağladığı ek e n e r j i y l e belirli bir z a m a n için daha p a r ı l d a m a y ı s ü r d ü r e c e k t i r . Bir yıldız, kendi k ü l l e r i n d e n y e n i d e n d o ğ m a k a d e r i n e erişen b i r a n k a k u ş u d u r (*). G ü n e ş ' i n g ö b e ğ i n d e n u z a k l a r d a k i incelmiş k a b u k t a y e r alan hidrojenin helyuma dönüşümüyle göbekteki helyum kaynaşmasının yarattığı y ü k s e k ışının etkisi, G ü n e ş ' l e b i r değişikliğe yol açacak : Dış k a t m a n l a r ı s o ğ u y a c a k v e genişleyecek. Böylece G ü n e ş k o c a m a n bir dev yıldıza d ö n ü ş e c e k ve görülebilen yüzeyi g ö b e ğ i n d e n Öylesine uzak k a l m ı ş olacak ki, y ü z e y bölgesindeki çekim gücü azalacak, a t m o s f e r i de uzaya d o ğ r u genleşerek ışık fırtınası gibi esecek. G ü n e ş b i r k ı r m ı z ı d e v halini aklığında. M e r k ü r v e V e n ü s g e z e g e n l e r i n i s a r a c a k t ı r ve b ü y ü k olasılıkla y e r k ü r e m i z i de. Bu d u r u m d a G ü n e ş kollarını u z a t ı r gibi iç g ü n e ş sistemini saracaktır. :on G ü n ü m ü z d e n m i l y a r l a r c a yıl sonrasında, y e r y ü z ü n d e b i r güzel gün y a ş a n a c a k t ı r . Bu son güzel g ü n ü n a r d ı n d a n G neş'in kırmızısı koyulaşacak, çevresi s a r k a c a k ve yeryf ••:'. iııı k u t u p b ö l g e l e r i n d e bile ter dökülecek. K u z e y ve G ü n e y K ı r ı lar e r i y e c e k , d ü n y a sahillerini deniz basacak. Okyauı:-/ . : y ü k s e k ısı h a v a y a d a h a çok su b u h a r ı s a l a r a k b u l u t l a r ı yo:;nn-

(*)

Güneş'ten daha büyük kütlesi olan yıldızlar, gelişim evrelerinin son dönemlerinde, göbek bölmelerinde daha yüksek derecede ısı ve basınç oluştururlar. Karbonu ve oksijeni daha ağır elementlerinin bileşiminde kullanarak küllerinden yeniden ve birkaç kez doğdukları bilinir.

— 249 —


laştıracaklar ve böylece y e r k ü r e m i z i g ü n e ş ışığından k o r u m a d a kalkan o l u ş t u r a r a k s o n u m u z u birazcık geciktirecekler. F a k a t G ü neş'in e v r i m i n i n ö n ü n e geçilemez. S o n u n d a o k y a n u s l a r k a y n a r suya dönüşerek a t m o s f e r b u h a r olup uzaya k a y a c a k ve gezegenimizde b o y u t l a r ı n ı n k o r k u n ç l u ğ u n u t a h m i n edebileceğimiz b i r facia y e r a l a c a k t ı r (*). Bu a r a d a insanların ş i m d i k i n d e n değişik canlılara dönüşecekleri lıemen kesin gibidir. Ola ki, İnsansoyunuıı _ A , ck k u ş a k l a n yıldızların e v r i m i n i kontrol a l t ı n d a t u t s u n l a r ya da evrimin etkisini y a v a ş l a t a b i l s i n l e r . Ya da o d u r u m d a Mars'a, Europa'ya ya da T i t a n ' a u ç u p gideceklerdir. Belki de Robert G o d d a r d ' ı ş dediği gibi, genç ve u m u t v a a t eden bir gezegen sistemindeki boş bir d ü n y a y a gidip y e r l e ş e c e k l e r d i r . Güneş'in t e r m o n ü k l e e r t e p k i m e l e r i n d e n o l u ş a n külleri, anbir . Lire için yeni bir y a k ı t y e r i n e geçer, Güneş'in iç bölmein tümüyle karbon ve oksijen olacağı b i r dönem gelecek. O : aman da. sozkoııusu ısı ve basınç d ü z e y i n d e başkaca n ü k l e e r tepi-.iîne görülemez a r t ı k . M e r k e z d e k i h e l y u m b ü t ü n b ü t ü n e t ü . r.C'- Güneş'in iç bölmesi e r t e l e n e n d ü ş ü ş ü n ü biraz d a h a geciktirecek, ısı yeniden yükselecek, n ü k l e e r t e p k i m e l e r i n en sonuncuları görülecek ve g ü n e ş a t m o s f e r i birazcık g c n l e ş e c e k t i r . Ölüm çizgisine varan G ü n e ş ' i n bir g e n i ş l e y e r e k b i r k a s ı l a r a k nabzı hızla atmaya başlayacak ve bu nabız a t ı ş l a r d a n h e r biri binlerce yıl s ü r e c e k t i r . S o n u ç t a G ü n e ş gazını ağzı açılınca fışkıran, bir ya da birkaç deniz k a b u ğ u n u a n d ı r a n kabuklardan püskürtecek tir. G ü n e ş ' i n çok sıcak iç bölmesi, k a b u ğ u n u m o r ö t e si ışıkla sararak P l u t o y ö r ü n g e s i n i n ötelerine varaıı hoş b i r kırmızı ve mavi flüoresan ışığı y a y a c a k t ı r . G ü n e ş k ü t l e s i n i n y a r ı sına yakın bir b ö l ü m ü belki böylece k a y ı p o l u p g i d e c e k t i r . G ü -

(*)

Aztek'ler, «Yerküremizin yorgun düşeceği... ve yeryüzü tohumunun sona ereceği» bir zamandan söz etmişlerdi. O gün Güneş'in gökten düşeceğine ve yıldızların göklerde sarsıntı geçireceğine inanmaktaydılar. — 250 —


neş'in hayaleti dış bölgelere doğru yol alırken, güneş sistemi pek tekin olmayan bir ışınımla dolacaktır. Samanyolu'nun bir köşeciğindeki bölgemizden gökteki çevremize bakmdığımızda, kıpkırmızı gaz püskürmesiyle parlayan küresel kabuklarla çevrelenmiş yıldızlar görürüz. Bunlar gezegen bulutsularıdır. Sabun köpüğü gibi görünmelerinin nedeni, yalnızca çevrelerini görebilmemizden ötürüdür. Her gezegen bulutsuları, ölmek üzere olan yıldızların birer armağanıdırlar. Merkezdeki yıldız yakınlarında ölmüş gezegenlerin kalıntıları, atmosfersiz ve susuz, fakat hayalet dünyasının ışıkları altında dolaşıyor olabilir. Güneş'in kalıntıları, Önce gezeğen bulutsuları t a r a f ı n d a n sarılmış, göbeği kaynayan kiiçiik bir yıldıza dönüşecek ve sonra uzayda soğuyacaktır. Milyarlarca yıl sonra, Güneş gezegen bulutsularının orta bölümünde, şimdi gördüğümüz o ışık noktaları gibi soğuyarak yozlaşmış, beyaz biı cüceye dönüşecektir. Kaçınılmaz sonsa ölü bir k a ı a cücedir. Yaklaşık aynı kütlesel büyüklüğe sahip yıldızlar aşağı yukarı paralel olarak dönerler. Oysa kütlesi daha büyük bir yıldız, nükleer yakıtını d a h a kısa zamanda harcar, çabuk bir kırmızı dev olur ve beyaz bir cüce d u r u m u n a daha çabuk düşer. Bu yüzden Çİfte yıldız durumları olmalıdır ve vardır. Biri kırmızı dev <?,ır u m u n d a y k e n , öteki beyaz cücelik dönemine girer. Bu gibi ç f ler birbirlerine değecek kadar yakındırlar. İki yıldız arasın iki atmosfer, kırmızı devden t'.kna/.laşan beyaz cüceye doğru aka:ve beyaz cüce yüzeyine düşmeye yönelir. Biriken Midroj yaz cücenin yoğun çekim gücünden ötürü daha yüksek ı ve ısı derecelerinde sıkıştırılır, la ki kırmızı devin çalmmımosferi termonükleer tepkime noktasına gelinceye dek. Bunun üzerine beyaz cüce kısa bir süre için parıldar. Böylesi bir yıldız çiftine «nova» adı verilir, Nova'lar yalnızca çift yıldız sisteminde sözkonusudur ve güç kaynaklarını h i d r o j e n tepkimesi oluşt u r u r . Süperııova'larsa tek yıldızlarda sözkonusudur ve güç kaynakları silikon tepkimesidir. Yıldızların içindeki atom bileşimleri, genellikle yıldızlararası — 251 —


gaza dönüşürler. Kırmızı devlerin dış atmosferleri uzaya doğru üfiirülür; gezegensel bulutsular, üst bölümleri ü f l e n e n güneş b' nzeri yıldızların son aşamadaki dönemleridir. S ü p e r n o v a ' l a r yıldızsa 1 kütlelerinin b ü y ü k b i r b ö l ü m ü n ü şiddetlice uzaya püskürtürler. Geri gelen atomlar, pek tabii, yıldızların İçindeki termonükleer tepkimelerde .ortaya ç ı k a n l a r d ı r : H i d r o j e n e r i y i p helyuma dönüşüyor, helyum karbona, karbon oksijene ve a r d ı n dan, büyük kütleli yıldızlarda, helyum çekirdekleri, neon, magnezyum, silikon, s ü l f ü r eklentisiyle -aşama aşama olmak üzere- h t r aşamada iki proton ve İki nötron oluşur ve bu süreç demir oluşumuna k a d a r varır. Silikonun doğrudan doğruya erimesi de (füzyon) demiri oluşturur. Yirmi sekiz proton ve nötroıılu bir çift silikon atomu, m i l y a r l a r c a derece ısıda birleşince elli altı proton ve nötronlu bir demir atomu m e y d a n a getirir. Bunlar bize yabancı o l m a y a n kimyasal elementlerdir, isimlerini biliyoruz. Yıldızlarda sözünü ettiğimiz n ü k l e e r tepkimelerden birden erbiyum, h a f n i y u m , diprozyum, praseodinyum da da y i t r i y u m çıkmıyor ortaya. G ü n l ü k yaşamımızdan bildiğimiz elementler çıkıyor. Yıldızlararası gazlar arasına dönen bu elementler. düşüşe hazır yeni bulut nesli, yıldız ve gezegen olmak üzere birikirler. Yerküremizdekİ elementlerden hidrojen ve helyum dışında tümü, milyarlarca yıl önce, yıldızlardaki bir t ü r ilm-i simya m u t f a ğ ı n d a pişirilmiştir. Bu elementlerin pişirildiği yıldızlar bugün S a m a n y o l u Galaksisinin Öte y a n ı n d a zor seçilen beyaz cücelerdir. DNA'mızdaki nitrojen, dişlerirnizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir, elma kekindeki k a r b o n göçen yıldızların içinde üretilmişlerdir. Yıldızlardaki malzemedir yapımızda varolan. Nadir elementlerden birkaçı süpernova patlamasında üretilir. Yerküremizde nispeten bol m i k t a r d a altın ve u r a n y u m bulunuşunu, güneş sisteminin m e y d a n a gelmesinden önceki s ü p e r nova patlamasına borçluyuz. Öteki gezegen sistemleri de bizdeki nadir elementlerden, değişik m i k t a r l a r d a da olsa, b u l u n d u ruyordum Acaba sakinlerinin niyobyum ve p r o t a k t i n i y u m bi— 252 —


lezikleri takıp a l t m ı laboratuar malzemesi olarak kullandıkları gezegenler var mıdır? Acaba gezegenimizde altın ve u r a n y u m , p r a s e o d m i y u m k a d a r bilinmez ve değer verilmez şeyler olsalar, y e r y ü z ü n d e h a y a t d a h a mı gelişmiş olurdu? H a y a t ı n kökeni ve evrimiyle yıldızların kökeni ve evrimi a r a s ı n d a içli dışlı b i r ilişki sözkonusudur. B i r i n c i s i : Yapımızdaki asıl m a d d e l e r olan, h a y a t ı m ü m k ü n kılan atomlar çok u z u n z a m a n önce ve çok uzaklardaki kırmızı dev yıldızlarda imal edilmiştir. Kozmos'da rastlanan kimyasal e l e m e n t bolluğuyla yıldızlarda imal edilen atomların bolluğu, kırmızı devler ve süpernovaların, madde d ö k ü m ü n ü n yapıldığı m u t f a k l a r ve potalar oldukları k o n u s u n d a fazla k u ş k u y a y e r vermiyor, Güneş ikinci ya da ü ç ü n c ü nesil yıldızlardandır. Güneş'teki m a d d e n i n t ü m ü , çevrenizde g ö r d ü ğ ü n ü z t ü m maddeler, yıldızlardaki simya m u t fağının birinci ya da ikinci evresinden geçmiş şeylerdir. İkincisi : Y e r k ü r e m i z d e bazı ağır atom türlerinin bulunuşu, güneş sist e m i n i n oluşmasından kısa z a m a n önce y a k ı n l a r d a bir süpernova patlamasına işarettir. F a k a t bunu bir rastlantı sayma olasılığı y o k t u r ; b ü y ü k bir olasüıkla süpernova patlamasının neden olduğu basınç dalgası, yıldızlararası gaz ve tozu sıkıştırmış ve g ü n e ş sisteminin yoğunlaşmasına neden olmuştur. Üçüncüsü: G ü n e ş varlığını kazanınca, morötesi ışınları y e r k ü r e atmosferine yayılmış, sıcaklığı şimşek çakmasına yol açmış ve bu e n e r j i k a y n a k l a r ı h a y a t ı n başlamasını sağlayan k a r m a ş ı k organik molekülleri kıvılcımlamıştır. D ö r d ü n c ü s ü : Y e r y ü z ü n d e yaşam hem e n h e m e n t ü m d e n G ü n e ş ışığına d a y a n m a k t a d ı r . Bitkiler fotonları toplayıp güneş enerjisini kimyasal e n e r j i y e dönüştürüyorlar. H a y v a n l a r bitkilerin asalakları olarak yaşam s ü r d ü r ü yorlar. Çiftlik dediğimiz şey, bitkiler aracılığıyla güneş ışığı h a s a d ı n d a n ibarettir. Hepimiz, h e m e n hepimiz, güneş enerjisiyle yaşamımızı s ü r d ü r ü y o r u z . Bir de şunu söyleyebiliriz: Mütasyon dediğimiz kalıtsal değişimler, e v r i m i n hammaddesini o l u ş t u r u r . Doğanın yeni h a y a t şekilleri envanterini d ü z e n l e m e k için b a ş v u r d u ğ u seçimler olan m ü t a s y o n l a r , kısmen kozmik ışın— 253 —


lar tarafından kıvılcımlanır. Kozmik ışınlar, süpernova patlamaları sırasında h e m e n h e m e n ışık hızına eşit bir hızla salıverilen yüksek enerjili zerreciklerdir. Y e r y ü z ü n d e h a y a t ı n evrimini, kısmen de olsa, uzaklardaki dev güneşlerin h a y r e t verici ölümleri düzenler. Bir Geiger sayacını ve bir parça u r a n y u m u y e r y ü z ü n ü n derinliklerinde bir yere g ö t ü r d ü ğ ü n ü z ü d ü ş ü n ü n . Örneğin, bir altın madeni ocağına ya da kayaların eriyip aktığı bir n e h r i n yer dibinde oyduğu bir lav tüneline. D u y a r l ı sayaç, g a m m a ışını ya da proton ve helyum çekirdekleri gibi y ü k s e k e n e r j i y l e y ü k lü zerrecikler karşısında t ı k - t ı k diye atar. E ğ e r sayacı u r a n y u m cevherine yaklaştırırsak, u r a n y u m ani n ü k l e e r çözülme sırasında helyum çekirdeği yaydığından, sayacın saniyedeki tık'lama sayısı m ü t h i ş a r t a r . U r a n y u m cevherini ağır bir k u r ş u n tenekeye atarsak sayacın atış hızı iyice azalır. Ç ü n k ü k u r ş u n u r a n y u m ışınlarım emmıştir. A m a yine de bazı tık'lar olacaktır. Tık'lama sayılarından bir bölümü, m a ğ a r a d u v a r l a r ı n ı n doğal radyoaktivitesinden kaynaklanır. Fakat radyoktiviteden ötürü olmayan t ı k l a m a l a r da saptanacaktır. B u n l a r d a n bazıları tavandan sızan yüksek e n e r j i y ü k l ü zerreciklerden ö t ü r ü d ü r . Uzayın derinliklerinde başka bir çağdan kalma kozmik ışınlardır b u n lar. Çoğunlukla elektron ve proton olan kozmik ışınlar, gezegenimizdeki yaşamın t ü m tarihi boyunca y e r k ü r e y i b o m b a r d ı m a n etmişlerdir. Bir yıldızın Ölümü binlerce ışık y ı h ötede yer alır ve Samanyolu Galaksisinde milyonlarca yıl s a ı m a l biçimde dolaşan kozmik ışınlar y a r a t t ı k t a n sonra, rastlantı sonucu bu ışınlardan bazıları y e r k ü r e y i ve dolayısıyla bizim kalıtsal malzememizi gelir bulur. Genetik k o d u m u z u n gelişmesini ya da C a m b rian Patlaması dediğimiz patlamayı veya atalarımızın a y a k l a r ı üstünde kalkıp durmalarını kozmik ı ş m l a r başlatmış olabilir. 4 T e m m u z 1054 yılında Çin astronomları Boğa t a k ı m yıldızında bir «konuk yıldız» saptadılar. Daha önce hiç g ö r ü l m e m i ş bir yıldız, gökte başka herhangi bir yıldızdan daha p a r l a k b i r hal almıştı. Bu son derece parlak yıldız, astronomi alanında bil— 254 —


g i b i r i k i m i sahibi, y ü k s e k k ü l t ü r l ü bir t o p l u m u n u n yaşadığı G ü n e y b a t ı A m e r i k a ' d a d a g ö r ü l m ü ş t ü r (*). Bir m a n g a l k ö m ü r ü ateşinin kalıntısı K a r b o n 14'teıı a n l ı y o r u z ki, XI, y ü z y ı l ı n ortal a r ı n d a Aııasazi'ler ( b u g ü n k ü HopiTerin a t a l a r ı ) günümüzün N e w Mexico's u n d a k i b i r k a y a l ı k çıkıntı üzerinde yapıyorlarmış. A n a s a z i ' l e r d e n biri, kötü b a v a k o ş u l l a r ı n d a n doğal olarak k o r u n a n k a y a l ı ğ ı n b i r b ö l ü m ü n e yeni yıldızın r e s m i n i çizmişe benziyor. Yıldızın hilal y a n ı n d a k i d u r u ş u , r e s i m d e k i gibi olması g e r e k i y o r . Ü s t t e de b i r el r e s m i v a r . Bu da r e s m i çizene ait h e r halde. 5.000 ışık y ı l ı u z a k t a k i bu ilginç yıldıza şimdi Yengeç S ü p e r n o v a adı v e r i l i y o r . O l a y d a n birkaç y ü z yıl s o n r a teleskopla y ı l d ı z d a k i p a t l a m a n ı n k a l ı n t ı l a r ı n ı izleyen b i r astronom, neden i b i l i n m i y o r a m a , b i r y e n g e ç biçimiyle karşılaşınca Yengeç Süpernova adını verdi. Yengeç bulutsuları patlamış kocaman bir y ı l d ı z ı n k a l ı n t ı l a r ı d ı r . Y e r y ü z ü n d e n çıplak gözle üç ay süreyle g ü n d ü z v a k t i bile izlenebilen p a t l a m a , geceleyin h a y d i h a y d i izlenebilmiştir. O r t a l a m a olarak, belirli b i r galakside s ü p e r n o v a o l u ş u m u n a h e r y ü z y ı l d a b i r r a s t l a n ı r . Tipik b i r g a l a k s i n i n 10 mily a r y ı k b u l a n y a ş a m s ü r e s i n c e 100 m i l y o n a d e t yıldız p a t l a r ; belki çok gibi a m a yine de binde biri o r a n ı n d a d ı r . S a m a n y o l u g a l a k s i s i n d e 1054 yılı o l a y ı n d a n s o n r a 1572 yılında b i r s ü p e r nova gözlendi. B u s ü p e r n o v a T y c h o B r a h e t a r a f ı n d a n anlatılm ı ş t ı r . Kısa b i r s ü r e s o n r a diyebileceğimiz 1604 yılında, K e p l e r t a r a f ı n d a n a n l a t ı l a n b i r s ü p e r n o v a g ö r ü l m ü ş t ü r . N e yazık ki, tel e s k o p u n i c a d ı n d a n b u y a n a b i z i m g a l a k s i m i z d e hiçbir s ü p e r n o v a p a t l a m a s ı o l m a d ı ve a s t r o n o m l a r y ü z y ı l l a r d ı r bir taneciğin e r a s t l a y a b i l m e k için h a b i r e g ö k l e r i n e n g i n l i ğ i n i kolaçan ediyorlar.

<*)

İslam toplumlarındaki gözlemciler de bu olaydan söz ediyorlar, fakat Avrupa'daki kitapların hiçbirinde onların gözlemle rınden söz edilmiyor. — 255 —


Bizimkinden başka galaksilerde s ü p e r n o v a olguları rutin biçimde gözleniyor. G ü n e ş devieşip kırmızı bir r e n k alırken, iç g ü n e ş sistemi acı bir sona yaklaşacak. Neyse ki, gezegenler hiçbir z a m a n patlayan s ü p e r n o v a l a r t a r a f ı n d a n eritilip y o k e d i l m e y e c e k l e r . Böylesi bir son. a n c a k kütlesi G ü n e ş ' t e n d a h a b ü y ü k yıldızların yak ı n ı n d a k i gezegenlere özgüdür. Y ü k s e k ısı dereceleri ve b a s ı n ç düzeylerine ulaşan bu t ü r yıldızların n ü k l e e r (çekirdeksel) y a kıt depoları çabucak t ü k e n d i ğ i n d e n , y a ş a m süreleri G ü n e ş ' i n k i n deıı kısadır. G ü n e ş ' t e n on, y i r m i kez b ü y ü k kütlesi olan bir yıldız, h i d r o j e n i h e l y u m a d ö n ü ş t ü r m e tepkimesini, a n c a k b i r k a ç milyon yıl sürdürdükten s o n r a daha egzotik n ü k l e e r t e p k i m e l e re başlar. Bu yüzden de gelişmiş h a y a t şekillerinin e v r i m i n e yetecek zaman yoktur bu yıldızlara eşlik e d e n g e z e g e n l e r d e . Yıldızlarının bir s ü p e r n o v a y a dönüşeceğini k a v r a m a fırsatına kavuşacak bir varlık d ü ş ü n ü l e m e z . Ç ü n k ü b u n u a n l a y a c a k kadar vakit bulunsa, o yıldız z a t e n artık s ü p e r n o v a y a d ö n ü ş m e y e cek demektir. Süpernova p a t l a m a s ı n ı n başladığına, g ö b e k t e k i d e m i r k ü t lesinin silisyuma d ö n ü ş m e k üzere e r i m e s i işaret sayılır. Çok b ü yük basınç altında yıldızın iç b ö l ü m l e r i n d e serbest kalan elektronlar demir çekirdeğinin p r o t o n l a r ı y l a z o r u n l u o l a r a k k a rışır. Çünkü eşit sayıdaki k a r ş ı t e l e k t r i k y ü k l e r i birbirini y o k eder. Yıldızın içi, tek ve devasa b i r a t o m ç e k i r d e ğ i n e d ö n ü ş ü r ve işgal ettiği hacim doğmasına n e d e n olduğu e l e k t r o n l a r l a demir çekirdeklerinin hacminden d a h a k ü ç ü k t ü r . İçte şiddetli bir patlama yer alır, dışta bir t a ş m a g ö r ü l ü r ve b u n u n s o n u c u n d a bir süpernova patlaması olur. Bir s ü p e r n o v a d a n d o ğ a n parıltı, kendisinin dahil b u l u n d u ğ u galaksideki t ü m öteki y ı l d ı z l a r ı n parıltısından daha güçlü olabilir. Son z a m a n l a r d a Orion t a k ı m yıldızında k u l u ç k a d a n çıkmış k o c a m a n m a v i b e y a z dev yıldızlar, ö n ü m ü z d e k i birkaç milyon yıl içinde s ü p e r n o v a o l m a y a m a h kûmdurlar. Ü r k ü t ü c ü s ü p e r n o v a patlaması, doğacak olan y e n i y ı l d ı z ı n İ

— 258 —


g e r e k s i n d i ğ i m a d d e n i n b ü y ü k bîr b ö l ü m ü n ü uzaya p ü s k ü r t ü r . Azıcık h i d r o j e n ve h e i y u m kalıntısı, k a r b o n , silisyum, d e m i r ve u r a n y u m gibi b a ş k a a t o m l a r d a n epeyce p ü s k ü r t ü r . G e r i y e kalan, b i r b i r i n e çekirdeksel g ü ç l e r l e b a ğ l a n m ı ş sıcak n ö t r o n l a r yığınıdır. Bu t e k ve k o c a m a n kütleli a t o m ç e k i r d e ğ i n i n a t o m ağırlığı 10ifl dır; otuz k i l o m e t r e ç a p ı n d a bir g ü n e ş d e m e k t i r . K ü ç ü c ü k , kasılmış, solgun bu yıldız parçası hızla d ö n e n bir nötron yıldızıdır. Y e n g e ç b u l u t s u s u n u n m e r k e z i n d e k i n ö t r o n yıldızı, büyük bir k e n t ilçesi çapında k o c a m a n bir a t o m çekirdeğidir ve saniyede o t u z kez fır döner. D ü ş ü ş ü y l e birlikte a r t a n m a n y e t i k alanı J ü p i t e r i n d a h a az güçlü olan m a n y e t i k alanı k a d a r k ü ç ü k zerrecikleri çeker. D ö n m e k t e olan m a n y e t i k alanın e l e k t r o n l a r ı ışın çıkarır. B u ışm yalnızca r a d y o f r e k a n s ı d ü z e y i n d e değil, g ö r ü l e bilir ışık d ü z e y i n d e d i r de a y n ı z a m a n d a . E ğ e r y e r k ü r e bu kozmik f e n e r i n ışın alanı içine d ü ş e c e k olursa, f e n e r i n h e r d ö n ü ş ü n d e onu g ö r ü r ü z . Bu n e d e n l e ona «atarca» adı verilir. M e t r o ncm, k o z m i k m e t r o n o m gibi bir gtiz k ı r p a n , b i r tık y a p a n a t a r calar, bildiğimiz e n d a k i k s a a t l e r d e n d a h a d a k i k z a m a n belirleyicisidirler. N ö t r o n yıldızının m a d d e ağırlığını, yalnızca bir çay kaşığı içindeki m i k t a r ı n ı n bir d a ğ a ğ ı r l ı ğ ı n d a o l d u ğ u n u söyleyerek belirtebiliriz. Şöyle ki: E ğ e r n ö t r o n yıldızının b i r parçası elinizde olsa ve b ı r a k s a n ı z (zaten b ı r a k m a k t a n b a ş k a çareniz y o k t u r ) yerk ü r e n i n b i r y a n ı n d a n g i r i p ö t e s i n d e n çıkar, o l a ğ a n ü s t ü ağırlıkt a k i t a ş gibi. E ğ e r bir n ö t r o n yıldızı parçası, u z a y d a n bîr yerden, y e r k ü r e de a l t ı n d a d ö n e r halde, b ı r a k ı l a c a k olursa, y e r y ü z ü n e s ü r e k l i dalışlar y a p a r a k y ü z b i n l e r c e d a r b e sonucu yeri delik deşik e t t i k t e n s o n r a s ü r t ü n m e g ü c ü n ü n etkisiyle gezegenimiz onu iç k e s i m l e r i n d e a n c a k d u r d u r a b i l i r . N ö t r o n yıldızının b ü y ü c e k p a r ç a l a r ı n ı n y e r y ü z ü n d e k e n d i n i h i s s e t t i r m e y i ş l bir talihtir. F a k a t k ü ç ü k p a r ç a l a r ı n ı n h e r y e r d e b u l u n d u ğ u n u u n u t m a m a k g e r e k . N ö t r o n y ı l d ı z ı n ı n ü r k ü t ü c ü gücü, her a t o m u n çekirdeğinde, h e r çay b a r d a ğ ı n d a , h e r n e f e s alışımızda, h e r elma k e k i n d e v a r d ı r . N ö t r o n yıldızı, bize pek olağan g ö r ü n e n şey— 257 —

Kozmos : F. 13


l e r e karşı bile saygı d u y m a y ı öğretir. Gür.eş gibi b i r yıldızın sonu, bir kırmızı dev, a r d ı n d a n da beyaz renge b ü r ü n m ü ş bir cüce o l m a k t ı r demiştik. Güneş'ten iki misli kütlesi o l a n b i r yıldız göçerken bir s ü p e r n o v a y a , a r a m dan da n ö t r o n yıldızına d ö n ü ş ü r . F a k a t b ü y ü k kütleli bir yıldız, s ü p e r n o v a a ş a m a s ı n ı n a r d ı n d a n , ö r n e ğ i n G ü n e ş ' t e n beş misli bir b ü y ü k l ü k t e kalırsa, d a h a da ilginç bir sona m a h k û m d u r : Çekim g ü c ü n e bağımlılığı onu b i r siyah delik d u r u m u n a d ö n ü ş t ü r e c e k t i r . Elimizde sihirli bir y e r ç e k i m i m a k i n e s i bulunduğunu varsayahm. Yeryüzünün çekim gücünü kontrol altında tutabileceğimiz bir m a k i n e olsun bu ve belirli bir sayıyı t e l e f o n d a k i gibi çevirince istediğimiz y e r ç e k i m i g ü c ü n ü u y g u l a y a b i l e l i m . Üzerinde b i r ç o k sayı b u l u n a n k a d r a n 1 g (*) o l a r a k a y a r l a n m ı ş t ı r . 1 g olunca lıer şey alışık o l d u ğ u m u z ü z e r e h a r e k e t e t m e k t e d i r . Y e r y ü z ü n d e h a y v a n l a r , b i t k i l e r ve t ü m b i n a l a r ı m ı z 1 g k u r a l ı n a bağlıdırlar. Çekim gücü d a h a fazla olsa bitkilerin, h a y v a n l a r ı n ve (*)

1 g y e r y ü z ü n e düşen cisimlerin düşüş h ı z ı d ı r . S a n i y e d e 10 m e t re olan bu dü-jüş hızı, her saniye a y n ı m i k t a r d a artar. Ö r n e ğ i n ,

bir taş parçası 1 saniye süreyle düştükten sonra saniyede 10 metrelik bir düşüş hızı kazanır. İki saniye süren düşüşten .«onra saniyede 20 metre hızla düşer ve böyle gider, yere ulaşıncaya ya da havanın sürtünme gücü tarafından yavaşlatılıncaya dek. Çekim gücünün daha büyük olduğu bir dünyada, düşen cisimler o oranda daha büyük düşüş hızı etki sindedirler. 10 g'lik bir dünyada bîr taş parçası ilk bir saniyelik düşüşten sonra saniyede 100 m. hızla düşecektir, ikinci saniyeden sonra düşüş hızı saniyede 200 m. olacaktır. Bu çekim gücünü küçükg harlıyla yazmalıyız ki. Ne w ton'im değişmez ve evrenin h e r yerinde geçerli olan G çekim gücünden farkı anlaşdsın. Newton'un evrensel çekim gücü denklemi şöyledir: F = mg => GMm/r s ; g - GM/r". Bu denklemde F çekim gücüdür; M gezegenin ya da yıldızın kütlesidir; m İse düşen cismin kütlesidir ver düşen cisimle gezegenin merkezi ya da yıldızın merkezi arasındaki uzaklıktır. — 258 —


b i n a l a r ı n çökmemek İçin daha kısa, bodur ve çömelmiş gibi b i r d u r u m almaları gerekirdi. Çekim gücü daha az olsaydı, ağırlıklarının bastıramadığı u z u n l u k l a ve incelikte şekiller görülebilirdi. Ş u n u da belirtelim : Çekim gücünün varolandan daha b ü y ü k .olması halinde bile, ışık yine düz bir çizgi izleyerek ilerledi. Ş i m d i olduğu gibi. Alis H a r i k a l a r Diyarında adlı kitaptaki ünlü çay partisi sırasında çekim g ü c ü n ü azaltırsak, h e r şeyin ağırlığı azalır. Eğer g sıfıra yaklaşırsa, en küçük bir hareket dostlarımızı havaya kaldıracak ve zar zor dengelerini koruyabileceklerdir. Dökülen bir çay damlası ya da başka bir sıvı havada oynaşan küresel taneciklere d ö n ü ş ü r : Sıvı yüzeyinin gerilme gücü, çekim gücüne üst ü n gelir. H e r y e r e çay damlacıkları dağılır. Eğer çekim gücü k a d r a n ı n ı yeniden l'e çevirirsek, çay y a ğ m u r u yağdırırız. Çekim g ü c ü n ü birazcık a r t ı r ı p kadranı 3'e, 4'e çevirirsek, hiçbir şey kım ı l d a m a z olur. K e d i n i n pençesini oynatması bile b ü y ü k bir çaba gerektirir. L a m b a d a n çıkan ışık demeti sıfır!ık ya da birkaç g : lik çekim g ü c ü n d e t ü m ü y l e düz bir çizgi izleyerek ilerler. Şimdi çekim g ü c ü n ü iyice a r t ı r a l ı m . 1000 g'de ışık demeti yine düz g i t m e k t e d i r , f a k a t ağaçlar ezik büzük ve yamyassı olur. Çekim gücü 100.000'e çıkınca taşlar kendi ağırlıkları altında ezilirler. S o n u ç t a her şey yok olur. Yalnızca kedi, özel bir ayrıcalık nedeniyle, kalır. Çekim g ü c ü bir m i l y a r a yaklaşınca daha da acayip b i r olgu karşısında kalınır. O ana dek göğe doğru düz giden ışık d e m e t i b ü k ü l m e y e başlar. Çok b ü y ü k çekim gücü sözkonusu * olunca ışık bile etkilenir. Çekim g ü c ü n ü daha da artırırsak ışık d e m e t i gerisin geri y e r y ü z ü n e döner. A r t ı k H a r i k a l a r Diyarı bir K a r a Deliğe d ö n ü ş m ü ş t ü r . O anda kedi de yok olmuş, yalnızca ^sırıtışı orada kalmıştır. Ç e k i m g ü c ü yeterince artırılınca, hiçbir şey, ışık bile çıkmaz. Böyle bir yere verilen ad K a r a D e l i k t i r . Yoğunluğuyla çe-kîm g ü c ü yeteri k a d a r artınca, kara delik göz kırpıp e v r e n go•riintüleri arasından kaybolur. Bu yüzden adına kara delik denilmiştir, İçinden ışık çıkamıyor ela ondan. F a k a t içyüzü, ışık — 259 -


orada kısıp kaldığı için, ilginç g ö r ü n t ü l ü olabilir. Bir kara delik dıştan görülmese de çekim gücü hissedilebilir. E ğ e r yıldızlararası yolculukta dikkatli davramlmazsa kara delik sizi içine çeker. Bir daha bırakmamacasma. V ü c u d u n u z da g ö r ü n t ü s ü pek hoş olmayan ince u z u n bir iplik biçiminde g ö r ü l ü r . Bu d u r u m dan kurtuluş yoktur ama eğer k u r t u l u r s a , o kişi kara delik çevresindeki diskte toplanmış maddenin g ö r ü n t ü s ü n ü bir daha u n u tamaz. Güneş'in içindeki t e r m o n ü k l e e r tepkimeler dış k a t m a n l a r ı na destek sağlayarak, Güneş'in çekim gücü etkisi altında göçmedi faciasını milyarlarca yıl erteliyor. Beyaz cücelerdeki dur u m ş u d u r : Çekirdeklerinden sıyrılan e l e k t r o n l a r ı n basıncı yıldızı göçmekten alıkoymaktadır. Nötron yıldızlarındaki d u r u m s a şöyledir: Nötronların basıncı çekim g ü c ü n ü s a v u ş t u r u y o r . F a k a t süpernova patlamalarından ve diğer z a r a r l a r d a n a r t a kalan eski kütlesinde de, Güneş'ten birkaç kez b ü y ü k olan bir yıldızı a y a k t a tutacak güç yoktur. Yıldız i n a n ı l m a y a c a k biçimde büzülür, u f a lır, fır döner, kırmızılaşır ve o r t a l ı k t a n çekilir. Güneş'ten y i r m i kez b ü y ü k kütleli bir yıldız Los Angeles kenti k a d a r k ü ç ü l ü r . Ezici çekim gücü 10t(l değerine ulaşır ve yıldız m e k â n - z a m a n sürekliliği içinde kendi çatırtısıyla evrende kaybolur. K a r a deliklerden İngiliz astronomu J o h n Mitchell 1783'de ilk söz eden kişi olmuştur. F a k a t bu fikir acayip karşılanmış ve sonradan terkedilmişti. Son z a m a n l a r d a kara delikler üzerinde yeniden duruldu. Ve aralarında astronomların da b u l u n d u ğ u birçok kişinin h a y r e t i n e yol açan k a r a deliklerin varlığı kanıtlandı. Yeryüzü atmosferinden X ışınları geçmez. Gökcisimlerin bu t ü r kısa ışık dalgası çıkarıp çıkarmadığını s a p t a m a k için bir X - ışını teleskopunun atmosferin dışına gönderilmesi g e r e k i y o r d u . Böylesi bir X - ı ş ı n laboratuarının a t m o s f e r dışına fırlatılması değerli bir uluslararası çabayla gerçekleştirilebildi. K e n y a k ı y ı l a n açıklarında, Hint Okyanusunda bir İtalyan f ı r l a t m a r a m p a s ı n dan fırlatılan araç ABD t a r a f ı n d a n uzayda y ö r ü n g e y e o t u r t u l d u ve laboratuara Swabili dilinde «Özgürlük» a n l a m ı n a gelen «Uhu— 260 —


ru» adı verildi. 1971 yılında U h u r u , K u ğ u takım yıldızından gelme çok parlak bir X - ı ş ı n ı kaynağına rastladı. Saniyede bin kez ışık v e r i p sönen bir kaynaktı bu. K u ğ u X -1 adı verilen kaynak küçük olmalı. Bir asteroid b ü y ü k l ü ğ ü n d e k i cisim parlaktır, X - ı ş ı n ı çıkarır ve yıldızlararası mesafelerden görülebilir. Acaba bu ne olabilirdi? K o z m o s ' u n keşfinde h e n ü z başlangıç aşamasındayız. Daha önce Kozmos'un keşfi için yapılan araştırmalar. Gol;cisimler Kıt a s ı ' n m henüz m e ç h u l ü m ü z olduğunu ortaya koyuyor. Ne g ; bi s ü r p r i z l e r sakladığı m bilemiyorum. K e l i m e n i n t a m anlamıyla Kozimns'un Çocukları'yız. Bir yaz g ü n ü , y ü z ü n ü , Güneş'e çevirdiğinizi düşünün. Güneşe dik bakm a n ı z olanaksızdır. 150 milyon kilometre öteden g ü c ü n ü hissediyoruz. K a y n a r ve kendi kendine ışıyan bu cismin yanında bulunsak ya da o n u n nükleer ateşinin göbeğine dalsak, acaba neler hissederiz? Güneş bizi ısıtıyor, bizi besliyor ve görmemize olanak sağlıyor. Y e r y ü z ü n ü n bereket kaynağıdır. İnsanoğlu tar a f ı n d a n s ı n a n m a sınırının ötelerimle bir güce sahip. Güneş'in doğuşunu kuşlar b ü y ü k bir sevinçle karşılarlar. Güneş doğunca ışıkta y ü z m e y e başlayan tek hücreli organizmalar bile var. Atalarımız Güneş'e tapınışlardı, Taptıkları için kınayanlayız da. Onları saflıkla suçlayamayız. A m a şunu belirtmeliyiz ki. Güneş olağan diyebileceğimiz bir yıldızdır. Eğer kendimizden iistüıı saydığımız bir güce tapacaksak, Güneş'le birlikte yıldızlara da t a p m a m ı z daha akla y a k ı n değil mi? Astronomi alanında girişilen her a r a ş t ı r m a n ı n altında b ü y ü k bir h a y r a n l ı k k ıy::: : yatm a k t a d ı r . Bu k a y n a k çoğu zaman öylesine derinlerde ki, a • .umacı varlığım f a r k e d e m e m e k t e d i r . S a m a n y o l u Galaksisi yıldız b ü y ü k l ü ğ ü n d e egzotik cisimlerle dolu, keşfedilmemiş bir kıtadır. S a r m a l biçimli bu Gökadalar K; tası'nda 400 milyar yıldız var; k â h gaz b u l u t l a r ı göçme d u r u m u na geçiyor, k â h gezegen sistemleri yoğunlaşıp oluşuyor. Parıltılı dev cısimleriyle, istikrarlı bir düzen k u r m u ş orta yaşlı yıldızlarıyla, kırmızı devleriyle, beyaz ciiceleriyle, gezegen bulutsula— 261 —


rıyla, nova'lanyla, süpernova'larıyla, nötron yüdızlarıyla ve kara delikleriyle insanın soluğuna kesen bilgi kaynaklarıyla dolu dünyalar dolaşıyor s a r m a l biçimli Samanyolu'nda. O n u n az ötesinde Macellan B u l u t l a r ı n ı n yıldızlan çevresindeki yörüngelerde gezegenlerin varlığına kesin gözüyle bakabiliriz. Böyle bir dünyanın varlığı bize, kendi dünyamızın da fısıldadığı gibi harcımızın, biçimimizin ve yapımızın, hayatla Kozmos arasında derinden varolan ilişkiye sıkı sıkıya bağlı o l d u ğ u n u anlatır,

— 262 —


Bölüm X SONSUZLUĞUN İPUCU Gökyüzünden ve Yeryüzünden önce Hayal meyal kurulmuş bir şey var. Sessizlikte ve boşlukta Öylece riuî-uyor ve değişmiyor, Dönüp dolaşıyor ve yorgun düşmüyor. Dünyanın anası olabilir. Adını bilmiyorum Bir sözcük kullanmak için Ona 'Yol' diyorum. Derme çatma bir İsim bulabiliyorum ve Ona diyorum.

'Büyük'

Büyük olunca aramızda bulunmuyor, Bulunmayınca uzaklarda varoluyor Uzaklarda varolunca da içimizde yaşıyor. — Lao - tse, Tao Te Ching (Çin, M.Ö. yaklaşık 600) Yukarıda bir yol var, gökyüzünde belirgin; adı Samanyolu. Parıltısı kendinden. Tanrılar bu yoldan gidiyorlar

— 263 —


büyük Yaratıcı'ya ve mekânına... İçte orada oturuyorlar gökyüzünün güçlüleri. — Ovidius, Metamorphoses (Roma, 1. yüzyıl) Bazı akılsızlar dünyanın bir Yaratıcı'nın elinden çıktığını söylüyorlar.

Dünyanın yaratıldığı görüşü

yanlıştır.

Reddedilmelidir. Dünyayı Tanrı yaraltıysa, yaratılıştan önce neredeydi?.. Şunu bil kî, dünya yaratılmış değildir. Zaman gibi dünya da yaratılmamıştır. Bir başlangıcı ve sonu yoldur. Ve kurallara bağlıdır... — Mahapuıana, Jinasena

{Büyük Efsane)

Hindistan

9, yüzyıl

ON YA DA YİRMİ M İ L Y A R Y I L Ö N C E B Ü Y Ü K P A T LAMA O L M U Ş . . . Evrenin başlangıcı olan B ü y ü k P a t l a m a . Bu patlamanın nedeni kafamızı kurcalayan en b ü y ü k gizdir. Ancak olduğu da mantığa u y g u n d u r E v r e n i n şimdiki m a d d e ve enerjisi büyük bir yoğunluk içindeydi. Bir t ü r kozmik y u m u r t a diyebiliriz; dünyanın yaratılışına ilişkili birçok uygarlığın efsanelerinde denildiği gibi. Bu yoğunluk belki de hiçbir boyuta sahip olmayan bir matematik değerdi. T ü m m a d d e ve e n e r j i b u g ü n kü evrenimizin bir köşesinde sıkışıp kalmıştı demek istemiyor u m . Madde ve e n e r j i ve b u n l a r ı n d o l d u r d u ğ u m e k â n d a n oluşan tüm evren çok k ü ç ü k bir hacim kaplıyordu demek istiyorum. Bir başka deyişle, m e k â n olayların yer almasına olanak v e r m e yecek denli dardı. Kozmik patlamada e v r e n sürekli olarak genişlemeye başladı. Evrenin genişlemesini, bir kabarcığın genişlemesinde olduğu gibi, dışarısından bakarak a n l a t m a y a kalkışmak yanlış olur. Bu konuda bilebildiklerimizin hiçbiri dışarıdan o l m a m ı ş t ı r zaten. Uzay gerildikçe, evrendeki madde ve e n e r j i onunla birlikte genişledi ve hızla soğudu. Kozmik ateş t o p u n u n ışınımı, şimdi olduğu gibi, o zaman da evreni doldurarak t a y f t a n süzüldü; gam— 264 —


ma ışınlarıyla X - ı ş ı n l a r ı n a ve morötesi ışığa, tayfın görülebilir gökkuşağı r e n k l e r i n d e n kızılötesi ve radyo bölgelerine kadar, O ateş t c p u n u n kalıntıları alan ve göğün her yanından çıkıp gelen ışınım b u g ü n radyo - teleskoplarla saptanabihyor. Evrenin ilk dönemlerinde uzak parıltılı biçimde aydınlanıyordu. Zamanla, uzayın yapısal dokusu genişlemeye devam etti, ışınım (radyasyon) scğudu ve görülebilir ışık niteliği açısından, uzay ilk kez b u g ü n k ü gibi karanlığa dönüştü. E v r e n ilk dönemlerinde ışınımla ve çeşitli maddelerle doluydu, Ateş t o p u n u n ilk çağındaki yoğunluğunda ilkel maddelerden hidrojen ve helyum oluşmuştu. G ö r ü l m e y e değer fazla bir şey yoktu evrende. Tabii, izleyecek kimse de yoktu. A r d ı n d a n k ü ç ü k k ü ç ü k ve birbirinin aynı o l m a m a k üzere, gaz cepleri büy ü m e y e başladı. K o c a m a n ö r ü m c e k ağı biçiminde gaz bulutları filizlendi. Yığınlara dönüştü. Y a v a ş t a n fır dönmeye başlayan şeyler belirdi. Giderek parıltı k a z a n m a y a başladı bunlar. Her biri yüz milyarlarca noktayı a y d ı n l a t a n g a l i p h a y v a n g ö r ü n ü m ü n e h ü r ü n d ü l e r . E v r e n d e tanınabilecek en b ü y ü k yapılar belirmişti. B u n l a r ı b u g ü n görmekteyiz. B u n l a r d a n birinin ücra kölesinde y a ş a m a k t a y ı z . Galaksiler (Gökadalar) adını veriyoruz onlara. B ü y ü k P a t l a m a d a n bir m i l y a r yıl sonra evrendeki madde dağılımı birbirinin aynı olmayan öbekler halinde gerçekleşti. Öbeklerin aynı olmayışı B ü y ü k P a t l a m a n ı n tam olarak düzenli g e r ç e k l e ş m e m e s i n d e n ö t ü r ü d ü r belki de. Bu öbeklerde madde başka yeri erde kinden daha y o ğ u n biçimde sıkışmıştı. Çekim gücü bu m a d d e öbeklerine, y a k ı n l a r ı n d a dolaşan gazların önemli bir b ö l ü m ü n ü çekmiştir. Böylece çektikleri hidrojen ve hely u m b u l u t l a r ı n a h e v e n k h e v e n k t a k ı m adalara dönüşme kaderi reva g ö r ü l m ü ş t ü . Başlangıçtaki öbeklerin aynı büyüklükte 0.1mayışı, sonradan, çok önemli m i k t a r d a m a d d e yoğunlaşmalarında başlıca e t k e n d i r . Çekim g ü c ü n ü n etkisine kapılma s ü r d ü k ç e , ilk gökadaların fır dönmesi giderek hız kazandı. B u n l a r d a n bazıları, çekim güc ü n ü n m e r k e z k a ç g ü n ü t a r a f ı n d a n dengelenemediği dönüş ek— 265 —


büyük Yaralıcı'ya ve mekânına... lar gökyüzünün güçlüleri.

İşte orada o t u r u y o r -

— Ovidius, Metamorphoses

(Roma, t. yüzyıl)

Bazı akılsızlar dünyanın bir Yarahcı'nın elinden çıktığını söylüyorlar. Dünyanın yaratıldığı görüşü

yanlıştır.

Reddedilmelidir. Dünyayı Tanrı yareitıysa, yaratılıştan önce neredeydi?.. Şunu bil ki, dünya yaratılmış değildir. Zaman gibi dünya da yaratılmamıştır. Bir başlangıcı

ve sonu

yoktur.

Ve kurallara bağlıdır... — Mahapuıana, Jinssena

(Büyük

Efsane)

Hindistan

9. yüzyıl

O N Y A D A YİRMİ M İ L Y A R Y I L ÜNCE B Ü Y Ü K P A T L A M A O L M U Ş . . . E v r e n i n başlangıcı olan B ü y ü k P a t l a m a . Bu p a t l a m a n ı n nedeni kafamızı kurcalayan en b ü y ü k gizdir. Ancak olduğu da m a n t ı ğ a u y g u n d u r . Evrenin şimdiki m a d d e ve enerjisi büyük bir yoğunluk içindeydi. Bir tür kozmik y u m u r t a diyebiliriz; dünyanın yaratılışına ilişkin birçok uygarlığın efsanelerinde denildiği gibi. Bu yoğunluk belki de hiçbir b o y u t a s a h i p olmayan bir m a t e m a ü k değerdi. T ü m m a d d e ve e n e r j i b u g ü n kü evrenimizin bir köşesinde sıkışıp kalmıştı demek istemiyor u m . Madde ve e n e r j i ve bunların doldurduğu m e k â n d a n oluşan t ü m e v r e n çok küçük bir hacim kaplıyordu d e m e k istiyorum. Bir başka deyişle, m e k â n olayların y e r almasına olanak v e r m e yecek denli dardı. Kozmik patlamada e v r e n sürekli olarak genişlemeye başladı. Evrenin genişlemesini, bir kabarcığın genişlemesinde olduğu gibi, dışarısından bakarak a n l a t m a y a kalkışmak yanlış olur. Bu konuda bilebildiklerimizin hiçbiri dışarıdan o l m a m ı ş t ı r zaten. Uzay gerildîkçe, evrendeki madde ve e n e r j i o n u n l a birlikte genişledi ve hızla soğudu. K o z m i k ateş t o p u n u n ışınımı, şimdi olduğu gibi, o zaman da evreni d o l d u r a r a k t a y f t a n süzüldü; gam— 264 —


ma ışınlarıyla X - ı ş ı n l a r ı n a ve morötesi ışığa, t a y f ı n görülebilir gökkuşağı r e n k l e r i n d e n kızılötesi ve r a d y o bölgelerine kadar. O ateş t o p u n u n kalıntıları olan ve göğün her yanından çıkıp gelen ışınım b u g ü n radyo - teleskoplarla saptanabiliyor. Evrenin İlk dönemlerinde uzak parıltılı biçimde aydınlanıyordu. Z a m a n la, uzayın yapısal dokusu genişlemeye d e v a m etti, ışınım (radyasyon) soğudu ve görülebilir ışık niteliği açısından, uzay ilk kez b u g ü n k ü gibi karanlığa dönüştü. E v r e n ilk dönemlerinde ışınımla ve çeşitli maddelerle doluydu. Ateş t o p u n u n ilk çağındaki y o ğ u n l u ğ u n d a ilkel maddelerden h i d r o j e n ve h e l y u m oluşmuştu. G ö r ü l m e y e değer fazla bir şey yoktu e v r e n d e . Tabii, izleyecek kimse de yoktu. A r d ı n d a n küçük k ü ç ü k ve birbirinin aynı olmamak üzere, gaz cepleri büy ü m e y e başladı. K o c a m a n ö r ü m c e k ağı biçiminde gaz bulutları filizlendi. Yığınlara dönüştü. Yavaştan f ı r dönmeye başlayan şeyler belirdi. G i d e r e k parıltı k a z a n m a y a başladı bunlar. H e r biri yüz milyarlarca noktayı a y d ı n l a t a n g a r i p h a y v a n g ö r ü n ü m ü n e h ü r ü n d ü l e r . E v r e n d e tanınabilecek en b ü y ü k yapılar belirmişti. B u n l a r ı b u g ü n görmekteyiz. B u n l a r d a n birinin ücra köşesinde yaşamaktayız. Galaksiler (Gökadalar) adını veriyoruz onlara. B ü y ü k P a t l a m a d a n b i r m i l y a r yıl sonra evrendeki m a d d e dağılımı birbirinin a y n ı olmayan öbekler halinde gerçekleşti. Öbeklerin ayııı olmayışı B ü y ü k P a t l a m a n ı n t a m olarak düzenli gerçekleşmemesinden ö t ü r ü d ü r belki de. Bu Öbeklerde madde başka y e r l e r d e k i n d e n d a h a yoğun biçimde sıkışmıştı. Çekim gücü bu m a d d e öbeklerine, y a k ı n l a r ı n d a dolaşan gazların önemli bir b ö l ü m ü n ü çekmiştir. Böylece çektikleri h i d r o j e n ve hely u m b u l u t l a r ı n a h e v e n k h e v e n k t a k ı m a d a l a r a dönüşme kaderi reva g ö r ü l m ü ş t ü . Başlangıçtaki öbeklerin a y n ı b ü y ü k l ü k t e olmayışı, s o n r a d a n , çok önemli m i k t a r d a m a d d e yoğunlaşmalarında başlıca e t k e n d i r . Çekim g ü c ü n ü n etkisine kapılma s ü r d ü k ç e , ilk gökadaların fır dönmesi giderek hız kazandı. B u u l a r d a n bazıları, çekim gücünün m e r k e z k a ç g ü n ü t a r a f ı n d a n dengele ne mediği dönüş ek-

265 —


seni boyunca ezilerek yassıldılar, Uzayda fırıldak gibi d ö n ü p dolaşan büyük madde birikintileri olan s a r m a l gökadaların ilki b u n l a r oldu. Çekim gücü daha az olan ya da başlangıçtaki dönüş hızı daha düşük ilk gökadalar fazla yassıImayarak eliptik dönen, ilk galaksiler oldular. Aynı kalıptan dökülmüşçesine benzer başkaca gökadalar da var evrende. Çünkü çekim gücü ve açısal b : gibi doğa yasaları evrenin h e r yerinde geçerlidir. Y e r k ü r e m; iv çekim g ü c ü n ü n etkisiyle düşen cisimler ve tek ayak üstünde dönen buz patencileri için sozkonusu olan fizik yasaları, evrende de gökadalar için aynen geçerlidir. Yeni doğmakta olan gökadalar (galaksiler) arasındaki çok küçük bulutlar da çekim g ü c ü n ü n etkisine kapıldılar, tç ısılarının derecesi çok yükseldi, t e r m o n ü k l e e r tepkimeler başgösterdi ve ilk yıldızlar böylece oluştular. H i d r o j e n yakıtı sermayelerini savurganca t ü k e t i p Ömürlerini süpernova patlamasıyla sona erdirdiler. Helyum, karbon, oksijen ve daha ağır e l e m e n t l e r d e n meydana gelen t e r m o n ü k l e e r küllerini yıldızlararası gazlar a r a sına katarak yeni yıldız nesillerini hazırladılar. B ü y ü k kütleli yıldızların süpernova patlamaları, yanı başlarındaki gaz üzerinde üst üste şok dalgaları y a y a r a k galaksilerarası o r t a m d a k i basınçla hevenk h e v e n k yeni gökada nesillerini hızlandırdı, Çekim gücü b ü y ü k fırsatçıdır, yoğunlaşan en küçük m a d d e birikintilerini bile genişletmekten kendini alamaz. SÜpernovaların şok dalgaları her aşamada m a d d e birikiminde rol oynamıştır. Kozmik. evrimin destanı, B ü y ü k P a t l a m a d a n çıkan gazın m a d d e yoğunlaştırmadaki «silsile-i meratip» destanı b a ş l a m ı ş t ı : G ö k a d a hevenkleri, gökadalar, yıldızlar, gezegenler, sonuçta, h a y a t ve hayatın başlamasından s o r u m l u görkemli sürecin ne o l d u ğ u n u birazcık anlayacak akıl... Bugün evren, gökada hevenkleriyle doludur. B u n l a r d a n bazıları bir düzineye yakm gökadalar b u l u n d u r a n anlamsız ve değersiz koleksiyonlardır. Duygusal bir y a k ı n l ı k t a n Ötürü olacak, '-Bölgesel Grup» adını verdiğimiz g r u p t a h e r ikisi de s a r m a l iki büyük gökada v a r d ı r : Samanyolu ve M31. Başka gökada he— 266 —


venklerinde birbirine karşılıklı çekim gücüyle sarılmış binlerce gökada s ü r ü l e r i vardır. Genel anlamda, gökadalardan m e y d a n a gelen bir evrende yaşıyoruz. Kozmik m i m a r i n i n sürekli yapılış ve çöküşüne ait belki de 100 milyar galaksi örneği vardır. Düzenle düzensizliğin b i r a r a d a y ü r ü d ü ğ ü bu kozmik mimaride normal s a r m a l biçimde olanlarına rastlarız, Y e ı y ü z ü n d e n bakış çizgimize kıyasla çeşitli açılar alarak dönerler. (Önden görününce s a r m a l kolları; profilden görününce, kolları o l u ş t u r a n gaz ve toz yolları belirir.) O r t a l a r ı n d a n yıldızların geçiştiği ve gazla toz ırmağının kestiği çizgili s a r m a l l a r vardır. Bir trilyon yıldızdan fazlasını b u l u n d u r a n dev elliptik gökadalar bulunur. Cüce olanlarına da r a s t l a n ı r ki, her biri önemsiz milyonlarca güneş b u l u n d u r u r . Öylesine çok düzensiz olanları var ki, bu, galaksiler âleminde işlerin bazı bölgelerde iyi gitmediğine işarettir. Bazı gökadalar da birbirlerine öyle yakın bir yörüngede dolaşırlar ki, uçları, adaşlarının çekim gücü y ü z ü n d e n kıvrılmışfır. Bazı d u r u m l a r a a y s a çekim g ü c ü gaz ve yıldız k ü m e l e r i n i dışarıya doğru ittiğinden, gökadalararası geçit genişler. Gökadalararası çarpışmal a r önceleri küresel olan h e v e n g i n biçimini değiştirir. Elliptik biçimlerin s a r m a l biçimlere ya da biçimsizliklere dönüşmesinden s o r u m l u da olabilir sözünü ettiğimiz çarpışmalar. Galaksilerin çokluğu ve biçim çeşitliliği, bize eski zamanlarda evrende olup bitenler h a k k ı n d a birşeyler anlatıyor olabilir. Bu ö y k ü y ü hen ü z yeni o k u m a y a başlamış b u l u n u y o r u z . «Kuasar» sözde yıldız anlamına gelmektedir. Yıldıza çok benzediklerinden b u n l a r ı n gökadamızdaki yıldızlar olduklarını d ü ş ü n m ü ş t ü k doğal olarak. Ancak spektroskopik araştırmalar b u n l a r ı n çok u z a k l a r d a bulunabileceğini göstermiştir. Kuasarlar ı n evrenin genişlemesinde çok önemli rol aldıkları sanılıyor. B u n l a r d a n bazıları bizden ışık hızının yüzde 90'ına eş bir hızla uzaklaşmaktadırlar. Eğer kuasarlar çok uzaktaysalar, hu mesaf e l e r d e n görülecek k a d a r içleri p a r l a k olmalı. Aralarında bin süp e m o v a m n bir defada patlamasının çıkardığı ışık kadar p a r l a k — 267 —

1


clanlaîı var. K u ğ u X - 1 için spzkonusu olduğu gibi, bunların hızlı dalgalanmaları, o m ü t h i ş parlaklıklarının küçük bîr hacim içinde (başka bir deyişle, güneş sistemi h a c m i n e yakın.) kaldığını gösteriyor. Bu k u a s a r d a n b ü y ü k m i k t a r d a e n e r j i yayıldığına baa, bun® çok ilginç bir süreç d o ğ u r u y o r olmalı. B u n u n nede ine ilişkin olarak ortaya atılan fikirleri şöyle özetleyebili(1) Kuasarlar, güçlü bir m a n y e t i k alana bağlantılı olarak hır dönen olağanüstü kütleli dev - atarcalardır; (2) kuasarlar, galaksinin göbeğinde yoğun birikimli milyonlarca yıldızın çok yanlı çarpışma 7 arından ileri gelmektedir. Bu çarpışmalar sonucvr.da, b ü y ü k kütleli yıldızların dış k a t m a n l a r ı y ı r t ı l a r a k , iç kesimlerinin m i l y a r l a r a v a r a n derecedeki ısısı ortaya çıkıyor; (3) fcir önceki savın benzeri hu sava göre, k u a s a r l a r öylesine yoğun birikimli yıldız galaksileridir ki, yıldızların birindeki süpervona patlaması başka bir yıldızın dış k a t m a n ı n ı y ı r t a r a k onu da bir süpernova y a p a r ve zincirleme tepkimeyle yıldızlarda patlamalar m e y d a n a gelir; (4) kuasarlar maddeyle m a d d e - karşıtının ( a n t İ - m a d d e ) birbirini şiddetle yok etmesinden güç kaynağı alıyor ve her nasılsa bu gücü koruyor; (5) böylesi bir gökadam göbeğindeki kara deliğe gaz, toz ve yıldızların düşmesiyle çıkan e n e r j i bir kuasardır; ve (6) k u a s a r l a r «beyaz delik»lerd:':\ Yar.:, k a r a deliklerin a r k a y a n l a n . E v r e n i n öteki y a n l a rında, hatta belki de başka e v r e n l e r d e kara deliklere h o r t u m gibi madde emilerek bir m a d d e n i n g ö r ü n t ü y e dönüşmesidir. Kuasarları incelemeye kalkışınca, çok derin gizlerle karşı karşıya kalıyoruz. Bir kuasar patlamasının nedeni ne olursa olsun, şurası kesin ki, böylesine şiddetli b i r p a t l a m a anlatılması zor bir karmaşa y a r a t ı y o r d u n K e r k u a s a r patlaması milyonlarca dünyayı -hayat ve olup bitenleri k a v r a y a c a k akıllı y a r a t ı k l a r da bulunabilir bu dünyalarda- silip s ü p ü r ü y o r d u r . G ö k a d a l a r incelendiğinde, evrensel bir düzen ve güzellik g ö r ü l ü y o r b u n l a r d a . F a k a t aynı zamanda, insanın aklına sığmayacak b ü y ü k l ü k t e b i r karmaşa da şiddetini beraberinde getiriyor. Y a ş a m a m ı z olanak veren bir evrende hayat s ü r m e m i z çok ilginçtir. Galaksileri, yıl- 268 —-


dızları ve d ü n y a l a r ı yok edip götüren bir evrende yaşamamız da ilginçtir. Evreni bizden y a n a ya da bize karşı diye y o r u m l a m a malıyız. Bize karşı kayıtsız davranıyor, Hepsi bu. S a m a n y o l u gibi g ö r ü n ü r d e uslu bîr galaksinin bile gürültülü patırtılı huysuzlukları v a r d ı r . Radyo gözlemleri, Samanyolu Galaksisinin göbeğinden sorguç gibi yükselen iki m u h t e ş e m hidr o j e n gazı b u l u t u belirliyor. Buysa arada sırada hafif patlamal a r a işarettir. Sözkonusu b ü y ü k hidrojen gazı bulutları, milyonlarca adet güneş var etmeye yeter de artar. Y e r k ü r e m i z i n yör ü n g e s i n e yerleştirilen yüksek enerjili astronomi gözlemevi, galaksinin çekirdek b ö l ü m ü n d e özgün bir g a m m a ışını tayf çizgisi kaynağı b u l m u ş t u r . Şiddet dolu erginlik çağında k u a s a r l a r ve patlar gökadaların gelip geçtiği sürekli evrim dizisir.de, Sam a n y o l u gibi galaksiler ağırbaşlı orta yaşlılığı ifade ediyor olabilir. Ş u n u belirtelim ki, k u a s a r l a r çok uzaklarda olduklarından biz onların m i l y a r l a r c a yıl önceki gençlik hallerini görmekteyiz. S a m a n y o l u ' n d a k i yıldızlar sistemli ve hoş bir g ö r ü n ü m içinde devinirler. Galaksi düzleminden küresel hevenkler î:rlayıp ötey a n a geçerler ve orada yavaşlayarak geri dönüş yapıp yeniden öne fırlarlar. T e k e r teker her bir yıldızın galaksi düzlemindeki bireysel d e v i n i m l e r i n i izleyebilsek mısır patlaması g ö r ü r gibi oluruz. Bir galaksinin belirli bir biçim değişikliği geçirişine hiç tanık olmadık. B u n u n tek nedeni devinimin çok z a m a n almasıdır. S a m a n y o l u Galaksisi h e r 250 milyon yılda bir d ö n ü ş ü r ü tam a m l a r . Bir galaksinin astronomik bir fotoğrafının çekilmesi, o n u n ağırbaşlı devinimiyle e v r i m i n d e k i bir a ş a m a n ı n anlık gör ü n t ü s ü d ü r (*). Bir galaksinin İç bölgesi katı bir cisim gibi dö(*}

Aslında

bu pek de doğru sayılmaz. B i r galaksinin bize baltan

yanı, bize,

uzak y a n ı n d a n on binlerce ışık y ı l ı daha y a k ı n d ı r ;

bu ned«nle ön cephesini arka y a n ı n d a n on binlerce yd Önce görüyoruz. Galaksilerin d i n a m i ğ i n d e k i t i p i k olgular on milyonlarca y ı l içinde geçtiğinden, bir galaksinin görüntüsünü zamanın bir anında donmuş gibi d u r u y o r düşünmedeki hata payı b ü y ü k değildir.

— 269 —


ner. Fakat öteki bölümler, Kepler'in üçüncü yasası uyarınca gezegenlerin G ü n e ş çevresinde dönüşü gibi, dış bölgeleri daha yavaş olmak üzere dönerler. Galaksinin kolları, orta bölgeyi giderek sarmak eğilimindedirler. Gaz ve toz sarmal bölgelerde d a h a çok yoğunlaşır. İşte buraları geııç, sıcak, parlak yıldızların oluşum bölgeleridir. Bu yıldızlar yaklaşık 10 milyon yıl parıldard ı . B a s ü r e bir galaksinin dönüş süresinin yalnızca yüzde S'ine .'-. Sarmal kolu belirleyen yıldızlar yaıııp gittikleri için onların hemen ardında yeni yıldızlarla onlara bağımlı bulutsular o l u ş t u ğ u n d a n , sarmal biçim h e p varlığını s ü r d ü r ü r . S a r m a l kolu belirleyen yıldızlar, galaksinin tek bir dönüş süresi boyunca bile hayatta kalamadıklarından, sürekli olarak yalnızca sarmal biçim Yarlığını s ü r d ü r ü r . Galaksinin merkezine yakın h e r h a n g i bir yıldızın hızı, gen e t i k l e s a r m a l biçim içindeki yıldızın hızıyla aynı değildir. G ü neş, Samanyolu Galaksisi çevresinde y i r m i kez t a m a m l a d ı ğ ı dönüğü sırasında sarmal kollar arasından epey girip çıktı. Güneş'in Samanyolu çevresindeki dönüş hızı da saniyede 200 kilometredir. Ortalama olarak Güneş'le gezegenler bir s a r m a l kolda kırk milyon yıl kalıyorlar. Sarmal kol dışında seksen milyon yıl h a r cıyorlar, sonra içinde bir kırk milyon yıl daha ve böylece s ü r ü p gidiyor. Sarmal kollar kuluçkaya y a t m ı ş yeni yıldız hasadının hazırlandığı ve Güneş gibi orta yaşlı yıldızların m u t l a k a b u l u n ması gerektiği bölgeler değildir. Şu dönemde, s a r m a l kollar arasında bulunuyoruz. Güneş sisteminin s a r m a l kollar arasından belirli aralıklarla geçmesi bizler için önemli sonuçlar d o ğ u r m u ş olmalıdır. On milyon yıl kadar önce Güneş, Orioıı Sarmal K o l u n u n Gould K u ş a ğından çıktı. Şimdi bu s a r m a l kol bin ışık yılı uzaktadır. (Orion Kolunun içinde Yay - Sagıttarius - Kolu; Orion K o l u ' n u n ötesinde de Perseus Kolu vardır.) Güneş bir s a r m a l kol içinden geçtiğinde, gazb bulutsuya ve yıldızlar arası tozlu bulutlara girmesi olasılığı kuvvetlidir. Yeni yıldız y a r a t a c a k h a r ç l a r a raslaması olasılığı da içinde bulunduğumuz döneme oranla d a h a y ü k s e k t i r . —

270 -


Y e r k ü r e m i z d e h e r 100 milyon yılda bir t e k r a r l a n a n başlıca b u zul çağlarının Güneş'le y e r y ü z ü arasına yıldızlararası m a d d e n i n girmesinden kaynaklandığı s a v u n u l u y o r . W. Napier ve S. Clube'in öne s ü r d ü k l e r i fikre göre, güneş sistemindeki epey sayıda ay, asteroid, kornet ve gezegenleri çevreleyen halkalar bir zam a n l a r yıldızlararası m e k â n d a serbestçe dolanırlarken, Güneş, Orion S a r m a l K o l u n d a n geçtiği sırada tutuklanmışlardır. Bu fikir ilginçtir, ancak gerçekleşmiş olması zayıf b i r olasılıktır. Fak a t sınanabilir bir fikirdir. S ı n a m a k İçin ihtiyacımız olan t e k şey, bir kornettir ve onun m a g n e z y u m izotopunu incelemektir. M a g n e z y u m izotoplarının görece fazlalığı, özgün bir m a g n e z y u m örneği oluşturan bir s ü p e r n o v a p a t l a m a zamanının belirlenmesi de dahil olmak üzere, yıldızdaki n ü k l e e r olgular dizisine işaret eder. Galaksinin başka bir köşesinde başka olaylar dizisi yer almış olabilir ki, b u n l a r d a k i m a g n e z y u m izotop oranı değişiktir. B ü y ü k P a t l a m a y a ve galaksilerin uzayın gerilerine çekilişine ait olgu, «Doppler etkisi» dediğimiz doğadaki bir olgudan anlaşılmıştır, Biz bu etkiyi ses fiziğinden biliyoruz. Bir otomobil s ü r ü c ü s ü n ü n hızla yanımızdan geçerken kornasını çaldığını d ü ş ü n e l i m . A r a b a n ı n içinde sürücü belirli b i r perdeden çık a n b i r sabit ses d u y a r . F a k a t a r a b a n ı n dışında olan bizler, ses. perdesinde değişmeler f a r k ederiz. K o r n a sesi bize yüksek frek a n s l a r d a n alçak f r e k a n s a doğru inerek ulaşır. S a a t t e 200 kilom e t r e hız y a p a n bir yarış arabası, ses hızının yaklaşık beşte biri k a d a r s ü r a t y a p ı y o r demektir. Ses havada dalgaların yayılm a s ı n d a n oluşur. Dalganın bir ü s t eğrisi, bir de alt eğrisi değeri sözkonusudur. Dalgalar b i r b i r i n e ne k a d a r yakın olursa f r e k a n s ya da ses perdesi o denli y ü k s e k olur. Ses dalgalan birb i r i n d e n ne k a d a r uzak olursa, ses perdesi o denli düşük olur. E ğ e r a r a b a bizden hızla uzaklaşıyorsa, ses dalgalarını genleştirerek bizim açımızdan daha düşük bir ses perdesinde ulaştır ı r . Ve böylece hepimizin bildiği tipik sese olanak verir. Eğer a r a b a bize doğru geliyor olsaydı, ses dalgaları birbirine yakınlaşıp ezilir, f r e k a n s yükselirdi. Ve y ü k s e k perdeden bir çığlık — 271 —


d u y a r d ı k . E ğ e r a r a b a d u r d u ğ u y e r d e k o r n a s ı n ı ö t t ü r s e y d i v e çıkardığı ses perdesini önceden bilseydik, a r a b a n ı n hızını, gözü kapalı, çıkardığı k o r n a sesinin değişikliğinden söyleyebilirdik. Işık da b i r dalgadır. S e s i n tersine, b i r boşluğu çok iyi kate d e r . D o p p l e r etkisi ışık k o n u s u n d a da geçerlidirOtomobil, herhangi bir nedenden ötürü, ses y e r i n e , ö n ü n d e n ve a r k a s ı n dan saf sarı ışık d e m e t i çıkarıy o r olsaydı, ışığın f r e k a n s ı a r a ba yaklaşırken artacak ve araba uzaklaşırken hafifçe azalacaktı. A r a b a n o r m a l b i r hızla ilerlerse, b u e t k i değişimi f a r k edilmez. F a k a t araba, ışık hızın ı n belirli b i r o r a n ı n d a k i hızla bize d o ğ r u İlerlerse, ışığın r e n ginin daha yüksek frekanslara d o ğ r u değiştiğini ( m a v i y e doğr u ) gözlerdik. A r a b a y i n e d e d i Doppfcr etkisi: İ i b i t bb kaynaktan ses ya ğ i m i z s ü r a t l e bizden u z a k l a ş ı r de ı^ile dalgaÜh daireler halinde yayılır. ken, d a h a aşağı f r e k a n s l a r a (kırkay naîı iağıön s ota doğru (ıarctet hzİinsseyM, tlıireirrin merkezleri Vden m ı z ı y a d o ğ r u ) değiştiğini gözb'Yi doğru tlcfler. Gözlemci B dalgaları lerdik. Bize çok b ü y ü k hızla y a k f i ş l e m i ş olarak görürken, Gözlemci A 5ikı;iF'f olarataîgıiar. Uzakla şan kayrak, laşan b i r cismin t a y f r e n g i n i n dalga boylarının uzaması nedeniyle kırmıçizgileri m a v i y e d ö n e r . B i z d e n zıya d ü n ü r k e n , y a k l a ş kayrak ıfelp boylarının kısilrnası nedeniyle maviye döçok b ü y ü k b i r bızja u z a k l a ş a n nüşür. Doppler etkin kozmolojinin anahtarıdır. b i r c i s m i n tayf r e n k l e r i k ı r m ı zıya (*) döner. Bu k ı r m ı z ı y a d ö n ü ş u z a k l a r d a k i g a l a k s i l e r i n (*) Cismin kendisi herhangi bir renkte olabilir. Mavi de olabilir. Kırmızıya dönüş, tayftaki her renk çizgisinin durağan lıaldekine oranla daha büyük dalga uzunluklarında görünmesi demektir. — 272 —


tayf çizgilerinde gözlenip Doppler etkisi açısından yorumlanınca Kozmoloji biliminin a n a h t a r ı n a k a v u ş u l m u ş oluyor. Bu yüzyılın başlarında, uzak gökadaların kırmızıya dönüş olgusunu incelemek üzere d ü n y a n ı n en b ü y ü k teleskopu Wilson Dağı üzerine yerleştiriliyordu. O zamanlar göğü tertemiz olan Los Angeles'e b a k a r bu dağ. Teleskopun çok b ü y ü k parçalarının dağ tepesine katır sırtında taşınması gerekmişti. Katır s ü r ü l e r i n e sahip olan Milton H u m a s o n adında biri, dağın tepesine mekanik, optik malzemeyle bilgin, m ü h e n d i s ve yetkili kişileri katır sırtında taşıma görevini üstlendi. Atıyla k a t ı r k e r v a n ı n ı n ö n ü n e geçen Humason, dağa t ı r m a n ı r k e n semerin h e m e n ardında d u r a n köpeğinin pençeleri de omuzundan eksik değildi. T ü t ü n çiğneyen, k u m a r b a z , polo o y u n u n d a başarılı ve o z a m a n l a r h a n ı m e f e n d i l e r i n erkeği t a n ı m ı n a giren biriydi. O r t a o k u l d a n öte bir öğrenimi yoktu. F a k a t zekiydi. H e r şeyi inceden inceye soruşturur, Öğrenmeye çalışırdı. Bu arada dağın ta tepelerine taşıdığı aygıtların da neyin nesi olduğunu sorm a k t a n elbet geri kalmadı. K u r u l a n gözlemevinde çalışan mühendislerden birinin kızıyla da arkadaşlık ediyordu. Mühendis baba bir seyis o l m a k t a n öte ihtiras taşımayan bir adamla kızının arkadaşlık e t m e s i n d e n endişe d u y m a k t a y d ı . Derken, H u m a son gözlemevinde bir s ü r ü garip görevlere a t a n d ı : Elektrikçi yardımcılığına, kapıcılığa, kurulması İçin malzemesini ve aygıtlarını g e t i r m e y e yardımcı olduğu teleskop donanımı temizleyiciliğine, Bir gece, söylendiğine göre, teleskop gözlemci yardımcısı h a s t a l a n m ı ş ve H u m a s o n ' d a n yerine geçmesi istenmiş. Aygıtları k u l l a n m a d a öylesine özen ve ustalık göstermiş ki, kısa zamanda teleskop teknisyeni görevi verilmiş. Aynı zamanda gözlemci yardımcısı da olmuş. Birinci D ü n y a Savaşından h e m e n sonra Wilson'a ünü kısa z a m a n d a yayılan E d w i n H u b b l e geldi. Çok parlak bir astronomdu. S a r m a l bulutsuların aslında «evren adaları» olduklarını, bizim kendi S a m a n y o l u Galaksimiz gibi çok sayıda k o c a m a n — 273 —

Kozmos : F. 13


yıidız kümelerinden ibaret bulunduklarını sonuçta kanıtlayan Hubble'dır. Galaksilere olan uzaklıkları ölçmeye y a r a y a n yıldızl ı m j:i§kin ışık birimini H u b b l e akıl etmiştir, l l u b b l c ve H u mason inanılmayacak kadar u y u m içinde çalışan bir ekip oluşu n d u . Lowell Gözlemevinde çalışan astronom V.M. Slipher'İn bir buluşuna dayanarak uzak galaksilerin tayf incelemesine koyuldular. Sonradan Ilumason'uıı uzak galaksiler tayf ölçünıi ıcio büyük bir ustalık kazandığı görüldü. Profesyonel astrofı mdatı daha iyi sonuçlar elde etti. Kısa zamanda Wilson Gözlemevi kadrosuna alındı, bilimsel verilerin çoğunu öğrendi. Ast: onorr "nr camiasında sayılan ve zengin bir kişi olarak öldü. Bir galaksiden gelen ışık, onu oluşturan milyarlarca yıldızdan çıkan ışığın toplamına eşittir. Işık bu yıldızlardan çıkıp ayrılırken, yıldızların dış k a t m a n l a r ı n d a k i atomlar tarafından bazı frekanslar ya da r e n k l e r emilir. B u n l a r a ilişkin elde ettiğimiz çizgiler, milyonlarca ışık yılı uzaklardaki yıldızların, G ü neş'imizin ve yakınlaı ımızdaki yıldızların aynı kimyasal elemen t!ere sahip olduklarını Öğrenmemizi sağlar. I l u m a s o n ve Hubble t ü m uzak galaksilere ait t a y f l a r ı n kırmızıya d ö n d ü ğ ü nü, galaksiler ne denli uzaksalar tayftaki çizgilerinin o denli k ı r mızıya döndüklerini hayretle gözlediler. Sözkonusu kırmızıya dönüşün en iyi açıklanışı Doppler kuralıyla m ü m k ü n o l u y o r d u : Galaksiler bizden giderek geriye çekiliyorlardı. Galaksi ne denli uzaktaysa geriye kaçış hızı o denli fazlaydı. P e k i , neden galaksiler bizden kaçıyorlar? Evrendeki bibini k o n u m u m u z d a özel bir d u r u m mu vardı? Acaba Samanyolu Galaksisi gökadaîararası k u r a l l a r ı küstahça çiğnemiş miydi? Evrenin genişlediği ve b e r a b e r i n d e galaksileri de götürdüğü daha olası bir yanıttı. Yavaş yavaş anlaşıldı ki, H u mason ve Hubble Büyük P a t l a m a y ı , evrenin başlangıcını değilse bile tekrar dirilişlerinin en yenisini keşfetmişlerdi. Çağdaş kozmolojinin hemen t ü m ü ve özellikle genişleyen bir evren ve Büyük Patlama, uzak galaksilerin kırmızıya dön ü ş olgusunun Doppler etkisinden ileri geldiği ve geri çekiliş — 274 —


hızlarının arttığı görüşüne d a y a n m a k t a d ı r . F a k a t doğada d a h a başka t ü r kırmızıya dönüşler de sözkonusudur. ö r n e ğ i n , çekim g ü c ü n d e n doğan kırmızıya dönüş de vardır. Böyle bir d u r u m d a çok yoğun çekim gücü a l a n ı n d a n çıkan ışık b u r a d a n sıynlabilmek için öylesine çok çaba h a r c a r ki, yolculuğu sırasında enerji kaybeder. Uzaktaki b i r gözlemci, sıyrılıp çıkan ışığın d a h a b ü y ü k dalga u z u n l u k l a r ı n a ve daha kırmızı renklere dönüşü olarak saptar bu olguyu. Bazı galaksilerin merkezlerinde kocaman b ü y ü k delikler olduğunu d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z e göre, bunların kırmızıya dönüş olgusuna yol açmaları akla yakın gelmektedir. Bun u n l a birlikte, gözlenen özgün tayf çizgileri, genellikle çok ince ve seyrek gaz verileri t a ş ı m a k t a olup kara delik çevresinde b u l u n m a s ı g e r e k e n olağanüstü yüksek yoğunluk verilerine uym a m a k t a d ı r . Bir de şu d e n e b i l i r : Kırmızıya dönüş olgusu evrenin genel bir genişlemesini değil, daha mütevazı ve bölgesel bir galaksi patlamasını açıklayan bir Doppler etkisidir. Ancak böyle bir d u r u m d a , p a t l a m a d a n ö t ü r ü bizden uzaklaşan öğeler kadar, bize yakınlaşan öğeler de v a r d ı r herhalde. Yani kırmızıya dönüş oranı ne kadarsa, tayf çizgilerinde maviye dönüş de o k a d a r olmalıdır. Oysa şimdiki d u r u m d a g ö r d ü ğ ü m ü z h e m e n tüm ü y l e kırmızıya dönüştü. Teleskopumuzu Bölgesel G r u p ' t a n Ötedeki hangi uzak cisme çevirirsek çevirelim, g ö r d ü ğ ü m ü z şey kırmızıya d ö n ü ş t ü r . B u n u n l a birlikte, Doppler etkisi açısından gökadalardaki kırmızıya d ö n ü ş ü saptamakla, evrenin genişlediği sonucuna varm a n ı n doğru olmayacağı g ö r ü ş ü n ü sürekli öne süren astronoml a r da var. Astronom Hallon Arp, bir galaksiyle bir kuasarın ya da bir galaksi çiftinin fizik g ö r ü n t ü u y g u n l u ğ u n a karşın, kırmızıya dönüş uygunsuzluğu gostermeleriyle ilgili şaşırtıcı son u ç l a r elde etmiştir. Doppler etkisiyle y o r u m l a n a n k ı r m ı z ı y a dönüşün galaksilerin gerilere çekildiğini göstermesi, B ü y ü k P a t l a m a n ı n o l d u ğ u n a t e k kanıt değildir. B ü y ü k P a t l a m a d a n bu yana bir hayli soğum u ş olması g e r e k e n patlama r a d y a s y o n u n u n günümüze dek kal— 275 —


ması ve evrenin her y ö n ü n d e n beklenen bir yoğunlukta, tekdüze, hafif d u y u l u r radyo dalgaları olarak gelmesi de ikna edici kanıt sayılır. Yerküremiz atmosferinin sınırlarına U - 2 uçağıyla götürülen çok duyarlı bir radyo anteniyle s ü r d ü r ü l e n gözlemler, arka plandaki radyasyonun, ilk t a h m i n i hesaplara göre, h e r yöııa aynı yoğunlukta yayıldığını ortaya koydu; B ü y ü k P a t lamadan çıkan ateş topunun her yöne simetrik olarak y a y ı l m a sı gibi. F a k a t daha ince hesaplar sonucu, r a d y a s y o n u n t a m sim e t r i k olmadığı görüldü. B u n u n nedenini o r t a y a koyabilecek küçük, sistemli bir etki s ö z k o n u s u d u r : Eğer t ü m S a m a n y o l u Galaksisi (ve bir olasılıkla Bölgesel G r u p Galaksilerinin öteki üyeleri de) Başak (Virgo) Galaksileri Topluluğuna saniyede 600 kilometre hızla gidiyor olsalar, simetri noksanlığını bize açıklayabilecektir. Böylesi bir hızla Başak Galaksisine on mily a r yılda yaklaşabileceğiz ve o z a m a n galaksiler - ötesi astronomi öğrenimi bir hayli kolaylaşmış olacak. Başak Galaksileri Topluluğu zaten şimdi bile en zengin galaksiler t o p l u l u ğ u d u r ; sarmal, elliptik ve d ü z g ü n l ü k t e n uzak galaksileriyle gökte bir mücevherat kutusu gibidir. Peki, Başak Galaksilerine doğru gitmek niye? Çok b ü y ü k yüksekliklerdeki cisimlere ilişkin gözlemler yapmış olan George Smoot ve mesai arkadaşları, Samanyolu Galaksisinin çekim g ü c ü n ü n etkisi altında Başak Galaksileri Topluluğuna doğru yol aldığım, bu topluluğun Önceden bulunup ortaya çıkarılandan çok galaksilere s a h i p bulunduğunu ve asıl şaşırtıcısı, Başak Galaksileri T o p l u l u ğ u n u n büy ü k m e k â n kaplaması, (bir ya da iki m i l y a r ışık yılı) olduğunu ileri sürmüşlerdir. E v r e n i n zaten gözlenebilen b o l ü m ü de yalnızca yirmi, otuz milyar ışık y ı l m a eşit b i r m e k â m kaplamaktadır. E5er Başak Galaksiler Topluluğu o denli genişse, daha büyül: mesafelerde başka galaksiler var d e m e k t i r ki, bu da onların gözlenmesini zorlaştırır. Böylece Smoot, B ü y ü k P a t l a manın evrene maddeyi düzenli biçimde dağıtmadığı sonucuna varıyor. Düzgün olmayan topaklar oluşması beklenebilirdi. H a t ta galaksilerin yoğunlaşmasını anlayabilmek için topaklar bu— 276 —


lurıması vazgeçilmez bir koşuldur, f a k a t düzgünlükten uzak bu çapta bir topak oluşması bir sürprizdir. Bu çelişkiyi aynı anda iki ya da daha fazla B ü y ü k P a t l a m a n ı n yer aldığını düşünerek belki çözümleyebiliriz. Eğer genişleyen bir e v r e n ve B ü y ü k P a t l a m a görüşü doğruysa, o takdirde, daha güç sorularla karşılaşacağız. Büyük Patl a m a anında koşullar nasıldı? Ondan önce ne olmuştu? Maddeden yoksun küçücük bir e v r e n vardı da, ardından madde birden hiç y o k t a n mı yaratıldı? Bu nasıl oldu? Birçok oplunmn k ü l t ü r ü n d e Tanrı'nııı evreni hiç yoktan var ettiği yanıtı verilir. F a k a t soruları savsaklamak demektir bu. Eğer soruyu yüreklice s ü r d ü r ü r s e k , bir a d ı m daha atarak T a n r ı ' n m nereden çıktığını sormalıyız. E ğ e r bu soruya y a n ı t verilemez dersek, kendimizi boşuna yormadan, e v r e n i n başlangıcı sorusunun yanıtsız kalacağı k a r a r ı n a ııedeıı v a r m a y a l ı m ? Ya da T a n r ı ' n m her zam a n v a r o l d u ğ u n u söylersek, evrenin lı-ar zaman varolduğunu neden söylemeyelim? H e r toplum k ü l t ü r ü , yaratılıştan önceki d ü n y a ve d ü n y a n ı n yaratılışı h a k k ı n d a tanrıların çiftleşmesi ya da bir kozmik yum u r t a d a n e v r e n i n çıkmasıyla süslenmiş bir efsane besler. Bu efsanelerde genellikle evrenin başlangıcı, insan ya da hayvanın doğuşu Örneğine benzetilir safça. Pasifik O k y a n u s u kıyılarından bu t ü r efsanelere ilişkin beş örnek sunacağım. Başlangıçta her şey sürekli bir k a r a n l ı ğ a biirunmü ii. Gece, içine d u h n a m a z bir çalılık gibi her şeye zulmediyordu. — Orta A v u s t r a l y a ' d a Aranda halkının B ü y ü k Yaratıcı efsanesi H e r şey beklenti içindeydi, h e r şey sessiz ve sakindi; hareketsizdi ve gökler bomboştu. — Maya efsanelerinden — 277 —


Hiçlikte yüzen bir bulut gibi Na Arean boşlukta tek başına oLurmuştu, Uyumuyordu, çünkü u y k u diye bir şey bilinmiyordu; acıkmıyordu çünkü açlık henüz bilinmiyordu. Uzun bir süre böyle kaldı. Sonunda aklına bir fikir geldi. «Ben bir şey yapacağım,s- dedi kendi kendine. — Maiana'dan bir efsane (Gilbert Adaları) Önce b ü y ü k kozmik y u m u r t a vardı. Y u m u r t a n ı n içinde kaos ve kaos'ta yüzen gelişmemiş, tanrısal E m b r i y o n , P a n Ku vardı. Par. Ku y u m u r t a d a n çıktı b u g ü n k ü herhangi bir insandan dört kez daha b ü y ü k olarak. Elinde bir çekiç ve keski b u l u n u y o r d u . Bunlarla d ü n y a y a biçim verdi. — P a n Ku efsaneleri, Çiıı (Yaklaşık üçüncü yüzyıl) Gök ve y e r y ü z ü şekil almadan önce t ü m d e n bir k a r maşa egemendi... Açık seçik ve aydınlık olan her şey yukarılara çıkıp gök oldu. Oysa karışık ve düzensiz olan her şey katılaşarak y e r y ü z ü oldu. Saf, ince m a d d e n i n biraraya gelmesi kolay oldu, f a k a t ağır, karışık maddenin yoğunlaşması çok zor oldu. B u n d a n ö t ü r ü önce gök tamamlandı ve yeryüzü daha sonra şekil aldı. Gökle yeryüzü biraıada boşluklar o l u ş t u r u p her taraf kaba bir sadelik gösterirken, h e r şey y a r a t ı l m a d a n varolmaya başladı. İşte bu B ü y ü k B ü t ü n l ü k t ü . H e r şey bu B ü tünlükten çıktı ve değişiklikle donandı. — H u n a i - n a n Tzu, Çin (Yaklaşık M.Ö. i. yüzyıl) Bu efsaneler insanoğlunun cesaretine b i r e r ö v g ü d ü r . Fakat eski efsanelerle Büyük P a t l a m a y a ilişkin çağdaş bilimsel — 278 —


efsane arasındaki başlıca fark, bilimin kendi kendini sorguya çekmesidir. Ve düşüncelerimizi sınayacak deneyler ve gözlemler yapabilmemizdir. Yaratılışa ilişkin efsanelere karşı da büy ü k saygı duyarız. İnsanların m e y d a n a getirdikleri her k ü l t ü r ü n , doğada evrelerin v a r o l m a s ı n d a n Ötürü sevinç d u y d u ğ u n u görürüz. Peki, t a n r ı l a r istemedikçe, bu evreler nasıl m e y d a n a gelir diye düş ü n ü l m ü ş t ü r . İnsan yaşamı evrelerden geçtiğine göre, tanrılar ı n y a ş a m l a r ı n d a da evreler olamaz mıydı acaba? Hindu dini, K o z m o s ' u n çok sayıda, h a t t a sayısız ölüm ve yeniden doğuşlard a n geçtiği inancına dayanan d ü n y a n ı n tek dinidir. Zaman çerçevesinin, rastlantı sonucu da olsa, çağdaş bilimsel kozmolojiyle bağdaştığı tek din H i n d u dinidir. Bu dine göre, evreler, yaşadığımız bir g ü n ve geceden itibaren 8.64 milyar yıl önceki bir B r a h m a g ü n ü ve gecesine k a d a r gidiyor. Bu s ü r e y e r y ü z ü y le G ü n e ş ' i n yaşından daha u z u n d u r . B ü y ü k P a t l a m a d a n bu yana olan z a m a n ı n da yarısına yakındır. Bu dinde, evrenin, t a n r ı n ı n rüyasından başka bir şey olmadığı k a v r a m ı y e r alıyor. O tanrı ki, yüz B r a h m a yılı geçtikten s o n r a kendini rüyasız bir u y k u y a bırakınca, d ü n y a da onunla birlikte yok oluyor. Yüz B r a h m a yılı geçtikten sonra yeniden k e n d i n e geliyor, irkiiiyor ve b ü y ü k kozmik r ü y a y ı t e k r a r görm e y e başlıyor. Bu arada, başka yerlerde de, sayısız başka evr e n l e r v a r d ı r ve h e r biri de kozmik r ü y a gören bir t a n r ı y a sahip. Bu b ü y ü k k a v r a m l a r ı çevreleyen başka bir b ü y ü k k a v r a m beliriyor. B u n a göre, insanlar, t a n r ü a r ı n r ü y a l a r ı n d a n doğa m azl a r ; t a n r ı l a r insanların r ü y a l a r ı n d a n doğabilirler. Hindistan'ın birçok tanrı ve her t a n r ı n ı n p e k çok kendini s u n u ş biçimleri vardır, XI. yüzyılda kalıba d ö k ü l m ü ş Chola bronzları, T a n r ı S h i v a ' m n değişik g ö r ü n ü ş l e r i n i veriyor. Bunl a r d a n en güzeli ve insana huşu vereni, her kozmik evre başında evrenin y e n i d e n yaratılışına ilişkin olanıdır. B u r a d a işlenen başlıca motif, S h i v a ' m n kozmik dansı diye bilinen bir şekildir. N a t a r a j a adı verilen Dans Kralı'nın dört eli görülmektedir. Üst — 279 —


sağ elde bir d a v u l v a r . Bu d a v u l d a n yaratılışın sesi çıkıyor. Ust sol elde dil biçiminde b i r alev g ö r ü l ü y o r . Bu da y e n i y a r a tılan e v r e n i n m i l y a r l a r c a yıl s o n r a t ü m ü y l e y o k edileceğini anlatıyor. B u derin anlamlı v e hoş g ö r ü n t ü l e r i n çağdaş a s t r o n o m i d ü ş ü n c e l e r i n e b i r e r işaret s a y ı l m a l a r ı n ı ne k a d a r i s t e r d i m . . . (*) Çok b ü y ü k b i r olasılıkla, evren, B ü y ü k P a t l a m a d a n bu y a n a genişlemektedir. F a k a t sürekli g e n i ş l e m e y e d e v a m edeceği k e sinlikle belli değildir. G e n i ş l e m e d u r a k l a y a b i l i r , d u r a b i l i r ve gelişmenin tersi olabilir. E ğ e r belirli bir y e t e r l i k t e k i m a d d e d e n d a h a azı v a r s a e v r e n d e , gerilere k a y a n g a l a k s i l e r i n ç e k i m g ü c ü genişlemeyi d u r d u r a m a y a c a k t ı r . V e e v r e n s ü r e k l i g e n i ş l e y i p gidecektir. F a k a t eğer bizim g ö r e b i l d i ğ i m i z d e n d a h a çok m a d d e v a r s a e v r e n d e -Örneğin, k a r a deliklerde saklı ya da g a l a k s i l e r arası sıcak ve g ö r ü n m e z g a z l a r içinde- o t a k d i r d e e v r e n ç e k i m g ü c ü n ü n etkisiyle b i r a r a y a gelecek v e H i n d u d i n i n d e s ö y l e n diği gibi e v r e l e r dizisinin b i r d ö n ü m noktası olacak. G e n i ş l e m e n i n a r d ı n d a n b ü z ü l m e olacak, e v r e n e v r e n ü s t ü n e binecek v e sonu o l m a y a n b i r K o z m o s ' a dönüşecek. B ö y l e s i n e sallantılı b i r e v r e n d e yaşarsak, d e m e k oluyor ki, B ü y ü k P a t l a m a K o z m o s ' u n yaratılışı değil a m a yalnızca b i r Önceki e v r e n i n s o n u d u r .

(*)

Mayaların yazıtlarındaki tarihler de oldukça eskiye dayanmaktadır. İlerkı tarihlere ait bir sözeyse rastlanmaz. Yazıtlardan birinde bir milyon yıl önceki zamanlardan söz ediliyor. Bir diğer inci eyse 400 milyon yıl öncesinden söz ediliyor. Maya uygarlığını inceleyen bilginler arasında 400 milyon yıl konusunda tartışma sürmektedir. Bu yazıtlarda geçen olaylar efsanelere ait olabilir, fakat zaman ölçüsü hayret vericidir, Avrupalıların dünyanın birkaç bin yıl eskiye dayandığına ilişkin İncil'deki fikri benimsemelerinden bin yıl kadar önce Mayalar milyonlarca yıllık bir zamanı, Hintlilerse milyarlarca yıllık bir zamanı düşünüyorlardı. — 280 —


Çağdaş kozmolojilerden hiçbiri hoşumuza gitmeyebilir. Kozmolojik görüşlerden birine göre, e v r e n her nasılsa on ya da yirmi milyar yıl Önce yaratılmıştır ve sürekli genişlemektedir; galaksiler kozmik u f k u m u z d a n kayboluncaya dek geri çekilmektedirler. Bu o l g u n u n ardından, uğrakları galaksi astronomluğu olanlar işsiz kalacaklar, yıldızlar soğuyup Ölecekler, madde çür ü y ü p dağılacak ve e v r e n ilkel zerreciklerden ince ve soğuk bir sise dönüşecek. Kozmos'u başka t ü r l ü gören bir başka kozmolojiye göreyse, Kozmos'un ne sonu, ne de başlangıcı vardır, Kozmos'un doğuşuyla ölümleri arasında gidip geliyoruz ve bu kozmos sarkacının gidiş gelişinden hiçbir bilgi susmamaktadır. Evrenin bir önceki yeniden v ü c u t b u l u t u n d a k i galaksilerden, yıldızlardan, gezegenlerden, h a y a t şekillerinden ya da uygarlıklardan b u g ü n yaşadığımız e v r e n d e eser y o k t u r ; B ü y ü k P a t l a m a n ı n berisine k a n a t çırparak hiçbir şey u ç u p gelememiştir. H e r iki kozmolojinin e v r e n için öngördüğü almyazısı içimizi f e r a h l a t m a y a b i l i r , f a k a t hiç olmazsa zaman ölçüsü açısından ferahlayabiliriz, SÖzkonusu olaylar on milyarlarca yıl sonra ya da d a h a geç yer alacak. Gelecek insan kuşakları, bu süre içinde Kozmos ölüme t e r k edilmeden, epey önlem alabilirler. E v r e n i n sarkaç örneği bir genişleyip bir b ü z ü l d ü ğ ü görüşü k a b u l edildiği takdirde, bilginler genişlemeden b ü z ü l m e y e geçiş d ö n e m i n d e neler oluşageldiğiııi m e r a k ediyorlar. Bazılarına göre, Öyle bir d u r u m d a , doğa yasaları rasgele değişikliğe uğruyor. Ve b u g ü n k ü evreni düzen İçinde t u t a n fizik ve kimya yasaları, sonsuz olasılıkları b u l u n a n doğa yasalarından yalnızca birkaçıdır. Galaksiler, yıldızlar, gezegenler, yaşam ve akılla u y u m halindeki doğa yasalarının belirli sayıyla kısıtlı olamayacağını a n l a m a k zor olmasa gerek. E ğ e r sarkacın bir u c u n d a n öteki ucuna geçişinde doğa yasaları pat diye değişirse, kozmik t a l i h makinesine atılan p a r a d a n bu kez bizim yapımızla u y u ş a n

— 281 —


doğa yasalarının çıkmasına şükretmeliyiz (*). Acaba sürekli genişleyen bir e v r e n d e mi, yoksa sonsuz evreler dizisi arasında varolan b i r e v r e n d e mi y a ş ı y o r u z ? B u n u b u l u p o r t a y a ç ı k a r m a n ı n yolları v a r . B u y o l l a r d a n biri, e v r e n deki toplam m a d d e e n v a n t e r i n i y a p m a k t ı r . Öteki de, Kozmos'un u c u n u g ö r e b i l m e k t i r . R a d y o - teleskoplar varlığı belli belirsiz, çok u z a k l a r d a k i cisimleri b u l u p o r t a y a ç ı k a r a b i l i y o r l a r . U z a y ı n d e r i n l i k l e r i n e b a k tığımızda, z a m a n ı n da d e r i n l i k l e r i n e b a k m ı ş oluyoruz. En yalan kuasar belki de y a r ı m m i l y a r ışık yılı ötededir. En u z a ğ ı on ya da on iki m i l y a r ışık yılı Ötede olabilir. On iki m i l y a r ışık yılı Ötedeki cismi g ö r d ü ğ ü m ü z d e , o cismin on iki m i l y a r y ı l ö n -

(*)

Doğa yasaları sarkacın bir o y a n ı n d a , bir bu y a n ı n d a

rasgele

değiştiril em v/.. Eğtr ev f e n b i r ç o k kez bir o yana bir bu yana

gidip geldiyse, ortaya çıkmış olabilecek birçok çekim gücü yasası uyarmça, çekim gücü fcylesîne zayıf k a l m ı ş o l u r d u ki, ge-

ni^iernenin başlangıcını toparlayamazdı evren. Evren bir kez böylesi bîr çekim yasasına mahkûm edilirse, artık bir daha sarkacın öteki ucundaki deneyimi geçiremez ve bir daha yeni bir doğa yasasına kavuşamaz. Bu nedenle evrenin varolmasından çıkarabileceğimiz sonuç, ya evrenin belirli bir ömrü olduğu ya da sarkacın hem a yanında, h t m bu yanında uygulanan doğa yasalarının belirli ve sınırlı bulunduğudur. Eğer fizik yasaları bir o uçta, bir bu uçta rasgele değ iştir ilmi yorsa, hangilerinin değiştirilmesine, hangilerinin değiştir ilmemesine olanak verilip verilmediğini belirleyen kurallar var demektir. Bu kurallar da varolan fizik yasaları üzerine yeni îizik yasalarım oturtacaktır. Bu noktada dil zenginliğimizin azaldığını fark ediyoruz. Böyle bir fizik yasasını ifade için elimizde hazır bir deyim yok. Bu konularla fepey ilgisiz faaliyet gösterenler «Metafizik» ve «Parafİ. zikî deyimlerini kullandılar. En iyisi «Trans - fizik» demek olur herhalde. — 282 —


çeki d u r u m u n u g ö r m ü ş oluyoruz. Bu n e d e n l e d i r ki, uzayın der i n l i k l e r i n e b a k t ı ğ ı m ı z d a z a m a n ı n da derinliklerine, e v r e n i n u f k u n a , B ü y ü k P a t l a m a d ö n e m i n e b a k m ı ş oluyoruz. N e w M e x i c o ' n u n ü c r a bir köşesinde ayrı ayrı y e r l e r d e kur u l m u ş y i r m i yedi teleskop ağı v a r d ı r . B u n u n adı V e r y L a r g e A r r a y V L A ' d ı r , H e r iki teleskop b i r b i r i n e e l e k t r o n i k düzen içinde b a ğ l a n t ı l ı d ı r . Böylece on k i l o m e t r e çapında lek b i r telesk o p m u ş gibi görev y a p a r . Y'LA. t a y f ı n r a d y o bölgelerindeki en nice a y r ı n t ı l a r ı bile f a r k e t m e k t e d i r . Bazı d u r u m l a r d a bu t ü r r a d y o - teleskoplar y e r k ü r e n i n a r ka t a r a f ı n d a k i teleskoplarla bağlantılı olur. Böylece çapı y e r k ü r e n i n k i n e eşit b i r t e l e s k o p ekle edilir. Başka bir deyişle, gezegen çapında b i r teleskop. Gelecekte y e r k ü r e m i z i n yörüngesin e teleskoplar yerleştireceğiz. G ü n e ş i n a r k a t a r a f ı n ı dolaşacak o l a n bu t e l e s k o p u n çapı, iç g ü n e ş sistemi ç a p m a eşit olacak. Bu t ü r teleskoplar, k u a s a r l a n n iç yapısını ve niteliklerini açığa vur a b i l i r . E n u z a k t a k i k u a s a r l a n n yapısını v e kırmızıya d ö n ü ş o l g u s u n u ö ğ r e n m e k s u r e t i y l e e v r e n i n m i l y a r l a r c a yıl Önce mi d a h a ç a b u k genişlediğini, yoksa g e n i ş l e m e n i n y a v a ş l a d ı ğ ı n ı m ı ya da e v r e n i n g ü n ü n b i r i n d e ç ö k ü p çökrneyeceğıni inceleme olanağına kavuşabiliriz. G ü n ü m ü z d e k i r a d y o - t e l e s k o p l a r son derece d u y a r l ı d ı r l a r ; u z a k t a k i b i r k u a s a r m v a r l ı ğ ı Öylesine belli belirsizdir ki, sapt a n a n ışınımı b i r v a t ı n k a t r i l y o n d a biri kadardır. Yeryüzündeki teleskopların t ü m ü n e güneş sisteminin dışından ulaşan enerji t u t a r ı , tek b i r k a t t a n e s i n i n y e r e çarpması sırasında çıkardığı e n e r j i m i k t a r ı n d a n azdır. G ü n e ş sistemi dışındaki kozmik rady a s y o n a r a y ı ş ı n d a , k u a s a r s a y ı m ı n d a , u z a y d a akıllı canlıların v a r l ı ğ ı n ı b u l u p ç ı k a r m a d a k i ç a b a l a n sırasında r a d y o - astronoml a r ı n ü z e r i n d e d u r d u k l a r ı e n e r j i m i k t a r l a r ı n ı n varlığıyla yokl u ğ u b i r b i r i n e n e r e d e y s e eştir. Bazı m a d d e l e r , özellikle y ı l d ı z l a r d a k i zerrecikler görülebilen ışıktaki p a r i l t ı l a r ı y l a kolayca f a r k e d i l i y o r . Gökadaların sınır b ö l g e l e r i n d e k i g a z ve tozsa kolaylıkla s a p t a n a m a z ; r a d y o dal— 283 —


galan çıkarıyor gibiyse ele ışık çıkarmıyor. Kozmolojik gizlerin anahtarını bulabilmek amacıyla gözlerimizin duyarlı olduğu ışık için kullandığımızdan ayrı aygıtlar ve frekanslar k u l l a n m a k -orundayız. Yerküremizin yörüngesine yerleştirilen göslemevleri galaksiler arasında yoğun X - ı ş ı n ı parıltısı saptamışlardır. Bunun, önceden varlığına hiç rastlamadığımız galaksiler arası sı* t :k ve Kozmos'u kaplamaya yeterli h i d r o j e n olduğu kanısına va. ,ldı. Böylece Kozmos'un varoluş, sonra da yokoluş ve yeniden varoluş sarkacı arasında gidip geldiğini Öne süren görüşü kanıtlayan bir d u r u m l a karşılaştığımızı sandık. F a k a t Ilicardo Giaccoııi tarafından son olarak yapılan gözlemler, X - ışını parıltısının belirli noktalarda bulunduğunu, b u n l a r ı n da b ü y ü k kuasar sürüleri olabileceğini gösterdi. Bunların aynı zamanda, evren için daha önceden varlığı bilinmeyen küLle k a t k ı l a r ı n d a n say;iması uygun görüldü. Kozmos e n v a n t e r i t a m a m l a n d ı ğ ı n d a ve t ü m galaksilerin, kuasarların, k a r a deliklerin, galaksilerara:•-: hidrojenin, çekim gücü dalgalarının ve uzaydaki daha egzotik katkıların miktarı saptanıp tam bir toplama yapıldığında, nem e n e m bh evrende yaşadığımızı anlayabileceğiz. Kozmos'un geneldeki yapısı tartışılırken, astronomlar, uzayı:: kavisli olduğunu ya da Ko2inos'un bir merkezi b u l u n m a d ı ğ ı nı veya evrenin sonu b u l u n d u ğ u n u f a k a t sınır tanımadığını söylemekten zevk duyarlar. Acaba b ü t ü n bunlarla ne demek istiyorlar? Diyelim ki, herkesin y a m y a s s ı olduğu g a r i p bir ülkede yaşıyoruz. Bazılarımız üçgen, bazılarımız kare biçiminde olsun. Bazıları da daha karmaşık biçimli olsunlar. Yamyassı binalarımızdan girip çıkıyor, yamyassı bürolara ve eğlence y e r l e r i n e gidip geliyoruz. Adına Yassıyer diyeceğimiz bu ülkede h e r k e sin genişliği ve uzunluğu var a m a yüksekliği yok. Sol - sağ, İlerigeri k a v r a m l a r ı m biliyoruz, f a k a t y u k a r ı - aşağı k a v r a m l a r ı n ı bilmiyoruz. Yalnızca matematikçiler biliyorlar. M a t e m a t i k ç i l e r bize, «Dinleyin, bakın... Gerçekten çok kolay... Sağı - solu düşünün. T a m a m . İleri - geriyi d ü ş ü n ü n . O da t a m a m . Ş i m d i de başka bir boyut düşünün. Şöyle ki, varolan çizgilerinizden dik —

284


açı oluşturacak biçimde birer çizgi çıkın,» diyorlar. Eiz de, «Siz ne anlatmak istiyorsunuz?» yanıtını veriyoruz. «Yalnızca iki b o y u t bitiyoruz. Üçüncüyü göstersene... Hadisene... Hani neredeymiş?» B u n u n üzerine, matematikçiler, a n î a t a m a m a m n verdiği ü z ü n t ü y l e çabalarından vazgeçiyorlar. Zaten matematikçilere de p e k kulak veren olmuyor sözünü ettiğimiz iki boyutlu varlıklardan. Yassıyer'de yaşayan her kare - yaratık, Öteki kare - yaratığı t e k bir çizgi olarak, yani k a r e n i n kendine en yakın bölümünü çizgi olarak g ö r m e k t e d i r . K a r e n i n öte yanını, ancak oraya kad a r kısa bir gezinti y a p m a k z a h m e t i n e katlanırsa görebilir. Fak a t k a r e n i n içi h e p bir sır olarak kalacaktır o n u n gözünde. Meğer ki, m ü t h i ş bir kaza ya da otopsi f a l a n karenin içini scsm... G ü n ü n birinde üç boyutlu bir yaratık -örneğin elma biçim i n d e biri- Yassıyer'e gelir ve h a v a l a r d a dolaşır. Cana vakın vc sevimli bir canlı - karenin evine girdiğini f a r k eden elma, boyutlararası bir dostluk gösterisiyle içi tutuşarak, «Merhaba,-•> der. «Ben, ü ç b o y u t l u l a r d i y a r ı n d a n bir ziyaretçiyim.» Zavallı canlı k a r e evde çevresine b a k a r ve hiç kimseyi göremez. İşin tuhafı, sesin y u k a r ı d a n geldiğini anlayamayınca, kendi içinden geldiği k u ş k u s u n a düşerek d u r u m u garipser de. Acaba rahatsız fal a n mıyım, der. Bir r u h olduğu sanılmasından çekinen elma Yassıyer'e iniş y a p a r . Yassıyer'liler diyarında üç boyutlu bir y a r a t ı k ancak ilişm e n varolabilir. Yalnızca bir kesiti görülebilir Yassıyer'de. Yani Yassıyer'iıı d ü m d ü z yüzeyiyle temas halinde olan noktalarıyla k a i m d i r g ö r ü n t ü s ü ancak. Yassıyer'de kaydırak gibi y ü r ü y e n 1ma önce bir nokta biçiminde görülecektir ötekilerin gözüne. Sonra da giderek h e m e n h e m e n d ü z g ü n daire biçimindeki dilimler gibi. K a r e y a r a t ı k iki boyutlu d ü n y a s ı n d a k i odada önce bir n o k t a görecek, sonra da bu noktanın yavaş yavaş daire biçimini aldığını f a r k edecek. G a r i p ve şekil değiştiren bu yaratık da ner e d e n çıkıp geldi, diyecektir. İki boyutlu d ü n y a d a n sıkılan elma, kare - yaratığa bir tek— 285 —


nıe alıp onu havaya gönderil-. Böylece o da üç boyutlu d ü n y a nın şaşırtıcı gizleri arasında dolaşır. Önce ltarc neye u ğ r a d ı ğ ı n ı anlayamaz. Bilmediği bir dünyada b u l m u ş t u r kendini. F a k a t az sonra, Yassıyer'e ilginç ve üstten bir yerden baktığını f a r k eder. «Yukarıya çıktım!» Kapalı odalara y u k a r ı d a n b a k a b i l m e k t e d i r artık. Yamyassı arkadaşlarını üstten görmektedir. Başka bir boyutta yolculuk edebilmek bir t ü r X - ı ş ı n ı görüşü ya da ü s t ü n bir görüş sağlar. Sonuçta düşen bir y a p r a k gibi, bizim c a n l ı kare yüzeye konar. Öteki kare yaratıklar açısından, kapalı odanın içinden kaybolan «Bizimki» birden var o l m u ş t u r tekrar. Arkadaşları. «Neredeydin, seni göremedik?» diye sorduklarında, «Bizimki» yanıt verir : «Az yukarılardaydım.» O m z u n a v u r u r lar geçmiş olsun der gibi. Bu aile üzülmeye zaten pek m e r a k l ı d ı r . Madem ki, boyutlararası ilişkilerden söz açıldı, yalnızca iki boyutlular konusuyla y e t i n m e y d i m . A b b o t t ' u n önerisine u y a r a k bir tek boyutlu y a r a t ı k l a r dünyasını gözüııüne getirelim. Bu dünyada herkes bir çizgiden oluşuyordu. H a l t a sıfır - b o y u t l u yaratıklar dünyasını gözörıüne getirerek yalnızca n o k t a l a r d a n oluşanları da düşünelim. F a k a t bu a r a d a bir başka soru d a h a da ilginç gelebilir. «Dördüncü bir fizik boyut olabilir mi?» Şimdi bir k ü p oluşturalım, anlatacağım y o l d a n : Bir çizgi parçası alın. Belirli bir uzunluğu olsun. Bu çizgiye dik açı oluşturacak biçimde aynı uzunlukta çizgi çizerek birleştirin. Bir kare elde ettik. K a r e n i n dik açılarından çıkarak eşit b ü y ü k l ü k t e çizgiler çizince bir k ü p elde ederiz. Bu k ü p ü n bir gölge verdiğini biliyoruz. Bu gölgeyi, köşe n o k t a l a n b i r b i r i n e bağlı iki k a r e biçiminde çiziyoruz. İk boyutlu bir k ü p ü n gölgesini incelersek çizgilerin birbirine eşit görünmediğini ve t ü m açıların dik açı olmadıklarını gözleriz. Üç boyutlu cisim iki boyutlu d u r u m a geçerken görüntüsü tam aktarılamamıştır. Geometrik projeksiyona başvurunca bir boyutun kaybıyla karşılaşırız. Peki, şimdi üç boyutlu k ü p ü m ü z ü alalım ve sahip b u l u n d u ğ u dik açılardan çizgiler çekerek dördüncü bir boyut verelim : Sağa - sola, öne arkaya, y u k a r ı - a ş a ğ ı çizgiler çekerek değil, f a k a t a y n ı anda bu — 286 —


yönlere doğru t ü m dik açılardan çizgiler çekerek. Bunun hangi yönde olduğunu sizlere gösteremem, ama böyle bir durumda dört boyutlu bir küp, h i p e r k ü p yaratacağımızı biliyorum. Bu küpe Teseract adım veriyoruz. Size bir Teseract gösteremem, çünkü üç boyut içinde kısılıp kalmış bulunuyoruz. Ancak size, bir Teseract'ın üç boyutlu gölgesini gösterebilirim. Bütün köşeleri birbirine çizgilerle bağlantılı ve birbirinin içine yuvalanmış iki k ü p biçiminde görürüz. F a k a t t a m bir Teseract, yani dört boyutlu k ü p gösterebilmem için bütün çizgiler birbirine eşit ve t ü m açılar dik açı olmalıdır.

tCSpün iti boyutlu götîinifS.

T e s e r a k t y a d a hipsrkiipiirı ü ç b o y u t l u gö-

runtijti.

Yassıyer benzeri bir e v r e n d ü ş ü n ü n . Bu evrenin sakinlerinin hiç haberleri olmadan iki boyutlu evrenlerini üçüncü bir fiziksel boyut nedeniyle yuvarlak yapalım. Yassıyer'liler kısa gezintilere çıkarlarsa, evreni d ü m d ü z görürler. F a k a t biri, tümüyle düz bir çizgi gibi görünen yolda uzunca bir gezintiye çıkarsa, b ü y ü k bir sırla karşı karşıya g e l i r : H e r h a n g i bir engelle karşılaşmadığı ve hiçbir geri dönüş yapmadığı halde, her nasılsa, h a r e k e t ettiği noktaya yeniden gelmiştir. İki boyutlu evreni eğrilip b ü k ü l e r e k bir kavis çizmiştir, üçüncü gizemli bir boy u t yüzünden. SÖzkonusu Yassıyer'li üçüncü boyutu bilmemekte a m a anlayabilmektedir. Anlattığımız bu öyküdeki boyutları birer tane artırırsanız, bizlere uygulanabilecek durumu kavrarsınız. — 287 —


Kozmos'un merkezi nerededir. E v r e n i n bir ucu var mıdır? O ucun Ötesinde ne vardır, nereye uzanıyor? Üçüncü bir boyut tarafından eğrilmiş bir e v r e n d e merkez y o k t u r - e n azından kürenin yüzeyinde yoktur. Böyle bir evrenin merkezi o e v r e n d e değildir. Ulaşılamayan bir noktada, kürenin içinde, üçüncü boy u . 'adır. K ü r e n i n yüzeyinde yalnızca bu denli geniş a l a n l a r varolduğundan, bu evrenin ucu yoktur, yani sonu vardır, f a k a t sınırsızdır. Ve daha ötede ne v a r d ı r sorusu anlamsızdır. Yassı yaratıklar, kendi başlarına, iki boyutlu e v r e n l e r i n i n dışına çıkamazlar. B ü t ü n boyutlar b i r e r tane artırılırsa, bizlere uygulanabilen d u r u m ortaya ç ı k a r : Merkezî ve ucu olmayan, Ötede bir şey b u l u n m a y a n dört boyutlu bîr s ü p e r - k ü r e biçimindeki e v r e n . Bilimde ya da dinde olsun karşılaştığımız fikirlerin en garibi, en şaşırtıcısından söz edeceğim şimdi. K a n ı t l a n a m a d ı ğ ı kesin. Hiçbir zaman da kanıtlanamaz. A m a yine de insanın k a n ı n ı oyr.aian bir fikir. Denildiğine göre, sonsuz e v r e n l e r hiyerarşisi vardır. Öyle ki, elektron gibi evrenimizdeki bir temel zerreciğin içine girilebilse, t ü m ü y l e kapalı kalmış bir başka e v r e n bulundurduğunu görebileceğizdir. B u n u n içinde gökadaların ve daha küçük yapıların bölgesel karşıtı olan çok sayıda ve d a h a küçük element zerrecikleri vardır. B u n l a r da bir alt d ü z e y i n evrenleridir. Ve bu h e p böyle gider. E v r e n içinde e v r e n b u l u n ması. aşağı doğru bir hiyerarşi o l u ş t u r d u ğ u gibi y u k a r ı doğru da oluşturur. Sonsuza dek. Bizim bildiğimiz galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve insanlardan oluşan e v r e n i m i z bir ü s t t e k i evrenin tek ve temel zerreciğinden biridir. Sonsuz bir m e r d i v e n i n basamağı yani. H i n d u kozmolojisinde sözü edilen sonsuz evreli sonsuz evrenler görüşünü de geride bırakan bir dinsel g ö r ü ş olarak b e n şimdiye dek bundan başkasına raslamadım. Öteki e v r e n l e r acaba nasıldır? Değişik fizik yasaları üzerine mi o t u r t u l m u ş l a r d ı r ? Yıldızlara, galaksilere, dünyalara ya da t ü m ü y l e başka şeylere mi sahiptirler? Aklımızın almayacağı başka b i r h a y a t biçimleri — 288 —


mi v a r d ı r ? Bu evrenlere girebilmemiz İçin dördüncü fiziksel boyuta girmemiz gerekebilir... H e r h a l d e kolay değildir; belki b i r kara delik bu konuda bize yardımcı olabilir. Güneş sistemi yakınlarında k ü ç ü k k a r a delikler bulunabilir. Sonsuzluğun ipucunu a r a r k e n , bir sıçrama yapabiliriz...

— 289 —

Kozmos : F. 13


Bölüm XI ANILARIN ISRARI Şimdi Göğün ve Yeryüzünün kaderi tayin edildiğine, ve hendeklerle kanallar işlevlerini üstlendiklerine, Fırat'la Dicle'nin kıyıları belirlendiğine göre, Şimdi ne yapacağız? Şimdi ne yaratacağız? Söyle Anunaki, göklerin tanrısı sen söyle, başka ne yapalım? — İnsanın

Yaratılışına

İlişkin Asur öyküsü,

M.Ö.

800

Tanrılar arasından hangi tanrıysa, işte o, kaos kütlesine düzen verdi ve kütleyi kozmik zerreciklere ayırdı; yery ü z ü n ü n îlk kalıbını da o döktü. Her yanı aynı biçimi alsın dîye kocaman bîr küre yaptı... Hiçbir yanı verdiği bayat şekillerinden yoksun kalmasın diye yıldızlarla tanrısal şekiller göğün döşemesini kapladılar, deniz parıltılı balıklara yatak oldu, yeryüzü hayvanlara kucağını açtı ve uçarı hava kuşları barındırdı...

İnsanoğlu doğ-

muştu... Tüm hayvanların bakışlarının yere dönük ol-

— 291 —


masına karşılık, o tanrı yalnızca insana yukarıya doğru bakma, iki ayağı üzerinde dik durma ve gözlerini göky ü z ü n e kaldırma olanağı tanıdı. — Ovİdİus, Meta mor phoses, birinci yüzyıl ENGİN KOSMİK KARANLIĞIN İÇİNDE güneş Üstemin. n d a h a genç ve d a h a yaşlı olan sayısız yıldızlar ve gezeg e n l e r b u l u n u r . H e n ü z kesinlikle söylemeyiz, a m a y e r y ü z ü n d e h a y a t ı n ve aklın e v r i m i n e yol açan aynı süreçler, K o z m o s ' u n h e r köşesinde geçerli olmalıdır. Yalnızca S a m a n y o l u Galaksisinde bi;-ı.len çok değişik ve çok d a h a gelişmiş y a r a t ı k l a r a b a r ı n a k sağlayan bir m i l y o n d ü n y a b u l u n a b i l i r . Çok bilmek, çok zeki olm a k l a eş değildir. Akıl yalnızca bilgi d e m e k değildir, a y n ı zam a n d a y a r g ı d ı r da. Başka b i r deyişle, bilgiler a r a s ı n d a b a ğ l a n t ı k u r u p b u n l a r ı k u l l a n m a k t ı r . B u n a r a ğ m e n , elimizin a l t ı n d a b u l u n d u r d u ğ u m u z bilgi b i r i k i m i yine de aklın b i r ölçüsü s a y ı lıyor. Bilgi b i r i m i n i n ölçeği B i t ' t i r ; belirli bir s o r u y a «evet» ya d a hayır» y a n ı t ı n ı n v e r i l m e s i y l e oluşur, ö r n e ğ i n , b i r l a m b a nın açık ya da kapalı o l u ş u n u n b e l i r l e n m e s i t e k b i r bilgi B i t ' i gerektirir. Elinizdeki bu k i t a b ı n sözlü bilgi içeriği 10 m i l 7 yon (lü ) Bit'tir. Y e r y ü z ü n d e k i t ü m k i t a p l ı k l a r d a k i çeşitli kitaplarda varolan sözcüklerle r e s i m l e r i n içerdiği bilgi 10'° ya da 10!T Bit'tir (*). K u ş k u s u z bu bilgilerin b a z ı l a r ı gereksizdir. Bu sayı, insanların bilgi çapını göstermesi b a k ı m ı n d a n b i r ö l ç ü d ü r . F a k a t h a y a t ı n y e r y ü z ü n d e k i n d e n m i l y a r l a r c a yıl Önce geliştiği daha başka d ü n y a l a r d a bilgi b i r i k i m l e r i belki 10î0 ya da 10™ B i t olabilir.

(*)

Bu duruma göre, dünyadaki tüm kitapların içerdiği bilgi, bir büyük Amerikan kentinde bir yılda video olarak yayınlanan bilgiden çok değildir. Ne var ki, bütün Bit'Ierin değeri, hiç kuskusuz aynı değüdir. — 292 —


Akıllı canlıların yaşadığı o bir milyon dünya arasında ender bir gezegen d ü ş ü n ü n ki, yüzeyinde sıvı d u r u m d a su bulunsun. S u d a n y a n a zengin böyle bir o r t a m d a nispeten zeki yaratıklar yaşar. Bazıları a v ı m y a k a l a m a k için sekiz kolludur; b a z d a n vücutlarındaki koyu ve açık renkli şekilleri değiştirerek aralarında haberledirler; h a t t a t a h t a d a n ya da m a d e n d e n tekneler yaparak okyanusları yağma e t m e y e çıkan k ü ç ü k ve zeki yaratıklar da yaşar. F a k a t biz, y e r k ü r e n i n en b ü y ü k yaratıkları, belli başlı zekâları, derin okyanusların sezgi sahibi ve sevimli ustaları olan k o c a m a n balinalar üzerinde yoğunlaştırıyor uz araştırmalarımızı. Balinalar y e r k ü r e m i z d e gelişmiş en b ü y ü k hayvanlardır (*). Dinozorlardan da epey b ü y ü k t ü r l e r . Yaşlı bir mavi balina otuz m e t r e boyunda ve 150 ton ağırlığında d ir. Balinaların okyanusa açılmaları yenidir. Daha b u n d a n 70 milyon yıl önce ataları k a r a d a n o k y a n u s a ağır adımlarla göç eden etçil memelilerdi. Balinalar dünyasında ana balinalar s ü t emzirir ve y a v r u l a r ı n a özenle bakar. B ü y ü k l e r i n y a v r u balinalara öğren i m verdikleri u z u n bir çocukluk dönemi sözkonusudur. O y u n o y n a m a k önemli eğlencelerinden biridir. B u n l a r memelilere Özgün d a v r a n ı ş l a r d ı r ki, akıllı v a r l ı k l a r ı n gelişmesi açısından ö n e m taşır. Deniz kasvetli ve loş bir ortamdır. K a r a d a k i memelilerin işine y a r a y a n görme ve koku d u y u l a r ı o k y a n u s u n derinliklerinde fazla y a r a r l ı değildir. Çiftleşecek birini ya da çocuğunu veya avını b u l m a k için bu d u y u l a r ı k u l l a n m a y a yeltenen balinal a r ı n ataları nesillerini fazla s ü r d ü r e m e m i ş l e r d i r . Böylece evrim yoluyla y e n i bir y ö n t e m geliştirmişlerdir; bu y ö n t e m çok işe y a r ı y o r ve balinaların a nlaşab ilmelerin de önemli rol o y n u y o r : î ş i t m e d u y u s u . Balinaların çıkardıkları bazı sesler şarkı olarak niteleniyor. F a k a t bu seslerin a n l a m ı konusunda henüz cahil

{*)

Ba2i sekoya ağaçları herhangi bir balina türünden daha yüktür. — 293 —

bü-


sayılırız. Yüksek f r e k a n s t a n tutun da insan kulağının işitebileceği alçak frekansa kadar v a r a n sesler çıkarıyorlar. Balinaların tipik bir şarkısı on beş dakika sürer. En uzunu da bir saati bulur. Bazen bu şarkının h e r haliyle aynen tekrarlandığı olur. Bazen de şarkının ortasında, bir g r u p balinanın kış sularını terkedip gittikleri ve altı ay sonra dönüp orada şarkıya a y n ı no- l:vı t e k r a r başladıkları -sanki hiç ara verilmemiş gibi- saptanıl.. ır. Balinaların belleği çok kuvvetli. Çoğu zaman da şarkı listelen:.! değiştirdikleri görülür. Bir gruptaki üyelerin aynı şarkıyı birlikte söyledikleri olur. Karşılıklı anlaşma ve işbirliği sonucu söylenen parçalar hu ay değiştiriliyor. Bu değişme yavaş yavaş ama m u t l a k a ölüyü. Seslendirme de çok karmaşıktır. İnsanın ses perdesinden çıkacak olsa söyle dik i eri şarkılar, içindeki bilgi tutarı 10" Bit'i bulur. İlyada destanmdakı bilgi t u t a r ı kadar. Balinalarla kuzenleri oıaıı yunu. ; balıklarının k o n u ş m a k t a n ya da şarkı söylemekten amaçları nedir bilemiyoruz. El gibi organlara s a h i p değiller. el işleri yapamazlar, fakat sosyal yaratıklardır. A v l a m y o r i?.ı, yüzüyorlar, balık tutuyorlar, geziniyorlar, coşup eğleniyorlar, çiftlemiyorlar, oynuyorlar, yırtıcı h a y v a n l a r d a n kaçıyorlar. Bu >;onuda söylenebilecek epey şey var. Balrvalar için başlıca tehlike, yeni t ü r e y e n bir h a y v a n d a n , kendine insan dıyeıı bir y a r a t ı k t a n geliyor. Teknolojisi sayesinde okyanuslarda etkinliğim gösteren insanoğlundan geliyor bu tehlike. Balinaların tarihinin yüzde 99,99'unu k a p l a y a n z a m a n bölümünde derin okyanusların yüzeyinde ya da diplerinde insanoğlu görülmemişti. Bu süre içinde balinalar işitme d u y u s u yoluyla olağanüstü haberleşme sistemlerini geliştirdiler. Balinaların bir t ü r ü yirmi H e r t z frekanslı yüksek sesler çıkarır. Piyana klavyesinin en düşük oktavına y a k ı n bir sestir bu. (Bir Hertz bir ses frekansı birimidir. Kulağınıza h e r saniyede giren bir ses dalgasıdır.) Bu gibi düşük frekanslı sesleri o k y a n u s zor emer. Amerikan biyologu Roger P a y n e , derin okyanus kanallarını kullanarak iki yunus balığının dünyanın neresinde bu—

294 -


lunursa b u l u n s u n l a r birbirleriyle yirmi H e r t z üzerinden haberleşebileceklerini hesaplamıştır. G ü n e y K u t b u n d a Ross Ice kıta sahanlığmdakiyle Aleutian adaları açıklarındaki iki balinanın haberleşmesi m ü m k ü n d ü r . Tarihleri boyunca balinalar, yerküre çevresini kapsayan bir haberleşme şebekesi k u r m u ş olabilirler. B i r b i r l e r i n d e n 15.000 kilometre k a d a r uzaktalarken çıkardıkları sesler belki de aşk şarkılarıdır. Okyanusların derinliklerine boşaltılan u m u t notaları. On milyonlarca yıl süreyle bu kocaman, akıllı ve haberleşme yeteneği gösteren yaratıklar, doğada bir düşmanla karşılaşm a d a n yaşamışlardır, X I X , yüzyılda buharlı gemi yapımına girişilince, denizlere hiç de hayırlı olmayan bir çevre kirliliği işareti u l a ş t ı : G ü r ü l t ü . Ticari ve askeri gemilerin daha da çoğalmasıyla o k y a n u s l a r a yayılan g ü r ü l t ü (özellikle yirmi Hertz f r e k a n s ı n d a ) kulak ardı edilemez d u r u m a geldi, Okyanuslararası haberleşme girişimini y ü r ü t e n balinalar için anlaşmak giderek zorlaştı. H a b e r l e ş m e giderek kısa mesafelere indi. İki yüzyıl önce Fİnback denen balina t ü r ü n ü n anlaşması 10.000 km. uzaktan m ü m k ü n olurken, şimdi bu mesafe birkaç yüz kilom e t r e y e inmiş olabilir. Balinalar birbirlerini isimleriyle mi çağırırlar? Yalmzca ses yoluyla birbirlerini tanıyabilirler mi? Balinaların haberleşme olanaklarını kestik. Milyonlarca yıl haberleşebılen y a r a t ı k l a r ı şimdi s u s t u r d u k . Onları s u s t u r d u ğ u m u z bir yana, balinaları ö l d ü r ü p r u j ya da m a k i n e yağı ü r e t i m i için cesetlerini satıyoruz. Böylesine akıllı canlıları ö l d ü r m e n i n sistemli bir cinayet olduğunu birçok ülke anlıyor. F a k a t J a p o n y a , Norveç ve Sovyetler Birliği'nin önderliğindeki balina cesedi ticareti s ü r ü p gidiyor. Biz insanlar, t ü r olarak, y e r k ü r e m i z dışındaki akıllı y a r a t ı k l a r d a n haber alma peşindeyiz. Peki, bu uğurda, önce y e r k ü r e m i z d e k i akıllı canlılarla, değişik k ü l t ü r d e n ve ırktan insanlarla, maymunlarla, yunuslarla, f a k a t özellikle derin s u l a r ı n üstadı olan balinalarla haberleşmeyi yoğunlaştırsak daha iyi olmaz mı? Bir balinanın yaşayabilmesi birçok bilgi edinmesine bağlı— 295 —


dır. Bu bilgi, genlerinde ve beyninde birikmiştir. Sözkonusu gcnc-'ik bilgi, planktonu yağa çevirme, su altında bir kilometre suren bir dalış sırasında soluğu t u t m a gibi d u r u m l a r ı da kapsamaktadır. Beyinlerindeki bügiyse. yani Öğrenilen bilgi, annesiıv - kim olduğunu ya da dinlemekte olduğu şarkının anlamını -,:vroma gibi d u r u m l a r ı içerir. Yeryüzündeki t ü m öteki h a y vanlar gibi balinaların da bir gen kitaplığı ve bîr de beyin kitaplığı vardır. Balinanın genetik malzemesi, insanlardaki genetik malzeme gibi, nükleik asitten m e y d a n a gelmiştir. Hani şu olağanüstü meleküller ki, çevrelendikleri kimyasal yapı taşları aracılığıyla kendilerini üretebiliyorlar ve kalıtsal bilgiyi eyleme geçiriyorlar ö r n e ğ i n , v ü c u d u m u z d a k i her hücrede bulunanın aynı olan bir balina enzimi vardır. Buna Heksokinase adı verilir. Balinanın planktondan aldığı bir şeker molekülünü e n e r j i y e ç e v i r m e k üzere yaklaşık yirmi dört enzim aracılığıyla gerçekleşen sürecin ilk aşamasını, sözünü ettiğimiz enzim gerçekleştirir. P l a n k tondan aldığı o azıcık e n e r j i de balinanın şarkı söylemesine ufacık bir katkı oluşturuyor belki de. Bir balinanın ya da insanın veya herhangi bir h a y v a n ı n ya da bitkinin çift sarmal eğrili DNA'sında birikmiş bilgi dört h a r f t e n meydana gelen bir dilde yazılıdır; dört değişik nükleotid t ü r ü DNA'nın molekül malzemesidir. Çeşitli h a y a t şekillerinin kalıtsal malzemesinde kaç B i t l i k bilgi birikimi v a r d ı r ? Çeşitli biyolojik sorulara kaç tane e v e t / h a y ı r yanıtı yazılıdır h a y a t ı n dilinde? Bir virüsün ihtiyacı olan bilgi yaklaşık 10.000 Bit'Iiktir; bu sayfadaki bilgi t u t a r ı k a d a r . Bu bilgi, bir virüse, başka organizmaları hasta etmek ve kendini yeniden ü r e t m e k için gereklidir. Zaten virüsün b u n d a n başka bir işi de y o k t u r . Virüse ait bilgi basıt'tir fakat çok dikkatle okunması gerekir. Bir bakterîyse yaklaşık bir milyon B i t l i k bilgi kullanır; 100 kitap sayfasındaki bilgi kadar. Bakterilere virüslerden daha y ü k l ü iş düşmektedir. Virüsler gibi tam asalak değildir b a k t e r i l e r . B a k teriler y a ş a m a k için çalışmak zorundadırlar. Bağımsız y a ş a y a n — 296 —


tek hücreli bir amipin yapısı daha karmaşıktır. DNA'smda varolan dört yüz milyon Bit'lik bilgi birikimi y ü z ü n d e n yeni bir amip ü r e t e b i l m e k için her biri 500 s a y f a b k seksen cilt kitaba sığacak bilgiyi k a r ı ş t ı r m a k zorundadır. Bir balinanın ya da insanın beş milyar Bit'lik bilgi birikimine ihtiyacı vardır. Hücrelerimizin her birindeki bilgilerin toplamı olan hayat ansiklopedimizdeki bilgi birikimi 5x10° Bit'tir. Bu bilgiler kitaba dökülecek olsa 1.000 cildi doldurur, Bedeninizdeki 100 trilyon h ü c r e n i n her biri, sizi b u g ü n k ü şu d u r u m u nuza getirmeye yönelik komple bir bilgi kitaplığına sahiptir. V ü c u d u n u z d a k i her hücre, tek bir h ü c r e n i n birbiri ardından bölünmesiyle m e y d a n a gelir. B u n l a r ı m e y d a n a getiren o tek hücre, ana babanız t a r a f ı n d a n üretilen t o h u m d u r . O hücrenin h e r bölünüşünde, sizin siz olmanızı sağlayan birçok embriyolojik aşamada, ilk genetik bilgi ciltlerinin b i r e r kopyası b ü y ü k bir sadakatla tekrarlanır. Böylece karaciğer hücrelerinde kemik hücrelerinizin y a p ı m ı n a ilişkin bilgiler bulunması gereksiz olduğu gibi, kemik hücrelerinde de karaciğer yapımına ilişkin bilgiler kullanılmaz. G e n e t i k kitaplıkta, v ü c u d u n u z u n kendini sahip olduğu d u r u m a getirebilmesi için gerekli b ü t ü n bilgiler vardır. Eskiden k a l m a bilgiler kahredici bir sabırla, titizlikle, en ince a y r ı n t ı l a r ı n a dek habire yazılır da yazılır. Nasıl güleceğinize, nasıl aksıracağınıza, nasıl yürüyeceğinize, şekiller: nasıl tanıyacağınıza, nasıl üreyeceğinize, bir elmayı nasıl sindireceğinize ilişkin t ü m bilgiler sözkonusu genetik kitaplığındadır, Bir e l m a y e m e n i n son derece karmaşık bir süreç olduğunu belirtmeliyiz. G e r ç e k t e n de yediklerimden e n e r j i elde etmek için zorunlu olan k i m y a s a l surecin t ü m a ş a m a l a r ı n d a n bilinçli olarak g e ç m e m gerekseydi, başka bir deyişle, kendi enzim bileşimlerimi bilinçli olarak kendim y a p s a y d ı m açlıktan ölürdüm belki de. B a k t e r i l e r anaerobik (havasız - oksijensiz) glikoliz sürecine girişirler ve b u n u n sonucu olarak elmalar ç ü r ü r ; mikroplar içinse m ü k e m m e l bir ziyafet. Onlarla bizler ve aradaki t ü m yar a t ı k l a r benzer genetik öğreti sahibiyizdir. Genlerimizin kitap— 297 —


lıkları ayrı olmakla birilkte ortak sayfaları vardır. Bu da, ortak bir evrim mirasına sahip bulunduğumuzu bir kez daha hatırlatır. Vücudumuzun hiç çaba harcamadan yaptığı karmaşık biokimya süreçlerini bizler teknolojimizle ancak kısmen gerçekleştirebilmekteyiz. Unutmayalım ki, evrimin milyarlarca yıllık pratik yapma imkânı oldu. Sözgelişi, üstlendiğiniz süreç çok karmaşık olduğundan milyarlarca Bit'lik bilgi birikimi yetmiyor. Ne bileyim, çevre koşulları öylesine hızlı değişim gösteriyor ki, o ana dek yeterli olan genetik bilgi ansiklopedisi artık ihtiyaca cevap vermiyor, o süreci nasıl tamamlayacağınızı yanıtlayamıyor. Böyle bir durumda 1.000 ciltlik bir gen kitaplığı bile yetmez. İşte, bu nedenledir ki, beynimiz vardır. Tüm diğer organlarımız gibi beyin de gitgide daha karmaşık bilgiler içererek, milyonlarca yıllık süre içinde gelişti. Beynin yapısında gelişme sürecinden geçtiği bütün aşamaların yansıdığı görülür. Beyin İçten dışarıya doğru bir gelişme evrimi geçirmiştir. En iç bölmede, en eski kesimi, beyin kökü vardır; kalp atışı ve soluk alış gibi yaşamın temel biyolojik işlevlerini düzene sokar, Paul McLean'in ilginç araştırmalarına göre, beynin yüksek düzeydeki İşlevleri üç aşamada gelişmiştir. Beyin kökünü örten R - kompleksi, saldın, töresel davranışlara, karaya bağlılık ve sosyal hiyerarşi anlayış merkezi olup yüz milyonlarca yıl önce sürüngen atalarımızda oluşmuştur. Hepimizin kafatasının derin bölümünde timsah beynine benzeyen bir şey vardır. R - kompleksini memelilerin beyni çevreler. Bu bolüm on milyonlarca yıl önce atalarımız memeliyken, fakat henüz primat değillerken gelişmiştir. Davranışlarımızın ve duygularımızın» çocuklara karşı ilgilerimizin ve endişelerimizin başlıca kaynağıdır. Dış bölümde, hemen altındaki ilkel beyinle huzursuz bir uyum halinde olan beyin kabuğu vardır. Beyin kabuğu milyonlarca yıl önce primat atalarımızda gelişmiştir. Maddenin bilince dönüştürüldüğü beyin kabuğu, bizlerin tüm kozmik yolcu- 298 —


j

|

luklara başlangıç iskelesidir. Beyin kütlesinin üçte ikisinden fazla bir bölümü sezgi ve m u h a k e m e i m p a r a t o r l u ğ u n u n sınırlarına girer. Fikirler, esinlenmeler b u r a d a doğar. B u r a d a okuruz, yazarız, hesap ve müzik bestesi yaparız. Beyin k a b u ğ u yaşamımızın bilinç yanını düzenler. T ü r ü m ü z ü n belirgin Özelliği, ins a n l a r ı n t a h t k u r d u ğ u yer burasıdır. Uygarlıklar beyin kabuğun u n meyvasıdırlar. B e y n i n dili genlerin k u l l a n d ı ğ ı D N A dili değildir. Bilgilerimizin şifrelendiği hücreler v a r d ı r beyinde. Bu hücrelere nör o n l a r adı verilir. Nöronlar, bir m i l i m e t r e n i n birkaç yüzde biri oranı çapında elektrokimyasal elementlerdir. H e r birimizin s a h i p olduğu nöron sayısı belki yüz m i l y a r ı b u l u r Samanyolu Galaksisindeki yıldızların sayısıyla kıyaslayabiliriz. Çoğu nöron komşu nöronlarla binlerce bağlantı k u r m u ş d u r u m d a d ı r , tnsan b e y n i n i n k a b u ğ u n d a yaklaşık y ü z trilyon 10 u bağlantı vardır. Charles S h e r r i n g t o n insanın u y k u d a n kalkınca, beyin kab u ğ u n u n çalışmasını şöyle d ü ş ü n ü y o r : Şimdi, r i t m i k kıvılcım kabarcıkları alanına dönüştüğü ve oraya b u r a y a gidip gelen kıvılcım k a t a r l a r ı n ı n harekete geçtiği an. Beyin uyanışının habercileri bunlar. Bey i n u y a n ı y o r ve düşünce y e r i n e geliyor. Samanyolu kozm i k bir d a n s şölenine başlamış sanki. Milyonlarca renkli n o k t a n ı n gidip gelerek çözülmekte olan b i r şekli yeniden a n l a m ipliğiyle ö r d ü ğ ü , f a k a t h e m e n çabucak başka anlam kazandırdığı bir sihirli tezgâh şimdi beyin kabuğu. Düşünce çerçevesi içindeki m ü s v e d d e şekiller sürekli değişen bir u y u m l a gelip geçiyor. U y a n a n v ü c u d u m u z şimdi ayağa dikilirken, bu b ü y ü k e y l e m i n u y u m u n u hazırlayıcı şekilleri, alt- b e y n i n k a r a n l ı k yollarına ışık tutuyor. Yolculuğa başlayan kıvılcımlı iplikler aradaki bağı k u r m a y ı üstleniyor. D e m e k oluyor ki, v ü c u d u m u z kendine gelmiştir ve u y a n a n g ü n ü k a r ş ı l a m a k İçin ayağa kalkmıştır. — 299 —


Uykuda bile beyin nabız gibi atar, kalp gibi çarpar ve kıvılcımlanır. Bunları insan hayatı sürdürme gibi karmaşık görevi nedeniyle yapar; rüya görerek, anımsayarak, düşünerek. Düşüncelerimiz, düşlerimiz ve zihnimizde kurduklarımız, fiziksel bir gerçeğe dayanırlar. Bir düşünce, yüzlerce elektrokimyasal dürtüden oluşur. Nöronlar düzeyine ındirgenebilsek, süslü işlemeler gibi karmaşık gelip-geçici şekillere tanık olabilirdik. Bu şekillerin biri, çocukluğumuzdaki köy patikasında aldığımız bir leylek kokusunun anısal kıvılcımından geliyor olabilir. Bir başkasıysa, «Eyvah, anahtarlarımı nerede bıraktım?» sorusunun heyecan dalgasından doğmuştur. Beyin Dağı'nm vadileri çoktur. Çapı sınırlı bir kafatasındaki beyin kabuğunda bilgi istiflemek için alanı genişleten epey kıvrımlar bulunur. Beynin noro - kimyasal faaliyeti inanılmayacak derecede yoğundur. Şimdiye dek insanoğlunun icat ettiği tüm makinelerden çok daha mükemmel çalışan bir makinedir bu. Ne var ki, işleyişinin, 10" nöron bağlantısından başta bir yolla olduğuna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Düşünce dünyası aşağı yukarı iki yarım küreye ayrılmıştır. Beyin kabuğunun sağ yarı küresi, şekil ayırt etme, sezinleme, duyarlılık ve yaratacılık işlevlerini yerine getirir. Sol yarım küre, mantıksal düşünce ve muhakeme İşlevlerini yerine getirir. Birbirine karşıt bu iki temel güç, insan düşüncesini belirler. İkisi bırarada fikir yaratmaya ve bu fikrin geçerliliğini sınamaya yarar. İki yarım küre arasında sürekli bir diyalog kurulmuştur. Yaratıcılıkla çözümleyici muhakeme arasındaki köprüyü muhteşem bir sinir yumağı kurmuş olup bu köprünün her iki kıyısı birden dünyayı anlamamız için vazgeçilmez yarım kürelerdir. însan beynindeki bilgi içeriğini Bit olarak ifade edecek olursak, nöronlar-arası bağlantı toplamıyla Bit sayısının birbirine eşit olduğunu söyleyebiliriz. Bu da yaklaşık yüz trilyon, 10J1 Bit'tir. Eğer bu bilgi yazıya dökülecek olsa, yirmi milyon cilt kitabı doldurur ki, bu da dünyadaki en büyük kitaplıklardaki kitap sayısı kadardır. Yirmi milyon cilt kitaptaki bilgiye eş bil— 300 —


gi, h e r b i r i m i z i n k a f a s ı n ı n içinde b u l u n m a k t a d ı r . Beyin çok az y e r k a p l a y a n çok b ü y ü k b i r bilgi alanıdır, B e y n i m i z d e taşıdığımız k i t a p ciltlerinin çoğu beyin k a b u ğ u n d a d ı r . Beynin bodr u m k a t l a r ı n d a a t a l a r ı m ı z ı n çok eski z a m a n l a r d a bel bağladıkları işlevler y a t m a k t a d ı r : Saldırı, k o r k u , seks, çocuk b ü y ü t m e k , liderlerin k ö r ü k ö r ü n e peşine t a k ı l m a k . O k u m a k , y a z m a k , kon u ş m a k gibi b e y n i n y ü k s e k d ü z e y d e k i işlev yerinin b'::yin -kab u ğ u b ö l ü m ü n d e b u l u n d u ğ u sanılıyor. A n ı l a r s a b e y n i n birçok bölgesinde çokça is ü f l e n m i ş ! ir. E ğ e r telepati diye b:.r şey gerç e k t e n olsaydı, h e r b i r i m i z için s e v d i k l e r i m i z i n beyin k a b u k l a r m d a k i k i t a p l a r ı o k u m a olanağı açılırdı. F a k a t t- .opalinin v a r lığını g ö s t e r e n bir k a r a t y o k elimizde; bu t ü r bıigi iletişimi san a t ç ı l a r l a y a z a r l a r ı n g ö r e v l e r i a r a s ı n a giriyor. B e y i n a n ı m s a m a k t a n d a h a öte işlevler y a p ı y o r . K ı y a s l a m a y a p ı y o r , ç ö z ü m ve s e n t e z yapıyor, s o y u t l a m a l a r a geç 1 yor. Genlerimizin bilgi d a ğ a r c ı ğ ı n d a n d a h a çok bilgi e d i n m e m i z gerekt i ğ i n d e n B e y i n K i t a p l ı ğ ı G e n K i t a p l ı ğ ı n d a n o n bin kez d a h a b ü y ü k t ü r . H e n ü z e m e k l e y e n b i r çocuğun d a v r a n ı ş l a r ı n d a n d a belli olan ö ğ r e n m e t u t k u m u z hayatta k a l a b i l m e y e yarayan b i r a r a ç t ı r . D u y g u l a r ve töreselleşen d a v r a n ı ş biçimleri içimize işl e m i ş t i r . B i z i m insanlık y a ş a m ı m ı z ı n b i r e r parçası olmuşla: :lır. F a k a t yalnızca i n s a n l a r a ait özellikleri değildir b u n l a r , 1: -y- unl a r ı n d a d u y g u l a n v a r d ı r . Bizim t ü r ü m ü z ü ö t e k i l e r d e n ay r; e : n d ü ş ü n c e d i r , f i k i r d i r . B e y i n k a b u ğ u b i r k u r t u l u ş yolu . • ' m u k a lıtsal g e n e t i k m i r a s ı m ı z olan k e r t e n k e l e ve maymun *. "niş b i ç i m l e r i n i n s ı n ı r l a r ı içinde kısıp k a l m a m ı z a a r t ı k gc: k m a m ı ş t ı r . H e r birimiz, b e y n i m i z i n »girdiklerinden ve y>in d ö n e m i m i z d e de ö ğ r e n m e k i s t e d i k l e r i m i z d e n geniş çapta s o r u m luyum. S ü r ü n g e n b e y n i n i n h ü k m ü a l t ı n d a k a l m a y ı p kendim:/.i d e ğ i ş t i r e b i l m e o l a n a ğ ı n a sahibiz. D ü n y a d a k i b ü y ü k k e n t l e r i n çoğu r a s t l a n t ı sonucu k u r u l m u ş , g ü n ü n i h t i y a ç l a r ı n a c e v a p v e r m e k üzere yavaş y a v a ş büy ü m ü ş l e r d i r . B i r k e n t i n e v r i m i b e y n i n e v r i m i gibidir. K ü ç ü k bir m e r k e z d e n gelişip y a v a ş y a v a ş b ü y ü r v e değişir. Değişir— 201 —


ken, eski b ö l ü m l e r i n d e n çoğu çalışmasını s ü r d ü r ü r . Yetersizliklerinden ö t ü r ü b e y n i n eskiye ait iç b ö l ü m ü n ü çıkarıp y e r i n e daha çağdaş yapılı bir şey k o y m a şeklinde bir e v r i m olanağı yoktur. Yenileme sırasında beyin çalışır d u r u m d a d ı r . B u n d a n ötürüdür ki, b e y i n k ö k ü n ü R - kompleksi, d a h a s o n r a memeli beyin sistemi (limbik) ve s o n u n d a da b e y i n k a b u ğ u ç e v r e l e m e k edir. Eski bölümler, t ü m ü birden değiştirilemeyecek k a d a r ö emli işlevler g ö r m e k t e d i r ; böylece çağdışı kalsa da, y a r a r değil z a r a r verse de, e v r i m i m i z i n gerekli sonucu olarak hırıltıyla s o l u y a r a k çalışmalara k a t ı l a c a k t ı r . New York k e n t i n d e b ü y ü k s o k a k l a r d a n çoğu X V I I . yüzyıldan. borsa binası XVIII. yüzyıldan, s u boru h a t l a r ı X I X . y ü z yıldan k a l m a d ı r . E l e k t r i k s a n t r a l l e r i ve g ü ç nakil şebekeleri X X . yüzyıla aittir. H a y a t t a kalabilmemiz için gerekli bilgilerin t ü m ü n ü d e v r a l m a y a g e n l e r i m i z y e t e r l i o l m a y ı n c a b e y i n l e r gelişti. Fakat sonradan öyle bir z a m a n geldi ki, Örneğin on bin yıl Önce, beyinde b u l u n d u r a b i l e c e ğ i m i z d e n d a h a çok bilgi e d i n m e ihtiyacı duyunca, v ü c u d u m u z dışında yığınla bilgi b i r i k t i r m e n i n yollarını bulduk. Gezegenimizde, g e n l e r i n i n ve b e y i n l e r i n i n dışında olmak üzere t o p l u l u ğ a m a l e d i l m i ş o r t a k bellek g e l i ş t i r e n tek tür İnsandır. Bu bilgi deposu kitaplık adını v e r d i ğ i m i z y e r l e r dir. K i t a p bir ağaçtan y a p ı l m ı ş t ı r . K o y u r e n k boyalı k a r g a c ı k burgacık çizgilerin çizildiği ve a d ı n a «yaprak» d e n e n p a r ç a l a r ı n b i r a r a y a getirilmesinden oluşur. Bu k i t a b a b i r göz a t t ı ğ ı n ı z d a , başka b i r insanın seslenişini d u y a r s ı n ı z ; b i n l e r c e yıl önce ölm ü ş birinin sesidir b u . Binlerce yılın geçtiği z a m a n k ö p r ü s ü n ü n ötesinden yazar, k i t a b ı aracılığıyla size, zihninizin içine, açıkça ve s ü k û n e t l e br şeyler a k t a r ı y o r d u r . Yazı, insanların belki de en b ü y ü k icadıdır. B i r b i r l e r i n i hiçbir z a m a n t a n ı m a mış, a r a l a r ı n a çağların girdiği i n s a n l a r ı b i r b i r i n e s a ğ l a y a n en b ü y ü k araçtır. Kitap, z a m a n ı n zincirini çatır çatır k o p a r ı r , i n sanların mucize y a r a t a n s i h i r b a z l ı k l a r ı n ı n b i r k a n ı t ı d ı r . —

302 -


Eski zaman yazarlarından bazıları kil üstüne yazı yazdılar. Çivi yazısı, Batı alfabesinin eski atası, Yakındoğu'da yaklaşık 5.Û00 yıl önce icat edildi. Kayıt tutma amacı taşıyordu: Buğday alımı, arazi satışı, kralların zaferleri, rahiplerin heykelleri, yıldızların aldıkları durum, tanrılara dualar. Binlerce yıl yazı, kil üstüne ve taşa oyularak veya balmumuna, ağaç kabuğuna ya da deriye işlenerek ya da bambu tahtasına, papirüse ya da ipeğe boyayla yazıldı. Bunların hepsi de ancak bir tek nüsha olabiliyor, anıtlardaki yazılar dışında da öteki yazılar yalnızca az sayıda kişiye okuma olanağı sağlıyordu. Derken, Çin'de, ikinci ve altıncı yüzyıllar arasında kâğıt, mürekkep ve içi oyulmuş tahta harflerle baskı yöntemleri icat edildi. Böylece bir yazıdan birçok suret çıkarıp yaymak gerçekleşebildi. Bu fikrin geri kaimış Avrupa kıtasında uyanması için bin yıl geçti aradan. Ama uyanır uyanmaz da kitaplar basılmaya başlandı dünyanın her yanında. 1450 yıllarına doğru matbaanın icadından önce tüm Avrupa'daki kitap sayısı ancak on binlerle ifade edilebilirdi. Hepsi de elyazmasıydı. Çin'de M.Ö. 100 yıllarında kitap sayısı, 1450'lerde Avrupa'daki kitap sayısı kadardı. Büyük iskenderiye Kitaplığmdaki kitap sayısı da dünyada varolanın yüzde onuna yakındı. 50 yıl içinde, yani 1500 yıllarında basılmış kitap sayısı 10 milyonu bulmuştu. Okumasım bilen herkes için öğrenmek mümkün oluyordu. Sihir yayılmıştı. Son yıllarda «cep kitapları» denilen ciltsiz kitapların basılmasıyla kitap fiyatları ucuzladı. Bir öğle yemeği parasıyla Roma İmparatorluğunun çöküşü, türlerin kökeni, rüyaların yorumu, eşyanın doğasına ilişkin birkaç kitap alıp üzerinde düşünebilirsiniz. Kitaplar tohum gibidirler. Yüzyıllarca bir yerde uyuyakalmış durumdadırlar, sonra da birden beklenmedik ve umut vaat etmeyen topraklarda çiçek vermeye başlarlar. Dünyanın büyük kitaplıklarında milyonlarca cilt kitap bulunur. Bunlar, kelime olarak, 10" Bit'lik bilgiye eşittir. Resim olarak da 10!S Bit'lik bilgiye. Bu sayı, genlerim izdeki bilgiden on bin kez fazladır. Beynimizdeki bilgiden de on kez çok, Haf-

ı ı n li fif -'e 21

— 303 —


tada bir kitap bitirirsem, ö m r ü m boyunca, yalnızca birkaç bin kitap o k u m u ş olurum. Bu da zamanımızın en b ü y ü k kitaplıklarındaki kitapların içeriğinin yüzde birinin ancak onda biri demektir. Bütün sorun, hangi kitapları o k u m a m gerektiğini belirleyebilmektir. K i t a p i a r d a k i bilgiler doğduğumuz zamanki gibi kalmaz, sürekli değişir. Olayların değiştirdiği kitaplar d ü n y a ;.. •-. gidişine ayak u y d u r u r d u r u m a getirilir. İskenderiye Kitaplığı k u r u l d u ğ u n d a n bu y a n a yirmi Üç yüzyıl geçti a r a d a n . Kitap olmasaydı, yazılı kayıtlar bulunmasaydı, y i r m i üç yüzyıl ağızdan agıza geçen bilgiyle ne Öğrenebilirdik? H e r yüzyılda dört kuşak insan doğduğuna göre, şimdiye dek gelip geçen yüz kuşak İnsanın ağızdan ağıza aktardığı bilgiyle ne k a d a r az ilerlerdik! B ü t ü n bildiklerimiz, o zamanki bilgilerin doğru aktarılmasına bağlı olacaktı. Ağızdan ağıza aktarıldıkça da giderek bilgiler birbirine karışacak ve yok olup gidecekti. Kitaplar, bize. zaman içinde yolculuk yapmamızı, atalarımızın bilgilerini miras olarak devralmamızı sağlar. Kitaplık bize, y e r y ü z ü n e gelmiş geçmiş en b ü y ü k dehaların, doğanın bağrından binbir zorlukla kopardıkları bilgileri ve gerçeklerin içyüzlerini sunar; gezegenin her yerinde ve tarihi boyunca yetişmiş en iyi ö ğ r e t m e n lerin bıkıp usanmadan biriktirdikleri bilgilerin bize esin k a y nağı olmasına yol açar. Biz de kitaplık aracılığıyla k u r u l a n köprü sayesinde İnsan t ü r ü n e katkıda b u l u n m a fırsatını ele geçirmiş oluruz. Kitaplıkların çoğu y u r t t a ş l a r ı n gönüllü bağışlarıyla ayakta d u r m a k t a d ı r . Uygarlığımızın sağlık d u r u m u , kültür ü m ü z ü n derin dayanakları konusundaki bilinçsizliğimiz ve geleceğe gösterdiğimiz ilgi h e p kitaplıklara karşı göstereceğimiz özenle ölçülebilir. Yeryüzü yeniden ve t ü m fiziksel Özellikleriyle yaratılacak olsa, insana benzer bir yaratığın y e n i d e n varolması çok zayıf bir olasılıktır. E v r i m sürecinde rastlantının payı b ü y ü k t ü r . Bir kozmik ışının başka bir gene ulaşması sonucunda oluşan değişik bir mütasyon ilk anda ufak tefek etkiler yapabilir f a k a t zamanla b ü y ü k etkilere dönüşür. T a r i h t e olduğu gibi, biyolojide —

304 -


de r a s t l a n t ı n ı n rolü b ü y ü k olabilir. Çok Önemli olgular ne kad a r eski t a r i h l e r d e m e y d a n a gelmişse g ü n ü m ü z ü n derinliklerine o ölçüde çok n ü f u z eder. Ö r n e k o l a r a k ellerimizi inceleyelim. Beş p a r m a ğ ı m ı z var; b a ş p a r m a ğ ı m ı z l a öteki p a r m a k l a r ı n iç b ö l ü m ü n e dokunabiliriz. E p e y işimize y a r ı y o r b u p a r m a k l a r . F a k a t b a ş p a r m a k dahil altı p a r m a ğ ı m ı z olsaydı ya da d ö r t p a r m a ğ ı m ı z bulunsaydı, h a t t a beş p a r m a k ve iki b a ş p a r m a k olsaydı, y i n e de işimizi g ö r ü r d ü . Ş u a n d a sahip b u l u n d u ğ u m u z p a r m a k l a r ı n idealliği savunulamaz. Oysa b u n u şimdi çok doğal s a y ı y o r ve böyle olmasaydı n e y a p a r d ı k diye d ü ş ü n ü r ü z . Beş p a r m a ğ ı m ı z var, ç ü n k ü yüzg e ç l e r i n d e beş p a r m a k kemiği ya da k e m i k b u l u n a n Devon bal ı ğ ı n d a n t ü r e m i ş i z . E ğ e r y ü z g e ç l e r i n d e altı ya c ö r t k e m i k bul u n a n b i r b a l ı k t a n t ü r e m i ş olsaydık, her iki elimizde altı ya da d ö r t p a r m a k b u l u n a c a k t ı ve pekala b u n l a r ı da doğal sayacaktık. T e m e l i on sayısına dayalı a r i t m e t i ğ e b a ş v u r m a m ı z ı n nedeni, e l l e r i m i z d e on p a r m a k b u l u n m â s ı n d a n d ı r . (*) Yok eğer p a r m a k s a y ı l a r ı m ı z değişik olsaydı, a r i t m e t i ğ i n t e m e l i n e oturt a c a ğ ı m ı z sayı da ona göre olacaktı. A y n ı durıım, s a n ı r ı m , v a r lığımızın d a h a birçok t e m e l Özelliği için de s ö z k o n u s u d u r : K a lıtsal harcımız, içimizdeki b i y o k i m y a s a l süreç, biçimimiz, boyumuz, organ sistemlerimiz, aşklarımız nefretlerimiz, ihtiraslarımız, düş kırıklığımız, ş e f k a t i m i z ve saldırganlığımız, hal "a çöz ü m l e m e s ü r e ç l e r i m i z , . . B ü t ü n b u n l a r , hiç olmazsa kısmen, bizim son d e r e c e u z u n e v r i m t a r i h i m i z d e k i rastlantısal olguların s o n u ç l a r ı gibi g ö z ü k m e k t e d i r . E ğ e r k a r b o n dönemi bakanlıklar ı n d a n b i r i n d e b i r y u s u f ç u k k u ş u eksik ölseydi, gezegenimizin akıllı y a r a t ı k l a r ı b u g ü n belki de k u ş t ü y l ü olacaklar ye çocukl a r ı n a k u ş y u v a s ı dersleri v e r e c e k l e r d i . E v r i m s e l r a s t l a n t ı şa-

(*)

A r i t m e t i ğ i n 5 ya ela 10 sayısı temeline o t u r t u l d u ğ u o denli açıkt ı r ki, eski

Yunaucada

«saymak»

fiilinin

anlamı

«beşslemek-

tir. î

— 305 — *

Kozmos : F. 21,


şırtıcı b i r k a r m a ş a a ğ ı d ı r ; anlayış sınırımızın darlığı ç a r n a ç a r boynumuzu büküyor. Aitmiş beş milyon yıl önce atalarımız, zihinleri en boş m e meliler, köstebek zekâsında y a r a t ı k l a r d ı . B u g ü n gezegenimizin e g e m e n t ü r ü olan o z a m a n k i h a y v a n l a r ı n böylesi bir gelişme göstereceklerini t a h m i n edecek biyolog zor b u l u n u r d u . Y e r y ü zü o z a m a n ü r k ü t ü c ü , k â b u s gibi dev k e r t e n k e l e l e r l e d o l u y d u : Dinozorlar. Bazıları 6 k a t l ı a p a r t m a n b o y u n d a y d ı . Y ü z e n sür ü n g e n l e r , uçan s ü r ü n g e n l e r v e y ü r ü y e n s ü r ü n g e n l e r d i b u n l a r . Y e r y ü z ü n d e dehşet s a ç a r a k dolaşıyorlardı. B a z ı l a r ı b ü y ü k ç e b i r b e y n e sahipti. Başları, dik d u r u ş l a r ı ve el gibi iki ön a y a k l a n vardı. Ellerini y a d a ö n a y a k l a r ı n ı hızla kaçan k ü ç ü c ü k m e m e lileri -belki a r a l a r ı n d a a t a l a r ı m ı z da b u l u n u y o r d u yakalamak için k u l l a n ı r l a r d ı . Eğer b u dinozorlar y a ş a m l a r ı m sürdürebilseîerdi, b u g ü n gezegenimizin e g e m e n akıllı türü yeşil derili, keskin dişli, dört m e t r e b o y u n d a k i y a r a t ı k l a r olacaktı. Tam k u r g u - b i l i m k i t a p l a r ı n d a k i gibi. F a k a t dinozorlar h a y a t t a k a l madılar. B i r f e l â k e t dinozorların t ü m ü n ü v e y e r y ü z ü n d e k i t ü r lerin çoğunu yok etti. (*) Ağaç b ö c e k l e r i n i ve m e m e l i l e r i yok etmedi. O n l a r h a y a t t a kaldılar. Dinozorları yok e d e n ş e y i n t a m o l a r a k n e o l d u ğ u n u k i m s e bilmiyor. İlginç b i r f i k r e göre, n e d e n i k o z m i k b i r f e l a k e t t i , y a kın b i r yıldızın p a t l a m a s ı ; Y e n g e ç B u l u t s u l a r ı n a y o l açan b i r süpernova. A l t m ı ş beş m i l y o n yıl önce r a s t l a n t ı s o n u c u g ü n e ş sistemimizden on ya da y i r m i ışık yılı u z a k l ı k t a b i r s ü p e r n o v a bulunsaydı, uzaya y o ğ u n k o z m i k ışınlar y a y a r d ı v e b u ı ş m l a r -

(*)

Yapılan son bir anatİ2, okyanuslardaki tüm türlerin yüzde 96'sının bu çağda ölmüş olabileceğine işaret ediyor. Türlerin böylesine silinip süpüriilıcesi karşısında, bugünkü organizmalar, Mezozoik zamanlarda yaşamış pek küçük ve tüm canlıları tam olarak temsil etmeyecek sayıdaki örneklerden gelişmiş olabilirler. —

306 -


dan bir bölümü yerküremizin h a v a ö r t ü s ü n e girerek atmosferdeki nitrojeni yakardı. Böylece oluşan n i t r o j e n oksitler, atmosferdeki koruyucu ozon tabakasını yırtar, yeryüzüne güneşten gelen morötesi ışınları a r t t ı r a r a k yoğun morötesi ışına karşı korumasız birçok organizmayı yakar, mütasyona uğratırdı. Bu organizmalardan bazıları, dinozorların başlıca yiyecek maddesi olabilirdi. Nedeni kesinlikle bilinmeyen bir felaket sonucu dmazorların d ü n y a sahnesinden çekilişi memelilere r a h a t bir soluk aldırdı. A t a l a r ı m ı z doymak nedir bilmeyen s ü r ü n g e n l e r i n baskısında y a ş a m a k t a n artık k u r t u l m u ş l a r d ı . B ü y ü k bir coşku içinde değişmeye ve gelişmeye koyulduk. Yirmi milyon yıl önce bizim en yakın atalarımız b ü y ü k bir olasılıkla hâlâ ağaçlarda yaşıyorlardı. S o n r a d a n ağaçlardan indiler, çünkü b ü y ü k bir buzul çağında o r m a n l a r yok olmuş ve yerlerini çalılıklar almıştı. E ğ e r ağaç sayısı azsa ağaç üzerinde y a ş a m a alışkanlığını sürd ü r m e k iyi bir şey değildir. O r m a n l a r ı n kayıplara karışmasıyla ağaçlar ü z e r i n d e y a ş a m l a r ı n ı s ü r d ü r e n p r i m a t l a r ı n çoğu da s a h n e d e n silinip gitmişlerdir. A r a l a r ı n d a n yalnızca bazıları yere i n e r e k oradaki tehlikeli ve zorlu hayatı göze almış ve yaşamlarını s ü r d ü r m ü ş t ü r . Ve b u n l a r d a n bîr b o y u n u n gelişmesinden biz o r t a y a çıkmışız. İklimdeki bu değişikliğin nedenini de kimse bilmiyor. G ü n e ş ' i n iç aydınlığında ya da yerküremizin yörüngesindeki aydınlıkta k ü ç ü k bir değişme m e y d a n a gelmiştir belki; belki de geniş çapta volkanik patlamalar stratosfere ince toz salarak güneş ışığının y e r k ü r e y e d a h a az geçerek çoğunun t e k r a r uzaya yansımasına neden olmuştur. Böylece de yeryüzü s o ğ u m u ş t u r . Okyanusların genel a k m t ı s m d a k i değişiklikten de olabilir. Ya da G ü n e ş galaksilerarası toz b u l u t u arasından geçmiştir. Ne olursa olsun, bize, varlığımızın astronomi ve jeoloji alanlarındaki rastlantısal olaylarla ne denli bağlantılı bulunduğ u n u bir kez d a h a gösteriyor. Ağaçtan aşağı indikten sonra dik d u r u ş a geçiş için bir gelişme gösterdik; ellerimiz serbest kalmıştı; iki gözü birden kul— 307. —


l a n m a k s u r e t i y l e g ö r m e d u y u m u z epey gelişmişti z a t e n ; kısacası araç, gereç y a p m a k için g e r e k e n önkoşulların çoğuna sahiptik. Şimdi artık genişçe bir b e y n e sahip o l m a k ve karmaşık düşünceleri a k t a r m a k g e r e k i y o r d u . Akıllı o l m a k aptal olmaktan y e ğ d i r . Çevre aynı kaldığına göre, bu yola s a p m a k en iyisiydi. Akıllı v a r l ı k l a r s o r u n l a r ı d a h a iyi çözümlerler, d a h a .i i.;;-'- y a ş a y a b i l i r l e r ve dünyaya daha çok çocuk b ı r a k a b i İ l ; Niik eer s i l a h l a r icat edilinceye dek, akıl i n s a n ı n h a y a t ta k. "m. -;na epey y a r d ı m c ı olmaktaydı. T a r i h i m i z d e , akıllı k ü çük memelilerden oluşan bazı sürüler d i n o z o r l a r d a n s a k l a n d ı î ağaç L pelerine sahip çıktılar, sonra a ğ a ç t a n inip ateşi ehlileşürdiler, yazıyı icat ettiler, gözlemevleri k u r d u l a r ve uzay araçları fırlattılar. Eğer olaylar birazcık değişik bir akış g ö s t e r seydi, böylesi başarılı sonuçlara ulaşacak akıl ve beceri sahibi V.v i-.a bir hayvan çıkabilirdi. Belki ele iki ayaklı zeki dinozorlar olabil::..;. Ya da tilkiler, m ü r e k k e p balığı veya başkaları. Zekâ sahibi Ç e k i y a r a t ı k l a r ı n ne derece bilgi sahibi o l d u k l a r ı nı oğ: :-nmek ilgimizi ç e k t i ğ i n d e n b a l i n a l a r l a o r a n g u t a n l a r ı i n celiyoruz. Başka ne t ü r uygarlıkların m ü m k ü n olabileceğini birazcık öğrenmek için tarih ve k ü l t ü r antropolojisi inceliyoruz. Fakat bi: hepimiz -balinalar, o r a n g u t a n l a r , i n s a n l a r - b i r b i r i mizle çok yak m b a ğ l a r içindeyiz. A r a ş t ı r m a l a r ı m ı z tek bir gezegendeki bir ya da iki e v r i m s e l çizgiyi i n c e l e m e k l e sınırlı kalırsa, başka akıllı v a r l ı k l a r ı n ve öteki u y g a r l ı k l a r ı n çeşitlerini ve zekâ pırıltılarını b i l m e k t e n yoksun kalacağız. Kalıtsal çeşitliliğe yol açacak r a s t l a n t ı s a l s ü r e ç l e r dizisinin değişiklik göstereceği ve bazı Özel g e n b i r l e ş m e l e r i n i belirleyecek a y ı n çevre koşullarının geçerli olacağı başka b i r g e z e g e n de, bizlere fiziksel olarak benzeyen y a r a t ı k l a r a r a s t l a m a şansı, kanımca, s ı f n a yakındır. Değişik b i r akıl şekline raslamamız şansıyla vardır. Onların beyinleri içeriden dışarıya d o ğ r u gelişmiş olabilir. Bizdeki nöronlara b e n z e y e n değişken e l e m e n t l e re sahip bulunabilirler. F a k a t n ö r o n l a r ı b i z i m k i n d e n değişiklik gösterebilir. Oda ısısında çalışan organik a y g ı t l a r olacakla—

308 -


r m a , çok düşük ısı derecelerinde çalışan süper - iletkenler olabilir onların beyni. Bu takdirde onların d ü ş ü n m e hızı bizimkinden 107 kez olacaktır. Nöron bağlantılarının bizimkiler gibi 10 M 'lük olduğu gezegenler bulunabilir. F a k a t hu sayının 10-4 ya da 10"4 olduğu gezegenler de olabilir. B u n l a r ı n ne derece bilgi sahihi olduklarını Öğrenmek İsterdim, Onlarla birlikte aynı evreni paylaştığımızdan, ortak bilgilere sahip bulunabiliriz. Onlarla temas kurabilsek, beyinlerinde, bizim ilgimizi çekecek epey bilgiye rastlardık. B u n u n tersini dc söyleyebiliriz. Y e r k ü r e m i z dışındaki akıllı varlıklar -bizden epeyce gelişmiş varlıklar olsalar bile- bize karşı ilgi duyarlar, ne bildiğimizi, nasıl düşünd ü ğ ü m ü z ü , beyinlerimizin yapısını, evrimimizin izlediği yolu, geleceğimize ilişkin d u r u m u m u z u öğrenmek isterlerdi. Bir hayli yakınımızdaki yıldızların gezegenlerinde eğer akıllı y a r a t ı k l a r varsa, bizim hakkımızda acaba herhangi bir bilgiye sahip m i d i r l e r ? Y e r k ü r e m i z d e k i genlerden beyinlere ve kitaplıklara dek g i r e n uzun evrimsel gelişmemizin kırıntısından h a b e r d a r l a r mı acaba? E ğ e r y e r k ü r e m i z dışındaki gezegenlerde akıllı v a r l ı k l a r yaşıyorsa, hakkımızda bilgi edinebilmeleri için en a z ı n d a n iki seçeneğe sahip'.irier. Biri, radyo-teleskopla bizleri dinlemeleridir. Milyarlarca yıldır şimşek çakmasıvia yerküremizin m a n y e t i k alanında kapana kısılmış, ıslık çalan elektronlarla protonların neden olduğu zayıf ve aralıklı radyo dalg a l a r ı n d a n başka bir şey d u y m a m ı ş l a r d ı r . Derken, b u n d a n yüzyıl k a d a r önce, y e r k ü r e m i z d e n çıkan radyo d a l g a l a n r h î u güçlü, d a h a d u y u l u r bir hal almıştır. A y n ı z a m a n c a sesi daha az ve sinyali d a h a çok a n d ı r m a y a başlamıştır. Y e r k ü r e in a: lan sonunda radyoyla haberleşmeyi icat etmişlerdi. Bugün uluslararası radyo, televizyon ve r a d a r haberleşme ağı k u ı t l m u ş ur. Bazı radyo f r e k a n s l a r ı n d a , y e r k ü r e , güneş sistemindeki tn güçlü radyo k a y n a ğ ı n a ve en parlak cisme c ö n ü ş m t ^ bulunuyor. J ü p i t e r d e n de, G ü n e ş ' t e n de daha p a r l a k oldu. Yeryüzünden radyo yayınlarını dinleyen ve bu tür sinyalleri alan y e r k ü r e dışı bir uygarlık, bizim gezegenimizde, son zamanlarda önemli —

309 -


bir şeyler olduğu sonucunu çık ar m azlık edemez. Yerküremiz döndükçe, daha güçlü radyo vericilerimiz göğü yavaştan t a r a r . Başka bir yıldızın gezegenindeki bir astronom, sinyallerimizin belirip kayboluş sürelerinden yerküremizdeki g ü n ü n uzunluğunu çıkarabilir. En güçlü verici kaynaklarımızdan bazıları da radarlardır. B u n l a r d a n birkaçı radyo-astronomiae kullanılır ve y a k ı n gezegenlerin yüzeylerinde a r a m a t a r a m a yaparlar. R a d a r d a n göğe yayılan sinyal demeti, gezegenlerin çapından çok daha b ü y ü k olduğundan b u n u n b ü y ü k b i r bölümü güneş sisteminden geçip giderek yıldızlararası uzayda dinliyor olabilecek duyarlı bir alıcıya ulaşır. R a d a r y a y ı n l a r ı n d a n çoğu askeri amaçlıdır. "Nükleer başlıklı füze atılışından endişe duyarak göğü sürekli olarak t a r a r bu r a d a r l a r . însan u y g a r l ı ğının sona ermesinden onbeş dakika öncesini s a p t a y a c a k t ı r askeri amaçlı radarlar. B u n l a r ı n çıkardığı sinyallerin içerdiği bilgi önemsizdir; bip'ler biçiminde şifrelenmiş basit sayısal dizilerden oluşmaktadır. Genel olarak y e r k ü r e m i z d e n k a y n a k l a n a n en belirgin radyo y a y ı n l a n televizyon p r o g r a m l a n m ı z d ı r . Y e r y ü z ü d ö n d ü ğ ü için bazı televizyon istasyonları u f u k t a g ö z ü k ü r k e n , diğer bazıları u f k u n Öteki y a n ı n d a n kaybolacaktır. P r o g r a m karışıklığı olacaktır bu yüzden. Bu karışıklık y a k ı n bir yıldızın gezegeninde ayırt edilip düzenli b i r dinleme servisi k u r u l a b i l i r . En sık tekrarlanan mesajlar, istasyon belirleme sinyalleriyle d e t e r j a n , deodoran, başağırısı hapları ve otomobil satış çağrıları olacaktır. En çok kaydedecekleri mesajlar, ayrı ayrı y e r l e r d e n a y n ı zamanda birçok vericiden yapılacak olan y a y ı n l a r d ı r . Örneğin, uluslararası bunalım dönemlerinde A.B.D. B a ş k a n ı ya da S o v yetler Birliği Başkanı t a r a f ı n d a n y a p ı l a n k o n u ş m a l a r a ait sinyaller. Televizyon reklamlarının anlamsız içerikîeriyle u l u s l a r arası b u n a l ı m ve insanlık ailesi içindeki savaş zır-zırları Kozmos'a yeryüzündeki hayat hakkında y a y ı n yaptığımız başlıca mesajlardır. Hakkımızda ne d ü ş ü n ü y o r l a r d ı r , kimbilir, O televizyon programlarını geri alabilmek diye bir —

310 -

olanak


y o k t u r . D a h a önceki y a y ı n l a r ı n a r d ı n d a n yenisini gönderip eskisini silme olanağı da yok. Hiç bir şey ışıktan daha hızlı yolc u l u k edemez. Y e r k ü r e m i z d e n geniş çapta televizyon yayınları 1940'larda başlatıldı. Böylece merkezi y e r k ü r e m i z olmak üzer e , ışık hızıyla ilerleyen küresel bir dalga cephesi vardır. O tar i h l e r d e başkan yardımcısı olan Richard Nixon'un demeciyle y i n e o zamanlar televizyonda gösterilen Senatör Joseph McC a r t h y ' n i n s o r u ş t u r m a s ı n a ait hım-hım yayınlardır. Bu yayınlar otuz beş, kırk yıl önce yapıldığından, y e r k ü r e m i z d e n henüz elli yılın altında ışık yılı uzaklığı varmıştır. E ğ e r bize en y a k m uygarlık daha uzaklarda bulunuyorsa, foyalarımızın meyd a n a çıkması biraz d a h a gecikeceğinden r a h a t bir nefes alabiliriz. Neyse, belki de, sözünü ettiğim p r o g r a m l a r ı n içeriğini anlaşılır bulmayabilirler. İki Voyager uzay aracı, yıldızlara doğru yol almaktadır şu anda. H e r b i r i n e altın kaplamalı bakır bir pikap plağı, bir kaset ve plak iğnesi bağladık. Plağın a l ü m i n y u m d a n mahfazasının ü s t ü n e de nasıl kullanılacağını yazdık. Genlerimiz hakkında, beyinlerimize ilişkin ve kitaplıklarımıza dair bilgiler verdik. Bu bilgileri, yıldızlararası uzay yolculuğuna çıkmayı düşünebilecek b a ş k a varlıklara yolladık. Yıldızlararası uzayda, vericileri çokt a n susmuş Voyager'in varlığını farkedebilen bir uygarlık kuşk u s u z bizden d a h a ileridir bilim alanında. O varlıklara kendimiz h a k k ı n d a yalnızca bizde v a r o l d u ğ u n u sandığımız özellikleri a n l a t m a k , beyin k a b u ğ u n u n Önemini ve beyindeki limbik sistemi t a n ı t m a k istedik. Mesajımızı alacak olanlar anlamasalar da, y e r y ü z ü ülkelerinden altmış dilden selâm gönderdik. Balinaların seslerini de ekledik. Y e r k ü r e n i n dört bir yanında birb i r l e r i n e karşı ilgi ve saygı gösteren, kendini Öğrenime, araç g e r e ç üretimine ve sanata adamış, zorluklara karşı meydan okuy a n insanların f o t o ğ r a f l a r ı m derleyip gönderdik. Birkaç kültüre ait m ü z i k l e r d e n bir buçuk saatlik bir derleme de yolladığımız p a k e t i n içinde. Bu müziğin bir bölümü, kozmik yalnızlığımızı, b u n u giderme a r z u m u z u , Kozmos'daki Öteki varlıklarla ilişki —. 3 U —


k u r m a k isteğimizi yansıtıyor. Aynı zamanda gezegenimizde hayatın başlangıcından Öteki zamanlarda d u y u l m u ş olabilecek seslerden, insan türlerinin evrimi ve son olarak patlak v e r e n teknoloji dönemindeki seslere k a d a r kayıt yaptığımız plaklar da gönderdik. Ealinalarmki gibi, enginliklere çığır ilan bir sevgi şarkısıdır bu. Birçok mesajımız, belki de çoğu, çözümlenemeyecek. anlaşılamayacak, A m a yine de göndermiş bulunuyoruz. Çünkü denemek önemlidir. Bn anlayış ve coşkuyla Voyager uzay gemisine bir insanın düşüncelerini ve duygularım, onun beyninin, kalbinin, gözlerinin ve kaslarının elektriksel devinimlerini bir plağa kaydederek bunu da gönderdik. Bir bakıma, bir tek insanın, 1977 yılının Haziran ayında, düşüncelerini ve duygularını Kozmos'a yollamış bulnuyoruz. Bu plağı alanlar belki onu dinlemeyecekler ya da radyo dalgalan y a y a n bir gökcismi sanacaklar. Sansınlar. Zaten yüzeysel olarak bakınca, gönderdiğimiz o plak radyo dalg a l a n y a y a n bir gökcismidir de. Genlerim izdeki bilgiler çok eskidir, çoğu milyonlarca yıl öncesine aittir. Bazıları milyarlarca yıllıktır. B u n a karşılık, kitaplarjmızdaki bilgiler en çok birkaç bin yıllıktır ve beyinlerimizdeki de yirmi, otuz yıllık. Uzun ö m ü r l ü bilgi, insanlara özgü bilgi t ü r ü değildir. Y e r y ü z ü n d e a ş ı n m a d a n ö t ü r ü anıtlarımız ve yapıtlarımız, doğa olaylarının içinde, uzun bir gelecekte yaşamayacaklardır. F a k a t Voyager'deki plak güneş sistemine doğru yol almış bulunuyor. Yıldızlararası aşınma (erozyon) -çoğunlukla kosmik ışınlar ve toz zerreciklerinin konması- öylesine azdır ki, plaktaki bilgi bir milyar yıl dayanır. Genler, beyinler ve kitaplar değişik yöntemlerle bilgi derlerler. Z a m a n a karşı dayanıklılığı da değişik oranlardadır. Oysa insan t ü r l e r i n i n Voyager'deki yıldızlararası plağa kaydedilmiş bilgileri z a m a n a k a r şı çok daha inatçı anılar olarak kalacaklardır. Voyager'deki mesaj, insanın içine sıkıntı verecek bir yavaşlıkla ilerliyor yolculuğunda. İnsan t ü r ü t a r a f ı n d a n fırlatılmış en hızlı araç olmasına karşın, en yakın yıldıza v a r m a s ı için —

312 -


binlerce, onbinlerce yıl geçecek aradan. V o y a g e r i n on yılda aldığı yolu, bir televizyon programı yayını birkaç saatte alır. Bir televizyon y a y ı m bittiği andan itibaren birkaç saatte Voyager'i S a t ü r n gezegeni dolaylarında yakalar, geçer ve yıldızlara doğru yönelir. Eğer uzaydaki birileri bizim televizyon yayınlarımızı duyarsa, dilerim, hakkımızda iyi şeyler düşünürler. Zekâmız son zamanlarda bize b ü y ü k güçler bağışladı. F a k a t , kendi yokoluşumuzu önleyecek yeteneği bağışlamadı. Neyse ki, aramızda bu yönde ciddi çaba h a r c a y a n l a r var. Zamanı kozmik perspektif içinde algılayarak y e r k ü r e m i z üzerinde yaşayan her insanın hayatını kutsal sayacak bir düşünceyle örgütleneceğimizi ve ondan sonraki ilk adımı da a t m a y a hazır olacağımızı u m u t ederim. Bu, galaksilerarası haberleşen uygarlıklar topl u l u ğ u n u n bir adayı olma adımı olacaktır.

313 -


Bölüm XII GÖK KITASI ANSİKLOPEDİSİ «Kimsiniz? Nereden geliyorsunuz? Sana benzer hiçbîr şey görmemiştim daha Önce.» Yaratıcı, insanoğluna baktı ve.., bu yeni garip varlığın kendine bu denli benzeyişine şaşırdı. — Eskimolann yaratılışa İlişkin bir efsanesi Gökler kuruldu Yeryüzü tamamlandı Ya şimdi kim hayatta kalmalıdır, ey tanrılar? — Aztek güncesinden, Krallıkların Tarihi Biliyorum, bazı kişiler, gezegenlerin varlığı savında birazcık fazla ileri gittiğimizi, birçok olasılık öne sürdüğümüzü ve bunlardan biri, zinhar, boş çıkarsa, kötü — 315 —


bîr femet yüzünden çöken bina gibi İüm savımızı boşa çıkaracağını söyleyecekler. Fakat yerküremizin üieki gezegenlerle birlikte eşît saygınlık ve onuru paylaştığım söylersek, doğanın yapıtlarının görkemli güzelliklerinden zevk alınan başka bir yer yoktur diye kim îddl^da bulunabilir? Ya da doğa yapıtlarının görkemini izlf yenler varsa, bunlar arasında, bizim kadar yapıtların de.-in gtzîerine giren yoktur demeye cesaret edebilir mi? — Christiaan Huygens, !\lew Conjecîures Concermng Planetary VVorlds, Their Inhabitents and Productions, (Gezegenlerdeki Dünyalar, Oralarda yaşayanlar ve Üretimlerine ilişkin yeni düşünceler), yaklaşık 1690 yılı Doğanın yaratıcısı... şimdiki durumda yeryüzünden evrendeki ötekî büyük cisimlerle haberleşmeye girişmemiz olanağını vermemiştir; olasıdır kî, öteki gezegenler ve sistemler arasında da aynı biçimde haberleşmeyi tümden kesmiştir... Bütün bu gezegenlerde merakımın körükleyen yeterince kaynak var. Doğada pırıl pırıl bunca zekâ bulunsun da, meraklar şahlansın da, sonunda bu merakların giderilmesi mümkün olmasın... Olamaz... Eu nedenledir ki, bugünkü durumumuzu varlığımızın şafak zamanı ya da başlangıcı sayıyoruz. Daha sonraki ilerlememizin hazırlık dönemidir. — Colin Maclaurin, 1748 Daha evrensel, daha yalın, yanlışlıklardan ve karanlıklardan daha arınmış bir dîl olamaz... Doğal şeyler arasındaki değişmez ilişkileri matematikten daha iyi arılatan hiçbir şey yoktur. Tüm doğa olgularını aynı dille anlatarak sanki evrenin plan yalınlığı ve birliğine tanık-

316 -


Iık eder. Doğa olaylarının nedenlerine değişmez bir düzenin egemen olduğunu daha da belirgin kılar. — Joseph Fourier, Analytic Theory of Heat (Isının çözümleyici Kuramı), 1822

YILDIZLARA DOĞRU DÖRT ARAÇ FIRLATTIK; Pioneer 11, 12 Voyager 1 ve 2. B u n l a r ilkel uzay gemileridir, Yıldızlararası geniş uzaklıklar gözönüne alınırsa, bazen r ü y a d a u l a ş m a k isteyip de hızlı koşamadığmız için u l a ş a m a m a k t a n ötürü k a h r o l d u ğ u n u z d u r u m l a r a benzetebiliriz bunu, İleride, uzay gemilerimiz, daha hızlı gideceklerdir. Yıldızlararası gezi güzergâhları s a p t a n a c a k t ı r ve er ya da geç o uzay gemilerinde insan b u l u n a c a k t ı r aracı yöneten. S a m a n y o l u Galaksisinde yerküremizden milyonlarca yıl daha eski gezegenler olması gerekir. Bazıl a r ı milyarlarca yıl eski de olabilir. Şimdiye dek ziyaret edilmiş olmamız gerekmez miydi? Gezegenimizin başlangıcından bu yana geçen m i l y a r l a r c a yıl içinde, bir kerecik olsun uzaklardaki u y g a r l ı k l a r d a n kalkıp y e r k ü r e m i z e g a r i p bir aracın geldiği olm a m ı ş m ı d ı r acaba? Y e r y ü z ü n e tepeden bakıp dolaşan ya da böcekler, meraksız s ü r ü n g e n l e r , h o m u r d a n a n p r i m a t l a r ya da dolaşıp gezinen insanlar t a r a f ı n d a n gözlenmek üzere y e r k ü r e m i ze konan acayip bir araç g ö r ü l m e m i ş midir? Bu düşünce herkesin aklına gelen doğal bir s o r u d u r . E v r e n d e akıllı canlılar bulun u p b u l u n m a d ı ğ ı s o r u n u n u d ü ş ü n e n herkesin aklına gelmiş bir soru. A m a gerçekte oldu mu acaba böyle bir şey? Bu konudaki çok önemli nokta, ortaya atılan k a n ı t l a r ı n geçerliliğidir; olası gözüyle bakılan kanıt geçerli değildir. Ya da gönüllü bir ya da birkaç görgü tanığının temelsiz k a n ı t l a r ı yeterli değildir. İşe böyle bakınca, yerküre-dışı ziyaretçilerin Y e r y ü z ü n e geldiklerine inandırıcı bir d u r u m y o k t u . U F O ' l a r (Unidentified Flying Objects, Kimliği S a p t a n m a m ı ş Uçan Cisimler) h a k k ı n d a söylenenlere ve eski astronotların gezegenimizin davetsiz konuklarla dolup taştığına ilişkin sözlerine karşın, ortada inandırıcı bir k a m t — 317 -


yok. Keşke olsaydı... Ne k a d a r isterdim böyle b i r şeyi. Y e r k ü re-dışı egzotik bir uygarlığı a n l a m a y a a n a h t a r r o l ü n ü o y n a y a cak, k a r m a ş ı k f a k a t aydınlatıcı bir bilgi zerreciğine bile razıyız aslında. 1801 yılında Joseph Fourİer (*) adında b i r fizikçi F r a n s a ' d a İşere eyaleti belediye başkanıydı. İl sınırları içindeki b i r okulu teftiş e d e r k e n o n b i r y a ş ı n d a k i bir öğrencinin zekâsı ve doğu dillerine yatkınlığı ilgisini çekti. F o u r i e r çocuğu evine b î r s o h b e t için d a v e t etti. Çocuk F o u r i e r ' n i n e v i n d e k i M ı s ı r ' d a n g e t i r i l m i ş s a n a t y a p ı t l a r ı ve eşyası k o l e k s i y o n u n u n etkisi altında kaldı. N a polyon'uıi Mısır seferi sırasında bu ülkedeki eski u y g a r l ı k l a r ı n dan kalma astronomi a n ı t l a r ı n ı n k a t a l o g u n u ç ı k a r m a k l a g ö r e v lendirilmişti F o u r i e r . Hiyeroglif y a z ı t l a r çocuğun m e r a k d u y g u s u n u kamçıladı, «Peki, b u n l a r ı n a n l a m ı nedir?» diye s o r d u ğ u n da, «Hiç kimse bilmiyor,» y a n ı t ı n ı aldı. Bu ç o c u ğ u n adı J e a n François C h a m p o l l i o n ' d u . Hiç kimsenin o k u y a m a d ı ğ ı b i r dilin gizlerini çözme m e r a k ı y l a y a n ı p t u t u ş a n çocuk, doğu d i l l e r i n e m e r a k sardı ve eski Mısır yazısını çözmeye k o y u l d u . O t a r i h l e r de, F r a n s a , Napolyon t a r a f ı n d a n ç a l m a n , s o n r a da Batılı b i l i m a d a m l a r ı n ı n incelemesine s u n u l a n Mısır y a p ı t l a r ı y l a d o l u p taşıyordu. N a p o l y o n ' u n Mısır s e f e r i n e ilişkin k i t a b ı n ı g e n ç C h a m pollion kısa z a m a n d a y u t t u . B ü y ü y ü n c e Champolliotı çocukluğ u n u n d ü ş ü n ü gerçekleştirdi: Eski Mısır hiyeroglif yazısını çözmüştü. Ancak 1828 yılında, yaııi F o u r İ e r ile t a n ı ş t ı k t a n y i r m i yedi yıl sonra, C h a m p o l l i o n ilk kez Mısır'a a y a k basabildi. D ü ş lerinin toprağına a y a k b a s t ı k t a n sonra, K a h İ r e ' d e n N i l n e h r i yo-

(?) Fourier ısının k a t ı cisimlerde yayılışına ilişkin İncelemesiyle ün yapmıştır. Bu incelemeleri gezegenlerin yüzey özelliklerini anlamaya yardımcı olmuştur. Fourier dalgaların ve diğerdöngüsel hareketler üzerinde yaptığı incelemeleriyle do t a n ı n ı r . Bu çalışmaları Fourier analizi olarak matematiğin bir dalım oluşturmaktadır. —

318 -


luyla, uğruna yaşamını adadığı k ü l t ü r ü n kaynaklarına gitti. Zam a n içinde giriştiği bir yolculuktu bu. Yabancı bir uygarlığa yapılan yolculuk... 16 g ü n ü akşamı Der.dera'ya vardık. M e h t a p muhteşemdi. T a p ı n a k l a r a ulaşabilmemize bir saat kalmıştı. Bu denli yaklaşmışken d u r a k l a m a k olur m u y d u ? Biz ölümlüler arasındaki en soğukkanlı y a r a t ı ğ a soruyorum! Bir an önce oraya ulaşma d ü r t ü s ü n e dayanılır mi? O anın insana verdiği emir şöyleydi: Bir iki lokma yedikten sonra h e m e n yola çıkın! Muh a f ı z ı z ve yalnız, f a k a t tepeden tırnağa k a d a r silahlı olarak geniş araziler aştık... Tapınak sonunda kendini gösterdi bize... Bu t a p m a ğ ı n boyutları ölçülebilir istenirse. Fakat bu t a p ı n a k h a k k ı n d a bir fikir verebilmek olanaksızdır. Güzellikle g ö r k e m i n en y ü k s e k düzeyde buluştuğu bir yer burası. Ağzımız iki s a a t açık kaldı. T a p m a ğ ı n odaları ve bölmeleri a r a s ı n d a oradan oraya koşup d u r d u k . Ayıcığında dtij duvarları üzerindeki yazıları o k u m a y a çalıştık. Tekneye döndüğ ü m ü z d e sabaha karşı saat üçtü. S a b a h ı n yedisinde yine tap m a k t a y d ı k . . . Ayışığmda güzel olan güneş ışığında da güzeldi. G ü n e ş ışığı bize yazıların ayrıntılarım da gösterdi... A v r u p a ' d a bizler cüceleriz ve hiçbir toplum, eski ya da yeni, m i m a r i y i Mısırlılar k a d a r yüce ve görkemli bir anlayışa k a v u ş t u r m a m ı ş t ı r . H e r şeyin otuz m e t r e boyundaki insanlara göre yapılmasını b u y u r m u ş l a r . D e n d e r a ' d a k i K a r n a k s ü t ü n l a r ı y l a duvarlarındaki yazıları, Mısır'ın her yanındaki yazıtları Champollion hiç zorluk çekmeden çözebildiğin! gördü. O n d a n önce çok kişi denemişti, fakat b a ş a r a m a m ı ş t ı hiyeroglif yazısını çözmeyi. Hiyeroglif, kutsal o y u n t u l a r anlamına gelmekteydi. Çoğu araştırmacı ve bilgin bu yazıyı resim şifresi sanmıştı. Özellikle kuşlarla dolu olmak üzere eşekarıları, hamamböcekleri, göz küreleri ve dalgalı çizgilerle dolu k a r m a k a r ı ş ı k mecazlar sanmışlardı. Hiyerloflifler konu—

319 -


s u n d a k i karışıklık b ü y ü k t ü . Mısırlıları Çin'den g e l m e sömürgeciler s a n a n l a r vardı. Tersini d ü ş ü n e n l e r de vardı k u ş k u s u z . S a h t e çeviriler cilt cilt dolaşıyordu ellerde. Çeviri y a p a n a r a ş t ı r m a c ı l a r d a n biri, Rosetta Taşı'na b a k ı p o a n a dek hiyeroglif yazıları ç ö z ü m l e n m e m i ş bu taştaki y a z ı n ı n a n l a m ı n ı h e m e n çıkarı vermişi i. B a k a r b a k m a z çıkardığı a n l a m ı n «Uzun uzadıya 'üşünmenin yol açtığı sistemli h a t a l a r d a n » k o r u d u ğ u n u , bu nede::!: de fazla d ü ş ü n c e y e d a l m a d a n daha iyi s o n u ç l a r elde edildiğini söyledi. Champollion hiyerogliflerin r e s i m biçiminde m e cazlar olduğu savına karşı koydu. İngiliz fizikçisi T h o m a s Young'un zekice s u f l ö r l ü ğ ü sayesinde C h a m p o l l i o n şöyle b i r f i k i r silsilesi kurdu: Rosetta Taşı 1799 yılında bir F r a n s ı z askeri t a r a fından Nİİ D e l t a s m d a k i Raşİt kasabası m ü s t a h k e m m e v k i l e r i n de bulunmuştu. A r a p ç a b i l m e y e n A v r u p a l ı l a r bu taşa R o s e t t a adım vermişlerdi. Eski bir t a p ı n a k t a n k o p m u ş b i r taş p a r ç a sıydı. Aynı m e s a j ı üç ayrı dilde a n l a t ı y o r gibiydi; ü s t t e hiyeroglif yazısı, orta b ö l ü m ü n d e d e m o t i k denilen h i y e r o g l i f i a n d ı ran bir el yazısı vardı ve s o r u n u n ç ö z ü m l e n m e s i n d e a n a h t a r rolünü gören ü ç ü n c ü bölümse Y u n a n c a y d ı . Y u n a n c a y ı iyi bilen Champollion sözkonusu Rosetta T a ş ı ' n m K r a l V. P t o l e m y E p i h panes'in M.Ö. 196, yılında taç g i y m e t ö r e n i dolayısıyla yazıldığını anlamıştı. Bu vesileyle k r a l siyasi t u t u k l u l a r ı s e r b e s t bırakmış, vergi iadesi yapmış, t a p ı n a k l a r ı d o n a t m ı ş , asileri bağışlamış, askeri hazırlıkları a r t ı r m ı ş , kısacası, çağdaş y ö n e t i c i l e r i n de iktidarda k a l m a k için y a p t ı k l a r ı n ı t e k r a r l a m ı ş , Rosetta T a ş ı ' n d a k i y a z ı n ı n Yunanca bölümünde Ptolemy kelimesi b i r k a ç kez g e ç i y o r d u . Hiyeroglif yazılı m e t i n d e de hemen hemen aynı yerlerde etrafı kabartmayla çevrelenmiş bir simge vardı. Champollion, bu s i m g e n i n P t o l e m y kelimesi y e r i ne k o n u l d u ğ u n u f a r k etti. E ğ e r böyleyse yazı r e s i m ya da m e c a z — Î320 --


temeli üzerine o t u r t u l m u ş olamaz, tersine, birçok simge, harf ya da hece yerine geçiyor, diye d ü ş ü n d ü , Champollion bu arada, Y u n a n c a sözcüklerin sayısıyla m e t i n boyu aynı olan hiyeroglif yazısındaki hiyerogliflerin (kutsal o y u n t u l a r ) sayısını da karşılaştırmayı akıl etti. Şimdi b ü t ü n sorun, hangi hiyeroglifin hangi harf yerine kullanıldığını çözmeye kalmıştı. Bir şans eseri, Champollion öyle bir dikili taşla karşılaşmıştı ki, b u n d a Y u n a n c a yazılı K l e p a t r a adının hiyeroglif yazısındaki karşılığını saptamış b u l u n u y o r d u . Bu taş Philae adında bir yerdeki kazılarda ortaya çıkarılmıştı. P t o l e m y adıyla Kleopatra adında ortak harflerin bulunması, Champollion'un hiyeroglif yazısını çözmesine yardımcı oldu. P t o l e m y adının ilk h a r f i P ' d i r . Kleopatra adında da P h a r f i v a r d ı r . P ' n i n hiyeroglif yazısında bir kareyle simgelendiğini fark eden Champollion, böylece ortak yanları s a p t a m a y a koyuldu. H e r iki isimde de L h a r f i vardı. Champollion, baktı, L yerine b i r e r aslan y a t ı y o r d u hiyeroglif yazısında. A h a r f i yerine bir kartal k o n m u ş t u . Böyle böyle hiyeroglif yazısının temel yapısı belirm e y e başlamıştı. Mısır hiyeroglif yazısı, temelde basit şifrelerden oluşmuştur. Ne v a r ki. h e r hiyeroglif bir harf ya da hece değildir. Hiyeroglif yazıları arasında resme d a y a n a n a n l a m l a r da b u l u n u r . P t o l e m y o y u n t u s u n u n son bolümü, «Çok yaşa, Tanrı P t a h ' m sevgili oğlu» demektir. Kleopatra adının son bölümündeki y a r ı m daireyle y u m u r t a da «Isis'iıı kızı» demektir. H a r f lerin resimlerle karışık d u r u m d a oluşu, Champollion'dan önceki a r a ş t ı r m a c ı l a r ı n k a f a l a r ı n ı karıştırmıştı. Ş i m d i geriye doğru göz atınca kolay gibi g ö r ü n ü y o r hiyerogbf yazısı. F a k a t nice yüzyıllar s ü r m ü ş t ü incelenmesi. Yazıyı çevreleyen k a b a r t m a l a r , hiyeroglif yazısını çözmek için b u l u n a n b ü y ü k a n a h t a r l a r ı n k ü ç ü k a n a h t a r l a r ı y d ı . Mısır Firavunları kendi isimlerinin e t r a f ı n ı k a b a r t m a y l a çevrelemeleri, sanki iki bin yıl sonra bu yazıyı çözmeye uğraşanlara sunulan birer önemli a n a h t a r a r m a ğ a n ı y d ı . Champollion K a r n a k ' t a k i Büyük Hypostyle K o r i d o r l a r ı n ı k e n d i n d e n öncekileri de büyüleyen hiyeroglif yazıları o k u y a r a k dolaşıyordu. Böylece çocukluğunda F o u r i e r ' e — 321 — * î

Kozmos : F. 21,


yönelttiği sorunun yanıtını da vermişti. Kimbilir duyduğu zevk ne b ü y ü k t ü . Başka bir uygarlıkla iletişim kanalını açmak! Binlerce yıldır tarihi, tıbbmı, sihirbazlarının büyücülüğünü, dinini, siyasetini, felsefesini dünyaj r a anlatamayan bir kültüre böylesine büyük bir olanak açılmıştı... Bugün de yine eski ve egzotik bir uygarlıktan m e s a j l a r bekliyoruz. Ama bu clefaki yalnızca zamanın gerisinde kalmış bir uygarlık değil, f a k a t uzayda gizli kalmış bir uygarlık. E ğ e r yerküre - dışı bir uygarlıktan bir radyo mesajı alsak, acaba bunun metnini nasıl çözümleyebiliriz? Y e r k ü r e - dışı akıllı varlıkların mesajı karmaşık, kendilerince açık ama bizce yabancı bir mesaj niteliğinde olacaktır. Bizim anlayabileceğimiz gibi bir mesaj ulaştırmak isterler elbet. F a k a t bunu nasıl başarabilirler? Yıldız; n arası bir Rosetta Taşı v a r mıdır? Biz varolduğuna inanıyoruz. Biz, tüm teknik uygarlıkların ortak bir dili bulunduğu kanısındayız. Bu ortak dil, matematik ve bilimdir. Doğa yasaları her yerde aynıdır. Uzaktaki yıldızlarla galaksilerin tayfları Güneş'in ya da ona göre hazırlanmış laboratuar deneylerin dekilerin aymdır. Evrenin h e r yerinde aynı kimyasal elementlerin varlığının yanı sıra, atomların radyasyon emiş ve yaşayışında geçerli kuvantum mekaniği de her yerde aynıdır. Birbirinin yanından geçerek dolanan uzak galaksilere egemen çekim gücü fiziği yasalarının aynısı, yeryüzüne düşen elmaya ya da yıldızlara doğru yol alan Voyager uzay gemisine de egemendir. Yükseliş halindeki bir uygarlık tarafından anlaşılması için gönderilen yıldıMİararası bir m e s a j kolaylıkla deşifre edilebilir. Güneş sistemimizdeki herhangi bir gezegende gelişmiş bir teknik uygarlık bulunduğunu sanmıyoruz. Bizden az geri -örneğin 10.000 yıllık bir gerilik- bir teknik uygarlığın teknolojisi hiç de iler: sayılamaz. Bizden az ileri bir teknik uygarlık varsa, bizler güneş sistemini keşfe çıktığımıza göre, o uygarlığın temsilcilerinin şimdiye dek yeryüzüne inmiş olmaları gerekirdi. Öteki uygarlıklarla haberleşebilmek için yalnızca gezegenlerarası uzaklıklar için değil, yıldızlararası mesafelere de uygun düşen —

322

-


bir iletişim yöntemi bulmalıyız. Bu yöntemin ekonomik bakımdan ucuz olması gerekir. Ucuz olmalı, çünkü ancak bu sayede b ü y ü k m i k t a r d a bilgi gönderip getirebiliriz. Hızlı olmalı, çünkü, ancak bu sayede yıldızlararası bir diyalog m ü m k ü n olabilir. Bu haberleşme y ö n t e m i n i n izlemesi gerektiği yol ne olursa olsun, h e r h a n g i bir teknolojik uygarlık bu yolu bulacaktır. B ü y ü k s ü r p r i z : Böyle b i r y ö n t e m b u l u n m u ş t u r bile ve adı radyo - astronomidir. Adı y e r k ü r e olan gezegenimiz üzerindeki en b ü y ü k ve düm e n gibi k u m a n d a l ı r a d y o / r a d a r gözlemevi P u e r t o Rico adasındadır. Cornell Üniversitesi uzmanlarının A B D Ulusal Bilim Vakfı adına yönettikleri Arecibo Gözlem Ç a n a ğ ı ' n m çapı 305 m e t r e d i r . R a d y o / R a d a r Gözlem Ç a n a ğ ı ' n m yansıtıcı yüzeyi, çanak biçimli bir v a d i y e d a h a önce yerleştirilmiş bir kürenin b ö l ü m ü n ü o l u ş t u r u r . Uzayın derinliklerinden radyo dalgaları algılar. Aldığı bu radyo dalgalarmı çanağın tepesindeki antene aktarır. A n t e n elektronik bağlantılarla kontrol odasıyla temas halindedir. Alınan sinyal kontrol odasında çözümlenir. B u n u n tersine, teleskop bir r a d a r vericisi olarak kullanılırsa, sinyalle beslenen a n t e n çanağa sinyali geçirir, o da uzaya yansıtır. Arecibo Gözlemevi uzaydaki u y g a r l ı k l a r d a n sinyaller elde e t m e k için kullanıldığı gibi, bir defasında da bir mesajımızı M13 adını verdiğimiz yıldızlar k ü m e s i n e g ö n d e r m e k için kullanıldı. Böylece yıldızlararası bir diyalog k u r m a yeteneğimizin varlığını oralardaki akıllı canlıları a n l a t m a k İstedik. Arecibo Gözlemevi yakınımızdaki bir yıldızın gezegcnindeki benzer bir gözlemevine Encyclopedia Britaımica'mn t a m a m ı n ı n m e t n i n i birkaç h a f t a içinde yollayabilir. Radyo dalgalan ışık hızıyla giderler. Bu da, yıldızlararası bir yolculuğa çıkan en süratli uzay aracımızdan 10.000 kez daha b ü y ü k bir hız demektir. R a d y o - teleskoplar, dar f r e k a n s dalgaları ü z e r i n d e n öylesine yoğun sinyaller y a y ı n l a r ki, çok geniş yıldızlararası mesafelerde bile alınabilir, Arecibo Gözlemevi, Samanyolu Galaksisinin orta y e r i n d e 15.000 Işık yılı uzaklıktaki bir gezegende —

323 -


k u r u l m u ş b e n z e r bir gözlemeviyle iletişim k u r a b i l i r . Y e t e r ki. r a d y o - t e l e s k o p u m u z u hangi n o k t a y a yönelteceğimiz bilinsin. Radyo - astronomi doğal b i r teknolojik y o l d u r . H e m e n h e r gezegenin atmosferi, bu a t m o s f e r i n yapısı ne olursa olsun, r a d yo dalgalarına karşı s a y d a m bir o r t a m d ı r . R a d y o m e s a j l a r ı yıldızlararası gaz t a r a f ı n d a n fazla e m i l m e z ya da itilmez. Ö r n e ğ i n , San Francisco ile Los Angeles a r a s ı n d a sis, g ö r ü ş olanaklarını, optik dalga u z u n l u k l a r ı n ı n birkaç k i l o m e t r e m e s a f e y e inmesi nedeniyle azaltırken, r a d y o istasyonu y a y ı n ı n ı n güzelce dinlenebilmesi gibi, yıldızlararası r a d y o m e s a j l a r ı da a t m o s f e r d e n e t k i lenmez. Akıllı v a r l ı k l a r ı n eseri o l m a y a n birçok doğal k o z m i k r a d y o k a y n a ğ ı da sözkonusudur; a t a r c a l a r , k u a s a r l a r , gezegenler i n radyasyon k u ş a k l a r ı ve yıldızların dış a t m o s f e r l e r i bunlar a r a s ı n d a d ı r , ö t e y a n d a n , radyo, e l e k t r o m a n y e t i k t a j r f m d a geniş biı- bölümünü o l u ş t u r u r . H e r h a n g i bir dalga u z u n l u ğ u n d a k i r a d y a s y o n u s a p t a y a b i l d i b i r teknoloji, kısa bir s ü r e s o n r a t a y f ı n radyo bölümüyle karşılaşır. İleri u y g a r l ı k l a r h a b e r l e ş m e a l a n ı n d a r a d y o d a n daha öte y ö n t e m l e r geliştirmiş olabilirler. Ne v a r ki, r a d y o güçlü b i r k a y n a k t ı r . u c u z d u r , hızlıdır ve basittir. Bizim gibi geri k a l m ı ş b i r t e k n o l o j i y e sahip uygarlığın g ö k l e r d e n m e s a j alabilmek için r a d y o teknolojisine b a ş v u r m a k z o r u n d a k a l d ı ğ ı n ı a n l a y a b i l i r l e r . Belki bizimle bu y ö n t e m l e iletişim k u r a b i l m e k ü z e r e K a d i m T e k noloji M ü z e s i n d e n radyo-teleskopları t e k e r l e k l e r ü z e r i n e k o y u p gözlemevine g e t i r e c e k l e r d i r . E ğ e r o r a l a r d a n r a d y o m e s a j ı alabilecek olursak, r a d y o - a s t r o n o m i k o n u s u n a e ğ i l m e gereğini daha çok duyacağız. P e k i , ama orada k o n u ş u l a c a k b i r i l e r i b u l u n u r m u acaba? Yalnızca S a m a n y o l u Galaksisinde y a r ı m t r i l y o n a y a k ı n yıldız b u l u n d u ğ u n a göre, bizimki akıllı canlıların yaşadığı t e k gezegen olabilir mi? Adı geçen galaksi ilerlemiş t o p l u m l a r ı n sesiyle u ğ u l d u y o r s a ve h e m e n yanı b a ş ı m ı z d a b i r k ü l t ü r k a y n a ğ ı n ı n nabzı atıyorsa ne olacak? Belki de çıplak gözle g ö r ü l e b i l e n b i r yıldızın g e z e g e n i n d e yerleştirilmiş a n t e n d e n r a d y o sinyalleri ya—

324 -


y ı y o r d u r . G e c e l e y i n göğe baktığımızda, u z a k l a r d a g ö r d ü ğ ü m ü z solgun bir ışık n o k t a s ı n d a belki de bizden değişik birileri bir yıldıza b a k ı y o r . Ve bizim G ü n e ş dediğimiz bu yıldıza birileri bak a r k e n , bir an için, h a k k ı m ı z d a ileri geri sözler h a r c ı y o r olabilirler. Bu k o n u d a kesin k o n u ş m a k zor. Bir t e k n i k u y g a r l ı ğ ı n evr i m i n d e e n g e l l e r v a r d ı r belki de. G e z e g e n l e r s a n d ı ğ ı m ı z d a n dah a e n d e r olabilir. H a y a t ı n başlaması bizim l a b o r a t u a r deneyler i n i n gösterdiği k a d a r k o l a y değildir belki. Belki de ileri h a y a t şekilleri olası değildir. Ya da ileri h a y a t şekilleri b i r d e n gelişiyor da, zekâ ve t e k n i k t o p l u l u k l a r ı n belirmesi, biraraya zor selen r a s t l a n t ı l a r a bağlıdır; tıpkı insan t ü r ü e v r i m i n i n , dinozorların yok o l m a s ı n a ve a t a l a r ı m ı z ı n t e p e l e r i n d e dolaştıkları ağaçl a r ı n b u z çağı y ü z ü n d e n k a y b o l m a s ı n a bağlı b u l u n m a s ı gibi. Ya da u y g a r l ı k l a r S a m a ı ı y o l u ' n d a k i sayısız g e z e g e n l e r d e s ü r e k li o l a r a k belirip o r t a y a çıkıyor, f a k a t genellikle dengesizlikler gösteriyorlar; bu yüzden yarattıkları teknolojiden yararlanamıy o r l a r ve ihtirasa, c e h a l e t e , çevre kirliliğine ve n ü k l e e r savaşa k u r b a n gidiyorlar. B u dev k o n u y u d a h a e n i n e b o y u n a inceleme olanağı vardır. S a m a n y o l u G a l a k s i s i n d e k i ileri t e k n i k u y g a r l ı k l a r ı n ı n sayısını kabaca t a h m i n e d i p bu sayıya N diyebiliriz. İleri u y g a r l ı k d ü z e y i n d e n , r a d y o - a s t r o n o m i d e n y a r a r l a n m a y ı anlıyoruz. Böyl e bir t a n ı m l a m a d a n dolayı d a r g ö r ü ş l ü d a m g a s ı n ı v u r m a k istey e b i l i r l e r , Birçok g e z e g e n d e ( d ü n y a d a ) o l a ğ a n ü s t ü dil uzmanlar ı y a d a b ü y ü k o z a n l a r b u l u n a b i l i r , f a k a t radyo-astroııom yetişt i r m e m i ş olabilirler. O t a k d i r d e o n l a r d a n h a b e r alamayacağız elemektir. N h a r f i çok s a y ı d a e t k e n i n t o p l a m ı n ı ifade eder. N., S a m a n y o l u G a l a k s i s i n d e k i y ı l d ı z l a r ı n sayısı; f p , g e z e g e n s i s t e m l e r i b u l u n a n y ı l d ı z l a r ı n oranı; ne, belirli b i r s i s t e m d e çevresel k o ş u l l a r açısından yaşanm a y a elverişli g e z e g e n l e r i n sayısı; fl, h a y a t ı n başladığı ve y a ş a n m a y a elverişli gezegenlerin oram; —

325 -


fi. akıllı canlılara ait h a y a t şekillerinin geliştiği gezegenler; fc. haberleşebilecek teknik düzeydeki uygarlıkların geliştiği gezegenler; fL, bîr gezegenin ö m r ü n ü teknik uygarlığın süslediği ortalama süre; Şimdi denklemimizi şöyle kuralım N ^ N . f p n e f l f ı f c f L N'yi bulmak için bu m i k t a r l a r d a n her birini t a h m i n etmeliyiz. Bu denklemdeki etkenlerden ilk sıradakiler hakkında epey bilgi sahibiyiz. Örneğin, yıldızların sayısıyla gezegen sistemlerinin sayısını biliyoruz. Oysa son etkenlere ait, Örneğin zekânın evrimi ya da teknik toplulukların ö m ü r süreleri h a k k ı n d a az şey biliyoruz. B u n l a r için tahmin yürüteceğiz. Benim aşağıda y ü r ü teceğim t a h m i n l e r için a y m fikri paylaşmayanlar, kendi düşüncelerine u y g u n tahminleri yazsınlar. Bakalım bu t a h m i n l e r i m i z galaksideki ileri uygarlıkların sayısını nasıl etkileyecek, Cornell Üniversitesinden F r a n k D r a k e t a r a f ı n d a n ilk kez ortaya atılan bu denklemin önemli y a n l a r ı n d a n biri, yıldız ve gezegen astronomisinden organik kimyaya, evrimsel biyolojiye, tarihe, siyasete ve anormal psikolojiye k a d a r h e r alanı içermesidir, Kozmos'un b ü y ü k bir bölümü D r a k e denklemi yelpazesinin içine güer. Samanyolu Galaksisindeki yıldızların sayısını ifade eden N.'yi dikkatli sayımlardan ötürü kesine y a k m biçimde biliyoruz. Göğün küçük bölümlerinde sayım y a p m ı ş olmakla birlikte, seçtiğimiz bu küçük bölümler t ü m sayıyı verecek niteliktedirler. Bu sayı birkaç yüz milyardır. Son olarak yapılan t a h m i n l e r 4x10"dir. Bu yıldızlardan pek azı, t e r m o n ü k l e e r y a k ı t l a r ı m israf ederek h a y a t l a r ı n a kısa zamanda son veren b ü y ü k kütleli yıldızlardandır, B u n l a r ı n b ü y ü k çoğunluğunun Ömrü m i l y a r l a r c a yıllıktır. Bu süre içinde dengeli biçimde p a r ı l d a y a r a k yakınlarındaki gezegenlerde yaşamın başlaması ve e v r i m i için e n e r j i kaynağı sağlarlar. —

326

-


Gezegenlerin genellikle yıldız kümeleri eşliğinde b u l u n d u ğuna ilişkin k a n ı t v a r : J ü p i t e r ' i n , S a t ü r n ' ü n v e U r a n ü s ' ü n gezegen sistemleri b u n a örnektir. B u n l a r bizim g ü n e ş sisteminin m i n y a t ü r l e r i gibidirler. Gezegeni b u l u n a n yıldızlar oranını fp'yi yaklaşık 1/3 olarak kabul ediyoruz. O takdirde galakside gezegen sistemleri toplam sayısı, N . f p = 1 , 3 x 1 0 " dir, ( simgesi aşağı y u k a r ı eşit a n l a m ı n d a d ı r ) . Eğer h e r sistemin bizimki gibi on gezegeni olsa, galaksideki d ü n y a l a r ı n toplam sayısı bir trilyonu aşar ki, epey b ü y ü k bir kozmik arena sayılır. K e n d i g ü n e ş sistemimizde şu ya da bu biçimde bir hayat biçimine elverişli birçok gök cismi vardır; y e r k ü r e m i z elbet elverişli o l a n l a r d a n d ı r . Belki Mars, Titan ve J ü p i t e r de olabilirler. H a y a t bir kez başladı mıydı, vazgeçilmez oluyor ve yaşam koşullarına ısrarla u y u l m a y a çalışılıyor. H e r h a n g i bir gezegen sistem i n d e h a y a t a elverişli düşen birçok değişik çevre koşulu sözkon u s u olabilir. Biz fazla c ö m e r t d a v r a n m a y a r a k ne = 2 diyoruz. Bu t a k d i r d e y a ş a m a elverişli gezegen sayısı N . f p n e = 3 x 10" dir. D e n e y l e r şunu gösteriyor ki, en olağan kozmik koşullar alt ı n d a h a y a t ı n m o l e k ü l temeli hemencecik oluşuyor, moleküller i n yapı blokları k e n d i kopyalarını çeki v e r i y o r l a r . B u n d a n sonr a k i a l a n a ait daha az kesin konuşabiliriz. Şöyle k i : Genetik kod u n e v r i m i n d e engeller çıkabilir, Samaııyolunda h a y a t ı n ' en a z ı n d a n bir kez başlamış bulunduğu gezegenlerin tümünü f = 1 / 3 k a b u l edersek, N . f p n e f l 1 x 1 0 " sonucuna, başka bir deyişle y ü z m i l y a r tane y a ş a n a n d ü n y a n ı n varolduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bu m ü t h i ş bir sonuç a m a h e n ü z bitmedi hesaplarımız. fi ve fc için d a h a az kesin konuşabiliyoruz. Bir y a n d a n şunu k a b u l etmeliyiz ki, bizim b u g ü n k ü akıl ve teknoloji düzeyine e r i ş m e m i z için biyolojik e v r i m i m i z d e ve insanlık tarihimizde b i r b i r i n d e n değişik öyle çok a ş a m a o l m u ş t u r ki, bunların başka d ü n y a l a r d a t e k r a r ı zor olabilir. Öte y a n d a n , belirli y e t e n e k t e k i ileri u y g a r l ı k l a r a gidiş yolları da değişik olabilir. B ü y ü k organ i z m a l a r ı n e v r i m i n d e C a m b r i a n P a t l a m a s ı n ı n oynadığı rolü be—- 327 —


N *

X

fp

X

ne

*

fl

X

saba katarsak, f i x f c = 1/100 alarak h a y a t ı n başladığı gezegenlerden yalnız yüzde Finde teknik uygarlığın geliştiğini söyleyebiliriz. Bu tahmin, çeşitli bilim çevrelerinde e g e m e n olan k a m ortalamasıdır. Bazılarının kanısınca, tribolitlerin ortaya çıkışından ateşin ehlileştirmesine dek süren aşama, t ü m gezegenlerde çok çabuk olmuştur; bazılarına göreyse on ya da on beş milyar yılda bile teknik uygarlığın gelişmesi olanaksızdır. A r a ş t ı r m a larımız ve bulgularımız t e k bir gezegenle sınırlı oldukça, bu konuda fazla varsayımda bulunamayız. Bu etkenlerin çarpımı bize teknik uygarlığın en azından bir kez g ü n ışığı gördüğü gezegen sayısını N . f p n e f l f i f c ~ 1 x 10', y a n i bir m i l y a r olarak veriyor. F a k a t bu, teknik uygarlıkların şimdi varolduğu geezgen sayısı bir milyardır demek değildir. Bu nedenle fL için de t a h m i n yürütmeliyiz. Bir gezegenin ö m r ü n ü n ne kadarlık b ö l ü m ü teknik u y g a r l ı k :çinde geçmiştir? Yerküremiz birkaç milyarlık Ömür süresinde radyo - astronominin belirlediği teknik uygarlık dönemini a n cak yirmi, otuz yıldır yaşamaktadır. Demek oluyor ki, gezegenimiz için fL 1/lCTden aşağıdır ki, bu da y ü z d e birin milyonda biridir. Ve hemen yarın, kendimizi yok edemeyeceğimiz garantisi verilemez. Diyelim ki, bizimki tipik bir d u r u m olsun ve kendimizi yok edişimiz öylesine geniş b o y u t l a r a varsın ki, b i r daha hiçbir teknik uygarlık -insan t ü r ü n ü n ya da b a ş k a bir türün uygarlığıGüneş'imizin ö m r ü n ü n geri k a l a n bölümü olan beş ya da altı milyar' yılda belirmesin. O t a k d i r d e N =. N . f p n e f l f i f c f L = lö'ya eşittir ki, b u n u n anlamı, belirli b i r — 328 —


zamanda galakside çok az, avuç içi kadar az sayıda teknik uygarlık bulunduğudur. Başka bir deyişle, bu küçük sayı, kendini yok eden teknik uygarlıkların yerini alanları ifade etmektedir. N sayısı l'e bile düşebilir. Eğer uygarlıklar teknolojik aşamaya geldikten hemen sonra kendilerini yok etme eğilimi gösterirlerse, biz yerküreliler İçin yeryüzü - dışı kimseyle konuşma olanağı kalmaz. Kendi kendimizle konuşuruz. B u n u da pek iyi beceremiyoruz ya! Uygarlıkların meydana çıkması milyarlarca yıl alıyor ve kaplumbağa hızıyla oluyor, sonra da bağışlanmaz bir hata y ü z ü n d e n bir anda kendimizi yok edebiliyoruz. F a k a t bir de öteki almaşığı düşünelim : Yüksek düzeyde bir teknolojiyle yaşamayı sürdürmesini bilen birkaç uygarlık olduğ u n u . . . Diyelim ki, geçmişteki beyin evrimi sapmalarının yarattığı çelişkiler bilinçle çözümleniyor ve uygarlıkların kendilerini yok etmelerine yol açmıyor; ya da huzursuzluklar patlak verse bile biyolojik evrimin yer aldığı diğer milyarlı yıllarda bu düzensizlikler gideriliyor. Bu t ü r toplumların yaşam süreleri yıldız yaşı kadar uzun olabilir. Eğer uygarlıkların yüzde l'i teknolojik erginlik dönemlerini sağ salim atlatabilseler ve tarihlerinin o kritik dönemlerinde doğru yola sapıp olgunluk dönemine girebilseler, o takdirde fL =: 1/100, N — I0T olur ki, bu da galakside varlıklarım s ü r d ü r e n uygarlıkların sayısını milyonlara yükseltir. Böylece, Drake denkiemindeki astronomi, organik kimya ve evrimsel biyolojiye ilişkin tahminlerimizin güvenilir olmayabileceği konusundaki endişelerimize karşın, asıl güvensizlik d u y u l a n etkenler, ekonomi, politika ve yeryüzünde «in— 329 —


saıı doğası» deyimiyle İfade ettiğimiz e t k e n d i r . Öyle a n l a ş ı l ı y o r kî. e ğ e r kendi kendini yok etme. galaksiler ar ası u y g a r l ı k l a r ı n ağır basan kaderi olmazsa, göklerde y ı l d ı z l a r d a n g e l e n m e s a j l a r fısıldaşıyordur. Böyle bir t a h m i n insanın k a n m ı h a r e k e t l e n d i r i y o r . U z â y lan b i r m e s a j gelmesi, bu m e s a j ı n şifresi çöziimlenemese bile, yir.e de çok u m u t verici b i r belirtidir. Bu m e s a j , b i r i l e r i n i n y ü k sek teknoloji d ü z e y i n e ulaşmış olduğunu, t e k n o l o j i k erginlik dön e m i n i n başarıyla atlatıldığını belirtiyor. T e k b a ş ı n a m e s a j b i le, başka u y g a r l ı k l a r a r a n m a s ı için y e t e r l i bir g e r e k ç e d i r . S a m a n y o l u Galaksisinin orasında b u r a s ı n d a dağılmış milyonlarca uygarlık varsa, en y a k ı n m a olaıı m e s a f e y a k l a ş ı k iki yüz ışık yılıdır. Işık hızıyla bile bir r a d y o m e s a j ı n ı n o r a y a u l a ş mam iki yüz yılı b u l u r . E ğ e r b i r diyalog b a ş l a t m ı ş olsaydık, ku anda diyalogun n e r e s i n d e olacağımızı şu ö r n e k l e r l e a n l a t a l ı m : Joiıannes K e p l e r soruyu s o r m u ş olurdu, biz de o s o r u n u n y a n ı t ı nı daha şimdi almış o l u r d u k . U z a y d a başka u y g a r l ı k l a r ı n b u l u n u p b u l u n m a d ı ğ ı yolunda giriştiğimiz arayışın e r k e n a ş a m a l a r ı n d a y ı z h e n ü z . O p t i k fotoğraf aracılığıyla r e s m i çekilen y o ğ u n yıldızlı b i r a l a n d a y ü z bankerce yıldız v a r . Bizim iyimser t a h m i n l e r i m i z e göre, b u n l a r d a n biri, ilerlemiş u y g a r l ı k bölgesidir. F a k a t hangisi? Rarlyo - teleskoplarımızı h a n g i n o k t a y a y ö n e l t m e l i y i z ? İlerlemiş uygarlık m e r k e z l e r i olabilecek m i l y o n l a r c a yıldız a r a s ı n d a ş i m d i y e dek r a d y o y l a ancak bin t a n e s i n i t a r a d ı k . H a r c a n m a s ı g e r e k e n çabanın yüzde birinin ancak onda b i r i n i y e r i n e getirdü^. Ne v a r ki, sistemli ve ciddi arayış kısa z a m a n d a y o ğ u n l a ş a c a k t ı r . Bu a l a n daki ön çalışmalar B. A m e r i k a ve S o v y e t l e r B i r l i ğ i ' n d e başlamış bulunmaktadır'. B u k o n u d a h a r c a n a n çaba fazla m a s r a f l ı değildir; orta boy b i r gemi, örneğin, m o d e r n b i r d e s t r o y e r f i y a t ı bile y e r k ü r e - dışı h a y a t a r a y ı ş ı h a r c a m a l a r ı m g e ç e r . İnsanlığın t a r i h i n d e yer alan k a r ş ı l a ş m a l a r i y i l i k t e n yana k a r ş ı l a ş m a l a r olmamıştır ç o ğ u n l u k l a . Kültürlerarası temaslar b i r r a d y o s i n y a l i n i n alınmasından çok değişik, d o ğ r u d a n v e ü —

330 -


ziksel olmuştur. Yiııe de geçmişten bîr iki örnek vermek, u m u d u m u z u n çapını belirlemek için g e r e k e b i l i r : Amerikan ve Fransız devrimleri arasındaki dönemde Fransa K r a l ı XVI. Louis Pasifik O k y a n u s u n a bilimsel, coğrafi, ekonomik ve ulusal amaçlı bir s e f e r düzenlemişti. Bu sefere katılanların başında ABD'nin Bağımsızlık Savaşında dövüşmüş ünlü kâşif K o n t La Perouse bul u n u y o r d u . 1786 T e m m u z u n d a sefer İçin yelken açtıktan bir yıl Sonra Alaska kıyılarına, şimdi Lituya K o y u adı verilen yere ulaştı. B u r a d a k i limanı beğenen La Perouse, «Dünyada hiçbir liman buııca kolaylık sunamaz,» diye yazmıştı. La Perouse ender y e r olarak niteliği bu limanda, bazı vahşilere rastladı. B u n l a r dostluk gösterisi amacıyla pelerinlerini ve değişik t ü r d e deri m a n t o l a r sallıyorlardı. Bu kızılderilileriıı t e k n e l e r i n d e n bazıları balık avlıyordu koyda... Vahşiler, kanolarıyla çevremizi kuşatıyorlar, balık, s u s a m u r u ve başka h a y v a n derileriyle ufak tefek eşya sun a r a k karşılığında demir İstiyorlardı. Bu tür alışverişe yatkınlıkları bizi şaşırttı. Avrupalı tüccarlar gibi enikonu pazarlık ediyorlardı. Kızılderili yerliler pazarlıkta epey ısrarlıydılar. La Perouse'uıı tepesini a t t ı r a c a k k a d a r ileri gidiyorlar ve özellikle den-u eşya çalıyorlardı. F a k a t bir defasında Fransız deniz subaylarının yastıkları altında saklı ü n i f o r m a l a r ı n ı da çalmışlardı. La Perouse kraliyet e m i r l e r i n e u y a r a k bu d u r u m a karşı sert tepki goVermeyip, barışçı yoldan çözüm g e t i r m e y e çalışıyordu. Fakat yeı • lilerin «sabrımızın t ü k e n m e z olduğunu s a n m a l a r ı n d a n yakmıyor, yerlilerden y a k a silkiyordu. Buna r a ğ m e n , her iki k ü l t ü r ü n temsilcileri de birbirlerine zarar vermemişlerdi. îki gemiyi don a t a n La Perouse L i t u y a K o y ' u n d a n ayrıldı. Buraya bir daha da dönemedi. Keşif seferine çıkan gemiler Pasifik'in güneyinde 1788'de kaybolup gittiler. La Perouse kaybolanlar arasındaydı. —

331 -


M ü r e t t e b a t t a n bir kişi dışında h e p s i ö l m ü ş t ü (*). Bu olaydan tam y ü z yıl sonra Tlingit'lerin reisi Cowee T K a nadalı antropolog G. T. E m m o n s ' a a t a l a r ı n ı n ilk b e y a z insanla karşılaşmalarına a i t bir öykü aktardı. Bu öykü k u l a k t a n k u l a ğ a a k t a r ı l a n t ü r d e n d i r . Tlingit'lerin bilgileri y a z ı y a clökme olanak' • y o k t u . C o w e e ' m n de La P e r o u s e ' u duymuşluğu yoktu. C w e e ' n i n bu k o n u d a a n l a t t ı k l a r ı Özetle ş ö y l e d i r : Bir i l k b a h a r g ü n ü kalabalıkça b i r Tlingit t o p l u l u ğ u bakır alışverişi için K u z e y ' e Y a k u t a t ' a g i t m e y i d e n e m i ş l e r d i . E e m i r . b a k ı r d a n daha d a değerliydi. F a k a t d e m i r b u l m a k olanaksızdı. Lituya K o y u n a g i r e n dört k a y ı k d a l g a l a r t a r a f ı n dan yut tJİü vermiş ti. H a y a t t a k a l a n l a r kıyıda k a m p k u r u p ölen a r k a d a ş l a r ı için y a s t u t a r k e n k ö r f e z e iki g a r i p c i s i m girmişti. B u n l a r ı n 11e o l d u ğ u n u bileıı y o k t u . K o c a m a n b e y a z k a n a t l a r ı olan s i y a h kuşlara b e n z i y o r l a r d ı . Tliııgit'ler d ü n yanın k u z g u n biçimindeki bir s i y a h kuş t a r a f ı n d a n y a r a t ı l dığına i n a n ı r l a r d ı . K u z g u n Güneş'i, Ay'ı ve yıldızları hapsedildikleri k u t u l a r d a n k u r t a r ı p u ç u r m u ş t u . K u z g u n ' a b a k a n taş oluverirdi. K u z g u n g ö r d ü k l e r i n d e , T l i n g i t ' l e r o r m a n a kaçarlar v e orada saklanırlardı. Bir s ü r e sonra, h e r h a n g i k ö t ü biı şeyin başlarına gelmediğini g ö r e n c e s u r b i r k a ç kişi, sansar derisini d ü r b ü n gibi k ı v ı r ı p bu y ö n t e m l e bakınca başla-

(*)

La Perouse bu gemiye sahip firmanın başındayken, sefere katılmak için başvuruları geri çevrilen epey genç aday vardı. Bunlardan biri Korsikalıydı. Korsika'da topçu subayı olan bu gencin adı Napolyon Bonaparte'tı, Dünya tarihinin örgüsünde önemli bir düğiim atılmış oluyordu. Şöyle ki : Eğer La Perouse, Bonaparte'ı keşif seferine kabul etseydi, Rosetta Taşı bulunmazdı ve hiyeroglif yazısı hiçbir zaman Champollion tarafından çözülemezdi. Öte yandan yakın tarihimiz birçok açıdan epey değişik seyir almış olurdu. —

332 -


r i n a bir şey gelmeyeceğini, taş kesilip k a l m a y a c a k l a r ı n ı d ü şünmüşlerdi. Deri parçalarından yaptıkları dürbünlerden bakınca, k o c a m a n k u ş l a r k a n a t l a r ı n ı katlıyorlar v e b u n l a rın v ü c u d l a r ı n d a n ç ı k a n k ü ç ü c ü k siyah y a v r u l a r b ü y ü k l e r i n t ü y l e r i ü z e r i n d e e m e k l i y o r gibi g ö z ü k ü y o r d u . B u a r a d a n e r e d e y s e gözleri t ü m ü y l e k ö r olacak b i r s a v a ş çı, t o p l u l u ğ a h i t a p e d e r e k h a y a t t a n beklediği fazla b i r şeyi k a l m a d ı ğ ı n ı , t o p l u l u ğ u n y a r a r ı içîn K u z g u n ' u n insanı taşa d ö n ü ş t ü r ü p d ö n ü ş t ü r m e y e c e ğ i n i denemek istediğini açıkladı, S u s a m u r u k ü r k ü n ü o m z u n a a t ı p k a n o s u n a atladı v e k ü r e k çekilen t e k n e y l e K u z g u n ' a doğru g ö t ü r ü l d ü . K u z g u n ' a çıktı ve g a r i p sesler d u y d u . Bozuk gözleriyle ö n ü n de dolaşan k a r a l t ı l a r ı n 11e o l d u ğ u n u f a r k e t m e d i . Belki de k a r g a y d ı l a r . T o p l u l u k a r a s ı n a geri d ö n d ü ğ ü n d e o n u n e t r a f ı n ı s a r d ı l a r v e h â l â h a y a t t a k a l m ı ş olmasına şaştılar. Ona el s ü r ü p d o k u n d u l a r , kokladılar, acaba g e r ç e k t e n yaşıyor m u diye. U z u n s ü r e d ü ş ü n d ü k t e n sonra, a d a m c a ğ ı z z i y a r e t ettiği şeyin T a n r ı K u z g u n olmadığı, insanoğlu tarafından y a p ı l m ı ş b i r d e v t e k n e olduğu k a n ı s ı n a v a r d ı . Karaltılar k a r g a değil, değişik i n s a n l a r d ı . Savaşçı, Tlingit'leri g e m i y i z i y a r e t e t m e l e r i için y ü r e k l e n d i r d i ve o n l a r da k ü r k l e r i n i v e r e r e k k a r ş ı l ı ğ ı n d a d e m i r aldılar. T l i n g i t ' l e r y a b a n c ı bir k ü l t ü r ü n temsilcileriyle olan bu ilk barışçı k a r ş ı l a ş m a l a r ı n ı n ö y k ü s ü n ü y a z ı y a d ö k m e d e n k u l a k t a n k u l a ğ a a k t a r ı l m a k s u r e t i y l e hiç b o z m a d a n k o r u y a b i l m i ş l e r d i r (*).

(*)

Tlingit'lerin reisi Cowee'nin anlattıkları gibi, okuma yazması olmayan bir kültürde bile İleri bir uygarlıkla temasa geçilmesine ait bir öykü anlatıla anlatıla, kulaktan kulağa nesillerce korunabiliyor. Eğer yerküremize yeryüzü dışı bir ziyaretçinin gelişi sözkonusu olsaydı, bu temasın niteliğini ortaya çıkaracak bir öykü geriye kalırdı. —

333 -


E ğ e r g ü n ü n bîrinde y e r k ü r e - dışı daha ileri bîr uygarlıkla temasa geçersek, bu temas her ııe kadar Fransızların sözünü ettiğimiz temasıyla fazla ilgili gibi gözükmese de, acaba barışçı mı olacak? Yoksa daha ileri teknik düzeye ulaşmış k ü l t ü r ü n daha d ü ş ü k düzeyde tekniğe ulaşmış k ü l t ü r ü yok etmesiyle sonuçlanacak bir d u r u m l a mı karşılaşacağız? X V I . yüzyıl başlarında orta Meksika'da ileri bir uygarlıkla karşılaşıldı. A z t e k î e r i n m u h t e ş e m bir mimarisi, titiz kayıt tutma yöntemleri ve A v r u p a l ı l a r m k i n d e n çok daha ü s t ü n astronomi takvimleri vardı. Aztek'lerin sanat eşyasıyla karşılaşan Albrecth Dürer, Ağustos 152Û'de şunları yazıyordu : «Şimdiye dek kalbimi böylesine sevince boğan bir şey görmemiştim. H e r y a n ı t ü m ü y l e altından, bir kulaç boyunda, bir güneş g ö r d ü m (bu gördüğü, aslında Aztek'lerin astronomi t a k v i m i y d i ) ; y i n e b i r A y ' l a r ı m gördüm ki, som gümüştendi, yine a y n ı b ü y ü k l ü k t e y di, kocaman bir şey... iki oda dolusu silah, zırh ve daha başka savaş araç gereçleri gördüm. H a r i k a l a r mı g ö r ü y o r u m , demekten alamadım kendimi.» Aztek'lerin kitaplarıyla karşılaşan aydınlar bayıldılar bunlara. Bu k i t a p l a r d a n biri için, «Neredeyse Mısırlıların kitaplarını andırıyor,» diyerek h a y r a n l ı ğ ı m ifade etmişti aydınlardan biri. H e r n a n Cortes başkentleri Tenochtitlan'ı «dünyanın en güzel kentlerinden biri» olarak nitelemiş ve şunları e k l e m i ş t i : «İnsanlarının davranışları ve gösterdikleri faaliyet İspanya'd a ki insanların düzeyindeydi. Bir d ü z e n i n egem e n olduğu ve iyi Örgütlenmiş bulundukları belliydi. Bu insanların b a r b a r oldukları, T a n r ı ' d a n habersiz ve Öteki u y g a r toplumlarla temas halinde b u l u n m a d ı k l a r ı gözönünde tutulursa, sah i p oldukları her şey olağanüstü şaşırtıcı oluyor.» Bu sözleri yazdıktan iki yıl sonra Cortes, Tenochtitlan'ı yerle b i r etti. Ve A z t e k uygarlığından ne varsa onu da, Aztek'lilerden biri şöyle anlatıyor bu olayı : Montezuma (Aztek İ m p a r a t o r u ) d u y d u k l a r ı karşısında dehşete kapıldı. Onların yiyip içtikleri şeyler karşısında şaşırıp —

334 -


kaldı. F a k a t onda asıl şok etkisi yapan, İspanyolların ortalığı g ü m b ü r t ü y l e kasıp k a v u r a n topları oldu. Toptan çıkan ses insanı sersemletiyor, kendinden geçiriyordu. İçinden gelen koku insanın içini allak bullak ediciydi. Dağa bile çarpsa onu p a r a m p a r ç a ediyor, bir ağacı toz yığınına çeviriyordu. Ağaç sanki ü f ü r ü l m ü ş gibi o r t a d a n kayboluveri yordu... M o n t e z u m a ' y a b ü t ü n b u n l a r anlatıldığında şok geçirdi, dehşete kapıldı. Bayılır gibi oldu. Kalbi dayanamadı. ispanyollara ait h a b e r l e r Montezuma'ya geldikçe, «Onlar kadar güçlü değiliz,» sözü y a y ı l m a y a başladı. «Onların yanında b i r hiçiz.» ispanyollar için «Göklerden Gelen TanttUır» denilmeye başlandı. B ü t ü n bunlara r a ğ m e n , Aztek'lcr yanılgıya düşmemişlerdi ispanyollar konusunda. Nitekim ispanyolları şeyle anlatıyorlardı : Altına b i r e r m a y m u n gibi yapıştılar. Altına sarıldıklarında yüzleri parıldıyordu. Altın karşısındaki açlıkları doymak bilmiyordu. Çıldırmışlardı sanki... altına şehvetle saldırmışlardı. D o m u z u n yiyecek karşısındaki davranışı gibi ah—:i yiyip h e r y a n l a r ı m onunla d o l d u r m a k istiyorlardı. Buldukları y e r d e altına ellerini daldırıyorlar, altınla konuşuyorlar. or.\ bir şeyler fısıldıyorlardır. F a k a t İspanyolların r u h u n u okuma yetenekleri ke^-L s a v u n m a l a r ı n a yetmedi. 1517 yılında Meksika göklerine büyük bir kornet g ö r ü l m ü ş t ü . Aztek'Ierin tanrısı Kuetzalkoa'.'.'u ı Doğu Denizinden beyaz lenli bir insan olarak geleceği sfsar.aaine kendini k a p t ı r a n Montezuma, astrologlarını hemen idam ettirmişti. Ç ü n k ü k u y r u k l u yıldızın geleceğini h a b e r vermemiş ve b u n u n açıklamasını yapamamışlardı. Bu felaketin geleceğine inanan Montezuma kendini b ü y ü k bir ü z ü n t ü y e kaptırmıştı. Aztek'leriıı batıl inancının sağladığı a v a n t a j ve yüksek teknolojileri sayesinde 400 silahlı Avrupalıyla yerli yardımcıları, 152İ —

335 -


yılında ileri uygarlık düzeyine ulaşmış sayısı 1 milyona yakın bir toplumu yenip d a r m a d a ğ ı n ettiler. Aztek'ler Ömürlerinde at görmemişlerdi. Yeni Düııya'da at yoklu. Demir metalürjisini silah sanayiine u y g u l a m a m a l a r d ı . Ateşli silahları icat e t m e m i ş lerdi. Oysa îspanyollarla aralarındaki teknoloji açığı çok geniş değildi. Belki birkaç yü2 yıllık bir açıktı. Bizler, galaksideki en geri teknolojiye sahip topluluğuz herhalde. Teknik bakımdan daha da geri bir t o p l u m u n radyo - astronomiden hiç haberi yoktur kuşkusuz. Y e r k ü r e m i z üzerindeki kültürlerarası hazin çatışma d u r u m l a r ı n ı galaksi b o y u t u n d a düşünürsek, şimdiye dek yok edilirdik herhalde. Shakespeare'imize, Bach'ımıza ve Vermeer'imi2e karşı h a y r a n l ı k d u y u l a r a k da olsa. Neyse ki, b u g ü n e dek böyle bir şey gerçekleşmedi. Belki de yabancıların y e r k ü r e m i z hakkında besledikleri duygular, Cortes'inkinden çok La Perouse'unkine benziyordur. Daha iyilikten vanadır. Belki de U F O ' l a r a ilişkin b ü t ü n iddialara ve eski astronotların fikirlerine r a ğ m e n , uygarlığımız h e n ü z keşfedilmemiş olamaz m ı ? Bir y a n d a n diyoruz ki, teknik uygarlıkların k ü ç ü k bir bölümü bile kendilerini düzen içinde yönetebilseler ve kitlesel imha silahlarını zararsızca koruyabilmeler, şu a n d a galaksideki ileri uygarlıkların sayısı bir hayli fazla olmalıdır. Yıldızlararası yolculukları çok y a v a ş yapabilecek d u r u m d a y ı z . A m a diyoruz ki, insan t ü r ü için süratli yıldızlararası yolculuk gerçekleştirilebilecek bir hedeftir. Öte y a n d a n d ü n y a m ı z ı n y e r k ü r e d ı ş ı akıllı varlıklar t a r a f ı n d a n şimdi ya da eski z a m a n l a r d a ziyaret edildiğine ilişkin inandırıcı kanıt y o k t u r . Peki, bu bir çelişki değil midir? Eğer bize en y a k m uygarlık 200 ışık yılı mesafedeyse, o r a d a n buraya ulaşmak için -o da ışık hızıyla gelinebilirse- 200 yıl tutar. Işık hızının yüzde biri ya da y ü z d e birin onda biri hızıyla da olsa, yine de y e r y ü z ü n d e insan yaşamının başlamasından bu yana yakın uygarlıklardan varlıklar gelebilirdi. N e d e n gelen yok? Buna verilecek birçok olasılı y a n ı t bulabiliriz. A r i s t a r k u s ve Kopernik'in görüşlerine ters düşse de, ola ki, bizler «tik» ve — 336 —


«Birinci»leriz. Galaksi t a r i h i n d e ilk olarak o r t a y a çıkan bir t e k n i k u y g a r l ı k elbet v a r d ı r . Hiç olmazsa bazı u y g a r l ı k l a r ı n kendi k e n d i l e r i n i yok e t m e eğilimi g ö s t e r m e d i k l e r i inancımızda yam l ı y o r u z belki. Belki de yıldızlararası y o l c u l u k l a r d a engeller sözk o n u s u d u r . H e m sonra, ışık s ü r a t i n i n altındaki hızlarda bile bu gibi e n g e l l e r i n n e l e r olabileceğini s a p t a m a k z o r d u r . Ola ki b u r a d a , a r a m ı z d a d ı r l a r ve GÖk K ı t a s ı Yönetmeliği u y a r ı n c a yeni doğm a k t a olan u y g a r l ı k l a r ı n içişlerine m ü d a h a l e y i doğru bulmuy o r l a r d ı r . Bir de bakmışsınız, bizlerin, bu yılı yine kendi kendimizi yok e t m e d e n s a v u ş t u r a b i l e c e k miyiz diye b i r yosun tabağ ı n d a b a k t e r i k ü l t ü r ü n ü izleyişimiz gibi m e r a k l a ve sabırsızlıkla izliyorlar bizi. Bir a ç ı k l a m a yolu d a h a v a r ki, t ü m bildiklerimizle u y u ş u y o r . E ğ e r epey yıllar önce, iki y ü z ışık yılı k a d a r önce, uzayda yolcul u k e d e b i l e n bir u y g a r l ı k b e l i r m i ş s e bile, d ü n y a m ı z ı n ilginç olabileceğini a k ı l l a r ı n a g e t i r m e m i ş l e r d i r . O n l a r ı n açısından, yakın ı m ı z d a k i yıldız s i s t e m l e r i n i n t ü m ü , keşif y a d a k o l o n i ' e ş t i r m e k için aşağı y u k a n aynı d e r e c e ilginç olabilir (*}. T e k n i k d ü z e y i a r t m a k t a olan bir u y g a r l ı k , k e n d i gezegen s i s t e m i n i k e ş f e t t i k t e n s o n r a y ı l d ı z l a r a r a s ı uçuş olanaklarını gel i ş t i r e r e k k o m ş u yıldızların k e ş f i n e çıkar. Y ı l d ı z l a r d a n bazıların ı n gezegenleri o l m a y a b i l i r . H e p s i de g a z d a n o l u ş m u ş b i r e r dev d ü n y a y l a y a d a a s t e r o i t l e r l e karşılaşılabilir. B a ş k a yıldızların d a gezegenleri b u l u n a b i l i r . B u n l a r d a n k i m i n i n a t m o s f e r i zehirli

(+)

î

f

\

Yıldızlara gitmeyi istetecek birçok etken doğabilir. Eğer Güneş'imiz ya da komşu bir yıldız bir süpernova olma yoluna girmişse, yıldızlararası uzay yolculuğu birden çok ilginç bir durum doğurur. Galaksimizde bir patlama olasılığı belirmesi, eğer biz teknik bakımdan bir hayli ileriysek, galaksilerarası yolculuğu ilginç duruma getirir. Kozmos'da şiddetli patlamalar olasılığı uzay göçmenliğini gerekli kılabilir. Böyle bir olasılıkta bile bizim yerküremize gelmeleri sözkonusu değildir. — 337 —

*

Kozmos : F. 21,


olabilir, kiminmkiyse rahatsız edici. Bazıları da meskûn olabilir. Uzayda koloni kurmaya gidenler, yerleşecekleri dünyayı k a şanır duruma getirme çabasına girişmek zorundadırlar. Bir gezegenin yaşama uyarlanması çabalan uzun zaman alır. Yaşamaya elverişli gezegen de çıkabilir karşınıza. Gidilen gezegende, yeni bir yıldıza doğru yolculuğa çıkmak üzere oranın yerel kaynaklarından yararlanılarak uzay aracı yapmak uzun zaman isteyecektir. Zamanla yıldızlara doğru ikinci nesil keşif ve koloııileştirme çabalan devreye girecektir. Ve böyle böyle bir uygarlık asma Örneği dünyalar araşma tırmanacaktır. Hiçbir uygarlık, topluluktaki doğumların sayısını sınırlandırmadan yıldızlararası yolculuk çabalarının üstesinden gelemez. Doğum oranı yüksek herhangi bir toplum, t ü m enerjisini ve teknolojisini kendi gezegeni üzerinde yaşayan insanları doy u r m a k ve barındırmaya adayacaktır. Çıkardığımız bu sonuç doğrudur ve şu ya da bu topluluğun özellikleriyle ilgisi yoktur. Herhangi bir gezegende, biyolojik yapısı ya da sosyal sistemi ne olursa olsun, nüfusundaki belirgin bir artış t ü m kaynaklarını yutacaktır. Mesai arkadaşım William N e w m a n ve ben şöyle hesapladık : Eğer bir milyon yıl önce doğum oram düşük ve uzay yolculuğu yapmaya yetenekli bir toplum iki yüz ışık yılı uzaklıklarda belirip dış dünyalara açılsaydı ve yolu üzerinde elverişli dünyaları kolonileştirseydi, keşif araçları henüz şimdi güneş sistemimize dalacaktı. F a k a t bir milyon yıl uzunca bir zamandır. Eğer bize en yakın uygarlık bundan daha genç yaştaysa şimdiye dek bize ulaşamazlardı, iki yüz ışık yılı çapındaki bir kürede 200.000 adet güneş ve belki de bir o kadar sayıda kolonileşmeye elverişli gezegen bulunur. Ancak 200.000 dünya keşfedildikten sonradır ki, bizim güneş sistemimiz rastlantı sonucu keşfedilir ve yabancı bir uygarlığın barınağı olabilirdi. Bir uygarlığın bir milyon yaşını bulması ne demektir? Radyo - teleskop ve uzay aracına sahip oluşumuz henüz yenidir. Yirmi, otuz yıllık falan; teknik uygarlığımız ancak birkaç yüzyıl— 338 -


Iıktır. Çağdaş kalıba uyacak bilimsel düşünceler de birkaç bin yıllıktır. Genel anlamdaki k ü l t ü r ü m ü z ü n eskiliği yüz bin y ı l ı bulmaz. Gezegenimizde insanın belirip gelişmesiyle yalnızca birkaç milyon yıl öncesine dayanır. Yerküremiz üzerindeki t e k n i k gelişme oranına bakılırsa, birkaç milyon yıllık ileri bir uygarlığın katettiği yol bizimkinden birkaç miİim ileride demektir. Bizden bir milyon yıl ileride olan bir uygarlık yıldızlararası yolculuklar ve gezegenleri kolonileştirmekle ilgilenir mi? tnsanların ö m ü r süresinin kısıtlı olmasının bir nedeni vardır. Biyolojide ve tıp bilimlerinde çok b ü y ü k ilerlemeler, bu nedeni a r a ş t ı r a r a k u y g u n çözümler bulabilirler. Uzay yolculuklarıyla ilgilenişimiz, acaba kendi y a ş a m süremizi u z a t m a ya da sonsuz kılma çabalarımızdan mı ileri geliyor? Ölümsüz insanlardan oluşan bir uygarlık, yıldızlararası keşiflere çıkmayı gereksiz ve çocuksu mu b u l u r ? Z i y a r e t edilmeyişimiz, uzayda yıldızların dizi dizi bol oluşundan ve yakınımızdaki bir uygarlık bize ulaşm a d a n önce uğradığı y e r d e keşif nedenini yitirmesinden ö t ü r ü olabilir. Gerek k u r g u - bilim yapıtlarında, gerekse U F O edebiyatınd a y e r k ü r e - d ı ş ı varlık h e m e n h e m e n bizim k a d a r yetenekli k a b u l ediliyorlar. Değişik uzay aracına ya da ışın tabancasına sahiptirler, a m a savaşlarda ( k u r g u - b i l i m u y g a r l ı k l a r arasında s a v a ş g ö r ü n t ü l e r i n d e n hoşlanıyor) onlar ve bizler h e m e n hem e n aynı güçteyiz. Aslındaysa galaksideki iki uygarlığın a y n ı düzeye erişmiş b u l u n m a s ı h e m e n h e m e n olanaksız. Bir çatışm a d a biri ötekine m u t l a k a egemenliğini k a b u l ettirecektir. B i r milyon yıl az b i r z a m a n dilimi değildir. Eğer ilerlemiş bir uygarlık güneş sistemimize b u y u r a c a k olursa, bizim yapabileceğimiz hiçbir şey y o k t u r . Onların bilim ve teknoloji düzeyleri bizimkinin çok üzerindedir. Temasa geçeceğimiz İleri bir u y g a r l ı ğın olası kötü n i y e t i n d e n endişe d u y m a k gereksizdir. Bu k a d a r u z u n b i r z a m a n dilimi u y a r l ı k l a r ı n ı n s ü r m ü ş bulunması, kendi kendilerini ve başkalarını yok e t m e d e n yaşama yöntemini öğr e n d i k l e r i n i gösterir. Y e r k ü r e - dışı y a r a t ı k l a r konusunda d u y — 339 —


d u ğ u m u z endişe, kendi geriliğimizin bir sonucu olabilir, geçmişteki t a r i h i m i z d e n d u y d u ğ u m u z vicdan a z a b ı n d a n d o ğ a b i l i r : Uygarlıkların azıcık geri kalmış u y g a r l ı k l a r a reva g ö r d ü ğ ü saldırılar, Corles'i ve Aztek'Ieri a n ı m s a y a l ı m . H a t t a La P e r o u s e ' da:; sonraki kuşakların elinde Tlingıt'lerin u ğ r a d ı ğ ı akibeti de ı; Utmayalım. U n u t m u y o r u z . . . Ü z ü n t ü d u y m a d ı ğ ı m ı z ı da söyleeyiz. E ğ e r göklerimizde yıldızlararası bir a r m a d a g ö r ü n ü r se. ek: ukça uysal d a v r a n a c a ğ ı m ı z ı söyleyebilirim, Dalıa değişik bir t e m a s a g e ç m e m i z olasılığı daha k u v v e t l i dir; önce dc belirttiğimiz gibi, r a d y o yoluyla m e s a j l a r a l a r a k temas edeceğiz ve fiziksel b i r temas, hiç olmazsa uzunca bir s ü r e m ü m k ü n olmayacak. B ö y l e b i r d u r u m d a m e s a j ı g ö n d e r e n uygarlığa y a n ı t v e r i p v e r m e m e k bizim elimizdedir. E ğ e r m e s a j ı saldırgan ve ü r k ü t ü c ü b u l u r s a k c e v a p v e r m e y i z . Yok, e ğ e r m e s a j d a değerli, y a r a r l ı bilgiye raslarsak, u y g a r l ı ğ ı m ı z a ç ı s ı n d a n b u n u n sonuçları h a y r e t verici olabilir : B a ş k a b i r bilimin ve t e k nolojinin, sanatın, müziğin, siyasetin, a h l a k ı n , f e l s e f e n i n ve dinin gizlerine gireceğiz. Dahası, gezegenimizin d u r u m u «galaksi eyaleti»ne dönüşecek. D a h a başka neler ö ğ r e n m e m i z m ü m k ü n olacağını da göreceğiz o zaman. Başka bir uygarlıkla bilimsel ve m a t e m a t i k s e l bilgiler p a y laşacağımızdan yıldızlararası m e s a j g ö n d e r m e k , sorunumuzun en kolay b ö l ü m ü n ü o l u ş t u r a c a k t ı r . A B D K o n g r e s i ile S o v y e t ler Birliği B a k a n l a r K o n s e y i ' n i y e r k ü r e - dışı akıllı yaratıklar araştırması için p a r a a y ı r m a y a i k n a e t m e k işin d a h a zor y a n ı dır (*). G e r ç e k t e u y g a r l ı k l a r ı iki b ü y ü k s ı n ı f a a y ı r a b i l i r i z : D ü n -

(*)

Başkaca ulusal organlar da sözkonusu olabilir. Örnek olarak İngiliz Savunma Bakanlığı sözcüsünün 26 Şubat 1978 tarihli Lımdon

Observer

gazetesinde

yayınlanan

şu

sözünü

aktarabiliriz:

«Uzaydan gelebilecek mesajlarla ügilenmek P T T ' n i n ve BBC'nin görevleri arasındadır. Yasadışı yayınları b u l u p ortaya ç ı k a r m a k

bu kuruluşların işidir.a

m


I

ya - dışı akıllı varlıklar araştırması için para ayrılmasına çaba h a r c a y a n bilginlere, bilgin olmayanların karşı çıktıkları ve t ü m h a r c a m a l a r ı n iç t ü k e t i m e yöneltilerek yıldızlara ilgi gösterilmeyen, alışılagelmiş düşüncelerin h ü k ü m s ü r d ü ğ ü toplumlar; ikincisiyse başka uygarlıklarla temas g ö r ü ş ü n ü n paylaşıldığı ve bu k o n u y a yönelik geniş araştırmalara girişilen toplumlar.

Bu alan Öyle bir alandır ki, İnsanoğlunun girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması bile başarı sayılır. Şöyle k i : Milyonlarca yıldızı içine alan bir çerçevede radyo sinyalleri aracılığıyla d ü n y a - d ı ş ı varlık araştırmasına koyulsak ve hiçbir şeye rastlamasak, hiç olmazsa galaksideki uygarlıkların pek e n d e r olduğu s o n u c u n a varabiliriz. Bu da evrende kendi değerlendirmemizi ve çapımızı ö ğ r e n m e y e y a r a r . Gezegenimizdeki insan t ü r ü n ü n ne denli e n d e r rastlanan bir varlık olduğu, çok güçlü ve pek seçkin bir g ö r ü ş d u r u m u n a gelir, her insanın kişilik değeri önem kazanır. Eğer bu yönde bir başarı sağlarsak, t ü r ü m ü z ü n ve gezegenimizin tarihi köklü ve sürekli bir değişime uğrar. Başka uygarlıkların varlığını ve niteliğini keşfetmemizse, bilgimizi onların bilgisiyle karşılaştırma olanağı tanıyacağından çapımız genişleyecektir. O t a k d i r d e S a m a n y o l u Galaksisindeki t ü m u y g a r l ı k l a r ı n etkinlikleri ve bilgileri bir Gök Kıtası Ansiklopedisinin k o n u s u n u oluşturacaktır.

341 -

' ün, mız Bu ba: nle? cuk ;yle • eğ . sü anj


Bölüm XIII YER KÜREMİZ ADINA KİM SÖZ HAKKINA SAHİP Önümde ölüm ve sürekli kölelik bulunduğuna göre, yıldızların gizlerini araştırma zahmetine neden gireyim? — Anaksimes'in Pitagoras'a yöneltmiş olduğu ve Montaigne tarafından aktarılan bir soru (M.Ö. yaklaşık 600) Ne denli kocaman olmalı gökyüzündeki o küreler . . . V e İktidar oyunlarımıza gemi seferlerimize ve tüm savaşlarımıza sahne olan şu yerküremiz de ne denli küçük olmalı anlarla kıyaslanınca. Şu küçücük yerkürenin zavallı bir köşesinin efendileri olma uğruna bunca insanın hayatına kıyan krallarla prensler için gozÖnünde tutulması gereken, üzerinde düşünülmesi şart olan bîr nokta bu. — Chrisüaan Huygens, N e w Conjectures C o n c e r n i n g the Planetary VVorlds, Their Inhabitants a n d Productions, yaklaşık 1690

— 343 —

i


«Dünyanın tümüne,» dedi Güneş Babamız. «Ben ışığımı ve pırıltımı veririm; insanlara ısımı veririm onlar üşüdükler! zaman; tarlalarının ürün vermelerini ve ineklerinin çoğalmasını sağlarım; her gün dünyanın çevresinde döner r insanların ihtiyaçları ve bunların karşılanması için daha İyi bilgiler edinirim. Ben sîzlere Örnek olmalıyım.» — İnka'larm bir efsanesinden. Garcilaso de la Vega'nır* «Kraliyet Yoromlarundan, 1556 Nice ve nice milyon yıl gerilere doğru bakıyoruz ve şekilden şekle girip bîr güç kaynağından başka bîr güç kaynağı arayışına sıçramak, toprak üzerinde emeklerken kertdine güven duyup ayağa kalkmak, havayı hükmü altına alabilmek için uğraşını kuşaktan kuşağa sürdürmek, derinliklerin karanlığına inmeye çalışmak ve gelgit balçığında yok olmamak için İnsencalunda büyük bir savas;m istemi görüyoruz. Bu sarsılmaz istemin hiddet ve açlıkla bir o yana, bîr bu yana yaylanarak yeniden ve yeniden şekil ald;gını r genişleyip kendine çekidüzen v e r e rek tam kavram lam sz hedefine dur durak nedir bilmeden yöneldiğini, bize giderek

yaklaştığına ve benzediğine

tanik olurken varlığının benliğimizde, beynimizde ve damarlarımızda atmaya başladığını fark ediyoruz... Tüm geçmişin bir başlangıcın başlangıcını oluşturduğuna, bugüne dek varolmuş ve varolan her şeyin şafsğın alacakaranlığı olduğuna İnanmak olasıdır, İnsan zihninin şimdiye dek ulaşabildiklerinin uyanmadan önceki

rüyadan

başka bir şey olmadığına inanmak mümkündür... Bizim soylarımızdan İleride belirecek zihinler, bizi bizden daha İyi anlayabilecek bir boyutla bugünkü dar görüşlerimizin İçine uzanabilecekler. Bir gün gelecek, günlerin birbirini amansızca izlediği dizinin İçinden öyte bir gün çıkıp gelecek ki, varlıklar belirecek; şimdi zihnimizde uyur

344

-


uyantk ve etimizde saklı durumda bulunan bu varlıklar, insanın bir tabure üzerinde durması gibi toprağın üzerinde dikilerek gülecek, gülecek ellerini yıldızlara dokundurarak. — H.G. VVells, The Discovery of the Future, (Geleceğin Keşfi), 1902

K O Z M O S H E N Ü Z D Ü N K E Ş F E D İ L D İ . Bir milyon yıl boyunca herkes y e r y ü z ü n d e n başka bir yer olmadığını belledi. Derken, t ü r ü m ü z ü n y e r y ü z ü n d e k i ö m r ü n ü n yüzde birinin onda birine eş süresinde, Aristarkus'tan g ü n ü m ü z e dek uzanan kısa bir z a m a n diliminde e v r e n i n merkezi olmadığımızı ve evrenin varoluş amacının üzerimizde toplanmadığını üzülerek öğrendik. Merkezi ve k u r u l u ş amacı bir olmayıp enginlikte ve sonsuzlukta kaybolmuş m i n n a c ı k ve m i n y a t ü r inceliğinde, yüzlerce milyar galaksi ve milyarlarca trilyon yıldızla bezenmiş bir Kozmik Okyanusta d ö n ü p dolaşan bir d ü n y a üzerinde yaşadığımızı f a r k ettik. Cesaretimizi toparladık ve K o z m i k O k y a n u s u n sularına ayaklarımızı daldırdık yavaştan. O k y a n u s u n bizi çektiğini gördük. Yapımızla bağdaşır bulduk. İçimizden b i r ses Kozmos'un yuvamız olduğunu söylüyor. Yıldız k ü l ü n d e n yapılmış bulunuyoruz. Kökenimiz ve e v r i m i m i z uzak kozmik olgularla bağlanmış d u r u m da. Kozmos'un keşfi kendi kendimizi keşif yolculuğudur. Eskiden efsane düzenlerin bildiği üzere, hem gökyüzünün, h e m y e r y ü z ü n ü n çocuklarıyız. Bu gezegen üzerindeki varlığımız süresince tehlikeli bir evrimsel y ü k sırtlamış bulunuyoruz. Bu y ü k torbasının içinde saldırıya ve töreye yatkınlık, liderlere baş e ğ m e ve yabancılara düşmanca d a v r a n ı ş gibi kalıtsal eğilimler y e r alıyor. F a k a t aynı z a m a n d a başkalarına karşı

şefkat, çocuk-

larımıza ve onların çocuklarına karşı sevgi, tarihten bir şeyler Öğrenme ve giderek zekâ ve yeteneklerimize bir şeyler k a t m a eğilimlerine sahibiz; b u n l a r da h a y a t t a k a l m a m ı z a ve refahımızı s ü r d ü r m e y e y a r a y a n e t k e n l e r . . . Yapımızdaki bu — 345 —

eğilimlerin hangi-


eri üstün gelecek bilemiyoruz, özellikle bakış açımız yalnızca Yerküre» adım verdiğimiz k ü r e sorunlarına yönelikse. H a t t a !aha da kötüsü, bu kürenin yalnızca küçücük b i r b ö l ü m ü n e yölelikse... Bizi Kozmos'un enginliklerinde kaçamayacağımız bir ledeî beklemekte. Dünya-dışı akıllı v a r b k l a r ı n b u l u n d u ğ u n a iliş,in henüz açık belirtiler yok. Bu, bizimkine benzer u y g a r l ı k l a r icaba hiç d u r m a m a c a s m a kendi kendilerini yok mu ediyorlar, [iye bir düşünce getiriyorlar aklımıza. Y e r k ü r e m i z e u z a y d a n ıak-:ğımtzda, ulusal sınır diye b i r şey göremiyoruz. Uzaydan geegenimizin incecik mavi bir hilal, sonra da yıldızlar kenti aramda bir ışık noktası olarak g ö r ü n d ü ğ ü n ü izleyince etnik, dinel ya da ulusal şovenist davranışların s ü r d ü r ü l m e s i akıl almaz ıir d u r u m a dönüşür. Yolculukların boyutları b ü y ü y o r . . . Hayatın hiçbir zaman başlama olanağı bulamadığı d ü n y a ar var. Kozmik felaketlerin yakıp yıktığı d ü n y a l a r da var. Biz alihliyiz, hayattayız, güçlüyüz, uygarlığımızın ve t ü r ü m ü z ü n refahı elimizde olan bir şey. Eğer y e r k ü r e adına bizler söz sahibi leğiisek kim olabilir? Varlığımızı s ü r d ü r m e d e karar v e r e n bizler alamazsak kim olabilir? İnsan t ü r ü şimdi Öyle b ü y ü k bir serüvene girişiyor ki, eğer başarılı olursa toprağa hükmedişi ya da ağaçtan yere inişi k a d a r ünemli bir iş yapacaktır. Deneye duraklaya y e r k ü r e y e bizi bağlayan zincirleri koparmaktayız, manevi anlamda, içimizdeki daha ilkel beyinlerin d ü r t ü l e r i n e karşı çıkıp onları s u s t u r a r a k , maddi olaraksa, gezegenlere yolculuk edip yıldızlardan gelen m e s a j ları dinleyerek. Bu iki s e r ü v e n birbirine amansızca bağlıdır. H e r iki girişimde kanımca, birbirinin vazgeçilmez biçimde t a m a m l a yıcısıdır. H e r biri, öteki için şarttır. Ne v a r ki, e n e r j i m i z i daha Çok savaşlara yönlendirmişiz. Karşılıklı güvensizlikten hipnotize olmuş d u r u m d a , t ü r ü m ü z ü n ve gezegenimizin geleceğiyle nerdeyse hiç ilgilenmeden toplumlar ölüme hazırlanıyorlar. Ve tuttuğumuz bu yol öylesine k o r k u n ç ki, ne yaptığımızı d ü ş ü n m e rneyi, üzerinde d u r m a y ı yeğliyoruz. F a k a t gözönünde t u t m a ya yanaşmadığımız şeyi düzeltmek zorundayız. —

346 -


Düşünen her insan nükleer savaştan korkuyor ve h e r teknolojik devlet nükleer savaş hazırlığı içinde. Herkes b u n u n delilik olduğunu bildiği halde her ülke bıı çılgınca hazırlık için bir bahane buluyor. Bu yoldaki nedenlerin hazin bir dizilişini görüyoruz: Almanlar İkinci Dünya Savaşının başında o bombanın yapımı için k a f a yoruyorlardı; bu yüzden Amerikalılar onlardan önce ilk biz yapalım diye çalışmaya koyuldular. Amerikalıların bombası olursa, Sovyetler'in de olması gerekirdi. Ardından İngilizler, Fransızlar, Çinliler, Pakistanlılar sahip olmak için çabaladılar... XX. yüzyılın sonlarına doğru birçok ülke nükleer silah bulunduracak. N ü k l e e r bomba yapımı kolaylaştı. Nükleer reaktörlerden malzeme çalmabilir. Nükleer silah yapmak neredeyse ev işçiliğiyle bile m ü m k ü n olacak. İkinci Dünya Savaşında kullanılan bombalarda yirmi ton T N T vardı ve bir kentin bir semtini yakıp yıkabiliyordu. İkinci Dünya Savaşında t ü m kentlere atılan bombaların tutarı iki milyon tondu. Başka bir deyişle, iki megaton. XX, yüzyılın sonlarına doğruysa bir tek termonükleer bombanın salıverdiği e n e r j i tutarı iki milyon ton bombanmkine eşit, yani t ü m İkinci D ü n y a Savaşı bombalarının t a h r i p edici gücü bir tek bombanın içinde! Şu anda on binlerce nükleer silah depolanmış durumda. 1990*larda Sovyetler Birliği'yle ABD'nin stratejik ve bombardıman güçleri, kendilerine y e r y ü z ü n d e 15,000 hedef seçmiş olacaklar. Demek oluyor ki, y e r k ü r e m i z d e geleceği garantili hiçbir bölge yok. Birer ölüm dehası örneği olan ve patlamak için bir düğmeye basılmasını bekleyen bu silahlardaki e n e r j i 10.000 megatonu aşıyor. Bu t a h r i p gücü İkinci Dünya Savaşındaki gibi 6 yıllık bir savaş dönemine dağıtılmış olmuyor. Yeryüzündeki her aileye İkinci Dünya Savaşının semt tahrip eden bir bombası düşüyor. Ya da şöyle diyelim: Kasvetli bir g ü n ü n yalnızca öğleden sonrasında h e r saniye içinde bir ikinci D ü n y a Savaşı dehşeti yaşanacak. Nükleer silahlı saldırıdan gelen ölüm nedenlerinin başında, patlamadan oluşan dalgalardır. Şok dalgaları birkaç kilometre —

347 -

v

ü.ı aç ihti'


uzaktaki beton binaları d ü m d ü z edebilir. Öteki ölüm nedenleri de, fırtına gibi yayılan alevler, g a m m a ışınları ve geçenlerin içlerini kebap eden nötronlar... ikinci D ü n y a Savaşını sona e r diren ABD'niıı Hiroşima'ya n ü k l e e r saldırısından sağ çıkabilen bir Japon kız Öğrencisi izlenimlerini hemencecik şöyle k a l e m e almıştı: Cehennemin dibindeki bir kapkaranlığın içinde Öğrenci arkadaşlarımın annelerini çağıran seslerini duyabildim. Orada kazılan bir b ü y ü k sarnıcın köprü ayağında ağlayan bir anne, başının üzerinde, yandığı için v ü c u d u kıpkırmızı olmuş bir bebek tutuyordu, Dir başka anne de y a n m ı ş g ö ğ s ü n d e n çocuğuna süt emzirirken hıçkırarak ağlıyordu. Sarnıçtaki Öğrencilerin yalnızca başları ve y a r d ı m için ana babalarım çağırmak üzere çn*pman kolları su üzerinde görülüyordu. F a kat oradan geçen herkes yaralı olduğundan, hepsi de yaralandığından, kimse kimseye y a r d ı m edecek d u r u m d a değildi. Kıpkırmızı kafalaslarında saçları seyrek, beyaz t ü y l e r e dönüşmüştü. Başları toz içindeydi. Bu d ü n y a n ı n insanına benzemiyordu artık onlar. Daha sonraki Negazakîye atılan atom bombasının etkisinden farklı olarak Hiroşima toprak yüzeyinin çok ü s t ü n d e y e r alan hava patlamasıydı. Bu nedenle nükleer d ö k ü n t ü pek o k a d a r fazla değildi. Oysa 1 M a r t 1954 tarihinde Marshall A d a l a r ı n d a k i Bikini'de yer alan bir termonükleer bomba patlaması, s a n ı l a n d a n daha fazla radyoaktif d ö k ü n t ü yaptı. P a t l a m a n ı n 150 k m . uzağmdaki Rongalap m e r c a n adasında ( b u r a n ı n sakinleri p a t l a m a y ı batıdan doğan bir güneşe benzettiklerini söylemişlerdi) genişçe bir radyoaktif bulut oluştu. Birkaç saat sonra Rongalap üzerine radyoaktif döküntü kar gibi yağdı. Düşen o r t a l a m a m i k t a r 175 rad, yani N o r m a l sağlıklı bir insanı ö l d ü r m e k için gerekli dozun yarısı kadardı. P a t l a m a y e r i n d e n u z a k t a oldukları için ölenlerin sayısı çok değildi. Radyoaktif s t r o n s i y u m insanların kemiklerine girdi, radyoaktif iyodin de tiroit bezlerine daldı. Çocukların üçte — 34a —


iki ve b ü y ü k l e r i n üçte b i r i n d e s o n r a d a n tiroid bezi a n o r m a l l i k leri, b ü y ü m e gecikmeleri y a d a habis t ü m ö r l e r g ö r ü l d ü . Neyse ki, M a r s h a l l A d a l a r ı s a k i n l e r i u z m a n l a r d a n oluşan doktor heyetinin b e d a v a b a k ı m ı a l t ı n d a y d ı l a r . H i r o ş i m a ' y a a t ı l a n b o m b a n ı n t a h r i p g ü c ü o n ü ç kilotondu. B a ş k a b i r deyişle, on üç bin t o n T N T karşılığı. Bikini'dekİyse on beş m e g a t o n l u k t u . Karşılıklı n ü k l e e r saldırı çılgınlığında d ü n y a m ı z a atılacak b o m b a sayısı 1 milyon a d e t H i r o ş i m a bombasına eşit olacaktır. H i r o ş i m a ' d a on üç kilotonluk b i r n ü k l e e r bomb a y a k l a ş ı k y ü z b i n kişinin ö l ü m ü n e n e d e n o l d u ğ u n a göre, bir n ü k l e e r s a v a ş t a atılacak b o m b a l a r y ü z m i l y a r insanı ö l d ü r m e y e y e t e r l i d i r . Oysa y e r y ü z ü n d e k i insan sayısı X X . yüzyılın sonların a d o ğ r u a n c a k beş m i l y a r olacak. Böylesi b i r karşılıklı nükleer s a l d ı r ı d a hiç k u ş k u s u z p a t l a m a d a n ö t ü r ü , a l e v fırtınası r a d y a s y o n v e r a d y o a k t i f d ö k ü n t ü y ü z ü n d e n h e r k e s Ölmeyecek. R a d y o aktif d ö k ü n t ü n ü n u z u n c a b i r s ü r e etkisini s ü r d ü r d ü ğ ü n ü d e hesaba k a t m a k g e r e k i r : S t r o n s i y u m 90'ın çok b ü y ü k b i r b ö l ü m ü ( y ü z d e 90'ı) 96 yılda e r i r gider; C e s İ u m 137'nin y ü z d e 90'ı 100 yıJda; î y o d i n 131'in y ü z d e 9Û'ı da yalnızca bir ay içinde e r i r gider. H a y a t t a k a l a n l a r s a v a ş ı n çok d a h a ince becerilerine tanık olac a k l a r d ı r . N ü k l e e r b i r savaş sonucu y ü k s e k t e k i h a v a n ı n nitroj e n i y a n a c a k t ı r . N i t r o j e n , n i t r o j e n oksitlerine dönüşecek, b u d a y u k a r ı a t m o s f e r d e k i o z o n u n ö n e m l i b i r m i k t a r ı n ı yok edecek. O z o n u n yok olması g ü n e ş i n m o r ö t e s i ı ş m i a r ı m n y o ğ u n biçimde a t m o s f e r d e n sızmasına yol a ç a c a k t ı r . (*) Morötesi ışm sızması <*)

Bu süreç, zarar boyutları daha küçük olmakla birlikte, aero^ollü sprey kutularmdaki fıslama gücünü veren florkarbonlu iticinin ozon tabakasını bozmasına benzeyen bir süreçtir. Aerosol sprey kutularının kullanılması bazı ülkelerde yasaklanmıştır. Bu bir anlamda dinozorların yeryüzünden yirmi, otuz ışık yıl Önce silinmesi nedenini anlatırken sözü edilen süpernova paÜama etkisi sürecine benzemektedir. —

349 -


yıllar boyu sürecek ve cilt kanserine neden olacaktır. Morötesi ışın genellikle cildi ince olanları tercih edecektir. Daha da önemlisi gezegenimizin ekolojik dengesini şimdiye dek duyulmamış boyutlarda sarsacaktır. Morötesi ışın ürünleri yakar. Birçok mikro-organizma ölecektir. Hangi mikro-organizmalarm hangi miktarda öleceğini ve bunun sonucunda neyle karşılaşacağımızı tam olarak bilemiyoruz. Ölecek organizmalar, bildiğimiz kadarıyla, insanoğlunun zirvede sendelemeye başlayabileceği geniş tabanlı bir çevresel piramitin temel bölümünden olacaktır. Nükleer savaşın havayı toza boğması yüzünden, toz tabakası Güneş İşığım yansıtarak yerküremizin soğumasına neden olacaktır. Gezegen çapındaki az bir soğumanın bile tarım üzerinde felaket sözcüğüyle ifade edilebilecek sonuçları olabilir. Radyasyon kuşları sineklerden daha çabuk öldürür. Sinek sürülerinin peydah oluşunun getireceği tarımsal dengesizlikler nükleer savaşın olası sonuçları arasındadır. Endişe etmemizi gerektiren bir veba basili bulunduğunu unutmamalıyız. XX. yüzyılda vebadan ölen olmamışsa, basilin yokluğundan ötürü değildir bu. İnsanların direncinin artması sayesindedir. Bir nükleer savaşın getireceği radyasyon insan vücudunun bağışıklık sistemim de zaafa uğratır ve hastalığa karşı direncimiz azalır. Uzun dönemde mütasyonlar belirir, ortaya yeni mikroplar ve böcek türleri çıkar ki, bu nüklere felaketten paçasını kurtaracak olsa bile o kişiyi ö m r ü boyunca rahat bırakmaz. Bir süre geçtikten sonra, kötüye doğru m ü tasyonlarm oluşmasıyla, ortaya belki de yeni ve dehşet verici insan türleri çıkabilir. Bu mütasyonlar belirdiğinde çoğu öldürücü bir hal alabilir. Bazıları da öldürücü o l m a y a b i l i r Bu arada insanı kahreden dertler belirecektir: Sevdiklerinizi kaybedeceksiniz. tümen tümen yanmış insan göreceksiniz, gözleri görmeyenlerle sakatların sayısı kabaracak... hastalıklar, veba, inatçı r a d yoaktif zehirlerin havaya ve suya bulaşması; t ü m ö r tehdidi... ölü doğumlar ve sakat doğanlar olacak; sağlık hizmetleri aksayacak; önüne geçebileceğimiz fakat geçmediğimiz bîr felaketin uygarük umudumuzu yok edişine tanık olacaksınız. — 3S0 —


Bir ingiliz meteorologu olan L.F. Richardson savaş konusuna ilgi. duyar, savaşın nedenlerini bulup ortaya çıkarmaya uğraşırdı. Savaşla hava koşulları arasında zihinsel paralellikler bul u n u r . H e r ikisinin nedenleri de karmaşıktır. H e r ikisinin de bir düzen içinde y e r aldığı g ö r ü l ü r . B ü z e n derken kastettiğimiz, h e r ikisinin de d u r d u r u l a m a z güçler olmadığı, a m a nedenleri anlaşılabilir ve kontrol altına alınabilir güçler olduklarıdır. Küresel h a v a k o ş u l l a n h a k k ı n d a bir fikir edinebilmek için h e r şeyden önce bir hayli meteorolojik veri toplamak gerekir. Havanın nasıl bir davranış gösterdiğini bilmek gerekir. Richardson, «savaşm nedenlerini k a v r a y a b i l m e k için de benzer bir yaklaşımla işe başlamalıyız,» demiş ve zavallı gezegenimizde 1820-1943 y ı l l a n a r a s ı n d a patlak v e r e n savaşlara ilişkin veriler derleyip toplamıştır. R i c h a r d s o n ' u n elde ettiği sonuçlar, adı The Siatistİe of Deadly Q nar reis ( ö l d ü r ü c ü K a v g a l a r İstatistiği) olan bir kitapta kendisi öldükten sonra yayınlandı. Belirli sayıda k u r b a n alıp göt ü r e n b i r savaşla öteki arasında ne k a d a r süre geçtiğini saptay a n Richardson savaşın neden olduğu ölü sayısını içermek üzere savaşın kapmasını M harfiyle tanımladı. M = 3 olduğu d u r u m larda, savaş yalnızca 1.000 kişiyi (10*) ö l d ü r ü y o r demekti. M—5 ya da M = 6 olunca savaşta yüz bin ya da bir milyon kişi ölüyor d e m e k t i . Birinci ve İkinci D ü n y a Savaşları bu açıdan b ü y ü k savaşlardı. Richardson'un vardığı bir bulgu şuydu: Bir savaş ne k a d a r çok İnsanın canına kayıyorsa, böyle bir savaşın yeniden patlak vermesi olasılığı azalıyor ve patlak verse de aradan uzunca bir süre geçiyordu. Tıpkı şiddetli fırtınaların hafif fırtınalard a n d a h a az çıkması gibi. Bu verilerden h a r e k e t ederek bir buç u k yüzyıl içinde M b ü y ü k l ü ğ ü y l e gösterilen savaşlara ait bir g r a f i k çizdi. Richardson bu g r a f i k t e M'nin değerlerini k ü ç ü l t t ü k ç e ve M'yi sıfıra indirge dikçe, d ü n y a d a k i ortalama cinayet sayısının bulunabileceğini belirtti; nitekim d ü n y a d a h e r beş dakikada bir cinay e t işleniyor. Bir kişinin ö l d ü r ü l d ü ğ ü cinayetlerle çok sayıda in— 351 —


sanın öldürüldüğü savaşlar, asgariyle azami sınır arasında s ü r ü p giden kesintisiz bir eğridir. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Savaş psikolojik anlamda bir cinayet fermanıdır. M u t l u l u ğ u m u z ve refahımız tehdit edilince, beslediğimiz u m u t l a r a m e y d a n o k u n u n ca. cinayet bile işleyebilecek hiddete kapılırız -daha doğrusu bazılarımız kapılır. Bu tahrikler devletler için sözkonusu olduğunda, onlar da çoğunlukla iktidar ya da kişisel hırsla hareket edenlerin körüklemeleriyle cinayet işleme hiddetine kapılıyorlar. Cinavei teknolojisi ve savaşla verilen ceza biçimleri şiddetlendikçe, çok kalabalık insan yığınlarının h e p birden cinayet turnikesine köşuldnğu görülüyor. Kitle ilitişim araçları genellikle devletin elinde b u l u n d u ğ u n d a n b u n u n düzenlenmesi kolay oluyor, (Nükleer savaşta d u r u m değişiktir, çünkü çok az sayıda kişinin başlatabileceği bîr savaştır). Bu noktada hırslı yanımızla varlığımızın iyi yanı diye adlandırdığımız yanı arasında bir çatışmaya tanık oluyoruz; b u n a b e y nimizin iç bölümündeki si&üngenlık döneminden kalma ve cinayete v a r a n hiddetlerin yatağı R-kompleksi bölümüyle d a h a yakın tarihlerde gelişen beynimizin memeli ve insansı dönemi bö1 .imlerinin, y a n i limhik sistemle beyin k a b u ğ u arasındaki çatışma da diyebiliriz. İnsanlar küçük topluluklar halinde y a ş a r l a r k e n ve silahlarımız ilkelken, m ü t h i ş hiddete kapılan bir savaşçının bile Öldürebileceği insan sayısı birkaç kişiydi. Teknolojimiz geliştikçe savaş araç gereçlerimiz de gelişti. A y n ı kısa dönemde, bi2 de geliştik. Hiddetimizi, düş kırıklarımızı ve u m u t s u z l u ğ a kapılışımızı akılla yonttuk. D ü n e dek çok y a y g ı n olan gezegen çapındaki adaletsizlikleri azalttık. Ne v a r ki, şimdi elimizdeki silahlar milyarlarca insanı bir anda öldürebiliyor. Çok mu çabuk geliştik dersiniz? Akla yeterince y e r verebiliyor m u y u z ? Savaşların nedenlerini cesaretle inceleyebildik mi? Nükleer savaştan caydırma stratejisi dediğimiz d u r u m u n , henüz insanlaşmamış atalarımızda görülen davranışa dayandırılarak sürdürülmesi ilginçtir. Çağımızın politikacılarından olan Henry Kissinger şöyle diyor bir kitabında: «Caydırma, her şey— S52 -


den önce psikolojik ölçütlere dayanır. Caydırma amacıyla kullanılan b i r b l ö f ü n ciddiye alınması, ciddi bir tehdidin blöf olarak kabul edilmesinden daha yararlıdır.» Gerçekten etkili bir n ü k leer b l ö f ü n içinde mantıkdışı t u t u m l a r da yer alır ki, karşı tar a f ı nükleer savaşın dehşetinden uzaklaştırsın. B u n u n üzerine olası düşman mantıkdışı davranışların varmış gibi sunulduğu t o p y e k u n bir çatışmaya girişmekte nse, bazı noktalarda geri a d ı m a t m a y a razı olur, Mantıkdışı davranışınızın inandırıcılığının en b ü y ü k tehlikesi, inandırıcı gözükmek için rolünüzü çok iyi oyn a m a k gerektiğidir. Bir süre sonra, bu inandırıcılığa siz de alışırsınız ve a r t ı k rol olmaktan çıkıverir. ABD'ye Sovyetler Birliği'nin Önderliğindeki topyekûn dehşet dengesi, y e r k ü r e m i z İnsanlarını r e h i n t u t m a k t a d ı r . H e r iki t a r a f , karşı t a r a f a , hangi davranışı y a p m a s ı n ı n m ü m k ü n olduğuna ilişkin s ı n ı r l a n çizmektedir. Olası d ü ş m a n o sımr aşıldığında n ü k l e e r savaşın başlayacağına i n a n ı r d u r u m a getirilmiştir. N e v a r ki, sınırın tanımlanışı z a m a n z a m a n değişiyor. T a r a f l a r d a n h e r biri, karşı t a r a f ı n yeni sınırları k a v r a d ı ğ ı n d a n e m i n olmalıdır. H e r iki taraf kendi askeri a v a n t a j ı n ı a r t ı r m a eğilimindedir. A m a b u n u y a p a r k e n , karşı t a r a f ı da fazla telaşlandırmamaya özen gösterir. H e r iki taraf da karşı t a r a f ı n t a h a m m ü l sınırlarını sürekli olarak keşfe çalışır: K ü b a ' d a k i f ü z e bunalımında, uydu imha edici silahların d e n e n m e s i n d e , K u z e y K u t b u n d a nükleer bomba taşıyan uçakların uçuşlarında, Vietnam ve Afganistan savaşlarında olduğu gibi; b u n l a r u z u n ve hazin ü s t e d e n b n k a ç seçm e d i r . Y e r k ü r e m i z d e k i t o p y e k û n dehşet dengesi, k o r u n m a s ı çok zor ve nazik bir dengedir. H e r h a n g i bir hata yapılmamasına, ilişkilerin bozulmamasına, s ü r ü n g e n yanımızın ihtiraslarının ciddi biçimde d ü r t ü l m e m e s i n e bağlıdır. Şimdi gelelim R i c h a r d s o n ' u n şemasına. Ş e m a d a k i düz kalın çizgi M b ü y ü k l ü ğ ü n d e k i b i r savaşın ne k a d a r z a m a n aralığıyla patlak verebileceğini gösteriyor. Başka bir deyişle, 10 m iıısam ( B u r a d a M b i r d e n sonraki sıfırların sayısını temsil ediyor) öldürecek bir savaşın olasılık süresini anlatıyor. Ş e m a n ı n sağın— 353 — H I

Kozmos : F. 23

biç iti ı fi


Richardson diyagramı : Yatay eksen, savaşın kapsamını gösteriyor (M = 5 Öldürülen 10 ! sayıda İnsanı ifade ediyor; M = 1 0 ise 1 0 " sayıda insanı, başka bir deyişle, gezegenİmizdeki herkesin ölümü demek oluyor). Dikey eksen M büyüklüğünde bîr savaştn çıkmasına kadar geçecek zamanı gösteriyor. Eğri, Richardson'un 1820 İle 1945 arasındaki savaşlara ait sağladığı verilere dayanmaktadır. Bu verilere göre, yaklaşık bin yıl süreyle M = 10'a ulaşamayacaktır ( 1 8 2 0 + 1000=2820), Ne var ki, nükleer silahların artışı, eğriyi büyük bir olasılıkla gölgeli bölüme indirerek Kıyamet Günü'nün süresini kısaltmış olabilir. Richardson eğrisinin şeklini değiştirmek elimizdedir; eğer insanlar nükleer silahsızlanmaya cankurtaran sim'di gibi sarılırlar ve gezegenİmizdeki canlı topluluğunun yapısını yeni bir düzene sokmayı amaçlarlarsa...

354 -


Arkeuiog Adams'in kazı çalınmaları, önceden bilinmeyen fakat sonradan Maya uygarlığına (M.Ö. 250-M.S. 900) ait olduğu anlaşılan, bazıları düz çizgili, bazıları da kavisli olmak iizere kanal sistemlerini ortaya çıkardı. Bu kazılar Mayaların birkaç milyon İnsanın kurduğu topluluğu nasıl ayakta tutabildiğini açıklamaktadır. Tarih çilerin bir bölümünün kanısına göre, yeryüzündeki yüksek düzeyli uygarlıkların ı ıııü kanal yapımıyla keııdinibetli etmiştir. Birçok bakımdan ba^ka dünyaların ke>fı, kendi dünyamızı daha İyi anlamaya yardımcı olmaktadır.


arlıklar Zinciri. Atomlarla kar taneleri arasında çok küçük Ölçekteki ve güneylerle taksiler arasında çok büyük ölçekteki ilişkiler zincirinde (Kozmus'ta) İnsanoğlu un yeri konusunda giderek bilinçleniyoruz.


Çekim gücünün madde ve ışığa etkisi. Lewis Carrol'un Alis Harikdl.tr çay partisinde Alis, Mart Tavşanı ve Van Kedisi (a) yeryüzünün ; gücünde ( t g.) görülüyor. Fenerden çıkan ışık yer çekiminden ctkugiicli sıfıra yaklaştıkça, en ufak bir hareket bile dostlarımızın hayalci m '•olmaktadır (b, c); çay damlalar halinde havada dolaşıyor. Yeniden •• • : , gücüne döndüğümüzde, eski durumlarına kavuşan dostlarımız çav > . nturuıı.ı i-.ıtu luyorlar (d). Çekim gücü arttıkça, tüm hareketler zorlaşıyor, giderek kımıld.ı ı! bile olanaksızlaşıyor (e) ama ışık etkilenmiyor Çekim gücü 100.000 g 'ye ^l.ışiıgn daysa, her şey yamyassı oluyor. Bir milyar g.'lik çekim gücü ışıijı da etkileyerek ,er yüzüne dönmesine neden oluyor (f). Lewis Carrol'un anlatımıyla, kedi de yokokı yor, yalnızca sırıtışı kalıyor. Artık Harikalar Diyarı bir k.ır.ı delik olmuştıır.



İnsan beynindeki nöronlar yumağı, elektron-mikrografla 15.000 kez büyütülmüş halleri, (Üstte) Biri telden yapılmış ve süt şişesi bulunduran, diğeriyse yine telden yapılmış ve süt şişesi bulundurmasına ek olarak örtüye bürünmüş iki mekanik anne arasında, yavru maymun hiç duraksamadan ikincisini yeğliyor. İnsanların ve öteki primatların genetik olarak karşılıklı sosyal ve fiziksel yakınlık sıcak ilgi gereksinimleri çok güçlüdür. (Sağda)

Spektrograf aygıtıyla kaydedilmiş olan balinaların şarkısı. Her satırda zaman yatav olarak, alçak notalardan yüksek notalara doğru olan ses frekansı dikey olarak gösteriliyor. Dikey çizgiler he men hemen parmağı piyano tuşlarından çabucak geçirilerek çıkarılan sesi andırmaktadır. Bu sesleri su altında 28 Nisaıı 1964 tarihinde Berrnuda'da kaydetmiş olan Roger Payne şöyle diyor: "1964 ve 1969 yıllarında kaydettiğimiz şarkılar, Beethoven Beatles'dan ne denli farklıysa, o kadar farklıdır ve 1960'ların balina müziği, 1970'lerdekinden daha güzeldir." (Yanda)


daki dikey çizginin içinde aynı zamanda son yıllardaki n ü f u s gösteriliyor ki, 1835 yılında bir m i l y a r k e n şimdi 4,5 milyardır (M—9,7). Richardson eğrisi dik ve kesintili çizgiyle kesiştiğinde, z a m a n olarak K ı y a m e t G ü n ü n ü göstermiş oluruz: Yerküre insanlarının toptan yok olacakları b ü y ü k bir savaşa dek geçecek zam a n dilimi. Richardson'un eğrısiyle n ü f u s u n ilerki yıllarda ne m i k t a r d a artacağı t a h m i n l e r i n i ifade eden çizginin kesişmesi 3.000'nci yıla rastlıyor. K ı y a m e t G ü n ü böylece ertelenmiş oluyor. Ancak şunu göz Önünde tutmalıyız ki, İkinci Dünya Savaşı 7,7 b ü y ü k l ü ğ ü n d e y d i . Asker ve sivil olarak ölenlerin sayısı elli milyonu buldu. Ö l ü m teknolojisi dev adımlarla ilerledi. N ü k l e e r silahlar ilk kez kullanıldı. Savaş nedenlerinin ve eğilimlerinin azaldığını gösteren belirtilere rastlanmadığı gibi, gerek klasik gerek nükleer silahlar daha öldürücü olma yolunda ilerliyorlar. Bu yüzden, Richardson eğrisi bilinmeyen bir oranda aşağı kıvrılarak kesişme noktası e r k e n e alınmış oluyor. E ğ e r Richardson eğrisinin e r k e n kesişmesi çizgiyle t a r a n m ı ş bölgeye düşerse K ı y a m e t Günü yirmi, o t u z yıl sonraya r a s t l a y a r a k bir hayli öne alınmış olur. 1945 yılından önceki ve sonraki savaşların patlak veriş sıklığı ya da seyrekliği bu s o r u n u n y a n ı t ı m almamıza y a r d ı m eder. Bu yanıtı almaksa gelip geçici bir istek olmasa gerek. Aslında şunu demek istiyoruz: NükleeT silahlarla gelişimiyle b u n l a r ı f ı r l a t m a y ö n t e m l e r i n i n mükemmelleşmesi er ya da geç y e r k ü r e m i z d e t o p t a n b i r felakete yol açacak, tik nükleer sil a h l a n y a p a n A m e r i k a l ı ve A v r u p a ' d a n Amerika Birleşik Devletleri'ne göç e t m i ş bilginler d ü n y a y a salıverdikleri şeytandan ö t ü r ü çok acı d u y d u l a r . N ü k l e e r silahların topyekûn yok edilmesi için çaba harcadılar. F a k a t ç a b a l a n n a ve çağrılarına aldıran olmadı; ulusal bir s t r a t e j i k a v a n t a j sağlama beklentisi gerek Sovyetler Birliği 1 nde, gerekse B. A m e r i k a ' d a kök saldı. Aynı dönemde n ü k l e e r olmayan imha edici silah satışları uluslararası çapta arttı. N ü k l e e r o l m a y a n silahlara da u s t u r u p l u bir deyim k u l l a n ı l a r a k «Klasik» adı verildi. Son yirmi beş yılda — 355 —


uluslararası yıllık silah ticareti, enflasyon payı da hesaplanarak, 300 milyon Dolar'dan 20 milyar Dolar'a çıktı. 1950-1968 y ı l l a n arasında nükleer silah kazaları bakımından elimizde epey titizlikle tutulmuş bilgiler var. Bu bilgiler ortalama yılda birkaç kez dünya çapında kazanın y e r aldığım gösteriyor. K a z a r a nükleer patlama olayıysa birkaç taneyi geçmiyor. Silah yapımıyla uğraşan sanayi bölümü, gerek Sovyetler Birliği'ııde gerek ABD'de ve gerekse öteki devletlerde yaygın ve güçlüdür. B. Amerika'da bu sanayiye dahil büyük şirketlerin iç t ü k e t i m için ürettikleri malları ne denli rahat sattıkları bilinmektedir. Bir tahmine göre, silah sanayi firmaları teknolojik düzeyi aynı olan fakat başka mallar üreten firmalara oranla yüzde 30, 50 fazla kâr sağlıyorlar. Silah üretimi için kabul edilen maliyet arüşı sınırları, sivil alan için üretilen malların maliyetlerinde kabul edilmeyecek bîr düzeye v a n r . Sovyetler Bîrliği'nde askeri üretim İçin ayrılan kaynaklar, gösterilen özen, ulaşılan kalite, tüketim mallarına oranla çok ü s t ü n d ü r . Bazı t a h m i n lere göre, yeryüzündeki bilginlerle yüksek teknoloji düzeyine ulaşmış elemanların yarısı, askeri sektörde ya tam gün ya da yarım gün çalışıyorlar. Silahların geliştirilmesi ve üretilmesi işlerinde çalışanlara en yüksek maaşlar, en üst yetkiler ve yolunu buldukça da şeref nişanları her iki ülkede veriliyor. Silahların geliştirilmesindeki gizlilik -özellikle aşırı Ölçülere vardırılan Sovyetler Birliği'nde- kişileri isimsizleştiriyor ve görev sorumluluğundan soyutluyor. Askeri sır kavramı, herhangi bir toplumda, askeri sektörün vatandaşlar tarafından denetlenmesini çok güçleştiriyor. Eğer onların ne yaptıklarını bilmezsek onlan durdurmamız da zorlaşır. Çalışmalarının böylesine yüksek karşılığını alabilmeleri, iki devletin askeri sanayi üyelerinin birbirlerine iğrenç bir kucaklaşma içinde bakışmalarıyla, dünya, insanoğlunun büyük girişiminin yok oluşa doğru kaydığını fark ediyor. Her büyük devlet kitlesel imha silahlan yapımı ve istifçiliği için geniş reklam kampanyalarına dayanan haklı nedenler —

356 -


ilan eder. Bu a r a d a olası düşmanların s ü r ü n g e n ü k t e n kalma yapısını hatırlatırcasma onların kişilik ve k ü l t ü r noksanlıklarından, dünyayı ele geçirme niyetlerinden söz açarak kendi niyetinden hiç söz etmez. H e r devletin yasakladığı sınırlar ç i z i l m i ş i n Bu sınırın ötesindeki konularda yurttaşlarının kafa yormasına izin vermez. Sovyetler Birligi'nde bu konular kapitalizm, Tanrı ve ulusal egemenliğin yitirilmemesidir. B. Amerika'daysa sosyalizm, dinsizlik ve ulusal egemenliğin yitirilmemesidir. Dünyanın her yerinde h e p aynı şey.,, Y e r k ü r e m i z d e k î silah yarışını y e r k ü r e - d m bir tarafsız gözlemciye nasıl anlatabiliriz? Uydu vurucusu, laser, nötron bombaları yapımı, füzelerin gelişimini ve kıtalararası füzelerin gizlenebilmesi için bir ülke b ü y ü k l ü ğ ü n d e k i arazi parçalarının füze saklambacına ayrılmasına ne derdi bizim gözlemci? Hedeflerine yönelik on bir adet nükleer savaş başlığının h a y a t t a kalmamızı sağlayacak a r a ç l a r olduğu görüşünü savunabilir miyiz? Yerküre yönetimindeki ustalığımızı böyle mi anlatmalıyız? N ü k l e e r süper devletin bu konudaki gerçeklerini çok duyduk, ü l k e l e r adına k i m l e r i n k o n u ş t u k l a r ı n ı biliyoruz. Peki, insan t ü r ü için kim konuşacak? î n s a n t ü r ü konusunda söz sahibi kim? İnsan beyni kütlesinin üçte ikisi beyin k a b u ğ u n d a n oluşuyor. Burası da sevgi ve m u h a k e m e merkezidir, İnsanoğlu topluluk içinde gelişmiştir. Birbirimizin sözünden sohbetinden hoşlanırız, birbirimize karşı İlgi gösteririz. İşbiriiği içinde yaşamamızı sürd ü r ü r ü z . Özgeçicilik içimizde vardır. Doğanın bazı yasalarını zekice çözümleyebildik, Birarada çalışmamızı gerektiren yeterince neden vardır. B u n u nasıl gerçekleştirebileceğimizi akıl etme yetisine de sahibiz. N ü k l e e r bir savaşı ve yerküremizde filizlenen yaşamı t o p t a n yok e t m e y i düşünebiliyorsak, toplumlarımızın yeni bir yapıya k a v u ş t u r u l m a s ı n ı da düşünemez miyiz? Yerkürem i z dışı b i r p e r s p e k t i f t e n bakınca, gezegenİmizdeki uygarlığın en b ü y ü k görevi açısından başarısızlığın ucuna geldiği görülür. Bu b ü y ü k görev y e r y ü z ü n d e k i insanların hayatını ve refahını kor u m a k t ı r . Peki, her ülkede olmak üzere, hepimiz işleri ele atma—

357 -


I daki alışkanlık kalıplarının dışına çıkarak e n e r j i k biçimde köklü değişiklere başvurmamalı mıyız? Ekonomik, politik, sosyal ve dinsel kuruluşlarımızın yapısını yeniden çizmemiz gerekmez mi? Karşımızda d u r a n almaşık çözümün zorluğu bizi h e p sorunun ciddiyetini küçümsemeye İter; K ı y a m e t G ü n ü n d e n söz açanlara «telaşe uzmanları» denir; k u r u m l a r ı m ı z d a köklü değişimlere gitmenin pratik olmadığı ya da «insan yapısına» ters d ü ş t ü ğü söylenir. Sanki nükleer savaş pratik bir yolmuş ve İnsan yapısı yalnızca tek biçimde yönlendir!lebilirmiş gibi. Gezegen çapında nükleer savaş deneyimi geçirmedik hiç. H e r nasılsa, bu durumu, hiçbir zaman denemeyeceğiz sonucuyla eş t u t u y o r u z . Zaten bu deneyimi yalnızca bir kez geçirebiliriz. O z a m a n da artık istatistik çıkarmak zaten olanaksızdır. ABD silahlanma yarışını d u r d u r m a y ı hedef almış bir k u r u luşu destekleyen e n d e r devletlerden biridir. F a k a t S a v u n m a Bakanlığının bütçesiyle (1980 yılı gideri 153 m i l y a r Dolar) Silahların Denetimi ve Silahsızlanma K u r u m u bütçesi (0.018 m i l y a r Dolar yılda) arasındaki fark, bizlerin iki k o n u y a verdiğimiz önemin farkını ortaya k o y m a k t a d ı r . Mantıklı olarak bir t o p l u m u n bundan sonraki savaşı hazırlamak için harcayacağı paranın, bu savaşın niteliğini a n l a t m a k ve Önlemek için harcayacağı p a r a d a n daha az olması gerekmez mi? Savaşın nedenlerini inceleme olanağı vardır. Şimdiki d u r u m d a savaş nedenlerini a n l a m a olanağımız kısıtlıdır. Çüııkü tarihin ilk dönemlerinden bu y a n a silahsızlanma için ayrılan bütçeler ya gülünç denecek k a d a r az ya da hiç olmamıştır. Mikrobiyologlar ve fizikçilerin hastalıkları incelemeleri çoğunlukla insanları tedavi amacını taşır. Savaşı da, Ednstein'in doğru biçimde tanımladığı üzere, çocukluk hastalığı olarak inceleyelim. Nükleer silahların yayılışı ve n ü k l e e r silahsızlanmaya karşı çıkış, gezegenimizde y a ş a y a n herkesi tehdit e d e r bir noktaya geldi. Özel çıkarlar ya da Özel d u r u m l a r diye b i r şey yok artık. Altlımızı ve k a y n a k l a r ı m ı z ı kendi alınyazımızı kendi elimizde t u t m a y a yöneltmekle h a y a t t a kalmamız ve Richard— 358 —


son eğrisinin daha fazla sağa eğim göstermemesi m ü m k ü n olabilir. N ü k l e e r r e h i n l e r olan bizler -yeryüzündeki t ü m halklarn ü k l e e r ve klasik savaş konularında kendimizi eğitmeliyiz. Ardından da h ü k ü m e t l e r i m i z i eğitmeliyiz. H a y a t t a kalmamız için akla y a k ı n araç gereçleri sağlayacak bilimi ve teknolojiyi geliştirmeliyiz. Alışılmış kalıpların dikte ettiği sosyal, politik, ekonom i k ve dinsel fikirlere cesaretle karşı koyma isteğini edinmeliyiz. D ü n y a n ı n h e r bölgesindeki insan kardeşlerimizin insan olduklarını a n l a m a k için elimizden gelen her çabayı harcamalıyız. K u ş k u s u z bu t ü r bir çaba çok zordur. Ne var ki, öne s ü r d ü ğ ü fikirlere, «insan yapısı»yla bağdaşmadığı ve pratik olmadığı yol u n d a y a n ı t l a r alan Einstein'in dediği gibi, biz de *Pekl, başka bir almaşık, başka b i r seçenek var mı?» diyelim. Memelilerin Özellikleri arasında olan b u r u n ve ağız sürter e k sevişmek, öpüşmek, okşamak, çiftleşmek, yavruları sevmek s ü r ü n g e n l e r d e r a s t l a n m a y a n özelliklerdir. Eğer R-kompleksiyle limbik sistemlerin k a f a t a s ı m ı z m içinde huzursuz bir uzlaşım içinde b u l u n d u k l a r ı ve eskiden kalma eğilimleri beslemeyi s ü r d ü r dükleri doğruysa, ana baba şefkatinin m e m e l i l e r d e n aldığımız yapımızı geliştireceğini ve ana baba t a r a f ı n d a n fiziksel olarak sevgi gösterilmemesi halinde, s ü r ü n g e n l e r d e n aldığımız özelliklerimizin dürtüleceğini beklemeliyiz. B u n u n doğru olduğuna ilişkin bası kanıtlar v a r . H a r r y ve Margaret H a r l o w laboratuar deneylerinde fiziksel sevgiden uzaklaştırılmış d u r u m d a kafeslerde yetişen m a y m u n l a r ı n arkadaşlarını g ö r ü p duyabilme ve koklayabilmelerine karşın, içlerine kapanık, kederli, kendilerine eziyet edici ve genellikle a n o r m a l karakterli oldukları saptanmıştır. İ n s a n l a r d a da a y n ı d u r u m sözkonusudur. Nitekim ana babanın fiziksel sevgisinden uzak olarak genellikle bakımevlerinde yetiş e n çocuklarda bu d u r u m g ö r ü l ü y o r . Çocukların buralarda acı çektikleri açıkça ortada. Nöro-psikolog J a m e s Prescott sanayi-öncesi 400 toplulukta yaptığı incelemelerde, fiziksel sevgiye yer veren k ü l t ü r l e r d e ye—

359 -


tışeıı çocukların şiddete eğilimli olmadıklarını g ö r m ü ş t ü r . Çocukları fazla Öpüp sevmeyen toplumlarda bile eğer yetişkinlerin seks ilişkileri basla altında değilse, gençler şiddete yönelmiyorlar. Prescott'un kanısınca, bireyleri yaşamlarının en azından bir ya da iki kritik dönemlerinde, başka bir deyişle, çocuklarında ya da erginlik yaşlarında bedensel sevgiden yoksun b ı r a k a n kültürlerde, şiddete yataklık eden bir ortam gelişiyor. Fiziksel sevgi gösterilen k ü l t ü r l e r d e hırsızlık, kitlesel din örgütlenmeleri ve kıskançlık tohumu taşıyan zenginlik gösterisine r a s t l a n m a m a k t a dır. Çocukların dövüldüğü yerde kölelik, cinayet, d ü ş m a n l a r ı n organlarını sakat etme, işkence, kadınları hoşgörme ve günlük yar ima olağanüstü varlıkların m ü d a h a l e ettikleri inancı h ü k ü m sürmektedir. Sözünü ettiğimiz ilişkileri h a r e k e t e geçiren m e k a n i z m a l a r ı n işleyişinden çok emin değiliz. Fakat bu konuda önemli kıyaslamalara sahibiz; t a h m i n l e r e ve varsayımlara ulaşabiliyoruz. Prescott şöyle eliyor: «Çocuklara karşı fiziksel sevgi gösteren ve evlilik öncesi seks ilişkilerine karşı anlayışlı d a v r a n a n bir toplumun fiziksel şiddete b a ş v u r m a olasılığı oranı yüzde 2'dir, Bu ilişkinin rastlantılara bırakılması halinde olasılık oranı bire 125.000'dir. Dur u r . g ö r e değişkenlik gösteren bir olasılık oranının böylesine yüksek ve kesin sayıya ulaştığı başka bir alan bilmiyorum.» Çocuklar sevilip okşanma gereksinimini açlık gibi hissederler; yetişkinlerdeyse cinsel ilişki isteği güçlü bir ihtiyaçtır. E ğ e r P r s e cott söylediklerinde haklıysa, nükleer silahlarla etkili doğum haplarının bulunduğu bir çağda çocuklara sert d a v r a n m a k ve cinsel ilişkileri baskı altında t u t m a k insanlık suçlarıdır. Bu k o n u d a daha derin incelemeler y a p m a k gereklidir. Bu arada her birimiz, geleceğin dünyasına kişisel ve kesinkes bîr katkıda b u l u n m a k üzere çocuklarımıza şefkatle sarılalım... Eğer köleliğe ve ırkçılığa, kadım horgormeye ve şiddete doğru eğilimlerimiz birbirine bağlıysa -ki kişisel k a r a k t e r l e r ve insanlık tarihi, ayrıca kültürlerarası incelemeler bu yöndedir- birazcık iyimser olmamızı gerektiren gelişmeler sözkonusudur, Top— 360 —


l u m u m u z d a son zamanlarda köklü değişikler karşısındayız. Binlerce yıldır süregelen kölelik, son iki yüzyıl içinde, gezegen çapında y ü r ü t ü l e n devrim sonucu hemen t ü m ü y l e ortadan kalkmıştır. Binlerce yıldır erkeğin bir adım gerisinde j ' ü r ü y e n ve siyasi, ekonomik iktidar kapıları kapalı t u t u l a n kadınlar, en geri kalmış toplumlarda bile erkeklerle eşit d u r u m a geliyorlar. Çağ daş tarihimizde ilk kez b ü y ü k saldırı savaşları, saldırgan devletin yurttaşları t a r a f ı n d a n kınandığı için son bulmuştur. K ö r ü k ö r ü n e milliyetçilik ve anlamsız g u r u r duygularının gıdıklanarak galeyana getirilmesi şiddetim yitirdi. Hayat standardının y ü k selmesinden olacak, d ü n y a n ı n her yerinde çocuklara da daha iyi d a v r a m l ı y o r . Son yirmi, otuz yılda gezegen çapında değişimler, insan soyunun sürdürebilmesi yolunda gerçekleşmektedir. Hepimizin tek bir t ü r d e n geldiğimiz bilinci yerleşmeye başladı. İskenderiye K i t a p l ı ğ ı ' m n k u r u l u ş yıllarında yaşayan Tlıeofrastus, «Kutsal'ın karşısında batıl i n a n ç korkaklıktır,» diye yazmıştı. Atomların yıldızların göbeğinde üretildiği, her saniye binlerce güneşin varlığa kavuştuğu, yaşamın güneş ışığı ve şimşek Çakışıyla genç gezegenlerin sularında ve havasında kıvılcımlandığı, biyolojik evrim harcının Samanyolu'ndaki bir yıldızın patl a m a s ı n d a n üretildiği, bir galaksi k a d a r güzel bir varlığın yüz m i l y a r l a r c a kez şekil aldığı bir Evren'de yaşıyoruz. Kuasar'ların, k u a r k ' l a r m , k a r y a p r a k c ı k l a r m m ve ateşböceklerinin b u l u n d u ğ u ve k a r a deliklerin, başka evrenlerin, radyo mesajları şu a n d a y e r y ü z ü n e belki de g e l m e k t e olan yerküre-dışı uygarlıkların bulunabileceği b i r Kozmos'dayız. BaUl İnançların ve sahte bilim i n insan kişiliğinin ayrılmaz parçası olan bilimin yanında ne denli sönük kaldığı o r t a d a d ı r . Doğa'nm h e r y a n ı bize b ü y ü k bir gizi açığa vuruyor ve hayranlık d u y g u m u z u kamçılıyor. T h e o f r a s t u s haklıymış. Gerçek e v r e n d e n korkanlar, ne İduğü belirsiz bilgiyi tafrayla s a t m a y a kalkanlar, kolay edinilen batıl inançların konforuna sığınacaklardır. D ü n y a y l a göz göze g e l m e k t e n s e ondan gözünü kaçıranlardır b u n l a r . Oysa K o z m o s ' u n dokusunu ve yapısını keşfetme ce— 361 —


saretini gösterenler, kendi istek ve Önyargılarına u y g u n b u l m a salar bile en derin gizlerine inebileceklerdir. Yeryüzünde bilimle meşgul olan başka bir t ü r yoktur, i n sanın icat ettiği bir yoldur bilim ve doğal ayıklama sonucu insanoğlunun beyin k a b u ğ u n d a gelişmesinin bir tek basit nedeni vardır: Ç ü n k ü belli bir işleve sahiptir. Mükemmelîeşmiş değildir; bir araçtır sonuçta. Yanlış kullanılabilir. A m a şimdiye dek icat edilmiş eıı iyi araçtır: K e n d i kendini düzeltebilen, çalışan ve h e r konuya yatkın. İki kurala sahiptir. Birincisi: K u t s a l kabul ettiği gerçek y o k t u r . H e r öneri eleştirerek incelenmelidir. Tepeden inme, otoriter savlar değersizdir. İkincisi: Olaylarla b a ğ daştıramadığı h e r şeyi battal kılar. Kozmos'u olduğu gibi algılamaya çalışmalıyız. Olmasını istediğimiz şekliyle değil. Apaçık olan şey bazen sahte çıkabilir. B e k l e n m e y e n b i r sonuçsa k i m i zaman gerçek çıkabilir, ö n l e r i n d e k i s o r u n u n s ı n ı r l a n geniş olunca, insanlar aynı görüşleri, a m a ç l a n paylaşabilirler. K o z m o s ' u n incelenmesi ise sınırları çok geniş bir s o r u n d u r . Gezegen çapında k ü l t ü r gereksinimi dünyamızda yeni beliren bir gereksinimdir. Sözünü ettiğimiz k ü l t ü r , dörtbuçuk milyar yıldır açılan perdelerin ardından ve birkaç bin yıl süreyle e t r a f a b a k ı m p ebedi gerçekleri bulmuş olma küstahlığıyla d ü n y a sahnesine adım atıyor. F a k a t bizimki gibi çabuk değişen bir d ü n y a d a ebedi gerçekler reçetesi bir felaket reçetesi olabilir. Hiçbir devletin, hiçbir dinin, hiçbir ekonomik sistemin, hiçbir bilgi birikiminin h a y a t t a kalmamıza yetecek t ü m yanıtları v e r m e y e yeterli olabileceği samlmamalıdır. Şimdikilerden çok daha İyi işleyen birçok sosyal sistemler m u h a k k a k vardır. Bilimsel geleneğimize u y g u n olarak bize düşen görev bunları b u l u p ortaya ç ı k a r t m a k t ı r . Tarihimizde, b u n d a n Önce parlak bir bilimsel uygarlık u m u du yalnızca bir kez belirmişti. î y o n y a ' d a k i «uyamş»m kıvılcımladığı umudu s ü r d ü r e n l e r i n sonraki kalesi İ s k e n d e r i y e K i t a p l ı ğ ı y d ı . Bu kitaplıkta 2.000 yıl önce antik ç a ğ m en p a r l a k zihinleri matematik, fizik, biyoloji, astronomi, edebiyat, c o ğ r a f y a ve tıbbın sistemli Öğrenimine ilişkin temelleri atmışlardı. Biz h â l â —

362

-


Bu kitapta sözü edilen insanlar, makineler ve olaylara ait bir zaman çizelgesi. A n . tikîtera makinesi Eski Yunan'da geliştirilen astronomiye ait bir bilgisayardır. İskenderiyeli Heron b u h a r makinesiyle uğraşmıştı. Çizginin orta bölüaıüyse insanoğlu için kaybolan 1000 yılhk büyük boşluğu ifade ediyor.


o temeller üstüne bina kuımaktayız. Bu kitaplık, B ü y ü k İskender'in imparatorlıığundaki Mısır parselini devralan Y u n a n kralları Ptolemy'ler t a r a f ı n d a n k u r u l m u ş ve desteklenmişti. M.Ü. 3, yüzyılda k u r u l d u ğ u n d a n yedi yüz yıl sonra yok edilişine dek, eski dünyanın beyni ve kalbi İskenderiye Kitaplığı'ydı. İskenderiye yeryüzündeki kitap yayınının başkentiydi. Tabii, o zamanlar baskı makineleri yoktu. K i t a p pahalıydı. H e r b i r kitap elyazmasıydı. Kitaplık d ü n y a d a k i en iyi kitapların toplandığı merkez durumundaydı. Tevrat bize, İskenderiye Kitaplığı'nda yapılan Yunanca çeviriler kanalıyla gelmiştir. K r a l l a r d a n Ptolemy'ler servetlerinin b ü y ü k bir b ö l ü m ü n ü Y u n a n c a yayınlanmış her kitabın satın alınması için h a r c a d ı k t a n başka Afrika, İran, Hindistan, İsrail ve d ü n y a n ı n öteki ülkelerinden kitap almaya harcamışlardır. IH. P t o l e m y Euergetes, Sofokles'in, Euripıdes'in ve Eskhylos'un ünlü b ü y ü k t r a j e d i yapıtlarının asıllarını Atina'dan Ödünç almaya uğraşmıştı. Atinalılar için bu trajedilerin asılları b ü y ü k bir mirastı. Tıpkı S h a k e s p e a r e ' m oyunlarının yazılı asıllarının İngiltere için b ü y ü k bir miras oluşu gibi. Bu trajedilerin elyazmalarını Atina'dan dışarıya ç ı k a r m a k istememişlerdi. F a k a t Ptolemy b ü y ü k bir m i k t a r p a r a y ı depozito olarak verince, Atinalılar trajedilerin asıllarını Ödünç v e r m e y e razı oldular. Ne var ki, Ptolemy bu kâğıt tomarlarına altın ya da g ü m ü ş t e n daha çok değer veriyordu. Depozitonun y a n m a s ı n a razı oldu ve kitapların orijinallerini kitaplıkta alıkoyarak çerçeveletti. Buna içerleyen Atinalıların kızgınlığı ancak P t o l e m y ' n i n ezile büzüîe adı geçen yapıtların yazdırılmış kopyalarını v e r m e siyle birazcık yatıştı. Bir devletin bilgi u ğ r u n a böylesine çaba harcadığı çok enderdir. Ptolemy'ler yalmzca bilgi koleksiyoncuları değillerdi. Bilimsel araştırmayı da teşvik ve finanse e d e r e k y e n i bilgi ü r e t i m i n e olanak sağlarlardı. Bu girişimler çok iyi sonuçlar verdi. Eratostenes yerkürenin çevresini doğru olarak hesapladı, haritasını çizdi ve İspanya'dan batıya doğru sefere çıkılırsa Hindistan'a varılabileceği görüşünü s a v u n d u . H i p p a r k u s yıldızların varlığa ka—

364 -


v u ş t u ğ u , yüzyıllar boyunca y a v a ş t a n devindikleri ve sonunda ö l ü p g i t t i k l e r i g ö r ü ş ü n ü o r t a y a ilk a t a n kişiydi. Yıldızların k o n u m değ i ş t i r m e l e r i n i ve b ü y ü k l ü k l e r i n i bir liste olarak çıkaran ve değişiklikleri s a p t a y a n da o d u r . E u k l i d ' i n geometri k i t a b ı n d a n insanlık y i r m i üç y ü z y ı l d ı r y a r a r l a n d ı ; bu yapıt Kepler'in, Nr-wton'un ve Einsteİn'in bilimsel ilgisini u y a n d ı r m a işlevi de gördü. G a len'in y a r a l a r ı n k a p a n m a s ı ve a n a t o m i üzerine yazdıkları, Rön e s a n s d ö n e m i n e dek tıpta e g e m e n g ö r ü ş l e r olarak kabul edildi. D a h a önce belirttiğimiz gibi d a h a nice ö r n e k l e r sayılabilir. İ s k e n d e r i y e B a t ı d ü n y a s ı n ı n t a n ı k olduğu e n b ü y ü k k e n t t i . T ü m t o p l u m l a r d a n i n s a n l a r b u r a y a y a ş a m a y a , ticaret y a p m a y a , ö ğ r e n i m e gelirdi. H e r h a n g i b i r g ü n l i m a n ı n a bakılacak olsa, tüccarları, t u r i s t l e r i ve Öğrenime gelmiş hocaları g ö r m e k m ü m k ü n d ü . B u r a s ı Y u n a n l ı l a r ı n , Mısırlıların, A r a p l a r ı n , Suriyelilerin, Y a h u d i l e r i n , Perelerin, Finİkelilerin, N u b y a l ı l a r ı n , Gallerin ve î b e r y a h l a r m eşya v e f i k i r değiş tokuş e t t i k l e r i b i r merkezdi. Belk i b u r a d a kozmopolit sözcüğü gerçek a n l a m ı n a k a v u ş t u : Bir u l u s t a n değil, e v r e n d e n , K n z m o s ' t a n (*} gelen herkes, bir b a ş k a deyişle, «Evren ya da K o z m o s Yurttaşlığı» a n l a m ı n d a kullanılıyordu. Ç a ğ d a ş d ü n y a m ı z ı n t o h u m l a r ı b u r a d a atılmıştır. Bunların kök salıp filizlenmesi n e d e n d u r d u s o n r a d a n acaba? Niçin B a t ı b i n yıllık b i r k a r a n l ı k d ö n e m e g i r d i v e İ s k e n d e r i y e ' d e k i yapıtların keşfedilip ortaya çıkarılması Kristof Kolomb ve Kopernik d ö n e m i n e k a d a r gecikti? B u s o r u l a r a y a l ı n b i r yanıt v e r e m e m . F a k a t ş u n u söyleyebilirim : K i t a p l ı ğ ı n t a r i h i b o y u n c a ünlü bil i m a d a m l a r ı y l a ö ğ r e n c i l e r d e n h e r h a n g i birinin, toplumlarının siyasi, e k o n o m i k ve dinsel d ü ş ü n c e l e r i n e k a r ş ı çıktığına ilişkin tek b i r k a y d a r a s t l a n m ı y o r . Yıldızların varlığı v e b u varlığın s ü r e k liliği t a r t ı ş ı l ı y o r d u . O y s a köleliğin a d a l e t e u y g u n olup olmadığı

(*)

Kozmopolit sözcüğünü PÎaton'u eleştiren rasyonalist felsefe yanlısı Diyojen bulmuştu. —

365


tartışılmıyordu. Bilim ve ö ğ r e n i m genellikle çok b ü y ü k b i r m u t l u azınlığın ayrıcalığıydı. K e n t t e k i halkın çoğunluğu k i t a p l ı k t a k i buluşlar hakkında en k ü ç ü k b i r bilgiye sahip değildi. Y e n i b u luşlar açıklanmadığı ve h a l k a m a l e d i l m e d i ğ i için a r a ş t ı r m a ve b u l u ş l a r d a n halk pek az y a r a r l a n m ı ş o l u y o r d u . M a k i n e l e r ve buhar teknolojisindeki buluşlar, çoğunlukla silahların geliştirilmesinde uygulanıyor, b a t ı l i n a n ç l a r ı n d ü r t ü k l e n m e s i n d e v e kralların eğlendirilmesin de k u l l a n ı l ı y o r d u . Bilginler h i ç b i r z a m a n m a kinelerin g ü c ü n ü halkı Özgürlüğe (*) k a v u ş t u r m a açısından değerlendirmediler. A n t i k çağın bilimsel ç a l ı ş m a l a r ı n d a n , halkın yararlanabileceği p r a t i k b u l u ş l a r a e n d e r o l a r a k geçilmiştir. Bilim halk yığınlarının ilgisine s u n u l m a m ı ş t ı . D u r g u n l u ğ a , k ö t ü m serliğe ve mistisizmin en süfli b i ç i m l e r i n e karşı t e r a z i n i n öteki kefesini bastıracak bir çaba h a r c a n m a z d ı . Ve s o n u n d a h a l k g ü r u hu kitaplığı y a k m a y a geldiğinde, o n l a r ı d u r d u r a b i l e c e k k i m s e c i k yoktu. Kitaplıkta çalışan son bilgin bîr m a t e m a t i k ç i , a s t r o n o m , fizikçi ve neo-platonik felsefe okulu önderiydi. H e r h a n g i bir çağda bir insanın gösterebileceği en o l a ğ a n ü s t ü b a ş a r ı l a r ı k e n d i n de toplamış olan bu k a d ı n ı n Adı H y p a t i a ' y d ı . 370 yılında İ s k e n deriye'de doğmuştu. K a d ı n l a r ı n elinde çok az o l a n a k l a r ı n b u l u n duğu ve onlara eşya gözüyle bakıldığı b i r d ö n e m d e , H y p a t i a serbestçe v e geleneksel k u r a l l a r a aldırış e t m e d e n e r k e k ç e v r e l e r i n d e dolaşırdı. H e r b a k ı m d a n g ü z e l b i r k a d ı n m ı ş . P e ş i n d e n k o ş a n epey erkek olmasına karşın, e v l e n m e Önerilerini r e d d e t t i ğ i biliniyor. Hypatia d ö n e m i n i n İskenderiye'si a r t ı k e p e y d i r K o m a l ı -

(*)

Mısır'da tarlaların sulanmasında hâlâ kullanılan ve suyu kesmeye ya da salıvermeye yarayan bir burgu sistemini bulan Arşimet bile böyle bir düşünceyle hareket etmemiştir. İskenderiye'ye geldiği sırada su burgusunu icat eden Arşimet, bu tür buluşları bilimin erdem çizgisi altında kalan çalışmalardan sayardı. — 366 —


l a r m egemenliği altında kalmış bir kentti ve gerginlik içindeydi. Kölelik klasik uygarlığın canlılığını ç ü r ü t m ü ş t ü . Hıristiyan Kilisesi yeni doğmuştu; g ü c ü n ü kökleştirerek putperestliğin etkisini ve k ü l t ü r ü n ü silmeye çaba harcıyordu. Hypatia bu köklü sosyal güçlerin patlama noktası üzerindeki detantör rolündeydi. İskenderiye Başpiskoposu Cyril, H y p a t i a ' m n Romalı valiyle olan y a k ı n dostluğu, öğrenimin ve bilimin simgesi olması, bunun da kilise t a r a f ı n d a n putperestlikle eş görülmesi nedeniyle ondan nefret ediyordu. A m a H y p a t i a hayatının tehlikede olduğunu bile bile öğretime ve öğretilerini y a y ı n l a m a y a devam etti. 415 yılında bir gün işe giderken Başpiskopos Cyril'in müritleri t a r a f ı n d a n yolda kıstırıldı. Atlı a r a b a d a n indirildi, elbiseleri yırtıldı ve katiller ellerindeki deniz kabuklarıyla H y p a t i a ' m n etlerini kemiklerinden kazıdılar. Kalıntısı yakıldı, eserleri yok edildi ve adı u n u t u l d u . Cyril'e ise azizlik payesi verildi. İskenderiye K i t a p l ı ğ ı ' n m şan ve şerefli varlığı anıların loşluğuna karışmıştır. H y p a t h i a ' n m öldürülmesinden sonra kitaplığın son kalıntıları yok edildi. Bu olayla t ü m uygarlık sanki kendine b i r beyin ameliyatını reva görmüş ve bu ameliyat sonucu olarak belleğinin, keşif ve icatlarının, düşünce ve ihtiraslarının b ü y ü k bir bölümü silinip gitmişti. K a y ı p b ü y ü k t ü . Hem de hes a p l a n a m a y a c a k ölçüde b ü y ü k t ü . Yakılıp yıkılan yapıtların bazılarının ancak bölük pörçük başlıklarını biliyoruz bugün. Çoğununsa başlığım bile bilemiyoruz. Yazarının adını da. Sofokles'in K i t a p l ı k t a k i 123 y a p ı t ı n d a n yalnızca yedisinin geriye kaldığını biliyoruz. Eskhylos'la Euripides'ln yapıtları için de d u r u m aynıdır. K a y b ı n önemini b e l i r t m e k için şöyle diyelim; Tutun ki, Shakespeare'in yalnızca Coriolanus ve Kış Masalları geriye kalmış olsun ve Hamlet, Macbeth, Romeo ve Jüliet, K r a l Lear gibi yapıtlarının a d l a r ı n d a n b a ş k a bir şey g ü n ü m ü z e kalmamış olsun. O görkemli kitaplıktan b u g ü n e tek bir kâğıt tomarı derli toplu olarak kalmamıştır. G ü n ü m ü z İskenderiye'sinde, İskenderiye K i t a p l ı ğ ı ' m n değerini ya da varolmuşluğunu bilen pek az kişiye rastlayabilirsiniz. Aynı biçimde, İskenderiye Kitaplığı'ndan — 367


öncesinin binlerce yıllık b ü y ü k Mısır u y g a r l ı ğ ı n ı bilen, değerini a n l a y a n ela azdır. G ü n ü m ü z ü n daha yeni olguları, başka k ü l t ü r e l b u y r u l t u l a r eskilerin yerini almış b u l u n u y o r . B ü t ü n d ü n y a d a d a aynı d u r u m sözkonusudur. Geçmişle olan b a ğ l a r ı m ı z çok zayıf ve ince. Oysa h e m e n oracıkla birçok uygarlığın kalıntıları bize geçmişi anlatıyor: F i r a v u n l a r ı n bilmece gibi d u r a n s f e n k s l e r i ; az ötede bir eyalet d a l k a v u ğ u n u n R o m a İ m p a r a t o r u D i o k î e t i a n u s için, belki de İ s k e n d e r i y e h a l k ı n ı n t ü m ü n ü n a ç l ı k t a n ölmesine izin vermeyişİ o n u r u n a y ü k s e l t t i ğ i b i r h e y k e l ; b i r H ı r i s t i y a n Kilisesi; birçok m i n a r e ve çağdaş sanayi u y g a r l ı ğ ı n ı n işaret taşları; A p a r t m a n l a r , otomobiller, t r a m v a y l a r , g e c e k o n d u semtleri, televizyon kulesi. Çağdaş d ü n y a m ı z ı n ipleriyle kablolarını b i r b i r i n e •Ören geçmişten gelmiş m i l y o n l a r c a b a ğ l a n t ı v a r d ı r . Bugünkü başarılarımız, bizden önce gelip g e ç m i ş 40.000 inS-- : nesline d a y a n ı r . î k i d e b i r eski b i r u y g a r l ı k k e ş f e d i y o r u z . Geçmişimizi ne denli az biliyoruz! H a y r e t edilecek b i r d u r u m . Yazıtlar, papiruslar, k i t a p l a r insan t ü r ü n ü n s e r ü v e n i n i bir zaman örgüsü içir.de s u n u y o r l a r bize; k a r d e ş l e r i m i z d e n , a t a l a r ı mızdan bazılarının seslerini d u y m a m ı z a o l a n a k t a n ı y o r l a r . O n l a rın da ne denli bize benzediklerini ö ğ r e n i n c e d u y d u ğ u m u z sevince paha biçilemez. Eu kitapta adları k a y b o l m a m ı ş a t a l a r ı m ı z ı n bazıları üzerinde d u r d u k : D e m o k r i t u s , A r i s t a r k u s , H y p a t i a , L e o n a r d o , K e p ler, N e w t o n , H u y g e n s , Champollion, H u m a s o n , G o d d a r d , Einstein. B ü t ü n b u isimler B a t ı k ü l t ü r ü d ü n y a s ı n a ait, ç ü n k ü gezegenimizde d o ğ m a k t a olan bilimsel u y g a r l ı k t a ağırlık Batı k ü l t ü r ü n d e d i r . F a k a t her k ü l t ü r -Çin, H i n d i s t a n , Batı A f r i k a , O r t a A m e r i k a y e r y ü z ü t o p l u l u ğ u n a k a t k ı d a b u l u n m u ş v e t o h u m İşlevi gören d ü ş ü n ü r l e r e s a h i p o l m u ş t u r . İletişim a r a ç l a r ı teknolojisindeki b ü y ü k gelişmeler n e d e n i y l e g e z e g e n i m i z t e k b i r topl u l u k olma yolunda hızla d e r l e m e k t e d i r . A r a d a k i k ü l t ü r f a r k l a rını silip s ü p ü r m e d e n ya da k e n d i k e n d i m i z i m a h v e t m e d e n y e r k ü r e m i z d e b ü t ü n l e ş m e y i ( e n t e n g r a s y o n u ) b a ş a r a b i l i r s e k çok b ü y ü k bir adım a t m ı ş olacağız. —

380

-


B u g ü n İskenderiye K i t a p l ı ğ ı n ı n yanında biryerde başsız bir sfenks d u r u y o r . F i r a v u n H o r e m h e b döneminde, İskender'den b i n yıl k a d a r önce yapılmış bu sfenks. O aslansı vücudun oradan b i r göz atınca, çağdaş bir kısa dalga bağlantı kulesi görülüyor. Bu iki yapıt arasında, insan t ü r ü n ü n tarihi boyunca kesintisiz döşediği bir iplik uzanır. Sfenksle o kule arasında uzanan zaman kozm i k bir andır: B ü y ü k P a t l a m a d a n bu yana geçen yaklaşık on beş m i l y a r yıllık zamanın içinde b i r an, E v r e n i n o zamandan bu zam a n a gelişine ilişkin kayıtların h e m e n t ü m ü zaman rüzgârları t a r a f ı n d a n s a v r u l m u ş t u r . Kozmik e v r i m i n k a n ı t l a r ı iskenderiye Kitaplığı'ndaki papirüs t o m a r l a r ı n d a n daha kötü silinip süprülm ü ş t ü r . A m a yine de atalarımız ve bizim yolculuk yaptığımız, o dönemeçti yola, cesaret ve akıl sayesinde birazcık göz atabildik: B ü y ü k P a t l a m a n ı n çıkardığı m a d d e ve e n e r j i n i n yayılmasınd a n sonra bilemediğimiz çağlar boyunca Kozmos şekilsizdi. Ne galaksiler, ne gezegenler, ne h a y a t vardı. H e r taraf koyu, aşılam a z bir karanlığa g ö m ü l m ü ş t ü , hidrojen atomları da boşluktaydı. K â h orada, k â h b u r a d a giderek yoğunlaşan gaz birikintileri f a r k edilmeyecek biçimde yığılıyordu. Madde küreleri yoğunlaşıyor, y a ğ m u r biçimindeki hidrojen damlaları güneşlerden daha b ü y ü k kütleler o l u ş t u r u y o r d u . Bu gaz küreleri içinde m a d dede hazır bekleyen n ü k l e e r (çekirdeksel) ateş kıvılcımlandı. İlk yıldız nesli böylece doğmuş oluyordu Kozmos'u ışığa boğarak. O z a m a n l a r ışığı alacak gezegenler, göklerin parıltısını izleyecek canlı y a r a t ı k yoktu. Göğün derinliğindeki yıldızların fırınlarında n ü k l e e r e r i m e d e n ağır elementleri sağlayan, hidrojen küllerini y a k a n , gelecekteki gezegenlerle oradaki h a y a t şekillerinin atomik y a p ı h a r c ı m hazırlayan b i r ilm-i simya belirdi. Kocaman kütleli yıldızlar n ü k l e e r y a k ı t depolarını hemencecik tükettiler; b ü y ü k p a t l a m a n ı n etkisiyle, yapı harçlarının b ü y ü k bir bölümünü, bir z a m a n l a r yoğunlaşmasından oluştukları ince gaza d ö n ü ş t ü r d ü l e r . Yıldızlararası k a r a ç a m u r b u l u t l a r ı n d a birçok elementten yeni y a ğ m u r tanecikleri oluşuyordu. B u n l a r daha sonraki yıldız neî

— 369 — *

Kozmos : F. 21,


si İleriydi. Çevrelerinde daha küçük y a ğ m u r tanecikleri oluştu. Bunlar nükleer ateşi kıvılcımlaııdıramayacak kadar k ü ç ü k cisimlerdi. Yıldızlararası sistemdeki bu damlacıklar gezegen olma yolundaydılar. Bunlar arasında taştan ve demirden yapılmış bir küçücük dünya da vardı, adına y e r y ü z ü dediğimiz gezegenin ilk haliydi bu. Yerküre pıhtılaşıp ısınırken içinde kasılıp kalmış m e t a n , amonyak, su ve hidrojen gazlarım salıverdi. Böylece ilkel atmosferle ilk okyanuslar oluştu. Güneşten gelen yıldız ışığı ilkel y e r k ü r e y i aydınlığa boğdu ve ısıttı. F ı r t ı n a l a r şimşek ve yıldırımlara yol açtı. Volkanlar lav p ü s k ü r t t ü l e r . Bu süreçler ilkel atmosferlerin molekül zincirlerini kırdı. B u n d a n çıkan parçalar birleşip daha karmaşık biçimler alarak y e r k ü r e y e y e n i d e n düştüler ve okyanuslarda eridiler. Bir süre sonra denizler sıcak bir bulamacı andırıyordu. Killerin üzerinde moleküller örgütlendi ve karmaşık kimyasal tepkimeler belirdi. Ve bir gün, b u l a m a ç t a k i moleküller arasından bir tanesi çıkıp t ü m ü y l e rastlantı sonucu kendi kopyalarını üretebilmeye başladı. Z a m a n l a kendi kopyalar ı m tekrarlayabilen daha karmaşık moleküller belirdi. D a h a sonra kendi kopyalarını y a p m a y ı doğal ayıklama k a l b u r u n d a n geçebilen moleküller başardılar. Kopyalarını d a h a iyi t e k r a r l a y a b i lenler daha çok ürediler. Ve böylece İlkel okyanus bulamacı giderek koyuluğunu yitirdi. K e n d i kopyalarını t e k r a r l a y a n organik moleküllerin yoğunlaşması sonucu bulamacın harcanmasıyla oky a n u s ç a m u r u inceldı. Aşamalı olarak ve f a r k ı n a v a r ı l m a d a n hayat başlamıştı. Tek hücreli bitkiler gelişmiş, h a y a t kendi besin k a y n a ğ ı n ı yaratmıştı. Fotosentez atmosferi değişikliğe u ğ r a t ı y o r d u . Cinsel ilişki doğdu. Bir zamanlar serbestçe y a ş a y a n h a y a t şekilleri özel işlevli karmaşık hücreler o l u ş t u r m a k üzere birleştiler. Tat ve koku algılayıcı sinirler gelişti. Kozmos a r t ı k tadı ve kokuyu biliyordu. Bir zamanlar tek hücreli olan organizmalar çok h ü c r e topluluklarına dönüşerek çeşitli y e r l e r i n d e özel organ sistemleri geliştirdiler. Göz ve kulak belirdi. Şimdi artık Kozmos görebi— 370 —

i


liyor ve duyabiliyordu. Bitkiler ve hayvanlar toprağın h a y a t kaynağı olduğunu keşfettiler. Organizmalar vızırdamaya, s ü r ü n meye, paytak p a y t a k y ü r ü m e y e , kaymaya, kanat çırpmaya, tırm a n m a y a ve y ü k s e l m e y e koyuldular. O r m a n l a r d a dev gibi hayvanlar k ü k r e m e y e başladı. Denİzkabuğu içinde bekleyeceğine, d ü n y a y a doğrudan doğruya göz açan ve damarlarında okyanuslardaki gibi bir sıvı dolaşan k ü ç ü k yaratıklar belirdi. B u n l a r hızlı h a r e k e t edebilmeleri ve açıkgözlülükleriyle hayatta kalabildiler. Derken, ağaçlarda y a ş a y a n bazı küçük hayvancıklar aşağı sıçradılar. Ayakları üzerinde d u r m a y ı becerdiler ve areç gereç k u l l a n m a y ı öğrendiler, başka hayvanları ehlileştirdiler. H a y v a n larla birlikte bitkileri ve ateşi ehlileştirdiler ve konuşma dilini icat ettiler. Yıldızlardaki külü hazırlayan ilm-i simya şimdi a r t ı k bilinçlerine işliyordu. Son s ü r a t bir girişimle yazıyı icat ettiler, kentler k u r m a y ı akıl ettiler, sanata ve bilime yöneldiler. Vo gezegenlerle yıldızlara uzay araçları fırlattılar. Bunlar on beş mily a r yıllık kozmik evrim süresinde hidrojen atomlarının yapabileceği şeylerden bazıları,,. Bu söylediklerimizde destansı bir mitoloji havası var. Doğrudur. Aslında, g ü n ü m ü z bilimi t a r a f ı n d a n açıklandığı şekliyle b i r kozmik e v r i m i n anlatısı sözkonusudur. Elde edilmesi zor yar a t ı k l a r ı z ve aynı z a m a n d a kendimize karşı tehlike de yaratırız. F a k a t kozmik e v r i m l e ilgili olarak yapılan her hesap şunu açıkça ortaya koyuyor ki, y e r y ü z ü n ü n t ü m yaratıkları, galaksi hidr o j e n i n i n en son ü r ü n l e r i olan y a r a t ı k l a r y a b a n a atılacak şeyler değillerdir. Maddenin gezegenîmizdeki k a d a r h a y r e t verici mütasyonlara uğradığı başka yerler de bulunabilir. Bu yüzden göklerden bir ses d u y a b i l m e k için can kulağıyla dinlemeye koyulmuşuz. Öyle g a r i p k a v r a m l a r l a yetiştirilmişiz ki, bizden birazcık değişik bir kişi ya da toplumla karşılaşınca, onların bize y a b a n cılığı nedeniyle güvensizlik d u y u y o r u z ya da nefret ediyoruz. Oysa h e r bir uygarlığın anıtları ve k ü l t ü r ü , insan olmanın değişik biçimde a n l a t ı m ı n d a n başka bir şey değildir. Yerküre-dışı bir zi—

371 -


yaretçi çeşitli insanlar ve toplumları arasındaki farklara göz attığında, aramızdaki benzerlikleri farklardan daha çok bulacaktır. K o z m o s u akıllı y a ı a u k l a r dolduruyor olabilir. F a k a t Darwİn'în öğretisi açıktır: Başka bir y e r d e insana rastlayamazsınız. Yalnızca gezegenimizde vardır insan. Bu küçücük gezegenimizde. Nadir f a k a t tehlikeli bir türüz. Kozmik perspektifte, her birimiz çok değerliyi?,. E ğ s r bir insanın sizinle aynı fikri paylaşmadığıj fark ederseniz, aldırmayın, bırakımz bu gezegende y a ş a m a y a devam- irsi. . L a u ı m a y ı n , yüz milyar galakside bir insan daha bulamazsınız. insanlık tarihine, giderek daha genişleyen bir ailenin bireyler: oı..uğumuz inancının yava^;.:n içimizde uyanış süreci gözüyle bakabiliriz. İlk zem anlar yalnızca kendimize ve çok y a k ı n akrabalardan oluşan yakınlarımı ^ ay d ı sadakatimiz. Sonradan göçebe aveı gruplarına, ardından kabilelere, k ü ç ü k yerleşim örgütler:. o derken devlet - kentlere ve devletlere sadakat gösterdik. Sevdiklerimizin çemberleri genişledi. Şimdi s ü p e r devletler dediğimiz, değişik etnik g ı u p l a r ve k ü l t ü r o r t a m l a r ı n d a n gelme devletlerin bir bakıma birlikte çalıştıklarını görüyoruz. Bu, hiç kuşkusuz İnsancıllaşma ve insanda yeni bir kişilik geliştirme deney.midir. Eğer h a y a t t a kalmak istiyorsak, sadakat çemberimiz daha da genişlemeli, t ü m insanlığı içine alacak, y e r k ü r e gezegenini kapsayacak biçimde olmalı. Devletleri yönetenlerin çoğu bu düşünceden hoşlanmayacaklardır. İ k t i d a r kaybına uğramaktan korkacaklardır. İ h a n e t ve sadakatsizlik sözcüklerini bir hayli işiteceğiz demektir. Zengin devletler zenginliklerini yoksul devletlerle paylaşmak zorunda kalacaklardır. F a k a t önümüzdeki seçenek, H.G. IVeils'in bir z a m a n l a r değişik biçimde söylediği üzere açıktır : Evren ya da hiç. Birkaç milyon yıl Önce insan diye bir varlık yoktu. Bir milyon yıl sonra gezegenimizde insan olacağını kim bilebilir? Gezegenimizin 46 milyar yıllık tarihinde y e r k ü r e m i z dışına hiçbir şey gönderilmemişti. Oysa şimdi içinde insan olmasa da k ü ç ü cük uzay araçları keşif amacıyla y e r k ü r e m i z d e n ayrılıp g ü n e ş —

372

-


sisteminde bir güzel dolaşıyorlar. Yirmi dünyanın ön keşfini tamamladık. B u n l a r arasında çıplak gözle görülebilen t ü m gezegenler, atalarımızın düşünce ve hayretlerini harekete geçiren o dönmedolaptaki gök ışıklarının t ü m ü bulunuyor. Eğer varlığımızı sürdürebilirsek bunu iki şeye borçlu olacağız: Birincisi, teknolojik erginliğimizin bu tehlikeli dönemini kendimizi mahv e t m e d e n atlattığımız içindir; ikincisi de bu dönemi yıldızlara geziler başlatmak için kullandığımızdan ö t ü r ü d ü r . Seçenek çırılçıplak karşımızda d u r a r a k anlamlı anlamlı gülüyor bize. Gezegenlerde s o n d a j y a p m a k üzere gönderilen aynı roket fırlatıcılan, başka ülkelere nükleer başlıklar fırlatmak için de hazır d u r u m d a bekliyorlar. Viking ve Voyager uzay araçlarının e n e r j i kaynakları olan radyoaktif güç santralleri, nükleer silah y a p ı m ı n d a y a r a r l a n ı l a n teknolojiye dayanıyor. Balistik füzeleri nişanlamaya, yöneltmeye ve bizi saldırıya karşı korumaya yar a y a n radyo ve r a d a r tekniği, aynı zamanda gezegenlere fırlatılan u z a y araçlarını dinlemek, onlara k o m u t vermek ve başka yıldız y a k ı n l a r ı n d a k i u y g a r l ı k l a r d a n gelebilecek sinyalleri dinlemek için kullanılan tekniktir. Eğer bu teknolojileri yeryüzünden kendimizi silip s ü p ü r m e k için kullanırsak, gezegenlere ve yıldızlara ulaşma girişimlerinde bulimamayız. B u n u n tersi de olabilir, Eğer gezegenlere ve yıldızlara yolculukları sürdürürsek, şovenizmimiz temellerinden daha da sarsılacak. K o z m i k perspektif içinde b a k m a y a alışacağız. Başka d ü n y a l a r a ve yıldızlara çıktığımız yolculuklardaki keşiflerin t ü m y e r k ü r e d e k i insanlar adına yapılabileceğini kabulleneceğiz. E n e r j i m i z i ölüme değil, yaşama a d a n m ı ş bir girişime yatıracağız; y e r k ü r e m i z i ve üzerindeki insanları a n l a m a y ı derinleştirerek başka yerde hayat araştırmasına girişeceğiz. Uzayın keşfi -araçlarda insan bulunsun ya da b u l u n m a s ı n - savaşın gerektirdiği aynı teknolojik ve örgütsel becerileri g e r e k t i r d i k t e n başka, yine savaştaki gibi cesarete ve yiğitliğe y e r verir. N ü k l e e r savaş p a t l a m a d a n önce gerçek bir silahsızlanmaya gidilirse, uzayın keşfi b ü y ü k devletlerin askeri sanayi k u r u l u ş l a r ı n ı uzun süreli olumlu bir girişim işin biraraya —

373 -


getirebilir. S a v a ş hazırlıkları için y a p ı l a n y a t ı r ı m l a r , K o z m o s ' u n keşfi a m a c ı n a oldukça kolay b i ç i m d e yönelt ilebilir. Gezegenlerin keşfi p r o g r a m ı fazla b i r h a r c a m a y ı g e r e k t i r mez. S o v y e t l e r Birliği'nin uzay bilim ve teknolojisi için h a r c a dığı para A B D ' n i n h a r c a d ı ğ ı n ı n b i r k a ç k a t ı d ı r . Bu p a r a l a r ı n toplamı, iki ya da uç n ü k l e e r denizaltı maliyetine eşittir. Ya da y a pımına yeni girişilen b i r silah sistemi için h e r yıl a y r ı l a n maliyet artışı p a r a s ı n a eştir. 1979 y ı l ı n ı n son üç ayında F / A - 18 uçakları y a p ı m p r o j e s i n i n maliyeti 5,1 m i l y a r Dolar a r t a r k e n , F - 1 6 tipi uçakların m a l i y e t artışı 3.4 m i l y a r Doları b u l m u ş t u r . 1970 1973 yılları a r a s ı n d a ABD'nin ulusal siyaset u y g u l a m a s ı olarak Kamboçya'yı b o m b a l a m a k için h a r c a d ı ğ ı p a r a t u t a r ı olan 7 milyar Dolar. B. A m e r i k a ' y l a S o v y e t l e r B i r l i ğ i ' n i n içinde i n s a n b u l u n m a y a n uzay araçlı k e ş i f l e r için şimdiye dek h a r c a d ı k l a r ı n d a n fazladır Viking'in Mars g e z e g e n i n e ya ela V o y a g e r ' i n dış g ü n e ş sistemine g ö n d e r i l m e s i n e h a r c a n a n para, S o v y e t l e r Birliği'nin 1979 - 80'dekİ A f g a n i s t a n işgaline h a r c a d ı ğ ı p a r a d a n azdır. T e k n i k personel kullanımı ve y ü k s e k teknoloji ü r e t i m i s a ğ l a d ı ğ ı için u?ay::ı k e ş f i n e yatırılan p a r a n ı n e k o n o m i k verimliliği y ü k s e k t i r . Yapılan bir a r a ş t ı r m a d a n a n l a ş ı l d ı ğ ı n a göre, Öteki g e z e g e n l e r e yatırılan her Dolar'ın ulusal e k o n o m i y e 7 Dolar'lık k a t k ı s ı oluyor. B u n a r a ğ m e n , k a y n a k y e t e r s i z l i ğ i n d e n ö t ü r ü ertelenmiş Önemli ve aslında pekala u y g u l a n a b i l i r g i r i ş i m l e r s ö z k o n u s u d u r . E r t e l e n m i ş projeler a r a s ı n d a M a r s ' ı n y ü z e y i n d e b i r r o v e r ( u z a y cipi) dolaştırmak, kornetle r a n d e v u l a ş m a k , T i t a n ' a k o n m a ve uzaydaki öteki u y g a r l ı k l a r d a n r a d y o sinyalleri a l m a k gibi tasar ı m l a r yer alıyor. Ay'ın yüzeyinde sürekli ü s l e r b u l u n d u r m a k y a d a Mars'a insan f ı r l a t m a k gibi b ü y ü k uzay girişimleri y a k ı n b i r g e l e c e k te gerçekleştirilemez. Meğer ki, n ü k l e e r ve «klasik» s i l a h l a r a l a nında s i l a h l a n m a y a doğru b ü y ü k a d ı m l a r atıla. Öyle olsa bile, yeryüzünde yine de bu p a r a n ı n h a r c a n m a s ı n ı g e r e k t i r e n ivedi ihtiyaçlar vardır. F a k a t şuna kesinlikle İ n a n ı y o r u m ki, kendi kendimizi m a h v e t m e becerisini göstermezsek, s ö z ü n ü e t t i ğ i m i z —

374 -


girişimleri er ya da geç gerçekleştirebileceğiz, D u r a ğ a n (statik) b i r toplum d ü ş ü n m e k olanaksızdır. Kozmos'u keşiften birazcık y ü z çevirmek bile birçok kuşakta kendini gösterecek gerilemeye yol açar. B u n a karşılık, yerküremizin az ötesindeki serüvenlere bir nebze katılışımız -Kristof Kolomb'un deyimiyle «Yıldız Ser ü v e n i n e katılmak-, gelecek insan kuşaklarında Kozmos'un keşfinde payı b u l u n m a coşkusu yaratacaktır. 3,6 milyon yıl Önce şimdi Tanzanya'nın kuzeyi olan bölgede b i r y a n a r d a ğ ı n püs k ü r düğü kül bulutları çevredeki savanlara yayıldı, 1979 yılında paleoantropolog M a r y L e a k e y o küller arasında a y a k izlerine rastladı. İlkel dönem insansılarından birinin a y a k izi olduğuna inanan M a r y Leakey'e göre, yeryüzündeki t ü m insanların atası olabilir bu. Ve 380.000 kilometre ötede İnsanların bir iyimserlik anında S ü k û n e t Denizi adım verdikleri k u r a k bir d ü z l ü k t e bir a y a k izi d a h a d u r u y o r . Bu, gezegenimizden başka b i r d ü n y a y a ayak basan ilk İnsanın ayak izidir. 3,6 milyon y d da epey ilerlemişiz. H a t t a 4,6 milyar yılda. H a t t a hatta 15 m i l y a r yılda. Kendisi konusunda bilinçlenmeye başlayan bir Kozmos'un bölgesel temsilcileriyiz. Kökenlerimizi araştırabilmeye başlamışız : H a r c ı n d a yıldız b u l u n d u r a n l a r yıldızlar hakkında k a f a yor u y o r ; on m i l y a r m i l y a r m i l y a r a t o m u n Örgütlenmiş toplulukları a t o m l a r ı n e v r i m i n i inceliyor; en azından bizim diyarda beliren bilincin b u r a l a r a gelinceye dek geçtiği uzunca yolu s a p t a m a y a çalışıyor. Bizim sadakatimiz türlere ve gezegenedir. Biz y e r k ü remiz a d m a konuşuyoruz. Varlığımızı s ü r d ü r m e y ü k ü m l ü l ü ğ ü .mtizse, yalnızca kendimize karşı değil, aynı zamanda Kozmos'a karşıdır da. Yaşımı kaynağımız olan o eski ve engin Kozmos'a...

— 375 —


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.