EPISODE MAGAZINE No:51 November

Page 1

AYLIK DIZI KÜLTÜRÜ DERGISI___SAYI: 51___KASIM 2023

OSMAN SONANT Prime Video’nun yeni filmi Bihter’in Adnan Bey’i kesinlikle çok samimi…


5 Dec 2023 | The ATF Leaders Dialogue 6 – 8 Dec 2023 | Market & Conference MARINA BAY SANDS, SINGAPORE

Asia’s Leading Entertainment Content Market & Conference REGISTER NOW www.asiatvforum.com

Produced by:

ln the business of building businesses

An Event of:

Hosted by:

Held in:

Supported by:


EDITÖRDEN // OBEN BUDAK Ekim çok uzun gelmedi mi size de? Tüm coşkumuzla 29 Ekim’i kutladıktan sonra bitmeliydi aslında ama devam etti gördüğünüz gibi. Neyse ki kasım ayına ulaştık. Acelen ne derseniz, şu sevimsiz kış mevsimini bir an önce atlatıp bahara kavuşmak derdindeyim. İyi ki diziler, filmler var yoksa bu bu gri mevsim hiç çekilmiyor.

GENEL YAYIN YÖNETMENİ OBEN BUDAK oben@episodedergi.com YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ ENGIN INAN engin@episodedergi.com YAZI İŞLERİ ORÇUN ONAT DEMIRÖZ orcun@episodedergi.com YOLDAŞ ÖZDEMİR yoldas@mylosyayingrubu.com EDITÖRLER HÜMAY ONGAN, ONUR BAYRAKÇEKEN, SEVTAP TUZCU, YAĞMUR ÇÖL, YASEMİN ŞEFİK GÖRSEL YÖNETMEN CANSU ÖZCÖMERT cansu@mylosyayingrubu.com KAPAK FOTOĞRAFI FIRAT MERIÇ REKLAM VE PROJE: YOLDAŞ ÖZDEMIR yoldas@mylosyayingrubu.com MYLOS YAYIN GRUBU YAYINCILIK DANIŞMANLIK HIZMETLERI LTD. ŞTI. Adına Sorumlu Yazı işleri Müdürü ve İmtiyaz Sahibi: ÖZLEM ÖZDEMIR KASIM 2023 - SAYI: 51 AYLIK SÜRELI YAYIN ADRES: Caferağa Mah. Dr. Şakirpaşa Sok. NO: 3/A Kadıköy - İstanbul TEL: 0543 345 46 00 Episode’ da yayımlanan tüm yazı, çizim ve karakterlerin yayın hakları saklıdır. Yayınevi, yazar ve çizerin izni olmaksızın hiçbir yazılı, basılı ve görsel yayın organı ve sanal ortamlarda kullanılmaz.

Yılı kapatmaya yakın, merak edilen işlerden biri Bihter yayına giriyor. Biz de Adnan Bey’e getirdiği yorumu merak ettiğimiz Osman Sonant ile bir çekim gerçekleştirdik. Halid Ziya Uşaklıgil’in ölümsüz eserinin ne kadar zamansız olduğunu göreceğimiz film, bizi eski İstanbul’a götürmesi açısında da değerli. Röportaj sorularını Engin İnan ile hazırladığımız fotoğraf çekimleri bir hayli ilgi çekici oldu. Osman Sonant ile tanışmak ayrı keyifti doğrusu. Eğip bükmeden, lafı dolaştırmadan konuşanların hastasıyız. Tabii bu durumun işine saygı duymakla büyük alakası var. Yıllardır dizileri ve sinema filmleri haricinde hiçbir haberde rastlamadık ona. Nedenini röportajı yaparken gayet iyi anladım. Röportajda birçok kez sözü geçen Firdevs yani Hande Ataizi’ye de bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Bu sayının önemli röportajlarından bir diğeri, filmlerinde Türkiye siyasi tarihine sıkça yer veren Özcan Alper oldu. Hümay Ongan’ın konuştuğu Alper, filmlerin dünyayı değiştirme etkisini anlatmış. Yasemin Şefik, Güldür Güldür’ün hüzünlü yapımcısı Elif Yakarçelik ve dizi müziklerinin önemli ismi Saki Çimen ile konuştu. Sezonun en popüler işlerinden Ömer’de Emine karakterini canlandıran Çağla Naz Kargı ile Dönence dizisinin ardından 1923 müzikalinde de yer alan Ülkü Hilal Çiftçi de Episode’un konukları arasında. Ben de son dönemdeki favori dizilerimden biri The Wheel of Time’ın yönetmeni Sanaa Hamri ve yapımcıları Holger Reibiger, Marigo Kehoe ile konuştuğum için ayrıca mutluyum. Prime Video’nun yeni bilimkurgu harikası Gen Z de Orçun Onat’ın kaleminden dergimizde. The Boys evreninin yeni süperleriyle tanışmak için iyi fırsat doğrusu. Bu sayıda Jane Austen kitaplarından uyarlanan filmleri yazan Su Karacan ve Son Akşam Yemeği’ni yorumlayan Mert Şuşut da Episode’daki yerini alıyor. Mert ve Zeynep Gürer’in inceleme yazısı “Dijital Platformlarda Kadın Kahramanların Yükselişi” başlıklı yazı da hayli enteresan gerçeklerden bahsediyor. Ayşegül Gündoğdu, gizem gerilim dizisi Sarmaşık Zamanı; Devrim Toyran, Bambaşka Biri; Zeynep Gönenli ise Masterchef AllStar incelemeleriyle karşınızda. Bir sonraki sayımızın heyecanı içinde yazımı kapatıyorum. İyi seyirler…


51.

KASIM - 2023

KISA KISA: EKRAN

04

RÖPORTAJ: SANAA HAMRI & HOLGER REIBIGER & MARIGO KEHOE

06

SON AKŞAM YEMEĞİ: BİLDİĞİNİZ TÜM CUMHURİYET FİLMLERİNİ UNUTUN – MERT ŞUŞUT

10

KISA KISA: VİZYON

14

RÖPORTAJ: ÇAĞLA NAZ KARGI

16

ÇARPICI BİR GİZEM-GERİLİM HİKÂYESİ: SARMAŞIK ZAMANI – AYŞEGÜL GÜNDOĞDU

22

GEN V: THE BOYS EVRENİNİN YENİ SÜPERLERİ, X-MEN'İN ÖNEMİ VE NEOLİBERALİZM İLE POPÜLER KÜLTÜRE ATILAN FAÇA – ORÇUN ONAT DEMİRÖZ

24

RÖPORTAJ: KATHLEEN FINCH

28

JANE AUSTEN KİTAPLARINDAN UYARLANAN FİLMLER – SU KARACAN

30

KAPAK KONUĞU: OSMAN SONANT

34

İKİLİK KİNİNİ İÇİMDEN ATIP, ÖZDE BEN BİR İNSAN OLMAYA GELDİM: BAMBAŞKA BİRİ – DEVRİM TOYRAN

50

KURU OTLAR ÜSTÜNE: NURİ BİLGE CEYLAN SİNEMASI, DOSTOYEVSKİ MESELESİ VE ZAMAN-MEKÂN BAĞLAMINDA İNSAN – ORÇUN ONAT DEMİRÖZ

52

RÖPORTAJ: ÖZCAN ALPER

56

TOTALY KILLER – OBEN BUDAK

62

DİJİTAL PLATFORMLARDA KADIN KAHRAMANLARIN YÜKSELİŞİ – ZEYNEP GÜRER & MERT GÜRER

66

RÖPORTAJ: SAKİ ÇİMEN

68

KISA KISA: SAHNE

74

RÖPORTAJ: ÜLKÜ HİLAL ÇİFTÇİ

76

MASTERCHEF ALL STAR KÜSKÜNLERİ, BİRLEŞİN - ZEYNEP GÖNENLİ

80

SIRADAKİ ŞARKI SANA GELSİN – YASEMİN ŞEFİK

82

RÖPORTAJ: ELİF YAKARÇELİK

84

10

34

68

76 16 56


TEX, YENİ MACERALARIYLA MYLOS KİTAP’TA...

mylosyayingrubu.com

/MylosKitap

/MylosKitap

/myloskitap


kısa kısa

s EKRAN

l

TERZI (NETFLIX)

İlk iki sezonu büyük kitlelerce takip edilen Terzi’nin üçüncü sezonu yayında. Dizinin oyuncu kadrosunda Çağatay Ulusoy, Salih Bademci ve Şifanur Gül’ün yanı sıra Olgun Şimşek, Berrak Tüzünataç ve Evrim Alasya gibi usta oyuncular da yer alıyor. Terzi, üçüncü sezonuyla 3 Kasım’da Netflix’te.

A MURDER AT THE END OF THE WORLD (DISNEY+)

Başrollerini Emma Corrin ve Clive Owen’ın paylaştığı A Murder at the End of the World için geri sayım başladı. Yedi bölümden oluşacak bu mini dizi, amatör dedektif Darby (Emma Corrin) ve teknoloji meraklısı genç bir kadının hikâyesini konu ediniyor. Darby’nin içinde bulunduğu sekiz kişilik bir ekip, bir milyarderin (Clive Owen) ıssız evinde inzivaya davet edilir. Konuklardan birinin ölü bulunmasının ardından Darby, bunun bir cinayet olduğunu kanıtlamak zorunda kalır. A Murder at the End of the World, ilk iki bölümüyle 14 Kasım’da Disney+’da.

THE CROWN (NETFLIX)

Netflix’in en popüler projelerinden olan The Crown, final sezonuyla geri dönüyor. Prenses Diana rolünde Elizabeth Debicki, Prens Charles rolünde Dominic West yer alırken Kraliçe Elizabeth ise Imelda Staunton tarafından canlandırılacak. The Crown, final sezonuyla 16 Kasım’da Netflix’te.

k


l

INVINCIBLE (PRIME VIDEO)

Robert Kirkman’ın aynı isimli çizgi romanından uyarlanan Invincible, 2021 yılında Prime Video’da en çok izlenen dizilerden oldu. Onmi-Man’in oğlu Mark Grayson’ın süper güçlerine kavuşarak kahraman olma yolculuğu takip eden anime Invincible’ın ikinci sezonu 3 Kasım’da Prime Video’da.

FOR ALL MANKIND (APPLETV+)

Ronald D. Moore, Ben Nedivi ve Matt Wolpert tarafından yaratılan AppleTV+ Orijinal dizisi For All Mankind’ın dördüncü sezonu için geri sayım başladı. Dördüncü sezonun hikâyesine ilişkin resmi bir açıklama yapılmadı. Her sezonunda farklı bir dönemi işleyen dizinin yeni sezonunun 2000’lerde geçeceği düşünülüyor. For All Mankind, 10 Kasım’da yayında.

FARGO

Coen kardeşlerin aynı isimli 1996 yapımı filminden esinlenerek yaratılan Fargo, son on yılın en başarılı dizilerinden biri olarak kabul ediliyor. Elli beş Emmy adaylığı ve altı ödülü bulunan Fargo’nun beşinci sezonu uzun bir bekleyişin ardından sonunda geliyor. Bu sezonda son olarak Top Gun: Maverick’te rol alan Jon Hamm’a Juno Temple ve Jennifer Jason Leign eşlik edecek. Fargo’nun beşinci sezonu 21 Kasım’da yayınlanacak.

k

5


the wheel of time

p RÖ P O RTA J

oRÖPORTAJ_//_OBEN BUDAKo


i r m a H a Sana

P

rime Video’nun çarpıcı serisi The Wheel of Time’ın ikinci sezonunda fantastik dünyayı genişletmek ve hayranların beklentilerini karşılamak önemli ölçüde sezonun yönetmenlerine ve yapımcılara düşüyor.

Yeni sezonun kilit yönetmenlerinden ve dizinin başyapımcısı Sanaa Hamri’nin kariyeri Mariah Carey, Nicki Minaj gibi sanatçıların yüksek profilli müzik videolarını yönetmekten The Rings of Power ve The Boys da dahil olmak üzere günümüzün en çok konuşulan programlarından bazılarının bölümlerini yönetmeye kadar süregelen etkileyici detaylara sahip.

Önceki dizilerinizden Empire’ın büyük bir hayranıydım. Bu nedenle bu röportaj benim için daha da önemli. The Wheel of Time, Robert Jordan’ın 14 ciltlik eserine dayanıyor. Dünyanın en önemli serilerinden biri desek yanlış olmaz hatta. Böyle bir külliyatı uyarlamanın zorlukları nelerdi? Robert Jordan ve 14 kitabı… Çok karmaşık malzemelerdir, çok eklektiktir. Doğu felsefelerinden yararlanıyor ve biliyorsunuz, pek çok karaktere, pek çok dünyaya sahip. Bu durum heyecan verici ve bunu seviyorum. Dizi sorumlusu Rafe Judkins tüm yazar ekibini bir araya getirdi. Yaptıkları işe hayran kaldım doğrusu. Açıkçası tek sorun, hangi hikâyeye odaklanmamız gerektiğini bulmaktı. Bence asıl zorluk, çok fazla hikâyenin ve pek çok karakterin olması. Ve bence birinci sezon bunun gerçekten harika bir göstergesiydi. İlk olarak karakterleri tanıdık. Moraine’in onların akıl hocası ve rehberi olmak için orada olduğunu gördük. Yeniden doğan ejderhanın kim olduğunu merak ettik. Ve şimdi ikinci sezonda onun kim olduğunu biliyoruz. Sonra tüm karakterler farklı yönlere dağılıyor. Her biri Robert Jordan’ın farklı dünyalarına yolculuk yapmak zorunda. Ve bunun, onun kitaplarını keşfetmenin harika bir yolu olduğunu düşünüyorum. Evet, kesinlikle. Hepsini okuyabildiniz mi? Hepsini okumadım ama en az altısını okudum.

7


Bir mirasın parçası olmak nasıl bir duygu? Zaten neredeyse bir tarikat gibi hayran kitlesi var kitapların. Bu konuda üzerinizde baskı hissettiniz mi? Sanatın bir parçası olmayı seviyorum. Bir mirasa sahip olan ve ciddi hayran kitlesine sahip şovlara alışkınım diyebilirim. Eskiden müzik videosu yönetmeniydim. Harika sanatçılarla çalıştım; Prince, Mariah Carey… Sanırım her zaman mesele bu mirası onurlandırdığınızdan emin olmakla ilgilidir. Bir de özgün bir şekilde onu kendinize ait hale getirmenizle alakalı. Ve bence The Wheel of Time’ın çok büyük bir hayran kitlesi ve harika kitapları var. Fas’ta birlikte büyüdüğüm Kuveytli bir arkadaşım ile Jordan’ın kitaplarını okurdum. Ve ona bu diziyi yapacağımı söylediğimde, bana lisedeyken kitabı okuduğumuzu hatırlattı. Bu yüzden projelerin parçası olmayı sevdiğimi fark ettim. The Wheel of Time oldukça küresel ve tüm dünyayla ilgili, biliyorsunuz, bence biz uzay ve zamanda ilerledikçe sanata küresel bir yaklaşımı teşvik ediyoruz. Dün ikinci sezonun ilk iki bölümünü izledim. Gerçekten muhteşemdi. Özellikle ikinci bölüm benim için çok iyiydi… Geniş bir vizyona sahip, iddialı lokasyonlarda diziyi çekiyorsunuz. Gerçeklik düzeyiniz çok fazla olduğu için sorma ihtiyacı hissediyorum, çoğu stüdyo, değil mi? Dizinin ikinci sezonu genelde Çekya’da çekildi. İtalya’nın bazı bölgelerine gittik, Fas’a gittik ve Sahra Çölü’ndeydik. Yani pek çok yerdeydik. Ve sorun şu ki, böyle güzel yerlere sahip olmak istiyoruz ve görselleri onurlandırmak istiyoruz, kendimizi benzer bir durumda buluyoruz. Her şey çok karmaşık görünüyor. Çekimi özellikle zorlayan sahneler var mıydı? Çekya’daki mekânlar çok soğuk ama çok güzel. Sonra İtalya’ya gidiyoruz ve hava çok sıcak! Ve sonra benim için çok özel olan Fas’ta, çünkü Faslıyım, Sahra Çölü’ndeydik. Çölün ortasına ekipman taşımak bile çok zorlayıcıydı. Her zaman Fas’ta film çekmek istemiştim, Sahra Çölü’nde. Ve oradaki atmosferde neden bu kadar çok dizi çekilmediğini merak ediyordum. Gidince fark ettim ki durum çok karmaşık ve kum fırtınaları var. Biliyorsunuz, film yapımcılığı elementlere göğüs germektir, hem güvenli hem de en iyi görselleri sunuyor. Ve bence ikinci sezonda kesinlikle beklemeniz gereken şey bu.

Dizi ikinci sezon yayınlanmadan önce üçüncü sezon onayı da alındı. Zaman Çarkı’nın uzun hikâyesine bakıldığında kaç sezon devam etmesi planlanıyor? Keşke en az 10 sezon olsa... İyi haber şu ki Robert Jordan, 14 kitap yazdı. Senaryoya ekleyebileceğimiz o kadar çok şey var ki. Bence odak noktamız şu anda içinde bulunduğumuz durum için elimizden gelenin en iyisini yapmaktır. O yüzden böyle bir şeyin sonu yokmuş gibi hissediyorum, keyifli bir şey. Ve bence herkes ikinci sezonu gördüğünde heyecan verici olacak. Açıkçası üçüncü sezonu beklemeleri gerekiyor. Biz varız ve bekliyoruz. Peki, ikinci sezon hakkında ne söylemek istersiniz? İkinci sezon, karakterleri alıyor ve her biri kendi yolculuğuna atılıyor. Bu şekilde dizinin dünyası da büyüdü. Ayrıca pek çok sorunla ve tehlikeyle karşı karşıya kalıyorlar. Başa çıkmaları gereken doğru seçimi yapacaklar mı? Yanlış seçim yapmaya mahkûmlar mı? Ve çok daha fazla aksiyon, çok daha fazla hikâye göreceğinizi hissediyorum. Çok daha fazla yeni karakter, yeni dünyalar var ve ayrıca çok tehlikeli bir dünya, sonuçta her şey gerçekten büyük bir savaşla sonuçlanıyor. Bu yüzden hepsini görmeniz için sabırsızlanıyorum. Evet, ben de. Yönetmenlik sürecinizde müzikal sahneler mi savaş sahneleri mi, hangisi sizin için daha eğlenceli? Aksiyon sahneleri çekerken kendimi bir film yapımcısı gibi hissediyorum. Gerçekten dansa ve hepsinin koreografisine bayılıyorum. Her bölümde farklı şeyler hissettirilmesinden emin olmaya çalışıyorum. Zaten bu şekilde büyük bir etki yaratabiliyorsunuz. Ben boksörüm, dövüş sanatçısıyım. Bu yüzden dövüşle ilgili her şeyi seviyorum, hareketleri gerçekten görebiliyorum. Ama aynı zamanda güzel bir koreografi olarak da bakıyorum. Bir dövüş tekniği olmasına rağmen bu bir çeşit bale. Aksiyonun hikâye görevi görmesi gerekiyor. İnanıyorum ki, bir film yapımcısı olarak aksiyon sahneleri yaparken hikâyeye ve karaktere hizmet etmeniz şart. Ayrıca karakterin nereye gittiğinin izini kaybetmemeliyiz. Karakterimizin hissettiği anı yakaladığımızdan emin olmak istiyoruz. Bu, aksiyon sekansında duraklama, düşmanın yaklaştığını görme anı… O kişi nasıl hissediyor? Buna yaslanmayı seviyorum. Herkes hızlı bir şekilde eylem gerçekleştirebilir. Ama asıl amaç, karakterin neler yaşadığını anladığımızdan emin olmaktır. Bilirsiniz hareket, ister kavga olsun, ister kılıç dövüşü olsun, ister dans olsun, hepsi aynı, yeter ki bir dil ve anlatım olsun. Ve kameraları alıp yerleştirdiğimizden emin olmalıyız. O anları yakalamak için doğru yerdesiniz. Ve bu, tüm çalışmalarımda gördüğünüz şeyle ilgili, kamera karakterinin aksiyona yerleştirilmesi bence gerçekten önemli.


Ho

T

e o h e K o g i r a M & r e g i b i e R r e lg

he Wheel of Time 2. sezonda yeni yerleri ve grupları tanıtıyor, bölümler boyunca çıtayı yükseltiyor ve gerilimi sürdürüyor. Yeni sezonda Kanalcıların güçlerini çevreleyen görsel efektler kitap açıklamalarına daha yakın olacak şekilde değiştirilmiş ve örgüye daha fazla ayrıntı ve renk eklenmiş. Yapımcılar Holger Reibiger ve Marigo Kehoe anlatıyor.

Geniş bir oyuncu kadrosuyla iddialı mekânlarda dizi çekiyorsunuz. Dışarıdan bakınca her şey çok karmaşık görünüyor, çekimi özellikle zorlayan sahneler var mıydı? MARIGO KEHOE: Bir değil, birçok sahne vardı. (Gülüyor) Her sahnenin kendine göre zorluğu var, ne olursa olsun. Mekân, kostüm, gösteriler, görsel efektler… Yaklaşımımız şu; sahnelere bakıyoruz, dizi sorumlusuyla bir ekip halinde tartışıyoruz. Yazarlarımız ve görsel ekibimizle onu nasıl çekeceğimize karar veriyoruz. HOLGER REIBIGER: Evet, çekilmesi gereken pek çok zorlu sahne vardı. Sanırım 2. sezonun ilk iki bölümünü zaten izlediniz. Yani ikinci bölümde büyük bir savaş var, Brunsmil’de. Evet izledim, gerçekten destansıydı. H.R: Altı kamerayla çekilen ve aylarca provası yapılan bir gösteri sahnesiydi bu. Bunların hepsi artı kostümler! Kostüm, gösterinin tadını iki katına çıkarıyor. M.K: Böyle bir şeyi çekime hazır hale getirmek büyük bir iş ve öncesinde de büyük bir hazırlık gerektiriyor. Ayrıca sette görsel efekt süpervizörleri -sonradan bir şeyler koyacaksak, ki bunu yapıyoruz- koreografiyi doğru şekilde yaptığımızdan ve doğru şekilde çektiğimizden emin olmak için onu izliyorlar. Evet, kesinlikle. Çok etkileyici, bunun için teşekkür ederim çünkü dizinize bayılıyorum. Peki, sizin gibi perde arkası kahramanları için 2. sezon ne anlama geliyor? M.K: Sanırım ikinci sezonun olmasından gurur duyduk. Sezonun bir parçası olmak ve bu dünyayı yaratmak gurur verici. The Wheel of Time büyük ölçekli bir gösteri. Ve hepimiz yaptığımız işe tutkuyla bağlıyız.

Yeni bir sezona başlamadan izleyicilerin diziye devam etmesini sağlama düşüncesi içinizde baskı oluşturuyor mu? H.R: Her zaman. Seyircinin daha önce görmediği güzel bir şey yaratmak istiyoruz. Tabii ki her şey tepeden başlıyor. Yani dizi sorumlusu, Amazon’un memnun olduğu ve izleyicinin de memnun olacağı bir şeyler yaratmak istiyor. Bir de unutmamak lazım ki çok büyük bir hayran kitlesine sahibiz, bu haklı olarak öyle. Kitaplardan gelen ve bu dünyayı hiç bilmeyen yeni izleyici kitlemiz de var. Bu da denge. Ancak kitaplara pek çok selam var çünkü yazar ekibimizin tamamı kitapların büyük hayranı. İşte bu hokkabazlık, eğlence sağladığımızdan emin olmak insanları karakterlerimizle birlikte bir yolculuğa çıkarıyor. Bu sezon karakter odaklı bir sezon. Evet, gerçekten farklı. Dizi üçüncü sezonu için de onay aldı, hatta ikinci sezon yayınlanmadan önce aldı bu onayı. The Wheel of Time’ın uzun hikâyesine bakıldığında kaç sezon daha devam etmesi planlanıyor? M.K: Amazon’a sormak lazım. Bilmiyorum. 14 kitap var. H.R: Bu açıkça bir Amazon sorusu. Kesinlikle. Parmaklarımızı çapraz tutuyoruz. Herkes bizim kadar seviyor. Devam edeceğimizi umuyoruz.

9


son akşam yemeği

p K Ö Ş E YA Z I S I

Son Akşam Yemeği Bildiğiniz tüm Cumhuriyet filmlerini unutun oYAZI_//_MERT ŞUŞUT o


B

eyazperdede izlediğim ilk cumhuriyet temalı film, 1998 tarihli Rutkay Aziz’in Mustafa Kemal Atatürk’ü oynadığı Cumhuriyet filmiydi. Sinemaya dair zerre fikrimin olmadığı o yıllarda filmin bende yarattığı, birinin beyazperdeden parmağını sallayarak didaktik bir şekilde birtakım mesajları beynime çivilemeye çalışması gibi bir histi. O gün filmin anlatımından hiç hoşlanmadığımı ama sınıf arkadaşlarımın coşkusundan çekinip beğenmiş numarası yaptığımı çok net hatırlıyorum. Yıllar içinde hem sinemaya hem siyasete duyduğum ilgi arttı ancak cumhuriyet ve Atatürk temalı filmlerin anlatım diliyle olan kavgam hiç azalmadı. Hep kendi kendime, bir milletin kaderini değiştiren, dünyada sayısız akademik araştırmaya, kitaba konu olmuş milli mücadeleyi, cumhuriyetin ilan edilme sürecini anlatmanın daha gerçekçi yolları olabileceğini söyledim durdum. Yıllar içinde Türkiye’nin içine girdiği siyasi iklim, artan milliyetçilik, artan muhafazakârlık, Neo-Osmanlıcılığın yükselişi, toplumun giderek kutuplaşması bu anlatım dilini daha da destansı bir zemine taşıdı. Üstelik yönetmenler, senaristler açısından iş her geçen gün artan denetim baskısı, toplumun sinir uçlarının hassaslaşması ve tahmin edebileceğiniz birçok sebep nedeniyle giderek zorlaştı. Cumhuriyetin 100. yılını kutlamaya hazırlandığımız 2023 yılının başlarında Türkiye’deki kültür endüstrisinin, markaların, ajansların hummalı bir çalışmaya gireceği hepimizin malumuydu. 29 Ekim’e yaklaştıkça birbiri ardına reklam filmleri görücüye çıkmaya başladı. Sinema içinse beklenti Disney+’ın yayınlamaya hazırlandığı ancak daha sonra yayınlamama kararı alarak bir PR krizine sebep olan Atatürk filmiydi. Platformlar arasında paylaşılamayan, haftalarca akıbeti belli olamayan, herkesin merakla beklediği büyük prodüksiyonlu Atatürk filminin gölgesinde bir filmin galası yapıldı: Son Akşam Yemeği.

11


Adında “son” geçtiği için film önce olumsuz bir çağrışım yarattı bende. Sanki bir bitiş gibi... Ancak film bittiğinde bunun Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk akşam yemeği olduğunu, her sonun yeni bir başlangıç olduğu klişesiyle fark ettim. Afişini görsem beyazperdede izlemeyeceğim, dijital bir platformda denk gelsem mutlaka başka alternatifle devam edeceğim bu film, tüm önyargılarımı paramparça etti. Son Akşam Yemeği için, cumhuriyetin ilan edileceği 29 Ekim’den bir gün önce Çankaya Köşkü’nün mutfağına konuk oluyoruz. Çankaya Köşkü’nün dünya mutfağına hâkim aşçısı (Necip Memilli) önemli konukların ağırlanacağı o mühim geceden saatler önce bir kaza geçiriyor. Mutfaktaki aşçıbaşılık görevi de Osmanlı Devleti’nin son döneminde saray aşçılığı yapan ancak daha sonra Çanakkale Savaşı’nda eli işlevsiz hale gelen ocakçı Ahir Ağa’ya (Engin Şenkan) kalıyor. Bir yönetim şekli olarak cumhuriyete karşı çıkan ve bunu açıkça ifade etmekte beis görmeyen Ahir Ağa, 600 yıllık Osmanlı kültürünün bir kalemde silineceği endişesi taşıyarak muhafazakâr bir refleks gösteriyor. Mutfakta 28 Ekim gecesinin mönüsünü yetiştirme telaşı sürerken hem mutfakta hem halkta henüz kimsenin ne olduğunu tam olarak anlamadığı cumhuriyete ilişkin endişeleri görüyoruz. Filmin neden benzer temalı diğer filmlerden ayrıştığına dönersek... İçinde yaşadığımız aşırı kırılgan iklimde böyle bir temayı işlemek nereden bakarsanız bakın, en hafif tabiriyle riskli. Hiçbir kesimin tepkisini çekmeden, düşman yaratmadan ama hayran da yaratmadan, tarafgir olmadan, sekülerlerin ve Neo-Osmanlıcıların borazanlığını yapmadan böyle sıcak ve gerçekçi bir film çekmek çok ince bir çalışmanın ürünü. Reklam filmleriyle tanınan yönetmen Levent Onan, reklamcılığın gizli matematiğini filmde incelikle konuştururken senarist koltuğuna oturan ve TV dizilerinden tanıdığımız Ayla Hacıoğulları ve Vilmer Özçınar da akıcı ve kolay hazmedilir bir metin çıkarmışlar. Nezdimde sadece bu yüzden bile büyük bir övgüyü hak ediyor film.


İçinde yaşadığımız aşırı kırılgan iklimde böyle bir temayı işlemek nereden bakarsanız bakın, en hafif tabiriyle riskli. Hiçbir kesimin tepkisini çekmeden, düşman yaratmadan ama hayran da yaratmadan, tarafgir olmadan, sekülerlerin ve Neo-Osmanlıcıların borazancılığını yapmadan böyle sıcak ve gerçekçi bir film çekmek çok ince bir çalışmanın ürünü. Reklam filmleriyle tanınan yönetmen Levent Onan, reklamcılığın gizli matematiğini filmde incelikle konuştururken senarist koltuğuna oturan ve TV dizilerinden tanıdığımız Ayla Hacıoğulları ve Vilmer Özçınar da akıcı ve kolay hazmedilir bir metin çıkarmışlar. Nezdimde sadece bu yüzden bile büyük bir övgüyü hak ediyor film.

Engin Şenkan’ın hayatının performansını gösterdiğini, Pelin Akil’in çok başarılı bir Latife Hanım profili çıkardığını, mutfak personelinin (Yasemin Baştan, Mustafa Kırantepe, Necip Memilli) şahane ritimli bir komedi aksı yarattığını, küçük oyuncu Azra Aksu’nun ileride müthiş başarılara imza atacağını müjdelediğini de not düşmek gerekir. Öte yandan Onur Tuna’nın bugüne kadar tipolojik olarak en çok Atatürk’e benzeyen cast seçimi olduğunu da belirtelim. Sanat ekibi de şahane bir iş çıkarmış, kostümlerden dekorlara kurulan dünya çok gerçekçi. Dönem işlerine özgü “naftalin” zorlamasını filmin hiçbir sahnesinde hissetmiyoruz. Bunların haricinde geleneksel ve yeni arasındaki çatışmayı gastronomi üzerinden tartışması da bu hikâyeyi daha gerçekçi bir temele oturtuyor. En önemlisi de film bittikten sonra ağızda yavan bir propoganda tadı kalmıyor. Peki, filmin aksayan tarafları yok muydu? Elbette vardı. Öncelikle filmde bir yönetim biçimi olarak cumhuriyeti, yemek mönüsünün çokseslilik sayesinde ortak bir mutabakatla belirlendiği metaforu yetersizdi, hatta hatalıydı. Zira bu mönü metaforu, aşçı ve Latife Hanım arasında açımlanıyordu ve her ne kadar aşçının mönü fikirleri alınsa da son kararın otorite sahibi Latife Hanım tarafından verileceği belliydi. İdeal cumhuriyet yönetiminin bu olmadığını söylemeye gerek yok dolayısıyla bu noktada filmin siyasal dayanağı biraz boşa düşmüş oldu. Diğer yandan Çankaya Köşkü’nün mutfak castı özenle oluşturulmuşken milletvekillerinden oluşan castın aynı özenle seçilmediği hatta filmin en aksayan, en amatör sahnelerinin bu sahneler olduğunu söylemek mümkün. Her devrimin tuzağı da ödülü de ani olmasıdır. Her ani ve köklü değişim, toplum tabanından destek gördüğü kadar tepki de toplar. Tarihi temize çekerken -özellikle bu bir sinema filmi aracılığıyla yapılıyorsa- hem tepkileri hem de destekleri tarafgir olmadan ele almak sanırım bu işi başarmanın alameti farikası. Özellikle kurmaca bir film çekiliyorsa bu konu üzerinde özenle durmak büyük önem kazanıyor. Ezcümle böyle zor bir hikâyeyi büyük cümleler kurmadan anlatan, sizi de kurmaya zorlamayan bu filme bir şans verin derim.

13


kısa kısa

s V İ Z YO N

l

ATATÜRK

Cumhuriyetimizin 100. yılında, 29 Ekim’de televizyonda gösterilen özel yayının ardından Atatürk filminin ilk kısmı 3 Kasım’da vizyona girdi. Aras Bulut İynemli, cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü canlandırırken Songül Öden, Mehmet Günsür, Sarp Akkaya ve Esra Bilgiç de filmde yer alıyor.

SON AKŞAM YEMEĞI

Cumhuriyet ilan edilmeden bir gün öncesini, 28 Ekim 1923 gecesi ve o gece Çankaya Köşkü’nde yaşananları merkezine alan Son Akşam Yemeği, 27 Ekim’de vizyona girdi. Cumhuriyetimizin 100. yılında gösterilecek bu filmin kadrosunda Onur Tuna, Pelin Akil ve Engin Şenkan gibi isimler yer alıyor.

NYAD (NETFLIX)

Nyad, 64 yaşında Küba’dan Florida’ya açık okyanustan 53 saat yüzerek ulaşan ilk kişinin, Diana Nyad’ın hikâyesini konu alıyor. Jodie Foster, Annette Bening ve Rhys Ifans’ın rol aldığı filmin yönetmen koltuğunu Jimmy Chin ve Elizabeth Chai Vasarhelyi paylaşıyor. Nyad, 3 Kasım’da Netflix’te yayınlandı.

THE MARVELS

Carol Danvers’ın güçleri, Kamala Khan ve Monica Rambeau’nun güçleriyle karıştığında evrani kurtarmak için birlikte çalışmak zorunda kalırlar. Kadrosunda Samuel L. Jackson, Brie Larson ve Iman Vellani’nin yer aldığı The Marvels, 10 Kasım’da vizyona giriyor.

BIHTER (PRIME VIDEO)

Başrollerini Osman Sonant, Boran Kuzum, Hande Ataizi ve Farah Zeynep Abdullah’ın paylaştığı Bihter’in senaryosunu Merve Göntem kaleme aldı, yönetmenliğini Mehmet Binay ve Caner Alper üstlendi. Bihter, 16 Kasım’da Prime Video’da yayınlanacak.

İSTANBUL İÇIN SON ÇAĞRI (NETFLIX)

Kıvanç Tatlıtuğ ve Beren Saat’i bir araya getirecek İstanbul İçin Son Çağrı yakında izleyiciyle buluşacak. New Yok’ta unutulmaz bir gece geçiren ikilinin bir problemi vardır, her ikisinin de evli olması. İstanbul İçin Son Çağrı, 24 Kasım’da Netflix’te.

AYNA AYNA (BAŞKA SINEMA)

Farklı idealler peşinde tökezleyen üç kadının hikâyesini, tutkuları ve mücadeleleri üzerinden anlatan Ayna Ayna, günümüzün gittikçe muhafazakârlaşan İstanbul’una ‘ayna’ tutuyor. Belmin Söylemez’in yönettiği Ayna Ayna, İstanbul Film Festivali ve Antalya Altın Portakal’da En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini aldı. Film, Başka Sinema’yla seçili sinemalarda.

k


l

ANATOMY OF A FALL (BAŞKA SINEMA)

Dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ödülüyle dönen Anatomy of a Fall, bu senenin en dikkat çeken yapımlarından. Her ikisi de yazar olan çiftin evlilik dinamiklerini eşlerden birinin ölümünden sonra irdeleyen bu psikolojik gerilim, Justin Triet tarafından yönetildi. Anatomy of a Fall, seçili sinemalarda Başka Sinema’yla gösterilecek.

JEANNE DU BARRY (BAŞKA SINEMA)

Maïwenn’ın yönetmen koltuğunda oturduğu Jeanne Du Barry, Cannes Film Festivali’nin bu seneki açılış filmi olarak prömiyer yaptı. Film, Fransa Kralı 15. Louis’nin metresi Jeanne Du Barry’nin hikâyesini takip ediyor. Başrollerini Johnny Depp ve Maïwenn’in paylaştığı film, Başka Sinema’yla seçili sinemalarda.

AFIRE (BAŞKA SINEMA)

Prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı Ödülüyle dönen Afire; Barbara, Undine ve Transit filmlerinin yönetmeni Petzold’un son filmi. Yönetmenin doğa unsurlarını işlediği film serisinin üçüncü halkası olan Afire’ın başrollerini Thomas Schubert, Paula Beer Langston Uibel, Enno Trebs ve Matthias Brandt paylaşıyor. Başka Sinema’yla gösterilecek bu festival filmi, seçili sinemalarda gösterilecek.

NAPOLEON

Napoleon, Oscar ödüllü oyuncu Joaquin Phoenix’i ve ünlü yönetmen Ridley Scott’ı bir araya getiriyor. 19. yüzyılda tüm Avrupa’yı etkisi altına almış Fransız imparator Napolyon’un hayatı, askeri kimliği ve Josephine’le yaşadığı aşkı konu alan film, 24 Kasım’da beyazperdede.

HUNGER GAMES: THE BALLAD OF SONGBIRDS AND SNAKES

The Hunger Games’in prequel’ı Hunger Games: The Ballad of Songbirds and Snakes, ‘Panem’ adlı distopyanın lideri Snow’un gençliğine odaklanıyor. Filmde Emmy ödüllü oyuncu Viola Davis’e Tom Blyth, Rachel Zegler ve Hunter Schafer eşlik ediyor. The Ballad of Songbirds and Snakes, 17 Kasım’da dünya çapında vizyona girecek.

THE KILLER

Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan, ünlü yönetmen David Fincher’ın son filmi The Killer, 10 Kasım’da vizyona girmeye hazırlanıyor. Filmde bir suikastçıyı canlandıran Michael Fassbender’ın yanı sıra Tilda Swinton ve Sophie Charlotte yer alıyor. Senaryosunu Andrew Kevin Walker’ın kaleme aldığı film, Alexis Matz Nolent’in aynı isimli kitap serisine dayanıyor.

THE BOY AND THE HERON

Başka Sinema’nın bu ayki incilerinden Hayao Miyazaki’nın yeni filmi The Boy and The Heron, Miyazaki’nin on yılın ardından sinemaya dönüşünü kutluyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen film, annesini kaybetmesinin ardından babasının yanına taşınan küçük Mahito’nun hikâyesini yas ve büyümek üzerinden işliyor. The Boy and The Heron, Başka Sinema’yla seçili sinemalarda gösterilecek.

k 15


çağla naz kargı

p RÖ P O RTA J

Çağla

Naz Kargı


a

z

Küçüklüğümden beri oyunculuk dışında bir meslek düşünmedim. O yüzden her zaman hedeflerim daha iyisini oynamak, daha da iyisini yapmak, kendimi her zaman daha da geliştirmek oldu. Zaman geçtikçe değişen şey fikirlerim, ideallerim değil, daha kalıcı, daha iyi olabilmek için seçeceğim yollar oldu.

S

on sezonun en popüler işlerinden Ömer’de Emine karakterini canlandıran, benim de oldukça beğendiğim genç oyuncu Çağla Naz Kargı ile Ömer dizisi, Emine karakteri ve oyunculuk kariyeri ve idealleri üzerine söyleştik. Keyifli okumalar...

Hakkınızda okuduğuma göre daha önce reklamlarda yer almışsınız fakat dizi/film oyunculuğu serüveniniz Bizim Hikaye filmiyle başlamış. Nasıl gelişti bu süreç? Hep oyuncu olmak mı istiyordunuz? Oyunculuğa çok çok küçük yaşlarda ailem sayesinde bir şekilde atıldım, ilk reklamımı üç yaşındayken çekmişim hatta... Hep reklam filmleriyle devam ederken ilk projem Bizim Hikaye (sinema filmi) ile işler ciddiye bindi, ben artık yavaş yavaş kendi fikirlerimi oluşturmaya başladım ki çok küçüktüm. Muhteşem Yüzyıl Kösem, ilk dizi projemdi. Oradaki kadro, oluşturulan muhteşem görsellik çok ilgimi çekmişti. Çeşitli projelerden sonra henüz ortaokuldayken girdiğim Adı Efsane ekibini tanımamla tam olarak oyuncu olmak istediğimi anladım... Orada tanıştığım oyuncu abilerimi, arkadaşlarımı izlemek oyunculuğa iştahımı kabarttı ve kariyerime resmen ışık oldular diyebilirim. Özetle yolculuğum böyle başladı.

oRÖPORTAJ_//_YAĞMUR ÇÖL o

Sanıyorum lise eğitiminize güzel sanatlarda devam ediyorsunuz. Oyunculuk eğitiminize devam edecek misiniz? Bu konuda hedefleriniz neler? Küçüklüğümden beri hep setlerde yoğrulmuştum ve bunu meslek olarak istiyorsam eğitimini de almam gerektiğini düşündüm. Şu an lise son sınıftayım, Güzel Sanatlar Tiyatro okuyorum. Üniversitede de konservatuvardan devam etmek istiyorum. Herhangi bir konuda başarılı olmak istiyorsam bunun ceplerimi doldurarak ilerlemekten, çalışmaktan geçeceğine inanıyorum.

17


Son sezonun en çok konuşulan işlerinden Ömer hakkında ayrıca konuşmak istiyorum ama öncelikle Ömer’in uyarlama olması üzerine konuşalım. Uyarlama projelerde ilk eleştiriler daha sert olabiliyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Uyarlama projeler, izleyici olarak bakmak gerekirse bence daha ilgi çekici oluyor, kim nasıl uyarlamış, nasıl yorumlamış, bende merak uyandırıyor. Mesela Shitsel’i izlediğimde uyarlamasını izleyecek ve oynayacak olmak Ömer’e karşı heyecanımı daha çok artırmıştı.. Ömer, uyarlama olması dışında konusu itibarıyla da sert eleştirilere çok açık bir proje. Kendi karakterim bazında da dizinin genel akışı konusunda da ilk başta çok fazla sert, kötü eleştiri okudum, elbette her türlü eleştiriye açık biriyim. Fakat uyarlama olan, birbirinden iyi ya da kötü yüzlerce iş var. Bence uyarlama oluşuna değil, ortaya çıkarılan işe bakılmalı. Ömer dizisinde Emine karakterine hayat veriyorsunuz. Performansınız oldukça beğeniliyor, tebrik ediyorum öncelikle. Projeye nasıl dahil oldunuz? Senaryoyu ilk okuduğunuzda ne düşündünüz? Çok teşekkür ederim. Emine için audition geldiğinde henüz kadroyu duymamıştım. İlk Selahattin abiyi öğrendim, havalara uçtum. Cem Hoca’yla görüştükten, tanıştıktan sonra Merve ablayı öğrendim ve dedim ki, Çağla ne yap ne et, bu işi al. (Gülüyor) Senaryoyu okuduğumdaki heyecanımı tarif edemem, her şey gözümde canlanıyordu. Orjinali Shitsel’i de izleyince buranın kariyerim açısından beni ne kadar ileri taşıyabileceğini hissettim, daha sonra enerjilerimiz tuttu, her şey yolunda gitti ve başladık. Şu an tekrar tekrar böyle bir kadroda yer aldığım için hep iyi ki diyorum, onları çok seviyorum. Emine, ergenliğin zorluklarının yanında ailesiyle ilgili de pek çok sıkıntının göbeğinde. Annesiyle zaman zaman karşı karşıya gelse de aslında birbirlerinin de en büyük destekçisi. Emine’yi tanıdıkça neler hissediyorsunuz? Emine yaşıtlarına göre çok erken büyümüş, büyümek zorunda kalmış bir genç kız. Sorumsuz, ilgisiz, sevgisiz, kötü bir baba; onun yüzünden annesiyle yaşadığı fikir ayrılıkları, ekonomik durumları yüzünden yeri geldiğinde aç kalmaları, bir yandan kardeşleri... Dolayısıyla çokça sorumluluk edinmiş kendine ve yaşı dolayısıyla hâlâ bir ergen, her şeye doğru tarafından bakamayabiliyor. Bu çelişkiyi en çok annesine verdiği tepkilere yansıtıyor. Annesiyle bir noktada birbirlerinin en yakın arkadaşı, o yüzden günün sonunda ikisi de birbirini bir şekilde anlamayı başarıyor ve bence bu çok tatlı... Emine, dizinin ilk bölümlerinde çok daha suskun, korkak, içe kapanık bir kızdı. İçinde bir sürü çatışma yaşıyordu ama bunu zaman geçtikçe tanıştığı kişilerle birlikte aştığını düşünüyorum. Onunla yeri geldiğinde aynı duyguları yaşıyorum, çok fazla ortak noktamız var. Gün geçtikte büyüyüşünü, olgunlaşmasını görmek, Emine’nin yolunu izlemek çok hoşuma gidiyor.

Hep söylüyorum, ne mutlu bana, böylesine güzel bir kadroda yer alıyorum. En küçüğümüzden en büyüğümüze herkesin kalbi tertemiz. Bugüne kadar bana en çok şey katan setlerden biri Ömer oldu diyebilirim. İleride tek tek ‘çalışmak isterim’ diyeceğim oyuncuların hepsiyle aynı projede olmak ne kadar mutluluk verici, anlatamam.


19



Ömer, uyarlama olması dışında konusu itibarıyla da sert eleştirilere çok açık bir proje. Kendi karakterim bazında da dizinin genel akışı konusunda da ilk başta çok fazla sert, kötü eleştiri okudum, elbette her türlü eleştiriye açık biriyim. Fakat uyarlama olan, birbirinden iyi ya da kötü yüzlerce iş var. Bence uyarlama oluşuna değil, ortaya çıkarılan işe bakılmalı.

Merve Dizdar’la anne-kızı canlandırıyor ve birçok başarılı oyuncuyla birlikte çalışıyorsunuz. Set ortamınızı merak ediyorum açıkçası. Hep söylüyorum, ne mutlu bana, böylesine güzel bir kadroda yer alıyorum. En küçüğümüzden en büyüğümüze herkesin kalbi tertemiz. Bugüne kadar bana en çok şey katan setlerden biri Ömer oldu diyebilirim. İleride tek tek “çalışmak isterim” diyeceğim oyuncuların hepsiyle aynı projede olmak ne kadar mutluluk verici, anlatamam. Özellikle Merve ablayla enerjilerimiz çok uyuştu, bana hem arkadaş hem de gerçekten çok iyi bir yol gösterici oldu, çok şanslıyım onun gibi birini tanıdığıma. Sette sahneleri izlediğimde bile bir sürü şey gözlemlediğimi, öğrendiğimi fark ediyorum. Bu bence çok büyük bir şans. Sette çok profesyonel bir ortam var, herkes işini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor. Enerjiler ve herkesin sıcaklığı ekrana elbette güzel şekilde yansıyor diye düşünüyorum. Dizide Emine’nin bir de Yaman’ı var. Dizi ilerledikçe bazı sorunlar çıksa da ilişkileri ilerliyor gibi görünüyor. Ailelerinin ilişkilerine yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Yaman’ı Haktan Zavlak canlandırıyor. Haktan Zavlak’la çalışmak nasıl? Emine’nin Yaman’ı tanımasıyla huzurlu, güvende ve mutlu hissettiği bir alan oluştu. Onunlayken bir şeyler yanlış gibi gözükse de Yaman’a güveniyor ve sevgiden de öte masum, farklı bir bağları oluştuğunu düşünüyorum. Birlikteyken her şeyi aşabileceklerine inanıyorlar, beraberlikleri için ellerinden geleni yapıyorlar. Aileleri belki haklı sebeplerden dolayı karşı çıkıyorlar, onlar açısından yasak bir şeymiş gibi gözükmesi normal. Fakat art niyet olmadan tamamen saf, masum bir sevgi bence Emine ve Yaman’ınki. Haktan zaten çok önce yer aldığım Bir Aile Hikayesi’nde ilk partnerim olmuştu. O zamandan bu zamana hep iletişim içindeydik, onunla tekrar oynamak çok keyifli. Haktan hem çok iyi bir iş arkadaşı hem de çok iyi bir dost. Setteki enerjimiz de arkadaşlığımızdan ötürü hep yüksek oluyor ve bence bu, ekrana da yansıyor. İleride birlikte çalışmak istediğiniz yönetmen veya canlandırmak istediğiniz spesifik bir karakter var mı? İleride Nuri Bilge Ceylan, Emin Alper gibi usta yönetmenlerle çalışmayı çok isterim. Oynamak istediğim spesifik bir karakter yok, her karakteri oynarım. Ana akım dışında filmlerde yer almayı daha çok seviyorum sanırım, örneğin rol aldığım Cici gibi sinematografisi yüksek filmlerde oynamayı, festival filmlerinde yer almayı, global bir oyuncu olmayı çok isterim. Tiyatroyla ilgili misiniz, bir tiyatro oyununda görecek miyiz sizi? Tiyatroyla son birkaç seneye kadar içli dışlı değildim, biraz çevremdeki insanlar, biraz okulum sayesinde gittikçe içine girdim ve çok sevdim. Her tiyatroya gittiğimde büyük bir hayranlıkla izliyorum, orada çok büyük emek, inanılmaz hisler var. Mutlaka hedeflerim arasında. Umuyorum… Sahnede olmayı, o alkışları almayı çok isterim. Genç yaşta bu mesleğe başladığınızı göz önünde bulundurduğumuzda ideallerinizin değiştiğini düşünüyor musunuz? Küçüklüğümden beri oyunculuk dışında bir meslek düşünmedim. O yüzden her zaman hedeflerim daha iyisini oynamak, daha da iyisini yapmak, kendimi her zaman daha da geliştirmek oldu. Zaman geçtikçe değişen şey fikirlerim, ideallerim değil, daha kalıcı, daha iyi olabilmek için seçeceğim yollar oldu.

21


sarmaşık zamanı beIN CONNECT K Ö Ş E YA Z I S I

Çarpıcı Bir Gizem-Gerilim Hikâyesi:


oAYŞEGÜL GÜNDOĞDU_Dr. Öğr. Gör. Dokuz Eylül Üniversitesi/Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü o

T

OD Originals yapımı olarak beIN CONNECT’te izleyebildiğimiz Sarmaşık Zamanı bir kadının öldürülmesinin etrafında dallanıp budaklanan hikâyesiyle gizem, dram ve psikolojik gerilimi harmanlayarak oldukça başarılı bir proje olarak karşımıza çıkıyor. Dizi sosyoekonomik açıdan üst-orta sınıf olarak nitelendirebileceğimiz refah seviyesine sahip ailelerin yaşadığı şehir merkezi dışındaki lüks bir sitede yaşayan Ezgi ve ailesinin etrafında şekillenerek başlıyor ama tüm siteyi bir sarmaşık ağı gibi bu olay örgüsüne ekleyerek izleyicilere hem bir cinayetin araştırılma ve çözülme sürecini hem de soruşturmayı yürüten ekip üyeleri dahil sitedeki neredeyse tüm karakterlerin gerilimli ve heyecanlı hikâyesini sunuyor. Ezgi çiçekçi dükkânıyla ilgilenen, eşi ve çocuğuyla bu lüks sitedeki çok mutlu, çok mükemmel aile hayatına sahip gibi görünen diğer çiftler gibi yaşayan ama aslında fiziksel ve duygusal şiddete uğrayan ve bu yüzden ciddi şekilde travmalı (örneğin evde çatıdan duyduğu seslerle bir anda çok ciddi bir korkuya kapılması, Kerem’in bir telefon konuşması sırasında çocuğuyla o an panikle kaçmaya çalışması, kendisiyle sürekli görüşen bir erkeği sadece onunla görmemiz) bir karakter. Dizi şu ana kadar yayınlanan sekiz bölümünde de karakterlerle ve yaşananlarla ilgili detayları yavaş yavaş açarak her şeyi bu gizem örgüsü içinde sunuyor ve bir sonraki bölümü kalan parçaları toparlayabilmek için merak ettirmeyi başarıyor, ki dizinin esas başarısı da heyecan ve gerilimi bu şekilde canlı tutmayı başarabilmesi diyebiliriz. Ezgi dışında sitede işlenen cinayetin maktulü Arzu evli, mutlu, mükemmel hayatlara sahip aileler/eşler görüntüsünü bozan, hatta bu görüntüye dışarıdan dahil olarak bekâr, yalnız anne, güzel ve çekici hatta sitedeki

herkesle gayet rahat tavırlarıyla iletişim kuran kadın olarak sitede erkekler ve kadınlar tarafından hem merak hem de kuşkuyla karşılanan karakter olarak karşımıza çıkar. Dahası, herkesçe dışlanıp sitenin düzenine uymadığı için çemberin dışına itildiği kadar, kendisiyle arkadaşça iletişim kurabilen belki de tek kadın olan Ezgi’ye yetimhanede büyüdüğünü, kimsesi olmadığını anlatacak ve kendisiyle arkadaşlığını bozmamasını isteyecek kadar yakınlık arayışında olduğunu hissedebileceğimiz bir karakter olarak da belirir.

Dizi Ezgi ve Arzu gibi Kerem, Ali, Metin, Münevver, Nesrin, Zeynep ve diğer pek çok karakteri benzer şekilde merak uyandırıcı ve her bölüm kendilerine ait farklı detayları öğrendiğimiz bir senaryoyla sunuyor ve yine bir ağ misali tüm bu detayları heyecanlı, gizem ve gerilim dozu yüksek bir psikolojik dram formunda sunabiliyor. Cinayet konusu sebebiyle polisiye öğelerini kullanmakla beraber bunu salt bir polisiyeye dönüştürmeden, benzerlerini Amerikan hatta yönetmenliği ve görüntü yönetmenliğiyle başarılı şekilde kurulan atmosferi ve genel mizanseniyle bazı İskandinav dizilerini de andırarak, zamanda sürekli geri dönüşler ve bugün arasında hareket ederek aktarmayı başarabiliyor. Bunda elbette dijital platformda yayınlandığı için süresinin daha kısa olmasıyla olayları ve gidişatı saatlerce ve bölümlerce uzatmak zorunda kalmamanın payı çok önemli, bu sayede dizi her bölüm dinamik bir tempoyu heyecan ve merak örgüsüyle daha canlı tutabiliyor. Tüm bunları düşündüğümüzde Sarmaşık Zamanı’nın hem tür hem de anlatım tarzı olarak riskli olabilecek bir alanı gayet güzel ele alarak kullanabildiğini ve karakterlerin ve oyuncuların projeyle uyum içinde olmasıyla da dijital projeler açısından kayda değer bir alanı kendisine açtığını söyleyebiliriz.

23


gen v prıme vıdeo K Ö Ş E YA Z I S I

oYAZI_//_ORÇUN ONAT DEMIRÖZ o


KRIPKE VE SERININ YARATICI EKIBI G-MEN TEMASINI ALSA DA GEN V'DE DAHA FARKLI BIR YOLU IZLIYOR, SERIYI DE THE BOYS'UN ÜÇÜNCÜ SEZONU ILE GELECEK DÖRDÜNCÜ SEZONU ARASINDA BIR YERE KONUMLANDIRIYOR. AYRICA SERIDEKI YENI SÜPER KARAKTERLER, GÜÇLERININ EBEVEYNLERI TARAFINDAN KENDILERINE VERILEN "V BILEŞIĞI"NDEN GELDIĞINI BILIYOR. BU DA DOĞAL BIR AILE YA DA ERGEN-EBEVEYN ÇATIŞMASI YARATIYOR.

25


K

uzey İrlanda asıllı Garth Ennis, çizgi roman dünyasının Olimpos Dağı’nda oturan tanrılarından. Özellikle 90’lı yıllarda yazdığı eserlerle çizgi roman anlatılarını değiştiren Ennis; türleri altüst eden, kural tanımayan, radikal ve sarkastik bir hikâye anlatımına sahiptir. Steve Dillon ile yarattığı Preacher serisi de “magnum opus”u olarak bilinir ve ikonik bir köşede durur.

Bunun yanı sıra yazdığı Punisher, Hellblazer ve Hitman serileriyle de oyunun kurallarını değiştiren Ennis, The Boys ile de 2000’li yıllara damga vurmuştur. Aslında Preacher’ın antikahraman ana karakterlerinden biri olan Proinsias Cassidy’i de bir bölümde gödüğümüz bu seri, Preacher’dan sonraki Preacher olarak da tanımlanır. İlk olarak 2006’da yayımlanmaya başlayan The Boys serisi, 2012’de sona erdi. Daha sonra Prime Video tarafından satın alınan ve uyarlanan seri, süper kahraman anlatılarına getirdiği yenilikçi tavırla küresel bir fenomene dönüşmeyi başardı. Doğrusu serinin “showrunner”ı Eric Kripke, Ennis’in süper kahraman mitlerine yaptığı yapısökümü baz aldı, grafik şiddet dozunu, “gore” planları ve sarkastik kara komedi tonunu çizgi romandakine yakın kıldı. Kripke’nin The Boys uyarlamasının Ennis’in vizyonuna sadık kalması da Prime Video’nun katalog yıldızlarından biri olmasını sağladı. Bu küresel başarının ardından Prime Video, The Boys evrenini spin-offlar ile büyütmek için çalışmalara başladı. Amazon ve MGM Studios’un TV’den sorumlu başkanı Vernon Sanders da verdiği röportajlarda Kripke’nin çıkardığı işten duydukları memnuniyeti dile getirdi ve The Boys evreninin genişlemesini istediklerini söyledi. 2022’de Diabolical animasyonu bu isteğin ilk örneğiydi. Devamında ise bir nevi X-Men parodisi olan Gen V serisi geldi. Gen V serisine girmeden önce X-Men’e ve The Boys’un açılımlarına göz atalım. X-MEN’IN DIŞLANANLAR TEMSILI VE THE BOYS’UN YIKTIĞI TABULAR Çizgi roman evreni açısından kült serilerden biri olan X-Men ilk olarak 1963’te Marvel Comics tarafından yayımlandı. Açıkçası Marvel’ın kurucu efsaneleri Stan Lee ve Jack Kirby’nin yarattığı X- Men, DC Comics’in Doom Patrol serisiyle de birçok yönden benzerlik gösterir. Doom Patrol

serisinde de güçleri nedeniyle dışlanan bir grup vardır ve The Chief (Şef) olarak tanınan Niles Caulder bu gruba liderlik ederek bir yaşama amacı verir. X-Men’de ise üstün telepati ve telekinezi yetenekleriyle dikkat çeken Profesör Charles Xavier (Profesör X), toplumdan dışlanan ve güçlerini kontrol etmekte zorlanan mutantları eğitmeye çalışır. X-Men’in köklerinde ayrımcılıkla mücadele mevcuttur ve bu hissiyatın üzerine inşa edilen özgün karakter hikâyeleri de seriyi zirveye taşımıştır. Özellikle 90’lı yıllarda ABD’nin en çok satan çizgi roman serisinin X-Men olması da boşuna değildir. X-Men’in toplumsal ve soyopolitik bir arka planı vardır.

Esasen azınlıkların yaşadığı zorlukların sembolik bir anlatımı olan X-Men sadece din, dil, ırk ve kültürel farklılıklardan ötürü yok sayılanların hikâyesi değildir. Aynı zamanda cinsel yönelimleri dolayısıyla dışlananlar da X-Men anlatılarında yer alır. Kültür endüstrisini oluşturan unsurlar ve sosyal hassasiyetler de incelikle kullanılır. Örneğin Queen’in efsane vokali Freddie Mercury’nin AIDS dolayısıyla ölümünden sonra “legacy virüsü” adı verilen bir virüs, X-Men serilerinde görülür. Bunun sebebiyse hastalığa neden olan HIV’in herkese bulaşabildiğini göstermektir ve homoseksüelliğe yönelik gerici söylemlerin önüne geçmektir. Çizgi romanlardaki bu sosyal duyarlılık, okul teması ve takım ruhu da okurlar açısından X-Men’e farklı tür bir bağlılık sağlar. Tabii X-Men’in yıllardır süregelen bu popülaritesi MCU (Marvel Cinematic Universe) tarafında da oldukça önemlidir. Marvel’ın sahibi Disney’in Fox’u satın almasından sonra da X-Men’in film hakları Marvel Studios’a döndü. Dolayısıyla önümüzdeki fazlarda MCU’nun da odağında X-Men ve Fantastic Four filmleri yer alacak. Buradan The Boys’a geçersem, The Boys çizgi romanının bu kadar çok sevilmesinin sebebi ise Ennis’in kalemindeki aşırılık, uysallaşmayan saldırganlık ve politik tutumdur. Ateist olan Ennis, Preacher serisinde Hıristiyan ahlakını ve yaradılış destanını yerle bir etmiştir. The Boys serisinde de günümüzün geç kapitalist toplumlarının ruhuna sirayet etmiş tüketim çılgınlığını ve kaçınılmaz yozlaşmayı sansürsüz şekilde kazmıştır.


Bu antikahraman anlatıları Ennis’ten önce perçinleyen isim ise çizgi roman dünyasının bir başka tanrısı Alan Moore’dur. Moore, Dave Gibbons ile hazırladığı ve 80’lerin ortasında yayımlanan Watchmen’de süper kahramanların öteki yüzünü göstermiştir. Süper kahramanların da yozlaşabileceğini, erdemden yoksun olabileceğini, derin devlet için gizli suikastlar düzenleyebileceğini ve masum insanları gözlerini kırpmadan öldürebileceğini anlatmıştır. Ennis de The Boys serisiyle Moore’un açtığı bu yoldan gitti ama kalemindeki kendine has aşırılığı, kışkırtıcılığı kullanarak. Onun süper kahramanları da toplumda yansımaları olan profillerdi. Bu profiller de tecavüzcü, hedonist, madde bağımlısı, sadist, ırkçı ve çıkarcıydı. Dahası bu süper kahramanlar bir “şirket” tarafından kontrol edilen, kullanılan reklam ürünleriydi. Ennis, süper kahraman mitlerini bu şekilde paramparça etti ve sağlam bir “vigilante” hikâyesi kurdu. İşte, Prime Video’nun The Boys serisi de TV’deki ezberleri bu şekilde yerle bir etti. Bir “X-Force” üyesi olan Deadpool ile de özdeşlik kuran seri, zamanın ruhunu yakalayan tavrıyla yeni bir trend yarattı. Çizgi romandaki gibi süper kahramanları birer ürün halinde sunan seri, neoliberal politikaların, şirketokrasi ve sosyal medya çağının karşı konulamaz bir alegorisi olarak da büyüdü. Her şeyin pazarlama stratejilerine, reytinglere ve etkileşim çılgınlığına göre ölçüldüğü bu çağda popüler kültüre ve kapitalist sisteme atılan faça da her sezonda derinleşti. Bunun yanı sıra kadın düşmanlığına, cinsiyetçiliğe ve mobbinge dair göndermeler de vurucu bir hal aldı. Bol miktarda kan, grotesk çizgi roman estetiği ve hicivle dolu bu evren, Gen V ile de ana hikâyesine eğlenceli bir köprü kurdu. X-MEN’DEN G-MEN’E SISTEMIN KÖTÜCÜLLÜĞÜ VE ZEKÂ DOLU SATIRIK BIR YAN HIKÂYE Aslına bakılırsa Gen V serisi, The Boys serisinde kurulan “snark and gore” formülünü zekice kullanıyor ve Z-kuşağıyla bağlantılı bir yere kaydırıyor. The Boys serisinde “Vought International” olarak gördüğümüz şirket, ürün haline getirilmiş süper kahramanlar ve PR konusunda uzmanlaşmıştır. Kendi çıkarları doğrultusunda medya üzerinden kamuoyunu yönlendiren Vought International, iktidar ve derin devletle de çalışmalar yürütür.

liştirerek sistemi kontrol altına almıştır. Gizli, yasadışı, etik olmayan deneyler yapan ve sürekli kâr odaklı büyüme eğilimi gösteren Vought International, sistemdeki kötücül urdur. Bu küresel urun bir de genç süperlere yönelik “Godolkin Üniversitesi” adında bir okulu mevcuttur.

Genç süperler bu okulda kahraman olmayı öğrenirler ve birbirleriyle rekabet ederek öne çıkmaya çalışırlar. Doğrusu Gen V serisi bu kolej ruhunu çok doğru bir yerden yakalıyor, kanlı bir hediye yanında iyi yazılmış bir ergen mizahı ve zorbalığı da sunuyor. The Boys serisinGeçmişten gelen Nazi bağlantıları da olan bu şirket, “Compound V” (V deki odak noktası daha çok kurumsal Bileşiği) adı verilen ve kullananlara süper güçler kazandıran maddeyi gekâr denizleri ve medya-iktidar ilişkileridir. Gen V bu ilişkiler ağını kurumsal dünyadan alıp kampüs hayatına, sınıfsal ayrımlara kaydırıyor ve Vought International’ın örtbas ettiği gizemli emelleri yeni “vigilante” karakterler ve yeni bir macerayla birleştiriyor. Tabii Gen V’nin köklerinde The Boys’un çizgi roman serisindeki X-Men parodisi olan G-Men ve “We Gotta Go Now” bölümü yer alıyor. “We Gotta Go Now” bölümünden ilham alan seri, gösteriyi de daha geniş bir alana yayıyor. Bir yandan Gen V’nin köklerinde olan G-Men ve “We Gotta Go Now” bölümü The Boys evreni için bile karanlıktır. G-Men adı verilen grup, John Godolkin tarafından kurulmuştur. Güçleri nedeniyle reddedilen bu çocuklar, Godolkin tarafından kabul edilen yetimler, isyancılar ve dışlanmışlar olarak tanıtılır. Ama işin aslı öyle değildir. Godolkin bu gruba çocukluklarından itibaren cinsel tacizde bulunmuş ve tecavüz etmiştir. Aynı zamanda kendisine sadık olmaları için beyinlerini yıkamıştır. Yani Godolkin, X-Men’deki Profesör X’in şeytani bir zıddıdır. Kripke ve serinin yaratıcı ekibi G-Men temasını alsa da Gen V’de daha farklı bir yol izliyor, seriyi de The Boys’un üçüncü sezonu ile gelecek dördüncü sezonu arasında bir yere konumlandırıyor. Ayrıca serideki yeni süper karakterler, güçlerinin ebeveynleri tarafından kendilerine verilen “V Bileşiği”nden geldiğini biliyor. Bu da doğal bir aile ya da ergen-ebeveyn çatışması yaratıyor. Sonuç olarak Gen V, The Boys’un küresel bir fenomene dönüşmesini sağlayan motifleri layıkıyla kullanıyor ve içinde yaşadığımız acımasız sisteme dair alegorileriyle parlıyor.

27


kathleen finch

p RÖ P O RTA J

oRÖPORTAJ_//_OBEN BUDAK o

KathL een F inch

ÜRETTİĞİMİZ HER DİZİNİN VE İŞE ALDIĞIMIZ HER YETENEĞİN İZLEYİCİLERE VERDİĞİMİZ SÖZÜ YERİNE GETİRDİĞİNDEN EMİN OLUYORUZ. BİZİM İŞİMİZ İZLEYİCİLERİ GÜNLÜK HAYATLARINDAN UZAKLAŞTIRMAK. ONLARA HER GECE GERİ GELİP AĞLARIMIZDAKİ İÇERİĞİN KEYFİNİ ÇIKARMALARINI SAĞLAYACAK DİNAMİK BİR İZLEME DENEYİMİ SUNMAKTIR ÖNEMLİ OLAN. ÜRETTİĞİMİZ HİT OLAN PROGRAMLARIN SAYISINA GÖRE, BUNU YAPMA KONUSUNDA GÜÇLÜ BİR GEÇMİŞİMİZ VAR.


A

ylık 131 milyon izleyiciye sahip, yaklaşık 30 ABD ağını denetleyen Warner Bros. Discovery ABD Yayın Kanalları Grubu’nun CEO ve CCO’su Brand Week Istanbul’a katılmak üzere ülkemize geliyor. Kendisiyle önceden buluşup favori yapımları ve başarılı bir içeriğin nasıl olmasına dair bir röportaj yaptım. Efsanevi kadın CEO Kathleen Finch’i bulmuşken bu mesleği seçmeyi düşünen gençler için tavsiye almayı da unutmadım. Öğrendiğime göre WBD yılda 4.000 saatten fazla, yaşam tarzı ve eğlence programı üretiyor. Programların hepsinin yapımında siz de yer alıyor musunuz? İçerik oluşturma sürecinin her aşamasına dahil oluyorum. Ancak elbette bireysel ağlarda, izleyicileri çekmek için yeni fikirler ve yetenekler geliştirmekle görevli, deneyimli yaratıcı ortaklardan oluşan inanılmaz bir ekibim var. Yapımcılardan ve geliştirme yöneticilerinden oluşan ekibimiz dünya çapında izlenecek binlerce saatlik içerik yarattığından eşzamanlı olarak çok sayıda üretim yapıyoruz. Bu dizilerin çoğu senaryosuz ve Ağır Yaşamlar, Altın Peşinde, Kırsalda Yaşamak Zor, Gelinliğe Evet De gibi birçoğunun Türkiye de dahil olmak üzere küresel olarak hit olduğunu söylemekten gurur duyuyorum. Sunum süreci açısından, izleyicinin ilgisini çekecek bir şovu nasıl anlarsınız, bir şovun hangi özelliklere sahip olması gerekir? Yalnızca odak grupları veya kitle araştırmaları aracılığıyla değil, izleyici davranışını ve içeriğimizle etkileşimini analiz ederek ağlarımızın izleyicileri hakkında çok şey öğrendik. Mesela senaryosuz içeriklerimizin izleyicileri uzmanlığa ve özgünlüğe değer verir. Ancak aynı zamanda gerçekle ilişkilendirmek, mizah, drama ve heyecan da isterler. Ürettiğimiz her dizinin ve işe aldığımız her yeteneğin izleyicilere verdiğimiz sözü yerine getirdiğinden emin oluyoruz. Bizim işimiz izleyicileri günlük hayatlarından uzaklaştırmak. Onlara her gece geri gelip ağlarımızdaki içeriğin keyfini çıkarmalarını sağlayacak dinamik bir izleme deneyimi sunmaktır önemli olan. Ürettiğimiz hit olan programların sayısına göre, bunu yapma konusunda güçlü bir geçmişimiz var. Peki, bu kadar yoğun olunca insanın hayatı, TikTok veya Instagram, sosyal medya ile ilgileniyor musunuz? Biliyoruz ki sosyal medya, dünyada olup biteni anlamanın

en iyi yolu. İnsanların gösterilere nasıl tepki verdiğini öğrenmek için bu yöntemi kullanıyor musunuz? Kesinlikle! Şahsen TikTok ve Instagram’da çok fazla zaman geçiriyorum! Sosyal medya, medya bölümlerinin çok önemli bir parçası ve değerli bir tanıtım aracı olabilir. Aynı zamanda insanlar, sosyal platformlarda programlarımız hakkında gönderi paylaşıp yorum yaptığında bazen iyi, bazen daha az yararlı olan değerli bilgiler de kazanabiliriz. Yeni bir serinin prömiyerini yaparken en sevdiğim şeylerden biri, fanatik hayranlarımızın diziye nasıl tepki verdiğini görmek ve duymak için markanın sosyal platformlarına göz atmak. Hatta sosyal platformlarda bazı yetenekler bile bulduk; Hometown’dan Ben ve Erin Napier’i Instagram hesapları aracılığıyla bulduk. Gönderilerini beğendik, onları aradık, buluşmak istedik ve çok geçmeden onları kamera karşısına geçirdik. Sonunda büyük hit olacak bir şov hazırladık! 20 yıl önce çok güldüğüm dizileri şimdi izlerken kendimi cinsiyetçi hatta homofobik bulduğum anlar oluyor. Her şey değişti. Eskiden normal olan şeyler 20 yıl sonra daha da değişecek. Siyasi ve sosyal olarak sürekli değişiyoruz. Bunun işinizi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Bu konuyla ilgili çalışmalarınız var mı? Pek çok insanın muhtemelen böyle hissettiğini düşünüyorum, ancak bu evrimin ortaya çıkardığı en güzel şeylerden biri de daha dikkatli olmamızdır ve bu iyi bir şeydir. Televizyon programlarında editör olmak isteyen yeni nesle ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? Hangi disiplinde olursanız olun, televizyon işinin hangi kısmıyla ilgilenirseniz ilgilenin, her türlü medyayı aktif olarak araştırıp tükettiğinizden emin olun. İzlemezseniz başaramazsınız. Televizyon işindeki herkesin ortak noktası, hepimizin içerik izlemeyi sevmesidir! Hepimiz büyük televizyon tüketicileriyiz ve bu yüzden hepimiz bunu bir meslek olarak seçtik. Önümüzdeki aylarda hangi içerikleri sabırsızlıkla bekliyorsunuz? Kendi ağlarımda özellikle Love in Translation (uluslararası flört programı), Lethally Blond (gerçek suç dizisi), Rick and Morty ve Last Chef Standing’i merakla bekliyorum. Kendi ağlarımda olmayan dizileri de sabırsızlıkla bekliyorum ama her zaman önce kendi içeriğimi izlerim!

29


uyarlama

p K Ö Ş E YA Z I S I

KİtapLaRından UYARLANAN FiLMLER oYAZI_//_SU KARACAN o

PRIDE AND PREJUDICE Jane Austen’dan bahsediyorsak Pride and Prejudice ile başlamamız gerekiyor yazıya. Ülkemizde Aşk ve Gurur olarak çevrilen Pride and Prejudice, birçok okurun favori Jane Austen romanı olabilir. Eh tabii, aşk hiç bu kadar zarif olmamıştı. Orta halli Bennet ailesinin 5 kızı vardır: Jane, Elizabeth, Mary, Kitty ve Lydia. Evlilik çağındaki bu kardeşlerden Elizabeth ve varlıklı bir aileden gelen Fitzwilliam Darcy arasındaki ilişkiyi anlatıyor kitap. Pride and Prejudice’ın 2005 yapımı uyarlama filmini ünlü yönetmen Joe Wright yönetmişti. Bu film birçok açıdan Jane Austen’ın en iyi uyarlamalarından biri olarak kabul gördü. Kitaba sadık kalması ve her Austen hayranının hayallerini süsleyen Bay Darcy karakterinin Matthew Macfadyen ile idealleştirilmesi -ki Colin Firth’ün çok daha Darcy olduğunu hepimiz biliyoruz- dönem sineması açısından başarılı bir yere sahip olmasının nedenlerinden birkaçı. MODERN VERSIYONU: BRIDGET JONES’S DIARY (2001) Kitap uyarlamalarını modern dünyaya taşımak için hikâyeye uygun bir zemin hazırlanıp günümüz yaşamına bağlı kalınan farklı versiyonlarını da izliyoruz malum. Aşk ve Gurur’un en bilinen modern uyarlaması tabii ki Bridget Jones’s Diary serisinin ilk filmi. Daha önce mini dizi uyarlamasında Bay Darcy olarak izlediğimiz Colin Firth, bu modern uyarlamada tekrar Darcy karakteriyle bizi mest ediyor.

Havalar soğumaya başladı, sonbahar rüzgârları esiyor. Artık hafta sonları boş vakitlerimizde raflardan kitapları alıp okuma vakti de geldi. Halihazırda sonbahar duygusallığını yakalamışken akıllara gelen isimlerden biridir belki de Jane Austen. Umutsuz romantiklerin bayılarak okuduğu o romantik kitapların birçok filme esin kaynağı olduğunu hepimiz biliyoruz. Şimdi Jane Austen maratonu yapmanın tam zamanı!


EMMA Jane Austen’ın yazdıkları arasında en sevdiği roman olarak bilinen Emma, küçük yaşta annesini kaybettiği için babası tarafından şımartılarak büyütülmüş bir kızın hikâyesini anlatıyor. Emma orijinal hikâyesine sadık kalınmış haliyle iki kez filme uyarlandı. 2020 yapımı olan uyarlaması Autumn de Wilde’in ilk uzun metrajlı filmi. Dönem yapımı olarak epey beğeni toplayan film, Emma’nın en iyi uyarlaması denebilir. Görsel anlamda en az Pride and Prejudice kadar tatmin edici. MODERN VERSIYONU: CLUELESS (1995) Emma’yı birbirinden havalı kıyafetleriyle kült bir gençlik filmi haline getiren Clueless, bu eserin başarılı bir uyarlaması. Alicia Silverstone’un ikonik performansı günümüz sosyal medyasında gif, memes vb. olarak kullanılmaya devam ediyor. 90’ların en tarz filmi olan Clueless, Paul Rudd’un da isminden söz ettiren yapımlardan biri.

PERSUASION İkna, Austen’ın son romanı olarak bilinir. Yazıldığı dönemi sert bir dille eleştiren bu kitap, iflasın eşiğinde olan ailesiyle yaşayan Anne Elliot ve ikinci şanslar üzerinedir. Dönem filmi olarak üç kez uyarlanan eserin en başarılı versiyonu başrolünde Sally Hawkins’in yer aldığı 2007 uyarlaması olduğunu düşünüyorum. MODERN VERSIYONU: PERSUASION (2022) Persuasion eserinin modern uyarlaması sayılabilecek bu Netflix yapımı, geçen senenin en çok eleştiri alan filmlerinden biri olmuştu. Film, daha çok 21. yüzyıl diliyle çekilen bir dönem filmiydi. Her ne kadar farklı ve değişik bir bakış açısı yakalamaya çalışsalar da maalesef şimdiye kadarki en kötü uyarlama denebilir. Filmde 4. duvarı yıkarak farklı hava katmaya çalışmaları eserin bozulmasına sebep olmuş, birçok Austen hayranını da sinirlendirmişti.

31


SENSE AND SENSIBILITY Aşk ve Yaşam, Austen’ın ilk romandır. Kitap, iflasın eşiğinde olan ve evlilik yoluyla maddi refah elde etmeye zorlanan iki kız kardeşin hikâyesini anlatıyor. Bu uyarlamanın senaryosunu usta oyuncu Emma Thompson kaleme almıştır. Film şimdiye kadarki en başarılı kitap uyarlaması olabilir. Ayrıca başrol kadrosunun adeta yıldızlar geçidi olduğunu belirtmeliyim. Dönem filmi sevenlerin favori yapımlarından biri olacağına eminim. MODERN VERSIYONU: MATERIAL GIRLS (2006) 2000’li yılların pek de bilinmeyen bu filminde dönemin popüler ikilisi olan Duff kardeşler başrolde yer alıyor. Bir Clueless olmasa da modayı seven herkesin kıyafetleri için bile keyifle izleyeceği bir romantik komedi. Bu eserlerin yanı sıra Jane Austen’dan esinlenen birkaç yapımdan da bahsetmeden geçmek istemiyorum. Bunlar özellikle romantik film sevenler için de epey keyifli yapımlar. İşte Austen’ın dili ve anlayışını bize aktarmaya çalışan sempatik birkaç yapım: THE JANE AUSTEN BOOK CLUB (2007): Aslında kendisi de kitaptan uyarlama olan bu film, Jane Austen’ın altı romanını tartışmak için ayda bir buluşan bir grup insanı ve hayatlarını ele alıyor. Farklı düşüncelere sahip ama aynı şeyleri okuyan insanların Austen sayesinde kurduğu bağ izlemeye değer. Ayrıca bazı kitapların hayatımıza nasıl dokunduğunun da nefis bir örneği. AUSTENLAND (2013): Birçok şey gibi kitaplara da bağımlı olabiliyoruz. Bu tatlı romantik komedide Austen’ın kurduğu dünyayı benimseyen ve kendi Bay Darcy’sini arayan bir kadının eğlenceli hikâyesine şahit olacaksınız. Onun da dediği gibi, “Bekârım çünkü görüşe göre bütün iyi erkekler hayal ürünü.” BECOMING JANE(2007): Kurgu olduğu bilinen bu otobiyografide hayatı boyunca hiç evlenmeyen Jane Austen’ın kavuşamadığı aşkıyla hikâyesini izliyoruz. Her ne kadar tamamen gerçek olmadığı söylense de Jane Austen kitabı tadında...


MUTLAKA OKUMANIZ GEREKEN 50 POLISIYE YAZARINDAN BIRI, ITALYAN POLISIYESININ USTASI ANDREA CAMILLERI. ANDREA CAMILLERI ILE BÜTÜNLEŞMIŞ, TÜM DÜNYADA TANINAN KOMISER SALVO MONTALBANO.

mylosyayingrubu.com

/MylosKitap

/MylosKitap

/myloskitap


OSMAN SONANT

SIYAH TSHIRT, KABAN VE AYAKKABI: BEYMEN CLUB, PANTOLON: NETWORK, GÖZLÜK: RAYBAN

osman sonant

p

K A PA K K A R E S I


vbn

RÖPORTAJ: OBEN BUDAK & ENGİN İNAN FOTOĞRAFLAR: FIRAT MERİÇ / PPR STYLING: MUHAMMET BOZKURT MAKYAJ: UĞUR KIRAL SAÇ: MERT PEKGÜZEL FOTOĞRAF ASİSTANI: BURHAN CANLI /PPR STYLING ASİSTANI: DİLARA IŞIK MEKÂN: ST. BENOÎT FRANSIZ LİSESİ

U

zun süredir konuşulan bir iş Bihter. Sinema versiyonu yapılacağı duyulduğu günden beri konusu geçiyor. Oyuncular açıklandığında tartışma çıktı. Sonra filmden kareler yayınlandı, yine tartışma çıktı. Sette yaşanan tartışmalar da zincire eklenince son dönemin en çok konuşulan işini merak edenlerin sayısı daha da arttı. Biz de filmde Adnan Bey’i canlandıran Osman Sonant ile bir çekim yapıp bu yeni Bihter evrenini anlatmasını istedik.

Öyle ya, Osman Sonant sadece oynadığı dizilerden hatırlanan biri değil. Onu sevmemizin asıl nedeni filmlerindeki unutulmaz sahneler belki de. Yeşim Ustaoğlu imzalı Pandora’nın Kutusu ile Altın Koza’dan en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü almasının popüler olmasıyla bir alakası yok sonuçta. Sonra, Onur Ünlü’nün Romeo ve Juliet uyarlaması Kırık Kalpler Bankası’ndaki Ece yani travesti kimliğindeki Mercutio. Ece’nin Romeo’nun kollarında ölme sahnesi hep akıllarda.

Tabii ki dizilerini es geçmek olmaz. Geriye dönüp bakıldığında hep iyi hatırlanan, tekrar tekrar izlenebilecek işleri var. Leyla ile Mecnun, Fi, Ufak Tefek Cinayetler ve Sıcak Kafa. Tüm bu konuların üzerine, Prime Video’da yayınlanacak Bihter için İtalya’daki evinden Zoom röportajı yaptık. Bihter’i önceden izleyen ve fotoğraf çekiminin prodüksiyonunu üstlenen Engin İnan da bana eşlik etti. Osman Sonant’ın Adnan Bey yorumunu merak ettiğimiz kadar, bütünün içinden kendine has yöntemiyle sıyrılmasını da merak ettik doğrusu. Günümüzde hâlâ “kapris yapmak” starlık müessesesinin olmazsa olmazı gibi görülürken, egolarından sıyrılmış bir başarı abidesiyle tanışmak hepimize iyi geldi.

35


Her şey yolunda mı? Heyecanlı olmalısınız. Adnan Bey dönemi başlıyor. Bihter kısa süre içinde Prime Video’da yayınlanacak. Evet, çok heyecanlıyım. İzlemedim ama izleyenleri dinledim, çok heyecanlıydılar. Onlar beni daha da heyecanlandırdı. İstanbul’da olmadığınız için mi izlemediniz yoksa genelde işlerinizi izlemiyor musunuz? İzlemeyi çok tercih etmiyorum. Sette de mesela sahneyi çektikten sonra kadrajın matematiğiyle ilgili bir problem olma ihtimali yoksa monitörde de nasıl olmuş diye bakmayı tercih etmiyorum. Çünkü çok etkileniyorum kendimden. Yani hemen beğenmemeye ya da olumsuz düşünmeye başlayabiliyorum. O yüzden tercihim; ben bildiğim gibi oynayayım, onlar ne yapıyorlarsa yapsınlar, oluyor genelde. Bihter hakkında çok sorumuz var ama ben ilk olarak şunu merak ediyorum, Siena’da yaşıyorsunuz. Başka bir kültüre taşınmak hayatınızı nasıl etkiledi? Nasıl geçti alışma süreciniz? Neredeyse 4 ay olacak. İtalyan bürokrasisi gerçekten bizi mahvetti. İnanılmaz yani, yavaş demek az kalır kelime olarak. İnternetimiz 1,5 ayda bağlandı, öyle söyleyeyim. Hakikaten mi? Atina da öyle de ben sadece buraya özgü zannediyordum. Güneye özgü bir şey bence, Akdeniz’e özgü. Bazı şeyler gerçekten zorladı. Şu bürokrasi, bir şeyleri öğrenmeyi, nereden alışveriş yapılır, hangi market iyidir, nereye nasıl gidilir, hangi otobüsler kullanılır..? Tabii bir sürü trafik cezası yedik. Otobüste biletimizin bir tanesini eksik basmışız ve geldiler hemen 80 Euro ceza yazdılar. Yani o acemiliklerin hepsini yaşıyoruz. Tabii öbür taraftan bir an önce entegre olmak istediğimiz bir kültür var, insanlar var. O da bizi motive ediyor açıkçası. Çünkü çok keyifli insanların olduğu bir bölge burası. Çok huzurlu, çok sakin. Çocuklar okula başladı. Onlar devlet okuluna gidiyorlar burada. Çok farklı bir deneyim hepimiz için.

SIYAH TSHIRT, KABAN VE AYAKKABI: BEYMEN CLUB, PANTOLON: NETWORK, GÖZLÜK: RAYBAN

Onlar için güzel tabii… Onlar için çok çok zor şu anda. Başka bir ülkeye, kültüre adapte olmaya çalışıyorlar. Bizim için bile zor, bir de 6 ve 12 yaşında olduğunu düşün. Okulun ilk günleri özellikle ufaklık için gerçekten kâbustu. Ama şimdi okulda üç haftasını geride bıraktı, ikisi de çok mutlu ve İtalyanca öğreniyorlar. Artık arkadaşlarıyla çat pat konuşmaya başladılar. Bizim için çok heyecan verici. Çocuk olunca tabii bir de oyun arkadaşı bunlar, çok avantajlılar. Ne yaşadıklarının, ne kadar avantajlı, güzel bir deneyimin içinde olduklarının da çok farkında değiller maalesef. Herhalde bir 10-15 sene sonra anlarlar da bize teşekkür ederler diye umuyorum.


SIYAH TSHIRT, KABAN VE AYAKKABI: BEYMEN CLUB, PANTOLON: NETWORK, GÖZLÜK: RAYBAN

Bihter bir sinema filmi, 1920’ler İstanbul’unda geçiyor; dekoruyla, kostümleriyle, mekânlarıyla yaratılan ambiyans benim için de müthiş bir deneyime dönüştü. Öncelikle insanlar bir dönem filmi izleyecekler. İzleyecekleri film, ne romandaki gibi ne de dizideki gibi; karşımızda bambaşka bir paralel evren, Bihter’in evreni var! Görecekleri şeyler hazırlıklı olabilecekleri şeyler de değil. Bütün ezberleri bırakıp izlemek gerekiyor.

37


Peki, projenizden bahsetmek istiyoruz. Merak ettiğim konulardan biri Adnan Bey rolü teklifi geldiğinde ne hissettiniz? Çünkü Türkiye’deki roman karakterleri arasında Türk edebiyatının en ünlü “boynuzlanan” adamı yani. İlk teklif geldiğinde yaşlandığımı hissettim. (Gülüyor) “Yaşlıların olduğu yaştayım” (I can’tbelieve. I’m the same age as old people) diye bir tişört var, çok satılıyor, biraz o durum gibi. Gerçekten Adnan Bey’e mi geldik ya? Adnan Bey mi olduk yani? Ne ara olduk Adnan Bey, dedim. İlk tepkim buydu. Behlül olmayacağımı biliyorum ama arası bir yerde olduğumu düşünüyordum. Çok çabuk Adnan olmuşum. Ben de ilk oynayanları duyduğumda Osman Sonant o kadar oldu mu gerçekten diye düşündüm. Çok haklısınız bunda ama Firdevs Hanım’ın Hande Ataizi olduğunu görünce olayı anladım. Dedim biraz gençleştirmişler demek ki. Adnan senaryoda 55 yaşında olarak geçiyor. Ben 44 yaşındayım. Biraz yıpranmış gözüküyor olabilirim ama 55 de değilimdir. Bu yüzden ilk teklif geldiğinde moralim bozuldu. (Gülüyor) Castı duyunca tamam dedim. 55’i illaki gösterecek bir çaba yok, 5055 arası kodlanıyor. Hemen baktım, rahmetli Şükran Güngör oynamış, Selçuk Yöntem’i zaten izledik. Böyle dikkat çekecek üçüncü Adnan yani o jenerasyon olmak tabii tuhaf hissettirdi bana çünkü onlar ustalarım. Tabii ki bir roman karakteri olması, karakterin çok fazla bilinmesi de insanı geriyor. “Boynuzlanan adam” kısmına şöyle takıldım: Ben başka bir açıdan nasıl bakacağım? Bugüne kadar bakanların baktığı yerden değil de başka bir yerden bakıp buna bir şey katabilecek miyim? Klasik bir Adnan mı izleyeceğiz yoksa motivasyonları farklı bir Adnan mı karşımıza çıkacak, onu yapabilecek miyim, öyle bir alan olacak mı? Bunları daha çok düşündüm.

Çok iyi bir anmış. Aynen, o yanıt beni çok motive etti, Hazal ile Ali bir anda ruh halimi değiştirdiler. Evet ya, yaparım, niye yapmayayım ki, çok güzel olur diyerek ben de açıkçası kendimi yükselttim. Sonra da oturduk konuştuk: Nasıl bir Adnan olacak? Bu adama dair benim de bazı fikirlerim vardı. Zaten senaryo bu versiyonuyla farklı bir yerden bakıyor. Senaryonun Bihter’in hikâyesine, Aşk-ı Memnu dünyasına bakışı, farklı bir yorum içermesi içimi rahatlattı. Benim de Adnan ile ilgili görüşlerimin bu versiyonda çalışabilecek olması çok hoşuma gitti tabii. Benim için farklı bir deneyim oldu. Şunu merak ediyorum, izleyicilere Bihter’in karşısına oturmadan önce ne söylemek istersiniz? Her şeyden önce bir sinema filmi izleyeceklerinin farkında olmaları gerekiyor galiba. Bir de bu hikâyeyle ilgili biraz heybelerini boşaltmaları gerekiyor sanırım çünkü farklı bir şey izleyecekler. Neler söylersiniz bunun için? Bihter bir sinema filmi, 1920’ler İstanbul’unda geçiyor; dekoruyla, kostümleriyle, mekânlarıyla yaratılan ambiyans benim için de müthiş bir deneyime dönüştü. Öncelikle insanlar bir dönem filmi izleyecekler. Karşımızda bambaşka bir paralel evren, Bihter’in evreni var! Görecekleri şeyler hazırlıklı olabilecekleri şeyler de değil. Bütün ezberleri bırakıp izlemek gerekiyor. 500 yıldır Hamlet oynanıyor ama gerçekten rejisöre, oyunculara ya da yapıma baktığımızda dikkat çekiciyse onu tekrar izliyoruz. Dolayısıyla Bihter’e böyle gelinmeli.

TRIKO KAZAK: NETWORK, KAHVERENGI HIRKA, CEKET VE PANTOLON: BROOKS BROTHERS

Riskli bir karar aldınız, kolay olmamıştır diye düşünüyorum. Bu kadar klasik bir hikâyeyi yapmak riskli, evet. Hemen karşına bir grup insanı alacaksın zaten, kaçarı yok, bu böyle olur mu, şöyle olur mu diye. Tabii ki bunları düşünüyorsun. Sonra Ali Atay’ı aradım çünkü o, evde bir Aşk-ı Memnu efsanesi Hazal’la yaşıyor. “Adnan’ı oynayayım mı?” dedim, o sırada hoparlör açıktı, Hazal seslendi: “Seni Adnan olarak görmek istiyorum!”


TAKIM : NETWORK, GÖMLEK VE KRAVAT: ABDULLAH KIĞILI

39


Evet, hikâyeyi biliyorsunuz, bilin hikâyeyi ama birçok şey beklediğiniz gibi olmayacak. Yani eleştirmek, yargılamak ya da ama bu böyleydi, ama işte 1970’de şöyleydi, romanda böyleydi diyerek işin içinden çıkılamaz gerçekten. İnsanlar farklı bir şey görecekler kesinlikle, buna hazır olsunlar. Umarım işimizi beğenen çok olur ve umarım ortaya koyduğumuz bakış açısını da en iyi şekilde yansıtabilmişizdir. Bu çok konuşulacak bir iş olacak, çok da gündem olacak. Siz biraz buna da hazırlanıyorsunuz galiba bir taraftan. Şu anki bütün çırpınışım bunun için. Bütün o karşıdan gelecek olanı da karşılayabilecek durumda olmak, ona hazır olmak. Tabii insan şunu savunmak istiyor, bir şeyi iyi ya da kötü yapabilirsin, bu ayrı bir şeydir; biz farklı bir şey yaptık, umarım onu iyi yapmışızdır, umarım onu hakkını vererek yapmışızdır. Umarım ulaşır, ulaşması gereken yere. Warhol’un bir laf vardır ya, herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak diye. Galiba her ünlü de bir kere linç yiyecek artık. Klasik bir soru vardır, Adnan’ı görseniz ne söylerdiniz, Adnan’a siz ne tavsiye ederdiniz? Yani ne gerek vardı, derdim. Bir de magazin sorusu sorayım. Adnan Bey’in çevresinde üç güzel kadın vardı: Bihter, Firdevs ve Matmazel. Sizce Adnan Bey için onu mutlu edecek en doğru seçenek kim? Firdevs kesinlikle. Yani bu dünyada, bu Bihter evreninde, bu castta, bu durumda Firdevs. Bihter gereksiz bir ısrar. Öyle söyleyeyim size.

TAKIM : NETWORK, GÖMLEK VE KRAVAT: ABDULLAH KIĞILI, AYAKKABI: BEYMEN CLUB

Hikâyenin geçtiği dönemden neredeyse 100 yıl öteye geçtik ama o günün erkeğiyle bugünün erkeği arasında fark yok neredeyse. Kadınların o kadar aynı olduğunu düşünmüyorum ama erkek galiba büyük ölçüde kodlarını koruyan bir şekilde geldi günümüze. Kesinlikle, o kadar haklısın ki. Erkek hep aynı. İşte Bihter, bugünkü kadının nasıl reaksiyon verebileceğinin hikâyesi biraz da. Yani 1920’lerde bugünkü kadının mantalitesi ağır bassaydı ne olurdu?


Hikâyeyi tam bilmesem, arada İstanbul lafı geçmese hangi ülkede, hangi şehirde olduğuna dair net bir şey söyleyemem. Hikâye burada, özellikle sanat yönetimi de biraz evrenselleşti sanıyorum. Evet, sanat yönetimi buna çok yardımcı oldu. Dediğin gibi, dünyanın herhangi bir yerinde çekilmiş bir hikâye hissiyatı veriyor bana da, çekimler sırasında da böyle hissetmiştim. Bu anlamda hikâyenin yurtdışında da ilgi çekeceğini, otantikliğine rağmen evrenselliğe ulaştığını söyleyebilirim. Zaten Prime Video’da gösterileceği için herhalde daha da evrensel olması gerekiyor. Aşk-ı Memnu biraz efsunlu bir hikâye gibi. Nedir bizim Aşk-ı Memnu ile ilişkimiz sizce? Evet, roman biraz modernleşme anlatıyor ama 100 yıldır güncelliğini koruması, adı geçtiğinde bile toplumun her kesiminin, bir beyaz yakalının da bir ev hanımının da, sokaktaki adamın da bir şekilde dikkatini çekmesi… Nereden geliyor bu hikâyenin büyüsü sizce? E, alengirli işler var ve biz alengir seviyoruz. O alengirin aslında o yıllarda dahi olması, bu yıllarda devam etmesi; o içgüdüler, o güdüler, o dürtüler, o tutku, o duygular değişmiyor. Onlar her yerde kendini gösteriyor, o dürtü insanı gıdıklıyor, ilgilenmeye sevk ediyor herhalde, insanı merak ettiriyor. Ne olacağını bilse bile onun nasıl olacağını insan tekrar merak edebiliyor. Yönetmenleri de beni heyecanlandırıyor filmle ilgili. Caner Alper ve Mehmet Binay sinemasını çok severim. Sanırım filmografilerinden bir tek Bergen’i izlemedim. Zenne’ye bayılırım. Çok iyi filmleri var, beklenmedik şeyler yapmalarıyla ünlüler. Evet, oraya bağlamak istiyorum. Siz ödüllü sinemacılarla çalışmaya çok uzak değilsiniz ama Caner ve Mehmet ile çalışmak nasıldı? İlk günden, ilk toplantıdan itibaren birbirimizi çok sevdik, çok iyi anladık. Bu bir Bihter filmi, adından da anlaşılacağı gibi aslında odakta Bihter’in olduğu bir hikâye, diğer karakterler ister istemez hikâyeye hizmet için bir adım geride duruyorlar. Orada biz Adnan üzerine konuşurken birbirimizi yakaladık. Onlar bir şeyleri bir hayal ediyorsa ben onlara şiddet olarak ikinin, üçün de olma ihtimalini gösterince çok güzel bir çalışma şansı yakaladık. Çünkü onlar ofansif yorumları seviyor. Siz bir yandan da ödüllü filmlere alışkın sayılırsınız. 2008’deki Pandora’nın Kutusu mesela. Yeşim Ustaoğlu’yla tanışmanız nasıl oldu? 15 yıl önceki halinizi düşünerek bünyenizde büyük bir heyecan yaratmış olmalı diye düşünüyorum. Şu an düşününce komik gelen bir tesadüf, Yeşim Ustaoğlu’nu benimle tanıştıran kişi Selçuk Yöntem. Aaa! Bu kader olmalı. Evet, orada yolumu sağ olsun Selçuk Yöntem açtı. Biz Kenter Tiyatrosu’nda o zaman Gece Mevsimi oynununda birlikte oynuyorduk. Bir gün Selçuk Yöntem geldi, “Seni Yeşim Ustaoğlu’yla tanıştıracağım, birini arıyorlar, orada tam sana göre bir rol var,” dedi. Sonra Yeşim Ustaoğlu’yla görüştüm. Kendi hikâyem, içine doğduğum aile yapısı da senaryoyla yakın ilişki kurmamı sağladı. Senin hayatın biraz role yakın olduğunda yönetmen için de çekici oluyor. Tabii ondan sonra çok enteresan şeyler oldu. Mesela biz beş kardeşiz. Filmde üç kardeşi oynuyoruz. Anne Alzheimer oluyor, baba ortalıkta yok. Çekimler başladığında babamı kaybedeli neredeyse iki yıl olmuştu. Belki kaderin cilvesi, filmden bir sene sonra, rahmetli anneme Alzheimer teşhisi kondu. Ve filmde Alzeimerlı bir anneyle oynadınız, inanılmazmış! Evet, Alzheimerlı bir anneyle oynadım bir sene öncesinde. Yani bu mesele çok enteresandır.

Dünyada en çok dizi ithalatı yapan ikinci ülke olabiliriz ama ondan çok daha fazlasını hak ediyoruz. Evet, doğru, hem prodüksiyon hem de oyunculuk kalitemiz çok yüksek. Elbette İtalya’da da çok iyi prodüksiyonlar var ama bizim üretim gücümüzde asla değiller. Bizim üretim hızımızda ve o hıza rağmen o kalitede asla değiller. Oyuncularımızın, şahsen çok hazzetmediğim oyuncu arkadaşlarımızın bile çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Keşke imkânları olsa da şu Avrupa coğrafyasında daha fazla kendilerini gösterseler diyorum.

41


Bu olayı paylaştınız mı Yeşim Hanım’la? Tabii, onu arayıp, “Sana bir haberim var ama çok şaşıracaksın, annem Alzheimer oldu,” dediğimde sessizlik olmuştu telefonda. Efsunlu hikâyeler oluyor bazen hayatta. Çok şaşırdım hakikaten. O filmdeki karakterin, Mehmet’in size yakın olmasına da şaşırdım aslında ama herhalde üniversite dönemindeydiniz. Yok, üniversite sonrası. Benim de hayatı çok fazla sorguladığım, umursamaz takıldığım bir dönemdi. Karakterle çok yakın geldi tabii. İnsanın kendi modunu oynaması çok kolay zannedilir ama daha zordur aslında. Tahmin ediyorum. Çünkü içinde sürekli seni dürten bir oynama hissi varken oynamamaya çalışmak da çok tuhaf ve zor bir durumdur. Evet, o duygulardaydım. Ama tabii filmdeki hikâyenin bir sene sonra hayatımda gerçekleşeceğine dair hiçbir bilgim yoktu. Belki de bir şekilde hazırlandınız mı bu duruma? Anneme teşhis konduğunda en hazır olan bendim. Sürecin nasıl işleyeceğini bir tek ben biliyordum çünkü film için her şeyi araştırmıştım. Biraz da bu sayede ilk hazmeden, ilk kabullenen ben oldum.

TRIKO KAZAK: NETWORK, BEJ CEKET: ADAMO, PANT: ABDULLAH KIĞILI, AYAKKABI: NETWORK

Doğrudur. Tamam, bu konuyu değiştireceğim. Sıcak Kafa’dan bahsedelim mi? İkinci sezonun gelmeyeceğini duyunca acayip üzülmüştüm. Bir yandan da tahminimce siz bilimkurgu işleri seviyorsunuz. Onur Ünlü ile Görünen Adam’ı çekmiştiniz. YouTube için ne kadar heyecanlı bir projeydi. O da çok ilgi gördü aslında ama devamı gelmedi. Biz niye böyle yarı yolda bırakılıyoruz? Ve hep ben bırakıyorum bir şekilde. (Gülüyor) Yarım kalan hikâyelerin vazgeçilmez oyuncusuyum. Bilmiyorum, biraz değişik bakış açılarıyla yapılan işler, her zaman riskli, bizim ülkemizde riskli en azından. Ben mesela Sıcak Kafa adına üzgünüm çünkü birçok boşluk bırakmak zorunda kalmıştık. Aslında ikinci hatta üçüncü sezonda bile doldurmak üzere bir sürü boşluk bırakmıştık. Gerek hikâyedeki boşluklar, gerek hikâyenin geçmişiyle ilgili anlatmadığımız, sıfır noktasında neler olduğu konusuna çok girmediğimiz, izleyicilerin merakını da tatminsiz bıraktığımız yerler oldu. Bunlar çok merak edilsin, sonradan anlatılsın diye bırakılan şeyler olunca ve sonra bunları anlatamayınca, anlatma şansın kalmayınca “ama ama ama” diye çok çaresiz hissediyor insan kendini. İzlenmelerin tahmin edilenden düşük kal-


masını insanların pandemiden, distopyadan, karanlıktan, daha da kötü olma ihtimalinden çok sıkıldıklarına veriyorum biraz. İnsanlar bunları artık kaldıramaz oldu. Zaten sonrasında bakıyorsunuz hep güllük gülistanlık işler var. Ben başta da söylüyordum, biz bağımsız dizi yapıyoruz şu anda farkında mısınız diye ama onlar öyle görmüyordu. Sonuçta bir yerden sonra bu bir ticari faaliyet. İşi sevenin sayısı belli bir noktaya ulaşmayınca maalesef, “Ama güzel bir hikâye anlatıyordu,” diye kimse onun devamını getirmiyor tabii.

TRIKO KAZAK: NETWORK, BEJ CEKET: ADAMO, PANT: ABDULLAH KIĞILI

Amalar çok iyiymiş gerçekten. Peki, yanılmıyorsam tiyatroyla başladınız aslında değil mi? Evet, tiyatro maceram okuldan mezun olurken sadece üç-dört seneyle sınırlı kaldı. Sahneye çıkma, o adrenalini özleme gibi şeyler yaşamadınız mı? Bu sözünü ettiğin özlemi 15 yıldır yaşıyorum. Anlatırlardı da inanmazdım, gerçekten sıkıntısı oluşmaya başladı. Bu arada o kadar çok arkadaşım, tanıdığım, sevdiğim insan tiyatro işi teklif etti ki. Bir travma oldu galiba, tiyatro yaparken ve sonrasında biraz zorluk yaşamıştım ve sanıyorum sinemaya geçince kendimi çok özgürleşmiş hissettim. Ne gibi zorluklar yaşadınız? Tiyatronun enerjim için çok kısıtlayıcı kaldığı, orada kendimi gerçekleştiremediğimi hissettiğim bir dönemde sahneyi bıraktım. Televizyon ekranında ve sinema perdesinde kendimi daha iyi hissetmeye başladım. İlk dört-beş sene tiyatroyu hiç özlemedim fakat sonra özlemeye başladım. Şu anda çok özlemiş durumdayım. Ama işte yıllar sonra hangi oyunla geri döneceğim, ne yaparak kendimi o ateşe atacağım, galiba ona karar veremiyorum. Siz istiyorsanız, gerçekten hazırsanız bence hikâyeler, senaryolar sizi bulur. Herkes oyu-

nunda görmek ister gerçekten de sizi. Bazı şeylere çok duygusal yaklaşıyorum. Bu anlamda gerçekten yarı profesyonelim diyebilirim. Bunu itiraf etmekte de bir sakınca görmüyorum. Biraz duygusalım ve hangi karakter olursa olsun “çık oyna” rahatlığında değilim. Anlatmak istediğim bir hikâye, bir bağ arıyorum. Avukatlık yapacaksam gerçekten davasına inandığım birini istiyorum. Davasına inanmadan, sadece iş yapmak için avukatlık yapan bir avukat gibi olmak istemiyorum. Güzel bir davaya inanıp onu kazanmak istiyorum. Öyle bir karakter, öyle bir hikâye arıyorum. Ne kadar süredir arıyorsunuz bilmiyorum ama yapmaya yapmaya insana iyice zor gelir. Doğru. Birçok arkadaşım çok büyütüyorsun, çok anlam katıyorsun, diyor. Ben de diyorum ki, sanatla uğraşıyoruz ya hani. Yani anlam ve duygu katmayacaksam niye o zaman? Belki yanlış yapıyorum, belki 10 senedir sahnede olmalıydım ama hikâye bazen öyle ilerlemiyor. O hikâyeyi, o karakteri arıyorum galiba. Ne güzel, umarım bulursunuz. Zevkle izleriz. Sizinle çekim yapacağımızı söylediğimde annemin yüzündeki ifadeyi de, ofisteki arkadaşlarımın tepkilerini de gördüm. Herkese bir şekilde bir yerden dokunmuşsunuz. Çok bilinen bir isimsiniz ama sizinle sokakta da yürüdüm. Siz Osman Sonant’a benzeyen biri gibisiniz biraz. Bu bir avantaj da aynı zamanda anladığım kadarıyla. Hem çok biliniyor isminiz hem de sokakta çok rahat yürüyebiliyorsunuz aslında. Osman Sonant’a benzeyen biri, çok güzel bir tanımlamaymış bu. (Gülüyor) Evet ama işte bu kodları daha önce yaşayan bir arkadaşım ya da tanıdığım olmadığı için bir taraftan da sürekli yeteri kadar başarılı değil miyim acaba sorusu da kafamda dönüp duruyor. Evet, avantajları oluyor. Çoğu oyuncu arkadaşım biraz boğuluyor çünkü o kadar tanınıyorlar ki sokakta yürüyemiyorlar ama ben öyle değilim. Sokakta yürüyorum ve bazı insanlar yanlarından geçtiğimin farkına bile varmıyor, bu müthiş bir avantaj. Arkadaşlarımın yaşayıp da anlattıklarını hiçbir zaman yaşamadım. Ama bu niye böyle, nasıl olması gerekiyor? Bunlar biraz karışık bende.

43



45


Ama bir yandan da oyunu kuralına göre çok da oynamıyor gibisiniz. Sosyal medyada çok aktif değilsiniz, sizi profesyonel görünürlüğünüz dışında hiç hatırlamıyorum bir davette mesela. Siz daha çok, işini yapıp eve dönen biri gibisiniz biraz. Bu esasında çok karşılaştığımız bir oyuncu profili değil. Hem bu kadar popüler işlerde olup hem de diğer o tüm sosyal medya, davetler vs oralarda görünmeyen, sizin gibi bir isim daha söyleyemem galiba. Evet, galiba tekim. Oyunu kuralına göre oynamıyorum, ona rağmen istediğim bazı şeyler olabilir diye düşünüyorum. Oyunu kuralına göre oynasam ve olmasa başka bir şey ama hem kuralına göre oynamayacaksın hem kendi kurallarına çekmeye çalışacaksın herkesi, o biraz büyük fantezi. O yüzden herhalde ya böyle gidecek ya da bir yerde kırılacak. Ben mi oyuna döneceğim yoksa oyun mu bana ayak uyduracak, göreceğim. Bana bu yol da gayet sağlam ve tutarlı geliyor. Çünkü yer aldığınız projelere ve başarınıza baktığımızda, sizin yaptığınız da bir seçenek olabilirmiş aslında. İlk kez Sıcak Kafa’da bir dizi başrolündeydim. Genel olarak bütün ekip böyle bir başrol oyuncusuyla çalıştığı için çok şaşkındı. Çünkü kendime söz vermiştim, böylesine büyük bir sorumluluk alıp bütün seti etkileyecek bir pozisyona geldiğimde bazı şeyleri kaybetmeyeceğim, bazı şeyleri koruyacak, insan kalmaya çalışacağım. Gerçekten insanı zorlayan bir pozisyon başrol oynamak, hazır değilsen görüyoruz işte bir sürü insanın neler yaptığını, nasıl gözüktüğünü. Rise of Empires: Ottoman’da İngilizce oynadınız, şimdi de İtalya’da yaşıyorsunuz, İtalyanca bir projede oynamak ister misiniz? Elbette, o kadar çok istiyorum ki, şimdi ailece İtalyanca öğreniyoruz. Bir an önce geliştirmeyi çok istiyorum, ilerleyen zamanlarda aksanla ilgili düzeltmeler için de bazı çalışmalar yapacağım. Hemen, üç-beş ay içinde olmayabilir böyle şeyler ama bir süre sonra cesaret edip bir şeyler deneyebilirim İtalya’da. Çünkü sürekli televizyonlarını, dizilerini, filmlerini izliyorum ve olmayacak bir şey değil gibi geliyor bana. Değil tabii ki. Hem Türk oyunculara da yükselmeye başladılar yakın zamanda. Burada aktör olduğumu duyan herkes, “Kan Yaman, Kan Yaman” diyor. Dünyada en çok dizi satan ikinci ülkeyiz sonuçta. İtalya’dan bakınca nasıl gözüküyor bu? Hep prodüksiyon kalitemizin ne kadar iyi olduğuna dair şeyler duyuyoruz ama oradan bakınca bu doğru mu sizce? Yazık oluyor güzelim ülkemize, öyle söyleyeyim size. Dünyada en çok dizi ithalatı yapan ikinci ülke olabiliriz ama ondan çok daha fazlasını hak ediyoruz. Evet, doğru, hem prodüksiyon hem de oyunculuk kalitemiz çok yüksek. Elbette İtalya’da da çok iyi prodüksiyonlar var ama bizim üretim gücümüzde asla değiller. Bizim üretim hızımızda ve o hıza rağmen o kalitede asla değiller. Oyuncularımızın, şahsen çok hazzetmediğim oyuncu arkadaşlarımızın bile çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Keşke imkânları olsa da şu Avrupa coğrafyasında daha fazla kendilerini gösterseler diyorum. Galiba yavaş yavaş önü açılmaya başladı oyuncularımızın, dizilerin erişimleri ve platformların da etkisiyle. Evet ama gerçekten potansiyelimizin ne kadar yüksek olduğunu biraz da dışına çıkınca, en azından İtalya’da görebiliyorum. Öncelikle çok çalışkanız, inanılmaz bir pratik zekâmız, inanılmaz çözümlemelerimiz ve çok enteresan hikâye bağlantılarımız var. Mesela 5. Kanal diye bir kanal var, Türkçe dizi yayınlanıyor, dublaj yok, altyazı yok ve diziler Türkçe. Üstelik akşam 8’de prime time’da.


TAKIM: NETWORK, GÖMLEK VE KRAVAT: ABDULLAH KIĞILI

Bazı şeylere çok duygusal yaklaşıyorum. Bu anlamda gerçekten yarı profesyonelim diyebilirim. Bunu itiraf etmekte de bir sakınca görmüyorum. Biraz duygusalım ve hangi karakter olursa olsun “çık oyna” rahatlığında değilim. Anlatmak istediğim bir hikâye, bir bağ arıyorum. Avukatlık yapacaksam gerçekten davasına inandığım birini istiyorum. Davasına inanmadan, sadece iş yapmak için avukatlık yapan bir avukat gibi olmak istemiyorum. Güzel bir davaya inanıp onu kazanmak istiyorum. Öyle bir karakter, öyle bir hikâye arıyorum.

47



Esasında Avrupalı izleyiciyle Türk izleyici arasında temel bir fark var. Biz mesela artık evde tüketim yapıyoruz, içerik ayağımıza gelsin istiyoruz. İçeriğin ayağına gitme konusunda biraz tembeliz. Çok az bir kitle sinemaya, tiyatroya gidiyor. O da biraz içeriğin değerini etkiliyor galiba. Sanıyorum Avrupa’nın farkı orada, izleyici içeriğin ayağına gitmeye de hazır. O da verilen değeri etkiliyor. Belki biraz da benim bulunduğum bölgeyle ilgili ama burada hiçbir şey insanın ayağına gitmiyor. Bir iki tane kurye markası var ve çok nadir kullanılıyor. İnsanlar da kullanmayı tercih etmiyorlar. İnternetten alışveriş de çok fazla yapmıyorlar. Her şey için dışarı çıkmayı, giyinip süslenmeyi, onu bir etkinlik haline getirmeyi, sinemaya, tiyatroya, konsere gitmeyi seviyorlar. Biz o kadar seri üretiyoruz ki, malın bir değeri yok artık bizim için. Öyle büyük bir şey gelmeli ki biz de hayran olalım istiyoruz artık. Ama bizim o küçük şeylerimiz onlara hâlâ çok iyi geliyor. Bizim kendimizden beklentimiz de çok yüksek artık. Bir yandan da bu sektörde artık yeni birçok oyuncu var. Kendi deneyimlerinizden yola çıkarak onlara vereceğiniz tavsiyeler var mı? Bize oyunun kuralları gençken öğretilmedi. Bize tiyatronun kutsallığı, tiyatronun sosyal olarak ne kadar vazgeçilmez bir unsur olduğu, sürmesi gerektiği ve insanları aydınlatmak için, uyandırmak için en güçlü araçlardan biri olduğu anlatıldı. Ama biz sonra kendimizi piranaların yüzdüğü bir suda bulduk. Oyunun bazı kuralları olduğunu dahi on sene sonra öğrenebildik. Farklı yetiştirilen bir nesildik yani tam arada kalmış o nesiliz biz. Kural dışı olmaya çalışarak değil ama oyunun kuralına göre oynamıyorsun dediniz ya, oyunu kuralına göre oynamaları ya da oynamamaları gerektiğiyle ilgili kararı erken versinler. Ya oyunu kuralına göre ya da kendi kurallarına göre oynasınlar. Ama bu seçimi çok erken yaşta yapmaları lazım. Öbür türlüsü gerçekten çok yıpratıcı oluyor. Peki, eve sürekli başka tiplemeyle gidiyor gibisiniz. Her filmde, her dizide bambaşka bir role bürünüyorsunuz. Çocuklarınız nasıl bakıyor size? Birçok yapımı izlemediler, bazı şeyleri de ben izletmiyorum. En azından bazı şeyleri izlemeleri için 13’ü geçmeleri lazım. Genelde 13+ ya da 18+ işler yapıyorum. Yaptığım 7+ tek şey Leyla ile Mecnun sanırım. Leyla ile Mecnun’u biliyorlar ama çoğu işimi izlemediler. Bu arada kızımla eşim, Onur’un (Ünlü) İtirazım Var filminde oynadı. Flashbackte Serkan’ın kaza yaptığı arabadaki karısını ve Hazal’ın çocukluğunu kızım oynadı. Sonra Kırık Kalpler Bankası’nda da Hazal’ın çocukluğunu yine küçük bir flashback sahnesinde kızım üstlendi. Kızım ayrıca İtalya’ya gelmeden önce seslendirme yapıyordu. Seslendirmeden uzak kaldığı için biraz üzgün şimdi. İşiniz konusunda aklınız karışınca eşiniz Damla Hanım’a danışır mısınız? Nasıl bir eleştirmen sizin işlerinize karşı? Onu çok merak ediyorum. Eleştirinin acımasızı makbuldür, bunu bilerek soruyorum. Bir şey kötü olup da üzüldüğümde, “Niye üzüldün ki, sen bilmiyor muydun böyle olacağını?” der Damla. Hiç öyle teselli edeyim demez. “Ne bekliyordun ki?” der. Ya da güzel bir şey olduğunda da gerçekten olmuş diyor. O daha çok benim heyecanımla ilgileniyor. Ben heyecanlıysam destek oluyor. Bazen oynamak istediğim bir işten bahsettiğimde de, “Ya niye oynayacaksın onu? Ne yapacaksın ki onda?” dediği de oluyor. Çok fazla karışmıyor, çok fazla eleştirmiyor. Yiğidi öldür hakkını ver cinsinden eşimin bakışı. Biraz dizilerden bahsedelim mi? Bu aralar izlediğiniz, ilgi duyduğunuz yapımlar var mı? İki aydır sadece İtalyanca çalışıp İtalyan televizyonlarını izleyerek günlerimi geçiriyorum. Hatta biz de Damla’yla onu konuşuyorduk; bir gün çocukları erken yatırıp sadece kendi keyfimiz için bir şey izleyelim istiyoruz. Gerçekten özledik, şu anda başka bir telaşımız var. Çocuklar için bir şeyleri hızlandırmaya çalışıyoruz, o yüzden hep birlikte bir şeyler izliyoruz. Ve o bittiğinde zaten hepimiz günün yorgunluğuyla bitmiş oluyoruz. Biriktirdiğim ve beklediğim çok şey var. Biraz kendime vakit ayırmam gerekiyor artık.

49


bambaşka biri F OX K Ö Ş E YA Z I S I

İKİLİK İÇİMDEN

KİNİNİ ATIP

U

lusal kanalda başlayacak bir dizide, sevdiğimiz bir oyuncunun, senaristin veya yönetmenin kadroda olacağını duyunca neden kalbimizin başyapıtı bir hikâye izleyeceğimizi düşünüyoruz? Televizyonu açmaktan ibaret o eşsiz çabamızı yanımıza alıp, arşa koyduğumuz beklentimizle koltuklarımızda yayılırken aklımızdan neler geçiyor acaba? Dünya işlerinden hissemize düşen günlük gam yükümüzün pasını almak niçin hep dizilerin görevi olsun ayrıca? Ben izlediğim her hikâyede övgümün, beğenimin, rahatsızlıklarımın barkodunu kendi evrenimin dilinde okuma gayretindeyim bu ara. Radarıma girmemiş farkındalıkların mahcubiyetiyle beni yüzleştiren dizilere de minnettarım. Bambaşka Biri de benim için böyle bir dizi oldu. Haber spikeri Kenan Öztürk (Burak Deniz) ile savcı Leyla Gediz’in (Hande Erçel) bir akşam yemeğindeki romantik tanışmalarının gecesinde, dizinin de 27. dakikasında vahşi bir cinayet işlenir. Cinayeti işleyen Kenan’dır. Seyirci dışında cinayeti gören biri daha vardır. Cinayetin şahidi İdris (Menderes Samancılar) emniyete gelir ve cinayeti işleyeni gördüğünü söyler. O sırada televizyonda haber sunan Kenan’ı göstererek, “Katil bu adam!” der. Kenan, ifadesi alınmak üzere savcı Leyla Gediz tarafından çağırılır ve görgü şahidiyle yüzleştirilir. Kenan başsavcının da oğludur.

ÖZDE BEN BİR İNSAN OLMAYA G E L D İ M * oYAZI_//_DEVRİM TOYRAN o

*Nimri Dede

Başrolde bir katilin olduğu bu hikâye, benim için izlenmeye değer olmayı aslında 27. dakikada hak etmişti. Çünkü dikkatli bir izleyiciyseniz, 27. dakikada yani cinayet anında, katilini tanıyan kurbanın, “ Sen o haberci değil misin? Kenan Öztürk, sensin!” dediğinde, “Hayır, ben Doğan’ım!” demesiyle başlamıştı. “Doğan mı, o da kim?” diyorsanız hikâyenin mayası gönlünüze çalınmış ve tutmuş demektir. Dizinin konusu hakkında verdiğim detayları spoiler olarak değil, farklı bir hikâye izlemeniz için bir davet olarak algılarsanız mutlu olursunuz. Çünkü Burak Deniz’i izlemekten keyif alacağınıza kefilim. Neden mi? Çünkü kendisi “Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu”


yani bilinen adıyla “Çoklu Kişilik Bozukluğu” hastalığı olan birini oynuyor. Bambaşka Biri seyirlik olduğu kadar bu hastalığı merkeze koyduğu için de haklı bir övgüyü hak ediyor. Çünkü dünyada ve ülkemizde tahminimizden çok daha yaygın bir hastalık bu. “Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu” kişinin çocukluk döneminde yaşadığı istismar, saldırı, hastalık veya felaketlerin yarattığı travmalarla baş etmek için, ihtiyaca yönelik birden fazla kimliği ortaya çıkartmasıyla oluşuyor. Bunlara “alter kimlik” deniyor. Mesela kişi, “Bu olay bana olmadı, ona oldu,” diyebilmek için bir alter kimlik yaratabiliyor. Bu kimlikler aslında zihnin bir organizasyonu ve benlik duygusu taşıyor. Düşünüyor, duygulanıyor. Anıları da var bu kimliklerin. Her bir alter kimliğin “varoluş nedeni”, “varoluş anı” var. Bu kişilikler, bu varoluş nedenine sadık bir şekilde kendilerini devam ettiriyorlar. Dolayısıyla her bir alter kimlik diğer alter kimlikle iletişim de kurabiliyor. Hikâyede Kenan’dan haberdar olan Doğan, çocukluğunda yaşadığı travmayı unuttuğu için Kenan’a düşman. Doğan’ın, Kenan’ın alanına hâkim olmaya başlaması da hikâyenin heyecan dozunu oldukça artırıyor. Hastalık hakkında okuduklarıma bakarak şunu söyleyebilirim ki Burak Deniz’i Bambaşka Biri’nde karaktere eklenen yeni kimliklerde izlememiz olası. Açıkçası iyi bir oyunculuk izleyeceğimden o kadar eminim ki, bu ihtimal beni şimdiden mutlu ediyor. Bu hastalık ilaçla değil, terapiyle tedavi edilen bir hastalık. Bu yüzden ilerleyen bölümlerde sağlam yazılmış terapi sahnelerini görmeyi çok isterim. Bunu hikâyeye yapacağı katkıyı, izleyiciye sunacağı zevki, hasta yakınlarına vereceği umudu hesaba katarak söylüyorum. Başımıza gelenler kadar, şahit olduklarımız da hayatımıza dahildir ve önemlidir. Bizi yoksunluklarımızdan yakalayan, fazlalıklarımızı budayan, anlamını görmezden geldiklerimizi yakalayıp huzurumuza çıkaran her anı kıymetli bulurum. Diziler de mesela bu konuda hatırı sayılır bir yere sahiptir nezdimde. Böyle bir göreve talip olduklarını düşünmesem de tatlı bir ortaklıktır aslında bu. Bambaşka Biri de ihtiyaç sahibine gereken dokunuşları yapabilecek bir dizi olmuş. Zamanı olursa daha da fazlasını yapar.

ran ve bulutları izleyen, sırtı izleyene dönük bir adam figürü var bu resimde. “Ressam, sadece önünde olanı değil, aynı zamanda kendi içinde ne gördüğünü de resmetmelidir,” der Caspar David Friedrich. Ressam bu tabloyla izleyiciyi sadece kendi gözünden manzaraya yani görünene bakmayı değil, kendimiz üzerine de durup düşünmeye davet eder. Düşünmeye hazır mısınız? Dizideki oyunculuklardan da söz etmek gerekirse açıkçası Burak Deniz dışında kimse rolünü alıp uçurmuyor. Beklenen kadarını vermeye niyetlenmişler ve o kadarı etrafında dolaşıyorlar. Daha fazlası için şimdilik kimsenin gönlü yok gibi. Bize de bununla yetinmeyi münasip görmüşler. Eleştirilerin hedefindeki Hande Erçel’in oyunculuğu için söyleyeceğim tek şey, bu rol için yanlış bir seçim olduğu. Onu bu role uygun görenlere yollayın eleştiri oklarınızı. Vakti olursa ve gayreti de eşlik ederse herkesi utandırmasını dilerim. Ayrıca sürekli güzel bir kadın olmasına yapılan vurgunun ibresi, iyi bir savcı olmasına doğru değiştirilirse senarist tarafından, Hande Erçel’in de üzerinden biraz yük alınmış olur. İdris’in (Menderes Samancılar) olduğu sahnelerdeki mekân seçimleri ve ışık enfes. Yönetmen Neslihan Yeşilyurt ve Görüntü Yönetmeni Hakan Okumuş’a büyük selam olsun, müzikler için de Atakan Ilgazdağ’a. İyi seyirler.

Çoklu Kişilik Bozukluğumuz olmayabilir belki ama Doğan’ın, “Kendim olamamaktan, başkasının hayatını yaşamaktan yoruldum,” dediğinde ne hissettiğinize bakın. Yaşadığı acıyı unuttu diye Kenan’a öfkelenişinde acılarınıza tutunup tutunmadığınıza. Kenan’ın başarı ve mutlulukla uyuşturulmuş yaşamına, geçmişi aniden sızarken kendinizi ne ile uyuşturduğunuza bakın. Uyanmaya hazır mısınız? Karşıdakinde gördüğümüz her kusur, aslen bizde mevcut olduğu için tanırız. Biri için yaptığımız her yorum kendimize seslenişimizdir. Hayat ayna gibi, sen kendini gör diye çıkarır o insanları karşımıza. Kendimizde toz kondurmadığımız her şey, karşımıza başka suretlerde çıkar ki, gör ve tanı ister hayat kendini. Dizide aynaya bakan Kenan, Doğan’ı görür. Görmeye hazır mısınız? Bazı sahnelerde gördüğüm objeler veya tablolar da dikkat çekici oldu benim için. Mesela Kenan’ın evindeki, travmatik bir çocukluk geçirmiş Alman ressam Caspar David Friedrich’in “Bulutların Üzerinde Yolculuk” ya da “Sis Denizinin Üzerindeki Gezgin” olarak bilinen tablosunu hatırlatan resim gibi. Bir uçurumun sonunda du-

51


kuru otlar üstüne

p K Ö Ş E YA Z I S I

Kuru Otlar Üstüne

NURİ BİLGE CEYLAN SİNEMASI, DOSTOYEVSKİ MESELESİ VE ZAMAN-MEKÂN BAĞLAMINDA İNSAN

oYAZI_//_ORÇUN ONAT DEMİRÖZ o

N

uri Bilge Ceylan’ın son filmi Kuru Otlar Üstüne, dünya prömiyerini 76. Cannes Film Festivali’nde yaptı ve “Ana Yarışma”da Altın Palmiye için yarıştı. Ceylan, bu prestijli ödülü 2014’te Kış Uykusu filmiyle kazanmıştı. Kuru Otlar Üstüne’nin ikinci aksını Nuray rolüyle tamamlayan Merve Dizdar ise filmdeki performansıyla Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı ve son zamanlarda yoğun şekilde ihtiyaç duyduğumuz ulusal gurur kaynaklarımızdan biri oldu. Türkiye’nin 96. Akademi Ödülleri için de Oscar adayı olarak belirlenen Kuru Otlar Üstüne, Hollywood’un da yolunu tutacak. Son yıllarda “En İyi Uluslararası Film” adaylığında sektör bileşenlerinin anlam veremediği garip tercihlere imza atan seçici kurulun, Kuru Otlar Üstüne’yi tercih etmesi de hayli sevindirici. Kuru Otlar Üstüne’nin Türkiye prömiyeri ise 30. Adana Altın Koza Film Festivali’nde yapıldı. Tabii sözkonusu Nuri Bilge Ceylan filmleri olunca tartışmalar farklı kırılımlara da sebebiyet veriyor ve farklı alanlara kayıyor. Bu noktada Ceylan, Altın Koza’da izleyiciden gelen bir soruya da şöyle cevap verdi: “Filmlerim için hep taşrada çekiliyor konusu çok abartılıyor. İnsan her yerde aynıdır. Her zaman da aynıydı. Değişmeyen şeyler var, ben onlar üzerine film yapıyorum. Yazacak şey bulamayanlar var, bu tuzaklara düşmemeleri gerekiyor. Dostoyevski’nin romanları nerede geçiyor diye soruyor muyuz? Taşrada olmuş, olmamış ne fark eder? Nerede geçtiğinin önemi yok ki. Aynı şeyler her yerde yaşanabilir.’’

Doğrusu Ceylan bu açıklamasında direkt sinema yazarlarını hedef gösterdi ve sinemasıyla ilgili eleştirilere de oksimoron bir cevap verdi. Herhalde bazı eleştirilere içerlemiş olacak ki böylesi temelsiz, gerçeklikten kopuk ve zayıf argümanlarla “ad hominem” yaptı. Yoksa elbette insanı değiştiren ve dönüştüren unsurlar var. Bunların başında da zaman, mekân, üretim ilişkileri ve gelişen ihtiyaçlar geliyor. Dolayısıyla insan olmak her zaman belli bir sosyal ve tarihsel oluşum içinde belirleniyor. İnsanın özü de tekil olarak bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değil. Bu öz ya da doğa da kendi gerçekliği içinde, toplumsal koşulların ve ilişkilerin bütünü olarak karşımıza çıkıyor. Buradan hareketle Ceylan’ın eleştirileri bertaraf etmek için özellikle kullandığı “Dostoyevski” vurgusu da nereden bakılırsa bakılsın abartılı ve komik. 19. yüzyılda yaşamış ve Çarlık Rusya’sında kıvranan insanların karanlığı, sefilliği ve ıstırabı ile duygudaşlık kurmuş Dostoyevski, bilindiği üzere eserlerinin konusunu da çoğunlukla gazetelerden ve gündelik politik olaylardan seçmişti. Metinlerindeki mitik, etik, dini, felsefi, psikolojik düşünceler de yaşadığı çağın ve zamanın sorunları ile sıkı sıkıya bağlıydı. Bir yandan da devrimin habercisi olan Dostoyevski, sezgisiyle insana dair en derin gizemleri kazmıştı. Bu nedenle evet, Dostoyevski romanlarının nerede ve hangi zamanda geçtiği oldukça önemli ama amacım bu konuyu uzatmak ve Ceylan’a buradan yüklenmek değil. Sadece retoriğiyle ilgili çelişkilere ve yapmaya çalıştığı yönlendirmelere dikkat çekmek istedim. Buradan sinemasındaki belirleyici fenomenlere geçebiliriz.


ANADOLU İDEALIZMI, TAŞRA SIKIŞMIŞLIĞI, POSTMODERN UNSURLAR VE YERELDEN EVRENSELE UZANAN BIR ANLAYIŞ Esasen ilk eseri Koza’da doğa-insan ilişkisine odaklanan Nuri Bilge Ceylan, imgelerden ve fotografik görüngülerden oluşan bir anlatıdan yararlanmıştır. “Taşra Üçlemesi” olarak da bilinen Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmlerinin temelini oluşturan bu yapım, doğanın baskılayıcı gücüne dair izler taşır. Bu üçlemenin son filmi Uzak ise kent ile taşrayı buluşturmasıyla dikkat çeker. Bu filmdeki arada kalmışlığa, sınıf çatışmasına ve yabancılaşmaya dair motifler hayli vurucudur. İklimler ile birlikte öyküsel bir gelişim gösteren ve dilini kısmen değiştiren Ceylan, taşra-kent ikileminin sıkışmışlığından çıkarak şehirli ve orta sınıf yarı aydın bireyin içsel hikâyesini merkeze alır. İklimler biçimsel tercihleri sebebiyle de NBC sinemasının belki de en Batılı filmi olarak görülebilir. Üç Maymun ile kent hayatındaki varoşa yönelen NBC, kültürümüzün reddedilemez bir parçası olan arabeski ve melodram kökleri kazar. Üç Maymun; hikâye kurulumundaki sosyopolitik diskurlarıyla, dramatik çatışmasındaki öğelerle ve yoğun şekilde kullanılan yakın planlarıyla NBC sinemasındaki kırılım noktalarından biridir. Üç Maymun’dan sonra gelen Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ise ustalık dönemine girişinin haberini verir. Doğrusu Ceylan’ın Anadolu’yla kurduğu bağ da çocukluğuna, siyasi tarihimiz açısından da toplumsal gerçekçiliğin yükseldiği 60’lı ve 70’li yıllara kadar uzanır. Filmlerinde sıklıkla işlediği Anadolu bü-

rokrasisi, taşradaki feodal yapı, ataerkillik, güç istenci ve atalet temaları da bir idealizmin tezahürü olarak kendisini gösterir. Üç Maymun’daki gibi Bir Zamanlar Anadolu’da filminde de uğursuz, can sıkıcı bir atmosfer mevcuttur. Bir cinayetin izinin sürüldüğü filmdeki karakter arkları da kusursuz çizilmiştir. Tüm ana karakterler erkektir, kadın ise sinik bir metafor olarak kendine yer bulur. Karakterlerin iç dünyası sırayla açılır. Sıkı diyaloglar, bakışmalar ve uzun planlar, “ölmüş” Anadolu’nun portresini itinayla çizer. Anadolu coğrafyasını gözler önüne seren ve NBC sinemasının alametifarikası niteliğindeki genel planlar ve mizansenler de bu topraklara ait bir lakayıtlık, bir nihilizm sunar. Kış Uykusu filminde ise kariyerinin başından beri muazzam şekilde kullandığı fotografik anlatıları, görüntü yönetimini ve sinematografik detayları bir romancı duyarlılığıyla birleştirir. NBC, ana akımı ve klasik anlatıları kıran “yavaş sinemanın” bir temsilcisi sayılabilir. Çok sevdiği Andrei Tarkovsky ya da Yasujirō Ozu gibi lirik sinema örnekleri sunma gayesindedir. Dolayısıyla filmlerinde ölü zamanları ve alışagelmişliği çok iyi kullanır. Bununla birlikle metin bazlı bir gelişim gösterdiği de aşikârdır. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde Anton Çehov esintileri çok belirgindir. Keza Kış Uykusu’nda da Çehov’un izleri açıkça görülür, senaryonun kalbinde de onun öyküleri ve edebi dili yatar. Bir yanıyla kariyer zirvesi sayılabilecek Kış Uykusu; Uzak ve İklimler’de üstünde durduğu yarı aydın tipolojisini de tekrar hatırlatır. Kibir, riyakârlık ve bencillik gibi kavramlar Kış Uykusu’nun yapıtaşlarıdır ve film boyunca uzun fikirsel tartışmalar vuku bulur.

53


Bir Zamanlar Anadolu’da ile birlikte filmlerindeki pasajlarla, diyaloglarla ve giderek olgunlaşan edebiyat damarıyla da meydan okumaya başlayan NBC, Ahlat Ağacı’nda da bu geleneği devam ettirir. Ahlat Ağacı, baba-oğul ilişkisini erkek egemen düzen içerisinde psikanalitik açılımlarla anlatır. Özellikle kuyu metaforuyla Freudyen okumalara sahip olan Ahlat Ağacı, taşradaki çıkmaza ve varoluşsal sancılara da işaret eder. Şehirden taşraya dönen Sinan, tüketim toplumunun tapındığı “para” mefhumuyla yüzleşmek zorunda kalan bir karakterdir. Monolitik bir hayatın içine hapsolan karakterin hayalleri de hadım edilmiştir. Aslında filmlerindeki anlatısal dönüşüme baktığımızda Nuri Bilge Ceylan sinemasındaki postmodern yapı da dikkat çekicidir. Çünkü onun sinemasındaki anlatılar zaman ve mekâna ait olağanlığı aşma eğilimindedir. Karakterlerinde daimi bir hiçlik, yabancılaşma ve karanlık vardır. Anlam kaybolmuştur, değişken ruh halleri her yere sinmiştir. Küçük insanların kendilerine büyük gelen hayatlarına odaklanan NBC, parçalanmış ve üstünden geçilmiş benlikleri yoğurur. O nedenle onun Anadolu’su veya taşrası da bireylerin kendilerini, değerlerini tükettikleri “meta” bir anlatı yeridir ve yerelden evrensele uzanır. VLADIMIR NABOKOV’UN LOLITA’SI, UMUT ETMENIN BENMERKEZCI YORGUNLUĞU VE KURUYAN RUHLAR Buradan Kuru Otlar Üstüne’ye geçersek esasen bu filmde de Bir Zamanlar Anadolu’da filminden beri devam eden ve Kış Uykusu ile Ahlat Ağacı’nda kalıplaşan bir şablon mevcut. Doğrusu filmde-

Fotoğraflar: nuribilgeceylan.com

ki temalar ve motifler de benzer fakat Kuru Otlar Üstüne’de Nuri Bilge Ceylan sinemasına ait bazı yenilikçi denemeler de bulunuyor. Tabii bir yanıyla bu filmi NBC filmografisindeki en “toplumsal gerçekçi” yönü ağır basan ve “politik” altyapılı film olarak görmek de mümkün. Karakter arklarında indirgemeci ve stereotip özellikler yer alsa da bireycilik bataklığına saplanmış Samet ile örgütlü bir solcu olan Nuray arasındaki ideolojik kapsam bu diskuru belirliyor. Açıkçası filmin protagonisti Samet, Kış Uykusu’nun Aydın’ı ile Ahlat Ağacı’nın Sinan’ı arasında bir yerde duruyor. Aydın’ın kendisine bile faydası olmayan yarı aydın tavrı ile Sinan’ın taşradaki varoluş sancıları Samet’e de nüfuz ediyor ama bir farkla; Samet, Nuri Bilge Ceylan’ın bugüne kadarki en manipülatif ve karanlık ruhlu karakteri belki de. Üzerine sinmiş habis ve erkeksi bir ağırlık bulunuyor. Zaten Kuru Otlar Üstüne’nin damarlarında da Vladimir Nabokov’un çağdaş edebiyatta çığır açan ikonik metinlerinden Lolita: Beyaz Irktan Dul Bir Erkeğin İtirafları’ndan izler bulunuyor. Lolita, orta yaşlı edebiyat profesörü Humbert Humbert’in, küçük bir kız çocuğu olan Dolores Haze’e duyduğu tutku üzerine yoğunlaşan ve modern insanın arkaik bilinçaltını eşeleyen bir yapıt. Stanley Kubrick tarafından da sinemaya uyarlanan eser, çocukluk fantezilerine hapsolmuş bir pedofilin saplantılı öyküsünü anlatıyor. İşte, Kuru Otlar Üstüne’nin Samet’i de Humbert Humbert gibi yaşam coşkusunu küçük bir kız çocuğunun kendisine duyduğu ilgi-


den alan toksik ve eril bir kırılganlığa sahip. Samet, yaşamak istemediği bir hayatın parçası olduğu için de her şeyden bıkmış, usanmış ve kulağını kapamış. Bu nedenle umut etmekten bile yorulmuş, ruhu sararıp solmuş. Tabii kendisine gizli mektuplar yazan öğrencisi Sevim ile yaşayamadığı cinsellik de başka türlü bir gerilim unsuruna dönüşmüş. Film boyunca merkezdeki Samet’in karakter arkı ve ruh hali çok iyi çiziliyor. Ama sadece Samet ile kalmıyor; Nuray’ın, Kenan’ın, Tolga’nın, Veteriner Vahit’in ve diğerlerinin de çilesi, arada kalmışlığı incelikle anlatılıyor. Zaten filmin en kritik mesajlarından biri de Vahit’in bir repliğinde yatıyor: “İnsan olduğu için…” Merve Dizdar’ın canlandırdığı Nuray karakteriyse NBC sinemasında görmeye pek alışık olmadığımız türden bir karakter. Radikal solcu, eski bir aktivist, toplumcu, vakur, lafını esirgemeyen ve çatışmaktan da kaçınmayan bir dava arketipi. Bu bağlamda Nuray’ın “solculuğunda” basmakalıp unsurlar olsa da filmin aynası o. Zaten Samet ile yaşadıkları yemek planı da filmin zirve anı. Nuray o planda Samet’in kendinden kaçışını, manipülasyonunu, egosantrikliğini gözler önüne seriyor ve sınıf bilinci olan bir kadın olarak Samet’in oportünizmini alt ediyor. O plan devamındaki “Brechtyen” teknik de NBC sineması adına biçimsel bir kurgu denemesi olarak parlıyor. Samet’i bir anda filmin set arkasında bulduğumuz bu sahne, Samet’in eril egosunu bize hatırlatan türden bir sahne. Aslında Samet bilinçaltında Nu-

ray’a acıyor, sakat olması da gözüne batıyor. Hatta onu kendisine değil, ev arkadaşı Kenan’a layık görüyor. Fakat bu acıma belirtisine rağmen erkek egosunu tatmin etmek için onunla birlikte olmak istiyor. Bu sahneyle birlikte izleyiciye bir “kurmaca” hatırlatması yapan Ceylan, karakterine de içsel bir mola aldırıyor ve Nuray ile sevişmeden önce ereksiyon olmasını sağlayacak bir hap aldırıyor. Sonrasında Samet ile Kenan arasında yaşananlar da başlı başına bir “erkeklik taslama” hikâyesi olarak karşımıza çıkıyor. Doğrusu bu “Brechtyen” sekans dışında Nuri Bilge Ceylan’ın kendi çektiği fotoğrafları öyküyü keserek kullanması ve İncesu kompozisyonunun bir parçası haline getirmesi de oldukça şık. Elbette Ceylan’ın her filminde üzerine titrediği görüntü yönetimi de her zamanki gibi stil sahibi. Kürşat Üresin ve Cevahir Şahin’in üstlendiği görüntü yönetimi, zamanın ve mekânın silikleştiği bu masala seviye atlatan cinsten. Sonuç olarak Kuru Otlar Üstüne, NBC sinemasında biçimsel açıdan farklı denemelerin bulunduğu ama içerik olarak da Bir Zamanlar Anadolu’da filminden beri izlediği yolu, anlatı şablonlarını ve formüllerini takip ettiği bir yapım. Açıkçası Nuri Bilge Ceylan, “Taşrada olmuş, olmamış ne fark eder? Nerede geçtiğinin önemi yok ki. Aynı şeyler her yerde yaşanabilir,’’ dese de sinemasının çeşitlenmesini, uğradığı güzergâhın değişmesini istemek de bizim hakkımız.

55


özcan alper

p RÖ P O RTA J

Özcan Alper “TÜRKİYE’DEKİ DÜNYA KARANLIK GİBİ OLABİLİR AMA ŞİMDİ SANAT BENCE ÇOK DAHA ANLAMLI, ÇOK DAHA DEĞERLİ.”

oRÖPORTAJ_//_HÜMAY ONGAN o


57


S

onbahar, Gelecek Uzun Sürer, Rüzgârın Hatıraları filmleriyle tanıdığımız ödüllü yönetmen Özcan Alper’le Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde bir söyleşi gerçekleştirdik. Ayvalık’ta Karanlık Gece filmini izlediğimiz, sinemamızın önde gelen yönetmenlerinden Alper’e sinemaya bakışını, Karanlık Gece’yi ve çok daha fazlasını sorduk. Keyifli okumalar…

Karanlık Gece gösteriminin ardından seyirciyle yaptığınız söyleşide umut, kötülük, suçluluk kavramlarından söz ettiniz. “Hepimiz aynı zamanda hem suçluyuz hem de mahkûmuz,” dediniz. Bu suçluluktan kurtulmak için ne yapılabiliriz peki? Film bize bununla ilgili bir şey söylüyor mu? Evet, film aslında bununla ilgili pek çok şey söylüyor. Umarım röportajı okuyanlar filmi izlemiş olurlar. Galiba Türkiye’nin bu sert politik gündeminden dolayı hiç böyle şeyler konuşamıyoruz. Mesela felsefi, bilimsel meselelerden konuşmak pek mümkün olamıyor ama bir kere doğanın hâkimi değil, onun bir parçası olduğumuzu anlamamız gerekiyor. Yani doğa üzerinde kurulan tahakküm meselesinden kurtulmamız gerekiyor. Türkiye gibi politik olarak sert iklimlerde, coğrafyalarda hiçbir zaman bunları konuşma fırsatımız olmuyor ama belki de önce bunları konuşmak gerekiyor. Ve aslında filmde nesli tükenen o hayvan gibi, ancak yeraltına inince hayatta kalınabildiğini görüyoruz. Bazen çok büyük umutsuzluğa kapılabiliyoruz. Film de kendi içinde umutsuz, karanlık bitiyor gibi. Ama ben sinemadan çıkan insanların bütün bu hakikati, gerçeği konuşarak bu büyük kötülükten, umutsuzluktan kurtulabileceğimizi düşünüyorum. Şunu biliyoruz; evet, konuşulan artık yeni bir şey de değil ama insan maalesef içinde kötülüğü barındıran bir varlık. Ama biliyoruz ki insanlık tarihi her şeye rağmen insanın içindeki bu kötülüğü aşıyor ve iyilik savaşında iyiden yana aslında. Bu yüzden bence sanat yapıyoruz. Bu yüzden sanat, insanlara iyi geliyor. “Filmler dünyayı değiştirir mi?” diye konuşulur. Filmler ülkeyi, dünyayı değiştirmiyor. Ama o filmleri izleyen, kitapları okuyan, müzikleri dinleyen insanların içindeki terazide kötülüğün değil, iyiliğin ağır basmasını sağlayabilir. Bu insanlar da dünyayı değiştirebilir. Sonbahar filmini çektiğiniz 2007’den bu yana Türkiye çok değişti. O günden bugüne umutsuzluk arttı mı, siz de umutsuzlaştınız mı? 2010’lar, Türkiye için bence küçük de olsa bir şanstı ya da öyle gördük. Gerçekten ilk kez şunu hissettik; evet, politik olarak bu kadar kamplaşma, bu kadar sertleşme var ama birbirimizi sevmesek de birbirimize saygı duyarak bir şeylerin çözülmesi mümkün. Sanki siyaseten de böyle bir umut yaratıldı. Sonbahar’ı yaptıktan sonraydı, Avrupa’da gösterime girdim, hatta Amerika’da kalma olasılığım vardı ama hiç kalmak istemedim, düşünmedim bile. Tam tersine Türkiye’de bir şeylerin değişebileceğine dair daha çok umut vardı. Çünkü ülkedeki ekonomik, siyasi bir sürü meseleyi kilitleyen bir mesele var. Bunu kabul ederiz ya da etmeyiz ama böyle.

“Kürt Meselesi” dediğiniz şey sadece bir güvenlik meselesi değil, bambaşka boyutları olan ve insanlar bunun gündelik hayatımıza dokunmadığını düşünse de dokunan bir mesele. Onu bir güvenlik meselesi olarak gördüğümüzde bile çok büyük bir ekonomik yük var. Sizin ekonominizin %40’ını yiyen bir karadelik var aslında. Siz sadece politik olarak değil, bu karadeliği bu anlamda da çözmediğiniz müddetçe ülke iyiye gitmiyor. 2010’larda aslında ilk kez demokratikleşmeye dair, ülkede demokrasiyle ilgili adımlar atılacağına dair bir hissiyat oluştu, bir umut oluştu. Ama sonra gördük ki bu iyi niyetle değil, daha farklı bir politik saikle yapılıyormuş. Keşke öyle olmasaydı. Son on yıla baktığımızda da bir kapanma, tekrar iklimi sertleştirme, kendi içinde siyah ve beyaza toplumu ayrıştırma, nefret söylemleri arttı. Son seçimden de bunu anlayabiliriz. Tam tersi bir ortam varken ikinci turda nasıl ayrıştırıcı, başka bir yere doğru giden bir ortam oluştu. Buradan bağımsız değilsiniz tabii siz de yaşadığınız coğrafya, habitat böyle olunca. Tabii ki ben de bütün bu durumun bir parçasıyım, ne kadar başka türlü düşünsem de. Umutlu şeyler söylemek isterdim ama çok umutlu da değilim. Ama en nihayetinde şunu da biliyoruz; her şeye rağmen sanat böyle bir şey, entelektüel olmak da böyle bir şey, aslında en karanlık zamanda iyiden, güzelden ve doğrudan yana olmak çok değerli bir şey. O yüzden bize düşen belki de her şeye rağmen daha çok film yapmak, daha çok doğruları anlatmak, daha çok iyiden yana olmak, daha çok güzelden yana olmak, daha çok doğadan, daha çok doğadaki varlıklardan yani çoğunluktan değil, azınlıktan; varlıklıdan değil, yoksuldan, yetimden ya da kimsesizden yana olmak şimdi daha da önemli. Türkiye’deki dünya karanlık gibi olabilir ama şimdi sanat bence çok daha anlamlı, çok daha değerli. O yüzden enseyi karartmamak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de daha çok doğrudan yana olan işler yapılıyor mu? Nasıl görüyorsunuz Türkiye’de politik sinemayı? Ülke o kadar siyah beyaz, sert ki politik olarak ve umutsuzluk var ki sanata bu anlamda çok fazla şey yükleniyor, sanattan çok fazla şey bekleniyor. Aslında bunu yanlış buluyorum. Siyasetin yapamadığını sanattan bekliyor insanlar. Bu da çok doğru değil. Zaten sanatın kendi ereği gereği iyiden, güzelden ve hakikatten yana olması gerekir. Ama buna, siyasetin yapamadığı bir şeyi yapmasını bekleyerek bakmak bence tehlikeli bir durum. Ve politik sinemanın böyle olması gerektiğini de düşünmüyorum. Çok kişisel bir hikâye de bir hakikat anlatabilir. Söyleşide, “Bir parti ya da bir şeye, tek başına bir şeye karşı olmak değil, sistemin kendisine karşı olmak, bunu sorgulamak lazım,” dediniz. Karanlık Gece sizce insanlara sistemi sorgulatıyor mu? Evet, bu film şunu diyor aslında; “Sen bütün bu küçük ve gündelik meseleler arasında, bir yerin değil aslında doğanın bir parçasısın.” Biz bu tarafta küçücük bir meseleyle uğraşırken evren başka bir yere doğru gidiyor, yok olmaya doğru gidiyor. Bunu konuşmamız gerekiyor. İklim krizi, susuzluk, çölleşme… Ama tabii ki politik gündelik meselelerden dolayı bunu çok konuşamıyoruz. Ama belki de daha çok bunları konuşmamız gerekiyor. “Aslında hep çocukluğumuza geri dönüyoruz,” dediniz söyleşide. Siyasetle ilişkiniz de çocukluğunuzdan mı geliyor yoksa daha sonra mı bu konulara kafa yormaya başladınız? Doğduğunuz coğrafya, atmosfer, habitat sizi çok belirliyor tabii


“Filmler dünyayı değiştirir mi?” diye konuşulur. Filmler ülkeyi, dünyayı değiştirmiyor. Ama o filmleri izleyen, kitapları okuyan, müzikleri dinleyen insanların içindeki terazide kötülüğün değil, iyiliğin ağır basmasını sağlayabilir. Bu insanlar da dünyayı değiştirebilir.

59


ki. Ama bu değilsiniz. Bunu kırmaya da çalışıyorsunuz. O yüzden “çocukluk” dedim ama bir tarafta bütün o çocukluğunuzu parçalamaya, yeniden ve yeniden kurmaya çalışıyorsunuz. Artvin’de doğup büyüdüm. Artvin’de bir sınır kasabasında, Sovyetlerin dibinde büyüdüm. Gerçekten çok şanslı da hissediyorum. Çünkü kozmopolit, bir sürü farklı kültürün iç içe yaşadığı bir yerdi. Kimsenin kimseyi hor görmediği bir yerde büyüdüm. Kendisiyle beraber coğrafyasını, memleketini de düşünen insan modeliyle hep karşılaştım. 68’in etkilediği bir coğrafya, çocukluğumda kitapların saklanmak zorunda olduğu ya da toprağa gömüldüğü bir sürü hikâye gördüm ya da cezaevine girip çıkan birçok insan gördüm. Tabii ki bütün bunlardan çok uzak olmak istemedim. Filmlerinizde Türkiye siyasi tarihini de çokça kullanıyorsunuz. Söyleşide bu filmi yaparken Latin Amerika’ya ilişkin şeyler okuduğunuzu söylediniz. Latin Amerika’dan yerellik-evrensellik bağlamında söz ettim. Biz burayı görüyoruz sonuçta, burayı anlatıyoruz ama bir taraftan mikro-milliyetçilik ve ırkçılık meselesi günümüzde artık dünyanın meselesi. Biz tabii ki Türkiye’de olduğumuz için burayı anlatıyoruz ama bu film Norveç’te geçseydi, muhtemelen orada bir göçmen ya da Asyalı olurdu. İsrail’de ya da Amerika’da geçseydi başka bir şey olurdu. Bugün dünyada çok ciddi bir mikro-milliyetçilik ve ırkçılık meselesi var. Ekonomik krizin derinleştiği zamanlarda da bu sorun büyüyor. Sistemlerin, rejimlerin kendini kamufle etmek için yarattığı en büyük şeylerden biri bu ırkçılık meselesi. O yüzden Latin Amerika’yı özellikle örnek verdim. Bir de kayıplar meselesi de edebiyatta ya da bir çizgi romanında karşınızda çıkabiliyor Latin Amerika’da. Çünkü aynı yöntemler uygulanıyor maalesef. Ama tabii ki bir film yazarken ya da çekerken Latin Amerika’ya da bakıyorum, dünyanın bambaşka yerlerine de bakıyorum. Öyle olmalı zaten. Filmlerinizde bilimle ilgili diyalogları da çokça görüyoruz. Türkiye’de artık bilimsel olmayanın çok fazla kabul görmesiyle bir ilişkisi var mı bu durumun yoksa sizin bilimle olan ilişkinizle alakalı bir durum mu?

Sinemadan önce fizik okudum. Sonra bilim tarihi okudum. Bir meslek gibi görmedim zaten bilimi, başka türlü bir disiplin ama sanattan çok da uzak görmüyorum. Bilimde en nihayetinde bir şeyi doğrulamak, kesinlik var; sinemada daha çok duygularla ilerliyorsunuz. Türkiye’de bilimsel düşüncenin gerçekten çok ciddi gerilediği, metafiziğin bu kadar rağbet gördüğü hatta bilim gibi yansıtıldığı başka bir dönem yok herhalde. Böyle de bir tarafı var tabii ki. Karanlık Gece’den önce yaptığınız Âşıklar Bayramı filmografinizde farklı bir yerde duruyor ve bir dijital platformda yayınlandı. Neden böyle bir filmi tercih ettiniz? Keşke daha çok böyle filmler de yapabilseydim. Açık söylemek gerekirse keşke daha çok film yapabilseydim. Aslında çok ayrıksı bir yerde durduğunu düşünmüyorum. Orada da bir baba meselesi var. Bu ülkede baba meselesi bazen çok politik bir mesele ama aynı zamanda orada başlıyor her şey. Baba ile evde başlıyor o sorun. O da aslında bir yüzleşme hikâyesi, özür dileme hikâyesi. Tema olarak aslında Gelecek Uzun Sürer’le benzerlikler var. Şimdi gidip bambaşka bir film yapacağım. Animasyon bir film yapacağım. Animasyon mu? “Bu filmle vedalaşıyorum,” demiştiniz söyleşide. Yeni bir filme başlarken artık bir önceki filmi kapatmak istiyorsunuz. Yeni filmden bahseder misiniz? Bir roman uyarlaması, Kemal Varol’un Haw adlı romanının uyarlaması. İki köpeğin gözünden bir iç savaş hikâyesi, animasyon olarak yapacağız. Aslında iki üç yıldır üzerine kafa yorduğum bir iş. Antalya Film Forum’a seçildi. Şimdi işin prodüksiyon tarafı için bir animasyon yönetmeniyle görüşüyoruz Fransa’da. Bakalım, ben de merak ediyorum nasıl olacak.


Umutlu şeyler söylemek isterdim ama çok umutlu da değilim. Ama en nihayetinde şunu da biliyoruz; her şeye rağmen sanat böyle bir şey, entelektüel olmak da böyle bir şey, aslında en karanlık zamanda iyiden, güzelden ve doğrudan yana olmak çok değerli bir şey. O yüzden bize düşen belki de tam tersine her şeyi rağmen daha çok film yapmak, daha çok doğruları anlatmak, daha çok iyiden yana kalmak, daha çok güzelden yana kalmak, daha çok doğadan, daha çok doğadaki varlıklardan yani çoğunluktan değil, azınlıktan; varlıklıdan değil, yoksuldan, yetimden ya da kimsesizlerden yana olmak şimdi daha da önemli.

61


totally killer prıme vıdeo K Ö Ş E YA Z I S I

oYAZI_//_OBEN BUDAK o


KORKU VE ZAMAN YOLCULUĞU ÖĞELERINI NEŞELI BIR RETRO SLASHER KOMEDIDE BIRLEŞTIREN FILM ZEVKLE IZLENECEK BIR POPCORN SINEMASI.

63


D

ünyanın iyice zıvanadan çıktığı günlerin birinde keyfimi yerine getirecek tek şey, zaman makinesine atlayıp 80’lere gitmek olurdu herhalde. Prime Video’nun yeni yapımı Totally Killer ile bu özlemi biraz olsun giderebilmek iyi geldi. Nahnatchka Khan’ın neşeli, kana bulanmış komedi korku filmi Totally Killer’ın en eğlenceli yanlarından biri, zaman yolculuğu ve slasher filmlerinin doğasında olan mantıksızlık! Her iki türe de bir hayli eğlenceli göndermeler yapan film, Geleceğe Dönüş ile Çığlık efsanelerini bir potada eritip sitcom tadında izleyiciye sunuyor. Açıkçası filmin yarısından fazlası kahkaha atacağınız kadar komik durum komedileri içeriyor. Bu yüzden, “Korku filmi izleyemem,” diyenler bile rahatlıkla izleyebilir, tabii arada sırada gözlerini kapamak şartıyla. Totally Killer’ın oyuncu seçimleri de filmin başarısını artırmış. 17 yaşındaki Jamie’yi canlandıran Kiernan Shipka, slasher filmlerin olmazsa olmazı, katilin peşine düştüğü genç ve seksi kız rolünü çok iyi kotarmış. Shipka, zamanda yolculuk yaparak annesinin lisesinden üç kızın maskeli bir seri katil tarafından vahşice öldürüldüğü güne giden bir genci canlandırıyor. Evin babası rolündeki Lochlyn Munro ise gerçekten kendisinin çok komik bir versiyonunu yaratmış.


Bilirsiniz ekim ayı demek, bir sürü acınası korku filminin vizyona girmesi demektir. Ama ilk kez bir film, aptal sahnelere sahip olduğunun sonuna kadar farkında ve asla kendini ciddiye almıyor. Filmin eğlencesinin büyük kısmı 80’ler klişelerinden geliyor. Aynı zamanda o dönemin ırkçılık ve kadın düşmanlığı yönünden ne kadar sıkıntılı olduğunun da “komik” bir şekilde altı çiziliyor. Gen Z’lere bir buçuk saat içinde 80’ler pop kültürünü ve espri anlayışını anlatması da önemli fakat o dönemdeki sorunları görünce şaşıracakları da bir gerçek. 80’ler havası, Bananarama’nın “Venüs” şarkısı çalmaya başladığında pik noktaya ulaşıyor diyebilirim. Filmin bir diğer güzelliği ise sonuna kadar katili asla tahmin edememeniz. Gerçekten hazırlıksız yakalanıyor ve şaşırıyorsunuz. İkinci bölümü de çekilse hayır demem.

FILMIN EĞLENCESININ BÜYÜK KISMI 80’LEREMIN DÖN KLIŞELERINDEN GELIYOR. AYNI ZAMANDA O NE KADAR IRKÇILIK VE KADIN DÜŞMANLIĞI YÖNÜNDEN E ALTI SIKINTILI OLDUĞUNUN DA “KOMIK” BIR ŞEKILD DE 80’LER ÇIZILIYOR. GEN Z’LERE BIR BUÇUK SAAT IÇIN TMASI DA POP KÜLTÜRÜNÜ VE ESPRI ANLAYIŞINI ANLAGÖ NCE ÖNEMLI FAKAT O DÖNEMDEKI SORUNLARI RÜ ŞAŞIRACAKLARI DA BIR GERÇEK.

65


kadın kahramanlar

p K Ö Ş E YA Z I S I

Dijital Platformlarda Kadın Kahramanların Yükselişi oZEYNEP GÜRER_Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü MERT GÜRER_Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü

T

elevizyon izleme pratiği dijital platformlarla değişime uğramıştır. İçeriklere ulaşmanın zaman ve mekândan bağımsız olması izleyicilerin daha özgür hareket edebilmesini sağlayan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Literatüre binge-watching (tıkınırcasına izlemek) olarak giren kavram, izleme eylemini tüketime dönüştürmüş ve birden fazla bölüm peş peşe seyredilebilir hale gelmiştir. İçeriklerin reklamsız yayınlanması da buna katkı sağlayan bir faktördür. Geleneksel bir araç olarak adlandırabileceğimiz televizyon içeriklerinde ise durum izleyici açısından farklıdır. Zaman ve mekân konusunda kısıtlı kalan izleyicilerin, sunulan içerikler arasında çeşitlilik olmaması sebebiyle benzer türde anlatımlarla karşılaştığını söyleyebiliriz. Tecimsel olarak da dizi aralarındaki reklamların oldukça uzun sürmesi, ilginin ve dikkatin kaybolmasına yol açmakta ayrıca dizi sürelerinin ve içeriklerinin değişmesine sebep olmaktadır. Abonelik sistemiyle platformlar, ulusal kanallara uygulanan denetim etkisinden de “görece” uzak kalabilmektedir. Tüm bu süreçler ulusal kanal içerikleri ile dijital platformlarda yayınlanan dizi içeriklerini etkileyen değişkenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dijital platform ekseninde piyasa hareketlenmekte ve içerik yönetimi önemli bir eylem alanı haline gelmektedir. Kaliteli işleri gören izleyicilerin beğeni düzeyleri de hızlı bir şekilde artmakta ve her içeriği kabul etmemektedirler. Platformların ulusal kanallara oranla görece daha özgür aksiyon sergileyebilmesi özellikle dizileri etkilemektedir. Toplumsal gelişmeleri, duyarlılıkları ve farkındalıkları daha iyi gözlemleyen dijital platformlar kendisini kazançlı duruma geçirecek ve adından söz ettirecek içerik üretimine yönelmişlerdir. Özellikle kitle iletişim araçlarında temsil açısından yaşanan eşitsizlikler pek çok araştırmanın da konusunu oluşturmuştur. Ülkemizde kadın ve erkek nüfus oranı eşit olsa da özellikle televizyon temsilinde niceliksel olarak kadınlar, erkeklerden daha görünür konumdadır. Peki, bu oran dijital platformlar ile değişen içeriklerde nasıl karşımıza çıkmaktadır? Bunun için dizilerdeki kadın kahramanlara yani anlatının başat öğesi olarak kullanılan kadın karakterlere projeksiyon açmak doğru olacaktır. 2017 yılından itibaren dijital platformlar (BluTV, Netflix, Prime Video, Disney+ ve Mubi) için üretilen Türk yapımı dizilere baktığımızda toplamda 51 tanesi (belgeseller hariç) yayına girmiş, bunlardan 15 tanesinde kadın kahraman anlatının başat öğesi olarak karşımıza çıkmıştır.

Dizi Adı Atiye Bir Başkadır Çıplak Bonkis Fatma Kulüp Kuş Uçuşu Mezarlık Pera Palas’ta Gece Yarısı Zeytin Ağacı Aktris Arayış Ben Bu Boşluğu Nasıl Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? Şahmaran

Platform Netflix Netflix BluTV BluTV Netflix Netflix Netflix Netflix Netflix Netflix Disney+ Disney+ BluTV Netflix Netflix

o

Yayın Yılı 2019 2020 2020 2021 2021 2021 2022 2022 2022 2022 2023 2023 2023 2023 2023

Türü Fantastik Dram Dram Dram/Komedi Dram/Gerilim Dram Dram Polisiye Fantastik Dram Dram Dram Dram Gerilim Fanstastik

Bu tabloda da görüldüğü gibi, çoğunlukla Netflix’te kadınların ana kahraman olarak sunulduğu yapımlara daha çok rastlanmıştır. Türkiye’de 2022 yılından itibaren faaliyet göstermeye başlayan Disney+’ın da bu kategoriye hızlı bir ivme kattığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ayrıca kadın kahramanların yer aldığı dizi türlerindeki çeşitlilik de oldukça umut vericidir. Sadece dram türünde değil, gerilim, fantastik ve polisiye gibi aksiyon gerektiren yapımlarda da kadın karakterler ekseninde hikâyelerde artış sözkonusudur.


Dizi Adı Karakterin Adı Mesleği Atiye Atiye Ressam Bir Başkadır Meryem Gündelikçi Çıplak Eylül Eskort Bonkis Deniz Mimar-Kafe Sahibi Fatma Fatma Temizlikçi Kulüp Matilda Kulüpte çalışan Kuş Uçuşu Lale -Aslı Ana haber spikeri Stajyer Mezarlık Önem Başkomiser Pera Palas’ta Gece Yarısı Esra Gazeteci Zeytin Ağacı Ada-Sevgi-Leyla Genel cerrah -Avukat-Ev hanımı Aktris Yasemin/Derin Oyuncu Arayış Nisan Belirtilmemiş Ben Bu Boşluğu Nasıl Derin Yazar Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? Anne (isim kullanılmıyor) -Bambi Belirtilmemiş Şahmaran Şahsu Öğretim Görevlisi

Kadınların başrolde olduğu dizilere baktığımızda 15 dizinin 12 tanesinde güçlü, çalışan, meslek sahibi ve ekonomik özgürlüğü olan kadınların hikâyelerine konuk oluyoruz. 2 tanesinin mesleği platformların açıklama sayfalarında belirtilmese de Arayış’taki Nisan karakterinin metropolde çalıştığı anlaşılmaktadır. Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? dizisinde de kadın karakterin, sahip olduğu para sayesinde ekonomik özgürlüğün olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca kadınların mesleki bilgilerine baktığımızda da çok farklı uzmanlıklar karşımıza çıkmaktadır. Gündelikçi ve temizlikçi dışında geri kalan meslekler belirli düzeyde bir eğitim gerektirmektir ve bu karakterler için beyaz yakalı tanımlamasını yapmak mümkündür. Bu da ana karakter olan kadınların toplumsal yapıdaki konumunun da temsil açısından arttığını bize göstermektedir. Evde temsil edilen kadınlardan güçlü, meslek sahibi ve kendi hikâyelerini yazan karakterlere dönüştüklerini söyleyebiliriz. Ayrıca bu listede yer alan Mezarlık ve Kuş Uçuşu dizilerinde olay örgüsü kadınların meslekleri etrafında işlenmektedir.

Dizi Adı Atiye Bir Başkadır Çıplak Bonkis Fatma Kulüp Kuş Uçuşu Mezarlık Pera Palas’ta Gece Yarısı Zeytin Ağacı Aktris Arayış Ben Bu Boşluğu Nasıl Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? Şahmaran

Karakterin Anlatıdaki Amcı Çıktığı yolculukta kendisiyle ilgili sırları keşfetmek Bir kadının ruhsal olarak iyileşme çabası Kendine yeni bir hayat kurmak Hayallerinin peşinden koşarak Bonkis adında kafe açması Kayıp olan eşi Zafer’i bulmak Kendi yetiştiremediği kızı ile yeniden bağ kurmak. İki kadın arasındaki kuşak çatışması Kadın cinayetleri işleyen seri katili yakalamak ve ataerkil düzenle de girişilen mücadele Ülkenin kaderini değiştirecek komployu durdurmak Üniversitede tanışan arkadaşların arayış içinde gerçekleştirdikleri yolculuğun spritüel yolculuğa dönmesi Yaşadığı ikili hayat ve ikinci hayatındaki maceralar Kaybolan arkadaşını aramak için çıktığı yolculukta kendini araması Babasının öldüğü gün yaşadığı aşk ve bunu kitaplaştırması sonrası gelişen hikâyeler Bir kadının geçmişinden kaynaklı bir kötülükten kızını korumak için atıldığı macera Geçmişiyle hesaplaşmak için çıktığı yolculukta Mar toplululuğu ile kurduğu ilişki

Kadın karakterlerin anlatının merkezinde yer alması, gücün de göstergesidir aynı zamanda. Elde edilen veriler ışığında başrolde yer alan kadın karakterlerin geçmişlerinden ya da yaşadıkları hayattan uzaklaşma istekleriyle bir “yolculuğa” çıkmaları en çok işlenen tema olmuştur. Kadın karakterler bulundukları durumu kabullenmek, kendilerinden vazgeçmek yerine pek çok şeyi göze alıp konfor alanlarını geride bırakarak maceraya çıkmakta ve kendi özlerine ulaşmaya çabalamaktadırlar. Dizilerin (Atiye, Çıplak, Bonkis, Zeytin Ağacı, Aktris, Arayış, Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?, Şahmaran) ana konusunu bu maceralar oluşturmaktadır. Mezarlık ve Kuş Uçuşu dizilerinde daha çok karakterlerin işleri hikâyenin eksenini oluştururken güçlü, çalışkan, mücadeleci ve hırslı kadınlar anlatının ana öğeleri olarak sunulmuştur. Fatma ve Bir Başkadır dizilerindeyse diğer kadın kahramanlara göre, sosyoekonomik açıdan alt sınıfa mensup, ezilmiş, toplum tarafından görülmeyen karakterler olarak sunulmalarına rağmen kendilerinden beklenmeyecek tutumlar ortaya koyabilmişlerdir.

67


saki çimen

p RÖ P O RTA J

oRÖPORTAJ_//_YASEMİN ŞEFİK FOTOĞRAF_//_ECE OĞULTÜRK o

O

nun için, “dizilerin sakisi” demek yanlış olmaz. Sofrada nasıl ki kadehleri saki dolduruyorsa o da notaları öyle güzel kurguluyor ki, izlediğimiz hikâyenin duygusunu tema tema diziye yerleştiriyor. Merak ettiğim hikâyesi ve dizi müzikleriyle Saki Çimen!

Doğduğun evden gelen müzikle Saki Çimen müziğinin arasındaki farkı bize nasıl tanımlarsın? Aslında pek fark yok. Söylemim aynı, aynı yerden sesleniyorum. Kattığım bir yorum var, blues ile türkü arasındaki gibi farksız bir fark aslında. İkisi de aynı konu üzerine ama farklı tınılarda. Biri “sweet home Chicago” diyor, diğeri “aman sıla hasreti” diyor. Ben bunu hep kompozisyon dersine benzetirim. Tüm sınıfa aynı konu başlığı verilir, herkes aynı konuya farklı cümlelerle kendi yorumunu ve düşüncesini yazar. Evimizdeki müzik benim temelim tabii. İlk duyduğum ses, ilk duyduğum melodi, ilk yola çıkışım aslında. Şimdi kendi yolumda, emanet edilen seslerle kendi müziğimi yapıyorum. Birçok dizi ve filmin müziğinde imzan var. Projeleri neye göre seçiyorsun? Bana bir yerden dokunması önemli. Komedisi, dramı fark etmiyor. Çukur’un şarkıları da öyle oldu mesela. Bazen komik bir şarkı oldu, bazen dertli. Örnek vermek gerekirse “Ich bin Çukur” diye komik bir rap şarkı yaptık, sevgili Eko Fresh ve Heja ile. Ama Eypio ile de “Gömün Beni Çukur’a” yaptık. Bergen gibi ağır bir dram filminin de müziklerini yaptım, Umut Evirgen’in Annesinin Kuzusu gibi art house projenin de. Hepsinin bir derdi ve anlatmak istediği bir şey var, ben de bu derdin ve anlatımın destekçisi oluyorum.


69


Senaryoyu okuyup aldığın kısa bilgiyle kafanda hemen dizinin müziği şekillenmeye başlıyor mu? Brief bizim işimizde çok önemli bir konu. Müzik bir kainat. Yönetmenin ya da yapımcının nasıl bir atmosfer ya da müzik dünyası kurmak istediğini anlatması çok önemli. Bazen aynı yerden bakamadığımız da olabiliyor. Sadece bana bırakılan durumlar da olabiliyor, o da bir tercih meselesi. “Sen nasıl hissediyorsan,” diyebiliyorlar ya da “Biz şöyle bir şey düşündük,” diyebiliyorlar. Ben gayet açığım brief konusuna. Bazen nadir görülecek şekilde enstrümanına hatta kompozisyonuna kadar detaylı örnekler de gelebiliyor ki bu keyifli oluyor. Müzik anlatılması çok zor bir sanat. Bir yapımcı bir keresinde durmadan, “Daha yaylı istiyorum, daha da yaylı olsun!” diye söyleniyordu. Resmen senfoni yazmıştım günün sonunda ama hâlâ yeterli olmuyordu ve “Hayır, daha yaylı!” diyordu. Bunalıma girmek üzereydim. Kontrbasından kemanına, yaylı tamburuna kadar tüm yaylıları eklemeye çalıştım ama istediği olmuyordu. En sonunda aslında “daha acıklı, daha hüzünlü” demek istediği ortaya çıktı ve bir tane kemanla bitirdik sahneyi. (Gülüyor) Dizi süreleri çok uzun, temalardan ana jeneriğe kadar oluşturduğun bu dünyayı son dakika bölüm teslimleriyle nasıl bir ruh halinde hazırlıyorsun? İlk mesaime babamın yanında 13 yaşında başladım. Çok uzun zamandır dizi ve film müziği yapıyorum. Tabii teknik olarak bazı refleksler çok gelişiyor. Süreler uzun tabii ki ama yapacak bir şey yok. Çok son dakika durumlar oldu, örneğin Hanımın Çiftliği dizisinin bir bölümü yayına 12 saat kala gelmişti, 5 saatte 140 dakikalık bölümü yetiştirmiştim. Kendi müzik üretiminde ise bambaşka bir boyut var. Çiçekli, hüzünlü ve kokusu olan şarkılar. Saki Çimen böyle biri mi yoksa çok neşeli de şarkılarda göstermiyor mu? Ben keyifliyimdir ama akşamüstü keyfi var bende. Günün hangi zamanısın desen akşamüstüyüm derim. Yani gün bitmek üzere, yaşamışsın güzelce, bir yorgunluğun da var, kendinden vermişsin ama kendine kalmak üzeresin. Gündüzün renkleri sana kalan renklerle birleşmek üzere. Manzara hem keyifli hem hüzünlü... Yüzde küçük bir tebessüm. Çiçek. Dizi, film müzikleri derken klip dünyasına pek giriş yapmamış görünüyorsun? Sebebi nedir? Aslında birkaç şarkım var. Verdiğim besteler var mesela Halil Sezai “İçim Paramparça”. İlk Ömür Gedik ile düet yapmıştı. Sonra Halil Sezai kendi albümünde tekrar yorumladı. Oğuzhan Uğur’un seslendirdiği “Gereksizse Söndür” var mesela. Serkan (Kaya) abiye de bestemi verdim, harika yorumladı, gerçekten çok etkilendim. (Daha çıkmadı şarkı ama sana dinletirim.) Ara ara açıp dinliyorum. “Masal” var, ben seslendirdim. Hatta şarkıyı 2012 gibi yapıp çıkarmıştım, geçen yaz TikTok’ta, YouTube’da inanılmaz dinlendi ve beğenildi. Spotify’da 1 ay 1 numara oldu, epey dinlendi, sevildi. Sevgili Merve Kayacan da tekrar yorumladı “Masal”ı. Harika oldu o da. Şimdi yeni bir şarkım var, onu çıkarmaya hazırlanıyorum. Bu arada bunu ilk defa sana söyleyeceğim: Mithat Körler’in “Güneşimi Kaybettim” şarkısının klibinde klarnetçi rolünü oynuyorum. Bir de Edip Akbayram’ın “Aşk Olsun” şarkısının klibinde koşan çocuk benim. (Gülüyor)


71


“SAKİ, BANA CEHENEMDEN DÖNEN BİR BEHZAT TEMASI YAPSANA” İşin dışında neler izliyorsun? Yabancı dizilerden hangisinin müziğini yapmak isterdin? İşimiz gerçekten çok zaman alıyor ve çok yoruluyoruz. Durmadan müzik içerisindeyiz. Sessizlik bizim için çok kıymetli oluyor açıkçası ama tabii işimiz gereği fırsat oldukça bütün yerli yapımlara bakmaya çalışıyorum. Keyif için daha çok dijital platformlara bakıyorum. Favorim Ayak İşleri; tabii müziklerini sevgili kardeşim ve ortağım Alper Aytekin ile birlikte olağanüstü bir keyifle yaptığımız Prens dizisi dışında. Konusu açılmışken Giray Altınok mükemmel bir karakter yaratmış. Konusu, çekimi, oyunculukları muazzam bir dizi. Sevgili yönetmenim Bülent İşbilen abim de harika bir iş çıkardı. Müzik olarak da bizim için çok özel bir çalışma oldu, 2. sezon da yolda. Bir de Çekiç ve Gül - Behzat Ç.’nin 2. sezon müziklerini yapıyorum hatta son bölüm kaldı, bitmek üzere. O da 7 Aralık’ta yayınlanacak. Sevgili yönetmenim Devrim Yalçın, “Saki, bana cehennemden dönen bir Behzat teması yapsana,” dedi. Ben de blues, rock ve tabii ki bozlak (Angara olduğu için) türlerini karıştırıp “bozrock” diye bir ana tema yaptım. Çok keyifli oldu. Değerli Behzat Ç. seyircisinin beğenisine sunmak için sabırsızlanıyorum. Hanımın Çiftliği ilk dizi müziği işin, o günden bugüne müzikle ilgili nasıl bir değişimin oldu? Teknoloji çok büyük lüks oldu tabii. Hanımın Çiftliği zamanından bugüne kocaman bir dünya yaratıldı ve aslında bazen ne kadar şımarık olduğumuzu da fark ediyorum. Bu kadar lüks ve imkân içinde hâlâ dertlenip beğenisiz ve tatminsiz olabiliyoruz. Elimizde gerçekten muazzam bir imkân var. Biz genelde kararları düşünüyoruz, sadece uygulamaya üşeniyoruz. Dizi/film müziklerinin terzisisin, yoğun bir sipariş formatı seni yoruyor mu? Özetle müziğine çok karışılıyor mu? Tabii ki yoruyor ama insanın sevdiği işi yapması ve bundan geçimini sağlaması çok değerli, onun için yorgunluğun da kıymeti var. Karışmak değil, daha çok arzu ettikleri dünyayı dile getiriyorlar, ben de olabildiğince kendi dünyamla harmanlayıp bir çalışma çıkarıyorum ortaya. Yerli dizilerin yaylı enstrümanları bu kadar çok kullanmasının sebebi nedir? Brass ise hiç kullanılmıyor gibi… İnan ben de bilmiyorum ama haklısın, bir yaylı merakımız var (daha da yaylııı). (Gülüyor) Brass ve üflemeli çalışmalar var tabii ama çok göz önünde değil. Yaylı meselesi aslında yapılan dizilerin dram altyapılı olmasından kaynaklanıyor. Yaylılar gerilimi, dramı, hüznü, aksiyonu kendi içinde paylaşan, mantıklı bir enstrüman grubu. Onun için çok tercih ediliyor aslında. Son iki yılda yaptığın işlere baktığında ne hissediyorsun? Yapay zekâ da geldi geliyor derken karışır mı işler? Son 2 yıl... Bergen, Gelsin Hayat Bildiği Gibi, Annesinin Kuzusu, Neslican, Prens... Müziklerini yaptığım ama henüz yayınlanmayan projeler de var hatta epey güzel çalışmalar, onların da yayınlanmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Hepsinin yeri çok ayrı ve hepsini de çok büyük bir keyifle yaptım. Yapay zekâ... Biz onu döveriz. Adı üstünde işte, yapay zekâ.. Acıyı ve mutluluğu yaşamayanın melodisi olmaz. Ancak taklit eder.


73


kısa kısa SAHNE

KEL DIVA

(Oyun Atölyesi) Episode’un yeni sayısında oyun önerilerimiz arasında elbette Zuhal Olcay ve Haluk Bilginer’i yıllar sonra aynı sahnede buluşturan Kel Diva var. Ionesco’nun ünlü eserini Muharrem Özcan yönetiyor. Sahnede Olcay ve Bilginer’e Özlem Zeynep Dinsel, Yiğit Özşener, Gözde Kırgız ve Kıvanç Kılınç eşlik ediyor. Oyunun konusu ise şöyle: “Bir İngiliz burjuva ailesinin İngiliz koltuklarla döşenmiş oturma odası. Bir İngiliz akşamı. Yıkımın ortasında Bay ve Bayan Smith, ellerinde kalan son İngilizlik kırıntılarıyla Bay ve Bayan Martin’i evlerinde ağırlayacaklar. Peki evde en ufak bir yangın başlangıcı bile yokken Hizmetçi Mary, İtfaiye Şefi'ne ne hakla şiir okuyor? Onlar Londra dolaylarındaysa bizi delirten, who? Bu kadar yabancılaştıran, what? Diva aslında kelse bizim gerçeğimiz saat kaçta gelecek? Bu karışıklığı sürdürmek kimin işine geliyor? Bilmeye çalışmayalım. Her şeyi olduğu gibi bırakalım. (mı?) Eugène Ionesco’nun eşsiz kaleminden çıkan soyutlama ve absürdizmin kusursuz bir şekilde harmanlandığı bu oyun; Kel Diva adıyla bu sezon oyun atölyesi’nde, isn't it?” Oyunu, 6-7 Kasım tarihlerinde Zorlu PSM’de ve 8 Kasım’da Oyun Atölyesi’nde izleyebilirsiniz. Kasım ve aralık boyunca Kel Diva, İstanbullu seyircilerle buluşmaya devam edecek.

AŞIK SHAKESPEARE

1999’da Oscar’da ‘En İyi Senaryo’, ‘En İyi Film’, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ve ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ gibi önemli ödülleri kazanan Aşık Shakespeare, aynı isimle sahneye uyarlandı. Uraz Kaygılaroğlu’nun ilk kez tiyatro sahnesinde yer aldığı ve William Shakespeare’i canlandırdığı, 23. Afife Tiyatro Ödülleri’nde ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünün sahibi Nezaket Erden’in Viola karakterine hayat verdiği Aşık Shakespeare’de Şebnem Sönmez, Merve Polat, Kerem Arslanoğlu, Ceren Taşçı ve Ekrem Can Arslandağ gibi başarılı oyuncular yer alıyor. Oyunun özgün atmosferini yansıtmak üzere bestelenen şarkılar, müzisyen Gülinler ve oyun için bir araya gelen özel müzik grubu tarafından sahnede canlı olarak seslendiriliyor. Oyunun konusu şöyle: William Shakespeare’in 16. yüzyıl İngiltere’sinde, yeni oyunuyla kendini ispat etme çabası içindeki gençliğine ve genç bir kadının erkeklerin dünyasında sahneye çıkmak için verdiği mücadeleye odaklanan Aşık Shakespeare, dönem tiyatrosuna ve yaşamına dair çağdaş bir perspektif sunuyor. Bir tiyatro kumpanyasının Shakespeare’in oyununu sahneleme sürecini, bir dizi yanlış anlaşılmayı, karmaşayı, kralları, kazaları ve aşkın en tuhaf hallerini anlatırken Shakespeare ve Marlowe efsanesine de göz kırpıyor. Oyun, kasım ve aralıkta Zorlu PSM’de.

CIRCIR BÖCEKLERI, İTLER VE BIZ

(Art 12) Başarılı oyuncular Buğra Gülsoy ve Serhat Teoman yaklaşık 10 yılın ardından yeniden tiyatro sahnesinde bir araya geldi. Sam Shepard’ın True West oyununa Mert Öner’in yönetmenliğinde yepyeni bir bakış açısı getiren Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz oyunu eylülde prömiyer yaptı. Oyun biri kentli, eğitimli bir senarist diğeri ormanlara sığınan, özgür ruhlu bir hırsız olan iki kardeşin birbirini keşfetme ve birbirine dönüşme hikâyesini konu alıyor. Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz oyununda Serhat Teoman ve Buğra Gülsoy’a Burak Sarımola ve Ayşe Lebriz Berkem eşlik ediyor. Oyun, 25 Kasım’da Fişekhane’de sahnelenecek ve 16 Aralık’ta Ankaralı seyircilerle buluşacak.


LEYLA ILE MECNUN DEĞIL

KANLI DÜĞÜN

HISSELI HARIKALAR KUMPANYASI

(Ankara DT) Ankaralı seyirciler, Haldun Dormen’in yazdığı, tiyatromuzun önemli müzikallerinden Hisseli Harikalar Kumpanyası’nı izleme şansına sahip. Devlet Tiyatrosu’nun sergilediği müzikali Boğaçhan Sözmen yönetiyor. Kalabalık oyuncu kadrosuyla keyifli bir tiyatro deneyimi yaşama garantisi veren oyunun konusu şöyle; “Anadolu’da turne yapan bir çadır tiyatrosunun assolisti, hayallerini gerçekleştirmek için İstanbul’a gider. Kumpanyanın yeni bir assolist bulması ve bir köy ağasının yeni assoliste âşık olmasıyla gelişen olaylar konu edilir.”

YÜZÜNDE YÜZLER

(İstanbul DT) Cumhuriyetimizin 100. yılında Devlet Tiyatrosu’nda Atatürk ve Milli Mücadele konulu oyunlar yer alıyor. Yüzünde Yüzler de bu oyunlardan biri. Oldukça geniş bir koroya da sahip olan oyunun kadrosunda Berrin Akhasanoğlu, Doruk Nalbantoğlu, Ebru Aytürk Şayan, Fatih Dokgöz, Hakan Güneri, Mehlika Balkan, Metin Belgin, Orhan Kurtuldu, Şebnem Dokurel Topçuoğlu, Tansel Öngel, Tayfun Erarslan ve Yeşim Gül yer alıyor.

(Diyarbakır DT) İspanyol oyun yazarı Federico García Lorca’nın ünlü oyunu Kanlı Düğün, Diyarbakır’daki seyircinin beğenisine sunuluyor. Türkçeye Turan Oflazoğlu tarafından çevrilen oyunun hikâyesi şöyle; “Bu şiirsel tragedya, yasak bir aşk ilişkisini anlatır. Oyunda, feodal yapının kırsal kesimde yaşayan halk üzerinde nasıl baskı kurduğu ve bireylerin feodal düzen karşısındaki çaresizlikleri gözler önüne serilir.”

Bülent Emrah Parlak ile Elit Andaç Çam’ın iki kişilik oyunu Leyla ile Mecnun Değil’i Murat Eken yönetti. Sezona etkileyici bir giriş yapan yeni oyun, boşanmak üzere olan bir çiftin hikâyesini anlatıyor. “Çiftin boşanmasına iki gün kala en sevdikleri, en çok görüştükleri, aşklarına tanıklık etmiş hatta nikâh şahitliklerini yapmış İskender abileri ölüverir. Kadın ile Adam gömeceklerdir İskender abilerini; tam da boşanma davasından bir gün önce. Cenaze ve merasim silsilesi içinde geçen oyunda, ‘Kadın ve Adam’ı ilişkilerini sorgularken, bazen didişirken, bazen de gülüşürken izliyoruz. Sevginin içinde öfke, hüznün içinde gülümseme, hızın içinde durgunluk. İnsanlık tüm azgınlığı ve doyumsuzluğuyla tüketirken dünyayı, Kadın ve Adamlar tükenmeyecekler mi? Çok iyi anlaşmak bile zarar mı verecek? Beraber çok çok ama çok eğlenmek bile tüketecek mi? Tükenmek, yeniden yaratılmak belki de.” Oyun, 23 Kasım’da Sahne Dragos’ta ve 28 Kasım’da House of Performance’ta seyirciyle buluşuyor.

75


ülkü hilal çiftçi

p RÖ P O RTA J

l a l i H Ülkü Çiftçi


RÖPORTAJ: HÜMAY ONGAN & YAĞMUR ÇÖL FOTOĞRAF: AYHAN AKBAŞ STYLING: FURKAN ÇELIK SAÇ VE MAKYAJ: RUKIYE YILDIRIM MEKÂN: RADISSON BLU OTEL OTTOMARE

B

u yaz Dönence dizisinde Gülce olarak izlediğimiz genç ve yetenekli oyuncu Ülkü Hilal Çiftçi ile keyifli bir röportaj yaptık. Çiftçi’ye oyunculuk hakkındaki düşüncelerini, Dönence’yi ve sahnelerde büyük beğeni toplayan 1923 müzikalini sorduk.

Öncelikle sizi kendi cümlelerinizle tanımak istiyoruz. Küçük yaşlardan beri reklam ve dizilerde yer alıyorsunuz. Oyunculuğa merakınız nasıl başladı? İlk kez oyunculuk yaptığınızda neler hissettiniz? Aslında kendimi bildim bileli oyuncu olmak en büyük hayalimdi. Televizyon tutkum çok küçük yaşta başladı. Sabahları erkenden kalkıp ekran karşısına geçer, televizyondakileri taklit ederek kendi kendime farklı oyunlar kurardım. Oyuncu olma hayalimi gerçekleştirmemin çok zor olduğunu düşünüyordum çünkü küçük bir şehirde yaşıyorduk ve bu da imkânları ve hayalleri kısıtlıyordu. Daha sonra farklı nedenlerden dolayı İstanbul’a taşındık. Ailem de hayallerimi bildiği ve beni her zaman desteklediği için beni bir ajansa yazdırdı. Çok zaman geçmeden ilk diyaloglu rol teklifi geldi ve böylece oyunculuğa başladım. İlk oyunculuğumda çok heyecanlıydım çünkü en büyük hayalimi gerçekleştirmek için çok önemli bir adım atmıştım.

Arka Sokaklar, Karadayı gibi dizilerde ünlü oyuncularla oynadınız. Bu sırada neler öğrendiniz? Özellikle unutamadığınız bir anınız var mı bu dizilerdeki ekip arkadaşlarınız ile? Her şeyden önce büyük isimler her zaman büyük ve başarılı işlere imza atmış oluyor, bu nedenle tecrübeli insanlarla çalışmak benim gibi henüz yolun başında olan oyunculara çok büyük avantaj sağlıyor ve yol gösterici oluyor. Sayın Çetin Tekindor gibi çok büyük bir isimle henüz ben çok küçükken Karadayı dizisinde çalıştım mesela, o zamanlar henüz “set” kavramını tanımaya ve anlamaya çalışıyordum. Set disiplini ve ahlakı konusunda kendisinden ilham aldım. Çetin Tekindor’da gördüğüm disiplin ve çalışma isteği beni olumlu anlamda etkiledi. Tecrübeli oyuncuların pozitif enerji yayması, benim gibi genç oyuncuların ilham alması açısından çok önemli diye düşünüyorum. Sonuçta biz de onları örnek alıyor, yol gösterici olarak görüyoruz.

. . a r ic t a n a s m u k t u . t . k ü y . ü b n e i k a t t a Hay i ig d ir t e g a d in n a y n u n u b n e d z ü . y u B . k e etm . . . m u r o iy n e l l u b a k e v her s, eyi seviyorum . m u n u n m e m k o ç n . e d r e y m u g u d l o n a S ,u . . i y e m r ö g e d r e l r e y l e z ü g a d a h a d i im d n e . K .. . k o ç r a d a . k e n a d n u n u b e v i k ii b a t im r e . ist . . . . . iyorum. il b i in ig d ir t k e r e g k e em

77


. . . . . . . nim için çok güzel be , um rd iyo ist k ma al r ye e ld ka . zi mandir bir mü . . . . Uzu . . n za e yer almak beni çok ed oj pr r bi l ze gü i gib 23 19 m. yi ne . bir. duygu ve de iz he.pim ptik ve ya a ov pr . re . sü un . uz ok Ç r. iyo ed u tl mu . .. gururl.an. diriyor. ve da . huriyetim. izin .100. yılın um C r. iyo ns ya e ey hn sa ki i bi ta bu . , çok iyi anlastik, harika bir duygu... bu kadar güzel bir projede olmak


TRT 1’in Tozkoparan İskender dizisinde Duygu karakterini canlandırdınız. Bu dizide oynadığınız sırada seyircilerden ne gibi tepkiler aldınız? Öncelikle şunu söylemeliyim ki Tozkoparan İskender dizisi çok keyifli ve öğretici bir sete sahipti. Ekip arkadaşlarımla uyum içinde çalışmanın ne kadar önemli olduğunu bu sette öğrendim ve kendimi bu anlamda geliştirme ve eğitme imkânı buldum. Canlandırdığım Duygu karakteri benim için oynaması aşırı keyifli ve eğlenceli, akıcı bir karakterdi. İlk zamanlar biraz zorlandığımı itiraf etmeliyim çünkü Duygu ve ben çok farklı iki karakteriz. O uyumu yakalamak biraz zor oldu. Fakat tabii ki oyuncu olarak canlandırdığımız karakterle uyumu yakalamamız çok önemli. Bu noktada kendimi elimden geldiğince geliştirmeye çalıştım. Örneğin çevremde Duygu karakterine benzeyen arkadaşlarım vardı, onları çok daha yakından gözlemledim. Sonraki bölümlerde de Duygu’yu benimsemem çok kolay oldu. Sanırım Duygu, oynamayı en sevdiğim karakterlerlerden birisi. Oldukça büyük bir prodüksiyon olan 1923 müzikalinde yer alıyorsunuz. Seyircinin de ilgisini çeken, önemli bir iş. Nasıl bir deneyim böylesi bir müzikalde yer almak? Cumhuriyetin 100. yılında bu müzikalde oynadığınız için heyecanlı olduğunuzu tahmin ediyorum. Bize biraz duygularınızdan söz eder misiniz? Uzun zamandır bir müzikalde yer almak istiyordum, benim için çok güzel bir duygu ve deneyim. 1923 gibi güzel bir projede yer almak beni çok gururlandırıyor ve mutlu ediyor. Çok uzun süre prova yaptık ve hepimiz çok iyi anlaştık, bu tabii ki sahneye yansıyor. Cumhuriyetimizin 100. yılında bu kadar güzel bir projede olmak harika bir duygu... Bu kadar erken yaşta birçok dizi ve filmde yer almak nasıl bir duygu? İnsanlar sizi tanıyıp durdurduklarında ne gibi duygular yaşıyorsunuz? Kendimi bildim bileli sanatın birçok dalı içerisinde yer aldım ve bundan çok keyif aldım. Hayattaki en büyük tutkum sanat icra etmek. Bu yüzden bunun yanında getirdiği her şeyi se-

viyorum ve kabulleniyorum. Şu an olduğum yerden çok memnunum. Kendimi daha da güzel yerlerde görmeyi isterim tabii ki ve bunun da ne kadar çok emek gerektirdiğini biliyorum. Yolda biri beni tanıdığında çok hoşuma gidiyor ve mutlu oluyorum. Sanırım ünlenmeyi, tanınmayı da sevdim. Bu durum sevdiklerime de büyük gurur yaşatıyor. Kendinize idol olarak gördüğünüz, “Bir gün birlikte bir dizide ya da filmde yer almak isterim,” dediğiniz bir oyuncu var mı? Zerrin Tekindor ile çalışmak isterim. Umarım bir projede birlikte rol olma fırsatımız olur. Okumayı seviyor musunuz peki? En sevdiğiniz kitap hangisi? Boş vakitlerimde zamanımı genelde dinlenmeye ya da bir şeyler dinlemeye ayırsam da okumayı da çok seviyorum. Bu zamana kadar en etkilendiğim kitaplardan biri Beyaz Gemi. Sıkılmadan defalarca okuyabilirim. Üniversitede oyunculuk alanında mı eğitim almak istersiniz yoksa ilginizi çeken başka meslekler var mı? İlk hedefim oyunculuk alanında devam etmek oldu. Tabii ki çok farklı meslekleri düşündüğüm zamanlar da oldu ama bunları yapabilmek için de oyunculuktan vazgeçmek ya da ikinci plana almak gerekiyor. Oyunculuğu hem çok sevdiğimden hem de ona duyduğum saygıdan dolayı bırakmak istemedim. LGS’ye de bu nedenle girme çabası göstermedim. Bunun yerine zamanımı yetenek sınavına ayırmak daha cazip geldi. Yine olsa yine aynısını yapar, aynı tercihte bulunurum. Çünkü sınavı kazandım ve gururla söyleyebilirim ki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisiyim artık. Birçok kişi, altın bileziğin olsun klişesine kapılıp bana karşı çıktı ama yapmak istediğim meslek, hobi, her şey oyunculuk... Bu nedenle asla vazgeçmedim ve vazgeçmeyeceğim.

79


masterchef tv8 K Ö Ş E YA Z I S I

MasterChef all Star in ş e l ir b i, r e l n ü k s ü k oYAZI_//_ZEYNEP GÖNENLI o

İN SA NL AR IN AZ BI RA Z GÜ ÇL EN IN CE NE KA DA R DE ĞI ŞE BI LE CE ĞI NI BI LM IY O R DE ĞI LD IK , SA DE CE M AS TE RC HE F VE SI LE SI YL E HE R GÜ N BU NU NL A BI R KE RE DA HA YÜ ZL EŞ M EK IS TE M EZ DI K.


H

angi reality show olursa olsun, All Star deyince beni bir heyecan alır zira konuya huyunu suyunu bildiğimiz, ne yapacaklarını tahmin edebileceğimiz yarışmacılarla girmek onları tanımakla vakit kaybetmekten daha iyidir her zaman. Bir an önce kavgaysa kavga, potada gruplaşmaysa gruplaşma hemen başlar olaylar, herkesin birbirine iyi davranacakmış gibi yaptığı o ilk kısımları hızlıca geçmeyi severim. Daha doğrusu severdim, ta ki MasterChef All Star’ı izleyene kadar. Biraz neşemizi bulalım diye izlediğimiz program bu sezon hepimize dert oldu. Yarışma deyip geçemedik, adeta bir geçmiş unutulmak için aylar harcanmış hatıraları hatırlatma, son tetikleme bükücü, en yakın terapi merkezine koşturucu etkisi oldu programın. Yarışmacılar arasında öyle bir gruplaşma, lise arka sıra dörtlüsü tadında öbekleşme, kendilerince güçsüz gördüğünü ezme vardı ki en fanatik MasterChef izleyicisinin bile tadı kaçtı. Aslında yarışmayı iki döneme ayırmamız mümkün; ilki stok çekimleri arka arkaya yaptıkları ve bir kısım yarışmacının diğerlerine yaptığı kötülüğün arkası gelmeyen kısım, ikincisi de o çekimlere bir ara verip sosyal medya yorumlarını okuyup gerçek zamanlı çekimler yapmaya başladıkları. Sanırım sosyal medyayı adeta kırıp geçiren yorumları okumadan önce ekrandan nasıl göründüklerine dair en ufak bir fikirleri olmuş ne yarışmacıların

ne şeflerin ne de ekipten herhangi birinin. Bunu çok enteresan buluyorum, ne yalan söyleyeyim, zira o kadar tatsızdı ki her şey, bu nasıl kimsenin dikkatini çekmez aklım almıyor. Biri de demedi mi, “Arkadaşlarınıza öyle şeyler söylemeyin!” diye, en azından yani bu kadarını da mı demediler?

Kendi sezonlarında naif genç insanlar olarak izlediğimiz yarışmacılar anlaşılan onları izlemediğimiz dönemde büyümüş(!), serpilmiş ve birer ego makinesine dönmüşler. Şeflerle yarışma dışında da olan arkadaşlıkları, sosyal medyada her daim gördükleri ilgi, kendilerince kazandıkları ün ve parayla birlikte adeta başka insanlar olmuşlar, bu kadarına gerek var mıydı inanın bilmiyorum. İnsanların az biraz güçlenince ne kadar değişebileceğini bilmiyor değildik, sadece MasterChef vesilesiyle her gün bununla bir kere daha yüzleşmek istemezdik. Bu sezonu kim kazanacak bilmiyorum ve sanırım uzun zamandır ilk defa merak bile etmiyorum zira hayalimdeki MasterChef All Star bu değildi; Bihter’in dediği gibi: “Hiç yaşamamış olmayı dilerdim bu sezonu.” Bakın, her konuyu Bihter’e bağlamak en havalı özelliğimdir. İyi seyirler dilerim.

81


sıradaki şarkı sana gelsin

p K Ö Ş E YA Z I S I

SEZONUN TÜM DİZİLERİNİ TEK NEFESTE TOPLADIM. SONUÇ:

SÜRMENAJ DEYİNCE DE BİZ! oYAZI_//_YASEMİN ŞEFİK o


S

ezon hızlı başladı. Önceki dönemin işleri ve yeniler kapışıyor. Yoksa kapışmıyor mu? Fragmanlarına bayıldıklarımız, içerikleri uzun bulduklarımız, oyuncu linçlediğimiz, sonraki bölümde övmelere doyamadığımız; ardından taraflar oluşturduğumuz, hemen akabinde özellikle dijital mecralarda yayına giren, iki hafta konuşup hop unuttuğumuz bir sezona daha girmiş bulunduk.

“PAZAR GÜNLERINI YARGI DAĞITIYOR!” Cümleyi hangi tonda okursanız oraya gidiyor. Çünkü pazar günlerini ciddi anlamda Yargı dizisi dağıtıyor. Sema Ergenekon’un izleyicinin zihin kıvrımlarında yarattığı oyun, ekranda zekice ilerleyen polisiye-drama mevzusunun en iyi örneği oldu. Ömer, yeni sezonda bambaşka birine dönüştü. İlgimi çeken kısımlar yan hikâyeleri coşturmasıyla güçlendi. Yalı Çapkını gösteriş, bol para ve krizli bir evde devam ediyor. Binnur Kaya konuya dahil oldu. Ancak en çok eğlendiğim kısmı Emre Altuğ’un canlandırdığı Orhan’a andropoz bir hal gelmesi. Aile dizisinde geçtiğimiz sezonu kapatırken Devin’in Cihan’ı vurduğu anda kalmıştık. Ben oradan Devin karakterinin, “mafyacılık öyle olmaz böyle olur”a evrileceğini düşünmüştüm. Hatta ekranda görmediğimiz bir hal bu ancak işler öyle devam etmedi. Bu haline de diyalog akışına da ayrıca bayıldığım için yeni sezon sürprizlerini hevesle bekliyorum. Bambaşka Biri dizisinde çoklu kişilik bozukluğundan muzdarip bir karakteri canlandıran Burak Deniz ile karşı karşıyayız. Savcımız Hande Erçel…Vaooov denilip arada linçlenen ve sonra da reyting hikâyesinde kendisini koruyan bir içerik. Ne mi oldu? Açıkçası övmekle dövmek arasında bir harflik o fark oldu. Kirli Sepeti ise bizi alt-üst ilişkisinin içine çekti. Bir zamanlar Ufak Tefek Cinayetler’in verdiği o merakı yeniden bana hatırlattı. Oyuncu kadrosu harika; Ayça Bingöl, Ceren Moray, Cansu Tosun, Serkay Tütüncü… ve akar gider böyle isimler. Bir

cinayetimiz ve etrafında yer eden site sakinleri, bununla beraber başrollerimiz evlerde çalışanlar. Daha bitmedi… Frankestein kitabının uyarlaması Çağan Irmak dizisi Yaratılan ile de ekran başına geçtik. Taner Ölmez, Erkan Kolçak Köstendil, Bülent Şakrak ve Şifanur Gül izlerken insani tarafını, yaralayıcı unsurları, farklı olmayı ve bir hayalin berbat sonuçlar getirebileceği kibirli dünya mevzusuna daldık. Dördüncü bölümde gişe görevlisi olarak Çağan Irmak’ı da ekran görüyoruz. Durun durun, daha var… Kızılcık Şerbeti’nden bahsetmeden bu dev paragrafı bitiremem. Geçtiğimiz sezonun en çok konuşulan ve izlenen dizisi yeni akışıyla izleyiciyi sinirden zıplatıyor. İyi anlamda söylüyorum. Çünkü izleyiciye sebep vermek önemlidir. Magarsus’tan bahsetmeden olmaz. Adana topraklarında, bir zengin aile hükümdarlığında Berkay Ateş, Merve Dizdar, Çağlar Ertuğrul şov yapıyor. Hâlâ izlemedik diyenlere şiddetle soruyorum; neden? Oh, tek nefeste okuyamadınız biliyorum ama… Tek seferde böyle hızlı bir turdan aklınızda kalan, hayatınızın ana dertlerinden uzaklaştıran güzel içeriklere baktık. Neden böyle söylüyorum? Çünkü bir tanım vardır; çerezlik diye, bizim hayatlar mı çerez yoksa izlediklerimiz mi, kafamız bi’ hayli karışık. GELELIM BONUS BÖLÜME BluTV’de doğaya yapılanların eko eko eko yaparak yani yansımayla insana geri döndüğüne dair çarpıcı örnekler içeren 6 bölümlük can sıkan, tat kaçıran, sert belgeseli EKO EKO EKO izlemeden içim daraldı, n’olacak bu dünyanın hali demeyin. İyi içerik her şekilde buluyor yolunu. DIZILERDE ÇALAN ŞARKILAR TOP 5 1. DEBLÜMAN - SEN BENI SEVERDIN YA (KIZILCIK ŞERBETI / SHOW TV) 2. BILGE KOKTAY - YÜRÜYORUM DIKENLERIN ÜSTÜNDE (YABANI / FOX) 3. NILÜFER - ESMER GÜNLER (AILE / SHOW TV) 4. FÜSUN ÖNAL - YIL DÖNÜMÜ (KIRLI SEPETI / FOX) 5. KAZIM KOYUNCU - SENI SEVIYORUM (HUDUTSUZ SEVDA / FOX)

83


elif yakarçelik

p RÖ P O RTA J

ISI C IM P A Y Ü L N HÜZÜ N ’Ü R Ü D L Ü G R GÜLDÜ

k i l e ç r a k a Y E li f İK

oRÖPORTAJ_//_YASEMİN ŞEF o


B

aşlığı böyle yapmamın sebebi elimizdeki yapımcı, kreatif insan ve bir sürü tanıma onu hapsedebilirim. Hüzünlü. Komedi işleri yapıp ardından bütün sakinliğini, acısını ve yaralı anılarını şarkılarıyla anlatıyor. Kamera arkasında “çok eğlendik” duygusu eve gidince değişiyor. İşler güzel akarken bir anda anlatmak istediğine bıraktığın o küçük öpücük gibi. O zaman sizi bu zeki, aklına eseni planlı deliliklerle yapan kadınla tanıştırayım: Elif Yakarçelik…

Türk televizyon ve sinema akışının unutulmaz işlerinde yer almış bir yapımcısın. Kamera arkası hikâyeni kısaca anlatabilir misin? Hatırladığım ilk şey, yakın dostum rahmetli Yaşar Gaga’nın bana, “Senden çok iyi televizyoncu olur, gel gir şu işe,” deyişi ve benim bir yapım şirketinde prodüksiyon asistanı olarak hemen işe başlamam. Sonrası kısa sürede gelişti. Güldür Güldür Show hikâyen nasıl başladı? Hatta röportaj yapmak istememin ince sebeplerinden biri, kafamda seninle ilgili bir cümlenin dönüyor olması… Güldür Güldür, ilk adıyla 5’er Beşer, Alper Kul’la benim evde otururken konuştuktan sonra yönetmen ve yazarlarla buluşmamız, en sonunda BKM’ye Necati Akpınar’a götürmemiz, onaylanması ve oyuncu seçimiyle yayına girmesi şeklinde başladı. Yıllar içinde evrim geçirdi, ismi değişti, hem biz geliştik, büyüdük hem çok kalabalıklaştık. 11 yıldır Show TV’deyiz ve aynı heyecanla işimize devam ediyoruz. “Güldür Güldür’ün hüzünlü yapımcısı?” Şarkıların öyle… Hüzünlü yapımcı hoşuma gitti. Evet, hep komedi işleri yapıp müzikte hüznü seçmem biraz tuhaf tınlıyor.

85


Müzik kariyerin aslında evden gelen bir konu. Yani doğduğun ev kaderindir minvalinde, annen Tülin Yakarçelik memleketin en önemli sesi. Müzikal yolculuğunu anlatır mısın? Çocukluğumdan beri evde hep müzik oldu, malum annem zaten bu işin ustası, onunla yarışmam mümkün değil ama işte bir yere kadar dayanıp kendi müziğime karar verip nihayetinde attım kendimi ortalara. (Gülüyor) Bir yapımın içinde yer alacak şarkılar, tema müziklerine ne kadar dahil oluyorsun? İlk aşamada işin içinde oluyorum, ortak dil bulduktan sonra işler kolaylaşıyor, arada danışıldığında işin içine tekrar dahil oluyorum tabii. Hazır yapımcı-müzisyen-şarkıcı formülüyle karşı karşıyayım. Sormadan edemeyeceğim, uzun uzuuun diziler ve içinde yer alan klip formatında şarkılar…. nasıl değerlendiriyorsun? Bu artık biraz vakit kazanmak için de olduğundan (malum dizi süreleri çok uzun) yapım-senaryo tarafını rahatlatmakla birlikte bazen çok sıkıcı ve demode kaldığını düşünüyorum. Sahne buna hizmet ediyorsa ya da şarkı o sahneyi besleyen, finalize eden bir duyguya taşıyacaksa ne güzel ama sırf vakit doldurmak için olduğunda çok sıkıcı oluyor. Dünyada artık pek böyle şeyler kalmadı. Hafif caz, sakin bir rock ve pop sound desem yanlış bir bilgiye mi sahip olurum? Sesin beni sakinleştiriyor. Şarkılarında koşturmacasız hikaye anlatıyorsun? Bu sen misin? Yoksa müziği böyle mi yorumluyorsun? Ne güzel bunu senden duymak, teşekkür ederim. Sakinleştiriyor olmak güzel. Biraz sakinleşmemiz gerekmez mi zaten? Bu fazla hızlı akan hayatta biraz frene basmak iyi olur özellikle benim için. (Gülüyor) Bu benim, bu benim evdeki halim, dinlemek istediğim şey. Tüm bu yoğun tempolu işler ve müziğin yanı sıra, aslında hiç ekrana çıkmak, oyunculuk gibi bir düşüncen oldu mu? Ya da teklif edildi yapmadın mı? Yaptın da benim haberim mi yok? (Bu da benim ayıbım olur) Arada sırada kendi şarkılarıma yaptığım hatta yönettiğim kliplerde bile kendim oynamadım yani o kadar istekli değilim ekranda olmaya anla yani. (Gülüyor) Kamera arkası güzel.


Kliplerinde de anlatıcı kimliğinle karşımızdasın. Şarkıların formal yapısı mı yoksa ben böyleyim mi dersin? Ben böyleyim. Keyifli masalarda ya da kulislerde karşılaştığımız, gördüğüm kadarıyla bu neşeli, keskin zekâlı kadının hüznü nereden geliyor? Fazla konuşkan, neşeli kadın evden içeri girince hüzünlü birine dönüşüyor. Seviyorum bu iki farklı insanı. Bazen insan ilişkilerinden, zorunda olduğum güler yüzlü insandan çok da sıkılıyorum hatta kendime çok üzülüyorum, böyle olmak zorunda kaldığım için. Ama ikisi bir tam ben ediyor işte. Uzun aralıklarla çıkardığın şarkılar var. Sonrasında yakın zamanda arka arkaya bizi şarkılarınla buluşturdun. Ekim ayının başında “Neden” şarkın çıktı. Şarkıları hazırlamak, mutfak tarafı ve yayınlama konusunda sancıların var mı? Şarkı seçiyorum, sonra beraber müzik yapmaktan çok zevk aldığım Özgür Ulusoy’la buluşuyorum, bu şarkılara onu ikna ediyorum (bu işin en zor kısmı:)) sonra nasıl düzenleriz derken, üzerinde çalışmaya başlamışken ben birdenbire başka şarkı buldum deyip süreci başa döndürüyorum! Yani biraz zor oluyor süreç, o yüzden uzuyor. Muhtemelen böyle zamanlarda Özgür de bana içinden küfrediyordur. (Gülüyor) Uzun metraj ve şarkılarını birleştirmek istiyor musun? Sorumun ana sebebi şarkılarının hilkâye anlatılıcığı görsel bir olgu yaratıyor. Evet, istiyorum, şarkıların büyük çoğunluğu buna çok uygun. Henüz uyanan olmadı buna! Kendi yaptığım işlerde de şarkılarımı kullanmak bana saçma şekilde ayıp geliyor, bunu aşmam gerek sanırım.

87


JULIA, YENİ MACERALARIYLA MYLOS KİTAP’TA...

YILLARDIR OKUNAN VE MACERALARI MERAKLA BEKLENEN BIR KRIMINOLOG: JULIA...

mylosyayingrubu.com

/MylosKitap

/MylosKitap

/myloskitap


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.