M.Puzo: Baba

Page 1

<fcÄąba>

roman


ş

ıs e ’w m 0 f i .



Mario Puzo, Italyan asıllı bir Amerikan yazarıdır; ga­ zeteci, romancı ve senaryo yazarı olarak Godfather/ BABA yayınlanana kadar adı pek duyulmayan Puzo, Baba yayınlanır yayınlanmaz büyük bir üne kavuştu. Daha önce yayınlanan The Dark Arena ve Anne adlı romanlarıyla birkaç eleştirmenin dışında hiç ilgi gör­ medi. Oysa üçüncü kitabı Baba Amerika’da bütün bir yıl liste başında kaldı, bütün dillere çevrildi; her çev­ rildiği ülkede aynı inanılmaz ilgiyle karşılandı, kapı­ şıldı.


e yayınları « j

\ |

6 A B A the g o d fo th e r m ario puzo'nun rom anı £ e y a y ın la rı; 35 # ya yın h a k la n : M a rio puzo 1969 O ka p a k : h. b o sch / k.. k a ld ı # b irin c i b a skı: ağustos 1970, ik in c i b a skı: e k im >*<, 1970, üçüncü b askı: o ca k 1971, dörd ü n cü b askı: h a zira n 1971, beşinci b a skı: o ca k 1972, a ltın c ı baskı: h a z ira n 1972, eti ? y e d in c i b askı: e y lü l 1972, se kizin ci b askı: e kim 1972 # ? d oku zu n cu b askı: ka sım 1972, onuncu b askı: a ra lık 1972, o n b irin c i b askı: o cak 1973, o n ik in c i b askı: m a yıs 1973 d iz g i: g ü ry a y m a tb a a sı, baskı: m e leksile m a tb a a sı, c ilt: a iib a b a c ilte v i # e ya yınları, İdare: ankara caddesi 13/2 te l.: 26 8 1 4 2 , d a ğ ıtım : narlıbahçe sokak 19 kat# 3 tel.: 27 87 20 kısa yazışm a adresi: e yayınları p. k. 12 İstanbul.

türkçes» : Ö z a y

S ü s o y


m arıo puzo

BABA

e yayınları

ro m a n



Her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir. Balzac



b ir in c i

BÖLÜM

AMERİGO Bonasera New York Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesinin salonunda oturmuş, adaletin yerine getirilmesini bekliyordu, kızınız insafsızca yaralayan onun şerefiyle oynayan kişilerden adaletin eliyle inti­ kam almış olacaktı. İnsana ürküntü verecek kadar iriyarı bir adam olan yargıç kara cübbesinin kollarını yukarı sıvadı; sanki kürsünün önünde duran iki delikanlıyı dövme­ ye hazırlanıyordu. Yüzü açık bir nefretle buz gibiydi. Amerigo Bonasera olup bitende hatalı bir yan sezinli­ yor, ama hatanın ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. «Bir serseri gibi davrandınız.» dedi yargıç sert bir sesle. «Evet, evet» diye düşündü Amerigo Bonase­ ra Hayvanlar. Itoğlu itler. Alabros kesilmiş parlak saç­ ları tertemiz yıkanmış yakışıklı yüzleriyle iki delikanlı başlarını önlerine eğmişler, saygılı, yaptıklarından piş­ man gibi duruyorlardı. Yargıç konuşmasını sürdürdü : «Ormanda yaşa­


yan aç kurtlar gibi davrandınız. Zavallı kızın ırzına geçmediğiniz için, kendinizi şanslı sayın. Yoksa sizi yirmi yıl hapse mahkûm ederdim.» Yargıç sustu. Ka­ lın kaşlarının altındaki gözleri, solgun yüzlü Amerigo Bonasera’dan yana kaydı, sonra bakışlarını önünde­ ki soruşturma raporlarına çevrdi. Kaşları çatıldı. Ken­ di isteği dışında bir karara varmış gibiydi, omuzlarını silkti. «Ama gençliğiniz ,temiz siciliniz, iyi aile çocuk­ ları oluşunuz, bir de yasaların intikam peşinde koş­ masından ötürü sizi üç yıl ağır hapse mahkûm ediyo­ rum. Karar tecil edilmiştir.» Amerigo Bonasera, bütün benliğini kaplayıp ta­ şan nefret ve hayal kırıklığını, kırk yıllık işi olan ölü gömücülüğün verdiği ustalıkla gizlemesini bildi. Kırı­ lan çenesi tellerle bağlanan güzel, gencecik kızı hâlâ hastanede yatıyordu, şimdi bu iki hayvan serbest bı­ rakılıyordu ha? Gülünçtü bütün bunlar. Mutlu ana-babaların sevgili çocuklarının çevresinde toplanışlarına baktı. Ah, işte hepsi de mutluydular artık, gülümsü­ yorlardı. Acı safra, boğazından yükseldi, dişlerinin arasın­ dan kapkara bir biçimde taşıverdi sanki. Bonasera beyaz keten mendilini dudaklarına götürdü. İki deli­ kanlı memnun ve mutlu, ellerini kollarını sallayarak önünden geçerken öylece durdu. Hayvanların ana-babaları da geliyorlardı şimdi; Amerigo Bonasera yaşlarında iki erkekle iki kadın; onların giyimleri daha Amerikalıydı. Bonasera’ya utançla baktılar, yine de bu bakışlarda soğuk, zafer dolu garip bir meydan okuyuş vardı. Amerigo Bonasera kendini tutamadı, aradaki ge­ çide doğru eğildi. Boğuk bir sesle, «Siz de benim şimdi ağladığım gibi ağlayacaksınız» diye haykırdı. «Çocuklarınız beni nasıl ağlattıysa, ben de sizi öyle ağlatacağım.» Beyaz mendilini gözlerine tutmuştu şimdi. Arkadan gelen savunma avukatları, ana babala­ rını korumak ister gibi geçide yönelen iki delikanlıyı da aralarına alarak müvekkillerini öne doğru ittiler. Iriyarı bir mübaşir Bonasera’nın yolunu tıkadı. Oysa bütün bunlar hiç de gerekli değildi.


Amerika’da geçirdiği yıllar boyunca Amerigo Bo­ nasera yasalara ve düzene güvenmiş, bu yüzden de iyi para kazanmıştı. Şimdi beyninin nefretle duman­ lanmasına, hemen bir tabanca alıp iki delikanlıyı öl­ dürme düşüncesinin kafatasını tırmalamasına rağmen Bonasera hâlâ hiç bir şey anlamayan karısına döndü, durumu anlattı : «Bizi aptal yerine koydular.» Sustu. Sonra kararını verdi; bunun kendisine neye malolacağından korkmuyordu artık. «Adaletin yerini bulması için dizlerimin üzerinde sürüne sürüne Don Corleo­ ne’ye gitmeliyiz.» Los Angeles’te, gösterişli eşyalarla döşeli bir otel dairesinde her kıskanç koca gibi kafayı tütsülemişti. Kırmızı kadife kanapenin üzerine uzanmış vis­ kiyi doğrudan doğruya elindeki şişeden içiyor, içkinin tadını gidermek için ağzını su ve buz parçalarıyla do­ lu kristal kâseye daldırıyordu. Saat sabahın dördüydü. Eve döndüğünde orospu karısını öldürmek üzerine sarhoşlara özgü hayaller kuruyordu. Tabii kadın dö­ nerse. Eski karısına telefon edip çocuklarını sorması için vakit çok geçti. Meslek hayatı tepe taklak oldu­ ğundan eski dostlarından birini aramak da ağırına gi­ diyordu. Bir zamanlar Johnny Fontane tarafından sa­ bahın dördünde aranmak onların hoşuna giderdi ama, şimdi dostlarını sıktığının farkındaydı. Yükselişi sıra­ sında Johnny Fontane’nin dertlerinin Amerika’nın en büyük kadın yıldızlarından bazılarına çekici geldiğini düşününce kendi kendine gülümsemekten edemedi. Viski şişesinden içkisini yudumlarken karısının anahtarının, kilitte döndüğünü duydu, ama kadın oda­ ya girip, önünde duruncaya dek içkisini içmeye de­ vam etti. Meleklere benzeyen yüzü, anlamlı menekşe rengi gözleri, zarif hatlı ama son derece biçimli vü­ cuduyla bu kadın Johnny Fontane için öyle güzeldi ki. Kadının güzelliği, beyaz perdede olduğundan da­ ha abartılıyor, ruhsallaştırıyordu. Dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca erkek Marçjot Ashton’un yüzü­ ne âşıktı. Onu beyaz perdede görebilmek için para ödüyorlardı. «Hangi cehennemdeydin?» diye sordu Johnny. «Orospuluktaydım», dedi kadın.


Oysa Johnny’nin ne kadar sarhoş olduğunu an­ layamamıştı. Genç adam masanın üzerinden atladı, kadını boynundan yakaladı. Ama o sihirli yüzü, se­ vimli menekşe rengi gözleri yakından görünce öfkesi söner gibi oldu, çaresiz kalakaldı. Kadın onunla alay eder gibi gülümsemek hatasına düştü; erkeğinin yum­ ruğunun sıkıldığını gördü. «Johnny!» diye haykırdı, «yüzüme vurma. Film çeviriyorum.» Gülüyordu Margot Ashton, Johnny karnına bir yumruk indirdi. Kadın yere yuvarlandı. Johnny üzeri­ ne attı kendini. Soluk almaya çalışan kadının nefis ko­ kusunu duyuyordu. Kollarına, ipek gibi güneşten yan­ mış bacaklarının kalça kısımlarına vurdu. Johnny onu, eskiden New York’un Hell-Kitchen semtinde sert, ka­ badayı bir delikanlıyken kendinden küçük yaramazları dövdüğü gibi dövüyordu. Kırık diş, sürekli yara izi bı­ rakmayacak türden, can yakan bir dayaktı bu. Yine de yeteri kadar sert vurmuyordu. Vuramaz­ dı. Kadın ona bakıp kıkır kıkır gülüyordu. Kollarını bacakların ıikj yana açmış, işlemeli giysisi kalçalarına dek sıyrılmıştı. Hem gülüyor, hem de Johnny’yi : «Haydi, haydi, yap artık şu işi,» diye tahrik edi­ yordu, «asıl isteğin bu-» Johnny Fontane ayağa kalktı. Yerde yatan kadın­ dan nefret ediyordu. Ama Margot Ashton’un güzelliği sihirli bir kalkan gibiydi. Kadın yerde döndü, bir dan­ söz kıvraklığıyla ayağa kalktı. Çocukça, gülünç bir dansa başladı. Bir yandan da, «Johnny beni asla incit­ mez, asla incitmez, »diye şarkı söylüyordu. Sonra kendini toparladı, üzüntülü bir sesle : «Zavallı buda­ la,» dedi «sanki çocukmuşum gibi dövüyorsun beni. Ah Johnny, hayatın boyunca romantik, sersem bir do­ muz olmaktan kurtulamayacaksın. Sevişmen bile ço­ cuk gibi. Hâlâ bir zamanlar söylediğin bayıltıcı şarkı­ lar gibi sevişiyorsun.» Başını salladı. «Zavallı Johnny. Elveda, Johnny.» Yatak odasına geçti. Johnny anahta­ rın kilitte döndüğünü duydu. Johnny yere oturdu; elleriyle yüzünü kapamıştı. Utanç veren, aşağılayıcı bir duygu bütün benliğini kaplamıştı. Bir süre sonra Hollyvvood bataklığında ya­ şamasını sağlarken inatçılığıyla telefona uzandı. Ken-


dişini havaalanına götürecek bir arabanın yollanma­ sını istedi. Onu kurtarabilecek bir tek kişi vardı. New York’a dönecekti. Gereksindiği güce, akla ve hâlâ güvendiği sevgiye sahi polan tek kişiye dönecekti. Vaftiz babası Don Corleone’ye gidecekti. Büyük Italyan ekmekleri gibi gevrek ve tombul olan fırıncı Nazorine, üstü başı hâlâ una bulanmış bir halde karısına sert sert baktı. Enzo kolunda yeşil bandı bulunan savaş esirlerine has üniformasını giy­ mişti. Bu olay yüzünden Governor’s island’a geç ka­ lacağım diye ödü kopuyordu. Amerikan Ekonomisini kalkındırmak için her gün kamptan çikan binlerce İtal­ yan savaş esirinden biri olarak, çalışma izninin kal­ dırılacağı korkusuyla titriyordu hep. Bu yüzden şimdi oynanan bu küçük güldürünün onun için önemi bübüyüktü. Nazorine, öfkeyle, «Ailenin şerefini lekeledin mi?» diye sordu. «Kızıma, seni daima hatırlayacağı küçük bir paket hediye ettin mi? Ne de oisa artık savaş sona erdi, Amerika’nın seni, kıçına bir tekme vurup Sicilya’daki haydutlarla dolu köyüne yollayacağını bi­ liyorsun.» Bodur, ama güçlü kuvvetli bir delikanlı olan En­ zo elini kalbinin üzerine koydu. Adeta göz yaşları için­ de ama zekice, «Patron,» dedi. «Meryem Ana üzeri­ ne yemin ederim ki bana gösterdiğiniz iyiliği kötüye kullanmaya kalkışmadım. Kızınızı saygıyla seviyo­ rum. Benimle evlenmesini dürüstçe istedim. Buna hakkım olmadığını biliyorum. Ama beni İtalya’ya yol­ larlarsa bir daha Amerika’ya dönemem. Katherine’le asla evlenemem.» Nazorine’nin karısı Filomena, sorunun özüne parmağını bastı : «Bırak bu saçmalıkları,» dedi şiş­ man kocasına, «ne yapman gerektiğini biliyorsun. Enzoyu burada tut, Long Island’daki yeğenlerimizin ya­ nına yolla onu.» Katherine ağlıyordu. Şimdiden şişmanlamıştı, gösterişsiz bir kızdı, üst dudağında da kıllar çıkıyor­ du. Enzo kadar yakışıklı bir koca, gizli yerlerine onun kadar saygılı bir aşkla el atan başka bir erkek bula­


mayacağı kuşkusuzdu. «Ben de gidip İtalya’ya yerle­ şeceğim.» diye bağırdı babasına. «Enzo’yu burada tutmazsan kaçacağım.» Nazorine, kızına kurnazca baktı. Doğrusu ateşli bir parçaydı bu kız. Enzo tezgâhtaki sepetleri fırın­ dan henüz çıkan sıcak ekmeklerle doldurmak için ge­ çerken Katherine’in tombul kalçalarını erkeğin önüne sürdüğünü görmüştü. Gerekli adımlar atılmadığı tak­ dirde çapkının sıcak ekmeği kızının fırınına sürece­ ğini düşündü Nazorine, Enzo Amerika’da tutulmalı, Amerikan vatandaşı yapılmalıydı. Böyle bir işi başa­ rabilecek tek kişi vardı : Vaftiz Babası, Don Corleone. Bütün bu insanlar ve daha başkaları Miss Costanzia Corleone’nin düğünün 1945 Ağustosunun son cumartesi günü yapılacağını bildiren kabartma yazılı davetiyeler aldılar. Gelinin babası Don Vitto Corleone şimdi Long Island’daki büyük bir evde oturuyordu, yine de eski dostlarını ve komşularını asla unutmaz­ dı. Düğün bu evde yapılacak, eğlenceler bütün gün sürecekti. Unutulmayacak bir gün yaşanacaktı, kuş­ kusuz, Japon-Amerikan savaşı henüz sona ermişti; bu yüzden orduda çarpışan çocuklar için duyulan en­ dişe eğlenceleri gölgelemeyecekti. İşte insanların se­ vinçlerini göstermek için gereksindikleri şey böyle bir düğündü. Böylece, sözü edilen bu cumartesi sabahı Don Corleone’nin dostları ona şeref vermek için New York’tan akın akın gelmeye başladılar. Yanlarında renkli zarflar vardı, çok değil. Her zarfın içinde vere­ nin adı yazılı bir kart ve «Baba» larına duydukları say­ gının derecesini gösterecek olan para vardı. Gerçek­ ten hak edilmiş bir saygıydı bu. Don Vito Corleone .herkesin yardım istemek için başvurduğu, kimseyi de hayal kırıklığına uğratmayan bir kişiydi. Boş vaatlarda bulunmaz, ya da çaresiz kal­ dığını elinin kolunun bağlı olduğunu söyleyerek ka­ çamak cevaplar vermezdi. Dostu olmanıza, hatta yap­ tığı iyiliğin karşılığını ödemenize bile lüzum yoktu. Yalnız bir tek şey istenirdi. Sizin, kendinizin onun dos­


tu olduğunu bildirmeniz. O zaman yardım isteyen ki­ şi ne kadar yoksul, ne kadar güçsüz olursa olsun Don Corleone onun dertlerini kendine dert edinirdi. O ki­ şinin derdini çözümlemek için elinden geleni yapar­ dı. Karşılığında ne mi elde ederdi? Dostluk, saygıde­ ğer ‘Don’ sıfatı, bazan da daha sevgi dolu bir sözcük ‘Vaftiz Babası’. Ara sıra, asla bir çıkar karşılığı de­ ğil, yalnız duyulan saygıyı belirtmek için gösterişsiz bir armağan, evde yapılmış bir galon şarap, Noel’de masasını süsleyecek bir sepet biberli taralles alırdı. Ona, borçlu olduğunuzu bilmeniz, sırası gelince Don Corleone’nin sizden küçük bir ricada bulunacağını unutmamanız yeterdi. Şimdi bu büyük günde, kızının düğün gününde, Don Vito Corleone tek tek tanıdığı, güvendiği konuk­ larını karşılamak için Long Beach’deki evinin kapısın­ da duruyordu. Konuklarının çoğu hayattaki başarıla­ rını, servetlerini Baba’ya borçluydular, böyle mutlu bir günde ona ‘Vaftiz Babamız’ demekten çekinmiyorlar­ dı. Düğünde hizmet eden kişiler bile Don’un arkadaş­ larıydı. Barmen düğünde içilecek bütün içkileri sağ­ layan, ayrıca buna içki hazırlamaktaki ustalığını da ekleyen eski bir yoldaştı. Garsonlar Don Corleone’nin oğullarının arkadaşlarıydı. Bahçedeki piknik masala­ rının üzerindeki yemekleri Baba’nın karısıyla arka­ daşları pişirmişti, bir dönümlük bahçe gelinin çocuk­ luk arkadaşları tarafından süslenmişti. Don Corleone yoksul, zengin, nüfuzlu yahut gös­ terişsiz konuklarını ayırım yapmaksızın, dostlukla kar­ şılıyordu. Hiç kimseyi küçümsemezdi, bu onun en belirgin özelliğiydi. Konuklar da onun smokini içinde ne kadar yakışıklı göründüğünü, kim olduğunu bilme­ yen birinin Baba’yı damat sanacağını söylüyorlardı. Kapıda, Baba’yla birlikte üç oğlundan ikisi duru­ yordu. Santino adıyla vaftiz edilen ama babasından başka herkes tarafından Sonny diye çağrılan en bü­ yük oğlunu yaşlı Italyanlar kuşkuyla, gençlerse hay­ ranlıkla süzüyorlardı. Sonny Corleone, Italyan asıllı ilk kuşaktan bir Amerikalı olarak gerektiğinden uzun boyluydu, üstelik kısa kesilmiş kıvırcık saçları onu olduğundan daha da uzun boylu gösteriyordu. Yüzü


aşk ilahı Cupid’in yüzünün kabacasıydı, hatları düz­ gündü ama yay biçimindeki dudaklarında şehvetli, gamzeli çenesinde de edepsizce bir anlam vardı. Bir boğa kadar güçlü kuvvetliydi. Doğanın ona çok cö­ mert davrandığı, bu yüzden zavallı karısının yataktan, sanki bir işkence aracıymış gibi korktuğu herkesçe bi­ linen bir gerçekti. Yetişme çağında kötü evlere gitti, en kaşarlaşmış ve korkusuz orospuların bile oğlanın o kocaman cinsel organını dehşetle inceledikten son­ ra çift ücret istedikleri kulaktan kulağa fısıldanırdı. Burada ,düğün şöleninde iri kalçalı, geniş ağızlı bazı genç kadınlar Sonny’yi hiç çekinmeden anlamlı bakışlarla tepeden tırnağa süzüyorlardı. Oysa böyle özel bir günde boşuna uğraşıyor, zaman kaybediyor­ lardı. Karısının ve üç çocuğunun orada bulunmasına rağmen Sonny Corleone’nin kızkardeşinin nedimesi Lucy Mancini’yle ilgili tasarıları vardı. Bu genç kız pembe giysisi, simsiyah saçlarında çiçeklerden bir taçla bahçedeki masalardan birinde oturuyordu. Son hafta yapılan düğün provaları sırasında Sonny ile flört etmiş, daha o sabah mihrabın önünde genç adamın elini sıkmıştı. Bir genç kız bundan daha fazlasını ya­ pamazdı. Lucy Mancini için Sonny Corleone’nin, babası gi­ bi büyük bir adam olmamasının önemi yoktu. Sonny Corleone güçlüydü, cesurdu, cömertti. Kalbinin cin­ sel organı kadar büyük olduğu kabul edilmişti. Oysa Sonny de babasının alçak gönüllülüğü, temkinli hali yoktu, tersine sık sık yanlış kararlar vermesine yol açan ve çabucak kabarıveren ateşli bir yaradılıştaydı. Babasının yerini alacağından çok kişmin şüphesi vardı ama yine de Sonny Baba’nın en büyük yardım­ cısıydı. Don Corleone’nin ikinci oğlu, Fred yahut Fredo diye anılan Frederico her Italyan’ın azizlerden dile­ yeceği türden bir evlâttı. Sadık, saygılı, qörev sever­ di. Otuz yaşlarında olmasına rağmen hâlâ annesinin babasının evinde oturuyordu. Kısa boylu, güçlü kuv­ vetliydi, yakışıklı değildi ama Aileye özgü Cupid’in ka­ fa yapısına ve şehvetli yay biçimi dudaklara sahipti. Yalnız Fred’de bu dudaklar şehvetli değil, granit gibi


sert ve duygusuzdu. Biraz sert eğilimli olmasına rağ­ men babasının desteğiydi; ona asla karşı koymaz, ka­ dınlarla ayyuka çıkacak ilişkiler kurarak babasını as­ la zor durumda bırakmazdı. Bütün bu erdemlere rağmen onda da insanlara li­ derlik edebilmesi için gerekli hayvanca güçten, kişi­ sel çekicilikten eser yoktu. Aile işinin başına Fred’in geçeceği düşünülmüyordu. Üçüncü oğlu Michael Corleone babasıyla iki ağa­ beyinin yanında değildi, bahçenin en tenha köşesin­ deki masalardan birinde oturuyordu. Oysa orada bile aile dostlarının ilgisinden uzak kalmıyordu. Michael Corleone Baba'nın en küçük emirlerine karşı gelen tek oğluydu. Baba’nın diğer çocuklarında­ ki güç, Cupit’i andıran yuvarlak yüz onda yoktu. Saç­ ları kapkaraydı, kıvırcık değil tersine düzdü. Hani an­ cak bir kızda güzel durabilecek duru, zeytin rengi bir teni vardı. Zarif ve yakışıklıydı Michael Corleone. Hatta bir zamanlar, Baba küçük oğlunun erkekliğin­ den bile kuşkulanmıştı. Oysa bu can sıkıcı durum Michael on yedi yaşına bastığında sona ermişti. Şimdi, Baba’nın küçük oğlu bahçenin en uzak köşesinde oturuyor, babasına ve ailesine karşı tutu­ munu açıkça belirtiyordu. Yanında, adı dillerde dola­ şan şimdiye dek hiç kimsenin görmediği Amerikalı kız vardı. Tabii Michael onu, ailesi de dahil, herkese ta­ nıtarak gerekli saygıyı göstermekten geri kalmamış­ tı. Hiç beğenmemişlerdi kızı. Ipincecikti, çok sarışın­ dı, yüzünde bir kadın için kusur sayılabilecek zekice bir anlam, davranışlarında da alabildiğine bir serbest­ lik vardı. Adı da kulaklarına pek yabancı gelmişti. Kay Adams’dı adı. Eğer kız, ailesinin Amerika'ya iki yüz yıl önce gelip yerleşmiş olduğunu, adının da bir özellik taşımadığını söylese mutlaka omuz silkip ge­ çerlerdi. Herkes Baba’nın küçük oğluna belirli bir ilgi gös­ termediğinin farkındaydı. Michael savaştan önce Ba­ ha’nın en sevdiği oğluydu, zamanı gelince ailenin işi­ ni omuzlarına yükleneceği belliydi. Büyük Don’un sessiz gücüne, zekâsına, insanlar üzerindeki kendili­ ğinden saygı uyandıran doğuştan gelen içgüdülerine


sahipti. Oysa İkinci Dünya Savaşı başlayınca, Mic­ hael Corleone Deniz Kuvvetlerine gönüllü yazılmıştı. Bunu yaparken de babasına savaşa katılmaması için verdiği emre karşı gelmişti. Küçük oğlunun, kendisine tümüyle yabancı bir ülkenin hizmetinde ölmesine ne niyeti, ne de arzu­ su vardı Don Corleone’nin. Doktorlara rüşvet verilmiş, gizli hazırlıklar yapılmıştı. Gerekli tedbirlerin alınma­ sı için kucak dolusu para harcanmıştı. Oysa Michael yirmi bir yaşındaydı, isteği dışında hiç bir şey yapıla­ mazdı. Deniz Kuvvetlerine katılmış, Pasifikte savaş­ mıştı. Yüzbaşı olmuş, madalyalar kazanmıştı. 1944 yı­ lında Life dergisinde bir resmi yayınlanmış, kahra­ manlıkları üzerine resimli bir yazı çıkmıştı. Bir dost Don Corleone’ye dergiyi göstermişti (ailesi buna ce­ saret edememişti çünkü) : Baba yüzünü tiksintiyle bu­ ruşturmuş, «Tuh yabancılar için kahramanlıklar yapı­ yor,» demişti. Michael Corleone 1945 yılının ilk aylarında aldı­ ğı bir yara sonucu terhis edildiğinde babasının bun­ da parmağı olduğundan habersizdi. Birkaç hafta ev­ de kalmış, sonra kimseye danışmadan New Hampshire’nin Hanover kentindeki Dortmouth Üniversitesi­ ne yazılarak baba ocağını terketmişti. Şimdi kızkardeşinin düğününde bulunmak, gelecekte evleneceği soluk Amerikan bebeğini onlara göstermek için dö­ nüp gelmişti. Michael Corleone, konukların en ilginç olanları üzerine küçük hikâyeler anlatarak Kay Adams’ı eğlen­ dirmeye çalışıyordu. Genç kızın bu insanları çekici bulması Michael’i eğlendiriyor, onun görmediği bilme­ diği her şeye duyduğu derin ilgiyle kendinden geçi­ yordu. Sonunda Kay’in dikkati, evde yapılma şarapla dolu tahta bir fıçının çevresinde toplanmış bir kaç er­ kek üzerine yöneldi. Bunlar Amerigo Bonasera, fırın­ cı Nazorine, Antony Coppola ile Luca Brasi idi. Genç kız işlek zekâsıyla bu erkeklerin hiç de mutlu görün­ mediklerine işaret etti. Michael gülümsedi. «Hayır, değiller.» dedi, «babamla özel olarak gö­ rüşecekleri zamanı bekliyorlar. Babamdan isteyecek­ leri şeyleri olmalı.» Gerçekten de dört erkeğin ba­


kışlarının sürekli olarak Baba’yı izlediğini görmek hiç zor değildi.

Don Corleone, konuklarını karşılarken büyük si­ yah bir Chevrolet araba gelip yolun karşı tarafında durdu, önde oturan iki kişi ceketlerinin cebinden not defterlerini çıkarıp gizlemeye çalışmadan evin çev­ resindeki arabaların numaralarını almaya başladılar. Sonny babasına döndü: «Bu adamlar polis galiba.» dedi. Don Corleone omuz silkti : «Sokak bana ait de­ ğil, istediklerini yapabilirler,» dedi. Sonny’nin yuvarlak yüzü öfkeden kıpkırmızı ke­ sildi. «Bu iğrenç heriflerin hiç bir şeye saygıları yok» Evin merdivenlerinden inip sokağı geçti, arabanın dur­ duğu yere geldi. Başını şoför yerinde oturan adama doğru öfkeyle uzattı. Kılı bile kıpırdamayan adam cüzdanını açarak yeşil kimlik kartını gösterdi; Sonny bir şey söylemeden geri çekildi. Yere öyle bir tükür­ dü ki balgam arabanın arka kapısına değdi, Sonny oradan uzaklaştı. Şoförün yerinden fırlayıp peşinden geleceğini ummuştu ama, böyle bir şey olmadı. Evin merdivenlerine varınca, «FBI’nin adamları,» dedi, «bü­ tün arabaların numaralarını alıyorlar. Pis serseriler.» Don Corleone onların kim olduklarını biliyordu. En yakın ve samimî dostlarına, düğüne kendi araba­ larıyla gelmemeleri öğütlenmişti. Oğlunun aptalca davranışını onaylamamıştı ama, yine de bu gösteri­ nin yararı vardı. Böylece polisler beklenmediklerine, kendilerine karşı tedbir alınmadığına inanmışlardı. Don Corleone ise olaya hiç sinirlenmemişti. Uzun sü­ reden beri, toplumun insanlara, katlanmaları zorunlu hareketlerde bulunduğunu bildirdi. Hele en basit kişi­ nin bile, gözünü açmayı unutmadıkça en güçlüden öç alma fırsatını bir gün bulacağından kesinlikle emin olması bu hareketlere gönül rahatlığıyla katlanması­ nı sağlardı. Bu güven, arkadaşlarının hayranlık duy­ duğu alçak gönüllülüğünü yitirmemesine yardım edi­ yordu. Şimdi evin arka tarafındaki bahçede dört kişilik orkestra çalıyordu. Bütün konuklar gelmişti. Don Corleone davetsiz misafirleri aklından çıkardı. İki oğ­


luyla birlikte düğüne katılmak üzere içeri girdi. Büyük bahçede yüze yakın konuğun bir bölümü çiçeklerle bezenmiş tahta pistte dansediyor, bazıları da baharatlı yiyecekler, evde yapılma kırmızı şarapşişeleriyle tepeleme dolu uzun masalarda oturuyor­ lardı. Gelin Connie Corleone yerden bir parça yük­ selmiş özel masasına damat, baş nedimesi, nedime­ leri ve teşrifatçılarıyla birlikte debdebe içinde kurul­ muştu. Eski Italyan geleneklerine uygun düğünlerin görünüşüydü bu. Gelinin zevkine göre değildi ama, Connie koca seçiminde babasını hiç de hoşnut bırak­ madığından onu memnun etmek için böyle bir köy düğünü yapılmasına razı olmuştu. Güvey Carlo Rizzi, SicilyalI bir babayla sarı saç­ larını, mavi gözlerini aldığı Kuzey Italyalı bir anneden doğma yarı melez sayılabilecek bir delikanlıydı. An­ nesiyle babası Nevada’da oturuyordu. Küçük bir suç­ tan dolayı polisle başı derde girince Nevada’dan uzak­ laşmak zorunda kalmış, New York’ta Sonny Corleone ile, dolayısıyla da kızkardeşiyle tanışmıştı. Tabiî Don Corleone güvendiği arkadaşlarını Nevada’ya yollamış­ tı, bunlar Carlo’nun suçunun bir gençlik budalalığı olduğunu, önemsenmeyeceğini, polis kayıtlarından kolayca silinerek delikanlının temize çıkarılabileceği­ ni bildirmişlerdi. Sonra Nevada’da Baba’yı çok ilgi­ lendiren kumarhaneler hakkında bilgi de getirmişler­ di. Baha’nın büyüklüğü her şeyden yararlanmayı bil­ mesinden ileri geliyordu. Connie Corleone güzel bir kız sayılmazdı, ince yapılı, sinirliydi, sonraki yıllarda aksi, dırdırcı bir ka­ dın olacağı da belliydi. Ama bugün, beyaz gelinliği, heyecanlı kızlığıyla öyle pırılpırıldı ki neredeyse gü­ zel sayılabilirdi. Tahta masanın altından elini Carlo’­ nun adaleli kalçasının üzerine koymuştu. Yay gibi dudaklarnı uzatarak ona bir öpücük yolladı. Connie, Carlo Rizzi’yi inanılmayacak kadar yakı­ şıklı buluyordu, Carlo eskiden açık havada, çöl hava­ sında çalışmış, ağır işler görmüştü. Bu yüzden kolla­ rı adaleli, omuzları çok genişti, smokin ceketinin ku­ maşını kabartıyordu. Gelinin sevdalı bakışları altın­ da ısınıyor, kendinden geçiyordu. Connie’nin barda­


ğına şarap doldurdu. Sanki bir oyunun baş artistleriy­ miş gibi Connie’ye çok nazik davranıyordu. Oysa göz­ leri gelinin sağ omuzuna asılı, artık tıka basa para zarflarıyla dolan ipek çantaya gidiyordu. Çantada ne kadar para vardı acaba? On bin mi? Yirmi bin mi; Carlo Rizzi gülümsedi. Sadece bir başlangıçtı bu. Ne de olsa soylu bir aileye damat giriyordu, onu da ka­ natları altına alacaklardı. Konuklar arasında parlak, düz saçlı, ufak tefek bir genç adam da ipek çantayı, inceliyordu. Mesleği­ nin verdiği alışkanlıkla olacak, Paulie Gatto dolgun çantayı nasıl araklayabileceğim düşünmekteydi. Bu düşünceyle eğleniyordu. Oysa çocukların oyuncak tabancalarla tankları devirmeyi hayal edişleri gibi bu da boş masum bir düşünceydi. Tahta pistte genç kızları Tarantella’nın oynak, güçlü nağmelerine uya­ rak çeviren şişman, orta yaşlı patronu Peter Clemenza’ya baktı. Clemenza çok uzun boylu, çok şişman olmasına rağmen karnı kendisinden genç ve ufak te­ fek kadınların göğüslerine çarpıyor, bütün konuklar, onu alkışlıyorlardı. Daha yaşlı kadınlar Clemenza’nın kolunu yakalayarak kendilerine kavalyelik etmesini istediler. Gençler saygıyla pistten uzaklaştılar, man­ dolinin neşeli tıngırtısına uyarak el çırptılar. Sonun­ da Clemenza kendini kan ter içinde bir sandalyenin üzerine bırakınca Paulie Gatto ona bir bardak buzlu şarap götürdü, geniş alnını ipek mendiliyle sildi. Cle­ menza şarabı bir yudumda içip bitirirken bir balina gibi oflayıp pufluyordu. Paulie’ye teşekkür edeceği yerde, «Dans hakemi olmayı bırak da işine bak» de­ di, çevreyi bir dolaş her şeyin yolunda gidip gitme­ diğini kontrol et» Paulie kalabalığın arasına karıştı. Orkestra dinlenmek için pistten indi. Nino Valenti adındaki genç pistte bırakılan mandolinlerden biri­ ni aldı. Sol ayağını bir sandalyeye dayadı, açık saçık bir Italyan aşk şarkısı söylemeye başladı. Yakışıklı bir genç olmasına rağmen devamlı içki içtiğinden yü­ zü şişti. Şimdi bile sarhoştu. Şarkının açık saçık söz­ lerini söylerken gözleri devriliyordu. Kadınlar kıkır kıkır gülüşüyor, erkekler her dörtlüğün sonunu şarkı­ cıyla birlikte tekrarlıyorlardı.


Don Corleone. bu tür konularda son derece bağ­ nazdı. Oysa iri yarı karısı diğerleriyle birlikte neşey­ le bağırıyordu. Baba kimseye belli etmeden eve gir­ di. Bunu gören Sonny Corleone gelinin masasına yaklaştı. Lucy Mancini’nin yanına oturdu. Korkulacak bir şey yoktu. Lucy Mancini gelinin masasında pasta­ sının son süslerini yapıyordu. Sonny genç kızın ku­ lağına bir şeyler fısıldadı. Lucy Mancini kalktı. Genç adam bir süre daha oturdu masada. Sonra o da kayıt­ sız bir tavırla kalktı. Kalabalığın arasından geçerken konuklardan bir ikisiyle konuştu. Bütün gözler onları izliyordu. Üç yıllık üniversi­ te öğrenimini görmüş, iyiden iyiye Amerikanlaşmış olan şeref nedimesi Lucy Mancini şimdiden dile düş­ müş olgun bir kızdı. Düğün provaları sırasında hep Sonny ile gülüşerek, ona takılarak flört etmişti. Şeref nedimesi olmasının, Sonny’nin de kendisine kavalye­ lik etmesinin bu hakkı verdiğini düşünmüştü. Lucy Mancini. Şimdi pembe tuvaletinin eteklerini tutarak yapmacık bir gülümseyişle eve girdi ;uçar gibi mer­ divenleri çıkarak banyoya daldı. Orada birkaç dakika kaldı. Dışarı çıktığında Sonny üst katın sahanlığın­ da durmuş, ona işaret ediyordu. Don Corleone’nin çalışma odasının kapalı pen­ cereleri ardında Thomas Hagen süslü bahçedeki dü­ ğünü seyrediyordu. Arkasındaki duvarlar kanun ki­ taplarıyla doluydu. Hagen, Don’un avukatı, Consigiiori yahut danışmanı, aile işlerinde en önemii yeri tu­ tan kişiydi. Baba ile birlikte bu odada pek çok karı­ şık sorun çözümlemişlerdi. Baba’nın eğlenceyi bıra­ kıp eve girdiğini görünce, düğün olsun veya olma­ sın, yapılacak birtakım işler bulunduğunu anladı. Don kendisini görmeye geliyordu, O sıra Hagen Sonny’nin Lucy Mancini’nin kulağına bir şeyler fısıldayışını, kü­ çük güldürüyü onaylayışlarını da izledi. Yüzünü bu­ ruşturdu, durumu Baba’ya bildirip bildirmemeyi dü­ şündü; susması daha doğru olurdu. Masaya yaklaş­ tı; Don Corleone’yle özel olarak görüşebilme izni ko­ parmış kişilerin listesini aldı. Baba içeri girince Ha­ gen ona listeyi uzattı. Yaşlı adam başını salladı. «Bonasera’yı en sona bırak,» dedi.


Hagen bahçeye açılan kapıdan çıkarak şarap fı­ çısının çevresinde toplanmış bulunan ricacılara yak­ laştı. Fırıncı şişman Nazorine’ye işaret etti. Don Corleone, fırıncıya sarıldı. Çocukluklarında İtalya’da birlikte oynamışlar, daima dost olarak bü­ yümüşlerdi. Her paskalya yortusunda Nazorine, Ba­ ha’nın evine peynirli kurabiyeler, kabuğu sapsarı kamyon tekerlekleri büyüklüğünde kıymalı börek yol­ lardı. Noelde, ailenin doğum günü partilerinde bol kremalı pastalar Nazorine’nin saygı ve sevgisini ile­ tirdi. Yıllar yılı, iyi yahut kötü günlerde, Nazorine Ba­ ha’nın kurduğu fırıncılar birliğine ödeneğini hep ver­ mişti. Karşılığında hiç bir şey istememiş, yalnız sa­ vaş yıllarında şeker alabilmek için kara borsa şeker kuponu ricada bulunacağı zaman gelmişti. Baba da onun isteğini yerine getirmek için sabırsızlıkla bekli­ yordu. Fırıncıya bir Di Nobili purosu, bir bardak beyaz Strega şarabı ikram etti; elini cesaret vermek ister gibi omuzuna koydu. Baba’nın alçakgönüllülüğünün bir belirtisiydi bu. Çünkü Baba tecrübeleriyle, birin­ den yardım istemenin güçlüğünü çok iyi biliyordu. Fırıncı, kızıyla Enzo’nun hikâyesini anlattı. Enzo SicilyalI, terbiyeli bir gençti, Amerikan Ordusuna esir düşmüştü. Amerika’ya savaş esiri olarak yollanmış­ tı, savaş ekonomisinin düzelmesi için çalışmasına izin veriliyordu. Namuslu Enzo ile kapalı bir hayat sürmüş olan Katherine arasında saf, dürüst bir aşk başlamış­ tı. Oysa artık savaş sona erdiğinden zavallı çocuk İtalya’ya geri yollanacaktı, belki de Katherine aldığı kalp yarasından ölecekti. Kendilerine ancak Don Cor­ leone yardım edebilirdi. Son umutları ondaydı. Baba, eli fırıncının omuzunda, arkadaşıyla birlik­ te aşağı yukarı yürüyor, başını anlayışla sallıyordu. Nazorine anlatacaklarını bitirdiğinde Baba ona aülümsedi. «Sevgili dostum,» dedi, «bütün kaygılarını bir yana bırak.» Sonra ne yapılması gerektiğini bir bir anlatmaya koyuldu. Yörenin Kongre üyesine di­ lekçe yazılacaktı. Kongre üyesi, Enzo’nun Amerikan vatandaşı olabilmesi için özel bir kanun tasarısı ha­ zırlayacaktı. Tasarı Kongre’de kabul edilecekti elbet­


te. Bir hayli paradan çıkmak gerektiğini de anlattı Don. Şimdiki geçerli fiyat iki bin dolardı. Baba bu işin olacağını garanti ediyor, fiyatı kabulleniyordu. Fırın­ cı da razı mıydı? Fırıncı başını kuvvetle salladı. Zaten böyle bir iyiliğin karşılıksız yapılmasını beklemiyordu. Her şey anlaşılmıştı. Kongreden özel bir kanun çıkması ucu­ za mal olmazdı. Nazorine, Baba’ya teşekkür ederken neredeyse ağlayacak gibiydi. Baba onu kapıya kadar geçirdi; bütün ayrıntıları düzenleyecek, gerekli kâğıt­ ları tamamlayacak kişilerin fırına yollanacağına söz verdi. Fırıncı bahçeye çıkmazdan önce Don Corleone’ye sarıldı. Hagen, Baba’ya gülümsedi. «Nazirone için iyi bir yatırım olacak, dedi. İki bin dolara hayatı boyunca çalışacak bir yardımcı ve damat elde ediyor.» Bir an durdu. «Bu görevi kime vereyim?» Don Corleone düşünceli düşünceli kaşlarını çat­ tı. «Bizim Paisan’a (*) verme. Öteki bölgedeki Yahudiye ver. Ev adreslerini değiştir. Savaş sona erdiği­ ne göre bu türden başka işler de çıkacak. VVashington’da bu gibi işleri yürütecek, fiyatı arttırmayacak daha fazla kişilere ihtiyacımız var.» Hagen defterine not aldı. «Kongre üyesi Luteco olmaz. Fischer’i bir dene bakalım.» Hagen’in içeri aldığı ikinci konuğun işi pek ba­ sitti. Adamın adı Antony Coppola idi. Babanın gençli­ ğinde birlikte demiryollarında çalıştığı birinin oğluy­ du. Capolla’nın bir pizzacı dükkânı açmak, makine­ ler ve özel fırına kaparo yatırmak için beş yüz dola­ ra ihtiyacı vardı. Borca girmemek amacıyla kredi al­ mak istemiyordu. Baba elini cebine soktu. Bir tomar kâğıt para çıkardı ama, para yetişmedi. Don Corleo­ ne onun omuzuna vurdu, özür diler gibi, «Bu göste­ rişli düğün beni meteliksiz bıraktı,» dedi. Hagen’in uzattığı parayı aldı. Elindekilerle birleştirip Anthony Coppola’ya verdi. Hagen olayı büyük bir hayranlıkla izliyordu. Baba hep cömertliğin içten, yürekten geldiğini belirtmenin (•)

P a isa n : K öylö.


doğru olacağını söylerdi. Şimdi borç para verebil­ mek için bir başkasından ödünç para alması Anthony Coppola’nın gözünde ne büyük bir anlam taşıyordu, ama kaç milyoner kendisi gibi önemsiz bir kişi için canını sıkıntıya sokardı acaba? Don başını kaldırıp Hagen’e sorar gibi baktı. Ha­ gen «Listede adı yok ama Luca Brasi de sizinle gö­ rüşmek istiyor, dedi. Sizi özel olarak kutlamak arzu­ sundaymış.» İlk kez Baba’nın yüzünde sıkıntılı bir anlam belir­ di. «Gerekli mi?» diye sordu. Hagen omuz silkti. «Luca Brasi’yi siz benden da­ ha iyi tanırsınız. Düğüne davet edildiği için size min­ nettar. Böyle bir şey beklemiyordu. Galiba minnetini göstermek istiyor.» Don Corleone başını salladı. Luca Brasi’nin içe­ ri alınmasını işaret etti. Kay Adams bahçede, Luca Brasi’nin yüzündeki şiddetli öfkeyi görerek şaşırmıştı. Michael’den onun kim olduğunu sordu. Michael, Kay’i düğüne belirli bir amaçla getirmişti, onun yavaş yavaş hiç olmazsa fazla sersemlemeden ailenin, daha doğrusu babası­ nın gerçek kimliğini anlamasını istiyordu. Oysa, Kay, şimdiye dek anlattıklarından Baba Don Corleone’nin fazla dürüst sayılmayacak bir iş adamı olduğu anla­ mını çıkarmıştı. Michael ona gerçeği dolaylı yoldan anlatmaya karar verdi. Luca Brasi’nin yeraltı dünya­ sının en korkulu kişisi olduğunu anlattı. Başlıca özel­ liğinin cinayetlerini tek başına, yardımcısız işlemesi olduğunu söyledi. Bu yüzden yakalanması, suçlanma­ sı imkânsızlaşıyordu. Michael yüzünü buruşturarak, «Doğru olup olmadığını bilmem ama babamın arkadaşlarındandır.» dedi. Düğüne geldiğinden beri Kay, ilk kez anlatılan­ ların gerçek anlamını kavramaya başladı. Inanamıyormuş gibi : «Bu tür bir insanın babanın emrinde çalıştığını anlatmak istemiyorsun, değil mi?» dedi. Ne gereği var bütün bunların, diye düşündü Mic­ hael. «Hemen hemen on beş yıl önce.» diye açıkça anlatmaya başladı, «birtakım kişiler babamın zeytin­ yağı ithal eden şirketini kendilerine mal etmek iste-


mişler; Babamı öldürmeye kalkışmışlar. Neredeyse bunu başarıyorlardı da. Luca Brasi peşlerine düş­ müş. Üzüleceksin belki, ama iki hafta içinde tam altı kişiyi öldürmüş, böylece ünlü zeytinyağı savaşı da sona ermiş» Michael gülümsemesi gereken bir fıkra anlatmış gibi baktı Kay’e. Kay titredû «Yani babanı gangsterler mi vur­ muş?» «On beş yıl önce. O zamandan beri işler yolun­ da gidiyor.» Michael gerektiğinden fazla konuştuğu­ nu anlamıştı. «Beni korkutmak istiyorsun Michael,» dedi Kay, «seninle evlenmemi istemiyorsun.» Michael’a gülüm­ sedi. Dirseğiyle böğrüne vurdu. «Doğrusu çok zeki­ sin.» diye ekledi. Michael de gülümsedi. «Bunun üzerine düşünme­ ni istiyorum.» «Gerçekten altı kişiyi öldürdü mü?» «Gazeteler öyle yazdı. Ama hiç kimse ispatlayarpadı, Luca Brasi üzerine başka bir hikâye var. Kim­ se anlatmaya yanaşmıyor. Çok korkunç bir şey olmalı ki babam bile şimdiye kadar bundan söz etmedi. Tom Hagen bu hikâyeyi biliyor, ama ona da anlattıramadım. Bir keresinde, «Şu Luca’nın hikâye­ sini dinlemek için kaç yaşında olmam gerek?» diye Tom’a sordum. «Yüz yaşında,» cevabını verdi. Mic­ hael şarabından bir yudum aldı. «Korkunç bir hikâye olmalı bu.» Gerçekten de Luca Brasi cehennemdeki şeytanı bile korkutacak türdendi. Kısa boylu, koca kafalı ve tıknazdı, görünüşü bile tehlike çanlarının çalmasına yetiyordu. Yüzü öfkeyle gerilmişti. Gözleri kahveren­ giydi ama bu renge özgü yumuşaklıktan, tatlılıktan yoksundu, ölüm okunuyordu bakışlarında. İnce du­ dakları kıpkırmızıydı. Brasi’nin canavarlığı herkeste dehşet uyandır­ mıştı; Don Corleone’ye olan bağlılığıyla dillere des­ tandı. Zaten Brasi tek başına Baba’nın saltanatını koruyan kalelerden biriydi. Onun gibisi az bulunur­ du. Luca Brasi polisten ürkmez, Luca Brasi toplum­


dan çekinmez, Luca Brasi Tanrı’dan, Luca Brasi ce­ hennemden korkmazdı. Benzerlerini sevmez, onlar­ dan da çekinmezdi. Ama seveceği, korkacağı birini Don Corleone’yi seçmişti. Baba’nın huzuruna alınan Luca Brasi Tanrı gibi saydığı adamın karşısında say­ gıyla durdu. Çekine çekine kutladı; ilk defa artık er­ kek olmasını dilediğini söyledi. Sonra yeni evlilere armağan olarak hazırladığı dolgun zarfı uzattı. Demek Luca Brasi’nin derdi buydu. Hagen, Ba­ ha’nın tavrının değiştiğini farketti. Brasi’yi bir kralın kullarından birini karşıladığı gibi kabul etmişti, ken­ disine büyük bir hizmette bulunduğunu, bu yüzden takdir edildiğini Luca Brasi’ye her davranışı, her sö­ züyle belirtiyordu. Konuğunun verdiği para zarfını alırken en ufak bir şaşkınlık belirtisi göstermedi. An­ lamıştı. Zarfın içindeki paranın herkesin verdiğinden çok daha fazla olduğu kesindi bir kere. Brasi ne kadar para vereceğini kararlaştırmak için uzun uzun düşün­ müş, diğerlerinin verecekleri miktarları tahmin etme­ ye çalışmıştı. Baba’ya karşı en fazla saygıyı, sevgi­ yi duyduğunu anlatmak için en çok para veren olmak istemişti. Baba armağan üzerinde pek durmadı te­ şekkürünü kısa kesti. Hagen, Brasi’nin yüzündeki öf­ ke izlerinin silindiğini, adamın rahatladığını gördü. Sonra Hagen’in açtığı kapıdan çıkmazdan önce Ba­ ha’nın elini öptü. Kapı Brasi’nin arkasından kapanınca Baba rahat­ lamış gibi içini çekti. Dünyada onu sinirlendirip te­ dirgin eden tek kişi Luca Brasi idi. Adamı doğal bir güçtü sanki; onu yönetmeye, denetim altında tutma­ ya imkân yoktu. Baba omuzlarını silkti. Dinamit bile gerektiği şekilde hazırlanırsa kimseye zarar verme­ den patlayabilirdi. Sonra bakışlarını Hagen’e çevirdi. «Yalnız Bonasera mı kaldı?» Hagen başını salladı. Don Corleone kaşlarını çattı. Sonra, «içeriye Bonasera’yı almazdan önce Santino’ya söyle, buraya gelsin,» dedi, «bazı şeyleri öğ­ renmesi gerek.» Tom Hagen bahçede boş yere Sonny Corleone’­ yi aradı. Bonasera’ya sabırlı olmasını söyledikten son­


ra Michael Corleone ile kız arkadaşının yanına gitti. «Sonny’yi gördünüz mü?» diye sordu. Michael gör­ mediğini söyledi. Allah kahretsin, diye düşündü Ha­ gen, eğer Sonny bunca zaman gelinin nedimesiyle mercimeği fırına verdiyse mesele çıkacak demekti. Sonny’nin karısı, karısının ailesi hep buradaydılar, yarım saat önce Sonny’nin girdiğini gördüğü kapıdan kaygıyla içeri koştu. Hagen’in eve girdiğini gören Kay : «Kim bu adam?» diye sordu. «Bana kardeşin olarak tanıttın ama adı değişik, üstelik hiç de Italyan’a benzemiyor.» «Tom on iki yaşından beri yanımızda,» diye an­ lattı Michael. «Annesiyle, babası ölmüştü, sokaklar­ da serseri gibi dolaşıyordu. Bir gözü de hastaydı. Bir gece onu Sonny eve getirdi. Tom da bizimle kaldı. Gidecek bir yeri yoktu. Evleninceye kadar bizimle oturdu.» Kay Adams hayatından memnundu şimdi. «Çok romantik bir hikâye,» dedi, «baban çok iyi kalpli bir insan olmalı. Kendi çocukları olduğu halde tanımadı­ ğı birini evlât edinmesi fevkalâde bir davranış.» Michael, İtalyanların dört çocuklu aileleri aile saymadıklarını söylemeyi gereksiz buldu. Yalnız, «Ba­ bam Tom’u evlât edinmedi» dedi. «Tom geldi, evle­ ninceye dek bizimle oturdu.» «öyle mi? Niçin evlât edinmedi?» Michael güldü. «Babam Tom’un soyadını değiş­ tirmeye kalkışmanın saygısızlık olacağını söyledi. Tom kendi anne - babasına saygısızlık etmiş olacak­ tı.» Hagen’in Sonny’yi iter gibi Don’un çalışma oda­ sına soktuğunu, sonra da Bonasera’ya işaret ettiğini gördüler. «Böyle bir günde baban niçin çalışmak ge­ reğini duyuyor?» diye sordu Kay. Michael yine güldü. «Geleneklerimize göre geli­ nin babası düğün gününde hiç bir isteği reddetmez. Bu yüzden SicilyalIlar böyle bir fırsatı kaçırmak iste­ mezler.» Lucy Mancini pembe tuvaletinin eteklerini kal­ dırarak merdiveni koşarak çıktı. Sonny Corleone’nin


içkiden kızarmış yüzünü görünce ürktü; ama geçen hafta boyunca bütün uğraşmaları bu sonucu elde et­ mek için değil miydi? iki yıl süren üniversite haya­ tında Lucy aşk maceralarından bir şey anlamamış, erkeklerle olan arkadaşlığının hiç biri bir haftadan fazla sürmemişti, ikinci sevgilisi kavga eder gibi «ora­ sının» çok büyük olduğunu söylemişti. Lucy bunun ne demek olduğunu anlamış, bir daha erkekler e iliş­ ki kuramamıştı. Yaz boyunca Lucy, yakın arkadaşı Connienin düğün hazırlıkları sırasında Sonny üzerine söylenen­ lere kulak vermişti. Bir pazar günü öğleden sonra Sonny’nin karısı Sandra açıkaçık anlatmıştı her şe­ yi. Zaten Sandra açık sözlü, iyi huylu bir kadındı. İtal­ ya’da doğmasına rağmen pek küçük yaşta Amerika’­ ya getirilmişti. Güçlü-kuvvetli, koca memeli bir ka­ dındı, beş yıllık evliliği süresince üç çocuk doğur­ muştu. Sandra ile öteki kadınlar Lucy’ye zifaf yatağı­ nın ne kadar korkunç bir yer olduğunu anlatmaya baş­ ladılar. S andra: «Tanrım,» diye kıkır kıkır gülmüştü, «Sonny’ninkini ilk kez görüp başıma geleceği anla­ yınca avazım çıktığı kadar, «kanlı kaatil!» diye bağır­ mıştım. Birinci yıldan sonra içim, bir saat kaynatıl­ mış makarna gibi pelteleşmişti. Sonny’nin başka ka­ dınlarla yatıp kalktığını duyunca kiliseye gider, bir mum yakarım.» Gülmüşlerdi. Oysa Lucy apışarasının seğirdiğini hissetmişti. Şimdi merdivenleri koşarak çıkıp Sonny’ye gider­ ken tüm bedenini korkunç bir ihtiras dalgasının kap­ ladığını seziyordu. Sahanlıkta Sonny elinden tuttu, boş bir yatak odasına soktu. Odanın kapısı arkaların­ dan kapanır kapanmaz Lucy bacaklarının titrediğini, ayakta duramaz olduğunu hissetti. Sonny’nin ağzı du­ daklarının üzerine kapandı. Lucy acı, buruk tütünün tadını duydu. Ağzını açtı. O an Sonny’nin elinin tuva­ letinin altına girdiğini, kocaman sıcak elin ipek kü­ lotunu yırtıp uyluklarının arasını okşadığını hissetti. Lucy, Sonny’nin boynuna sarıldı, genç adam pantolo­ nuyla uğraşırken öylece kalakalmıştı. Ardından Sonny’nin elleri çıplak kalçalarına uzandı, kuş gibi


tutup kaldırdı havaya onu. Birlikte, yuvarlandılar ya­ tağa, öylece oldukları gibi. Genç adamın dili Lucy’­ nin ağzının içindeydi, kocaman bir dildi. Sonny atıldı birden, Lucy elinin birini adamın omuzundan ayırdı; ona yardım etmek istiyor, büyük bir minnettarlık du­ yuyordu. Sonny’ye : kendisine karşı silâhlanmış bu erkeğe açık ve derin bir şükran duyuyordu, işte bir yürek gibi atıyordu silâhı. Yol gösterdi ona, yardım etti. Sanki bir ok kılıfıydı şimdi; Lucy’nin gövdesi okun birer şimşeği andıran barbar darbelerini zevkle benimsiyordu : Sonsuz, acıyla beslenen bir zevkle, inanılmaz bir doruğa doğru yüceliyordu... Soluk soluğa kalmışlardı, birbirlerine sokuldular. Bir süreden beri çalınıyordu herhalde, ama kapı­ nın hafif hafif vurulduğunu o anda işittiler. Sonny pantolonunu çabucak ilikledi, bu arada birden açıl­ maması için kapıya dayanmıştı. Lucy deli gibi ayağa fırladı; tuvaletini düzeltti; bakışları zevk doluydu, ama ona zevk veren şey artık kara pantolonun içindeydi. Sonra Hagen’in sesini duydular: «Sonny, orada mı­ sın?» Sonny rahat bir soluk aldı. Lucy’ye göz kırptı. «Evet, Tom, ne var?» Hagen yine alçak sesle, «Don seni çalışma oda­ sında bekliyor,» dedi, «şimdi.» Tom’un uzaklaşan ayak seslerini duydular. Sonny birkaç dakika bekledi. Lucy’yi dudaklarından öptü, sonra odadan çıktı. Lucy saçlarını taradı. Tuvaletini gözden geçirdi; Jartiyerini düzeltti. Vücudu yorgundu; dudakları şiş­ miş gibiydi. Odadan çıktı. Bacaklarının arasındaki ya­ pışkan ıslaklığı hissetmesine rağmen yıkanmak için banyoya gitmedi Doğrudan doğruya merdiveni inerek bahçeye çıktı. Gelinin masasındaki yerini aldı. Con­ nie somurtarak: «Neredeydin Lucy?» diye sordu, «sar­ hoş gibisin. Artık yanımdan ayrılma.» Sarışın damat Lucy’nin bardağına şarap koydu, çok bilmiş bir tavırla gülümsedi. Lucy aldırış bile et­ medi. Koyu kırmızı sıvıyla dolu bardağı berelenmiş ve şiş dudaklarına götürüp içti. Bacaklarının arasın­ daki yapışkan ıslağı hissediyor, bütün vücudu titriyor­ du. Bardağın üzerinden gözleri özlemle Sonny Cor-


leone’yi araştırıyordu. Başka kimseyi görmek istemi­ yordu bu gözler. Connie’nin kulağına edepsizce, «Bir kaç saate kadar her şeyi öğreneceksin.» diye fısılda­ dı Connie kıkır kıkır güldü. Lucy terbiyeli terbiyeli ellerini masanın üzerinde kavuşturdu.; sanki gelinden hazine çalmış gibi gizli bir sevinç duyuyordu. Amerigo Bonasera Hagen’in peşinden evin köşe­ sindeki odaya girdi. Don Corleone büyük masanın gerisinde oturuyordu. Sonny Corleone pencerenin önünde durmuş bahçeye bakıyordu. O gün Baba, ilk kez soğuk bir tavır takındı; ne konuğuna sarıldı ne de elini sıktı. Solgun yüzlü ölü gömücü bu düğüne davet edilişini, karısıyla Don Corleone’nin karısının yakın arkadaş olmalarına borçluydu. Yoksa Amerigo Bonasera’yı hiç tuttuğu yoktu Baha’nın. Bonasera dileğini zekice ve açıkça anlatmaya başladı. «Kızımı, karınızın vaftiz kızını bugün buraya gelerek saygılarını sunmadığı için bağışlayın. Kendi­ si hâlâ hastanede.» Yabancıların yanında konuşmak istemediğini anlatmak ister gibi Sonny Corleone ile Tom Hagen’den yana baktı. Oysa Baba insafsızdı. «Kızının başına gelen talihsizlikten hepimizin haberi var,» dedi, «ona bir yardımım dokunabilirse hemen söyleyin. Ne de olsa karım onun vaftiz anne­ si.» Bu bir serzenişti, ölü gömücü, Don Corleone’yi adet olduğu üzere asla «Baba» diye çağırmazdı. Yüzü külrengi olan Bonasera, «Sizinle yalnız ko­ nuşabilir miyim,» diye sordu. Don Corleone başını salladı : «Bu iki kişiye gü­ venim çok büyüktür. Benim sağ kolumdur onlar. On­ lara odadan çıkmalarını söyleyerek hakaret edemem.» ölü gömücü bir an gözlerini kapadı. Sonra ko­ nuşmaya başladı. Sesi sakindi; büyük acısını gizle­ meyi iyi biliyordu. «Kızımı Amerikan geleneklerine göre büyüttüm. Servetimi Amerika’da kazandım. Kı­ zımı asla sıkmadım, onu özgür bıraktım ama ailesi­ nin şerefini korumasını da öğrettim. Kızım bir erkek arkadaş buldu. Italyan değil. Onunla sinemaya gidi­ yorlardı. Gece eve geç dönüyordu. Ama delikanlı hiç bizi ziyaret etmedi. Bütün bunlara karşı çıkmadım; suç bende. İki ay önce delikanlı kızımı arabayla ge­


zintiyle götürdü. Yanında bir de iriyarı arkadaşı var­ dı. Kızıma viski içirip ondan yararlanmaya kalkmış­ lar. Kızım karşı koymuş. Şerefini korumuş. O zaman kızımı dövmüşler. Bir hayvan gibi. Hastaneye gitti­ ğimde kızımın gözleri mosmordu. Çenesi kırılmıştı. Çektiği acıya rağmen ağladı : «Baba, babacığım, ni­ çin bana bunu yaptılar? Neden? dedi, «Ben de ağ­ ladım» Bonasera daha fazla konuşamadı. Sesi duygu­ larını belli etmemişti ama, şimdi zavallı baba ağlıyor­ du. Don Corleone kendine hâkim olamadı; üzüntü­ sünü belirten bir davranışta bulundu. Bonasera de­ vam etti; sesi acıyla titriyordu : «Niçin ağladım bili­ yor musunuz? Kızım hayatımın ışığıydı; sevgili çocu ğumdu. Güzel bir kızdı. İnsanlara güveniyordu; oysa artık hiç kimseye güveni kalmadı. Bir daha güzel ola­ mayacak.» Bonasera’nın yüzü mosmor kesilmişti. «İyi bir Amerikan vatandaşı olarak polise gittim. İki delikanlı tevkif edildiler. Deliller onları suçluyor­ du. Suçlarını itiraf ettiler. Yargıç onları üç yıla mah­ kûm etti; sonra da karar tecil edildi. Hemen o gün serbest bıraktılar. Duruşma salonunda kalakaldım; bir aptal gibi. Orospu çocukları bana gülümsüyordu. O zaman karıma, (adaletin yerine, getirilmesi için Don Corleone’ye gitmemiz gerek.) dedim.» Baba, adamın acısına saygı göstermek için başı­ nı önüne eğmişti. Ama konuşmaya başladığında sesi alıngan, gücenikti. «Niçin polise gittiniz; Niçin derhal bana gelmediniz?» Bonasera ancak işitilebilecek bir sesle: «Benden ne isterseniz isteyin,» diye mırıldandı, «dileğinizi söyleyin. Ama ricamı yerine getirin.» Bu sözlerde saygısız bir yan vardı. Don Corleone : «İstediğiniz nedir?» diye sordu. Bonasera Sonny ile Tom’a baktı. Başını salladı. Hâlâ Hagen’in masasında oturmakta olan Baba, öne doğru eğildi. Bonasera bir an durakladı. Don Corle­ one söylenenleri ,günah çıkaranları dinleyen bir pa­ paz gibi dinledi. Bonasera sözlerini bitirdi. Doğruldu. Baba ona ciddi ciddi baktı. Yüzü kıpkırmızı kesilen Bonasera bu bakışlar karşısında ezilmedi.


Sonunda Baba: «Bunu yapamam,# dedi, »duydu­ ğunuz acı mantığınızı yok ediyor.» Bonasera açıkça, yüksek bir sesle: «İstediğiniz fiyatı ödeyeceğim,» dedi. Bu sözleri duyan Hagen öfkeli bir hareket yaptı; başını salladı. Sonny Corle­ one kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu; yüzün­ de alaycı bir gülümsemeyle ilk kez konuşulanlara ku­ lak verdi. Don Corleone masadan kalktı. Yüzü hâlâ anlam­ sız, sesi buz gibi soğuktu. «Birbirimizi uzun yıllardan beri tanıyoruz,» dedi ölü gömücüye, «oysa bu güne kadar bana ne danışmak ne de yardım istemek için geldiniz. Karım kızınızın vaftiz annesi, buna rağmen bizi evinize kahve içmeğe de çağırmıyorsunuz. Açık konuşalım. Dostluğumu istemediniz. Bana borçlu kal­ maktan korktunuz.» Bonasera mırıldandı : «Başımın derde girmesini istemedim.» Don elini kaldırdı : «Hayır susun, susun. Ameri­ ka’yı cennet sandınız. Başarılı bir iş kurdunuz, iyi bir hayat yaşıyordunuz. Her istediğinizin yerine getiri­ leceğini sandınız. Kendinizi asla gerçek dostlarla güçlendirmediniz. Ne de olsa polis sizi koruyordu, mahkemeler vardı, ne size ne de ailenize bir zarar gelemezdi. Don Corleone’ye ihtiyacınız yoktu. Çok güzel. Duygularımı incittiniz. Ama ben değerimi bil­ meyen kişilere dostluk gösterecek bir insan değilim.» Baba sustu. Bonasera’ya gülümsedi «Şimdi bana ge­ lerek, Don Corleone adaleti yerine getirin, diyorsu­ nuz. üstelik bana şu kadarcık bir saygı duymadan söylüyorsunuz bunu. Kızımın düğün günü evime ge­ liyor, benden cinayet işlememi istiyor, istediğiniz pa­ rayı ödeyeceğim diyorsunuz.» Şimdi Don’un sesi nef­ retle dolmuştu. «Hayır, hayır, size kırılmadım. Ama bu şekilde davranmanız için size ne yaptım ben?» Bonasera korku ve kaygıyla atıldı: «Amerika ba­ na bir kötülük etmedi şimdiye kadar. İyi bir vatandaş olmaya çalıştım. Çocuğumun bir Amerikalı olmasını istedim.» «Çok güzel konuştunuz. İyi. O halde yakınmanızı gerektiren bir şey yok. Yargıç yasalara göre karar ve­


riyor; Amerika yasalara göre yönetiliyor. Kızınızı tek­ rar ziyarete gittiğinizde ona bir kutu karamelâ gö­ türün. Bu onu avutacaktır. Yakınmayın artık. Ne de olsa pek önemli değil bu. Delikanlılar çok genç, heyacanlılar, üstelik, biri güçlü bir siyaset adamının oğ­ lu. Hayır azizim Amerigo, hep dürüst davrandınız. Gerçi dostluğumu hiçe saydınız, ama sizin sözünüze bir başkasının sözünden daha çok güvenirim. Onun için bu çılgınca düşüncelerinizi unutacağınıza söz verin. Amerikalılarınkine uymuyor duygularınız. Ba­ ğışlayın. Unutun onları. Hayat talihsizliklerle dolu­ dur.» Zalim ve küçültücü bir alayla söylenen bu söz­ ler, Baba’nın bastırmaya çalıştığı öfke, zavallı ölü gömücüyü perişan etmişti. Ama Bonasera yine de cesa­ retle hakkını istedi: «Ben Adaletin yerine getirilme­ sini istiyorum.» Don Corleone. «Mahkeme adaleti yerine getir­ di!» dedi. Bonasera başını inatla salladı: «Hayır, onlar de­ likanlılara peşkeş çektiler adaleti. Ben bu işten za­ rarlı çıktım.» «Peki, sizin istediğiniz adalet nedir?» «Kana kan,» dedi Bonasera. «Fazla şey istiyorsunuz ama. Kızınız ölmedi, ya­ şıyor.» Bonasera istemeye istemeye : «Kızımın çektiği acıyı onların da çekmesini istiyorum.» dedi. Don, onun konuşmasını bekledi. Bonasera son gücünü to­ parlayarak: «Size ne kadar borcum olacak?» diye 6ordu. Bir yakarıydı bu. Don Corleone arkasını döndü. Bu tutumu konuş­ manın sona erdiğini gösteriyordu. Ama Bonasera ye­ rinden kıpırdamadı. Sonunda yanılan bir dostuna duyduğu öfkeyi as­ la sürdüremeyen iyi kalpli Don Corleone, ölü gömücüye döndü, adamın yüzü bir ölü yüzüne benziyordu: bembayazdı. Nazik ve sabırlıydı. «Niçin bana bağ­ lanmaktan korkuyorsunuz? Mahkemeye baş vurdu­ nuz, aylarca beklediniz. Aptal yerine konacağınızı bil­


dikleri halde avukatlar sizden kucak dolusu para al­ dılar. Bir orospu gibi kendini satan yargıçtan adalet istediniz. Yıllar önce paraya ihtiyacınız olduğunda bankalara baş vurdunuz, bir yığın faiz ödediniz: ban­ ka memurları verecekleri paranın karşılığı olup olma­ dığını anlamak için burunlarını olmadık yerlerinize sokarken şapkanız elinizde sustalı maymun gibi bek­ lediniz.» Don sustu. Tekrar konuşmaya başladığında sesi daha da sertleşmişti. «Ama bana gelseydiniz, kesem size açıktı. Kızı­ nızı mahveden o orospu çocukları için bana gelsey­ diniz, şimdi acı göz yaşları döken onlar olurdu. Sizin gibi dürüst ve namuslu kişilerin düşmanları benim de, düşmanımdır.» Don Corleone parmağını Bonasera’ya doğru salladı. «İşte o zaman sizden çekinecek, korkacaklardır, inanın bana!» Bonasera başını önüne eğdi. Titreyerek, kesik kesik: «Dostum olun,» dedi, «kabul ediyorum.» Don Corleone elini adamın omuzuna koydu. «Gü­ zel. Adalet yerini bulacaktır. Bir gün sizden buna karşılık bir hizmette bulunmanızı isteyebilirim. Ama sizden asla bir istekte bulunmamam da mümkün. O güne kadar sizin için yapacağım işi, kızınızın vaftiz annesi tarafından verilmiş bir armağan kabul edin!» Kapı minnettar ölü gömücünün arkasından kapa­ nınca Baba, Hagen’e döndü: «Bu işi Clemenza’ya havale et,» dedi. «Ona güvenilir kişiler kullanmasını söyle. Başları kan kokusuyla dönmeyecek kişiler. Ne de olsa biz kaatil değiliz.» Büyük oğlunun pencere­ den bahçeye baktığını farketti. Boşuna, diye düşün­ dü Don Corleone. Sontino işleri nasıl yürüteceğini öğrenmeye çalışmadıkça aile ona güvenemez, asla bir Don olamazdı. Başka birini bulması gerekiyordu. Hem de bir an önce, ölümsüz değildi ki o. Bahçeden, odadaki üç erkeği de şaşırtan bir al­ kış sesi yükseldi. Sonny pencereye iyice sokuldu. Gördüğü şey üzerine çabucak kapıya doğru seğirtti. Yüzünde sevinç dolu bir gülümseme vardı. «Johnny düğüne geldi,» dedi. «Ben gelecektir dememiş miy­ dim?» Hagen pencereye yaklaştı «Gerçekten de vaf­ tiz oğlunuz gelmiş,» dedi Don Corleone’ye. «Onu bu­ raya getireyim mi?»


«Hayır. Bırak konuklarımız eğlensin biraz. Sırası gelince kendisi beni arar.» Hagen’e gülümsedi. «Gö­ rüyorsun ya, dedi, iyi bir çocuk o.» Hagen kalbinin kıskançlıkla burkulduğunu hisset­ ti. Soğuk bir tavırla: «iki yıl oldu neredeyse,» dedi. «Mutlaka başı yine derde girmiş, sizden yardım iste­ meye gelmiştir.» «Vaftiz babasına gelmeyip de kime gidecekti?» dedi Don Corleone. Johnny Fontane’nin bahçeye girişini ilk gören Connie Corleone oldu Gelin olduğunu unutarak, «Johnnyeee!» diye haykırdı. Sonra Johnny’nin kolla­ rına koştu. Jonny ona sımsıkı sarıldı, ağzından öp­ tü; karşılamaya diğerleri de geldiler. Hepsi Johnny’­ nin eski dostları; West Side’da birlikte büyüdüğü ar­ kadaşlarıydı. Sonra Connie onu kocasına doğru sü­ rükledi. Johnny, sarışın genç adamın artık oyunun baş artisti olmadığına öfkelendiğini farketti; hafifçe gülümsedi. Bütün sevimliliğini üzerinde toplayarak damadın elini sıktı, şerefine kadeh kaldırdı. Orkestra’nın bulunduğu yerde bildik bir ses du­ yuldu : «Bize bir şarkı söylesen nasıl olur, Johhny?» Johnny başını kaldırdı; Nino Valenti ona gülümseye­ rek bakıyordu. Johnny Fontane fırladı; Nino Valenti’ye sevgiyle sarıldı. Johnny ün kazanmaya, radyo prog­ ramlarına çıkmaya başlayıncaya kadar Nino Valenti ile ayrılmaz iki dosttular; birlikte şarkı söyler, kızlar­ la birlikte gezmeye giderlerdi, Johnny Hollywood’a filim çevirmeye gittiğinde sık sık Nino’yu telefonla aramış, konuşmuş, ona bir kulüpte iş bulacağına söz vermişti. Ama sözünü asla tutmamıştı. Şimdi Nino’nun keyifli, alaycı, içten yüzünü görünce eski dostluk ve sevgisi yeniden canlanıverdi. Nino mandolinin tellerine dokunmaya başlamış­ tı bile. Johnny elini Nino’nun omuzuna koydu. «Bu şarkı gelin için,» dedi. Sonra ayağıyla tempo tutarak eski bir Sicilya aşk şarkısının açık saçık sözlerini söy­ lemeye koyuldu. Jonny şarkı söylerken Nino gövde­ siyle anlamlı hareketler yapıyordu. Gelinin yüzü gu­


rurla pembeleşti; çevrelerini kuşatan konuklar hoş­ nutlukla alkış tuttular. Çok geçmeden birlikte, ihtiras dolu nakaratına katılmaya başladılar. Şarkı bitince öyle çok alkışladılar ki, Johnny bir başkasını daha söylemek zorunda kaldı. Johnny Fontane’yle gurur duyuyor, öğünüyorlardı. Onlardan biriydi Johnny. ünlü şarkıcı, dünyanın en çok arzulanan kadınlarıyla yatan bir filim yıldızı olmuştu. Yine de bu düğüne katılmak için üç bin milli aşıp Vaftiz Babasına gerekli saygıyı göstermeyi bil­ mişti. Nino Valenti gibi eski dostlarını hâlâ seviyordu; orada bulunanların çoğu Nino ile Johnny’nin eskiden birlikte şarkı söylediklerini hatırladılar. Oysa o zaman hiç kimsenin aklını Johnny’nin bir gün ülkenin en ün­ lü şarkıcısı olacağı gelmemişti. Johnny eğildi; gelini belinden tutarak piste çı­ kardı. Şimdi Connie, Nino ile Johnny’nin arasında duruyordu. Eski numaralarıydı bu; kız için şakadan birbirferiyle kavga ediyor, kıza kur yapıyorlardı. Johnny büyük bir incelikle Nino’nun sesinin kendisininkini bastırmasına, uğrunda mücadele ettikleri kı­ zın kalbini sonunda kazanmasına izin verdi. Konuk­ lar şimdi onları deli gibi alkışlıyorlardı. Connie, Nino ve Johnny birbirlerine sarıldılar, konuklar bir şarkı daha istediler. Evin, kapısı önünde duran Don Corleone ortada bir şeylerin döndüğünü hisseden tek kişiydi. Neşey­ le, davetlilerini kırmamaya çalışarak : «Vaftiz oğlum bize şeref vermek için üç bin mili aşıp geldin,» diye seslendi. «Oysa ona içki ikram etmeyi kimse düşün­ müyor.» Derhal bir düzüneye yakın içki kadehi Johnny Fontane’ye doğru uzatıldı. Johnny bütün ka­ dehlerden birer yudum aldı, ardından vaftiz babasına sarılmak için koştu. Bunu yaparken yaşlı adamın ku­ lağına bir şey fısıldadı. Don Corleone onu eve soktu. Johnny odaya girince Tom Hagen elini uzattı. Johnny ile tokalaştılar. «Nasılsın, Tom?» dedi Johnny, Ama sesinde az önceki içten ilgi yoktu. Hagen bu so­ ğuk davranış karşısında bir parça incindi ama üzerin­ de fazla durmadı. Baba’nın yardımcısı olmanın ya­ rattığı güçlüklerden biriydi bu.


«Düğün davetiyesini alınca,» diyordu Johnny Fontane, «kendi kendime, Vaftiz Babam artık bana dargın değil, dedim. Karımdan ayrıldıktan sonra size beş kere telefon ettim. Her keresinde de Tom bana evde bulunmadığınızı ya da işiniz olduğunu söyledi. Bana öfkeli olduğunuzu anladım.» Don Corleone sarı Strega şişesinden bardakla­ ra içki dolduruyordu. «Herşey unutuldu,» dedi. «Şim­ di senin için yapabileceğim bir şey var mı? Sana yar­ dımcı olamıyacağım kadar zengin ve ünlü değilsindir sanırım?» Johnny sert sarı içkiyi bir yudumda içti. Tekrar doldurulması için bardağını uzattı. Neşeli görünmeye çalışarak, «Zengin değilim Baba,» dedi, «yokuşu in­ meye başladım. Haklıymışsınız. Karımı ve çocukları­ mı terketmeyecektim o orospu yüzünden. Bana da­ rıldığınız için sizi haksız bulmuyorum.» Don Corleone omuz silkti. «Senin için kaygılan­ dım. Ne de olsa vaftiz oğlumsun. Hepsi bu kadar.» Johnny odada aşağı yukarı yürüyordu. «O oros­ pu başımı döndürmüştü. Büyülenmiştim âdeta. Hollywood’un en büyük yıldızı, yüzüne baksanız melek sa­ nırsınız kadını. Her filmden sonra ne halt ettiğini bi­ liyor musunuz? Makyajcı, makyajını istediği gibi yap­ tıysa derhal onunla yatıyor. Kameracı resmini oldu­ ğundan güzel çıkardıysa adamı giyinme odasına da­ vet ediyor, kendini peşkeş çekiyor. Herkesle yapıyor bunu. Vücudunu, bahşiş vermek için kullandığım cebimbeki bozuk para gibi harcıyor : Şeytana lâyık bir orospu.» Don Corleone kabaca söze karıştı; «Ailen na­ sıl?» Johnny içini çekti. «Onlara iyi bakıyorum. Bo­ şandığımdan beri Ginny ile çocuklara mahkemenin kararlaştırdığından daha çok para veriyorum. Hafta­ da bir kere de gidip görüyorum. Onları çok özlüyo­ rum. Bazan çıldıracağımı sanıyorum.» Bardağındaki içkiyi dibine dek içip bitirdi. «Şimdi ikinci karım be­ nimle alay ediyor. Kıskanç oluşumu mantıksız, yer­ siz buluyor. Bana geri kafalı domuz, diyor. Şarkı söy­ lememle, her şeyimle alay ediyor. Buraya gelmezden


önce onu bir güzel dövdüm. Yüzüne vurmadım tabii; çünkü film çeviriyor. Kollarına, bacaklarına vurdum kıyasıya; o yine de alay etti benimle; ben onu döver­ ken kıkır kıkır gülüyordu.» Bir sigara yaktı. «İşte böy­ le Baba. Şu anda hayat hiç de yaşanmaya değer gö­ rünmüyor.» Don Corleone : «Bu dertlerinde sana yardımcı olamam,» dedi kısaca, «sesine ne oldu?» Johnny Fontane’nin yüzündeki kendinden emin gülümseme, alaycı tutum birden kayboldu. Boğuk bir sesle: «Artık şarkı söyleyemiyorum,» dedi. «Boğazı­ ma bir şey oldu. Doktorlar nedenini anlayamıyorlar.» Hagen ile Don Corleone ona hayretle baktılar. Johnny öyle azimli, metin bir kişiydi ki... Oysa şimdi! Fon­ tane devam e t ti: «Çevirdiğim film bir hayli kazanç sağladı. Artık büyük bir yıldızım. Şimdi ise beni bir kenara itmeye çalışıyorlar. Stüdyonun sahibi benden oldu bitti nefret ederdi; şimdi canıma okumak için uğraşıyor.» «Biliyorsunuz, siz de doğru bulmuyordunuz ama liberal örgütler adına şarkı söylüyordum. Jack VVol­ tz’un da hoşuna gitmedi. Bana komünist dedi ama tutturamadı. Sonra kendine ayırdığı bir kızı elinden aldım. Kız da beni istiyordu ya. Ne yapabilirdim ki? Sonunda orospu karım beni herkese rezil etti. Ginny ile çocuklarım da beni istemiyorlar; ayaklarına kapa­ nıp yalvarmamı bekliyorlar, üstelik şimdi şarkı da söyleyemiyorum. Artık ne halt edebilirim?» Don Corleone’nin yüzünde soğuk bir ifade belir­ mişti; nefretle : «Bir erkek gibi davranmaya başla­ man gerek,» dedi. Yüzü öfkeyle kasıldı. «Erkek gibi!» diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Masanın üzerinden uzandı; Johnny’yi saçlarından yakaladı; garip bir şe­ kilde, sevgi dolu bir davranışla onu silkeledi. «Hey Tanrım, yanımda geçirdiğin onca zamana rağmen böyle mi olacaktın sen? Yardım dilenen bir Hollyvvood finocchio’su (*) mu olacaktın? Karılar gibi, ne yapa­ cağım şimdi? Ah şimdi ne yapacağım? diye yardım dilenen biri mi?» Baba’nın yaptığı taklit öyle mükemmel, öyle bek­ (*)

Finocchio: Uşak.


lenmedikti ki, Hagen ile Johnny kahkahalarla gülme­ ye başladılar. Don Corleone onların bu tepkilerine sevinmişti. Bir an vaftiz oğlunu ne kadar çok sevdiği­ ni düşündü. Kendi üç oğlu böyle paylandıklarında ne yaparlardı? Santino suratını asar, haftalarca olmadık çılgınlıklar ederdi; Fredo korkuyla siner, Michael so­ ğuk soğuk bakar, evden çıkıp gider, aylarca ortalık­ ta görünmezdi. Ama Johnny, ne çocuktu Tanrım, gü­ lümsüyordu işte; Vaftiz Babasının gerçek amacını an­ lıyor, kuvvet toplamaya çalışıyordu. Don Corleone devam etti: «Patronunun, senden daha güçlü olan kişinin elinden kadınını almışsın; şimdi de karşıma geçmiş onun sana yardım etmedi­ ğinden yakınıyorsun. Ne saçmalık. Aileni çocuklarını babasız bıraktın. Niçin? Bir orospuyla evlenmek için, Ailenin kollarını açıp seni bağrına basmadığını söy­ lüyorsun. Ne yüzle istiyorsun bunu? Orospu karını dö­ vüyorsun ama yeni bir film çevirdiği için yüzüne vur­ muyorsun. Sonra da seninle niçin alay ettiğini düşü­ nüp şaşıyorsun. Bir aptal yapar senin yaptıklarını; aptalsın sen!» Don Corleone sustu. Sonra sabırlı bir sesle: «Bu kez öğüdümü dinlemek istiyor musun? Dinleyecek misin?» diye sordu. Johnny omuz silkti. «Ginny ile tekrar evlenemem; onun ileri sürdüğü şartlarla demek istiyorum. Kumar oynamalıyım ben; içmeliyim; arkadaşlarımla eğlenmeliyim. Güzel karılar koşuyor peşimde, onlara karşı koyamıyorum. Oysa Ginny’nin yanında kendimi çok aşağılık biri hissediyorum. Buna dayanamam ar­ tık.» Don Corleone’nin sabırsızlığı, telâşlandığı pek görülmezdi. Ama bu kez bütün sabrını yitirmiş gibiydi : «Sana tekrar evlenmeni öğütleyen kim? Na­ sıl istersen öyle yaşa. Çocuklarına babalık etmeyi is­ temen iyi. Çocuklarına babalık etmeyen bir erkek as­ la erkek sayılmaz. Ama kendini çocuklarının annesi­ ne kabul ettirmelisin. Onları her gün göremezsin di­ ye şart var mı? Aynı evde oturamayacağını kim söy­ lemiş? Hayatını istediğin gibi yaşayamayacağını kim iddia edebilir?»


Johnny Fontane güldü: «Bütün kadınlar bizim, yaşlı annelerimize benzemezler. Baba, Ginny böyle bir şeye izin vermez. Kabul etmez.» Şimdi Don Corleone onunla alay ediyordu. «Çün­ kü bir finocchio gibi davrandın. Karına mahkemenin kararlaştırdığından daha çok para verdin, ikinci ka­ rın flim çeviriyor diye yüzüne vurmadın. Hayatının ka­ dınlar tarafından yönetilmesine izin verdin; oysa ka­ dınlar bunun için yaratılmamışlardı. Gerçi öldükten sonra onlar cennete giderler, biz erkekler de cehen­ nemde yanarız, doğrudur. Seni, hayatını, bütün bu yıl­ lar boyunca yakından izledim.» Don’un sesi ciddileş­ mişti. «iyi bir evlât oldun. Bana gereken saygıyı gös­ terdin. Ama ötekiler, eski arkadaşların ne oldu? Bir yıl biriyle arkadaşlık ettin, ertesi yıl başka biriyle. Filmlerde başarı kazanan o İtalyan delikanlısının tali­ hi döndü; onu bir daha aramadın. Çünkü daha güçlüydün, daha ünlüydün. Birlikte okula gittiğin, şarkı söylediğin dostun, arkadaşın ne oldu? Nino. Hayal kırıklığına uğradı Nino; durmadan içiyor. Ama hiç ya­ kınmıyor. Gündüzleri yük kamyonlarında çalışıyor, haftasonları birkaç dolar için şarkı söylüyor. Ona hiç yardımın dokunamaz mıydı? Neden? Oysa Nino çok iyi şarkı söylüyor.» Johnny bezgin bir tavırla: «Ama onun kabiliyeti yeterli değil,» dedi, «iyi şarkı söylüyor. O kadar.» Don Corleone gözlerini kapadı. «Ya sen? Senin de yeteri kadar kabiliyetin yok. Bunu da biliyorsun. Nino ile kamyonlarda çalışır mısın?» Johnny cevap vermeyince Don Corleone devam etti : «Arkadaşlık her şeyden üstündür. Hemen hemen aile gibi bir şey. Bunu hiç aklından çıkarma. Çevrende arkadaşların­ dan meydana gelmiş bir duvar örseydin şimdi bana gelmezdin. Anlat bakalım, niçin şarkı söyleyemiyorsun? Bahçede gayet güzel söyledin az önce. Nino kadar iyiydin?» Johnny ile Hagen bu zarif güven gösterisi karşı­ sında gülümsediler. «Sesim zayıfladı. Bir, bilemedin iki şarkı söyledikten sonra saatlarca, hatta günlerce başka şarkı söylemiyorum. Sesim kalmadı. Bir çe­ şit hastalık olmalı.»


«Demek başın kadınlarla dertte. Sesin zayıfladı. Şimdi de bana, çalışmana karşı koyan şu Hollyvvood pezzonozante’sinden (*) söz et.» Don artık mesele­ nin özüne geliyordu. «Sizin pezzonovante’lerinizden daha büyük biri bu,» dedi Johnny, «stüdyonun sahibi. Savaş için çev­ rilen propaganda filimleri üzerine Başkan’a danış­ manlık yapıyor. Bir ay kadar önce yılın en büyük ro­ manının film haklarını satın aldı. Yılın en çok satan kitabı bu. Kitaptaki kahraman da tıpkı bana benziyor. Rol yapmama lüzum yok; olduğum gibi dursam bile başarırım. Şarkı söylemem de gereksiz. Oscar’ı ka­ zanabilirim bu filmle. Herkes filmin tam bana göre ol­ duğunu biliyor. Bir aktör olarak yeniden en yüksek noktaya yükselebilirim. Ama Jack Woltz denilen o •orospu çocuğu rolü bana vermiyor. Para almayacağı­ mı bile söyledim; yine de, olmaz, dedi. Bana haber salmış, eğer gidip stüdyonun lokantasında kıçını ya­ larsam belki rolü bana verirmiş.» Don Corleone elinin bir hareketiyle duyguların işe karıştırılmamasını anlattı. Mantıklı kişiler arasın­ da iş meselelerinin daima çözümlenebileceğine ina­ nanlardandı. Vaftiz oğlunun omuzunu okşadı. «Cesar retini kaybetmişsin,» dedi, «kimsenin seni sevmediği­ ni, düşünmediğini sanıyorsun. Bir hayli de zayıflamış­ sın. Çok içiyorsun, değil mi? Uyku uyuyamıyor, ilâç alıyorsun, tamam mı?» Başını hoşnutsuzlukla salla­ dı Don. «Şimdi öğütlerime göre davranmanı istiyorum,» diyerek yaşlı adam konuşmasını sürdürdü. «Evimde bir ay kadar kalacaksın. İyi beslenmeni, dinlenmeni, uyumanı istiyorum. Bana arkadaşlık etmeni istiyorum; senin arkadaşlığını severim. Belki burada Vaftiz Ba­ bandan, sana o büyük Hollyvvood’da bile yardımcı ola­ bilecek şeyler öğrenirsin. Ama içki içmeyecek, şar­ kı söylemeyecek, kadın peşinden koşmayacaksın. Ay sonunda Hollyvvood’a dönebilirsin. Bu pezzonovante, sana istediğin rolü verecek. Tamam mı?» Johnny Fontane Don Corleone’nin bu kadar güç­ lü olabileceğine pek inanmıyordu. Ama Baba yapa(* )

Pezzonovante: Büyük iş sahibi, güçlü kişi.


mayacağı şeyler için asla söz vermezdi. «Bu adam J. Edgar Hoover’in yakın dostu, Babacığım,» dedi, «onunla sesinizi yükselterek bile konuşamazsınız!» «Ama bir iş adamı o,» dedi Don kısaca, «reddedemeyeceği bir teklifte bulunacağım.» «Çok geç,» dedi Johnny, «bütün kontratlar imza­ landı. Bir haftaya kadar filmin çekimi başlıyor. İmkân­ sız bir şey rolü almam.» «Sen eğlenceye katıl artık,» dedi Don, «arka­ daşların seni bekliyor. Her şeyi bana bırak. Johnny Fontane’yi iterek odadan çıkardı. Hagen masada oturup bir takım notlar almıştı. Baba derinden iç geçirip sordu : «Başka bir şey var mı?» «Artık Sollozzo’yu daha fazla atlatamayız. Onun­ la bu hafta görüşmemiz gerekiyor.» Hagen kalemini takvimin üzerinde oynatmadan oturuyordu. Don omuz silkti. «Düğün bitti. Onu istediğin za­ man çağırabilirsin.» Bu cevap Hagen için iki noktayı aydınlatıyordu. En önemlisi Sollozzo’ya verilecek cevabın hayır olaca­ ğıydı. Don Corleone cevabını düğünden önce verme­ diğine göre bir karışıklık çıkması olanaksızdı. Hagen çekine çekine : «Clemenza’ya adamların­ dan birkaçını buraya yollamasını söyleyeyim mi?» di­ ye sordu... Don sabırsızlıkla : «Neden?» dedi, «Sollozzo’ya düğünden önce bir cevap vermedim. Çünkü eğlence­ lerin bozulmasını, ufukta küçücük de olsa bir kara bulutun görünmesini istemedim. Sonra Sollozzo’nun benimle ne konuşmak istediğini de önceden bilmek istiyordum. Artık her şeyi öğrendik. Teklif edeceği şey bir infamita (*). «O halde cevabınız hayır olacak, değil mi?» de­ di Hagen. Don başını sallayarak onaylayınca : «Ben­ ce konuyu hep birlikte konuşup tartışmamız gerek... bütün aile son cevabımızı vermeden önce toplanma­ lı,» diye devam etti. Don gülümsedi : «öyle mi düşünüyorsun? Güzel, konuyu tartışırız. Kaliforniya'dan döndüğünde. Yarın (*)

İnfam ita: Küçültücü, ahlâksızca şey.


uçakla gitmeni. Johnny’nin işini halletmeni istiyorum. O film pezzonovante’sini gör .Sollozzo’ya, sen Kali­ forniya’dan dönünce kendisiyle görüşeceğimi söyle. Başka bir şey var mı?» Hagen ciddi bir tavırla : «Hastaneden telefon et­ tiler,» dedi. «Consigliori Abbandando ölüm döşeğin­ deymiş. Geceyi çıkaramayacağını söylediler. Ailesi­ ne de gelmesi için haber verilmiş.» Kanser Genco Abbandando’yu yatağa bağladığı şu son yıl boyunca Consigliori’liği Tom Hagen üzeri­ ne almıştı. Artık Don Corleone’nin, bu yerin tümüyle kendisine ait olduğunu söylemesini bekliyordu. Ama pek umudu da yoktu. Böyle önemli bir görev gelenek­ lere uyularak İtalyan ana babadan dünyaya gelmiş ki­ şilere veriliyordu. Zaten geçici Consigliori oluşu bile birtakım güçlükler doğurmuştu, üstelik daha otuz beş yaşındaydı. Başarılı bir Consigliori olabilmek için gerekli tecrübeye de, kurnazlığa da sahip değildi. Oysa Baba ona cesaret vermedi. »Kızım koca­ sıyla ne zaman yola çıkıyor?» diye sordu. Hagen bileğindeki saate baktı. «Birkaç dakika­ ya kadar düğün pastasını kesecekler. Yarım saat so» ra da giderler.» Bu Hagen’e başka bir şey hatırlattı : «Damadınız,» dedi, «ona aile içinde önemli bir gö­ rev verecek miyiz?» Don’un cevabının sertliği karşısında şaşırmaktan kendini alamadı. «Asla. Hayatını kazanabileceği iyi bir iş verin, o kadar. Ama aile işinden haberdar ol­ masına fırsat bırakmayın. Diğerlerine, Sonny, Fredo ve Clemenza’ya da söyle.» Don bir süre sustu. «Oğullarıma, üçüne de ha­ ber ver; zavallı Genco’yu ziyaret etmek için benimle birlikte hastaneye gelsinler. Genco’ya son saygıları­ nı göstermelerini istiyorum. Freddie’ye söyle, büyük arabayı çıkarsın, Johnny’ye de söyle, benim hatırım için hastaneye gelsin.» Haaen’in yüzüne soran nazar­ larla baktığını görünce : «Senin bu qece Kaliforniya’­ ya gitmeni istiyorum,» diye ekledi. «Genco’yu görecek zamanın yok. Ama ben hastaneden dönünceye kadar bekle. Anladın mı?» «Anladım,» dedi Hagen, «Freddie arabayı ne za­


man hazır etsin?» «Davetliler gittikten sonra,» dedi Don Corleone. «Genco beni bekler.» «Senatör telefon etti; düğüne gelemediği için özür diledi. Anlayış göstereceğinize inandığını belirt­ ti. Herhalde arabaların numaralarını alan FBI’nin adamlarını kasdetti. Yine de armağanını özel bir ulak­ la yolladı.» Baba başını salladı. Senatöre düğüne gelmeme­ sini kendisinin öğütlediğini söylemeyi gereksinmedi. «Güzel bir armağan mı bari?» diye sordu. Hagen, Alman-italyan karışımı yüzüne hiç mi hiç yakışmayan italyaniara özgü bir mimikle armağanı çok beğendiğini anlattı. «Antika gümüş, çok değerli. Çocuklar isterlerse onu en azından bin dolara satar­ lar. Senatör gerekli armağanı bulmak için bir hayli zaman harcamış. Bu tür kişilerde armağanın değerin­ den çok harcanan zaman önemlidir.» Don Corleone, Senatör gibi büyük bir kişinin ken­ disine gösterdiği saygı karşısında duyduğu hoşnut­ luğu saklamadı. Luca Brasi gibi senatör de, Don Cor­ leone’nin kurduğu imparatorluğun temel taşlarından biriydi; o da yolladığı armağanla bağlılığını bir kez daha ispatlamış oluyordu. Kay Adams, Johnny Fontane bahçede göründü­ ğünde onu derhal tanıdı. Çok şaşırmıştı. «Aile’nin Johnny Fontane’yi tanıdığından hiç söz etmemiştin,» dedi, «artık seninle evleneceğime eminim.» Michael : «Onunla tanışmak ister misin?» diye sordu. «Şimdi değil,» dedi Kay. İçini çekti. «Ona üç yıl süreyle âşıktım. Capitol’de ne zaman konser verse, New York’a koşardım. Eşsizdi.» «Johnny’le daha sonra konuşuruz,» dedi Michael. Johnny şarkısını bitirip Don Corleone’yle birlik­ te eve girince Kay, Michael’a : «Johnny Fontane gibi büyük bir film yıldızının da Baba’dan bir ricası oldu­ ğunu söyleyemezsin ya?» dedi yapmacık bir tavırla. «Johnny babamın vaftiz oğludur. Babam olma­


saydı Johnny, büyük bir film yıldızı olamazdı.» Kay neşeyle güldü. «Bu da başka bir büyük hi­ kâyeye benziyor.» Michael başını salladı. «Sana bu hikâyeyi anlata­ mam.» «Bana güven,» dedi Kay. Michael anlattı. Hem de hikâyenin gülünç ya­ nına kaçmadan, hiç bir gurur duymadan anlattı. Her­ hangi bir açıklamada bulunmadı. Yalnız babasının se­ kiz yıl önce çok daha gözüpek olduğunu söyledi. Ko­ nu vaftiz oğlunu ilgilendirdiği için de Don bunu bir şeref meselesi saymıştı. Hikâye birkaç kelimeyle özetlenebilirdi. Sekiz yıl önce Johnny Fontane çalıştığı ünlü orkestrayla olağanüstü bir başarı kazanmıştı. Radyonun en göz­ de yıldızı olmuştu. Ne yazık ki, eğlence dünyasının tanınmış bir kişisi olan orkestra şefi Les Halley, Johnny’yi beş yıllık bir kontratla kendine bağlamıştı. Eğlence dünyasında sık sık görülen bir şeydi bu. Şimdi Les Halley Johnny’yi istediği gibi kullanabilir, paranın çoğunu da cebine atabilirdi. Don Corleone görüşmelere şahsen katıldı. Johnny Fontane’nin an­ laşmasını bozması için Les Halley’ye yirmi bin dolar teklif etti. Halley ise. Johnny’nin kazancının yüzde el­ lisini alacağını söyledi. Don Corleone güldü. Teklifi­ ni yirmi binden on bine indirdi. Orkestra şefinin, eğ­ lence dünyası dışında hiç bir şey bilmediği belliydi. Teklifin yarıya indirilmesi ona hiç bir şey anlatma­ mıştı. Tabii yine geri çevirdi. Ertesi gün Don Corleone yanında en yakın iki arkadaşı, Consiglîori’si Genco Abbandando ve Luca Brasi olduğu halde orkestra şefini ziyaret etti. Yan­ larında başka tanık bulunmadığından Les Halley’yi, on bin dolar karşılığında Johnny Fontane üzerindeki her türlü özel haklardan vaz geçtiğini bildiren bir kâğıdı imzalamak zorunda bıraktı. Bunun için de Baba elin­ deki tabancayı Les Halley’in şakağına dayamış, bir dakikaya kadar kâğıdı imzalamazsa beyninin param­ parça olacağını söylemiş, Les Halley de imzayı bas­ mıştı. Don Corleone imzalanan kâğıdı cebine attı. On bin dolarlık çeki adama verdi. Bundan sonra Johnny Fontane ülkenin en bü­


yük şarkıcısı olmuş, stüdyoya servet kazandıran mü­ zikal film ler çevirmiş, plâkları milyonlarca dolar ge­ tirmişti. Sonra Hollyvvood’un en ünlü sarışın film yıl­ dızıyla evlenmek için karısından boşanmış, iki çocu­ ğunu terketmişti. Çok geçmeden de kadının bir «oros­ pu» olduğunu öğrenmişti. Kendini içkiye vermiş, ku­ mar oynamış, başka kadınların peşinden koşmuştu. Bu arada sesini de yitirmişti. Plâklarının satışı dur­ muş, stüdyo kontratını yenilememişti. İşte kalkıp Vaf­ tiz Babasına geliyordu: Kay düşünceli düşünceli: «Babanı kıskanmadı­ ğından emin misin?» dedi, «onun hakkında anlattık­ ların hep başkaları için yaptıkları. Çok iyi kalpli bir insan olmalı.» Kay alaylı alaylı gülümsedi. «Baş vur­ duğu yöntemler pek dürüst değil tabii.» Michael içini çekti. «Haklısın. Ama sana bir şey söyleyeceğim. Kuzey Kutbuna giderken geçtikleri yol­ lara yiyecek paketleri bırakan Kutup kâşiflerini bilir­ sin, değil mi? Bir gün bıraktıkları yiyeceklere ihtiyaç­ ları olacağını düşünürler. İşte babamın yaptığı da bu­ na benzer. Bir gün yardım ettiği kişilerin evlerine uğ­ rayacaktır. O zaman babamın istediğini yapmaları en doğru hareket olur.» Düğün pastası kesildiğinde hava neredeyse ka­ rarmak üzereydi. Pasta takdirle karşılandı; yendi. Nazorine tarafından özel olarak hazırlanan pastanın kremasıyla yapılan süsleri öyle lezizdi ki gelin, sarı­ şın güveyin kolunda balayı yolculuğuna çıkmadan ön­ ce bol bol tıkındı. Baba nazik davranışlarla konukla­ rın bir an önce gitmelerini sağladı. Bu arada, içinde FBI adamlarının bulunduğu siyah arabanın yokluğu­ na da dikkat etti. Sonunda bahçedeki özel araba yolunda, direksi­ yonunda Freddie’nin oturduğu uzun, siyah Cadillactan başka araba kalmadı. Baba, yaşına, yapısına gö­ re oldukça atik bir hareketle öne bindi. Sonny, Mic­ hael ve Johnny arkaya oturdular. Don Corleone oğlu' Michael’a : «Kız arkadaşın yalnız başına şehre döne­ bilecek mi?» diye sordu. Michael başını salladı. «Tom meşgul olacak.» Baba, Hagen’in düşünceli davranışından memnun ka­ larak başını salladı.


Benzin hâlâ karneyle verildiğinden Manhattan’a giden Belt Parkway’de trafik sıkışık değildi. Bir saat­ ten daha kısa bir süre sonra araba Fransız Hastane­ sinin sokağına girdi. Yolda Baba en küçük oğluna derslerin nasıl gittiğini sormuş, Michael başını salla­ mıştı. Peşinden arkada oturan Sonny : «Johnny Holiyvvood’daki işi beceremiyeceğinizi söylüyor,» demişti babasına, «oraya benim de gitmemi, yardımcı olma­ mı ister misiniz?» Don Corleone lâfı gevelemeden : «Tom; bu gece gidiyor. Yardıma ihtiyacı yok. Basit bir mesele bu,» dedi. Sonny Corleone güldü : «Johnny bu işi hallede­ ceğinize inanmıyor. Onun için gitmemi istersiniz di­ ye düşündümdü.» Don Corleone başını arkaya ç e v ird i: «Benden ni­ çin kuşkulanıyorsun?» diye sordu Johnny Fontane’ye. «Vaftiz Baban yapacağını söylediği şeyleri her zaman yapmadı mı? Kendimi aptal yerine koyduğum oldu mu hiç?» Johnny heyecanla özür diledi : «Babacığım fi!m yapımcısı büyük bir pezzonovante, gerçekten dişli bi­ ri. Onu parayla bile harekete geçiremezsiniz. Nüfuz­ lu dostları var. Benden de nefret ediyor. Bu işi nasıl halledeceğinizi bilemiyorum.» Baba sevgiyle gülümseyerek cevap verdi : «Sana söylüyorum : Bu rol senin olacak.» Michael’i dirse­ ğiyle dürttü. «Vaftiz oğlumu hayal kırıklığına uğrat­ mayacağız, değil mi?» Babasından asla şüphe etmeyen Michael başını güvenle salladı. Hastanenin kapısına doğru yürürlerken Don eli­ ni Michaei’in omuzuna koydu, ötekiler öne geçtiler. «Üniversiteyi bitirince gel benimle konuş, oğlum.» dedi. «Senin için bir takım tasarılarım var. Hoşuna gi­ decek.» Michael hiç bir şey söylemedi. Don sinirli sinir­ li içini çekti. «Nasıl biri olduğunu biliyorum. Hoşuna gitmeyen bir iş vermem sana. Düşündüğüm çok önemİi ve çok değerli bir şey. Şimdilik seçtiğin yolda iler­ le; ne de olsa erkeksin sen. Ama okulunu bitirince


bana gel; bir oğlun babaya gelişi gibi.» Genco Abbandando’nun karısıyla üç kızı siyah­ lar içinde hastanenin bembeyaz koridorunda besili bir tavuk sürüsü gibi duruyorlardı. Baba’nın asansör­ den çıktığını görünce kurtarıcı gelmişçesine ona doğ­ ru koşuştular. Anne Abbandando siyah giysisi içinde pek metindi : kızlarının üçü de tombul ve gösterişsiz şeylerdi. Anne, Don’un koluna sarılarak : «Ah, bir aziz­ siniz siz,» diye sızlandı, «kızının düğün gününde bu­ raya geliyorsunuz; ne büyük bir insansınız.» Don Corleone, «Yirmi yıldır benim sağ kolum olan bir kişiye nasıl saygı duymam?» diye kadının te­ şekkürüne karşılık verdi. Kadının, pek yakında koca­ sının öleceğine, dul kalacağına inanmadığını hemen anlamıştı. Genco Abbandando bir yıldır bu hastane­ de yatıyor, kanserden yavaş yavaş eriyordu. Karısı da onun öldürücü hastalığını hayatın bir parçası ola­ rak kabui etmişti. Bu gece hasta ağırlaşmıştı Mrs. Ab­ bandando : «İçeri girin, zavallı kocamı görün,» dedi. «Hep sizi istiyor zavallı adam, düğüne gelmek istedi; ama doktor izin vermedi. Sonra bu büyük günde ken­ disini görmeye geleceğinizi söyledi; ben inanmamış­ tım. Ah, erkekler dostluğun anlamını biz kadınlardan daha iyi biliyorlar. İçeri girin, onu mutlu edersiniz.» Bir hastabakıcı ve bir doktor Genco Abbandan­ do’nun odasından çıktılar. Kızlardan biri çekine çeki­ ne : «Dr. Kennedy, artık içeri girebilir miyiz?» diye sordu. Dr. Kennedy onlara şöyle bir baktı. Bu insanlar içerdeki adamın ölmek üzere olduğunu, çok acı çek­ tiğini anlamıyorlar mıydı? Onu sükûn içinde ölmeye bıraksalar daha iyi olurdu. «Yalnız ailesi içeri girebi­ lir.» Kadınla kızlarının ne düşündüğünü öğrenmek is­ ter gibi orta boylu, tıknaz adama döndüklerini görün­ ce bayağı şaşırdı. Yaşlı adam : «Aziz doktorlar» dedi. Sesinde Ital­ yan olduğunu gösteren belli belirsiz bir şive bozuklu­ ğu vardı. «Hasta gerçekten ölmek üzere mi?» aEvet.» «O halde yapabileceğiniz bir şey kalmamış ar-


hk. Biz gerekli işleri üzerimize alıyoruz. Hastayı avu­ tur, gözlerini kaparız. Onu gömer, cenaze töreninde ağırlarız. Sonra karısına da çocuklarına da göz ku­ lak oluruz.» Don bunları Mrs. Abbandando’nun gerçe­ ği anlaması için söylüyordu. Dr. Kennedy omuz silkti. Bu köylülere dert anlat­ mak çok zordu. Yapacak bir şey kalmamıştı. Yine de büyük bir nezaketle : «Lütfen hastabakıyıcı bekleyin,» dedi. «Sizi içeri o alır.» Beyaz önlüğünü dalgalan­ dırarak koridordan aşağı yürüdü. Hastabakıcı yeniden odaya girdi, hemen de çık­ tı. Kapıyı kapamadı. «Hasta acı çekiyor,» dedi, «lüt­ fen onu heyecanlandırmamaya çalışın. İçerde fazla kalmayın.» Genco Abbandando uzun süreden beri ölümle pençeleşiyordu. Şimdi mücadeleye son vermiş, yas­ tıkların üzerinde solgun, bitkin yatıyordu. Don Corleona neşeyle: «Genco, sevgili dostum,» dedi. «Oğul­ larımı da getirdim sana saygılarını belirtsinler diye. Johnny bile geldi.» Ölmek üzere olan adam bakışlarını minnetle Ba­ baya çevirdi. Gençlerin, bir deri bir kemik kalmış eli­ ni sıkmalarına izin verdi. Karısı ile kızları yatağın çevresinde toplanmışlar, onu öpüyor, elini tutuyorlar­ dı. Don dostunun elini sıktı. Avutmak için : «Haydi Genco,» dedi, «acele et; bir an önce iyileş. Birlikte İtalya’ya köyümüze gideriz. Babalarımız gibi meyha­ nenin önünde boccie (*) oynarız. Abbandando başını salladı; karısının, kızlarının ve ötekilerin dışarı çıkmasını işaret etti. Kemikli par­ makları Don’un eline sımsıkı sarılmıştı. Odadakiler Baba’nın yanaklarından sel gibi yaşların aktığını gö­ rünce şaşırdılar. Abbandando konuşmaya çalıştı. Don kulağını onun ağzına yaklaştırdı. «Babacığım, Baba­ cığım,» diye inledi hasta, «yalvarırım beni kurtar; ölmek istemiyorum. Etlerim yanıyor; solucanların bey­ nimi yediklerini hissediyorum* Babamsın, güçlüsün, beni iyileştir. Zavallı karımın gözyaşlarını dindtr. Ço­ (* ) Boccie: Bir oyun.


cukken Corleone’de birlikte oynardık, öyle günahkâr.m ki, ölmekten korkuyorum.» Baba cevap vermedi. Abbandando, «Bu gün kı­ zının düğün günü,» dedi, «beni reddedemezsin.» Baba sakin ama çektiği acıdan ötürü saçma sa­ pan konuşan hastayı etkileyen sertlikle «Dostum,» dedi, «ben böyle bir güce sahip değilim. Olsaydım inan bana Tanrıdan çok daha insaflı davranırdım. Ama ölümden korkma! Cehennemden korkma. Ruhun için her sabah her gece dua ettireceğim. Karın, çocukla­ rın senin için yakaracaklar. Bunca dua edenin varker» seni nasıl cezalandırır?» Bir deri, bir kemik kalmış yüzde iğrenç kurnaz­ lıkta bir ifade belirdi. «Demek her şey kararlaştırıldı, ha?» O zaman Don Corleone buz gibi bir sesle cevap v e rd i: «Seni nankör, seni! Bırak kendini artık, ölüme karşı koyma!» Abbandando kendini yastıklara bıraktı. Bakışla­ rındaki son umut ışığı da sönmüştü. Hastabakıcı tek­ rar odaya girdi. Alışkın bir tavırla onlara dışarı çık­ malarını söyledi. Don Corleone ayağa kalktı. Ama Abbandando elini uzattı : «Baba,» dedi, «burada kal. ölümü karşılamama yardım et. Belki Ölüm Meleği seni burada görürse, korkar da beni rahat bırakır. Ya da O’na bir iki şey söylersin, değil mi?» Ölmek üzere olan adam, Don’la alay ediyormuş gibi göz kırptı: «Ne de olsa O’nunla kan kardeşsiniz.» Sonra Babanın gü­ cenmesinden korkmuş gibi eline sarıldı. «Yanımda kal, elini tutayım, diye atıldı. «Herkesi alt ettiğimiz gibi O namussuzu da kafese koyarız. Baba, bana ihanet etme.» Don Corleone ötekilere dışarı çıkmalarını işa­ ret etti. Çıktılar. Genco Abbandando’nun kurumuş eli< ni kendi geniş avuçları içine aldı. Birlikte ölümü bek­ lerken, tatlı bir sesle konuşarak dostunu güçlendir­ meye, rahatlatmaya çalıştı. Sanki Baba, insan oğlu­ nun en iğrenç ve kanlı düşmanlarından Genco Abban­ dando’nun hayatım koparıp alacakmış gibiydi. Connie Corleone’nin düğün günü istediği şekil­ de sona erdi. Carlo Rizzi damatlık ödevlerini ustalık­


la gayretle yerine getirdi; içinde yirmi bin doları aş­ kın para bulunan düğün armağanı, gelinin ipek çan­ tasına kondu. Gelin çantayı, kızlığını teslim edişin­ den daha da güçlükle verdi ona. Carlo çantayı alabil­ mek için Connie’nin bir gözünü morartmak zorunda kaldı. Lucy Mancini evinde, kendisinden randevu iste­ yeceğine emin olduğu Sonny Corleone’nin telefonu­ nu bekledi. Sonunda sabrı tükendi. Sonny’nin evini te­ lefonla aradı. Telefona bir kadın sesi cevap verince konuşmadan kapattı. Düğündeki hemen herkesin Sonny’le birlikte yarım saat ortadan kayboluşlarına dikkat ettiğini, Sonny Corleone’nin yeni bir kurban bulduğu söylentilerinin çoktan yayıldığını biliyordu. Sonny’nin, kızkardeşinin şeref nedimesini de «becer­ diğini» bilmeyen kalmamış gibiydi. Amerigo Bonasera kâbuslarla dolu bir gece ge­ çirdi. Düşünde Don Corleone’nin, başında sivri bir şapka, üzerinde işçi tulumuyla cenaze salonunun önüne kurşunlarla delik deşik olmuş cesetler fırlattı­ ğını, «Unutma Amerigo, kimseye tek söz söylemeye­ ceksin. Bunları hemen yak,» dediğini gördü. Uykusun­ da öyle uzun inledi ki, karısı onu sarsarak uyandırdı. «Ne adamsın,» dedi, «düğünden geldikten sonra kâ­ bus görmek olacak iş mi?» Kay Adams, New York’taki oteline, Paulie Gatto ve Clemenza tarafından götürüldü. Büyük ve lüks arabayı Gatto kullanıyor, Clemenza arkada oturuyor­ du. Kay’e şoförün yanındaki yer verilmişti. Genç kız iki erkeği de son derece ilginç bulmuştu. İngilizceyi Brooklyn ağzıyla konuşuyor. Kay’e karşı aşırı bir ki­ barlık gösteriyorlardı. Kay yol boyunca onlarla hava­ dan sudan konuştu; ikisinin de Michael’den kusursuz bir sevgi ve saygıyla söz edişleri karşısında şaşırmak­ tan kendini alamadı. Oysa Michael, babasının dünya­ sına yabancı olduğuna onu inandırmıştı. Şimdi Cle­ menza, Michael’in babasının en sevdiği ve güvendi­ ği oğlu olduğundan, işini onun yükleneceğinden hiç kuşkusu bulunmadığından söz edivordu. Kay çok tabii bir sesle : «Sözünü ettiğiniz iş ne­ dir?» diye sordu.


Paulie Gatto direksiyonu çevirirken Kay’e garip garip baktı. Arkasından Clemenza’nın şaşkınlık dolu sesi geldi : «Mike size söylemedi mi? Mr. Corleone, Amerika Birleşik Devletlerindeki en büyük zeytinyağı ithalâtçısıdır. Savaş sona erdiğine göre işler bir hay­ li gelişecek. Mr. Corleone’nin Mike gibi zeki birine ih­ tiyacı var.» Otele vardıklarında Clemenza, içeri girmekte di­ retti. Kay itiraz edince : «Patron evinize sağsalim tes­ lim edilmenizi söyledi,» dedi. «Emri yerine getirmem gerek.» Kay odasının anahtarını aldıktan sonra Clemen­ za asansöre kadar geldi. Kay’i bindirdi. Kay ona gü­ lümseyerek el salladı. Clemenza’nın içtenlikle gülüm­ seyerek karşılık verdiğini görünce bayağı şaşırdı. Clemenza’nın otel kâtibine yaklaşıp : «Küçük hanım def­ tere hangi adla kayıtlı?» diye sorduğunu görmemesi daha iyi oldu. Otel kâtibi Clemenza’ya soğuk soğuk baktı. Cle­ menza avucunun içinde tuttuğu yeşil kâğıt parçasını kâtibe uzattı. Kâtip derhal kendini toparladı. Anlamış­ tı. Parayı kapar gibi aldı. Derhal : «Bay ve Bayan Mic­ hael Corleone,» dedi. Tekrar arabaya bindiğinde Paulie Gatto : «İyi bir kız,» diye söylendi. Clemenza bir şeyler mırıldandı : «Mike kızı be­ ceriyor,» dedi. İçinden, «tabii gerçekten evli değiller­ se,» diye geçirdi. Paulie. Gatto’ya : «Sabah beni alma­ ya erken gel,» dedi. «Hagen, derhal yapılması gere­ ken bir iş verdi.» Hagen karısıyla ancak pazar gecesi geç vakit öpüşüp vedalaşabildi. Havaalanına gitti. Elinde, Pentagon’dan bir kurmay subayın sağladığı özel kart ol­ duğundan, Los Angeles uçağında kolaylıkla yer bul­ du. Tom Hagen için gün yorucu ama güzel geçmişti. Genco Abbandando sabahın üçüne doğru ölmüş, Ba­ ba hastane dönüşü Hagen’e artık Ailenin resmen Consigliori’si olduğunu bildirmişti. Bu Hagen’in nüfuz


kazandığı kadar da zengin olacağı anlamına geliyor­ du. Don çok eski bir geleneği böylece bozmuş olu­ yordu. Consigliori’nin daima saf kan SicilyalI olması gerekliydi. Hagen’in, Corleone ailesinin bir üyesi ola­ rak yetiştirilmesinin gelenek üzerinde rolü olamazdı. Kan meseleşiydi bu, Consigliorî’lik gibi bir kilit nok­ tası# yalnız onuerta (*) kuralları içinde doğup büyü­ müş bir kişiye verilebilirdi. Politikayı çizen ailenin reisi Don Corleone ile Baba’nın emirlerini yürürlüğe koyan adamları arasın­ da üç tabaka yahut tampon vardı. Böylece. hiç bir me­ selede iz tepeye kadar sürülemezdi. Tabi Consigliori hainlik etmezse. O pazar sabahı Don Corleone, Bonasera’nın kızını yaralayanlara ne yapılması gerekti­ ği konusunda kesin emirler vermişti. Bu emirleri ve­ rirken Tom Hagen ile yalnızdılar. Daha sonra Tom Hagen yine özel olarak yanın­ da hiç tanık olmadan Clemenza’ya Don’un emirlerini iletmişti. Clemenza da Paulie Gatto’ya emri yerine getirmesini söylemişti. Şimdi Gatto gerekli kişiler bu­ lacak ve istenileni yapacaktı. Paulie Gatto da, adam­ ları da bu görevin niçin yerine getirildiğini ya da emir­ leri. aslında kimin verdiğini bilemezlerdi. Baba’nın adının işe karışabilmesi için halkaların her birinin tek tek ihanet etmesi gerekiyordu. Şimdiye dek böyle bir şey olmamıştı ama yine de mümkündü. Böyle bir du­ rumda yapılacak tek şey tamponlardan birinin or­ tadan kaldırılmasıydı. Consigliori’nin ne olduğu adından belliydi. Baha’­ nın danışmanı, sağ kolu, yardımcı beyniydi. Aynı za­ manda Baba’nın en yakın arkadaşı, en yakın sırdaşı. Önemli yolculuklarda Baba’nın arabasını kullanır, top­ lantılarda kahvesini, sandiviçini, pürosunu, içeceğini o sağlardı. Dünyada Baba’yı mahvedecek tek kişiydi o. Ama şimdiye kadar hiç bir Consigliori partrona iha­ net etmemişti; hiç olmazsa Amerika’ya gelip yerleşen güçlü SicilyalI aileler içinde böyle bir şey görülme­ mişti. ( * ) O m erta: Mafia yasası.


Bazı konularda Consigiiori daha serbestçe hare­ ket ederdi; ama Baba’yı asla işe karıştırmamak gere­ kiyordu. İşte Hagen şimdi Kaliforniya’ya böyle bir me­ sele için gidiyordu. Bu konuda kazanacağı başarı ya­ hut yenilginin Consigliori’lik görevi üzerinde etkili ola­ cağını anlamıştı. Aile işi yönünden Johnny’nin çok istediği rolü almasının veya almamasının önemi yok­ tu. Asıl önemlisi Tom Hagen’in, Sollozzo ile cuma günü yapılmasını kararlaştırdığı toplantıydı. Yine de Hagen Baba için iki işin aynı değerde olduğunu bi­ liyordu; iyi bir Consigiiori için de mesele burada ka­ panırdı. Uçağın sarsıntısı Hagen’in sinirden bozulan barsaklarını iyiden iyiye sarstı. Bulantısını bastırmak için hostesten bir mlartini istedi. Baba ile Johnny, film ya­ pımcısı Jack VVoltz üzerine bilgi vermişlerdi. Johnny’­ nin anlattıklarından Hagen, VVoltz’u asla ikna edeme­ yeceğini anlamıştı. Ama Baha’nın ne pahasına olur­ sa olsun vaftiz oğluna verdiği sözü tutacağını da bi­ liyordu. Hagen’in bu işteki rolü aracılık yapıp bağlan­ tıyı kurmaktı. Hagen arkasına dayanarak o gün kendisine veri­ len bilgi üzerine düşünmeye başladı. Jack VVoltz Hollyvvood’un en büyük üç film yapımcısından biriy­ di; stüdyo kendisinindi, anlaşmayla bağladığı düzünelerle yıldızı vardı. Amerika Birleşik Devletleri Başkanının Danışma Kurulu’nun, sinemayla propaganda bölümü üyesiydi; yani propaganda filmlerinin yapılma­ sına yardım ediyordu. Beyaz Saray’da yemek yemiş­ ti. Hollyvvood’daki evinde J. Edgar Hoover’i misafir etmişti. Oysa bunların hiçbiri göründüğü kadar önem­ li değildi. Hepsi de işle ilgili dostluklardı. VVoltz’nun siyasi hayatta özel bir dostu yoktu; bu da onun aşırı bir gerici, çevresindekilere baskı yapmaktan hoşlanan bir kişi olmasından ileri geliyordu; oysa böyle dav­ ranmakla düşmanlarının yerden biter gibi çoğalma­ sına yol açtığını bilmiyordu. Hagen içini çekti. Jack VVoltz’u «yola getirme­ nin» çaresi yoktu. Evrak çantasını açıp bazı işleri ta­ mamlamaya çalıştı; ama çok yorgundu. Bir martini da­


ha istedi. Hayatını düşündü. Pişmanlık duymuyordu; aslında işleri yolunda gitmişti. Sebep ne olursa olsun, on yıl önce seçtiği yolun tam ona göre olduğu ortaya çıkmıştı. Başarı kazanmıştı; her mantıklı kişi kadar mutluydu; hayatı çok ilginç buluyordu. Tom Hagen otuz beş yaşındaydı; alabros kesil­ miş saçlı, uzun boylu, narin yapılı ve kendi halinde bir insandı. Avukattı. Ama avukatlık sınavlarını verdik­ ten sonra üç yıl avukat olarak çalışmasına rağmen Corleonelerin işinin hukukla ilgili yanına bakmıyor­ du. On bir yaşındayken, yaşıtı Sonny Corleone’nin oyun arkadaşıydı. Hagen’in annesinin gözleri kör ol­ muş, oğlu onbir yaşına bastığında da ölmüştü, içkiye düşkün olan babası tam bir ayyaştı. Çok çalışkan bir marangoz olan baba Hagen, hayatında kanuna aykırı hiçbir şey yapmamıştı. Ama içkiye düşkünlüğü aileyi mahvetmiş, adamın genç yaşta gürleyip gitmesine yol açmıştı. Tom Hagen sokakları dolaşan, kapı aralıkla­ rında yatıp kalkan bir yetim olmuş, küçük kızkardeşi yetimhaneye konmuştu. Ama 1920 yıllarında yardım dernekleri kendilerinden kaçan on iki yaşındaki nan­ kör çocukları (!) yakından izleyecek durumda değildi. Hagen’in de gözleri hastaydı. Komşular yetimin has­ talığı annesinden aldığını fısıldıyor, onun kendi ço­ cuklarıyla oynamasını yasaklıyorlardı. Tom Hagen’den herkes kaçıyor, uzak duruyordu, iyi kalpli, afacan on bir yaşlarında bir çocuk olan Sonny Corleone ar­ kadaşını evine getirmiş, evde kalmasını istemişti. Tom Hagen’e bol domates salçalı makarna verilmiş, Tom bu yemeğin tadını ömrü boyunca unutmamıştı. Böylece tek kelime söylemeksizin, durum hiç bir şekilde tartışılmadan Don Corleone çocuğun evde kalmasına izin verdi. Onu bizzat doktora götürdü, gö­ zünün iyileşmesini sağladı. Bütün bunları yaparken, bir baba değil, daha çok bir koruyucu gibi davrandı. Karşılıklı ilişkilerde sevgi yoktu ama Baba, garip bir şekilde, ona kendi çocuklarına olduğundan daha na­ zik davrandı, hiç bir baskı ve istekte bulunmadı. Hu­ kuku öğrenimi yapmayı Tom istemişti. Don Corleone’­ nin bir gün : «Bir avukat evrak çantasıyla eli silâhlı


yüz kişinin çalacağından daha fazlasını çalar,» dedi­ ğini duymuştu. O sıra Freddie ile Sonny liseyi bitir­ dikten sonra Aile işine girmekte direttiler. Baba, ço­ cuklarının öğrenimlerine devam etmemelerine çok üzüldü. Yalnız Michael üniversiteye girmiş, Pearl Harbour baskınından bir gün sonra deniz kuvvetlerine yazılmıştı. Avukatlık sınavlarını verdikten sonra Hagen ev­ lenerek kendi hayatını yaşamaya başladı. Gelin New Jersey’li genç bir itaiyan kızıydı, üstelik o sıra­ larda pek az rastlanmasına rağmen üniversite öğre­ nimi de yapmıştı. Tabii Don Corleone’nin evindeki dü­ ğünden sonra Baba, istediği işte Hagen’i, müşteri yol­ layarak yazıhanesini dayayıp döşeyerek her bakımdan destekleyeceğini söylemişti. Tom Hagen başını önüne eğmiş. «Ben sizin ya­ nınızda çalışmak istiyorum,» demişti Baba’ya. Baba hem şaşırmış, hem de memnun olmuştu. «Benim kim olduğumu biliyor musun? diye sormuştu. Hagen biliyordu. Tabii o sıralar Baba’nın gücü­ nün ne kadar uzağa eriştiğini yeterince kestiremezdi. İşe girişinden on yıl sonra, Genco Abbandando’nun hastalanması üzerine Consigliori vekili oluncaya ka­ dar hiç bir şey öğrenememişti. Yine de başını salla­ mış, Baba’nın gözlerinin içine cesaretle bakmıştı. «Si­ zin için, oğullarınızın çalıştığı gibi çalışacağım,» de­ mişti. Böylece tam bir bağlılık ve baş eğmeyle Don Corleone’nin üzerindeki babalık hakkını ortaya koy­ muş oluyordu. Anlayış, büyüklüğü bir efsane haline gelen Baba, o zaman Tom’a, bu eve yerleşişinden be­ ri ilk kez babaca bir şefkat belirtisi göstermişti. Hagen’e sarılmış, daha sonra da ona gerçek bir oğul gi­ bi davranmıştı. Yine de zaman zaman : «Tom annen­ le babanı asla unutma,» demekten geri kalmamıştı; sanki gerçeği Hagen’e olduğu kadar kendine de ha­ tırlatmak ister gibiydi. Oysa Hagen’in annesini, babasını unutmasına im­ kân yoktu. Annesi zekâca gelişmemiş bir çocuk gi­ biydi; kendine bakmaktan acizdi. Kansızlık yüzünden öyle hastalanmıştı ki, ne çocuklarına sevgi gösterebi­ liyor, ne de onları sever gibi davranmayı beceriyor­


du. Hagen babasından nefret etti. Annesinin ölmeden önce kör oluşu çocuğu çılgına çevirdi, kendi gözleri­ nin de hastalanması, bir kâbus gibi çöktü üzerine. Kör olacağından emindi. Babası da ölünce on bir ya­ şındaki Tom Hagen’in zekâsı garip bir şekilde durdu. Sonny’nin kendisini bir kapının eşiğinde uyurken bu­ lup evine götürdüğü güne kadar sokaklarda bir hay­ van gibi dolaştı. Daha sonra olanlar bir mucizeydi sanki. Ama Hagen yıllarca uykusunda kâbuslar için­ de çırpınarak büyüyüp kör olduğunu, beyaz bastonu­ nu yere vura vura dolaştığını, peşinden de küçük bas­ tonlarını vura vura çocuklarının geldiğini, sokaklarda dilendiklerini gördü. Bazı sabahlar uyandığında sanki Don Corleone’nin yüzü beynine işlemiş olur, kendini emniyette hissederdi. Baba, aile işindeki görevlerine ek olarak üç yıl genel hukuk stajı yapmasında diretmişti. Bu tecrübe daha sonraki yıllarda faydasını göstermiş, aynı za­ manda Hagen'in zihninde uyanan, Don Corleone’nin yanında çalışmak için verdiği kararla ilgili kuşkuları silip götürmüştü, iki yıl, Baba’nın tanıdığı ağır ceza avukatlarının bürosunda çalışmıştı. Tom Hagen’in hu­ kukun bu dalı üzerinde büyük yeteneği olduğu anlaşıl­ mıştı. Başarı kazanmıştı. Sonra aile işinde çalıştığı altı yıl boyunca Don Corleone onu bir tek kere olsun uyarmak, azarlamak gereğini duymamıştı. Consigliori vekilliği yapmaya başlayınca diğer güçlü SicilyalI aileler, Corleone ailesinden alayla : «İr­ landalI Çete» diye söz etmeye başladılar. Hagen'in hoşuna gitmişti doğrusu. Ama aile işinin başında Ba­ ha’nın yerini asla alamayacağını da anlamıştı. Haya­ tından memnundu yine de. Zaten böyle bir şeyi ken­ dine hiç amaç edinmemişti; böyle bir düşünce koru­ yucusuna ve koruyucusunun ailesine karşı «saygısız­ lık» olurdu.

Uçak Los Angeles’e indiğinde hava hâlâ karan­ lıktı. Hagen oteline gitti; duş yaptı; tıraş oldu. Kentin üzerinde şafağın söküşünü seyretti. Kahvaltısının ve


gazetelerin odasına yollanmasını istedi. Jack Woltz’la olan saat ondaki buluşmayı beklemeye başladı. Ran­ devuyu şaşılacak bir kolaylıkla sağlamışlardı. Hagen bir gün önce, film işçileri sendikalarının Billy Goff adındaki en güçlü temsilcisine telefon et­ mişti. Don Corleone’nin emirlerine uyarak Goff’a er­ tesi gün için Jack VVoltz’dan bir randevu almasını, ko­ nuşmanın sonuçlarından hoşnut kalmadığı takdirde film stüdyosunda bir işçi grevi olacağını da VVoltz’a hissettirmesini söylemişti. Randevu sgbah saat ondaydı. VVoltz stüdyoda grev yapılacağını öğrenmiş, ama üzerinde durmamıştı. Goff’un dediğine göre, «İş greve kalırsa ben kendim Don Corleone’yle konuşu­ rum.» diyordu sendikacı. «Gerekirse Baba sizinle konuşur,» diye karşılık vermişti Hagen. Böyle bir cevapla herhangi bir söz vermekten de kaçınmış oluyordu. Goff’un Don’un is­ teklerini olumlu karşılamasına hiç şaşmamıştı. Tek­ nik yönden Aile’nin nüfuzu New York’un sınırlarını aş­ mıyordu ama Don Corleone bugünkü durumda, işçi liderlerine yardım ederek gelmişti. Liderlerin çoğu hâlâ ona borçluydular. VVoltz’un saat onda randevu vermesi iyiye işaret değildi. Hagen günün ilk ziyaretçisi olacak, öğle ye­ meğine davet edilmeyecekti. Bu da VVoltz’un ona de­ ğer vermediğini gösteriyordu. Goff herifi yeterince korkutamamış olmalıydı, belki VVoltz’dan haraç alan­ lar listesinde Goff’un da adı vardı. Baba’nın kendini her türlü şan ve'şöhretten uzak tutmaktaki başarısı bazan aile işinin aleyhine oluyor. Don’un adı dış dünyada pek geçerli sayılmıyordu. Hagen’in düşüncelerinde yanılmadığı çok geç­ meden ortaya çıktı. VVoltz onu randevu saatinden ya­ rım saat sonraya kadar bekletti. Hagen aldırış etme­ di. Bekleme salonu çok lüks, çok rahat bir yerdi; kar­ şısındaki erik rengi kanapede Hagen’in şimdiye ka­ dar gördüğü çocukların en güzeli oturuyordu. Küçük kız on birinden ya da on ikisinden fazla değildi. Çok pahalı ama büyük bir kadınmkj gibi sade bir elbise giymişti, inanılmayacak kadar sarı saçları, iri deniz mavisi gözleri, çilek rengi küçücük bir ağzı vardı. An­


nesi olduğu anlaşılan bir kadının himayesindeydi, ka­ dın, Hagen’in içinde, yüzünün ortalık yerine yumruk indirmek isteği uyandıran bir küstahlık ve sertlikle bakıyordu. Hagen, kadının bakışlarına aynen karşılık vererek, «Melek gibi bir çoeuk, canavar gibi bir an­ ne,» diye geçirdi içinden. Sonunda çok şık giyimli ama orta yaşlı bir ka­ dın gelip Hagen’i fiim yapımcısının odasına giden içiçe bürolardan geçirdi. Hagen bürolarda çalışanların güzelliği karşısında etkilenmekten kendini alamadı. Gülümsedi. Hepsi de burada çalışarak beyaz perde­ ye geçmeyi kafaya koymuş kızlardı; çoğu hayatlarının geri kalan yılları boyunca burada çalışacak, ya da ye­ nilgiyi kabullenerek evlerine döneceklerdi. Jack Woltz uzun boylu, güçlü kuvvetli, koca gö­ beğini iyi dikilmiş elbisesiyle hemen hemen gizleme­ yi başarmış bir adamdı. Hagen onun hayat hikâyesini biliyordu. Woltz on yaşlarındayken Doğu Yakasında boş bira kutularını toplamış, el arabaları çekmişti. Otuz yaşında New York’tan ayrılıp Batı’ya gelmişti. Burada sinema ve film cilikle ilgilenmiş, yatırımlarda bulunmuştu. Kırk sekiz yaşına geldiğinde Hollywood’un en güçlü film yapımcısıydı. Konuşması hâlâ kaba sabaydı, edepsizcesine çapkınlık; genç yıldız adayla­ rını yiyip bitiren aç gözlü bir kurttu. Ellisine gelince değişti : Konuşma dersleri aldı, bir Ingiliz uşaktan na­ sıl giyinileceğini, diğer bir Ingiliz erkek oda hizmet­ çisinden de toplum hayatında nasıl davranmak gerek­ tiğini öğrendi. İlk karısı ölünce, rol kesmekten hoş­ lanmayan dünyaca ünlü güzel bir yıldızla evlendi. Şimdi altmış yaşındaydı, eski tabloları topluyordu. Başkanın Danışma Kurulu üyesiydi, filmlerinin sanat yönünü güçlendirmek için kendi adına milyonlarca dolarlık bir yatırım yapmıştı. Kızı bir İngiliz lorduyla, oğlu da bir Italyan prensesiyle evliydi. Son düşkünlüğü, Amerikan gazetelerinin bütün dedikodu sütunlarında yazıldığı gibi, geçen bir yıl bo­ yunca on milyon dolar harcadığı yarış atlarıydı. Ünlü Ingiliz yarış atı Hartum’u altı yüz bin dolar gibi ina­ nılmaz bir para ödeyerek almış, haber gazetelerin bi­ rinci sayfasına geçmiş, şimdiye kadar hiç bir yarışta


geçilmeyen Hartum’un emekliye ayrıldığı, bundan böy­ le VVoltz ahırlarında damızlık olarak kullanılacağı be­ lirtilmişti. Hagen’i nezaketle karşıladı. Güneşten yanmış, dikkatle traş edilmiş yüzü gülümsediğini anlatacak bir şekilde buruştu. Harcanan onca paraya, en bilgili ele­ manların dikkatli çalışmalarına rağmen VVoltz, yaşını gösteriyordu, cildi birbirine dikilmiş parçalardan mey­ dana gelmiş gibiydi. Ama davranışlarında olağanüstü bir canlılık, Don Corleone gibi, içinde yaşadığı dün­ yayı avuçları içine almış olduğunu gösteren bir hava vardı. Hagen derhal konuya geçti. Johnny Fontane’nin bir arkadaşı tarafından elçi olarak yollandığını söyle­ di. Bu kişi çok güçlüydü, Mr. VVoltz istediğini yapar­ sa kendini borçlu hissedecek, ona sarsılmaz dostluk bağlarıyla bağlanacaktı. İsteği de Johnny Fontane’nin gelecek hafta çekimine başlanacak olan savaş filmin­ de baş rolü almasıydı. VVoltz’un dikişli yüzünde hiç bir anlam belirme­ di. «Arkadaşınız bana ne gibi bir yardımda buluna­ bilir?» diye sordu. Sesinde az da olsa bir kendini be­ ğenmişlik vardı. Hagen, «İşçileriniz arasında anlaşmazlık çıka­ cak,» diye anlattı, «Arkadaşım bunun önüne geçebi­ lir. Stüdyonuza kucak dolusu para kazandıran bir er­ kek oyuncunuz var. Ama bu adam sarı kız tiryakisi. Arkadaşım bu oyuncunuzun sarı kızdan vazgeçmesi­ ni sağlayabilir. Gelecek yıllarda başınız derde girer­ se bana bir telefon etmeniz yeter.» Jack VVoltz bu sözleri, bir çocuğun öğünmesini dinler gibi dinlemişti. Sert ve kaba bir sesle, «Beni korkutmaya mı çalışıyorsun sen?» dedi. «Ne münasebet. Sizden bir arkadaşım için rica­ da bulunmaya geldim. Bu ricasını kabul etmekle hiç bir kayba uğramayacağınızı anlatmak istedim.» Jack VVoltz’un yüzündeki maske birden düştü. Adamın bütün hatları öfkeden sertleşti. Dudakları kıv­ rıldı, siyaha boyanmış kalın kaşları, sinsi sinsi ışılda­ yan gözlerinin üzerinde büklüm büklüm oldu. Masa­ sından Hagen’e doğru biraz edildi. «Seni orospu ço­


cuğu seni!» dedi. «Sen ve patronun, her kimse şunu bilin ki, Johnny Fontane. filmimde oynayamayacak. Mafia domuzlarından da hiç korkum yok.» Geri çekildi. Koltuğuna yerleşti : «Size bir öğüt vereceğim dostum. J. Edgar Hoover adını herhalde duymuşsunuzdur.» VVoltz alaylı alaylı gülümsedi, «Çok yakın dostumdur. Kendisine tehdit edildiğimi bildirirsem, neye, uğradı­ ğınızı şaşırırsınız.» Hagen, VVoltz’u sabırla, sonuna kadar dinledi. VVoltz gibi bir kişiden daha başka bir tepki beklemiş­ ti doğrusu. Bu kadar aptalca konuşan bir insan nasıl olur da yüz milyonlarca dolar değerindeki bir örgü­ tün başına gelebilirdi, Baba yatırım yapabilecek yeni işler aradığına göre durum üzerinde düşünülmeye de­ ğerdi. Film endüstrisinin başındakiler VVoltz gibi ol­ duktan sonra doğrusu bu alanda bir çok şeyler yapı­ labilirdi. VVoltz’un savurduğu hakaretler Hagen’i hiç etkilememişti. Hagen, iş tartışmalarının nasıl yapıla­ cağını Baba’dan öğrenmişti. «Asla öfkelenme,» der­ di Don Corleone. «Karşındakini asla tehdit etme. İn­ sanların mantığına hitap etmeye çalış.» Bunun İçin de bütün hakaretleri, tehditleri duymamış gibi davran­ mak gerekiyordu. Bir keresinde Baba’nın tam sekiz saat bütün ha­ karetlere göğüs gererek ünlü ve kendini beğenmiş bir adamı yola getirmeye çalıştığını izlemişti. Sekiz saatin sonunda Baba masadan kalkmış, kollarını iki yana açarak, «Bu adamla hiç kimse anlaşamaz,» di­ yerek odadan çıkmıştı. Adam korkudan titremeye başlamış, yüzü saprası olmuş, yardımcıları Don’u tek­ rar odaya gelmeye ikna etmişler, bir anlaşma yapıl­ mıştı. Ama iki ay sonra adam berberinde traş olurken öldürülmüştü. Bunun için Hagen tekrar anlaşmaya çalıştı. «Ba­ na bakın,» dedi, «ben avukatım. Cammı tehlikeye atar mıyım hiç? Sizi tehdit bile etmedim. Johnny Fontane’ye rolü verirseniz size pek çok yararımız doku­ nacak, dedim. Bu kadar küçük bir iş için size gerek­ tiğinden fazla şey vaadettim. Böyle bir teklifi kabul etmeniz sizin de çıkarınıza olacak. Johnny Fontane’ye, filmdeki rolün kendisi için biçilmiş kaftan olduğu-


ğunu söylemişsiniz. Johnny bana anlattı. Zaten durum, böyle olmasaydı rolü Johnny Fontane’ye vermenizi asla istemezdik. Ayrıca yatıracağınız para için kaygı­ lanıyorsanız, arkadaşım size yardımcı olacak. Ama beni iyi anlamanızı rica ediyorum. Cevabınız belki olumsuzdur. J. Edgar Hoover’in, dostunuz olduğunu biliyoruz. Arkadaşım bu dostiuğun ne kadar önemli olduğunu da takdir ediyor.» VVoltz para lâfını duyunca daha bir yakınlık gös­ terdi. İlgi artmış gibiydi. «Bu filme beş milyon ayrıl­ dı,» dedi. Hagen ne kadar etkilendiğini göstermek isterce­ sine, bir hayret ıslığı çaldı. «Patronumun bunu tak­ dir edeceğini biliyorum.» VVoltz konuşmasının önemini anlamaya başlamış gibiydi. «Senden söz edildiğini hiç duymadım,» de­ di, «New York’un bütün büyük avukatlarını tanırım. Ama sen kimsin?» Hagen soğuk bir tavırla, «Ben bir örgütün genel işlerine bakıyorum,» dedi. «Bu işi de Johnny arkada­ şım olduğu için aldım!» Ayağa kalktı. «Daha fazla za­ manınızı almak istemem.» Elini uzattı. VVoltz bu eli sıktı. Hagen kapıya doğru birkaç adım attı. Döndü. «Anladığım kadarıyla görünüşte çok önemli sayılankişilerle iş yapıyorsunuz. Kimi olduğumu öğrenmek isterseniz otelime telefon edin.» Bir an durdu. «Sizebelki inanılmaz gibi gelecek ama, beni buraya yolla­ yan kişi, dostunuz. J. Edgâr Hoover’in bile aklının ala­ mayacağı kadar büyük iyiliklerde bulunabilir. Yapa­ mayacağı şey yoktur.» VVoltz’un gözlerinin kısıldığını gördü Hagen. Sonunda Hagen’in ne demek istediği­ ni anlamaya başlamıştı galiba. «Çevirdiğiniz filmeri çok beğenirim. Dilerim aynı dürüst, kaliteli çalışma­ yı sürdürürsünüz, ülkemizin sizin gibi çalışanlara ih­ tiyacı var.»

O gün akşama doğru VVoltz’un sekreteri Hagen’e* telefon etti. VVoltz’un arabasının onu bir saate kadar alacağını bildirdi; VVoltz onu sayfiyedeki evine, ak­


şam yemeğine davet ediyordu, üç saatlik bir yolcu­ luktu bu; ama arabada her türlü ihtiyacı karşılayacak tedbirler alınmıştı. Sekreter sözünü, «Bavulunuzu alın. Mr. Woltz sizi sabah uçağına yetiştirecek,» diye bitirdi. «Teşekkür ederim,» dedi Hagen. işte düşünül­ mesi gereken bir mesele daha çıkmıştı ortaya. Wortz sabah uçağıyla New York’a döneceğini nereden öğ­ renmişti? Herhalde gerekli bütün bilgileri elde ede­ bilmek için peşine adam koymuştu. Artık VVoltz’un, Baba’nın adamı olduğunu öğrenmiş olması gerekirdi. Demek ki, adamı meseleyi yeniden düşünmek, konuş­ mak gereğini duyuyordu. Belki VVoltz sandığından çok daha zeki bir adamdı. Jack VVoltz’un evi tam bir sinema adamına yakı­ şır büyüklükteydi. Büyük ev geniş, bakımlı bir bah­ çeyle çevriliydi. At sürülerinin otlaması için de büyük otlaklar hazırlanmıştı. Çitler, bahçenin tarhları bir film yıldızının tırnakları gibi titizlikle düzeltilmişti. VVoltz, Hagen’i soğuk hava aracıyla serinletilmiş ve camekânla kaplatılmış verandada karşıladı. Yakası açık bir gömlek, hardal rengi ipek pantolon ve yu­ muşak deri sandallar giymişti. Hagen’e önceden ha­ zırlanmış tepsiden kocaman bir martini bardağını uzattı. Kendi de aldı. İlk karşılaşmalarından çok da­ ha yakın bir hali vardı. Kolunu Hagen’in omuzuna at­ tı. «Yemeğe daha epey var,» dedi. «Haydi birlikte gi­ dip atlara bakalım.» Ahırlara doğru yürürlerken, «Kim­ liğini anlamak için araştırma yaptım Tom.» dedi. «Patronunun Corleone olduğunu başlangıçta söyle­ meliydin. Seni, Johnny’nin korkutmak için bana yol­ ladığı bir haydut sandım. Ben blöfe, korkutulmaya hiç gelemem. Ama şimdi keyfimize bakalım. İşi yemek­ ten sonra konuşuruz.» VVoltz gerçekten iyi bir ev sahibiydi. Ahırlarını Amerika’nın en ünlü harası haline getirecek olan ye­ ni yöntemlerden söz etti. Ahırların hepsi de yangına dayanıklı maddelerden yapılmıştı; son derece temiz, bakımlıydı; özel dedektiflerden meydana gelen bir


özel emniyet örgütü vardı. Sonunda VVoltz onu, duva­ rına bronz levha çakılmış bir bölmeye götürdü. Plâ­ kanın üzerinde «Hartum» yazılıydı. Bölmenin içindeki hayvan Hagen’in bilgisiz ba­ kışlarına göre bile çok güzel bir attı. Hartum’un de­ risi geniş alnındaki elmas şeklindeki akıtma hariç karga kanadı siyahlığındaydı. İri kahverengi gözleri sarı elmaslar gibi ışıldıyordu; bakımlı bir hayvandı. Derisi ipek gibiydi. VVoltz çocukça bir gururla, «Dün­ yanın en büyük yarış atı,» dedi. «Onu geçen hafta Ingiltere’de altı yüz bin dolara satın aldım. Rus çar­ larının bile bir tek at için bu kadar çok para verme­ diklerine bahse girerim. Bu ülkenin şimdiye dek gör­ mediği kadar büyük bir yarış atı harası kuracağım.» Atın yumuşak yelesini okşadı. Sevgiyle, «Hartum, Hartum,» dedi. Sesinde gerçek bir sevgi vardı. VVoltz devam etti : «iyi ata binerim ben,» dedi Hagen’e. «Hem de bu spora ne zaman başladım biliyor mu­ sun? Elli yaşında.» Güldü. «Belki de büyük annele­ rimden birini bir Kazak becermiştir. Kimbilir. Belki de damarlarımda Kazak kanı dolaşıyor.» Hartum’un kar­ nını kaşıdı hafifçe «Şuna bak,» dedi, «Bana da tam böylesi gerekirdi.» Yemek yemek için eve döndüler. Servis takımla­ rı ve tabaklar hep altın yaldızlıydı. Ama Hagen ye­ mekleri fevkalâde, bulmadı. VVoltz’un yalnız yaşadığı belliydi. Yemeğe fazla değer vermediği de anlaşılı­ yordu. Hagen yemek bitip büyük Havana puroları yakılıncaya kadar bekledi. Sonra VVoltz’a s o rd u : «Johnny’ye rolü veriyor musunuz, vermiyor musu­ nuz?» «Veremem,» dedi VVoltz. «İstesem de veremem. Bütün anlaşmalar imzalandı. Çekime de önümüzdeki hafta başlanıyor. Artık elimden hiç bir şey gelmez.» Hagen sabırsızlıkla, «Mr. VVoltz,» dedi, «anlamı­ yorsunuz. Tepedeki biri için böyle bir özür geçerli değildir.» Purosundan bir nefes çekti. «Patronumun verdiği sözü tutmayacağından mı kuşkulanıyorsu­ nuz?» VVoltz soğuk bir tavırla, «İşçilerimin grev yapa­ caklarını biliyorum,» dedi. «Orospu çocuğu Goff te­


lefon etti, söyledi. Hem de ne söyleyiş! Bir de herife el altından para yediriyorum. O büyük yıldızımı sarı kızdan kurtaracağınıza da eminim. Ama umurumda bile değil. Filmlerimi kendi imkânlarımla çevirecek kadar param var. Çünkü o piçoğlu piç Fontane’den nefret ediyorum. Patronuna söyle, ricasını kabul ede­ meyeceğim ama, başka bir arzusu olursa emrine ama­ deyim. Başka ne isterse yaparım.» Hagen, «Pis sinsi köpek,» diye geçirdi içinden. «Peki beni buraya kadar ne demeye getirdin?» VVoltz’­ un düşündüğü olmalıydı. Soğuk, soğuk «Durumu kav­ ramadığınız görüyorum, Mr. VVoltz,» dedi. «Mr. Cor­ leone, Johnny’nin vaftiz babasıdır. Bu çok sıkı, din yönünden çok kutsal bir bağdır. İtalyanların bir inanı­ şı vardır : Hayatın çok güç olduğunu, bir insana iki ba­ banın gerektiğini söylerler. Bu yüzden vaftiz baba­ ları vardır her birinin, Johnny’nin babası epey zaman önce öldüğünden Mr. Corleone vaftiz babalığı göre­ vini daha bir titizlikle yerine getirmek istiyor. Sizden çok duygulu bir kişidir, bir kere reddedildiği yeri bir daha denemez.» VVoltz omuz silkti, «üzgünüm,» dedi. «Cevabım yine de hayır. Siz buradasınız, grevi önlemeniz için ne kadar istersiniz? Nakit vereceğim, hemen şimdi.» İşte bilmece çözülmüştü. Johnny’ye rolü verme­ yecekti ama grevin önüne geçmek için Hagen’den yararlanmak istiyordu. Don Corleone’den bir korkusu yoktu. Gerçekten VVoltz siyaset hayatındaki güçlü ar­ kadaşları, FBl’in şefi ve büyük serveti sayesinde Don Corleone’nin tehditlerini kolayca savuşturacağı kanı­ sındaydı. Oysa hatalı olan bir yan vardı : Don Corleo­ ne vaftiz oğluna istediği rolü sağlayacağına söz ver­ mişti; Hagen şimdiye kadar Don Corleone’nin verdiği sözü yerine getirmediğine tanık olmamıştı. Sabırla: «Benim anlattıklarımı bile bile anlamaz­ lıktan geliyorsunuz,» diye konuştu. «Üstelik beni ken­ di çıkarınız için kullanmaya kalkışıyorsunuz. Don Cor­ leone çıkacak grevde size yardımcı olur, bunun önü­ ne geçer ama, görüyorum ki, beni ciddiye almıyorsu­ nuz. Şahsen büyük bir hata işlediğinizi belirtmek is­ terim.d


Böyle bir anı bekliyormuş gibi VVoltz birden par­ ladı : «Ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum,» dedi. «Mafia’nın işi bu, değil mi? Bütün o tatlı konuşmala­ rınız, zeytinyağı ithalâtı boş lâflar; aslında beni tehdit ediyorsunuz. Ama ben de açık konuşacağım. Johnny Fontane filmde asla oynayamayacak; oysa rol için bi­ çilmiş kaftan. Bu film i çevirseydi büyük yıldız olur­ du. Ama asla olamayacak. Çünkü o dürzüden nefret ediyorum. Onu Hollywood’dan sürmek için elimden geleni yapacağım. Nedenini de söyleyeyim. Çünkü benim en değerli kadın yıldızlarımdan birini mahvet­ ti. Bu kızı beş yıldan beri yetiştiriyordum: Eğitimi, öğ­ renimi için yüzlerce, binlerce dolar harcamıştım. Onu bir yıldız yapacaktım. Daha da açık konuşacağım. Ben katı yürekli bir adam değilim. Sözkonusu yalnız harcadığım para değil. Kız çok güzeldi. Orası şimdiye dek gördüğüm, tanıdığım en büyük, en sevdiğim şeydi. Sonra Johnny geldi; o baygın sesi, domuzlara özgü çekiciliğiyle. Kız her şe­ yi bırakıp gitti. Beni gülünç duruma düşürdü. Benim gibi bir kişi gülünç düşürülemez, Mr. Hagen Johnny’­ nin cezasını vermeliyim.» Woltz, Hagen’i ilk kez şaşırtmıştı. Tom, VVoltz gi­ bi variıklı bir erkeğin bu saçmalıkların etkisinde ka­ lıp iş konusunda hata yapabilmesine akıl erdiremiyordu. Hem de bu kadar önemli bir işte! Hagen’in, Don Corleone’ nin dünyasında fizik güzellik, kadınla­ rın cinsi cazibesi en küçük bir rol oynayamazdı. Kadın erkeklerin dünyasına sokulmazdı. Hagen son bir ke­ re daha anlaşmaya çalıştı : «Çok haklısınız, Mr. VVoltz,» dedi. «Ama üzüntü­ nüz bu kadar derin mi? Bu küçük isteğin patronum için ne kadar önemli olduğunu anlamaya yanaşmıyor­ sunuz. Mr. Corleone vaftiz töreni sırasında küçük Johnny’yi kollarından tuttu. Johnny’nin babası ölünce babalık görevini üzerine aldı. Mr. Corleone dostları­ nı asla unutmaz.» VVoltz birden ayağa kalktı. «Seni yeteri kadar dinledim. Bana haydutlar emir veremez, ben onlara emrederim. Şu telefonu elime alırsam geceyi hapis­


hanede geçirmek zorunda kalırsın. O Mafia sürüsü kılıma bile dokunacak olursa onlara haydut şefi ol­ madığımı pek kolaylıkla ispatlarım. Zora başvurursa­ nız Beyaz Saray’daki nüfuzumu bile kullanırım.» Aptal, budala herif. Hagen, bu adam nasıl pezzonovante olmuş, diye şaştı kendi kendine. Başkanın danışmanı, dünyanın en büyük stüdyosunun sahibi! Baba gerçekten film endüstrisine el atmalıydı. «Yemek ve geçirdiğimiz güzel akşam için teşek­ kür ederim,» dedi Hagen. «Beni havaalanına götüre­ cek bir taşıt sağlar mısınız? Geceyi burada geçirmek istemiyorum.» Woltz soğuk soğuk gülümsedi. «Mr. Corleone kötü haberlerin kendisine derhal ulaştırıl­ masını ister.» Hagen evin geniş sütunları altında arabayı bek­ lerken, VVoltz’un yazıhanesinde rastladığı küçük kızla annesini gördü. Ama şimdi küçük kızın biçimli du­ dakları kalın, pembe bir şeye bulanmış gibiydi. De­ niz mavisi gözleri nemliydi; merdivenlerden kapısı açık duran arabaya yürürken uzun bacakları yeni doğ­ muş bir tay gibi titriyordu. Anne çocuğa destek oluyor, arabaya binmesine yardım ediyor, kulağına bir şey­ ler fısıldıyordu. Annenin başı kaçamak bir hareketle Hagen’den yana döndü, Hagen kadının bakışlarında yakıcı, zaferle parıldayan atmacanınkine benzer ışıltı­ lar gördü. Sonra o da büyük arabanın içinde kay­ boldu. «Demek VVoltz beni bu yüzden yanına alıp ge­ tirmedi,» diye düşündü Hagen. Kızla annesi buraya film yapımcısıyla buluşmaya gelmişlerdi. Böylece VVoltz yemekten önce dinlenecek, küçük kızla meş­ gul olacak zamanı bulmuştu. Bir de Johnny bu dün­ yada yaşamak istiyordu ha? Johnny’ye de, VVolz’a da iyi şansiar. Paulie Gatto aceleye getirilen, özellikle zorbalık gerektiren işlerden nefret eder, yapacağı işi önceden plânlamak isterdi. Ne kadar kolay olursa olsun, bu geceki gibi bir iş bile hata edildiği takdirde insanın başını belâya sokabilirdi. Şimdi birasını yudumlarken


çevresini inceliyor, barda iki küçük sokak kadınıyla duran iki serseri delikanlının neler yaptığını anlama­ ya çalışıyordu. Paulie Gatto iki delikanlı hakkında bilinecek ne varsa biliyordu. Adları Jerry VVagner ve Kevin Moonan’dı. İkisi de yirmi yaşlarında, yakışıklı, kestane rengi saçlı, uzun boylu ve güçlü kuvvetliydiler, ikisi de iki haftaya kadar üniversitelerine döneceklerdi; ikisinin de siyasî hayatta nüfuzlu babaları vardı; bu nedenle, bir de üniversite öğrencisi olmaları yüzün­ den askere gitmekten kurtulmuşlardı. Aynı zamanda, Amerigo Bonasera’nın kızına saldırdıkları için yedik­ leri ceza tecil edilmişti. Paulie Gatto, pis serseriler, diye düşündü. Asker kaçakları, gece yarısından son­ ra meyhanede içki içerek haklarında verilen tecil ka­ rarına uymuyor, üstelik orospu peşinde koşuyorlardı. Paulie Gatto’nun kendi de askerden kaçmıştı. Çün­ kü doktoru, bu yirmi altı yaşındaki beyaz ırktan, be­ kâr hastasının akıl hastalığı yüzünden şok tedavisi gördüğü yolunda bir rapor hazırlamıştı. Yalandı hep­ si; ama Paulie Gatto kendini suçlu hissetmemişti. Paulie Gatto aile işinde kendini gösterdikten sonra Clemenza’ya askerlik konusunda gerekli bütün işlem­ leri yaptırmıştı. Oğlanlar üniversitelerine dönmezden önce işin derhal bitirilmesini ona Clemenza söylemişti. ‘Peki niçin ille de New York’ta yapılacak?’ diye düşündü Gatto. Clemenza yalnız işin yapılacağı yerle birlikte yığınla talimat vermişti. Şimdi bu iki serseri, yanların­ daki kadınlarla sokağa çıkacak olurlarsa bir gece da­ ha boşuna geçmiş olacaktı. Kızlardan birinin gülerek, «Aklını mı kaçırdın sen Jerry?» dediğini duyabildi. «Seninle asla araba­ ya binmem. O zavallı kız gibi kendimi hastanede bul­ mak istemiyorum.» Kadının sesi karşısındakine nisbet vermek isteyen bir hoşnutlukla doluydu. Gatto için bu kadarı yeterliydi. Birasını bitirdi. Karanlık sokağa çık­ tı. Mükemmel. Vakit gece yarısını geçmişti. Yalnız bi­ raz ilerde öteki meyhanenin ışıkları görünüyordu. Geri kalan bütün dükkânlar kapalıydı. Clemenza dev­ riye arabasının icabına bakmıştı. Radyo mesajını alın­


caya kadar ortalıkta görünmeyecekler, mesajı alınca da acele etmeyeceklerdi. Gatto dört kapılı Chevrolet arabaya dayandı. Ar­ ka tarafta iki kişi oturuyordu; iri yarı olmalarına rağ­ men hemen hemen hiç görünmüyorlardı. Paulie, «Dı­ şarı çıkınca yakalayın,» dedi. Paulie Gatto hâlâ bu işin aceleye getirildiği ka­ nısındaydı. Clemenza ona iki delikanlının polisçe çe­ kilmiş vesikalık fotoğraflarıyla bar kızlarını ayartmak için gittikleri yerler üzerine, bilgi vermişti. Paulie adamlarından ikisini seçmiş, onlara delikanlıları gös­ termiş, gerekli emirleri de vermişti. Başın üstüne ve arkasına vurulmayacak, kaza sonucu da olsa ölüme yol açacak bir davranışta bulunulmayacaktı. Bundan başka ne isterlerse yapabilirlerdi. Yalnız bir tek ihtar­ da bulunmuştu: «Bu serseriler hastaneden bir aydan daha kısa süre içinde çıkarlarsa kamyon şoförlüğüne dönersiniz yine.» İki iriyarı adam arabadan çıkmak üzereydiler. İki­ si de küçük kulüplerden öteye gidemeyen eski bok­ sörlerdi. Sonny Corleone onlara birer küçük iş vere­ rek geçimlerini sağlamıştı. Bu yüzden duydukları minnettarlığı göstermeye çok hevesliydiler. Jerry VVagner ile Kevin Moonan dışarı çıktıkla­ rında yalnızdılar. Bar kızlarının alayları erkeklik gu­ rurlarına dokunmuştu. Arabasının çamurluğuna da­ yanmış duran Paulie, «Hey, Kazanovalar,» diye ses­ lendi, «orospular sizi ne güzel ektiler.» iki genç keyifle ondan yana döndü. Paulie Gatta, barda uğradıkları hakaretin acısını çıkaracakları biri gibi görünüyordu. İnce, yüzlü ve ufak tefekti. Ara­ salar bulamazlardı böylesini. Heyecanla Paulie’nin üzerine atıldılar. Aynı anda arkadan iki kişi tarafın­ dan kollarının tutulduğunu hissettiler. Bu sıra Paulie Gatto’nun elinde özel olarak yapılmış yarım metre uzunluğunda, üzeri pirinç kakmalı bir kırbaç belirdi. Haftada üç gün cimnastik salonunda idman yaptığın­ dan vuruş zamanını iyi ayarlıyordu. VVagner’i tutan boksör onu havalandırdı. Paulie kolunu kaldırıp ser­ serinin karnına aşağıdan yukarı doğru vurdu. VVag­ ner bayıldı. Adam onu yere bıraktı, VVagner’in hak­


kından gelmek altı saniye ancak sürmüştü. Şimdi ikisi de dikkatlerini Kevin Moonan’a çevir­ diler. Oğlan bağırmaya çalışıyor, ama onu tutan adam bir eliyle boğazını sıkıyor, soluk almasını güçleştiri­ yordu. Paulie Gatto arabaya atladı; motörü çalıştırdı, iki iriyarı adam Moonan’ı turşuya çevirmekle meşguldü­ ler. Bunu da insanın içine ürküntü veren bir dikkat ve düzenle, sanki çok zamanları, varmış gibi rahatlıkla yapıyorlardı. Yumruklarını gelişigüzel değil, iri göv­ delerinin tüm ağırlığını vererek indiriyorlardı. Her darbeyle Moonan’ın bir yeri yarılıp açılıyordu. Gatto delikanlının yüzüne şöyle bir baktı. Tanınmıyacak hal­ deydi. İki boksör Moonan’ı kaldırımın kenarına bıra­ kıp VVagner’e döndüler. Wagner ayağa kalkmaya ça­ lışıyordu. «İmdat!» diye bağırmaya başladı. Bardan biri çıktı. Şimdi daha hızlı çalışmak gerekiyordu. VVagner’i dizlerinin üzerine oturttular. Boksörlerden biri kolunu tutup kıvırdı, sonra omurga kemiğine bir tekme indirdi. Bir çatırtı duyuldu. VVagner’in acıyla at­ tığı çığlık üzerine sokaktaki bütün evlerin pencere­ leri açıldı. İki adam şimdi ellerini çabuk tutuyorlardı. Biri iki eliyle VVagner’in başına mengene gibi yapış­ mış, onu dimdik tutuyordu, diğeri sabit hedefe koca­ man yumruklarını indiriyordu. Bardan başkaları da çık­ tı, ama hiç biri de araya girmeye cesaret edemiyor­ du. Paulie Gatto bağırdı : «Haydi gelin, yeter artık!» iki adam arabaya atladılar. Paulie Gatto arabayı so­ kaktan bir ok gibi çıkardı. Biri çıkıp arabayı tarif ede­ cek, plâk numarasını verecekti ama önemi yoktu. Za­ ten çalınmış bir Kaliforniya plâkasıydı; New York kentinde belki yüz bin tane siyah, dört kapılı Chev­ rolet araba vardı.

İKİNCİ BÖLÜM TOM Hagen perşembe sabahı yazıhanesine gitti. Cu­ ma günü Virgil Sollozzo ile. yapacakları görüşme için


gerekli hazırlıkları tamamlamak istiyordu. Bu öyle önemli bir toplantıydı ki, Tom Hagen, Aile’ye yapıla­ cağını bildikleri teklif üzerine gerekli bilgiyi edinmek için bütün bir gece oturup kendisiyle konuşmak is­ tediğini Baba’ya bildirmişti. Bu hazırlık türünden ko­ nuşmaya da sakin bir kafayla oturabilmek için elin­ deki işleri bitirmek niyetindeydi. Don Corleone, perşembe gecesi geç vakit Hollyvvood’dan dönen Hagen’in verdiği bilgiler karşısında hiç şaşırmamıştı. Hagen’in her şeyi en ince ayrıntıla­ rına kadar anlatmasını istemiş. Hagen güzel küçük kızla annesinden söz edince yüzünü tiksintiyle bu­ ruşturmuş, «infamita,» diye mırıldanmıştı. Bu Don Corleone’nin en ayıplayıcı sözcüğüydü. Hagen’e son olarak bir tek soru sormuştu : «Bu adam prensip sa­ hibi mi?» Hagen Baba’nın bu soruyla ne demek istediğini düşündü. Yıllar Hagen’e, Don’un değer ölçülerinin başkalarından çok farklı olduğunu, sözlerinin de de­ ğişik anlamlara gelebileceğini öğretmişti. VVoltz kişi­ lik sahibi bir erkek mi? iradesi kuvvetli mi? Her hal­ de kuvvetliydi, ama Baba’nın sorduğu bu değildi. Film yapımcısı blöfe gelemeyecek kadar yürekli miydi? En büyük yıldızının beyaz zehir kullandığı ortaya çıka­ cak olursa kopacak rezalete dayanacak kişilikte miy­ di? Hagen buna evet karşılığını verirdi. Oysa Don’un sorduğu bu da değildi. Sonunda Hagen soruyu kafa­ sında gereken biçime soktu. Jack VVoltz, intikam al­ mak için her şeyi kaybetmek pahasına da olsa yolun­ da yürüyebilecek kadar yürekli miydi? Hagen gülümsedi. Ender yaptığı bir şeydi ama şimdi Don’la şakalaşmaktan kendini alamadı. «VVoltz’un SicilyalI olup olmadığını öğrenmek istiyorsunuz.» Don başını hoşnutlukla salladı. Hagen’in zekâsını ve sözlerindeki gerçek payını takdir ediyordu. Hagen «Hayır,» dedi. Konuşmaları bu kadarla bitmişti. Don meseleyi ertesi güne kadar düşündü. Çarşamba öğleden son­ ra Hagen’i çağırdı, emirlerini verdi. Günün geri kalan bölümünü verilen emirlerin yerine getirilmesiyle ge­


çiren Hagen, Don’un buluşu karşısında hayran kal­ mıştı. Don’un sorunu çözümlediğinde, Jack VVoltz’un sabah telefon edip Johnny Fontane’nin yeni savaş filminde baş rolü aldığını bildireceğinden hiç kuşku­ su kalmamıştı. Tam o sıra telefon çaldı. Ama arayan Amerigo Bonasera idi. ölü gömücünün sesi minnettarlıkla tit­ riyordu. Hagen’den, Baba’ya ölmez dostluğunu ilet­ mesini istedi. Baba’nın telefonu açması yeterdi. O, Amerigo Bonasera, Aziz Vaftiz Babası için hayatını vermeye hazırdı. Hagen bu sözleri Don Corleone’ye ileteceğine söz verdi. Daily News gazetesinin orta sayfası sokakta ya­ tan Kevin Moonan’la, Jerry VVagner’e ayrılmıştı. Fo­ toğraf insanın içini bulandıracak kadar canlıydı, iki serseri insan değil de, birer kanlı pelte gibiydiler. Ga­ zete «Mucize» diyordu, «delikanlıların ikisi de yaşı­ yor. Ama aylarca hastanede yatmaları, estetik ame­ liyat geçirmeleri gerekecek.» Hagen Paulie Gatto’­ nun işinin ustası olduğunu düşündü. Clemenza’ya ge­ rekli emir verilmeli, Gatto mükâfatlandırılmalıydı. Def­ terine not aldı. Bunu izleyen üç saat içinde Hagen durmadan çalıştı. Don’un zeytinyağı ithalâtından, inşaat şirketin­ den ve diğer işlerden gelen kazanç raporlarını ince­ ledi. Hesaplar yaptı, işler gerektiği kadar yolunda git­ miyordu; ama savaş sona erdiğine göre kazanç da artacaktı. Neredeyse Johnny Fontane meselesini unutmuştu ki, sekreteri Kaliforniya’dan arandığını bil­ dirdi. Hagen telefonu alırken içinden heyecana ben­ zer kıpırtılar duydu. «Ben Hagen,» dedi. Telin öteki ucundan gelen ses tanınmayacak ka­ dar nefret ve öfkeyle doluydu. «Seni orospu çocuğu seni,» diye bağırıyordu VVoltz. «Seni hapse attıraca­ ğım. Ömür boyu çıkamayacaksın oradan. Seni mah­ vetmek için elimdeki son meteliğe kadar harcaya­ cağım. Johnny Fontane’nin düdüğünü kestireceğim, duydun mu, domuzoğlu domuz?» Hagen sakin bir sesle : «Ben Alman - İrlandalI karışımı bir ailedenim,» dedi. Uzun bir sessizlik ol­ du. Sonra telefonun kapandığını gösteren bir çıtırtı


duyuldu. Hagen gülümsedi. Jack VVoltz, Don Corle­ one’ye karşı tek bir söz olsun söylememişti. Dahî, de­ hasının karşılığını görüyordu. Jack VVoltz, hep yalnız yatardı. On kişinin rahat­ ça uzanabileceği kadar büyük bir yatağı, bir filmin balo sahnesinin çevrilebileceği kadar geniş bir yatak odası vardı, ilk karısının on yıl önce ölmesinden beri hep yalnız yatmağı yeğ tutuyordu. Bu onun artık ka­ dınlarla ilişkisi olmadığını göstermezdi. Yaşına rağ­ men VVoltz ateşli bir erkekti. Ama artık onu yalnız çok genç kızlar ilgilendiriyordu. Bu perşembe, sabahı anlayamadığı bir nedenden ötürü erken uyandı. Şafağın yumuşak ışıkları odayı sanki bir sis perdesine bürümüştü. Yatağının ayak ucunda bildik bir şey vardı. VVoltz daha iyi görebil­ mek için dirseklerinin üzerinde doğruldu. At başı şek­ linde bir şeydi bu. VVoltz uyku sersemi uzandı, ma­ sa lâmbasını yaktı. Gördüğü şeyin etkisiyle midesi allak bullak ol­ du. Sanki koca bir balyozla göğsüne vurmuşlardı. Kalbi deli gibi çarpıyor, başı dönüyordu. Kalın, de­ ğerli halının üstüne kusmaya başladı. Büyük yarış atı Hartum’un gövdesinden ayrılmış simsiyah, ipek gibi başı bir kan çukurunun içine sap­ lanmış gibiydi. Beyaz, kalın kaşları görünüyordu. El­ ma büyüklüğünde, altın gibi ışıldayan gözleri şimdi kan bürümüştü. VVoltz, neye uğradığını şaşırdı. İşte olayın verdiği bu ilk dehşetle Hagen’e telefon etmiş, yine bu dehşetle avaz avaz bağırarak uşaklarını ve doktorunu çağırmıştı. Ama VVoltz kendini pek kısa bir zamanda toparladı. VVoltz, doktorun verdiği hafif, sinirleri yatıştırıcı ilâcı aldı. Daha bir soğukkanlılıkla düşünmeye baş­ ladı. Onu asıl sarsan şey, Corleone denen adamın altı yüz bin dolar değerinde ve dünyaca ünlü bir atın, soğukkanlılıkla öldürülmesini emredebilmesiydi. Altı yüz bin dolar! Bu daha başlangıçtı. VVoltz düşüncele­ rinin burasına gelince dehşetle titredi. Çok sarsılmıştı. Altı yüz bin dolar değerindeki bir hayvanın canına kıymak ne demekti? Böyle bir ci­ nayeti nasıl bir kişi işleyebilirdi? Hem de hiç bir uya­


rıda bulunmadan! Pervasız, kendi dünyasında kendini Tanrı sayan bir kişiye karşı bu şekilde davranmak akıl almaz bir şeydi! üstelik ahırlarını özel dedektif­ leri ve araçlarla güvenlik altına aldığına inandığı bir sırada olmuştu. Şimdi Woltz, başı bir baltayla kesil­ mezden önce hayvana kuvvetli uyku ilâcı verildiğini öğrenmiş bulunuyordu. Gece nöbetini tutan adamlar hiç bir ses işitmemişler, kuşku uyandıracak bir şey görmemişlerdi. Woltz için imkânsızdı bu. Adamlar ko­ nuşturulmalıydı. Biri onları satın almıştı mutlaka. Bu kişinin bulunması gerekiyordu. VVoltz, aptal bir insan değildi, yalnız çok bencil­ di, Kendi dünyası içindeki gücünün Don Corleone’ninkinden daha büyük olduğunu sanmış ve aslında çok yanılmıştı. Bütün servetine, Amerika Birleşik Dev­ letleri Başkanıyla olan bütün ilişkilerine, FBI yönet­ meninin dostu olmasına rağmen İtalya’dan zeytinyağı ithal eden bilinmedik bir tüccarın canı istediği zaman onu öldürebileceği açıkça ortadaydı. Hartum yerine onu öldürtebilirdi. Bunun nedeni de Johnny Fontane’ye filminde istediği rolü vermemesiydi. İnanılma­ yacak bir şeydi bu. Bir insanın böyle davranmaya hakkı yoktu. İnsanlar istedikleri gibi davranmaya kal­ kıştıklarında kimsenin malı canı emniyette olamazdı. Çılgınlıktı. Bu, paranızla kurduğunuz örgütte istediği­ niz gibi çalışmaya, istediğinizi yapmaya hakkınız ol­ maması demekti. Komünizmden on kere daha kötüy­ dü. Bu gibi kişilerin derhal icabına bakılmalıydı. Kurduğu hayatı düşündü. Zengindi. Dünyanın en güzel kadınları parmağının bir işaretine, vadedeceği bir kontrata bakıyorlardı. Kralların, Kraliçelerin huzuruna çıkmıştı. Paranın sağlayabileceği en mü­ kemmel, en rahat hayatı yaşıyordu. Bütün bunları bir kapris uğruna feda etmek akılsızlık olurdu. Belki de Corleone’yi ele geçirebilirdi. Bir yarış atını öldürme­ nin cezası neydi? Bu sırada aklına başka bir şey gel­ di. Eğer Hartum’un öldürüldüğü duyulacak olursa herkese karşı küçük düşmüş olacaktı. Bütün Kalifor­ niya onun güçsüzlüğüyle eğlenecekti, işte Woltz o za­ man kararını verdi. Gülünç olmak ve belki de öldü­


rülmek düşüncesiydi onu bu karara vardıran neden­ ler. Woltz, gerekli emirleri verdi, özel, güvenilir adam­ ları derhal harekete geçtiler. Uşaklar ve doktorlar, yarış atı Hartum’un İngiltere’den getirilirken öldüğü­ nü söyleyeceklerdi; basına da aynı şekilde açıkla­ ma yapıldı. Bu olaydan altı saat sonra Johnny Fontane, ge­ lecek pazartesi günü işe başlayacağını doğrulayan bir telefon konuşması yaptı. O akşam Hagen, ertesi gün Virgil Sollozzo ile yapacakları toplantı ile ilgili son hazırlıklar için Ba­ ha’nın evine gitti. Baba, büyük oğlunu da çağırtmıştı. Sonny Corleone’nin yuvarlak, ablak yüzü yorgundu. «Hâlâ o Lucy Mancini denen kızla düşüp kalkıyor ga­ liba,» diye düşündü Hagen. Bu da başlarına bir iş çıkaracaktı. Don Corleone koltuğuna gömülmüş, Di Nobili marka purosunu tüttürüyordu. «Bilmemiz gereken her şeyi biliyor muyuz?» di­ ye sordu Baba. Hagen notlarının bulunduğu dosyayı açtı. «Sol­ lozzo bizden yardım istemeye geliyor,» diye başladı. «Bizim hiç olmazsa bir milyon dolar koymamızı ve kendisini korumamızı isteyecek. Buna karşılık bize de kârdan pay verilecek, ama ne kadar olduğunu hiç kimse bilmiyor. Sollozzo’nun gerisindeki Tattaglia ai­ lesi. İş, uyuşturucu maddelerle ilgili. Haşhaşın yetişti­ rildiği Türkiye’de Sollozzo’nun adamları var. Haşhaşı oradan Sicilya’ya sevkediyor. Sicilya’da haşhaş hiç bir güçlükle karşılaşılmadan eroin haline getiriliyor. Sicilya’da bir tehlike yok. Asıl mesele eroinin Ame­ rika’ya getirilip dağıtılması. Tabii yatırım da önemli. Bir milyon doları sokaktan toplayamaz. Sollozzo’ya Türk diyorlar. Türkiye’de bir hayli zaman kalmış. Türk asıllı bir karısı ve iki çocuğu var­ mış. üstelik bıçak kullanmakta da pek ustaymış. Çok becerikli bir kişi olduğu söyleniyor. Poliste de kaydı var. İki yıl İtalya’da, bir yıl da Amerika’da hapse gir­


miş. Amerika’da da bir karısı ve üç çocuğu var. Çok iyi bir aile babasıymış.» Don purosundan bir nefes çekti. «Santino, sen ne düşünüyorsun bu konuda?» diye sordu. Hagen, Sonny’nin ne diyeceğini biliyordu. Sonny, babasının elinde oyuncak olmak istemiyor, buna si­ nirleniyordu. Kendi başına çalışmak, büyük işler be­ cermek arzusundaydı. Böyle bir iş onun için biçilmiş kaftandı. Sonny, «Bu işte çok para var,» diye cevap verdi, «ama tehlikeli de olabilir, işler kötü gittiği takdirde en hafif hapis cezası yirmi yıldır. Biz işi yalnız yasa­ lara karşı korumayı ve paraca desteklemeyi üzerimi­ ze alırsak büyük faydalar sağlarız.» Hagen, Sonny’ye saygıyla baktı. Güzel konuş­ muştu oğlan. Elindeki kozları iyi oynamıştı. «Ya sen Tom?» dedi Don Corleone. «Sen ne dü­ şünüyorsun?» İHagen dürüst davranmak niyetindeydi. Baba’nın Sollozzo’nun teklifini reddedeceğini biliyordu. Ama işin kötü yanı, Don’un hayatında ilk kez işi başından sonuna dek, ayrıntılarıyla incelememiş olmasıydı. He­ nüz uzağı göremiyordu bu konuda. «Haydi, Tom, konuş,» dedi cesaret vermek ister gibi. «SicilyalI bir Consigliori bile zaman zaman Don’­ un fikirlerine katılmayabilir.» Gülüştüler. «Bana kalırsa Sollozzo’nun teklifine evet deme­ lisiniz. Bütün nedenleri biliyorsunuz. Ama en önem­ lisi şu: Uyuşturucu maddelerde, diğer bütün işlerden daha çok para var. Eğer bu işe biz girmezsek bir baş­ kası, örneğin Tattaglia ailesi girebilir. Kazandıkları parayla da siyasî güçlerini arttırır, polisi avuçları içi­ ne alabilirler. O zaman Tattaglia ailesi bizden daha güçlü olur. Sonunda bizi sıkıştırmaya, elimizdekini al­ maya kalkışırlar. Onlar silâhlanırsa, biz de silâhlanmalıyız. Ekonomik yönden güçlenirlerse bizim için bir tehlike olmaya başlarlar. Bizim elimizde kumarhane­ ler, sendikalar var, şimdilik bunlar en kazançlı işler. Ama bana kalırsa, gelecekte uyuşturucu madde ka­ çakçılığı ön plâna geçecek. Bu işe katılmalıyız. Yok­


sa, şimdi değil ama bir on yıl sonra bütün gücümüzü kaybederiz.» Don bu konuşmadan çok etkilenmişe benziyor­ du. Purosunu tüttürerek, «Haklısın,» diye mırıldandı. İçine çekti. Ayağa kalktı. «Bu kâfirle yarın saat kaç­ ta buluşacağım?» Hagen umutla, «Sollozzo sabah onda burada olacak,» dedi. Belki de Baba, Sollozzo ile anlaşmaya karar vermişti. «ikinizin de o saatte burada olmanızı istiyorum,» dedi Baba. Sonra oğluna döndü. «Santino,» dedi, «bu gece iyi bir uyku çek. Perişan haldesin. Kendine dik­ kat et. Hep genç kalacak değilsin ya.» Babasının bu ilgisi karşısında Santino cesaret­ lendi; «Baba, Sollozzo’ya cevabınız ne olacak?» diye sordu. Don Corleone gülümsedi : «Bize vereceği payı ve diğer ayrıntıları bilmeden bir şey diyemem. Sonra Hagen’in söylediklerini de düşünmem gerek. Ne de olsa aceleci, düşünmeden harekete geçen bir insan değilim ben.» Don Corleone kapıdan çıkarken Hagen’e : «Notlarının arasında Sollozzo’nun savaştan ön­ ce hayatını beyaz kadın ticaretiyle kazandığı yazılı mı?» dedi. «Şimdi Tattaglia ailesinin yaptığı işi ya­ pıyordu. Unutmadan önce bunu da kaydet.» Hagen kıpkırmızı kesildi. Aslında Sollozzo’nun bu yanını da biliyordu. Ama Don’u bütün bütün adamın aleyhine çevirmemek için sözkonusu etmemişti. Çünkü Don, cinsel konularda çok geri kafalıydı. Türk Sollozzo esmer, orta boylu, güçlü kuvvetli bir adamdı. Çarpık bir burnu ve kara, zalim gözleri vardı. Onu Sonny kapıda karşıladı. Don ile Hagen’in beklemekte olduğu çalışma odasına getirdi. Hagen, Luca Brasi dışında, hiç bu denli korkunç, tehlikeli bir insanla karşılaşmadığını düşündü. Kibarca el sıkıştılar. Bu adam ne yaptığını bilen, istediğini ne pahasına olursa olsun elde etmeye alış­ mış biriydi. Hagen onun Don’dan azimli ve kurnaz ol­ duğunu düşündü. Sollozzo derhal konuya geçti. İş uyuşturucu mad­ delerle ilgiliydi, her şey hazırdı. Türkiye’deki bazı


haşhaş yetiştiricileri ona yılda belli bir miktar haşhaş vereceklerini vadetmişlerdi. Fransa’da haşhaşı mor­ fin haline getirecek bir fabrika da vardı. Haşhaşı bu ülkelere sokmak çok kolaydı. Her türlü tedbir alınmış­ tı. Amerika’da, ülkeye girecek maldan yüzde beş za­ rarları olacaktı; çünkü FBİ’dan kendilerine yardımcı birini bulamamışlardı. Ama çok para kazanılacaktı; buna karşılık hemen hiç tehlike yoktu. «O halde niçin bana geldiniz?» diye sordu Ba­ ba. «Bu cömertliğinizi neye borçluyum?» Sollozo’nun esmer yüzü anlamsızdı, «iki milyon dolara ihtiyacım var. Hem de nakit olarak,» dedi, «ayrıca para kadar önemli bir mesele daha var: önemil mevkilerde güçlü dostlan bulunan kişilere de muh­ tacım. Adamlarım yakalanabilir. Bunu önleyemem. Hepsinin de geçmişleri temiz olacak, poliste kayıt­ ları bulunmayacak. Bundan emin olabilirsiniz. Dolayısiyle de yargıçlar hafif cezalar vermek zorunda ka­ lacaklar. işte adamlarımın ele geçmeleri halinde on­ ların hapiste bir yahut iki yıldan fazla kalmamalarını sağlayacak biri gerek bana. İşin içinden hafif cezalar­ la sıyrılacaklarına emin olurlarsa dillerini tutarlar. Oysa on yahut yirmi yıl cezaya çarptırılırsa, kimbilir? Bu dünyada pek çok iradesiz, zayıf insanlar var. Ko­ nuşabilir, kendilerinden daha önemli kişileri ele ve­ rebilirler. İşittiğimize göre Don Corleone, siz bu ko­ nuda bize çok yararlı olabilirmişsiniz.» Don Corleone: «Aileme yüzde kaç vereceksiniz?» diye sordu. Sollozo’nun kara gözleri ışıldadı: «Yüzde el­ li.» Durdu : «İlk yılda payınıza üç yahut dört milyon düşer. Sonra bu para daha da artar.» «Peki, Tattaglia ailesinin payı ne olacak?» Geldiğinden beri ilk kez Sollozzo huzursuzlanır gibi oldu. «Onlar payıma düşen paradan bir şeyler alacaklar.» «Yani demek istediğiniz şu: Sizi kanuna karşı koruyacağım'. Başka işe karışmıyacağım, değil mi?» Sollozzo başını salladı. Don Corleone, «Sizi, Tattaglia ailesine duyduğum


saygıdan ötürü kabul ettim,» dedi, »üstelik saygıde­ ğer, çalışkan bir kişi olduğunu da işittim. Size ce­ vabım hayır olacak ama neden hayır dediğimi de açıklayacağım. Uyuşturucu madde ticaretinde çok ka­ zanç var ancak, tehlikeleri de o ölçüde büyük. Sizin çalışmalarınız, kendi işlerimi etkileyebilir. Doğru söy­ lüyorsunuz, siyasî çevrelerde çok güçlü dostlarım var. Ama işim kumarla ilgili benim, uyuşturucu mad­ delerle değil, ikisi birbirinden çok ayrı şeyler. Dost­ larıma göre kumar, içki gibi zararsız bir alışkanlık, ya­ hut iş. Oysa uyuşturucu madde kötü bir şey. Hayır, itiraz etmeyin. Eğer onlara uyuşturucu maddelerden söz edersem bana sırtlarını çevireceklerdir. Bundan eminim. Girişeceğiniz iş çok tehlikeli. Ailemin bütün fertleri on yıldır rahat, tehlikeden uzak bir hayat sü­ rüyorlar. Açgözlülük edip onların rahatını kaçırmak, hayatlarını tehlikeye atmak istemem.» Sollozo’nun yüzünde hiç bir değişiklik olmadı. Yalnız, sanki bir yardım bekler gibi Hagen ve Sonny’den yana baktı. Sonra, «Koyacağınız iki milyon dolar için mi kaygılanıyorsunuz?» diye sordu. Don Corleone’nin yüzünde soğuk bir gülümseme belirdi: «Hayır!» Sollozzo yeniden atıldı: «Tattaglia ailesi yatıra­ cağınız parayı garanti etmeye hazır.» İşte tam bu sırada Sonny Corleone, asla ba ğışlanmayacak bir hatada bulundu, istekle atıldı: «Tattaglia ailesi hiç bir maddî karşılık beklemeden mi paramızı garanti edecek?» Hagen onun bu sorusu karsısında dehşete ka­ pıldı. Don’un oğluna nefretle, öfkeyle baktığını gör­ dü. Sonny olduğu yerde âdeta donup kaldı. So'lozzo’nun gözleri yine ışıldadı. Ama bu kez hayatından memnundu. Don Corleone’nin kalesinde bir çatlak bulmuştu. «Gençler açgözlü oluyor.» dedi. Baba so­ ğuk ve ilgisiz ekledi : «Büyüklerinin sözlerini kesi­ yorlar. Suç benim. Çünkü çocuklarıma çok düşkünüm. Onları şımarttım. Sinyor Sollozzo cevabım hayırdır. İşinizde başarılar dilerim. Sizi hayal kırıklığına uğ­ rattığım için üzqünüm.» Sollozzo ayağa kalktı. Don Corleone’nin karşı­


sında saygıyla eğildi. Hagen’in kendisini araoasına dek geçirmesine ses çıkarmadı. Hagen çalışma odasına dönünce, «Sollozzo için ne düşünüyorsun?» diye sordu Don Corleone. Hagen anlamsız bir sesle, «Tam bir SicilyalI,» dedi. Don başını düşünceli düşünceli salladı. Sonra oğluna döndü. Yumuşak bir sesle: «Santino,» dedi. «Aile dışındakilere ne düşündüğünü asla belli etme. Bana kalırsa, o genç kızla oynadığın güldürü yüzün­ den beynin sulandı. Saçmalığı bırak, kendini işe ver. Şimdi git artık. Seni gözüm görmesin.» Haqen, Sonny’nin yüzündeki şaşkınlığı farkett). Yoksa Sonny, Baba’nın her şeyden habersiz olduğu­ nu mu sanıyordu? Sonny bu sabah ne büyük ve teh­ likeli bir hata yaptığının farkında değil miydi? Sonny odadan çıkıncaya kadar bekledi Baba. Sonra kendini koltuğa bıraktı. Hagen’e içki vermesi­ ni işaret etti. Hagen ona bir bardak anason likörü uzattı. Don başını kaldırıp baktı: «Bana Luca Brasi’yi yolla,» dedi.

Üç ay sonra Tom Hagen, yazıhanesinde başını kaldırmadan çalışıyor, çocuklarına ve karısına Noel hediyeleri almak için işini bir an önce bitirmeye bakıyordu. Bu arada Johnny Fontane telefon etti; se­ vinçten uçuyordu genç adam. Film tamamlanmıştı. Al­ dıkları sonuç mükemmeldi. Don Corleone’ye bir he­ diye almıştı; eliyle getirmek isterdi ama, film üze­ rine yapılacak bir takım işler vardı. Hollywood’dan ayrılması doöru olmazdı. On dakika sonra sekreteri Hagen’e, telefonda Connie Corleone’nin olduğunu bildirdi. Don’un kızı kendisiy'e konuşmak istiyordu. Haaen içini çekti. Evlenmezden önce Connie tatlı, sevimli bir kızdı, ama simdi bir baş belâsı olmuştu. Kocasından vakındı. Üç aün için annesinin yanında kalmak istivordu. Car­ lo Rizzi iyi bir is adamı çıkmamıştı. Kendisine veri­ len işte başarısızlığa doğru gidiyordu. Kumar oynuyor,


çeşitli kadınlarla düşüp kalkıyor, zaman zaman da ka­ rısını dövüyordu. Connie kocasından dayak yediğini henüz ailesine söylememişti. Bunu yalnız Hagen bi­ liyordu. Connie telefonu kapattıktan sonra Hagen önün­ deki kâğıtları bir kenara itti. Artık çıkacaktı yazıha­ neden. Çalışacak gücü kalmamıştı. Ama sekreteri Michael Corleone’nin telefonda olduğunu haber ve­ rince derhal canlandı. Michael’den oldum bittim hoş­ lanır, onu severdi. «Tom,» dedi Michael, «yarın Kay’le New York’a gidiyorum. Babama söylemek istediğim çok önemli bir şey var. Yarın akşam evde olur mu dersin?* «Elbette,» dedi Hagen, «Noele kadar bir yere gitmeyeceğini söylemişti. Benim yapabileceğim bir şey var mı?» Michael babası kadar sıkı ağızlıydı. «Hayır,» de­ di. «Noel’de görüşürüz artık. Herkes Long Beach’de olacak, değil mi?» «Evet.» Michael konuşmayı uzatmadan telefonu kapadı. Sonra Tom sekreterine, evine telefon edip karı­ sına bir parça geç kalacağını söylemesini tembihle­ di. Sokağa çıkınca aceleyle Macys’e doğru yürüme­ ye başladı. Birkaç adım gitmişti ki, önüne biri çıktı. Hagen şaşkınlıkla, karşısındakinin Sollozzo olduğu­ nu gördü. Sollozzo onu kolundan tuttu. Sakin bir sesle: «Korkma,» dedi, «yalnız konuşmak istiyorum seninle Tom.» Köşede birden bir araba belirdi. Sollozzo «Arabaya bin,» dedi. «Konuşacaklarımız var.» Hagen kolunu çekti. Korkmamıştı. Sinirlenmişti yalnız. «Zamanım yok,» dedi. O sıra arkasına iki adam geçti. Hagen bacaklarının titremeye başladığı­ nı o an farketti. «Arabaya bin. Seni öldürmek iste­ seydim bunu çoktan yapardım. Güven bana.» Hagen Sollozzo'ya hiç güven duymadan araba­ ya bindi.

Michael Corleone, Hagen’e yalan söylemişti. Za­


ten New York’taydı. Tom’un yazıhanesinin on blok ötesindeki Pensylvania otelinin bir odasından telefon etmişti. Telefonu kapatınca Kay Adams sigarasını söndürdü. «Mike,d dedi. «Yalancının tekisin sen!» Michael yatağın üzerine, onun yanına oturdu. Hep senin için şekerim. Aileme burada olduğumu bildirirsem dosdoğru eve gitmem gerekir. O zaman da birlikte yemeğe, tiyatroya gidemez, bu gece bera­ ber yatamayız. Babamın evinde, evlenmedikten son­ ra, böyle bir şey yapmamız imkânsız.» Kolunu ya­ vaşça Kay’ın omuzlarına doladı; onu dudaklarından öptü, öyle yumuşak, tatlı bir ağzı vardı ki... Micha­ el onu yatağa yatırdı. Kay gözlerini kapayıp Michael’i bekledi. Michael içinin büyük bir mutlulukla dolduğu­ nu hissetti. Savaş yıllarını Pasifikte geçirmişti. O kan­ lı adalarda hep Kay Adams gibi bir kadının hayalini kurmuştu. Hep onun güzelliğinde bir kadın aramıştı. Kay Adams gözlerini açtı. Michael’in başını kendine doğru çekti. Yemek saatine kadar seviştiler. Yemekten sonra pırıl pırıl aydınlatılmış, hâlâ Noel armağanlarını almak için acele eden müşteri­ lerle dolu dükkânların önlerinden geçtiler. Michael, «Sana Noel için ne armağan edeyim,» diye sordu. Kay başını onun koluna dayadı. «Yalnız seni iste­ rim,» dedi. «Baban evlenmemizi olumlu karşılayacak mı dersin?» «Mesele bu değil,» dedi Michael kibarca. «Asıl senin ailenin beni olumlu karşılaması gerek.» Kay omuz silkti. «Bunu hiç düşünmüyorum.» «Adımı değiştirmeyi bile düşündüm,» dedi. Mic­ hael. «Yine de yararı olmayacak. Bir Corleone olma­ yı gerçekten istiyor musun?» «Evet,» dedi Kay gülümsemeden. Birbirlerine so­ kuldular. Nobel tatilinde evlenmeye karar vermişlerdi. İki tanıkla sessiz sedasız bir evlenme töreni olacaktı bu. Ama Michael ailesine haber vermesi gerek­ tiğinde diretmişti. Babası karşı çıkmayacaktı, ama gizli evlenmelerini asla onaylamazdı. Kay, kendi ai­ lesi yönünden kuşkuluydu. Onlara evlendiğini ancak nikâhtan sonra haber verecekti. «Tabiî hâmile oldu­ ğunu sanacaklar,» dedi Michael gülümsedi. «Benimki­


ler de öyle düşünecekler.» İkisinin de sözünü etmediği şey, Michael’in za­ ten gevşek olan aile bağlarını tümüyle koparacağı idi. Michael şimdiye dek ailesinden mümkün olduğu kadar uzak kalarak, aile toplantılarına katılmayarak araya bir soğukluk sokmuştu, üniversitey* bitirmeyi, birbirlerini yalnız hafta sonlarında görmeyi, yaz tatil­ lerinde ise hep beraber olmayı tasarlamışlardı. Mut­ lu bir yaşantıları olacak gibiydi. Otelin girişinde Michael, Kay’i gazateciye doğru itti: «Sen gazeteleri al, ben de anahtarı istiyeyim,» dedi. Michael kuyruğa girdi. Savaş sona ermişti ama yine de çalışacak adam bulmak zordu. Bu yüzden otellerdeki gerekli hizmetleri görecek yeteri kadar yaraımcı bulunmuyordu pek. Sonunda Michael anahtarı aldı. Dönüp Kay’i aradı. Kay, elinde gazete, olduğu yerde kakılıp kalmış gibiydi. Neden sonra başını kal­ dırıp Michael’e baktı. Gözleri yaşlarla doluydu: «Ah, Mike,» diyebildi yalnız, «ah, Mike!» Michael gazeteyi onun elinden aldı, önce başı kanlar içinde kaldırım kenarında yatan babasının fotoğrafını gördü. Kaldırı­ ma bir adam oturmuş, çocuk gibi ağlıyordu. Ağabeyi Freddie’ydi bu. Michael Corleone vücudunun buz kes­ tiğini hissetti, içinde korku, üzüntü yoktu; yalnız de­ rin, güçlü bir öfke duyuyordu. Kay’e: «Sen odana çık,» dedi. Oysa Kay yerinden kıpırdayacak halde de­ ğildi. Michael onu kolundan tuttu. Asansöre doğru gittiler. Birlikte odaya çıktılar. Michael yatağın üzeri­ ne oturup gazeteyi açtı. Başlıkta şöyle deniyordu: «Vito Corleone vuruldu. Gangsterler kralı ağır yara­ landı. Sıkı polis kordonu altında ameliyat edildi. Kan­ lı misillemeler bekleniyor.» Michael’in bacakları titriyordu. Kay’e: «Ölme­ miş,» dedi. «Haydut babamı öldürememiş.» Yazıyı tek­ rar okudu. Babası öğleden sonra saat beş sıraların­ da vurulmuştu. Demek kendisi Kay’le sevişirken, ye­ mek yerken, tiyatro seyrederken babası vurulmuş, ölümden kıl payı kurtulmuştu. Michael ağır bir suçlu,luk duygusunun altında ezildiğini hissetti. Kay: «Şimdi hastaneye gidelim mi?» diye sor­ du. Michael başını salladı: «Önce eve telefon ede-


yım, bu işi yapanlar çıldırmışlar. Babam ölmediğine göre ne yapacaklarını bilemeyecek haldedirler. On­ lardan her şey beklenir.» Long Beach’deki evin iki telefonu da uzun süre meşgul çıktı. Michael ancak yirmi dakika sonra ce­ vap alabildi. Telefona cevap veren Sonny idi: «Efen­ dim?» «Sonny, benim,» dedi Michael. Sonny’nin sesindeki ferahlamayı, rahatlamayı his­ setmemek imkânsızdı: «Tanrıya şükür çocuk, öyle kaygılandırdın ki bizi. Hangi cehennemdesin? üni­ versiteye adamlar yolladım.» «Babam nasıl?» diye sordu Michael. «Yarası ağır mu?» «Oldukça ağır,» dedi Sonny, «beş yara almış. Ama bilirsin, babam güçlü kuvvetlidir.» Sonny’nin sesi mağrurdu: «Doktorlar kurtulacağını söylüyorlar. Din­ le, çocuk benim çok işim var. Daha fazla konuşamam. Sen nerdesin?» «New York’tayım,» dedi Michael, «Tom gelece­ ğimi size haber vermedi mi?» Sonny: «Tom’u yakaladılar. Karısı burada. Hiç bir şey bilmiyor. Polislerin de haberi yok. Bilmeleri­ ni de istemiyorum. Derhal buraya gel. Ağzını da sıkı tut. Tamam mı?» «Peki. Bu işi kimin yaptığını biliyor musun?» «Elbette,» dedi Sonny, «Luca Brasi bir gelsin; hepsi kıymaya dönecek.» «Bir saate kadar oradayım,» dedi Michael telefo­ nu kapatmadan önce. «Arabayla geliyorum.» Akşam gazeteleri çıkalı üç saat olmuş, radyoda olayla ilgili haberler verilmişti. Luca Brasi’nin durumu bilmeme­ si imkânsızdı. Michael düşündü. Luca Brasi nere­ deydi? işte o sırada Hagen de kendi kendisine aynı soruyu soruyordu. Long Beach’deki evde Sonny Corleone’yi kaygılandıran da aynı sorundu. O gün öğleden sonra saat beşe çeyrek kala Don Corleone şirket müdürünün zeytinyağı ithalâtıyla il­


gili olarak hazırladığı kâğıtları okuyup imzaladıktan sonra kalkmış, ceketini giymiş, oğlu Freddie’ye, «Gatto’ya söyle arabayı getirsin,» demişti. «Birkaç daki­ kaya kadar yola çıkacağım.» Freddie: «Arabayı ben getireyim, baba,» diye cevap verdi. «Gatto yine hasta. Bu sabah telefon edip gelemiyeceğini bildirdi.» Don Corleone bir an düşünceli düşünceli sustu. «Bu ay üçüncü keredir işine gelmiyor. Bu iş için sağlık durumu düzgün birini bul. Tom’a söyle.» Freddie karşı koydu: «Paulie iyi bir çocuktur. Hasta olduğunu söylüyorsa hastadır. Ben arabayı ge­ tiririm.» Freddie yazıhaneden çıktı. Don Corleone oğ­ lunun Dokuzuncu Bulvar’dan park yerine geçişini pencereden izledi. Döndü. Tom’a telefon etti. Ama cevap alamadı. Long Beach’i aradı. Yine cevap ala­ madı. Sinirlenmişti. Tekrar pencereye döndü. Araba kapının önüne gelmiş duruyordu. Freddie çamurlu­ ğun üzerine eğilmiş, elleri kolları paketle dolu yaya­ ların gidip gelişini izliyordu. Don Corleone paltosunu giydi. Yazıhaneden çıktı. Hava kararmak üzereydi. Freddie büyük Buick arabanın üzerine eğilmiş duruyordu. Babasının gel­ diğini görünce şoför yerine geçmek için doğruldu. Kapıyı açtı. Arabaya atladı. Don Corleone kaldırım tarafındaki kapıdan arabaya binmek üzereyken döndü. Köşedeki manava doğru gitti. Son zamanlarda adet edinmişti; yeşil kutular içinde duran koca koca sarı şeftaliler, portakallar çok hoşuna gidiyordu. Manav onu görünce hemen yerinden fırladı. Don Corleone meyveleri ellemedi. Parmağıyla işaret ederek, istedik­ lerini gösterdi. Adama beş dolar uzattı. Paranın üstü­ nü aldı. Tam bekleyen arabaya dönmek üzereyken köşeden iki adam çıktı. Don Corleone bunun ne de­ mek olduğunu derhal anlamıştı. Adamlar siyah palto, siyah şapka giymiş, tanın­ mamak için şapkalarını burunlarının üzerine kadar çekmişlerdi. Don Corleone’nin atik davranacağını hiç beklemiyorlardı. Oysa Don elindeki kese kâğıdını hemen fırlattı, cüssesinden hiç beklenmeyen bir çeviklikle kendini arabasına doğru atıverdi. Bir yan­


dan da, «Fredo! Fredo!» diye bağırıyordu. İşte o an iki adam tabancalarını çekip ateş etmeye başladılar. ilk kurşun Don Corleone’nin sırtına saplandı. Kurşunun içine girdiğini hissetmiş, ama bu darbeyle hızı da artmıştı. Diğer iki kurşun kalçasına girdi, onu sokağın ortalık yerine uzatıverdi. O sıra babasının sesini duyan Fredo arabadan fırladı. Ama adamlar iki el daha ateş ettiler. Kurşunlardan biri kaldırımın ke­ narında yatan Don Corleone’nin koluna, diğeri de sağ bacağına saplandı. Aldığı yaralar derin ve tehli­ keli değildi, ama çok kan kaybetmişti. Vücudunun çevresinde kandan küçük gölcükler olmuştu. Freddie babasının kendisine çocukluk adıyla ses­ lendiğini işitti, ardından tabanca seslerini duydu. Arabadan fırladığında şaşkındı. Tabancasını bile çek­ memişti. İki haydut onu da kolaylıkla öldürebilirlerdi. Ama onlar da şaşkındılar. Herhalde Freddie’nin si­ lâhlı olduğunu biliyorlardı. Üstelik çok zaman kaybet­ mişlerdi. Freddie’yi kanlar içinde yatan babasının yanında bırakarak kaçmayı yeğ gördüler. Sokaktan geçenler kendilerini kapı içlerine atmış ya da yerlere yatmışlardı. Freddie tabancasını hâlâ çekmemişti. Donup kalmıştı sanki. Babasının kanlar içinde, yüz üstü ya­ tan gövdesine bakıyor, tepeden tırnağa tir tir titri­ yordu. Yanından geçen biri onun bayılmak üzere ol­ duğunu sezdi. Kolundan tutup kaldırımın kenarına oturttu. Don Corleone’nin çevresine kalabalık top­ landı. Çok geçmeden polis arabasının canavar düdü­ ğü duyuldu. Kalabalık dağıldı. Polis arabasıyla birlikte Daily News gazetesinin radyo arabası da gelmişti. Daha önce nereden çıktığı belli olmayan bir gazete fotoğrafçısı Don Corleone’nin kanlar içindeki vücu­ dunun resmini çekti. Birkaç dakika sonra cankurta­ ran arabası yetişti. Şimdi fotoğrafçı dikkatini, hiç çe­ kinmeden, açıktan açığa ağlayan Freddie’ye çevir­ mişti. Bütün o sert görünüşüne rağmen Freddie’nin ağlamasında gülünç bir yan vardı. Kalabalığın arası­ na dedektifler yayıldı. Başka polis arabaları geldi. Dedektiflerden biri Freddie’nin yanına diz çöktü. So­ rular sordu. Ama Freddie bunları cevaplandıracak


halde değildi. Dedektif elini Freddie’nin iç cebine soktu. Kimlik kartını alıp baktı. Bir ıslık çaldı. Bir an­ da Freddie’nin çevresine dedektifler toplandı. Biri tabancasını aldı. Sonra onu ayağa kaldırdılar. Bir arabaya bindirdiler. Fotoğrafçı hâlâ her şeyin, her­ kesin resmini çekiyordu. Babasının vurulmasından sonraki yarım saat içinde Sonny Corleone birbiri peşi sıra beş telefon konuşması yaptı. İlk telefon eden Corleone ailesin­ den para alan detektif John Philips’di. Telefonda söylediği ilk şey: «Sesimi tanıdın mı?» oldu. «Evet,» dedi Sonny. Uykudan henüz kalkmıştı. Phillips doğrudan doğruya konuya geçti: «Biri babanı yazıhanesinin önünde vurdu. On beş dakika önce. Yaşıyor ama yaraları derin. Fransız Hastane­ sine götürdüler. Freddie’yi de Chelsea karakoluna aldılar. Birazdan serbest bırakırlar. Ona hemen bir doktor çağırın. Ben hastaneye gidiyorum. Sana sık sık telefon ederim.» Masanın karşı tarafından Sonny’nin karısı Sandra, kocasının yüzünün kıpkırmızı kesildiğini, gözleri­ ne garip bir parlaklık geldiğini görmüştü. «Ne var? Ne oldu? diye fısıldadı. Sonny onu elinin bir hareke­ tiyle susturdu. Sonra: «Yaşadığına emin misin?» di­ ye sordu. «Evet, eminim,» dedi dedektif. «Çok kan kaybet­ ti, ama durumu göründüğü kadar kötü değil.» «Teşekkürler,» dedi Sonny, «yarın sabah saat sekizde burada ol.» Sonny telefonu kapadı. Sakin olmaya çalışıyor ama yerinde duramıyordu. En büyük kusuru sinirli oluşuydu. Oysa böyle bir durumda sinirlenmemek gerekiyordu; yoksa önemli bir hata işlenebilirdi. Yap­ ması gereken ilk iş Tom Hagen’j bulmaktı. Ama eli­ ni uzatırken telefon çaldı. Telefon eden Baba’nın ya­ zıhanesi yakınında çalışmasına izin verilmiş, at yarış­ larına müşterek bahis kabul eden bir adamdı. Sonny’ye babasını vurduklarını, Don Corleone’nin öldüğünü bildirdi. Sonny birkaç sorudan sonra adamın söyle­


diklerinin yanlış olduğuna karar verdi. Dedektif Philips’in sözleri daha güvenilirdi. Telefon üçüncü kere çaldı. Arayan Daily News gazetesinin bir muhabiriydi. Sonny telefonu adamın yüzüne kapattı. Hagen’in evine telefon etti. Hagen’in karısına, «Tom daha gelmedi mi?» diye sordu. Hagen’in karı­ sı: «Hayır, gelmedi,» diye cevap verdi. «Ama akşam yemeğine gelecek.» «Gelir gelmez beni arasın,» dedi. Sonny. Durumu inceliyor, plânlar kurmaya çalışıyor, böyle bir durumda babasının nasıl davranacağını dü­ şünüyordu. Haberi alır almaz bunun Sollozzo’nun işi olduğunu anlamıştı. Ama Sollozzo diğer ailelerin rı­ zasını almadan Don gibi güçlü birini saf dışı bırak­ maya kalkışamazdı. Dördüncü kez çalan telefon dü­ şüncelerini böldü. Telefonun öteki yanından gelen ses son derece nazik ve yumuşaktı. «Santino Corleone’yle mi konuşuyorum?» «Evet.» «Tom Hagen elimizde,» dedi ses, «üç saate ka­ dar serbest bırakılacak. Tom’u dinlemeden harekete geçmeyin. Boşuna. Olan olmuştur. Artık herkesin man­ tıklı davranması gerekiyor. O ünlü öfkenize kapılma­ yın.» Ses hafifçe alaycıydı. Sonny sesin kime ait ol­ duğunu kestirememişti, ama Sollozzo’nun sesi oldu­ ğunu sanıyordu. Sesini sakinleştirmeye çalışarak: «Bekleyeceğim,» diye cevap verdi. Karşıdan, telefo­ nun kapatıldığını gösteren çıtırtıyı duydu. Sonny al­ tın kayışlı saatine, baktı. Telefonun edildiği saati masa örtüsünün üzerine kaydetti. Kaşlarını çatmış oturuyordu Sonny. Karısı: «Ne oldu Sonny?» diye sordu. Sonny soğukkanlılıkla: «Babamı vurmuşlar,» dedi. Karısının yüzündeki dehşe­ ti görünce: «Merak etme,» diye atıldı, «ölmemiş. Yaşıyor. Yaşayacak da.» Hagen’den hiç söz etmedi. O sırada telefon beşinci kere çaldı. Arayan Clemenza idi. Şişman adamın sesi bo­ ğuk geliyordu: «Olanları duydun mu? Sonny?» «Evet. Ama ölmemiş.» Telefonda uzun bir sessiz­ lik oldu. Sonra Clemenza: «Tanrıya şükürler ol­ sun,» dedi sevinçle! Durdu ve kaygıyla ekledi: «Emin


misin? Bana sokakta vurulup öldüğünü söylediler.» «Yaşıyor.» Sonny bütün dikkatini Clemenza’nın sesine vermişti. Clemenza içten gibiydi. Ama işin gerçeği Clemenza bir aktör gibi davranmayı da bi­ lirdi. «Dayanmalısın, Sonny,» dedi Clemenza. «Yap­ mamı istediğin bir şey var mı?» «Babamın evine gel. Paulie Gatto’yu da getir.» «Bu kadar mı? Hastaneye, Long Beach’taki eve adam yollamayayım mı?» «Hayır. Yalnız buraya gelin,» dedi Sonny. Yine bir sessizlik oldu. Clemenza durumu kavramaya baş­ lamıştı. Sonny: «Hem Paulie hangi cehennemdeydi?» diye sordu, «ne halt karıştırıyordu bugün?» «Paulie hastaydı,» dedi Clemenza’nın temkinli sesi. «Üşütmüş. Onun için işe gitmedi. Bu kışı hep hastanede geçirdi zaten.» Sonny birden dikkat kesildi. «Şu birkaç ay için­ de kaç kere gitmedi işe?» «Üç dört kere sanırım. Freddie’ye başka birini isteyip istemediğini sordum hep. Ama istemedi. Se­ bep yoktu. Çünkü son on yıl çok sakin geçti.» «Peki. Seni babamın evinde bekliyorum. Paulie’yi de mutlaka getir. Buraya gelirken evine uğrayıp al. Hasta olması beni ilgilendirmez. Anladın mı?» Ce­ vap beklemeden telefonu kapattı. Sandra sessiz sessiz ağlıyordu. Sonny ona bir süre baktı. Sonra sert bir sesle: «Bizimkilerden biri telefon ederse, babamın özel telefonundan aramala­ rını söyle,» dedi. «Yabancı biri ararsa nerede oldu­ ğumu bilmediğini söyle. Hagen’in karısına telefon et. Tom’un bu gece işi olduğunu, eve geç döneceğini bil­ dir. önemli bir şey olmadıkça beni arama. Böyle üzü­ lüp ağlamanın gereği yok. Babam yaşıyor.» Sonra ev­ den çıktı. Karanlık çökmüştü. Aralık ayının sert rüzgârı so­ kakları birbirine katıyordu. Sonny’nin dışarı çıkmak­ tan korkusu yoktu. Buradaki sekiz ev de babasına ait­ ti. Girişin iki yanındaki evlerde aile işinde çalışanlar otururdu. Yarım daire şeklinde sıralanmış diğer altı evin birine Tom Hagen ile ailesi, birine de kendisi yer­


leşmişti. Evlerin en küçük, en gösterişsizi Baba’ya aitti. Kalan üç ev Don’un emekliye ayrılmış eski dost­ larına verilmişti. Bunlar istendiğinde evleri boşalta­ caklardı. Zararsız gibi görünen bu evler topluluğu, içine işlenemez bir kale meydana getiriyordu. Sekiz evin hepsinde de ışıklar vardı. Çevre gün­ düz gibi aydınlık. Kimse içeri gizlice giremezdi. Sonny babasının evine doğru yürüdü. Kapıyı kendi anahtarlarıyla açıp girdi. «Anne, neredesin?* diye seslendi. Annesi mutfaktan çıkıp geldi. Peşinden kı­ zarmış biber kokusu dört bir yana yayıldı. Sonny ka­ dıncağıza bir şey söyleme fırsatı bırakmadan kolun­ dan tuttu. Oturttu. «Telefon ettiler biraz önce,» dedi, «üzülme. Babam hastanede. Yaralanmış. Giyin has­ taneye gitmeye hazır ol. Ben sana bir araba hazırla­ tacağım. Tamam mı?» Annesi yüzüne baktı bir süre. Sonra: «Vurdular mı?» diye sordu. Sonny başını salladı. Annesi başını önüne'eğdi. Sonra kalkıp mutfağa girdi. Sonny de peşinden gitti. Annesinin biberle dolu tavanın altını söndürüşünü, sonra yukarı, odasına çıkışını izledi. Tavadan biber­ leri aldı. Kalınca bir ekmeğin arasına koydu. Biberle­ rin sıcak yağı parmaklarının arasından akıyordu. Ba­ basının çalışma odasına girdi. Kilitli dolaptan özel telefonu çıkardı. Telefon özel olarak verilmiş, kaydı ise sahte bir ad ve numarayla yapılmıştı: önce Luca Braci’ye telefon etti. Cevap alamadı. Sonra Brooklyn’deki, Baba’nın en güvenilir adamı Caporegime (*) Tessio’yu aradı. Sonny ona olanları anlattı ne yapıl­ masını istediğini söyledi. Tessio elli kadar adam topla­ yacaktı. Hastaneye, eve adamlar yollayacaktı. Tes­ sio: «Clemenza’yı ellerine geçirdiler mi?» diye sor­ du. «Şimdilik Clemenza’mn adamlarını kullanmak is­ temiyorum,» dedi Sonny. Tessio anlamıştı. Bir sessizlik oldu. Sonra Tes­ sio: «özür dilerim Sonny,» dedi. «Beni baban say. Öğüdümü dinle. Harekete geçmekte acele etme. Cle(* )

Caporegime : Çete reisi.


menza’nın bizi aldatacağını sanmıyorum.» «Teşekkürler,» dedi Sonny. «Ben de sanmıyorum ama dikkatli olmam gerek. Değil mi?» «Haklısın.» «Bir şey daha var, Tessio,» dedi Sonny. «Küçük kardeşim Hanover’de bir koleje gidiyor. Oraya iki adamını yolla. Bu karışıklık bitene kadar onun evde kalmasını istiyorum. Ben telefon eder, Mike’a duru­ mu bildiririm. Kaygılanma. Yalnız tedbirli olmaya ça­ lışıyorum.» «Peki,» dedi Tessio, «İşleri yoluna koyar koymaz oraya gelirim. Tamam mı? Adamlarımı tanıyorsun, değil mi?» «Evet.» Sonny telefonu kapattı. Duvardaki kü­ çük kasaya gitti. Açtı, içinden mavi deri kaplı bir def­ ter aldı. Sayfalarını çevirdi. ‘T’ harfine gelince durdu. Burada, ’Ray Farrell 5000 dolar, Noel.’ yazılıydı. Bunu bir telefon numarası izliyordu. Sonny numarayı çe­ virdi. «Farrell mi?» diye sordu. Karşı taraftaki ses: «Evet,» diye cevap verdi. Sonny: «Ben Santino Corleone’yim.» dedi. «Sizden bir ricam var. iki telefon numarasını kontrol etmenizi, son üç ay içinde bu nu­ maraları kimlerin aradığını ve konuşmaları bana bildirmenizi istiyorum.» Farrell’e, Paulie Gatto ile C!emenza’nın evlerinin telefon numaralarını verdi. Son­ ra: «Çok önemlidir,» diye ekledi, «istediğimi bana gece yarısından önce bildirirseniz, Noel’inizi daha iyi geçirmenizi sağlayacağım.» Koltuğuna yaslanıp düşüncelere dalmadan ön­ ce Luca Brasi’yi bir kere daha aradı. Yine cevap ala­ madı. Sonny kaygılanmıştı, ama kendini toparlaması­ nı bildi. Luca haberi duyar duymaz buraya gelecekti mutlaka. Sonny arkasına dayandı. Bir saate kadar ev Aile’nin adamlarıyla dolacak. Sonny onlara yap­ maları gereken işleri bir bir söyleyecekti. Durumu bü­ tün açıklığıyla düşününce gerçekten bir güç dönemr de olduğunu ilk kez farketti. On yıldan beri ilk olarak Corleone ailesine ve gücüne karşı konuyordu. Bu işin gerisinde Sollozzo’nun bulunduğu kuşkusuzdu. Sollozzo, New York’un beş güçlü ailesinin birinden yardım görmedikçe Baba’ya karşı koymayı aklına bi­


le getirmezdi. Bu aile mutlaka Tattaglia’lar olmalıydı. Sonny acı acı gülümsedi. Türk işini iyi plânlamıştı, ama talihi yolunda gitmemişti. Don Corleone yaşadı­ ğına göre savaş ilân edilmişti. Luca Brasi ve Corleone ailesinin nüfuzu her şeyi yoluna koyacaktı. Yine kay­ gılanmaya başlamıştı Sonny. Peki, Luca Brasi nere­ deydi?

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ŞOFÖR de sayılırsa arabada Hagen’le birlikte beş kişi vardı. Hagen’i arkaya, iki adamın arasına oturt­ tular. Sollozzo öne, şoförün yanına geçti. Hagen’ in sağındaki adam uzandı, çevresini görmesin diye Tom’un şapkasını burnuna doğru itti. «Kıpırdamaya kalkma,» dedi. Kısa bir yolculuk yaptılar; bu yolculuk on beş dakikadan fazla sürmedi. Arabadan indiklerinde Ha­ gen çevreyi tanıyamadı. Çünkü karanlık çökmüştü. Onu bir zemin katına indirdiler. Dik arkalıklı bir san­ dalyeye oturttular. Sollozzo da karşıdaki mutfak ma­ sasının üzerine yerleşti. Yüzünde, açgözlü, çirkin bir ifade vardı. «Korkmanı istemem,» dedi Hagen’e «ne de olsa Aile’nin başı değilsin. Corleone’lere, dolayısiyle ba­ na yardımcı olmanı istiyorum.» Hagen’in sigara tutan eli titriyordu. Adamlardan biri bir şişe çavdar rakısı getirdi. Porselen bir kahve fincanıyla Hagen’e verdiler, içki ellerinin titremesini durdurdu, bacaklarındaki uyuşukluğu giderdi. «Patronun öldü,» dedi Sollozzo. Durdu Hagen’­ in birden ağlamaya başlaması karşısında şaşırmıştı. Sonra devam etti: «Onu yazıhanesinden çıkarken, so­ kakta hakladık, öldüğünü duyar duymaz da senin pe­ şine düştüm. Sonny ile barışmamı, anlaşmamı sağ­ lamak zorundasın.» Hagen cevap vermedi. Duyduğu üzüntü onu da


şaşırtmıştı. Sollozzo konuşuyordu: «Yapacağım teklif Sonny’nin hoşuna gitti değil mi? Uyuşturucu madde geleceğin büyük işi. Bu işte öyle para var ki birkaç yıl içinde herkes zengin olacak. Baba, yaşlanmıştı artık. Canlılığını yitirmişti. Ama kendisi bunun far­ kında değildi. O öldü artık. Yeni bir anlaşma yapma­ ya, Sonny ile konuşmaya hazırım.» Hagen: «Böyle bir şey bekleme,» dedi. «Sonny elinde ne var, ne yok hepsiyle peşine takılacaktır.» Sollozzo sabırsızlıkla: «Başlangıçta öyle olacak elbette,» dedi, «ama sen onun aklını başına getirebi­ lirsin,». Tattaglia Ailesi beni destekliyor. Aramızdaki savaşı durdurmak için bütün New York’lu aileler işe karışacaklardır. Savaşımız onları ve işlerini etkiler. Sonny anlaşmaya bakarsa, öteki aileler işimize ka­ rışmazlar; hatta Baba’nın en eski dostları bile.» Hagen yine cevap vermedi. Ellerine bakıyordu. Sollozzo onu kandırmak istermiş gibi devam e t ti: «Don gücünü kaybediyordu artık. Eskiden olsa onun­ la konuşmam bile imkânsızdı. Diğer aileler seni Consigliori yaptı diye Corleone ailesine olan güvenleri­ ni kaybettiler. Sen değil SicilyalI, Italyan bile sayıl­ mazsın. Eğer savaş başlarsa Corleone ailesi mahvo­ lur; ben de dahil hepimiz kaybederiz. Ben Corleone ailesinin parasından çok siyasî çevrelerdeki adamla­ rına muhtacım. Sonny ile konuş. Caporegime’ lerle konuş, kan dökülmesinin önüne geçebilirsin. Hagen kahve fincanını uzattı; içki konmasını is­ tedi. «Bir deneyeceğim,» dedi, «ama Sonny çok inat­ çıdır. Luca Brasi’nin önüne o bile geçemez. Luca’ya dikkat etmeniz gerekecek.» Sollozzo sükûnetle, «ben Luca’nın icabına baka­ rım,» dedi. «Sen Sonny ile diğer iki oğlanı yola getir­ meye bak. Bugün adamlarım Fredie’yi de öldürebi­ lirlerdi, ama sıkı sıkı emir vermiştim bunu yapmama­ ları için. Gerektiğinden fazla düşmanlık yaratmak istemiyorum. Bunu onlara anlat. Freddie yaşıyorsa benim sayemde yaşıyor.» Artık Hagen’in kafası çalışmaya başlamıştı. İlk kez Sollozzo’nun kendisini öldürmeye yahut rehin tutmaya niyetli olmadığını anladı. Duyduğu ferahlıkla


yüzü utançtan kıpkırmızı kesildi. Sollozzo onu anla­ yışlı bir gülümsemeyle izliyordu. Hagen durumu eni­ ne boyuna düşünmeye koyuldu. Sollozzo’nun teklifini Corleone’lerle tartışmaya yanaşmazsa onu öldürebilir lerdi. O zaman Sollozzo’nun kendisinden akıllı, anla­ yışlı bir Consigliori gibi davranmasını, teklifi Corleo­ ne kardeşlere iletmesini istediğini anladı, üstelik Sol­ lozzo haklıydı da. Tattaglia’larla Corleone’ler arasın­ da çıkabilecek bir savaşın ne pahasına olursa olsun önüne geçilmeliydi. Corleone’ler ölülerini gömmeli, unutmalı, bir anlaşmaya varmalıydılar. Daha sonra, sırası geldiğinde Sollozzo’nun icabına bakarlardı. Başını kaldırıp bakınca Sollozzo’nun bütün dü­ şüncelerini okuduğunu farketti. Türk gülümsüyordu. Birden Hagen irkildi. Luca Brasi’ye ne olmuştu? Luca Brasi konusunda Sollozzo niçin bu kadar ilgisiz ve sakindi. Sollozzo’nun Long Beach’e geldiği gün, Baba, Luca Brasi’yi istemiş, onunla özel olarak görüş­ müştü. Ama şimdi bunları düşünecek zaman değildi. Hagen bir an önce buradan kurturmaya bakmalıydı. «Elimden geleni yapacağım,» dedi Sollozo’ya. «Haklı olduğuna inanıyorum. Don Corleone bile senin dedi­ ğin gibi davranmamızı isterdi sanırım.» Sollozzo başını salladı. «Güzel,» dedi, «ben iş adamıyım. Kan dökülmesi hoşuma gitmez. Üstelik bu yüzden çok para kaybedilir.» O sıra telefon çaldı. Hagen’in arkasında oturan adamlardan biri kalktı. Te­ lefona cevap verdi. Önce dinledi. Sonra: «Peki söyle­ rim,» dedi. Telefonu kapadı. Sollozzo’nun yanına git­ ti. Türk’ün kulağına bir şeyler fısıldadı. Hagen, Sol­ lozzo’nun sapsarı kesildiğini, gözlerinin öfkeyle par­ ladığını gördü. İçinde bir korku uyandı. Sollozio ona düşünceli düşünceli bakıyordu. Hagen artık serbest bırakılmayacağını anlamıştı, öldüreceklerdi onu; öl­ mesini gerektiren bir şeyler olmuştu. Sollozzo: «Don hâlâ yaşıyor,» dedi. «O kalın SicilyalI postuna beş kurşun girmiş ama, hâlâ yaşıyor.» Omuzunu silkti Türk. «Talihim yaver gitmedi,» dedi Hagen’e. «Senin için de, benim için de iyi olmadı bu.»


MİCHAEL Corleone babasının Long Beach’deki evine vardığında her yerin nöbetçilerle, dolu olduğunu gör­ dü. Daire şeklinde sıralanmış olan evlerin ortasında­ ki bahçe ile gerileri, sekiz evden yansıtılan ışıldaklar­ la gündüz gibi aydınlanmıştı. Kavisli, asfalt yolda en azından on araba duruyordu. Kapıda tanımadığı bir adam Michael’a kim ol­ duğunu sordu. Michael söyledi. En yakındaki evden bir adam çıkıp geldi. Michael’in yüzüne baktı. «Ba­ ha’nın küçük oğlu bu,» dedi. «Onu ben içeri götürü­ rüm.» Michael adamın peşinden babasının evine git­ ti. Evin kapısında da iki adam duruyordu. Ev tanımadığı bir sürü insanla doluydu. Michael oturma odasına geçti. Burada Hagen’in karısıyla kar­ şılaştı. Theresa divana oturmuş sigara içiyordu, önün­ deki küçük masada da bir bardak viski vardı. Diva­ nın öteki ucunda şişman Clemenza oturuyordu. Caooregime’nin yüzü anlamsızdı. Parmakları arasındaki puro neredeyse tükenmek üzereydi. Clemenza onu görünce ayağa fırladı. Gelip e'ini sıktı. Avutucu sözler söyledi: «Annen, hastanede babanın yanında,» dedi. «Baban iyileşecek. Kaygı­ lanma.» Michael’in elini sıkmak için Paulie Gatto da ayağa kalktı. Michael ona merakla baktı. Paulie’nin babasına muhafızlık ettiğini biliyordu. Ama Babanın vurulduğu gün Paulie’nin iş başında olmadığından ha­ bersizdi. Yine de ince, esmer yüzün kaygılı, gerain olduğunu düşündüğünden ona: «Freddie nasıl?» diye sordu. «İyi mi?» «Doktor iğne yaptı,» diye cevap verdi Clemenza, «uyuyor.» Michael, Hagen’in karısına yaklaştı. Eğilip onu yanağından öptü. Birbirlerini severlerdi. Michael,


«Kaygılanma,» diye fısıldadı. «Tom’a bir şey olmaz. Sonny ile konuştun mu?» ! Theresa bir an ona sarıldı. Sonra başını salladı. Zarif, ince, bir kadındı Theresa. Italyandan çok Ame­ rikalıya benzerdi. Eni konu korkmuş gibiydi. Birlik­ te babasının çalışma odasına girdiler. Sonny masanın gerisindeki sandalyeye yayılıp oturmuştu. Bir elinde sarı bir defter, bir elinde de kalem vardı. Odadaki diğer kişi Tessio idi. Onu gö­ rünce Michael, evdeki nöbetçilerin Tessio’nun adam­ ları olduğunu anladı. Tessio’nun elinde de kâğıt ka­ lem vardı. Sonny onların içeri girdiğini görünce derhal ye­ rinden fırladı. Hagen’in karısına sarıldı, «üzülme, The­ resa,» dedi, «Tom iyi. Şartları bildirmek için kaçır­ mışlar onu. Zaten Tom bir Consigliori. Ona kötülük etmeleri için bir sebep yok.» Theresa’yı bıraktı. Michael’a sarıldı. Michael şa­ şırmıştı. «Beni dövmene alışmıştım,» dedi. «Şimdi fikrini değiştirdin mi?» Michael ile Sonny çocuklukla­ rında sık sık kavga ederlerdi. Sonny omuz s ilk ti: «Bana bak, çocuk,» dedi. «Seni o Allahın belâsı okulunda bulamayınca çok üzüldüm. Seni de hakladıklarını düşündüm. Anneme bir şey söylemedim. Ama babamın başına gelenleri anlatmak zorundaydım.» «Nasıl karşıladı?» «İyi. Daha önce de başına geldi bu. Ben o döne­ mi iyi hatırlıyorum. Sen çok küçüktün. Sonra on yıl ortalık süt liman kesildi. Annem hastaneye gitti. Ba­ bamın yanında.» «Hastaneye biz de gitsek nasıi olur?» dedi Mic­ hael. Sonny başını salladı. Kuru bir sesle : «İşler hal­ ledilinceye kadar evden ayrılamam.» Telefon çaldı bu sırada. Sonny ahizeyi aldı. Dikkatle dinlemeye baş­ ladı. Michael masaya yaklaştı. Sonny’nln defterine baktı. Defterde üç ad yazılıydı : Sollozzo, Philips ve John Tattaglia. Michael birden iki adamın öldürüle­ cek kişilerin listesini çıkardıklarını anladı. Sonny telefonu kapattıktan sonra Michael ile


Theresa’ya döndü : «İkiniz dışarda bekler misiniz?» dedi. «Tessio ile yapılacak bir işimiz var.» Hagen’in karısı, «Telefon Tom hakkında mıydı?» diye sordu. Zavallı kadın ağlıyordu. Sonny ona sarıl­ dı. Kapıya doğru götürürken : «Yemin ederim Tom’a bir şey olmayacak Theresa,» dedi. «İşimi bitireyim ben de yanınıza geleceğim. Tom’dan bir haber alır almaz sana bildiririm.» Kapıyı Theresa’nın ardından kapattı. Michael büyük deri koltuklardan birine otur­ muştu. Sonny ona sert sert baktı. Yerine geçti. «Çevremde dolaşırsan istemediğin şeyler duyar­ sın, Mike,» dedi. Michael bir sigara yaktı. «Size ben de yardım edebilirim.» «Hayır, edemezsin,» dedi Sonny. «Seni bu işe karıştırırsam bizim ihtiyar beni parçalar.» Michael ayağa kalktı : «Sen beni ne sanıyorsun?» diye bağırdı, «bizim ihtiyar dediğin benim de babam. Size yardım edebilirim. Sokağa çıkıp onu bunu öldüremem ama yardım edebilirim. Bana küçük çocuk gi­ bi davranmayı bırak artık. Savaşa katıldım ben. Vu­ ruldum, hatırlıyor musun? Sürüyle Japon öldürdüm. Birinin vurulduğunu görünce de ne yapacağımı sanı­ yorsun? Bayılır mıyım yani?» Sonny gülüm sedi: «Peki,» dedi. «Kal burada. Telefona bakarsın.» Tessio’ya döndü. «Demin gelen telefon bana istediğim bilgiyi verdi,» dedi. Yine Michael’a döndü : «İhtiyarı birinin ele vermiş olması ger rekirdi. Clemenza’dan kuşkulanıyorum. Paulie Gatto da olabilirdi. Bugün hasta olduğunu bahane ederek işe gitmemişti. Artık sorunun cevabı belli oldu. Ama sen zeki, çalışkan bir üniversite öğrencisisin. Sence suçlu kim? Sollozzo’ya bizi kim sattı?» Michael yerine oturdu. Her şeyi dikkatle kafasın­ dan geçirdi. Clemenza, Corleone ailesi içinde güveni­ lir bir Caporegime idi. Baba onu milyoner yapmıştı. Neredeyse yirmi yıldır birlikte çalışıyorlardı. Çok ya­ kın dosttular. Örgütteki en güçlü yerlerden birini tu­ tuyordu Clemenza. Baba’ya ihanet etmekle Clemenza’nın eline ne geçebilirdi? Daha fazla para mı? Cle­ menza yeteri kadar zengindi; ama insanlar hep fazla­ *


sını isterler; aç gözlüdürler. Daha fazla nüfuz sahibi olmak mıydı niyeti? Uğradığı bir hakaretin öcünü mü almak istemişti yoksa? Hagen’in Consigliori yapılma­ sına mı içerlemişti? Belki de Sollozzo’ya hak vermiş, geleceğin uyuşturucu madde kaçakçılığında olduğu­ nu düşünmüştü bir iş adamı olarak? Hayır, ne yan­ dan bakılırsa bakılsın, Clemenza’nın ihanet etmesi imkânsızdı. Michael birden Clemenza’nın ölmesini istemediğinden böyle düşündüğünü anladı. Clemen­ za, Michael’i çok severdi. Ona sık sık armağanlar ge­ tirmişti çocukluğunda. Baha’nın işinin çok olduğu za­ manlarda onu gezmeye götürmüştü. Michael, Clemenza’nın suçlu olabileceğini kabullenemiyordu. Ama Sollozzo, Corleone ailesi içinde herkesten çok Clemenza’yı elde etmek isterdi. Bu bir gerçekti. Michael, Paulie Gatto üzerinde de durdu. Paulie henüz zengin değildi. Ama zengin olma yolunu tut­ muştu; Aile içinde iyi bir yeri vardı; beğeniliyor, sevi­ liyordu. Yine de Paulie Gatto’nun sabırsızlanması, bir an önce nüfuz ve servet sahibi olmak istemesi de mümkündü. Gençler beklemesini bilemezler. O hal­ de suçlu Paulie olmalıydı. Michael ile Paulie ilk okul­ da, aynı sınıfta okumuşlardı. Michael onun da suçlu olmasını, öldürülmesini istemezdi. Başını salladı : «İkisi de suçlu değil,» dedi. Sonny gerçeği zaten bildiği için vermişti bu cevabı. Eğer iki kişiden biri deseler Paulie’yi gösterirdi. Sonny gülümsüyordu : «üzülme,» dedi. «Suçlu Clemenza değil. Paulie.» Michael, Tessio’nun rahatladığını gördü. Bir Caporegime olarak Tessio, Clemenza’yı tutardı el­ bette. Suçlu Aile içindeki önemli kişilerden biri olma­ dığına göre, durum da o kadar tehlikeli ve ciddi sa­ yılmazdı. Tessio çekingen bir sesle : «O halde ya­ rın adamlarımı geri çekeyim,» dedi. Sonny: «Yarın değil, öbür gün çekersin,» dedi. «O zamana kadar durumu kimsenin bilmesini istemi­ yorum. Bak, Tessio, kardeşimle özel bazı şeyler ko­ nuşacağım. Tümüyle bizi ilgilendiren şeyler. Oturma odasında bekle, olur mu? Hazırladığımız listeyi sonra tamamlarız. Clemenza ile birlikte çalışırsınız.»


«Tabii,» dedi Tessio. Dışarı çıktı. «Suçlunun Paulie olduğunu nereden biliyorsun?» diye sordu Michael. «Telefon idaresinde adamlarımız var. Paulie’nin son üç ay içindeki bütün konuşmalarını izlediler. Clemenza’nın da. Paulie bir ay içinde üç kere hasta ol­ duğunu ileri sürerek işe gelmedi, üçünde de bizim ihtiyarın yazıhanesinin karşısındaki bir telefon kulü­ besinden Paulie’ye telefon edilmiş. Bugün de biriy­ le konuşmuş. İşe Paulie’nin mi, yoksa başka birinin mi yollanacağını öğrenmek istemiş, ya da başka bir nedenle telefon etmişler, önemi yok bunun.» Sonny omuzlarını silkti. «Suçlunun Paulie olması bizim için büyük bir talih. Çünkü Clemenza’ya ihtiyacımız var.» Michael çekine çe kin e : «Savaş mı ilân edile­ cek?» diye sordu. Sonny’nin bakışları sertleşti. «Tom gelir gelmez ilân edeceğim savaşı.» «Niçin ihtiyarın konuşabilecek hale gelmesini beklemiyorsun? Belki o başka türlü davranmanı is­ ter.» Sonny ona garip garip baktı. «Pasifikte nasıl ka­ zandın o madalyaları bilmem. Tehlikedeyiz be adam, savaşmamız gerek. Tek korkum Tom’u serbest bırak­ mamaları.» Michael şaşırmıştı : «Niçin bırakmasınlar?» Sonny kardeşine sabırla anlattı : «Tom’u niçin kaçırdıklarını sanıyorsun? İhtiyarın öldüğünü, benim­ le bir anlaşma yapacaklarını düşündüler. Aracı ola­ rak da Tom’u kullanacaklardı. Ama ihtiyar yaşıyor. Hiç bir şekilde anlaşmaya yanaşmayacağımı anlamışlar­ dır. Tom’a da ihtiyaçları kalmadı artık. Tom’u serbest bırakabilirler, ama öldürebilirler de. Sollozzo’ya bağ­ lı bu. Eğer Tom’u öldürürlerse bizi ezmeye, haritadan silmeye kararlı olduklarını göstermiş olurlar.» Michael : «Peki, Sollozzo senin anlaşabileceği­ ni nereden çıkardı?» dedi. Sonny kıpkırmızı kesildi. Bir süre konuşmadı. «Birkaç ay önce Sollozzo buraya geldi,» diye anlattı. «Uyuşturucu maddeler üzerine bir takım tekliflerde bulundu. İhtiyar reddetti. Toplantı sırasında olmaya­


cak bir lâf çıktı ağzımdan. Anlaşma yanlısı olduğumu belli ettim. Çok hatalı davranmıştım. İhtiyar bana dur­ madan, yabancılara Aile içinde fikir ayrılıkları oldu­ ğunu belli etmememi söyler dururdu. İşte Sollozzo bu konuşmamdan, ihtiyarı başından attığı takdirde be­ nimle anlaşabileceği anlamını çıkardı, ihtiyar ölünce Ailenin nüfuzu yarı yarıya azalacaktı. Gelecek, uyuş­ turucu maddeler üzerine kurulacak. Çok önemli bir iş bu. Bizim ihtiyarı öldürmeye kalkışmaları bir iş me­ selesi. Kişisel yanı yok. Doğrusunu istersen ben Sol­ lozzo ile ortak olabilirdim. Tabii, kendisini şişleme fır­ satı vermedi bana. Ayrıca, anlaşmaya yanaşırsam sırf öc almak için savaşı iki yıl sonra yeniden baş­ latmağa diğer ailelerin izin vermeyeceklerini de bi­ liyor. üstelik Tattaglialar da onu destekliyorlar.» «Eğer babamı öldürmeyi başarsalardı, ne yapar­ dın?» Sonny : «Sollozzo’nun canına okumuştum,» de­ di kısaca. «Ne pahasına olursa olsun herifi kıymaya çevirirdim. New York’un beş büyük ailesi de karşıma çıksa önemi yoktu. Tattaglia ailesinin kökü kurutula­ cak. Hep birlikte batsak da vız gelir.» Michael : «Babam olsa böyle yapmazdı,» dedi. «Ben babama benzemem. Biliyorum bunu. Ama sana şunu söyleyeyim, babam da aynı kanıda, iş sa­ vaşa gelince üzerime yoktur. Sollozzo da, Clemenza da, Tessio da beni bilirler. Ben on yıl önce, babamı öldürmeye kalkıştıkları dönemi yaşadım. Açılan sa­ vaşta çarpıştım. Kemiklerim sertleşti. Bu yüzden kay­ gılanmıyorum hiç. üstelik Ailemiz çok güçlü. Şu an­ da tek arzum Luca Brasi’nin bir an önce buraya gel­ mesi yahut telefon etmesi.» «Luca söyledikleri kadar sert bir insan mı? O kadar mükemmel mi?» «Kendine özgü bir adamdır. Onu üç Tattaglia’nın peşine takacağım. Sollozzo bana ait.» Michael oturduğu yerden huzursuz huzursuz kı­ pırdandı. Ağabeyine baktı. Gerçi Sonny zalim olmayı da bilirdi ama aslında sıcak kanlı, cömert bir insandı. İyiydi. Şefkatliydi. Onun bu şekilde konuşması Michael’a pek garip geliyordu. Sanki yeni taç giymiş bir


Roma İmparatoru gibi oturup öldürülecek kişilerin lis­ tesini çıkarması insanın iliklerini donduruyordu. Mic­ hael bütün bunlarla ilişkisi olmadığına memnundu. Babası yaşadığına göre karışması da gereksizdi. Ama telefonlara cevap vererek, haber götürüp getirerek ağabeyine yardım edebilirdi... Arkalarında Luca ol­ duktan sonra babasıyla ağabeyi başlarının çaresine bakabilirlerdi. O sıra oturma odasından bir kadın çığlığı duyul­ du. Aman Allahım, diye düşündü Michael. Ses, Tom’un karısının sesine benziyordu! Kapıya koştu. Açtı. Oturma odasındakiler ayaktaydı. Divanın yanında Tom duruyordu. Karısına sarılmıştı. Yüzünde utangaç bir ifade vardı. Theresa ağlıyordu. Bir süre sonra Tom ka­ rısının kollarından kurtuldu. Onu divana oturttu. Michael’a üzüntüyle gülümsedi : «Seni gördüğüme sevin­ dim, Mike,» dedi. «Gerçekten sevindim.» Hâlâ ağla­ makta olan karısına bakmadan yürüdü; çalışma oda­ sına girdi. On yıl Corleone ailesinin içinde yaşamıştı; çok şey öğrenmişti onlardan. Michael’in yüzü gurur­ la pembeleşti. Baba, Hagen’e bile kişiliğinden bir şey­ ler aşılamıştı.

BEŞİNCİ BÖLÜM

SONNY, Clemenza, Tessio ve Tom Hagen evin köşe­ sindeki çalışma odasında oturuyorlardı. Saat saba­ hın dördüydü. Theresa Hagen bitişikteki evine yollan­ mıştı. Paulie Gatto hâlâ oturma odasındaydı; Tessio’nun adamlarına gözden kaçırılmaması, dışarıya bıra­ kılmaması için emir verildiğinden habersizdi. Tom Hagen, Sollozzo’nun teklifini anlattı. Solloz­ zo, Baba’nın yaşadığını öğrenince Tom’u öldürmeye karar vermişti. Hagen yüzünü buruşturdu. «Canımı bağışlaması için o Allahın belâsı Türk’e nasıl yalvar­ dığımı bir görecektiniz! Aile ile görüşeceğimi söyle­ dim ona. Baba’nın hayatta olmasının önemi yok, de­


dim. Sonny’yi parmağımın ucunda çevirebileceğime inandırdım. Sonny’nin çocukluk arkadaşım olduğunu, birbirimizi çok sevdiğimizi, ricamı reddetmeyeceğini ileri sürdüm. Tanrı yalanımı bağışlasın, Sonny’nin Baba’nın hükümdarlığı altında yaşamaktan bıktığını, kendi başına işler çevirmek istediğini de söylemek­ ten geri kalmadım.» Sonny’ye özür dilermiş gibi gü­ lümsedi. Sonny her şeyi anladığını, önemli olmadığı­ nı anlatan bir işaret yaptı. Telefonun hemen yanında oturan Michael iki er­ keği inceliyordu. Sonny Tom Hagen’i sevgiyle kucak­ lamıştı. Bir çok bakımlardan Tom ile Sonny birbirle­ rine, kendisinin kardeşine olduğundan daha yakın, da­ ha içtendiler. Michael kalbinin kıskançlıkla burkulduğunu hissetti. «Artık işimize bakalım,» dedi Sonny; «bir takım plânlar yapmak zorundayız Tom, Tessio ile hazırladı­ ğımız şu listeye bak. Tessio, şendeki listeyi Clemen­ za’ya ver.» «Madem bir takım plânlar yapıyoruz. Freddie de burada olmalı,» dedi* Michael. «Freddie’nin bize bir yararı dokunamaz,» dedi Sonny üzüntüyle, «doktor sükûnet içinde dinlenmesi­ ni öğütledi, çok sarsılmış. Bir türlü anlayamıyorum; Freddie çok yürekli, sert bir insandı. İhtiyarın kanlar içinde yere yuvarlanması onu çok etkiledi sanırım. Ona göre Baba Tanrı’nın kendisiydi. Freddie ne sana, ne de bana benzer, Michael.» Hagen söze karıştı. Hemen : «Peki,» dedi, «Freddie’yi bu işe karıştırmayalım. Bence Sonny, sen ev­ den hiç çıkmamalısın. Ortalık sükûn buluncaya ka­ dar bir yere kımıldama. Burada emniyettesin. Sollozzo’yu küçümseme. Tam bir iş adamı o. Pezzonovante olmaya hak kazanan bir kişi. Hastaneye nöbetçi yol­ landı mı?» Sonny başını salladı : «Polisler de var. Sen liste için ne düşünüyorsun, Tom?» Hagen kaşlarını çatarak listedeki adlara baktı. «Sonny, sen bu işi baştan aşağı yanlış anlamışsın. İntikam almak istiyorsun. Baba burada olsa olayı yal­ nız bir iş meselesi sayardı. Sollozzo bir anahtar duru­


munda. Ondan kurtulursak her şey yoluna girer. Tattaglia’ların peşine düşmen gereksiz.» Sonny Caporegime’ye baktı. Tessio omuz silkti. «Bir parça tehlikeli,» dedi. Clemenza bir şey söyle­ medi. Sonny, Clemenza’ya : «Bir tek şeyi tartışmasız kabul edebilirsiniz,» dedi. «Artık Paulie Gatto’yu gö­ züm görmesin. Listenin başına onu koy.» Şişman Caporegime başını salladı. Hagen : «Luca’dan ne haber?» dedi. «Sollozzo Luca’dan yana hiç kaygılanmadı. Bu da beni düşün­ dürdü doğrusu. Eğer Luca bize ihanet ettiyse başı­ mız dertte demektir, önce bunu öğrenmemiz gerek. Luca ile bağlantı kurabildiniz mi?» «Hayır,» dedi Sonny, «bütün gece ona telefon ettim. Belki bir yere takıldı kaldı.» «Olamaz,» dedi Hagen. «Luca hiç bir kadınla bü­ tün gece kalmaz, işi bitince evine döner. Mike bir cevap alıncaya kadar ara Luca’yı.» Mike derhal nu­ marayı çevirdi. Öteki tarafta telefonun çaldığını duyu­ yordu. Ama cevap veren çıkmadı. Sonunda kapattı. «Her on beş dakikada bir tekrar ara,» dedi Hagen. Sonny sabırsızlıkla : «Hadi bakalım, Tom,» dedi, «Sen Consigliori’sin. Bize bir öğüt ver. Ne yapma­ mız gerekiyor?» Hagen, viski şişesinden bardağını içki doldurdu : «Baban iyileşip işin başına geçinceye kadar Sollozzo ile görüşmeleri sürdürürüz. Mecbur kalırsak bir anIsşma bile yaparız. Baban iyileşince her şeyi yoluna koyar. Diğer Aileler de ondan yana olurlar.» Sonny öfkeyle sırıttı : «Yani bu Sollozzo denen herifin hakkından gelemiyeceğimi mi sanıyorsun?» Tom onun gözlerinin içine baktı. «Sonny, Solloz­ zo ile baş edeceğinden hiç kuşkum yok. Corleone Ailesi kuvvetli. Clemenza ile Tessio seninle beraber. Savaş açıldığı takdirde bu iki Caporegime bin kişinin hakkından gelir. Ama savaşın sonunda bütün Atlantik kıyısı yıkılmış, mezbahaya dönmüş olacak. Bütün ai­ leler, Corleoneleri suçlayacak. Düşman kazanacağız. İşte baban böyle bir durumu asla onaylamaz.» Michael, Sonny’nin bu sözleri olumlu karşıiadığı-


m gördü. Sonny oturduğu yerde hafifçe doğruldu : «Peki ihtiyar ölürse? O zaman ne yapmamızı öğüt­ lersin, Consigliori?» diye sordu. Hagen sükûnetle : «Kabul etmeyeceğini biliyorum ama,» dedi, «yine de düşüncemi söyleyecek, Sollozzo ile anlaşmanı, uyuşturucu maddeler işine girmeni öğütleyeceğim. Babanın siyaset hayatındaki dostları ve kişisel etkisi ortadan kalkınca Corleone Ailesi’nin gücü yarı yarıya azalmış olur. Baban ölürse, diğer Aileler, Tattaglia’larla Sollozzo’yu desteklerler. Sol­ lozzo zaten savaş çıkmasını istemiyor. Baban ölür­ se, anlaşmaya yanaş. Sonra da bekle.» Sonny’nin yüzü öfkeden bembeyaz kesilmişti. «Senin için bu şekilde konuşmak kolay. Ne de olsa öldürülen senin baban değil.» Hagen mağrur bir tavırla: «Babana, sen yahut Mike kadar iyi bir evlât oldum,» dedi. «Belki sîz­ lerden daha da iyi. Ben sana öğüt verirken işe duy­ gularımı karıştırmıyorum. Bütün o alçakları ben de öldürmek isterim.» Hagen’in sesinde öyle bir anlam vardı ki, Sonny’yi utandırdı. «Tom, ben onu demek istemedim,» diye atıldı. Ama Sonny’nin ne demek istediğini ikisi de biliyor­ lardı. Kan bağı hiç bir şeye benzemezdi. Diğerleri sıkıntılı bir sessizlik içinde beklerler­ ken, Sonny başını önüne eğmiş düşünüyordu. Sonra içini çekti : «Peki,» dedi, «ihtiyar işaret verinceye ka­ dar durumu olduğu gibi bırakacağız. Tom, sen de dışarda dolaşma. Fırsat vermeyelim kimseye. Gerçi Sollozzo’nun işi büyüteceğini sanmam ama Mike, sen de dikkatli ol. Tessio adamlarını kentte bir dolaştır. Araş­ tırma yaptır. Clemenza, Paulie Gatto işini bitirdikten sonra adamlarını buraya getir. Tessio’nun adamlarının yerini alsınlar. Tessio, sen hastanedeki adamlarını olduğu gibi bırak. Tom, sabah ilk işin Sollozzo ile gö­ rüşmelere devam etmek olsun. Telefonla yahut bir ha­ berciyle yap bunu. Mike, yarın Clemenza’nın iki ada­ mıyla Luca’nın evine git. Kendisi gelinceye kadar bekle. Nerede olduğunu araştır. O deli herif olayı ha­ ber aldıysa mutlaka Sollozzo’nun peşindedir. Baba’ya


ihanet edeceğini sanmıyorum. Türk ona ne teklif ederse etsin, kanmaz.» Hagen istemeye istemeye : «Mike’ın bu işe ka­ rışmaması daha doğru olur,» dedi. «Haklısın,» dedi Sonny. «Mike sen evde kal. Belki bana burada daha yararlı olursun.» Michael cevap vermedi. Bu odada, bu kişiler arasında kendini yabancı hissediyor, utanıyordu. Cle­ menza ile Tessio’nun anlamsız yüzlerinin gerisinde g:zlice kendisini küçümsediklerinden emindi. Telefo­ nu aldı. Luca Brasi’nin numarasını çevirdi. Bekledi. Bekledi.

ALTINCI BÖLÜM

FETER Clemenza o geceyi çok kötü geçirdi. Gözü bir türlü uyku tutmadı. Sabah erkenden kalktı. Bir bardak grappa, kalın bir dilim Cenova salamı ve eski günlerdeki gibi hâlâ kapısına getirilen taze İtalyan ti­ pi ekmekten ibaret kahvaltısını eliyle hazırladı. Bun­ ları bitirdikten sonra içine birkaç damla anisetti kon­ muş kocaman bir bardak kahve içti. Bütün bunları yapar, yumuşak, kadife terlikleriyle ortalıkta dolaşır­ ken hep o günkü işlerini düşünüyordu, önceki gece Sonny Corleone, Paulie Gatto’nun icabına en kısa za­ manda bakılmasını istemişti. Hesabı bugün görülme­ liydi. Clemenza kaygılıydı. Kaygısı Paulie Gatto’nun koruyucu kanadı altında olması ve hain çıkmasından ötürü değildi. Asıl mesele Gatto’nun yerine kimi ge­ tireceğiydi. Önemli bir işti bu. Hafife alınamazdı. Caporegime’nin baş yardımcısı sert, güçlü olduğu, kadar zeki de olmalıydı. Başı derde girdiği zaman Si­ cilyalIların yasası olan omerta’yı her ne pahasına olursa olsun uygulayabilmeliydi; susmasını bilmeliydi. Clemenza emrindeki adamları teker teker inceleme­ ye, düşünmeye başladı.


Sonunda kafasında sıraladığı adları üçe indirdi. Biri Harlem’deki zencilerle çalışan esmer, güçlü kuvvetli bir adamdı. Çalıştığı bölgede kendini sevdir­ mişti. Yine, de ondan korkar, çekinirlerdi. Ama yarım saat düşündükten sonra Clemenza bu adamı Gatto’nun yerine getirmekten vaz geçti; bir kere adam Har­ lem’deki zencilerle çok iyi geçiniyordu; bu, karakte­ rindeki bozuk bir yanın belirtisiydi. Üstelik işi de önemliydi. Yerine birini bulmak çok güç olacaktı. Clemenza, ikinci kişiyi de enine boyuna düşün­ dükten sonra, Rocco Lampone üzerinde karar kıldı. Lampone diğerlerine oranla daha kısa süreden beri Clemenza’nın yanındaydı. Aile içinde kısa ama etkili bir çıraklık dönemi geçirmişti. Savaş sırasında Afri­ ka’da yaralanmış, 1943 yılında da terhis edilmişti. Aldığı yaralardan ötürü hafifçe sakat kalmasına, be­ lirli bir şekilde topallamasına rağmen Clemenza onu yanına almıştı; çünkü o sıralar adam bulmak pek güç­ tü. Başlangıçta Clemenza onu konfeksiyon merkezle­ rinde karaborsa ajanı olarak ve OPA gıda karnelerini denetleyen hükümet adamlarının yanında çalıştır­ mıştı. Daha sonra Lampone bu işten alınarak örgüt içindeki anlaşmazlıkları, karışıklıkları bastırmaya atan­ mış, böylece sorumluluğu büyümüştü. Clemenza’nın onda hoşlandığı yan, Lampone’nin sağduyusunun güç­ lü oluşuydu. Rocco Lampone ağır bir para yahut altı aylık bir hapis cezasını gerektirecek olaylarda ka­ badayılık etmekten fayda sağlanamayacağını, oysa, büyük kârlar sağlanacak bir iş için küçük bedeller ödemenin gerekli olduğunu çok iyi biliyordu. Yap­ tıkları işin ağır değil, hafif tehditlerle yürütülebile­ ceğini anlayacak kadar mantıklı bir kişiydi. Bütün ça­ lışmaları hissettirmeden yürütmeyi yeğlerdi; bu da tam istenen şeydi. Clemenza, önemli bir sorunu çözümleyen bilinç­ li bir yöneticinin rahatlığını duydu içinde. Evet, ona Rocco Lampone yardım edecekti; çünkü Paulie Gatto işini kendisi yoluna koyacaktı. Böylece tecrübesiz bir kişiye yardım etmekle kalmayacak, Paulie Gatto ile olan kişisel hesabını da görecekti. Paulie Gatto’yu himayesine almış, onun daha sadık daha değerli ki­


şilerin önüne geçmesini sağlamış, mesleğinde her yönden ilerlemesine çaUşmıştı. Karşılığında Paulie Gatto yalnız Aileyi değil padrone’si (*) olan Clemenza’yı da aldatmıştı. Bu saygısızlık, cezasını görmeliy­ di. Her Şey plânlandı. Paulie Gatto’ya, öğleden son­ ra saat üçte Clemenza’yı alması için emir verilmiş­ ti; kendi arabasıyla gelecekti; önemli bir durum yok­ tu. Clemenza, Rocco Lampone’ye telefon etti. Kendi­ ni tanıtmadı. Yalnız : «Evime gel,» dedi. «Sana veri­ lecek bir iş var.» Sabahın erken saati olmasına rağ­ men Lampone’nin sesi uykulu değildi, şaşırmamıştı da; Clemenza buna memnun oldu. Lampone : «Peki,» dedi yalnız, iyi bir seçim yapmıştı Clemenza. Buna emindi. «Acele etme,» diye ekledi, «bana gelmezden önce kahvaltını yap, öğle yemeğini ye. Ama saat iki­ den sonraya da kalma.» Clemenza telefonu kapadı. Daha önce Don Cor­ leone’nin Long Beach’deki evine kendi adamlarını yollamıştı, öğleden sonraya dek yapılacak bir şey yoktu. Garajına gitti. Cadillac arabasını yıkayıp temiz­ leyecekti. Clemenza arabasını gözü gibi severdi. Tıp­ kı babasının eşeklerini sevdiği gibi. Onu yıkayıp par­ latırken daha iyi düşünebildiğini hissederdi. Paulie Gatto’yu kuşkulandırmamak gerekiyordu. Ne de olsa bu bir ölüm-kalım meselesiydi. Clemen­ za içini çekti. Cadillac kocaman, mavi, çelik bir yu­ murta gibi parlamaya başlamıştı. Paulie Gatto’ya, Aile için şehirde bir apartıman aramaya çıktıklarını söyleyecekti. Böylece Gatto, Rocco Lampone’nin yanlarında olmasından hiç kuşkulanmayacaktı. Aileler arasında ne zaman bir ger­ ginlik olsa gizli apartmanlarda karargâh kurarlar. Ai­ lelere. bağlı kişiler de buralardaki minderler üzerinde yatıp kalkarlardı. Bu görev için Clemenza’nın seçilme­ si kadar olağan bir şey yoktu, üstelik açgözlü bir adam olan Paulie Gatto’nun hemen bu bilgi için Sollozzo’(*) Padrone: Patron.


dan kaç para koparacağını düşünmeye başlaması iş­ ten bile değildi. Rocco Lampone erkenden geldi. Clemenza yapa­ caklarını anlattı ona. Rocco Lampone’nin yüzü gay­ retle, minnettarlıkla aydınlandı. Kendisine gösterdiği bu yakınlık ve ilgiden dolayı Clemenza’ya hararetle, saygıyla teşekkür etti. Clemenza yerinde bir karar verdiğine emindi. Lampone’nin omuzuna vurarak : «Bugünden sonra durumun çok daha iyi olacak,» dedi. «Gerisini sonra konuşuruz. Bildiğin gibi şu anda Aile çok daha önemli sorunlarla uğraşmak zorunda.» Lam­ pone sabırlı olacağını, sonunda da hak ettiği karşılı­ ğı göreceğini anlatan bir işaret yaptı. Clemenza kasasını açtı, içinden bir tabanca çı­ karıp Lrmpone’ye uzattı : «Bunu kullan,» dedi. «Poliz izini asla bulamaz. Sonra da arabada, Paulie’nin yanına bırak. İşini bitirdikten sonra ailen ve çocukla­ rınla birlikte Florida’ya gidip güzel bir tatil yapmanı istiyorum. Şimdilik kendi paranı kullan. Ben sonra yaptığın masrafı karşılarım. Dinlen, güneşin tadını çı­ kar. Miami’de Ailenin Otelinde kal. Ben istediğim za­ man seni nerede bulacağımı bileyim.» Clemenza’nın karısı kapıyı vurdu. Paulie Gatto’nun geldiğini haber verdi. Paulie arabayı yolda park etmişti. Clemenza öne geçti. Yürüdüler. En arkadan Lampone geliyordu. Clemenza öne, Lampone arkaya binince Gatto irkilir gibi oldu. Yüzünde bozulduğunu gösteren bir anlam belirdi. Clemenza’nın yüzüne dik­ katle, anlamaya çalışarak baktı. Clemenza : «Rocco öte yana otur,» diye sert sert söylendi, «aynayı kapa­ tıyorsun,» Rocco Lampone öteki yana geçti. Şimdi tam Clemenza’nın arkasındaydı. Clemenza aksi bir tavırla : «Allah kahretsin şu Sonny’yi,» dedi, «öyle korkuyor ki. West Side’da bir apartman bulmamızı istedi. Paulie, Rocco ile birlikte gerekli bütün hazırlıkları yapacaksınız, iyi bir yer bili­ yor musun?» Clemenza’nın beklediği gibi Paulie Gatto’nun gözleri ilgiyle parladı. Yemi yutmuştu. Bu bilgi karşılı­ ğında Sollozzo’nun ne vereceğini düşünüyordu her­ halde. Tehlikede olup olmadığını aklına bile getirmi­


yordu. Lampone de rolünü mükemmel oynuyordu : Arka sırada büyük bir rahatlık ve ilgisizlikle oturu­ yor, pencereden dışarıyı seyrediyordu. Clemenza da onu inceledikçe yerinde bir karar verdiğini anlıyor, kendi kendini kutluyordu. Gatto omuz silkti : «Bir düşüneyim,» dedi. «Hem düşün, hem de arabayı sür, dedi Clemen­ za homurdanarak : «Bugün New York’ta olmak isti­ yorum.» Paulie iyi bir şofördü. Bu saatte trafik de pek sıkışık değildi. VVashington Heights’a doğru gittiler. Burada birkaç apartmanı gözden geçirdiler. Clemen­ za ona, arabayı Arthur bulvarında park edip bekle­ mesini söyledi. Rocco Lampone’yi de arabada bırak­ mıştı. Kendisi Vera Mario lokantasına girdi. Hafif bir yemek yedi. Birkaç tanıdığı selâmladı. Bir saat son­ ra bulvara doğru yürüdü. Bekleyen arabaya bindi. Gatto ile Lampone onu bekliyorlardı. «Dönelim,» de­ di Clemenza, «Bizi Long Beach’den istiyorlar. Başka bir iş vereceklermiş. Apartman bulma işini sonraya bırakabilirmişiz. Sonny öyle söyledi. Rocco, evin bu­ ralarda. Bir yerde bırakalım seni istersen, ha.» Rocco : «Arabamı sizin evinizin oraya park et­ tim. Gidip almam gerek,» dedi sükûnetle. «Bak unuttum bunu, o halde bizimle gelmek zo­ rundasın.» Dönerken hiç konuşmadılar. Yarı yola gelmişlerdi ki, Clemenza b ird e n : «Paulie,» dedi. «Dur, işeye­ ceğim.» Paulie hiç kuşkulanmadı. Uzun süredir birlik­ te çalıştıklarından tombul caporegime’nin sık sık su dökme gereği duyduğunu biliyordu. Gatto arabayı yolun kenarına çekti; çalılıklara giden yerde durdur­ du. Clemenza arabadan indi. Çalılıklara doğru birkaç adım gitti. Gerçekten de işini gördü. Sonra arabanın kapısını açıp içeri girerken yolun aşağısına ve yukarı­ sına çabucak baktı. Yol boştu. «Hadi bakalım,» dedi. Bir saniye sonra arabanın içi patlayan tabancanın gü­ rültüsüyle doldu. Paulie Gatto’nun gövdesi öne doğru fırlamış, direksiyonun üstüne abanmıştı. Clemenza sıçrayarak kemik ve kan parçalarına bulanmamak için geri çekildi.


Rocco Lampone yerinden Kalktı. Hâlâ elinde tut­ tuğu tabancayı çalılıklara fırlattı. Clemenza ile birlikte hemen yakın bir yere park edilmiş olan başka bir arabaya bindiler. Lampone uzandı. Minderin altındaki anahtarı aldı. Motoru çalıştırdı. Clemenza’yı evine bıraktı. Sonra değişik bir yoldan Manhattan’daki evi­ ne döndü.

YEDİNCİ BÖLÜM

DON Corleone’nin vurulmasından önceki gece, onun en güçlü, en korkulu, en sadık adamı düşmanla bu­ luşmaya hazırlanıyordu. Luca Brasi Sollozzo’nun adamlarıyla aylar önce ilişki kurmuş, bunu Don Cor­ leone’nin verdiği emre uyarak yapmıştı. Tattaglia ai­ lesinin işlettiği gece kulüplerine sık sık gidiyordu ar­ tık, bir de kadın elde etmişti. Bu kadınla yatarken Don Corleone’nin kendisine hiç de iyi davranmadığından, değerinin bilinmediğinden yakındı. Kızla ilişki kurma­ sından bir hafta sonra gece kulübünün sahibi Bruno Tattaglia, Luca Brasi’ye yanaştı. Bruno, Tattaglia ai­ lesinin en küçük oğluydu. Bruno Tattaglia, Luca’yı kendi Ailesi’nin işine al­ mak istedi. Aralarındaki görüşmeler bir ay kadar de­ vam etti, sonunda Luca Brasi anlaşmayı kabul eder göründü. «Ama bir nokta iyice anlaşılmalıdır,» dedi, «ben asla Baba’ya karşı gelmem. Don Corleone say gı duyduğum bir kişidir.» «Babam da senin Corleone ailesine karşı gel­ meni istemez. Niçin istesin? Artık herkes birbiriyle iyi geçiniyor. Eski günlerdeki gibi değiliz. Babamla görüşeceğim. Bizim işimiz senin gibi güçlü kuvvetli, zeki kişiler gerektiriyor. Kesin bir karar verince ba­ na gel.» Konuşmayı bu kadarla bıraktılar. Don Corleone’nin asıl amacı, Luca Brasi’nin Tattaglia’lar arasına karışarak Sollozzo’nun plânlarını


öğrenmesiydi. Eğer Sollozzo’nun Corleone ailesi ile ilgili düşünceleri varsa, buna karşı bir an önce tedbir almaları gerekiyordu. Luca Brasi, Baba’nın vurulmasından bir gece ön­ ce her zamanki gibi kulübe gitti. Oradaki kıza çok âşıkmış gibi bir tavır takınıyordu. Bruno Tattaglia he­ men masasına geldi. Otundu. «Seninle konuşmak isteyen bir arkadaşım var,» dedi. «Getir buraya. Senin arkadaşların kim olursa ol­ sun, konuşurum.» «Burada olmaz. Seninle özel olarak konuşmak istiyor.» «Kim bu adam?» «Bir dostum,» dedi Bruno Tattaglia. «Sana bir teklifte bulunacak. Bu gece onunla görüşür müsün?» «Elbette,» dedi Luca, «ne zaman, nerede?» Tattaglia alçak sesle : «Kulüp sabaha karşı sa­ at dörtte kapanır,» dedi, «garsonlar temizlik yaptıkla­ rı sırada buluşsak ne dersin?» L u ca : «Alışkanlıklarımı öğrenmişler,» diye dü­ şündü. Mutlaka peşine adam koymuşlardı. Luca Brasi öğleden sonra saat üçte, dörtte yataktan kalkar, kah­ valtısını eder, sonra Aile’den olan yakın arkabalarıyla kumar oynar ya da kendine bir kadın bulurdu. Bazı akşamlar sinemaya gider, sonra da kulüplerden biri­ ne uğrayarak içerdi. Şafak sökmeden yatağa gir­ mezdi. Bu nedenle sabaha karşı saat dörtte buluşma teklifi göründüğü kadar garip değildi. «Tabii, tabii,» dedi Luca, «saat dörtte buraya ge­ lirim.» Kulüpten çıktı. Onuncu Bulvar’da, mobilyalı kiraladığı evine gitmek için bir taksiye atladı. Uzaktan akraba olduğu bir İtalyan ailesinin yanında kiracıydı. İki odası evin diğer odalarından özel bir kapıyla ay­ rılıyordu. Burası kendisine bir dereceye kadar aile ha­ yatını tattırdığı, üstelik ani baskınlara karşı emniyet­ li bir yer olduğu için hoşuna gidiyordu. «Kurnaz Türk Tilkisi tüylü kuyruğunu gösterecek sonunda,» diye aklından geçirdi Luca. İşler yolunda gittiği, Sollozzo gece teslim olduğu takdirde bu Ba­ ba’ya verilecek güzel bir Noel armağanı olurdu. Luca


odasına girince yatağın altındaki sandığı açtı, kur­ şun geçirmez yeleğini aldı. Yelek ağırdı. Soyundu. Yünlü çamaşırlarının üzerine yeleği geçirdi. Bir an Baba’nın Long Beach’deki evine telefon edip yeni ge­ lişmeyi bildirmeyi düşündü, ama Baba’nın asla tele­ fonda konuşmadığını biliyordu, üstelik Baba bu göre­ vi ona gizlice vermişti, dolayısıyla hiç kimsenin, hat­ ta Hagen ile büyük oğlunun bile haberi olsun iste­ mezdi. Luca üzerinde her zaman silâh taşırdı. Silâh ta­ şıma izni vardı, bu izin belki de dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zaman çıkarılmış en pahalı silâh taşıma izniydi. Tam on bin dolara mal olmuştu. Ama üzeri polislerce arandığı zaman hapse atılması­ nın önüne geçecekti. Aile’nin baş eylemcisi olarak böyle bir izin belgesine hak kazanıyordu. Ama bu ge­ ce, iş bitirme ihtimaline karşı Luca «emin» bir silâh istiyordu, izi kolay bulunmayacak bir silâh olmalıy­ dı bu. Sonra meseleyi yeniden düşününce bu gece yapılacak teklifi yalnız dinlemeyi ve Vaftiz babası Don Corleone’ye rapor vermeyi kararlaştırdı. Yeniden kulübün yolunu tuttu, ama hiç içmedi. 48. sokakta bir süre oyalandı, Patsy’nin lokantasında yemeğini acele etmeden yedi. Burası en sevdiği Ital­ yan lokantasıydı. Randevu saati gelince kulübe gitti, içeri girdiğinde kapıcı yerinde yoktu. Vestiyer kız da gitmişti. Yalnız Bruno Tattaglia onu karşılamaya çıktı. Luca’yı salonun bir köşesindeki bara götürdü. Boş masaları, ortalarında küçük bir elmas parçası gibi du­ ran cilâlı sarı tahtadan dans pistini görüyordu. Gölge­ lerin içinde boş orkestra yeri ve ortasından bir iske­ let gibi yükselen mikrofon vardı. Luca barın arkalıksız iskemlesine oturdu. Bruno Tattaglia barın içine girdi. Luca sunmak istediği iç­ kiyi reddetti. Bir sigara yaktı. Belki de mesele baş­ kaydı. Türk çıkmayacaktı karşısına. Ama o sıra sa­ lonun uzak köşesindeki gölgeler arasında Sollozzo’­ nun geldiğini gördü. Sollozzo Luca’nın elini sıktı. Yanına oturdu. Tat­ taglia, Sollozzo’nun önüne bir kadeh içki koydu. Türk başını sallıyarak teşekkür etti. Sonra: «Kim ol­


duğumu biliyor musun?» diye sordu Luca’ya. Luca başını salladı. Yüzünde haşin bir gülüm­ seme belirdi. Fareler deliklerinden çıkıp hücuma ge­ çiyorlardı sonunda. Bu dönek SicilyalInın hakkından gelmek Luca’nın pek hoşuna gidecekti. Sollozzo : «Senden ne isteyeceğimi de biliyor musun?» diye sordu. Luca yine başını salladı. «Yapılması gereken büyük bir iş var,» dedi Türk. «Üst kademelerdekilerin eline milyonlarca dolar ge­ çecek. İlk elde elli bin dolar kazanacağını garanti edi­ yorum. Sözünü ettiğim uyuşturucu maddeler. Gele­ ceğin işi bu.» Luca : «Niçin bana baş vuruyorsun?» diye sordu. «Baba’yla konuşmamı mı istiyorsun?» Sollozzo yüzünü buruşturdu: «Babayla konuş­ tum ben. Bu işe hiç karışmak istemiyor. Ben işi onsuz da beceririm. Ama işi koruyabilecek güçlü kuvvetli birine ihtiyacım var. Anladığıma göre Don Corleone’den hoşnut değilsin. Belki bizim tarafa geçersin.» Luca omuz silkti : «Teklif hoşuma giderse...» Sollozzo onu dikkatle izliyordu. Bir karara var­ mış gibiydi. «Teklifim üzerinde birkaç gün düşün,» dedi, «sonra yine, konuşuruz.» Elini uzattı ama, Luca bu eli görmezlikten geldi. Ağzına bir sigara daha koy­ du. Barın arkasından Bruno Tattaglia derhal bir çak­ mak çıkardı; Luca’ya doğru tuttu. Sonra Tattaglia ga­ rip bir davranışta bulundu. Çakmağı tezgâhın üzeri­ ne attı. Luca’nın sağ eline sımsıkı yapıştı. Luca derhal harekete geçti. Vücudu tabureden kaydı, kıvrıldı. Oysa Sollozzo öteki elini bileğinden yakalamıştı. Yine de Luca onlara göre çok güçlüydü, kendini kurtarabilirdi, ama arkasında bir adam belirdi, elindeki ipek gibi incecik teli Luca’nın boğazına ge­ çirdi. Teli sıktı, Luca’yı soluksuz bıraktı. Luca’nın yüzü pembeleşti, kollarındaki güç tükendi. Tattaglia ile Sollozzo şimdi ellerini rahatça tutuyorlardı. Adam, Luca’nın boynundaki teli gittikçe daha çok sıkarken orada garip, çocuklar kadar masum bir görünüşleri vardı. Birdenbire döşeme ıslandı, kaypaklaştı. Artık kendinden geçen Luca’nın kasları açılmış, altına et­


mişti. Hiç gücü kalmamıştı, bacakları büküldü, vücu­ du boş bir çuval gibi sarktı. Sollozzo ile Tattaglia ellerini bıraktılar, yalnız cellât kaldı yanında. Luca’nın vücudunu izleyerek dizüstü çöktü. O kadar sıkı çek­ mişti ki, tel Luca’nın gırtlağına oturmuş, adeta kaybol­ muştu. Luca’nın gözleri, çok şaşırmış gibi yerinden oynamıştı. Ondan kalan tek insanca belirti de bu hay­ ret dolu bakış oldu, ölmüştü. «ölüsünün bulunmasını istemiyorum,» dedi Sol­ lozzo. «Hemen bulunmaması çok yerinde olur.» ö k­ çeleri üzerinden dönüp gitti; karanlıklarda kayboldu.

SEKİZİNCİ

bölüm

BABA’nın vurulmasını izleyen ertesi gün Aile çok çalıştı. Michael telefonun başından ayrılmamış, Sonny’ye haberleri iletmişti. Hagen, Sollozzo’yla top­ lantı yapabilmesi için iki tarafın da kabul edeceği arabulucunun tespitine çalışmıştı. Oysa Türk birden ürkekleşmişti, belki de Tessio ile Clemenza’nın, adam­ larının izini bulabilmek için bütün kenti taradıklarını haber almıştı. Ama Sollozzo, Tattaglia Ailesinin bü­ tün üyeleri gibi sığınağından dışarı çıkmıyordu. Son­ ny’nin beklediği bir durumdu, bu düşmanın almak zo­ runda olduğu ilk tedbirdi. Clemenza, Paulie Gatto ile meşguldü. Tessio Luca Brasi’yi arıyordu. Luca, Don’un vurulduğu gün­ den beri görünmüyordu ortalıkta, kötüye işaretti bu. Oysa Sonny Luca’nın ne öldüğüne, ne de aleyhlerine döndüğüne ihtimal veriyordu. Anne Corleone, hastaneye sık sık gidebilmek için kentteki dostlarının evinde kalıyordu. Enişte Carlo Rîzzi yardım teklifinde bulunmuş, ama kendi işine bak­ ması söylenmişti. Connie de annesiyle beraberdi. Freddie hâlâ verilen teskin edici ilâcın tesiri al­ tındaydı. Sonny ile Michael onun ne kadar hasta ve bitkin olduğunu gördükçe şaşırıyorlardı.


Akşama doğru Michael, Clemenza’nın adamla­ rından biri tarafından mutfaktaki telefona çağrıldı. Telefon eden Kay’di. «Baban nasıl?» diye sordu, Kay’in sesi kaygılıy­ dı. Michael onun gazetede çıkan yazılara pek inan­ madığını, babasının bir gangster olduğuna ihtimal vermediğini anlıyordu. «iyileşecek,» dedi Michael. «Hastaneye gittiğinde ben de gelebilir miyim?» Michael güldü. Kay’in kendini ailesine sevdirme­ ye çalıştığını biliyordu, «özel bir durum bu, Kay,» dedi, «eğer gazeteciler seni görürlerse adın Daily Nevvs’un birinci sayfasına geçer. Eski, soylu bir Ame­ rikan ailesinin kızı Mafia şefinin oğluyla dolaşıyor, di­ ye yazarlar. Ailen ne der o zaman?» Kay anlamsız bir sesle : «Bizim evde Daily News okunmaz,» dedi. Sonra yine saygılı bir sesle ekledi : «Sen iyi misin Mike? Tehlikede değiisin ya?» Michael yine güldü : «Ben Corleone ailesinin kız gibi çocuğu olarak bilinirim, Kay. Hiç tehlike yok. Meraklanma. Benim peşime düşmezler. Sonra sana her şeyi anlatırım.» «Ne zaman buluşacağız?» Michael düşündü : «Bu gece geç vakit, ne der­ sin? Otelde yemek yer, bir kadeh içki içeriz. Tamam mı? Ama kimseye söyleme. Gazetecilerin birlikte res­ mimizi çekmelerini istemem. Şaka etmiyorum Kay, çok ciddiyim.» «Peki,» dedi Kay. «Seni bekliyeceğim. Yapmamı istediğin bir şey var mı?» «Hayır,» dedi Michael, «beni bekle yalnız. Hazır ol.» Kay güldü : «Hazır olacağım,» dedi. «Hep hazır değil miyim zaten?» «Evet Kay, her zaman hazırsın. Zaten bu yüz­ den seni çok seviyorum ya.» «Bu gece buluşacağız, tamam mı?» «Tamam.» Sonunda Clemenza Long Beach’deki eve dön­ müştü. Mutfakta kendine koca bir tencere domates salçası hazırlıyordu. Michael onu başıyla selâmladı.


Sonra çalışma odasına g ird i: «Clemenza mutfakta mı?» diye sordu Sonny. Michael : «Yemek pişiriyor,» dedi. «Pişirdiği ye­ mek bir orduya yeter.» Sonny sabırsızlıkla: «Git söyle,» dedi. «Saçma­ lığı bıraksın da derhal buraya gelsin. Yapacağı daha önemli işler var. Tessio da gelsin.» Birkaç dakika sonra hepsi çalışma odasında top­ lanmışlardı. Sonny: «İcabına baktın mı onun?» diye sordu. Clemenza başını olumlu salladı : «Onu bir daha göremiyeceksin.» Michael’in vücudundan elektrik akımı geçer gibi oldu. İcabına bakıldı mı diye sorulan kişi Paulie Gatto idi. Demek küçük Paulie ölmüştü. Sonny, Hagen’e döndü : «Sollozzo meselesinde ilerleme oldu mu?» Hagen umutsuzlukla başını salladı : «Herifçioğlu galiba anlaşmaya varmaktan caydı. Hiç de aceleci görünmüyor bu konuda. Belki izini adamlarımıza bel­ li etmemek için ortaya çıkmıyor.» S onny: «Sollozzo şimdiye kadar karşılaştığımız en zeki, en kurnaz kişi,» dedi. «Belki Don iyileşene kadar zaman kazanmaya çalıştığımızı anlamıştır.» Hagen omuz s ilk ti: «Bunu herhalde sezmiştir. Yine de bizimle anlaşmaya varmak zorunda. Başka çaresi yok. Don Corleone’nin yaşaması onun aleyhine oldu. Yarın yine deneyeceğim.» Kapı vuruldu. Clemenza’nın adamlarından biri içeri girdi. Clemenza’ya : «Polisler Paulie Gatto’yu bulmuşlar,» dedi, «arabasında öldürülmüş.» Clem enza: «Bunun üzerinde durmayın,» dedi adamına. Adam, patronun yüzüne hayretle baktı. Sonra her şeyi anladı. Sonny: «Babanın durumunda bir gelişme var mı?» diye sordu. Hagen : «Sağlığı düzelmek üzere. Ama daha bir­ kaç gün konuşamaz,» dedi. «Ameliyattan henüz çık­ tı. Kendini toparlaması için zaman gerek. Annen hep yanında, Connie de. Hastanenin her köşesinde polis­ ler var. Tessio’nun adamları da gerekli tedbirleri al­


dılar. Biz bu arada Sollozzo’nun ikinci bir darbeye kalkışmasını önlemeliyiz. Onunla görüşmelere baş­ lamayı bu yüzden istiyorum ya.» «Ben de Tessio ile Clemenza’nın onu bir an ön­ ce bulmalarını istiyorum,» dedi Sonny, «belki talihi­ miz yaver gider de işleri düzene koyarız.» «Ne yazık ki Sollozzo çok akıllı,» dedi Hagen, «Karşılıklı masaya oturduğumuz zaman çoğunlukla bizim istediklerimizi kabul etmek zorunda kalacağını biliyor. Bu yüzden kaçıyor. Bence diğer New York’lu Ailelerin desteğini sağlamaya çalışıyor. Sonny yumruğunu öfkeyle masaya indirdi : «Di­ ğer Ailelerin bu işle ne ilgisi olabilir? Akılları varsa savaşa katılmazlar. Benim işim Sollozzo ile.» Tessio’ya döndü ve sordu : «Luca’dan haber var mı?» Tessio : «İz, bile bulamadık,» dedi kaygıyla, «bel­ ki Sollozzo’nun eline geçmiştir.» Hagen : «Sollozzo, Luca’nın sözünü bile etmek is­ temedi,» diye atıldı, «bana garip geldi tutumu. Onun gibi zeki bir adamı kaygılandırabilecek en önemli ki­ şi bence Luca. Belki de şu veya bu şekilde Luca’yı haritadan sildi.» Sonny: «İnşallah Luca bize karşı çalışmıyordur,» diye mırıldandı. «İşte beni tek korkutan şey bu. Tessio, Clemenza, siz ne diyorsunuz?» Clemenza: «Herkes hata işleyebilir,» dedi. «Paulie’ye baksanıza. Luca’ya gelince, böyle bir şeye ih­ timal veremiyorum. O iki yüzlülük edecek biri değil. Baba bu dünyada saydığı, korktuğu tek kişidir. Ha­ yır, Luca bize ihanet etmez. Sollozzo’nun onu nasıl olup da tuzağa düşürdüğünü aklım almıyor. Luca herkesten, her şeyden kuşkulanan bir tiptir. Belki bir­ kaç günlüğüne bir yere gitmiştir. Yakında haber alı­ rız.» Sonny Tessio’ya döndü. Brooklyn’li caporegime omuz silkti. «Herkes hainlik edebilir,» dedi, «Luca alıngan bir insandı. Belki de Baba onu incitmiştir. Olabilir bu.» O sıra söze Michael karıştı : «Ben bu işlerin us­ tası değilim,» dedi, «ama konuşmalarınızdan anladı­ ğım şu : Sollozzo birden Tom’la ilişkiyi kesti. Çok an­


lamlı bir davranış bu. Belki bir takım plânlar, düzen­ ler kuruyordur şimdi. Bu plânların ne olduğunu an­ larsak kendimizi güvenlik içinde hissedebilir, ne ya­ pacağımızı kararlaştı rab i liriz.* Sonny : «Bence,» dedi, «Sollozzo diğer beş Aile ile anlaştı. Bize savaş ilân etmeye hazır. Sen de aynı şekilde düşünmüyor musun Tom?» Hagen başını olumlu salladı : «Ben de aynı şeyi düşünüyordum. Baban olmadan onlara karşı çıkama­ yız. Ailelere karşı koyabilecek tek kişi o.» «Sollozzo bu eve asla yaklaşamaz patron,» dedi Clemenza, «bunun için hiç kuşkulanmayın.» Sonny ona bir an baktı. Sonra Tessio’ya döndü : «Hastanedeki adamlarına yeteri kadar güvenilir mi?» Tessio : «İçerden ve dışardan sarılı hastane,» de­ di, «polisler de var. Odanın kapısında dedektifler bek­ liyor Baba’yla konuşmak için. Babana hâlâ tüp için­ deki o sıvıyı veriyorlar. Zehirlenmesi için de bir ne­ den yok. Don’a ulaşamazlar. Hiç bir şekilde.» Sonny arkasına dayandı : «Beni ele geçirmek is­ teyemezler. Çünkü Ailede yalnız benimle iş yapabile­ ceklerini biliyorlar.» Michael’a bakıp gülümsedi : «Bel­ ki de seni düşünüyorlardır, Mike? Sollozzo seni ele geçirmek, rehin olarak tutmak isteyebilir.» Michael, işte Kay’le buluşmam suya düşüyor, di­ ye geçirdi içinden. Sonny onu evden dışarı bırakma­ yacaktı mutlaka. Ama Hagen sabırsızlıkla araya gir­ di. «Yanılıyorsunuz,» dedi, «isteseydi Mike’ı çoktan ele geçirirdi. Ama Mike Aile işinde değil. Bir sivil o. Mike’ı ele geçirdiği takdirde diğer Ailelerin aleyhine döne­ ceğini çok iyi bilir. Tattaglia ailesi bile Sollozzo’yu saf dışı bırakmaya kalkışır. Hayır, mesele çok basit. Ya­ rın buraya bütün ailelerden birer temsilci gelerek bi­ ze Türk’le işbirliği yapmamızı söyleyecek. İşte Solloz­ zo bunu bekliyor.» Michael rahat bir soluk aldı : «Güzel,» dedi, «bu gece şehre inmem gerek.» «Neden?» diye atıldı Sonny. Michael gülümsedi : «Hastaneye uğrayacağım.


Babamı, annemi ve Connie’yi göreceğim. Yapılacak başka işlerim de var.» Babası gibi Michael de ağzı sı­ kı bir insandı. Asla yapmayı düşündüğü asıl işi söy­ lemezdi. Şimdi ise Sonny’ye, Kay Adams’ı, görmeye gideceğini söylememişti. Saklaması için bir neden yoktu, sadece alışkanlıktan ötürü söylememişti bunu. Mutfaktan sesler geliyordu. Clemenza ne oldu­ ğunu anlamak için dışarı çıktı. Geri döndüğünde elin­ de Luca Brasi’nin kurşun geçirmez yeleği vardı. Ye­ leğin içine kocaman, ölü bir balık konmuştu. Clemenza: «Türk, casusu Paulie Gatto’nun ba­ şına gelenleri haber almış,» dedi. Tessio d a : «Şimdi biz de Luca Brasi’nin başına ne geldiğini bilyoruz,» dedi. Sonny bir puro yaktı. İçkisinden bir yudum aldı. Şaşkınlık içinde Michael’e : «Balık da ne demek olu­ yor?» diye sordu. Ona İrlandalI Consigliori Hagen ce­ vap verdi: «Balık, Luca Brasi’nin okyanusun dibin­ de yattığını anlatıyor,» dedi, «çok eski bir Sicilya mesejadır.»

DOKUZUNCÜ BÖLÜM O GECE Michael Corleone şehre pek keyifsiz indi. Aile işlerine isteği dışında karıştırıldığını hissediyor, Sonny’nin kendisini telefonlara cevap vermekte kul­ lanmasına bile içerliyordu. Aile işlerinin en gizli yan­ larını öğreniyor, Sonny de sanki çok güvenilir bir ki" şiyrrtiş gibi yanında cinayet türünden konuları bile konuşuyordu. Kay meselesi de düşündürüyordu Michael’i. Ona ailesinin içyüzünü bütün açıklığıyla anlat­ mak cesaretini asla bulamamıştı. Kay’e karşı dürüst davranmamıştı. Şimdi babası sokak ortasında hay­ dutların kurşunlarına hedef olmuştu, ağabeyi ise bir takım cinayet plânları kurmakla meşguldü. Michael’in bütün istediği Aile işinden mümkün olduğu kadar uzak durmak, kendi hayatını yaşayabil­ mekti. Oysa bu krizli dönem sona erinceye kadar aile


bağlarını koparıp atmasına imkân yoktu. Otele vardığında Kay onu sevinçle, heyecanla karşıladı. Michael’i, Clemenza’nm iki adamı otele kadar getirmiş, izlenmediklerine kani olunca da onu otelin köşesinde bırakmışlardı. Kay’le yemek yediler, içki içtiler. «Babanı saat kaçta görmeye gideceksin?» diye sordu Kay. Michael saatine baktı : «Ziyaret süresi saat se­ kizde sona eriyor,» dedi, «Sekizden sonra giderim. Beni içeri alırlar. Çünkü babamın odası özel. Hastaba­ kıcıları da kendinin. Hastanenin değil. Bir süre yanın­ da otururum. Henüz konuşacak durumda değil. Bel­ ki yanında olduğurmu bile farketmez. Ama gitmem gerek.» Kay sükûnetle : «Baban için üzülüyorum,» dedi, «çok iyi bir insana benziyor. Gazetelerin onun hak­ kında yazdıkları şeylere inanmıyorum. Çoğunun yalan olduğuna eminim.» MichaeJ nezaketle : «Ben de senin gibi düşünü­ yorum,» dedi. Kay’e karşı bu denli ağzı sıkı olabil­ mesine şaşıyordu. Kay’i seviyordu, ona güveniyordu. Ama babası yahut ailesi hakkında ona hiç bir şey söyleyemezdi. Kay yabancıydı. Aile’den değildi. «Sen ne yapacaksın?» diye sordu Kay. «Gazete­ lerin sözünü ettiği gangsterler savaşına katılacak mı­ sın?» Michael sırıttı. Ceketinin düğmelerini açtı. Tutup Kay’in iyice görmesi için ayırdı : «Bak, silâhım yok.» Kay güldü. Vakit geçiyordu. Odalarına çıktılar. Kay birer ka­ deh viski ısmarladı. Sonra Michael’in kucağına otu­ rup içkisini yudumladı. Michael’in eli yavaşça Kay’in giysisinin altına kaydı. Kalçasını okşadı. Kay’in deri­ si ipek gibiydi. Michael’in dokunmasıyla alev alev yanmaya başlamıştı. Yatağa attılar kendilerini. So­ yunmadan öylece seviştiler. Dudakları birbirine ya­ pışmıştı sanki. Ayrılmak bilmiyordu. İşlerini bitirince hiç kımıldamadan yattılar. Giysilerinin altındaki vü­ cutlarından nemli bir sıcaklığın yükseldiğini hissedi­ yorlardı. K a y : «Siz askerler ayak üstü sevişmek di­ ye buna mı dersiniz?» diye sordu.


«Evet.» «Hiç de fena değilmiş.* Bir parça kestirdiler. Michael bir süre sonra kay­ gıyla yattığı yerden fırladı. Saatine baktı : «Allah kah­ retsin,» dedi, «saat neredeyse on. Ben hastaneye gi­ diyorum.» Yıkanmak, saçlarını taramak için banyoya girdi. Kay geldi peşinden. Arkadan Michael’in beline sarıldı. «Ne zaman evleneceğiz?» diye sordu. «Ne zaman istersen,» dedi Michael, «bu karışık­ lık hallolur, babam iyileşir iyileşmez evleniriz. Sen de ailenle konuş. Bir takım şeyleri onlara anlatmak gerek sanırım.» «Ne anlatayım onlara?» Michael tarağı saçlarının arasına geçirdi. «İtal­ yan asıllı, yakışıklı, cesur bir gençle tanıştığını söyle yalnızca. Üniversitenin en çalışkan öğrencisi olduğu­ mu, savaş sırasında birkaç madalya kazandığımı ek­ lemeyi de unutma. Dürüst, çalışkan bir erkek de. Yal­ nız babası kötü kişileri öldürmek zorunda olan bir Mafia şefidir de. işini yürütebilmesi için önemli yer­ lerdeki siyaset adamlarına rüşvet verir de. Ama oğlu­ nun bu işlerle hiç bir ilgisi yoktur, de. Bütün bunları hatırlayıp söyleyebilecek misin?» Kay, Michael’den uzaklaştı. Kapıya dayandı. «Doğru mu söylediğin? Gerçekten baban bir Mafia şefi mi?» Durdu. «Cinayet işliyor mu?» Michael saçını taramayı bitirdi : «Aslını ben de bilmiyorum,» dedi, «hiç kimse bilmez zaten.» Michael kapıdan çıkarken : «Seni bir daha ne za­ man göreceğim?» diye atıldı Kay. Michael onu öptü. «Evine dön. Her şeyi enine bo­ yuna düşün bir kere daha. Hiç bir şekilde bu işlere karışmanı istemiyorum. Noel tatilinden sonra okula döneceğim. Orada konuşuruz her şeyi. Tamam mı?» «Tamam,» dedi Kay. Odadan çıkışını, asansöre binmezden önce el sallayışını izledi Michael’in. Ken­ dini Michael’a hiç bu kadar yakın hissetmemişti. Ona duyduğu sevgiyi bütün derinliğiyle anlıyordu şimdi. Eğer biri çıkıp da Kay’e bir daha Michael’i ancak iki yıl sonra göreceğini söyleseydi, Kay herhalde bunun vereceği acıya dayanamazdı.


Michael, Fransız Hastanesinin önünde arabadan inince, sokağın tümüyle terkedilmiş, boşalmış oldu­ ğunu hayretle gördü. Hastaneye girdi. Burada da kim­ se yoktu. Tessio ile Clemenza ne halt ediyorlardı? İki caporegime de West Point’ten mezun değillerdi ama, savaş sırasında nasıl davranılması gerektiğini çok iyi bilirlerdi. Adamlarından hiç olmazsa ikisinin kapının girişinde olmaları gerekirdi. Hastanede bir tek ziyaretçi kalmamıştı. Saat ne­ redeyse on buçuk olmak üzereydi. Michael tepeden tırnağa dikkat kesilmişti şimdi. Danışma masasında durmayı gerekli bulmadı. Babasının odasının dördün­ cü katta olduğunu biliyordu. Oysa oda kapısı önünde de kimse yoktu. Babasını sorguya çekmek, korumak için kapısı önünde bekleyen iki polis hangi cehen­ neme gitmişti? Clemenza ile Tessio’nun adamları ne­ redeydiler? Odada biri var mıydı acaba? Oysa odanın kapısı açıktı. Michael içeri girdi. Yatakta yatıyordu babası. Michael babasının ya­ şadığını, kaygılanacak bir şey olmadığını anlayıncaya kadar odada birkaç dakika kaldı. Sonra çıktı. Hastabakıcıya : «Adım Michael Corleone,» dedi, «babamın yanında oturmak istiyorum sadece. Onu korumakla görevli polisler nereye gitti?» Hastabakıcı ufak tefek, sevimli bir genç kızdı. İşinin ehli olduğu da belliydi. «Ama babanıza bugün çok gelen oldu,» diye anlattı. «On dakika önce de po­ lis bütün ziyaretçileri evlerine yolladı. Beş dakika ön­ ce ise bir telefon geldi. Polisleri çağırdım. Karargâh­ larında çok önemli bir olay çıkmıış. Onlar da gittiler. Üzülmeyin. Sık sık gelip babanıza bakıyorum. Kapıyı açık bıraktık. En küçük bir gürültüyü bile duyarım.» «Teşekkür ederim. Bir parça yanında oturaca­ ğım. Olur mu?» Hastabakıcı gülümsedi; «Fazla kalmayın. Ziyaret saati sona erdi çünkü.» Michael babasının odasına döndü. Telefonu al­ dı. Santraldan Long Beach’deki evi bağlamasını iste­ di. Telefona Sonny cevap verdi. Michael : «Sonny ben hastanedeyim,» diye, fısıldadı, «biraz geç geldim. Sonny, burada hiç kimse kalmamış. Tessio’nun adam­


ları biTe görünmüyor. Kapıda bekleyen polisler de git­ miş. İhtiyarı koruyacak kimse yok.» Michael’in sesi titriyordu. öte yandan uzun bir sessizlik oldu. «Sollozzo’­ nun işi bu» dedi sonunda Sonny. «Ben de aynı şeyi düşündüm. Ama polisleri, Tessio’ııun adamlarını nasıl sepetleyebildi? Anlamıyo­ rum. Sollozzo alçağı, New York polisini de mi elde etti yoksa?» «Heyecanlanma, küçük.» Sonny’nin sesi teskin ediciydi. «Hastaneye o saatte gittiğin iyi oldu. Talihi­ miz varmış, ihtiyarın odasından bir yere ayrılma. Ka­ pıyı içerden kilitle. On beş dakikaya kadar adamla­ rım orada olur. Korkma heyecanlanma. Tamam mı?» «Korkmam,» dedi Michael. Olayların başlamasın­ dan bu yana, ilk kez içinde babasının düşmanlarına karşı korkunç bir öfke, buz gibi bir nefret duymaya başlamıştı. Telefonu kapattı. Hastabakıcının gelmesi için zi­ le bastı. Kendi sağduyusuna göre davranmayı, Sonny’­ nin emirlerine boş vermeyi kararlaştırmıştı. Hastaba­ kıcı gelince, «Telâşlanmamanızı istiyorum:,» dedi. «Ba­ bamı bu odadan derhal çıkarmalıyız. Başka bir oda­ ya, yahut başka bir kata götürmeliyiz.» Hastabakıcı : «Nasıl olur?» diye atıldı. «Bunun için doktordan izin almanız gerek.» «Gazetelerde babam hakkında yazılanları oku­ muşsunuzdur. Bu gece burada onu koruyacak hiç kimse yok. Az önce buraya adam yollanacağını ve babamın öldürüleceğini haber verdiler. Rica ederim bana inanın, yardım edin.» Michael istediği zaman karşısındakini kandırmayı çok iyi bilirdi. Hastabakıcı : «Yatağı olduğu gibi dışarı çıkara­ biliriz,» dedi. «Boş bir odanız var mı?» «Koridorun sonunda bir oda boş.» Birkaç dakika içinde Michael’in istedikleri oldu. «Yardım gelinceye kadar burada, babamın ya­ nında kalın,» dedi hastabakıcıya. Tam o sıra yataktan hasta adamın boğuk, halsiz sesi geldi.


«Michael sen misin? Ne var? Ne oldu?» Michael yatağın üzerine eğildi. Babasının elini avuçları içine aldı. «Benim baba, Mike’im,» dedi. «Korkmayın. Beni dinleyin, hiç ses etmeyin. Adınızı söyleyen olursa cevap vermeyin. Birileri sizi öldür­ mek istiyor, anladınız mı? Ama ben buradayım. Kor­ kulacak bir şey yok.» Don Corleone hâlâ başına gelenlerin farkında de­ ğildi; çok acı çekmesine rağmen oğluna hoşgörüyle gülümsedi. Konuşmaya çalıştı. Beceremedi. Michael’a : «Niçin korkayım,» demek istiyordu, «on iki ya­ şımdan beri tanımadığım kişiler beni öldürmeye çalı­ şıyor.»

ONUNCU BÖLÜM

HASTANE pek küçüktü. Yalnız tek giriş kapısı var­ dı. Michael pencereden uzanıp sokağa baktı. Sokakta bir araba bile yoktu. Ama hastaneye kim gelirse gel­ sin mutlaka bu kapıdan girmek zorundaydı. Fazla za­ manı olmadığını biliyordu. Derhal odadan çıktı. Dört katın merdivenlerini koşarak indi. Hastanenin önün­ deki kaldırımda durdu. Bir sigara yaktı. Ceketinin düğmelerini açtı, iyice görülebilmek için sokak lâm­ basının altına gitti. Dokuzuncu Bulvar’dan bu yana genç bir adam geliyordu. Koltuğunun altında bir pa­ ket, sırtında asker ceketi vardı. Saçları simsiyahtı. Sokak lâmbasının altına vardı. Bu yüz Michael’a bil­ dik geliyor, ama daha önce nerede gördüğünü bir tür­ lü çıkaramıyordu. Oysa aenç adam onun yanına gelin­ ce durdu. Elini uzattı : «Don Michael,» dedi, «beni ha­ tırladınız mı? Fırıncı Nazorine’nin yardımcısı Enzo’yum. Babanız bana Amerika’da kalma iznini sağla­ yarak hayatımı kurtardı.» Michael, Enzo’nun elini sıktı. Şimdi hatırlamıştı. Enzo : «Babanıza saygılarımı bildirmeye geldim.»


diye sürdürdü konuşmasını. «Beni bu saatte içeri alırlar mı dersiniz?» Michael gülümsedi. Başını salladı: «Almazlar. Yi­ ne de teşekkür ederim. Babama geldiğini söylerim.» Bir araba gürleyerek sokağa girdi. Michael hemen dikkat kesildi. Enzo’y a : «Derhal buradan uzaklaş,» dedi, «bir kargaşalık çıkabilir. Polisle başın derde gi­ rerse iyi olmaz.» Genç Italyan’ın yüzünde beliren korkuyu gördü Michael. Enzo’nun başı polisle derde girerse ya va­ tandaşlıktan atılır, ya da gerisin geri İtalya’ya yolla­ nırdı. Yine de Enzo yerinden kıpırdamadı. İtalyanca : «Bir mesele çıkarsa size yardım ederim,» diye fısıl­ dadı, «her şeyi Baba’ya borçluyum.» Bu davranış Michael’a pek dokunmuştu. Genç adama gitmesini söyleyecekti yine, sonra vazgeçti. İki kişi bir kişiden daha güçlüydü. Sollozzo’nun adam­ ları iki kişi olduklarını görünce belki korkarlardı. En­ zo’ya bir sigara uzattı. Yaktı. Birlikte sokak lâmbası­ nın altında durdular. Hava soğuktu. Noel için yemye­ şil süslerle donanmış hastane pencereleri onlara göz kırpıyor gibiydi. Uzun, alçak, siyah bir araba Doku­ zuncu Cadde’den Otuzuncu sokağa döndüğünde si­ garaları neredeyse bitiyordu. Araba kaldırıma yakın gidiyordu. Onlara doğru geldi. Durur gibi oldu. Sonra hızını arttırdı. Arabanın içindekilerden biri onu tanı­ mış olmalıydı. Michael, Enzo’ya bir sigara daha ver­ di. Fırıncı yamağının elleri titriyordu. Oysa Michael’in ellerinde titreme yoktu. Çok sakindi. Aradan on dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki sokak bir polis devriye arabasının canavar düdüğüy­ le çınladı. Devriye arabasının peşinden iki otomobil daha geliyordu. Hastanenin önü birden üniformalı po­ lisler ve dedektiflerle doldu. Michael rahat bir soluk aldı. Sonny adamlarını göndermişti. Onlara doğru yürüdü. İri yarı, güçlü kuvvetli iki polis, Michael’i kolla­ rından yakaladılar. Bir diğeri üstünü başını aradı. Kas­ ketinde altın çelenk olan bir komiser merdivenleri çık­ tı. Geçmesi için memurlar saygıyla iki yana ayrıldı­ lar. Göbeğine ve şapkasının önünden fırlayan ak saç­


lara rağmen güçlü kuvvetli bir adamdı bu. Yüzü pem­ beydi. Michael’a yaklaştı. Kaba bir ta v ırla : «Bütün haydutları kilit altına aldım sanıyordum,» dedi, «kim­ sin sen? Burada işin ne?» Michael’in yanında duran polislerden b ir i: «Silâhı yok, komiserim,» dedi. Michael cevap vermedi. Komiseri ilgisiz bakış­ larla inceliyor, mavi gözlerinin içine bakıyordu. Dedektiflerden biri: «Michael Corleone o,» de­ di. «Don Corleone’nin küçük oğlu.» Michael, «Babamı korumakla görevli dedektifler nerede?» diye sordu. Komiserin yüzü öfkeden mosmor kesildi. «Seni serseri seni, kim oluyorsun da bana soru soruyorsun sen? Ben çektim onları. Babanın öldürülüp öldürülmemesi vız gelir bana. Gangsterlerle uğraşacak de­ ğilim. Kim kimi öldürürse öldürsün. Bana ne. Defol git, şimdi. Ziyaret saatleri dışında seni burada gör­ meyeyim.» Michael ona hâlâ dikkatle bakıyordu. Polisin söy­ lediklerine hiç sinirlenmemişti. Kafası deli gibi işliyor­ du. İlk gelen arabada Sollozzo’nun bulunması, onu görünce derhal uzaklaşması, bu komisere telefon edip hastanede hâlâ Corleone’lerin adamlarının oldu­ ğunu haber vermesi mümkün müydü? Herhalde Sol­ lozzo’nun adamıydı bu komiser? Sonny’nin dediği gi­ bi, her şey dikkat'e plânlanmış olabilir miydi? Aslında düşündükleri gerçeğe uyuyordu. Yine soğukkanlılık­ la komisere : «Babamın odasının önüne, nöbetçi ko­ nuluncaya kadar buradan ayrılmayacağım.» dedi. Adam cevap vermeyi bile gerekli görmedi. Ya­ nında duran dedektife : «Bu serseriyi hapse atın» de­ di. Dedektif durakladı. «Delikanlıda silâh bulamadık efendim, üstelik savaşta yararlık göstermiş, madal­ yalar kazanmış b ir kahraman. Babasının işiyle hiç il­ gisi yok. Gazeteler başımıza dert açar.» Komiserin sert bakışları dedektife çevrildi. Yü­ zü hâlâ mosmordu. «Ben sana, onu götür hapse tık dedim.» diye bağırdı. Michael hâlâ kafasını büyük bir soğukkanlılıkla


işletiyordu. Kindar bir sesle : «Bu iş için Türk sana kaç para veriyor?» diye sordu. Adam ondan yana döndü. İki polise : «Tutun şu­ nu!» dedi. Michael kollarından yakalandığını hissetti. Komiserin koca yumruğunun yüzüne doğru geldiğini gördü. Beyninde top patlar gibi oldu. Ağzı kanla dol­ du. Dişleri de kırılmıştı. Başının bir yanının suyla dolarcasına kabarıverdiğini hissetti. Bacakları gücünü yitirmişti, iki polis tutmasa mutlaka yere yığılır kalır­ dı. Yine de kendini kaybetmedi. Az önce konuşan de­ dektifin araya girdiğini gördü. «Tanrım,» dedi adam. «Komiserim, çocuğun size bir zararı dokunmadı ki, bakın ne hale getirdiniz onu.» «Ben onun kılına bile dokunmadım,» dedi komi­ ser, «o bana saldırdı. Ben de kendimi korudum. An­ ladınız mı?» Gözlerinin önünü kaplayan kıpkırmızı sis arasın­ dan Michael hastanenin önüne başka arabaların da geldiğini gördü. Arabalardan bir takım kişiler çıktı. Bir tanesinin Clemenza’nın avukatı olduğunu anlaya­ bildi. Avukat yanlarına geldi. Kibar bir tavırla : «Cor­ leone ailesi Mr. Corleone’nin korunması için dedektif kiraladı,» dedi, «hepsinin de üstünde silâh taşıma iz­ ni var. Onları tutuklamaya kalkışırsanız yarın sabah kendinizi yargıç önünde bulursunuz.» Avukat Michael’s baktı : «Size yumruk atan po­ lis hakkında zabıt tutulmasını ister misiniz?» Michael konuşmakta güçlük çekiyordu. Çeneleri tutmuyordu sanki. Yine, de mırıldanmayı başardı : «Ayağım kaydı,» dedi, «düştüm.» Komiserin avukata zafer kazanmış kişiler gibi baktığını gördü. Michael, ne pahasına olursa olsun beynine yayılan öfkeyi, bü­ tün vücudunu kaplayan buz gibi nefreti onlara belli etmeyecekti. Şu anda neler hissettiğini, neler düşün­ düğünü gösterip karşısındakini uyarmaya hiç niyeti yoktu. Don’un oğluydu o. Sonra hayal meyal hasta­ neye taşındığını hissetti. Kendinden geçti. Sabah uyandığında çenesinin tellerle bağlanmış ağzının sol yanındaki dört dişinin dökülmüş olduğu­


nu farketti. Yatağının yanında Hagen oturuyordu. «Beni ilâç verip uyuttular mı?» «Evet,» dedi Hagen, «çenene gömülen bir kaç kemik parçasını çıkarmak zorunda kaldılar. Uyuşturmasalar çok acı çekecektin. Zaten bayılmıştın da.» «Başka bir şey yok ya?» «Hayır. Sonny Long Beach’deki evde yatmanı is­ tiyor. Eve gidecek durumda mısın?» «Elbette. Babam nasıl?» Hagen kıpkırmızı kesildi. «Artık meseleyi çözüm­ ledik. özel dedektifler tuttuk. Sana arabada her şeyi anlatırım.» Arabayı Clemenza kullanıyordu. Michael ile Ha­ gen arkaya oturdular. Michael’in başı ağrıyordu. «An­ latın bakalım, dün akşam neler oldu? Anlayabildiniz mi?» Hagen anlatmaya başladı : «Sonny’nin poliste adamı var. Seni korumaya çalışan Dedektif Philips. Bize o haber verdi. Komiser McCluskey açgözlü bir insandır. Bizden de rüşvet aldığı oldu. Herhalde Sol­ lozzo ona yüksek bir para vermiş olacak. Tessio’nun adamlarını ziyaret saatinden sonra teker teker içeri tıkmış. Sonra da Baba’nın kapısında görevli dedektif­ leri çekmiş. Kendilerine karargâhta ihtiyacı olduğunu, yerlerine başkalarının yollanacağını söylemiş. Onlar da yutmuşlar. Philips’in dediğine göre yenilgiyi kolay kolay kabul eden bir insan değilmiş. Don’u öldürmek için tekrar harekete geçebilir diyor Philips.» «Benim durumum gazetelere aksetti mi?» «Hayır. Gizli tuttuk. Olayın bilinmesini hiç kimse istemivor. Ne polisler, ne de biz.» «Güzel,» dedi Michael. Bu habere sevinmişti. «Enzo kurtuldu mu?» «Evet. Senden akıllı çıktı. Polisler pelince orta­ dan kayboldu. Sollozzo’nun arabası geçerken yanın­ daymış. Söylemene rağmen bir yere kımıldamamış. Doğru mu?» «Evet,» dedi Michael, «iyi bir çocuk o.» «Armağanını alacak tabii. Sen nasılsın?» Hagen’­ in yüzü kaygılıydı. «Hiç de iyi görünmüyorsun.» «İyiyim ben. O komiserin adı neydi?»


«McCluskey. Haberin olsun. Corleone ailesi bü­ tün bunların acısını çıkardı. Bruno Tattaglia, sabah saat dörtte öldü.» Michael doğruldu. «Nasıl oldu? Hani babam iyi­ leşinceye kadar harekete geçilmeyecekti?» Hagen omuz silkti : «Hastanede olup bitenlerden sonra Sonny kararını değiştirdi. Adamları bütün New Jersey’e yayıldılar. Listeyi dün gece hazırladık. Sonny’yi temkinli olmaya teşvik ediyorum. Mike. Belki onu sen dizginliyebilirsin. Bu mesele hâlâ büyük bir savaş açılmadan da halledilebilir. Umut var.» «Sonny’le konuşacağım,» dedi Michael. «Bu sa­ bah toplantı var mı?» «Evet. Sonunda Sollozzo bizimle bağlantı kurdu. Konferans masasına oturmaya karar vermiş. Bir ara­ cı ayrıntıları inceliyor. Bu da bizim kazandığımızı gösterir. Sollozo oyunu kaybettiğini anladı. Şimdi ca­ nını kurtarma çabasında.» Hagen durdu. «Belki de misilleme yapmadığımız için bizi yumuşak, kolaylık­ la kandırılacak kişiler sandı. Şimdi Tattaglia’ların oğ­ lu ölünce işi sıkıya aldığımızı anladı. Baba’yı öldür­ meye kalkışmakla büyük bir kumar oynadı. Luca me­ selesini de öğrendik. Don’u vurmalarından bir gece önce onu öldürmüşler. Bruno’nun gece kulübünde. Düşünsene.» Michael : «Luca bu yüzden gafil avlanmış' ola­ cak.» dedi. Long Beach’deki evlerin giriş kapısı büyük, si­ yah bir arabayla kapatılmıştı. İki kişi arabanın çamur­ luğuna dayanmış duruyordu. Kapının iki yanındaki ev­ lerin üst kat pencereleri ardına kadar açıktı. Sonny gerekli bütün tedbirleri almıştı. Clemenza arabayı evin önünde durdurdu İki adam da Clemenza’nın adamlarıydı. Caporegime’lerinin asık suratlı baş sallamasına yine başlarını salla­ yarak karşılık verdiler. Ne gülümsediler, ne de tek bir söz ettiler. Clemenza Hagen ile Michael’ i eve sok­ tu. Çalışma odasına girdiler. Sonny ile Tessio onla­


rı bekliyorlardı. Sonny, Michael’a yaklaştı. Yüzünü avuçları içine alıp öptü. Michael onun ellerini itti. Masaya yaklaştı. Bardağına viski doldurdu. Tellerle bağlanmış çenesi çok ağrıyordu. Belki içki ağrıyı ke­ serdi. Beşi koltuklara oturdular. Havada bambaşka bir koku, bir tad vardı, önceki toplantılara hiç benzemi­ yordu. Sonny eskisinden daha keyifliydi. Michael bu neşenin ne demek olduğunu biliyordu. Sonny kararını vermişti. Kuşkuları, kaygıları kalmamıştı artık. Kara­ rını vermişti; artık onu bu karardan hiç kimse, hiç bir şey döndüremezdi. Sollozzo’nun son davranışı bardağı taşıran damla olmuştu. Sonny ile Sollozzo’nun anlaşmaları imkânsızdı şimdi. Sonny : «Sen yokken arabulucu telefon etti.» de­ di Hagen’e, «Türk bizimle görüşmek istiyormuş.» Sonny güldü : «Ne küstahlık Tanrım!» Sonny’nin key­ fine diyecek yoktu. «Bu arada bizim beklememizi, tek­ liflerini dinlememizi istiyor.» Tom çekine çekine sordu : «Ne cevap verdin?» Sonny sırıttı : «Olumlu cevap verdim tabii. Ne zaman isterse buluşmaya hazır olduğumu söyledim. İki yüz adamım günün yirmi dört saati sokaklarda dolaşıyor, Sollozzo, burnunu gösterdiği an canından olacağını çok iyi biliyor.» «Bir teklifte bulundu mu?» diye Hagen sordu yi­ ne. «Evet,» dedi Sonny. «Mike’ı istiyor. Teklifini ona bildirecekmiş. Arabulucu Mike’ın sağ salim dönece­ ğini garanti ediyor. Solozzo ise canının güvenlik al­ tına alınmasını istiyor. Böyle bir şey istemeye hakkı olmadığını biliyor. Mike’ı onun adamları alacak, bu­ luşma yerine götürecekler. Mike Sollozzo’nun teklifi­ ni dinleyecek, sonra da ge'ip bize iletecek. Buluşma yeri sır olarak saklanıyor, öyle bir teklifte bulunacak­ mış ki reddetmemiz imkânsızmış.» Hagen : «Peki Tattaglia’lardan ne haber?» dedi, «Bruno için ne düşünüyorlar?» «Anlaşmada bu da var. Tattaglia Ailesi, Sollozzo ile birlik. Bruno Tattaalia olayını unutacaklar. Ne de olsa onlar da babamı öldürmeye kalkıştılar. Dişe diş.»


Sonny yine güldü. Hagen : «Bakalım ne teklifte bulunacaklar?» de­ di sakınarak. Sonny başını iki yana salladı : «Hayır, hayır Consigliori, artık karar verildi. Buluşma muluşma yok. Sollozzo’nun oyunlarına son vereceğiz. Arabulucu bi­ zimle tekrar bağlantı kurduğunda cevabımız şu ola­ cak : «Sollozzo’yu bize verin. Vermezseniz savaş aça­ cağız, bütün adamlarımızı sokağa dökeceğiz. İş ha­ yatı bozulacak ama zararı yok.» «Diğer aileler istemez böyle bir şeyi,» dedi Ha­ gen, «huzursuzluk herkesi, her yeri kaplar.» Sonny omuz silkti : «Yapacakları bir tek şey var! Ya Sollozzo’yu bana versinler ya da Corleone Ailesiy­ le çarpışsınlar.» Sonny sustu bir süre. Sonra kaba bir tavırla : «Artık bana uzlaşmam, mese'eyi barış yo­ luyla çözümlemem için öğütler verme Tom,» dedi. «Karar verildi. Şimdi görevin savaşı kazanmama yar­ dımcı olmaktır. Anladın mı?» Hagen başını önüne eğdi. Bir an derin derin dü­ şündü. Sonra, «Polis karakolundaki adamımla konuş­ tum,» dedi, «söylediğine göre komiser McCluskey Sollozzo’dan rüşvet alıyormuş, hem de hatırı sayılır bir paraymış aldığı. Bu kadarla kalmamış, uyuşturu­ cu madde ticaretinden de kendisine pay verilecek­ miş, Sollozzo’nun muhafızı olmayı da kabul etmiş. Türk, yanında McCluskey olmadan burnunu deliğin­ den çıkarmıyormuş. Mike’la buluşmaya gelirken ya­ nında mutlaka McCluskey de olacak. Sivil giyinecek tabii, ama silâhını almayı da unutmayacak. Sen de bi­ lirsin Sonny, Sollozzo bu şekilde korunduğu sürece ona yaklaşmamız imkânsız. Şimdiye dek bir New York polisini öldürüp paçasını kurtaranı görmedim. Bir po­ lis öldü mü bütün gazeteler, kilise, emniyet ayağa kal­ kar. Bizim için felâket olur bu. Aileler peşimize dü­ şer. Corleone ailesi tek başına bırakılır. Baba’nın si­ yasî dostları bile yardım ellerini çekerler. Bunları da düşün.» Sonny yine omuz silkti : «McCluskey’nin her an Sollozzo’nun yanında bulunması imkânsız. Bekleye­ ceğiz.» ,


Tessio ile Clemenza tedirgin bir havayla purola­ rını tüttürüyorlardı. Ağızlarını açmaya cesaretleri yok­ tu, ter döküyorlardı. Yanlış bir karara varıldığı tak­ dirde tehlikeye girecek olan onların postlarıydı. Michael geldiğinden beri ilk kez söze karıştı. Hagen’e : «ihtiyar, buraya eve getirilebilir mi?» diye sordu. Hagen başını salladı : «öğrenmek istediğim ilk şey bu oldu, imkânsız. Durumıu henüz çok kötü. İyi­ leşecek ama bunun için gerekli bütün tıbbî yardımlar­ dan yararlanmalıyız. Birkaç ameliyat geçirme ihtima­ li bile var.» «O halde Sollozzo’yu bir an önce ele. geçirmeli­ yiz.» dedi Michael. «Bekleyemeyiz. Çok tehlikeli bir adam. Belki de üçüncü bir komplo hazırlıyordur şim­ di. Unutma ihtiyarın yaşaması onun hiç işine gelmez. Bunu kendisi de biliyor. Şu anda canını kurtarma ça­ basında; nasıl bir anlaşmaya varırsa varsın, bir gün öldürüleceğini biliyor. Baba’yı ne pahasına olursa ol­ sun ele geçirmek isteyecektir. Buna göz yumamayız artık.» Sonny düşünceli düşünceli çenesini kaşıyordu. «Haklısın küçük,» dedi, «Sollozzo’nun ihtiyara üçün­ cü bir tuzak hazırlamasını göze alamayız.» «Peki komiser McCluskey ne olacak» diye sor­ du Hagen. Sonny, yüzünde garip bir gülümsemeyle Michael’a döndü : «Evet, küçük, McCluskey ne olacak?» Michael ağır ağır : «Bence McCluskey’i de öldür­ memiz gerekiyor,» dedi, «işin içinden kolayca sıyrılı­ rız. Çünkü McCluskey dürüst bir polis memuru değil. Gazetelerdeki adamlarımıza McCluskey’nin hikâyesi­ ni anlatırız. Yeteri kadar delil de elde edilir. Kolay bu. Nasıl buldunuz teklifimi?» Michael çevresindeki­ lerin yüzlerine meydan okur gibi baktı. Tessio ile Clemenza’nın suratları asıktı. Konuşmaktan çekindiler. Sonny yine o garip gülümsemeyle : «Devam et kü­ çük,» dedi, «fikirlerin hoşuma gitti. Haydi Mike, an­ lat.» Hagen de gülümsüyordu. Başını öte yana çevir­ mişti. Michael kıpkırmızı oldu. «Sollozzo ile benim


görüşmemi istiyorlar. Buluşma tarihini iki gün sonra­ ya koyun. Görüşmede Sollozzo, ben ve McCluskey bulunacak. Başka kimse istemez. Sonra da buluşma yerini öğrenmeye çalışın. Bir evde yahut apartmanda toplanmayı istemediğimi söyleyin. Lokanta, bar gibi bir yerlerde buluşalım. Onlar da emniyette olur, ben de. Sollozzo, polisi öldüreceğimizi aklına bile getir­ mez. Buluştuğumuzda üstümü arayacaklardır tabii. Bu nedenle oraya silâhlı gidemem. Ama silâhı bana baş­ ka yoldan iletebilirsiniz. Ben de ikisini birden temiz­ lerim.» Başlar Michael’dan yana döndü. Hayretle bakı­ yorlardı. Tessio ile Clemenza iyiden iyiye şaşırmış­ lardı. Hagen üzüntülü gibiydi, ama pek şaşırmamıştı. Sonny kahkahalarla gülmeye başladı. Alaycı bir kah­ kaha değildi bu. Kendini tutamadığı belli oluyordu. Neden sonra kendini toparladı. «Sen,» dedi, «üniver­ site öğrencisi kardeşim. Aile işine hiç karışmak iste­ medin. Oysa şimdi kalkmış çeneni dağıttığı için McCluskey’i ve Türk’ü öldürmeyi kuruyorsun. Bizim dü­ şündüğümüz yalnız iş. Oysa sen meseleyi kişisel düş­ manlığa döküyorsun.» Michael çevresine bakındı. Sonra ağabeyine dön­ dü. Sonny hâlâ gülüyordu. «Hey küçük, sana madalya vereceklerini sanmam! Elektrikli sandalyeyi boylar­ sın. Bunun kahramanlıkla bir ilgisi yok. Sollozzo ile McCluskey’e savaşta olduğu gibi bir mil uzaktan ateş etmeyeceksin. Burnunun dibinde olacaklar. Ateş et­ tiğinde belki üstün başın kurbanlarının kanlarıyla kir­ lenecek. Ne dersin, ha? Polisten tokat yedin diye onu öldürmeyi hâlâ istiyor musun?» Gülüyordu yine. Michael ayağa kalktı : «Kes şu gülmeyi,» dedi. Michael’daki değişiklik olağanüstüydü. Tessio ile Cle­ menza kendilerini toparladılar. Michael fazla uzun boylu, güçlü kuvvetli bir erkek değildi, ama şimdi bü­ tün vücudundan tehlikeli, sanki ürkütücü bir ışık ya­ yılıyordu. O an karşılarında Don Corleone’yi görür gibi oldular. Gözleri donuklaşmış, yüzü kızarmıştı. Her an ağabeyinin üzerine atılacak gibiydi. Elinde bir si­ lâh olsaydı. Sonny’nin postu deldireceği muhakkaktı. Sonny gülmeyi bıraktı. Michael buz gibi bir sesle :


«Bu işi yapabileceğimi sanmıyor musun?» dedi. Sonny kendine hakimdi artık. «Yaparsın, biliyo­ rum,» dedi. «Ben senin söylediklerine gülüyordum. Durumun değişmesine, garip bir yön almasına gülü­ yordum. Her zaman senin ailenin en sert kişisi oldu­ ğunu söylerim. Baba’dan bile güçlüsün. ihtiyara yal­ nız sen karşı durabildin içimizde. Çocukluğunu da hatırlıyorum. Ne kadar öfkeli bir çocuktun. Benimle kavga ederdin; oysa ben senden hayli büyüğüm. Sol­ lozzo, polise karşı koymadın, kavgalara karışmadın diye seni Aile’nin yumuşak başlı kişisi sandı. Seninle başının derde girmeyeceğini düşünüyor.» Sonny sus­ tu. S onra: «Yine de. bir Corleone’sin sen,» diye gu­ rurla ekledi. «Bunu tek biien de benim, ihtiyarın vu­ rulmasından beri burada oturuyor, senin o üniversi­ teli delikanlı üniformanı yırtıp gerçek kişiliğinde kar­ şıma dikilmeni bekliyordum. Sağ kolum olmanı, ba­ bamızı ve Ailemizi mahvetmek isteyen serserileri bir­ likte öldürmemizi düşünüyordum. Çenene yediğin yumiruk gerçek kişiliğini kazanmana, Corleone kanı­ nın tepmesine yetti. Tamam mı?» Michael başını salladı. Odadaki gerginlik kaybol­ muştu. «Sonny, yapılacak başka bir şey yok. Solloz­ zo’nun babamızı öldürmesine fırsat veremem. Ona yaklaşabilecek tek kişi benim. Her şeyi düşündüm. Zaten polisi öldürmeyi kabullenecek başka birini bu­ labileceğini sanmam. Bunu sen de yaparsın belki, Sonny. Ama karın, çocukların var. üstelik babam iyi­ leşinceye kadar işleri yönetmek zorundasın. Böylece geriye ben ve Freddie kalıyor. Freddie hasta. Ben varım ortada. Çeneme yediğim yumruğun verdiğim kararla hiç ilgisi yok.» Sonny kardeşine yaklaştı. Ona sarıldı. «Bizimle birlik olduğuna göre, gerisi palavra. Sana bir şey da­ ha söyleyeceğim. Yerden göğe kadar haklısın. Senin bir diyeceğin var mı, Tom?» Hagen omuz silkti. «Michael haklı. Bense So!lozzo’nun bizimle bir anlaşmaya varmak istediğinden emin değilim. O hâlâ Don’u öldürmeyi düşünüyor. Dolayısiyle Sollozzo’yu saf dışı bırakmalıyız. Bu uğur­ da polisi de öldürmek zorunda kalacağız. Ama bu işi


yapanın tozunu atacaklardır. Neden Mike’ın başını belâya sokalım?» Sonny: «Ben de yapabilirim bu işi,» dedi. Hagen başını sabırsızlıkla salladı : «Çevresinde on tane polis de olsa Sollozzo seni yanına yaklaştır­ maz. üstelik şimdi Aile’nin şefi sensin. Tehlikeye atıl­ mana izin veremeyiz.» Hagen durdu. Sonra Tessio ile Clemenza’ya : «Adamlarınız arasında bu işi üzeri­ ne alabilecek yetenekte biri var mı?» diye sordu. «Böyle bir kişi hayatının sonuna dek para sıkıntısı çekmeyecek. Ne kendisi, ne de ailesi.» Clemenza : «Sollozzo adamların hepsini tanıyor,» dedi, «ona ne ben yaklaşabilirim, ne de. Tessio.» Sonny: «Bu işi Mike halledecek,» diye araya gir­ di : «Mike’i adam yerine koymuyorlar. Bu da bizim için çok önemli. Sonuna kadar Mike’den kuşkulanma­ yacaklar. O da işini rahatça görecek. Tom, Tessio, Clemenza, toplantının yapılacağı yeri öğrenin, istedi­ ğiniz kadar para harcayabilirsiniz, önemi yok. Yeri öğrendikten sonra Mike’a silâhı nasıl ulaştıracağımızı konuşuruz. Clemenza, Mike’a kolleksiyonundaki en sağlam, en güçlü silâhı vereceksin. Kime ait olduğu­ nu bulamayacakları bir tabanca olsun. Mike işin bi­ ter bitmez tabancayı fırlat yere at. Yakalanırsan ta­ banca üzerinde olmasın. Clemenza, tabancanın kab­ zasına şendeki o güzel maddeyi sür, üzerinde Mike’in parmak izleri kalmasın. Ortalık yatışıncaya kadar Mi­ ke uzun bir yolculuğa çıkar. Amerika’dan uzun süre uzak kalacaksın. Mike. Kız arkadaşını görmeni, hatta ona telefon etmeni bile yasaklıyorum. Sen buradan gidince ben kendisine haber salar, kaygılanmaması­ nı bildiririm. Tamam mı?» Sonny kardeşine gülüm­ sedi. «Şimdi Clemenza’nın vereceği tabancayı usta­ lıkla kullanmayı öğren. Biraz idman yap. Geri kalan her şeyi biz plânlayacağız. Her şeyi. Tamam mı kü­ çük?» Michael Corleone o buz gibi nefretin bütün vü­ cudunu sardığını yine hissetti. Ağabeyisine.: «Böyle bir konu üzerinde kız arkadaşımla konuşmamam ge­ rektiğini senden öğrenecek değilim,» dedi. «Ne ya-


pacağımı sanıyorsun, ona telefon edip eyvallah diye­ ceğimi mi?» Sonny hemen : «Peki, peki,» dedi, «acemisin di­ ye söyledim. Unut.» Michael gülümsedi : «Acemi demekteki maksa­ dın nedir? Bizim ihtiyarı ben de senin kadar dikkat­ le, seve seve dinledim. Başka türlü nasıl bu kadar akıllı olabilirdim?» ikisi de güldüler. Hagen herkese içki ikram etti, üzüntülü bir hali vardı. Devlet adamı savaşa girmek zorundaydı; avu­ kat kanunlara sığınmak. «Her neyse,» dedi, «hiç ol­ mazsa artık ne yapacağımızı biliyoruz.»

ON BİRİNCİ BÖLÜM

KOMİSER Mark, McCluskey bürosunda oturmuş müş­ terek bahis fişleriyle ağzına kadar dolu üç zarfı elin­ de tutuyordu. Kaşlarını çatmıştı; fişlerin üzerindeki işaretlerin ne anlama geldiğini çözmek istiyordu. Çok önemliydi bu. Zarflar McCluskey’in araştırma ekiple­ rinin bir gece önce bastıkları Corleone Ailesi yarış acentalarının birinden alınmıştı. Acenta sahibi müş­ terek bahse para yatıranların kazandıklarını iddia et­ memeleri için fişleri geri almak zorundaydı. Komiser McCluskey’in de fişleri satarken aldan­ maması için üstlerindeki işaretleri çözümlemesi çok önemliydi. Eğer elli dolarlık bir iş yapılmışsa Mc­ Cluskey fişi beş dolara elden çıkarabilirdi. Ama müş­ teriler daha büyük bahislere girişmiş, fişler yüz yahut iki yüz doları gösteriyorsa isteyeceği para da yükse­ lecekti. McCluskey elindeki zarfları yokladı; sonra acenta sahibini bir parça terletmeye, ilk teklifin on­ dan qelmesini beklemeye karar verdi. Böylece iste­ yeceği para üzerinde de bir ipucu elde edebilecekti. McCluskey çalışma odasının duvarlarındaki sa­ ate baktı. Pis, iğrenç Sollozzo’yu alması, Corleone Ailesiyle buluşacağı yer neresiyse oraya götürmesi


gereken saat gelmişti. Kalktı. Dolaba gitti. Sivil elbi­ selerini giymeye başladı. Giyinince karısına telefon etti; o gece yemeğe gelemeyeceğini, işi olduğunu söy­ ledi. Karısına işiyle ilgili hiç bir şey anlatmazdı. Ka­ dın hayatlarını polis maaşıyla sürdürdüklerini sanıyor­ du. McCluskey hayretle homurdandı. Annesi de aynı şekilde düşünmüştü, ama aklı çabuk başına gelmiş­ ti. Babası paranın kaynağını göstermişti McCluskey’ye. Babası poliste çavuşluk yapmıştı. Her hafta ba­ ba oğul bölgeyi dolaşırlardı. Baba McCluskey altı ya­ şındaki oğlunu, dükkân sahiplerine : «Bu benim kü­ çük oğlum,» diye tanıtmıştı. Dükkân sahipleri McCluskey’in elini sıkar, bol bol iltifatta bulunur, küçük çocuğuna beş yahut on do­ larlık armağanlarını vermek için kasalarını şıngırda­ tarak açarlardı. Günün sonunda küçük McCluskey bü­ tün ceplerinin parayla dolduğunu görür, kendisini her aybaşı bir armağan verecek kadar sevdikleri için gu­ rurlanırdı. Tabiî babası topladıkları parayı onun öğ­ renimi için bankaya yatırır, küçük Mark da bunun en fazia elli sentine konardı. Sonra Mark eve dönüp de polis amcaları bü­ yüdüğünde ne olacağını sorduklarında çocukça bir ce­ vap verirdi : «Polis olacağım.» Hepsi de kendilerin­ den geçinceye kadar gülerlerdi bu cevaba. Tabiî ba­ basının önce üniversiteye gitmesini istemesine rağ­ men o, liseden sonra doğrudan doğruya polis okulu­ na yazılmıştı. McCluskey iyi, yürekli bir polis olmuştu. Köşe başlarını dehşete salan genç, kabadayı serseriler onun yaklaştığını görünce kaçarlardı. Sonra bütün bütün ortadan kayboldular. Hem sert, hem de dürüst bir po­ listi. Oğlunu, görmemezlikten geldiği yanlış yerlere park edilmiş arabalar yahut uygunsuz yerlere dökü­ len çöpler karşılığında armağan edilen paraları top­ lamaya asla götürmemişti; parayı doğrudan doğruya kendisi alırdı. Çünkü verilen haracı hak ettiğine ina­ nıyordu. Asla olur olmaz saatlerde bir sinemaya gir­ mez, özellikle kış gecelerinde bazı polislerin yaptığı gibi devriye gezdiği zamanlarda lokantalara dalmak


aptallığında bulunmazdı. Sırayla her yeri dolaşırdı. Bölgesindeki dükkânları korur, ricaları yerine getirir­ di. Sarhoşlarla serseriler Bovvery’den çıkıp sokaklara döküldüklerinde öyle amansız davranırdı ki bir daha hiç biri oralarda görünmezlerdi. Bölgesinin iş adamları onu takdir ederlerdi. Takdirlerini de aöstermeyi bilir­ lerdi. Düzene de boyun eğerdi. Bölgesindeki yarış acentaları onun fazladan para isteyerek mesele çıkar­ mayacağını, kendisine ayrılan paydan memnun ol­ duğunu bilirlerdi. Diğer polislerle birlikte onun payı da listelerinde yazılıydı. McCluskey yalnız hakkına düşenle, yetinen, oldukça dürüst bir polisti; polis ör­ gütündeki yükselişi hızlı olmamakla birlikte sağlamdı. O sıra, hiç biri polis olmayan dört oğlu vardı. Hepsi Fordham üniversitesine gidiyordu. Mark Mc­ Cluskey çavuşluktan komiserliğe, sonunda da baş ko­ miserliğe yükselmişti. Ailesinin hiç bir eksiği yoktu. İşte bundan sonra McCluskey güç memnun edilen bir polis olarak nam salmaya başladı. Yarış acentaları kentin diğer yerlerindeki acentalardan çok daha fazla haraç ödüyorlardı. Belki bunun nedeni, dört çocuğunu üniversitede okutmasının yarattığı güçlük­ tü. McCluskey hakkı olan haracı almakta bir sakın­ ca görmüyordu. Polis memurlarının gerektiği gibi ya­ şaması için yeterii para verilmiyor diye, niçin çocuk­ ları güneydeki ucuz üniversitelerden birine gidecek­ ti? Bölgesindeki insanları, hayatını tehlikeye atarak koruyordu; polisteki dosyası devriye gezdiği sıralar çıkan silâhlı çatışma raporları, muhabbet tellâlları ve kabadayılıklarla doluyordu. Bunların hepsini de sin­ dirmişti. Kentin kendisine ayrılan bu küçük bölgesin­ de basit, namuslu kişiler için hayatı kolaylaştırmıştı. Kazancının artması gerekti elbet. Ama maaşının azlığı üzerinde fazla durmazdı. Her koyunun kendi bacağın­ dan asılacağına inananlardandı. Bruno Tattaglia, McCluskey’in eski bir dostuy­ du. Bruno onun oğullarından biriyle Fordham’da oku­ muş, sonra okulu bırakarak bir gece kulübü açmıştı. McCluskey ailesi ara sıra eğlenceye çıktığında bu


kulübe gelir, içkisiyle yemeğiyle birlikte pistteki gös­ terilerin de tadını çıkarırlardı. Tabiî para vermeden. Yılbaşı geceleri gece kulübünün konuğu olduklarını belirten kabartma yazılı davetiyeler alırlardı, onlara daima kulübün en iyi masası verilirdi. Bruno kulübün­ de çalışan ünlü yıldızları McCluskey’lere tanıştırma­ yı alışkanlık haline getirmişti. Tabiî, kulüpte çalışma izni alabilmesi için bir artistin polisteki kirli sicilinin temizlenmesi gibi küçük bir ricada bulunurdu ara sı­ ra. McCluskey, ricayı hoşnutlukla yerine getirirdi. McCluskey, başkalarının asıl niyetlerinin ne ol­ duğunu anlayınca bunu belli etmemeyi ilke edinmiş­ ti. Sollozzo, ihtiyar Don Corleone’nin hastanede yal­ nız bırakılmasını istemek için yaklaştığında, McClus­ key bunun nedenini değil, kaç para alacağını sordu. Sollozzo, on bin deyince de her şeyi anladı, hiç du­ raklamadı. Corleone ülkenin Al Capone’den çok siya­ sî bağları olan en büyük Mafia lideriydi. Onu öldü­ ren kişi ülkesine bir iyilikte bulunurdu. McCluskey parayı peşin almış, görevi yerine getirmişti. Sollozzo’dan, hastanenin önünde Corleone’lerin iki adamının bulunduğunu bildiren telefonu alınca da öfkeden çıl­ gına döndü. Tessio’nun bütün adamlarını kilit altına almış, hastane odasının önündeki dedektifleri geri çekmişti. Prensip sahibi bir insan olduğu için şimdi aldığı ve torunlarının öğrenimi için bir kenara koy­ mayı kararlaştırdığı parayı geri vermek zorundaydı. İşte bu öfkeyle hastaneye koştu. Michael Corleone’­ nin yüzüne yumruğu indirdi. Ama sonra işler yolunda gitti. Tattaglia Kulübün­ de Sollozzo ile buluşup, daha da güzel bir anlaşma­ ya vardı. Yine soru sormadı. McCluskey; çünkü alaca­ ğı cevapları biliyordu. Yalnız parayı garantilemişti. Hayatını tehlikeye attığı hiç aklına gelmiyordu. Bir New York Polis komiserini öldürmek akıl alacak şey değildi. En azılı Mafia şefi bile kendisini tokatlamaya kaikan küçük rütbeli bir polisin karşısında sesini çı­ karmadan durması gerektiğini bilirdi. Polis öldürme­ nin sonu yoktu. O zaman suç işlediği yerden kaçma­ ya çalışan, tutuklanmamak için karşı koyan bir yığın serseri vurulur, buna kim karşı çıkabilirdi?


McCluskey içini çekti. Karakoldan çıkmaya ha­ zırlandı. Başından dert eksilmiyordu. Karısının İrlan­ da’daki kızkardeşi, yıllarca kanserle savaştıktan son­ ra ölmüştü; tabii bu savaş McCluskey’e bir hayli pa­ raya mal olmuştu. Şimdi cenaze törenine yığınla para gerekliydi. Anavatandaki amcaları, teyzeleri patates çiftliklerini ellerinde tutabilmek için ara sıra yardım istiyor, McCluskey de onlara para yolluyordu. Yaptığı yardımı çok görmüyordu. Karısıyla onlara konuk git­ tiklerinde kral ve kraliçeler gibi karşılanıyorlardı. Savaş sona erdiğine, açıktan bunca para kazandığına göre belki bu yaz da İrlanda’ya giderlerdi. McClus­ key nöbetçi polise arandığı zaman nerede olacağını bildirdi. Herhangi bir tedbir almayı gerekli görmüyor­ du. Sollozzo’nun kendisine haber taşıyan bir muhbir olduğunu her zaman ileri sürebilirdi. Karakoldan çı­ kınca birkaç bina blokunu geçti. Sonra Sollozzo ile buluşacağı eve gitmek için bir taksiye atladı. Michael’in ülkeden çıkması için gerekli bütün hazırlıkları Tom Hagen yaptı. Michael’in sahte pasa­ portunu, denizci kartını, onu bir Sicilya iskelesine bı­ rakacak olan Italyan şilebindeki yerini sağladı. He­ men o gün uçakla Sicilya’ya elçiler yollandı; Michael’in kalacağı dağlık bölgedeki Mafia şefiyle bağlan­ tı kuruldu. Sonny, Sollozzo ile buluşulacak olan lokantanın önünde Michael’i bekleyecek arabayı seçti, çok gü­ vendiği bir şoför de buldu; bu şoför Tessio’dan baş­ kası değildi. Kendisi istemişti. Arabanın görünüşü es­ kiydi, ama motoru canavar gibi, numarası da sah­ teydi. Michael gününü Clemenza ile daha sonra kendi­ sine ulaştırılacak tabancayla idman yaparak geçirdi. Tabancayı beğenmişti. Namlusuna susturucu takma­ dılar. Masum birinin boğuk sesi yanlış anlayıp araya girmesi ve yaralanması ihtimalini düşünmüşlerdi. Ta­ bancanın patlaması herkesi Michael’dan uzak tuta­ caktı. Clemenza ona ezberletmek istiyormuş gibi dur­


madan tekrarlıyordu : «İşin biter bitmez tabancayı elinden at. Kolunu aşağı sarkıtarak bırak silâhı. O za­ man tabancanın elinde olmadığını kimse farketmez. Hâlâ silâhlı olduğunu sanırlar. Zaten hepsi de şaşkın­ lıktan yüzüne bakacaklardır. Lokantadan derhal hızlı adımlarla çık. Sakın koşma kimsenin gözünün içine bakma; ama bakışlarını da kaçırma. Unutma senden korkacak hepsi de. Hiç kimse araya girmeye kalkış­ mayacak. Sokakta Tessio seni bekleyecek. Arabaya bin ve gerisini ona bırak, işlerin nasıl yolunda gittiğini görüp şaşacaksın. Şimdi bu şapkayı giy bakalım, na­ sıl duracak kafanda.» Michael’in başına bir fötr şap­ ka geçirdi. Ömründe şapka giymemiş olan Michael yüzünü buruşturdu. Clemenza : «Seni tanımalarını ön­ ler,» dedi. «Parmak izi bırakacağım diye korkma Mi­ ke. Tabancanın kabzası ile tetiği özel bir ilâçla par­ latıldı. Yalnız tabancanın başka yerine dokunma.» M ichael: «Sonny, Sollozzo’nun beni nereye gö­ türeceğini öğrendi mi?» diye sordu. Clemenza omuz s ilk ti: «Henüz öğrenemedi. Sol­ lozzo çok dikkatli davranıyor. Ama korkma sana za­ rarı dokunmayacak. Arabulucu sen gelinceye kadar burada, elimizde olacak. Sana bir şey olursa, bunun cezasını arabulucu çekecek.» Clemenza ile birlikte Long Beach’deki eve döndü­ ler. Sonny’nin karargâhı hâlâ buradaydı. Michael Son­ ny’nin verandada güneşlenmekte olduğunu gördü. Kü­ çük masanın üzerinde yemek artıkları vardı. Babasının düzenli, temiz çalışma odası kötü dö­ şenmiş bir pansiyon odasına dönmek üzereydi. Micha­ el ağabeyini sarsarak uyandırdı : «Niçin bir serseri gi­ bi yaşıyor, bu odayı temizletmiyorsun?» diye sordu. Sonny esnedi, «Sizin üzerinize vazife mi? Kimsi­ niz siz? Kışlaları teftişe çıkmış subaylar mı? Mike, seni nereye götüreceklerini hâlâ öğrenemedik. Yeri öğrenemezsek tabancayı sana nasıl ulaştıracağız?» «Tabancayı yanıma alamaz mıyım? Belki üzerimi aramazlar. Arasalar da farkedemeyecekleri bir yere gizleriz. Bulsalar bile ne olur? Tabancayı alırlar. Bana bir şey yapamazlar.» Sonny başını sallayarak: «Olmaz,» dedi, «o piç-


oğlu piçi şaşırtmalıyız. Neye uğradığını bilmemeli. Unutma önce Sollozzo’ya ateş edeceksin. McCluskey ondan daha şişman, daha yavaş, Clemenza söyledi mi tabancayı atmanı?» «Milyonlarca kere,» dedi Michael. Sonny uzandığı yerden kalkıp gerindi. «Çenen ne âlemde, küçük?» «Berbat,» dedi Michael. Yüzünün sol yanı feci halde sancıyordu. Viski şişesini aldı; doğrudan doğ­ ruya şişeden içti. Sancı kesilir gibi oldu. Sonny: «Çok içme,» diye atıldı. «Böyle bir za­ manda refleksleri uyuşturmak doğru olmaz.» İçeri Tom Hagen girdi. Onları selâmladı. Doğru özel telefona gitti. Birkaç kere aynı numarayı çevirdi. Ama cevap alamadı. Sonny’ye doğru başını salladı. «Bir fısıltı olsun işitemedik,» dedi, «Sollozzo çok dik­ katli davranıyor.» Telefon çaldı. Sonny açtı. Hiçbiri konuşmuyordu, ama yine de Sonny susmalarını istermiş gibi elini ha­ vaya kaldırdı. Kâğıdın üzerine bir takım notlar aldı. «Peki, orada olacak,» dedi. Sonny gülüyordu şimdi. «Sollozzo denen orospu çocuğu gerçekten pek akıllı doğrusu! Bu gece saat sekizde Sollozzo ile McCluskey, Mike’i Broadvvay'de Jak Dempsey’in barının önünden alacaklar. Konuşmak için bir yere gidecekler. Mike ile Sollozzo İtalyanca konuşacaklar, polis ne konuştuklarını anlamasın diye, McCluskey’in tek kelime İtalyanca bilmediğine temi­ nat bile verdi! Senin Sicilya lehçesiyle konuşabildiği­ ni, anladığını da öğrenmiş.» Michael buz gibi bir sesle : «Akıcı değil Italyancam ama,» dedi, «nasılsa fazla konuşmayacağız.» Tom Hagen : «Arabulucu gelmeden Mike’i yolla­ yanlayız,» dedi. Clemenza, «Arabulucu burada,» dedi, «adam­ larımdan üçüyle iskambil oynuyor. Biz haber verme­ den aeri yollamayacaklar.» Sonny kendini koltuğa bıraktı. «Konuşmaya otu­ racakları yeri nasıl öğreneceğiz?» dedi, «Tom, Tat­ taglia ailesinin içinde adamlarımız var. Nasıl oldu da hiç bir şey öğrenemediler?»


Tom : «Sollozzo çok zeki,» dedi, «dikkatli de. McCluskey’den başkasını istemiyor. Gizliliğin silâlv tan daha önemli olduğunu düşünüyor. Haklı da, Mike’in peşine adam takıp dua edeceğiz. Yapılacak başka şey yok.» «Olmaz,» dedi Sonny, «fırsat elimize geçmişken kaybetmek istemem. Aptallık olur.» Saat beşi bulmuştu. Sonny’nin yüzünde kaygılı bir anlam vardı şimdi. «Mike,» dedi, «arabada işle­ rini görsün. Kim varsa vursun.» Hagen başını salladı : «Ya arabada Sollozzo ol­ mazsa. Elimizi boşuna kana bularmış oluruz. Hayır, Mike’i nereye götüreceklerini anlamalıyız.» Bir an durdu. Düşündü. Sonra heyecanla parmaklarını şak­ lattı : «Sonny,» diye atıldı. «O Philips denen dedektife telefon et. Neden olmasın? Belki McCluskey istendi­ ği zaman bulunabilsin diye gideceği yeri polislerden birine söylemiştir.» Sonny telefonun ahizesini aldı. Numarayı çevir­ di. Konuştu. Kapattı. «Philips bizi arayacak,» dedi. Hemen hemen yarım saate yakın beklediler. Te­ lefon çaldı. Arayan Philips’di. Sonny önündeki kâğıdın üzerine bir şeyler karaladı. Telefonu kapattı. «Gide­ cekleri yeri öğrendik galiba,» dedi. «Komiser McClus­ key gideceği yeri karakola her zaman bildirme alış­ kanlığını edinmiş. Saat sekizden ona kadar Bronx’da Luna Azure’de olacağını söylemiş nöbetçi polise. Orasını bilen var mı içinizde?» Tessio : «Ben biliyorum,» dedi, «tam bize aöre bir yer. Müşterilerin rahatça konuşabileceği bölmeler var içerde. Yemeği iyidir. Kimse kimseyle ilgilenmez. Mü­ kemmel.» Sonny’nin masasının üzerine eğildi. Siqara izmaritleriyle krokiyi çizdi. «Burası qiriş yeri, Mike» dedi, «işini bitirince çık dışarı! sola doğru yürü; köşe­ yi dön. Ben seni bekleyeceğim. Arabamın farları ya­ nık kalacak. Bir aksilik olursa bağır; ben qelir seni dı­ şarı çıkarmaya çalışırım. Elini çabuk tutman qerekiyor. Clemenza, tabancayı yerine yerleştirmesi için bi­ rini yolla. Acele etsin. Az zamanımız kaldı. Eski usul bir tuvaleti vardı lokantanın; duvarla tuvaletin su de­ posu arasındaki boğluğa yerleştirsin tabancayı, Mike,


seni Jack Dempsey’in barı önünden arabalarına alın­ ca üzerini yoklayacaklardır. Silâhlı olmadığını anlayın­ ca da rahatlar sanırım. Lokantada acele etme. Bir parça bekle. Sonra özür dileyip tuvalete git. Hayır izin istesen daha iyi olur. Çok yumuşak, nazik davran. Ama tuvaletten çıkınca hiç zaman kaybetme. Masaya otur­ ma tekrar. Kurşunu yapıştır hemen. Hem işi asla rast­ lantıya bırakma. Kurşunları başlarına yesinler; kurtu­ lamazlar. Sonra tabancayı elinden at ve hızla dışarı çık.» Sonny söylenenleri dikkatle dinliyordu. «Taban­ cayı yerleştirecek kişinin çok güvenilir, çok usta biri olmasını istiyorum,» dedi Clemenza’ya. «Kardeşimin tuvaletten eli boş çıkmasını istemem.» Clemenza : «Tabanca yerinde olacak,» dedi. «Peki,» dedi Sonny, «herkes işine gitsin.» Tessio ile Clemenza çıktılar. Tom Hagen : «Sonny Mike’i New York’a ben götüreyim mi?» diye sordu. «Hayır,» dedi Sonny. «Senin burada kalmanı is­ tiyorum. Mike işini bitirince bizim çalışmalarımız baş­ layacak. Sana ihtiyacım var. Tanıdık gazetecilerin listesini yaptın mı?» «Hepsi hazır,» dedi Tom Hagen. «Mike işini biti­ rir bitirmez harekete geçecekler.» Sonny ayağa kalktı. Michael’in önünde durdu. Onun elini sıktı. «Evet küçük,» dedi, «görevin başladı. Görmeden gittiğin için senin namına annemden özür dilerim. Zamanı pelince de kız arkadaşına haber sa­ larım. Tamam mı?» «Tamam,» dedi Mike, «ne zaman geri dönerim dersin?» «En azından bir yıl kalman gerek.» Tom Hagen söze karıştı : «Baba bir çaresini bu­ lur, seni daha kısa zamanda geri aldırır, Mike, yine de ne olacağı kesinlikle bilinemez. Gazeteler aracılı­ ğıyla durumu yumuşatmaya çalışacağız. Başımıza bir yığın dert açılacak... Bildiğimiz yalnız bu.» Michael, Hagen’in elini sıktı. «Elinden geleni yap.» dedi. «Evden gerektiğinden fazla uzak kalmak istemivorum.» «Bu işten vazgeçmek için henüz zamanın var» de­


di Hagen yavaşça. «Başka birini bulabiliriz. Belki de Sollozzo’yu başımızdan başka türlü defedebiliriz. Çe­ nenin kırılması seni etkilememen, Mike. McCluskey aptalın biri. Üstelik sana özel bir düşmanlığı da yok. İşinin gereği yaptı bunu.» Michael’in yüzünde ikinci kere, insanın iliğini donduran bir anlam belirdi. Bu haliyle, garip bir şekil­ de Don’a Benziyordu. «Tom,» dedi, kimsenin seninle alay etmesine, fırsat verme. İnsanların hayat boyu her gün yuttukları bok kişiseldir. Ama buna kalkıp iş der­ ler. Tamamı mı? Yine de işlerini görürken kendilerini düşünürler. Bunu kimden öğrendim, biliyor musun? Don’dan. Benim ihtiyardan. Baba’dan. Babamın bir dostunu yıldırım çarpsa ihtiyar bunu kendine dert edinir. Başkalarının üzüntüsü, sıkıntısı, onun da üzün­ tüsü, sıkıntısıdır, işte onu büyük yapan özellik de bu. Büyük Don. Ne var biliyor musun? Ben bu işe geç girdim. Ama bütün varlığımla kendimi vereceğim. Za­ manı gelince tabii. Haklısın, çenemin kırılması beni canlandırdı; gururuma dokundu. Ama Sollozzo’nun babamı öldürmeye kalkışmasını kendime yapılmış bir hakaret olarak kabul ettim.» Güldü, «ihtiyara söyleyin, her şeyi ondan öğrendim. Bana bütün öğrettiklerini, benim için yaptıklarını ödeyecek bir fırsat yakaladı­ ğımdan ötürü hayatımdan çok memnunum. Bize iyi bir baba oldu.» Sustu. Bir süre sonra Hagen’e : «Bili­ yor musun,» dedi, «babamın bizi dövdüğünü hiç ha­ tırlamıyorum. Bir fiske bile vurmadı bize. Ne Sonny’ye, ne bana, ne de Freddie’ye. Hele Connie’ye bağırmazdı bile. Bana gerçeği söyle, Tom. Baba kaç kişiyi öldürdü, yahut öldürttü?» Tom arkasını döndü Michael’a. «Sana bir tek şey söyleyeceğim,» dedi. «Ondan öğrenmediğin bir nokta var. Yapılması gereken şeyler vardır. Bunlar yapılır, bir daha da sözü edilmez. Yapılan işler doğru olma­ yabilir, ama yapılması gereklidir. Yapılır ve unutulur Üzerinde durulmaz.» Michael Corleone kaşlarını çattı. «Ailemizin Consigliori’si olarak, Sollozzo’nun yaşamasını tehlikeli buluyor musun?» «Evet,» dedi Hagen.


«Peki. O halde Sollozzo’yu öldüreceğim.» Michael Corleone, Jack Dempsey’in Broadway’deki lokantasının önünde durmuş, Sollozzo’yu bekli­ yordu. Saatine baktı. Sekize beş vardı. Sollozzo’nun tam saatinde geleceği anlaşılıyordu. Michael pek er­ ken gelmişti buraya. On beş dakikadır bekliyordu. Long Beach’den şehre gelirken hep Hagen’e söy­ lediklerini unutmaya çalışmıştı. Söylediklerine inandı­ ğı takdirde hayatı bambaşka bir yön alacaktı. Zaten bu geceden sonra başka türlü olmasına imkân var mıydı? Aklını tümüyle yapacağı işe. vermesi gereki­ yordu. Sollozzo aptal değildi. McCluskey de çetin ce­ vizdi. Çenesinin ağrımaya başladığını hissetti. Buna sevindi. Böylece kafası da, duyguları da canlı kala­ caktı. Sollozzo arkadan elini uzattı. Michael bu eli sık­ tı. El sert; ılık ve kuruydu. «Geldiğinize sevindim, Mike.» dedi Sollozzo. «İnşallah işleri yoluna koyarız. Her şey birbirine karıştı. Korkunç bir hal aldı. Ben böyle olmasını hiç istemedim. Olmamalıydı.» Michael : «Bu gece bir anlaşmaya varmalıyız,» dedi. «Babamın tekrar rahatsız edilmesini istemiyo­ rum.» Sollozzo içtenlikle : «Rahatsız edilmeyecek,» de­ di. «Çocuklarımın üzerine yemin ediyorum. Ağabe­ yin Sonny gibi inatçı olmadığını umarım. Onunla ko­ nuşmak, anlaşmak çok güç.» McCluskey homurdandı : «Sonny iyi çocuktur.» Uzandı. Michael’in omuzuna sevaiyle vurdu, «önceki gece olanlar için özür dilerim, Mike. Artık yaşlandım. Çabuk sinirlenir oldum. Yakında emekliye ayrılmam gerekecek sanırım.» Sonra içini çekerek Michael’in üzerini tepeden tırnağa araştırdı. Silâh olmadığını anlayınca rahatlıkla arkasına dayandı. Michael, şoförün dudaklarının hafif bir gülümse­ meyle aralandığını gördü. Araba batıya doğru aidiyordu; West Side şosesine çıktı. Sonra George Washington köprüsüne doğru yollandı. Michael kaygılan­ maya başlamıştı. New Jersey’e gidiyorlardı. Sonny’ye


buluşma yerini kim bildirdiyse yalan söylemişti. Araba pırıl pırıl parlayan kenti geride bırakarak köprüde ilerledi. Michael hiç bir şey belli etmemeye çalışıyordu. Tam köprüyü geçmişlerdi ki şoför birden gaza basarak arabayı neredeyse havalandırdı. Sert bir dönüşle yeniden New York’un yolunu tuttu. Sol­ lozzo ile McCluskey arkalarına bakıyor, başka bir ara­ banın da aynı manevrayı yapıp peşlerinden gelip gel­ mediğini anlamaya çalışıyorlardı. Şoför gerçekten New York’a dönüyordu. Sonunda köprüyü aşıp East Bronx’un yolunu tuttular. Yan sokaklardan geçtiler. Saat dokuza geliyordu. Sollozzo ile McCluskey peş­ lerine kimsenin takılmadığından emin olmak istemiş­ lerdi. Sollozzo bir sigara yaktı. Michael ile McCluskey’e de sundu. Ama ikisi de reddettiler. Sollozzo «İyi iş becerdin,» dedi şoföre, «bunu unutmayacağım.» On dakika sonra araba İtalyanların oturduğu bir mahalledeki lokantanın önünde durdu. Sokaklarda kimseler yoktu. Vakit geç olduğundan lokanta hemen hemen boş gibiydi. Michael şoförün de yanlarına ge­ leceğini sanıp kaygılanmıştı, ama adam arabada kal­ dı. Arabulucu şoförden hiç söz etmemişti. Sollozzo, şoför getirmekle anlaşmayı bozmuş oluyordu. Ama Michael bundan hiç söz etmemeye karar verdi. Üçü yuvarlak bir masaya yerleştiler. Sollozzo ka­ palı bölmelerde oturmak istememişti. Lokantada iki kişi daha vardı. Acaba bunlar Sollozzo’nun adamları mıydı? önemi yoktu. Onlar araya girmeden önce her şey olup bitecekti nasılsa. McCluskey gerçek bir ilgiyle : «Buradaki Italyan yemekleri iyi midir?» diye sordu. Sollozzo fevkalâde olduğunu söyledi. «Dana eti iste,» dedi, «tavsiye ederim.» Garson masaya bir şişe şarap getirdi. Açtı, üç bardağı ağzına kadar doldur­ du. McCluskey’in içki içmemesi şaşılacak şeydi. «İç­ kiden hoşlanmayan tek İrlandalI benim galiba,» dedi. «İçki yüzünden başı derde giren öyle iyi insanlar tanı­ rımı ki.» Sollozzo : «Mike’la İtalyanca konuşacağım,» de­ di McCluskey’e. «Sakın alınma. Sana güvenim var.


Ama İngilizcem pek iyi değil. İtalyanca konuşursam derdimi daha iyi anlatırım.» McCluskey : «istediğinizi yapın,» dedi alaycı bir gülümsemeyle. «Ben yemeğimi yiyeceğim.» Solozzo Sicilya lehçesiyle, hızlı hızlı konuşmaya başladı : «Babanla aramızda geçenlerin iş gereği ol­ duğunu anlamalısın,» dedi. «Don Corleone’ye saygım büyüktür. Onun hizmetine bile girebilirim. Ama baban eski kafalı. Gelişmenin, ilerlemenin önüne geçiyor. Benim yapmaya, kurmaya çalıştığım işle herkes ilgi­ li. Gelecek için çok büyük önemi var. Ama baban bu­ na engel oluyor. Evet; evet; bana sen işine bak, dedi. Aslında ikimiz bu sözün ne kadar saçma olduğunu bi­ liyoruz. Çünkü daima karşılaşmak zorundayız. Bana işine bak sen, demekle aslında bu işi yapmamam ge­ rektiğini anlatmak istedi. Bütün New York’lu Ailele­ rin desteğini kazandım,. Tattaglia Ailesi ortağım oldu. Anlaşmazlık sürüp giderse Corleone Ailesi tek başı­ na kalacak. Belki baban hasta olmasaydı anlaşmaya yanaşırdı. Ama ağabeyin hiç de ona benzemiyor. Çok sert bir insan. İrlandalI Consigliori’nizin de, toprağı bol olsun, Genco Abbandando’ya benzer yanı yok. Uzun lâfın kısası anlaşmamızı istiyorum. Baban iyile­ şinceye kadar aradaki bütün düşmanlıklara bir son verelim. Baban çalışmaya başlayınca da pazarlığa gi­ rişiriz. Tattaglia Ailesi oğulları Bruno’nun ölümünü, benim öğütlerime uyarak unutmak isteğinde. Benim de yaşamam, ekmeğimi kazanmam gerek. Sizden yardım istemiyorum. Yalnız işlerime karışmamanızı ri­ ca ediyorum. Teklifim bu. Herhalde anlaşmayı kabul etmek yahut etmemek için sana bir hak tanıdı­ lar?» Michael de İtalyanca: «Bana uyuşturucu madde­ ler üzerine daha fazla bilgi ver,» dedi. «Bu işten biz nasıl yararlanacağız? Alacağımız pay ne olacak?» «O halde her şeyi ayrıntılarıyla öğrenmek istiyor­ sun,» dedi Sollozzo. Michael çekinerek, utana sıkıla: «Şarap doğru­ dan doğruya mideme indi,» dedi. «Kendimi güç tutu­ yorum. Tuvalete gitmemde bir sakınca var mı?» Soilozzo’nun kara gözleri dikkatle Michâel’in yü­


zünü araştırıyordu. Masanın öte yanından uzandı. Michael’in uyluklarını, altını üstünü silâh olup olmadığı­ nı anlamak için araştırdı. Michael küskün bir tavır takındı. M cCluskey: «Ben baktım üstüne,» dedi. «Si­ lâh yok. Şimdiye kadar binlerce adamın üstünü ara­ dım. Bu işin ustasıyım. Niçin kuşkulanıyorsun?» Michael’in tuvalete gitmek istemesi Sollozzo’nun hoşuna gitmemişti. Ortada kuşkulanacak bir neden yoktu ama, yine de hoşlanmamıştı bundan. Tam kar­ şılarındaki masada oturan adama bir göz attı. Kaşla­ rını tuvaletin bulunduğu yana doğru kaldırdı. Adam başını hafifçe salladı. Tuvaleti kontrol ettiğini, içerde kimse bulunmadığını belirtti. Sollozzo, istemeye iste­ meye : «içerde fazla kalma,» dedi. Antenleri çok has­ sastı Türk’ün. Bayağı sinirlenip huzursuzlanmıştı. Michael kalktı. Tuvalete gitti. Sinirden ve heye­ candan olacak, gerçekten su dökeceği gelmişti. Ça­ bucak işini gördü. Sonra su deposunun arkasına uzan­ dı. Eli, oraya yapışkan şeritle tutturulmuş tabancanın kısa yuvarlak namlusuna değdi. Tabancayı aldı. Ke­ merine soktu. Ceketini ilikledi. Ellerini yıkadı. Saçla­ rını ıslattı. Musluğun üzerindeki parmak izlerini men­ diliyle sildi. Tuvaletten çıktı. Sollozzo tuvaletten yana otururuyordu. Bakışları dikkat kesilm işti: Michael gülümsedi ona. «Artık ko­ nuşabilirim,» dedi rahat bir soluk alarak. Komiser McCluskey garsonun getirdiği makar­ nayla dana etini yiyordu. Karşı masada dimdik otu­ ran adam Michael’in çıktığını görünce rahatladı. Michael yerine oturdu. Clemenza’nın oturmama­ sını, tuvaletten çıkar çıkmaz ateş etmesini söylediği­ ni hatırladı. Ama içinden gelerek, belki de içgüdü­ süyle oturması gerektiğini düşünmüş, çünkü dikkati çekecek en küçük bir hareketinde delik deşik olaca­ ğını anlamıştı. Oturduğuna da memnundu. Çünkü he­ yecandan bacakları titriyordu. Sollozzo ona doğru eğildi. Belden aşağısı masa­ nın örtüsüyle kapalı olan Michael ceketinin düğme­ lerini açtı, Sollozzo’yu dikkatle dinlemeye koyuldu. Adamın söylediği tek kelimeyi bile anlamıyordu. Bey­ ni zonkluyordu. Eli masanın altından beline gitti. Ta­


bancayı kavradı. Tam o sıra garson geldi, isteklerini sordu. Sollozzo garsonla konuşmak için başını çevir­ di. Michael sol eliyle masayı olanca gücüyle itti. Sağ elindeki tabanca neredeyse Sollozzo’nun başına değ­ di. Adam o kadar atikti ki kendini toparlamış, kaçma­ ya bakıyordu. Ama ondan daha genç, daha çevik olan Michael derhal tetiği çekti. Kurşun Sollozzo’nun ku­ lağıyla gözü arasına saplandı, öteki taraftan çıktı. Şaşkına dönen garsonun beyaz ceketi kemik ve kan parçalarıyla lekelendi. Michael içgüdüsüyle, tek bir kurşunun yeterli olduğunu anladı. Çünkü Sollozzo son anda başını çevirip bakmış, Michael onun güzelliğin­ deki hayat ışığının sönmekte olduğunu görmüştü. Michael’in Sollozzo’yu haklamasıyla McCluskey’e dönüşü arasında yalnız bir saniye geçmişti. Polis on­ ların kendisiyle hiç ilgisi yokmuş gibi duygusuz bir şaşkınlıkla Sollozzo’ya bakıyordu. Başına gelecekler­ den habersiz gibiydi. Çatalı tutan eli havada kalmış­ tı. Bakışlarını yavaş yavaş Michael’a çevirdi. Onun kaçmasını yahut birileri tarafından yakalanmasını bek­ liyordu sanki. Michael gülümsedi. Tetiği çekti. Kurşun McCluskey’in gırtlağına saplandı. Adam sanki büyük yutamayacağı bir lokma almışçasına tıkandı. Boğuk sesler çıkarıyordu. Michael onun öldürücü yara al­ madığını anlamıştı. Soğukkanlılıkla tetiğe tekrar do­ kundu. ikinci kurşun adamın ak saçlı başını delip geçti. Hava pespem,be bir bulutla kaplanmış gibiydi. Michael duvar dibinde duran adama döndü. Adam yerinden bile kıpırdamamıştı. Felce uğramış gibiydi. Sonra ellerini kaldırıp masanın üzerine koydu. Ba­ kışlarını başka tarafa çevirdi. Garson mutfağa doğru kaçmaya çalışıyordu. Yüzünde olanlara inanamıyormuş gibi dehşet dolu bir anlam vardı. Michael elini yanma uzattı. Tabancayı * bıraktı. Silâh pantolonuna sürünerek yere düştü. Hiç gürültü çıkarmamıştı. Gar­ sonun ve duvar dibindeki adamın silâhını yere attığın­ dan haberleri olmamıştı. Kapıya gitti. Açtı. Sollozzo’­ nun arabası hâlâ kaldırım kenarında duruyor, ama şo­ förün yerinde yeller esiyordu. Michael sola döndü. Köşeye geldi. Bir arabanın farları yanıp söndü. Sonra


arabaya yaklaştı. Michael içine atladı. Araba gürleye­ rek hızlandı. Michael şoför yerinde Tessio’nun otur­ duğunu gördü. Yüzü bir mermer parçası gibi hareket­ sizdi. «Sollozzo’nun işini bitirdin mi?» diye sordu Tes­ sio. «ikisinin de,» dedi Michael. «Emin misin?» «Beyinlerini gördüm.» Michael arabada üstünü değiştirdi. Yirmi dakika sonra İtalya’ya gidecek olan şilepteydi. İki saat son­ ra şilep yola çıktı. Michael kamarasının penceresin­ den New York’un cehennem ateşleri gibi yanan ışık­ larını görüyordu, içinde büyük bir ferahlık, rahatlama vardı, işini bitirmişti. Kıyamet kopacaktı peşinden, ama Michael orada olmayacaktı. Sollozzo ile McCluskey’in öldürülmesinden bir gün sonra New York’un bütün merkezlerindeki polis komiserleri, baş komiserleri emir verdiler. Baş komi­ ser McCluskey’in katili bulununcaya kadar kumar oy­ nanmayacak, fuhuşa son verilecekti. Kentin her yerin­ de büyük baskınlar yapıldı. Kanunsuz bütün işlere son verildi. Aynı gün, daha sonra Aileleri temsil eden bir adam Corleone Ailesinden katili kendilerine teslim edip etmeyeceklerini sordu. Corleone Ailesi olayın kendileriyle ilgisi bulunmadığı karşılığını verdi. O ge­ ce, Corleone’lerin Long Beach’deki evlerinin bahçe­ sinde bir bomba patladı. Yine aynı gece Corleone’le­ rin iki adamı, Greenwich Villagen’deki bir Italyan lo­ kantasında yemek yerken öldürüldü. Beş Aile arasın­ da 1946 savaşı başlamıştı.


ON İKİNCİ BÖLÜM

JOHNNY Fontane elinin gelişigüzel bir hareketiyle uşağa çekilmesini işaret etti. «Sabaha görüşürüz, Billy,» dedi. Zenci uşak, Pasifik Okyanusuna bakan geniş oturma odasından eğilerek çıktı. Bu bir uşağa özgü değil, daha çok arkadaşça bir selâmdı; Johnny’­ nin yemekte konuğu olduğu için verilmişti. Johnny’nin konuğu başarı kazanmış eski bir dos­ tun çevirdiği filmde denenmek için Hollyvvood’a gel­ miş New York’un Greenvvich Viilagen’ından Sharon Moore adında bir kızdı. VVoltz’un filmini çevirirken, Johnny, onu sette ziyaret etmiş, kızı tecrübesiz, zeki ve çekici bulmuştu. Johnny Fontane’nin davetleri Hollyvvood’da çok ünlüydü. Tabii Sharon daveti kabul etmişti. Sharon Moore’un, ününden ötürü Johnny’nin ken­ disine saldıracağını beklediği açıktı. Ama Johnny ka­ dınlara bu şekilde yaklaşmaktan nefret ederdi. Bir kızda hoşuna gidecek şeyler gördüğü zaman onunla


yatardı. Tabiî çok sarhoş olduğu, tanımadığı, daha önce de gördüğünü hatırlamadığı bir kadınla yatakta bulunduğu zamanlar hariç. Artık otuz beş yaşınday­ dı; Hk karısından boşanmış, ikinci karısından ayrı ya­ şıyordu; başında bin bir dert varken konuğuna, dü­ şündüğü şekilde yaklaşacak kadar istekli değildi. Oy­ sa Sharon Moore’da, içinde sevgi uyandıran bir şey vardı; onu evine bu yüzden çağırmıştı. Johnny pek boğazına düşkün bir insan değildi ama genç kızların güzel giysilerine bayıldıklarını, da­ vetlerde doyasıya yemek yediklerini bildiğinden ma­ sanın üzerini çeşitli yiyeceklerle donatmıştı; bol bol da içki vardı. Buz kovası içinde şampanya, viski, brandi, Johnny içkileri ikram etti. Tabaklara yiyecekleri aldılar. Yemek faslı bitince Johnny onu Pasifik Okya­ nusuna bakan büyük camlı oturma odasına götürdü. Pikaba Ella Fitzgerald’ın birkaç plâğını koydu ve di­ vana, Sharon’un yanına yerleşti. Kızla havadan sudan konuşmaya başladılar. Çocukken Sharon’un erkeklerle oynamaktan hoşlanan afacan bir çocuk mu, yoksa an­ nesinin dizi dibinden ayrılmayan kuzu gibi küçük bir kız mı olduğunu anlamaya çalıştı. Bu gibi konular Johnny’yi hep ilgilendirir, sevişebilmesi için gerekli olan şefkati uyandırırdı içinde. Divanın üzerinde dostça, rahatlıkla birbirlerine sokuldular. Johnny kızı dudaklarından öptü; sakin, arkadaşça bir öpüştü bu. Büyük camın gerisinde, Pasifiğin koyu mavi sularının, mehtabın altında çarşaf gibi uzandığını görebiliyordu. «Neden kendi plâklarından birini çalmıyorsun?» diye sordu Sharon Moore. Sesinde şakacı bir anlam vardı. Johnny ona gülümsedi. Kızın şakacı hali hoşu­ na gitmişti. «O kadar Hollywood’lu değilim ben,» dedi. «Çal benim için,» dedi genç kız. «Yahut kendin söyle. Filmlerdeki gibi. Ben de, beyaz perdedeki kız­ lara benzeyerek için için kaynayıp eriyeyim.» Johnny kahkahalarla güldü. Eskiden, Sharon’un dediği gibi davranır, sonuç da pek yapmacık olurdu doğrusu; kız ayılır bayılır, çekici görünebilmek için kendinden geçme numarası yapar, bakışları ihtirasla


bulamklaşırdı. Film çevirircesine rol keserdi. Şu sıra Sharon’a şarkı söylemeyi aklına bile getirmek istemi­ yordu. Bir kere aylardan beri şarkı söylememişti; se­ sine güvenemezdi. Üstelik amatörler, profesyonelle­ rin eskisi kadar iyi şarkı söyleyebilmek için tekniğin yardımından ne denli yararlandıklarını asla bilemez­ lerdi. Sharon’a plâklarını çalabilirdi ama artık yaşlan­ mış, saçları dökülmüş birinin, gençliğinde, tam çiçeği burnundayken çevirdiği filmleri göstermesinden çe­ kinmesi gibi plâktaki taze, duygulu sesini işitmek de onda utanca benzer bir duygu uyandırıyordu. «Sesim iyi değil,» dedi Sharon’a, «zaten kendi se­ simi dinlemekten bıktım, usandım.» içkilerini yudumladılar. «Yeni filminde başarılı ol­ duğunu duydum,» dedi genç kız. «Filmi hiç para al­ madan çevirdiğin doğru mu?» «İş olsun diye, önemsiz bir şey aldım,» dedi Johnny. Sharon’un brandi kadehini doldurmak için kalk­ tı; üzerinde yaldızlı, adiyle soyadının baş harfleri bu­ lunan sigaralarından genç kıza ikram etti; çakmağını yakıp uzattı. Kız sigarasından bir nefes çekti; içkisini yudumladı. Johnny tekrar onun yanına oturdu. Kendi bardağında kızınkinden daha çok içki vardı. İçini ısıt­ mak, neşelenmek, güç toplamak için içkiye muhtaçtı. Durum tersine dönmüştü; kızın yerine kendisinin sar­ hoş olması gerekiyordu. Kızlar, Johnny’nin isteksiz olduğu anlar son derece ihtiraslı, hevesli oluyorlardı. Geçen iki yıl benliği üzerinde çok yakıcı izler bırak­ mıştı; benliğini yeniden kazanmak için her gece de­ ğişik bir kızla yatmış, her kızı birkaç kere yemeğe götürmüş, pahalı armağanlar vermiş, sonra kızın duy­ gularını incitmemeye çalışarak onu başından savmış­ tı. Sonra da bu kızlar büyük Johnny Fontane ile. arka­ daşlık ettiklerini söyleyerek öğünmüşlerdi. Büyük bir aşk değildi hiçbiri, ama kız çok güzel ve iyi olduğu zaman insan ilgilenmemek için bir neden bulamazdı. Sert kaşarlanmış, orospu tiplerden, kendisi için gebe­ ren, işler biter bitmez de arkadaşlarına koşup büyük Johnny Fontane’den para sızdırdıklarını söyleyenler­


den nefret ediyordu. Mesleğinde onu en çok şaşırtan şey, hemen hemen yüzüne karşı, büyük şarkıcı ve film yıldızı Johnny Fontane’ye en namuslu ev kadınla­ rının bile dayanamadığını ileri sürerek kendilerini al­ datan karılarını bağışlayan hoşgörü sahibi kocalar ol­ muştu. işte bu tutuma gerçekten şaşıyordu. Ella Fitzgerald’ı plâktan dinlemeye bayılırdı Johnny. Şarkıların Ella’nınki gibi her kelimesi teker teker anlaşılarak, pürüzsüz söylenmesini severdi. Ha­ yatta gerçekten anladığı, yeryüzünde herkesten çok daha iyi bildiğine inandığı tek şey buydu. Şimdi diva­ na uzanmış, içki boğazını ısıtırken içinde şarkı söyle­ mek isteği uyandı; müziğe uyarak yüksek sesle değil, Ella’yla birlikte sözleri tekrarlamak istiyordu. Oysa bir yabancının yanında böyle bir şey yapamazdı. Tek eliy­ le içki kadehini tutarken öteki elini Sharon’un kuca­ ğına koydu. Kötü bir duyguya kapılmadan, sevgi, sı­ caklık arayan bir çocuğun içgüdüsüyle kızın kucağın­ daki eli, eteği, ince altın rengi çoraplarının bitim ye­ rindeki süt beyaz kalçasını ortaya çıkaracak şekilde yukarı çekti. Tanıdığı bunca kadına, o kadınlarla ge­ çirdiği yıllara rağmen, bu görüntü karşısında Johnny, bütün vücudunun yapışkan, ılık bir sıvıyla dolduğunu hissetti. Mucize hâlâ kendini belli ediyordu. Erkek­ liğini de sesi gibi kaybederse ne yapardı sonra? Artık hazırdı. İçki kadehini uzun kokteyl masası­ nın üzerine bıraktı. Vücudunu kızdan yana döndürdü. Kendinden çok emin çok dikatli ve müşfikti. Okşa­ malarında şeytansı yahut şehvet düşkünü bir yan yoktı. Eli kızın göğsüne giderken onu dudaklarından öp­ tü. Sonra ılık kalçalarına, ipek gibi etine indi. Kızın öpüşü ılıktı, sevgi doluydu, ama ihtiraslı değildi. Johnny de böylesini istiyordu. Vücutları, elektrik akı­ mı verilmiş bir motor gibi, anahtarın değmesiyle ça­ lışmaya başlayan kızlardan nefret ederdi. Sonra Johnny her zaman yaptığı ve hâlâ etkilen­ diği bir davranışta bulundu. Zarif, aynı zamanda yete­ rince hafif bir hareketle elini kızın uyluklarının arası­ na soktu. Bazı kadınlar sevişmenin başlangıcı olan bu davranışın anlamını kavrayamazlardı. Bazıları şaşı­ rıp Johnny ağızlarından öptüğü için fizikî bir temas


olup olmadığına karar veremezlerdi. Tabiî ün kazan­ mazdan önce bu yüzden tokat yediği de olmuştu. Johnny’nin bütün ustalığı bundaydı; çok yararını da görmüştü. Sharon’un tepkisi bambaşka oldu. Herşeyi, par­ mağı, öpücükleri olduğu gibi kabul etti; ama sonra ağzını Johnny’ninkinden kaçırarak vücudunu geriye doğru hafifçe çekti; eline içki kadehini aldı. Kibar ama tam bir reddedişti bu. Bazan olurdu. Ama ender; Johnny de içkisini aldı. Bir sigara yaktı. Sharon Moore tatlı bir ’sesle kaygısızca bir şey söylüyordu: «Senden hoşlanmadığımdan değil John­ ny. Sandığımdan çok daha iyi bir insansın. O tip bir kız olmadığımdan da değil. Bir erkekle bu işi yapa­ bilmem için bana sert davranılması gerek, ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi?» Johnny ona gülümsedi. Kızdan hâlâ hoşlanıyor­ du. «Demek seni duygulandıramadım, ha?» Sharon şaşırmış gibiydi: «Biliyorsun işte,» dedi «büyük bir şarkıcı olduğun sıralarda ben küçücük bir kızdım. Senden sonraki kuşaktanım. James Dean ol­ saydın soyunmakta bir saniye gecikmezdim.» Şimdi, Johnny ondan eskisi gibi hoşlanmıyordu. Tatlı, zeki ve şakacı bir kızdı. Film dünyasında ken­ disine yararlı olur diye Johnny’nin hoşuna gitmeye, onu elde etmeye çalışmamıştı. Gerçekten dürüst bir çocuktu. Ama Sharon’da bildiği bir şey daha vardı. Daha önceleri de olmuştu bu. Çağrısını kabul eden, sırf arkadaşlarına, özellikle kendi kendine, büyük Johny Fontane’yle kırıştırma fırsatı eline geçtiği hal­ de bunu reddettiğini söylemek için yatmaktan kaçı­ nanlar da vardı. Şimdi yaşlandığı, olgunlaştığı için Johnny bu tutumu anlıyor, hoş görüyordu. Sharon’dan gerçekten çok hoşlanmıştı, ama bu duygusu kay­ bolmuştu şimdi. Ondan eskisi kadar hoşlanmadığı için de rahat­ lamıştı. İçkisini yudumluyor, Pasifik Okyanusunu sey­ rediyordu. Sharon: «Bana kızmadın ya, Johnny,» de­ di, «dürüst davranmak istedim. Buradaki kızlar bir er­ kekle öpüşür gibi yatıyorlar. Ama ben Hollywood'un acemisiyim. Henüz pek çok şeye alışamadım.»


Johnny ona gülümsedi. Yanağını okşadı. Kendi ejiyle kızın eteğini yuvarlak dizlerine kadar çekip ört­ tü. «Kızmadım,» dedi, «eski usul bir buluşma da ho­ şuma gider.» O anda neler hissettiğini söylemiyordu Johnny: Büyük bir aşık olduğunu ispatlamak, beyaz perdede yarattığı tanrısal kişiye benzemek zorunda kalmadığına sevinmişti. Birer kadeh daha içtiler, öpüştüler. Sonra Sharon Moore gitmek istediğini söyledi. Johnny: «Seni tekrar yemeğe davet edebilir miyim?» dedi kibarca. «Zamanını benimle harcamak, hayal kırıklığına uğramak istemediğini biliyorum Johnny,» dedi kız, «bu gece için teşekkür ederim. Bir gün çocuklarıma bü­ yük Johnny Fontane ile yemek yediğimi anlatacağım.» Johnny gülümsedi ona: «Bana teslim olmadığını da anlat,» dedi. Birlikte güldüler, «inamlar mı der­ sin?» diye sordu Sharon. «Ben sana yazılı belge ve­ reyim,» dedi Johnny. «Benimle yatmadığına inanma­ yan olursa bir telefon et. Gereken cevabı alsınlar. Se­ ni apartmanda nasıl kovaladığımı, ama namusunu so­ nuna dek nasıl koruduğunu anlatırım. Tamam mı?» «Olur,» dedi kız üzgün bir tavırla, «Telefon ede­ rim.» Çıkıp gitti sonra. Şimdi Johnny’nin önünde uzun bir gece vardı. Yapayalnız geçireceği bir gece. Jack VVoltz’un dedi­ ği gibi, geceyi doldurmak için yükselmeye çabalayan yıldız adaylarından yararlanabilirdi. Ama o et değil, konuşup anlaşabileceği birini istiyordu. İlk karısı Virginia geldi aklına. Artık film çalışmaları sona erdiği­ ne göre çocuklarına daha çok zaman ayırabilirdi. Yine onların hayatına karışmak istiyor. Virgina için de kay­ gılanıyordu. Sırf Johnny Fontane’nin karısıyla yattıkla­ rını söylemek için çevresinde dolaşan Hollywood çap­ kınlarını başından savacak güçte bir kadın değildi. Şimdiye kadar Virgina bu tür dedikodulardan uzak kalmıştı. Oysa ikinci karısı için bir şey diyemezdi. Onun Hollywood’da düşüp kalkmadığı bir erkek kal­ mış mıydı acaba? Telefona uzandı. Virqina’nın sesini hemen tanıdı. Şaşılacak bir şey yoktu bunda. Virqinia’nın sesini tanımayı on yaş­ larındayken öğrenmişti. İlkokulun dördüncü sınıfın-


daydılar o zaman. «Merhaba, Ginny,» dedi, «bu gece işin var mı? Gelebilir miyim?» «Gel ama çocuklar uyudu. Onları rahatsız etmek istemem.» «Ziyanı yok. Ben seninle konuşmak istiyorum.» Virginia’nın sesi kaygılıydı şimdi: «Ne var? Bir şey mi oldu?» «Hayır,» dedi Johnny, «bugün film bitti. Seni gör­ mek istedim. Çocuklara da bir bakarım izin verirsen. Merak etme uyandırmam.» «Peki, gel. istediğin rolü elde etmene sevindim.» «Teşekkürler. Yarım saate kadar orada olurum.» Bir zamanlar kendi evi olan Beverly Hills’deki bi­ naya varınca Johnny arabada bir süre oturup çevre­ sine bakındı. Vaftiz babasının söylediklerini düşün­ dü; Don Corleone. hayatını dilediği gibi kurabileceğini öğütlemişti. Oysa insanın istediğini bilmesi ne kadar güçtü. Kendisi ne istiyordu acaba? -ilk karısı kapıda onu bekliyordu. Ufak tefek, se­ vimli, tatlı bir Italyan kızıydı Virginia. Sevdiğinden başkasına asla bakmayacak bir kadın. Johnny, ‘hâlâ onu istiyor muyum?’ diye kendi kendine sordu. Ce­ vap hayırdı. Artık onunla yatamazdı. Aralarındaki sev­ gi yıpranmış, eskimişti. Sonra cinsel ilişkilerle ilgisi olmayan şeyler vardı. Virginia bunları asla bağışlamazdı. Ama birbirlerine düşman değillerdi artık. Virginia ona, kahve yaptı. Kendi pişirdiği pasta­ lardan ikram etti, «Divana uzan,» dedi Johnny’ye. «Yorgun gibisin,» Johnny ceketini, pabuçlarını çıkar­ dı, kravatını gevşetti, Virginia karşısındaki sandalye­ de oturuyordu. Yüzünde ciddî bir gülümseme vardı. «Ne garip,» dedi. «Garip olan nedir, Virgina?» «Büyük Johnny Fontane’nin geceyi geçirecek bir sevgili bulamaması.» «Kadınlardan bıktım artık. Şarkı söylemiyorum. Yakışıklı da değilim. Yaşlandım.» Virgina: «Resimlerinden çok daha yakışıklısın,» dedi içtenlikle. Johnny başını salladı. «Şişmanlıyorum. Saçlarım


dökülmeye başladı. Bu filmle başarı kazanamazsam pizza pişirmeyi öğrenmem yerinde olur. Belki de se­ ni film yıldızı yaparız, Virginia. Çok güzelsin*.» Virginia otuz beş yaşındaydı, ileri bir yaş değil­ di belki ama Hollyvvood’da yüz yaşına bedeldi. Film dünyasının merkezi güzel kızlarla dolup taşıyordu. Hem öyle güzeldiler ki her erkeğin aklını başından alabilirlerdi. Ama ağızlarını açıp da konuşmaya başla­ yınca bütün güzellikleri kaybolurdu. Fizik güzellik yö­ nünden aile kadınları onlarla baş edemezdi. Johnny Fontane ona nazik davranmak istediğinin farkına var­ dı. Zaten kadınlara karşı daima nazik, kibar olmasını bilmişti. Her zaman, her yerde yardımlarına koşardı. Virginia gülümsedi ona. Dostça: «iltifat ediyor­ sun Johnny,» dedi. «Benimle böyle konuşman gerek­ siz.» Johnny içini çekti. Gerindi. «Şaka etmiyorum, Ginny. Yaşını belli etmiyorsun. Keşke ben de senin kadar genç kalabilseydim.» Virginia cevap vermedi. Johnny’nin moralinin bo­ zuk olduğunu görüyordu. «Çevirdiğin film iyi oldu mu?» Johnny başını salladı. «Evet. Bana eski ünümü kazandıracak. Oscar armağanını kazanır, elimdeki kozları iyi kullanırsam belki şarkı söylememe bile lü­ zum kalmayacak. O zaman sana ve çocuklara daha çok para verebilirim.» «Bize yeteri kadar veriyorsun.» «Çocukları daha sık görmek istiyorum, Ginny. Hayatımı düzene sokacağım. Cuma akşamları bura­ ya yemeğe gelemez miyim? Söz veriyorum ne paha­ sına olursa olsun her Cuma geleceğim. Seni beklet­ meyeceğim. Sonra bazı hafta sonlarını da sizinle ge­ çirebilirim. Çocukları alıp gezdirebilirim.» «Benim için sakıncası yok,» dedi Virgina, «as­ la evlenmeyeceğim. Çocukların ikinci bir babaları ol­ sun istemiyorum. Baba diye hep seni bilsinler,» Johnny tavana bakıyordu. Sesini çıkarmadı. Ama Virginia’nın bu sözleri kavga ettikleri sıralar ağzından kaçırdığı sözlere acımasız bir karşılık olsun diye söy­ lediğini biliyordu.


«Johnny, bana kim telefon etti biliyor musun?» «Kim?» «Vaftiz baban.» Johnny gerçekten şaşırmıştı : «O telefonla ko­ nuşmaktan nefret eder. Nasıl oldu? Ne söyledi?» «Sana yardım etmemi istedi. Eskisi gibi büyük, başarılı olabileceğini söyledi. Ama gerçek dostlara ihtiyacın varmış. Çocuklarımın babası olduğun için sana yardım etmeliymişim. Ne kadar tatlı bir ihtiyar; kalkıp onun hakkında korkunç şeyler söylüyorlar.» Virginia telefondan nefret ederdi. Bu yüzden ev­ deki bütün telefon hatlarını söktürmüş, yalnız mutfaktakini bırakmıştı. Şimdi mutfaktaki telefonun çaldığı­ nı duyuyorlardı. Virginia kalktı. Geri döndüğünde şa­ şırmış gibiydi: «Seni istiyorlar telefondan Johnny,» dedi, «Tom Hagen. Çok önemliymiş.» Johnny mutfağa geçti. Ahizeyi aldı : «Evet Tom,» dedi. «Johnny, Baba oraya gelmemi, bazı işleri düze­ ne sokmamı istiyor. Filmi bitirdin artık. Sabah uça­ ğıyla geleceğim. Beni Los Angeles’de karşılar mısın? Akşama New York’a dönmek zorundayım.» «Elbette Tom. Ama gece kalmanı isterdim doğ­ rusu. Şerefine bir parti verirdim. Meşhurlarla tanışır­ dın.» «Teşekkürler,» dedi Hagen, «adamlarından birini havaalanına yolla.» «Tamam.» Johnny oturma odasına döndü. Virginia merakla yüzüne bakıyordu. «Vaftiz babamın benim için bazı düşündükleri varmış,» dedi Johnny. «Filmdeki rolü bana o sağladı. Nasıl başardı bu işi bir türlü anlaya­ madım. Ama ötesine karışmasa daha memnun olur­ dum.» Divana oturdu. Kendini çok yorgun hissediyordu. Virginia : «Eve gideceğine misafir odasında yat bu akşam,» dedi. «Sabah çocuklarla kahvaltı edersin. Vakit geç oldu artık. Zaten o koca evde senin yapa­ yalnız olduğunu düşünmek içime sıkıntı veriyor.» «Evde pek kaldığım yok.» Virginia güldü : «O halde fazla değişmemişsin.»


Durdu. Sonra: «Ben gidip yatağını hazırlayayım.» de­ di. «Niçin senin odanda yatmayayım?» Virginia kıpkırmızı kesildi. Yalnız : «Olmaz,» de­ di. Johnny’ye gülümsedi. Johnny de güldü. Her şeye rağmen dosttular. Ertesi sabah uyandığında vakit bir hayli geç ol­ muştu. «Hey Ginny, bana kahvaltı verebilir misin?» diye bağırdı. Virgina’nın sesi geldi mutfaktan : «Bir saniye!» Tam da bir saniye sürdü Virginia’nın gelmesi. Her şeyi önceden hazırlamış olmalıydı. Çünkü Johnny günün ilk sigarasını yakarken, misafir odasının kapı­ sı açıldı. İki küçük kız servis arabasını iterek içeri girdiler. Öyle güzeldiler ki, Johnny’nin kalbi burkuldu. Yüzleri tertemiz, pırıl pırıldı. Gözleri babalarına koş­ mak için duydukları derin istekle ışıldıyordu. Saçları iki yandan ayrılıp eski usul örülmüştü. Yine eski usul giysiler, beyaz rugan pabuçlar giymişlerdi. Servis ara­ basının yanında durmuş babalarının kendilerini çağır­ masını bekliyorlardı. Johnny kollarını iki yana açınca koştular. Johnny başını onların yumuşak, mi.s gibi yanakları arasına soktu. Alt alta, üst üste yuvarlandı­ lar. Kapıda Virginia göründü. Johnny yatakta kahval­ tı edebilsin diye servis arabasını yaklaştırdı. Kendisi yatağın kenarına oturdu. İki küçük kız da babaları­ nın yanına yerleştiler. Artık yastık savaşı yapmak, güreşmek için çok büyüktüler. Birer genç kız olma yolunu tutmuşlardı. Onların saçlarını, eteklerini dü­ zelttiklerini gören, Johnny «Tanrım» diye içini çekti, «Yakında Hollywood çapkınları kızların peşinde koş­ maya başlayacaklar.» Kahvaltısını çocuklarıyla paylaşarak yaptı. Virgi­ nia onları seyrediyordu hoşnutlukla. Sonra «Elini ça­ buk tut Johnny,» dedi. «Tom’un uçağının gelmesine az zaman kaldı.» Kızları dışarı çıkardı. «Haklısın,» dedi Johnny. «Biliyor musun Ginny,» karımdan boşanıyorum. Serbest kalacağım artık.» Virginia sesini çıkarmadı. Johnny’nin ceketini giymesine yardım etti, üstünü başını fırçaladı. Aile­


nin üç kadını onu kapıya kadar geçirdiler. Birbirleri­ ni öptüler. Virginia onun dinlenmiş, mutlu halini gör­ dükçe seviniyordu. Kızlarını kucaklayıp sevdi. Virginia’nın yanağından öptü. Arabasına bindi. Johnny Fontane yardımcısıyla birlikte Los Ange­ les havaalanına uzandı. Yardımcısı Tom’u almaya gi­ derken kendisi arabada kaldı. Tom Hagen, arabaya binince el sıkıştılar, evin yolunu tuttular. Şimdi oturma odasında karşılıklı oturuyorlardı. Aralarında bir soğukluk vardı. Baba’nın Johnny’ye öf­ keli olduğu devrede Tom Hagen’in araya girip Don’la konuşmasına, temasa geçmesine engel oluşunu Johnny asla bağışlamamıştı. Connie’nin düğününden önce olmuştu bunlar. Hagen de, ileri sürdüğü neden­ lerden ötürü asla özür dilememişti. Dileyemezdi de. Görevi Don’un isteklerini olduğu gibi yerine getir­ mekti. «Vaftiz baban bazı işlerini yoluna koymam için yolladı beni,» dedi Hagen. «Noel’den önce her şeyi düzene sokmam gerek.» Johnny Fontane omuz s ilk ti: «Filmin çekimi bit­ ti. Rejisör dürüst bir insandı. Bana iyi davrandı. Gö­ ründüğüm sahneler çok önemli olduğundan VVoltz’un bunları kestirmesine imkân yok. On milyon dolarlık bir film i rezil etmeyi göze alamaz. Şimdi her şey se­ yirciye kaldı.» Hagen : «Oscar Armağanını kazanmak bir aktör için çok önemli midir?» diye sordu. Johnny Fontane gülümsedi: «Oscar armağanı bir aktöre on yıl kazandırır. İstediği rolü alabilir. Ga­ zeteler onunla ilgilenir. Bu armağan her şey demek değildir tabii. Ama sinema dünyasındaki önemi bü­ yük. Kazanabileceğimi düşünüyorum. Büyük bir aktör olduğumdan değil, ama bu filmdeki başarım her şe­ yin üstünde olduğu için kazanacağım.» Tom Hagen : «Vaftiz babanın dediğine göre Os­ car armağanını kazanma şansın yok,» dedi. Johnny Fontane sinirlenmişti şimdi. «Ne diyor­ sunuz siz? Film değil gösterilmeye, henüz piyasaya sürülmeye hazır bile değil! Baba da film işlerinden zerre kadar anlamaz. Üç bin m illik yoldan bunları


söylemek için mi geldin?» Hagen kaygıyla: «Johnny, ben film işlerinden hiç anlamam,» diye atıldı, «Don Corleone’nin haber­ cisi olduğumu aklından çıkarma. Ama senin işlerini uzun uzun tartıştık. Don senin için, geleceğin için kaygılanıyor. Kendisine hâlâ muhtaç olduğunu, işle­ rini bir hale yola koyması gerektiğini düşünüyor. Bu yüzden geldim buraya. Ama sen de büyümelisin artık, Johnny. Yalnız bir şarkıcı ya da aktör olduğunu dü­ şünmeyi bırakmalısın. Kuvvetli olduğunu, mesleğinin baş kişisi olduğunu kabullenmelisin.» Johnny güldü. Bardağına tekrar içki doldurdu. «Eğer Oscar’ı kazanamazsam işim bitik demektir. Se­ simi kaybettim. Neyse, Vaftiz Babam Oscar’ı kaza­ namayacağımı nereden biliyor? Bildiğine eminim. Çünkü yanıldığını hiç görmedim.» Hagen bir sigara yaktı : «Aldığımız habere göre Jack VVoltz stüdyonun parasını sana yatırmak niye­ tinde değil. Yani senin için en küçük bir reklâm bile yapılmayacak. Zaten Oscar armağanında oylarını kul­ lanacaklara senin kazanmanı istemediğini bildirmiş. Sana karşı bir başka aktörü çıkarmak amacıyla elin­ den geleni yapacak. Dolayısıyla da her çareye baş­ vuruyor. İş, para, kadın, her şey teklif ediyor. Bunları yaparken filminin zarar görmemesine çalışıyor tabii.» Johnny Fontane yine omuz silkti. Bardağına vis­ ki doldurdu. Sonuna kadar içip bitirdi. «O halde ölüm fermanımız hazır,» dedi. Hagen sigarasının dumanları arasından onu alay­ lı bakışlarla süzerek : «İçki içmen sesinin düzelmesi­ ne yardım etmez,» dedi. «Allah belânı versin!» dedi Johnny. Hagen’in yüzü birden ilgisiz bir anlama büründü. «Peki, özel hayatına karışmayacağım. Yalnız işten söz edeceğim.» Johnny Fontane içki kadehini masanın üzerine bıraktı. Geçip Hagen’in karşısında durdu, «özür dile­ rim Tom,» dedi, «özür dilerim, öfkemi senden çıkar­ maya çalışıyorum. O Jack VVoltz denen orospu çocu­ ğunu öldürmek geliyor içimden. Vaftiz babamı kız­


dırmaktan da korkuyorum. Bu yüzden de öfkeme sen hedef oluyorsun.» Johnny’nin gözleri yaşlarla dolmuş­ tu. Elindeki içki kadehini duvara fırlattı. Ama öyle güçsüz kalmıştı ki bardak kırılmadı. Kalın halının üze­ rine düştü. Gerisin geriye yuvarlanıp Johnny’nin ayak­ ları dibine geldi. Johnny bardağı öfkeyle izliyordu. «Hey Tanrım!» dedi. Odanın öbür ucuna yürüdü. Hagen’i karşısın­ daki koltuğa oturdu. «Biliyorsun, Tom,» dedi, «uzun bir süredir istediğim gibi yaşadım. Her şeye sahip oldum. Sonra Ginny’den ayrıldım, işlerim ters gitme­ ye başladı. Sesimi kaybettim. Plâkalarımın satışı dur­ du. Peşinden Vaftiz babam bana darıldı. Ne telefon­ larıma cevap verdi, ne de New York’ta olduğum za­ manlar kendisini görmeme izin verdi. Hep aramızda sen vardın. Bu yüzden seni suçladım. Baba’dan aldı­ ğın emirlere göre hareket ettiğini biliyordum. Ama in­ san Baba’ya kızamaz ki. Ben de seni lânetledim. Sa­ na kızdım. Sen haklıydın hep. Yanıldığımı, haksızlık ettiğimi anlatmak için ne dersen yapacağım. Seni din­ leyeceğim. Sesim düzelene dek içki içmeyeceğim, ta­ mam mı?» Johnny’nin sözleri içtendi. Hagen öfkesini unut­ tu hemen. Bu otuz beş yaşındaki çocukta bir şey ol­ malıydı, yoksa Baba onu bu kadar sevmezdi. «Unu­ talım her şeyi Johnny,» dedi. Johnny’yi bu şekilde konuşmaya yönelten güç korku muydu? Tom’un Ba­ ha’yı kendisine çevirmesinden mi çekiniyordu? Ama Don başkalarının sözüne bakarak kimseye düşman olmazdı ki. Duygulan yalnız kendine aitti. Başka bir etkenle şu veya bu yöne döndürülemezdi. «Durum o kadar kötü değil,» dedi Johnny’ye, «Don, VVoltz’un sana karşı çevirdiği bütün dolapları boşa çıkarabileceğini söylüyor. Yani Oscar’ı kazana­ cağın muhakkak. Ama Baba meselenin bu kadarla bit­ meyeceğine inanıyor. Bu yüzden film cilik yapabilecek kadar akıl ve cesarete sahip olup olmadığını, bir fil­ mi başından sonuna kadar yapıp yapamayacağını bil­ mek istiyor!» Johnny kuşkuyla: «Bana Oscar’ı nasıl kazandı­ racak?» diye sordu.


Hagen sert bir sesle, «Jack VVoltz’un türlü dala­ vereler çevirip seni Oscar’dan edeceğine kolayca ina­ nıyorsun da, Baba’nın böyle bir şey yapabileceğine nasıl aklın ermiyor?» dedi, «önce şuna inanmanı is­ tiyorum. Senin vaftiz baban, o Jack Woltz denen he­ riften çok daha güçlü. Daha nüfuzlu dostları var. Bir kere, film sanayiini yöneten, Oscar armağanı için oy­ larını kullanacak hemen hemen bütün kişileri kontro­ lü altında bulunduruyor, üstelik vaftiz baban, Jack VVoltz’dan çok daha akıllı. Tabancasını çekip, Johnny Fontane’ye verin oylarınızı, yoksa kendinizi ölmüş bi­ lin, demez. Bu kişiler, Oscar almanı istedikleri, seni Oscar’a lâyık buldukları için sana oy verecekler. Ta­ bii bu işi de Baba ilgilenirse yapacaklar. Sözlerime inan, Don Corleone Oscar’ı kazandırır sana.» «Peki,» dedi Johnny, «sana inanıyorum. Bende film yapımcısı olacak kafa ve cesaret var ama para yok. Hiç bir banka bana kredi açmaz. Bir film çevir­ mek de milyonlar ister.» Hagen soğuk bir tavırla : «Oscar’ı aldıktan sonra üç film yapmak için hazırlıklara başla,» dedi. «Bu alanda çalışan en iyi elemanları al; en iyi teknisyen­ leri, en büyük yıldızları; herşeyin en iyisini seç.» «Çıldırmışsın sen,» dedi Johnny. «Üç - dört film yapmak en azından yirmi milyon dolar gerektirir.» «Sıra paraya gelince,» dedi Hagen, «benimle te­ masa geç. Sana burada, Kaliforniya’da kredi açacak bankanın adını vereceğim. Kaygılanma. Bu banka hep film yapımcılarına para veriyor. İşleri bu. Gerek­ li kâğıtları hazırladıktan sonra parayı iste. Verecek­ ler. Ama önce benimle görüşmen, hazırlıklarını, plân­ larını bildirmen gerek. «Tamam mı?» Johnny uzun süre cevap vermedi. Sonra : «Baş­ ka bir şey var mı?» diye sordu. Hagen gülümsedi: «Yani yirmi milyon dolar kar­ şılığında senden istediğimiz bir şey olup olmadığını öğrenmek istiyorsun, değil mi?» Johnny’nin konuş­ masını bekledi. O ağzını açmayınca ekledi: «Baba is­ tediği takdirde onun için yapmayacağın şey yoktur.» Johnny: «Baba’nın istediği bir şey olursa bunu


bana kendisi söylemeli,» dedi. «Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi? Senin yahut Sonny’nin sözüyle hiç bir şey yapmam.» Hagen şaşırmıştı. Demek Johnny sandığı kadar aptal değildi. Johnny, Don Corleone’nin kendisinden tehlikeli bir şey istemeyecek kadar zeki ve şefkatli olduğunu biliyordu. Oysa Sonny hata yapabilir, Johnny’nin başını derde sokabilirdi. «Johnny,» dedi, bir meselede sana teminat verebiliriz. Vaftiz baban, sa­ na zararı dokunacak bir davranışta bulunmamamız için bana ve Sonny’ye sıkı emir verdi. Böyle dav­ ranışa kendisi de kalkışmaz. Anladın mı şimdi?» Johnny gülümsedi: «Anladım,» dedi. «Don Corleone’nin sana güveni de büyük. Akıl­ lı ve yürekli olduğunu düşünüyor. Banka’nın senin aracılığınla para kazanacağından emin. Bankanın pa­ ra kazanması demek, vaftiz babanın da para kazanma­ sı demektir. Tam bir iş teklifi bu, aklından çıkarma. Parayı oraya buraya saçayım deme. Don’un en sev­ gili vaftiz oğlu olabilirsin ama yirmi milyon dolar da lâf değil. Çok para. Parayı alabilmen için kendi duru­ munu da tehlikeye sokacak.» «Kaygılanmamasını söyle ona. Jack VVoltz gibi bir adam Hollywood’un değil dünyanın en büyük film yapımcısı olabildikten sonra ben haydi haydi olurum.» «Vaftiz baban da aynı şeyi düşündü. Beni hava­ alanına yollar mısın? Bütün söylenecekleri söyledim. Kontratları imzalatmaya başlayınca en iyi avukatları tut. Ben buna karışmayacağım. Ama imzalayacağın her şeyi bana göster. Ayrıca stüdyonda asla işçi grev­ leri olmayacak.» Johnny: «Filmin senaryosu ve oyuncuları için de senin onayını almam gerekiyor mu?» diye sordu. Hagen başını salladı: «Hayır,» dedi, «belki Baba bir itirazda bulunabilir. O zaman düşüncesini doğru­ dan doğruya sana bildirir. Bir şey diyeceğini sanmam, Çünkü film dünyası onu hiç ilgilendirmez. Başkaları­ nın işine karışmaktan da hoşlanmaz. Tecrübemle bi­ liyorum.» «Güzel» dedi Johnny «seni havaalanına kendim


götüreceğim. Vaftiz babama benim yerime teşekkür et. Telefon edip kendim teşekkür etmek isterim, ama telefona hiç çıkmaz ki. Niçin? Bunun nedenini biliyor musun?» Hagen omuz silkti. «Telefonda konuştuğuna pek seyrek tanık oldum. Sesinin teype alınmasını istemi­ yor. Söylediklerinin değişebileceğini, başka an­ lamlarda kullanılabileceğini düşünüyor. Bu yüzden ko­ nuşmadığını sanıyorum.» Johnny’nin arabasına binip havalanma gittiler. Hagen, Johnny’nin sandığından çok daha iyi ve akıllı bir adam olduğunu düşünüyordu. Hagen’i havaalanına götürmeye kalkması bile içtenliğini, dürüstlüğünü gös­ teren bir davranıştı. Don Corleone böyle nazik davra­ nışlara çok önem verirdi. Hagen’den özür dileyişi bi­ le içtendi. Johnny’yi uzun süreden beri tanıyordu. Kor­ ku yada buna benzer bir duygudan ötürü özür dileye­ cek adam değildi Johnny. O yürekli bir erkekti. Başı da bu yüzden derde giriyordu ya. Kadınlarıyla, patron­ larıyla bu yüzden anlaşamıyordu. Don Corleone’den korkmayan sayılı insanlardan biriydi. Fontane ile Mic­ hael, Baba’ya karşı gelebilen kişilerdi. Baba, Vaftiz oğlu için yaptıklarına karşılık hiç bir şey istemiyecek, şu veya bu konuda diretmeyecekti. Don Corleone’nin ne istediğini, Johnny’nin kendisi bulmalıydı. Bakalım Johnny bu anlayışı, bu akıllılığı gösterebilecek miy­ di? Johnny, Hagen’i havaalanına bıraktıktan sonra Ginny’nin evine döndü. Hagen’in öğüdüne uyarak uça­ ğın kalkmasını beklemişti. Virginia onu görünce şa­ şırdı. Johnny gerekli tasarıları yapmak, rahatça düşü­ nebilmek için zamana muhtaçtı. Hagen’in anlattıkla­ rının çok önemli olduğunu, bütün yaşantısının deği­ şeceğini biliyordu. Bir zamanlar büyük bir yıldızdı, ama şimdi otuz beş gibi genç bir yaşta herşeyini yi­ tirmişti. Bu konuda kendi kendini aldatmaya kalkış­ mıyordu. En iyi aktör olarak Oscar armağanını alsa bile ne olurdu sanki? Sesini yeniden kazanmadığı tak­ dirde hiç bir şey. Gerçek gücü, gerçek anlamı olma­ yan ikinci sınıf bir aktör. O kızın kendisini reddetme­ si bile nazik akıllıca bir işti. Acaba Johnny şimdi zir­


vede olsaydı, kız onu yarı yolda bırakır mıydı? Şim­ di Baba onu paraca desteklerse Hollyvvood’daki her­ hangi biri kadar büyük ve güçlü olabilirdi. Bir kral olabilirdi. Johnny gülümsedi. Allah kahretsin. Belki bir «Don» bile olabilirdi. Virginia ile birkaç hafta, belki daha uzun bir sü­ re birlikte yaşamak iyi olacaktı. Çocukları her gün gezmeye götürür, dostlarını eve dâvet ederdi, içkiyi, sigarayı bırakacak, kendine gerçekten dikkat edecek­ ti. Belki de sesi yeniden güçlenirdi. Sesini yeniden kazanır bir de Baba’nın parası olursa onunla kimse baş edemezdi artık. Amerika’da mümkün olabildiği kadar, eski çağların kralı ya da imparatorları gibi hü­ küm sürerdi, üstelik bu imparatorluk sesinin gücüne, ya da halkın onu bir aktör olarak tutup tumamasına dayanmayacaktı. Köklerini paranın içine salan bir im­ paratorluk olacaktı bu; para en etkili, en gözde güç­ tü. Ginny onun için misafir odasını hazırlamıştı. Johnny ile odasını paylaşmayacağı, karı-koca gibi ya­ şamayacakları anlaşılmıştı artık. Eski ilişkileri yeni­ den asla kuramazlardı. Dedikodu sütunları, hayranları evliliklerinin yıkılışının suçunu Johnny’ye yüklüyor­ lardı, ama asıl suçlunun Ginny olduğunu ikisi de bili­ yorlardı. Johnny Fontane en çok sevilen şarkıcı ve müzi­ kal film yıldızı olduğu sıralar karısını ve çocuklarını terketmek aklına bile gelmemişti, iliklerine kadar İtal­ yan ve eski kafalıydı. Çapkınlık etmişti elbette. Bu iş­ te çapkınlık etmemek elde miydi? üstelik sürekli ola­ rak tahrik ediliyordu. Sıska, ince görünüşlü bir erkek olmasına rağmen Lâtinlere özgür sırım gibi bir vü­ cudu vardı. Sonra kadınlar onu sürprizleriyle eğlendi­ riyorlardı. Ağır başlı, tatlı yüzlü, bakire görünüşlü bir kızla gezmeye çıkıyor, sonra kadının göğüslerini açın­ ca bunların hiç beklemediği bir şekilde sarkık ve iri, bir heykel kadar düzgün yüze uymayacak olgunluk­ ta olduğunu görüyordu. Kurnaz bir basketbol oyuncu­ su kadar sahte kıvraklık içinde, çekici görünüşlü, yüz­ lerce erkekle yatmış gibi tecrübeli görünen kadınlar­ la başbaşa kalınca işlerini bitirmek için saatlerce uğ­


raşmak ve bu ara onların kız olduklarını anlamak ho­ şuna gidiyordu. Bütün Hollyvvood erkekleri Johnny’nin kızlara olan düşkünlüğünü alaya alıyorlardı. Bunu eski kafa­ lılık sayıyor, kızın onca uğraşmaya değip değmediği­ ni, belki de sonunda iğrenç bir kadın çıktığını düşünü­ yorlardı. Oysa Johnny bunun genç kızı idare ediş tar­ zına bağlı olduğunu biliyordu. Gerektiği gibi yaşanıldığı takdirde ilk erkeğini tanıyan, bundan hoşlanan bir kızın duygularından daha önemli ne olabilirdi? Ah, onları sevişmeye alıştırmak kadar güzel bir şey yok­ tu. Bacaklarını insanın beline sarmaları ne tatlıydı. Hepsinin kalçaları değişik, oraları da değişik, derile­ ri beyaz, esmer, bakır rengi gibi değişik tonlardaydı. Ve Detroit’te birlikte çalıştıkları gece kulübünün caz şarkıcısının kızı olan genç zenciyle hayatının en gü­ zel saatlarını geçirmişti; üstelik bir sokak kadını da değildi, iyi dürüst bir kızdı. Dudakları, içine kırmızı biber karıştırılmış ılık bal tadındaydı. Koyu kahveren­ gi derisi parlak, ipek gibiydi; Tanrının yarattığı ka­ dınların en tatlısıydı; üstelik de kızdı. Diğer erkekler devamlı, karışık zevklerden ve kadınla yatmanın değişik şekillerinden söz ederlerdi ama, Johhny bu tür şeylerden hoşlanmazdı. Bir kız­ la, bu tür oyunlar oynadı mı onu eskisi kadar sevmez, üstelik bu iş onu tam anlamıyla tatmin de etmezdi. İkinci karısıyla anlaşmazlıklarının nedeni, kadının ağız oyunlarına merakıydı. Başka türlüsünü istemez, onu elde etmek için Johnny’nin her keresinde zor kullan­ ması gerekirdi. Karısı onunla alay etmeye başlamış, çocuk gibi acemice seviştiği herkesin dilinde dolaş­ mıştı. Dün geceki kız da belki bu yüzden Johnny’ye yüz vermemişti. Canı cehenneme, yatsalar da parlak bir iş olmayacaktı nasılsa. Sevişmeyi seven bir kız hemen anlaşılırdı, özellikle bu işi uzun süre yapma­ mış olanlar. En nefret ettiği de on iki yaşında bu yola girip yirmisinde her türlü zevki yitirenlerdi. Bu gibiler iğrenç bir sevişme numarası yapmaktan öteye gidemezlerdi. Ne yazık ki bazıları, rastladığı kadın­ ların en güzelleriydi. Ginny, yatak odasına kahve ve kek getirdi; bun-


lan uzun masanın üzerine bıraktı. Johnny, Hagen’in film yapımcılığı için para sağlamasına yardım ettiği­ ni anlattı; Ginyy heyecanlandı. Johnny yine önemli bir kişi olacaktı. Ama Ginny Don Corleone’nin aslında ne kadar güçlü olduğunu hiç bilmediğinden Tom Ha­ gen’in New York’tan gelişinin önemini anlayamıyordu. Johnny ona, işin kanunî yönünden Hagen’in yardımcı olacağını da anlattı. Kahvelerini içip bitirince Johnny gece çalışacağı­ nı gelecek için, telefon konuşmaları ve tasarıları yapa­ cağını söyledi. «İşin yarısını çocukların adına geçire­ ceğim,» dedi. Ginny ona minnetle gülümsedi, odadan çıkmadan önce de Johnny’yi öperek hayırlı geceler diledi. Çok sevdiği markalı sigaralarıyla dolu cam bir kâse ile kalem inceliğinde siyah Havana purolarının bulunduğu kutu yazı masasının üzerindeydi. Johnny arkasına dayandı. Gerekli yerlere telefon etmeye baş­ ladı. Beyni gerçekten arı gibi çalışıyordu. Son film i­ ne konu olan kitabının yazarını aradı; bu kitap uzun bir süre satış listelerinin başını tutmuştu. Yazar, Johnny’­ nin yaşında, sıfırdan başlayıp kendini edebiyat dün­ yasına kabul ettirmiş biriydi. Hollyvvood’a önemli, ba­ şarılı bir kişi olarak karşılanacağını düşünerek gelmiş, ama hayal kırıklığına uğramıştı. Johnny yazarın bir gece Brown Derby’de nasıl hakarete uğradığını göz­ leriyle görmüştü. Yazara tanınmış, iri görüşlü bir yıl­ dız adayı bulunmuştu; daha sonra gezinti yatakta so­ nuçlanacaktı tabii. Oysa daha yemeklerini yerlerken kadın aşağılık bir sinema oyuncusunun işaretine uya­ rak yazarı terkedip gitti. Bu olay yazara, Hollyvvood’da neyin geçerli olduğu konusunda acı bir ders verdi. Kitabının yazara dünya çapında ün kazandırmasının önemi yoktu. Bir yıldız adayı en iğrenç, en kılıksız ve en aşağılık bir film yıldızını ona yeğ tutabilirdi. İşte Johnny bu yazarın New York’taki evine telefbn ederek, rolünün güzelliği ve kendisine uygunlu­ ğu için teşekkür etti. Sonra sanki sırası gelmiş gibi heyecansız bir sesle romanın nasıl bittiğini, konusu­ nun ne olduğunu sordu. Yazar kitabının ilginç bir bö­ lümünü anlatırken Johnny bir puro yaktı. Sonra, «Ye­


ni kitabınızı okumak isterim,» dedi. «Bitirdiğinizde, bana bir kopyasını yollasanız nasıl olur? Belki de size film hakkını satın alacak, Jack VVoltz’dan daha çok para verecek birini bulabilirim.» Yazarın sesindeki heyecan Jonny’ye tahminle­ rinin doğru olduğunu anlattı. VVoltz adamcağızı aldat­ mış, hakkı olan parayı vermemişti. Johnny Noel ve yıl­ başı tatillerinden sonra New York’a geleceğini, o za­ man görüşmelerinin mümkün olup olmadığını sordu. «Tanıdığım bir iki güzel kadın da var.» dedi takılarak. Yazar güldü. Teklifi kabul etti. Yazardan sonra Johnny tamamladığı filmin reji­ sörüyle kameracısına telefon etti. Çalışmalarda ken­ disine yardımcı oldukları için onlara teşekkür etti. Sonra sır verir gibi Jack VVoltz’un aleyhine çalıştığı­ nı bildiğini, bu yüzden onların yardımını iki kat tak­ dir ettiğini, eğer kendileri için yapabileceği bir şey olursa derhal aramalarını söyledi. Sonra hepsinden güç olan bir telefon konuşma­ sı yapmak için Jack VVoltz’u aradı. Filmdeki rolü için ona da teşekkür etti. Başka bir filmde oynamanın da kendisini ne kadar mutlu edeceğini söyledi. Bu konuşmayı VVoltz’u şaşırtmak için yapmıştı. Johnny hayatı boyunca açık ve dürüst davranmıştı. Birkaç güne kadar VVoltz yapılan hazırlıkların haberini ala­ cak, o zaman bu telefon konuşmasının ne büyük bir sinsilik ve kurnazlık eseri olduğunu anlayıp şaşıra­ caktı. Johnny’nin istediği de buydu zaten. Daha sonra yazı masasının başına oturup puro­ sunu tüttürdü. Küçük masanın üzerinde viski vardı, ama Hagen’e ve kendi kendine söz vermişti, içki içmeyecekti. Sigara da içmemeliydi. Aptalca bir davra­ nıştı aslında bu, sesindeki bozukluğun sigara yahut iç­ ki içmekte bir ilgisi olamazdı. Yine de yararı dokuna­ bilirdi, üstelik Johnny bütün kozları elinde bulundur­ mayı, savaşma gücünü bütünüyle elde etmeyi istiyor­ du. Şimdi ev sessiz, boşandığı karısı ve sevgili ço­ cukları uyurken onları terkettiği yılları, hayatının en korkunç yıllarını düşünebilirdi. İkinci karısı olan bir sokak orospusu yüzünden terketmişti onları. Şimdi


bile ikinci karısını düşünürken gülümsemekten kendi­ ni alamıyordu. Bir çok bakımlardan sevimli bir kadın­ dı o; Johnny hayatını, hiç bir kadından, özellikle ilk karısından, çocuklarından, kız arkadaşlarından, ikin­ ci karısından ve daha sonra büyük Johnny Fontane’yle yatmayı reddedişiyle öğünmek için kendisini terkeden Sharon Moore’a kadar bütün kadınlardan nef­ ret etmeye karar verdiği gün kurtarmıştı. Johnny Fontane çalıştığı orkestra ile yolculuk et­ miş, radyoya geçmiş, müzikal film ler çevirmişti. Bü­ tün bu süre içinde istediği gibi yaşamış, dilediği ka­ dınla yatmış, ama bunların özel hayatını etkilemesine asla izin vermemişti. Sonra kısa zamanda evlenece­ ği Margot Ashton’a âşık olmuştu; onun için gerçek­ ten çılgına dönmüştü. Meslek hayatı mahvolmuş, se­ sini kaybetmiş, aile hayatı bozulmuştu. Sonra da her şeyinden olduğu gün gelip çatmıştı. Johnny Fontane her zaman cömert ve anlayışlı bir erkekti. İlk karısını boşadığında ona sahip oldu­ ğu her şeyi vermişti. İlk kızının, yaptığı her şeyden, her plâktan, her filmden, her konserinden yararlanma­ sına dikkat etmişti. Zengin ve ünlü bir şarkıcı ol­ duğunda ilk karısını hiç bir şeyden yoksun bırakma­ mıştı. Bütün kız kardeşlerine, erkek kardeşlerine, an­ nesine, babasına, birlikte okula gittiği kız arkadaşları­ na ve onların ailelerine yardım etmişti. Asla burnu bü­ yük bir şöhret delisi olmamıştı. Karısını küçük kızkardeşlerinin düğünlerinde şarkı söylemişti; oysa böyle şeylerden nefret ederdi. Kişiliğinin tümüyle bas­ kı altına alınmasından başka istenen her şeyi yerine getirmişti. Ve sonra tepetaklak yuvarlandığı, filmlerde iş bu­ lamadığı, şarkı söyleyemediği, ikinci karısının kendi­ sini aldattığı dünlerde Ginny ve çocuklarla birkaç gün geçirmişti. Pek bıkkın ve perişan olduğu bir akşam kendisini hemen hemen Ginny’nin ayaklarına atmıştı. G gün son yaptığı plâklardan birini dinlemiş, sesi öy­ le berbat gelmişti ki ses alma teknisyenlerini kendi­ sini baltalamakla suçlamıştı. Sonunda suçun yalnız kendisinde olduğuna, sesinin gerçekten öyle çıktığı­ na inanmıştı. Plâğı paramparça etmiş, bir daha da


şarkı söylememişti, öyle utanıyordu ki Connie Corle­ one’nin düğününde Nino ile şarkı söyleyinceye kadar ağzından bir tek nota çıkmamıştı. O gece, talihsizliklerini öğrendiği zaman Ginn nin yüzünde beliren anlamı hayatı boyunca unutma­ yacaktı. Belki bu anlam bir saniye içinde belirip kay­ bolmuştu; ama Johnny bunu bir daha asla unutmaya­ cak şekilde görmüştü. Hoşnutsuzlukla dolu, keyifli, barbarca bir gülümsemeydi bu. Ginny’nin kendisin­ den bunca yıl ne denli nefret ettiğini bu bakış Johnny*ye pek güzel anlatmıştı. Ginny çabucak kendini topar­ lamış, soğuk ama nazik bir tavırla üzüntüsünü be­ lirtmişti. Johnny de onun üzüntüsünü kabullenir gö­ rünmüştü. Birkaç gün sonra Johnny, aradan geçen yıl­ larda çok beğendiği, daima arkadaş kaldığı, arada sırada seviştiği, yardım edebilmek için elinden gele­ ni esirgemediği kızlardan üçünü görmeye gelmişti. Onların yüzünde de aynı, bir an belirip kaybolan, o barbarca, hoşnut anlamı yakalamıştı. İşte bu sıralar bir karara varması gerektiğini an­ lamıştı. Güzel kadınların üzerine ihtiras dolu bir nef­ retle saldıran başarılı film yapımcıları, yazarlar, reji­ sörler, aktörler gibi olabilirdi. Nüfuzunu ve parasını onlardan kıskançlıkla esirgeyebilir, daima tuzağa dü­ şürüleceğine, kadınların kendisini aldatıp terkedeceğine inanarak yaşayabilirdi. Yahut kadınlardan nefret etmekten kaçınarak, onlara inanmaya devam edebi­ lirdi. Onları sevmeden edemeyeceğini anlıyordu. Ne kadar hain ya da vefasız olurlarsa olsunlar kadınlan sevmeye devam etmedikçe ruhunun bir parçasının öleceğini çok iyi biliyordu. Dünyada en çok sevdiği kadınların uğradığı felâketlerden gizliden gizliye zevk almalarının; cinsel yönden olmamakla birlikte daha da korkunç bir şekilde kendisine vefasızlık etmeleri­ nin önemi yoktu. Çaresizdi. Onları oldukları gibi kabullenmeliydi. Böylece hepsiyle sevişti; onlara arma­ ğanlar verdi; uğradığı felâketlerin onlara zevk verme­ sinden duyduğu acıyı sakladı. Kadınlar konusunda alabildiğine özgür bir hayat yaşamanın en güzelle­ rinden yararlanmanın karşılığını gördüğünü bildiği için


onları bağışladı. Ginny’ye yaptıklarından ötürü kendi­ ni suçlu bulmuyor, çocuklarının tek babası olarak kal­ makta diretirken Ginny ile tekrar evlenmeyi aklına bi­ le getirmediği gibi, ona, bu durumu da hissettiriyor­ du. Mesleğinin doruğundan yuvarlanmasının karşılı­ ğında bir tek bunu kazanmıştı işte; kadınlara verdiği acılar onu hiç etkilemiyordu. Artık yorgundu; yatmaya hazırdı. Ama anıların­ dan biri durmadan kafasını kurcalıyordu; Nino Valen­ ti ile şarkı söylemek. Birden Don Corleone’yi en çok neyin sevindireceğini anladı. Ahizeyi eline aldı. Santraldan kendisine New York’u bağlamasını istedi. Son­ ny Corleone’yi aradı. Ondan Nino Valenti’nin telefon numarasını rica etti. Sonra Nino’yu aradı. Nino’nun sesi her zamanki gibi sarhoş olduğunu gösteriyordu. «Hey, Nino,» dedi Johnny, «buraya gelip benimle çalışmaya ne dersin? Güvenebileceğim bir arkadaşa ihtiyacım var.» Nino alay ederek: «Ya, bilmem Johnny,» dedi, «kamyonculuk iyi gidiyor. Yol boyu ev kadınlarını ayartıyorum. Haftada temiz yüz elli dolar kazanıyo­ rum. Sen ne teklif edeceksin?» «Ben sana başlangıç olarak haftada beş yüz do­ lar verebilirim. Sonra, film yıldızlarıyla buluşmalar da cabası,» dedi Johnny. «Belki vereceğim partilerde sana şarkı da söyletebilirim.» «Evet, peki bir düşüneyim,» dedi. Nino, «Avuka­ tım, muhasebecim ve kamyondaki yardımcımla da bir görüşeyim.» «Şakayı bırak, Nino. Sana burada ihtiyacım var. Yarın uçakla gelmeni, haftada beş yüz dolardan kont­ ratını imzalamanı istiyorum. Ancak kadınlarımdan bi­ rini elimden alırsan seni işten atarım. O zaman da bir yıllık maaşını peşin alırsın. Tamam mı?» Uzun bir sessizlik oldu. «Hey, Johnny benimle alay mı ediyorsun?» Şimdi Nino’nun sesi canlanmıştı. «Çok ciddiyim oğlum.» dedi Johnny, «New York’taki menejerime git. Biletini alır, sana biraz da para verirler. Ben onlara sabah telefon ederim. Sen yazı­ haneye öğleden sonra git. Tamam -mı? Seni alıp evi­ me getirecek birini havaalanına yollarım.»


Yine bir sessizlik oldu. Sonra Nino’nun güvensiz sesi duyuldu: «Peki Johnny,» Nino sarhoş değildi ar­ tık, kendine gelmişti. Johnny telefonu kapattı. Yatmaya hazırlandı. Plâğını parçaladığı günden beri ilk kez kendini daha iyi hissediyordu.

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

JOHNNY Fontane büyük plâk yapım stüdyosunda otur­ muş, bir deftere masrafların listesini çıkarıyordu. Mü­ zisyenler birer ikişer içeri giriyorlardı. Hepsi de ye­ tişme çağında birlikte çalıştığı arkadaşlarıydı. Orkes­ tra şefi bu alanda en ünlü ve en başarılı kişiydi. Kötü gönderinde Johnny Fontane’ye yardımcı olmuştu. Şim­ di her müzisyene bir yığın nota uzatıyor, talimat ve­ riyordu. Adı Eddie Neils’di. Programı çok doluydu ama Johnny’ye olan sevgisi ve yakınlığından ötürü bu plâğı yapmayı kabullenmişti. Nino Valenti piyanonun önüne oturmuş, sinirli si­ nirli tuşlara basıyordu. Johnny buna itiraz etmemişti. Nino’nun sorhoş da, ayık da olsa şarkısını güzel söy­ leyeceğini biliyordu. Eddie Neils, eski İtalyan ve Sicilya şarkılarından özel bir düzenleme yapmıştı. Nino ile Johnny’nin Con­ nie Corleone’nin düğününde birlikte söyledikleri düoyu da almıştı programa. Johnny plâğı, Baba’nın bu tür şarkılardan hoşlandığını, ona güzel bir Noel arma­ ğanı olacağını bildiğinden yapıyordu. Sonra plâğın beğenileceğini, çok satılacağını hissettiren bir önsezi vardı içinde, Belki milyonlarca satmayacaktı ama iyi iş yapacaktı. Nino’ya yardım et­ mekle, Baba’nın gösterdiği ilgi ve cömertliğin de kar­ şılığını vereceğinden emindi. Ne olsa Nino da Don Corleone’nin vaftiz oğlıiydu. Johnny elindeki defteri yanındaki açılır kapanır sandalyenin üzerine bıraktı. Gidip piyanonun yanında


durdu. «Hey Paisan» dedi. Nino başını kaldırdı. Gü­ lümsemeye çalıştı. Heyecanlı gibiydi. Johnny eğildi. Onun omuzunu okşadı. «Rahatla, çocuk.» dedi, «bu­ gün iyi çalışırsan sana Holiyvvood’un en güzel kadı­ nını vereceğim.» Nino içkisinden bir yudum aldı. «Kimmiş o?» de­ di, «Lassie mi?» Johnny güldü. «Hayır Deanne Dunn.» Orkestra parçanın girişini çalmaya başladı. John­ ny dikkatle dinledi. Eddie her parçaya nasıl başlaya­ cağını, özel durumları nasıl idare edeceğini çok iyi biliyordu. Johnny sesinin sonuna kadar yetmeyece­ ğinden de haberliydi. Ama zaten şarkıların yükü Nino’nun omuzlarındaydı. Johnny onu izleyecekti. Yal­ nız yapacakları düoda Johnny’nin sesine ihtiyaç var­ dı. O şarkıya kadar sesini idare etmesi gerekiyordu. Nino’yu ayağa kaldırdı. Mikrofonların başına geç­ tiler. Nino girişi beceremedi. Tekrar denedi. Yine ya­ pamadı. Şaşkınlıktan yüzü kıpkırmızı kesildi. Johnny’ye döndü: Mandolin olmadan kendimi iyi hissedemem,» dedi. Johnny bir an düşündü: «Elindeki bardağı man­ dolin say,» dedi. içki kadehi gerçekten de işe yaradı. Nino şarkı­ sını söyleyerek içkisini de yudumluyordu arada. Ama güzel söylüyordu. Johnny de kendini zorlamadan ona katılıyordu. Sesi Nino’nun çevresinde danseder gibiy­ di. Bu tür şarkı söylemekte insanı doyuran bir yan yoktu. Ama Johnny ustalığı, şarkı söylemekte göster­ diği üstünlük karşısında şaşırmaktan kendini alama­ dı. On yıl ona çok şey öğretmişti. Plâğın son parçası olan düoya gelince Johnny öne geçti. Sesini olanca gücüyle koyverdi. Şarkı so­ na erdiğinde ses telleri feci şekilde ağrıyordu. Tartışarak, değişiklikler yaparak tam dört saat çalıştılar; Eddie Neils, Johnny’nin yanına geldi. Ya­ vaşça: «Çok iyiydin dostum,» dedi «belki kendi ba­ şına bir plâk yapabilirsin. Senin için çok güzel bir parçam var. Tam sana göre.»


Johnny başını salladı: «Hadi, hadi Eddie,» de­ di, «alay etme. Birkaç saat sonra ses tellerim öyle kötüleşecek ki belki konuşamayacağım bile. Bugün­ kü çalışmalarımız kusursuz mu?» Eddie düşünceli düşünceli: «Nino yarın yine gelsin,» dedi, «bazı hatalar yaptı. Ama düşündüğüm­ den çok daha iyi. Senin parçana gelince, hoşuma git­ meyen yerlerini ses alma teknisyenleriyle hallederim, oldu mu?» «Tamam,» dedi Johnny, «sonucu ne zaman öğ­ renirim acaba?» «Yarın akşam, Senin evinde dinleriz, değil mi?» «Olur. Teşekkür ederim, Eddie. Yarın görüşü­ rüz.» Nino’nun kolundan tuttu. Stüdyodan çıktılar. Eve gittiler. Akşam olmak üzereydi. Nino bir hayli içmişti Johnny ona yıkanmasını, sonra da birkaç saat uyu­ masını söyledi. Gece saat on birde bir partiye gide­ ceklerdi. Nino uyanınca Johnny ona durumu anlattı. «Bu gece gideceğimiz partiye filmlerde gördüğün, erkek­ lerin yatmak için sağ kollarını seve seve verecekle­ ri yıldızlar gelecek. Niçin gelecekler biliyor musun? Kendileriyle yatacak bir erkek bulmak için.» «Sesine ne oldu, Johnny?» Johnny fısıldayarak konuşuyordu. «Şarkı söyle­ dikten sonra hep böyle oluyor,» dedi. «Şimdi bir ay kadar hiç şarkı söylemem. Ama sesimin boğukluğu birkaç güne kadar geçer.» Nino düşünceli bir tavırla: «Güç bir durum, de­ ğil mi?» dedi. Johnny omuz silkti: «Bana bak, Nino, bu gece kafayı bulayım deme. Bu Hollyvvood orospularının, köylümün işe yaramaz olduğunu düşünme'erini iste­ mem, Dikkatli ol. Bu kadın yıldızların bazıları çok nü­ fuzlu. Sana yardımları dokunabilir.» Nino bardağına içki koymaya başlamıştı bile. «Kadınları sarhoşken bile baştan çıkardığımı bilirsin.» Bardağı başına dikip sonuna kadar içti. Johnny’ye gülümsedi: «Şakayı bırak. Gerçekten Deanna Dunn’un yanına olsun yaklaştırabilir misin beni?»


«O kadar kaygılanma,» dedi Johnny. sandığın gibi olmayacak.»

«Hiç

de

Hollywood Film Yıldızları Yalnız Kalpler Kulübü her cuma gecesi, VVoltz’un Uluslararası Film Şirketi­ nin basınla ilişkiler danışmanı Roy McElroy’un stüd­ yoya ait muhteşem evinde toplantılar yapardı. Jack VVoltz’un buluşuydu bu. Yıldızlarının bazıları artık yaşlanmıştı. Tehlikeli döneme girmek üzereydiler, özel ışıklandırma ve makyaj ustalarının çabası ol­ masa yaşlarını olduğu gibi gösteriyorlardı. Bir takım sorunları vardı hepsinin de. üstelik gerek kafaca, ge­ rekse bedenen bir dereceye kadar eski yeteneklerini yitirmişlerdi. Artık âşık olamıyorlardı. Peşinden koşu­ lan kadın rolünü beceremiyorlardı. Şöhret, para ve bo­ zulmuş güzellikleri onları sertleştirmişti. Woltz par­ tiler vererek onlara daha kolaylıkla âşık edinme şan­ sı tanımıştı. Yeni yetişen yıldızların bu partilere katılma­ ları yasaktı. Parti genellikle gece yarısına doğru baş­ lıyordu. Nino ve Johnny oraya saat on bir sıralarında vardılar. Roy McElroy, Johnny’yi karşıladı. Hayretle: «Sen burada ne arıyorsun?» diye sordu. Hoş, sevim­ li bir adamdı. Johnny’yi gördüğüne sevindiğini saklamamıştı. Johnny onun elini sıktı. «Köyden gelen yeğeni­ me görülecek yerleri gezdiriyorum. Sizi Nino ile ta­ nıştırayım.» McElroy Nino’nun elini sıktı. Tepeden tırnağa hayran bakışlarla süzdü: «Onu çiğ çiğ yiyecekler,» dedi Johnn’ye. İkisini de arka bahçeye götürdü. Aslında arka bahçe denilen yer, cam kapıları bahçeye ve havuza açılan birkaç geniş odadan mey­ dana geliyordu. Ellerinde içki kadehleriyle yüze ya­ kın dâvetli ortalıkta dolaşıyordu. Bunlar Nino’nun be­ yaz perdede gördüğü kişilerdi. Yetişme çağında düş­ lerine giren kadınlardı. Ama şimdi karşısında gördü­ ğü bu dünyanın en güzel, en ünlü kadınları korkunç bir biçim ve kılıktaydılar. Ruhlarının ve vücutlarının yorgunluğunu hiç bir şeye saklayamamışlardı. Zaman


güzelliklerini kemirmiş, ruhlarını kısırlaştırmıştı. Nino uğradığı hayal kırıklığıyla iki bardak içkiyi dikti, üs­ tü içki dolu bir masanın yanındaydı. Johnny de içiyor­ du. O sıra arkalarından Deanna Dunn’un büyüleyici sesi duyuldu. Milyonlarca erkek gibi Nino da onun sesini bey­ nine kazımıştı. Deanna Dunn iki Oscar armağanı ka­ zanmış, Hollyvvood’un yetiştirdiği en büyük kadın yıl­ dızdı. Beyaz perdede, bütün erkeklerin aklını çelen kedi gibi yumuşak, tatlı bir kadınlığı vardı. Oysa şim­ di ağzından çıkan sözler beyaz perdede duyulmuş de­ ğildi: «Johnny, Allahın belâsı, nerelerdeydin? Bana bir gece tattırdın. Neredeyse çıldırıyordum.» Johnny onu yanağından öptü. «Beni mahvettin. Bir ay kendime gelemedim,» dedi, «yeğenim Nino ile tanıştırayım seni. Belki senin hakkından o gelir.» Deanna Dunn, Nino’ya soğuk soğuk baktı. «Film­ den parçalar görmek hoşuna gidecek mi?» Johnny güldü. «Henüz zamanı ve fırsatı olmadı.» «Niçin onu bu işe alıştırmıyorsun?» Nino, Deanna Dunn’la yalnız kalınca kocaman bir bardak içki içmek gereğini duydu, ilgisiz görün­ meye çalışıyor, beceremiyordu. Deanna Dunn’un kü­ çük, yukarı kalkık bir burnu, Anglo-Saxon’lara özgü klâsik bir güzelliği vardı. Ve Nino onu öyle iyi tanı­ yordu ki! Bütün filmlerini tekrar tekrar görmüştü. İyi tanıyordu onu. Bir filmde Deanna Dunn’u kendini ya­ tağa atmış, ölen çocuklarını babasız bırakan pilot kocası için gözyaşı dökerken görmüştü: Zaafından yararlandıktan sonra bir seks bombasının peşinden giderek onu terkeden (Deanna Dunn filmlerde asla seks bombası rolleri almazdı) aşağılık Clark Gable’nin peşinden incindiğini, kırıldığını, öfkelendiğini iz­ lemişti. Karşılık gören bir aşkla yüzünün pembe ol­ duğunu, sevdiği adamın kollarında titrediğini, en azın­ dan on, on beş kere şahane bir şekilde öldüğünü görmüştü. Nino onu görmüş, işitmiş, üzerine hayaller kurmuştu, ama yine de yalnız kaldıkları zaman De­ anna Dunn’un ilk söylediği şeye hazırlıklı değildi. «Johnny bu kentte tanıdığım pek az güçlü er­ kekten biridir» dedi, «gerisi popolarına kamyon do­


lusu Ispanyol sineği de pompalasan kadını asla doyuramayan bir sürü hasta, kuş beyinli herif.» Nino’nun elinden tutup onu odanın bir köşesine, rekabet ihti­ malinden uzağa çekti. Yine ayni cazip tavırla, Nino’ya hayatı üzerine sorular sordu. Nino onu öyle iyi anlıyordu ki. Deanna Dunn bir şoföre yahut seyis yamağına nazik dav­ ranmaya kalkışan zengin sosyete kadını rolünü oynu­ yordu. Filmde olsa Deanna Dunn (rol Spencer Tracy tarafından oynanıyorsa), onun amatörce ilgisine kar­ şılık vermeyecek, (karşısındaki Clark Gable’se) er­ keğe duyduğu çılgınca sevgiyle uğruna her şeyi fe­ da edip koşacaktı, önemi yoktu. Nino ona Johnny ile New York’ta geçen çocukluk ve ilk gençlik yılların­ dan söz etti; küçük kulüplerde birlikte çalıştıkları gün­ leri anlattı. Kadının anlattıklarına olağanüstü bir ilgi duyduğunu gördü. Bir ara kadın, «Johnny’nin o alçak VVoltz’dan flimdeki rolü nasıl kopardığını biliyor mu­ sun?» diye sordu. Nino buz kestiğini hissetti. Başını salladı. Neyse, Deanna Dunn konuyu sürdürmedi. VVoltz’un yeni filminin parçalarının gösterileceği zaman gelmişti. Deanna Dunn, Nino’nun elinden tut­ tu, onu malikânenin penceresiz bir odasına götürdü. Bu odanın dört bir yanına, her birine yarı gizlilik ve­ rerek iki kişilik minderler serpiştirilmişti. Nino minderlerin yanında üstü içki şişeleriyle do­ lu küçük masaların bulunduğunu gördü. Deanna Dunn’a bir sigara uzattı. Yaktı. Sonra iki bardak içki hazırladı. Konuşmuyorlardı. Birkaç dakika sonra ışık­ lar söndü. Nino çok çirkin şeylerin olacağını ummuştu. Ne de olsa Hollyvvood partilerinin hikâyelerini biliyordu. Yine de doymak bilmez Deanna Dunn’u en küçük bir hazırlayıcı konuşmayı gerekli görmeden üzerinde his­ setmek onu şaşırttı. İçkisini yudumlamaya, filmi sey­ retmeye devam etti ama, hiç bir şey görmüyor. Hiç bir şeyin tadını alamıyordu. Şimdiye kadar görmediği şekilde tahrik edilmişti. Heyecanının bir bölümü ken­ disine karanlıkta saldıran bu kadının gençlik düşle­ rinin tanrıçası olmasından ileri geliyordu. Yine de erkekliğine hakaret edilmiş gibiydi. Dün­


yaca ünlü Deanna Dunn tatmin olup Nino’nun önünü kapatınca Nino Valenti ona büyük bir soğukkanlılıkla içki ikram etti; sigarasını yaktı. Akla gelebilecek en rahat, kaygusuz bir sesle: «iyi filme benziyor» de­ di. Kadının, yanında dikleştiğini hissetti. Yoksa De­ anna Dunn ondan iltifat mı bekliyordu? Nino karanlık­ ta elinin değdiği en yakın şişeden bardağını doldur­ du. Canı cehenneme. Deanna Dunn ona, bir erkek orospu gibi davranmıştı. Anlayamadığı bir nedenden ötürü bütün kadınlardan nefret ettiğini hissediyordu. Bir on beş dakika daha filmi seyrettiler. Nino, vücut­ ları birbirine değmesin diye arkaya yaslanmıştı. Sonunda kadın boğuk bir sesle : «Numara yap­ ma.» dedi. «Senin de hoşuna gitti. Oran ev kadar bü­ yük.» Nino içkisinden bir yudum aldı. Gelişigüzel bir tavırla : «Hep öyledir,» dedi. «Bir de tahrik olduğum zaman görmelisin.» Kadın güldü. Film bitene kadar da konuşmadı. Film bitti, ışıklar yandı. Nino hiç ses işitmemesine rağmen karanlıkta heyecanlı anların geçirilmiş oldu­ ğunu gördü. Parlak, insafsız katılaşmış kadınların gözlerindeki ışıltı üzerlerinde bir hayli çalışıldığını gösteriyordu. Odadan salınarak çıktılar. Deanna Dunn, N'mo’nun tanıdığı bir aktöre koştu. Yanına Johnny Fontane geldi. «Merhaba arkadaş, nasılsın bakalım?» dedi. Nino sırıttı: «Bilmiyorum. Her şey öyle başka ki. New York’a döndüğümde eşe dosta Deanna Dunn’un ırzıma geçtiğini anlatacağım.» Johnny kahkahalarla güldü. «Evinde olsaydı da­ ha da memnun kalırdın. Seni evine davet etti mi?» Nino başını salladı: «Film çok ilgimi çekmişti,» dedi, «başka bir şeyle uğraşamadım.» Bu kez Johnny gülmedi. «Şakayı bırak, Nino. Deanna gibi bir kadının sa­ na çok faydası dokunur. Sonra onun gibisini nerden bulacaksın? Bazan ne kadar çirkin kadınlarla düşüp kalktığını düşünüyorum da...» Nino kadehini sallayarak: «Haklısın çirkindiler.


Ama kadınlar,» dedi. Köşede biriyle konuşan Deanna Dunn başını çevirip onlara baktı. Nino ona bardağını salladı. Johnny: «Peki,» dedi, «sen bilirsin.» Nino o sevimli, sarhoş gülümsemesiyle: «Bun­ dan sonra değişecek değilim,» dedi. Johnny onu çok iyi anlıyordu. Nino göründüğü kadar sarhoş değildi. Yalnız söyleyemeyeceği şeyleri söyleyebilmek için sorhoş numarası yapıyordu. John! ny kolunu Nino’nun boynuna doladı. Sevgiyle: «Se­ ni akıllı köpek seni,» dedi. «Bir yıllık kontratın oldu­ ğundan ne istersen söyleyebileceğini, yapabileceğini biliyorsun. Seni işten atmayacağıma eminsin.» «Sahi beni işten atamaz mısın?» dedi Nino. «Atamam.» «Allah seni kahretsin.» Birden Johnny’nin şaşkınlığı öfkeye döndü. Ni­ no’nun yüzündeki ilgisiz gölümseyişi görmüştü. Ama geçen son yıllarda Johnny daha bir olgunlaşmış, tec­ rübe sahibi olmuştu. Şimdi Nino’yu, niçin ilerlemedi­ ğini, başarılı olmadığını çok iyi anlıyordu. Çünkü Ni­ no önüne çıkan fırsatları bile bile yıkıyor, başarılı ola­ bilmek için yapması gereken bütün fedakârlıklardan kaçınıyordu. Bir bakıma ilerlemesi için yapılan şey­ ler karşısında hakaret görmüş gibi oluyordu. Johnny, Nino’nun kolunu tuttu. Onu evden çıkar­ dı. Nino artık güçlükle yürüyor, Johnny onu yatıştır­ maya çalışıyordu. «Pekâlâ, oğlum. Sen yalnız benim için şarkı söyle. Ben de senin sırtından para kazana­ yım. Hayatını yönetmeye çalışmayacağım. Hiç bir şe­ ye karışmayacağım. Ne istersen onu yap, öyle dav­ ran. Tamam mı, paisan? Bütün yapacağın şarkı söyle­ mek ve bana para kazandırmak. Çünkü artık ben şar­ kı söyleyemiyorum. Anladın mı, dostum?» Nino kendini toparlar gibi oldu. «Şarkı söyleye­ ceğim Johnny,» dedi, «artık senden daha iyi şarkıcı­ yım. Her zaman senden çok daha iyi şarkı söylemeI sini bilirdim ben.» Johnny düşünüyordu; demek mesele buydu; sei sinin iyi olduğu çağlarda Nino asla onunla kıyaslanamazdı; birlikte çalıştıkları dönemde de. Onun ye­


nilgisi niçin başkalarında çekememezlik uyandırıyor­ du? Niçin başarısızlığından hoşnut kalıyorlardı?

Johnny Fontane, Don Corleone vurulduğunda yal­ nız vaftiz babasını sağlığı üzerine kaygılanmakla kal­ madı, verilen sözlerin, vaadlerin de hâlâ geçerli olup olmadığını düşündü. Vaftiz babasını hastanede ziya­ ret etmek, saygılarını bildirmek istemişti. Ama gaze­ telerde hakkında kötü yazı çıkar düşüncesiyle engel olmuşlardı. Bu yüzden bekledi. Bir hafta sonra Tom Hagen’den bir mesaj geldi. Bankadan para alabilirdi ama yalnız bir film için. Bu filim bittikten sonra da İkincisi için para çekebilecekti. Bu arada Johnny, Nino’yu kendi haline bırakmış, Nino da yeni yetişen yıldız adaylarıyla işini yoluna koymuştu. Baba’nın vurulması üzerine aralarında ko­ nuştular. Nino: «Biliyor musun,» dedi, «kamyon şo­ förlüğü yapmaktan bıkmıştım. Baba’dan beni işe al­ masını rica ettim. Böylece çok para kazanacağımı düşünüyordum. Baba beni işe almadı. «Her insanın bir tek hedefi vardır, senin hedefin de iyi bir sanatçı ol­ maktır,» dedi. «Yani bir gangster olamayacağımı an­ latmak istedi.» Johnny bu söz üzerine düşündü. Vaftiz babası, dünyanın en akıllı, anlayışlı insanıydı doğrusu. Nino’nun gangster olamayacağını, başını derde sokup en kısa azmanda bir kurşuna kurban gideceğini anlamış­ tı. Peki, Nino’nun iyi bir şarkıcı ve sanatçı olabile­ ceğini nasıl anlamıştı? Allah kahretsin, bir gün çelip kendisinin Nino’ya yardım edeceğini biliyordu tabii. Kendisinden böyle bir şey asla istememiş, yalnız ima etmişti. Johnny içini çekti. Baba hastanedeydi. Oscar Armağanına veda etmesi gerekiyordu. Jack VVoltz bü­ tün gücüyle aleyhine çalışmaktaydı. Don Corleone’nin yardımı olmadan hiç bir şey yapamazdı. Oysa Corleone ailesinin düşünecek başka şeyleri vardı şimdi. Johnny filminin hazırlıklarına hızla devam edi­ yordu. Kitabın yazarı senaryoyu hazırlamış, Johnny


ile uzun uzun görüşmüştü. Bu kitap tam Johnny’nin istediği gibiydi. Filmde şarkı söylemesine lüzum yok­ tu. Nino için de uygun bir rol vardı. Nino gibi konu­ şan, Nino gibi davranan, hatta Nino’ya benzeyen bir adam rolü. Garipti. Nino’nun bütün yapacağı şey ma­ kinelerin karşısına geçip olduğu gibi hareket etmek­ ti. Rol kesmesinin gereği yoktu. Johnny bütün hızıyla, gücüyle çalışıyordu. Kısa zamanda film yapımı üzerine sandığından çok daha fazla şey bildiğini anladı. Yine de rejisör buldu. Bu adam Hollyvvood’un en değerli rejisörlerinden biriy­ di; ama adı kara listeye geçtiğinden iş bulamıyordu. Johnny adamın durumundan yararlanmaya kalkmadı. Gereken kontratı iyi şartlarla imzaladı. O sıra Johnny, başının sinema işçileri sendika­ sıyla derde gireceğini anlayınca çok şaşırdı. Sendika şefi Billy Goff’u çağırttı. «Sendikaya arkadaşlarım ta­ rafından bilgi verildiğini sanıyordum. Bana güçlük çıkartmayacaktınız,» dedi. Goff: «Kim dedi?» diye sordu. «Kim olduğunu biliyorsun.. Adını söylemeyece­ ğim.» Goff: «Durum değişti artık,» dedi, «arkadaşınız hastanede yatıyor. Sonra onun etkisi buralara kadar uzanmaz.» Johhnny omuz silkti: «Birkaç gün sonra görüşü­ rüz, olur mu?» «Tabii, Johnny, Ama New York’a telefon etme­ nin bir yararı dokunmıyacak. önceden söyleyeyim.» Oysa New York’a telefon etmenin yararı dokun­ du. Johnny, Hagen’i aradı. Hagen Goff’a para ver­ memesini söyledi hemen. «O namussuza para verir­ sen Don kıyameti koparır,» dedi, «üstelik Baba’nın iti­ barını da düşürmüş olursun.» «Don’la konuşabilir miyim?» diye sordu Johnny «yahut sen kendisiyle konuşur musun? Filmin çekimi­ ne başlamam gerek.» «Şimdi Don’la hiç kimse görüşemez. Çok hasta, Sonny ile konuşurum ben, Ama dediğim gibi, sakın para vereyim deme. Durumda bir değişiklik olursa sana bildiririm.»


Johnny sinirlenmişti. Telefonu kapadı. Goff’a pa­ ra vermekle sermayenin büyük bir bölümünü elinden çıkarmış olacaktı. Ama gecikmek, işe geç başlamak da para kaybına yol açıyordu. Goff’a gizliden para vermeyi düşündü. Ne de olsa Hagen başka türlü söy­ lüyor. Don başka türlü konuşuyordu. Hangisinin söz­ lerine göre davranmalıydı? Yine birkaç gün bekleme­ yi uygun gördü. Beklemekle elli bin dolar kazandı. İki gece son­ ra Goff, Glendale’deki evinde ölü bulundu. Bundan sonra da Johnny’nin başı sendikayla derde girmedi. Para lâfı da edilmedi. Goff’un öldürülmesi Johnny’yi bir parça sarsmıştı. İlk kez Don’un eli çok yakınında­ ki bir kişiye kadar uzanıyor, gücünü gösteriyordu. Haftalar geçip kendini işe verdikçe Johnny sesi­ nin kısıklığını, şarkı söylemeyişini unutur gibi oldu. Ama Oscar Armağanına aday gösterilenlerin katıla­ cağı ve televizyonla bütün ülkede izlenecek olan tö­ rendeki şarkının bir başkası tarafından söyleneceği­ ni de haber almıştı. Üzerinde durmadı bunun. Ne de olsa şarkı söylememeye kararlıydı. Kendisini seçme­ diklerine sevinmeliydi. Son yaptıkları plâk umduğundan çok satıyordu. Bunda Nino’nun büyük payı vardı. Haftada bir kere Ginny ve çocuklarla buluşuyor, yemek yiyordu. Bu arada ikinci karısı Meksika’da boşanma dâvası aç­ mıştı. Artık bekâr bir erkekti. Ama içinden hiç de ye­ ni bir kadın bulmak yahut yıldız adaylarıyla düşüp kalkmak gelmiyordu. Bazan Nino uğruyordu evine. Birlikte bir iki ka­ deh yuvarlıyorlardı. Filmin çekimine başlamasından bir hafta önce Oscar armağanlarının dağıtımı yapıldı. Johnny, Nino’yu törene çağırdı, ama Nino çağrısını reddetti. John­ ny: «Senden asla bir ricada bulunmadım. Nino» de­ di. «Bu gece bana iyilik yap, benimle gel. Oscar’ı kazanmazsam buna içtenlikle üzülebilecek tek dos­ tum, sensin.» Nino bir an hayretle baktı Johnny’nin yüzüne. Sonra: «Elbette, arkadaş» dedi, «gelirim.» Bir süre sustu. «Eğer kazanamazsan, boşver. üzerinde durma.


Canının istediği kadar iç. Ben senin yanında olurum. Bu gece ben hiç içmeyeceğim. Nasıl? Arkadaşlık böy­ le olur değil mi?» «Evet,» dedi Johnny. Oscar armağanının verileceği gece Nino sözünü tutmuştu. Birlikte tiyatroya gittiler. Nino Johnny’nin niçin kız arkadaşlarını yahut eski karılarını çağırma­ dığını merak ediyordu. Hele Ginny’yi. Onunla gelmesi yerinde bir davranış olurdu. Nino’nun içinden bir ka­ deh yuvarlamak geldi. Uzun, kötü bir gece geçirecek­ lerine emindi. En iyi erkek oyuncu açıklanıncaya kadar Nino, bu gecede çok sıkıldı. «Johnny Fontane» adını du­ yunca kendini havalarda zıplar, alkışlar buldu. Johnny elini uzattı. Nino da sıktı. Johnny’nin yanında kendi­ sinden daha güvendiği, daha değerli bir kişi bulun­ madığına üzülüyordu. Bunu izleyen olaylar bir kâbus gibi geçti. Jack VVoltz’un film i bütün büyük amağanları kazanmıştı. Stüdyonun şerefe verdiği parti gazeteciler, kadın ve erkek yıldızlarla doldu. Nino içki konusunda verdiği sözü bozmadı. Johnny’yi gözönünden tızak tutmama­ ya çalıştı. Oysa partideki kadınlar durmadan Johnny’yi bir iki şey konuşmak için yatak odasına çeki­ yorlar. Johnny de durmadan içiyordu. Bu arada en iyi kadın yıldız Oscar’ı alan oyun­ cu da aynı dertlerle uğraşıyor ama, durumu Johnny’den çok daha iyi idare ediyordu. Sonunda birisi ortaya büyük bir fikir attı. Oscar alan kadın ve erkek yıldızın birlikte yatmalarını teklif etti. Partideki diğer davetliler iki kişinin sevişmesini seyredeceklerdi. Kadın oyuncuyu anadan doğma soy­ dular, diğer kadınlar da Johnny’yi soymaya başladı­ lar. Partideki tek sorhoş olmayan kişi, Nino, yarı ya­ rıya soyunmuş olan Johnny’yi yakaladı. Omuzuna at­ tı. Evden çıktı. Arabaya bindi. Johnny’nin evine gider­ ken Nino böyle başarının içine dışına sövüp sayıyor­ du.


ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

DON Corleone daha on iki yaşındayken bile sapına kadar erkekti. Kısa boylu, esmer, ince yapılıydı. Sicil­ ya’nın Corleone köyünde yaşıyordu. Asıl adı Vito Andolini idi. Ama babasını öldüren tanımadığı adamlar oğlunu da ölsürmeye gelince annesi onu Amerika’­ ya, dostlarının yanına yollamıştı. Geldiği yeni ülkede adını Corleone’ye çevirmişti. Hayatında duygularını karıştırdığı pek az olaylardan biriydi bu. Yüzyılın başlangıcında Sicilya’daki Mafia örgütü, hükümet içinde hükümet gibiydi. Roma’daki resmi hükümetten çok daha güçlü ve nüfuzluydu. Vito Cor­ leone’nin babası köylülerden biriyle kavga etmiş, adam da meseleyi Mafia’ya aksettirmişti. Baba Mafia’nın uzlaşma teklifini reddettiği gibi yörenin Mafia şe­ fini de herkesin içinde öldürmüştü. Bir hafta sonra da ölüsü bulunmuştu; vücudu lupara kurşunlarıyla paramparça edilmişti. Cenaze töreninden bir hafta sonra Mafia’nın silâhlı kaatilleri köye gelmiş. Vito’yu araştırmaya başlamışlardı. Vito’nun bir gün gelip ba­ basının intikamını almaya kalkışacağını düşünüyor-


terdi. On iki yaşındaki Vito’yu akrabaları sakladılar, sonra da bir gemiye bindirip Amerika’ya yolladılar. Vito burada Abbandando’ların yanına yerleşti. Daha sonra ailenin oğlu Genco Abbandando, Don Corleo­ ne’nin ilk Consigliori’si olacaktı. Genç Vito, Abbandando’ların New York’un Hell’s Kitchen’indeki Dokuzuncu Bulvar üzerinde bu­ lunan bakkal dükkânında çalışmaya başladı. On se­ kiz yaşına basınca da Sicilya’dan henüz gelen bir Italyan kızıyla evlendi. Kız daha on altı yaşınday­ dı. iyi bir aşçı ve ev kadınıydı. Otuz beşinci soka­ ğın yanındaki Onuncu Bulvar’da bir eve yerleştiler. Ev, Vito’nun çalıştığı yere çok yakındı. İki yıl sonra Tanrı onlara bir oğlan çocuk verdi: Santino. Mahallede Fanucci adında biri de oturuyordu. Tıknaz, güçlü kuvvetli, sert bakışlı bir italyandı. Pa­ halı, açık renk giysiler giyer, krem rengi fötr şapka­ sını başından hiç eksik etmezdi. Bu adamın, kaba kuvvetle tehdit ederek ailelerden ve dükkânlardan haraç para alan Mafia’nın «Kara El» i olduğu söyle­ niyordu. Aslında mahallenin çoğunluğu zaten azılı kişilerdi: Fanucci’nin tehditleri yalnızca kendilerini koruyacak erkek çocukları olmayan yaşlı aileler üzerinde etkili oluyordu. Dükkân sahiplerinin bir kıs­ mı sırf rahat soluk alabilmek için ona para veriyor­ lardı. Abbandando ailesi de, genç Genco’nun itiraz­ larına rağmen ona haraç verirdi. Vito Corleone bü­ tün bunları uzaktan izliyor, hiç bir şeye karışmıyor­ du. Bir gün üç delikanlı Fanucci’nin üzerine saldır­ dılar, gırtlağını boydan boya kestiler, öldürücü bir yara değildi ama. Fanucci o kadar çok kan kaybet­ mişti ki, ödü patladı. Vito, Fanucci’nin gırtlağından kanlar akarak kaçışını gördü. Fanucci sanki giysisi kirlenmesin diye, fötr şapkasını akan kanların dol­ ması için yarasının altına tutmuştu. Bu görüntüyü ömür boyu unutmadı. Saldırının Fanucci’ye büyük yararları dokundu. Delikanlılar kaatil değillerdi. Yalnız Fanucci’ye bir ders vermek istemişlerdi. Oysa Fanucci azılı kaatil olduğunu göstermekte gecikmedi. Birkaç hafta son­


ra delikanlılardan birini öldürdü. Diğer iki delikanlı­ nın ailesi çocuklarını kurtarmak için Fanucci’ye ha­ tırı sayılır bir tazminat ödediler, intikam almaktan vaz geçmesini sağladılar. Olaydan sonra Fanucci’ye ödenen paralar derhal arttı; bölgenin kumarhanele­ rinden de haraç almaya başladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında zeytinyağı ithal etmek güçleşince Fanucci, dükkâna yalnız zeytinya­ ğı değil, Italyan salamı, peynir ve jambon da sağla­ yarak Abbandando’lara ortak oldu. Bakkal dükkânı­ na yeğenlerinden birini yerleştirdi. Böylece Vito Cor­ leone de işsiz kaldı. O sırada Corleone ailesine Tanrı ikinci bir oğlan çocuk ve rm işti: Frederico. Şimdi Corleone’nin bes­ leyecek dört boğazı vardı. Bu döneme kadar kendi işinden başkasına karışmayan, düşüncelerini dışa vurmayan sessiz bir insandı. Abbandando’ların oğlu Genco en yakın arkadaşıydı. Vito ona babasının yap­ tığını anlattı. Genç Genco Abbandando kıpkırmızı kesildi. Yiyecek için hiç kaygılanmamasını söyledi Vito’ya. Genco, dükkândan yiyecek çalıp arkadaşjna getirecekti. Vito Corleone bu teklifi şiddetle reddet­ ti. Bir oğlunun babasından yiyecek çalması, para çalması demekti. Ayıptı. Genç Vito Fanucci’ye kin beslemeye başlamış­ tı. Kinini hiç belli etmedi, ama sabırla fırsat kolluyordu. Birkaç ay demiryollarında çalıştı. Savaş sona erince ekmek parasını kazanmak da gittikçe güçle­ şir oldu. İşçi çok, iş azdı. Ustabaşıların çoğunluğu Amerikalı yahut İrlandalIydı. İşçileri en ağıza alınmaz küfürlerle azarlıyorlardı. Çok iyi İngilizce bilmesine rağmen, Vito Corleone bu hareketleri anlamazlıktan geliyordu. Bir akşam Vito ailesiyle yemek yerken pencere­ sine vurulduğunu duydu. Vito pencereyi açınca kar­ şısında mahallenin delikanlılarından Peter Clemenza’nın yüzünü hayretle gördü. Clemenza ona beyaz bir torba uzattı. «Hey, paisan,» dedi Clemenza, «ben isteyinceye kadar bunlar sende kalsın. Çabuk ol.» Vito düşünme­ den elini uzattı. Torbayı aldı. Daha sonra mutfakta


torbayı açtığında karşısına beş tane tabanca çıktı. Hepsi de yeni yağlanmıştı. Torbayı yatak odasındaki dolaba koydu. Ve bekledi. Clemenza’nın polis tarafın­ dan yakalandığını duydu. Torbayı pencereden uzattı­ ğı sıra kapısını polisler çalıyordu herhalde. Vito konuyu kimseye açmadı. Korkudan dehşete düşen karısı da ağzını açmaya cesaret edemedi; ko­ casının hapse atılmasından korkuyordu, İki gün sonra Clemenza ortaya çıktı. Vito’y a : «Benim mallar sende mi hâlâ?» diye sordu. Vito başını salladı. Genellikle az konuşurdu. Peter Clemenza Vito’nun evine geldi. Bir kadeh şarap içti. Emaneti aldı. «İçine baktın mı?» diye sordu Vito Corleone’ye. Vito başını salladı. Yüzü anlamsızdı. «Beni ilgi­ lendirmeyen işlere karışmam,» dedi. Gecenin geri kalan süresinde karşılıklı şarap iç­ tiler. Birbirlerini sevmeye başlamışlardı. Clemenza ko­ nuşkan adamdı. Vito Corleone de dinlemeyi severdi. Arkadaş oldular. Birkaç gün sonra Peter Clemenza, Vito Corleone’nin karısına, oturma odası için bir halı isteyip is­ temediğini sordu. Halıyı birlikte taşımak için Vito’yu da yanına aldı. Clemenza onu iki mermer sütunu olan beyaz mer­ mer taraçalı büyük bir eve götürdü. Elindeki anahtar­ la kapıyı açtı. Şimdi zengin, lüks eşyalarla döşenmiş bir salondaydılar. Clemenza: «öteki ucundan tut, ha­ lıyı kıvıralım.» dedi. Yerde kırmızı, kalın bir halı var­ dı. Vito Corleone. şaşırmıştı. Clemenza’nın cömertliği onu sıkıyordu. Birlikte halıyı katladılar. Clemenza bir ucundan, Vito öteki ucundan tuttu. Kapıya doğru git­ tiler. Tam o sırada apartmanın kapısı çalındı. Clemen­ za derhal halıyı bırakıp pencereye koştu. Perdeyi ha­ fifçe araladı. Dışarda olup biteni görünce cebinden ta­ bancasını çıkardı. O zaman şaşkın Vito Corleone ha­ lıyı bir yabancının evinden çalmakta olduklarını an­ ladı. Apartmanın zili yeniden çaldı. Vito da pencere­ ye yaklaştı. Dışarda olanları görmek istedi. Kapıda


üniformalı bir polis duruyordu. Onlar bakarlarken polis zili bir kez daha çaldı. Bekledi. Sonra omuzlarını silk­ ti. Mermer merdivenlerden inip gitti. Clemenza rahat bir soluk aldı. Sonra : «Haydi ba­ kalım,» dedi, «gidelim artık.» Halıyı yine iki ucundan tuttular. Köşe başında duran polis dönüp onlara bak­ madı bile. Vito Corleone ile Peter Clemenza eve gel­ diler. Çok geçmeden halıyı, odanın büyüklüğüne uy­ durmak için dört bir yanından kesiyorlardı. Yatak oda­ sına da yetecek kadar halı parçası arttı. Clemenza ceplerinden bu iş için gerekli bütün araçları çıkarı­ yor, Vito’nun önüne seriyordu. Zaman geçti, durumda bir değişiklik olmadı. Cor­ leone ailesi karnını o güzelim halıyı yiyerek doyuramazdı ya. İş yoktu; karısıyla çocukları neredeyse aç­ lıktan öleceklerdi. Genco’nun getirdiği yiyecek paket­ lerini kabul ediyor, bir yandan da düşünüyordu kara kara. Bir gün Clemenza ile mahallenin kabadayıların­ dan Tessio adlı genç, ziyaretine geldiler. Vito Corleone’yi seviyor, sayıyorlardı; dürüst, ciddi bir adamdı. Sıkıntıda olduğunu biliyorlardı. Niçin kendilerine ka­ tılmıyordu? Onlar Otuzbirinci caddede kamyonlara yüklenen ipek giysileri çalıyorlardı. Tehlikesi voktu bu işin, şoför ve hamallar aklıbaşında adamlardı. Si­ lâh görünce her şeyi ortada bırakıp bir kenara çekili­ yorlardı. Onlar da kamyonu bir dostlarının deposuna götürüyor, oraya boşaltıyorlardı. Malın bir bölümü bir Italyan tüccara satılıyor, geri kalan'ar da İtalyan mahallelerinde kapı kapı dolaştırılıyordu. Clemenza ile Tessio’nun Vito Corleone’ye ihtiyaçları vardı. Çün­ kü şoförleri yoktu. Oysa Vito’nun, Abbandando’ların kamyonlarını kullandığını biliyorlardı. 1919 yıllarında usta kamyon şoförleri kolay kolay bulunmazdı. Vito Corleone onların teklifini istemeye istemeye kabul etti. Vito’yu, bu teklifi kabul etmeye zorlayan neden bu işten payına hiç olmazsa bin dolar düşe­ ceğiydi. Oysa genç arkadaşlarının çalışmalarını dü­ zensiz, hoşuna gitmeyecek kadar dikkatsiz buldu. Ama Clemenza da Tessio da iyi karakter sahibi genç­ lerdi. İkisi de insana güven veriyorlardı. İşler yolunda gitti. İki arkadaş kamyon şoförle-


rine silâh çekince Vito Corleone hiç korkmadığını hayretle gördü. Clemenza ile Tessio’nun soğukkanlı­ lıklarına da hayran olmuştu. Çalışma sırasında hiç heyecanlanmıyorlardı. Çıktığı ilk işte Vito yedi yüz oolar kazandı. 1919 yıllarında bu hatırı sayılır bir pa­ raydı. İşe çıktığının ertesi günü Vito’nun yolunu krem rengi giysili, beyaz fötr şapkalı Fanucci kesti. Fanucci’nin zalim bir görünüşü vardı. Çenesinin altında, bir kulağından ötekine dek yarım daire şeklinde uza­ nan yara izini saklamak için hiç bir şey yapmamıştı, italyancayı koyu bir Sicilya lehçesiyle konuşuyordu. ^Ah, delikanlı,» dedi Vito’ya, «iki arkadaşınla senin zengin olduğunuzu söylediler. Ama bana karşı pek hasis davranmıyor musunuz? Ne de olsa burası be­ nim bölgem. Ben de gagamı bir parça ıslatsam iyi olacak.» Mafia’nın SicilyalIlara özgü deyimini kul­ lanmıştı. «Fari vagnari a pizzu.» Pizzu kanarya tü­ ründen kuşların gagalarına verilen addı. Fanucci üç arkadaşın kazandığı paradan haraç istiyordu! Adeti olduğu üzere Vito Corleone cevap ver­ medi. Fanucci’nin ne demek istediğini derhal anla­ mış, istenen paranın bildirilmesini bekliyordu. Fanucci gülümsedi. Altın dişleri ortaya çıktı. Boynundaki ilmeğe benzeyen yara izi gerildi. Yüzü­ nü bir mendille sildi. Serinlemek istiyormuş gibi ce­ ketinin önünü açtı. Aslında geniş pantolonunun keme­ rine sokmuş olduğu tabancayı göstermek istiyordu. Sonra içini çekti. «Bana beş yüz dolar verin,haka­ retinizi unutayım,» dedi,«ne de olsa gençler benim gibi birine gösterilecek saygıyı bilmezler.» Vito Corleone gülümsedi. Henüz elini kana bu­ lamamış olan genç Corleone’nin o sıralarda bile in­ sanın iliklerini donduran bir gülümseyişi vardı. Fa­ nucci duraladı. Bir süre sonra : «Vermezseniz bir gün kapınızı polis çalar,» dedi, «çocukların ve karın pe­ rişan olurlar. Ama kazancınızı bana yanlış bildirmiş olabilirler. Onun için üç yüz dolar yeter bana. Daha azını istemem.» Vito Corleone ilk kez ağzını açtı. Sesi öfkeli de­ ğildi. Fanucci’nin ayaklarında, üstelik kendinden


yaşlı biriyle konuşur gibi saygılıydı. Yumuşak bir sesle : «iki arkadaşımla görüşmem gerek» dedi. Fanucci rahatlamıştı «Arkadaşlarına söyle. Ka­ zançtan benim de payım olmalı. Çekinmeden söyle onlara. Clemenza’yı eskiden beri tanırım. Bu gibi işleri o iyi bilir.» Vito Corleone omuzlarını silkti. Bir parça şaşır­ mış, utanmış görünmeye çalıştı. «Elbette,» dedi, «bil­ diğiniz gibi bu işlerin acemisiyim. Benimle vaftiz ba­ bam gibi konuştuğunuz için size minnettarım.» Fanucci’nin pek hoşuna gitmişti bu cevap. «Ter­ biyeli bir delikanlısın sen,» dedi. Vito’nun elini ken­ di iri kıllı avuçları içine aldı. «Büyüklere saygın var. İyiye işaret bu. Bir daha sefere önce gel benimle ko­ nuş. Sana yararlı olabilirim.» Daha sonraki yıllarda Vito Corleone, Fanucci olayını bu kadar mükemmel ve kurnazca yönetmesi­ ne, babasının Sicilya’daki Mafia örgütüne dahil ki­ şiler tarafından öldürülmesinin sebep olduğunu an­ ladı. Ama o anda, özgürlüğünü ve hayatını tehlikeye atarak kazandığı paradan pay isteyen bu adama kar­ şı içinde buz gibi bir nefret duyuyordu. Korkmamış, aslında Fanucci’nin çok aptal bir adam olduğunu dü­ şünmüştü. Clemenza’yı artık iyi tanıyor, onun Fanucci’ye metelik vermeyeceğini çok iyi biliyordu. Peter Clemenza hakkından vazgeçmek yerine canını ve­ rirdi doğrusu. Clemenza bir halı için bir polis me­ murunu öldürmeye hazırdı. İnce yapılı Tessio’nun ise engerek yılanını hatırlatan bir havası vardı. Oysa o gece Clemenza’nın evinde Vito Corleone başladığı eğitimin başka bir yönünü öğrendi. Cle­ menza küfürleri savurdu. Tessio homurdandı; ama bir süre sonra iki erkek Fanucci’nin iki yüz dolara razı olup olmayacağını tartışmaya başladılar. Tessio iki yüz doların yeterli olduğunu düşünüyordu. Clemenza da Tessio ile aynı kanıdaydı. «Yeter ki Fanucci giysilerin satışından elde ettiğimiz para­ nın toplamını öğrenmesin. O zaman üç yüz doları mutlaka ister. Parayı ödemek zorundayız.» Vito şaşırmıştı. Ama şaşkınlığını göstermemeye dikkat ediyordu. «Niçin ona para verecekmişiz? Bize


ne yapabilirdi ki? Biz ondan daha güçlüyüz. Tabanca­ mız var. Kazandığımız parayı niçin ona verelim?» Clemeenza sabırla anlattı : «Fanuccin’in dostları var; hem de çok güçlü dostları. Poliste de tanıdık­ ları var. Plânlarımızı ona anlatmak zorundayız. Yok­ sa bizi polise haber verir. Böylece kendi durumunu da kuvvetlendirir. Polislerin minnettarlığını kazanır. Üstelik Maranzalla’nın kendisi Fanucci’ye bölgede çalışması için izin vermiş.» Maranzalla adı sık sık gazetelere geçen bir gangsterdi. Clemenza onlara kendi eliyle yaptığı şaraptan ikram etti. Karısı önlerine bir tabak zeytin, salam ve bir somun Italyan ekmeği koyduktan sonra, küçük sandalyesini alarak komşularıyla gevezelik etmek için evin önüne çıktı. İtalya’dan geleli henüz üç yıl ol­ muştu, yeteri kadar İngilizce bilmiyor, anlamıyordu. Vito Corleone iki arkadaşıyla oturdu; şarap içti. Daha önce zekâsını hiç bu kadar işletmemiş, arka­ daşlarını iknaya çalışmamıştı. Her şeyi bu kadar açık düşünebildiğine şaşıyordu. Fanucci üzerine bütün bil­ diklerini kafasından geçirdi, fötr şapkasını kan yerle­ re damlamasın diye yaranın altına tuta tuta kaçtığı günü düşündü. Sonra Fanucci’yi bıçaklayan gencin öl­ dürülmesini, diğer iki delikanlı için ailelerinin ada­ ma ödedikleri tazminatı hatırladı. Ve birden Fanucci’nin güçlü dostlarının olmadığını, olamayacağını anladı. Polise de kimseyi gammazlayamazdı. Çünkü Fanucci kolayca satın alınan bir kişiydi. Gerçek bir Mafia şefi asla satın alınamazdı; öcünü kimsede bı­ rakmazdı. Hayır, Fanucci’nin talihi yaver gitmiş, de­ likanlılardan birini öldürebilmişti, oysa diğer ikisini öldüremiyeceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden taz­ minatı kabul etmişti. Bölgedeki dükkânlardan, zen­ ginlerden haracı onları kaba kuvvetle tehdit ederek alıyordu. Yani Fanucci yalnız bir adamdı. Yahut parasıy­ la, gerektiği zaman kiralık kaatil yahut kabadayı bu­ luyordu. Vito Corleone hayatının yepyeni bir döneminde


olduğunu anlıyor, dikkatli karar vermesi gerektiğini biliyordu. işte Vito Corleone bu olaydan, daha sonra sık sık tekrarladığı bir tecrübe edindi : Her insanın ken­ dine özgü bir kaderi ve hedefi vardı! Vito Corleone o gece Fanucci’ye istediği parayı öder, yine bakkal çıraklığına dönerdi. Belki daha sonraki yıllarda kü­ çük bir bakkal dükkânına da sahip olabilirdi. Ama kader onun bir Don olmasını kararlaştırmış, bu yol­ da ilerlemesi için de Yoluna Fanucci’yi çıkarmıştı. Şarap şişesini bitirince Vito, Tessio ve Clemenza’ya : «isterseniz, Fanucci’ye ödeyeceğiniz iki yüzer doları bana verin,» dedi çekine çekine, «ben onu bu kadar paraya razı edebileceğimi sanıyorum. Sizin de hoşunuza gidecek.» Birden Clemenza’nın gözleri kuşkuyla parladı. Vito ona buz gibi bir tavırla: «Dostlarım olarak ka­ bullendiğim kişilere asla yalan söylemem,» dedi, «Fanucci ile yarın sen konuş. Parayı senden istesin. Ama hemen ödeme haracı. Parayı henüz sağlaya­ madığını, sağladığın zaman da ona benim vereceği­ mi söyle. İstediği parayı ödemeye istekli olduğunu hissettir ona. Pazarlığa girişme. O işi ben yaparım sonra. Söylediğiniz kadar tehlikeli bir kişiyse dikkatli davranmalı, onu sinirlendirmemeliyiz.» Konuşmayı bu kadarla kestiler. Ertesi gün Cle­ menza, Fanucci ile konuşarak Vito’nun yalan söyle­ mediğine kani oldu. Sonra Vito Corleone’nin apart­ manına geldi; iki yüz doları ona verdi. Vito’yu dik­ katle süzerek: «Fanucci üç yüz dolardan aşağısına razı olmayacağını söyledi,» dedi, «sen iki yüz doları nasıl kabul ettireceksin?» «Orası seni ilgilendirmez.» Tessio daha sonra geldi. Clemenza’dan daha zeki daha ihtiyatlıydı. Ortada bir şeylerin döndüğü­ nü hissediyordu. Kaygılıydı. Vito Corleone’ye : «Ken­ dine dikkat et.» dedi, «Fanucci kalleş herifin biridir. Ne yapacağı hiç belli olmaz. Parayı ona verirken bu­ rada olmamı, tanıklık etmemi ister misin?» Vito başını salladı. Cevap vermeye bile lüzum .görmedi. Yalnız : «Fanucci’ye söyle, parayı ona bu


akşam saat dokuzda vereceğim. Benim evime gel­ sin. Ona şarap ikram edeceğim, konuşacağım, iki yüzer dolar almaya razı edeceğim.» «Başaracağını sanmam,» diyen Tessio başını salladı. «Fanucci inatçıdır.» «Ben onu yola getireceğim,» diye tekrarladı Vi­ to Corleone. Vito Corleone karısına iki oğlu Sonny ile Fredo’yu da alıp yemekten sonra sokağa çıkmasını, ne kendisinin, ne de oğullarından birinin izni olmadan yukarı, eve gelmemesini söyledi. Apartmanın kapısı önünde oturup nöbet tutacaktı karısı. Fanucci ile önemli bir işi vardı. Rahatsız edilmeye gelemezdi. Karısının yüzündeki korkuyu görünce Vito Corleone öfkelendi. Sakin bir sesle : «Bir aptalla mı evlendiği­ ni sanıyorsun?» dedi. Kadın cevap vermedi. Çok korkmuştu çünkü, üstelik Fanucci’den değil, kocasın­ dan korkuyordu. Kocası gözlerinin önünde günden güne değişiyor, çevresine korku salan bir adam olu­ yordu. Sessiz, az konuşan bir erkekti. Uysaldı. Her işte, her şeyde sağduyusunu kullanırdı. Oysa evlen­ diği sessiz, sönük erkek gitmiş, kaderinin çizdiği yol­ da ilerlemeye başlayan bir başka erkek çıkmıştı kar­ şısına. Bir parça geç başlamıştı Vito Corleone, yirmi beş yaşındaydı; ama başarılı olacağı belliydi. Vito Corleone, Fanucci’yi öldürmeye karar ver­ mişti. Böyle yapmakla bankada fazladan yedi yüz do­ ları olacaktı. Fanucci’yi öldürmediği takdirde ona bu yedi yüz doları vermek zorunda kalacaktı; üç yüz do­ lar kendisinden, iki yüz dolar Clemenza’dan, iki yüz dolar da Tessio’dan. Vito için Fanucci yedi yüz do­ lar etmezdi. Adamın bir ameliyat için yedi yüz dola­ ra ihtiyacı olsaydı, Vito bu parayı ona hiç düşünme­ den verirdi. Oysa Fanucci’ye bir minnettarlığı, bir borcu yoktu, üstelik akraba bile değildi. Niçin alınlarının teriyle kazandıkları onca parayı sokağa ata­ caktı? Böyle düşünmesine rağmen Vito, bir dereceye kadar kararsızdı. Yedi yüz doları paket edip hazırladı. Pantalonunun sol cebine koydu. Sağ cebine de Cle-


menza’nın işe başlarken kendisine vermiş olduğu ta­ bancayı yerleştirdi. Fanucci saat tam dokuzda geldi. Vito Corleone adamın önüne Clemenza’nın vermiş olduğu evde ya­ pılmış şarabı şişesiyle koydu. Fanucci beyaz fötr şapkasını masanın üzerine, şarap şişesinin yanına bıraktı. Renk renk kravatını gevşetti; kravatın parlak renkleri, üzerindeki domates salçası lekelerini gizliyordu. Yaz gecesi sıcak, gaz ışığı ölgündü. Apartman çok sessizdi. Oysa Vito Corleone’nin vücudu buz gibiydi, önce para paketini Fanucci’nin önüne bıraktı. Adamı dikkatle inceliyordu. Bardağından bir yudum şarap aldı. «Bana hâlâ iki yüz dolar borçlusun,» dedi. Kalın kaşlı yüzü ifade­ sizdi. Vito Corleone sakin ve mantıklı bir sesle : «Pa­ rasızım,» dedi, «işsiz kaldım. Parayı size birkaç haf­ taya kadar veririm.» Olağan bir durumdu. Fanucci paranın çoğunu al­ mıştı; bekleyebilirdi. Hatta üstünü istememeye, ya­ hut daha uzun bir süre beklemeye razı edilebilirdi. Fanucci hafifçe güldü : «Zeki bir oğlansın,» dedi, «daha önce nasıl dikkatimi çekmediğine şaşıyorum. Sana iş bulabilirim.» Vito Corleone ilgi gösterdi. Adamın bardağına pembe şaraptan doldurdu. Ama Fanucci doğruldu. Vito’nun elini sıktı : «Hayırlı geceler delikanlı,» dedi, «kızmadın alınmadın, değil mi? Bir derdin olursa ba­ na haber ver, elimden geleni yaparım. Bu gece iyi iş becerdin.» Vito, Fanucci’nin apartmandan çıkmasını bekle­ di. Sokak, Fanucci’nin evinden çıktığına tanıklık ede­ bilecek şekilde doluydu. Fanucci, Corleone’lerin evin­ den sağ salim çıkmıştı. Vito pencereden baktı. Fa­ nucci’nin Onbirinci Bulvara doğru yürüdüğünü görün­ ce evine gittiğini anladı. Belki de bir yere gitmeden önce cebindeki parayı eve bırakmak istiyordu. Belki silâhını bırakacaktı. Vito Corleone dışarı çıktı. Çatıya giden merdivene koştu. Sonra dörtgen biçimi damla­ rın üzerinden geçip yangın merdiveninden bir evin ar­


ka avlusuna indi. Apartmanın arka kapısını bir tek­ mede açıp girdi. Ön kapıdan çıktı. Karşı tarafında Fanucci’nin oturduğu apartman bulunuyordu. On Birinci Bulvar’da çoğunlukla depolar ve ma­ ğazalar vardı. Apartmanlar yıkılıyor ya da boşaltılı­ yor. New York Demiryolları tarafından depo olarak kullanılıyordu. Fanucci’nin apartmanı bu bölgede ayakta kalmış birkaç yapıdan biriydi. İçinde çoğun­ lukla bekâr demiryolu işçileri, küçük memurlar ve sokak kadınları oturuyordu. Bu insanlar dürüst Italyanlar gibi kapı önlerine yayılıp komşularıyla gevezelik etmezlerdi. Genellikle meyhanelere, gece kulüplerine giderlerdi. Bu yüzden Vito Corleone görülmeden so­ kağı geçmeyi, Fanucci’nin apartmanından içeri girme­ yi becerdi. Orada, henüz hiç kullanmadığı tabancayı cebinden çıkardı. Fanucci’yi beklemeye koyuldu. Sokak kapısının camlarından bakıyor, Fanucci’­ nin Onuncu Bulvardan geleceğini biliyordu. Clemen­ za tabancanın emniyetini göstermiş, içindeki kurşun­ ları boşaltmıştı. Oysa Vito Sicilya’da, daha dokuz yaşlarında bir küçük çocukken babasıyla ava giderdi, hatta lupara denilen ağır çifteyi bile kullanmıştı. İş­ te babasının ölümünden sonra, dokuz yaşında bile lupara’yı nasıl ustalıkla kullandığını bildiklerinden onu da öldürmeye karar vermişlerdi. Büyüyünce babası­ nın öcünü almaya kalkışacağını, başlarına belâ ola­ cağını anlamışlardı. Şimdi karanlık holde beklerken, Fanucci’nin be­ yaz fötr şapkalı karaltısının sokağı geçip kapıya yak­ laştığını gördü. Vito geri çekildi, omuzlarını merdi­ vene açılan kapıya dayadı. Tabancasını ateşe hazır tuttu. Dış kapıdan hemen hemen iki adım uzaktaydı. Yaylı kapı içeri doğru açıldı, bembeyaz, iri yapılı, pis pis kokan, Fanucci’nin gövdesi holün kare şek­ linde yansıyan ışığının altında durdu. Vito Corleone ateş etti. Tabancasının sesi açık kapıdan dışarı taştı, pat­ lama yapıyı sarstı, Fanucci kapının iki yanına tutun­ muş, doğrulmaya, silâhına uzanmaya çalışıyordu. Gös­ terdiği çabayla ceketinin düğmeleri kopmuş, koca göbeği ortaya çıkmıştı. Beyaz gömleği kan içindeydi.


Vito Corleone silâhını büyük bir dikkatle doğrulttu, ikinci kurşunu da bu gittikçe yayılan kırmızılığa sap­ ladı. Fanucci dizlerinin üzerine çöktü. Ağzından kor­ kunç bir inilti çıktı. Büyük acıyla kıvranan birinin iniltisiydi bu. Vito’ya pek gülünç geldi. Tabancasını Fanucci’nin ter içindeki yanağına dayadı. Beynine ateş etti. Beş saniye sonra Fanucci ölmüştü. Vito yine büyük bir dikkatle Fanucci’nin cebin­ den cüzdanını alıp kendi cebine soktu. Geldiği yol­ dan evine döndü. Sokakta kimseler yoktu. Apartma­ nın iki penceresi açılmış, dışarı başlar uzanmıştı. Vi­ to karanlıkta onların kim olduğunu göremediğine gö­ re, onlar da kendisini görmemişlerdi. Zaten böyle ki­ şiler polise gitmekten çekinirlerdi. Fanucci kapı eşi­ ğinde belki sabaha kadar yatacaktı. Devriye görene kadar apartmandan hiç kimse polise gitmeye cesa­ ret edemezdi. Hepsinin de kendine göre kirli işleri vardı. Kapılarını kilitleyecekler, bir şey duymadıkları­ nı, görmediklerini söyleyeceklerdi. Odasında Fanucci’nin cüzdanını açtı. Kendi ver­ diği yedi yüz doların yanı sıra birkaç beş dolarlık ve bozukluk vardı içinde. Cüzdanı ve tabancayı yok et­ mesi gerektiğini biliyordu. Tekrar çatıya çıktı. Birkaç dam atladı. Cüzdanı bacalardan birine attı. Tabanca­ nın kabzasını çatının direğine vurarak parçaladı. Her bir parçayı değişik yöne savurdu. Biraz titriyordu ama kendine hâkimdi. Giysileri­ ni değiştirdi. Karısının kirli çamaşırları attığı teneke kutuya koydu hepsini, üzerine kan sıçramış olmasın­ dan korkuyordu, hepsini ıslattı. Yatak odasının bir kö­ şesinde bulduğu yeni yıkanmış çamaşırları da bun­ lara kattı. Sonra apartmanın önünde oturan karısının yanına indi. Vito Corleone’nin aldığı bütün tedbirlerin boşu­ na olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Cesedi şafak sö­ kerken farkeden polisin aklına Vito Corleone’yi sorgu­ ya çekmek gelmedi bile. Hatta Fanucci’nin öldürül­ düğü gece Vito’nun evine geldiğini bile öğrenemedi polis. Aslında polis Fanucci’nin öldürülmesine sevin­


mişti, rahat bir soluk almıştı. Kaatili sıkı sıkıya ara­ maya hiç niyetleri yoktu. Gelişigüzel bir soruşturma­ dan sonra olay kapatıldı. Gerçi Vito Corleone polisi atlatmıştı ama, iki ar­ kadaşını kandıramayacağını biliyordu. Peter Clemen­ za ile Tessio birkaç hafta onun yanına yaklaşmadılar. Sonra bir gece ziyaretine geldiler. Son derece say­ gılı bir halleri vardı. Vito Corleone onları içtenlikle karşıladı. Şarap ikram etti. Konuşmayı açan Clemenza oldu. Alçak sesle : «Dokuzuncu Bulvardaki dükkânlardan haraç toplayan yok, m dedi, «bölgede boş kumarhaneler de var.» Vito Corleone ikisine de dikkatle baktı. Ama ce­ vap vermedi. Tessio : «Fanucci’nin müşterilerini biz alırız,» dedi, «bu kez haracı bize öderler.» Vito Corleone omuz silkti: «Niçin bana geldiniz? Benim böyle şeylerle ilgim yok.» Clemenza güldü. Daha göbeğinin yağ bağlama­ dığı gençlik yıllarında bile gülüşü şişman bir adamın gülüşüne benziyordu. «Peki, sana verdiğim tabanca ne oldu? Ona ihtiyacın kalmadığına göre geri verme­ lisin.» Vito Corleone cebinden bir yığın para çıkardı. Bi­ razını ayırıp Clemenza’nın önüne attı : «Tabancanın parasını ödüyorum,» dedi, «giysileri aldığımız günden sonra tabancayı yok ettim. Yakalanmaktan korkmuş­ tum.» Gülümsüyordu şimdi. O sıralar Vito Corleone, bu gülümsemenin kar­ şısında uyandırdığı korkunun farkında değildi. Clemenza başını salladı : «Parayı istemem,» de­ di. Vito paraları tekrar cebine soktu. Bekledi. Birbir­ lerini çok iyi anlıyorlardı. Vito’nun Fanucci’yi öldür­ düğünü biliyorlardı. Vito Corleone’ye herkes saygı du­ yacaktı. Ama Fanucci’nin işlerini devralmaya niyetli görünmüyordu. Bundan sonra olanlar Vito Corleone’yi kaçınılmaz bir şekilde seçtiği yolda yürüttü. Bir akşam karısı eve dul bir arkadaşını getirdi. Kadın italyandı. üstelik çok dürüst ve namusluydu. Yetim çocuklarına baka­ bilmek için saçını süpürge ediyordu. On altı yaşındaki oğlu kazandığı parayı italyanlarda âdet olduğu üzere


bir zarfa koyuyor, zarfı kapatıyor, annesine öyle veri­ yordu. Terzilik yapan on yedi yaşındaki kızı da aynı şekilde davranıyordu. Kadının adı Sinyora Colombo idi. Vito Corleone’nin karısı : «Sinyora Colombo’nun senden bir ricası var,» dedi, «başı derde girmiş.» Vito Corleone kendisinden para isteneceğini sandı. Vermeye hazırdı. Ama mesele bambaşka çıktı. Sinyora Colombo’nun bir köpeği vardı. Küçük oğlu kö­ peği çok seviyordu. Diğer kiracılar, geceleri havladı­ ğı için köpeği ev sahibine şikâyet etmişler o da kadı­ na köpeği atmasını söylemişti. Zavallı kadıncağız köpeği saklamış, ama ev sahibine sattığını söylemişti. Ev sahibi aldatıldığını anlamıştı, şimdi evini boşaltma­ larını istiyordu. Bu kez kadın köpeği gerçekten ataca­ ğını söylemiş, dediğini de yapmıştı. Oysa ev sahibi öyle öfkeliydi ki, evinin derhal boşaltılmasında dire­ tiyor, çıkmazlarsa polis getireceğini söylüyordu. Kü­ çük oğlan köpeğin peşinden çok gözyaşı dökmüştü. Şimdi de evden çıkartılmak isteniyorlardı. Köpeği boş yere atmışlardı. Vito Corleone nazik bir tavırla : «Niçin bir baş­ kasına gitmediniz?» diye sordu. Kadın başını Vito’nun karısından yana sallayarak : «Size gelmemi o istedi,» dedi. Vito Corleone şaşırmıştı. Karısı, Fanucci’yi öldür­ düğü gece çıkardığı çamaşırlarla ilgili soru sorma­ mıştı ona. Çalışmadığı zamanlarda onca parayı nere­ den bulduğunu da merak etmemişti. Şimdi bile yü­ zünde meraksız, ilgisiz bir ifade vardı. Sinyora Colombo’ya döndü : «Evden çıkmanız için size para yardı­ mında bulunabilirim,» dedi. «İstediğiniz bu mu?» Kadın başını salladı. Neredeyse ağlayacaktı : «Bütün arkadaşlarım burada. İtalya’da birlikte büyü­ düğüm, buraya birlikte geldiğim dostlarım hep bu ma­ hallede oturuyor. Başka yere, yabancıların arasına na­ sıl giderim? Ev sahibiyle konuşmanızı, beni evden çıkarmamasını söylemenizi istiyorum.» «Yarın sabah kendisiyle konuşurum!» Karısının memnunlukla gülümsediğini gördü. Sin­


yora Colombo hâlâ kuşkuluydu. «Ev sahibinin razı olacağını sanıyor musunuz?» «Sinyor Roberto mu?» dedi Vito hayretle, «elbet­ te razı olacak. İyi kalpli bir adamdır o. Durumunu­ zu kendine anlatınca yüreği sızlayacaktır, eminim. Ar­ tık bu konuyu düşünüp üzülmeyin siz. Çocuklarınızın hatırı için kendinize iyi bakın, sağlığınızı koruyun.» Ev sahibi Sinyor Roberto, kiraya verdiği beş apartmanını kontrol etmek için her gün mahalleye ge­ lirdi. Italyan işçilerini büyük şirketlere kiralayan bir padrone’ydi. Bu yoldan kazandığı parayla Italyan ma­ hallesinde evler satın almıştı. Kuzey İtalya’dan, oku­ muş bir adamdı. Apartmanlarını dolduran bu Sicilya­ lI ve Napolili cahil güneylileri hiç sevmezdi. Kötü in­ san değildi. İyi bir aile babasıydı. Ama çalışma haya­ tında uğradığı güçlükler, parasını kaybetmemek, daha çok kazanmak için duyduğu kaygı yüzünden sinirli ol­ muştu. Vito Corleone onu sokakta durdurup bir şey konuşmak istediğini söyleyince pek sert davrandı. «Sinyor Roberto,» dedi Vito Corleone, «karımın bir dul arkadaşı bir nedenden ötürü evinizden çıkar­ mak istendiğini anlattı. Başlarında kendilerini koruya­ cak bir erkekleri yok. Kadıncağız perişan halde. Pa­ rası yok, burada oturanlardan başka dostları yok. Ona sizinle konuşacağımı, iyi kalpli, dürüst bir insan oldu­ ğunuzu söyledim. Arada bir anlaşmazlık olduğunu ile­ ri sürdüm. Şikâyete yol açan köpeği atmış. Niçin ev­ den çıksın? Siz de Italyansınız, anlayışlı davranmanızı rica ediyorum.» Sinyor Roberto önünde duran genci dikkatle süz­ dü. Orta boylu, güçlü kuvvetli biriydi, kötüydü ama haydut değildi. Roberto omuzlarını silkti: «Evi baş­ kasına kiraladım bile,» dedi, «artık vazgeçemem.» Vito başını anlayışla salladı : «Aylığı ne kadar arttırmak istiyorsunuz?» «Beş dolar,» dedi Roberto. Oysa yalan söylüyor­ du. Dört karanlık odayı dul kadına aylığı on iki dolara veriyordu. Yeni kiracıdan daha fazlasını almayı başa­ ramamıştı. Vito Corleone cebinden bir tomar para çıkardı, içinden üç tane onluk ayırdı : «İşte altı aylık kira faz­


lasını veriyorum,» dedi, «Sinyora Colombo’ya bundan söz etmeyin. Kendisi mağrur bir kadındır. Altı ay son­ ra size kira fazlasını yine veririm. Tabiî kadının köpe­ ği de geri gelecek.» «Allah belâsını versin,» diye bağırdı Roberto, «ne sanıyorsun sen kendini? Bana emir verecek adam mısın? Davranışlarına dikkat et, yoksa kendini bam­ başka bir yerde bulursun!» Vito Corleone ellerini şaşkınlıkla havaya kaldır­ dı : «Ben sizden bir ricada bulundum, kimin kime muhtaç olacağı hiç belli olmaz, değil mi? Haydi, pa­ rayı iyi niyetimin bir belirtisi olarak alın, kararınızı verin. Ben olsam işi büyütmezdim.» Parayı Sinyor Roberto’nun avucuna sıkıştırdı. «Parayı alın, sonra dü­ şünün. Kadını evden çıkarmanıza da kimse engel ola­ maz. Köpeği de istemezseniz, istemezsiniz. Sizi anlı­ yorum. Hayvanları ben de hiç sevmem.» Roberto’nun omuzuna dostça vurdu : «Ricamı lütfen kabul edin. Mahallede beni bilenler çok. Onlardan sorun. Size ne kadar mantıklı, iyi niyetli bir insan olduğumu anlata­ caklardır.» Aslında Sinyor Roberto durumu kavramaya baş­ lamıştı bile. Yine de o akşam Vito Corleone üzerine soruşturma yaptı. Sonra ertesi günü beklemedi. He­ men o gece Vito Corleone’nin kapısını çaldı. Böyle uygunsuz bir saatte geldiği için özür diledi. Sinyora Corleone’nin ikram ettiği şarabı içti. Her şeyin büyük bir anlaşmazlık sonucu doğduğunu söyledi; Sinyora Colombo elbette evde oturabilirdi; köpeğini de yanına alabilirdi. Kimin şikâyete hakkı vardı ki? Hepsi de çok ucuza oturuyorlardı evinde. Zavallı bir hayvanın kim­ seye zararı dokunmazdı. Sözlerinin sonuna gelince Vito Corleone’nin kendisine o sabah verdiği otuz doJarı masanın üzerine bıraktı. «Bu zavallı, kimsesiz dul kadına yardım etmek istemeniz beni çok etkiledi,» dedi, «kendimden utandım. Ben de iyi kalpli, dürüst bir hıristiyan olduğumu göstermek istiyorum. Kirayı arttırmayacağım. Eskisi gibi kalacak.» Taraflar rollerini mükemmel oynadılar. Vito bar­ daklara şarap doldurdu, karısına seslendi, pasta getir­ mesini söyledi. Roberto’nun elini sıktı, iyi kalpli bir


insan olduğu için onu kutladı. Sinyor Roberto içini çekti. Vito Corleone ile tanıştığına çok sevindiğini, sayesinde içindeki insanlık duygularının kabardığını anlattı. Geç saatlerde birbirlerinden ayrıldılar. Sinyor Roberto’nun korkudan dizleri titriyordu. Tehlikeyi bu kadar kolaylıkla atlattığına memnundu. Bir tramvaya bindi. Bronx’daki evine gitti. Derhal yatağına girdi. Üç gün ortalıkta görünmedi. Şimdi Vito Corleone mahallede sayılan bir kişi olmuştu. Sicilya’daki Mafia örgütünün adamı olduğu söyleniyordu. Bir gün kumarhane işleten bir adam zi­ yaretine geldi. Ona kendiliğinden yirmi dolar vere­ rek dostu olmasını istedi. Her hafta verecekti bu para­ yı. Vito Corleone’nin yapacağı tek şey arada sırada kumarhaneye uğrayıp kendini göstermek, patronun himayesinde olduğunu anlatmaktı. Sokak serserileriyle başları dertte olan büyük dükkân sahipleri de ondan yardım istediler. Vito Cor­ leone bölgede düzeni sağladı. Bunun karşılığını dc gördü. O zamana göre hatırı sayılır bir gelir sağladı. Clemenza ile Tessio en yakın arkadaşları, müttefikle­ riydi. Eline geçen paradan onlara da verdi. Sonunda da çocukluk arkadaşı Genco Abbandando’yla zeytin­ yağı ithal etmeye karar verdi. Genco’nun bu konuda tecrübesi vardı, işi mükemmel yönetebilirdi. Clemen­ za ile Tessio satıcılık yapacaklardı. Manhattan, Brooklyn ve Bronx’daki bütün İtalyan bakkalları dolaşa­ cak. onları Genco Pura zeytinyağı almaya ikna ede­ ceklerdi. (Vito Corleone o büyük alçak gönüllülüğüyle zeytinyağına kendi adını vermekten kaçınmıştı.') Ser­ mayesinin çoğunu verdiği için Vito Corleone örgütün başkanıydı. Özel durumlar, örneğin Clemenza ile Tessio’nun tekliflerini kabul etmeyen mal sahipleri Vito’yp bildirilecekti. Vito Corleone de onları kendileriyle işbirliği yapmaya ikna edecekti. Birkaç yıl Vito Corleone küçük esnafa özgü, ra­ hat bir hayat yaşadı, işini geliştirip ilerletmek için var gücüyle çalışıyordu. Sevilen sayılan bir koca ve aile babasıydı, ama ailesine ayıracak zamanı pek olmu­ yordu. Zaman Genco Pura zeytinyağı Amerika’nın en iyi ithâl yağı haline geldi. Rakipleriyle de mücadele e t­


mesi zorunluydu. Fiyatlarını düşürüyor, dükkânlara kendi yağından daha fazla depo edilmesini istiyordu. Onlara ya bu alandan çekilmelerini, yahut kendisiyle birleşmelerini teklif ediyordu. Daha gençliğinde bile Vito Corleone insaflı ve mantıklı bir kişi olarak ün salmıştı. Asla tehdit ssvurmazdı. Karşı konulmaz nedenler ileri sürerdi. Kar­ şısındaki kişinin de payına düşeni almasına, özellikle dikkat ederdi. Kimsenin zararını istemezdi. Birçok da­ hî iş adamı gibi serbest rekabetin zararlı tekelciliğini kurmaya karar verdi. Brooklyn’de bazı sert, inatçı, yola gelmeyen toptancılar vardı. Vito Corleone’nin gö­ rüşünü anlamıyor, onun üstünlüğünü kabullenmekten kaçınıyorlardı. Vito meseleyi büyük bir sabırla anla­ tıyordu. Ama toptancılar yine inatçılık ediyorlardı. Vi­ to Corleone bir süre sonra bu gibileriyle uğraşmak­ tan vazgeçiyor, işini halletmesi için Tessio’yu yollu­ yordu. Depolar yanıyor, zeytinyağı yüklü tankerler de­ lmiyordu. Düşüncesiz bir adam, küstah bir Milanolu, polise gidip yardım istedi. Yurttaşlarını şikâyet etti. Böylece on yıllık omerta yasasını bozmuş oluyordu. Polis soruşturmayı geliştirmeden adam ortadan kay­ boldu. Bir daha da onu gören olmadı. Arkasında sev­ gili karısıyla üç çocuğunu bırakmıştı. Neyse ki çocuk­ lar kendilerini idare edecek durumdaydılar. Derhal ba­ balarının işinin başına geçtiler. Vito Corleone’yie an­ laştılar. Büyük insanlar doğuştan büyük değildirler; tec­ rübeler ve yıllar onları büyük yapar. Vito CoMcone de öyle oldu. İçki yasağı konup da içki satışı durdu­ ğunda, Vito Corleone sessiz, basit bir iş adamı olmak­ tan çıkıp önemli bir kişi, bir Don olma yolunda ilk adı­ mını attı. Bu bir günde, bir yılda olmadı. İçki yasağı dönemi sona erip de Büyük Majî Kriz başladığında Vito Corleone Vaftiz Babası Don; Don Corleone ol­ muştu. Artık Genco Pura zeytinyazı şirketinin altı kam­ yondan meydana gelen bir ulaştırma filosu vardı. Cle­ menza aracılığıyla, Kanada’dan kaçak içki getiren bir grup Italyan kaçakçısı Vito Corleone’ye yanaştılar. İçkiyi New York’a dağıtacak kamyonlara ve işçilere


ihtiyaçları vardı. Vito Corleone’ye, sağlayacağı kam­ yon ve işçi karşılığında para ödeyeceklerdi. Teklif edi­ len para o kadar büyüktü ki, Vito Corleone zeytinyağı ulaşımında kullanılan kamyonlardan bir kısmını ka­ çakçıların emrine verdi. Yine bol bol para kazanıyor, bilgi, tecrübe ve ye­ ni dostlar ediniyordu. Çok geçmeden Corleone’nin yalnız işini bilen yetenekli bir insan değil, bir dâhi ol­ duğu da ortaya çıktı. Kendini Italyan ailelerinin koruyucusu yapmıştı Sinyora Colombo’nun oğlunun vaftiz babası oldu. Ona yirmi dolar değerinde bir altın saat armağan etti. Bu arada kamyonların bir kısmı polisin eline geçti. Genco Abbandando polis örgütünde ve adliyede tanıdıkla­ rı olan güçlü bir avukat tuttu. Böylece Corleone’nin etki alanı genişledi, örgüte yeni kamyonlar eklendi. Tessio ile Clemenza’nın emrinde çalışanlar bile ço­ ğalmıştı. Düzenin iyi işlemesi için bir takım tedbirler alınması gerekiyordu. Sonunda Don Corleone bir yö­ netim sistemi kurdu. Clemenza ile Tessio’ya *Caporegime unvanlarını verdi. Caporegime İtalyanca aşağı yukarı reis anlamına geliyordu. O nlarır emrinde ça­ lışanlar da askerlerdi. Genco Abbandando'yu da Consigliori yahut danışman yaptı. Kendisiyle iş görenler arasına kademeler koydu. Emirlerini ya Genco’ya ya­ hut Caporegime’lerden birine veriyordu, yalnız emir verirken de yanında tanık bulunmamasına özellikle dikkat ediyordu. Sonra Tessio’nun adamlarının bir kıs­ mını ayırdı. Onları Brooklyn bölgesinden sorumlu tut­ tu. Gerekli olmadıkça iki adamının birbiriyle dostluk etmelerini yasakladı. Tessio durumu derhal kavradı; Corleone’nin tutumunun yerinde olduğunu, böylece yakalanma, ihanet etme olanağının azaldığını anlı­ yordu. Brooklyn’i tümüyle Tessio’ya bıraktı. Onun zeki ve temkinli bir insan olduğunu biliyordu, öte yandan Bronx bölgesini yöneten Clemenza’yı gözünden uzak tutmamaya çalıştı. Neşeli görünüşüne rağmen Cle­ menza zalim, pervasız bir kişiliğe sahipti. Dizginleri­ nin sıkı tutulması gerekiyordu. Büyük Malî Kriz, Corleone’nin durumunu güçlen­ dirdi; ilerlemesini sağladı. İşte Corleone’nin Don diye


tanınıp çağrılması bu döneme rastlar. Kentte doğru dürüst iş bulabilen pek azdı. Namuslu kişiler boş yere dürüst bir iş arıyor, mağrur kişilerse iğrenç bir dev­ let memurundan iş istemek için kendilerini ve ailele­ rini küçültüyorlardı. Oysa Corleone’nin adamları so­ kakta yürürken başlarını dimdik tutuyorlardı. Cepleri para doluydu, işlerini kaybetmek gibi bir korkuları yoktu. Polisçe tutuklanan bir adam, dilini tuttuğu, Omerta yasasına uyduğu sürece çoluğuna çocuğuna çok iyi bakılacağından, hapisten çıktığı zaman da es­ ki işine dönebileceğinden emindi. iş hayatının tam bu döneminde Don Corleone’nin aklına, kurduğu saltanatı, yolunu sürekli olarak tı­ kayan dış dünyanın yöneticilerinden daha iyi yönet­ mek düşüncesi geldi. Bu düşünce, durmadan kendi­ sinden yardım istemeye gelen mahallenin yoksulları tarafından da desteklendi. Don Vito Corleone hiç biri­ ni geri çevirmedi, istedikleri yardımı yaparken onların duygularını da incitmemeye çalışırdı. Bu kişilerin Kongreye, Belediyeye, çeşitli devlet kademelerinde kendilerini temsil edecek kişileri seçerken Baba’ya da­ nışmalarından daha doğal bir şey olamazdı. Don Vito Corleone ileriyi görerek, zekice davranıyordu; yoksul Italyan mahallelerinde yaşayan ve bir gün avukat, dok­ tor, savcı hatta yargıç olabilecek çocukların öğrenim masraflarını karşılıyordu. İmparatorluğunun geleceğini büyük bir lider gibi plânlıyor, hazırlıyordu. içki yasağının kaldırılması Don’un imparatorlu­ ğu için önemli bir darbe oldu. Ama Baba, her şeyi önceden sezinleyerek tedbirlerini almıştı. 1933 yılın­ da Manhattan’ın bütün kumar işlerini, doklardaki Crap (*) partilerini, at yarışlarında ve diğer sporlardaki müşterek bahisleri, poker oynatan kanun dışı kumar­ haneleri yöneten adama elçiler yolladı. Adamın -adı Salvatore Maranzano’ydu. Tam bir pezzonovante, New York caniler dünyasının en güçlü kişisiydi. Baba’nın elçileri Maranzano’ya ortaklık teklif ettiler, iki taraf da eşit haklara sahip olacaktı. Vito Corleone’nin ör­ gütü, polis ve siyasî hayatta tanıdıklarıyla Maranzano’(*)

Crap: Zarla oynanan bir kumar.


ya çok yararlı olabilir, çalışma alanının Brooklyn’e, Bronx’a kadar yayılmasını sağlayabilirdi. Oysa Maranzano uzağı görebilen bir kişi değildi. Don Corleo­ ne’nin teklifini küçümsedi. Büyük Al Capone Maranzano’nun dostuydu. Üstelik kendisi 1933 savaşının çık­ masına ve New York’taki gangsterlerin bağlı bulundu­ ğu yeraltı örgütünün temelinden değişmesine yol açtı. Görünüşte taraflar birbirine eşit değil gibiydi. Maranzano’nun daha da takviye edebileceği güçlü bir örgütü vardı. Chicago’da Al Capone yakın dostuydu. Ondan yardım isteyebilirdi. Tattaglia ailesiyle de iliş­ kisi vardı. Tattaglia Ailesi umumhane işletiyor, aynı zamanda ufaktan ufağa beyaz zehir kaçakçılığı ya­ pıyordu. Bütün bunlara karşılık Don Corleone, Clemenza ve Tessio tarafından yönetilen iki küçük ama iyi ör­ gütlenmiş regime çıkartabilirdi, üstün yanları düş­ manın, Corleone imparatorluğu hakkında yeterli bilgi sahibi olmamasıydı. Gangsterler Baba’nın gerçek gü­ cünü bilmiyor, Brooklyn’de yalnız başına çalışan Tessio’nun Don’la ilgisi olmadığını sanıyorlardı. Yine de taraflar birbirine eşit değildi. Ama Vito Corleone, aleyhine olan noktayı ustaca bir darbeyle silip yok etmeyi bildi. Maranzano, New York’taki isyanı bastırması için Al Capone’dan iki adamını yollamasını istedi. Corle­ one ailesinin Chicago’da adamları vardı. Al Capone’nin iki adamının trenle yola çıktığını haber verdiler. Vito Corleone, Luca Brasi’yi çağırttı. Ona gereken emirleri verdi. Brasi ile adamları dört kişiydiler, Chicago’lu hay­ dutları istasyonda karşıladılar. Brasi’nin adamlarından biri bir takside bekledi. İstasyon hamalı Capone’nin adamlarının bavullarını bir taksiye taşıdı. Adamlar da geldiler. Arabaya bindiler. Peşlerinden de Brasi ile adamları bindi, iki Chicago’lu gangsteri arabanın içine yatırdılar. Araba Brasi’nin daha önce kararlaş­ tırdığı limandaki ambarlardan birine gitti. iki aangsterin elleri kolları bağlanmış, ağızlarına birer küçük havlu tıkanmıştı. Brasi duvarda dayalı duran baltayı aldı. Capone’-


nin adamlarından birini doğramaya başladı. Adamın ayaklarını, tam dizlerinden bacaklarını, sonra da kal­ ça kemiklerinden geri kalan bölümünü ayırdı. Brasi çok güçlü bir adamdı, ama işini tamamlayabilmesi için baltayı birkaç kere savurması gerekiyordu. Her yan kandan görünmez olmuştu. Kesilen yerlerden sel gibi kan akıyordu. Brasi ikinci kurbanına döndüğünde artık kendisine iş kalmadığını gördü. Çünkü adam duyduğu dehşetle ağzındaki küçük havluyu yutmuş, boğulmuştu. Morgda, ölümün nedenini bulmak için ya­ pılan otopsi sırasında havlu adamın midesinden çıktı. Birkaç gün sonra Al Capone, Vito Corleone’den bir telgraf aldı : «Düşmanlarıma karşı nasıl davran­ dığımı gördünüz. Bir Napolili, iki SicilyalI arasındaki anlaşmazlığa niçin karışıyor? Sizi dost olarak kabul­ lenmemi istiyorsanız, dilediğiniz zaman ödemek zo­ runda olduğum bir borcum var. Sizin gibi bir insan, yardım dilenmeyen, gelecekteki sıkıntılı bir anınızda yardımınıza koşabilecek, kendi işlerini kendisi çevi­ rebilen bir dosta sahip olmanın ne kadar yararlı ola­ bileceğini, takdir eder. Dostluğumu istemezseniz siz bilirsiniz. Yalnız bu kentin havasının çok nemli oldu­ ğunu size haber vereyim. Napolililerin sağlığına zarar­ lıdır böyle hava; buraya asla gelmemenizi öğütlerim.» Mektubun her kelimesi, her satırı uzun uzun dü­ şünülerek yazılmıştı. Baba, Capone çetesine değer vermiyor, onların kafasız, zalim katiller olduklarını biliyordu. Aldığı bilgilere göre Capone, küstahlığı, aşı­ rı davranışları yüzünden siyasî hayattaki bütün dost­ larını kaybetmişti. Siyasî güç, toplumun koruyucu ör­ tüsü olmadan Capone ve onun gibilerin dünyasının yı­ kılmaya mahkûm olduğunu biliyordu. Capone’nin çağı kapanmak üzereydi, üstelik Capone’nin etkisi Chicago sınırını da aşmıyordu. Mektup etkisini gösterdi. Capone iki SicilyalInın savaşmasına katılmayacağını bildirdi. Şimdi taraflar eşittiler, üstelik Vito Corleone, Capone’nin adamlarını rezil ederek Amerika Birleşik Devletleri içindeki bütün gangsterlerin «saygısını» kazanmıştı. Tam altı ay, Vito Corleone, Maranzano’nun bütün güçleriyle çarpıştı. Adamın koruduğu ku­


marhaneleri bastı. Düşmanı hep cepheden karşılama­ sını bildi. Clemenza’yla adamlarından geniş ölçüde yararlandı. Zaferin kendisine göz kırptığını anlayınca da Tessio’yu Maranzano’nun peşine koydu. Bu arada Maranzano savaşın sona erdirilmesi, barış yapılması için Vito Corleone’ye elçiler yolluyor­ du. Corleone çeşitli nedenler uydurarak onları gör­ mekten kaçındı. Maranzano’nun askerleri liderlerini terkediyorlardı. Kaybedilmiş bir dava uğruna ölmek istemiyorlardı. Şimdi kumarhaneler haracı Corleone örgütüne veriyorlardı. Savaş sona ermek üzereydi. 1933 Noel’i öncesinde Tessio, Maranzano’nun savunma hatlarından içeri girebildi. Maranzano’nun yardımcıları anlaşmaya hazırdılar; liderlerini onlara teslim etmeyi kabul etmişlerdi. Maranzano’ya, Brooklyn’deki bir lokantada Corleone ile görüşmeler yapı­ lacağını söylediler. Kendileri de Maranzano’ya muha­ fızlık ettiler. Sonra Maranzano’yu lokantada, Tessio ile dört adamı içeri girerken tek başına bırakıp kaç­ tılar. Mesele çabucak halledildi. Maranzano’nun, yarı yarıya çiğnenmiş ekmekle dolu ağzına kurşunları sık­ tılar. Savaş sona ermişti. Maranzano imparatorluğu Corleone’nin örgütüne katıldı. İşler yoluna kondu. Savaş sona ermişti ama şimdi Vito Corleone’nin başı ailesiyle dertteydi. Sonny Corleone on altı yaşına girmiş, uzun boy­ lu, güçlü kuvvetli bir erkek olmuştu. Yaşından da­ ha büyük gösteriyordu. Geniş omuzları, yuvarlak bir yüzü vardı. Fredo sessiz sedasız bir çocuktu. Michael ise henüz yürümeye başlamıştı. İçlerinde en afacanı, başı durmadan belâya giren Sonny idi. Boş yere onun­ la bununla kavga ediyor, okulda derslerine çalışmı­ yordu. Oğlanın vaftiz babası olan Clemenza, Don Corleone’yle görüşme zamanının geldiğini düşünerek bir akşam, Sonny’nin silâhlı bir hırsızlık olayına karıştı­ ğını anlattı. Aptalca bir işti bu ama sonu kötüye gi­ debilirdi. Çete reisinin Sonny olduğu kesindi. Diğer iki çocuk da yardımcısıydı. Vito Corleone pek seyrek öfkeye kapılırdı. Ama bu kez öfkesi müthiş oldu. Tom Hagen üç yıldır evin­ de oturuyordu. Yetimin de hırsızlık olayına karışıp


karışmadığını sordu. Clemenza karışmadığını bildirdi. Sonny’nin, Genco Pura şirketinin yazıhanesine getiril­ mesi için bir araba yolladı. Hayatında ilk kez yeniliyordu. Oğluyla yalnız ka­ lınca ağzına geleni söyledi ona. «Böyle bir işe kalkış­ maya ne hakkın var?» diye sordu öfkesi yatışınca, «ne demeye giriştin bu hırsızlığa?» Sonny öyle duruyor, cevap vermiyordu. Don nef­ retle : «Ne kadar aptalsın,» dedi, «ne kazandın san­ ki? Her birinize elli dolar düştü mü? Yoksa yirmişer dolar mı? Yirmi dolar için hayatını tehlikeye attın, ha?» Sonny, son sözleri duymamış gibi : «Fanucci’yi öldürdüğünüzü gördüm,» dedi. Don : «Yaa!» diyebildi. Kendini koltuğuna bıraktı. Bekledi. Sonny : «Fanucci evden çıkınca annem artık içe­ ri girebileceğimi söyledi,» diye devam etti, «sizin ça­ tıya çıktığınızı görünce peşinizden gittim. Her şeyi gördüm. Tabancayla cüzdanı yok edişinizi de.» Don içini çekti : «O halde sana terbiye vermeye hakkım yok» dedi, «okulu bitirmek istemiyor musun? Avukat olmak istemiyor musun? Avukatlar evrak çan­ talarıyla eli silâhlı, maskeli bir hayduttan çok daha fazla para çalarlar.» Sonny ona sırıtarak gülümsedi. Küstah bir ta­ vırla : «Ben aile işine girmek istiyorum,» dedi. Babası­ nın cevap vermediğini, yaptığı espriye gülmediğini görünce : «Zeytinyağının nasıl satıldığını öğrenmek istiyorum,» diye ekledi hemen. Don yine cevap vermedi. Sonunda omuzlarını silkti : «Her insanın bir kaderi vardır,» dedi. Fanucci’nin öldürülmesine tanıklık etmesinin Sonny’nin ka­ derini hazırladığını söylemedi. «Yarın sabah saat do­ kuzda buraya gel,» dedi. «Genco sana ne yapman ge­ rektiğini gösterir.» Oysa Genco Abbandando zeki ve anlayışlı b'r Consigliori idi. Don’un düşüncesini anladı. Sonny’yi genellikle babasının muhafızı olarak kullandı. Bövlece oğlan asıl işin ince yanlarını görüp öğrenecek, Don olmaya hazırlanacaktı.


Sonny babasıyla anlaşamadı. Çabuk sinirlenen bir kişiliğe sahipti. Oysa Baba tehdit savurmanın ap­ talca bir davranış olduğu kanısındaydı, insanın öfke­ sini belli etmesi kadar tehlikeli, hatalı bir şey ola­ mazdı. Hiç kimse Don Corleone’nin en küçük bir teh­ dit savurduğunu, yahut kendisini kaybedercesine si­ nirlendiğini görmemişti. Böylece Sonny’ye kendi ilke­ lerini öğretmeye çalıştı. Düşmanı aldatmak için, ona gerçek gücünü göstermemek kadar faydalı bir duru­ mun olamayacağını söyledi. Caporegime Clemenza, Sonny’ye nişancılığı, çe­ şitli savunma şekillerini öğretti. Oğlan babasının' en yakın yardımcısı, arkadaşı oldu. Arabasını kullanıyor, küçük işlerine koşuyordu. Görünüşte babasının işle­ rini yüklenmeye hazırlanan ne fazla istekli, ne de faz­ la yumuşak bir kişiydi. O sıra çocukluk arkadaşı Tom Hagen üniversi­ teye gidiyordu. Fredi hâlâ lisedeydi. Michael ilkokul­ da, en küçükleri ise dört yaşındaydı. Aile Bronx’da bir apartmana taşınmıştı. Don Corleone Long Island’da bir yer almak istiyordu. Vito Corleone uzağı gören bir insandı. Amerika’­ nın bütün büyük kentleri gangster çetelerinin anlaş­ mazlıklarıyla birbirine giriyordu. Çete savaşları sü­ rüp gidiyor, yeni yetişenler kendilerine birer yer edin­ meye çalışıyorlardı. Corleone gibileri sınırlarını ve ka­ zanç bölgelerini güven altında tutma çabasındaydılar. üstelik hükümet çok sert tedbirler almaya başlamış­ tı. Bir gün kendi başı da derde girebilirdi. New York’taki anlaşmazlıklara bir son vermeyi kararlaştırdı. Giriştiği işin tehlikelerinden habersizdi, ilk yılı New York’un çeşitli çete reisleriyle görüşerek geçir­ di. Sonunda anlaşmanın imkânsız olduğunu anladı. Çünkü her kafadan bir ses çıkıyor, istekler, görüşler birbirini tutmuyordu. Diğer büyük yöneticiler ve ka­ nun koyucular gibi Don Corleone de, bu meselenin ancak Amerika’da çetelerin sayısının azaltılmasıyla sağlanacağını anladı. Saf dışı bırakılamayacak kadar güçlü olan beş, altı «Aile» vardı. Bunların dışında kalanlar, ortalığı ka­ sıp kavuran şantajcılar, serbest çalışan haraççılar, ka­


nun adamlarının himayesinden uzak bölgelerde gerek­ li haracı vermeden çalışan diğer gangsterler iş haya­ tından çekilmeliydiler. Böylece, Don Corleone bu ki­ şilere karşı savaşa girişti. Corleone örgütünü bütün güçleriyle üstlerine yolladı. New York bölgesinin barış ve sükûna kavuşması üç yıl içinde başarıldı; beklenmedik bazı olaylar da geçmedi değil. Başlangıçta talihleri yolunda gitmi­ yor gibiydi. Baha’nın saf dışı bırakılmasını istediği bir grup İrlandalI haydut neredeyse başarıya ulaşıyordu. Raslantı ve intihar gibisinden bir gözüpeklikle, İrlan­ dalI haydutlardan biri Don Corleone’nin koruyucu hattını yarıp geçti. Baba’nın göğsüne bir kurşun göm­ dü. Adam derhal mermi yağmuruna tutuldu ama zarar görmüştü bir kez. İşte bu olay Santino Corleone’ye beklediği fırsa­ tı verdi. Babasının çalışamaz olduğu bu dönemde, caporegime rütbesiyle kendi regime’sinin başına ge­ çerek, genç, muzaffer bir Napolyon gibi savaş dehâ­ sını gösterdi. Aynı zamanda Don Corleone’de bulun­ mayan, acımak bilmez bir insafsızlığa sahip olduğunu da ispatladı. 1935’den 1937 yılına kadar Sonny Corleone, yer­ altı örgütünün şimdiye kadar tanıdığı en kurnaz ve insafsız kaatil olarak tanındı. Yine de Luca Brasi adın­ daki kişinin, insanın iliklerini donduran korkunç ünü onunkini gölgeliyordu. Geri kalan İrlandalIların peşine de Luca Brasi ta­ kıldı. Tek başına hepsini sildi süpürdü. Altı güçlü aile­ den biri işe karışmaya, bağımsızları korumaya çalı­ şınca uyarı niyetine bu ailenin reisini öldüren yine tek başına Brasi oldu. Bundan kısa bir süre sonra Ba­ ha’nın yarası iyileşti ve bu aileyle barış yaptı. 1937 yıllarında, bazan kaçınılmaz olan küçük an­ laşmazlıkların, küçük olayların dışında New York’da barış ve düzen sağlanmış bulunuyordu. Surları dışında dolaşan barbar kavimleri göz hap­ sinde tutan eski çağların site yöneticileri gibi, Don Corleone de kendi dünyası dışındaki âlemini dikkatle izliyordu. Hitler’in gelişini, Ispanyol Cumhuriyetçile­ rinin yenilgisini, Almanya’nın Münih Anlaşmasıyla si-


lâhlandırılmasını dikkatle inceledi. Gittikçe yaklaşan dünya savaşını ve bunun getireceği sonuçları bütün açıklığıyla gördü. Kendi dünyası eskisinden daha sağ­ lam ve dokunulmaz olacaktı. Bu kadarla kalınmıyordu elbette; ileriyi gören, açıkgöz kişiler savaş sırasında da servet yapabilirlerdi. Bunun için dış dünyada savaş bütün hızıyla sürüp giderken kendi dünyasının barış içinde olması gerekiyordu. Don Corleone bildirisini Amerika Birleşik Dev­ letlerinin bütün eyaletlerine yaydı. Los Angeles, San Francisco, Cleveland, Chicago, Filadelfiya, Miami ve Boston’dan çete reisleriyle konuştu. Şimdi Baba yer­ altı örgütünün barış temsilcisiydi; 1939 yılına doğru herhangi bir liderden daha başarılı olarak, ülkenin en güçlü yeraltı örgütleri arasında bir anlaşma kurmayı başardı. Amerika Birleşik Devletleri’nin Anayasası gi­ bi, bu anlaşmayla Don Corleone’nin kentinde ya da eyaletindeki her üyenin güvenliği sağlanmış oluyor­ du. Anlaşma yalnız nüfuz bölgesini içine alıyor, yer­ altı örgütünde barışın güçlenmesini sağlıyordu. 1939 yılında savaş patlayıp, Amerika Birleşik Devletleri 1941’de savaşa katıldığında Don Vito Cor­ leone’nin dünyası, yükselen Amerika’nın bütün diğer sanayi kollarıyla hareketli ürünü eşit oranda paylaş­ mak için tam anlamıyla hazırdı; barış içindeydi. Cor­ leone Ailesinin karaborsadan OPA gıda karnesi, ben­ zin karnesi, hatta yolculuk etme hakları sağlayan bir kolu vardı. Hükümetle anlaşmaları olmadığından, ye­ teri kadar hammadde bulamayan konfeksiyon sanayi­ ine karaborsadan gerekli yardımı sağlayabilirdi. Hat­ ta Don Corleone, örgütündeki askerlik çağına gelmiş bütün gençleri, yabancıları ilgilendiren bu savaşa ka­ tılmaktan kurtarabiliyordu. Bunu da, askerlik yoklama­ sına gitmezden önce hangi ilâçların alınması gerekti­ ğini öğütleyen, yahut gençleri savaş endüstrisinde ça­ lıştırıp askere alınmaktan alakoyacak yerlere yerleşti­ ren emrindeki doktorların yardımıyla gerçekleştiriyor­ du. Gerçekten de Don Corleone yönetimiyle pururlanabilirdi. Ona bağlılık yemini edenler için dünyası a_üven doluydu; yasalara, düzene inananlar savaşta ölüp


gidiyorlardı. Mide bulandıran tek şey, öz oğlu Michael Corleone’nin yardım teklifini reddetmesi, vatanına ya­ rarlı olabilmek için askere gönüllü gitmesi oldu. Ör­ gütündeki birkaç gencin daha aynı şekilde davrandık­ larını Baba hayretle gördü. Durumu caporegime’sine anlatmaya çalışan gençlerden biri şöyle söyledi : «Bu ülke bana karşı çok iyi davrandı.» Bu sözler Baba’ya iletilince Vito Corleone : «Ona ben de iyilik ettim,» dedi öfkeyle. Söz konusu kişilerin durumu çok kötü olabilirdi ama oğlu Michael’i bağışladığı gibi, Baha’­ larına ve kendilerine olan görevlerini yanlış niteleyen diğer gençleri de bağışladı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Don Corleone düzenini yeniden değiştirmesi gerektiğini anladı. Dün­ yası, kendi dışındaki geniş dünyaya ayak uydurma­ lıydı. Bunu da hiç bir zarara uğramadan yapacağına inanıyordu. Tecrübelerine dayanarak inanıyordu buna. Onu doğru yola sokan şey iki özel olaydan doğuyordu. Mesleğinin ilk günlerinde, bir fırıncının yanında çı­ raklık eden o zamanların genç Nazorine’si ondan yardım istemeye gelmişti. Nazorine ile iyi bir Italyan kızı olan müstakbel karısı para biriktirmişler ve ken­ dilerine tavsiye edilen toptan mobilya satan birine üç yüz dolar gibi önemli bir para ödemişlerdi. Bu toptan­ cı Nazorine ile nişanlısının dairelerini döşemek için gerekli her şeyi almalarını kabul etti, iki dolabı ve masa lâmbaları olan sağlam bir yatak odası takımı; simli kumaş kaplı divan ve koltuklar da verdi. Nazo­ rine ile nişanlısı, ev eşyalarıyla dolu depoda istedik­ leri eşyaları seçerek mutlu bir gün geçirdiler. Top­ tancı alınlarının teriyle kazandıkları üç yüz doları csbine attı, eşyanın hafta içinde kiraladıkları daireye yollanacağını söyledi. Oysa, hemen o hafta mobilyaları aldıkları toptan­ cı iflâs etti. Büyük deponun kapısı mühürlendi ve ala­ caklılar tarafından üzerine tedbir kondu. Mal sahibi diğer alacaklıların öfkelerinin geçmesini beklemek için ortadan kaybolmuştu. Alacaklılardan biri olan Nazorine avukatına gitti, avukat duruşma sona erin­ ceye ve bütün alacaklıların paraları ödeninceye kadar


hiç bir şey yapılamayacağını söyledi. Bu da üç yıl sürebilirdi. Nazorine bir dolarına karşılık on sent ala­ bilirse kendini mutlu saymalıydı. Vito Corleone bu hikâyeyi dinledi ama bir türlü inanamıyordu. Yasaların böyle bir hırsızlığa göz yu­ mabilmesi olanaksızdı. Dükkân sahibinin kendine öz­ gü saray gibi bir evi, Long Island’da malikânesi, lüks bir otombili vardı; çocuklarını üniversitede okutuyor­ du. Zavallı fakir fırıncı Nazorine’nin üç yüz dolarını nasıl iç eder, parasını ödediği eşyaları vermezdi? Yi­ ne de Vito Corleone, emin olmak için Genco Abbandando’dan Genco Pura zeytinyağı şirketinin avukat­ larıyla görüşmesini istedi. Nazorine’nin anlattıklarını avukatlar araştırdılar. Toptan mobilya satıcısı bütün özel servetini karısının adına geçirmişti. Mobilya satan mağazası anonim şirketti. Kendisi şahsen sorumlu değildi. Evet, iflâs edeceğini bile bile Nazorine’nin parasını almakla iyi etmemişti ama her zaman, her yerde görülen bir olaydı bu. Yasalara göre yapılacak bir şey yoktu. Tabii mesele kolayca çözümlendi. Don Corleone Consigliori’si olan Genco Abbandando’yu toptancıya konuşmaya yolladı. Beklediği gibi, açıkgöz iş adamı rüzgârın ne yana estiğini derhal sezdi; Nazorine’nin eşyasını almasını sağladı. Bu, genç Vito Corleone için ilainç bir ders oldu. ikinci olayın yankıları daha uzaklara erişti. 1939 da Don Corleone ailesini kent dışına çıkarmaya ka­ rar vermişti. Her baba gibi çocuklarının daha iyi okul­ lara gitmesini, daha iyi arkadaşlar edinmesini istiyor­ du. Kendi özel nedenlerinden ötürü de, şöhretinin bi­ linmediği taşra hayatını yeğ tutuyordu. O sıra içinde yanlış inşa edilmiş dört evin bulunduğu, ama daha fazlasının da yapılabileceği kadar bol arsası olan Long Beach’deki yeri aldı. Sonny, Sandra ile resmen nişanlanmıştı; yakında evleneceklerdi; evlerden biri onların olacaktı. Diğerlerinde Don Corleone oturacak­ tı. üçüncüsü Genco Abbandando ile ailesi içindi. Dör­ düncüsü bir süre için boş bırakıldı. Evlerin satın alınmasından bir hafta sonra, üç kişilik bir işçi grubu kamyonlarıyla geldiler. Long Be-


ach şehrinin kalorifer kontrol memurları olduklarını ileri sürdüler. Baba’nın genç muhafızlarından biri on­ ları kalorifer kazanının bulunduğu zemin katına in­ dirdi. Don Corleone, karısı ve Sonny bahçede otur­ muş dinleniyor, tuzlu deniz havasının tadını çıkarıyor­ lardı. Genç muhafız gelip Don Corleone’yi eve çağır­ dı, İri yarı üç işçi fırının çevresinde duruyorlardı. Fı­ rını parçalara ayırmışlardı; parçalar yerlere yayılmış­ tı. işçilerin reisi olduğu anlaşılan biri, otoriter bir ses­ le : «Kazanınız berbat bir halde,» dedi, «onarıp yeni­ den kurmamızı isterseniz, işçilik ve gerekli parçalar için yüz elli dolar ödeyeceksiniz. O zaman belediye­ nin kontrolünden de kurtulursunuz.» Cebinden, kırmı­ zı kâğıda basılı bir etiket çıkardı : «Bu mührü oca­ ğın üstüne basacağız, o zaman belediyeden hiç kim­ se sizi rahatsız etmez.» Don Corleone pek ilgilenmedi. Yeni bir eve ta­ şınmanın gerektirdiği sorunlarla uğraşmak için ken­ di işini ihmal ederek sıkıntılı ama sakin bir hafta ge­ çirmişti. Aslından daha bozuk bir İngilizceyle, «Size para vermezsem kazanım ne olur?» diye sordu. Üç işçinin reisi olan adam omuz silkti : «Kazanı bu halde bırakırız,» diyerek yere yayılmış olan maden parçalarını işaret etti. Don yumuşak bir sesle : «Bekleyin, parayı geti­ reyim,» dedi. Bahçeye çıktı. Sonny’ye : «Dinle, aşağı­ da ocakla ilgilenen birkaç kişi var,» dedi, «ne iste­ diklerini anlamıyorum. Git, çaresine bak.» Bunu yalnız şaka niyetine söylememişti. Oğlunu kendisine yar­ dımcı yapmak istiyordu. Bu da Sonny’nin geçmesi gereken deneylerden biriydi. Sonny’nin meseleyi çözüm şekli babasını pek sevindirmedi. SicilyalIlara özgü incelikten yoksun, çok sert ve açık bir çözümlemeydi bu. Sonny kılıç değil, sopaydı. Çünkü işçinin isteğini dinler dinlemez üçü­ nü tabancasıyla tehdit ederek bir güzel falakaya ya­ tırmış, sonra-kazanı yeniden kurdurup ortalığı temizletmişti. üstlerini başlarını araştırmış, işçilerin aslın­ da, merkezi Suffolk Eyaletinde olan bir bina onarım şirketine bağlı bulunduklarını anlamıştı. Şirket sahi­


binin adını da öğrendi. Sonra üç işçiyi tekmeliyerek kamyonlarına itti : «Sizi bir daha Long Beach’de gör­ meyeyim,» dedi, «ananızdan emdiğiniz sütü burnu­ nuzdan getiririm.» Genç Santino’nun, yaşlanmazdan ve zalimleşmezden önce yardım elini, içinde yaşadığı topluma uzatması tipik davranışıydı. Adı geçen şirketin sahi­ bine gitti. Bir daha adamlarını Long Beach bölgesine yollamamasını söyledi. Corleone Ailesi bölge polisiyle gereken iş ilişkilerini kurunca, bu gibi yakınmalardan ve profesyonel serserilerin işlediği bütün suçlardan haberdar oldular. Bir yıldan daha kısa bir süre sonra Long Beach, Amerika Birleşik Devletleri içinde en az suç işlenen yer haline geldi. Profesyonel serserilerle kabadayılara Long Beach’de çalışmamalarını belirten tek bir uyarıda bulunuldu. İkinci bir suç işlediklerinde kentten atılıyorlardı. Kapıdan kapıya ev eşyaları satan düzenbazlara, serserilere, kendilerine Long Beach’de iş olmadığı kibarca ihtar edildi. Yörenin yasaya ve gerekli otoriteye saygı göstermeyen genç serserile­ rine, buradan gitmeleri babaca bir tavırla öğütlendi. Long Beach örnek bir kent oldu. Don Corleone’yi asıl etkileyen şey, bu kapıdan kapıya satış yapan düzenbazların yasa gözünde suçlu sayılmamalarıydı. Don Corleone’nin yeteneklerine sa­ hip bir kişiye, bu dış dünyada, dürüst bir gençten çok daha fazla iş vardı. O dünyaya girebilmek için ge­ rekli hazırlıkları yaptı. Böylece savaş sona erinceye, Türk Sollozzo barı­ şı bozup Don Corleone’nin dünyasını kendi savaşına katıncaya, onu hastaneye düşürünceye kadar Baba, Long Beach’de imparatorluğunun sınırlarını genişletip güçlendirerek, mutlu bir hayat yaşadı.


ON BEŞİNCİ BÖLÜM

NEW Hamshire’in bu kasabasında geçen her ilginç olay pencerelerinin gerisinden sokağı gözetleyen ev kadınları, kapı önlerinde pinekleyen dükkâncılar ta­ rafından gerektiği şekilde izlenirdi, işte New York plâkalı siyah araba Adams’ların evi önünde durdu­ ğunda, birkaç dakika içinde kasabada bundan haberi olmayan kalmamıştı. Üniversite öğrenimi görmüş olmasına rağmen as­ lında bir kasaba kızı olan Kay Adams, o sıra yatak odasının penceresinden sokağa bakıyordu. Sınavları­ na çalışmış, öğle yemeği için aşağı inmeyi düşünü­ yordu ki siyah arabanın yolun aşağısından geldiğini ve evlerinin önünde durduğunu gördü. Arabadan filimlerdeki gangsterlere benzeyen iri yarı iki adam çıktı. Kay Adams kapıyı açmak için koşarak aşağı in­ di. Onların Michael yahut ailesi tarafından yollandığın­ dan emindi, gerekli tanıştırma yapılmadan annesi ya­ hut babasıyla konuşmalarına meydan vermek istemi­ yordu. Mike’in arkadaşlarından utandığı yoktu, ama annesiyle babası eski kafalı New England’lı Amerika-


Iılardı. Böyle kişilerle değil ahbaplık etmesine, ta­ nışmış olmasına bile bir anlam veremezlerdi. Tam kapının önüne geldiği sıra zil çaldı. Kay an­ nesine: «Ben bakarım,» diye seslendi. Kapıyı açtı. İki adam şimdi karşısında duruyorlardı. Biri silâhını çekmek istermiş gibi elini ceketinin cebine attı. Kay bu davranışla öyle irkildi ki, hafif bir çığlık attı. Oysa adam cebinden kimlik kartını çıkarmış, Kay’e gös­ teriyordu. «Ben New York’tan detektif John Philips’im.» Yanındaki kalın kaşlı, esmer adamı işaret ede­ rek : «Bu da yardımcım detektif Siriani,» dedi. «Sız Miss Kay Adams’sınız, değil mi?» Kay başını salladı. Philips : «İçeri girebilir mi­ yiz? Sizinle birkaç dakika görüşmek istiyorum,» de­ di. Kay içeri girmeleri için kenara çekildi. Tam o sı­ ra babası çalışma odasının kapısında göründü. «Ne var, Kay?» Babası kır saçlı, kibar görünüşlü, ince yapılı bir erkekti. Kasabadaki Baptis kilisesinin papazlığını ya­ pıyordu. Dinî çevrelerde bilim adamı olarak da ün salmıştı. Kay babasını pek iyi tanımazdı. Ama kendi­ sini çok sevdiğini bilirdi. Baba-kız birbirlerine pek bağlı değildiler, ama Kay ona güvenirdi. «Bu beyler detektif, babacığım,» dedi kısaca, «tanıdığım bir genç hakkında bana sorular soracaklarmış.» Baba Adams hiç de şaşırmış görünmedi. «Niçin çalışma odama gelmiyorsunuz?» dedi. Detektif Philips : «Kızınızla yalnız konuşmak is­ tiyorum Mr. Adams,» cevabını verdi. Mr. Adams nazik bir tavırla : «Buna ancak Kay karar verir.» dedi, «yavrum, benim yahut annenin ya­ nında olmamızı ister misin?» Kay başını salladı: «Yalnız konuşmak istiyorum.» Mr. Adams, Philips’e : «Yemeğe kalacak mısı­ nız?» diye sordu. İki adam kalmayacaklarını söyledi­ ler. Kay, onları çalışma odasına aldı. Genç kız babasının geniş deri koltuğuna oturdu. Detektifler de divanın ucuna rahatsız bir şekilde iliş­ tiler. Detektif Philips : «Miss Adams, üç haftadan be­ ri Michael Corleone’yi gördünüz yahut kendisinden


bir haber aldınız mı?» diyerek konuşmayı açtı. Bu so­ ru Kay Adams’ı uyarmaya yetti, üç hafta önce gaze­ telerde bir New York polisiyle, uyuşturucu madde ka­ çakçısı Virgil Sollozzo’nun öldürüldüğünü okumuştu. Gazete cinayetlerin Corleone Ailesinin adamları tara­ fından işlendiğinden kuşkulanıldığını da yazıyordu. Kay başını salladı : «Hayır, son gördüğümde Mic­ hael hastanede yatan babasını ziyarete gidiyordu. Bir ay kadar önce oldu bu.» Öteki detektif sert bir sesle : «Michael Corleone ile son buluşmanızdan haberimiz var,» dedi, «biz da­ ha sonra ondan haber alıp almadığınızı öğrenmek is­ tiyoruz.» «Ne gördüm, ne de haber aldım.» Detektif daha nazik bir tavırla : «Kendisinden bir haber alırsanız bize bildirin Miss Adams,» dedi. «Mic­ hael Corleone ile işbirliği yaparsanız kendinizi büyük bir tehlikeye atmış olursunuz.» Kay oturduğu yerde dikleşti: «Ona niçin yardım etmeyecekmişim? Biz evleneceğiz. Birbirimize yar­ dımcı olmamızdan daha tabii bir şey var mı?» Detektif S iria n i: «Ona yardım ederseniz siz de cinayetle suçlanırsınız,» dedi. «Erkek arkadaşınız New York’lu bir polisle, Virgil Sollozzo’yu öldürdü. Ci­ nayetleri Michael Corleone’nin işlediğini biliyoruz.» Kay güldü. Gülüşü öyle tabii, öyle kuşku doluy­ du ki, iki detektif şaşırdılar. «Mike cinayet işleyecek bir tip olamaz,» dedi, «onun ailesiyle bir ilişkisi yoktu. Kızkardeşinin düğününe gittim. Michael ailesi içinde bir yabancı gibiydi. Hiç bir şeylerine karışmıyordu. Eğer şimdi saklanıyorsa adının gazetelerde geçmesi­ ni istemediğindendir. Mike bir gangster değil. Onu sizden çok daha iyi tanırım. Cinayet işlemeyecek ka­ dar yufka yürekli, duygulu bir erkektir. Yasalara say­ gısı büyüktür. Tek bir kere olsun yalan söylediğini duymadım.» Detektif Philips : «Onu ne kadar zamandır tanı­ yorsunuz?» diye sordu. «Bir yıldan fazla oldu.» Kay iki erkeğin gülüm­ sediklerini görünce şaşırdı. «Bilmeniz gereken şeyler var,» dedi. Detektif


Philips. «Babasını ziyaret etmeye gittiği gece hasta­ neye görevli olarak gelen bir polisle tartıştı. Polise hakaret etti. Polis de çenesine bir yumruk indirmek zorunda kaldı. Michael Corleone’nin çene kemiği kı­ rıldı; birkaç dişini kaybetti. Dostları onu Long Beach’deki eve götürdüler. Ertesi gece hastane kapı­ sında tartıştığı polis memuru öldürüldü ve Michael Corleone ortadan kayboldu. Yer yarıldı içine girdi sanki. Bizim de habercilerimiz, adamlarımız var. Hep­ si de suçlunun Michael Corleone olduğundan emin. Ama elimizde delil yok. Lokantanın garsonu, Mike’i resminden tanıyamadı, ama şahsen görse bir şey söy­ leyebilir. Sollozzo’nun şoförünü sorguya çektik. Adam konuşmaktan kaçındı. Michael Corleone’yi ele geçir­ sek şoförü konuşturması kolay. Şimdi FBI dahil, her­ kes onu arıyor. Şimdiye, kadar bir şey elde edemedik. Sonra belki bize bir ipucu verirsiniz diye size gel­ dik.» Kay soğuk bir tavırla : «Söylediklerinizin bir tek kelimesine olsun inanmıyorum,» dedi. Oysa Mike’in çenesinin kırıldığına inanıyor, ama çenesini kırdılar diye Mike’in cinayet işleyebileceğini aklına bile getir­ miyordu. «Mike size bir haber salarsa bize bildirir misi­ niz?» diye sordu Philips. Kay bildirmiyeceğini söyledi. Detektif S iria n i: «İkinizin yakın arkadaş olduğunuzu biliyoruz,» dedi kaba bir tavırla. «Otel defterlerindeki kayıtları gör­ dük. Tanıdıklarımız da var. Haberin gazetelere geç­ mesini sağlarsak annenizle babanız güç durumda ka­ lır. Kızlarının bir gangsterle ilişki kurması onlar gibi saygıdeğer kişilerin hiç hoşuna gitmez. Şimdi bildik­ lerinizi anlatmazsanız her şeyi babanıza da annenize de söyleyeceğim.» Kay ona hayretle baktı. Sonra ayağa kalktı. Ka­ pıya gitti. Açtı. Babasını, oturma odasının pencere­ si önünde durmuş piposunu tüttürdüğünü gördü. «Ba­ bacığım, lütfen gelir misiniz?» dedi. Mr. Adams dön­ dü. Kızına gülümsedi. Geldi. «Kızının beline kolunu doladı. Detektiflere döndü : «Evet beyler?» dedi. Onlar bir şey söylemeyince Kay sakin bir tavır­


la : «Babama her şeyi anlatın memur bey,» dedi De­ tektif Siriani’ye.» Siriani kıpkırmızı kesildi. «Mr. Adams, kızınızın iyiliğini düşünerek söylüyorum. Miss. Kay, bir polis memurunu öldürdüğünden emin olduğumuz bir gangs­ terle ilişki kurmuş durumda. Bizimle işbirliği yapmaz­ sa başı belâya girebilir. Oysa kendisi durumun ne kadar ciddi olduğunu anlamıyor. Belki siz onu ikna edebilirsiniz.» Mr. Adams nazik bir tavırla : «Böyle bir şeye inan­ mam,» dedi. Siriani : «Kızınızla Michael Corleone bir yıldan beri arkadaşlık ediyorlar,» diyerek sözüne devam etti. «Otellerde kendilerini karı-koca göstererek kaldılar. Michael Corleone cinayet suçuyla aranıyor. Kızınız da bize yararlı olabilecek bilgiyi vermekten kaçını­ yor. Durum böyle. Siz inanmayabilirsiniz ama benim delillerim var.» Mr. Adams aynı nezaketle : «Sizin sözlerinize inanmıyor değilim, memur bey,» dedi, «inanmadığım şey kızımın başının dertte olabilmesi. O ne yaptığını bilen bir insandır.» Kay başını kaldırdı. Babasına hayretle baktı. Me­ seleyi bu kadar hafiften alması inanılacak şey de­ ğildi. «Yine de,» dedi Mr. Adams kesin bir tavırla, «de­ likanlı evime gelmeye kalkışırsa size haber veririm. Kızımın da aynı şeyi yapacağına eminim. Şimdi özür dilerim, yemeğimiz soğuyor. Bize izin verin.» Detektifleri yo'cu etti. Sonra Kay’e döndü. Elin­ den tuttu. «Gel yavrum,» dedi, «annen bizi vemeöe bekliyor.» Birlikte evin arka tarafındaki mutfağa git­ tiler. Kay babasının davranışı, derin aüveni ve sevgisi karşısında duygulanmış ağlıyordu şimdi. Mutfakta annesi onun göz yaşlarını aörmezlikten geldi. Babası iki detektiften söz etmiş olmalıydı. Masadaki yerine oturdu. Annesi tabağına yemek koydu. Babası yemek duasını yaptı. Mrs. Adams kısa boylu, tombul bir kadındı. Dai­ ma düzenli ve titiz giyinirdi. Kay onu hiç perişan, ba­


kımsız bir halde görmemişti. Kay’e karşı bir parça soğuk davranırdı. Şimdi de aynı şeyi yaptı : «Rica ederim Kay, bırak bu saçmalığı. Yok yere mesele çı­ karmaya çalıştıklarına eminim. Ne de olsa oğlan Dartmouth üniversitesinde okuyor. Böyle bir olaya karışması imkânsızdı.» Kay başını hayretle kaldırdı. «Mike’in Dartmouthda okuduğunu nereden biliyorsunuz?» Annesi büyük bir rahatlıkla: «Gençler kendile­ rini pek akıllı sanırlar,» dedi, «işin başından beri ar­ kadaşını biliyorduk. Ama konuyu senin açmanı bek­ ledik.» «Ama nasıl bilebilirsiniz? Kay babasının yüzüne bakamıyordu. Onun, Mike’la karı-koca hayatı yaşadı­ ğını bildiğinden emindi. Mr. Adams sakin bir tavırla : «Mektuplarını açıp okuduk,» dedi. Kay sinirlenmiş, dehşete kapılmıştı. Şimdi baba­ sının yüzüne bakabilirdi artık. Onun yaptığı kendisi­ ninkinden çok daha utanç vericiydi çünkü. Babasının böyle bir şey yaptığına inanamıyordu. «Baba, yapa­ mazsınız bunu,» diyebildi. Mr. Adams : «Ne de olsa çok saf ve tecrübesiz bir kızsın, yavrum,» dedi, «dikkatli davranmamız ge­ rekiyordu. Sen de bize hiç bir şey anlatmıyor, söyle­ miyordun.» İlk kez Kay, Michael Corleone’nin mektuplarının sevgi kelimeleriyle dolu olmadığına şükretti. Ailesi Mike’a yazdığı mektupları okursa ne yapardı acaba? «Size ondan söz etmedim. Çünkü ailesini beğenme­ yeceğinizi, dehşete kapılacağınızı düşündüm.» Mrs. Adams neşeyle : «Dediğin gibi oldu kızım,» dedi, «gerçekten çok kaygılandık. Doğrusunu söyle, Michael bu arada sana hiç haber saldı mı?» Kay başını salladı : «Onun suçlu olabileceğine inanmıyorum.» Annesiyle babasının birbirlerine baktıklarını gör­ dü. Mr. Adams : «Suçlu olmadığı halde ortadan kay­ bolduğuna göre Michael’in başına bir şey geldi de­ mektir,» dedi.


Önce Kay bu sözlerin anlamını kavrayamadı. Son-I ra masadan kalktı. Koşarak odasına gitti.

Uç gün sonra Kay Adams, Corleone’lerin Long Beach’deki evi önünde arabadan iniyordu. Gelmeden önce telefon etmişti. Bekliyorlardı : Tom Hagen kar­ şıladı onu. Kay hayal kırıklığına uğramıştı. Çünkü Tom Hagen’le bir şey konuşamayacağını biliyordu. Oturma odasında Tom ona içki ikram etti. Evin içinde dolaşan başka erkekler de vardı, ama Kay, Sonny’yi görmedi. Tom Hagen’e : «Mike’in nerede ol­ duğunu biliyor musunuz?» diye sordu doğrudan doğ­ ruya. «Onunla nasıl temasa geçebilirim?» Hagen: «Mike’in nerede olduğunu bilmiyoruz ama kaygılanacak bir durum yok,» dedi, «polis öldü­ rüldüğünü duyunca kendisini suçlayacaklarından kork­ tu. Bir süre buradan uzak durmayı uygun gördü. Bir­ kaç aya kadar bizimle temasa geçe.ceğini umuyorum.» «Polis Mike’in çenesini gerçekten kırdı mı?» «Haklısınız. Böyle bir şey oldu. Ama Mike kinci değildir. Olanlarla bir ilişkisi olmadığına eminim.» Kay çantasını açtı. İçinden bir mektup çıkardı. «Bulunduğu yeri size bildirdiği zaman bu mektubu ona yollar mısınız?» Hagen başını sa lla d ı: «Mektubunuzu alamam,» dedi, «polisçe sorguya çekilir, bana bu mektubu ver­ diğinizi söylerseniz, Mike’in nerede olduğunu bildi­ ğimi sanırlar. Niçin bir parça beklemiyorsunuz? Mi­ ke’in sizinle temasa geçeceğine eminim.» Kay içkisini bitirdi. Gitmek için kalktı. Hagen onunla koridora kadar geldi. Sokak kapısını açtığı sı­ rada dışardan orta yaşlı, şişman bir kadının içeri gir­ mek üzere olduğunu gördüler. Siyahlar giyinmişti ka­ dın. Kay, onun Michael’in annesi olduğunu gördü. Eli­ ni u zattı: «Nasılsınız Mrs. Corleone?» dedi. Yaşlı kadının küçük, kara gözleri bir an Kay’ın Özerinde dolaştı. Sonra yüzünde bir gülmseme belir­ di. «A,» dedi, «siz Mike’in küçük sevgilisisiniz.» Koyu bir Italyan ağzıyla konuşuyordu İngilizceyi. Kay onun


söylediklerini güçlükle anladı. «Bir şey yediniz mi?» Kay yemediğini söyledi. Mrs. Corleone öfkeyle Hagen’e döndü. İtalyanca bir şeyler söyledi. Kay’in elin­ den tuttu. Onu mutfağa götürdü. «Bir fincan kahve için. Bir şeyler yiyin. Sonra biri sizi evinize götü­ rür. Trenle gitmenizi istemem.» Kay’i bir sandalyeye Dturttu. üzerindeki ceketle şapkayı çıkarıp bir san­ dalyenin arkalığına koydu. Birkaç dakika sonra ma­ sanın üzerine peynir ve salam konmuş, ocağın üze­ rindeki kahve ibriği kaynamaya başlamıştı.' Kay utana sıkıla : «Mike’i sormaya geldim,» dedi, «kendisinden bir haber alamadım. Mr. Hagen onun nerede olduğunu bilmediklerini söyledi.» Hagen sakin bir tavırla : «Ona ancak bu kadarını söyleyebiliriz,» dedi. Mrs. Corleone Hagen’e öfkeyle baktı. «Bana ne konuşacağımı, ne yapacağımı sen mi söyliyeceksin,» dedi. «Bana kocam bile emir veremez. Tanrı onu ko­ rusun.» «Mr. Corleone’nin sağlığı nasıl?» diye atıldı Kay. «İyi,» dedi Mrs. Corleone, «İyi. Yaşlandıkça dikkatsizleşiyor. Kafası eskisi gibi işlemiyor.» Kay’in bardağına kahve koydu. Onu bir şeyler yemeye zor­ ladı. Kahvelerini içtikten sonra yaşlı kadın Kay’in eli­ ni avuçları içine aldı : «Mikey sana mektup yazamaz,» dedi, «ondan haber alamayacaksın. Iki-üç yıl saklan­ ması gerekiyor. Evine dön, iyi, namuslu bir delikanlı bul, evlen.» Kay çantasından mektubu çıkardı. «Bunu kendi­ sine yollar mısınız?» dedi Yaşlı kadın mektubu aldı. Kay’in yanağını okşa­ dı: «Tabii, tabii,» dedi. Hagen itiraz etmek istedi. Ka­ dın ona İtalyanca bağırdı. Sonra Kay’i kapıya kadar götürdü. «Mike’i unut» dedi, «artık sana göre değil o.»

Kapının önünde bir araba bekliyordu. İçinde iki adam vardı. Tek bir kelime söylemeden Kay’i New York’taki oteline götürdüler. Kay de konuşmadı. Sev­ diği gencin soğukkanlı bir kaatil olduğu düşüncesi­


ne kendini, alıştırmaya çalışıyordu. Bunu en emin kay­ naktan, Mike’in annesinden öğrenmişti.

ON ALTINCI BÖLÜM

CARLO Rizzi dünyaya düşman kesilmişti. Corleone ailesine damat olduktan sonra ona Manhattan’ın Do­ ğu Yakasına küçük bir yarış acentalığı alınmış, Long Beach’deki evlerden birine yerleşeceğini ummuş­ tu. Don’un istediği zaman kiracılardan birini çıkarta­ bileceğini biliyordu. Oysa Don Corleone böyle bir şe­ yin sözünü bile etmemişti. Carlo Rizzi de kendini bir yabancı gibi, her şeyin dışında bulmuştu. Baba ona dürüst davranmıyordu. Büyük Don diye düşündü nef­ retle. Aptal basit bir sokak serserisi gibi düşmanın kurşunlarına hedef olmuştu, ölmesini diliyordu onun, Carlo Rizzi. Sonny bir zamanlar arkadaşıydı. Belki Don’un yerine Sonny geçince ona da gereken ilgiyi gösterir, aile işine alırdı. Karısının bardağına kahve koyuşunu izledi. Ev­ leneli daha beş ay olmuştu ama Connie şimdiden şiş­ manlamağa başlamıştı. Doğuya yerleşen İtalyanların köylülerden farkı yoktu. Connie büyük Don’un kızı ola­ bilirdi. Ama şimdi kendi karısıydı. Ona istediğini ya­ pabilir, söyleyebilirdi. Corleone’lerden birinin hakkın­ dan gelebilmek Carlo Rizzi’ye zevk veriyordu. Daha evliliklerinin ilk gününde, evde kimin hâ­ kim olduğunu Connie’ye anlatmaya çalışmıştı. Genç kadın düğünde armağan edilen para dolu çantayı Carlo’ya vermemek istemişti. Carlo da onu dövmüş, çan­ tayı almıştı. Parayı ne yaptığını da karısına asla söy­ lememişti. Başına dert açabilirdi. Hemen hemen on beş bin doları karı kız peşinde, gece kulüplerinde yi­ yip bitirmişti. Connie’nin kendisini seyrettiğini biliyordu. Geniş omuzlu, ince belli, sarışın bir adamdı Carlo Rizzi. Es­ mer Italyanlardan çok farklıydı. Corleone Ailesinde


çalışan Clemenza, Tessio, Rocco Lampone ile kimin ildürdüğü ortaya çıkmayan Paulie Gatto’dan çok da­ la güçlü olduğunu biliyordu. Bununla öğünüyordu da. Bir an Sonny’yi düşündü. Sonny kendisinden daha soylu ve iri yapılı olmasına rağmen onunla da başa ;ıkabilirdi. Ne kadar zalim bir insan olduğunu duy­ muştu. Gerçi ona karşı Sonny daima iyi kalpli ve cö­ mert davranmıştı. Şakadan, eğlenceden hoşlanırdı. Evet, Sonny onun dostuydu. Don öldüğü takdirde duoımun çok değişebileceğine emindi. Kahvesini yudumladı. Bu apartman katından nef­ ret ediyordu. Daha geniş, ferah yerlere alışıktı. Biraz­ dan işine gidecekti. Günlerden pazardı. Basketbol maçlarının, at yarışlarının en hızlı mevsimindeydiler. Arkasında bir takım hışırtılar işitti. Döndü. Connie gi­ yiniyordu. Yine nefret ettiği o giysiyi geçirmişti sırtı­ na. Çiçeklerle donatılmış ipekli kumaş, gösterişli bi­ lezik ve küpeler, kabarık kollar. Bu haliyle Connie yir­ mi yıl yaşlı duruyordu : «Hangi cehenneme gidiyor­ sun?» diye sordu. Connie soğuk bir tavırla: «Babamı görmeye gi­ deceğim,» dedi. «Hâlâ yataktan çıkamıyor, ziyaretçi­ ler hoşuna gidiyor.» Rizzi meraklanmıştı : «İşleri hâlâ Sonny mi yönetiyor?» Connie anlamamış gibi : «Hangi işleri?» diye sor­ du. Carlo Rizzi öfkeden deliye döndü: «Sent orosdu karı seni!» diye bağırdı. «Benimle konuşurken dik­ katli ol. Yoksa karnındaki o çocuğun hakkından geli'im.» Connie ürkmüştü. Carlo onun korktuğunu gö­ münce daha da sinirlendi. Sandalyesinden fırladı. Con­ nie’nin yüzüne bir tokat attı. Üç tokat daha vurdu. Connie’nin üst dudağının patlayıp şiştiğini gördü. Dur­ du. İz bırakmak istememişti. Connie yatak odasına kaçtı. Kapıyı kapattı. Kilitledi. Carlo kahkahalarla gül­ dü. Kahvaltısına devam etti. Giyinip gitme zamanı gelinceye kadar Carlo Riz­ zi sigara içti. Sonra kalktı. Kapıyı vurdu : «Aç şunu» dedi, «yoksa kırarım.» Cevap vermedi Connie. "Hay-; di, giyineceğim.» Connie’nin kalkıp kapıya geldiğini


duydu. Sonra anahtar kilidin içinde döndü. Carlc içeri girince Connie ona arkasını döndü. Başını duva ra çevirdi, yattı. Carlo Rizzi çabucak giyindi. Sonra Connie’nin so yunmuş olduğunu gördü. Oysa onun hastaneye git meşini istiyordu. Belki ilginç haberler getirirdi. «Ne o,» dedi, «bir tokatla kendinden geçtin bakıyorum.« «Gitmek istemiyorum.» Connie’nin sesi titriyor­ du. Carlo uzandı. Onu kendinden yana çevirdi. O za­ man Connie’nin niçin gitmek istemediğini anladı. Git­ memesi daha iyi olacaktı herhalde. Sandığından daha sert indirmişti tokatları. Con­ nie’nin sol yanağı şişmişti. Yarık dudağından da kar akıyordu. «Peki,» dedi, «ben eve geç döneceğim bı akşam. Pazar günleri çok işim oluyor.n Onu ilk dövdüğü gün Connie dosdoğru Long Be ach'deki eve koşmuştu. Carlo gerçekten korkmuştı o gün. Oysa Connie eve sakin, bir parça da şaşkır dönmüştü, örnek bir Italyan kadını olmuştu. Carlc ona karşı çok iyi davranmıştı birkaç gün. Her bakım­ dan dikkatli davranmış, Connie’nin gönlünü almıştı Ve bir gün Connie annesiyle babası tarafından nası karşılandığını anlatmıştı. Annesiyle babası kızlarını sevgiyle karşılamışlar­ dı. Olanları öğrenince babası hiç ilgilenmemişti. An­ nesi babasına Carlo Rizzi’yle konuşmasını söylemiş ama babası oralı bile olmamıştı. «Connie benim kı­ zım,» demişti, «ama şimdi kocasına ait. Italyan kralı bile karı-koca arasına girmek istemez. Evine dön Davranışlarına dikkat et, kocanın seni dövmesini ge­ rektirecek işler yapma.» Connie babasına öfkeyle : «Siz hiç karınızı döv­ dünüz mü?» diye sormuştu. Babası : «Annen kendi­ sini dövmemi gerektirecek bir davranışta bulunmadı,» demişti. İşte Connie böylece bir parça ürkmüş, bir parça korkmuş olarak eve dönmüştü. Babasının en sevdiği çocuğu olduğundan, onun bu kadar ilgisiz davranma­ sına bir anlam veremiyordu. Oysa Don Corleone göründüğü kadar ilgisiz kal­ mamıştı. Araştırma yapmıştı. Carlo Rizzi’nin onca pa-


ayı ne yaptığını öğrenmişti. Hagen attığı her adımı sildirecek bir adam koymuştu Carlo Rizzi’nin peşiıe. Bir erkek karısının ailesinden korkarsa kocalık jörevlerini yerine getiremezdi. Bu yüzden Don onla•a hiç bir şey belli etmemiş, olup biteni uzaktan izemişti. Bundan sonra Connie annesine birkaç kez iaha kocasını şikâyet etmiş, hatta ayrılmak niyetin­ de bile olduğunu söylemişti. O zaman Don gerçekten öfkelenmiş, «Karnındaki çocuğun babası olmazsa ne şe yarar?» demişti. Bütün bunları öğrenen Carlo Rizzi’nin kendine güveni artmıştı. Hatta arkadaşlarına karısını nasıl dövdüğünü anlatarak öğünmüştü bile... Don Corleo­ ne’nin kızının hakkından gelecek gücü kendinde bu­ luyordu. Oysa Carlo’nun Connie’yi dövdüğünü öğrendiğin­ de Sonny’nin nasıl öfkelendiğini bilseydi kendini bu kadar rahat hissetmezdi. Sonny ancak Babanın sert tehditleri ve sözleriyle kendini toparlamış, susmayı tercih etmişti. Bıraksalar Carlo Rizzi’yi bir yumrukta öldüreceği muhakkaktı. İşte bu güzel pazar sabahı, Carlo Rizzi, hayatın­ dan memnun arabasına atladı. Doksan altıncı sokak­ taki işinin yolunu tuttu. Sonny’nin arabasının ters yönden evine doğru geldiğini görmemişti.

Sonny Corleone geceyi Lucky Mancini ile geçir­ mişti. Şimdi eve dönüyordu. İkisi önünde ikisi de ar­ kasında olan dört muhafızla yolculuk ediyordu. Ya­ nına muhafız almayı gerekli bulmamıştı. Çünkü ön­ den yapılacak saldırıları karşılayabileceğine emindi. İki muhafız kendi arabalarıyla geliyorlardı, evleri de Lucky’ninkinin iki yanındaydı. Pek sık olmamak şar­ tıyla Lucky’nin ziyaretine gitmesinde bir sakınca yok­ tu. Eve dönerken kardeşi Connie’ye uğrayıp onu Long Beach’e oötürmeyi düşünmüştü. Carlo’nun bugün işe gideceğini, orospu çocuğunun Connie’ye bir araba olsun çağırtmayacağını biliyordu. İki muhafızın apartmana girmesini bekledi. Son­


ra peşlerinden yürüdü. Arkadan gelen otomobilin ara­ basına yanaştığını, içinden çıkan iki adamın yoiu ve çevreyi göz hapsine aldıklarını gördü. Kendisi de gözlerini dört açmıştı. Milyonda bir ihtimal de olsa karşı taraf kente indiğini haber alabilirdi, ama Sonny daima dikkatli davranıyordu. Bunu 1930 yıllarındaki savaşta öğrenmişti. Sonny asansöre asla binmezdi. Asansörler ölüm tuzağıydı. Connie’nin dairesine çıkan sekiz katı hızla tırmandı. Kapıyı vurdu. Carlo’nun arabasıyla gittiğini görmüştü. O halde Connie evde yalnızdı. Kapıyı açan olmadı. Tekrar vurdu Sonny. Sonra kardeşinin titrek, ürkek, «Kim o?» diyen sesini işitti. Connie'nin sesindeki ürkeklik Sonny’yi dondurdu sanki. Kızkardeşi atılgan, kendine güvenen, ailedeki herkes gibi cesur bir insandı. Ne olmuştu acaba? «Benim, Sonny,» dedi. ^İçerden sürgünün çekildiğini duydu. Sonra kapı açıldı. Connie kollarındaydı şimdi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sonny öyle şaşırmıştı ki, kıpırdamadan duruyordu. Neden sonra kızkardeşini kendinden uzaklaştırdı. Yüzüne baktı. Şiş suratını gör­ dü. Olanları anladı. Merdivenlerden inmek, Carlo’nun peşinden git­ mek için Connie’den uzaklaştı. İçinde dalga dalga ka­ baran öfkeyle yüzü karmakarışık olmuştu. Connie, ağabeyinin öfkesini görünce ona sarıldı. Bırakmıyor, eve girmesini istiyordu. Şimdi Connie korku gözyaş­ ları döküyordu. Ağabeyinin öfkesini bilir, ondan çeki­ nirdi. Bu nedenle Sonny’ye hiç kocasından yakınmamıştı. Sonny onu dairesine sokmayı başardı. «Suç benim,» dedi Connie, «kavgaya ben başla­ dım. Ona vurmak isteyince o da bana vurdu. Niyeti sert vurmak değildi pek. Kavgayı ben çıkardım.» Sonny’nin yuvarlak yüzü şimdi duygularını belli etmiyordu. «Bugün ihtiyarı görmeye gidecek misin?» diye sordu. Connie cevap vermeyince ekledi : «Gideceğini düşünerek seni almaya gelmiştim. Şehirdeydim bu­ gün.» Connie başını salladı : «Beni böyle görmelerini istemem. Gelecek hafta gelirim.»


«Peki,» dedi Sonny. Mutfaktaki telefona gitti. Bir numara çevirdi. «Doktor çağırıyorum,» dedi, «gelip sana bir baksın. Yaralarını tedavi etsin. Bu durumda çok dikkatli olman gerek. Çocuğu doğurmana daha çok zaman var mı?» «iki ay,» dedi Connie. «Sonny, rica ederim bir şey yapma. Yalvarırım yapma.» Sonny güldü : «Kaygılanma. Daha doğmazdan ön­ ce çocuğunu yetim bırakmam,» derken yüzünde za­ limce bir anlam vardı. Connie’nin yaralı olmayan ya­ nağından hafifçe öptükten sonra daireden çıktı. 112. Caddede,Carlo Rizzi’nin müşterek bahis ka­ bul ettiği şekerci dükkânının önünde iki sıra araba duruyordu. Dükkânın önündeki kaldırımlarda babalar, pazar gezintisine çıkardıkları çocuklarıyla top oynuyor, pa­ zar günkü yarışlar üzerine bahis tutuşuyorlardı. Car­ lo Rizzi’nin geldiğini görünce top oynamayı bıraktı­ lar, gürültü etmemeleri için çocuklarına dondurma al­ dılar. Sonra gazetelerin spor sayfalarını inceleme­ ye koyularak beyzbol maçlarının sonuçlarına baktılar. Carlo dükkânın arkasındaki odaya geçti. Sally Rags adlı ufak tefek ve Coach diye çağrılan güçlü kuvvetli iki yarış yazıcısı işe başlamak için hazır bekliyorlardı. Büyük çizgili defterleri, bahisleri yaz­ mak için önlerindeydi. Tahta bir sehpa üzerinde tebe­ şirle on altı büyük beyzbol takımının adlarının yazılı olduğu bir kara tahta duruyordu; hangi takımların hangilerine karşı oynayacağı işaretlenmişti. Her iki takımın önüne de, sonuçların yazılacağı büyük birer kare çizilmişti. Carlo Coach’a sordu : «Bugün gizli telefondan haber alındı mı?» Coach başını salladı : «Gizlice haber almak için takılan telefondan hâlâ bir ses gelmedi.» Carlo duvardaki telefona gitti. Bir numara çevir­ di. önündeki kâğıda beyzbol maçlarında kazanma ih­ timali olan takımları yazarken Coach ile Sally ses­ lerini çıkarmadan bakıyorlardı. Carlo telefonu kapa­


tıp kara tahtadaki karelerin içine her maçla ilgili tahminleri yazarken de öylece durdular. Carlo’nun haberi yoktu ama iki yardımcısı gereken emri almış, Carlo’nun çalışmasını yakından izliyorlardı, işe baş­ ladığı ilk hafta Carlo tahtadaki tahminlerin yerini ka­ rıştırarak bir hata yapmış, bütün kumarbazların en büyük rüyası olan bir durum yaratmıştı. Böylece onun acentasında tahminlere katılan bir kişi, daha sonra aynı takıma karşı doğru tahminleri yazan başka bir acentaya da oynuyor, sonunda kumarbaz asla kaybet­ miyor, kaybeden yalnız Carlo oluyordu. Bu tahta bir hafta içinde altı bin dolarlık zarara yol açmış. Don Corleone damadı hakkında kararı vermişti. Carlo’nun bütün çalışmaları bir bir kontrol edilecekti. Normal olarak Corleone Ailesinin yüksek kademe­ deki kişileri böyle bir işle ilgili ayrıntılarla ilgilenmez­ lerdi. Onlara gelinceye kadar en azından beş tampon vardı. Ama acenta damadın kabiliyetini denemek için kullanılan bir araç olduğundan, çalışmaları Haqen’in yakından izlemesi istenmişti, kendisine her gün bir rapor yollanıyordu. Şimdi tahminler kara tahtaya yazıldığından, ku­ marbazlar şekerci dükkânının gerisindeki odaya do­ luşarak gazetelerinde kazanma ihtimali olan takımla­ rın karşısını işaretliyorlardı. Kara tahtayı inceleyen­ lerden bazıları çocuklarının ellerinden tutmuşlardı. Tahminleri iyi hesaplamış olan bir adam elinden tut­ tuğu küçük kızına baktı; «Bugün hangisi hoşuna gi­ diyor? Giants mı, Pirates mi?» Bu renkli adlar karşı­ sında kendinden geçen küçük kız : «Giants, Pirates’dan daha mı güçlüdür?» diye sordu. Baba kahkaha­ larla güldü. Çok geçmeden iki yazıcının önünde uzun bir kuyruk meydana geldi. Yazıcılardan biri defterinin sayfalarını bitirince bunu aldı, içine topladığı parayı sararak Carlo’ya uzattı. Carlo odanın arka kapısından çıktı. Birkaç basamak tırmanarak şekerci dükkânı sa­ hibinin ailesinin oturduğu eve girdi. Parayı perdeler­ den birinin arkasına gizlenen kasaya koydu. Sonra yine aşağıya indi. Pazar maçlarının hiçbiri öğleden sonra saat iki­


den önce başlamazdı, bu konuda sert yasalar kon­ muştu. Onun için bahse tutuşan ilk kalabalıktan son­ ra, bahis kâğıtlarını verip ailelerini plâja götürmek için acele eden erkekler de dağılınca, yakınlarının pa­ zar günlerini sıcak apartman katlarında geçirmeye mahkûm eden zorbalar ve bekâr kumarbazlar geldi. Bekâr oyuncular büyük kumarbazlardı, hem çok yük­ sek oynar, hem de saat dört sıralarında tekrar gele­ rek iki takım arasında birbiri peşi sıra oynanan ikin­ ci maçlar için de bahse tutuşurlardı. Carlo’nun pa­ zar günlerini dolduran, hatta fazla mesai yapmasını zorunlu kılanlar bu kumarbazlardı. Bazı evli erkek­ ler plâjlardan telefon ederek sonuçları öğrenmeye kayıplarını telâfi etmeye çalışırlardı. Saat bir buçuk sıralarında iş hafifledi. Carlo ile Sally Rags dinlenmek, temiz hava alabilmek için şe­ kerci dükkânının önündeki tahta sıraya oturdular. Ço­ cukların top oyunlarını seyrettiler. Bir polis arabası geçti. Aldırış etmediler. Acenta çok iyi korunuyor, po­ lislere gerekli yardım yapılıyordu. Baskın için emrin üst kademelerden gelmesi beklenirdi. O zaman bile onları uyarabilmek için bol bol zaman olurdu. Coach da dışarı çıktı. Gelip yanlarına oturdu. Bir süre kadınlar, beyzbol üzerine dedikodu ettiler. Car­ lo gülerek : «Evde kimin hâkim olduğunu öğretmek için karımı bugün dövmek zorunda kaldım,» dedi. Coach ilgisiz bir sesle : «Hamileliği bir hayli iler­ ledi, değil mi?» diye sordu. «Evet, Yüzüne vurdum birkaç kere,» dedi Carlo «canını yakmadım,» Bir an düşündü. «Bana emirler verebileceğini sanıyor. Ben böyle şeylere gelemem.» Hâlâ avare avare dolaşan bir iki kumarbaz var­ dı; beyzboldan söz ediyor, tartışıyorlardı. Birden so­ kakta top oynayan çocuklar çi! yavrusu gibi bir yana kaçıştılar. Bir araba bütün hızıyla sokağa girdi, dük­ kânın önünde durdu. Öyle sert fren yapmıştı ki lâs­ tiklerden keskin sesler çıktı. Şoför yerinden bir adam top gibi dışarı fırladı. Çok telâşlı ve çabuk davranı­ yordu, herkes sanki donup kalmıştı. Adam Sonny Corleone’den başkası değildi. Yuvarlak, Cupid’inkine benzeyen kıvrık dudaklı


yüzü öfkeden çirkin bir maske halini almıştı. Belki bir saniyeden de kısa süre içinde dükkânın önüne vardı, Carlo Rizzi’yi gırtlağından yakaladı. Onu diğer­ lerinin yanından çekti, sokağa sürüklemeye çalıştı. Ama Carlo Rizzi, güçlü ve adaleli kollarıyla kapının demirlerine sarılmıştı. Başını ve yüzünü omuzlarının boşluğuna saklamaya çalışarak kıvrılıp büküldü. Göm­ leği Sonny’nin elinde parçalandı. Bundan sonrası insanın içini bulandıracak gibiy­ di. Sonny sakınmaya çalışan Carlo’ya yumruklarını in­ diriyor, boğuk, öfkeden kısıklaşan bir sesle lânetler savuruyordu. Güçlü kuvvetli bir erkek olmasına rağ­ men Carlo karşı koymuyor, ne yalvarıyor, ne de itiraz ediyordu. Coach ile Sally’nin araya girmeye cesaret­ leri yoktu. Sonny’nin eniştesini öldürmeyi düşündü­ ğünü sanıyor, onun kaderini paylaşmak istemiyorlar­ dı. Top oynayan çocuklar oyunlarını bozan şoföre çat­ mak için toplanmışlardı. Ama şimdi dehşetle olayı iz­ liyorlardı. Hepsi de sert, korkusuz çocuklardı ama Sonny’nin öfkesi onları da etkilemiş, sus pus olmuş­ lardı. O sıra Sonny’nin arabasının arkasına bir başka­ sı yanaştı. Sonny’nin iki muhafızı dışarı fırladılar. Olanları görünce araya girmeye onlar da cesaret edemediler. Carlo’ya yardım etmek aptallığında bu­ lunabilecek birinin çıkması ihtimaline karşı hazır dur­ dular. Görüntüyü mide bulandırıcı bir hale sokan şey Carlo’nun teslimiyetiydi. Ama hayatını kurtaran da belki bu tutumu oldu. Elleriyle demire tutunmuştu, bu yüzden Sonny onu sürükleyip sokağa çıkaramıyordu. Sonny ile eşit güçte olmasına rağmen Carlo karşı koymaya yanaşmıyordu. Sonny’nin öfkesi hafifleyinceye kadar yumrukların başına ve boynuna inmesine karşı koymadı. Sonny ona bir baktı, sonra : «Namus­ suz herif,» dedi, «bir daha kardeşime dokunmaya kal­ kışırsan seni öldürürüm.» Bu sözler havadaki gerginliği yumuşattı. Sonny adamı öldürmeye niyetli olsaydı bu sözleri söyle­ mezdi tabii. Carlo, Sonny’ye bakmaktan kaçınıyordu. Başını önüne eğmiş, elleri, kolları demire sarılmıştı. Araba gürleyerek uzaklaşıncaya, Coach’un babacan


sesinin garip bir şekilde : «Haydi bakalım Carlo dük­ kâna gir, ortadan kaybolalım,» dediğini işitinceye ka­ dar öylece durdu. Ancak o zaman Carlo doğrulmak cesaretini ken­ dinde buldu. Ellerini, kollarını demirden çekti. Doğru­ lunca çocukların kendisini, gözlerinin önünde küçü­ len, beş paralık olan birine baktıkları gibi süzdükle­ rini gördü. Bir parça başı dönüyordu ama bu, bütün benliğini kaplayan korkudan ötürüydü. Ağır yumruk­ ların sağanak halinde inmesine rağmen fazla yaralanmamıştı. Coach’ın kolundan tutup kendisini dükkânın arkasındaki odaya sokmasına, kanamamasına rağ­ men yer yer şişmiş olan yüzüne buz koymasına izin verdi. Şimdi korkusu geçmişti. Ama karşılaştığı kü­ çültücü davranış midesini bulandırıyordu. Kusmak zo­ runda kaldı. Coach. Carlo’nun başını lâvabonun içine tuttu, sarhoşmuş gibi düşmesine engel olmak istiyor­ du. Sonra onu yukarı çıkardı. Yatak odalarından bîrin­ deki yatağa yatırdı. Carlo, Sally Rags’in ortadan kay­ bolduğunu farketmedi. Sally Raqs üçüncü Bulvar’a yürümüş, olanları bil­ dirmek için Rocco Lampone’ye telefon etmişti. Rocco haberi soğukkanlılıkla karşıladı. Caporegime’si olan Clemenza’yı aradı. Peter Clemenza öfkeyle ho­ murdandı. «Hey Tanrım,» dedi, «o baş belâsı Sonny’­ nin öfkesi yok mu!» Ama bunu söylerken Rocco Lampone duymasın diye eliyle telefonu kapamıştı. Clemenza Long Beach’deki eve telefon edip Hagen’i buldu. Hagen bir süre cevap vermedi, sonra «Adamlarından ve arabalardan bir kısmını derhal Long Beach yoluna yolla,» dedi, «belki de dostları­ mızdan bazıları Sonny’nin şehirde olduğunu haber al­ mışlardır. H'ç belli olmaz.» Clemenza kuşkuyla : «Yola adam cıkarıncaya ka­ dar Sonny eve dönmüş olur,» dedi, «Tattaglia Ailesi için de durum aynı.» «Biliyorum,» dedi Haqen sabırla, «ama olağanüs­ tü bir şey çıkar, Sonny durdurulabilir. Elinden geleni yap Peter.» Clemenza istemeye istemeye Rocco Lampone’ye telefon etti; Long Beach yoluna birkaç adam ve ara­


ba yollamasını söyledi. Kendisi sevgili Cadillac’ına atladı. Evinde yatıp kalkan üç muhafızıyla birlikte At­ lantic Beach köprüsünden Long Beach’in yolunu tut­ tu. Carlo’nun dükkânının çevresinde dolaşan Tattag­ lia Ailesinin adamlarından biri çeteyle bağlantıyı kur­ du. Oysa Tattaglia Ailesi savaşa hazır değildi. Habe­ rin Caporegime’ye ulaşabilmesi için bütün emniyet tamponlarından geçmesi gerekiyordu. O zamana ka­ dar Sonny sağ salim evine varmış, babasının öfke­ siyle karşılaşmaya hazırlanıyordu. ON YEDİNCİ BÖLÜM CORLEONE Ailesiyle diğer Beş Aile arasındaki 1947 savaşı iki taraf için de bir hayli pahalıya mal oldu. Komiser McCluskey’nin kaatilinin bulunması için poli­ sin yaptığı baskı da buna eklenince durum iyiden iyi­ ye karıştı. Polisteki sorumlu memurların kumar ve ben­ zeri oyunları koruyan siyasî gücü hiçe saydıkları pek az görülmüştü, oysa bu meselede politikacılar, su­ bayları, emirlere itaatsizlik eden çapulcu ve saldırgan bir ordunun kurmay heyeti kadar çaresizdiler. Corleone Ailesi, taraftarlarının çokluğundan düş­ manları kadar zarar görmedi. Tabii Corleone çetesi­ nin gelirinin büyük bir bölümü kumarhanelerden geli­ yordu. özellikle müşterek bahis oynatan dükkânlarla kumarhanelerin sayısı üzerinde ağır darbeler yedi­ ler. Çalışmalarını sürdüren müşterek bahisçiler top­ lanarak karakollara götürüldü, defterleri dürülmezden önce de hafifçe okşandılar. Hatta «bankaların» bazı­ larının yeri tespit edilip baskınlar yapıldı, ağır kayıp­ lara uğrandı. Kendi çaplarında güçlü kişiler olan ‘ban­ kacılar’ caporegime’lere baş vurdular. Caporegime’' ler de konuyu Aile meclisine getirdiler. Ama yapıla­ cak hiç bir şey yoktu. Bankacılara işi bırakmaları söylendi. Yörenin bağımsız iş gören zencilerine Harlem’deki çalışma alanları bırakıldı; en zengin bölgey­


di burası. Bu zenciler öyle dağınık çalıştılar ki polis onları ele geçirmekte bir hayli güçlük çekti. Komiser McCluskey’nin ölümünden sonra bazı gazeteler, onun Sollozzo ile ilişkisi olduğunu yazdı­ lar. McCluskey’nin ölümünden kısa bir süre önce on­ dan büyük paralar aldığını ispatlayan yazılar yayınla­ dılar. Bu hikâyeleri Hagen veriyordu onlara; gerekli bilgileri de. Polis bu hikâyeleri kabullenmek ya da yalanlamaktan kaçındı, ama yazılar da etkisini gös­ terdi. Polis muhabirleriyle gangsterlerden haraç alan memurlar yoluyla McCluskey’nin dolandırıcı olduğu­ nu öğrendi. Yalnız para yahut rüşvet almakla kalma­ mıştı, bunu polislerin çoğu yapardı. McCluskey pa­ ranın en pisini almıştı, cinayet ve uyuşturucu madde kaçakçılığını örtbas etmek için. Polis ahlâkına göre bağışlanılmayacak bir davranıştı bu. Hagen polisin yasalara ve düzene masum bir şe­ kilde inandığını anlamıştı. Hem de bunlara, hizmet ettiği halktan çok daha fazla inanıyordu. Yasa ve dü­ zen ne de olsa polisin gücünü, her insan kadar kut­ sal tuttuğu kişisel gücünü aldığı sihirli değnekti. Yi­ ne de hizmet ettiği halka karşı için için kaynayan bir öfkesi vardı. İnsanlar polisin hem kurbanı, hem de korumakla sorumlu olduğu çocuklarıydı. Korunma­ sı gereken kişiler olarak nankör, küfürbaz ve şımarık­ tılar, birer kurban olarak da kaypak, tehlikeli ve kö­ tülüklerle doluydular. Biri polisin pençesine düşer düşmez, toplum aracı suçlunun aleyhine işlemeye baş­ lıyor, polisi ödülünden yoksun bırakmaya çalışıyor­ du. üstelik politikacılar da polise güçlük çıkarıyorlar­ dı. Yargıçlar en kötü serserilere bile hafif cezalar ve­ riyordu. Eyalet Valileri, Amerika Birleşik Devletleri­ nin Başkanı bile, saygıdeğer avukatların durumu ye­ terince incelemediklerini kabullenerek suçlunun bera­ atını istiyorlardı. Bir süre sonra da polis hanyayı konyayı anlıyordu. Bu serserilerin seve seve verdikleri parayı neden almaşındı? Paraya herkesten çok ihti­ yacı vardı. Çocukları niçin üniversite öğrenimi görmesindi? Niçin karısı daha pahalı dükkânlardan alış veriş etmesindi? Niçin kendisi kış aylarında Florida’ya giderek güneşin tadını çıkarmasındı? Ne de olsa


işi uğruna hayatını tehlikeye atıyordu; şaka değildi bu. Ama polis genellikle pis para kabul etmiyordu. Bir müşterek bahisçiden, çalışabilmesi için haraç alı­ yordu. Yanlış yere park ettiği yahut arabasını çok hız­ lı kullandığı için para cezası vermekten nefret eden birinden rüşvet alıyordu. Fahişelerin, randevucu kız­ ların çalışmalarına göz yumuyordu bir dereceye ka­ dar. Bunlar insanların doğal günahlarıydı. Ama uyuş­ turucu madde, silâhlı soygunculuk, ırza geçmek, ci­ nayet ve diğer benzeri suçlar için haraç almaktan kaçınıyordu. Çünkü polise göre bunlar otoritesini teh­ likeye düşüren, asla onaylanamayacak davranışlar­ dı. Bir polis komiserinin öldürülmesi, bir kralın ha­ yatına kastetmek gibi bir şeydi. Ama McCluskey’nin ünlü bir uyuşturucu madde kaçakçısının yanındayken öldürüldüğü, bir cinayete suç ortaklığı etmek üzere olduğu öğrenilince polisin intikam almak için duydu­ ğu istek yavaş yavaş söndü. Üstelik hepsinin de öde­ meleri gereken ipotek borçlan, arabalarının taksitle­ ri, öğrenim yapan çocukları vardı. Polis haraç a;madan bütün bu masrafları asla karşılayamazdı. Park yerlerinden aldıkları haraçlar çok azalmıştı. Hatta te­ lâşa kapılan polislerin bir çoğu şüphelileri (homosek­ süelleri, saldırganları ve kavgacıları) bile karakola getirip odalara tıkmaya başlamışlardı. Sonunda para üstün geldi. Haracı çoğalttılar, gangsterlerin çalışma­ larına izin verdiler. Bir kez daha haraç tarifesi hazır­ landı, herkesin aydan aya ne alacağı kararlaştırıldı. Toplum düzeni bir dereceye kadar yeniden kuruldu. Don Corleone’nin hastanedeki odasının kapısı­ na özel detektifler koymak düşüncesi Hagen’indi. Tabii detektifler, Tessio’nun çok güçlü regime’sinden seçildiler. Oysa Sonny bu kadarla da tatmin ol­ madı. Şubat ayının ortalarına doğru Baba tehlikeyi atlatınca özel cankurtaran arabasıyla Long Beach’deki eve getirildi. Odası, her türlü tıp araç ve gereçle­ riyle tam bir hastane odası şekline sokulmuştu, özel hastabakıcılar tutuldu, her şey büyük bir titizlilikle ha­ zırlanmıştı. Dr. Kennedy yüksek bir ücretle bu özel


hastanenin doktoru olmaya razı edilmişti, hiç olmaz­ sa yalnız hastabakıcılarla idare edilinceye kadar. Long Beach’deki evlere gizlice sızmak olanaksız­ dı. Çevredeki evlere muhafızlar yerleştirildi, kiracılar, masrafları Corleone Ailesi tarafından ödenerek İtal­ ya’ya doğdukları kasabalarda turistik geziye gönde­ rildiler. Freddie Corleone nekahet devresini geçirmek ve yeni yeni başlayan lüks otel-kumarhane karışımı yer­ leri Aile adına incelemek ve zemin hazırlamak üzere Las Vegas’a yollanmıştı. Las Vegas hâlâ tarafsız olan Batı Sahili imparatorluğunun bir parçasıydı, bu impa­ ratorluğun başındaki adam Freddie’nin yanında gü­ venlik içinde olacağına garanti vermişti. New York’un Beş Ailesinin, Freddie Corleone’nin peşinden gi­ dip daha fazla düşman kazanmaya niyeti yoktu. New York’ta başları yeterince dertteydi. Doktor Kennedy, Baba’nın yanında iş tartışmala­ rı yapılmasını yasaklamıştı. Ama bu emre aldırış eden olmadı. Baba savaş kurulunun odasında toplanmasın­ da diretti. Sonny, Tom Hagen, Peter Glemenza ile toplandılar. Don Corleone fazla konuşacak durumda değildi henüz, ama dinlemek ve veto hakkını kullanmak is­ temişti, Freddie’nin kumarhaneleri incelemek üzere Las Vegas’a gittiğini öğrenince başını hoşnutlukla salladı. Bruno Tattaglia’mn Corleone fedaileri tarafın­ dan öldürüldüğünü duyunca yine başını sallayarak hoşnutsuzluğunu belirtti; içini çekti. Ama onu asıl üzen şey Michael’in Sollozzo ile McCluskey’yi öldü­ rüp Sicilya’ya kaçmak zorunda kalışı oldu. Bunu öğ­ renince odadakilere dışarı çıkmalarını işaret etti. On­ lar da konuşmalarına hukuk kitaplarıyla dolu kütüpha­ nede devam ettiler. Sonny Corleone masanın gerisindeki büyük kol­ tuğa rahatça kuruldu. «Bence ihtiyarı birkaç hafta kendi haline bıraksak iyi olur,» dedi. Sustu, sonra de­ vam e t ti: «İyileşinceye kadar işlerin düzene girmesi­ ni istiyorum. Polisler çalışmamıza izin verdiler. İlk he­ def Harlemdeki müşterek bahis acentaları; oradaki


kara oğlanlar yeteri kadar keyif sürdüler. Artık yeni­ den denetimi kurmanın zamanı geldi. İşleri alt üst ettiler ama oldu bir kere. Zaten üzerlerine aldıkları hangi işi doğru dürüst yaparlar ki? Acentaları, kaza­ nanlara paralarını ödemiyor, Cadillac’lar içinde gezi­ yor, müşterilerine paralarını almaları t için beklemeler i gerektiğini söylüyorlar, yahut kazandıklarının yarısını veriyorlar. Oysa müşterek bahisçilerin oyuncularr. zengin görünmelerini istemem. Çok iyi giyinmelerini, yeni arabalar içinde dolaşmalarını sevmem. Müşteri­ yi dolandırmalarından hoşlanmam. Sonra bağımsız çalışanların işte kalmalarını da istemiyorum. Adımızı lekeliyorlar. Tom, bu işin derhal halledilmesi senin görevin. Çalışmaya başladığımız öğrenilir öğrenilmez her şey yoluna girecektir.» Hagen : «Harlem’de kabadayı, asi kişiler var.» de­ di. «Çok para kazanmanın tadını aldılar. Yeniden es­ ki durumlarına dönmeye razı olamayacaklardır.» Sonny omuz s ilk ti: «Adamlarını Clemenza’ya ver. Onun işi; akıllarını başlarına getirir.» Clemenza, Hagen’e : «Mesele değil bu,» dedi. En önemli sorunu ortaya atan Tessio oldu. «Biz çalışmaya başlar başlamaz beş Aile de b a skıla ra başlayacaktır. Harlem’deki bankacılarımızı, Doğu Ya­ kasındaki müşterek bahisçilerimizi çarpacaklardır. Hatta yardım ettiğimiz konfeksiyon merkezlerinin ça ­ lışmalarını da güçleştirebilirler. Bu savaş bir hayli pa­ halıya mal olacak.» «Belki de böyle bir şey olmaz,» dedi Sonny. Yaptıklarını karşılıksız bırakmıyacağımızı bilirler üs­ telik barış yoklamaları yapmaları için bir takım aoamlar koydum araya. Belki de Tattaglia Ailesine B-uno için bir tazminat ödeyerek her şeyi yoluna koyarız.» Hagen : «Bu yoklamalar karşılıksız kaldı,» dedi. «Karşı taraf pek yüz vermiyor. Son birkaç ay içir.de bir hayli para kaybettiler. Bunun için bizi suçluyor­ lar. Hakları da var. Bence onların istedikleri, uyuştu­ rucu madde kaçakçılığına katılmamız, siyasî alrnda Ailenin nüfuzunu kullanmamız. Başka bir deyimle, Sollozzo’suz da olsa Sollozzo’nun teklifini kabul etme­ mizi istiyorlar. Yine de bizi yeterince yaralayana ka-


dar böyle bir anlaşmaya yanaşmayacaklar. Bizi yu­ muşattıktan sonra uyuşturucu madde konusunda an­ laşmaya varacağımızı umuyorlar.» Sonny sert bir sesle : «Uyuşturucu madde konu­ sunda anlaşma yapamayız,» dedi. «Baba hayır dedi, o, kararını değiştirmediği sürece de cevabımız hayır olacaktır.» Bunun üzerine Hagen: «O halde karşımızda ör-emli bir taktik sorunu var,» diye atıldı, «parayı nereden kazandığımız ortada. Müşterek bahis ve kumardan. Kazanç yollarımızı kolayca tıkayabilirler. Oysa Tattag­ lia, Ailesinin işi liman işçileri sendikası, randevu evle­ ri ve fuhuşla ilgili. Onların işine biz nasıl sekte vuru­ ruz? Diğer Ailelerin bir dereceye kadar kumarla iliş­ kisi var. Ama çoğunluğu tefecilik yapıyor, sendikaları kontrol ediyor, ihalelere girip hükümetle iş anlaşma­ ları yapıyor. Masum kişileri ilgilendiren bazı işlerden, zorbalıkla hayli kazanç sağlıyor. Onların kazancı açık değil. Tattaglia gece kulübü dokunulamayacak kadar ünlü bir yer; ortalığın karışmasına sebep olur. Baba çalışamayacak durumda. Önemli bir sorun var kar­ şımızda.» «Bu sorun beni ilgilendirir, Tom,» dedi Sonny. «Bir hal çaresi bulacağım. Sen görüşmeleri sürdür, öte yandan da dediğim işi yap. Çalışmaya başlaya­ lım, olacakları görürüz. Ona göre alırız tedbirlerimi­ zi. Tessio ile Clemçnza’nrn yeteri kadar adamı var. İs­ terlerse silâhlarına karşı silâhla çıkar, savaş açarız.» Bağımsız çalışan zenci bankacıları işten atmak zor olmadı. Polis durumdan haberdar edilip işbirliği sağlandı. O günlerde, böyle bir çalışmayı yürütebil­ mek için bir zencinin polis yahut bir siyaset adamına haraç teklif etmesi olanaksızdı. Bu, herşeyden çok ırk düşmanlığından ve zencilere duyulan güvensizlik­ ten ileri geliyordu. Zaten Harlem genellikle küçük bir sorun olarak kabullenilmişti; oradaki işlerin kısa za­ manda halledileceği bekleniyordu. Beş Aile hiç beklenmedik bir yönden saldırıya aeçtiler. Konfeksiyon işçileri sendikasında çalışan ve Corleone Ailesinden olan iki nüfuzlu memur öldürül­ dü. Corleone çetesinin haraç yiyenleri limanlarda ça-


Iıştırılmaz oldu; müşterek bahisçileri de. Liman işçi­ leri sendikası Beş Ailenin safına geçti. Kentin dört bir yanındaki Corleone müşterek bahisçileri tehdit edilerek taraf değiştirmeye zorlandılar. Harlem’deki en büyük bankacı, Corleone Ailesinin eski bir dostu ve müttefiki amansızca öldürüldü. Artık karar verme­ nin zamanıydı. Hiç kuşku kalmamıştı; Sonny Caporegime’lerine savaşa hazır olmalarını söyledi. Şehirde iki apartman hazırlandı; fedailerin üze­ rinde yatıp kalkmaları için her yere minderler seril­ di; buz dolabına yiyecek içecek depo edildi; silâh ve savaş gereçleri sağlandı. Clemenza bir apartmana Tessio da ötekine yerleşti. Aile’nin bütün müşterek bahisçilerinin yanma muhafız verildi. Harlem’dekiler düşman tarafına geçtiklerinden, şimdilik bu konuda yapılacak bir şey yoktu. Bütün bunlar Corleone Aile­ sine bir hayli pahalıya mal oluyordu; oysa gelir pek azdı. Sonraki birkaç ay içinde başka şeyler de gün ışığına çıktı. Bunların en önemlisi Corleone Ailesinin kendini olduğundan çok daha güçlü ve nüfuzlu gör­ düğünü anlaması oldu. Bunun nedenleri vardı. Don hâlâ çalışamayacak kadar zayıf olduğundan Aile’nin siyasî gücünün bü­ yük bir bölümü tarafsızdı. Sonra on yıl süren barış iki caporegime’nin savaş gücünü azaltmıştı. Clemen­ za hâlâ usta bir kaatil ve yöneticiydi ama, bölüğüne önderlik edecek enerjik ve gençlikten yoksundu. Yıl­ lar Tessio’yu yumuşatmıştı; eskisi gibi pervasız, za­ lim ve atılgan değildi. Bütün yeteneklerine rağmen Tom Hagen de savaş sırasında Consigliori’lik edecek güçte değildi. Başlıca kusuru da SicilyalI olmamasın­ dan doğuyordu. Sonny, Çetenin savaş sırasındaki durumunu gö­ rüp anlıyor ama kusurları giderecek adımı atamıyor­ du. O Baba değildi; Caporegime’lerini ve Consigliori’yi ancak Baba’nın kendisi değiştirebilirdi, üstelik şu sırada değişiklik yapmaya kalkışmak, içinde bulun­ dukları durumu güçleştirmekten, bir takım anlaşmaz­ lıkların ortaya çıkmasından başka bir işe yaramazdı. Başlangıçta Sonny, Baba iyileşinceye kadar savaşı ol­ duğu gibi sürdürmeyi, ileri gitmemeyi düşündü. Ama


kumarhanelerdeki adamların çalışmalarına izin veril­ memesi, müşterek bahisçilerin korkutulması Aile’nin durumunu tehlikeli bir noktaya götürüyordu. Misille­ me yapmayı kararlaştırdı. Düşmanı tam kalbinden vuracaktı. Büyük, usta­ ca bir manevrayla beş Aile’nin reisini öldürmeyi plân­ ladı. Bu amaçla beş Aile’nin de reisini göz hapsine aldırdı. Ama bir hafta sonra Aile reisleri saklandılar; bir daha da ortalıkta görünmediler. Beş Aile ile Corleone çetesi çalışamaz hale gel­ mişti.

o n s e k iz in c i b ö l ü m

AMERIGO BONASERA, Mulbery sokağında ölü gömücülüğü yaptığı dükkânından birkaç blok uzakta otu­ ruyordu. Bu yüzden akşam yemeklerinde hep evine giderdi. Yemekten sonra iş yerine döner, kasvetli sa­ lonlarda açık tabut içinde yatan ölülerine son saygı duruşunda bulunmaya gelen yaşlı kişilere katılırdı. Mesleğiyle, aslında çok önemsiz olan teknik ay­ rıntılarla alay edilmesini daima nefretle karşılardı. Ta­ bii dostlarından yahut komşularından hiç biri böyle şakalar yapmazlardı. Yüzyıllardan beri ekmeğini alnı­ nın teriyle kazanan her meslekten kişinin saygıyla karşılanması gerekirdi. Sağlam eşyalar, Meryem Ana’nın yaldızlı heykel­ cilikleri ve büfenin üzerinde ışıldayan mumlarla döşe­ li evinde karısıyla yemek yemeye gelen Bonasera Camel sigarasını yaktı, dinlenmek için bir bardak Amerikan viskisi aldı. Karısı masaya, dumanı tüten çorbayı getirdi. Yalnızdılar. İki serserinin yol açtığı olayı ve aldığı yaraları unutur düşüncesiyle kızını Bos­ ton’a. teyzesinin yanına yollamıştı. Çorbalarını içerlerken : «Bu gece işe gidecek misin?» diye sordu karısı. Amerigo Bonasera başını salladı. Karısı onun işi­


ne saygı duyardı ama bir şey anladığı da yoktu. Mes­ leğinin teknik yönünün önemsizliğini kavrayamıyordu. Bir çokları gibi, ölüleri tabutları içinde canlı göstere­ bilmesinden ötürü kocasına onca paranın ödendiğini düşünüyordu. Gerçekten de Bonasera’nın bu konuda­ ki ustalığı dillere destandı. Ama daha önemli, daha gerekli olan şey Bonasera’nın geceleri ölülerini bek­ leyenlerin arasında kalmasıydı. Yaslı aile, akraba ve dostlarını sevdikleri kişinin tabutu başında karşılar­ ken Bonasera’nın yanlarında olmasını istiyor, onu ge­ reksiyordu. Çünkü Amerigo Bonasera ölünün her bakımdan yakın bir koruyucusuydu. Daima ciddî ama yine de güçlü, avutucu yüzü, titremeyen ama yine de alçak perdeden çıkan sesiyle cenaze törenine komuta eder­ di. Uygunsuz kaçan aşırı gösterileri bastırır, kendile­ rinde cezalandırma cesaretini bulamayan ann e-ba­ baların yaramaz çocuklarını azarlardı. Baş sağlığı di­ leklerinde asla ileri gitmez, ama düşüncesizlik de et­ mezdi. Bonasera, ölünün yeryüzündeki son gecesin­ de müşterilerini asla yalnız bırakmazdı. Genellikle yemekten sonra hafif bir uyku çekme alışkanlığını edinmişti. Sonra yıkanır, yeniden traş olur, gür siyah sakalını bol bol pudralar, dişlerini fır­ çalardı. Saygıyla temiz çamaşırlar, pırıl pırıl beyaz gömlek, dikkatle ütülenmiş siyah elbise, siyah pabuç, siyah çoraplar giyer siyah kıravat takardı. Bütün bun­ ların etkisi yine de üzücü olmaktan çok rahatlatıcı olurdu. Yaşıtlarında görülmemiş bir züppelik olmasına rağmen saçlarını da hep siyaha boyardı ama, Bonasera’nın bu davranışı züppelik değildi. Çünkü saçları kar yağdılı bir renk almıştı; böyle bir renk onun mes­ leğine hiç de uygun düşmezdi. Çorbasını bitirdikten sonra karısı, önüne, üzerin­ den sarı sarı yağlar sızan bir iki kaşık ıspanakla bir­ likte küçük bir parça biftek koydu. Bonasera yemeğe düşkün bir insan değildi. Bunu da bitirdikten sonra bir bardak kahve içti. Bir Camel sigara daha tüttürdü. Artık kızı asla eskisi gibi olamayacaktı. Güzelliği ye­ rine gelmişti ama gözlerinde Bonasera’nın görmeye dayanamadığı ürkek bir hayvan bakışı vardı. Bu yüz­


den onu bir süre kalması için Boston’a yollamışlardı. Zaman yaraları iyileştirirdi. Acı ve korku ölüm değildi ne de olsa; bunu Bonasera da biliyordu. Mesleği onu iyimser yapmıştı. Oturma odasındaki telefon çalmaya başladığında kahvesini henüz bitirmişti. Kendisi evde olduğu sıra­ lar telefona karısı asla cevap vermezdi. Bu yüzden Bonasera fincanındaki son yudumu içti; sigarasını söndürdü; kalktı. Telefona doğru giderken kıravatını çözdü; gömleğinin düğmelerini açmaya başladı, dük­ kâna gitmezden önce bir parça yatıp dinlenmeye ha­ zırlanıyordu. Sonra telefonun ahizesini aldı. Saygılı bir sesle : «Alo!» dedi. Telefonun öte yanındaki ses sert ve gergindi. «Ben Tom Hagen,» dedi ses, «Don Corleone adına telefon ediyorum; onun isteğiyle.» Amerigo Bonasera midesindeki kahvenin ekşidi­ ğini, midesinin bulanır gibi olduğunu hissetti. Baha’­ dan kızının intikamını almasını isteyip ona minnettar kalmasının üzerinden hemen hemen bir yıl geçmişti; o sıra Baba’ya borçlu olduğu hissettirilmişti ama za­ manla bu duygusu zayıflamıştı. İki serserinin kanlı yüzlerini görmek Bonasera’yı öyle minnettar kılmıştı ki, o sıra Baba için yapmayacağı şey yoktu. Oysa za­ man minnettarlığı güzellikten çok daha çabuk sön­ dürüp öldürüyor, şimdi Amerigo Bonasera felâketle karşılaşmış bir insanın acısını çekiyordu. Telefona cevap veren sesi titrekti. «Evet, anlıyorum. Sizi dinli­ yorum.» Hagen’in sesinin soğukluğu karşısında şaşırdı Bonasera. İtalyan olmamasına rağmen Consigliori dai­ ma saygılı, kibar bir insandı. Oysa şimdi kabalığa ka­ çan bir sertlikle konuşuyordu. «Baba’ya bir borcunuz var,» dedi Hagen, «kendisinin bu borcu ödeyeceği­ nizden hiç kuşkusu yok. Hatta elinize böyle bir fırsat geçtiği için mutlu olacağınız kanısında. Bir saate ka­ dar, daha önce değil ama daha sonra olabilir, yardı­ mınızı istemek işin dükkânınıza gelecek. Onu karşıla­ mak üzere orada bulunun. Yanınızda çalışanlar dük­ kânda olmasın. Evlerine yollayın hepsini. Eğer bir iti­ razınız varsa şimdiden söyleyin, ben Don Corleone’-


ye bildiririm. Ona yardım etmek isteyen başka dost­ ları da bulunur.» Amerigo Bonasera duyduğu dehşetle âdeta hay­ kırdı : «Baba’nın bir isteğini reddedebileceğimi nasıl düşünebiliyorsunuz? İstediği her şeyi yaparım tabii. Borcumu unutmadım. Derhal işimin başına dönüyo­ rum hemen şimdi.» Şimdi Hagen’in sesi daha nazikti; ama yine de bu seste bir gariplik vardı. «Teşekkür ederim,» dedi Bonasera’ya, «Baha’nın sizden asla kuşkusu olmadı. Kuşkulanan bendim. Ona bu gece yardım edin; başı­ nız derde girer, bir isteğiniz olursa emrinize amade­ yim. Dostluğumu kazanmış olacaksınız.» Bu sözler Amerigo’nun korkusunu iyiden iyiye arttırdı. «Bu gece dükkâna Baba’nın kendisi mi gele­ cek?» diye kekeledi. «Evet,» dedi Hagen. «O halde tamamiyle iyileşti. Tanrıya şükürler ol­ sun,» dedi Bonasera. Bunu sorar gibi söylemişti. Telefonun öteki ucunda kısa bir sessizlik oldu. Sonra Hagen’in sesi yavaşça : «Evet.» dedi. Bir tıkırtı duyuldu. Telefon kapandı. Bonasera buram buram terliyordu. Yatak odasına geçti. Gömleğini çıkardı. Dişlerini fırçaladı. Ama kıravatını değiştirmedi. Gündüz kullandığını yine taktı. Dükkâna telefon edip yardımcısına, ön salonları kul­ lanan yaşlı aileyle beraber olmasını söyledi. Kendisi dükkânın laboratuvar bölümünde çalışacaktı. İşi var­ dı. Yardımcısı soru sormaya başlayınca onu hemen susturdu; söylenenleri yapmasını istedi. Ceketini giydi. Hâlâ yemeğini yemekte olan karı­ sı başını kaldırıp hayretle baktı: «Yapılacak işim var» dedi Bonasera. Kadıncağız onun yüzündeki anlamı görünce daha fazla soru sormaktan kaçındı. Bonase­ ra evden çıktı; dükkânına kadar olan birkaç blokluk yolu yürüdü. Yapı kazıklardan parmaklıkla çevrili geniş bir arazinin ortasında duruyordu. Caddeden yapının arka tarafına uzanan cankurtaran otomobilleriyle cenaze arabalarının geçebileceği genişlikte bir yol vardı. Bo­ nasera bahçe kapısını açtı; açık bıraktı. Sonra yapının


arka tarafına doğru yürüdü ve geniş kapıdan içeri gir­ di. O sıra içerdeki ölüye son saygılarını göstermeye gelenlerin ön salona girdiklerini görmüştü. Bonasera yıllarca önce bu yapıyı işten çekilmeyi kararlaştıran bir ölü gömücüden satın aldığından müş­ terilerin cenaze odasına girmezden önce tırmanmak zorunda kaldıkları on adımlık kadar bir tümsek vardı. Ortaya bir güçlük çıkarmıştı bu tümsek. Ölülerine karşı son görevlerini yapmaya kararlı olan, yaşlı ve sakat kişiler bu tümseği tırmanmakta güçlük çekiyor­ lardı. Bu yüzden yapının eski sahibi onlar için, bina­ nın hemen yanından yükselen küçük madenî bir plat­ form şeklindeki asansörü kullanıyordu. Asansör aslın­ da ölülerin ve tabutların naklinde kullanılıyordu. Önce asansör mahzene iniyor, sonra cenaze salonuna çı­ kıyordu. Böyle asansörle gelen sakat biri, tabutun yanındaki kapıdan çıkarken salondakiler siyah iskem­ lelerini geriye çekmek zorunda kalıyorlardı. Yaşlı ya­ hut sakat kişi saygı görevini yerine getirdikten sonrs» asansör cilâlı döşemenin üzerine çıkarılıyor, onu alıp aynı yoldan dışarı götürüyordu. Amerigo bu soruna bir çare bulmuştu. Yapının önünü tümüyle değiştirmiş, tümsek giderilmiş, yeri­ ne hafif eğilimli bir yol yapılmıştı. Tabii tabutlar ve ölüler için yine asansör kullanılıyordu. Yapının arka tarafında, cenaze salonundan ses geçirmez, büyük bir kapıyla ayrılmış çalışma yeri vardı; Mumyalama odası, tabutların depo edildiği oda, ve gereçlerin dikkatle kilitli tutulduğu dolap buraday­ dı. Bonasera yazıhanesine girdi; masasına oturdu. Bir sigara daha yaktı. Oysa burada pek seyrek sigara içerdi, Don Corleone’yi beklemeye başladı. Büyük bir perişanlık içindeydi. Çünkü kendisin­ den istenen işin özelliğini biliyordu. Son yıl içinde Corleoneler New York’un beş büyük Mafia Ailesine savaş açmış, gazeteler ölüm haberleriyle dolmuştu. İki taraftan da ölenler vardı. Şimdi Corleone Ailesi çok önemli bir kişiyi öldürmüştü, herhalde ölünün cesedi­ ni yakmak ortadan yok etmek istiyorlardı. Böyle bir işi Bonasera gibi elinde çalışma izni bulunan bir ölü


gömücüden daha iyi kim yapabilirdi? üstelik Amerigo Bonasera yapacağı iş üzerine hayale dalmıyor, kendini aldatmıyordu. Cinayete suç ortaklığı edecek­ ti. İş ortaya çıkarsa yıllarca hapishanede yatması sözkonusuydu. Kızı, karısı rezil olacak, dürüst, saygıde­ ğer Amerigo Bonasera adı Mafia savaşının kanlı ça­ muruna bulanacaktı. Bir sigara daha yaktı. Sonra daha korkunç bir düşünceye kapıldı. Diğer Mafia Aileleri Corleone Çe­ tesine yardım ettiğini anlarlarsa kendilerine düşman sayar, öldürürlerdi onu. Şimdi Baba’ya gittiği, intika­ mının alınmasını istediği güne lânet ediyordu. Karı­ sıyla Baba’nın karısının arkadaş oldukları güne lânet okuyordu. Sonra iyimserliği üstün geldi. Her şey yo­ lunda gidebilirdi de. Don Corleone zeki bir insandı. Sırrı gizlemek için her türlü tedbir almmuştı elbette. Yalnız Bonasera’nın sinirlerine hâkim olması gereki­ yordu. Çünkü Don’un kızması bütün bunlardan çok daha feci sonuçlar doğurabilirdi. Çakıllı yoldan gelen tekerlek seslerini duydu. Tec­ rübeli kulağı ona dar yoldan bir arabanın geldiğini, arka avluda durduğunu bildirdi. Adamların içeri gir­ mesi için arka kapıyı açtı. İri yarı, şişman biri olan Clemenza, peşinde sert görünüşlü iki genç olduğu halde içeri daldı. Bonasera’ya bir şey söylemeden odayı araştırdılar. Sonra Clemenza çıktı, iki genç ölü gömücüyle kaldı. Birkaç dakika sonra Bonasera dar yoldan gelen büyük bir cankurtaranın sesini duydu. Çok geçmeden Clemenza, peşinde sedye taşıyan iki kişiyle kapının eşiğinde göründü. İşte Amerigo Bonasera’nın en kö­ tü tahminleri gerçekleşiyordu. Sedyede, üzeri kurşu­ nî çarşafla örtülü bir ceset yatıyordu; ama cesedin çıplak, solgun ayakları sedyenin öte yanından dışarı çıkmıştı. Clemenza sedyecilere, mumyalama odasına geç­ melerini işaret etti. Sonra avlunun karanlıklarından yazıhanenin ışıkları altına başka biri geldi. Don Cor­ leone idi bu adam. Hastalığı sırasında Baba bir hayli kilo kaybet­ mişti, yürüyüşünde garip bir tutukluk vardı. Şapkası­


nı elinde tutuyordu; saçları dökülmüş gibiydi. Bonasera’nın düğünde gördüğünden daha yaşlı, daha kü­ çülmüştü sanki. Ama yine de varlığından otorite akı­ yordu. Baba şapkasını göğsüne doğru tutarak Bonasera’ya : «Evet, dostum» dedi, «bana yardımda bulun­ maya hazır mısın?» Bonasera başını salladı. Baba, sedyenin peşin­ den mumyalama odasına girdi. Bonasera da onu izle­ di. Ceset oluklu masalardan birinin üzerindeydi. Don Corleone şapkasıyla küçük bir işaret yaptı. Diğerleri çıktılar. Bonasera fısıldadı : «Ne yapmamı istiyorsunuz?» Don Corleone masaya bakıyordu. «Bütün ustalı­ ğını, bütün gücünü kullanmanı istiyorum,» dedi Baba. «Annesinin onu bu halde görmesini istemem.» Masa­ ya yaklaştı. Kurşunî çarşafı çekti. Amerigo Bonase­ ra bütün iradesine, on yıllık tecrübesine rağmen deh­ şetle haykırmaktan kendini alamadı. Masanın üzerin­ de yüzü kurşunlarla paramparça olmuş Sonny Corle­ one yatıyordu. Kan çukurunun içine gömülmüş olan sol gözünün bebeğine bir kemik parçası saplanmış­ tı. Burnuyla sol yanağı hamur haline gelmişti. Baba, bir saniye kadar kısa süren bir an düşme­ mek için elini uzatıp Bonasera’ya dayanır gibi oldu. «Bak oğlumu ne hale sokmuşlar.» dedi.

ON DOKUZUNCU BÖLÜM

SONNY CORLEONE’nin böyle kanlı bir yol tutturup ölümüyle sonuçlanan bir savaşa girmesine belki de her yönden çaresiz kalması sebep olmuştu. Böyle alabildiğine gitmesi belki kendini tutamayacak kadar öfkeli oluşundan doğmuştu. Sebep ne olursa olsun, o ilkbahar ve yaz aylarında düşmana karşı mantıksız, düşüncesiz saldırılarda bulundu. Harlem’deki Tattag­ lia Ailesine bağlı muhabbet tellâlları öldürüldü, kiralık liman işçileri parça parça edildi. Beş Aile’den yana


çıkan Sendikacılara tarafsız kalmaları ihtar edildi. Corleone’lere bağlı tefecilerle müşterek bahisçiler yi­ ne limanda çalıştırılmayınca Sonny, Clemenza ile regime’sini sahilin altını üstüne getirmeye yolladı. Bu kıyım mantıksız bir davranıştı; çünkü savaşın sonucu üzerinde etkili olmuyordu. Sonny parlak bir taktikçiydi. Parlak zaferler kazandı. Oysa gerekli olan Don Corleone’nin stratejik dehasıydı. Durum öyle bir çete harbine dönmüştü ki, iki taraf sonunda boş yere para ve insan kaybına uğradıklarını gördüler. Corleo­ ne Ailesi en işlek, kazançlı müşterek bahis acentalarını kapamak zorunda bırakıldı; bunlara, ekmek pa­ rasını sağlaması için Carlo Rizzi’ye verilen acenta da dahildi. Carlo kendini içkiye verdi, şarkıcı kızlarla dolaşıyor, karısı Connie’ye hayatı zehir ediyordu. Sonny’den dayak yediği günden beri karısını tekrar dövecek cesareti kalmamıştı. Ama o zamandan beri de Connie ile yatmamıştı. Kadın kendini onun ayakla­ rına atıp yalvarmış, Carlo soylu bir Romalı gibi onu küçümseyerek : «Git ağabeyini çağır,» diye alay et­ mişti. «Sana dokunmadığımı söyle ona. Belki beni dö­ verek istediğini yaptırır.» Birbirlerine soğuk ve nazik davranmalarına rağ­ men Carlo, Sonny’den ölesiye korkuyordu. Sonny’nin kendisini öldürebileceğini, bir hayvanın yabaniliğiyle her insanı öldürebilecek türden biri olduğunu, oysa kendisinin cinayet işleyebilmek için bütün iradesini cesaretini toplaması gerektiğini bilecek kadar sağdu­ yu sahibiydi. Eğer deyim yerindeyse sırf bu yüzden kendisinin Sonny Corleone’den çok daha iyi bir insan olduğu hiç aklına gelmiyordu; Sonny’yi, artık bir ef­ sane haline gelen korkunç vahşetini kıskanıyordu. Bir Consigliori olarak Tom Hagen, Sonny’nin tu­ tumunu onaylamıyor, ama bu tutum bir dereceye ka­ dar etkili olduğundan Baba’ya şikâyet etmiyordu. Beş Aile sinmiş, karşı saldırıları zayıflamıştı; sonunda bu saldırılar tümüyle kesildi. Başlangıçta Hagen düş­ manın görünürdeki bu sinişini kuşkuyla karşıladı. Oy­ sa Sonny’nin keyfine diyecek yoktu. Hagen’e : «Akıl­ ları başlarına geldi,» dedi, «yakında diz çöküp anlaş­ mak için yalvarmaya başlayacaklar.»


Sonny’nin kaygılandığı başka sorunlar da vardı. Lucy Mancini ile düşüp kalktığı Sandra’nın kulağına kadar gitmişti; Sonny’ye hayatı zehir ediyordu. Sandra herkesin önünde Sonny’nin aşk tekniğinden ve aletin­ den alaycı bir dille söz etmişti ama kocası da ondan öyle uzun bir süre uzak kalmıştı kj şimdi Sonny’yi özlüyor, dırdırlarıyla kafasını ütülüyordu. Ayrıca Sonny damgalı bir kişi oluşunun verdiği büyük baskı altındaydı. Davranışlarında son derece dikkatli olması gerekiyordu. Lucy Mancini’ye yaptığı ziyaretlerin düşman tarafından öğrenildiğini de bili­ yordu. Sevgilisiyle buluşurken olağanüstü tedbirler alıyordu; çünkü bu onun en zayıf noktasıydı. Lucy Mancini’nin yanında güvenlik içindeydi. En küçük bir kuşkusu olmamasına rağmen Lucy, Santino’nun regime’sindeki adamlar tarafından günün yirmi dört saa­ ti göz hapsine tutuluyordu. Onun katında bir daire boşalır boşalmaz regime’nin en güvenilir adamları ta­ rafından derhal kiralanıyordu. Baba iyileşmek, yönetimi ele almak üzereydi. O zaman savaşın gidişi lehlerine dönecekti. Sonny’nin bundan hiç kuşkusu yoktu. Bu arada Aile İmparator­ luğunu korumalı, babasının saygısını kazanmalı ve Corleone imparatorluğunun varisi olarak hakkını sağlamlaştırmalıydı. Oysa düşman uyumuyor, plânlar kuruyordu. On­ lar da durumu incelemişler, tam bir yenilginin önüne geçebilmek için Sonny Corleone’nin öldürülmesi ge­ rektiği sonucuna varmışlardı. Şimdi durumu daha iyi kavrıyor, mantıklı bir kişi olduğunu bildikleri Baba ile anlaşmanın mümkün olabileceğini hissediyorlardı. Barbarca saydıkları kana susayıcılığından ötürü Sonny’den nefret ediyorlardı. Üstelik Sonny’de iş ahlâkı da yoktu. Kimse, üzüntü ve huzursuzluk dolu karışık günlerin geri gelmesini istemiyordu. Bir akşam Connie Corleone’ye adını vermeyen biri telefon etti. Bir kadın sesi Carlo’yu istiyordu. «Kimsiniz?» diye sordu Connie. Öteki yandaki kadın kıkır kıkır güldü. «Carlo’nun arkadaşıyım,» dedi, «bu gece kendisini göremeyece-


ğimj söylemek istiyordum. Evde olmayacağım.» «Pis orospu seni,» dedi Connie Corleone. Aynı sözü telefonda bağırarak tekrarladı : «Pis, sokak oros­ pusu.» diğer yandan telefonun kapatıldığını belirten tıkırtı geldi. Carlo o gün öğleden sonra at yarışlarına gitmiş­ ti. Akşam üstü döndüğünde yarışlarda epey para kay­ bettiği için öfkeli, her zaman yanında taşıdığı içki şi­ şesinden demlendiği için de yarı sarhoştu. Daha kapı­ dan adımını atar atmaz Connie ona lânetler, küfürler yağdırmaya başladı. Carlo aldırmadı; duş yapmak için içeri girdi. Banyosunu aldıktan sonra gelip Connie’nin önünde çıplak vücudunu kuruladı. Sonra da tekrar sokağa çıkmak üzere hazırlanmaya başladı. Connie ellerini kalçalarına dayamış duruyordu; yüzü öfkeden bemyeyazdı. «Bir yere gitmeyeceksin.» dedi, «orospu arakadaşın telefon etti; bu gece seninle buluşamayacakmış. Allahın belâsı herif, orospulara telefon numaramı vermeye utanmıyorsun demek. Se­ ni öldüreceğim, alçak.» Carlo’nun üzerine atıldı; onu tekmeliyor, tırmalıyordu. Carlo bir eliyle karısını tutup kendinden uzaklaş­ tırdı. «Çıldırmışsın sen,» dedi soğukkanlılıkla. Ama kadın, orospu dostu böyle bir şey yapmazmış gibi Carlo’nun kaygılandığını görüyordu. «Seni işletmiş,» dedi Carlo. Connie, onun kolunun altından dalıp pençelerini yüzüne geçirdi. Tırnaklarıyla Carlo’nun yanağını tır­ maladı. Carlo şaşılacak bir sükûnetle onu itti. Con­ nie hamileliği yüzünden Carlo’nun dikkatli davrandı­ ğını görüyordu. Bu da öfkesini olduğu gibi ortaya dökmesi için ona cesaret verdi. Heyecanlanmıştı da. Pek yakında bir şey yapacak hali kalmayacaktı; doktor son iki ay her türlü cinsel ilişkinin kesilmesi­ ni söylemişti; oysa Connie son iki ay girmezden önce Carlo ile yatmak istiyordu. Carlo’yu yaralamak istedi­ ği de gerçekti. Onun peşinden yatak odasına geçti. Carlo’nun korktuğunu görüyor, içi karşısındakini küçük yören bir zevkle doluyordu. «Evde kalacaksın,» dedi Connie Carlo’ya, «dışarı çıkmayacaksın.» «Peki, peki,» dedi Carlo. Hâlâ soyunuktu. Üze­


rinde yalnız kilot vardı. Evin içinde bu şekilde do­ laşmaktan hoşlanırdı; üçgen vücudu, altın rengi teniy­ le gururlanırdı. Connie ona aç gözlerle baktı. Carlo gülmeye çalıştı. «Hiç olmazsa bana yiyecek bir şey­ ler ver,» dedi. Carlo’nun isteği, onu kadınlık görevlerinden biri­ ne olsun davet edişi Connie’yi sakinleştirdi. İyi bir aşçıydı Connie; yemek pişirmesini annesinden öğren­ mişti. Biber ve dana eti çevirdi yağda; tencere ocak­ ta ağır ağır kaynarken karışık salata hazırladı. Bu sı­ rada Carlo yatağın üzerine uzanmış ertesi günkü atyarışı tahminlerini okuyor, yanında duran viski kade­ hinden içkisini yudumluyordu. Connie yatak odasına girdi. Sanki davet edilme­ den yatağa yaklaşmazmış gibi kapının eşiğinde dur­ du. «Yemek hazır,» dedi. «Henüz aç değilim,» karşılığını verdi Carlo. Hâlâ elindeki yarış programını inceliyordu. «Yemek hazır,» dedi Connie inatla. «Kıçına sok yemeğini,» dedi Carlo. Su bardağın­ daki içkinin geri kalanını bir dikişte içti; bardağı tek­ rar doldurmak için şişeyi aldı. Connie’ye aldırış ettiği bile yoktu. Connie mutfağa döndü. Yemekle dolu tabakları aldı; bulaşık çukuruna döktü. Tabakların şangırtıları Carlo’yu yatak odasından mutfağa getirdi. Mutfak du­ varlarının dana eti ve biberlerle yağ içinde kaldığını gördü; titizliği ve temizliği depreşti. «Seni şımarık ka­ rı» dedi zehirli bir dille, «hemen temizle burasını, yoksa anandan emdiğin sütü burnundan getiririm.» «Çok beklersin,» dedi Connie, Carlo’nun çıplak göğsünü parçalamaya hazırlanmış gibi ellerini uzat­ tı. Carlo yatak odasına döndü. Geri geldiğinde elin­ de ikiye katladığı kemeri vardı. «Temizle,» dedi tek­ rar. Carlo kemeri Connie’nin artık iyiden iyiye tom­ bullaşmış kalçalarına indirdi; deri kemer kadının eti­ ne gömülmüş ama canını acıtmamıştı. Connie, dola­ bın bulunduğu yere doğru geriledi; eli ekmek bıça­ ğını almak için çekmecelerden birinin içine uzandı. Kaptı bıçağı, hazır tuttu.


Carlo güldü : «Corleone’lerin kadınları bile kaatil,» dedi. Elindeki kemeri mutfak masasının üzerine bıraktı; Connie’ye yaklaştı. Connie birden atılmak is­ tedi. Ama hamile vücudu yüzünden hareketleri ağır­ laşmıştı. Carlo büyük bir ciddiyetle, bilerek karnını hedef alan bıçaktan kurtuldu. Connie’yi kolayca si­ lâhsız bıraktı. Sonra cildini parçalamamak için Connie’nin yüzüne ağır ağır tokatlar indirmeye başladı. Elinden kurtulmak isteğiyle mutfakta dolaşan Connie’­ ye tekrar tekrar vurdu. Peşinden yatak odasına gitti. Connie onun elini ısırmaya çalıştı. Carlo saçlarından yakalayıp başını kaldırdı. Connie, küçük bir kız ço­ cuğu gibi acı ve utançla ağlamaya başlayıncaya ka­ dar vurdu. Sonra hoşgörüyle onu yatağın üzerine fır­ latıp attı. Hâlâ komodinin üzerinde duran içki şişesin­ den bir yudum aldı. Artık çok sarhoş gibiydi; açık ma­ vi gözlerinde çılgınca bir parıltı vardı. Connie artık gerçekten korkuyordu ondan. Carlo bacaklarını iki yana açıp şişedeki içkiyi iç­ ti. Sonra uzanıp hamilelikten tombullaşmış kalçaların­ dan birini avuçladı. Connie’nin canını yakıncaya, bı­ rakması için yalvarmaya başlayıncaya kadar sıktı. «Domuz gibi şişmansın,» dedi tiksintiyle. Yatak oda­ sından çıktı. İyice korkmuş ve sinmiş olan Connie yatakta ya­ tıyor, kocasının öteki odada ne yaptığını anlamaya cesaret edemiyordu. Sonunda kalktı; oturma odasına bakmak için kapıya gitti. Carlo yeni bir viski şişesi açıp divana yayılmıştı. Az sonra sızıp kalacaktı. O zaman Connie gizlice mutfağa geçip Long Beach’deki ailesine telefon edebilirdi. Annesine, buraya birini yollayıp kendisini aldırmasını söyleyecekti. Yalnız te­ lefona Sonny’nin çıkmamasını diliyordu. Tom Hagen yahut annesiyle konuşmasının daha doğru olacağı ka­ nısındaydı. Don Corleone’lerin mutfaktaki telefonları çalma­ ya başladığında saat neredeyse on olmak üzereydi. Telefona Baba’nın muhafızlarından biri cevap verdi; sonra telefonu saygıyla Connie’nin annesine uzattı. Oysa Mrs. Corleone kızının ne dediğini anlayamıyordu; çünkü Connie çok heyecanlı olmasına rağmen yi­


ne de bitişik odada yatan kocası işitmesin diye fısıl­ dayarak konuşmaya çalışıyordu. Üstelik yüzü de ye­ diği tokatlardan şişmişti; şiş dudakları düzgün konuş­ masını engelliyordu. Mrs. Corleone, Tom Hagen’le oturma odasında bulunan Sonny’yi çağırması için mu­ hafıza işaret etti. Sonny mutfağa geldi. Ahizeyi annesinin elinden aldı. «Evet, Connie,» dedi. Connie hem kocasından, hem de ağabeyinin ya­ pacaklarından öyle korkuyordu ki konuşması iyiden iyiye anlaşılmaz oldu. «Sonny,» diye kekeledi, «beni alması için buraya bir araba yolla. O zaman anlatı­ rım. Sen gelme. Bir şey yok. Tom’u yolla, yalvarırım. Sonny, bir şey yok. Yalnız eve dönmek istiyorum ben.» O sıra Hagen de mutfağa gelmişti. Baba, üst kat­ taki odasında ilâç alarak uykuya dalmıştı. Ve Tom Hagen, ne olursa olsun Sonny’yi gözünün önünden uzaklaştırmak istemiyordu. İç güvenliği sağlayan iki muhafız da mutfaktaydı. Hepsi telefonu dinleyen Son­ ny’yi izliyorlardı. Sonny Corleone’nin yaradılışındaki şiddetin de­ rin esrarlı bir noktadan fışkırdığına hiç kuşku yoktu. Genç adamın yüzüne kan hücum ettiğini, kalın boyun damarlarının kabardığını, gözlerinin nefretle perde­ lendiğini, yüzünün her çizgisinin gerilip kasıldığını, sonra da ölümle savaşan hasta bir adamınki gibi kur­ şunî bir renk aldığını gördüler. Şimdi vücudunda do­ laşan adrenalinin etkisiyle Sonny’nin elleri titriyordu. Oysa kızkardeşine cevap veren sesi sakin, kontrol­ lüydü. «Orada bekle,» dedi, «bekle yalnız.» Telefon kapandı. İçinde kabaran öfke ve nefrete kendisi de şaş­ mış gibi bir an öylece durdu. Sonra : «Allahın belâsı orospu çocuğu. Allahın belâsı orospu çocuğu,» de­ di. Evden koşar adım çıktı. Hagen, Sonny’nin yüzündeki bu ifadenin anlamı­ nı bilirdi. Artık genç adamda akıl, mantık diye bir şey kalmamıştı. Böyle anlarda Sonny her şeyi yapabilir­ di. Hagen, şehre inmenin Sonny’yi sakinleştireceğini, daha mantıklı yapacağını da biliyordu. Ama bu man­


tıklılık S o nn/yi daha tehlikeli bir hale sokacak, üs­ telik mantıklı oluşu onu öfkesinin vereceği sonuçlar karşısında savunmasız bırakacaktı. Hagen arabanın canlanan motorunun sesini duydu. İki muhafıza: «Pe­ şinden gidin,» dedi. Sonra telefona yaklaştı. Bir iki yeri aradı. Sonny’­ nin regimesi’nin şehirde oturan adamlarına Carlo Riz­ zi’nin apartmanına gidip Carlo’yu oradan uzaklaştır­ malarını söyledi. Diğerleri Sonny gelinceye kadar apartmanda bekleyeceklerdi. Böyle davranmakla Sonny’ye karşı geliyordu, ama Bâba’nın kendisini destek­ leyeceğinden emindi. Sonny’nin Carlo’yu tanıklar önünde öldürmesinden korkuyordu. Düşmanın bir me­ sele çıkaracağından çekindiği yoktu. Beş Aile uzun süreden beri susuyor, herhalde barış çareleri araştı­ rıyorlardı. Sonny Buick arabasıyla evden çıktığında kendi­ ni toparlamış, kısmen de olsa doğru dürüst düşünme­ ğe başlamıştı bile. İki muhafızın evden çıkıp peşine takıldıklarını görünce memnun oldu. Tehlikeyle karşı­ laşmayacağına emindi. Beş Aile karşı hücumdan vaz geçmişlerdi; artık çarpışmıyorlardı. Kapıdaki dolap­ tan ceketini kapıp almıştı. Arabanın gizli bir bölme­ sinde tabanca da vardı. Araba reglme’sinden bir ada­ mın adına kayıtlıydı. Böylece kendisi kanun karşısın­ da suçlu durumuna düşmezdi. Oysa silâha ihtiyacı olabileceğini de aklına getirmiyordu. Hatta Carlo Rizzi’yi ne yapacağını bile bilmiyordu. Şimdi düşünmeye fırsatı vardı ve henüz doğma­ mış bir çocuğun babasını, kızkardeşinin kocasını öldüremeyeceğini anlıyordu. Aileyi ilgilendiren bir me­ seleden ötürü cinayet işleyemezdi; oysa yalnız bir aile kavgası değildi bu. Carlo kötü bir insandı. Connie’nin Carlo’yu kendi aracılığıyla tanımasından da sorumluluk duyuyordu. Sonny’nin sert yaradılışında kadını dövmemek gi­ bi bir çelişki vardı; şimdiye kadar hiç bir kadına vur­ mamıştı. Sonra bir çocuğa ya da çaresiz dürümdaki­ lere zarar vermezdi. O gün Sonny’ye karşı durma­ ması sayesinde Carlo ölümden kurtulmuştu. Tam bir teslimiyet Sonny’nin öfkesi üzerinde yatıştırıcı bir


etki yapıyordu. Çocukken çok yufka yürekliydi. Büyü­ yünce kaatil olması da kaderin cilvesinden başka bir şey değildi. Sonny arabayı Long Beach’den Jones Beach’ın öte yanındaki ağaçlıklı yola götürecek olan şoseye doğru sürerken : «Meseleyi kökünden halledeceğim,» diye düşündü. New York’a gittiği zamanlar hep bu yolu seçerdi. Burada trafik daha seyrekti. Connie’yi muhafızlarla eve yollamaya, ardından da Carlo ile oturup konuşmaya karar verdi. Ondan sonra ne olacağını bilmiyordu artık. Eğer alçak herif Connie’yi gerçekten incitmişse canına okuyacaktı. Ama şoseden esen rüzgâr, tuzlu ve tertemiz hava öf­ kesini yatıştırmıştı. Penceresini sonuna kadar açtı. Her zamanki gibi Jones Beach şosesini tuttur­ muştu; çünkü gecenin bu saatinde, yılın bu zamanın­ da yol tenha olurdu, öte yandaki ağaçlıklı yola varın­ caya kadar istediği kadar hızlı gidebilirdi. Orada bi­ le trafik sıkışık olmazdı. Hızla araba kullanmanın ver­ diği heyecan tehlikeli olduğunu bildiği gerginliği da­ ğıtacaktı. Muhafızlarının arabasını daha şimdiden çok geride bırakmıştı. Yol iyi aydınlatılmıştı; görünürde tek bir araba yoktu. İlerdeki gişenin beyaz, koni şeklindeki tepe­ sini görüyordu. Bunun yanında başka gişeler de var­ dı ama yalnız trafiğin sıkışık olduğu gündüz saatle­ rinde çalışıyordu bu gişeler. Sonny arabanın hızını kesmeye başladı. Aynı zamanda da cebinde bozuk para arıyordu. Hiç bozuğu yoktu. Cüzdanına uzandı; tek eliyle açıp bir dolar çıkardı. Işık halkasının içine girdi, hayretle içine para atılacak yeri bir arabanın kapatmış olduğunu gördü. Araba sahibi gişe memu­ rundan bir şey soruyordu mutlaka. Sonny kornasına bastı; öteki araba Sonny’nin geçmesi için korna se­ sine boyun eğip çekildi. Sonny gişe memuruna bir doları uzatıp üstünü vermesini bekledi. Bir yandan da penceresini kapat­ mak istiyordu; çünkü Atlantik Okyanusunun serin ha­ vası arabanın içini buz gibi soğutmuştu. Gişe memu­ ru paranın üstünü vermeyi geciktiriyordu; hatta sar­ sak herif paralan yere bile saçtı. Gişenin içine yayı­


lan paraları toplamak için eğilen adamın başı ve göv­ desi gözden kayboldu. O sıra Sonny diğer arabanın yoluna devam ermeyip birkaç metre uzakta durduğunu gördü; hâlâ yo­ lunu kapatıyordu. Aynı anda Sonny sağ tarafındaki ka­ ranlık gişede başka bir adam olduğunu fark etti. Bu­ nun üzerinde düşünecek zamanı yoktu; çünkü öndeki arabadan iki kişi çıkmış ona doğru geliyordu. Gişp memuru hâlâ görünmemişti. İşte o an, saniyeden da­ ha kısa bir süre içinde, her şey olup bitmeden, Son­ ny Corleone işinin bitik olduğunu anladı. Sanki gizii korkusu gerçekleşmiş, ortaya çıkmış gibi rahatlamış­ tı; kafası iyi çalışıyordu, bütün zorbalıklardan kurtul­ muştu. Yine de iri gövdesi can kaygısıyla kapıya doğru atıldı; kilidi açtı. Karanlık gişedeki adam ateş etti. Kurşunlar Sonny Corleone’nin arabadan dışarı çıkar gövdesinin ense ve baş kısmına isabet etti. Şimdi ön­ den gelen iki adam da tabancalarını çıkarmışlardı, karanlık gişedeki ateşi kesti. Sonny’nin bacakları hâlâ arabanın içindeydi ama gövdesi asfalt yola doğru uzanmıştı. İki adam Sonny’nin vücuduna kurşunlarını gömdüler; sonra yüz çizgilerini iyice bozmak, güçle­ rinin izini bırakmak için tekmelediler. Birkaç saniye sonra, Sonny’yi öldüren kaatil’lo sahte gişe memuru arabalarına atlamış, Jones Beach’in öteki yanındaki Meadovvbook Beach’e doğru yol­ lanmışlardı bile. Sonny’nin arabasıyla gişenin yanın­ daki ölüsü geçiş yolunu tıkadığından izlenmeleri im­ kânsızdı. Birkaç dakika sonra Sonny’nin muhafızları yetişip ölüsünü görünce kaçanları izlemeyi akıllarına bile getirmediler. Oldukları yerde manevra yapıp, Long Beach’e döndüler. Yolda rastladıkları ilk tele­ fon kulübesinde biri inip Tom Hagen’e telefon etti. Gayet kısa ve açık bir şekilde : «Sonny öldü,» dedi, «Jones Beach gişesinde kıstırmışlar.» Hagen’in sesi sakindi, «Peki,» dedi, «Clemenzanın evine gidin. Derhal buraya gelmesini söyleyin. O size ne yapacağınızı anlatır.» Hagen mutfaktan konuşmuştu. Ana Corleone ge­ lecek olan kızı için yiyecek bir şeyler hazırlamakla


meşguldü. Soğukkanlılığını korumayı bilmiş. Ana Corleone’ye bir şey belli etmemişti. Yaşlı kddın istese her şeyi anlar, öğrenirdi tabii. Ama Baba ile geçen hayatında her şeyi sezip anlamanın akıllıca bir iş ol­ madığını öğrenmişti. Acı verecek olan bir şeyi öğren­ mesi gerekiyorsa ona ergeç anlatırlardı. Ama ortada bilmemesi gereken acı bir olay varsa pekâlâ öğren­ meden de olurdu. Erkeklerin acılarını, dertlerini paylaşmak onu rahatsız etmiyordu. Onlar kadınların acılarını paylaşıyorlar mıydı ki? Çevresiyle ilgilenme­ den kahvesini kaynattı, masaya yiyecek koydu. Acı ve korkunun açlığı gidermediğini tecrübeleriyle bili­ yordu; yiyeceğin acıyı azalttığının da farkındaydı. Bir doktor onu ilâçla sakinleştirip uyutmaya kalkışsa çok öfkelenirdi. Ama kahveye ve bir dilim kızarmış ek­ meğe diyeceği yoktu. Ne de olsa daha ilkel bir uygar­ lığın kadınıydı o. Böylece Tom Hagen’in mutfaktan çıkıp köşedeki toplantı odasına gitmesine aldırmadı. Hagen odaya gi­ rer girmez öyle bir titremeye kapıldı ki oturmok zo­ runda kaldı; bacaklarını birbirine yapıştırmış, başı dikleştirdiği omuzlarının içine çökmüş, ellerini sanki şeytana yalvarıyormuş gibi bacaklarının arasına kıstırmıştı. Artık Savaş halindeki bir Çeteye Consigliori’lik edecek yetenekte olmadığını biliyordu. Beş Aile, nu­ maradan çekingenlikleriyle onu aptal yerine koymuş, aldatmışlardı. Korkunç tuzaklarını kurarken pusuya yatmışlardı. Nasıl tahrik edilirlerse edilsinler ksnlı ellerini kavuşturup plânlar kurarak beklemişlerdi. Tek bir korkunç darbe indirmek için beklemişlerdi. Başar­ mışlardı bunu. Yaşlı Genco Abbandando olsa büyle bir tuzağa asla düşmezdi; kuşkulanır, düşmanın hazır­ lıklarının kokusunu alır, tedbirlerini iki kat çoğaltırdı. Hagen bütün bunları düşünürken kaybının acısını da duyuyordu. Sonny onun gerçek kardeşi, kurtarıcss* olmuştu; birlikte oynadıkları çocukluk günlerinin kah­ ramanıydı o. Sonny Hagen’e asla kötü davranmamış, kabadayılık etmemiş, her zaman sevgi göstermiş, Sollozzo’nun elinden kurtulup geldiğinde de Hagen'e sarılmıştı. Sonny’nin ona kavuşmaktan duyduğu se­


vinç gerçekti. Sonny’nin büyüyünce zalim, sert ve ka­ na susamış bir insan olmasının Hagen için önemi yoktu. Mutfaktan kaçmıştı. Çünkü Ana Corleone’ye oğ­ lunun ölümünü asla söyleyemezdi. Don Co'leone’yi baba, Sonny’yi kardeş kabullenmesine rağmen Mrs. Corleone’yi hiç bir zaman bir ana olarak düşünmemiş­ ti. Yaşlı kadına Connie’ye, Freddie’ye ve Michael’e duyduğu sevgiyi duymuştu yalnızca. Kendisini sevme­ yen ama iyi davranan birine duyulan yakınlıktı bu. Birkaç ay gibi kısa süre içinde Ana Corleone bütün oğullarını kaybetmişti. Freddie Nevadaya sürülmüş­ tü. Michael canını kurtarmak için Sicilya’da saklanı­ yordu; şimdi de Santino ölmüştü. Acaba Mrs. Corle­ one üç oğlundan hangisini daha çok sevmişti? Duygu­ larını hiç belli etmezdi. Birkaç dakikadan fazla zaman geçmem-şti a<adan, Hagen kendini toparladı. Ahizeyi alıp Connie’nin numarasını çevirdi. Telefon öte yanda uzun bir süre çaldı. Sonra Connie’nin titrek, fısıldayan sesi duyul­ du. Hagen ona tatlılıkla : «Connie,» dedi, «ben Tom. Kocam uyandır. Onunla konuşmam gerek.» Connie ürkek, alçak bir sesle : «Tom, Sonny b u ­ raya geliyor mu?» diye sordu. «Hayır,» dedi Hagen «Sonny oraya gelmiyor. Bu­ nun için kaygılanma. Yalnız Carlo’yu uyandır sen; ço* önemli, onunla konuşmam gerek.» Connie ağlamaklıydı şimdi : «Tom, Cario beni dövdü. Eve telefon ettiğimi öğrenirse korkarım yine canımı yakar.» Hagen yine sevgiyle : «Bir şey yapmaz,» dedi «ben kendisiyle konuşacağım. Ona söyleyeceğimi bi­ liyorum. Her şey yoluna girecek. Kendisine telefona gelmesinin çok önemli olduğunu söyle, çok önemli. Tamam mı?» Carlo’nun sesi ancak beş dakika sonra telefonda duyuldu; uyku ve içki yüzünden boğuklaşmıştı bu ses. Hagen onu kendine getirmek için sert bir sesle ko­ nuştu : «Dinle, Carlo,» dedi, «sana çok üzücü oir şey


söyleyeceğim. Şimdi kendini hazırla; çünkü bana ce­ vap verirken çok sakin olman gerek. Sana önemli bir şey anlatacağım. Connie’ye de söyledim. Sen ona bir şey uydurursun. Aile’nin ikinizi Long Beach’deki ev­ lerden birine alacağını, sana da yeni bir iş verece­ ğini anlat. Aile hayatınızı düzene sokacağınız umu­ duyla Baba’nın sana bir şans daha tanımaya karar verdiğini söyle. Anladın mı?» Hagen’e cevap veren Carlo’nun sesinde umutlu bir hava vardı: «Evet. Anladım.» Hagen konuşmasını sürdürdü: «Birkaç dakika­ ya kadar seni almak için adamlarımdan bazıları kapı­ nı çalacak. Onlara önce bana telefon etmelerini istedi­ ğimi söyle. Bu kadarı yeter. Başka lâf etme. Kendile­ rine seni orada, Connie ile bırakmalarını söyleyece­ ğim, tamam mı?» «Tamam, tamam, anladım.» dedi Carlo. Heyecan­ lıydı. Hagen’in sesindeki gerginlikten verilecek habe­ rin gerçekten önemli olduğunu anlamıştı. Hagen haberi dolambaçlı yollara sapmadan doğ­ rudan doğruya verdi: «Bu gece Sonny’yi öldürdüler. Bir şey söyleme.' Sen uyurken Connie bize telefon etti. Sonny oraya geliyordu. Connie tahmin etse bile Sonny’nin oraya gelirken öldürüldüğünü kesinlikle bil­ mesini istemiyorum. Sonny’nin kendi hatası yüzün­ den öldürüldüğünü düşünerek kendini suçlar. Bu ge­ ce onunla kalmanı hiç bir şey söylememeni istiyorum. Connie ile barış. Mükemmel, karısını seven bir koca gibi davran. Hiç olmazsa çocuğunu doğurana kadar Connie’ye karşı iyi olmanı istiyorum. Yarın sabah bi­ risi, belki sen, belki Baba, belki de annesi Connie’ye kardeşinin ölümünü haber verirler. Onun yanında bu­ lunmanı diliyorum. Benden bu iyiliği esirgeme. Ben de sana ilerde yararlı olmağa çalışacağım. Tamam mı?» Carlo’nun sesi hafifçe titriyordu şimdi. «Tabii Tom, tabii, bak, şenle ben daima iyi geçindik. Sana minnettarım. Anladın mı?» «Evet,» dedi Hagen, «Connie ile bu duruma yoi açan kavganız için seni kimse suçlamayacak, kaygı­ lanma. Ben her şeyin icabına bakacağım.» Hagen bir


an sustu. Sonra, yumuşak bir sesle, cesaret verir gi­ bi: «Hadi bakalım,» dedi, «Connie’ye sahip ol.» Te­ lefonu kapadı. Hagen tehdit savurmayı bilirdi; ona bunu Baba öğretmişti. Ama Carlo ne demek istediğini iyi anla­ mıştı. ölümden kıl payı kurtulduğunun farkındaydı. Hagen, Tessio’ya telefon etti; derhal Long Beach’e gelmesini istedi. Hagen içini çekti. Şimdi işin en güç bölümüne gelmişti. Baba’yı uykusundan uyandırmak zorundaydı. Dünyada en çok sevdiği insana başarısızlığa uğradı­ ğını, imparatorluğunu ve büyük oğlunun hayatını ko­ ruyamadığını söylemeliydi. Kendisi ayağa kalkıp sa­ vaşa katılmadığı takdirde her şeye kaybolmuş gözüy­ le bakmak gerektiğini söylemeliydi. Çünkü Hagen ha­ yale kapılmıyor, kendini aldatmaya yanaşmıyordu. Yal­ nız büyük Don Corleone onları içinde bulundukları çıkmazdan kurtarabilirdi. Bu korkunç yenilgiyi lehle­ rine çevirebilirdi. Doktorlar ne derlerse desinler, hat­ ta hastasının yataktan kalkacak durumda olmadığını bile söyleseler Hagen manevî babasına her şeyi an­ latmalı, sonra da onun emirlerine göre hareket etme­ liydi. Baba’nın ne yapacağını çok iyi biliyordu. Ar­ tık doktorların sözlerinin önemi yoktu; hiç bir şeyin önemi yoktu. Baba’ya her şey anlatılmalı, o da ya yönetimi eline almalı, ya Corleone imparatorluğu­ nu Beş Aile’ye teslim etmesini Hagen’e emretmeliydi. Yine de Hagen önündeki bir saati dehşetle dü­ şünüyordu. Nasıl davranacağını kararlaştırmaya ça­ lıştı. Kendi hataları üzerinde fazla durmamalıydı. Ken­ dini suçlaması Baba’nın yükünü arttırmaktan başka işe yaramazdı. Savaş sırasında Consigliori’lik yapa­ cak yetenekte olmadığını söylemesi, Baba’nın önemli bir yere böyle bir adam seçtiği için kendi kendini suçlamasına yol açardı. Hagen, haberi vermesi, durumu düzeltmek için ne yapılması gerektiği konusunda düşüncelerini söy­ lemesi, sonra da susması gerektiğini biliyordu. Son­ raki davranışları Baba’nın isteklerine göre ayarlana­ caktı. Eğer Baba suçlu görünmesini istiyorsa suçlu


görünecekti; eğer Baba üzüntüsünün belirtilmesini is­ tiyorsa, en içten acısını onun ayakları dibine sere­ cekti. Hagen evin bahçesine giren arabanın motor seslerine başını kaldırarak kulak verdi. Caporegime’ler geliyordu, önce onlarla kısa bir konuşma yapacak, sonra yukarı çıkıp Don Corleone’yi uyandıracaktı. Kalktı. İçki dolabına gitti. Bir bardakla bir şişe çıkar­ dı. Orada bir an öylece kaldı; çok sinirliydi, şişeden bardağa içki koyacak gücü kendinde bulamıyordu. Arkasından, oda kapısının yavaşça açılıp kapatıldığı­ nı duydu. Hagen dönünce karşısında, vurulduğu gün­ den beri ilk kez tepeden tırnağa giyimli olarak Don Corleone’nin durduğunu gördü. Baba odayı geçip büyük deri koltuğa gitti. Oturdu. Titrek denebilecek adımlarla yürüyordu; elbi­ seleri de üzerinden hafifçe kaçıyordu ama Hagen’ in gözünde eskisinden hiç farkı yoktu. Sanki yalnız ira­ desiyle, Baba hâlâ zayıf olan bünyesinin dışa yansı­ yan izlerini silmişti. Yüzü eski gücü ve nüfuzundan bir şey kaybetmemişti, yine sertti. Koltuğa dimdik oturdu. Hagen’e: «Bana bir bardak anisetti ver,» dedi. Hagen çıkardığı şişeyi yerine koydu. İki bardağa da ateş gibi yakıcı, likör tadındaki içkiden birer par­ mak koydu. Köylü usulü, evde yapılmış bir içkiydi bu; dışarda, dükkânlarda satılanlardan çok daha sertti. Baba’ya her yıl küçük bir kamyon dolusu yollayan bir dostun armağanıydı. «Karım uykuya dalmazdan önce ağladı,» dedi Don Corleone, «pencereden caporegîme’lerimin bu­ raya geldiklerini gördüm, üstelik gece yarısı. Bu yüz­ den, Consigliori’m Baba’na, herkesin bildiği şeyi an­ latman gerektiğini sanıyorum.» Hagen sükûnetle : «Ana’ya hiç bir şey söyleme­ dim,» dedi, «ben de birazdan yukarı çıkıp sizi uyan­ dıracak haberi kendim verecektim.» Don Corleone ilgisiz bir sesle: «Ama önce bir kadeh yuvarlamayı gerekli buldun,» dedi. «Evet.» «İçkini içtin,» dedi Baba, «artık anlatabilirsin.» Sesinde, Hagen’in gösterdiği güçsüzlüğe sitem eden


belli belirsiz bir hava vardı. «Jones Beach yolunda Sonny’yi vurdular,» dedi Hagen, «Sonny öldü.» Don Corieone gözlerini kırpıştırdı. Bir saniyeden daha kısa bir süre irade duvarı parçalara ayrıldı; kay­ bolan gücünün belirtileri yüzünde olduğu gibi okunu­ yordu. Sonra kendini toparladı. Ellerini masanın üzerinde kavuşturdu. Doğrudan doğruya Hagen’in gözlerinin içine baktı: «Bana her şeyi anlat,» dedi. Sonra bir elini havaya kaldırdı. «Hayır, Tessio ile Clemenza gelinceye kadar bekle. Tekrar anlatmak zorunda kalmayasın.» Birkaç dakika sonra iki caporegime’yi bir muha­ fız odaya soktu. Tessio ile Clemenza bir bakışta, Ba­ ha’nın, oğlunun ölümünü öğrenmiş olduğunu anladı­ lar. Çünkü Don Corleone onları karşılamak için ayağa kalkmıştı. Ancak eski yoldaşların yapabileceği şekil­ de Baba’ya sarıldılar. Gecenin hikâyesini anlatmaz­ dan önce Hagen’in sunduğu anisetti’yi içtiler. Hikâyenin sonunda Baba tek bir soru sordu: «Oğ­ lumun öldüğüne emin misiniz?» Clemenza cevap verdi: «Evet, Muhafızlar Santino’nun regime’sindendi ama, onları ben seçmiştim. Evime geldiklerinde ikisini de sorguya çektim. Gişe­ nin ışığında Sonny’nin vücudunu görmüşler. Aldığı yaralarla yaşaması olanaksız. Söylediklerinin doğru­ luğuna karşılık hayatlarını öne sürdüler.» Don Corleone bu son hükmü hiç bir heyecan be­ lirtisi göstermeden kabul etti. Yalnız bir kaç dakika sessiz durdu. Sonra: «Bu ise hiç biriniz karışmayaceksınız, dedi, «hiç biriniz herhangi bir şekilde inti­ kam almaya, benim emrim olmadan oğlumun kaatillerinin izini bulmaya kalkışmayacak, özel isteğim ya­ hut emrim olmadan Beş Aile’ye karşı saldırıda bulu­ nulmayacak. Aile’miz bütün işlere son verecek ve oğ­ lumun cenaze törenine kadar iş yerlerimizin korun­ masını bırakacağız. Sonra yine burada buluşacak, ne yapılması gerektiğini kararlaştıracağız. Bu gece Santino için elimizden geleni yapmalı, onu bir hıristiyana yakışacak şekilde gömmeliyiz. Polis ve diğer ilgililer­ le görüşüp gerekli işlemleri düzenleyecek dostlarım


var. Clemenza, sen muhafızım olarak hep yanımda kalacaksın, sen ve regime’nin adamları. Tessio, sen Aile’nin diğer fertlerini koruyacaksın. Tom, sen Amerigo Bonaseraya telefon et, bu gece yardımlarına ih­ tiyaç duyduğumuzu söyle. Beni dükkânında beklesin. Bir saat, iki saat, yahut üç saat sonra olabilir bu iş. Hepiniz söylediklerimi anladınız mı?» Üç erkek başlarını salladılar. Don Corleone : «Clemenza, birkaç adam al, arabaları hazırlayıp beni bekleyin,» dedi. «Birkaç dakikaya kadar hazır olurum. Tom, sen ödevini yaptın. Hem de mükemmelen. Sa­ bahleyin, Costanzia’nın annesinin yanına gelmesini istiyorum. Costanzia ile kocasının burada oturmaları için hazırlıklar yapılsın. Sandra’nın arkadaşları, kadın­ lar yanında olsunlar. Kendisiyle konuştuktan sonra karım da Costanzia’nın yanına gidecek. Karım başı­ mıza geleni ona anlatır. Kadınlar Santino için yapıla­ cak dinsel töreni hazırlar, ruhu için dua ederler.» Baba deri koltuğundan kalktı. Diğer erkekler de onunla birlikte ayağa kalktılar. Clemenza ile Tessio yeniden ona sarıldılar. Hagen, Baba’nın çıkması için kapıyı açıp bekledi. Baba ona bakmak için bir an dur­ du. Elini Hagen’in yanağına götürdü; çabucak sarıldı. Sonra İtalyanca: «Bana iyi bir evlât oldun,» dedi, «be­ ni avuttun.» Hagen’e bunları söylemekle böyle kor­ kunç bir zamanda en doğru şeyi yapmıştı. Baba, karı­ sıyla konuşmak için yatak odasına çıktı. İşte o za­ man Tom Hagen, Amerigo Bonasera’ya telefon edip Corleone’lere olan borcunu ödemesini istedi.


YİRMİNCİ BÖLÜM SANTINO CORLEONE’nin ölümü ülkenin gangsterler dünyasında dehşet yarattı. Muhbirler, Baba’nın Aile işlerini yönetmek üzere hasta yatağından kalktığı oğ­ lunun cenaze töreninde tamamiyle iyileşmiş görün­ düğü haberini getirince Beş Aile’nin reisleri başlaya­ cağından hiç kuşku duymadıkları kanlı misilleme sa­ vaşına karşı tedbirler almak için olağanüstü bir çaba harcadılar. Kimse Don Corleone’yi, geçmişteki hata­ larından ötürü küçümsemek niyetinde değildi. Mesle­ ğinde pek az hata yapmış bir insandı Baba. Hataları­ nın her birinden ders almasını da bilmişti. Beş Aile’ye barış teklifinde bulunmak için elçiler yolladığında Baba’nın gerçek amacını yalnız Hagen sezdi. Teklif edilen barış değildi; Amerika Birleşik Devletlerinin dört bir yanındaki Ailelerin de buluşma­ sı isteniyordu. New York Aileleri ülkenin en güçlüleri olduğundan onların esenliği, bir bütün olarak ülke­ nin esenliği demekti. Başlangıçta ortada bir takım kuşkulu söylentiler dolaştı. Yoksa Don Corleone bir tuzak mı hazırlıyor­ du? Düşmanlarını gafil mi avlamak istiyordu? Oğlu­


nun intikamını almak için toptan kıyıma mı girişecek­ ti? Oysa Don Corleone, kısa bir süre içinde teklifin­ de samimî olduğunu açıkladı. Toplantıya ülkenin bü­ tün Ailelerini de karıştırmakla kalmıyor, aynı zaman­ da kendi adamlarını savaşa sokmadığı gibi müttefik aramaya da kalkışmıyordu. Sonra da niyetlerinin sağ­ lamlığını ispatlayan bir teşebbüste bulundu. Bocchiochio Ailesinden yardım istedi. Böylece toplanacak bü­ yük meclisin güvenliğini sağlamış oldu. Bu konuda, Bocchicchio Ailesi başvurulacak tek çeteydi. Bir zamanlar Sicilya’daki Mafia örgütünün en yırtıcı kolu olan bu aile Amerika’ya gelince bir banş aracı olmuştu. Bir zamanlar ekmek paralarını barbar­ ca yollardan sağlayan bu insan topluluğu şimdi ka­ zançlarını azizlere özgü denebilecek bir yoldan elde ediyorlardı. Bocchicchio’ların iyi olan yanı kan hı­ sımlığına dayanan bir birine girmiş bir yapıya sahip olmalarıydı. İnsanın karısına olan bağlılığından önce aileye duyulan saygının, bağlılığın önemli tutulduğu bir Aile yapıları vardı. Üçüncü kuşaktan yeğenlere kadar uzanan Bocc­ hicchio Ailesi, Güney Sicilya’nın büyük bir bölgesinin ekonomisini yönettikleri dönemde hemen hemen iki yüz kişiden meydana geliyordu. O zaman bütün Ai­ le’nin geliri dört veya beş un değirmeninden sağlanı­ yordu. Bunlar hiç bir zaman Aile’nin malı değildi, ama her birine ekmek, iş ve bir dereceye kadar da güvenlik veriyorlardı. Yakın akrabalar arasında evle­ nerek düşmanlarına karşı durdukları ortaklaşa cephe onlar için yeterliydi. Başka bir değirmenin, rakiplerine su sağlayacak ve kendi su satışlarını mahvedecek bir barajın kurul­ masına izin verildi. Bir keresinde, toprak sahibi güç'ü bir baron yalnız özel işleri için değirmen kurmaya kal­ kıştı. Değirmen yakılıp yıkıldı. Baron carabinieri’lere (*) ve hükümete başvurdu. Bocchicchio’lardan üç kişi tutuklandı, bunun üzerine de suçlamalardan vaz geçildi. Birkaç ay sonra Italyan hükümetinin en yük­ sek memurları bölgenin su derdini çözümlemek için ( ')

Carabinieri: Jandarma


Sicilya’ya geldiler. Meseleyi halletmek için büyük bir baraj kurulmasını kararlaştırdılar. Roma’dan mühen­ disler geldi; asık suratlı yerlilerin ve Bocchicchio’ların gözü önünde baraj için gerekli incelemeler yapıl­ dı. Bölge, polisin akınına uğradı; bunlar özel olarak yapılmış barakalara yerleştirildi. Barajın yapılmasını durduracak hiç bir güç yok gibiydi; zaten gerekli araçlar ve gereçler Palermo’ya getirilmişti. Ama baraj işi bu kadarla kaldı. Bocchicchio’lar dostları olan Mafia şefleriyle ilişki kurmuş, onlardan yardım göreceklerine söz almışlardı. Italyan Parlâmentosundaki Mafia’ya bağlı milletvekilleri, ba­ raj yaptırrrfak isteyenlere karşı harekete giriştiler. Tartışmalar yıllarca sürdü. O sırada hükümetin başı­ na Mussolini geçti. Diktatör barajın kurulmasını em­ retti. Ama baraj kurulmadı. Mussolini, Mafia’nın rejimi­ ne karşı çıkabilecek tehlikeli bir örgüt olduğunu bili­ yordu. Yüksek rütbeli bir polis memuruna gerekli emirleri verdi. Polis de meseleyi, hemen herkesi hap­ se atarak yahut adalara sürgün ederek çözümledi; bir­ kaç yıl gibi kısa bir süre içinde, Mafioso (*) olduğun­ dan kuşkulanılanları bile rasgele tutuklayarak Mafîa’nın gücünü kırdı. Tabii böylece birçok masum ailenin mahvolmasına da sebep oldu. Bocchicchio’lar böyle sınırsız bir güce karşı koyacak kadar atılgandılar. Adamlarından yarısı silâh­ lı çatışmalarda öldü; diğer yarısı da adalara sürüldü. Kanada yoluyla Amerika’ya gizlice göç etmek için ha­ zırlıklar tamamlandığında ortada bir avuç Bocchicchio kalmıştı. Hemen hemen yirmi kişiydiler. Hudson vadi­ sinde, New York’a pek uzak olmayan küçük bir kasa­ baya yerleştiler; burada sıfırdan başlayarak çöp ula­ şımını ele geçirip kamyonlara sahip oluncaya kadar ilerlediler. Rakipleri olmadığı için zenginleştiler. Ra­ kipleri yoktu, çünkü bu işi yapmaya kalkışanların kam­ yonları yakılıyor, işleri baltalanıyordu. Çöp taşıma üc­ retini ucuzlatarak rekabete girişen inatçı biri daha sonra, bir gün süreyle topladığı çöplerin içine gömülü bulundu; boğulmuştu. (*)

M afio so : Mafiaya bağlı, mafia mensubu.


Ama erkekler evlenip (SicilyalI kızlarla evlendik­ lerini söylemek gereksiz) çocuklar doğdukça çöpçü­ lük işi, Amerika’nın önlerine serdiği güzel şeyler için kazandıkları para yetmemeye başladı. Böylece Bocchicchio Ailesi, savaş halinde olan Mafia çeteleri ara­ sında barışı sağlamak için rehin olarak kullanılmaya başlandı. Bocchicchio Ailesinde doğuştan gelen bir aptal­ lık vardı; yahut bunlar sadece ilkel insanlardı. Her ney­ se, zayıf yanlarını anlıyor, fahişelik, kumar, uyuşturu­ cu madde satışı, dolandırıcılık gibi daha karışık iş­ ler kurup yürütemeyeceklerini biliyorlardı. Basit bir polis memuruna hediye verebilen, ama bir siyaset adamına nasıl yanaşılacağım bilemeyen dobra dobra insanlardı. Yalnız iki özellikleri vardı : Şerefleri ve barbarlıkları. Bir Bocchicchio asla yalan söylemez, dolandırı­ cılık yapmazdı. Böyle bir tutumu benimsemek de çok güçtü. Aynı zamanda bir Bocchicchio yapılan haksız­ lığı asla unutmaz, ne pahasına olursa olsun intikamı­ nı alırdı. İşte bu yüzden arabuluculuk için aranan baş­ lıca niteliğe sahiptiler. Savaş halindeki aileler barış yapmak isteyince daima Bocchicchio ailesine başvururlardı. Bocchicchio’ların reisi ön konuşmaları düzenler, rehin tutula­ cak kişileri sağlardı, örneğin Michael, Sollozzo ile bu­ luşmaya gittiğinde Corleone’lere bir Bocchicchio bı­ rakılmış, rehinin parasını Sollozzo ödemişti. Michael, Sollozzo tarafından öldürülseydi. Corleone’ler de re­ hini öldüreceklerdi. O zaman Bocchicchio’lar, öldü­ rülen yakınlarının öncünü Sollozzo’dan alacaklardı. Bocchicchio’lar ilkel insanlar olduklarından hiç bir şey, hiç bir ceza öc alma isteklerinin önüne geçemez­ di. Bu uğurda canlarını verirlerdi. Bocchicchio’Iardan alınacak bir rehin çok sağlam bir sigortaydı. Rehin tutulacak kişiler verildi; toplantı, Don Corleone’ye çok bağlı, gerçekten de Baba’nın müdürü adına yatırılmış parasının bulunduğu küçük bir tica­ ret bankasının konferans salonunda yapıldı. Banka müdürü, herhangi bir şekilde dolandırıcılığa meydan vermemek için Don Corleone’ye bankadaki hesabına


karşılık yazılı bir belge vermeye kalkıştığı anı daima takdirle hatırlıyordu. Don Corleone dehşetle irkilmiş : «Size bütün servetimi emanet edebilirim» demişti ona. «Size hayatımı ve çocuklarımın geleceğini bile emni­ yet edebilirim. Beni aldatabileceğiniz yahut dolandı­ racağınızı aklıma getiremem. O zaman bütün dün­ yam, insanlara olan güvenim sarsılır. Tabii bende, öldüğüm zaman mirasçıların kaç paralık hesabım ol­ duğunu bilmeleri için gerekli yazılı belge var. Yine de çocuklarımın refahını, geçimlerini sağlamak için bu dünyada olmasam bile onların ihtiyaçlarını, çıkar­ larını koruyacağınızdan eminim.» Banka müdürü SicilyalI olmasına rağmen duygulu bir insandı. Don Corleone’yi çok iyi anlıyordu. İşte cumartesi günü, bankanın rahat deri koltuklarla dö­ şeli, büyük güvenlik sağlayan salonu, Ailelerin emri­ ne verildi. Banka güvenlik örgütünün yerini, banka muhafız­ larının üniformasını giymiş, dikkatle seçilmiş adamlar­ dan meydana gelen küçük bir ordu aldı. Bu cumarte­ si sabahı saat onda konferans salonu dolmaya başla­ dı. New York’un beş Ailesinden başka ülkenin dört bir yanına dağılmış on Ailelerin de temsilcileri hazırdı. Yalnız dünyanın en barbar, en kaba çetesi saydık­ ları Chicago çetesini çağırmamışlardı. Chicago’yu uygarlaştırmaya çalışmaktan vazgeçmişlerdi; böyle önemli bir toplantıya bu kuduz köpekleri almakta bir fayda görmüyorlardı. Bir bar ve küçük bir büfe hazırlanmıştı. Konfe­ ransa gelen her temsilcinin bir yardımcı getirmesine izin verilmişti. Aile reislerinin çoğu yardımcı olarak Consigliori’lerini almışlardı. Bu yüzden odada yaşlı­ lara oranla pek az genç vardı; Tom Hagen bu gençler­ den biri, SicilyalI olmayan tek kişiydi. Herkesin mera­ kını uyandıran garip bir yaratıktı sanki. Hagen, nasıl davranması gerektiğini biliyordu. Konuşmuyor, gülümsemiyordu. Patronu Don Corleo­ ne’ye hizmet etmek için kralının emirlerini bekleyen bir gözde şövalyenin tüm saygısıyla hazır bekliyordu. İçecek soğuk bir şey getiriyor, purosunu yakıyor, kül-


tablasını gereken yere koyuyordu. Bütün bunları da saygıyla, aşırılığa kaçmadan yapıyordu. Koyu renk tahtayla kaplı duvarlarda asılı portre­ lerin kimliğini salonda bir tek Hagen biliyordu. Bun­ lar parlak yağlı boya renklerle yapılmış, çoğunlukla ünlü maliyecilerin resimleriydi. Biri Maliye Bakanı Hamilton’du. Hagen, barış toplantısının bir bankada yapılmasını Hamilton’un onaylayacağını düşünmekten kendini alamadı. İnsanların sağduyusuna olumlu ve yatıştırıcı bir etkiyi paranın hükümı sürdüğü bu salon­ dan başka hiç bir yer yapamazdı. Sabah saat dokuz buçukla on arasında herkesin toplantı salonunda olması istenmişti. Barış konuşma­ sının yapılmasını istediği için Don Corleone bir bakı­ ma ev sahibiydi; bu yüzden de ilk gelen o oldu. Pek çok erdemlerinden biri de her yere tam zamanında gitmesi, hazır olmasıydı. Onun ardından Amerika Bir­ leşik Devletlerinin güneyini çalışma bölgesi edinen Carlo Tramonti geldi. İnsanı etkileyecek kadar yakı­ şıklı, orta yaşlı, çok iyi giyimli, bir SicilyalIya göre dikkatle traş olmuş bir erkekti. Hiç de Italyana benze­ miyordu. Onda daha çok, dergilerde resimlerine raslanan, yatlarıyla uzun yolculuklara çıkan milyoner ba­ lıkçıların havası vardı. Tramonti çetesi ekmek parası­ nı kumarhanelerden sağlıyordu. Ona bakan biri im­ paratorluğunu ne denli bir gaddarlıkla kurduğunu as­ la kestiremezdi. Çocuk denecek yaşta Sicilya’dan göç ederek FIorida’ya yerleşmiş, orada büyümüş, kumarhaneleri de­ netleyen Güney’in küçük kasaba politikacılarının sen­ dikası tarafından işe alınmıştı. Bunlar son derece gad­ dar, polis komiserleri tarafından desteklenen kaba­ dayı insanlardı; böyle çiçeği burnunda bir göçmen tarafından devrileceklerini asla düşünmemişlerdi. Çünkü sağlayacakları çıkar akıllarınca bu kadar kan dökmeye değmezdi. Tramonti net kazançtan daha faz­ la pay vererek polisi kendi safına çekti. İşleri, hayal gücünden tümüyle yoksun bir anlayışla yöneten kafa­ sız gangsterleri saf dışı bıraktı. Küba ve Batista reji­ miyle ilişkiler kuran, Amerika kıtasından kumarbaz­


ları çekebilmek için Havana kumarhanelerinin eğlen­ ce yerlerine, genelevlerine para akıtan Tramontj oldu. Şimdi Tramonti mültimilyonerdi; Miami kıyısındaki en lüks otellerden birinin sahibiydi. Konferans salonuna, yanında güneşte kendisi ka­ dar yanmış Consigliori’siyle girince Don Corleone’­ ye sarıldı; yüzünde, ölen oğlu için ne kadar üzüldü­ ğünü belirten bir anlam belirdi. Diğer Aile Reisleri de geliyorlardı. Hepsi de bir­ birlerini tanırdı. Yıllardan beri bazan iş için, bazan da sohbet toplantılarında karşılaşmışlardı. Birbirle­ rine daima saygı göstermiş, daha genç, daha yoksul günlerinde de birbirlerine küçük yardımlarda bulun­ muşlardı. Gelen ikinci Aile Reisi, Detroit’ten Joseph Zaluchi oldu. Zaluchi Ailesi Detroit yöresindeki hipod­ romlardan birine sahipti. Yine aynı bölgenin kumar­ hanelerinden hatırı sayılır bir bölümü de onların yö­ netimindeydi. Zaluchi, Detroit sosyetesinin oturduğu Gross Point’teki yüz bin dolarlık evlerden birinde ya­ şayan, yuvarlak yüzlü, cana yakın bir insandı. Oğul­ larından biri soylu, tanınmış bir Amerikan ailesinin kızıyla evlenmişti. Zaluchi de Don Corleone gibi ol­ gun, aklı başında bir insandı. Çetelerin yönetiminde­ ki şehirler içinde kaba kuvvetin kullanılmadığı, kanlı olayların en az geçtiği yer Detroit’tir; son üç yıl için­ de şehirde yalnız iki cinayet olayı görülmüştü. Zaluc­ hi de uyuşturucu madde kaçakçılığının karşısınday­ dı. Zaluchi, Consîg’iori’sinî birlikte getirmişti. İkisi de sarılmak için Don Corleone’nin yanına geldiler Zaluchi’nin ortalığı çınlatan bir sesi vardı. İngilizce­ yi ana diline yakın bir rahatlıkla konuşuyordu. Çol< resmî bir iş adamı gibi giyinmişti. Buna uygun olarak da çok iyi niyetliydi. Don Corleone’ye : «Ancak sizir sesiniz beni buraya getirebilirdi,» dedi. Don Corleo­ ne teşekkürlerini; başını eğerek belirtti. Zaluchi’nir kendisini destekleyeceğinden emin olabilirdi. Daha sonrakiler Batı yakasındandı; her konudc birlikte çalıştıklarından aynı arabayla gelmişlerdi. Bun lar Frank Calcone ile Anthony Molinari idi. İkisi d« toplantıya katılan Aile Reislerinin hepsinden gençti


yaşları kırk kadardı. Diğerlerinden daha teklifsiz gi­ yinmişlerdi. Giyimlerinde Hollyvvood etkisi görülüyor­ du. üstelik gerektiğinden daha samimiydiler. Frank Falcone, stüdyolardaki film işçileri sendikalarını ve kumarhaneleri kontrol ederdi; buna ek olarak Uzak Doğu ülkelerindeki genelevlere kadın sağlayan şirke­ tin de sahibiydi. Aile Reisleri için «artist» olmak im­ kânsızdı. Ama Frank Falcone’de, az da olsa böyle bir hava vardı. Arkadaşları ona bu yüzden pek güvene­ mezlerdi. Anthony Molinari, San Francisco limanını elinde tutuyordu. Sporla ilgili her türlü kumarın da başta gelen kişisiydi. Bir İtalyan balıkçı ailesinin oğluydu. San Francisco’nun en iyi deniz ürünleri hazırlayan lo­ kantasının sahibiydi; lokantasıyla pek öğünür, aldığı paraya karşılık çok kaliteli yemekler verdiğinden za­ rar ettiği bile söylenirdi. Profesyonel bir kumarbazın anlamsız yüzüne şahipti. Meksika sınırından doğu de­ nizlerine kadar gezen gemilerle uyuşturucu madde kaçakçılığı yaptığı da biliniyordu. Yardımcıları genç, sağlam yapılı erkeklerdi; Consigliori değil de muhafız oldukları belliydi; ama böyle bir toplantıya silâhlı gel­ meye cesaret edemeyecekleri de açıkça ortadaydı. Bu muhafızların karate (*) bildiklerinden herkesin ha­ beri vardı; bu durum diğer Aile Reislerini eğlendir­ mekle birlikte hiç telâşlandırmıyordu. Kaliforniya’­ daki Aile Reisleri, Papa tarafından kutsanmış tılsımlar takarak da gelseler umurlarında değildi. Ama şurası da kabul edilmeli ki, bu adamların bazıları çok din­ dardı. Tanrı’ya inanıyorlardı. Daha sonra gelen Boston’daki Aile’nin Temsilci­ siydi. Arkadaşlarının saygı duymadığı tek Aile Rei­ siydi bu adam. Onun emrindekilere iyi davranmadığı, hepsini insafsızca dolandırdığı biliniyordu. Bağışlan­ mayacak bir şeydi bu; herkes açgözlülüğünü kontrol altına almayı bilmeliydi. Bağışlanmayacak şey impa­ ratorluğunun düzenini sağlayamamasıydı. Boston ve çevresinde iktidar uğruna çok fazla cinayet işleniyor, bir sürü anlaşmazlık çıkıyordu. Bağımsız çalışanlar (* )

Karate : Beşiği Japonya olan, Jiu-Jitsu'nun değişik ve öl­ dürücü bir türü.


çoktu; yasaları yüzsüzce çiğniyorlardı. Chicago Mafia’sı barbarsa, Boston’dakiler de gavoones yahut ser­ seri ve görgüsüz ayılardı. Boston’a hakim olan Aile Reisinin adı Domenick Panzo idi. Kısa boylu ve tık­ nazdı. Diğer aile reislerinden birinin dediği gibi tıpkı hırsıza benziyordu. Amerika Birleşik Devletlerinde, yalnız kumar iş­ leriyle uğraşan en güçlü örgüt olan Cleveland Sendi­ kasının duygulu yüzlü, orta yaşlı bembeyaz saçlı, in­ ce yapılı biri temsil ediyordu. Ondan, tabii yüzüne kar­ şı değil ama arkasından hep «Yahudi» diye söz eder­ lerdi. Çünkü çevresini SicilyalIlardan çok yahudilerle doldurmuştu. Hatta ortada cesareti olsa Consigliori’sini bile yahudilerden seçeceği söylentisi dolaşı­ yordu. Her neyse Hagen’in üyeliğinden ötürü Don Corleone’nin Ailesi nasıl «İrlandalI Çete» diye bilini­ yorsa, Don Cincente Forlenza’nın Ailesi de gerçeğe daha büyük bir uygunlukla «Yahudi Çetesi» diye ta­ nınıyordu. Ama Don Forlenza örgütünü son derece ustalıkla çekip çeviriyordu; ince ve duygulu görünü­ şüne rağmen kan görünce bayıldığı duyulmamıştı. İmparatorluğu diplomatça bir sertlikle kusursuz yöne­ tiyordu. New York’taki diğer Beş Ailenin temsilcileri en son geldiler. Hagen bu beş erkeğin, diğer Aile Reis­ lerinden çok daha etkili ve heybetli olduklarını gö­ rünce bayağı şaşırdı. Bir kere bu beş Aile Reisi eski kişilerdi. Bu beş kişi aslanınkini andıran başları, şiş­ man, etli, gösterişli burunlu, kalın dudaklı kat kat ol­ muş yanaklı suratlarıyla iri yarı insanlardı; ne çok iyi giyinmişler, ne de traş olmuşlardı. Onlarda züppe­ liğe kaçmayan, saçmalıklardan hoşlanmayan iş adam­ larının havası vardı. İçlerinde, New Jersey bölgesini ve Manhattan’ın Batı Yakası limanlarını kontrol eden Anthony Stracci de vardı. Jersey kumarhanelerini işletirdi; üstelik de çok güçlü bir Demokrat’tı. Her şeyden önce kendisi­ ne bir servet kazandıran, üstelik şehir dışındaki yol­ larda ağırlık denetimi yapan memurlar tarafından dur­ durulup cezalandırılmayan ağır nakliye kamyonu fi-


loşuna sahipti. Bu kamyonlar şoseleri delik deşik edi­ yor, ardından yine kendisine ait olan yol yapım şir­ keti, yolların onarımına başlıyordu. Şirketin hükümet­ ten sağladığı, geçerli çalışma izni de vardı. Her insa­ nın yüreğini ferahlatan bir işti bu; işin kendisi bera­ berinde daha çok iş getiriyordu. Stracci de eski ka­ falıydı; fuhuşla asla ilgilenmezdi. Ama işi çoğunlukla limanlarda olduğundan uyuşturucu madde kaçakçılı­ ğına karışmaması, imkânsızdı. Corleone’lere karşı ge­ len beş New York’lu çeteden en zayıfı ama en iyi yö­ netileni Stracci’nin çetesiydi. Yukarı New York Eyaletini yöneten, Kanada’dan Italyan göçmenlerinin kaçırılmasını düzenleyen, bu­ radaki bütün kumarhaneleri işleten, yarış arabalarının plâkaları üzerinde veto hakkını kullanabilen Aile’nin temsilcisi Ottilio Cuneo idi. Bu adam, keyifli bir köy­ lü yüzüne sahip, kanunî işi büyük süt şirketlerinden biri olan, dost görünüşlü biriydi. Cuneo çocukları se­ ven, torunları ya da yardımcılarından birinin küçük oğlunu sevindirme fırsatı çıkar diye cebinde bir avuç şekerlemeyle dolaşan kişilerdendi. Yuvarlak, kenarla­ rı yüzüne dönük bir fötr şapka giymişti; bu hal onun zaten yuvarlak olan yüzünü daha da yuvarlaklaştırı­ yor, neşelendiriyordu. Şimdiye kadar tutuklanmayan, gerçek kimliğinden zerre kadar kuşkulanılmayan pek az Aile Reisinden biriydi. Derneklerde bile çalışırdı; üstelik Tüccarlar Birliği tarafından, «New York Eya­ letinden yılın iş adamı» seçilmişti. Tattaglia Ailesinin en yakın müttefiki Don Emilio Barzini idi. Brooklyn ve Oueens’deki kumarhane­ lerin bir bölümüne sahipti. Randevu evi de işletirdi. Fedaileri vardı. State Island tümüyle kontrolü altın­ daydı. Bronx ve VVestchester’de maçlar üzerine oyna­ nan müşterek bahisleri de kontrol ederdi. Cleveland ve Batı Yakasıyla yakın ilişkileri vardı. Nevada’nın açık şehirleri olan Reno ve Las Vegas’la ilgilenecek ka­ dar zeki olan birkaç kişiden biriydi. Miami Beach ve Küba ile de ilgileniyordu. Corleone Ailesinden sonra onunki New York’un (dolayısıyla da ülkenin) belki en güçlü çetesiydi. Nüfuzu Sicilya’ya bile uzanıyor­ du. Her kanunsuz işte parmağı vardı. Savaş başla­


dığından beri Tattaglia Ailesini nüfuzu ve parasıyla desteklemişti. Hatta Wal! Street’e (*) bile girdiği söy­ leniyordu. Ülkenin en saygıdeğer, en güçlü Mafia li­ deri olan Don Corleone’nin ayağını kaydirmak, impa­ ratorluğunun bir bölümünü ele geçirmek arzusunday­ dı. Don Corleone’ye benzeyen yanları çoktu; ama on­ dan daha çağdaş, daha pişkin ve daha iyi iş adamıy­ dı. Ona asla geri kafalı denemezdi; yetişmekte olan daha yeni, daha genç, daha atılgan liderlerin de say­ gısını kazanmıştı. Kişiliğinde büyük bir güç toplan­ mıştı, ama bu duygusuz, buz gibi bir güçtü; onda Don Corleonenin içtenliği yoktu. Şu anda, belki toplantı­ ya gelenlerin en «saygıdeğer» kişisiydi. En son gelen, Sollozzo’yu destekleyerek Corleone’lere meydan okuyan ve neredeyse başarıya ulaşan Tattaglia Ailesinin Reisi, Don Phillip Tattaglia oldu. Ne gariptir ki toplantıdakiler onu biraz küçümsediler. Bir kere Sollozzo’nun yönetimine girdiği biliniyordu. Daha doğrusu Sollozzo parmağını onun burnuna tak­ mış istediği yöne çekmişti. New York Ailelerinin günlük işlerini çok etkileyen bu karışıklığın, ayaklan­ manın çıkmasından onu sorumlu tutuyorlardı, üstelik altmış yaşında bir züppe ve kadın düşkünüydü. Me­ rakını, zaafını giderecek bol bol fırsat da geçiyordu eline. Çünkü Tattaglia Ailesinin işi kadınlarlaydı. Başlı­ ca kazancı fuhuştandı. Amerika Birleşik Devletlerin­ deki gece kulüplerinin çoğunluğu onların kontrolündeydi. İstedikleri sanatçıyı, ülkenin diledikleri yerin­ de çalıştırabilirlerdi. Philip Tattaglia, parlak gelecek vaadeden şarkıcıları, okuyucuları kontrol altına almak, plâk şirketlerini yönetmek için kaba kuvvete başvur­ mak zorunda kalıyordu tabii. Ama Aile’nin asıl gelir kaynağı fuhuştu. Onun kişiliği de toplantıdakiler için tatsızdı. Sız­ lanıp durur, Aile işindeki masraflardan yakınırdı. Ça­ maşır yıkama masrafı, genelevlerde kullanılan havlu­ ların yıkatılması, kârın büyük bir bölümünü yutuyor­ (*)

W a!l S tre e t: New York borsasımn ve büyük iş merkezle­ rinin bulunduğu ünlü cadde.


du. (Oysa çamaşırları yıkayan şirketin sahibi kendisiydi.) Kızlar tembel ve güvenilmezdi; kaçıyor, intihar ediyorlardı. Aracılar hilekâr ve namussuzdu; bağlılık diye bir şey yoktu onlarda, İyi yardımcı bulmak güç­ tü. Genç SicilyalI delikanlılar böyle bir işe burun kı­ vırıyor, kadın işletmeyi, kadınlara hakaret etmeyi şe­ reflerine uygun görmüyorlardı. Üstelik bunlar şarkı söyleye söyleye, yakalarında Paskalya haçı olduğu halde bir insanın gırtlağını kesebilecek kişilerdi. Bu yüzden Philip Tattaglia toplantıdakilere sevimsiz ve iğrenç görünüyordu. En büyük feryadı, gece kulüpleri ve kabareleri için gerekli izni vermeye yetkili makam­ lara saklardı. Resmî mühürlerin sahibi olan hırsızlara ödediği parayla Wall Street’dekinden daha çok mil­ yoner yarattığına yemin ederdi. İşin garip yanı, Corleone’lere açtığı savaşta ne­ redeyse başarı kazanacak bir duruma girmesini bile, ona hakkı olan saygıyı kazandırmamıştı. Çünkü baş­ langıçta gücünü Türk Sollozzo’dan, sonra da Barzini Ailesinden aldığını biliyorlardı. Sonra bunca üstünlü­ ğüne rağmen tam bir zafer kazanamaması da aleyhin­ deydi. Daha usta olsaydı bunca sıkıntı ve zahmetin önüne geçilir, Don Corleone ölse savaş biterdi. Giriştikleri savaşta iki taraf da birer oğullarını kaybettiğinden Don Tattaglia ile Don Corleone’nin soğuk selâmlaşmalarından daha tabii bir şey olamaz­ dı. Don Corleone bütün dikkati üzerinde toplamıştı. Herkes aldığı yaraları ve yenilgilerin üzerinde nasıl bir güçsüzlük izi bıraktığını anlamak istiyordu. Asıl şaşkınlık varatan şey Don Corleone’nin, en sevgili oğ­ lunun öldürülmesinden sonra barış istemesiydi. Bu bir zayıf'ık belirtisi sayılıyordu. Corleone’lerin gücü­ nün daha da azalmasından başka şeye yaramazdı. Neyse, az sonra her şeyi öğreneceklerdi. Selâmlaştılar, içkiler içildi, havadan sudan ko­ nuşuldu; böylece Don Corleone cilâlı ceviz masada yer'ini alıncaya kadar bir yarım saat daha geçti. Ha­ gen dikkati çekmemeye çalışarak, Baba’nın arkas'na, sol yanına doğru oturdu. Bu diğer Aile reisleri­ nin yerlerini almalarına işaret oldu. Yardımcıları arka­ larındaki sanHalyelere yerleştiler. Consigliori’ler pat-


ronlarmın herhangi bir öğüde ihtiyaç duyacaklarını düşünerek hemen yakınlarında bekliyorlardı. İlk konuşmacı Don Corleone idi. Baba, sanki hiç bir şey olmamış gibi konuştu; sanki kendisi ciddi bir şekilde yaralanmamış, en büyük oğlu öldürülmemiş, imparatorluğu dağılmamış, ailesi dört bir yana gitme­ miş, Freddie Batı’ya kaçıp Molinari Ailesinin himaye­ sine girmemiş ve Michael Sicilya bozkırlarında saklanmıyormuş gibiydi. Tabii konuşmasını İtalyanca yaptı. Sicilya lehçesiyle. «Toplantıya katıldığınız için hepinize teşekkür etmek isterim,» dedi. «Davranışınızı şahsıma yapıl­ mış bir nezaket sayıyorum. Bu yüzden kendimi hepi­ nize karşı borçlu hissediyorum. Konuşmamın başın­ da buraya kapışmaya, ya da sîzleri ikna etmeye değil, yalnız anlaşmaya, mantıklı bir kişi olarak buradan dostça ayrılmak için mümkün olan her şeyi yapmaya geldiğimi belirtmek isterim. Bu konuda size söz ve­ riyorum, içinizde beni tanıyanlar, olur olmaz şeylere söz vermediğimi bilirler. Evet, şimdi işimize bakabili­ riz. Burada hepimiz şerefli kişileriz; avukatlar gibi birbirimize teminat vermek zorunda değiliz.» Don Corleone sustu. Diğerlerinden hiç ses çık­ madı. Bazıları puro içiyor, bazıları da içkilerini yudumluyorlardı. Bütün bu adamlar iyi birer dinleyici ve sabırlı kişilerdi. Ortak bir yanları daha vardı. Düzenli toplum yönetimine, başkalarının yönetimi altına gir­ meyi reddetmiş az bulunur kişilerdi. Kendileri iste­ medikçe onları iradesine boyun eğdirebilecek bir güç yahut kişi olamazdı. Kişisel iradelerini cinayetlerle, çeşitli kötülüklerle koruyan kişilerdi hepsi. Onların iradelerini ancak ölüm yenebilirdi. Ya da aşırı man­ tıksızlık. Don Corleone içini çekti: «Nasıl oldu da bu kadar ileri gittik?» diye sordu etkili bir sesle. «Her neyse, önemi yok. Bir hayli düşüncesizlik yapıldı. Hepsi de öyle gereksiz, öyle talihsiz ki. İzin verin de onları kendi görüşüme göre anlatayım.» Hikâyenin kendisini ilgilendiren bölümünü anlat­ masına karşı çıkan olur mu diye sustu. «Tanrıya şükürler olsun, sağlığımı kazandım. Bel­


ki bu meseleyi yoluna koyabilirim. Oğlum çok atıl­ gan, çok inatçıydı; bunlara hayır diyemeyeceğim. Her neyse, Sollozzo bir iş teklifinde bulunmak, benden para ve nüfuzumu kullanmamı istemek için geldi. Tattaglia Ailesinin kendisiyle birlik olduğunu söyledi. İş, benim hiç uğraşmadığım uyuşturucu madde ka­ çakçılığıyla ilgiliydi. Ben sakin bir insanım, bu gibi işler benim için fazla heyecanlı. Durumu Sollozzo’ya, kendisine ve Tattaglia Ailesine duyduğum saygıyla gerektiği gibi anlattım. Ona bütün nezaketimle, «ha­ yır» dedim. Yapacağı işin benimkiyle çatışmayacağı­ nı, ekmek parasını o yoldan kazanmasına bir diye­ ceğim olmadığını söyledim. Oysa Sollozzo beni yan­ lış anladı; hepimizin de başını belâya soktu. Burada bulunan herkes kendi derdini anlatabilir.» Don Corleone sustu. Hagene’e içecek soğuk bir şey getirmesini işaret etti; Hagen bu isteği derhal yerine getirdi. Don Corleone dudaklarını ıslattı, «Ba­ rış yapmak istiyorum.» dedi. «Tattaglia bir oğlunu kaybetti, ben bir oğlumu kaybettim. Fit olduk, insan­ lar sağduyudan yoksun kalıp birbirlerine kin besler­ lerse ne olur? Bu çeşit duygular, Sicilya’nın, orada kan dâvası gütmekten ailelerinin ekmek parasını ka­ zanmaya zaman bulamayan insanların derdi. Aptal­ lıktır bu. Dolayısıyla artık her şeyin eskisi gibi ol­ masını istiyorum. Oğlumu kimin ele verdiğini ve öl­ dürdüğünü öğrenmek için tek adım atmadım. Barış yapılırsa böyle bir harekete de girişmiyeceğim. Evi­ ne dönemeyen bir oğlum var. Gerekli işlemleri hazır­ ladıktan, resmî makamlardan herhangi bir tehlike gel­ meyeceğine emin olduktan sonra onun güvenlik için­ de dönmesini istiyorum. Bu mesele hallolduktan son­ ra belki, bizi ilgilendiren diğer konular üzerinde durur ve birbirimize yararlı oluruz.» Corleone elleriyle an­ lamlı, alçak gönüllülüğünü gösteren bir işaret yap­ tı: «Bütün istediğim bu.» Çok oüzel konuşmuştu. Eski günlerin Baba’sıydı yine. Mantıklı, uysal, tatlı dilli. Ama toplantıdakilerin her biri onun sağlığını kazandığına, Corleone Ailesinin karşılaştığı talihsizliklere rağmen Baba’mn küçümsenmeyecek bir kişi olduğuna dikkat etmişler­


di. İstediği barış yapılmadıkça başka sorunları tar­ tışmanın faydasız olduğu da anlaşılmıştı. Geçen yıl içinde çok büyük zararlara uğramasına rağmen hiç bir şeyi önemsemediğini eski düzenin kurulmasını istediğini görüyorlardı. Yine de Don Corleone’ye cevap veren Tattaglia değil, Emilio Barzini oldu. Hakaret etmeden, kaba­ laşmadan doğrudan doğruya meseleye girdi. «Söyledikleriniz yeteri kadar doğru,» dedi. Bar­ zini, «ama dahası var. Don Corleone çok alçakgönül­ lü. Gerçek şu ki, Sollozzo ile Tattaglia’lar, Don Cor­ leone’nin yardımı olmaksızın yeni işlerine girişemezlerdi. Aslında Don Corleone’nin red cevabı vermesi onları yaraladı. Onun suçu değil bu tabii. Ama uyuş­ turucu madde konusunda bile Don Corleone’den ha­ raç kabul eden yargıçlar ve siyaset adamlarının bu­ lunması, bu konuda ondan başkasına yardımcı olma­ yacakları gerçeği hâlâ geçerli. Sollozzo adamlarına karşı yumuşak davramlacağından emin olmadıkça çalışmaya başlayamazdı. Bunu hepimiz biliyoruz. Başka türlü olsaydı hepimiz açlıktan ölürdük. Ceza­ lar ağırlaştırdığından, adamlarımızdan biri uyuştu­ rucu madde kaçakçılığı yaparken ele geçti mi, yar­ gıçlar ve savcılar çekişe çekişe pazarlık ediyorlar. Yirmi yıla mahkûm olan bir SicilyalI bile Omerta’yı bozar, aklına geleni anlatır. Olabilir bu. Don Corleone işin bu yanına hakim. Onun bu nüfuzundan yararlan­ mamızı reddetmesi, dostluk değildir. Ailelerimizin ağzından ekmeğimizi alıyor. Zaman değişti; eskisi gibi herkes kendi yoluna gidemez. Eğer Corleone New York’un bütün yargıçlarını avucunda tutuyorsa nüfuzunu bizimle paylaşmalı, yahut başkalarının bu nüfuzundan yararlanmasına izin vermeli. Tabii böyle bir hizmette bulunduğu için hakkını isteyebilir, ne de olsa komünist değiliz biz. Ama kuyudan su çekme­ mize razı gelmeli. Mesele bu kadar basit.» Barzini konuşmasını bitirdiğinde bir sessizlik oldu. Şimdi izlenecek yol çizilmişti; eski düzene dön­ mek imkânsızdı. Asıl önemli olan, Barzini’nin barış yapılmiadığı takdirde Corleone’lere karşı olan savaş­ ta Tattaglia’ların tarafını tutacağını konuşmasıyla


açıkça belirtmesiydi. Can alıcı bir noktaya da değin­ mişti. Hayatları, servetleri birbirlerine yapacakları, kü­ çük yardımlara dayanıyordu; bu isteğin reddedilmesi düşmanca bir davranıştı. Sonra yardım gelişigüzel de reddedilemezdi. Sonunda Don Corleone, Barzini’ye cevap ver­ mek için konuştu: «Dostlarım» dedi. «Teklifi kötü ni­ yetle reddetmedim. Hepiniz tanırsınız beni. Hangi yardım teklifini reddettim şimdiye kadar? Ama bu kez reddetmek zorundayım. Neden? Çünkü uyuşturucu madde işinin gelecek yıllarda bizi mahvedeceğini dü­ şündüm. Bu ülkede uyuşturucu maddelere karşı güç­ lü bir akım var. İçki, kumar hatta hükümet ve kilise pezzonovante’lerinin yasaklamasına rağmen pek çok kişinin vazgeçemediği kadın meselesine benzemez. Uyuşturucu madde, bu işle ilgili herkes için tehlike­ lidir. Diğer bütün işleri tehlikeye düşürür. Yargıçlar ve savcılarla ilişkilerimin çok güçlü olduğuna inan­ manızın beni gururlandırdığını söylemeden geçeme­ yeceğim; keşke doğru olsa. Bazı nüfuzlu tanıdıklarım var; ama bunların çoğu, iş uyuşturucu maddeye ge­ lince benden yana olmazlar. Böyle bir işe karışmak­ tan korkarlar; üstelik uyuşturucu maddenin karşısındadırlar. Hatta kumar ve diğer işlerde bize yardım eden polisler bile uyuşturucu madde işinde yardımı reddederler. Dolayısıyla benden bu konuda size yar­ dımcı olmamı istemeniz, kendi durumumu sarsmanız demektir. Ama yine de, diğer sorunların çözümlen­ mesi için hepiniz bunun yapılmasını uygun görüyor­ sanız yaparım.» Don Corleone konuşmasını bitirdiğinde odada rahat bir hava esti; birbirleriyle konuşuyor, tartışı­ yorlardı. Don Corleone en önemli noktaya değinmiş­ ti. Uyuşturucu madde işiyle uğraşacak herhangi bir düzenli işe yardımcı olacağını, koruyacağını söyle­ mişti. Aslında Sollozzo’nun başlangıçtaki teklifini ol­ duğu gibi kabulleniyordu; tabii bu teklif toplananlarca uygun görüldüğü takdirde. Bu işe para yatırma­ yacağı, çalışmalara da katılmayacağı kesindi. Yalnız işin kanunî yönüyle uğraşacaktı. Bu da büyük bir yar­ dımdı.


Los Angeles’e hâkim olan Ailenin Reisi Frank Falcone sözü aldı: «Bizimkileri bu işe girmekten alı­ koyacak şey yoktu. Kendi kendinlerine giriyor ve baş­ larını belâya sokuyorlar. Bu işte karşı konulamaya­ cak kadar çok para var. Dolayısıyla bizim bu işe gir­ mememiz daha tehlikeli. Eğer işi kontrolümüze alır­ sak durumu daha iyi gizler, daha iyi örgütler, fazla mesele çıkmamasına dikkat ederiz, işin içinde ol­ mak çok kötü bir şey değil; kontrol olmalı, himaye olmalı, örgütlenme olmalı. Herkesin bildiği gibi ça­ lışmasına, bir avuç anarşist gibi canlarının istediğini yapmasına göz yumamayız..» Corleone’ye diğerlerinden daha yakın olan Detroit’teki Aile’nin Reisi de şimdi mantık çerçevesinde arkadaşı aleyhine konuşuyordu: «Ben uyuşturucu madde kaçakçılığından yana değilim,» dedi, «yıllar­ dan beri bu işe girişmemeleri için adamlarıma fazla­ dan para veriyorum. Ama hiç yararı dokunmadı. Biri onlara yaklaşıyor, bende beyaz toz var, diyor, işe üç, dört bin dolar yatırırsan elli bin dolarlık dağıtım ya­ parız. Böyle bir kâra kim karşı koyabilir? üstelik ken­ di işleriyle çok meşgul oluyor, yapmaları için para verdiğim benim işlerimi ihmal ediyorlar. Uyuşturucu maddede para var. Hem her gün kazanç daha da ar­ tıyor. Bu işi durdurmanın imkânı yok; dolayısıyla işi kontrol etmeli, düzene sokmalıyız. Uyuşturucu mad­ denin okullara sokulmasının, çocuklara satılmasının karşısındayım. Bir infamita bu. Kendi kentimde bu işi daha çok zencilerin çevresinde yürüteceğim. En iyi müşteriler onlar, en az güçlüğü de onlar çıkarır; za­ ten hayvandan farkları yok. Ne kendilerine, ne ailele­ rine, ne de karılarına saygıları var. Uyuşturucu mad­ deyle de ruhlarını yitirsinler. Ama bu konuda bir şey ler yapılmalı; milletin bildiği gibi çalışmasına, hepi­ mizin başını belâya sokmasına izin veremeyiz.» Detroit’lu Aile Reisinin bu konuşması mırıltılar­ la olumlu karşılandı. Çok yerinde konuşmuştu. Uyuş­ turucu madde kaçakçılığı yapmasın diye adamlara fazla para vermenin bile faydası yoktu. Çocuklardan söz edişine gelince, bu onun iyi bilinen düşkünlüğün­ den, yufka yürekliliğinden doğuyordu. Hem çocukla­


ra uyuşturucu maddeyi kim satardı? Çocuklar para­ yı nereden bulacaklardı? Zencilerle ilgili sözlerine gelince, buna kulak vermemişlerdi bile. Zenciler ke­ sinlikle adam yerine konmazdı; onlar çirkin davra­ nışları, sorumsuzluklarıyla kendi kendilerini mahkûm etmiş, toplum çarkına kapılarak toz kadar değersizleşmişlerdi. Detroit’lu Aile Reisinin onlardan söz et­ mesi, bir bakıma yersiz konuşmalara eğilimi olduğu­ nu ispatlıyordu. Bütün Reisler konuştular. Hepsi de uyuşturucu miadde işinin kötü olduğunda birleşiyor, ama bu işi denetimleri altına almaları gerektiğine de inanıyor­ lardı. Uyuşturucu maddede çok para vardı; para hır­ sıyla bu iş için her şeyi yapmaya hazır kişiler bulu­ nuyordu. insan yaradılışı böyleydi. Sonunda bir karara varıldı. Uyuşturucu madde ticareti yapılacak, Don Corleone doğuda kanunen bu işin korunmasını sağlayacaktı. Barzini ile Tattaglia Ailesinin, çalışmaların büyük bölümünü yüklenecek­ leri anlaşılmıştı. Mesele çözümlenince toplantıdaki-, ler daha başka konulara geçebildiler. Çözümlenmesi gereken bir çok karışık mesele vardı. Las Vegas ile Miami şehirlerinin, herhangi bir Aile’nin rahatça ça­ lışabileceği açık kentler olması kararlaştırıldı. Hep­ si de bu iki yerin geleceğin kentleri olduğunda b i ­ leşiyorlardı. Aynı zamanda bu kentlerde hiç bir şe­ kilde zorbalık yapılmamasına, her türlü suçun ya­ saklanmasına da karar verildi, önemli meselelerde kaba kuvvet kullanmak gerekecekti belki ama, o za­ man da bu kurulun onayı alınmadan harekete geçil­ meyecekti. Kişisel meselelerden ötürü fedailerle di­ ğer adamların birbirlerinden öç almaya kalkışmaları önlenecekti. Kiralık kaatiller bulunması, bazı durum­ larda çok önemli olan jüri üyelerine rüşvet vermek gibi belirli bazı işlerde teknik yardımcı sağlanması konusunda da Aileler istendiğinde birbirlerine yar­ dımcı olacaklardı, özel ya da ortak meseleleri kap­ sayan bu tartışmalar bir hayli zaman aldı; büfebar’da karın doyurup içki içmek için ara verildi. Sonunda Barzini toplantıya bir son vermeyi ka­ rarlaştırdı. «Demek bütün mesele bu kadar,» dedi.


«barışı sağladık; izin verin de yıllardan beri sözünün eri olduğunu bildiğimiz Don Corleone’ye saygılarımı sunayım. Başka anlaşmazlıklar çıkarsa yine buluşabi­ lir, saçmalık etmeyiz. Bence yol açık, seçik. Bütün sorunların çözümlenmesine çok sevindim.» Yalnız Philip Tattaglia hâlâ kaygılıydı. Santino Corleone’nin öldürülmesi onu, savaş çıktığı anda ön plâna getirecektir. İlk kez söz alıp konuştu: «Burada varılan sonuçların hepsini kabul ettim; felâketimi unutmak niyetindeyim. Ama Don Corleo’ne’nin kesin teminat vermesini istiyorum, özel ola­ rak öc almaya kalkışacak mı? Zaman geçip güçle­ nince dostluk yemini ettiğimizi unutacak mı? Üç dört yıla kadar kendisine kötü davranıldığını, bu an­ laşmaya isteği dışında zorlandığını iddia edip barışı bozmaya kalkışmayacağına nasıl inanabilirim? Dur­ madan birbirimizi mi kollayacağız? Yoksa buradan gönül ve kafa rahatlığıyla ayrılabilir miyiz? Don Cor­ leone de, benim verdiğim gibi her türlü teminatı ve­ rebilir mi?» İşte bunun üzerine Don Corleone, uzun bir sü­ re unutulmayacak, aralarında uzağı gören, sağduyu sahibi, içten tek kişi olduğunu gösteren konuşması­ nı yaptı. Konuşma sırasında, ChurchilPin kullanma­ dan ancak on yıl sonra halk tabakalarınca öğrenilen Demirperde deyimi kadar yaygınlaşacak kelime oyun­ ları yaptı. Toplantının başından bu yana ilk kez ayağa kalktı. Kısa boyluydu. Hastalığından ötürü de bir par­ ça zayıflamıştı. Belki altmış yaşından biraz fazla gös­ teriyordu ama bütün gücünü ve zekâsını topladığına hiç kuşku yoktu. «Mantıklı kişiler olmazsak insanlığımız nerede kalır.» dedi, «o zaman ormanda yaşayan hayvanlar­ dan farkımız kalmaz. Oysa sağduyumuz var bizim. Sağduyumuz sayesinde birbirimiz ve kendi kendi­ mizle anlaşabiliriz. Bütün bu karışıklıkları, zorbalığı niçin yeniden başlatayım? Oğlum öldü, dayanmam gereken bir talihsizlik bu; ama çevremdeki kişiler de niçin benimle birlikte acı çeksinler? Dolayısıyla şe­ refim üzerine yemin ederim, intikam almaya kalkış­


mayacak, geçmişte olup bitenler hakkında bilgi edin­ meye çalışmayacağım. Buradan iç rahatlığıyla çıkıp gideceğim.» «Her zaman çıkarlarımızı düşünmemiz gerekti­ ğini söylememe izin verin. Hepimiz de enayi yerine konmayı, ipleri yüksek kademelerdeki kişiler tara­ fından çekilen kuklalar olmayı reddetmiş insanla­ rız, bu ülkede talihimiz yaver gitti. Şimdiden çocuk­ larımız bizden daha iyi bir hayat sürüyorlar; bazıları­ nızın doktor, profesör, bilim adamı, müzisyen olan çocuklarınız var; talihlisiniz bu bakımdan. Belki de torunlarınız geleceğin pezzonovante’leri olurlar. Bu­ rada bulunan hiç kimse, çocuklarının, bizim sürdü­ ğümüz hayatı yaşadıklarını görmek istemez; çok güç bir hayat bizimki. Çocuklarımız başkaları gibi olabi­ lirler. Onların güvenliklerini, hayattaki yerlerini cesa­ retimizle sağlayacağız. Benim torunlarım var artık; onların çocukları da belki bir gün vali, ya da Devlet Başkanı seçilirler. Amerika’da her şey olabilir. Ama biz de zamana uymalı, onunla birlikte ilerlemeliyiz. Tabancaların konuştuğu, cinayetlerin işlendiği sü­ rüyle adamın öldürüldüğü çağ geçti artık. Biz de iş adamları gibi kurnaz olmak zorundayız? Daha çok pa­ ra kazanabiliriz. Böylesi çocuklarımız ve torunları­ mız için çok daha iyi.» «Yapacaklarımıza gelince, hayatımıza nasıl bir yön vereceğimizi kendilerine görev edinen, ilân et­ tikleri savaşta sahip oldukları şeyleri korumamız için çarpışmamızı isteyen pezzonovante’lerden biz so­ rumlu değiliz. Kendi yararlarına ve bizim zararımıza koydukları yasalara boyun eğmemizi isteyen kim? Kendi çıkarlarımıza baktığımız zaman bize karışma­ ya hakları olan kimler? Sonna cosa nostra.» dedi. Don Corleone. «Bu davranışlar sözünü ettiğim kişileri bağ'ar. Kendi dünyamızı kendimiz için yöneteceğiz, çünkü o dünyada bizim, cosa nostra. Bu nedenle dı­ şardan işimize karışacaklara karşı birleşmeliyiz. Yok­ sa ülkedeki milyonlarca Napolili ve diğer Italyanlara yaptıkları gibi bizim burnumuza da halka takarlar.» «Dolayısıyla, herkesin iyiliği için, ö'en oğlumun öcünü almaktan vazgeçiyorum. Ben Aile’nin işlerin­


den sorumlu tutulacağım sürece burada bulunan ki­ şilere haklı bir neden ve kışkırtma olmadan parmak bile kaldırılmayacak. Hepinizin çıkarı için özel çıkar­ larımı feda etmeye istekliyim. Söz veriyorum; aranız­ da, şimdiye kadar sözümden döndüğüme tanıklık edecek birinin çıkabileceğini de sanmıyorum.» «Ama benim de özel bir çıkarım var. En küçük oğlum, Sollozzo ile polis komiserini öldürmekle suç­ landığı için kaçmak zorunda kaldı. Artık oğlumun bütün bu yalan suçlamalardan kurtularak, güvenlik içinde dönmesi için gerekli hazırlıkları yapmalıyım. Bu benim işim, tedbirleri ben alacağım. Gerçek suç­ luları bulacağım belki; belki tanıklarla yanlış ifade verenler yalanlarını geri alırlar, belki de üst makam­ ları oğlumun suçsuzluğuna inandırırım. Ama tekrar ediyorum, bu benim işim; oğlumu evine getirmeyi başaracağıma inanıyorum.» «Yalnız şunu söylememe de izin verin: Ben kör inançları olan bir kişiyim. Gülünç bir tutum bu, ama itiraf etmekten kendimi alamıyorum. Evet, eğer kü­ çük oğlum1 talihsiz bir kazanın kurbanı olur, bir po­ lis memuru onu raslantıyla vurur, oğlum hücresinde kendini asar, yeni yeni tanıklar oğlumu suçlayan de­ liller gösterirse o zaman, inançlarım beni, burada bu­ lunan bazı kişilerin bana karşı hâlâ kötü niyet besle­ diği kanısına götürecek. Dahası var. Oğluma yıldırım çarpsa yine buradaki bazı kişileri suçlayacağım. Uçağı denize düşer, gemisi okyanusun dalgalarına gö­ mülür, öldürücü bir hastalığa yakalanır, otomobiline tren çarpsa yine inancım beni, buradaki kişilerin bana karşı kötü niyet beslediklerine götürecektir. Beyler, o kötü niyeti, o kötü talihi asla bağışlayamam. Ama bunların dışında hiç bir şey için yaptığımız ba­ rışı bozmayacağıma, torunlarımın üzerine yemin ede­ rim. Hem biz ömür boyu milyonlarca kişiyi öldüren pezzonovante’lerden daha iyi insanlar değil miyiz?» Bunları söyledikten sonra Don Corleone masa­ dan ayrıldı; Philip Tattaglia’nın oturduğu yere yürü­ dü. Tattaglia onu karşılamak için yerinden kalktı; iki erkek sarmaş dolaş olup birbirlerini yanaklarından öptüler. Salondaki diğer Aile Reisleri de onları al-


Kışladılar, el sıkışmak ve Don Corleone ile. Don Tattaglia’mn yeni dostluk anlaşmalarını kutlamak için ayağa kalktılar. Bu dostluk dünyanın en içten arka­ daşlığı değildi belki, birbirlerine Noel armağanları yollamayacaklardı, ama birbirlerini de öldürmeyeceklerdi. Yeryüzünde bu kadarcık dostluk yeterdi, gerek­ li olan buydu. Oğlu Freddie, Batı’da Molinari Ailesinin himaye­ sinde olduğundan Don Corleone, toplantıdan sonra teşekkür etmek için San Francisco’lu Aile Reisiyle bir süre konuştu. Molinari, Don Corleone’ye, Freddie’nin kendine uygun bir yer bulduğunu, mutlu ve biraz kadın düşkünü olduğunu hissettirecek şeyler anlattı. Görünüşe bakılırsa Freddie otel yöneticili­ ğinde deha sahibiydi. Don Corleone, çocuklarında akıllarına getirmedikleri yeteneklerin ortaya çıktığını gören her baba gibi başını hayretle salladı. Bazan en büyük felâketlerden beklenmedik sonuçlar alındı­ ğı doğru muydu acaba? İkisi de bunun böyle oldu­ ğunda karar kıldılar. Arada Don Corleone, Freddie’yi koruduğu için kendisine borçlu olduğunu Don Molinari’ye belirtmekten geri kalmadı. Ayrıca, gele­ cek yıllarda ülkenin siyasî yapısında ne gibi bir de­ ğişiklik olursa olsun telgraf hatlarının her zaman Molinari’nin adamlarının emrine verilmesi için bütün et­ kisini kullanacağını da söyledi, önemli bir garantiy­ di bu, çünkü telgraftan yararlanmak, müşterek bahis­ çilerin başlıca derdiydi. Chicago’lu gangsterlerin işe karışması güçlükleri daha da arttırıyordu. Ama Don Corleone o barbarlar ülkesinde bile nüfuzu olan bir kişiydi. Bu nedenle sözü altın demekti. Don Corleone, Tom Hagen ve kendilerine hem şoförlük, hem de muhafızlık eden Rocco Lampone ancak akşam üzeri Long Beach’deki eve döndüler. Eve girdikleri zaman Baba, Tom Hagen’e: «Şoförü­ müzden, şu Lampone adlı kişiden gözünü ayırma,» dedi. «Bence şimdiki işinden daha iyisine lâyık.» Ha­ gen şaşırdı. Lampone bütün gün tek lâf etmemiş, hat­ ta arka tarafta oturan iki erkeğe bakmamıştı bile. Ba­ ba**’

289/19


ba için arabanın kapısını açmış, Banka’dan çıktıkla­ rında arabayı orada hazır bulmuşlardı; Lampone iyi yetiştirilmiş bir şoförün yapacaklarından daha fazla­ sını yapmamıştı. Baba’nın gözlerinin, Hagen’in göre­ mediği bazı şeyleri gördüğü kuşkusuzdu. Baba, Hagen’i serbest bıraktı. Yemekten sonra tekrar gelmesini istedi. Tartışma ve konuşmalarla uzun bir gece geçireceklerinden, acele etmeyip bir parça dinlenmesini öğütledi. Tessio ile Clemenza’nm da konuşmada hazır bulunmalarını istediğini belirtti. Onlar ancak gece saat onda gelebilirlerdi; daha önce gelmeleri imkânsızdı. Hagen, öğleden sonraki top­ lantıda olanları Tessio ile Clemenza’ya anlatacaktı. Saat onda Baba üçüncü kütüphanede, hukuk ki­ taplarıyla dolu, özel telefonunun bulunduğu evin köşe­ sine raslayan odada bekliyordu. Üzerinde viski şişe­ leri, buz ve sodanın bulunduğu tepsi hazırdı. Baba emirlerini verdi: «Bugün öğleden sonra barış yaptık,» dedi, «şe­ refim, namusum üzerine yemin ettim. Bu hepimiz için de geçerli. Ama dostlarımız hiç de güvenilir kişiler değil. Dolayısıyla biz yine, tetikte bulunalım. Artık çirkin ve küçük sürprizlerle karşılaşmak istemiyo­ ruz.» Baba, Hagen’e döndü: «Bocchicchio’ları evleri­ ne yolladın mı?» Hagen başını salladı: «Eve gider gitmez Clemen­ za’ya telefon ettim.» Corleone, iri yarı Clemenza’ya döndü. Caporegime de başını salladı: «Onları serbest bıraktım,» de­ di. «Söyler misin bana Baba, bir SicilyalI, Bocchicchio’lar kadar ahmak olabilir mi?» Don Corleone hafifçe gülümsedi: «Kendilerine iyi bir hayat sağlayacak kadar akıllılar,» dedi, «bun­ dan daha zeki olmanın ne gereği var? Yeryüzünde karışıklık çıkaranlar Bocchicchio’lar değil. Ama doğ­ ru, onlarda SicilyalI aklı yok.» Savaş sona erdiği için hepsi rahatlamıştı. Don Corleone içkileri kendi eliyle hazırladı; hepsine te­ ker teker sundu. Kendi içkisini yavaş yavaş yudumla­ dı, sonra puro yaktı. «Sonny’ye ne olduğunu anlamak için araştırma­


ya girişilmesini istemiyordu. Olan oldu; artık her şey unutulsun. Bir parça açgözlülük de etseler, hakkımızı da vermeseler, Aileler’le her türlü işbirliğinin yapıl­ masını istiyorum. Michael’ı geri getirmenin çaresi bu­ lununcaya kadar nasıl kışkırtı i ırsak kışkırtılalım bu barışı bozacak bir davranışta bulunulmasını istemiyo­ rum. Michael’ın eve getirilmesi başta gelen düşünce­ niz olmalı. Şunu unutmayın, Michael buraya geldiğin­ de tam bir güvenlik içinde bulunmalı. Tattaglia’lar ya­ hut Barzini’lerden korunması değil, asıl mesele po­ listen kurtulması. Evet, Michael aleyhindeki başlıca delilleri çürütebiliriz. Garson tanıklık etmez; orada bulunan müşteri yahut muhafız da ağzını açmaz. Ger­ çek deliller beni en az korkutanlar, çünkü hepsini bi­ liyoruz. Bizim asıl düşünmemiz gereken şey, polisin sahte deliller bulup Michael’ı mahkûm etmeye kalkış­ ması; çünkü muhbirleri, Sollozzo ile komiseri öldüre­ nin Michael Corleone olduğuna polisi inandırdılar. Güzel. Beş Aile’den, polisin bu inancını değiştirmek için ellerinden geleni yapmalarını istemek zorundayız. Polislere çalışan bütün adamları polislere yeni yeni hikâyeler anlatmalı, öğleden sonraki konuşmamın ar­ dından dostlarımız bunu yapmakta çıkarları bulundu­ ğunu anlayacaklardır sanırım. Ama bu kadarı da ye­ terli değil. Öyle bir şey bulmalıyız ki, Michael bir da­ ha bu konuda hiç rahatsız edilmemeli. Aksi halde Michael’ın geri dönmesinde bir fayda görmüyorum. Bu yüzden hep birlikte düşünelim. En önemli me­ sele bu.» «Her insanın hayatta bir kere hata işlemeye hak­ kı olmalıdır. Ben de bir hata yaptım. Bu evin çev­ resindeki bütün toprakların ve diğer evlerin satın alınmasını istiyorum. Bir mil uzaktan da olsa, pen­ ceresinden bakan birinin bahçemi görmesini istemi­ yorum. Bahçenin çevresine demir parmaklık yapıl­ masını, günün yirmi dört saati evin muhafaza altında tutulmasını istiyorum. Sözün kısası, artık bir kale için­ de oturmaktır dileğim. Size şunu da söyleyeyim. Ça­ lışmak için bir daha şehre gitmeyeceğim. Çalışma ha­ yatından yarı yarıya çekileceğim. Bahçede çalışmak, üzümler olgunlaştığında bir parça şarap yapmak için


büyük istek duyuyorum. Evimde yaşamak istiyorum. Evimden yalnız kısa bir yolculuğa çıkmak ya da çok önemli bir konuyu konuşmak için ayrılacağım. O za­ man da bütün korunma tedbirlerinin alınmasını isti­ yorum. Beni yanlış anlamayın sakın. Bir şey hazırla­ dığım yok, yalnız temkinli olmaya çalışıyorum; her za­ man da temkinli bir insan oldum. Hayatta dikkatsizlik kadar kafama uymayan bir şey olamaz. Kadınlar ve çocuklar dikkatsiz olabilirler; erkekler asla. Söyledik­ lerimi yaparken telâşa kapılmayın; dostlarımızı kuş­ kulandıracak çılgınca hazırlıklardan kaçının; her şey olağan izlenimini verecek biçimde yapılabilir.» «Artık işin ağırlığını yavaş yavaş üçünüze bıra­ kacağım. Santino’nun regime’si dağıtılsın, adamları­ nı kendi regime’lerinize alın. Bu tutum dostlarımızda güven uyandırır, gerçekten barış istediğimi anlarlar. Tom, senden Las Vegas’a gidip orada olup bitenler hakkında bana rapor vermeni, yanına alacağın birkaç kişiyi de seçmeni istiyorum. Bana Fredo hakkında bilgi ver; orada gerçekten neler döndüğünü öğrene­ lim. Duyduğuma göre görsem kendi öz oğlumu tanıyamayacakmışım. Galiba Fredo çok değişmiş. Onun yaşındaki erkeklere yakışmayacak kadar genç kızlar­ la ilgileniyormuş. Delikanlılığında gerektiğinden daha ciddi bir çocuktu. Aile işlerini yönetecek yetenekte değildi. Orada ne yapılabileceğini yerinde öğrenelim.» Hagen : «Damadınızı yollayayım mı?» diye sordu yavaşça, «ne de olsa Carlo Nevada’lı. Orasını iyi bi­ lir.» Don Corleone başını salladı : «Olmaz. Karım çok yalnız; çocuklarının hiç biri yanında değil. Constanzia ile kocasının buradaki evlerden birine yerleştiril­ melerini istiyorum. Carlo’ya önemli bir iş verilsin; ona karşı belki de çok sert davrandım. Zaten, (Baba yüzünü buruşturdu) çocuksuz kaldım. Onu kumar işinden alıp sendikalara yerleştirin; büro işi yapıp bol bol gevezelik etmek elinden gelir. Carlo iyi bir konuşrrtacı.» Baba’nın sesinde hafif bir nefret vardı. Hagen başını salladı : «Peki, Clemenza ile bütün adamları gözden geçirip Las Vegas’a gidecekleri se­


çeriz. Freddie’yi birkaç gün için eve yollamamı is­ ter misiniz?» Baba başını salladı ve acımasız karşılık verdi : «Niçin çağıracaksın, karım hâlâ yemeklerini pişirecek durumda. Bırak orada kalsın.» üç erkek oturdukları yerde huzursuzca kıpırdandılar. Freddie’nin babası­ nın gözünden bu kadar düştüğünü farketmemişlerdi. Bunun, bilmedikleri bir nedeni olduğunu düşünüp kuşkulandılar. Baba içini çekti : «Bu yıl bahçemde domates ve yeşil biber yetiştirmek istiyorum; yiyeceğimizden çok daha fazlasını üretecek, sizlere de vereceğim. İhti­ yarlık günlerimde sükûn, rahat ve sessizlik istiyorum. Evet, hepsi bu kadar. Canınız çekiyorsa birer kadeh daha için.» Toplantının sona erdiğine işaretti bu. Adamlar kalktılar. Hagen onları arabalarına kadar götürdü. Ba­ ha’nın istediklerini yerine getirmek için gerekli ayrın­ tıları görüşmek üzere onlarla bir toplantı yapılmasını kararlaştırdı. Sonra Baba’nın kendisini beklediğinden emin olduğu eve döndü. Don Corleone ceketini ve kıravatını çıkarmış, di­ vana uzanmıştı. Ciddi yüzünde yorgunluk izleri vardı. Hagen’e bir sandalyeye oturmasını işaret etti. «Evet Consigiiori,» dedi, «bugün yaptıklarım içinde hoşu­ na gitmeyen bir şey oldu mu?» Hagen cevap vermezden önce düşündü. Sonra : «Hayır,» dedi, «olmadı. Ama yine de davranışınızı ki­ şiliğinize uygun bulmadım. Santino’nun nasıl öldürül­ düğünü anlamaya, öc almaya kalkışmayacağınızı söy­ lediniz. Buna inanmıyorum. Barış için söz verdiniz; sözünüzü tutacaksınız, ama düşmanlarınıza bu gün kazandıklarını sandıkları zaferi vermeyeceksiniz. Çö­ zümünü bulamadığım nefis bir bilmece hazırladınız. Bu yüzden davranışınızı onaylamak ya da onaylama­ mak nasıl sözkonusu olabilir?» Baba’nın yüzü sevincini yansıttı : «Evet, sen beni herkesten iyi tanıyorsun. SicilyalI olmamana rağmen seni gerçek bir SicilyalI yaptım. Söylediğin her şey doğru. Ama bilmecenin de bir çözümü var. Olaylar sonuçlanmadan çözümün ne olduğunu anlayacaksın.


Herkesin sözüme güvendiğini biliyorsun. Sözümü tuta­ cağım da. Emirlerimin de aynen yerine getirilmesini istiyorum. Ama tekrar ediyorum Tom, başlıca işimiz Michael’i en kısa zamanda buraya getirmek olmalı. Baş düşüncen ve baş işin bu olsun. Kanun yollarını bütün ayrıntılarıyla incele; ne kadar para harcarsan harca, önemi yok. Michael buraya geldiğinde güven­ lik içinde olmalı. Seninle özel olarak görüşebilecek bazı yargıçların adını vereceğim. Michael gelene ka­ dar her türlü ihanete karşı kendimizi korumalıyız.» Hagen : «Ben de sizin gibi gerçek delillerden çok uyduracakları yalanlardan çekiniyorum,» dedi. «Son­ ra McCluskey’in bir polis arkadaşı, tutuklandıktan sonra Michael’i öldürebilir. Onu hücresinde vurur, ya da bu işi mahkûmlardan birine yaptırabilirler. Anladı­ ğım kadarıyla Michael’ın tutuklanmasına ya da suç­ lanmasına meydan vermemeliyiz.» Don Corleone içini ç e k ti: «Biliyorum, biliyorum, biliyorum. Başlıca güçlük bu işte. Ama fazla bekle­ yemeyiz. Sicilya’da da karışıklıklar var. Oradaki genç­ ler artık büyüklerini dinlemiyor. Amerika’dan sürgün edilip gidenler de eski kafalı Reis’lerin idare edeme­ yecekleri kadar haşarı. Michael arada kalıp yakalana­ bilir. Buna karşı bazı tedbirler aldım. Saklandığı yer hâlâ sağlam. Ancak daha bir süre için barış yapma­ mın nedenlerinden biri de bu. Barzini’nin Sicilya’da arkadaşları var. Michael’in izinin kokusunu almaya başladılar. Bu da senin bilmecenin cevaplarından bi­ ri. Oğlumun hayatını korumak için barış yapmak zo­ rundaydım. Yapılacak başka şey yoktu.» Hagen, bu bilgiyi nasıl edindiğini Baba’ya sor­ mak zahmetine katlanmadı. Şaşmamıştı bile. Bu ce­ vabın bilmecenin bir bölümünü çözdüğü doğruydu. «Tattaglia’ların adamlarıyla ayrıntılı görüşmek üzere buluştuğumda uyuşturucu madde dağıtımında görev alacak adamların sabıkasız kişiler olmasını isteyeyim mi? Yargıçlar sicili temiz olmayan kişilere kolay ko­ lay hafif ceza vermezler.» Don Corleone omuz s ilk ti: «Dostlarımız da bu­ nu anlayacak kadar zeki olmalı. Sözünü et ama üze­ rinde fazla durma. Biz elimizden geleni yaparız. Ama


sabıkalı kullanırlar, adam da yakalanırsa parmağımızı bile kıpırdatmayız. Hiç bir şey yapılmayacağını söy­ leriz, yalnız Barzini’ye bunları tekrarlamak gereksiz; kendi bilir. Bu meselede kendini hiç öne çıkarmadı­ ğına dikkat et. İnsan onun bu işle ilgili olup olmadı­ ğını zor anlar. İşte bu nedenle, asla kaybedenlerin sa­ fında bulunmaz.» Hagen şaşırmıştı : «Yani Barzini’nin, bunca za­ man Sollozzo ile Tattaglia Ailesinin arkasında olduğu­ nu mu belirtmek istiyorsunuz?» Don Corleone içini ç e k ti: «Tattaglia pezevengin teki. Kendi başına asla Santino ile baş edemezdi. Bu yüzden olanları öğrenmek istemiyorum. İşin için­ de Barzini’nin bulunduğunu bilmek bana yetiyor.» Hagen bu bilgiyi kaydetti. Baba ona bazı ipuçları veriyordu. Ama söylemediği çok önemli bir şey vardı. Hagen bunun ne olduğunu biliyordu, sormaya da kalkmadı. İyi geceler diledi. Ayrılmak üzereyken Baba son bir uyarıda bulundu. «Unutma, Michael’i eve getirmek için bütün ze­ kânı kullanacaksın,» dedi. «Bir şey daha var. Telefon­ daki adamı ayarla, Tessio ile Clemenza’nm her ay nerelere telefon ettiğini, kimlerle konuştuğunu kay­ detsin. Onlardan kuşkulandığımdan değil. Bana asla ihanet etmeyeceklerine yemin ederim. Yine de geç kalmadan, bize ipucu verebilecek şeyler öğrenmeye çalışmak daha iyi.» Hagen başını sallayıp çıktı. Baba’nın kendisini de şu veya bu şekilde göz hapsinde tutup tutmadığını düşündü. Sonra bu kuşkusundan utandı. Artık Baha’­ nın keskin ve ince zekâsıyla uzun vadeli bir harekât plânı kurduğunu, bunu hemen yürürlüğe koyduğunu, günün olaylarının taktik gereği bir geri çekilme oldu­ ğunu biliyordu. Yalnız kimsenin .sözünü etmediği, kendisinin sorma cesaretini bulamadığı ve Don Cor­ leone’nin de belki kesinlikle bilmediği bir nokta var­ dı. Her şey, bir gün amansız hesaplaşma satinin çalacağını ortaya koyuyordu.


DON CORLEONE’nin oğlu Michael’i, dikkati çekmeden Amerika Birleşik Devletleri’ne sokabilmesi, gerekli hazırlıkları tamamlayabilmesi için aradan hemen he­ men bir yıl daha geçmesi gerekti. Bu süre içinde bü­ tün Aile uygun bir yol bulabilmek için kafa patlattı. Artık Connie ile Long Beach’deki evde oturan Carlo’nun uyarılarına bile kulak veriliyordu. Bu sırada bir çocukları daha olmuştu, bir erkek çocuk. Ama ileri sürülen görüşlerin hiç biri Baba’nın hoşuna gitmedi. Sonunda Bocchicchio ailesinin başına gelen bir felâket sorunun çözümünü sağladı. Bocchicchio’ların Felix adında bir yeğenleri vardı. Yirmi beş yaşını bi­ le doldurmayan bu genç, Amerika’da doğmuştu; Boc­ chicchio Ailesindeki herkesten daha akıllıydı. Ailenin çöp işine girmeyi reddetmiş, İngiliz asıllı iyi bir Ame­ rikalı kızla evlenerek ailesiyle olan bağları, iyiden iyi­ ye koparmıştı, öbür Bocchicchio’lara hiç benzemiyor­ du. Felix. Avukat olmak için geceleri okula gidiyor, gündüzleri de postanede, kâtiplik yapıyordu. Bu arada üç çocuğu olmuştu; karısı titiz, tutumlu bir ev kadını olduğundan hukuk fakültesini bitirinceye kadar Feliy’in maaşıyla geçindiler. öğrenimini binbir güçlükle tamamlayan pek çok genç gibi Felix Bocchicchio da mesleğinin gerekle­ rini öğrenmek için gösterdiği çabanın hemen semere­ sini vereceğini, dürüstlüğünün karşılık göreceğini, iyi para kazanacağını umuyordu. Oysa hiç de sandığı qibi olmadı. Gururu yüzünden ailesinin yardım teklifini reddetti. Ama büyük bir firmada çalışan, nüfuzlu ar­ kadaşları olan bir avukat dostu. Felix’ten küçük bir yardım istedi. Çok çapraşık, görünürde yasaya uygun hileli iflâsla ilgili bir işti bu. Felix’in enselenme ih­ timali milyonda birdi. Tehlikeyi göze alıp kabul etti. Bu işte üniversitede öğrendiklerinden faydalandığı için pek tehlikeli ve suç niteliğinde görünmüyordu. Bu aptalca hikâyeyi kısa kesmek için hilenin or-


taya çıktığını söyleyelim. Avukat arkadaşı Felix’e yar­ dım etmekten kaçındı, telefonlarına bile cevap ver­ medi. Hileli iflâsa adı karışan iki kişi oldukça yaşlı ve kurnaz iş adamlarıydı, öfkeyle Felix Bocchicchio’nun beceriksizliğinin kendilerini mahvettiğini öne sü­ ren bu iki iş adamı, suçlu olduklarını kabul ederek adaletin safına geçtiler, işlerine el koymak ve kendile­ rini hileli iflâsa sürüklemek için Felix Bocchicchio’nun zor kullandığını öne sürecek kadar ileri gittiler. Felix’in tehdit ve gasp suçlarından poliste sabıkası bulunan Bocchicchio’lardan amcalar ve yeğenlerle hı­ sımlığı olduğu tanıklarca belirtildi. Bu, Felix’in felâke­ ti oldu. Felix’e bir yılla beş yıl arasında hapis cezası verildi. İki iş adamı tecilden yararlandılar. Felix is­ temediği için Bocchicchio’lar ne Don Corleone’ye, ne de başka Ailelere başvurdular. Felix’in ders alması gerekiyordu. İnsanı yalnız Ailesi bağışlardı; Aile top­ lumdan çok daha güvenilir, çok daha sadık bir ör­ güttü. Her neyse, Felix Bocchicchio üç yıl hapis yattık­ tan sonra serbest bırakıldı. Genç adam evine gitti; karısını ve çocuklarını öptü, bir yıl süreyle de sakin bir hayat yaşadı. Ama sonunda, damarlarında Bocc­ hicchio kanının dolaştığını ispatladı. Hiç bir şekilde gizlemeye çalışmadan bir silâh edindi; avukat arka­ daşını öldürdü. Sonra iki iş adamının peşine düştü; bir lokantadan çıkarlarken beyinlerini parçaladı. Ce­ setleri sokağın ortasında olduğu gibi bırakıp lokanta­ ya girdi; polislerin gelip kendisini tutuklamalarını beklerken, bir fincan kahve ısmarladı. Duruşması çabucak bitirildi, karar insafsızca ve­ rildi. Gangsterler dünyasından bir kişi, fazlasıyla hak ettiği bir hapis cezasına çarptırılmasına sebep olan tanıkları soğukkanlılıkla öldürmüştü. Bu, topluma bü­ yük bir küstahlıkla meydan okumak demekti, ilk kez basın, halk, toplum katları, hatta iyi kalpli, saf kişiler bile Fe!ix’in elektrikli sandalyede can vermesi gerek­ tiğinde birleştiler. Valinin en yakın siyasî yardımcıla­ rından birinin dediği gibi, başıboş hayvanların tutul­ duğu yerin görevlileri kuduz bir köpeğin canını nasıl bağışlayamazsa, Eyalet Valisi de Felix Bocchicchio’-


nunkini bağışlayamazdı. Tabii Bocchicchio Ailesi yargıtaya başvurmak için istenen parayı harcamaya ha­ zırdı; artık Felix’le öğünüyorlardı; ama sonuç kesin­ di. Biraz zaman alacak olan kanunî işlemlerin ta­ mamlanmasından sonra Felix Bocchicchio elektrikli sandalyede can verecekti. Genç Felix için bir şeyler yapılabileceği umuduy­ la Bocchicchio’lardan birinin ricasına uyarak konuya Baba’nın dikkatini çeken Tom Hagen oldu. Don Cor­ leone kesinlikle red cevabı verdi. Sihirbaz değildi o. İnsanlar ondan yapılması imkânsız şeyler istiyorlardı. Oysa ertesi gün Baba, Hagen’i bürosuna çağırdı; ko­ nuyu en ince ayrıntılarına kadar anlatmasını istedi. Hagen konuşmasını bitirince Don Corleone ona Bocchicchio’ların reisini bir konuşma için eve davet et­ mesini söyledi. Daha sonra olanlardan bir dehanın gösterişsiz iz­ leri vardı. Don Corleone, Felix Bocchicchio’nun karı­ sıyla çocuklarına hatırı sayılır bir para ödeyeceğini Bocchicchio Ailesi reisine söyledi, garanti de verdi. Bu iş için ayırdığı para Bocchicchio Ailesine derhal ödenecekti. Karşılığında Felix, Sollozzo ile polis ko­ miseri McCluskey’i öldürdüğünü itiraf etmeliydi. Çözümlenmesi gereken bir yığın ayrıntı vardı. Felix Bocchicchio’nun inandırıcı bir itirafta bulunma­ sı gerekiyordu; konuşabilmesi için de olayın gerçek ayrıntılarından bir bölümünü bilmesi zorunluydu. Son­ ra polis komiserinin uyuşturucu madde kaçakçılığım­ da parmağı olduğunu da söylemeliydi. Luna lokanta­ sındaki garsonu, Felix Bocchicchio’yu kaatil olarak göstermesi için kandırmak gerekiyordu. Büyük bir ce­ saret işiydi bu; çünkü Felix Bocchicchio daha kısa boylu, tıknaz olduğundan kaatilin tarifi tümüyle de­ ğişikti. Ama Don Corleone bunun da icabına baktı. İdam mahkûmu üniversite mezunu olduğu ve yüksek öğrenime inancı bulunduğundan çocuklarının üniver­ site öğrenimlerini sağlayan bir miktar parayı ödemek zorunda kaldı. Bocchicchio Ailesi işlediği cinayetler­ den sonra Felix’in bağışlanmasının imkânsız oldu­ ğuna inandırıldı. Tabii yeni itirafı, Felix’in zaten kesin­


leşen cezasını değiştirmeyecekti. Her şey hazırlanmıştı; para ödendi; bilgi vermek ve gerekeni öğretmek için idam mahkûmuyla bağlan­ tı kuruldu. Sonunda olay gün ışığına çıktı; bütün ga­ zetelerin birinci sayfalarına geçti. Hiç bir aksaklık ol­ madan, işler tıkır tıkır yürüdü. Yine de, her zaman temkinli bir insan olan Don Corleone, Michael Corleone’nin geri getirilmesini emretmezden önce Felix Bocchicchio’nun elektrikli sandalyeye oturmasına ka­ dar geçen dört aylık sürenin sonunu bekledi.

YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

SONNY’nin ölümünden bir yıl sonra bile Lucy Mancini hâlâ onu özlüyor, herhangi bir aşk hikâyesinde­ ki kahramandan çok yasını tutuyordu. Düşlerinin bir öğrencinin masum hayalleriyle ilgisi yoktu, sadık bir eşin özlemleri hiç değildi. «Hayat yoldaşının» ya da olağanüstü erdemleri bulunan birinin ardından ağla­ mıyordu. Büyük bir aşkın özlemi, bir yeni yetmenin yüceltmesi de yoktu onda. Sonny’nin gülümsemesini, sevgi dolu ya da gülünç bir şey söylediğinde bakışın­ da beliren alaylı parıltıyı da hayal meyal hatırlıyordu. Hayır, çok daha önemli bir nedenden özlüyordu onu. Dünyada onu tatmin edebilmiş tek erkek Sonny idi. Gençliğinin saflığıyla bir daha hiç bir erkeğin bu­ nu başaramayacağını sanıyordu. Bir yıl sonra, Nevada’nın tatlı güneşi altında yan­ maktaydı. Ayaklarının dibinde oturan ince yapılı, sarı­ şın genç ayak parmaklarıyla oynuyordu. Otelin havu­ zunun kenarındaydılar; bir pazar öğleden sonrasıydı. Çevrelerinde başkaları da vardı ama genç adamın eli çıplak kalçasına doğru kayıyordu. «Ah Jules,» dedi Lucy. «Doktorların diğer erkek­ ler gibi aptal olmadıklarını düşünürdüm ben de.»


Jules ona gülümsedi : «Ben bir Las Vegas dokto­ ruyum.» Lucy’nin uyluklarının içini gıdıkladı, bu ka­ dar bir dokunuşun bile genç kadını nasıl heyecanlan­ dırdığını görerek şaşırdı. Genç kadın duygularını sak­ lamaya çalışıyordu ama yüzünden her şey belli olu­ yordu. Jules onu çok ilkel ve tecrübesiz buldu. O hal­ de niçin yola gelmiyordu. Bir süredir kendi kendine bu soruyu sormaktaydı, ölmüş olduğu halde unutulamayan bir sevgilinin hikâyesi, ona saçma geliyordu. Elinin altında dipdiri bir doku hissediyordu, bu dip­ diri doku diğer canlı dokuyu isterdi. Dr. Jules Segal o gece apartmanında büyük denemeye girişmeyi ka­ rarlaştırdı. Dolambaçlı yollara sapmadân genç ka­ dının hakkından gelmek istiyordu; ama hile yapmak gerekiyorsa, bunu da yapacaktı. Tabii bilim adına. Üs­ telik zavallı kızcağız, bir erkekle yatmak için, yanıp tutuşuyordu. «Jules yapma, rica ederim yapma,» dedi Lucy. Sesi titriyordu. Jules derhal elini çekti; «Pekâlâ, şekerim,» de­ di. Biraz kestirmek için yumuşak kalçasını yastık gibi kullanarak ensesini Lucy’nin kucağına yasladı. Lucy biraz debelendi, uyluklarından yükselen ateş Jules’ü eğlendirdi. Genç kadın saçlarını düzeltmek için elini genç adamın başına götürünce Jules bu eli şakacı bir tavırla yakaladı ve bir aşığın yapabileceği gibi tut­ tu. Aslında Lucy’nin nabzını yoklamak istiyordu. Genç kadının nabzı deli gibi atıyordu. Jules bu gece ona sahip olacak, sır ne olursa olsun çözülecekti. Dr. Ju­ les Segal kendinden son derece emin, uykuya daldı. Lucy havuzun çevresindekleri seyretti. İki yıldan daha az bir zaman içinde hayatının bu denli değişebi­ leceğini aklına bile getiremezdi. Connie Corleone’nin düğününde yaptığı «çılgınlıktan» asla pişmanlık duy­ mamıştı. Başına gelen en harika şeydi bu. Düşlerinde o anı tekrar tekrar yaşıyordu. Bu ilk mutluluktan sonra Sonny en az haftada bir kere, bazan daha da sık ziyaretine gelmişti. S onn/yi göreceği günün öncesi vücudu azap içinde kıvranırdı. Birbirlerine karşı duydukları ihtiras en ilkel türden­


di; bu ihtiras her türlü şiir ya da entellektüel görü­ nümden yoksundu. En çiğ türden bir aşk, cinsel istek, bir gövdenin diğerine duyduğu eğilimdi. Sonny geleceğini telefonla haber verdiği zaman Lucy evde yeteri kadar içki; yiyecek ve kahvaltılık bulunmasına dikkat ederdi; çünkü Sonny genellikle ertesi sabah geç vakte kadar kalırdı. O Lucy’ye doy­ mak isterdi, Lucy de ona. Sonny’nin kendi anahtarı vardı. Kapıdan içeri girer girmez Lucy onun güçlü kollarına koşardı, ikisi de birbirinden açık, birbirin­ den ilkeldiler. Daha ilk öpüşmede birbirlerinin elbi­ selerini çekiştirmeye başlar, düğmelerini çözerlerdi. Sonny onu havaya kaldırır, Lucy de bacaklarını genç adamın iri kalçalarına dolardı. Lucy’nin dairesinin gi­ rişinde, ayakta, sanki bir tekrar gerekliymiş gibi se­ vişir, sonra Sonny onu yatak odasına taşırdı. Yatakta sevişmelerini sürdürürlerdi. Anadan doğ­ ma çıplak, çoğu kere yatakta, tam on altı saat evde yanyana yaşarlardı. Lucy, Sonny’ye bol yemek pişi­ rirdi. Bazan Sonny’yi iş için ararlardı. Ama Lucy ko­ nuşulanların tek kelimesini bile dinlemez, Sonny’nin vücuduyla oynayarak, onu öperek, okşayarak, ağzına o gövdeden koca koca parçalar alarak eğlenirdi. Ba­ zan Sonny içki almak için kalktığında Lucy’nin önün­ den geçerken genç kadın elini uzatıp ona dokunmak­ tan, onu tutmaktan, sanki genç adamın vücudunun ba­ zı bölümlerini, özel şekilde yapılmış, bilinen ama yi­ ne de heyecan verici, şaşırtıcı nitelikleri ortaya ko­ yan masum bir oyuncakmış gibi okşamaktan kendini alamazdı. Başlangıçta Lucy, kendi payına, bu aşırı davranışlardan utandı ama çok geçmeden bunların aşığının hoşuna gittiğini, erkeğin vücuduna olan köle­ liğinin onu gururlandırdığını anladı. Bütün bunlarda hayvan yaşantısının saflığı vardı. Birlikte mutluydu­ lar. Sonny’nin babası sokakta altı tabanca kurşunu yiyince ilk kez aşığının hayatının tehlikede olabilece­ ğini anlamıştı. Apartmanında yalnız basma ağlama­ mış, ama bir hayvan gibi yüksek sesle ulumuştu. Sonny hemen hemen üç hafta boyunca onu görmeye gelmemiş, Lucy uyku ilâçları, içki ve korkusuyla ya­


şamaya çalışmıştı. Duyduğu gerçek bir fizikî acıydı. Vücudu sızlıyordu. Sonunda Sonny görününce Lucy, geldiği andan gidişine kadar vücuduna yapışık kal­ mıştı. Bundan sonra Sonny, ölümüne kadar hiç ol­ mazsa her hafta geldi. Lucy, Sonny’nin öldüğünü gazetelerden öğrenin­ ce aynı akşam fazlaca uyku ilâcı aldı. Uyku hapları onu öldüreceği yerde hasta etti. Lucy sallanarak dai­ re kapısı önüne çıktı, asansör kapısının önünde de düşüp bayıldı. Daha sonra onu orada bulup hastane­ ye kaldırdılar. Sonny ile olan ilişkisi pek bilinmediğin­ den olaya gazetelerde kısacık yer verildi. Lucy hastanede yatarken Hagen avutmak için onu görmeye geldi. Lucy’ye, Sonny’nin kardeşi Freddie’nin işlettiği otelde iş bulan da Hagen’di. Corleone Ailesinin ona bîr ödenek bağlayacağını, bu nedenle Sonny’nin tedbir aldığını yine Tom Hagen anlattı. Ha­ mile olduğu için mi uyku ilâcı yuttuğunu sordu. Lucy hayır cevabını verdi. Hagen, Sonny’nin öldürüldüğü gece kendisini görmeye gelip gelmediğini, ya da ge­ leceğini bildirip bildirmediğini de sordu. Lucy gelme­ diğini, telefon etmediğini söyledi. İşten çıkar çıkmaz Sonny’yi beklemek için hep eve koşardı. Sonra Hagen’e doğruyu sö yle d i: «Sonny’den başkasını seve­ mem.» Lucy onun gülümsediğini, aynı zamanda bir parça da şaşırdığını gördü : «Bu kadar inanılmayacak bir şey mi bu?» diye sordu Lucy, «çocukluğunda seni sokaktan alıp evine götüren o değil mi?» Hagen : «O zaman Sonny bambaşka bir insandı,» dedi, «büyüyünce değişti.» «Benim için hiç değişmedi,» dedi Lucy, «başkala­ rı için değişmiş olabilir. Ama bana karşı asla.» Sonny’nin kendisine hep nazik davrandığını Hagen’e anlatamayacak kadar yorgun hissediyordu kendini. Sonny ona asla sinirlenmemiş, hatta kızmamış, öfkelenmemişti. Hagen Lucy’nin Las Vegas’a gitmesi için gerekli bütün hazırlıkları yaptı. Kiralanan bir apartman dairesi Lucy’yi bekliyordu. Havaalanına da kendisi götürdü. Yalnızlık duyduğu, işler yolunda gitmediği zaman kendisine telefon edeceğine söz aldı; böyle bir du­


rumla karşılaşırsa Hagen, elinden geleni yapacaktı. Lucy uçağa binmezden önce Hagen’e çekinerek : «Sonny’nin babasının bu yaptıklarından haberi var mı?» diye sordu. Hagen gülüm sedi: «Kendi hesabıma olduğu ka­ dar, onun hesabına da çalışıyorum,» dedi. «Baba bu gibi konularda geri kafalıdır. Oğlunun karısına karşı gelmez. Ama senin çok genç ve tecrübesiz olduğu­ nu, Sonny’nin daha düşünceli davranması gerektiğini düşünüyor. Sonra senin uyku ilâcı alman herkesi çok sarstı.» Hagen, bir insanın canına kıymaya kalkışma­ sının Baba gibi birine ne kadar inanılmaz geldiğini anlatmadı. Las Vegas’ta on sekiz ay geçirdikten sonra Lucy mutlu olduğunu hissetmenin verdiği şaşkınlık içindey­ di. Bazı geceler şafak sökmeden önce uyandığında Sonny’yi hayal eder, kendi kendini okşayarak hayali­ ni sürdürür, bu da onu uyuturdu. O zamandan beri hiç bir erkekle yatmamıştı. Oysa Las Vegas’daki ha­ yat hoşuna gidiyordu. Otelin havuzlarında yüzüyor, Mead gölünde yelken kullanıyor, izinli günlerinde çöl­ de arabayla geziniyordu. Bir parça zayıfladı, bu da onu daha çekici kıldı. Hâlâ etine dolgun, ihtiraslı bir görünüşü vardı ama şimdi Italyan kadınlarından çok Amerikan kadınlarına benziyordu. Otelin, müşterileriy­ le ilişkiler bölümünde danışman olarak çalışıyordu. Freddie ile hiç bir alış verişi yoktu ama genç adam onu ne zaman görse, gelir, dostça konuşurlardı. Freddie’deki değişiklik Lucy’yi şaşırtıyordu. Kadınlara düş­ kün bir erkek olmuştu; çok şık giyiniyordu, sanki bu tür bir oteli yönetmek için yaratılmış gibiydi. Kumar­ hanenin değil, otel ve lokanta bölümünün işlerine de o bakıyordu; bu kumarhane sahiplerinin pek yapma­ dıkları bir işti. Nevada’nın uzun ve çok sıcak yazın­ dan, daha hareketli bir iş hayatı ya da cinsel hayat sürdürmekten olacak, Freddie de bir hayli zayıflamış, incelmişti. Hollyvvood terzileri de onu son derece za­ rif bir erkek yapıp çıkmışlardı. Las Vegas’a yerleştikten altı ay sonra Hagen Lucy’yi görmeye geldi. Lucy'ye her ay, maaşına ek


olarak altı yüz dolarlık bir çek geliyordu. Hagen, bu altı yüz doların bir yerden sağlandığının gösterilmesi gerektiğini söyledi; bu işi halledebilmek için de Lucy’ye umumî vekâletname imzalattı. Ayrıca görünüşü kurtarmak için Lucy’nin çalıştığı otelin yüzde beşine sahip gösterildiğini anlattı. Nevada yasalarının gerek­ tirdiği bütün kanunî işlemlerin yerine getirilmesi ge­ rekiyordu. Bunları yapacaktı Hagen. Lucy için en kü­ çük bir pürüz kalmayacaktı. Yine de Lucy, Tom Hagen’in izni olmadan bu durumu kimseyle tartışıp ko­ nuşmayacaktı. Kanun karşısında her yönden koruna­ caktı; her ay parasını alacaktı. Sorumlu makamlar, kanun uygulayıcıları ona herhangi bir soru sorduk­ larında Lucy avukatıyla görüşmelerini . söyleyecek, onu kimse de rahatsız etmeyecekti. Lucy her şeyi kabul etti. Ortada neler döndüğü­ nün farkındaydı ama kendisinden yararlanmalarına bir itirazı yoktu. Mantıklı bir yoldu bu. Yine, de Ha­ gen otel içinde gözünü açmasını, Freddie’yi, otelin sa­ hibi olan ve en büyük paya sahip olduğu için oteli yö­ neten Freddie’nin patronunu göz hapsinde tutması­ nı isteyince Lucy: «Ne yani Tom» dedi, «Freddie'yi gözetlememi mi istiyorsun?» Hagen gülümsedi : «Babası Freddie için kaygıla­ nıyor. Moe Green’le pek sıkı fıkı, herif de tehlikeli biri. Başının derde girmemesi için dikkatli olmamız gerek.» Tabiî Don Corleone’nin, Las Veaas çölündeki bu otelin inşasını, yalnız büyük oğluna sığınacak bir yer sağlamak için değil, aynı zamanda daha büyük işlere bir hazırlık olsun diye desteklediğinden söz et­ medi. Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Dr. Jules Segal otel doktoru olarak çalışmaya geldi. İnce yapı’ı, çok yakışıklı ve sevimliydi. Hiç olmazsa Lucy’nin gö­ zünde doktor olamayacak kadar qençti. Bileğinin he­ men üstünde bir şiş belirdiğinde Dr. Jules Segal’le ta­ nıştı. Birkaç gün şişliğin ne olduğunu merak edip kay­ gılandıktan sonra, doktorun oteldeki muayenehanesi­ ne gitti. Otelde çalışan artist kızlardan ikisi bekleme odasındaydılar; havadan sudan konuşuyorlardı. Sa­ rışın, şeftali yanaklı, Lucy’nin imrendiği sarışınlardan­


dı ikisi de. Kızlardan birinin : «Yine gebe kaldıysam bu işi bırakırım,» dediğini duyana kadar melekler gibi geldi ikisi de Lucy’ye. O sırada Dr. Segal göründü. Kızlardan birini içe­ ri aldı. Üzerinde beyaz pantolonla yakası açık bir göm­ lek vardı. Kalın çerçeveli gözlükleri ve kibar havasına rağmen yine de insana bakımsız geliyordu. Lucy de eski kafalı insanlar gibi, doktorlukla bakımsızlığın bir arada yürüyeceğine inananlardan değildi. Lucy muayenehaneye girince bütün kuşkuları, güvensizliği sabun köpüğü gibi uçup gitti; çünkü Dr. Segal’in davranışlarında insanın içine güvenlik veren bir şey vardı. Lucy ile hemen hemen hiç konuşmadı ama kabalık da etmedi. Lucy elindeki şişin ne oldu­ ğunu sorunca sabırla, uzun uzun şişin basit bir lif bü­ yümesi olduğunu, zararlı yanının bulunmadığını ve merak etmemesi gerektiğini anlattı. Kalın bir tıp ki­ tabını aldı. «Kolunuzu uzatın,» dedi. Lucy kolunu uzattı. Dr. Jules Segal ona ilk kez gülümsedi. «Ameliyat ücretinden vazgeçiyorum,» de­ di. «Şişin üzerine bu kitabı vuracağım, kaybolacak. Belki daha sonra yine ortaya çıkar ama ameliyata kalkışırsam bir yığın paradan olursunuz, üstelik bir süre de kolunuz sarılı gezersiniz, bakıma ihtiyacınız olur, falan filân. Tamam mı?» Lucy ona gülümsedi. Anlayamadığı bir nedenle doktora büyük güven duyuyordu. «Tamam,» dedi. Se­ gal kalın kitabı koluna indirince bir çığlık attı. Şişlik neredeyse kaybolmuştu. «Çok canınızı yaktım mı?» «Hayır,» dedi Lucy. Genç doktorun fişini doldur­ masını izledi. «Hepsi bu kadar mı?» Dr. Segal, Lucy’ye hiç dikkat etmeden başını sal­ ladı. Lucy muayenehaneden çıktı. Bir hafta sonra Dr. Segal, onu barda gördü. Ge­ lip yanına oturdu. «Kolunuz nasıl?» diye sordu. Lucy gülümsedi : «İyi,» dedi, «garip yöntemleri­ niz var, ama iyi.» Dr. Jules Segal sırıttı : «Bu konuda ne kadar de­ ğişik düşünceli ve etkili olduğumu bilemezsiniz. Za­ ten zengin olduğunuzdan haberim yoktu. Las Vegas’-


ın Sun gazetesi otelde hissesi olanların listesini ya­ yınladı. Lucy Mancini’nin on hisselik koca bir parası olduğunu gördüm. Bilseydim kolunuzdaki şiş bana serveî kazandırabilirdi.» Birden Hagen’in uyarılarını hatırlayan Lucy cevap vermedi. Segal yine gülüm sedi: «Kaygılanmayın,» dedi, «nedenini biliyorum bunun. Las Vegas’taki pek çok kişi gibi siz de paravanasınız. Neyse, bu akşam benimle eğlenmeye gelir misiniz? Yemek benden, ru­ let oynamanız için birkaç fiş bile ısmarlarım.» Lucy kararsızdı. Jules diretti. Sonunda : «Gelmek isterim ama sizi hayal kırıklığına uğratmaktan kor­ kuyorum,» dedi. «Ben Las Vegas kızları gibi değilim, gece de umduğunuz gibi sonuçlanmayacak.» Jules neşeyle: «Ben de bunun için sizi çağır­ dım ya,» dedi, «kendime bu gecelik dinlenme verdim.» Sinemaya gittiler. Jules çıplak göğüslerin, kalça­ ların tıbbî deyimlerini söyleyerek Lucy’yi eğlendirme­ ye çalıştı. Bunları alaycılığa yönelmeden, iyi niyetle yapıyordu. Daha sonra rulet oynadılar. Yüz dolara yakın para kazandılar. Çıkıp mehtapta Boulder bara­ jına kadar gittiler. Jules genç kadını okşamaya kalk­ tı ama birkaç öpücükten sonra Lucy direndi. Diren­ mesinde ciddi olduğunu anlayınca Jules vazgeçti. Ye­ nilgiyi yine keyifle karşıladı. L u c y : «Daha önce söy­ lemiştim,» dedi, «gece hiç de sandığınız gibi sona ermeyecek diye.» Tanışmalarından sonra geçen aylar içinde yakın dost oldular. Sevişmedikleri için aralarında aşktan söz edilemezdi. Lucy buna izin vermiyordu. Jules’ün di­ renişi karşısında şaşırdığını, ama duruma birçok er­ kekler gibi kötü karşılamadığını, kırılmadığını gördü. Onun bu tutumu Lucy’nin güvenini daha da arttırdı. Doktor görünüşünün altında eğlenceden hoşlanan, pervasız, bir kişiliği olduğunu anlamıştı. Kaliforniya’­ daki amatör otomobil yarışlarına bir MG ile katılıyor­ du. İzni çıktığı zamanlar Meksika içlerine dalıyordu. Dönüşünde de oradakilerin yabancıların bir pabuç uğruna öldürülmekten çekinmeyeceklerini, bin yıl ön­ ceki gibi ilkel bir hayat yaşadıklarını anlatıyordu. Bü­ yük bir rastlantıyla Jules’ün operatör olduğunu, bir


zamanlar New York’un ünlü bir hastanesinde çalıştı­ ğını öğrendi. Bütün bunlar Jules’ün otel doktorluğu yapmasını hayretle karşılamasına yol açtı. Nedenini sorunca Ju­ les : «Siz bana kendi sırrınızı anlatın. Ben de kendiminkini söyleyeceğim,» dedi. Lucy kıpkırmızı kesildi ve üstelemedi. Jules de üstünde durmadı, ilişkileri yine sıcak bir dostluk ha­ vasında sürüp gitti. Bu dostluk Lucy için sandığından çok daha önemliydi.

Şimdi Jules’ün başı kucağında, havuzun kenarın­ da otururken Lucy ona karşı birden büyük bir şefkat duyuyordu. Jules’ün başı kucağına ağır geliyor, canı acıyor, parmakları farkında olmadan genç adamın en­ sesini okşamaktan büyük bir zevk alıyordu. Jules uyu­ yor gibiydi. Hiç bir şeyin farkında değildi sanki. Onu üstünde hissetmek bile Lucy’yi büyük ölçüde tahrik ediyordu. Jules başını birden kucağından kaldırdı; ayağa kalktı. Lucy’nin elinden tutup onu çimenlerin üzerin­ den beton yola sürükledi, özel dairesinin bulunduğu yazlık evlerden birine götürürken bile karşı koyma­ dan, uslu uslu gitti Lucy. İçeri girince Jules ona içki verdi, kendi de içti. Yakıcı güneşten ve bir anlık ih­ tiraslı düşten sonra içki genç kadının başını iyiden iyiye döndürdü. O zaman Jules genç kadını kolları­ na aldı. İki çıplak vücut birbirine yapıştı. L u c y : «Ol­ maz,» diye mırıldanıyordu; ama sesi hiç de inandırıcı değildi, Jules ona aldırış bile etmedi. İri göğüslerini okşamak, öpmek için sütyenini ustaca çekip çıkardı. Sonra da bikininin altını indirdi; bunu yaparken genç kadının yuvarlak karnını, uyluklarının içini öpüyordu. Bir koluyla genç kadını göğsünde sıkarken, diğer eliy­ le kendi mayosunu çıkardı, yatağa düşüp uzanıverdi­ ler. Lucy, Jules’ü içinde hissetti ve bu dokunuş genç kadını doruk noktasına ulaştırmaya yetti. Az sonra Sonny’yi tanımazdan önceki gibi, büyük bir utanç duy­ du. Oysa Jules vücudunu yatağın kenarına doğru çe­


kiyor, bacaklarını kaldırıyordu. Lucy vücudunu ve ba­ caklarını istediği gibi kullanmasına izin verdi. Şimdi Jules tekrar seviyor, öpüyordu. Bu kez onu daha iyi hissetti. Genç adamın da bir şeyler hissettiğini, onun Ga doruğa yükseldiğini anlayınca mutluluk duydu. Jules yana kaydığında Lucy, yatağın bir ucuna sığınıp ağlamaya başladı. Çok utanıyordu. Sonra Jules’ün hafifçe güldüğünü işitince fena halde şaşırdı. «Seni zavallı, cahil İtalyan kızı, demek aylardır beni bu yüzden reddediyordun, ha? Seni aptal, seni!» Genç adam : «Seni aptal seni,» yi öyle bir sevgiyle söylemişti ki, Lucy ondan yana döndü. Jules genç kadının çıplak vücudunu kendine doğru çekti. «Çok geri kafalısın,» dedi, «çok cahilsin.» Sesi çok tatlıy­ dı, bu yüzden Lucy artık utanç ve üzüntüden değil, sevgisinden ağlıyordu. Jules bir sigara yaktı. Lucy’nin ağzına koydu. Lucy dumandan boğulacak gibi olup ağlamayı kesti. Jules : «Şimdi beni dinle,» dedi, «eğer yirminci yüz­ yılın gerektirdiği kültüre sahip, daha gelişmiş bir aile içinde yetişseydin, yıllar önce halledilmiş olurdu. Sa­ na derdinin ne olduğunu anlatayım : Bunun yüz cer­ rahisinin gerçekten halledemediği çirkinlik, bozuk bir cilde sahip olmak yahut şaşılıkla hiç ilgisi yok. Der­ din bademciklerden, çenedeki bir et beninden, ya da biçimsiz oluşmuş bir kulaktan daha önemli değil. Ra­ hatsızlığının cinsel hayatla da hiç ilgisi yok; böyle dü­ şünmekten vazgeç. Erkeklere zevk vermeyecek ka­ dar geniş bir cinsel organın var diye, kimsenin seni istemeyeceğine takma kafanı. Şendeki kemik yapısı­ nın bozukluğu bizim tıp sözlüğünde leğen kemikleri yatağının zayıflaması dediğimiz şeyden başkası deği!. Genellikle çocuk doğurduktan sonra görülür bu, ama kemik yapısının ters oluşmasından da meydana ge­ lebilir. Emin ol, çok sık görülen bir şeydir. Basit bir ameliyatla düzelmesine rağmen, pek çok kadın bu yüzden hayatı kendilerine zehir ederler. İntihar eden­ leri bile vardır. Ama sende böyle bir şey olabileceği hiç aklıma gelmedi; çünkü çok güzel bir vücudun var. Hikâyeni bildiğimden derdini ruhî bir bunalım sanı­ yordum, üstelik Sonny’nin ölümüne niçin üzüldüğünü


bana çok rahat anlattın. İzin ver de seni iyice mua­ yene edeyim. O zaman yapılması gerekli ameliyatın önemli olup olmadığını söyleyebilirim. Şimdi git, yı­ kan.» Lucy banyoya girdi. Duş yaptı. Jules, uzanıp ba­ caklarını açmasını söylediğinde direndi. Ama genç adam hiç aldırmadı; sabırla onu yatağa yatırdı, bacak­ larını ayırdı. Evinde bir yedek doktor çantası, yata­ ğının yanında da üzeri cam kaplı bir masa vardı; ma­ sanın üstünde bazı âletler duruyordu. Şimdi Jules te­ peden tırnağa doktor kesilmişti; Lucy’ye baktı, par­ mağını içeri soktu, içerde oynattı. Lucy kendini kü­ çüklük duygusuna kaptırırken karnını öptü. Dalgın dalgın : «İlk kez bu iş hoşuma gidiyor,» dedi. Sonra Lucy’yi yüzükoyun çevirdi; arkadan muayene etti, öte­ ki eliyle de genç kadının ensesini şefkatle okşuyor­ du. İşini bitirince Lucy’yi yine sırtüstü yatırdı. Sevgiy­ le dudaklarından öptü : «Yavrum,» dedi, «oranı yep­ yeni yapacağım. Tıpta görülmemiş bir olay sayıla­ cak, meslek dergilerine de bu konuda bir yazı ha­ zırlayabilirim.» Jules her şeyi öyle keyifli ve tatlılıkla yapmıştı ki, Lucy sevildiğini hissetti, çok geçmeden çekingen­ liğini, utangaçlığını yendi. Hatta genç adam kitap ra­ fından Lucy’nin durumunu anlatan ve ameliyatın nasıl geçeceğini ayrıntılarıyla gösteren bir tıp kitabı alıp genç kadına gösterdi. Lucy konuyla iyiden iyiye ilgi­ lenmişti. «Derdinin sağlığınla da ilgisi var,» dedi Jules, «eğer ameliyat olmazsan, bir süre sonra, bütün sağlı­ ğını tehdit eden güçlüklerle karşılaşırsın. Durum ame­ liyatla düzeltilmezse gitgide kötüye yönelir. Geri ka­ falı, eski terbiye almış utangaç kişilerin, kendilerini doktorlara teslim edip bir güzel muayene olmama­ ları utanılacak şey. Bu dertten şikâyetçi öyle çok ka­ dın var ki.» «Bundan söz etme, rica ederim, sus!» dedi Lucy. Jules Segal durumundan hâlâ utandığını, bunu «çirkin bir kusur» saydığını farketti. Onun kafasına göre bu gibi duygular aptallıktan başka bir şey değil­ di ama yine de Lucy’yi anlayacak kadar duygulu bir


erkekti, üstelik genç kadını keyiflendirecek, içini ra­ hatlatacak fırsatı da eline geçirmiş oluyordu. «Tamam, şimdi sırrını biliyorum,» dedi Lucy’ye, «ben de kendi sırrımı sana anlatacağım. Doğunun en parlak ve en genç operatörü olan benim gibi birinin burada ne yaptığını merak ediyordun.» Jules Segal gazetelerin hakkında yazdıklarıyla alay ediyordu. «Gerçek şu : Ben kürtajcıyım. O kadar kötü bir şey değildir. Doktorların yarısı yapar bunu. Ama yakalan­ dım. Bir arkadaşım vardı; Doktor Kennedy adında bi­ ri. Birlikte, çalışırdık. Çok dürüst insandır. Bana yardım edeceğini söyledi. Anladığıma göre Tom Hagen, güç durumda kalırsa kendisine baş vurmasını istemiş. Ne­ deni de, Corleone Ailesinin kendini Kennedy’ye kar­ şı borçlu hissetmesi. Bunun üzerine Kennedy, Ha­ gen’e durumu anlattı. Bir de baktım suçlamalardan vaz geçildi. Ama meslekdaşlarım ve özellikle Doğu’nun büyük tıp otoriteleri beni Kara Listeye aldılar. Bu­ nun üzerine Corleone Ailesi bana şimdiki işimi buldu. Nasılsa birinin bu işi yapması gerekiyordu, iyi para kazanıyorum. Artist kızlar sık sık gebe kalıyorlar, on­ ları dertten kurtarıyorum. Durumu anladıkları an ba­ na gelirlerse çocuğu almak dünyanın en basit işi olu­ yor. içlerini, tava temizler gibi kazıyorum. Freddie Cor­ leone başımın belâsı. Buraya geldiğimden beri en azından on beş kız gebe bıraktı. Ona cinsel sorun­ lar üzerine öğütler vermeyi ciddi ciddi düşünüyorum. Çünkü Freddie’ye üç kere bel soğukluğu, bir de fren­ gi tedavisi yapmam gerekti. Umurunda bile değil, önü­ ne gelenin üstüne çullanıyor.» Jules bile bile boşboğazlık ediyordu, oysa bu işi hiç yapmazdı. Ama Lucy’ye kendi dışındaki insanla­ rın, hele Freddie Corleone gibi az çok tanıyıp çe­ kindiği bir kişinin bile, utanç verici dertlerinin bu­ lunduğunu göstermek istiyordu. «Vücudunun bir parçasının esnekliğini kaybetti­ ğini düşün,» dedi. «Kesip biçmekle bunu daha sıkı, daha dar bir hale getirmek mümkün.» «Üzerinde bir düşüneyim,» dedi Lucy. Ama ame­ liyat olacağına emindi. Jules’e güveni sonsuzdu. Son­ ra aklına başka bir şey geldi. «Kaça malolur acaba?»


Jules kaşlarını çattı : «Böyle bir ameliyat yapa­ bilmem için gerekli araç ve gereçler burada yok. üs­ telik bu konuda uzman değilim. Ama bu alanda çok usta olan, en iyi hastanede çalışan bir doktor arka­ daşım var. Büyük sinema yıldızları yüz ve göğüs pörsümesinin sevdikleri erkeklerin mutluluğuna yetmedi­ ğini anlayınca ona koşar, oralarını buralarını gerdirir­ ler. Sonra kendisine yardımım dokundu. Dolayısıyla para vermeyeceksin. Gebe bıraktığı kadınların çocuk­ larını ben alırım. Dinle sevgilim, meslek sırrını hiçe saysam sana bu ameliyatı geçiren en güçlü film yıl­ dızlarının adlarını söylerdim.» Lucy hemen meraklandı : «Ah, hadi söyle!» dedi, «hadi. Ne tatlı bir dedikodu konusu olurdu bu.» Jules’ün iyi yanlarından biri de, Lucy’nin, kadınca bir eğilim olan dedikoculuğuyla hiç alay etmemesiydi. «Benimle yemek yiyeceğine ve geceyi benimle geçireceğine söz verirsen söylerim,» dedi Jules. «Ap­ tallığın yüzünden çok zaman kaybettik, arayı kapat­ malıyız.» Jules’ün içinde uyandırdığı sevgiyle Lucy allak bullak oldu. Bunca sevgi sözüne karşılık vermek için epey düşünmesi gerekti. «Benimle yatmak zorunda değilsin Jules,» dedi. «Bu durumda benden zevk al­ man imkânsız.» Jules kahkahalarla gülmeye başladı : «Seni bu­ dala seni!» dedi. «Bu kadar da aptallık olmaz. Çok daha uygar, yüzyıllar ötesinden gelen çok daha eski bir sevişme yöntemi olduğunu hiç işitmedin mi? Bu kadar saf mısın gerçekten?» «Ha, şu!» dedi Lucy. «Ha, şu,» diye Jules alaylı alaylı onu taklit etti. «İyi kalpli kızlar o işi yapmazlar; yiğit mert erkekler­ de. 1948 yılında bile! Evet güzelim, seni burada, Las Vegas’da oturan, 1880 yıllarının karışık günlerinde en genç maması olan yaşlı bir kadına götürebilirim. Eski günlerden söz etmeye bayılır. Bana ne anlattı biliyor musun? O sert yumruklu, attığını vuran, sapına kadar erkek kovboylar kızlardan hep «Fransız usulü» ister­ lermiş. Senin, ha şu, dediğinden, Sevgili Sonny’ninle hiç «ha şu» yapmayı düşündün mü?»


ilk kez Lucy, onu gerçekten şaşırttı. Mona Lisa’nınkinin eşi bir gülümsemeyle ondan yana döndü. (Jules’ün bilimsel kafası birden konuyla hiç ilgisi ol­ mayan bir noktaya saplandı : Yüzyıllar öncesinden ge­ len bir sırrın çözümü olacaktı bu?) Sakin bir ses­ le : «Sonny ile her şeyi yaptım ben,» dedi. Lucy, şim­ diye kadar kimseyle bu denli konuşmamıştı. İki hafta sonra Jules Segal, Los Angeles’de bir ameliyathanede arkadaşı Dr. Frederick Kellner’in ça­ lışmasını izliyordu. Lucy bayıltılmadan önce Jules eğildi : «En yakınım, sevgili gözdem olduğunu söyle­ dim doktora,» diye fısıldadı. «Sana sımsıkı duvarlar örecek.» Oysa Lucy aldığı uyuşturucu ilâç yüzünden kendinden geçmek üzereydi. Ne bir şey söyleyebildi, ne de gülümseyebildi. Yine de söyleneni işitti ve kuşkusu biraz olsun hafifledi. Dr. Kellner zarları atan usta bir kumarbazın gü­ venliğiyle neşteri vurdu. Sözkonusu ameliyat apış ara­ sının açılması ve rahmin öne alınması amacını gü­ düyordu. Döl yolunun ağzı kasık kemiğinin altına ge­ tirilecek, böylece üstteki basıncın etkisinden kurtarı­ lacaktı. Jules, ameliyatın en önemli yerine geldiğinde Dr. Kellner’in çok dikkatli çalıştığını görüyor, usta­ lığını hayranlıkla izliyordu. Fazla derine inerse göden barsağını kesebilirdi. Yine de bu, bütünüyle zor bir ameliyat değildi. Jules, bütün röntgen filmleriyle ya­ pılan testlerin sonuçlarını izlemişti. İşlerin yolunda gitmesi gerekiyordu ama, yine de her ameliyatta bir aksilik çıkabilirdi. Şimdi bir forseps rahimin ağzını açık tutuyordu. Dr. Kellner’in kestiği yer makatı çevreleyen zarı orta­ ya koymuştu. Operatör, gazlı bezle sarılı elleriyle neş­ terin ayırdığı bağlayıcı dokuları itiyordu. Jules, ya­ ranın dibini gözden ayırmıyor, göden barsağının çok yakınına gelindiğini belirtecek bir damarın görünme­ sinden çekiniyordu. Ama Dr. Kellner işini biliyor, tah­ ta parçalarını birleştiren bir marangoz kadar rahatlık­ la rahimi yeniliyordu. Kalacak çıkıntılar yüzünden bu hassas yerde dert çıkarmamak ve açtığı yeri iyice kapamak için yarayı çok sık dikti. Sonra daralan rahi-


me üç parmağını sokmaya çalıştı ama başaramadı. İki parmağını ancak geçirebildi, iyice derine indi, sonra yüzünü örten gazlı bezin üstünden porselen mavisi gözlerini kaldırdı ve Jules’e baktı : «Bu kadarı işini görür mü?» diye sorar gibiydi bakışları. Ameliyat sona ermişti. Lucy’yi tekerlekli arabay­ la ayılana kadar kalacağı odaya götürdüler. Jules Kellner’le konuştu. Arkadaşı keyifliydi, bu da işlerin yolunda gittiğini ortaya koyuyordu. «Hiç bir aksilik çıkmadı oğlum,» dedi. «İçerde başımıza dert açacak bir şey görmedim, yine de şaşırtıcı bir olay. Genç ka­ dının bu tür hastalarda görülmeyen sağlıklı bir vücu­ du var. Oysa ondakj rahatsızlık genellikle güçsüzlük­ ten ileri gelir. Her neyse, artık her türlü eğlenti ve oyun için eşine az raslanan bir arkadaş olacak. Seni kıskanıyorum aslanım. Tabiî bir süre beklemek gerek, ama sonuçtan emin olabilirsin. Sana garanti veriyo­ rum.» Jules güldü. «Gerçek bir Pygmalion’sun,» dedi. «Nasıl ameliyat ettiğini gördüm. Harikaydın.» Dr. Kellner homurdandı : «Senin kürtajların gibi bu da çocuk oyuncağıydı. Aslında toplum daha ger­ çekçi olsa, bizim gibi kabiliyetli kişiler önemli işler ya­ parlar, bu tür ufak ameliyatlar da yeni yetişenlere ka­ lırdı. Sırası gelmişken söyleyeyim, gelecek hafta sana bir kız yollayacağım; gerçekten iyi bir kız. Başları derde girenler de hep böyleleri oluyor. Dolayısıyla da ödeşeceğiz.» Jules dostunun elini sıktı. «Teşekkürler. Bir gün gel de sana otelimizin bütün marifetlerini göstere­ yim.» Kellner acı acı çıüldü : «Ben her gün kumar oy­ nuyorum,» dedi, «senin rulet tekerleklerine, bakara masalarına ihtiyacım yok. Ama sen orada ziyan olu­ yorsun, Jules. Birkaç yıl daha geçerse cerrahiyi unu­ tup gideceksin. Buna fırsat vermemelisin.» Dr. Kellner döndü ve uzaklaştı. Jules, Kellner’in bu sözlerini serzeniş değil de bir uyarı kabul etti ve umutsuzluğa kapıldı. Lucy on iki saat geçmeden dışarı çıkarılmayacaktı. Dolayısıy­ la Jules şehre indi ve kafayı tütsüledi. Sarhoş olma­


sının nedeni unutmak değil, Lucy ameliyat başarıyla atlattığından sinirlerini yatıştırmaktı. Ertesi sabah Lucy’yi ziyarete gittiğinde odanın baştan başa çiçeklerle donatıldığını, Lucy’nin yatağı­ nın kenarında iki erkeğin oturduğunu görünce şaşır­ dı. Lucy sırtını yastıklara dayamıştı, yüzü mutlulukla pırıl pırıldı. Lucy ailesiyle olan ilişkisini kesmiş, kötü bir durumla karşılaşmadıkça kimseye haber veril­ memesini istemişti. Bu nedenle Jules şaşırdı. Tabiî Freddie Corleone onun basit bir ameliyat için hastane­ ye yattığını biliyordu; otelden izin alabilmesi için söylemeleri gerekmiş. Freddie de faturanın otele yol­ lanmasını istemişti. Lucy odadakileri tanıttı. Birini Jules görür gör­ mez tanımıştı. Ünlü Johnny Fontane’ydi bu : öteki iriyarı, adaleli, kapkara suratlı, adı Nino Valenti olan züppe, görünüşlü bir italyandı. Tokalaştıktan sonra Ju­ les ikisine de boş verdi. Lucy ile şakalaşıyor, New York’ta çocukluklarını geçirdikleri eski mahallelerin­ den, doktorun hiç bilmediği geçmişteki olaylardan konuşuyorlardı. Sonunda Jules: «Ben sonra gelirim,» dedi, «Dr. Kellner’i görmem gerek.» Oysa Johnny Fontane tüm sevimliliğiyle ondan yana dönmüştü şimdi, «Hey, arkadaş, asıl biz gitmek zorundayız,» dedi. «Siz Lucy’ye yoldaşlık edin. Ona iyi bakın, doktor,» Jules, Johnny Fontane’nin sesinde garip bir boğukluk sezmişti. Birden onun bir yılı aş­ kın bir süredir konser vermediğini, Oscar armağanını kazandığını hatırladı. Adamın sesi bu yaşta değişe­ bilir miydi? Gazeteler bir şey yazmamış, kimse sözünü etmemişti, bir sırdı bu. Jules ünlü kişilerle ilgili dedi­ kodulardan hoşlanırdı. Rahatsızlığın nedenini anlaya­ bilmek için Fontanenin sesini dikkatle dinlemeye ko­ yuldu. Basit bir yorgunluk, çok fazla içki ve sigaradan ileri gelebilirdi. Hatta kadınlarla fazla düşüp kalk­ maktan bile. Seste çirkin ton vardı. Artık o tatlı, yu­ muşak, okşayıcı sesin yerinde yeller esiyordu. Jules : «Üşümüşe benziyorsunuz,» dedi Johnny Fontaneye. Fontane nazik bir tavırla : «Yorgunluktan,» dedi, «dün akşam şarkı söylemeye çalıştım ve zorlandım.»


Kaderine rıza gösterdiğini beiirten bir gülümsemey­ le ekledi : «Sesimin değiştiğini, yaşlandığımı bir tür­ lü kabullenemiyorum.» Jules havadan sudan söz edercesine : «Bir dok­ tora göründünüz mü?» diye sordu, «belki de tedavisi mümkündür.» Fontane nezaketi bir yana bıraktı, buz gibi ba­ kışlarla Jules’ü süzerek : «Hemen hemen iki yıl önce yaptığım ilk iş bu oldu,» dedi. «En büyük uzmanlara gittim. Doktorum Kaliforniyanın en iyisi sayılır. Hep­ si dinlenmemi, bol bol dinlenmemi öğütlüyor. Bir şe­ yim yok, yalnız yaşlanıyorum, insanın sesi yaşlan­ dıkça değişir.» Fontane bunları söyledikten sonra Jules’e önem vermez gibi davrandı; dikkatini Lucy’ye çevirdi. Bü­ tün kadınlar gibi onun da başını döndürmteye yönelt­ ti çabalarını. Jules onun sesini dinlemeye devam etti. Hiç kuşkusuz ses tellerinde bir bozukluk, belki de ur vardı. Ama uzmanlar niçin bir teşhis koymamışlardı? Acaba ur habis ya da ameliyat edilemiyecek türden miydi? Sonra sesteki bozukluğun başka nedenleri de olabilirdi. «Son kez ne zaman doktora gittiniz?» diye sor­ mak için Fontane’nin sözünü kesti. Fontane artık sinirlendiğini saklamıyor, ama Lucy’nin hatırı için kabalaşmamaya çalışıyordu. «On sekiz ay kadar önce,» dedi. «Doktorunuz boğazınızı sık sık kontrol ediyor mu?» «Elbette ediyor,» dedi Fontane sinirli bir tavırla, «kodeinli bir ilâç püskürttü, o kadar. Rahatsızlığımın, sesimin yaşlanmasından başka bir şey olmadığını söyledi, içki, sigara dokunuyormuş. Belki de siz on­ dan daha iyi anlarsınız?» «Doktorunuzun adı nedir?» Fontane belli belirsiz bir gururla : «Tucker, Dr. James Tucker,» dedi, «bu doktor hakkında ne düşü­ nüyorsunuz?.» Jules’e bu ad bildik geldi; Tucker ünlü film yıl­ dızlarının doktoruydu. Ayrıca çok pahalı ve şehir dı­ şındaki klinikle de ilişkisi vardı.


«Çok iyi giyinir,» dedi Jules gülümseyerek. Artık Fontane öfkesini gizleyemedi : «Kendinizi ondan daha mı iyi sanıyorsunuz?» diye sordu. Jules güldü : «Siz de Carmen Lombardo’dan da­ ha iyi bir şarkıcı mısınız?» Jules, Nino Valenti’nin başını sandalyesine vurup kasıklarını tutarak kahka­ halarla güldüğünü işitince, şaşırdı. Yaptığı şaka bu kadar gülmeye değmezdi. Sonra burnunun dibine ka­ dar gelen bu kahkahaların rüzgârından içki kokusunu aldı. Mr. Valenti’nin sabahın bu erken saatinde bile yarı sarhoş olduğunu anladı. Fontane arkadaşına gülümseyerek bakıyordu. «Hey,» dedi, «benim şakalarıma güleceksin sen, onun­ kilere değil.» O sıra Lucy Jules’ün elini tuttu; onu yanına çekti. «Belki serseri görünüşlü ama parlak bir opera­ tördür,» dedi diğerlerine. «Eğer Doktor Tucker’den da­ ha iyi olduğunu söylüyorsa, daha iyidir. Onun sözü­ nü dinle, Johnny.» Hastabakıcı içeri girdi; gitmeleri gerektiğini söy­ ledi. Lucy’nin pansuman saati gelmişti; yalnız olması gerekiyordu. Jules, Fontane ile Valenti öpmek için eğilirlerken Lucy’nin başını çevirdiğini farketti. İki er­ kek Lucy’yi dudaklarından öpmek isterken onlara ya­ nağını uzattı. Jules’e dudaklarını uzattı. «Ne olur, öğ­ leden sonra gel,» diye fısıldadı. Jules başını salladı. Koridora çıkınca Valenti, Jules’e : «Niçin ameli­ yat edildi?» diye sordu, «önemli bir şey mi?» Jules başını salladı : «Kadınlarda görülen bir ra­ hatsızlık. Çok önemsiz bir şey. İnanın. Onunla ev­ lenmeyi umduğumdan beni, sizden daha fazla ilgilen­ diriyor.» İki erkek, değerini ölçüp biçmek istermiş gibi ba­ kıyorlardı ona. «Lucy’nin hastanede olduğunu nereden öğrendi­ niz?» diye sordu Jules. «Freddie telefon etti; Lucy’yi ziyaret etmemizi söyledi,» dedi Fontane. «Hepimiz aynı mahallede bü­ yüdük. Lucy, Freddie’nin kızkardeşinin düğününde baş nedimeydi.» «Ya,» dedi Jules. Hikâyeyi bildiğini hiç belli et­


medi. Çünkü Fontane ve Valenti, Lucy ile Sonny ara­ sındaki serüveni gizlemek, Lucy’yi korumak ister gi­ biydiler. Koridordan aşağı yürürken Jules sordu : «Bu has­ tane, bana, muayene odalarını kullanma hakkı tanı­ yor. Niçin boğazınıza bakmama izin vermiyorsunuz?» Fontane başını salladı : «Vaktim yok,» dedi. Nino Valenti : «Hey, onun bir milyon dolar değe­ rinde boğazı var,» diye atıldı, «öyle ucuz doktorlara göstermez.» Jules, Valenti’nin gülümserken kendi ya­ nını tuttuğunu, Fontane’yi alaya aldığını anladı. Şakacı bir ta v ırla : «Ben ucuz bir doktor deği­ lim,» dedi, «bir kürtaj meselesinden ötürü yakayı ele verinceye dek, Doğu Sahilinin en parlak operatörü ve teşhisçilerinden biriydim.» Düşündüğü gibi, bu itiraf Fontane ile Valenti’nin kendisini daha bir ciddiye almasını sağladı. Suç iş­ lediğini kabullenmek, ustalık iddiasını doğrulamak de­ mekti. İlk toparlanan Valenti oldu. «Johnny kendini muayene ettirmese bile benim bir kız arkadaşım var,» dedi, «ona bakmanızı istiyorum. Tabiî boğazına değil.» Fontane kararsızlık içinde : «Muayene ne kadar sürer?» diye sordu. «On dakika,» dedi Jules. Oysa yalandı bu; ama Jules hastalara yalan söylemesi gerektiğine inanan­ lardandı. Doğruyu söylemek ve doktorluk bir arada yürümezdi; tabiî âcil durumlar dışında. «Peki,» dedi Fontane. Sesi duyduğu kaygıyla da­ ha bir boğuklaşmış, kalınlaşmıştı. Jules bir hastabakıcı ve bir muayene odası sağ­ ladı. Odada istediği her şey yoktu, ama yine de yeterliydi. On dakikadan daha kısa bir süre içinde ses tellerinde bir takım şişkinlikler olduğunu anladı, bu­ nu anlamak kolaydı da. Ama Tucker, o ehliyetsiz Hollywood kasabı, o sinema doktoru bu durumu bir bakışta nasıl farketmezdi? Belki de herifin tıp öğ­ renimi bile yoktu; yapmış bile o'sa doktorluktan menedilmesi gerekirdi. Jules iki erkeğe aldırış etmeden telefonu açtı, hastanenin kulak, burun, boğaz uzmanı­ na gelmesi için rica etti. Sonra döndü Nino Valenti’-


ye : «Belki işimiz uzun sürer,» dedi, «isterseniz gide­ bilirsiniz.» Fontane irkildi, öfkeyle : «Allahın belâsı herif,» dedi, «beni burada tutacağınızı ve boğazımla oynaya­ cağınızı mı sanıyorsunuz?» Jules, sandığından da büyük bir hoşnutlukla : «Nasıl isterseniz öyle yapabilirsiniz,» dedi hiç çekin­ meden, «ses tellerinizde, yani gırtlağınızda şişkinlik­ ler var. Burada birkaç saat daha kalırsanız, şişkin­ liklerin tehlikeli olup olmadığını anlarız. Ameliyat mı yapacağız, yoksa tedavi mi edeceğiz, bir karara va­ rırız. Durumunuzu anlarsınız. Size, Amerika’nın bu konudaki en büyük uzmanının adını verebilirim; hat­ ta onu uçakla bu gece buraya getirebiliriz; tabiî mas­ raflar sizden olmak şartıyla, kesin kararı o verecek­ tir. Ama buradan çıkıp o şarlatan doktorunuza ya da yeni bilgisizlik örnekleri verecek başka birine görü­ nürseniz...sizin bileceğiniz bir iş. Eğer bir habis ur varsa sorun başka türlü ortaya çıkar. Ya gırtlağınızı alırlar, ya da ölürsünüz. Burada benimle kalın, her şe­ yi birkaç saat içinde yoluna koyarız. Yapılacak önem­ li bir işiniz var mı?» Valenti : «Burada kal Johnny,» dedi, «ben aşağı­ dan stüdyoya telefon ederim. Bir şey söylemem on­ lara. Yalnız, işimiz çıktı, derim. Sonra yine buraya dö­ ner, sana arkadaşlık ederim.» Uzun bir öğleden sonra geçirdiler ama, bundan pişmanlık da duymadılar. Hastanenin kulak - boğaz burun uzmanı, film ler ve boğazdan alınan sıvıların in­ celenmesinden sonra Jules’in de kabul ettiği bir ön teşhis çalışmasına girişti. Saat üçe doğru, ağzı iyotla ıslatılmış, dilinin üstüne konan gazlı bez parçasından ötürü kusmak üzere olan Johnny ağzını kapayarak her şeyi bırakıp gitmek istedi. Nino Valenti onu omuz­ larından yakaladı; zorla tekrar sandalyeye oturttu. Her şey olup bittikten sonra Jules gülümseyerek : «Basit şişkinlikler,» dedi. Fontane söylenenin anlamını kavrayamadı. Jules tekrarladı : «Bademcikten farksız. Sucuğun zarını çı­ karır gibi kolayca sıyırıp alacağız. Birkaç ay sonra tamamen iyileşirsiniz.»


Valenti bir sevinç çığlığı attı ama Johnny Fontane : «Daha sonra şarkı söyleyebilir miyim? Şarkı söy­ lemem nasıl bir etki yapar?» diye sordu. Jules omuz s ilk ti: «Bu konuda garanti veremem. Şimdi de şarkı söyleyemediğinize göre, ne önemi var?» Fontane ona nefretle baktı : «Oğlum, sen ne ko­ nuştuğunun farkında değil misin. Bana hayırlı bir ha­ ber verdiğini sanıyorsun ama, belki de bir daha hiç şarkı söyleyemeyeceğimi ekleyiveriyorsun. öyle de­ ğil mi? Artık şarkı söyleyemeyeceğim öyle mi?» Şimdi Jules gerçekten sinirlenmişti. Tam bir dok­ tor gibi davranmış, bundan da büyük zevk duymuştu. Bu salağa büyük bir iyilikte bulunmuştu; oysa herif sanki oyuna gelmiş gibi davranıyordu. Soğuk bir ta­ vırla : «Kusura bakmayın Mr. Fontane,» dedi, «ben bir tıp doktoruyum, bana «oğlum» değil, «doktor» diye­ ceksiniz. üstelik size çok iyi haberler verdim. Sizi buraya getirdiğimde gırtlağınızda habis bir ur olduğu­ nu sanıyordum. Ya bütün ses tellerinizi kesecek, ya da sizi ölüme terkedecektik. «Bademcik» derken kendim­ den geçmiştim, çünkü şarkılarınızı severim. Bu şarkı­ lar delikanlılık çağında kızları kolayca kandırmama yardım etmişti, siz gerçek bir sanatçısınız, aynı za­ manda da şımarık, çekilmez bir herifsiniz, ünlü John­ ny Fontane kansere yakalanmaz mı sizce? Yoksa ame­ liyatla alınması imkânsız beyin tümörü, kalp yetersiz­ liği size erişemez mi? Ebediyen yaşayacağınızı, hiç öl­ meyeceğinizi mi sanıyorsunuz? Hayat hep tatlı bir müzik değildir. Hepimizi nelerin beklediğini görmek istiyorsanız hastanede bir dolaşın, o zaman badem­ ciklere övqüler düzersiniz. Adolph Menjou kılıklı dok­ torunuz size iyi bir operatör bulur belki, ama ben ci­ nayete teşebbüsten, onu tevkif ettirmenizi öğütlüyorum.» Jules odadan çıkmaya hazırlanıyordu. Valenti, «Bravo doktor,» dedi «ağzının payını verdiniz.» Jules hızla qeri döndü : «Siz öğleden önce hep böyle içer misiniz?» V a le n ti: «Elbette,» dedi. Sırıttı, övle sevimli bir hali vardı ki Jules asıl söylemek istediklerinden vaz­


geçti. «Bu hızla devam ederseniz beş yıia kadar ha­ yata veda edersiniz,» dedi. Valenti dansederek yaklaştı, kollarını onun boy­ nuna doladı. Soluğu leş gibi içki kokuyor, kahkahalar­ la gülüyordu. «Beş yıla kadar mı?» diye sordu güle­ rek, «o kadar uzun sürecek demek!»

Ameliyattan bir ay sonra Lucy otelin havuzunun kıyısına oturmuştu; bir elinde içki kadehi vardı, öteki eliyle kucağında yatan Jules’in başını okşuyordu. «Böyle içip cesaret toplamaya çalışman gereksiz,» dedi Jules ona takılarak, «Evimizde bizi bir şişe şam­ panya bekliyor.» «Emin misin?» «Daha erken değil mi?» diye sor­ du Lucy. «Doktor benim,» dedi Jules, «son ameliyat bu ge­ ce yapılacak. Tıp tarihinde yaptığı ameliyatın sonu­ cunu hastasının üstünde deneyecek olan ilk doktor, benim. Tıp dergileri için bu olayı yazmak, bana çok zevk verecek. Hem de öncesini ve sonrasını. Şöyle diyeceğim : «Psikolojik nedenlerle ve eğitmen opera­ törün tutkusu dikkate alınarak öncesi çok zevkli geçti. Ameliyattan önceki cinsel temas, sinirler üzerinde son derece olumlu etki yaptı... Ay! Aman!» Lucy saç­ larına asılıvermişti. Genç kadın Jules’ün başını kaldırdı, gülümseye­ rek : «Bütün olup bitenlerden sonra bu gece ben­ den memnun kalmazsan, tümüyle senin hatandır,» dedi. «Yaptığım işi garanti ediyorum,» dedi Jules. «Doktor Kellner’e ağır bölümünü yükledim ama ame­ liyatı plânlayan benim. Şimdi dinlenelim artık, önü­ müzde araştırma ve incelemeyle geçecek olan bir ge­ ce var.» Birlikte yaşadıkları eve vardıklarında Lucy bir sürprizle karşılaştı, özenle hazırlanmış akşam yeme­ ğinin ve şampanya şişesinin yanında, bir küçük mü­ cevher kutusu duruyordu. İçinde nefis bir nişan yüzü­ ğü vardı.


işte bu yaptığım işe ne kadar güvenim olduğu­ nu gösterir.» dedi Jules. «Hadi bakalım, yüzüğü hak edecek misin?» Jules, Lucy’ye karşı çok nazik, yumuşak davran­ dı. Başlangıçta Lucy biraz ürktü, bu deneyden bir genç kız kadar korktu ve ani kaçma eğilimılerine kar­ şı direndi. Ama sonra güveni arttı; vücudunun, şim­ diye kadar tatmadığı bir ihtirasla dolmaya başladığı­ nı hissetti. Seviştikten sonra Jules, «iyi iş becermi­ şim,» diye fısıldadı. L u c y : «Ya öyle,» dedi. Tekrar sevişmeye başlarken gülüyorlardı.


YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SICILYA’daki beş aylık sürgün hayatından sonra Michael Corleone babasının huyunu, suyunu ve kade­ rini anlamaya başladı. Luca Brasi gibi adamları, za­ lim caporegime Clemenza gibilerin, annesinin duru­ munu kabullenişindeki tevekkülü anlıyordu. Alınyazılarına karşı çıkmaya karar vermeseler ne halde ola­ caklarını Sicilya’ya geldikten sonra görmüştü. Baha’­ nın neden hep : «Bir insanın tek alınyazısı vardır» de­ diğini anlıyordu. Otoriteye, resmî hükümete duyulan nefret, omerta’yı çiğneyenlerin uyandırdığı tiksinti, onun için anlaşılır olmuştu. Eski giysiler içinde, başında uzun siperli bir şap­ kayla Michael, Palermo rıhtımından Sicilya’nın göbe­ ğine taşınmıştı. Mafia’nın yönetiminde, geçmişteki bir hizmetten ötürü babasına minnet duygularıyla bağlı bir Capo-mafioso’nun (*) idare ettiği bölgeye yerleş­ ti. Yıllar önce Amerika’ya geldiğinde Baba’nın ken­ dine soyadı seçtiği Corleone kasabası da bu bölge­ deydi. Ama Don Corleone’nin burada tek hısımı kal­ mamıştı. Kadınlar yaşlanıp ölmüşler, erkekler kan da­ vaları yüzünden öldürülmüş ya da İtalya’nın diğer bölgelerine, Brezilya’ya, Amerika’ya göç etmişlerdi. (* )

Capo-mafîoso: Mafia şefi.


Daha sonra bu sefil kasabanın, dünyada en çok cina­ yet işlenen yer olduğunu, öğrenecekti. Michael, capo-mafioso’nun bekâr amcasının evi­ ne yerleştirildi. Yetmiş yaşlarında olan amca aynı za­ manda bölgenin doktoruydu. Yaşı altmışa yaklaşan Don Tommasino adındaki capo-mafioso Sicilya’nın en eski ve soylu bir ailesinin büyük malikânesini işleti­ yordu. Bu kâhya — oranın ağzıyla gabbelloto— mali­ kâneyi işletmekle kalmıyor, topraksız ve yoksul köy­ lülerin efendisinin topraklarını kendilerine mal etme­ lerine, ya da kendi hesaplarına işlemelerine engel oluyordu. Kısaca gabbelloto, belirli bir para karşılı­ ğında yoksulların, zenginlerin toprakları üzerinde ka­ nunî ya da kanuna aykırı iddialarda bulunmalarını ön­ leyen bir mafioso idi. Yoksul bir köylü, ekilip biçilmi­ yor diye yasanın kendine sağladığı haktan yararlana­ rak toprağı satın almaya kalkıştığında gabbelloto onu kaba kuvvetle, ölüm tehdidiyle korkutup, uzaklaştırı­ yordu. Mesele bu kadar basitti. Don Tommasino aynı zamanda bölgenin sulama­ sını da elinde tutuyor, Roma’daki merkezi hükümet tarafından yeni bir baraj kurulmasına, karşı duruyor­ du. Bu barajlar onun elindeki artezyen kuyularından çekilen suyun satışını sıfıra indirirdi. Yüzyıllar önce mahallî ekonomi suyun pahalılığı üzerine kurulmuş­ tu, fiyatın düşmesi bir ekonomik çöküntüye yol açar­ dı. Yine de Don Tommasino eskiye bağlı bir Mafia lideriydi; uyuşturucu madde kaçakçılığı ve fuhuştan nefret ederdi. Bu yüzden Don Tommasino Amerika’­ dan sürülen gangsterlerin etkisindeki Palermo gibi kentlerde yetişip kaynaşmaya başlayan yeni kuşakla, anlaşmazlık içindeydi. Mafia lideri son derece şişman, boğazına düşkün, çevresindeki kişiler üzerinde dehşet yaratan bir in­ sandı. Onun himayesi altında Michael’in bir şeyden korkusu olamazdı; yine de kaçağın kimliğini gizli tut­ mak gerekli görüldü. Böylece Michael, Baba’nın am­ cası Dr. Taza’nın duvarlarla çevrili malikânesinden önceleri pek çıkmadı. Dr. Taza bir Italyan’a göre uzun boylu, hemen hemen bir doksan kadar, kar gibi beyaz saçlı, pem­


be yanaklı bir erkekti. İleri yaşına rağmen, her hafta Palermoya, en genç fahişelere saygılarını sunmaya giderdi; Dr. Taza’nın gözünde kadın ne kadar genç olursa o kadar iyiydi. Dr. Taza’nın bir diğer düşkünlü­ ğü de kitaptı. Eline geçen her şeyi okur, okuduklarını da bölgedeki kişilere, cahil köylüler olan hastalarına, malikâne çobanlarına anlatırdı. Bu yüzden bölgede deli diye ün salmıştı. Anlattıklarının onlarla ne ilgisi vardı? Akşamları Dr. Taza, Michael ve Don Tommasino, adanın her yerinde sihirli bir güçle fışkıran kara, iri üzümler gibi yerden bitiveren mermer heykellerle dolu büyük bahçede oturuyorlardı. Dr. Taza, Mafia ile ilgili hikâyeler anlatmaya, yüzyıllar boyunca geçirdi­ ği aşamalardan söz etmeye bayılırdı; Michael de iyi bir dinleyiciydi. Don Tommasino’nun bile ağır koku­ larla dolu ılık havanın, bahçenin sessiz ve nefis ra­ hatlığının, sarhoş edici şarabın etkisinde kalarak ken­ di başından geçen bir olayı anlattığı oluyordu. Dok­ tor efsanelerle yetinir, Don Tommasino ise gerçeği dile getirirdi. Yüzyıllar öncesinden kalma bu eski bahçede Mic­ hael Corleone atalarının nereden geldiğini öğrendi. Başlangıçta Mafio sözcüğü sığınılacak yer anlamına geliyordu. Sonra ülkeyi ve insanlarını yüzyıllardan beri kasıp kavuran yöneticilere karşı savaşmak için ortaya çıkan gizli örgütler, bu adı benimsediler. Sicil­ ya tarihte, bütün diğer ülkelerden daha amansız sal­ dırılara uğrayan bir yerdi. Engizisyon mahkemeleri zengine de yoksula da ayırım yapmadan işkence et­ mişti. Toprak sahibi baronlarla Katolik kilisesinin ön­ de gelenleri, çobanları ve köylüleri tam bir baskı al­ tında tutmuşlardı. Polis onların aracıydı; öyle, kî za­ man geldi. Sicilya dilinde polis sözcüğü en ağır ha­ karet yerine geçmeye başladı. Bu güçlü otoritenin aman vermıez vahşetiyle kar­ şılaşan, acı çeken halk, ezilmemek için Öfkesini ve nefretini açığa vurmamayı öğrendi. Hemon karşılık göreceğini bildiğinden herhangi bir şekilde tehdit sa­ vurmaz oldu, toplumun kendisine düşman olduğunu anladı. Karşılaştığı haksızlıkların öcünün alınmasını


isteğinde de asilere, yani Mafia’ya baş vurdu. Mafia aa sükût yasası olan omerta’yı ortaya koyarak, gücü­ nü pekiştirdi. Sicilya kırlarında en yakın kentin yolu­ nu soran yabancılar, terbiyelice bir cevap bile alamaz­ lardı. Herhangi bir Mafia üyesinin işleyebileceği en büyük suç kendisine vuran, şu ya da bu şekilde za­ rarı dokunan kişiyi polise haber vermekti. Omerta halkın dini olmuştu. Kocası öldürülen bir kadın, ko­ casının kaatilinin adını veremez, bu kaatil çocuğunu öldürse ve kızının ırzına geçse bile polise bir şey söy­ leyemezdi. Kanun adamları adaleti yerine getirmiyorlardı; bu yüzden de halk Robin Hood (*) niteliğindeki Mafia’­ ya başvuruyordu. Belirli bir ölçüde Mafia hâlâ bu gö­ revi yerine getiriyordu. Halk herhangi bir olağanüstü durumda bölgenin capo-mafioso’suna koşuyordu. Capo-mafioso halkın koruyucusu, bir sepet yiyecek ve bulacağı işle ona yardım etmeye hazır bir hayırse­ verdi. Oysa Dr. Taza’nın anlattıklarına eklemediği, daha sonraki aylarda Michael’in kendi kendine öğrendiği bir şey vardı : Mafia zenginlerinin kanun dışı silâhı, hatta kanunî ve siyasî otoritenin yardımcı polisi hali­ ne gelmişti. Yozlaştıkça kapitalizmi destekliyor, komü­ nizmle, hatta liberal düşünceyle savaşıyordu. Ne ka­ dar küçük olursa olsun, her çeşit işten haraç almaya başlamıştı. Michael Corleone ilk kez babası gibi kişilerin yasalara uyan toplum üyeleri olacak yerde niçin birer hırsız, kaatil olmayı seçtiklerini anladı. Kişilik sahibi bir adam için şerefsizliğin doğuracağı yoksulluk ve korku, kabul edilemeyecek kadar feci bir şeydi, üste­ lik Amerika’ya göç eden SicilyalIlar burada da kendi ülkelerindekinin eşi, zalim bir yönetimin bulunduğu­ nu düşünüyorlardı tabii. Dr. Taza, Palermo’ya yaptığı haftalık yolculukla­ ra Michael’in da katılmasını istemişti, ama Michael (*)

Robin Hood : Zenginden çaldığını fakire veren 12. yüzyılda yaşamış ünlü Ingiliz haydudu.


bu teklifi reddetmişti. Sicilya’ya kaçışı, kırılan çene­ sine gerektiği gibi baktırmasını engellemişti. Yüzü­ nün sol yanı hâlâ polis komiseri McCluskey’in yumru­ ğunun izini taşıyordu. Kemikler ters kaynamış, soldan profilini çarpıtmıştı. Michael her zaman için görünüşe önem veren bir kişiydi, bu durum onu sandığından çok daha fazla sarstı. Zaman zaman kendini gösterip kay­ bolan acıya hiç aldırış etmiyor; Dr. Taza ona acı dindirici bir ilâç veriyordu. Yine Taza, yüzünü ameliyat etmeyi teklif etti ama Michael reddetti. Dr. Taza tıp dergilerindeki yazıları anlamadığını da itiraf ediyordu. Tıp sınavlarını verebilmesini, profesörleriyle alacağı not hakkında konuşmaya giden, Sicilya’nın en önemli Mafia liderine borçluydu. Bu olay da Mafia’n ın jıe kadar yozlaştığını ve Sicilya’yı nasıl kanser gibi ke­ mirdiğini göstermesi bakımından çok önemliydi. Ne değer, ne yetenek, ve ne de harcanan çabalar önem­ liydi. Mafia’nın Padrino’su (*) herkese bir meslek ar­ mağan ediyordu. Michael’in çevresine bakıp düşünecek ve anlaya­ cak bol bol zamanı vardı. Gündüzleri kırlarda uzun gezintiler* yapıyordu; yanında hep Don Tommasino’nun malikânesine bağlı iki çoban oluyordu. Adadaki çobanlar sık sık Mafia hesabına kiralık kaatil olarak çalışır, bu işi de yalnız ekmek parası kazanmak için yaparlardı. Michael babasının örgütünü düşündü. Bu örgüt gelişmeye devam ederse Sicilya’daki Mafia ka­ dar zarar verecekti Birleşik Devletlere. Sicilya şimdi­ den bir hortlak ülkesi haline gelmişti, insanlar sırf ekmek paralarını kazanmak ya da siyasî ve ekonomik özgürlüklerden yararlandıkları için öldürülmek korku­ suyla, başka ülkelere göç ediyorlardı. Uzun gezintileri sırasında Michael’in en çok gö­ züne çarpan, ülkenin olağanüstü güzelliği oldu. Ma­ ğara serinliğindeki sık portakal bahçelerinden geçiyor­ du. Yüzyıllar öncesinden kalma, ağzı oymalı su yol­ ları, bölgeyi baştan başa dolaşıyordu. Bu su yolların­ dan bazıları Isa’dan önce yapılmıştı. Büyük mermer (* )

Padrino: Baba.


kaplı ve odaları kemerli eski Roma villâları ya yıkıl­ maya terkedilmişti, ya da başıboş koyunların sığına­ ğı haline gelmişti. Ufuktaki kıraç tepeler birbiri üze­ rine yığılmış beyaz kafatasları gibi parlıyordu. Yem­ yeşil bahçeler, tarlalar ve çayırlar bu çöl görünümünü, parlak zümrüt gerdanlıklar gibi süslüyorlardı. Bazan genç adam Corleone köyüne kadar yürüyordu; köyün bin sekiz yüz kişilik halkı en yakın çıplak dağın ya­ maçlarına yaslanmış, aynı dağdan sökülen taşlarla in­ şa edilmiş, ahır gibi evlerde oturuyorlardı. Geçen yıl Corleone’de altmıştan fazla cinayet işlenmişti, kasa­ banın üzerine ölümün gölgesi düşmüştü sanki. Daha ileride, ekili tarlalarla çıplak kayaların yeknesak gö­ rüntüsünü bozan Ficuzza ormanı uzanıyordu. Michael’in gezintilerinde muhafızlık eden iki ço­ ban, yanlarına hep lupara’larım alırdı. Mafia’nın başlıca silâhı olan lupara, basit bir av tüfeğiydi. Mussolini’nin Sicilya’yı Mafia’dan temizlemek üzere yol­ ladığı polis şefi lupara’lı kaatillerin duvar arkasına pu­ su kurmamaları için üç metreyi aşan bütün taş du­ varları yıktırmıştı. Ama bunun da pek faydası dokun­ mamış, o zaman polis şefi Mafia’ya bağlılığından kuş­ kulandığı her erkeği adalara sürerek, sorunu çözüm­ lemeye çalışmıştı. Müttefik orduları Sicilya adasına çıktığında Ame­ rikan askerî yönetimi, Faşist rejimin hapse attığı her mahkûmun iyi bir demokrat olduğunu düşünmüştü. Dolayısıyla da bu mafioso’lardan bir çoğu köylerde, kasabalarda belediye reisliğine yahut askerî hükümet yanında tercümanlığa atanmışlardı. Bu büyük fırsat Mafia’nın yeniden güçlenmesine ve eskisinden çok daha etkili hale gelmesini sağlamıştı. Uzun yürüyüşler, geceleri içtiği sert şarap ve ye­ diği ağır Italyan yemekleri Michael’in, başını yastığa koyar koymiaz uyumasını sağlıyordu. Dr. Taza’nın ki­ taplığında İtalyanca kitaplar vardı. Sicilya ağzıyla İtal­ yanca konuşabilmesine, hatta üniversitede İtalyanca kurslarına devam etmesine rağmen Michael’in bu ki­ tapları okuyup anlayabilmesi uzun zaman alıyor, bü­ yük bir güç harcamasına yol açıyordu. Birkaç ay ge­ çince dili çalmadan İtalyanca konuşmaya başladı. Yi­


ne de bölgenin yerlisi geçinemezdi. Daha çok italyanın kuzeyinde, İsviçre - Almanya sınırında yaşayan garip Italyanlardan biri olabilirdi. Oysa yüzünün sol yanağındaki çarpıklık onu, top­ rağın yerlilerine daha çok benzetiyordu. Yüzü yaralı biri Sicilya’da olağandı, çünkü ufacık bir yaraya bile bakmazlardı. Birçok çocuk ve adam, Amerika’da olsa basit bir ameliyat yahut gerekli tıbbî bakımla giderile­ cek izler taşıyorlardı. Michael sık sık Kay’ı, gülümsemesini, vücudunu düşünüyor, veda bile etmeden birden onu bırakıp kaçtığı için vicdan azabı duyuyordu. Ne gariptir, öl­ dürdüğü iki insanı düşündüğünde vicdanı zerre kadar rahatsız değildi. Sollozzo babasını öldürmeye çalış­ mış, komiser McCluskey ise yüzünde, hayatı boyun­ ca taşıyacağı bir iz bırakmıştı. Dr. Taza çarpık çenesini ameliyat ettirmesi için Michael’i durmadan sıkıştırıyordu; özellikle Michael’in ağrı dindirici ilâçlar istediği sıralar. Ağrı zaman geçtikçe daha çoğalmış ve sıklaşmıştı. Taza, ters kay­ nayan kemiklerin gözün hemen altındaki sinir şebeke­ sine bağlı bir yüz sinirini sıkıştırdığını söylüyordu. Mafia’nın işkence uzmanları bu siniri çok iyi bilir, kur­ banlarının yanaklarında iğneler ya da buz delmeye yarayan küskülerle bu noktayı aradıkları olurdu. Michael’in yanağındaki sinir ya sıkışmış, ya da oraya bir parçası saplanmiıştı. Palermo hastanesinde yapılacak basit bir ameliyatla acı kolayca giderilebilirdi. Michael inatla bunu reddediyordu. Doktor nede­ nini sorunca: «Evimden kalan bir anı da onun için,» demişti gülümseyerek. Gerçekten de acıya aldırdığı yoktu. Çoğu kere acı kendini hissettirmiyor, ancak zaman zaman artı­ yordu. Michael ancak yedi ay sonra bu tembel köylü hayatından sıkılmaya başladı. O sıralar Don Tommasino’nun işleri çoğalmıştı; villâda pe(c seyrek bulunu­ yordu. Palermo’da meydana gelen «yeni Mafia» ile başı dertteydi. Savaş sonrası inşaata büyük bir sal­ dırı olmuş, bir çok gence ceplerini parayla doldurma fırsatı çıkmıştı. Bu para sayesinde, geri kafalı diye


küçümsedikleri eski Mafia liderlerinin ülkedeki salta­ natlarına son vermek istiyorlardı. Don Tommasino ise haklarından vaz geçmek niyetinde değildi. Dolayı­ sıyla Michael yaşlı adamın arkadaşlığından yoksun kaldı, anlattıklarını tekrarlamaya başlayan Dr. Taza’nın hikâyeleriyle yetinmesi gerekti. Bir sabah Michael, Corleone köyünün gerisinde­ ki dağlara kadar uzanmaya karar verdi. Tabii iki ço­ ban da ona katıldılar. Aslında bu çobanlar, Corleone Ailesinin düşmanlarından korumak için yanına veril­ memişti. Adanın yerlisi olmayan birinin ortalıkta yal­ nız dolaşması tehlikeliydi. Bir SicilyalI için bile yete­ ri kadar tehlike vardı. Bölge haydutlarla, birbirleriyle savaşan ve bu yüzden ortalıkta dolaşanların da ha­ yatlarını tehlikeye sokan Mafia çetecileri doluydu. Hatta Michael’in bir pagliaio hırsızı sanılması da mümkündü. Pagliaio, ıgatların araç ve gereçlerini köydeki evlerinden tarlalara kadar taşımak zorunda kalmamak amacıyla içine koydukları, tarlaların ortasına inşa edilmiş saman damlı bir kulübeydi. Sicilya’da köylü ekip biçtiği tarlada yaşamaz. Yalnız yaşamak çok teh­ likelidir; üstelik ekip biçtiği tarla kendisininse değeri daha da büyüktür. Dolayısıyla da ırgat köyünde oturur tıpkı büyük şehirlerin dışında yaşayanlar gibi, şafak sökünce bazan çok uzaktaki tarlasına gitmek için yo­ la koyulur. Şehir dışında oturanlardan farkı, yolu yü­ rüyerek aşmasıdır. Pagliaio’suna varıp buranın soyul­ duğunu gören bir köylü gerçekten yaralanmış demek­ tir. O gün için ekmeği ağzından alınmıştır. Kanunla­ rın yetersizliği ispatlanınca Mafia, himayesi altındaki köylülerin bu derdini ele aldı ve meseleyi gerçekten kendine göre çözümledi. Mafia insan avına çıktı ve bütün pagliaio hırsızlarını öldürdü. Bazı masum kişi­ ler de bu arada güme gitti. Michael’in yeni yağma edilmiş bir pagliaio’nun yanından geçmesi, kendisi­ ne tanıklık edecek biri çıkmazsa oracıkta öldürülme­ sine yol açardı. Böylece, güneşli bir sabah peşinde sadık çoban­ ları olduğu halde Michael, yürüyüşe çıktı. Çobanlar­


dan biri cahil, hemen hemen çocuk denecek kadar saf, bir ölü kadar sessiz ve bir kızılderilininki kadar anlamsız yüzlüydü. Orta yaşa gelince şişmanlayacak olan çoğu SicilyalIlar gibi ufak tefek ve sırım gibiy­ di. öteki çoban daha genç, daha konuşkandı. Çün­ kü biraz dünya görmüştü. Savaş sırasında İtalya de­ niz kuvvetlerine katılmış, okyanusları dolaşmış, ge­ misi batmazdan kısa bir süre önce de göğsüne döğme yaptırma fırsatını bulmuştu. Gemisini batıran ingilizler, onu denizden, çıkarıp esir etmişlerdi. Döğmesinden ötürü kasabada ünlü bir kişi olmuştu. Sicilya­ lIlar arasında döğme yaptıran pek yoktur; buna ne .fırsat bulurlar ne de istekleri vardır. (Çoban Fabrizzio döğmeyi, özellikle karnında doğuştan olma büyük kırmızı lekeyi kapatmak için yaptırmıştı.) Oysa köylü­ lerin ürünlerini pazara taşıdıkları arabalar çok güzel boyanmış ve resimlenmiştir. Sicilyalılarca pek sevilen bir konu olan ve karnının kıllı yerinde sarmaş dolaş kadınla erkeği bıçaklayan kocayı gösteren döğmeden ötürü Fabrizzio, pek gururlanmamıştı aslında. Michael’la şakalaşır, ona Amerika üzerine sorular sorardı; Michael’in gerçek uyruğunu saklamak olanaksızdı ta­ bii. Yine de Michael’in gerçek kimliğini bilmiyor ,onun Sicilya’da saklandığını ve hakkında fazla konuşma­ mak gerektiğini anlıyorlardı. Bazan Fabrizzio, Michael’a, hâlâ süt sızdıran taze peynir getirirdi. Rengârenk arabaları çeken küçük eşeklerin geç­ tiği tozlu köy yollarında yürüdüler. Her yer pembe çiçekler, portakal bahçeleri; zeytin ve badem ağaç­ larıyla doluydu; hepsi de çiçeğe durmuştu. Michael’in karşılaştığı sürprizlerden biri de buydu. Sicilya’nın dillere destan yoksulluğundan ötürü karşısına çırılçıp­ lak bir ülke çıkacağını sanmıştı. Oysa liman ağaçla­ rının tomurcukları kadar güzel baş döndürücü kokulu çiçeklerle bir halı gibi bezenmiş kırlar, yemyeşil tar­ lalarla karşılaşmıştı. Görüntü o kadar güzeldi ki in­ sanların buradan ayrılmaya gönüllerinin nasıl razı ol­ duğunu anlayamıyordu. Bu Cennet Bahçesiyle Sicil­ yalIların yığın yığın göç nedenleri arasında çelişki,


insanoğlunun benzerlerine ne denli acımasız davran­ dığını gösterdi ona. Michael, deniz kıyısındaki Mazara köyüne kadar yürümeyi, akşam üstü de Corleone’ye otobüsle dön­ meyi düşünmüştü. Kendini iyice yorarsa, akşam ya­ tar yatmaz uyuyacağından emindi. İki çoban yolda yi­ yecekleri ekmek ve peynirle dolu heybeler taşıyorlar­ dı; sanki ava çıkmış gibi, lupara’larını da gizlemiyor­ lardı. Çok güzel bir sabahtı. Michael, yazın erken saat­ lerinde top oynamaya çıktığı çocukluk günlerindeydi sanki. O çağda her gün tüm yeryüzü baştan aşağı boyanırmış gibi gelirdi küçük Michael’a. Bugün de aynı şeyleri hissediyordu. Sicilya renk renk çiçekler­ le bezenmişti. Portakal ve limon çiçeklerinin kokusu öyle keskindi ki burnundaki arızaya rağmen kokuyu alıyordu. Yüzünün sol yanındaki yara tümüyle iyileşmiş, ancak kemikler ters kaynamıştı. Ters kaynamanın burnunda meydana getirdiği basınç sol gözünün ağ­ rımasına, burnunun devamlı akmasına sebep oluyor, yığınla mendil kirletiyordu. Sicilya’da aylardan beri sürdüğü köy hayatı sonucu, köylüler gibi iki parma­ ğıyla sümkürmeyi öğrenmişti. Çocukken Ingilizlere özgü bir züppelik sayarak mendil kullanmaktan kaçı­ nan yaşlı İtalyanların, asfalt caddelerdeki su yolları­ na sümkürmeleri midesini bulandırdı. Genellikle başında bir ağırlık vardı. Dr. Taza ağır­ lığın, yanlış kaynamış kemiklerin sinüslere yaptığı basınçtan ileri geldiğini anlatmıştı. Buna elmacık ke­ miğinin yumurta gibi kırılması adını veriyordu. Kemik­ ler kaynamadan önce tedavi edilse, kemik kaşığa ben­ zeyen bir araçla eski yerine itilirdi; basit bir işti bu. Oysa şimdi, Palermo’daki bir hastaneyle görüşülme­ si, Michael’in, kemiğin tekrar kırılmasını gerektiren önemli bir yüz ve çene ameliyatı geçirmesi gerekliy­ di. Michael’a bu kadarı yetti. Ameliyat teklifini red­ detti. Onu burnunun akmasından ve gözündeki ağrı­ dan çok, yüzündeki ağırlık rahatsız ediyordu. Michael, o gün sşhile varamadı. On beş mil ka­ dar yürüdükten sonra, iki çobanla bir portakal bahçe­


sinin serin gölgesinde karınlarını doldurup şarapları­ nı içmeye karar verdiler. Fabrizzio bir gün Amerika’ya gidip, oraya yerleşeceğinden söz ediyordu durmadan. Şaraplarını içip yemeklerini yedikten sonra gölgeye uzandılar, Fabrizzio gömleğini açtı; döğmenin hare­ ket etmesi için karın kaslarını oynattı; göğsündeki sarmaş dolaş çift ürpertiler içinde kıvrandı, iki vücudu birleştiren kocanın bıçağı kalktı ve indi. Bir süre eğ­ lendiler. Bu eğlenti sırasında Michael’i, SicilyalIların deyimiyle «yıldırım çarptı.» Portakal bahçesinin ötesinde, bir barona ait olan malikânenin toprakları yemyeşil uzanıyordu. Küçük korudan çıkan yolu kıyısında Pompei yıkıntılarındaki evleri çok andıran bir eski Roma villâsı vardı. Geniş mermer sundurması, ince uzun Yunan sütunlarıyla küçük bir saraya benziyordu, işte bu sütunların altın­ dan, yanlarında siyahlar giymiş iri yarı iki kadının bu­ lunduğu birkaç genç kız çıktı. Köylü kızlarıydı bunlar. Eski geleneklere uyup baronun evini temizleyerek görevlerini yerine getirdikleri beHiydi. Ya da kışa ha­ zırlık olsun diye villâyı temizlemiş, şimdi de odaları çiçeklerle doldurmak için tarlalara çıkmışlardı. Pem­ be Sulla’lar, türüz otlarının çiçeklerini topluyor, bun­ ları portakal ve limon çiçeklerine karıştırıyorlardı. Genç kızlar, portakal bahçesinde dinlenen erkeklerin farkına varmadıklarından, gittikçe yaklaşıyorlardı. Vücutlarına sımsıkı yapışan ucuz, rengârenk bas­ ma elbiseler giymişlerdi. On beş ,on altı yaşlarında olmalarına rağmen vücutları sıcak ülkelerin kadınla­ rına özgü bir hızla olgunlaşmıştı. Üçü, dördü bir olup içlerinden bir kızı portakal bahçesine doğru kovala­ maya başladılar. Kovalanan kızın sol elinde bir sal­ kım siyah üzümı vardı. Sağ eliyle peşinden gelenle­ rin üzerine üzümleri koparıp koparıp atıyordu. Alnıyla şakaklarını sıkı sıkı saracak şekilde taranmış saç­ ları, elinde kara üzümler kadar koyu renkti. Vücudu derisini patlatıp fırlayacak gibiydi. Genç kız portakal bahçesinin hemen önünde dur­ du. Gözü erkeklerin gömleklerinin alışılmamış renk­ lerine takılınca şaşırmıştı. Kaçmaya hazırlanan bir ceylân gibi parmaklarının üzerinde dikildi. Çok ya­


kındaydı; erkekler yüz çizgilerini rahatça seçebiliyor­ lardı. Yüzü, gözleri, hatta elmacık kemikleri ve alnı bi­ le beyzi, cildi eşsiz bir krem rengindeydi. iri gözleri menekşe ya da koyu kahverengiydi. Uzun, sık kirpik­ ler bu sevimli yüzü gölgeliyordu. Ağzı büyükçe ama kaba değildi: yediği kırmızı üzümün suyuyla dudak­ ları iyice kararmıştı, inanılmayacak kadar güzeldi, Fabrizzio, şakayla karışık : «Canımı al, ölüyorum,» de­ mekten kendini alamadı. Oysa bunları boğukça bir sesle söylemişti. Kız söylediklerini duymuş gibi ken­ dini toparladı, hızla döndü, peşinden gelenlere doğ­ ru koştu. Dar basma giysisinin altında vücudu, ilkel bir saflık ve şehvetle kıvranıyordu. Arkadaşlarının ya­ nına varınca tekrar döndü; yemyeşil tarlada yüzü kap­ kara bir leke gibiydi, üzüm salkımı tutan elini porta­ kal bahçesinden yana uzattı. Kızlar gülüşerek kaçıştı­ lar. Siyah giysili, iri yarı yaşlı kadınlar da onları azar­ layarak peşlerinden gittiler. Michael Corleone farkına varmadan ayağa kalk­ tı, kalbi deli gibi çarpıyor, başı dönüyordu. Damarla­ rındaki kanın çılgınca aktığını bütün parmak uçların­ da hissediyordu. Adadaki tüm portakal ve limon çi­ çeklerinin, üzümlerin, kır çiçeklerinin kokusu her ya­ nını sardı. Sanki vücudu deri kılıfından dışarı uğra­ mıştı. Sonra iki çobanın gülüştüklerini duydu. «Yıldırım çarpmış gibi, değil mi?» dedi Fabrizzio omuzuna vurarak. Calo bile samimileşmiş, Michael’in kolunu okşayarak: «Ağır ol arkadaş, ağır ol,» diyor­ du. Sanki Michael’a araba çarpmış gibiydi. Fabrizzio şarap şişesini uzattı. Michael bolca bir yudum aldı. Ferahlar, kendine gelir gibi oldu. «Sizi Allahın belâsı çobanlar sizi,» dedi «neler söylüyorsunuz?» Çobanlar kahkahayı bastılar. Mert Calo, büyük bir ciddiyetle : «Yıldırım aşkını gfzliyemezsin,» dedi, «İnsanın başına geldi mi herkes farkeder. Bunda uta­ nılacak bir şey yok, arkadaş. Bazı insanlar yıldırım aşkına tutulmak için dua ederler. Talihin varmış.» Michael duygularının bu denli kolay anlaşılma­ sından pek hoşlanmamıştı. Oysa böyle bir şey haya­


tında ilk kez başına geliyor gibiydi. Bu ne delikanlı­ lığın zaman zaman görülen patlamalarına, ne de genç kadının sevimliliği, zekâsı, tatlılığı ve sarışın esme­ re çekici gelmesiyle ilgili sevgiye benziyordu. Şimdi benliğini bu kıza sahip olma isteği kaplamış, kızın yü­ zü silinmemecesine beynine kazınmıştı. Genç kızı el­ de edemedikçe onun hayatı boyunca kafasını meşgul edeceğini biliyordu. Michael’in hayatı basitleşmiş, tek noktada toplanmıştı. Bunun dışında kalan herşey dikkate değmez olmuştu. Sürgünde geçirdiği aylar boyunca, bir daha değil sevgili, arkadaş bile olmaya­ caklarını hissettiği halde sık sık Kay’i düşünmüştü. Ne de olsa Michael artık bir kaatil, gücünü ispatlamış bir mafioso idi. Oysa kısa bir süreden beri Kay tü­ müyle aklından çıkmıştı. Fabrizzio neşeyle : «Ben köye gideceğim.» dedi, «kızın kimliğini orada anlarız. Kimbilir, belki sandığı­ mızdan çok daha kolay elde edilebilir. Yıldırım aşkı­ nın tek tedavi yolu vardır, değil mi, Calo?» Öteki çoban, başını ciddi ciddi salladı. Michael hiç bir şey söylemedi, kızların kayboldukları en ya­ kın köye giden yolda ilerleyen iki çobanın peşine ta­ kıldı. Köy, ortası havuzlu bîr alanın çevresine kurul­ muştu. Ana yol üzerinde olduğundan birkaç dükkânı, meyhanesi, ve kahvesi vardı. Kahvenin üç masası kü­ çük bir terasa konmuştu. Çobanlar hemen masalar­ dan birine oturdular. Michael da yanlarına gitti. Orta­ lıkta kızlardan iz yoktu. Köyde bir yumurcakla, tem­ bel tembel dolaşan eşekten başka kimse oturmuyor gibiydi. Kahve sahibi onlara hizmet etmeye geldi. Ufak tefek, tombul, cücelerinki gibi buruşuk yüzlü bir adam­ dı. Onları neşeyle selâmladı, masalarına bir tabak leblebi koydu. «Buranın yabancısısınız.» dedi, «şara­ bımdan bir için. Üzümleri kendi bağımdan gelir, şara­ bı da oğullarım yapar. Portakal ve limonla karıştırır­ lar üzüm suyunu, İtalya’nın en iyi şarabıdır.» Adamın öğüdünü dinlediler. Şarap söylendiğin­ den de iyi, koyu kırmızı ve konyak kadar baş döndü­ rücüydü. Fabrizzio kahve sahibine: «Köyün bütün kız-


terini tanıdığına bahse girerim,» dedi, «yolda birkaç güzele rastladık. Hele içlerinden biri arkadaşımı yıl­ dırım gibi çarptı.» Michael’i işaret ediyordu. Kahve sahjbi Michael’e şimdi bambaşka bir ilgiy­ le bakıyordu, önceleri çarpık yüz ona pek olağan gö­ rünmüş; ikinci bir kere bakmayı gerekli bulmamıştı. Oysa yıldırım çarpmış bir adam bambaşka şeydi. «Bu gece evinize birkaç şişe şarap götürün dostum,» de­ di, «uyumak için ihtiyacınız olacak.» Michael : «Saçları tepesinde toplanmış bir kız ta­ nıyor musun,» diye sordu adama, «krem rengi teni, iri kara gözleri vardı. Köyde böyle bir kız biliyor musun?» Kahve sa h ib i: «Hayır,» dedi sert bir sesle, «öyle bir kız tanımıyorum.» Hemen terastan uzaklaştı, içe­ ri girdi. Üç erkek şaraplarını yavaş yavaş içtiler. Şişeyi bi­ tirince bir tane daha istediler. Kahve sahibi ortaya çıkmadı. Fabrizzio adamın peşinden kahveye girdi. Geri döndüğünde yüzünü buruşturarak, Michael’e : «Tam düşündüğüm gibi, sorduğumuz güzel, adamın kızıymış,» dedi. «Şimdi içerde ağzımızın payını ver­ mek için kıvranıp duruyor. Corleone’ye doğru yola çıksak iyi ederiz bence.» Aylardan beri Sicilya’da bulunmasına rağmen Michael, SicilyalIların kadın konusundaki alınganlık­ larına alışamamıştı. Bu durum ise bir SicilyalI için bi­ le fazlaydı. Ama iki çoban bunu olağan sayar gibiy­ diler. Yola çıkmak için Michael’i bekliyorlardı. Fab­ rizzio : «Herif, iki oğlu olduğunu söyledi; bir ıslık çal­ ması yetermiş. Haydi gidelim artık,» dedi. Michael onu buz gibi bakışlarla süzdü. Şimdiye kadar sessiz, kibar, örnek bir Amerikalı genç adam­ dı. Yine de Sicilya’da saklanması için erkekçe bir şey­ ler yapmış olması gerekiyordu Çobanlar düşmanca bir Corleone bakışıyla ilk kez karşılaşıyorlardı. Michaelin gerçek kimliğini bilen Don Tommasino ona dik­ katli saygıdeğer bir kişi gibi davranmıştı. Oysa bu ca­ hil koyun çobanları Michael hakkında kendilerince bir karara varmışlardı : Hiç de aklı başında bir karar değildi bu. Buz gibi bakışı, sert ve bembeyaz yüzü, buz tabakasının üzerinde yükselen dumanı andırır öf­


kesi, çobanların kahkahalarını ağızlarına tıkadı, senli benli konuşmalarına son verdi. Michael, saygı ve dikkatlerini sağlayınca: «O adamı bana getirin,» dedi. Çobanlar b ira n bile duraklamadılar. Luparalarını omuzlayarak kahvenin serin loşluğuna daldılar ve bir kaç saniye sonra aralarında kahve sahibi olduğu hal­ de göründüler. Kısa boylu, kalıp yapılı adam hiç de korkmuşa benzemiyordu. Ama öfkesini kontrol ede­ bilme yeteneğine sahip olduğu belliydi. Michael arkasına dayandı. Bir an karşısındaki adamı inceledi. Sonra sakin bir sesle : «Kızınızdan söz ederek sizi incittiğimi anlıyorum,» dedi. «Bu ülke­ nin yabancısıyım; özür dilerim. Gelenekleri iyi bilmi­ yorum. Bunu söylememe izin verin. Size ya da kızı­ nıza saygısızlık etmek istemedim.» Muhafızlar etkilenmişlerdi. Onlarla konuşurken Michael’in sesi hiç böyle çıkmamıştı, özür dilemesi­ ne rağmen, bu seste, otoriter bir hava vardı. Kahve sahibi orrtuz silkti. Ama bir çiftlik yanaşmasıyla ko­ nuşmadığını anlamıştı. «Sen kimsin ve kızımdan ne istiyorsun?» diye sordu. Michael hiç duraklamadan : «Sicilya’da saklanan bir Amerikalıyım,» dedi, «ülkemin polislerinden kaç­ tım. Adım Michael. Beni polise haber verir, bir servet kazanabilirsiniz ama, o zaman da kızınız, bir koca bulacak yerde babasını kaybeder. Her neyse, kızınız­ la tanışmak istiyorum. Sizin izninizle ve ailenizin gö­ zü önünde. Saygılı ve kimsenin onuruna gölge, düşürmeksizin. Ben şerefli bir insanım. Kızınızın şerefini lekelemek istemem. Onunla tanışmak, konuşmak is­ tiyorum; anlaşırsak evleniriz. Anlaşamazsak bir daha beni göremezsiniz. Ne de olsa kızınız beni beğenme­ yebilir. Hiç bir erkek ;böyle bir tecrübeden kaçınamaz. Sırası gelince, bir kayınpederin damadı hakkın­ da bilmesi gerekenleri anlatacağım.» Üç erkek ona hayretle bakıyorlardı. Fabrizzio çe­ kinerek : «Gerçekten yıldırım aşkı bu,» diye fısıldadı. Kahveci ilk kez eskisi kadar öfkeli ve kibirli değildi. Neden sonra : «Siz arkadaşlarımızın dostu musunuz?» diye sordu. Mafia sözcüğü basit bir SicilyalI tarafın­


dan yüksek sesle söylenemediğinden, kahveci Michael’a bu şekilde Mafia üyesi olup olmadığım sor­ muştu. «Hayır,» dedi Michael, «bu ülkenin yabancısıyım.» Kahveci ona bir kez daha baktı. Yüzünün sol ya­ nındaki çarpıklık ve uzun bacaklar Sicilya’da ender görülen şeylerdi. Luparalarını korkmadan açıkta tu­ tan iki çobanı süzdü; onların kahveye girişlerini, padrone’lerinin kendisiyle görüşmek istediğini bildirişleri­ ni hatırladı. O orospu çocuğunun kahvesinden çıkıp gitmesini söylemiş, çobanlardan biri de «Sözüme gü­ ven,» demişti, «dışarı çık ve onunla kendin konuş bir kere.» Ve adlandıramadığı bir şey dışarı çıkma­ sına yol açmıştı. Şimdi yine bir şey bu yabancıya say­ gılı davranmanın yerinde olacağını söylüyordu. İste­ meye istemeye. «Pazar günü öğleden sonra gelin,» dedi, «Adım Vitelli. Evim köyün üzerindeki tepede. Burada kahvede buluşur, eve birlikte gideriz.» Fabrizzio bir şey söylemek için davrandı, ama Michael ona şöyle bir baktı; çobanın dili ağzında dondu. Vitelli bu durumu görmüştü. Dolayısıyla da Michael ayağa kalkıp elini uzatınca Vitelli bu eli gü­ lümseyerek tuttu; sıktı. Soruşturma yapar, aldığı so­ nuç hoşuna gitmezse Michael’in karşısına her zaman için çiftelerini yanlarından ayırmayan iki oğlu çıkabi­ lirdi. Kahvecinin «dostların arkadaşları» arasında ta­ nıdıkları vardı. Oysa bir şey ona bu yabancının Sicil­ yalIların hep bekledikleri bir talih kuşu olduğunu, kızı­ nın güzelliğinin kendisine servet kazandıracağını, ai­ lenin durumunu güçlendireceğini söylüyordu. Yörenin gençlerinden bazıları çevrelerinde dolaşmaya başla­ mıştı; bu çarpık yüzlü yabancı onları korkutup dağıt­ ma işini becerebilirdi. Vitelli iyi niyetini göstermek için yabancılara en iyi ve soğuk şarabından bir şi­ şe vererek yolcu etti. Çobanlardan birinin hesabı öde­ diğini gördü. Bu davranış da üzerinde etkili oldu: Mic­ hael’in iki çobandan daha üstün ve saygıdeğer bir ki­ şi olduğunu anladı. Michael’de artık gezip yürüme isteği kalmamış­ tı. Bir garaj buldular; kendilerini Corleone’ye götüre­


cek bir araba ve şoför tuttular. Akşam yemeğinden ön­ ce Dr. Taza çobanlardan gerekeni öğrendi. O gece, bahçede otururlarken Dr. Taza Don Tommasino’ya : «Dostumuzu bugün yıldırım çarpmış,» dedi Don Tommasino hiç de şaşırmış görünmedi. Bir şeyler homurdandı. «Şu Palermo’daki gençlere de yıl­ dırım çarpsa da bir parça başımı dinlesem,» dedi. Pa­ lermo gibi büyük kentlerde görülmeye başlayan ve kendisi gibi eskilere meydan okuyan gençlerden söz ediyordu. Michael, «Pazar günü iki koyun çobanına, beni yalnız bırakmalarını söylemenizi istiyorum,» dedi Don Tommasino’ya. «öğle yemeğine bu kızın evine gide­ ceğim, çevremde dolaşmalarını istemem.» Don Tommasino başını salladı : «Babana karşı senden ben sorumluyum,» dedi, «böyle bir şey iste­ me benden. Hem, evlilikten söz ettiğini duydum. Ba­ banla konuşacak birini Amerikaya yollamadan böyle bir şeye izin veremem.» Michael Corleone’nin çok dikkatli olması gereki­ yordu; ne de olsa karşısındaki saygıdeğer bir kişiy­ di : «Don Tommasino,» dedi, «babamı tanırsınız. Biri ona hayır dedi mi, sağır kesilir. Evet dedi mi kulakları duymaya başlar. Oysa benim hayır dememe alışkın­ dır. Ağzımdan bu sözcüğü sık sık duydu. İki çobanın yanımda bulunması gerektiğini anlıyorum; pazar günü benimle gelebilirler. Ama evlenmek istersem evlene­ ceğim. özel hayatıma babamı karıştırmadığıma göre, sizin sözünüzü dinlemeye kalkmam, babama hakaret etmek olur.» Capo-mafioso için ç e k ti: «öyleyse evlenecek­ sin.» dedi, «yıldırım aşkına tutuldun. Kız dürüst ve na­ muslu bir ailenin iyi yetişmiş kızıdır. Onların şerefine leke sürmeye kalkışırsan babası seni öldürmeye çalı­ şır, kan dökmek zorunda kalırsın, üstelik aileyi iyi tanırım ve işlerin bu kadar ileri gitmesine izin vere­ mem.» M ichael: «Belki kız, beni beğenmeyecektir,» de­ di, «çok da genç. Beni kendine göre yaşlı bulabilir.» iki yaşlı adamın gülümsediklerini gördü : «Armağan­ lar için paraya ihtiyacım var, bir de arabaya,» dedi.


Don Tommasino başını salladı : «Fabrizzio her şeyin gereğini düşünür,» dedi, «akıllı oğlandır. Bahriyede makinistlik öğretmişler ona. Sabah sana para veririm. Babana da olanları bildireceğim. Bunu yap­ mak zorundayım.» Michael, Dr. Taza’ya : «Durmadan burnumun ak­ masını engelleyecek bir ilâç biliyor musunuz?» diye sordu. «Kızın hiç durmadan burnumu sildiğimi gör­ mesini istemem.» Dr. Taza : «Oraya gitmezden önce burnuna süre­ cek bir ilâç veririm.» dedi, «bir parça hissizleştirir ama kaygılanma. Nasılsa kızı şimdilerde öpecek de­ ğilsin.» Don Tommasino ile Doktor bu zekice söz kar­ şısında gülüştüler. Pazar günü Michael’in emrine eski ama motörü sağlam bir Alfa Romeo araba verildi. Kızla ailesine armağanlar almak için Palermo’ya uzandı. Kızın adı­ nın Apollonia olduğunu öğrenmişti. Her gece bu gü­ zel adı ve kızın güzel yüzünü düşünüyor, biraz olsun uyuyabilmek için hayli şarap içmek zorunda kalıyor­ du. Evdeki yaşlı hizmetçilere, yatağının baş ucuna, soğutulmuş bir şişe şarap koymaları emredilmişti. Her gece şişeyi dibine kadar içip bitiriyordu. Pazar günü, bütün Sicilya’yı kaplayan çan sesleriye uyanan Michael Alfa Romeo’yu köye sürdü, he­ men kahvenin önüne park etti. Carlo ile Fabrizzio luparalarıyla birlikte arabanın arkasında oturuyorlardı. Michael onlara kahvede bekleyeceklerini, eve kadar gelmeyeceklerini söyledi. Kahve kapalıydı ama Vitelli oradaydı, boş terasının demir parmaklıklarına dayan­ mış onları bekliyordu. El sıkıştılar. Michael üç armağan paketini aldı; Vitelli ile tepeye tırmandılar. Vitelli’nin evi bilinen köy kulübelerinden daha büyüktü; pek yoksul olma­ dıkları anlaşılıyordu. Ev, fanusların içine yerleştirilmiş Meryem Ana heykelcikleriyle sevimli bir yerdi. Heykelciklerin ayak­ ları dibinde adak niyetine yakılan mumların ışıkları titreşiyordu. Ailenin bayramlık elbiselerini giymiş iki erkek çocuğu da onları bekliyordu. On dokuz, yirmi yaşlarını ancak bulmuş, güçlü kuvvetli delikanlılardı


bunlar. Tarladaki güç çalışma koşullarından ötürü ol­ duklarından daha yaşlı görünüyorlardı. Ana Vitelli ko­ cası kadar sağlam yapılı, güçlü bir kadındı. Ortada kızdan iz yoktu. Michael’in adları belli belirsiz anladığı tanışma töreninden sonra salon ya da yemek odası sayılabi­ lecek yerde oturdular. Burası pek büyük değildi ve tı­ ka basa eşya ile doldurulmuştu. Ama SicilyalI orta halli kişilerin hayalini kurdukları şeydi bu. Michael, Sinyor Vitelli ile Sinyorina V itelli’ye ar­ mağanlarını verdi. Baba için altın bir puro keseceği, anne için de Palermo’da bulabildiği en iyi kumaştan bir elbiselik almıştı. Kız için de bir paketi vardı. Ana ve baba Vitelli armağanları çekingen bir tavırla ka­ bul edip teşekkür ettiler. Yabancı armağan vermekte biraz acele etmiş, erken davranmıştı. Aslında ikinci gelişinde armağan getirmesi daha doğru olurdu. Baba, bir köylü içtenliğiyle, a çıkça : «Aklınıza, yabancıları bu kadar rahat kabul ettiğimiz gelmesin,» dedi, «Don Tommasino sizin için teminat verdi. Böl­ gede hiç kimse o iyi insanın sözüne güvenmezlik edemez. Bu yüzden sizi evimize kabul ettik. Ama kızı­ mızla ilgili niyetleriniz ciddiyse siz ve aileniz hakkın­ da daha fazla şey bilmemiz gerekir. Ailenizin buralı olduğundan hak verirsiniz sanırım. Michael başını salladı. Nazik bir tavırla. «İstedik­ lerinizi ne zaman arzu ederseniz anlatırım,» dedi. Sinyor Vitelli bir elini havaya kaldırdı : «Ben me­ raklı bir insan değilim,» dedi, «önce gerekli olup ol­ madığını anlayalım. Şimdilik Don Tommasino’nun ar­ kadaşı olarak evime hoş geldiniz.» Burnuna ilâç sürüldüğü halde, Michael odada kı­ zın kokusunu aldı. Döndü. Genç kız evin arkasına gi­ den kemerli kapının eşiğinde duruyordu. Michael’in burnuna çalan taze çiçek ve limon kokuşuydu ama genç kızın simsiyah örülmüş saçlarıyla bayramlık el­ bisesi olan basit siyah giysisinde bir şey yoktu. Michael’e kaçamak baktı. Bakışlarını ağırbaşlılıkla önüne çevirirken yüzünde hafif bir gülümseme belirip kay­ boldu. Sonra annesinin yanına oturdu. Michael yine soluğunun kesildiğini, çılgınca bir


sahip olma isteğinin verdiği ihtirasla bütün vücudu­ nun titrediğini hissetti, ilk kez İtalyan erkeğinin ef­ saneleşen kıskançlığının anlamını kavrıyordu. O anda bu kıza dokunacak, onu elde etmeye kalkacak; ken­ disinden uzaklaştıracak olanı öldürmeye hazırdı. Al­ tınlarına sahip çıkan ihtiyar pintinin, toprağına bağlı bir köylünün hırsıyla genç kızı elde etmek istiyordu. Bu kıza sahip olmaktan, onu bir eve kapatıp yalnız kendine tutsak etmekten Michael’i hiç bir şey alakoyamazdı. Başkalarının kızı görmesini bile istemiyor­ du. Apollonia ağabeylerinden birine gülümsemek için dönünce Michael o delikanlıyı farkına varmaksızın öldürücü bakışlarla süzdü. Aile, Michael’in gerçekten yıldırım aşkına tutulduğunu anladı. Güvenleri arttı. Evleninceye kadar bu genç adam kızlarının elinde oyuncak olacaktı. Tabii evlendikten sonra durum de­ ğişirdi ama bunun hiç önemi yoktu. Michael, Palermo’dan kendine yeni elbiseler al­ mıştı. Artık kaba giyimli bir köylü değildi. Aile onun değişik türde bir Don olduğunu anlıyordu. Çarpık yü­ zü Michael’i sandığı kadar çirkinleştirmiyordu. Çünkü yüzü sağdan çok güzeldi ve çarpıklık onu daha da ilginç kılıyordu. Michael genç kıza baktı, yüzünün nefis yuvarla­ ğını hayranlıkla seyretti. Şimdi artan kan basıncı yü­ zünden dudaklarının hemen hemen mosmor kesildi­ ğini görüyordu. Adını söylemek cesaretini bulamadan, «önceki gün sizi portakal bahçesinde gördüm,» dedi, «kaçtınız. Sizi korkutmadığımı umarım.» Genç kız bir saniye kadar kısa bir süre bakışla­ rını ondan yana çevirdi. Başını salladı. Oysa bu göz­ lerin güzelliği karşısında Michael başını çevirmek zo­ runda kalmıştı. Anne sert bir tavırla : «Apollonia,» de­ di, «bu zavallı gençle konuş; seni görmek için çok uzaklardan geldi.» Yine de genç kızın güvercin kana­ dından güzel kirpikleri gözlerinin üzerinden kalkmadı. Michael ona, yaldızlı kâğıda sarılı armağanını verdi. Kız bunu kucağına koydu. B aba: «Aç paketi, kız,» dedi. Genç kızın parmakları kımıldadı. Anne uzandı; paketi sabırsızlıkla ama değerli kâğıdını yırtmamaya çalışarak açtı. Kırmızı kadifeden mücevher kutusunu


görünce durakladı, şimdiye kadar elinde hiç böyle bir şey tutmamıştı. Kutunun nasıl açılacağını bilmiyordu. Ama içgüdüsüyle açmayı başardı; armağanı çıkardı. Gerdanlık gibi de takılabilen kalın, altın bir zin­ cirdi bu. Değeri dışında, altın armağan etmek bu top­ lumda en ciddi niyetlerin ifadesi olduğundan zincir onları şaşırttı. Altın süs eşyası armağan etmek evlen­ me teklifi gibi bir şeydi; ya da verenin evlenmeye ka­ rarlı olduğunu gösterirdi. Artık bu yabancının iyi niye­ tinden asla kuşkulanamazlardı. Varlıklı bir kişi olduğu­ nu da anlıyorlardı. Apollonia, hâlâ armağanına dokunmamıştı. An­ nesi, görebilmesi için zinciri kaldırıp havada tuttu. Genç kız upuzun kirpiklerini bir an için kaldırdı. Son­ ra, o ceylân gözleri gibi kahverengi gözleriyle doğru­ dan doğruya Michael’a bakarak: «Grazia,» (*) dedi. Michael onun sesini ilk kez duyuyordu. Bu ses gençliğin ve utangaçlığın verdiği ifade gi­ bi bir yumuşaklığa sahipti; Michael’ın kulaklarında çın çın öttü. Genç adam genç kızdan yana bakmıyor, hep anne ve baba Vitelli’lerle konuşuyordu. Apollonia’ya bakmak aklını öyle karıştırıyordu ki. Elbisesinin aşırı sadeliğine rağmen başdöndürücü vücudunun bü­ tün hatlarını gösterdiğini farketti. Kızarınca cildinin koyu bir renk aldığına, yüzüne çıkan kanla esmer­ leştiğine de dikkat etti. Sonunda Michael vedalaşmak için ayağa kalktı. Bütün Aile de onu izledi. Resmî bir tavırla vedalaştı­ lar. Genç kız elini uzatırken gözlerinin içine baktı. Michael bu eli tuttu ve sarsıldı. Derileri birbirine de­ ğiyordu. Apollonia'nın eli sıcak ama nasırlı bir köylü eliydi. Baba Vitelli Michael’i arabaya kadar geçirdi, yokuşu birlikte indi ve Michael’i sonraki pazar yeme­ ğe çağırdı. Michael başını salladı ama, kızı tekrar gö­ rebilmek için bir hafta bekleyemeyeceğini biliyordu. Beklemedi de. Ertesi gün, yanına çobanları alma­ dan arabayla köye gitti; genç kızın babasıyla iki laf etmek için kahvenin açık yerinde oturdu. Sinyor Vitel­ li ona acıdı; kızıyla karısının gelip kendilerine katıI(* )

Grazia : Teşekkür ederim.


maları için evine haber yolladı. Bu buluşma ilkine oranla daha samimî oldu. Apollonia biraz olsun utan­ gaçlığını yendi, daha çok konuştu, üzerinde çok ya­ kışan günlük emprime elbisesi vardı. Ertesi sabah da aynı şey tekrarlandı. Yalnız bu kez Apollonia, Michael’in armağan ettiği zinciri tak­ mıştı. Bunda gizli bir mesaj olduğunu anlayan Michael ona gülümsedi. Birlikte tepeye tırmandılar, anne Vitelli hemen arkalarından geliyordu. Oysa iki gencin, vücutlarının sürtünmesine engel olmaları imkânsızdı. Bir keresinde de Apollonia’nın ayağı sürçtü; Michael’a doğru devrildi. Michael’ın onu tutması gerekti. Bu sı­ cacık ve canlı gövdeyi kucaklarken Michael kanının birden tepesine çıktığını hissetti. Peşlerinden gelen annenin gülümsediğini göremediler. Apollonia bir dağ geçişiydi, yürümeye başladığından beri bu yolda aya­ ğının sürçtüğü ya da bir şeye takıldığı görülmemişti. Ana Vitelli gülümsüyordu, çünkü bu genç adam evle­ necekleri güne kadar elerini kızına sürmek için, bun­ dan başka fırsat bulamayacaktı. Bu durum iki hafta sürdü. Michael her ziyarete gidişinde Apollonia’ya armağanlar götürdü; genç kızın utangaçlığı yavaş yavaş kayboldu. Ama yanlarında bi­ ri olmadan buluşmaları olanaksızdı. Apollonia, dünya görüşü olmayan, okuması yazması kıt bir köylü kızıy­ dı. Michael’la güç anlaşıyorlardı ama onda tazelik ve yaşama sevinci vardı. Michael’ı yalnız beğenmekle kalmamıştı; onun zengin olduğunu da biliyordu. İki hafta sonraki pazar günü düğünün yapılması karar­ laştırıldı. iş buraya varınca Don Tommasino ortaya çıktı. Amerika’dan Michael’ın dilediği gibi davranmakta öz­ gür olduğunu, ama gerekli bütün tedbirlerin alınması­ nı isteyen bir haber gelmişti. Böylece Don Tommasino gelini eliyle mihraba götürmeye karar verdi. Bu da kendisiyle muhafızların kilisede bulunmalarını gerek­ tiriyordu. Corleone’den Dr. Taza gibi, Carlo ile Fabrizzio da düğüne davetliydiler. Gelinle damadın, Dr. Taza’nın duvarlarla çevrili villâsında oturmaları karar­ laştırıldı. Düğün, bilinen köylü geleneklerine göre yapıldı.


Gelin alayı yürüyerek Apollonia’nın evinden kiliseye giderken köylü kadınlar kapıların eşiğinden çiçekler attılar. Gelin alayı da karşılığında, geleneksel badem şekerlerini yağdırdı, ilk gece Corleone dışındaki vil­ lâda geçirileceğinden, davetliler arta kalan şekerler­ den bu kerelik gelinin yatağında kar bibi beyaz tepe­ ler meydana getirdiler. Düğün şöleni gece yarısına kadar sürdü ama gelinle damat daha önce arabalarıy­ la ordan ayrıldılar. Ayrılık saati çaldığında Michael, gelinin isteği üzerine ana Vitelli’nin de villâya gelece­ ğini öğrenince şaşırdı. Baba Vitelli durumu açıkladı : Kız genç ve bakireydi. Bir parça da korkuyordu. Zifaf gecesini izleyen sabah biriyle konuşmak gereğini du­ yabilir, işler yolunda gitmiyebilirdi. Bu gibi sorunlar bazan pek karışık bir hal alırdı. Michael Apollonia’nın iri ve kahverengi ceylân gözleriyle kendisine baktığını gördü. Ona gülümsedi; başını salladı. Gelinin annesini de arabaya alarak Corleone dı­ şındaki villâya geldiler. Yaşlı kadın hemen Dr. Taza’nın hizmetçileriyle kafa kafaya verip bir şeyler konuş­ tu. Kızına sarıldı, öptü, ortadan kayboldu. Michael ile gelin yatak odalarına çekildiler. Apollonia hâlâ gelinlikleydi, üzerine de pelerini­ ni almıştı. Sandığıyla çantası arabadan odaya taşın­ mıştı bile. Küçük bir masanın üzerinde bir şişe şarap­ la düğün pastasından küçük bir parça duruyordu. Ge­ niş, sütunlu yatak gözlerinin önündeydi. Odanın or­ tasında duran genç kız, Michael’in ilk adımı atmasını bekliyordu. Ama yalnız kaldıkları, kanunen Apollonia’ya sa­ hip olduğu, her gece düşlerine girmiş olan bu vücu­ dun ve yüzün keyfini çıkarmasına bir engel kalmadı­ ğı şu an genç adam ona bir türlü yaklaşamıyordu. Apollonia’nın duvağını çıkarıp küçük tuvalet masası­ nın üzerine koyuşunu izledi. Bu masada Michael’ın Palermo’dan getirttiği bir sürü koku ve krem vardı. Genç kız bunları bir an, dokunmadan gözden geçirdi. Genç kızın aydınlıkta soyunmak istemeyeceğini düşünen Michael ışıkları söndürdü. Oysa altın gibi pırıl pırıl Sicilya mehtabı pencereden içeri doldu.


Michael kepenkleri kapattı ama oda çok sıcak ola­ cağından hafifçe aralık bıraktı. Apollonia’nın hâlâ masanın yanında ayakta dur­ duğunu gören Michael odadan çıktı. Koridorun ucun­ daki banyoya gitti. Dr. Taza ve Don Tommasino ile. bir kadeh şarap içti. Odaya döndüğünde annesiyle hiz­ metçilerin Apolonia’nın soyunmasına yardım ettikle­ rini ve genç kızın yatağa uzandığını umuyordu. Belki’ Apollonia bu işi Michael’ın yapmasını isterdi, ama onun utangaçlığını, böyle şeyler düşünemeyecek ka­ dar saf olduğunu bilen Michael, cesaret edememiş­ ti. Yatak odasına dönünce içerisini kapkaranlık bul­ du; biri kepenkleri sımsıkı kapamıştı. El yordamıyla yatağa yaklaştı. Apollonia’nın örtüler altındaki vücu­ dunu seçebiliyordu, Eliyle yoklarken sırtını çevirdiği­ ni ve kıvrılıp iki büklüm olduğunu farketti. Soyundu; ve çarşafların arasına çırılçıplak kaydı. Bir elini uzat­ tı ve genç kızın ipek gibi yumuşak derisine dokundu. Apollonia geceliğini giymemişti; bu cesaret MichaeFin hoşuna gitti. Yavaş yavaş dikkatle bir elini genç kızın omuzuna koydu, kendisine doğru dönmesi için yavaşça bastırdı. Apollonia ağır ağır döndü. Eli dol­ gun; yumuşak memelerine değdi. Michael bunları ok­ şadı ve birden genç kız kendini onun kollarına attı. Gövdeleri bir anda yaklaşıverdi. Michael karısını do­ yasıya öptü, göğüslerini göğüslerinde ezdi ve üzerin­ de döndü. Apollonia, bir genç kızın delice coşkunluğuyla kendini Michael’a verdi. Son anda kısa ve boğuk bir çığlık attı. Bir saniye kadar hareketsiz kaldı. Sonra güçlü bir itişle Michael’a dolandı. Hemen ardından biribirlerine sımsıkı sarılıp kaynaştılar. Boğuşmayı bi­ tirip ayrıldıklarında ölecek gibi oldular. O gece ve onu izleyen haftalarda Michael, ilkel toplumların bekârete verdikleri önemi anlamaya başla­ dı. Şimdiye kadar hiç yaşamadığı şehvet dolu bir dö­ nem geçirdi ve erkekliğinin gücünü bütünüyle hisset­ ti. Bu ilk günler Apollonia sanki onun kölesiydi. Ko­ casının güveni ve sevgisi sayesinde bu genç kız, cin­ sel iştahı olgun meyva tadı veren genç bir kadın ol-


Öte yandan Apollonia varlığıyla, villânın erkekle­ re özgü sıkıntılı havasını da aydınlatmıştı. Zifaf ge­ cesini izleyen gün annesini hemen evine yollamış, par­ lak gençligi ve güzelliğiyle yemek masasını süslemiş­ ti. Don Tommasino her gece onlarla yemek yiyor, kırmızı çiçeklerle süslü heykellerin doldurduğu bah­ çede şaraplarını içerlerken Dr. Taza hikâyelerini an­ latıyor, akşamlar çok güzel geçiyordu. Genç evliler yatak odalarında sabahlara kadar çılgınca sevişiyor­ lardı. Michael, Apollonia’nın heykel gibi vücuduna, bal rengi cildine ve şimdi arzuyla parlayan iri kah­ verengi gözlerine doyamıyordu. Apollonia’dan temiz olduğu kadar taze, etinden gelen, şehvetli, ama tatlı ve dayanılmayacak kadar başdöndürücü bir koku yük­ seliyor, yeni uyanan coşkunluğu Michael’inkiyle uyu­ şuyor, genellikle bitkin, şafak sökmek üzere uykuya dalıyorlardı. Bazan yorgun olduğu halde gözü uyku tutmayan Michael pencerenin kenarına oturuyor, uyu­ yan Apollonia’nın çıplak vücudunu seyrediyordu. Yü­ zü uyurken de güzeldi, Michael’in sanat kitaplarında gördüğü, ressamın bütün ustalığına rağmen bakire havası veremediği Italyan Madonna’larımn yüzü gi­ biydi. Evlendikten bir hafta sonra Alfa Romeo’ya atla­ yarak gezintilere çıktılar, sağda solda piknik yaptılar. Ama sonra Don Tommasino, Michael’i bir kenara çek­ ti. Evlenmesinin bölgede dikkati çektiğini anlattı. Uzun kolları bu adaya kadar uzanan Corleone Ailesinin düş­ manlarına karşı tedbirler alınması gerektiğini açıkla­ dı. Don Tommasino Villâsının çevresine silâhlı nöbet­ çiler yerleştirdi. Calo ile Fabrizio birer demirbaş gi­ bi evden ayrılmaz oldular. Michael ile karısı da ev­ den hiç çıkmadılar. Michael zamanını, Apollonia’ya İngilizce okuma yazma ve villânın geniş bahçesinde araba kullanmayı öğreterek geçirdi. O sıralar Don Tommasino’nun çok işi vardı. Onlarla pek arkadaşlık edemiyordu. Dr. Taza’nın dediğine göre, Palermo’da­ ki yeni Mafia ile başı hâlâ dertteydi. Bir akşam, villâda hizmetçilik eden yaşlı bir köy­ lü kadını masaya bir tabak taze zeytin getirdi. Sonra Michael’a dönerek: «New York’ta oturan Don Corleo-


ne’nin, Baha’nın oğlu olduğunuz doğru mu?» diye sordu, «herkes böyle söylüyor.» Michael, sırrı herkes tarafından duyulduğu için Don Tommasinonun yüzünü hoşnutsuzlukla buruştur­ duğunu gördü. Ama yaşlı kadın büyük bir merakla yü­ züne bakıyordu. Sanki kişisel nedenlerden ötürü ger­ çeği öğrenmesi çok önemliydi. Michael başını salla­ dı: «Gerçekten babamı tanıyor musunuz?» diye sor­ du. Kadının adı Filomena idi. Yüzü bir ceviz kadar kara ve buruşuktu. Dudakları simsiyah dişlerine yapı­ şıyordu. Michael villâya gelişinden beri ilk kez kadı­ nın gülümsediğini gördü. «Eskiden Baba benim haya­ tımı kurtardı ve delirmekten korudu,» dedi. Parmakla­ rının ucuyla da alnına vurdu. Bir şey söylemek istediği belliydi. Michael ona cesaret vermek için gülümsedi. Kadın korka korka «Luca Brasi’nin öldüğü doğru mu?» diye sordu. Michael yine başını salladı; kadının yüzündeki rahatlığı görünce şaşırdı. Filomena haç çıkardı. «Tan­ rı beni bağışlasın ama,» dedi, «dilerim ruhu ebediyen cehennem ateşinde kızarsın.» Michael, Luca Brasi’nin geçmişine duyduğu ilgi­ yi hatırladı ve Hagen’le Sonny’nin ona anlatmaktan ka­ çındıkları hikâyeyi bu kadının bildiğini sezdi. Kadına bir bardak şarap verdi; masaya oturtu. Nazik bir ta­ vırla: «Bana babamdan ve Luca Brasi’den söz et,» de­ di, «ben bir şeyler biliyorum, öğrenmek istediğim ba­ bamla Luca Brasi’nin nasıl karşılaştıkları, nasıl arka­ daş oldukları. Korkma' anlat.» Filomena’nın buruşuk yüzü, kuru üzümü andıran kara gözleri Don Tommasino’ya döndü. Adam izin vermiş olacak ki, Filomena hikâyesini anlatmaya ko­ yuldu: Otuz yıl önce Filomena, New York City’nin Onun­ cu caddesinde, Italyan mültecilerin ebeliğini yapıyor­ du. Kadınlar sık sık gebe kalırdı. Filomena da bir hay­ li para kazanıyordu. Güç doğumlarda yardıma gelen doktorlara bile bir şeyler öğretecek durumdaydı. Ko­ cası - toprağı bol olsun, yıllar önce ölmüştü - o za­ manlar bir bakkal dükkânı işletiyor ve iyi para kaza­


nıyordu. Ama kumara çok düşkündü, üstelik bir kena­ ra para koymayı, kötü günler için hazırlıklı olmayı ak­ lına bile getirmeyecek kadar müsrifti. Her neyse, otuz yıl önce, uğursuz bir gece, namuslu kişilerin çoktan uyuduğu saatte Filomena’nın kapısı çalındı. Vakit bir hayli geçti ama Filomena en ufak bir korkuya kapıl­ madı. Nedense bebekler günah dolu dünyamıza gel­ mek için hep böyle geç saatleri seçerlerdi. Kalkıp gi­ yindi; kapıyı açtı. Kapıda, ünü o sıralar bile dehşet uyandıran Luca Brasi duruyordu. Bekâr olduğu da bi­ linirdi. Bunlardan haberli olan Filomena çok korktu. Luca’nın kocasına bir kötülük etmeye geldiğini dü­ şündü. Belki de kocası, Luca Brasi’nin canını sıkacak bir iş yapmıştı. Oysa Brasi, Filomena’dan yardım istiyordu. Genç bir kadının doğurmak üzere olduğunu, evinin bura­ dan biraz uzakta bulunduğunu, Filomena’nın kendisiy­ le gelmesi gerektiğini söyledi. Filomena ortada bir şeyler döndüğünü hemen sezmişti. Brasi’nin zaiim yüzünde o gece delice bir anlam vardı. Bilinmeyen bir iblisin tutsağı olduğu anlaşılıyordu. Filomena tanıma­ dığı bir kadının doğumunda bulunamayacağını söyle­ yerek karşı koymaya çalıştı. Genellikle müşterilerini hamilelikleri süresince izlerdi. Ama Brasi onu dinle­ medi bile, eline bir tomar para sıkıştırıp kabaca, ken­ disiyle gelmesini emretti. Sokakta bir Ford araba duruyordu; şoför de Lu­ ca Brasi türündendi. Yol yarım saatten fazla sürmedi ve köprünün hemen öteki tarafında, Long Island City’deki ahşap bir eve vardılar. İki katlı bir yapı olmasına rağmen şimdi evde yalnız Brasi’yle çetesinin oturdu­ ğu belliydi. Çünkü mutfakta iskambil oynayan, içki içen başka serseriler de vardı. Brasi, Filomena’yı üst kattaki yatak odasına çıkardı. Yatakta boyalı yüzlü ve kızıl saçlı İrlandalIlara benzeyen genç, güzel bir kadın yatıyordu. Karnı davul gibi şişmişti. Zavallı ka­ dın çok korkuyordu. Brasi’yi görünce başını dehşet­ le öte yana çevirdi. «Evet bayım dehşetle,» Gerçek­ ten de, Brasi’nin çirkin yüzündeki nefret, Filomena’nın hayatında gördüğü en ürkütücü şeydi. (Sözünün bura­ sında Filomena yeniden haç çıkardı.)


Uzun lâfın kısası, Brasi odadan çıktı, adamların­ dan ikisi ebeye yardım ettiler ve bebek doğdu. Anne yorgunluktan hemen derin bir uykuya daldı. Brasi çağ­ rıldı. Filomena temiz bir çarşafa sardığı bebeği Brasi’ye uzatarak: «Babasıysanız alın kızınızı. Benim işim bitti,» dedi. Brasi ona öfkeyle baktı. Deliliği yüzüne kazılmış­ tı. «Evet, babası benim,» dedi. «Ama o ırktan gelen birinin yaşamasını istemiyorum. Onu aşağı götür ve ateşe at.» Bir an Filomena, yanlış anladığını sandı. Brasi’nin ’ırk’ sözcüğünü kullanmasına da bir anlam vereme­ mişti. Acaba kızın İtalyan olmadığını mı belirtmek is­ tiyordu? Yoksa çocuğun annesinin aşağı sınıftan ol­ duğunu, kısacası kadının orospuluğunu mu kastedi­ yordu? Belki de Brasi kendi soyundan bir çocuğun yaşamasını istemiyordu. Ama Filomena onun sadece kaba bir şaka yaptığını sandı. Kısacası, «çocuk se­ nin,» dedi, «ne istersen yap.» Ve çarşafa sarılı çocu­ ğu adamın eline tutuşturmaya çalıştı. O sıra yorgun anne uyanmış, onlardan yana dön­ müştü. Tam da Brasi’nin kundağı sert bir hareketle ittiği andı bu. Kadın bu hareketi gördü. Bitkin bir ses­ le: «Luc, Luc, çok üzgünüm,» dedi. Brasi kadına bak­ tı. Otuz yıl sonra bile, «Korkunç bir şeydi bu,» diyor­ du Filomena, insan değil, iki canavardılar sanki. Bir­ birlerine duydukları nefretle oda alev alevdi. O ankadınla erkek için hiç bir şeyin, hatta yeni doğan bebeğin bile önemi yoktu. Yine de oarip bir ihtirastı bu. Şeytanca bir eğilimdi. Sonsuzluğa dek lânetlendikleri anlaşılıyordu. Sonra Luca Brasi, Filomena’ya döndü: «Söylediğimi yap,» dedi sertçe, «Seni zengin edeceğim.» Filomena korkusundan konuşamıyordu. Başını salladı yalnız. Sonunda: «Sen yap. Babası sensin, ne istersen yap,» diye fısıldayabildi. Ama Brasi cevap vermedi. Gömleğinin içinde taşıdığı bıçağını çıkardı: «Boğazlarım seni,» dedi. O an Filomena’nın kendini kaybetmiş olması ge­ rekiyor, yine de evin mahzenindeki dört köşe demir


kalorifer kazanı önünde durduğu gözünün önüne ge­ liyordu. Çarşafa sarılı bebek hâlâ kollarındaydı; be­ bekten hiç ses çıkmıyordu. (Ağlasaydı, ya da onu çimdiklemeyi akıl edecek kadar kurnaz olsaydım, de­ di Filomena, canavar belki insafa gelirdi.) Ocağın kapağını adamlardan biri açmış olmalıy­ dı; şimdi alevler görünüyordu. Sonra Filomena, sıcak­ tan nemlenen boruların bulunduğu, rutubet kokulu mahzende Brasi ile yalnız kaldı. Brasi bıçağını yeni­ den çıkardı. Onu öldürebileceğine şüphe yoktu. Göz­ lerinde alevler oynaşıyordu. Canavar yüzünün insan­ lıkla ilgisi yoktu. Şeytanın tâ kendisiydi, hem de delir­ miş bir şeytan. Filomena’yı fırının açık kapısına doğ­ ru itti. Hikâyenin burasına gelince Filomena sustu ve kemikli ellerini kucağında kavuşturdu. Michael’in göz­ lerinin içine baktı. Michael onun ne istediğini, ko­ nuşmadan hikâyesini tamamlamaya çalıştığını anla­ dı. Tatlılıkla: «Dediğini yaptın mı?» diye sordu. Yaşlı kadın başını salladı. Ancak bir bardak şarap daha içtikten, bir dua mı­ rıldandıktan ve haç çıkardıktan sonra Filomena hikâ­ yesine devam etti. Avucuna br tomar para tutuşturu­ lup evine getirilmişti. Olayla ilgili tek kelime söyler­ se öldürüleceğini biliyordu. Ama iki gün sonra Brasi genç İrlandalI kadını, çocuğunun annesini öldürdü. Polis Brasi’yi tutukladı. Korkudan deliye dönen Filo­ mena hemen Baba’ya koştu, olanları anlattı. Don Cor­ leone susmasını emretti ve her şeyi yoluna koyacağı­ nı söyledi. O sıralar Luca Brasi, Don Corleone’nin ya­ nında çalışmıyordu. Don Corleone, durumu düzeltmeye kalkışmadan önce Luca Brasi hücresinde bir cam parçasıyla boğa­ zını keserek kendini öldürmeye kalktı. Cezaevi has­ tanesine kaldırıldı. İyileştiğinde Don Corleone her şe­ yi halletmişti. Üstelik polisin elinde, cinayeti ispatla­ yacak delil de yoktu. Luca Brasi serbest bırakıldı. Gerçi Don Corleone, ne polisten, ne de Brasiden korkmamasını söylemişti ama, Filomena’nın rahatı huzuru kaçmıştı. Sinirleri berbattı. Artık ebelik ya­ pamıyordu. Sonunda kocasını, bakkal dükkânını sat­


maya ikna etti. Birlikte İtalya’ya döndüler. İyi adam­ dı Filomena’nın kocası. Filomena ona her şeyi anlat­ mış, adam anlayış göstermişti. Ne yazık ki o da zayıf bir insandı. Amerika’da köleler gibi çalışarak kazan­ dıkları parayı çarçur etti, öldükten sonra da Filome­ na hizmetçilik yapmak zorunda kaldı. Hikâyenin sonu böyleydi. Filomera bir bardak şarap daha içti. Michael’a: «Tanrı babanı korusun,» dedi, «ne zaman istediysem bana para yolladı. Beni Brasi’den kurtardı. Ona söyle, her gece ruhu için dua ediyorum. Ölüm­ den korkmasın.» Filomena gittikten sonra Michael: «Anlattığı hi­ kâye doğru mu?» diye sordu. Don Tommasino başını salladı. Michael, niçin kimsenin bu hikâyeyi anlatma­ dığını farketti. Kolay kolay anlatılacak bir şey değil­ di çünkü. Luca da ne adamdı ama! Ertesi sabah Michael meseleyi Don Tommasino ile konuşup tartışmak istedi, ama yaşlı adamın önemli bir haber üzerine Palermo’ya çağrıldığını öğrendi. Don Tommasino akşam döndü. Michael’i bir kenara çekti. Amerika’dan haber vardı: Don Tommasino’yu üzen, söylemeye dilinin varmadığı bir haber: Santino Cor­ leone öldürülmüştü.

YİRMİ DORDÜNCO KİTAP

SABAHIN erken saatlerinde Sicilya güneşi Michael’in yatak odasını liman rengine boyuyordu. Genç adam uyandı; Apollonia’nın saten parlaklığındaki vücudu­ na dokundu, sevgiyle okşadı. Genç kadın aşkla dolu uyandı. Seviştiler. Aylardan beri her şeyine sahip ol­ masına rağmen yine de genç kadının güzelliği ve ih­ tiraslı yaradılışı Michael’in gözlerini kamaştırıyor, şa- ' şırtıyordu. Apollonia koridorun ucundaki banyoda yıkanıp giyinmek için odadan çıktı. Sabah güneşinin dinlen­ dirici ışıkları altında çıplak yatan Michael bir sigara


yaktı. Evde ve villâda geçirecekleri son sabahtı bu. Don Tommasino, Sicilya’nın güney sahilinde başka bir kasabaya gitmeleri için gerekli hazırlıkları yapmıştı. Hamileliğinin ilk ayında olan Apollonia birkaç hafta ailesinin yanında kalmak istiyordu; daha sonra gizle­ necekleri yeni yerde Michael ile buluşacaktı. Önceki gece Don Tommasino, Apollonia yatma­ ya gittikten sonra Michael ile bahçede oturmuştu. Kaygılı ve yorgundu; Michael’in güvenliğinden kuşku­ su vardı. «Evlenmen dikkati üzerinize çekti,» dedi, «babanın seni başka bir yere yollamak için hazırlık yapmaması beni şaşırtıyor. Benim de kendime göre dertlerim var. Palermo’daki Jön Türkler yeterince ba­ şımı ağrıtıyorlar. Onlara bazı tekliflerde bulundum. Böylece haklarından fazlasını elde edecekler. Ama serserilerin gözü doymak bilmiyor. Tutumlarını anla­ mıyorum. Birkaç küçük denemeye giriştiler, ama ko­ lay kolay öldürülecek bir insan değilim. Küçümseyemeyecekleri kadar güçlü olduğunu anlamaları gerek. Ama gençler böyle işte, en kabiliyetlileri bile mesele­ leri sağduyu ile çözümlemeye çalışmıyor, her şeye sahip olmak istiyorlar.» Sonra Don Tommasino, iki çobanın, Calo ile Fabrizio’nun Alfa Romeo’da muhafız olarak kendisiyle birlikte gideceklerini söyledi. Ertesi gün şafak söker­ ken Palermo’daki işlerini izlemek için yola çıkaca­ ğından vedalaştılar. Doktor geceyi Palermo’da geçi­ recekti, gevezelik edebileceği için de Michael, Dr. Taza’ya gittiğinden söz etmeyecekti. Michael, Don Tommasino’nun sıkıntıda olduğunu biliyordu. Geceleri villânın çevresinde silâhlı nöbet­ çiler dolaşıyor, birkaç sadık çoban luparaları’yla ev­ de yatıp kalkıyorlardı. Don Tommasino da silâhlıydı; özel muhafızını yanından hiç ayırmıyordu. Sabah güneşi yakmaya başlamıştı. Michael si­ garasını söndürdü. Bir bez pantolon, iş gömleği ve SicilyalI erkeklerin çoğunda raslanan siperli kasketi­ ni giydi. Çıplak ayakla pencereden eğilip baktı ve Fabrizzo’nun bahçe sandalyelerinden birinde oturdu­ ğunu gördü. Tembel tembel sık, siyah saçlarını tarı­


yordu; lupara’sını dikkatsizce bahçe masasının üstüne bırakmıştı. Michael bir ıslık çaldı. Fabrizzio başını kaldırdı. «Arabayı getir,» diye seslendi. Michael aşağıya, «beş dakikaya kadar yola çıkacağım. Calo nerede?» Fabrizzio ayağa kalktı. Gömleğinin önü açıktı; göğsündeki döğmenin kırmızı, mavi renkleri görünü­ yordu. «Calo mutfakta kahve içiyor,» dedi Fabrizzio, «karınız da sizinle gelecek mi?» Michael ona ters ters baktı. Son haftalarda Fabrizzio’nun gözleriyle Apollonia’yı izlediğini hatırladı. Don Tomassino’nun arkadaşının karısına yanaşmak cesaretini gösterecek değildi. Sicilya’da ölüme giden daha emin bir yol olamazdı. Michael soğuk bir tavır­ la: «Hayır, gelmiyor,» dedi, «önce ailesinin yanına gidecek. Birkaç gün sonra bizimle buluşacak.» Fab­ rizzio Alfo Romeo’nun konduğu küçük, taş binaya doğru telâşla giderken onu izledi. Michael da yıkanmak için koridordan banyoya yürüdü. Apollonia banyoda yoktu. Mutlaka mutfakta, Sicilya’nın öbür ucundaki ailesini bir kez daha gör­ mek istediğini belirtmekle hissettiği suçluluk duygu­ sunu gidermek için Michael’ın kahvaltısını elleriyle hazırlamaktaydı. Daha sonra Don Tommasino onu, •Michael’ın bulunduğu yere göndermek için gerekli hazırlıkları yapacaktı. Mutfakta, yaşlı Filomena kahvesini getirdi, utana sıkıla genç adama veda etti. «Babama senden söz edeceğim,» dedi Michael, Filomena başını salladı. Calo mutfağa geldi. Michael’a: «Araba hazır, ba­ vulunuzu indireyim mi?» diye sordu. «Hayır, ben alırım. Apollonia nerede?» Calo’nun yüzünde şen bir gülümseme belirdi. «Arabanın şoför yerine oturmuş, gaza basmak için çıldırıyor âdeta. Amerika’ya gitmezden önce gerçek bir Amerikalı kadın olacak.» Sicilya’da bir köylü ka­ dının araba kullanmaya kalkıştığı duyulmuş şey de­ ğildi. Ama Michael villânın bahçesinde Apollonia’ntn Alfa Romeo’yu kullanmasına izin vermişti. Tabiî ken­ disi hep yanındaydı, çünkü Apollonia’nın fren yerine gaz pedalına bastığı oluyordu.


Michael, Calo’ya: «Fabrizzio ile beni arabada bekle,» dedi. Mutfaktan çıktı. Yatak odasına giden merdiveni tırmandı. Hazır olan bavulunu almazdan önce pencereden baktı. Arabanın, mutfağın önünde değil de sundurmanın altında beklediğini gördü. Apoilonia içindeydi. Çocuk gibi iki eliyle direksiyona ya­ pışmıştı. Calo da arabanın arka koltuğuna yiyecek sepetini yerleştiriyordu. O sıra Fabrizzio’nun bahçe kapısından dışarı çıktığını görmek Michael’ı sinirlen­ dirdi; herhalde çobanın dışarda yapacak bir işi vardı. Nereye gidiyordu acaba? Fabrizzio omuzunun üzerin­ den geriye baktı, Michael bu bakışta şüpheli, kaça­ mak bir şey sezdi. Bu allahın belâsı çobanın haddini bildirmeye karar verdi. Aşağı indi. Filomena’yı bir da­ ha görmek, son kez vedalaşmak için mutfağa girdi. Yaşlı kadına: «Dr. Taza hâlâ uyuyor mu?» diye sordu. Filomena’nın kırışık yüzünden kurnaz bir anlam belirdi: «Kart horozlar güneşin doğuşunu karşılamaz­ lar,» dedi, «doktor gece Palermo’ya gitmişti. Yor­ gun döndü!» Michael güldü. Mutfak kapısından çıktı. Limon çiçeklerinin kokusunu her zaman tıkalı burnu bile alı­ yordu. Apollonia’mn, villâdan on adım kadar uzakta­ ki arabadan el salladığını gördü. Sonra genç kadının, olduğu yerde beklemesini işaret ettiğini anladı. Araba­ yı Michael’in bulunduğu yere getirmekti amacı. Calo gülümseyerek arabanın yanında duruyordu. Luparası koltuğunun altından sarkmıştı. Oysa Fabrizzio’dan hâ­ lâ eser yoktu. Göz açıp kapayıncaya kadar, bilinçli bir düşünceye dayanmadan Michael her şeyi anladı. Karısına haykırdı: «Hayır! Hayır!» Ama Apollonia’nın kontak anahtarını çevirmesiyle kopan korkunç patla­ mada sesi boğulup gitti. Mutfak kapısı paramparça oldu; Michael üç metre ötedeki duvara tosladı. Du­ vardan kopan kiremitler sırtına düştü, bir kiremit de kafasında parçalandı. Kendini kaybetmeden, Alfa Ftomeo’dan geriye dört tekerlekle şasiden başka şey kalmadığını görecek zamanı buldu.


Michael çok karanlık gelen bir odada ayıldı. Al­ çak sesle konuşanları duydu ama kulağına kelimeler­ den çok mırıltılar geliyordu. Hayvanca bir içgüdüyle baygın numarası yaptı. Ama sesler kesildi. Yatağın yanındaki iskemleden biri üzerine doğru eğildi. Şimdi çok belirgin bir sesle: «Sonunda kendine geldi,» di­ yordu. Bir lamba yandı. Işığı Michael’ın gözlerini be­ yaz bir şimşek gibi kamaştırdı. Michael gözlerini yana çevirdi. Ağır ve duygusuzdu kafası. Yatağın üzerine eğilen yüzün Dr. Taza’nın yüzü olduğunu neden son­ ra anladı. «Sana bir bakayım, sonra ışığı söndüreceğim.» dedi. Dr. Taza yavaşça. Michael’in gözlerine kalem inceliğinde bir fener tuttu. «İyileşeceksin,» dedi son­ ra. Odadaki başka birine döndü. «Onunla konuşabilir­ sin.» Yatağın yanında oturan Don Tommasino idi. Mic­ hael şimdi onu iyice görüyordu. Don Tommasino : «Michael, Michael, seninle konuşabilir miyim?» di­ yordu. «Yoksa dinlenmek mi istiyorsun?» Cevap verecek yerde işaret etmek için el kaldır­ mak Michael’a çok daha kolay geldi. Don Tommasi­ no: «Arabayı garajdan Fabrizzio mu getirdi? diye sordu. Michael farkında olmadan gülümsedi. İnsanın ilik­ lerini dolduran, ama soruya evet diyen garip bir gü­ lümsemeydi bu. Don Tomassino tekrar konuştu : «Fabrizzio ortadan kayboldu. Beni dinle, Michael. Bir haftadır komadasın. Anladın mı? Herkes öldüğünü sanıyor, onun için emniyettesin. Seni aramaktan vaz­ geçtiler. Babana haber yolladım; o da talimat verdi. Artık çok kalmadı. Amerika’ya döneceksin. Dönene kadar rahatça burada dinlen. Benim o.lan dağlardaki bu küçük çiftlikte seni bulamazlar, öldüğünü sandık­ larından Palermo’dakiler benimle barış yaptılar. Yani bütün bu süre içinde, peşine düştükleri insan senm'şsin, benim peşimde olduklarına inandırmaya çalı­ şırlarken seni temizlemek istiyorlardı. Bunu bilmen gerekiyor. Geri kalan her şeyi bana bırak. Sen gü­ cünü topla ve dinlen.» Şimdi Michael her şeyi hatırlıyordu. Karısının,


Calo’nun öldüğünü biliyordu. Mutfaktaki yaşlı kadını düşündü. Onun kendisiyle birlikte dışarı çıkıp çıkma­ dığını hatırlayamıyordu. «Filomena?» diye fısıldadı. Don Tommasino sakin bir sesle: «Ona bir şey olma­ dı,» dedi, «yalnız biraz burnu kanadı patlamadan. Fi­ lomena için kaygılanma.» Michael: «Fabrizzio,» dedi, «çobanlara söyleyin, bana Fabrizzio’yıı getiren Sicilya’nın en verimli ot­ laklarına sahip olacak.» İki erkek de rahat bir soluk aldılar. Don Tomma­ sino yakınındaki masadan bir bardak aldı. Bardakta­ ki amber rengi sıvıyı dikti. Dr. Taza, yatağın üstüne oturdu. Dalgın dalgın: «Artık dul kaldığını biliyorsun,» dedi, «Sicilya’da pek az raslanır senin gibisine.» San­ ki bu durum Michael’i avutacaktı. Michael, daha yaklaşması için Don Tommasino’ya işaret etti. Don yatağa oturdu; başını eğdi. «Ba­ bama söyleyin, beni eve aldırsın,» dedi Michael, «ba­ bama, onun oğlu olmak istediğimi söyleyin.» Oysa Michael’in yaralarının geçmesi için bir ay gerekti. Kâğıtların hazırlanması ve güvenli bir yol­ culuk sağlanması iki ay aldı. Ancak üçüncü ayın so­ nunda, Palermo’dan Roma’ya, Roma’dan da New York’a uçtu. Bu sure boyunca da Fabrizzio’nun izi bu­ lunamadı.


y ir m i b e ş in c i

BÖLÜM

KAY Adams üniversiteyi bitirince doğduğu yer olan New Hampshire’e yerleşti ve öğretmenliğe başladı. Michael’in ortadan kayboluşunu izleyen altı ay içinde her hafta genç adamın annesine telefon edip onu sormuştu. Mrs. Corleone Kay’i hep dostça karşılamış, her konuşmayı da: «Çok çok iyi bir kızsınız. Siz Mikey’i unutmak ve iyi bir koca bulmak,» diye bitirmişti. Kay bu sözlere hiç alınmamıştı. Çünkü yaşlı kadının, güç durumda bulunan genç bir kızın iyiliğini düşü­ nerek bunları söylediğini anlıyordu. İlk ders yılı sona erince New York’a gidip bir­ kaç elbise almaya, eski okul arkadaşlarını görmeye karar verdi. New York’ta daha ilginç bir iş aramayı da düşünüyordu. Hemen hemen iki yıldan beri Long Beach’e telefon etmekten vaz geçmesine rağmen davetleri reddederek, hiç bir yere gitmeden, okuya­ rak, öğreterek evde kalmış bir yaşlı kız hayatı yaşa­ mıştı. Bu şekilde devam edemiyeceğini biliyordu; sinirliydi, mutsuzdu. Oysa Michael’ın kendisine mek­ tup yazacağını, şu veya bu şekilde bir haber yolla-


yacağına inanmaya devam ediyordu. Michael’ın bu­ nu yapmaması genç kızı kırmıştı. Çünkü davranışın­ da bir güvensizlik vardı. Erkenden trene atladı, öğleden sonra da otele vardı. O saatte kız arkadaşları çalıştıklarından onları rahatsız etmek istemedi. Gece ziyaretlerine gidecek­ ti. Yorucu tren yolculuğundan sonra da alışverişe çıkmayı canı hiç istemiyordu. Otel odasında yalnız oluşu, sevişmek için Michael’la hep otel odalarını kul­ lanmalarını hatırîayışı Kay’in içinde bir yalnızlık duy­ gusu uyandırdı. İşte her şeyden çok bu duygu, Long Beach’den Michael’ın annesini arama fikrini verdi. Telefonda Kay’e New York ağzıyla konuşan bir erkek sesi cevap verdi. Kay, Mrs. Corleone ile ko­ nuşmak istediğini bildirdi. Birkaç dakikalık bir ses­ sizlik oldu. Sonra Kay, Michael’ın annesinin sesini ta­ nıdı. Genç kız önce bir şaşkınlık geçirdi: «Ben Kay Adams’ım, Mrs. Corleone,» dedi, «beni hatırladınız mı?» «Tabiî, tabiî, hatırlıyorum,» dedi Mrs. Corleone, «nasıl bunca zaman siz aramaz? Siz evlendi?» «Hayır, evlenmedim,» dedi Kay, «başka işlerim vardı.» Ana Corleone’nin niçin aramadığını sorması­ na şaşırmıştı. «Michael’den haber aldınız mı? Nasıl, iyi mi?» Telefonun öbür ucunda bir sessizlik oldu. Sonra Mrs. Corleone, daha güçlü bir sesle cevap verdi: «Mikey burada. Sizi hiç aramaz? Hiç görmez?» Kay’in başı döndü, içinde uyanan ağlamak iste­ ğinden utanç duydu. «Ne zamandan beri burada?» di­ ye sorarken sesi titriyordu. Mrs. Corleone: «Altı aydır,» dedi. «Ah, evet, anlıyorum,» diyebildi Kay, Anlıyordu da, Michael’m annesi oğlunun onu ne kadar hafife aldığını bildiriyordu, kavurucu bir utanç dalgasıyla al­ lak bullak oldu. Peşinden öfkelendi: Michael’a, an­ nesine, aşk serüveni sona erse bile dürüst bir arka­ daşlığı yürütecek incelikten yoksun bütün yabancılara ve italyanlara kızdı. Kendisiyle artık yatmak istemese bile, bu Michael, Kay’ın bir dost olarak meraka kapı­


lacağını düşünemiyor muydu? Kendisiyle evlenmek istemese de, dar kafalı, cahil bir Italyan kızı gibi in­ tihar edeceğini, ya da kızlığını yitirince fırlatıp atıl­ dığından bağıra bağıra mesele çıkaracağını mı sanı­ yordu? Yine de, elinden geldiğince sakin konuşma­ ya baktı: «Anlıyorum, teşekkür ederim,» dedi, «Michael’ in evine döndüğüne, iyi olduğuna sevindim. Öğ­ renmek istemiştim yalnız, öğrendiğime göre de si­ zi bir daha rahatsız etmem.» Mrs. Corleone, Kay’in dediklerini anlamamış gi­ bi sabırsızlıkla: «Mike’yi görmek isterseniz hemen buraya gelmek. Ona güzel bir sürpriz yapmak. Siz taksiye binecek, kapıdaki adama taksi parası ödeme­ sini ben söyleyecek, Şoföre saatin yazdığından iki kat fazla para vereceğini söylemek. Yoksa ta Long Beach’e gelmez. Ama parayı vermek yok. Kocamın kapı­ daki adamı taksi parası ödeyecek,» «Gelemem, Mrs. Corleone,» dedi Kay ilgisizce, «Michael beni görmek isteseydi daha önce evimden arardı. İlişkilerimizi sürdürmek niyetinde olmadığı belli.» Mrs. Corleone’nin keyifli sesi karşılık verdi: «Siz çok iyi bir kız, var güzel bacaklarınız ama pek yok akıl. Geliyorsunuz beni görmek için, yok Mikey, Mikey için, Ben konuşmak istiyor sizinle. Hemen gel­ mek. Taksi parası vermemek. Bekliyorum.» Kay tıkır­ tıyı duydu. Mrs. Corleone telefonu kapamıştı. Kay tekrar telefon edip gelemeyeceğini bildire­ bilirdi ama Michael’i görmek, dostça da olsa onun­ la konuşmak istiyordu. Şimdi açıkça, çekinmeden bu­ raya geldiyse normal bir hayat yaşayabilirdi demek. Büyük bir özenle giyindi, boyandı. Çıkmaya hazır olun­ ca aynada kendini süzdü. Michael’ın ortadan kaybol­ duğu iki yıl öncesinden daha mı güzeldi? Yoksa Mic­ hael onu çok yaşlı ve çirkin mi bulacaktı? Vücudu daha kadınlaşmış, kalçaları yuvarlaklaşmış, göğüsleri irileşip olqunlaşmıştı. Michael hep inceliğinden ötü­ rü onu sevdiğini söylerdi, ama İtalyanların dolgun vü­ cutlu kadınlardan hoşlandıkları bilinirdi. Hem önemi yoktu bütün bunların. Michael’in artık kendisiyle bir


alış - verişi kalmamıştı, açıkça ortadaydı bu. Yoksa evinde geçirdiği şu altı ay içinde onu arardı. Çağırdığı taksi, Kay tatlı tatlı gülümseyip saatin iki katını vereceğini söyleyene dek Long Beach’e git­ meye yanaşmadı. Yol bir saat sürüyordu, üstelik Long Beach’deki ev, Kay’in son gördüğünden bu yana hay­ li değişmişti. Evlerin çevresi demir parmaklıklıydı. Giriş kapısı da demirdendi. Bez pantolon ve kırmızı gömleğinin üzerine beyaz spor ceket giymiş bir bekçi taksi saatini okumak için başını içeri uzattı. Sonra şo­ före birkaç dolar verdi. Kay, şoförün hiç itiraz etme­ diğini, aksine çok hoşnut kaldığını görünce arabadan indi. Bahçeden geçip ortadaki eve yürüdü. Kapıyı Mrs. Corleone açtı. Kay’e sarılıp yanakla­ rından öpmesi genç kadını şaşırttı. Sonra Kay’e hay­ ran hayran baktı: «Siz güzel kız,» dedi açıkça, «be­ nim oğlanlar aptal.» Kay’i içeri çekti. Bir tepsi yiye­ cekle ocakta kahve ibriğinin hazır olduğu mutfağa götürdü. «Michael neredeyse döner,» dedi, «siz ona sürpriz yapacak.» Karşılıklı oturdular. Yaşlı kadın Kay’i bir şeyler yemeğe zorluyor, öte yandan da büyük bir merakla sorguya çekiyordu. Kay’in öğretmenliği seçişine, es­ ki okul arkadaşlarını ziyaret etmek için New York’a gelişine, yalnız yirmi dört yaşında oluşuna çok sevin­ di. Sanki her ayrıntı önceden verdiği kararları doğru­ lamış gibi hoşnutlukla başını sallıyordu. Kay öyle sinirliydi ki yalnız sorulara cevap veriyor, başka şey söylemiyordu. Michael’i mutfak penceresinden ilk gören Kay ol­ du. Evin önünde bir araba durdu; içinden iki adam çıktı. Sonra da Michael. Adamlardan biriyle konuş­ mak için doğruldu. Kay yüzünün sol yanını gördü, şı­ marık bir çocuğun tekmeleyerek ezdiği bir bebek gibi eğri büğrüydü suratının bir yanı. Ne gariptir, Michael Kay’e eskisi kadar yakışıklı geldi, yine de gözlerinin yaşla dolmasına engel olamadı. Michael’in eve gir­ mek için dönerken kar gibi beyaz bir mendili ağzına ve burnuna götürüp orada bir an tuttuğunu gördü. Kapının açıldığını, Michael’in adımlarının holde ilerlediğini, mutfağa doğru geldiğini duydu. Şimdi


Michael önlerindeydi; annesiyle Kay’e bakıyordu, ön­ ce ilgisiz gibiydi. Sonra hafifçe gülümsedi; yüzünün, yara izleri taşıyan yanı ağzının daha fazla açılmasını önlüyordu. En kayıtsız haliyle ona: «Merhaba, nasıl­ sın?» demekte kararlı olan Kay yerinden firladı, kol­ larına sığındı ve yüzünü genç adamın omuzuna göm­ dü. Michael onun ıslak yanaklarını öptü, ağlaması bi­ tinceye kadar öyle tuttu. Sonra birlikte arabaya bin­ diler; Michael bir el işaretiyle muhafızını uzaklaştır­ dı. Genç kadın yeniden boyanacak yerde mendiliyle arta kalan boyaları silerken birlikte yola çıktılar. «Böyle davranmayı düşünmemiştim,» dedi Kay, «ama kimse bana bu kadar ağır yaralandığını söyle­ memişti.» Michael güldü. Yüzünün bereli yanına dokundu. «Bunu mu söylemek istiyorsun? Bir şey değil ca­ nım. Yalnız durmadan burnumun akmasına sebep olu­ yor. Artık eve döndüğüme göre icabına bakacağım. Sana mektup yazamaz, ya da haber yollayamazdım. Her şeyden önce bunu anlaman gerekiyor.» «Peki,» dedi Kay. «Şehirde bir yerim var. Oraya gidebilir miyiz, yoksa bir lokantada iki kadeh içip yemek yemek mi istersin?» «Aç değilim.» Bir süre konuşmadan New York’a doğru ilerledi­ ler, «Üniversiteyi bitirdin mi?» diye sordu Michael. «Evet, Şimdi doğduğum şehirde öğretmenlik ya­ pıyorum. Polisi öldüreni buldular mı? Bu sayede mi eve dönebildin?» Michael bir an cevap vermedi: «Evet, buldular. Bütün New York gazeteleri yazdı. Sen okumadın mı?» Kay, rahat bir soluk alarak güldü. Michael katil değildi demek. «Biz yalnız New York Times gazetesini alırız. Böyle bir olay o gazetenin seksen dokuzuncu sayfasının bir yerine sıkıştırılmıştır ancak. Okumuş olsaydım annene daha önce telefon ederdim.» Sus­ tu. Sonra : «Annenin konuşmasj çok garip,» dedi, «neredeyse senin polisi öldürdüğüne inanacaktım.


Sen gelmezden biraz önce, kahvelerimizi içerken ba­ na, itirafta bulunan bir deliden söz ediyordu.» «Belki de annem başlangıçta cinayeti benim iş­ lediğime inandı da ondan.» Michael gülümsedi : «Anneler polis gibidir. Hep en kötü şeyi düşünürler.» Mjchael arabayı Mullberry caddesindeki, kendi­ sini tanıdığı anlaşılan bir adamın garajına bıraktı. Son­ ra Kay’i fakir mahalleye uyan, oldukça eski görünüş­ lü bir eve götürdü. Michael’da ön kapının anahtarı vardı. Kay içeri girince buranın, bir milyonerin evi gi­ bi pahalı ve rahat eşyalarla döşenmiş olduğunu gör­ dü. Michael onu merdivenle geniş bir salon ve koca bir mutfağın bulunduğu birinci kata çıkardı. Bir kapı yatak odasına açılıyordu. Salonun bir köşesinde bir bar vardı. Michael alçak sesle: «Yatak odasına geç­ sek daha iyi olur,» dedi. Kay içkisinden bir yudum al­ dı. Gülümsedi. «Evet,» dedi. Kay için Michael’la sevişme eskisi gibiydi; yal­ nız genç adam daha haşin, daha açık, eskisi kadar şefkatli değildi. Tetikte bekler gibi bir hali vardı. Kay durumun düzeleceğini umarak hiç yakınmadı. Erkek­ lerin bu gibi hallerde kadınlardan çok daha duyarlı ol­ malarını eğlenceli buldu. İki yıllık bir ayrılıktan son­ ra Michael ile sevişmek ona dünyanın en olağan şe­ yi gelmişti. Hiç ayrılmamış gibiydiler. «Bana mektup yazabilirdin. Bana güvenmen ge­ rekirdi,» dedi Michael’a sokularak. «Ben de New England omertasını uygulardım. Belki bilirsin. New England’lılar çok sıkı ağızlıdırlar.» Michael karanlıkta hafifçe güldü. «Beni bekleye­ ceğini hiç ummadım,» dedi, «olanlardan sonra beni bıraktığını sanıyordum.» Kay: «O iki adamı öldürdüğüne asla inanma­ dım,» diye atıldı hemen, «Ama annen onları vurduğu­ nu kabul ediyor sanki. Yüreğim böyle bir şey yapma­ yacağını söylüyordu. Seni çok iyi tanıyorum çünkü.» Michael’in içini çektiğini duydu, «öldürüp öldür­ memem önemli değil,» dedi, «bunu anlaman gerek.» Kay sesindeki soğukluğa şaştı, «öyleyse, onları öldürüp öldürmediğini söyle,» dedi.


Michael yatakta oturup yastığına dayandı. Ka­ ranlıkta sigarasının ucu parladı. «Sana evlenme tekli­ finde bulunursam, bana cevap vermek için önce bu sorunun cevabını mı bekleyeceksin?» «Umurumda bile değil,» dedi Kay. «Seni seviyo­ rum, umurumda bile değil. Ama sen de beni sevseydin gerçeği söylemekten kaçınmazdın. Gidip polise söylememden çekinmezdin, öyle değil mi? Demek gerçek bir gangstersin? Ama yine umurumda değil. Önemli olan artık beni sevmediğin. Eve döndüğünde bir kere bile aramadın.» Michael sigarasını tüttürüyordu. Sigaranın sıcak küllerinden bir kısmı Kay’in çıplak sırtına döküldü. Kay hafif bir çığlık attı. Şakacı bir tavırla: «Bana iş­ kence etmeyi bırak, kimseye söylemem,» dedi. Michael gülmedi, Sesi dalgındı. «Biliyor musun eve döndüğümde ailemi, babamı, annemi, kızkardeşim Connie’yi ve Tom’u görmek beni pek sevindirme­ di. İyiydi onları görmek, ama umurumda bile değil­ di. Sonra bu akşam eve döndüm. Mutfakta seni gör­ düm, sevindim. Sevgi dediğin bu mu?» «Bana bu kadarı da yeter,» dedi Kay. Bir süre daha seviştiler. Michael bu kez daha şefkatliydi. Sonra içki getirmek için dışarı çıktı; ge­ ri dönünce yatağın karşısındaki koltuğa oturdu. «Biraz daha ciddi konuşalım,» dedi, «benimle evlenmeye ne dersin?» Kay gülümsedi. Onu yatağa çağırdı. Michael da güldü. «Ciddi ol,» dedi, «olup bitenler hakkında sana hiç bir şey anlatamam. Artık babamın yanında çalışıyor, zeytinyağı ithalâtını yönetebilmek için ge­ rekli bilgileri ediniyorum. Ama ailemin ve babamın düşmanları olduğunu biliyorsun. Dul kalabilirsin genç yaşta; ihtimal zayıf ama yine de var. Sonra sana her gün yazıhanede ne olduğunu, ne yaptığımı da anla­ tamam. işim hakkında sana bir şey söyleyemem. Ka­ rım olacaksın ama asla iş ortağım değil. Eşit paylar­ da ortak olamayacağız anlayacağın. İmkânsız bu.» Kay yatakta doğrulup oturdu. Gece masasının üze­ rinde duran lâmbayı, sonra da sigarasını yaktı. Yas­ tıklara dayanıp sakin bir sesle: «Bana gengster oldu­


ğunu anlatmak istiyorsun, değil mi» dedi, «öldürü­ len kişiler ve cinayetle ilgili diğer suçlardan sorumlu olduğunu söylüyorsun. Ve benden, hayatının o bölü­ mü hakkında asla sana sormamamı, hatta düşünme­ memi istiyorsun. Tıpkı korku filimlerinde kıza ev­ lenme teklif eden canavar gibi.» Michael pis pis sırıt­ tı. Yüzünün yaralı yanını Kay’e çevirdi. Kay üzüntüy­ le: «Ah Mike, yüzüne dikkat ettiğim bile yok,» diye atıldı. «Yemin ederim umurumda değil.» «Biliyorum,» dedi Michael gülerek, «şu burnumun akması olmasa hoşuma bile gidiyor.» Kay: «Ciddi olmamı söyledin,» diye konuşmasını sürdürdü, «evlenirsek nasıl bir hayat sürmem ge­ rekiyor? Annenin, bir Italyan ev kadınının hayatını mı yaşamalı, yalnız evimle ve çocuklarımla mı ilgilen­ meliyim? Ya sana bir şey olursa? Ya bir gün hapse girersen?» «Hayır, imkânsız bu,» dedi Michael, «beni öldüre­ bilirler, evet, ama hapse girmem.» Kay onun bu güven dolu cevabı karşısında gül­ mekten kendini alamadı. «Ama nasıl emin olabilir­ sin?» dedi, «doğru söyle.» Michael içini çekti: «Sana anlatamayacağım, an­ latmak istemediğim şeyler var.» Kay uzun bir süre konuşmadı. Sonra: «Bütün bu aylar boyunca beni aramadın,» dedi. «Şimdi benimle niçin evlenmek istiyorsun? Yatakta çok mu iyiyim?» Michael ciddî ciddi başını salladı: «Elbette,» de­ di, «ama seninle hiç bir şey vermeden de yatabildiğime göre, evlenmem için yeterli neden olamaz. Bak, bana şimdi cevap verme, Birbirimizi görmeye devam ederiz. Ailenle de görüş. Babanın, kendi yönünden çok sağlam biri olduğunu duydum. Onun öğütlerini dinle.» «Cevap vermedin, benimle evlenmek istemenin nedenini söylemedin,» dedi Kay. Michael çekmeceden beyaz bir mendil aldı. Bur­ nuna tuttu. Sümkürdü. Sonra sildi. «Bu bile benimle evlenmemen için yeterli bir neden. Durmadan burnu­ nu çekerek ortalıkta dolaşan bir erkek ister misin?»


Kay sabırsızlıka: «Hadi, hadi, ciddi ol,» dedi, «sana bir soru sordum.» Michael mendili elinde tutuyordu. «Peki,» dedi, «ilk ve son kez anlatacağım. Hayatta sevgi duyduğum, önemsediğim tek kişi sensin. Seni aramadım, çünkü bütün olanlardan sonra hâlâ benimle ilgilenebileceğin hiç aklıma gelmedi. Haklısın, senin peşini bırakma­ yabilir, zor kullanabilirdim. Ama istemedim. Şimdi sa­ na söyleyeceğim şeyi bana bile tekrarlama : işler yolunda giderse beş yıla kadar Corleone Ailesi çok namuslu olacak. Bunu gerçekleştirmek için bazı hileli şeylerin yapılması gerekiyor. Belki o zaman sen zen­ gin bir dul olursun. Şimdi seni neden mi istiyorum? Çünkü seni arzuluyor, bir aile kurmak istiyorum. Ço­ cuklarım olsun istiyorum. Zamanı geldi. Sonra çocuk­ larımın, babamın etkisinde kaldığım gibi benim et­ kimde kalmalarını istemiyorum. Babamın beni bile bi­ le etkilediğini söylemeye kalktığım yok. Asla böyle bir şey yapmadı. Benim doktor, profesör gibisinden biri olmamı istedi. Ama işler yolunda gitmedi; ailem için mücadele etmek zorunda kaldım. Mücadele et­ tim, çünkü babama hayranlık duyuyor; onu seviyo­ rum. Saygıyı onun kadar hak eden başka bir erkek tanımıyorum. İyi bir koca, iyi bir baba ve hayatta ken­ disi kadar talihli olmayan kişilere hep dostça davran­ dı. Babamın başka bir yönü daha var ama oğlu ola­ rak bu yanları beni ilgilendirmez. Her neyse, çocuk­ larımın başına da aynı şeylerin gelmesini istemiyorum. Çocuklarımın senin etkinde kalmalarını istiyorum. Tam Amerikalı, gerçek Amerikalı olmak için büyüme­ lerini istiyorum. Belki onlar, çocukları ya da torun­ ları siyaset hayatına atılırlar.» Michael gülümsedi. «Neden olmasın? Dartmouth üniversitesindeki tarih derslerinde Cumhurbaşkanlarının geçmişlerini incele­ miştik. Bir çocuğun, aşılmadıklarına şükretmeleri ge­ reken babaları, dedeleri vardı. Ama ben çocuklarımın doktor, öğretmen yahut müzisyen olmalarını yeğ tu­ tarım. Aile işine asla karışmayacaklar. Hem büyü­ düklerinde ben işten çekilmiş olacağım. Seninle bir kulübe üye yazılacak, hali vakti yerinde Amerikalıla­


rın hayatını sürdüreceğiz. İşte teklifim. Nasıl, hoşuna gitti mi?» «Harika,» dedi Kay, «ama dulluk bölümünü at­ ladın.» «Dul kalman ihtimali pek yok. Sana dürüst dav­ ranmak için söyledim bunu.» Michael mendiliyle bur­ nuna dokundu. «İnanamıyorum, senin öyle bir kişi olabileceğine inanamıyorum,» dedi Kay. Yüzünde şaşkın bir anlam vardı, «Meseleyi bütünüyle kavrayamıyor, nasıl ola­ bildiğini anlayamıyorum.» Michael kibar bir tavırla: «Daha fazla açıklama­ da bulunamayacağım,» dedi, «konu üzerinde düşün­ mek zorunda değilsin. Bütün bunların birlikte yaşa­ yacağımız hayatla hiç ilgisi yok.» Kay başını salladı : «Benimle nasıl evlenmek is­ tersin, beni sevdiğini nasıl hissettirirsin? Bana bu sözü hiç söylemedin ama az önce babanı sevdiğini açıkladın. Benden çok şüphelendiğin için hayatının en önemli bölümünü anlatmak istemiyor, sonra da ev­ lenmeye kalkıyorsun. Güvenemeyeceğin biriyle nasıl yaşayabilirsin? Baban annene güveniyor, biliyorum.» «Evet,» dedi Michael, «ama bu, babamın ona her şeyi anlattığı anlamına gelmez. Sonra babamın anne­ me güvenmesi için bir takım nedenler var. Evlendik­ leri, annem karısı olduğu için değil, annem hayatları­ nın en güç döneminde dört çocuk doğurdu. Babam vu­ rulduğu zaman ona baktı, korudu. Babama inanıyor­ du. Kırk yıl süreyle her şeyden önce ona sadık ka'dı. Sen de bu kadarını yaparsan, belki de aslında hiç işitmek istemediğin bazı şeyleri anlatırım.» «Long Beach’de mi oturmak zorundayız?» diye sordu Kay. Michael başını salladı : «Evet ama kendi evimiz olacak. O kadar kötü bir şey değil bu. Ailem bize ka­ rışmaz. Kendi hayatımızı yaşarız. Ama işler düzene girinceye kadar Long Beach’de oturmamız zorunlu.» «Başka yerde yaşamak senin için tehlikeli de­ ğil mi?» diye sordu Kay. Tanıdığından bu yana ilk kez, Michael’in sinirlen­ diğini gördü. Herhangi bir davranış ya da ses de­


ğişikliğiyle kendini göstermeyen, ama ölüm soğuğu gibi dışarı vuran bir öfkeydi. Kay onunla evlenmezse nedeninin bu öfke ola­ cağını düşündü. «Gazetelerde, filimlerdeki saçmaların Allah belâ­ sını versin,» dedi Michael, «babam ve Corleone Aile­ si hakkında yanlış düşüncelerin var. Sana son bir açıklamada bulunacağım, ama gerçekten son olacak bu. Babam karısı, çocukları ve güç anlarında ihtiyaç duyabileceği dostları için çalışan bir iş adamıdır. İçinde yaşadığımız toplumun kuralları, onun gibi ola­ ğanüstü güce ve yaradılışa sahip bir insana uymadı­ ğından bu kurallara boyun eğmez. Babamın kendini Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Yüksek Mahkeme üyeleri ve Eyalet Valileriyle eşit tutmasını anlaman gerek. Başkaları tarafından kararlaştırılmış, kendisini yenik bir hayata mahkûm eden kurallara uyarak ya­ şamayı reddediyor. Ama asıl hedefi bu topluma büyük bir güçle katılmak. Çünkü toplum, yeterli gücü ol­ madıkça bireyleri korumuyor aslında. Bu arada da, toplumun kanunî yapısından çok daha üstün olduğu­ na inandığı ahlâk kurallarına göre hareket ediyor.» Kay onu inanmayan bakışlarla dinliyordu. «Ama gülünç bu,» dedi, «ya herkes baban gibi yaparsa ne olur? O zaman toplum hayatı işlemez, gerisin geri taş devrine döneriz. Mike, söylediklerine inanmıyor­ sun, değil mi?» Michael acı acı gülüm sedi: «Sana babamın duy­ gularını, inançlarını anlatıyorum ben. Bu adamın de­ ğişmeyeceğini anlamanı istiyorum. Neyse o. Ama, so­ rumsuz bir insan değil, hiç olmazsa yarattığı dünya­ da sandığının tersine eli makineli tüfekli canavarla il­ gisi yok. Kendine göre aklı başında ve bilinçli bir adam.» Kay yavaşça : «Peki sen neye inanıyorsun?» diye sordu. Michael omuz silkti. «Aileme inanıyorum,» diye cevap verdi, «sana ve birlikte kuracağımız aileye inancım var. Toplumun bizi gözeteceğine güvenmiyo­ rum. Kaderimi, bir yığın insanı kandırarak kendileri­ ne oy vermelerini sağlayan heriflerin eline bırakmak


niyetlisi değilim. Ama şimdilik, babamın sonu yakla­ şıyor. Bir zamanlar yaptıkları, büyük tehlikeler göze alınmadan yapılamaz artık, istesek de, istemesek de Corleone Ailesi topluma katılacak. Ama katılacağımız zaman geldiğinde çok nüfuzlu olmamızı istiyoruml Yani paramız ve bir sürü malımız olmalı. Herkesin ka­ derini paylaşmaya başlamadan önce çocuklarımın gü­ venliğini sağlamak isterim.» «Ama vatanın için gönüllü savaştın. Savaş kah­ ramanıydın. Seni bu kadar değiştiren nedir?» Michael : «Bu konuşma bizi hiç bir sonuca götür­ mez,» dedi. «Belki doğduğun şehirde sık sık gördü­ ğün eski kafalı tutuculardan biriyim ben de. Kendi işi­ ne bakan bireycinin teki. Aslında hükümetlerin halk­ larına aldırdıkları yok, ama asıl neden başka. Bütün söyleceğim de şu; Babama yardım etmeliyim; onun yanında olmalıyım. Sen de benim yanımda olmak is­ teyip istemediğine karar ver.» Kay’e gülümsedi. «Bel­ ki sana evlenme teklif etmek hiç de iyi fikir değil!» Kay yatağı yokladı : «Evlilik konusunu bilmem,» dedi. «Ama iki yıl süreyle erkek nedir tanımadım. Şimdi seni o kadar kolay bırakmam. Gel bakalım bu­ raya.» Birlikte yatağa uzanıp ışığı söndürdüklerinde Kay mırıldandı : «Beni bırakıp gittiğinden beri kim­ seyle sevişmediğime inandın mı?» «İnandım.» «Ya sen?» dedi Kay, daha tatlı bir sesle. «Benim kadınlarla yattığım oldu.» Kay, kasıldı­ ğını hissediyordu Michael'in. «Ama son altı ay için­ de hiç bir kadın tanımadım.» Doğruydu. Apollonia’nın ölümünden beri seviştiği ilk kadın Kay’di.

YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

BÜYÜK bir zevksizlikle düzenlenip döşenen lüks dai­ re, otelin arkasındaki bir uydurma periler ülkesi de­


koruna bakıyordu. Turuncu ampullerin sarıldığı pal­ miyeler dikilmişti buraya; çöl yıldızlarının altında iki büyük yüzme havuzunun koyu suları parlıyordu. Ufuk­ ta, ışıklar içindeki vadiye sığınan Las Vegas’ı çev­ releyen kum ve taş tepeleri vardı. Johnny Fontane kalın, işlemeli, kurşunî perdeyi kapattı. Odaya dön­ dü. Dört kişilik özel bir ekip — krupye, veznedar, yardımcı ve gece kulüplerindeki bütün benzerleri gi­ bi yarı çıplak bir garson kız— tek kişilik bir kumar partisi için gerekli hazırlıkları yapıyorlardı. Nino Valenti dairenin oturma odasındaki divana uzanmıştı. Elinde bir su bardağı dolusu viski, at nalı biçimi yirmi bir masasıyla altı iskemlenin hazırlanışını izliyordu. «Güzel, güzel,» dedi peltekleşmeye başlayan konuş­ masıyla, «Johnny, hadi şu itoğlu itlere karşı birlikte oynayalım. Talihim.var. Canlarına okuruz.» Johnny yatağın önünde duran arkalıksız iskem­ leye oturdu : «Biliyorsun, ben kumar oynamam,» de­ di. «Kendini nasıl hissediyorsun. Nino?» Nino ona acı acı gülüm sedi: «Fevkalâde. Gece yarısından sonra karılar gelecek. Yemek yiyecek ve yine kumar masasına döneceğiz. Kumarhanede elli bin dolar kazandığımı biliyor musun?» «Evet,» dedi Johnny, «nalları diktiğinde bunca paranın kime kalmasını istiyorsun?» Nino içkisini bir yudumda içip bitirdi. «Johnny» dedi, «sen eğlenmeyi bilen adam ününü nasıl sağla­ dın allasen? Sıkıcı bir insansın, Johnny. Las Vegas’a gelen turistler bile senden daha çok eğleniyorlar.» Johnny: «Haklısın,» dedi, «kumar masasına gö­ türmemi ister misin?» Nino divanın üstünde doğrulmaya çalıştı. Ayak­ larını sımsıkı halıya bastı. «Ben giderim,» dedi. Elin­ deki bardağı yere düşürdü. Ayağa kalktı. Oyun ma­ sasının hazırlandığı yere dimdik yürüdü. Kâğıtları da­ ğıtacak olan adam hazırdı. Krupye yardımcısının ar­ kasında durmuş bakıyordu. Veznedar, iki adım öte­ deki bir iskemleye oturmuştu. Garson kadın, Nino’nun en ufak hareketini görebileceği yerde bir sandalyeye yerleşmişti.


Nino yeşil örtüye parmaklarıyla vurarak: «Fiş­ ler,» dedi. Krupye cebinden bir defter çıkardı. Bir makbuz doldurdu. Küçük bir dolma kalemle birlikte Nino’nun önüne koydu : «İşte, Mr. Valenti,» dedi, «başlangıç için beş bin.» Nino makbuzun altına imzasını attı. Adam makbuzu cebine koydu. Veznedara işaret etti. Veznedar, önünde duran bölmeli kutudan bir hokkabazın ustaca parmak hareketleriyle siyah ve al­ tın rengi yüz dolarlık fişler aldı. Beş saniyeden daha kısa bir süre içinde Nino’nun önünde onar tanelik, her biri yüz dolarlık beş fiş dizisi belirdi. Yeşil örtünün üzerinde iskambil kâğıtlarından bir parça daha büyük, kenarları beyaz altı tane dört­ gen vardı. Her dörtgen bir iskemlenin önündeydi. Şimdi Nino bu dörtgenlerden üçüne fişlerini yerleşti­ riyor, böylece üç kişilik oynuyordu. Nino önündeki fişleri karıştırdı. Johnny’ye döndü : «İşte geceye bey­ le başlamalı, değil mi Johnny?» dedi. Johnny gülümsedi. Nino gibi bir kumarbazın oyun oynarken makbuz imzalamak zorunda kalması olağan bir şey değildi. Yüksek oynayan birinin sözü yeterliydi. Belki de sarhoş olduğundan Nino’nun hiç bir şey hatırlamayacağını sanmışlardı. Nino’nun her şeyi hatırladığını, hiç bir şeyi unutmadığını bilmiyor­ lardı. Nino durmadan kazandı. Üçüncü elden sonra par­ mağını kaldırarak kadın garsona işaret etti. Kadın odanın öteki ucundaki bara gitti. Nino’nun çavdar vis­ kisini koca bir su bardağında getirdi. Nino içkiyi al­ dı. Kadının beline sarılabilmek için, öteki eline ge­ çirdi. «Yanıma otur şekerim,» dedi, «birkaç el oyna. Bana şans getir.» Kadın garson çok güzeldi; ama Johnny onun ki­ şiliksiz, buz gibi bir karı olduğunu ilk bakışta anla­ mıştı. Nino’ya gülümsüyordu, ama aslında gözü ka­ ra ve sarı fişlerdeydi. Johnny: «Ne olacak yani?» di­ ye düşündü, «niçin bu kadın da fişlerin bir bölümünü almasın?» Nino'nun, parası karşılığında daha iyi bir şey elde edemediğine üzülüyordu. Nino kadının birkaç el oynamasını bekledi. Son­


ra fişlerden birini verip, kalçasını okşayarak masa­ dan uzaklaştırdı. Johnny ona içki getirmesi için işa­ ret etti. Kadın içkiyi getirdi ama, sanki şimdiye kadar çevrilmiş en büyük filmde en önemli bölümü oynuyor gibiydi. Büyük Johnny Fontane üzerinde çekiciliğini deniyordu. Gözleri ışıl ışıl yandı, yürüyüşü çok şey söylüyordu; aralık ağzı gözle görülür bir ihtirasla el­ de etmek istediği en yakınındaki nesneyi ısıracak gi­ biydi. Azgınlıkla kıvranan bir dişi hayvanı andırıyordu; ama bunların hepsi de yapmacıktı. Johnny Fontane : «Hey Tanrım,» diye geçirdi içinden. «Biri daha 'şte.» Johnny’yi yatağa sürüklemek isteyen kadınlar hep ay­ nı numarayı yaparlardı. Numaraları ancak Johnny çok sarhoş olduğu zaman sökerdi. Ama şu sıra Johnny sarhoş değildi. Kıza ünlü gülümsemesiyle karşılık verdi : «Teşekkür ederim, yavrum,» dedi. Kız ona bak­ tı. Dudakları teşekkür anlamında şekillendi, gözleri bulanıklaştı. Uzun, file çoraplar içindeki bacaklarının bitimindeki kalçaları ihtirasla kıvrılır gibi oldu. Kadı­ nın vücudunda büyük bir gerilim vardı sanki. Göğüs­ leri daha büyümüş, ince açık blûzunu parçalayıp çı­ kacaktı neredeyse. Sonra bütün vücudu ürperdi. San­ ki kadın, sırf Johnny Fontane kendisine gülümseyip : «Teşekkür ederim güzelim,» dediği için cinsel zev­ kin doruğuna ulaşmıştı. Rolünü güzel oynamıştı doğ­ rusu, Johnny’nin şimdiye kadar gördüklerinin en iyisiy­ di. Ama bunun ne denli uydurma olduğunu biliyordu, üstelik böyle davranan kadınlar yatakta hiç de ilginç değillerdi. Kadının gidip sandalyesine oturuşunu izledi. İç­ kisini yavaş yavaş yudumladı. Aynı oyunun tekrar oy­ nanmasını istemiyordu. Bu gece keyfi yerinde değil­ di. Nino Valenti bir saat sonra kendinden geçmeye başladı, önce öne eğildi, arkaya doğru kaykıldı. Son­ ra da sandalyesinden yere yuvarlandı. Neyse, krupye ile yardımcısı dikkatli davranmış, NFho başını yere vurmadan koşup onu yakalamışlardı. Nino’yu kaldırıp perdelerin ötesindeki yatak odasına taşıdılar, Johnny, kadın garson ve kâğıt dağıtan adam onları izlediler.


Kadın garsonla diğer iki adamın Nino’yıı soyup çarşafların altına sokuşlarını izledi Johnny. Sonra krupye masadaki fişleri saydı, önündeki deftere not aldı. Johnny : «Bu durum ne kadardır devam ediyor?» diye sordu. Adam omuz silkti. «Bu gece pek erken sızdı. İlk keresinde doktoru çağırdık. Mr. Valenti’ye bir ilâç ver­ di. Galiba bir şeyler de anlattı. Sonra Nino, bize, bir daha böyle olursa doktoru çağırmamamızı, kendisini hemen yatağına yatırmamızı, sabaha bir şeyi kalma­ yacağını söyledi. Biz de dediğini yaptık. Çok talihli. Bu gece yine kazandı. Hemen hemen üç bin dolar.» Johnny Fontane: «Doktoru çağıralım bu gece, olur mu?» dedi. «Doktoru mutlaka bulun.» Ancak on beş dakika sonra Jules Segal içeri gir­ di. Johnny adamın hiç de doktora benzemediğini gör­ dükçe sinirleniyordu. Bu gece, beyaz süsleri bulunan bol, mavi bir spor gömlek giymişti, ayaklarında beyaz süet pabuçlar vardı. Çorap giymemişti. Bu kılıktaki bi­ rinin elinde, doktorların geleneksel siyah çantasını taşıması gülünç kaçıyordu. John ny: «Çantanı golf takımlarınla birlikte taşı­ manın yolunu bulsan iyi olur,» dedi. Jules anlayışla gülümsedi : «Evet bu çanta ger­ çekten çok kötü. İnsanların akıllarını başlarından alı­ yor. Çantanın hiç olmazsa rengini değiştirseler bari.» Nino’nun yattığı yere geçti. Çantasını açarken Johnny’ye : «Yolladığın çeke teşekkür ederim,» dedi. «Çok fazla yazmışsın. Basit bir muayene o kadar et­ mez.» «Ben, çok daha fazla ettiği inancındayım,» dedi Johnny. «Neyse bırak bunları da sen Nino’ya bak. Ne­ si var?» Jules, Nino’nun kalbine, nabzına ve tansiyonuna baktı. Çantasından bir iğne çıkardı. Nino’nun koluna gelişigüzel bir hareketle soktu. Hastanın yüzündeki solgun renk kayboldu. Kan dolaşımı hızlanmış gibi yanaklarına renk geldi. Jules: «Hastalığı teşhis etmek çok basit,» dedi. «İlk bayıldığında onu tepeden tırnağa muayene edip bazı testler yapmıştım. Kendine gelmezden önce de


hastaneye yatırdım. Şekeri var. İlâçlarla, perhizle ko­ layca önüne geçilebilir; bir mesele değil. Arna Nino aldırış etmiyor, üstelik kendini içkiyle öldürmeye ka­ rar vermiş. Karaciğer berbat, yavaş yavsş beyni de hapı yutuyor. Şu anda hafif bir şeker komasına gir­ miş durumda. Bence, hemen bir kliniğe yatırılması gerekli.» Johnny rahatladığını hissetti, önemli değildi ney­ se; yapılacak şey Nino’nun kendine dikkat etmesiydi. «Şu insanı içkiden geçirdikleri bir yere mi yatıra­ lım?» diye sordu. Jules odanın öbür ucundaki bara gitti. Kendine bir bardak içki doldurdu. «Hayır,» dedi, «kapatmak gerek. Tımarhaneye demek istiyorum.): «Şaka ediyorsun,» dedi Johnny. «Hayır, şaka etmiyorum. Ruh hastalıkları konu­ sunda uzmanlığım yok ama biraz anlarım. Mesleğimin gereği. Karaciğeri mahvolmadıysa arkadaşın Nino oi> dukça iyi bir duruma getirilebilir. Karaciğerinin duru­ munu da ancak otopsiden sonra kesinlikle anlayabi­ liriz. Bence asıl hastalık onun kafasında. Ölüp ölme­ mek umurunda bile değil; belki kendini öldürmeyi bi­ le istiyor. Bu durum düzelmedikçe Nino’dan umut yok. Dolayısiyla bir akıl hastanesine kapatılması ve gerek­ li psikiyatri tedavisi görmek zorunda bırakılması şart diyorum sana.» Kapı çalındı. Johnny açmak için gitti. Gelen Lucy Mancini idi. Johnny’ye sarılıp onu öptü : «Ah Johnny, seni gördüğüme çok sevindim.» «Görüşmeyeli hayli zaman oldu,» dedi Johnny. Lucy'nin değiştiğini farketmişti. Genç kadın hayli za­ yıflamıştı, çok daha zevkli giyiniyor ve giysileri daha çok yakışıyordu. Saçlarını kısacık kesmişti; bu da yüzüne çok iyi gitmişti. Her zamankinden genç ve gü­ zeldi. Johnny onunla arkadaşlık edip etmemeyi dü­ şündü. Tam bir kadın olmuştu Lucy. Ama Johnny, he­ men kendini toparladı. Lucy’nin, doktorun sevgilisi ol­ duğunu hatırlamıştı. Dostça gülüm sedi: «Gece yarı­ sı Nino’nun apartmanında ne işin var, ha?» diye sor­ du. Lucy omuzuna bir yumruk indirdi. «Nino’nun has­


ta olduğunu duydum. Sonra Jules geldi. Belki bir yar­ dımım dokunur diye koştum. Nino’nun bir şeyi yok, değil mi?» «Evet, tabii,» dedi Johnny. «Nino iyileşecek.» Jules divanın üzerine yayılıp oturmuştu. «Çok iyi, çok iyi,» dedi. «Hep birlikte oturup Nino’nun ken­ dine gelmesini bekleyelim. Sonra da onu bir akıl has­ tanesine yatmaya razı ederiz. Lucy, Nino seni sever; belki bize yardım edebilirsin. Johnny, gerçekten Ni­ no’nun dostuysan sen de benden yana olursun. Yoksa zavallı Nino’muzun karaciğeri bir üniversite laboratuvarında kavanoza konur.» Doktorun bu düşüncesizce tutumu Johnny'yi kır­ mıştı. Ne sanıyordu kendini? Bunu söylemek üzerey­ di ki yataktan Nino’nun sesi g e ld i: «Hey, dostum! Bir bardak içkiye ne dersin?» Nino yatağın içinde oturmuştu. Lucy’ye gülümse­ di. «Bebeğim, Nino’na gel!» Kollarını açtı. Lucy yata­ ğın kenarına oturup ona sarıldı. İşin garibi, Nino hiç de hasta gibi değildi. Nino parmaklarını şaklattı. «Haydi, Johnny, bana içki ver. Gece daha çok ilerlemedi. Oyun masası ne­ rede?» Johnny elindeki bardaktan bir yudum içki aldı. «İçki içme sen,» dedi Nino’ya. «Doktorun yasakladı.» Nino hom urdandı: «Doktorun canı cehenneme.» Sonra yüzünde şakacı bir anlam belirdi. «Hey Lucy, doktorum sensin, tamam mı? Johnny bana bir bardak içki ver, yoksa kalkıp kendim alacağım.» Johnny, omuz silkti. Bara doğru gitti. Jules ilgi­ siz bir tavırla : «İçki içmemeli,» dedi. Johnny, niçin Jules’e kızdığını biliyordu. Dokto­ run sesi her zaman sakindi; ne kadar kötü olursa ol­ sun, hiç bir kelimenin üstüne basmıyordu. Uyarıda bulunuyordu ama bu uyarı yalnız sözde kalıyordu. Se­ si ilgisiz, ağzından çıkanı önemsemez gibiydi. İşte Johnny’nin Nino’ya bir bardak viski götürmesine bu ses sebep oldu. Nino’ya bardağı vermezden önce : «Bu onu öldürmez, değil mi?» diye sordu Jules’e. «Hayır, öldürmez,» dedi Jules sükûnetle. Lucy ona kaygıyla baktı. Bir şey söylemek istedi ama son­


ra vazgeçti. Bu arada Nino bardağı almış içkiyi boğa­ zından aşağı akıtmıştı. Johnny, Nino’ya gülümsüyordu; bu züppe dokto­ ra haddini bildirmişlerdi. Ama Nino birden boğulur gi­ bi oldu. Yüzü mosmor kesildi; soluk alamıyordu. Vü­ cudu balık gibi ileri fırladı; yüzüne kan oturmuş, bu yüz şişmiş gözleri yuvalarından dışarı uğramıştı. Jules yatağın öteki yanında belirdi; Johnny ve Lucy’ye baktı. Nino’nun ensesine yapıştı, enjektörü omuzuna, boynuna yakın bir yere soktu. Nino gevşedi, vücudu­ nun sarsıntıları geçti; az sonra kendini yastıkların üzerine bıraktı. Gözleri kapandı. Johnny, Lucy ve Jules oturma odasına geçtiler. Kahve masasının çevresine oturdular. Lucy mavi tele­ fonlardan birini açtı. Yukarıya kahve ile yiyecek yol­ lanmasını söyledi. Johnny bara girip kendine içki dol­ durmuştu. «Viskinin böyle bir etki yapacağını biliyor muydunuz?» diye sordu. Jules omuz s ilk ti: «Hemen hemen emindim,» de­ di. Johnny sert bir sesle : «O halde beni niçin uyar­ madın?» dedi. «Seni uyardım.» «Gerektiği gibi değil,» dedi Johnny buz gibi bir öfkeyle. «Allahın belâsı bir doktorsun. Hiç bir şey umurunda değil. Nino’yu tımarhaneye kapatmamı söy­ lüyorsun. Sanatoryum gibi daha efendice bir sözcük kullanma gereğini bile duymuyorsun.» Lucy önüne bakıyordu, Jules Johnyy’ye gülüm­ sedi : «içkiyi Nino’ya vermekten seni hiç bir şey alıkoyamayacaktı,» dedi, «uyarılarımı, emirlerimi dinle­ mediğini, kabul etmediğini göstermek zorundaydın. Boğaz ameliyatından sonra özel doktorun olmamı tek­ lif ettiğini hatırlıyorsun, değil mi? Kabul etmedim; çünkü geçinemeyeceğimizi biliyordum. Bir doktor ken­ dini Tanrı sanır, çağdaş toplumun baş rahibi görür en azından, ödüllerinden biri bu. Ama bana asla böy­ le biri gibi davranmayacaktın. Senin için uydurma bir Tanrı olacaktım. Hollywood’daki doktorlarınız gibi. O doktorları da nereden bulursunuz bilmem? Tanrım, bir şey bilmezler mi, hiç bir şeye aldırış etmezler mi?


Nino’nun rahatsızlığını anlamamaları imkânsız. Ama onu ayakta tutabilmek için çeşit çeşit ilân verdiler. O ipekli elbiseleri giyiyor, kıçınızı yalıyorlar; siz de on­ ları büyük doktor sanıyorsunuz. Kalbinden rahatsızla­ nabilirsin ama onlara vız gelir, ölmene yahut yaşama­ na aldırış bile etmezler. Evet, benim eğlencem, ba­ ğışlanmayacak bir şey de olsa, insanları yaşatmak­ tır. Neler olacağını görmen için Nino’ya içki verme­ ne göz yumdum.» Jules, Johnny Fontane’ye doğru eğildi. Sesi hâlâ sakin, duygusuzdu. «Arkadaşın uçu­ rumun kenarında. Bunun ne demek olduğunu anlaya­ biliyor musun? Tedavi edilmez, sıkı bir kontrol altın­ da tutulmazsa umut yok. Tansiyonu, şekeri ve kötü alışkanlıkları beyin kanaması yapabilir her an. Beyni kanla dolar. Bu kadarı senin için yeterince etkili mi? Elbette tımarhane dedim. Gerekli olanı anlamanı iste­ dim. Yoksa parmağının ucunu bile kıpırdatmazdın. Sa­ na her şeyi açıkça söyleyeceğim : Arkadaşını bir tı­ marhaneye kapatırsan kurtarırsın. Yoksa yanağına bir veda öpücüğü kondur.» Lucy mırıldandı : «Jules, sevgilim; bu kadar sert davranma, yalvarırım. Güzellikle söyle.» Jules ayağa kalktı. Johnny Fontane her zamanki soğukkanlılığını yitirdiğini hoşnutlukla gördü. Sesi bile şimdi tekdüzelikten yoksundu. «Bu durumda kalan biriyle ilk kez mi konuşmak zorunda kaldığımı sanıyorsun?» dedi. «Her gün yapı­ yorum bunu. Lucy sert olmamamı söylüyor ama ne de­ diğinin farkında değil. Biliyor musun, insanlara, o ka­ dar çok yemeyin ölürsünüz, o kadar içmeyin, ölürsü­ nüz, diyorum. Hiç kimse kulak vermiyor. «Yarın ölür­ sünüz, diyorum. Hiç kimse kulak vermiyor. «Yarın öle­ ceksin!» demiyorum da ondan dinlemiyorlar. Sana, Nino’nun yarın pekâlâ öleceğini söyleyebilirim.» Jules bara gidip kendine içki hazırladı. «Ne der­ sin Johnny, Nino’yu tımarhaneye kapatacak mısın?» Johnny : «Bilmiyorum,» dedi. Jules içkisini bir yudumda bitirdi. Bardağını tek­ rar doldurdu : «Ne garip, insan kendini sigara içerek öldürür, içki içerek öldürür, çalışarak öldürür, hatta yiyerek öldürür. Bunların hepsi kabul edilebilir. Im-


kânsız olan ölesiye sevişmek. Oysa en büyük engel­ ler bu alanda insanın karşısına çıkarılıyor.» içkisini bitirmek için sustu : «Ama kadınlar için bu noktada da güçlükler var. Artık çocuk doğurmama­ sı gereken kadınlar gelirdi bana. «Çok tehlikeli olur çocuk doğurmanız,» derdim onlara, «ölebilirsiniz.» Bir ay sonra başlarını kapıdan uzatırlardı. Yüzleri mut­ lulukla pespembe : «Doktor, galiba hamileyim,» der­ ler, gerçekten de hamile çıkarlardı. «Çocuk doğurma­ nız tehlikeli» derdim. O günlerde sesim duyguluydu tabii. Bana gülümser, «Kocamla ben koyu katoliğiz,» diye cevap verirlerdi.» Kapı vuruldu. İki garson üzeri yiyecek ve gümüş kahve takımlarıyla dolu bir arabayı içeri soktular. Ara­ banın altında taşınabilir bir masa çıkardılar, kurdu­ lar. Sonra Johnny, dışarı çıkmaları için onlara işaret etti. Masanın başına geçip Lucy'nin ısmarladığı sıcak sandviçleri yiyip kahve içtiler. Johnny arkasına da­ yandı. Bir sigara yaktı : «Yani böylece hayat kurtarı­ yorsun,» dedi Jules’e. «Peki, nasıl kürtajcı oldun?» Lucy ilk kez ağzını açtı : «Başları • derde giren, bebekten kurtulmak için intihar etmek yahut tehlike­ li şeyler yapmak zorunda kalan kızları kurtarmak, on­ lara yardım etmek için,» dedi. Jules ona gülümsedi, içini çekti : «O kadar basit değil mesele» dedi. crSonunda operatör oldum. Usta ellerim vardı. Ama o kadar ustaydım ki korkudan aptallaşmıştım sanki. Zavallı bir hastanın karnını açar, öleceğini bilirdim. Ama kanserin ya da tümörün yeni­ den oluşacağını bile bile ameliyat eder, adamı gülüm­ seyerek evine yollardım. Bir kadın gelir, tutar tek me­ mesini de alırdım. Sonunda kadının içini, kavunun çe­ kirdeklerini temizlediğimiz gibi temizlerdim. Bütün bunlardan sonra kadın yine de ölürdü. Bu arada ko­ calar durmadan telefon e d e r: «Testler ne gösterdi?» diye sorarlardı.» Bunun üzerine, telefonlara cevap vermesi için sekreter tuttum. Hastayı, ameliyat, testler yahut mua­ yene için hazır olduğunda görüyordum. Ne de olsa işi başından aşkın bir insandım. Kocalarla ancak so­


nunda bir iki dakika konuşurdum. «Durum umutsuz,» derdim. Ama onlar duymazlardı sözümü. Anlamını kavrar, anlamazlıktan gelirlerdi. İşte o zaman kürtaja başladım. Rahat ve kolay bir işti; herkesi mutlu kılı­ yordu. Bulaşıkları yıkayıp mutfağı temizlemek gibi bir şeydi. Hoşuma gitti. Tam bana göre bir işti bu. İki aylık cenin bence insan değildir. Dolayısıyla mesele kalmıyordu. İyi para kazanıyordum. Yakalandığımda kendimi kaçak hissettim. Ama talihim varmış. Bir ar­ kadaş gerekli işlemleri yaptı. Beni kurtardı ama şim­ di büyük hastanelerde çalışamıyorum. Buraya geldim. Yine kimsenin dinlemediği öğütler vermeye başla­ dım.» «Ben seni dinliyorum,» dedi Johnny. «Söyledikle­ rin üzerinde de düşünüyorum.» Sonunda Lucy konuyu değiştirdi. «Vegas’da ne işin var Johnny? Dinlenmeye mi geldin, yoksa çalı­ şıyor musun?» Johnny başını salladı : «Mike Corleone beni gör­ mek, benimle konuşmak istemiş. Bu akşam Tom Hagen’le geliyor. Tom’un dediğine göre seninle de görüşeceklermiş. Meselenin ne olduğnu biliyor mu­ sun?» Lucy bilmediğini anlatmak için başını salladı. «Ya­ rın akşam birlikte yemek yiyeceğiz. Freddie de ola­ cak yemekte. Otelle ilgili bir şey sanırım. Son za­ manlarda gazino zarar ediyor. Olacak şey değil. Belkide Baba, Mike’in işi kontrol etmesini istemiştir.» «İşittiğime göre Mike yüzünü düzelttirmiş,» de­ di Johnny. Lucy güldü : «Kay kandırmıştı onu. Evlendikle­ rinde Mike ameliyata yanaşmamıştı. Neden bilmem? öyle çirkindi ki. Üstelik yüzündeki ârıza burnunun ak­ masına sebep oluyordu. Ameliyatı çok önce yaptır­ ması gerekirdi.» Lucy bir an sustu. «Ameliyat için Corleone ailesi Jules’ü de çağırdı,» dedi. Johnny başını salladı. İlgisiz bir sesle: «Ben öğütledim,» dedi. «Ya,» dedi Lucy, «öyle mi? Mike, Jules için de bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Yarın akşam bu amaçla birlikte yemek yiyeceğiz.»


Jules düşünceli bir ta v ırla : «Mike’ın kimseye güveni yok,» dedi, «benden herkesin yaptığına dik­ kat etmemi istedi, ameliyat sırasında. Basit, olağan bir ameliyat aslında. Herhangi iyi bir operatör yapabilir­ di.» Yatak odasından bir gürültü geldi; oturma oda­ sıyla yatak odasını birbirinden ayıran perdelerden yana baktılar. Nino yine ayılmıştı. Johnny gitti. Yata­ ğın kenarına oturdu. Lucy ile Jules de yatağın ayak ucunda durdular. Nino onlara hafifçe gülüm sedi: «Ta­ mam,» dedi Nino, «sersemlikten vazgeçiyorum. Çok kötü hissediyorum kendimi. Johnny, iki yıl önce o karılarla Palm Sprigs’deyken olanları hatırlıyor mu­ sun? Yemin ederim seni hiç kıskanmadım. Memnun­ dum. Bana inanıyorsun, değil mi?» Johnny: «Tabii Nino,» dedi, «sana inanıyorum.» Jules ve Lucy bakıştılar. Johnny Fontane hakkın­ da duydukları, bildikleri şeyler, Nino gibi bir arkada­ şının elinden kadın almaya kalkışmasını imkânsızlaş­ tırıyordu. Niçin Nino olayın üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen onu kıskanmadığını söylemek gere­ ğini duyuyordu? İkisi de Nino’nun, sevdiği kız Johnny Fontane’yle olabilmek için kendisini terketti diye ro­ mantik bir duyguya kapılıp içkiye düştüğünü sandı­ lar. Jules, Nino’yu yine muayene etti «Bu gece ya­ nına bir hastabakıcı bırakacağım,» dedi, «birkaç gün yataktan çıkmaman gerek. Şaka etmiyorum.» Nino gülüm sedi: «Peki doktor, yalnız hastaba­ kıcı pek güzel olmasın.» Jules, hastabakıcı için telefon etti. Lucy ile bir­ likte çıktılar. Johnny, hastabakıcı gelene kadar yata­ ğın yanındaki bir sandalyede oturdu. Nino uykuya dal­ dı. Yüzü bitkinliğini yansıtıyordu. Johnny Palm Springs'deki iki kadınla olanları, Nino’nun sözlerini geçir­ di aklından. Nino’nun kendisini kıskanacağı aklına bi­ le gelmezdi. Bir yıl kadar önce, Johnny Fontane, başında bu­ lunduğu film şirketinin dayalı döşeli yazıhanesinde oturmuştu. Hiç bu kadar kötü olduğunu hatırlamıyor­ du. Hayret edilecek bir şeydi bu; çünkü kendisinin


başrolü, Nino’nun da yardımcı rollerden birini aldığı film tonlarla para getiriyordu. İşler yoluna girmiş, herkes üstüne düşeni yapmıştı. Film için bir bütçe hazırlanmıştı. Herkes yığınla para kazanacaktı. Jack VVoltz belki de ömründen on yıl kaybetmişti. Şimdi Jonnhy’nin çevirmekte olduğu iki film daha vardı. Bi­ rinde kendisi, diğerinde de Nino baş rolü oynuyordu. Nino, kadınların bağırlarına bastıkları sevimli, tatlı âşık rolünde mükemmeldi. Dokunduğu her şey para getiriyor, sel gibi akıyordu para. Don Corleone de banka yoluyla payına düşeni alıyordu, özellikle işin bu yanı Johnny’nin rahatlamasını sağlamıştı. Vaftiz ba­ basının güvenini sarsmamıştı. Ama şimdi, bütün bun­ ların ona hiç faydası yoktu. Başarılı, bağımsız bir film yapımcısı olarak Johnny Fontane, şarkıcılık günlerinden çok daha bü­ yük bir nüfuza sahipti. Güzel kadınlar eskisi gibi ayak­ larına kapanıyorlar, ama şimdi bunu daha çok ticarî yönden yapıyorlardı. Bir uçağı vardı; eskisinden da­ ha lüks bir hayat yaşıyor, hiç bir sanatçının faydalanamadığı özel vergi indirimlerinden de yararlanıyor­ du. O halde niçin huzursuzdu? Ne olduğunu biliyordu Johnny. Başı ağrıyor, bur­ nu yanıyor, boğazı kaşınıyordu. Kaşıntıyı giderebil­ mesi için tek çıkar yol şarkı söylemesiydi; şarkı söy­ lemeyi denemeğe bile korkuyordu. Jules Segal’le bu konuyu görüşmüş, genç doktor ne zaman isterse de­ neyebileceğini söylemişti. Bir kere denemiş, sesi öyle boğuk ve çirkin çıkmıştı ki bundan vazgeçmişti. Er­ tesi gün de boğazı fena halde ağrımıştı. Hem, ses tellerindeki şişkinliklerin alınmasından önceki ağrı­ lara hiç benzemiyordu bu. Daha şiddetli, yakıcı bir ağrıydı. Şarkı söylemeyi sürdürmekten, sesini ebedi­ yen kaybetmekten korkuyordu. Şarkı söylemedikten sonra neyin önemi vardı? Başka hiçbir şey Johnny’yi ilgilendirmiyordu. Onun gerçekten bildiği tek şey şarkı söylemekti. Şarkı söylemeyi belki dünyada herkesten iyi biliyordu. Bü­ yük bir şarkıcıydı; bunu kendisi de anlıyordu şimdi. Geçen yıllar onu daha da ustalaştırmıştı. İyi ya da kötü, doğru veya yanlış söylediğini kimse anlatamaz­


dı ona. Onun da sorması gereksizdi nasılsa. Biliyordu. Yazık, çok yazık olmuştu... Günlerden Cuma’ydı. Hafta sonunu Virginia ve çocuklarıyla geçirmeyi kararlaştırdı. Geleceğini ha­ ber vermek için her zamanki gibi eski karısına tele­ fon etti. Aslında gelmemesini söylemesi için ona fırsat veriyordu. Ama Virginia hiç hayır demezdi. Yıllar ön­ ce boşanmalarına rağmen, bir kere bile Johnny’i ge­ ri çevirmişti. Ne kadın, diye düşündü, Johnny. Virgina konusunda talihliydi doğrusu. Onu başka ka­ dınlardan üstün tutmasına, sevmesine rağmen yeni­ den cinsel ilişki kurmalarına imkân olmadığını da bi­ liyordu. Belki altmış beş yaşını bulup emekliye ayrıl­ dıklarında her şeyden ellerini eteklerini birlikte çeke­ ceklerdi. Eve vardığında gerçekler bu düşüncelerini allak bullak etti. Virginia da iyi bir gününde değildi çün­ kü. üstelik kızlar, ata binmek üzere Kaliforniya’da bir çiftliğe davet edildiklerinden onu gördüklerine pek sevinmemişlerdi de. Virginia’ya kızları Kaliforniya’ya yollamasını söy­ ledi. Yanaklarından öperek ikisiyle vedalaştı. Onları çok iyi anlıyordu. Hangi çocuk, zaman zaman ba­ balık yapan asık suratlı bir adamla oturacağına, çift­ likte ata binmeyi yeğ tutmazdı? Virginia’ya, «Bir iki kadeh içip ben de gideceğim,» dedi. Virginia, «Peki,» dedi. Kötü günlerinden birindeydi o da. Pek seyrekti ama, onuri da kendini iyi hissetmediği zamanlar olurdu. Ne de olsa böyle bir hayatı sürdürmek kolay değildi. Virginia, Johnny’nin her zamankinden çok içtiği­ ni gördü. «Niçin neşelenmeye çalışıyorsun?» diye sordu. «Her şey yolunda gidiyor. Bu kadar iyi bir iş adamı olabileceğini hiç düşünmemiştim.» Johnny ona qü!ümsedi : «Pek güç olmadı,» dedi. Aynı zamanda düşünüyordu; demek, mesele buydu. Kadınları ve özellikle Virgina’yı iyi anlıyordu. İşleri yolunda gittiği için kızıyordu demek. Kadınlar, erkek­ lerin hayatta gerektiğinden fazla başarı kazanmala­ rından hoşlanmazlardı. Erkeklerin üzerinde sevgi, cinsiyet ve evlilik bağlarıyla yürüttükleri nüfuzu; kay­


bettiklerini sanırlardı. Bu yüzden içini dökecek yerde Virginia’yı neşelendirmek için. «Şarkı söyleyemedik­ ten sonra ne farkeder?» dedi. Virginia’nın sesi sinirliydi ş im d i: «Johnny, artık çocuk değilsin. Otuz beşini geçtin. Niçin hâlâ şar­ kı söyleyip söylememek seni kaygılandırıyor? Film yapımcısı olarak daha çok para kazanıyorsun.» Johnny ona merakla baktı : «Ben aslında şarkı­ cıyım,» dedi, «şarkı söylemeyi seviyorum. Bunun yaş­ lanmakla ne ilgisi var?» Virginia sabırsızdı : «Şarkı söylemen hiç bir za­ man hoşuma gitmedi. Film çevirebileceğini ispatla­ dığına göre, şarkı söylememene seviniyorum.» Johnny öfkeyle : «Ne kadar insafsızca konuşuyor­ sun,» deyince ikisi de şaşırdılar. Johnny iyice sar­ sılmıştı. Virginia nasıl böyle düşünebilir, ondan nasıl böylesine nefret edebilirdi? Virginia Johnny’yi yeterince üzüp kızdırınca gü­ lümsedi : «Sırf güzel sesinden ötürü bütün kadınlar peşinde koşarken ben neler hissettim sanıyorsun?» dedi. «Adamları peşimden koşturmak için kıçımı açıp sokaklarda gezsem ne hissedersin? Senin şarkıcılı­ ğın da buna benziyordu. Sesini kaybetmeni, bir daha şarkı söylememeni dilerdim hep. Tabii boşanmamız­ dan önce.» Johnny içkisini b itird i: «Hiç bir şey anlamıyor­ sun, Virginia. Hiç bir şey.» Mutfağa geçti. Nino’nun numarasını çevirdi. Hemen, hafta sonu birlikte Palm Springs’e gitmeyi kararlaştırdılar. Johnny yeni tanı­ dığı genç ve güzel bir kızı araması için Nino’ya tele­ fon numarasını verdi. «Senin için de bir kız bulur,» dedi, «bir saate kadar orada olacağım.» Virginia ile soğuk bir şekilde vedalaştılar. Ama Johnny aldırış bile etmedi. Virginia’ya pek seyrek kı­ zardı. Bu da o seyrek günlerden biriydi. Allah kahret­ sin, hafta sonunda çılgınlar gibi eğlenecek, kurdu­ nu dökecekti. Gerçekten de Palm Springs’de çok eğlendiler. Johnny’nin orada bir evi, bu mevsimde eve bakan adamları vardı. Kızlar hoşça vakit geçirmelerini sağ­ layacak kadar gençtiler; üstelik onlardan bir şey is­


teyecek açgözlülükte değillerdi henüz. Akşam yeme­ ğine kadar dostlarıyla yüzme, havuzunun başında oturdular. Nino kızıyla birlikte, yemeğe hazırlanmak ve sevişmek için odasına kapandı. Johnny aynı havada değildi. Bu yüzden Tina adlı bir sarışın olan kendininkini duş yapmaya yolladı. Virginia ile kavga ettik­ ten sonra kendinde, başka bir kadınla sevişecek gücü bulamazdı. İçinde piyano duran cam duvarlı oturma odasına geçti. Orkestrayla şarkı söylediği sıralar dinleyicileri eğlendirmek için piyanoda bir şeyler çalmaya çalı­ şırdı. Dolayısıyla da eli piyanoya biraz yatkındı. Otur­ du. Piyano eşliğinde bir iki parça mırıldandı. Şarkı söylemiyor, şarkının sözlerini tekrarlıyordu. Tina’nın içeri girip kendisine içki hazırladığını neden sonra farketti. Kız gelip yanına oturdu. Johnny birkaç parça daha çaldı. Kız da onunla birlikte söyledi. Sonra Tina’yı piyanonun başında bırakıp yıkanmak için oda­ sına çıktı. Duş yaparken de şarkı söyledi, ama konuşur gibi. Giyindi. Aşağı indi. Tina hâlâ yalnızdı; Nino kı­ zıyla eğleniyor, ya da içiyordu. Tina dışarı çıkıp havuzun başına gitti. Johnny tekrar piyanoya oturdu. Eski şarkılarından birini söy­ lemeye başladı. Boğazı yanmıyordu. Sesler alçak, ama düzgün çıkıyordu. Bahçeden yana baktı. Tina hâlâ oradaydı. Cam kapı kapalıydı; sesini duyamazdı. Anla­ yamadığı bir nedenle kimsenin sesini duymasını is­ temiyordu. Yeniden, çok sevdiği eski bir türküye baş­ ladı. Dinleyici karşısındaymış gibi bütün gücüyle söylüyor, boğazında yanma başlamasını bekliyordu. Ama böyle bir şey olmadı. Sesine kulak verdi; eski­ sinden farklı bir sesti bu. Ama hoşuna gitti. Daha kalın ve erkek sesiydi, yeni yetme sesi değil. Şarkısını bi­ tirdi. Piyano başında düşüncelere daldı. Derken arkasından Nino’nun : «Fena değil dos­ tum, hiç fena değil,» diyen sesini duydu. Johnny döndü. Kapının eşiğinde Nino duruyor­ du. Yalnızdı. Sevgilisi yanında değildi. Rahatladı. Ni­ no’nun sesini işitmesine aldırmazdı. «Evet,» dedi Johnny, «şu kızları başımızdan sa­ valım. Evlerine yollayalım.»


«Sen yolla,» dedi Nino, «iyi kızlar. Onları incit­ mek istemem, üstelik benimkiyle iki kere yattım. Kız­ cağıza bir yemek olsun yedirmeden nasıl sepetle­ rim?» Allah kahretsin, diye düşündü Johnny. Kötü de söylese kızlar dinleyebilirdi! Palm Springs’de tanıdığı bir orkestra şefine telefon etti; Nino’ya bir mandolin yollamasını söyledi. Orkestra şefi itiraz etti : «Kali­ forniya’da kimse mandolin çalmaz!» Johnyy bağırdı : «Bul bir mandolin.» Ev ses alma araçlarıyla doluydu. Johnny iki kıza araçları nasıl çalıştıracaklarını gösterdi. Sonra ye­ mek yediler. Johnny çalışmaya başladı. Nino ona man­ doliniyle eşlik ediyordu; bütün eski şarkılarını geçti­ ler. Hepsini de, sesini korumaya çalışmadan söyledi. Boğazında yanma yahut ağrı olmamıştı. Hayatının so­ nuna kadar şarkı söyleyebileceğini umuyordu. Şarkı söylemediği sıralar sık sık bunu düşünmüş, gençlik yıllarından daha değişik bir üslûpla nasıl yorumlaya­ bileceğini plânlamıştı. Şarkıları, kafasında daha bir olgunlukla geçmişti. Şimdi düşündüklerini gerçekleş­ tiriyordu. Bazan düşündükleri, söylediklerine uymaya­ bilirdi. Kendimi tutmadan! diye geçirdi içinden, artık sesine kulak vermiyor, kendini söylediği şarkıya veri­ yordu. Ara sıra aksadığı oluyordu ama önemsizdi bu. Uzun süredir şarkı söylememekten ileri geliyordu. Kafasında onu asla yanıltmayacak bir metronom var­ dı. Biraz çalıştı mı düzeltecekti. Sonunda şarkıyı kesti. Tina, gözleri ışıl ışıl ya­ narak yanına geldi. Onu uzun uzun öptü. «Şimdi an­ nemin niçin bütün filmlerine gittiğini daha iyi anlıyo­ rum,» dedi. Söylenecek en hatalı şeydi bu, ama şim­ di tam yerine oturmuştu. Nino ile Johnny güldüler. Ses şeritlerini dinlediler. Johnny kendi sesini duydu. Bir hayli değişmişti bu ses, Ama Johnny Fontane’nin sesi olduğuna hiç kuşku yoktu. Daha önce de farkettiği gibi, sesi daha kalınlaşmış, zenginleş­ mişti. Şimdi bu ses bir delikanlının değil, olgun bir er­ keğin sesiydi. Daha duygulu, daha kişilik sahibi bir yanı vardı. Üstelik teknik yönden eskisinden çok da­ ha üstündü. Usta işiydi. Şimdi böyle iyi olursa, çalış­


maya başladığında kim bilir ne kadar düzelecekti? Nino’ya gülümsedi : «Sandığım kadar iyi mi?» diye sor­ du. Nino onun mutlu yüzüne düşünceli düşünceli bak­ tı : «Hem de nasıl,» dedi, «ama bakalım yarın ne olacak?» Nino’nun kötümserliği Johnny’nin canını sıktı. «Seni namussuz herif seni,» dedi, «böyle şarkı söy­ leyemeyeceğini biliyorsun. Yarın için hiç kaygılan­ ma. Artık bitti. Kendimi çok iyi hissediyorum.» Ama o gece bir daha şarkı söylemedi. Nino’yla birlikte kız­ ları bir partiye götürdüler. Tina geceyi Johnny’nin yatağında geçirdi ama Johnny pek başarılı olmadığı­ nı hissetti. Kız biraz hayal kırıklığına uğramıştı. John­ ny : «Ne önemi var,» diye düşündü. «İnsan her şeyi aynı gün başaramaz ya.» Sabah kaygılı uyandı; sesine kavuşması bir düş­ tü sanki, içinde belli belirsiz bir korku vardı. Düş görmediğini anlayınca, bu kez sesinin tekrar kısılacağından korkmaya başladı. Pencerenin önünde du­ rup bir parça mırıldandı. Sonra pijamalarıyla oturma odasına indi. Piyanonun tuşlarına basıp istediği notayı buldu. Bir süre sonra piyano eşliğinde şarkı söy­ lemeye çalıştı. Alçak sesle söylüyordu ama, boğazın­ da bir yanma yahut bir ağrı yoktu. O zaman sesini yük­ seltti. Ses telleri sağlamdı. Zorlaması gerekmiyordu. Sesi rahat rahat akıp gidiyordu. Johnny kötü dönemin geçtiğini, sesini kazandığını farketti. Artık film yapım­ cılığını yüzüne gözüne bulaştırmasının, gece Tina’yı memnun edememesinin, tekrar şarkı söylemeye baş­ ladığı için Virqinia’nın kendisinden nefret etmesinin önemi yoktu. Yalnız bir tek noktada pişmanlık duyu­ yordu. Kızlarına şarkı söylemeye çalışırken sesini kazansaydı, ne kadar güzel olurdu...

Otelin hastabakıcısı tıp araçlarıyla do'u bir ara­ bayı iterek odaya girdi. Johnny kalktı. Uyuyan, belki de ölmek üzere bulunan Nino’ya baktı. Nino’nun sesi­ ni kazandığı için kendisini kıskanmadığını biliyordu.


Bundan büyük mutluluk duyduğu için kıskanmıştı sa­ dece. Şarkı söylemeye bu kadar değer vermesine içerlediğini biliyordu. O an gerçeği açıkça görebildi. Nino Valenti yeryüzünde hiç bir şeye değer vermiyor­ du. Dolayısıyla da hayatta kalması için bir neden yoktu.

YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

MİCHAEL Corleone akşam geç vakit geldi; emrine uyarak onu havaalanında karşılamadılar. Yanında, Tom Hagen’le Albert Neri adlı yeni muhafız vardı. Otelin en lüks dairesi Michael ile yanındakilere ayrılmış, Michael’in görmesi gereken kişiler dairede toplanmışlardı. Freddie kardeşini sevgiyle kucakladı. Yaşlandık­ ça irileşiyor, daha sevimli, hatta şen bir görünüş ka­ zanıyordu. Dış görünüşüne eskisinden çok önem veri­ yordu. Kurşunî ipekli kumaştan çok güzel dikilmiş bir elbise giyiyordu. Elbiseye uygun süsleri de ihmal et­ memişti. Saçları usturayla düzeltilmiş, bir film yıldızınınki gibi özenle taranmıştı. Yüzü iyi bir berber elin­ den geçtiği için pırıl pırıl parlıyordu. Tırnakları da bir manikürcü elinde düzeltilmişti. Dört yıl önce New York’tan buraya yollanan insandan çok farklıydı şim­ di. Arkasına yaslandı. Michael’ı sevgiyle süzdü. «Estetik ameliyatla yüzünü düzeltirdiğinden beri çok daha iyi görünüyorsun,» dedi. «Karın sonunda seni ra­ zı etti, ha? Kay nasıl? Ne zaman buraya, ziyaretimize gelecek?» Michael ağabeyine gülüm sedi: «Sen de çok iyi görünüyorsun. Kay bu kez gelebilirdi ama bir çocuğu daha olacak, üstelik de peşinden ayrılmayan bir oğlu­ muz var. Ben yalnız İş için geldim Freddie; yarın ak­ şam yahut öbür sabah geri dönmek zorundayım.» «önce bir şeyler ye,» dedi Freddie, «otelin aşçı­


sı mükemmel. Şimdiye dek yemediğin kadar güzel ye­ meklerimiz var. Git duş yap, üstünü değiştir. Masayı buraya hazırlatacağım. Görmek istediğin kişileri ça­ ğırdım, sen hazır olunca gelecekler. Haber vermem yeterli.» Michael tatlı bir sesle : «Moe Green’i sona bıraka­ lım, olur mu?» dedi, «Johnny Fontane ile Nino bizim­ le yemek yesinler. Lucy ve doktor arkadaşı da. Yemek yerken konuşabiliriz hem.» Hagen’e döndü. «Listeye eklemek istediğin başka biri var mı, Tom?» Hagen başını salladı. Freddie onu kardeşinden çok daha soğuk karşılamıştı. Ama Hagen durumu an­ lıyordu. Freddie babasının gözünden düşmüştü. Tabii olarak, durumu düzeltmediği için Consigliori’yi suçlu­ yordu. Hagen bunu seve seve yapardı ama, Freddie’ye babasının niçin kızdığını bilmiyordu. Don özel mese­ lelerinden söz etmeyi sevmez, yalnız hoşnutsuzluğu­ nu belirtmekle yetinirdi. Michael’in dairesinde hazırlanan yemek masası­ nın çevresine oturduklarında, vakit gece yarısını geç­ mişti. Lucy, Michael’i öptü. Ama ameliyattan sonra yüzünün çok daha düzeldiğini söylemedi. Jules Segal düzeltilen yanağı dikkatle gözden geçirdi. «İyi iş gör­ müşler,» dedi Michael’a, «dikiş yerleri güzel kayna­ mış. Burnunun akıntısı nasıl?» M ichael: «İyi,» dedi, «yardımcı olduğun için te­ şekkürler.» Yemeklerini yerken dikkatlerini Michael’in üzerin­ de topladılar. Hepsi de onun davranışlarının ve ko­ nuşmasının Don’a benzediğini gördüler. Garip bir şe­ kilde, karşısındakiler üzerinde babası gibi saygı ve korku uyandırıyordu; oysa davranışları olağandı. Her­ kese ayrı ayrı iltifat ediyor, herkesi rahat ettirmeye ça­ lışıyordu. Hagen her zaman olduğu gibi arka plânda duruyordu. Yeni adamı tanıyan yoktu. Albert Neri de çok sessiz ve saygılıydı. Aç olmadığını söyleyerek ka­ pıya yakın bir koltuğa oturmuş, gazetesini okuyordu. İçkilerini ve yiyeceklerini aldıktan sonra garson­ ları savdılar. M ichael: «Sesinin eskisi kadar iyi oldu­ ğunu duydum,» dedi Johnny Fontane’ye, "eski hayran­ larını kazanmışsın. Tebrikler.»


«Teşekkür ederim,» dedi Johnny. Michael’in niçin kendisini görmek istediğini merak ediyordu. Ne gibi bir şey istenecekti? Michael hepsine birden hitap etti : «Corleone Ai­ lesi buraya, Las Vegas’a yerleşmeyi düşünüyor. Zey­ tinyağı işindeki bütün hisselerimtizi satıp buraya gele­ ceğiz. Baba, Hagen ve ben oturup konuştuk. Aile’nin geleceğinin Las Vegas’ta olduğuna karar verdik. He­ men şimdi yahut gelecek yıl değil tabii. Gerekli işle­ ri halletmek iki, üç, belki dört yıl alır. Ama genel plân böyle. Arkadaşlarımızdan bazılarının bu otel ve gazinoda büyük hisseleri var. Moe Green de hissesini satacak. O zaman otel, Aile’nin dostlarının elinde ka­ lacak. Otel bizim için bir başlangıç.» Freddie’nin yuvarlak yüzü kaygılıydı. «Mike, Moe Green’in hissesini satacağından emin misin? Bana bundan hiç söz etmedi. Sonra işini de sev.iyor. Sata­ cağını hiç sanmam.» Michael alçak sesle : «Reddedemeyeceği bir tek­ lifte bulunacağım,» dedi. Basit bir şey söyler gibi konuşmuştu ama, sesi yine insanın üzerinde soğuk bir duş etkisi bırakıyor­ du. Belki de bunlar Don’un pek sevdiği sözler olduğu için büyük etki yapmıştı. Michael, Johnny Fontane’ye döndü : «Don işe başlamamız için sana güveniyor,» dedi. «Bize kumarbazları buraya çekebilecek en önemli unsurun eğlence hayatı olduğu anlatıldı. Yılda beş kere, birer hafta süreyle burada sahneye çıkmak için anlaşma yapacağını umarım. Film dünyasındaki dostların da, sanırım senin gibi davranırlar. Onlara çok iyilikte bulunduğuna göre yardımlarını isteyebi­ lirsin.» «Elbette,» dedi Johnny, «Vaftiz Babam için yap­ mayacağım şey yoktur. Bunu biliyorsun Mike.» Oysa sesinde, hafif de olsa, kuşkulu bir anlam vardı. Michael gülümsedi: «Zararın olmayacak,» dedi, «arkadaşlarının da. Otelde hissen olacak, önemli bul­ duğun biri varsa, ona da hisse veririz. Bana inanmı­ yorsan, Baba’nın sözlerini ilettiğimi bil.» Johnny: «Sana inanıyorum Mike,» diye atıldı he­ men, «ama şu sıra kıyı boyunda on otel ve gazino in­


şa ediliyor. İşe giriştiğinde belki pazar ağzına kadar dolmuş olacak. Rekabet şimdiden çok büyük. Belki o zaman geç kalırsın.» Tom Hagen söze karıştı: «Bu otellerden üçüne yatırım yapan kişiler Corleone Ailesinin dostları.» Johnny hemen bu üç otel ve gazinoya Corleone Aile­ sinin sahip olduğunu anladı. Dolayısıyla dağıtılacak bir sürü hisse vardı. «Ben bu işe bakarım,» dedi Johnny. Michael, Lucy ile Jules Segal’e döndü. «Sana çok şey borçluyum,» dedi Segai’e. «Duyduğuma göre operatörlüğe dönmek istiyormuşsun ama, o eski kür­ taj meselesinden ötürü hastahanelerde çalışmana izin vermiyorlarmış. Senden duymak istedim; gerçekten bu işte gözün var mı?» Jules gülümsedi : «Sevgili Mike, tıp dünyasını bilmezsin. Sahip olduğun güce rağmen bu adamlar üzerinde etkili olamazsın. Korkarım bu konuda bana yardımın dokunamaz.» Michael dalgın dalgın başını salladı : «Elbette, haklısın. Ama arkadaşım olan bazı tanınmış kişiler, Las Vegas’da büyük bir hastane kuracaklar. Las Vegas gittikçe büyüyüp genişlediğine göre bir hastane­ ye ihtiyacı var artık. Belki durumunu gerektiği gibi or­ taya koyarsak, seni operatör olarak alırlar. Zaten se­ nin kadar iyi hangi operatör bu Allahın belâsı çöle ge­ lir? Yarın kadar olanların bile burada gözleri yok. Böylece hastaneye de hizmetimiz dokunacak. Onun için buralardan uzaklaşma. Duyduğuma göre Lucy ile evlenecekmişsin?» Jules omuz silkti : «Evet ama geleceğimi güven altına alınca.» Lucy şakacı bir ta v ırla : «Mike, o hastaneyi kur­ mazsan evde kalmış yaşlı bir kız olarak öleceğim,» dedi. Hep birlikte gülüştüler. Yalnız Jules Michael’e, «Böyle bir işi yüklenirsem hiç bir baskı altında bulun­ mayacağım, değil mi?» diye sordu. Michael soğuk bir tavırla: «Hayır,» dedi, «yal­ nız kendimi sana borçlu hissediyor, bu borçtan kur­ tulmak istiyorum.»


Lucy nazik bir tavırla «Kızma, Mike,» dedi. Michael ona gülümsedi : «Kızmıyorum.» Sonra Jules’e döndü : «Senden beklemediğim kadar aptalca bir şey bu söylediğin. Corleone Ailesi sana bazı iyi­ liklerde bulundu. Nefret edeceğin bir şey yapmanı is­ teyecek kadar aptal mıyım ben? Hem istesem de ne olur? Başın derde, girdiğinde sana yardım elini uzatan başka biri çıktı mı? Büyük bir operatör olmak iste­ diğini duyunca, sana yardım edip edemeyeceğimi uzun uzun düşündüm. Yardım edebilirim sana. Karşı­ lığında senden bir şey istemiyorum. Ama hiç olmazsa ilişkilerimizi dostluk çerçevesine sokar, senden iste­ yeceğim bir işi, başka herhangi iyi bir arkadaşına ya­ pabileceğin gibi yaparsın. Şartım bu. Ama ricamı ge­ ri çevirmek yine sana kalmış, özgürsün.» Tom Hagen başını önüne eğdi. Gülümsedi. Don’un kendisi bile durumu bundan iyi ortaya koyamazdı doğrusu. Jules’ün yüzü kızardı. «Mike, ben öyle demek is­ temedim. Sana ve babana minnettarım. Söyledikleri­ mi unut.» Michael başını salladı. «Güzel,» dedi. «Hastane inşa edilip açılıncaya kadar dört otelin doktorluğunu yapacaksın. Kendine gerekli çalışma arkadaşları bul. Takımını kur. Maaşın da artıyor. Ama bunu daha son­ ra Tom’la tartışırsın. Lucy, senden daha önemli şey­ ler isteyeceğim. Otellerin altında açılacak dükkânlara bakabilirsin belki. Malî denetim sözkonusu tabii. Bel­ ki de gazinoda çalışacak kızları işe alabilirsin. Eğer Jules seninle evlenmezse, hiç olmazsa zengin bir yaş­ lı kız olursun.» Freddie pürosunu öfkeli öfkeli tüttürüyordu. Mic­ hael ona döndü. Nazik bir tavırla: «Ben Don’ un yal­ nız habercisiyim Freddie,» dedi, «sana ne yapman gerektiğini kendisi söyleyecek. Hoşuna gidecek bir şey olduğunu sanıyorum. Burada ne kadar başarılı ol­ duğunu herkes biliyor, anlatıyor.» «O halde babam niçin bana kızgın?» diye Fred­ die yakınarak sordu. «Gazino zarar ediyor diye mi? Orasını ben kontrol etmiyorum. Moe Greene bakıyor. İhtiyar benden ne istiyor?»


«Üzülme,» dedi Michael. Johnny’ye döndü. «Nino nerede? Onu da görmek isterdim.» Johnny omuz s ilk ti: «Nino çok hasta. Yanında bir hastabakıcı var. Ama doktor akıl hastanesine kapa­ tılması gerektiğini söylüyor; Nino kendini öldürme­ ye çalışıyor!» Michael çok şaşırmıştı. Düşünceli düşünceli: «Nino1iyi yürekli bir insandı,» dedi, «çirkin bir davra­ nışta bulunduğunu, yahut karşısındakine zarar verdi­ ğini görmedim. Hayatında hiç bir şeyle ilgilenmedi. İçki dışında.» «Evet,» dedi Johnny, «para oluk gibi akıyor. Şar­ kıcılık yaparak ya da filmlerde oynayarak dilediğini kazanabilir. Artık film başına elli bin dolar alıyor, ün­ lü bir sanatçı olmaya aldırış bile ettiği yok. Bunca yıl­ lık arkadaşlığımız sırasında onun kötü bir iş yaptığı­ nı görmedim. Oysa şimdi bu itoğlu içkiyle kendini öl­ dürmek istiyor.» Jules bir^şey söylemek üzereyken dairenin kapı­ sı vuruldu. Kapıya yakın oturan adamın kapıyı açmak için davranmadığını, tersine gazeteyi okumağa de­ vam ettiğini görünce hayli şaşırdı. Kapıyı açmaya Ha­ gen gitti. Moe Green, peşinde iki muhafızıyla, Hagen’i bir kenara iterek içeri girdi. Moe Green Brooklyn’de Adam öldürme şebeke­ sinin kaatili olarak işe başlamış, yakışıklı bir haydut­ tu. Sonra işi kumarbazlığa dökmüş, servet kazanmak için Batıya gelmişti. Batı sahilindeki ilk otellerden bi­ rini Moe Greene kurmuştu. Hâlâ öldürücü öfke nö­ betlerine kapılır, Freddie, Jules ve Lucy de dahil otel­ de herkes ondan korkardı. Ellerinden geldiğince Moe’den uzak durmaya bakarlardı. Şimdi yakışıklı yüzü öfkeliydi. Michael Corleone’ye «Seninle konuşmak istiyorum,» dedi, «yarın yapı­ lacak bir hayli işim var; bu gece konuşursak iyi olur diye düşündüm. Ne dersin?» Michael ona dostça denebilecek bir hayretle bak­ tı : «Elbette,» dedi. Hagen’den yana işaret e t ti: «Mr. Green’e içki ver, Tom.» Jules, Albert Neri denen adamın Moe Green’i dikkatle süzdüğüne dikkat etti. Kapıda duran iki mu­


hafıza aldırış bile ettiği yoktu. Las Vegas’da şiddete başvurmak yasaklanmıştı. Amerikan kumarbazlarının kanunî sığınağı haline getirilmek istenen bu şehirde, böyle davranışların sıkı ve sert kurallarla önüne geçi­ liyordu. Moe Greene iki muhafızına : «Buradakilere fiş da­ ğıtın, gazino hesabına kumar oynasınlar,» dedi. Bura­ dakiler deyimiyle Lucy, Jules, Johnny Fontane ve Mic­ hael’in muhafızı Albert Neri’yi belirttiği açıktı. Michael Corleone başını hoşnutlukla salladı : «iyi bir fikir,» dedi. Ancak o zaman Neri oturduğu yer­ den kalktı. Diğerleriyle birlikte odadan çıkmaya ha­ zırlandı. Vedalaştıktan sonra odada yalnız Tom Hagen, Freddie, Moe Greene ile Michael Corleone kaldı. Greene içki kadehini masanın üzerine bıraktı. Kontrol altında tutmaya çalıştığı bir öfkeyle : «Corle­ one Ailesinin hissemi satın almak istediği yolunda bazı şeyler işittim. Nedir bu?» dedi. «Ben sizin hisse­ nizi satın alırım. Siz benimkileri değil.» Michael, adamı yola getirmeye çalışarak : «Gazi­ non zarar ediyor,» dedi. «Bu da akıl alır şey değil, iş­ letmeciliğinde hata olmalı. Belki biz gazinoyu senden iyi çalıştırırız.» Greene güldü. «Allahın belâsı Italyanlar,» dedi, «size bir iyilikte bulundum. Freddie’yi kötü zamanı­ nızda yanıma aldım. Şimdi kalkmış beni işten atmaya bakıyorsunuz. Sizin düşünceniz bu tabii. Kimse bana dokunamaz. Beni destekleyecek dostlarım var.» Michael hâlâ sakin ve mantıklıydı. «Freddie’yi al­ dın. Çünkü Corleone Ailesi, otelini tamamlayabilmen için sana bir yığın para verdi. Sonra Molinari Ailesi de Freddie’nin güvenliğini garanti etti; onu yanına al­ dığın için sana bir takım hizmetlerde bulundu. Corle­ one Ailesiyle bir alış verişin kalmadı. Sana borçlu de­ ğiliz. Niçin sinirlendiğini anlamıyorum. Hisseni iste­ diğin fiyata alacağız. Bunda ne gibi bir kötülük olabi­ lir? Haksızlık edecek değiliz. Gazinon zarar ettiğine göre sana iyilik yapıyoruz demektir.» Greene başını salladı : «Corleone Ailesi artık es­ kisi kadar güçlü değil. Baba hasta. Diğer Aileler sizi


New York’tan atmaya bakıyorlar. Siz de burada yaşan­ tınızı daha kolay sürdüreceğinizi sanıyorsunuz. Sana bir öğütte bulunayım, Mike. Böyle bir işe kalkışma.» Michael yumuşak bir sesle sordu : «Bu yüzden mi Freddie’yi herkesin içinde tokatlayabileceğini san­ dın?» Şaşıran Tom Hagen dikkatini Freddie’ye çevirdi. Freddie Corleone’nin yüzü kızarıyordu. «Ah Mike,» dedi, «önemli bir şey değil. Moe’nin kötü bir maksadı yoktu. Bazan kendini kaybeder ama biz iki iyi arka­ daşız. öyle değil mi, Moe?» Greene ihtiyatlı konuştu : «Evet, tabii. Bu oteli iyi yönetebilmek için bazan sert davranmam gerekiyor. Freddie’ye o gün kızdım. Çünkü bütün kadın garson­ ları elden geçiriyor iyi çalışmalarına engel oluyordu. Hafiften tartıştık. Haddini bildirdim.» Ağabeyine dönen Michael’in yüzü anlamsızdı. «Haddini bildirdi mi Freddie?» Freddie küçük kardeşine küskün küskün baktı. Greene gülerek : «Freddie odasına iki kadın birden alıyordu, doğrusu onların hakkından senin gibi gele­ nini görmedim. Senin elinden geçtikten sonra kim­ seyle yetinemiyorlar.» Hagen, Michael’in şaşırdığını farketti. Bakıştılar. Belki Baba’nın Freddie’ye kızmasının gerçek nedeni buydu. Cinsel konularda Baba çok geri kafalıydı. Oğ­ lu Freddie’nin iki kadınla birden yatmasını yozlaşma belirtisi sayabilirdi. Üstelik Moe Greene gibi birinden tokat yemek Corleone Ailesinin şerefini iki paralık et­ mişti. Bu da, Baba’nın öfkelenme nedenlerinden biri olmalıydı. Sandalyesinden doğrulan Michael konuşmanın sona erdiğini belirten bir tavırla : «Ben yarın New York’a dönüyorum,» dedi, «istediğin fiyatı düşün, ka­ rar ver.» Greene kendinden geçerek : «Orospu çocuğu se­ ni,» dedi. «Beni bu kadar kolaylıkla saf dışı bırakaca­ ğını mı sanıyorsun? Buraya gelip yerleşmezden önce, senden çok daha fazla adam öldürdüm. New York’a gidip Baha’yla kendim konuşacağım. Teklifimi ona bil­ diririm.»


Freddie sinirli bir tavırla Tom Hagen’e : «Tom sen Consigliori’sin,» dedi, «Don’la konuş, ona gere­ ken öğütü ver.» İşte o zaman Michael, yeni kişiliğinin insanı ilik­ lerine kadar ürperten yanını ortaya koydu. «Don işten yarı yarıya çekilmiş durumda,» dedi, «artık Aile işini ben yönetiyorum. Tom Hagen’i de Consigliori’likten al­ dım. Burada, Las Vegas’da benim avukatlığımı yapa­ cak. Birkaç aya kadar, gerekli bütün kanunî işlemlere başlamak üzere ailesiyle birlikte buraya yerleşecek. Eğer söyleyecek bir şeyiniz varsa, bana söyleyecek­ siniz.» Kimse konuşmadı. Michaei soğuk bir tavırla : «Freddie,» dedi, «sen benim ağabeyimsin. Sana say­ gım var. Ama bir daha Ailene karşı hiç kimseyle birlik olma. Bu tutumunu Don’a anlatmayacağım.» Moe Green’e döndü : «Sana yardım etmek isteyenlere hakaret etme. Gücünü, gazinonun niçin ziyan ettiğini bulmakta harcarsan daha iyi olur. Corleone Ailesi ote­ le bir hayli para yatırdı. Oysa parasının karşılığını alamıyor. Sana uzanan yardım eline tükürmek istiyorsan bu senin bileceğin iş. Başka söyleyecek şeyim yok.» Sesini hiç yükseltmemişti ama, sözleri Greene ile Freddie üzerinde yatıştırıcı bir etki yaptı. Michael ma­ sanın başından uzaklaşırken onlara, artık gitmelerini istediğini belirtircesine baktı. Hagen gidip kapıyı aç­ tı. iki adam, tek veda sözü etmeden çıktılar. Michael ertesi sabah Moe Greene’den cevap al­ dı : «Ne verirlerse versinler, hissesini satmıyordu. Ha­ beri getiren de Freddie’ydi. Michael omuz silkti. Ağa­ beyine, «New York’a hareket etmezden önce Nino’yıı görmek istiyorum,» dedi. Ninonun dairesinde Johnny Fontane’yi oturmuş kahvaltı ederken buldular. Jules, yatak odasının kapalı perdeleri arkasında Nino’yu muayene ediyordu. So­ nunda perdeler açıldı. Nino’nun hali karşısında Michael dehşete kapıl­ dı. Adam göz göre göre gidiyordu. Gözleri camlaş­ mış, ağzı sarkmış, yüzünün bütün kasları gevşemişti. Michael, Nino’nun yatağının kenarına oturdu. «Nino,


seni gördüğüme sevindim,» dedi. «Baba hep seni so­ ruyor.» Nino gülümsedi; eski tatlı gülümsemesiydi bu. «Söyle ona ölüyorum. Söyle ona, film dünyası zeytinyağı işinden çok daha tehlikeli.» «İyileşeceksin,» dedi Michael, «seni üzen bir şey varsa bana söyle. Aile yardım edebilir.» Nino başını salladı : «Hiç bir şey yok,» dedi, «hiç bir şey.» Michael birkaç dakika daha havadan sudan ko­ nuştu. Sonra oradan ayrıldı. Freddie havaalanına ka­ dar kardeşini geçirdi. Ama Michael’in isteği üzerine, uçak kalkıncaya kadar beklemedi. Tom Hagen ve Neri ile uçağa binerken Michael Neri’ye döndü. «İcabına baktın mı» diye sordu. Neri elini alnına vurdu : «Moe Greene, numara­ sıyla birlikte buraya kaydoldu,» dedi.

YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

NEW York’a giden uçakta Michael Corleone koltuğu­ na rahatça oturdu, uyumaya çalıştı. Ama uyuyamadı. Hayatının en korkunç dönemi yaklaşıyordu; belki de kaderi üzerinde etkili olacak döneme girecekti. Artık zaman kazanmak sözkonusu değildi. Her şey hazırlan­ mış, bütün tedbirler alınmıştı; hazırlanması için üze­ rinde iki yıl çalışılan tedbirler. Daha fazla gecikmekmümkün değildi. Geçen hafta Baba, caporegime’leriyle Corleone Ailesinin diğer üyelerine artık işten çe­ kildiğini bildirdiğinde Michael onun, «Saat çaldı!» de­ mek istediğini anlamıştı. Eve döneli neredeyse üç yıl oluyordu. Kay’le iki yıldır evliydiler, üç yıl Aile işini öğrenmeye çalışmak­ la geçmişti. Tom Hagen ve Baba’yla birlikte uzun sa­ atler geçirmişti. Aslında, Corleone Ailesinin ne kadar zengin ve güçlü olduğunu öğrenmek Michael’i şaşırt­


mıştı. New York’un merkezinde çok değerli mülkleri vardı; bürolarıyla Wall Street’te iki borsa acentalığı, Long island’da birkaç banka, konfeksiyon işlerinde hisseler edinmişlerdi. Bunlara bir de kumarhaneler­ den kanunsuz yolla elde edilen gelir ekleniyordu. Corleone Ailesinin geçmişteki işlerini incelerken Michael’in öğrendiği en ilginç şey, Aile’nin savaştan hemen sonra bir grup plâk kalpazanından haraç alma­ sı oldu. Plâk kalpazanlarını Aile, para karşılığı koru­ muştu. Sahtekârlar, ünlü müzisyenlerin en çok satan plâklarını seri halinde basıyorlardı. Plâkları ustalıkla taklit etmiş ve hiç yakalanmamışlardı. Tabii plâklar­ dan kimseye bir kuruş verdikleri yoktu. Michael Cor­ leone bu sahtekârlık yüzünden Johnny Fontane’nin bir hayli para kaybettiğini gördü : Çünkü o sıra, sesi­ ni yitirmezden hemen önce Johnny’nin plâkları ülke­ nin en çok satan plâklarıydı. Tom Hagen’e bu konuyu sordu. Baba, sahtekâr­ ların vaftiz oğlunu aldatmasına niçin izin vermişti? Hagen omuz silkti. İş işti. Üstelik Johnny karısını bo­ şayıp Margot Ashton’la evlendiği için, o sıra Baha’­ nın gözünden düşmüş, olay Don Corleone’nin hiç ho­ şuna gitmemişti. «Peki, bu adamlar çalışmalarını niçin sürdürme­ diler? Yakalandılar mı?» Hagen başını salladı : «Don, kendilerini artık ko­ ruyamayacağını bildirdi. Connie’nin düğününden he­ men sonra.» Bu tür olaylara Michael Aile tarihinde sık sık rasladı. Baba, talihsizliklerini kısmen hazırladığı kişilere çoğu kere yardım ediyordu. Bunu da bilinçli olarak, bir plâna göre değil, ilgililerin ve çalışma alanının genişliği, bir de tüm evrende bulunan bir özellikten, ötürü yapıyordu. Michael, Kay’le New England’da, Kay’in ailesinin ve birkaç arkadaşının huzurunda sessizce evlenmişti. Daha sonra Long Beach’deki evlerden birine taşın­ dılar. Michael, Kay’in kendi ailesi ve diğerleriyle ne kadar iyi geçindiğini görünce bayağı şaşırmıştı. Tabii Kay hemen bir İtalyan gelinine yaraşacak şekilde, ha­


mile kalmıştı. Evliliklerinin ikinci yılındaydılar; ikinci çocuk da yoldaydı. Kay onu havaalanında karşılayacaktı. Michael’in her seyahatten dönüşü onu öyle sevindirdi ki, Michael de sevinirdi. Ama son yolculuğu diğerlerinden farklıydı. Çünkü bu yolculuk, ailenin üç yıldan beri hazırlamakta olduğu harekâtın başladığını gösteriyor­ du. Don şimdi kendisini bekliyordu mutlaka. Caporegime’ler de Michael’in yolunu gözlüyorlardı. Ve Michael Corleone, kendisinin ve Ailesi’nin kaderini çize­ cek kararları ve emirleri vermek zorundaydı. Kay Adams her sabah bebeğinin mamasını ver­ mek için kalktığında, Don Corleonenin karısı Ana Corleone’nin evden çıkıp arabayla gittiğini, bir saat sonra da döndüğünü görürdü. Çok geçmeden Kay, ka­ yınvalidesinin her sabah kiliseye uğradığını öğrendi. Dönüşlerinde genellikle sabah kahvesini içmek ve to­ rununu görmek için Kay’e uğrardı. Ana Corleone Kay’in çocuğunun protestan olarak vaftiz edildiğini bilmediğinden, söze hep niçin katolik olmayı düşünmediğini sorarak başlardı. Kay de yaşlı kadına neden her sabah kiliseye gittiğini, katoliklerin her sabah kiliseye gitmelerinin zorunlu olup olmadığını sordu. Sanki hergün kiliseye gitmek, Kay’i katolik ol­ maktan alakoyacak bir engelmiş gibi, yaşlı kadın, «Yok, yok,» diye atıldı, «bazı katolikler kiliseye yalnız Noel’de ve Paskalya yortularında uğrarlar. Canın ne zaman isterse o zaman gidersin.» Kay güldü : «Peki, siz niçin her sabah gidiyorsu­ nuz?» Ana Corleone. çok tabii bir tavırla: «Kocam için gidiyorum.» dedi. Toprağı işaret ederek: «Oraya gir­ memesi için dua ediyorum.» Durdu. «Ruhunun yuka­ rıya çıkması için yakarıyorum.» Gökyüzünü gösteri­ yordu. Sanki bir bakıma kocasının isteğine karşı ge­ liyor, ya da kaybedilmiş bir dâva uğrunda çalışıyor gi­ bi, bunu şeytanî bir gülümsemeyle söylemisti. Koca­ sı yanında olmadığı sıralar Baba’ya karşı daha saygı­ sızca bir tutumu vardı yaşlı kadının. Kay nazik bir tavırla. «Kocanız nasıl? diye sor­ du.


Ana Corleone omuz silkti : «Vurulduğundan beri çok değişti. Bütün işleri Michael’e bırakıyor. Kendisi de bahçesinde domatesleri, biberleriyle uğraşıyor. Sanki hâlâ köylü. Erkekler hep böyledir işte.» Sabahın daha geç saatlerinde Connie iki çocu­ ğuyla gelirdi. Kay onun canlılığını, ağabeyi Michael’e olan bağlılığını çok seviyordu. Connie, Kay’e bazı Ital­ yan yemekleri pişirmeyi öğretmişti. Ama eliyle pişir­ diği daha karışık, ustalık isteyen yemeklerden, Michael yesin diye getirirdi. Bu sabah da, hep yaptığı gibi Kay’e, Michael’in kocası Carlo hakkında ne düşündüğünü sordu. Michael gerçekten, Carlo’yu göründüğü kadar seviyor muydu? Carlo’nun Aileyle ufak tefek anlaşmazlıkları olmuştu ama, şu son yıllarda durum çok düzelmişti. Yeni işinde bütün gücüyle çalışıyordu; hem de geç saatlere kadar. «Carlo, Michael’i içtenlikle seviyor,» diyordu Connie, Ama Michael’i nasılsa herkes sevi­ yordu; tıpkı babasını sevdikleri gibi. Michael, Donun gençliğini çok andırıyordu. Aile’nin zeytinyağı işini üzerine alması kadar yerinde bir şey olamazdı. Kay daha önce de Connie’nin, Aile’yle Carlo ara­ sındaki ilişkilerden ne zaman söz etse, kocası için iyi şeylerin söylenmesini istediğini farketmişti. Michael’in Carlo hakkındaki duygularına gösterdiği derin ilgiyi farketmemesi için Kay’ın aptal olması gerekir­ di. Kay bir akşam Michael’a bundan söz açtı; hiç kim­ senin Sonny Corleoneden konuşmadığını, hiç kimse­ nin onu anmadığını söyledi. Bir keresinde Kaiy, kayın­ pederiyle kayınvaldesine baş sağlığı dilemiş, karı-koca onu neredeyse kabalığa varan bir suskunlukla din­ leyip, söylediklerini duymazlıktan gelmişlerdi. Connieyi de ağabeysi hakkında konuşturmaya boş yere çalışmıştı. Sonny’nin karısı Sandra, ûç çocuğunu alıp şimdi ailesinin oturduğu Nevada’ya gitmişti. Sonny’nin hiç malı olmadığı halde, çocuklarıyla rahat rahat yaşama­ sı için gerekli tedbirler alınmıştı. Michael istemeye istemeye, Sonny Corleone’nin öldürüldüğü gece olanları anlattı. Carlo karısını döv­ müş, Connie eve telefon etmiş, telefona cevap veren


Sonny öfkeden çılgına dönmüş halde sokağa fırlamış­ tı. Bu yüzden Connie ile Carlo, Ailenin kendilerini suç­ ladıkları kaygısı içindeydiler. Oysa mesele bu değil­ di. Carlo’yla Connie Long Beach’deki evlerden birine taşınmışlardı şimdi. Carlo’ya, işçi sendikasında önem­ li bir görev verilmişti, üstelik Carlo hayatını düzene sokmuş, kadın peşinde koşmayı bırakmıştı. Bütün bunlar suçlanmadıklarının ispatıydı. Aile Carlo’nun çalışmalarından ve iki yıldan beri sürdürdüğü hayat­ tan hoşnuttu. K a y : «O halde niçin onları bir akşam buraya ye­ meğe çağırmıyor, kızkardeşinin içini rahat ettirmiyor­ sun?» diye sordu. «Zavallı Connie hep senin, Carlo hakkında ne düşündüğünü merak edip duruyor. An­ lat ona. Bu saçma sapan kaygıları kafasından atma­ sını söyle.» «Yapamam,» dedi Michael, «Aile’de bu gibi şey­ lerden söz etmeyiz hiç.» «O halde bana söylediklerini Connie’ye ileteyim mi?» Kay, en uygun davranış saydığı böyle bir teklif karşısında Michael’in uzun uzun düşünmesine şaş­ maktan kendini alamadı. Sonunda Michael : «Söyle­ mesen daha iyi olur, Kay,» dedi, «Connie yine de kay­ gılanmaya devam edecek. Bu konuda hiç kimse bir şey yapamaz.» Kay şaşırmıştı. Connie’nin onca sevgi gösterile­ rine rağmen Michael’in kızkardeşine, başkalarına ol­ duğundan daha soğuk davrandığını farketmişti. «Sonny’nin öldürülmesinden herhalde Connie’yi suçlu tutmuyorsundur?» dedi. Michael içini çekti : «Elbette tutmuyorum. O be­ nim küçük kızkardeşim. Kendisini çok severim. Onun için üzülüyorum. Carlo düzeldi ama yine de Connie’­ ye göre bir koca değil. Bunları unutalım artık.» Bir meseleyi uzatıp dırdır etmek Kay’ın adeti de­ ğildi; onun için bu konuyu bir daha açmadı. Sonra Michael’in baskıya gelecek bir erkek olmadığını da anlamıştı. Artık Michael Corleone güçlü bir adamdı; onunla konuşmak, ricada bulunmak için eve bir çok ziyaretçi geliyor, ona karşı çok saygılı davranıyorlar­


dı. Yalnız bir olay yüzünden Michael’e duyduğu sev­ gi daha da artmıştı. Sicilya’dan döndüğünden beri Ailede herkes Michael’in yüzüne estetik ameliyat yaptırması için uğraşı­ yordu. Annesi durmadan oğlunun peşindeydi. Pazar yemeğinde bir araya geldikleri bir gün Ana Corleone : «Filmlerdeki gangsterlere benziyorsun,» diye ba­ ğırdı Michael’a, «Tanrı aşkına, karının başı için şu yüzünü düzelttir. Sarhoş bir irlandalınınki gibi akan burnun da iyileşir.» Masanın başında oturan ve her şeyi izleyen Don Corleone : «Seni rahatsız ediyor mu?» diye sordu qelinine. Kay başını salladı. Baba, karısına : «Michael sen­ den çıktı,» dedi, «artık seni ilgilendirmez.» Yaşlı ka­ dın hemen dilini tuttu. Kocasından korktuğundan de­ ğil, böyle başkalarının yanında Don Corleone’ye kar­ şı gelmenin saygısızlık olacağını bildiğinden susmuş­ tu. Ama o sıra, yemek pişirmekte olan Baba’nın en sevgili çocuğu Connie mutfaktan çıkıp aeldi. Ocağın sıcaklığıyla yanakları pembeleşmişti. «Bana kalırsa Michael yüzünü ameliyat ettirmeli,» dedi,« ailenin en yakışıklısı oydu. Hadi, Mike, ameliyat olacağını söy­ le.» Michael ona dalgın dalgın baktı. Sanki aerçekten söylenenleri duymamış gibiydi. Cevap vermedi. Connie gelip babasının yanında durdu. «Söy'e de yaptırsın şu ameliyatı,» dedi babasına. Ellerini sev­ giyle babasının omuzlarına koymuş, ensesini okşuyor­ du. Don Corleone’ye bu kadar yakınlık gösterebilecek tek kişi Connie’ydi. Babasına olan sevgisi insana do­ kunuyordu. Don Corleone kızının elini okşadı : «Aç­ lıktan ölüyoruz burada,» dedi, «şu makarnayı getir de sonra çene çal.» Connie kocasına döndü : «Carlo,» dedi, «Mike’a ameliyat olmasını sen söyle. Belki senin sözünü din­ ler.» Michael ile Carlo arasında sıkı bir dostluk bağı varmış gibi konuşuyordu. Güneşte yanmış, sarı saçları kısa kesilip taran­ mış olan Carlo, bardağındaki evde yapılmış şaraptan


bir yudum aldı. «Mike’a ne yapacağını kimse söyleye­ mez,» dedi. Long Beach’deki eve taşınalı beri bam­ başka bir insan olmuştu. Aile içindeki yerini biliyor, bu yerden olmamaya bakıyordu. Bütün bu olup bitenlerde Kay’ın anlayıp göreme­ diği, rahatsız edici bir yan vardı. Bir kadın olarak Connie’nin aşırı, gösterişli bir sevgiyle babasını kan­ dırmaya çalıştığını seziyordu; gerçi içtenlikle, usta­ lıkla davranıyordu ama yine de art düşünceleri oldu­ ğu belliydi. Carlo’nun cevabı kaçamak oldu. Michael hiç bir şey duymamış gibi oturuyordu. Kocasının yüzü Kay’i hiç rahatsız etmiyordu; onu asıl kaygılandıran Michael’in burnunun bu yüzden dur­ madan akmasıydı. Yüzünü düzeltecek olan ameliyat, bu derdini de halletmiş olacaktı. Dolayısıyla Michael’ın hastaneye yatmasını, estetik ameliyatı olmasını istiyordu. Oysa Michael’ın, yüzündeki izden garip bir şekilde hoşlandığını görüyordu. Baba’nın da bunu an­ ladığına emindi. Ama ilk çocuğunu doğurduktan sonra Michael : «Yüzümü ameliyat ettirmemi istiyor musun?» diye so­ runca çok şaşırdı. Başını salladı : «Tabiî. Çocukların nasıl oldukla­ rını bilirsin. Büyüdüğü, yüzündeki yaranın normal ol­ madığını anlayınca üzülecektir. Çocuğumuzun yüzü­ nü bu şekilde görmesini istemem. Doğrusunu ister­ sen benim umurumda bile değil, Michael. Seni oldu­ ğun gibi de severim.» «Peki,» dedi Michael gülümseyerek, «ameliyat olacağım.» Kay hastaneden eve dönünceye kadar bekledi. Sonra gerekli bütün hazırlıkları yaptırdı. Ameliyat ba­ şarıyla sonuçlandı. Şimdi Michael’in yanağında iz bi­ le kalmamış gibiydi. Ailede herkes sevinçliydi bu yüzden. Ama, Con­ nie’nin sevinci herkesten fazlaydı. Michael’ı hasta­ nede her gün ziyaret etti; Carlo’yu peşinden sürük­ ledi. Michael eve dönünce onun boynuna sarıldı, ya­ nağından öptü. Yüzüne hayran hayran bakarak : «Yi­ ne o eski, yakışıklı ağabeyim oldu,» dedi.


İçlerinde yalnız Don olaya ilgisiz kaldı. Omuzları­ nı silkerek : «Ne farketti sanki?» dedi. Oysa Kay, Michael’a minnettardı. Onun ameliyatı yaptırmaya, isteği dışında razı olduğunu biliyordu. Kay istediği için yaptırmıştı bu işi. Dünyada ona iste­ ği dışında bir iş yaptırabilecek tek kişiydi.

Michael’ın Las Vegas’tan döneceği öğleden son­ ra Rocco Lampone, Kay’ı alıp kocasını karşılaması için havaalanına götürmek üzere Long Beach’deki evin önüne büyük arabayı çekti. Kale gibi evde, çok sıkıldığı için Michael’ın yolculuklardan dönüşünde hep onu karşılamaya giderdi. Michael’ın Tom Hagen ve işe yeni alman Albert Neri ile uçaktan indiğini gördü. Kay Neri’yi pek sev­ miyordu. Ona Luca Brasi’yi hatırlatıyordu Neri. Albert Neri’nin Michael’ın arkasına geçtiğini, yakınındaki her­ kesi çabucak, dikkatle süzdüğünü gördü. Kay’ı ilk gö­ ren ve başını bulunduğu yöne çevirmesi için Michael’in omuzuna dokunan Neri oldu. Kay kocasının kollarına koştu. Michael onu ça­ bucak öptü ve bıraktı. Michael, Tom Hagen ve Kay büyük arabaya bindiler. Albert Neri ortadan kaybol­ du. Kay onun diğer iki adamla birlikte başka bir ara­ baya bindiğini, Long Beach’e varıncaya dek peşle­ rinden geldiğini farketmedi. Kay, Michael’a Las Vegas’ta ne iş yaptığını sor­ madı. İş konusunda nezaketen sorulmuş basit bir so­ ru bile uygunsuz kaçardı. Tabiî Michael de kibarca ce­ vap verirdi ama bu konuşma, evliliklerinin aralarında bir yasak bölge bıraktığını hatırlatmış olurdu. Kay artık aldırmıyordu buna. Ama Michael, akşamı baba­ sıyla geçireceğini, ona Las Vegas yolculuğu hakkın­ da bilgi vereceğini söyleyince şaşırmaktan kendini alamadı. Canı da sıkılmıştı. Hafifçe kaşlarını çattı. «özür dilerim,» dedi Michael, «yarın akşam New York’a inip tiyatroya gider bir yerde yemek yeriz. Tamam mı?» Kay’in karnını okşadı. Kay hemen he­ men yedi aylık gebeydi. «Çocuk doğurunca yine eve


kapanacaksın. Hey Tanrım, Amerikalıdan çok Italyansın sen. İki yılda iki çocuk!» Kay tatsız bir sesle : «Sen de Kalyandan çok Amerikalısın,» dedi, «eve döndüğün ilk geceyi bile iş konuşarak geçireceksin.» Sonra kendini toplayıp gü­ lümsedi ve ekledi : «Geç kalmazsın, değil mi?» «Gece yarısından önce dönerim, dedi Michael, «kendini yorgun hissedersen beni bekleme.» «Bekleyeceğim,» dedi Kay. O gece, Don Corleone’nin çalışma odasında ya­ pılan toplantıda Baba, Michael, Tom Hagen, Carlo Rizzi ile iki caporegime Clemenza ve Tessio vardı. Toplantının havası eski günlerdeki gibi hoş de­ ğildi. Don Corleone işten yarı yarıya çekildiğini, Aile işini Michael’ın üzerine aldığını bildirdiğinden beri hava biraz gergindi. Böyle bir işin ille de babadan oğula geçmesi gerekmezdi. Herhangi bir başka Aile­ den, Clemenza ve Tessio gibi güçlü caporegîme’ler Don’un yerini alabilirler, hiç olmazsa Aile’den ayrılıp bağımsız çetelerini kurmaya hak kazanırlardı. Beş Aile ile yaptığı barış anlaşmasından beri, Don Corleone’nin gücü gitgide azalmaktaydı. Şimdi Barzini Ailesi, tartışmasız New York bölgesinin en güçlü A ile siyd i: Tattaglia Ailesi de müttefikleri oldu­ ğundan artık Barzini’ler, Corleone Ailesinin yerini tu­ tuyorlardı. üstelik sinsi sinsi Corleone Ailesinin iş alanlarına el atıyor, ufak tefek kışkırtmalarla Corleone’lerin' tepkilerini ölçüyor, onları zayıf bulunca da kendi acentalarmı düşman topraklarında kuruyor­ lardı. Barzini’lerle Tattaglia’lar Baba’nın işten çekilme­ sine seviniyorlardı. Michael ne kadar zeki olursa ol­ sun, asla Don’un kurnazlığına ve nüfuzuna sahip ola­ mazdı. Corleone Ailesinin yıkılmakta olduğuna hiç kuşku yoktu. Corleone Ailesi, kuşkusuz bir takım talihsizliklere uğramıştı. Freddie bir hancı ve meyhaneciden, karı düşkünü bir heriften başka şey değildi. Bu tür birine Sicilya’da ne dendiğini çevirmek mümkün değil, an­ cak ana memesini bırakmayan bir çocuğu, kısacası erkeklik yönünden pek güçlü olmayan birini hatırlat­


tığını belirtelim. Sonny korkulacak, hafife alınamaya­ cak bir insandı. Tabiî Türk’ü ve polisi öldürmeye kü­ çük kardeşini yollamakla hata etmişti. Taktik yönün­ den gerekliydi bu iş ama, sonunda ciddi bir suç iş­ lemiş oluyordu. Don’un hasta yatağından kalkmasına yol açmıştı. Michael da, babasının yönetimi altında geçireceği iki yıllık bir eğitim ve öğrenimden yoksun kalmıştı. Üstelik bir İrlandalInın Consigliori’liğe geti­ rilmesi Baba’nın yapabileceği en büyük çılgınlıktı. Hiç bir İrlandalI kurnazlıkta bir SicilyalI ile. boy ölçü­ şemezdi. İşte bütün Aileler böyle düşünüyor, Barzini - Tattaglia cehpesinde Corleone’lerden daha bü­ yük saygı gösteriyorlardı. Michael’ın güç bakımından Sonny ile boy ölçüşemiyeceğini, ama ondan daha akıllı olduğunu biliyor, yine de babasının zekâsına as­ la ulaşamayacağına inanıyorlardı. Kısacası Michael, korkulacak biri değildi. Orta halli bir varisti. Barış yapma konusunda Don Corleone’nin gös­ terdiği soğukkanlılık takdir edilmekle birlikte, Sonny’nin öcünü almaya kalkışmaması Corleone Ailesinin şerefini düşürmüştü. Zayıf olduğu için anlaşmaya ya­ naştığı söyleniyordu. İşte toplantıya katılanlar bütün bunları biliyor­ lardı. Üstelik içlerinde durumun gerçekten böyle ol­ duğuna inananfar da vardı. Carlo Rizzi Michael’ı sevi­ yor, ama ondan Sonny’den korktuğu gibi korkmuyor­ du. Clemenza da Michael’ı Sollozzo ile polisi öldür­ düğü için takdir ediyor, ama onu Don olamayacak kadar yumuşak bulmaktan kendini alamıyordu. Cle­ menza çetesini kurmak için kendisine izin verilmesini ima etmişti. Clemenza da Baba’ya karşı gelemeye­ ceği kadar büyük saygıyla bağlı bulunduğundan, bu düşüncesinden vazgeçmişti. Tessio, Michael hakkında daha iyi şeyler düşü­ nüyordu. Genç adamın oyununu büyük bir ustalıkla gizlediğini sezinliyordu. Dostun erdemlerimizi, düş­ manın da zayıf yanlarımızı gözünde büyütmesine da­ yanan Baba’mn ilkesine uyuyordu Michael. Don Corleone ile Tom Hagen’in Michael’dan ya­ na kuşkuları yoktu. Baba, oğlunu aile işini üzerine ala­


cak yetenekte bulmasaydı asla işten çekilmezdi. Tom Hagen’se iki yıldır Michael’ın öğretmenliğini yapıyor, zeytinyağı işinin içinden çıkılmaz çapraşık noktaları­ nı ne kadar çabuk kavradığını görmek onu epey şa­ şırtıyordu. Michael tam Don’a göre bir evlâttı. Clemenza ile Tessio, Michael’a kızıyorlardı. Bir kere regime’lerinin gücünü azaltmış, üstelik Sonny’nin regime’sini asla yeniden kurmaya yanaşmamıştı, şim di Corleone Ailesinin savaşa hazır olan iki çetesi vardı ancak; bunların adam sayısı eskisi kadar da de­ ğildi. Clemenza ve Tessio için bu durum intihardan farksızdı. Hele Barzini ve Tattaglia Ailelerinin kendi bölgelerine el attıkları şu sıralarda. Şimdi Don Corle­ one başkanlığındaki bu toplantıda hataların düzelti­ leceğini umuyorlardı. Michael, Vegas’a yaptığı yolculuğu ve Moe Greene’nin teklifini reddettiğini anlatarak konuşmayı aç­ tı. «Ama reddedemeyeceği bir teklifte bulunacağız,» dedi. «Corleone Ailesinin çalışmalarını Batı’ya nakle­ deceğini biliyorsunuz. Sahil’de dört otelimiz olacak. Ama hemen değil. İşlerimizi yoluna koymak için da­ ha zaman gerekiyor.» Şimdi doğrudan doğruya Clemenza’ya hitap ediyordu : «Peter, seninle Tessio’nun bir yıl sorgusuz sualsiz bana bağlanmanızı istiyorum. Bir yılın sonunda ikiniz de isterseniz, Aile’den ayrıla­ bilir, kendi kendinizin efendisi olur, kendi Ailenizi ku­ rabilirsiniz. Dostluğumuzun devam edeceğini söyle­ meyi gereksiz buluyorum tabiî; başka türlü düşünür­ sem babama olan saygınıza ve size hakaret etmiş olu­ rum. Ama o zamana kadar benim önderliğimde çalış­ manızı ve kaygılanmamanızı istiyorum. Çözümlenme­ yeceğini sandığınız meselelerin halledilmesi için ça­ lışmalar devam ediyor. Bir parça sabırlı olun.» Tessio söze karıştı : «Moe Greene babanla ko­ nuşmak istiyorsa, bırak konuşsun,» dedi, «Don’un kan­ dıramayacağı hiç kimse yoktur. Onun tekliflerine kim­ se karşı koyamaz.» Buna Don derhal cevap v e rd i: «Ben işten çekil­ dim. Karışırsam Michael’ın durumu sarsılır, üstelik o adamla hiç karşılaşmak istemiyorum.» Tessio, Moe Green’nin Vegas otelinde Freddie’yi


herkesin içinde tokatlaması hakkında dinlediklerini hatırladı. Ortada bir şeyler dönüyor, Tessio bunu his­ sediyordu. Arkasına dayandı. Onun gözünde Moe Greene artık ölmüştü. Çünkü Corleone Ailesi onu ikna et­ mek istemiyordu. Carlo Rizzi : «Corleone Ailesi New York bölgesin­ den büsbütün mü çekilecek?» diye sordu. Michael başını salladı : «Zeytinyağı işini satıyor, elimizde kalanı Tessio ile Clemenza’ya devrediyoruz. Ama Carlo, sen işin için hiç kaygılanma. Nevada’da doğup büyüdün, oraları iyi bilirsin. Nevada’ya gittiği­ mizde sağ kolum olacağına eminim.» Carlo arkasına dayandı. Yüzü minnettarlıkla pem­ beleşmişti. Zamanı geliyordu; o da nüfuzlu bir insan olacak, iktidar yıldızları arasında pırıl pırıl parlaya­ caktı. Michael konuşmasını sürdürdü : «Artık Tom Hagen Consigliori değil, Las Vegas’da avukatlığımızı ya­ pacak. iki aya kadar da ailesiyle birlikte oraya gidip yerleşecek. Yalnız avukat olarak tabiî. Şimdiden son­ ra hiç kimse, başka bir iş için Tom’a başvurmayacak. Tom Hagen bir avukat artık. O kadar. Sonra bir öğü­ de ihtiyacım olursa başvuracağım, babamdan daha bilgili kim var?» Gülüştüler hep birlikte. Ama Michael’in ne demek istediğini anlamışlardı. Hagen işten atılmıştı; artık elinde hiç bir güç yoktu. Hepsi de kaça­ mak bakışlarla, durumu nasıl kabullendiğini anlamak için Hagen’i süzdüler. Ama Hagen’in yüzü anlamsızdı. Clemenza : «O halde bir yıla kadar hepimiz başı­ mızın çaresine bakacağız, öyle mi?» dedi. «Belki daha kısa bir süre sonra,» dedi Michael saygıyla, «ama isterseniz Aile’nin bir kolu olarak da çalışabilirsiniz. Size kalmış bir şey. Biz Batı’ya göç edeceğimize göre, kendi Ailenizi kurmanız çok daha doğru olur.» Tessio : «O halde regîme’lerimiz için yeni adam lar toplamamıza izin verirsin. Barzini’nin itleri durma­ dan benim bölgeme tecavüz ediyorlar. Onlara bir ders vermek yerinde olur.» Michael başını salladı : «Hayır, hayır. Bu, büyük bir hata olur. Rahat dur. Bütün bu meseleler tartışı-


Iıyor, gitmemizden önce her şey çözümlenecek.» Bu cevap Tessio’ya yetmedi, Michael’ın öfkesini üzerine çekmek pahasına doğrudan Baba’ya hitap et­ ti : «Beni bağışlayın Vaftiz babam,» dedi, «eski dostlu­ ğumuza güvenerek konuşuyorum. Bence oğlunuzla birlikte düşündüğünüz bu Nevada işi çok hatalı. Sizi buradan destekleyecek gücünüz olmazsa orada nasıl başarı kazanırsınız? Siz buradan giderseniz Barzini’lerle, Tattaglia’larla biz başa çıkamayız. Çok güçlendi­ ler. Peter’le başımız derde girer. Er geç onların eli­ ne düşeriz. Üstelik Barzini bana göre değil. Bence Corleone Ailesi buradan zayıflayarak değil, güçlene­ rek gitmeli, Regime’lerimizi kuvvetlendirmen, hiç ol­ mazsa Staten island’da kaybettiğimiz yerleri geri al­ malıyız.» Don Corleone başını sallad ı: «Barış yaptım on­ larla, unutma, sözümden dönemem.» Tessio susmaya razı olmuyordu bir türlü : «O za­ mandan beri Barzini’nin damarımıza bastığını, sizi kış­ kırttığını herkes biliyor. Sonra, Corleone Ailesinin re­ isi Michael ise onun uygun göreceği tedbirleri almak­ tan kim alakoyabilir? Sizin verdiğiniz sözle bağlı tu­ tulamaz ki.» Michael sert bir sesle söze karıştı. Tessio'ya: «Şu anda sözünü ettiğin sorunları çözümlemek için çalışmalar yapılıyor,» dedi. «Kuşkuların da kalmaya­ cak yakında. Benim sözüme güvenmiyorsan Baba’ya sor.» Michaei’ın davranışından ve ses tonundan Tessio fazla ileri gittiğini anlamıştı. Don Corleone’ye soru sormaya kalkıştığı an Michael’ı kendine düşman ede­ ceğini biliyordu. Onun için omuz silkti : «Ben Ailenin iyiliği için konuştum,» dedi, «kendim için değil. Ba­ şımın çaresine de bakabilirim.» Michael ona dostça gülümsedi : «Tessio, senden bir an olsun kuşkulanmadım. Asla. Ama bana güven. Tabiî bu qibi meselelerde ne seninle, ne de Clemenza ile boy ölçüşebilirim. Ama beni yönetecek biri v a r : Babam. Başarısızlığa uğramıyacağım, merak etme.» Toplantı sona ermişti. Hiç olmazsa Tessio ile Clemenza’ya, yakında regime’lerini bağımsız Aileler ha­


line getirebileceklerini öğretmişti. Tessio, Brooklyn kumarhaneleriyle dokların, Clemenza da Manhattan kumarhaneleriyle Aile’nin Long island’daki yarış alan­ larını alacaktı. iki caporegime yeterince tatmin edilmemiş ve ra­ hatsız olarak oradan ayrıldılar. Carlo Rizzi aileden bi­ ri sayılacağı anın geldiği düşüncesiyle kütüphanede bir süre sallanıp durdu. Ama Michael’ın hiç de böyle bir niyet beslemediğini anlamakta gecikmedi. Baba’yı, Tom Hagen’i ve Michael’ı kütüphanede bırakarak çıktı. A'bert Neri onu evin kapısından yolcu etti. Car­ lo, bahçeyi geçerken Neri’nin kapıda durup peşinden baktığını farketti. Kütüphanede üç erkek, yıllardan beri aynı çatı altında yaşamanın verebileceği bir rahatlıkla oturu­ yorlardı şimdi. Michael, Baba’ya bir kadeh anisetti, Tom Hagen’e viski ikram etti. İçki sevmemesine rağ­ men kendisi de aldı. İlk konuşan Tom Hagen oldu. «Mike, beni niçin işten uzaklaştırıyorsun?» Michael şaşırmış g ib iy d i: «Vegas’ta bir numara­ lı adamım olacaksın. Artık kanun dışı iş görmeye­ ceğiz. Sen de benim kanun adamımsın. Bundan da­ ha önemli ne olabilir?» Hagen acı acı gülümsedi : «Ben bundan söz et­ miyorum. Rocco Lampone’nin benden habersiz gizli bir regime kurmasından söz ediyorum. Neri ile ben yahut bir caporegime aracılığıyla değil, doğrudan doğruya görüşmenden söz ediyorum. Michael alçak sesle : «Lampone’nin regime kur­ duğu haberini nereden aldın?» diye sordu. Hagen omuz silkti : «Kaygılanma; casus yok. Baş­ ka kimse de bilmiyor. Ama benim durumumda olan bir kişi ortada neler döndüğünü kolaylıkla anlar. Lampone’ye İŞ verdin, gerektiğinden fazla özgürlük tanı­ dın. Bu yüzden küçük imparatorluğunda kendisine yardımcı olabilecek kişilere muhtaç. Oysa Lampone’­ nin seçtiği, aldığı her adam bunu bana bildirmek zo­ runda. Lampone’nin seçtiği adamlara, verdiği işin ge­ rektiğinden daha fazla maaş bağladığına, üstelik adamların verilen işlerden çok fazlasını yapabilecekle­


rine dikkat ettim. Sırası gelmişken söyleyeyim, Lampone’yi seçmekle isabetli davrandın. Çok iyi çalışı­ yor.» Michael yüzünü buruşturdu : «Düşündüğün kadar iyi değil. Zaten onu Baba seçti, ben seçmedim.» «Peki,» dedi Tom, «beni işten niçin uzaklaştırı­ yorsun?» Michael onun yüzüne baktı. Dolambaçlı yollara sapmadan, olduğu gibi açıkladı : «Tom, sen savaş sırasında Consigliori’lik yapamazsın. Giriştiğimiz işte ortalık karışabilir, savaşmak zorunda kalabiliriz. Her ihtimale karşı seni cepheden uzaklaştırmak istiyo­ rum.» Hagen’in yüzü krpkırmızı oldu. Bunu ona Baba söylemiş olsaydı, kararı alçakgönüllülükle kabullenir­ di. Ama Michael böyle düşüncesizce bir kara nasıl varabilirdi? «Peki,» dedi, «ama ben de Tessio ile aynı kanı­ dayım. Hatalı davranıyorsun. Vegas’a, New York’da gücümüzü kaybettiğimiz için gidiyoruz. Burada bize çalışma hakkı tanınmıyor diye. Kötü bir şey bu. Rizzi tilki gibidir. Seni parça parça etmeye kalkışırsa öte­ ki ailelerin yardımına koşacağını bekleme.» Sonunda sözü Baba aldı : «Tom, bunlar yalnız Michael’ın kararlan değil. Ona ben de akıl verdim. Ya­ pılması gereken bazı işler var ki kendimi bunlardan asla sorumlu tutmak istemiyorum. Bu benim isteğim. Senin kötü bir Consigliori olduğunu hiç düşünmedim. Santino’nun kötü bir Don olacağını düşündüm; top­ rağı bol olsun, iyi kalpli bir insandı ama başıma o kü­ çük kaza geldiğinde Aile’yi yönetecek kişilikte de­ ğildi. Freddie’nin kadın düşkünü, zayıf bir erkek ola­ cağı kimin aklına gelirdi? Onun için kırılma. Senin gibi benim de Michael’a güvenim var. Bilmemen gere­ ken bazı nedenlerden ötürü, olacaklarda senin payın bulunmamalı. Zaten Michael’a Lampone’nin kurduğu regime’nin senin gözünden kaçmayacağını söylemiş­ tim. Bu da sana ne kadar güvenim olduğunu göste­ rir.» Michael güldü : «Bunu haber alabileceğine ihti­ mal vermedim doğrusu Tom.»


Tom Hagen durumun yumuşatılmaya çalışıldığı­ nı biliyordu. «Belki de yardımcı olabilirim,» dedi. Michael başını kararlı bir tavırla salladı : «Hayır, sen bu işin dışındasın Tom.» Tom içkisini bitirdi. Oradan ayrılmazdan önce de Michael’a sitem etti : «Baban kadar iyisin,» dedi, «ama öğrenmen gereken bir şey var.» «Neymiş o?» dedi Michael nazik bir tavırla. «Hayır demeyi bilmek.» Michael : «Haklısın,» dedi başını ciddi ciddi sal­ layarak, «bunu aklımdan çıkarmayacağım.» Hagen gittikten sonra Michael babasına nazik bir tavırla : «Bana nasıl hayır deneceğinden başka her şeyi öğrettiniz,» dedi. «Şimdi bana, insanların hoşuna gidebileceği şekilde nasıl hayır deneceğini anlatın.» Baba, büyük masanın arkasındaki koltuğa otur­ mak için yaklaştı. «Sevdiğin insanlara ‘hayır’ diyemez­ sin. Hiç olmazsa sık sık. işin sırrı burada. Ama ha­ yır demek zorunda kalırsan bunu, ‘evet’ demek dercesine söylemelisin. Ya da onları ‘hayır’ demek zo­ runda bırakacaksın. Sabırlı olmalı, zamanı beklemeli­ sin. Ama ben eski kafalıyım; siz yeni kuşaktansınız. Michael güldü : «Doğru. Ama Tom’un bu işe karıştırılmamasını onaylıyorsunuz, değil mi?» Don başını salladı : «Evet, bu işe karıştırılma­ malı.» «Yapacağım şey yalnız Sonny ile Apollonia’nın öcünü almak için değil, bunu söylemenin zamanı gel­ di,» dedi Michael babasına. «Yapılması gerekiyor çünkü. Barzini hakkında söylediklerinde Tom da, Tessio da haklı.» Don Corleone başını salladı : «intikam, soğuk yendiğinde lezzetli bir yemektir,» dedi.. «Buraya seni sağ salim getirecek başka bir yol bulsam o barışı asla yapmazdım. Ama Barzini’nin seni öldürmek için son bir teşebbüste bulunmasına hayret ediyorum. Bel­ ki barış konuşmasından önce hazırlanmıştı. Barzini önüne geçemedi. Don Tommasino’nun peşinde ol­ madıklarından emin misin?» M ichael: «Sanki Don Tommasino’nun peşindey­


miş gibi davrandılar,» dedi. «Çok güzel bir plân ha­ zırlamışlardı. Başarsalardı siz bile kuşkulanmayacaktınız. Ama sağ salim döndüm geldim. Fabrizzio’nun bahçe kapısından çıkıp gittiğini, kaçtığını gördüm. Buraya geldiğimden beri de her şeyi inceden inceye kontrol ettirip araştırdım tabiî.» «O çobanı buldular mı?» «Ben buldum,» dedi Michael, «bir yıl önce. Buffalo’da küçük bir pizza dükkânı işletiyor. Yeni bir ad altında. Oldukça da iyi iş yapıyor çoban Fabrizzio. Don Corleone oğlunu doğruladı, «o halde daha fazla beklemek gereksiz. Ne zaman harekete geçi­ yorsun?» «Kay’in çocuğunu doğurmasını bekleyeceğim. Belki bir aksilik olur. Tom’un da Vegas’a yerleşmesi­ ni istiyorum. O zaman bu işle ilgisi kalmayacak. Belki bir yıl sonra.» «Her şeyi hazırladın mı?» diye sordu Don. Bu­ nu sorarken oğlunun yüzüne bakmamıştı. Michael : «Sizin bu işte hiç rolünüz yok,» dedi kibarCa, «siz sorumlu değilsiniz. Bütün sorumluluğu ben yükleniyorum. Hatta veto etmenizi bile istemi­ yorum. Bunu yapmaya kalkışırsanız Aileyi terkeder, başımın çaresine bakarım. Merak etmeyin, işin ucu size dokunmayacak.» Don Corleone uzun bir süre konuşmadı. Sonra içini çekti, «öyle olsun,» dedi, «belki de bunun için işten çekildim. Ben hayatta yapacağımı yaptım, ar­ tık içimde çalışma isteği yok. İyiler her zaman bazı işleri yapmaya hazır değildirler. Nasıl istersen öyle yap.» O yıl Kay Adams ikinci oğlunu da doğurdu. Do­ ğum kolay oldu. Genç anne Long Beach’deki evde prensesler gibi karşılandı. Connie Corleone ona İtal­ ya’da yapılmış elişi, son derece pahalı ve güzel bir bebek takımı hediye etti. Kay’e : «Carlo buldu bu­ nu,» dedi. «Ben istediğim gibi bir şey bulamayınca Carlo New York’un altını üstüne getirdi.» Kay gülüm­ seyerek teşekkür etti. Bu yalanı Michael’a anlatma­


sının istendiğini derhal anlamıştı. Kay da tam bir Si­ cilyalI olma yolundaydı. Aynı yıl Nino Valenti beyin kanamasından öldü, ölümü gazetelerin birinci sayfasına geçti; çünkü Johnny Fontane’nin yaptığı film birkaç hafta önce gösterilmeye başlanmış ve büyük başarı kazanmıştı. Herkes Nino’dan söz ediyordu : Nino Valenti artık büyük bir yıldızdı. Gazetelerde cenaze törenini John­ ny Fontane’nin üzerine alacağı, törende yalnız ailesi ve en yakın dostlarının bulunacağı belirtildi. Hatta bir gazete haberine göre Johnny Fontane, arkadaşının ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. Arkadaşını bir hastaneye yatmaya zorlaması gerektiğinden söz et­ mişti Johnny Fontane. Ama gazeteci bunu, sevdiği birini kaybeden hassas kişinin hayalî suçluluk duy­ gusu şeklinde gösterdi. Johnny Fontane çocukluk ar­ kadaşı Nino Valenti’yi bir film yıldızı yapmıştı. Bir arkadaştan başka ne beklenebilirdi? Kaliforniya’daki cenaze törenine Freddie’den baş­ ka Corleone Ailesinden kimse katılmadı. Lucy ile Jules Segal da cenazede hazır bulundular. Don Cor­ leone de gidecekti ama hafif bir kalp krizi geçirip bir ay yatmak zorunda kaldı ve kocaman bir çelenk yollamakla yetindi. Albert Neri, Aile’nin resmî temsil­ cisi olarak Kaliforniya’ya yollandı. Nino’nun cenaze töreninden ikj gün sonra Moe Greene film yıldızı olan metresinin Hollywood’daki evinde vurulup öldürüldü; Albert Neri bir ay kadar New York’da görünmedi. Karayip adalarında tatile çıkmıştı. Döndüğünde zenci sayılabilecek kadar yan­ mıştı. Michael onu övgü dolu sözlerle, gülümseyerek karşıladı. Neri’ye çok zengin olduğu bilinen East Side acentasından da ayrıca gelir sağlayacağı bildirildi. Albert Neri görevini gerektiği gibi yerine getiren ki­ şinin mükâfatlandırıldığı bir dünyada yaşadığını an­ lamıştı, hayatından memnundu.


MİCHAEL Corleone her ihtimale karşı, gereken ted­ birleri almıştı. Plânları hatasız, güvenliği tamdı. Sa­ bırlıydı üstelik; hazırlıklarına bir yıl daha ayırmaya karar vermişti. Ama kader ona karşı dikildi ve bu süreyi şaşılacak şekilde kısalttı. Michael Corleone’yi yarı yolda bırakan Baba’nın ta kendisi, büyük Don Corleone oldu. Güneşli bir pazar sabahı, kadınlar kilisedeyken, Don Vito Corleone, kurşunî bol pantolonunu, soluk mavi gömleğini giydi, kirli ipek bir kurdeleyle süslü çarpık çurpuk şapkasını başına geçirdi. Birkaç yıl içinde Don Corleone bir hayli kilo almıştı. Domates fideleriyle uğraşmanın sağlığa iyi geldiğini söylüyor, ama kimseyi aldatamıyordu. Aslında bahçede çalışmayı seviyordu; bahçesi­ nin sabahın erken saatlerindeki görünümü çok hoşu­ na gidiyordu. Altmış yıl önce Sicilya’daki çocukluğu­ nu, hem de babasının öldürülmesinden duyduğu acıyı ve korkuyu hissetmeden yeniden yaşıyordu. Şimdi fasulyelerin tepelerinde küçük çiçekler açmıştı. Sa­ rımsak kümeleri fasulyeleri çevreliyordu. Bahçenin dibinde koca bir varil vardı. Bu varilde, en değerli bahçe gübresi olan, sıvı inek dışkısı vardı. Yine bah­ çenin bu ucunda Baba’nın eleriyle yaptığı tahta ızga­ ra yükseliyordu, bu ızgaraya domates fideleri sarılı­ yordu. Don Corleone bahçesini sulamakta acele etti. Güneş ışınları iyice ısınıp su damlalarını kızgın ve yakıcı prizmalar haline getirerek marul yapraklarını kâğıt gibi yakmadan bahçe sulanmalıydı. Su önemliy­ di, güneş daha da önemliydi. Ama ikisini dikkatsizce kullanmak büyük zararlara yol açabilirdi. Don Corleone daha sonra, dolaşıp karıncalara baktı. Karınca varsa bu, sebzesine sümüklüböcek gel­ miş demekti. Karıncalar sümüklüböceklerin peşinden koşuyorsa, sebzeleri ilâçlamak zorundaydı. Bahçeyi tam zamanında sulamıştı. Güneş yakıcı


olmaya başlıyor, «Dikkat, dikkat» diyordu kendi ken­ dine. Oysa sırıklarla desteklenmesi gereken birkaç bitki daha vardı. Yeniden toprağa diz çöktü, bu diziyi de bitirince eve girecekti. Birden güneşin çok alçaldığını hisseder gibi ol­ du. Altın sarısı zerrecikler gözlerinin önünden dansediyordu. Michael’ın büyük oğlu, Don Corleone’nin diz çöktüğü yere koşarak yaklaştı. Çocuk, gözleri kör eden sapsarı bir ışık kümesinin içindeydi sanki. Oy­ sa Don’u aldatmak kolay değildi; çok tecrübeliydi o. Ölüm, üzerine atılmaya hazır bulunan alevli ışık kü­ mesinin gerisinde gizliydi. Don Corleone, kendisinden uzak durması için çocuğa işaret etti. Tam zamanında yapmıştı işareti. Göğsünün dibine bir balyoz indi. So­ luk almak için ağzını açtı ve öne doğru düştü. Küçük çocuk babasına seslenerek koştu. Evin kapısında duran Michael ile birkaç adamı bahçeye yetişip Don Corleone’yi elleri toprak yığının içinde upuzun yatar buldular. Onu kaldırıp taş döşeli veran­ danın gölgesine taşıdılar. Diğerleri cankurtaran ara­ basıyla doktor çağırmaya giderlerken Michael babası­ nın yanında diz çöküp elini tuttu. Don Corleone oğlunu bir kez daha görebilmek için gözlerini büyük bir güç harcayıp açtı. Zorlu kalp krizi yüzünü morartıyor, son anlarını yaşıyordu. Bah­ çeden gelen kokuları içine çekti; sarı ışık kümesi hâ­ lâ gözlerinde oynaşıyordu. «Hayat öyle güzel ki,» di­ ye mırıldandı. Kader, kadınların gözyaşlarını görmesini önledi. Onlar kiliseden dönmeden, cankurtaran arabası ve doktor gelmeden önce, çevresi erkeklerle sarılı, en sevdiği oğlunun elini tutarak öldü. Cenaze töreni krallara lâyık şekilde yapıldı. Beş Aile, reisleriyle caporegime’lerini yolladı; Tessio ile Clemenza da yakınlarıyla cenazede hazırdı. Johnny Fontane, ortada görünmemesi için Michael’ın verdiği öğüde rağmen törene gelerek büyük bir heyecan ya­ rattı. Fontane gazetecilere, Vito Corleone’nin vaftiz babası ve tanıdığı en büyük insanlardan biri oldu­ ğunu; törene katılmasına, böyle bir insana son say­ gısını göstermesine izin verildiği için şeref duyduğu­


nu söyledi. Bundan hoşlanmayaların da canı cehennemeydi. Ölüyü, eski geleneklere uyarak Long Beach’deki evde bir gece tutmuşlardı. Amerigo Bonasera bütün ustalığını göstermiş, eski dostu ve kurtarıcısını, dü­ ğün için kızını süsleyen bir ananın sevgisiyle hazırla­ mıştı. ölümün bile Baba’nın yüzündeki soylu ve onur­ lu anlamı silmediğini herkes söyledi. Bonasera da bundan büyük gurur ve güçlülük hissi duydu, ölümün Don’un yüzünü ne kadar değiştirdiğini yalnız o bili­ yordu. Evin kapısının önünde gazetecilerle fotoğrafçılar birikmişti, içinde FBI’nin adamları olduğu bilinen küçük kamyonetten sinema makineleriyle tören filme alınıyordu. İçeriye girmeye kalkışan birkaç gazeteci evin kapısıyla duvar diplerinin, kimlik kartı ve da­ vetiye soran muhafızlarla dolu olduğunu gördüler. Yine de kendilerine çok kibar davranıldı, içecek so­ ğuk şeyler bile yollandı. Ama hiç biri içeri giremedi. Kapıdan çıkanlarla konuşmaya çalıştılarsa da buz gi­ bi bakışlarla karşılaştılar, kimsenin ağzından tek ke­ lime olsun alamadılar. Michael Corleone günün bir bölümünü çalışma odasıyla Kay, Tom Hagen ve Freddie ile geçirdi. Baş sağlığı dilemeye gelenler içeri alındı. Bunlardan ba­ zılarının kendisine Baba, Don Michael demelerine rağmen Michael hepsini de aynı nezaketle kabul etti. Yalnız Kay dudaklarının nasıl hoşnutsuzlukla geril­ diğini farketti. Clemenza ile Tessio da aralarına katıldılar. Mic­ hael onlara kendi eliyle içki ikram etti. İş hakkında bir iki şey konuştular. Michael evin bir inşaat şirke­ tine hatırı sayılır bir para karşılığında satılacağını bildirdi. Elde edilecek büyük kâr, Don Corleone’nin ticarî dehasını bir kere daha ispatlıyordu. Artık impataratorluğun Batı’ya taşınacağını hepsi anlamışlardı. Corleone Ailesi New York’taki işlerini tasfiye ediyordu. Böyle bir harekete girişmek için Don’un emekliye ayrılması yahut ölümü beklenmişti. «Evde on yıl önce, bir kere daha bunca insan toplanmıştı ama başka bir nedenle: Constanzia ile


Carlo Rizzi’nin düğünü dolayısıyla,» dedi biri. Michael bahçeye bakan pencereye yaklaştı. Demek, kaderi­ nin böyie bir yön alacağını aklına bile getirmeden Kay’le bahçede oturdukları günün üzerinden on yıl geçmişti. Ve babası ölürken, «Hayat öyle güzel ki,» demişti. Michael babasının bir tek kere ölümden söz ettiğini hatırlamıyordu. Don Corleone, üzerinde dü­ şünemeyecek kadar korkuyordu ölümden. Mezarlığa gitme zamanı gelmişti. Don Corleone gömülecekti. Michael, Kay’in koluna girdi. Siyah giy­ sili davetlilere katılmak için bahçeye çıktılar. Peşin­ den askerleriyle birlikte caporegime’ler ve Baba’nın hayattayken iyilik ettiği bütün alçakgönüllü, yoksul kişiler geliyordu; fırıncı Nazorine, dul Colombo ile oğulları, demir pençeyle ama adaletten ayrılmadan yönettiği dünyasının diğer sayısız konukları. Hatta düşmanı olan bazı insanlar bile son görevlerini yap­ mak için gelmişlerdi. Michael bütün bunları nazik ama soğuk bir gü­ lümsemeyle izledi. Etkilenmemişti. Yine de: «Eğer ben ölürken hayat öyle güzel ki diyebilirsem, her şey vızgelir,» diye düşündü. Babasının izinden gidecekti. Çocuklarına, ailesine ve dünyasına iyi bakacak, hak­ sızlık etmeyecekti. Ama çocukları bambaşka bir dün­ yada yetişecek, doktor, bilim adamı, sanatçı olacak­ lardı. Vali, Devlet Başkanı da olabilirdi. Onların bü­ yük insanlık ailesine karışmalarını sağlayacaktı. Ama o, güçlü ve akıllı bir baba olarak bu büyük aileyi göz hapsinde tutacaktı. Cenaze töreninden sonraki sabah Corleone Aile­ sinin bütün önemli kişileri toplandılar, öğleden biraz önce de Don Corleone’nin boş evine kabul edildiler. Onları Michael Corleone karşıladı. Evin köşesindeki kütüphaneyi hemen hemen dol­ durmuşlardı. İki caporegime Clemenza ile Tessio; ağırbaşlı, becerikli haliyle Rocco Lampone; son dere­ ce sessiz ve haddini bilen Carlo Rizzi; böyle önemli bir dönemde düzeni sağlamak için kanun adamlığın­ dan sıyrılmış Tom Hagen; Michael’a yakın durmaya çalışan, yeni Don’un sigarasını yakıp, içkisini hazır­ layan Albert Neri içerdeydi. Hepsi de Corleone Aile­


sinin başına çöken son felâkete rağmen, sarsılma­ yan, bağlılıklarını göstermek için toplanmışlardı. Don Corleone’nin ölümü Aile için büyük bir ta­ lihsizlikti. Aile onsuz gücünün yarısını kaybetmiş, Barzini - Tattaglia ittifakı karşısında büyük barış ola­ naklarından yoksun kalmış gibiydi. Odadakiler bunu biliyor, Michael Corleone’nin söyleyeceklerini bekli­ yorlardı. Onların gözünde Michael yeni Don değildi; Don Corleone’nin veliahtıydı daha, bu sıfata hak ka­ zanmamıştı. Don Corleone yaşasaydı belki oğlunun yerine geçeceğini bildirir, bu yeri sağlamlaştırırdı. Oysa şimdi hiç kimse kesin bir şey bilmiyordu. Michael, Neri içkilerini ikram edinceye kadar bekledi. Sonra alçak sesle : «Buradakilere, neler his­ settiklerini bildiğimi söylemek istiyorum,» dedi, «he­ piniz babamı saydınız, sevdiniz. Ama artık kendinizi ve ailelerinizi düşünmenin zamanı geldi. İçimizden bazıları babamın ölümünün plânlarımızı ve verdiğim sözleri nasıl etkileyeceğini merak ediyorlardı. Ceva­ bım şu : «Hiç bir değişiklik olmayacak. Her şey es­ kisi gibi devam edecek.» Clemenza büyük, kabarık saçlı başını salladı. Saçları çelik rengindeydi; şiş yüzü daha da çirkinleş­ mişti. «Barzini’lerle Tattaglia’lar üzerimize çullanacak­ lar Mike,» dedi, «ya onlarla savaşacak, ya da anlaş­ maya varacaksın.» Odadaki herkes, Clemenza’nın Michael ile resmî konuşmadığına, ona Don Michael demediğine dikkat etti. «Bekleyelim, ne yapacaklarını görürüz,» dedi Michael, «barışı önce onlar bozsun.» Tessio sert sesiyle: «Barışı bozdular bile Mike,» dedi, «bu sabah Brooklyn’de iki acenta açtılar. Bana bölgenin başkomiseri haber verdi. Bir aya kadar Brooklyn’de şapkamı asacak yer bulamayacağım.» Michael ona düşünceli düşünceli baktı. «Bu ko­ nuda herhangi bir şey yaptın mı?» Tessio küçük, sansarınkini andıran başını sal­ ladı : «Hayır,» dedi, «başına dert açmak istemedim.» «Güzel.» dedi Michael, «hepinize söylemek iste­ diğim şu : Sıkı durun. Kışkırtmalar karşısında hare­ kete geçmeyin. Durumu düzeltebilmem için bana bir


kaç haftalık sûre tanıyın; rüzgârın hangi yönde esti­ ğini anlayalım. O zaman buradaki herkes için gere­ ken en iyi hal çaresini bulacağım. Son bir toplantı yapacak ve son kararlarımızı vereceğiz.» Toplantıdakilerin şaşkınlıklarını görmezlikten gel­ di. Albert Neri kapıyı açmış, hepsini dışarı çıkarıyor­ du. Michael sert bir sesle : «Tom, sen biraz kal,» dedi. Hagen bahçeye bakan pencereye gitti, iki caporegime, Carlo Rizzi ve Rocco Lampone’nin Neri tara­ fından nöbetçilerin beklediği kapıdan geçirildiğini gö­ rünceye dek bekledi. Sonra Michael’a dönerek : «Bü­ tün siyasî kilit noktalarını ele geçirdin mi?» diye sor­ du. Michael pişmanlıkla başını salladı : «Hayır. Dört ay daha gerekliydi bana. Baba ile bunun üzerinde çalışıyorduk. Ama yargıçların hepsini elde ettim. Kongredeki bazı önemli üyeleri de. Önce onlarla uğ­ raştık. New York’taki parti ileri gelenleri dert değil ta­ bii. Aile herkesin sandığından çok daha güçlüdür. Yine de işleri iyice sağlamlaştırmak istedim doğrusu.» Hagen’e gülümsedi. «Şimdi her şeyi anlamışsındır, umarım.» Hagen başını salladı. «Güç olmadı. Yalnız bir tek şey beni şaşırtıyordu : Görevimden uzaklaştırılmam. SicilyalI şapkamı başıma geçirdim ve sonunda nede­ nini kavrayabildim.» Michael güldü : «İhtiyar da anlayacağını söyle­ mişti. Ama burada sana ihtiyacım var. Hiç olmazsa gelecek bir kaç hafta için. Las Vegas’a telefon et, ka­ rınla konuş. Birkaç hafta burada kalacağını söyle.» Hagen dalgın dalgın, «Sana nasıl saldıracaklarını sanıyorsun?» diye sordu. Michael içini çekti. «Baba anlattı. Yakınlarımdan biri aracılığıyla bana yanaşacaklar. Barzini bana tuzak kurmak için, kuşkulanmayacağım birini yollayacak.» Hagen gülüm sedi: «Benim gibi birini mi?» Michael de gülümsedi : «Sen İrlandalIsın. Sana güvenemezler.» «Alman asıllı bir Amerikalıyım,» dedi Hagen. «Onlar için bu, İrlandalI demektir. Sana yanaş­


mazlar. Bir zamanlar polis olduğu için Neri’ye de. Kendilerini tehlikeye atamazlar. Hayır, bence Cle­ menza, Tessio yahut Carlo Rizzi olacak bu kişi.» Hagen alçak sesle : «Carlo olacağına bahse gi­ rerim,» dedi. «Göreceğiz,» dedi Michael, «yakındır.» Ertesi sabah Michael ile Hagen kahvaltı ediyor­ lardı. Michael’a telefon geldi. Gidip kütüphanede ko­ nuştu. Mutfağa döndü. Hagen’e : «Her şey hazır,» dedi, «Barzini ile bir hafta sonra buluşacağım. Baba öldüğü için yeni bir barış anlaşması yapacağız.» Mic­ hael güldü. Hagen : «Kim telefon etti sana, kim bağlantıyı sağladı?» diye sordu. İkisi de bağlantıyı Corleone Ai­ lesinden kim bağladıysa onun hain olduğunu biliyor­ lardı. Michael acı acı gülüm sedi: «Tessio,» dedi. Kahvaltılarını konuşmadan yaptılar. Kahvelerini içerlerken Hagen başını salladı : «Bağlantıyı kuracak kişinin Carlo, hatta Clemenza olacağına yemin ede­ bilirdim. Tessio hiç aklıma gelmedi. Ailenin en güve­ nilir kişisiydi o.» «En zekisi,» dedi Michael, «kendince en ustaca şeyi yaptı. Beni Barzini’nin hazırladığı oyuna getire­ cek, kendisi de Corlleone Ailesinin mirasına konacak. Benimle kalırsa her şeyi yitireceğini, çünkü kazana­ mayacağımı sanıyor.» Hagen önce bir durakladı, Sonra istemeye isteme­ ye : «Tessio haklı mı, yoksa haksız mı?» diye sordu. Michael omuzlarını s ilk ti: «Durum kötüye benzi­ yor. Ama babam siyasî bağların ve nüfuzun on regime’ye bedel olduğunu söylerdi. Bunu anlayan tek kişiydi. Bence, babamın siyasî nüfuzunun çoğunu avu­ cumda tutuyorum. Ama bunu başka kimse bilmiyor.» Hagen’e gülümsedi; güven dolu bir gülümsemeydi bu. «Bana Don diyecekler. Ama Tessio’ya çok üzüldüm.» Hagen : «Barzini ile buluşmaya razı oldun mu?» diye sordu. «Elbette,» dedi Michael, «bir hafta sonra bu ge­ ce. Brooklyn’de. Tessio’nun bölgesinde. Kendimi gü­ venlikte hissedeyim diye.» Tekrar güldü.


Hagen : «O zamana kadar dikkatli ol,» dedi. İlk kez Michael Hagen’e karşı soğuk bir tavır ta­ kındı. «Bana böyle bir öğütte bulunması için Consigliori’ye ihtiyacım yok,» dedi.

Corleone Ailesiyle Barzini ailesi arasındaki barış görüşmelerinin yapılacağı hafta Michael ne kadar dik­ katli olabileceğini Hagen’e gösterdi. Evden dışarı adı­ mını atmadığı gibi yanında Neri olmadan kimseyi ka­ bul etmedi. Yalnız ortada tek kaygılandırıcı durum vardı. Connie ile Carlo’nun büyük oğlunun katolik ki­ lisesine kabul töreni vardı. Kay, Michael’dan çocuğun vaftiz babası olmasını istemişti. Michael reddetti. Kay, «Senden pek az şey rica ederim Mike,» dedi, «ne olursun, bunu benim için yap. Connie se­ nin vaftiz babası olmanı çok istiyor. Carlo da. ikisi için de bu çok önemli. Rica ederim, Michael.» Kay direttikçe kocasının sinirlendiğini görüyor, reddedeceğini düşünüyordu. Michael, «Peki, ama tö­ ren burada yapılsın,» deyince şaşırdı. «Papaza söyle­ yin, çocuğu burada vaftiz edecek şekilde hazırlansın. Masrafı ben öderim. Kilisedekilerle anlaşamazlarsa Hagen’e söylesinler. O halleder.» Böylece Barzini Ailesiyle buluşacağı tarihten bir gün önce Michael, Carlo ile Connie Rizzi’nin oğluna vaftiz babalığı yaptı. Çocuğa çok pahalı altın bir kol saati armağan etti. Carlo’nun evinde küçük bir parti verildi. Buna caporegime’ler, Hagen, Lampone, Don Corleone’nin dul eşi de dahil bütün yakınlar davet edildi. Connie çok heyecanlanmıştı, bütün akşam her fırsatta Michael’ın boynuna sarıldı, öptü. Carlo Rizzi bile duygulandı; Michael’in elini sıkıyor; karşısına, çıkan her fırsatta ona İtalya’da olduğu gibi Baba di­ yordu. Michael de hiç bu kadar konuşkan keyifli ol­ mamıştı. Connie : «Carlo ile Mike artık yakın birer dost olacaklar,» diye fısıldadı Kay’e. «Böyle törenler insanları birbirine yaklaştırır.» Kay, görümcesinin koluna yapıştı. «Çok mutlu­ yum,» dedi.


OTUZUNCU BÖLÜM

ALBERT Neri, Gronx’daki apartmanında oturmuş, es­ ki polis üniformasını fırçalıyordu. Rozetini çıkardı. Parlatmak için masanın üzerine koydu. Beylik meşin tabanca kılıfı bir iskemlenin arkalığına atılmıştı. Es­ ki günleri hatırlatan bu iş ona garip bir zevk veriyor­ du. Karısının kendisini terkettiği iki yıldan bu yana böyle bir mutluluğu seyrek duymuştu. Rita ile, genç bir polis memuru olduğu sıra, genç kız lisede öğrenciyken evlenmişti. Esmer, siyah saç­ lı Rita, geceleri saat ondan sonra dışarda kalmasına izin vermeyen sofu bir İtalyan ailesinin kızıydı. Neri ona, saflığına, namusuna olduğu kadar esmer güzel­ liğine de âşıktı. Başlangıçta kocası, Rita Neri’yi büyülemiş gibiy­ di. Çok güçlü bir erkekti Neri. üstelik herkes ondan korkuyordu. Çünkü Albert Neri neyin iyi, neyin kötü olduğu hakkında kesin düşüncelere sahipti. Hiç bir zaman hoşgörü sahibi olamıyordu. Bir topluluğun dav­ ranışı ya da birinin düşüncesi hoşuna gitmedi mi ya susuyor, ya da tersini düşündüğünü kabaca söylüyor-


du. Asla yumuşak başlı olamıyor, uzlaşmaya yaramı­ yordu. Üstelik SicilyalIlara özgü bir yaradılışı vardı. Çılgınca bir öfkeye kapılır, böyle zamanlarda yakının­ da bulunmamak iyi olurdu. Ama karısına hiç kızmazdı. Neri beş yıl içinde New York polisinin en korku­ lu memurlarından biri olmuştu. Aynı zamanda da en dürüstlerindendi. Ama yasaları uygulamada kendine özgü bir yöntemi vardı. Serserilerden nefret ederdi. Geceleri köşe başlarında böylelerini gördüğü, gelip geçenleri rahatsız ettiklerini farkettiği zaman hemen kararını verir ve harekete geçerdi. Kendisinin bile yeterince takdir edemediği büyük, olağanüstü bir gücü vardı. Bir akşam Central Park’ın batısında devriye ara­ basından atladığı gibi siyah ipekli ceketler giymiş al­ tı serseriyi sıraya dizdi. Devriye arabasındaki yar­ dımcısı Neri’yi bildiğinden şoför yerinden kımıldama­ mış, olaya karışmak istememişti. Hepsi de on altı, on yedi yaşlarında olan gençler gelip geçenleri durduru­ yor, gençliklerine özgü gözdağı veren tavırlarla sigara istiyorlardı. Ama hiç kimseyi hırpaladıkları yoktu, ö n ­ lerinden geçen kızlara da, daha çok Fransızlara özgü açık saçık hareketlerle takılıyorlardı. Neri onları, Central Parkı Sekizinci Bulvardan ayıran duvarın önüne dizdi. Ortalık alacakanlıktı ama, Neri çok sevdiği silâhını yanına almıştı; bir fe­ nerdi bu. Tabancasını çekmek gereğini hiç bir za­ man duymazdı; ihtiyacı yoktu, öfkelendiği zaman öyle vahşî bir hal alırdı ki, tecrübesiz serseriler korkudan sinerlerdi. Yine aynı şey oldu. Neri, siyah ipek ceketli ilk gence sordu : «Adın ne?» Çocuk bir İrlandalI adı söyledi. N e ri: «Defol.» dedi, «bir daha gözüme görünürsen seni parçalarım.» öteki iki çocuğa da aynı şeyi yaptı. Gitmelerine izin verdi. Ama dördüncü çocuk bir Italyan adı söyledi; birkaç yüz yıllık bir dayanışmayı hatırlatmak isterce­ sine gülümsedi. Neri’nin Italyan olduğu her halinden belliydi. Neri gence bir an baktı. Sonra inanamaz gi­ bi: «Sen Italyan mısın?» diye sordu. Oğlan kendin­ den emin bir tavırla sırıttı. Neri, feneriyle oğlanın alnına şiddetli bir darbe


irdirdi. Delikanlı dizlerinin üstüne çöktü. Alnı yarıl­ mış, kan akıyordu. «Orospu çocuğu seni,» dedi Neri, «sen İtalyanların yüz karasısın. Hepimizin adını kir­ letiyorsun. Ayağa kalk.» Bir, iki kere de pabucuyla çocuğun kaburgalarını okşadı. «Git evine. Sokaklar­ da dolaşma. Bir daha da sırtında o ceketle elime geçme. Seni hastanelik ederim. Bas! Baban olmadı­ ğıma da şükret.» Neri diğer iki oğlana aldırış bile etmedi. Bu gece bir daha gözüne görünmemelerini söyleyip kıçlarını tekmelemekle yetindi. Böyle durumlarda Neri işini çok çabuk görüyor, ne çevrelerine bir kalabalık toplanıyordu, ne de kim­ senin itiraz edecek zamanı oluyordu. Neri çabucak arabaya atlıyor, şoför yerindeki arkadaşı da arabayı olay yerinden son hızla uzaklaştırıyordu. Tabiî arada güç durumlarla da karşılaşılıyor, kavga etmeye kalkı­ şanlar, bıçak çekmek talihsizliğinde bulunanlar da oluyordu. O zaman Neri, büyük bir gaddarlıkla böylelerinin ağzını burnunu kırıyor, arabaya attığı gibi ka­ rakola getiriyor, polise karşı gelme suçuyla içeri at­ tırıyordu. Tabiî genellikle böylelerinin dâvasına hasta­ neden çıkmalarından sonra bakılıyordu. Sonunda Neri, amirine gerekli saygıyı gösterme­ diğinden ötürü Birleşmiş Milletler binasının bulundu­ ğu bölgeye nakledildi. Birleşmiş Milletlerde görevli kişiler kurallara aldırış etmeden arabalarını istedik­ leri yere park ediyorlardı. Ama bir gece arabaların gelişigüzel park edilmesinden ötürü yolun bir yanı olduğu gibi kapandı. Vakit gece yarısını geçmişti. Ne­ ri fenerini çıkardı. Arabaların ön camlarını parçalaya parçalaya sokağın bir ucundan öbürüne yürüdü. İn­ san diplomat bile olsa arabasının camını birkaç gün­ den önce taktıramaz. Bölge karakoluna protestolar yağmaya başladı, arabaların bu tür hareketlere karşı korunmaları istendi. Camların kırılmasından bir hafta sonra biri, ne olup bittiğini anladı. Ve Neri Harlem’e yollandı. Kısa bir süre sonra, bir pazar öğleden sonra karısını alan Neri Brooklyn’de oturan dul kızkardeşini ziyarete gitti. Albert Neri, bütün SicilyalIlar gibi


kızkardeşine büyük bir koruyucu sevgi beslerdi. Onun nasıl olduğunu anlamak için ayda bir mutlaka ziyare­ tine giderdi. Kızkardeşi Neri’den çok yaşlıydı. Yirmi yaşmda bir oğlu vardı. Thomas adlı çocuk babasız büyüdüğü için .annesine karşı sık sık üzücü davranış­ larda bulunuyordu. Neri, polisteki nüfuzunu kullanarak çocuğun hırsızlıktan ceza yemesini önlemişti. O za­ man öfkesini bastırmış, ama Thomas’ı «Tommy, an­ neni çok üzüyorsun, senin hakkından ben gelece­ ğim,» diyerek uyarmıştı. Aslında bu bir dayının öğü­ düydü. Gözdağı vermek için söylenmemişti. Haydut­ lar yatağı Brooklyn’in en kabadayı çocuklarından olan Thomas yine de Albert dayısından çok korkardı. Albert Neri’nin kızkardeşini ziyarete gittiği gün, Thomas eve çok geç geldiğinden odasında hâlâ uyu­ yordu. Annesi, dayısı ve yengesiyle yemek yemesi için onu uyandırmaya gitti. Oğlanın yarı açık kapıdan sert sesi duyuldu. «Umurumda bile değil. Bırak da uyuyayım.» Anne özür diler gibi gülümseyerek geri döndü. Böylece yemeklerini Thomas’sız yediler. Neri kızkardeşine, oğlanın canını sıkıp sıkmadığını sordu. Kadıncağız sıkmadığını söyledi. Tommy yataktan kalktığında Neri ile karısı git­ mek üzereydiler. Oğlan ağzının içinde selâma benzer bir şeyler geveledi. Mutfağa girdi. Sonra annesine: «Hey ana, bana yiyecek bir şey hazırla,» diye bağır­ dı. Bu bir istek yahut rica değildi. Şımartılmış bir ço­ cuğun emriydi. Annesi öfkeyle : «Yataktan yemek zamanı kalkar­ san yemek yersin,» dedi. «Senin için tekrar yemek pişirecek değilim.» Her ailede, arada sırada görülen çirkin olaylar­ dan biriydi bu. Ama hâlâ uyku sersemi olan Tommy bir hata etti : «Allah senin de. akrabalarının da belâ­ sını versin,» dedi. «Ben de gider dışarda yemek ye­ rim.» Bunu söyler söylemez de pişman oldu. Albert dayısı farenin üzerine giden bir kedi gibi saldırdı. Neri çocuğun annesine o an ettiği hakaret için değil, daha önceleri de hep böyle davrandığını anladığından kızmıştı. Tommy, dayısının yanındayken


annesiyle asla bu şekilde konuşmazdı. O an dikkat­ sizlik etmiş, boş bulunmuştu. iki kadının dehşet dolu bakışları önünde Al Neri yeğenini insafsızca dövdü. Delikanlı önce kendini ko­ rumaya çalıştıysa da, sonra bağışlaması için yalvar­ maya başladı. Neri dudakları şişip kanayıncaya kadar oğlanın yüzünü tokatladı. Yüzüstü düştüğünde suratı­ nı halıya sürdü. İki kadına beklemelerini söyledi. Tommy’yi dışarı çıkarıp arabasına bindirdi. Orada oğ­ lanın ödünü patlatabilecek şeyler söyledi : «Eğer anan senden yakınacak olursa yiyeceğin köteğin yanında bu karı öpücüğü kalacak. Adam olmanı istiyorum. Şimdi çık yukarı, karıma kendisini beklediğimi söy­ le.» Bu olaydan iki ay sonra, Neri işten döndüğünde karısının kendisini terkedip gitmiş olduğunu gördü. Bütün eşyalarını toplayıp ailesinin yanma dönmüştü. Kayınpederi Rita’nın kendisinden ürktüğünü söyledi, öfkesinden dolayı Neri ile aynı çatı altında yaşamak­ tan korkuyordu. Al inanamadı; şaşırmıştı. Karısını asla dövmemiş, onu tehdit etmemişti. Ona karşı sev­ giden başka duygu beslememişti. Rita’nın davranı­ şına öyle şaşırmıştı ki, gidip karısıyla görüşmezden önce birkaç gün beklemeye karar verdi. Ertesi akşam nöbeti sırasında Neri’nin başını be­ lâya sokması tümüyle talihsizlikti. Devriye arabası Harlem’den bir haber aldı. Büyük bir kavga olmuştu. Her zamanki gibi Neri daha durmadan arabadan atla­ dı. Vakit aece yarısını geçmişti. Elinde yine büyük feneri vardı. Olay yerini bulmak güç olmadı. Çünkü oraya bir kalabalık toplanmıştı. Zenci bir kadın: «İçer­ deki adam küçük bir kızı doğruyor,» dedi. Neri evin holüne girdi. Holün öteki ucunda açık bir kapı vardı. Dışarı ışık taşıyor, içerden inlemeyi andıran sesler geliyordu. Neri, yerde yatan iki gövdeye tosladı; neredey­ se yuvarlanıyordu. Yatanların biri yirmi beş yaşların­ da bir zenci kadındı. Diğeri on iki yaşından fazla ol­ mayan bir küçük zenci kız. İkisinin de yüzlerinde ve vücutlarındaki ustura yaralarından oluk gibi kan boşa­ nıyordu. Oturma odasında Neri kadınla kızı yaralaya­ nı gördü. Onu çok iyi tanıyordu.


Adamın adı Wax Baines’di. Ünlü bir muhabbet tellâlı, uyuşturucu madde düşkünü ve satıcıydı. Göz­ leri aldığı esrarın etkisiyle yuvalarından uğramış gi­ biydi. Titrek elinde hâlâ kanlı usturayı tutuyordu. Nen iki hafta önce onu, sokakta çalıştırdığı kadınlardan bi­ rini dövdüğü için tutuklamış, Baines de ona : «Bana bak, bu iş seni ilgilendirmez,» demişti. Neri’nin arka­ daşı da zencirleri rahat bırakmasını, birbirlerini boğaz­ lamalarına karışmamasını söylemişti. Ama bu sözler Neri’nin adamı karakola götürmesini engellememişti. Baines de ertesi gün kefaletle serbest bırakılmıştı! , Neri zencileri hiç sevmezdi; hele Harlem’de ça­ lışmaya başladığından beri onlardan daha çok nefret ediyordu. Hepsi de uyuşturucu madde düşkünü, ya da kaçakçısıydı; kadınlarını çalıştırır, kendileri keyifleri­ ne bakarlardı. Üstelik Neri hiç birini doğru yola sokamıyordu. Baines’in önceki hafta büyük bir küstahlıkla paçayı kurtarması tepesini attırdı. Ustura yaraları içindeki küçük kızın görünüşü de midesini bulandır­ mıştı. Büyük bir soğukkanlılıkla, Baines’in cezasını kendi eliyle vermeyi kararlaştırdı. Neri : «Bıçağını at,» diye emretti zenciye, «tutuklusun.» Baines güldü : «Bre. adam, beni tutuklayabilmek için tabanca kullanman gerek.» Elindeki usturayı kal­ dırdı. «Belki de canın bunu istiyor.aNeri çok çabuk harekete geçti, yardımcısı silâhı­ nı çekecek zamanı bulamadı. Zenci usturayı salladı; ama Neri büyük bir çeviklikle yana kaçıp sol eliyle adamın bileğini yakaladı. Sağ eliyle de fenerini hava­ da döndürüp Baines’in şakağının üstüne indirdi Zen­ ci sarhoşlar gibi dizüstü çöküverdi. Ustura elinden düştü. Artık hareket edecek halde değildi. Daha son­ ra polis ve mahkemenin araştırmaları ikinci darbe­ nin gereksizliğini ortaya koydu. Kapı önünde topla­ nan tanıklarla yardımcısının sözleri de bunu doğrulu­ yordu. Neri zencinin tepesine feneri bütün gücüyle in­ dirmiş, fenerin camı kırılmış, ampulü ve reflektörü odanın dört yanına saçılmıştı. El feneri bile yamru yumru olmuştu, ancak piller ikiye katlanmasını önle­ mişti. Aynı evde oturan bir zenci dehşetle, Neri’nin


«Kafası da amma sağlammış herifin,» dediğini anlattı mahkemede. Oysa Baines’in kafası sanıldığı kadar sağlam de­ ğildi. Kafatası çatlamıştı. İki saat sonra da Harlem hastanesinde öldü. Gereksiz yere kaba kuvvet kullanmakla suçlanıp görevden alınan Albert Neri çok şaşırdı. Cinayetie suçlandı, suçu kesinlikle anlaşıldı, bir yıldan on yıla kadar hapse mahkûm edildi. O sıra topluma karşı öyle derin bir öfke ve nefret besliyordu ki yediği ce­ zaya aldırmadı bile. Ona kaatil damgası vurmuşlardı, hayvandan farksız bir zenciyi öldürdüğü için hapse atıyorlardı ha? Usturayla delik deşik edilmiş, hayatları boyunca sakat kalacak, hâlâ hastanede yatan o kü­ çük kızla kadının hiç önemi yoktu demek! Neri cezaevinden korkmuyordu. Polis olduğu için suçunun niteliğinden ötürü de orada kendisine iyi bakılacağını hissediyordu, üstlerinden bir çoğu daha şimdiden kendisine yardım edeceklerini söylemişler­ di. Bronx çarşısında balıkçı dükkânı işleten ve kurnaz bir İtalyan olan kayınpederi, Neri gibi birinin hapiste bir yıldan fazla yaşamasının imkânsızlığını anlamıştı. Hücre arkadaşlarından biri onu öldürebilir ya da Neri mahkûmlardan birini haklayabilirdi. Kızının Neri gibi iyi bir kocayı terketmesinden duyduğu vicdan azabıy­ la, Corleone Ailesinin temsilcilerinden birine baş vur­ du; kendisi yine Corleone Ailesine bağlı birine haraç veriyordu, üstelik Don Corleone’ye sık sık en iyi ba­ lıkları yollardı. Corleonş Ailesinin damadını kurtar­ masını istiyordu. Corleone Ailesi, Albert Neri’yi tanıyordu. Dürüst bir polis olarak ün salmıştı; hafife alınmaması gere­ ken bir kişi olduğu biliniyordu; çevresindekilere kor­ ku saçması için polis üniformasına ve belindeki ta­ bancaya ihtiyacı yoktu. Corleone Ailesi bu gibi kişi­ lere daima ilgi duyardı. Neri’nin polis oluşunun pek önemi yoktu. Pek çok genç, gerçek yönünü bulmaz­ dan önce yanlış işlerde çalışırdı. Zaman ve rastlantı­ lar onları sonunda yola getirirdi. İşine yarayacak kişiierin kokusunu almakta ustaolan Peter Clemenza, konuya Hagen’in dikkatini çek­


ti. Hagen resmi polis dosyasını inceledi. Clemenza’mn anlattıklarını dinledi. «Belki de yeni bir Luca Brasi olabilir,» dedi. Clemenza başını salladı : «Ben de aynı şeyi dü­ şünüyorum,» dedi, «Mike bu konuyla ilgilenmeli.» Böylece Albert Neri, geçici olarak kaldığı tevkif­ haneden eyaletin kuzeyindeki cezaevine gönderilmezden önce, yargıcın, eline geçen yeni bilgiler ve üst kademedeki emniyet ilgililerinin ifadelerine baka­ rak dâvayı yeniden incelediği haberini aldı. Cezası te­ cil edildi ve Albert Neri tahliye edildi. Neri aptal değildi, kayınpederi ise ondan kur­ nazdı. Olup biteni öğrenince kayınpederine olan bor­ cunu Rita’dan boşanarak ödedi. Sonra koruyucusuna teşekkür etmek için Beach’e gitti. Tabiî önceden ha­ zırlık yapılmıştı. Michael onu kütüphanede kabul et­ ti. Neri teşekkürlerini bildirdi; Michael’in kendisini içtenlikle kabul etmesi karşısında minnettarlığı da­ ha da arttı. «Bir SicilyalI hemşerime bu şekilde davranmala­ rına göz yumamazdım,» dedi Michael. «Sana madalya vermeleri gerekirdi. Oysa bu Allahın belâsı siyaset adamları kendi çıkarlarından başka şeye önem ver­ miyorlar. Bak, eğer dosyanı dikkatle inceleyip nasıl bir haksızlığa uğradığını anlamasaydım bu işe asla karışmazdım. Bizden biri kızkardeşinle konuştu, ken­ disiyle oğluna nasıl ilgi gösterdiğini, oğlunun yola gel­ mesi için nasıl çalıştığını anlattı. Kayınpederin ise, dünyada senin kadar iyi insanın a t bulunduğunu söy­ ledi. Bir kayınpederin ağzından damadı için güzel söz­ ler işitmek kolay değildir. Pek az görülür.» Michael düşünceli davranarak, evden kaçan karısından söz etmedi. Bir süre havadan sudan konuştular. Neri içine kapanık, az konuşan bir insan olmasına rağmen Miohael’la rahat rahat dertleşebileceğini, içini dökebile­ ceğim anlamıştı. Michael ondan topu topu beş yaş büyüktü; ama sanki karşısında çok daha yaşlı biri vardı. Neri onunla, babasıyla konuşur kibi konuştu. Sonunda Michael dostlukla : «Seni hapisten kur­


tarıp sonra da ortada bırakmanın bir anlamı yok,» dedi. «Seni Las Vegas’takj işlerimden birine alabilirim. Polisteki tecrübenle çok iyi bir otel ve gazino mu­ hafızı olabilirsin. Ama, kendi başına yapacağın bir iş varsa, bankanın sana kredi açmasını sağlayabili­ rim.» Neri minnettarlığından ne diyeceğini şaşırmıştı. Gururla teklifi reddetti : «Cezam tecil edildiğine göre beni mahkûm eden mahkemenin bulunduğu eyaletten ayrılamam. Hele Las Vegas’a gitmem imkânsız,» dedi. Michael hemen : «Sen merak etme,» dedi, «işin bu yanını bana bırak. Bankaların burun kıvırmaması için de sarı sabıka kâğıdını yokedeceğim.» Sabıka kâğıdı, herhangi bir kişi tarafından işlenen cinayet suçlarının polisteki kaydıydı. Bu kâğıt genel­ likle, suçluya nasıl bir ceza vereceğini kararlaştırma­ sı için yargıca teslim edilirdi. Neri, mahkeme kararı bekleyen bir çok sanığın rüşvet vererek polisten yar­ gıca temiz kâğıt ulaşmasını sağladıklarını ve hafif ce­ zalara çarptırıldıklarını bilecek kadar tecrübeliydi. Michael Corleone’nin böyle bir şeyi yapmaya kalkış­ ması onu şaşırmamıştı; onu şaşırtan şey kendisi için bu kadar zahmete girişilmesiydi. «Yardıma ihtiyacım olursa size bildiririm,» de­ di Neri. «Güzel,» dedi Michael. Saatine baktı. Neri gitme­ si gerektiğini anladı. Vedalaşmak için doğruldu. Yine şaşırdı. Çünkü : «Yemek saati geldi,» diyerek Michael onu durdurdu. «Benimle ve ailemle yemek ye. Babam seninle tanışmak istediğini söylemişti. Onun evine gideceğiz. Annem kızarmış biber, yumurta ve sosis yapmıştır. Tam Sicilya usulü bir öğlen yemeği.» Neri, Corleone’lerde hayatının en güzel günlerin­ den birini geçirdi. Annesiyle babasının ölümünden be­ ri bu kadar rahat ettiğini hatırlamıyordu. Don Corleone ona karşı çok iyi davrandı. Neri’nin annesiyle baba­ sının, kendisininkine çok yakın bir köyden olduklarını öğrenince pek sevindi. Konuşmalar güzel, yemek gü­ zel, şarap nefisti. Neri artık kendisi gibi insanlar ara­ sında olduğunu anladı. Burada konuktu ama, Corleo-


ne Ailesinde kendisine devamlı bir yer edinebileceği­ ni ve burada mutlu olabileceğini de hissediyordu. Michael ile Baba onu arabasına kadar götürdü­ ler. Baba elini sıktı : «İyi bir delikanlısın,» dedi, «oğ­ lum Michael’a zeytinyağı işini öğretiyorum. Yaşlandım artık, işleri ona devredeceğim. Bana geldi, senin du­ rumunla ilgilendiğini söyledi. Ben de yalnız zeytinya­ ğı işine bakmasını, başkasına karışmamasını söyle­ dim. Ama peşimi bırakmadı, diretti. İşte dürüst bir in­ san, bir SicilyalI, dedi, ona haksızlık etmeye kalkışı­ yorlar. Beni razı edinceye kadar uğraştı. Sana bunla­ rı, oğlumun haklı çıktığını anladığım için söylüyorum. Seninle tanıştıktan sonra bu zahmete giriştiğimize sevindim. Başka bir isteğin olursa çekinme. Anlandın mı? Ermindeyiz.» Don’un iyiliğini hatırlayan Neri, onun, bugün olacakları görebilmesi için hayatta kal­ masını ne kadar isterdi. Kurtardığı adamın nankör ol­ madığını anlayacaktı. Neri üç gün içinde kararını verdi. Kendisine ki­ bar davranıldığını anlıyor, ama bu davranışın ardın­ daki niyetleri de kavrıyordu. Toplumun kötü gördüğü, dolayısıyla da cezalandırdığı olayı Corleone Ailesi hoşnutlukla karşılıyordu. Corleone Ailesi onu takdir ediyor, toplumsa onu dışına itiyordu. Corleone’lerin yarattığı dünyada, dış dünyadan çok daha mutlu ola­ cağını anladı. Daha dar sınırlar içinde olmasına rağ­ men, Corleone Ailesi çok güçlüydü. Michael’ı tekrar ziyaret etti. İsteklerini anlattı. Las Vegas’ta iş görmek istemiyordu. Ama New York’ta. Aile işinde çalışabilirdi. Aileye bağlılığını açıkça belirtti. Michael duygulandı ve Neri bunu farketti. Her şey kararlaştırıldı. Ama Michael önce onun Miami’de tatil yapmasında diretti. Orada Aile’njn otelinde kalacak, bir aylık maaşı peşin verilecekti. Yapacağı bütün masraflar Corleone’lere aitti. Bu tatil Neri’nin hayatında tattığı ilk lüks oldu. Otelde çalışanlar: «Siz Michael Corleone’nin arkada­ şısınız,» diyerek ona büyük yakınlık gösterdiler. Ha­ ber hepsine ulaşmıştı. Ona otelin en lüks dairesini verdiler. Oteldeki gece kulübünü işleten adam Neri’yi güzel kızlarla tanıştırdı. New York’a döndüğünde


Neri’nin hayat görüşü çok değişmişti. Clemenza’nın regime’sine atandı ve Clemenza tarafından dikkatle denendi. Belirli bazı tedbirlerin alınması gerekiyordu. Ne de olsa Albert Neri polislik yapmıştı. Ama Neri’nin doğal gaddarlığı, kısa sürede her türlü şüpheyi sildi süpürdü. Bir yıldan daha kısa bir süre içinde işine tam anlamıyla bağlanmıştı. Ar­ tık geri dönemezdi. Clemenza, Neri’yi göklere çıkarıyordu. Bir hari­ kaydı Neri, yeni bir Luca Brasi’ydi. «Luca’dan daha iyi olacak,» diyordu Clemenza. Ne de olsa Neri’yi o keşfetmişti. Refleksleri ve çevikliği ünlü beyzbol yıl­ dızı Joe DiMaggio ayarındaydı. Clemenza, Neri’nin kendisi gibi biri tarafından yönetilecek insan olma­ dığını da anlamıştı. Neri doğrudan doğruya Michael Corleone’ye bağlandı, özel bir kişiydi Neri. Böyle bi­ rinin yüksek maaş alması gerekirdi. Ama Müşterek bahis ya da haraç işinden ayrıca para almıyordu. Mic­ hael Corleone’ye olan saygısı çok büyüktü. Bir gün Hagen şakacı bir ta v ırla : «Sen de gerçek bir Luca buldun,» dedi Michael’a. Michael başını sallayarak onayladı. Albert Neri ondan ölünceye dek ayrılmayacaktı. Michael, Neri’yi kendine böyle bağlayabilmenin yolunu Baba’dan öğ­ renmişti. Bir keresinde babasına : «Luca gibi bir ada­ mı nasıl idare edebildiniz,» diye sormuştu. «Gerçek bir hayvandı?» Bu da Don Corleone’nin verdiği derslere dahildi. Baba : «Bu dünyada bazı kişiler vardır,» demişti, «ortalıkta “ beni öldürün” dercesine dolaşırlar. Böyleleri, arabalarının çamurluğunu hafifçe çizen birinin üstüne çılgın gibi atılırlar, yeteneklerini bilmedikleri kişilere kafa tutar yahut hakaret ederler, işte bu tür insanlar dünyada, “ Beni öldürün. Beni öldürün” di­ ye bağıra bağıra yaşarlar. Bu delilerden birinin, çok tehlikeli bir haydut sürüsüne kafa tuttuğunu görmüş­ tüm. Onların bu isteklerini yerine getirmeye hazır ki­ şiler de vardır. Hikâyelerini gazetelerde her gün oku­ yoruz. Böylelerinin hem kendilerine zararı dokunur, hem de başkalarına.»


«Luca Brasi onlardan biriydi işte. Ama olağan­ üstü bir kişiliği vardı ki uzun süre kimse onu öldüremedi. Genellikle bu tür deliler bizi ilgilendirmez ama, Luca Brasi yararlanılabilecek güçlü bir silâhtı. Ma­ dem Luca ölümden korkmuyor, tam tersine ölümü arı­ yor, o halde yapılacak şey şu : Yeryüzünde, yalnız senden korkmasını sağlamak. Onun tek korkusu ölüm değil, senin kendini öldürebilecek kişi olmandır. Bunu başardın mı emrine girdi demektir. Onu diledi­ ğin gibi kullanırsın.» ölmeden önce Baba’nın verdiği en değerli ders­ lerden biriydi bu; Michael da, Neri’yi kendine bir Lu­ ca Brasi yapmak için bu dersten faydalandı. Şimdi Neri Bronx’daki apartmanında tek başı­ naydı. Üniformasını fırçaladı. Palaskasıyla tabanca kılıfını da özenle sildi, cilâladı. Kasketinin siperliği de temizlenecek, giyecekti bu üniformayı. Pabuçları bo­ yanacaktı. Neri istekle çalışıyordu. Dünyadaki yerini bulmuştu; Michael Corleone’nin ona güveni sonsuz­ du. Bugün kendisine gösterilen güvene lâyık olduğu­ nu gösterecekti.

o t u z b ir in c i b ö l ü m

AYNI Gün Long Beach’deki evin önünde iki büyük araba durdu. Arabalardan biri Connie Corleone’yi, kocasını, annesini ve iki çocuğunu havaalanına götü­ recekti. Carlo Rizzi ailesi, temelli yerleşmezden önce Las Vegas’ta tatil yapacaktı. Carlo’ya bu emri Micha­ el vermiş, Barzini - Corleone Ailelerinin buluşma gü­ nünden önce evin boşaltılmasını istediğini açıklamak gereğini duymamıştı. Bu buluşma büyük bir sır ola­ rak saklanıyordu. Bilenler yalnız Aile’nin caporegime’leriydi. Diğer araba Kay’le çocuklarını New Hampshire’deki ailesinin yanına götürecekti. Michael’in Long Be-


ach’de kalması gerekiyordu. Derhal halledilmesi ge­ reken önemli işleri vardı. Ama son anda Michael Carlo Rizzi’ye haber sal­ dı, daha birkaç gün kalmasını istedi; hafta içinde Aile­ sinin yanına giderdi nasılsa. Connie çok sinirlendi buna. Ağabeyine telefon etti ama, Michael şehre indi­ ğinden onunla konuşamadı. Şimdi bakışları bahçede Michael’ı arıyordu. Ama yanına Tom Hagen geldi. Michael’ın .rahatsız edilmemesi gerektiğini bildirdi. Arabaya binerken Connie kocasını öptü. Vedalaştı. «İki güne kadar gelmezsen ben döner gelirim,» diye ona gözdağı bile verdi. Carlo onu sevgiyle öptü, «İki güne kadar yanın­ dayım,» dedi. Connie arabanın penceresinden sarkarak : «Mic­ hael seni niçin istiyor?» diye sordu. Yüzündeki kay­ gılı anlam onu yaşlı ve çirkin gösteriyordu. Carlo omuz silkti : «Bana büyük bir iş teklifinde 'bulunacak. Belki bunu konuşacak benimle. Kendisi böyle bir imada bulundu.» Carlo, Barzinilerle o gece toplantı yapılacağını bilmiyordu. Connie sevinçle : «Doğru mu, Carlo?» diye sor­ du. Carlo ona güven vermek istercesine başını sal­ ladı. Araba bahçe kapısından çıktı. Michael ancak ilk araba gittikten sonra görün­ dü; Kay ve çocuklarıyla vedalaştı. Carlo da geldi. Kay’e iyi yolculuk ve iyi tatil dileğinde bulundu. So­ nunda ikinci araba da kapıdan çıkıp gitti. Michael : «Seni burada tuttuğum için özür dile­ rim Carlo,» dedi, «bir iki günden fazla sürmez.» Carlo: «Farketmez hiç,» diye atıldı hemen. «Güzel,» dedi Michael, «telefonunun başından ayrılma. Sırası gelince sana telefon edeceğim. Daha önce yapılması gereken bazı işlerim var. Tamam mı?» «Tabii, Mike, tabii,» dedi Carlo. Kendi evine gir­ di. VVestbury’de gizlice ev tuttuğu metresine telefon edip fırsat bulursa gece, geç vakit geleceğini bildir­ di. Sonra yanına bir şişe viski alarak oturdu. Bekle­ meye koyuldu. Uzun süre bekledi. Öğleden hemen


sonra bahçeye sırayla arabalar girmeye başladı. Ara­ baların birinden Clemenza’nm, kısa süre sonra ge­ lenden de Tessio’nun çıktığını gördü. İkisi de muha­ fızlar tarafından Michael’ın evine alındı. Clemenza bir kaç saat sonra çıkıp gitti. Ama Tessio görünmedi. Carlo hava almak için on dakikalığına bahçeye çıktı. Long Beach’deki evde nöbet tutan bütün mu­ hafızları tanıdı; hatta bazılarıyla ahbaptı. Vakit ge­ çirmek için onlarla iki çift lâf etmeyi düşündü. Ama nöbetçilerden hiç birini tanımadığını hayretle gördü. Hepsi de ona yabancıydı. Hele kapıda Rocco Lampone’nin bizzat nöbet tuttuğunu görünce iyiden iyiye şa­ şırdı. Çünkü, Lampone’nin böylesine basit bir görevi yüklenemeyecek kadar önemli bir kişi olduğunu bili­ yordu. Hiç kuşkusuz, ortada olağanüstü şeyler dönü­ yordu. Rocco ona dostça gülümsedi, merhabalaştı. Car­ lo kuşku içindeydi. Rocco : «Ben senin tatile gidece­ ğini sanıyordum,» dedi. Carlo omuz silkti. «Michael bir kaç gün buradan ayrılmamamı istedi, bana ihtiyacı varmış.» «Evet,» dedi Rocco Lampone, «bana da aynı şe­ yi söyledi. Kapıya da göz kulak olmamı tembihledi. Ne yaparsın, patron o.» Sesinde, Michael’ı babasıyla bir tutmadığını belirten küçültücü bir yan vardı. Yine de Carlo bu yeme gelmekten kaçındı. «Mi­ ke ne yaptığını bilir,» dedi. Rocco, Carlo’nun ne demek istediğini anlamıştı ama aldırmadı. Carlo onunla vedalaştı. Evine döndü. Ortada bir şey dönüyordu ama ne döndüğünü Rocco da bilmiyordu. Michael kütüphanenin penceresinde durmuş, bahçede dolaşan Carlo’yu izliyordu. Hagen ona içki verdi. Michael zevkle birkaç yudum aldı. Arkasında duran Hagen alçak sesle : «Mike harekete geçmek ge­ rek artık,» dedi, «zamanı geldi.» Michael içini çekti. «Bu kadar çabuk olmaması­ nı isterdim,» dedi, «keşke ihtiyar sağ olsaydı.» «Her şey yolunda gidecek,» dedi Hagen, «Duru­ mu tekrar gözden geçirdim. Gözümden bir şey kaçmadıysa aksilik olmaz. Plânın mükemmel Michael.»


Michael pencereden uzaklaştı. «Plânın ana hat­ larını babam hazırladı,» dedi «ihtiyarın ne kadar zeki olduğunu yeterince anlamamışım. Ama sen biliyor­ dun, değil mi?» «Onun gibisi olmaz,» dedi Hagen. «Plânın eksi­ ği yok. Daha iyisi yapılamaz. Dolayısıyla Mike, sen de başaracaksın.» «Bakalım neler olacak,» dedi Michael. «Tessio ile Clemenza burada mı?» Hagen başını salladı. Michael içkisini bitirdi. Son­ ra: «Clemenza’yı bana yolla,» dedi. «Ona emirlerimi kendim vereceğim. Tessio’yu görmek istemiyorum. Ona, Barzini’yle buluşmaya gitmek için yarım saate kadar hazır olacağımı söyle yalnız. Clemenza’nın adamları daha sonra icabına bakarlar.» Hagen anlamsız bir sesle : «Tessio’yu bağışlama­ nın bir yolu yok mu?» diye sordu. «Yok,» dedi Michael. New York eyaletinin kuzeyindeki Buffalo şehri­ nin yukarı mahallelerinde, yan sokaklardan birindeki pizzacı dükkânı harıl harıl işliyordu. Sonra yemek saati geçti, işler yavaşladı. Patron, içinde yemek ar­ tıklarının bulunduğu yuvarlak tepsileri topluyor ve bunları pencereden dışarı döktükten sonra tuğla fırı­ nın üstüne tepsileri diziyordu. Pişirmekte olduğu piz­ zanın üstündeki peynir henüz kabarmamıştı. Tezgâ­ hın başına döndü. Kötü yüzlü birinin beklediğini farketti. Adam : «Bana bir pizza ver,» dedi. Tezgâhtar, uzun fırıncı küreğini aldı. Pizzalar­ dan birini ısıtmak için fırına koydu. Müşteri dışarda bekleyeceği yerde içeri girdi. Dükkân şimdi boştu. Patron fırının kapağını açtı. Sıcak pizzayı aldı. Mu­ kavva tabak içinde müşterinin önüne bıraktı. Oysa müşteri, pizzanın parasını vereceği yerde dikkatle ona bakıyordu. «Göğsünde büyük bir döğme olduğunu işittim,» dedi «gömleğinin açık yakasından bir parçasını gö­ rüyorum. Hepsini göstersene.»


Tezgâhtar kaskatı kesildiğini hissetti. Felce uğ­ ramış gibiydi. «Gömleği aç,» dedi müşteri. Tezgâhtar başını salladı : «Döğmem yok benim,» dedi güç anlaşılır bir İngilizceyle, «gece çalışan ada­ mın döğmesi var.» Müşteri güldü. Çirkin bir gülüştü bu; donuk ve kabaydı. «Hadi, hadi aç gömleğini de döğmeni göre­ lim.» Patron, dükkânın arkasına doğru çekilmeye baş­ ladı; koca fırının ardına dolanmak istiyordu. Ama müşteri elini tezgâhın üzerine çıkardı. Tabancalıydı bu el. Ateş etti. Kurşun pizzacının göğsüne saplandı; onu fırına doğru devirdi. Müşteri tekrar ateş etti. Pizzacı yere yığıldı. Müşteri tezgâhın arkasına geçti, uzandı, bir çekişte kurbanının gömleğinin düğmelerini kopardı. Göğsü kan içindeydi ama birbirine sarılmış sevgililer ve içlerinden geçen bıçağı gösteren döğme hâlâ görünüyordu. Pizzacı, kendini korumak ister gi­ bi, güçlükle kolunu kaldırdı. Tabancalı adam, «Fabrizzio,» dedi, «Michael Corleone sana saygılarını sun­ du.» Tabancayı adamın kafasına birkaç santim kalın­ caya dek yaklaştırdı ve tetiğe dokundu. Sonra dük­ kândan çıktı. Köşede kapıları açık duran bir araba son hızla uzaklaştı. Rocco Lampone, kapının yanındaki sütunlardan birine yerleştirilmiş olan kutunun içindeki telefona cevap verdi. Biri ona: «Paketin hazır,» dedi. Sonra ko­ nuşanın telefonu kapattığını belirten tıkırtı duyuldu. Rocco arabasına atladı. Evden çıktı. Sonny’nin öldü­ rüldüğü yol olan Jones Beach şosesini geçti. Wantagh garına vardı. Arabasını orada park etti. İçinde iki adam bulunan başka bir araba onu bekliyordu. Sunrise şosesine girdiler. İki adamı arabada bırakan Rocco Lampone, doğru İsviçre dağ evlerini andıran binalardan birine yöneldi. Kapıyı bir tekmede açarak içeri daldı. Yetmiş yaşında ve anadan doğma çıplak Phillip Tattaglia, içinde gencecik bir kızın yattığı yatağa doğru eğilmişti. Phillip Tattaglia’nın gür saçları sim­ siyahtı ama göğüs kılları çelik rengiydi. Vücudu, be­


sili bir kümes hayvanı gibi tombuldu. Rocco ona dört kurşun sıktı, kurşunların hepsi de karnına doldu. Son­ ra döndü. Arabaya koştu. İki adam onu VVantagh ga­ rında bıraktılar, Rocco Lampone kendi arabasına at­ ladı. Eve döndü. Michael Corleone’yi görmek için kü­ tüphaneye girdi; orada birkaç dakika kadar kaldı. Sonra çıktı. Bahçe kapısındaki yerini aldı. Tessio, ihtiyar Don Corleone’nin hayatının so­ nuna kadar yaşadığı evin mutfağında bekliyordu. Kahvesini yudumlarken Hagen g e ld i: «Mike hazır,» dedi, «Yola çıkması için Barzini’ye telefon et.» Tessio duvardaki telefonu açtı, Barzini’nin New York yazıhanesinin numarasını çevirdi. Sert bir ses­ le : «Brooklyn’e doğru yola çıkıyoruz,» dedi. Telefonu kapadı ve Hagen’e gülümsedi, «Umarım, Mike işleri­ mizi yoluna koyar,» dedi. «Hiç kuşkum yok,» diye cevap verdi Hagen. Tessio’yu Michael’ın evine kadar götürdü. İri ya­ rı muhafızlardan biri kapının önünde yollarını kesti. «Patron başka bir arabayla gideceğini söylüyor,» de­ di. «Sizin önden yola çıkmanızı istedi.» Tessio kaşlarını çattı ve Hagen’e döndü : «Ola­ maz!» dedi. «Herşeyi altüst edecek.» Tam o sıra üç muhafız, Tessio ile Hagen’i çeviri­ verdi. Hagen hafif bir sesle : «Ben de,» dedi, «ben de seninle gelmiyorum Tessio.» Sansar yüzlü caporegime her şeyi hemen anladı ve boyun eğdi. Kısa süren bir bitkinlik anından son­ ra toparlandı: «Tom,» dedi, «söyle Mike’a. Bu bir iş meselesiydi. Ama kendisini her zaman çok sevdim.» Kısa bir süre susan Tessio, sonra alçak sesle sordu : «Tom, eski günlerimizin hatırı için beni bu iş­ ten kurtarmana imkân yok mu?» «Hayır,» dedi Tom Hagen başını sallayarak. İri y&rı muhafızların Tessio’yu çevirip arabaya götürdüklerini gördü. Bu olay eni konu dokundu Ha­ gen’e. Uzun bir süre, Tessio, Corleone ailesinin en iyi askeri olmuştu. Baba, Luca Brasi dışında herkesten çok ona dayanmıştı. Yazık ki Tessio gibi zeki bir


adam böylesine korkunç bir hata yapmıştı. Hem de meslek hayatının sonuna doğru.

Apartman katında yalnız oturan Neri üniforması­ nın hazırlığını bitirdi. Yavaş yavaş pantolonunu ve ceketini giydi; tabanca kılıfını ve rozetini taktı krava­ tını bağladı. Polislikten atıldığında beylik tabancası­ nı elinden almışlardı ama, nasılsa rozeti unutulmuştu. Clemenza ona, izi asla bulunmayacak 48’lik bir polis tabancası vermişti. Neri tabancayı parçalara ayırdı; her parçayı bir bir yağladı, sonra yeniden parçaları birleştirdi. Tabancanın horozunu kontrol etti, tetiğine bastı. Sonra kurşunları yerleştirdi. Harekete hazırdı. Sonra polis şapkasını kalın bir kâğıt çantanın içi­ ne koydu, üniformasını gizlemek için sivil pardesüsünü ğiydi. Saatine baktı. Arabanın gelmesine daha on beş dakika vardı. On beş dakikayı aynanın önünde üstünü başını incelemekle geçirdi. Hiç kusur yoktu. Gerçek bir polise benziyordu. Şimdi araba Rocco Lampone’nin iki adamıyla evin önünde onu bekliyordu. Neri arka tarafa oturdu. Mahalleden çıktıktan sonra, araba kentin aşağı ma­ hallelerine doğru ilerlerken üzerindeki pardesüyü çı­ karıp arabanın döşemesine, bıraktı. Kâğıt torbayı yır­ tıp açtı. Polis şapkasını başına geçirdi. 55. sokakta araba kaldırıma yanaştı. Neri indi. Beşinci Caddeden aşağı doğru yürümeye başladı, üniformayı giymek, eskiden yaptığı gibi sokakta dev­ riye gezmek içinde garip duygular uyandırmıştı. Cad­ de çok kalabalıktı. St. Patrick Katedralinin karşısın­ daki Rockfeller Center’e gelinceye dek yürüdü. Yü­ rüdüğü kaldırıma yanaşmış olan büyük arabayı gör­ dü. Araba kocaman kırmızı harflerle yazılmış Park et­ mek yasaktır ve Durmak yasaktır levhalarının arasın­ da, tek başına duruyordu. Neri adımlarını yavaşlattı. Henüz çok erkendi. Defterini çıkarıp bir şeyler yaz­ mak için durdu. Sonra yeniden yürüdü. Şimdi araba­ nın yanındaydı. Copuyla arabanın çamurluğunu tıkır­ dattı. Şoför başını hayretle kaldırıp baktı. Neri yine


sopasıyla Park etmek yasaktır levhasını gösterip ara­ bayı çekmesini işaret etti. Şoför ona aldırış etmeden başını çevirdi. Neri kaldırımdan inip sol kapının açık penceresi önünde durdu. Şoför, Neri’nin terbiyesini vermekten hoşlandığı türden kabadayı bir züppeydi. Neri kaba bir sesle: «Hadi bakalım efendi,» dedi, «kuyruğuna bir ceza kâğıdı takayım mı, yoksa çekip gidecek misin?» Şoför ilgisizce : «Sen bağlı olduğun merkeze bir danışsan daha iyi olur,» dedi, «cezayı yaz canın çe­ kiyorsa.» «Defol buradan,» dedi Neri, «yoksa seni araba­ dan çıkarır imanını gevretirim.» Şoför bir sihirbaz ustalığıyla elini uzattı; elinde bir on dolarlık vardı. Bunu yine tek ele dörde katla­ dıktan sonra Neri’nin ceketinin içine, sokmaya çalıştı. Neri tekrar kaldırıma çıktı. Parmaklarını şaklatarak şoföre işaret etti. Şoför arabadan indi. «Ehliyetini göreyim,» dedi Neri. Şoförü yapının arka tarafına çekmeyi umuyordu. Ama zaman kalma­ mıştı. Gözünün ucuyla, Plaza binasının merdivenlerin­ den kısa boylu, güçlü kuvvetli üç kişinin inmekte ve sokağa doğru gelmekte olduklarını görmüştü. Mic­ hael Corleone’yle buluşmaya giden Barzini ile iki mu­ hafızıydı bunlar. Barzini’nin muhafızlarından biri he­ men yaklaştı; olup biteni anlamak istiyordu. Adam şoföre : «Ne oluyor?» diye sordu. Şoför kısaca «Ceza yazıyor, bir şey değil,» de­ di. «Bu polis bölgenin yabancısı olacak.» O sırada Barzini, diğer muhafızıyla yaklaşmıştı. «Ne halt karıştırıyorsunuz burada?» diye kükredi. Neri defterine cezayı yazdı. Şoföre ehliyetini ge­ ri verdi. Sonra defterini pantolonunun arka cebine koyarken 48’lik tabancayı da çekiverdi. Diğer üç kişi kendilerini toparlayıp saklanmaya kalkıncaya kadar Neri, Barzini’nin fıçıyı andıran gö­ beğine üç kurşunu gömmüş ve kalabalığa dalmış, arabanın kendisini beklediği köşeyi dönüp içine atla­ mıştı bile. Araba son hızla Dokuzuncu caddeye doğ­ ru ilerledi. Chelsea Park’ın yakınında Neri başka bir arabaya geçti. Başındaki şapkayı çıkarmış, elbisesini


değiştirmiş, pardesüsünü giymiş, resmi elbisesini de öteki arabada bırakmıştı; suç ortaklan bunu yok ede­ cekti. Bir saat sonra sağ salim Long Beach’deki eve varmış, Michael Corleone ile konuşuyordu. Hâlâ Michael’la görüşmeyi bekleyen Carlo Rizzi, arabaların gidip gelmelerinden huzursuzlanmıştı. Önemli şeylerin döndüğü belliydi; ama kendisi bunun dışında bırakılıyordu. Duyduğu sabırsızlıkla Michael’a telefon etti. Telefona evdeki muhafızlardan biri cevap verdi. Michael’in beklemesini söylediğini, birazdan geleceğini iletti. Carlo tekrar metresine telefon etti. Ona geç va­ kit yemeğe gideceklerini, geceyi de. birlikte geçire­ ceklerini bildirdi. Michael az sonra geleceğini söyle­ mişti; konuşacakları nasılsa bir iki saatten fazla sür­ mezdi. VVestbury’ye gitmesi de kırk dakikasını alırdı. Metresine gidebilirdi bu akşam. Geleceğine söz ver­ di, kendisine kızmaması için de bir süre dil döktü. Telefonu kapadıktan sonra, Michael’la konuşması bi­ tince, yola çıkmak için zaman kaybetmemek düşün­ cesiyle giyinmeye karar verdi. Temiz bir gömlek giy­ mişti ki kapı vuruldu. Hemen, metresiyle konuşurken Michael’ın kendisini aradığı, telefon meşgul çıkınca da çağırmak için adamını yolladığı sonucunu çıkardı. Kapıya gidip açtı ve tüm gövdesinin müthiş, bayıltıcı bir korkuyla titremeye başladığını hissetti. Kapıda du­ ran Michael Corleone’ydi: yüzünde, Carlo’nun sık sık düşünde gördüğü gibi, ölüm okunuyordu. Michael,’ın arkasında Rocco Lampone ile Tom Hagen duruyorlardı. Bir dostlarına kötü haber verme­ ye gelmiş gibi yüzleri ciddiydi. İçeri girdiler; Carlo onları oturma odasına aldı. Şimdi kendine gelmişti, bir an boş yere telâşa kapıldığını düşündü. Ama Michaei’in sözleriyle başı döndü, şimdi gerçekten midesi bulanıyordu. «Santino hakkında konuşacağız,» dedi Michael. Carlo cevap vermedi; anlamamış gibi davrandı. Hagen ile Lampone birbirlerinden ayrılmış, karşılıklı odanın iki duvarına yaslanmışlardı. Carlo ile Michael karşı karşıyaydılar.


«Sonny’yi Barzini’lere sen öldürttün,» dedi Mic­ hael. Sesi donuktu. «Kızkardeşimi döverek eve tele­ fon ettirdin. Bir Corleone’yi aldatabileceğini sana Barzini mi söyledi?.» Carlo duyduğu o büyük korkuyla, her türlü in­ sanca gururu ve şerefi unutarak : «Yemin ederim ben masumum,» dedi. «Çocuklarımın başı üzerine yemin ederim ki suçsuzum. Mike, yapma bunu bana. Yalva­ rırım, Mike yapma.» Michael sakin bir sesle : «Barzini öldü. Phillip Tattaglia da,» dedi. «Bu gece Ailenin bütün hesapla­ rını temizliyorum. Onun için bana masum olduğunu söyleme. Suçunu itiraf etmen, senin için daha iyi olur.» Hagen’le Lampone hayretle Michael’a baktılar. Michael’in henüz babası gibi olmadığını düşünüyor­ lardı. Niçin bu haine suçunu itiraf ettirmeye çalışıyor­ du? Carlo’nun suçu çoktan ispatlanmıştı, ne kadar emin olunabilirlerse o kadar emin olmuşlardı. Micha­ el hâlâ haklılığından şüphe ediyordu. Hâlâ, ancak Carlo Rizzi’nin itirafıyla temizlenecek, küçük de olsa bir kuşkusu vardı. Carlo yine cevap vermedi. Michael tatlı denebi­ lecek bir sesle: «O kadar korkma,» dedi, «kızkardeşimi dul, yeğenlerimi babasız bırakmak ister miyim sanıyorsun? Hayır, senin cezan bir daha aile işinde çalıştırılmamak olacak. Seni Las Vegas’a, karının ve çocuklarının yanma yollamak üzere uçağa bindirece­ ğim. Connie’ye de para göndereceğim. Hepsi bu ka­ dar. Ama durmadan suçsuz olduğunu söyleyip dur­ ma. Kendimden şüphe etmeme yol açıp beni kızdır­ ma. Kim seninle işbirliği yaptı? Tattaglia mı, Barzini mi?» Carlo Rizzi canını kurtarma Kaygısı ve öldürül­ meyeceğini öğrenmenin verdiği ferahlıkla: «Barzini,» diye mırıldandı. Michael alçak sesle : «Güzel, güzel,» dedi. Sağ eliyle işaret ederek : «Şimdi gitmeni istiyorum» diye ekledi, «seni havaalanına götürecek araba bekliyor.» Carlo önden çıktı. Peşinden üçü geliyordu. Artık geç olmuştu ama, bahçe her zamanki gibi ışıldaklar­


la pırıl pırıl aydınlıktı. Bir araba yaklaştı. Carlo bunun kendi arabası olduğunu gördü. Şoförü tanıyamadı. Arabanın bir ucunda yabancı biri oturuyordu. Lampone ön kapıyı açtı. Binmesi için Carlo’ya işaret etti. Michael : «Karına telefon edip yola çıktığını söyleye­ ceğim,» dedi. Carlo arabaya bindi, ipek gömleği ter­ den sırılsıklam olmuştu. Araba hemen yola çıktı. Bahçe kapısına doğru gitti. Carlo arkada oturan adamı tanıyıp tanımadığını anlamak için başını çevirdi. O anda Clemenza, bir yavru kedinin boynuna kurdele bağlamaya çalışan kü­ çük bir kızın inceliği ve ustalığıyla düğümü Carlo’nun boğazına geçirdi. İpek kordon Clemenza’nın güçlü asılışıyla Carlo’nun boğazına oturdu; soluğu kesilen Carlo Rizzi’nin vücudu oltanın ucundaki balık gibi ileri doğru fırladı; ama Clemenza vücut gevşeyinceye dek düğümü gevşetmedi, sımsıkı tuttu. Birden ara­ banın içi pis bir kokuyla doldu, ölüm anında gevşe­ yen kaslar Carlo’nun altına etmesine yol açmıştı. Clemenza emin olmak için düğümü birkaç dakika da­ ha gevşetmedi, sonra çözdü, kordonu cebine koydu. Carlo’nun cesedi kapıya doğru kaykılırken kendisi rahatça arkasına dayandı. Birkaç dakika sonra da ko­ kunun dağılması için pencereyi açtı. Corleone Ailesinin zaferi tamdı. Aynı yirmi dört saat içinde, Clemenza ile Lampone regime’lerdeki adamları dört bir yana salmış Corleone’lerin etki ala­ nına sızanları cezalandırmışlardı. Tessio’nun regime’si şimdi Neri’nindi. Barzirıi’nin acentaları kapatıldı; Barzini’nin başta gelen iki katili, Mulberry sokağın­ daki bir lokantada yemek yedikten sonra rahat rahat dişlerini karıştırırlarken vurulup öldürüldüler. At ya­ rışlarının ünlü kişisi de, verimli bir yarış günü son­ rası evine dönerken öldürüldü. Limanın en büyük iki tefecisi ortadan kayboldu, cesetleri aylar sonra New Jersey bataklıklarında bulundu. Böylece bir tek amansız saldırıyla Michael Cor­ leone ününü sağlamlaştırdı, Corleone Ailesini New York Aileleri içindeki eski yerine kavuşturdu. Yalnız uyguladığı plânın parlaklığıyla değil, hem Barzini, hem de Tattaglia Ailelerindeki en güçlü caporegime’-


lerden bazılarının hemen kendi safına geçmesiyle de saygı uyandırdı. Kızkardeşi Connie’nin isteri nöbeti olmasaydı, Michael Corleone zaferinin tadını gerektiği gibi çıka­ racaktı. Connie, çocuklarını Vegas’ta bırakarak annesiy­ le birlikte uçağa atlayıp gelmişti. Arabası eve varın­ caya dek dul kalmanın verdiği acıyı baskı altında tutabilmişti. Ama arabadan iner inmez, annesinin ken­ disine engel olmasına fırsat vermeden taş döşeli yol­ dan Michael’in evine koştu, Kapıdan içeri yıldırım gi­ bi girdi; Michael ile Kay’i oturma odasında buldu. Connie ağabeyine bağırmaya, küfürler ve lânetler sa­ vurmaya başlayınca olduğu yerde kaldı. «Seni alçak seni,» diye bağırıyordu Connie «kocamı öldürdün. Kimse sana engel olmasın diye babamızın ölümünü bekledin. Onu öldürdün. Kocamı sen öldürdün. Sonny’nin ölümünden hep onu sorumlu tuttun. Hepi­ niz onu suçladınız. Ama beni asla düşünmediniz. Be­ ni hiç hesaba katmadınız. Şimdi ne yapacağım ben, ne yapacağım?» Saçını» başını yoluyordu Connie, Michael’ın iki muhafızı Connienin peşinden gelmiş­ lerdi; Michael’dan emir bekliyorlardı. Ama Michael ilgisiz bir tavırla öylece durmuş, kızkardeşini dinli­ yordu. Kay dehşet dolu bir sesle : «Connie, sinirlisin,» dedi, «böyle şeyler söyleme.» Connie bir parça kendine gelmişti. Sesinde öl­ dürücü bir zehir vardı. «Bana karşı niçin o kadar so­ ğuk davrandı sanıyorsun? Carlo’yıı niçin burada, yanıbaşında tuttu? Bunca zamandır kocamı öldürmeyi kuruyor, fırsat kolluyordu. Babam ona engel olurdu. Kendisi de biliyor ve bekliyordu. Sonra bizi yanılt­ mak için çocuğumuza vaftiz babalığı yaptı. Soğuk­ kanlı canavar. Kocamı tanıdığını mı sanıyorsun? Carlo’m dahil kaç kişiyi öldürdüğünü biliyor musun? Ga­ zeteleri oku, göreceksin. Barzini, Tattaglia ve diğer­ leri. Onları ağabeyim öldürttü.» Böyle haykırdığı için tekrar sinir nöbetine tutul­ du. Michael’in yüzüne tükürmek istedi ama ağzında tükürük kalmamıştı.


«Evine götürün, bir doktor getirin,» dedi Michael. İki muhafız hemen Connie’yi kollarından tuttu­ lar, evden çıkardılar. Kay şaşkındı, hâlâ dehşet içindeydi. Kocasına : «Niçin böyle şeyler söyledi Michael,» dedi, «neden?» Michael omuz silkti : «Çok sinirli.» Kay onun gözlerinin içine baktı. «Michael, müm­ kün değil. Yalvarırım, doğru olmadığını söyle.» Michael başını yorgun yorgun salladı : «Elbette doğru değil. Bana inan Kay. Bu kerelik işlerim hak­ kında soru sormana izin veriyorum; cevabım da şu : Söyledikleri doğru değil.» Michael çok inandırıcıydı. Evlilikleri sırasında kurdukları karşılıklı güvenden yararlanarak, Kay’in kendisine inanmasını istiyordu. Artık Kay ondan kuşkulanamazdı. Acı acı gülümseyerek Michael’a yaklaş­ tı, öpmesi için kollarına sokuldu. «ikimizin de birer kadeh içkiye ihtiyacımız var,» dedi. Buz getirmek için mutfağa gitti. Mutfaktayken ön kapının açıldığını duydu ve geri döndü. Eşikten Clemenza, Neri ve Rocco’nun mufahızlarıyla birlikte içeri girdiklerini gördü. Michael’in arkası dönüktü. Ama Kay kocasını yandan görebilmek için biraz iler­ ledi. O sıra Clemenza kocasına saygılı bir sesle : «Don Michael,» dedi. Kay, bu bağlılık gösterisini Michael’in nasıl ka­ bul ettiğini farketti. Kay’e Roma’daki heykelleri, in­ sanların hayatlarıyla ölümlerini tanrısal bir güçle el­ lerinden tutan eski çağ Roma imparatorlarının heykel­ lerini hatırlatıyordu. Bir eli kalçasında, kayıtsız, küs­ tah denebilecek kadar rahat, ağırlığını hafifçe geri­ ye atmış olduğu bir ayağının üzerinde toplamış duru­ yor, bu durum tümüyle buz gibi bir gücü yansıtıyor­ du. Caporegime’ler önünde hazırola geçmişlerdi neredeyse. O an Kay, Connie’nin bütün suçlamaları­ nın gerçek olduğunu anladı. Odasına çıktı ve ağladı.


o t u z ik in c i b ö l ü m

CORLEONE Ailesi’nin kanlı zaferi, Michael Corleoneyi Amerika Birleşik Devletlerinin en güçlü Çete Reisi durumuna getiren bir yıllık titiz siyasî manevralardan sonra tamamlandı. On iki ay süreyle Michael zamanı­ nı Long Beach’deki karargâhı ve Las Vegas’daki ye­ ni evi arasında eşit olarak paylaştırdı. Yılın sonunda Long Beach’deki evlerle New York’taki iş yerlerini satmaya karar verdi. Bu amaçla bütün ailesini son bir ziyaret için New York’a getirdi. Bu bir ay içinde, her­ kes kişisel işlerini yoluna koyacak, Kay ailesinin özel ev eşyalarının toplanıp taşınmasına nezaret edecekti. Çözümlenmesi gereken daha binlerce küçük sorun vardı. Artık Corleone Ailesi rakipsizdi; Clemenza kendi Ailesini kurmuştu. Rocco Lampone, Corleone Ailesi­ nin tek caporegime’siydi. Nevada’da Albert Neri, Aile’nin sahip olduğu ya da denetlediği bütün otellerin güvenlik örgütü şefiydi. Hagen ise Michael’in yanında çok önemli bir rol oynamaya devam ediyordu. Zaman eski yaraların iyileşmesine yardım eder.


Connie Corleone ağabeyi Michael ile barıştı. Korkunç suçlamalarda bulunduğu günden bir hafta sonra söy­ lediği şeyler için Michael’den özür diledi; söyledikle­ rinin gerçek olmadığına, hepsinin dul bir kadının zır­ vaları sayılmak gerektiğine Kay’i inandırmaya çalıştı. Connie Corleone yeni bir koca bulmakta da ge­ cikmedi. Corleone Ailesinin yanında sekreter olarak çalışmaya başlayan genç bir adamı yatağına almak için, bir yıllık geleneksel yas süresinin sona ermesi­ ni de beklemedi. Sekreter, güvenilir bir İtalyan aile­ sinin oğluydu: Amerika’nın en büyük işletme fakülte­ lerinden birinden mezundu. Tabiî Don Michael’in kızkardeşiyle evlenmekle geleceğini sağlama bağlamış oldu. Kay Adams Corleone katolikliğj seçerek kocası­ nın ailesini sevindirdi. Çocukları da tabiî aynı inanca göre yetiştirileceklerdi. Michael ise bu yeni gelişme­ den hiç memnun kalmadı. Çocuklarının protestan inancına göre yetiştirilmelerini yeğ tutardı; çünkü böylesi Amerikaya çok daha uygundu. Kay, Nevada’dan hoşlandığını hayretle anladı. Görünümü, kıpkırmızı kayalarla kaplı vadileri, dağ­ ları, yakıcı çölleri, serin gölleri, hatta sıcağı bile sev­ di. İki oğlunun da birer midillisi vardı. Artık muhafız­ ları değil gerçek hizmetçileri olmuştu. Michael da normal bir hayat sürüyordu. Nevada’da bir inşaat şir­ ketine sahipti; iş adamları kulübüne ve diğer hayır derneklerine üye oldu. Açıktan açığa karışmamakla birlikte, yörenin siyasî hayatıyla da yakından ilgile­ niyordu. Güzel bir hayattı bu. Kay, New York’taki evi kapatıp Las Vegas’a yerleşeceklerine çok seviniyor, New York’a dönmek bile istemiyordu. Bu yüzden, New York’a son gelişlerinde eşyaların toplanıp yola çıkarılması işini büyük bir çabukluk ve ustalıkla yap­ tı. Son gün, hareketten önce, uzun süre hastanede yatan hastaların taburcu olacakları gün kapıldıkları heyecanın eşini duyuyordu. Son sabah, Kay Adams Corleone şafak sökerken kalktı. Evlerdeki eşyalarla dolan kamyonların bahçe­ den gelen motor seslerini duyuyordu. Corleone Ailesi,


Ana Corleone de dahil, öğleden sonra uçakla Las Vegas’a yollanacaktı. Kay banyodan çıktığında Michael yastığına da­ yanmış sigara içiyordu. «Ne haltetmeye her sabah kiliseye gidiyorsun?» diye sordu Kay’e, «pazar gün­ lerine bir diyeceğim yok ama hafta içinde kilisede işin ne? Anama dönüyorsun.» Karanlıkta uzandı; ge­ ce lâmbasını yaktı. Kay çoraplarını çekmek için yatağın kenarına oturdu. «Sonradan katolikliği seçenlerin nasıl olduk­ larını bilirsin,» dedi. «Daha sofudurlar.» Michael onun kalçasına, naylon çorabın bitimin­ deki sıcak ete dokunmak için uzandı. «Yapma,» de­ di Kay, «bu sabah ayin var.» Kay yataktan kalkarken Michael onu tutmaya çalışmadı. Hafifçe gülümseyerek: «Bu kadar sofu bir katolik olduğuna göre niçin çocukların kiliseyi kaytar­ malarına göz yumuyorsun?» diye sordu. Kay huzursuzlandı. Dikkat kesildi. Michael, K ay­ ın kendi kendine: «Don bakışı» diye tanımladığı göz­ lerle karısını süzüyordu. «Eve döndüğümüzde kiliseye daha sık gitmelerine dikkat edeceğim.» Çıkmadan önce Michael’i öperek vedalaştı. Dışa­ rıda hava şimdiden ısınmaya başlamıştı. Doğuda yük­ selen güneş kıpkırmızıydı. Kay bahçe kapısının ya­ kınında duran arabaya doğru yürüdü. Ana Corleone siyah dul giysileri içinde arabaya binmişti bile. Sa­ bah duasına birlikte gitmek günlük alışkanlık olmuştu artık. Kay, yaşlı kadının buruşuk yanağını öptü; sonra direksiyonun başına geçti. Ana Corleone kuşkuyla sordu. «Kahvaltı ettin mi?» «Hayır.» dedi Kay. Yaşlı kadın başını hoşnutlukla salladı. Kay bir keresinde, büyük ayinden önceki gece saat on iki­ den başlayarak yemek yemenin yasak olduğunu unut­ muştu. Uzun bir süre önce olmuştu bu ama, o za­ mandan beri Ana Corleone Kay’e asla güvenmiyor, her keresinde soruyordu. «Nasılsın?* «İyiyim,» dedi Kay.


Kilise sabahın erken saatlerinde küçük ve ıssız gibiydi. Renkli camlarla kaplı pencereleri dışarının sı­ cağını geçirmiyordu; serin ve huzur dolu bir yerdi burası. Kay, kayınvaldesinin taş merdivenleri çıkma­ sına yardım etti; sonra önden girmesi için yana çe­ kildi. Yaşlı kadın mihraba yakın yerlerde oturmayı severdi. Kay dışarda birkaç dakika daha durdu. Son anda hep isteksizlik duyar, ürküverirdi. Sonunda o da serin karanlığa daldı. Parmakları­ nı kutsal suya sokup haç çıkardı; ve hafifçe kurumuş dudaklarına dokundurdu. Azizlerin ve çarmıha geril­ miş Isa’nın önünde mumların ışıkları titreşiyordu. Kay kendi yerine geçmezden önce diz çöktü. Sonra ayi­ ne çağrılmayı beklemek için tahta sırasında oturdu. Dua ediyormuş gibi başını eğdi; ama henüz dua et­ meye hazır değildi. Yalnız burada, kemerlerin altındaki serin alaca­ karanlıkta kocasının öteki hayatını düşünebiliyordu. Şimdi de, bir yıl kadar önce kocasını karşılıklı gü­ ven ve sevgilerinden alabildiğine yararlanıp, kızkardeşinin kocasını öldürmediğini söylediği o korkunç geceyi hatırladı. Kay olaydan değil, bu yalandan ötürü kocasını terketmiş, kimseye bir şey söylemeden, aslında ne yapmak istediğini r'e bilmeden ertesi sabah çocuk­ larını da alarak ailenin New Hampshire’deki evine sı­ ğınmıştı. Michael hemen anlamıştı. Ertesi gün Kay’e telefon etmiş, sonra da onu kendi haline bırakmıştı. Ancak bir hafta sonra, evin önünde New York plâkalı bir araba durdu. Arabadan Tom Hagen indi. Kay Tom Hagen ile, hayatının en korkunç öğle­ den sonrasını yaşadı. Küçük kasabanın dışındaki or­ manda yürüyüşe çıkmışlardı, Hagen hiç acımadan ko­ nuya girdi. Kay önce, kendisine hiç de uymayan küçümseyi­ ci bir kayıtsızlığa bürünme hatasını işlemişti. «Mike bana gözdağı vermek için mi seni buraya yolladı?» diye sordu. «Muhafızlardan birkaçının ellerinde maki­ nelilerle çıkageleceklerini ve zorla beni geri götüre­ ceklerini sandım.» Tanıdığından beri ilk kez Kay, Tom Hagen’in si-


nirlendiğini gördü. Tom sert bir sesle: «Şimdiye kadar bu derece saçma bir söz işitmemiştim,» dedi. «Bu sözleri senin gibj bir kadından beklemezdim. Kay. Hadi, hadi, kendine gel.» «Özür dilerim,» dedi Kay. Yemyeşil kır yolunda yürüdüler. Hagen alçak ses­ le: «Niçin kaçtın?» diye sordu. «Çünkü Michael bana yalan söyledi. Connie’nin oğluna vaftiz babalığı yaparak beni aptal yerine koy­ du. Beni aldattı. Böyle bir erkeği sevemem. Böyle bir duruma katlanamam. Onun çocuklarıma babalık et­ mesini istemem.» «Neden söz ettiğini anlayamıyorum,» dedi Hagen. O zaman Kay, haklı bir öfkeyle Tom Hagen’den yana döndü: «Neden mi söz ediyorum? Kızkardeşinin kocasını öldürmedi mi? Bunun ne demek olduğu­ nu anlayabiliyor musun?» Kay bir an durdu. «Üstelik bana yalan da söyledi.» Uzun bir süre konuşmadan yürüdüler. Sonunda Hagen: «Bütün bunların doğru olup olmadığını anla­ yacak durumda değilim. Unutma, doğrudur demiyo­ rum. Ama sana anlatacaklarım, böyle bir şey yap­ makta Michael’in bir dereceye kadar haklı olduğunu gösterecektir.» Kay ona nefretle baktı: «İlk kez seni avukat rolünde görüyorum Tom,» dedi. «Ama bu rolde se­ vimli olmadığını bil.» Hagen gülümsedi: «Peki. Yalnız beni dinle. Ya Carlo, Sonny’yi olay yerine çekip kaatillere teslim et­ tiyse? Ya Carlo’nun o gün Connie’yi dövmesi Son­ ny’yi Long Beach’den çıkarmak için yapılmış bir dav­ ranışsa? Ya Conny’nin oraya Jones Beach şosesinden gideceğini biliyorsa? Ya Sonny’nin öldürülmesine yar­ dımcı olduau için Carlo’ya para verildiyse? O zaman ne dersin Kay?» Kay cevap vermedi. Hagen konuşmasını sürdür­ dü: «Ya gerçekten büyük bir insan olan Baba ken­ dinde, kızının kocasını öldürüp oğlunun öcünü ala­ cak güç bulamadıysa? Sonunda bu duruma daha faz­ la dayanamadığı için, omuzundaki yükü sırlanaca­ ğını bildiğinden Mike’i varisi yaptıysa?»


«Herşey olup bitmişti,» dedi Kay. Gözleri yaş­ larla doldu. «Herkes mutluydu. Carlo bağışlanabilirdi. Niçin huzur içinde yaşayıp her şeyin unutulması be­ nimsenmedi?» Bir kırı geçmiş, iki yanı ağaçlarla kaplı bir dere­ nin kıyısına gelmişlerdi. Hagen, gölgelik çimenlere oturdu, içini çekti. Çevresine bakındı, tekrar içini çek­ ti: «Böyle bir dünyada dediğini yapmak mümkün ola­ bilirdi,» dedi. «Michael evlendiğim erkek değil artık,» dedi Kay. Hagen kısa bir kahkaha attı. «Zaten öyle olsaydı çoktan ölmüş olurdu. Sen de duldun şimdi. Hiç bir derdin kalmamıştı.» Kay: «Ne demek istiyorsun?» diye parladı. «Ha­ di Tom, hayatında bir kerecik olsun açık konuş, Michael’in pek çok şeyi anlatamayacığını biliyorum. Ama sen SicilyalI değilsin. Bir kadına gerçeği söyleyebilir­ sin. Senin gibi bir erkek, kadına eşitiymiş gibi davra­ nabilir?» Yine uzun bir sessizlik oldu. Hagen bir iki kez ba­ şını salladı. «Mike’ı yanlış anlamışsın,» dedi, «sana yalan söylediği için ona kızıyorsun. Ama iş konusun­ da soru sormaman için seni uyarmıştı. Carlo’nun oğ­ luna vatfiz babalığı ettiği için çılgına dönüyorsun. Ama bunu sen istemiştin. Hem Carlo’yu öldürmeyi düşündüyse, bundan daha doğru bir davranış olamazdı. Car­ lo’nun güvenini kazanmak için bundan iyi yol bu­ lunamazdı. Klâsik bir kurnazlık sayılabilir.» Hagen acı acı gülümsedi: «Yeteri kadar açık konuşuyor mu­ yum?» Kay başını önüne eğmişti. Hagen devam etti: «Sana başka gerçekleri de anlatacağım. Baba öldükten sonra Mike’ i temizlemek için harekete geçtiler. Bunu kim plânladı biliyor mu­ sun? Tessio. Dolayısıyla Tessio’nun da öldürülmesi gerekti. Carlo da öldürülmeliydi. Çünkü ihanet ba­ ğışlanamaz. Michael bağışlayabilirdi ama, hainler kendikendileririi asla bağışlamazlar; bu yüzden de daima tehlikeli olurlar. Michael Tessio’yu gerçekten severdi. Kızkardeşini de çok sever. Ama Carlo ile Tessio’yu bağışlasaydı sana, çocuklarına, bütün aile­


sine, hatta bana, aileme karşı yüklendiği görevlerin­ den kaçmış olacaktı. Carlo ile Tessio hepimizin ha­ yatını tehlikeye sokuyordu.» Yanakları yaşlarla ıslanmış, dinliyordu bu sözleri Kay. «Michael, bana bunları anlatasın diye mi seni yolladı?» Hagen ona içten bir şaşkınlıkla baktı. «Hayır,» dedi, «istediğin her şeyi sana verebileceğini, çocuk­ lara iyi baktığın sürece her istediğini yapabileceği­ ni söylemem için yolladı.» Hagen gülümsedi sözünün burasında, «Şaka da etti: «Benim Don’um Kay’dır,» dedi.» Kay elini Hagen’in koluna koydu. «Geri kalanı an­ latmanı emretmedi mi?» Hagen, bir kez daha doğruyu söyleyip söyleme­ mek arasında duraklar gibi sustu. Sonra: «Hâlâ an­ lamıyorsun,» dedi, «bugün sana anlattıklarımı Michael’a söylersen mahvoldum demektir.» Tekrar sustu. «Yeryüzünde yalnız anası, sen ve çocukları en ufak bir kötülük edemeyeceği insanlardır.» Bir yıl kadar uzun süren beş dakikanın sonunda Kay oturduğu yerden kalktı. Eve doğru yürümeye başladılar. Kapıya varmak üzereydiler ki Kay, «Ye­ mekten sonra,» dedi Hagen’e, «beni ve çocukları ara­ banla New York’a götürür müsün?» «Bunun için geldim zaten,» dedi Hagen.

Kay Michael’a dönüşünden bir hafta sonra, katolik olmak için gerekli bilgileri almak üzere papa­ za gitti. Kilisenin derinliklerinden, müminleri tövbeye ça­ ğıran çanlar çalmaya başladı. Kay kendisine öğre­ tildiği gibi yumruğunu hafifçe göğsüne vurdu; piş­ manlık belirtisiydi bu. Çan yeniden çaldı. Sonra mih­ raba doğru yürüyenlerin çiniler üzerinde hışırdayan ayak sesleri duyuldu. Kay de onlara katılmak için aya­ ğa kalktı. Mihrabın önünde diz çöktü; kilisenin öbür ucunda çan yeniden çaldı. Kay yumruğunu yine göğ­ süne vurdu. Rahibin önündeydi şimdi. Başını arkaya


yatırdı ve kâğıt kadar ince mayasız ekmeği almak için ağzını açtı. İşte en korkunç an buydu; ancak ekmeği ağzında eritip yutunca kiliseye gelirken yapmayı kur­ duğu şeyi yapabildi. Günahlarından arınmış olarak başını önüne eğ­ di, ellerini mihrabın parmaklığı üzerinde kavuşturdu. Dizlerinin ağrısını dindirmek için gövdesini arkaya yatırdı. Kendisi ve çocuklarıyla ilgili bütün düşünceleri, öfkeyi, isyanı ve soruları kafasından çıkarıp attı. Son­ ra Carlo Rizzi’nin öldürülmesinden bu yana her gün yaptığı gibi, derin bir inanmak ve işitmek isteğiyle Michael Corleone’nin bağışlanması için dua etti.


1. 2. 5. 6.

9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 17. 18.

BOYALI KUŞ / roman Jerzy Kosinski / 15 lira / 5. Baskı KARA ÇOCUK / roman Richard Wright. / 10 lira / 2. Baskı USTA İLE M AR G A RİTA / roman Mihail Bulgakof / 2 cilt / 20 lira İLK ÇEMBER / roman Aleksandr Solzenitsin (Nobel 1970) / 25 lira / 3. baskı İNSAN ASKER DO ĞMAZ Konstantin Simonof / 3 cilt / 30 lira / ŞAKA / roman Milan Kundera / 10 lira ORTALIK NEDEN KARIŞTI Vedat Saygel / 10 lira GÜNEŞİ GÖRÜYORUM / roman Nodar Dumbadze / 10 lira BEYGİRNAME Nehar Tüblek / 5 lira SÜLÜNAME Tonguç / 5 lira Ö LÜM SÜZ / roman Vassili Vassilikos / 15 lira / 3. baskı PAŞANAME Nehar Tüblek / 5 lira ADIM LAR / roman

Jerzy Kosinki / 10 lira / 2. baskı 19. 20. 21. 23. 24. 25. 26.

KARDEŞ KAVGASI / roman Nikos Kazancakis / 15 lira / 2. baskı KELEBEK / roman Henri Charriere / 20 lira / 7. baskı TRENLER / roman Bohumill Hrabal / 5 lira KEŞKÜLÜ FUKARA / karikatür Zeki Beyner / 5 lira H A VA ALANI / roman Arthur Hailey / 20 lira / 4. baskı Ö LÜM ÜN ADI / roman Ladislav Mnacko / 15 lira ÖNCE EKMEKLER BOZULDU Oktay Akbal / 12.50 lira

2. baskı


27. 28. 29. 30. 31.

AMERİKAN RÜYASI / roman Norman Mailer / 10 lira FAKİR AŞIKLAR / roman Vasco Pratolini / 20 lira İTALYAN KIZI / roman İris Murdoch / 10 lira ATEŞ HIRSIZLARI / roman Vuk Vuço / 10 lira BİZE TOPRAK VERDİLER

Juan Rulfo / 6 lira 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47.

HACİZLİ TOPRAK / roman Cengiz Tuncer / 10 lira / 2. baskı MEKTEPLİ / roman Charles W ebb / 10 lira YILKI ATI / roman Abbas Sayar / 5 lira / 2. baskı BABA / roman Mario Puzo / 20 lira / 12. baskı ÇIPLAK VE ÖLÜ / roman Norman Mailer / iki cilt / 40 lira SİLAH ARKADAŞLARI / roman Konstantin Simonof / 20 lira / 2. baskı BİR OLAYIN BAŞLANGICI / roman Muzaffer Buyrukçu / 12.50 lira GENÇ KIZ / roman Carlo Cassola / 10 lira / 3. baskı AĞ ACA TÜNEYEN BARON / roman Italo Calvino / 10 lira KERKENEZ / roman Cengiz Tuncer / 20 lira / 2. baskı FİL / roman Elio Vittorini / 5 lira İDAMLIKLAR / roman Kerim Korcan / 10 lira İŞTE HA YAT / belgesel roman Oscar Levvis / 25 lira OTEL / roman Arthur Hailey / 20 lira ATLARI D A VURURLAR / roman Horace Mac Coy / 10 lira / 2. baskı ÇORAK YÜREK / roman Carlo Cassola / 10 lira


48. 49. 50. 51. 52. 53. 54. 55. 56. 57. 58. 59. 60. 61. 62. 63. 64. 65. 66. 67. 68. 69.

TANRI SEVENLERİ KORUR / roman Johannes Mario Simmel / 15 lira / 2. baskı FOTOĞRAFLAR / roman Vassili Vassilikos / 10 lira İKİ SEVGİLİ / roman Marvyn Jones / 10 lira SEVDALILAR / roman Jaroslavv lwaszkiewicz / 10 lira PAPAZ HERZAMAN PİLAV YEMEZ / roman Johannes Mario Simmel / 20 lira / 2. baskı SANÇEZ'İN ÇOCUKLARI / roman Oscar Lewis / 20 lira ACI Y U D U M / roman Johannes Mario Simmel / 25 lira / 2. baskı HEPİMİZ KARDEŞ OLACAĞIZ / roman Johannes Mario Simmel / 25 lira ŞEYTANIN DA NSI / roman Fred Mustard" Stevvart / 10 lira SİCİLYA KONUŞM ALARI / roman Elio Vittorini / 10 lira ÖLESİYE SEVMEK / roman Pierre Duchesne / 10 lira YAŞAYANLAR VE ÖLÜLER / roman Konstantin Simonof / 25 lira / 2. baskı DEHŞETENGİZ / roman Voldemar Lestienne / 25 lira KIÇÜSTÜNDE TOPLANTI Zeyyat Selimoğlu / 10 Hra M AĞ AR A Muzaffer Buyrukçu / 20 lira LİNÇ / roman Kerim Korcan / 10 lira / 3. baskı GARİPLER SOKAĞI / roman Oktay Akbal / 10 lira / '3 . baskı JACK LONDON / Denizler Serüveni Irving Stone / 20 lira AŞK DEDİĞİN LAFTIR / roman Johannes Mario Simmel / iki cilt / 40 lira SEVGİLERLE / roman Charles W eb b / 10 lira BAĞIŞLANMIŞ KÜHEYLAN / roman Hildergard Knef / 25 lira GÖRÜLMEYEN A D A M / roman Ralph Edison / 25 Hra


70. 71. 72. 73. 74. 75. 76. 77. 78. 79. 80. 81.

82. 83. 84. 85. 86. 87. 83 89. 90.

ÇAKAL / roman Frederic Forsyth / 20 lira EKABİR / roman Arthur Hailey / 25 lira ÇETE K A R A VA N A ATIYOR / roman Jimmy Breslin / 15 lira HASTANE / roman Arthur Hailey / 20 lira / 2. baskı YAVR U CEYLAN / romaıi Magda Szabo / 15 lira BİR YERDE / roman Jerzy Kosinski / 10 lira MAHALLE / roman Vasco Pratolini / 10 lira ODESSA / roman Frederic Forsyth / 20 lira U ZLA ŞM A / roman Elia Kazan / iki cilt / 40 lira ÇELO / roman Abbas Sayar / 10 lira DALAVERE / roman G. VVilliam Marshall / 25 lira İLK YILLARIN EKMEĞİ / roman Heinrich Böll / 10 lira (Nobel 1972) VA T A N SAĞOLSUN / roman J. M. Simmel / 30 lira YALNIZ BİR AVC ID IR YÜREK / roman Carson M c Cullers / 20 lira M UHBİR / roman Liam O'Flaherty / 10 lira LİMANLAR / roman James Barlovv / 25 lira KITLIK / roman Liam O'Flaherty / 20 lira SONBAHARLA GELEN / roman Jean Freustre / 15 lira SIHHİYE BÖLÜĞÜ / roman Richard Hooker / 15 lira EŞSİZ BİR A D A M / roman Cristine Arnoty / 20 lira BANKO / roman Henri Charriere / 20 lira / 2. baskı



<haha>

mario puzo roman

20 LİRA

M A R İO P U ZO , 1920 d o ğ u m lu İta iy a n asıllı b ir te c is id ir. B A B A /G o d fa th e r ya y ın la n m a d a n

A m e rik a n gaze­

ö n ce yazdığı

ik i ro ­

man The D a rk A re n a ve JVlamma L u c ia /A n n e b ir kaç e le ş tirm e ­ c in in

dışında

hiç k im s e n in

ilg is in i

kum arba z olan P uzo, k e n d is in e

ç e k m e m iş tir. U slanm az

para

ye n i b ir p ro je ü z e rin d e çalışm ağa

kazandıracağına

b ir

inandığı

ba şla dığında , ya yın cı B A B A

için ava ns ö d e m e ğ e y a n a ş m a m ış tır. Y alnız A m e rik a 'd a d ö r t b u ­ ç u k m ily o n

satan B A B A , hem tic a rî, hem de edebî

M a rio P uzo için inanılm az b ir başarı o lm u ş tu r.

ba kım da n


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.