Şeytanı Uyandırma - J. V. (part 2)

Page 1

karşılaşacağımı bilemediğim için de bunu yapmak istemedim.” Gurney oğlunun bu işi kendince dikkat etmeye de çalışarak büyük bir zevkle yaptığını fark etmişti. “Çok yoğun geçti günün.” “Kötü adamların peşinde. Sonraki adım ne?” “Senin sonraki adımın derhal oradan ayrılıp eve dönmek. Birlikte. Benim sonraki adımımsa bu öğrendiklerimi bir süre değerlendirmeye almak olacak. Bazen yatağa kafamda sorularla girerim. Uyandığımda tüm yanıtlar kafamda belirmiş olur.” “Gerçekten mi?” “Hayır, ama söylemesi güzel.” Kyle kahkahayla gülerek, “Bu gece hangi sorularla yatacaksın?” diye sordu. “Dur ben sana aynı şeyi sorayım. Neticede bunca şeyi bulan sensin. Olay mahallinde olmak daha geniş bir bakış açısı sağlar insana. Sence en önem li sorular nedir?” Kyle duraksamış olsa da Gurney oğlunun bariz biçimde heyecanlandığını hissediyordu. “Gördüğüm kadarıyla sadece bir tek büyük soru var.” “Söyle?” “Takıntılı bir tacizciyle mi uğraşıyoruz yoksa çok daha iğrenç biri mi var karşımızda?” Duraksadı. “Sen ne düşünüyorsun?” “Ben ikisiyle birden uğraşıyor olabileceğimizi düşünüyorum.” 27. Bölüm Çelişen Tepkiler


Gurney, Kyle motosikleti Kim de Miata’sıyla gelinceye kadar yatmadı. Geldiklerinde de telefonda konuştuklarını bir kez daha tekrarladılar, ardından Gurney iki soru daha sormaya niyetlendi. Bu sorulardan ilkini Kyle’a yöneltti. “Yangın alarmlarının kapağını çıkardığında...” Kyle sorunun sonunu beklemedi. “Çok sakin, yavaşça çıkardım kapaklan. Bu arada Kim’le alakasız şeylerden mesela onun derslerinden filan bahsettik. Yani bizi dinleyen birinin yaptığım şeyi anlaması mümkün değildi.” “Etkilendim.” “Etkilenme. Bir casus filminde görmüştüm bunu.” Gurney’in ikinci sorusu Kim’eydi. “Evde değişik bir şey gördün mü? Herhangi bir alet, saatli radyo, iPod, pelüş bir oyuncak, yani daha önce görmediğin bir şey?” “Hayır, neden ki?” “Sadece Schiff söz verdiği kameraları yerleştirdi mi diye merak ettim. Evde kalan kişilerin böyle bir plandan haberleri olduğu durumda kameraları tavana ya da bir şeylerin içine saklamaya uğraşmaktansa bir şeyin içine konup ortaya bırakmak çok daha kolay bir yöntemdir.” “Hayır, böyle bir şey görmedim.” Ertesi sabah kahvaltı masasında Gurney, Madeleine her zamanki yulaf lapasını hazırlamadığını, kahvesine de neredeyse hiç dokunmadığını fark etmişti. Dışarıya yönelttiği bakışlarının hüznü aslında güneşli manzarayı izlemediğini ortaya koyuyordu. “Yangını mı düşünüyorsun?”


Gurney’e kendisini duymadığını düşünmeye başlamasına yol açacak kadar uzun bir süre sonra yanıt verdi. “Evet, sanırım yangını düşündüğümü söyleyebilirim. Bu sabah uyandığımda, üç saniyeliğine filan, aklıma ne geldi biliyor musun? Güneşin tadını çıkartmak için bisikletime atlayıp nehir kenarında dolaşsam ne güzel olur diye düşündüm. Ama hemen ardından da artık bisikletimin olmadığını hatırladım. Ahırda yerde kömürleşmiş cisme pek bisiklet diyemeyiz değil mi?” Gurney ne diyeceğini bilemiyordu. Madeleine öfkeden kıstığı gözleriyle bir süre daha sessizce oturdu. Sonra sanki Gurney’e değil de önündeki kahve fincanına hitap ediyormuşçasına bir ifadeyle, “Şu Kim’in dairesine mikrofon koyan adam, sence hakkımızda ne kadar bilgi edinmiştir?” dedi. “Bizim mi?” “Senin diyelim. Senin hakkında ne kadar bilgi edinmiştir?” Gurney derin bir nefes aldı. “Güzel soru.” Aslında aynı soru dün gece Kyle’la yaptığı telefon görüşmesinden beri aklını kurcalayıp duruyordu. “Sanırım bu mikrofonlar sese duyarlı cihazlar. Konuşma başladığı anda bağlı oldukları sistemi harekete geçirip kayda başlıyorlar. Bu durumda da Kim’i ziyarete gittiğimde yaptığım tüm konuşmaları kayda almış olmalılar. Tabii bir de Kim’in telefon görüşmelerini.” “Seninle, annesiyle, Rudy Getz’le yaptığı telefon konuşmaları...” “Evet.” Madeleine gözlerini daha da kıstı. “Yani çok şey biliyor.” “Çok şey biliyor.” “Korkmalı mıyız?”


“Dikkatli olmamız gerek. Bu arada ben de neler olup bittiğini anlamaya çalışacağım.” “Ah. Anlıyorum. Sen bulmacanın parçalarıyla oynarken ben de gözlerimi dört açıp manyak nereden saldıracak diye bekleyeceğim. Plan bu mu?” “Özel mi konuşuyorsunuz?” Kim mutfağın kapısındaydı. Madeleine sanki, evet özel bir şey konuşuyoruz, diyecekmiş gibi bakıyordu kıza. Ama onun yerine Gurney, “Kahve ister misin?” diye sordu. “Hayır, teşekkürler. Ben... Ben sadece sana bir saate kadar evden çıkmamız gerektiğini hatırlatmak istedim. Randevumuz vardı. Barkham DelPe gideceğiz. Eric Stone’la görüşmeye. Halen annesinin evinde kalıyor. Onunla tanışmak hoşuna gidecek. Eric eşsiz bir insan.” Çıkmadan önce Gurney, planladığı üzere, Kim’in dairesine yerleştirilecek güvenlik kameralarının akıbetini sormak için Syracuse polis merkezinden Dedektif James Schiff’i aradı. Schiff dışarıda olduğu için de Gurney’i Schifif’in ortağı Elwood Gates’e bağladılar. Gates’in durumdan haberi var gibiydi. Ama ne sorunu ciddiye almaya ne de söz verdikleri kameralar geciktiği İçin özür dilemeye niyetliydi. “Eğer Schiff takılacağını söylediyse takılacaktır.” “Ne zaman olabileceğine dair bir fikriniz var mı?” “Belki daha öncelikli birkaç işimizi hallettikten sonra. Tamam mı?” “Tehlikeli bir manyağın genç bir kadının evine defalarca girmesinden, ciddi derecede yaralanmasına neden olacak bir tuzak girişiminden daha öncelikli işlerinizi hallettikten sonra mı yani?” “Kırık basamaktan mı bahsediyorsunuz?”


“Beton zemine düşülmesi neticesinde ölümcül yaralanmaya neden olabilecek bir bubi tuzağından bahsediyorum.” “Pekala, Bay Gurney. Biraz dinleyin beni o zaman. Şu an için ölümcül yaralanmaya neden olabilecek olayla ilgili yapabileceğimiz bir şey yok. Sanırım dün burada kokain satıcıları arasında patlak veren bölgeyi ele geçirme savaşından haberiniz yok. Hayır, hiç sanmıyorum. Evet, sizin büyük sorununuz bizim listemizin en üstünde. Ama önce şu AK-47’lerle birbirlerine saldıran on kişiyle işimizi bir bitirelim. En kısa zamanda size haber vereceğiz. İyi günler.” Kim, Gurney telefonu cebine koyarken yüzüne bakıyordu. “Ne dedi?” “Belki öbür gün olabilir dedi.” Gurney’in ısrarıyla Barkham Dell’e gitmek üzere ayrı arabalarla yola çıktılar. Dün akşamki gelişmelerin ışığında Kim’in görüşmelerine giderken daha rahat hareket edeceğini düşündüğünden kendi arabasını almayı tercih etmişti. Kim, Gurney’den daha hızlıydı. Eyaletler arası yola çıktıklarında birbirlerini göremiyorlardı. Güzel bir gündü. Nihayet tam mevsimin değiştiği hissedilmeye başlamıştı. Gökyüzü masmaviydi. Küçük bulutlar da giderek uzaklaşıyordu. Yol kenarlarındaki küçük gölgeliklerde tomurcuklanan kardelenler göze çarpıyordu. GPS cihazı yolun yarısına geldiğini söyleyince Gurney benzin almak üzere mola verdi. Depo dolunca da istasyonun marketine bir bardak kahve almaya yöneldi. Birkaç dakika sonra camlarını açtığı arabasında oturmuş, kahvesini yudumluyordu. Jack Hardwick’i arayıp ondan iki iyilik daha istemeye karar verdi. Ne pahasına diye düşündü önce. Sonra ne olursa olsun önemli değil diye geçirdi aklından. Çünkü bu bilgiye hem de en kısa


yoldan ulaşması gerekiyordu. Numarayı telesekreterin devrede olabileceğini düşünerek tuşladı. Ama kaba sesli, alaycı adamın sesi karşılamıştı Gurney’i. “Davey, ufaklık! Dedektif canlanan şeytanın peşinde! Yine ne istiyorsun benden?” “Aslında çok şey.” “Yapma ya! Ne kadar çok şaşırdım!” “Sana çok borçlu olacağım.” “Zaten öylesin, ahbap.” “Doğru.” “Farkında olduğuna sevindim. Konuş.” “Öncelikle Syracuse Üniversitesi öğrencisi Robert Meese ya da diğer adıyla Robert Montague hakkında öğrenilebilecek ne varsa bilmek istiyorum. Aynı şey New York City gazetecisi Connie Clarke’ın eski kocası, Kim Corazon’un babası Emilio Corazon için de geçerli. Emilio on yıl önce ortadan kaybolmuş. Ailesinin, yerini tespit çabalan da fayda etmemiş.” “Her şeyi bilmek istiyorum derken tam olarak...” “Yani son iki üç günle bağlantılı olabilecek her şeyi demek istiyorum.” “Bu kadar mı?” “Yapacak mısın?” “Yalnız borçlarını unutma.” “Unutmam. Jack, gerçekten sana çok teşekkür...” diye başlamıştı ki telefonun kapandığını fark etti.


Yola koyulup, GPS’inin talimatları doğrultusunda, eyaletler arası yoldan çıkıp, uzunca bir süre köylerin yanından geçen ara yolları takip ederek sonunda Foxledge Lane Caddesi girişine ulaştı. Aracını yolun kenarına çektiği sırada kırmızı Miata’yı gördü. Kim de ona el sallayıp, önüne doğru geçti. Birlikte yavaşça caddeye girdiler. Çok fazla ilerlemeye gerek kalmamıştı. Girişteki ilk bina etkileyici taş duvarlarıyla Whittingham Avcılık Kulübü’ydü. Ondan yaklaşık yüz metre kadar ileride üzerinde herhangi bir işaret olmayan ikinci bir bina vardı. Kim o binanın önüne park edince Gurney de arkasına yanaşıp durdu. Eric Stone’un yaklaşık dört yüz metrelik bahçenin arkasındaki New England Colonial stilinde yapılmış evi gerçekten de oldukça büyük görünüyordu. Ancak her taraf dökülüyordu adeta. Su oluklarının temizlenmesi, düzeltilmesi gerekiyordu. Kışın soğuktan çatlayan asfalt yol perişan haldeydi. Çimenlik de çiçek tarhı da çok kötü durumdaydı. Evin girişine doğru uzanan, üzeri kurumuş yapraklarla, çer çöple dolu, delik deşik yol üç basamakla son buluyordu. Gurney’le Kim yolun yarısına gelmişlerdi ki kapı açıldı ve bir adam basamakta belirdi. Dar omuzlu, koca göbekli adamı Gurney boynundan dizlerine dek uzanan bembeyaz önlüğüyle ilk anda yumurtaya benzetmişti. “Lütfen dikkatli olun. Yol ormana dönüştü neredeyse.” Abartılı tavrını dişlerini göstere göstere sırıtarak tamamlarken gergin bakışları Gurney’in üzerinde sabitlenmişti adeta. Kısa saçları vaktinden önce kırlaşmış ve bir hayli de dökülmüştü. Küçük, pembe bir suratı vardı. Daha yeni tıraş olduğu da anlaşılıyordu.


“Zencefilli çörek!” dedi neşeyle içeri girmeleri için kenara çekilirken. Gurney içeri girer girmez talk pudrasının kokusu yerini Gurney’in tek nefret ettiği çöreğin baharatlı-tatlı aromasına terk etmişti. “Koridorun sonuna kadar gidin. Mutfak evin en rahat yeridir.” İkinci kata uzanan merdivenlerin önünde geleneksel tarzda, yedi kapının bulunduğu uzunca bir hol vardı. Ancak kapı kollarının toz içinde oluşu kapıların nadiren açıldığını ortaya koyuyordu. Evin arka tarafındaki mutfak sadece sıcak oluşu ve fırından gelen çörek kokusu göz önüne alınırsa rahat bir yer olarak kabul edilebilirdi. Oldukça büyük, yüksek tavanlı, içi on hatta yirmi yıl önceden kalma, zamanının zenginlik belirtisi kabul edilen, moda aletleriyle dolu bir yerdi burası. Fırının üç metrelik borusu Gurney’e Indiana Jones filmindeki kurban sunağını hatırlatmıştı. “Annem kaliteye hayrandı,” dedi yumurtaya benzer adam. Sonra da Gurney’in az Önce aklından geçirdiği şeyi söyleyerek şaşırmasına neden oldu. “Kusursuzluk sunağının rahibesiydi adeta.” “Kaç yıldır burada oturuyorsunuz?” diye sordu Kim. Soruya yanıt vermek yerine Gurney’e döndü. “Sizin kim olduğunuzu biliyorum. Sizin de benim kim olduğumu bildiğinize eminim. Ama yine de tanıştırılmamız gerek diye düşünüyorum.” “Ah, ne kadar aptalım!” dedi Kim. “Çok özür dilerim. Dave Gurney. Eric Stone.”


“Memnun oldum,” dedi Stone elini samimi bir tavırla uzatarak. Büyük, biçimli dişleri, üzerindeki önlüğü kadar beyazdı. “Etkileyici ününüz sizden önde gidiyor.” “Ben de memnun oldum,” dedi Gurney. Stone’un sıcak, yumuşak ve hiç de hoşa gitmeyecek biçimde nemli elini sıkarken. “Eric’e annemin senin hakkında yazdığı yazıdan bahsettim,” dedi Kim. Tuhaf bir sessizliğin ardından Stone büyük fırından bir hayli uzaktaki, modaya uygun tarzda eskitilmiş çam kerestesinden yapılmış masayı işaret etti. “Oturalım mı?” Gurney’le Kim yerlerini alınca Stone bir şey içmek isteyip istemediklerini sordu. “Çok çeşitli kahvelerim var. Ayrıca sayısız bitki çayım da var. Zor bulunan nar sodam da var. Ne istersiniz?” İkisi de bir şey istemediğini söyleyince Stone abartılı bir hayal kırıklığı ifadesi sergileyip masadaki diğer sandalyeye geçti. Kim omuz çantasından üç küçük kamerayla iki küçük katlanabilir tripod çıkardı. Kameraları biri Stone’a diğeri de kendine bakacak şekilde yerleştirdi. Ardından RAM TV’dekilerin programın felsefesiyle ilgili düşüncelerini aktarmaya koyuldu. Kaydın mümkün olduğunca az teknolojik aygıt kullanılarak, izleyicilerin kendi ailelerinin görüntülerini iPhone’larıyla kaydederken yaptıkları, bu yüzden de aşina oldukları kamera açısının ve mesafesinin değişmediği bir çekim yapılacağını söyledi. Amaç gerçekliğin korunmasıydı. Basit olacaktı. Samimi, metne dayalı olmayan bir konuşma yapılacaktı. Sahne ışığı değil normal oda ışığı kullanılacaktı.


Amatörce. Sohbet eden iki kişi. Vesaire vesaire. Bu açıklamalara Stone’un nasıl bir tepki verdiğini anlamak mümkün değildi. Sanki aklı başka bir şeye takılmış gibiydi. Kim, “Sorunuz var mı?” diye soruncaya kadar hiç sesini çıkarmadı. “Sadece bir tane,” dedi Gurney’e dönerek. “Sizce onu yakalayabilecekler mi?” “Good Shepherd’ı mı? Öyle düşünmek istiyorum.” Stone gözlerini devirerek, “Sizin mesleğinizde böyle çok cevap vardır sanırım. Yani aslında cevap olamayan cevaplar.” Çıkışmaktan çok, hüzünlü bir sesle konuşuyordu. Gurney omuz silkti. “Size daha fazlasını söyleyecek bir bilgim yok henüz.” Kim kadrajlarla ilgili son ayarlamaları yapıp cihazları HD moduna aldı. Aynı şeyi elinde tuttuğu üçüncü kameraya da uyguladı. Sonra saçını düzeltip arkasına yaslandı. Ceketindeki birkaç kırışıklığı eliyle düzeltip, gülümseyerek konuşmaya başladı. “Eric öncelikle sana Cinayet Yetimleri’ne katılmayı kabul ettiğin için bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Senin düşüncelerini ve hislerini dürüstçe, olduğu gibi aktarmak amacındayız. Hiçbir sınırlama, hiçbir yasak olamadan konuşabilirsin. Şu an stüdyoda değil senin evindeyiz zaten. Hikaye sensin. Senin duyguların. Nasıl istersen başla.” Derin, güçsüz bir nefes aldı. “Birkaç dakika önce mutfağıma girdiğinde sorduğun soruya yanıt vererek başlayacağım. Bana kaç yıldır burada oturduğumu sordun? Yirmi yıldır buradayım. Bu sürenin yarısı cennette yarısı


cehennemde geçti.” Duraksadı. “İlk on yıl güneş gibi parıldayan, muhteşem bir kadınla birlikteydim. İkinci on yılsa gölgeler diyarında.” Kim hüzünlü, yumuşacık bir sesle konuşmadan önce uzunca bir süre bekledi. “Bazen acının derinliği bize kaybımızın ne kadar büyük olduğunu gösterir.” Stone başını sallayarak onayladı. “Annem kaya gibiydi. Sağlam. Volkan gibi. Adeta doğal bir afet. Tekrar etmeme izin verin. Doğal bir afet. Bunun bir klişe olduğunun farkındayım ama yine de hoş bir ifade. Onun kaybıyla yer çekimi kanunu yok oldu sanki. Yer çekimi kanunu yok oldu! Yerçekimsiz bir dünya. Hiçbir şeyi bir arada tutamayan bir dünya.” Adamın gözlerinde yaşlar belirmeye başlamıştı. Kim’in sözleri herkesi şaşırttı. Stone’a bir çörek alabilir miyim diye sordu. Adam kahkahayı bastı. Bu ani tepkiyle de yanaklarından yaşlar süzülmüştü. “Evet, elbette alabilirsiniz. Zencefilli çöreklerim daha yeni çıktı. Ama isterseniz cevizli, çikolatalı cipslerim, tereyağlı ve kuru üzümlü, yulaflı kurabiyelerim var. Hepsi taze.” “Yulaflı kurabiye istiyorum,” dedi. “Muhteşem bir seçim, hanımefendi.” Gözyaşları içinde de olsa, sırnaşık bir garson edasındaydı. Mutfağın diğer tarafına yönelip aldığı tabağı fırından çıkardığı büyük, kahverengi kurabiyelerle tıka basa doldurdu. Bu sırada Kim el kamerasını o yöne çevirmiş, adamın sürekli görüntüde olmasını sağlamıştı.


Tabağı masaya koymak üzereyken aklına gelen bir şeyle duraksadı. Gurney’e döndü. “On yıl,” dedi sanki bu süre onu şaşırtacakmışçasına bir ifadeyle. “On yıl. Koskoca on yıl.” Sesinde bariz bir yükselme seziliyordu. “On yıl. Hâlâ araştırılıyor. Bu ne demek, dedektif? Dünyanın en muhteşem kadınını öldüren o şeytani, aşağılık yaratığın yakalanması için hastalık derecesinde tepki göstermem sizi onu yakalamaya teşvik ediyor mu? Yoksa sadece gülüp geçeceğiniz komik biri gibi mi geliyorum gözünüze?” Gurney hep duygularını dışa vurmama eğiliminde olmuştu. Bu sefer de aynıydı. Son derece sakin bir ses tonuyla, “Elimden gelen her şeyi yapacağım,” dedi. Stone inanmadığını gösterir bir ifadeyle baksa da konuyu devam ettirmedi. Bir kez daha kahve önerdi. Yine ikisi de istemediklerini söyledi. Daha sonra Kim uzunca bir süreyi adamın annesinin öldürülmeden önceki hayatıyla sonraki hayatını kıyaslamaya ayırdı. Stone’un detaylı öyküsünden, önceki yaşamının her açıdan daha iyi olduğu anlaşılıyordu. Sharon Stone emlak pazarında giderek daha iyi bir yer edinen, başarılı bir emlakçıydı. Kendisi her açıdan lüksün doruklarında gezer, oğlunun da bu imkandan yararlanmasını sağlardı. Good Shepherd’la o talihsiz karşılaşmasından kısa bir süre önce 3 milyon dolarlık bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmaya göre Eric, şaraplarıyla ünlü Finger Lakes’te lüks bir otel ve restoran açacaktı. Ama annesinin kefilliği olmadan bu anlaşma iptal edilmişti. Elit bir lokantayla otelin sahibi olarak yaşamak yerine şimdi otuz dokuz yaşında, bir türlü onarım ve bakımını yapmaya gi-


rişemediği evinde, annesinin rüya mutfağında, çevredeki küçük dükkanlarla pansiyonlara kurabiye pişirerek geçimini sağlayan bir adama dönüşmüştü. Bir saat kadar sonra Kim notlar aldığı küçük defterini kapatıp, Gurney’i, sormak istediği bir şey olup olmadığını sorarak şaşırttı. “Belki Bay Stone için de bir sakıncası yoksa bir iki sorum olacak.” “Bay Stone mu? Lütfen Eric desenize.” “Pekala, Eric. Annenin diğer kurbanlarla herhangi bir iş ya da özel ilişkisi olup olmadığını biliyor musun?” Gözlerini kırpıştırdı. “Bildiğim kadarıyla yok.” “Bildiğin herhangi bir düşmanı?” “Annem aptallarla uğraşmazdı.” “Yani?” “Yani o kabarık kanatlarıyla parmak ucunda yürürdü. Çok iyi bir emlakçıydı. Emlak işi çok rekabetçi bir sektördür. Hele annem seviyesinde bir emlakçıysanız. Bu yüzden de annemin aptallarla uğraşacak zamanı yoktu.” “Neden Mercedes aldığını hatırlıyor musun?” “Elbette,” dedi Stone sırıtarak. “Klas. Güçlü. Şık. Diğerlerinden çok farklı. Tıpkı annem gibi.” “On yıl içinde diğer kurbanların aileleriyle herhangi bir temasın oldu mu?” Bir kez daha gözlerini kırpıştırdı. “O kelime. Hiç sevmiyorum.” “Hangi kelime?”


“Kurban. Annemi o şekilde düşünemiyorum. Pasif, yardıma muhtaç, zavallı gibi geliyor insana. Oysa annem asla öyle biri değildi.” “O zaman başka türlü söyleyeyim. Ailelerle herhangi bir...” Stone sözünü kesti. “Cevabım evet. Başlangıçta, olayın hemen ardından bir tür destek grubu olarak toplanmıştık.” “Bütün aileler katıldı mı?” “Pek sayılmaz. Williamstown’da yaşayan cerrahın oğlu birkaç kez geldi. Sonra kederin paylaşılmasıyla işi olmadığını çünkü kederli olmadığını söyledi. Babasının öldüğüne sevinmişti. Çok korkunçtu. Acımasız. İncitici.” Gurney, Kim’e baktı. “Jimi Brewster,” dedi o da. “Hepsi bu mu?” diye sordu Stone. “Sadece iki kısa soru daha. Annen korktuğu biri olduğundan bahsetmiş miydi?” “Asla. Annem bu dünyaya ayak basmış en korkusuz kadındı.” “Sharon Stone gerçek adı mıydı?” “Hem evet hem hayır. Daha çok evet. Tam adı Mary Sharon Stone’du. Temel İçgüdü filminin büyük başarısından sonra o da değişikliğe gitti. Kahverengi olan saçlarını sarıya boyatıp, Mary adını da attı. Tamamen bambaşka, etkileyici bir kişiliğe büründü. Annem tam bir reklam dahisiydi. Hatta bir ara o filmin en önemli sahnesine atıfta bulunmak için bilboardlara mini eteğiyle bacaklarım aralayarak çektirdiği bir fotoğrafını koydurtmayı bile düşündü.” Gurney, Kim’e başka sorusu olmadığını işaret etti.


Stone rahatsızlık verici bir gülümseyişle ekledi. “Uğruna ölünecek bacakları vardı.” Bir saat sonra Gurney; Bickers, Mellani ve Flemm muhasebe firmasının yer aldığı, iç karartıcı bir alışveriş merkezinde, Kim’in Miata’sınm yanına park etti. Burası bir yoga merkeziyle Middletown’un sayfiye yerlerine geziler düzenleyen bir seyahat acentesinin arasındaydı. Kim telefonla konuşuyordu. Gurney arkasına yaslanıp acaba adım Flemm olsa ne yapardım diye düşünmeye koyuldu. Değiştirir miydi yoksa meydan okurcasına taşımayı sürdürür müydü? İsim kişinin alnına bir eşek damgası gibi vurulduğunda bile değiştirmeyi reddetmek övülmeye değer bir dürüstlük mü yoksa aptalca bir inatçılık göstergesi miydi? Gurur hangi noktada an-lamsızlaşırdı? Tanrım, neden böyle anlamsız şeylerle dolduruyorum beynimi? Güçlü bir tıklama sesi ve Kim’in camda beliren anlamlı yüzü onu kendine getirdi. Arabadan inerek arkasından ofise yöneldi. Ön kapı birbirlerine uymayan sandalyelerin bir duvar dibine dizildiği, son derece sıradan bir bekleme salonuna açılmıştı. Küçük bir Danish Modem sehpanın üzerinde SmartMoney dergisinin yıpranmış sayıları vardı. Bel yüksekliğinde bir bölme, burasıyla kapalı bir kapının önünde yer alan, üzerleri boş iki masanın bulunduğu daha küçük bölümü birbirinden ayırıyordu. Bölmenin üzerinde eski tip, küçük, gümüş kenarlı, tam ortasında genişçe bir düğmesi bulunan bir zil vardı.


Kim zile sertçe basınca şaşırtıcı derecede güçlü bir ses çıkmıştı. Kimse yanıt vermeyince aynı şeyi yarım dakika kadar sonra bir kez daha tekrarladı. Telefonu çıkarmak üzereyken arka taraftaki kapı açıldı. Zayıf, solgun, bitkin görünen adam yüzlerine ilgisiz bir tavırla bakıyordu. “Bay Mellani?” dedi Kim. “Evet,” dedi kupkuru, duygusuz bir ses tonuyla. “Ben Kim Corazon.” “Evet.” “Telefonda konuşmuştuk. Yapacağımız röportajla ilgili?” “Evet, hatırladım.” “Tamam....” Belirgin bir şaşkınlıkla etrafına bakındı. “Neresi uygun sizce?” “Ah. Evet. Ofisime geçelim.” İçeri yöneldi. Gurney alçak bölmenin çift taraflı kapısını açıp Kim’e yol verdi. Burası da arka taraftaki boş masalar gibi toz içindeydi. Kim’in peşi sıra arka taraftaki, penceresiz, geniş maun bir masa, arkaları dik dört sandalye ve duvarların dörtte üçünü kaplayan kitaplıktan ibaret ofise girdi. Kitaplık muhasebe kuralları ve vergi kanunlarının kalın ciltleriyle doluydu. Burası da yine toz içindeydi. Ofis de küf kokuyordu. İçerideki tek ışık masanın diğer ucundaki masa lambasından geliyordu. Aslında tavanda bir floresan vardı ama kapalıydı. Kim kameralarını kurarken ışığın yakılmasını rica etti. Mellani omuz silkip, düğmeye bastı. Birkaç kez yanıp sönen floresan sonunda vızıldayarak da olsa yanmakta karar


kılmıştı. Işık adamın solgun teniyle göz altlarındaki gölgeleri daha belirginleştirmişti. Adam tam bir canlı cenazeydi kısacası. Kim, Stone’un mutfağında yaptığı gibi kameraları ayarladı. İşini bitirince de Gurney’le birlikte masanın karşısındaki yerlerini aldılar. Mellani de masanın diğer tarafına geçti. Sonra Kim, Stone’a yaptığı açıklamayı neredeyse kelimesi kelimesine tekrarlamaya başladı. Programın amacını, basit, doğal gösterme isteğini, tüm çekimin iki arkadaşın evlerinde, rahat tavırlarla yaptıkları bir sohbet havasında geçmesini tercih ettiklerini anlattı. Mellani yanıt vermedi. Kim ona ne isterse söyleyebileceğini bir kez daha belirtti. Adam hiçbir şey söylemeden sadece ona bakmakla yetiniyordu. Kim iç karartıcı, tepedeki ışığın kasvetini daha da arttırdığı bu itici ofiste çevresine bakındı. “Pekala,” dedi sıkıntıyla. Bu görüşmeyi yönlendirmek için fazlasıyla teşvik edici olması gerektiğini fark etmiş gibiydi. “Ana ofis burası mı?” Mellani soruya vereceği yanıtı bir süre düşünmüş gibi bir tavır sergilemişti. “Tek ofis.” “Peki ortaklarınız? Onlar da mı burayı...” “Hayır. Ortağım yok.” “Bickers ve diğer ismi görünce...” “O firmanın adı. Ortaklık olarak kurulmuştu. Ben en büyük ortaktım. Sonra bir şekilde ayrıldık. Firmanın adı yasal olarak böyleydi, aslında çalışırken de birbirimizden bağımsızdık. Sonrasındaysa firmanın adını değiştirecek enerjiyi bulamadım kendimde bir türlü.” Sanki sözcüklerin ağırlığı altında


ezilmemeye çalışıyormuşçasına ağır ağır konuşuyordu. “Tıpkı hâlâ eski soyadlarını taşıyan boşanmış kadınlar gibi. Neden değiştirmediğimi bilmiyorum. Değiştirmem lazımdı aslında değil mi?” Bunu bir soru olarak yöneltmediği çok açıktı. Kim artık yapmacık bir gülümsemeyle bakıyordu adama. Sandalyesinde biraz doğruldu. “Başlamadan önce bir şey sorayım. Size Paul diye mi yoksa Bay Mellani diye mi hitap edelim?” Birkaç saniyelik sessizlikten sonra adam zorlukla duyulabilen bir sesle, “Paul olur,” dedi. “Tamam, Paul. Başlıyoruz. Telefonda konuştuğumuz gibi bu babanın ölümünün ardından hayatında meydana gelen değişiklikleri konu alan basit bir sohbet olacak. Senin için uygun değil mi?” Yine bir sessizlik. Ardından, “Tabii ki,” dedi. “Harika. Tamam. Kaç yıldır muhasebecilik yapıyorsun?” “Çok uzun zamandır.” “Yani süre olarak?” “Süre olarak? Üniversiteden beri. Şimdi... kırk beş yaşındayım. Yirmi iki yaşında mezun oldum. Yani kırk beşten yirmi ikiyi çıkartırsanız geriye yirmi üç yıl kalıyor.” Gözlerini kapattı. “Paul?” “Evet?” “İyi misin?” Önce tek gözünü sonra diğerini açtı. “Bu görüşmeyi yapmayı kabul ettim. Yapacağım da. Ama keşke unutabilsem. Bu konuda terapi gördüm. Size her türlü yanıtı verebilirim. Sadece...


sorulara tahammül edemiyorum.” İç çekti. “Mektubunuzu okudum.... Telefonda konuştuk... Ne istediğinizi biliyorum. Öncesini ve sonrasını istiyorsunuz değil mi? Tamam. Size öncesini ve sonrasını anlatacağım. O zamanların ve şimdinin özetini geçeyim size.” Duraksayıp bir kez daha hafifçe iç çekti. Gurney’e sanki oksijenlerinin hızla tükendiği bir madende sıkışıp kalmışlar gibi gelmişti. Böyle bir sahneyi küçükken izlediği bir filmde görmüştü. Kim kaşlarını çatarak, “Anladığımı pek sanmıyorum,” dedi. Mellani bu kez eskisinden de zorlukla konuşarak az önce söylediklerini tekrarladı. “Bunlar için terapi gördüm.” “Tamam. Ve bu yüzden ...” “Bu yüzden size yanıtları vereceğim. Ama siz bana soru sormayın. Böylesi herkes için daha iyi olacak. Tamam mı?” “Gayet tabii, Paul. Lütfen başla.” Kameralardan birini gösterdi. “Bu çalışıyor mu?” “Evet.” “Mellani bir kez daha gözlerini kapattı. Hikayesini anlatmaya başladığında içinde bulunduğu durum Kim’e her ne hissettirdiy-se, dudaklarının köşesinde belirgin bir seğirme oluşturmuştu. “Konu olaydan önce mutlu bir insan oluşum değil. Ben hiçbir zaman mutlu değildim. Ama bir zamanlar umutlarım vardı. Umutlarım olduğunu sanıyordum. Umut gibi bir şeyler. Geleceğin daha iyi olacağı hissi. Ama... olaydan sonra... bu his sonsuza dek yok oldu. Resmin rengi uçtu. Her şey gri tonlara büründü.


Anlıyor musunuz? Renk yok artık. Bir zamanlar mesleki enerjim, bir şeyleri büyütme arzum vardı.” Büyütme kelimesini sanki çok tuhaf bir kavramdan bahsediyormuş gibi telaffuz etmişti. “Müşteriler... ortaklar... hareket gücü. Daha çok, daha iyi, daha büyük. O ana dek.” Sustu. “O ana?” diye yönlendirdi Kim. “Olay anına.” Gözlerini açtı. “Sanki yoldan çıkmak gibi. Uçuruma yuvarlanmak gibi değil ama sadece...” Bir elini kaldırıp yavaşça indirerek, yokuş aşağı inerken hafifçe yoldan çıkan bir otomobili işaretlerle anlatmaya çalıştı. “Yavaş yavaş işler yoldan çıkmaya başladı. Her şey parçalandı. Yavaş yavaş. Motor artık çalışmıyordu.” “Ailenizin durumu nasıldı?” diye sordu Kim. “Durumu?” Babamın ölümünü ve annemin geri dönüşümü olmayan komaya girişini saymazsak mı?” “Özür dilerim. Daha açık sormam gerekirdi. Asıl öğrenmek istediğim evli olup olmadığınızdı. Başka bir aileniz var mıydı yani?” “Karım vardı. Her şeyin tepetaklak olmasından bıkana kadar.” “Çocuk?” “Hayır. İyi tarafı bu. Ya da belki de değil. Babamın bütün parası torunlarına, kız kardeşimin çocuklarına kaldı.” Mellani gülümsemeye çalıştı ama bu gülümseme acı doluydu. “Nedenini biliyor musunuz? Çok komik. Kız kardeşim berbat durumdaydı. Çok mutsuzdu. İki çocuğu da psikolojik olarak rahatsızdı. Dikkat eksikliği, obsesif kompulsif bozukluklar. Artık aklınıza ne gelirse. Bu yüzden de babam... Benim iyi olduğuma, ailenin sağlıklısı olduğuma ama onların yardıma


muhtaç olduklarına karar verdi.” “Kız kardeşinle görüşüyor musun?” “Kız kardeşim öldü.” “Özür dilerim, Paul.” “Yıllar önce. Beş belki altı yıl önce. Kanserden. Belki de ölüm o kadar da kötü bir şey değil.” “Neden böyle söylüyorsun?” Bir kez daha acı dolu, hüzünlü bir ifadeyle gülümsedi. “Gördünüz mü? Sorular. Sorular.” Masa örtüsüne bir süre sanki çamurlu suyun dibinde bir şey görmeye çalışıyormuşçasına gözlerini kısarak baktı. “Konu paranın babam için anlamının büyük oluşuydu. Hayattaki en önemli şeydi para. Anlıyor musunuz?” Adamın hüznü Kim’in gözlerine de geçmişti sanki. “Evet.” “Terapistim bana babamın para takıntısı yüzünden muhasebeci olduğumu söyledi. Neticede muhasebeciler ne yapar? Para sayar değil mi?” “Babanız her şeyi kız kardeşinize bırakınca?..” Mellani elini bir kez daha kaldırarak. Yoldan çıkan araba taklidini tekrarladı. Ama bu kez yoldan hafifçe çıkmamış, derin bir vadiye yuvarlanmıştı sanki. “Terapi insana bakış açısı kazandırır. Olaylara daha net bakmasını sağlar. Ama her zaman da iyi bir şey değildir, haksız mıyım.” Bu bir soru değildi. Yarım saat sonra Paul Mellani’nin iç karartıcı ofisinden güneşli güne geri döndüklerinde Gurney kendisini sinemadan çıkmış gibi hissetmişti. Bir dünyadan başka bir dünyaya geçmişlerdi sanki. Kim derin bir nefes aldı. “Vay canına! Bu çok...”


“Sıkıntılı? Kötü? Sıkıcı?” “Sadece hüzünlü.” Sarsılmış gibi görünüyordu. “Girişteki dergilerin tarihlerine dikkat ettin mi?” “Hayır. Neden?” “Yıllar öncesinin sayıları. Yeni hiçbir şey yok. Bu arada tarihlerden bahsetmişken yılın hangi zamanında olduğumuzun farkında mısın?” “Ne demek istediğini anlamadım.” “Mart’ın son haftasındayız. 15 Nisan’a üç haftadan az kaldı. Bu muhasebecilerin kafalarını kaşıyacak zaman bulamadıkları bir dönemdir.” “Ah, Tanrım. Haklısın. Hiç müşterisi kalmamış demek ki. Ya da çok az. O zaman ne yapıyor orada?” “Güzel soru.” Kendi arabalarıyla Walnut Crossing’e dönmeleri yaklaşık iki saatlerini aldı. Alçalan güneş ışınları ön camın kirini daha da belirgin hale getirince Gurney belki de bu hafta üçüncü ya da dördüncü kez cam suyunun bittiğini düşündü. Gurney’i asıl rahatsız edense cam suyunun bitmiş olması değil bu tür şeyleri hatırlamak için not almaya olan ihtiyacının her geçen gün daha da arttığını fark etmekti. Eğer not almazsam... Hafızasının durumuyla ilgili düşüncelerini, çalan telefonu böldü. Ekranda Hardwick’in adını görmek Gurney’i şaşırtmıştı. “Evet, Jack?”


“îlki kolaydı. Ama bu borcunu azaltmaz.” Gurney sabahki konuşmayı geçirdi aklından. “İlki Bay Meese -Montague’nin hikayesi sanırım?” “Şimdilik Bay Montague - Meese hakkında ama daha fazlası anon.” “Anon?” “Evet, anon. Yani yakında demek. William Shakespeare’in en sevdiği sözcüklerden biri. Yakında demek istediği her durumda anon kelimesini kullanmış. Ben de kelime dağarcığımı genişletmeye çalışıyorum. Senin gibi entelektüel yavşaklar söylediklerime daha çok itimat etsinler diye.” “Harika, Jack. Seninle gurur duyuyorum.” “Tamam ama bu daha başlangıç. Gerisi gelecek. Neyse. Adı geçen şahıs 28 Mart 1989’da New York City St. Lule’s Hastanesi’nde doğmuş.” “Hmm.” “Hmm da ne demek?” “Yani yirmi bir yaşma girmek üzere.” “Eee ne olacak yani?” “Sadece enteresan bir nokta. Neyse, devam et.” “Doğum sertifikasında baba adı yazmıyor. Küçük Robert annesinin nüfusuna geçirilmiş. Bu arada aklıma gelmişken, annesinin adı Marie Montague.” “Yani küçük Robert, Meese adını almadan önce aslında Mon-tague’ymiş. Çok ilginç.”


“Daha da ilginçleşecek. Doğumdan kısa bir süre sonra Pittsburgh’lu zengin Gordon ve Celia Meese ailesi tarafından evlat edinilmiş. Bu Gordon’un bok gibi parası varmış hakikaten de. Appalachian bölgesindeki kömür madenlerinin mirasçısıymış. Bil bakalım sırada ne var?” “Sesindeki heyecana bakılırsa korkunç bir şey olmalı.” “On iki yaşındayken Robert, Meese ailesinden alınıp Koruyucu Aile Servisi’ne teslim edilmiş.” “Nedenini öğrenebildin mi?” “Hayır. İnan bana bunun cevabı çok gizli tutulan belgelerde saklı.” “Nedense hiç şaşırmadım. Daha sonra Robert’a ne olmuş?” “Kötü bir hikaye. Evlatlık olarak bir evden diğerine yollanıp durmuş. Kimse altı aydan fazla ona bakmak istememiş. Zor bir delikanlıymış. Genel kaygı bozukluğu, bastırılmış kişilik bozukluğu, aralıklı taşkınlık rahatsızlığı gibi hastalıklarının tedavisi için çok çeşitli ilaçlar kullanıyormuş. Bu sonuncusu hoşuna gitmiştir herhalde?” “Sanırım bu bilgilere nasıl ulaştığını sormamam gerek...” “Doğru sorma. Kısacası gerçeklikle bağları zayıf, öfke kontrolü sorunları olan, ne zaman ne yapacağı belirsiz bir çocukmuş.” “Peki nasıl olup da tüm bu rahatsızlıklarına rağmen....” “Üniversiteye girmiş? Basit. Bu hastalıklı zihnin içinde pusuya yatmış bekleyen müthiş bir zeka saklı çünkü. Çok yüksek bir IQ derecesine sahipmiş. Bu yüksek IQ derecesi, sorunlu geçmişi ve tek kuruş maddi destek sağlayacak durumda olmayışı tam burs kazanmasının da anahtarı olmuş. Üniversiteye girdikten sonra tiyatroda iyice sivrilmiş. Geri kalan tüm


notları vasatla berbat arasındaki çizgideymiş. Onun için aktör olarak doğmuş diyorlarmış. Film yıldızları kadar yakışıklı, sahnede müthiş, cezbedici ama bir o kadar da erişilmez biri. Bir süre sonra da adını Meese’den Montague’ye çevirmiş. Birkaç ay, sen de biliyorsun-dur kesin, şu küçük Kimmy’Ie birlikte yaşamış. Ama anlaşıldığı kadarıyla o ilişkinin sonu kötü bitmiş. Şimdilerde Syracuse’un iyi bir mahallesinde, Viktorya tarzı bölümlere ayrılmış, üç odalı bir evde kiracı olarak yaşıyor. Ev kirasını, arabasının masraflarını ve diğer ihtiyaçlarını nasıl karşıladığı bilinmiyor.” “Çalışmıyor mu?” “Bilinen bir işi yok. Hikaye şimdilik bu kadar. Daha fazla bir şey çıkarsa ararım yine.” “Sana borçluyum.” “Kesinlikle haklısın.” Gurney’in zihni olup bitenlerle öylesine meşguldü ki Madeleine kahvesini yudumlarlarken bir saat önce güneş ne kadar muhteşem battı değil mi diye sorunca şaşırmıştı. Çünkü güneşin batışının farkında bile değildi. Rahatsız edici görüntüler, kişiler, ayrıntılar doldurmuştu zihnini. Şişko kurabiye aşçısı, müthiş güçlü annesini kurban olarak düşünmek bile istemiyordu. Kabarık kanatlarıyla parmak uçlarında yürüyen anne. Gurney acaba adama sumak çalılığında bulunan, ucunda elmas küpenin sallandığı kulak memesinden bahsedildi mi diye düşündü. Zengin babasının bütün parasını ve dolayısıyla sevgisini başka birine verdiği Paul Mellani. Mesleği anlamını yitiren, intihar notu yazmak için çok uygun bir ortamda, iç karartıcı,


cansız ofisinde hayatının renkleri kaybolmuş halde, sadece keder ve acıdan ibaret sözler sarf eden bir adam. Tanrım... sanki... Madeleine masanın diğer ucundan onu izliyordu. “Sorun ne?” “Sadece Kim’le bugün ziyaret ettiğim adamlardan birini düşünüyordum.” “Devam et.” “Ne dediğini hatırlamaya çalışıyorum. Çok... mutsuz gibiydi.” Madeleine şimdi kocasına daha bir dikkatle bakıyordu. “Ne dedi?” “İşte onu hatırlamaya çalışıyorum. Bir yorum yaptığını hatırlıyorum. Ama neydi? Bize kız kardeşinin öldüğünü anlattı. Arkasından da, ‚Ölüm o kadar da kötü bir şey değil,’ gibisinden bir şey söyledi.” “Daha net bir şey söylemedi mi? Herhangi bir niyeti olduğundan filan bahsetmedi mi?” “Hayır. Sadece... hüzün... eksiklik... bilemiyorum.” Madeleine kederli bir ifadeyle bakıyordu Gurney’e. “Şu sizin klinikte kendini öldüren bir hasta vardı hani? Onun bu tür sözleri....” “Hayır, tabii ki hayır. Aksi takdirde akıl hastanesine kaldırılırdı. Ama kesinlikle bahsettiğin hüzün onda da vardı. Karamsarlık, umutsuzluk.” Gurney iç çekti. “Ne yazık ki bizim insanların yapabilecekleriyle ilgili düşüncelerimizin bir önemi yok. Sadece kendilerinin yapacaklarıyla ilgili söyledikleri şeyler önemli.” Kaşlarını çattı. “Ama öğrenmek istediğim bir şey var. Sırf biraz huzur bulayım diye.” Tezgahtan cep telefonunu alıp Hardwick’in numarasını tuşladı. Telesekreter devredeydi.


“Jack, senden büyük borcumu biraz daha arttıracak bir küçük iyilik daha istiyorum. Orange Country’de Paul Mellani adlı bir muhasebeci var. Good Shepherd’ın ilk kurbanı Bruno Mellani’nin oğlu. Onun üzerine kayıtlı herhangi bir silahı olup olmadığını öğrenmek istiyorum. Onun için endişeleniyorum. Ve de ne kadar endişelenmem gerektiğine karar vermek istiyorum. Teşekkürler.” Arkasına yaslanıp kahvesine üç kaşık şeker koydu. “Ne kadar tatlıysa o kadar iyi ha?” dedi Madeleine hafifçe gülümseyerek. Gurney omuz silkip kahvesini ağır ağır karıştırmaya koyuldu. Madeleine başını yana eğerek, Gurney’i önceleri rahatsız eden ama son yıllarda hoşuna gitmeye başlayan derin bakışlarıyla süzüyordu. Bunun nedeni artık ne düşündüğünü ya da hangi yargılara varmak üzere olduğunu anlaması değil daha ziyade bu tavrın sevgi ifadesi olduğunu fark etmesiydi. Ona ne düşündüğünü sormanın, karısından aralarındaki ilişkiyi tanımlamasını istemek gibi bir şey olacağının bilincindeydi. Ama her ilişkiyi kendince eşsiz kılan kolayca tanımlanamaması değil miydi? İki eliyle tuttuğu fincanı dudaklarına götürüp bir iki yudum aldıktan sonra yavaşça masaya bıraktı. “Peki, bana neler olup bittiğini anlatmak ister misin?” Nedense bu soru Gurney’i şaşırtmıştı. “Gerçekten öğrenmek istiyor musun?” “Elbette.” “Ama çok şey var.” “Dinliyorum.”


“Tamam. Unutma sen sordun.” Arkasına yaslanıp yirmi beş dakika boyunca neredeyse hiç ara vermeden Roberta Rotker’in atış poligonundan Max Clinter’ın kapısındaki iskelete kadar her şeyi, mümkün olduğunca olduğu gibi, hiçbir şeyi ön plana çıkartmadan anlattı. Anlatırken olaya müdahil olan insanların kişiliklerinin, garip bakış açılarının ve uğursuz karmaşıklığın iyice farkına varmıştı. “Ve en son olarak da,” diye ekledi. “Ahırdaki yangın meselesi var.” “Evet, ahır,” dedi Madeleine asılan yüzüyle. “Bu olayın diğerleriyle bağlantısı olduğunu mu düşünüyorsun?” “Sanırım.” “Peki planın ne?” İşte bu hiç hoşuna gitmeyecek bir soruydu. Çünkü aklından yapmayı geçirdiği şeylerin henüz uzaktan veya yakından plan olarak nitelendirilmesi imkansızdı. “Karanlıkta elimdeki sopayı sallayıp kimin çığlık atacağına bakacağım,” dedi. “Ya da kutsal ineğin altında ateş yakarım.” “Bu söylediklerinin İngilizcesi yok mu?” “Emniyet güçlerinde olup bitenlerle ilgili başka bulgular var mı diye öğrenmeye çalışıyorum. Ya da neredeyse ilahi bir metinmiş gibi dokunulmaz gösterilen Good Shepherd cinayetleriyle ilgili teorilerin benim düşündüğüm kadar kırılgan olup olmadıklarını tespit etmeye çalışıyorum diyelim.” “O yüzden mi o balık isimli adamla buluşacaksın?” “Evet. Ajan Trout. Adirondacks’taki yazlığında. Sorrow Gölü’nde.”


Kyle’la Kim dışarının soğuğunu da peşlerinde getirerek yan kapıdan içeri girdiler. 28. Bölüm Daha Karanlık, Daha Soğuk, Daha Derin Ertesi sabah erken saatlerde, Gurney mutfakta günün ilk kahvesini yudumluyordu. Cam kapıların yanında otururken bir yandan da ağma takılan kulağakaçanı çekmeye çalışan örümceğe takılmıştı gözü. Böcek hâlâ kurtulma savaşı veriyordu. Bir an için Gurney müdahale etme isteği duydu. Ama hemen ardından bu isteğinin acımayla ya da iyilik yapma arzusuyla değil sadece kavganın gözünün önünden uzaklaşmasını arzu ettiği için kaynaklandığını fark ederek vazgeçti. “Ne oldu?” Madeleine’in sesiydi bu. Döndüğünde duştan yeni çıkmış karısının üzerinde pembe tişört, yeşil pamuklu şortuyla yanı başında durduğunu fark etti. “Hiç, sadece doğanın korkunçluğunu izliyorum.” Madeleine cam kapıdan doğuya doğru baktı. “Güzel bir gün olacak.” Başını salladı ama ne dediğini duymamıştı aslında. Aklına tüm dikkatini dağıtacak bir şey gelmişti. “Dün gece yatmadan önce Kyle bu sabah Manhattan’a döneceğine dair bir şeyler söyledi. Evden ne zaman çıkacağını söylemiş miydi hatırlıyor musun?” “Bir saat önce gittiler.” “Ne?”


“Bir saat önce gittiler. Mışıl mışıl uyuyordun. Uyandırmak istemediler.” “Onlar istemedi?” Madeleine ona şaşırmasına şaşırdığını gösterir bir ifadeyle baktı. “Kim’in Cinayet Yetimleri‘yle ilgili bir çekim yapmak için kente gitmesi gerekiyormuş. Kyle da onu günü birlikte geçirebilmek için yola erken çıkmaya ikna etti. Zaten Kim’i ikna etmek için çok ısrar etmeye de gerek yok gibiydi. Sanırım bu geceyi Kyle’ın dairesinde geçirmeyi planlıyor. Senin işlerin bu şekilde gelişeceğini görmemene şaşırdım.” “Belki gördüm ama bu kadar çabuk olmasını beklemiyordum.” Madeleine tezgahtaki kahve makinesinden kendisine kahve doldurdu. “Bu seni rahatsız mı etti?” “Belirsizlikler beni rahatsız eder. Sürprizler beni rahatsız eder.” Kahvesinden bir yudum alıp masaya geçti. “Ne yazık ki hayat onlarla dolu.” “Ben de fark ettim.” Madeleine bakışlarını dışarı yöneltip yükselen güneşle aydınlanan tepeleri seyre daldı. “Kim seni endişelendiriyor mu?” “Bazı açılardan evet. Robby Meese hikayesi beni endişelendiriyor mesela. Yani çocuk bir hayli sorunlu. Ama Kim onunla birlikte yaşamayı kabul etmiş. Bu resimde yanlış bir şeyler var sanki.” “Haklısın ama ima ettiğin açıdan değil. Böyle sorunlu insanlara hayran olup onları çekici bulan çok kişi var. Bunların çoğu da kadın. Ne kadar sorunluysa o kadar iyidir.


Suçlulara, uyuşturucu müptelalarına aşık olurlar. Birilerini iyileştirmek, kötü yoldan döndürmek isterler. Bir ilişkiyi temellendirmenin son derece yanlış bir yolu elbette ama çok az rastlanılan bir şey de değil neticede. Klinikte her gün buna benzer şeyler görüyorum. Belki de Kim onu hayatından atacak gücü bulup sağlıklı düşünmeye başlayıncaya dek Robby Meese’le arasında olan da buydu. Elinde detaylı adres tarifiyle Gurney güneşin doğuşundan kısa bir süre sonra Sorrovv Gölü’ne gitmek üzere yola koyuldu. Cats-kill dağlarının eteklerinden, Schoharie tarlalarının arasındaki dönemeçli yollardan geçerek Adirondacks’a yaptığı bu yolculuk zihnini sinir bozucu anılarla doldurmuştu. Ergenlik öncesi babasına karşı en öfkeli dönemlerini yaşayan annesiyle Brant Gölü kıyısında yaptıkları tatili hatırlamıştı. Öfke annesini garip, gergin ve şefkate muhtaç hale getirmişti. Şimdi bile, aradan neredeyse kırk yıl geçmiş olmasına rağmen, o günleri hatırlamak hiç hoşuna gitmemişti. Kuzeye doğru gittikçe yokuşlar daha dikleşiyor, yollar daralıyor, dağın gölgeleri derinleşiyordu. Trout’un sekreterinin tarifine göre üzerinde tabela olan son yol Shutter Spur olmalıydı. O noktadan sonra orman araçlarının açtığı dar yolda doğru dönemeçleri ancak kilometre sayacına bakarak tespit etmek zorundaydı. Orman özel mülkiyette olduğundan etrafta yazlıkçılara ait birkaç küçük kulübe dışında hiçbir şey yoktu. Ne bir dükkan, ne bir benzin istasyonu ne de baz istasyonu koyulabilecek bir yer vardı. Gurney’in Outback’inin çekişi de bu tür bir arazide yolculuk etmeye pek elverişli değildi. Verilen adres tarifine göre beşinci dönüşten sonra kendisini Trout’un kulübesinin


önünde bulması gerekiyordu. Ama yol kulübe yerine küçük bir açıklığa çıkmıştı. Arabadan inip etrafta biraz dolaştı. Açıklıktan ormana her biri farklı yönlere giden dört yol uzanıyordu. Ama hangi yolu izlemesi gerektiğini anlaması mümkün değildi. Saat 8:58 olmuş, randevusuna sadece iki dakika kalmıştı. Verilen talimatları doğru uyguladığına emindi. Ayrıca telefonda sesinden son derece dikkatli biri olduğunu anladığı adamın da yanlışlık yapması pek mümkün değildi. Geriye birkaç olası açıklama kalıyordu ama Gurney bunlardan birini doğru kabul etmeye karar vermişti. Arabasına dönüp camını içeri temiz hava girmesi için biraz aralayarak arkasına yaslanıp gözlerini kapattı. Sık sık da saati kontrol ediyordu. Dokuzu çeyrek geçe yaklaşan bir aracın sesini işitti. Araç yakınlarda bir yerde durdu. Camı beklediği biçimde tıklanınca gözlerini açıp, esnedi. Sonra koltuğunda doğrulup camı indirdi. Karşısında zayıfça, sert görünüşlü, kahverengi gözlü, kısa siyah saçlı bir adam duruyordu. “David Gurney siz misiniz?” “Başka birini mi bekliyordunuz?” “Arabanızdan inip ATV’ye geçmeniz gerek.” İlerideki kamuflaj boyalı Kawasaki Mule’yi gösteriyordu. “Telefonda bundan bahsetmemiştiniz.” Adamın göz kapağı seğirdi. Büyük bir ihtimalle sesinin bu kadar çabuk tanınacağını tahmin etmemişti. “Direkt geçiş şu an için kapalı.” “Eğer ben burada otursaydım içimden ne geçerdi biliyor musunuz? Her seferinde buraya ilk kez gelen konuklarıma


küçük bir oyun oynamak isterdim. Kaybolduğunu, belki bir sapağı filan kaçırdığını düşünmesini sağlayıp, paniğe kapılmasını izlerdim. Düşünsenize kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kalakalıyorsunuz. Üstelik cep telefonu da çekmiyor. Eğer kaybolduysa yolunu bulması imkansız gibi bir şey. Değil mi? Aslında böyle olmadığını bilerek paniğe kapılan insanları izlemek çok komik olurdu doğrusu. Anladınız mı ne demek istediğimi?” Adamın çenesi kasıldı. “Anladığımı söyleyemeyeceğim.” “Tabii ki anlamadınız. Nasıl anlayacaksınız ki? Anlattığım türden bir şeyi yapan birinin kontrol manyağının teki olması lazım zaten.” Üç dakika sonra - adamın öfkeli bakışlarım bir an için bile tehlikeli dönemeçlerle dolu yoldan ayırmadığı, yaklaşık yarım kilometrelik sarsıntılı bir yolculuğun ardından - önlerinde beliren, etrafı zincirli çitle çevrili sürgülü kapı açıldı. Çitin arka tarafı neredeyse göz alabildiğince uzanan çam ağaçlarıyla kaplıydı. Biraz daha ilerleyince neredeyse birdenbire ağaçların arasında Trout’un yazlığı belirdi. Burası iki katlı, tadilat görerek İsviçre dağ evi stilinden Adirondack tarzı ağaç evlere dönüştürülmüş bir yapıydı. Orijinal haliyle bırakılmış ağaç kütüklerinden yapılmış, ön tarafında küçük bir sundurmanın yer aldığı, yeşil kapılı, süslü pencereli, yeşile boyanmış tahta çatısıyla tam bir klasik. Sık ağaçlar nedeniyle sundurma iyice gölgede kalıyordu. Bu yüzden Gurney, ATV ön basamaklara yaklaşınca-ya dek ayaklarını ayırmış halde karanlık sundurmada bekleyen Ajan Trout’u, ya da başka bir ifadeyle Ajan Trout olması gereken kişiyi, fark edememişti. Büyük bir dobermanı kısa siyah tasmasından sıkıca tutuyordu. Belki tamamen tesadüfen belki de kasıtlı olarak kendisini


köpeğiyle karşılayan adamın duruşu Gurney’e esir kamplarının komutanlarını hatırlatmıştı. “Sorrow Gölü’ne hoş geldiniz.” Duygusuz, resmi bir ses. Hiç de hoş geldiniz dermiş gibi değil. “Ben Matthew Trout.” Sık çam ağaçlarının dallan arasından gün ışığı devasa buz saçakları misali süzülüyordu. Yapraklarını dökmeyen bu ağaçların etkisiyle etraf müthiş derecede hoş kokuyordu. Binanın arka tarafından jeneratör sesine benzeyen içten yanmalı bir motorun sesi geliyordu. “Güzel bir yermiş burası.” “Evet. Lütfen içeri gelin.” Trout sert bir emir verince doberman da arkasına döndü ve sahibiyle beraber Gurney’in önünden içeri girdi. Ön kapı taş bir şöminenin tam ortasında yer aldığı büyükçe bir salona açılıyordu. Şöminenin geniş rafında her iki yanında avlarının üzerlerine atılma pozisyonunda duran iki vaşağın bulunduğu, kanatlarını iyice açmış, öfkeli sarı gözlerini karşıya dikmiş gibi bakan doldurulmuş bir yırtıcı kuş vardı. “Geliyorlar,” dedi Trout Önemli bir şeyden bahsediyormuşçasına. “Bu aylarda her hafta gelirler.” Gurney adamın bakışlarını takip etti. “Vaşaklar mı?” “Büyüleyici hayvanlardır. Kırk kilo kas var vücutlarında. Çelik jilet kadar keskin pençeler.” Başını kaldırıp şöminenin üzerindeki doldurulmuş canavarlara bakarken gözlerinde belirgin bir heyecan parıltısı seçiliyordu.


Kısa boylu bir adamdı. En fazla bir altmış filan. Ama vücut geliştirenlere has yapılı omuzlara sahipti. Eğilip dobermanın tasmasını çözdü. Boğuk bir sesle verdiği emirle köpek sessizce Gurney’e oturmasını işaret ettiği deri kanepenin arkasına koştu. Gurney en ufak bir tereddüt göstermeden kanepeye oturdu. Trout’un bu apaçık gözdağı verme çabasını aptalca bulmuş ama bir o kadar da bir sonraki adımı merak etmeye başlamıştı. “Bunun gayrı resmi olduğunun farkındasınızdır umarım,” dedi ayakta durmayı sürdüren Trout. “Resmi mi?” dedi Gurney sanki yanlış duymuş gibi yaparak. “Hayır. Gayrı resmi.” “Özür dilerim. Kulak çınlamam var. Bir kurşunu kafamla durdurdum da.” “Ben de öyle duymuştum.” Susup Gurney’in başına sanki karpuz sergisinden iyi bir tane seçmeye çalışıyormuşçasına bir ifadeyle bakmaya koyuldu. “İyileşme süreci nasıl gidiyor?” “Kim söyledi?” “Neyi kim söyledi?” “Kafamdan aldığım yarayı. Duyduğunuzu söylediniz ya.” Trout’un gömlek cebinden cep telefonunun kısık sesi işitildi. Alıp ekrana baktı. Büyük bir ihtimalle kaşlarını çatmasının nedeni ekranda gördüğü isimdi. Bir an için kararsız kaldı. Sonra da telefonu açtı.


“Ben Trout. Neredesin?” Telefonu kulağında tuttuğu süre boyunca çene kasları kasılıp durmuştu. “O zaman yakında görüşürüz.” Telefonu kapatıp gömlek cebine geri koydu. “Sorunun cevabı aradı.” “Sana vurulduğumu söyleyen kişi mi geliyor?” “Kesinlikle.” Gurney gülümsedi. “İşte bundan etkilendim. Onun pazarları çalıştığını sanmıyordum.” Bu yorum kısa bir duraksamayla, şaşkınca bir göz kırpmaya neden olmuştu. Sonra boğazını temizleyip, “Biraz önce dediğim gibi bu kesinlikle gayrı resmi bir toplantı olacak. Sizinle üç sebepten dolayı bir araya gelmeyi kabul ettim. Bir, Dr. Holdenfield’a böyle bir görüşmeyi ayarlayıp ayarlayamayacağını sormuşsunuz. İki, eski bir emniyet çalışanının ricasını kabul etme nezaketi göstermenin gerekli olduğunu düşündüm. Üç, bu gayrı resmi konuşmamızın Good Shepherd cinayetleri konusunda yürütülen soruşturmanın gidişatıyla ilgili her türlü kaygıyı ortadan kaldıracağını umuyorum. İyi niyetler bazen olumsuz resmi süreçlere neden olur. Adalet Bakanlığı’nın avukatlarının adalete engel olmak için ne kadar çaba sarf ettiklerini görseniz inanamazsınız.” Trout sanki bu aşırı titiz avukatların Gurney’in başına balyoz gibi inmelerini arzu ediyormuşçasına başını iki yana salladı. Gurney, içten bir gülümsemeyle, “Matt, inan bana,” dedi. “Yüzde yüz senin tarafındayım. Bir ipte iki cambaz olmaz bilirim. Ben sadece gerçeğin ortaya çıkmasını isterim. Kartlarım açık. Gizli bir planım yok. Yalan dolan yok.”


“Güzel.” Trout’un ses tonu ağzından çıkan kelimenin anlamını içermekten çok ama çok uzaktı. “Eğer izin verirsen ilgilenmem gereken bir durum var. Hemen gelirim.” Şöminenin sol tarafındaki kapıdan odayı terk etti. Doberman adamın çıkışıyla hafifçe hırladı. Gurney arkasına yaslanıp gözlerini kapatarak şu an istediği gibi yürüyen planının devamını gözden geçirmeye koyuldu. On beş dakika sonra Trout, Rebecca Holdenfield’la birlikte döndü. Hafta sonu tatilinin bölünmesinden rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. Tam tersine son derece enerjikti. Trout şimdiye dek samimi olarak nitelendirilmeye en yakın gülümseyişiyle, “Dr. Holdenfıeld’tan bugün bize katılmasını ben istedim. Sanırım birlikte kapıldığınız tuhaf kaygıları bertaraf edip rahatlamanızı sağlayabiliriz. Bay Gurney, bunun son derece sıra dışı bir toplantı olduğunu anlamanızı istiyorum. Bu yüzden Daker’ın da bize katılmasını istedim. Bir çift fazla kulak ve fazladan bir bakış açısı fena olmaz.” Tam o esnada, Trout’un sekreteri şöminenin yanındaki kapının eşiğinde belirdi. Trout’la Holdenfield, Gurney’in karşısındaki deri koltuklara geçerken de yerinden kımıldamadı. “Hadi bakalım,” dedi Trout. “Good Shepherd olayıyla ilgili tuhaf sorunlarınızı dinleyelim. Bunları ne kadar çabuk çözersek o kadar çabuk evlerimize döneriz.” Gurney’e başlamasını işaret etti. “Ben bir soruyla başlamak istiyorum. Soruşturmanız esnasında temellendirdiğiniz hipoteze uymadığını gördüğünüz, bu yüzden de göz ardı ettiğiniz herhangi bir şey oldu mu? Mesela yanıt verilemeyen küçük sorular gibi?”


“Biraz daha açarsanız?” “Tüfek dürbünleriyle ilgili bir tartışma yaşandı mı?” Trout kaşlarını çattı. “Neden bahsediyorsunuz siz?” “Ya da silah seçimindeki saçmalıkla ilgili? Veya ortada tam olarak kaç silah olduğuyla ilgili? Ya da onları nereye attığıyla ilgili?” Her ne kadar soğukkanlılığını koruyup kayıtsız kalma çabası gösterse de Trout’un gözlerinde endişeli ve durumu ölçüp biçtiğini gösterir bir ifade belirmişti. Gurney sözlerini sürdürdü. “Sonra katilin riskten kaçınma tarzıyla ileri sürdüğü fanatizm arasındaki çelişki var. Tıpkı kusursuz derecede mantıklı bir planlamayla mantıksız bir hedefi yerine getirmeyi istemesinin neden olduğu diğer çelişki gibi.” “İntihar bombacılarında bu tür çelişkileri çok görürsünüz,” dedi Trout elini ‚geçelim bunları’ der gibilerden sallayarak. “Bombalama olayları için bu söylenebilir. Ama olayların arkasındaki bireyler için bu doğru değil. Siyasi hedefi olan en üstteki şahıs, yani fikrin uygulayıcısı hedefi seçer. Planı ortaya koyar. Eğitim veren kişi, olay yerindeki düzenlemelerden mesul olacak şahıs ve canlı bomba bir takım halinde hareket eder. Ama aslında her biri ayrı bir bireydir. Ortaya son derece çılgınca hatta amaca ters bir durum çıkabilir. Ama takımın her üyesinin davranışları aslında kendilerince tutarlıdır.” Trout başını iki yana salladı. “Konuyla ne ilgisi var anlamadım.” “İlgisi çok açık,” dedi Gurney. “Bütün Osama Bin Laden gibi düşünenler pilot olup binalara uçaklarla saldırmıyor. Psikolojik etmenler her bireyde farklı sonuçlar


ortaya koyabilir. Kısacası ya Good Shepherd adını taktığınız olayda karşınızda birden fazla kişi var ya da davranışlarının arkasındaki nedenleri ortaya koymak için tüm etmenleri bir araya getirerek oluşturduğunuz çıkarımlar bütünüyle yanlış.” Trout içini çekti. “Çok enteresan. Ama en çok hangi kısmı enteresan buldum biliyor musunuz? Sizin silahla, silahlarla ilgili yorumlarınızı. Bu sizin gizli bilgilere ulaştığınızı ortaya koyuyor.” Arkasına yaslanıp, parmaklarını düşünceli bir tavırla çenesinin altına yerleştirdi. “Bu önemli bir sorun. Sizin için bu bilgiyi edinmiş olmanızdan dolayı önemli bir sorun. Size bu bilgiyi sızdıran kişi içinse işini kaybedebileceği için önemli. İzin verin de size lafı dolandırmadan merak ettiğim bir şeyi sorayım. Federal emniyet teşkilatının gerek bu olay gerekse de diğer olaylarla ilgili tuttuğu gizli dosyalarda yer alan başka bildikleriniz de var mı?” “Tanrım, Trout, saçmalama.” Adamın boyun damarları gerilmişti ama bir şey söylemedi. Gurney devam ediyordu. “Buraya büyük bir cinayet davasındaki olası yanlış anlaşılmalar hakkında konuşmaya geldim. Bunu bürokratik şiddet kullanıp sidik yarışı seviyesine indirmek istediğine emin misin?” Holdenfıeld tipik bir trafik polisi edasıyla durun dercesine elini kaldırdı. “Bu noktada bir öneride bulunabilir miyim? Somut şeyler üzerine konuşsak nasıl olur? Buraya bilgileri, kanıtları, mantıklı yorumları tartışmaya geldik. Duyguları işin içine katmayalım. Belki de sadece...” “Kesinlikle haklısın,” dedi Trout sert bir gülümsemeyle. “Sanırım Bay Gurney’e, Dave’e, söylemek istediği her şeyi ortaya dökmesi için fırsat verelim. Mesela kanıtlarla ilgili


yorumlarımızda bir hata görüyorsan oradan başla. Dave? Eminim söyleyecek çok şeyin vardır bize bu hususta. Lütfen devam et.” Trout’un bu içtenliğinin arkasında, hakkında dava açılmasına neden olabilecek gizli dosyalan ele geçirme girişimini itiraf ettirme niyeti o derece açıktı ki neredeyse adamın yüzüne karşı kahkahalarla gülecekti. Trout ekledi. “On yıldır bu olayın içindeyim. Sense olaya yepyeni gözlerle bakıyorsun. Söyle bana, neyi atlıyorum?” “Mesela çok az bilgiye dayanarak devasa bir hipotez geliştirmiş olmanıza ne dersin?” “Soruşturma temelini inşa etme sanatı da budur zaten.” “Şizofrenik yanılgıların temeli de öyle atılır ama.” “Dave...” Holdenfield’ın uyaran eli kalkmıştı yine. “Özür dilerim. Vakaların kutsallaştırılan modern psikoloji terimleriyle tek tip hale getirilerek açıklanmasından endişe ediyorum. Bildiri, saldırının ayrıntıları, katilin profili, medyanın efsane yaratma sevdası ve geliştirilen akademik kuramlar, hepsi hikayeyi şekillendirip, allayıp pullayarak itiraz edilemez tek gerçek haline getiriyor. Oysa sorun şu; ortada bu itiraz edilemez gerçeği destekleyen tek bir sağlam kanıt bile yok.” “Senin saydıklarından ilk ikisi hariç,” diye söze karıştı Hold-fenfield. “Bildiri ve saldırı ayrıntıları.” “Peki ya bu ayrıntılar ve bildiri sırf birbirlerini desteklemek için tasarlandıysa? Peki ya katil herkesin düşündüğünden iki kat daha zekiyse? Peki ya katil on yıldır Ajan Trout’un ekibine kıçıyla gülüyorsa?”


Trout’un bakışları sertleşti. “Profili okuduğunu mu söyledin sen?” Gurney sırıtarak, “O değerli dosyalarınıza yasadışı yollardan erişildiğine dair başka kanıt bulma derdindesin değil mi?” dedi. “Ama ben böyle bir şey söylemedim. Sadece atıfta bulundum. Okudum demedim. İzin ver de varsayımlarımı sürdüreyim. Bahse girerim profile göre katil hem yetenekli hem de yeteneksiz hem zeki hem kaçık hem dinsiz hem inançlı olabilir. Nasıl gidiyorum?” Trout sabırsızca iç çekti. “Yorum yok.” “Sorun sizin katilin bildirisini, düşünme sisteminin göstergesi olarak kabul etmenizde. Çünkü bu sizin düşünme sisteminizi de doğrulamış oluyor. Olayla ilgili geliştirdiğiniz fikirler bu bildiriyle destekleniyor. Bu bildirinin baştan sona zırvalık olabileceği, aptal yerine konuluyor olabileceğiniz hiç aklınıza gelmedi. Good Shepherd size vardığınız sonuçların doğru olduğunu söylüyor. O zaman elbette siz de ona inanacaksınız.” Trout başını iki yana sallayarak başarısız bir pişmanlık taklidi sergiledi. “Ne yazık ki farklı gezegenlerdeniz. Oysa geçmişiniz bana aynı tarafta olduğumuzu düşündürmüştü.” “Güzel düşünce. En azından bu gerçeklerle örtüşüyor.” Trout başını iki yana sallamayı sürdürdü. “FBI’ın her olayda olduğu gibi Good Shepherd olayında da amacı gerçeği ortaya koymaktır. Tüm dürüst emniyet mensuplarının amacı da budur. Eğer işimizde güvenilirsek o zaman aynı taraftayız demektir.” “Sen inanıyor musun buna?” “Yaptığımız her şeyin temelinde bu vardır.”


“Bak, Trout, ben meslekte çok eskiyim. Hatta senden bile eskiyim. Karşında bir polis var senin. Rotary Kulüp üyesi değil. Elbette amaç gerçeği ortaya çıkartmaktır. Tabii başka bir amaç buna mani olmazsa. Çoğu olayda gerçeğe ulaşamayız. Yaptığımız şey o da şanslıysak, tatmin edici bir sonuca ulaşmaktır, hepsi bu. Birini suçlamaya yetecek derecede suç tanımı oluştururuz. Sen de çok iyi biliyorsun ki polis teşkilatlan gerçeğin ve adaletin peşinde koştukları için ödüllendirilemezler. Tatmin edici sonuç gerekir ödüllendirilmeleri için. Bir polis kişisel olarak gerçeği ortaya çıkarmayı hedefliyor olabilir. Ama sadece olayı çözmesi karşılığında ödül alır. Sanığı elde tutarlı bir suçlamayla, suçun neden işlendiğine dair kabul edilebilir bir izahatla ve imzalatılmış bir itirafnameyle bölge savcısına teslim et gitsin. Gerçek oyun böyle oynanıyor.” Trout gözlerini devirerek saatine baktı. “Bu noktada,” dedi Gurney öne doğru eğilerek. “Mantıklı bir hikaye var elinizde, doğru. Bir şekilde imzalanmış bir itirafname de var. Yani bildiri. Gerçi ortada suçlunun yakalanamamış olması gibi küçük bir pürüz var ama olsun elinizde ayrıntılı bir kişilik analiz raporu var ya o yeter size. Sonra niyet bildirisi var, sizin ve Davranış Analizleri Birimi’nizin Good Shepherd hakkında bildiklerinizi doğrulayan altı cinayet var. Somut iş. Mantıklı sonuçlar. Tutarlı, mesleki açıdan kolaylıkla savunulabilir bir durum kısacası.” “Tam olarak seni rahatsız eden şey ne pekala?” “Eğer elinizde açıklamadığınız bir delil yoksa şu ana dek söylediğiniz her şey bütünüyle kurgusal kanıtlar üzerine inşa edilmiş durumda. Bu arada gerçekten yanılıyor olmayı


isterim. Söylesene elinizdeki dosyalarda kimsenin bilmediği, açıklanmamış bir şeyler mi var?” “Saçmalıyorsun, Gurney. Zamanım da kalmadı artık. Bu yüzden eğer kusura bakmazsan...” “Kendine iki soru sor, Trout. Bir, eğer elinde bildiri olmasaydı olayla ilgili hangi teoriye sarılacaktın? İki, ya elindeki o muhteşem bildirinin her kelimesi saçmalıktan ibaretse ne olacak?” “Gerçekten çok ilginç sorular bunlar. İzin ver gitmeden önce ben de sana bir soru sorayım.” Elleri yine çenesinin altında, düşünür pozlarındaydı. “Resmi hiçbir vazifen olmadığını ve dolayısıyla bu olayla da bir alakan olmadığını düşünürsek, sorun çıkartmaktan başka hiçbir işe yaramayacak bu saldırganca teorileri geliştirmenin amacı nedir?” Belki Trout’un bakışlarında gördüğü tehdit ifadesi ya da kapının eşiğinde dikilen Daker’ın dudaklarının ucunda beliren alaycı gülümseyiş ya da artık polis rozetine sahip olmadığının hatırlatılışıyla oltaya gelişi Gurney’i daha önce söylemeyi planlamadığı bir şeyi söylemeye itti. “Belki şimdiye dek fazla ciddiye almadığım bir teklifi düşünmeye başlayabilirim. RAM TV’den bir iş teklifi aldım. Benim katılımcı olacağım bir program yapmak istiyorlar.” “Senin?” “Evet. Sanırım öyle. Yakalama istatistiklerim değerlendirilmiş.” Trout soran gözlerle hiçbir şey söylemeyip omuz silkmekle yetinen Daker’a baktı. “Cinayet masasında açık arayla en çok olay çözen kişi oluşumdan bir hayli etkilenmiş gibiler.”


Trout bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı ama hemen sonra vazgeçti. “Benden çözülmemiş meşhur vakaları gözden geçirip soruşturmaların neden bir sonuç vermediğine dair fikirlerimi açıklamamı istediler. Good Shepherd vakasından başlayarak. Programın ‚Adaletin Yokluğunda’ adıyla yayınlanması planlanıyor. Çarpıcı, değil mi?” Trout bir dakika kadar sivri parmaklarına bakıp hiçbir şey söylemedi. Sonra bir kez daha hüzün dolu bir tavırla başını iki yana salladı. “Tüm bu söylediklerin aklıma nedense belge sızdırılması, yasadışı bilgi edinme, gizli bilgilerin aktarımı, kural ihlali, federal ve mahalli yasalara karşı gelme gibi şeyler getiriyor. Her biri sayısız kötü sonuçlar doğurur bunların.” “Ödenecek küçük bir bedel. Neticede az önce kendin önemli olanın adalet olduğunu söylemedin mi? Ya da gerçek? Böyle bir şeydi, değil mi?” Trout yüzüne buz gibi bir ifadeyle bakarak az önce söylediklerini üzerine basa basa yavaşça tekrarladı. “Sayısız kötü sonuçlar.” Bakışları raftaki vaşaklara kaydı. “O kadar da küçük bir bedel değil. Öyle bir durumda inan senin yerinde olmak istemem. Kundaklama olayının üstüne bir de bu çıkarsa gerçekten hiç hoş olmaz.” “Anlamadım?” “Ahırında olanları duydum.” “Bunun şu an konuştuklarımızla ne alakası var?” “Sadece hayatındaki başka bir sorun. Başka bir sıkıcı olay.” Yeniden yavaşça saatine baktı. “Kesinlikle hiç zamanım kalmadı.” Doğruldu. Gurney de. Holdenfield da.


Trout manasız bir gülümsemeyle, “Düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkürler, Bay Gurney,” dedi. “Daker sizi otomobilinize götürür.” Holdenfıeld’a döndü. “Biraz daha kalabilir misin? Konuşmak istediğim birkaç şey var da.” “Elbette.” Trout’la Gurney’in arasına doğru girip elini Gurney’e uzattı. “Seni tekrar gördüğüme sevindim. Bir ara ahırına ne olduğunu da konuşalım. Şimdi haberim oldu.” Gurney elini uzatınca Holdenfield bir parça kağıdı avucuna sıkıştırdı. Gurney de kağıdı alıp belli etmeden cebine attı. Aracını çalıştırıp, Daker’ın Kawasaki’sinin gözden kayboluşunu izledikten sonra kağıdı cebinden çıkardı. Ortasından katlı en fazla beş santim büyüklüğünde bir kağıt parçasıydı bu ve üzerinde sadece tek bir cümle yazılıydı. “Beni Branville ’deki Eagîe ’s Nest ‚te bekle. ” Daha önce Eagle’s Nest’e gitmemişti. Ama Branville’in gecekondu mahallesi kimliğinden sıyrılıp plansız bir şekilde kentleşmeye başlayan bölümünde yeni açılan bir restoran olduğunu biliyordu. Yolunun üstünde olduğundan buluşmak için de uygun bir yerdi. Branville’in ana caddesi vadinin kenarında, bölgeye renk katan ama zaman zaman da sel baskınlarıyla felaketlere sebebiyet veren tablolara layık bir nehrin kıyısındaydı. Restoran, Branville’i eyaletler arası çevre yoluna bağlayan dağ eteklerinden geçen dönemeçli yolun ana caddeyle kesiştiği noktadan bir blok kadar ilerideydi. Gurney içeri girdiğinde öğle yemeği saati yaklaşmış olmasına rağmen içerideki on masadan sadece biri doluydu. Caddeye bakan pencerelerden birinin yanındaki iki kişilik bir masaya geçti. Pek yapmadığı bir şeyi yapıp kendisine Bloody Mary siparişi


verdi. Bir iki dakika sonra garson siparişini getirdiğinde bile hâlâ yaptığı tercihin şaşkınlığını taşıyordu. Uzun kadehlerde servis edilen içkinin tadı tam da beklediği gibiydi. Tadı dudaklarında son zamanlarda gerçekleşen bir başka nadir olaya, mutlu bir gülümseyişe yol açmıştı. Tadını çıkara çıkara bitirdiğinde saat 12:15 olmuştu. 12:16’da Rebecca geldi içeri. Hemen karşısına oturdu. “Umarım çok bekletmemişimdir.” Gülümseyişi dudaklarının kenarlarındaki gerginliği daha belirgin hale getirmişti. Her tavrı kontrollüydü. Çok da dikkatliydi. “Birkaç dakika önce geldim.” Etrafına çevresindekileri selamladığında sergilediği tavra benzer bir bakışla göz atıp, “Ne içiyorsun?” diye sordu. “Bloody Mary.” “Harika.” Dönüp genç bayan garsonu çağırdı. Garson kız elinde iki menüyle gelince de Holdenfield onu şüphe dolu bakışlarla süzerek, “İçki servis edecek yaşta mısın sen?” diye sordu. “Yirmi üç yaşındayım,” dedi kız soruya şaşırdığını, yaşının büyümesineyse üzüldüğünü sergileyen bir ses tonuyla. “O kadar yaşlı ha?” dedi Holdenfield alay edercesine. “Bloody Mary alacağım ben de.” Gurney’e kadehini işaret ederek soran gözlerle baktı. “Daha istemiyorum.”


Garson kız gitti. Holdenfield her zamanki gibi konuya girmek için vakit kaybetmedi. “Neden FBI’daki dostlarımıza karşı bu kadar saldırganca davranıyorsun? Ayrıca tüfek dürbünleri, silahların elden çıkartılması, profil sorunlarıyla ilgili söylediklerin de nereden çıktı?” “Sadece dengesini bozmak için hafifçe dürttüm.” “Dürttün? Daha çok suratının ortasına yumruğu patlattın gibi geldi.” “Biraz öfkelendim.” “Peki, bu öfkenin kaynağı ne?” “Anlatmaktan bıktım.” “Kırma beni.” “Hepiniz bildiriye kutsal bir metin değeri biçiyorsunuz. Ama öyle değil. Sahte ifadelerle dolu bir metin o. Eylemler kelimelerden daha güçlüdür. Karşımızda kaya gibi sağlam, aşırı derecede hassas planlanmış eylemler yapan bir katil var. Sabırlı, dikkatli, düşündüklerini büyük bir başarıyla hayata geçiren biri. Oysa bildiri tamamen bambaşka bir durum ortaya koyuyor. Davranış Analizleri Birimi’ndeki dostlarınızın çözümleyebileceği, sizin süslü çıkarımlarınızı doğrulayacak bir kişilik yaratıp, cinayet nedenlerini sıralamanıza olanak tanıyacak kurgulanmış bir metin o.” “Bak, David...” “Dur bir saniye. Seni kırmadım, işte anlatıyorum. Kurgular tamamen kontrolsüzdür. Herkes kendince bir şeyler bulabilir. Amerikan Kuramsal Saçmalıklar Dergisi’’nde sayısız makale yazarsınız. Hiç kimse haksız çıkmaz. Hepiniz iskambil kağıtlarından yaptığınız eve umutsuzca destek arıyorsunuz.


Çünkü yıkılırsa hepiniz altında kalacağınızı gayet iyi biliyorsunuz.” “Bitti mi?” “Benden öfkemin kaynağını açıklamamı istemiştin.” Öne doğru eğilip yavaşça konuşmaya başladı. “David, umutsuz tavırlar sergileyen ben değilim.” Garson kız Bloody Mary’le gelince susup arkasına yaslandı. Genç kız uzaklaşınca da kaldığı yerden devam etmeye koyuldu. “Seninle daha önce çalıştım. Çalışma ortamında en soğukkanlı, en mantıklı davranan kişiydin. Benim hatırladığım Dave Gurney bu sabah yaptığı gibi üst düzey bir FBI ajanını tehdit etmezdi. Benim mesleki görüşlerimin saçmalık olduğunu ileri sürmez, beni sahtekarlıkla, aptallıkla suçlamazdı. Zihninde neler olup bitiyor merak ediyorum. Açık kalplilikle ifade etmek gerekirse, bu yeni Dave Gurney beni çok endişelendiriyor.” “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Yani beynime giren kurşun mantık devrelerimde kısa devreye mi yol açtı sence?” “Tek söylediğim senin eskiden olmadığın kadar duygularının esiri oluşun. Buna katılmıyor musun?” “Benim katılmadığım şey asıl sorun senin ve meslektaşlarının bir seri katilin kaçmasına sebebiyet veren saçma sapan yorumların altına imza atarak adınızı ve itibarınızı tehlikeye atmanızken kalkıp benim düşünce sistemimi sorgulaman.” “Ne kadar süslü laflar bunlar, David. Bu olayla ilgili aynı süslü lafları kim ediyor biliyor musun? Max Clinter.” “Bunu en sert eleştirin olarak mı kabul etmeliyim?”


İçkisini yudumladı. “Şimdi fark ettim bunu. Çok benzerlik var. İkiniz de ağır yaralandınız. En az bir ay komada kaldınız. İkiniz de diğerleri tarafından çok sert biçimde eleştirildiniz, polis ikinize de tavır aldı, ikiniz de Good Shepherd olayının yanlış değerlendirildiği fikrine kapıldınız, ikiniz de dışlanmaktan nefret eden avcı olarak doğmuş insanlarsınız.” Bir yudum daha aldı. “Travma sonrası stres bozukluğu testi yaptırmış miydin sen?” Gurney bakmakla yetindi. Bu soru onu şaşırtmıştı. Oysa ClinterTa mukayese ettiğini gördükten sonra hiç şaşırmaması gerekiyordu. “Onun için mi geldin buraya? Teşhis koymak için mi? Trout’la, benim duygusal dengemi mi tartıştınız?” Holdenfield da ona bakıyordu şimdi. “Senden daha önce hiç bu kadar saldırganca bir tutum gördüğümü hatırlamıyorum.” “Sana bir şey sormama izin ver. Neden benimle burada buluşmak istedin?” Holdenfield şaşırıp başını eğdi. Sonra aldığı derin nefesi ağır ağır verdi. “Geçen günkü telefon konuşmamız var ya? Çok rahatsız ediciydi. Açık konuşuyorum. Senin için endişeleniyorum.” Kadehine uzanıp bir dikişte yarısından çoğunu bitirdi. Gözleri yeniden buluştuğunda, daha sakin bir ifadeyle, “Vurulmak şoka neden olur,” dedi. “Zihnimizde aynı olayı, tüm dehşetiyle tekrar tekrar yaşarız. Korku ve öfke doğal tepkilerimizdir. İnsanların çoğu öfkeyi korkuya tercih eder. Öfkeyi ifade etmeyi daha kolay bulurlar. Sanırım kendi savunmasızlığını fark etmek, kusursuz olmadığını, Süpermen olmadığını anlamak sende büyük bir öfkeye neden oldu. İyileşmenin yavaşlığını da bu öfkenin şiddetine bağlıyorum.”


Bu son derece içten konuşuyormuş gibi görünen bir psikologun dürüst yorumları mıydı? İçtenlikle kendisi için hissettiği kaygıları mı dile getiriyordu? Gerçekten tüm bunlar umurunda mıydı? Yoksa olayla ilgili geliştirdiği teoriyi sorguladığı için giderek çirkinleşen çabalarından bir başkasını mı sergiliyordu? Yanıtı bulmak için gözlerinin içine baktı. Holdenfield da zeki gözlerini kırpmadan ona bakıyordu. Kadının az önce bahsettiği öfkeyi hissetmeye başlamıştı. Pişman olacak şeyler söylemeden buradan cehennem olup gitme zamanı gelmişti anlaşılan.


Üçüncü Kısım Her Ne Pahasına Olursa Olsun


Giriş

İstediği kelimeleri bulmak tahmininden fazla zamanını almıştı. Çok fazla şey oluyordu. Kontrol edilmesi gereken çok fazla şey. Ama sonunda içine sinmişti. Mesaj sonunda gerek duyduğu her şeyi söylüyordu: Açgözlülük ailede yayılan zehir gibidir. Herkese bulaşır. Bu yüzden üzüntünün, acının kaynağı siz anneler, çocuklar da ortadan kaldırılmalısınız. Açgözlülüğün çocukları şeytandır. Şeytandır açgözlülüğe sarılan. Bu yüzden onlar da yok edilmelidir. Her kim ki aptalların gözlerini boyamaya kalkar, ortadan kaldırılmalıdır. İster kanla ister evlilik bağıyla açgözlülüğün çocuklarıyla ilişki kuran herkes ortadan kaldırılmalıdır. Açgözlülüğün ürettiği şeyleri kullanan lekelenir. Bu leke asla çıkmaz. Açgözlülükten faydalananlar açgözlülük suçu işlemiş olurlar. Bu yüzden de sonuçlarına katlanmalıdırlar. Sen övdüğün için ölecekler. Yapılanları takdir ettiğin için ölecekler. Merhametin zindana dönüşecek onlar için. Gösterdiğin anlayış yüzünden ölecekler. Gerçeği göremiyor musun? Kör mü oldun? Dünya zıvanadan çıktı. Açgözlülük her şeyi pençesine aldı. Servet değerli olmanın, yeteneğin yegane kanıtıymış gibi görülüyor. İletişim kanalları canavarların eline düştü. Kötülük övüldükçe övülür oldu.

Şeytanların vaazı dinlenir, melekler bir kenara atılırken dürüst olana bu zıvanadan çıkmış dünyaya hak ettiğini sunmaktan başka çare kalmaz. Bunlar Good Shepherd’ın nihai ve hakiki sözleridir.

Yazıcıdan postayla göndereceği metnin çıktısını iki kopya halinde aldı. Biri Corazon’a diğeri de Gurney’e gidecekti. Sonra yazıcıyı bahçeye götürüp bir taşla paramparça etti. Tırnak ucu büyüklüğündeki kırıklara varıncaya dek tüm parçalan toplayıp hepsini kalan kağıtlarla beraber ormana gömeceği çöp torbasına koydu. Tedbire yatırım her zaman sonuç vermişti.


29. Bölüm İrili Ufaklı Bir Sürü Parça Delaware Bölgesi’nin kuzeydoğusunda, Branville Dağlan arasındaki, bodur ağaçlarla çevrili virajlı yolda ilerleyen Gurney aynı anda çok şey düşünüyordu. Gurney için büyük resme uymayan parçaları tespit edebilme gayesiyle eldeki verileri düzenlemek son derece doğal bir işlemdi. Bu aslında bir açıdan elde bulmacanın hangi parçalan olduğunu bilmeden hatta bu parçaların aynı bulmacaya ait olup olmadığına bile karar veremeden ilerleme kaydetmeye çalışmak gibi bir şeydi. Bir an için tüm parçalan birleştirmeye yakın olduğu hissine kapılıyor, hemen ardından da hiçbir şeyden emin olamadığını düşünüyordu. Belki de bir açıklama bulmaya, her şeyi açıklayacak bir denklem oluşturmaya haddinden fazla hevesliydi. Dillweed’e giriş tabelası biraz daha alçakgönüllü bir adım atmak için hoş bir davet gibiydi. Sağa çekip Dillweed sakinlerinden şahsen tanıdığı birini aramaya karar verdi. Jack Hardwick’le yüz yüze görüşmek karmakarışık düşüncelerle boğuştuğu sırada hoş bir mola vermek gibi olacaktı. On dakika sonra altı kilometrelik dönemeçli, toprak yolda ilerledikten sonra gösterişsiz, bir an evvel boyanması gereken, Hardwick’in ev diye nitelediği binanın önüne ulaştı. Kapıyı açan adamın üzerinde her zamanki gibi tişört ve kesik paçalı eşofman altı vardı. “Sen de ister misin?” diye sordu boş Grolsch bardağını göstererek. Gurney önce hayır sonra da evet dedi. Nasıl olsa eve gittiğinde nefesi alkol kokacaktı. Ayrıca burada oturup Jack’le


bira içmek Rebecca’yla Bloody Mary yudumlamaktan çok daha rahatlatıcı olacaktı. Gurney’e ve kendisine birer şişe bira getirdikten sonra üzerinde bir sürü ıvır zıvırm bulunduğu iki deri koltuktan birine kurulup, oturması için Gurney’e de diğerini işaret etti. “Anlat bakalım, evlat,” dedi alkollüymüş gibi bir izlenim bırakan kaba sesiyle. Ancak keskin bakışları sarhoş olmadığını ortaya koyuyordu. “En son ne zaman günah çıkarttın?” “Aşağı yukarı otuz beş sene önce,” dedi Gurııey yardım istediği adamın şakasını devam ettirerek. Biranın tadına baktı. Fena değildi. Küçük oturma odasında etrafına bakındı. Tıpkı Jack’in giysileri gibi, içinde rahatsızlık uyandıracak derecede az eşyanın bulunduğu küçük oturma odası da en son ziyaretinden beri hiç değişmemişti. Hatta tozlar bile yerli yerindeydi. Hardwick burnunu kaşıdı. “Aradan geçen bunca zamandan sonra kilisenin kollarına döndüğüne göre çok büyük sıkıntıların olmalı. Anlat evladım, günahlarını, yalanlarını, hırsızlıklarını ve zinalarım anlat, rahat ol. En çok da zina suçlarının ayrıntılarını dinlemek istiyorum.” Açık saçık bir şeyleri ima ediyormuşçasına bir tavırla göz kırptı. Gurney büyük, geniş koltukta arkasına yaslanıp, birasından bir yudum daha aldı. “Good Shepherd olayı giderek karışıyor.” “Hep öyleydi zaten.” “Kaç farklı olayla birden ilgilendiğimi anlayamıyorum.” “Bir tuvalette bir sürü bok ha?”


“Dediğim gibi, bilemiyorum.” Sonra elinden geldiğince tekrarlanan olayları, tuhaflıkları, şüphelerini ve aklına takılan soruları Hardwick’e aktarmaya çalıştı. Hardvvick eşofmanının cebinden buruşuk bir mendil çıkartıp burnunu temizledi. “Bana ne soruyorsun peki?” “Sadece bunların hangilerinin büyük resmin parçaları hangi-lerininse alakasız olabileceklerine dair senin sezgilerinden faydalanmak istiyorum.” Hardvvick dilini şaklattı. “Ok için bir şey söyleyemem. Belki biri o oku kıçına saplamak istemiştir. Ama yanlışlıkla bahçene düşmüş olabilir. Bu bana pek bir şey ifade etmiyor.” “Peki ya diğer şeyler?” “İşte diğer şeyler gerçekten anlamlı. Yerleştirilen mikrofonlar, ahır yangını, merdivenlerdeki bubi tuzağı, genç hanımın tavanındaki kapak. İşte bu tür ıvır zıvır, üstünde düşünmeyi gerektiriyor. Ama yasal riskleri de var açıkçası. Yani uzun lafın kısası durum ciddi. Bir an evvel bir şeyler yapmak gerek. Şu ana kadar sana bilmediğin bir şey söylemedim değil mi?” “Pek söylemedin.” “Bana tüm bunların büyük bir komplonun parçaları olarak birbirleriyle ilişkili olup olmadığına dair fikrimi soruyorsun değil mi?” Yüzünü abartılı bir tavırla kararsız kaldığını gösterir bir şekle sokmuştu. “Buna senin Mellery olayı üzerinde çalışırken bana söylediğin bir şey en güzel cevap olacak herhalde. ‘Her şeyin birbirleriyle bağlantılı olduğuna inanmak sonradan yanlış çıksa bile bunu göz ardı edip sonradan bu bağlantının olduğunu keşfetmekten iyidir.’ Ama daha büyük bir soru var ortada.” Geğirmek için duraksadı.


“Eğer Good Shepherd kötü zenginlerin katledilmesini amaçlayan bir olay değilse ne o zaman? Buna yanıt verebilirsen Bay Holmes, işte o zaman diğer soruların yanıtlarına da kavuşmuş olursun. Bir bira daha?” Gurney başını iki yana salladı. “Bu arada gerçekten olayla ilgili hazırlanan teorilere saldırmaya niyetliysen hayatında görmediğin kadar baskı göreceksin demektir. Vatikan’ın karşısındaki Galileo gibi. Anlıyorsun değil mi?” “Bugün o mesajı almaya başladım.” Gurney Adirondaks’taki kasvetli sundurmasında yanında öfkeli dobermanıyla kendisini karşılayan Ajan Trout’u, adamın olabilecek sonuçlardan bahsedip durmasını, ahır yangınından kinayeli bir dille bahsedişini ve filmlerdeki suikastçıları andıran Daker’ı düşündü. “Tamam, evlat. Görüyorum ki sen de durumun farkındasın. Yoksa... ” Çalan cep telefonu Jack’in sözlerini yarım bırakmasına neden oldu. “Hardwick.” Önce karşı tarafı sessizce dinledi. İlgisi giderek artıyordu. Tıpkı şaşkınlığı gibi. “Tamam... Tamam... Ne?.. Vay canına!... Evet... Bir tek o mu?.. Başvuru tarihini biliyor musunuz?.. Tamam... Doğru... Teşekkürler... Evet... Hoşça kal.” Görüşme sona erince sanki az önce işittiklerini daha net anlamasına yarayacak bir açıklama görebilecekmişçesine bir süre daha elindeki telefona baktı. “Ne oldu söylesene?” dedi Gurney. “Sorularına yanıt.” “Hangisine?”


“Bana Paul Mellaııi’nin üzerine kayıtlı silah var mı diye sormuştun ya?” “Ve?” “Tabancası varmış. Desert Eagle.” Gurney, Dillweed’ten Walnut Crossing’e kadar olan yarım saatlik yolda neredeyse başka hiçbir şey düşünemedi. Bu yeni bilgi şaşırtıcıydı ve üstelik herhangi bir açıklama getirmekten çok işleri daha da karmaşıklaştırmıştı. Tıpkı baltalı katilin önceleri aralarında hiçbir ilişki olmadığı düşünülen kurbanla anaokulunda aynı sırayı paylaştıklarının ortaya çıkması gibi bir şeydi bu. İlgi çekici, doğru, ama bunun ne anlamı vardı ki? Mellani’nin tabancaya ne zamandan beri sahip olduğunu bilmek önemliydi. Ancak Hardwick’in arkadaşının ulaştığı kayıtlarda taşıma ruhsatının ne zaman alındığına dair bir bilgi yer almıyordu. Mellani’nin ofisiyle evini aramış ama her iki yerde de telesekretere mesaj bırakmak zorunda kalmıştı. Adam mesajları görüp arasa bile sıra dışı silah tercihiyle ilgili herhangi bir açıklama yapmak mecburiyetinde değildi. Bu yeni bilginin Gurney’in kaygılarını arttırdığı apaçık belliydi. Depresyon ve kolay ulaşılabilecek bir tabanca yüksek riskli bir birleşimdi. Diğer taraftan bu düşüncesi sadece kaygıdan ibaretti. Elinde Paul Mellani’nin kendisi ya da başkaları açısından tehlike arz edebilecek durumda olduğuna dair en ufak bir somut kanıt yoktu. Hiçbir şey söylememiş, psikiyatrik açıdan tehlikeli bir durumda olduğunu ortaya koyan herhangi bir ifadesi olmamış, en ufak bir imada bile bulunmamıştı. Kısacası Middletown polisine söyleyebileceği hiçbir şey yoktu. Elinden az önce yaptığı gibi adamı telefonla aramaktan başka bir şey gelmeyeceğinin farkındaydı.


Ama Gurney’in aklından çıkmıyordu. Kim’in ona Cumartesi günkü buluşmalarından önce, mektup gönderip sonrasında da telefonda projesini açıkladığı esnada adam acaba neler söylemişti? Babasının ölümünü, babasının kendisine verdiği değerin azlığını bir kez daha hatırlatan, hayatının boşluğunu, mesleki yaşamının dibe vuruşunu yeniden düşünmesine neden olan bu konuşma nasıl gerçekleşmişti? Depresyonla kontrolünü kaybederek tüm bunlara bir son vermeyi planlamış olabilir miydi? Ya da, Tanrı esirgesin, çoktan bir şeyler yapmış mıydı? Belki de o yüzden telefonlara telesekreter yanıt veriyordu. Peki ya Gurney durumu tamamen ters yönden algıladıysa? Ya Desert Eagle’m amacı intihar değil de cinayetle ilgiliyse? Ya en başından beri cinayet amacıyla taşındıysa? Ya da... Tanrım! Ya öyle, ya şöyle. Yeter! Adamın yasal silah taşıma ruhsatı var. Dünyada ne kendilerine ne de başkalarına zarar veren milyonlarca depresyona girmiş insan var. Evet, tabancanın markası akla birtakım sorular getiriyor. Ama bunlar Mellani geri dönünce, ki kesinlikle dönecek, ona yöneltilip cevapları alınabilecek türden sorular. Tuhaf tesadüflerin genelde çok basit açıklamaları vardır. 30. Bölüm Gösteri Zamanı Gurney saat 14:02’de eve geldiğinde Madeleine dışarıdaydı. Arabası yan kapının önünde olduğuna göre büyük bir ihtimalle tepelere doğru uzanan orman yollarından birinde gezintiye çıkmış olmalıydı.


Eve dönüş yolculuğunun son birkaç kilometresinde takıntı haline getirdiği Paul Mellani’nin tabancasıyla ilgili soruları yerini Hardwick’in büyük sorusuna bırakmıştı. EğerGood Shepherd cinayetleri bildiride tarif edilen amaç doğrultusunda işlemiyorsa hangi amaçla öldürmüştü bunca insanı? Gurney defterini kalemini alıp kahvaltı masasına oturdu. Zihninin yükünü azaltmanın yegane yolu düşüncelerini kağıda dökmekten geçiyordu. Sonraki saati eldeki verileri sıralayıp buradan üzerinde durmaya değer başlangıç soruları çıkarına çabasına ayırdı. VERİLER: Her şeyden önce düşünce yöntemiyle tarz arasında, adeta makine hassasiyetiyle planlanan, etkin, net infazlarla bildiride ifadesini bulan duygu yoğunluklu, İncil taklidi sözler arasında birbirleriyle bağdaştırılması imkansız farklılıklar var. Gerçek kişilik davranışlara bakılarak anlaşılır. Zeka ve yetenek taklit edilemez. Katilin davranış biçimiyle duygu yoğunluklu, cinayetleri görev bilinciyle işlediğine dair açıklamaları arasındaki çelişkiler göz önüne alındığında açıklamaların gerçek olmayabileceği, çok daha farklı bir niyeti saklama gayesiyle kalem alınmış olma ihtimalini düşündürüyor. SORULAR: Eğer açgözlülükleri yüzünden değilse hu kurbanlar neden seçildiler? Benzer araçların seçilmesinin anlamı neydi? Cinayetler neden 2000 yılı ilkbaharında işlendi? Cinayetlerin anlam taşıyan bir sırası var mıydı? Tüm cinayetler birbirine eşit derecede mi önemliydi? Geri kalanları, bu altı cinayetten herhangi biri yüzünden işlenmiş olabilir miydi? Neden böylesine dikkat çekici bir silah tercih edilmişti? Olay mahallerinde bulunan plastik hayvan şekillerinin manası neydi? Bildirinin gelişiyle hangi noktaların soruşturulmasına son verildi?

Gurney yazdıklarına, bu soruların henüz sadece başlangıç olacağını, birdenbire bir fikir patlaması yaşamayacağını


bilerek şöyle bir baktı. “İşte buldum!” denilecek anların öyle istek üzerine yaşanmadığını gayet iyi bilirdi. Sorularım tepkisini öğrenmek istediği için Hardvvick’le paylaşmak istedi. Aynı nedenle sorulan Holdenfıeld’a da göndermek istiyordu. Acaba Kim’e de göndersem mi diye geçirdi aklından, ardından da bundan vazgeçti. Neticede kızın hedefleri kendisi -ninkilerden bütünüyle farklıydı. Bu sorular onun bir kez daha üzülmesine yol açmaktan başka işe yaramazdı. Çalışma odasının bilgisayarında birbirlerinden ayrı giriş kısımları yazıp sorularını Hardvvick’le Holdenfield’a gönderdi. Daha sonra da Madeleine’e göstermek için soruların çıktısını alıp kanepeye uzanarak uykuya daldı. “Yemek?” “Hmm?” “Yemek zamanı.” Madeleine’in sesi. Bir yerlerden geliyor. Gözlerini kırpıştırarak boş boş tavana bakarken sanki beyaz zeminde bir çift örümcek görmüş gibi gelmişti. Gözlerini bir kez daha kırpıştırıp, ovalayınca örümcekler kayboldu. Boynu tutulmuştu. “Saat kaç?” “Altıya geliyor.” Madeleine çalışma odasının kapısındaydı. “Tanrım.” Yavaşça doğrulup ensesini ovaladı. “İçim geçmiş.” “Kesinlikle. Hadi, yemek hazır.” Karısı mutfağa döndü. Gurney de gerinip banyoya yöneldi. Yüzüne soğuk su çarptı. Yemek masasına oturduğunda karısı sofraya iki büyük kaseye dumanları tüten balık çorbalarını, iki tabak yeşil salatayı ve bir tabak tereyağlı sarımsaklı ekmeği koymuştu bile. “Güzel kokuyor,” dedi Gurney. “Mikrofonları polise bildirdin mi?”


“Ne?” “Dinleme cihazları, tavandaki kapak filan. Bunları polise bildiren biri oldu mu?” “Niye sordun şimdi bunu?” “Sadece meraktan. Sonuçta birinin evine mikrofon yerleştirmek yasadışı bir şey değil mi? Ortada bir suç varsa bildirilmesi gerekmez mi?” “Hem evet hem hayır. Öyle olabilir belki. Ama özellikle de herhangi bir başarısızlık durumunda yapılanın devam eden soruşturmaya müdahale etmek biçiminde yorumlanabileceği olaylarda suç girişimlerini bildirmek gibi bir yasal zorunluluk yoktur.” Madeleine yüzüne bakıp bekliyordu. “Bu olayda eğer soruşturmayı yürüten dedektif ben olsaydım, her şeyin bulunduğu gibi bırakılmasını isterdim.” “Neden?” “İşe yarayabilir çünkü. Mikrofonların tespit edildiği bilinmezse tuzak olarak kullanılmaları mümkündür.” “Nasıl?” “Karşı tarafa ortaya çıkmasını, kendini ele vermesini sağlayacak türden, ayarlanmış konuşmalar dinlettirilir. Kısacası mikrofonlardan faydalanılabilir. Tabii Schiff ya da Syracuse emniyetindeki diğer dedektifler olaya bu açıdan yaklaşmayabilirler. Hemen işe girişip her şeyi mahvedebilirler. Olup bitenleri Schiff’e anlattığım anda işler benim kontrolümden çıkmış olacak. Şu noktada mümkünse sahip olduğum tüm avantajları korumak niyetindeyim.”


Madeleine başıyla onaylayıp çorbadan bir kaşık aldı. “Güzel olmuş. Soğumadan dene.” Gurney bir kaşık alıp, çorbanın gerçekten çok güzel olduğunu onayladı. Madeleine bir parça sarımsaklı ekmek koparttı. “Sen uyurken sehpanın yanına bıraktığın, üzerinde olayla ilgili sorularının bulunduğu kağıdı okudum.” “Okumanı istemiştim zaten.” “Cinayetlerin herkesin tahmin ettiğinden farklı nedenleri olduğunu mu düşünüyorsun?” “Neredeyse buna eminim.” “Olaya sanki yeni gerçekleşmiş gibi yaklaşıyorsun yani?” “On yıl önce gerçekleşmiş bir olaya yepyeni gözlerle bakıyorum.” Madeleine bakışlarını elindeki kaşığa indirdi. “Eğer en baştan başlamaya niyetliysen bence sorulması gereken ilk soru neden bir insan diğerini öldürür, olmalıydı bence.” “Hayali kutsal görevleri uğruna işlenen cinayetler dışında genellikle ana nedenler, seks, para, güç ve intikamdır.” “Bu olay sence hangisi?” “Kurban çeşitliliği seks seçeneğini ortadan kaldırıyor.” “İşin içinde para olduğuna bahse girerim,” dedi Madeleine. “Hem de çok para.” “Neden?” Madeleine hafifçe omuz silkti. “Lüks arabalar, pahalı silahlar, zengin kurbanlar. Tüm bunlar bir araya gelince öyle bir izlenim edindim.”


“Ama nefret değil öyle mi? Paranın gücünden nefret? Ya da açgözlülüğü ortadan kaldırmak gibi bir amaç olamaz mı?” “Ah, tabii ki hayır. Büyük bir olasılıkla tam tersi olmalı.” Gurney gülümsedi. Madeleine doğru iz üstünde olabilirdi. “Çorbanı bitir,” dedi. “Cinayet Yetimleri’nin birinci bölümünü kaçırmak istemezsin herhalde.” Televizyonları yoktu ama bilgisayarları vardı. RAM Haber de yayınlarını sadece kablolu olarak değil aynı anda internet üzerinden de yapıyordu. Çalışma odasındaki iMac’in karşısına geçtiler. Gurney RAM TV’nin web sitesine girdi. Medya dünyasının giderek değersiz-leştiğini gözler önüne seren her yeni kanıt onu biraz daha korkutuyordu. Üstelik her geçen gün durum daha da kötüye gidiyordu. Aptalca, sadece sansasyon yaratmaya meyilli programlar giderek etkilerini arttırıyorlardı. RAM TV’nin içinden zehir fışkıran programları da medyanın toplumda yarattığı çöküşün liderliği üstleniyorlardı. Ana sayfa kırmızı, beyaz ve mavi renklerin hakim olduğu büyükçe bir logoyla açıldı. “RAM TV HABER AĞI: DÖNMEYEN BİR DÜNYA” Bu sloganın altında da en popüler programlarının adları sıralanıyordu. Cinayet Yetimlerini bulmak için listeyi hızla gözden geçirmeye koyuldu. SIRLAR VE YALANLAR: Ana akım medya size neyi söylemez

FARKLI BAKIŞ AÇISI: Basmakalıp fikirlerin sorgulanması GERÇEKLERİN ORTAYA KONULUŞU: Amerikan ruhu adına mücadele Gurney yüzünü buruşturarak bir sonraki sayfaya geçip, listenin en üstünde Cinayet Yetimleri bölümünü buldu.


Başlığın altına kısa bir tanıtım yazısı eklenmişti: Katil, ailelerin yüreğine ateş düşüren eylemini gerçekleştirdikten sonra geri kalanlara ne olur? Kederin ve öfkenin çarpıcı gerçek öyküsü. Bu gece ilk bölüm 19:00 ’da. ” On dakika sonra, saat tam I9:00’da ilk bölüm başladı. Ekran kapkaranlıktı. Sonra izleyiciye gece, şehir dışında bir yolu izlediğini düşündürecek tüyler ürpertici bir baykuş çığlığı işitildi. Karanlığın içinden çıkan bir adam çalılıkların yanma park etmiş otomobilin farlarının aydınlattığı yere doğru yürüdü. Karanlıkta, otomobilin farları adamın yüzünde korku filmlerindeki sahneleri hatırlatan derin gölgeler meydana getiriyordu. Yavaşça, korkutucu bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “Tam on yıl önce, 2000 yılının ilkbaharında, New York dışındaki böyle bir ıssız yolda, kış soğuğunun hâlâ hissedildiği, aysız gecede dehşet başladı. Bruno ve Carmella Mellani kentte katıldıkları vaftiz töreninden kasabadaki evlerine dönüyorlardı. Büyük bir ihtimalle uzun zamandır görmedikleri dostlarından, akrabalarından bahsedip, evlerine doğru ilerlerlerken arkalarından hızla bir araç yaklaşmaya başladı. Sonra da uzun, karanlık virajda arkadaki araç geçecekmiş gibi yanlarına kadar sokuldu. Ama bu süratli araç Bruno ve Carmella Mellani’nin otomobiliyle aynı hizaya gelmişti ki...” Görüntü değişti. Şimdi ekranda hareket halindeki bir otomobilin, çok az aydınlatılmış iç kısmı görünüyordu. Aracın içindeki iki kişi konuşup, gülüşüyordu. Birkaç saniye sonra arkadan yaklaşan aracın farları seçilmeye başladı. Yaklaşan aracın ışıkları giderek daha çok artıyordu. Sonra sola doğru kayıp, geçecekmiş gibi bir izlenim verdi. Ama tam


o anda ekranda bembeyaz bir ışık patlaması oldu. Bu esnada bir de silah sesi işitilmişti. Ardından kontrolden çıkan aracın lastik sesleri işitildi. Sonra da çarpışma ve kırılan cam sesleri duyuldu. Anlatıcı yeniden ekranda belirdi. Eğilip yerden aldığı bir cam kırığını sanki anlattığı olaya ilişkin bir delilmişçesine kameraya doğru gösterdi. “Mellani’lerin arabası yoldan çıkmıştı. Araç öylesine büyük hasar görmüştü ki olay mahalline ilk ulaşanlar otomobilin markasını dahi tespit edememişlerdi. Bruno Mellani’nin kafasının üçte biri dev tabancadan çıkan kurşunla paramparça olmuştu. Carmella Mellani’yse olayda ağır yaralanarak komaya girmişti. Bayan Mellani halen de komadadır.” Bilgisayarının ekranına bakarken Madeleine yüzünü nefretle buruşturdu. RAM TV’nin olaya yaklaşımını olayın kendisinden bile iğrenç buluyor gibiydi. Anlatıcı aynı abartılı ses tonuyla Good Shepherd’ın diğer cinayetlerini, özellikle de Max Clinter’ın meslek yaşamının sona ermesine neden olan Harold Blum olayındaki fiyasko üzerinde uzun uzun durarak, anlattı. “Tanrım,” dedi Madeleine. “İyice abartmışlar.” Gurney başıyla onayladı. Görüntü değişti. Bu sefer az önceki anlatıcının sunucu pozisyonunda yanındaki iki erkek konuğuyla oturduğu stüdyo ortamındaydılar. Sunucu, “On yıl,” dedi. “On yıl ama hâlâ bazılarımız için dün gibi. Belki neden on yıl sonra bu dehşet anlarına döndüğümüzü soruyorsunuzdur. Yanıt çok basit. Çünkü on yıllık bir süre durup elde edilen başarılara,


başarısızlıklara, geriden kalan trajik yaşamlara bakmak için çok uygun bir zamandır.” Sunucu karşısındaki koltuklardan birinde oturan esmer tenli adama döndü. “Dr. Mirkilee, adli psikodilbilim alanında uzmansınız. Öncelikle izleyicilerimize bu terimin ne olduğunu açıklayabilir misiniz?” “Elbette. Kelimelere bakarak düşünceleri tespit etme bilimi” Alçak sesli, çabuk çabuk konuşan, Hint aksanlı bir adamdı. Ekranın alt kısmında adı belirdi. Dr. SAMMARKAN MIRKILEE.” “Düşünceleri?” “Kişiyi, duygulan, geçmişini anlamaya çalışmak amacıyla, zihnin işleyiş biçimini anlama üzerine yapılan çalışmalar.” “Yani siz kelime seçimlerine, dil bilgisine, konuşma tarzlarına bakarak kişinin iç dünyasını ortaya koyuyorsunuz.” “Evet, aynen bu şekilde.” “Peki, Dr. Mirkilee, şimdi size on yıl önce Good Shepherd’ın medyaya gönderdiği bildiriden bazı bölümler okuyacağım. Ardından da metnin yazarının nasıl biri olabileceğine ilişkin fikirlerinizi rica edeceğim. Tabii mümkünse?” “Gayet tabii.” Sunucu, açgözlülüğün ortadan kaldırılması, açgözlülüğün vasıtası olan insanların öldürülmesinden, bu şekilde büyük salgının ortadan kaldırılarak dünyanın temizleneceğinden bahseden satırları uzun uzun okudu. Gurney, Good Shepherd’ın Niyet Bildirisi ya da kısa adıyla Bildiri olarak tanımlanan metnini hatırlamıştı. Sunucu elindeki kağıdı masaya koydu. “Evet, Dr. Mirkilee. Nasıl biri var karşımızda?”


“Halkın anlayabileceği bir dille ifade etmek gerekirse çok mantıklı ama bir o kadar da duygusal biri.” “Bunu biraz daha açabilir misiniz lütfen?” “Metinden çok çeşitli tarzlar, tutumlar seziliyor.” “Yani çok kişilikli biri mi var karşımızda?” “Hayır, bu çok saçma bir şeydir zaten. Böyle bir hastalık yoktur. Ancak romanlarda, filmlerde görürüz bu türden rahatsızlıkları.” “Ah. Ama söylediklerinizden ...” “Farklı vurgular var. Önce bir şeyi ön plana çıkartıyor. Sonra bir başkasını. Değişken bir kişilik.” “Peki böyle bir adamı tehlikeli olarak mı tanımlarsınız?” “Evet, elbette. Neticede altı kişiyi öldürdü değil mi?” “Güzel nokta. Son bir soru. Sizce hâlâ karanlıkla saklanmış olarak sokaklarda dolaşıyor olması mümkün mü?” Dr. Mirkilee duraksadı. “Şimdi buna şöyle yanıt vereyim. Eğer halen sokaklarda dolaşıyorsa bahse girerim şu an bu programı izliyor olmalı. Düşünüp değerlendirerek.” “Düşünmek mi?” Sunucu sanki hayati değer taşıyan bir noktayı yakalamışçasına kısa bir süre duraksadı. “Bu bir hayli korkutucu bir ifade. Sokaklarda dolaşan bir katil. Bir sonraki adımını düşünen bir katil.” Sanki sinirlerini yatıştırmaya çalışıyormuşçasına derin bir nefes alıp yaklaşan kameraya doğru döndü. “Şimdi kısa bir ara verelim sonrasındaysa ...” Gurney uzanıp bilgisayarının sesini kapattı. Bu reklamlar başlayınca yaptığı artık refleksleşmiş bir hareketti.


Madeleine ona doğru dönerek, “Henüz Kim’i izlemedik. Ama daha şimdiden tahammülümün sonuna geldim,” dedi. “Ben de,” dedi Gurney. “Ama Kim’in Ruth Blum’la yaptığı görüşmeyi izlemem lazım en azından.” “Biliyorum,” dedi Madeleine hafifçe gülümseyerek. “Neyi? “Gerçekten çok tuhaf bir durum bu. Sen yaralandıktan sonra iyileşme sürecin istediğin kadar hızlı gerçekleşmeyince tam bir boşluğa düşmüş gibi oldun. Boşluğa düştükçe de daha az çabala-maya başladın. Çaba harcamayınca da içine düştüğün boşluk derinleştikçe derinleşti. Seni öyle görmek acı vericiydi. Hiçbir şey yapmamak seni öldürüyordu. Şimdi tüm bu olup bitenler, tüm bu tehlikeler seni hayata döndürüyor. Güneşin pırıl pırıl parıldadığı muhteşem günlerde bile hüzünle kahvaltı masasına oturur, kolunun hissiz kısmına dokunup, iyileşmiş mi yoksa daha mı kötüye gitmiş diye kontrol eder dururdun. Hafta başından beri bunu yapmadın, farkında mısın?” Ne söyleyeceğini bilmediği için cevap vermedi. Reklamlar sona ermiş, yeniden stüdyoya ekrana gelmişti. Gurney, sunucunun diğer konuğa soracağı soruyu duymak için sesi açtı. “Dr. Monty Cockrell, programımıza katıldığınız için çok teşekkür ederiz. Amerika sizi öfke uzmanı olarak tanıyor. Bizlere Good Shepherd cinayetlerinin neyle alakalı olduğunu anlatabilir misiniz?” Cockrell yanıt vermeden önce dramatik bir tavırla bekledi. “Kısaca söylemek gerekirse, savaş diyebilirim. Saldırılar ve


bildiri, sınıf savaşı olarak değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Başarısızlıkların acısının başarılı olanlardan alınması biçimindeki hezeyanların ifadesi olarak algılayabiliriz.” Sunucuyla iki konuğu yaklaşık beş dakika kadar televizyon için neredeyse bir ömür sayılacak bir süre - sohbet ettiler. Sonunda da ekrandaki üç adam silah taşıma hakkı ve bu türden zehirli fikirler taşıyanlara karşı yalnızca silahla savunma yapabileceğine ilişkin tam bir fikir birliğine vararak sohbetlerini sonlandırdı. Gurney sesi yeniden kısıp Madeieine’e döndü. “Ne?” dedi karısı. “Bir şeyler düşündüğün belli.” “Şu Hintlinin söyledikleri takıldı kafama.” “Katilin bu aptalca programı izliyor olabileceğine dair sözleri mi?” “Evet.” “Neden izlesin ki?” Bu yanıtı beklenmeyen bir soruydu. Gurney de yanıt vermedi. Sonunda Kim’in Ruth Blum’la yaptığı görüşme ekrana gelinceye dek birkaç dakika daha sıkıntı verici yayını izlemek zorunda kaldılar. Şimdi ekranda evin arka bahçesine açılan sundurmadaki masanın başında oturmuş iki kadın belirmişti. Güneşli bir gündü. Her ikisinin üzerinde de fermuarlı ince mont vardı. Orta yaşlı, şişmanca bir kadın olan Ruth Blum’ın yüzünden taşıdığı hüznün altında eziliyor olduğu izlenimi ediniliyordu.


Gurney kadının Yorkshire teriyerleri gibi tepesinde topladığı altın renkli saçlarının komik göründüğünü düşünse de bir yanıyla da kadının bu halinin içini sızlattığını hissetti. “Dünyanın en iyi insanıydı.” Ruth Blum sanki devam etmeden önce Kim’e bu muhteşem gerçeği idrak etmesi için zaman yermişçesine bekledi. “İyi kalpli, nazik... her zaman en iyisini yapmaya çalışan, kendini hep geliştirme gayreti içerisinde bir adam. Muhteşem insanların hep daha iyisini yapmaya çalıştığını fark ettiniz mi hiç? Harold işte böyle bir adamdı.” Kim titreyen bir sesle, “Onu kaybetmek herhalde hayatta başınıza gelen en korkunç şeydi,” dedi. “Doktorum depresyon önleyici ilaç kullanmamı önerdi. Depresyon ilacı,” diye tekrarladı, sanki bu, hayatı boyunca duyduğu en kabul edilemez öneriymişçesine. “Aradan geçen zamanda değişen bir şey oldu mu?” “Hem evet hem hayır. Hâlâ ağlıyorum.” “Ama yaşamaya devam ettiniz.” “Evet.” “Eşinizin öldürülmesinden sonra hayata bakışınız nasıl değişti?” “Artık her şeyin geçici olduğunu çok iyi biliyorum. Eskiden hep hayatımın aynı şekilde devam edeceğini, her zaman Harold’la birlikte olacağımı, benim için değerli hiçbir şeyi kaybetmeyeceğimi düşünürdüm. Aptalca bir düşünce belki ama ben öyle inanırdım. Oysa tek gerçek şu; yeterince uzun yaşarsanız her şeyi, herkesi kaybedersiniz.”


Kim montunun cebinden çıkardığı mendille gözlerini kuruladı. “Nasıl tanışmıştınız?” “Okul balosunda.” Sonraki birkaç dakika boyunca Ruth Blum, Harold’la ilişkisinden duygu dolu anlarını, onunla birlikteliğin kendisine verilen en büyük armağan oluşunu, kaybe-dişininse bu armağanın elinden alınışı manası taşıdığım anlattı. “Sonsuza dek birlikte olacağımıza inanırdık. Ama her şeyin sonu var değil mi?” “Bu acıya nasıl katlandınız?” “Özellikle diğerlerinden destek alarak.” “Diğerlerinden?” “Birbirimizi kastediyorum. Hepimiz benzer şekilde sevdiklerimizi kaybetmiştik. Ortak yanlarımız vardı.” “Bir grup kurdunuz yani?” “Bir süre aile gibiydik. Hatta daha bile yakın. Birbirimizden farklıydık ama aramızda çok güçlü bir bağ vardı. Mesela, Paul’u hatırlıyorum. Sessiz, neredeyse hiç konuşmayan muhasebeci Paul. Erkeklerden bile sert, dayanıklı Roberta. İnsanları sakinleştiren, hep mantıklı şeyler söyleyen Dr. Sterne. Hoş bir restoran açmaktan bahseden bir genç adam vardı bir de. Başka? Tanrım. Bir de Jimi tabii. Jimi’yi nasıl unutabilirim? Herkesten, her şeyden nefret eden Jimi Brewster. Sık sık acaba şimdi ne yapıyor diye merak ederim onu.” “Onu buldum,” dedi Kim. “Benimle konuşmayı da kabul etti. O da bu programda yer alacak.“ “Aferin ona. Zavallı Jimi. Ne kadar öfke doluydu. O derece öfkeli insanlar için ne derler bilir inisin?”


“Ne?” “Aslında kendilerine karşı öfkeli olduklarını söylerler.” Kim bir sonraki soruya geçmek için biraz bekledi. “Peki ya sen, Ruth? Sen de öfke dolu musun?” “Bazen. Ama genellikle üzgünüm. Genellikle...” Yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı. Görüntü yavaş yavaş karardı. Yeniden stüdyoya dönülmüştü. Sunucunun yanında şimdi de Kim vardı. Gurney, Kim’in çekimin bu bölümü için o gün kente gittiğini tahmin ediyordu. “Ne diyeceğimi bilemiyorum,” dedi sunucu. “Söyleyecek söz yok, Kim. Çok etkileyici.” Kim başını eğip, mahcup bir ifadeyle gülümsedi. “Çok etkileyici,” diye yineledi sunucu. “Bu konuda biraz daha konuşmak istiyorum ama, Kim, önce sana bir şey sormam gerek.” Kıza doğru eğilip, sanki gizli bir şey söyleyecekmiş gibi sesini hafifçe alçaltarak, “Bu belgesel projesine son derece başarılı bir cinayet dedektifini de dahil ettiğin doğru mu?” diye sordu. “Dave Gurney. New York dergisinin bir zamanlar Süper Polis olarak tanımladığı adam yani.” Evde tabanca patlasa Gurney’in dikkatini daha fazla çekemezdi. Kim’in ekrandaki yüzünü incelemeye koyuldu. Kız şaşırmış görünüyordu. “Öyle sayılır,” dedi kısa bir duraksamadan sonra. “Yani meydana gelen birtakım olaylarla ilgili bana tavsiyelerde bulunuyor daha ziyade.” “Olaylar mı? Biraz daha açar mısın?”


Kim’in tedirginliği Gurney’i kızın bu sorulara hazırlıksız yakalandığına ikna etmişti. “Henüz açıklamak istemediğim tuhaf şeyler. Şu kadarını söyleyeyim, sanki biri Cinayet Yetimler’nin yayınlanmasını engellemeye çalışıyor gibi.” Sunucu şaşkınlığında samimiydi. “Devam et...” “Şey... başımıza gelen şeyler, vazgeçmemiz, Good Shepherd olayından uzak durmamız için yapılan ikazlar olarak yorumlanabilir.” “Peki dedektif danışmanın bu konuda herhangi bir teorisi var mı?” “O olaya herkesin yaklaştığından farklı yaklaşıyor gibi.” Sunucu şaşkınlıktan donakalmış gibiydi. “Danışmanının FBI’ın bunca sene yanlış iz peşinde olduğunu düşündüğünü mü söylüyorsun?” “Bunu ona sorsanız iyi olur. Fazla bile konuştum.” Bak işte bu doğru diye düşündü Gurney. “Eğer bu doğruysa az bile konuştun, Kim. Belki de Cinayet Yetimleri’nin önümüzdeki bölümüne Dedektif Gurney’i davet edebiliriz. O zamana dek siz izleyicilerimizi de söz almaya davet ediyoruz. Harekete geçin! Fikirlerinizi bizimle paylaşın. Web sitemize girip aklınızdan geçenleri yazın.” Kanalın web adresi, RAM4NEWS.COM, ekranın altında kırmızı ve mavi harflerle yazılmış olarak yanıp sönüyordu. Sunucu Kim’e doğru eğildi. “Bir dakikamız kaldı. Good Shep-herd olayının özünü bize birkaç kelimeyle anlatabilir misin?” “Birkaç kelimeyle?” “Evet. Özünü.” Kim gözlerini kapattı. “Sevgi. Kayıp. Acı.”


Kamera sunucuya doğru yakın çekim yapıyordu. “Evet, işte izlediniz. Sevgi, kayıp ve korkunç acı. Önümüzdeki hafta Good Shepherd’ın mahvettiği başka bir kurban ailesine yakından bakacağız. Ve sakın unutmayın, bildiğimiz kadarıyla Good Shep-herd halen aramızda geziyor. İnsan yaşamına zerre kadar önem vermeyen bu adam yanı başımızda. Öğrenmek istedikleriniz için RAM Haber’den ayrılmayın. Dikkatli olun arkadaşlar, dünya artık çok tehlikeli.” Ekran karardı. Gurney uzanıp bilgisayarı bekleme konumuna alıp, yeniden sandalyesine döndü. Madeleine ona ne düşündüğü anlamaya çalışarak bakıyordu. “Seni endişelendiren ne?” “Şu anda mı? Bilmiyorum.” Arkasına yaslanıp, gözlerini kapatarak aklına takılan ilk sorunlu noktanın belirmesini bekledi. Şaşırtıcı biçimde onu endişelendiren şey her ne kadar son derece rahatsız edici olsa da az önce izledikleri program değildi. “Kim’le Kyle’ın arasında ne var sence?” diye sordu. “Birbirlerinden hoşlanıyor gibiler. Bunda merak edecek ne var ki?” Başını iki yana salladı. “Bilmiyorum.” “RAM TV’de programın sonunda Kim’in senin FBI’ın olaya yaklaşımıyla ilgili kuşkuların olduğu biçimindeki sözleri sorun yaratacak mı?” “Ajan Trout’un hoşnutsuzluğunu artırabilir. Belki de başıma yasal sorunlar çıkarma isteği artar.” “Bu konuda yapacağın bir şey var mı? Bunu önlemek için?” “Elbette. Tek yapmam gereken bu olaya tamamen


saçma sapan bir yorum yaptıklarını kanıtlamak. O andan sonra zaten benimle uğraşacak hali kalmayacak.” 31. Bölüm Shepherd’ın Dönüşü Gurney ertesi sabah saat yedi buçukta uyandığında yağmur yağıyordu. Yağmur hafifti ama saatlerce sürecek gibiydi. Her zamanki gibi pencereler yukarıdan birkaç santim aralıktı. Yatak odası bu yüzden bir hayli serindi. Güneşin aslında bir saat kadar önce doğmuş olması gerekmesine rağmen başını yastığından kaldırmadan camdan dışarı doğru baktığında gökyüzünün hâlâ gri tonlarda olduğunu görüyordu. Madeleine ondan önce kalkmıştı. Gerinip gözlerini ovuşturdu. Yeniden uyumak istemiyordu. İçinde siyah bir şemsiyenin olduğu rahatsız edici bir rüya görmüştü. Şemsiye kendi kendine açılırken birden kumaşı devasa bir yarasanın kanatlarına dönüşmüştü. Sonra yarasa şekli akbabaya dönüşmüş, şemsiyenin kıvrımlı sapı da akbabanın gagası olmuştu. Sonra akbaba rüyalara has egzotik mantık işleyişine uygun bir biçimde yatak odasının açık pencerelerinden esen serin rüzgara dönüşmüş, bu rüzgar da irkilerek uyanmasına neden olmuştu. Kendisini yataktan kalkmaya zorlarken bir yandan da rüyanın etkisinden sıyrılmaya çalışıyordu. Sonra kendini toplayıp tazelenme maksadıyla sıcak bir duş alıp, tıraş oldu. Dişlerini fırçaladı. Giyinip, kahve içmek üzere mutfağa yöneldi. Madeleine dönüp başını kaldırmadan, “Jack Hardwick’i ara,”


dedi ocağın üzerindeki küçük tencerede kaynayan yemeğe bir avuç pirinç eklerken. “Neden?” “Çünkü on beş dakika önce arayıp seninle konuşmak istediğini söyledi.” “Ne istediğini söyledi mi?” “Gönderdiğin e-postayla ilgili bir şey soracağını söyledi.” “Hmm.” Kahve makinesinden kendisine bir fincan kahve aldı. “Siyah şemsiyeyi gördüm rüyamda.” “Seninle konuşmaya çok istekli gibiydi.” “Arayacağını. Ama... Söylesene şu film nasıl bitmişti?” Madeleine küçük tenceredekileri kasenin içine döküp masaya getirdi. “Hatırlamıyorum.” “Tüm sahneyi anlattın. Suikastçıların takip ettiği adamı, kiliseye girişini, sonra da kiliseden çıkan herkes siyah giysili olduğu ve ellerinde de siyah şemsiye bulunduğu için suikastçıların onu tespit edemediklerini anlattın. Sonrasını da hatırlamaya çalış.” “Kaçtı galiba. Çünkü suikastçılar herkese ateş açamadılar.” “İlginç.” “Neden?” “Diyelim ki herkese ateş açtılar.” “Ama öyle olmadı.” “Tamam, ama varsayalım herkesi öldürdüler. Hangisinin aradıkları adam olduğuna karar veremedikleri için herkesi vurdular. Sonrasında da polis gelmiş olsun. Sokakta, yerde yatan cesetlere bakınca ne düşünür?” “Polis mi ne düşünür? Hiçbir fikrim yok. Belki manyağın tekinin kiliseye gidenleri öldürmek: istediğini filan.”


Gurney başıyla onayladı. “Kesinlikle. Özellikle de aynı gün birinden, dindar insanların dünyanın baş belası olduklarını bu yüzden de hepsini ortadan kaldırmayı planladığını yazan bir mektup aldılarsa.” “Ama... Dur bir dakika.” Madeleine kuşku dolu gözlerle Gurney’e bakıyordu. “Good Shepherd’ın gerçek hedefini gizlemek için diğerlerini öldürdüğünü mü söylüyorsun? Sırf bu yüzden peşinde olduğu kişiyi bulana dek aynı marka otomobil kullanan insanları vurdu öyle mi?” “Bilmiyorum. Ama anlamak için can atıyorum.” Madeleine başım iki yana salladı. “Ama nasıl olur da...” Buzdolabının yanındaki tezgahın üzerindeki ev telefonu çalınca cümlesini tamamlayamadı. “Sen açsan daha iyi olur. Büyük bir ihtimalle tahmin ettiğimiz kişi arıyor olmalı.” Gurney açtı. Arayan gerçekten de tahmin ettikleri kişiydi. “Hâlâ lanet olası duşunu ırıu alıyorsun?” “Günaydın, Jack.” “Veriler ve sorular başlıklı e-postanı aldım.” “Ve?” “Katilin eylemleriyle bildiride yer alan ifadeler arasında stil farkı olduğunu ileri sürüyorsun.” “Öyle denilebilir.” “Katilin cinayet işleme yönteminden, sakin, soğukkanlı biri olduğu anlaşılıyor. Bildirideyse çok daha dağınık bir tarzı var diyorsun yani? Yetersiz zekamla doğru anlamış mıyım?” “Arada kopukluk var diyorum.” “Tamam. İlginç. Ama bu çözdüğünden daha büyük bir probleme neden oluyor.”


“Nasıl?” “Cinayetlerin bildiride açıklanandan bambaşka nedenle işlendiğini söylüyorsun.” “Doğru.” “Kurbanlar bambaşka bir nedenden dolayı seçilmişler. Lüks arabalar kullanan, açgözlü, ölmeyi hak eden pislikler oldukları için değil, öyle mi?” “Doğru.” “Yani bu süper soğukkanlı dahi katilimiz bu cinayetleri bilemediğimiz bir sebeple işledi, öyle mi?” “Doğru.” “Sorunu gördün mü?” “Sen söyle.” “Şimdi eğer katilin kurbanlarını yüz bin dolarlık Mercedes kullandıkları için öldürmediğini düşünürsek bu durumda yüz bin dolarlık Mercedes’lerin artık konuyla bir ilgisi kalmamış oluyor. Bu ne biçim bir tesadüf böyle. Sen hiç böyle bir şeye rast geldin mi, Davey? Söylesene ufaklık? Bu tıpkı Bemie Madoff’un kurbanlarından hepsinin kıçında bir cüce dövmesi bulmak gibi bir şey. Ne demek istediğimi anladın mı?” “Anladım, Jack. E-postamda seni başka rahatsız eden bir şey var mı?” “Aslında evet, sorularından biri. Hatta aynı konu çevresinde dolaşan iiç sorun hakkında. Cinayetlerin anlam taşıyan bir sırası var mı? Tüm cinayetler birbirine eşit derecede mi önemli? Geri kalanları bu cinayetlerden herhangi biri yüzünden işlenmiş olabilir mi? Söylesene bu sorulan neye dayanarak soruyorsun?” “Bazen eksik bilgiler dikkatimi


çeker. Bu olayda da geçerli kabul edilen teoride çok fazla bilinmeyen şey var. Araştırılmamış konular, sorulmamış sorular. Önce bu cinayetlerin katilin yazdığı felsefi metinde ifadesini bulan fikirlerin eyleme dönüşmüş halleri olduğu kabul edilmiş. Sonra da herkes bunu kabul etmiş. Kimsenin aklına bu cinayetlere birbirlerinden farklı amaçlar taşıyan eylemler olarak bakmak gelmemiş. Ama bütün cinayetlerin aynı derecede önemli olmaması mümkün. Hatta aynı sebeple işlenmemiş bile olabilirler. Anlıyorsun değil mi, Jack?” “Pek değil. Biraz daha aç.” “Siyah Şemsiyeli Adam filmini izledin mi?” İzlememiş, filmi duymamıştı bile. Gurney de ona hikayeyi ardından da Madeleine’e de sorduğu ya suikastçılar herkesi öldürmeye karar vermiş olsalardı sorusunu yöneltti. Uzun bir sessizlikten sonra Hardwick, Madeleine’in sorularından bir benzerini sordu. “İlk beş cinayet yanlışlıkla mı işlendi diyorsun? Ve katil sonunda altıneıda hedefini buldu. Anlamama yardımcı ol. Şimdi diyelim ki kiralık bir katille karşı karşıyayız. Bahsettiğin filmdeki gibi. Ona hedefiyle ilgili nasıl bir bilgi verilmiş olabilir? Birinci sınıf Mercedes’lere ateş aç mı denmiş? O da gecenin bir yarısı elinde dünyanın en büyük tabancalarından biriyle gördüğü Mercedes’lere ateş etmiş. Artık kime denk gelirse. İşte bunu anlamakta zorluk çekiyorum.” “Ben de. Ama ne hissediyorum biliyor musun? Nasıl bir oyun oynandığına henüz emin olamasam da en azından oyun sahasını buldum.” “Emin olamasan mı? Elimde en ufak bir lanet olası ipucu bile yok desene şuna.”


“Olumlu düşünmek lazım.” “Böyle beylik laflar etmeye devam edersen inan kusacağım, Sherlock.” “Bir şey daha söyleyeceğim sadece. Özel Ajan Trout benim yasal olarak ulaşma imkanım olmayan birtakım bilgilere ulaşmış olabileceğim konusunu takıntı haline getirmiş gibi. Dikkat et, Jack.” “Trout’un canı cehenneme. Ayaklarına sermemi istediğin başka gizli bilgi var mı?” “Madem sordun söyleyeyim. Emilio Corazon konusunda bir gelişme var mı?” “Henüz yok. Şaşırtıcı ama adeta görünmez olmuş gibi.” Saat yirmi kırk beşte Madeleine yarı zamanlı çalıştığı klinikteki işini tamamlayıp çıktığında yağmur hâlâ yağıyordu. Gurney bilgisayarını açıp Hardvvick’e gönderdiği sorulan gözden geçirmeye koyuldu. “Cinayetler neden 2000 yılı baharında işlendi?” sorusuna gözü takıldı. Cinayetlerin en ince ayrıntısına dek planlandığına dair inancı arttıkça zamanlamanın önemi de artıyordu. Genelde sapıkça amaçlar taşıyan cinayetler ikiye ayrılırdı. İlki Büyük Patlama yaklaşımı olarak adlandırılan, katilin postanede ya da camide aynı anda çok sayıda kişiyi hedef alıp tetiğe basmasıyla başlayan eylemlerdi. Böyle durumlarda katilin kaçma gibi bir amacı da olmazdı. Yüzde doksan dokuz ihtimalle de cinayetleri işleyen adam (katil hep erkek olurdu) olay mahallinde öldürecek kimse kalmayınca kendini vururdu. İkinci durumdaysa katil cinayetlerini on hatta yirmi yıllık bir süreye yayardı. Bunlar yılda bir iki kez bombalı


mektuplarla bir iki kişinin kafasını kolunu uçururlardı ama asla kendilerini öldürmeye kalkmazlardı. Good Shepherd cinayetleriyse her iki duruma da uymuyordu. Ortada müthiş bir soğukkanlılık, duygu noksanlığı, detaylı planlama ve aynı biçimde ayrıntılı infaz aşaması vardı. Gurney hem de her cinayette aynı şey yaşandı diye düşünürken saat 21:15’te telefonu çaldı. Arayan Hardwick’ti ama sesi az öncekine göre çok daha sertti. “Oyun hangi sahada oynanıyor bilmiyorum ama giderek sertleştiği kesin. Ruthie Blum öldürülmüş.” Gurney’in aklına gelen ilk düşünce, midesinin ağzına gelmesine neden oldu. Acaba o da on yıl önce kocası gibi başından vurularak mı öldürülmüştü? Bu mide bulandırıcı düşünceyi, gözünün önünde canlanan kadının Yorkshire bariyerlerini andıran kafasının paramparça olmuş halini zihninden uzaklaştırmaya çalıştı. “Aman Tanrım. Nerede? Nasıl?” “Evinde. Kalbine buz kıracağı saplanmış.” “Ne?” “Şaşırdın mı duymadın mı?” “Buz kıracağı?” “Tek darbe. Göğüs kafesine.” “Tanrım. Ne zaman?” “Dün gece on bir civarı.” “Bunu nereden biliyorlar?” “Saat on elli sekizde bir Facebook mesajı yollamış. Ceset bu sabah saat üç kırkta bulundu.” “On yıl önceki olay sırasında oturduğu evde mi..


“Evet. Aynı evde. Aynı zamanda küçük Kimmy’nin RAM TV adına yaptığı görüşmenin çekildiği ev orası.” Gurney’in zihni tam bir arı kovanına dönmüştü. “Onu kim bulmuş?” “Auburn Birimi’ne bağlı ekipler bulmuşlar. Uzun hikaye aslında. Ruth’un Ithaca’daki arkadaşı onun Facebook’a gönderdiği mesajı okumuş. Biraz huzursuz olmuş. Facebook’tan cevap yazıp Ruth’a her şey yolunda mı diye sormuş. Yanıt alamamış. Bu kez e-posta göndermiş ama yine karşılık gelmemiş. Telefonla ulaşmaya çalışınca da telesekreterin devrede olduğunu fark etmiş. Sonunda paniğe kapılıp polisi aramış. Oradan şerifin bürosuna aktarmışlar. Sonunda da Auburn polisine kadar ulaşmış. Auburn Birimi bölgede devriye gezen ekibi haberdar etmiş. Evin önüne gelen ekip her şeyin normal olduğunu, en ufak bir sorun göze çarpmadığını bildirmiş...” “Dur bir saniye. Ruth Blum’ın tüm bu paniği başlatan mesajı hakkında bir bilgin var mı?” “Az önce e-postayla sana gönderdim.” “Ona ulaşmayı nasıl başardın?” “Andy Clegg.” “Andy Clegg de kim?” “Genç bir polis. Hatırlamadın mı onu?” “Hatırlamalı mıyım?” “Piggert olayı?” “Tamam. İsim yabancı değil ama çocuğun yüzünü canlandı-ramadım kafamda.”


“Mezun olduktan sonra aldığı ilk görevdi. Aslında işteki ilk gününde aldığı görevdi. Bayan Piggert’in cesedinin yarısını bulduğumda destek için aramıştım. O da gelen ekipteydi. Nihayetinde bu Andy’nin resmi olarak kusma fırsatını bulduğu ilk vaka oldu. Sonra bunun çok yararını gördü.” Ensest cinayetler vakası olarak bilinen o iğrenç olayla, Hard1 Trout İng. Alabalık. (Çev.N). wick’le Gurney’in aralarında zaman zaman bıçak sırtındaymış izlenimi veren ama bir o kadar da verimli sonuçlar doğuran ilişkilerinin temeli atılmıştı. O günlerde Gurney NYPD’de Hardwick’se NYSP’de çalışıyordu. Piggert olayını kendi yetki alanları çerçevesinde araştırırlarken çok garip bir tesadüf neticesinde yolları kesişmişti. Aynı gün birbirlerinden yüzlerce kilometre uzakta, aynı cesedin bir yarısını Gurney diğer yarısını da Hardvvick bulmuştu. “Genç Andy Clegg’le senin bir türlü yakalanmayan aşağılık anne katili Bay Piggert’ı enselemenden sonra yapılan toplantıda tanışmıştık. Andy senin yeteneklerinden müthiş etkilenmişti. Biraz da benimkilerden tabii. Sonrasında iletişimimizi koparmadık.” “Kısacası?” “Buz kıracağı cinayetiyle ilgili ilk bilgiler bu sabah CJIS bürosuna ulaşınca Dedektif Clegg’i sohbet etme maksadıyla arayıp, ondan gerekli tüm bilgileri edindim. Ya şimdi ya da hiç diye düşündüm. Çünkü Trout devreye girip, cinayetin bağlantısını tespit ettiği anda olayın Good Shepherd soruşturması kapsamında olduğunu söyleyip kapıları yüzümüze kapatacağından emindim.” “Buradan tekrar soruma dönebiliriz. Ruth mesajında ne...” “E-postanı kontrol et.”


“Tamam.” Gurney telefonu kenara koyup, e-postalarına baktı. Aradığını da hemen buldu. Gönderen Ruth J. Blum: Ne gündü! Acaba Cinayet Yetimleri nin ilk bölümü nasıl olacak diye merak edip durdum. Aklıma Kim’in buraya geldiğinde sorduğu sorular ve verdiğim yanıtlar gelip durdu. Hissettiklerimi doğru biçimde aktarmışımdır umarım diye düşündüm bütün gün. Kim’in dediği gibi televizyonun bazen işin en önemli kısımlarını atladığına inanıyorum. Televizyonda daha çok sansasyonel şeyleri ön plana çıkartıp gerçekleri göz ardı ediyorlar. Cinayet Yetimleri nin farklı olacağını umuyordum. Çünkü Kim farklı görünüyordu. Ama şimdi bilemiyorum. Biraz hayal kırıklığı içerisindeyim. Uzman konuşmalarına, reklamlara yer açmak için görüşmemizin çoğunu kesmişler gibi geldi. Sabah Kim’i arayıp soracağım. Özür dilerim. Burada kesmem gerek. Evimin önüne park edilmiş bir araç var. inanabiliyor musun buna? Saat neredeyse 11. Kim gelmiş olabilir ki? Askeri görünümlü arazi aracı gibi bir şey. Birazdan devam ederim. Gurney telefonu eline almadan önce metni bir kez daha okudu. “Hâlâ orada mısın, Jack?” “Evet. Neyse, Ithaca’daki arkadaşı gece yarısına doğru epostalarını kontrol ederken bu Facebook mesajını görüyor, kontrol ettiğinde de Ruth’un mesajı on elli sekizde gönderdiğini tespit ediyor. Mesajdan anlaşıldığı kadarıyla Ruth askeri görünümlü araçla kimin geldiğini öğrenmek için aşağıya iniyor. Araç Hummer olabilir. Sen ne düşünüyorsun?”


“Olabilir.” Gurney’in gözünün önünde Max Clinter’ın kamuflaj boyalı, savaşa hazır gibi görünen Humvee cipi gelmişti. “Hummer değilse ne olabilir ki? Her neyse, arkadaşı Ruth’a ulaşmak için az önce anlattığım gibi her türlü çabayı sergiliyor. Sonrasında da ekip gelip, kontrolünü yaparak her şeyin yolunda olduğuna karar veriyor. Tam olay mahallini terk etmek üzerelerken arabasına atlayıp Ithaca’dan kırk kilometrelik yol katedip gelen endişeli arkadaşı ekibe müdahale edip eve girilmesi için ısrar etmeye başlıyor. Kötü bir şeyler olmasından korktuğunu, eğer onlar içeri girmezse kendisinin gireceğini söylüyor. Kıyameti kopartıyor. Genç polislerden biri onu gözaltına almak üzereyken daha yaşlı ve zeki bir polis gelip herkesi sakinleştiriyor. Önce evin çevresinde bir kez daha dolaşıyorlar. Nihayetinde açık bir pencere görüyorlar. Yine bir hayli tartışma yaşanıyor falan filan. En sonunda içeri girip Ruth Blum’ın cesedini buluyorlar.” “Nerede?” “Girişte. Tam kapının önünde. Sanki kapıyı açmış ve bam!” “Adli tıp, cinayet silahının buz kıracağı olduğuna emin mi?” “Bu konuda neredeyse hiç kuşku yok. Clegg’e göre lanet şey cesede saplı olarak bulunmuş zaten.” “Beni bir şekilde o eve sokamaz, değil mi?” “Asla. Zaten çoktan mühürlenip seni sadece sorun olarak görecek görevliler tarafından bir kilometrelik bölgeyi kapsayan sarı emniyet şeridiyle çevrelenmiştir bile. Şimdilik tek işleri olay mahallinde delilleri toplayıp, BCI ekibi tüm yetkiyi FBI’a teslim edene dek bu delilleri olduğu gibi korumaya çalışmak zaten. Şehirli emekli süper polis gelip


evde inceleme yapsın diye kıçlarını tehlikeye atmayacaklardır herhalde.” Gurney’in içi içini yiyor en azından bir deneme yapmak istiyordu. Olay mahallinin tarif edilmesi bizzat görmenin en fazla yüzde onu değerindeydi. Ama Hardwick’in haklı olma ihtimalinin yüksekliğinin de farkındaydı. Gerçekten de ne BCl’da ne de FBl’da kimse bu riski almazdı. Bunu düşününce aklına bir kez daha Hardwick’in aldığı riskler geldi. Adam her seferinde ona gizli dosyalarla ilgili bilgi vererek ya da içeriden birtakım kaynaklara ulaşarak kendini büyük tehlikeye atıyordu. Üstelik bunu çok da sık yapıyordu. Hardwick sadece saf gerçeğin peşinde koşan, bu uğurda kuralları hiçe sayıp mesleki kariyerini tehlikeye atmaktan çekinmeyen biri miydi? Yoksa sırf otoriteleri mahcup etmeye mi takıntılıydı? Yoksa kendisiyle aynı konumda olan daha mantıklı insanların yapmaktan kaçındığı şeyi yaparak, baş döndürücü uçurum kenarlarında dolaşarak kendini riske atmak ona çok mu çekici geliyordu? Gurney onunla ilgili bu tür sorulan daha önce de sormuştu. Ve yine bir kez daha tüm bu soruların birden yanıtının evet olabileceğine karar verdi. “Eee, Davey, ufaklık...” Hardwick’in sesiyle kendini topladı. “Durum giderek çetrefilleşiyor. Ya da tam tersine senin için belki de daha netleşiyordur. Hangisi?” “Bilmiyorum, Jack. Biraz öyle biraz böyle. Bundan sonra ne olacağına bağlı. Bu arada, Clegg’in sana anlattıkları bu kadar mıydı?” “Hemen hemen.” Duraksadı. Hardwick’in dramatik etki yaratmak amacıyla yaptığı bu duraklamalar Gurney’i aslında çileden çıkartıyordu. Ama genellikle sonraki cümle tahammül


göstermenin ödülü gibi olurdu. “Good Shepherd’m olay mahallinde bıraktığı plastik hayvan oyuncakları hatırlıyorsun değil mi?” “Evet.” Aslında sabahtan beri bu oyuncakları ve amaçlarının ne olabileceğini düşünüyordu. “Tamam. Bir tane de Ruth Blum’m dudaklarına sıkıştırılmış olarak bulundu.” “Dudaklarına?” “Dudaklarına.” “Hangi hayvan?” “Clegg aslan olduğunu tahmin ediyor.” “Aslan altı cinayetten ilkinde bulunan hayvan değil miydi?” “Hafızan harika zeki çocuk. Yani şimdi beş cinayet daha mı beklemeliyiz yani?” Gurney’in buna vereceği bir cevabı yoktu. Telefonu kapatır kapatmaz Kim’i aradı. Bir yandan da acaba hâlâ Kyle’ın evinde mi, şu an yataktalar mı, bugün ne yapmayı planlıyorlar, olup bitenlerden haberleri var mı diye düşünüyordu. Kim’in telesekreteri devredeydi. Kısa ve net bir mesaj bıraktı. “Merhaba. Belki henüz haberlerde verilmemiştir ama Ruth Blum öldü. Aurora’daki evinde dün gece geç saatlerde öldürüldü. Good Shepherd geri dönmüş olabilir. Ya da biri bizim böyle düşünmemizi istiyor. îlk fırsatta beni ara.” Sonra Kyle’ı arayıp aynı mesajı ona da bıraktı. Çalışma odasının penceresinden nemli, gri tepelere bakıyordu. Yağmur dinmişti ama saçaklardan su damlamaya devam ediyordu. Hardvvick’in söyledikleri düşüncelerini düzenlemekten çok kafasının daha da karışmasına neden olmuştu. Şimdi eldeki bulmaca parçalarının sayısı daha da


artmıştı. Labirentten çıkış yok gibiydi. İleri doğru bir adım atabilmek için en azından ilerisinin neresi olduğunu bilmek gerekirdi. İçinde zamanın tükeniyor olabileceğine dair korkunç bir his vardı. Büyük final yaklaşıyordu sanki. Üstelik henüz hiçbir şey anlamış değildi. Bir şeyler yapmak mecburiyetindeydi. Daha doğru bir fikir sahibi olmaya uğraşırken birden kendini arabasında, Aurora yoluna koyulmuş halde buldu. İki saat sonra eyalet yolundan ayrılmış, Cayuga Gölü kıyısından ilerliyordu. GPS cihazı Ruth Blum’ın evine sadece beş kilometrelik bir mesafe kaldığını bildirmişti. Solunda göl, göl manzaralı evler, ağaçlar sıralanırken sağında yolu yabani otlarla kaplı bataklıktan ayıran drenaj çukuruyla arka taraftaki otlaklar ve daha da arkasında göz alabildiğine uzanan mısır tarlaları vardı. Arazinin yükseklerinde dağınık halde bulunan iyi korunmuş eski evlerin yanında üç ticari işletme göze çarpıyordu. Bir benzin istasyonu, bir veteriner kliniği ve bir de önünde çeşitli tamir aşamalarında bekleyen beş, altı otomobilin bulunduğu geniş otoparklı bir tamirhane. Tamirhanenin önünden geçip, genişçe bir dönemeçten sonra Gurney yolun sol tarafında olay yerine yaklaştığını ortaya koyan ilk belirtileri görmeye başladı. Yerel, bölgesel ve eyalet polis araçları. Ayrıca tepelerindeki uydu antenlerinden anlaşıldığı üzere ikisi medyaya ait olmak üzere dört minibüs vardı. Bunlardan birinin üzerinde NYSP amblemini görünce Gurney bunun kanıt toplama ekibinin aracı olması gerektiğini düşündü. Üzerinde herhangi bir işaret olmayan dördüncü araçsa büyük olasılıkla adli fotoğrafçıya ait olmalıydı. Morg aracı yoktu. Bu da adli tabibin gelip cesedi olay yerinden kaldırttığı anlamına geliyordu.


Biraz daha yaklaşınca Gurney farklı görev rozetleri taşıyan altı üniformalı polis gördü. Ayrıca genelde çoğu dedektifin tercih ettiği gösterişsiz takım elbiseli bir kadınla bir adara, mesleğinin gerektirdiği beyaz önlüğü, lateks eldivenleriyle kanıt uzmanı ve son moda kıyafetleri içinde televizyon çalışanı olduğu anlaşılan bir kadınla hemen yanında atkuyruklu iki erkek teknisyen de olay mahallinde bulunuyordu. Yolun tam ortasında yavaşlayan araçlara sinirli hareketlerle geçmelerini işaret eden üniformalı bir polis memuru vardı. Gur-ney polislere doğru ilerledi. Blum’ın evini, ön taraftaki göle kadar uzanan tüm yolu boydan boya saran POLİS HATTINI GEÇMEYİN yazılı şeridi görebiliyordu. Torpidoya uzanıp ince deri cüzdanından altında küçük harflerle emekli ibaresi bulunan altın sarısı NYPD dedektif rozetini çıkardı. Çatık kaşlı polis rozete doğru dürüst bakamadan da Gurney cüzdanını kapatıp, torpido gözüne fırlattı. Sonra da başmüfettiş Jack Hardvvick’in olay mahallinde olup olmadığım sordu. Polis gözlerinin üzerine kadar inen kepini düzeltti. “BCI’dan Hardvvick mi?” “Doğru.” “Burada olması için bir neden mi var?” Gurney bitkin bir tavırla iç çekti. “Ruth Blum olayını da içeren bir soruşturmada görevliyim. Hardvvick’in bu konuda bilgisi var.” Polis memuru bu yanıtı algılamakta güçlük çekiyormuşçasına bir süre boş boş baktı. “Adınız ne?” “Dave Gurney.”


Polis yüzeysel bir kibarlıkla çoğu polisin yabancılara karşı sergilediği içgüdüsel kuşku dolu bir ifadeyle Gurney’i şöyle bir süzdü. “Şuraya çekin.” Televizyon minibüsleriyle kanıt aracının arasındaki boş yeri işaret etmişti. “Aracınızda kalın.” Dönüp hızlı adımlarla evin ön tarafındaki otoparkta koyu bir sohbete dalmış gibi görünen üç kişiye doğru yöneldi. Kısa, kahverengi saçlı kadınla konuştu. Kadının üzerinde açık renk ceket ve aynı renk pantolon vardı. Sağındaki kır saçlı adamsa beyaz önlük giymişti Kadının solundaki nispeten daha genç görünen adamın üzerinde de dedektiflerin, cenaze evi yöneticilerinin ve Mormon tarikatı mensuplarının ortak giyim tarzını yansıtan siyah takım elbise, beyaz gömlek ve siyah kravat vardı. Kaslı omuzlan, kalın ensesi, kısa saçları adamın bu gruplardan hangisine dahil olduğunu gözler önüne seriyordu. Trafik polisi onlarla konuşunca üçü birden Gurney’in bulunduğu yöne doğru baktı. Genç adam gülümseyerek kadına heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Bir yandan da Gurney’i işaret edip duruyordu. Gurney bu gülüşü bir yerlerden hatırlıyordu. “Dedektif!” diye seslendi kadın elini kaldırarak. “Dedektif Gurney.” Arabasından indi. Tam o anda da üstlerinden gelen bir helikopterin sesini işitti. Başını kaldırınca tepelerinde dönüp duran helikopteri ve üzerinde beyaz harflerle RAM TV yazısını görünce istemsiz olarak yüzünü buruşturdu. “Teğmen Bullard sizinle konuşmak istiyor.” Polis Gurney’in yanına gelip arka tarafa geçebilmesi için şeridi


kaldırdı. Bunu kibarlık olarak değil de daha çok burada benim sözüm geçer dercesine yapmıştı. Gurney eğilip, şeridin altından geçti. Bu sırada toprak yolla evin ziftlenmiş otoparkıyla kaldırımı ayıran bölümde zemindeki çökmeye gözü takıldı. Durup daha yakından incelediği sırada polis şeridini bırakıp görev yerine döndü. Gurney doğrulduğu anda bir yerlerden hatırlar gibi olduğu siyah takım elbiseli genç ona doğru yaklaşıyordu. “Efendim, büyük bir ihtimalle beni hatırlamıyorsunuzdur. Adım Andrew Clegg. Sizinle bir soruşturma sırasında., Gurney içten bir tavırla sözünü kesti. “Seni hatırlıyorum, Andy. Gördüğüm kadarıyla terfi etmişsin.” Andy yeni yetme gibi görünmesine neden olan gülümseyişiyle, “Geçen ay,” dedi. “Sonunda BCI’ya girdim. Her zaman örnek aldıklarımdan biri de sizdiniz.” Konuşurken bir yandan da Gurney’i olay mahallinden ayrılmakta olan beyaz önlüklü teknisyenle konuşan yapılı kadına doğru götürüyordu. “Halıyı almak istiyorsanız alabilirsiniz. Sorun yok.” Gurney’e doğru döndü. Tedbirli, ciddi ama nazik bir tavrı vardı. “Andy bana sizin Jack Hardvvick’Ie birlikte Piggert olayında görev yaptığınızı anlattı. Bu doğru mu?” “Doğru.” “Tebrikler. İyi adamların büyük başarısıydı o.” “Teşekkür ederim.” “Şeytani Santa olayı ondan da önemliydi,” dedi Clegg. “Şeytani...?” Şimdi bir yerlerden hatırlıyor gibi hissetme sırası ondaydı. “Şu sapığın tekinin insanları kesip parçalarını polis departmanına gönderdiği olay mıydı?”


“Hediye paketine sarılı olarak! Noel hediyesi gibi!” diye bağırdı Clegg. İğrenmekten çok heyecanlanmış görünüyordu. Kadın Gurney’e hayretle bakıp, “Ve siz?” diye sordu. “Sadece doğru zamanda doğru yerdeydim.” “Çok etkileyici.” Elini uzattı. “Ben Teğmen Bullard. Ve siz de kendini tanıtmaya hiç ihtiyacı olmayan kişisiniz. Bu onuru neye borçluyuz?” “Ruth Blum’la ilgili bu duruma.” “Nasıl?” “Dün gece RAM TV’deki programı izlediniz mi?” “Haberim var. Neden sordunuz?” “Burada olup bitenleri anlamanıza yardımcı olabilir.” “Nasıl?” “Good Shepherd’ın 2000 yılında işlediği altı cinayetin etkilerini konu alan programın birinci bölümüydü. Burada gerçekle-şense Good Shepherd’m yedinci cinayeti gibi görünüyor. Devamı da gelebilir.” Yüzündeki tüm içtenlik kaybolmuş, yerini buz gibi bir ifade almıştı. “Tam olarak burada ne aradığınızı söyler misiniz?” Önce kelime seçiminde çok dikkatli olması gerektiğini düşündü ardından da bu fikrinden vazgeçti. “FBI’ın en başından beri olayı yanlış anladığını ve burada meydana gelen cinayetin de bu düşüncemi kanıtladığını düşündüğüm için buradayım.” Kadının yüz ifadesinden ne düşündüğünü anlamak imkansızdı. “Onlara bu düşüncenizi açtınız mı?” Belli belirsiz gülümsedi. “Pek iyi karşılanmadı.”


Kadın başım iki yana salladı. “Bana anlattığınız şeyi anlayabildiğimi sanmıyorum. Buraya kimin adına hangi yetkiyle geldiniz?” Tedirgin bir tavırla ağırlığını bir ayağından ötekine aktaran Clegg’e doğru baktı. “Andy bana emekli olduğunuzu söyledi. Cinayet soruşturmasının en önemli zamanı olan ilk saati içerisindeyiz. Bana burada bulunma sebebinizi net biçimde anlatmazsanız sizden burayı terk etmenizi istemek zorunda kalacağım. Umarım saygısızlık etmeden derdimi anlatabilmişimdir.” “Anlıyorum.” Derin bir nefes aldı. “Ruth Blum’la röportaj yapan bayan tarafından danışman olarak tutuldum. Good Shepherd olayını da bu vesileyle yakından inceledim. Sonunda da mevcut görüşte çok önemli noksanlıklar tespit ettim. Bu cinayetin ilk altısı gibi çözümsüz kalmamasını istiyorum. Ama ne yazık ki daha şimdiden sorun var gibi.” “Anlayamadım?” “Evle cadde arasındaki yola girmemiş.” “Neden bahsettiğinizi hâlâ anlayamadım?” “Ruth Blum’ı öldüren adam bu otoparka girmemiş. Eğer girdiğini kabul ederseniz burada olup bitenleri hayatta anlayamazsınız.” Clegg’e bir kez daha şöyle bir baktı. Belki şu an içinde bulunduğu durumu daha iyi anlayıp anlamadığım kontrol etmek istemişti ama Clegg’in gözlerinden sadece şaşkınlık okunuyordu. Yeniden Gurney’e baktv. Sonra da saatine. “İçeri gelin. Size söylediklerinizi açıklamanız için beş dakika veriyorum. Bu arada Andy sen de şu televizyoncu akbabalara göz kulak ol. Bandın bu tarafına parmak uçları bile geçmesin.” “Emredersiniz.”


Gurney’i evin yan tarafındaki çimenlikten geçirerek arka sundurmaya doğru yöneltti. Gurney bu bahçeyi Kim’in Ruth Blum’la yaptığı görüşmeden hatırlamıştı. Teğmenin peşi sıra büyük mutfağa girdi. Kahvaltı masasındaki fotoğrafçı çektiği fotoğrafları dizüstü bilgisayara aktarıyordu. Etrafına bakman teğmen özel konuşacak başka bir yer bulamayınca, “Chuck kusura bakmazsan bizi birkaç dakikalığına yalnız bırakabilir misin?” demek zorunda kaldı. “Tabii ki, teğmen. Bunu minibüste de yapabilirim zaten.” Aletlerini toplayıp gitti. Teğmen boş sandalyelerden birine geçip Gurney’e de karşısındakini işaret etti. “Tamam,” dedi hiç vakit kaybetmeden. “Çok uzun bir giindü. Hâlâ da mesaimin ne zaman biteceği belirsiz. Kısacası kaybedecek zamanım yok. Net ve kısa bir konuşma olursa çok memnun olacağım. Konuşun.” “Neden evin önündeki otoparka park ettiğini düşünüyorsunuz?” Teğmen gözlerini kıstı. “Benim öyle düşündüğümü nereden çıkardınız?” “Geldiğimde üçünüzün oradaki duruşundan. Her ne kadar teknik ekibiniz çoktan park alanında dolaşmış olsa da en azından sizler o bölgeye ayak basmamaya çalışıyordunuz. Ben de otoparkın mikroskobik incelemeye tabi tutulacağını tahmin ettim. Oraya park ettiğine nasıl ikna oldunuz?” Dudaklarının ucunda beliren şüpheci bir gülümseyişle, “Siz bir şey biliyorsunuz değil mi?” diye sordu. “Kim bilgi sızdırdı size?” “Bu şekilde konuşmanın bir anlamı yok. Bu şekilde zıtlaşıp vakit kaybetmek FBI’ın işi.”


Teğmen bir süre karar vermeye çalışıyormuşçasına onu süzdü. Ama bu kez sessizliği kısa sürmüştü. “Kurban dün gece bir Facebook mesajı yollamış. RAM TV’deki programla ilgili fikirlerini söyledikten sonra bilgisayar başında otururken evin oto-parkma giren bir araç gördüğünü söylemiş. Neden bunu sizin zaten bildiğiniz hissine kapıldım ki ben acaba?” Gurney soruyu duymazdan geldi. “Nasıl bir araba?” “Büyük. Askeri tipte bir şey. Modelinden bahsetmemiş.” “Cip, Land Rover, Hummer gibi bir şey mi?” Teğmen başıyla onayladı. “Yani katilin evin önüne park edip, ön kapıyı çaldığı düşünülüyor öyle mi? Sonra ne olmuş peki? Onu kapının eşiğinde öldürmüş mü? İçeri girmesine izin mi vermiş? Onu tanıyor muymuş? Yoksa tanımıyor muymuş?” “Biraz yavaş. Bana katilin ya da tesadüfen öldürüldüğü saatte onu ziyaret eden birinin otoparka park ettiğine neden inandığımı sordunuz. Ben de cevabımı verdim. Kurban bize böyle olduğunu söylediği için biz de buna inanıyoruz. Kurbanın öldürülmeden önce Facebook mesajında belirttiği gözlemi bu sonuçta.” Teğmen Bııllard zafer kazanmış gibi davranmasına rağmen biraz da olsa endişeli görünüyordu. “Şimdi siz bana Ruth Blum’ın gerçek olmayan bu tür şeyleri yazdığına neden inandığınıza dair kısa, net bir açıklama yapmak zorundasınız.” “Yazmadı ki.” “Anlamadım?” “Söylediğiniz gibi olmadı olay. Sizin anlattıklarınızın zerre kadar mantığı yok. Mantıksal problem bir yana otopark


girişindeki fiziksel kanıt da bunun böyle olduğunu ortaya koyuyor.” “Hangi fiziksel kanıt?” “Zemin oldukça kuru. En son ne zaman yağmur yağdı burada?” Walnut Crossing’de en son ne zaman yağmur yağdığını biliyordu ama Finger Gölleri civarında hava çok değişken olurdu. Teğmen bir süre düşündükten sonra, “Dün sabah yağdı. Öğleden sonra. Neden?” diye sordu. “Yolun kenarında bir iki santim genişliğinde bir çatlak var. Otoparka giren biri eğer ormandan çıkıp, çimenliğin üzerinden geçmediyse mutlaka o çatlağın üzerinden geçmiş olmalı. Ama ortada herhangi bir iz yok. En azından son yağmurdan beri.” “Bir iki santim bir şey ifade etmez ki...” “Belki öyle. Ama üzerinde durmaya değer. Ayrıca bir de psikolojik faktör söz konusu. Eğer Good Shepherd döndüyse, eğer Blum onun yedinci kurbanıysa, o zaman onun hakkında bildiklerimizi bu olaya adapte etmemiz gerekecek.” “Ne gibi?” “Öncelikle onun aşırı dikkatli, risk almamak için her türlü tedbiri alan biri olduğunu biliyoruz. Ama evin önündeki bu park alanı çok küçük. Buraya park eden her türlü araç, özellikle de Hummer gibi bir araç bütün yoldan görünür. Dikkat çekmesi, sonradan da hatırlanması çok kolay olur. Ya da devriye gezen ekip otosu böyle bir aracı durdurmak, plakasını kontrol etmek filan isteyebilir.” Bullard kaşlarını çattı. “Ama Ruth Blum öldürüldü. Katil bir araçla geldiyse onu bir yere park etmesi gerekecekti


neticede. Siz ne diyorsunuz peki? Nereye park etti? Yolun girişine mi? Orası daha çok dikkat çeker.” “Ben tahminimi tamirhaneden yana kullanıyorum.” “Nereden?” “Ithaca istikametinde, karayoluna bir kilometre kadar mesafede bir tamirhane var. Önünde de tamire alınacak ya da tamir görüp sahiplerine teslim edilmeyi bekleyen araçlarla dolu bir otopark var. Orası bu civarda tuhaf araçların en ufak bir soru işareti uyandırmayacağı tek yer. Hatta fark edilmez bile. Eğer ben gecenin bir yarısı bu evdeki birini öldürmek isteseydim aracımı oraya park eder, yoldan geçen sürücülerin dikkatini de çekmemek için drenaj tarafından, bataklık boyunca yürüyerek buraya ulaşırdım.” Teğmen sanki iç içe geçmiş harflerden anlamlı bir cümle çıkarmaya çalışıyormuşçasma büyük bir dikkatle gözlerini masaya dikmişti. Yüzünü buruşturdu. “Teorik olarak söyledikleriniz mantıklı. Ama Blum’ın Facebook mesajında otoparka yönelen bir araçtan... ” “Facebook mesajı. Blum’m Facebook mesajı değil ama.” “Arada ne fark var ki?” “Mesajı onun yolladığını varsayıyorsunuz siz.” “Çünkü hesap onun hesabı. Onun sayfası. Onun bilgisayarı. Onun şifresi.” “Katil onu öldürmeden önce şifreyi öğrenip mesajı kendi yazmış olamaz mı?” Bullard masaya artık daha da dikkatle bakıyordu. Sonra kabul etmediğini gösterir bir ifadeyle başım iki yana salladı. “Akla yatkın. Ama tamirci teoriniz gibi bu söylediklerinizi destekleyecek bir kanıt da yok elinizde.”


Gurney sözlerine başlamadan önce gülümsedi. “Beyaz önlüklü elemanlarınız otopark girişindeki çatlağın üzerinden herhangi bir araç geçmediğini onayladıktan sonra bir zahmet şu tamirhaneye de bir uğramalarını isteyin. Çünkü oradaki araçlardan hiçbirine uymayan taze lastik izleri görmek enteresan olabilir.” “Ama... neden katil kurbanın Faceboook’una girip mesaj bırakmakla uğraşsın ki?” “Gözlerimize kum atmak için. Labirente bir dönemeç daha eklemek için. Bu konuda çok iyi zaten.” Teğmenin yüz ifadesinden sezdiği bir şey Gurney’e kadının olayla ilgili ne öğrensem kârdır gibilerinden bir tutum içinde olduğunu söylüyordu. “Good Shepherd vakasıyla ilgili ne kadar bilgi sahibisiniz?” “Gereğinden az,” diye itiraf etti. “FBI saha ofisinden biri buradan geçerken uğrayıp biraz bilgi verdi o kadar. Bu arada sırası gelmişken sizin adresinize, e-posta bilgilerinize ve size yirmi dört saat ulaşabileceğimiz bir telefon numarasına ihtiyacımız var. Bir sakıncası yoktur herhalde?” “Hayır, yok.” “Ben de size e-posta adresimi ve cep telefon numaramı vere-ceğım. Bana elde ettiğiniz bilgileri gönderirsiniz diye umut ediyorum.” “Seve seve.” “Tamam. Artık hiç zamanım kalmadı. Sonra yine konuşuruz.” Gurney evden çıkarken RAM TV helikopteri hâlâ tepede dönüp duruyordu. Pervanesinin neden olduğu rüzgar ağaçların


tepelerindeki ölmüş yapraklan yerlerinden kopartıp aşağı düşmelerine neden oluyordu. Otomobiline ulaşamadan, elindeki mikrofonu, peşindeki kameramanıyla, kabarık saçlı, aşırı makyajlı bir muhabir yolunu kesti. “Ben, Syracuse’daki Son Gelişmeler programından Jill McCoy!” diye bağırdı. Gözlerinde bu tür insanlarda hep rastlanılan türden panikle karışık meraklı bakışlar vardı. “Sizin New York dergisinin Süper Polis olarak tanımladığı Dedektif Dave Gurney olduğunuz bilgisini aldım. Dave, Good Shepherd’ın, o iğrenç seri katilin yeniden cinayetlere başladığı doğru mu?” “Geçebilir miyim?” dedi Gurney kadını önünden çekilmeye zorlayarak. Muhabir mikrofonu uzatmış, arkasından soru yağdırıyordu. Gurney arabasına binip, marşa bastı. “Televizyona çıktığı için mi öldürüldü? Söylediği bir şey yüzünden mi? Bu bizim bölge polisimizin altından kalkamayacağı kadar büyük bir olay mı? Bu yüzden mi sizi çağırdılar? Siz nasıl müdahil oldunuz? FBI’la aranızda birtakım sorunlar olduğu doğru mu? Nedir bu sorunlar, Dedektif Gurney?” Gurney aracını park ettiği yerden çıkartırken kamera iyice yanına sokulmuştu. Trafiği kontrol etmekle görevli polis memuruysa sorunu çözmek için en ufak bir şey bile yapmamıştı. Çünkü olay yerine yeni gelen biriyle konuşmaya dalmıştı. Gurney eyalet yoluna doğru sapmadan polisin kiminle konuştuğuna şöyle bir baktı. Zayıfça, siyah saçlı, sert görünüşlü bir adam. Gurney’e onu tanımak için bir an bakmak yetmişti. O Daker’dı. 32. Bölüm


Çarpan Gurney ilk virajı döndüğünde tamirhaneyi görmüştü. Yaklaşınca da iyice yavaşlayıp, betonarme binanın kapısındaki tabelayı okudu. GÖL KIYISI KAZALI ARAÇLAR SERVİSİ. Burasının etrafa fark ettirmeden park edebilmek için son derece uygun bir yer olduğu düşüncesini koruyordu. Walnut Crossing yolunun yarısında telefon operatörü Verizon Cellular reklamını görünce aklına Bullard’la konuşmak için mutfağa yöneldiği sırada telefonunu kapattığı geldi. Mesajları kontrol etmek için açtığı telefonunun ekranında yedi mesajı olduğunu görmüştü. Mesajları dinlemeye fırsat bulamadan da telefonu çaldı. Gurney tuşa dokundu. Arayan Kyle’dı ve bir hayli gergin gibiydi. “Bir saattir sana ulaşmaya çalışıyoruz.” “Sorun ne?” “Kim kendinden geçmiş gibi neredeyse. O da sana ulaşmaya çalışıyor. Üç mesaj bıraktı.” “Ruth Blum’la mı ilgili?” “Evet ama dün gece yayınlanan Cinayet Yetimleri‘yle ilgili de bir şeyler var. Programın, eklemeler çıkartmalar yapılmış halini hiç sevmemiş. Özellikle de o konuşup duran iki tipi. Çok üzgün.” “Nerede şimdi?” “Banyoda ağlıyor. Yine. Dur bir saniye. Kapı sesi duydum. Bekle.”


Gurney, Kim’in Kyle’a kiminle konuştuğunu sorduğunu, Kyle’ın da, “Babamla,” yanıtını verdiğini duydu. Kim burnunu temizledi. Telefonun elden ele geçtiğini işitti. Sonra boğuk sesler. Yine burun, boğaz temizleme sesleri. Sonunda Kim telefona geldi. “Dave?” “Buradayım.” “Tam bir kabustu. Olanlara inanamıyorum. Uyumak, uyandığımda da bu olup bitenlerin hiçbirinin gerçek olmadığım görmek istiyorum.” “Ruth’un başına gelenler için kendini suçlamıyorsundur umarım.” “Elbette suçluyorum!” “Sen hiçbir şeyden sorumlu değilsin...” Kim yükselen sesiyle sözünü kesti. “O aptal program uğruna konuşmaya gitmeseydim ölmeyecekti!” “Ölümünden de RAM HABER’in görüşmenizi soktuğu biçimden de, sunuş tarzından da sen sorumlu değilsin. Bu onların...” “Röportajımı ortasından kesip uzman dedikleri adamları konuşturmuşlar.” Uzman kelimesini sanki tükürüyormuş gibi telaffuz etmişti. “Tanrım, ortadan kaybolmak istiyorum. Her şeyi silmek, yok etmek istiyorum. Ruth’un ölümüne neden olan her şeyi silmek istiyorum.” “Onu katil öldürdü.” “Ama ben o görüşmeyi yapmasaydım...” “Dinle beni, Kim. Ruth Blum’ı bir katil öldürdü. Kendince planları olan bir katil. Büyük bir ihtimalle on yıl önce kocasını öldüren katil hem de.”


Kim hiçbir şey söylemedi. Gurney kızın nefesini dinliyordu. Yavaş, titrek soluklar. Yeniden konuştuğunda az önceki histeri nöbeti seviyesi yoğun bir kedere dönüşmüştü. “Larry Sterne’in dedikleri aynen çıktı. RAM TV’nin her şeyi çarpıtacağını, ucuz, çirkin ve berbat göstereceğini söylemişti. İnsan kullanmada benden çok daha usta olduklarını, tek dertlerinin daha fazla izleyiciye ulaşmak olduğunu, aslında projemin umurlarında bile olmadığını söylemişti. Ne kadar da haklıymış.” “Ne yapacaksın?” “Ne mi yapacağım? RAM TV’den mümkün olduğunca uzak duracağım.” “Bunu Rudy Getz’e söyledin mi?” “Evet.” Sesinde belirgin bir kararsızlık seziliyordu. “Evet... Ama?” “Onu bu sabah, senin Ruth’la ilgili mesajını almadan önce aradım. Hayal kırıklığına uğradığımı, programın başta konuştuğumuzdan çok farklı bir şekle sokulduğunu söyledim.” “Ve?” “Eğer bu şekilde devam edecekse ben bırakıyorum dedim.” “Ve?” “Benimle yüz yüze görüşmek istediğini, bunun telefonda halledilebilecek bir sorun olmadığını söyledi.” “Sen de kabul ettin.” “Evet.” “Ruth’un öldürüldüğünü öğrendikten sonra konuştun mu onunla?”


“Evet. Artık bir araya gelip konuşmamızın daha da önemli olduğunu, cinayetin çarpan etkisi yarattığını söyledi.” “Ne etkisi?” “Çarpan. İşler ciddiye bindi. Konuşmamız lazım dedi.” “İşler ciddiye bindi?” “Öyle dedi.” “Ne zaman buluşacaksınız?” “Çarşamba öğlen. Ashokan Tepeleri’ndeki evinde.” Gurney kızın bir şeyi söylemediğini hissetmişti. “Ve?” Kısa bir duraksamadan sonra, Kim, “Ah, Tanrım,” dedi. “Bunu istemekten nefret ediyorum. Ama kendimi o kadar savunmasız, yardıma muhtaç bir salak gibi hissediyorum ki.” Gurney talebin ne olacağından emin bir şekilde bekliyordu. “Olup bitenlerden sonra, düşüncelerim, varsayımlarım, kararlılığım... Yani söylemeye çalıştığım şey... Doğru dürüst düşünemiyorum. Düşüncelerini benden daha iyi toplayabilen birine ihtiyacım var. Bunu sormaya hakkım yok biliyorum ama lütfen...” “Çarşamba günü Getz’le yapacağın görüşmeye benim de katılmamı istiyorsun?” “Hem de çok. Gelir misin? Gelebilir misin?” 33. Bölüm Alınan Mesaj Gurney kendisini selamlayan Franklin Dağı’nın gölgelendirdiği yolda Dalaware Bölgesi’ne doğru ilerlerken güneş de bulutlu vadiye doğru alçalmaya başlamıştı. Dağlarda hava sanki saat başı değişiyordu.


Eve dönüş yolunda başlayan aralıklı yağmur yüzünden sileceklerini bir çalıştırıp bir durdurmak zorunda kalıyordu. Yağmurda araba kullanmaktan nefret ederdi. Sağanak, hafif ya da çiseleyen yağmurdan, kısacası nemli, kapalı havadan nefret ederdi. Böyle havalarda kaygıları daha da artıyor gibiydi. Çene kaslarının ağrıdığını fark etti. Öfkelenmesine neden olan düşüncelerin, gerginliğinin yan etkisi olarak dişlerini sıkmıştı. TSSB. Travma sonrası stres bozukluğu. Dört sinir bozucu kelime. Ya Holdenfield haklıysa? Ya gerçekten de artık doğru dürüst düşünemiyorsa... Kim yardım isterken ne demişti? Düşüncelerini kendisinden daha iyi toplayabilen birine ihtiyacı vardı. Bu düşünce gülmesine yol açtı. Düşüncelerini toplayabilmek onun da iyi olduğu alanlardan biri değildi ki. Telefon konuşmalarını düşünmek Gurney’e cep telefonunda henüz dinlemediği yedi sesli mesajı hatırlattı. Dağ yolundan ev yoluna sapmıştı. Önce eve gidince dinlerim diye düşündü. Sonra yine unutabileceğinden endişe ederek kenara çekip telefonuna uzandı. İlk üç mesaj her seferinde endişesi artan Kim’den gelmişti. Dördüncü mesaj, Ki m’in annesinden, Connie Clarke’tandı. “David! Neler oluyor? Haberlerde çılgınca şeylerden bahsediyorlar? Soyadını hatırlayamadığım Ruth adlı bir kadının Kim’le yaptığı röportajdan sonra öldürüldüğü söyleniyor. Good Shepherd’ın geri döndüğünü haykıran konuşan kafalar yine her kanalda boy göstermeye başladı. Tanrım! Ara beni. Neler olup bittiğini bir an evvel öğrenmek


istiyorum. Az önce Kim’den işi bırakmak istediğini, kaçıp gidip bir yerlere saklanma arzusunda olduğunu söylediği panik dolu bir mesaj aldım. Tamamen kontrolünü kaybetmiş gibi. Neler olup bittiğini anlayamıyorum. Onu da aradım ama ulaşamadım. Mesaj bıraktım ama hâlâ aramadı beni. Sen onunla temas halindesindir diye düşündüm. Neler olup bittiğini biliyor olmalısın. Konu nedir bana söylesene? Tanrım, hemen ara beni!” Ona ne anlatacaktı ki? Kadına tüm bu karmaşadan, yanıtsız sorulardan bahsedip kızının o yiizden telefonlarına yanıt vermediğini anlatması gerekecek en az yarını saatlik bir telefon görüşmesi yapacak halde değildi. Anonim kaydıyla bırakılan beşinci mesajın gönderildiği numara belli değildi. Ancak Gurney Max Clinter’ın deliğin eşiğindeki sesini hemen tanımıştı. “Bay Gurney telefona yanıt verememenize çok üzüldüm. Bilgi alış verişinde bulunabiliriz diye düşünmüştüm. Son görüşmemizden beri çok şey oldu. Shepherd yeniden aramıza dönmüş gibi. Küçük Corazon onu geri getirdi. Sizin adınızı da televizyondaki o iğrenç Yetimler saçmalığında duydum. RAM TV’nin zırvalıkları. Ama söylenenlerden sizin de konuyla ilgili birtakım fikirlerinizin olduğunu anladım. Kendi fikirleriniz. Benden farklı düşünüyor olabilirsiniz elbette. Fikir alış verişinde bulunmak istemez misiniz? Zaman karar verme zamanı. Ya kaybedeceğiz ya da kazanacağız. Sona çok az kaldı. Bu kez ben hazırlıklı olacağım. Son soru: David Gurney dost mu düşman mı?” Dave mesajı üç kez dinledi. Hâlâ Clinter kaçığın teki mi yoksa kasıtlı olarak mı böyle davranıyor bilmiyordu. Holdenfi-eld onun sorun çıkarmaktan başka bir işe yaramayan


zırdelinin teki olduğu konusunda ısrarcıydı. Ama Gurney Buffalo’daki o küçük odada beş çete üyesini yere seren, kısa süre önce bizzat yüz yüze görüştüğü eski polisi bu kadar çabuk gözden çıkarmak istemiyordu. Kontrol panelinin saatine baktı. Dördü bir geçiyor. Yağmur kısa bir süreliğine de olsa dinmişti. Otomobilini yeniden çakıl ve toprak karışımı yola yöneltip eve doğru ilerlemeye koyuldu. Yan kapının önündeki küçük park alanına girdiği sırada Madeleine’in zaman zaman dikiş dikip, örgü örmek için kullandığı üst kattaki odalardan birinin ışığının yandığını fark etti. Odayı kullanmaya son bir iki ayda yeniden başlamıştı. Geçen eylül ayında, Gurney’in yaralandığı, Perry olayı sırasında bu odaya girilmiş, mahremiyetine yapılan bu saldırıdan sonra da Madeleine evin bu bölümünü kullanmaz olmuştu. Olayı hatırlayınca kolundaki hissiz yere dokunup herhangi bir değişiklik olup olmadığını kontrol etti. Bu son haftanın yoğunluğuyla aklından çıkan ve hoşuna gitmeyen bir alışkanlıktı aslında. Keşke hiç hatırlamasam diye düşünerek otomobilinden inip eve yöneldi. Madeleine dikiş dikmiyordu. Karısının gitarının sesini duymuştu. “Ben geldim!” diye seslendi. “Birazdan iniyorum,” dedi karısı üst kattan. Madeleine bir süre daha neşeli, sonlara doğru hareketlenen parçayı çalmayı sürdürdü. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından da yeniden aşağı seslendi. “Telesekreterdeki üçüncü mesajı dinle.”


Tanrım. Sıkıntı verici bir mesaj daha olmasın. Bugün yeterince kötü haber almıştı zaten. Bu seferki öyle bir mesaj olmasın diye umuyordu. Çalışma odasına yönelip sabit telefonu açarak üç düğmesine bastı. “Umarım doğru Dedektif Gurney’e ulaşmışımdır. Eğer yanlış kişiyseniz özür dilerim. Kim Corazon adlı kaltağı beceren Dedektif Gurney’i arıyorum ben. Sapık herif kaltağın en az iki katı yaşında. Eğer yanlış Dedektif Gurney’seniz belki bu mesajı doğru şahsa iletme imkanınız vardır. Ona oğlunun da aynı kaltağı becerdiğini bilip bilmediğini sorun. Babasına bak oğlunu al. Belki Rudy Getz RAM TV’de Gurney ailesinin seks anlayışını konu alan bir reality şov hazırlayabilir. İyi günler, Dedektif.” Bu Robby Meese’in sesiydi. Tüm yumuşaklığı, sakinliği kaybolmuş öfke dolu bir ses. Mesajı ikinci kez dinlerken yüzünde ne düşündüğü anlaşılamayan bir ifadeyle Madeleine çalışma odasına girmişti. “Kim olduğunu biliyor musun?” diye sordu. “Kim’in eski sevgilisi.” Madeleine bunu tahmin ettiğini ortaya koyan bir ifadeyle baş salladı. “Kim’le Kyle arasında bir şeyler olduğunu öğrenmiş gibi. Bunu nasıl bilebilir?” “Belki onları bir arada görmüştür?” “Nerede?” “Belki Syracuse’da?” “Kyle’ın senin oğlun olduğunu nereden biliyor?” “Eğer mikrofonları o yerleştirmişse kim bilir başka neler biliyordur.”


Madeleine kollarını sıkıca kavuşturdu. “Sence onları orada takip etmiş olabilir mi?” “Mümkün.” “Yani dün Kyle’ın evine kadar da izlemiş midir?” “Şehir trafiğinde birini takip etmek düşünüldüğü kadar kolay değildir. Özellikle de takip ettiğin kişi Manhattan’da araba kullanmaya alışkın değilse. Her trafik ışığında takip ettiğin aracı gözden kaybedebilirsin.” “Çok motive olmuş gibi.” “Anlamadım?” “Yani sesinden senden bir hayli nefret ediyormuş gibi geldi.” 34. Bölüm Müttefikler ve Düşmanlar Akşam yemeğini erken yediler. Pirinç ve bezelyeli, biber soslu som balığından oluşan yemekten sonra Madeleine’in akşam klinikte katılacağı intihar olayının ve diğer hastalarda bu tür eğilimlere işaret olarak tanımlanabilecek davranışların tartışılacağı toplantıdan bahsettiler. Ama Madeleine gergin ve aklını pek toplayamıyor gibi görünüyordu. “Bu iğrenç mesaj ve diğer olanlar yüzünden sana sigorta görevlisinin geldiğini söylemeyi unuttum.” “Ahırı incelemeye mi gelmiş adam?” “Ve de soru sormaya.” “Kramden gibi?” “Aynı şeyleri sordu. Ahırdaki malzemeleri, kimin ne zaman ne yaptığını, sigorta poliçelerinin ayrıntılarını filan.”


“Herhalde Kramden’a verdiğimiz belgelerin bir kopyasını vermişsindir adama?” “Kadına.” “Anlamadım?” “Sigortacı kadındı. Bisikletle kanoların faturalarını istedi.” Madeleine’in sesi hüzünle karışık öfke doluydu. “Nerede olduklarını sen biliyor musun?” Gurney başını iki yana salladı. Madeleine bir an için duraksadı. Sonra, “Ona ahırı ne zaman yıkabiliriz diye sordum,” dedi. “Ahırın geri kalanını mı?” “Sigorta şirketinin bize bilgi vereceğini söyledi.” “Ne zaman vereceklermiş?” “Belli değil. Bunun için polisin yazılı iznine ihtiyaçları varmış.” Yumruklarını sıktı. “Hâlâ o tarafa bakamıyorum.” Gurney karısına dikkatle bakıp, “Bana kızgın mısın?” diye sordu. “Ahırımızı yakan aşağılık yaratığa kızgınım. Telefonumuza tüyler ürpertici, iğrenç mesajlar bırakan herife kızgınım.” Madeleine’in öfkesinin neden olduğu sessizlik kadın kliniğe gitmek üzere evden ayrılıncaya dek devam etti. O arada Gurney söyleyebileceği şeyleri düşündü sonra da söyleme nedenlerini geçirdi aklından. Madeleine’in arabasının arkasından bir süre bakan Gurney tabakları lavaboya taşıyıp, üzerlerine biraz deterjan döktükten sonra sıcak suyu açtı. Cebindeki telefon çaldı.


Ekranda G.B. Bullard’ın numarası belirmişti. “Bay Gurney?” “Buyurun benim.” “Bu sabah şüphelerinizi belirttiğiniz olayla ilgili sizi bilgilendirmek için aradım.” “Evet?” “Lastik izleriyle alakalı...” “Evet?” “İleri sürdüğünüz gibi, oto tamirhanesinde lastik izleri bulduk.” “Tamirhane sahibi otoparkın o kısmının boş olması gerektiğini söyledi mi?” “Her ne kadar emin olamasa da boş olması gerektiğini söyledi.” “Peki ya Ruth Blum’ın otopark girişinde bıraktığı birikinti?” “Belirsiz.” “Yani bir sonuç varmaya yetecek büyüklükte bir birikinti olmadığını mı söylüyorsunuz? Ama üzerinden araç geçtiğine dair bir kanıta da rastlanmadı herhalde?” “Doğru.” Gurney giderek kadının arama sebebini daha çok merak etmeye başlamıştı. Soruşturmayı yürüten bir görevlinin gelişmeyi emir komuta zinciri dışındaki biriyle, daha da ötesi emniyet teşkilatı dışındaki biriyle paylaştığı görülmüş şey değildi. “Ama küçük bir sorun var,” diye devam etti kadın. “Söyledikleriniz aklıma yatmıştı. Ama komşularla yapılan


görüşmelerde iki tanık dün akşamüstüne doğru sokakta bir Humvee gördüklerini bildirdi. Tanıklardan biri aracın sivillere satılan orijinal benzeri bir cip değil askeri bir araç olduğu konusunda ısrar ediyor. İkisi de aracın Blum’ın evinin bulunduğu caddeden iki üç kez geçtiğini ileri sürüyor.” “Birinin bölgede keşif yapmış olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?” “Mümkün. Ama dediğim gibi bir sorun var. Tamirhanede tespit ettiğimiz dün geceye ait lastik izleri Humvee’ye ait değil.” Duraksadı. “Bu konuda bir düşünceniz var mı?” Aklına iki olasılık geliyordu. “Katile yardım eden biri olabilir. Ya da...” İkinci olasılığın inandırıcılığını tartmaya çalışarak duraksadı. “Ya da ne?” diye üsteledi Bullard. “Şöyle söyleyeyim. Facebook mesajı konusunda söylediklerimde haklıyım diyelim. Yani mesajı kurban değil de katil yollamış olsun. Metinde bir askeri araçtan bahsediliyor. Belki de mesaj aklımıza Humvee cipi sokma amacını taşıyordu. Ve yolda önceden o tür bir araçla dolaşılarak katilin aracının Humvee marka bir cip olduğundan emin olmamız istenmişti.” “İyi de başka bir arabayı fark edilemeyeceği bir yere park etme imkanı varken ne diye böyle bir şeyle uğraşsın ki?” “Belki Humvee cip sayesinde dikkatimizi başka bir yöne çekmek istiyor.” Belki şüpheleri Max Clinter üzerinde toplamak istiyor. Ama neden?

Bullard o kadar uzun bir süre sessiz kalmıştı ki Gurney neredeyse telefonun kapandığım düşünmeye başlamıştı.


“Bu konuyla yakından ilgileniyorsunuz değil mi?” diye sordu kadın sonunda. “Bunıı sabahki görüşmemizde açıklamıştım.” “Tamam. O zaman hemen konuya gireyim. Yarın sabah Matt Trout’la bu olay ve yetki paylaşımı konusuyla alakalı bir görüşme yapacağım. Siz de katılmak ister misiniz?” Gurney bir an için ne diyeceğini bilemedi. Bu hiç de mantıklı bir davet değildi. Ya da yanılıyor muydu yoksa? “Ajan Daker’ı ne kadar tanırsınız?” diye sordu. “Onunla ilk kez bugün tanıştım.” Kadının ses tonundan belirgin bir soğukluk seziliyordu. “Neden sordunuz?” Kadının tepkisi Gurney’i şansını denemeye teşvik etmişti. “Çünkü hem onun hem de amirinin ukala, her şeyi kendilerinin kontrol etmesi gerektiğini düşünen aşağılık herifler olduğunu düşünüyorum da şahsen.” “Onların da hakkınızda aynı hürmet dolu hisleri taşıdıklarına dair bir izlenim edindim ben de.” “Tersi olsaydı şaşırırdım açıkçası. Daker konuyla ilgili bilgilendirdi mi sizi?” “Bana yalnızca geliş nedenlerini söyledi. Veri paylaşımı konusunda düzensizlikler yaşanıyormuş da.” “Büyük bir ihtimalle olayı çözülmesi olanaksız, karmaşık bir cinayet olarak görmeye ve bu sayede de yıldırıp yetkilerinizi sorun çıkartmadan devretmeye ikna etmek için geliyorlar.” “Sorun şu,” dedi Bullard. “Ciddi bir çelişki içerisindeyim. Bir taraftan böyle tartışmalardan kaçabilmek için hep elimden geleni yapmışımdır. Ama diğer taraftan da sizin tabirinizle ukala, her şeyi kendilerinin kontrol etmesi gerektiğini


düşünen aşağılık herifler tarafından itilip kakılmak da hiç hoşuma gitmez. Bunları size neden anlattığımı bilemiyorum. Ne sizi ne de birlikte çalıştığınız insanları tanıyorum. Bunları anlattığım için aklımı kaçırmış olmalıyım.” Oysa Gurney kadının ne yaptığının gayet farkında olduğunu anlamıştı. “Trout’la Daker’ın bana tahammül edemediklerini biliyorsunuz,” dedi. “Bu yeterli güvence sayılmaz mı?” “Mecburen öyle olacak sanırım. Sasparilla’daki bölge merkezimizi bilir misiniz?” “Biliyorum.” “Yarın sabah dokuz kırk beşte orada olabilmeniz mümkün mü?” “Mümkün.” “Güzel. Otoparkta buluşuruz sizinle. Son bir şey daha. Laboratuar teknisyenlerimiz kurbanın bilgisayarının klavyesini ayrıntılı biçimde incelediler ve bir şey buldular. Kurbanın parmak izleri...” Gurney sözünü kesti. “Durun ben tahmin edeyim. Facebook mesajındaki harfler diğerlerine göre nispeten daha temizdi değil mi? Teknisyenleriniz de o harflere lateks bir eldivenle basılmış olması gerektiği kanaatindeler.” İki saniyelik bir sessizlik oldu. “Lateks olmayabilir. Ama bunu nasıl...” “En mantıklı olasılık bu çünkü. Çünkü katil bu şekilde yapmadıysa geriye tek bir olasılık kalır o da Ruth’u bu mesajı yazmaya zorlamak. Ama bu durumda da kadın çok korktuğu için ön-görülemeyen birtakım sorunlar çıkabilir. Katile şifreyi öğrenmek yeterli gelmiş olmalı. Neticede Ruth hayatta kaldığı müddetçe katilin aldığı risk de artacaktı. Kadıncağız kendini kaybedip çığlık çığlığa bağırmaya başlayabilirdi mesela.


Böyle bir olasılığı göz ardı edemedi. Katil onu kontrolü dışında hiçbir şeyin olmaması için çabalayarak en kısa sürede öldürmek istiyordu.” “Düşüncelerinizi açıklamaktan hiç kaçınmıyorsunuz değil mi, Bay Gurney? Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?” Hardwick’le Holdenfıeld’a gönderdiği yorumlarıyla aklına takılan soruları içeren mesajını düşündü. “İlk cinayetlerle ilgili popüler olmayan ama sizin enteresan bulabileceğiniz bazı düşüncelerim var.” “Popüler olmamayı bir meziyet olarak gördüğünüz izlenimine kapıldım.” “Meziyet değil. Sadece konu dışı gibi gelen sorular.” “Sahiden mi? Bense tartışılması gereken çok şey olduğunu sanmıştım. Neyse iyi uyuyun bu gece. Yarın sabah enteresan olacak.” Neredeyse hiç uyuyamadı. Erken yatma niyetindeydi ama klinikteki toplantıdan dönen Madeleine sosyal hizmet uzmanlarına olan kızgınlığını anlatmaya çok hevesliydi. “Eğer bürokratik saçmalıklara, kıç kollamaya ayrılan enerjiyi gerçekten insanlara yardım etmeye ayırmış olsak bir haftada dünyayı değiştirebilirdik!” Ancak üç fincan bitki çayından sonra yatak odasına gidebildiler. Madeleine okumayı mümkün olduğunca uzun vadeye yaymış gibi göründüğü, uyku getirici şaheseri, Savaş ve Barış‘\ okumaya koyulmuştu. Alarmı kurduktan sonra Gurney, yattığı yerde Bullard’ın gerçek niyetinin ne olabileceğini, Sasparilla’daki toplantıda nelerle karşılaşabileceğini düşünüp durmuştu. Kadın kendisini müttefik olarak görüyor olabilirdi. Ya da tartışacağına emin


olduğu Trout ve arkadaşına karşı kullanabileceği bir kozdu onun için. Kendi amaçları doğrultusunda ilerledikten sonra kullanılmaya bir itirazı yoktu aslında. Diğer yandan kadınla işbirliğinin herhangi bir temele dayanmadığını ve plansız olabileceğini bu sebeple de toplantıda rüzgarın her an yer değiştirebileceğini aklından çıkarmamalıydı. Ama yeni bir deneyim değildi bu onun için. Rüzgarın yönünün değişmediği NYPD toplantısı neredeyse yoktu. Bir saat kadar sonra yavaş yavaş zihnini boşaltmayı başarmış, uykuya dalmaya çalışırken kitabını bırakan Madeleine, “Şu büyük tabancalı, seni endişelendiren, depresyondaki muhasebeciye ulaşabildin mi?” diye sordu. “Henüz değil.” Soru zihnini sayısız soruyla doldurmuş, yine gerilmiş, huzurlu bir uyku çekme umudu ortadan kalkmıştı. Sabaha kadar rüyasında tabancalar, buz kıracakları, yanan binalar, siyah şemsiyeler, parçalanmış başlar görüp durmuştu. Güneş doğmak üzereyken tam derin uykuya dalmak üzereydi ki bu sefer de evden çıkma vaktinden bir saat önceye kurduğu alarmı çalmıştı. Duş alıp, giyinip, kahvesini hazırlayıncaya kadar Madeleine kalkmış, çiçek tarhının toprağını düzeltmeye koyulmuştu bile. Karısının bir ara sultaniye bezelyesi ekmekten bahsettiğini hatırlamıştı. Hoş bir sabahtı. Tıpkı taptaze, huzur dolu, düzenli bir gün olacağı düşüncesini yayan diğer sabahlar gibi. Her sabah, uykudan önceki günün artık geçip gittiği, önünde taptaze bir başlangıcın uzandığı, tatsız hiçbir şeyin olmayacağı


düşüncesiyle uyanırdık. Geçmişin sıkıntılarını geride bıraktığımız yanılgısıyla. İnsanlar günlük yaşamak üzere dizayn edilmiş yaratıklardı. Dünle bugün arasına bariz bir çizgi çekiyorlardı. Fasılasız bir bilinç insanoğlunun belki de paramparça olmasına yol açabilirdi. CIA’in uykusuzluğu işkence metodu olarak uygulamasına şaşmamalıydı. Yetmiş iki saatlik uykusuzluk, yaşamaya ara verememe durumu, hep görmek, işitmek, hissetmek, düşünmek kişide ölme isteği yaratıyordu. Güneş batar ve biz uyuruz. Güneş doğunca da uyanırız. Yepyeni duygularla, adeta körleşmişçesine kalkarız. Yeni bir başlangıç yaptığımız yanılgısına sımsıkı sarılmışızdır. Sonra asla pes etmeyen gerçeklik bütün gücüyle üstümüze çöker. O sabah mutfak penceresinin yanında elinde kahve fincanıyla durup, manzaranın tadını çıkarmaya çalışıp, derin derin düşünürken gerçeklik koyu renkli bir motosiklete dönüşmüş olarak karşısında cisimlendi. Karşıda, göletle ahırın kalıntıları arasında hareketsiz duran bir motosiklet. Gurney kahvesini bırakıp üzerine ceketini geçirip, kısa botlarını giyerek bahçeye çıktı. Motosiklet aynı yerde duruyordu. Havada ilkbahardan çok kış kokusu vardı. Yangının üzerinden üç gün geçmiş olmasına rağmen yanık kokusu henüz tamamen geçmiş değildi. Yavaş yavaş o yöne doğru yürümeye koyuldu. Büyük, çamur içindeki motorun sürücüsü motoru çalıştırdı, sonra da sarsak tavırlarla hareket etti. Ancak hızı Gurney’in yürüme hızından daha hızlı değildi. Sonunda ortada buluştular. Gurney adam kaskının camını kaldırmcaya dek bu sert bakışlı gözlerin Max Clinter’a ait olduğunu anlayamamıştı.


“Keşke geleceğinizi söyleseydiniz,” dedi Gurney sakin bir tavırla. “Birazdan çıkacağım. Randevum var. Az daha kaçıracaktınız beni.” “Ben de son ana kadar buraya geleceğimi bilmiyordum,” dedi Clinter. Gurney ne kadar sakinse o da o derece gergindi. “Kafamda yapılacak bir sürü iş var. Ama doğru sıraya sokmak çok zor. Belki de şu an için en önemlisi bu. Doğru sıraya sokmak. Olup bitenlerin farkmdasın değil mi?” Motoru hâlâ kapatmamıştı. “Good Shepherd’m geri döndüğünü ya da birinin böyle düşünmemizi istediğinin farkındayım.” “Ah, tabii ki geri döndü. Etimde, kanımda, kemiklerimde hissediyorum bunu. On sene önce kırılan kemiklerimde. Aşağılık herif geri döndü.” “Senin için ne yapabilirim, Max?” “Sana bir şey sormaya geldim.” Gözleri parıldıyordu. “Aradığında bana numaranı bıraksaydm arayabilirdim seni.” “Telefonu açmamanı işaret olarak kabul ettim.” “Ne işareti?” “Dünya kötülükle dolu, Bay Gurney. Şeytan ve takipçileriyle. Cinayet ve medya. Senin hangi noktada olduğunu bilmem gerek.” “Bana haberlerdeki şiddet yanlısı yorumlar hakkındaki düşüncelerimi mi soruyorsun? Sen ne düşünüyorsun bu konuda?” Clinter’m boğazından sert, kaba bir kahkaha kopuvermişti. “Aptallar için hazırlanmış oyunlar! Aşağılıkların yönettiği, abartılı, pislikle, yalanla dolu şeyler! Haber dediğiniz şey budur işte, Bay Gurney. Cehaletin övülüşü! Kâr savaşlarının ürünleri! Öfkenin, kinin eğlence


kisvesi altında pazarlanışı! RAM Haber de bunların en iğrenci. Kusmuklarından, boklarından para kazanmaya çalışan domuzlar!” Clinter’ın ağzının kenarında beyaz köpükler belirmişti. “Sen de çok öfkeli görünüyorsun,” dedi Gurney sakin bir sesle. “Öfkeli mi? Ah, evet! Hem de nasıl. Bu öfke beni tüketiyor. Öfkeyle kalkıp öfkeyle yatıyorum. Ama öfkemi pazarlamıyorum. Ram Haber’e gidip öfkesini satan gevezelerden değilim. Benim öfkem satılık değil.” Clinter’ın motor sesi şimdi daha bir yükselmişti. Konuşurken bir yandan da eliyle sürekli gaz verip duruyordu. “Tamam sen öfke satıcısı değilsin,” dedi Gurney motor sesi biraz azalınca. “Peki ama nesin o zaman, Max? Ben daha anlayamadım seni?” “O aşağılık yaratık beni ne yaptıysa oyum. Tann’nın gazabıyım.” “Humvee nerede?” “Ne saçma bir soru bu.” “Önceki gün Cayuga Gölü’nden ayrılmış olma ihtimalin var mı?” Clinter ona sert sert baktı. “Evet, var.” “Sebebini sormamda bir sakınca var mı?” Yeni bir sert bakış daha. “Özel bir davete icabet etim.” “Anlayamadım?” “Açılış hamlesine.” “Söylediklerini anlayamıyorum.”


“Shepherd’dan bir mesaj aldım. Benimle yarım kalan işimizi bitirmek için yolda buluşmak istiyordu. Söylediklerinin ilk anlamını doğru kabul etme aptallığı gösterdim. Bu sabah haberleri dinleyene dek neden ortaya çıkmadı diye de düşündüm açıkçası. Sonra Blum cinayetini duydum. Bana tuzak kurdu gördün mü? Nefretle, öfkeyle dolu bir halde kadının evinden dört beş kez geçirtti beni. Geleceğimi biliyordu. Tamam, kabul. Bir sıfır öne geçti. Şimdi sıra bende.” “Herhalde mesaj gönderdiği telefon numarasına ulaşamayız değil mi?” “Ön ödemeli cep telefonu hattına mı? Uğraşmaya bile değmez. Ama dur bir dakika. Sen benim gölden ayrıldığımı nereden bildin?” “Cinayetten sonra bölgedeki komşularla konuşulmuş. Birkaç kişi aracı hatırlıyor. Polise bildirmişler. Polis de bana iletti.” Clinter’ın gözleri haklı olduğunu gösterme zevkiyle parıldıyordu. “Gördün mü? Lanet olası bir tuzak! Amaçlı bir tuzak.” “Sen de evini terk edip Humvee’yi saklamaya karar verdin öyle mi?” “Bir süreliğine.” Duraksadı. Dudaklarını yalayıp, siyah eldivenli eliyle ağzını sildi. “En azından tuzağın ne derece derin olduğunu anlayana kadar. Yoksa polis beni şüpheli sıfatıyla sorguya alacak. Ben de düşmanın karşısına çıkma şansımı kaybetmiş olacağım. Sıkıntımı anlıyorsun değil mi? “Sanırım.” “Şimdi kimin tarafında olduğunu netleştirir misin bir zahmet?” “Ben neredeysem oradayım, Max. Yani kimsenin değil sadece kendi tarafımdayım.”


“Öyle olsun.” Clinter bir kez daha kazı çevirip motorun yaklaşık beş saniye daha kulak tırmalayıcı sesle kükremesine neden oldu. Sonra elini deri ceketinin cebine atıp kartvizite benzer bir şey çıkardı. Ancak kartın üzerinde ne bir isim ne de adres vardı. Sadece telefon numarası. Kartı Gurney’e uzattı. “Cep telefon numaram. Her zaman yanımdadır. Bilmem gerektiğini düşündüğün bir şey olursa haber ver. Sırlar çatışmalara yol açar. Umarım seninle çatışmayız.” Gurney kartı cebine koydu. “Gitmeden sana bir şey soracağım, Max. Senin kurbanların hayatlarına ilişkin başka hiç kimsenin yapmadığı kadar fazla bilgi topladığın izlenimine kapıldım. Acaba dikkatini çeken bir şey oldu mu diye merak ediyorum.” “Dikkatimi çeken bir şey? Ne gibi?” “Kurbanlara, ailelerine bakınca şaşırtıcı gelebilecek türden birtakım benzerlikler, ya da ne bileyim bu aileleri birbirine bağlayabilecek herhangi bir şey?” Clinter önce düşüncelere daldı. Ardından sanki bir şarkının nakarat kısmım tekrar ediyormuş gibi isimleri teker teker saymaya koyuldu. “Mellani, Rotker, Sterne, Stone, Brewster, Blum.” Kaşlarını iyice çattı. “Çok fazla tuhaflık var. Ama arada bir bağlantı yok. İnternette aylarca, yıllarca araştırma yaptım. İsimlerden yeni isimlere, oradan kurumlara, şirketlere ulaştım. Bir isim onlarca farklı şeyi önüme getiriyordu. Çok şey buldum. Mesela Bruno Mellani’yle Harold Blum Queens’te farklı yıllarda aynı lisede okumuşlar. lan Steme’in oğlunun kız arkadaşı White Mountain Katili’nin kurbanlanndan biri. Kız Dartmouth’da son sınıftayken Jimi Brewster birinci sınıftaymış. Sharon Stone, Rotker’e bir ev göstermiş. Roberta Rotker’in RottweilerTarı Dr. Brewster’in evinin üç kilometre yakınlarındaki bir köpek çiftliğinden


alınmış. Devam edebilirim. Ama ne demek istediğimi anladın mı? Böyle bağlantılar var ama buradan bir sonuca ulaşılamıyor ki.” Soğuk bir esinti kuru otları sallarken kısa süreli bir sessizlik yaşanmıştı. Gurney ellerini ceplerine soktu. “Kısacası ortak bir yön bulamadın öyle mi?” “Lanet olası otomobiller dışında hiçbir şey yok. Tabii bu konuda bir tek ben araştırma yaptım. Meslektaşlarımın ne düşündüğünü gayet iyi biliyorum. Otomobiller apaçık bir ortak yön işte. Başka ortak yön aramanın ne manası var diye düşündü hepsi.” “Ama sen başka bir bağlantı olduğu sanıyorsun değil mi?” “Sanmıyorum. Buna eminim. Kimsenin anlayamadığı çok önemli bir bağlantı olduğu kesin. Ama artık bunu geçtik.” “Geçtik mi?” “Shepherd harekete geçti. Bana tuzak kurdu. Beni yok etmeye çalışıyor. Artık son noktaya yaklaşıyoruz. Düşünüp taşınmanın, anlamaya çalışmanın zamanı geçti artık. İşin düşünme kısmı bitti. Artık savaş zamanı. Gitmem gerek. Zaman geçiyor.” “Son bir soru Max. ‘Şeytanı uyandırma’ cümlesi sana bir şey ifade ediyor mu?” “Etmiyor.” Gözleri açılmıştı. “Ama çok ürkütücü bir cümle değil mi? İnsanın akima bir sürü şey getiriyor. Nereden duydun?” “Karanlık bir bodrumda.” Clinter, Gurney’in yüzüne uzun uzun baktı. “Tam da bu tür bir cümleyi duymaya uygun bir mekan ha?” Siyah kaskım


düzeltti, motoruna gaz verip, Gurney’i askeri usulde selamlayıp, sert bir dönüşle yola doğru yöneldi. Yokuşu inen motor ve sürücüsü gözden kaybolunca Gurney yeniden eve dönerken bir yandan da Clinter’ın aileleri araştırdığında tespit ettiği tuhaf rastlantıları düşünüyordu. Anlattıkları ilk anda akla, insanların hayatlarının şaşırtıcı şekilde kesiştiğini öne süren altı derece uzak teorisini getiriyordu. Yoksa gerçek, Clinter’ın söylediği gibi lanet olası otomobiller dışında bir şey miydi? Mutfağa dönüp bir fincan kahve daha aldı. Madeleine de yan kapıdan içeri girip, sakin bir sesle, “Arkadaşın mı?” diye sordu. “Max Clinter.” Adamın kim olduğunu anlatmaya koyulmuştu ama tam o sırada duvar saatine gözü takıldı. “Özür dilerim, düşündüğümden geç olmuş. Dokuz kırk beşte Sasparilla’da olmam gerek” “Ben de banyoya gidiyorum.” Birkaç dakika sonra karısına seslenerek gitmek üzere olduğunu söyledi. Madeleine de dikkatli ol diye seslendi. “Seni seviyorum,” dedi Gurney. “Seni seviyorum,” dedi Madeleine. Beş dakika sonra ana yola çıkmak üzereyken Priority Posta Dağıtım kamyonetinin ev yoluna doğru saptığını gördü. Bu yolda kendi evleri dışında sadece hafta sonları kullanılan iki ev vardı. Bu da posta aracının büyük ihtimalle Madeleine ya da kendisi için geldiğini akla getiriyordu. Sağa çekip arabasından inerek el salladı.


Posta aracının şoförü durup, arka taraftan aldığı zarfı Gurney’e teslim etti. Kısa bir süre bir türlü ısınmayan havadan sohbet ettikten sonra kamyonet ayrılınca Gurney kendisine gelen zarfı açtı. Dış zarfm içinde küçük sarı ikinci bir zarf daha vardı. Onu da açınca içinden tek bir sayfa çıktı. O da okumaya koyuldu: Açgözlülük ailede yayılan zehir gibidir. Herkese bulaşır. Bu yüzden üzüntünün, acının kaynağı siz anneler, çocuklar da ortadan kaldırılmalısınız. Açgözlülüğün çocukları şeytandır. Şeytandır açgözlülüğe sarılan. Bu yüzden onlar da yok edilmelidir. Her kim ki aptalların gözlerini boyamaya kalkar, ortadan kaldırılmalıdır. İster kanla ister evlilik bağıyla açgözlülüğün çocuklarıyla ilişki kuran herkes ortadan kaldırılmalıdır. Açgözlülüğün ürettiği şeyleri kullanan lekelenir. Bu asla çıkmaz. Açgözlülükten faydalananlar açgözlülük suçu işlemiş olurlar. Bu yüzden de sonuçlarına katlanmalıdırlar. Sen övdüğün için ölecekler. Yapılanları takdir ettiğin için ölecekler. Merhametin hapishane olacak. Gösterdiğin anlayış yüzünden ölecekler. Gerçeği göremiyor musun? Kör mü oldun? Dünya zıvanadan çıktı. Açgözlülük her şeyi pençesine aldı. Servet değerli olmanın, yeteneğin yegane kanıtıymış gibi görülüyor. İletişim kanalları canavarların eline düştü. Kötülük övüldükçe övülür oldu.

Şeytanların vaazı dinlenir, melekler bir kenara atılırken dürüst olana bu zıvanadan çıkmış dünyaya hak ettiğini sunmaktan başka çare kalmaz. Bunlar Good Shepherd’m nihai ve hakiki sözleridir.

35. Bölüm Partiye Davet


Gurney, Sasparilla’ya giden ana yol olan 7. Yol’a döndüğü sırada telefonu çaldı. Ekranda Kyle’ın numarası çıkmıştı ama arayan Kim’di. Dünkü konuşmadaki suçluluk ve öfke dolu sesine şimdi panik ve korku havası hakimdi. “Biraz önce posta kutuma... ondan... Good Shepherd’dan bir mektup bırakıldı... Ortadan kaldırılacak insanlardan bahsediyor... Birilerini öldüreceğini söylüyor.” Gurney kızdan mektubu okumasını istedi. Kendisine gönderilen mektubun aynısı olduğuna emin olmak istemişti. “Ne yapmamız lazım?” diye sordu Kim. “Polisi mi arayacağız?” Gurney ona kendisinin de aynı mektubu aldığını, birkaç dakika sonra eyalet polisiyle FBI yetkililerinin katılacağı bir toplantıya katılacağını söyledi. Ama onun da Kim’e sormak istediği bir şey vardı. “Zarfın üstünde hangi adres yazılıydı?” “Orası en korkutucu yanı zaten.” Kızın sesi titriyordu. “Büyük zarfın üzerinde Kyle’ın adresi yazılıydı. Ama onun içinden çıkan küçük zarfın üzerinde benim adım vardı. Bu da Good Shepherd’ın burada olduğumu, Kyle’la birlikte olduğumu bildiği anlamına geliyor. Bunu nereden bilebilir ki?” Meese’in öfke dolu telefon mesajını duyan Madeleine de dün akşam benzer soruyu sormuş, Gurney de fiziksel bir takip ihtimalini göz ardı ettiğini söylemişti. Ama şimdi pek o kadar da emin değildi. “Nasıl bilebilir ki?” diye sordu Kim sesini biraz daha yükselterek. “Sizin birlikte olduğunuzu bilmiyor olabilir. Sadece Kyle’m bir şekilde sana ulaşabileceğini düşünüp zarfın


üzerine onun adını yazmış olması mümkün.” Kendisi bile ağzından çıkan bu yoruma inanmakta güçlük ediyordu. Zaten bunu sırf Kim’i biraz olsun sakinleştirebilmek maksadıyla söylemişti. Ama bunun işe yaradığı söylenemezdi. “Dün akşam yollandığına göre bu sabah mektubu almamı istemiş olmalı. Ayrıca ikimizin adını da kullanmış. Kesinlikle ikimizin de burada olduğunu biliyor! ” Bu düşünce tarzı çok da doğru sayılmazdı aslında ama Gurney’in bunu tartışmaya hiç niyeti yoktu. Bir an için NYPD’yi bilgilendirmeyi düşündü. Hiç olmazsa eve gelip giden polisler sayesinde çevreye korunuyorlarmış gibi görünmeleri sağlanabilirdi. Ama işlerin daha da karışacağı, faydadan çok zarar getireceği, bir dolu açıklama yapılmak mecburiyetinde kalınacağı kaygıları yüzünden bu fikrinden vazgeçti. Ayrıca bürokratik açıdan da ortada tehdit edildiklerini gösterecek somut bir kanıt da yoktu. NYPD’yi işin içine sokmak sinir bozucu ve sonuç alınamayacak tartışmalara yol açmaktan başka fayda sağlamayacaktı. “Senden yapmanı istediğim şeyi söyleyeyim. İkiniz de evde kalın. Kapının kilitli olduğuna emin olun. Kimseye kapıyı açmayın. Toplantıdan sonra sizi arayacağım. Bu arada daha somut bir tehdit alırsanız ya da yeniden sizinle iletişime geçerse beni derhal bilgilendirin. Tamam mı?” “Tamam.” “Şimdi ben de sana bir şey soracağım. Jimi Brewster’la yaptığın görüşmenin video kaydına ulaşma imkanın var mı?” “Evet, gayet tabii. Kopya yanımda, iPod’umda.” “Yanında?”


“Evet.” “Bana e-posta olarak gönderebileceğin bir formatta mı?” “Senin e-posta sunucun bu büyüklükte dosyalara izin veriyorsa yollayabilirim elbette. Hatta gerekirse çözünürlüğü düşürüp dosyayı mümkün olduğunca küçültürüm de.” “Ben aradığım şeyi izleyebileyim yeter zaten.” “Hemen mi göndermemi istiyorsun?” “Lütfen.” “Nedenini sorabilir miyim?” “Jimi Brewster’in adı başka bir yerde de geçti. Max Clinter’la yaptığım konuşmada. Bu yüzden ben de onu biraz daha yakından tanımak istedim.” Gurney telefonu kapatıp, New York Eyalet Polisinin Bölge Merkezi otoparkına yöneldi. Sıralanmış devriye araçlarının yanından geçip, pırıl pırıl parıldayan gümüşi bir BMW 640i’nin yanma park etti. Seksen beş bin dolarlık ‚flash and dash’ oyuncaklarını andıran bu harika araç bir devlet memuru için kuşkuyla karşılanabilirdi belki ama zirveye oynayan, giderek yerini pekiştiren bir danışman söz konusu olduğunda işler değişiyordu elbette. Daha önce Rebecca Holdenfield’m toplantıya katılabileceği aklına gelmemişti ama şimdi içeride olduğuna bahse bile girerdi. Saatine baktı. Beş dakika erken gelmişti. Bu süreyi Connie Clarke’ı aramaya ayırabilirdi. Ayrıca telefonu o açarsa en azından fazla konuşamayacağına dair gerçekçi bir bahanesi de olacaktı. Kadının numarasını tuşlamak üzereyken NYSP’nin siyah Crown Victoria’larından biri gelip hemen yanına park


etti. Aracı Andy Clegg kullanıyor, yolcu koltuğunda da Bullard oturuyordu. Bullard, Gurney’e arka koltuğa geçmesini işaret etti. Zarfı da alıp, arkaya oturdu. Bullard söyleyeceklerini önceden dikkatle ölçüp biçmiş biri tavrıyla konuşmaya başladı. “Günaydın, Dave. Çok kısa süre önce bildirmiş olmama rağmen gelebilmene sevindim. İçeri girmeden önce benim konumumu iyice anlamanı istiyorum. Senin de bildiğin gibi BCI’nın Auburn birimi Ruth Blum cinayetini soruşturuyor. Bu cinayet on yıl önceki Good Shepherd vakasıyla bağlantılı olabilir de olmayabilir de. Karşımızda aynı fail de olabilir, kopya cinayetler işleyen başka biri de. Hatta şu an bilemediğimiz üçüncü bir şık dahi mevcut olabilir.” Gurney’e göre üçüncü bir şık diye bir şey yoktu. Ama Bullard’m soruşturmayı kontrol edebilmek için sınırları mümkün olduğunca geniş tutmaya çalışmasını anlayışla karşılıyordu. Bullard sözlerini sürdürdü. “Shepherd olayıyla ilgili kabul edilmiş bir teori olduğunu biliyorum. Senin de bu teoriye son derece sert eleştirilerin olduğunun farkındayım. Masaya açık fikirli olarak oturacağımı bilmeni isterim. Gerçeğin ortaya çıkması arzusu dışında en ufak gizli bir emelim yok. Ayrıca ego temelli sidik yarışları da umurumda değil. Sadece gerçekler beni ilgilendiriyor. Gerçeğin peşindeyim ben. Seni bu sabah çağırmamın nedeni senin de gerçeklere karşı aynı bağlılığı gösterdiğini hissetmemdir. Sormak istediğin bir şey var mı?” Bullard’ın net, dolaysız sözleri niyetini apaçık biçimde ortaya koyuyor gibi görünüyordu. Ama Gurney gerçekte işin


içinde başka bir şey daha olduğunu biliyordu. Buraya Builard’ın büyük bir olasılıkla da Daker’dan Trout’un Gurney’den nefret ettiğini öğrenmesi neticesi davet edildiğine emindi. Bullard onun da katılımıyla toplantının kimyasının değişeceğini, bu şekilde de Trout’un dengesini bozacağını düşünüyor olmalıydı. “Sormak istediğin bir şey?” diye tekrarladı kadın. “Sadece bir tane. Daker’ın size Good Shepherd’ın FBI tarafında hazırlanan profilini gösterdiğini tahmin ediyorum.” “Evet.” “Ne düşünüyorsunuz?” “Emin değilim.” “Güzel.” “Anlamadım?” “Açık fikirli olduğunuzun işareti bu. Şimdi içeri girmeden önce benim de size şaşırtıcı, küçük bir haberim olacak.” Kucağındaki büyük zarfın içinden küçük zarfı çıkardı. Küçük zarfın içinden de mesajın yazılı olduğu kağıdı aldı. “Bu sabah bana gönderildi. Ben dokundum ama başka kimse dokunmasa iyi olur sanırım.” Gurney’e bakabilmek için Bullard’la Clegg koltuklarında arkaya doğru döndüler. Gurney metni yüksek sesle, sakince okudu. Etkileyici üslup özellikle de son kısım bir kez daha şaşırmasına neden olmuştu. “Şeytanların vaazı dinlenir, melekler bir kenara atılırken dürüst olana bu zıvanadan çıkmış dünyaya hak ettiğini sunmaktan başka çare kalmaz.” Asıl sorun duyguların etkileyici biçimde ifade edildiği metinden aslında zerre kadar duygu içermediğinin sezilişiydi.


Okumayı bitirince Bullard’la Clegg görebilsinler diye kağıdı kaldırıp onlara gösterdi. Bullard şaşkınlık içindeydi. “Bu metnin aslı değil mi?” “Bildiğim kadarıyla iki asıl metin var. Biri de Kim Corazon’a gönderilmiş.” Kadın gözlerini birkaç kez hızlı hızlı kırpıştırdı. Bullard hızlı düşünmeye çalıştığında böyle yapıyordu anlaşılan. “İçeri girince beş altı kopyasını alıp, bunu da delil torbasına koyup Albany’e incelemeye yollarız.” Sonra Gurney’e bakarak, “Neden sana yollamış?” diye sordu. “Kim Corazon’a yardım ettiğim için belki? Belki ikimizi de durdurmak istiyor?” Yine kırpıştırdı gözlerini. Clegg’e döndü. “Bu mesajda ima edilen herkes tetikte olmalı. Onun düşman tanımına uyan herkesi belirlememiz gerek.” Yeniden Gurney’e döndü. “Kaldırsana bir daha okuyayım.” Metni hızla gözden geçirdi. “Sanki ilk cinayet kurbanlarının ailelerini, çocuklarını ve çocuklarının ailelerini tehdit ediyor. Onların isimlerini, adreslerini, telefon numaralarını öğrenmemiz gerek. Hem de en kısa sürede. Kimde bu bilgiler?” Clegg’e bakıyordu. “Daker’m bize gösterdiği dosyada bazı adres ve iletişim bilgileri yer alıyordu ama o bilgiler ne kadar güncel bilemiyorum.” “En güncel bilgilere Kim Corazon’dan ulaşabilirsiniz,” dedi Gurney. “Bu insanların çoğuyla uzun zamandır iletişim halinde.” “Tamam. Güzel. Hadi içeri girip destek alalım. Şu an için ilk işimiz panik havası yaymadan tehlikede olabilecek herkesi uyarıp, korunmalarını sağlamak olmalı.”


Arabadan önce Bullard indi. Sonra da hızlı adımlarla merkez binaya doğru yöneldi. Arkasından bakan Gurney kadının özellikle bu tür kriz anlarından beslenen sert tavrım net biçimde gözlemlemişti. Peşi sıra cam kapılardan geçip danışma bölümüne doğru gireceği sırada gözüne otoparka giren bir arazi aracı takıldı. Aracın direksiyonunda ifadesiz yüzüyle Ajan Daker oturuyordu. Camdaki yansıma Daker’m yanındaki yüzü görmesine engel olmuştu. Bu yüzden de Gurney Trout’un kendisini görüp görmediğini, gördüyse de bunun onu ne derece mutsuz ettiğini fark edememişti. 36. Bölüm Buz Kıracakları ve Hayvanlar Good Shepherd’ın mesajının neden olduğu karışıklık ve alınması gereken tedbirlerle ilgili yapılan çalışmalar nedeniyle toplantı öngörülenden kırk beş dakika sonra, yeniden belirlenen gündemi ve servis edilen yanık kokulu kahveler eşliğinde başladı. Burası penceresiz, bir duvarı mantar panoyla kaplı, yan duvarda beyaz bir yazı tahtasının göze çarptığı tipik bir toplantı odasıydı. Parlak ve bir o kadar da kasvetli floresan aydınlatma Paul Mellani’nin klostrofobi duygusu yayan ofisini hatırlatıyordu. Odanın büyük bir kısmını kaplayan dörtgen bir masanın çevresine altı sandalye yerleştirilmişti. Küçük bir sehpanın üzerinde alüminyum kahve makinesiyle, plastik bardaklar, plastik kaşıklar, kahve kremaları ve yarısı boş bir şeker kutusu yerleştirilmişti. Burası Gurney’in sayısız saatlerini geçirdiği odaların bir benzeriydi ve yine üzerinde


aynı etkiyi bırakmıştı. Böyle bir odaya her girişinde içi bir an evvel çıkıp gitme arzusuyla dolardı. Masanın bir tarafına Daker, Trout ve Holdenfıeld geçmişti. Diğer taraftaysa Clegg, Bullard ve Gurney vardı. Çatışma tarafları olarak en uygun oturma düzeni buydu zaten. Her birinin önünde Bullard’ın, Good Shepherd’ın kendine biçtiği yeni görevden bahsettiği mesajın fotokopileri dağıtılmış, herkes metni birkaç kez okumuştu. Bullard’ın önünde ayrıca kalınca bir dosya ve en üstte de Gurney’in şaşırmasına neden olan, kadına yollamış olduğu soruşturmaya ilişkin kuşkularını ifade ettiği metnin çıktısı yer alıyordu. Bullard ellerini önünde kavuşturmuş Trout’un karşısında oturuyordu. “Buraya kadar geldiğiniz için çok teşekkür ederim,” dedi. “Good Shepherd’dan geldiği varsayılan bu yeni mesaja ilave olarak, başlamadan önce belirtmek istediğiniz başka önemli bir husus var mı?” Trout gülümseyip, ellerini iki yana açarak geleneksel teslimiyet işaretini yaptı. “Burası senin sahan, teğmen. Ben dinlemek için buradayım.” Sonra Gurney’e buz gibi bir bakış attı. “Sadece devam eden bir soruşturma kapsamında yapılan kurumsal bir tartışmada kontrol edilemeyen bir katılımcının bulunması açıkçası beni biraz endişelendiriyor.” Bullard’ın yüzü şaşkınlıktan allak bullak olmuştu. “Kontrol edilemeyen mi?” Trout az önceki gibi dişlerini göstere göstere sırıtıp, “Tamam daha açık olayım,” dedi. “Bay Gurney’in emniyet teşkilatındaki çoğu medyada da yer bulan ama artık geçmişte kalmış kariyerinden elbette bir rahatsızlık duyuyor değilim. Ama kendisinin bu soruşturma kapsamında şüpheli sıfatıyla


görüşlerine başvurulma ihtimali olan bir şahısla bilemediğimiz türden temaslarda oluşu bende birtakım kaygılar oluşmasına yol açıyor açıkçası.” “Kim Corazon’u mu kastediyorsunuz?” “Bir de eski erkek arkadaşı var. Şimdilik bu ikisini biliyorum.” Meese’i biliyor olması ilginç diye düşündü Gurney. Bunu iki yerden öğrenmiş olabilir. Ya Syracuse’da görevli Schiff’ten ya da Kim’e tehdit alıp almadığını, düşmanlarını soran kundaklama olayını araştıran Kramden’dan. Aksi takdirde Trout, Kim’in hayatını araştırmaya başlamış demektir. İyi de neden? Kontrol manyaklığının başka bir işareti miydi bu? Her şeyi birden kontrolü altına alma isteğinin neden olduğu delice bir kararlılık nişanesi miydi? Bullard düşünceli bir tavırla baş sallarken gözleri boş tahtaya takılmıştı. “Mantıklı bir kaygı elbette. Bense duruma çok daha farklı yaklaşıyorum. Daha ziyade duygusal. Katilin Dave Gurney’i bir şekilde olaydan uzak tutmaya çalıştığını hissediyorum, bu da onu işin içine çekmeye itiyor beni. “ Birden sesi çelikleşmiş, yüz hatları sertleşmişti adeta. “Görüyorsunuz ya katil neye karşı çıkıyorsa ben onu yapma isteğiyle doluyum. Diğer taraftan herkesin dürüstlüğüyle ilgili birtakım varsayımlar ileri sürülebilir değil mi? Bu odadaki herkes için geçerli bu.” Trout arkasına yaslandı. “Beni yanlış anlamayın. Kimsenin dürüstlüğünü sorguluyor değilim.” “Yanlış anladıysam özür dilerim. Biraz önce bilemediğimiz türden temaslar ifadesini kullandınız. Bundan ben tek bir şey anlıyorum. Ama neyse daha başlamadan bataklığa saplanmayalım. Önerim şu; öncelikle Blum cinayetiyle ilgili


bildiklerimizin üzerinden geçelim. Sonra da bu sabah gelen mesajı ve mesajın 2000 yılı ilkbaharında işlenen cinayetlerle bağlantısı üzerinde duralım. “Ve tabii ki yetki paylaşımı konusu var bir de,” diye ekledi Trout. “Elbette. Ama o hususta ancak bildiklerimizi ortaya döktükten sonra bir ilerleme kaydedebiliriz. Kısacası önce bilgi alış verişine geçelim.” Gurney’in dudaklarında küçük bir gülümseme belirmişti. Teğmen, güçlülüğü, zekası, kararlılığı ve tüm bunları orantılı kullanabilme yeteneğiyle şaşırtmıştı onu. Teğmen devam etti. “Bazılarınız herhalde dün gece gönderdiğimiz Üç Numaraları Güncellenmiş CJIS bilgilerini incelemiştir. Bakmayanlar için yanımda birkaç kopyasını getirdim.” Dosyasından çıkardığı kağıtlardan herkese birer tane uzattı. Gurney önündeki kağıdı hızla gözden geçirdi. Bu Blum cinayetinin olay mahallinde yapılan delil incelemesiyle adli tıp raporunun kısa bir özetiydi. Olay mahallinde ileri sürdüğü tahminlerinin geçerlilik kazanmasından da metnin Trout ve ortağının yüzünün asılmasına neden olduğunu görmekten de ziyadesiyle hoşnut olmuştu. Dokümanın okunabilmesi için biraz zaman verdikten sonra Bullard bazı önemli noktaların altını çizip “Sorusu olan var mı?” diye sordu. Trout, CJ1S raporunu eline alıp, “Neye dayanarak katilin arabasını park etmiş yerle ilgili kafa karışıklığı yaratıcı yorumlar yapılmış ki?” dedi.


“Bence kafa karıştırıcı değil de aldatma girişimi olasılığı desek daha uygun olur gibi.” “Siz istediğinizi söyleyin. Ben neye dayanarak bu türden bir sonuca ulaşıldığını soruyorum.” “Net bir ipucu yok sadece birtakım gözlemler var. Ama işin içine tamamen sahte olduğunu düşündüğüm Facebook mesajı girince durum değişiyor. Tabii bir de cesedin üst katta saldırıya uğrayıp sonra aşağıya, bulduğumuz yere taşınması var.” Trout bir kaşını kaldırdı. “Kadının topuklarında merdiven basamaklarına çarpma sonucu oluşmuş izler var,” diye açıkladı Bullard. “Kısacası bize gerçekte olandan çok daha farklı bir hikayeye inanmamız için tezgah kurulmuş.” Holdenfield ilk kez söz aldı. “Neden?” Bullard öğrencisi sonunda doğru soruyu soran bir öğretmen edasıyla gülümsedi. “Şöyle. Eğer biz bu hikayeye inanmış olsaydık, yani katilin kapının önüne park edip, ön kapıyı çaldığına, kurban kapıyı açar açmaz da onu bıçaklayıp, gecenin karanlığına karıştığına inanmış olsaydık bu durumda Facebook mesajının kurbanın elinden çıktığına da kısacası katilin aracıyla ilgili tariflere varana dek her şeye inanmış olacaktık. Artı, katilin kurbanın tanımadığı biri olduğunu da kabul etmiş olacaktık.” “Holdenfield samimi bir öğrenme arzusuyla, “Neden tanımadığı biri olsun ki?” diye sordu. “İki nedenden dolayı. Bir, Facebook mesajında tanımadığı bir araçtan bahsediyor. İki, cesedin konumu kadının onu içeri


almamaya çalıştığını düşünmemize neden olur. Oysa kurbanın katilini içeri aldığını artık biliyoruz.” “Tüm bu söyledikleriniz için elinizde çok az delil var,” dedi Trout. “Eve girmiş olduğuna ve bizi bu konuda kandırmaya çalıştığına dair kanıtlarımız var. Bunu istemesinin çeşitli nedenleri olabilir ama en büyük neden kurbanın kendisini tanıdığı ve bu yüzden içeri davet ettiği gerçeğini saklamak olmalı.” Trout bu kez iyice şaşırmıştı. “Ruth Blum’ın Good Shepherd’ı tanıdığını mı ileri sürüyorsunuz?” “Olay mahallinde elde ettiğimiz bulguların bu olasılığı ciddi bir şekilde değerlendirmemiz gerektirdiğini ileri sürüyorum.” Trout ne fark eder ki dercesine omuz silken Daker’a doğru baktı. Ardından bunun çok şey fark ettireceğini düşündüğünü ortaya koyan bir ifadeyle bakan Holdenfîeld’a döndü. Bullard arkasına yaslanıp bir süre bekledikten sonra, “Good Shepherd’ın Ruth Blum cinayetinde yaratmış olduğu sahte atmosfer beni ilk cinayetler konusunda da kaygıya düşürdü,” dedi. “Kaygıya mı düşürdü?” Trout iyice gerilmişti. “Neyinden kaygılanıyorsunuz ki?” “Acaba diyorum aynı aldatmacaları o dönem de sergilemiş olabilir mi? Siz ne dersiniz, Ajan Trout?” Bullard kendi tarzına uygun biçimde bombayı patlatıvermişti. Elbette bu yeni bir bomba değildi. Gurney bir haftadır, Clinter’sa on yıldır benzer şeyleri söyleyip duruyordu. Ama şimdi, ilk kez, konu dışarıdan biri tarafından


değil, emir komuta zincirine dahil, sonuçları tartışıp sorgulama yetkisine sahip biri tarafından maşaya yatırılıyordu. Trout’u bildirinin ve o bildiri ışığında hazırlanan katil profilinin tek doğru açıklama olduğu biçimindeki ısrarını yumuşatmaya davet eder gibiydi. Beklendiği şekilde Trout bunu hiç de hoş karşılamamış ve saldırıya geçmişti. “Başta gerçeklerin öneminden bahsettiniz. Ben de şayet mümkünse aynı çizgide devam etme arzusunda olduğumu söylemek istiyorum. Modern suçbilim teknikleriyle en ince ayrıntısına dek didik didik edilen bir olayı sırf biri arabasını park ettiği yerle ilgili bizi kandırmaya çalıştı diye yeni baştan düşünmeye kalkacak halim yok.” Bu alaycı tavır aslında büyük bir hata olmuştu. Gurııey bunu Bullard’ın kasılan çene kaslarından görebiliyordu. Adama iki saniye kadar hiçbir şey söylemeden dikkatle baktıktan sonra Gurney’in sorularının bulunduğu kağıdı eline aldı. “FBI’da sizler tüm bu detaylı analizlerin merkezinde olduğunuza göre beni de aklıma takılan birkaç hususta aydınlatabilirsiniz diye düşünüyorum. Mesela şu oyuncak hayvanlar konusu? Eminim bizim CJIS raporunda kurbanın ağzına sıkıştırılmış, beş santimlik plastik bir aslan bulunduğunu biliyorsunuzdur. Bu konudaki görüşünüz nedir?” Trout, Holdenfield’a doğru döndü. “Becca?” Holdenfield anlamsız bir gülümsemeyle, “Bu tartışmaya açık bir konu,” dedi. “Oyuncakların Nuh’un Gemisi oyuncak seti parçaları olması nedeniyle bunun dini bir gönderme olduğu düşünülebilir. İncil seli Tanrı’nm dünyadaki


kötülükleri cezalandırma biçimi olarak tarif eder. Tıpkı Good Shepherd’ın eylemlerini cezalandırma yöntemi olarak sunduğu gibi. Ayrıca Good Shepherd her olay mahallinde tek bir hayvan bıraktı. Belki de çiftleri ayırma isteğinin bilinçsiz bir yansıması olarak görebiliriz bunu. Sürüyü dağıtma yöntemi. Freudçu bir yaklaşımla bunun çocukluktan gelen anne babanın evliliğini bitirme arzusu belki de onları öldürme isteği olduğunu söylemek de mümkün. Ama bir kez daha bunun tartışmaya açık bir husus olduğunun altını çizmek istiyorum.” Bullard bu anlatılanları zihninde değerlendiriyormuşçasına yavaşça baş salladı. “Peki ya büyük silah? Freudçu yaklaşımla onu büyük bir penis olarak mı algılamamız gerek?” Holdenfıeld son derece ihtiyatlıydı. “O kadar basit değil.” “Ah,” dedi Bullard. “Ben de bundan korkuyordum. Tam bir şey yakaladığımı sanmıştım ne güzel ...” Gurney’e döndü. “Peki senin büyük silah ve küçük hayvanlarla ilgili düşüncen ne?” “Amacın bu tür bir konuşmaya sebebiyet vermek olduğunu düşünüyorum.” “Bir daha söylesene?” “Bence silah ve hayvanların tek amacı dikkati uzaklaştırmaktı.” “Nereden?” “Asıl üzerinde durulması gereken noktalardan. Ortada nevro-tik bir sorun hatta deliliğe varan bir durum olduğuna inanmamızı sağlamak için.” “Yani Good Shepherd deli olduğuna inanmamızı mı istedi diyorsun?”


“Bu türden kendilerine görev biçmiş katillerin ileri sürdükleri tezler ne kadar mantıklı görünürse görünsün bu davranışlar aslında hep nevroza veya psikoza dayalı semptomlardır. Bilinçsiz bir öldürme arzusunun neden olduğu enerji bir süre sonra bilinç tarafından görev kisvesine büründürülür. Yanılıyor muyum, Rebecca?” Kadın soruyu duymazdan geldi. Gurney sözlerini sürdürdü. “Katilin tüm bunları gayet iyi bildiğine inanıyorum. Silahın ve hayvanların ustalıkla düzenlenmiş sahtekarlık ürünleri olduğu kanaatindeyim. Profil belirleme uzmanları böyle bir şey bulmak isterler, o da onlara istediklerini veriyor. Böyle cinayetlerin görev kapsamında işlendiği düşüncesi de daha ikna edici hale gelmiş oluyor. Katilin kesinlikle çok zeki olduğu ve cinayetlerin son derece somut nedenleri olduğuna ilişkin tezlere kimsenin itibar etmemesini de sağlamış oluyor bu şekilde. Yani aslında ortada alışıldık bir cinayet nedeni var. Ama o bu sayede soruşturmayı bambaşka bir yöne sevk ederek belki de kolayca ortaya çıkmasına neden olacak bir soruşturmayı da bertaraf etmiş oluyor.” Troııt bezgin bir tavırla iç çekip, Bullard’a hitap ederek konuşmaya başladı. “Tüm bunları Bay Gurney’le daha önce de konuştuk. Varsayımları hâlâ varsayım seviyesinde. Söylediği kanıta dayalı en ufak bir şey yok. Açık konuşmak gerekirse aynı şeyleri konuşup durmaktan bıktım. Kabul edilmiş teori tüm olayı gayet de mantıklı biçimde izah ediyor. Bunu yapabilen şimdiye dek ileri sürülmüş tek teori de bu zaten.” Good Shepherd’ın yeni mesajının kendi kopyasını eline alıp sallayarak, “Tabii bir de ilk bildiriyle yüzde yüz tutarlılık içinde olan bu metin var. Bu da Harold Blum’ın dul


karısına yapılan saldırıya inandırıcı bir açıklama yapılabilmesini mümkün kılıyor,” dedi. “Sen ne düşünüyorsun bu konuda, Rebecca?” diye sordu Gur-ney, Trout’un elindeki kağıdı işaret ederek. “Üzerinde biraz daha çalışmak isterdim. Ama şu an için mesleki bilgilerime dayanarak bu metnin ilk bildiriyi yazan elden çıktığını söyleyebilirim.” “Başka?” Dudaklarını ısırdı. Vereceği yanıtı ölçüp biçiyor gibiydi. “Cinayet Yetimleri programının yayınlanmasıyla iyice kışkırtılmış takıntılarını tekrarlıyor. Programla tetiklenen öfkesi Ruth Blum üzerine yönelirken yazdığı metinde artık yetimleri de ortadan kaldırılması gereken bireyler olarak görmeye başladığını ifade ediyor.” “Son derece mantıklı,” diye söz kesti Trout. “En başından beri söylediğimiz şeyleri de destekleyen bilgiler bunlar.” Gurney onu duymazdan gelmiş, dikkatini sadece Holdenfield’a yöneltmişti. “Ne kadar öfkeli olabilir?” “Ne?” “Böyle bir metni yazan adam ne kadar öfkelidir?” Soru onu şaşırtmış gibiydi. Önündeki metni alıp yeni baştan okudu. “Pekala... Duygusal bir dil ve semboller kullanmış. Kan... şeytan... leke... suç... ceza... ölüm... zehir... canavar. Incil’de benzerini bulabileceğimiz türden bir öfke.” “Bu belgede gördüğümüz gerçekten öfke mi? Yoksa sahte bir öfke mi?”


Kadının dudağının kenarında belli belirsiz bir seğirme oldu. “Arada ne fark var?” “Şunu merak ediyorum; Bu metni acaba son derece sakin bir adam çileden çıkmış halde olan bir adamı hayal edip, öyle bir durumda neler yazılabileceğini düşünerek kaleme alıyor olabilir mi?” Trout yeniden müdahale etti. “Buradan nereye varacağız?” “İşin özüne,” dedi Gurney. “Sezgileri son derece güçlü bir psikoterapist olan Dr. Holdenfıeld’ın bu metnin yazarının gerçek hislerini kaleme aldığına mı yoksa yarattığı, Good Shepherd adını verdiğimiz sahte kişiliğin söyleyebileceği sözleri tasarlayarak böyle bir mesaj oluşturduğuna mı inanıyor bilmek istiyorum.” Trout, BuIIard’a döndü. “Teğmen, bütün günü bu acayip teorilere ayıracak halimiz yok. Bu sizin toplantınız. Rica ediyorum lütfen konudan bu derece sapılmasına müsaade etmeyin.” Gurney psikologa hitap etmeyi sürdürüyordu. “Çok basit bir soru, Rebecca. Nedir düşüncen?” Kadın yanıt vermeden uzun bir süre düşündü. “Emin değilim.” Gurney sonunda, Holdenfield’ın gözlerinde ve verdiği yanıtta az da olsa dürüstlük emaresi sezinlemişti. Bullard’sa bir hayli tedirgin gibiydi. “David, biraz Önce Good Shepherd’ın somut birtakım nedenleri olabileceğinden bahsettin. Öldürmek için aralarında haddinden fazla pahalı otomobil kullanmaktan başka ortak yan olmayan altı kişiyi öldüren birinin nasıl bir somut nedeni olabilir?” “Haddinden fazla pahalı, siyah Mercedes otomobiller,” diye düzeltti Gurney ondan çok kendisiyle konuşuyormuş gibi. Bir kez daha aklına Siyah Şemsiyeli Adam gelmişti.


Gerçek bir suçun konuşulduğu özellikle de böylesine düşmanca tutumların sergilendiği bir ortamda bir filme atıfta bulunmak oldukça riskliydi. Ama Gurney yine de konuyu açtı. Katillerin peşinde oldukları adamın aynı renk şemsiyelilerin arasına katılmasıyla nasıl şaşırdıklarım anlattı. “Bu hikayeyle burada konuştuklarımızın ne alakası var?” Daker’m toplantı başından beri yaptığı ilk yorumdu bu. Gurney gülümsedi. “Bilmem. Nedense bağlantı olabileceği hissine kapıldım. Umarım bu odada aynı şeyi görebilecek bakış açısına sahip birileri daha vardır.” Trout gözlerini devirerek ters ters baktı. Bullard, Gurney’in cinayetlerle ilgili sorularını yazdığı eposta çıktısını eline aldı. Gözleri sayfanın ortasındaki bir soruya takılmıştı. Soruyu yüksek sesle okudu. “Tüm cinayetler birbirine eşit derecede mi önemli?” Etrafındakilerin yüzlerine baktı. “Şemsiye hikayesinin ışığında bu bana bir hayli ilginç bir soru gibi geldi.” “Ben bağlantı göremedim,” dedi Daker. Bullard yeniden gözlerini kırpıştırmaya başlamıştı. Sanki diğer olasılıkları elemeye çalışır gibiydi. “Diyelim ki tüm kurbanlar asıl hedef değildi.” “Asıl hedef olmayan diğerleri neydi peki? Yanlışlıkla mı öldürüldüler?” Trout son derece kuşku dolu bir yüz ifadesi takınmıştı. Gurney daha önce benzer tartışmayı Hardwick’le de yapmıştı. Bu noktadan pek ciddiye alınmayacak varsayımlar üretilmesi mümkündü. “Yanlışlık yok,” dedi Gurney. “Ama bir şekilde daha az önemli olma durumu söz konusu.”


“Daha az önemli?” diye tekrarladı Daker. “Bu da ne demek şimdi?” “Henüz bilmiyorum. Henüz sadece bir soru.” Trout ellerini hızla masaya vurdu. “Bunu sadece bir kere söyleyeceğim. Her soruşturmada ana hatlar üzerinde sorular sormayı bırakıp katilin peşine düşmeye odaklanmanın zamanının geldiği bir nokta vardır.” “Sorun şu ki,” diye müdahale etti Gurney. “Doğru dürüst bir soru sorma süreci yaşanmamış ki bu olayda.” “Tamam, tamam,” dedi Bullard iki elini ‚durun’ anlamında kaldırarak. “Atılacak adımlarla ilgili konuşmak istiyorum.” Solundaki Clegg’e döndü. “Andy şu anki durumumuzla ilgili kısa bir özet geçer misin?” “Emredersiniz efendim.” Ceket cebinden ince bir dijital cihaz çıkartıp birkaç tuşa dokunduktan sonra ekrana bakarak konuşmaya başladı. “Teknik ekip incelemesini tamamladığı için olay mahalli genel incelemeye açıldı. Fiziksel kanıtlar toplanıp, etiketlenerek sisteme kaydedildi. Olay mahallindeki bilgisayar incelenmek üzere laboratuara gönderildi. Belirsiz parmak izleri IAFIS sisteminde tarandı. Adli tabibin hazırladığı ön rapor da elimizde. Otopsi raporuyla tam toksin test sonuçlan yetmiş iki saat içinde hazır olacak. CJIS raporunun üçüncü güncellemesi sisteme aktarıldı. Civardaki kırk sekiz haneyle görüşme sağlandı. Gün sonuna kadar bu sayının altmış altıya çıkması öngörülüyor. Birbiriyle örtüşen ifadeler derlenip özetleniyor. İki tanığın olay mahallinde bir Humvee ya da Hummer tarzı bir arazi aracı gördüklerine ilişkin ifadeleri üzerine New York eyaleti motorlu taşıtlar sisteminden bu türden araca sahip olanların isim listesi tespit ediliyor.”


“Bu listeler ne işe yarayacak?” diye sordu Trout. “Bu verilerden şüpheli kimliklerine ulaşma ihtimali olabilir,” dedi Clegg. Trout buna inanmadığını ortaya koyan bir tavır takınsa da bir şey söylemedi. Gurney, Clegg’in peşinden koştuğu şeyi çoktan biliyor olmanın neden olduğu huzursuzlukla kıvranıyordu. Normalde her şeyin ortaya dökülmesi taraftarı olurdu. Ama özellikle bu konudaki bilgisini paylaşması sadece kafa karışıklığını artırmaya yarayacaktı. Ayrıca şüphelerin Clinter’a yönelmesine dolayısıyla da vakit kaybına sebebiyet verecekti. Sonuçta Clinter, Good Shepherd olamazdı. Tuhaf bir adamdı. Büyük bir olasılıkla biraz da kaçıktı. Ama seri katil değildi. Hayır, kesinlikle olamazdı. Ama Gurney’in sessizliğini muhafaza etmek için bir nedeni daha vardı. Öncekine nazaran daha kişisel bir neden. Clinter’la yakınmış gibi, onun yanındaymış gibi, onun etkisine kapılmış gibi görünmek istemiyordu. Onun gibi dışlanmak niyetinde değildi. Zaten Holdenfıeld, Branville’de yemekte TSSB rahatsızlığı olabileceğine atıf yapmıştı. Max Clinter’sa gerçekten bu rahatsızlıktan mustaripti. Gurney arada benzerlik kurulmasının hiç işine gelmeyeceğinin farkındaydı. Clegg raporunu okumayı sürdürüyordu. “Göl Kıyısı Kazalı Araçlar Servisi adlı yerin otoparkında lastik izleri tespit edildi. Ayrıca adli tıbba piyasadaki tüm lastik türlerinin fotoğraflan gönderildi. Buradan farklı şaft sistemine sahip bir araca ulaşma umudu taşıyoruz. “Başını yazılanları okuduğu elindeki küçük cihazdan kaldırdı. “Şu an için benim bildiklerim bu kadar, teğmen.” “Shepherd’ın göndermiş


olduğu mesajdan herhangi bir şey çıktı mı? Mürekkeple, kağıtla, yazıcıyla, adres formunda kalmış izlerle, içteki zarfla ilgili herhangi bir bulguya ulaşıldı mı?” “Bir saat sonra daha net bilgilere ulaşılabileceğini söylüyorlar.” Bullard başıyla onayladı. “Peki ya emniyet tedbirleri?” “Süreç işlemeye başladı bile. Ajan Daker’dan aldığımız bilgiler ışığında şu an için elimizde ailelerle ilgili üstünkörü de olsa bir liste var. Bay Gurney’in önerisi üzerine, Bayan Corazon’la temas kurmaya karar verdik. Ondan en güncel telefon numaralarına ulaşabilmeyi umut ediyoruz. Kamu Haberleşme bölümünden Carly Madden bu numaralara gönderilecek uygun bir mesaj üzerinde çalışıyor şu an.” “Amacımızın paniğe yol açmadan uyarmak olduğunu, bunun şu an için hayati önem taşıdığını biliyor, değil mi?” “Bu konuda bilgilendirildi.” “Güzel. Gönderilmeden metni görmek istiyorum. Bir an evvel bitsin bu iş.” Gurney kadının giderek daha kararlı davrandığını görüyordu. Stres onda adeta vitamin etkisi yaratıyor gibiydi. Mesleği kadar tutkun olduğu başka bir şey yoktu sanki. Bir an evvel derken neredeyse her şeyin birden olup bitmesini istiyor gibi görünüyordu. Ve hasımlar da aynı hızla bertaraf edilmeliydi. Masadakilerin yüzlerine baktı. “Sorusu olan?” “Aynı anda bir sürü düğmeye birden basıyor gibisiniz,” dedi Trout. “Doğrusu da bu değil mi?” “Birbirimize yardım etmemiz gerektiğini söylemeye çalışıyorum.”


“Kesinlikle. Yardıma ihtiyacınız olduğunda lütfen beni aramaktan çekinmeyin.” Trout kulağa en fazla aküsü bitmek üzere olan bir arabanın çalıştığı anda çıkan motor sesi kadar sevimli ve sıcak gelen bir sesle kahkaha attı. “Bizlerin federal seviyede birtakım kaynaklarımız olduğunu, oysa sizlerin Auburn veya Sasparilla’da böyle bir imkanınızın olmadığım hatırlatmak isterim. Ve bu yeni cinayetle eskiler arasında görünen açık bağ federal kaynaklardan yararlanmamız için hem sizin hem de bizim üzerimizdeki baskıyı artıracaktır.” “Bu yarın olabilir. Ama bugün böyle bir şey yok. Acele etmeyelim.” Trout gülümsedi. Gülümsemesi aynı kahkahası kadar iticiydi. “Ben filozof değilim, teğmen. İşleyişi, sınırları belirlemek isteyen gerçekçi bir insanım. Gördüğüm kadarıyla siz bunu mecbur kalıncaya dek göz ardı etmek istiyorsunuz. Ama şu andan başlayarak bazı temel kuralları koyup, yetki sınırlarımızı tespit etmemiz gerek.” Bullard saatine baktı. “Bense şu an yapmamız gerekenin kısa bir yemek molası vermek olduğunu düşünüyorum. Saat tam on iki. Temel kuralları ve yetki sınırlarını konuşmak üzere on iki kırk beşte yeniden toplanalım. Sonra da tabii temel kuralların izin verdiği ölçüde gerçek işimize odaklanırız.” Alaycı sözlerini gülümseyişiyle yumuşatıyordu. “Bu binadaki yiyecek içecekler gerçekten berbattır. Albany’ li dostlarımız öğle yemeği için tavsiye isterler mi?” “Gerek yok. Biz hallederiz,” diye yanıt verdi Trout. Holdenfield dalgın, huzursuz görünüyordu. En azından iyi durumda olmadığı apaçıktı.


Daker’sa genel arzusu olan dünyadaki tüm sorun çıkartanları teker teker ortadan kaldırmak isteği dışında hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Bullard’ la Gurney civardaki küçük bir İtalyan lokantasının at nalı biçimindeki bölmesindeydiler. Nereye otururlarsa otursunlar içerideki üç televizyondan birinin yakınında olmak zorundaydılar. Küçük bir ordövr tabağıyla iki kişilik pizza sipariş ettiler. Clegg başlatılan çok yönlü çalışmaları denetlemek için görev yerinden ayrılmamıştı. Bullard lokantaya kadar sessizliğini muhafaza etmişti. Oturunca da dalgın bir tavırla tabağındaki acı biberleri kenara toplamaya koyulmuştu. Sonuncu biberi de ayıklayınca başını kaldırıp Gurney’e baktı. “Pekala, David,” dedi. “Söyle bana. Neyin peşindesin?” “Daha açık bir şekilde sorarsan seve seve cevap veririm.” Başını eğip ayırdığı acı biberlerden birini ağzına attı. En ufak bir hoşnutsuzluk sergilemeden çiğneyip yuttu. “Çok istekli gördüm seni. Hem de çok. Muhteşem bir fikri olan birinden çok daha istekli gibisin. Neden? Bunu bilmek istiyorum.” Gurney gülümsedi. “Daker RAM TV’nin benimle başarısız polis soruşturmalarını konu alan bir program yapmak istediğini söyledi değil mi?” “Onun gibi bir şey.” “Anladım. Öyle bir niyetim yok.” Kadın gerçek niyetini anlamak için bir süre Gurney’i süzdü. “Tamam. Bu olayla ilgili bana söylemediğin herhangi bir maddi manevi beklentin var mı?” “Hayır.”


“Tamam. Nedir o zaman? Neden bu kadar ilgileniyorsun?” “Bu olayda çok büyük boşluklar var. Geceleri beni uyutmayacak kadar büyük boşluklar. Ayrıca Kim’i projesinden beni de ona danışmanlıktan caydırma maksatlı olduğunu düşündüğüm çok garip şeyler meydana geldi. Bu tür şeyler bende ters tepki yaratır. Birileri beni kapı dışarı atmak istiyorsa ben de içeri girmek için büyük bir istek duymaya başlarım.” “Ben de kendimle ilgili benzer şeyler anlattım sana.” Bunu hoş bir ortak yan olarak mı söylemişti yoksa kendisini yönlendirmeye çalışmaması için ikazda mı bulunmuştu anlamak imkansızdı. Gurney bu cümleyi nasıl algılaması gerektiğine karar veremeden kadın sözlerini sürdürdü. “Ama başka bir şey daha var gibi geliyor bana. Haklı mıyım?” Gurney ne kadar açık konuşabileceğine karar vermeye çalışıyordu. “Var. Ama söylemekte kararsızım açıkçası. Çünkü küçük, küskün bir aptal gibi görünmeme yol açabilecek bir neden bu.” Bullard omuz silkti. “Hayatın en temel tercihlerinden biri, değil mi? Süslü püslü etkileyici görünebiliriz ya da gerçeği tercih ederiz.” “Kİm Corazon için Good Shepherd olayıyla ilgilenmeye başladığım ilk günlerde Holdenfıeld’a Ajan Trout benim cinayetlerle ilgili görüşlerimi dinlemek ister mi diye sormuştum.” “O da senin artık emniyet teşkilatında görevli olmadığın için dinlemeyeceğini söyledi, değil mi?” “Daha da kötüsü. ‘Şaka yapıyor olmalısın,’ dedi. Tek bir cümle. Sinir bozucu bir yorum. Hiç de normal bir sebep gibi görünmediğinin farkındayım ama sanırım olayla bu kadar yoğun biçimde ilgilenme nedenim bu.”


“Kesinlikle normal bir sebep değil. Ama en azından bu inadın nedenini öğrenmiş oldum.” İkinci acı biberi yedi. “Olaydaki boşluklar uykunu kaçırıyor demek. Mesela gece saat ikide hangi sorularla boğuşuyorsun?” Bu soruya yanıt vermek için düşünmeye ihtiyacı yoktu. “Üç tane. Bir, zaman faktörü. Cinayetler neden 2000 yılı baharında işlendi? İki, bildirinin gelişiyle hangi noktaların soruşturulmasına son verildi ya da akla bile getirilmedi? Üç, açgözlü zenginleri öldürme hikayesi neyi gizlemek için uyduruldu?” Bullard meydan okurcasına bir kaşını kaldırdı. “Konunun açgözlü zenginleri öldürmekten başka bir şey olabileceğini ileri sürmek bu konuda benden çok şey bildiğin anlamına da gelebilir.” “Zamanla hissedilen bir şey bu. Aslında...” “Good Shepherd geri döndü! ” Lokantanın küçük barının üzerindeki televizyondan gelen, sinir bozma konusunda son derece yetenekli olduğu hemen anlaşılan sunucunun sesi Gurney’i cümlesinin ortasında yakalamıştı. RAM TV’nin, haberleri aşırı duygusal tavırlarla sunan sunucularından biri ekranın bir tarafında, kır saçlarını arkaya doğru taramış, herkesçe tanınan Muhterem Peder Emmet Prunk diğer tarafındaydı. “Güvenilir kaynaklar New York’un en korkunç seri katillerinden birinin geri döndüğünü bildiriyor. Katil şehir dışındaki bölgelerde yine can almaya başladı. On yıl önce Good Shepherd, Harold Blum’in hayatını başına sıktığı kuruşunla bitirerek cinayetlerini tamamlamıştı. İki gece önce katil geri döndü. Harold’ın dul karısı Ruth’u öldürerek geri döndü. Dul kadının evine gece yarısı girip, buz kıracağını kalbine saplayarak işledi bu tüyler ürpertici cinayeti.” Sunucu


ilgi çekmek için bağıra çağıra konuşuyor, bu da müthiş derecede itici görünmesine neden oluyordu. “Bu öylesine.... insanlık dışı... öylesine tarifsiz... bir şey ki... Sayın seyirciler, sîzlerden özür diliyorum ama bu kadar korkunç şeylere tanık olunca insan doğru kelimeleri bulmakta zorlanıyor.” Başını iki yana sallayarak sanki rahip karşısında oturuyormuşçasına, ekranın diğer yarısına doğru döndü. “Muhterem Peder, siz her zaman en doğru şeyleri ifade edersiniz. Bize yardım edin. Bu korkunç olaya siz nasıl bakıyorsunuz?” “Evet, Dan. Her normal insan gibi dehşet ve öfke karışımı duygular içerisindeyim. Ama aynı zamanda sınırlı bir kavrayışa sahip olan bizler için ne derece korkunç görünürse görünsün her şey için geçerli olduğu gibi bu olayın da Tanrı’nın planının bir parçası olduğuna inanıyorum. Ama Rahip Prunk, böylesi korkunç bir olay nasıl bir planının parçası olabilir ki diye sorabilirsiniz. Ben de size şeytani varlıkların gözlerimizin önüne serilmesiyle kötülüğün doğasını anlamamızı kolaylaştırdığını söylerim. Bu canavar, kurbanlarına zerre kadar saygı duymuyor. Onları rüzgarda savrulup gidecek birer saman çöpü gibi görüyor. Onun gözünde incecik dumandan, bir toz zerresinden daha değerli değiller. Bu Tanrı’nın bize verdiği bir ders. Bize şeytanın gerçek yüzünü gösteriyor. Hayatı yok eden, ona bir toz zerresi kadar önem vermeyen şey işte bu. Şeytanın ta kendisi! Bu yolla Tanrı şeytanın neler yapabileceğini gösterip müminleri ikaz etmiş oluyor.” “Çok teşekkür ederiz, efendim.” Sunucu kameraya döndü. “Her zamanki gibi Rahip Emmet Prunk bilgelik dolu sözleriyle bizleri aydınlattı. Şimdi RAM Haber’in sîzlere ulaşmasını sağlayan bölüme geldi sıra.”


Aşırı hareketli, gürültülü bir reklam kuşağı başlamıştı. “Tanrım,” diye mırıldandı Gurney karşısındaki Bullard’a bakarak. Kadın da onun gözlerinin içine bakıp, “Bu insanlarla iş yapmadığını bir daha söyle bana,” dedi. “Bu insanlarla iş yapmıyorum.” Bullard bir süre daha aynı şekilde bakmayı sürdürdü. Sonra sanki yediği biberler ağzını yakmışçasına yüzünü ekşitti. “Bildirinin gelişiyle soruşturulmasına son verilen şeyler hususundaki soruna geri dönelim. Bunların neler olabileceğine dair bir fikrin var mı?” “Herkesçe bilinen şeyler. Öncelikle, cinayetlerden kim çıkar elde etti, sorusu sorulmalı. Bu basit bildiri yayınlandıktan sonra katilin amacını ifade ettiği düşünüldüğü için hiçbir zaman sorulmadı.” “Tamam. Bunu anladım. Başka?” “Bağlantı. Kurbanların birbirleriyle olan bağlantıları araştırılmadı.” “Mercedes dışında?” “Doğru.” Gurney’e şüpheyle bakıyordu. “Otomobillerin önem sırasını arka plana atmak sorun çıkartır. Çünkü cinayetler için ilk kriter değillerse aynı modellerin rastlantı eseri seçildiği ortaya çıkar. Bu da pek inanılacak bir şey değil, sanırım?” Kadının itirazı Jack Hardvvick’inkiyle tıpatıp örtüşüyordu. Gurney’in bu soruya o zaman olduğu gibi şimdi de verecek cevabı yoktu. “Başka?” diye sordu Bullard.


“Cinayetlerin soruşturulmasında eksiklikler var.” “Nasıl yani?” “Seri cinayet olduğu kabul edilince tüm soruşturmanın şekli değişir.” “Öyle olacak elbette. Başka nasıl...” “Ben sadece araştırılmamış şeyleri sıralıyorum şu an. Araştırılmaları gerekirdi demiyorum. Sadece araştırma yapılmadığını söylüyorum.” “Bir örnek versene.” “Eğer bu cinayetlere birbirlerinden bağımsız olaylar olarak ba-kılsaydı süreç bambaşka bir biçimde işleyecekti. Cinayet sebebi ya da katilin kimliği bilinmeyen her taammüden işlenen cinayetlerde nasıl oluyorsa öyle yani. Ne demek istediğimi anlıyorsun. Soruşturma öncelikle kurbanın hayatından başlar. İlişkilerinden, dostlarından, sevgililerinden, suç unsuru olabilecek bağlantılarından, adli sicil kaydından, kötü alışkanlıklarından, evlilik sorunlarından, sorunlu boşanmalardan, ticari anlaşmazlıklarından, verasetle, taşınmazlarla alakalı sıkıntılardan, borçlarından, maddi imkan ve imkansızlıklarından ipucu bulunmaya çalışılır. Başka bir ifadeyle kurbanın hayatının köklerine iner, başkalarıyla olan ilişkilerini didik didik etmeye çalışırız. Ama bu olayda...” “Evet, evet, söylediklerinin hiçbiri olmadı. Eğer biri gecenin bir yarısı rastgele Mercedes’lere ateş açıyorsa kimse kurbanların hayatını araştırmaya zaman ve para harcamaz.” “Kesinlikle. Lüks siyah otomobillerle tetiklenen psikopatolojik bir durumla karşı karşıya olunduğu düşünülür ve böyle birini bulma çabasına yoğunlaşılır. Kurbanlar da bu yüzden ana hatlarıyla araştırılır.”


Kadın ona dikkatle bakıp, “Bana Good Shepherd’m işlediği cinayetlerin altı farklı amacı olduğuna inandığını söyleme sakın,” dedi. “Bu çok saçma olurdu.” “Evet. Altı aynı marka otomobilin tamamen rastlantı sonucu denk olduğuna inanmak kadar saçma.” “Buna da itiraz edemem açıkçası.” “Tamam. Araştırılmamış çok şey var, doğru. Biraz önce zaman faktörünün de uykusuz gecelerinde aklını kurcalayan şeylerden biri olduğunu söylemiştin. Özellikle ne takılıyor aklına?” “Şu an için belirgin bir şey yok. Bazen bir şeyin ne zaman meydana geldiğini daha yakından incelemek o olayın neden meydana geldiğini anlamaya imkan sağlayabilir. Bu arada uykusuz gecelerden bahsedince aklıma size söylemek istediğim bir şey geldi. Bruno Mellani’nin oğlu, aynı zamanda Kim’in Yetimler projesine de katılan, Paul Mellani’nin ruhsatlı bir Desert Eagle’ı olduğunu öğrendim.” “Ne zaman almış?” “Bu bilgiye ulaşma imkanım yok.” “Gerçekten mi?” Duraksadı. “Bilgiye ulaşma konusu açılmışken Ajan Trout’un bu konuyla yakından ilgilendiğini söyleyeyim sana.” “Biliyorum. Zamanını boşa harcıyor. Ama söylediğiniz için teşekkür ederim.” “Ahırınla da yakından ilgileniyor.” “Siz bunu nereden biliyorsunuz?” “Daker bana ahırının son derece şüpheli bir biçimde yandığını anlattı. Müfettişin olay yerinde yaptığı incelemede


arazinin bir yerine saklanmış, sana ait bir benzin varilinin bulunduğunu söyleyip, tedbiri elden bırakmamam hususunda beni uyardı.” “Peki, sizin yorumunuz nedir?” “Senden pek hoşlanmıyorlar.” “Ne büyük bir keşif.” “Matthew Trout’un düşmanlığı çok sıkıntıya neden olabilir.” “Birazcık sıkıntıdan bir şey olmaz.” Bullard başıyla onaylarken belli belirsiz gülümsemişti. Sonra telefonuna uzandı “Andy? Senden bir tabanca ruhsatını araştırmanı istiyorum .... Paul Mellani.... Evet, aynı adam... Silah Desert Eagle... Onda bu silahtan olduğu bilgisine ulaştım ama asıl soru şu, silahı ne zaman edinmiş? Resmi onay tarihi... Tamam. Sağ ol.” Sessizce, ordövrlerinin tamamıyla pizzanın büyük bir bölümünü bitirdiler. Bu sırada ekranlarda RAM TV’nin iç karartıcı programlarından birinin tanıtımı başlamıştı. Hız Treni adlı bu programda dört kadınla dört erkek birbirleriyle yirmi altı haftalık süre boyunca yarışıyorlardı. Amaç verilen sürede en yüksek kiloyu almak sonra da alman kiloyu vermekti. Bir önceki yarışmanın galibi 58 kilodan 118 kiloya çıkmış sonra da 59 kiloya inmişti. Böylece kilo alırken de verirken de en yüksek puanı toplamayı başarmıştı. Gurney acaba Amerika medya deliliği konusunda özel bir yeteneğe mi sahip yoksa ortak akıl kavramından iyice habersiz hale mi geldi diye düşünürken Kim’den Jimi Brewster’la yaptığı görüşme kaydını e-posta olarak gönderdiğini bildiren bir mesaj aldı.


Ekranda kızın adım görmek ona başka bir ayrıntıyı hatırlatmıştı. Hesabı ödemek üzere garsonu çağıran Bullard’a bakarak, “Sanırım Shepherd’ın Kim Corazon’a gönderdiği mesajı da Al-bany’deki laboratuara göndermek istersiniz. Nereye götürmesi gerek?” “Nerede şimdi?” “Oğlumun Manhattan’daki evinde.” Sanki daha sonra üzerinde düşünmek üzere aklının köşesine bir not alıyormuş gibi bir iki saniye duraksadı. “NYPD merkez ofisindeki polis merkezine gitsin. İçeri girince tam adresi veririm.” Gurney telefonunu cebine koymak üzereyken aklına Bullard’m Brewster’la yaptığı görüşmeyi izlemek isteyebileceği geldi. “Bu arada, Teğmen, bir süre önce Kim, Jimi Brewster’la, hazırladığı program kapsamında bir görüşme yapmış. Şu hani babasından....” Bullard başını salladı. “Cerrah babasından nefret eden adam. Daker’m verdiği dosyadan onunla ilgili birtakım bilgiler edinmiştim.” “Evet. Biraz önce Kim onunla yaptığı görüşme kaydını epostayla yolladı. İzlemek ister misiniz?” “Elbette isterim. Hemen bana da gönder mesajı.” Toplantı odasına döndüklerinde Trout, Daker ve Holdenfıeld yerlerini almışlardı bile. Her ne kadar Gurney’le Bullard sadece bir dakika gecikmiş olsa da Trout asık bir yüzle saatine baktı. “Başka bir yere mi yetişmeniz lazım?” diye sordu Gurney saldırganlık olarak tanımlanabilecek tavrını gülümseyişiyle,


sakin ses tonunun ardına gizleyerek. Trout yanıt vermemeyi hatta başını kaldırıp Gurney’e bakmamayı tercih etmiş, işaret parmağının tırnağıyla ön dişlerinin arasına giren bir şeyi çıkarma uğraşma dalmıştı. Bullard’la Gurney yerlerini aldıktan hemen sonra içeri giren Clegg teğmenin önüne bir kağıt bıraktı. Bullard metni çatık kaşlı bir ifadeyle gözden geçirip, “Kurban ailelerini, uyarmak için aramaya başladınız yani?” diye sordu. “Öncelikle kime ulaşıp ulaşamayacağımızı tespit etmeye çalışıyoruz,” dedi Clegg. Aradığımız numara cevap verirse onlara bir saat içinde yeniden arayıp cinayetlerle ilgili bir gelişmeyle alakalı görüşeceğimizi söylüyoruz. Eğer telesekreter devredeyse de bizi aramalarını istiyoruz.” Bullard baş sallayıp yeniden kağıdı incelemeye döndü. “Burada yazdığına göre Oregon’la Aurora arasında ikamet eden Ruth Blum’ın kız kardeşinden, Stone Ridge’deki Larry Sterne’e ve Turnwell’deki Jimi Brevvster’a ulaşmışsınız. Peki ya listenin gerisi?” “Eric Stone, Roberta Rotker ve Paul Mellani’nin telesekreterlerine mesaj bırakıp bizi aramalarını istedik.” “E-posta adresleri var mı elimizde?” “Kim Corazon iletişim listesindeki herkese bu bilgileri gönderdi sanıyorum.” “O zaman onlara birer e-posta yollayın. Yarım saat içinde yanıt alamadığınız herkese tekrar ulaşmaya çalışın. Carly’e metnin taslağını bana göndermek için on beş dakikası olduğunu bildir. İkinci mesajlarımıza da yanıt alamazsak her bir adrese ekip göndermemiz gerekecek.”


Clegg odadan çıkar çıkmaz, Bullard derin bir nefes alıp arkasına yaslanarak, düşünceli bakışlarını Trout’a yöneltti. “Şimdi daha zor kısma geçelim artık. Ruth Blum’ın öldürülme nedeniyle alakalı bir fikriniz var mı?” “Daha önce söylediğim gibi. Shepherd’m mesajına bakın anlarsınız.” “Ezberledim mesajı.” “O zaman cinayet sebebini benim gibi siz de biliyorsunuz. Önceki gün RAM TV’de yayınlanan Cinayet Yetimleri programı katili en hassas olduğu yerden vuruyor ve o da zenginleri öldürme görevine kaldığı yerden geri dönmeye karar veriyor.” “Dr. Holdenfîeld? Siz de aynı fikirde misiniz?” Rebecca gergin bir şekilde başıyla onayladı soruyu. “Genel anlamda evet. Ayrıca televizyonun kinini yeniden canlandırdığını da söyleyebilirim. Sanki on yıldır duygularına hakim olmak için inşa ettiği baraj yıkılmış gibi oldu. Öfkesi yeniden sosyal adaletsizlikleri ortadan kaldırma takıntısına dönüştü. Sonuçta da cinayet işlendi.” “İlginç bir bakış açısı,” dedi Bullard. “Dave? Sen katili nasıl tanımlıyorsun? “Rebecca’nın tam tersi biçimde. Soğukkanlı, planlı hareket eden, alacağı riskleri mümkün mertebe azaltmaya çalışan, zerre kadar öfkeli olmayan biri. Son derece mantıklı.” “Peki bu son derece mantıklı katilin Ruth Blum’ı öldürmek için nasıl bir nedeni olabilir?” “Cinayet Yetimleri yayınının durdurulmasını sağlamak. Çünkü program kendisi için tehdit oluşturuyor.” “Ne tehdidi?”


“Bu ya Kim’in röportajlarını sürdürmeye devam etmesi durumunda bulacağı ya da yayını sırasında izleyicilerden birinin fark edebileceği bir şey olmalı.” Bullard’ın şüpheci tavrı geri dönmüştü. “Kurbanları birbiriyle ilişkilendirecek bir bağlantıdan mı söz ediyorsun? Yani otomobiller dışında? Bunu daha önce tartışmıştık...” “Tam bir bağlantı diyebileceğimiz bir şey olmayabilir. Ama Kim’in, programın tanıtımlarında da ısrarla belirtildiği üzere cinayetin geride kalan insanların hayatları üzerinde ne gibi etkileri olduğunu ortaya çıkartmak gibi bir amacı var. Belki katil bu ailelerin hayatlarındaki bazı şeylerin açığa çıkmasını istemiyor. Kimliğinin ortaya çıkmasına imkan verecek bir şeylerin.” Trout esnedi. Belki böyle yapmasaydı Gurney son bir olasılığı daha eklemek için istek duymayacaktı. “Belki de katil son gönderdiği mesajda da gösterdiği gibi, herkesin Good Shepherd’ın bu cinayetinin de eskilerinin devamı olduğuna inanmasını sağlamaya çalışıyor. Böylece sonunda birilerinin en başta yapılması gereken türden bir soruşturma süreci başlatmasına mani olmaya çalışıyor.” Trout’un gözleri öfkeyle parlıyordu. “Zamanında yapılması gerekirken ne yapılmamış?” diye çıkıştı. “Vakaya Good Shepherd’ın bakmanızı istediği gibi bakmış ve buna uygun biçimde davranmışsınız.” Trout aniden ayağa kalktı. “Teğmen Bullard, bu olay şu an itibariyle federal seviyede araştırılacak. Sizin ileri sürdüğünüz saçma sapan, karmakarışık teoriler bana başka bir alternatif bırakmıyor.” Gurney’i işaret etti. “Bu adam soruşturmanıza


müdahale ediyor. Üstelik resmi hiçbir sıfatı yok. FBI’a karşı düşmanca bir tutum sergileyeyim de ne olursa olsun diyen biri o. Üstelik yangın olayı yüzünden kapsamlı bir soruşturmadan geçecek gibi görünüyor. Ayrıca FBI ve BCI dosyalarını yasadışı yollardan ele geçirme suçlamalarına da maruz kalacak. Çok ağır bir beyin travması geçirdi. Bu durum yargılarını ve karar verme mekanizmasını olumsuz yönde etkilemiş olabilir. Şu andan itibaren onun ileri süreceği hiçbir şeyi dinlemek istemiyor, onun bulunduğu toplantılara katılmayacağımı da bilmenizi istiyorum. Ayrıca soruşturma prensiplerine aykırı bu davranışlarınızı Binbaşı Forbes’a da ileteceğim.” Daker da Trout’un yanına gelmişti. Halinden memnun gibi görünüyordu. “Böyle düşünmenize üzüldüm,” dedi Bullard sakin bir ses tonuyla. “Amacım farklı görüş açılarını masaya yatırıp hangi görüşlerin daha dayanıklı olduğunu test etmekti. Siz de amacıma ulaştığımı düşünmüyor musunuz?” “Tam bir zaman israfı oldu.” “Trout çok ünlü olacak,” dedi Gurney buz gibi bir gülüşle. Herkes ona dönmüştü. “FBI tarihinde aynı olayı iki kez soruşturup ikisini de yüzüne gözüne bulaştıran ilk ajan olacak.” Kimse kimseyle vedalaşmamış, el sıkışmamıştı. Otuz saniye sonra Gurney’le Bullard odada yalnız kalmışlardı. “Ne kadar eminsin?” diye sordu. “Herkesin haksız kendininse haklı olduğundan ne kadar eminsin?” “Yaklaşık yüzde doksan beş.”


Ağzından bu cümle çıkar çıkmaz yoğun bir kuşku hissiyle ürpermişti. Neticede böylesi bilinmezliklerle dolu bir olayla ilgili herhangi bir konuda emin olmak birdenbire hastalıklı bir aşırı güven gibi gelmişti gözüne. Bullard’a ne zaman tüm yetki FBFm bölge bürosuna aktarılır diye sormak üzereydi ki Clegg kapıda belirdi. Beklenmedik bir gelişme karşısında yalnızca genç polislerin gözlerinde beliren endişe dolu bakışlarla içeri girdi. Bullard ona doğru döndü. “Evet, Andy.” “Yeni bir cinayet. Eric Stone. Evinin hemen girişinde öldürülmüş. Kalbine bir buz kıracağı saplanarak. Dudaklarına da plastik bir zebra sıkıştırılmış.”


37. Bölüm Öldürme İsteği “ Aman Tanrım,” dedi Madeleine yüzünü buruşturarak. “Kim bulmuş onu o halde?” Lavabonun yanında elinde erişte süzgecinin sularının süzülmesini bekliyordu. Gurney’se hemen karşısındaki yüksek taburedeydi. Karısına karşılaştığı zorluklardan, sinirlendiği anlardan, yaşadığı çatışmalardan bahsediyordu. Oysa normalde böyle yapmazdı. Hiç yapmamıştı. Bundan da genlerini suçlu tutardı. Babası hiçbir şeyden rahatsız olmaz, asla korkmaz, kızmaz, şaşkınlığa kapılmazdı. “Söz gümüşse sükut altındır,” babasının en sevdiği atasözüydü. Gerçekten de daha sonrasında Gurney lisede bu sözün aslında altın kural olduğunu öğrenecekti. Önceleri hissettikleri konusunda hiçbir şey söylememek adeta içgüdüsel bir özelliği olmuştu. Sonrasındaysa bu özelliği az da olsa faydasını gördüğü, hayat boyunca sürdüreceği alışkanlığa dönüşmüştü. Geçen sonbaharda yaralanması strese karşı olan dayanıklılığına derin bir darbe vurmuş, o günden sonra da bazı düşünceleriyle hissettiklerini Madeleine’le paylaştığında bariz biçimde ferahladığını fark etmişti. Şimdi de mutfakta, karısına gün boyu yaşadığı sıkıntılı anları anlatıyor, sorduğu sorulara da elinden geldiğince yanıt vermeye çabalıyordu. “Müşterilerinden biri bulmuş onu. Stone evinin civarındaki küçük dükkanlarla pansiyonlara kurabiye, çörek pişirerek


geçimini sağlıyordu. Dükkanlardan birinin sahibi çörek siparişini teslim almaya gelmiş. Zencefilli çörek. Ön kapının aralık olduğunu fark etmiş. Kapıyı birkaç kez çalmasına rağmen Stone yanıt vermeyince de kadın kapıyı itip içeri girmiş. Ve cesedi bulmuş. Tıpkı Ruth Blum gibi. Kapının hemen önünde. Göğsüne saplanmış bir buz kıracağıyla.” “Tanrım, ne kadar korkunç bir şey bu! Kadın ne yapmış sonra?” “Anlaşıldığı kadarıyla hemen polisi aramış.” Madeleine başını iki yana yavaşça salladı. Sonra süzgeci hâlâ elinde tuttuğunu fark edip şaşırdı. Dumanı tüten erişteyi servis tabağına boca etti. “Sasparila’daki günün böyle mi sona erdi?” “Aşağı yukarı.” Ocaktan, içinde mantarla kuşkonmaz sotelediği tavayı alıp karışımı eriştenin üzerine döktü. Boş tavayı lavaboya koydu. “Trout’un anlattığın tavırları seni endişelendirdi mi gerçekten?” “Emin değilim.” “İşgüzar ukalanın teki gibi geldi bana.” “Ah, kesinlikle öyle. Hiç kuşkun olmasın.” “Sanırım onun tehlikeli bir işgüzar ukala olma ihtimali seni endişelendiriyor, değil mi?” “Öyle denilebilir.” Servis tabağını masaya koydu. Sonra da tabaklarla çatal bıçağı yerleştirdi. “Bu gece sadece bunu yaptım. Et istersen dolapta akşamdan kalan köfte de var.” “Bu yeter.” “Çok köfte var istiyorsan hemen...” “Hayır, bu yeterli. Gerçekten. Bu arada sana söylemeyi unuttum. Kyle’la Kim’i birkaç günlüğüne burada kalmaya


davet ettim.” “Ne zaman?” “Bu gece gelecekler.” “Yani ne zaman davet ettin diye sordum?” “Sasparilla’dan dönerken aradım. Çünkü onlara zarfı yollayan kişinin, adreslerini de bildiği anlaşılıyor. Bu yüzden burasının daha güvenli olacağını...” Madeleine kaşlarını çatmıştı. “Bizim adresimizi de biliyor.” “Evet, ama ne bileyim? Burada daha güvenli olurlar diye düşündüm işte. Belki daha kalabalık olalım diye.” Bir süre sessizce yemeklerini yediler. Sonra Madeleine çatalım bıraktı. Yarısını bile bitirmediği tabağını ortaya doğru itti. Gurney başını kaldırıp ona bakıp, “Bir şey mi oldu?” diye sordu. “Bir şey mi oldu?” Hayretle bakıyordu Gurney’in yüzüne. “Gerçekten soruyor musun bana bunu?” “Hayır, yani... Tanrı aşkına, ne demeye çalıştığını anlamıyorum.” “Bu iş çığırından çıktı sanki,” dedi. “Gerçekten.” “Buna karşı çıkamayacağım.” “Peki nedir planın?” Aynı soruyu ahır yandıktan sonra da sormuştu. Ancak durumun giderek kötüleşmesiyle bu soru daha rahatsız edici bir hal almıştı. İnsanlar kalplerine buz kıracağı saplanarak öldürülüyordu. Görevli FBI ekibi gerçeği ortaya çıkarmaktan


çok, kendilerini koruma amacıyla ona iftira atmaya daha istekli görünüyordu. Holdenfıeld sinsice bir tavır takınmış, kendisine silah gibi kullanılan travma sonucu beyin hasarı ve psikolojik bozuk fikirleriyle Trout’u doldurmuştu. Bullard kısmen yanında gibi görünüyordu ama onun da Trout’la barış yapmaya karar verirse bir anda fikirlerinin değişebileceğinin farkındaydı. Üstelik hepsi bu kadar da değildi. Tüm bu çirkin mücadelelerin, sinir bozucu gelişmelerin ötesinde asıl sorun korkunç bir şeytanın, acımasız bir katilin hızla kendisine, Kim’e, Kyle’a ve Madeleine’e doğru yaklaştığını hissetmesiydi. O bodrumda kendisini uyaran şeytan anlaşılan uyanmış ve işe koyulmuştu. Ve tüm bunlar karşısında Gurney’in plan diyebileceği tek şey oturup parçalan bir araya getirmeye, gizli resmi görmeye çalışmak, iskambil kağıtlarından yapılmış bürokratik engellerin yıkılmalarını sağlamak için parmağıyla itip durmaktan ibaretti. En azından onlar kendisini saf dışı bırakıncaya kadar. “Planım yok,” dedi. “Ama vaktin varsa seninle birlikte bir şey izlemek istiyorum.” Madeleine duvar saatine bakıp, “En fazla bir saatim var. Klinikte yeni bir toplantı yapılacak. Ne izleyeceğiz?” Çalışma odasına gelmesini isteyip Kim’in gönderdiği Jimi Brevvster röportajını bilgisayarına indirirken de izleyecekleri şeyle ilgili Madeleine’i bilgilendirdi. Bilgisayarın karşısındaki koltuklardaki yerlerini aldılar. Video Kim’in arabasının yolcu koltuğundan çekildiği anlaşılan görüntülerle başlıyordu. Karlı arazideki tabela Turnwell’e girdiklerini işaret ediyordu. Burası Jimi


Brevvster’ın adres olarak belirttiği, ıssız bir Catskill kasabasıydı. Asıl oturduğu yerse daha ilerde, tepenin eteklerinde, virane binalarla terk edilmiş dükkanların oluşturduğu kasabanın bir hayli uzağındaydı. Kasabada camları leş gibi bir bar, tek pompalı bir benzin istasyonu ve en fazla tek araçlık bir garaj büyüklüğündeki derme çatma postane dışında açık bir yer göze çarpmıyordu. Kim’in arabası bir tarafı karla kaplı, diğer tarafı yıkık dökük binalarla mevsim kış olduğu için değil çoktan kurudukları için yapraklarını dökmüş ağaçların göze çarptığı yolda ilerliyordu. Gurney, TurnvveU’in Jimi’nin babasının yaşamış olduğu Williamstown’dan ne kadar farklı olduğunu fark edince bir hayli şaşırmıştı. Tumwell oraya kıyasla ayın karanlık yüzünü andırıyordu. Acaba babasının yaşadığı çevreden bu derece farklı bir yerde oturmayı isteyerek mi tercih etmiş diye merak etmişti. Görüntüleri izlemeye devam ederken bu merakı giderek artıyordu. Tabii bir de kamerayı kimin tutuyor olabileceğini merak ediyordu. Büyük bir olasılıkla Jimi Brewster’ı ziyarete gittikleri tarihte ilişkileri sona ermemiş olduğundan kaydı Robby Meese yapıyor olmalıydı. Araç sağ taraftaki küçük bir evin önünde durdu. Evin ve çevresinin görünümüne zerre kadar önem verilmediği hatta kasıtlı olarak bu derece itici gözükmesi sağlandığı anlaşılıyordu. Ön taraftaki sundurmadan, çökük çatıya kadar her şey berbat görünüyordu. Gurney tecrübelerine dayanarak böylesi bir ortamda yaşamasının nedeninin, yüzde doksan


dokuz olasılıkla fakirlik, fiziksel yetersizlik, depresyon veya psikolojik sorunlardan biri olması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Berbat haldeki kapıyı açıp sundurmaya çıkan zayıf, gözleri fıldır fıldır dönen bu asabi adamın üzerinde siyah kot pantolonla turuncu tonlarda bir tişört vardı. Saçı da sakalı da kısaydı. Yirmi yıl önce üniversite birinci sınıfta olduğuna göre en az otuz yedisinde olmalıydı ama on yaş daha genç görünüyordu. Tişörtünün önündeki büyük harflerle yazılmış PES ETMEK YOK ibaresi genç görünüşünün daha da pekişmesini sağlıyordu. “İçeri gelin,” dedi kapının önünde bekleyen konuklarına. “Çok soğuk dışarısı.” Kamera içeri yöneldi. Tişörtünün arkasında da KAHROLSUN OTORİTE yazılıydı. Evin içi tıpkı dışarısı gibi iticiydi. Küçük odadaki birkaç parça eşya çok eski görünüyordu. Duvarın dibinde rengi uçmuş bir kanepe, karşı duvarda dörtgen bir masa ve etrafında katlanılabi-len dört sandalye vardı sadece. Kamera evin perişan haldeki durumunu gözler önüne sererken Kim’in sesi işitildi. “Robby, yerlerimizi alana kadar kapat kamerayı.” Kamera, enerjisini ağırlığını bir ayağından diğerine aktararak boşaltmaya çalışan kızıl saçlı adama doğru yavaşça yaklaştı. Adam gülümsüyor mu yoksa yüzünü mü ekşitiyor anlamak mümkün değildi.


“Robby. Kapat kamerayı lütfen.” Kim‘in kesin talimatına rağmen kamera yaklaşık on saniye daha çekime devam etti. Ekran karardı. Görüntüler yeniden başladığında Kim’le Jimi Brewster masada karşılıklı oturuyorlardı. Kameranın açısı Meese’in de çekimi kanepenin olduğu yerden yaptığını ortaya koyuyordu. “Evet,” dedi Kim, Gurney’in tanıştıklarında gözlemlediği heyecanı yansıtarak. “Hadi başlayalım. Jimi, bir kez daha bu belgeselde yer almayı kabul ettiğin için sana şükranlarımı sunmak istiyorum. Bu arada sana Jimi mi yoksa Bay Brewster diye mi hitap etmemi istersin?” Başını umursamaz bir tavırla iki yana salladı. “Fark etmez. Ne derseniz deyin.” Parmaklarıyla masada kesik kesik tempo tutuyordu. “Tamam. Madem fark etmiyor Jimi diyeceğim. Daha önce de açıkladığım gibi yakında gerçekleşecek daha ciddi bir görüşme için ön mülakat gibi bir şey yapacağız seninle.” Birden tempo tutmayı kesip söze karıştı. “Sizce onu ben mi öldürdüm?” “Anlamadım?” “Herkes gizli gizli bunu merak ediyor.” “Özür dilerim, Jimi, ama ne dediğini anlamakta...” Bir kez daha sözünü kesti. “Ama onu öldürdüysem diğerlerini de öldürmüş olmam gerek. Ama ilk dört cinayet sırasında nerede olduğumu kanıtlayabildiğim için beni tutuklayamazlar.”


“Anlamıyorum, Jimi. Senin onu öldürmüş olabileceğini hiç düşünmedim ki ben.” “Keşke öldürseydim.” Kim duraksadı. Çok şaşkındı. “Babanı öldürmüş olmayı mı isterdin?” “Ve de diğerlerini. Sence ben Good Shepherd’a benziyor muyum?” “Ne?” “Yani hayalinde canlandırdığın Good Shepherd’a benziyor muyum ben?” “Ben onu hiç hayal etmedim.” Brewster yeniden tempo tutmaya başlamıştı. “Her şeyi karanlıkta yaptığı için mi?” “Karanlıkta mı? Hayır, sadece... Neden bilmiyorum ama onu hiç hayal etmedim.” “Sence o bir canavar mı?” “Fiziksel olarak mı?” “Fiziksel, ruhsal, zihinsel, her türlü. Sence o bir canavar mı?” “Altı kişiyi öldürdü.” “Altı canavarı. Bu da onu kahraman yapar değil mi?” “Sence bütün kurbanları canavar mıydı?” Bu konuşmalar sırasında kamera, evde parmak uçlarında dolaşan biri gibi adeta yüzlerindeki en ufak bir mimiği bile tespit etmek istercesine yavaş yavaş yakın çekime geçiyordu. Jimi Brewster’ın nadiren kırptığı göz kapakları titriyordu. “Çok basit. Bir arabaya yüz bin dolar verirseniz iğrenç, lanet olası bir pisliksiniz demektir.” Ses tonu sertleşmiş sanki


aradan geçen bunca zaman zarfında hayatında olduğu gibi öfkesinde de neredeyse hiç değişiklik meydana gelmemiş gibiydi. Otuzlu yaşlarının sonundaki bir adamdan çok lise satranç kulübünde sorun çıkartan bir gence benziyordu. “Lanet olası bir pislik? Baban için de böyle mi hissediyorsun?” “Muhteşem bir cerrah mı? Yoksa para sevdalısı pislik bir cerrah mı?” “Babandan hâlâ eskisi gibi nefret mi ediyorsun?” “Annem hâlâ eskisi gibi ölü mü?” “Anlamadım?” “Annem onun yazdığı reçetedeki uyku ilaçlarını içerek intihar etti. Muhteşem doktor. Dahi beyni patlatılarak öldürülen adam. Size bir sır vereyim mi? Haberi vermek için beni aradıklarında tam üç kez tekrar ettirdim. Bunu şoka girdiğim için yaptığımı sanmışlardı. Ama şoka filan girmemiştim. Yalnızca mutluluktan uçmuş, rüyada olmadığıma emin olmak istemiştim. Tekrar tekrar duymak istiyordum. Hayatımın en mutlu günüydü.” Brewster duraksadı. Müthiş bir heyecanla Kim’in gözlerinin içine bakıyordu. “İşte!” diye bağırdı birden. “İşte orada. Gözlerinde görüyorum!” “Neyi?” “O soruyu?” “Hangi soruyu?” “Herkesin sorduğu soruyu. Jimi Brewster, Good Shepherd olabilir mi?”


“Az önce dediğim gibi ben hiçbir zaman böyle bir şey düşünmedim.” “Ama şimdi düşünmeye başladın. Yalan söyleme. Böylesi bir öfke altı kişinin öldürülmesine neden olabilir mi diye düşünüyorsun?” “Olay sırasında nerede olduğuna dair şahitlerin olduğunu söyledin. Eğer şahidin varsa...” Yine sözünü kesti. “İnsan sence fiziksel olarak bir yerde bulunurken ruhsal olarak başka bir yerde bulunabilir mi?” “Nasıl yani?” “Hint fakirlerinin aynı anda iki yerde görüldüklerini söyleyen insanlar var. Zaman ve mekan bizim düşündüğümüz kavramlar gibi olmayabilirler. Buradaymış gibi görünebilirim ama aynı zamanda belki de bambaşka bir yerdeyimdir.” “Özür dilerim, Jimi, ama gerçekten...” “Her gece, karanlık yollarda dolaşıp dahi doktorları aradığımın hayallerini kuruyorum. İlaç yazmaya meraklı, robotlaşmış tavırlı doktorları arıyorum. O parlak, lüks arabasında caka satan bir doktora rastlayınca da silahımı çekip şakağına nişan alıyorum. Tetiği çektiğim anda adeta cennetten gelen tertemiz bir ışıkla aydınlanıyor etraf. Doğruluğun ve ölümün ışığıyla. Ve lanet olası kafasının yarısı patlamış oluyor!” Parmaklarıyla masaya artık daha hızlı vuruyordu. Kamera Kim’in verdiği tepkiye odaklanıp, daha sonra da alt dudağını kemiren Brewster’m yüzüne yaklaştı. Kamera yeniden uzaklaşıp ikisini birden çekmeye başladı. Kim ani bir tepki vermek yerine derin bir nefes alıp konuyu değiştirmeyi seçmişti. “Üniversiteye gittin mi?”


Bu soruyu beklemediğinden, şaşırmıştı. “Evet.” “Nerede?” “Dartmouth’da.” “Ne okudun?” Dudakları bir saniyelik bir gülümseme olarak da algılanabilecek belli belirsiz bir şekilde kasılmıştı. “Hekimliğe giriş.” “Şaşırdım.” “Neden?” “Babana karşı hissettiklerinden asla onun izinden gitmek istemezmişsin gibi gelmişti bana.” “İzinden gitmedim zaten.” Bu kez kasılmanın gülümseme olduğu apaçık ortadaydı ama hiç de sıcak bir tebessüm değildi bu. “Mezun olmama bir ay kala okulu bıraktım.” Kim kaşlarını çatarak, “Sırf onu hayal kırıklığına uğratmak için mi?” diye sordu. “Benim varlığımdan haberdar olup olmadığını görmek için.” “Umurunda bile değildim. Bana sadece okulu bırakmanın aptalca bir hareket olduğunu söyledi sadece. Bunu en fazla arabamın camını yağmurlu bir günde açık unuttuğumda söyleyeceği türden bir ilgiyle söylemişti. Kızmamıştı bile. Kızacak kadar bile umurunda değildim. Hiçbir şeye kızmaz, çok sakin davranırdı. Annemin cenazesinde herif nasıl sakindi görmeliydiniz.” “Sen okulu bırakınca ödediği onca para boşa gitmiş oldu. Buna kızmadı mı?” “Haftada beş gün, günde sekiz saat ameliyatta. Or.spu çocuğu dört yıllık okul masrafımı iki haftada çıkartacak kadar


para kazanıyordu. Oda kiram ve eğitim ücretim onun elinin kiri gibiydi. Annemin olduğu gibi. Ve de benim. Bindiği arabalar onun gözünde bizden çok daha değerliydi.” Kim hiçbir şey söylemedi. Duygularını gizlemek istercesine bir eliyle dudaklarını kapatmıştı. Sessizlik bir süre devam etti. Kim yeniden konuşmaya başlamadan önce boğazını temizledi. “Nasıl yaşıyorsun?” Brevvster kahkahayı bastı. “Herkes nasıl yaşıyor?” “Yani hayatını nasıl kazanıyorsun demek istedim.” “İğnelemeye mi çalışıyorsun beni?” “Anlayamadım.” “Bana kalan parayla geçindiğimi düşünüyorsun sanırım. Nefret ediyormuş gibi göründüğümü ama onun parasıyla hayatımı idame ettirdiğimi düşünüyorsun, değil mi? Ne iğrenç bir ikiyüzlülük diyorsun içinden. Onun gibi olduğumu tek derdimin para olduğunu düşünüyorsun.” “Bu söylediklerinin hiçbiri gelmedi aklıma. Sadece masum bir soruydu bu.” Kaba bir sesle gülüp, “Masum soru soran bir televizyon muhabiri ha?” dedi. “Altın kalpli şeytan gibi bir şey. Ya da ruhu olan bir cerrah gibi. Evet. Tabii. Kesinlikle masum bir soruydu.” “İstediğine inanabilirsin, Jimi. Yanıtın var mı peki?” “Ah. Şimdi niyetini anladım. Hepimizin bize miras kalan paralarla ne yaptığımızı öğrenmeye çalışıyorsun. Kaç para kaldı mesela, değil mi? Bunun peşindesin sen.”


“Sadece senin anlatacaklarının peşindeyim ben.” “Yani parayla ilgili anlatacaklarımın mı? Çünkü o lanet olası izleyicileriniz bunu bilmek isteyecekler. Finansal pornografi. Tamam. Pekala. Lanet olası paradan bahsedelim. İçler acısı halde bir muhasebeci var mesela. Bütün para kaçık çocukları olduğu için kız kardeşine kaldı. Şu süslü püslü fırıncı, var o da sarışın bomba olan annesinin servetine değil borçlarına sahip oldu. Avukatın küçük tatlı karısı fena durumda değil. Üç beş bir şey kaldı ona galiba. Kocasının hayat sigortası sayesinde. Bunları da o lanet olası destek grubu toplantılarında öğrendim zaten. Herhalde öğrenmek istediğin bunlardı değil mi?” “Senin anlattıklarını bilmek istiyorum sadece.” “Doğruya. Tabii. Güzel. Lary Steme’e, değerinin milyonlarca dolar ettiğini tahmin ettiğim estetik diş imalathanesi kaldı. Ürkek köpekleriyle dolaşan korkak kadın Roberta’ya fahişe becermeye meraklı babasının milyar dolarlık tuvalet işi kaldı. Ve tabii bir de ben varım. Açgözlü babamın kafasına kurşunu yediğinde bankada yirmi milyon doların üzerinde hisse senedi vardı. Gerçeği merak eden izleyicilerin olabilir diye söyleyeyim bu hisse senetleri şimdi benim adıma kayıtlı ve değerleri de yaklaşık on yedi milyon dolar. Bunun aklına nasıl bir soru getireceği çok açık. Küçük Jimi Brevvster böylesi bir servete konduysa neden bu çöplükte yaşıyor? Yanıt çok basit. Tahmin edebilir misin?” “Hayır, Jimi, edemem.” “Ah, neyse denesen bulurdun ama hadi ben söyleyeyim. Parayı yakalayabilirlerse son kuruşuna kadar Good Shepherd’a vermek üzere saklıyorum.” “Babanın parasını onu öldüren adama mı vereceksin?”


“Son kuruşuna kadar. Savunmasını yapabilmek için güzel bir yasal kaynak olmaz mı bu para?” 38. Bölüm White Mountain Katili Video kaydı yaklaşık on, on beş dakika daha devam etmiş ancak Dr. James Brewster’ın mirasının akıbetiyle ilgili başka bir şey söylenmemişti. Web site tasarlamak, elektronik aletlerle ilgili danışmanlık işleri gibi Jimi’nin faturalarını ödemek için yaptığı işlerden kısa bir süre bahsettikten sonra röportaj yavaş yavaş tıkanma noktasına geldi. Kayıt asık yüzlü Kim’in Jimi’yle vedalaşıp, ardından da kısa süre içinde yeniden iletişime geçme sözü verdiği görüntülerle sona eriyordu. “Tanrım,” dedi Gurney bilgisayarı kapatıp arkasına yaslanırken. Madeleine iç çekti. “Çok büyük bir suçluluk duygusu.” Gurney merakla ona döndü. “Suçluluk duygusu mu?” “Babasından nefret ediyormuş. Büyük bir ihtimalle ölmesini de istemiştir. Hatta belki de bir başkasının onu öldürmesini umut etmiştir. Sonra da babası gerçekten öldürülüyor. Bunu akıldan çıkarmak zor olsa gerek.” “Bu konuda hiç suçu olmasa bile...” Gurney sesli düşünüyordu. “Ama bir şekilde suçlu sayılır yine de. Hayali gerçekleştiğinde bunun aslında kendi hayali olduğu gerçeğinden kaçmasına imkan yok. Umduğu, arzu ettiği şey olmuş neticede.”


“Bu görüntülerde ben suçluluk duygusundan daha çok öfke gördüm.” “Öfke suçluluk kadar can yakmaz.” “Suçluluk yerine tercihini öfkeden yana mı kullanıyor yani?” Madeleine yanıt vermeden önce bir süre yüzüne bakmıştı. Sonra, “Eğer babanın ölmeyi hak edecek korkunç şeyler yaptığı düşüncesine sımsıkı bağlı kalmayı sürdürürsen ölümünü istediğin için suçluluk duymak yerine ona sonsuza dek kızıp durabilirsin” dedi. Gurney, karısının sözlerinin sadece Jimi Brewster’ın değil kendisinin de babasıyla olan ilişkilerine dair mana taşıdığını hissetmiş olmanın huzursuzluğunu duymuştu. Zira Gurney de kendisini çocukluğunda umursamayan babasına büyüdüğünde aynı tavrı takınmış, adamı arayıp sormamıştı bile. Ama bu çok rahatsız edici bir konuydu ve en azından şu an için böylesi bir sohbete girme niyetinde değildi. Baba oğul ilişkisi kolayca boğazına dek gömüleceği bir bataklıktı onun için. Bunlara odaklanmak yerine dikkatini toplaması gerekiyordu. Yani daha çok soru sormalı, daha fazla şey yapmalıydı. Cep telefonunu almak üzere çalışma odasından çıkıp mutfağa yöneldi. Teğmen Bullard, Brewster’la yapılan görüşmenin video kaydını akşam yemeğine dek almış olmalıydı. Bir hayli merak ettiğine göre de şimdiye dek çoktan izlemiş olmalıydı. Ama izlediklerini değerlendirmek üzere aramamıştı. İşte bu tuhaftı. Belki de her an değişmeye müsait hassas durum yüzünden aramamış olması o kadar da tuhaf sayılmazdı. Şartlar gereği her an taraf değiştirebilirdi. Belki de arayıp hâlâ kendi tarafında olup olmadığını kontrol etmeliydi. Ama o an için


acele etmemek, onun aramasını beklemek daha doğru bir davranış olacak gibi geliyordu. Bu konuya kafa yormaktan, mutfak penceresinden ahır kalıntılarının yanından eve doğru yaklaştıklarını gördüğü Kim’in Miata’sıyla peşi sıra gelen Kyle’ın motoru sayesinde kurtulmuş oldu. Evin önündeki açıklığa yaklaşırlarken Miata yokuştan biraz hızlı çıkmış, aracın deposu yoldaki tümseğe bir hayli sert bir biçimde vurmuştu. Ama otomobilini Gurney’in Outback’inin yanına park edip aracından inen Kim’in yüz ifadesinden, bunun farkına bile varmadığı anlaşılıyordu. Kapının önüne çıkan Gurney’e doğru yürürken dudaklarının kenarıyla göz çevresinde endişenin, korkunun neden olduğu, otomobilinin arka dingillerinde bu darbeyle oluşabileceğinden çok daha derin izler vardı. Motosikletinin dengesini sağlamak için abartılı bir dikkatle denge çubuğunu indiren Kyle’m yüzüne de benzer bir gerginlik ifadesi hakimdi. Kim, Gurney’le yüz yüze geldiğinde ağlamamaya çalışıyormuşçasına dudaklarını ısırdı. “Tüm bu berbat şeyler için çok özür dilerim.” “Tamam, üzülme artık.” “Olup bitenlere bir anlam veremiyorum.” Korkmuş, ne yapacağını bilmez haldeki bir çocuk gibiydi. Yanına gelen Kyle’ın dudaklarını sıkışından onun hissettiği duygular da apaçık okunuyordu. Gurney mümkün olduğunca içten bir gülümsemeyle, “Gelin içeri,” dedi. Holden mutfağa girdikleri sırada Madeleine de üzerinde Gurney’in klinik takımı adını taktığı özel dikim koyu


kahverengi kumaş pantolon ve bej ceketiyle diğer kapıdan girmişti. Bu kıyafet normalde giymeyi tercih ettiği tropikal renklerdeki giysilerine kıyasla haddinden fazla profesyonel görünmesine yol açıyordu. Kim’le Kyle’a hafifçe gülümsedi. “Acıktıysanız buzdolabında bir sürü şey var.” Büfeden içine lazım olan her şeyi sığdırabil-diği geniş çantasını alıp omzuna astı. Çantanın üzerinde sevimli bir keçi resmiyle YEREL ÇİFTÇİLİĞE DESTEK OLUN yazısı göze çarpıyordu. “İki saate kadar dönerim,” deyip çıktı. “Dikkat et,” diye seslendi Gurney arkasından. Kim’le KyJe’a döndü. Yorgun, gergin ve endişeli görünüyorlardı. “Nereden biliyor?” diye sordu Kim. Bu soruyu uzun zamandır aklında evirip çevirdiğinden ne demek istediğinin hemen anlaşılabileceğini sanmıştı. “Shepherd’ın Kyle’m adresine gönderdiği bir şeyin senin eline geçeceğini nereden biliyor olabileceğini mi soruyorsun?” Hızla başını sallayarak onayladı. “Bizi takip ettiğini, izlediğini düşünmek istemiyorum. Tüylerim diken diken oluyor aklıma geldikçe.” Isınmaya çalışıyormuşçasına kollarını ovuşturuyordu. “Bodrumdaki kayıtlı sesten, mutfağındaki kan damlalarından ya da bulduğumuz bıçaktan daha korkutucu değil.” “Ama onları yapan Robby’di. Robby aşağılık herifin tekidir. Ama... ama bu katil. Ruthie’yi... ve Eric’i öldürdü. Buz kıracağıyla... Aman Tanrım! Konuştuğum herkesi öldürecek mi?” “Umarım hayır.


Öncelikle sobayı yaksak iyi olacak. Güneş batınca içerisi çok serin oluyor.” “Ben hallederim,” dedi Kyle en azından işe yarayacak bir şey yapabilme arzusuyla. “Sağ ol. Kim, sen de sobanın karşısındaki koltuğa geçip rahatına bak. Orada bir de yün battaniye olacak. Ben de kahve yapayım.” On dakika sonra Gurney, Kim ve Kyle’Ia birlikte sobanın karşısındaki yerini almıştı. Yanan kiraz ağacının hoş kokusu, demir sobanın ortasındaki bölmeden görünen kırmızımsı sarı alevler, ellerindeki dumanı tüten kahveler biraz olsun sakinleşmelerine, içinde bulundukları karmaşadan uzaklaşabilmelerine olanak tanımıştı. “Giderken bizi kimsenin takip etmediğine eminim,” dedi Kyle. “Bugün gelirken de yine takip edilmediğimizi biliyorum.” “Bunu nasıl biliyorsun?” diye sordu Kim. Yanıtı rahatlamak için değil daha ziyade meydan okurcasına sormuştu. “Çünkü bütün yol boyunca senin arkandan geldim. Bazen tam arkandaydım, zaman zaman da biraz uzağında kaldım. Sürekli kontrol ettim. Eğer peşimizde biri olsaydı mutlaka fark ederdim. Roscoe’de 17. Yol’dan çıktık. Yolun geri kalanındaysa neredeyse hiç araç yoktu.” Kyle’ın sözleri Kim’in endişelerini azaltmamıştı. Ayrıca Gurney’in akima diğer olasılıkların gelmesine neden olmuştu. Ancak Kim’in ruh hali nedeniyle bunları en azından şimdilik kendine saklamaya karar verdi. “Biraz önce Robby Meese’den bahsetmiştin,” dedi Gurney. “Aklıma takıldı. Jimi Brevvster’la çok sık görüştü mü?”


“Pek değil.” “Bana gönderdiğin görüntüleri çeken o değil miydi?” “Oydu ama Robby’le Jimi iyi anlaşamıyor gibiydiler. Robby’nin güvenilmez tutumları yüzünden zaten kötü bir başlangıç yapmıştık.” “Nasıl?” “Robby projeme dahil olan insanları tanıdıkça onların onayının gerekliliğe daha bir inanmaya başlamıştı. Daha önce bilmediğim yönleri olduğunu keşfettim. Para için her şeyi yapacak türden bir dalkavuk olmuştu. Sanırım bunu o da gördü. Zaten Jimi’nin hayatta en çok karşı çıktığı şeylerdi bunlar.” “Kime dalkavukluk yapıyordu?” “Neredeyse herkese. Eric’in sahip olduğu her şeyin ipotekli olduğunu öğreninceye dek Eric Stone’a, sonrasında da parasının çok ilgisini çektiği, savunmasız haldeki Ruthie’ye.” Başını iki yana salladı. “Çok iğrenç bir herifmiş. Üstelik bu yanını onu tanıdığım ilk birkaç ay nasıl da başarıyla gizlemeyi becermişti.” Gurney sessizce kızın sözlerini sürdürmesini bekledi, Kim de zaten derin bir nefes aldıktan sonra devam etmeye koyuldu. “Elbette bir de babasının tesisat işinden tonla paraya konan Roberta var. O savunmasız değil, tam tersine bir hayli ters tavırlar sergileyen biriydi ama bu Robby’nin onu ısrarlı bir biçimde aramasına mani olmamıştı. Sonra bir de estetik diş imalatından gelen önemli bir servetin sahibi olan Larry vardı. Ama şöyle bir şey oldu. Sanırım Larry, Robby’nin gerçek yüzünü, onun ilgi çekme ihtiyacını görmüş hatta ona acımıştı. Neden bunları konuşuyoruz? Robby, Ruthie’yle Eric’i öldürmedi ki. Böyle bir şey yapamaz


o. Tamam, iğrenç bir insan ama o kadar da değil. Yani bunların ne önemi var ki?” Gurney’in verecek bir yanıtı yoktu ama bunu itiraf etmekten çalan telefonu sayesinde kurtulmuştu. Teğmen Bullard’ın Brews-ter röportajıyla ilgili düşüncelerini söylemek için aradığını umarak ekrana baktı. Hardvvick arıyordu. “Davey, ufaklık, farkında mısın bilmiyorum ama tam bir asansörde osuruk etkisi yarattın.” “Birileri rahatsız mı olmuş?” “Rahatsız mı? Birinci sınıf bir ajan tarafından hakkında adaletin çarklarına teslim edilmen için girişimlerin başlatılmasını rahatsızlık olarak mı tanımlıyorsun? Tamam, o zaman birileri rahatsız olmuş diyebiliriz.” “Trout ahır yangınını mı araştırıyor?” “Normalde bu BCTnın kundaklama olayları bölümünün işi. Ama FBI bölge bürosu konuyla bir hayli yakından ilgileniyor. Sigortadan gelecek parayla ilgilenmeni gerektirecek türden kumar, ipotek, sağlık ve aşk kökenli herhangi bir maddi sorunun olup olmadığı konusunda inceleme yapmayı önerdiler.” “Or.spu çocuğu,” diye söylendi Gurney. Yemek masasının etrafında dolaşmaya koyulmuştu. “Ne bekliyordun? Sen adamı pantolonunu herkesin içinde aşağı indirmekle tehdit edeceksin onun eli de armut toplayacak öyle mi?” “Bunu bekliyordum. Tepkim, zamanımın giderek tükendiğini fark ettiğim içindi.” “Konusu açılmışken herkesi çileden çıkarmak dışında, gizli gerçeğin anlaşılması noktasında herhangi bir ilerleme


kaydedebildin mi?” “Bunu sanki olmayan bir şeyi araştırdığımı düşünüyormuş gibi söyledin.” “Öyle söylemedim. Sadece herhangi bir gelişme sağlayıp sağlamadığım merak ediyorum.” “Bunu ne olup bitiğini anlayıncaya kadar bilemeyeceğim sanırım. Bu arada White Mountain Katili konusunda ne biliyorsun?” Kısa bir sessizlik oldu. “Çok eskilerde kalmış bir olay. On beş sene önce galiba. New Hampshire’da mıydı?” “Neredeyse yirmi yıl önce. Hanover kasabası çevresinde.” “Tamam. Şimdi daha iyi hatırladım. Beş, altı kadın kısa bir süre içinde ipek eşarplarla boğularak öldürülmüştü. Neden sordun?” “O katilin kurbanlarından biri, Good Shepherd kurbanlarından birinin oğlunun kız arkadaşıymış. Kız Dartmouth’da son sınıftaymış. Good Shepherd kurbanlarından birinin oğlu da aynı okulda birinci sınıfta okuyormuş.” “Ne? Kurbanın oğlunun kız arkadaşı orada son sınıfmış da o da birinci sınıftaymış da, ne anlatıyorsun sen böyle?” “Larry Sterne’in öldürülen kız arkadaşı Dartmouth’da son sınıftayken Jimi Brewster da birinci sınıftaymış.” Yine kısa bir sessizlik oldu. Gurney, Hardwick’in söylenenleri değerlendirmeye çalıştığına emindi. Sonra boğazını temizleyerek konuşmaya başladı. “Bunu önemli bir ayrıntı olarak mı görmem gerekiyor? Elimizde 2000 yılında seri cinayet olayı esnasında bir ferdini kaybetmiş kuzeydoğuda yaşayan bir aile var. Bu ailenin oğlu on yıl önce


1990’da Sarmaşık Birliği’nde1 top koştururken başka bir seri cinayetin kurbanı olacak kızla arkadaşlık yapmış. İlk duyunca şaşırıyor insan, tamam, ama bunun rastlantı olduğu o kadar açık ki. Ne anlatmaya çalıştığını anlayamadım. Jimi Brewster’ın White Mountain Katili olabileceğini mi ileri sürüyorsun?” “Bunu söyleyecek durumda değilim. Aklıma takıldı sadece. Şu bilgi kaynaklarına biraz daha parmak sokup, belki eski CJIS raporlarından filan, tabii hâlâ erişilebiliyorlarsa, bir şeyler öğrenebilir misin?” “Ne gibi?” “Öncelikle katilin olay yerinde bıraktığı izler, kurban profilleri, yanıt bulamamış sorular, Brewster’la bağlantı kurmamıza olanak verecek türden herhangi bir şey.” “Nereden başlayayım?” “Öncelikle olayı araştıran kimmiş onu bulalım. Oradan ilerleriz. Bakalım soruşturmada Brewster’ın adı hiç geçmiş mi?” Bu sözler çok uzun süren bir sessizliğe neden olmuştu. “Jack, orada mısın?” “Buradayım. Bu küçük isteklerinin başıma ne büyük belalar açacağını düşünüyordum.” “Biliyorum.” “Tünelin ucunu görüyor musun?” “Dediğim gibi şu an tek gördüğüm şey zamanımın tükendiği. Evet, tünelin ucu görünüyor. Ama hangi taraftan


çıkacağım o belli değil galiba. Bir günüm ya kaldı ya kalmadı gibi.” “Ne yapmak için?” “Her şeyi anlamak ya da başım daha fazla belaya girmesin diye işin ucunu bırakmak için.” Fazla uzun sürmeyen bir sessizlik. Hardwick hapşırmış, ardından da burnunu temizlemişti. “Good Shepherd olayı on yıldır soruşturuluyor. Sense bunu yirmi dört saat içinde çözmeyi planlıyorsun öyle mi?” “Başka çarem kalmadı gibi. Bu arada Jimi Brewster, Kimi’ye Good Shepherd cinayetleri sırasında başka yerde olduğuna dair tanığı olduğunu söylemiş. Onun kim olduğunu biliyor musun?” “Unutulacak gibi bir şey değil ki o. Brewster cinayeti önce BCI’ya iletildi. Doktor Massachusetts’te vurulmuştu ama oğlu burada oturuyordu. Biz de olay henüz FBPm kontrolüne girmeden cinayeti bildirme görevini almıştık.” “Neden unutulacak bir şey değil dedin?” “Jimi’nin olay sırasında başka yerde oluşu aslında daha çok cinayet sebebi gibi de duruyordu. En azından babasının cinayetinde. Jimi ilk dört cinayet sırasında üzerinde uyuşturucu taşıma suçlamasıyla tutuklu bulunuyormuş. Babası kefaleti ödemeyi kabul etmediği için de birkaç haftayı hücrede geçirmiş. Sonunda eski sevgililerinden birinin ödediği kefaletle, Öfkeden deliye dönmüş olarak tahliye edilmiş. Babasının öldürülmesinden yaklaşık üç saat kadar önce.” “Şüpheli olarak görülmüş mü?”


“Kesinlikle hayır. Dr. Brewster cinayetinin gerçekleştiği yerdeki bulgular diğer cinayetlerle de tıpatıp örtüşüyordu. Ayrıca bu bulgular kamuoyuna açıklanmadığı için Jimi’nin kopya cinayet işlemiş olma ihtimali de yoktu.” “Yani Jimi’yi unutabiliriz.” “Öyle görünüyor. Aslında bir bakıma çok da kötü bir durum. Oysaki listende sıraladığın olasılıklardan birine mükemmel bir cevap olurdu.” “Ne demek şimdi bu?” “Good Shepherd cinayetlerinin hepsi eşit önemde mi diye soruyorsun. Eğer tüm cinayetleri Jimi işlemiş olsa, aslında onu en çok ilgilendirenin babasının ölümü olduğu sonucuna ulaşabilirdik. Diğerlerini de sırf babasıyla aynı model otomobili kullandıkları, babasını bir şekilde yansıttıkları için öfke patlamasının ürünleri gibi görürdük. Bir nevi suç ortaklarını teker teker ortadan kaldırmak gibi.” Duraksadı. “Ah, lanet olsun. Ne anlatıyorum ben? Bunların hepsi psikolojik zırvaydı değil mi?” 39. Bölüm Kan ve Gölgeler Kjinikteki toplantıdan yorgun ve gergin bir şekilde dönen Ma-deleine daha çok kendi sıkıntılarına yoğunlaşmış bir haldeydi. Klinikteki bürokratik işleyişle ilgili bir süre söylendikten sonra Savaş ve Barış‘ı alıp yatağına yöneldi. Kısa bir süre sonra Kim de ertesi günkü Rudy Getz görüşmesine dinlenmiş olarak gitmek istediğini söyleyip, iyi geceler dileyerek yukarı çıktı. Ardından Kyle da gitti.


Gurney, Madeleine’in okuma ışığını kapattığını duyunca, sobayı söndürüp, kapılarla pencerelerin kilitli olup olmadıklarım bir kez daha kontrol etti. Lavaboda kalmış birkaç bardağı sudan geçirdi. Esnediğini fark ettiğindeyse kendisinin de yatması gerektiğine karar verdi. Ne kadar bitkin olursa olsun yatağa girmesi uyuyabileceği anlamına gelmiyordu. Uzanıp gözlerini karanlığa diktiği anda Good Shepherd olayı tüm karmaşıklığıyla zihninde dönüp durmaya başlamıştı. Ayakları aynı anda hem terliyor hem de üşüyordu. Çorap giymek istedi ama yataktan çıkacak hali de yoktu. En yakınındaki perdesiz pencereden gümüşi ay ışığıyla etrafın ölü balık pulları misali fosfor gibi ışıldadığını görerek şaşırdı. İçindeki huzursuzluk sonunda kalkıp giyinmesine neden oldu. Çıkıp, sobanın karşısındaki koltuklardan birine oturdu. Sobanın sıcaklığı az da olsa rahatlamasına neden olmuştu. Henüz sönmemiş közler kıpkırmızı parıldıyordu. Oturunca sanki düşüncelerini dizginlemekte daha başarılı oluyormuş, dikkatini daha iyi topla-yabiliyormuş gibi gelmişti. Kesin olarak ne biliyordu? Good Shepherd’ın zeki, baskı altında bile soğukkanlılığını kaybetmeyen, riske girmemek için her türlü tedbiri alan biri olduğunu biliyordu. Yaptığı planlara sadık kalan, uygulama noktasında titizliği asla elden bırakmayan biri. İnsan hayatına zerre kadar değer vermediği de ortadaydı. Cinayet Yetimleri tarzı programların çekilmesine neden olacak eylemlerine


devam etmeye niyetliydi. Neredeyse top güllesi atacak büyüklükteki tabancayı kullanmakta ustaydı. Şimdi aynı şekilde buz kıracağı kullanmada da usta olduğu ortaya çıkmıştı. Riske girmemek için her türlü tedbiri alıyor oluşu Gurney’in durup durup aklına takılan bir husustu. İşin anahtarı burada olabilir miydi? Zira riske girmemek için bir hayli farklı tedbirler almıştı. Örneğin, saldırıyı gerçekleştireceği yerde uzun süre bekleme sabrını göstermiş, çarpışma ihtimalini azaltmak için yolun sola doğru eğim kazandığı yerleri seçmiş, son derece pahalı olan cinayet silahlarını cinayeti İşler işlemez elinden çıkarmış, Blum cinayeti öncesi gözlerden uzak bir park yeri tercih etmiş, neden olduğu kafa karışıklıklarını iyice artırmak için Ruth’un bilgisayarından Facebook mesajı göndermişti. Bu adam bedeli ne olursa olsun kimliğini saklamaya kararlıydı. Bu uğurda zaman kaybetmeyi, büyük miktarda harcama yapmayı ve cinayet işlemeyi rahatlıkla göze alıyordu. İşte bu da akla enteresan bir soru daha getiriyordu. Ortaya çıkan kendini güvence altına alma, riskten kaçma tedbirleri dışında henüz tespit edilememiş başka neler yapmış olabilirdi? Ya da bir başka ifadeyle cinayet eylemleri sırasında başka ne tür risklerle karşılaşmış, bu riskleri bertaraf etmek için ne gibi tedbirler almıştı? - Gurney kendini Good Shepherd’ın yerine koymaya çalışıyordu. Kendisi gece, karanlık, boş bir yolda birini vurmaya niyetlenmiş olsa ne gibi tedbirler alacağını düşünmeye koyuldu. İlk aklına gelen; ya vurmayı başaramazsam ne olur,


sorusuydu. Ya sonrasında vurmaya niyetlendiğim şahıs arabamın plakasını tespit ederse? Böyle bir şey büyük bir ihtimalle gerçekleşmeyecekti ama her türlü riskten kaçınmaya çalışan biri için bu olasılık da göz ardı edilemezdi elbette. Profesyonel suçlular eylemlerini gerçekleştirmek için çoğunlukla çalıntı araç kullanırlardı ama emniyet güçlerine çalındığı bildirilen, sisteme bu şekilde girmiş bir aracı üç hafta boyunca elde tutup, kullanmaya kalkmak riski azaltmaya çalışan birinin yapacağı şey değildi. Diğer taraftan her bir cinayet için farklı çalıntı araçlar kullanmak da başka sorunlara yol açabilirdi. Bu yüzden de böylesi bir şey kesinlikle Good Shepherd’m tarzı olamazdı. Peki öyleyse ne yapmış olabilirdi? Belki de her ihtimale karşı aracının plakasını çamura bulamıştı? Doğru okunmayan plaka trafik ihlaliydi ve bu da bir riskti elbette. Ama plakanın kurban tarafından okunması durumunda karşılaşılacak problemlere kıyasla çok daha önemsiz bir seviyede kalıyordu. Gurney’in sobada için için yanan közlere gözü takılmıştı. Zihni belli bir konuya sabitlenmeye yanaşmıyordu. Ayağa kalkıp tavan lambasını yakıp, mutfağa yönelerek kendine bir fincan kahve yaptı. Uzun zaman önce çözüme ulaşmanın bir yolunun da sorundan bir parça uzaklaşıp başka bir şeyle uğraşmaya çalışmak olduğunu keşfetmişti. Baskının bir nebze azaldığı, ilginin başka bir şeye yöneltildiği durumlarda insan çıkışı daha kolaylıkla bulurdu. Doğup büyüdüğü Delaware bölgesindeki komşularından biri bir keresinde, “Tazı sen tasmasını çözmediğin müddetçe tavşanı yakalayamaz,” demişti.


Yani başka bir şeye odaklan. Ya da önceden düşündüğün şeylere dön. Kyle’ın Kim’Ie birlikte kente giderken de Walnut Crossing’e dönerken de takip edilmediklerine emin olduğunu söylediğinde hissettiği o huzursuz edici anlara döndü. Gurney o sırada huzursuzluğunun nedenini onlara açmak istememişti ama şimdi içini kemiren bu düşünceyi enine boyuna değerlendirmeliydi. Büfenin çekmecesinden üç el feneri alıp hangisinin pilinin daha iyi durumda olduğunu kontrol etti. Sonra portmantodan iş yaparken giydiği boya lekeli ceketini alıp yan kapıdan dışarı yöneldi. Hava serin değil basbayağı soğuktu. Kim’in otomobilinin altına bakmak için ön taraftaki donmuş çimenlerin üzerine doğru çömeldi. Ancak bu açıdan bir şey görebilmesi mümkün değildi. Arabanın anahtarını almak için içeri döndü. Anahtarı Kim’in şöminenin karşısındaki sehpanın üzerinde duran çantasında bulmuştu. Yeniden dışarı çıkıp traktörü park ettikleri küçük garajdan bir çift metal rampa aldı. Bu rampaları normalde çim biçme makinesinin bıçaklarını değiştirmesi gerektiğinde makineyi yüksekte tutmak için kullanıyordu. Rampaları Miata’nın ön tarafına koyup arabayı yavaşça öne ve yukarı doğru ilerletti. Böylece araç yerden on beş santim kadar daha yükselmişti. Sonra el frenini çekip donmuş çimenlerdeki yerine döndü. Sırt üstü yatıp arabanın altını el feneriyle incelemeye koyuldu. Şüphelendiği, bulmaktan korktuğu şeyin yerini tespit etmek fazla zamanını almamıştı. En fazla bir sigara paketi büyüklüğünde, mıknatıslı, metal, siyah bir kutu ön şaseye


yapıştırılmıştı. Bu kutudan çıkan ince bir kablo aküye doğru uzanıyordu. Arabanın altından çıkıp, arabayı rampadan indirdi. Anahtarı yeniden Kim’in çantasına koydu. Biraz düşünmesi gerekiyordu. Miata’ya yerleştirilmiş GPS yer tespit cihazı elbette tek başına büyük bir anlam ifade etmiyordu ama duruma son derece rahatsız edici yeni bir boyut kazandırdığı da aşikardı. Arkasından da akla hemen şu soru geliyordu: Sökmeli miyim yoksa olduğu yerde bırakmalı mıyım? Hangi seçeneği tercih etse diğeri daha doğruymuş gibi göründüğünden kararsızlık içinde kalmıştı. Bu sorulardan, en azından bir süreliğine telefon görüşmesi yaparak uzaklaşmaya karar verdi. Saat 23:30 olmuştu. Hardwick’in bu saatte telefonu açma ihtimali çok düşüktü ama mesaj bırakmak bile Gurney’in düşüncelerini toplamasına yardımcı olabilirdi. Tahmin ettiği gibi çağrısını telesekreter yanıtlamıştı. “Merhaba, Jack, sana başını ağrıtacak yeni sorularım var. On yıl önceki trafik cezalarına ulaşma imkanın var mı? Özellikle Good Shepherd cinayetleri işlendiği sırada zengin semtlerde plakası okunmadığı için ceza yazılan araç olmuş mu öğrenmek istiyorum. Bu arada White Mountain Katili’yle ilgili ayrıntılara ulaşabildin mi?” Telefonu kapattıktan sonra yeniden GPS yer belirleme cihazıyla ilgili sorunu düşünmeye koyuldu. Pille değil, doğrudan aracın elektrik sistemine bağlanarak çalışıyor oluşu çalışma süresinin kısıtlı olmadığını, doğal olarak uzun süre


önce yerleştirilmiş olması gerektiğini ve halen de çalışıyor olabileceğini düşündürüyordu. Ne zaman, neden ve kim tarafından yerleştirilmişti? Hiç kuşkusuz bu Kim’in dairesine mikrofon yerleştiren şahsın işiydi. Gurney, bunu kızın takıntılı eski sevgilisinin yapmış olma ihtimali bulunduğunu düşünse de bir yandan durumun bu kadar basit olmadığı kanaatindeydi. Aslında kesinlikle mümkün olduğunu düşündüğü başka bir şey daha vardı... Portmantoya gidip ceketini giyerek yeniden dışarı çıktı. Rampaları Miata’nm önünden alıp kendi Outback’inin önüne koydu. Almayı unuttuğu anahtarıyla el fenerini almak için eve geri döndü. Sonra arabasını çalıştırıp az önce yaptığı işlemi tekrarladı. Benzeri bir cihazı burada da bulsa şaşırmayacaktı ama ön şaseyi iyice incelemesine karşın herhangi bir şey bulamadı. Bu sefer kaputu açıp motor kısmını inceledi. Yine bir şey yoktu. Akünün bağlantılarını kontrol etti ve bu kısımda da herhangi bir şey tespit edemedi. İçini iyice rahatlatmak için bu kez rampaları arka tarafa koyup aracı arkaya doğru hareket ettirerek bu rampanın üzerine çıkardı. Eğilip, feneriyle bu kez bu kısmı incelemeye koyuldu. İşte oradaydı. Arka tamponun bağlantı noktasına iliştirilmiş, ilkinden biraz daha geniş, pilli, siyah bir kutu. Üzerinde yazılı marka ve özellik bilgilerinden bu cihazın Kim’in aracına yerleştirilen cihazın aynı fonksiyonlara sahip, pilli modeli olduğu anlaşılıyordu.


Neden aynı cihazların yerleştirilmediği sorusuna çok farklı yanıtlar verilebilirdi ama en mantıklı olanı, yerleştirme zamanının farklılığından kaynaklanıyor olduğuydu. Kablo bağlantılarının yapılabilmesi için en az yarım saatlik bir süreye ihtiyaç vardı. Oysa pilli cihaz çok kısa sürede monte edilebilirdi. Elbette şartlar eşit olsa elektrikle çalışan sistemin yerleştirilmesi tercih edilirdi. Bu da bu cihazı yerleştiren şahsın Kim’in arabasına Outback’den daha rahat erişebildiği anlamını taşıyordu. Ve bu da elbette bir kez daha akla Meese’i getiriyordu. Artık gece yarısını geçmişti ama uyumak söz konusu bile değildi. Gurney çalışma odasındaki masasının çekmecesinden defter kalem alıp yeniden araçların altına yatarak cihazların ne kadar güçlü olduklarını imalatçısının web sitesinden kontrol etmek için marka, model ve seri numaralarını not etti. GPS temelli bütün cihazlar normalde aynı mantıkla çalışırdı. Alınan konum bilgisi internet aracılığıyla sisteme bağlı bilgisayarın ekranında yer alan bir haritada yanıp sönen bir nokta halinde belirirdi. Tabii cihazın kalitesine göre bazı farklılıklar olabilirdi. Örneğin kapsam genişliği, net konum bilgisi, yazılımdaki diğer ayrıntılar, gerçek zaman tutarlılığı gibi farkların gözlemlenmesi mümkündü. Artık yüksek seviyede performans sergileyen cihazlar da bir hayli ucuzladığına göre isteyen herkes bu türden cihazlara sahip olabilirdi. Miata’nın altından o gece ikinci kez çıktığında sağ kalçasında bir titreşim hissetmiş bu da bir hayli şaşırmasına neden olmuştu. İster istemez buna bir şekilde GPS aygıtının neden olduğunu düşündü. Hemen ardından eğer Hardwick ararsa evdekiler uyanmasın diye sessize aldığı telefonunun titreşimi olduğunu fark etti.


Doğrulup cebinden telefonu alıp ekrana bakınca Hardwick’in adını görmüştü. “Çok hızlısın,” dedi Gurney. “Hızlı mı? Ne saçmalıyorsun sen?” “Sorularımı hemen yanıtlamak için aramadın mı?” “Hangi sorularını?” “Telesekreterine bıraktığım mesajdaki soruların.” “Gecenin bir yarısı telesekreterimi kontrol etmem ki ben. Seni onun için aramadım.” Gurney kötü bir haber beklentisine kapılmıştı. Bunun nedeni belki de Hardwick’in ölüm haberlerini verirken bu ses tonuyla konuştuğunu bilecek kadar İyi tanımasıydı. Kendini kötü habere hazırladı. “Lila Steme. Dişçinin karısı. Kapının eşiğinde, kalbine buz kıracağı saplanmış olarak bulundu. Üç cinayet oldu. Öncekilerle beraber etti sana dokuz. Ve bitecek gibi de görünmüyor. Bilmek istersin diye düşündüm. Geldiğimiz bu noktada sana kimsenin haber verme uğraşma gireceğini sanmıyorum çünkü.” “Tanrım. Pazar, Pazartesi, Sah. Her gece bir cinayet.” “Peki sıra şimdi kimde? Çarşamba günkü buz kıracağı üzerine bahis oynayacak mısın?” Hardwick’in ses tonu yine değişmişti. Bu alaycı tonlama Gurney’de sınıf tahtası tırnakla çizilerek gıcırdatıldığında hissettiği şeylerin benzer bir etkisini yaratıyordu. Polislerin zaman zaman akıl sağlıklarını korumak için kara mizaha başvurmaları gerektiğinin o da farkındaydı ama Hardwick her seferinde aşırıya kaçardı. Gurney bu tavra tepki


vermesinin görünüşte Hardwick’in aşırıya kaçan tutumlarından kaynaklandığını düşünse de aslında bu derece rahatsız olmasının temelinde böyle davranan arkadaşının kendisine babasını hatırlattığını gayet iyi biliyordu. “Aradığın için teşekkür ederim, Jack.” “Dostlar ne için var, değil mi?” Gurney içeri yönelip son saatte öğrendiği şeyleri yeniden gözden geçirmeye çalışarak mutfakta öylece durdu. Büfenin hemen yanındaydı. Mutfak ışıkları açıkken dışarıyı göremiyordu. Bu sebeple tüm ışıkları söndürdü. Ay tam anlamıyla dolunay olmamış, kürenin bir tarafı tam manasıyla gözlemlenecek hale gelmemişti. Yine de ay ışığı yemyeşil çimenliği, ilerideki karanlık gölgelerin ön tarafında uzanan ağaçlık araziyi seçebiliyordu. Gurney’e gözlerini kıstığında ilerideki çam ağaçlarının yapraklarını bile seçebilecekmiş gibi gelmişti. Aniden orada bir‘hareketlilik gördü. Nefesini tutup, pencereye doğru biraz daha yaklaştı. Büfeye tutunarak iyice eğildi ve birden sanki bir şey saplanmışçasma bileği feci şekilde acıdı. Işığı açmadan bile bu acıya neyin sebep olduğunu biliyordu. Bir haftadır orada duran ok bir hayli derine saplanmıştı. Işığı açınca-ya kadar avucundan süzülen kan yere damlamaya başlamıştı bile. 40. Bölüm Gerçeklerle Yüzleşmek Müthiş yorgunluğuna karşın gözüne uyku girmeyen Gurney yarı karanlıkta kahvaltı masasında oturmuş, güneşin yavaş yavaş yükseldiği tepelere doğru bakıyordu. Şafak


vaktinin solgun ışıkları onun içinde bulunduğu ruh halinin de yansımasıydı adeta. Daha erken saatlerde acıyla inlemiş, sesini duyup gelen Madeleine de onu Walnut Crossing’in küçük hastanesinin acil servisine götürmüştü. Normalde bir saatten kısa sürecek iş, sarhoş bir sürücünün reklam panosuna çarpmasıyla başlayıp, bu panonun da hızla gelen bir motosiklet sürücüsünün karşı yönden gelen bir otomobilin üzerine düşmesine yol açmasıyla son bulan kazalar zinciri neticesinde üç ambulansın da meşgul oluşu sebebiyle dört saatten fazla sürmüştü. En azından Gurney’in yarasının dikilip bandajlanmasını beklerken aralarında konuşan acil servis personelinden öğrendiği bunlardı. Bir haftada ikinci kez hastaneye gidişi Gurney’i fazlasıyla rahatsız etmişti. Evden çıktıkları sırada, bekleme odasında ve ardından eve dönerken Madeleine’in endişe dolu bakışlarını fark etmişti ama pek konuşmamışlardı. Ya da elinin nasıl olduğundan, o lanet oku atmaları veya daha güvenli bir yere kaldırmaları gerektiğinden bahsetmişlerdi daha çok. Karısına başka şeylerden bahsedebilirdi. Belki de bahsetse iyi olurdu. Mesela Kim’in arabasında bulduğu cihazdan, kendi arabasındaki benzer aletten, buz kıracağıyla işlenen üçüncü cinayetten bahsedebilirdi. Ama bu konularda tek bir kelime bile etmedi. Susuyor olmasının nedeni bunları anlatmasının karısını üzmekten başka bir işe yaramayacağını düşünmesiydi. Ama içindeki başka bir ses tam tersini söylüyordu. Asıl


konuşmama nedeni tartışmadan kaçmak, zihnini bu tür şeylerle doldurmamaya çalışmaktı. Sadece kısa bir süre bu durumu gizleyeceğim diyordu kendi kendine. Yani gerçeği karısından saklamak gibi bir niyeti yoktu. Sadece doğru zamanı bekleyecekti. Şafağın sökmesinden yarım saat kadar önce eve varmışlar, karısı yüzünde o gece neredeyse hiç silinmemiş endişe ifadesiyle yatağına dönmüştü. Uyuyamayacak kadar gergin olan Gurney’se masaya oturmuş, üzerinde konuşmak istemediği şeylerle, özellikle de sayısı giderek artan cinayetleri düşünmenin neden olduğu huzursuzlukla boğuşup duruyordu. Yakalanan katillerin ancak çok azı zeki ve disiplinli hareket edebilen kişilerdi. Belki de Good Shepherd hepsinden de zeki ve disiplinliydi. Onun kimliğini tespit edebilmenin yolu ancak emniyet birimleriyle yoğun işbirliği yapılması durumunda mümkün olabilirdi. Dosyadaki tüm bilgilerin, tüm soruşturma tutanaklarının yeniden elden geçirilmesi gerekiyordu. Bu hem çok kapsamlı ve yorucu bir işti hem de her şeye bu şekilde en başından başlanması için resmi bir emre ihtiyaç vardı. Fakat içinde bulunulan durum göz önüne alındığında böyle bir iznin alınabilmesi mümkün değildi. Ne FBI ne de BCI kendi inşa ettikleri, on yıldır da sağlamlaştırıp durdukları dairenin dışına çıkmaya yanaşırdı. Peki, ne yapacaktı o zaman? Dışlanmış, adeta şeytan gibi gösterilmişti. Hakkında her an suç duyurusunda bulunulabilirdi. Bir de üstelik alnına yapıştırılan şu TSSB illeti vardı. Bütün bunlara karşı ne yapabilirdi?


Aklına hiçbir şey gelmiyordu. Sinir bozucu bir deyim dışında hiçbir şey. Bütün kartlarını açtın artık. İyi de elim zaten kötüydü. Kartlarının neredeyse hepsi beş para etmezdi. Neredeyse hiçbir bilgi kaynağına sahip olmadığı için doğru dürüst kartları da olsa bir işe yaramazdı aslında. Ama bir jokeri olduğunu kabul etmek zorundaydı. Belki onun bir değeri olabilirdi. Belki de o joker hiçbir işe yaramayacaktı. Güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Telefon çaldığında ortalık henüz aydınlanmaya başlamıştı. Gurney kalkıp açmak üzere çalışma odasına yöneldi. Klinikten biri Madeleine’le görüşmek istiyordu. Telefonu yatak odasına götürmek üzere odadan çıkmaya niyetlendiği sırada karısının, üzerinde pijamalarla çalışma odasının kapısında olduğunu gördü. Sanki bu telefonu bekliyormuşçasına elini uzatıp ahizeyi aldı. Konuşmadan önce ekrandaki numaraya bakıp, uykulu ifadesiyle tezat oluşturan resmi bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “Günaydın, ben Madeleine.” Sonra da sessizce dinlemeye koyuldu. Uzun süren sessizliğinden, ayrıntılı bir açıklama dinlediği anlaşılıyordu. Bu sırada Gurney de kendisine taze kahve yapmak üzere mutfağa yönelmişti. Madeleine’in son söylediklerinin bir kısmını anlayabilmişti. Tam duyamasa da karısının bir şeyi yapmayı kabul ettiğini anlamıştı. Birkaç saniye sonra mutfağa


yönelen Madeleine, Gurney’e geceki endişeli bakışlarını yöneltti. “Elin nasıl?” Atılan dokuz dikişin üzerine sürülen solüsyonun etkisi geçmeye yüz tutmuş, avucunun alt kısmında belirgin bir zonklama başlamıştı. “Çok kötü değil,” dedi. “Senden bu sefer ne yapmanı istiyorlar?” Madeleine soruyu duymazdan geldi. “Elini doktorun söylediği gibi yukarıda tutman gerek.” “Haklısın.” Kahve suyunun kaynamasını beklerken elini de biraz yukarı kaldırdı. “Başka bir intihar daha mı olmuş?” diye takıldı karısına. “Carol Quilty dün gece istifa etti. Yerine bakacak birine ihtiyaçları var.” “Ne zaman gideceksin?” “Mümkün olduğunca çabuk. Duş alıp, iki lokma bir şeyler atıştırıp çıkacağım. Başının çaresine bakman gerekecek, sorun olmaz değil mi?” “İyiyim, sorun yok.” Kaşlarını çatarak elini işaret etti. “Daha yukarı.” Gurney elini göz seviyesine kadar kaldırdı. Madeleine iç çekip, aferin sana dercesine sevimli bir tavırla göz kırpıp banyoya yöneldi. Belki de bininci kez karısının doğuştan neşesine, başına ne gelirse gelsin son derece kısa sürede duruma uyum


sağlayabili-şine ve her şeye kendisinden çok daha olumlu bakabilme gücüne hayran olmuştu. Karısı hayatı olduğu gibi kabul ediyor, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Madeleine kartlarını doğru biçimde kullanıyordu. Bunu düşününce aklına yeniden kendi jokeri geldi. İşe yarayıp yaramayacağına emin olmasa da şansım denemek zorundaydı. Oyun sona ermeden jokeri kullanmak mecburiyerindeydi. Boşu boşuna umutlanıyor olabileceği, bu çabasının da hiçbir işe yaramayabileceği düşüncesi içini karartıyordu. Ama anlamanın tek bir yolu vardı. Jokeri Kim’in dairesine yerleştirilen dinleme cihazlarından haberdar oluşuydu. Mikrofonları oraya Good Shepherd’m yerleştirmiş olması mümkündü. Belki hâlâ dinlemeye devam ediyor olabilirdi. Bu iki varsayım doğruysa bu yolla onunla iletişim kurma ihtimali olabilirdi. Katille konuşma, ona mesaj yollama fırsatı doğabilirdi belki de. Ama nasıl bir mesaj yollamalıydı? Bu basit sorunun sonsuz sayıda yanıtı var gibiydi. Ve bir an evvel doğru yanıta ulaşmak zorundaydı. Madeleine’in kliniğe gitmek üzere evden ayrılmasından kısa bir süre sonra çalışma odasının telefonu yeniden çaldı. Bu kez arayan Hardwick’ti. Rahatsız edici derecede çatallı bir ses tonuyla, “Manchester Union Leader gazetesinin arşivini araştır,” dedi. “White Mountain Katili’yle ilgili 1991 ’de bir yazı dizisi hazırlamışlar. Bahse girerim istediğin bir dolu şey bulursun orada. Neyse, tuvalete gitmem lazım. Kendine iyi bak.”


Bu adamın kesinlikle kendine has bir hoşça kal deme tarzı vardı. Gurney bilgisayarını açıp yalnızca Union Leader‘ın değil diğer New England gazetelerinin arşivlerine girerek konuyla ilgili araştırma yapmaya koyuldu. İki ayda beş cinayet işlenmişti. Tüm kurbanlar kadındı ve hepsi boğazlarında çözülmeden bırakılmış, beyaz ipek eşarplarla boğularak öldürülmüşlerdi. Kurbanların birbirlerine benzerlikleri de tamamen rastlantısal gibi duruyordu. Kadınlardan yalnız yaşayan üçü evlerinde öldürülmüştü. Diğer ikisiyse çalıştıkları tenha işyerlerinde cinayete kurban gitmişti. Biri sahibi olduğu bir el sanatları atölyesinin karanlık otoparkında, beşincisiyse kendi çiçekçi dükkanının arkasındaki aynı şekilde karanlık otoparkta öldürülmüştü. Beş cinayet de Dartmouth Üniversitesi’nin bulunduğu Hanover’da yaklaşık 16 kilometre yarıçaplı bir bölge içerisinde işlenmişti. Genelde kadınların bu şekilde boğularak öldürüldüğü seri cinayetlerin nedeni seks olurdu. Ama bu beş cinayette de herhangi bir tecavüz emaresine rastlanmamış, cesetlerin herhangi bir şekilde cinsel istismara uğradıklarına dair bir bulguya rastlanmamıştı. Ve kurban profili de Gurney’i bir hayli şaşırtmıştı. Bunun nedeni de kurbanların neredeyse hiç ortak yönlerinin olmayışıydı. Kadınlar fiziksel olarak yalnızca kısa boylu oluşlarıyla birbirlerine benziyorlardı. Başka bir benzerlikleri yoktu. Saç stilleri, giyim tarzları bütünüyle farklıydı. Ayrıca gelir seviyeleri de değişikti. Bir üniversite öğrencisi (Larry Sterne’in o zamanki kız arkadaşı), iki tezgahtar, dershane kantininde yarı zamanlı garsonluk yapan biri ve bir de psikiyatrisi. Yirmi birle yetmiş bir yaşları arasındaydılar. Üniversite öğrencisi sarışındı. Emekli


psikiyatristse kır saçlı, siyahi bir kadındı. Gurney kurbanların birbirlerine bu derece az benzerlik gösterdiği başka bir seri cinayet vakası hatırlamıyordu. Katilin belirli bir gruba takıntılı olduğunu, cinayetleri de bu takıntısı nedeniyle işlediğini düşünmek pek mümkün değildi. Olayın tuhaflığını düşünmeye iyice daldığı sırada üst kattaki duşun sesini işitti. Kısa bir süre sonra da Kim, yüzünde gergin bir ifadeyle aşağı indi. “Günaydın,” dedi Gurney, bilgisayarında açtığı arşiv sayfalarını kapatırken. “Başını belaya soktuğum için çok üzgünüm,” dedi Kim. Ağlamak üzereydi. “Bu bir zamanlar benim işimdi.” “İşin olduğu dönemde ahırını yakmıyorlardı ama.” “Ahırın yanmasının olayla ilgisi olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Belki de tamamen başka bir.. “Ah, aman Tanrım,” diye sözünü kesti Kim. “Eline ne oldu?” “Mutfak tezgahına koyduğum ok battı. Karanlıkta fark edemedim.” “Ah, aman Tanrım,” diye yineledi Kim yüzünü buruşturarak. Kyle da inmişti aşağı. “Günaydın baba. Nasılsın...” O da Gurney’in elindeki bandajı görmüştü. “Ne oldu?” “Bir şey yok. Göründüğü kadar kötü değil. Kahvaltı edecek misiniz?” “Şu iğrenç okla kesmiş elini,” dedi Kim.


“Vay canına, jilet gibi bir şey zaten,” dedi Kyle. Gurney masasından kalktı. “Hadi,” dedi. “Yumurta, tost ve kahvemiz var.” Her şey normalmiş gibi davranmaya çalışıyordu. Ama gülümseyerek, sakin bir tavırla mutfağa doğru yönelirken bile aslında zihni son cinayeti ve araçlarda tespit ettiği GPS aygıtlarını nasıl söyleyeceği düşüncesiyle doluydu. Bunları kendine mi saklama-lıydı? Ama neden? Kararsız kaldığı durumlarda içi içini yer, bir an bile huzur bulamazdı. Dikkatini kahvaltıyla ilgili konuşmaya vermek için gayret gösteriyordu. “Portakal suyuna ne dersiniz?” İlgisiz birkaç cümle dışında kahvaltıda herkes neredeyse garip denecek kadar sessizdi. Kahvaltı bitince Kim bir şeyle meşgul olma arzusuyla ayağa kalkıp masayı temizledi. Ardından da bulaşıkları yıkamaya koyuldu. Kyle da telefonundaki mesajları okumaya dalmıştı. Uzun süre başını kaldırmadığına bakılacak olursa her mesajı en az iki kere okumuş olmalıydı. Gurney de düşüncelere dalmış, joker kartını nasıl oynaması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. Sadece tek bir şansı olacaktı. Üstelik zamanının tükenmek üzere olduğunu artık neredeyse elle tutulacak derecede somut biçimde hissediyordu. Bu işin sonunun ancak Good Shepherd’la karşılaşmayı başardığı takdirde geleceği kanaatindeydi. Ancak o zaman bulmacanın parçaları birbirine uyacak, sahip olduğu herkesten farklı düşüncelerin sağduyusunun ürünü mü yoksa iyi günleri geçmişte kalmış, hasta bir polisin fantezileri mi olduğu ortaya çıkmış olacaktı.


Yapmak istediği şeyin ne derece gerçekçi olduğunu ya da başarı ihtimalini uzun uzun düşünmeye vakti yoktu. Tek odaklanması gereken şey Good Shepherd’ın ortaya çıkmasını nasıl sağlayacağıydı. Ve de nerede? Nerede sorusuna yanıt bulmak kolaydı. Zor olan nasıl olduğuydu. Telefon çalınca birden düşüncelerinden sıyrıldı. Mutfak masasında oturduğunu, güneşin de artık bir hayli yükseldiğini fark etti. Düşünceleriyle boğuşurken Kim’le Kyle’ın sobanın karşısındaki koltuklara geçtiklerini fark etmemişti bile. Kyle sobayı da yakmıştı. O da telefonu açmak üzere çalışma odasına yöneldi. “Günaydın, Connie.” “David?” Sesinden Gurney’e ulaşabildiğine şaşırdığı anlaşılıyordu. “Buradayım.” “Fırtınanın ortasında?” “Öyle gibi.” “Kesinlikle tam bir fırtına.” Gergin ama bir o kadar da enerjikti. Zaten Connie her zaman uyarıcı almış gibi konuşurdu. “Rüzgar şu an hangi yönden esiyor?” “Anlamadım?” “Kızım giderek batağa mı saplanıyor yoksa çıkış yolunu buldu mu?” “Projeyi bırakmaya karar verdiğini söyledi.” “Karmaşadan dolayı mı?” “Karmaşa?”


“Buz kıracağı cinayetleri, Shepherd’ın yeniden doğuşu, sokaklardaki panik. Bunlardan mı korktu?” “Öldürülen insanlara değer veriyordu.” “Gazetecilik kalbine işlememiş onun. Eskiden de böyleydi. Hep de böyle olacak anlaşılan.” “Ayrıca duygusal bir belgeselin RAM TV’nin elinde, itici bir pembe dizi tarzında yayınlanmasından da bir hayli rahatsız olmuş durumda.” “Ah, saçma sapan konuşma, David. Kapitalist bir toplumda yaşıyoruz.” “Yani?” “Yani medya ticari bir iştir. Şaşırtıcı, değil mi? İncelikler hoş olabilir ama para eden şey dramdır.” “Belki de bu konuşmayı benimle değil onunla yapmalısın.” “Hayatta yapmam. Onunla zıt kardeşler gibiyiz. Ama daha önce de söylediğim gibi sana hayran. Seni dinleyecektir.” “Ne söylememi istiyorsun ona? RAM TV’nin saygıdeğer bir kurum, Rudy Getz’in de bir prens olduğunu mu söyleyeyim?” “Duyduğum kadarıyla Rudy pisliğin teki. Ama akıllı bir pislik. Dünya böyle kurulmuş. Bazılarımız bunu fark eder. Bazılarımızsa edemez. Kısacası işi bırakmadan önce bir kez daha düşünmeli.” “İçinde bulunduğumuz durum düşünülürse işi bırakma fikri yanlış bir şey olmaz.” Uzunca bir sessizlik oldu. Bu Connie Clarke’la konuşurken pek rastlanılacak bir şey değildi. Bir süre sonra alçak sesle konuşmaya başladı. “Sen işin sonrasını göremiyorsun. Basınyayın okumak istiyor. Üniversite diplomasına sahip olmak, ideallerinin peşinden koşmak arzusunda. Medyada kariyer


sahibi olması hayatının kurtulması anlamına gelecek. Tam bir kurtuluş olacak.” “Kurtuluş mu?” Yine bir sessizlik. “Şu an karşında gördüğün hırslı, kararlı kız aslında tam bir mucize. Çünkü daha birkaç sene öncesine kadar, babasının ortadan kayboluşunun ardından normal hayattan kopuşuyla beni inanılmaz korkutuyordu. Gelişme çağında tam bir serseriydi. Hiçbir şey yapmak istemez, hiçbir şeyle ilgilenmezdi. Bazen normal gibi görünür sonra birdenbire sanki bir kara deliğe düşmüş gibi olurdu. Bu gazetecilik iş, özellikle de Yetimler projesi ona en azından bir vizyon kazandırdı. Hayattaki amacını yeniden buldu. Bu yüzden projeden vazgeçmesinin onun için olumlu sonuçlar doğuracağını sanmıyorum.” “Onunla konuşmak ister misin?” “Orada mı? Sizin evde mi?” “Evet. Uzun hikaye.” “Orada. Senin odanda mı?” “Başka odada. Oğlumla.” “Oğlunla?” “O da başka bir uzun hikaye.” “Anladım. Pekala zamanın olunca bu hikayeyi dinlemek isterim.” “Seve seve anlatırım. Bir iki gün içinde. Şimdilik işler biraz karışık gibi.” “Anladım. Yeniden konuşuncaya kadar lütfen söylediklerimi bir düşün.”


“Artık kapatmam gerek.” “Tamam. David, elinden geleni yap lütfen. Kendisini mahvetmesine izin verme.” Telefonu kapatıp, dalgın dalgın dışarıyı seyretmeye koyuldu. İnsan birinin kendini mahvetmesine nasıl mani olabilirdi ki? Avucundaki sızlama dalgınlıktan sıyrılmasına yol açtı. Elini kaldırıp, pencere pervazına dayayınca acı biraz hafifledi. Masa saatine baktı. Bir saatten kısa bir süre içinde Rudy Getz’Ie görüşmek üzere Kim’le birlikte yola çıkmaları gerekecekti. Ama şimdi halletmesi gereken çok daha önemli bir iş vardı. Joker. Katile mesaj gönderme fırsatı. Nasıl bir mesaj olabilirdi bu? Onu bir yere mi çağırmalıydı? Nereye? Ne yapmaya? Hangi sebeple? Shepherd ne isteyebilirdi? Shepherd’ın öncelikle her zaman istediği şey güvenlikti. Belki Gurney ona aldığı riskleri ortadan kaldıracak bir fırsat önerebilirdi. Ya da bir düşmanı bertaraf etme fırsatı. Evet. İşte bu, işe yarayabilirdi. Sorun çıkartan birini öldürme fırsatı. Ve Gurney bunun için çok iyi bir yer biliyordu. Cinayet için mükemmel bir yer.


Çekmecesini açıp üzerinde sadece telefon numarası yazılı kartviziti aldı. Cep telefonuna uzanıp, numaraları tuşladı. Telesekreter devredeydi. Ne bir selamlama ne de kendini tanıtma sözcüğü. Sadece tek cümlelik bir emir. “Arama amacını belirt.” “Ben Dave Gurney. Acil bir durum var. Beni ara.” Ve bir dakika içinde telefonu çaldı. “Ben Maximilian Clinter. Ne oldu, delikanlı?” Aksam iyice belirgindi. “Bir ricam var. Bir şey yapmam gerek. Bunun için de özel bir yere ihtiyacım var.” “Önemli bir şey mi bu?” “Evet.” “Ne kadar önemli?” “Çok önemli. “Çok önemli. Peki o zaman. Bunun tek bir anlamı var sanırım. Yanılıyor muyum?” “Zihin okuyamıyorum ben, Max.” “Ben okurum.” “O zaman bana soru sormana gerek yok.” “Sormadım, sadece onaylamanı rica ettim.” “Konunun son derece önemli olduğunu onaylıyorum. Ve senden kulübeni bir geceliğine kullanmama izin vermeni rica ediyorum.” “Biraz ayrıntı vermeye tenezzül edecek misin?”


“Henüz ben de tam olarak durumu netleştiremedim.” “O zaman temel fikri söyle.” “Söylememeyi tercih ederim.” “Bilmeye hakkım var.” “Birini yanıma çağıracağım.” “Onu mu?” Gurney yanıt vermedi. “Gerçekten mi? Buldun mu onu?” “Aslında onun beni bulmasını istiyorum.” “Kulübemde?” “Evet.” “Neden oraya gelmek istesin ki?” “Eğer bunun şart olduğuna inanmasını sağlarsam beni öldürmesi için.” “Anladım. Yani geceyi Hogmarrow Bataklığı’nın ortasındaki kulübemde, seni öldürmek için nedenleri olan birinin ziyaretine gelmesini bekleyerek geçirmeyi planlıyorsun. Doğru anlamış mıyım?” “Aşağı yukarı.” “Peki mutlu son nasıl olacak? Tam kafanı patlatacağı sırada lanet olası Batman gibi gökyüzünden gelip seni kurtaracak mıyım?” “Hayır.” “Hayır? “Kendimi kurtaracağım. Ya da kurtaramayacağım.”


“Nesin sen? Tek kişilik ordu mu?” “Başkası işe karışırsa her şey mahvolabilir.” “Ben de olmalıyım.” Gurney çalışma odasının penceresinden hiçbir şey görememesine rağmen dışarı bakmayı sürdürürken bir yandan da plan adını verdiği aslında neresinden tutsa elinde kalacakmış gibi görünen varsayımlarının olası sonuçlarını düşünüyordu. Oraya tek başına gitmek riskli bir işti. Ama bir başkasıyla, özellikle de Clinter gibi biriyle gitme, riski daha da artırmaktan öteye gitmezdi. “Özür dilerim. Ya benim istediğim gibi olacak ya da olmayacak.” Clinter birden avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. “Hayatımı mahvetti o herif! Onu öldürmek için yaşıyorum ben! Onun leşiyle köpeklerimi besleyeceğim! Kalkmış bana bunun senin istediğin gibi olması gerektiğini söylüyorsun! Senin istediğin gibi? Sen aklını mı kaçırdın?” “Bilmiyorum, Max. Sadece Good Shepherd’ı durdurmak için küçücük bir umut varmış gibi görünüyor. Kim Corazon’u öldürmesine mani olmanın tek bir yolu. Ya da oğlumu. Belki de karımı. Ya şimdi ya da asla, Max. Bu benim tek şansım. Bir sürü farklı ihtimal var zaten. Plana bir başkasının dahil olması, ihtimalleri katlayacak. Özür dilerim, Max, ama buna izin veremem. Ya benim istediğim gibi olacak ya da olmayacak.” Uzun bir sessizlik. “Tamam.” Clinter’ın sesi ifadesizdi. Aksansız. Duygusuz bir ses. “Neye tamam?” “Tamam, evimi kullanabilirsin. Ne zaman?”


“Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi olur. Yarın diyelim. Güneşin batışından şafağa kadar.” “Tamam.” “Ama senin kesinlikle uzak durman gerek.” “Peki ya yardıma ihtiyaç duyarsan?” “Buffalo ’daki o küçük odada sana kim yardım etti?” “Buffalo olayı farklıydı.” “Belki de o kadar farklı değil. Kapıların anahtarları var mı?” “Hayır. Küçük zehirli yılanlarım kilit vazifesi görüyor.” “Sen çıkardın değil mi yılan söylentisini?” Gurney geçen hafta Clinter’m kulübesine yaptığı ziyaret sırasında bunu düşündüğünü hatırlamıştı. Şimdi sanki aradan bir ay geçmiş gibi geliyordu. “Söylentiler gerçeklerden daha güçlü olabilir delikanlı. İnsan zihnini asla küçümseme. Zihindeki bir yılan çalıların arasındaki iki gerçek yılandan daha korkutucu olabilir.” Aksam yine geri dönmüştü. 41. Bölüm Şeytanın İşbirlikçisi O sabah on bire doğru Kyle, Gurney’in bilgisayarına, yazıcısına ve USB kablosuna el koyup BlackBerry’sindeki PDF dosyalarını bilgisayara aktarmaya koyuldu. Sınıf arkadaşlarından biri ısrarla ders notlarıyla ödevlerini isteyip duruyordu. Şehre dönme zorunluluğunu biraz olsun ortadan kaldırmış olacaktı bu şekilde. Kyle ayrıca yarı zamanlı


çalıştığı ek işini de bir süreliğine buradan e-posta yoluyla yapabileceğini söylemişti. Saat tam on birde Gurney’le Kim, Getz’le on iki otuzda yapacakları görüşmeye gitmek üzere yola çıktılar. Miata’ya binmişlerdi. Arabayı Kim kullanıyor, yolcu koltuğuna geçen Gurney de bu sırada Shepherd’la Max Clinter’ın kulübesinde yapmayı tasarladığı karşılaşmanın detaylarını düşünmeyi planlıyordu. Belki, şansı yaver giderse biraz uyumayı da ümit etmiyor değildi. Bazı vakalarda cinayet nedenlerinden faile ulaşılırdı. Bazılarındaysa failden suç nedenlerine ulaşmak mümkün olurdu. Ama bu olayda her iki yöntem için de vakit yoktu. Tek umut failin kendi kendini ele vermesiydi. Bu da aslında imkansız bir girişim gibi görünüyordu. Her türlü tuzağı şahin gözlerine sahipmişçesine sezen birini nasıl tuzağa düşürecekti? 28. Yol üzerindeki Ashokan Tepeleri’ne giden yolun yarısında Gurney çok ihtiyaç duyduğu uykuya dalmıştı. Yirmi beş dakika sonra, Getz’in evine bir kilometre mesafedeki Şahin Tepesi’ne yaklaştıklarında Kim tarafından uyandırıldı. “Dave?” “Evet?” “Sence ne yapmalıyım?” Konuşurken gözünü bir an için bile yoldan ayırmıyordu. “Bu zor bir soru,” dedi dalgın bir şekilde. “Eğer RAM TV’den ayrılmaya karar verirsen B planın var mı?” “Neden bir B planına ihtiyaç duyayım ki?” Gurney bu soruya uygun bir yanıt bulamadan araç Getz’in evine uzanan yola ulaştı. Kim ormangüllerinin oluşturduğu


tünelin altından geçip, taş yolda biraz ilerledikten sonra evin önüne park etti. Arabadan indiklerinde bir helikopterin kulak tırmalayıcı sesiyle karşılaşmışlardı. Sesin geldiği ağaçlık alana doğru dönerlerken yaklaşan helikopterin sesi de her saniye daha bir artıyordu. Bir süre sonra ses Gurney’e yalnızca duyduğunu değil aynı zamanda hissettiğini düşündürecek kadar şiddetlendi. Evin yüksek ön cephesi yüzünden helikopteri çatıya ininceye dek göremedi. İnen helikopterin yavaşlayan pervanesi Kim’in saçlarını bir anda dağıtmıştı. Ortalık biraz sakinleşince Kim omuz çantasından küçük bir saç fırçası çıkardı. Saçını tarayıp, ceketini düzeltip, Gurney’e hafifçe gülümsedi. Sonra kolonlarla destekli basamakları çıktılar. Gurney kapıyı çaldı. Kapı açılmadı. Bir daha denedi. Yarım dakika kadar sonra üçüncü çalışının ardından kapılardan biri açıldı. Rudy Getz’in dudakları gülümsemekten çok sırıtma olarak tanımlanabilecek biçimde aralıktı. Yarı aralık gözkapakları arasında parıldayan gözleri sanki öfkeliymiş gibi görünmesine neden oluyordu. Üzerinde bir önceki gelişlerinde olduğu gibi yine siyah kot pantolonla siyah bir tişört vardı. Ama bu kez spor ceketi beyaz değil açık mordu. “Hey, hoş geldiniz. Sizi gördüğüme sevindim! Harika bir zamanlama! Çok hoşuma gitti doğrusu! Gelsenize içeri.” İçerideki soğuk, metal ve cam karışımı dekorasyon aynı Gurney’in hatırladığı gibiydi. Getz gerginliğin neden olduğu enerjisini boşaltmak istercesine parmaklarını çıtlatıyordu. İlk


gelişlerinde oturdukları oval, akrilik masanın çevresindeki sandalyeleri işaret etti. “Sandalye alın. İçki zamanı. Helikopterlere bayılıyorum. Ölene kadar da seveceğim galiba. RAM TV’nin küçük bir filosu var. Helikopterlerimizle nam saldık. Helikopter değil, Ramkopter diyorlar. Her önemli olayda mutlaka haberin merkezine ilk ulaşan bir ramkopter oluyor. Çok büyük bir olaysa iki tane gönderiyoruz. Başka kimse iki helikopter yollama imkanına sahip değil. İnsan gurur duyuyor. Ama ne zaman uçsam susuzluktan kavrulacak hale geliyorum. Siz de bana eşlik etmek ister misiniz?” Gurney’le Kim yanıt veremeden Getz iki parmağını ağzına sokup neredeyse beş yüz metreden duyulabilecek derecede şiddetli bir ıslık çaldı. O an odanın diğer tarafındaki kapıda patenli kız belirdi. Gurney, kızın patenlerini, etkileyici biçimde bedenine yapışan siyah dansçı mayosunu, lacivert, jöleyle dikleştirilmiş saçlarını ve en az saçları kadar şaşırtıcı masmavi gözlerini hatırlamıştı. “Stoli Elit içtiniz mi hiç?” diye sordu Getz. “Ben bir bardak su istiyorum sakıncası yoksa,” dedi Kim. “Siz, Dedektif Gurney?” “Su.” “Yazık. Stoli Elit müthiştir. Çok da pahalı elbette.” Patenli kıza döndü. “Claudia, tatlım bana üç parmak, buzsuz getir.” Bu sırada üç parmağını kaldırıp kadehine istediği ölçeği işaret etmişti. Kız patenlerinin ucunda dönüp girdiği kapıdan çıktı. “Evet, madem toplandık oturup konuşalım öyleyse.” Getz bir kez daha sandalyeleri işaret etti.


Kim’le Gurney masanın bir tarafına, Getz’se diğer tarafına geçmişti. Claudia kayarak gelip kadehi Getz’in önüne koydu. O da uzanıp, kadehinden bir yudum alıp gülümsedi. “Mükemmel.” Kız, Gurney’i şöyle bir süzüp yeniden aynı kapıdan çıkarak gözden kayboldu. “Pekala,” dedi Getz. “Biraz iş konuşalım.” Parıldayan gözlerini Kim’e dikmişti. “Tatlım, söylemek istediğin şeyler olduğunu biliyorum. Seni dinliyorum. Anlat bana.” Kim bir an için tereddüt etti. “Korktuğumu söylemekten başka ne diyebilirim bilmiyorum. Olup bitenler beni çok korkuttu. Kendimi sorumlu hissediyorum. İnsanlar öldürüldü. Benim yüzümden öldürüldüler. Cinayet Yetimleri yüzünden öldürüldüler. Bu yüzden de programın sona ermesi gerek. Bitirilmeli.” Getz ona bakmayı sürdürüyordu. “Hepsi bu mu?” Sanki daha uzun bir konuşma bekliyormuşçasına şaşkın bir ifade belirmişti yüzünde. “Evet, program yayından kaldırılmalı. Benim umduğum gibi bir şey olmadı. Görüşmemin montajlanmış hali, karanlık bir köy yolunda başlayan görüntüler, fikir danışılan sözde uzmanlar filan. Açık konuşmak gerekirse çok kalitesiz bir program yapıldığını düşünüyorum.” “Kalitesiz?” “Uzun lafın kısası, cinayetlerin sona ermesini istiyorum.” “Uzun lafın kısası programın yayından kaldırılmasını talep ediyorsun öyle mi? Bu çok komik.” “Komik mi?”


“Evet, komik. Bir şey içmek istemediğine emin misin?” “Su rica etmiştim.” “Bak, bu doğru.” İşaret parmağını Kim’e silah doğrulturmuş gibi uzatıp, sırıttı. Sonra votkasından iki iri yudum daha aldı. “Tamam, gerçekleri masaya yatıralım o zaman. Önce işleyişle ilgili biraz ayrıntı vereyim sana. Buraya gelmeden önce bana kalsa keşke mukaveleni bir inceleseydin. O zaman durumu daha net görebilirdin. Yani programın kime ait olduğunu, kararları kimin vereceğini, kimin fesh etme yetkisine sahip olduğunu filan görürdün böylece. Neyse şimdi bunlardan bahsedip vakit kaybetmeyelim. Konuşmamız gereken daha önemli şeyler var. Müsaade et de sana biraz RAM TV’yi anlatayım...” “Programı yayından kaldırmayacağını mı söylüyorsun?” “Lütfen. Konuyu bağlamından saptırmayalım. Aksi takdirde doğru kararlar veremeyiz. Lütfen. Bitirmeme izin ver. Sana RAM TV hakkında bilmiyor olduğunu düşündüğüm bir şeyler söylemeye çalışıyordum az önce. Diğer kanallardakilerle kıyaslanamayacak kadar çok sayıda birinci sıraya yükselmiş programımız var. En çok izleyici bizim...” “Umurumda değil.” “Lütfen. Konuşmama izin ver. Bunları bilmeyebilirsin. Toplam izleyici sayısı en fazla olan kanalız. İzlenme oranlarımızı her yıl arttırıyoruz. Kanalımızın bağlı bulunduğu şirketler grubu medya alanında dünyanın en büyüğü. Biz de grubun en kârlı şirketiyiz. Önümüzdeki yıl kânınızı daha da arttıracağız.” “Bu anlattıklarınızın konuyla ne ilgisi var.”


“Lütfen. Dinle. Program nasıl yapılır iyi biliriz. İzleyicimizi tanırız biz. Uzun lafın kısası demiştin değil mi? Asıl uzun lafın kısası ne biliyor musun? Biz yaptığımız işi herkesten daha iyi biliyoruz. Senin bir program yapma fikrin vardı. Biz bu fikri altına dönüştürdük. Medya simyacısıyız biz. İşimiz bu. Fikirleri altına çevirmek. Anladın mı?” Kim öne doğru eğildi. Sesini yükselterek, “Bu program yüzünden insanlar öldü. Ben bunu anlıyorum,” dedi. “Kaç kişi?” “Ne?” “Bu gezegende günde kaç kişi ölüyor biliyor musun? Kaç milyon?” Kim söyleyecek şey bulamamış, adama bakakalmıştı. Gurney fırsattan istifade söze karışıp, sakin bir sesle, “Yeni cinayetler izlenme oranınızı artırır mı?” diye sordu. Getz bir kez daha sırıttı. “Doğruyu ister misin? Reytingler tavana vuracak. İkinci Değişim adıyla bir bölüm hazırlıyoruz. Belki sonrasında bunu ayrı bir program haline de getirebiliriz. Sana önerdiğim projeyi hatırlıyor musun? Adaletin Yokluğunda adlı, çözülememiş olayları inceleyen bir programdan bahsetmiştim hani? Bu ondan daha iyi olacak. Buradan daha neler neler yapabiliriz, dedektif. Cinayet Yetimleri gerçekten çok verimli bir konuymuş. Harika bir başlangıç oldu. Medya simyası tam da bu işte.” Kim yumruklarını sıkarak, “Bu... bu... çok iğrenç,” dedi. “Hayır, bu ne biliyor musun, tatlım. İnsan doğasının ta kendisi.” Kim’in gözlerinden ateş saçılıyordu adeta. “Bana iğrençlikle açgözlülüğün karışımı gibi geldi oysa.”


“Doğru. Dediğim gibi. İnsan doğası.” “İnsan doğası değil bu. Kalitesizlik, basitlik.” “İzin ver de sana anlatayım. İnsan diğer hayvanlardan farklı değildir. Hatta belki de en çirkin, en aptal hayvan insandır. Gerçek bu. Ben de bir gerçekçiyim. Bu hayvanat bahçesini ben yaratmadım. Sadece yaşamalarını sağlıyorum. Ne yaptığımı anladın mı? Besliyorum o hayvanları ben.” Kim ayağa fırladı. “Bu kadar yeter. Ben gidiyorum.” “Harika bir suşiyi kaçıracaksın.” “Aç değilim. Buradan gitmem gerek. Hemen.” Ön kapıya doğru hızlı adımlarla ilerliyordu. Gurney de ayağa kalkıp, hiçbir şey söylemeden Kim’in peşine takıldı. Getz oturduğu yerden kalkmamıştı. Kapıya yaklaştıkları sırada arkalarından seslendi. “Biraz durun. Size bir şey soracağım. Bir slogan geliştirmeye çalışıyoruz. İkisi arasında kaldık. Birincisi, RAM Haber Beynin ve Yüreğin Özgürlüğü. İkincisi, RAM Haber, Gerçekten Başka Hiçbir Şey. Hangisi daha güzel?” Başmı iki yana sallayan Kim kapıyı açıp kendini mümkün olduğunca çabuk dışarı attı. Gurney dönüp hâlâ akrilik masada oturmayı sürdüren adama baktı. Açık mor ceketinde görülemeyecek kadar küçük kumaş tiftiklerini toplamaya dalmıştı.


42. Bölüm Zor İş Getz’in evinin bulunduğu, çam ağaçlıklı, dönemeçli yoldan anayola doğru ilerliyorlardı. Kim arabayı Gurney’in RAM TV’nin yöneticisi ve ikiyüzlü kurumu hakkında düşünmesini imkansız hale getirecek kadar hızlı kullanıyordu. İkinci kez yoldan çıkmalarına ramak kalınca direksiyona geçmeyi önerdi. Kim buna yanaşmasa da hızını azalttı. “Buna inanamıyorum,” diyordu başım iki yana sallayarak. “İyi bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Gerçek bir şeyler. Ama şu hale bak. Ne kadar iğrenç! Tanrım. Ne kadar aptalmışım! Ne kadar safmışım!” Gurney ona bakıyordu. Sade, mavi ceketi, süssüz beyaz bluzu, göze batacak derecede basit saç stiliyle yetişkin kıyafetleri giymiş bir çocuğu andırıyordu. “Ne yapacağım?” Bunu neredeyse duyulamayacak kadar kısık bir sesle sormuştu. “Ya Shepherd, ‚şeytanı uyandırma’ diyerek bizzat beni uyardıysa? Dinlemediğim için insanları öldürmeye devam ederse? Her bir cinayet benim suçum olacak. Getz’i bu korkunç şeye devam etmemesi için nasıl ikna edeceğiz?” “Getz’i durdurabileceğimizi sanmıyorum.” “Ah, Tanrım...” “Ama Shepherd’ı durdurmanın bir yolu olabilir.” “Nasıl?” “Biraz zor bir iş.”


“Hiçbir şey yapmamaktan iyidir.” “Senin yardımına ihtiyacım olabilir.” Kim ona döndü. “Her şeyi yaparım. Sadece söyle. Ne istersen...” Araba hızla bariyerlere doğru yaklaşıyordu. “Dikkat et!” diye bağırdı Gurney. “Yola bak!” “Özür dilerim. Özür dilerim. Ne istersen yaparım. Sadece söylemen yeter.” Konuyu Kim araba kullanırken açmanın aslında hiç de sağduyulu bir yaklaşım olmadığının farkındaydı. Diğer taraftan beklemeye de hiç vakti yoktu. Zaman hızla tükenen bir kaynak gibiydi. Kuşkularıyla korkuları yüzünden düşüncelerinin Kim tarafından tıpkı kendisinin Clinter’ınkiler hakkında düşündüğü gibi, ayakları yere sağlam basmayan planlar olarak algılanmayacağını umuyordu. “Planımı Good Shepherd’la ilgili inandığım iki şey üzerine kurdum. Bir, kendini güvende hissettiğinde tehdit olarak algıladığı herkesi gözünü kırpmadan öldürebiliyor. İkincisi, benim olayla yakından ilgilenişimi kendisine yönelik ciddi bir tehdit olarak algılıyor.” “Peki, ne yapacağız?” “Dairendeki mikrofonlardan yararlanarak onu harekete geçmeye zorlayacak, böylece ortaya çıkmasını sağlayacağız.” “Beni dinleyen Good Shepherd mı yani? Robby değil, öyle mi?” “Robby de olabilir. Ama ben paramı Shepherd üzerine yatırırdım.” Kafasının karıştığı apaçık belliydi ama yine de cesaretle başını sallayarak kabul ettiğini gösterdi. “Tamam. Ne duymasını sağlayacağız?”


“Son derece savunmasız bir yerde, tek başıma olduğuma inanmasını istiyorum. Bunun benden ve Max Clinter’dan kurtulmak için yegane şansı olduğuna inanmalı. Bizden kurtulmak istiyorsa bundan daha uygun bir zaman bulamayacağını düşünmeli.” “Yani evime gidip dinlediğini varsayarak bu anlattıklarından bahsedeceğiz.” “Ya da daha sonra dinleyeceğini varsayarak. Sese duyarlı cihazın yaptığı kayıtları günde bir iki kez kontrol ettiğini tahmin ediyorum. Bu arada konuşurken dikkatli olmamız gerek. O anda duyuyormuşsun gibi tepki vermelisin. Biraz gerginlik içeren, duygusal dinamikleri olan inandırıcı bir hikaye yaratmalıyız. Kurmaca olduğu hissi uyandırmayan, günlük konuşma tarzında. Duymaması gereken bir şeyleri duyduğuna ikna olmalı.” Üçü biraz geçe Gurney’in çiftlik evine ulaştıklarında Kyle’ı çalışma odasındaki bilgisayarın başında, yazıcı çıktıları, BlackBerry, iPhone ve iPad’le boğuşur halde buldular. Gözlerini ekrandaki hesap tablosundan ayırmadan, “Hey, hoş geldiniz. Hemen kapatıp geliyorum,” dedi. Madeleine ortalıkta görünmüyordu. Büyük bir ihtimalle hâlâ klinikte olmalıydı. Kim görüşme için giydiği giysilerini değiştirmek üzere üst kata yönelirken Gurney de ev telefonunun telesekreterini kontrol etti. Mesaj yoktu. Banyoyu kullanıp mutfağa yöneldi. Öğle yemeği yemediğini hatırlayınca da buzdolabını açtı. Bir iki dakika sonra Kim aşağı inip yanına geldiğinde ne yiyeceğine karar vermeden boş boş raflara bakmayı sürdürüyordu. Aklı tamamen bambaşka bir yerdeydi. Bu gece


Kim’le sahneye koyacakları oyunun kaderini belirleyen ayrıntıları düşünüyordu. Kim’i kotuyla bol kazağını giymiş halde görünce düşüncelerinden sıyrıldı. “Bir şeyler yemek ister misin?” diye sordu. “Hayır, teşekkürler.” Kyle da hemen arkasından içeri girmişti. “Herhalde siz de haberi duymuşsunuzdur.” Kim’in yüz ifadesi donmuştu sanki. “Hangi haberi?” “Bir cinayet daha işlenmiş. Senin görüştüğün adamlardan birinin karısı. Lila Steme.” “Aman Tanrım. Hayır!” Kim zorlukla mutfak tezgahına tutundu. “Radyo da mı duydun?” diye sordu Gurney. “İnternetten öğrendim. Google News’te yazıyor.” “Ne diyorlar? Ayrıntı var mı?” “Sadece dün gece buz kıracağıyla öldürüldüğünden bahsediliyor. Polis olay yerindeymiş, çok yönlü soruşturma sürüyormuş. Sokaklarda canavar kol geziyormuş filan. Bir sürü hikaye. Ama elle tutulur bir şey söyleyen yok.” “Lanet olsun,” diye mırıldandı Gurney. Aynı şeyi ikinci kez işitmek sanki olayın daha kötü görünmesine sebep olmuş, durumun hızla kontrolden çıkıyor olduğuna dair hislerinin feci şekilde kuvvetlenmesine yol açmıştı. Kim yıkılmış kalmıştı.


Gurney yanına gidip kolunu omzuna doladı. O da Gurney’e sarıldı. Kızın sarılışındaki müthiş öfke Gurney’i şaşırtmıştı. Sonunda kollarını gevşetince de derin bir nefes alıp geri çekildi. “İyiyim,” dedi sorulmamış soruya yanıt verirken. “Güzel. Çünkü yapacağımız işe odaklanmamız gerek.” “Biliyorum.” Kyle kaşlarını çatarak, “Odaklanmak mı? Neye?” diye sordu. Gurney mümkün olduğunca soğukkanlı ve mantıklı görünmeye çalışarak Kim’in dairesindeki dinleme cihazlarına dayalı planını anlattı. Bilinçli bir biçimde planın gerçekte olduğundan çok daha tutarlıymış gibi görünmesi için azami çaba sarf etmişti. Bir taraftan da kimi ikna etmeye çalıştığını düşünüyordu. Kyle’ı mı yoksa kendini mi? “Bu gece mi?” diye sordu Kyle şaşkınlık içinde. “Bu gece yapmayı mı planlıyorsun?” “Aslında,” dedi Gurney bir kez daha zamanın tükendiğini fark etmenin neden olduğu baskıyla ürpererek. “Syracuse’a gitmek üzere hemen yola koyulsak iyi olur.” Kyle çok endişeli görünüyordu. “Siz... hazırlık yaptınız mı? Yani bu çok zor bir şey. Ne söyleyeceğinizi kararlaştırdınız mı? Shepherd’ın tam olarak ne duymasını isteyeceksiniz?” Gurney bir kez daha kendinden emin bir tavırla, “Zor olduğunun farkındayım,” dedi. Konuşmanın çoğu doğaçlama olacak. Kim’in evine bugün Rudy Getz’le yaptığımız görüşmeyi tartışarak gireceğiz. Bana RAM TV’deki Yetimler programını bitirmek istediğini söyleyecek. Ben de ona belki de bu kadar çabuk pes etmemesi gerektiğini söyleyerek karşı çıkacağım.”


“Dur bir dakika,” dedi Kyle. “Neden böyle bir şey söyleyeceksin ki?” “Shepherd’ın asıl tehdit unsuru olarak beni görmesini istiyorum, Kim’i değil. Kim’in programın devamından yana olmadığına oysa benim tam tersini düşündüğüme ikna olmasını istiyorum.” “Bu kadar mı yani? Plan bu mu?” “Hayır, dahası da var. Cinayet Yetimleri’nin geleceği üzerine konuşurken bir telefon gelecek bana. Arayan da Max Clin-ter olacak. Konuşmanın sadece benim tarafımı dinleyen kişi de - çünkü hiçbir alıcı karşı tarafın sesini yakalayamaz Max’in Good Shepherd’ın kimliğini ortaya çıkartacak bir şey bulduğu izlenimine kapılacak. Ben de benzer şeyler tespit ettiğimi söyleyeceğim. Sonunda da, bildiklerimizi paylaşıp bundan sonra atacağımız adımları konuşmak üzere yarın Max’in kulübesinde buluşmayı kararlaştıracağız.” Kyle uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Yani plan tam olarak... Gelip seni Clinter’ın kulübesinde öldürmeye çalışması üzerine mi kurulu?” diye sordu. “Eğer düşündüğümü yapabilirsem bunu önemli bir tehdidi ortadan kaldıracak düşük riskli bir fırsat olarak görecek.” “Siz ikiniz...” Bir Gurney’e, bir Kim’e bakıyordu. “Bu sonuca ulaşacak konuşmayı o anda uyduracaksınız, öyle mi?” “İşlerin geldiği bu noktada başka çare yok.” Gurney başını kaldırıp duvardaki saate baktı. “Gitmemiz gerek.” Kim berbat haldeydi. “Gidip çantamı alayım.” Gurney kızın üst kattaki ayak seslerini duyunca Kyle’a döndü. “Sana bir şey göstermek istiyorum.” Kyle’ı yatak


odasına götürüp şifoniyerin alt çekmecesini açtı. “Bu gece eve ne zaman dönerim bilmiyorum. Eğer beklenmedik bir şey olursa, ya da davetsiz biri gelmeye kalkarsa, bunun yerini bilmeni istedim.” Kyle açık çekmeceye baktığında kısa namlulu, on iki kalibrelik bir tabancayla bir kutu mermi gördü. 43. Bölüm Shepherd’la Konuşma Gurney’le Kim, Syracuse’a ayrı arabalarla gittiler. Böylece yapacakları konuşmanın gerçekliğinin zedelenmemesi için mümkün olduğunca esnek hareket etmenin doğru olacağına karar vermişlerdi. Kim’in dairesinin de bulunduğu eski binanın önüne geldiklerinde Gurney planın bir kez daha üstünden geçti. Bunu yaparken planın doğaçlama yürümesi gereken kısmının düşündüğü gibi olmasının ne derece zor olduğunu iyice fark etmişti. Aslında yapmayı tasarladığı şey bir plan filan değildi. Bu daha çok eksik planlanmış bir doğaçlama oyun olarak nitelendirilebilirdi. Ama artan endişelerini gösteremez, Kim’in olumsuz düşüncelerinden etkilenmesine izin veremezdi. Zira Kim endişelendikçe paniğe kapılabilir, hata yapabilirdi. İyi ya da kötü, tüm kusurlarına, başarısızlık ihtimalinin yüksekliğine karşın başka bir alternatifleri de yoktu. Yüzüne yerleştirmek için büyük çaba harcadığı güven dolu gülümseyişle, “İçeri girdiğimizde söylediğim her şeye inanıyormuşsun gibi tepki ver,” diye ekledi. “Mümkün mertebe


gerçek duygularını yansıt. Sakin ol ve söylediklerime tepki ver. Tamam mı?” “Sanırım.” “Son bir şey daha. Telefonu elinde, kullanmaya hazır halde tut. İşaret verince de beni ara. Böylece ben de açıp Clinter’la sahte görüşmemi yapabileyim. Uydurulması gereken her şeyi ben uyduracağım. Sen sadece kendini oyna. Normalde vereceğin tepkileri ver. Hepsi bu.” Sonra göz kırpıp, başparmağını yukarı kaldırarak ona moral vermeye çalıştı. Ardından da keşke bunu yapmasaydım diye düşündü. Sergilediği sahte cesaret gösterisi utanmasına neden olmuştu. Kim zorlukla yutkunup küçük holün kapısını açtı. Ardından da evinin kapısını. Gurney şilte kanepeye, ucuz sehpaya, yıpranmış haldeki iki koltuğa ve hemen üzerlerindeki yetersiz ışık veren tavan lambalarına şöyle bir baktı. Odanın ortasındaki kirden rengi kaybolmuş halıya varana dek her şey tam hatırladığı gibiydi. “Gel, otur, Dave. Ben hemen gelirim,” dedi Kim, yorucu bir gün geçirmiş olduğunu belli edecek kadar gergin bir ses tonuyla. Banyoya yönelip kapıyı sertçe kapattı. Gurney dolaşıp boğazını birkaç kez temizledi. Sonra da sesli bir şekilde kanepeye oturdu. Kısa bir süre sonra Kim geldi. Cep telefonlarını sehpanın üzerine koydular. “Eee, sana içecek bir şey ikram edeyim mi?” “Susadım. Neyin var?” “Ne istersen.”


“Meyve suyu gibi bir şey olabilir. Varsa tabii.” “Hallederim. Bir saniye bekle.” Koridordan geçerek mutfağa yöneldi. Gurney raftan alınan bardakların seslerini duyuyordu. Sonra da açılıp kapanan musluk sesini. Kim elinde iki boş su bardağıyla dönmüştü. Birini Gurney’e uzatıp, tokuşturarak, “Şerefe,” dedi. Sonra da kanepenin diğer ucuna oturdu. “Şerefe. Şarap içiyorsun. RAM TV konusunda daha rahat karar verebilmek için mi?” Kim derin bir iç çekti. “Her şey kabusa dönüştü.” Gurney boğazını temizledi. “Televizyon televizyondur. Bence.” “Ne yani Rudy’le, o karaktersiz herifle iş yaptığım için sevinçten deliye mi dönmeliyim?” “Deliye dönmene filan gerek yok,” dedi Gurney. “Ama önünde düşünmen gereken bir gelecek var.” “Öyle bir gelecek istediğime emin değilim. Yoksa?” dedi hafif iğneleyici bir ses tonuyla. “Getz’in program sunucusu olman için yaptığı teklifle mi ilgilenmeye başladın?” “Asla. En azından onun söylediği biçimde bir şeyi asla kabul etmem,” dedi Dave. Öksürdü. Boğazım temizledi. “Bir bardak daha alabilir miyim?” diye sorarken de Kim’e cep telefonunu işaret etti. Kim başını sallayıp telefona uzandı. “Susamışsın.” Sesli biçimde ayağa kalkarken elindeki boş bardağı isteyerek yere düşürdü. “Lanet olsun! Her taraf berbat oldu!” Hızla odadan dışarı çıktı.


Bardak boştu, berbat olan bir şey de yoktu. Ama konuşmayı dinleyen biri tüm bunların önceden planlanmamış, tümüyle gerçek bir durum olduğunu algılıyor olmalıydı. Gurney gülümsedi. Bu kız gerçekten çok yetenekli. Birkaç saniye sonra telefonu çaldı. Açıp, kurguladığı konuşmaya başladı. “Max?.. Müsaitim söyle... Nasıl yani?.. Neden soruyorsun ki bunu?.. Ne?.. Ciddi misin?.. Evet, evet, tabii ki... Doğru... Hayır, hayır, Facebook mesajı sahteydi... Ah, güzel nokta... Buna nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?.. Bak söylediklerim kesinlikle çok mantıklı ama yüzde yüz emin olmak gerek. Yani kimliğini açıklamadan önce emin olmalıyız. Hata payı olmamalı. İnanamıyorum. Tanrım. Haklısın tabii ki... Elbette... Ne zaman?.. Tamam, her şeyi getireceğim... Pekala... Evet... Çok dikkatli ol... Yarın gece yarısı... Elbette!” Gurney tuşa basarak görüşmeyi bitirmiş gibi yapıp ardından da telefonu sehpanın üzerine koydu. Bu sırada Kim içeri döndü. “Al bakalım,” dedi Gurney’e bardak uzatıyormuş gibi. “Kimdi arayan? Çok heyecanlanmış gibisin.” “Max Clinter aradı. Good Shepherd sonunda Ruth Blum’ın evinde ve yol kenarındaki o tamirhanede yaptığı hatalara ek olarak bu kez büyük bir hata yapmış gibi görünüyor. Max başka bir tespit daha yapmış... Artık kim olduğunu biliyoruz.” “Aman Tanrım! Good Shepherd’ın kim olduğunu biliyor musunuz?”


“Evet. En azından yüzde doksan eminim. Ama yüzde yüz emin olmak istiyorum. En küçük bir yanılma payı bile kalmamalı.” “Kimmiş söylesene?” “Daha değil.” “Daha değil de ne demek?” “Yanılma ihtimalimi göze alamam. O zaman her şey değişir. Yarın gece Clinter’la kulübesinde bir araya geleceğiz. Benim de bakmam gereken bir şey bulmuş. Eğer bildiklerimle örtüşürse işte o zaman çember kapanmış, Shepherd da tarihe gömülmüş olacak.” “Neden yarın geceyi bekleyeceksin? Niye hemen şimdi değil?” “Clinter, Shepherd tarafından Ruth’un Aurora’daki evinin çevresinde dolaşması için kandırıldığından beri kulübesine uğramıyor. Yakalanma ihtimali var orada. Hatta gündüz Cayuga Bölgesi’ne girmek bile istemiyor. En erken yarın gece yarısı kulübesinde olabileceğini söyledi.” “Tanrım, buna inanamıyorum. Ayrıca Shepherd’ın kim olduğunu bildiğin halde bana söylemiyor oluşuna da inanamıyorum!” Kendini kaybedecek derecede korku içindeymiş gibi bir sesle konuşuyordu. “Böylesi daha güvenli.” Sonra sanki bir şeyler düşünüyormuşçasına bir süreliğine sustu. “Sanırım şimdi bir otele gitsen iyi olacak. Mümkün mertebe ortalıkta gözükme. Bu gecelik lazım olacak birkaç parça eşya al yanına. Hemen çıkalım.” 44. Bölüm Değerlendirme


Arabalarını 1-88 servis yolundaki büyük zincir otellerden birinin otoparkına park edinceye dek bir daha konuşmamışlardı. Saat yedi buçuk olmuştu. Mart ayının son günlerini yaşıyorlardı. Akşam artık yavaş yavaş geceye dönüşüyordu. Tek tük beliren yıldızlar ne karanlık ne de aydınlık bir atmosfere izin veriyordu. Belki de güneşi mavi olan, tüm renkleri solgun ve cansız olan bir gezegende günler bu şekilde olurdu. Kim, ‘performanslarını’değerlendirip, olası dinleyicinin nasıl bir tepki verebileceğini konuşmak üzere Gurney’in otomobiline geçmişti. Biner binmez de akla gelebilecek ilk soruyu sordu. “Sence Shepherd yemi yuttu mu?” “Temelde evet. Şüphelenmiş olabilir. Büyük bir olasılıkla her şeyden şüphelenen biri olması lazım zaten. Ama bir şeyler yapmak zorunda. Ve bu sırada da ortaya çıkması gerecek. Yarattığımız senaryo eğer hiçbir şey yapmazsa daha büyük bir risk aldığını düşünmesini sağlayacaktır. Çok doğru mantık yürüten biriyle karşı karşıyayız.” “Yani fena değildik diyorsun?” “Sen çok iyiydin. Tam kendin oldun. Şimdi, dinle beni. Geceyi bu otelde geçireceksin. Kapıyı kimseye açma. Ne olursa olsun açma. Eğer biri seni kapıyı açmaya ikna etmeye çalışırsa hemen güvenliği ara. Tamam mı? Sabah ilk işin de beni aramak olsun.” “Günün birinde güvende olduğumuzu hissedebilecek miyiz?” Gurney gülümsedi. “Sanırım. Yarın geceden sonra tamamen güvende olacağımızı umut ediyorum.”


Kim alt dudağını ısırdı. “Sen ne yapacaksın?” Gurney arkasına yaslanıp, otoparkın kasvetli ışıklarına baktı. “Planım Good Shepherd’ın bir adım atıp kendini asması üzerine kurulu. Ama bu yarının işi. Bu geceki planımsa eve gitmek, yatıp iki gündür yapmadığım şeyi yaparak iyi bir uyku çekmek.” Kim başıyla onayladı. “Tamam.” Sonra duraksadı. “Kendime bir oda ayarlasam iyi olacak.” Sırt çantasını alıp arabadan indi ve otele doğru yöneldi. Kim’in otel lobisine girdiğini görünce Gurney de inip arabasının arkasına doğru yürüdü. Yere uzanıp elini uzattı. Tampona takılmış GPS aygıtını fazla uğraşmadan sökmeyi başarmıştı. Arabaya dönüp, aleti küçük bir tornavidayla açıp pilini çıkardı. Şu andan nihai yüzleşmeye dek nerede olduğunu kendisinden başka kimsenin bilmemesini istiyordu. 45. Bölüm Şeytanın Müridi Tanrı verir. Tanrı alır. O gece Gurney yedi saat deliksiz uyumuştu. Ama bu çok ihtiyaç duyduğu uykudan ertesi sabah ancak duş alıp, giyindikten ve Beretta’sını beline taktıktan sonra kısmen sıyrılabileceği, adını koyamadığı bir korkuyla uyanmıştı.


Saat sekizde mutfak penceresinden sabah güneşinin ısıtmayan ışıklarıyla aydınlanan araziye baktı bir süre. Kahvesinin yarısını bitirmiş, olumlu etki göstermesini bekliyordu. Kahvaltı masasında, Madeleine yulaf ezmesi, tostu önünde, Savaş ve Barış‘a kaldığı yerden devam ediyordu. “Sabaha kadar kitap mı okudun?” diye sordu. Madeleine şaşırmış, okuması kesildiği için biraz da kızmıştı. “Ne?” Gurney başını iki yana salladı. “Boş ver. Özür dilerim.” Sadece saçma sapan bir şaka girişimiydi bu. Aslında bu şakayı dün gece Syracuse’dan eve geldiğinde karısını bu masada kitap okurken bulmuş, Kim Te sergiledikleri oyuna ilişkin üstünkörü bilgi verdikten sonra yatmaya gittiği, uyanınca da karısını aynı yerde, aynı kitabı okurken bulduğu için yapmaya kalkmıştı. Kahvesini bitirip ikinci fincanı almak üzere ısıtıcıya yöneldi. Bu sırada Madeleine kitabını kapatıp, masaya bıraktı. “Belki de bu kadar çok içmemelisin,” dedi. “Sanırım haklısın.” Ama yine de fincanını doldurmayı sürdürdü. Karısının endişesini sanki yanlış yorumlamışçasma, fincanına her zamanki gibi iki değil bir tatlandırıcı attı. Madeleine onu izlemeyi sürdürüyordu. Gurney, Madeleine’in bakışlarından karısının kafein tüketiminden çok daha farklı endişeleri olduğu izlenimine kapılmıştı. Kahve makinesini kapatıp, pencerenin kenarındaki yerine dönünce de usulca sordu. “Senin için yapabileceğim bir şey var mı?”


Bu soru, üzerinde garip bir etki yaratmıştı. Bir yanıyla çok kapsamlı bir soruydu. Ama bir o kadar da basitti aslında. “Sanmıyorum.” Daha ağzından çıktığı anda pek de uygun olmayan bir yanıt verdiğini fark etmişti. “Tamam,” dedi Madeleine. “Eğer yapabileceğim bir şey olursa söyle.” Madeleine’in bu samimi ses tonu kendisini daha da kötü hissetmesine neden oldu. İçinde bulunduğu ruh halinden kurtulabilme umuduyla konuyu değiştirmeyi denedi. “Bugünkü planın ne?” “Her zamanki gibi kliniğe gideceğim. Akşam yemeğine de gelemeyebilirim. İşten sonra Betty’e uğrayacağım.” Duraksadı. “Sakıncası var mı?” Bu soruyu sayısız farklı durum için sorardı. Bir yere gideceği zaman, çiçek tarhına bir şey ekmeye niyetlendiğinde, hangi yemeği pişireceğine karar veremediğinde bunu sorar, Gurney de her seferinde sinir bozucu olarak algıladığı soruya nedenini bilemediği biçimde hep aynı yanıtı verirdi. “Tabii ki yok.” Bu konuşmanın ardından da her zaman olduğu gibi kısa süreli bir sessizlik olurdu. Madeleine yeniden Savaş ve Barış‘ ı alıp okumaya koyuldu. Gurney de kahvesini alıp çalışma odasına geçti. Bilgisayarın karşısına oturdu ve Max Clinter’ın kulübesinde, tek başına ve önemli ölçüde hazırlıksız olarak nitelendirilebilecek bir durumda geçireceği geceyle önünde uzanan belirsizlikler üzerinde düşünmeye daldı.


Sonra durup dururken aklına yeni bir düşünce, yeni bir endişe nedeni geldi. Kahvesini çalışma odasında bırakıp dışarı çıkarak Madeleine’in arabasına doğru yöneldi. Yirmi dakika sonra ani korkusunun yersiz oluşunu, karısının otomobilinde yer tespit edici herhangi bir aygıt bulamamanın neden olduğu huzurla geri döndü. Mutfaktan geçerek yeniden çalışma odasına gidecekken, “Nereye gittin böyle?” diye sordu Madeleine kitabının üstünden bakarak. Doğruyu söylemekten daha iyi bir seçeneği olmadığına karar verdi. Karısına arabaların altında bulduğu yer tespit cihazlarından bahsedip, onun arabasında da benzer bir cihaz olup olmadığım kontrol ettiğini söyledi. “Kim yapmış olabilir sence?” Sesi sakindi ama gözlerinin köşelerinde belirgin bir gerilme olmuştu. “Emin değilim.” Bu teknik olarak doğru bir yanıt olsa da kulağa bir o kadar da baştan savma geldiği açıktı. “Şu Meese denen adam olabilir mi?” diye sordu neredeyse öyle olmasını umarak. “Mümkün.” “Ya da ahırımızı yakan kişi? Kim’in merdivenlerini bubi tuzağı haline getiren kişi?” “Mümkün.” “Good Shepherd olması mümkün mü?” “Mümkün.” Madeleine derin bir nefes aldı. “Seni takip ettiği anlamına mı geliyor bu şimdi?”


“Tam olarak değil. Hatta çok düşük bir ihtimal. Mutlaka fark ederdim. Sadece nerede olduğumu bilmek istiyor olmalı.” “Neden istesin ki bunu?” “Risk kontrolü. Her şeyin kontrolü altında olduğunu hissetme isteği. Düşmanlarının nerede olduğunu bilme isteği.” Madeleine dudaklarını sıkarak ona bakıyordu. Karısının nerede olduğu bilgisini çok daha kötü amaçlar için kullanılabileceğini düşündüğü açıktı. Madeleine’in korkularını yatıştırmak için kendi otomobilinde tespit ettiği cihazı söktüğünü söylemeye niyetlendi. Hemen ardından da bu açıklamanın neden Kim’in arabasındaki cihazı yerinde bıraktığı sorusunu doğuracağını fark edip fikrini değiştirdi. Oysa bunun yanıtı çok basitti. Shepherd kendi arabasındaki cihazın pili bittiği için devre dışı kalmış olabileceğini düşünebilirdi. Ama aynı anda aküyle çalışan cihazın da devre dışı kalması şüphelenmesine neden olabilirdi. Gurney bunu Madeleine’e söylemek istemiyordu. Çünkü Shepherd’ın Kim’i bir gün için bile olsa hâlâ izleyebiliyor olduğunu bilmenin onu ne kadar rahatsız edeceğini gayet iyi biliyordu. Aynı anda uğraşabileceği sorunların bir sınırı vardı. Bu yüzden de bu sorunları farklı kategorilere ayırarak çözmeye çalışmak en doğru yaklaşım gibi geliyordu. “Baba, nasıl gittiğini anlatacak mısın bize?” Kyle’ın sesini duyunca döndü. Kotunun üzerine geçirdiği tişörtüyle mutfak kapısında çıplak ayaklı oğlunu gördü.


Duştan çıktığı için saçları da ıslaktı. “Dün anlattığım gibi oldu hemen hemen.” “Dün pek bir şey anlatmadın.” “Galiba hemen yatmak istediğim içindir. Yorgunluktan ölüyordum. Ama konuşma gayet iyi geçti diyebilirim. En ufak bir sorun bile olmadı. Sanırım inandırıcı bir hikaye yaratmayı başardık.” “Şimdi ne olacak?” Gurney’in Madeleine’in önünde söylemek istediklerinin de sınırı vardı. Sonuçta yapmak istediği şey en azından ilk duyulduğunda çok riskli olarak algılanmaya müsaitti. Bu yüzden elinden geldiğince yuvarlak bir yanıt vermeye çalıştı. “Yerimi alıp onun tuzağa düşmesini bekleyeceğim. Kısacası bu.” Kyle şüphe dolu bakışlarla, “Bu kadar mı?” diye sordu. Gurney omuz silkti. Madeleine okumaya ara vermiş, kocasını süzüyordu. Kyle üsteledi. “Sihirli kelimeler neydi?” “Anlamadım?” “Doğaçlama hikayende katili ortaya çıkmaya mecbur edecek ne söyledin?” “Benden kurtulma imkanı bulabileceğini düşünmesine neden olabilecek bir hikaye uydurduk. Tam olarak ne söylediğimi hatırlamam zor....” Cep telefonu çaldı. Ekranda Kim’in numarası belirmişti. Çalan telefonun konuşmayı bölmesine sevinmişti. Ama bu sevinç üç saniye kadar sürebildi. Kim soluk soluğaydı.


“Kim? Ne oldu?” “Tanrım... Tanrım...” “Kim?” “Evet.” “Ne oldu? Sorun ne?” “Robby. Öldü.” “Ne?” “Öldü.” “Robby Meese öldü mü?” “Evet.” “Nerede?” “Ne?” “Nerede ölmüş?” “Yatağımda.” “Ne oldu?” “Bilmiyorum.” “Yatağında ne işi var?” “Bilmiyorum. Orada yatıyordu işte. Ne yapacağım?” “Evde misin?” “Evet. Buraya gelir misin?” “Bana ne olduğunu anlat.” “Ne olduğunu bilmiyorum ki. Sabah olunca birkaç şey almak için otelden buraya geldim. Yatak odama girdim. Ben...” “Kim?”


“Evet?” “Yatak odana girdin...” “Oradaydı. Yatağımda.” “Öldüğünü nasıl anladın?” “Yüz üstü yatıyordu. Döndürmeye çalıştım, uyandırmayı denedim. Ama... göğsüne bir şey saplanmış...” Gurney aynı anda bir sürü şey düşünüyordu. Bulmacanın parçaları sanki bir hortumun içine düşmüş, karmakarışık halde havada uçmaya başlamıştı. “Dave?” “Evet, Kim?” “Lütfen gel buraya.” “Beni dinle, Kim. Şimdi ilk yapman gereken 911 ’i aramak.” “Gelecek misin?” “Kim benim orada olmamın sana bir faydası olmaz. 911’i araman gerek. Hemen ara. Bu çok önemli. Anlıyor musun?” “Evet. Ama keşke burada olabilsen. Lütfen.” “Biliyorum. Ama şimdi kapatalım. Sen de hemen 911’i ara. Görevliye durumu izah et. Sonra da beni ara. Anladın mı?” “Evet.” Gurney görüşmeyi sonlandırdığında Kyle’la Madeleine’in yüzüne baktıklarını fark etti. Beş dakika sonra, olup bitenleri anlatmayı sürdürdüğü sırada Kim yeniden aradı. “Görevli polis gönderdiğini söyledi.” Sesi şimdi daha kontrollüydü. “İyi misin?”


“Sanırım. Bilmiyorum. İntihar notu var.” “Bir daha söyle.” “İntihar notu. Robby’den. Bilgisayarımda.” “Bilgisayarım mı açtın?” “Şimdi gördüm. Ekranda. Karşımda. Bilgisayarım açıktı.” “İntihar notu olduğuna emin misin?” “Elbette eminim. Başka ne olabilir ki?” “Ne yazıyor?” “Çok korkunç.” “Ne yazıyor?” “Yüksek sesle okumak istemiyorum. Yapamam.” Sesi derin derin nefes alıyormuş gibi geliyordu. “Lütfen, Kim okumaya çalış. Çok önemli.” “Okumak zorunda mıyım? Gerçekten çok korkunç.” “Dene. Lütfen.” “Tamam. Deneyeceğim.” Titreyen sesiyle okumaya koyuldu. “‚İnsan ırkından iğreniyorum. Senden iğreniyorum. Sen ve Gurney beni iğrendiriyorsunuz. Hayat iğrenç. Günün birinde umarım bunu sen de görürsün. Ve bu iğrençlik seni de öldürür. Robert Montague’nin son arzusu yalnızca budur.’ Hepsi bu. Bu kadar yazmış. Polise ne anlatacağım?” “Sadece sorduklarına cevap ver.” “Dün geceden bahsetmeli miyim?” “Sadece sorulara kısa ve doğru yanıtlar ver.” Duraksadı. Doğru kelimeleri bulmaya çalışıyordu. “Senin yerinde olsam ortalığı bulandıracak türden gereksiz ayrıntılara girmezdim.”


“Senin burada olduğunu söylemem doğru olur mu?” “Evet. Senin evde olup olmadığını, ne zaman geldiğim, ne zaman evden çıktığını yanında biri olup olmadığını bilmek isteyeceklerdir. Onlara birlikte evine gittiğimizi, RAM TV için hazırladığın projen üzerine konuştuğumuzu anlat. Max Clinter’la ilgili konuya değinmenin kafa karışıklığı yaratmaktan başka bir faydası olacağını sanmıyorum. En önemlisi doğruyu söylemen. Yalan söyleyemezsin. Ama sana sorulmayan şeyleri açıklamak zorunda da değilsin. Ne demek istediğimi anlıyor musun?” “Sanırım. Dün geceyi otelde geçirdiğimi söylemeli miyim?” “Kesinlikle. Nerede olduğunu bilmek isteyeceklerdir. Gerçeği anlat. Sonuçta senin yerinde olsam, evime birkaç kez benden habersiz girilse üstelik polis şikayetlerimi dikkate almamış olsa ben de geceyi evde geçirmek istemezdim. Otelde, Walnut Crossing’de ya da bir arkadaşımın Manhattan’daki evinde kalmak isterdim. Bu arada gece otelden ayrılmadın değil mi?” “Hayır, tabii ki ayrılmadım. Ama sanırım...” Arkadan kapının sertçe vurulduğu işitildi. “Polis geldi. Açsam iyi olur. Sonra ararım.” Konuşma sona ermişti ama Gurney odanın ortasında kalakalmış, bu yeni durumu, olası etkilerinin neler olabileceğini düşünmeye çalışıyordu. Kendini havaya attığı altı portakalı yere düşürmeden tutmaya çalışan ama birden koca bir karpuzu da tutması gerektiğini fark eden bir sirk sanatçısı gibi hissediyordu. İçi nitrogliserinle dolu bir karpuzdu bu üstelik.

46. Bölüm


Başka Yolu Yok ‚‘İntihar mı?” diye sordu Kyle. “Sanmıyorum,” dedi Gurney. “İntihar edebilecek bir tip değildi. Öyle bile olsa şu an için cinayet daha mantıklı bir açıklama gibi geliyor.” “Sence Syracuse polisi olup bitenleri anlayabilecek düzeyde mi?” “Belki biraz yardım la.” Birkaç saniyeliğine seçenekleri düşündükten sonra telefonunu alıp Hardwick’in numarasını tuşladı. Telefon ilk çalışta açılmıştı. “Tesadüfün iğne deliği,” dedi her zamanki kulak tırmalayıcı sesiyle. “Anlamadım?” “Ben de şimdi seni aramak üzere telefonu elime almıştım. Bir de baktım karşımdasın. Bunun da tesadüf olmayacağını söylemeyeceksin herhalde.” “Ne istersen söyle, Jack. BCI için önemli olabilecek bir şey biliyorum. Bu yüzden aradım. BCI’da benimle senden başka kimsenin konuşmak isteyeceğini sanmıyorum şu sıra.” “Doğru. Sana haberi verince bu umurunda bile olmayacak aslına bakarsan...” “Dinle beni. Robby Meese öldü.” “Öldü? Öldürüldü demek istiyorsun herhalde?” “Öyle de denilebilir. Ama intihar süsü verilmiş.” “BCI’mn henüz olaydan haberi yok.”


“Syracuse polisi biliyor şimdilik. Yakında siz de öğrenirsiniz. Ama konu bu değil. Adli tıp ekibinin intihar notunun yazıldığı bilgisayar klavyesinin detaylı bir biçimde incelemesi şart. Tuşlar üzerinde Ruth Blum’in bilgisayarındakilere benzer izler bulunma ihtimali yüksek.” Hardwick bir an için söylenenleri anlamaya çalışıyormuşçası-na duraksadı. “Ceset nerede?” “Kim Corazon’un evinde.” Daha uzun bir duraksama. “Blum’ın klavyesinde birinin kadının parmak izlerine zarar vermemek, böylece metni onun yazdığını düşündürmek için kullandığı düşünülen lateks eldiven izleri bulunmuştu, değil mi?” “Doğru.” “Ama burada ne işe yarayacak ki? Eldiven kullanınca klavyede Corazon’un parmak izlerini korumuş oluyor. Meese’in değil. Metni onun yazdığını göstermek için bunu neden yapsın ki?” “Katil, Meese’e onu öldürmeden önce başka bir şey yazdırmış olabilir. Böylece klavyede Meese’in parmak izleri kalmış olur. Ardından da eldiveni takıp intihar notunu yazmıştır.” “Pekala, bu büyük öngörülerin ışığında benden ne yapmamı istiyorsun?” “Meese’le ilgili hazırlanacak CJIS raporunu gördüğünde, raporda bilgisayar klavyesinden bahsedileceğini umarak söylüyorum, Kim Corazon’un Ruth Blum’la ilişkisinden hareketle, her iki klavyedeki izlerin karşılaştırılmasını iste. Bunu Auburn’a, Bullard’a da bildirsen iyi olur. Ve de Syracuse’daki Dedektif Schiff’e de.” “Neden bunu sen yapmıyorsun?”


“Şu ara adım pek sihirli bir anlam taşımıyor da ondan. Benden gelecek her türlü öneri doğrudan sümen altına gidecekmiş gibi geliyor.” Hardwick sertçe öksürdü. Gülmüş de olabilirdi. “Oğlum, işte bu çok doğru biliyor musun? Zaten ben de seni bu yüzden arayacaktım. Kundaklama bölümü seni sorguya almaya karar verdi. Şüpheli sıfatıyla.” “Ne zaman?” “Büyük olasılıkla yarın sabah. Akşamüstü gelirlerse de şaşma. Gerçi artık bildiğine göre evde olmazsın herhalde.” “Tamam, Jack. Teşekkür ederim. Artık kapatmalıyım. Yapmam gereken birkaç şey var.” “Kıçını kolla kemosabe2. İşler çığırından çıkıyor.” Gurney telefonu kapattığında odanın ortasında durduğunu fark etti. Madeleine’le Kyle ise masadaydı. Kyle yüzünde samimi bir hayranlık ifadesiyle babasına bakıyordu. “Klavyenin eldivenle kullanılmasına ilişkin söylediklerin inanılmaz. Vay canına! Nasıl anladın?” “Sadece tahmin yürütüyorum. Tamamen yanılıyor olabilirim. Ama şu an için başka bir sorunumuz var. Federal salaklar, kundaklama birimindeki salaklara beni ahır yangını konusunda sorguya çekmeleri için baskı yapıyorlar.” Kyle öfkelenmişti. “Kramden gelip sorgulamadı mı seni zaten?” “Kramden görgü tanığı olarak ifademi aldı. Bu kez şüpheli sıfatıyla sorgulamak istiyorlar.” Madeleine ne diyeceğini bilemez haldeydi.


“Şüpheli mi?” diye bağırdı Kyle. “Aptal herifler! Akıllarım mı kaçırmışlar?” “Hepsi bu kadar da değil,” dedi Gurney. “Başka emniyet birimleri de beni, dün gece Kim’in evinde olduğum için, Robby Meese’in ölümü sebebiyle sorguya almak isteyebilir. Kısacası evde kalmamam iyi olacak. Cinayet sorguları uzun sürer. Bu gece kaçırmak istemediğim bir randevum var.” Kyle kızgm, gergin ve çaresiz görünüyordu. Odanın diğer ucuna doğru yürüyüp, başını iki yana sallayarak sönük sobaya baktı. Madeleine’in bakışlarıysa adeta Gurney’in üzerine yapışmıştı. “Nereye gideceksin?” “Clinter‘ın kulübesine.” “Peki ya bu gece?..” “Bekleyeceğim. İzleyeceğim, dinleyeceğim. Bakalım kim gelecek. Sonra da duruma göre hareket edeceğim.” “Bu derece sakin olman çok korkutucu.” “Neden?” “Genelde ciddi bir tehlike varken böyle yaparsın.” “Abartmayı sevmiyorum.” Aralarındaki sessizliği uzaklardan gelen karga sesleri sona erdirmişti. Karşı taraftaki anızların arasından havalanan üç karga dönüp, göletin diğer kıyısındaki ağaçların arasında kayboldu. Madeleine derin derin nefes alıyordu. “Ya Good Shepherd silahlı gelir de sana ateş ederse?” “Merak etme. Öyle bir şey olmayacak.”


“Merak etme? Merak etme mi dedin? Gerçekten böyle mi söyledin?” “Yani senin düşündüğün kadar merak edecek bir şey yok demeye çalışıyorum.” “Nereden biliyorsun bunu?” “Eğer dinleme cihazlarını kontrol ettiyse bu gece yarısı Max’le kulübesinde buluşacağımı duydu. Yapacağı en mantıklı şey oraya bizden birkaç saat önce gidip, aracını uygun bir yere gizleyip, görünmemeye çalışarak bizi izlemek olacaktır. Ortamı çok müsait bulacağını tahmin ediyorum. Neticede karanlıkta ateş açmaya alışkın. Çok da iyi nişancı. Bu yüzden bunu az riskli, getirisi yüksek bir durum olarak görecektir. Karanlık, ıssız ortam arayıp da bulamadığı fırsat gibi gelecek gözüne.” “Tabii onun beyni de seninki gibi işliyorsa.” “Çok mantıklı bir adam o.” “Mantıklı?” “Aşırı derecede. En ufak bir duygusallığa yer bırakmayacak kadar hem de. Zaten onu canavar yapan, tam bir sosyopat haline dönüştüren de bu aşırı mantıklı hali. Ama aynı zamanda bu özelliği onu anlamayı da kolaylaştırıyor. Her zaman risk hesaplamasına girişiyor. Ve hesaplamalar tahmin edilebilir şeylerdir.” Madeleine yüzüne yabancı bir dil konuşuyormuş gibi değil adeta başka bir gezegenin dilini konuşuyormuşçasına boş gözlerle bakıyordu. Kyle, içeriden, sobanın yanından tedirgin bir ifadeyle, “Yani öncelikle ortaya çıkması gerekiyor öyle mi?” dedi. “Ve o seni bekleyeceğine sen onu bekliyor olacaksın.” “Onun gibi bir şey. Gayet basit.”


“Tüm bunlardan nasıl bu kadar eminsin?” “Denemeye kalkışacak kadar.” Bir açıdan bu son söylediği doğruydu. Aslında bu soruya başka çare de yok diye yanıt vermek daha dürüstçe bir yaklaşım olurdu. Artık nefes alamayacak hale gelmişti. Köşeye sıkışmıştı. Bir an evvel harekete geçmek mecburiyetindeydi. Ve yapmayı planladığı şeyden başka bir yol da yok gibiydi. Madeleine ayağa kalkıp soğuk yulaf ezmesiyle, bitirmediği tostunu tezgaha bıraktı. Korku dolu gözleri bir süreliğine dalmış gitmişti. Neden sonra zorlukla gülümsemeyi başarıp, “Dışarısı harika görünüyor,” diyebildi. “Yürüyüşe çıkıyorum.” “Bugün çalışmıyor musun?” diye sordu Gurney. “On buçuğa kadar gitmeme gerek yok. Daha çok zaman var. Eve tıkılıp kalmak istemiyorum. Hava harika.” Yatak odasına yöneldi. İki dakika kadar sonra da rengarenk giysilere bürünmüş halde geri döndü. Mor muflon pantolon, pembe naylon ceket ve kırmızı bir bere. “Gölete doğru iniyorum,” dedi. “Giderken görüşürüz.” 4 7. Bölüm Melek Yola Çıkıyor Kyle gelip masaya, babasının yanına oturdu. “Madeleine’in iyi olduğuna emin misin?” “Elbette. Yani... Belli zaten... Dışarıda olmak, yürüyüş yapmak ona hep iyi gelmiştir.”


Kyle başıyla onayladı. “Ben ne yapmalıyım?” Soru ilk anda sanki genç bir adamın babasına sorabileceği en önemli soruymuş gibi gelmişti. Böyle düşünerek gülümsedi. “Gözlerini dört aç.” Duraksadı. “İşle, okulla ilgili yapman gerekenleri halledebildin mi?” “E-posta sayesinde evet.” “Güzel. Üzülüyorum çünkü. Seni de tehlikeli bir durumun içine çektim. Durup dururken başının belaya girmesine neden oldum. Bir... babanın yapması gereken bir şey bu...” Sustu. Cam kapılara doğru döndü. Kargalar hâlâ ağaçların üzerinde mi diye baktı. “Bu tehlikeli durumu sen yaratmadın ki, baba. Tam tersine durumu düzeltmeye çalışan tek kişisin sen.” “Tamam. Neyse... Hazırlamam iyi olur. Kundaklama saçmalığıyla uğraşmak istemiyorsam bir an evvel evden çıkmalıyım.” “Benden istediğin bir şey var mı?” “Dediğim gibi gözlerini dört aç. Ve... gösterdiğim yerde... Unutma.” Gurney yatak odasını işaret etmişti. “Tabanca. Tamam. Unutmam.” “Yarın sabah, şansım da biraz yaver giderse her şey bitmiş olacak.” Niyet ettiğinden daha boş bir mana içerdiğini ağzından çıkar çıkmaz fark ettiği bu sözlerin ardından odadan çıktı. Aslında çıkmadan önce yapacağı fazla bir şey yoktu. Telefonunun şarjını kontrol etti. Beretta’nın kurşunlarım, bileğindeki kılıfın sağlamlığını gözden geçirdi. Masasına yönelip Kim’in ilk karşılaşmalarında verdiği dosyayla, Hardwick’in gönderdiği e-postaların çıktılarını aldı. Olası bir


karşılaşmaya en az birkaç saat daha vardı. Bu fırsattan istifade tüm bildiklerini bir kez daha gözden geçirmek fena olmazdı. Mutfağa döndüğünde Kyle’ın masanın yanında öturamayacak kadar gergin bir halde, öylece dikildiğini fark etti. “Tamam, evlat. Gitsem iyi olur.” “Pekala. Görüşürüz.” Kyle el sallamakla selamlamak arası bir tavırla elini kaldırdı. “Tamam, görüşürüz.” Gurney portmantodan ceketini alıp arabasına yöneldi. Toprak yolun, çakıllı kasaba yoluyla birleştiği, gölet kıyısına kadar araba kullandığının bile farkına varamayacak kadar dalgındı. Gölete yaklaşınca Madeleine’i fark etti. Madeleine göletin diğer tarafa nazaran yüksek kalan kıyısında, uzun bir huş ağacına yaslanmış, gözlerini kapatmış, öylece duruyordu. Arabayı durdurup, karısına doğru yürümeye koyuldu. Hoşça kal demek, yarın şafak sökmeden evde olacağını söylemek istiyordu. Madeleine gözlerini yavaşça açıp, gülümsedi. “İnanılmaz, değil mi?” “Ne?” “Hava.” “Ah. Evet, çok güzel. Gidiyorum. Sana ...” Karısının gülümseyişi hazırlıksız yakalanmasına neden oldu. Bu gülüşte ... yoğun bir anlara gizliydi. Ama ne? Tam olarak hüzün değil. Başka bir şey. Ve ne olduğunu bilemediği bu duygu karısının ses tonuna da sinmiş gibiydi. “Biraz kal,” dedi. “Şu havadaki duruluğu


teninde hisset.” Bir an için, birkaç saniyeliğine, belki en fazla bir dakikalığına, olduğu yerde kalakaldı. “İnanılmaz, değil mi?” diye tekrarladı Madeleine. Sesi hayranı olduğu ortamın bir parçasıymışçasına yumuşacıktı. “Gitmem gerek,” dedi Gurney. “Daha fazla kalırsam...” Madeleine onu susturdu. “Biliyorum. Gitmek zorundasın. Dikkatli ol.” Yanağını okşadı. “Seni seviyorum.” “Ah, Tanrım.” Gözlerini Madeleine’inkilere kenetlemişti adeta. “Korkuyorum, Maddie. Her seferinde bulmacaları çözmeyi başardım. Bu sefer de umarım doğru yoldayımdır. Ama elimden başka bir şey gelmiyor.” Karısı parmaklarını usulca dudaklarında gezdirip, “Sen üstesinden gelirsin,” dedi. Nasıl yürüdüğünü, arabasına ne zaman bindiğini hatırlamıyordu. Tek hatırladığı şey geri dönüp baktığında karısının huş ağacının altında, güneş ışıklarıyla parıldayan rengarenk giysisiyle kendisine el sallayışı ve anlama kapasitesini aşan bir ifadeyle gülümseyişi olmuştu. 48. Bölüm Önemli Olan Tek Şey Walnut Crossing’ten Cayuga Bölgesi’ne küçük çiftliklerle, üzüm bağlarıyla, göz alabildiğine uzanan mısır tarlalarıyla ve tüm bunların aralarına serpiştirilmiş gibi duran meşe koruluklarıyla çevrili, tablolara yaraşır bir yoldan gidiliyordu.


Ama Gurney bu muhteşem manzaranın farkında bile değildi. Aklı gideceği yerde, bataklık kıyısındaki ıssız kulübede ve orada olabilecek şeylerdeydi. Bölgeye ulaştığında henüz öğlen bile olmamıştı. Kulübeye hemen gitmemeye karar vermişti. İskeletin, virane haldeki alüminyum kapının arkasında uzanan toprak yola şöyle bir baktı. Kapı açıktı ama bu davetkar bir görünüm sergilemekten daha çok tekinsiz bir yerde olduğu izlenimi yaratıyordu. Bir kilometre kadar daha gidip ardından U dönüşü yaptı. Clinter’ın girilmesine izin vermediği yolda biraz ilerleyince, yabani otların sardığı arazinin ortasında virane haldeki bir ahır dikkatini çekti. Tavanı içeri göçmüş ahır tam manasıyla berbat durumdaydı. Duvarı meydana getiren bölümde eksik tahtalar göze çarpıyordu. Ön tarafta olması gereken iki kapıdan biri de yok olup gitmişti. Etrafta bir çiftlik yoktu. Ya da bir zamanlar bu arazide uzanan çiftlikten geriye bu virane yapıdan başka bir şey kalmamıştı. Gurney meı aklanmıştı. Eski girişi tespit etti. Bu yoi dosdoğru ahırın önüne kadar uzanıyordu. İçerisi karanlıktı. Görebilmek için otomobilinin farlarını yakmak zorunda kaldı. Zemin betondu. Girişten arkaya, loş bölüme doğru uzanan dar, uzun bir geçit vardı. Toz içindeki ahırın her yanı çürümüş samanla kaplıydı. Başka bir şey de yoktu zaten içeride. Kararını verdi. Arabayla ahırın içine doğru yöneldi. Mümkün olduğunca içeri girdi. Sonra Yetimler ’’le ilgili bilgilerin bulunduğu dosyayı, polis raporlarını alıp arabadan indi. Kapıları kilitledi. Öğlen olmuştu. Uzun bir bekleyiş olacaktı. Hiç olmazsa beklerken işe yarar bir şeyler yapmalıydı.


Yürüyerek geri dönüp, Clinter’ın kulübesine uzanan toprak yola çıktı. Bataklık boyunca, her yanı sarmış yabani otların arasında uzanan dar yolda ilerlerken Gurney bu bölgenin ne derece ıssız bir yer olduğunu bir kez daha idrak etti. Söz verildiği gibi kulübenin ön kapısı kilitli değildi. İçeriye, yani tek bir geniş odadan ibaret kulübeye, camları nadiren açıldığı için kesif bir küf kokusu hakimdi. Ağaç kütüğünden yapılmış duvarlardan da başka bir koku geliyordu. Odun ve asit kokusu. Eşyalar da sanki kaba saba mobilyalar konusunda uzmanlaşmış bir dükkandan alınmış gibiydi. Burası yalnız bir erkeğin, bir avcının yaşadığı yerdi. Karşı tarafta soba, lavabo ve buzdolabı vardı. Yan duvarın önündeyse üç sandalye göze çarpıyordu. Öbür duvarın dibinde de tek kişilik alçak bir yatak bulunuyordu. Zemin koyu renk çam ağacı kerestesinden yapılmıştı. Görünüşünden döşeme kapağı olduğunu düşündüğü bir kısım Gurney’in gözüne takıldı. Yakın köşesinde bir parmak genişliğinde bir delik vardı. Büyük bir ihtimalle kapak buradan çekilerek açılıyordu. Merakını gidermek için açmaya çalıştı ama kapak yerinden oynamamıştı bile. Büyük bir olasılıkla uzun zamandan beri açılmadığı için sıkışmış olmalıydı. Ya da Clinter buranın kilidini bir yerlere saklamıştı. ‘Koleksiyon silahlar’ adını verdiği, ruhsata ihtiyaç duymayan diğer ‘koleksiyonculara’ satacağı silahlan buraya koyuyor olma ihtimali de yüksekti. Uzun masanın arkasındaki pencereden dışarıdaki dar patikanın bir kısmı görünüyordu. Gurney sandalyelerden birine oturup, birkaç saat boyunca incelemek istediği kalın kağıt yığınını düzenlemeye koyuldu. Önce birkaç belgeyi bir yana ayırdı. Öncelik sırasına göre bazılarını öne alıyor,


bazılarını arkaya koyuyordu. Sonra bunun anlamsızlığını düşünüp vazgeçti. Nereden başlayacağına hisleriyle karar verecekti. Kendini toplayıp içinde on yıllık otopsi fotoğraflarının bulunduğu dosyayı alıp, başından yaralanmış olanların fotoğraflandığı kısmı açtı. Bu fotoğrafları yine tahammül edilemez derecede korkunç bulmuştu. Kurbanların insan başı olduğuna inanmakta güçlük çekilecek derecede parçalanmış, garip şekillere bürünmüş kafatasları tüylerinin diken diken olmasına neden olmuştu. Bu büyük vahşeti, insan onuruna karşı yapılan bu tecavüzü görüp de öfkeden deliye dönmemek mümkün değildi. Diğer taraftan bu fotoğraflara bakmak kurbanların layık oldukları itibara kavuşmaları için yegane yolun katili adalete teslim etmekten geçeceği düşüncesine daha bir sıkı sarılmasına neden olmuştu. Çalınan itibarlarının iadesi için tek yol buydu. Böyle düşününce kararlılığı artıyor, yapmak istediğini gayet iyi bilen, hedefe kilitlenmiş, enerji dolu bir ruh haline büründüğünü hissediyordu. Ama bu güzel duygular yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başladı. Bu soğuk, itici, en ufak bir kişilik özelliği yansıtmayan odada etrafına bakınınca Max Clinter’ın dünyasının ne derece küçük olduğunu hayretle görmüştü. Clinter’ın Good Shepherd’la temasından önceki hayatının böyle olup olmadığını bilemiyordu elbette ama aradan geçen yıllar Clinter’ı tam manasıyla tüketmişti. Bataklığın ortasındaki bu toprak yığınının üzerindeki, kutuyu andırır bu küçük kulübede tam bir münzevi hayatı sürüyordu. Kendini her şeyden soyutlamış, öfkesiyle çılgına dönmüş, kendi fantezilerinin, intikam açlığının elinde oyuncak olmuştu. Clinter Ahab’dı.


Yaralı, amacı saplantı haline gelmiş Kaptan Ahab. Denizlere açılmak yerine Clinter burayı seçmiş, bu ıssız yere sığınmıştı. Zıpkın yerine tabancaları vardı. Saplantısına gömülmüş, öfkeden deliye dönmüş halde, sadece yerine getirmesi gerektiğine inandığı amaca kilitlenmiş, kendi sesinden başka hiçbir şeyi dinlemeyen biri olup çıkmıştı. Tam manasıyla yalnız bir adamdı. Bunu düşünüp, böylesi bir şeyin ağırlığını hissedince gözleri yaşardı. Sonra bu gözyaşlarının Max için olmadığını fark etti. Kendisi için ağlıyordu. Tam o anda da gözünün önüne Madeleine geldi. Ormanla göletin arasındaki açıklıkta, huş ağacına yaslanmış, hoşça kal dercesine el sallayan Madeleine. Göz alıcı renklerin ortasında el sallıyor, gülümsüyordu. Anlayamadığı bir duygunun etkisiyle gülümsüyordu. Kelimelerle izahı mümkün olmayan bir duygunun. Bu sanki bir filmin sonu gibiydi. Müthiş bir hediye bahşedilmiş, yolunu aydınlatacak bir melekle ödüllendirilmiş bir adamın hikayesinin anlatıldığı bir film. Melek ona her şeyi göstermiş, onu doğru yola sevk etmişti. Tek yapması gereken bakmak, dinlemek ve uygulamaktı. Ama adam çok meşguldü. Aklı bambaşka yerlerdeydi. Kendisini büyüleyen karanlıklara kapılmış, bambaşka mücadelelere dalmıştı. Ve sonunda melek geri çağrıldı. Çünkü elinden artık başka bir şey gelmeyecekti. Ancak adamın kendisine izin verdiği ölçüde yardım edebilirdi. Melek onu sevmişti. Tanımış, her şeyini benimsemiş, onu olduğu gibi kabul etmişti. Onun sevgiyi, ışığı, mutluluğu bulabilme gücüne sahip olmasını


diliyordu. Sonsuza dek her şeyin iyisini istiyordu onun için. Ama artık meleğin gitme zamanı gelmişti. Ve film tüm dünyaya karşı hissettiği sevgiyle gülümseyen meleğin güneş ışığında kayboluşuyla bitiyordu. Gurney başını eğip dudaklarını ısırdı. Yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Sonra da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ağlıyordu. Hayal ettiği filme ağlıyordu. Kendi hayatına ağlıyordu. Bu çok aptalca diye düşündü bir saat sonra. Bir o kadar da saçma. Kendini hayatın merkezinde sanan birinin sergileyeceği haddinden fazla duygusal bir tavır. Zamanı olduğunda neden böyle davrandığını, bu çocukça duygusal çöküşe neyin sebep olduğunu anlamak için daha ayrıntılı düşünecekti. Kendisini savunmasız hissettiği açıktı. Olayla ilgili fikirleri yüzünden dışlanmıştı. Ayrıca kurşun yaralarının iyileşmesi uzun sürmüş bu yüzden de gergin ve duygusal bir ruh haline bürünmüştü. Tabii bunun daha derin nedenleri olduğu da ortadaydı. Çocuksu endişelerinin yansımaları, korkuları kendisini zayıf hissettiği anda su yüzüne çıkıyordu. Kendisini iyice bir dinlemeye ihtiyacı var gibiydi. Ama şimdi... Şimdi zamanı en uygun biçimde kullanmalıydı. Kiın’le birlikte hazırladığı oyunun sonunu getirebilmek için hazırlıklı olmak zorundaydı. Masadaki belgelere dönüp, olay yeri raporlarının özetlerinden, Kim’in görüşmelerle ilgili aldığı notlara, FBI’m hazırladığı profil tablolarından Good Shepherd’ın yazdığı Niyet Bildirisi’ne dek her şeyi baştan aşağı gözden geçirdi. Her şeyi okudu. Okurken de sanki ilk kez görüyormuşçasına dikkat kesilmişti. Arada başını kaldırıp


pencereden patikaya bazen de diğer pencereden yola bakıyordu. Bu şekilde iki saatlik bir süre geçti. Sonra her şeyi baştan bir kez daha okumaya koyuldu. İkinci okumayı bitirdiği sırada güneş de batmıştı. Okumaktan yorulmuş, oturmaktan sırtı tutulmuştu. Kalkıp gerindi. Bilek kılıfındaki Beretta’yı düzeltti. Sonra da kapının önüne çıktı. Bulutsuz gökyüzünün maviliği yavaş yavaş yerini gri tonlara bırakıyordu. Derken uzaklardan, bataklığın ötesinden bir şapırtı işitildi. Sonra bir tane daha. Ardından bir tane daha. Sonrasındaysa müthiş bir sessizlik çöktü. Sessizlik Gurney’in gerginliğini geri getirmişti. Yavaşça kulübenin etrafını dolaştı. Her şey bir önceki gelişinden hatırladığı gibiydi. Sadece arkadaki piknik masasının yanına park edilmiş Humvee yoktu yerinde. Dönüp ön tarafa gelince içeri girdi. Kapıyı arkasından kapattı. Ama mandalı indirmedi. Üç, dört dakika kadar sonra kulübenin içindeki ışık seviyesi iyice azaldı. Masaya geri dönüp tabancasını kolayca erişebileceği bir yere koyup, olayla ilgili aklına takılan soruları yazdığı kağıdı eline aldı. Dikkatini Bullard’ın da Sasaparilla’da üzerinde durduğu sonrasındaysa Hardwick’in telefonda belki de Jimi Brewster’m sadece babasını değil diğer beş kurbanı da aynı sebeple öldürmüş olabileceğine dair sözlerine temel oluşturan soru çekmişti. Hardwick, Jimi’nin otomobil tercihiyle iyice belirginleşen materyalist eğilimlerinden tiksinti derecesinde nefret ettiği babasını öldürmüş olabileceğini, diğer beş kişiyi de sırf aynı marka otomobil kullandıkları kısacası babasına benzedikleri için öldürmeye karar vermiş olma ihtimali bulunduğunu söylemişti. Böyle bir durumda sadece bir tek gerçek hedef


olduğu ortaya çıkıyordu. Diğer cinayetlerse daha az öne çıkan nedenlerle işlenmişti. Her ne kadar bu teori birçok şeyi açıklıyormuş gibi dursa da Gurney saplantıları yüzünden cinayet işleyenlerin böyle davranmadığım gayet iyi biliyordu. Ya nefretlerini yönelttikleri asıl hedefi ortadan kaldırırlar ya da benzerlerini öldürmeye eğilimli olurlardı. Ama hem ana hedefi hem de diğerlerini öldürdükleri görülmüş şey değildi. Yani ikincil cinayetler varsayımı gerçekçi değil gibiydi... Yoksa yanılıyor muydu? Diyelim ki... Diyelim ki katilin gerçekten de tek bir ana hedefi vardı. Öldürmek istediği tek bir kişi. Diyelim ki diğerlerini kendisine asıl hedefi hatırlattıkları için değil polise ana hedefi düşündüreceği için öldürmüş olsun. Diyelim ki katil bu beş kişiyi ortada farklı bir suç varmış izlenimi yaratmak için öldürmüş olsun. En azından bu fazladan cinayetler suyu o derece bulandıracaktı ki ne polis ne de bir başkası bu altı cinayetten hangisinin asıl hedef olduğunu tespit edebilecekti. Ve elbette Good Shepherd cinayetlerini bu şekilde algılamayan polis hiçbir zaman da sorulması gereken soruları sorma şansı bulamamış olacaktı. Neden altı cinayetin aslında tek bir cinayetin yan etkileri olduğunu düşünsünler ki? Neden böyle bir araştırmaya kalkışsınlar? Ellerinde bu altı hedefin de eşit derecede önemli olduğunu ileri süren bir teori varken böyle bir girişimde bulunamazlardı zaten. Üstüne bir de tüm cinayetleri eşitleyen katilin bildirisi geçmişti ellerine. Her şeyi açıklayan bildiri. Tüm cinayetleri kapsayan müthiş bir açıklamayla teoriyi


doğrulayan, cinayetlerin her detayına açıklama getirecek kadar kapsamlı bir bildiri. Gurney sonunda bir şeyleri daha net görmeye başladığını hissediyordu. Sis perdesi yavaş yavaş aralanmaya başlamıştı. Olayla ilgili ilk düşüncelerinin, daha ilk bakışta düşündüklerinin ulaştığı bu sonuçla tutarlılık gösterdiğini fark etti. Mesleki kariyeri boyunca çoğu kez ilk andaki sezgilerinin, düşüncelerinin bir süre sonra doğrulandığını gözlemlemişti. Tabii bu olayda hedefe doğru dümen kırmasına yol açan küçük manevrayı Madeleine’in Siyah Şemsiyeli Adam filminin en önemli sahnesiyle ilgili anlattıkları sayesinde gerçekleştirdiğinin de farkındaydı. Bazen tüm farklılığı ayrıntılar yaratıyordu. Diğer taraftan, doğruymuş gibi gelen her fikir doğru olacak diye bir kural yoktu. Gurney deneyimlerinden insanın düşünce zincirindeki hataları görememesinin ne derece tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini iyi bilirdi. Kişi bir konuya sabitlenirse artık tarafsızlık anlayışı bütünüyle zedelenmiş olurdu. Hepimiz açık fikirli olduğumuzu ileri sürerdik ama işin aslı kimse öyle değildi. Şeytanın avukatlığını yaptırmak için ilk tercihini Hardvvick’ten yana kullandı. Telefonunu alıp numarayı tıışladı. Telesekreterin devrede olduğunu anlayınca da bir kısa mesaj bıraktı. “Merhaba, Jack. Olayla ilgili bir karara vardım. Tepkini merak ediyorum. Ara beni.” Telefonu titreşime aldığına emin olmak için bir kez daha kontrol etti. Gecenin kendisine neler getireceğini bilemiyordu


ama çalan bir telefonun sorun çıkarma ihtimali yüksek gibiydi. Şeytanın avukatlığını yaptırmak için ikinci tercihi Teğmen Bullard’dı. Kadının şu an kimin tarafında olduğunu bilmiyordu ama endişelerinin ağırlığı kimin hangi tarafta olduğuna aldırmamasına neden olacak kadar rahatsız ediciydi. Daha da ötesi sezgilerinde haklıysa yapacağı konuşma kadını kendi tarafına çekme noktasında fayda sağlayabilirdi. Ama onun da telesekreteri devredeydi. Gurney, ona da Hardwick’e bıraktığı mesajın bir benzerini bıraktı. Hardwick’le Bullard’m ne zaman arayacaklarını bilemiyordu. Yeni bakış açısını mutlaka biriyle paylaşmak istiyordu. Bunun üzerine karmaşık hislerle Clinter’ı aradı. Telefon üçüncü çalışta açılmıştı. “Hey, delikanlı, büyük gecen kabusa mı döndü yoksa? Yardım mı lazım?” “Sorun yok. Sadece seninle paylaşmak istediğim bir fikrim var. Hatalı düşünüp düşünmediğime ilişkin yorumlarına ihtiyacım var.” “Kulağım sende.” O an Gurney, Clinter’la Hardwick’in ruhsal yapılarında benzerlikler olduğu hissine kapıldı. Clinter, Hardwick’in sınıra biraz daha yaklaşmış haliydi. Bu düşünce garip bir biçimde kendisini bir nebze de olsa rahat hissetmesine neden oldu. Gurney fikrini izah etti. İki kere. Yanıt gelmedi. Beklerken bataklığa bakıyordu. Dolunay yükselince kurumuş ağaçlar daha bir ürpertici görünmeye


başlamıştı. “Orada mısın, Max?” “Söylediklerini değerlendiriyorum, delikanlı. Düşünüyorum. Söylediklerinde önemli bir eksiklik göremedim. Ama tabii ki ileri sürdüğün fikir, bir dolu soruyu da beraberinde getiriyor.” “Elbette.” “Anladığıma emin olmak için soruyorum. Aslında sadece tek bir cinayetin önemli olduğunu söylüyorsun, öyle mi?” “Doğru.” “Diğer beşi de sırf asıl cinayeti gizlemek için işlendi?” “Doğru.” “Cinayetlerin toplumsal eşitsizliklerle filan da alakası yok diyorsun?” “Doğru.” “Peki, hedef olarak seçilen lüks arabalar. Onlar neydi?” “Belki asıl hedef öyle bir araba kullanıyordu. Büyük, siyah, pahalı bir Mercedes. Belki her şeyi başlatan da bu oldu.” “Yani geri kalan beş kişi tamamen rastlantı eseri öldü. Aynı model araba kullanıyorlar diye? Aralarında bir ilişki var gibi görünsün diye?” “Doğru. Diğer cinayetlerin katilin umurunda olduğunu sanmıyorum.” “Bu da onu daha aşağılık biri haline sokuyor, değil mi?” “Doğru.” “Şimdi de en önemli soru: Hangi kurban asıl hedefti?” “Good Shepherd’la karşılaşınca bunu ona soracağım.”


“Ve bu da bu gece gerçekleşecek?” Clinter’m sesi heyecandan titriyordu. “Max, buradan uzak durman gerek. En ufak bir hata her şeyi mahveder.” “Anladım, delikanlı. Ama bir sorum daha var: Eski cinayetlerle ilgili teorin yenilerine nasıl bir açıklama getiriyor?” “Basit. Good Shepherd bizim ilk cinayetlerin aslında tek bir hedefe yöneldiğini anlamamızı istememişti. Cinayet Yetimleri bu sırrın bir şekilde açığa çıkması tehlikesini yarattı. Belki herkes asıl cinayetin hangisi olduğunu anlayacaktı. Bunu engellemek için de insanları öldürmeye başladı.” “Çok çaresiz bir adam.” “Çaresiz değil de daha çok iş bitirici diyelim.” Tanrım, Gurney haberlerde üç günde üç kişiyi öldürdüğü söyleniyor.” “Doğru. Ama cinayetleri çaresizlik içinde kıvrandığı için işlediğini sanmıyorum. Shepherd insan öldürmeyi önemli bir şey olarak görmüyor. Sadece kendi çıkarına olduğunu düşündüğü şeyi yapıyor. Birini öldürünce ortaya çıkma riskinin azaldığını her düşünüşünde gözünü bile kırpmadan cinayet işleyecektir. Çaresizlikle ilgisi...” Başka birinin hatta olduğuna dair sinyali alınca cümlesini yarıda kesti. Ekrana baktı. “Max, kapatmam gerek. BCI’dan Teğmen Bullard arıyor. Bu arada, Max, lütfen bu gece buradan uzak dur.” Gurney pencereden dışarı baktı. Ay ışığıyla gümüşi tonlara bürünmüş manzara tüylerinin diken diken olmasına neden


oldu. Durduğu yerden, camdan süzülen ay ışığıyla gölgesi yatağın arkasındaki duvara düşüyordu. Bekleyen çağrıya döndü. “Aradığınız için çok teşekkür ederim, teğmen. Önemli bir şey tespit etmiş....” Cümlesini bitiremedi. Ani bir patlama olmuştu. Şiddetli bir ışık parlaması ve sağır edici bir ses. Eline müthiş bir darbe indi. Sendeleyerek masaya doğru gerilerken birkaç saniyeliğine durumu algılamaya çalıştı. Sağ elini hissetmiyordu. Bileği de feci sızlıyordu. Elinin ne hale geldiğini görmek için korka korka kaldırıp pencereye doğru döndü. Bütün parmakları yerli yerindeydi. Ama elinde telefonun sadece küçük bir kısmı kalmıştı. Diğer parçaların nereye düştüğünü görebilmek için etrafına bakındı ama karanlıkta bir şey görebilmesi imkansızdı. İlk anda telefonunun patladığını düşündü. Telefonun içine konulan minyatür bir patlayıcıyla gerçekleştirilmiş bir sabotaj girişimine maruz kalmış olabilir miydi? Ama bu imkansızdı. Patlamanın şiddeti, hissettiği basınç göz önüne alındığında, çalışan bir telefona bu derece etkili bir patlayıcının yerleştirilmesinin imkansızlığı ortadaydı. Bunun için telefonun içinin tamamen boşaltılmış olması gerekirdi. Ama az önce görüşme yapmıştı bu telefonla. Sonra burnuna barut kokusu geldi. Minik bir bombanın işi değildi bu. Ateş edilmişti. Ama normal bir tabancanın sesinden çok daha şiddetli bir patlama olmuş, bu yüzden de nereden ateş edildiğini hemen anlamakta güçlük çekmişti.


Aslında bu türden bir patlamaya sebebiyet verecek bir tabanca vardı. Ve o tabancanın sahibi gecenin karanlığında, tek ışık kaynağının dolunay olduğu bir ortamda, cep telefonunu vurmayı başaracak kadar iyi bir nişancıydı. Bir sonraki düşüncesi pencereden ateş edildiği oldu. İçgüdüsel bir tepkiyle eğilip, masanın üzerindeki pencereden dışarıya bakmaya çalıştı. Ama kapalı pencerenin camı kırılmamıştı. Bu da arka pencereden ateş edildiği anlamına geliyordu. İyi de arka pencereden ateş eden biri durduğu açıdan omzuna zarar vermeden elindeki telefonu vuramazdı ki. Öyleyse nasıl?.. Aklına gelen yanıt tepeden tırnağa ürpermesine neden oldu. Dışarıdan ateş edilmemişti. İçeride, bu odada başka biri daha vardı. Bunu düşündüğü anda hiçbir şey göremese de sesi duymaya başlamıştı. Birileri nefes alıp veriyordu. Birkaç adım ilerisinde. Yavaş ve sakince. 49. Bölüm Son Derece Mantıklı Bir Adam


Gurney sesin geldiği yöne doğru dönerken kulübenin zemininde döşeme kapağının bulunduğu yerde incecik bir ışık huzmesi gördü. Ay ışığı yetersiz olmasına rağmen yine de karşı duvarın önünde bir gölge olduğunu seçebiliyordu. Boğuk bir ses doğru yöne baktığının ispatı oldu. “Masaya geç, dedektif. Ellerini başının üzerine koy.” Gurney söylenenleri yaptı. “Birkaç sorum olacak sana. Hemen cevaplaman gerek. Anladın mı?” “Anladım.” “Eğer hemen cevaplamazsan yalan söylediğini düşüneceğim. Anladın mı?” “Evet.” “Güzel. İlk soru: Clinter buraya geliyor mu?” “Bilmiyorum.” “Az önce telefonda ona gelme dedin.” “Doğru.” “Yine de gelir mi sence?” “Gelebilir. Bilmiyorum. Sağı solu belli olmaz onun.” “Kesinlikle. Doğru söylemeye devam etmelisin. Seni sadece gerçekler hayatta tutacak. Anladın mı?” “Evet.” Gurney böylesi durumlarda her zaman olduğu gibi son derece soğukkanlı bir ifade takınmıştı. Ama içinde fırtınalar kopuyordu. Delicesine öfkeliydi, bir o kadar da korkuyordu. Korkunun sebebi içinde olduğu durumdu.


Öfkesineyse her şeyi düşündüğü zannına kapılmasını sağlayan kibri neden oluyordu. Good Shepherd’ın Kim’le yaptıkları konuşmada söylenenlere uygun hareket edeceğini ve Clinter’la Gurney’in gece yarısı yapacakları görüşmeye en fazla iki üç saat erken geleceğini tasarlamıştı. Aynı anda bir dolu şeyi düşünüp planlamaya çalışırken, değerlendirdiği olasılıklar arasında Shepherd’ın çok daha erken, belki de on iki saat önceden, gelebileceğini öngörememişti. Ne sanmıştı ya? Shepherd’ın çok mantıklı bir adam olduğunu bu yüzden de gece yarısından birkaç saat önce ortaya çıkacağını mı? Sonrasındaysa işler çorap söküğü gibi gelişecekti, öyle mi? Ne kadar aptaldı! Kendine ben bir insanım ve hatalar da insanlar için diyordu. Ama bu düşüncesi ölümcül bir hata yapmış olmanın neden olacağı korkunç sona engel olamazdı. Gırtlağından gelen, zorlukla anlaşılan sesini biraz yükseltti. “Beni buraya çekmek için oyun mu oynadın? Beni hazırlıksız yakalamak için?” Adamın zekice sorduğu soru tüm umutlan kıracak nitelikteydi. “Evet.” “Doğru. Güzel. Hayatta kalmaya devam ediyorsun bu şekilde. Biraz önce Clinter’ı aradın. Ona söylediklerin gerçek fikirlerin mi?” “Cinayetlerle ilgili olanlar mı?” “Elbette cinayetlerle ilgili olanlar.” “Evet, öyle.”


Birkaç saniyeliğine Gurney sorgucusunun nefes alıp verişinden başka hiçbir şey duymadı. Sonra bu soluk sesinden belki biraz daha yüksek bir sesle yeni bir soru geldi. “Düşündüğün diğer şeyleri de söyle.” “Şu an için yalnızca beni vurup vurmayacağını düşünüyorum.” “Elbette bunu yapacağım. Ama bana doğruyu söylediğin müddetçe yaşayacaksın. Bu kadar basit. Anladın mı?” “Güzel. Şimdi cinayetlerle ilgili düşüncelerini anlat bana. Gerçek düşüncelerini.” “Düşüncelerim daha çok sorular halinde.” “Hangi sorular?” Gurney adamın fısıltıyla konuşmasının nedeninin fiziksel bir problemden mi kaynaklandığını yoksa Good Shepherd’ın gerçek sesini gizlemek için mi böyle konuşmayı tercih ettiğini merak ediyordu. Büyük bir olasılıkla ikinci seçenek daha doğru gibiydi. Bunun çok ilginç nedenleri olabilirdi ama şu an hayatta kalmasını sağlayacak konuya yoğunlaşmak zorundaydı. “Bizim bildiklerimiz dışında başka kaç kişiyi öldürdüğünü merak ediyorum. Büyük bir olasılıkla epeyce insan öldürmüşsündür. Yanılmıyorum, değil mi?” “Elbette, öyle.” Adamın sorusuna sanki sıradan bir şeye cevap veriyormuşça-sına rahat bir ifadeyle yanıt vermesi Gurney’i sarsmıştı. Ama o an adamı bu konudan bahsetmeye, yaptıklarıyla böbürlenmesine olanak verecek şeylerden konuşmaya teşvik ederse ufacık da olsa bir umudu olabileceğini de hissetmişti. Sonuçta tüm psikopatlar güçlü


egolara sahipti. Acımasızca gerçekleştirdikleri eylemlerden bahsetmeye de bayılırlardı. Belki adamı kendisinden bahsetmeyi sürdürmeye yönlendirebilirse camı kırıp, dışarıdan bir müdahale yapılma imkanı yaratabilirdi Ama umudu aynı hızla soldu. Gurney adamın neden konuşmaya devam etmek isteyeceğini fark etmişti. Her şeyden bahsedebilirdi. Konuşmakta en ufak riskli bir yan yoktu. Neticede Gurney birazdan ölmüş olacaktı. Fısıltı alaycı bir ses tonuna dönüşmüştü. “Başka ne merak ediyorsun?” “Robby Meese’le ilişkini merak ediyorum. Yaptıklarının ne kadarını kendi başına ne kadarını da senin teşvikinle gerçekleştirdiğini merak ediyorum. Onu neden öldürdüğünü, bu cinayetin intihar olarak görüleceğine gerçekten inanıp inanmadığını merak ediyorum. “Başka?” “Gerçekten Max Clinter’ı Ruth Blum cinayetinin faili olarak mı göstermek istedin yoksa başka amacın mı vardı diye merak ediyorum.” “Başka?” “Ruth’un Facebook sayfasına yazdığın mesaja inanılacağını gerçekten düşündün mü diye merak ediyorum.” “Başka?” “Ahırımı merak ediyorum.” Gurney bu konuşmayı mümkün olduğunca uzun tutmaya kararlıydı. Konuşma ne kadar uzarsa o kadar iyiydi. Her açıdan. “Devam et, dedektif.”


“Otomobillerdeki GPS cihazlarını merak ediyorum. Kim’in arabasına takip cihazı yerleştirme fikri senin miydi yoksa Robby’nin, tacizci Robby’nin mi diye merak ediyorum. “Başka?” “Yaptıklarından bazıları çok zekice. Ama bir o kadar da aptalca. Acaba yaptıklarından hangilerinin hangi gruba girdiğinin farkında mısın diye merak ediyorum.” “Kışkırtmaya çalışma beni, dedektif. Gereksiz. Hepsi bu mu?” “White Mountain Katili ’ni merak ediyorum. Çok tuhaf bir olay. Sen biliyor musun o olayı? Gerçekten çok enteresan yanları var.” Uzun bir sessizlik oldu. Zaman umut demekti. Zaman Gurney’e düşünme, belki de arkasındaki masanın üzerinde duran tabancasına erişme fırsatı verecekti. Shepherd yeniden konuştuğunda fısıltısı haddinden fazla duygusal bir tona bürünmüştü. “Başka bir şey var mı?” “Son bir tane daha. Böylesine zeki biri nasıl olur da Göl Kıyısı Kazalı Araçlar Servisi’nde bu derece ölümcül bir hata yapar onu merak ediyorum.” Uzun bir sessizlik daha. Bu tedirgin edici sessizlik her yöne çekilebilirdi. Belki de sonunda Good Shepherd’ı sarsmayı başarmıştı. Ya da bu sözlerle adamın tetiğe basan parmağının biraz daha gerilmesine neden olmuştu. Gurney’ı‘n midesine iğneler batıyordu. “Neden bahsediyorsun?” “Yakında öğreneceksin.”


“Şimdi öğrenmek istiyorum.” Fısıltısı farklı bir tona bürünürken ay ışığında parıldayan bir şey görür gibi oldu. Bu parıltının kaynağı en fazla iki metre uzaktan yüzüne doğrultulan tabancanın gümüş kaplamalı namlusuydu. “Şimdi,” diye tekrar etti adam. “Bana Göl Kıyısı Kazalı Araçlar Servisi’nde ne olmuş anlat.” “Teşhis edilmeni sağlayacak bir iz bırakmışsın.” “Asla yapmam ben böyle bir şey.” “O gece yaptın ama.” “Neymiş söyle. Hemen!” Gurney içinde bulunduğu durum itibarıyla bu soruya vereceği hiçbir yanıtın kendisini kurtarmaya yetmeyeceğinin farkındaydı. Bulunan lastik izlerinden bahsetmesinin kendisini bekleyen sonu geciktirmeyeceği de ortadaydı. Öldürmemesi için yalvarmak da bir işe yaramayacaktı. Yapılabilecek, dolayısıyla da zayıf umut ışığının en fazla bir dakika daha yanmasını sağlayacak tek şey geciktirme taktiklerine başvurmak, daha fazla konuşmayı reddetmekti. Gurney sesinin titrememesi için azami çaba harcayarak konuşmaya başladı. “Göl Kıyısı Kazalı Araçlar Servisi’nde bulmacanın çözümünü bıraktın.” “Bilmece gibi konuşma! Soruma yanıt vermek için üç saniyen var.” “Bir.” Ay ışığında tabancanın namlusunu yukarı kaldırdığı seçiliyordu. “İki.” Hafifçe sağa doğru çekilirken kolunu hiç kıpırdatmadı.


“Üç.” Tetiği çekti. 50. Bölüm Yanıtlar Gurney namlunun ucundaki parıltıyı görür görmez kendini yana atmış, sandalyeyi devirirken, masanın kenarına son anda tutunmayı başararak ayakta kalmıştı. Bir an için hiçbir şey göremedi. Tek duyabildiği şey kurşun sesinin kulaklarında neden olduğu çınlamaydı. Boynundan aşağı doğru süzülen bir ıslaklık hissetmişti. Dokununca da kulağının altının bir hayli ıslak olduğunu fark etti. Elini dolaştırdığında ıslaklığın, kanın aktığı yerin kulağının hemen üst kısmı olduğunu tespit etti. “Ellerini başının üzerine kaldır. Hemen.” Kulağındaki çınlama yüzünden adamın sesi sanki çok uzaklardaymış gibi gelmişti. Ama anlayabildiği kadarıyla söylenilenleri yapmaktan başka çaresi yoktu. “Duyuyor musun beni?” dedi uzaktan gelen boğuk ses. “Evet,” dedi Gurney. “Güzel. Dikkatle dinle. Sorumu bir daha soruyorum. Bu kez yanıt vermelisin. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamakta çok iyiyimdir. Doğruyu söylemezsen canın yanmaya devam edecek. Tatlı tatlı konuşalım. Tamam mı? Ama yalan söylersen yine tetiği çekeceğim. Anlaşıldı mı?” “Evet.” “Söylediğin her yalan için bir kurşun. Bir dahaki sefere ku


lağına küçük bir çentik atmayacağım. Yaran daha büyük olacak. Anlıyor musun?” “Anladım.” Gurney’in patlama anında kamaşan gözleri yavaş yavaş normale dönüyordu. Yine odanın ortasına vuran ay ışığını görmeye başlamıştı. “Güzel. Şimdi Göl Kıyısı Kazalı Araçlar Servisi’nde hata diye adlandırdığın şeyle ilgili bütün bildiklerini öğrenmek istiyorum. Bilmece filan yok. Sadece gerçekler.” Ay ışığında gümüş kaplı tabanca namlusunun Gurney’in sağ ayak bileğini hedef alacak şekilde yavaş yavaş aşağı doğru indiği görülüyordu. Desert Eagle tipi bir silahın eklemlerine nasıl bir hasar vereceğini gayet iyi bildiğinden titrememek için dişlerini sıkmak zorunda kalmıştı. İlk anda ayağı parçalanacaktı. Bu korkunç bir şeydi elbette ama asıl sorun atardamarında başlayacak kanama olacak. Üstelik konuşmanın geldiği bu noktada doğruyu söylemek ya da söylememek veya bundan sonraki sorulara vereceği herhangi bir yanıt durumu fazla da değiştirmeyecek gibi görünüyordu. Good Shepherd için tek önemli olan şey kendi güvenliğiydi. Bu yüzden de her hareketini bu doğrultuda gerçekleştirecekti. Ve Good Shepherd açısından Gurney’in hayatta kalmasının ölmüş olmasına kıyasla daha avantajlı olabileceği hiçbir durum yok gibiydi. Kan kaybından ölmeden önce başka nerelerinin parçalanacağı kararı dışında her şey belliydi. Ölecekti. Burada. Max Clinter’ın kulübesinin zemininde. Bataklığın ortasında. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde. Gözlerini kapattı ve tepenin yamacındaki Madeleine’i gördü.


Eflatun, mor, pembe, mavi, turuncu, kırmızı... hepsi birden güneş ışığında parıldıyordu. Ona doğru yürüdü. Yemyeşil çimenlerin üzerinde ona doğru yürüdü. Sonra da cennetin de aynı bu şekilde kokuyor olması gerektiğini düşündüğü kokusunu içine çekti. Madeleine parmaklarını dudaklarına götürüp gülümsedi. “Çok zekisin,” dedi. “Çok zekisin.” Bir saniye içinde ölmüş olacaktı. Ya da birkaç saniye sonra diye düşündü. Gözleri kapalı olmasına rağmen ani bir aydınlanma hisseder gibi oldu. Ardından da kulaklarında uzaklardan gelen bir ezgi çınlamaya başladı. Ve tüm sesleri bastıracak kadar güçlü bir trampet sesi de işitiyordu. Ve sonra sesi duydu. Bu ses onu gerçekliğe, bataklığın ortasındaki ıssız kulübeye geri getirmişti. Megafonla yükseltilmiş bir ses. “POLİS... NEW YORK EYALET POLİSİ... SİLAHLARINIZI İNDİRİN... SİLAHLARINIZI İNDİRİN VE KAPIYI AÇIN... DERHAL... SİLAHLARINIZI İNDİRİN VE KAPIYI AÇIN... NEW YORK EYALET POLİSİ KONUŞUYOR... SİLAHLARINIZI İNDİRİN VE KAPIYI AÇIN.” Gurney gözlerini açtı. Pencerede ay ışığı değil spot ışıkları yansıyordu. Çevresine, karanlıkta tıpkı bir Ninja’yı andıran, alt edilmesi neredeyse imkansız, görünmez hasmma baktı. Orta boylu, kahverengi pantolonlu, açık kahverengi hırkalı adam ışıktan rahatsız olmuş, elini gözlerine siper etmişti.


Gurney karşısındaki bu mütevazı görünüşlü adamı korkunç cinayetler işleyen bir canavar olarak görmekte zorlanıyordu. Ama adamın elinde parıldayan .50 kalibrelik Desert Eagle mütevazı adamla canavar arasında bir ilişki kurmayı kolaylaştırıyordu. Boynundan süzülen kanın, odaya sinmiş barut kokusunun, kulaklarında çınlaması hâlâ devam eden patlamanın tek sorumlusu da bu tabancaydı işte. Hayatını sona erdirmek üzere olan tabanca. Adam spot ışığına yavaşça arkasını dönüp, soğukkanlı bir tavırla gözlerine siper ettiği elini indirdi. İfadesiz, çizgisiz bir yüz. En ufak ayırt edici bir özelliği olmayan, duygudan nasibini almamış bir yüz. Normal, sıradan bir yüz. Kolaylıkla unutulabilecek bir yüz. Yine de Gurney bu yüzü daha önce gördüğünü biliyordu. Önce nerede gördüğünü hatırlayıp sonra da karşısındaki adamın adı aklına gelince ilk anda yanıldığını düşündü. Gözlerini birkaç kez kırpıp bu yanılgısından kurtulmaya çalıştı. Karşısındaki mülayim, sessiz kişiliği Good Shepherd kimliğiyle bağdaştırmakta çok zorlanıyordu. Ama kısa bir süre sonra yanılmadığına emin olunca yeni durum ışığında bulmacanın parçalarını birleştirmeye, ilginç ilişkiler kurmaya başladı. Larry Sterne de ona bakıyordu. Yüzünde korkudan çok düşünceli bir ifade vardı. Gurney’e Bay Rogers’ı hatırlatan Larry Sterne. Tatlı dilli dişçi Larry Sterne. Diş hekimliğiyle iş adamlığını aynı anda yürüten Larry Sterne. Milyarlarca dolar değerinde bir estetik imparatorluğu kuran lan Sterne’in oğlu.


Güzel Rus piyaniste malikanesini açan lan Sterne’in oğlu Larry Sterne. Yalnızca malikanesini değil yatağını da açtığı kesindi. Büyük bir olasılıkla kıza vasiyetnamesinde de yer açacaktı. Tanrım, her şeyin nedeni bu muydu? Larry Sterne mirasını mı korumaya çalışıyordu? Babasının sonu belirsiz ilişkilerinden korkup geleceğini garanti altına almaya mı çalışmıştı? Burada söz konusu olan çok büyük bir mirastı elbette. Endişelenmeyi gerektirecek kadar büyük bir miras. Ortada bir para makinesi vardı. Kimsenin kolay kolay kaybetmeyi göze alamayacağı bir makine. Soğukkanlı, kibar Larıy babasını öldürerek para makinesinin genç ve güzel Rus piyanistin eline geçmesine engel olmak mı istemişti? Sonrasındaysa beş benzer cinayet daha işleyerek polisin sormaya kalkışacağı soruları bertaraf etmişti. Özellikle Larıy’i işaret edecek sorudan kurtulmuş oluyordu böylece: Kimin çıkarına? Ay ışığıyla polis araçlarının yanıp sönen ışıkları kulübede çok tuhaf bir görünüme neden olmuştu. Gurney, Sterne’in elindeki tabancayı hâlâ sımsıkı tuttuğunu görüyordu. Gözleriyse giderek azalan seçeneklerini düşünmeye odaklandığını ortaya koyuyordu. Ama o anki hislerini anlayabilmek imkansızdı. Korkuyor muydu? Öfkeli miydi? Köşeye sıkışmış farenin ölümcül kararlılığına mı sahipti? Belki de büyük bir hızla en doğru kararı vermeye


uğraşıyordu. Belki de böylesine tuhaf görünmesinin nedeni de zihninin o an çok meşgul olmasındandı. Gurney adamın şu an duygudan uzak, bütünüyle mekanik bir süreç yaşadığının farkındaydı. Kim bilir kaç kişiyi öldürmeden önce de aynı duygusuz, mekanik süreçten geçmişti. Kaç ölüm? Bu düşünce birden White Mountain Katili’ni düşünmesine neden oldu. Aynı durumu o cinayetlerde de gözlemlemek mümkündü. İpek bir eşarp kullanarak seri cinayetler işlendiği algısı yaratılarak, asıl hedefin aslında tek bir kişi olduğu gizlenmişti. Gurney, Larry’nin kız arkadaşı ona nasıl bir sorun çıkartmış olabilir ki diye düşünüyordu. Hamile mi kalmıştı? Belki de bu kadar önemli bir şey yoktu. Larry gibi bin, White Mountain Katili, Good Shepherd, cinayet işlemek için önemli nedenlere ihtiyaç duymazdı. Sadece hangi durumun kendi çıkarma daha uygun geldiğine karar vermesi yeterliydi. RAM TV’deki programa çıkan rahibin sözlerini hatırlayınca ürperdi: Hayatı yok eden, ona bir toz zerresi kadar önem vermeyen şey işte bu. Şeytanın ta kendisi! Dışarıdan dört beş saniye kadar süren siren sesleri geldi. Sonra da az önceki anons yeniden yapıldı. Gurney dönüp ön pencereden dışarıya göz attı. Yolun sonuna dek tüm arazi güçlü spot ışıklarla aydınlatılmıştı. Siren sesini çok daha önce duymuş olmalıyım diye geçirdi akimdan. Ama içinde bulunduğu duygusal durum, kulağında çınlamayı sürdüren kurşun sesi sirenleri müzik sesi olarak algılamasına neden olmuştu. Trampet sesi diye yorumladığı ses de helikopterden geliyordu. Kulübenin üzerinde dolaşıp duran helikopterin pervanesinin neden olduğu rüzgar


bataklıktaki sazlıklarla kurumuş ağaçların salınmasına neden oluyordu. Gurney, Sterne’e döndü. Aklında sormak istediği kırk belki de elli soru vardı. Soru listesinin en başında da önce hangisini sorsam diye kararsız kaldığı iki soru. En gerekli soruyu tercih etti. “Ne yapacaksın, Larry?” “En mantıklı olan neyse onu.” Yanıtını bu derece sakin bir ifadeyle verişi, başka hiçbir yanıt bu derece vurucu olamaz hissi yaratmıştı. “Yani, ne yapacaksın?” “Teslim olacağım. Oyun oynayacağım. Kazanacağım.” Gurney fırtına öncesi sakinliği yaşıyor olabileceğinden korkuyordu. Mantıklı, sakin konuşmalar, teslim olma sözleri az sonraki dehşet dolu anların habercisi miydi yoksa? “Kazanmak?” “Her zaman kazandım ben. Hep kazanacağım.” “Ama... Teslim olma niyetinde değil misin?” “Elbette.” Sterne anaokulu otobüsüne binmekten korkan küçük bir çocuğu yatıştırmaya çalışan birine has tatlı bir gülümseyişle, “Sen ne sandın?” diye sordu. “Seni rehin alıp, kalkan olarak kullanarak, kaçmaya çalışacağımı filan mı?” “Böyle yapılır genelde.” “Ama ben yapmam. Seni rehin almam.” Neşeyle gülümsedi. “Gerçekçi ol, dedektif. Sen bana nasıl kalkan olabilirsin ki? Meslektaşlarının seni vurmak için fırsat kolladıklarını duydum. Senin yerine bir çuval patatesin arkasına gizlensem daha güvende olurum herhalde.”


Gurney adamın bu derece soğukkanlı oluşu karşısında söyleyecek bir şey bulamıyordu. Tamamen aklını kaçırmış olabilir miydi? “Elektrikli sandalyeyi boylayacak olmana rağmen ne kadar neşelisin.” Steme’in tavırlarına tahammül edemeyerek sarf ettiği bu sözcüklerin daha ağzından çıkarken ne kadar tehlikeli ve söylenmemesi gereken şeyler olduğunu fark etmişti. Ama anlaşılan korkmasına gerek yoktu. Steme sadece başını iki yana sallamakla yetindi. “Saçmalama, dedektif. Üçüncü sınıf avukatları olan aptallar bile infazları yirmi yıldan fazla gecikti-rebiliyor. Ben daha iyisini yapabilirim. Çok daha iyisini. Param var. Çok param. Görünür ve görünmez çok bağlantım var. En önemlisi adalet mekanizmasının nasıl işlediğini iyi bilirim. Yani gerçekte nasıl işlediğini. Ve benim elimde o mekanizmaya sunacak çok değerli bir şey var. Bir nevi değiş tokuş diyebiliriz buna.” Çılgınlıkla yogi dinginliği arasında gidip gelen bir ruh haline bürünmüştü. “Neymiş o?” “Bilgi.” “Neyin?” “Çok sayıda çözülememiş olayın.” Dışarıda beş saniye kadar süren siren sesleri yankılandı. Ardından da yeniden anons başladı. Bu kez tonlama iyice sertleşmişti. “EYALET POLİSİ KONUŞUYOR... DERHAL SİLAHLARINIZI ATIN... KAPIYI AÇIN... DERHAL...


SİLAHLARINIZI BIRAKIP KAPIYI AÇIN... AÇIN KAPIYI HEMEN.” “Çözülmemiş olaylar... Hangileri?” “Birkaç dakika önce kaç kişiyi öldürmüş olabileceğimi merak ettiğini söylemiştin. Yani bildiklerinden başka kaç kişiyi.” Helikopterin sesi de altındaki inceleme ışığının şiddeti de artmıştı. Steme olup bitenlerin farkında değil gibiydi. Tüm dikkatini Gurney’e yöneltmişti. Gurney de bir yandan mesleki yaşamının artık son aşamasına gelmiş en sarsıcı vakasını analiz ederken diğer yandan da en uygun biçimde davranabilmek için elinden geleni yapmaya çalışıyordu. “Buradaki mantığı anlayamıyorum, Larry. Good Shepherd cinayetleri senin üzerine kalınca...” “Eğer kalırsa.” “Tamam, eğer kalırsa. Bu bilgileri vermenin başka cinayetler işlediğini itiraf etmenden ziyade nasıl bir faydası dokunabilir ki sana?” Sterne çok derin manalar içerdiğini düşündüren kendine has gülümseyişiyle, “Ne yapmaya çalıştığının farkındayım. Elimi göstereyim diye beni kışkırtmaya çalışıyorsun. Aptalca bir deneme. Ama tamam, sorun yok. Dostlar arasında gizli saklı bir şey olmamalı. Öncelikle sana farazi bir soru sormama izin ver. Sence eyalet polisi için, bak tekrar hatırlatıyorum bu farazi bir soru, yirmi hatta belki de otuz çözülmemiş cinayet olayını açığa çıkarmak ne kadar önemlidir sence?” Gurney’in tüm ümidi kırılmıştı. Larry Sterne ya tam manasıyla saplantılarının esiri olmuş ya da megalomanlığının etkisiyle her şeyi uydurabileceğini, herkesin de ona hemen inanacağını düşünen korkunç bir yalancıya dönüşmüştü.


Sterne, Gurney’in şüphe dolu yaklaşımım sezmişti. Ama umurunda bile değildi. “Otuz vakayı çözülmüş hale getirme teklifinin iyi bir pazarlık malzemesi olarak kullanılacağı kanaatindeyim. Her şeyden önce emniyet teşkilatının başarı oranları artacak bu sayede. Ailelere konuyu kapatma fırsatı doğacak. Otuz yeterli gelmezse sayıyı kırka kadar bile çekebilirim. İstediğimi alıncaya kadar sayıyı artırırım.” “Tam olarak ne istiyorsun, Larry?” “Mantık dışı bir isteğim yok. Senin de beni, tanıdığın en mantıklı insan olarak göreceğinden şüphem yok. Şu an için ayrıntılara girmek anlamsız ama kısaca, hafifletilmiş hapis cezası gibi bir şey istiyorum. Tek kişilik, konforlu bir hücre. Basit düzeyde bir konfor elbette söz konusu olan. Gereksiz kuralların işletilmeyeceği bir rahatlık ortamı talep edeceğim. Yani bu iyi niyetli insanları zor durumda bırakacak türden isteklerim olmayacak.” “Karşılığında da yirmi, otuz veya kırk çözülmemiş cinayeti itiraf etmeyi kabul edeceksin? Nasıl ve neden yaptığına dair tüm ayrıntılarla birlikte?” “Varsayalım.” Anons tekrarlandı. “BU SON ŞANSINIZ. SİLAHLARINIZI BIRAKIP KAPIYI AÇIN. DERHAL.” Gurney konuya başka bir açıdan yaklaşmaya çalıştı. “Buna White Mountain Katili’nin işlediği cinayetler de dahil olacak mı?” “Öyle varsayalım.” “Cinayet sayısı, yöntemin hep aynı olduğu için bu kadar yüksek, değil mi? Asıl öldürmek istediğin kişinin kim olduğu anlaşılmasın diye beş, altı kişiyi daha onunla birlikte öldürdüğün için değil mi?” “Varsayımsal olarak öyle.”


“Anlıyorum. Ama anlamak istediğim bir şey daha var. Tüm amacının riski azaltmak olduğunun farkındayım. Ama iyi planlanmış bir tek cinayetin beş, altı cinayetten daha az risk taşıması gerekmez mi?” “Elbette hayır. Bir tek cinayet ne kadar iyi planlanmış olursa olsun tüm dikkati kurbanın üzerine çeker. Böyle bir durumda da her şey ince ince araştırılır. Ama çok sayıda birbirine benzer cinayet olursa risk merkezden uzaklaşmış, cinayetlere farklı açılardan bakılmaya başlanmış olur. Katiller genelde kurbanlarla ilişkileri tespit edildiği için yakalanırlar. Ama arada hiçbir bağlantı yoksa... Neyse, anlıyorsundur herhalde.” “Ama bunun bedeli. Yani öldürdüğün diğer insanlar. Umurunda bile olmadı değil mi?” Sterne hiçbir şey söylemedi. Ama gülümseyişi her şeyi net biçimde ortaya koyuyordu. Gurney sert bir eyalet hapishanesi yüzündeki bu ifadeyi ne kadar zamanda siler acaba diye düşünmeden edemedi. Sterne’in gülüşü yüzüne daha bir yayıldı. Sanki bir kez daha Gurney’in düşüncelerini okumuştu. “Aslında hükümlülerle ve ceza sistemiyle bir an evvel ilişki kurmaya can atıyorum. Ben her zaman gerçekçi olmuşumdur, dedektif. Önümde uzanan geleceği de olduğu gibi benimserim. Cezaevi benim için fethedilecek yeni bir mekan olacak sadece. İnsanları etkileme gücüm çok işime yarayacaktır. Sen de benzer bir şeyi Robby Meese’in üstünde nasıl başarıyla gerçekleştirdiğimi fark ettin sanırım. Bunu bir düşün. Cezaevleri Robby Meese gibi tiplerle dolu. Çabuk etkilenen, baba figürüne ihtiyaç duyan genç adamlar. Kendilerini anlayan, onların yanında olduğunu hissettiren, korkularım,


öfkelerini gideren, enerjilerini neye harcamaları gerektiğini gösterecek birine. Düşün, dedektif, düşün. Böyle adamlarım olursa orada kral gibi olurum ben. Çok heyecan verici bir fikir bu. Uzun yıllardır arada sırada bunu düşünmüşümdür. Hapishane hayatı o kadar da kötü olmayacaktır bence. Hatta psikoloji dünyasının önemli bir figürü haline dönüşebilirim. Belki Good Shepherd’ın gerçek hikayesinden ilham alarak yepyeni yöntemler keşfetmelerine de imkan sağlamış olurum. Tabii kitapları da unutmamak lazım bu arada. İzinli ve izinsiz döşenmiş hayat hikayeleri. RAM TV programlan. Bir şey daha söyleyeyim mi sana? Uzun vadede senden çok daha iyi bir konuma geleceğime de eminim. Sen, dışarıda, benim içeride edinebileceğimden çok daha fazla sayıda düşman sahibi oldun. Övünülecek bir başarı değil herhalde. Arkamı kollamaları için adam tutabilirim ben. Bunu çok iyi yapan insanlar var. Ama senin arkanı kim kollayacak? Senin yerinde olsam çok endişelenirdim.” “SİLAHLARINIZI BIRAKIN VE HEMEN KAPIYI AÇIN.” Gurney karşısındaki kahverengi hırkalı, basit görünüşlü adama bakıyordu. “Söylesene Larry, hiç pişmanlık duyduğun bir şey var mı?” Şaşırmış gibiydi. “Elbette hayır. Her şeyi mantık çerçevesi içinde yaptım.” “Lila da dahil mi buna?” “Anlamadım?” “Karın Lila’yı öldürmek de mi öyle?” “Öyle derken?” “Yani o da mantık çerçevesinde yapılmış bir şey miydi?” “Elbette. Yoksa yine varsayımsal olarak konuşuyorum,


yapmazdım zaten. Aslında geleneksel bir evlilikten ziyade iş anlaşması gibi bir evlilikti bizimkisi. Doyumsuz bir seks arayışındaydı hep. Ama bu başka bir hikaye.” Alaycı bir ifadeyle gülümsedi. “Tam bir film konusu aslında.” Gurney’in yanından geçip ön kapıyı açtı. Sonra da tabancasını sazlığa doğru fırlattı. “KALDIR ELLERİNİ... BAŞININ ÜZERİNE KOY... YAVAŞÇA YÜRÜMEYE BAŞLA.” Steme ellerini kaldırarak kulübeden dışarı çıktı. Patikaya doğru yürürken tepedeki helikopterin ışığı da üzerine sabitlenmişti. Karşı taraftan, farları, sis lambaları ve iki spot lambası yanan bir araç da Sterne’e doğru harekete geçti. İşte bu garipti. Böyle durumlarda yerinizi korur, teslim olan şahsın size doğru yaklaşmasını beklerdiniz. En azından sizin ve destek ekibinin güvenli bulduğu noktaya kadar harekete geçmezdiniz. Bu arada destek ekibi hangi cehennemdeydi? Kulübenin üzerinde dönüp duran helikopterde mi? Aklı başında bir operasyon lideri bu tür bir şeye kalkışmazdı. Çok sayıda spot ışığı vardı ama başka far yoktu. Polis panzeri de. Tanrım, olay mahalline bir tek polis panzerinin intikal ettiği görülmüş şey değildi. En az beş altı panzer olması gerekiyordu. Gurney masanın üzerinden Beretta’yı alıp pencereden dışarı baktı. Patikada giderek yaklaşan aracı, parlak ışıkları yüzünden görmek imkansızdı. Ama farların konumu bunun çok büyükçe


bir panzer olması gerektiğini düşündürüyordu. NYSP’nin böyle araçları vardı ama bu karşıdan yaklaşan araç onların yanında fazlasıyla büyüktü sanki. Tıpkı Clinter’ın Humvee’si kadar büyüktü hem de. Yani tepedeki helikopter de NYSP’ye ait değildi o zaman. Kahretsin!

Sterne yolu yarılamıştı. Elleri hâlâ başının üzerindeydi. Yaklaşan araçla da arasında yaklaşık yirmi metre kadar kalmıştı. Gurney kulübeden dışarı çıktı. Tabancasını ceketinin cebine yerleştirirken başını kaldırıp yukarı baktı. Helikopterin güçlü ışığına rağmen sırtındaki RAM TV logosunu okuyabilmişti. Helikopterin ışığı tüm patikaya doğru yöneldi. Önce Steme’i sonra da, artık kesinleşmişti, Clinter’ın Humvee’sini. Aracın ön tarafına bir şey monte edilmişti sanki. Silah gibi bir şey. Helikopterin ışığı bataklık, kulübe ve patika arasında gidip geliyordu. Neler oluyor burada? Clinter’m niyeti ne? Bu sorunun çok korkunç bir yanıtı oldu. Aracın önüne monte edilmiş mekanizmadan Sterne’in üzerine adeta ateş yağmaya başladı. Alevler içinde kalan Sterne yere devrilirken bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Helikopter manevra yapmış, biraz daha yaklaşmaya kalkmıştı ama pervane alevleri şiddetlendirince mecburen yeniden yükselmek zorunda kaldı. Gurney kulübeden patikaya doğru koşuyordu. Ama Steme’in yanına ulaştığında çoktan ev yapımı napalm


bombasının alevinde yanıp kavrulduğunu gördü. Bilincini tamamen kaybetmişti. Belki de canı yanmadığı için buna seviniyor bile olabilirdi. Başını kaldırınca Humvee’nin açık kapısının yanında, kamuflaj kıyafetli, yılan derisi çizmeli Max Clinter’ı gördü. Dudaklarını iyice çektiğinden neredeyse tüm ön dişleri görünecek hale gelmişti. Elinde de Gurney’in ancak eski, savaş filmlerinde gördüğü türden, bir destek noktasına konularak kullanılabilen ağır bir silah tutuyordu. Clinter bu ağır ve büyük silahı sanki bunun farkında değilmişçesine rahatlıkla taşıyarak gökyüzüne yöneltti. Silahın açısından ve Cl inter’ın delici bakışlarından bir an için sanki ayı vurmaya niyetleniyormuş gibi görünüyordu. Sonra hafifçe dönerek iyice alçaldığı için bataklık sularında şiddetli dalgalanmalar yaratan RAM TV helikopterine nişan aldı. Gurney, Clinter’ın yapmak istediğini anlayınca, “Max!” diye bağırdı. “Hayır!” Ama Clinter hiçbir şeyi duyamayacak, duysa da tepki veremeyecek haldeydi. Bacaklarını iyice ayırıp, bağırdı. Gurney gürültüden adamın ne dediğini duyamamıştı. Sonra da ateş etmeye başladı. İlk anda alev topunun pek etkisi olmamış gibiydi. Sonra helikopter hafifçe yan yatıp alçalmaya başladı. Açısı da giderek bozuluyordu. Max bir kez daha ateş açtı. Gurney ona ulaşmaya çalışıyor ama Sterne’in yanan cesedi o tarafa geçmesine olanak vermiyordu. Bir yanda sıcaklık, bir yanda yanan etin kokusu. Tam bir dehşet anı.


Sonra ani bir sarsıntıyla doksan derece kadar yan yatan helikopter alev topu haline dönüşerek Humvee’nin arka tarafındaki açıklığa düştü. Düşer düşmez ikinci bir patlama daha meydana gelmiş, hemen ardından da bir üçüncü patlama işitilmişti. Clinter’ın aracı da yangının tam ortasında kalmıştı. Clinter’sa alevlerin üstüne sıçradığını fark etmemiş gibiydi. Gurney, Sterne’in cesedinin üzerinden geçemediği için bataklığa dalıp bel yüksekliğindeki suda, zemindeki yapış yapış çamur yüzünden kaymamaya çalışarak ilerlemeye çabaladı. Sonunda kısmen yürüyerek kısmen emekleyerek de olsa patikaya ulaştığında alevler Clinter’ın elbiseleriyle saçını sarmıştı. Clinter hâlâ elindeki silahı bırakmamış, bu kez de kulübeye ateş açmıştı. Ani hareketleri kendisini saran alevlerin daha hızlı yayılmasına neden oluyordu. Artık alevler tüm vücudunu sarmıştı. Gurney bütün gücünü toplayarak adamı bataklığa doğru itmek istedi. Ama o esnada kendi de dengesini yitirdi. Birlikte bataklığa düşerlerken Clinter hâlâ silahı bırakmamış, gökyüzüne kurşun yağdırmayı sürdürüyordu. 51. Bölüm Onur Ertesi sabahın ilerleyen saatlerinde Gurney hâlâ Ithaca Belediye Hastanesi’nin acil servisindeki yatağındaydı. Her ne kadar acil servis görevlileri çoğu birinci sınıf, birkaçı da ikinci sınıf yanıklarını göz önüne alarak durumunun çok ciddi olmadığına karar vermiş olsalar da Madeleine kendisi gelip, bir dermatologa gösterene kadar taburcu edilmemesini istemişti.


Okul piyesinde doktor rolünde oynayan bir oyuncu gibi gözüken dermatolog konulan teşhisi onaylamış, sonra da çekip gitmişti. Şimdi çıkmak için sigorta işlemlerinin tamamlanmasını bekliyorlardı. Kim olduğunu bir türlü öğrenemedikleri birinin bilgisayarı çökmüştü. Güler yüzlü tavırlarla gelip birazdan sorunun çözüleceğini söyleyip gidiyorlardı. Anlaşılan bir süre daha hastanede kalmaları gerekecekti. Hastaneye Madeleine’le birlikte gelen Kyle, Gurney’in odasıyla bekleme salonu, hediyelik eşya dükkanı, kafeterya, hemşire odası ve otopark arasında adeta mekik dokumuştu. Burada olmak istiyor ama bir o kadar da elinden bir şey gelmediği için rahatsızlık duyuyordu. O sabah Gurney’in küçük odasına defalarca girip çıkmıştı. Birkaç beceriksiz girişimden sonra nihayet Madeleine’in Gurney’in eski motosiklet kaskını tavan arasına kaldırdıklarını söylediğinden beri aklında o kaskı isteme fikri olduğunu söyleyebildi. “Baba, başlarımız neredeyse aynı büyüklükte. Yani... tabii sakıncası yoksa... Kaskını alabilir miyim?” “Tabii ki alabilirsin. Eve gidince veririm sana.” Gurney oğlunun da tıpkı kendisi gibi duygularım ifade etmekte zorlandığını görünce gülümsemekten kendini alamadı. “Teşekkür ederim, baba. Harika. Sağ ol.” Kim Gurney’in nasıl olduğunu sormak, hastaneye gelemediği için özür dilemek, hayatını Shepherd’ı bulma uğruna tehlikeye attığı için teşekkür etmek ve Robby Meese cinayetiyle ilgili dedektif Schiff’le yaptığı görüşme konusunda bilgilendirmek için iki kez aramıştı. Kesinlikle polise tam gerektiği ölçüde yardımcı olduğunu söyledi. Ancak o sabah Schiff yanında FBI’dan Ajan Trout’la birlikte gelip,


kendisini Max Clinter’ın alev gösterisi ışığında yeniden sorgulamak isteyince avukatsız bu konuşmayı yapmak istemediğini söylemişti. Yakında bir kez daha sorguya alacaklardı onu. Hardwick, Gurney’in yanına on ikiye bir kala gelmiş, Madeleine’e gülümseyip, rahatlatıcı bir tavırla göz kırpıp, Gurney’i kaşlarını çatarak tepeden tırnağa süzmüştü. Sonra da kahkahadan çok kükremeye benzer sesler çıkartarak gülmüştü. “Tanrım, kaşlarına ne yaptın böyle?” “Yakınca daha gür çıkıyorlarmış diye duydum.” “Yüzünün de iğrenç bir nara döndüğünün farkında mısın?” “Gelmene sevindim, Jack. Desteğine ihtiyacım vardı.” “Tanrım, televizyonda James Bond gibi görünüyorsun. Ama yakından...” “Televizyonda derken?” “İzlemediğini söyleme sakın.” “Neyi?” “Tanrım! Üçüncü Dünya Savaşı’nı çıkarttın ama hiçbir şeyin farkında değilsin öyle mi? Olup bitenler sabahtan beri RAM Haber’de gösterilip duruyor. Steme’in kulübeden çıkışı. Maxie’nin kaput kapağı üzerine yerleştirdiği alev makinesi. Sterne’in yanıp kül oluşu. Maxie’nin silahını gökyüzündeki Ramkoptere çevirişi. Senin hayatını hiçe sayıp kahramanca ortaya çıkışın. Ramkopterin düşüşü. RAM TV’ye her zaman çıkan o bilindik tiplerin korkunç bir alev topu diye niteleyip durdukları olayı saatlerce anlatışları. Davey, oğlum tam bir şov olmuş gerçekten.”


“Dur bir dakika, Jack. Helikopter düştü. Düşüş anlarını kim çekti peki?” “Herifler oraya iki helikopter göndermiş. Biri düşerken diğeri pozisyonunu muhafaza edip çekime devam etmiş. Sonuçta yanan helikopter harika bir reyting malzemesi. Özellikle de içindeki iki kişi yanarak öldüyse.” Gurney, Max Clinter’ın alevler içinde kalarak öldüğü anları hatırlayınca kederle yüzünü buruşturdu. “Tüm bunları yayınladır, öyle mi?” “Sabahtan beri tekrar tekrar. Şov dünyası böyle bir şey işte, ahbap. Lanet olası şov dünyası!” “Helikopterlerin ne işi varmış orada?” “Dostun Clinter RAM Haber’i aramış. Onlara gece yarısı Good Shepherd’la ilgili çok önemli bir gelişme olacağını, mutlaka bölgeye gitmelerini ve çekim hazırlığı yapmalarını söylemiş. Sonra da harekete geçmeden hemen önce bir kez daha aramış. Max, RAM TV’nin Shepherd’la yaşadıklarını aktarış tarzından nefret ediyordu. Bu yüzden sanırım helikopteri düşürmek de planının bir parçasıydı.” Gurney olup bitenleri kavramaya çalışırken Hardwick odadan çıkmış, büyük bekleme odasını geçip hemşire odasına dalmış, orada bilgisayar başındaki genç kadına derdini anlatmıştı. Geri döndüğünde gözlerinde zafer parıltısı vardı. “Birkaç tane portatif televizyon varmış. Büyük göğüslü piliç bize bir tane ayarlayacak. İğrençliği kendi gözlerinle görebileceksin yani.” Madeleine iç çekip gözlerini kapattı. “Bu arada Sherlock, iki sorum var. Dişçi Larry nasıl oluyor da bu kadar iyi silah kullanabiliyormuş?”


“Alışılmışın dışında şeyleri yapma tutkusu olduğu izlenimine kapıldım. Bazen böyle başkalarının yapamayacağı şeylerde ustalaşmak ister insanlar.” “Ne yazık ki bu tutkuları şişeleyip aklı başında insanlara satma şansımız yok. Kahretsin. İkinci sorum biraz daha kişisel. Clinter’ın kulübesine giderken ne yaptığının farkında miydin?” Gurney, Madeleine’e gözünün ucuyla baktı. Karısı da gözlerini ona dikmiş, yanıt bekliyordu.“Orada Shepherd’la karşılaşmayı bekliyordum. Ama bu felaket beklemediğim bir şeydi.” “Buna emin misin?” “Ne demeye çalışıyorsun?” “Gerçekten sırf sen öyle istediğin için Clinter’ın olay mahallinden uzak duracağına inanmış miydin?” Gurney duraksadı. “Ona uzak dur dediğimi nereden biliyorsun?” Hardvvick cevap vermekten, başka bir soru yönelterek kaçmaya çalıştı. “Peki sence neden tam o anda geldi?” Bu küçük gizem Gurney’in de aklına takılmıştı. Zamanlama tam manasıyla kusursuzdu gerçekten. Kulübenin içinde işler çığırından çıktığı anda devreye girmişti. Şimdi yanıt aniden beliri-vermişti. “Kendi evine mikrofon mu yerleştirmiş.” “Elbette.” “Humvee’de de alıcı varmış.” “Evet.” “Yani Larry Steme’le yaptığım konuşmayı dinliyormuş.” “Öyle.”


“Alıcısı kulübede konuşulan her şeyi, benim yaptığım görüşmeleri de kaydetti. Ve bu kayıt sizin tarafınızdan da dinlendi. Sen uzak dur dediğimi buradan biliyorsun. Ama Humvee yandı. Kayda nasıl ulaştınız ki...” “Onun sayesinde. Ortalığı ateşe vermeden önce yaptığı kaydı BCI’ya e-postayla gönderdi. Dansın nasıl biteceğinin farkındaydı anlaşılan. Ayrıca senin olaya bakışındaki haklılığının da iyice anlaşılmasını istiyordu sanırım.” Gurney o an Clinter’a büyük bir minnettarlık hissetmişti. Lany Steme’in yorumlan ve itirafları, bildiri temel alınarak hazırlanan teorinin de sonu anlamına geliyordu. “Bu çok kişinin hoşuna gitmeyecek.” Hardwick sırıttı. “Canları cehenneme.” Uzun bir sessizlik oldu. Gurney bu sırada Good Shepherd olayının artık sona erdiğini ilk kez hissetmişti. Olay çözülmüş, tehlike bitmişti. Emniyet teşkilatında ve adli tıptaki çoğu görevli kısa bir süre sonra yanlış iz sürmelerinin temelinde, başkalarının yaptığı hatalar olduğunu ileri sürerek konuyu kapatmaya çalışacaklardı. Gurney de belki ortalık biraz yatıştıktan sonra yaptıkları için takdir edilebilirdi. Zaten onun için bu fazlasıyla yeterliydi. Haklı çıktığı için takdir edilmek onun açısından en büyük ödüldü. “Bu arada,” dedi Hardwick. “Paul Mellani kendini vurmuş.” Gurney şaşırarak, “Ne?” dedi. “Kendi Desert Eagle’ıyla intihar etmiş. Olayın birkaç gün önce meydana geldiği ortaya çıktı. Yan taraftaki büroda


çalışan bir kadın havalandırma sisteminden kötü kokular geldiğini bildirmiş.” “İntihar olduğu kesin mi?” “Kesin.” “Tanrım.” Madeleine eli ayağı tutmaz haldeydi. “Geçen hafta konuştuğun zavallı adam değil mi bu?” “Evet.” Hardwick’e döndü. “Silah ne zamandır ondaymış, bulabildin mi?” “Bir yıldan az bir süredir.” “Tanrım,” dedi Gurney bir kez daha. Hardwick’le değil de kendi kendine konuşuyormuş gibiydi. “Kullanılabilecek o kadar silah varken neden Desert Eagle’ı seçmiş ki?” Hardwick omuz silkti. “Babasını bir Desert Eagle öldürdü. Belki kendi de o yoldan gitmek istemiştir.” “Babasından nefret ediyordu.” “Belki bu şekilde af dilemek istedi babasından.” Gurney, Hardwick’in yüzüne bakakaldı. Bazen en acayip şeyler bu adamın ağzından çıkıyordu. “Konu babalardan açılmışken,” dedi Gurney. “Emilio Corazon’un izine rastladın mı?” “Çok daha fazlasını tespit ettim.” “Öyle mi?” “Vaktin olunca bu sorunla nasıl başetmen gerektiğini düşünmek isteyebilirsin.” “Hangi sorunla?”


“Emilio Corazon ileri derecede alkolikmiş. Aynı zamanda da eroin bağımlısıymış. California’da bulunan Ventura’daki Salva-tion Army Düşkünler Evi’nde kalıyormuş. İçki ve eroin almak için dilenirmiş. Adını en az beş, altı kez değiştirmiş. Bulunmak istemiyormuş. Yaşayabilmesi için karaciğer nakli yapılması gerekiyormuş ama bununla ilgilenecek kadar ayık kalâmıyormuş. Kanındaki amonyak seviyesinin yükselmesi nedeniyle aniden bunamış. Düşkünler Evi’nde yaşayanlar üç aya kadar ölür diyorlar. Belki de daha çabuk.” Gurney o an bir şey söylemesi gerektiğini hissetti. Ama söyleyecek hiçbir şey bulamıyordu. Derin bir boşluk hissi belirmişti içinde. Acı, hüzün ve boşluk. “Bay Gurney?” Başını kaldırdı. Kapının önünde Teğmen Bullard duruyordu. “Konuşmanızı bölüyorum, özür dilerim. Sadece nasılsınız diye bakmaya ve her şey için teşekkür etmeye geldim.” “İçeri gelin.” “Hayır, hayır. Sadece...” Madeleine’e döndü. “Siz eşi misiniz?” “Evet. Siz?” “Georgia Bullard. Eşiniz olağanüstü bir insan. Ama siz zaten bunun farkmdasmızdır.” Gurney’e döndü. “Her şey biraz daha yatışınca sizi ve eşinizi yemeğe çıkartmak istiyorum. Sasparilla’da bildiğim küçük bir İtalyan lokantası var.”


Gurney gülerek, “Sabırsızlıkla bekliyorum,” dedi. Kadın da güldü sonra da geldiği gibi aniden çekip gitti. Gurney yeniden Emilio Corazon’u ve öğrendiklerinin kızını nasıl etkileyebileceğini düşünmeye koyuldu. Gözlerini kapatıp başını arkaya yasladı. Gözlerini yeniden açtığında aradan ne kadar süre geçtiğinin farkında değildi. Hardwick gitmişti. Madeleine de odanın köşesindeki sandalyesinden kalkmış, yatağının kenarına oturmuş, yüzüne bakıyordu. Tıpkı Perry olayı sonrasında olduğu gibiydi. O olayda da ölümün eşiğinden dönmüş, ağır yaralanmış hatta bazı yaralan hâlâ tam olarak iyileşmemişti. Aldığı yaralar neticesinde komaya girmiş tüm bu süreçte de Madeleine yatağın kenarına ilişip umutla iyileşmesini beklemişti. Biran için bakışları buluşunca espri yapmak, bu şekilde buluşup durmaktan vazgeçsek iyi olur, demek istemişti. Sonra komik olmadığına karar vererek vazgeçti. Ayrıca böyle bir şaka yapmaya hakkı da yoktu. Madeleine’in yüzünde sevimli bir gülümseme belirdi. “Bir şey mi söyleyecektin?” Başını iki yana salladı. Daha doğrusu yastıkta başını diğer yana doğru çevirdi. “Söyleyecektin,” dedi. “Aptalca bir şey söyleyecektin. Gözlerinden okudum.” Gurney kahkahayı bastığı anda dudağına kadar inen dikiş yerinin sızlamasıyla inledi. Madeleine elini tuttu. “Paul Mellani’ye üzüldün mü?” “Evet.”


“Çünkü bir şey yapman gerektiğini düşünüyordun.” “Belki.” Başıyla onayladı. Usul usul parmaklarını okşuyordu. “Kim’in babasıyla ilgili araştırmanın mutlu bir şekilde bitmemesi de kötü oldu.” “Evet.” Diğer elini Gurney’in sarılı elinin üzerine koydu. “Okun kestiği yer nasıl?” Elini kaldırıp baktı. “Unuttum bile.” “Güzel.” “Güzel mi?” “Elini kastetmedim. Oku kastetim. Büyük ok gizemi.” “Gizemli bir şey olmadığını mı düşünüyorsun?” diye sordu Gurney. “Çözebileceğimiz bir şey değil.” “Yani unutalım gitsin diyorsun?” “Evet.” Gurney ikna olmuş gibi görünmeyince de devam etti. “Hayat da böyle değil midir?” “Gökyüzünde esrarengiz oklar mı dolaşır?” “Yani hayat her zaman tam olarak anlayamadığımız şeylerle doludur.” İşte bu Gurney’i sarsacak türden bir yanıttı. Ama doğru olduğu için değil. Elbette karısının söylediği doğruydu ama sarsıcı olan tarafı bu sözlerde davranışlarına, yaptığı şeylere karşı yöneltilmiş bir eleştiri olduğunu sezinlemesiydi. Ama


diğer taraftan Madeleine’le tartışmak istemediği tek bir konu bulması istense hiç düşünmeden bu konuyu seçerdi. Genç bir hemşire tekerlekli televizyon sehpasını içeri doğru itti. Ama Gurney onu görünce başını iki yana sallayarak kıza gitmesini işaret etti. RAM TV’nin ateş topu hikayesi bekleyebilirdi. “Larry Sterne’i anladın mı?” diye sordu Madeleine. “Belki kısmen. Ama tam olarak değil. Sterne... çok tuhaf biriydi.” “Etrafta onun gibilerden çok olmadığına sevinmeliyiz.” “Kendisini son derece mantıklı biri olarak görüyordu. Her zaman en doğru kararlan veren, sağduyulu biri.” “Sence hiç başkası için üzüldüğü olmuş mudur?” “Hayır. Asla.” “Ya da güvendiği biri?” Gurney başını iki yana salladı. “Güven onun için anlam ifade eden bir kavram değildi. Yani en azından bizim anladığımız anlama gelmiyordu onun için. Güveni zayıflık, kusur, sonuna dek faydalanabileceği eksiklik olarak algılıyordu. Tüm ilişkilerini de karşısındakilerin duygularını istismar etme ve aldatma üzerine kurmuştu. Diğer insanlar amacına ulaşmasını sağlayacak birer kuklaydı sadece.” “Yani tamamen yalnız bir insandı.” “Evet. Tamamen yalnız.” “Ne kadar korkunç!” Gurney az daha ben de onun gibi olmanın eşiğinden döndüm diyecekti. Bir ara kendini her şeyden ve herkesten


dışlamış, üstelik böyle bir şey yaptığının farkına bile varmamıştı. İlişkileri rüzgarda savrulan dumanlar gibi uzaklaşıp giderken bile yalnızlık takıntısı gözüne son derece normal bir şey gibi görünmüştü. Bunu ona açıklamak, kendisinin de yaşadığı bu tuhaflığı onunla paylaşmak istedi. Ama hemen ardından bazen karısının yanındayken kapıldığı, hiçbir şey söylemese bile ne düşündüğünü zaten bildiği hissinin etkisiyle hiçbir şey söylememeye karar verdi. Karısı uzanıp elini sıktı ve uzun bir süre bırakmadı. Sonra, ilk kez aynı tuhaf hisse ama bu kez ters yönden kapıldığını fark etti. O an Madeleine tek kelime etmemiş olmasına karşın onun kafasından geçenleri tüm benliğiyle hissediyordu. Kelimeler tuttuğu elindeydi. Gözlerindeydi. Korkma diyordu ona karısı. Bana güven. Sana olan sevgime güven. Davranışlarının temelini oluşturan onurunu hiçbir zaman kaybetmeyeceğine emin olduğunu söylüyordu. Karısının sessiz kelimelerinde bulduğu nihai huzur müthiş rahatlamasına neden oldu. Her şey yolundaydı. Ve sakindi. Sonra birden çok uzaklardan bir ses duyar gibi oldu. Belli belirsiz ama bir o kadar da hoş bir ezgi. Duyuyor muydu, hissediyor muydu yoksa hayal mi ediyordu. Bilemiyordu. Ama ezginin ne olduğunu kesinlikle anlamıştı. Vivaldi’nin “İlkbahar” parçasının neşeli ezgisiydi bu.


Teşekkür Profesyonel ilişkilerde de iş yaşamında da devamlılık önemli bir şeydir. İşteki bu devamlılık bir de gerçek manada yetenekli ve görev bilincine sahip dostlarla sağlanmışsa o zaman tadına doyum olmaz bir olguya dönüşür. İşte ben de ilk romanım Aklından Bir Sayı Tut’tan ikinci romanım Gözlerini Sımsıkı Kapat’a ardından da üçüncü romanım Şeytanı Uyandırma›da zarif ajanım Molly Friedrich, müthiş yardımcısı Lucy Carson ve sezgilerinde asla yanılmayan editörüm Rick Horgan gibi sıra dışı insanlarla çalışma ayrıcalığına sahip oldum. Teşekkürler, Rick. Teşekkürler, Molly. Teşekkürler, Lucy.


1 Ivy League. ABD’nin kuzeydoğusunda sekiz vakıf üniversitesinin oluşturduğu birlik. (Ed. N.) 2 Kemo - sabe: Kızılderili dilinde sadık dost. (Çev. N.)


1 NYPD: New York Polis Departmanı (Çev. N.)

2 Good Shepherd: İyi çoban. Incil’de geçen, Hz. İsa’yı kasteden bir tabir. (Çev. N.)

3 NYSP: New York Eyalet Polisi. (Çev.N.)

4 Fucking Blithering Idiots: Lanet Olası Salaklar (Çev.N.)

5 Travma Sonrası Stres Bozukluğu (Çev.N.)

6 Bozgun (Çev.N.)

7 BCI: Suç Araştırma Birimi (Çev.N)



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.