Enjoying your free trial? Only 9 days left! Upgrade Now
Home Explore Eminönü - Sirkeci İstanbul'un Ticaret Merkezi
Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes! Create your own flipbook
View in Fullscreen

Eminönü - Sirkeci İstanbul'un Ticaret Merkezi

Published by ITO, 2022-02-10 12:11:11

Description: Eminönü - Sirkeci İstanbul'un Ticaret Merkezi
2020 - 7

Keywords: Eminönü - Sirkeci İstanbul'un Ticaret Merkezi

Read the Text Version

No Text Content!

GEÇMİŞTEN BUGÜNE Galata veya Karaköy Köprüsü İstanbul yakası ile Beyoğlu yakasının bir- berdevamdır ve de ebede kadar onun ha- birine bağlayan köprülerden olup, “Gala- tırası yaşamaya devam edecektir. ta” ve halk yakıştırmasıyla daha ziyade, “Karaköy Köprüsü” olarak anılan meşhur Karaköy Köprüsü’nün iki yakasında yer köprü, 1836 yılında inşa edilen, “Hayratiye alan ve alt katında bulunan; “Kışlık bekle- Köprüsü” “Unkapanı Köprüsü”nden sonra, me salonları”, bilet gişeleri, dükkanlar ger- 1845 yılında Bezmialem Valide Sultan ta- çekten aksesuarı tamamlayan birer değerli rafından, Kasımpaşa Tersanesinde inşa et- unsurlardı. Karaköy’den Eminönü’ne giden tirilmiş olan ve “Cisr-i Cedid” (Yeni Köprü) girişin hemen sağ köşesinde balıkçı dük- adı ile faaliyet gösteren bu köprü, bilaha- kânı ile zerzevatçı dükkanı, Eminönü’nden re yenilenmiş, ne var ki, aşırı rağbet gören Karaköy’e gidişin hemen girişindeki bu köprü yıpranmaya başlayınca, Ethem Paşa köprünün sağına düşer, balıkçı lokantaları, tarafından iyi bir restorasyondan geçirtilip, sonradan meşhur olmuş bir kahvehane tipi daha mukavim hale getirilmiş (1875). çay ocağı ve tekrar balık lokantaları mev- cuttu. Lokantalardan birincisi, kadın, erkek Ancak, üzerinden geçen yayalar ile araçla- tüm yolculara hizmet verebilecek seviyede rın çokluğu sebebiyle yetersiz kalan mev- ve gayet hesaplı bir dükkandı. Hemen her zuu bahis köprü, 1912’ de tamamen yık- arzu eden yolcu ekmek arası veya oturup tırılarak, İttihat ve Terakkî Hükümetince, porsiyon usulü, balık tava veya ızgara ba- Almanya’nın MAN firmasına yeni ve gayet lık yiyebilirdi. Zira daha ziyade halka hitap mukavim bir köprünün inşa edilmesi için eden esnaf usulü bir dükkandı. İkincisi ise müracaat edilmiş. Gayet sağlam ve zarif daha ziyade “yabancı turistlere” hitap etti- bir köprü inşa eden Almanların meşhur ğinden tarifesi tuzlu ve de esnaf tabakası- MAN firması Osmanlı Hükümeti’nin sipari- nın istifade edemeyeceği bir yerdi. şini en âlâ şekilde gerçekleştirmiş ve Tram- vay Hattı ile birlikte, 237.000 altın liraya Köprüaltı Kahvehanesi’ne gelince, buranın mal olan köprü, 27 Nisan 1912 tarihinde müdavimleri daha ziyade; nargile içenler- tantanalı bir merasimle faaliyete geçirilip le, sohbet meraklıları idi ve “Köprü Nargi- İstanbul halkının hizmetine sunuldu. le Ocağı” olarak nam yapan bu Köprüaltı Kahvehanesi’nin, yazar, çizer takımından İnşa edildiği 1912 yılından 1992 yılında bir müşterileri haydi boldu. bölümünün yandığı ana kadar; yorulmak bilmez bir güçle İstanbullulara hizmet sun- Meşhur Karaköy Köprüsü’nün en namlı ki- muş ve Karaköy Köprüsü adıyla nam sal- şisi, günümüz nesillerinin pek bilmedikleri mış bu fedakâr köprü,· yerini bir yenisine namı diğer; merhum, “Uzun Ömer” idi. Ka- terk etmiş olmasına rağmen, hemen her raköy Köprüsü altındaki 6 numaralı, Ada- kadim İstanbullunun kalbinde yaşamakta lar-Yalova iskelesinin yanında bir “Milli Pi- 201 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Galata Köprüsü Üstü ve Yeni Cami - H. C. White Co. yango” dükkânı vardı ve Uzun Ömer’in şunlardı: Bahçekapısı’nda “Nimet Abla”, piyango biletleri, İstanbullular tarafın- “Tek Kollu Cemal” Karaköy Köprüsü’n- dan uğurlu sayılırdı ve onun eliyle bile- de “Uzun Ömer”, Beyoğlu’nda “Cüce tini çektirmek isteyenler çoğunluktaydı Simon” ve Çarşı Kapısı’nda ise “Ayakları zaten. Zira, Uzun Ömer’in eli uğurlu sa- kesik Hampar” Yukarıda adlarını saydığı- yılırdı. 1930-1940’lı yılların en eğlendirici mız bu meşhur piyangocular, bulunduk- ve de umut kapısını aralayan piyangolar- ları semtler kayda geçildikçe, semt ile dı; Eşya Piyangosu, Tayyare Piyangosu birlikte anılacaklardır. vs. bunların başında gelirdi. Eğlence di- yoruz zira halkın çoğunluğu bunu daha Dolayısıyla sırası gelmişken merhum ziyade yılbaşılarda şansını denemek ga- Uzun Ömer’in özet biyografisini kayda yesiyle değerlendirir ve onu tutku haline geçmemiz, yerinde bir hizmet olur inan- getirmezdi. Çünkü, devamlı oynamanın cındayız. Zira, onların hemen her birisi “kumara eşit” olduğunu bilir ve mümkün kadim İstanbulluların hayallerini katkıla- mertebe kendilerini bu babda kısıtlarlar- rıyla süsleyen renkli simalardı! dı. O yılların en namlı piyangocuları ise 202 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Mısır Çarşısı Eminönü ve Bahçekapısı mıntıkasının en li” mevzuu bahis çarşıya ‘’Yeniçarşı” adını değerli hazinesi olan Yeni Valide Camii’nin, yakıştırmış. Keza, çarşının Büyük Postane Balık Pazarı’na bakan yönünde yer alan ve yönündeki bölüme, “Ketenci Esnafı” hâkim meşhur, Çiçek Pazarı’nı adeta sırtında ta- olduğu için o yöndeki kapıya, “Ketenci- şıyan, İstanbul’ un simgelerinden tarihi ve ler Kapısı” adını yakıştırmış. Ne var ki, bu meşhur, “Mısır Çarşısı”; Sultan IV. Mehmet yeni kapalı çarşıya özellikle Mısır’dan ge- Han’ın validesi Turhan Sultan tarafından tirtilen çeşitli baharatların satıldığı merkezi yaptırılan bir kapalı çarşıdır. Bizans dev- bir mahal durumunda olmasından dolayı, rinde de gayet faal bir pazar mahalli ol- Mısır Çarşısı adı daha uygun görülmüş ve duğunu kaydeden kaynaklarda da mevcut halkın da benimsenmesiyle birlikte Mısır olduğu gibi, mevzuu bahis kapalı çarşı Bi- Çarşısı adı kalıcı olmuş ki, günümüzde de zans devrinde de mevcut imiş ve zamanla aynı adla varlığını sürdürmektedir. harabeye dönmesiyle yerine günümüzdeki kapalı çarşı inşa edilmiş. 1694 yılında İstan- bul’a gelen seyyahlardan, “Francis Gemel- 203 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Mısır Çarşısı’nın ayrı bir özelliği de başta be- arpa, pirinç, nohut, fasulye, un mercimek vs. lirttiğimiz gibi, baharat ve ayrıca şifa veren hububatın yanı sıra pastırma, sucuk, geniş bitkilerin satış merkezi oluşudur ki, bu nevi ve babacan yapılı mortadella salamı, eski- esnafa; “Baharatçılar ve Kökçüler” adları ya- den “Yahudi Salamı” denen ve günümüzde, kıştırılmış ve hemen her birisi birer “Lokman “Macar Salamı” olarak adlandırılan dar uzun Hekim” havasında hizmet sunarlar. Ancak, salam, sosis, beyaz ve kaşar peynirleri, tu- şu hususu da kabul etmek lazımdır ki, şifalı lum ve dahi birçok peynir çeşidi, kavurma, nebat hakkında gerçekten hayli bilgiye sahip dil vs. Keza; zeytin, zeytinyağı Trabzon ve olup, onların karışımından, ilaçlar dahi yapar; Urfa yağları, tereyağı, bal, reçel, pestil, pek- çeşitli merhem ve şuruplar hazırlarlar ve bu mez, tahin, bulama kısaca tatlı - tuzlu her ne şurup veya bitki çayları; “iştah açıcı, karın var ise mevzuu bahis dükkanlarda bulmak ağrısı geçirici” özellikleri haizdirler denir. Ay- mümkündür. rıca, egzama, saçkıran, romatizma, mantar, sedef hastalıkları vs. gibi illetlere dair bitkisel Esnaf ve memur aileleri, daha doğrusu İs- merhemleri de vardır ve bizzat kendileri ha- tanbul insanının ekseriyetini teşkil eden “dar zırlarlar. Hemen her kökçü esnafı; babadan gelirli” vatandaşların çoğunluğu mezkûr oğula aktarılan bir mesleğin erbaplarıdırlar bakkaliyelere gelir ve hesaplı olduğu için ki, bunların içinde evveliyatları Osmanlı’nın buralardan alışverişi uygun bulur. Ancak, bu derinliklerine dayananları da vardır ve hepsi gibi alışverişler ya haftada bir veya ayda bir de özel şekilde eğitilerek, aile mesleğini de- olabilir. Çünkü kalan günlerde buralara ka- vam ettiren kimselerdir. Keza; “yüzlerce bit- dar uzanabilmek için, en azından “orta halli” kinin adını, ne işe yaradığını, nasıl kullanıla- bir aile olmaları şarttır. Haftada bir veya on cağını ezbere bilirler. Mevzuu bahis esnafın, beşte bir gelebilenler küçük zanaat erbap- hastalarına gerçekten yardımcı olabildikle- larının hanımları olur. Memur hanımları ise rine dair herhangi bir iddiamız yoktur. Zira ancak ayda bir bu bereket ocağını ziyaret bu bizim ihtisasımız dışındadır. Lakin birta- edebilirlerdi. Mısır Çarşısı’nın bir ayrı özelliği kım bitkilerin şifa verdiği de tıbben bilinen de dükkan vitrinlerini ışıklar içinde süsleyen bir gerçektir. Gerçi, hastalığın nevi her ne ve insanın iştahını kabartan “makine kesimi olursa olsun, muhakkak bir hekime görün- pastırma” dilimlerinin cazibesini seyredebil- mek, en akılcı yoldur. Lakin mevzuu bahis mekti. Cazibesini diyoruz zira, ayda bir veya bitkilerden zerre kadar zarar göreni de pek on beşte bir evlere girebilen ve tüm ailenin görülmemiştir. Özetle bu asırlara dayanan adeta sayarak yediği kesik makine pastırma- bir alışkanlığın faktörüdür ve hemen kesilip ları, insanı cezbetmez ne de yapar? atılması da imkân dışıdır. Zira, bu bir eğitim meselesidir ve halkın bu hususta eğitilmesi “Makine Pastırması” denen nimetin özelli- başlıca çaredir diyebiliriz. ği ise diğer bilinen pastırmaya kıyasla çok ucuza satılmasıdır ve özelliği şudur: Bı- Mısır Çarşısı’nın büyük bakkaliyeleri de hayli çakla kesilen pastırmaların sinirli tarafları- dikkatleri çeken müesseselerdir. Bu dükkan- nın ayıklanması esnasında meydana gelen ların başlıca özellikleri, “bakkal ile şarküteri” parçacıklar vs. külliyen makineden çekilmiş arası hizmet sunmalarıdır. Mesela, buğday, düşük kalite pastırmanın içine karıştırılır ve 204 GEÇMİŞTEN BUGÜNE öylece satışa sunulurdu. Bu pastırmadan alan aile ise evine götürdüğünde adeta bayram edilir; sinirleri dahi emilerek pastırmanın tadına varmaya çalışılırdı. Bu nevi pastırmanın tüm günahını örtbas eden ise birlikte sunulan bol pastırma çemeni idi. Peki, kese- sine göre iki yüz elli - üç yüz gram alabilen bu aileler durumu bilmez miydi? Tabii ki, bilirdi. Lakin evdeki çoluk çocuğun gönlü olsun, nefisleri körelsin düşün- cesiyle hareket edilirdi. Makine kesimi pastırmanın daha iyisi, yani yenir cinsinden olanı yok muydu? Tabii ki vardı, ancak, pahalı olduğundan yanına pek sokulunamazdı. Böylesi ekstra yiyecekler ancak ve ancak Ramazan’ın mübarek günlerinde ev sofrala- rını şenlendirebilirdi. Evet, heyhat ki, bu böyle idi ve hala böyledir. Mısır Çarşısı’nın kuru yemişçileri, şekerlemecileri de hayli rağbet görür ve bilhassa çocukların dikkatle- rini pek çekerlerdi ki, bugün de böyledir. Büyükçe dükkanların açık ve geniş vitrinlerini süsleyen ku- ru-yemiş ve çeşitli şekerlemeler, rengarenk lokumlar, cevizli sucuklar vs. hemen her çocuğun renkli rüyası durumundaydı ve de alışverişe çıkmış olan hatunla- rın yanlarında veya evlerinde bekleyen çocuklarına bir nebze olsun almadan Mısır Çarşısı’nı terk etme- lerine tabiiki imkân ihtimal yoktu. Zira emir büyük yerden idi. Mısır Çarşısı’nın esnaf-aşçısı ile köşe büfelerinden şöyle birkaç lokma bir şeyler yiyebilmek ise hemen her aileye nasip olmaz, olanı da adeta bayram eder- di! Mısır Çarşısı’nın bir başka meşhur mekânı da, namı hudutlarımızı çoktan aşmış bulunan Pandelli Lokan- tası’dır. Mezkür lokantanın merhum sahibi ve büyük aşçı ustası, Pandelli Efendi’nin sağlığında, İstanbul’u her ziyaretinde muhakkak Pandelli Lokantası’na uğ- rayıp yemek yiyen ve Pandelli Usta’ya iltifatlar yağdı- ran merhum Kral Hüseyin, başlıca müşterilerindendi. Günümüzde hala (2002) faal olan meşhur lokantayı günümüz işletenleri de aynı titizliği sürdürmektedir- ler. 205 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Mısır Çarşısı’nın tuhafiye, kavafiye, züccaciye gibi daha değişik esnafı da mevcuttur ki, bunlara bir de “çantacı esnafı” dahil olmuştur. Mısır Çarşı- sı’nın, Büyük Postane yönündeki kapısına yakın, Haseki Kapısı daha evvel bahsini ettiğimiz meş- hur baklavacı Güllüoğlu’nun bir şubesi faaliyet göstermektedir ki, Mısır Çarşısı’na gelip de Gül- lüoğlu’nda ayak üstü birkaç lokma o nefis “Tepsi Böreği”nden tatmamış olan yoktur denebilir. Bir porsiyon börek ve bir porsiyon da baklava yedi- niz mi, pek nefis bir öğle yemeği yediniz demek- tir. Çarşıya çıkmış hatunlar ise evlerine götürmek üzere baklava alır ve birlikte götürürler. Zira, mezkûr dükkân ufak olduğu için oturup yiyebi- lecek masalar mevcut değildir. Önceki sayfalarda sözünü ettiğimiz bal ve reçel bahsi de biz 1933 doğumluları hayli etkiler. Zira, 1933-1945 İkinci Cihan Harbi yıllarında umum ülkemizde müthiş bir kıtlık baş göstermiş ve bilhassa “fakir, fuka- ra” tabakası ziyade ıstırap çekmiş, hemen birçok çocuk ve genç, verem illetinden göçüp gitmişti. Dolayısıyla, birçok aile kendi gıdalarından ve za- ruri dahi olsa ihtiyaçlarından kısarak, çocukları- na bal alabilmek için her ne lazım ise yaparlardı. 1940’lardan sonra ekmek, şeker ve hatta “kefen” dahi özel müsaadeye tabi olup, “ekmek ve şe- ker” karne ile verilmekteydi. Dolayısıyla fakir fu- kara aileler çocuklarının şekersiz kalmaması için, kendileri şekersiz çay içer, şekerlerini çocuklarına yedirirlerdi. İstanbul halkının çoğunluğu fakirdi ve fakat, birbirine yardım eli uzatmaktan asla ka- çınmaz ve ellerinden geldiği kadar, zor durumda kalmış komşularına yardım ederlerdi. Tek kelime ile İstanbul halkı tek bir vücut, tek bir nefesti. Heyhat ki, günümüzde bunlardan eser kalmadı. Sırası gelmişken şu hususu da bilhassa belirtmek gerçekten elzemdir. Zira, birtakım siyasilerimizin, istemeyerek de olsa icra ettikleri yanlış politika yüzünden, yeni nesillerimiz birçok şeyi yanlış öğ- renmiş ve yanlış fikirlere sahip olmuştur. İşte bu sebeple elzemdir diyoruz! İstanbul halkının güç duruma düştüğü o karanlık yıllarda, Müslim ve 206 GEÇMİŞTEN BUGÜNE gayrimüslim olarak bir bütün şekilde O karabasan yıllarında, Müslim-gayri- mezkûr ıstıraplara katlanmıştır. Müs- müslim hemen birçok ana, çocuğunu lümanı aç, gayrimüslimi toktu diye bir gıdasız bırakmamak, onu iyi besleye- iddiayı savunmak, tamamen yanlıştır bilmek için çırpınıp durmuştu. Nitekim ve doğru değildir. Mesela, 1942 yılında ayda bir sefer olsun bal ve tereyağı meşhur Varlık Vergisi ilan edildiği ve alıp, çocuğuna veya çocuklarına yedi- birçok gayrimüslim ailenin bu sebeple rebilmek için yapamayacağı iş yoktu!.. mutazarrır olduğu o talihsiz dönemde, Bazı fırsat düşkünü sütü bozuklar ise gayrimüslimlerin de çoğunluğunu “fa- böylesi durumlardan istifade etmeye kirler ve esnaflar” teşkil etmekteydi. çalışırlardı. Lanet ki lanetti!.. İşte Emi- Bunu her şekilde ispat edebiliriz. O ma- nönü mıntıkasına gelerek bilhassa Mısır lum dönemde bizlerin huzur duyup ve Çarşısı’ndan bal ve tereyağı alma mut- hatta gururlandığı tek husus, aziz Türk luluğunu tadabilenler “Usta ne olursun, halkının bir bütün olarak bizlere yardım iyisinden ver, hastaya alıyorum,” derdi, elini uzatmaları ve bizleri teselli ediş- derdi de acaba ne değişirdi. Birinci ka- leri olmuştur. Ve zaten Müslüman Türk lite bal alabilecek parası acaba var mıy- insanından da bu beklenirdi. Çoğumu- dı? Evet, satıcı da alıcı da işin gerçeğini zun babaları “Vatani Hizmete” alınmış, bilirler ve fakat yine de söylemekten zavallı analarımızın eline bakar durum- geri durmazlardı. “Merak etme hanım, daydık, analarımız ise; çorap fabrikası, halis baldır!..” ceviz temizleme deposu, trikotaj işle- ri vs. hemen ne iş bulabilirler ise cüz’i Evet; İstanbul’un taşı-toprağı altındı! ücret karşılığı çalışmayı dahi kabullen- mekte ve geceleri de evlerinde, “gaze- te-kağıtlarından” kesekağıdı yapıp, kilo ile satarak, üç-beş kuruş da oradan te- min etmeye gayret göstermekteydiler. Gerçi devlet asker ailelerine aylık bağ- lamıştı, lakin bu yeterli değildi. 207 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Çiçek Pazarı Çarşısı Eminönü’ nün meşhur Çiçek Pazarı Çarşısı eskiden olduğu gibi, günümüz- de de (2002) hayli canlı ve rağbet edilen bir pazardır. Kadim olanı ise Mısır Çarşısı arkasında yer alan, Çiçek Pazarı Sokağı’nda imiş ve daha sonra, Bah- çekapısı’nda, Celal Bey Sokağı’na ve nihayet günümüzdeki mekanı olan Mısır Çarşısı’nın duvarına bitişik mahalle nakledilmiş. Şöyle ki; Yeni Valide Camii ile Mısır Çarşısı ve Turhan Sultan Türbesi” arasındaki alan “park olarak” tan- zim edilmesinden sonra, buraya naklolunmuş. Naklolunduktan sonra, Mısır Çarşısı’nın bir duvarı boyunca, 22 göz baraka dükkan inşa edilmiş ve “Çi- çekçi esnafına” tahsis edilmiş ve dolayısıyla; köklü çiçek, çiçek tohumu işi yapan esnaf ve bahçıvanlar bu mahalle yerleşmişler. Merhum, Reşad Ekrem Koçu’nun (1964 yılında) kayda geçtiği tutanağında belirtmiş olduğuna göre; 23 dükkânda aynı yılın Temmuzunda çiçekçi esnafı icra-i sanat etmekte imiş. Meşhur Balık Pazarı Meyhaneleri Merhum, Koçu hocamızın hemen her fırsatta hatırlatmayı bir borç bildiğimiz eşsiz ve fakat, ne yazık ki yarı kalmış pek kıymetli İstanbul Ansiklopedisi’n- de, Balık Pazarı Meyhaneleri maddesinde, bu konu öylesine detaylı ve nefis işlenmiş ki, mezkur bölgeden “Meyhane Hayatı”nın ne mekruh şey yapımızı temelden bozar durumlara gelindi. Nitekim, geceleri Trafik Polisi’nin vasıta teftişlerinde, sarhoş olmuş kadın sürücülerle uğraşmaya mecbur kalmasının TV ekranlarından izlenmesi vs. bizlerin nerelerden nerelere geldiğimizin en hazin misalleridir. 208 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Tavernanın Özellikleri “Taverna” Yunanistan’a has bir eğlence ve içki mekanıdır. Masaların üzerin- de raksetmek, tabak-çanak kırmak başta olmak üzere, envaı çeşidin mey- danlara döküldüğü rezilliğin, şirretliğin sergilendiği bu gibi yerler, cemiyet yapısını, bilhassa ahlaki açıdan yıpratan zehirli birer dikendir. “Tavernalar” kadınlara da serbest olduğu için ince aile kadını, içkinin de sağladığı ra- hatlıkla, zaman içinde asıl kişiliğini yitirmeye başlamakta ve böylece, kimi içki müptelası, kimi ise “eğlence tiryakisi” durumuna gelmekte ve böylece nice yuvalar bu suretle yıkılıp gitmektedir! Bizans’ın eğlence anlayışının dışında ve doğrudan Yunanlılara has bir tarz olan bu eğlence mekanları; Yunanistan’ın “şımarık ve hayasız sınıfının” bizatihi aynasıdır diyebiliriz. “Taverna”nın ülkemizde ve bilhassa İstanbul’ da tanınıp tutunmasının ön- cüsü meşhur Gasgonyalı Biraderler olmuştur. Aslen Hıristiyan Arnavut olan “Gasgonyalı Toma ve Gasgonyalı Ancelo” biraderlerin büyüğü Toma, Beyoğlu’nda, küçüğü Ancelo ise Yeşilköy ve bilahare Ataköy’de faaliyet göstermişlerdir. Günümüzde her ikisi de mevcut değillerdir. Zira birkaç yıl ara ile ilk Ancelo ve bilahare Toma vefat etmiştir. 209 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Bahçe Kapısı ve Çevresi Haliç Bahçe Kapısı* Adını kaydettiğimiz “Bahçe kapısı” bizim tanıtmaya çalışacağımız meşhur, “Bahçe kapısı” ile sadece, isimdaşlığı vardır. Dolayısıyla, birbiri ile karıştırılmaması için mez- kur kapı hakkında özet bilgi geçmeyi uygun gördük. Bizans devrinde adı Evyeni Kapısı imiş ve ayrıca Güzel Kapı manasına gelen, “Orea Pili” de denirmiş. Bu kapı, Venedikliler ile Bizanslıların mahallelerini ayırırmış. Haliç kapılarının en önemlisi olup, beldeye zahire ve eşya bu kapıdan girermiş. Kapı’nın mevkii; “Arabacılar Caddesi” üzerinde imiş. Bahçekapısı Caddesi meşhur Bahçe Ka- pısı Boğaçacı Fırını ise, mevzuu bahis kapının yakınında imiş. 1865 yılında zuhur eden, Büyük Hocapaşa Yangını’ndan sonra, payitahtın caddeleri genişletilirken yı- kılmıştır. * Daha geniş bilgi için bakınız; İstanbul Ansiklopedisi Cilt, IV. Merhum Reşad Ekrem Koçu. 210 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Semt-i Bahçe Kapısı Eminönü ve Sirkeci arasında yer aldığından, her iki semtle de akrabalığı olan meşhur “Bahçe Kapısı” veya eski tabirle “Bağ- çe Kapısı” günümüzde dahi (2002) en faal iş merkezlerimiz- den birisi olabilme vasfını aynen muhafaza etmektedir. Tan- zimat-ı Hayriye’den evvel şehrin iç semtleri ile iç çarşılarında hiçbir ecnebi-gayrimüslim dükkan açıp ticaret yapamazlardı. Şehrin içinde bulunan bütün dükkancılar, cübbeli, şalvarlı sa- rıklı ve gayrimüslim yerli tabadan müteşekkildi. Yabancılara, yani ecnebilere gelince ki, bunlara Osmanlılar, Frenkler der- lerdi. Ancak, Galata mıntıkasında dükkân tutup faaliyet gös- terebilirlerdi. Ne var ki, Sultan III. Selim Han devrinde, mevzuu bahis yasa- ğa göz yumulunca, başta “Bahçe kapısı” olmak üzere, Belde-i Şahane’nin tüm çarşı semtlerinde, ecnebiler dükkanlar açıp, yerli esnafın kazancına, bir nevi ortak olur duruma gelmişler ve dahası Avrupa’ dan getirilen mallarda, “kimlik avantajını” kullanarak, ilk kendilerini gelmesini sağlamışlar ve böylece “birinci el olabilme” imkanını değerlendirmiş, böylece; “Yerli ticaret erbaplarına bir nevi darbe vurarak, onları ikinci plana itmişlerdi!” Nitekim, bu durum zamanla daha da zarar verici şekle dö- nüşünce Müslim ve gayrimüslim, tüm yerli esnaf adeta feryat ederek mevcut vaziyeti Saray-ı Hümayuna intikal ettirmişler- di. Esnafın şikayetlerini haklı bulan Devlet, 1806 yılının ilkba- harında, Payitaht Kadısı’na gönderilen bir Ferman-ı Hümayun ile bu vaziyetin önlenmesini irade buyurmuştu. Fermanı ay- nen geçiyoruz: 211 EMİNÖNÜ - SİRKECİ İstanbul şehri derununda dükkancı Frenk ol- mayüp onlara “Galata Tarafı” mahsus iken, şimdi hekim ve ispençar (Eczacı) ve tuhafçı diyerek, Bağçekapısı etrafı bütün Frenk kıya- fetinde dükkancı olmuş, hatta Divanyolu’n- da dahi var. İktiza (ihtiyaç) edenlere muh- kem ‘’hükmen” tenbih olunup, daima taharri “araştırılsın” olunsun, her kimin dükkanında bulunursa dükkan kapatılıp geldiğin Devlet tarafından zabtolunacağı bildirilsin.” (Koçu, R. E., İstanbul Ansiklopedisi) Avrupalı ecnebilerin bilhassa “Bahçekapısı” semtini başta değerlendirmesi, bahsini ettiği- miz semtin, ticari açıdan ne derece bereketli bir mahal olduğunun bariz belgesidir. Osman- lı devri Bahçekapısı; salaş dükkanlardan mü- rekkep çarşıları, yük taşıyan hamalları, man- daların çektiği yük arabaları, atla dolaşanlar o yılların isportacısı sayılan ayak satıcıları, alış verişe çıkmış vatandaşlar, gayesiz dolaşan ay- laklar, Bahçekapısı kıyı iskelelerinin sandalcı- ları, kahvehaneleri, bekar odaları vs. tam bir panayır havasının yaşatıldığı civcivli gürültülü, patırtılı bir ticaret mahalli idi. Bahçekapısı’nın tarihi ve değerine paha bi- çilmez yapılarından Yeni Valide Camii, Büyük Valide Sebili, Sultan I. Abdülhamid Han’ın Medresesi, “Zahire Borsası ve IV. Vakıf Han’ın karşındaki dükkanlar, Sultan I. Abdülhamid Han Türbesi; yıktırılmasıyla, yeri asla dolmaz bir boşluk meydana getiren, İstanbul’un en büyük ve en muhteşem hanlarından, “Hase- ki Hanı” gibi tarihi konuşturan abideleriyle de dikkatlere şayandır. 212 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Galata Köprüsü Balık-Ekmek Satıcıları - Ara Güler, 1965 Eminönü’nün Balık-Ekmek Satıcıları Eminönü’nün, Bahçe Kapısı yönündeki kıyıda, sandal içinde balık kızartıp sa- tan ve gelen geçen yolcuların iştahını kabartarak, nar gibi kızarmış palamut dilimlerinin mis gibi kokuları içinde müşterilerine seslenip: “Balık Ekmek 50 kuruş, taze taze!” diye bağıran çığırtkanların çağırışını boşa çıkarmayan, gel- geç yolcuları 50 kuruş bastırdıktan sonra; çeyrek ekmek içine konan irice bir palamut dilimi, kuru soğan ve limon eşliğinde kendilerine sunulan balık ekme- ği, denize nazır büyük bir iştahla yemeğe koyulurlardı. 213 EMİNÖNÜ - SİRKECİ 1943’lerden 2002’ye Bahçe Kapısı Niçin (1943-2002) denecek olursa; naçiz ki, “Saatçi ve Gözlükçü” dükkanlarını ve şu şahsımın aklı erdiği yaştan günümüze in- an aklımıza gelmeyen Eminönü, Bahçeka- tibalarımı, yani bizzat görüp yaşadıklarımı pısı ve Sirkeci mıntıkasının sakinleri, Sirke- yazmayı esas aldım ve mezkûr bölüm bu ci sinemalarından sonra en yakın sinema esas üzerine kaleme alınmıştır. Ve zaten salonu oluşundan dolayı, Alemdar Sine- herhangi bir beldenin veya semtin tanıtı- ması’na hayli rağbet etmişlerdir. Vizyon mını, sadece tarihi kayıtlara göre vermek film göstermekle birlikte, son derece kali- veya yorumlamak, tabii ki, yeterli olamaz. teli; tarihi yapım, dram ve macera filmleri Dolayısıyla bu açıdan da uygulanan siste- gösterdiğinden, sinema meraklılarınca de- min daha uygun olduğu inancındayım. vamlı rağbet görmüştür. Loca ve balkonu Nitekim, güzelim eşsiz İstanbulumuzu “kör yoktu, parteri 240, birinci ve ikinci mevkii kazmalara” kurban verenlerin bu derece 230 koltuk olmak üzere, toplam (470 kişi) duyarsız ve katı hareket etmelerinde; İs- almaktaydı. Eninden geniş, boyundan ise tanbul’da yaşamamış, onun amber kokulu kısa olması sebebiyle, makine dairesi per- havasını teneffüs edememiş, onun nefa- de mesafesinin yakınlığı yüzünden, sine- setine varamamış ve en nihayet, payitaht maskop film gösterilememiştir. insanının nasıl duygulara sahip olduğunu bilememiş olmalarından kaynaklanmıştır. Alemdar Sineması hayli el değiştirmiştir. 1958’lerde Anassinemacılık Ltd Şirketi ta- Her ne ise, gelelim Bahçekapısı’nın birer rafından çalıştırılmakta ve gösterilen film- papatyası gibi insanın yüzüne gülen dük- ler de aynı şirketçe temin edilmekteydi. Gü- kanlarına; tuhafiyecileri, şapkacıları palto, nümüzde (2002) hayli enteresan geleceği pardösü ve trençkotçuları ve bilahare ila- için mezkur sinema salonunun 1958’lerdeki ve olan spor giyimi mağazaları, günümüz- bilet ücreti tarifesini aynen geçiyoruz: de mevcut olmayan meşhur Rıdvan Umay Müessesesi, Büyük Postane’nin karşı dar Koltuk 100 kuruş, Birinci 50 kuruş, İkinci sokağında yer alan ve günümüzde mev- 30 kuruş. cut olamayan yine meşhur Bin Bir Çeşit Mağazası vs. bütün bunların hemen hepsi 214 GEÇMİŞTEN BUGÜNE 1958’lerde mevzuu bahis semtin iyiden iyiye bozulmaya başlamasıyla birlikte, müşterile- rinin tamamen kalitesizleşmesinden dolayı 1960’larda kapatılmıştır. Günümüzde mezkur sinemanın girişini teşkil eden mahalde bir otomobil galerisi mevcuttur. 215 EMİNÖNÜ - SİRKECİ SİRKECİ TREN GARI Sultan Abdülaziz zamanında, Alman mimarı Tachmund tarafından; 11 Şubat 1888 tarihinde inşa edilmiş, 3 Mayıs 1890 tarihinde ise merhum Sultan II. Ab- dülhamid Han adına tesmiye edilerek, merasimle açılmış ve halkın hizme- tine sunulmuştur. Tasarımının Alman Mimarı, Jasmund tarafından çizildiği bilinen meşhur Sirkeci Garı aynı zamanda dünyaca meşhur Orient (Doğu) Express’in son durağı olarak da kayıtlara geçmiştir. Sirkeci-Garı’nın yapımı ile birlikte; Rumeli-Demiryolunun Sirkeci’ye kadar gelmesi, semtin önemini bir kat daha arttırmış ve İstanbul’un merkezi ula- şım mevkii açısından birinci sıraya yükselmiştir. 216 GEÇMİŞTEN BUGÜNE SİRKECİ GARI VE TAŞRA OTOBÜSLERİ Hazır Sirkeci-semtinden söz etmişken; Sirkeci-Garı’nın kara tarafında olanlar, Topkapısı-Otobüs Garı’na nakil olunmuştur. Meşhur taşra oto- büslerinin ve taşradan; sebze, zahire getiren büyük yük kamyonlarının merkezi durakları mevcuttu. Yani, o yıllarda (1943) günümüzdeki gibi (2002) terminal, merminal yoktu ve zaten o yılların daracık sokak- larında istense de yapılamazdı. Hemen aynı mevkide bir de Pertek Gazoz Fabrikası mevcuttu. Fabrika diyorsak, yanlış anlaşılmasın, bü- yükçe bir depoyu andıran bir gazoz imalathanesi idi. Fakat, her şeye rağmen, günümüzdeki gazozlara taş çıkartacak nefasette ve de mis gibi meyve kokan gazozlardı. Bir ayrı özelliği de Türkiye’ de ilk “mey- ve esanslı” gazoz imal etmiş olmasıydı. İstanbul sakinlerinden büyük çapta rağbet görmüştür. Taşra Otobüsleri’nin kalkış merkezine gelince, burası gece, gündüz her açıdan faal olan bir mahaldi. Merhum annem ve teyzem dahil, nice “Asker Anaları”, sıla izini dönüşü, otobüse binip birliğine dönecek oğullarını yolcu etmeğe gelmiş ve nice tazeler yavuklu veya kocalarını uğurlamaya gelmiş ve erkeği ile cıvıldaşarak sohbet etmekte ve de nice kimsesiz yolcular ise; donuk ve hüzünlü bakışlarla etrafına bakı- nır, hiç kimsenin gelmeyeceğini bildiği halde, yine de birbirlerini arar, lakin ne çare! 217 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Evet taşra otobüslerinin merkezi du- Adı Yemen’dir gülü çemendir rağı her daim böylesi dramatik sah- Giden gelmiyor acep nedendir? nelere tanıklık ederdi. Diğer taraftan; Burası Muş’dur, yolu yokuştur semt hamallarının kamyonlardan yük Giden gelmiyor, acep ne iştir?” boşaltışı, oraya buraya koşuşturanla- rın uğultusu ile Otobüs ve Kamyon Evet, serüven düşkünü İttihatçıların motorlarının hırlayan sesleri ile “si- o yaman icraatlarının karşılığı ise şu mitçi, esansçı, tesbihçi, gazete satan dehşet verici tablo olmuştur. Binlerce çocuklar, poğaçacılar ile çeşitli krem, şehit ve 5 milyon km. karelik bir haki- tıraş sabunu, tıraş makinesi, jilet vs. miyet dünyasının, 782 bin km. kareye satan işportacı esnafı... Mezkur ma- küçülmesi. halli adeta bayram yerine çeviren de- koru tamamlayan unsurlardı. Sirkeci Garı’nın içinde bulunan meş- hur Gar Lokantası ise gerçekten be- Ayrıca Sirkeci Garı’nın “Askeri Bö- yefendilerin ve Babıali yazarlarının sık lümünde” hemen her gün “Kara Va- sık uğradıkları bir sohbet mekânı idi gonlar”la yapılan “Asker Sevkiyatı” da ve tabii ki, eski yeni Türkiye’nin me- asla unutulmaz hatıralar arasında yer seleleri bu mekânda tartışılır nice acı alır. İkinci Cihan Harbi yıllarında icra tatlı anılar yine aynı mekanda hikaye edilen sevkiyatlar; hemen her kadın edilirdi ki, bu sohbet mekanının baş İstanbullunun hafızasına adeta nak- müşterilerinden birisi de merhum İs- şolunmuştur. Zira, o yıllarda “orta yaş- lam Çupi di. Rahmeti bol olsun. lı” olan her İstanbullu, böylesi anlarda doğrudan, Birinci Cihan Harbi yıllarını hatırlar, hatırlamak da bir yana; o kap- kara günleri, tekrar yaşarcasına ürpe- rir; o manalı türküsü ile belleğinden hiç mi hiç silinmemiştir. Merhum Sa- fiye Ayla’nın pek nefis ve pek duyarlı okuduğu o sual soran, manidar türkü: 218 GEÇMİŞTEN BUGÜNE MESERRET OTELİ VE KIRAATHANESİ Bahsini ettiğimiz, Meserret Oteli ve Kı- Ancak şu noktayı da belirtmek lazım- raathanesi Sirkeci’den Ankara Caddesi dır ki, kıraathanenin sadece “entrikalar ile Ebussuut Caddesi’nin kesiştiği yer- mekânı” olmadığı anlaşılsın ve okuyucu de, daha doğrusu köşede bulunan mu- yanlış bir yargıya varmasın. Meserret azzam bir bina idi. Bu tarihi kıraathane Kıraathanesi ve Oteli, sadece siyasi tez- ve otel, bir devre damgalarını basmış gahlar üretilen bir mekân olmayıp, aynı ve koca bir imparatorluğun efendisi zamanda, İstanbul’un diğer kıraatha- olabilme macerasına girişerek mahvına neleri gibi hayırlı sohbetlere de mekân sebep olmuş, İttihat ve Terakkî Fırkası olmuştur. Nice, yazar, şair, edebiyatçı, ileri gelenlerinin bazı gizli görüşmeler gazetesi vs. bu mekânda yıllar yılı nice yaptıkları, illegal bir mahfilleri idi. Nite- sohbetler etmiş, nice dostluklar kurmuş kim; 23 Eylül 1916 tarihinde, Babıali’yi ve patırtı gürültü içinde tanınmış gaze- basarak, Enver Paşa’nın varlığına son tecilerin birçoğu nice makaleler yaz- vermek isteyen İttihatçıların tetikçisi mışlardır! Yakup Cemil ve yandaşları siyasi darbe ..... planlarını bu mekânda hazırlamışlar ve daha nice akıl almaz cüretkarlıklar bu- rada tezgahlanmıştır. 219 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Evet, Belde-i Şahane’nin kalburüs- 1940: Rıfat Ilgaz, Hüsamettin Bo- tü münevverlerinden birçok beye- zok, Münir Süleyman Çapanoğlu fendinin devamlı uğrağı olmuş ve vs. 1960’lara kadar da öyle kalmıştır. Yukarıdaki satırlarda, “patırtı, gü- 1950: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, rültü içinde” kaydını düşmüştük Fikret Otyam vs. ki, müdavimlerinin hatıratlarından okuduğumuza göre, Meserret Kıra- Meserret Oteli; Meserret Kıraatha- athanesi’nin ayrı bir özelliği de bu nesi’nin üst katlarından müteşekkil vaziyetmiş ki, hemen birçoğu hiç olup, mezkûr kıraathanenin adıyla mi hiç rahatsız olmaz; tavla pul ve faaliyet göstermiş, XX. asır başla- zarlarının gürültüsü içinde pek de rında faaliyette olduğunun tespit güzel sohbet eder ve hatta makale edilmiş olmasına rağmen, asıl han- yazarlarmış. gi tarihte tesis edildiği meçhul kal- mıştır. Meserret’in yıllara göre seçtiğimiz bazı münevverlerinin kimliklerini Bu tarihi ve meşhur kıraathane ve aynen geçiyoruz: oteli çalıştıran şahıs, o yılların ma- haretli kahvecilerinden Salih Efen- 1912: Halit Fahri Ozansoy, Ali Naci di imiş. Halit Ziya Uşaklıgil’in “Kırk Karacan. Yıl” adlı hatırat kitabında mezkûr kıraathanenin ilk Yıldız ve daha Ayrıca daha eski tarihlere gidilecek sonra ise Yıldız Sarayı dikkate alı- olursa; Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin narak, çekinildiğinden Yaldız Kıra- Cahit Yalçın gibi meşhur kalemlere athanesi adına çevrilerek öyle fa- de tesadüf edilmektedir ki, bu va- aliyet göstermiş. “Meserret” adına ziyet, Meserret’in hayli eski oldu- gelince, bu adın ne zaman kondu- ğunu belirtir. ğunun bilinmemesine rağmen, “sa- hip değiştirdikten sonra konmuş 1930: Nizamettin Nazif Tepede- olabileceği” fikrini savunanlar ek- lenlioğlu, Peyami Safa, Reşad Nuri seriyet teşkil etmektedir. Güntekin, Vala Nurettin, Mahmut Yesari, Necip Fazıl Kısakürek, Ah- met Kutsi Tecer vs. 220 GEÇMİŞTEN BUGÜNE 1960’larda eski rağbeti görmemeye baş- Mevzuu bahis Kıraathane’nin, pastaneye layan kıraathane, aynı yıl içinde pasta- dönüşmesinden sonraki yıllarda yakın ne şekline dönüştürülmüş. 1970’li yılla- arkadaşım Celal Bey ile birçok kere bu ra kadar bu şekilde faaliyet göstermiş, tarihi mekâna uğramış, “Kol Böreği, Re- 1970’lerden sonra ise, otelle birlikte ta- vani veya Keşkül” nev’inden yiyeceklerle mamen kapanmış ve uzun bir süre met- hem öğle yemeği yemiş ve hem de soh- ruk kaldıktan sonra; “Ziraat-Bankası” ta- bet etmiş olurduk ki, konumuz çoğu za- rafından değerlendirilip bankanın şubesi man “İttihatçılar” olurdu. Zaten Meserret olmuştur. Pastanesi’ne gidişimizin asıl sebebi de İttihatçılar idi. Zira, Celal Bey o fırkanın adeta hayranı idi. 221 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Konya Lezzet Lokantası Sirkeci semtinin “yüz akı” mü- onların o haline acırdım. Acırdım esseselerinden meşhur ve tari- da benim de onlardan birisi oldu- hi Konya Lezzet Lokantası tarihi ğum o an hiç mi hiç aklıma gel- olduğu kadar, yemeklerinin nefis mezdi. Hele o babacan garsonun lezzetiyle de nam salmış ve hala nefis servisi, bendenizi öylesine varlığını iftiharla sürdürebilen, büyülerdi ki, kendimi gerçekten ender tarihi lokantalardandır. Sir- bir şeyler sanır, birtakım havala- keci Garı’nın karşısına düşen dük- ra girerdim ve tabii ki, bu duru- kanlar dizisinin hayli aşağısında mum öyle pek uzun sürmez, lo- ve köşe başında yer alan mevzuu kantadan çıktığımda hemen asıl bahis lokantanın kuruluşunun ta- kimliğime dönerek gerçeği yani: rihi takriben bir asrı geçkindir. “Arada bir böylesine değerli lo- 1962-1967 yılları arasında zaman kantalara gelebildiğimi” hatırlar zaman leziz yemeklerini tadabil- ve de hemen herkes benim nasıl miş olduğum mezkûr lokantanın çocuksu hayaller içinde bocala- cam önü masalarından birisine dığımı biliyormuşçasına sessizce oturup, “Gelip geçen tramvay- oradan uzaklaşırdım. ların nazlı iniltilerini dinleyerek, gelin gibi süzülüşlerini temaşa Mesela, Kapalıçarşı’nın meşhur etmek ve bu meyanda leziz ye- Bursa Lokantası, Konya Lezzet meğinden tatmak” gerçekten Lokantası, Beyoğlu’nda Abdul- pek zevkli bir an olurdu. lah Lokantası, Beyoğlu Ekspres Birahanesi’nin lokanta kısmına, Ancak, “karlı ve bilhassa yağ- Beyazıd’daki, günümüzde mev- murlu havalarda” cam önüne cut değildir, Üniversite Lokan- pek oturmaz, daha ziyade soka- tası’na Pandelli Lokantası’na, ğı görmeyen bir masaya ilişirdim. Üsküdar’daki meşhur, Kanaat Zira, sokakta koşuşturan o insan- Lokantası’na ve daha şu an aklı- ları gördüğümde içim burkulur ve ma gelmeyen birçoğuna zaman 222 GEÇMİŞTEN BUGÜNE zaman, yani imkân buldukça gittiğim ol- rak ayakta ve oturarak yemek yenir şekle muştur. Zira hemen her tabakayı tanıya- sokulmuş yani Amerikan servis modası- bilme arzum öylesine güçlüydü ki, halen na uyulmuş ki, günümüzde bunlara halk öyledir. En basit tabakadaki kimselerle tipi deniyor. Bana tamamen ters gelen dahi yakınlık kurup, onların yaşantılarını bir sistemdir ve derim ki; halkın her be- öğrenmeye çalıştığım çok olmuş ve böy- yefendi, her hanımefendi gibi oturup, lece ufkum genişlemiştir. kendisine servis yapılarak tam manasıy- la insan gibi yemek yemeye hakkı yok Günümüzdeki (2002) Konya Lezzet Lo- mudur? Nitekim, bu gibi yerlerin devamı kantası’na gelince, mezkûr lokanta, aynı olarak “sokak büfeleri”nden; ekmek içi yerde muazzam bir iş hanının altında döner, sosisli-sandviç vs. alıp, ısıra ısıra daha değişik bir sistemle hizmet sun- sokakta, caddelerde yürüyen insanların maktadır. Ancak önceki klasik lokantanın nasıl insancık duruma düştüklerini üzüle- kalplerimizdeki yeri bir başka idi. Yemek- rek görmekteyiz. leri aynı lezzette, servisleri aynı titizlikle icra edilmesine rağmen, yine de “eskisi” Kadim, bir başka ifade ile klasik Kon- diyoruz, zira onda İstanbul vardı, gerçi ya Lezzet Lokantası’nın İstanbulluların yenisinde; çeşitli börek, poğaça vs. satış nice yemekli sohbetlerine sahne olmuş bölümü ilave edilmiş ve yemek bölümü bir emektar lokanta oluşu ile bizler yani ise, “Fast Food Lokantası” tipi esas alına- İstanbullular için her daim ayrı bir de- 223 EMİNÖNÜ - SİRKECİ ğer taşımıştır. Keza adı dahi bizler Bu meşhur lokantanın yıkımına baş- için önemli idi. Çok şükür ki o olsun landığı gün; “5 kurban kesilecek, bina değişmedi, çünkü, birçok aşevi gibi önünde kurulacak 5 kazanda pişirilen adını modaya uydurarak “Restau- aşureler, halka bedava dağıtılacak.” rant” yapmamış ve Fransızcadan Kaydı da gazetede ayrıca belirtilmişti. bozma da olsa, “lokanta” adını ter- cih etmiş bir müessese idi ki, yine de Günümüzde (2002), 105 yaşına gelmiş öyledir, bu yönleri de takdirle karşı- bulunan bu asırlık müessesenin, eski ha- lanır. linde kalması, tabii ki, hemen her kadim İstanbullunun kalben istediği bir arzusu 1897 yılında tesis edilen, 1978 yılında idi. Ne var ki, dünyamızın baş döndü- ise takriben 81 yıllık bir müessese iken, rücü bir hızla kabuk değiştirmeğe baş- sahiplerinden ve kurucusu merhum laması, değer anlayışlarını külliyen allak Konyalı’nın torunlarından Nurettin Do- bullak etti ve “maddiyatın” ön plana ğanbey Hürriyet gazetesine verdiği be- çıkışı ile manevi her duygu, her inanç, yanatında şöyle buyurmuş: “Kardeşler büyük çapta varlığını yitirdi ve böylece, kararı ile yıkımdan sonra, bugünkü bi- İstanbul’un kadim yaşantısı da roman- nanın yerine yedi katlı bir iş hanı yapıla- tizmi ile birlikte, yoklara doğru kayma- caktır. Bunun projeleri tamamlanmıştır. ya başladı. Asırlık “Konya Lezzet Lo- Birinci katı gene, aile büyüğümüz de- kantası”nın gayet leziz yemekleri yanı dem tarafından kurulmuş olan ‘Konya sıra; özel surette hazırlanan “Portakallı Lezzet Lokantası’ olarak müşterilerimi- Baklavası” ve yine özel surette hazır- zin hizmetine sunulacaktır.” (Bakınız; lanan “Has Ekmeği” de meşhurdur ve Hürriyet Gazetesi, 4 Eylül 1978) sadece müşterileri değil, aynı zamanda işinden evine dönenler tarafından da rağbet görür ve gayet nefis mamuller- dir ki, aynı nefasette ve günümüzde de rağbet görmektedir. 224 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Borsa Lokantası Eminönü ve Bahçe Kapısı arasında ka- Özkanca” tarafından devralınmış. Kısa lan meşhur Zahire Borsası sokağında, bir müddet sonra ise aynı yıl içinde gü- 1927 yılında Münir Bey adında bir şahıs nümüzde (2002) mevcut olan Sirkeci’ tarafından açılmış küçük bir dükkân ol- deki yerine nakletmişler. masına rağmen, yemeklerinin lezzet- li ve sahibinin sempatik oluşu ile kısa Aynı zamanda Sirkeci Gar Lokanta ve zamanda, tüm civar esnaf ve tüccarları Gazinosu’nu da çalıştıran bu beyler, tarafından sevilip benimsenmiş, daha 1987 yılında Osmanbey’de ikinci bir sonra ise namı bütün Istanbul’a yayıl- Borsa Lokantası açmışlar ve 250 kişi- mış. lik muazzam lokanta da beklenenden ziyade iş yapmaya başlamış. Sonradan Kurucusu Münir Bey’in vefatından son- “Fast Food Lokantası” şeklinde yani ra ise lokantanın işletmesine, Rahmi ayakta yemek yemek usulü dahil, lo- Akuğuz adında bir zat talip olmuş ve kantalar zinciri uzayıp gitmeye başla- böylece varlığını 1983 yılına kadar sür- mış ve şayet yanılmıyorsak, hudutları- dürebilen ve tam kapanmak üzere iken; mızı aşıp, (New York’da dahi) bir şube daha evvel “İstanbul-Ankara” hattında açmış olmaları lazımdır. işleyen yolcu trenlerinin ‘’Yemekli Va- gonları’nı çalıştıran, “Rasim ve Tahsin 225 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Belde-i Şahane’nin Meşhur Piyangocuları “Eminönü-Bahçekapısı ve Sirkeci” üçge- Nimet Abla Gişesi ninin bahse değer yönlerinin sergilendiği bu madde de İstanbul’ un meşhurlarından İstanbul şehrinin “Milli Piyango Bayiliği” “Piyango Bayilerine” hiç temas etmemek, bahsinde önde gelmekle de kalmayıp, tabii ki eksiklik olurdu. Zira içlerinde en adeta simgeleşen beş kişi olmuştu: Nimet namlı olanı kurduğu müessese şubeleriyle Abla, Uzun Ömer, Tek Kollu Cemal, Cüce birlikte günümüzde de varlığını sürdüre- Simon ve ayakları kesik Hampar. bilmektedir ve bu durum hiç de hafife alı- namaz. Çünkü, bir genç hanım, sırf kendi Kadim İstanbulluların hangisine sorulsa, gayret ve çabalarıyla, Türkiye çapında isim kayda geçtiğimiz bu beş ismi, adeta ez- yapmış ve kurduğu iş, sadece kendisini bere bilir. İçlerinde en meşhuru ise, baştan değil, çevresini de doyurabilecek seviyeye beridir sözünü ettiğimiz namı diğer, Nimet erişebilmiştir. Abla’dır. Aksini iddia etmek ise, gerçek- ten büyük bir haksızlık olur. Zira, müraca- Şöyle ki, piyangoculuk işine Eminönü’n- at ettiğimiz kaynaklardan da anladığımıza de atılmış ve mezkûr semtte meşhur olup, göre; Nimet Abla bu alanda tutunabilmek daha sonra ülke çapında sesini duyurabil- için hayli mücadele vermeye mecbur bıra- miştir. Bu kabiliyetli insan, “Nimet Özden” kılmış. Çünkü, kendisini rakip kabul eden yani hepimizin bir şekilde duyup, tanıdığı- meslektaşlarından bazıları her daim onu mız meşhur “Nimet Abla”dır. baltalayabilmenin yollarını aramış ve elle- rinden geldiğince yıpratabilmek gayesiy- İstanbul’un simgesi olabilmiş, biri diğerin- le hemen her yolu denemişler. Ne var ki, den meşhur olarak, hemen her semtin bir bütün bu engellemelere rağmen, azimle veya birden fazla simgeleşmiş simaları var- yoluna devam ederek, namını günümüze dır ve “Milli Piyango” işinin de kendine has kadar vardırabilmiş, ender yetişen bir iş meşhurları vardır ki, onlar da İstanbul’un kadını özelliğini göstermiştir. meşhurları arasında kendine has yerlerini almışlardır. 226 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Merhumenin özet biyografisi ise müracaat et- tiğimiz kaynaklara göre aynen şöyle: Asıl adı Nimet Özden olan ve piyango bayii olduktan sonra, Nimet Abla lakabı verilmiş ve müşteri- lerinin ziyade sempatisini kazanan bu namlı piyangocu hanım Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin (1848-1917) biraderinin çocuğu olarak takriben (1898) yılında dünyaya geldi ve hayli varlıklı bir ailenin evladıydı. Tayyare Piyangosu’nun meydana çıktığı (1926-1939) yıllarda, kocası, İsmail Efendi’nin Eminönü’ndeki dükkanında, tütün, kırtasi- ye ve piyango bileti satmaya başlamış. 1937 yılında Tayyare Piyangosu’nun, “23. tertibin- de” bilet satışını bizzat üstlenerek; kendi malı olan küçük bir dükkânı bu işe tahsis etmiş ve Pangaltı’daki evini boşaltarak, dükkanının üs- tüne taşınmış. Nimet Gişesi adını koyduğu bu dükkanı çalıştırmaya başladığında, 32 yaşla- rında genç bir hanım imiş, zamanla onu sevip, benimseyen halk kendisine Nimet Abla laka- bını takmış ki, hala günümüzde dahi bu lakabı ile bilinir, bu lakabı ile anılır. 227 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Onun yardımsever ve hemen herkese karşı saygılı oluşu ile gerçekten “Abla” la- kabına layık kişilik sergilemesiyle gönüllerde taht kurmuş ve bu durumu hayatı boyunca hiç mi hiç değişmemiş, şımarıp ben ne oldum dememiş. Nimet Abla bu minvalde işini sürdürürken, 1938 istimlaki dolayısıyla dükkanını değiştirmeye mecbur kaldı ve yine Eminönü olmak üzere, yeni bir dükkana geçti. Yeni Valide Camii’nin Hünkâr Mahfili altına düşen ve tramvay caddesinde bulunan, 29-31 numaralı dükkan onun iş mekanı oldu ki, günümüzde de mevcut bulunan bu dükkan Nimet Abla’ya pek uğurlu gelmiştir. 1939’da Milli Piyango İdaresi’nin kuruluşu ile bonservis alan Nimet Hanım, ida- renin bayiliğini üstlendi. 1939-1940’ta Türk Hava Kurumu Piyango Direktörlüğü tarafından, “Yaptığı bağışlar ve düzenli ödemeleri” dolayısıyla, “takdir belgesi” ile ödüllendirildi. Mezkur başarıları ve tutumlu oluşuyla, daha sonraki yıllarda, bir çok mülk edindi ve ayrıca Esentepe’ de kendi adını taşıyan bir cami inşa ettirdi: Nimet Abla Camii. İstanbul-Eminönü semtinde piyango bayiliğine baş- layıp, aynı zamanda piyangoculuğun simgesi mevkiine erişebilen bu acar iş hanımı, 1978 yılında vefat ederek, Hakkın rahmetine kavuştu ve 14 yıl sonra, ko- cası İsmail Efendi de hanımının yanına göçtükten sonra, evlatları olmadığından, kurduğu müessese şubeleriyle birlikte, piyango gişeleri yeğenleri tarafından çalıştırılmaya başlandı ki, halen tüm kuruluşları faaldir. (2002) 228 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Bahçe Kapısı’nın Şekercileri Bahçekapısı’nın şekerleme imal eden müesseseleri de pek meşhurdur ve bil- hassa; “Akide ile çifte kavrulmuş bademşekerleri” hakikaten bahse değerdir. Ancak, her şeye rağmen diğer semtlerdeki meşhur şekercileri de bu meyanda hatırlatmakta fayda var. Zira, hemen birçok semtin meşhur olmuş şekerciler mevcuttur. Ancak, onların hemen her birisi de icraat gösterdikleri semtler için- de kayda geçilecektir. Dolayısıyla, bu satırlarda biz şimdilik, Bahçekapısı Şeker- cileri’ni kayda geçeceğiz. Bahçekapısı Şekercileri’nin en meşhuru, bilindiği gibi, Hacı Bekir Şekercisi’dir. Mezkûr müessese, varlığını günümüze kadar sürdürebilmiş ve ayrıca namı hu- dutlarımızı çoktan aşmış bir firmadır. Ne var ki, biz bu müessesenin tanıtımına geçmeden, en az onun kadar temiz ve leziz mamülleri bulunan ve tarihi olma açısından da aynca diğeri gibi değer kazanabilir aynı firmayı önce veriyor ve bilahare de diğerine geçiyoruz efendim. 229 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Şekerci Hafız Mustafa Bahçekapısı, “Hamidiye Caddesi”nde 1864 yılında tesis edilmiş; eski hane numarası 90, günümüzdeki ise 84-86 olan bu meş- hur ve tarihi şekerci dükkânın kurucusu merhum, Hafız Musta- fa Efendi’dir. Çeşitli akide şekerleri ile çeşitli şekerleme mamul- leri; reçel çeşitleri, çeşitli şerbet ve fundan şurupları, baklava başta olmak üzere çeşitli tuzlu-tuzsuz hamur işleri yanı sıra, İstanbul’ da nam salmış çok meşhur Tahin Helvası ile de tanın- mış ve bu namını günümüzde de devam ettirmektedir. Ayrıca, mezkur müessesenin personeli de müşteriye hizmet açısından gerçekten takdirlere şayandır. (2002) 230 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Hacı Bekir Şekerlemeleri (Ali Muhiddin-Hacı Bekir) Bilindiği gibi, “akide”nin sözlük manası; “inanılan veya inançla bağlanılan şey”dir. Osmanlı-Türk İmparatorluğu devrinde Yeniçerilere aylık (ulufe) dağı- tıldığı günde Saray avlusunda muhteşem bir sofra kurulurdu. Ziyafette hazır bulunanlardan Sadrazam başta olmak üzere, Divân-ı Hümâyun mensuplarına, yemekten sonra, tablalar içinde özel imal edilmiş şekerler ikram edilirdi. Sa- ray-ı Hümayun’un meşhur “Helvahanesi”nde özel surette hazırlanan bu nefis şekerlerin, aynı derecede özel olan ayrıca bir manası vardı. Şöyle ki; askerin bir şikâyeti olup olmadığı, şeker tabaklarının getirilmesiyle anlaşılır ve tabak- ların getirilmesi; askerin hemen hiçbir şikâyeti olmadığının müjdesi olurdu. Dolayısıyla İstanbul halkı için “Dirlik, düzen ve huzurun” simgesi olarak bilinir ve mevzuu bahis şekerlere de “akide şekeri” denirdi. Evet, meşhur akide şeke- rinin özet tanımı budur ve mevzuu bahis şekeri en âlâ şekilde imal ederek, za- man içinde Şekercibaşı unvanı ile taltif edilen ve günümüzde dünya çapında tanınmış olan meşhur Hacı Bekir Müessesesi’nin kurucusu, Hacı Bekir Efendi olmuştur. 1700’lerin ortalarında Bekir Efendi, Kastamonu’nun Araç ilçesinde doğmuş- tur. Hamidiye Medresesi’nde eğitim görmekte iken, öğrenimi yarı bırakarak bir şekercinin yanına çırak girmiş. Mesleğini severek çalıştığından kısa zamanda işçi, kalfa ve ustalık seviyesine erişmiş ve böylece İstanbul’a yerleşmeye ka- 231 EMİNÖNÜ - SİRKECİ rar verdikten sonra, henüz 18 yaşlarında varıldıktan sonra, tamamen benimsen- körpecik bir genç olmasına rağmen, 1777 miş ve böylece Ferman-ı Hümayun ile yılında Bahçe Kapısı’nda bir dükkân aç- Saray Şekerci Başısı ilan edilip, onurlan- mıştır. Günümüzde hala mevcut olan bu dırılışı, bu dönemdedir. dükkân, Bekir Efendi’ye pek uğurlu gel- miş ki, 226 yıldır sapsağlam kalabilmiş ve 1817 yılında, “Hacca giderek, Hac vazi- günümüzde de (2002) müşterilerine en fesini ifa edip, hacı olunca, tabii olarak âlâ şekilde hizmet vermekte berdevam- “Hacı Lakabı” ile anılmaya başlandı ve dır. böylece, Hacı Bekir Efendi olarak bilindi. Mesleki şöhreti ise her geçen gün biraz Bekir Efendi, Bahçe Kapısı’nda açmış daha yayılmakta ve hatta hudutlarımızın olduğu dükkanında, “Şeker ve Lokum” dışına taşmaktaydı. imalatına girişip, “Bal şerbeti, Pekmez ve Un” ile yaptığı lokumları satışa sunmaya Nitekim, İngiltere’ye giden Hacı Bekir, lo- başlayınca, İstanbul sakinlerince pek be- kumunun lezzetini İngilizlere de tattırdı ğenilmiş, bu meyanda Avrupa’da “rafine ve böylece Turkish Delight yani, “Türk şeker” üretimine geçilince, mevzuu bahis zevkini”, Türk tadını, dünyaya tanıtmaya şeker İstanbul’ a da gönderilmiş ve ayrı- başladı. ca “Nişastası”nın keşfi de zuhur edince, bu durum Bekir Efendi’nin işine yaramış. Bu çok yönlü, hünerli ve mesleki başa- İş hayatında yapıcı olması şartı ile hemen rılarına milli duygularını da katabilen ve her yeniliğe açık olan Bekir Efendi, rafine “Şekerleme sahasında ben de varım” şeker ile nişastayı denemeye karar verin- diye cihana haykıran Hacı Bekir Efendi, ce, şekerlemelerinde kullanmaya başla- 1850 yılında vefat edince, yerine mah- mış ve gayet olumlu netice aldığında ise, dumu, Mehmed Muhiddin Efendi geç- gerçek lokum böylece meydana çıkmış. miş, bir başka ifadeyle, nöbeti devir al- Bekir Efendi’nin lokumlarının lezzetine mış. Muhiddin Efendi de aynen babası hemen hiçbir lokumcunun imal ettikleri gibi maharetli ve idealist olduğunu ça- erişememiş, dahası “Tarçınlı, Güllü, Por- lışmalarıyla ispat etmiştir. 1873 Viyana takallı, Limonlu, Sakızlı” akide şekerleri ve Fransa, 1888 Köln fuarlarında gümüş de imal etmeye başlayınca, bizzat kendi madalya, 1897 Brüksel ve 1906 Fransa buluşu olan bu şeker türü de son derece fuarlarında da altın madalya kazanmıştı. rağbet görür ve nefis damak tadı, hemen Amerika Birleşik Devletleri’nde, İngiltere, her müşteriyi “Akide” tiryakisi yapar. Fransa, Hollanda gibi belli başlı ülkelerde birer şube açarak, Okyanus ötesi ve Av- Sultan II. Mahmud Han döneminde rupa’dakilerin Türk şekerciliği karşısında (1808-1839) Saray-ı Hümayun’dan Bekir şapka çıkartmalarını sağladı. Ne var ki, Efendi’nin şekerleriyle ilgilenenler olun- bu dinamik ve maharetli Muhiddin Efen- ca, onun şekerlerini de kendi şekerlerinin di, genç yaşlarda vefat edince, tasarladı- yanı sıra tatmaya başlarlar. Bekir Efen- ğı birçok yeniliği de işleme koyamadan di’nin itina ile hazırladığı özel formüllü beraberinde götürmeye mecbur kaldı. şekerleri ile lokumlarının damak zevkine 232 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Nöbeti devralan ise henüz (10 yaşların- iki asır evvel tesis ettiği mezkûr mües- da) bir çocuktu. Ancak, Ali Efendi diye sese, günümüzde “Buharlı Kazanlarla” bilinen bu zatın daha doğrusu bu çocu- daha rahat bir üretim yapabilmekte ğun öyle becerikli ve öyle dirayetli bir ve üretimin yüzde 30’u; Yeni-Zelanda, anası vardı ki, idareyi devralanın çocuk Fransa, Londra ve ABD’ye ihraç edil- olmasının hiçbir mahzuru kalmamak- mektedir. Pendik’te açılan fabrikada taydı. Küçük Ali’nin annesi Reşkimelek takriben 100 kişi çalışmakta olup, her hemen her şekilde oğluna yardımcı ola- biri 20’şer çeşit çikolataları, tatlıları, şe- rak; Hacı Bekir Zade Ali Muhiddin Mü- kerlemeleri, lokumları, reçelleri, badem essesesi Ticariyesi’ni hiç aksatmadan ezmeleri, çevirme ve tahin helvası imal yürüttü ve bu meyanda; Bahçe-Kapı- edilerek halka sunulmaktadır. sı’ndaki dükkanları karşısında ikinci bir dükkân daha açmakla kalmayıp; Kara- 1851 yılında İstanbul’a gelen, Malta- köy, Galata, Tepebaşı, Pangaltı, Çarşıka- lı Ressam, Amadeo Preziosi, Merhum pı, Beyoglu, Parmakkapı, Kadıköy’den Hacı Bekir’in o tarihi dükkanında; bir başka Mısırın İskenderiye ve Kahire gibi çocuklu hanıma şeker tartarken, tespit meşhur şehirlerinde de şubeler açtı. ederek çizdiği meşhur yağlıboya tab- losu, günümüzde; Paris-Louvre Müze- Bu meyanda soyadı kanunu çıktığında si’nin özel koleksiyonu arasında bulun- da genç Ali, “Ali Muhiddin Hacıbekir” maktadır ki, bizler için bir gurur vesilesi adını alarak, üç nesli bir arada yaşata- sayılması en tabii hakkımızdır. bilme düşüncesini tahakkuk ettirdi. Ali Efendi, 1974 yılında vefat ettiğinde, nö- Hacı Bekir Müessesesi’nin dillere des- beti damatları Doğan Şahin ile iki kızı, tan olan bir de meşhur Demirhindi Şer- Nazlı ve Hande aldılar. beti vardır ki, hemen her yaz oradan gelip geçenler, bu buz gibi nefis şerbeti Küçük bir dükkânda; el emeği, göz nuru içebilmek için adeta kuyruk olurlar. ile geceli gündüzlü çalışarak, “akide ve lokum” imal eden Hacı Bekir Efendi’nin 233 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Kurukahveci Mehmed Efendi “Taze elden, taze pişmiş kahveler”… “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatı- rı vardır” darbımesellerini hemen her kadim İstanbullunun bilmemiş, duymamış olmasına asla ve asla imkan yoktur. Çünkü, “Türk Kahvesi” ile sohbet hemen her İstanbullunun vazgeçemeyeceği bir tutkusu idi, yine de tutkusu olmakta berdevamdır. Hemen bir çoğumuzun tiryakisi olduğu, dünyaca meşhur, “Türk Kah- vesi”nin çekirdeklerini; XVI. asırda, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın, ‘’Yemen Valisi” Özdemir Paşa İstanbul’a getirmiş. Böylece Saray-ı Hü- mayun tarafından benimsendikten sonra, Türk kültüründeki yerini kısa zamanda alarak, bilhassa Belde-i Şahane halkı tarafından öylesine ilgi görmüş ki, dünyaya yayılmasına birinci derecede rol oynamış. Zira, İstanbul’ a gelen o yılların seyyahları bizde tattıkları bu nefis nesneyi, ülkelerine de götürmekte ihmal etmemişlerdi. “Taze elden, taze pişmiş kahveler”… “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatı- rı vardır” darbımesellerini hemen her kadim İstanbullunun bilmemiş, duymamış olmasına asla ve asla imkan yoktur. Çünkü, “Türk Kahvesi” ile sohbet hemen her İstanbullunun vaz geçemeyeceği bir tutkusu idi, yine de tutkusu olmakta berdevamdır. 234 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Hemen bir çoğumuzun tiryakisi olduğu, dünyaca meşhur, “Türk Kahvesi”- nin çekirdeklerini; XVI. asırda, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın, ‘’Yemen Va- lisi” Özdemir Paşa İstanbul’a getirmiş. Böylece Saray-ı Hümayun tarafın- dan benimsendikten sonra, Türk kültüründeki yerini kısa zamanda alarak, bilhassa Belde-i Şahane halkı tarafından öylesine ilgi görmüş ki, dünyaya yayılmasına birinci derecede rol oynamış. Zira, İstanbul’ a gelen o yılların seyyahları bizde tattıkları bu nefis nesneyi, ülkelerine de götürmekte ihmal etmemişlerdi. Nitekim, 1615’te “Venedikli Tacirler” lezzetine doyamadıkları bu nesneyi, ül- kelerine götürerek tanıtmışlar, böylece yayılan şöhreti her geçen gün biraz daha artarak; 1650 yılında Marsilya’ya ihraç edilmeye başlamasına kadar sürmüş ve daha sonraları hemen her tarafa yayılmıştır.1683 yılında Viya- na-Kuşatması esnasında, tercüman Kolschitsky’nin aracılığı ile Avusturya- lılar da Türk kahvesini beğenip benimsemişlerdi. Mehmet Efendi Firması’nın Doğuşu Esnaftan Hasan Efendi; XIX. Asrın ikinci yarısında, baharat ve çiğ kahve sa- tan bir dükkân açar. 1857 yılında dünyaya gelen mahdumu Mehmed Efendi ise ilk “Fatih Timurhan Mektebi” ve daha sonra ise “Süleymaniye Medrese- si”nde eğitim gördükten sonra, babasının dükkanında çıraklığa başlamış. O yıllarda kahve çiğ çekirdek olarak satın alınıp evlerde kahve tavalarında kavrulup, el değirmenlerinde çekildikten sonra pişirilip içilmekteymiş. Bu usul Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, 1960’lara kadar hemen birçok evde devam etmiştir. Yeşil renkte olan çiğ kahve çekirdekleri evlerde kavrulur pirinçten imal edilmiş el değirmenlerinde çekilip, bilahare, pişirilip içilirdi. Ev hanımlarının aralarında sohbet ederken bir yandan kahve çekmeleri, bir nevi alışkanlık halini almıştı ve sohbetlerine ayrı bir çeşni katmaktaydı. Bendenizin ilk gençlik yıllarına kadar süren bu durum, bizim evimizde de mevcuttu ve teyzem Araksi’nin çektiği kahvenin tadı bir başka olurdu ve mahalleli onun çekip pişirdiği kahveye bayılırdı. Hele “Birinci Cihan Harbi” yıllarındaki zar zor bulunan ve tabii ki her eve giremez “çoğunluğu nohut” olan kahve ise, İstanbulluların pek hatırlamak istemedikleri hatıralardandır. “Kahve karaborsacılığı”ndan “Kahveye nohut karıştırıp” hileli kahve satan- lar ile aynı sistemi uygulayan kahvehanelerin sahipleri, yakalandıklarında hayli hapis yatmışlardı. Denecektir ki, Mehmet Efendi’nin kahvesi var iken, 235 EMİNÖNÜ - SİRKECİ niçin çiğ kahve alınıp evlerde hazırlanırdı? Doğrudur, ancak, çiğ-kahve daha ucuza gelir ve fakir olanlar daha ziyade bu usulü uygulardı. Gelelim, genç Meh- med Efendi’nin babasında çalıştığı yıllara. Babasının yanında kahveciliği A’dan Z’ye öğrenen ve bu mesleği daha cazip duruma getirmeyi tasarlayan Mehmet Efendi, dükkânı babasından devraldıktan sonra, çoktandır tasarlayıp bir türlü uygulayamadığı bir usulü tatbik sahasına koydu ve kendi keşfi olan bir formüle göre, kavurup öğüttükten sonra satışa sunduğu kahvesi pek beğenildi. Tirya- kilerin rağbeti ile dükkanının önünde uzun kuyruklar oluşmaya başladı. Günü- müzde dahi (2002) aynı durum devam edip gitmektedir. Kavrulduktan sonra “dibeklerde” dövüle dövüle öğütülen özel formüllü kahvesi tutunduktan sonra, yavaş yavaş isim yapmaya başladı ve Kurukahveci Mehmed Efendi adı; Kahve ticareti alanında gerçekten bir simge haline dönüştü. 1871 yılında kurukahveciliği bir meslek halinde benimseyen Mehmed Efendi, 1931 yılında vefat edince, mahdumları: Hasan, Hulusi, Ahmed ve Rıza Efendiler nöbeti devralıp baba mesleğini en az onun kadar benimsediler. “Kurukahveci” soyadını alan ailenin en büyüğü, “Hasan Selahattin Kurukahveci” (1897-1944) baba mesleğini sadece yurt içinde değil, aynı zamanda yurt haricinde de tanıt- maya başladı. 236 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Hulusi Kurukahveci (1904-1934) ise, 1930’ların teknolojisinden istifade ederek, “toplu üreti- mi” gerçekleştirdi ve İstanbul Tahtakale’de Mimar Zühtü Başar’a büyükçe bir dükkân inşa ettirdi. Günümüzde hala kullanılmakta olan bu dükkân; üç katlı, betonarme görkemli bir bina olup; bodrum katı, depoları, zemin katı değişik bir ışıklandırma sistemi ile donatılmış, satış bölümü dışında kalan diğer katlar ise idari personele tahsis edilmiştir. Genç yaşta vefat eden Hulusi’nin yerine Ah- met Rıza Kurukahveci (1912-1985) geçti. Ah- met Rıza daha ziyade reklam üzerinde durdu ve tabii ki faydasını da ziyadesiyle gördü. Ahmet Rıza Kurukahveci’nin vefatından sonra ise Mehmed Efendi’nin torunları nöbeti dev- raldı. Mehmed ve Hulusi Kurukahveci. Eminö- nü ve Bomonti’de kurdukları yeni ve modern tesislerinde hizmet sunmaya başlayan torun- lar, mevzuu bahis müesseseyi dev bir Türk kuruluşu haline sokmayı başardı: Amerika, İngiltere, Almanya, Belçika, İspanya, Avustur- ya, Danimarka, Avustralya, Yeni-Zelanda ve Hong-Kong gibi ülkelere ihracat yapabilerek “Türk Kahvesi”ni sevdirebilme şerefine erişti- ler. Kuru Kahveci Mehmet Efendi (sağda) Fenerbahçe’deki Evinin Önünde 237 JOHN Tarihi İstanbul’un silueti, içinde bulun- FREELY’NİN duğum çağda ya da önceki yüzyıllardan GÖZÜNDEN bu yana pek değişmedi. Tarihi Yarıma- İSTANBUL da’nın, onu tanıdığım yıllarda ne kadar 1960’LAR harap edildiği, özellikle de geç Osmanlı devrinin pitoresk ahşap evlerinin yirmin- John FREELY ci yüzyılın son otuz yılında beton apart- Arkeoloji ve Sanat Yayınları, man blokları ve ticari yapılara yer açmak İstanbul 2010 için yok edildiği göz önüne alındığın- da, bu gerçekten de büyük bir mucize. Ama Boğaziçi, Haliç veya Marmara De- nizi’nden bakıldığında tarihi yarımada- nın (Konstantinopolis, Antik Byzantion) yedi tepesinin altısını taçlandıran selatin camilerin kubbe ve minarelerinin bulun- duğu bu siluet tüm görkemiyle hayatta kalmıştır. Bu üç deniz, tarihçi Prokopi- 238 GEÇMİŞTEN BUGÜNE İstanbul, 17. Yüzyıl os’un 6. yüzyılda “bir su çelengiyle” karı ucu eski zamanlarda Avrupa’nın çevrelenmiş diyerek tanımladığı Kons- Tatlı Suları olarak bilinen iki dereyle tantinopolis’in üç su yoludur. beslenen, pala biçimli bir körfez olan Haliç’te Avrupa kıyısıyla buluşur. Bo- On altıncı yüzyıl ortalarında yazan ğaz ve Haliç daha sonra, İstanbul’un Fransız eski eser uzmanı Petrus Gy- tarihi yarımadası ve Asya yaka­sının llius, Boğaziçi’ni “tek bir anahtarla iki dış mahallelerinin arasından birlikte dünyayı ve iki denizi açıp kapadığı akarak Marmara’ya karışır. Haliç şehrin için tüm boğazların sonlandığı boğaz” Avrupa yakasını, kuzeyde liman bölge- olarak adlandırmıştır. Sözünü ettiği iki si Galata, güneyde ise bugün bazıları- dünya, Boğaz’ın Karadeniz ve Marma- mızın hala İstanbul diye andığı tarihi ra Denizi arasında yaklaşık 32 kilomet- yarımada (eski şehir) olmak üzere iki- re boyunca akarak ayırdığı Avrupa ve ye ayırır. Asya’dır. Boğaz güney kesiminde, yu- 239 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Gyllius, tarihi yarımadanın yedi tepesini numaralandıran ilk ki- şidir. Birinci Tepe, Avrupa kıyısında Boğaz ve Haliç’in kesiştiği noktada yükselerek güneydoğu çıkıntısını biçimlendiren aşa- ğı yukarı üçgen biçimli bir yarımada olan tarihi yarımadanın zirvesindedir. Sonraki beş tepe Haliç’e paralel uzanan sırttan itibaren birbirini izlerken, Yedinci Tepe yarımadanın güneybatı bölümünde Marmara kıyısında yükselir. Yaklaşık M.Ö. 660’da Megaralı Byzas tarafından kurulmuş olan özgün Yunan şehir devleti Byzantion, bir savunma duvarı ile çevrili Birinci Tepe’den biraz daha büyük bir alanı kapsamak- taydı. İmparator Büyük Constantinius 330. yılında Byzantion’u başkent yapıp adını da Byzation olarak değiştirdiğinde dört tepeyi çeviren bir sur yaptırdı. Ardından da 447’de II. Teo- dosius Trakya’ya doğru bir mil daha uzayıp giden, Haliç’ten Marmara’ya doğru dört milden fazla uzanan ve eski Roma’da olduğu gibi yedi tepeyi de içine alan yeni bir sur yaptırdı. Bu durum sembolik açıdan son derece önemliydi, çünkü Konstan- tinopolis “ikinci Roma”, diğer bir deyişle modern tarihçilerin Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyan devamı saydığı Bizans İm- paratorluğu’nun antik başkentiydi. Bizans İmparatorluğu, toprakları Akdeniz’i çevreleyen ve eski Roma İmparatorluğu’nun gücünün doruğunda olduğu dönem- de Augustus’un çizdiği sınırlarla rekabet eden Iustinianos’un (527-565) hükümdarlığı zamanında doruk noktasına ulaştı. Iustinianos’un en önemli anıtı, hala Birinci Tepe üzerinde bulu- nan ve Marmara Denizi’nde seyreden gemilerden bakıldığında şehrin siluetine egemen olarak yükselen azametli Ayasofya Ki- lisesi’dir. 240 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Boğaziçi ve Bizans Kenti Bocage Haritası - İstanbul Konstantinopolis, 1204 yılında, Bizanslılar’ın şehri 1261’de tekrar almasına kadar burada kalan Dördüncü Haçlı Seferi şövalyeleri ile Venedikliler tarafından ele ge- çirilip yağmalandı. Son yıllarında göz alıcı bir yeniden doğuşla gelişmekle birlikte, Bizanslılar şehri yeniden ele geçirdiği sırada, Bizans İmparatorluğu Iustinianos zamanındaki toprakların yalnızca küçük bir kısmından ibaretti. Bizans İmparatorluğu, Konstantinopolis’in yedi hafta süren bir kuşatmanın ar- dından 29 Mayıs 1453’te, bu tarihten itibaren halkının “Fatih” olarak adlandırdığı II. Mehmed yönetimindeki Osmanlı Devleti tarafından düşürülmesiyle son buldu. Şehir bundan sonra, Rumca “şehirde (veya şehre)” anlamına gelen eis stin po­li sözünün bozulmuş hali olan İstanbul olarak tanındı. 241 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Fatih, Fetih’ten hemen sonra şehri Os- nüfusu bugün 10 milyondan fazla ola- manlı İmparatorluğu’nun yeni başkenti rak hesaplanmaktadır. Şehrin sınırları, rolüne uygun olarak yeniden inşa et- Marmara kıyılarından yukarıya Boğazi- tirmeye başladı. Byzantion’un son yıl- çi’ne, oradan Karadeniz’in görüş alanı larında nüfusu azalan şehre yeniden içine kadar hem Avrupa, hem Asya kı- yerleşmeleri için hem Türkler’i, hem de yılarında kilometrelerce uzanmaktadır. gayrimüslimleri getirdi. Dördüncü Tepe Şehir nüfusunun yalnızca yarısı Müs- üzerinde, daha önceki Havarium Kilise- lüman Türk iken, en önemli azınlığının si’nin arazisinin olduğu yere Fatih Ca- Rum Ortodoks olduğu Türkiye Cumhu- misi adıyla büyük bir cami külliyesi inşa riyeti’nin başlangıç yıllarından bu yana, ettirdi. Ardından, 1465 civarında Birinci şehrin etnik oluşumu çarpıcı biçimde Tepe üzerinde, daha sonra Topkapı Sa- değişmiştir. Bugün nüfusun neredey- rayı olarak adlandırılacak bir impara- se tamamı Türk’tür; Ermeni ve Musevi torluk sarayı yaptırmaya başladı. azınlık on binlerle ölçülürken, Rum- lar’ın sayısı iki binden azdır. Ama yine Osmanlı İmparatorluğu, hükümdarlı- de burası etnik açıdan oldukça yoğun ğının sınırlarını bir dizi başarılı seferle çeşitliliğe sahip bir şehirdir, çünkü Türk Tuna’dan Kuzey Afrika’ya, Adriyatik’ten vatandaşları da, daha önceki Osmanlı Kafkasya ve Batı İran’a kadar genişle- İmparatorluğu’nun bir zamanlar hük- ten Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatı mettiği ve Konstantinopolis’i geçmişte sırasında (1520-1566) doruk noktasına bir dünya merkezi yapan benzer güçler ulaştı. Kanuni’yi taçlandıran mimari ba- tarafından İstanbul’un cazibesine kapı- şarı, Üçüncü Tepe üzerinde inşa ettirdi- larak buraya gelmiş çok büyük miktar- ği, Haliç’e bakan görkemli cami külliyesi daki tebayı temsil ederler. Süleymaniye’dir. Haliç’in kuzey kıyısındaki Galata liman Osmanlı İmparatorluğu’nun uzun ve bölgesi İstanbul’a iki köprü ile bağlı- dönüşü olmayan çöküşü Süleyman’ın dır, bunlardan aşağı kesimdeki Galata saltanatından sonra başladı; bununla Köprüsü, yukarı kesimdeki ise Atatürk birlikte bu çöküş, Atatürk ve takipçi- Köprüsü olarak bilinir. Galata Köprüsü, lerinin, başkenti Ankara olan yeni Tür- Galata bölgesindeki Karaköy’den tarihi kiye Cumhuriyeti’ni 1923’te kurmasına yarımadada yer alan Eminönü’ne giden kadar sürdü. Böylece Boğaz ve Haliç’in yayaların ana geçiş noktasıdır. birbirine karıştığı yerdeki bu yaşlı şehir, bir dünya imparatorluğu başkenti ola- Eminönü şehrin ilk günlerinden itibaren rak oynadığı rolünden on altı yüzyıldan çarşı bölgesi olmuştu çünkü Byzanti- sonra ilk kez vazgeçmiş oldu; fakat yedi on’un özgün limanı Haliç’te, Birinci ve tepesindeki muhteşem anıtları impara- İkinci Tepe’nin aşağısında bulunuyordu. torluğa ait geçmişini hatırlatan unsurlar Uzun zaman önce dolmuş olan antik olarak varlıklarını sürdürdü. Şehir, nü- liman bugünkü Galata Köprüsü’nün ol- fusunun yaklaşık yarım milyon olduğu duğu yerden Birinci Tepe’nin batıdaki 1923’ten bu yana oldukça büyüdü ve eğimine kadar uzanıyordu. Haliç’in bu 242 GEÇMİŞTEN BUGÜNE kısmı özellikle İstanbul kıyısında hala dır. Tüm şehrin 735 loncasının temsilci- bir liman görünümüne sahiptir. çünkü lerinin Alay Köşkü’nün önünden geçe- hem Boğaziçi’ne ve Asya yakasında- rek, sultanı gösteri ve maskaralıklarla ki banliyölere, hem de yukarı Haliç’te- eğlendirip şaşkına çevirmeye çalıştığı ki iskelelere sürekli olarak gidip gelen alay üç gün boyunca sürmüştür. Bu taşıtlarıyla çeşitli deniz hatlarının iskele gruplar arasında balıkçı ve balık pazarı ve rıhtımları bu kıyıya dizilmiştir. Gala- aşçılarıyla esnafı da vardı ve buluşma ta Köprüsü’ndeki yayalar, mallarını sat- yerleri, Evliya’nın geçit törenindeki et- mak için hem trafik gürültüsünü hem kinliklerini tanımlarken yazdığı gibi, bu- de deniz motorlarının tiz düdüklerini gün de hala bir pazara sahip oldukları bastırırcasına çığlık çığlığa bağıran iş- Haliç’in İstanbul kıyısındaydı. portacıların arasından geçmek zorunda kalırlar. Görünüşe bakılırsa, köprünün Balıkçıların işyeri Unkapanı’nın dışın- korkuluklarına dizilen amatör balıkçı- da, Haliç’teki eski balık pazarındadır. ların çoğunun günlük avlarından başka Balıkçılar dükkanlarını, arasında birçok yiyecekleri yoktur. Profesyoneller ise deniz canavarının da görüldüğü binler- yakaladıklarını yarım ekmek arası kızar- ce balığın olduğu tahtırevanlarla dona- mış balıklı sandviçten oluşan bir öğünün tırlar. Alaydan birkaç gün önce yaka- yenilebileceği, köprünün iki ucunda- ladıkları ve yetmiş sekiz sığırın çektiği ki kıyılarda bulunan balık pazarlarında yük arabalarına yükledikleri, zincirlerle satarlar. 1960 Eylül‘ünün sonlarında bağlı yunus, denizatı, balina ve büyük Galata Köprüsü’nden ilk geçtiğimde, boyutlu diğer balık türlerini sergilerler. öğle yemeği için Eminönü kıyısındaki İzleyicilerin büyük şaşkınlığı eşliğinde, bir kayıktan ekmek arası balık almış- “Hey!” ve “Yal” diye bağırarak geçerler. tım. Şimdi de, yirmi birinci yüzyılın bu Ayrıcalıklı balıkçılar çeşitli deniz böcek- ilk yıllarında en azından İstanbul’daki leri de toplar ve bunların çoğu ellerin- bu yaşam biçiminin benim zamanımda de hafif balta, zıpkın, tüfek ve yapma değişmediğine memnun olup aynı şeyi ağaçlar taşırlar. ara sıra yine yapıyorum. Aslında Emi- nönü’nün genel görünümü, hiç değilse Balık pazarı aşçılarının tümü, balığı fark- büyük kısmı İstanbul ve oradaki yaşam lı biçimlerde, kimi zeytinyağıyla, kimi biçiminin anlatan “Seyahatnâme”nin de ketentohumu yağıyla pişiren Rum yazarı, on yedinci yüzyıl Osmanlı tarih- kafirlerdir. Bunlar midye pilavı, istirid- çisi Evliya Çelebi’nin zamanından beri ye ve kefal balığı çorbası da pişirirler. değişmedi. Ayrıca takoz denilen ve bir hayli cinsel güç veren istiridyeleri de vardır. Çabuk Bu çalışmanın en renkli bölümü, Bağ- yenirse tadı yeşil sümüğe benzer ama dat’a sefer yapmaya hazırlanan ve İs- çok canlandırıcıdır ve bu yüzden karı- tanbul’un kaynaklarının neler olduğu- larını memnun etmek isteyen erkekler nu bizzat görmek isteyen IV. Murad’ın için yararlıdır. Kısacası zamparalar için 1638’de düzenlediği halka açık bir geçit özel bir lezzettir. Balık pazarı aşçıları töreni olan Esnaf Alayları’nın anlatılışı- halka açık alaylarda şarkılar söyleyip el 243 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Karaköy Galata Tramvay ve Sosyal Yaşam - 1918 kol hareketleri yaparak geçerler. Bun- sağlanan gelir külliyenin bakım lar komik adamlardan oluşan bir toplu- masraflarına katkıda bulunuyordu. Bu luktur ve çok şen biri olan sultanı epey tesislerin büyük kısmı kalmış; okul, güldürürler. hamam ve darüşşifa ortadan kalkmıştır. Galata Köprüsü’nden bakıldığında Galata Köprüsü’nün ucundaki karma- caminin sağında L biçimli alımlı bina, Yeni şık meydana, heybetli Yeni Cami ya da Cami Külliyesinin çarşısıdır. İngilizce’de daha bilinen adıyla Valide Sultan Camisi Baharat Çarşısı olarak bilinen yer egemendir. Caminin yapım kararını as- aslında Mısır Çarşısı olarak adlandırılır. lında 1597’de, III. Mehmed’in annesi Sa- Mısır Çarşısı’ndaki dükkân sahipleri altı fiye Sultan vermiştir. Ama oğlu 1603’te ayrı lonca olarak düzenlenmişti; Evliya ölünce Safiye bu tasarıyı bırakmak zo- da saray alayı geçişlerini tanımlarken runda kalmıştır; çalışma IV. Mehmed’in bunların en ünlülerini Mısır Attarları ve annesi Turhan Hatice Sultan cami in- Hoş Kokulu İçecekler Esnafı olduğunu şaatını tamamlatmaya karar verdiği söylemiştir. 1660’a kadar durmuştur. Turhan Sultan camiyi 6 Kasım 1663’te vakfetmiştir. Mısırlı Attarlar, tamamı üç bin parçadan oluşan, zencefil, karabiber, kakule, Yeni Cami İstanbul’daki büyük Osmanlı kimyon, tarçın, karanfil, ravent, hint camilerinin tipik bir özelliği olan ve sümbülü ve sapsabır sepetleriyle dolu kurumların birleşip külliye denen bir yük arabalarıyla donanmış olarak; yapı topluluğunu biçimlendirdiği bir Hoş Kokulu İçecekler Esnafı, ravent, vakıf merkezidir. Yeni Cami Külliyesi, esmeramber, gül, limon demirhindi caminin yanı sıra mektep, çeşme, sebil, vs’den yapılmış, farklı renk ve kokudaki darüşşifa, türbe, hamam ve çarşıyı her türlü şerbeti halka dağıtarak içeriyordu. Bunlardan son ikisinden seyircilerin arasından geçerler. 244 GEÇMİŞTEN BUGÜNE Yeni Cami’nin çevresindeki alan İstan- Büyük zatlara ve berber dükkanlarına, bul’un başlıca çarşı caddelerindendir. ezgileriyle insanı kendinden geçiren Özellikle pazar günleri şehrin yoksul bülbüller temin ederler. Somaki ve inci kesimi kendileri gibi yoksul olan seyyar kakmalı oldukça değerli kafesleri vardır. satıcılardan her türlü ucuz mal satın al- Bu kafeslerin bazıları bin akçe değerin- mak için buraya gelir. Hiçbirinde ruhsat dedir ve yalnızca padişahlara armağan bulunmayan işportacılar, genellikle kısa edilir. Kafeslerinde kalabalığın gürültü- bir kovalamacadan sonra pes eden za- süyle heyecanlanmış bülbüller, birbir- bıtanın baskınlarından sürekli kaçarlar. leriyle şakıyan notalar eşliğinde reka- Tüccarlar brandaların üzerindeki malla- bet eder, yüksek sesle ve neşeyle şarkı rını caminin çevresinde ve Galata Köp- söyler. Diğer kafeslerde, bazıları İhlas rüsü’ne giden alt geçitlerde; elektronik Suresi ve başka duaları ezbere oku- kumandaların etrafında dönen oyuncak yan konuşan papağanlar ve çene ça- silahlı helikopterlerin kısa ve kesik yay- lan muhabbet kuşları görülür. Avlunun lım ateşinin, son albümlerini sağır edici Yeni Cami’nin güney girişinin karşısına bir sesle çalan kör besteci ve müzis- düşen son bölümü her zaman, okuma yenlerin sesini bastıramadığı Haliç kı- yazma bilmeyen Anadolulu köylüler için yısındaki rıhtımlarda sergilerler. 1974’te dilekçe yazan kişilerin yeri olmuştur. yayımlanan “Stanboul Sketches”adlı Yazdıkları dilekçelerin çoğu Osmanlı kitabımda buradaki seyyar satıcılara İmparatorluğu’nun en yüce kurulu olan dair tasvirimi yeniden okuduğumda da Divan’a sunulan dileklerini içerdiği için, anımsadığım gibi, görüntünün teme- Evliya’nın zamanında bu kişiler “arzu- li Eminönü’ne ilk ayak bastığımdan bu halciler” olarak bilinirdi. Yeni Cami’nin yana, elektronik eşya ve alt geçitler dı- dışındaki arzuhalciler çağa ayak uy- şında değişmedi: “Bu işportacılar adeta durdu ve onları burada gözlemlediğim saksağan kıvraklığına, göçmen kuşla- yıllar içinde, eski moda mekanik dakti- rın mevsime özgü duyusuna sahipler- lolardan dizüstü bilgisayar ve ep­ ostaya dir. Bir an şurada kolay aldatılabilir bir geçiş yaptıklarını gördüm. grup köylünün ardından koşarken, bir an orada zabıtadan kaçarlar; yağmur Caminin karşısındaki alan, ikisi de hala yaklaşınca satılık şemsiye, hava açınca eski, el yazısı gibi Osmanlı yazısını güneş gözlüğü çıkarıverirler.” kullanan mühür ve imza oymacılarının da yeridir. İstanbul’a ilk geldiğimde, Mısır Çarşısı’nın L biçimli açısı içindeki burada bir veya iki sülükçü de vardı avlu her zaman şehrin kuş pazarı ol- ama yıllardır onlardan birini bile muştur; Evliya’nın zamanında burada, görmedim. Bir de beyaz bir tavşan nisan ve mayısta Boğaziçi boyunca kullanarak müşterilerine kısmetlerini uzanan vadilerden bize hala serenat söyleyen yaşlı bir adam vardı. Tavşan, yapan bülbüller de bulunuyordu. Evliya sahibinin bir işaretiyle başını, Çin bize İstanbul’da o zamanlarda 500 bül- şans kurabiyelerindeki gibi katlanmış bül tüccarı olduğunu söyler ve onların kağıtlarla dolu bir kutuya sokar ve saray alayındaki geçişlerini betimler. parayı veren müşteriye genellikle 245 EMİNÖNÜ - SİRKECİ gelecek üzerine “Hareket etmeden Horoz’a bu adın verilmesinin nedeni, önce düşün!” gibi, az ve öz bir öğüt kuşatma sırasında Osmanlı askerlerini sunan bu kağıtlardan sunardı. Yıllardır her gün şafaktan önce coşkulu bir bu niyetçilerden de görmemiştim ama horoz gibi öterek uyandırmasıydı. yeni binyılın başlangıcı üzerinden çok Öldüğünde Fatih’in başı çektiği yas geçmemişti ki, Yeni Cami’nin arkasında, tutan kişilerin duaları eşliğinde, Yavuz bir köylü kalabalığı için katlanmış öğüt Er-Sinan’ın camisinin yanı başına kağıtlarını seçmekle meşgul iki beyaz gömüldü. Hasırcılar Caddesi, Fetih’ten tavşanla birlikte, koyu tenli genç bir sonra Haliç boyunca kurulan özgün adam gördüm. Daha yakından bakmak Osmanlı çarşı bölgesinin hayatta kalan için yaklaştığımda, niyetçi bana tek bölümüdür. Üzerindeki dükkanların Carcassonelu bir Cezayirli olduğunu çoğu eski Osmanlı hanlarının dış ve kehanette bulunan iki tavşanından revaklarında veya şehir içindeki başka hiçbir olanağı olmadan İstanbul’a kervansaraylarda yer alır. Hanların en geldiğini söyleyerek Fransızca bir nutuk eskisi, geniş altyapısı Bizans çağına çekti; bense bunun, insanı şaşırtmaya kadar uzanan Balkapanı’dır. Büyük hep devam edecek yaşlı şehrimizin olasılıkla geç Bizans devrinde, diğer geleceği için iyiye işaret olduğunu İtalyan şehir devletleri Haliç’in öte düşündüm. yanında bulunurken, burayı ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Venedikliler Hasırcılar Caddesi Mısır Çarşısı’nın batı kullanmışlardı. kapısından başlar ve Küçük Pazar olarak bilinen bölgeyi geçip, kıyıdaki anayola Hasırcılar Caddesi’nden Mısır Çarşısı’na koşut olarak Haliç’e uzanır. Evliya Çelebi kadar caddenin yaklaşık 150 metrelik bu caddeyi iyi biliyor olmalıydı; çünkü kısmının sağ yanı, şehirdeki büyük babasının evi bu caddenin ve ona koşut vezir camilerinin en zariflerinden yolların öbür ucunda, şimdiki Atatürk biri olan, olağanüstü İznik çinileriyle Köprüsü’nün girişinin hemen kıyısında tanınan Rüstem Paşa Camisi’nin hala ayakta duran Sağrıcılar Camisi’nin alçak revakıyla sınırlanmıştır. Camiyi yanındaydı. Evliya 1611’de orada, uzun Süleyman ve halefleri II. Selim ve III. zaman önce ortadan kalkmış; ama Murad’ın başmimarı olan büyük Mimar bahçesi ufak bir mezarlığa dönüşerek Sinan (yaklaşık 1492-1588) 1561’de varlığını sürdüren evde doğmuştu. yapmıştır. Caminin kurucusu, Kanuni Burada yalnızca iki mezar vardır; Sultan Süleyman’ın ikinci veziriazamı mezarlardan biri Evliya’nın atalarından ve sultanın tek kızı Mihrimah Sultan’ın olan ve 1455’te camiyi yaptıran Yavuz eşi Rüstem Paşa’ydı. Er-Sinan’a, diğeri ise Horoz Dede’ye aittir. Yavuz Er-Sinan 1453’teki kuşatma Meyve ve sebzenin satıldığı asıl çarşı sırasında Fatih’in sancaktarlarından biri, bölgesi Haliç kıyısında, şimdiki Galata Horoz Dede de onun silah arkadaşıydı. Köprüsü’nün hemen yukarısında, yüzer 246 GEÇMİŞTEN BUGÜNE lokanta, çayhane ve tavernaların artık deni- ze açılmaz olduğu 1970’lerin başlarına kadar ayakta kalan, büyük ahşap kayıkların yükleri- ni boşaltmak için kullandığı Yemiş İskelesi’nin olduğu yerdeydi. Bu tarihten sonra, kıyıdaki anayol ile Haliç arasındaki eski pazar semtinin tamamı belediye başkanı Bedrettin Dalan ta- rafından yıktırıldı. Şimdi bu alanın büyük kıs- mı, bir zamanlar oranın ne olduğunu hatırla- yan bizleri üzercesine otopark olarak hizmet veriyor. Bugün artık tarihe karışmış olan pazarın es- nafı, Evliya’ya göre, kayıklar Yemiş İskelesi’n- de boşaltılırken neler olduğunu canlandırmak için özellikle coşkulu bir gösteri gerçekleştiren meyve tüccarlarıyla saray alayında başarıyla temsil edilmişti. Manav Esnafı her tür meyveyle donanmış yük arabalarıyla geçer. Her biri sekiz veya on ada- mın direkler üzerinde taşıdığı yapay elma, ka- yısı ve başka meyve ağaçları da yaparlar. Di- Eminönü Sahilinden Ayasofya 247 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Eminönü Meydanında Kayıklar ğerleriyse dört yanı meyvelerle süslenmiş, akan çeşmeleri olan temsili köşkler inşa ederler. Köşklerde oturan oğlanlar seyirci- lerle pazarlık yapıp onlara meyve fırlatırlar. Bazıları kestaneden yapılmış giysiler içinde, kum üzümden yapılmış tespihlerle dua edip, Kuran’dan ayetler okurlar. Her biri bin adam tarafından halatlarla çekilen, meyve dolu yapma gemiler de inşa eder- ler. Bu gemilerin her birinin yelken, pruva ve kıç kısmı mey- ve kabuğu ve fındık taneleriyle süslenmiştir. Tüccarlar, meyve gemilerine girip sepetlerini doldurmak için büyük kalabalıklar halinde toplanırlar. Bu satış taklitlerinden çıkan büyük gürültü ve kavga eşliğinde Alay Köşkü’nün önünden geçerler. Bu, Ye- miş İskelesi’ne yanaşan her meyve gemisiyle birlikte limanda meydana gelen olayları tam olarak yansıtan bir tasvirdir. Stamboul Sketches kitabımda yer alan, Haliç’in pazar semtin- deki yıkımdan kısa süre öncesine ait bir fotoğrafı, Yemiş İs- kelesi çevresindeki yüzen restoran, çayhane ve tavernaları göstermektedir. Ön planda, bir cüce olan ve evcil pelikanıyla görünen Yaşar Kasım’ın Deniz Müzesi’nin girişi bulunur. Müze temel olarak, giriş için ufak bir para ödeyen Anadolulu köylü- lerin tanımadığı birer yaratık olan pelikan ve iki bunak foktan ibaretti. Para veren üç beş müşteri toplanınca, Yaşar ıslık çalar, bunun üzerine seyircilerin alkışlaması için pelikan kanatlarını, su teknelerindeki foklar da yüzgeçlerini çırpardı. Günün so- nunda Kasım foklarını besleyip müzesini kilitler, bundan sonra o ve pelikanı Galata Köprüsü’nün öbür yanındaki evlerine badi 248 GEÇMİŞTEN BUGÜNE badi yürürlerdi. Bir daha asla göremeyeceğimiz İstanbul’u hatırlat- mak için belleğime kazınmış bir sahne... Eski pazar semti bölgesinde kalan birkaç yapıdan Zindan Kulesi olarak bilinen yüksek ortaçağ yapısı, Haliç kıyısındaki Bizans deniz surlarının burçlarından biridir. Burası, hem Bizans, hem Osmanlı dö- neminde kadırga köleleri için hapishane olarak kullanılan adı kötüye çıkmış zindandır. Kule şimdi Cafer Baba olarak bilinen, denildiğine göre Bağdat Halifesi Harun Reşit’in temsilci olarak dokuzuncu yüz- yıl başında Konstantinopolis’e gelen ancak zindana hapsedilerek orada ölen Müslüman evliyanın türbesidir. Evliya’nın yazdığı gibi, Cafer’in mezarı 1453’teki Osmanlı fethinden sonra yeniden keşfe- dilmesinin ardından onarılmıştır. Cafer Baba kafirlerin hapishanesinin içinde, bugüne kadar adı ora- ya hapsedilmiş tüm o inançsız suçlu, borçlu ve katillerin hakaretine uğradığı yerde gömülüdür. Ama (Allaha hamdolsun!) İstanbul alın- dığında, Cafer Baba’nın zindan kulesindeki mezarı, hapishaneden çıkanların ve inançsızların lanetlerine karşı Cafer Baba’nın hayır du- asını dileyenlerin ziyaret ettiği bir mabet haline geldi. Kulenin yanında, Bizans deniz surlarının ana kapılarından biri olan eski giriş kapısının az bir bölümü hala durmaktadır. Kapı, zindana yakınlığı yüzünden, 1970’in ilk yıllarına kadar genellikle gemi mü- himmatıçıları ve denizcilik malzemeleri dükkanları gibi denizcilik işletmelerinin işgal ettiği çevre mahalleyi de içine alan bir isim olan Zindankapı olarak bilinir. Bu kapının özgün kimliği netleşmemiştir ama şimdi Yeni Cami’nin kapladığı alanda bulunan Musevi mahal- lesine uzandığı için burasının Porta Hebraica (Musevi Kapısı) ol- ması mümkündür. Bu bölgede, cami inşa edilirken tahliye edilen ve torunlarının Haliç’in kuzey kıyısında hala yaşadığı Hasköy’e yerleş- tirilen hizipçi Karay Musevileri oturuyordu. Osmanlı devrinin başla- rında, İtalyanlar tarafından Scala de Drongario olarak bilinen yakın- daki Yemiş İskelesi’ne çok sayıda gemi demirlediği için, yerli Rumlar kapıya Porta Caravion, yani Karavela Kapısı diyorlardı. 249 EMİNÖNÜ - SİRKECİ Petrus Gyllius, şehrin erken dönemle- “Babamın, annemin ve kardeşlerimin rinden itibaren bu noktadan Haliç’in kontrolünden uzaklaşmak için uzun karşı yakasına taşıma hizmeti verildiği- yolculuklar yapmayı düşünmeye, IV. ni söyler. Benim gibi köprüyü yürüye- Murad’ın şanlı saltanat günlerinde baş- meyecek kadar tembel olan ve arkası- ladım. Bütün dünyayı gezme tasarımı na yaslanıp tarihi yarımadanın siluetiyle biçimlendirirken, Allah’a bedenime sağ- onu kuşatan su çelengini seyretmeyi lık, ruhuma inanç vermesi için yalvar- yeğleyen yaşlı adamlar gibi müşterileri dım. Dervişlerin sohbetlerini araştırdım; olan ve Haliç’in karşısına yolcu taşıyan dünyanın yedi iklimi ve dört bir yanının küçük motorlu tekneler Yemiş İskele- tarifini duyunca, dünyayı görmeyi, Mu- si’ni hala kullanmaktadır. kaddes Ülke’yi, Kahire’yi, Şam’ı, Mekke ve Medine’yi ziyaret etmeyi ve bütün Yıkık kapının bitişiğinde, Ahî Çelebi yaratıkların medarı iftiharı Peygam- Camisi olarak bilinen, 1523’ten önce- ber’imizin doğduğu ve vefat ettiği yer- ki bir tarihte kurulmuş metruk ve yıkık lerin arınmış toprağında secde etmeyi bir cami vardır. Burası, özellikle Evliya daha da çok istedim.” Çelebi’nin “Seyahatnâme”nin açılış kıs- mında anlattığı mucizevi bir olay olan, Evliya işte bu umutla, ilahi rehberlik için Hazreti Muhammed’in onu büyük bir dua etmiş; bu rica en sonunda yirmi bi- gezgin ve tarihçi olacağı konusunda te- rinci doğum gününde kabul olmuş. O min ettiği rüyayla bağlantısından ötürü gece babasının evinde uykuya daldığı- ilgi çekmektedir. Evliya yirmi yaşların- nı ve rüyasında evin yakınlarındaki Ahî dayken İstanbul yakınlarında gezilere Çelebi Camisi’nde olduğunu gördüğü- çıktığını ve bunun sonucunda da gez- nü yazar. Rüyasında oraya varır varmaz gin olmaya karar verdiğini anlatır. caminin kapıları açılmış ve sabah duala- 250