Enjoying your free trial? Only 9 days left! Upgrade Now
Brand-New
Dashboard lnterface
ln the Making
We are proud to announce that we are developing a fresh new dashboard interface to improve user experience.
We invite you to preview our new dashboard and have a try. Some features will become unavailable, but they will be added in the future.
Don't hesitate to try it out as it's easy to switch back to the interface you're used to.
No, try later
Go to new dashboard
Published on May 26,2022
Like
Share
Download
Create a Flipbook Now
Read more
Published on May 26,2022
sehir-ve-dusunce-9 Read More
Home Explore sehir-ve-dusunce-9
Publications:
Followers:
Follow
Publications
Read Text Version
More from Yusuf Guler
P:02

4VWFĉFIJS

4VWFĉFIJS

P:04

İnsan için hayat kaynağı olan su, canlı organizmalar gibi gelişen, büyüyen ve yok olan şehirlerin

hayatı için de en önemli unsurdur. Şehirlerin tarihi süreç içindeki gelişimi incelendiğinde görülecek en önemli şeylerden biri şehirlerle suyun ilişkisidir. Bu ilişki insanın suya olan ihtiyacından

daha fazla anlam taşımakta, bizzat şehrin su ihtiyacı olarak da ortaya çıkmaktadır. Öyle ki şehirle coğrafyanın ilişkisi hep sular üzerinden kurulmuş ve gelişmiş, su şehrin her türlü canlılığının

kaynağı olmuştur. Ulaşım, ticaret ve yaşamın kaynağı olan su şehrin kurucu unsuru olurken, suyun yokluğu veya taşkınlığı ise yıkıcı bir etki haline gelmiştir.

Şehir ve Düşünce Dergisi bu sayısında suyla şehrin ilişkisini ele alıyor. Birisi canlı olan her şeyin

kaynağı, diğeri yeryüzündeki insanların çok büyük bölümünün yaşadığı yerleşim yeri. İkisi de

hem sorun çözücü, hem de üreticisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Çok değerli akademisyenlerimizin, yazarlarımızın ve uygulamacıların fikirlerinin yer aldığı bu sayımızda konu hem teknik

olarak, hem de varlık ilişkisi açısından ele alınmaktadır. Bir diğer taraftan elbette ki suyun estetik olarak şehre ve edebiyata kattıklarına da yer verilmektedir.

Şehir ve Düşünce Dergisi’nin günden güne sizlerin daha büyük beğenisine mazhar olduğunu

görmek bizim için en önemli motivasyon unsuru olmaktadır. Severek okuduğunuz derginin beğenisinin, sizlerin de katılmasıyla daha artacağına olan inancımla bütün okuyucularımıza ve

dergimizin gönüllülerine teşekkür ediyorum.

M. Tevfik GÖKSU

Esenler Belediye Başkanı

ŞEHİRDEN

P:05

Suyun, tarihin, yıldızın, insanın ve fikrin aktığı gibi şehirler de akıp gidiyor. Tarih içinde biri değerini

kaybedip “antik” olurken bir başkası parıldıyor. Su ve

şehir birlikte akıp giderlerken aralarındaki ilişki ontolojik, teknik ve romantik boyutlarıyla devam edip

gidiyor. Öyle ki birbirlerini yapıyor ve yıkıyorlar. Bu

açıdan bakıldığında suyla şehrin ilişkisinde bir diğer

önemli boyut ise ikisinin birbiri için tehdit niteliğinde olmasıdır.

Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun; Mukaddime

adlı eserinin “Bir Şehir Bina Edilirken Göz Önünde

Tutulması Gereken Şartlar ve Bu Şartlara Bakılmadığı

Takdirde Doğacak Zararlar”1

başlıklı faslında şehirlerin kurulması aşamasında dikkat edilmesi gereken

coğrafî şartlara dikkat çekmektedir. İbn Haldun’a göre şehirler kurulurken dikkat edilecek cihetlerden biri

de su işidir. “Şehir bir ırmağın kenarına kurulmalı veyahut şehir kurulacak yerin hizasında suları tatlı olan

kaynaklar ve çeşmeler çokça bulunmalıdır. Çünkü

şehre yakın yerde suların bulunması, ilk ihtiyaç olan

su tedarikini ve ahalisinin geçinmesini kolaylaştırıcı

ve faydası olur.”2

Suyun şehirle ilişkisi elbette ki insanların ve diğer

canlıların su ihtiyacının karşılanmasından ibaret değildir. Su, şehrin mekânsal dokusu için olduğu kadar ekonomik yapısı için de en önemli belirleyici faktörlerden biridir. Ancak gelişen teknoloji ile birlikte

suyun uzak mesafelere taşınabilmesi sayesinde şehirler susuz alanlara da kurulmaya başlanmış; suyla

şehrin ilişkisi insan ihtiyacını karşılayan teknik bir

boyuta indirgenmiştir. Buna rağmen insan yine de

suyun sağladığı görselliği de aramaktadır ve şehirlerde suyla bu boyutta ilişkiler kurulma çalışmaları

yapılmaktadır.

Şehirlerin, içme suyu ve yer altı sularını yok ettiği zamanları yaşıyoruz. Denizleri de kirleterek yok etme

tehdidi altında tutuyoruz. Buna karşılık olarak ise küresel ısınmanın artmasıyla suların şehirleri yok edeceğine dair bir tehditle yüz yüzeyiz. Bu durumda yapılması gereken en akıllıca iş suları tehdit etmekten

vazgeçip şehirlerimizi tehdit eden sorunları da ortadan kaldırmak olmalıdır.

Sizlerin katkılarıyla beğenisi her geçen gün artan

Şehir ve Düşünce Dergisi artık üçüncü senesine girmiş bulunuyor. Her sayıdan sonra birçok çevreden

gelen tebrik ve telkinler bizim için sonraki sayıların

hazırlanmasında yol gösterici olmaktadır.

Bu sayımızda, geçmiş sayılardan farklı olarak ilk kez

bir röportaja yer verdik. Su denilince ülkemizde ve

dünyada akla gelen en önemli bilim insanlarından biri ve uygulamacısı olan Orman ve Su İşleri Bakanımız

Sayın Prof. Dr. Veysel Eroğlu ile şehirlerin su ihtiyacının karşılanması, ülkemizde su yönetimi ve su ile

şehrin ilişkileri konularını içeren bir söyleşi gerçekleştirdik. Oluşmakta olan geleneklerimizde keskin

değişiklikler yapma taraftarı olmasak da sizlerin tekliflerine de açık olduğumuzu belirtmek isteriz.

Bu sayımızda, sizlerle bir de acı bir kaybımızı paylaşmaktayız. Dergimizin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde büyük emekleri olan Şevket Kalaycı ağabeyimizi

sessizce ebediyete uğurladık. Her zaman gülen gözleriyle ve çok sıkıştığımız zamanlarda bile, “Endişe etmeyin, hallederiz.” şeklindeki söylemiyle bizi hep rahatlatan Şevket ağabeyimizi rahmet ve minnetle yâd

ediyoruz. Katı olan her şeyin akıp gitmesi gibi o da

akıp gitti aramızdan. Onunla ilgili de derginin sonunda bir yazı bulacaksınız.

Sizlerin tekliflerine ve katkılarınıza her zaman ihtiyaç

duyduğumuzu belirterek bundan sonraki sayılarımız

için bunun artarak devam etmesini bekleriz. Bir sonraki sayının konusunu ise bu sayının yayımının hemen akabinde web sayfamızda bulabileceksiniz.

DÜŞÜNCEDEN

1 İbn Haldun, Mukaddime Cilt II, Çeviren: Zakir Kadirî Urgan, Milli Eğitim Bakanlığı Şark

İslam Klasikleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1997. s.234.

2 İbn Haldun, s.237.

P:06

İÇİNDEKİLER

18

İlâhî Tarzı Temaşâ Petra

Doç. Dr. Aynur CAN

46

Çeşmeler ve Çeşmebaşı Kültürü

Dr. Ercan TOPÇU

06

Şehrin Suyuna Gitmek

Metin Önal MENGÜŞOĞLU

Dicle Nehri ve Diyarbakır

Yrd. Doç. Dr. Taner KILIÇ

162

Afrika’ya Hayat Veren Su Kuyuları

Erhan AKCAN

158

Civilizational Impacts of the Nile River

for Egypt, Sudan and Ethiopia

Anwar HASSEN

130

İstanbul’un Tarihî Mirası:

Su Kemerleri ve Üzerindeki Tehditler

Dr. Hasan SAYILAN

80

58

Sular Diyarı, İmparatorluk Başkenti

İstanbul’da Suyun Serüveni

Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ

Su ve Tenzifat Ruh-ı Memlekettir

Ali Emîrî Efendi

40

88 DOSYA TOPLANTISI

Su ve Şehir Üzerine

Düşünceler

Prof. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ

Prof. Dr. Mazhar BAĞLI

Yrd. Doç. Dr. Ali UYUMAZ

Dr. Cemil ARSLAN

Dr. Fatma ŞENSOY

Dr. Hasan TAŞÇI

Röportaj “Su Yönetimi”

Prof. Dr. Veysel EROĞLU

12

Tarih, Kültür ve Coğrafyasıyla Suşehri

Mehmet GENÇ

152

P:07

Yıl: 2016 | Sayı: 9 Şehrin Suyuna Gitmek ¦ Sular Diyarı, İmparatorluk Başkenti İstanbul’da Suyun Serüveni

¦

İlâhî Tarzı Temaşâ Petra

¦

Kanallar Üzerinde Yaşayan Şehirler

¦

Çeşmeler ve Çeşmebaşı Kültürü

¦

Şehri “Pınar Metaforu” ile Düşünmek

¦

İstanbul’un Tarihi Mirası: Su Kemerleri ve Üzerindeki Tehditler

¦

Belge ve Kurmaca Filmlerde Şehir ve Su İlişkisi

¦

Civilizational Impacts of the Nile River for Egypt, Sudan and Ethiopia

¦

Suyun Altındaki Tarih: Halfeti’den Hasankeyf’e…

¦

Kurnalarından Mısra Damlayan İstanbul

¦

Fuzûlî, Mülhim Şehir ve Su Kasidesi

¦

Afrika’ya Hayat Veren Su Kuyuları

¦

www.sehirdusunce.com

Yıl: 2016 Sayı:9 Aktüel-Hakemli Dergi 4 Ayda bir yayımlanır

ISSN:2147-849X.

Yıl: 2016 Sayı:9

Su ve Şehir Su ve Şehir Üzerine Düşünceler

DOSYA TOPLANTISI:

Su ve Şehir Üzerine Düşünceler

Su ve Şehir

Esenler Belediyesi Adına

İmtiyaz Sahibi

M. Tevfik Göksu

Genel Yayın Yönetmeni

Prof. Dr. Mazhar Bağlı

Editörler

Dr. Hasan Taşçı

Hüseyin Yeşil

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Hüseyin Cerrahoğlu

Yayın Kurulu

Mazhar Bağlı (Prof. Dr.)

Ebru Erdönmez (Doç. Dr.)

Aynur Can (Doç. Dr.)

Murat Şentürk (Yrd. Doç. Dr.)

İhsan Aktaş

Nureddin Nebati (Dr.)

Özlem Zengin

Hasan Taşçı (Dr.)

Faruk Aydın

Cemil Arslan (Dr.)

Hakem Kurulu

Ahmet Fidan (Yrd. Doç.)

Ahmet Kala (Prof. Dr.)

Aynur Can (Doç. Dr.)

Celaleddin Çelik (Prof. Dr.)

Cemil Arslan (Dr.)

Ebru Erdönmez (Doç. Dr.)

Erbay Arıkboğa (Doç. Dr.)

Ertan Özensel (Doç.Dr.)

Ertuğrul Ökten (Dr.)

Faruk Tuncer (Yrd. Doç. Dr.)

Füsun Alioğlu (Prof. Dr.)

Hasan Taşçı (Dr.)

İclal Dinçer (Prof. Dr.)

İsmail Ceritli (Prof. Dr.)

Korkut Tuna (Prof.Dr.)

Mazhar Bağlı (Prof.Dr.)

Mehmet Ocakçı (Prof. Dr.)

Murat Şentürk (Yrd. Doç. Dr.)

Mustafa Kömürcüoğlu (Yrd. Doç. Dr.)

Selim Ökem (Yrd. Doç. Dr.)

Tülin Görgülü (Prof. Dr.)

Yasin Aktay (Prof. Dr.)

Yusuf Arayıcı (Doç. Dr.)

Yusuf Şahin (Prof. Dr.)

Zeynep Tarım (Prof. Dr.)

Zeynep Gemuhluoğlu (Yrd. Doç. Dr.)

Düzenleme

Erhan Akcan, Çağlar Mesci

Redaksiyon ve Tashih

Ayşe Kübra Bekâr

Halkla İlişkiler

Arif Gül, Zeynep Acer

Yayın Türü

4 ayda bir yayımlanır. ISSN: 2147-849X.

Yerel Süreli Yayın. Ücretsizdir.

İletişim

www.sehirdusunce.com

[email protected]

Adres

Şehir Düşünce Merkezi, Oruç Reis Mah.

Vadi Cad. No: 3 Giyimkent/Esenler

Telefon: 0212 438 30 81

Tasarım ve Uygulama

Düzey Ajans

0212 417 92 92 | www.duzeyajans.com

Baskı

İlbey Matbaa | 0212 613 83 63

* Dergide yer alan akademik makaleler hakem

onayından geçmiştir.

22

Fuzûlî, Mülhim Şehir ve Su Kasidesi

Yrd. Doç. Dr. Ali CANÇELİK

Belge ve Kurmaca Filmlerde

Şehir ve Su İlişkisi

İçinde Nehir Geçen Filmler

Hüseyin AYDEMİR

138

Suyun Bir Şehre Tanıklığı:

Drina Köprüsü

Sevilay ACAR

168

Şehir Kitaplığı / Haber

172

146

68 Su Kültürü

Salim ÇAĞLAR

Kurnalarından Mısra Damlayan

İstanbul

Fatma TOKSOY

108

Şehri “Pınar Metaforu” İle Düşünmek

Doç. Dr. Faruk TAŞÇI

74

Suyun Altındaki Tarih:

Halfeti’den Hasankeyf’e…

Dr. Nureddin NEBATİ

32

118

Prof. Dr. Tülin GÖRGÜLÜ

Doç. Dr. Ebru ERDÖNMEZ

Doç. Dr. Selim ÖKEM

Kanallar Üzerinde Yaşayan Şehirler

Faruk FIRAT

Su Kenti İstanbul’un Haliç Kıyısı:

19. Yüzyıla Ait Bir Endüstri Bölgesinin

Kültür Limanı Olarak Yeniden İşlenmesi

P:08

Metin Önal MENGÜŞOĞLU

Yazar - Şair

ŞEHRİN SUYUNA GİTMEK

DENEME

P:09

ur’ân-ı Kerîm (Nur

Sûresi: 45) meâlen,

“Hayat suda başladı” der. İnsan evrene ve kendisine baktığında, canlı hayatı

neredeyse dörtte üç nispetinde sudan ibaret olarak görür. Öteden

beri gerek ilâhî mesajların uyarısı,

gerekse düşünen insanların tespitleriyle, canlı hayat, evrim, yaratılış

gibi konularda karşımıza şu dört

unsuru çıkarmaktadır: Su, toprak,

hava ve ateş.

Allah’ın son ilâhî mesajında, insanın yaratılışına dair dikkatli okumalar, kişiyi, beşerin maddî bünyesini teşkil eden bu dört unsura dair

hatırlatmalar karşısında bırakacaktır. Bakıldığında ilâhî mesaj, “Hayat suda başladı” demekle sözü orada bırakmaz. İnsanın yaratılışına

dair okumalar sürdürüldüğünde,

görülecektir ki ardı ardına, “İnsan

topraktan yaratıldı, insan balçıktan yaratıldı, insan pişirilmiş balçıktan… İnsan şekil verilebilir balçıktan… İnsan alakadan yaratıldı.”

gibi ifadeler sıralanır. Nihai olarak

da “İnsana ilâhî ruh üflenir.” ve insan daha doğrusu beşer, meydana

gelir.

Yemek yemeden yaşamayı günlerce sürdürmek mümkünken, su içmeden bu süre oldukça kısalacaktır. Su ile insan arasındaki alâka,

alakadan yaratılmış olmakla da yakından alâkalıdır. Neticede alaka

da bir damla sudan ibarettir.

Türküler, hoyratlar vardır sular

üzerine. Hatırlayalım birisini:

Suda yandı su da yandı

Od düştü suda yandı

Seğirttim su serpmeğe

Serptiğim su da yandı

K

“Nizam köpürüyor, med vakti deniz

Nizam köpürüyor, ta çenemde su

Suda bir gizli yol, parıltılı iz

Suda ezel fikri, ebed duygusu.”

Necip Fazıl Kısakürek

“İnsan Bu Su Misali”

Alman Çeşmesi, İstanbul

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 6 7 ›

P:10

Çaylar, dereler, ırmaklar, göller, denizler tarih boyunca Allah elçileri, ilim insanları, sanatkârlar bakımından daima hayatın ön safında

rol sahibi olmuştur. Hazreti Nuh,

suların yükseldiği tufan ile, Hazreti İbrahim zemzem, Hazreti Musa

Kızıldeniz ve Nil Nehri ile sınanmışlardır. Son Allah elçisi, sevgili önderimizin de muhtelif defalar

yaşadığı coğrafyanın bir gereği olarak, su ile sınandığını biliyoruz. Nitekim Tebük Seferi sırasında, kuyu

nöbetçilerinin ihmali sonucunda,

suyun tükenmesiyle büyük sıkıntılar yaşamışlardı.

Çaylar, dereler,

ırmaklar, göller,

denizler tarih boyunca

Allah elçileri, ilim

insanları, sanatkârlar

bakımından daima

hayatın ön safında

rol sahibi olmuştur.

Sünni dünyanın klâsik ilmihal kitaplarının birinci bahsi hatırlanırsa, “Temiz sular ve taharet” başlığını taşır. Ferdî ibadetlerin yani

farz-ı ayn dediğimiz ritüellerin başında gelen salâtın ikamesi için,

abdest şartı, suyun İslamî hayattaki fonksiyonunu/vazgeçilmezliğini

gösterir.

Ninelerimiz, “su murattır” derlerdi. Derlerdi ama debisi yüksek

akarsularımızın, bazen dağlardaki karların erken erimesi, bazen de

şiddetli yağmurlar sonrasında, azgın sele dönüşerek, önüne geleni

silip süpürmesi sonrasında yakılan

ağıtları da unutulmamalıdır. Son

yıllarda sıklıkla ve severek okunup

dinlenen birisini hatırlayalım:

“Şu Fırat’ın suyu akar serindir

Yârimi götürdü kanlı zalimdir

Daha gün görmemiş taze gelindir

Söyletmeyin beni yaram derindir.”

Kömürhan Köprüsü Harput’a bakar

Körolası zalim Fırat ocaklar yıkar

Ahbapların gelmiş ağıtlar yakar

Söyletmeyin beni yaram derindir.”

Çeşmeli Şehir

Çeşmesiz Kentler

İnsan tekinin suya olan ferdî ihtiyacı yanında, hadise, insan topluluklarının yaşadığı şehirlerde, ciddi bir mesele halini almıştır. Kadim

tarihî dönemlerde, şehir ahalisinin

su ihtiyacını topluca karşılayabilmek maksadıyla, çok sayıda plan

proje geliştirilmiş, türlü yollar denenmiştir. Anadolu’nun güney doğusunda, çok önceki yüzyıllarda

yaşamış kavimlerin geliştirdikleri

Eğri (Kovuk)

Kemer,

Kemerburgaz,

İstanbul

Balıklıgöl, Urfa

P:11

sarnıç sistemleri, bugünkü teknolojik imkânlarla mukayese edildiğinde, geçmiş kavimlerin sanıldığı

kadar ilkel olmadıklarını, bugünün

zihninden hiç de geri kalmadıklarını göstermektedir. Mardin’de, Urfa’da, Ergani’de, Harput’ta hem derin kuyu sularını şehir ahalisinin

hizmetine sunma çalışmaları hem

de yağan kar ve yağmurların birikmesiyle oluşan sarnıçlar, besbelli

önemli işlev görmekteydi.

Ağrı şehri Doğu Beyazıt İlçesinde

bulunan İshak Paşa Sarayı’nın suyu, Ağrı Dağı eteklerinden başlayarak, yer altına döşenmiş künkler

vasıtasıyla, kilometrelerce öteden

akıtılmıştır. Hatta saraydaki insanların süt, yoğurt, yağ gibi ihtiyaçları için de yine aynı bölgeden ayrı

bir künk hattıyla dağda otlayan sürülerin sütü de akıtılmıştır.

Bir benzerini, Kayseri Erciyes Dağı eteklerinden, şehrin içerisine kadar döşeli, yer altı künk hatlarında

da görmek mümkündür.

Hiç şüphesiz şehirlere su temini,

şehrin bulunduğu coğrafî bölgenin

ne ölçüde sulak veya kurak olması

ile de alakalıdır. Yüksek karlı dağların, yaygın ormanların bulunduğu

yörelerdeki şehir halkı, su temini

bakımından güney illerdeki insanlara göre, biraz daha imkân sahibidir. Güçlü ırmak kenarlarında, göl

veya denize yakın bölgelerdeki şehirler de kısmen daha imkânlıdır.

Ne var ki suda kalite, içim yumuşaklığı aranacaksa, o vakit göl ve

deniz kenarlarındaki halkların nimet-külfet dengesi değişecek, tersine dönecektir.

Su, yalnızca beşerî bir

ihtiyaç değildir elbette.

Bütün öteki canlıların,

hayvan ve bitkilerin

de en az insan kadar

suya ihtiyacı vardır.

Suyun kıt bulunduğu, büyük zahmetlerle elde edildiği nispeten güney bölgelerinde, yukarıda bahsi

geçen ilmihal kitaplarının, temiz

sular ve taharet bölümleri, önem

kazanmaktadır. Zira kış aylarında,

bu bölgelerde, az da olsa yağan kar

ve yağmur sularının biriktirildiği

sarnıçlarda, suyun bekleme süresi arttıkça kirlenmesi, bozulması,

kokuşması, kurtlanması da artar.

O vakit bu durumdaki suyun içilip

içilemeyeceği, abdestte kullanılıp

kullanılamayacağı, fıkhî bir mesele

olarak ortaya çıkar. İlim insanlarının bu hususta şehir halkına, meselenin üzerinde ciddi çalışarak,

uyarıcı veya rahatlatıcı önderlikler

yapması beklenir.

Şehirleşme tarihi bir hayli eski

olan İstanbul’da, Doğu Roma İmparatorluğundan bu yana, hâlâ yaşayan Bozdoğan Kemeri ve Yerebatan Sarnıcı, o dönemdeki öteki

büyük şehirlerde görüldüğü gibi,

su ihtiyacını karşılamak maksadıyla, ortaya konulmuş çok önemli ve

değerli mimarî şaheserler olarak

durmaktadır.

Su, yalnızca beşerî bir ihtiyaç değildir elbette. Bütün öteki canlıların,

hayvan ve bitkilerin de en az insan

kadar suya ihtiyacı vardır. İnsan,

besinini çoğunlukla hayvan ve bitkilerden temin ettiğine göre, kendi yaşamasını sağlayan imkânlar

peşinde koştuğu gibi, öteki canlıların bu ihtiyacını karşılamak için

de çalışmak zorundadır. Çünkü onlar yaşarsa insan yaşayabilir. Bitki

ve hayvanların topluca ölüme terk

edildiği yerlerde insan yaşayamaz.

Bu sebeple meselâ, İstanbul’daki

meşhur Belgrat Ormanı’nda da, şehir surları gibi yükseltilmiş kemerler üzerinden su yürütülerek ihtiyaç karşılanmıştır.

İshak Paşa

Sarayı,

Ağrı

Tipik Mardin

Çeşmesi

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 8 9 ›

P:12

Kuşların, kedilerin, köpeklerin, büyük ve küçükbaş besi ve binek hayvanların, sineklerin ve arıların da

en az insanlar kadar ihtiyacı olan

suyu temin eden sokak, mahalle

çeşmeleri ne bereketli oluşumlardı. Bu çeşmeleri ortadan kaldırdıkça, sokaklarında suya ihtiyaç duymayan robotların yaşadığı kentler,

metropoller icat edildi. Belki de gelecek zamanların kentlerinde insanlar yaşamadığı gibi, ismini cismini saydığımız hayvanlar da mı

yok olacaklar?

Su Masumdur

Şer İnsandan Bulaşır

Bursa şehri için Evliya Çelebi meşhur Seyahatname’sinde, “Hülâsâ

Bursa sudan ibarettir.” şeklinde bir

değerlendirme yapmıştır.

Altmışlı yılların ortalarına kadar Bursa bu hüviyetini şöyle veya böyle korumuştu. Ankara Asfaltı denilen şehrin İstanbul yönü,

Santral Garajı’ndan öteye bütün

kuzey bölgesi, Bursa ovasıydı. Hemen her bağın bahçenin üst başında kütür kütür ve hiç eksilmeksizin

akan derin kuyu suları mevcuttu.

Şehir halkı dağ yamacındaki evinde oturur, ovadaki bahçelerinde

ise şeftali, armut, elma yetiştirirdi.

Kimileri ise şehrin sebze ihtiyacını karşılamak maksadıyla, tarlasını

eker biçer ve sözü edilen güzel, kaliteli sularla beslerdi. Kaliteli suyu

içen meyve ve sebzenin de kalitesi artardı.

Nasıl ki manevî

anlamdaki en büyük

nimet zamandır. Su da

maddî anlamda belki

de insana bahşedilmiş

en büyük nimettir.

Hatırlamaya çalışıldığında Santral

Garaj denilen son yerleşim bölgesinin, İstanbul yakasına bakan geniş

kuzey kısımları, Ovaakça, Kemerçeşme, Dua Çınarı, Vişne Caddesi, Arabayatağı, Ağaköy, Vakıfköy,

Gürsu ve Kestel diye uzayıp giden

ve yalnızca Bursa’yı değil, bütün

memleketi hatta dünyayı doyuran ve besleyen ürünler yetiştirirdi. Bursa Şeftalisi ve Deveci Armudu’nu bilmeyen var mıdır? Çilek ve

ahududuyu hiç saymıyoruz.

Peki, şimdi o yemişlerden ne haber

diye sorulduğunda, cevap yine bir

sualle gelecektir: Bahsi geçen sular

nerede ise yemişler de oradadır.

Kaç kişi hatırlar ve üzerinde düşünür acaba, Bursa’nın meşhur kestane şekerinin kestanesi, Uludağ’dan

mı toplanmaktadır yoksa Kütahya veya Aydın’dan mı gelmektedir?

Uyanık okuyucu bu sualinin cevabını çoktan bulmuştur.

Bir türkü vardır: “Su sızıyor sızıyor

taşların arasından…” Böyle başlar

ve yürür. Nasıl ki manevî anlamdaki en büyük nimet zamandır. Su

da maddî anlamda belki de insana

bahşedilmiş en büyük nimettir. Su

ile zamanı ortak hareket ettirdiğinizde, meselâ dünyanın en sert, en

granit yapılı mermer parçasına dakikada bir su damlasın. Su, zaman

içerisinde o granit mermeri delip

dışarı sızar. Marifet minik damlada mıdır yoksa onun zamanla yarışında yani sürekliliğinde midir?

Suyun tabiatı budur, daima akar.

Bilindiği gibi tabiatta şer, pislik

yoktur. Deniz ve toprak asla leş kabul etmez. Deniz kıyıya vurur, toprak ise altına alır. Tabiatın ve eşyanın aslı mübahtır, temizdir. Kir ve

pislik sonradan ve yalnızca İblis’in

adımlarına uyan insanoğlu tarafından ona bulaştırılır. Esasen insanın da fıtratı başlangıçta tertemizdir. Bozulma, çürüme, şer ve bela

bulaştırma sonradandır. Fıtratını

bozan, vicdanının üzerini küfreden (örten) kişidir, şerri işleyen.

Elaziz, Urfa ve Adıyaman illerinde yıllar evvel, şehirlerin içindeki

akarsulara, kanalizasyon artıkları bırakılırdı. Suların üstü de kapalı değildi. Bu üç şehirde, (belki bilmediğim başka şehirlerde de) kirli

akan sulardan ötürü bir tür sivrisinek türemişti. Çocukları öyle kötü

ısırırdı ki suratlarında, burunlarının üzerinde, derin yaralar açardı.

Bu yaralara İl Yarası, Şark Çıbanı gibi isimler verilirdi. Hülâsâ su, tek

başına tertemiz iken onun ıslahıyla

uğraşmayıp, bünyesine pislik kattığınız zaman o, bu ihaneti Şark Çıbanı benzeri şer ve belalarla insana

geri çevirir.

İnsan, tabiatı ıslah ile ödevlidir. Onun ilkelliğini, vahşiliği ve

Bursa

P:13

bakirliğini, ona dokunarak, budayarak, aşılayarak giderir. Hamlıktan ve saflıktan kurtarır. Sular,

gübre katar, ıslah eder. Böylece ondan yararlanır.

Tabiatı kendi başına bırakır, onun

varlığını unutur, hışmını hesaba katmazsanız, size sel, tsunami,

toprak kayması, çığ gibi felaketlerle

kendini hatırlatır.

Bu sebeple suyun nimeti yanında

gazabını da düşünmelidir. Şehirleri

inşa edenler, bölgenin su, hava ve

toprağına dair özellikleri çok iyi hesaplamak durumundadırlar. Şehre

yerleşecek olan insanlar içme, kullanma, hayvan ve bitkilerin ihtiyacını karşılama gibi sorunlar üzerinde titizlikle durmak, düşünmek

zorundadırlar.

Kaynakların asıl sahibi

Allah’tır ve bence beşerî

ve tabii ihtiyaçların çok

ötesinde, neredeyse

sınırsız kaynaklar ihsan

etmiştir insanlara.

Önemli olan bu

imkânların insanlar

arasında paylaşılarak

kullanılmasıdır.

Modern iktisatçılar kaynakların

sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu tezinden hareketle, türlü teoriler geliştirmiş ve insanı bu hususta tedbire çağırmışlardır. Gelin

görün ki, bir bakıma doğru gibi görünen bu bakış açısının, ihmal ettiği çok önemli hakikatler vardır.

İnsan, yeryüzü kaynaklarının sahibi/maliki mi sanmaktadır kendisini? Kaynakların kıtlığını nereden

çıkarmaktadır?

Oysa kaynakların asıl sahibi Allah’tır ve bence beşerî ve tabii ihtiyaçların çok ötesinde, neredeyse sınırsız kaynaklar ihsan

etmiştir insanlara. Önemli olan

bu imkânların insanlar arasında

paylaşılarak kullanılmasıdır. İşte

bu sebeptendir ki, birbirine muhtaç bulunan insan toplulukları tek

başına yaşamayı değil, şehirlerdeki sosyal hayatı seçmişlerdir. Bu

seçim aynı zamanda bir paylaşım

sözleşmesidir. Nitekim Allah bunu sınamak maksadıyla yaratmıştır insanı bir bakıma.

Öyle ise insan, Allah’ın işine karışmak yerine, kendi sorumluluğunu

bilerek ve hatırlayarak paylaşımcı

bir hayatı yaşamaya bakmalıdır.

İnsana ödevini tekrar hatırlatmak

gerekirse, Allah’ın ikramını, suyu

ve zamanı iyi, sağlıklı kullanmalıdır

evvela. Eldeki imkânları paylaşmayı bilmelidir. Tabiatı ıslah göreviyle geldiğini unutmamalıdır. Hayatının her safhasında unutmaması

gereken asıl görevi ise bahsi geçen

bu nimetlerin hakiki sahibi olan

Allah’tan gafil kalmamasıdır. Nimetleri tüketirken onların asıl sahibine şükretmeli ve bu istikamette yaşamını sürdürmelidir.

Su Sarnıcı,

Diyarbakır

Elazığ

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 10 11 ›

P:14

Prof. Dr. Veysel EROĞLU

Orman ve Su İşleri Bakanı

SUSUZ HAYAT

MÜMKÜN DEĞİLDİR

RÖPORTAJ

P:15

ayın Bakanım, İSKİ

Genel Müdürü, Devlet Su İşleri Genel

Müdürü, ardından

Orman ve Su İşleri

Bakanı olarak uzun

yıllardan beri ülkemizin su yönetiminin başında bulunuyorsunuz.

Suyun şehirler için neyi ifade ettiğini bize anlatabilir misiniz?

Susuz hayat mümkün değildir. Su,

bütün canlıların hayatlarını idame

ettirebilmeleri için temel unsurlardan birisidir.

Maddenin üç halinde de bulunabilen suyun kendine has özellikleri, su çevrimini ve dolayısıyla canlı

hayatı mümkün kılmıştır. Su; renksiz, kokusuz, elde bile tutulamayan şekilsiz bir maddedir. Ancak

toprakta ve soluduğumuz havada

mevcut olan su, yerini başka hiçbir

tabii veya suni maddenin dolduramayacağı bir kaynaktır.

Sesiyle huzur, gücüyle enerji veren

su; içmek, yiyecek üretmek ve sağlıklı bir hayat için ilk insanlardan

günümüze kadar gelen en eski ihtiyaçlardan biri olmuştur. Suyla buluşmuş toprak, insanoğluna

cömertliğini sunmuş, çeşit çeşit

meyve, sebzenin yetiştirilebilmesini sağlamıştır. Suyla sadece insan nesilleri değil, medeniyetler de

gelişmiştir.

Suyun varlığıyla önem kazanmış,

suyla iç içe yaşayan şehirlerin yanında, su fakiri olan şehirlerin

olduğunu da biliyoruz. Şehirlerin

suyla ilişkisini değerlendirebilir

misiniz?

Ülkemiz bilindiği gibi Dünya’nın

yarı-kurak coğrafyasında bulunmaktadır ve yağış dağılımı düzensizdir. Biz, ülke olarak canlı hayatı

için elzem olan bu eşsiz kaynağın

korunmasını ve sürdürülebilir kullanımını, esasen insanoğlunun tabiata karşı ahlâkî mesuliyeti olarak

S

Suyla buluşmuş toprak, insanoğluna cömertliğini sunmuş,

çeşit çeşit meyve, sebzenin yetiştirilebilmesini sağlamıştır.

Suyla sadece insan nesilleri değil, medeniyetler de gelişmiştir.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 RÖPORTAJ ‹ 12 13 ›

P:16

görmekte ve çalışmalarımızı bu

bağlamda devam ettirmekteyiz.

Türkiye’de ziraat, içme suyu, sulama ve taşkın koruma gibi su ile

alakalı faaliyetlerden mesul ana

kuruluş Bakanlığımız bünyesinde

vazife yapan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’dür. Genel Müdürlüğümüz son 13 yılda su güvenliği ve suya adil ulaşım konularında

ciddi çalışmalar yapmaktadır. Bir

yandan baraj ve depolama tesisleri inşa ederek su arzını arttırırken, diğer yandan da su talebini

makul seviyelere indirmenin gayretindeyiz. Suyu israf etmeden

verimli kullanmak ve su talebini karşılayacak yatırımları yapma

mecburiyetindeyiz.

Arzın artırılmasına ilişkin tedbirler kapsamında depolama kapasitesini arttırmaya çalışmaktayız, bu

doğrultuda artan su ihtiyaçlarını

karşılayacak nispette ve gelecek su

ihtiyaçlarını belli oranlarda garanti

altına alacak baraj ve göletler inşa

etmekteyiz.

Suyun fazla olduğu zamanlarda

hem taşkın zararlarını önlemek

hem de suyun fazlasını depolamak

suretiyle kurak zamanlarda kullanıma sunma yönünde su biriktirme yapıları olan barajlar, göletler

ve rezervuarlar ülkemiz için vazgeçilemez yapılardır.

Bir yandan baraj ve

depolama tesisleri

inşa ederek su

arzını arttırırken,

diğer yandan da

su talebini makul

seviyelere indirmenin

gayretindeyiz. Suyu

israf etmeden verimli

kullanmak ve su

talebini karşılayacak

yatırımları yapma

mecburiyetindeyiz.

Son 13 yılda ülkemizin dört bir yanında 320 adet barajı tamamlayarak, aziz milletimizin hizmetine

sunduk. Dünyanın yakından takip

ettiği “GÖLSU-1000 Günde 1000

Gölet ve Sulama Projesi” ile mevcut depolama kapasitemize ciddi

bir destek sağlayacağız.

81 vilayetimiz için İçme Suyu Eylem Planları hazırladık. Böylece şehirlerimizin 2040, 2050 ve hatta

2071 yıllarını planladık.

İşletmeye aldığımız 98 adet içme

suyu projesi ile 41 milyon vatandaşımıza içme suyu temin ettik.

İnşaatları devam eden 45 adet proje tamamlandığında 23 milyon

kişiye daha içme suyu sağlamış

olacağız.

Tamamladığımız 75 adet modern

içme suyu arıtma tesisleri ile günde 7,7 milyon metreküp AB standartlarında arıtılmış su üretiyoruz.

Son 13 yılda; Afyonkarahisar’da

Düzağaç Akdeğirmen Barajı, Ağrı’da Yazıcı Barajı, Aydın’da İkizdere Barajı, Bursa’da Nilüfer Barajı,

Çankırı’da Güldürcek Barajı, Erzurum’da Palandöken Barajı, Kahramanmaraş’ta Ayvalı Barajı, Karaman’da İbrala Barajı, Kars’ta Selim

Barajı, Kilis’te Seve Barajı, Sinop’ta

Erfelek Barajı, Sivas’ta 4 Eylül Barajı, Tekirdağ’a Naipköy Barajı,

Trabzon’da Atasu Barajı, Yozgat’a

Musabeyli Cemil Çiçek Barajı ve

Çanakkale Gelibolu’da Çokal Barajı ile içme suyu meselesini çözdük.

Ülkemizin en büyük metropolü

olan İstanbul için Melen Projesi’ni

uygulamaya koyduk.

Melen Projesi bünyesinde dünyada iki kıtayı birbirine bağlayan

ilk ve tek uzun su altı tüneli olan

Elmalı Barajı

Beykoz-İstanbul

P:17

Boğaziçi Tüneli ile Asya ve Avrupa’yı denizin 135 metre altından

birleştirdik.

Melen ve Yeşilçay Projeleri ile İstanbul’un 2071 yılına kadarki içme

suyu ihtiyacını karşılayacağız.

İzmir’in içme suyu problemini çözmek için Gördes Barajı’nı ve isale hattını inşa ettik. Böylelikle İzmir’in içme suyu problemini de

2040 yılına kadar çözmüş olduk.

Ankara’nın rüyası Gerede Projesi’nde çalışmalar devam etmektedir. Ankara’nın 2050 yılına kadar

içme suyu problemini çözecek olan

proje ile yılda 226 milyon metreküp su, 31 bin 600 metre uzunluğunda ve 4,5 metre çapında Türkiye’nin en uzun tüneli ile Çamlıdere

Barajı’na aktarılacaktır.

Kaynaklar ne kadar

fazla olursa olsun,

planlı bir su yönetimi

sergilenmediği sürece

su sıkıntısı yaşanması

kaçınılmazdır.

Asrın projesi “KKTC Su Temin

Projesi” ile 107 kilometre uzunluğundaki isale hattı ile yavru vatana yılda 75 milyon metreküp su

iletiyoruz.

Tarihten günümüze şehirlerin

oluşumunda suyun büyük etkileri olmuştur, geleceğin şehirlerinde

suyun yeri ve önemi ne olacaktır?

Su olmadan hayatın var olamayacağı düşünüldüğünde, su kaynaklarının çok daha dikkatli kullanılmasının önemi kendiliğinden

ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında su kaynaklarını tehdit eden ciddi meseleler de bulunmaktadır.

Dünya nüfusu arttıkça su tüketimi

de artmakta, sanayileşme ve artan

nüfus dünyadaki su kaynaklarını

kirleterek bu kaynaklar üzerindeki

baskıyı arttırmaktadır.

Özellikle son yıllarda kendini

göstermeye başlayan küresel ısınma ve buna bağlı değişen iklim

şartları da buna eklendiğinde, dünyadaki su kaynakları üzerindeki

mevcut baskı daha da artmaktadır.

Kaynaklar ne kadar fazla olursa

olsun, planlı bir su yönetimi sergilenmediği sürece su sıkıntısı yaşanması kaçınılmazdır. Bu anlayışla su potansiyelimizden teknik

ve ekonomik şartlar çerçevesinde

optimum düzeyde faydalanmaya

çalışmaktayız.

İçme, kullanma ve sanayi suyu temini, zirai sulama, taşkın zararlarından korunma ve hidroelektrik enerji üretimi konularında

kaynakların dikkatli kullanımı ve

sağlanacak denge, muhtemel bir

su sıkıntısı riskini asgari düzeye

indirmektedir.

Su, kaynaklarımızın son damlasına

kadar değerlendirilmesi adına, bütün kamu kurum ve kuruluşlarının

koordinasyon içerisinde yürüttüğü

titiz çalışmalar devam etmektedir.

Ancak kaynakların maksimum düzeyde kullanımı yalnızca kamunun

alacağı tedbirlerle sağlanamayacaktır. Bunun için sivil toplum kuruluşlarının ve basının üzerine de

büyük vazifeler düşmektedir.

Türkiye su zengini bir ülke değildir. Kişi başına düşen yıllık su

miktarına göre; ülkemiz, su azlığı

yaşayan bir ülke konumundadır. KKTC Su Temin

Projesi

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 RÖPORTAJ ‹ 14 15 ›

P:18

Dolayısıyla Türkiye’nin gelecek nesillerine sağlıklı ve yeterli su bırakabilmesi için kaynaklarının çok

iyi korunup akılcı kullanılması gerekmektedir. Herkes bu bilinçle

hareket edip suyu tasarruflu kullanmalıdır. Suyun, tabiatta alternatifi olmayan tek kaynak olduğu

unutulmamalı ve vatandaş olarak

üzerimize düşen vazifeleri yerine

getirmeliyiz.

Su; insanoğlunun

tabiata müdahalesinden

en çok nasibini alan

tabii kaynakların

başında gelmektedir.

Ortak geleceğimiz olan

su; canlıdır, akıllıdır, ona

nasıl davranırsanız öyle

karşılık verir. Koruyup

geliştirirseniz pek çok

fayda temin eder. Hoyrat

davranıp yatağını işgal

ederseniz, taşkınla,

selle karşılık verir.

Ülkemizin su politikasında önceliği millî kaynağı olan suyun son

damlasına kadar kullanılması ve

kaynak israfının önlenmesidir. Yani, bir yandan suya yatırım yaparak

arzı arttırmak, bir yandan israfı ve

gereksiz su kullanımını önleyerek

talebi azaltmak.

Suyun kurucu etkisi olduğu kadar yıkıcı etkisi de vardır. Şehri

yönetenler kurucu etkiden yararlanırken yıkıcı etkiye karşı önlem alıyorlar. Su ile şehir ilişkisini bu açıdan da değerlendirebilir

misiniz?

Su; insanoğlunun tabiata müdahalesinden en çok nasibini alan tabii

kaynakların başında gelmektedir.

Ortak geleceğimiz olan su; canlıdır, akıllıdır, ona nasıl davranırsanız size öyle karşılık verir. Koruyup

geliştirirseniz pek çok fayda temin

eder. Hoyrat davranıp yatağını işgal ederseniz, taşkınla, selle karşılık verir.

Meydana getirdiği sosyo-ekonomik kayıplar ve oluş sıklığı açısından değerlendirildiğinde, tabii

afetler içerisinde taşkınlar, depremlerden sonra ikinci sırada yer

almaktadır.

Son yıllarda meydana gelen yüksek

riskli taşkın sayısındaki artışlar,

uzun vadede yürütülen koruma faaliyetlerinin hızlandırılmasını zaruri kılmıştır.

Bu çerçevede büyükşehir belediyesi sınırları içerisindeki derelerin ıslah ve bakımını su ve kanalizasyon

Melen Barajı

Ankara İçme

Suyu Projesi

Gerede Sistemi

P:19

idareleri tarafından, belediye sınırları haricindeki derelerin ise ıslahının DSİ tarafından yapılması,

diğer belediyelerde ise belediye ve

DSİ’nin müşterek çalışarak derelerin ıslah ve bakımının yapılması

kararlaştırılmıştır.

Son 13 yılda hizmete aldığımız

1.909 adet taşkın koruma tesisi ile

4,4 milyon dekar alanı taşkınlardan koruduk.

Şehir planlama ve tasarımında su

kaynaklarının önemi nedir?

ÇED ile herhangi bir bölgede gerçekleştirilecek bir faaliyetin tabii

ve yapay çevreye etkileri incelenerek o faaliyetin çevresel sürdürülebilirliğe etkileri değerlendirilir.

Muhtemel olumsuz çevresel etkiler

minimize edilerek o bölgeye ilişkin

kaynakların sürdürülebilirliği sağlanır. Bilimsel ve katılımcı yöntemlerle yapılan planlar sayesinde tabii

kaynaklar verimli kullanılacak ve

gelecek nesillerimize sağlıklı, planlı bir çevre bırakmış olacağız.

Eğer kaynaklarımızı, içinde yaşayan canlılara ve diğer tabii varlıklara zarar vermeden kullanabilirsek,

yani sürdürülebilir kullanımını

sağlayabilirsek, en iyi şekilde yönettiğimizi ispat etmiş oluruz.

Türkiye’deki bütün su havzaları

için “Havza Koruma Eylem Planı”

çalışmalarını 2013 yılı sonu itibarıyla tamamladık ve uygulamaların

takibine başladık.

Bilimsel ve katılımcı

yöntemlerle yapılan

planlar sayesinde tabii

kaynaklar verimli

kullanılacak ve gelecek

nesillerimize sağlıklı,

planlı bir çevre

bırakmış olacağız.

Ülkemizde kentleşme ve ekonomik gelişme neticesinde artan nüfus yoğunluğu temiz su kaynaklarına olan ihtiyacı her geçen gün

arttırmaktadır. Aynı zamanda iklim değişiklikleri ve çevresel kirlenme temiz su kaynaklarını etkilemektedir. Bu bağlamda ülkemiz

şehirleri temiz suyu sağlamaya

nasıl devam edecektir?

Daha önce de belirttiğim gibi şehir

merkezlerimizin içme suyu sıkıntısı çekmemesi ve sağlıklı suya erişimi ile alakalı olarak ilki 2007 yılında 2008-2012 yıllarını kapsayan

“81 Şehir Merkezinin İçme-Kullanma ve Sanayi Suyu Temini Eylem

Planı” hazırladık. 2010 yılında bu

eylem planını, 2010-2014 yılları

için revize ettik ve son olarak 2013

yılında 2013-2017 yıllarını kapsayan yeni bir eylem planı hazırladık.

İller bazında yakın, orta ve uzak

vadede su ihtiyacı tespit ettik ve

su sıkıntısı çekeceği öngörülen

şehirlerde acil eylem planları uygulamaya başladık. Bu çalışmalar neticesinde 81 il merkezinde

mevcut olan ve gelecekte ihtiyaç

duyulacak içme, kullanma ve sanayi suyu miktarları ayrı ayrı belirlenmiştir. Bu eylem planının hedefi; şehir merkezlerimizin asgari

2040 yılına kadar olan su ihtiyaçlarının 2023 yılına kadar yapılacak

tesislerle temin edilmesidir.

Ayrıca GAP, KOP, DOKAP, DAP,

TRAGEP, EGE GEP, AKDENİZ GEP

ORTA ANADOLU GEP, BAKGEP

ve MARMARA GEP gibi ülkemizin

7 bölgesini kapsayan gelişim projeleriyle temiz suya ulaşmayan şehrimiz kalmayacaktır.

Sayın Bakanım, bu yoğunluğunuz

arasında vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Atatürk Barajı

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 RÖPORTAJ ‹ 16 17 ›

P:20

İLÂHÎ TARZI TEMAŞÂ

PETRA

Doç. Dr. Aynur CAN

Marmara Üniversitesi - Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Üyesi

MEKÂN

P:21

etra, Ürdün’de Lut

Gölünün güneyinde yer alan vaktiyle Baharat Yolu üzerinde kalan kumtaşı

kayalıklarında inşa

edilen antik şehirdir. MÖ 400 ile

MS 106 yılları arasında Nebati İmparatorluğunun başkenti oldu. Nebatiler Arap Yarımadasından gelen göçebe kabileler olup ticarette

hüner sahibi idiler. Bu döneminde

Çin’den ve Hindistan’dan getirilen

tütsü, baharat, yağ ve güzel kokular içeren değerli yükleri Akdeniz’e

ulaştıran Arabistan, Mısır, Suriye,

Hindistan, Yunan Yarımadası ve

Roma’yı birbirine bağlayan zengin

bir kervan ticareti şehri olarak ün

kazanan Petra, aynı zamanda güvenilir ve sağlam bir baharat deposu olarak işlev görmüştü.

Depremlerle ayrılmış kumtaşı kayalıklarının uzun bir zamanda su

taşkınları ile oyulmasıyla oluşan

derin bir vadi olan geçit (The Siq)

aşıldıktan sonra ulaşılan şehirde

Nebatiler baraj ve tünel yapıları

ile gelişmiş bir su yönetim sistemi

kurmuşlardı. Şehrin farklı noktalarında sayısı 20’den fazla sarnıçlarla suyun taşınması sağlanmıştı.

Kumtaşı kayalıklarının suyu emen

bir özelliğe sahip olmasından dolayı kaybı önlemek için kanallar seramik ile kaplanmıştı. Yağmurun

az olduğu ve sıcaklığın 50 dereceyi

bulduğu çöl iklimine sahip bu ortamda sürekli su kaynağına sahip

olunması ve taşkınları önleyici sistemlerin kurulumu yetkin bir alt

yapı çözüm yöntemi olarak halen

P

Şehre insanın sunduğu cezbeden önce ilahi bir cezbe hali ile

karşı karşıyasınızdır. Sizi gerçekliğin bağlamından koparan ve

bir o kadar gerçekliğe bağlayan bir estetik haz haline doğal ve

hızlı bir yoldan eriştiriliverirsiniz. Hayy ve Kayyum ile Cemâl

ve Celâl esmalarının nefes alışlarında salınır insan ruhu bu

şehirde.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 18 19 ›

P:22

hayranlık uyandırıcıdır. Son Nebati Kralı II. Rabbel’in Romalılar’a yenilmesi ile şehir Roma İmparatorluğu’nun bir parçası oldu. MS 4.

yüzyılda Hıristiyanlık kültürünün

yaşandığı bir mekân oldu. Sonraları deprem ve ekonomik sıkıntılar

ile şehir tarih haritasından silinmiştir. Bir tür harabe şehir olarak

yaşamıştır.

Nebatiler baraj ve tünel

yapıları ile gelişmiş

bir su yönetim sistemi

kurmuşlardı. Şehrin

farklı noktalarında

sayısı 20’den fazla

sarnıçlarla suyun

taşınması sağlanmıştı.

19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1812

yılında İsviçreli bir seyyah olan

Johann Burkhardt tarafından yeniden keşfedilen şehir, 1985’te

UNESCO’nun Dünya Kültürel Mirası listesine katılmıştır. 2007 yılında da dünyanın yedi harikasından biri olarak belirlenmiş

olup Wadi Musa (Musa’nın vadisi) olarak anılmaktadır. Nebatiler

döneminde o zamanın zenginlik

ve ihtişamını dile getiren El Hazne (Hazine) olarak ifadelendirilen

içinde kral mezarlarının bulunduğu tapınak yapısı, Petra’nın muhteşem yapısı olarak yorumlanmaktadır. 5 metre genişliğinde, 91-182

metreye ulaşan yüksekliğe sahip

kanyon içerisinde ilerleyen geçit

aşıldığında bu yapı belirivermektedir. 39 metre yüksekliğinde, 25

metre genişliğinde gülkurusu rengindeki yekpare kayaların, en yukarıdan aşağıya doğru oyularak biçimlendirilmesi ile oluşturulmuş

zarif bir eser karşınıza çıkmaktadır.

Bir Pagan tapınağı olan eserin gösterişli ön cephesi Nebati, Yunan ve

Mısır kültürünün inançsal figürleri: Hayvanlar, çiçek ve bitki motifleri ile süslenmiştir.

Dünya mirasına hediye edilen bu

eser ve yetkin su mimarisi ile hatırlanan Nebatiler dönemi sonrası Roma eserleri ile şehir süslenmiştir. Roma dönemi, 7.000 kişi

kapasiteli bir antik tiyatro yapısı,

sütunlu yol, kilise yapıları, kaya

bloklarına nakşedilmiş mezarlar,

evler ve rölyefler oluşturulmuştur.

Kumtaşı kayalıklarının içerdiği

kimyasal bileşenlerin taş dokusunda görünür kıldığı sıcak renkler,

güneş ışığının sunduğu farklılık

ve sürpriz etkilerle harikulade bir

P:23

doğal dekor sergilemektedir. Bu

haliyle ilahi tarzın temaşa edilebileceği bir ortam oluşmaktadır. Gül

renkleri olan pembe, kırmızı, turuncu ve sarının ışıkla konuşan,

her an farklı tonları ile belirmesi

ve silinmesi arasında bir renk cümbüşünün seyrine dalmak halini yaşatmaktadır. Petra bu renk ahenginden ötürü Gül Şehir (Rose City)

olarak da anılmaktadır. Şehre insanın sunduğu cezbeden önce ilahi

bir cezbe hali ile karşı karşıyasınızdır. Sizi gerçekliğin bağlamından

koparan ve bir o kadar gerçekliğe

bağlayan bir estetik haz haline doğal ve hızlı bir yoldan eriştiriliverirsiniz. Hayy ve Kayyum ile Cemâl ve

Celâl esmalarının nefes alışlarında

salınır insan ruhu bu şehirde. Sadeliğin ve basitliğin muhteşem güzelliğinin derin sükûneti ile bizim

kuşatamadığımız ama bizi sarıp

sarmalayan engin yüceye dönüşümü, renklerin ahengi, ışığın gücü

ve etkisi, taşın estetiği, ışıkla hareket, taşla sükûnet ve zamanın saf

ruhuna dokunabilme tecrübesini

ikram eder şehir. Rahman ve Lâtif

isimlerinin tecelli ettiği kendine

has bir güzellik yorumunu solutur

size. Petra’da taş, rengi ve ahengi

ile sıcacıktır, içinizi ısıtır.

Yağmurun az olduğu ve

sıcaklığın 50 dereceyi

bulduğu çöl iklimine

sahip bu ortamda

sürekli su kaynağına

sahip olunması ve

taşkınları önleyici

sistemlerin kurulumu

yetkin bir alt yapı çözüm

yöntemi olarak halen

hayranlık uyandırıcıdır.

Günümüzde, Amerikan film endüstrisinin ünlü sinema sahnelerine dekor oluşturan işlevsel

görüntüleri ile insanlara ulaşmaktadır. Sinbad and Eye of Tiger

(1977), Indiana Jones: Son Macera

(1989), Mortal Kombat: Annihilation (1997), Çölde Tutku (1997) ve

Mumya Geri Dönüyor (2001) gibi

sinemalara ve televizyon dizilerine ev sahipliği yapmıştır. Şair John William Burgon’ın deyişi ile “tarihin yarısı kadar yaşlı gül kırmızısı

şehir”, güzelliğini bize has bir zevkle tatmak üzere keşfedilmeyi beklemektedir.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 20 21 ›

P:24

Yrd. Doç. Dr. Ali CANÇELİK

Kocaeli Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Osmanlı Türkçesi ve İslamî Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

FUZÛLÎ, MÜLHİM ŞEHİR

VE SU KASİDESİ

P:25

sıl adı, Süleyman

oğlu Mehmet olan

Fuzûlî’nin doğum yılı ve yeri

konusunda farklı görüşler olsa da

1483’te Kerbela’da doğduğu ve

1556’da Bağdat’ta vefat ettiği kabul görmektedir.

Irak bölgesine gelen Türkmenlerin Bayat Boyu’ndandır. Bayat Boyu, Oğuz boylarındandır. Zamanla

farklı gruplara bölünen bu boyun

bir grubu, Irak Bayatları olarak

isim almıştır. Fuzûlî’nin Bağdat’ta

epey müddet yaşadığı, sonra Kerbelâ’da bulunan Hz. Hüseyin ve

Hz. Abbas türbelerine yakın yerlerde yaşamını sürdürdüğü düşünülmektedir. Mezarı Hz. Hüseyin

Türbesi’nin yakınındadır.

Her büyük sanatkâr gibi, mükemmeliyetçilik ve de eşsiz olma peşindedir. Başkasını taklit etmemiş;

hatta kendi çabalarıyla bulduğu

orijinal şiirleri başkalarıyla olan

benzerliğinden dolayı iptal

etmiş; kayda geçmemiştir.

Üç tip insanı sevmez: Birisi cahil kâtiptir ki, yanlış yazar ve anlamı tamamen ters

çevirir. Diğeri, kötü şiir okuyan insandır. Şiir mi nesir mi

okuyor belli değildir. Üstelik çok iyi şiir okuyorum diye

de övünür. Son olarak da kötü şâirdir. Aslında şâir değildir, şâirlik iddiasında bulunur.

Kötü şiirleriyle herkesi şiirden

nefret ettiren “müteşâ‘ir”dir.

Fuzûlî; âlim, fâzıl, iyi yaratılışlı, hoş sohbet; erdem ve fazilet sahibi, dünya malında hırsı

olmayan, kanaatkâr, izzet ve haysiyet sahibidir. Dünyanın insanı

alçaltan geçici istekleri yerine, fakirlik ve yoklukta hissettiği sekîneti ve huzuru tercih etmiştir.

Sultanlık, dünya nimetleri, güç ve

kudret geçici iken kendisinin aşk,

mihnet ve kanaat saltanatı kalıcıdır. Ona göre padişah, askerlerine

bol bol hediyeler, saçılar verir, ülkeler fetheder. Fethettiği yerlerin

emniyet ve asayişi için uğraşır. Feleğin ters dönmesiyle ülke de asker

de saltanat da yok olup gider. Kendisi söz ülkesinin padişahıdır ki sözünün zaferi ülkeler fetheder. Her

sözü, Allah’ın yardımıyla denizler

ve karalar tutan ve aşan bir pehlivandır. Ne vergi ne de haraç verir.

A

Her büyük sanatkâr gibi, mükemmeliyetçilik ve de eşsiz olma

peşindedir. Başkasını taklit etmemiş; hatta kendi çabalarıyla

bulduğu orijinal şiirleri başkalarıyla olan benzerliğinden dolayı

iptal etmiş; kayda geçmemiştir.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 22 23 ›

Fuzûlî

P:26

Irak’ın Coğrafî

Özellikleri

İnsan, yetiştiği toplumun olduğu

kadar coğrafya ve iklimin de bir

meyvesidir. Fuzûlî, her sanatkâr

gibi yaşadığı toprakların güzelliklerini ve zorluklarını yaşamış ve onu

sanatkârane bir üslupla eserlerinde

işlemiştir.

Şâirin doğduğu ve yaşadığı yer

Irak’tır. O zamanlar İran’ın kuzeybatı kesimi için Irak-ı Acem denilmektedir. Irak-ı Arap ise Bağdat ve

çevresi için kullanılmaktaydı. Irak,

Dicle ve Fırat havzaları ile bu havzaların kuzeyinde bulunan dağlık

bölgelerden oluşmaktadır. Grekler tarafından Mezopotamya olarak adlandırılan bu bölge Araplarca

“beyne’n-nehreyn” (iki nehir arası)

olarak adlandırılmıştır. Geçmişte

Irak-ı Arap olarak ifade edilen bölge, Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşerek Basra Körfezi’ne kadar getirdikleri delta üzerinde Bağdat-Basra

Bölgesi ve çevresidir.

Bağdat, karasal iklime sahiptir.

Gündüzleri sıcak, geceleri ise serin

veya soğuk olabilmektedir. Yazları

çok sıcaktır. Bazı bölgelerde hararet ve rutubet dolayısıyla yaşamak

oldukça zordur. Bu sebeple gündüzleri yer altına yapılan bodrumlarda vakit geçirilir. Akşamları ise

damlarda serin havalarda oturulur

ve yatılır. Ağustos’ta esen Semûm

rüzgârının verdiği sıkıntı oldukça boğucudur. Şarkî denilen lodos

rüzgârının hararetini artırmasına

karşın Garbî denilen poyraz rüzgârı ise oldukça ferahlatır. Kış aylarında, Doğu Anadolu dağlarından

esen sert ve keskin rüzgârları çölün tutamamasından dolayı Bağdat’ın güneyine kadar oldukça şiddetli bir hava hissedilir.

İnsan, yetiştiği

toplumun olduğu kadar

coğrafya ve iklimin de

bir meyvesidir. Fuzûlî,

her sanatkâr gibi

yaşadığı toprakların

güzelliklerini ve

zorluklarını yaşamış

ve onu sanatkârane

bir üslupla

eserlerinde işlemiştir.

Bazen taşkınlık bazen kuraklık sebebi olan Fırat ve Dicle, her hâlükârda bu toprakların vazgeçilmez hayat kaynağıdır. Irak’ta

bulunan Necef ve Hindiye göllerinin katkıları ve Fırat ile Dicle’nin

kendi yataklarında taşıdığı verimli

topraklarla, yöre oldukça bereketli

ve mümbit bir araziye sahiptir.

Bağdat bölgesinde çok eskiden ormanlık alanların olduğu söylense

de günümüze kadar çeşitli iklim

olaylarından dolayı, bu ormanlardan eser kalmamıştır. Sadece Fırat

ve Dicle nehirlerinin kıyılarında

söğüt ve ılgın ağaçları bulunmaktadır. Eskiden olduğu gibi şimdi

Bağdat ve Basra yörelerinde hurma bahçeleri şehri hem beslemeye

hem de süslemeye devam etmektedir. Basra’da dünyanın en iyi hurmasının yetiştiği söylenir. Bu hem

ticarî gelir açısından önemlidir. Bununla birlikte hurma birçok işe de

yaramaktadır. Çekirdeği yakıt olarak kullanılır, öğütülüp su katılarak

deve yemi haline getirilebilir, yapraklarından yelpaze, köklerinden

yatak ve iskemle gibi şeyler yapıldığı gibi, kütükleri de yapı işlerinde kullanılır. Bu açıdan bakıldığında hurma başlı başına Bağdat halkı

için çok önemli bir yere sahiptir.

Bağdat’ta nehir bulunan yörelerde aslan, ceylan ve dağlık arazilerde ise kurt, kaplan, çakal gibi

hayvanlar görülebilmektedir. Gözlerinin büyüklüğü, burun deliklerinin genişliği, boylarının inceliği ve

endamlarının güzelliği dolayısıyla Irak atları şöhret bulmuş ve çok

büyük değere sahip olmuştur.

Usta şâire ilham kaynağı olan bu

şehir; toprak evler, damlar ve yollardan oluşur. Yağmur sularının

toprak evlerin damlarından süzülüşü, şâirde gözyaşı olur. Damların yarıkları gözyaşının oluşturduğu izlere dönüşür. Şehrin iki nehri

Hicaz’a doğru yol alır. Bu akış, aşk

ile Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın

temiz topraklarına, bâb-ı saadetinin eşiğine gidiş oluverir. Yakıcı

sıcakların ikliminde insanoğlu su

ararken, su; başını taştan taşa vurur, kendinden geçer ve bir dem

dinlenmeden sevgilisine doğru yol

alır. Tek ve önemli olan, mâşuktur.

Bu ilhamla yazılan kaside hakkında çok şey söylenebilir. Kısaca izah

etmek suretiyle, aşağıda görüleceği

üzere anlamaya ve anlatmaya çalışmış bulunmaktayız.

Bağdat

P:27

Su Kasidesi

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki

odlara su

Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su

“Ey göz, gözyaşından gönlümdeki ateşlere su saçma! Çünkü aşk ateşiyle bu kadar tutuşan ateşe su çare

olmaz.”

Fuzûlî’nin şiirlerindeki en önemli tema, “aşk” ve “ızdırap”tır. Aşk

ateşi hiçbir şekilde sönmesi mümkün olmayan bir güce sahiptir. Şâir,

kendisine aşk ateşiyle içi yanarken

ağlamaktan ve ağlarken de ateşin

sönmeyeceğini telkin etmekten

kendisini alamaz. Gözyaşı, ateşi

söndürmek için imdada yetişir; ancak bir faydası olmaz. Âşık, gözüne

boşuna uğraşmaması için uyarıda

bulunmaktadır.

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi

bilmezem

Ya muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su

“Şu dönen gökkubbenin rengi su rengi

midir, yoksa gözümden akan yaşlar mı

gök kubbeyi kaplamıştır bilmiyorum.”

Âşık o kadar çok ağlamıştır ki gözünden akan yaşlar, sel olup taşmış

ve gökyüzünü boydan boya kaplamıştır. Gözün baktığı yerleri gözyaşı renginde görür. Gökyüzü

normalde su renginde ve mavidir. Beyit, göz ile gökkubbenin yuvarlaklığı ve su taşıması ve dökmesi arasında bir benzerlik hissi

doğurmaktadır.

Yakıcı sıcakların

ikliminde insanoğlu su

ararken, su; başını taştan

taşa vurur, kendinden

geçer ve bir dem

dinlenmeden sevgilisine

doğru yol alır. Tek ve

önemli olan, mâşuktur.

Zevk-i tîğünden aceb yoh olsa gönlüm çak çak

Kim mürûr ilen bırağur rahneler

dîvâra su

“Kılıcının (açtığı yaranın) zevkinden

gönlümün parça parça olmasına şaşılmaz; çünkü su aka aka zamanla duvarda yarıklar açar.”

Sevgilinin kılıcı; kirpiği, yani bakışıdır. Sevgilinin her bakışı,

kirpiklerini bir kılıç gibi kullanarak âşığın gönlünde yaralar açar.

Âşığın gözünden yaşlar akar. Duvardan akan su nasıl yarıklar oluşturursa, gözünden akan yaşlar da

gönlünde öylece yaralar oluşturur. Âşık, sürekli sevgilinin bakışına mazhar olduğu için bu yarıklar

hiçbir zaman iyileşmez. Zaten şâir

de iyileşmesini istemez; zira şâir,

sevgilinin bakışıyla yaralanmaktan

zevk almaktadır.

Beyit, tasavvuftaki “nazar” kavramına da atıf yapmaktadır. Nazar,

Allah dostlarının, şeyhlerin-mürşidlerin müridlerine, sülûk ehline

(manevî yolda ilerleyen dervişlere)

bakışı demektir. Bu bakış, müntesiplerin ruhlarına tesir ederek onlara olgunluk verir. Kalplerini ilahî

feyizle doldurur ve arındırır.

Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin

İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su

“Yaralanmış gönül senin (oka benzeyen) kirpiklerinden korkuyla bahseder. Nitekim yaralı olan kimse suyu

tedbirle içer.”

Âşık, sevgilinin bakışlarıyla sürekli yaralanmakta olduğu için her daim yaralıdır. Bu sebeple sevgilinin

nazarından bahsettiği zaman tedbirli olmaya çalışır. Normal bir yaralının su içerken tedbirli davranması gibidir. Bir yandan yaralıdır

ama diğer yandan su kadar ihtiyaç

duymaktadır.

Suya virsün bâg-bân gül-zârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek virse

min gül-zâra su

“Bahçıvan boşuna zahmet çekmesin,

gül bahçesini sele versin. Ne de olsa

binlerce gül bahçesine su verse yüzün

gibi bir gül açılmaz.”

Şâir, sevdiğinin güzelliğine işaret

eder. Öyle güzeldir ki hiçbir gül

onun gibi güzel olamaz. O yüzden

başka güzellikler için uğraşmaya

değmez. Bahçıvan, gül bahçelerine

su basıp onlarla ilgilenmekten vazgeçmelidir. Beyit, Hz. Peygamber

Hattat: Etem Çalışkan

Adell Armatür

Koleksiyonu

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 24 25 ›

P:28

Aleyhisselâm’ın gül sembolüyle

anılmasına işaret etmektedir. Hz.

Peygamber gibi hiçbir kimsenin gelemeyeceğini ifade etmektedir.

Ohşadabilmez gubârını muharrir

hattuna

Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su

“Kâtip, kalem gibi (aşağı doğru)

bakmaktan gözlerine kara sular inse de, hattını yüzündeki tüylere

benzetemez.”

Beyit, gül örneğinde olduğu gibi

sevgiliyle benzerlik kurmanın imkânsızlığını ifade etmektedir. Bu

sefer sevgilinin yüzündeki ayva

tüyleri ile bu imkânsızlık dile getirilir. Gözlerine kara sular inene

kadar çalışsa da hiçbir kâtip bunu

başaramaz.

Burada hat sanatının türü olan gubarî ile ayva tüyleri arasında bir

benzerlik kurulur. Ayva tüyleri,

dengi ve benzeri olmayan bir sanat

eseri gibi güzeldir.

Gubarî hattın en önemli özelliği

çok küçük yazılıyor olmasıdır. Sevgilinin yüzündeki tüyler de bu sebeple gubarî hatta benzetilmiştir.

Kalemin gözüne kara sular inmesi, kalemin baş aşağı tutulduğu zaman uç kısmına mürekkebin gelmesidir. Bu, insanın yazı çalışması

yaparken sürekli aşağıya bakmasından dolayı gözüne kızarma veya

kararma gelmesine benzetilmiştir.

Şâir, sevdiğinin

güzelliğine işaret eder.

Öyle güzeldir ki hiçbir

gül onun gibi güzel

olamaz. O yüzden

başka güzellikler

için uğraşmaya

değmez. Bahçıvan, gül

bahçelerine su basıp

onlarla ilgilenmekten

vazgeçmelidir.

Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânım n’ola

Zâyi’ olmaz gül temennâsıyla vermek hâra su

“Yanağını yâd etmemden dolayı (gözlerimden akan yaşla) kirpiklerim ıslansa ne olur ki; zira gülü düşünerek

dikene su vermekle bir şey zayi

olmaz.”

Nasıl ki gülün dikeni olmasına rağmen gülün yetişmesi temennisiyle su veriliyor ve bu, boşa gitmiş

olmuyorsa senin yanağını anıp

ağlayınca gözyaşım boşa gitmez

demektedir.

Şâir yanak ile gül, kirpik ile diken

arasında benzerlik kurmaktadır.

Buradaki gül temennası Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ı görmek

olarak anlaşılabilir. Zat-ı şerifini

görmek için onu can-ı gönülden

istemek gerekir. Bunun göstergesi de gönülden dökülen gözyaşıdır.

Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun diriğ

Hayrdur virmek karanu gicede

bîmâra su

“Hüzün günü kılıcını hasta gönülden

mahrum etme. Karanlık gecede hastaya su vermek hayırdır.”

Şâir, gönlüne hüzün çöktüğü zaman sevgiliden nazarını mahrum

etmemesini talep etmekte; sevgilinin nazarını gece vakti hastalığı

artan hastaya ferahlaması ve kasvetten kurtulması için verilen suya

benzetir.

Beyitte, karanlık gece, ölümü de

çağrıştırmaktadır. Bu çerçevede

düşünülecek olursa usta şâir, Hz.

Peygamber Aleyhisselâm’dan ölüm

vakti medet ummaktadır. Ölüm

anında hastaya su vermek nasıl

kıymetli bir ikram ise sevgilinin

âşığa nazar kılması da aynı derecede kıymetli bir lütuftur.

İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin et

Susuzam bir kez bu sahrâda menüm’çün ara su

“Ey gönül! Sevgiliden ayrı kaldığında oka benzeyen kirpiklerini isteyerek

kavuşma arzunu dindir. Bu çölde susuzum, bir kez de benim için su ara.”

Çölde susuz kalan kimse nasıl hararet ve heyecanla su ararsa, şâir

de aynı şekilde sevgilinin oka benzeyen kirpiklerini aramaktadır.

Bu, çeliğe su vermek anlayışını

P:29

çağrıştırmaktadır. Çeliğin suyla

buluşmasından sonra daha kuvvetli olması gibi sevgilinin kirpikleri de âşığın gönül kanıyla buluşunca daha kuvvetli olacaktır. Burada

âşığa gerekli olan, gönül kanıdır;

çünkü susuzluğunu sadece onunla

giderebilmektedir.

Men lebün müştâkıyam zühhâd

kevser tâlibi

Nitekim meste mey içmek hoş gelir huş-yâra su

“Ben senin dudağından çıkan (ilâhî

nefese kavuşma) arzusundayım; zâhidlerse kevseri talep etmektedir. Nitekim (ilâhî nefesle) mest olmuş kişiye şarap içmek, ayıklara ise su içmek

hoş gelir.”

Burada Yunus Emre’nin “Bana seni gerek” sözleri hissedilmektedir. Fuzûlî de bizzat sevgiliyi talep

eder ve onun dışındakilere herhangi bir iştiyak ve ihtiyaç duymaz.

Zâhidler ise seni değil, vaatleri

istemektedirler.

Burada ilginç bir mânâ daha belirmektedir: “Leb”, divan şiirinde

tekliğin yani “vahdet”in, “kevser”

ise çokluğun yani “kesret”in sembolüdür. Kesret/çokluk maddîdir.

Zâhidler, maddî olanı istemekte;

kendisi ise maddî olana müstağni

durmakta ve vahdeti istemektedir.

“Mey”, burada ilâhî aşkı temsil

eder. Kendisine hoş gelen de mey

olduğu için ilâhî aşktan yanadır.

Zaten ilâhî aşkla mest olup kendinden geçmiştir. “Huş-yâr”, aklı

başında olan kimseler için kullanılır. Zâhidlerin her şeyi akıllarıyla anlamaya çalışmalarından dolayı bu şekilde isimlendirilirler. Bu

yüzden de akıl, maddî olanı istemektedir. Akıl kuralcı ve hesapçıdır; gönül ise aşkına kulak verir ve

hesap yapmaz.

Çölde susuz kalan

kimse nasıl hararet

ve heyecanla su

ararsa, şâir de aynı

şekilde sevgilinin oka

benzeyen kirpiklerini

aramaktadır. Bu, çeliğe

su vermek anlayışını

çağrıştırmaktadır.

Ravza-i kûyına her dem durmayup eyler güzâr

Âşık olmış gâliba ol serv-i

hoş-reftâra su

“Su, galiba o hoş yürüyüşlü serviye

(servi gibi uzun boylu güzele) âşık olmuş. Bir an bile durmadan, onun cennet bahçesine akar.”

O hoş yürüyen sevgiliye âşık olan

su, ona doğru her daim akmaktadır. Suyun tabii akışı sevgiliye

ulaşma sebebine bağlanmıştır.

Beyitte, herhangi bir bahçe anlamına gelecek kelime kullanmak

yerine “ravza” kelimesinin kullanılması, Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın evinin ve mescidinin bulunduğu yeri çağrıştırmak içindir.

Bu sayede okuyucunun zihninde

ravza-i kûy ile Ravza-i Mutahhara

canlandırılmaktadır. Ayrıca Dicle

ve Fırat nehirlerinin güney yönüne doğru akması, kutsal topraklara yani cennet bahçesine ulaşmak

için gösterilmiş olabilir.

Yine beyitte sevgilinin güzel boyunu ifade için kullanılan “servi”, şekil olarak ‘١’(bir) rakamına benzediğinden klasik şiirimizde

“vahdet”in, yani Allah’ın da sembolü olarak değerlendirilmiştir. Serviye doğru gitmek, kesretten vahdete gitmeye işaret etmektedir.

Su yolın ol kûydan toprağ olup

dutsam gerek

Çün rakîbümdür dahi ol kûya koyman vara su

“Sevgilinin cennet bahçesine gitmesin

diye toprak olup suyun önünü kesmeliyim. Su benim rakibim olduğu için,

onun bahçeye varmasına müsaade

etmem.”

Buraya kadarki beyitlerde şâir suyun sevgiliye ne kadar âşık olduğunu ve onun her daim akıp durduğunu söylemekteydi; ancak şimdi

Yunus Emre

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 26 27 ›

P:30

suyu kendisine rakip olarak görmektedir. Onun sevgiliye doğru

yönelmesini kıskandığı için de yâre

varmasını engellemek ister. Bunun

için toprak olup suyun yolunu kapatacaktır. “Toprak olmak” deyimi,

yolunda ölmek anlamına da gelir.

Sevgiliye meyleden her kim olursa

olsun, âşık buna mani olmak için

kendi canından vazgeçmektedir.

Dest-bûsı arzûsiyle ger ölürsem

dûstlar

Kûze eylen toprağım sunun anunla yâra su

“Dostlarım, eğer sevgilinin elini öpme

arzusuyla (öpemeden) ölürsem, toprağımdan testi yapıp onunla sevgiliye

su sunun.”

Önceki beyitte su karşısında kendisini toprak eden usta şâir, burada

toprak haline devam etmektedir.

Eğer bu muradına eremeden ölürse, toprağından testi yapılmasını

ve onunla sevgiliye su sunulmasını ister. Bu şekilde dahi olsa onun

elini öpme bahtiyarlığına erecektir.

Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meğer

Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su

“Servi, kumrunun ona yalvarması karşısında dik başlılık ediyor. (Her

halde) servi, sudan eteğini tutarak ve

ayaklarına kapanarak yalvarmasını

istemektedir.”

Kumru servinin üzerinde ona yalvarır, servi ise kumruya yüz vermez. Bunu da suyun kendi ayaklarına kapanıp, eteğini tutup

yalvarmasına vesile olsun diye yapar. Kumrunun çıkardığı ses,

“huu… huu…” şeklinde olduğu için

bu, zikrullah olarak yorumlanmıştır. Servinin normalde şekli “Elif”

harfine benzetilir; ancak rüzgârın

etkisiyle salınınca şekli lâmelife (لا (

benzer. Bu ise “Lâ” yani “Hayır! Olmaz!” anlamına gelir. Servinin “Lâ”

tavrı kumrunun ona yalvarmasına

karşı iltifat göstermemesi olarak

görülür. Sevgili bu yakarışa karşı ilgisiz kalınca devreye su girer. Suyun servi ağacını dolanarak akması

ona yalvarma, ayaklarına kapanma

olarak yorumlanmaktadır.

Servi, elif boyu ile vahdeti simgelediği için Cenâb-ı Hakk’ı, kumru yalvarıp yakaran bir kulu,

su ise şefaatçi olması dolayısıyla Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ı

hatırlatmaktadır.

“Toprak olmak”

deyimi, yolunda ölmek

anlamına da gelir.

Sevgiliye meyleden

her kim olursa olsun,

âşık buna mani olmak

için kendi canından

vazgeçmektedir.

İçmek ister bülbülün kanın meğer

bir reng ile

Gül budağınun mizâcına gire kurtara su

“Meğer gül bir hile ile bülbülün kanını

içmek ister. Su, gülün dalının damarına girsin (mizacına göre hareket ederek bülbülü) kurtarsın.”

Klâsik şiirimizde sıkça konu edinen gül-bülbül hikâyesine telmih

yapılır. Bülbül, gülün kendisine

açılması yani iltifat etmesi için sürekli feryat figan etmektedir. Gül

hileyle, dalındaki dikenle bülbülün

kanını dökmek ister. Çünkü inanışa göre gül, kırmızılığını bülbülün

kanından almaktadır. Tasavvufta

gül, çok yapraklı olmasından dolayı kesreti, insanı vahdetten uzaklaştıran dünyevî arzuları kast eder.

Bülbül ise âşık/derviştir. Su da yine burada âşığı hilelere düşmekten

kurtaracak olan Hz. Peygamber

Aleyhisselâm’dır.

Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i

âleme

İktidâ kılmış tarîk-ı Ahmed-i

Muhtâra su

“Su, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yoluna uymakla temiz tabiatını bütün dünyaya açıkça

göstermiştir.”

Usta şâir, doğrudan Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın ism-i şerifini zikretmektedir. Bundan sonra

doğrudan övgüye başlar. Su, Hz.

Peygamber’in yoluna uymuş ve temiz tabiata, mizaca sahip oluşunu ispat etmiştir. Su, sırat-ı müstakîm üzere olan mü’mini temsil

etmektedir. Suyun yaratılışındaki

temizlik, ilâhî yola tabi olmasına

dayandırılmaktadır.

Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-yı

dürr-i ıstıfâ’

Kim sepüpdür mu’cizâtı âteş-i eşrâra su

P:31

“Mucizeleri şer sahiplerinin ateşine

su serpen (ateşlerini söndüren zat-ı

şerif), insanların efendisi seçkin inciler denizidir.”

Hz. Peygamber Aleyhisselâm, şerli insanların şer işlerini önlemektedir. Onların, insanların kalplerini

ve zihinlerini ifsat etmesine mani

olmaktadır.

Dünya yer ile gök arasında bir istiridye olarak düşünülmüş Hz. Peygamber Aleyhisselâm da misli ve

dengi olmayan bir inci gibi düşünülmüştür. Nisan yağmurlarıyla

istiridye içinde incinin oluşumu

anlayışından yararlanmaktadır.

Kutlu doğumun da nisan ayında gerçekleşmiş olması benzerliği güçlendirmektedir. Ayrıca kutlu

doğum gerçekleştiği zaman ateşe

tapan Mecûsilerin yanmakta olan

ateşlerinin sönmesi mucizesine de

telmih yapılmaktadır.

Kılmağ içün tâze gül-zâr-ı nübüvvet revnakın

Mu’cizinden eylemiş ızhâr seng-i

hâra su

“Peygamberliğin gül bahçesini taze

kılmak için mucizesiyle sert taştan su

çıkarmıştır.”

Hz. Peygamber Aleyhisselâm, peygamberlik bahçesini sulayıp bahçenin güllerini taze ve canlı kılmak

için taştan su çıkarmış ve onunla nübüvvet bahçesini sulamıştır.

Hz. Fahr-i Kâinat Aleyhisselâm’ın

doğduğu ve yaşadığı Arap yarımadası ve Ortadoğu toprakları, önceki peygamberlere de ev sahipliği

yapmıştır. Onun için bu topraklar birer nübüvvet bahçesi olarak

yorumlanmıştır. Nübüvvet bahçesinin sembolü, güldür. Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın taştan su

çıkarma mucizesine telmih yapılmış; mucizesiyle nübüvvet bahçesini sulamasına benzetilmiştir.

Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş

‘âlemde kim

Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffâra su

“Mucizesi, bu âlemde uçsuz bucaksız denizdir ki, ondan binlerce kâfirin

ateş hânesine su ulaşmıştır.”

Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın

mucizeleri uçsuz bucaksız bir denizdir. Bu denizin suyu tüm kâfirlerin ateşlerini söndürmek üzere

onlara ulaşmıştır. Burada bütün

âleme peygamber olarak gönderilme hatırlatılmaktadır. Su imanı,

ateş ise küfrü temsil etmektedir.

Hz. Fahr-i Kâinat

Aleyhisselâm’ın

doğduğu ve yaşadığı

Arap yarımadası ve

Ortadoğu toprakları,

önceki peygamberlere de

ev sahipliği yapmıştır.

Onun için bu topraklar

birer nübüvvet bahçesi

olarak yorumlanmıştır.

Hayret ilen barmağın dişler kim

itse istimâ‘

Barmağından virdüği şiddet güni

Ensâr’a su

“Şiddetli bir savaş gününde parmağından çıkarıp Ensâr’a su verdiğini kim işitse, hayretinden parmağını

ısırır.”

Bir mucizeye telmih yapılmaktadır. Tebük Gazvesi’nde, Hudeybiye’deki çölde şiddetli sıcak ve susuzluk vardır ve Ensâr iyice halsiz

kalmıştır. Bu durum karşısında

bahsi geçen mucize gerçekleşir. Bu

seferin cereyan ettiği mevsim çok

sıcak olduğu için, çok büyük zorluk yaşanmıştır. Tövbe Suresi, 117.

âyette “şiddet günü, güçlük vakti”

anlamlarına gelen “العسرة ساعة “tabiri kullanılmaktadır.

Bir rivayete göre Bizanslılarla Müslümanlar arasında olan Tebük Gazvesi, şiddetli yaz sıcaklarına denk

gelmiştir. Bu yaz sıcağında Ensâr

sıcaktan ve susuzluktan çok bunalmıştır. Önünde bir kap suyla abdest almakta olan Hz. Peygamber

Aleyhisselâm, bu durumu görünce Ensâr’a “Neyiniz var?” diye sorar. Ensâr: “Bundan başka ne içecek ne de abdest alacak suyumuz

var.” der. Resûl-i Ekrem (aleyhisselâtu vesselâm) elini kovaya sokar ve parmaklarının arasından sular akmaya başlar. Ensâr bu sudan

hem içer hem de abdest alır. Usta

şâir, bu mucize karşısında insanın

hayranlık derecesini ifade edebilmek için bunu duyan dahi parmağını ısırmaktan kendini alamaz

demektedir.

Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı

hayât

Hasmı su içse döner elbette zehr-i

mâra su

“Eğer Hz. Peygamber aleyhisselam’ın

dostu yılanın zehrini içse bu ona âb-ı

hayât (ölümsüzlük suyu) olur. Düşmanı su içse, hiç şüphesiz, yılanın

zehrine döner.”

Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 28 29 ›

P:32

dostu olan kişiye şerrin zarar vermeyeceğini, düşmanlarına ise zararsız diye düşünülen işlerin tam

tersine zarar verdiği ifade edilir.

Dost olana, yılan zehri ölümsüzlük

suyu (âb-ı hayât) gibidir. Düşmana

ise su, zehir gibidir.

Mekke’den Medine’ye hicret ederken saklandıkları Sevr Mağarasında, Yâr-ı gâr (mağara dostu) olan

Hz. Ebubekir (radiyallahu anh)’in

ayağını yılan sokmasına rağmen

zarar vermemesine telmih vardır.

Eylemiş her katreden min bahr-ı

rahmet mevc-hîz

El sunup urgaç vuzû’ içün gül-i

ruhsâra su

“Abdest almak için suyu gül yanağına vurunca  her damlasından binlerce

rahmet denizi dalgalanmıştır.”

Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın yanağı güle benzetilmiştir. Abdest

alırken yanağına serptiği suyun

damlaları rahmet olmaktadır. Mümin de abdest alırken eliyle, diliyle

vesâir azalarıyla yaptığı günahlardan arınmaktadır. Ayrıca yağmur

damlalarının rahmet olarak algılanmasını da çağrıştırmaktadır.

Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir

muttasıl

Başını daşdan daşa urup gezer

âvâre su

“Su, ayağının toprağına ulaşayım diye ömrü boyunca başını taştan taşa

vurup serserice gezer.”

Suyun ömrü boyunca

akması sevgilisine

ulaşmak içindir. Bu

uğurda canhıraş

şekilde, başını

taştan taşa vurarak

gezmektedir. Fırat ve

Dicle nehirleri güneye,

yani sevgilinin yöresine

doğru akmaktadır.

Suyun ömrü boyunca akması sevgilisine ulaşmak içindir. Bu uğurda

canhıraş şekilde, başını taştan taşa

vurarak gezmektedir. Fırat ve Dicle nehirleri güneye, yani sevgilinin

yöresine doğru akmaktadır. Nehirler akarken kıvrıla kıvrıla akmakta ve kıvrım yerlerindeki köşelere

çarpa çarpa devam etmektedir. Su,

tıpkı “avare” bir serseri gibi, bir o

yana bir bu yana, başını taşlara çala çala akmaktadır.

Zerre zerre hâk-i dergâhına ister

sala nûr

Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su

“Su, zerre miktarınca da olsa dergâhının toprağına nur saçmak ister. Şayet

parça parça da olsa o dergâhtan geri

dönmez.”

Su, başını taştan taşa çalarak akarken çarpma esnasında küçük damlacıklar oluşur. Bunlar, dergâhı

aydınlatmak amacıyla suyun ulaştırdığı nurlar olarak yorumlanmıştır. Su zerreleri çarpmanın etkisiyle yükselince, güneşin de

tesiriyle parlak bir hal almaktadır.

Suyun tek amacı dergâhın eşiğini

aydınlatmaktır.

Zikr-i na’tun virdini dermân bilür

ehl-i hatâ

Eyle kim def ’i humâr için içer

meyhâra su

“Sarhoşların içkinin tesirinden kurtulmak için su içmeleri gibi, günahkârlar da na‘tını söylemeyi derman

görürler.”

Sarhoşlar, içtikten sonra baş ağrılarını dindirmek için su içmektedir.

Günahkârlar da Hz. Peygamber

Aleyhisselâm’ın na‘tını söylemeyi

günahın ağırlığından kurtulmak

için derman olarak görürler. Na‘t,

şefaat temennisiyle yazılmış methiye olduğu için günahkâr da onu

okuyarak şefaat dilemektedir.

Yâ Habiba’llah yâ Hayre’l-beşer

müştâkunam

Eyle kim leb-teşneler yanup diler

hemvâra su

“Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların

en hayırlısı! Susuzluktan dudağı kuruyanlar, sürekli hararetle su dileyenler gibi ben de sana hasretim.”

Şu ana kadar dolaylı olarak hasretini, yakarışını ve vuslat temennisini dillendiren Fuzûlî, bu beyitte

bizzat kendisi olarak seslenir. Sanki “artık yeter, sabrım kalmadı, ben

kendim sesleniyorum” der gibidir.

Sensen ol bahr-ı keramet kim şeb-i

Mirâc’da Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su

“Sen, Miraç gecesinde feyzinin çiğ

damlalarıyla yıldız ve gezegenlere su

ulaştırmış keramet denizisin.”

Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın

Sevr Dağı

P:33

mucizesine sınır yoktur. Miraç mucizesine telmih vardır. Bu telmihle

kâinattaki her yere rahmetin ulaşmasına işaret edilmektedir.

Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i

feyz iner Hâcet olsa merkadün

tecdîd iden mi’mâra su

“Senin kabrini yenileyen mimara su

lazım olursa, güneş çeşmesinden her

an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.”

Güneş, hayatın ana kaynaklarından biri olduğu için çeşmeye; güneşin ışık huzmeleri ise ondan

akan saf, temiz ve tatlı suya benzetilmektedir. Güneş, hayatı aydınlattığı gibi, İslâm mimarlarının da

feyiz kaynağı olmaktadır.

Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i

sûzânuma

Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol

nâra su

“Cehennem korkusu, yanık gönlüme

gam ateşi salmış ama senin bağışlama bulutunun o ateşe su serpeceği

ümidindeyim.”

Fuzûlî, Hz. Peygamber Aleyhisselâm’a duyduğu muhabbete rağmen, kendisini hakir ve günahkâr

bir kul olarak görür. Aşkı vesilesiyle kendisini garantide görmemektedir. Tek ümidi rahmet bulutunun

azap ateşini söndürmesidir.

Yümn-i na‘tünden güher olmış

Fuzûlî sözleri

Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü-i

şehvâra su

“Seni methetmenin uğuru vesilesiyle

Fuzûlî’nin sözleri, nisan bulutundan

düşüp şahane tek inciye dönüşen su

damlası gibi birer inci olmuştur.”

Usta şâir, sözlerindeki kıymetin

kaynağını tamamen Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ı methetmesine

bağlar. Zat-ı şerifi övmesi vesilesiyle sözleri padişahlara yaraşır derecede kıymet kazanmıştır. Sözü;

istiridye içindeki tek incidir, incilerin en büyüğü, kıymetlisi ve en

güzelidir.

Güneş, hayatı

aydınlattığı gibi, İslâm

mimarlarının da feyiz

kaynağı olmaktadır.

Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda

rûz-ı haşr

Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su

Umduğum oldur ki rûz-ı haşr

mahrûm olmayam

Çeşm-i vaslın vere men teşne-i dîdâre su

“Mahşer günü gaflet uykusundan

uyanık olan (sana) hasret gözyaşlarından, uyanık gözlere su serptiğinde (ağladığında) umudum odur

ki, kıyamet gününde (senin cemalini görmekten) mahrum olmayayım.

Ben, cemaline susamışa senin vuslat

pınarın su versin.”

Aşk ve ızdırap şâiri Fuzûlî, bir dua

ile kasidesini nihayete erdiriyor.

Tek dileği sevgilinin cemalinden

mahrum kalmamaktır.

Hâsıl-ı Kelâm

Hayatını Su Kasidesi ile özetleyen

bir şâirdir Fuzûlî. Ömrü boyunca

su gibi bazen başını taştan taşa

vurmuş, bazen mest u hayran bir

şekilde kendinden geçmiş; ancak

her daim Yüce Dost’u aramış bir

gönül ehlidir. Çocukluğundan başlayan hayat serüveni içinde insana,

tabiata ve hayvana aşk nazarıyla

bakmış ve öyle dile getirmiştir.

Eserlerindeki hep kendisidir. Rind

olup yollara, Mecnun olup çöllere,

hasta olup yataklara düşen, marazını bir yorgan gibi üstüne çeken hep kendisidir. Her beytinde,

her mısrasında, her harfinde sonu

gelmez ızdıraplar, ayrılıklar, ahlar,

kanlar, feryâd u figânlar kalbinin

sesleridir.

Büyük şâir Fuzûlî, bu çağın insanının anlaması belki imkânsız, belki

zor bir vasfa sahiptir. Çileyi kendine dost bilmiş ve hep onunla varlığını hissetmiştir. Melâl ü mihnetle mesut ve bahtiyardır. Zira onda

Sevgili’yi bulmuştur.

O’nu bulan ne ister ki, Fuzûlî ne istesin.

Kaynakça

1. Doğan, Muhammed Nur, Fuzûlî’nin Poetikası, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2002.

2. Fuzûlî, Fuzûlî Divanı, haz. Kenan Akyüz, Süheyl Beken, Sedit Yüksel, Müjgân Cunbur, Akçağ Yayınları, Ankara 2000.

3. Karahan, Abdülkadir, “Fuzûlî”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 13, İstanbul 1996, s. 240-246.

4. Karahan, Abdülkadir, Fuzûlî Muhiti Hayatı ve Şahsiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2. bs., Ankara 1995.

5. Nazmi-zâde Murteza, Gülşen-i Hulefâ Bağdat Tarihi 762-1717, Tahlil ve Metin Tenkidi: Mehmet Karataş, Türk Tarih

Kurumu, Ankara 2014.

6. Tarlan, Ali Nihat, Fuzûlî Divanı Şerhi, Akçağ Yayınları, 4. bs., Ankara 2005.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 30 31 ›

P:34

SUYUN ALTINDAKİ TARİH:

HALFETİ’DEN HASANKEYF’E…

Dr. Nureddin NEBATİ

Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Üyesi

P:35

ırat ve Dicle’nin suladığı Bereketli Hilal’in iki müstesna değeri: Halfeti

ve Hasankeyf. Hüzünlü bir gelin gibi

adeta Halfeti. Olabildiğine sakin,

tarihinden gelen hazinesini, zenginliğini bilgelere has bir vakarla

taşıyor. Nice inanca, nice medeniyete ev sahipliği yapmış, bir zamanların şanlı kenti şimdi sessizce ve tevekkülle kaderini yaşıyor.

Diğer yanda 10 bin yıllık bir tarihe

ve dünyanın en zengin doğal miraslarından birine sahip kucağında

nice çocukların doğup büyüdüğü,

bir ana gibi pek çok medeniyete, dile, dine beşiklik etmiş asi bir

kent Hasankeyf. Bir yanda insanlığın ve tarihin geldiği aşamaların

yarattığı zorunluluklar, bir yanda

eşsiz, nadide bir değeri kendi özgünlüğünü bozmaksızın, doğal varoluşuna karışmaksızın korumanın, gelecek nesillere aktarmanın

tarihsel ve vicdani sorumluluğu…

F

Medeniyetlerin kalbi olan Anadolu, tarih boyunca pek çok

medeniyete yaşam alanı sunmuş, onların doğuşlarına, en

ihtişamlı dönemlerine ve yıkılışlarına şahit olmuştur.

Halfeti, Şanlıurfa

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 32 33 ›

P:36

Hasankeyf yıllardır kendisine biçilen kaderle savaşıyor. Mecliste

kabul edilen ve Cumhurbaşkanı

tarafından onaylanan torba yasa

ile Hasankeyf’in kaderi de netleşmiştir. “Sofi’nin seçimi” gibi olsa

da millet tercihini barajın getireceği, kalkınma ve gelişmeden yana kullanmıştır. Bu proje 1969 yılından beri yürütülmektedir, hiç

bir siyasî iktidardan onlarca yıldır

bunca emek ve kaynak harcanmış

bir projeyi çöpe atması beklenemez, bu vebali kimse karşılayamaz.

Dolayısıyla bunu beklemek gerçekçi değildir, projenin tamamlanması

bir zorunluluktur. Gönül isterdi ki

Hasankeyf’in tek bir taşına dahi

dokunulmasın, ancak gelinen son

noktada bu mümkün olmadığına

göre, bize düşen Hasankeyf’i eski

ihtişamına, derinliğine, doğallığına en yakın şekilde yeniden işlevlendirmek, korumak ve gelecek nesillere aktarmaktır.

Sakin, Sessiz Ve

Derin: Halfeti

Medeniyetlerin kalbi olan Anadolu, tarih boyunca pek çok medeniyete yaşam alanı sunmuş, onların

doğuşlarına, en ihtişamlı dönemlerine ve yıkılışlarına şahit olmuştur. Fırat ve Dicle nehirlerinin üzerine aktığı Bereketli Hilal tarih

boyunca farklı dinlere, dillere, kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Halfeti (eski adıyla Rumkale) bu mirası yüzlerce yıl kudretli bir şekilde

omuzlarında taşımış, bugün ise

sessizliğe bürünmüş, kendini akışa

teslim etmiştir. Asur Kralı III. Salmanassar’ın sevgili şehri Rumkale’nin bir yanı huzur, bir yanı hüzne bulanmıştır. Bu sessiz ve derin

şehrin ihtişamlı tarihine biraz yakından bakalım.

Rumkale’nin adı tarihi kaynaklarda çeşitli şekillerde geçmektedir.

Kurulduğu zaman “Şitamrat” adını

taşımaktadır. Ermenice’de “Hromklay”, “Klay/Horomakan”, halk dilinde, “Urumgala” ve “Hromgla”

olarak adlandırılmıştır. Ortaçağ’da

“Rumkale” olarak adlandırılmış,

1292’de Memlukler tarafından fethedilince Kal‘at’ül-Müslimin” adını

almıştır. Osmanlıların son dönemlerine kadar “Rumkale” ismiyle zikredilmiş, aynı isimle günümüze kadar gelmiştir (Altınöz, 2015: 154).

Şehir; Med, Pers, Helenistik ve Roma dönemlerinde faal olarak kullanılmıştır. Güneydoğu Anadolu

Bölgesi, Roma İmparatorluğu döneminde Orshoene eyaleti içinde

yer almıştır ve Rumkale de bu eyaletin merkez şehirlerinden birisidir

(Gül, 2002: 361). Bölge daha sonra

Bizans, Emevi, Abbasi ve Memlüklerin eline geçmiş ve Rumkale Fırat

kenarında pek çok kültürün çeşitli dönemlerde yaşadığı zengin bir

kültür, palimpsest bir kent olarak

varlık göstermiştir.

Urfa ve çevresi Hz.

Ömer tarafından

fethedilerek İslâm

coğrafyasına katılmıştır,

buna rağmen Rumkale

stratejik konumu

nedeniyle dışarıda

kalmış Müslüman

topraklarına çok daha

sonra dahil olmuştur.

Rumkale’nin içinde bulunduğu

Urfa bölgesi özellikle Hristiyanlık tarihi açısından büyük öneme sahiptir. İncil’in nüshalarının

Rumkale’de çoğaltıldığı rivayet

edilmektedir. Urfa ve çevresi Hz.

Ömer tarafından fethedilerek İslâm coğrafyasına katılmıştır, buna

rağmen Rumkale stratejik konumu

nedeniyle dışarıda kalmış Müslüman topraklarına çok daha sonra

dahil olmuştur (Gül, 2002: 361). I.

Haçlı Seferi sırasında Rumkale Urfa Kontluğu’nun eline geçmiştir.

Asur Kralı III. Salmanassar

Rumkale,

Urfa

P:37

Bizans İmparatorluğu’na satılan

topraklardan stratejik konumu nedeniyle bir tek Rumkale hariç tutulmuş ve burası Ermeni katoliklerine teslim edilmiş ve bölge bir

buçuk asır boyunca Ermeni Katolikosluğunun merkezi olmuştur

(Gül, 2002: 361). 13. yüzyıl boyunca bölgede birçok Yakubi yaşamış,

burası Yakubi mezhebinin patriklik makamı olmuştur. Şehir daha

sonra Moğolların ardından Memluklerin eline geçmiştir. Rumkale,

Memlukler döneminde bir hudut

kalesi olarak kullanılmış ve stratejik önemi artmıştır. 11. yüzyıldan

itibaren Güneydoğu Anadolu Bölgesi yoğun Türkmen göçüne sahne

olmuş ancak Rumkale özel konumu nedeniyle bu yoğunluktan aynı

oranda etkilenmemiştir. Uzun bir

süre İslâm beldeleri içinde fethedilmeyen bir kale olarak varlık göstermiştir. Dolayısıyla Rumkale kilit

konumu nedeniyle yoğun mücadelelere sahne olmuş, Müslüman

toprakları içinde uzun bir süre fethedilmeden yaşamıştır.

1516 Mercidabık Savaşı’nın ardından Rumkale Osmanlı hakimiyetine geçmiş ve Halep eyaletine

katılmıştır. 17. yüzyıl ortalarında Rumkale’yi ziyaret eden Evliya

Çelebi bölgenin Yavuz Sultan Selim tarafından imar edilme çabalarından bahsetmektedir (Bakırcı,

2002: 63). Rumkale Osmanlı döneminde de stratejik konumunu

koruyarak önemli bir lojistik merkezi olarak kullanılmıştır.

Ulu Cami; 1807’de

Ermeni taş ustalarının

yaptığı bir yapı olarak,

Halfeti’nin zengin

tarihinin ve yüzyıllarca

halkların kardeşçe

yaşamasının bir

sembolü niteliğindedir.

Birecik Tersanesi’ne yakın olması sebebiyle Fırat Nehri üzerinden

Basra’ya yapılan nehir taşımacılığının önemli bir merkezi ve lojistik

deposu olmuştur (Altınöz, 2015:

152). Türk hakimiyetine geçmeden evvel Ermeni Katolikosluğunun merkezi olan Rumkale 16.

yüzyılda tamamen Türkleşmiştir

(Altınöz, 2015: 156). Kale 19. yüzyıldan itibaren giderek önemini

kaybetmeye başlamıştır. Zamanla

küçülen şehirde yerleşim yerleri

parmakla sayılacak kadar azalmış,

Rumkale harap olmuştur. Bunun

üzerine yerleşim alanı Fırat’ın karşısına nakledilmiş ve Halfeti ismini almıştır. 1926 yılına kadar bir

kaza merkezi olan Halfeti bu tarihte nahiye merkezi haline getirilmiştir. 1954 yılında ise ilçe statüsü

kazanmıştır.

Bugün ise GAP projesi kapsamında yapılan Ilısu Barajı nedeniyle bu ihtişamlı kentin 2/5’si sular

altındadır. Kent adeta farklı bir

kimliğe bürünmüş, geçmiş ihtişamından geriye sessiz sokakları ve

kardeşliğin ve farklılıklara saygının

bir sembolü olarak sular üzerinden yükselen Ulu Camisi, kalmıştır. 1807’de Ermeni taş ustalarının

yaptığı bir yapı olarak, Halfeti’nin

zengin tarihinin ve yüzyıllarca

halkların kardeşçe yaşamasının bir

sembolü niteliğindedir. Kentin sular altında kalması nedeniyle ilçe

sakinleri 1999 yılında Halfeti’nin

10 km yukarısında bulunan ve daha önce Halfeti’ye bağlı bir mezra

olarak kullanılan Karaotlak Mezrası’na taşınmış ve burası yeni ilçe

merkezi alanı olarak tespit edilmiştir. Dolayısıyla 1999 yılından itibaren şehir merkezi Karaotlak’a taşınmış ve ilçe eski ve yeni Halfeti

olarak ikiye ayrılmıştır.

Eski Halfeti sular altında kaldıktan sonra hem halkın yaşam biçiminde hem de eski Halfeti’nin

Yavuz Sultan Selim

Mercidabık Savaşı

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 34 35 ›

P:38

algılanışında birtakım değişiklikler olmuştur. Yeni Halfeti’ye taşınmadan önce kentliler geniş bahçeler içinde çoğunlukla bahçecilik ve

sebzecilikle uğraşmaktaydı. Barajın su toplamasıyla 30 bin civarında ağaç sular altında kaldı. Topraklara bağlılığın simgesi olan “Siyah

Gül”ün mekânının üretken ve çalışkan insanları yeni koşullara uyum

sağlamakta önce zorlandılar. Çünkü eski Halfeti, sular altından yükselen eşsiz mimarisi ile özgün bir

varoluş ve güzellik üretti ve bu bölgelere turist akını başladı. Savaşan

Köyü’nün batık cami minaresinin

özgün görüntüsü, Zeugma’ya olan

yakınlığı, Rumkale’nin tarihsel derinliği ile Halfeti pek çok turisti

kendine çekti. Geçmişte toprakla

uğraşan Halfeti halkı, daha sonra

bu yeni koşullara uyum sağlayarak

turizmi merkeze alan hizmet sektörü içinde çalışmaya başlamıştır.

Tamamına yakını sular altında kalan Savaşan Köyü’nün terk edilmiş

evleri bugün restore edilerek butik

otel olarak kullanılmaktadır. Turizm ve balıkçılık artık yeni kentin

başlıca geçim kaynağı olmuştur.

Bugün sular altından yükselen eşsiz mimarisi ve özgün görüntüsü

ile Halfeti’yi sonbahar ve ilkbahar

aylarında haftada ortalama 22.000

kişi ziyaret etmektedir (Boyraz ve

Bostancı, 2015: 58). Halfeti aynı zamanda 2013 yılında, nüfusu 50.000’in altında olan ve kültür varlıklarını koruyan kentlerin

üye olabildiği “Sakinşehir” olarak

da bilinen Cittaslow Şehirlere üye

olmuştur. Bu durum onun turistik

değerini daha da arttırmıştır.

İstatistiklere baktığımızda, 1997

sayımına göre 32.039 kişinin baraj projesinden etkilendiğini görüyoruz. Yerleşmeden ve yakın

çevresinden zorunlu göçler yaşanmıştır. Fırat Vadisi boyunca kurulmuş köylerde yaşayan 25.539

kişi; Nizip, Birecik, Gaziantep ve

Şanlıurfa’ya göç etmek zorunda

kalmıştır. Barajdan etkilenen ailelerden ancak 850 hane, 6.500 kişi

ise yeniden yerleştirme projesine

dâhil olmuştur (Boyraz ve Bostancı, 2015: 75).

Kültürün ve

medeniyetin buluştuğu

ve dünyanın en zengin

doğal mirasına sahip,

tarımın ilk yapıldığı

kentlerden biri olan

Hasankeyf, 10 bin

yıldır hiç bozulmamış,

yıpranmamış,

yaşlanmamış bir şekilde

zamanın akışına direnen

nadir yerlerden birisidir.

Diclenin Asi Çocuğu:

Hasankeyf

Kültürün ve medeniyetin buluştuğu ve dünyanın en zengin doğal

mirasına sahip, tarımın ilk yapıldığı kentlerden biri olan Hasankeyf,

10 bin yıldır hiç bozulmamış, yıpranmamış, yaşlanmamış bir şekilde zamanın akışına direnen nadir

yerlerden birisidir. Asurlardan bu

yana onlarca medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Kaldırılan her taşın

altında derin bir tarihin izleri mevcuttur. Her yer yaşanmışlık, umut,

coşku ve hüzün kokar. Bu vefalı

Halfeti,

Şanlıurfa

Halfeti,

Şanlıurfa

P:39

kentte tüm zamanlara direnen taş

köprünün altından akan Dicle

Nehri yaşamaktan, çoğalmaktan

yorulmamıştır. Öyle bir diyardır

ki bu, onlarca medeniyeti harman

etmiştir, kucağında taşımıştır, büyütmüştür, uğurlamıştır.

Nehre karşı bakan mağaralar farklı

uygarlıklara barınak olmuş ve milattan öncesine uzanan yerleşim

birimleri olmuştur. Asurlar, Urartular, Bizanslılar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler ve

Mervanileri sofrasında ağırlamış,

130 yıl süren Artuklu Beyliği’nin

başkenti olmuştur. Onun içindir

ki bugün kente asıl kimliğini veren Artuklu mimarisidir. Artuklular’dan sonra gelen Eyyubiler, bazı

Artuklu eserlerini yıkmış; çoğunu

ise değiştirerek kendilerine mâl etmiştir. Eyyübiler kentte tam olarak

hükümranlık kurmamış, Moğol istilası nedeniyle 13. yüzyılda kent

yağmalanmış ve tahrip edilmiştir.

Daha sonra kent Eyyubiler, Akkoyunlular, Safaviler ve Osmanlılar

arasında çekişmelere sahne olmuş,

Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğuna geçmiştir.

1926 yılında Mardin ili Gercüş ilçesine bağlı bir bucak merkezi iken

1990’da Batman’ın il olmasıyla birlikte, Hasankeyf ilçe statüsünü

kazanmıştır.

Hasankeyf’in tarihini geri dönülmez bir şekilde değiştirecek olan

Ilısu Barajı projesi çok uzun zamana yayılan ve dünyanın en büyük

projelerinden birisidir. Bu proje

1954 yılında DSİ tarafından başlatılmış, planlama ve proje çalışmaları 1969 yılından itibaren gerçekleştirilmeye başlanmıştır. 1988

yılında ise yatırım programına alınmıştır. Ilısu Barajı tamamlandığında Türkiye’nin 4. büyük barajı olacaktır. Baraj ve HES Projesi’nden;

Mardin, Diyarbakır, Batman, Siirt,

Şırnak il sınırları içerisinde bulunan çeşitli yerleşim yerleri etkilenecektir. Bölgenin her bir taşından

tarih ve yaşanmışlık fışkırsa da az

gelişmişlik, yoksulluk ve yoksunluk da kendisini göstermektedir.

Kaldırılan her taşın

altında derin bir tarihin

izleri mevcuttur. Her

yer yaşanmışlık, umut,

coşku ve hüzün kokar.

Bu vefalı kentte tüm

zamanlara direnen taş

köprünün altından akan

Dicle Nehri yaşamaktan,

çoğalmaktan

yorulmamıştır.

Baraj ülke ekonomisine yılda 300

milyon Euro katma değer sağlayacaktır (T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009: 6). Bölge insanı

bir yandan baraj yapımının hayatlarına getireceği kaliteyi ve refahı

can-ı gönülden desteklemekte, diğer yandan da Hasankeyf için en

iyi çözümün bulunmasını istemektedir. Bugün kamuoyunda en çok

tartışma yaratan konu ise tarihî ve

ekolojik dokusuyla önemli bir kültürel değer olan Hasankeyf ilçesinin nasıl korunacağı, bu mirasın

nasıl gelecek nesillere aktarılacağıdır. (Başkaya ve Türk, 2015: 353).

Ilısu Barajı’nın tamamlanmasının

ardından oluşacak yeni konsept;

detaylı bir şekilde tüm toplumsal, ekonomik, çevresel, kültürel

bileşenler dikkate alınarak hazırlanmıştır. Bu yeni konsepte göre

Hasankeyf bir müze şehre dönüştürülecektir. Yeni projede Kültürel Park ve Müzesi, Arkeolojik Park

ve Açık Hava Müzesi yer alacaktır. Şu an Hasankeyf’te 15’i Aşağı Şehir’de, 6’sı Yukarı Şehir’de olmak üzere toplam 21 adet tescilli

yapı bulunmaktadır (T.C. Çevre ve

Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri

Genel Müdürlüğü, 2009: 54). Bu

bağlamda öncelikle tahrip olmuş

yapılarda güçlendirme çalışmaları tamamlanacaktır (T.C. Çevre ve

Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri

Genel Müdürlüğü, 2009: 55). Bilinenin aksine Hasankeyf’in tamamı

Hasankeyf,

Batman

Artuklu Parası

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 36 37 ›

P:40

su altında kalmayacaktır en önemli yapıların bulunduğu Yukarı Şehir

su kotundan etkilenmeyecektir.

Yukarı Şehir, çağdaş müzecilik yaklaşımı merkeze alınarak restorasyon yapılıp, Arkeolojik Park ve Açık

Hava Müzesi olarak dizayn edilecektir (T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009: 58). Sular altında

kalan Aşağı Şehir’de ise baraj vesilesi ile kazı çalışmaları başlamıştır

ve gün ışığına çıkarılan eserler Açık

Hava Müzesi’nde sergilenecektir.

Aşağı Şehir’deki yapıların uluslararası standartlara uygun olarak onarımları yapılmakta ve veri tabanına

kaydedilmektedir. Taşınması gerekli görülen tarihî eserler için taşıma analizleri gerçekleştirilmektedir (T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü,

2009: 58). Ilısu Baraj Gölü’nden etkilenecek olan Aşağı Şehir ve Karşı Şehir alanında bulunan, Zeynel

Bey Türbesi, İmam Abdullah Zaviyesi, Artuklu Köprüsü, El Rızk Cami, Koç Cami, Sultan Süleyman

Cami, Kızlar Cami, Küçük Cami,

2 Kale Kapısı gibi sembol yapılar

uluslararası standartlara uygun şekillerde Hasankeyf’in yeni Kültürel Park Alanı’na taşınarak yerleştirilecektir (Başkaya ve Türk, 2015:

375). Bu bağlamda Hasankeyf’in

sembolü olan yapılar yeni alanlara taşınarak gelecek nesillere aktarılacaktır. Arkeolojik Park ve Açık

Hava Müzesi’nin alan özgünlüğüne dokunulmadan bu alan düzenlenip tasarlanacak ve ziyaretçilere

açılacaktır.

Ilısu Barajı’nın

tamamlanmasının

ardından oluşacak yeni

konsept; detaylı bir

şekilde tüm toplumsal,

ekonomik, çevresel,

kültürel bileşenler

dikkate alınarak

hazırlanmıştır. Bu

yeni konsepte göre

Hasankeyf bir müze

şehre dönüştürülecektir.

Hasankeyf baraj altında kaldıktan sonra yapılan restorasyon çalışmaları ile Yukarı Şehir turizm

merkezi haline getirilecektir. Büyük saray; yönetici odaları, altındaki mağara ve mahzenleri, haremi,

kubbeli taht ve tören salonları, avlu ve hizmet bölümleri ile sarayın

yanındaki türbeler, köşkler, Ulu

Cami ve diğer konutlarla birlikte canlandırılan açık hava müzesi,

Hasankeyf’e her yıl binlerce turist

çekecektir (T.C. Çevre ve Orman

Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel

Müdürlüğü, 2009: 58). Hasankeyf’te özel işletme niteliğinde 69

adet küçük turistik tesis bulunmakta olup bunlardan 47’si aktif

durumda değildir (T.C. Çevre ve

Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri

Genel Müdürlüğü, 2009: 70). Ilısu Projesi’nin gerçekleşmesiyle çay

bahçesi, perakende ve hediyelik eşya satış dükkânları, lokanta gibi

turistik tesislere geniş bir alan ayrılması öngörülmektedir. Hasankeyf’te konaklamak isteyen ziyaretçiler için ise 33 kişilik bir motel

bulunmaktadır. Yeni Hasankeyf’te

Hasankeyf’in sahip olduğu turizm

potansiyelini artırmak maksadıyla yeni konaklama tesisleri ile yatak kapasitesinin 33’ten 673’e çıkarılması hedeflenmektedir (T.C.

Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet

Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009:

69). Kentin turizmden elde edeceği gelir 2009 hedeflerine göre yıllık 41.400 Euro’dan, 3, 5 milyon

Euro’ya çıkartılacaktır. Doğa turizmi, termal turizmi, din turizmi gibi alanlarda bölgenin mevcut potansiyeli ortaya çıkarılacaktır (T.C.

Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet

Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009:

67).

Baraj Rezervuar alanının tamamında flora ve fauna çalışmaları gerçekleştirilmiştir, bölgede yetişen nadir türler koruma altına

alınacaktır. (T.C. Çevre ve Orman

Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel

Müdürlüğü, 2009: 19). Baraj ile

toprak verimliliği artacak baraj gölü hayatın bir unsuru olacaktır. Baraj yapımından 108 yerleşim yeri etkilenmekte, 63 yerleşime ait

arazi sular altında kalacaktır (T.C.

Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet

Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009:

21). Yeniden yerleşim politikaları ile gelir iyileştirici paketler devreye sokulacak hayat standartı iyileştirilecektir. Bölgede yaşayan

Hasankeyf,

Batman

P:41

insanlara daha iyi kalitede konutlar verilecek bölge halkı kamulaştırma sürecinde alınan tedbirlerle

mağdur edilmeyecektir.

Esas hedef, insanımızın

yaşam kalitesi ve

standartını arttırarak

o bölgede daha iyi

koşullarda yaşamasını

sağlamaktır. Yeni

dinamiklere ve

ekonomik faaliyetlere

bölge insanının en

hızlı ve sorunsuz

bir şekilde intibak

etmesi gözetilmelidir.

İnsanların çeşitli sebeplerden yerlerini değiştirmesi belirli zorluklar

oluşturmaktadır. Yeni durumlara

intibak edilmesi, yeni ekonomik

faaliyetler benimsenmesi ve gündelik hayatın bu şekilde örgütlenmesi zaman alan süreçlerdir. Halfeti halkı için barajın getirdiği yeni

dinamizmle uyumlanmak on yılı bulmuştur. Yeniden yerleştirme

projesi; ekonomik, toplumsal, kültürel boyutları da içine alan bölge

insanının bütün ihtiyaçlarını gözeten bütüncül bir bakış açısıyla ele

alınmalıdır. Yeniden yerleştirme

projeleri sadece yeni konut yapıp

insanları oraya yerleştirmekten

ibaret olmamalıdır. Esas hedef, insanımızın yaşam kalitesi ve standartını arttırarak o bölgede daha

iyi koşullarda yaşamasını sağlamaktır. Yeni dinamiklere ve ekonomik faaliyetlere bölge insanının

en hızlı ve sorunsuz bir şekilde intibak etmesi gözetilmelidir. Hasankeyf projesi ile zorunlu bir hamle olan baraj inşaatının kurulması

sırasında yaşanan mağduriyetlerin en aza indirgenmesi, insanların

yaşam standartının iyileştirilmesi

ve intibak süresi marjının olabildiğince aşağıya çekilmesi hedeflenmektedir. Ayrıca kültür mirasımızın, daha iyi koşullarda korunarak

gelecek nesillere bırakılması, flora ve faunada yaşayan nadir türlerin koruma altına alınarak çevreyle, tarihle, kültürle, bölge insanının

öncelikleriyle uyumlu bütüncül bir

süreç yönetimi planlanmıştır.

Kaynakça

1. Akkaya Uğur, Gültekin Arzuhan Burcu, Dikmen Çigdem Belgin, Durmuş Gökhan (2009), “Baraj ve Hidroelektrik Santrallerin

(HES) Çevresel Etkilerinin Analizi: Ilısu Barajı Örneği”, 5. Uluslararası İleri Teknolojiler Sempozyumu (IATS’09), 13-15

Mayıs 2009, Karabük, Türkiye.

2. Altınöz İsmail (2015), “Osmanlılar Zamanında Fırat Kıyısında Önemli Bir Lojistik Merkezi: Rumkale” Osmanlı Devletinde

Nehirler ve Göller, Kayseri: Ekspress Baskı, 151–162.

3. Bakırcı Muzaffer (2002), “Türkiye’de Baraj Yapımı Nedeniyle Yer Değiştiren Bir Şehir: Halfeti”, Coğrafya Dergisi, 10, 55–78.

4. Başkaya Zafer ve Emre Türk (2015), “Barajların Olası Çevresel ve Sosyo–Ekonomik Etkilerinin Halkın Bakış Açısıyla

Değerlendirilmesi: Ilısu Barajı ve Hasankeyf Örneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 40(8), 347–383.

5. Boyraz Zeki ve Bostancı M. Salih (2015), Birecik Barajı Sonrası Yer Değiştiren Eski Halfeti’nin (Şanlıurfa) Turizm Potansiyeli,

Zeitschrift für die Welt der Türken, 7(3), 53–77.

6. T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (2009). Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santrali ile Hasankeyf

Gerçeği.

7. Gül Muammer (2002), “Mısır Memlûklarının Hudud Kalesi Rumkale ve Anadolu’da Memlûk İzleri”, Fırat Üniversitesi Sosyal

Bilimler Dergisi, 12(2), 359–366.

Yukarı Şehir

(İç Kale),

Hasankeyf,

Batman

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 38 39 ›

P:42

Ali Emîrî Efendi

Çeviren: Abdurrahim AYAR

SU VE TENZİFAT

RUH-I MEMLEKETTİR

İKTİBAS

P:43

li Emîrî Efendi,

1857 yılında, Diyarbakır’da tanınan,

içinde müderrisler, şairler, hattatlar, âlimler olan münevver ve seçkin bir ailede doğdu.

Şair Seyyid Mehmed Emîrî Çelebi’nin torunlarından Mehmed Şerif Efendi’nin oğludur. Mehmed

Şerif Efendi dönemin zengin tüccarındandı. Ali Emiri Efendi’nin

hayatının ilim ve irfan eksenli şekillenmesinde ailesinin büyük rolü olmuştur. Ali Emiri Efendi, küçük yaşlardan itibaren okumaya ve

öğrenmeye olan merakını yaşamı

boyunca devam ettirmiş ve bu halini istikamet edinmiştir. İlk öğrenimini Sülûkiyye Medresesi’nde

tamamlamıştır. Amcası Fethullah

Feyzi Efendi’den ve büyük amcası

Şaban Kâmil Efendi’den alet ilimleri ve hat dersleri, Şirvan Kaymakamı olan dayısından Farsça dersleri

aldı. 9 yaşındayken beş yüzden fazla şairin şiirlerinin yer aldığı Nevadir-ül Asar isimli eserdeki dört bin

beyiti ezberledi. Gençlik yıllarında

hat sanatıyla meşgul oldu; yazdığı

bazı levhalar Diyarbakır’da camilere asıldı.

Çalışma hayatı memuriyette geçti. Kâtip, maliye müfettişi ve defterdar olarak Diyarbakır, Selanik,

Adana, Leskovik, Kırşehir, Trablusşam, Elazığ, Erzurum, Yanya,

İşkodra, Halep ve Yemen’de otuz

yıl kadar memuriyet görevinde bulundu. 1908’de kendi arzusuyla

emekli oldu.

Millet Kütüphanesinin kurucusu

olan Ali Emirî Efendi, “Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası” ile “Tarih ve Edebiyat Mecmuası” adında

birbirinin devamı niteliğinde olan

iki dergi çıkarmıştır.

Ali Emirî Efendi, bu dergileri

A

Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin

Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin

Yahya Kemal

Ali Emîrî Efendi ve

Osmanlı Tarih

ve Edebiyat Mecmuası

Ali Emîrî Efendi

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 İKTİBAS ‹ 40 41 ›

P:44

öncelikle vatanına ve milletine faydalı olmak gayesi ile çıkardığını ifade eder. Dergilerde, Osmanlı tarih

ve edebiyatını konu edinen araştırmalara yer verir; bu konudaki

yanlışlıkları düzeltmeyi hedefler.

Bir yazısında, dergileri çıkarmasının amaç ve gayesini şu ifadelerle dile getirmiştir: “…bu mecmuayı neşrden maksat: Osmanlılara

dair ileride yazılacak tarih ve edebiyat kitaplarına müteallik âsâr

ve vesâik-i nâdireyi şimdiden bazı

sahâif-i sâbite âmâde eylemektir.”

Hülasa, dergilerini Osmanlı tarih

ve edebiyatının gelişmesine katkıda bulunmak, bilinmeyen kıymetli

eserleri gün yüzüne çıkarmak gibi

amaçlara hasretmiştir. Onun, dergilerdeki tarih ve edebiyat konulu

makaleleri de bu amaçlar doğrultusunda kaleme alınmış yazılardır. Ali Emirî, çeşitli konularda Evkaf Nezâreti ile Maârif Nezâreti’ni

eleştirmiştir. Burada eski ve kıymetli eserlerin bakımsızlığı, tahrip

edilmesi, kıymetli kitapların kaybolması, yabancılara satılması ve

Evkaf ile Maârif Nezâreti gibi kurumların bu durumlara kayıtsızlığını dile getirir.

Şehir Düşünce Dergisi’nin, “Su ve

Şehir Sayısı” için Ali Emiri Efendi’nin Osmanlı Tarih ve Edebiyat

Mecmuası’nda kaleme aldığı ve İstanbul’un tarihi çeşmelerinin bakımsızlığını konu edinen yazısını

günümüz Türkçesine aktardık.

Bâb-ı âli’den Fatih

civarına gelinceye kadar

Divanyolu Caddesi’nden

55 çeşme ve sebil

ta’dad ettim. Bunların

hiçbirisinde bir katre

su yok. Bazısının o

müzeyyen kitabeleri

bozulmuş; bazısının

san’atlı, yaldızlı yazıları

tozlar, topraklar

içinde kalmıştır.

İstanbul’un Yıkılmakta Olan

Çeşmeleri ve Akmayan Evkâf

Suları Hakkında Hasbetenlillah 2 Hafta Mukaddem Huzûr-ı

Maâlî-nüşûr Cenâb-ı Sadâret-penâhîye Takdim Eylediğim

Vicdan-nâme-i Çâkerânemin

Sûretidir”.

Ma’ruz-ı abd-i memluklarıdır.

Müstağnii arz bulunduğu üzere Evkaf-ı Hümayun, Selâtin-i

Kadime-i Osmaniye’nin pek azametli bir müessese-i kadime-i İslamiyesidir. Pek müseyyep bir idare

ile beraber bugünkü günde bir milyon liralık varidata maliktir.

Geçen gün Bâb-ı âli’den Fatih civarına gelinceye kadar Divanyolu Caddesi’nden 55 çeşme ve sebil

ta’dad ettim. Bunların hiçbirisinde

bir katre su yok. Bazısının o müzeyyen kitabeleri bozulmuş; bazısının san’atlı, yaldızlı yazıları tozlar,

topraklar içinde kalmıştır.

Bunları gördükçe dilhûn olmaksızın bir gün bile geçmek kâbil olamıyor. Numune olarak Bâb-ı âli

Caddesinde İran Sefarethanesi’nin

üst tarafında herkesin gözü önünde dört yol ortasında önüne zincir

gerilmiş ve içi müzahrafat ile dolmuş ve üzerindeki güzel yazı ve

yaldızların mermerlerini etrafında

biten ağaçlar ve otlar şakk ve yazıların birçok yerlerini setr etmiş

olan çeşmeyi gösterebilirim.

Yine Divanyolu’nda Evkaf Nezaretine pek civar olan o müzeyyen Sinan Paşa sebilinin üstünde:

َم ُ اء ك َّل َ ش ْيٍء َ حي

ْ

ْنَ ِ ا م َن ال

َل

َو َجع

ً

ً َ ط ُهورا

ُّ ُهْم َ ش َرابا

ٰ ُيهْم َ رب

i-âyetَ و َسق

kerîmeleri;

Ve kale’n-nebiyyu sallahu aleyhi

vesellem Men seka kafiran fekeennema same savmen senetin

Ve men seka behimeten fekeennema same iflrine seneten

Ve men seka flecereten fekeennema same

Erbeine seneten ve men seka

mu’minen fekeennema

Same seb’ine seneten sadaka Resulullah ve sadake Habibullah.

Hadis-i Şerîf’in anlamı: “Bir kâfire su veren, bir sene oruç tutmuş

gibidir. Bir hayvanı sulayan, yirmi

sene oruç tutmuş gibidir. Bir ağacı

sulayan, kırk sene oruç tutmuş gibidir. Bir mü’mine su veren, yetmiş

sene oruç tutmuş gibidir.” yazılıdır.

Sebilde ise bir damla su yok! Bir

mü’mine bir su vermek yetmiş sene oruç tutmaya muadil olursa,

Sultanahmet

Sebili

P:45

artık bu hususa her bir Müslim için

böyle mi çalışmak, yani İstanbul gibi bir payitahtın umumu hayratını

kurutmak mı icap eder?

Öteden beri her daireye bir nazır

tayin ederler de evkafa gelince ya

Bab-ı Meşihata ya Şura-yı Devlet

riyasetine veyahut Maarif Nazırlarına tevdi ederler. Güya dünyada Evkaf-ı Hümayun nezaretinden

daha ehemmiyetsiz hiçbir nezaret

yokmuş gibi…

Veyahut nazırlar tayin olunursa

öyle adamlar tayin olunuyor ki,

icraatı vesile ederek kendi adamlarını veyahut hamilerinin mensuplarını kayıra kayıra ihtimal ki

bugünkü günde varidatı masrafını

idare etmiyor.

Cevami‘ perişan, Ebniye-i Hayriye

perişan, kütüphaneler perişan, kitaplar perişan, her şey perişan ve

şayanı teessüf bir halde!

Evkaf Nezareti için, ne ecanip müdahalesi gibi bir mazeret ne Anadolu karışıklığı gibi bir mümaneat

var. Evet bilirim, zat-ı destur-ı erhamileri muazzamatı umur ile gece ve gündüz meşgul oldukları gibi

dahiliye ve hariciye ve harbiye nazır-ı meali-muzahirleri de pek mühim işlerle meşguldürler.

Bir Evkaf Nazırı için cevami-i şerife

ve mebani-i hayriyeyi ihya ve çeşmeleri hüsnü icradan başka harici

bir vazife var mıdır?

Ecanip, Evkaf-ı İslamiye’ye müdahale edip yaptırmıyor mu?

Re’y-i kasıranemce

Evkaf Nazırları o kadar

mühim bir vazife ile

mükelleftirler ki hatta

siyasî bazı hususattan

dolayı ikide birde

kabine tebdilatına

uğramamak ve bihakkın

vazife-i diniye ve

kudsiyesine devam

etmek için mümkünse

heyet-i vükelâdan dahi

hariç bırakılmalıdır.

Geçen gün Bayezıt Cami Şerîfinin

harimine girdim. Şadırvanın etrafına kayyımlar dizilmiş, ellerinde birer sopa İslâm, Hristiyan su

almaya hücum ediyor. Kayyımlar

“su ancak namaz kılanlara yetişiyor, vermeyiz” diye sopalarla saldırıyorlar. Çocuklar kimisi ağlıyor,

kimisi boğaz boğaza su almak için

kayyımlara müdafaa ediyor. Ecnebi zabıtanından birkaçı da ağlayan

çocuklardan niçin dövüldüklerini

istifsar ediyor. Ben işe karışmak istedim, anladım ki fena halde dayak

yiyeceğim; hemen kemali teessüfle

oradan savuştum. Hâlbuki şimdi o

mudarebeye de hacet kalmadı. 400

seneden beri kesilmeyen Bayezid-i

Veli Cami Şerîfi gibi mabed-i azimin dahi suyu kesildi.

Re’y-i kasıranemce Evkaf Nazırları o kadar mühim bir vazife ile

mükelleftirler ki hatta siyasî bazı

hususattan dolayı ikide birde kabine tebdilatına uğramamak ve

bihakkın vazife-i diniye ve kudsiyesine devam etmek için mümkünse heyet-i vükelâdan dahi hariç

bırakılmalıdır.

Diyarbekirli

Ali Emiri

Efendi’nin

vakıf

kitaplarına

vurduğu

mührü

Kadim Tekke

Çeşmesi,

Cerrahpaşa

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 İKTİBAS ‹ 42 43 ›

P:46

Evkafa hüsnü hizmet

edenler dünya ve

ahirette kamiyab ve

feyizyab ve hüsnü

niyetten nukul edenler

hasru’d- dünya ve’lahire olmuşlardır.

Bir kere Fatih Sultan Mehmed Han

Hazretleri’nin Evkaf Nezaretinde

mevcut olan vakıfnamesine olsun

bakılsa acaba neler görülür? Yalnız bir şey arz edeyim, kâfi. Fatih-i

Zişan Efendimiz bir mucib vakıfname-i yevmiye iki memur tayin

etmiştir ki beher gün İstanbul sokaklarını dolaşacaklar. Tebaşir, kiremit boya gibi şeylerle bazı kendini bilmezler tarafından duvarlara

çizilen çizgileri münasebetsiz yazı ve resimleri imha edip sokaklar

menazır-ı amme-i payitaht-ı saltanat-ı seniyyeye lâyık bir halde daima muhafaza edilecek.

Velinimet-i bi-minnetimiz padişahımız efendimiz hazretlerinin

ecdad-ı izam-ı şahanelerinin pek

büyük yadigâr-ı kıymetdarı olan

hayrat-ı celilenin bir taşının bile

yerinden oynamasına ve bir çeşmenin bile bir katre suyunun eksilmesine rızay-ı hümayunları olmadığı müsellem-i alemdir.

Evkafa hüsnü hizmet edenler

dünya ve ahirette kamiyab ve feyizyab ve hüsnü niyetten nukul

edenler hasru’d- dünya ve’l-ahire

olmuşlardır.

Hele bazı şeyler vardır ki hakikatte pek mühim olmakla beraber

hüsn-i icrası pek kolaydır. Bir numune arz edeyim:

El-halete hazihi mesned-i celil-i

meşihate revnak-efza bulunan

Haydarizade İbrahim Efendi Hazretleri’nin evvelki meşihatlarında Cevami-i Şerife abdesthaneleri

pek müteaffin bir hale geldiğini ve

hatta Evkaf Nezaretinin karşısında bulunan Atik Ali Paşa Cami’nin

abdesthane ve bevlhanesi girilmeyecek bir raddeyi bulup, taaffunun etrafa da sirayet ettiğini arz

etmiştim. Ayan-ı reis-i fezail Enisi

Mustafa Asım Efendi Hazretleri de

henüz âyan olmadığı halde orada

hazır idi. Şeyhülislam Efendi Hazretleri bendenize hak verdi. Mustafa Asım Efendi Hazretleri de yerlerinden kalkıp Evkaf Nezaretine

bizzat tebliğat icra ettiydi. O günden o kabinenin tebeddül ettiği

güne kadar, umum cevami-i şerife abdesthanelerini pek temiz gördüm. O kabine tebeddül eder etmez eski hal yine avdet etti. Her

vazifenin elbette bir memuru vardır. Hakk-ı nezaret layıkıyla icra

olunursa evkafa ait pek çok mühim işler var ki kendiliğinden hasıl

olur. İş vazifesini sızıltısızca iş görmek usul-i mehasin-şümulini bilir

hamiyetli nazır tayinindedir.

Zat-ı celili hidiv-i azamileri kabineyi yeni teşkil buyurmuş oldukları cihetle bu ma’ruzatımın zaman-ı

adalet-nişan-ı fehamet penahilerine taalluk ve şumülu yoktur.

Zat-i meali-simat-ı fehamet penahilerinin Yemen’den avdet buyurdukları sırada bu abd-i kemineleri

de heyet-i teftişiyye azalığıyla Yemen’e gitmiştim. Gerek zat-ı fehamet penahilerinin ve gerek ol

Eski

Saraçhane

Sokak

Çeşmesi

P:47

vakit Yemen valisi şimdi Maliye

Nazırı bulunan Tevfik Bey Efendi

Hazretleri’nin haklarında şehadet

ederim ki Yemen’de meşhur olan

riyal ağaçlarından bir riyal bile koparmaya tenezzül buyurmadınız.

Yanya ve İşkodra vilayetleri Maliye

Müfettişi bulunup Teselya’nın esnay-ı fethinde Yenişehir’e vardığım

sırada dahi fütuhat-ı celilenin yed-i

yemin-i muvaffakiyet ve muzafferiyeti idiniz.

Ve kabine-i âlilerinin umum heyet-i kiramı da afif muktedir, mustakim zatlardır. Buna ne benim ve

ne de başka kimsenin bir diyeceği

yoktur.

Binaenaleyh Evkaf Nezaret-i Celilesine bir münasip nazırın tayiniyle gerek cevamii şerife gerek

çeşmelerin ve gerek sair umur-ı

muazzama-i vakfiyenin hal-i perişanına saye-i muvaffakiyet-vaye-i hazret-i padişahi de zaman-ı

fehimanelerinde nihayet verilmesine bezl-i merhamet buyurulması müsterhamdir. Her halde emrü

ferman hazret-i veliyyü’l-emrindir.

18 Teşrin-i evvel Sene 1335

Su ve tenzifat ruh-ı memlekettir.

Aradan iki hafta geçmiş olduğu

halde takdim eylediğim baladaki

ariza-i çakeranemden hiçbir haber

çıkmadı.

Her vazifenin elbette

bir memuru vardır.

Hakk-ı nezaret layıkıyla

icra olunursa evkafa

ait pek çok mühim işler

var ki kendiliğinden

hasıl olur. İş vazifesini

sızıltısızca iş görmek

usul-i mehasinşümulini bilir hamiyetli

nazır tayinindedir.

Cenabullah ile ahd eylerim ki, kâinata karşı şan ve şeref-i İslâmiye’yi

muallin mefahir-i azimeden olan

hayrat-ı celile-i Osmaniye’nin nasıl teessüf olunacak bir hale getirildiğini gelecek nüshadan itibaren,

evvela derun-ı arizada arz eylediğim elli beş çeşmeden başlayarak

bir milyon ahalinin senelerden beri suya muhtaç bırakılmasına karşı

rıza-yı ilâhiyi tahsil etmek ve şefaat-ı Resulullah’a nâil olmak emniyesiyle dünya ve mafihanın enzar-ı

dikkat ve teessüfüne tarihî bir surette vaz‘ ve ilan farizasını ifaya devam edeceğim.

Zira, su ve tenzifat ruh-ı memlekettir.

Kaynakça

1. Osmanlı Tarih ve Edebiyat

Mecmuası Cilt 20

Esrar Dede Sokak

Çeşmesi, Cibali

Osmanlı Tarih ve

Edebiyat Mecmuası

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 İKTİBAS ‹ 44 45 ›

P:48

Dr. Ercan TOPÇU

Türk ve İslam Eserleri Müzesi Kayıtlı Koleksiyoner, Collection Club üyesi, Adell Armatür Koleksiyonu Koordinatörü

ÇEŞMELER VE ÇEŞMEBAŞI

KÜLTÜRÜ

P:49

u hayatın kaynağıdır, yaşamımız için

vazgeçilmez bir nimettir. Canlı olan

bütün varlıklar sudan yaratılmıştır.

İstanbul su uygarlığının başkentidir. İstanbul suyu değerlendirirken, suyu sanat eserlerine kavuşturan üç kadim imparatorluğa

başkentlik yapmış olan bir şehirdir. Sebiller, selsebiller, şadırvanlar, çeşmeler, fıskiyeli havuzlar,

serdablar, bentler birer sanat eseridir. Bizans döneminde durgun su

kültürü hakim olduğu için sarnıçlarda, mahzenlerde muhafaza edilen sular Türklerin İstanbul’u fethiyle beraber hakim olan akarsu

kültürüyle; çeşmeler ve diğer su

yapıları insanlarla buluşmuştur.

(Aksel, M., 2011)

Osmanlı toplumunda 1870’li yıllara kadar, evlerde su tesisatı yoktu.

Su ihtiyacı, dışarıdaki çeşmelerden,

evin bahçesindeki kuyulardan,

sarnıçlardan karşılanırdı. 1873

yılında Osmanlı tebaasından Fransız Ternau (Terno) Bey’e Terkos

Gölü ve bu göle akan Kızıldere’den

İstanbul’un Galata ve Beyoğlu taraflarına su getirme ve dağıtma

imtiyazı verildi. 1882 yılında Terno Bey vasıtası ile Dersaadet Su

Şirketi (Compagnie des Eaux de

Constantinople) kuruldu. 1885 yılından itibaren Galata’da, Beyoğlu’nda, Boğaziçi sahillerin de, 1890

yılından itibaren de İstanbul Suriçi’ndeki evlere Terkos suyu verilmeye başlandı. Üsküdar-Kadıköy

su dağıtım şirketinin kurulmasıyla

da Anadolu yakasındaki evlere su

tesisatı çekilerek, şebeke suyu kullanılmıştır. (Yurdakul, İ. 2010)

Eski dönemlerde gündelik kullanma suyu ihtiyacı için evlerde varsa kuyulardan, yoksa veya ilaveten

meydan çeşmeleri, sokak çeşmelerinden toprak testiler, güğümler vasıtasıyla genellikle kadınlar,

genç kızlar tarafından evlere taşınarak karşılanırdı. Kullanma suyu ihtiyacını ayrıca, yaya veya atlı

olarak çeşmelerden, su kaynaklarından su temin eden ve saka olarak tarif edilen esnaf teşkilatı vardı. Yaya (arka) sakalar kendilerine

ayrılan çeşmelerden kırba denen

deri su taşıma tulumlarıyla, atlı

sakalarda eşek veya at üzerindeki

su tulumlarıyla suları evlere taşırdı. Kırbaların yaklaşık 23-25 litre

su taşıma kapasitesi vardı. Sakalar, evin bahçesindeki gömülü olan

toprak su küpüne, kapıdan evdekilere görünmeden hortum vasıtasıyla suyu boşaltırdı. Her su getirilişinde evin kapısına çentik atılır

S

Sebiller, selsebiller, şadırvanlar, çeşmeler, fıskiyeli havuzlar,

serdablar, bentler birer sanat eseridir. Bizans döneminde

durgun su kültürü hakim olduğu için sarnıçlarda, mahzenlerde

muhafaza edilen sular Türklerin İstanbul’u fethiyle beraber

hakim olan akarsu kültürüyle; çeşmeler ve diğer su yapıları

insanlarla buluşmuştur.

“Tual Üzerine

Kaligrafik

Yazı, Etem

Çalışkan 2011”

Adell Armatür

Koleksiyonu

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 46 47 ›

P:50

ve belli sürelerde bunun için bir

ücret alınırdı. İçme suyu ihtiyacı

da Rumeli yakasındaki Hamidiye,

Sarıyer’deki Çırçır, Hünkar Suyu,

Kocataş Suyu, Şifa Suyu, Kestane Suyu, Emirgan’daki Kanlıkavak

suyu, Anadolu yakasında ise Yuşa

Dağı tepesindeki Ab-ı Hayat Suyu,

Büyük ve Küçük Çamlıca Suları,

Beykoz’da Karakulak Suyu, Alemdağı’ndan çıkan Taşdelen Suyu,

Kayışdağı’ndan çıkan Kayışpınarı

veya Kayışdağı Suyu ve Yakacık Suyu (Ayazma Suyu) gibi memba suları sakalar vasıtasıyla evlere ulaştırılırdı. Bu suların içim kaliteleri

kendi aralarında farklılıklar göstermekteydi. Halk hangi suya alışmışsa, o suyu arardı. Bazıları kahveyi

Taşdelen suyundan, gazoz içeceği

zaman Çamlıca Suyunun lezzetini alan Çamlıca Gazozunu arardı.

Hacca giderken ise Karakulak Suyunun götürüldüğü vâkidir.

Çeşmeler

Çeşmeler suyun bir kaynaktan getirilip direkt veya bir haznede toplandıktan sonra lülelerden (musluk olarak da tabir edilir) akıtılarak

insan ve hayvanların su ihtiyacının

karşılanması için yapılmış olan mimarî taş ya da mermer yapılardır.

Çeşmeler, mimarî olarak üzerinde

çeşmeyi yaptıranın adı, yapılış tarihi ve ustası, suyla ilgili Kur’ân-ı

Kerim’den ayetlerin yazılı olduğu

kitabe, çeşitli beyitlerin yazılı olduğu kitabe üzerinde musluğun takılı

olduğu süslemeli mermer, taş çeşme aynası musluk taşı, eğer varsa

hazne (depo) ve yalak-kurna gibi

musluktan akan suların toplanıp

aktığı, genelde zemine oturan bölümlerden oluşur. Büyük meydan

çeşmelerinde ayrıca kubbeyi örten

saçaklar da bulunur. (Özel, 2009)

Çeşmelerin yapımında mimari bir

zevk ve estetikte göz önünde bulundurulmuştur. Mimarî zenginlik, tezyinat ve üslup özellikleri su

medeniyetinin en güzel örneklerini ortaya çıkartmıştır.

Çeşmelerin yapımında

mimari bir zevk ve

estetikte göz önünde

bulundurulmuştur.

Mimarî zenginlik,

tezyinat ve üslup

özellikleri su

medeniyetinin en

güzel örneklerini

ortaya çıkartmıştır.

Çeşmeler ait oldukları yer, bulundukları mekân, mimarî tasarımlarına göre literatürde farklı şekilde

isimlendirilir: Meydan çeşmesi, sokak çeşmesi, duvar çeşmeleri, namazgahlı çeşme, çukur çeşme, çatal çeşme, cami-şadırvan çeşmesi,

çoban çeşmesi, çeşme ve sebilin

birlikte olduğu kombine su yapıları gibi. Özellikle meydan çeşmeleri

saltanat üyeleri tarafından mimarî

birer anıt olarak yaptırılmış olup

döneminin mimarî açıdan en güzel

eserleri arasında yer almaktadırlar.

Bu çeşmeler 18. yüzyıldan itibaren

görülmektedirler. Meydan çeşmeleri mahalle kültüründen şehir kültürüne geçişin de bir göstergesidir.

Topkapı Sarayı girişindeki III. Ahmed Çeşmesi bu çeşmelerin ilkidir. Çeşme yüzeylerinde stilize

meyve ve çiçek motifleri belirgin

olup bütün ihtişamıyla Sultanahmet Meydanı’na ve saraya gelenleri selamlamaktadır.

İstanbul kenti, barındırdığı banisi (yaptıranı) kadın olan eserlerin

sayısının çokluğuyla haklı bir üne

sahiptir. Saltanat ailesinden hanım sultanlar bu hususta ön plana

çıkarlar. İstanbul kadınları, hayrat

çeşmelerini yaptırırken bunları hayatına renk veren ve anlam kazandıran bir iş, ulvi gayesi olan yüce

bir görev olarak görmüşlerdir. Bunlara örnek olarak Azapkapı Saliha

Sultan Çeşme ve Sebili’ni, Eyüp’te

Mihrişah Valide Sultan Çeşme ve

Sebili’ni, Maçka’da Bezmi Alem Valide Sultan Çeşmesi’ni, Kadırga’da

Esma Sultan namazgahlı çeşmeyi,

Sirkeci’de Zeynep Sultan Çeşme ve

Sebili’ni örnek verebiliriz. Azapkapı Saliha Sultan Çeşme ve Sebili ise

yaptırılış hikâyesiyle diğerlerinden

ayrılır. Azapkapı civarında dolaşırken, küçük bir kız çocuğunun kırık bir testi ile çeşme başında ağladığını gören dönemin padişahı IV.

Mehmet’in eşi ve II. Mustafa’nın

“Su Dağıtım

Şirketlerine Ait

Hisse Senetleri,

Osmanlı

Dönemi” Adell

Armatür

Koleksiyonu

“ Yaya (Arka)

Sakaların Saka

Çeşmesinden

Kırbayla Su Alışı”

(Kartpostal)

Adell Armatür

Koleksiyonu

P:51

annesi olan Emetullah Gülnuş Valide Sultan çocuğa bir miktar para

gönderir, çocuktan, “Testinin parası için değil, verilen görevi yapamadığım için ağlıyorum.” cevabını alır.

Bu cevabı çok hoşuna giden Valide

Sultan, ailesinin izniyle çocuğu saraya aldırır ve büyütür. Evlenme

çağına gelince haremin gözdelerinden biri olan bu kız dönemin padişahı II. Mustafa ile evlenir, Saliha Sultan olur. Bir çocukları olur,

Allah ona padişahlık nasip eder; bu

Sultan I. Mahmut’tur. Sonuçta çeşme başında bir kırık testi ile, Allah

kendisine padişah eşi ve annesi olmayı bahşetmiştir. Valide Sultan

çocukluğunun geçtiği Azapkapı’ya

çeşme sebil yaptırmayı düşler. Oğlu I. Mahmut annesi adına Azapkapı Saliha Sultan Çeşme ve Sebili’ni M. 1732’de yaptırır.

Çeşmelerin

Yaptırılış Gayeleri

Ve Çeşmelerden

Su Akıtılmasında

Sürekliliğin

Sağlanması

İnsanları suyla buluşturmak Türk

toplumunda sevapların en büyüğü sayılmıştır. Kişi öldükten sonra

bile amel defterinin kapanmayıp,

sevapların yazılacağı güzel işlerden

biri de insanlardan karşılık beklemeksizin maddi imkânına göre hayrat çeşmeleri yaptırmaktır.

Ecdadımız suyun israf edilmemesini ve su isteyenden esirgenmemesini düstur edinmişlerdi. Hayrat çeşmelerini yaptıranlar, hem

sevap işler çeşmelerden su içenin

hayır duasını alırdı, hem de cami, hamam, mezarlık, konaklama

alanlarında, meydan ve sokaklarda yaptırılan çeşmeler; hayratı vakfedenin, insanlar içinde toplumsal

statüsünü de sağlamlaştırırdı.

İnsanları suyla

buluşturmak Türk

toplumunda sevapların

en büyüğü sayılmıştır.

Kişi öldükten sonra

bile amel defterinin

kapanmayıp,

sevapların yazılacağı

güzel işlerden biri de

insanlardan karşılık

beklemeksizin maddi

imkânına göre hayrat

çeşmeleri yaptırmaktır.

Çeşmeler, hayrat olarak yaptırıldığında çeşmeye gelen su yollarının yıllık bakım ve onarım giderlerinin karşılanması için gelir

getiren, mülkü olan çeşme vakıfları kurulmuştur. Çeşme vakfiyelerinde görevlilerin tayini, alacağı

ücretler, çeşmenin sularının getirileceği kaynaklar, yıllık bakımlarının nasıl yapılacağına dair teferruatlı bilgiler yer almaktadır. Ayrıca

vakıf mallarını koruyan ve amaçları doğrultusunda kullanılmasını sağlayanlara dua, amacı dışında kullanılması ve vakıf mallarının

şahsî mal varlıklarına geçilmesi durumunda şiddetli bela ve musibetlere düçar olunması hususunda

beddualar bulunmaktadır.

Çeşmelerde suyun kaynaktan gelip musluktan akıtılması ve bu

hizmetin sürekliliğinin sağlanması

ancak bir ekip ve sistem çalışmasıyla mümkün olmaktaydı. Bu sistem

içerisinde su yolcu, hafız-tas, su

yolları kurşuncu ve ustası, sebilci

(tas- dar), çeşme vakıf kâtibi, vakıf

mütevellisi, vakıf nazırı ve su yolları nazırı yer alırdı. Bu listeye, saka

gediği olan çeşmelerden su alıp evlere taşıyan sakalar da eklenebilir.

(İşli. N., 2007) Bu ekip koordineli

bir şekilde çalışarak her daim çeşmelerden temiz ve sağlıklı su gelmesi için çalışmışlardır. Ne zaman

ki bazı görevliler devre dışı kalınca

artık çarkın işlemesi durmuştur.

“Su yolcu” tabiri, su kaynaklarının

korunmasından sorumlu olan ve

babadan oğula geçme hakkı (gediği) olan görevli için kullanılır. Genellikle Arnavut asıllı, kısa boylu

zayıf bedenli kişiler olup Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışına kadar yeniçeriler arasından seçilirlerdi. Su

yolcu nazırına bağlıydılar.

“Hafız-tas’lar”, görevli olduğu çeşmenin bakımı, onarımı, deposunun temizliği, çeşmeye su getiren

su yollarının künklerinin bakım ve

tamirine ilişkin her şeyden sorumlu olan kişilerdir. Çeşmenin su içme taslarının mevcudiyetinin sağlanması, gerektiğinde kalayının

yenilenmesi görevleri arasındaydı.

(Göncüoğlu, S. F., 2007)

“Tas-dar’lar” ise, sebilli çeşmelerde sebil bardaklarının devamlı dolu olmasını ve temizliğini sağlayan

sebil içerisinde bulunan görevliydi.

Zincirle bağlı olan sebil bardakları

boşaldığında alıp onları temizler,

tekrar suyla doldururdu.

Memba-i

Fevz-i

Hamidi Dua-i

Müstecab

(Su gibi aziz

ol), Basım

Ömer Akalın,

Nevsal-i Afiyet

(Sağlık Yıllığı),

İstanbul

“Minyatür, Köy

Çeşmesi, Cahide

Keskiner 2011”

Adell Armatür

Koleksiyonu

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 48 49 ›

P:52

Çeşme Başı Kültürü

Türklerde suya saygı, su tanrısıyla Müslümanlıktan önce geldiği

gibi, Göktürklerce su kutsal kabul edilirdi. İslamiyet’in kabulüyle

beraber su daha da bir önem kazanmıştır. Çeşmeler, Türk toplumunda içme ve kullanma suyu ihtiyacını karşılarken aynı zamanda

ibadetler için gerekli olan abdest,

suyla alındığından hem bedenî temizliğe ve hem de ruhî temizliğe

ve arınmaya aracılık etmiştir. Su,

bu yönüyle kutsal bir varlık olarak

kabul edilmiş; halk arasında “Su gibi aziz ol” ifadeleri kullanılmıştır.

Büyük Mütefekkir Nureddin Topçu, “Şarkın sembolü bir çınarla

çeşme başıdır.” diyerek suyun kainattaki hareketin, temizliğin, saflığın en önemlisi sonsuzluğu arayışın bir remizi (simgesi) olduğunu

belirterek suyun başında oturup,

saatlerce suyun başına baktığını

kendisiyle yapılan mülakatlarda

ifade etmiştir. (Şeker, F. M., 2007)

Anadolu’da, İstanbul’da, Trakya’da

birçok kent merkezi ve köy meydanlarında meşe, söğüt, çınarların

gölgesinde çeşmeler, bunların hemen yanında köy kahvesi, çay ocağı, kıraathane bulunur.

Çeşmeler, Türk

toplumunda içme

ve kullanma suyu

ihtiyacını karşılarken

aynı zamanda ibadetler

için gerekli olan abdest,

suyla alındığından

hem bedenî temizliğe

ve hem de ruhî

temizliğe ve arınmaya

aracılık etmiştir.

Bu satırları yazan olarak çocukluğumun geçtiği Bursa’daki çınaraltı coşkularını unutmam mümkün

değil. Özellikle yaz aylarında, ramazan akşamlarında, bayramlarda bu çoşkuyu kuvvetlice yaşardık. Semtimiz bir çınardan adını

almıştı: Duaçınarı Semti, Şükraniye Mahallesi; nam-ı diğer Macır Mahallesi. Bu mahalle bir göçmen mahallesiydi. Batı Trakyalılar,

Bulgaristan Muhacirleri, Arnavutlar, Boşnaklar, Anadolu’dan (bizim ailemiz, Gürcistan sınırındaki Posof’tan gelmişti), Trakya’dan,

Edirne-Keşan’dan gelenlerden oluşurdu. Buz gibi suları akan çeşmelerimiz, çeşmenin hemen yanında

kahve, çay ocağı vardı. Dondurmacılar, o zamanki tatları bir başka

olan iki ayaklı lahmacun arabalarında satılan lahmacunları afiyetle yerdik. Sünnet cemiyetleri yapılacağında bu alanları seçerlerdi,

bir bardak limonata ve üçgen kesilmiş bir dilim yaş pasta en büyük

keyfimizdi.

Çeşmeler özellikle kadınlar için bir

sosyalleşme alanı idi. Bir taraftan

evin su ihtiyacı karşılanırken cemiyetteki en son havadisler buradan alınırdı. Çeşme başları, gündelik hayatın dedikodu kültürünü

çevresinde yaşatırdı. Hurafeler, rivayetler, destanlar kulaktan kulağa çeşme başlarında yayılırdı. Konu komşuyla dertleşilir, sevinçler

paylaşılırdı. Çeşme başları toplumda kaynaşmaya vesile olurdu.

Genç kızlar burada görücüye çıkar,

yavuklusuna, sevdiğine mektup,

mendil bırakmak buralarda olurdu. Bazen sıra yüzünden veya değişik sebeplerden dolayı saç saça

baş başa kadınlar arasında kavgalar olurdu.

Çeşme başları adres ve yol tarifleri için çok işe yarardı. Eski İstanbul’da sokak adı ve evin kapı numaraları yoktu. Tarifler için odak

noktası çeşme başları olurdu. Hemen her mahallede ve sokakta birçok çeşme adres tarifinde kullanılırdı. Çeşmeler toplumsal kültür

için pusula vazifesi görürdü. (Işın,

E, 1999)

Bazı çeşmeler ve çeşme başları

uğurlama ve karşılamalarda kullanılırdı. Osmanlı döneminde hac

dönemlerinde hacca gidecekler Kadıköy Acıbadem’de bulunan Ayrılık

Çeşmesi’nden uğurlanırdı. Seferden dönen ordu, önemli misafirler

“III. Ahmed

Çeşmesi,

Kartpostal”

Adell

Armatür

Koleksiyonu

Çeşme

Vakfına Ait

Hüccet

P:53

ve hac dönüşlerinde Selamet Çeşmesi’nde karşılamalar yapılır, halk

büyük bir coşku içerisinde olurdu.

(Şerifoğlu, Ö.F,2001 )

Çeşme başlarının en önemli kullanım alanlarından biri de mesire alanı olarak piknikler için kullanılmasıydı. Osmanlı döneminde

ulaşımının kolay olması nedeniyle en çok tercih edilen ve en meşhur mesire alanı Kağıthane mesire

yerleriydi. Küçük Çamlıca ve Büyük Çamlıca tepe bölgelerindeki

leziz sular etrafında çeşmeler yapılmış ve insanlar piknik için buralara gelmiştir. Kayışdağı, Alemdağı

(Taşdelen suyunun çıktığı yer) yine tercih edilen yerlerdendi. Buralara atlı arabalarla dostlar veya ailece gidilip hanendeler, sazendeler

ile geceleri de eğlenceler düzenlenirdi. Üsküdar tarafında oturanların en gözde mekânlarıydı. Göksu ve Küçüksu ise Boğaziçi’nin en

muteber mesire yeriydi. Özellikle

Cuma günleri çok kalabalık olurdu.

Çeşmenin olduğu yerin manzarası çok güzel olup eski deyişle “Temaşagâh-ı zevk ü safa” olan yerdi.

Çeşmenin bulunduğu bölgede çınarın altında denizin, hafif esen ve

Mekkizade Poyrazı denen rüzgârın esintisi olur, tepelerden denize

doğru zümrüt gibi inen ağaçlar ve

boğazın seyrine doyum olmazdı.

İnsanların gözü gönlü açılır, stres

atılırdı.

Kanlıca, Kavacık mesire yerleri,

Çengelköy (eski ismi Feyzabad)

çeşme başları mesire alanlarıydı.

Beykoz bölgesinde Beykoz paçası o

dönemler pek meşhur ve makbuldü. Halk Beykoz’da paça yiyip İshak Ağa Çeşmesi başında çubuk ve

kahve içerdi.

Hünkâr, Kestane, Fındık, Çırçır sularının olduğu Sarıyer tarafları rağbet görürdü. İstanbul sularına hakim olan Belgrad Ormanları’nda

Sultan Mahmut ve Valide bentlerin olduğu bölümlere yemekleri

hazırlayıp cuma günleri Müslüman

ahali, pazar günleri Gayri müslim

ahali arabalarla giderlerdi.

Çeşme başları adres

ve yol tarifleri için

çok işe yarardı. Eski

İstanbul’da sokak adı

ve evin kapı numaraları

yoktu. Tarifler için

odak noktası çeşme

başları olurdu.

Belgrad Ormanları’ndaki zümrüt

gibi çimenler, sarı, mor, pembe çiçekler, ağaçların taze yaprakları

arasında, kuşların, bülbüllerin nağmeleri eşliğinde yapılan bu ziyaretler insanları mest ve hayran ederdi. Özellikle tabiat tutkunu olanlar

için bu tarifi imkânsız bir haz verirdi. İnsanlar huzur içinde neşeli ve

mesud zaman geçirirdi. Balıkhane

Nazırı Ali Rıza Bey “ Geçmiş zaman

olur ki hayali cihana değer” diyerek

çeşme başında mesire yerlerinde

yaşadığı güzelliklere ait hatıraların

hayallerini süslediğini ifade etmiştir.( Çoruk, A.Ş , 2007 )

Mesire alanlarına gelenler çeşme

başlarına yakın yerleri tercih ederek ulu çınarların gölgesinde, dere

kıyısında salkım söğütlük, kavak

ağaçlarının altında halılar, kilimler yere sererek otururdu. Etraftaki satıcılar simit, yemiş, meyve,

tatlılar satardı. Dondurmacılar,

yoğurtçular, şerbet ve limonatacılar insanları serinletirdi. ( Schiele,

R.- Wiener,W.M,1988)

Çeşme başları aynı zamanda yolculuklarda mola, dinlenme ve içme

suyu ihtiyacının karşılanmasında

da önemli mekânlar olmuştur. Molalarda yollardaki çeşmelerde insanların su içip alabileceği şekilde

musluklu kısımlar ve yanında hayvanların su içebileceği şekilde suyun oraya devamlı aktığı dar, uzun

su kanallı, hayrat olarak yaptırılan,

yol çeşmeleri olurdu. Bu tip çeşmelerde kıblenin yönünü belli edecek bir taş ve namaz kılınabilecek

bir bölüm de bulunurdu. Literatürde Namazgâhlı Çeşmeler olarak

adlandırılan bu çeşmeler dönem

itibarıyla oldukça işlevsel idiler.

Günümüzde mevcut olan Kadırga’daki Esma Sultan Namazgâhlı

“Çengelköy

Çeşmesi Açılışı,

Kartpostal”

Adell Armatür

Koleksiyonu

“Üsküdar Çeşme Başı,

Kartpostal” Adell

Armatür Koleksiyonu

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 50 51 ›

P:54

Çeşmesi gibi üst bölümü namazgâh olabildiği gibi, bazılarında namazgâh bölümü çeşmenin yan tarafında yer alırdı.

Cumhuriyetin ilk

yıllarında çeşme

başlarına gelen genç

kız ve kadınlarımız

hangi yörelerden

gelmişseler o yörenin

geleneksel kıyafetleriyle

çeşmeden su almaya

gelirlerdi. Su testileri,

güğümler de yöresel

özellikler gösterirdi.

Cumhuriyet Dönemi

Çeşme Başları

İstanbul’da 1970’li yıllara kadar

çeşme başı kültürü devam etmiştir. 1870’li yıllardan sonra evlere

su tesisatı çekilerek şebeke suyu

kullanıldıysa da özelikle gecekondu bölgelerinde çeşmeden su alma devam etmiştir. Ayrıca İstanbul’da sık sık yaşanan su kesintileri

ki halk arasında “Çeşmeler kesik”

olarak ifade edilmiştir. Evdeki çeşmelerin kesik olduğu zamanlarda mahalle veya en yakın sokak

çeşmelerinden veya civardaki çeşmelerden bidonlarla su almaya gidilirdi. Bu çeşmelerin önünde bazen uzun kuyruklar olurdu. Birçok

evde üzerinde musluğu olan plastik bidonlar vardı.

Bağ bahçe ve mesire yerlerinin yanında veya yakınında olan çeşme

başları mesire yeri, piknik alanı

olarak kullanılmıştır. Özellikle hafta sonlarında, tatil günlerinde çoluk çocuk pikniğe gidildiğinde ilk

aranan çeşmeler ve su kaynağı olmuştur. Çeşme başına en yakın ve

gölgelik alanı kapmak için sabah

erkenden yola çıkılırdı. Piknikçiler

yanlarında götürdükleri karpuz,

kavun gibi yiyeceklerini de soğutmak için bu çeşmeleri kullanırlardı. İstanbul’da Valide Suyu, Göksu

Çeşmesi mesire alanı, Haliç-Kağıthane civarındaki mesire alanları

piknikler, hıdrellezlerde eğlenceler tertip edilmiştir. Halk buralarda

çocuklarla birlikte atlar, zıplar, top

oynar, kovalamaca, körebe, mendil

kapmaca oynar; ağaçlara kurulan

salıncaklarda sallanırdı. Bazen sudan sebeplerden kavgalar çıkardı.

İstanbul’a farklı bölgelerden göç

eden veya Balkanlardan gelen Boşnak ve Arnavut soydaşlardan oluşan mahallelerde, evdeki çeşmeler

kesikse veya henüz taşındıkları evlere su tesisatı çekilmemişse, mahalle çeşmesinden evlere su temin

edilmeye devam edilmiştir. Başlangıçta tenha semtlerde çeşmeler ihtiyacı karşılıyordu. Semtlerin

göçlerle dolup taşmasıyla çeşme

başları kalabalıklaştı. İlk zamanları

yeni gelen göçmenler, o semte daha önceden gelmiş olanlarla yeterince iletişim kuramadığından su

sıralarında kavgalar çıktığında çözüm kaba kuvvet ve en güçlü olanların sıra beklemeden çeşmeden su

alması oluyordu.

Cumhuriyetin ilk yıllarında çeşme başlarına gelen genç kız ve

“Gravür”

Adell

Armatür

Koleksiyonu

“Hamidiye

Çeşmesi,

Kartpostal”

Adell

Armatür

Koleksiyonu

P:55

kadınlarımız hangi yörelerden gelmişseler o yörenin geleneksel kıyafetleriyle çeşmeden su almaya gelirlerdi. Su testileri, güğümler de

yöresel özellikler gösterirdi. Karadeniz tarafından gelenlerde Trabzon güğümü, Balkanlardan gelenlerde Bosna işi güğümler, toprak

testilerin kulp yapıları ve görünümleri de farklı olurdu. Su kapları genellikle bakırdan veya bakır

alaşımlı madeni su kaplarıydı.

Bazen su taşıma için “Su Ağacı” denen taşıma sopalarının iki ucuna

birer güğüm veya teneke konur ve

bir omuzda bu taşınır, diğer ele de

başka bir dolu su kabı alınırdı.

1970’li yıllara gelindiğinde çeşme

başına gelen kadın ve genç kızlarımızda yöresel kıyafetler yerini,

o günkü dış giyim özelliklerine bırakmıştı. Mahalli özellik taşıyan

bakır güğümler ve toprak testiler

yerini başlangıçta alüminyum leğen, kazan, kovalara; sonrasında

da plastik su kaplarına bırakmıştır.

Çeşme Kültürü

Üzerine Sanatsal

Yansımalar

Birçok ressam, şâir, yazar esin kaynağı olarak çeşmeleri, çeşme başlarını ve suyu ilham almışlardır.

Çeşmeler ve su kültürü üzerinde edebiyatımızda çok sayıda örnek bulunmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir kitabında

İstanbul bahsine İstanbul’a hayat

veren kaynak sularıyla girer. Babasının görevi nedeniyle çocukluğunun geçtiği Arabistan’ın bir şehrinde, komşuları olan ihtiyar bir

kadının sık sık hastalandığını ve

humma başlar başlamaz kadının “

çırçır, karakulak, şifa suyu, hünkâr

suyu, Taşdelen, Sırmakeş diyerek

sayıkladığını belirtir. Ve bunun

kendisine ilaç, tılsım gibi gelerek

iyileştirdiğini ve İstanbul’un bu kadın için serin, berrak, şifalı suların

şehri olduğunu ifade eder. Kendisinin de İstanbul sularının ismini

duyduğunda dört yanının su sesleriyle, gümüş tas ve billur kadeh

şıkırtıları, güvercin uçuşlarıyla dolu zannettiğini ifade eder. Emirgan

korusundaki kahvede çay, kahve

içmenin çeşmenin su seslerini işitmenin o güzellikleriyle insanlarda ayrı ayrı duygular uyandırdığını

ifade etmektedir. Tanpınar, İstanbul’un büyük mimarî eserlerin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehri olduğunu

belirterek bu küçük köşelerinde

şehrin mahremiyetinde adeta eriyip ona karışmış hissi veren çeşmelerin olduğunu, yolda yürürken

köşe başını döndüğünüzde birdenbire hiç beklemediğiniz bir yerde

mermer bir çeşme aynasının size

gülümsediğini ifade eder. (Tanpınar, A. H, 1946)

Çeşmelerin bize

daima taze bir haz

veren nefis tezyinat

şekilleri o bereketli

suya karşı duyulan

minnettarlık hissinin

kuvvetinden mütevellit

bir mânâ ifade eder.

Hoca Ali Rıza, İstanbul Peyzajına âşık bir ressamdı. Özellikle Boğaz ve Göksu Çeşmesi konulu resimleri meşhurdur. Aslında

“Reklam

Kartı” Adell

Armatür

Koleksiyonu

“Mesire Alanı,

Kartpostal”

Adell Armatür

Koleksiyonu

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 52 53 ›

P:56

Göksu Çeşmesi her zaman Oryantalist ressamlara ilham kaynağı

olmuştur.

1940’lı yıllarda Güzel Sanatlar

Akademisi’nde ders veren Profesör

W. Schütte’nin çeşmelerle alakalı

nefis bir yazısı vardır. Yabancı Mimar Gözüyle Türk Çeşmeleri adlı yazısında Schütte: “Çeşmeler, İstanbul

sokaklarının örgüsü içine, bayramlık

elbiselerdeki pırlantalar gibi serpilmişlerdir. Ve insan şehirde dolaştığı

zaman, gözleri bu küçük veya nispeten büyücek yapılara, daima taze bir

hazla dalar, gider. Küçük olsunlar, büyük olsunlar, hepsinin de seve seve

meydana getirildikleri göze çarpar.

Çeşmelerin bize daima taze bir haz

veren nefis tezyinat şekilleri o bereketli suya karşı duyulan minnettarlık

hissinin kuvvetinden mütevellit bir

mânâ ifade eder. Kupkuru teknik bir

ifadeyle çeşme, sadece taştan mamul,

alelade delikli bir su kabıdır; ekseri

çeşmelerin esas müşekkili dört köşe

böyle bir kutu şeklidir, fakat öyle, dört

köşe bir kutu ki! Geniş bir çatı, suya

gelenleri, güneş ve yağmurdan korur

ve çeşme duvarlarını geniş bir gölgeye

boğar. Duvarlar, kitabe, her çeşit tezyinat, çiçekler ve beyitlerle örtülüdür.

Böylelikle bu alelade taş kap heybetli bir kisveye bürünmüştür. Bazı çeşmeler bütün bir mahallenin şah damarı mesabesindedir. Ve eski basma

resimlerde meselâ Tophane Çeşmesi

etrafındaki beşeri faaliyet ve kaynaşmanın alaka verici hatlarını görürüz”

demektedir.

Bazı çeşmeler bütün bir

mahallenin şah damarı

mesabesindedir. Ve

eski basma resimlerde

meselâ Tophane

Çeşmesi etrafındaki

beşeri faaliyet ve

kaynaşmanın alaka

verici hatlarını görürüz.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında,

yabancı bir entelektüelin çeşmelerimizin ihtişamını bu denli güzel

anlatması takdire şayandır. ( Tanışık, İ.H, 1943 )

Eski İstanbul’un birçok semti

çeşmeleriyle anılmaktadır. Valide

Çeşme, Horhor, Kuruçeşme, Çukurçeşme, Söğütlüçeşme gibi. Maalesef İstanbul çeşmelerinin çoğunun sadece adı kalmıştır. Birçok

çeşmenin suyu akmayıp, kurumuştur. İstanbul çeşmelerinin içler acısı hali, gittikçe yok olmaları birçok

entelektüel sanatçı, aydın, edebiyatçı, şâir ve yazarın dikkatini çekmiş ve yazılarına, mısra ve dizelerine, çalışmalarına konu olmuştur.

Reşat Ekrem Koçu:

Niçin kestiler suyumu?

Kim çaldı pirinç lülemi?

Ne zaman gömüldüm topraklara

Okunmuyor alnımın altın yazısı… ifadeleriyle içler acısı durumu

belirtmektedir.

Tophane semtini çok seven ve belli bir süre Tophane Çeşmesi’nin

karşısında bir evde oturan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Tophane Çeşmesi’nin içler acısı hali karşısında

bir gün çileden çıkar. Faydalı ve

güzele İstanbul çeşmelerini örnek

vermeyi düşündüğünü, alıcı gözle İstanbul çeşmelerini dolaşmak

istediğini ve gezdiğinde İstanbul

çeşmelerinin başlarına geleni görünce çileden çıktığını ve İstanbul

çeşmelerini “Genç yaşta sütü kurumuş analar gibi” gördüğünü belirtmektedir. (Şerifoğlu, Ö., 2010)

“Aşıklar

Çeşmesi,

Kartpostal”

Adell

Armatür

Koleksiyonu

“Gravür Namazgâhlı Çeşme”

Adell Armatür Koleksiyonu

P:57

Selim Sırrı Tarcan 1938 tarihinde

Cumhuriyet Gazetesi’nde kaleme

aldığı yazısında İstanbul’un, Üsküdar’ın, Boğaziçi’nin birçok yerinde vaktiyle hayırsever ecdadımızın birçok çeşme yaptırdığını ve

halkın en büyük ihtiyacı olan billur

gibi suları bol bol şehrin her tarafında akıttıklarını belirterek yazısına başlamaktadır. Bir dostunu

ziyaret için Harbiye’den Fatih’e gidişinde yol boyunca çeşmelerin perişan halini gördüğünü, çeşmelerin

tamamının kuruduğunu, bakımsızlıktan her tarafının harap olduğunu ifade etmektedir. “Bu çeşmelerden neden su akmıyor?” diye

kimseyi itham etmek istemediğini ama İstanbul’un bir su şehri olduğunu, gözüne ilişen ve akmayan

çok sayıdaki bu çeşmelerin kendisini müteessir etiğini ve bu kuru

çeşmeleri hüzünle, esefle, elemle

seyrede seyrede dostunun evine

gittiğini belirtmektedir. (Tanışık, İ.

H, 1943)

Çeşme Ve Çeşme Başı

Kültürünün Yok Olma

Süreci Ve Sebepleri

Çeşmeler yapıldıkları döneme tanıklık etmeleri, dönemsel mimarî

özellikler içermeleri sebepleriyle şehirlerin temel somut kültürel miraslarıdır. Geleneksel yaşam

kültüründe önemli olan çeşmeler

maalesef en çok tahrip olan ve gözden düşen eserler olmuştur.

Çeşmeler yapıldıkları

döneme tanıklık

etmeleri, dönemsel

mimarî özellikler

içermeleri sebepleriyle

şehirlerin temel somut

kültürel miraslarıdır.

Yeni şehir ıslah çalışmalarında çoğunlukla Cumhuriyetin ilk yılları ve Menderes döneminde yol açma, caddeler oluşturma, alt yapı

çalışmalarında özellikle eski İstanbul’un korunup, yeni şehrin başka

bölgede oluşturulması gerekirken,

mevcut tarihî eserlerle iç içe olan

su medeniyetimize ilişkin pek çok

eser, bilerek veya farkında olmayarak, gerekli özen gösterilmemiş,

yeni kamu bina inşaatları için anıt

eserler ya ortadan kalkmış, ya yol

seviyesinin çok altında kalmış ya

da su yolları tahrip edildiğinden

kurumuş çeşme olarak kaderine

terk edilmiştir.

Evlere şehir şebeke suyunun bağlanmasıyla yavaş yavaş önemini

kaybeden çeşmeler, mahalleli ve

sokağın suyunu karşılama görevlerini yitirmesi ile önemini kaybetmiştir. Müstakil ahşap evlerden

apartmanlara taşınmaların başlamasıyla mahalle kültüründen şehir

kültürüne geçildi. Böylece çeşme

başları sönük kaldı. Şehrin varoş,

gecekondu bölgelerinde bir müddet daha devam eden çeşmelerden

su alma işi, bu evlere su bağlanmasıyla artık son buldu fakat köylerdeki köy çeşmelerimiz hâlâ akmaya devam etmektedir.

Abonelere ücretli olarak verilen

suyun mahalle çeşmelerinden ücretsiz olarak akıtılması maddî bir

“Dönemin

İstanbul Valisi

Fahrettin

Kerim Gökay

Tarafından

Yapılan,

Yıldız’da Bir

Çeşme Açılışı,

1940’lı yıllar”

Adell Armatür

Koleksiyonu

“Tophane

Çeşmesi”

Adell Armatür

Koleksiyonu

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 54 55 ›

P:58

külfet olarak addedilmiştir. Vakıflardan belediyelere bağlanan çeşmelerin belli bir süre sonra suları

kesilmiştir.

Zaman içerisinde halkta suyun temizliği ve içilebilirliği de sorgulanmaya başlamış; halkta mahalle

çeşmeleri, meydan çeşmeleri sularının sağlıksız olduğu, artık bunların suyunun içilemeyeceği kanaati

uyanarak, çeşmeler toplumdan iyice kopartılmıştır.

Çeşmelerin mimarî anıt olarak korunması, gerekli somut kültürel

miras olarak kayıt altına alınması hususunda birden fazla kamu

kuruluşunun işin içinde olması ve

koordinasyon konusunda yaşanan olumsuzluklar nedeniyle yerel yönetimler, Kültür ve Turizm

Bakanlığı, Vakıflardan Sorumlu

Devlet Bakanlığı ve Vakıflar İdaresi arasında zaman zaman yaşanması muhtemel yetki karmaşasının eserlerin korunmasının önüne

geçmesi mümkün olabilmiştir. Bu

tip eserlerin mülkiyeti konusunda

da sıkıntılar olmakta, mülkiyetler

farklı kurumların uhdesinde olabilmektedir. Bu da korunması konusunda tek elden koordinasyonu

güçleştirmektedir.

İşlevini kaybeden ve kendi haline terk edilen çeşmelerin çoğunun yerlerinde yeller esmektedir. Birçokları tahrip edilmiştir.

Çeşmelerin kitabesi çalınmış, taşları bakımsızlıktan kararmış,

muslukları sökülmüş, suları kesik, çeşmeler kurumuş vaziyette

kalmışlardır.

Müstakil ahşap

evlerden apartmanlara

taşınmaların

başlamasıyla mahalle

kültüründen şehir

kültürüne geçildi.

Böylece çeşme

başları sönük kaldı.

Çeşmelerin muslukları pahalı ve

geri dönüşüm imkânı olan endüstride birçok sektörde kullanılan bakır alaşımlı tunç veya pirinç malzemeden yapıldığı için maalesef

birçokları eritilmek üzere hurdacılara satılmış, bakır haddehanelerinin yolunu tutmuşlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayileşme

hamleleriyle artan hammadde ihtiyacı; maalesef en kolay yoldan,

bakırdan mamul kapkacak, musluk, semaver, mangal, ibrik aklınıza ne kadar gündelik yaşamda

kullanılan eşyalar gelirse eritmeye gönderilmiştir. Bugün ne mutludur ki devlet müzeleri ve kayıtlı

özel koleksiyonlarda musluk koleksiyonları bulunmaktadır. Eğer

bu koleksiyonlar da olmasa, bir

adet eski musluğu görme imkânı

kalmayacaktır.

Ayrıca çeşme ve çeşme başlarımız

gözden düşünce suyla gelen kültürümüzü ve kullanılan su kaplarını da unuttuk. Özellikle köylere

kadar şebeke suyunun getirilmesi, televizyon kültürünün en ücra

köşelere kadar ulaşması nedeniyle

popüler kültür hakim oldu ve somut olmayan kültürel mirasımız

olan geleneksel yaşam kültürümüze ait değerlerimizi yitirdik.

Hayrat olarak yaptırılan çeşme ve

sebillerin, halka ücretsiz su temini için oluşturulan ekiplerin ortadan kalkmasıyla, çeşmeler de yok

olmaya mahkum olmuştur. Sistem yok edilince çeşme yıktırılıp

kitabesi parçalanmış, arsasına bina

veya dükkan yapılmış, çeşme-sebiller amaçları dışında depo, büfe, imam odası, karakol, gazete bayii, çay ocağı olarak kullanılmıştır.

Bu noktada insanın aklına şu soru

geliyor: Vakfedilen çeşmelerin zaman içerisinde amacı dışında kullanılması vakıf bedduasına ve sonuçta susuzluk ve bereketsizliğe

neden olabilir mi?

Sonuç

Bugün çeşmelerin birçoklarının

suyu kesilmiştir ya da “İçilmez”

tabelası asılmıştır. Zamanında birer hayat kaynağı olan bu çeşmeler şimdilerde su medeniyetimizi gösteren mimarî anıtlar olarak

“Koçzade

Vehbi (Vehbi

Koç) ve

arkadaşları

Çeşme

Başında,

Ankara” Adell

Armatür

Koleksiyonu

“Tombak

Musluk”

Osmanlı,

18. Yüzyıl,

Türk ve İslam

Eserleri

Müzesi

P:59

caddeleri, sokakları süslemektedir.

Birçokları bakımsız, ayakta kalma

mücadelesi vermektedir. Bu aslında yıllardan beri süregelen ihmalkârlıkların bir sonucu olsa gerek. Tek bir kişi veya kurumu direkt

olarak suçlamak haksızlık olacağı

gibi sadece eleştiri yapmak, su medeniyetimizin seçkin eserlerini geri

getirmeye, bu eserlerin korunmasına, geleceğe taşınmasına yetmiyor. 1980’li yıllarda Güneş Gazetesi’nin öncülüğünde “Çeşmelerimizi

Kurtaralım” kampanyası türünde

çalışmalar başlatmak gerek. Aslında İstanbul Valisi Sayın Muammer

Güler döneminde 100 adet çeşmenin İl Özel İdaresi nezdinde restorasyon programına alınma projesi

olduğunu biliyoruz. Fakat bugün

bu proje hangi aşamadadır? Bununla beraber, son dönemlerde sevindirici, yüreklerimize su serpen

gelişmeler de oluyor. Çekül Vakfı’nın geleneksel yaşam kültürümüzü tanıtma, yaşatma projeleri,

Saka su firmasının Tophane çeşmesini restore ettirmesi, Vakıflar

Bankası’nın iştiraki olan Kuveyt

Türk Katılım Bankasının Azapkapı Saliha Sultan Çeşme ve Sebili’ni

restorasyonu, 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı vasıtasıyla yapılan restorasyonlar İstanbul Ticaret Odasının çeşmeleri restorasyon

projesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü

ve İstanbul I, II. Bölge Müdürlüklerinin koordinasyonunda çeşme sebil rehabilitasyon çalışmaları, yerel

yönetimlerin, özellikle Fatih, Beyoğlu, Eyüp Belediyelerinin tarihî

eserlerin korunması ve rehabilitasyonu çalışmaları, İSKİ, Orman ve

Su İşleri Bakanlığı’nın çalışmaları,

kamu kurum ve kuruluşlarının koordinasyon uyumu Adell Armatür

A.Ş.’nin sosyal sorumluluk projesi

olarak su ve hamam koleksiyonunu müzeleştirme çalışmaları, burada ismi yazılmamış diğer başka

kişi ve veya kuruluşların çalışmaları su medeniyetimize ait eserlerin

ve bu medeniyetle gelen kültürün

yeniden diriliş yaşayacağı günlerin

uzak olmadığının habercileridir.

Zamanında birer

hayat kaynağı olan bu

çeşmeler şimdilerde

su medeniyetimizi

gösteren mimarî

anıtlar olarak caddeleri,

sokakları süslemektedir.

Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer. Bir tatlı huzur almak için,

Boğaziçi’nde, Çamlıca Tepeleri’nde, Emirgan’da, Sarayburnu’nda

ağaçlar ve denizin iç içe olduğu o

güzelim çınaraltında, akan su şırıltılarıyla, çiçekler ve kuş sesleri eşliğinde sizleri çay ve kahve içmeye

bekleriz Efendim. Su gibi aziz olunuz.

Kaynakça

1. Aksel, M, 2011, Sanat ve Folklor, Kapı yayınları, Sayfa; 260- 262.

2. Ceylandağ, H. –Tokalı M, 1973, Çeşme ve Çeşme Başı Kültürü, Folklora Doğru Sayı 31, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları,

sayfa: 33- 40.

3. Çoruk, A. Ş, 2007, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı – Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Kitabevi Yayınları, Sayfa : 88- 144.

4. Göncüoğlu, S.F, 2007, Su İstanbul- Kültür Kış 2007, Sayfa 29- 39.

5. Işın, E, 1999, İstanbul’da Gündelik Hayat, YKY, Sayfa: 246- 258.

6. İşli, N, 2007, Su Müesseseleri- Kültür Kış 2007, Yarım Elma Yayınları, Sayfa: 84- 85.

7. Kılınçer, Gülşen, 2007, Kaybolan Çeşmeler, Kuveyt Türk Yayınları.

8. Özel, A. M, 2009, Su Medeniyeti Ve Çeşmeler, İSKİ, Sayfa 28- 44.

9. Schiele, R.- Wiener, W. M, 1988, 19. Yüzyılda İstanbul Hayatı, Roche Yayınları, Sayfa : 90- 94.

10. Şeker, F. M, 2007, Kal ile Hal Arasında Su- Kültür 2007 Kış, Yarım Elma Yayınları, Sayfa : 25- 27.

11. Şerifoğlu, Ö. F, 2010, İstanbul’un Su Macerası Ve Edebi Yansımaları- Keşkül, Sufi Kitap yayınları, Sayfa 108- 119.

12. Şerifoğlu, Ö.F, 2001, Çeşmeler, Sebiller, Şadırvanlar Su Güzelleri- P Dergi 2001, Raffi Portakal, Sayfa :35- 36.

13. Tanışık, İ. H, 1943, İstanbul Çeşmeleri Cilt I, Maarif Yayınevi, Sayfa : XI- XIV.

14. Tanpınar, A.H, 2008, Beş Şehir, Dergah yayınları, Sayfa:117- 120.

15. Yurdakul, İ. 2010, Aziz Şehre Leziz Su, Kitabevi Yayınları, Sayfa: 28-36.

“Göksu Çeşmesi,

1950 Tarihli,

Resim Sulu

Boya” Adell

Armatür

Koleksiyonu

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 56 57 ›

P:60

Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ

Iğdır Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

Sular Diyarı,

İmparatorluk Başkenti İstanbul’da

Suyun Serüveni

TARİH

P:61

aşamın kaynağı ve

temizlik vasıtası olması nedeniyle tarih boyunca dünya

çapında insanların

ve dahi tüm canlıların hep aradığı, içme ve temizlenme amacıyla istifade ettikleri su,

küçük toplumlar ile köylerin oluşması, şehirlerin kurulması ve uygarlıkların inkişafı üzerinde önemli ve belirleyici bir etkiye sahip

oldu. Eski çağlardan beri su ihtiyacını karşılama endişesinin bir neticesi olarak şehirler, mümkün mertebe akarsu ve ırmaklardan fayda

sağlamaya namzet su kenarlarında, verimli arazilerde teşkil edildi.

İlk uygarlıkların Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki bölgeyi ifade

eden Mezapotamya’da, Afrika çölleri içerisinde bir vadi durumundaki Nil Nehri’nin çevresinde konumlanan Mısır’da ve aynı şekilde

İndus Nehri civarında Hindistan’da ortaya çıkması, bu durumun

bariz göstergesidir. İlk ekonomik

faaliyetler ile devamında gelen sosyal ilişkiler ve dinî inanışlar ile ritüeller de bu uygarlıklar içerisinde

kendisine yer buldu.

Üç tarafı denizle çevrili bir yer olması ve büyük kara parçaları arasında geçişi ve irtibatı sağlaması bakımından stratejik bir önemi

haiz olması nedeniyle İstanbul,

öteden beri toplumların yerleşip

siyasî ve idarî kurumlar oluşturmaları için cazip bir mekân oldu.

Şehrin çok gerilere uzanan eski

tarihi hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte MÖ 3 bin başlarından itibaren bölgede yerleşim

olduğu ileri sürülür. Daha somut

bilgiler ekseninde bakıldığı zaman

Y

Üç tarafı denizle çevrili bir yer olması ve büyük kara parçaları

arasında geçişi ve irtibatı sağlaması bakımından stratejik bir

önemi haiz olması nedeniyle İstanbul, öteden beri toplumların

yerleşip siyasî ve idarî kurumlar oluşturmaları için cazip bir

mekân oldu.

İstanbul

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 58 59 ›

P:62

görüldüğü kadarıyla, ilgili coğrafyada evvela İstanbul’un Anadolu

yakasındaki Kadıköy, MÖ 1000 yılı civarında Fenike kolonisi olarak

kurulmuştu.

Güzelin talibi çok

olurdu ve nitekim

öyle de oluverdi.

Coğrafî konumu

nedeniyle çevredeki

devletlerin ilgisini çeken

Byzantion, Trakların

ve Perslerin saldırı

ve işgallerine uğradı.

Tarihî yarımada olarak bilinen Sarayburnu civarındaki sahaya da ilk

olarak Megaralılar yerleştiler. Nitekim Avrupa yakasında İstanbul’un

ilk defa bir Megara kolonisi olarak

MÖ 7. yüzyılda kurulduğu rivayet

edilmektedir. İstanbul’un ilk adı bu

iskânla ilgiliydi. Megaralıların kumandanı Byzas’ın ismi buraya verilerek bölgeye Byzantion denildi. Ayrıca Megaralılar yarımadaya

yerleştikten sonra, kendilerinden

önce bölgeye geldikleri halde, bu

derece göz alıcı bir yeri bırakıp da

karşısında bulunan Kadıköy taraflarını mesken edinen halka izafen

Halkedon’a (Kadıköy) Körler Ülkesi dediler.

Güzelin talibi çok olurdu ve nitekim öyle de oluverdi. Coğrafî konumu nedeniyle çevredeki devletlerin

ilgisini çeken Byzantion, Trakların

ve Perslerin saldırı ve işgallerine

uğradı. Ardından Roma İmparatorluğu, Makedonya ve Yunanistan’a

hâkim olunca Byzantion da önce

Roma’ya serbest şehir olarak bağlandı ve daha sonra (MS 73) Roma topraklarına dâhil edildi. İleriki dönemde İmparator Septimus

Severus zamanında tahribata uğrayan şehir, bu imparator tarafından tekrar imar edildi ve oğlunun

şerefine buraya “Augusta Antonina” adı verildi. Roma İmparatoru

I. Konstantinos, dördüncü yüzyılın

ilk yarısında Byzantion’u yeni imparatorluğun merkezi olarak seçerek burayı inşa ettirmeye başladı,

şehrin alanını genişletti ve güvenlik amacıyla etrafını surlarla çevirdi. Yeni başkentte saray, senato

binası, hipodrom ile kiliseler inşa

ettirdi; netice olarak 330’da şehrin

resmî açılış törenini yaptı. Hristiyanlık inancı, ülkede ve dolayısıyla

şehirde hâkim olmaya başladı.

Ne var ki Roma İmparatorluğu’nda

badireler, acı yüzünü göstermeye

başladı. Öncelikle I. Theodosios’un

395’te ölümünden sonra imparatorluk, iki oğlu arasında ikiye ayrıldı. I. Justinianos döneminde,

532 yılında çıkan Nika İsyanı, şehirde büyük yıkımlara sebep oldu.

Ayasofya Kilisesi dâhil birçok bina

ve anıt tahrip edildi. Justinianos,

Ayasofya’yı yeniden inşa ettirdi. İstanbul, Emevi orduları tarafından

yedinci yüzyıl sonları ile sekizinci

yüzyıl başlarında kuşatıldı; ancak

Müslüman kuvvetleri başarı sağlayamadı. Bundan sonra da Müslümanlar ve Türklerle Bizans arasında mücadele, savaşlar devam etti.

Bu dönem zarfında uzun yıllar boyunca Bizans, taht kavgaları, depremler, yangınlar ve dış tehditler

nedeniyle büyük badireler atlattı;

yeri geldi isyanlar çıktı, şehir harap

edildi, imparatorlar katledildi.

On birinci yüzyılın sonlarına gelindiğinde yeni bir olgu, Doğu’yu

sarsmaktaydı. 1096 yılında Haçlı

Harita

Haliç-İstanbul,

1572,

Braun ve

Hogenberg

P:63

orduları tehdit olarak gördükleri

İslâm’a karşı harekete geçerek İstanbul’a geldi. İmparator Aleksios,

Haçlılar ile anlaşarak onların Anadolu’ya geçmesini sağladı. Bizans

iç ve dış mücadelelerle uğraşırken

meydana gelen IV. Haçlı Seferi’nde ise Batılı Hristiyanlar, İstanbul’a girdiler ve bir seri kargaşanın

ardından şehri zapt ettiler (1204).

İstanbul, günlerce tahrip edildi.

Bütün kiliseler, manastırlar, saraylar ve kütüphaneler yağma edildi.

Katliamlar yapıldı. Avrupalılar, İstanbul’da bir Latin imparatorluğu

kurdular. Ancak 1261’de İznik’teki Bizans uzantılı siyasî yapı, yarımadada süren Batı hâkimiyetine

son verdi. Sonrasında İstanbul yine iç karışıklıklar, isyanlar, yangın

ve depremler yüzünden birçok kez

harap oldu.

Şehrin MS 330 tarihindeki kuruluşundan sonra meydana gelen

sosyal ve iktisadî gelişmeler bağlamında bir değerlendirme yapıldığı

zaman görüldüğü kadarıyla, henüz

Konstantinos şehri kurduktan kısa

süre sonra buranın nüfusu, imparatorun belirlediği sınırları aşarak

surların dışına taşmış; nüfus hızla artmıştı. Yarımada etrafında,

Boğaziçi kıyılarında, Üsküdar ve

Kadıköy’de yazlık saraylar ile dinî

eserler kurulmuştu.

Etrafı suyla çevrili olmasına rağmen İstanbul, ne acıdır ki su sıkıntısıyla boğuşuyordu. Suriçi’ni

kaplayan alanda tatlı su kaynağı

olmadığı için sular buraya dışarıdan getirilmek zorundaydı. Böylesi bir durumda başvurulacak ilk

yerler de yarımadaya nispeten yakın olan Lykos (Bayrampaşa), Kydaros (Alibeyköy) ve Barbyzes (Kâğıthane) dereleriydi. Bunların yanı

sıra Belgrad Ormanları ile Halkalı

tarafları da yerine göre İstanbul’un

su kaynakları olarak kullanılmaya müsait diğer yerleriydi. İstanbul’daki su sıkıntısını gidermek,

başından beri idareci kesimin halletmesi gereken önemli bir meseleydi. Bu nedenle Roma imparatoru Valentinianus (364-378),

merkeze su getirmek için bir isale

hattını ve bugün de kalıntıları bulunan Valens su kemerini (Bozdoğan) yaptırdı. Sonraki idareciler de

bu sorun üzerine eğildiler.

Bizans döneminin şehirlerinde

çok fazla meydan, çeşme, su kemeri, sarnıç, lağım ve hamamlar

vardı. Belirtildiği üzere su ihtiyacını karşılamak üzere şehrin dışından getirilen sular için su kemerleri yapılırdı. Kemerlerle gelen su,

sarnıçlarda depolanıp çeşmelere

ve hamamlara dağıtılırdı. Şehirde

sular, Suriçi’nde Aetos (Karagümrük), Aspar (Yavuz Selim Çukurbostanı) ve Mokios Sarnıcı (Altımermer Çukurbostanı) ile surun

dışında Hebdomon Sarnıcı (Bakırköy-Veliefendi) gibi açık sarnıçlarda toplanırdı. Bunlar, geniş bir

sahayı kaplayan havuz şeklinde

yerlerdi. Kalın duvarları, su geçirmeyen bir harçla sıvanırdı. Henüz

Bizans döneminde toprakla doldurularak bağ ve bahçeye çevrildi.

Osmanlı döneminde bostan olarak

kullanıldı.

Bizans döneminin

şehirlerinde çok fazla

meydan, çeşme, su

kemeri, sarnıç, lağım

ve hamamlar vardı.

Belirtildiği üzere su

ihtiyacını karşılamak

üzere şehrin dışından

getirilen sular için su

kemerleri yapılırdı.

Kemerlerle gelen

su, sarnıçlarda

depolanıp çeşmelere ve

hamamlara dağıtılırdı.

Şehirde ahaliye su vermek üzere

inşa edilmiş olan birçok üstü kapalı sarnıç da vardı. Roma döneminden kalan Bazilika (Yerebatan),

Valens/

Bozdoğan Su

Kemeri

I. Theodosios

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 60 61 ›

P:64

Filoksenus (Binbirdirek) ve Pantokrator (Zeyrek), İstanbul’un

önemli kapalı sarnıçlarıdır. Bu sarnıçlar, pişmiş toprak borulardan

oluşan sistemle şehrin ana su şebekesine bağlanırdı.

Su, İstanbul’un

Hristiyan halkı için

yerine göre kutsal

mânâlar da kazanırdı.

Şifa dağıttığına inanılan

kuyu, kaynak ve pınar

gibi yerlere bir aziz

veya azizenin adı

verilir; buralar halkın

hizmetine sunulurdu.

Bu şekilde kutsal ve

şifa dağıtıcı kabul

edilen su kaynağına

ayazma denilirdi.

Su, İstanbul’un Hristiyan halkı için

yerine göre kutsal mânâlar da kazanırdı. Şifa dağıttığına inanılan kuyu, kaynak ve pınar gibi yerlere bir

aziz veya azizenin adı verilir; buralar halkın hizmetine sunulurdu.

Bu şekilde kutsal ve şifa dağıtıcı kabul edilen su kaynağına ayazma denilirdi. Böyle mekânlar, şifa

uman ziyaretçilerin akınına uğradı. İstanbul’da Bizans ve Osmanlı

dönemlerinde ortaya çıkarılan birçok ayazma olmakla beraber bunlardan belli başlı bazıları, Gülhane

tarafındaki Hodegetreia, Ayvansaray ile Eğrikapı arasındaki Blakhernai ve Zeyrek’teki Hagia Theodosia

ayazmalarıdır.

Osmanlı Döneminde

İstanbul ve Su

İstanbul, MS 330’dan 1922’ye kadar Roma (330-395), Bizans (395-

1204/1261-1453), Latin İmparatorluğu (1204-1261) ve Osmanlı

Devleti’ne (1453-1922) başkentlik

yaptı. Türkler tarafından ele geçirilmek istenen İstanbul, ilk olarak

1391 ile 1400 yılları arasında I. Bayezid ve 1422 yılında II. Murad tarafından kuşatıldı; ancak ilhak edilemedi. Hummalı bir çalışmanın

ve yoğun hazırlıkların akabinde II.

Mehmed 1453’te İstanbul’u fethetti. İstanbul tabiri, iki farklı coğrafî

alan için kullanılmaktadır. Modern

zamanda Çatalca’dan Kocaeli’ne

kadar uzanan bir yeri kapsayan

İstanbul, esasen tarihî yarımada

denilen, Haliç’in güneyinde Avrupa yakasında bulunan ve Sarayburnu’ndan Zeytinburnu’na, oradan Ayvansaray tarafına ve tekrar

Sarayburnu’na uzan surların içinde kalan toprak parçasıdır. Burası,

surların içerisinde bulunan yedi tepe üzerine kurulmuştur.

İstanbul tepelerinden birincisi,

Ayasofya ve Sultanahmet Cami ile

Topkapı Sarayı’nı içerir; Sirkeci’den

Kadırga’ya kadar uzanır. İkinci tepe, Nuruosmaniye ile Çemberlitaş’ı kapsar, Babıâli ile Kapalıçarşı arasında bulunur. Üçüncü tepe,

Beyazıt Cami ile Süleymaniye Külliyesi’ni ihata eder, güneyde Kumkapı’ya kadar iner. Dördüncü tepe,

Fatih Külliyesi’ni kapsar, güneyde

Aksaray’a, kuzeyde ise Haliç’e dek

uzanır. Beşinci tepe, Sultan Selim

Külliyesi’ni içerir, Haliç’te Fener’e

kadar iner. Altıncı tepe, Edirnekapı ile Ayvansaray’ı içine alır. Yedinci tepe ise Aksaray’dan aşağıya

Marmara sahiline doğru iner.

Osmanlı Devleti, fethin ardından

önemine ve stratejik konumuna

binaen İstanbul’u ülkenin başkenti haline getirdi. Ayasofya kilisesini fethin bir nişanesi olarak camiye

Yerebatan

Sarnıcı

P:65

çevirmekle başlayarak şehri, imar

etme hareketine girdi ve İslâmî bir

çehreye soktu. İstanbul fethedildikten sonra ilk zamanlarda imar

ve iskân faaliyetlerinin bir parçası

olarak şehri şenlendirmek amacıyla, daha önce burayı terk eden zümrelerin geri dönmelerine ve evlerine yerleşmelerine olanak sağlandı.

Anadolu’dan aileler getirilerek İstanbul’daki boş evlere yerleştirildi. Şehrin nüfusunu arttırmak için

Anadolu, Sırbistan, Mora, Makedonya, Ege adalarından halk, buraya göç ettirildi. Bizans’ın yerlisi

olan Grek halkın geri dönüşlerine

izin verildi. Saray-ı Atik ile Topkapı Sarayı’nın yanı sıra İstanbul’da,

yüzlerce cami ve mescit ile medreseler, hamamlar, bedesten ve hanlar yaptırıldı. İmar faaliyetleri Fatih’ten sonraki Osmanlı sultanları

tarafından da devam ettirildi.

İstanbul şehri, II. Mehmed’in fethinden sonra değişik adlarla anıldı.

Buraya icabına göre Kostantiniye,

İstanbul, Nefs-i İstanbul ve Dersaadet denildi. Zamanla burası öyle

bir İslâmî merkez haline geldi ki isminde bir güzelleme yapılarak kendisine “İslâmbol” tabiri yakıştırıldı.

Osmanlı Devleti, fethin

ardından önemine ve

stratejik konumuna

binaen İstanbul’u

ülkenin başkenti haline

getirdi. Ayasofya

kilisesini fethin bir

nişanesi olarak camiye

çevirmekle başlayarak

şehri, imar etme

hareketine girdi ve

İslâmî bir çehreye soktu.

Nefs-i İstanbul’un yakın çevresi, genel olarak Bilad-ı Selâse (üç

belde) şeklinde tavsif edilirdi. Bilad-ı Selâse Eyüp, Galata-Beyoğlu

ve Üsküdar (Kadıköy dâhil) semtlerini kapsardı. Söz konusu idari

birimlerin her biri, ayrı kadıların

hükmü altında bulunur; Suriçi bölgesini kapsayan Nefs-i İstanbul, İstanbul kadısı tarafından idare edilirken Üsküdar, Galata-Beyoğlu ve

Eyüp adlarını sıfat olarak taşıyan

ayrı kadılar tarafından yönetilirdi.

Bilad-ı Selâse’nin Eyüp cenahında

bulunan Haliç ya da başka bir tabirle Altın Boynuz, tarih boyunca

İstanbul’un önemli bir ekonomik

ve sosyal merkezi oldu. Burası, tarihî İstanbul yarımadası ile Galata-Beyoğlu tarafını ayıran derin

bir körfez; Kâğıthane ve Alibey derelerinin birleşim noktasıdır. Osmanlı’nın bölgeyi fethinden sonra Haliç hızla gelişti, kıyılar farklı

bir görünüm kazandı. Büyük bir

donanma ve ticaret limanı haline geldi. Kuzey kıyılarda yapılan

Fatih Sultan Mehmet

Bizans

İmparatorluğu

Döneminde

İstanbul

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 62 63 ›

P:66

Kasımpaşa Tersanesi, Osmanlı donanmasının merkezi oldu. Yenileşme döneminde bu tesislerin sayısı

daha da artırıldı. Haliç’in güney kıyısı ise daha ziyade sivil gemicilik

açısından gelişim gösterdi. Sarayburnu’nda yazlık köşk, kasır ve saraylar ile Boğaziçi’nde kasırlar yapılırken, Haliç’in Hasköy-Sütlüce

tarafında büyük bir yazlık saray inşa edildi. Burada deniz eğlenceleri

yapılırdı. Osmanlı devlet ricali, havası temiz olan Haliç’in güney kıyısındaki tepeler ile yamaçlara konaklar yaptırdılar. Kaptan-ı derya

konağı da tersaneye yakın olması

hasebiyle Kasımpaşa tarafındaki

tepede inşa edildi.

Yine Haliç kıyısında bulunan ve İstanbul’un bir mesire (seyir, gezi)

yeri olan Kâğıthane deresi boyunca pek çok yalı, köşk ve sahilsaray

vardı. Haliç’in yukarı kısmı, Boğaziçi gibi yazlık yalıların sıralandığı

bir sayfiye semti haline geldi. Bölgede özellikle hanedan mensubu

hanım sultanların sahilsarayları

meşhurdu.

Haliç kıyılarında gümrük emininin makamı olan Eminönü’nden

itibaren Yemişkapanı, Unkapanı ve Odun İskelesi gibi mahaller

ise daha farklı bir hüviyeti taşırdı;

buralar, deniz yoluyla gelen malların boşaltılıp depolandığı ve satıldığı yerlerdi. Fener ile Ayvansaray arasında ahşap tekneler yapan

tezgâhlar; Karaköy ile Azapkapı

arasında kürekçiler ve yelkenciler

vardı. Haliç’in güney kıyısı, Eminönü’nden Ayvansaray’a kadar yoğun

bir yerleşim alanıydı. Haliç kıyılarının yukarı tarafları kuzey rüzgârını

aldığı için oralara evler ve rical konakları yapılırdı. Ne var ki bu yapılar, ekseriyetle yok oldular. Haliç’te

iskeleden yapılan yolcu taşımacılığı, ücret tarifeleri tespit edilen kayıklarla sağlanırdı.

İstanbul’u kuşatan İslâm ordularında görev yaparken şehit olan

sahabilerin kabirleri de Haliç kıyısında bulunmaktadır. Şehir fethedildikten sonra, onların yerleri

tespit edilerek mekânlarına kabirler ve türbeler yapıldı. Cabir b. Abdullah’ın kabri; Ebu Zer el-Gıfari

Cami, Tekkesi ve Türbesi; Ebu Eyyüb el-Ensari Türbesi ile Cami bunlardan bazılarıdır.

Kanuni, Belgrad

Ormanı civarından

su getiren Kırkçeşme

tesislerini inşa ettirdi.

III. Ahmed, Boğaziçi

kıyısında yaşanan su

sıkıntısını çözmek için

Taksim tesislerini inşa

ettirmeye başladı; I.

Mahmud tarafından

1731’de tamamlandı.

Haliç’in panoramasında, yamaçlar

boyunca dağılan camiler önemli bir

yere sahiptir. Fatih Cami ile medreseleri ve darüşşifası ilk mimarî koleksiyonu teşkil ederken, sonradan

bunlara Bayezid Cami ile Yavuz

Sultan Selim Cami katıldı. Veznecilerde Şehzade Cami ile İstanbul siluetinin eşsiz güzellikte bir parçası

olan Süleymaniye Cami ve Külliyesi de bunları izledi. Akabinde Mihrimah Sultan Cami ile Yeni Cami ve

çok sonraları Nuruosmaniye Cami

de bu yapı silsilesine dâhil oldular.

III. Ahmed

Beyazıt

Kulesi’nden

Süleymaniye

ve Galata

Panoraması,

1854

P:67

Haliç’in güney ve kuzey yakasını birbirine bağlamak için Bizans

döneminden itibaren çalışmalar

yapıldı ve bu doğrultuda köprüler inşa edildi. Osmanlı döneminde II. Mehmed, henüz 1453’te Bizans’ı kuşatırken Haliç’te ordunun

ikmali için fıçılardan müteşekkil

geçici bir köprü yaptırdı. Haliç’in

iki yakasını bağlayan ilk köprü olmak üzere II. Mahmud döneminde 1836’da Azapkapı ile Unkapanı

arasında Hayratiye Köprüsü kuruldu. Daha sonra 1845’te, Karaköy

ile Eminönü arasında ahşap olarak ilk Karaköy Köprüsü kuruldu.

1863’te yenileme çalışmasıyla birlikte ahşap ikinci Karaköy Köprüsü

yapıldı. Yine 1863’te Ayvansaray

ile Piripaşa arasında ahşap kazıklar

üzerinde bir köprü (Yahudi Köprüsü) yapıldıysa da kısa süre içinde

yıkıldı. 1870’li yılların başlarında

demirden mamul üçüncü Karaköy

Köprüsü yapıldı. 1912’de yeni bir

köprü yapılınca eskisi Unkapanı

Azapkapı arasına çekilerek burada

kullanıldı. Yine 1870’lerin ortalarında demirden Unkapanı Azapkapı Köprüsü de kurulmuştu.

İnsanlar, doğası itibariyle gezmek

ve hoş vakit geçirmek için dere ve

ırmak yakınında bulunan mesire

yerlerine giderlerdi. Bir nevi piknik

de denebilecek olan bu eğlenceler

esnasında gün geçirilirdi. Osmanlı döneminde Haliç’in bir uzantısı olan Kâğıthane bölgesi, İstanbul’un çok ünlü bir mesire yeriydi.

Osmanlı’nın klâsik döneminde kısmen sayfiye olarak ve esnafın tören alanı olarak kullanılan bu bölge, özellikle Lâle Devri diye bilinen

dönemden başlayarak 18. yüzyılın ilk yarısında bir gezi ve eğlence

mekânı haline geldi.

III. Ahmed döneminde uğrak bir

gezi ve eğlence mekânı haline gelen Kâğıthane’de saraylar, kasırlar, bahçeler, çeşmeler, camiler ve

mektep gibi muhtelif amaçlara matuf tesisler inşa edildi. 1722’de bitirilen kasr-ı hümayun ile civarında

bulunan sahaya Sadabad adı verildi. Bölgede yapılan eğlenceler, elçi

kabul törenleri ve düğünler, 1730’a

kadar yoğun biçimde devam etti.

Ne var ki bu tarihte çıkan Patrona

Halil isyanı ile bölge büyük bir tahribata uğradı. Bu nedenle uzun zaman boyunca ihtişamını ve seyirlik önemini yitiren Kâğıthane, 19.

yüzyılın ilk yarısında II. Mahmud

döneminde tadil edildi ve akabinde

tekrar canlı bir mekân haline geldi.

II. Abdülhamid döneminde burası

rağbet görmeye devam etti. Dönemin Türk romanlarına ve şiirlerine

konu olan Kâğıthane eğlenceleri,

Osmanlı zamanının eğlence hayatı

denilirken akla gelen ilk yerlerden

biri olarak bilinegeldi.

Haliç’in kuzey

kıyılarının su ihtiyacı

Taksim su tesisleri

tarafından karşılansa

da zamanla, özellikle de

19. yüzyıl sonlarında

ihtiyaca binaen yeni

tesisler kurulmaya

başlandı. Evvela

Terkos Gölü’nden su

getirme yoluna gidildi.

Daha önce su sıkıntı çekilmesi yönüyle mevzu bahis edilen İstanbul’un su ihtiyacını karşılamaya

yönelik olarak Osmanlı idarecileri

de çareler aradılar. Bu konuda henüz II. Mehmed, şehri fethettikten

sonra başladığı imar faaliyetleri esnasında bazı çalışmalar yürüttü.

Ardından II. Bayezid, şehir merkezine kaynaklardan su yolları uzattı.

Kanuni, Belgrad Ormanı civarından su getiren Kırkçeşme tesislerini inşa ettirdi. III. Ahmed, Boğaziçi kıyısında yaşanan su sıkıntısını

çözmek için Taksim tesislerini inşa

ettirmeye başladı; I. Mahmud tarafından 1731’de tamamlandı. Sonraki ilavelerle birlikte 1839’da Taksim son halini aldı.

Haliç’in kuzey kıyılarının su ihtiyacı Taksim su tesisleri tarafından

karşılansa da zamanla, özellikle de

19. yüzyıl sonlarında ihtiyaca binaen yeni tesisler kurulmaya başlandı. Evvela Terkos Gölü’nden su getirme yoluna gidildi. 1874 yılında

yabancı bir şirketi temsil eden iki

kişiye tanınan su temin imtiyazı,

sonradan Dersaadet Anonim Su

Şirketi (Terkos Şirketi) adlı Fransız şirkete verildi. 1883’te pompa

istasyonu kurularak şehre su getirildi. Yıldız Sarayı ve çevresinde su tüketiminin artmasıyla birlikte artan su sıkıntısını gidermek

için de bir şeyler düşünüldü. Bölge için su temin etmek amacıyla

Hamidiye Suyu tesisleri kurulmasına karar verildi ve bir komisyon

Moğlava Kemeri,

Kırkçeşme

Tesisleri

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 64 65 ›

P:68

teşkil edilerek mesele burada görüşüldü. Kısa sürede başlatılan çalışmalar neticesinde 1900 yılında büyük bölümü tamamlanan tesisten

şebekeye 1902’de su nakli yapıldı. Hamidiye tesislerinden şehirde

yüz otuz üç çeşmeye su verilirdi.

Osmanlı döneminde su tesisleri, gerçek şahıslar tarafından veya vakıflar ile miri (devlet) tarafından inşa edilirdi. İstanbul’a su

getirilmesi ve bu suların temiz tutulması için söz konusu kişi ve kurumlar yükümlü tutulurdu. Bunun

yanı sıra suların taşındığı su yollarının etrafından bulunan yerleşim

birimlerine (su yolu karyeleri) de

bazı sorumluluklar getirilirdi. Osmanlı su yollarından Bayezid, Zekeriya Bergosu, Kırkçeşme su yolu,

Kâğıthane su yolu ve Saray-ı Amire su yolunun bakımı, tamiri ve temizliği için bunların civarında bulunan çeşitli köylere görev tevdi

edilmişti. Suların temizliğini sağlamak için tedbirler de alınırdı. Su

yolunun geldiği güzergâhta iskân

yapılması, çöp dökülmesi, bağ ve

bahçe kurulması engellenir; su yollarına zarar veren köyler uzak yerlere nakledilir; su bentleri temizlenir ve çamur birikmesinin önüne

geçilir; su yollarına bakım yapılır

ve bozulan kısımlar tamir edilirdi.

Su yollarını korumak ve temiz tutmakla vazifeli bulunan su yolu

karyeleri, yaptıkları işlerin karşılığı

olarak avarız, tekâlif ve ispenç gibi

çeşitli vergilerden muaf tutulurdu.

Bunun da ötesinde idarî açıdan su

tesislerinin bakım ve muhafazası,

“su nezareti” denilen resmî bir kurum tarafından icra edilirdi.

Medeniyetlerin beşiği

olan, konumu, güzelliği

ve ekonomik imkânları

nedeniyle tarih boyunca

bir cazibe merkezi

halinde kendini tebarüz

ettiren, kıtaların

buluşma alanı İstanbul,

hayat kaynağı suya

dayanan mimarinin

çeşidi ve fazlalığıyla

göz doldurmaktadır.

Su bentlerinin bakımı ve muhafazası, korucular ile bent muhafızları tarafından yürütülürken su yollarının bakım ve muhafazası da

su yolcu denilen görevliler tarafından yürütülürdü. Bu memurların usulsüz hareketlerini önlemek üzere de hassa mimarı ile su

nazırının tasarrufu altında bir üst

idarî mekanizma teşkil edilmişti;

yolsuzluk yapan görevliler cezaya

çarptırılırlardı.

Suyun halka dağıtımının aracı olan

çeşmeler, Osmanlı şehir görüntüsünün önemli mimarî öğeleriydi.

Başka bir yapının parçası olarak

duvara bitişik biçiminde halkın istifadesi için yapılan sade çeşmeler

çok fazla inşa edilir; bunlara cephe

çeşmesi denilirdi. Bunların yanı sıra iki veya üç cephesi olan, duvar

veya meydan çeşmesinin bir türü

olan ve adına çatal çeşme denilen

tür de mevcuttu.

Bir yapıdan bağımsız olan çeşmelere “Meydan Çeşmesi” denilirdi.

Bunlar, meydan ortasında ya da iskeleye bakan meydanda çok cepheli olarak inşa edilirdi. III. Ahmed’in

Topkapı Sarayı’nın dışında yaptırdığı III. Ahmed Çeşmesi (1728-

29) ile aynı tarihli Üsküdar’daki

Meydan Çeşmesi ve I. Mahmud’un yaptırdığı Tophane Çeşmesi (1732) göz dolduran yapılardır. Üsküdar’da III. Selim Çeşmesi

(1802-03), Maçka’da Bezmialem

Valide Sultan Çeşmesi (1839), Selimiye’de Sultan Abdülmecid Çeşmesi (1840-41) ile Sultanahmet’te

Alman Çeşmesi (1901) önemli sanat eserleridir.

Suyun umuma tahsis edilmesinin

önemli bir diğer aracı olmak üzere Roma ve Bizans döneminde halka açık hamam kurma uygulaması

yaygın hale gelmişti. Bu mekânlar sadece yıkanma ve temizlenme

yerleri değildi; dahası buralarda çeşitli meseleler görüşülür ve karara

bağlanırdı. Osmanlı halkı da hamam yapımına çok önem verdi ve

bu binaları yaygın olarak kullandı.

İstanbul’da valide sultan ve hanım

sultanlar ile çeşitli vakıflar tarafından yaptırılan hamamlarda günü

geçirmek adet oldu. Mimarî açıdan İstanbul hamamları, çifte hamam olarak yani erkek ve kadınlar

için ayrı bölümleri olacak şekilde

inşa edildi. Bu hamamların kapıları genelde farklı sokaklara açılacak

biçimde dizayn edildi. Osmanlı zamanında Suriçi’nde Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmet’te hamamlar yapıldı. Türk hamamı, antik

dönem hamamları gibi soyunmalık (camekân), ılıklık ve soğukluk

III. Ahmed

Çeşmesi

P:69

gibi belirli bölümlerden oluşurdu.

Hayır kurumları olmaları bakımından değerlendirmeye alınan sebiller, vakıfların güçlü olduğu 18. ve

19. yüzyıllarda ahaliye iyi içme suyu tedarik etmede önemli katkılar sağlardı. Osmanlı Devleti’nde

sebiller genellikle İstanbul, Kahire ve Kudüs’te toplanmıştı. Bu yapılar, bulundukları yere ve konuma göre müstakil, köşe, cephe ve

pencere sebili diye farklı biçimlerde olabilirdi. Sebil denilince akla ilk

gelen tür, müstakil olanlardı. Bunlar mimarî olarak köşeli ya da yuvarlak olabilirdi; etek denilen duvar üzerinde sütunlar vardı; sütun

aralarında şebeke, korniş, kitabe

ve saçaklar bulunurdu. Şebekelerin alt kısmında ahaliye su vermek ve mübarek günlerde şerbet

dağıtmak için açıklık (maşrapalık)

bulunurdu.

Medeniyetlerin beşiği olan, konumu, güzelliği ve ekonomik imkânları nedeniyle tarih boyunca bir

cazibe merkezi halinde kendini tebarüz ettiren, kıtaların buluşma

alanı İstanbul, hayat kaynağı suya

dayanan mimarinin çeşidi ve fazlalığıyla göz doldurmaktadır. Roma,

Bizans ve Osmanlı yapı özelliklerini yansıtan su yolu, su kemeri, hamam, çeşme ve sebiller İstanbul

şehir görüntüsünün vazgeçilmez

öğeleri oldu ve öyle olmaya devam

etmektedir.

Süleymaniye

Hamamı

Kaynakça

1. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, Haz. Ali Şükrü Çoruk, Kitabevi, 2007.

2. Besim Darkot-İbrahim Kafesoğlu-Midhat Sertoğlu, “İstanbul”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5/2, Milli Eğitim Bakanlığı, 1978.

3. Enis Karakaya, “Sarnıç”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 36, 2009.

4. Gülfettin Çelik, “Su Tesislerinin Bakımı, Korunması ve Tamiri”, Osmanlı Arşiv Belgelerinde İstanbul’un Tarihi Su Yolları

Muhafaza ve Bakımı, Cilt 1, İBB-İSKİ, 2006.

5. Işın Demirkent, “Bizans”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, 1992.

6. Kazım Çeçen, “Hamidiye Suyu Tesisleri”, “Kırkçeşme Tesisleri”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 3-5, Kültür

Bakanlığı ve Tarih Vakfı, 1994. “Taksim Suları”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 39, 2010.

7. M. Rıfat Akbulut, “Kadıköy”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 4, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı, 1994.

8. Mehmet Güneş, “Osmanlı Döneminde İstanbul’da Vilayet İdaresinin Teşekkülü”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları

Dergisi, Sayı 37, 2015.

9. Meral Avcı, “Terkos Gölü”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 7, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı, 1994.

10. Münir Aktepe, “Kâğıthane”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 24, 2001.

11. Nur Urfalıoğlu, “Sebil”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 36, 2009.

12. Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, Cilt 3-4, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı, 1995.

13. Said Öztürk, “Su Tesislerinin Bakımı, Korunması ve Tamiri”, Osmanlı Arşiv Belgelerinde İstanbul’un Tarihi Su Yolları Muhafaza

ve Bakımı, Cilt 1, İBB-İSKİ, 2006.

14. Semavi Eyice, “Ayazma”, “Çeşme”, “Haliç”, “Hamam”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, 1991; Cilt 8, 1993; Cilt 15,

1997.

15. Stefanos Yerasimos, İstanbul İmparatorluklar Başkenti, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.

16. William H. Mcneill, Dünya Tarihi, İmge, 2002.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 66 67 ›

P:70

Salim ÇAĞLAR

Araştırmacı - Yazar

SU KÜLTÜRÜ

DENEME

P:71

ürk Dil Kurumunun resmî internet sitesinde en çok

aranan kelimelerden bir seçki: Hayat, yağmur, damla,

su…

Listenin, toplum sosyo-psikolojik veri olarak incelemesini sosyolog ve etnologlara bırakarak hayat

kaynağı olan suyun kültürel yaşam

alışkanlığımızdaki debisine bir göz

atalım.

Orhan Pamuk’un 2016 yılı itibariyle yayınlanan tartışmalı kitabı Kırmızı Saçlı Kadın’da Kuyucu Mahmut Usta şöyle bir söz söyler: “Bir

yerde medeniyet, köy, şehir varsa

orada kuyular olduğu içindir. Susuz

medeniyet, ustasız kuyu olmaz!”

Türkiye’nin ruhunu arama bulma

gayretindeki Pamuk, kitabında ne

kadar haklıdır, hakkı var mıdır, tartışılır fakat Kuyucu Mahmut Usta’nın yerden göğe kadar hakkı var.

Zira tarih de özellikle medeniyet

tarihi de aynı tespitte bulunur. İlk

yerleşim alanlarının dere kenarları,

deltalar ve suya kavuşmanın kolay

olduğu bölgelerde kurulduğu bildirilir. Çünkü su hayattır ve hayatın

kaynağı olduğu gibi, toplumsal bir

alışkanlık ve hayat düzeni de demek olan kültürün şekillenmesinde baş aktörlerden biridir.

Bundan yaklaşık altı bin yıl kadar

evvel, bugünkü Filistin’den kovulan Cürhümlüler kabilesi güneye

göç ederken henüz yerleşime açılmamış kurak ve taşlık bir mevkiye

ulaştıkları vakit bir su pınarı gördüler. Elbette şaşılacak işti, hayretler içinde kaldılar. Uçsuz bucaksız taş ovasında, tahtayı delip

geçen çiviler misali yerden yükselmiş kaya dağlar arasında kıpır kıpır kaynayan su, bu sürgün kabileye “can suyu” olmuştu. Suyun yanı

başındaki, ev denilemez belki ama

bir ikametgâh olması sebebiyle

T

Bir yerde medeniyet, köy, şehir varsa orada kuyular olduğu

içindir. Susuz medeniyet, ustasız kuyu olmaz!

Atatürk Bahçesi

Su Kuyusu

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 68 69 ›

P:72

ev yerine geçen barakada oturan

“zenci” hanım kişiden -ki o hanım

valide anamız Hacer idi, pınarın

adı da zemzem- suyu kullanmak ve

böylece yerleşmek için müsaade istediler. Kendilerine “Hak iddia etmeyecek iseniz serbestsiniz.” denildi ve böylelikle “Şehirlerin Anası

Mekke”, iskâna açılmış oldu. Batılıların büyük tufan dedikleri Nuh

Tufanı’na kadar bir mâbede yani

Mescid-i Haram’a ev sahipliği yapan belde, şehirlerin atasıdır da aynı zamanda.

Su ve mâbet! Birleştirince kültüre

ve şehre ulaşırız. Hayatın kaynağı

ve taşıyıcısı olan asil ve aziz su, ilmin ve tefekkürün mekânı mâbet

ile buluşunca bu ikisinin hayat

üzerinde etkisi ve uzamsal yorumu, evvela töre, tarz ve alışkanlık olarak kültürü besler, büyütür.

Bittabi zamanla her organizma/fikir/doğma gibi kendini kopyalama ve devamlılık/sürgit eğilimine

giren kültür de kabına sığamadığı durumlarda, yayılarak daha büyük yerleşim alanlarına yani şehirlere, “kand”, günümüz söyleyişi ile

kentlere evrilir. İktisadın ve coğrafyanın da elverdiği ölçüde evrensel bir öneriye sahip olduğunda ise

kültür, medeniyet örneği ve fikri

olarak söz ister. A. Toynbee’nin görüşüne göre de, öneriden vazgeçip

mevcudu korumaya yöneldiğinde ise medeniyet çöküşe geçmiştir. Bir diğer tarihçi olan Spengler

de her medeniyeti canlıya benzeterek “doğar, büyür, ölür” şeklinde

tanımlamıştı. Tarih sayfalarında,

bir ağaca benzetirsek, kökü kurumuş hatta -etimolojik olarak akrabalığı olsa gerektir- köyü kurumuş

nice medeniyet ve kültür örneği

vardır. Şili’nin bir bölgesinde göl

halkı olarak bilinen bir topluluk tamamen suyun üzerinde, sazlardan

mamul sallar ve evler içinde neredeyse topraktan tecrit halde yaşar.

Geçimlerini ve ihtiyaçlarını gölden

karşılarlar. İncelenmeye değer bir

kültür örneği olarak günümüzde

hâlâ varlıklarını sürdürmekteler.

Bir medeniyet örneği olarak yükselebilmiş Mısır örneği ise şu kısa tanımı belleklere kazımış, su ve

medeniyet ilişkisini özetlemiştir:

“Mısır demek Nil demektir.” Öyle

ki, takvimlerini bile bu aziz nehrin

taşmasına göre ayarlıyorlardı. Günümüzde dahi böyledir.

Türkçenin dil

kurallarına göre hecede

mânâ aranmaz ama

tek heceli “su” hayatın

mânâsı olabileceği gibi,

nasıl nem formuyla

her nesneye sirayet

edebiliyorsa, o misal,

günlük yaşantımızdaki

yeri kadar dilimizde,

meramımızı anlatmada

hatta düş dünyamızda

önemli bir yer tutar.

Ancak konu gereği ister medeniyet

önerisi sunabilmiş olsun, ister kapalı bir bölgede sinik ve donuk taşra sıkıntısı çeken bir kültür olarak

kalsın; her hayat tarz ve alışkanlığının su ile olan ilişkisini incelemek oldukça zevklidir. Türkçenin

dil kurallarına göre hecede mânâ

aranmaz ama tek heceli “su” hayatın mânâsı olabileceği gibi, nasıl

nem formuyla her nesneye sirayet

edebiliyorsa, o misal, günlük yaşantımızdaki yeri kadar dilimizde,

Nil Nehri

P:73

meramımızı anlatmada hatta düş

dünyamızda önemli bir yer tutar.

Meselâ, “su gibi aziz olmak” deyimi suyun her hâlükârda vericiliği,

esirgemezliği, asalet kavramına kadar giden bahşetme yetisi örnek

alınmalı mânâsındadır. Kent yaşamında, Allah başımızdan eksik etmesin, hâlâ “su gibi aziz ol evladım”

diyen yaşlı şehirlilere rastlamak

nadir bir mutluluk. Az olunca tabi kıymete biner her şey, “çölde bir

damla su” misâli. Şehirli insan ile

kentli insan aynı kişi değildir. Şehirli insanda hayat, sakin akan bir

ırmak gibiyken, kentli insanda kazanın fokur fokur kaynamasına benzer. Kent insanı pek yerinde duramaz. Kabına sığmaz, taşar. Suyun

akması hem günlük konuşmada

hem edebiyatta hayatın akıp gitmesi, zamanın su gibi akıp geçmesi

şeklinde -ki örnekler çoğaltılabiliryer bulur. Zamanı ve hayatı metafor üzerinden ırmak ve nehir olarak anlatmak sıkça kullanılan bir

yoldur. Zaten zamanın ve hayatın

akması aslında suyun zamana ve

hayata karışmasındandır. Yola gidenin ardından su dökerek “su gibi tez

gidip dönesin” denmesi de Anadolu

insanının berrak zekâsına, kültürünün derinliğine işarettir. Çünkü

su bir döngü halindedir, başladığı yere geri dönecektir. Buharlaşır,

yükselir, soğur ve yağmur olur yağar. Toprağa sızar birikir, kimi yerde kaynak olur kimi yerde gayzer…

Sonra yine buharlaşır. Buhar olup

gitmek de buradan gelir. Buhar demişken, İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi buhar gücünün çarkları döndürmede tatbiki ile mümkün

olmuştu. Çünkü gaz halinde buhar genleşiyor, pistonları hareket

ettirebiliyordu. Değirmenler ve

elektrik santrallerine hiç girmiyoruz bile. Hatta şehir hayatına renk

katması ve bir ticarethane olarak

su parkları, yapay göller ve sayfiye

alanlarını bir yana bırakalım, deyim yerindeyse suyu bulandırmayalım, konumuza odaklanalım. Sudan bahaneler bulmak deriz meselâ,

bol ve artık kanıksanmış alışılmış

olan sıradan olan gerekçeleri öne

sürmek anlamındadır ki, su dahi

alışılmış ve olmazsa olmazımız nevinden bir kanıksamadır. Sudan bahaneler herkes için geçerlidir.

Şırıltı ve su sesinin

insanı dinlendirdiği

hatta teskin ettiği

bilinen bir yöntem.

Günümüzün büyük

ve kalabalık alışveriş

merkezlerinde

havuzların ve

fıskiyelerin bulunması

boşuna değildir elbette.

Şırıltı ve su sesinin insanı dinlendirdiği hatta teskin ettiği bilinen bir

yöntem. Günümüzün büyük ve kalabalık alışveriş merkezlerinde havuzların ve fıskiyelerin bulunması

boşuna değildir elbette. Dev ebatlarda olabilir fakat sonuçta ve yine

de yapay olan bu yapıların içine dekore edilen havuz başı ve minik şelaleler insanın doğallığı yakalama

ya da arayışı olarak bilinçaltı dışavurumudur. Su, doğallıktır. Doğallık demişken şu ayrımın da altını

çizelim: Doğanın çeşmeleri pınarlardır. İnsan eli değince yahut değer ise artık pınar değil “çeşme”

olur. Çeşme nihayetinde şehirli bir

er kişi, pınar tabiattan su gibi dişidir. Çeşme o pınarı nikâhına alır.

Meselâ, çeşmenin suyu kesildiğinde su kesilmiş, kurumuş denmez!

Su küstü denir. Suyun bir karakteri

vardır. Tabi buradan içimi yumuşasın diyerekten işleme tabi tutulan

şehir suları ya da doğal kaynağından sert veya kireçli suları kastetmiyoruz. Elbette şehir insanı ve

taşralı karakteri birbirinden farklıdır. Bu yüzden İstanbul’un suyunu içmek deyişi bize bu farkı pekâlâ

anlatır. Kaba ve sertlikten arınmış,

kibarlaşmış anlamında söylenir.

Ancak dikkat çekilmek istenen karakter, bilimsel mânâda su bilim ve

kimya ile alakalı bir durumdur ki

eskilerin öyle sanıldığı gibi hiç de

cahil olmadıklarının, kadim ve evrensel bir kaynaktan beslendiklerinin apaçık bir göstergesidir. Suya

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 70 71 ›

P:74

üflemekten bahsediyoruz. Bugün

deney ve gözlem yoluyla müşahede

edebildiğimiz su, kendisine söylenene moleküler ve kristalize bazda

tepki veriyor. Ve şimdi bilim, suyun hafızasından yani belleğinden

bahsediyor. Sular seller gibi ezberlemek deyimine bir de bu açıdan bakmalıdır. Demek âşık, aşkımı suya

yazdım deyince beyhudelikten ve

unutmaktan söz etmiyormuş, bilakis suyun ulaştığı her yere aşkımı ilan ediyorum, suyu elçi yaptım

ki, sevgilinin dudaklarından cevap bekliyorum demek istiyormuş.

“Su” derinliğe bakar mısınız? Anadolu kültürünün zenginliğinden ve

ilminden dolayı da Allah’a şükretmek gerekir.

Bir de güllü bardak vardır. Hâlâ kullanan bulunur mu bilemiyorum

ancak hatıralarda önemli bir yeri olduğu muhakkak, bildiğimiz

cam bardağın kırmızı gül desenlisidir. Bir nevi vitray da denilebilir. Özellikle sıcak yaz günlerinde

soğuk su ile doldurunca bardağı,

dışında nemi toplar ya da yıkanmıştır büyük ihtimal, dış yüzeyde

kalan su camın ve gülün üzerinde

kâh süzülür kâh boncuk boncuk

kalır, kartpostallık bir resme dönüşür. O bardaklardan su içme şerefine nail oldum. Bahtiyarım. Gül

demişken Gül Muhammed’i (s.a.v.)

anmamak hiç mi hiç olmaz. Güzel

ve davetkâr kokusu ile gül, Efendimiz’in çağrısını da simgeler. O bir

elçi ve davetçidir. Güzele çağırır.

Kâinatın gülü, Yaradan’ın habibidir ve Gül Muhammed’e yazılan

kasideler arasında “Su Kasidesi”nin

ayrı bir yeri vardır. Su içmek için

imal edilmiş bir eşyaya gül resmini

işlemek acar girişimcinin tesadüfî

becerisi ile değil, gelenek ve göreneğin kökleri ile izah edilebilir ancak. Kökünü kurutmak deyimi de bu

bağlamda değerlendirilebilir; nitekim denenmişti bir zamanlar suyun başını tutanlar tarafından. Ama

olmadı, budandı, çok zayiat ve dal

verildi, ama “su” ile bu kadar haşır

neşir olan “Anadolu Söğüdü” yine

kurumadı. Öykü eleştirmeni Üstat

Necip Tosun’un ifadesiyle özetleyecek olursak: “Unutturulmak istenmekle, çeşitli politikalarla unutulmuyor geçmiş birikim, içinde

yaşayanlar tarafından yine çağırılıyor kökler… Ve bu gün geldiğimiz

noktada bakıyoruz ki, aslında hiçbir şey geçmemiş.”

Bir zamanlar, İstanbul’da şebeke

sularına Terkos suyu denirdi. Şimdilerde ekseriya musluk suyu şeklinde

ifade ediliyor. Damacana suyu, arıtma suyu ihtiyaca ve damak tadına

göre bir zamanların sakaları yerine geçmiş durumda. Eskiden daha çoktu çarşıda pazarda, “buz gibi

soğuk sudan içen” naraları atan sucu

çocuklara hâlâ rastlarım. Güzel bir

iştir su satmak. Kısa ve öz bir hikâyesi de vardır, hatta deyim yerine

kullanılır. Adam kırk yıl acı su satmış, bir içen bir daha içmemiş, fakat

yine de evini geçindirmiş. Rızkın,

gayret ve sebat ile elde edilebileceğini öğütleyen zarif bir deyiştir. Yine bir zamanlar İstanbul’da suyun

geldiği kaynağa göre isimlendirilen

ve bir statü göstergesine dönüşen

markalar vardı. Eski sakinlerinden

dinlemiştim. “Filancalar zengindi,

içme suları tâ şurdan gelirdi. Suyun

tadından anlardık kaynağını. Biz Istranca suyunu severdik…” diyordu.

Kültürümüz, susuz

bırakma yerine

bir tas su vermek

üzerine yoğuruludur.

Hatırlayalım:

Osmanlı Devletinin

temel prensibi ve

buyruğu “Yaşat ki

oğul, yaşayasın” idi.

Enteresan bulduğum bir diğer tabir ise “su içerken yılan bile dokunmaz” sözüdür. Neden dokunmasın

ağulu yılan bunca hadsizken hayata karşı? İhanet, sinsilik ve ölüm

ile bağdaştırılan karakteri bu kadar

üzerine oturmuşken… Hem saygısı

da yoktur hayata, su içerken yakaladığı avına neden sabır göstersin?

Deyimi ilk mânâsı ile değil simgesel, metaforik anlatım yolu üzerinden irdelersek; yaşamın, temel hak

ve hürriyetlerin dokunulmazlığı,

Bronz

Tulumba,

Trabzon Rum

İşi, Osmanlı,

19. yy. Başı

Sinanpaşa Hayrat

Su Çeşmesi

P:75

hayatta kalma çabasının ulviyetini

fark ederiz ve bence şu öğüdü veriyor: “Hayata saygın yoksa bile hayatı bahşedene saygın olsun, zira o

bahşişten senin de payın var. O kadar da alçalma!” Yılan dahi olsa suya hürmet eder.

Anadolu kültürünün bir diğer inceliği de su getirmek olarak dillenir.

Bir yerde susuzluk, temiz içme suyuna ulaşmada zorluk varsa oraya

su ulaştırmaya yahut mümkünse

kuyu açmaya denir. Bir çeşme yaptırmanın hacca gitmek kadar sevap olduğu, emeği geçen her kimse

dünyadan göçtüğünde dahi çeşmeden her istifade edildiğinde sevap

kazanacağı öğretilir. En büyük yatırımlardan biridir, salih amellerin

başında gelir. Bu yüzden “falanca

kişinin hayratıdır, ruhuna Fatiha”

yazıları, kabartmaları bulunan çeşmeleri sık görürüz.

Düzeltiyorum, eskiden görürdük.

Kültürümüz, susuz bırakma yerine

bir tas su vermek üzerine yoğuruludur. Hatırlayalım: Osmanlı Devletinin temel prensibi ve buyruğu

“Yaşat ki oğul, yaşayasın.” idi. Çeşitli yardım kuruluşlarının Afrika’da kuyular açması ve su şebekeleri döşemesi bu naif yaklaşımın

bir uzantısıdır. Buradaki amaç Su

gibi azizdir. Şehirlere de bu açıdan

bakılabilir. Hayat veren, kabullenen, dışlamayan, sakini olma heveslisini kapısından kovmayan göç

alan şehirlerdendir Aziz İstanbul.

Hayat veren,

kabullenen, dışlamayan,

sakini olma heveslisini

kapısından kovmayan

göç alan şehirlerdendir

Aziz İstanbul.

Sadece göçe bağlı bir durum da değildir bu, şehrin karakterinden tabiiyetinden kaynaklanan yüce gönüllülüktür. Eğer tersi olsaydı aziz

Hong Kong, aziz Newyork diyebilirdik. En azından komik gelmezdi,

öyle ki bu sıfatı takı olarak iğreti taşımayan, yani takısı pek yakışmış

şehir birkaç tanedir yeryüzünde.

“Aziz Medine” deyince beni gülme

tutmuyor.

Bir diğer kullanım şekli olarak susuzluk kelimesi var örneğin. İlk anlamı ile suya olan ihtiyacın şiddetini ifade etmek üzere; susadım,

susuz kaldım deriz. Öte yandan

temel ihtiyacın yaşamsal önemini vurgularken aynı zamanda da

aşkın, arzunun, özlemin şiddeti,

yaşamın temel ihtiyacı haline dönüşmesini ifade etmek için de kullanılır. “Susuzum, sen yoksun…”

Ne de olsa susuzluk yanma hâlidir,

“yokluğunda yandı gönlüm, hasretinden soldu gönlüm.” Nitekim susuzluk soldurur.

“Suya sabuna dokunmak, kırk kez

su dökünmek, suya tutmak, akan

su pislik tutmaz, suya batırıp çıkartmak, havanda su dövmek, pişmiş aşa su katmak, ekmek ve su,

suyundan koymak, su uyur düşman uyumaz” ve daha niceleri…

Dile gelen, gelmeyenlerin yanında

deryada bir damla nispetincedir.

Kaynakça

1. Berat Demirci, Serçe Saati-Denemeler

2. Temrin Düşünce ve Edebiyat Dergisi

3. Necip Tosun, Doğunun Hikâye Kuramı

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 72 73 ›

P:76

Doç. Dr. Faruk TAŞÇI

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü

ŞEHRİ “PINAR METAFORU”

İLE DÜŞÜNMEK

DENEME

P:77

alum olduğu üzere Türkçede suların

yeryüzüne çıktığı

yerlere pınar denir.

Su/pınar, dağa da

pınardır taşa da pınardır; kurda da pınardır kuzuya

da pınardır; dosta da pınardır düşmana da pınardır; güle de pınardır

dikene de pınardır.

Merhamet: Pınar

Metaforu

Suların yeryüzüne çıktığı yer, pınardır ve pınar, aynı zamanda gözdür, gözedir. Yani pınar, nazardır.

Kullara karşı merhamet nazarıdır.

O nedenledir ki, pınar gibi olmak;

merhamet sahibi olmak demektir.

Merhametse, insan olmak demektir; her koşulda, her yerde, her ülkede merhamet sahibi olmaktır insan olmak, aynen Schopenhauer’in

dediği gibi.

1

Pınar, akar da akar, ama bitmek

bilmez, çünkü kaynağı Yüce!

İ’sar üzere olan şehrin idarecileri de “başkasına akar da akar”

ve nihayetinde bitmez, zira Yüce

olan, i’sar üzere olanların bitmesine müsaade etmez, gelecek nesillere hatırlatır, şehrin gelecek

sakinlerine, bakıp bakıp sükûn ettirecek şekilde hatırlatır!

Yani hakiki ahlâk olan merhamet,

sahte süslerle donanmış olmamanın yanı sıra, hiçbir şekilde kişisel

M

Su/pınar, dağa da pınardır taşa da pınardır; kurda da pınardır

kuzuya da pınardır; dosta da pınardır düşmana da pınardır;

güle de pınardır dikene de pınardır.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 74 75 ›

P:78

menfaat gözetmeyen bir çerçeveye sahiptir.2

Bu sebeple her türlü

çıkar gözetmeyen bir iyilik söz konusudur ve bu tarz bir iyilik izahı

muamma anlamına gelmektedir.3

Çünkü “pınar niye kurda da akar

ki?” nin şaşkınlığı belirir merhameti anlamayanın donmuş aklında ve yüzünde!

Adalet: Pınardan

Nasiplendirmek

Suların yeryüzüne çıktığı yer pınardır, yani “kaynak”tır. Su, yani

pınar, kaynaktır. Yani pınar, mülkün de temelidir, adalettir. “Canlı

olan her şeyi sudan yarattık” ilâhî

fermanınca (Enbiya Sûresi, 30) her

şeyin kaynağında suyun payı vardır. Hayatın gelişip akması da, neşvünema bulması da suya bağlanmıştır. Kurt da bir canlıdır ve onun

da hakkıdır su, yani pınardan nasiplenmek. Antik Yunan düşüncesine takılı kalan bir kafa (hesapçı

akıl, donmuş akıl) ile elbette mesele anlaşılmaz ve “eşite eşit, eşit

olmayana farklı muamele” şeklinde kabul edilen adalet gereği, susuz kalır kurt da kuzu da; suyla donanır sadece “eşit olanlar!” Hobbes

ve türevlerinin kafası ile bakanlar

da “sözleşmeye uymamaya” adaletsizlik der ve sözleşmeye uymuşsa, nasiplendirir sudan! Hele iş J.S.

Mill gibi faydacılara kalmışsa, “işin

sonunda menfaati” yoksa, suyun

kokusunu bile aldırmaz susuz dimağlara! Hâl böyle olunca “Adalet,

kendi öz çıkarın saklanması için

kullanılan bir maskedir”4

diyen

Nietzsche amcaya kimse kızamaz

olur!

Hâlbuki ve hak bu ki, adalet pınardan nasiplenmektir! Dağa da adalet taşa da adalet; kurda da adalet

kuzuya da adalet; dikene de adalet

güle de adalet! “Dağlara buğdaylar

serpin, Müslüman ülkede kuşlar

aç demesinler” diyen Hz. Ömer’in

adaletidir pınardan her zerreyi nasiplendiren. Yani adalet, herşeyin

“yerli yerinde olması” dır. İnsan-insan, insan-tabiat, insan-diğer canlılar, insan-devlet, insan-toplum,

toplum-toplum ve devlet-devlet

ilişkilerinin yerli yerinde olmasıdır.

İşte yerli yerinde tutabilme sanatıdır, idare ve şehri idare!

Evet, pınar, her daim akar durur.

Akar durur da, pınar sularının akıtılarak bir mecraya getirilmesi gerekir ki ihtiyaç giderilsin ve böylece

adalet tecelli etsin. Şöyle ki:

1746 yılında Kıbrıs’a tayin edilen

Bekir Paşa, adaya ayak bastığında

Larnaka’da su bulunmadığını, halkın iki saatlik bir yoldan su getirdiğini görünce, pınardan halkı nasiplendirmek ve böylece adaleti tecelli

ettirmek için bir çabaya girer. Plan

ve projeler yaptırır. Suyu şehre iletecek olan köprüler ve bu köprüleri

destekleyecek tam 94 kemer yaptırır.5

94 kemer; bir adaletin tecellisi

için! Zira pınardan gelenin boşa

akması değil, hoşa akmasıdır adalet. Hoşa akması, yani susayan dimağlara en kolay ve hızlı bir şekilde ulaşması.

Suların yeryüzüne

çıktığı yer pınardır,

yani “kaynak”tır. Su,

yani pınar, kaynaktır.

Yani pınar, mülkün de

temelidir, adalettir.

“Canlı olan her şeyi

sudan yarattık”

ilâhî fermanınca

(Enbiya Sûresi, 30)

her şeyin kaynağında

suyun payı vardır.

Herkese akar pınar; yani eşittir.

Ama herkes kabınca nasiplenir pınardan, yani adalettir. Allah’ın, yaratılışta üstün yetenekli olduğu

keşfedilen birine de akar, normal

yetenekli olduğu keşfedilen birine

de akar. Ama üstün yeteneklinin

kabı, içtikçe içesi gelen bir kaptır;

normal yeteneklinin kabı, susuzluğu gidene kadarcıktır. İşte şehrin

idaresi, bu ayrımı bilen adil yöneticilerden oluşmuşsa, kaplar zayi

Çeşme Kitabesi,

Her canlı şeyi

sudan yarattık.

(Enbiya

Sûresi/30. Ayet)

Tarih: H.1298

(M.1880-81)

Hattat:

“Ketebehû

Mehmed Ferîd”

Hat: Celi Sülüs,

Türk ve İslam

Eserleri Müzesi

P:79

olmaz! Aksi halde kap kalmaz, kaçak olur şehirlerden üstün yetenekli dimağlar! Sonra da buna “beyin göçü” derler! Herkese pınardan

eşit verilen yerden elbette beyin de

göçer kalp de! Çünkü kalıbına, kabına ve kalbine sığmayanlar vardır

ve bunlar için pınardan nasiplenmek, kabına göre olmalıdır, yani

adil.

Herkese akar pınar;

yani eşittir. Ama herkes

kabınca nasiplenir

pınardan, yani adalettir.

Allah’ın, yaratılışta

üstün yetenekli olduğu

keşfedilen birine de

akar, normal yetenekli

olduğu keşfedilen

birine de akar. Ama

üstün yeteneklinin

kabı, içtikçe içesi

gelen bir kaptır;

normal yeteneklinin

kabı, susuzluğu

gidene kadarcıktır.

Merhamet-Adalet

Dengesi: Pınardan

Çıkanı “Burma” ile

Dengelemek

Osmanlı’nın klasik döneminde

halkın su ihtiyacını karşılamak için

şehrin her mahallesinde mahalle

çeşmeleri vardı. Daha sonraları suların boş yere akmaması için açılıp

kapanan bir musluk ilave edildi ki

bunlara “burma” denilirdi.6

Evet, “pınar, kurda da pınardır kuzuya da pınardır” ama adaletin

dengesi merhamet ile sağlanır. Yani pınardan çıkanı burma ile dengelemek gerekir şehir idaresinde.

Merhametin taşkınlığı da adalet

ile dengelenir.

Nil Nehri’nin senenin bazı zamanlarında çok yükseldiği ve taştığı, bu

nedenle de etrafına büyük zararlar

verdiği nakledilmektedir. Abbasi

halifesi El-Mütevekkil (847-861),

bu soruna çare için dönemin tanınmış bilim adamı el-Fergânî’yi

görevlendirir. El-Fergânî de Nil’in

sularının yükselişini ve taşmasını

önceden haber verecek ve günümüzde de kullanılan bir alet yapar:

Nilometre!7

İşte bunun gibi, merhametin taşkınlığını dengeleyecek

bir adalet gerekir şehrin idaresinde. Pınar çağlar durur da, çağlar boyunca akmasının da bir ayarı vardır. Çağlar boyunca akması

merhametinden, akmasının ayarı

da adaletindendir.

Bundan dolayı su deyip geçilmemiştir. Su ile ilgili ince ayarlara gidilmiştir, ince hesaplamalar ile su

ele alınmıştır. Öyle ki geometri

karşılığı olarak Arapçada kullanılan ve günümüzde de mühendisliğin kökeni olan hendese kelimesi,

su kanallarının hem hesaplanmasına hem de ölçülmesine veya sadece

El-Fergânî

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 76 77 ›

P:80

sulama tekniğine delalet eden bir

kelime olarak kullanılmıştır.8

Adaletin tecellisinde

merhametin derecesi,

sonucu etkilemektedir;

merhamet çoksa

adalet “bel lâstiği

gibi gevşek” olmakta,

merhamet azsa adalet,

“kaskatı bir taş” misali

bir hâl almaktadır.

Evet, su, hayattır; belli bir müddet içilmezse ölüm sebebi olabilir. Ama ameliyattan henüz çıkmış

birine, çok istedi diye “merhamet

duygusu” ile su vermek, ona aslında merhamet etmemektir. Zira

bu durumda ölüm vâki olur. Dolayısıyla adalet, burada merhametin

aşırı noktaya kaçmasını veya aşırı merhamet sonucu oluşabilecek

olumsuz sonuca engel olmaktadır.

Zira adaletin tecellisinde merhametin derecesi, sonucu etkilemektedir; merhamet çoksa adalet “bel

lâstiği gibi gevşek” olmakta, merhamet azsa adalet, “kaskatı bir

taş” misali bir hâl almaktadır. Bu

sebeple, adaleti dengeleme noktasında merhamet “orta karar”da

olmalıdır. Meselâ; kasten, planlayarak adam öldüren biri düşünülsün. Bu kişiye karşı merhametin

“çok olması”, o kişiyi belli bir müddet sonra şu veya bu şekilde dışarı

bırakmayı (serbest kalmayı) doğurabilir. Böyle bir durumda merhametin orta kararda olması demek,

bu kişiye işlediği suçun aynısı ile

mukabele etmek demektir. Zira caniye, işlediği suçun aynısı ile karşılık vermek; birincisi, maktule

ve yakınlarına “merhamet” etme anlamına gelmektedir. İkincisi, yeni maktullerin oluşmasına

set çekmek ve böylece potansiyel

maktul(ler)e “merhamet” etmeyi

içermektedir.

Yine meselâ, açlıktan dolayı hırsızlık yapan bir çocuk olsun. Bu çocuğun hırsızlığı “bir şeyi yerinden

etme” bağlamında adaletin kapsamındadır. Ancak bu çocuğun açlık/

yoksulluk gibi “bir yerinden edilmişlik” durumu da söz konusudur.

Çocuk, aç kalmak suretiyle “temel

On Çeşmeler

(İshak Ağa

Çeşmesi),

Beykoz,

İstanbul

P:81

ihtiyaçlardan” gelen hakka sahip

olmama açısından “yerinden olma” ile karşı karşıyadır. Bu durumda, merhametin “orta karar”da olması demek, bu çocuğu, hırsızlığı

“adet” (meslek) haline getirenlerle bir tutmamak ve ona hırsızlığı

meslek edinmişlerle aynı muamelede bulunmamaktır. Çünkü bu çocuğun hırsızlık fiilinde kendisinden kaynaklanmayan (ve belki de

toplum ya da idarecilerin sebep

olduğu) bir açlık/yoksulluk durumu bulunmaktadır. Bu, hırsızlık

yapmak isteyen ve bunu alışkanlık haline getiren bir yoksul ile yoksulluk sebebiyle hırsızlık yapmak

durumunda olan iki insanı ayırmayı gerektirmektedir.

Adalet-merhamet

dengesinin

anlaşılmasında, adaletin

“kim tarafından” icra

edileceği de önem

arz etmektedir. Zira

merhamette “orta

karar”da olmayan

birinin adaleti,

adaletsizlik olmaktan

başka bir anlam

ifade etmeyecektir.

Adalet-merhamet dengesinin anlaşılmasında, adaletin “kim tarafından” icra edileceği de önem arz

etmektedir. Zira merhamette “orta karar”da olmayan birinin adaleti, adaletsizlik olmaktan başka bir

anlam ifade etmeyecektir. O hâlde,

adaletin tecellisi için adaleti uygulayan insan (zihniyet) önemlidir.

Doktor ile delinin elindeki bıçak

aynı mıdır? Şeklen aynı olsa da,

“tecellisi” farklı olmaktadır. Doktorun (şehir idarecisinin) elinde o bıçak, ameliyatta hastayı hayata döndürebilirken, delinin elindeki aynı

bıçak, ölüme yol açabilmektedir.

Özetle; pınardan gelen su musluğunun başındaki idareci adilse, sorun yok; zalimse sorun çok! Şehirlerin, pınarın mânâsını bilen, yani

adil ve merhametli idarecilere ihtiyacı var!

Kaynakça

1. Arthur Schopenhauer (2007), Merhamet, Çev. Zekâi Kocatürk, İstanbul, Dergâh Yay, s. 80.

2. A.e., s. 84.

3. Arthur Schopenhauer (2009), Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine, Çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul, Say Yayınları, s. 50.

4. Armağan Öztürk (2007), “Çağdaş Liberal Siyaset Felsefesinde Adalet Sorunu: Rawls, Hayek ve Nozick Örneği,”

(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli Üniversitesi, SBE), Kocaeli, s. 25.

5. Ziya Kazıcı (2013), İslâm Medeniyetleri ve Müesseseleri Tarihi, 11. bs., İstanbul, İFAV Yayınları, s. 317.

6. Osman Çetin (2013), “İslâm Toplumunda Değerler ve Tezahürleri: Çeşme, Sebil, Hamam, Darüşşifa, Tabhâne,” Hece

Dergisi: İslâm Medeniyeti Özel Sayısı, Sayı 198-200, s. 221.

7. Mehmet Bayrakdar (2012), İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, 7. bs., Ankara, DİB Yayınları, s. 146-147.

8. Seyyid Hüseyin Nasr (2006), İslâm ve Bilim, Çev. İlhan Kutluer, İstanbul, s. 210.

Uşşaki Tekkesi

Çeşmesi,

Yedikule,

İstanbul

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 78 79 ›

P:82

İSTANBUL’UN TARİHÎ MİRASI:

SU KEMERLERİ VE ÜZERİNDEKİ

TEHDİTLER

Dr. Hasan SAYILAN

MEB Malatya Bilim ve Sanat Merkezi

MAKALE

P:83

u, insanların yaşamları için en

önemli madde olmakla birlikte, yerleşik düzene geçmelerinde de büyük

rol oynamış; yerleşim merkezlerini

nehir veya göl kenarlarında kurmak, insanların suya ulaşması için

en kolay yol olmuştur. Suyun yetersiz kaldığı durumlarda ise başka

yerlerden su temini yoluna gidilmiş, bunun için de su iletim sistemleri kurmak gerekmiştir. Su

iletim sistemleri; suyun toplanması için (bentler, hazneler/kuyular,

sarnıçlar, havuzlar), suyun taşınması için (su yolları, su kemerleri, su terazileri), suyun dağıtılması

için (maksemler, maslaklar) ve suyun kullanımı için (çeşmeler, sebiller) olmak üzere su tesislerinden

oluşmuştur. [1]

Ülkemizde Orta Anadolu’da Hitit, Doğu Anadolu’da Urartu, Batı

ve Güney Anadolu’da Helen, Roma/Bizans, Orta ve Doğu Anadolu’da Selçuklu ve bunlarla beraber

ülkemizin pek çok bölgesinde de

Osmanlı dönemlerinden kalma su

iletim sistemleri yer almaktadır. Bu

iletim sistemlerinin İstanbul’daki

örnekleri Erken Roma/Roma İmparatorluğu, Geç Roma/Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti’ne

aittir. [1, 2]

S

Şehirlere su getirmek için taş, kurşun veya pişmiş toprak

künklerin birbirine eklenmesi yoluyla yapılan su yolları

kullanılmış, engebeli arazi koşullarında ise bir veya birden

fazla katlı su kemerleri inşa edilerek vadiler aşılmış ve su

yolları bu şekilde yollarına devam ettirilmiştir.

Fotoğraf 1

Mağlova Su

Kemeri

1. Giriş

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 80 81 ›

P:84

2. Tarihi Süreçte

İstanbul’un

Su İhtiyacının

Karşılanması

Roma İmparatorluğu öncesinde İstanbul’daki su sistemleri hakkında herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Roma döneminde ise halk,

çevrede bulduğu mevzi sulardan ve

membalardan faydalanmış, kuyular açarak ve sarnıçlar yaparak topladıkları sular vasıtasıyla su ihtiyacını gidermiştir.[3]

Su iletim sistemi olarak Roma/Bizans döneminde; İmparator Hadrianus, Konstantinus, Valens ve

Theodosius dönemlerinde olmak

üzere dört adet su sistemi yapılmış olup; sonrasında Osmanlı döneminde gerek bu sistemler kullanılarak, gerekse yeni sistemler

oluşturularak Kırkçeşme, Halkalı,

Taksim, Üsküdar, Terkos ve Hamidiye Su Sistemleri inşa edilmiştir.[4]

Halkalı Su Sistemi, ilk olarak Roma döneminde inşa edilen yapılardan oluşmuş olup, sonrasında Bizans ve Osmanlı dönemlerinde ek

su yolları ile genişletilen en eski su

sistemidir.[5]

Kırkçeşme Su Sistemi, Mimar Sinan tarafından ve öncelikle Roma döneminden kalma kötü durumdaki su sisteminin onarılması

yoluyla,[6] sonrasında ise 1554 yılında yeni tesislerin yapımına başlaması yoluyla yaklaşık on yılda tamamlanmıştır.[7]

Su kemerlerinin

İstanbul’daki bilinen

örnekleri; Kırkçeşme

Su Sistemi’nde 33

adet, Taksim Su

Sistemi’nde 2 adet ve

Halkalı Su Sistemi’nde

8 adet olmak üzere

toplam 43 adettir.

Üsküdar Su Sistemi, 16. yy’dan

sonra küçük kaynakların yetersiz kalması sonrasında, 18 büyük

su yolu, 17 küçük su yolu yapılarak oluşturulmuştur.[7] Taksim Su

Sistemi ise yapımına ilk olarak I.

Mahmut (1730-1754) döneminde 1731 yılında başlanmış olup[8],

günümüzde de Belgrad Ormanları’ndan Hacıosman Pompa İstasyonu’na kadar su getiren bir

sistemdir.

Terkos Su Sistemi, Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde

1868 yılında bir Fransız şirketine imtiyaz verilmesi sonrasında;

Hamidiye Su Sistemi ise II. Abdulhamit (1876-1909) döneminde inşa edilmiştir. Bu iki sistem, diğer

sistemlere göre daha farklı olup ileri teknoloji kullanılarak suyun basınç vasıtasıyla iletilmesini sağlamıştır.[9]

3. İstanbul’un Tarihî

Mirası: Su Kemerleri

Şehirlere su getirmek için taş, kurşun veya pişmiş toprak künklerin

birbirine eklenmesi yoluyla yapılan su yolları kullanılmış, engebeli

arazi koşullarında ise bir veya birden fazla katlı su kemerleri inşa

edilerek vadiler aşılmış ve su yolları bu şekilde yollarına devam ettirilmiştir. Yapılan bu çalışmalarla

şehirlere; tek kattan dört kata kadar ulaşan, büyük ebatlarda, sanat

eseri niteliğinde su kemerleri kazandırılmıştır. Dünyadaki su kemerlerinin çoğu, kemer ve tonoz

inşasında başarılı olan Romalılar

tarafından inşa edilmiştir.

Su kemerlerinin İstanbul’daki bilinen örnekleri; Kırkçeşme Su Sistemi’nde 33 adet, Taksim Su Sistemi’nde 2 adet ve Halkalı Su

Sistemi’nde 8 adet olmak üzere toplam 43 adettir. Bunların bir

kısmı kayıp ya da yıkılmış, bir kısmı ise harap da olsa hâlâ ayakta

kalmıştır.

Çeçen (1999)’e göre; Kırkçeşme Su

Sistemi’ndeki su kemerleri: Uzunkemer (Petnahor Kemeri), Mağlova Kemeri (Manglava Kemeri,

Muallak Kemer), Güzelce Kemer

(Gözlüce Kemeri, Cebeciköy Kemeri), Kovukkemer (Eğri Kemer, Kırık

Kemer), Kirazlıkemer, Develioğlu

(Deveoğlu) Kemeri, Alacahamam

Kemeri, Yosunlu Kemer (Çeşnigir

Kemeri), Karakemer, Ayvad Kemeri (Ortadere Kemeri), Kurt Kemeri (Ayvad Kemeri), Arpacı Kemeri,

Cebeciköy Kemeri, Azizpaşa Kemeri, Deliklikaya Kemeri, Virankemer, Kumrulukemer, Sarı Süleyman Kemeri, Çiftlikönü Kemeri,

Kirazdibi Kemeri, Avludere Kemeri, Uzunkoltuk Kemeri, Bulakbaşı

Kemeri, Çiftekemer 1, Çiftekemer

Fotoğraf 2

Güzelce

(Cebeciköy) Su

Kemeri

P:85

2, Balıklıkemer, Valide Kemeri, Dolap Kemeri, Keçesuyu Kemeri, Koyungeçidi Kemeri 1, Koyungeçidi

Kemeri 2 ve Sineklikemer’dir.

Halkalı Su Sistemi’ndeki su kemerleri; Bozdoğan Kemeri (Valens Kemeri), Mazul Kemer (Mazlumkemer, Kemerkeçe), Avasköy Kemeri

(Karakemer, Tekkemer, Yılanlıkemer), Alipaşa Kemeri (Şirinkemer),

Karakemer, Paşa Kemeri, Turunçluk Kemeri ve Kumrulukemer (Akyar Kemeri)’dir.

Taksim Su Sistemi’ndeki su kemerleri ise Bahçeköy Kemeri ve I.

Mahmut Kemeri’dir. Bu su kemerlerinden Halkalı Su Sistemi’nde

yer alan Mazul Kemer, Bozdoğan

Kemeri, Karakemer ve Turunçluk

Kemeri’nin Bizans dönemine ait

oldukları belirtilmektedir.[4,11] Bu

yapıların haricinde, Kırkçeşme Su

Sistemi’ndeki Kovukkemer (Eğri

Kemer, Kırık Kemer) ve Uzunkemer (Petnahor Kemeri)[12] ile Halkalı Su Sistemi’ndeki Kumrulukemer (Akyar Kemeri)’de de Bizans

dönemi izleri görülmektedir.[7] Bu

durum bize Osmanlı döneminden

önce de bu yapıların yerinde birer

su kemeri olabileceğini; kısmen ya

da tamamen bu yapılardan faydalanılarak Osmanlı döneminde yeni

su kemerlerinin inşa edilmiş olabileceğini göstermektedir.

4. Tarihî Su

Kemerleri

Üzerindeki Tehditler

İstanbul’daki su kemerlerine dair

yapılan araştırmalar ve arazi çalışmaları neticesinde, su kemerlerinde bozulmaya etki eden nedenler

iki başlıkta toplanabilir. Bunlar:

Coğrafî Nedenler:

a) Zamanla oluşan doğal nedenler: Nem, don, yağmur, bitkilenmeler, hayvanlar, mikroorganizmalar, böcekler, dalgalar, yer altı

suları vb.

b) Aniden oluşan doğal nedenler: Deprem, sel, tayfun, volkanik

püskürmeler, çığ vb.

İnsan Etkisiyle Ortaya

Çıkan Nedenler:

a) Bireysel kaynaklı etkenler:

Yapım - onarım - bakım hataları,

yanlış kullanım, vandalizm/bilinçli

olarak zarar vermek vb.

b) Toplumsal Kaynaklı Nedenler: Yangınlar, savaşlar, bayındırlık

etkileri, hava kirliliği, trafik, yol-tünel çalışmaları, alt yapı çalışmaları, teknolojik faaliyetler, sanayileşme vb. olduğu, tespit edilmiştir.[1]

Bozulmaya neden olan bu etkenler

sonrasında birtakım bozulma türlerinin ortaya çıktığı ve bu durum

karşısında su kemerlerindeki yapı

bütünlüğünün ve özgünlüğünün

zarar gördüğü saptanmıştır.

Tarihî su kemerleri,

geçmişten günümüze

birçok doğal etki

altında kalarak gerek

malzemelerine etki eden

yüzeysel bozulmalara,

gerekse strüktürel

sistemlerini etkileyen

yapısal bozulmalara

maruz kalmışlardır.

Coğrafî Nedenler

Tarihî su kemerleri, geçmişten

günümüze birçok doğal etki altında kalarak gerek malzemelerine

etki eden yüzeysel bozulmalara,

gerekse strüktürel sistemlerini etkileyen yapısal bozulmalara maruz

kalmışlardır.

Hava şartlarının etkisi, nem ve

don olaylarının tahribatı ve bitki

köklerinin verdiği zararlar gibi nedenlerle oluşan malzeme ve yüzey

kayıpları, su kemerlerinde en çok

görülen bozulmalardır. Su kemerlerinin; üzerlerinden geçen su yollarının ve künklerinin yok olduğu,

cephelerindeki kaplama taşlarının

döküldüğü görülmüş, kaplama taşlarının arkasında ana gövdeyi oluşturan moloz taş bölümün ise daha

sağlam kaldığı saptanmıştır. Bu kayıpların sonrasında tahrip olan kısımların onarımlarının yapılmamış olduğu örneklerde, tahribatın

her geçen gün daha fazla ilerlediği

gözlenmiştir.

Bitkilenmeler, biyolojik kirlenmeler olup su kemerlerine fiziksel ve

çevresel olarak zarar vermektedir.

Polenlerin uçuşarak su kemerlerinin derzlerinin arasına girerek

yeşermesi sonrasında çeşitli bitkilenmeler oluşmaktadır. Bu bitkilenmeler büyüyen gövdesi ve

kökleri ile su kemerlerine zarar

vermektedir.

Oluşan bu biyolojik kirlenmelerin,

küçük ebatta bitkiler olabildiği gibi

Fotoğraf 3

Bozdoğan

(Valens) Su

Kemeri

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 82 83 ›

P:86

büyük ebatta ağaçsı bitkiler şeklinde de olabildikleri saptanmıştır. Bununla birlikte yosun, liken,

mantar gibi organizmalar da su kemerlerinde bozulmalara neden olmakta, cepheyi sararak yapıların

nefes almasını engellemekle birlikte (fiziksel yıpranma), görselliğini

de bozmaktadır (çevresel yıpranma) (Fotoğraf 6).

Kirlenmeler; su kemerlerinin etrafındaki binaların yakıt tüketiminin

bir sonucu olduğu gibi, çevrelerinden geçen araçların egzozlarının

da bir sonucu olarak oluşmaktadır.

Bunun neticesinde, malzemenin

yüzeyinde kararmalar şeklinde kirlilikler oluşmakta, “patina” tabakasının üzerini kalın bir “crust” tabakası kaplamaktadır.

Geçmişten günümüze su kemerleri, ani olarak oluşan doğa olayları

(afetler) nedeniyle yoğun bir etkiye maruz kalarak tahrip olmuşlardır. Deprem, sel, tayfun, volkanik

püskürmeler, çığ gibi beklenmeyen

etkiler durumunda, kısmen ya da

tamamen yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bu durum

fiziksel ve çevresel anlamda tahrip

olmalarına neden olmuştur.

Halkalı Su Sistemi’ne ait Valens

Kemeri’nin 1509 yılındaki Küçük

Kıyamet denen depremden[13], Kırkçeşme Su Sistemi’ne ait Uzunkemer’in 1563 ve 1573 yıllarındaki

sel felaketlerinden, Kırkçeşme Su

Sistemi’ne ait Kovukkemer’in yine

1563 yılındaki sel felaketinden etkilenerek tahribata uğradıkları bilinmektedir.[4]

Kirlenmeler; su

kemerlerinin

etrafındaki binaların

yakıt tüketiminin bir

sonucu olduğu gibi,

çevrelerinden geçen

araçların egzozlarının

da bir sonucu olarak

oluşmaktadır.

İnsan Etkisiyle

Ortaya Çıkan

Nedenler:

Su kemerlerinde bilinçli olarak

yapılan “vandalizm” denilen kasıtlı zarar verme[13] ile bilinçsizce yapılan yapım-onarım-bakım

müdahaleleri bu kapsamda değerlendirilmiştir. Bu nedenlerin etkileri yapıda fiziksel ve çevresel

yıpranma olarak görülmüştür.

İnsanlar tarafından bilinçli olarak

su kemerlerinin malzemesine zarar verilmesi, yüzeylerine graffiti ve boyamalar yapılması bireysel

kaynaklı tahribatlardandır. Bu müdahaleler ile su kemerlerine görsel

olarak zarar verilmekle birlikte, sürülen boyaların içerdiği kimyasallar nedeniyle su kemerlerinin özgün yapı malzemesinin bünyesine

de zarar verildiği saptanmıştır.

Su kemerlerinin beden duvarlarının üzerine insanların kimyasal yapıştırıcılar kullanarak afiş yapıştırmaları, hatta çivi kullanarak tabela

asmaları da yapı malzemesinde ciddi tahribatlara yol açmaktadır. Su

kemerlerine zarar verme amacıyla

yapılsa da yapılmasa da yapılan bu

müdahaleler ile zarar verilmektedir. Bilhassa kullanılan çivi, özgün

malzemeyi parçalamakla birlikte,

zamanla yapının iç kısmında da

korozyona uğrayarak hasar oluşumunu sürdürmektedir.

Bilinçsizce yapılan yapım-onarım-bakım müdahaleleri; iyi niyetle yapılsa da, yasal ve/veya teknik

açıdan usule uygun olmadan yapılan uygulamalardır. Laboratuvar

analizi yapılmadan, özgün malzeme ile uyumluluğu belirlenmeden

Fotoğraf 4

Eğri Kemer

P:87

kullanılan harç, taş, vb. malzemeler su kemerlerine geri dönüşü olmayan ciddi zararlar verebilmektedir. Nitekim bu şekilde yanlış

uygulamalarla, tarihî yapılarda günümüzde kullanılmayan çimento

malzemenin su kemerlerinde kullanıldığı örnekler tespit edilmiştir.

Yangınlar, savaşlar, bayındırlık etkileri, hava kirliliği, trafik, yol-tünel çalışmaları, alt yapı çalışmaları,

teknolojik faaliyetler, sanayileşme

vb. etkenlerdir. Bu etkenlerin yapıdaki belirtileri fiziksel, işlevsel,

çevresel ve ekonomik yıpranma

şeklinde görülmektedir.

Kentlerde nüfusun artması ile yapılaşmalar da yoğunlaşmış ve bu

yapılaşmaların olumsuz etkilerine

tüm tarihi yapılarda olduğu gibi su

kemerleri de maruz kalmıştır (Fotoğraf 8).

Koruma amaçlı imar planları da

hazırlanmadığı için, yıllarca yapılaşmalar bu şekilde su kemerlerine

yaklaşıncaya dek devam etmiş, etraflarından hatta su kemerlerinin

üzerlerinden yollar geçirilmiştir.

Alt yapı çalışmaları yapılırken de

su kemerlerine zarar verildiği görülmüş, betonarme ekler yapılarak su kemerlerinin malzeme ve

özgünlüğüne zarar verilmiştir. Bu

şekilde yapısal ve çevresel anlamda

tahribat yaratılmıştır.

Kemer açıklıklarından geçirilen

yollar, su kemerlerine verilen zararın diğer bir nedeni olup, bilhassa ağır tonajlı araçlar geçerken yarattıkları titreşimle su kemerlerine

malzeme ve strüktürel açıdan zarar vermişlerdir.

Kırkçeşme Su

Sistemi’ndeki Mağlova

Kemeri ve Güzelce

Kemer gibi baraj

sularının altında

kalarak tahribata

uğrayan su kemerleri

de bulunmaktadır.

Çöp ve atıkların yarattığı kirlenme ve bozulmalar yine toplumun

oluşturduğu bir tahribat olup, bu

şekilde tümüyle enkaz altında kalarak kaybolmuş su kemerleri

mevcuttur.

Kırkçeşme Su Sistemi’ndeki Mağlova Kemeri ve Güzelce Kemer gibi baraj sularının altında kalarak

tahribata uğrayan su kemerleri de

bulunmaktadır (Fotoğraf 1). Yapı

taşının derinliklerine kadar işleyen su, su kemerlerinin bünyesinde nem oluşumuna sebep olarak

tahribat yaratmıştır. Baraj sularının gereğinden fazla yükselmesi

bu tahribatı arttırmaktadır.

İmar faaliyetleri ile kaldırım ve

yolların zemininin üst üste kaplama malzemeleri ile günden güne

yükselmesi neticesinde su kemerlerinin kısmen toprak altında kaldığı örnekler görülmektedir. Bu

Fotoğraf 6

Eğri Kemer’deki

Bitkilenmeler

ve Yüzeysel

Bozulmalar

Fotoğraf 5

Mazul Su

Kemerindeki

Yapısal

Bozulmalar

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 84 85 ›

P:88

şekilde özgün malzemenin toprak altında kalmış olması malzemede bozulmaya neden olurken,

görsel olarak da kötü bir görünüm

oluşturmaktadır.

Yapılardaki mülkiyet ve sorumluluğun hangi kuruma ait olduğu

hususu su kemerlerinde tam olarak belli değildir. Oysa vakıf suyu

akması nedeniyle bu yapıların vakıf evveliyatı olduğu muhtemeldir.

Bu durumda Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün sorumluluğunda olması gerekirken tapu

kayıtlarında “maliye hazinesi” gözükmesi, orman alanlarında kalması sebebiyle ise Orman ve Su

İşleri Bakanlığının ya da su ile alakalı olduğundan gerek yine bu Bakanlık, gerekse İSKİ Genel Müdürlüğü’nün sorumlu olduğuna dair

düşüncelerin hukuki olarak netleştirilmemiş olması su kemerlerine

sahip çıkılmasını ve finansmanının

sağlanarak bakım ve onarımlarının

yapılmasını güçleştirmektedir.

Su sistemlerinin

bir parçası olan

su kemerlerinin

İstanbul’daki örnekleri

incelendiğinde; doğal

nedenlerin ve insanların

neden olduğu etkenlerin

bir sonucu olarak

bazı bozulmalara

maruz kaldıkları

tespit edilmiştir.

Su kemerlerinin etrafındaki bilinçsiz yapılaşmalar insanların bireysel sorumluluğundan ziyade; izinsiz yapılaşmalara müsaade eden,

iskân veren ya da iskân vermeden

su, elektrik, doğalgaz bağlanmasına izin veren yönetimin sorumluluğundadır. Bu şekilde, su kemerlerinin toplum ile amacının dışında

yakın temas halinde olması tahrip

olmalarına davetiye çıkartmakta,

beraberinde diğer etkenlerin oluşmasına neden olmaktadır.

5. Sonuç

Su sistemlerinin bir parçası olan su

kemerlerinin İstanbul’daki örnekleri incelendiğinde; doğal nedenlerin ve insanların neden olduğu

etkenlerin bir sonucu olarak bazı

bozulmalara maruz kaldıkları tespit edilmiştir. Oluşan tahribatların

Fotoğraf 8

Bozdoğan

Su Kemeri

Fotoğraf 7

Çatalca Su

Kemeri’ndeki

Tahribat

P:89

sadece yapı malzemelerinin zarar

görmesi sonucu yüzeysel olabildiği gibi, taşıyıcı sistemlerine etki ederek yıkılma tehlikesi teşkil

eden boyutta strüktürel de olabildiği anlaşılmıştır.

Önemli bir kültür varlığı

olan su kemerlerimizin

gelecek nesillere

ulaşabilmesi için bu

bozulma nedenlerinin

sonrasında koruma

önerileri geliştirilmeli

ve uygulanmalıdır.

Bu da sadece kişilerin

bilinçlenmesi ve çaba

göstermesi ile değil,

tüm kamu kurum ve

kuruluşların yardımları

ile mümkün olacaktır.

Doğal nedenlerin, sadece uzun süreçle birlikte değil ani olarak da

gerçekleşmesi sonucunda su kemerlerine zarar vermiş olduğu; insanların neden olduğu etkenlerin,

bireysel etkenlerle birlikte toplumsal etkenlerin de bir sonucu olarak

ortaya çıktıkları belirlenmiştir.

Önemli bir kültür varlığı olan su

kemerlerimizin gelecek nesillere ulaşabilmesi için bu bozulma

nedenlerinin sonrasında koruma

önerileri geliştirilmeli ve uygulanmalıdır. Bu da sadece kişilerin bilinçlenmesi ve çaba göstermesi ile

değil, tüm kamu kurum ve kuruluşların yardımları ile mümkün

olacaktır.

Kaynakça

[1] Akova, E., 2012. İstanbul’daki Tarihi Su Sistemleri ve Kumrulukemer (Akyar Kemeri) Örneğinde Bozulma Nedenleri,

Çözüm Önerileri, Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul.

[2] Eser, (Sulhun), N., 1990. Roma Dönemi Su Yolları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Ankara.

[3] Esmer, K., 1983. Tarih Boyunca İstanbul Suları ve İstanbul Su ve Kanalizasyon Sorunu, İSKİ Yayınları,İstanbul.

[4] Çeçen, K., 1999. İstanbul’un Osmanlı Dönemi Su Yolları, İSKİ Yayınları, İstanbul.

[5] Aysel, N. R., 2008. İstanbul’un Tarihi Su Sistemleri: Kırkçeşme Tesisleri, Tarihi Su Yapıları Konferansı, Çevre ve Orman

Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü Dsi 2. Bölge Müdürlüğü, 26-27 Haziran, İzmir.

[6] Saatçi, S., 1989. Mimar Sinan ve Tezkiret-ül Bünyan, MTV Yayınları, İstanbul.

[7] Çeçen, K., 1991. Halkalı Su Yolları, İSKİ Yayınları, İstanbul.

[8] Çeçen, K., 1992. İstanbul’un Vakıf Sularında Taksim ve Hamidiye Suları, İSKİ Yayınları, İstanbul.

[9] İlsever, C., 2011. Edirnekapı Sarnıcı Koruma Sorunları, Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri

Enstitüsü, İstanbul. http://istanbulium.blogspot.com/2011/10/istanbulun-su-kemerlerini-gezelim.html (27 Mart 2016).

[10] Salman, M. Ç., 2008. Avasköy Kemeri Restorasyon Projesi, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri

Enstitüsü, İstanbul.

[11] Ertuğrul, Ö., 1989. İstanbul’da Bizans Devri Su Mimarisi, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,

İstanbul.

[12] Çeçen, K., 1996b. Sinan’s Water Supply System in İstanbul, İSKİ Yayınları, İstanbul.

[13] Sözen, M., Tanyeli, U., 2003. Sanat Kavram ve Terimleri Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul.

Fotoğraf 9

Atışalan

Su Kemeri,

Esenler

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 86 87 ›

P:90

Su ve Şehir Üzerine Düşünceler

DOSYA

TOPLANTISI

Prof. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı

Prof. Dr. Mazhar BAĞLI

Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Başkanı

Yrd. Doç. Dr. Ali UYUMAZ

İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü

Dr. Cemil ARSLAN

Marmara Belediyeler Birliği Genel Sekreteri

Dr. Fatma ŞENSOY

Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü

Dr. Hasan TAŞÇI

Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Üyesi

P:91

Hasan Taşçı: Hepiniz hoşgeldiniz.

Şehir Düşünce Dergisi’nin dokuzuncu sayısını hazırlıyoruz. Teşriflerinizden dolayı teşekkür ediyorum. Bildiğiniz üzere her sayının

özel bir konusu var. Şehir Felsefesi, Şehir Hukuku, Şehir Ekonomisi, Şehir Sosyoloji, Şehir Kültürü

sayılarından sonra Şehir ve Ritüel

son sayımızdı. Yeni sayımızın konusu ise “Su ve Şehir”. Konumuzla ilgili olarak teknik detaylardan

daha çok romantik bir sohbet yapalım diyoruz. Yani teknik olarak

suyun şehre getirilmesi taşınmasını konuşmayacağız. Şehirle su ilişkisi tarih boyunca nasıl olmuştur,

suyun şehrin ortaya çıkmasındaki

etkisi gibi konulara eğileceğiz. İstediğiniz an söz alabilir, konuşabilirsiniz. Benim soru sormamı beklemenize gerek yok, dileyen dilediği

zaman katkı sağlayabilir.

Su ve şehir birbirinden ayrılmaz

unsurlardır. Bir yerde su varsa şehir vardır, şehir varsa su vardır. Tarih boyunca şehirler üzerinde kurucu ve yıkıcı etkiye sahip olmuş

bir su ve şehir arasında nasıl bir

ilişki vardır sorusunu Mahfuz hocama yönelterek başlayalım toplantımıza. Buyurun hocam.

Mehmet Mahfuz Söylemez: Bismillahirrahmanirrahim. Su ve şehir deyince benim aklıma öteden

beri hep Mekke gelmektedir. Zira

bu kutlu şehrin kurulduğu mekân

aslında bir kent oluşturmaya, hele

hele bir medeniyet inşa etmeye asla müsait değildi. Kutlu kitabımız

Kur’an’da anlatıldığı üzere: Yüce

Yaradan burayı Arap Yarımadasının merkezi haline getirmeye karar

verince Hz. İbrahim (a.s.)’a emretmiş, o da Hacer validemizle kutlu

oğlu İsmail’i yanına alarak Mekke’ye vasıl olmuş ve ailesini buraya yerleştirmiştir. Hz. İbrahim ailesini bırakıp gittiğinde ancak birkaç

gün yetecek suları bulunmaktaydı.

Suları tükenince anne Hz. Hacer

oğluna su bulmak için telaşa kapılmış, Safa ve Merve tepelerine çıkarak etrafta su aramıştı. Onun telaşla biraz da panik içerisinde, belki

de farkında olmadan bu tepelere

yaptığı yedi koşu daha sonra bizim

için bir ibadet haline gelmiştir. Malum, Hac veya Umre’de bu iki tepe

arasında, adeta Hz. Hacer’i taklit

ederek yürürüz. Bunu yapmamamız durumunda hac veya umremizin makbul olmayacağına inanırız.

Hz. Hacer’in bu uğraşından sonra

zemzem suyu bağışlanır. Zemzem

ile birlikte Mekke, etrafına yerleşilebilecek bir mekâna dönüşecektir.

Bu su ile birlikte de yeni bir medeniyetin yani Tevhit Medeniyeti’nin

temelleri atılmış olacaktır. Bir başka ifadeyle su ile birlikte Mekke,

Tevhidi düşüncenin nirengi noktasını teşkil edecektir. Kuşkusuz suya rağmen Mekke’nin şehir olmak

için epey bir beklemesi gerekecektir. Ama bu su oranın meskûn mahal haline gelmesi için yeterli olacaktır. Dolayısıyla su bir taraftan

şehrin oluşumunu sağlarken öte

taraftan bir medeniyetin kurulmasını sağlamıştır. İşte İslam medeniyetini Mekke’de, Hz. Hacer

ile İsmail’e bağışlanan zemzemle başlatırız. Gördüğünüz gibi İslam medeniyetinin temelini birçok

medeniyette olduğu gibi su teşkil

etmektedir. Bu nedenle biz Müslümanlar bu suyu kutsal olarak kabul ederiz, hacca veya umreye gidenlerimiz onu yanlarında taşırlar

ve memleketlerine döndüklerinde

ziyaretlerine gelen halka verdikleri

en değerli hediye bu su olur. Hatta onu hediye olarak alanlar da ona

karşı bir ihtiram beslerler, içerlerken bir ritüel icra ederler. Çoğunlukla ayağa kalkarlar, kıbleye yani

Mekke’ye dönerler ve besmele ile

bazen dilek tutarak içerler. Bütün

bunların arkasında yatan temel neden İslam medeniyetinin bu su ile

başlamış olmasıdır.

Zemzem ile birlikte

Mekke, etrafına

yerleşilebilecek bir

mekâna dönüşecektir.

Bu su ile birlikte de yeni

bir medeniyetin yani

Tevhit Medeniyeti’nin

temelleri atılmış

olacaktır. Bir

başka ifadeyle su

ile birlikte Mekke,

Tevhidi düşüncenin

nirengi noktasını

teşkil edecektir.

Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye göç etmesi ardından küçük

kümelerinden oluşan bölgedeki

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 88 89 ›

P:92

köylerden birine, sonraları bir suyun yani Eris kuyusunun etrafında

şekillenerek Medine’ye dönüşecek

olan Yesrib’e yerleşiyor. Hz. Peygamber öncesinde Medine diye bir

şehirden bahsedemiyoruz, bir şehir yok ortada. Medine köylerden

müteşekkildi. Her biri adına utum

denilen kaleciklerin etrafında şekillenen otuza yakın köy vardı. Hz.

Peygamber, Yesrib’e hicret ettikten sonra mescidin olduğu noktayı

şehrin kurucu nüvesi haline getiriyor ve şehir bu çekirdek noktadan

dışarıya doğru açılmak suretiyle gelişiyor. İslam medeniyetinde

iki kez su merkezli bir kuruluştan

bahsedebiliriz. İslam şehri veya İslam şehirciliğinin asıl banisi hepinizin bildiği gibi Hz. Ömer’dir.

Nitekim onun halifeliği döneminde birçok yeni şehir kurulmuştur.

Mesela Fırat’ın kenarına kurulan

Kufe. Aynı şekilde Basra, Fustat

ve Kahire de suyun hemen yanına inşa edilmiştir. Mezkur şehirler

İslam medeniyetini şekillendiren

şehirler olarak bilinmektedirler.

Dahası, İslam medeniyetinin zirve

kenti Bağdat da böyledir. Az önce

“suyun zaman zaman kentlerin doğuşuna zaman zaman ise kentlerin

ölüşüne vesile olduğunu” belirttiniz bu durum İslam medeniyeti için de geçerlidir. Nitekim Haccac tarafından hicri 87 tarihinde

iskâna açılan Vasıt şehri nehir yatağının değişmesinden sonra tarihe karışacak yerine bugünlerde

ismini sıkça duyduğumuz Kut’ül

Amare kenti doğacaktır. Dolayısıyla Kut’ül Amare Vasıt şehrinin bir

devamıdır. Özetle: Su, İslam medeniyetinin esasını teşkil eden nüvedir. İnsanların etrafına yerleştiği bu nüve, bir taraftan şehirciliğe

diğer taraftan ise etrafına yerleşen

insanların medeniyet algılarının

oluşumuna aracılık etmiştir. Su

medeniyetimizin yapısına, duruşuna, rengine, desenine damgasını

vurmuştur.

Su, İslam medeniyetinin

esasını teşkil eden

nüvedir. İnsanların

etrafına yerleştiği

bu nüve, bir taraftan

şehirciliğe diğer taraftan

ise etrafına yerleşen

insanların medeniyet

algılarının oluşumuna

aracılık etmiştir.

Su, medeniyetin oluşumunun ana

unsurudur. Suyun bu tarafı kadar su medeniyetimizin de konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Suyun çıkarılışı, kentlere

ulaşması, üzerine kurulan köprüler, teknolojik alet ve edevatlarda kullanılışı, sağlık sektöründe

kullanılışı, su ile ilgili teşkilatların

her biri su medeniyetimizin birer

unsurudur. Bunların üzerinde de

konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Horasan’ın merkez kenti

Merv ki ben ona Horasan’ın Bilim

Merkezi derim, Merv bu teşkilatların en önemlilerinden birine sahip

idi. Keşke zamanımız olsa da bunu konuşabilsek. Bu teşkilatı aynı isimli kitabımda ayrıntılı olarak

anlattım. Hülasa, su bir medeniyetin rengini desenini belirleyen en

önemli figürdür. Bu figürün etkisini bildiğiniz zaman zaten medeniyeti çözümlemeniz çok daha kolay

olacaktır.

Hasan Taşçı: Sanki insanın ihtiyacı olan su ile şehrin ihtiyacı olan

suyu birbirinden ayırdık. Şöyle bir

şey dediniz “Mekke şehir olmak

için zemzemi bekledi.” Zemzemden öncede bir yerleşim var ama

Mekke’de değil mi Hocam?

Mehmet Mahfuz Söylemez: Yok

Hasan Taşçı: Ama Hz. Adem Mekke’ye yerleşmemiş mi Hocam? En

azından ben öyle biliyorum.

Mehmet Mahfuz Söylemez: Hz.

Âdem’in nereye indiği tartışmalı bir husustur. Mekke dolaylarına indiğini söyleyen rivayetler vardır. Hatta Kâbe’nin önce melekler

sonra Âdem (a.s.) tarafından inşa edildiğini söyleyen rivayetler de

vardır. Hz. Âdem ile Hz. Havva’yı

Mekke’nin kurulacağı coğrafyada

(Arafat) buluşturan rivayetler de

bulunmaktadır. Fakat İslam tarihi kaynakları Hz. İbrahim’den önce Mekke adında bir şehrin varlığından bahsetmezler. Şehrin ilk

kez Hz. İbrahim tarafından kurulduğunu söylerler. Hatta bu dönemde bile Mekke’ye yerleşenler,

Kâbe’nin etrafında değil de dağlara yerleşmişlerdir. Mekke asıl şehir olarak Hz. Peygamber’in atalarından Kusay b. Kilab tarafından

kurulmuştur.

Hasan Taşçı: Bu durumda şunu

sormam gerekiyor. Şehirlerin anası

tabiri nerden geliyor?

Mehmet Mahfuz Söylemez: Şehirlerin anası tabiri medeniyet kurucu olması hasebiyledir. Hatta

Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ

P:93

kimi rivayetler bu ifadeyi Taif için

de kullanır. Bazı tefsirlerde “Ümmü’l-Kurra” ifadesi üç şehir için yani Mekke, Taif ve Horasan’da Merv

için kullanmışlardır

Hasan Taşçı: Ben Kur’an-ı Kerim’deki tabirden bahsediyorum.

Mehmet Mahfuz Söylemez: Ben

de Kur’an-ı Kerim’deki tabiri

söylüyorum.

Hasan Taşçı: Horasan’ı da kastediyor mu oradaki “şehirlerin anası”

ibaresi?

Mehmet Mahfuz Söylemez:

Mukâtil bin Süleyman “Ümmü’l

- Kurra” tabirinin Hicaz’da Mekke’yi, Horasan’da ise Merv’i ifade ettiğini belirtiyor. Dolayısıyla

Ümmü’l-Kurra’nın medeniyet inşa

eden şehirler için kullanıldığını anlıyoruz. İslam Medeniyeti’nin asıl

kurucu şehrinin Mekke olduğunda

bir kuşku yoktur. Dolayısıyla asıl

Ümmü’l-Kurra Mekke’dir. Fakat

Mekke’ye benzer roller üstlenmiş,

medeniyetimizin değişim ve dönüşümünde görev almış, iz bırakmış,

medeniyetimize şekil vermiş, köşe taşı olmuş olan şehirlerin Mekke’nin rolüne benzer roller üstlendiği varsayılarak Ümmü’l-Kurra

mefhumunun bu şehirler için de

kullanılabileceği ifade edilmiştir.

Ali Uyumaz: Şimdi Hocamız daha çok manevi ağırlıklı bir anlatımda bulundu. Bakanımız da der ya “

su hayattır”, “ susuz hayat olmaz”.

Dünya sularının %97’si tuzlu sulardan meydana geliyor. Bu tuzlu sular deniz ve okyanus suları.

Geriye kalan %3’lük kısım ise tatlı

sulardan oluşmaktadır. Tatlı suların %2’ye yakını da kuzey ve güney kutbunda yer alan buzullardan oluşuyor ve kullanılamıyor. Şu

anda üzerinde durduğumuz, esas

istifade ettiğimiz su miktarı yaklaşık olarak %1‘e karşı gelmektedir. %1’lik dilim nehirler, göller,

yeraltı sularından oluşmakta. Günümüzde insanoğlunun kullandığı

su miktarı kişi başına günlük 150

lt civarındadır. Gerçi İstanbul’un

günlük ortalama üç milyon metre

küp su kullandığını söylüyorlar. Bu

hususta İSKİ Genel Müdürü’de aynı şeyi söylüyordu. İstanbul’da yıllık olarak bir milyar metreküp civarında su kullanıyoruz. Bunun

potansiyeli nerden gelir nerden alırız, bunlarla ilgili biz Su Vakfı olarak da fazlaca çalışmalarda bulunduk. İstanbul’un etrafında ufaklı

büyüklü 8-10 tane baraj var.

İslam Medeniyeti’nin

asıl kurucu şehrinin

Mekke olduğunda

bir kuşku yoktur.

Dolayısıyla asıl ümmü’lkurra Mekke’dir.

Melen şu anda tam olarak devreye

girmiş değil. Melen’de çok büyük

bir potansiyel mevcut olup bu derede yılda 1 milyar 77 milyon metre küp su akıyor. Demek ki Melen

İstanbul’un bütün su ihtiyacını halihazırda rahatlıkla karşılayacak

bir potansiyeldedir. İstanbul’un

su ihtiyacı yaklaşık olarak yıllık

880 milyon m3

civarında. Bazen

bu değişiyor. Mesela Ramazan ve

yaz aylarında millet gece gündüz

ayakta olduğu için o günlerde günlük kullanılan su miktarı 3 milyon

500 bin m3

, 3 milyon 600 m3

’e çıkıyor. Biz vakıf olarak su tasarrufuna çok önem veriyoruz. Acaba aynı

işi daha az suyla nasıl yapabiliriz?

Bu konuda güvenilir çalışmaları

olan kurum olarak Devlet Su İşleri var. Suyun tarımda kullanımı konusundan bahsedeyim. Bir hektar

alanın yıllık su ihtiyacının 10 bin

ton olduğu söyleniyor. Bir hektar

10 bin metrekare olduğuna göre,

klasik sulama sisteminde bir yılda bir metrekareye bir ton su kullanılıyor. Acaba bunu nasıl aşağıya

çekebiliriz, bunun üzerinde çalışıyoruz. Sulama tiplerine göre su

kullanımı değişiyor. Yağmurlama

sulamasıyla (bahçelerimizde fıskiyeyle suladığımız tip sulama sisteminde) yıllık su ihtiyacı bir hektar

alan için 10 bin tondan 6 bin tona

düşüyor, bu şekilde %40 civarında

tasarruf sağlanıyor. Damla sulamasında ise 3 bin m3

’e kadar düşüyor. Damla sulamanın kök bölgesine yapılan bir çeşidi var. Örneğin,

Suudi Arabistan gibi sıcaklığın çok

yüksek olduğu ülkelerde damla

sulaması bitkiye tesir etmeyebiliyor ve yüksek sıcaklık dolayısıyla

su bitkinin kök bölgesine ininceye kadar buharlaşıp gidiyor. Kök

sulamasında ise, su boru sistemleri aracılığıyla doğrudan bitkinin

kök bölgesine ulaştırılıyor. Suudi

Arabistan, su ihtiyacının hemen

hemen tamamına yakınını Kızıldeniz’den sağlıyor, deniz suyunun

tuzunu arıtarak kullanıyor ve İsrail’de öyle yapılıyor. Fakat bu tip

kullanımlarda suyun içinden bazı

maddeler de alınmış olduğu için bu

Ali UYUMAZ

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 90 91 ›

P:94

da insanlarda belirli bir yaşta kemik erimesine neden olduğundan

tavsiye edilmiyor. Su Vakfı Başkanı Prof. Dr. Zekai Şen Hoca, Suudi

Arabistan da bu konularda danışman. Hoca yer altı sularından içimi

iyi olmayan ama içinde sağlığa zararlı madde bulunmayan sulardan

alıp Kızıldeniz’den alınarak arıtılan sulara katarak suyu biraz daha

tabii hale getirmeye çalıştıklarından bahsediyor. Suudi Arabistan

çok nadir yağmur alan ülkelerdendir ve yılda birkaç kez yağmur alıyor. Ama Taif çok yüksek diyorlar,

orada şöyle bir durum var: Kızıldeniz’de buharlaşan su yukarıya doğru yükseliyor, bulutlar meydana

geliyor, böylelikle Taif’te her gün

olmasa da gün aşırı yağmur yağdığı söyleniyor. Zekai Şen Hoca’nın

anlattığına göre bu sular zemzemi destekliyor. Dünyanın en kurak

yerlerinden birisi de İsrail. İsrail, su

ihtiyacını Akdeniz’den karşılıyor.

Bunun yanında yapılan araştırmalarda suni yağmurlama sisteminin

yağış verimini yükseltmediğinin

görüldüğü ifade edilmiştir.

Hasan Taşçı: Hocam şehirlerin su

ile ilişkisi sadece içme suyundan

ibaret değil. İstanbul içme suyu

kaynakları bakımından fakir olsa

bile bir su şehri: Boğaz, Haliç, Marmara, Karadeniz. Muhtemeldir ki

bu topografik yapı olmasaydı, Boğaz, Haliç ve Marmara olmasaydı estetik açıdan bu denli güzel bir

şehir olmayabilirdi. Daha zengin

içme suyu kaynaklarına sahip olması halinde böyle bir şehir olmayabilirdi. Su ve şehir denilince bu

ilişkiyi de konuşmamız lazım. Elbette ki içme suyu birinci ihtiyaçtır

ve en büyük öneme haizdir. İkincisi tarım için, oda yine şehri ve insanları besleyen bir ihtiyaç, üçüncüsü suyun ulaşım fonksiyonudur

ki bu da çok önemlidir şehirler için.

Tarihin en önemli şehirleri suyun

ulaşımına elverişli olduğu yerlerde

kurulmuştur değil mi Hocam?

Tarihin en önemli

şehirleri suyun

ulaşımına elverişli

olduğu yerlerde

kurulmuştur.

Mehmet Mahfuz Söylemez: Tabi.

Zeugma ile Basra arasında erken

dönemden itibaren gemiler çalışır

bir taraftan yük, diğer taraftan da

yolcu taşırlardı.

Hasan Taşçı: Bir de suyun şehirlere sağladığı çok önemli bir estetik

var. Kanalların, nehirlerin, denizlerin. Suyun, içme suyunun dışında

çok fazla imkân sağlamadığı şehirler de var. Mesela; Urfa.

Mehmet Mahfuz Söylemez: Ben

hocamın söylediğine bir iki şey

ilave etmek istiyorum. Bunlardan

birisi Taif’den Mekke’ye gelen su

kanalı. Aslında keşke derginin bu

sayısında bunu anlatan bir yazı

olsa.

Hasan Taşçı: Hocam o kanalların

kalıntıları duruyor.

Mehmet Mahfuz Söylemez: Evet,

duruyor ve önemli bir şey gerçekten. Diğer ilave etmek istediğim

konu: İslam öncesi dönemde mesela Mekke’de Sikaye isminde bir

su bakanlığı vardı. Bu bakanlık

Peygamber ailesinin idare ettiği iki

bakanlıktan birisi. Hz. Peygamber

ailesi iki bakanlığı deruhte ediyordu. Hz. Peygamber ailesini bu kadar etkili kılan da bu bakanlıklar

olmuştur. Bakanlıkların birisi gelen hacıların barınması ve iaşeyle

ilgi idi. Diğer bakanlık ise “Sikaye”

yani “Su Bakanlığı”. Su Bakanlığı gerçekten önemli, az önce Hocamın dediği gibi Zemzem kuyusu kazılmadan önceki dönemde,

Curhumiler döneminde kuyu kapatıldığı devirde bakanlık su ihtiyacını karşılamak için su kuyuları

açıp, suyu şehre ulaştırıyordu. Ayrıca şehrin içerisinde suyu depoladıkları havuzlar kuruyordu. Su,

uzun süre bekleyip tadı bozulursa

suya Taif’ten getirilen kuru üzüm

katılarak tatlandırılır ve halka ikram edilirdi.

Ali Uyumaz: Hocamın sözlerine

şunu da ilave edebiliriz. Ben konuyu dağıtmamak için gündeme

almadığım su tasarrufu konusuna değinmek istiyorum. Biz suyun

%75’ini tarımda, %10’unu sanayide %15’ini de evlerde kullanıyoruz.

Fakat sulama metotları geliştirildikçe tarımda kullanılan su miktarı azaltılabilir. Sulama metotlarıyla 10 bin metre küp yerine, 2-3

bin metreküp su kullanılıyor artık.

Yani %70 yakın tasarruf sağlanabiliyor. İstanbul’da belki sulama

çok fazla değil İstanbul’un günlük

3 milyon metre küp olan su tüketimini 1,5 milyon metre küpe düşürmeyi arzuluyoruz. Bu sebeple

kullanılan sularda halkın tasarrufa yönlendirilmesi oldukça önem

Mazhar BAĞLI

P:95

taşıyor. Evlerde yapılan temizlikte,

bulaşık makinesi, çamaşır makinesi vs. gibi işlerde elle yıkanan bir

çamaşır için mesela 120 lt su kullanılıyorsa makinede bu 60 lt’ye kadar düşüyor ve yarı yarıya tasarruf

sağlamış oluyoruz. Bir de makine

ile yıkamada sıcaklığın daha yüksek olması sebebiyle çamaşırlar daha hijyenik oluyor. Çünkü makine

60 derecede yıkıyor, biz bunu bu

sıcaklıkta elle yıkayamayız. Bir Hadis-i Şerif’te “Nehir kenarında bile

olsanız suyu israf etmeyin.” denmektedir. Peygamberimizin bu sözünü düstur edinmeliyiz.

Mazhar Bağlı: Şehirlerin dönüşümü ve birer işlevsel mekân halini

almaları tabi ki suyla yakından irtibatlı bir konu. Ayrıca bütün peygamberlerin bir su hikâyesi olduğunu biliyoruz, peygamberlerin

hayatında su ile ilgili bir hikaye, bir

anekdot muhakkak vardır: Musa

(a.s.)’ın asasını kayaya vurarak su

çıkarması, Davud (a.s.), İsa (a.s.),

Hz. Peygamber (s.a.v.)… Buradan

hareketle medeniyetin kaynağında su ile ilgili bir dönüşüm olduğu

ve temel, bütünleyici unsur olduğu

kanaatindeyim. Mahfuz Hocama

biraz itirazım var. Kur’an’ın bahsettiği, buyurduğu çerçevede bir

tarih okuması yapıldığında Mekke’nin bir nirengi noktası olduğu

anlaşılıyor. Çünkü Hz. İbrahim’in

ikinci bir Âdem olarak kabul edilmesinin sebebi hakikatle bizi tekrar yüzleştirmesi ve ikinci kez insanları tevhitle buluşturması, ilk

peygamberin başladığı yere, Mekke’ye işaret ediyor. İtirazım şu

noktada: Kur’an-ı Kerim’deki ilk

mekânın Mekke olduğu, Kâbe’nin

inşasıyla ilgili bir haber olmadığından siz İslam kaynaklarına göre

şehrin İbrahim (a.s.) ile başladığını düşünüyorsunuz. Ben aksini düşünüyorum. Hz. Âdem’in çocuklarının mekân ile olan ilişkisi yani

mekânın insanlar tarafından kurgulanması ve dizayn edilmesi son

derece metafizik yani dini bir şey

ve ilahi referanslı olması gerektir.

“Mekke İbrahim (a.s.) ile gün yüzüne çıkmıştır, ondan önce yoktu.”

görüşünüze katılmıyorum. Hz.

Âdem’in çocuklarının hikâyesinde,

kardeş katliyle birlikte ortaya çıkan

dramatik hikâyenin, defin olayı,

kurbana açılan kapı ve dünyayı dönüştürme meselesi bir mekân tarafında gelişiyor. Bu mekânın Mekke

ve Kâbe olduğunu düşünüyorum.

Bu düşüncem de İslam’a mugayir

değil zannediyorum.

Prof. Dr. Mehmet Söylemez: Sizin kurgunuz bizim rivayetlerimizle desteklenmemektedir.

Mazhar Bağlı: Kur’an da var.

İstanbul’un bir şehir

haline gelişinin

tarihine bakalım. Ne

kadar Boğaz’ın, su

kaynağının kenarında

da olsa bir şehrin yaşar

hale gelebilmesi için

suya ihtiyaç vardır.

İstanbul’un içme suyu

ihtiyacını karşılamada

şehrin nüfusunun az

olduğu dönemlerde

tepelerden gelen sular

yeterli olmuştur.

Mehmet Mahfuz Söylemez: Kaçırmamamız gereken tek şey şu:

Hz. Peygamber özelinden dönüp

baktığınızda ki Kur’an da bunu

anlatır her bir millete mutlaka bir

peygamber gönderilmiştir. Peygamberlerin tamamının Mekke’ye

yöneldiğini söyleyemeyiz. Zaten

durum böyle olmuş olsaydı; Müslümanların ilk andan itibaren

Kâbe’ye yönelmeleri icap ederdi.

Oysaki Müslümanların ilk kıblesi

Mescid-Aksa’dır. Yani Kudüs’tür.

Hz. İsa’nın buraya yönelerek ibadet

ettiğini, Hz. Musa’nın oraya yönelerek ibadet ettiğini biliriz. Dolayısıyla aslında bir mekânda vahdeti

ifade etmek üzere kıble ihdas edilirken insanların bildiği mekânlar

üzerinden o vahdet oluşturulmuş.

Bütün peygamberlerin Mekke’ye

yönelerek ibadet ettiklerini, yegâne kutsal mekânın burası olduğunu söyleyemeyiz. Dahası Kur’an

her kavme bir peygamber gönderildiğini söylemektedir. Bu peygamberlerin her birinin kavimleriyle

birlikte hiç bilmedikleri, ulaşmaları ve hacca gitmeleri mümkün olmayan Kâbe’ye yönelerek ibadet

ettiklerini de düşünmüyorum. Ben

her bir Peygamberin, yüce Allah tarafından kendilerinin ve uluslarının bildikleri, ulaşabilecekleri, hac

ederek kendi aralarından bir vahdet oluşturabilecekleri mekânlara

yöneldiklerini bu mekânlar üzerinden ümmet bilinci oluşturduklarına inanıyorum. Kâbe ise Hz.

İbrahim ile Hz. Peygamber’in yöneldikleri mekân olup insanlığın

sonuna kadar da tüm Müslümanların yegâne kıblesidir.

Fatma ŞENSOY

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 92 93 ›

P:96

Fatma Şensoy: İstanbul’la devam

edelim dilerseniz. İstanbul’un bir

şehir haline gelişinin tarihine bakalım. Ne kadar Boğaz’ın, su kaynağının kenarında da olsa bir şehrin yaşar hale gelebilmesi için suya

ihtiyaç vardır. İstanbul’un içme suyu ihtiyacını karşılamada şehrin

nüfusunun az olduğu dönemlerde

tepelerden gelen sular yeterli olmuştur. Fakat daha sonra su temini için verilmiş uğraşları görüyoruz. Romalılar döneminde su 242

km uzunlukta bir kanalla Istırancalar’dan getiriliyordu. Bizanslılarda şehre hâkim olabilmek, suyu

bol bir şekilde insanlara ulaştırmak anlamına geldiğinden Bizans

İmparatorlarınca çok fazla su hayrı yapmışlardır. Valens, Bozdoğan

kemerini yapmış daha sonra dönem dönem şehrin suya olan ihtiyacı arttıkça başka kaynaklar bulunmuştur. Bu yeni kaynakların bir

kısmı Belgrat ormanından bir kısmı şimdiki Halkalı civarından olmuştur. Osmanlıların da kullandığı

bu kaynaklardan gelen sular şehrin

içine kadar geliyordu. 1204’te Latinlerin İstanbul’u işgalinde mukavemeti kırmak için şehir dışı isale

şebeke hatlarını tahrip ettikleri gibi şehir içi şebeke hatlarını da tahrip etmişler. Bir şehrin savunmasını kırmanın en kolay yolu şehri su

kaynağından mahrum bırakmaktır. Daha sonra Bizans devam edegelen akınlardan kendini korumak

için açık ve kapalı sarnıçların yapımına hız vermiş. Günümüzde Fındıkzade’deki, Karagümrük’teki büyük statlar o dönemlerde sarnıç

olarak kullanılıyordu.

Bir şehir tesis etmek için

-tabi bir nüve olacakher şeyden önce bir

ibadet ortamı, yani bir

külliye onun ortasında

bir cami, caminin

yanında mektep,

medrese, kervansaray,

hastane elzem.

Yerebatan Sarnıcı yine hepimizin

malumu, dolayısıyla böyle bir sarnıçlara suyu hapsederek savunma

mekanizması oluşturulmuş. 1453

geldiğimizde Fatih İstanbul içine

girdiğinde ya da Konstantinapol

diyelim. Bakıyor ki her şey tahrip

edilmiş. Ayrıca İslamiyet inancına göre, akan su durgun suya tercih edilir. Çünkü akan su daha

sağlıklı. Fetihten sonra sarnıçlardaki su kullanılmıyor, daha önce

kullanılmış kanallar, sular tekrar

yenileniyor ve yeniden yapılmışçasına gürül gürül bir şekilde akıtılıyor. Dursun Bey bunu bize aktarıyor. Fetih sonrası İstanbul’un su

ihtiyacı başta padişahlar ve devlet

adamları olmak üzere pek çok hayır

sahibince karşılanıyor. Bir şehir tesis etmek için -tabi bir nüve olacakher şeyden önce bir ibadet ortamı,

yani bir külliye onun ortasında bir

cami, caminin yanında mektep,

medrese, kervansaray, hastane elzem. Tüm bu hayır eserlerinin yaşaması için de suyun olması lazım.

Su olacak ki orada sağlık olabilsin,

temizlik yapılabilsin hayat devam

edebilsin. Fatih döneminde bütün

paşaların sular getirip, mahalleler

oluşturup şehri yeniden kurduklarını görüyoruz. Halkalı suları diye tabir edilen ve şu an yakınında

bulunduğumuz yerden (Esenler)

tepelerden künklerle, galerilerle getirilmiş sularla büyük külliyeler yapılıyor. Kanuni döneminde

şehir nüfusu artıyor. 1563 yılında Selaniki diyor ki: “O dönemde

yaz günlerinde insanlar bir damla suya muhtaçtı. Bir at kırbası su

15 akçeye satılıyordu.” Devrin işçi

ücretlerine baktığımızda kalifiye

bir elemanın günde yaklaşık 12 akçe alırken vasıfsız işçinin 5-6 akçe

ücret aldığını görüyoruz. Yani 150

litrelik bir at kırbası su için kalifiye

eleman bir gün çalışacak, vasıfsız

olan 3-4 gün çalışacak. Evliya Çelebi, Kanuni’nin Belgrad Ormanları’nda dolaşırken yerde bir su kaynadığını gördüğü ve mimarbaşı

Sinan’a “Acep bu su şehir içine gelse mümkün müdür?” sualine cevaben Mimar Sinan’ın “Tabi ki mümkündür padişahım, siz keseleri yan

yana dizerseniz bu su şehre kadar

gelir.” dediğini aktarıyor. Padişah

“Ben keseleri hem birbiri ardına

hem de yan yana dizerim” diyerek

yanıt veriyor ve Sinan’a bir kese

altını orada ikram ediyor. 1554’te

başlayan Kırkçeşme sularının yapımı 1563’te bitiyor. 1563’te çok

büyük bir sel sebebiyle Mağlova

kemerinin ayakları tahrip oluyor,

kemerin tamiri için yaklaşık 10

milyon akçe harcanıyor. Böylelikle

P:97

Kırkçeşme sularının toplam maliyeti 50 milyon akçeyi bulmuştur.

Süleymaniye külliyesi için harcanmış meblağın 35 milyon akçe olduğunu düşünürsek, suyun bir altyapı yatırımı olarak maliyetinin ne

denli büyük meblağlara ulaştığını

ve ne kadar önemli olduğunu da

anlamış oluyoruz.

Hasan Taşçı: Bu kadar yüksek

maliyetine rağmen inşa edildiğine

göre Mağlova kemerin İstanbul’a

katkısı oldukça önemli olmalı, su

sisteminin yapılmasından önce ki

İstanbul ile sonraki İstanbul arasında da çok büyük bir fark olmuş

olmalı.

Fatma Şensoy: Selâniki Tarihi’nden naklen, Rüstem Paşa’nın yahut

Veziriazamın Semiz Ali Paşa’nın(

Mehmet İpşirli Hoca’ya göre Semiz Ali Paşa) Mimar Sinan’ın yanındaki bir su yolcuyu hapsettiriyor. İşin yavaşlaması üzerine

Kanuni su yolcunun neden hapsedildiğini sorunca Sadrazam, “Sultanım eğer biz suyu bollaştırırsak

şimdi sizin zamanınızda herhangi

bir şey olmaz, bir zarar olmaz, kıtlık olmaz fakat sizden sonra gelenler zamanında buraya herkes gelir,

geçim bozulur, nüfus artar. Çünkü su bol, hayat güzel diye herkes

buraya gelecek”. Çekim merkezi olmanın böylesi olumsuz etkileri de

bulunabiliyor.

Hasan Taşçı: O zaman suyun

iki tür tahrip yönü var diyelim.

Birincisi; az önce bahsettiğimiz sel

olup tahrip etme yönü, ikincisi de;

çekiciliğinden dolayı göçle nüfus

artışına sebep olup şehirleri yaşanamaz hale getirmesi. Günümüzde

su sistemleri gökdelenlerin tepesine su taşımaya imkân vermeseydi

bugün belki birçok şeyi tartışmayacaktık. Hatta geçen gün bir arkadaşım “Asansör olmasaydı ne yapardık” dedi. Ben de; “ne güzel olurdu

işte üçüncü kattan daha yüksek bir

bina olmazdı o zaman” dedim. Arkadaş konuyu o açıdan hiç düşünmediğini ifade etti.

Bizim geleneksel

dilimizde ekmeğe

aziz sıfatı verilmiştir,

nan-ı aziz, ama suyun

böyle kutsal bir sıfatı

yok, ilginçtir. Suya

ab-ı hayat deriz fakat

kutsal bir anlam

yüklemeyiz. Oysa kutsal

görülmeyen su, hele bir

mümin için, yaratıcıyla

buluşmasından

önce başvurulması

şart olan bir şey.

Ali Uyumaz: Hoca hanımın dediğine bir iki ilave yapmak istiyorum.

O zamanlar İstanbul’un nüfusu

çok azmış. Geçen haftada İstanbul civarın da bulunan su yolları

ve su kemerleri ile ilgili bir toplantı da bulunmuştum. İstanbul’u nüfusu 40 binlerde iken, Kanuni Sultan Süleyman zamanında 150-160

bine çıktığı belirtilmişti. Günümüz

İstanbul’unun bir ilçesi kadar bile

değil. O zaman tabi pompa yoktu,

yani suyu pompalama şansı yok tu

ancak suyu cazibeyle bir yerden bir

yere ulaştırma ya çalışılıyordu. Mesela o kemerleri o su yolları hepsi

belirli bir koddan uygun bir şekilde

belirli bir yere ulaştırma yolu takip

ediliyordu. O zamanlar günümüzdeki gibi boru sistemi ve pompa

sistemi yoktu. Şu anda durum öyle değil, mesela suyu pompalıyoruz

birkaç metre çapında boruyla dünyanın suyunu istediğimiz yere ve

seviyeye aktarabiliyoruz.

Cemil Arslan: Benim için su tezattır, tüm mahiyetini anlayamadığım bir şey. Suyla ekmek benim

zihnimde kardeş gibi fakat iki tezat

kardeş. Mesela bizim geleneksel

dilimizde ekmeğe aziz sıfatı verilmiştir, nan-ı aziz, ama suyun böyle kutsal bir sıfatı yok, ilginçtir. Suya ab-ı hayat deriz fakat kutsal bir

anlam yüklemeyiz. Oysa kutsal görülmeyen su, hele bir mümin için,

yaratıcıyla buluşmasından önce

başvurulması şart olan bir şey. Biz

namazı müminin miracı olarak biliriz ve eğer koşullar uygunsa, suya müracaat etmeden, yaratıcısıyla

buluşma imkânı yok. Mümin zihni

buna rağmen suya bir kutsiyet atfetmemiş, Hıristiyan düşüncesindeki vaftiz suyu vs. gibi bir kutsiyet yoktur.

Fatma Şensoy: Ama birde şunu

atlamayalım biliyorsunuz çeşmelerin başında bile “Biz bütün canlıları

sudan yarattık.” ayeti var.

Cemil Arslan: Evet, buna rağmen

bir kutsiyet atfetmiyoruz. Mesela

biz günlük dilimizde de suyu kullanmaktan bahsederiz. Kullanmak aslında incitmektir bir şeyi.

Yani günlük hayatımızda herhangi bir şeye alelade davranır gibi davranmaktır, kullanmak. Su

Cemil ARSLAN

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 94 95 ›

P:98

bizi temizler, enerji kaynağımızdır, ulaşımı sağlar, evlerimize değer kazandırır ve bizi yaratıcıyla buluşturur. Buradaki tezat gibi

görünen şey kutsallık ilişkisi. Geleneksel düşüncelerdeki kutsallık,

bir şeyle buluşmayı engeller aslında. Bence suyla buluşmayı engellememek için böyle bir kutsallık atfedilmemiş suya ilginç bir şekilde.

Bunlar tabi bütünüyle benim düşüncelerimdir, bilimsel düşünceler

falan değil. İmajinatif şeyler, öyle

diyeyim.

Fatma Şensoy: Biraz da romantik

olmuş Hocam.

Cemil Arslan: Evet romantik.

Murat nehrinin kenarında büyüdüm ben. Evimiz nehre yaklaşık 50

metre mesafedeydi. Sabah namazından sonra arkadaşlarla evden

kaçıp, geceyi Murat nehrinde geçirirdik, balık tutardık. Sabah balıkla kahvaltı yaparak okula giderdik.

Her sene bir arkadaşımızı, Murat

nehrine kurban vermemize rağmen suya hemen her sabah giderdik. Su bize hem coşku verirdi hem

bizi üzerdi.

Benim zihin dünyamda iki şeyin

insanın ufkunun açılması üzerinde

bir etkisi var: Harita ve su. Mesela

ben suyla irtibat halinde olan insanların ufkunun açık olma ihtimalinin daha yüksek olduğuna

inanıyorum. Bu mutlak bir şey değil kuşkusuz.

Odasında veya ofisinde

Türkiye haritası

ile Dünya haritası

bulunduran iki insanı

düşündüğümüzde,

dünya haritası

bulunduran insanın

ufkunun daha geniş

olabileceğine ihtimal

veririm. Dolayısıyla

suyun ve haritanın böyle

bir ufuk geliştirici tarafı

olduğunu düşünüyorum.

Odasında veya ofisinde Türkiye

haritası ile Dünya haritası bulunduran iki insanı düşündüğümüzde, dünya haritası bulunduran

insanın ufkunun daha geniş olabileceğine ihtimal veririm. Dolayısıyla suyun ve haritanın böyle bir

ufuk geliştirici tarafı olduğunu düşünüyorum. İkincisi güç ile ilişki.

Güçle çok ciddi bir ilişkisi var suyun. Şu andaki savaşların önemli

sebeplerinden bir tanesi suyla irtibat biliyorsunuz, okyanus veya değil. Ama neticede suyla, okyanusla

irtibat kuramayan güçlerin küresel

güç olamayacağına ilişkin çok ciddi

teoriler var.

Değer kazandırıcı bir tarafı var suyun öte yandan, bizi kötülüğe sevk

eden taraf bu aynı zamanda. Haliç’e bakan, Boğaza bakan bir evin

değeri gerekçesiz yüksektir, niye

yüksektir bilmeyiz ama yüksektir. Su değer kazandırır, yani suya

çok yüksek estetik değerlerle bakmayan bir insan da o eve o bedeli öder. Dolayısıyla benim zihnimde kutsal olmayan ama değerli olan

bir şey su. Bu nedenle de son dönemlerde suyun, kutular içerisinde zemzem suyu diye mukaddes

formlarla satılmasını da hazine

arazisinde gece kondu yapmak gibi bir sapkınlık olarak görüyorum,

kendi dünyamda. Suyun son derece yararlı, son derece zihnimizi açıcı, bizi yaratıcımızla irtibatlandıran

fakat mukaddes olmayan bir nimet

olduğuna inanıyorum.

Hasan Taşçı: Bu suya doygunluktan kaynaklanıyor. Kuraklık çeken

bir coğrafyada yaşıyor olsa idik su

Tuna Nehri

P:99

tasavvurumuz farklı olurdu. Siz

Murat Nehri’nin kenarında yaşadığınız için suya çok fazla ihtiyaç

duymuyorsunuz. Ben senenin 200

günü yağmur yağan bir coğrafyada, Rize’de büyümem sebebiyle suyu ekmek gibi aziz görmem. Dergimizin bu sayısında Afrika’daki su

kuyularının verdiği hayatı anlatan

bir yazı var. Afrika’daki su kuyuların önemini duymuşsunuzdur. Su

kıtlığı içindeki birisi suyun çok aziz

bir şey olduğunu söyleyip, bizim

ekmeğe yüklediğimiz kutsiyeti suya yükleyebilir.

Mazhar Bağlı: Kürtçe’de bir ifade var: “Suyun başında bulunanın

rızkı Allah’tan gelir.” çok sık kullanılan bir tabir. Bizim orada su

yoktur, biz suyu çok zor şartlarda

başka yerlerden getiriyorduk. İnanılmaz bir şey. Sarnıçlarda bekleyen sular olurdu. Yazın sonuna doğru, sonbaharda artık suyun

kokusu içindeki toprak dolayısıyla bozulmaya başlardı. İçine kırmızı toprak atarlardı, kokusunu alsın

diye. Suyun her ne kadar sizin dediğiniz gibi kutsiyet atfedilen bir

yanı olmasa da durgun suya bir şey

atmama tavsiyesi veyahut Hocamın bahsettiği çeşmelerin başında

“her şeyin sudan yaratıldığının” yazılması ayrıca israf edilmemesi gerektiği ile ilgili Hadis-i Şerif’in gösterdiği üzere su; alelade, sıradan

bir nimette değil. Bütün bunlar

işin kutsiyet yani metafizikle ilgili

olan kısmı fakat bariz olan suyun

müthiş dönüştürücü bir şey olması. İslam tarihinde de bilim tarihinde de, ilk bilim insanları suyla ilgili

bir takım teknikleri bulan kişilerdir. İlk medeniyetlerin kurulduğu

yerlerde de insanların en çok kafa

yorduğu şeylerden biri suyla ilgili bir takım düzenlemelerdir. Yani

suyu dizayn etmek ve onun etrafında bir medeniyet oluşturmaktır. Bunun galiba modern dünyada

şöyle bir handikap var. Mesela Dubai’yi kuruyorsunuz diyelim ki ya

da başka bir kent kuruyorsunuz.

Çölün ortasında su yok. Dünyanın,

kentin, ülkenin, coğrafyanın bütün dengesini değiştirerek oraya su

getirebiliyorsunuz. Bu oldukça tahrip edici bir süreç gibi geliyor bana.

Yalnızca şehri değil şehrin gayrısını da tahrip ediyor. Ekonomik harcamalar dengesini de ciddi anlamda bozuyor. Belki de bundan dolayı

şehir ve su arasında illiyet rabıtası, zorunlu bir nedensellik ilişkisi

kuruyoruz.

İlk medeniyetlerin

kurulduğu yerlerde de

insanların en çok kafa

yorduğu şeylerden biri

suyla ilgili bir takım

düzenlemelerdir. Yani

suyu dizayn etmek

ve onun etrafında

bir medeniyet

oluşturmaktır.

Şehirleşmenin temeli, olmazsa olmazı su olduğuna göre susuz bir

yerde şehir kurmak son derece suni, oldukça yapay bir şey ve çok büyük bir maliyeti beraberinde getiriyor. Bir de biz, ülke olarak su

deyince içme suyunu düşünüyoruz.

Fakat suyun insanlığı, şehirleri dönüştüren özelliği ulaşım ve tarımda kullanılmasıdır. Bizim aklımıza

tarım ve ulaşım konusu gelmiyor.

Fırat’a yakın sayılırız, Birecik’ten ki

Suriye’ye Halep’e kadar giden sallar

oluyor. O salları çekerek geri getiriyorlarmış. Yaşlı bir dededen dinlemiştim: Suyun akışına göre Halep’e kadar kayıklarla gidiyorlar,

sonra o kayıkları geri çekiyorlar.

3-5 kişi kayığın yanında yürüyor,

kayığa bağlı ipi çekiyor. Korkunç

bir eziyet. Avrupa’da ise inanılmaz

şeyler yapmışlar. Suyu seviyeleme

konusunda, su asansörleri yapma

konusunda, gemileri ya da kayıkları makineyle çalıştırma konusunda

acayip bir teknoloji geliştirmişler.

Bizim su ile ilgili tekniklerde geri kalmamıza sebebi olarak ilk aklıma gelen şey içme suyuna odaklanmamız. Zeugma’nın mozaikleri

başka yerden kayıklarla getirilmiş.

Memleketim Birecik ilçesine Malatya’dan kayıklarla gelen ağaçlar

evlerin ahşap kısımlarında kullanılıyordu. Birecik’e geliyor, oradaki rıhtıma bırakıyorlar, oradan alıp

köylere götürüyorlar. Ama oradan

o kayığı geri götürmek için bir teknik geliştirememişler. Almanya’nın

Eads Köprüsü,

St. Louis,

Amerika

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 96 97 ›

P:100

deniz dışında neredeyse Danimarka’ya kadar yapay kanalları var, yapay kanallar bizde geliştirilememiş.

Ali Uyumaz: Dünyada mesela

Amerika’da Missisipi Nehri var ve

muazzam bir ulaşım can damarı gibi. Ondan sonra Tuna Nehri

var ağırlıklı olarak kullanılan Volga

var, Amazon var ve Nil Nehri var,

tüm bu nehirler ulaşımda kullanılıyor. Türkiye’de işaret ettiğiniz gibi, ulaşımla ilgili fazla bir gelişme

olmamış. Sakarya Nehri’yle Karadeniz’i birleştirme projesine bakacak olursak, Sakarya ile Karadeniz

arasında 140-150 kilometrelik mesafe için nehir ulaşımı yapmak istersek, taşınacak yüklerin evvela

motorlu araçlara veya kamyonlara

yüklenip nehir limanına taşınması,

oradan nehir tipi gemilere yüklenmesi, gemiler Karadeniz’e gelince

nehir gemileri denizde tam sıhhatli

çalışamayacağı için yükün deniz tipi çalışan gemilere yüklenmesi, tabi burada mesafe kısa olması sebebiyle indir bindirden ziyade yükün

motorlu araca yükleyince mesafe

kısalığı sebebiyle yerine bırakılması tercih ediliyor.

Hasan Taşçı: Türkiye’nin üç tarafının denizlerle çevrili olması ve

limanlar arasındaki mesafenin kısalığından dolayı doğrudan son

bindirme limanına gitmek daha avantajlı oluyor, sanıyorum

Hocam.

Amerika’da Missisipi

nehri var ve muazzam

bir ulaşım can damarı

gibi. Ondan sonra Tuna

nehri var ağırlıklı olarak

kullanılan Volga var,

Amazon var ve Nil Nehri

var, tüm bu nehirler

ulaşımda kullanılıyor.

Ali Uyumaz: Missisipi Nehri Şikago’dan başlıyor Üç Göller’den

Meksika körfezine kadar mal taşınıyor. Amerika’da demir yolu taşımacılığı da oldukça yaygın. Demiryolu ile yolcu taşımacılığından

daha çok yük taşımacılığı yapılıyor.

ABD’de tam demir yolu kenarında

evim vardı, orada ben bir kaç kez

bir katardaki vagonları saydım, bir

katarda 160-170 tane vagon çıkıyordu. Bir vagonda 25-30 ton mal

olduğunu düşünürsek, yani 3-4

bin ton mal Meksika körfezine bir

katarla ulaştırılıyor, oradan yükler

gemilere aktarılıyor, gemilerle de

yüklerin taşınacağı yerlere gönderildiği anlaşılıyor. Amerikalıların

% 80’i hava yolu ile ulaşımı tercih

ediyor. Havayoluna yüksek rağbete örnek olarak bir anımı paylaşayım. İstanbul’dan Şikago’ya gitmiştim o zamanlar basketbol final

maçı dolayısıyla tüm uçaklar dolu

idi, yer bulamamıştım. Finale kalma ihtimalimiz kalmayınca bütün rezervasyonlar iptal edilmesi

sonrası uçabilmiştim. Amerika içi

uçuş rezervasyonu yapamamıştım.

Amerika içinde normalden oldukça yüksek bir bedelle uçabilmiştim.

İstanbul’dan Şikago’ya gidiş-dönüş

ücretini 860 dolara almamıza rağmen ABD’de iç hatlarda gidiş-dönüş için 940 dolar ödedim.

Türkiye’de nehir ulaşımına tekrar

dönecek olursak, gerek nehir ulaşımı gerekse ulaşım mesafesi açısından bazı sıkıntılar var. Nehir

ulaşımı için nehirlerin debisi azaldığı zamanlar geçişin rahat sağlanabilmesi için nehirlere su seviyesini arttıran regülatör gibi bazı

bentler ve gemilerin regülatörden

her iki yöne geçişini sağlamak için

Panama

Kanalı

P:101

eklüzler yapılması gerekmektedir.

Eklüzlerin yapılması ise masraf ve

zamanlama açısından önem teşkil

etmektedir. Bu sistemle Panama

Kanalında gemiler Büyük Okyanustan, Atlas Okyanusuna geçiriyorlar. Süveyş Kanalında gemiler

kademesiz ve düzayak geçiş sağlanıyor. Muhtemelen Kanal İstanbul

projesi de Süveyş Kanalı’na benzer

şekilde yapılacaktır.

Mazhar Bağlı: Kanal İstanbul’da

suyun seviye farkı olacak mı?

Ali Uyumaz: Çok sembolik yani

35 cm falan tahmin ediliyor. 35 cm

Karadeniz’le Marmara denizi arasındaki yükseklik farkından kaynaklı. Karadeniz Akdeniz’e kıyasla

küçük olduğundan, Tuna, Volga ve

diğer akarsu suları bu farka neden

oluyor.

Hasan Taşçı: Kanal açılsa bile bu

35 cm’lik fark aynı seviyeye gelecek mi?

Ali Uyumaz: Aynı seviyeye de gelse bize fazla bir zararı olmaz, 30-35

cm gözle bile görmek mümkün değil. Tabi burada çok büyük bir maliyet meselesi var. Yaklaşık 40-45

milyar dolar civarında bir maliyetten bahsediliyor. Karşılıklı kanaldan geçişlerin sağlanması için 4-5

adet asma köprü yapılması gerekmektedir. Tabi köprülerin etrafındaki yollarla bağlantıları için ayrıca

bir masraf var. 1-1,5 milyar metre

küp civarında hafriyat gerekebilir.

Bir metre küp hafriyatı on lira olsa yani bir milyar metreküp 10-15

milyar TL eder. Bu yalnızca hafriyat bedeli. Ayrıca su seviyesi aşağıya inecek gibi görünüyor. Gemiler rahat çalışsın diye. Bu durumda

yer altı suları tuzlu suyla karışması

tartışma konusu olabilir, onun için

bilemiyorum nasıl bir önlem almak

lazım. Tabi işin artısı da var eksisi

de var.

Hasan Taşçı: Hocam su medeniyettir dediniz, su ile medeniyet

arasında doğrudan bir ilişki kurdunuz. Bu tarih boyunca böyle olmuştur. Çünkü medeniyetler birbirinin devamı olmuştur her zaman

için. Bir kesinti var mı bilmiyorum,

bu konuda ne söylersiniz? Medeniyetle de şehir arasında doğrudan

bir ilişki var. Su da şehrin olmazsa olmazı. Tabi az önce de söyledim içme suyu ile kullanma suyu

ile kurmuyoruz bu ilişkiyi değil mi

su medeniyeti derken diğer boyutlarıyla birlikte ele alıyoruz konuyu.

Su bir taraftan yaşam

iken diğer taraftan

da estetiktir. Su ile

irtibatı bulunan

şehirler her zaman

en güzel ve en gözde

kentler olmuşlardır.

Mehmet Mahfuz Söylemez: Şehir ve su denilince içme suyu, tarımda kullanılan su, ulaşım ve

şehirleri güzelleştirmek için kullanılan su akla gelmektedir. Tarihi

kentlerimizden Merv, Nesa, Tus,

Meşhet gibi kentlerin geniş devasa

caddelerini kocaman selvi ağaçları

süslemekteydi. Bu ağaçların altından akan sular şehrin güzelliğine

ayrı bir güzellik katmaktaydı. Günümüz Tus ve Meşhet (Bugünkü

İran) şehirlerini ziyaret edildiğinde

bu hoş manzalar halen görülebiliyor. Isfahan’ın ortasından geçen

Zayende Rud’u hatta İstanbul’u

ikiye bölen güzelim boğazı da zikretmemiz gerekmez mi? Anlayacağınız su bir taraftan yaşam iken

diğer taraftan da estetiktir. Su ile

irtibatı bulunan şehirler her zaman en güzel ve en gözde kentler

olmuşlardır.

Su ve şehir demişken medeniyetimizin önemli müesseselerini olan

su ile ilgili vakıfları ve kurumları da anmamız gerek. Bilindiği gibi Hz. Ömer döneminden itibaren

İslam şehirlerinin önemli bir kısmında su işlerinden sorumlu divanlar bulunmaktaydı. Merv gibi

bazı kentlerimizde ise on binlerce

çalışanı bulunan kurumlar vardı.

Bu kurumlar bir taraftan suyun içilebilir duruma gelmesine, diğer taraftan da ihtiyaç sahiplerine ulaşmasına nezaret ederlerdi. Mezkur

kurumların başında bulunan yetkilinin şehir valisi kadar etkili olduğu

rivayet edilmektedir.

Fatma Şensoy: Osmanlıdan bahse devam edeyim. Efendim, İstanbul’da ve Osmanlı topraklarında

su, vakıf olgusu içinde akıyor. Eğer

siz bir mülke sahipseniz ancak onu Haliç

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 98 99 ›

P:102

vakıf haline getirebiliyorsunuz dolayısıyla da suya sahip olmanın

tüm koşulları sağlandıktan sonra

da bir su vakfı oluşturulabilir, bir

vakıf su akıtabilirsiniz.

İstanbul’da ve Osmanlı

topraklarında su,

vakıf olgusu içinde

akıyor. Eğer siz bir

mülke sahipseniz

ancak onu vakıf haline

getirebiliyorsunuz

dolayısıyla da suya

sahip olmanın tüm

koşulları sağlandıktan

sonra da bir su vakfı

oluşturulabilir, bir

vakıf su akıtabilirsiniz.

Hocam siz daha iyi bilirsiniz, yanılırsam düzeltin beni lütfen. Suya sahip olmak için, hatırladığım

kadarıyla boş bir arazide kazılmış

bir kuyudan suyu çıkarmak lazım.

Suyun hacmi su kuyudan çıkacaksa 40 arşın eğer kaynak suyu ise bu

500 arşına kadar çıkıyor. Çıkardığınız bu suyu şehre kadar getirebiliyorsunuz. Başlangıçta ekseriyetle

sultanlar, ana su yollarından büyük külliyeler için sular getirmişler şehre. Kırkçeşme suyu, Halkalı

suları, Taksim suları ve Üsküdar

suları gibi İstanbul’un 4 ayrı vakıf

su sistemi vardı. Su vakıf olgusu

içerisinde bir hükmü şahsiyete sahip oluyor ve bir vakıf olduğu için

de onun özel kurulları, kurumları

mevcuttu. Su Nezareti kurulduğunu biliyoruz hatta Fatih bir su nazırı tayin ediyor. Şehir içindeki su

şebekesiyle su nezareti ilgileniyordu. Şehir dışı şebekede bu su yollarının bakımıyla, tamiriyle ilgilenen su yolcular ve su yolu köyleri

var. Bunlar birçok vergilerden muaf tutulmuşlar ve sadece bentlerin

etrafını temizlemek su yolunu korumakla görevliler. Kişilerin boş

bir arazide kuyu kazıp, ana su yoluna bu buldukları suyu eklemelerine, “katma” deniyor. Bu suyun

bir bölümünü “hakkı mecra” olarak bırakıyorlar, geri kalanını da

şehir içindeki evlerine bağlayabiliyorlardı. Mülk sular satılabiliyordu

yahut kiralanabiliyordu. Yine vakıf fazlası sular da kiralanabilirdi.

Tüm bu işlemler yüzyıllar boyunca

kayıt altına alınmış. Kadıya gidip

su sahipliğinizi tescil ettiriliyor. Su

ile ilgili kayıtlar, mahkeme kayıtları olan şer’iyye sicillerinin içinde Mâ-i Leziz defterleri adı altında

toplanmış. Genellikle de şöyle bir

uygulama var: Suyla ilgili bütün işlemleri devrin Eyüp Kadılığı diğer

bir ismiyle Haslar Kadılığı yapıyordu. Diğer kadılıklarda alış satış işlemini, vakıf tescilini yaptırabilirsiniz ama suyla ilgili herhangi bir

işleminiz olunca bunu ancak Haslar ve Havass-ı refia kadılığına yaptırabilirsiniz. Mâ-i Lezîz Defterleri

adı altında Şeriyye sicillerinden bu

bölümü İstanbul su külliyatı içinde

yayınlandı. Bu yayında 15. yy.’dan

19. yy. sonuna kadarlık dönemde İstanbul’da su ile ilgili belgeler,

kayıtlar yer alıyor. Mâ-i Leziz defterleri dışında su nazırının tuttuğu

defterler bulunuyor. Nazırlık defterinde ise suyla ilgili tüm işlemler ve bütün suya sahip olmanın

koşulları yazılı. Arada tabi yoklamalar ve tahrirler yapılıyordu. Örneğin su kıtlığı yaşandığı zamanlarda. Padişah Sultan 3. Murat’ın

“Sen benim suyumu nereye verirsin?” ifadesinin yer aldığı bir tahrir

yani yoklama ve su yolları haritası

Atışalan

Su Kemeri,

Esenler

P:103

var. Tahrirlerle beraber haritalar

yapılıyor. İstanbul’un su yollarına

ait pek çok haritaya Topkapı Sarayı Müzesi’nde, Türk İslam Eserleri Müzesi’nde, Vakıf Suları Arşivi’nde ulaşmak mümkün. Köprülü

kütüphanesinde hatta ben bir çalışma yapmıştım bir makalede. Biliyorsunuz haritalar bir iş yapmanın en önde gelen koşulu, hem

başlangıcı hem de teftiş yapmanın

bir kolay yöntemidir. Böyle su yolu haritalarına sahibiz. Su uzmanları sahip olduğunuz suyu Ağustos’

un 15 den sonra suların en kıt olduğu zamanda bile suların başına

kadar gidiyorlar ve onu ölçebiliyorlardı. Su ölçüm birimleri de o dönemin tabirleriyle kamış, masura,

lüle, çuvaldız, hilal diye böyle sıralanıyor. Suyun debisini ölçmek için

kullanılan birimler bunlar. Pek çok

su belgesinde ilk defa bu terimlerle karşılaştığımızda bize çok farklı

geliyordu. Acaba lüle nedir, çuvaldız nedir? diye düşünüyordum.

Tabi siz sahip olduğunuz suyu

eğer vakıf haline getirip insanların hizmetine sunmak isterseniz

bir vakfiye oluşturuyorsunuz. Bu

vakfiyede de suyollarının bakımı,

onarımı… Yüzyıllar boyu akması amaçlanıyor. Çünkü bir vakfın

esas amacı sonsuza değin sürmesi. Dolayısıyla su vakıflarının çok

büyük bir gelir kaynağına sahip

olduğunu biliyoruz. Yine Kanuni Sultan Süleyman’ın Kâğıthane

su yollarına ya da Kırkçeşme su

yollarına dönersek Rumeli de Aydos kasabası ve ona bağlı 5 köyü

bu suyollarının tamiri ve bakımı

için vakfına gelir kaynağı olarak

ayırmış. Yani o kasaba ve köylerin

bütün yer altı, yer üstü insanlardan alınan vergileri de dâhil hepsi sadece bu suyollarının tamiri

ve bakımı için harcanacaktır. “Bir

eksiklik olursa benim diğer vakıf gelirlerimden de eklensin ve

bu sular sonsuza kadar aksın.”,

“Çeşme olabilecek yerlerde çeşmeler inşa edilsin yoksa kuyular

yapılsın. Gelip geçenler, yaşlılar,

çocuklar bu sudan içsinler bana

dua etsinler.” diye, Kanuninin su

vakfiyesinden bunları okuyabiliyoruz. Mihrişah Sultan valide sultanlardan, Sultan 3. Selim’in annesi.

Arabacıoğlu deresi üzerine bir bent

yaptırmış, tabi başka bentlerde var

ama bir hanım sultan olması hasebiyle özellikle belirtmek istedim.

Vakfiyesinde Eyüp’te ki hayratına

ilk önce bu suyun verilmesini istiyor. Daha sonra da bent fazlası

suların isteklilerine kiralanıp veya

satıldığını belgelerden okuyabiliyoruz. Böylece su hayrı yapan hanım sultanların bir örneğinden de

bahsedebiliriz.

Suyu da canlı olarak

kabul ediyoruz, aynen

mekânı canlı olarak

kabul ettiğimiz gibi.

Su canlıdır, Yaradanı

zikreder, O’na şükreder,

hamd eder. Bizim

medeniyetimize göre

mekân da canlıdır.

Allah’a zikreder,

şükreder, hamdeder.

Mekânın insan

üzerinde bir hakkının

olduğuna inanırız.

Hasan Taşçı: Hocam merak ettim

ben çizdiğiniz şeyi. Onu bir açıklarsanız bize.

Mehmet Mahfuz Söylemez: İslam nokta-ı nazarından baktığımız zaman su bir kere hayatı ifade

ediyor, hayat sudan başlıyor zaten.

Yüce Allah onu bir nimet olarak indirdiğini belirtiyor. Ve suyu kendi gücü, kuvveti ve kudretinin bir

nişanesi olarak zikrediyor. Dahası suyu da canlı olarak kabul ediyoruz, aynen mekânı canlı olarak

kabul ettiğimiz gibi. Su canlıdır,

Yaradanı zikreder, O’na şükreder,

hamd eder. Bizim medeniyetimize

göre mekân da canlıdır. Allah’a zikreder, şükreder, hamdeder. Mekânın insan üzerinde bir hakkının

olduğuna inanırız. Ali Suavi’nin

bir risalesi var “Hukuku’ş-Şevari”

yani “Caddelerin İnsan Üzerindeki Hakları”. Suyun da insan üzerinde hakları bulunmaktadır. Yerli

yerinde kullanılmalıdır, israf edilmemelidir. İsraf edilmesi caiz değildir. Akarsuyun kenarında olsanız bile onu israf etmemelisiniz.

Bütün bunlar suyu varlık âleminde kendimizle eşit kategoride kabul etmemiz ve onu da kendimiz

gibi Allah’ın bir bendesi olarak

görmemizden kaynaklanmaktadır. Onun için suyu kullanılması ve

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 100 101 ›

P:104

harcanması gereken yerde icap ettiği kadar harcamak durumundayız. Aksi durumunda değerlerimizle çelişmiş oluruz. Çizdiğim şekil

bunu ifade ediyordu.

Hasan Taşçı: Hocam, eyvallah biraz daha devam edelim. Benim yorumlamakta zorluk çektiğim bir

husus var. Mazhar Hocamla Göbeklitepe’ye gittik. Göbeklitepe insanlık tarihini yaklaşık 5 bin sene

geriye götüren bir yer. Herhangi

bir tarımsal uğraşı olmadan ortaya çıkan bir şehir. Bunun gibi Anadolu da suyla pek irtibatı olmayan

çeşitli Antik şehirler var, Efes, Orta

Anadolu’daki Boğazkale, Alacahöyük gibi. Efes denize yakın ama

doğrudan bir su irtibatı göremedim ben. Buralar nasıl şehir haline

gelmişler? Acaba önceden su vardı da çekildiği için mi bu şehirler

ölmüş?

Mazhar Bağlı: Mardin’de Dara diye çok eski bir yer var. Orada çok

büyük, aklınızın almayacağı bir su

arıtma tesisi var. Günyüzüne çıkarılan çok az bir kısmı, çok güzel

bir tesis. Günyüzüne çıkan kısmı

orta büyüklükte bir kasabaya yetecek kadar suyun depolayabileceği bir alana sahip ve rahatlıkla suyu alabileceğiniz bir yapı var. Yani

baktığınızda su yok gibi görünür.

Mesela biz Petra’ya gittik orda da

su kanalı var hala izi belli. 2 tane

su kanalı var, üstelik her 100-150

metrede bir suyu filtreleyecek bir

sistem kurmuşlar suyu bir dereden

getiriyorlar oraya akıtıyorlar.

Aslında şehirler genelde

suyun kenarında

kurulurlar. Ancak

zamanla suyun yatağı

değişebilir veya iklim

dolayısıyla kurur, şehir

de sudan uzağa düşer.

Şehirlerin çoğunda

durum böyledir.

Hasan Taşçı: Hocam ben zaten

susuz da hayat olabilir iddiasında

değilim. Neden şehri doğrudan suyun yanında kurmayıp böyle bir

yeri tercih etmişler?

Mehmet Mahfuz Söylemez: Bir

şehir tarihçisi olarak müsaade

ederseniz sorunuza cevap vereyim. Aslında şehirler genelde suyun kenarında kurulurlar. Ancak

zamanla suyun yatağı değişebilir

veya iklim dolayısıyla kurur, şehir de sudan uzağa düşer. Şehirlerin çoğunda durum böyledir. Vasıt örneğine baktığınızda aynı şey

görülür. Bir nehrin kenarında kurulmuştu, Fırat’ın hemen kenarındaydı, Fırat güzergâh değiştirince,

şehir terkedilmiştir.

Mazhar Bağlı: Yine aynı şekilde su

güzergâhını değiştiren kente doğru işte bu Hama’daki devasa şeyler

görmüşsünüzdür. Suyun dönüştürücü bir gücü vardır. Tabi Urfa

açısından Göbeklitepe ile ilgili bir

şey. Belki çok konu dışı görünebilir

ama Urfa, Göbeklitepe klasik tarih

anlayışını sarsan bir durum ortaya çıkarıyor. Dinler tarihi, modern

dinler tarihi kurumsal bir din anlayışının MÖ 6 binden sonra başladığını belirtiyor. Hatta bir başka

bir yoruma göre MÖ 8 binden başlıyor. Fakat Göbeklitepe’nin MÖ

12-13 bin yıl önce kurumsal dini

ibadetin yapıldığı bir ibadethaneye

sahip olduğu ortaya çıktı. Ama orda da büyük ihtimalle Hocamın dediği gibi su vardı yani su yoksa bile

Dara Antik

Kenti,

Mardin

Londra

P:105

suyu taşıyacak su sistemi kuracak

bir mekanizma muhakkak bulunuyordu. Kazılarda çeşitli sarnıçlar,

yani yeraltı sularını yeryüzüne çıkaran mekanizmaların bulunması

su varlığının en büyük kanıtı. Bizde neredeyse her yöreye özgü, kuyudan su çekme işlemi yapan makaralar var. Su bazen kol gücüyle

bazen de merkeplerle çekilir.

Hasan Taşçı: Tabi öyle bir iddia

yok.

Cemil Arslan: Bir de Göbeklitepe’nin ne için kurulduğunu, kuruluş hikâyesini de bilmiyoruz. Şehri kuranların kimler olduğunu ve

geçmişleri, şehri hangi koşul ve gerekçelerle kurduklarını ve hangi saiklerle o tepeye gittiklerini de net

olarak bilemiyoruz.

Mazhar Bağlı: Tepeye halk arasında ziyaret tepesi derler. Yani ziyaret bizde yatırlara söylerler.

Cemil Arslan: Demek ki orada dalga dalga bir şey oldu, aktarılmış bir

şey. Suyun bir de iktisat politikalarını belirleyen bir tarafı var galiba.

Hatta su bizde siyaseti dahi belirliyor. Türk siyasetini son yirmi yılda

belirleyen şey iki tane su vakıasıdır: İSKİ hadisesi ve Yuvacık Barajı.

Hasan Taşçı: Hocam biz iktisat

politikalarından devam edelim.

Cemil Arslan: Suyun Türkiye’de

son 20 yılda politikayı belirlediğini

düşünüyorum. Mesela Türkiye’de

inşaat sektörü bu kadar gelişmiş

olmasaydı son 15-20 senede hükümet Kanal İstanbul konusunda

bu kadar cüretkâr bir iddiada bulunabilir miydi kuşkum var doğrusu? Ya da Hitler çok güçlü bir adam

olmasaydı Ren nehrini o kadar güzel yapabilirler miydi Almanlar bilmiyorum? Benim dikkatimi çeken

şu: Dünya finans piyasasını yönlendiren küresel kentlerin tamamı

ya suyun karşısında yahut ya suya yakın yerlerde. New York böyle Londra böyle Tokyo, Şangay ve

Hong Kong’da. Dubai yapay bir şey

oluşturarak finans piyasasına dâhil

oluyor.

Biz dünyada İstanbul’la mevzi kapmaya çalışıyoruz. İstanbul su kenarında bir şehir. Finans öyle bir

şey ki din, değer, gelenek farklılık hiç bir şey tanımıyor. Mesela

Londra’da “The City” diye bir bölge

var biliyorsunuz finans piyasalarının konuşlandığı bölge. City İngilizce’de şehir anlamında ama “The

City” dediğinizde herkes Londra’daki o finans piyasası merkezini

anlar. Londra demenize gerek yok.

Burada “money molla” dediklerini

adamlar var dalga geçiyorlar, “money molla” diye.

Su mütevazıdır yerden

akar, alçaktan akar ama

bir şey bitirir, bir şey

üretilmesine sebep olur.

Bir şeye kaynaklık eder,

hayat verir, insanların

yararlanabileceği

bir şey üretir.

Tevazuuyla üretimin

iç içe geçtiği bir şey.

Money molla diye tabir edilenler,

bildiğimiz beyaz fistanlı, Arap dünyasından gelen insanlar. Bu insanların iki özelliği var: İslam hukukunu, İslam fıkhını çok iyi biliyorlar,

ve modern finansı çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla nehrin kenarındaki

o küresel kentin çıkardığı kâğıdın

İslam şeriatına uygun olup olmadığı konusunda fetva verebiliyorlar.

Milyon dolarlık danışmanlık ücreti alıyorlar. Dünyayı yönlendiren

bu şehrin nehir kenarında kurulmuş olması, bütün küresel kentlerin suyun kenarında olması, suyla

irtibatta olması bir tesadüf olmasa

gerekir. Kuşkusuz finans merkezi

seçimini ulaşım ağlarının kolaylığıyla, ticaretin kolaylığıyla, insanların farklı ulaşım araçlarıyla oraya

ulaşabilmesiyle bir irtibatı var. Diğer taraftan ben bu finans şehirlerinde her inançtan, her renkten insanın bulunmasını; birinci kısımda

vurguladığım gibi suyla irtibatta

olan şehir insanların dünyaya daha geniş bir çerçeveden bakabilme,

farklı değerler dünyasına ait insanlar ve fikirlerle birlikte çalışabilme

ihtimalinin yüksek olmasına da

bağlıyorum doğrusu.

Hasan Taşçı: Suyun insan zihni

üzerindeki etkisinden bahsediyorsunuz. Yani şöyle bakacak olursak,

okyanusa baktığımızda gördüğümüz mesafeyle normal karada baktığımız zaman gördüğümüz mesafe

farklıdır. Karada son gördüğümüz

nokta karşımızdaki dağdır, tepedir

yahut binadır ve bunların arkasını

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 102 103 ›

P:106

göremeyiz. Karşımızda ufkumuzu

engelleyecek olan herhangi bir yüzey şekli vardır. Ama denize doğru

baktığımız zaman gözümüzün görebilme mesafesidir, yani böyle bir

bağlantı kurmamız tabiidir.

Şehri kuran insandır,

ama insanı oluşturan,

şekillendiren şehirdir.

Dolayısıyla tufan

olsa da insan var

olduğu sürece şehri

zihninde taşır. Gittiği

mekâna, sahip olduğu

şehri yeniden kurar.

Cemil Arslan: Üretimle de bir irtibatı var, mesela şöyle bir şey var,

hocalarımın yanında haddimi aşmak olur ama şu an hatırlayıp söyleyemediğim bizim geleneksel bazı

metinlerimizde; suyun hep tevazuyla bir irtibatı kurulur. Fakat tevazuyla ilişki kurulduğunda genellikle üretimle de irtibatı kurulur.

Meyve veren ağaçla, su metaforu nerdeyse aynı anlamda kullanılır. Su mütevazıdır yerden akar, alçaktan akar ama bir şey bitirir, bir

şey üretilmesine sebep olur. Bir şeye kaynaklık eder, hayat verir, insanların yararlanabileceği bir şey

üretir. Tevazuyla üretimin iç içe

geçtiği bir şey. Bunların rastgele

üretildiğini düşünmüyorum doğrusu. Bunun yüzyıllar içerisinde

çok bilinçli bir şekilde oluştuğunu,

öyle dönüştüğünü kanısındayım.

Mazhar Bağlı: Şairlerin yaşadıkları yerde ya su ya dağlar yahut

gökyüzü olmalı derler. Hepsinde

mutlaka özgün bir perspektif olmalı mesela dağlar, gökyüzü olmalı ya da su olmalı ki o zaman şair

olabilesin.

Hasan Taşçı: Hocam bitirmek üzereyiz, ben suyun tahrip gücünden

de bahsetmek istiyorum, hep yapıcı etkisinden bahsettik. Kaynağını net olarak hatırlayamadığım bir

yerde okumuştum. Cümle yaklaşık

olarak şuydu: “Şehir tufandan önce tamamlanmıştır.” Yani tufandan

sonra tekrar ediyordur. Dolayısıyla tufan geldi ve tüm şehirleri yok

etti ve yeniden ya aynısı ya da biraz farklısı kuruldu. Böyle bir etkisi de var. Daha önce hocam Hasankeyf’ten bahsetti, Ilısu barajı da

Hasankeyf’in tufanı oldu bir yerde.

Yani suyun böyle bir yıkıcı etkisi de

söz konusu.

Ali Uyumaz: Hasankeyf’te 40-45

metre civarında su yüksekliği oluşacak. Dünyanın hemen hemen

her yerinden insanlar geliyor, röportajlar yapılıyor, beyanatlarda

bulunuyorlar ve buraya bu baraj

yapılmamalı diyorlar. Türkiye yılda yaklaşık 55 milyar dolar civarında enerjiye para yatırıyor petrol ve

doğalgaz olarak. Doğalgazın büyük

bir kısmıyla elektrik üretiliyor, bu

55 milyar doları acaba kendi kaynaklarımızı kullanarak aşağıya çekebilirmiyiz? Bazı kişiler, gruplar

nükleer enerjiye oldukça tepkili.

Bense biraz daha meseleye farklı bakıyorum. Türkiye’de üç tane

nükleer santral kurulması planlanıyor. Dünyadaki suyla elde edilen

enerji kadar nükleer santrallerden

elde edilen enerji bulunmaktadır.

Dünyada tüketilen elektrik enerjisinin %25‘i nükleer enerji santrallerinde üretiliyor. Santrallerin

Süleymaniye Su

Yolu Haritası,

Türk ve İslam

Eserleri Müzesi

Göbeklitepe

P:107

Sinop, Mersin ve Trakya’da kurulması planlanıyor. Bu üç santral

Türkiye’nin yılda kullandığı enerjinin neredeyse yarısını üretecek.

Sadece üç nükleer santral. Nükleer santral sayısını altıya çıkarırsak

tüm enerji ihtiyacımızı bu santrallerden elde edebilecek hale geleceğiz. Nükleer enerji meselesine objektif bakılamıyor. Mesela bazıları

nükleer santraller tehlikelidir kanaatine sahip. Dünyada 2 tane ya da

3 tane nükleer kazası olmuş. Bunlardan bir tanesi de Çernobil, daha sonra da böylesi kazalar olabilir.

Dünyada 470 civarı nükleer santral var. Yine de diğer santrallere göre en emniyetlisi nükleer santraller

diyor, araştırmacılar. Balkanlardaki nükleer santraller burnumuzun

dibinde. Nahcivan’da var bir tane

nükleer santral, sınırımıza 30 km

mesafede. Bize oldukça yakın olan

bu nükleer santrali buraya yapmayın diyemiyoruz, bizim ülkemize

çok yakın gidin başka yere kurun

diyemiyoruz.

Mehmet Mahfuz Söylemez: Hocam insanla şehir arasında ki ilişki

interaktiftir. Şehri kuran insandır,

ama insanı oluşturan, şekillendiren şehirdir. Dolayısıyla tufan olsa da insan var olduğu sürece şehri zihninde taşır. Gittiği mekâna,

sahip olduğu şehri yeniden kurar.

Örneğin İslam coğrafyasına gelen

kolonist İngilizler, Fransızlar hep

kendi şehirlerini dayatmışlardır.

Onlar tarafından kurulan kentlerin Avrupa’daki şehirlerden farklı olmadığını görürsünüz. Bizim

medeniyetimizde şehir yani medine medin yani kuldur. Allah’a

ibadet eder. Gittiğiniz yeni coğrafyada onu inşa ederken bu tarafını unutmazsınız. Kentlerin merkezine mabedi, mabedin etrafına

kente ruh veren yapılar kurarsınız. Bugünkü sıkıntımızın nedenini aslında köklerimizden kopmamızdır. Öyle bir yapı kurmuşuz ki

ne bize ait ne Batı’ya. Dolayısıyla

kentlerimizde tamamen kendi geleneğimizle çelişen kendi anlayışımızla çelişen ruhsuz; bir değer ifade etmeyen mekânlar ürettik. Bu

mekânlar da adeta kimliksiz ve kişiliksiz nesiller doğurmaktadır.

Kendi

medeniyetlerimize

uygun bir şehir

oluşturmak için

tarihimize bakıp, yeni

bir takım referanslar

kurmak gerektiği bir

kez daha ortaya çıkıyor.

Bizim medeniyetimizin

bir su medeniyeti

olmasının sebeplerinden

birisi vakıf sistemi,

vakıf zihnidir.

Hasan Taşçı: Hocam bunu su mühendisleri ve mekanik mühendisleri yaptılar. Suyu yükseğe taşıdıkları için insan da onun peşinden

yükseklere çıktı. Eğer suyu yüzüncü kata taşımasalardı insan da oraya çıkmayacaktı.

Ali Uyumaz: Birkaç dakika müsaade ederseniz bir konuya hiç değinmedik. İnsanların ortalama ömrüyle, su kullanımı arasında direk

bir bağlantı var. Mesela, şu an da

dünyada kişi başına 10 bin metre

küpün üzerinde suya sahip olan ülkelere ‘zengin su ülkesi’ diyorlar.

1.000-10.000 arası olduğu zaman

orta halli, 1.000’in altına düştüğünde ise ülke ‘su fakiri’ görülüyor.

Türkiye’de şu anda eğer yanlış hatırımızda kalmadıysa ortalama yaşama yaşı 72 civarındadır. Bizim

bir iki sene evvel bir sempozyumumuz olmuştu Bursa’da. Etiyopya’dan gelen bir arkadaş vardı, orada üniversitede hoca. Bu arkadaş

Etiyopya’da ortalama yaşam süresinin 40-44 yıl arasında olduğunu

söylesi. Çok düşük bir rakam, bunu kullanılan su miktarının azlığına bağlıyorlar. Kullanılan suyun temiz olmaması, kirli olması sonucu

oluşan ölümcül salgın hastalıklara

neden olduğu belirtti. Kullandığımız suyun temiz, iyi, bakımlı olması lazım. Aksi takdirde Etiyopya’da

olduğu gibi temiz ve hijyenik olmayan su, salgın hastalıklara ve erken

ölümlere sebep oluyor. Öğrencilik

yıllarımda hatırlıyorum Türkiye’de

ortalama yaşam süresi 57 yıl civarındaydı. Amerika’da bulunduğum

sıralarda bana sen burada kal da

biraz daha fazla yaşarsın diyorlardı. Çünkü ABD’de ortalama ömür

yüksekti. Yani bu insanların sıhhi

yaşaması ile suyun miktarı, kullanımı, temizliği direk bağlantılı olduğu kanaatindeyim. Bunlar hakikaten çok önemli, dikkat edildiği

takdirde insanlar daha sağlıklı bir

şekilde daha uzun yaşayabilirler.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 104 105 ›

P:108

Hasan Taşçı: O zaman hocam şöyle diyebiliriz miyiz ? Şehirleri insanlara benzetti ya hocam. Çok su

kullanılan şehirler, az su kullanılanlara göre daha uzun yaşar.

Ali Uyumaz: Ama israf tarafı da

var.

Hasan Taşçı: İsraf farklı bir şey.

Kullanımdan bahsediyorum, hakkıyla kullanımdan.

Mazhar Bağlı: Hocamın söylediğine binaen, Steve Jobs’un temel

bir tezi var diyor ki: “Garajı olmayan evlerde yaşayan çocukların büyüdüğü şehirlerde icatlar olmaz.”

Birçok teknolojik ürünleri garajda keşfetmişler. Tamirat, tadilat

yapmadan el becerisi gelişmez diyorlar. Hocamın dediğine ilaveten

kendi medeniyetlerimize uygun

bir şehir oluşturmak için tarihimize bakıp, yeni bir takım referanslar

kurmak gerektiği bir kez daha ortaya çıkıyor. Bizim medeniyetimizin

bir su medeniyeti olmasının sebeplerinden birisi vakıf sistemi, vakıf

zihnidir. Bizde su vakıfların ismi

hayrattır. Çok yaşlı bir teyze vefat

etmeden şuraya bir iki tane sarnıç

kazayım diyordu. O sarnıçlar hala duruyor bizim köyde. Şehirle ilgili kurgumuzda, tasavvurumuzda ilerlerken suyla da bir bileşen

olarak karşılaşıyoruz. Belki işte

Su Vakfı eskiden beri sürekli gündemde tutmaya çalıştı ama yeni

yeni tekrar konu gündeme geldi.

Bu meselelerle ilgili yapılacak olan

çalışma birçok şeyi dönüştüreceğini bende düşünüyorum. Yani hem

insanı, hem şehirleri hem de medeniyeti ve ekonomiyi de dönüştürecek bir potansiyel içerdiğini

düşünüyorum.

Suyun Osmanlı’da

kamusal bir mal olarak

telakki edildiğini,

Allah’ın kulların

refahının sağlanması

için hepsinin suya

erişmesi gerektiği

gibi bir düşünce var.

Fatma Şensoy: Son söz olarak suyun Osmanlı’da kamusal bir mal

olarak telakki edildiğini, Allah’ın

kulların refahının sağlanması için

hepsinin suya erişmesi gerektiği gibi bir düşünce var. Mehmet

Genç bu yapıya provizyonizm ilkesi diyor.

Mazhar Bağlı: Parayla hiç su satılmamış galiba değil mi?

Fatma Şensoy: Var hocam. Vakfa gelir sağlamak için vakıflar su

satabiliyordu.

Tebriz,

İran

Atlı Su

Kırbaları,

İstanbul

P:109

Mehmet Mahfuz Söylemez:

Akan su satılmaz, ama kökünden

kopararak kaba koyarsanız size

ait olur satılır. Saka götürüp satar.

Fıkhen böyledir.

Fatma Şensoy: 19. yüzyılın başından itibaren de insanlar köşklerine, evlerine, bahçelerine suyu

bağlatıyorlar.

Hasan Taşçı: Paralı mı?

Fatma Şensoy: Paralı tabi.

Hasan Taşçı: Hocam biz bugün

kökünden kopmadan kullanıyoruz, ama İSKİ bizden para alıyor?

Mehmet Mahfuz Söylemez:

Bu durumda hattın bedelini

ödüyorsunuz.

Fatma Şensoy: Su bir de akıp geçiyorsa siz ondan bir hak iddia edemiyorsunuz. Eğer bir kap koyup ta

onu doldurursanız ancak o şekilde

bir hak iddia etmeniz söz konusu.

Akan su satılmaz, ama

kökünden koparak kaba

koyarsanız size ait olur

satılır. Saka götürüp

satar. Fıkhen böyledir

Dolayısıyla işte bu Terkos Gölü’nün

sularının şehre dağıtılması esnasında yabancı bir şirket Osmanlı tebaasından bir gayrimüslimle

ortaklık yapıyorlar. Ancak orada o

şekilde bir şirket söz konusu olabiliyor. Şura-yı Devletçe bu konu

konuşulurken “Allah’ın kullarının

darlığa düşmemesi” meselesi zikrediliyor. Ama bunu bir şirket yapıyor daha o sırada bile 1800’lü yılların sonunda böyle bir şeye özellikle

dikkat çekiliyor. ‘Suyun satışına

dikkat edilsin’ gibi ifadeler padişah

fermanlarında yer alıyor.

Ali Uyumaz: Şimdi birde şöyle bir

durum var hala devam ediyor tahmin ediyorum. Mesela bir tarlam

var belediye sınırları içinde, oraya

bir tulumba çakar su çekersen İSKİ getirip bir saat takabiliyor. Buna para ödeyeceksin diye, böyle bir

şey var.

Hasan Taşçı: Efendim bu güzel

sohbet için hepinize teşekkür ediyorum.

Terkos Gölü

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 106 107 ›

P:110

Fatma TOKSOY

Gazeteci, Araştırmacı-Yazar, Seyyide Dergisi Kültür Sanat Editörü

KURNALARINDAN MISRA

DAMLAYAN İSTANBUL

P:111

âirlerimizin şiirlerinden mi İstanbul damladı,

İstanbul’un çeşmelerinden mi şiirler

aktı bilemedim. Bildiğim tek şey, bu şiirlerin yüzyıllardan bu yana çağlayıp çeşmelerden,

kurnalardan, oluklardan coşarak

kâh derelere, kâh denize, Marmara’ya Boğaz’a aktığıdır.

“Bir taşına Acem mülkü fedadır”

diyen Nedim, bu eşsiz değerdeki

paha biçilemeyen İstanbul’u iki deniz arasındaki tek bir elmas parçasına benzeterek havasını suyunu

şöyle metheder:

“Bir gevher-i yekpare iki bahr

arasında

Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa

sezadır

Altında mı üstünde midir cennet-i

âlâ

Elhâk bu ne halet bu ne hoş ab u

hevâdır.” 1Nedim

(İki deniz arasında tek bir elmas

parçasıdır, dünyayı aydınlatan

güneşle tartılıp aynı kefeye konsa lâyıktır.

Cennet-i Âlâ altında mı, üstünde

mi? Elhak bu ne güzel durum, ne

güzel su, ne hoş havadır!”)

Taşlıcalı Yahyâ Bey, İstanbul’un

iki deniz tarafından kuşatıldığına

dem vurarak:

“İki bahr eylemiş o şehr-i penâh

Biri bahr-ı sefîd ü biri siyâh” 2

der.

Su denince akla ilk gelenlerden biri

Ş

“Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında

Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır

Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ

Elhâk bu ne halet bu ne hoş ab u hevâdır.”

Nedim

III. Ahmed

Çeşmesi,

Üsküdar

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 108 109 ›

P:112

deniz ise diğeri nehir, bir diğeri de

çeşmedir.

Su kemerleriyle şehre ulaşmayan,

insanlığın hizmetine sunulmayan

suyu başıboş gezen sofulara benzeten Taşlıcalı Yahyâ Bey, Kırkçeşme

su yollarını Mimar Sinan’a yaptırarak İstanbul’a su getiren Kanuni Sultan Süleyman’ı beyitlerinde

överken, gelen suyu da methede

methede bitiremez.

“Cihânı cennete döndirdi virdi

halka hayât

Bu selsebîl-i musaffâ bu Kevser-i

sânî” 3

Padişahın bu suyu getirmek için

malını selsebil ettiğinden dem

vurarak:

“Menâl-ü mâlını sevl itti fi

sebîli’llâh

Bu selsebîl içün ol pâdişâh-ı Osmânî” 4

Kırkçeşme tesislerindeki galerilerin başlangıçtan Savaklar’a (Eğrikapı maksemi) kadar olan uzunluğunun 55.374 metre olduğu

söylenmektedir.5

Bu yüzden şâirimiz Tûbâ ağacına benzetir bu su

yolunu ve İstanbul’u da Cennet’e…

Çünkü, Tûbâ ağacının kollarının

cenneti kapladığı gibi, Kırkçeşme

su yolu da İstanbul’daki bütün evlere ulaşmaktadır.

“Bu şehr cennete döndi bu nehr

Tûbâya

Uzandı cümlesinün hânesine

agsânı” 6

İstanbul, Kanuni

Sultan Süleyman

döneminde bol suya

kavuşmuştur. Bol su

ise berekettir, arınma,

bol çeşme demektir,

tarih demektir,

sanat demektir, şiir

demektir o çeşmelerin

kurnalarından akan…

Tezkiretü’l-Bünyân’da da Mimar

Sinan tarafından yapılan Kırkçeşme tesislerinin yapımı ayrıntılı

bir şekilde mısralar serpiştirilerek

anlatılmıştır:

“Bağladım künk gibi bir nice yerden kemeri

Olmadığıçün bu safâbahş suyun

rehberi” 7

Tezkiretü’l-Ebniye’de de Kırkçeşme’nin yapılışına başlanması da

şöyle anlatılır:

“Stanbûla çekilüp sûya kıllet

Azaldı Kırkçeşme yâşı gayet

Yine ol semtde sular bulundu

Su yolları yapılmak emrolundu.

Yapub kavsi kuzah gibi kemerler

Çıkardık suları şehre beraber” 8

İstanbul, Kanuni Sultan Süleyman

döneminde bol suya kavuşmuştur. Bol su ise berekettir, arınma,

bol çeşme demektir, tarih demektir, sanat demektir, şiir demektir o

çeşmelerin kurnalarından akan…

Yüzyıllar sonra Yahya Kemal, İstanbul’u özleyip, bu su yollarıyla su

getirilen o tarihî çeşmelerden birini Madrid’te hatırlayacaktır. ”Hüzün ve Hâtıra” şiirinde Emirgân’daki Yesârî Mehmed Esad Efendi’nin

elinden çıkma hatla bezeli çeşmeden bahsederek şöyle dökülür şiirinden mısralar:

“Tenhâ Emirgân’ın Çınaraltı’nda

kahvesi,

Poyrazla söyleşir gibi yaprakların

sesi.

Hem başka hem de hayli yakın

karsı mâbede,

Mermerle kaplı çeşmede, mevzun

kitâbede,

Baktım Yesârî hatlarının bir

nefîsine,

Daldım coşup giden denizin mûsıkîsine” 9

Yahya Kemal, bir başka zamanda

da “Ziyâret” isimli şiiriyle Atik Vâlide’ye giderek, şadırvandan akan

suyun sesiyle uhrevi âlemlere dalarak, “Bu çeşmeyi yapan mimara nasıl rahmet okunmaz?” diye sorar.

“Yine birlikte, bu mevsimde, Atik

Vâlide’deyiz;

Yine birlikte, bu mevsimde, gezip

sezmedeyiz

Bu çınarlarla siyah servilerin

gölgesini;

Bu şadırvanda suyun sanki ledünnî sesini.

Eski mîmâra nasıl rahmet okunmaz burada?

Suyu cennetten akıtmış bu güzel

manzarada.” 10

Çağlayan sularında Nedim’in şiirinin güldüğü, İtrî’nin bestelerinin oluğundan taştığı çeşmeler de

Emirgan

Hamid-i Evvel

Cami

P:113

var İstanbul’da. Bakanı, seyredeni Lâle Devri’ne alır götürür. Tarık

Çakmak;

“Ta’rihi Sultân Ahmed’in câri zebân-ı lüleden

Besmeleyle iç suyu Han Ahmed’e

eyle dua” 11

diyerek kitabesine tarih mısrasını

bizzat Sultan III. Ahmed’in kendisinin düştüğü bu muhteşem çeşmeyi anlatır “Üçüncü Ahmed Çeşmesi” şiirinde. Bizi de çeşme gibi

şiirle beraber o muhteşem günlere

götürür. Ama çeşmenin bugünkü

demir korkuluğuna çarpan mısralarla kendimize gelir, bu rüyadan

uyanırız.

“Ayasofya’da hünkâr mahfili

karşısında,

Hümayûn kapısının önünde bir

çeşme var:

Bir çeşme ki geçmişin zevklerini

örüyor

Bir çeşme ki Tunus’un kuyumcu

çarşısında,

Bulunmaz nakışlarla dolu rüya

görüyor.

Sarıklı ve kavuklu birçok hayal

simalar,

Önünde sebillerin çömelmiş su

içiyor;

Çeşmelerden su alan maşlahlı şen

kadınlar

Ellerinde bakırlar yan sokaktan

geçiyor.

Nedim’in şiiri gülmüş, bükülmüş

her taşında;

Itrî’nin besteleri taşsa da

oluğundan,

Geçmez bugünkü basit demir korkuluğundan.” 12

Itrî’nin besteleri III. Ahmed Çeşmesi’nde çağlarken, Günümüzde

“On çeşmeler” ismiyle maruf, İshak Ağa Çeşmesi’nden de Mehmed

Akif’in mısraları çağlar oluk oluk,

tam on çeşme on oluk… Asırlarca Kerem ile Aslı’nın dertleştiğini

bu çeşmeden abdest alıp su içenler

hâlâ duyuyorlar mıdır şâirimiz gibi, bilemem. Ancak Beykoz’daki bu

çeşmenin tam 500 yıldan beri kesintisiz aktığını söyleyebilirim. Bu

çeşmenin ilk banisi Kanuni Sultan

Süleyman’ın Hasodabaşısı Behruz Ağa’dır.13 Kanuni döneminden

bu yana yaklaşık 500 yıldır gürleyen sularında tarihi duymak isteyenleri beklemektedir İshak Ağa

Çeşmesi.

Asırlarca Kerem ile

Aslı’nın dertleştiğini

bu çeşmeden abdest

alıp su içenler hâlâ

duyuyorlar mıdır

şâirimiz gibi, bilemem.

Ancak Beykoz’daki

bu çeşmenin tam 500

yıldan beri kesintisiz

aktığını söyleyebilirim.

“Nasıl her gün yayarsa davarını

bir çoban,

Sürükler düşüncemi sükundan

tevekkül

Sekiz mermer direğe dayanmış bir

şadırvan,

Bilek kalınlığında su akıtan on

lüle...

Uzanır ezan vakti musluğa doğru

yüzler,

İçinde bir mum yanan kâğıt fenerden sarı;

Ve her gelen sükuta ayrı bir sükut

ekler,

Ve çağlar her tarafta Akif ’in

mısraları...

Kurnada ak köpükler bir güvercin

kanadı,

Kumrunun dem çekişi, dönen sesler kemerde...

….

On lüleden fışkırıp mermeri oyan

sular,

Asırlarca Kerem’in Aslı’yle

dertleşmesi.

Mermer bir kalp önünde su kesilmiş duygular.

Bir gönül destanıdır İshak Ağa

Çeşmesi!” 14

Arif Nihat Asya’nın “Kubbeler” şiirinde şadırvanlarda güvercinlerdir

yıkanan, tekbirlerine hu hu ları karışan. Onlar sorar Tuna boylarından beklenen müjdeli haberi.

“Kimi yıkanırken şadırvanlarda

Tekbîre hûhûlar katıyor kimi;

Beyazıt önünde güvercinlerin

İncidir yemi...

Söyleyin ey nazlı haber kuşları

Tuna boylarından müjde geldi

mi?” 15

Şadırvandan Arif Nihat Asya’nın

güvercinleri yıkanırken, Oktay Rıfat’ın da kumruları su içer Üsküdar manzarası ve ilerisinde Çamlıca tepeleri gözükürken “İstanbul

Şiiri”nde…

On Çeşmeler

(İshak Ağa

Çeşmesi),

Beykoz

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 110 111 ›

P:114

“Türbeler, çeşmeler, sebiller

Aldılar aydınlıkta yerlerini.

Şakımaya başladı bülbül gibi

Bağdat köşkünün çinileri;

Hepsi de alın teri,

Hepsi de el emeği.

Bir yaprak düştü döne döne

şadırvana;

Bir kumru su içti şadırvandan.

Üsküdar’ın fakir evleri göründü

uzaktan

En arkada Çamlıca tepeleri.” 16

Çeşmelerden beyitler, şiirler çağlar mısralardan taşarak, lülelerden

dökülürken, bazı çeşmelerin musluklarından bal akar su ve şiir yerine. Şâir Vehbi de çeşmenin nakışlarında süslemelerinde şiirler

söylemektedir. İşte Fuat Şükrü,

“Topkapı Çeşmesi” adıyla Topkapı

Sarayı civarındaki bir çeşmeyi böyle betimlemektedir:

“Bir çeşmemiz var, bin hazne

elmas

Pırlanta tek tas, parlak ve pek has

Bir çeşme, lâkin köşkten büyüktür,

Zümrütlü tahtlar ondan küçüktür!

Musluklarından akmakta ballar…

İranlı şahlar… Taçsız kırallar,

Ol şaheserden almakta ilham,

Şairle nakkaş; hâkkâkla ressam.

Her zerresinde bir ayrı zevk var

Vehbiyi gördüm söylerken eş’ar.” 17

Çeşmelerden

beyitler, şiirler çağlar

mısralardan taşarak,

lülelerden dökülürken,

bazı çeşmelerin

musluklarından bal

akar su ve şiir yerine.

İstanbul’un sularının tadına doyulmaz. Osman Attilâ da “Bu Şehr-i

İstanbuldur” şiirinde İstanbul’un

meşhur sularından “Hünkâr” suyuna vurgu yaparak “Bir doldur

bir daha doldur” diye su doldurur

mısralarına:

“Ben bende değilim, bu nasıl

hâlet?

Tırmandığım yokuş, indiğim

yoldur

Bir doldur, “Hünkâr”dan bir daha

doldur.

Açılsın “Harem”de sulara denk

gül;

Ey sabah, denize, kubbeye

dökül!”18

Baki Süha Ediboğlu ise İstanbul’un

sularından tas tas içer “İstanbul’u

Dün Dolaştım” isimli şiirinde:

“İstanbul’u dün dolaştım

Sularından tas tas içtim.

Mirgün, Sarıyer, Kandilli

Ordan Üsküdara geçtim.

Gözlerime dolan bulut

Sıyrılıp açıldı:

Minareler, saraylar

Çeşmeler, mezarlar

Sularla çevrili

Bu engin hudut…” 19

Arif Nihat Asya, Göksu’daki “Aynalı Çeşme” olarak bilinen bir

çeşmeden dem vurarak “Aynalı

Çeşme” şiirinde nice zamandır yüzünü görmediği bir dostundan söz

eder gibidir.

Yüzüne aşina ve özlenmeyi hak

eden bir dosttur çeşme:

“Ey Göksu, kenarlarında çiğdem

vardı;

Her yorguna yer, her kuş için yem

vardı…

Artık gideyim ki özlemiştir

yüzümü;

Himmetli’de bir Aynalı Çeşme’m

vardı.” 20

Nevzat Üstün de “İstanbul Üstüne”

isimli şiirinde bir sebil çeşmeye selam verir dosta selam verircesine:

“Ver elini uzun çarşı selamlaşalım

Bu sabah böyle erken erken

Uyanışın

Rahmetli ninemi hatırlattı bana

Yaşmak yaşmak kapanıp

kalmışsın

Tül tül örtünüp duvaklanmışsın

Bütün gece

Sabahın hayırlı olsun

Sebil çeşme.” 21

Sadece çeşmelere, sebillere, şadırvanlara bakıp da insanlar şiir yazdı sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

Çeşmeler de insanlara şiirler söylemişler, yüzyıllardır. Meselâ, Üsküdar’da III. Ahmed Çeşmesi, III.

Ahmed Meydan Çeşmesi veya III.

Ahmed Han Çeşmesi olarak bilinen Emetullah Gülnuş Valide Sultan Çeşmesi… Neler söylemiyor ki

III. Ahmed

Çeşmesi,

İstanbul

P:115

H. 114/ M. 1728 yılından beri! Denize bakan kitabesi III. Ahmed’in

hattıyla celî sülüs olan bu çeşmeye

Nedim ve Şâkir’in birer şiiri ile yine

Şâkir’in, Rahmî’nin bir mısraını tamamlayarak söylediği bir diğer şiiri ve III. Ahmed ile Damad İbrahim

Paşa’nın beraber söyledikleri bir

tarih beyti hakkedilmiştir. Duyun

bakalım, neler söylemektedir III.

Ahmed Çeşmesi?

Çeşmenin kuzey cephesindeki kısımda yani otobüs duraklarına nazır olan bölümde Nedim, şunları

söylemekte mısra mısra bizlere:

“……

Turâb-ı kabrine merhumenin ikrâm için yapdı

Reh-i Hak’da diyâr-ı Üsküdar’a

çeşme-i pür-âb

O hâkân-ı cihânı dâima Hakk eyleyub te’yid

Ne kâre azm ederse hükm-i takdir

etsin istisvâb

Bu mısra’la Nedimâ söyledi tarih-i itmamın

Bu şehri ma’ ile Sultan Ahmed eyledi sîr-âb” 22

Günümüz Türkçesi ile bize diyor

ki:

“Toprak kabrine merhumenin ikramı için yapıldı

Allah’ın yolunda, Üsküdar diyarında su dolu çeşme

O cihan hakanını daima Allah

kuvvetlendirsin

Ne işe toplanırsa kader hükmünü

doğru takdir etsin

Bu mısra ile Nedim tarihin tamamını söyledi

Sultan Ahmed bu şehri su ile suya

doyurdu.”

Sadece çeşmelere

sebillere şadırvanlara

bakıp da insanlar şiir

yazdı sanıyorsanız

yanılıyorsunuz.

Çeşmeler de insanlara

şiirler söylemişler

yüzyıllardır.

Güney cephedeki Marmaray’a bakan kitabede ise Şâkir, gelen geçene şöyle seslenmektedir:

“….

Bu şehre bünyâd eyleyip cümle

ahâlisi

Hayât-ı tâze buldu re’fet-i hâkân-ı

emcedden

Hemîşe dest-i cûdun maksem-i

erzâk edip Mevlâ

Vücûd-i kâmilin âsûde kılsun dîde-i bedden

Tamâm oldukda ‘atşâna didi târîhini Şâkir

Gel iç mâ-i hayâtı çeşme-i Sultân

Ahmed’den” 23

Günümüz Türkçesi ile bize diyor

ki:

“Bu şehri inşa edip bütün halkı

Taze hayat buldu büyük Hakanın

merhametinden

Daima cömertliğin elini rızık çeşmesi edip Mevla

Olgun varlığını (Vücûd-kâmil)

rahat kılsın, asude kılsın kötü

gözlerden

Susayanlara tarihini tamamlattı

Şakir

Gel iç hayat suyunu Sultan Ahmed

Çeşmesi’nden”

III. Ahmed Çeşmesi’nin Doğu yüzünde, yani Mihrimah Sultan Cami’ne bakan yüzünde Rahmî seslenmektedir yoldakilere:

“…

Öyle dil-cû çeşmesâr-ı bî-bedel

yapdırdı kim

Oldu her bir lülesi âb-ı hayâtın

maksemi

Sa’yini hüsn-i kabûle eyleyip Mevlâ karîn

Hıfz ede dâim hatalardan o Şâh-ı

efhamı

Şâkirâ! Rahmi içip âbın dedi

târihini

Hükm-i Sultan Ahmed icrâ itdi elHakk zemzemi” 24

Çeşme

Kitabesi,

Adell Armatür

Koleksiyonu

III. Ahmed

Çeşmesi, Üsküdar

Güney Cephesi,

Şâkir Şiiri

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 112 113 ›

P:116

Günümüz Türkçesi ile bize diyor

ki:

“Öyle gönül cezbeden, bedelsiz bir

çeşme yaptırdı ki

Her musluğu hayat suyunun çeşmesi oldu

Çalışmasını, sayini güzellikle kabul eyleyip Mevla

Daima hatalardan korusun hifzetsin o büyük Şahı

Şükürler olsun! Rahmi suyun içip

dedi tarihini

Sultan Ahmed’in hükmü akıttı

Hakk’ın zemzemini.”

Çeşmenin batı cephesinde, yani

denize bakan yüzünde ise Sultan

III. Ahmed ve Sadrazam Damad

İbrahim Paşa beraber düşmüşler

tarihi:

“Didi Hân Ahmed ile bile İbrahim

târihin

Suvardı ‘âlemi dest-i Muhammed

ile cevâdullâh.” 25

Günümüz Türkçesi ile bize diyor

ki:

“Ahmed Han tarihi İbrahim’le birlikte söyledi

Allah’ın cömertliği, âlemi Muhammed eli ile suladı.”

Sadece Üsküdar’daki çeşmeler mi

konuşmaktadır? Tabii ki de hayır!

III. Ahmed Çeşmesi adıyla tanınan

Topkapı Sarayı’nda III. Ahmed kütüphanesi önündeki III. Ahmed

Kütüphane Çeşmesi de Erzurumlu

Lebib Mahmud Efendi tarafından

yazılan kitabesinde şöyle söylenmektedir bizlere:

“Sordum ol âb-ı lâtifi çeşmeden

Hal-i dille didi kim Han Ahmed’in

Hayrıyım hem ecriyim mahşerde

Hak

Ecrin i’tâ eyleye ol emcedin

‘Ayn-ı ‘ibretle nazar kıl ey Lebib

Ba‘is-i gufrânına ol erşedin

Eyle bu tarihi beş vaktine zamm

Abdest al sünnetiyle Ahmed’in.” 26

Bazı çeşmeler

nazlıdırlar, mekânları

İstanbul gibi… Kim bilir

kime neye darılmışlardır

da akmazlar? Mübarek

sularını salmazlar,

şiirler dökülmez

oluklarından.

III. Ahmed Kütüphane Çeşmesi’ne hakkedilmiş olan Lebîb,

H.1131/M.1718 tarihinden beri

gelip geçenlere “Resûlullah’ın sünneti üzere abdest al” diye tembihleyip, şöyle seslenmektedir:

“O latif suyu çeşmeden sordum

Hal diliyle Ahmed Han’ındır dedi

Hayrıyım hem ecriyim.

Mahşerde Hak karşılığını versin o

yüce zatın

Ey akıllı kişi, ey Lebîb! İbret gözüyle bak

O olgun zatın mağfiret sebebine

Tarihi söyle beş vaktine ekleyip

Ahmed’in (Resûlullah’ın) sünneti

üzere abdest al.”

Bazı çeşmeler nazlıdırlar, mekânları İstanbul gibi… Kim bilir kime

neye darılmışlardır da akmazlar?

Mübarek sularını salmazlar, şiirler dökülmez oluklarından. Sitem

eder buna “Kuruçeşme” isimli şiiriyle Fehmi Eruçar. Sultan I. Mahmud tarafından yaptırılan ve “I.

Mahmud Han Çeşmesi” olarak da

bilinen Tophane Meydanı’ndaki

Tophane Çeşmesi’dir.27

“Bu ne naz,

Bu ne işve,

Yahu bu ne akmaz

Kuru çeşme!” 28

Bazı çeşmeler öyle üzülmüş ve yastalar ki üzüntüden sütü çekilmiş

annelere dönmüşler sanki. Bedri Rahmi Eyüboğlu “İstanbul’un

Çeşmeleri” şiirinde çeşmelerin suyunun kesilmesinden şikâyetle,

tarihin, geçmişin izlerinin de kesildiğine hayıflanır. Artık çeşmeler

konuşmamaktadır, anlatmamaktadır, anlatılanı da duymamaktadır.

Sütü kesilmiş anaların çocuğu gibi aç kalmıştır medeniyet. Dertleşmek için çeşmenin konuşması gerek, suyunun gürül gürül akması...

Onu da Tophane’deki bir çeşmede

bulur ve onunla dertleşir şâir:

“İstanbul’un çeşmeleri

Genç yaşta südü kurumuş analar

gibi

Şahdamarları burulmuş

Kimi yıllardır su demiş yorulmuş

Bırakmış kendini sırt üstü güneşe

Çöp tenekesi olmuş.

Kiminin ocağına incir dikilmiş

Kiminin diri diri dilleri sökülmüş

Kiminin yerlerinde yeller eser

Tophane

Çeşmesi

P:117

Taşıyla mermeriyle harman

savrulmuş

Hele bir tane var Kabataş

iskelesinde

Tam rıhtımın üstüne kurulmuş

Gemicilerin güneşten, tuzdan çatlamış dudaklarına

Serin serin tatlı tatlı su getirirmiş

Birden gözümün önüne Barbaros’un yiğitleri geldi

Yorgun argın seferden dönmüşler

İlk işleri çeşmeye koşmak olmuş

Ne gezer... Kurumuş

İnsan hali

Nasılsa bir tane unutmuşuz

Tophane’de

Damızlık misali...

Tophane çeşmesi kapı komşumuz

Sık sık buluşup dertleşiriz.” 29

Melih Cevdet Anday, “Hayvanat

Bahçesi” şiirinde İstanbul’un eski

günlerine, mesire ve eğlence yerlerine duyduğu özlemi dile getirirken çeşme başlarındaki tenekeleri

sorar, merkebin sırtındaki Kayışdağı suyunu arar:

“Nerde, sevda şarkıları nerde

Göksu safaları, Kâğıthane

safaları

Alemdağ, Çırçır, Anadoluhisarı…

Ya sen saka kuşu

Hani tenekelerin, hani çeşme başı

Merkebin sırtında Kayışdağ suyu

Çocuk sesleriyle dolu Enez küpleri

Bakır maşrapalar beyaz tülbentler…” 30

Bazı çeşmeler öyle

üzülmüş ve yastalar

ki üzüntüden sütü

çekilmiş annelere

dönmüşler sanki.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

“İstanbul’un Çeşmeleri”

şiirinde çeşmelerin

suyunun kesilmesinden

şikâyetle, tarihin,

geçmişin izlerinin de

kesildiğine hayıflanır.

Munis Faik Ozansoy, “Göksu” şiirinde eskiden eğlence ve mesire

alanı olarak en çok bilinen ve sevilen yerlerden olan Göksu’nun sonraki harap haline üzülür. Boş kasırla susuz çeşmeyi birer mezar taşına

benzetir:

“Mermer revaklı çeşme bugün bir

mezar taşı.

Baktım o bos kasırla susuz, eski

çeşmeye,

Maziyi nakleden iki mermer sütun diye.” 31

Sezai Karakoç, kitabının “Çeşmeler” başlıklı kısmında Fındıklılı

Mehmet Ağa Çeşmesi, Üsküdar,

Tophane, Sultanahmet Çeşmesi, Kabataş Çeşmeleri, Valideçeşme, Sofular, Ağa Cami’nin ve Kadıköy’de Osmanağa Cami’nin

yanındaki çeşmeler gibi bazılarının

isimlerini de anarak İstanbul’un tarihî çeşmelerinden tarihe, dirilişe,

uygarlığa dem vurur. Karakoç Üstat, bu çeşmelerin bugünkü terkedilmişliklerini, kurumuşluklarını,

hor kullanılışlarını hayıflanarak,

üzülerek şöyle anlatır:

“Ya ben gidip bir çeşmeye

kapansam

Ya çeşme bana açılsa

Ya çeşme gelip bende kapansa

Ya birlikte bir ağıt olsak

Kurumuş bir ağıt

Kurumuş bir kan gibi

İnsana ve kente

Kadıköy’de Osmanağa Camii’nin

yanındaki

Buruşturulmuş bir kâğıt gibi

Çürümüş sebzelerle yemişlerle

Ödüllendirilmiş

Ruhumun öz penceresi

Üstüne kokmuş isyan afişlerinin

asıldığı

Yavru kedilerin köpeklerin annesi

Kimsenin farkına varmadığı ulu

çeşme

Layık değiliz biz senden af dilemeye bile.

Ve sen Kanuni Sultan Süleyman’ın

adını taşıyan

Onun kadar alçakgönüllü dört yüz

yıllık çeşme

Taşıyorsun her yerinde

“Tamir yapılır” levhalarını

Plastik veya naylondan paslı teneke ve ıvır zıvırdan

Bir takım yeni zaman kolyelerini

Esir olana zincirini taşımak yaraşır bilirsin sen

Hiç bilmediğin bir hayatı

öğreniyorsun

Kölelik ve uşaklık bodrumunun

gizli dersi

Yapıştırılıyor çile balmumuyla o

kutsal alnına

İdam fermanı gibi.” 32

Çeşmelerinden tarihin, sanatın,

Kanuni Sultan

Süleyman

Çeşmesi,

Büyükçekmece

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 114 115 ›

P:118

şiirlerin mısra mısra döküldüğü

İstanbul’da onların kıymetini bilmememizden ve onları hor kullanmamızdan dolayı zaman zaman

sitemler de yükselmiştir. “Ah” etmiştir çeşmeler. “Ah, niçin kestiler

suyumu?” diye sormuşlardır yüzyıllar ötesinden biz emanetçilerine:

“Niçin kestiler suyumu?

Kim çaldı pirinç lülemi?

Ne zaman nasıl gömüldüm

topraklara?

Okunmuyor alnımın altın yazısı”

Reşad Ekrem Koçu 33

Çeşmelerin bu serzenişine desteği

de Sezai Karakoç vermiştir:

“Eski zamanların durmuş

saatlarıdırlar

Ne zaman durdular

Kim durdurdu onları

Kim kesti bu neşeli çocukların

sesini

Kim susturdu o canım çeşmeleri.”34

Çeşmelerimizin çoğu

genç yaşta sütü kurumuş

analar gibi olsa da şad

etmek için ecdadımızın

ruhunu ağzımızı

dayayalım kurumuş

çeşmelere, kim bilir

bakarsınız kaynağından

fışkırıverir SU!

Çeşmelerin bu serzenişi boşuna mı? Değil elbette. Günümüzde pek çoğu restore edilmeye

çalışılsa da onlara su getiren kaynaklar ya kurumuş ya kurutulmuş, tıpkı tarihimizle bağımızın

kesilmesi gibi çeşmelerle ve sularıyla da bağlarımız bir şekilde

kesilmiş. Ama yine de ümitvar

olmalıyız. Sezai Karakoç Üstadın

“İstanbul’un Hazan Gazeli” isimli

şiirinde ümitvar olması gibi:

“Ne yapacaksın plaj yerlerini

Gidelim Kâğıthane’ye Sâdabad

harabelerine

Şâd etmek için Nedim’in ruhunu

Ağzımızı dayayalım kurumuş çeşmelerine…” 35

Çeşmelerimizin çoğu genç yaşta

sütü kurumuş analar gibi olsa da

şad etmek için ecdadımızın ruhunu ağzımızı dayayalım kurumuş

çeşmelere, kim bilir bakarsınız

kaynağından fışkırıverir SU!

P:119

Kaynakça

1. Ahmed Nedim, Nedim Divanı’ndan Seçmeler, Hazırlayan: Şevket Kutkan, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992, s.s. 22-26.

2. Asaf Halet Çelebi, Divan Şiirinde İstanbul (Antoloji), “Taşlıcalı Yahyâ Bey Şâh-i Gedâ’dan İstanbul Hakkında”, İstanbul: İstanbul

Fethi Derneği Neşriyatı, 1953, s.s. 40-42.

3. Halil İbrahim Yakar, Taşlıcalı Yahyâ Bey’in Eserlerinde İstanbul, . Tez [Yüksek Lisans Tezi, --Marmara Üniversitesi Türkiyat

Araştırmaları Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı- Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, 1996.], s. 48.

4. Halil İbrahim Yakar, a.g.e., s. 48.

5. Kâzım Çeçen, Mimar Sinan ve Kırkçeşme Tesisleri, İstanbul: İstanbul Su Kanalizasyon İdare, 1988, s. 51.

6. Halil İbrahim Yakar, a.g.e., s. 49.

7. Kâzım Çeçen, a.g.e., s.37.

8. Kâzım Çeçen,a.g.e., s.36.

9. Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü, 1967, s.116.

10. Yahya Kemal, a.g.e., s.32.

11. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, III. Ahmed Devri İstanbul Çeşmeleri, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Bel. Kültür İşleri Daire

Başkanlığı, 1995, s.s.175-180.

12. İbrahim Tarık Çakmak, Şelâle, Ankara: Desen Matbaası, , 1954, s.s. 19-20

13. Nuran Kara Pilehvarian, Nur Urfalıoğlu, Lütfi Yazıcıoğlu, Osmanlı Başkenti İstanbul’da Çeşmeler, İstanbul: Yapı Endüstri YayınlarıKültür Bakanlığı, 2000, s.108.

14. Faruk Nafiz Çamlıbel, Akarsu, İstanbul: Kanaat Kitabevi, 1940, s.43-44.

15. Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, İstanbul, 1982, s.79

16. Oktay Rifat, Aşağı Yukarı, İstanbul: Yeditepe Yayınları, 1952, s.25.

17. Fuat Şükrü, Turan ve Türkler, İstanbul, 1931, s.46

18. Bizanstan Günümüze İstanbul Şiirleri, Haz. Enver Ercan, “”Osman Attilâ, Bu Şehr-i İstanbuldur”, İstanbul: Komşu yayınları, 2010,

s. 147.

19. İstanbul Şiirleri Antolojisi, Derleyen: A. Ferhan Oğuzkan, “Baki Süha Ediboğlu-İstanbul’u Dün Dolaştım”, İstanbul: Varlık Yayınları,

1953,s. 57.

20. Arif Nihat Asya, Rübaiyyat-ı Ârif- I, İstanbul, 1976, s.178.

21. Nevzat Üstün, Yaşadığımız Devre Dair Şiirler, İstanbul, 1951, s.30.

22. Affan Egemen, İstanbul’un Çeşme ve Sebilleri, İstanbul: Arıtan Yayınevi, 1993, s.85-87.

23. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, a.g.e., s.s.191-192.

24. Affan Egemen, a.g.e., s.87.

25. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, a.g.e. s.s.194.

26. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, a.g.e., s. 132-133.

27. Nuran Kara Pilehvarian, Nur Urfalıoğlu, Lütfi Yazıcıoğlu, a.g.e.. s.102-103.

28. Fehmi Eruçar, Cehennem Katı, İstanbul, 1964, s.26.

29. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Bütün Eserleri, Beşi Birden ve Dol Karabakır Dol (Bütün Eserleri:1), İstanbul: Bilgi Yayınevi,1995, s.s.

116-117.

30. Melih Cevdet Anday, Rahatı Kaçan Ağaç, İstanbul: Adam Yayınları, 2000, s.79.

31. Munis Faik Ozansoy, Büyük Mabedin Eşiğinde, İstanbul, 1938, s.53-54.

32. Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, İstanbul: Diriliş Yayınları, 2003, s. 478-479.

33. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, a.g.e. s. 12.

34. Sezai Karakoç, a.g.e., s. 467.

35. Sezai Karakoç, a.g.e., s. 618.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 116 117 ›

P:120

SU KENTİ İSTANBUL’UN HALiÇ KIYISI:

19. YÜZYILA AiT BiR ENDÜSTRİ BÖLGESİNİN

KÜLTÜR LiMANI OLARAK YENİDEN İŞLENMESİ

Prof. Dr. Tülin GÖRGÜLÜ

Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü

Doç. Dr. Ebru ERDÖNMEZ

Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü

Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Üyesi

Doç. Dr. Selim ÖKEM

Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü

MAKALE

P:121

aliç İstanbul’un en

önemli su kıyılarından bir tanesidir.

Kentin ilk yerleşim

ve yönetim merkezi

olan, bugün tarihî

yarımada olarak adlandırılan kara parçasını, coğrafî bir eşik olarak

Avrupa kıtasında yer alan büyük

parçadan ayırmaktadır. Bu ayrım

kentin bu bölgesine yerleşenler

için önemli bir avantaj haline gelmiş, hem korunma, hem ulaşım,

hem de taşıma için bu su yolunu

kullanmışlardır.

Haliç Bölgesinin

İstanbul İçindeki

Konumu

Haliç, İstanbul’un Avrupa yakasında kuzey-batıdan güney-doğuya

doğru uzanarak, şehri İstanbul ve

Beyoğlu yarım adaları halinde ikiye bölen, 8 kilometre uzunluğunda

(Alibey-Kâğıthane kavşağından Sarayburnu Tophane çizgisine kadar)

ve maksimum 700m genişliğinde

(Kasımpaşa - Cibali arası) Kâğıthane ve Alibey Dereleri’nin döküldüğü bir iç körfezdir. Körfezin en derin yeri Karaköy ağzında 40 m’ye

varırken, en sığ yeri Alibeyköy’ de

3 m’ye kadar düşer. Haliç, güneyde

ve İstanbul Yarımadası’nda 40-60

m yükseklikteki eğime sahip tepelerle Ayasofya - Topkapı Sarayı 40

m, Beyazıt - Süleymaniye 50-60 m,

Edirnekapı - Fatih 60.070 m), kuzeyde ve Beyoğlu Bölgesi’nde de

100 m yükseltiye sahip tepelerle (Taksim, Okmeydanı 90-100m,

H

İstanbul’a hakim olan en büyük uygarlıklar olan, Roma,

Bizans, Osmanlı dönemlerinde Haliç ağırlığını hiç

kaybetmeden yönetim ve ticari merkezle olan ilişkilerini

sürdürmüş, kıyı boyunda var olan limanlar merkeze uzanan

akslar oluşturmuştur. Bu nedenle tarihî yarımada’nın

biçimlenişinde de önemli bir rol oynamıştır.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 118 119 ›

P:122

Şişli - Mecidiyeköy 100-200 m)

çevrilmektedir. Haliç kıyılarındaki semt ve mevkileri sayacak olursak Sarayburnu ve Sirkeci’den

başlayarak; Bahçekapı, Eminönü, Rüstempaşa, Yemiş İskelesi ve

Küçükpazar, Unkapanı, Cibali, Küçükmustafapaşa ve Ayakapı, Fener, Balat, Ayvansaray, Defterdar,

Eyüp, Bahariye, Silahtarağa ve Haliç’in bitiminin batı kesimini oluşturan Alibeyköy, Beyoglu yakasındakiler ise Eminönü karşısına

düşen Galata ve Karaköy’den başlayarak Perşembepazarı, Azapkapı, Kasımpaşa, Hasköy, Halıcıoğlu,

Sütlüce ve Haliç’in bitiminin doğu

kesimindeki Kâğıthane’dir. (İstanbul Ansiklopedisi)

Dünyanın en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Haliç; ilkçağlarda Altın Boynuz (Khrysokeras)

olarak anılır. Strabon akıntının palamutların sürü halinde Haliç’e girmeye zorladığını ve dar alanlarda

elle bile yakalandıklarını anlatır.

Antik çağda sıkça görülen, içi meyve dolu bereket boynuzu (cornucapiae), Byzantion’da içi palamut

dolu bereket boynuzu olarak görülür. “Eskiçağ’da İstanbul” kitabının

yazarı Prof. Dr. Oğuz Tekin, palamutların burada altın olarak sembolize edildiğini belirtir. Nitekim

Byzantion’un sikkelerinde de balık bolluğuna işaret eden palamut

betimleri bulunur. Yaşlı Pilinius’da,

“Altın Boynuz” adının Haliç’teki

palamut bereketinden kaynaklandığını anlatır.

İstanbul’a hakim olan en büyük uygarlıklar olan, Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerinde Haliç ağırlığını hiç kaybetmeden yönetim ve

ticari merkezle olan ilişkilerini sürdürmüş, kıyı boyunda var olan limanlar merkeze uzanan akslar

oluşturmuştur. Bu nedenle tarihî

yarımada’nın biçimlenişinde de

önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’un sınırlarının Tarihî Yarımada

dışına taşması Pera (Beyoğlu), Beşiktaş ve giderek Boğaz kıyılarında başlayan yerleşmeler Haliç’in iki

yakasının da etkin bir biçimde kullanılmasını gündeme getirmiştir.

17-18. yüzyılda İstanbul’un mesire ve eğlence yeri olarak en gözde

mekânlar Haliç’in kıyılarında bulunan geniş yeşil alanlardır. Haliç’in

tarihî yarımada kıyısında bulunan

bazı yerleşmeler de özellikle İstanbul’da yaşayan azınlık gruplara

ait mahallelerdir. Musevi, Ermeni

ve Rum nüfusun, 20. yüzyıla dek

kentteki oranı %50’ye yakındır. Bu

nedenle Rum patrikhanesi yine bu

kıyıda bulunan Fener mahallesinde yer almakta, çevrede pek çok

kilise, sinagog gibi ibadethaneler

bulunmaktadır.

19. yüzyılda Osmanlı

İmparatorluğu’nun

çağdaşlaşma çabaları

ve sanayileşme

yolundaki arayışları,

ilk endüstri yapılarının

ortaya çıkmasına yol

açmış, konumu, su

yolu ilişkileri nedeni

ile ilk fabrikalar Haliç

kıyısında yer almıştır.

19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaşlaşma çabaları ve

sanayileşme yolundaki arayışları,

ilk endüstri yapılarının ortaya çıkmasına yol açmış, konumu, su yolu

Topoğrafik

Sınır,

Haliç Fiziki

Sınırları

P:123

ilişkileri nedeni ile ilk fabrikalar

Haliç kıyısında yer almıştır. Feshane, Lengerhane, mezbaha, giderek

tersaneler vb. sanayi yapıları Haliç’in iki yakasında yoğunlaşmıştır.

Bu süreç Cumhuriyet döneminde de devam ederek İstanbul’un

önemli sanayi akslarından biri Haliç olmuştur.

1980’li yıllarda Türkiye’nin dünyaya entegre olma çabalarının artması ve kent merkezinin sanayisizleşme sürecine girmesi ile birlikte

Haliç kıyılarındaki fabrikalar yıkılarak yeşil alana dönüştürülmüş,

Haliç bölgesi turizm ve kültür merkezi ilan edilerek bir yandan da

sanayi atıkları ile kirlenmiş olan

suyun yeniden temizlenmesi gündeme gelmiştir. Tarihî değeri olan

endüstri mirası yapılar işlev değiştirerek müze, sanat galerileri,

üniversite, kültür merkezi gibi biçimlere dönüştürülmüştür. Bu dönüşümün bir kısmı özel sektör tarafından, bir kısmı da belediyeler

tarafından gerçekleştirilmiştir. Bugün İstanbul’da Haliç yeri ve ulaşım aksları bağlantıları nedeni ile

gene önemli bir akstır ve hâlihazırda yüklendiği kültür ağırlıklı işlevlerin geleceğe yönelik olarak daha

da artacağı beklenmektedir.

Tarihî değeri olan

endüstri mirası yapılar

işlev değiştirerek

müze, sanat galerileri,

üniversite, kültür

merkezi gibi biçimlere

dönüştürülmüştür.

Haliç Bölgesi’nde

Bulunan Tarihî

Eserler

Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof.

Dr. Semih Tezcan’ın direktörlüğünde 18 kişilik uzman grubu tarafından, 1977 yılında oluşturulan

“Haliç Master Planı ve Uygulama

Programı Kesin Raporu” na göre;

Sepetçiler Kasrı, Yalı Köşkü, Yeni Cami Külliyesi ve Mısır Çarşısı, Rüstem Paşa Cami, Süleymaniye Külliyesi, Şehzadebaşı Külliyesi,

Valens Su Kemeri, Hacı Kadir Cami, Şebsefa Hatun Cami, Fatih

Külliyesi, Gül Cami, Sultan Selim

Cami ve Külliyesi, Ferruh Kethuda Cami, Kariye Cami, Tekfur Sarayı, Yatağan Cami, Aya Tekla Cami,

Ivaz Efendi Cami, Anemas Zindanı, Defterdar Cami, Cezari Kasım

Cami, Silahi Cami, Zal Mahmut Paşa Cami ve Külliyesi, Eyüp Sultan

Külliyesi, Piyer Loti Kahvesi, Saadabat Sarayı, İmrahor Köşkü, Halıcıoğlu Cami, Eski Tersane Sarayları, Taşkızak Tersanesi, Aynalıkavak

Kasrı, Kaptanpaşa Cami, Camialtı

Tersanesi, Azapkapı Cami, Galata

Bedesteni, Rüstempaşa Hanı, Arap

Cami ve Galata Kulesi Haliç’te korunacak tarihî, eserlerdir. (Devrim

Işıkkaya)

Haliç Kıyı Bölgesi

İçin Tarih Boyunca

Alınmış Planlama Ve

Uygulamaya Yönelik

Kararlar

- Fatih Sultan Mehmet tarafından,

Haliç’in dolmasının önlenmesi için

(iskan ve insan kastediliyor) çıkarılan fermanda, “Kağıthane yamaçlarının ziraatten men olunması,

yamaçlara ayrı kök ektirilmesi, Haliç’ten bir fersah (5685 m) uzaklığa

kadar yonca ekilmesi ve hayvan otlatmasının yasaklanması “ emredilmiş; yine bu yörede ağaç kesimi de

bu fermanla yasaklanmıştır.

- Kanuni döneminde çıkartılan nizamnamede, “Kentin bina inşa edilecek yerleri belirlenerek, meydanlar, kamuya ait yerler ve mesire

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 120 121 ›

P:124

yerlerinin konut alanı olarak kullanılamayacağı” bildirilmiştir.

- 1721-1722’de Sadabad kompleksinin temelinin atılması ile

Haliç’te büyük bir imar hareketi

başlatılmıştır.

- 1828 ‘de alınan bir kararla Eyüp’te

bir Feshane ve halat fabrikası kurulmuş, daha sonra gıda ve mensucat sanayileri ile matbaalar da Haliç’e yerleştirilmiştir.

- İstanbul için ilk imar planı sayılabilecek bir çalışma, Moltke tarafından hazırlanmıştır. Moltke bu

çalışmasında, yeter genişlikte yolların açılması, bazı meydanların da

düzenlenmesi konularına değinmiş, 1837 ‘de bir de İstanbul haritası hazırlamıştır.

- 1913’te Haliç’te Silahtarağa Elektrik Santrali kurulmuş ve tersanelerle birlikte tekstil sanayinin de

Haliç’te yerleşmesi doğrultusunda

kararlar ve izinler çıkmıştır.

- Cumhuriyet dönemi başlarında

(1925 yılı) Unkapanı Hal Tesisleri

ile mezbaha tesisleri kurulmuştur.

Kanuni döneminde

çıkartılan

nizamnamede, “Kentin

bina inşa edilecek yerleri

belirlenerek, meydanlar,

kamuya ait yerler

ve mesire yerlerinin

konut alanı olarak

kullanılamayacağı”

bildirilmiştir.

- 1932 yılında İstanbul’un planlama sorunu ile ilgili çalışmalar gerçekleşmiştir. Kendi ülkelerinde

isim yapmış üç şehirci, Alfred Agache, Herman Elgötz ve H. Lambert

İstanbul’a davet edilmiş ve kendilerinden İstanbul’un planlanması ile

ilgili raporlar istenmiştir.

Bu planın Haliç’le ilgili olan ana

maddeleri aşağıdaki gibidir:

Karadeniz’den gelen güçlü rüzgârlar nedeniyle ağır sanayi Haliç’te

yer almamalıdır. Hafif sanayinin

ise Haliç’te yer almasında bir sakınca yoktur.

Bu sanayide çalışan işçi sınıfının Haliç’in batısında yer alana

konut alanında iskân edilmeleri

önerilmiştir.

Haliç’in kıyı kesiminde yer alan

sahil yolunun inşasına karar verilmiş ve buna ek olarak mevcutta yer alan köprülere ek köprüler

önerilmiştir.

1930’da El Götz planıyla başlayarak Prost’un planının uygulamaya geçirilmesi Haliç üzerinde

olumsuz etkiler yaratmış, Haliç’in

kentsel mekân kalitesini erozyona

uğratmıştır. Aynı zamanda kültürel mirasın sürekliliği de kurulan

700 sanayi tesisi ve 2000 işyerinin yerleştirilmesiyle kültürel sürdürülebilirlik zarar görmüştür.

P:125

Fener-Balat bölgesi de bu mekânsal sorunlardan etkilenmiştir. (Ersoy, Keskinok, 2000).

Henri Prost tarafından geliştirilen plan 1938-1950 arasında İstanbul’un gelişimini büyük ölçüde

şekillendirmiştir.

Bu planın Haliç’i ilgilendiren maddeleri aşağıdaki gibidir:

Haliç’in ticaret ve sanayisini düzenlemeyi ve sur duvarlarının korunmasını önermiştir.

+40 kotunun üzerindeki binaların

maksimum gabarisinin 9.50 ile sınırlandırıp İstanbul siluetinin korunmasına vurgu yapmaktadır.

• Kullanılmayan yolların planlanarak azaltılması, yol üzerindeki

mevcut binaların kaldırılması ve

kalan alanla rekreasyon işlevinin

verilmesi

• Atatürk Bulvarı küçük ve kullanışsız parsellerin tevhidi

• Sarayburnu ve Küçükayasofya arasında bir arkeolojik parkın

düzenlenmesi

- 1937 yılında Prost Nazım Planı

ile verilen “Sur dışında 500 metrelik bir şerit bırakılarak sanayi kurulabilir” kararı ile ve 1954 tarihli Beyoğlu Nazım Planı ile Haliç’in

Beyoğlu yakası sahili, sanayi alanı

olarak onaylanmıştır.

- 1950’li yılların ortasında Kâğıthane deresi ve çayırı, teneke ve eski tahta parçalarıyla oturtulmuş

atölye bozuntularının, boğucu ağır

kokuların her yeri kapladığı çamurlaşmış dere sularında kayıkların işleyemediği bir durum almıştır.

- 1954’te geliştirilen Beyoğlu Nazım İmar planı ile Beyoğlu sınırları

içerinde kalan Haliç’in kıyı şeridinin sanayi bölgesi olarak kullanılması kararı kentin makroformunun şekillenmesine çok büyük

etkide bulunmuştur.

- 1950’lerin ortalarına doğru İstanbul batıda Yeşilköy’e, kuzeyde

Levent’e, doğuda Bostancı’ya doğru bir genişleme sergilemiştir. Bu

dönemde İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1.5 milyondur.

- 1958-1960 yıllarında İtalyan

Prof. Luigi Piccinato başkanlığındaki, İller Bankası Planlama Bürosu tarafından “Geçit Devresi Nazım Planı” oluşturulmuş. Planın

yeşil alanlarla ilgili bölümünde de,

Büyük Küçük Çamlıca, Kâğıthane

Parkı, Eyüp ve çevresi ve Surlar iç

ve dış yeşilliklerinden oluşan dört

büyük parkın düzenlenmesinin gerekliliği belirtilmiştir.

- 1960’larda sanayinin gelişimine

paralel olarak daha çok sanayi alanına gereksinim duyulmuştur.

- Kartal-Maltepe-Tuzla-Gebze hattı

boyunca kentin çeoperlerine doğru

sanayi alanları yayılmıştır. İstanbul’un batısında ise Zeytinburnu,

Bakırköy, Sefaköy, Halkalı, Firuzköy, Eyüp, Rami, Gaziosmanpaşa

ve kuzeyde Şişli-Maslak aksında

endüstri zonları oluşturulmuştur.

1954’te geliştirilen

Beyoğlu Nazım İmar

planı ile Beyoğlu

sınırları içerinde kalan

Haliç’in kıyı şeridinin

sanayi bölgesi olarak

kullanılması kararı

kentin makroformunun

şekillenmesine

çok büyük etkide

bulunmuştur.

- 1954 tarihli planda Küçükçekmece, Büyükçekmece gölü İkitelli ve Anadolu yakasında Ümraniye

ve Gebze sanayi gelişimini öngörerek 1966’daki imar planı Haliç ve

İstinye sanayi bölgelerinde iptali

öngörülmüştür.

- 1966 ‘da yürürlük kazanan İstanbul Sanayi Planı’na göre alınan

önlemlerle, Haliç yöresinde yoğun

biçimde yer alan sanayi kuruluşlarından, Eminönü’nden Eyüp’e kadar uzanan kıyı bölgesindekilerin

dondurulması, Karaköy’ den Silahtar’a kıyı bölgelerindeki alanda ise,

yeniden sanayi kuruluşu yapılması

kararlaştırılmış.

- 1976 yılında Boğaziçi Üniversitesi tarafından düzenlenen, Haliç’in

temizlenmesi ve düzenlenmesine

ilişkin sempozyumda ortaya konan önerilerden hareketle, Haliç’in

temizlik çalışmaları yapılmıştır.

- 5 Haziran 1981’de Dünya Çevre Günü dolayısıyla düzenlenen

toplantıda Haliç konusu yeniden

gündeme gelmiş, Haliç’i Kurtarma projesinin yürürlüğe girmesi kararlaştırlmış; 8 Mayıs 1984’te

İstanbul Büyükşehir Belediyesince Nazım Plan Bürosu tarafından hazırlanan 1/5000 ölçekli Haliç Düzenleme Planı onaylanarak,

yürürlüğe girmiş, Haliç ve çevresindeki yıkım ve düzenleme çalışmaları planın onayından 15 gün

sonra başlatılmıştır. (İstanbul Anakent Belediyesi Belgeleri 2001)

- 1997 yılında İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, Haliç ile ilgili temizleme projelerini “Dünyanın En

Büyük Çevre Projesi” olarak nitelendiriyordu. Proje için İSKİ’nin

ilk hedefi; Haliç’teki kirliliği önlemek ve suyunu temizlemekti. Haliç’e doğrudan akan derelerin ya

da atık suların önlenmesi için yeni kanallar, tüneller açıldı; kollektörler, arıtma ve deşarj sistemleri

inşa edildi. Neredeyse bir foseptik

Henri Prost

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 122 123 ›

P:126

çukuruna dönen Haliç’ten 4.5 milyon metreküp çamur çıkarılarak,

Alibeyköy’deki eski taş ocaklarına

gönderildi. Yaklaşık 530 milyon

dolara mal olan proje 2000’lere

gelindiğinde sonuç verdi ve çevreye yayılan dayanılmaz koku hissedilir biçimde azalırken, dipteki çamur seviyesi de düşmeye başladı.

Belediyeye göre suyun temizliğine

en büyük kanıt haliç’te görülen balıklardı. Temizleme çalışmalarından sonra bu sularda artık 33 çeşit

balık yaşıyordu. Bu başarı Uluslararası Metropolis Organizasyonu

tarafından değerlendirilip, “Haliç Çevre Koruma Projesi” çevreye

yaptığı katkılar nedeniyle 2002’de

düzenlenen projeler yarışmasında Metropolis ödülüne layık görülmüştür. (NG.T)

Bugüne Dek Yapılan

Kentsel Yenileme

Örnekleri Üzerinden

Bakışlar Ve Planlama

Yaklaşımları

Özellikle gelişmiş ülkelerde yaşanan sanayisizleşme süreçleri bağlamında, hâlihazırda kullanılamaz

duruma gelen ağır sanayi tesisleri,

gar, antrepo, liman gibi tesisler, liman alanları, tersaneler dönüştürülerek farklı amaçlarla kullanılmış

ve kentsel dokuya yeniden kazandırılmışlardır. Bu projelerin en bilinenleri: Londra Docklands, Ruhr

Havzası, Emscher Park, Napoli Liman Bölgesi, Hamburg Liman Bölgesi, Cenova Liman Bölgesi Dönüşüm Projeleri, Nantes Tersane

Bölgesi Liman Dönüşüm Projesi

vb. dir. Tekil bina örnekleri olarak

incelendiğinde ise örnekler sonsuz

sayıda karşımıza çıkmaktadır.

Özellikle gelişmiş

ülkelerde yaşanan

sanayisizleşme süreçleri

bağlamında, hâlihazırda

kullanılamaz duruma

gelen ağır sanayi

tesisleri, gar, antrepo,

liman gibi tesisler, liman

alanları, tersaneler

dönüştürülerek farklı

amaçlarla kullanılmış ve

kentsel dokuya yeniden

kazandırılmışlardır.

Ancak tüm bu projeler bütüncül

bir yaklaşım ile ele alınmış, kent ve

kentli ilişkileri düşünülerek yeni

çekim noktaları yaratılmıştır. Tüm

bu projeler incelendikten sonra bazı sonuçlar belirginleşmiştir.

Dünya genelinde eski, işlev dışı kalmış ya da taşınmak zorunda

kalmış ağır sanayi tesisleri, liman

ve tersaneler ve yakın çevreleri için

üretilmiş ya da üretilmekte olan

dönüşüm projelerinde tespit edilen ortak planlama ve uygulama

ilke ve kararları doğrultusundaki

proje yaklaşımları şunlardır:

1. Bölgeyi uluslararası bir çekim

noktasına dönüştürmek, kendi

içinde bir bütün olarak açık şehir

içinde şehir yaratmak

2. Proje alanıyla kenti ilişkilendirmek, suyla kenti ilişkilendirmek,

kamusal alanı maksimize etmek

3. Çok katmanlı kullanıcılı, çok işlevli program yaratmak

4. Mevcudu değerlendirmek, endüstriyel anıtsallığı olan her şeyi

korumak, yeniden kullanım, bölgenin ve şehrin gelişiminin devamlılığını gözeten ucu açık, esnek, geçişli planlama anlayışı

5. Yüksek nitelikli mimari

6. Kentin konut rezervine katkıda

bulunmak ve yeni konut politikaları oluşturmak

7. Koordine bir trafik sistemi

yaratmak

8. Yeşil alan ve park için yeni tasarım stratejileri kurgulamak

Gar, antrepo, ağır sanayi ve yakın

çevreleri dönüşüm projelendirme

yöntemleri ve planlama yaklaşımlarına göz atıldığında ise;

- Bölgelerde yer alan ve anıtsallık

değeri taşıyan tüm endüstriyel obje ve binaları korumak

- Bölgede yer almış sanayinin daha verimli çalışması ve etrafa zarar

vermesi açısından başka bir bölgeye taşımak

- Boşalan bölgede açık strüktürlü

bir yerleşim tasarlamak, böylece

kentle mevcut bölgeyi birbirleriyle

ilişkilendirmek

- Tasarımda, yerleşime eklenecek

P:127

muhtemel yeni yerleşim, bina, açık

alanları düşünerek esnek bir tasarıma imkân vermek

- Çok çeşitli işlevi barındıran programlar üretmek bu işlevleri çok

farklı katmanlardan kullanıcıların

yaşamalarını sağlamak

- Mevcut yeşil alanları korumak ve

yeni yeşil alanlar üretmek.

Haliç bölgesi de İstanbul’da daha önce de belirtildiği gibi özel ve

önemli bir konumda bulunmaktadır, ancak hâlihazırda alınmış

kararlar bütüncül bir plan ve bütüncül stratejiler açısından eksik

görünmektedir. 2010 yılının kültür başkentlerinden biri olan İstanbul’un bu alana duyacağı gereksinim açıktır, bu nedenle konunun

daha derinlemesine irdelenmesi

gereklidir.

İstanbul Haliç Kıyı

Bölgesi Ve Haliç

Tersaneleri İçin

Yeni Kentsel Gelişim

Senaryoları

1995 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı Büyükşehir

Planlama Müdürlüğü yapmış olduğu araştırmalar sonucunda kentin gelişim koşullarını göz önünde

bulundurarak 2010 yılına kadar İstanbul şehri için yeni kentsel senaryolar üretmiştir.

Planlama Müdürlüğünün konu

hakkında yayımladığı dökümanları

incelendiğinde, altı tip gelişim senaryosu ortaya çıkmıştır:

1. Senaryoda “Batı ağırlıklı (İstanbul Avrupa Yakası) “ gelişimi öngören yaklaşım benimsenmiş. Bu

senaryoda Alibeyköy Kâğıthane

Bölgesi yeşil alan, Tarihî Yanmada

sınırına kadar Fener - Balat dahil

her iki Haliç kıyısı konut alanı, Kasımpaşa - Şişhane Beyoğlu hattı ve

Tarihî Yarımada MİA (Merkezi İş

Alanı), Sarayburnu - Yeşilköy sahili

yeşil alan olarak planlanmıştır.

“Alternatif planda”

tüm Haliç kıyıları

yeşil alan, Sütlüce

sırtları, Kasımpaşa ve

Alibeyköy arası orman

alanı, Fatih - Aksaray

Bölgesi, Beyoğlu ve

Şişli Bölgesi MİA,

Tarihî Yarımada çevresi

ve Alibeyköy düşük

yoğunluklu konut alanı

olarak öngörülmüştür.

2. Senaryoda, İstanbul’un “doğu - batı yakalarında dengeli bir

gelişim” öngörülmüş, buna bağlı olarak Tarihî Yarımada’nın güney bölümü ve Şişhane - Beyoğlu

hariç tüm Haliç bölgesi Alibeyköy

- Kâğıthane dahil konut alanı şeklinde planlanmıştır.

3. Senaryoda “doğal yapının korunması” öngörülmüş, Alibeyköy’den

Yenikapı’ya kadar büyük bir yeşil

alan düşünülmüş, Tarihî Yarımada

ve Beyoğlu mevki iş merkezi, geri

kalan Haliç kıyı bölgesi konut alanı

olarak planlanmıştır.

4. Senaryoda “tarihî ve kültürel

çevreyi korumak” ön planda tutulmuş, Haliç bölgesi yerleşkeleri

mümkün mertebe korunmuş, Tarihî Yarımada ve Beyoğlu bölgesi

MİA (Merkezi İş Alanı), Sarayburnu Yenikapı arası yeşil alan ve Alibeyköy, Fener-Balat, Alibeyköy Kasımpaşa arası ve Eyüp konut alanı

olarak planlanmıştır.

5. Senaryoda “alt yapı yatırımlarının olmaması ve göçün devam etmesi” dikkate alınarak Beyoğlu,

Şişli, Eminönü, Fatih, Alibeyköy

ve Kâğıthane bölgeleri iş merkezi,

Eyüp, Fener - Balat, Kasımpaşa gibi bölgelerin konut alanı olarak gelişeceği öngörülmüştür

6. Senaryoda sanayinin gelişimi ve

kirletici sanayinin desentralizasyonu esas alınmış, bu doğrultuda Beyoğlu, Şişli ve Tarihî Yarımada MİA, bunun dışında kalan tüm

Haliç bölgesi konut alanı olarak değerlendirilmiştir. (İstanbul Anakent Belediye Belgeleri)

Tüm bu senaryoların sonucunda

Haliç

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 124 125 ›

P:128

bir “alternatif plan” oluşturulmuş.

Bu planda tüm Haliç kıyıları yeşil

alan, Sütlüce sırtları, Kasımpaşa ve

Alibeyköy arası orman alanı, Fatih

- Aksaray Bölgesi, Beyoğlu ve Şişli

Bölgesi MİA, Tarihî Yarımada çevresi ve Alibeyköy düşük yoğunluklu

konut alanı olarak öngörülmüştür.

Haliç’te Bugünkü

Kullanım İle

İlgili Sorular Ve

Değerlendirmeler

Hâlihazırda Haliç ve çevresinin

kullanım ile ilgili ciddi sorunları

vardır. Bu sorunlar kentle entegrasyon, alanla ilgili bütüncül kararlar alınması zorunluğu, işlevsel

ilişkiler, var olan kültürlerin vurgulanması, sosyal anlamda iyileştirmedir. Sosyal anlamda burada

yaşayan insanların bu projede oynayacakları rol ve katılımlarıdır.

Yenilenen bir alan yaratırken sosyal yapının da devamlığını sağlamak önem kazanmaktadır.

Dünyada kentsel dönüşüm projeleri örneklerine bakıldığında, proje alanını kesin alt bölgelere ayırmak ve proje programını da bu

doğrultuda parçalamak yöntemine, nadiren rastlanmaktadır. Ancak yine belirtilmelidir ki, bu tip

dönüşüm örneklerinde oluşturulan alt bölgeler birbirine çok iyi bir

ulaşım ağı ve çok zengin çeşitlilikte dinamik bir program dizgisi ile

bağlanmaktadır. İstanbul kentinin

önümüzdeki on yılının planlanması bakımından Haliç bölgesinin de

bir alt bölge olarak tanımlandığı

görülmektedir.

Yenilenen bir alan

yaratırken sosyal

yapının da devamlığını

sağlamak önem

kazanmaktadır.

Oysa Haliç bölgesi, İstanbul gibi

bir metropolün merkezinde, barındırdığı coğrafî, mimarî ve şehirsel güzelliği ve tarihi, endüstriyel kalıntıları, yer altı ve yer üstü

kaynakları ve kent içindeki konumu ve buna karşılık kentsel yerleşim, ulaşım ve çevre kirliliği problemleri ile her bakımdan bütünsel

olarak ele alınmalıdır. Haliç bölgesi bir bütün olarak düşünülmeli ve

buranın bütünden parçaya kadar

bir hikâyesi olmalıdır. Bu hikâyenin tutarlılığı ancak önceden benimsenmiş bazı kentsel tasarım

ilkeleri ve planlama prensipleri-kararlarıyla mümkün kılınabilir. Bu

ilkesel strüktürün başlıkları şöyle

sıralanabilir:

Kentsel Program

Ve İşlevsel Dağılım,

Kentsel İzlerin

Devamlılığı

Çok katmanlı kullanıcılı, çok işlevli kentsel program yaratmak gereği göz önünde bulundurulmalıdır.

Hiçbir yerleşim alanı, kent parçası

tek bir işlevle yaşayamaz. Her bölge için çok çeşitli işlevleri bir araya getiren kentsel düzenlemelere

yönelmek gerekmektedir. Mevcut

ve önerilecek yerleşimler arasına getirilecek işlevsel farklılıklarla

mekânsal kullanımın zenginleştirilmesi önerilebilir. Haliç için düşünülecek böyle bir kentsel program bölgeyi, hem kendi kendine

yeter, hem de kente artı değer sağlayan bir konuma taşıyacaktır. Bununla birlikte, her büyük kent gibi

İstanbul da fiziksel ve sosyal bakımdan çok hızlı bir değişim göstermektedir. Bu bağlamda, kentin

sunduğu tüm yaşam kaynaklarının

tüketiminde büyük değişiklikler

olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, bölgenin ve kentin gelişiminin

P:129

devamlılığını gözeten ucu açık, esnek, geçişli kent strüktürü yaratmak önem taşımaktadır.

Bölgede bulunan mimarî

miras değeri olan

tün binaları, kentsel

yerleşim alanlarını,

endüstriyel tesisleri,

doğal yer altı ve yer üstü

kaynaklarını korumak,

yeniden kullanmak

ve yeni kaynaklar

üretmek kentsel izlerin

devamlılığı açısından

önem taşımaktadır.

İstanbul’un en önemli kültürel ve

ticari akslarından biri olan Karaköy, Taksim, Nişantaşı, Dolmabahçe aksı Haliç ile direkt bağlantılıdır, bu durum Haliç ve İstanbul

için önemli bir avantaj sergilemektedir. Bir anlamda kentin merkezi ve kongre vadisi olarak anılan

bu alanların yükünü alacak, lineer bir biçimde dağıtarak, karşı yakada bulunan Tarihî Yarımada’ya

uzanan akslarla birleştirecektir.

Birbirinden Haliç ile kopan bu

iki alan, artık birbirine Haliç ile

bağlanacaktır.

Bölgede bulunan mimarî miras değeri olan tün binaları, kentsel yerleşim alanlarını, endüstriyel tesisleri, doğal yer altı ve yer üstü

kaynaklarını korumak, yeniden

kullanmak ve yeni kaynaklar üretmek kentsel izlerin devamlılığı açısından önem taşımaktadır. Bugün

Haliç bölgesinde 40 civarında korunmaya değer tarihî bina ve yerleşim alanı ve ayrıca sanayi tesisleri

(yukarıda belirtildiği gibi) ve tersaneler bulunmaktadır. Bahsedilen

bu miras için koruma ve yeniden

kullanım politikaları oluşturulmalıdır. Bugün, devlet tarafından neredeyse işlevsiz bırakılmış, gözden

çıkarılmış, son on beş yıldır zarar

eden, hiçbir gemi yapım ihalesine sokulmayan, sadece küçük teknelerin bazı onarım işlerini alabilmiş, çalışanlarının %90 kadarını

son 12 yıl içinde kaybetmiş, bulunduğu konum itibariyle büyüyemeyen, teknolojisini yenilemeyen,

çevreye ve kendisine ekolojik bakımdan son derece zarar veren, yıllardır kentlinin girmesinin yasak

olduğu Haliç Tersane Tesisleri sahip oldukları endüstriyel kalıntılar

(bina ve teçhizat), coğrafî özellikler

ve bulunduğu konum bakımından

İstanbul kentinin ve Haliç bölgesinin uluslararası boyutta bahsi

edilen odak noktalarından biri olmaya adaydır. Tersanelerin sahip

olduğu bu tarihî ve coğrafik mirasın sağlıklı biçimde değerlendirilmesi, ancak önceden alınacak

kentsel dönüşüm proje ilke ve kararlarına sadık kalmakla mümkün

olabilecektir. Her şeyden önce endüstriyel arkeolojik değeri olan

tüm varlıklar; tersanede kullanılan

ve bir çok yerde benzeri bulunamayan makinalar, kızaklar, vinçler ve

havuzlar gece gündüz açık ve kapalı mekânlarda sergilenmelidir.

Sosyal Yapı – Kent

İlişkisi

Haliç bölgesinin iki yakasında da

(özellikle kuzey yakası) tepelere

doğru halk ve sosyal olanaklar zenginleşmekte, deniz seviyesine inildikçe fakirleşmektedir. Bu fiziksel

ve sosyal kent gerçeği Boğaziçi’nde tam tersi biçimde seyretmektedir. Kıyıda yer alan konut alanlarında gerçekleştirilecek iyileştirme

projeleriyle konut bölgelerindeki mekânsal kalite artırılarak sosyal farklar azaltılabilir. Fener - Balat, Kasımpaşa ve Eyüp gibi tarihî

yerleşkelerin rehabilite edilip buraların halk için yeniden çekici hale

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 126 127 ›

P:130

getirilmesi gerekmektedir. Alibeyköy, Kâğıthane gibi bölgelerde de

yeni konut alanları düşünülebilir.

Haliç kıyılarının bir başka sosyal

özelliği de çağlar boyunca kıyılarında farklı dinlerin ve kültürlerin bir

arada yaşamış olmasıdır, Cenevizliler, Venedikliler, Rumlar, Ermeniler, Museviler Haliç kıyılarında yaşamış; hâlâ cemaatleri, kiliseleri ile

bu alanda yaşamlarını sürdürmektedirler. Fener Rum Patrikhanesi

Haliç’te bulunmaktadır. Haliç’in bu

özelliği de vurgulanmalı, Haliç’in

semtleri, dinî merkezleri, kentle

ve önerilecek yeni kültür merkezleri ile ilişkilendirilmesi üzerinde

düşünceler geliştirilmelidir. Sosyal

katmanlar ve çok renkliliğin önemli bir getirisi olacağı mutlaktır.

Haliç bölgesi,

kongre vadisi olarak

adlandırılan Taksim,

Dolmabahçe, Nişantaşı

üçgeninden ulaşım

anlamında daha şanslı

bir konumdadır. Hem

çevre yolları, hem deniz

yolu bağlantıları nedeni

ile daha seri ulaşılabilen

bir noktadadır.

Yeşil Ve Kıyı

Kullanımının

Kentsel Yaşamla

Entegrasyonu

Yeşil alanın kıyılarda değil, kıyılardan tepelere doğru belirli arterlerde Sütlüce, Alibeyköy, Eyüp civarı gibi düşeyde, sık ağaçlı orman

ve kültürel, dinamik yeşil tematik

park olarak iki ayrı biçimde tasarlanması gerekliliği vardır. Bu parklar sayesinde kentli düşeyde de birbiriyle, kentle ilişki kurabilecektir.

Kıyılar boyunca giden yeşil alanlar işlevsiz kalmış, kenti sudan koparmış, kıyılarda bulunan binaları

tek başına bırakmıştır. Ayrıca buraları dolgu alanlar oldukları için

buralarda ağaç da yetiştirilememektedir. Bu alanlarda da insan

odaklı düşünmek ve işlevsel açıdan insanların faydalanabilecekleri biçime dönüştürmek önem

kazanmaktadır.

Haliç’te Dolaşım

Aksları Ve Meydanlar

Haliç bölgesi, kongre vadisi olarak

adlandırılan Taksim, Dolmabahçe,

Nişantaşı üçgeninden ulaşım anlamında daha şanslı bir konumdadır.

Hem çevre yolları, hem deniz yolu bağlantıları nedeni ile daha seri ulaşılabilen bir noktadadır. Ayrıca su kıyısı olması nedeni ile lineer

bir yerleşmeye sahip olduğu için

Haliç

Köprüsü

P:131

bu alanda yürüyebilmek imkânı

vardır.

Haliç boyunca iki yakayı da kapsayan kültür, din, tarih rotaları da

hem yürüyüş, hem de raylı sistemler olarak hayata geçirilebilir.

Haliç çevresi dışında Aksaray, Saraçhane, Unkapanı, Şişhane, Galata ve Beyoğlu arteri Unkapanı

Köprüsü ile beraber ve yine Cağaloğlu, Eminönü, Karaköy arteri

Galata Köprüsü ile beraber ticaret,

eğlence ve kültürel etkinliklerle

birlikte düşünülerek planlanmalı,

Karaköy ve Eminönü kıyı ve meydanları yeniden düzenlenmelidir.

Kamusal alanlar uygun kentsel işlevlerle donatılarak maksimize

edilmelidir. Kıyıda planlanacak konut ve kültür bantının hemen arkasında E5, TEM, Yeşilköy - Sirkeci - Beşiktaş sahil yolu ve Taksim’e

entegre yeni bir ulaşım ağı (metro,

hafif raylı sistem, teleferik) tasarlanmalı, bu ağ denizden HaIiç boyunca desteklenmelidir.

Değerlendirmeler

İstanbul’un varoluşundan bugüne

dek, en önemli kıyı alanı olan Haliç; (nakliye, liman, yaşama, rekreasyon, endüstri, kültür vb. işlevleri) Bizans döneminde liman ve

yerleşme alanı olarak, Osmanlıda

da aynı işlevlere ek olarak mesire yeri niteliğini kazanmıştır. Endüstri ile 19. yüzyılda tanışan Osmanlı İmparatorluğu, ne yazık ki

üretim alanı olarak Haliç kıyılarını

seçmiştir. Daha sonra İstanbul ile

ilgili yapılan imar planlarında da

bu kararlar sürmüş ve Haliç, kentin sanayi bölgesi olmuş, çevre niteliksiz yapılarla dolmuş ve deniz

kirlenmiştir.

İstanbul’un

varoluşundan bugüne

dek, en önemli kıyı

alanı olan Haliç;

(nakliye, liman, yaşama,

rekreasyon, endüstri,

kültür vb. işlevleri)

Bizans döneminde

liman ve yerleşme alanı

olarak, Osmanlıda

da aynı işlevlere ek

olarak mesire yeri

niteliğini kazanmıştır.

1980’lerde sanayinin bu alandan

boşaltılmasının ardından yeni bir

yaşama kavuşan Haliç, bugün

önemli bir kültürel alana dönüştürülmeye çalışılmaktadır.

Hâlihazır durum ve öneriler yukarıda sayılmıştır, ancak en önemli

konu: Alanın çok kültürlülüğünü,

tarihini ve değerlerini öne çıkartarak bütüncül bir planlama yapmaktır. Bu planı yaparken burada

var olan insanları, onların geleceklerini göz ardı etmemek, Haliç’i de

gelinip geçilen değil, yaşanan bir

mekâna dönüştürmek en önemli girdi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kaynakça

1. ANON, 2006, YTÜ Mimarlık Fakültesi Diploma Projesi.

2. ANON, 2001, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul.

3. Işıkaya, D., 2002, ‘Replanning the Industry and Port Cities and a new Urban Design Scenario for the Haliç District and tha

Haliç Docks’ . YTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.

4. Onem, B., A, ‘Kilincaslan, I, 2005, Urban Identity and Environmental Perception in Haliç’, ITU Journal/a, Vol. 4, No: 1,

115-125, March, İstanbul.

5. Sungur, N. , 2007, ‘Zaman Tünelinde Haliç- Haliç In Time Warp’, Natinal Geograghy Turkey, March 2007.

6. Vaggione, P., 2002, ‘An Agenda for Architecture as a Nexus Between Tourism and Sustainable Development, Unesco Virtual

Congress, Ekim.

Haliç Metro

Köprüsü

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 128 129 ›

P:132

Civilizational Impacts of the Nile

River for Egypt, Sudan and Ethiopia

Anwar HASSEN

Marmara Üniversitesi SBE, Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi

Hakemli Makale

Hakeme Gidiş Tarihi 28.03.2016

Hakemden Geliş Tarihi 25.04.2016

ARTICLE

P:133

he Nile River of Africa is the longest

in the world, covering a distance of

more than 4000

miles (6600 kms).

It is formed from the White Nile,

which originates at Lake Victoria and also the Blue Nile, which

originates at Lake Tana in Ethiopia. These rivers meet in Sudan

and then go on their long journey

northwards to the Mediterranean

Sea. The White Nile contributes

only about 15 % of the flow of the

combined Nile. Whereas the Blue

Nile contributes about 85% to the

flow of the Nile River that passes

through Egypt to the Mediterranean. The name Nile originates from

the Greek word; Neilos, which

means river. Besides, the ancient

Egyptians called the river Aur or

Ar (Black) as a result of the color of

the sediment left after the annual

flood of the river. Both of the main

Nile branches such as the White

Nile (Eastern Africa), and the Blue

Nile (Ethiopia) join at Khartoum

(the Capital city of Sudan which is

North East of Africa). The Nile Basin (the land area drained because

of the river) is very big. It includes

Egypt,Ethiopia, Sudan, Democratic Republic of the Congo,Tanzania,

Burundi, Kenya, Rwanda, Uganda,

and South Sudan.

The Nıle Water ın

Culture, Identıty and

Socıety

Water has a pervasive role in society and religion. From the past to

the present, hunter gatherer societies, tribes, states, and civilizations, nomads, pastoralists and

agriculturalists are all intrinsically

T

Water has a pervasive role in society and religion. From the

past to the present, hunter gatherer societies, tribes, states,

and civilizations, nomads, pastoralists and agriculturalists are

all intrinsically attached with water in which they lived.

Nıle Rıver

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ARTICLE ‹ 130 131 ›

P:134

attached with water in which they

lived. Hence, water is not only a

biological necessity and scarce resource, but also an essential part

of people’s identity, culture, religious perceptions of the people.

Water in many facets matters for

humans, while the societal, cultural, ideological and religious roles

of water include identities ranging from personal perceptions

and gender relations to rainmaking and fertility rites for the benefits of the whole society as well as

perceptions of religious beliefs. In

the development of the Nile Basin

region, the water challenges in the

past, present, and for the future is

not only an economic or political

questions of distributing of limited water, but also involves people’s identities, and cultural and

religious dimensions of water. As a

result, various types of water have

been culturally and religiously institutionalized as part of people’s

lives in the different regions and

traditions. In order to understand

the economic and political role of

water and the development of the

whole Nile Region, it is necessary

to include cultural and religious

variables which analyze the role

of water in creating and maintaining identity and the development

of societies. The availability of water creates practices and organizations of collecting, distributing

and sharing of water, particularly

when there is scarcity of water.

Just like other cradles

of civilizations in

the world, the first

civilizations to appear

in history started on a

river valley is in Egypt,

where by a Greek

historian Herodotus

describe this civilization

as “Egypt is the Nile

and the Nile is Egypt.

Traditionally, at a household level,

collecting water has normally been

the task of women, thus creates

gender relations but also relations

and divisions between different

age groups of women. In different

countries of the Nile Basins, there

are different traditions and cultural practices since they do not share

the same experience. The Nile has

been a conceptual bridge of cultural exchange among the countries

of the Nile Basins. From the Ethiopian highlands to the arid deserts

of South Sudan, Sudan, and Egypt,

the Nile River and its tributaries

have shaped the history and fate

of the region’s diverse peoples.

The Nıle’s Impact on

the Development

of Egyptıan

Cıvılızatıons

Just like other cradles of civilizations in the world, the first civilizations to appear in history started

on a river valley is in Egypt, where

by a Greek historian Herodotus describe this civilization as “Egypt is

the Nile and the Nile is Egypt.’’ Being a rich source of water, the Nile

is seen as the foundations of life in

ancient Egypt. The influence of the

Nile is so extensive. The Nile has

been a convenient means of transportation and in the field of writings; Papyrus is a plant that used

to grow on the river bank of the

Nile. The annual Nile floods have

historically been the most important natural event in Egypt by far.

Every year the great flood gifts

North East Africa the water and

the silt that brings life to the Sahara desert. Ancient Egypt would not

have existed to build their ancient

pyramids, temples and tombs were

if not for the Nile River floods. The

ancient Sphinx sits in the shadow

of the incredible great pyramids of

Giza, all there because of the annual Nile flooding. Since the rain

storms which comes from the Ethiopian Highlands washes the rich

organic top soil into the Blue Nile

River, the Nile River valley civilizations relied on this to fertilize their

crops and animal feeds and the

Blue Nile floods to irrigate them.

The Nile also gives the Egyptians

food. They catch fishes and different birds that flow close to the

surface of the Nile water. The Nile

River plain was a suitable living environment for a variety of animals.

The Nile Crocodile has been a major component of the Egyptian culture and way of life since the first

Egyptians settled along the fertile

banks of the Nile.

The River Nile’s civilizational value

has been depicted by the following

Poem written by an Egyptian poet,

Omar Ibrahim, 1994.

P:135

‘’behold how the River Nile generously flows

and hugs the banks with its gentile

waves

it flows and smiles to the sun above

it flows as the blood inside a body

it flows as the breaths inside the

lungs

it flows to greet farms and gardens

it flows and waters thirsty throats

it flows and waters flowers and

trees

it flows and offers fish for food

it flows and floods the dry soil

it flows through a valley of its

creation

it flows beside great pyramids and

temples

it flows to crown a heavenly land

it says: ‘’take my waters and grow’’

it says: ‘’let my immortal waters

flow’’

it says: ‘’within my surge life

awakens’’

Nıle Water and the

Nubıans’ Cıvılızatıons

Nubia is a region along the Nile river located in what is today northern Sudan and southern Egypt. It

was one of the earliest civilizations

of ancient Northeastern Africa,

with a history that can be traced

from at least 2000 B.C. onward

(through Nubian monuments

and artifacts, as well as written records from Egypt and Rome), and

was home to one of the African

empires. Nubia, the hottest and

most arid region of the world, has

caused many civilizations to be totally dependent on the Nile for existence. That is to say, the history

of Nubians is closely linked with

that of ancient Egypt. The Nile is

the link that runs through Sudan

and influences the lives of Sudan’s

people, even though many of them

farm and herd far from the two

main tributaries of Nile, the Blue

and White Nile. Not only do Nomads come to the river to water

their herds and cultivators to drain

off its water for their fields, but

the Nile facilitates trade, administrations and urbanizations. Consequently, the confluence of the

Blue Nile and White Nile became

the administrative center of a vast

hinterland because the area commanded the river, its commerce,

and its urban society.

Lake Tana, being the

source of the Blue Nile,

has for centuries played

a significant role in

the evolution of Nile

civilizations. It has a

cultural significance

for the people of

Ethiopia and beyond.

This location enabled the urban

elites to control the scattered

and often isolated population of

the interior while enjoying access to the peoples of the outside

world. The capital city of Sudan

(Khartoum) is built at the convergence of the Blue and White Niles.

Khartoum, has got its name from

Arabic kharṭūm خرطوم meaning elephant’s trunk, probably referring

to the narrow strip of land extending between the Blue and White

Niles. Since ancient times, Sudan

has used the Nile River for transportation and farming. It has been

a central part of the region’s livelihood. Cotton, a major cash crop

for the country and an important

part of the economy, relies heavily

on the Nile River for growth.

The Sıgnıficance of

Blue Nıle/Lake Tana

for the People of

Ethıopıa

The Blue Nile, or Abbay, ‘‘Our Father’’ in Amharic meaning Abbawi,

in Ge’ez meaning Fatherly’ is central to Ethiopia’s culture and history. The fact has been reflected in

endless tales, proverbs, poems and

novels, private names and symbols. Whenever there is a water

shortage in the Ethiopian societies,

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ARTICLE ‹ 132 133 ›

P:136

communities or developmental organizations work with the motto “

” meaning ‘‘The son of Nile cannot be

thirsty.’’ Traditionally, there is a

belief whereby the people throw

a coin while crossing the river so

that the Nile God helps them to

cross peacefully. Lake Tana, being the source of the Blue Nile, has

for centuries played a significant

role in the evolution of Nile civilizations. It has a cultural significance for the people of Ethiopia

and beyond. For centuries fishing

has been a commercial activity in

the region. The lake has been an

important means of transportation. It is normal to see different

birds and Hippos in the Lake. In

recent times, it has helped in attracting tourists with many hospitality outlets taking advantage of

the calming, scenic views it offers.

Moreover, Lake Tana serves as a

bridge means between classical

and modern Ethiopia. The lake has

37 islands, serve as repositories for

Ethiopian Orthodox Christian traditions. Twenty of the Islands are

churches and monasteries, some

dating as far back as the 13th century. These islands are store houses for Ethiopian church art, religious parchments, crosses, crowns

and royal regalia which have been

preserved over the years. The Blue

Nile is a source of pride for Ethiopians; it is one of the rivers mentioned in the Bible. The Blue Nile

has been very important to the

Nile civilizations of Ethiopia,

Egypt and Sudan. As a sanctuary

of faith for Ethiopian Orthodox

Christians, many adherents have

embarked on pilgrimages to Lake

Tana, its many islands and the adjoining land forms, including the

Zegie Peninsula, which is home

to the Azewa Mariam, a 13th century Ethiopian Orthodox Christian Church. The values of Nile are

mentioned in the following poems

about River Nile, which was written by an Ethiopian poet, Tsegaye

Gebre Medhin, in August 1997.

The values of Nile

are mentioned in

the following poems

about River Nile,

which was written by

an Ethiopian poet,

Tsegaye Gebre Medhin,

in August 1997.

Nıle! O Nıle!

O Nile, my prodigal daughter on

the wilderness of the desert

Bringing God’s harmony to all

brothers and sisters

And calming down their noises of

brass in their endless nakednesses

O Nile, you are music that restore

the rhythm of existance

Into the awkward stampeding of

these Middle Eastern blindnesses

You are the irrigator that cultivate

peace

From my Ethiopian sacred

mountains of the sun

Across to nod on the East of Aden

and across Sinai

Beyond Gibraltar into the heights

of Mount Moriah

O Nile, my chosen sacrifice for

universal peace offering

Upon whose gift the heritages of

Meroe and Egypt

Still survive for the benefit of our

lone World.

You are the proud daughter O

Nile, who taught

The ancient world how to walk in

upright grace

You are my prodigal daughter who

saved and breast fed

Little lost Jacob whose brothers

sold for food

You, who nurtured, fed and raised

The chils prophet called Moses on

your cradle,

You, who stretched out your

helping hand and protected

The baby Christ from the

slaughtering swords of their

Herods,

O Nile, my infinite prodigal

daughter

At whose feet mountains like

Alexander bent

Their unbendable heads to drink

from your life giving milk,

O Nile, at whose feet giants like

Ceasser Knelt

Conquorors like Napolean bowed

Their unbowable heads to partake

from your imortal bounty.

O Nile, you are the majestic blood

line of my African glory

You are the Adey Abeba my

Nile River

P:137

Ethiopian new year flower

That shower my blessings upon

the starved of the world

You are the eloquence that ring

the Ethiopian bell across the deaf

world

You are the gifted dancer of

graceful rhythms

That harmonize with your sisters

Etbara and shabale

With your brothers Awash and

Juba

To fertilize the scorched sands of

Arabia

O Nile, without your gift

Mideterania shall be a rock of

dead waters

And Sahara shall be a basket of

skeletons

You are Africa’s black soil that

produce life

You are the milk that quench the

thirsty multitudes

You are the messenger of my

gospel, O Nile

That bring my abundant harvest

to the mouth of the needy

You are the elegant pilgrim of my

mercy.

You are the first fountain you are

the first ever Ethiopia

You are the appeaser of the lustful

greeds

You are the first Earth Mother of

all fertility

Rising like the sun from the

deepest core of the globe

You are the conquoror of the

scortching pestilence

You are the source you the Africa

you are the Ethiopia you are the

Nile.

O Nile, you are the

majestic blood line of

my African glory

You are the Adey Abeba

my Ethiopian new year

flower

That shower my

blessings upon.

The Nıle Water and

Relıgıon

In fact different types of water are

attributed with specific characteristics depending on the type of water. For example, holy water for rituals such as baptism, ablution or

purification in a different category

than the Nile’s annual inundation

for irrigation, nomads needs for

oases or water stored in dams for

hydroelectric purposes. It is crucial to see water as an important

agency in the dynamics of change

in culture and religion in history, since it has had a fundamental

role in people’s beliefs, value systems and identity. Religions and

divinity can both be understood

through water symbolism. Water

becomes holy as it presents the

material element of the spiritual

core of religion. In many religions

in the Nile Basin, water belongs

to the divine realms; either linking gods to humans or being a medium through which humans can

reach their gods. Water is often

seen as a divine gift and thus the

different bodies of holy water are

used variously in religiously defined settings.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ARTICLE ‹ 134 135 ›

P:138

Chrıstıanıty and

Islam as Nıle

Relıgıons ın Egypt

The Nile has had an important role

in all religions, from the ancient

Egyptians to modern Muslim in

Egypt. All religions in the desert

became influenced and incorporated life-giving water into the respective religions bodies of myths

and rituals because in these desert

the river was life itself.

Had it failed to flow, even for one

season, then all Egypt perished.

Every one living in Egypt has been

dependent upon the Nile. The River has had a life giving in the various religions and traditions. Both

Christianity and Islam are high religions or great traditions. So, it is

of interest to see how the river itself transcends the various religions and religious dualism and

multiple co-existing traditions.

The Almıghty Nıle

The almighty Nile River has formed

a society and religions throughout

history, and the changing religions

along the Nile’s shore in Egypt illuminate how transcendental religions incorporate the physical environment and the water world in

a desert. In Egypt, where all life

came from the Nile, the river became identical with these divine

gifts since life is the blessing of

God. Everything good came from

the God, and in a desert nothing

was more precious than the life

giving waters. So, water has a crucial and divine role in both Christianity and Islam.

In ancient Egypt, the

Nile, and its delta, were

worshiped as a god.

The Nile god Hapi, who

came in the shape of a

frog, represented the

Nile delta. Honoring

a god was crucial, and

so very important. So

the Egyptians when

a flood came used to

thank Hapi for brining

fertility for the land.

There are verses in the Bible and

Qur’an which has a direct reference to water and many more references to rivers, wells and rains.

The continuous flow of water in

the Nile has been the source of

religions elaboration, and rituals of the Ancient Egyptians, the

Greek and the Romans, the Christians and the Muslims. As a result

of the river’s character, the different religions have shared many of

the same basic character and perceptions, and consequently there

have been many syncretic beliefs

and overlapping layers of meaning

which combine rather than separate the respective religions. In ancient Egypt, the Nile, and its delta,

were worshiped as a god. The Nile

god Hapi, who came in the shape

of a frog, represented the Nile delta. Honoring a god was crucial, and

so very important. So the Egyptians when a flood came used to

thank Hapi for brining fertility for

the land. Distinct Epiphany water

tanks are found in many churches, especially in the mediaeval

church of old Cairo. Although historical records suggest that original Epiphany ceremonies actually

took place in the Nile, the ceremony was only brought into churches in the 11 century. However, the

Coptic Church does not place the

same importance on holy water

springs as the Ethiopian Orthodox

Church.

Hapi

(Nile god)

P:139

Holy Water: PreChrıstıan and

Chrıstıan Water

Assocıatıons ın

Ethıopıa

Water is used as a symbol of death

and rebirth in the Christian faith

and the connection between water and the rite of Baptism, is a notion of spiritual rebirth in the eyes

of God. Source of scared water (holy well) is important in the Christian context. The water often takes

on special powers, often connected with healing and subsequently these loci become pilgrimage

centers and also a great economic boon for what was a very poor

town. As a sanctuary of faith for

Ethiopian Orthodox Christians,

many adherents have embarked

on pilgrimages to ‘Gishe Abay’ or

Lake Tana.

Water Symbolısm

ın the Ethıopıan

Orthodox Church

There are a number of important

pilgrimage sites in centers around

the holy water veneration. One of

the most interesting elements of

water symbolism in the Ethiopian

Orthodox Church is found in the

celebration of Epiphany. This ceremony known as ‘‘Timket’’, it entails bringing the sacred church taboot- a representation of the Ark

of the Covenant to a body of water

where it remains overnight.

One of the most

interesting elements

of water symbolism in

the Ethiopian Orthodox

Church is found in the

celebration of Epiphany.

Regarding the water symbolism,

there is a clear link between the

Ethiopian Orthodox Church and

the Coptic Church of Egypt. First

the Coptic Church has absorbed a

number of cultural and ideological elements from its precursor religions, in terms of burial belief,

symbols and appropriation of sacred space. There is a link to the

Epiphany ceremony in both Ethiopia and Egypt. The Nile has been

a conceptual bridge of cultural exchange. The most important institutions linking the two countries, the Ethiopian church whose

head Abun, was an Egyptian Coptic bishop from the fourth century

to 1950.

Source Cıtatıon

1. NBI project reports; http://www.nilebasin.org/resources.htm

2. Nile River. The Ancient Near East: An Encyclopedia for Students. Ed. Ronald Wallenfels and Jack M. Sasson. Vol. 3. New York:

Charles Scribner’s Sons, 2000. 137-138. World History in Context. Web. 30 Mar. 2016.

3. Oestigaard, T. 2010. Nile Issues: Small Streams from the Nile Basin Research Programme . FOUNTAIN PUBLISHERS,

Kampala, Uganda.

4. Oestigaard. T. and Firew. G.A, 2013. The source of the Blue Nile: Water Rituals and Traditions in the Lake Tana region.

Cambridge Scholars Publishing. Can be loaded at

5. https://books.google.com.tr/books?id=jidQBwAAQBAJ&pg=PA156&lpg

6. https://en.wikipedia.org/wiki/Nile

7. http://highrocklibrary.weebly.com/ancient-egypt.html

8. http://marktanner.com/niletrip/importance-of-nile-river-floods.html

9. http://www.sahistory.org.za/topic/nile-river-and-its-influence-settlement

10. http://www.kidsgen.com/ancient_egypt/role_of_nile.htm

Abu Simbel

Temples,

Egypt

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ARTICLE ‹ 136 137 ›

P:140

Hüseyin AYDEMİR

Yönetmen

Belge ve Kurmaca Filmlerde Şehir ve Su İlişkisi

İçinde Nehir Geçen Filmler

SİNEMANIN ORTA YERİ ŞEHİR

P:141

u; hayatın olduğu

gibi, şehirlerin ve

dolayısıyla medeniyetlerin de kaynağı. Kadim devirlerden zamanımıza

kadar kültür üreten şehirler daima

büyük nehirlerden beslendi. Eski

Mısır Medeniyeti; Nil’in, Anadolu

medeniyetleri; Fırat’ın, Dicle’nin,

Sakarya’nın, Menderes’in, Kızılırmak ve Yeşilırmak’ın can suyundan doğmuştur. Hint Medeniyeti;

Ganj, Brahmaputra ve İndus nehirleri çevresinde ortaya çıkmış ve

gelişmiştir. Çin Medeniyeti ise; Sarı ve Gökırmak kıyılarında serpilip

yeşermiştir.

Şehirler ve nehirler arasındaki bu

ilişki, efsanelerde ve destanlarda

efsunkâr bir bakışla anlatılır.

“Daha hiçbir şey yokken “Tanrı Kara

Han”la “su” vardı. Kara Han’dan başka gören, sudan başka görünen yoktu. Kara Han yalnızlıktan sıkılıp, ne

yapayım diye düşünürken, su dalgalandı. “Ak Ana” çıktı. Kara Han’a, “yarat” diyip yine suya daldı. Bunun üzerine Kara Han “kişi”yi yarattı.” (Altay

Türkleri Yaradılış Destanı’ndan)

“Hiç kimseye kötülük etmedim. Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim.

Gerçek evinde alçaklık etmedim.

Ölmüş balığı tutmadım.

Suları kirletmedim.

Hiç bir arkın suyunu başka yöne

çevirmedim. Ben temizim, temizim,

temizim...” (Eski Mısır’ın Ölüler

Kitabından)

Tarihçi Heredot; kadim Mısır’ı

şu sözlerle özetler: ‘Mısır, Nil’in

hediyesidir.

İbni Haldun, Mukaddime’sinin birinci bölümde ilmin, havanın, suyun, insan hayatı üzerinde ve

medeniyet ilerlemesindeki tesirlerinden söz ederken su ve medeniyet ilişkisinin önemini belirtmiştir.

S

Eski Mısır Medeniyeti; Nil’in, Anadolu medeniyetleri;

Fırat’ın, Dicle’nin, Sakarya’nın, Menderes’in, Kızılırmak ve

Yeşilırmak’ın can suyundan doğmuştur. Hint Medeniyeti;

Ganj, Brahmaputra ve İndus nehirleri çevresinde ortaya

çıkmış ve gelişmiştir. Çin Medeniyeti ise; Sarı ve Gökırmak

kıyılarında serpilip yeşermiştir.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 SİNEMANIN ORTA YERİ ŞEHİR ‹ 138 139 ›

P:142

Medeniyet; insanlığın suyu araması, bulması ve suyla birlikte yeni bir

dünya kurması olarak özetlenebilir.

“İç Muhammed Aşkına

Mâ Çeşme’den Âb-ı

Zülâl”

Haliç bir kültürler yumağıdır, Haliç olmadan Sadabad olmaz, tersane, feshane olmaz. Haliç, Medine-i

Münevvere’den bir nurla aydınlanır Eyüp’te.

Boğaziçi bir medeniyetler kuşağıdır; saray, köşk ve yalılarla süslenmiş. Hisarlarla heybet, zümrüt

korularla zarafet saçar. Yuşa Peygamber’in makamı ile onurlanır.

Mimarîsi ve müziğiyle, kayık ve

kayıkçıları, gemileri ve kaptanları

ile kendine özgü bir medeniyettir

Boğaziçi.

Su ile şehir arasındaki bu ilişki ve

güzellik sanatçılara, sanat eserlerine daima ilham ve konu olmuştur. Nedim gazelleriyle su ve şehir

ilişkisinin özgün bir kültürü olan

Sadabad’a götürür bizi. Şâirlerin

hamam ve çeşme kitabelerine düşürdükleri tarihler de bu ilişkinin

farklı bir yanıdır: “İç Muhammed

Aşkına Mâ Çeşme’den Âb-ı Zülâl”

Sinema Susuz Kaldı!

Sinema, su ile insan arasındaki bu

“aziz” bağın kopmaya yakın noktasında doğmuş bir sanat olarak, su

ve şehirle örülmüş bir anlatı kuramamıştır. Su ve medeniyet bağlantısı daha çok belgesel filmlerde

yansıtılmaya çalışılmıştır.

Medeniyet; insanlığın

suyu araması, bulması

ve suyla birlikte yeni

bir dünya kurması

olarak özetlenebilir.

Kurmaca filmlerden su ve şehir

konulu bir hikâye anlatması beklenemez. Dramatik yapılı filmlerin ancak bazı sahnelerinde bu tür

manzaraları bir ayrıntı ya da fon

olarak yakalamak mümkündür.

Türk filmlerinde, balıkçı, kayıkçı

ve hamamcı gibi tiplerin yer aldığı

sahneler nadiren de olsa bu kültürlere ait ipuçları vermektedir.

Türk hamam kültürü yine bazı filmlerde çarpık ve mizahî bir

anlayışla da olsa gösterilmeye

çalışılmıştır.

Köprüleri de bu ilişkinin yapı ve

kültürü sayarsak, Türk filmlerinde yer alan Galata Köprüsü sahneleri araştırmacılar için önem arz

edebilir.

İtalyan filmlerinde, Roma çeşmeleri, Venedik kanaları ve gondolcular bu türden sahneler olarak

zikredilebilir.

Sinema tarihinde nehirlerin başrol

aldığı yüzlerce macera filmi olmasına rağmen, şehir ve nehir ilişkisini okuyabileceğimiz film sayısı çok

azdır. Serüven filmlerindeki nehirler; korku, gizem ve vahşet mekânları olarak gösterilmektedir.

Su Hakkında Kanun

Çıkartan Film

İncelememize Türk sinemasından

bir başyapıtla, “Susuz Yaz”la başlayalım. Metin Erksan filmin senaryosunu Necati Cumalı’nın 1962’de

yazdığı aynı adlı hikâyesinden

uyarlar. Hikaye, su mülkiyeti üzerinedir. Buradan kadın üzerinde

mülkiyet iddia etmeye uzanır.

Osman ve Kardeşi Hasan’ın sahip

olduğu araziden su çıkmıştır. Osman bu suyun kendi hakları olduğunu iddia eder ve köylüsüyle paylaşmak istemez. Kardeşi Hasan ise

tersini düşünmektedir.

Osman, var olan suyun kendi tarlalarına ancak yeteceğini söyleyerek,

diğer köylülerle ölümüne bir mücadeleye girişir. Çıkan kavgada köylülerden birini öldürür, fakat suç

Hasan’ın üstüne kalır.

Hapiste olan Hasan’ın karısına da

göz koyan Osman, suyu köylülere

para ile satmaya başlar.

“Susuz Yaz” Metin Erksan’ın başyapıtlarından biri olmasının yanı

sıra gelmiş geçmiş en önemli Türk

filmlerinden biri olarak kabul edilir. 1963 yapımı film bir sonraki

yıl Berlin Film Festivali’nde büyük

ödül Altın Ayı’yı kazanır ve Türk

sinemasına ilk büyük uluslararası

ödülünü kazandırır.

Metin Erksan, 2008 yılının mayısında yapılan bir röportajında,

Susuz Yaz

Filminden

Bir Sahne

P:143

“Filmi bugün çekseniz neyi değiştirirsiniz?” sorusuna şöyle cevap

vermiş: “Susuz Yaz”a bugün şöyle başlardım. Avuçlarına su alan

bir adam bekler. Tutar elinde o suyu, durur. Ama ne yaparsa yapsın

parmaklarının arasından akar o

su. Hâlbuki toprak olsa durur. İşte

böyle başlardım. Ha, bir de “Susuz

Yaz”dan sonra çok garip bir şey oldu. Filmi çektiğim zaman su kaynakları hariç bütün sular devletindi. Yalnız kaynaklar kimin tapulu

arazisinde çıkıyorsa ona aitti. Ama

filmden sonra kanun çıktı, kaynaklar devlete geçti. Dünyada acaba

kaç film kanun çıkarmıştır? “

Dersu Uzala: İnsanTabiat İlişkisi

Dersu Uzala, ünlü yönetmen Akira

Kurosawa’nın onlarca filmi arasında Japonya’da geçmeyen ve Japonca olmayan tek filmidir.1975 yılında gösterime girmiştir. Söz konusu

film Kurosawa’nın ülkesinde film

yönetmenliği konusunda bazı sıkıntılar yaşadığı dönemde, Sovyetler Birliği’nden gelen teklif üzerine

çekilmiştir. Bu durumu Kurosawa,

“Kurbağa Yağı Satıcısı” adlı kitapta, doğduğu ve yetiştiği nehrin suları kirlenince yumurtalarını bırakamayıp çaresizce uzak Sovyet

nehirlerine yüzmek ve yumurtalarını buralara bırakmak zorunda kalan bir somon balığının durumuna

benzetir ve şu suali sorar : ‘’Japon

somonunun doğal olarak yumurtalarını bir Japon nehrine bırakması

gerekmez mi?’’

Film orman içindeki şehir inşaatı

sahnesiyle başlar. Kesilmiş ağaçlar,

yenilmiş bir ordunun ölü askerleri

gibi yerde uzanmaktadır.

Sinema, su ile insan

arasındaki bu “aziz”

bağın kopmaya yakın

noktasında doğmuş

bir sanat olarak, su

ve şehirle örülmüş bir

anlatı kuramamıştır. Su

ve medeniyet bağlantısı

daha çok belgesel

filmlerde yansıtılmaya

çalışılmıştır.

Kuzeydoğu Asya’da, Rusya-Çin sınırında, Amur Nehri akmaktadır.

Balta girmemiş Mançurya ormanları Kılavuz Uzala’nın vatanıdır.

Bu bölgeyi inceleyip haritasını çıkarmak ve yeni yerleşim bölgeleri

bulmak üzere bir grup Rus askerinin başında bölgeye gönderilen

Yüzbaşı Arseniev, Dersu’yu rehber

olarak tutar.

Dersu rehberlik teklifini kabul

eder. Arseniev, Dersu’nun sadece

balta girmemiş ormanda yolculuğunda değil, kendi iç dünyasına da

rehberlik ettiğini fark eder.

Kapiten, Ateş canlı. Ne zaman ki o

kızar, ormanlar günlerce ve günlerce yanar. Ne zaman ki Ateş, Su,

Rüzgâr kızar, ben çok çok korkarım. Ateş, Su, Rüzgâr: Üç güçlü

adam.

Yüzbaşı aklın ve bilginin, Dersu

kalbin ve hikmetin temsilcisidir.

Tuna Nehri Akıyor,

Ulysses Çöken

Uygarlıklara

Bakıyor

Sürgündeki bir Yunan film yapımcısı, Manakis kardeşler tarafından

çekilen bir filmin kayıtlı olduğu üç

bobini arayıp bulmak üzere, savaş

içinde acı çeken insanların arasından geçeceği, tüm Balkanları boydan boya aşması gereken bir yolculuğa çıkar.

“Ulysses’ Gaze – Ulysses’in Bakışı,

Teo Angelopoulos’un 1995 yılında

Dersu Uzala

Filminden

Bir Sahne

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 SİNEMANIN ORTA YERİ ŞEHİR ‹ 140 141 ›

P:144

yaptığı bir film. Film, bir sinemacı olan “A.”nın kişisel yolculuğudur aslında, ama bu kişisel yolculuğa Balkanların 20.yy’daki tarihi

de eşlik eder. Bu yolculukta Tuna

Nehri ve kıyısındaki şehirler konumuz açısından önemli görseller

içerir. Bu Balkan yolculuğu, Balkan

tarihini de gözümüzün önüne getirir. Atina, Manastır, Üsküp, Plovdiv, Bükreş, Belgrad, Saraybosna…

Filmin en çarpıcı sahnelerinden

birisi de Bükreş’ten bir gemiye

yüklenip Almanya’ya bir müzeye

gönderilen dev Lenin heykelinin

taşınması sahnesidir. Kayıp ruloların en son Saraybosna’da bir sinematekte olduğunu öğrenen sinemacı, o sıralarda gerçekten savaş

içinde olan Saraybosna’ya gitmeye

karar verir. Gerçek savaş içinde çekilmiş olan (belki bir ateşkes anında) son yarım saatlik kısım, her tarafın yıkılmış, yanmış olduğu ve

keskin nişancıların hareket eden

her şeye ateş ettikleri bir ortamda

geçer.

Neretva Nehri üzerinde asırlarca insanlığa ve medeniyete köprü

olan Mostar yıkılmıştır.

Nil’de Bir Sepet ve

Yeni Bir Medeniyet

Hazreti Musa’nın hayatını konu

alan birçok filmde Nil bu kutsal

emanetin taşıyıcısı olarak görünür. Bu konuda klâsikler arasına

girmiş olan 1956 yapımı, Cecil B.

DeMille’in yönettiği “The Ten

Commandments/10 Emir”, ilk akla gelen filmlerden biridir.

Hazreti Musa’nın,

İsrailoğullarını

özgürlüğüne

kavuşturmak ve imana

gelmelerini sağlamak

için verdiği mücadelede

Nil Nehri ve Kızıldeniz’i

hadiselerin ve tarihin

akışının değişmesinde

oynadıkları rolün

büyüklüğünü görürüz.

Bir falcının, o gün doğan erkek çocuklarından birinin ileride tahtını

ele geçireceğini söylemesi üzerine

Firavun, askerlerini o gün doğan

erkek çocuklarını öldürtmek üzere

Mısır’ın dört bir yanına gönderir.

Yeni doğmuş bebeği Musa’yı kurtarmak isteyen annesi de onu bir

sepete koyarak Nil Nehri’ne bırakır. Firavun’un kız kardeşi tarafından bulunan Musa, Mısır Sarayı’na

getirilecek ve sarayda prens olarak

yetişecektir.

Hazreti Musa’nın, İsrailoğullarını özgürlüğüne kavuşturmak ve

imana gelmelerini sağlamak için

verdiği mücadelede Nil Nehri ve

Kızıldeniz’i hadiselerin ve tarihin

akışının değişmesinde oynadıkları

rolün büyüklüğünü görürüz.

Türk Sinemasında

Köprü ve Baraj Yapımı

“Irmak”, “Nehir”, “Baraj”, “Köprü”,

“Tomruk”, “Kızılırmak – Karakoyun” gibi ismiyle konumuza yakın

gibi duran filmlere baktığımızda,

bu filmlerin nehirleri sadece bir

fon olarak kullandıklarını, ilişki ve

çatışmaların sosyal alanıyla ilgilendiklerini gördük. “Köprü” filminde

geçimini sal taşımacılığıyla kazanan ailenin köprü yapımına karşı çıkmaları, “Tomruk” filminde

ise ormanda kesilen tomrukların

The Ten Commandments/10 Emir

Filminden Bir Sahne

P:145

nehir yoluyla taşınması konumuz

açısından önem taşımaktadır.

Folklorik ve kırsal hayatı anlatan

filmlerde nehirlerin gücü karşısında, insanın aciz kalışını ve nehirlerle girdikleri mücadelede yaşadıkları acılı olaylar konu edilmektedir.

Azgın suların sürükleyip götürdüğü taze gelinler ve iğreti köprülerden nehre savrulan düğün alayları seyircinin bilinçaltına sürekli bir

medeniyet göndermesi yapmaktadır aslında. Bu acıların yaşanmaması için sağlam köprüler ve güvenli nehir araçları yapılmasının

gerekliliği vurgulanır adeta.

“Su” filmi ise Keban Barajı’nı konu almaktadır. Baraj çevresinde

bir kumarhaneler bölgesi kurmak

amacıyla tüneller açılması ve yol

yapımı, beraberinde dinamitleme

çalışmalarını da getirmiştir. Barajın mühendislerinden Murat, bu

çalışmaların tehlikesini sezer ve

tüm gücüyle barajı koruma savaşına girer. Filmde Mühendis Murat’ın verdiği tasarruf mesajları ilgi çekicidir:

“Bir tek ampulun dahi boşa yanmaması gereken bu zamanda, bir işe

yaramayan reklam panolarınızı çalıştırmayın, süslü salonlarda mücevherlerinizi sergilemek için memleketimizin bereket kaynağını tüketmeyin”

BBC ve National Geographic; Tuna, Nil, Ganj, Amazon nehirleri ile

uygarlık arasındaki ilişkiyi gözler

önüne seren onlarca belgesel filmin yapımını gerçekleştirmiştir.

Türkiye’de de suyun geçmişte hayat ve medeniyet kaynağı olduğu

birçok belgesel film üretilmiştir.

Batıya Doğru Akan

Nehir

Bu tür bir belgesel film olan “Batıya Doğru Akan Nehir”; medeniyetlerin bugüne kadar anlatılmamış hikâyelerini, modern

dünyanın oluşumunu birbirinden

ilginç görüntüler ve bilgiler ışığında ele almaktadır. Belgesel, Başbakanlık Türk Tanıtma Fonu ve Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet

Araştırmaları Merkezinin (MEDAM) katkılarıyla ortaya çıkmıştır.

20 bölüm halinde yayınlanan belgesel; insanlık tarihinin doğudan

batıya yürüyüşünü insanlığın Göbeklitepe’deki başlangıçlarından

Çatalhöyük’teki tarımın ortaya çıkışına, Mezopotamya’daki ilk şehir

ve krallıklara, dinî inanışların doğuşundan tek Tanrı inancına uzanan bir yolculukla anlatmaktadır.

Bu yolculuk; Dicle Fırat Havzası,

Nil Deltası ve İndus Vadisi gibi medeniyetlerin çıkış noktaları. İnsanların yerleşik hayata geçerek kentleri kurup, dinî yapılar inşa etmesi

ve yazının keşfiyle başlayan medeniyet yolculuğudur.

Folklorik ve kırsal

hayatı anlatan filmlerde

nehirlerin gücü

karşısında, insanın aciz

kalışını ve nehirlerle

girdikleri mücadelede

yaşadıkları acılı olaylar

konu edilmektedir.

Su ve medeniyet ilişkisini anlatan

belgesellerden izleyebildiklerimizi

şu şekilde sıralayalım:

Suyla Gelen Kültür – Ertuğrul

Karslıoğlu (1987 – 1988)

Bir Damla Su İçin - Tülin Erarslan

(1990)

Kutsal Nehirler Üzerinde - Ferhat Yalçıner (2011)

Tuna - Engin Atatimur (2009)

Su Medeniyeti İstanbul – Şükrü

Sim (2010)

Mağlova -Umut Mete Soydan

(2014)

Anadolu Su Medeniyeti – Dursun Özden (2011)

Yaşayan Haliç – Hüseyin Aydemir

(2003)

Bir Masal Denizi: Haliç – Erden

Kral (2010)

Bir Nehir ve Bir Şehir: Sakarya –

7 Renk Yapım

Su Gibi Aziz – 7 Renk Yapım

Tarih Akan Çeşmeler – Ömer

Oral (2013)

Son yıllarda yapılan birçok belgesel

suyun çevre felaketine maruz kalışını ve kapitalizmin elinde bir meta

haline gelişi vurgulamaktadır.

Bu temada üretilmiş ve izlenmesini tavsiye edebileceğimiz bazı belgeseller şu şekildedir:

Dünyanın Susuzluğu / La Soif

Du Monde - / Fransa / 2012 Yönetmen: Yann Arthus-Bertrand

Baraj Devri / DamNation / ABD

/ 2014 Yönetmen: Travis Rummel,

Ben Knight

Şişelenmiş Hayat / Bottled Life / İsviçre/ 2012Yönetmen: Urs

Schnell

Havza: Yeni Batı İçin Yeni Bir Su

Etiği Arayışı / Watershed: Exploring A New Water Ethic For

The New West ABD/ 2012 Yönetmen: Mark Decena.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 SİNEMANIN ORTA YERİ ŞEHİR ‹ 142 143 ›

P:146

Hasan Aycın

Gözgü / İz Yayıncılık

P:147

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ŞİİR ‹ 144 145 ›

Muhammed’in

Nağmesi

Muhammed’in Nağmesi

Kayalıklardan fışkıran,

Şu neşe pınarına bakın,

Bir yıldız çakışı sanki;

Bulutlar üzerinde

Yüce ruhlar beslemiş gençliğini,

Derûnunda koruluktaki kayalıkların.

Taptaze gençliğiyle,

Sıyrılıp bulutlardan

Raks eder gibi iner mermer kayalara

Haykırır sevincini yine

Sînesinden asumana.

Katmış da önüne rengârenk çakılları

Sürüklüyor dağ geçitlerinden aşağı,

Ve bir önder azmiyle

Götürüyor beraberinde,

Nice kardeş pınarları.

Vadilerden aşağı

Çiçeklenir geçtiği yerler,

Ve çimenler

Soluğuyla yeşerir.

Lâkin eyleyemez onu,

Ne gölgeli vadiler,

Ne sevdalı bakışlarla yüze gülerek,

Dizlerine kapanan çiçekler:

Basıp ovayı tâ içlere kadar ilerler,

Sonra döne dolana akar gider.

Yoldaşı oluverir akarsular.

Ve şimdi gümüş parıltılar içinde

Girer ovaya,

Ve onunla parıldar ova,

Ve ovalardan gelen ırmaklardan

Ve dağlardan inen derelerden

Sevinçle bir ses yükselir: Kardeş!

Kardeş, kardeşlerini de al yanına,

O kadîm Yaradana,

Kucağını açıp bizi bekleyen

O ebedî ummana kavuştur,

Ah! O kollar ki beyhûde açılmış,

Bağrına basmak için hasret çekenleri;

Zira şu ıssız çölün

Haris kumları bizi yiyip bitirecek;

Güneş yukardan kanımızı içecek;

Bir tümsek engel göle ulaşmamıza!

Kardeş!

Al ovalardan bütün kardeşleri,

Dağlardan bütün kardeşleri al

Eriştir hepsini yüce Yaradana!

Haydi, gelin hepiniz!-

Nasıl da coşmakta şevkle;

Bir nesil ki taşıyor yücelere önderini!

Parlak zaferlerle ilerlerken,

Ülkelere ad verir,

Geçtiği yerlerde şehirler kurulur.

Durdurulamaz, muttasıl akar köpürerek

Öyle cömert bir fıtrat ki o,

Parlayan kuleleri,

Ve görkemli mermer sarayları

Böylece ardında bırakır gider.

Sanki atlas; sedir ağacından gemileri,

Taşıyor devâsâ omuzlarında;

Ve bir uğultu ki rüzgârda,

Sırtında binlerce yelkenli,

Hep onun ihtişamına şahit.

Ve böylece bütün kardeşlerini,

Evlatlarını, hazinelerini,

Neşe saçan kalbiyle

Götürür bekleyen Yaradana.

~ Goethe ~

P:148

KANALLAR ÜZERİNDE

YAŞAYAN ŞEHİRLER

Faruk FIRAT

Şehir Düşünce Merkezi, Proje Koordinatörü

DERLEME

P:149

ehirler, tüm muhtevası ile olmasa da

su ile olan ilişkisi

bakımından yaşayan canlı vücutlar

gibidir. Yaratılmış

tüm canlı varlıklar “Her canlı şeyi sudan yarattık” (Enbiya, 21/30)

âyet-i kerîmesinde de bahsedildiği üzere sudan yaratılmıştır. Tıpkı

diğer tüm canlı varlıklar gibi şehirlerde su ile hayat bulur ve onunla

şekil alırlar. Bir şehri şehir yapan

en önemli faktör şüphesiz insandır. Fakat o şehri temelde yoğuran,

kimlik kazandıran, ona karakter

veren, o beldenin su ile olan ilişkisidir. İnsanlar yaratılış gereği suya

muhtaçtır ve ilk insandan bugüne kadar su, insanoğlunun en eski

en kadim dostu olmuştur. Dolayısıyla insanoğlu şehir kurarken her

zaman suyu referans almıştır. Hayat kaynağı olan ve bir yeri şehir

yapan bu su, kimi zaman bir nehir,

kimi zaman deniz bazen de bir kanal olmuştur.

Kanal şehirleri nehirler ve denizler etrafında şekillenen şehirlerden

farklı olarak damar damar şehrin içine işleyen su yollarıyla kenti

adeta kucaklayarak daha çok sahiplenmektedir. Bu sahiplenme o şehre farklı bir aidiyet katar ve orada

Ş

‘’Su olursa; önce insan olur sonra şehir,

Su ölürse; önce şehir ölür sonra insan’’

Suzhou,

Çin

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DERLEME ‹ 146 147 ›

P:150

fizik ötesi bir çekim gücü oluşturur. Venedik gibi ünlü kanal şehirlerinin belki de böylesine büyülü

ve çekim gücü yüksek şehirler olmasının nedeni budur. Peki, kanal

şehri dediğimizde aklımıza sadece

Venedik mi geliyor. Evet, Venedik

her ne kadar dünyanın en ünlü kanal şehri olsa da onun dışında en

az onun kadar büyülü ve etkileyici

birçok kanal şehri bulunmaktadır.

İşte Venedik ve bazı diğer kanal şehirleri: şunlardır;

Venedik- İtalya

Kanal şehirleri dendiğinde şüphesiz akla ilk gelen Venedik’tir. Evet,

belki de dünyanın en etkileyici ve

büyüleyici kanal şehri olma unvanını günlük ortalama 50.000 ziyaretçiyle korumayı başarmaktadır.

Venedik kendine has özellikleri olan ve her biri birbirinden ayrı 118 adacığın kanallarla ayrılmasından oluşmaktadır. Bu adacıklar

birbirine köprüler vasıtası ile bağlanmaktadır. Venedik kanal şehrinde tam 170 kanal var ve bu

kanallar üzerinde ise 400 kadar

köprü mevcuttur.

Coğrafi yapısıyla benzersiz olan bu

kanal şehri dünyanın en güzel kanal şehri olma unvanını fazlasıyla

hak etmektedir.

Kanal şehirleri

dendiğinde şüphesiz

akla ilk gelen

Venedik’tir. Evet,

belki de dünyanın en

etkileyici ve büyüleyici

kanal şehri olma

unvanını günlük

ortalama 50000

ziyaretçiyle korumayı

başarmaktadır.

Ayrıca Venedik Avrupa’nın en büyük araç kullanımının olmadığı

şehridir. Şehirde ulaşım geleneksel

olan gondollarla sağlanmaktadır.

Şehir bugün itibari ile 350 gondola sahiptir. Eğer Venedik’i ziyaret

edip gondol gezisi yapmadıysanız

bazı şeyler yarım kalmış demektir.

Şehrin en büyük su yolunu 3800

metre uzunluğundaki Büyük Kanal adı verilen kanal oluşturmaktadır. Bu su yolu boyunca ve adacıklar arasında yapılacak olan bir

gondol gezisi şehrin çok büyük bir

kısmının görülmesini sağlayacaktır. Bu benzersiz gondol gezisinin

yanında tarihî yapıların ve büyüleyici güzelliğe sahip diğer yerlerin

de görülmesi ile bu şehrin resmi tamamlanmış olur.

Suzhou Kanalları

- Çin

Suzhou kanal şehri Çin’in batısında Asya’nın en uzun, dünyanın ise

Nil ve Amazon’dan sonra üçüncü

en uzun nehri olan Yangtze veya

Yangzi Jiang (Uzun Irmak) Nehri’nin aşağısında yer almaktadır.

Suzhou şehrini cazibeli kılan en

önemli neden, hiç şüphesiz Yangtze Nehri’nin beslediği su yollarının

şehrin içinden geçerken oluşturduğu eşsiz güzellikteki kanallardır.

Şehre güzellik katan diğer bir unsur ise; benzersiz bahçe tasarımları ve taş köprülerin şehrin mimarisini şekillendirmiş olmasıdır.

Suzhou şehri aynı zamanda ipek

ticareti ile de meşhurdur. Bunun

en önemli nedeni ise dünyadaki en

Venedik,

İtalya

Suzhou, Çin

P:151

önemli su yolu ticaretinin yapıldığı Büyük Kanal’a(Grand Canal) yakın oluşudur. Suzhou; dinî yapıları, şatoları ve ılıman iklimi ile Doğu

Çin’in popülaritesi hiç düşmeyen

eşsiz bir yerleşim yeridir.

Brudge - Belçika

Brudge şehri filmlere dahi ilham

kaynağı olan cazibesiyle sanki

yüzyıllar önceki Orta Çağ haliyle zaman donmuşçasına günümüze kadar gelen Batı Avrupa’nın en

çok ziyaret edilen Orta Çağ şehridir. Brudge çekirdek yapısı dışında

şehrin bütünlüğünü bozmayacak

şekilde sonradan yapılan kısımlarıyla oval bir görünüm kazanmıştır. Sokak aralarına kadar girebilen

kanallar Brudge şehrini Venedik’e

rakip yapmaktadır. Şehrin kanallarında tekne ile gezilebilmekte ve

şehrin tarihî yapısına daha yakından tanıklık edilebilmektedir.

Bankok - Tayland

Bankok sahip olduğu ihtişamlı tapınak ve saraylarıyla Asya Kıtası’nın en kozmopolit şehirlerinden

bir tanesidir. Şehrin Tanburi mevkiinde, kanallar üzerinde elbiseden, el yapımı sanatsal çalışmalara kadar birçok ürünün bulunduğu

gondollar vardır. Şehrin belki de en

iyi tarafı trafik derdinin olmamasıdır çünkü kanallar trafiği önemli

ölçüde rahatlatmıştır. Şehirde yaşayan çoğu insanın kendi teknesi

vardır ve ayrıca kanallarda tekne

taksilere sıklıkla rastlanmaktadır.

Brudge şehri filmlere

dahi ilham kaynağı

olan cazibesiyle sanki

yüzyıllar önceki

Orta Çağ haliyle

zaman donmuşçasına

günümüze kadar

gelen Batı Avrupa’nın

en çok ziyaret edilen

Orta Çağ şehridir.

Kanallar etrafında kazıklar üstüne

inşa edilmiş gecekondu tarzı evlere

ve tapınaklar ile meyve bahçelerine rastlamamak mümkün değildir.

Otantik kanallarıyla ve kalabalık

pazarlarıyla bu güzel kanal şehrinde herkes kendine göre bir şeyler

bulabilmektedir.

Giethoorn - Hollanda

Hollanda, su yollarının çaprazlama

bir şekilde birbirini kestiği olağanüstü güzellikteki kanallar ile ünlüdür. Bu kanallar sisteminin de

en güzel şekli Giethoorn’da bulunur. Ülkenin doğusunda yer alan

bu masal şehri dar su yolları, klasik

Hollanda evleri ve ahşap köprüleri ile ünlüdür. Kanallar, sığ gölleri

birbirine bağlar. Şehirde motorlu

Bankok,

Tayland

Brudge,

Belçika

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DERLEME ‹ 148 149 ›

P:152

araç trafiği yok denecek kadar azdır. Belki de bu şehrin en etkileyici kısmı motorlu taşıtların çok az

olmasıdır. Burayı ziyarete gelen

turistler ve yerel halk gezintiler

için bot ve bisikleti tercih ediyorlar. Küçük adaların üstüne kurulan evlere ise köprü ve tekneler ile

ulaşılabilmektedir.

Birmingham

– İngiltere

Sanayi Devrimi sırasında ticaretin

merkezi konumunda olan Birmingham İngiltere’nin en büyük ikinci şehridir. Birmingham kanalları, ticarî amaçlı olarak yükleme ve

taşıma işlerinin kolaylıkla yapılabilmesi için yapılmıştır. Kanal etrafındaki yapılara bakıldığında soğuk

grafit taşların sıklıkla kullanıldığı

kolaylıkla görülür. Aslında kanal,

yerli halk tarafından bazı dinî ve

resmî günlerdeki kutlama ve bayramlar dışında fazla kullanılmamaktadır. Fakat geçen son yüz yıl

içerisinde kanal etrafına inşa edilen parklar, bisiklet yolları ve yürüme yolları ile bu görüntü biraz da

olsa değişmiştir. Birmingham’ın

aynı zamanda toplam uzunluk olarak Venedik’ten daha fazla kanala

sahip olduğu söylenmektedir.

Şehri kanallar vasıtası ile bir baştan

bir başa trafiği bypass ederek şehrin asıl yerleşim şeklini görmeden

geçmek ilginç bir seyahat deneyimi olabilir. Ayrıca trafikten kurtulmanın bir diğer yolu da kanal

boyunca yapılmış olan bisiklet yolunu kullanmak olabilir. Şehri kanallar boyunca gezmek tekneler ile

mümkün ama yerli halk günlük yaşamında yürümeyi ve bisiklet kullanmayı tercih etmektedir.

Birmingham kanalları,

ticarî amaçlı olarak

yükleme ve taşıma

işlerinin kolaylıkla

yapılabilmesi için

yapılmıştır. Kanal

etrafındaki yapılara

bakıldığında soğuk

grafit taşların

sıklıkla kullanıldığı

kolaylıkla görülür.

Eğer bir gün yolunuz Birmingham’a düşerse yarım saatinizi ayırıp kanal boyunca yürüyüp şehre

bir de bu gözle bakarsanız Venedik kadar etkilenmeseniz bile hatıranızda iyi bir izlenim kalması

mümkündür.

Giethoorn,

Hollanda

Birmingham,

İngiltere

P:153

Tho şehri doğal yolla

oluşmuş kanallarla dolu

bir şehirdir. Kanalların

oluşumundaki en önemli

jeolojik etmen Mekong

Nehri’dir. Tho kanal

şehri çeltik tarlaları,

meyve bahçeleri, sahil

köyleri ve yemyeşil

orman manzarası sunan

su kanalları ile doludur.

Can Tho – Vietnam

Tho şehri doğal yolla oluşmuş kanallarla dolu bir şehirdir. Kanalların oluşumundaki en önemli jeolojik etmen Mekong Nehri’dir. Tho

kanal şehri çeltik tarlaları, meyve

bahçeleri, sahil köyleri ve yemyeşil

orman manzarası sunan su kanalları ile doludur. Ana su yollarında

sallar üzerinde ürünlerin satıldığı

büyük pazarlar kurulur. Bu pazarlara yüzen marketler denilmektedir.

Tho’da tur botları da önemli bir ticaret kapısıdır fakat Bankok kadar

büyük bir Pazar oluşturamamıştır.

1 milyondan fazla nüfusa sahip

Can Tho şehrinde kanal dışında

restoranlar, modern dükkânlar,

geleneksel marketler gibi keyifli zaman geçirilebilecek birçok yer

mevcuttur.

Şehirlerin can damarları olan bu

kanalların şehre kattığı birçok değer yanında en önemli katkısı şüphesiz ekonomik değerdir. Birçok

kanal şehrinin de zaten ekonomisi bu kanallara bağlıdır. Kimi kanal şehri en önemli ticaret yolunu

bu kanallar üzerinden sağlamış ve

ekonomisini canlı tutmuş fakat zamanla bu özelliğini gelişen teknolojiyle birlikte kaybederek yerini

turizme bırakmış ve ekonomik sürdürülebilirliğini devam ettirmiştir.

Kimi kanal şehri ise teknolojik gelişmeleri yakından takip edemediği için ticaret ve turizmi halen birlikte götürmek zorundadır. Netice

itibariyle tüm kanal şehirleri dünde bugünde sahip oldukları kanallar sayesinde ekonomik olarak var

olmayı sürdürebilmektedirler.

Kaynakça

1. http://www.themost10.com/marvelous-canal-cities-accept-venice/

2. http://themysteriousworld.com/most-beautiful-canal-cities-in-the-world/

3. http://www.mnn.com/lifestyle/eco-tourism/photos/beyond-venice-8-must-see-canal-cities/giethoorn#top-desktop

Can Tho,

Vietnam

Can Tho,

Vietnam

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DERLEME ‹ 150 151 ›

P:154

Mehmet GENÇ

Tarihçi - Sancaktepe Belediye Başkan Yardımcısı

TARİH, KÜLTÜR VE

COĞRAFYASIYLA SUŞEHRİ

MEKÂN

P:155

u hayatın esas kaynağı olup, tarihi

insanoğlunun hayatı ile özdeşleşen

medeniyetin de tarihidir. Bir ‘su medeniyeti’ diyebileceğimiz bizim

medeniyetimizde, bu sebepledir ki,

‘Su gibi aziz ol’ deyişiyle en veciz

şekilde ifadesini bulmuştur. Ecdadımız da suyun; hayat, şifa, bereket, kuvvet, güzellik ve zevk verici özelliklerini sembolleştirilen

eserler, âbideler yaptırmış ve hatta mekân, şehir, cadde ve sokaklara suya ait isimler vermiştir. Bu

kültürün somutlaşan bir örneği de tarihte Şehr-i Su adıyla anılmış, daha sonra da Suşehri olmuş,

tarih, kültür ve güzel coğrafyası ile şirin ilçemizdir. Son yıllarda,

bu önemli kültürü yaşatmak için

‘Şehr-i Su Kültür ve Sanat Festivali’

yapılmaktadır.

Tarih

Tarihin önemli bir fonksiyonu;

geçmiş, bugün ve gelecek arasında

köprü kurmak, bugünü geçmişin

ışığında mânâlandırmaktır. Zira mazi, bugünün özü, yarınların

çekirdeğidir.

Suşehri’nin doğal güzelliklerini görmek, tarihini ve kültürel

değerlerini öğrenmek, Anadolu’da kök salıp büyümüş derin ve

heybetli medeniyetimizi, şehirlerimizi ve kültürümüzü tanıma

anlamına gelmektedir. Zira şehirler ve kültürler, güçlü yarınların

S

Suşehri’nin doğal güzelliklerini görmek, tarihini ve kültürel

değerlerini öğrenmek, Anadolu’da kök salıp büyümüş derin ve

heybetli medeniyetimizi, şehirlerimizi ve kültürümüzü tanıma

anlamına gelmektedir.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 152 153 ›

P:156

oluşumunda gerçek katkıyı sağlayacak olan nesillere muhteşem bir

medeniyet ve tarihin evlatları olduğumuz gerçeğini anlatmaktır.

Suşehri ilçesinin ilk yerleşim yeri

şimdiki merkezin iki kilometre doğusunda Çayırbaşı mevkiinde bulunuyordu. “Bulahi” ve “Bulahiye”

adını taşıyan bu yerleşim yeri depremler sonucu yıkılınca ilçe “Andıryas” adı ile şimdiki bulunduğu yerde gelişmeye başlamıştır.

Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile birlikte kurulmuş yeni bir devlet olmakla

beraber, pek çok devlet geleneğini

Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve

ondan önceki devlet geleneklerinden devralmış, bazılarını zamanla

çeşitli değişikliklere uğratarak yeni

siyasî, idarî, ekonomik yapılanmalar oluşturmuştur.

Anadolu’nun Müslüman Türkler

tarafından iskân edilmeye başlamasından önce pek çok medeniyet

ve kültür bu topraklarda yer almış,

pek çok insan çeşitli devletlerin ve

idarî birimlerin şemsiyesi altında

toplanmış, idare edilmiştir. İnsanlık tarihinin en önemli medeniyetlerinden olan MÖ 2000 yıllarında

Etilerin, Suşehri’nin bulunduğu

topraklarda hüküm sürdüğünü

tarih atlaslarından bile izlemek

mümkündür. Urartular daha sonra

buralarda yer tutmuşlar. Doğu Roma imparatorluğu (Bizans) onlara nazaran daha yakın zamanlarda

bölgeye hâkim olmuştur.

Şehirler ve kültürler,

güçlü yarınların

oluşumunda gerçek

katkıyı sağlayacak olan

nesillere muhteşem bir

medeniyet ve tarihin

evlatları olduğumuz

gerçeğini anlatmaktır.

Suşehri ve komşu ilçeler Türk iskânlarıyla Büyük Selçuklular, Danişmentliler, Mengüçler, Eratna

beyliklerine bağlı idarî birimlerden

Karahisar-ı Şarkî ile ilişkili bir idarî

birimdir. Osmanlıların Suşehri’nin

bulunduğu topraklardaki egemenliği, Fatih Sultan Mehmet’in 1473

yılında yaptığı Otlukbeli Savaşı’na

giderken gerçekleştirdiği, Şebinkarahisar’ın fethiyle birliktedir.

Suşehri XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı idarî bölünüşünde yer almıştır. (20 Mart

1933’e kadar) Şebinkarahisar’a

(Karahisar-ı Şark-î) bağlı bir yerleşim yeri olmuştur. Karye, Nahiye

- Kaza - Liva - Eyalet silsilesi takip

edildiğinde bağlı olduğu sancak, liva değişik dönemlerde Sivas, Trabzon ve Erzurum vilayetleri (Eyaletleri) olarak göze çarpmaktadır.

Tarihî Kalıntılar

Suşehri İlçesi eski bir yerleşim

merkezidir. İlçe tarihinin Bakır

Çağı’na kadar indiği rivayet edilmektedir. Ova kesiminde, Kayadelen köyü civarında (Kılıçkaya Baraj

gölü altında kalmıştır) Bakır Çağı

özelliklerini gösteren eşyalara rastlanmıştır. Akşar, Eskişar, Kale köyleri ve Çataloluk beldesinde Roma,

Bizans ve Selçuklu dönemlerinden

kalma kale kalıntıları mevcuttur.

Büyükgüzel ve Küçükgüzel köylerinin (eski yerleşim yerleri) Roma

devrinde önemli merkezler olduğu, rastlanılan tarihî kalıntılardan

anlaşılmaktadır. Küçükgüzel köyünde bulunan, mermer aslan başı Sivas Müzesi’nde sergilenmektedir. Ayrıca aynı köyde bulunan

P:157

önemli bir yapıya ait olduğu sanılan bazı kalıntılar, Hükümet Konağı bahçesinde muhafaza edilmektedir. Şu anda Suşehri’ne bağlı bir

köy olan Akşar’ ın (Akşar-Abat) bilhassa Ortaçağ’da önemli bir merkez olduğu, Suşehri ve civarının

idarî açıdan buraya bağlı olduğu,

Suşehri Ovası’nın “Akşar Ovası”

olarak anıldığı tarihî kaynaklardan

anlaşılmaktadır.

Suşehri’nde Meydana

Gelen Tarihî Olay:

Kösedağ Savaşı

(3 Temmuz 1243)

Milleti millet yapan, toplumun hafızasını, kimliğini ve tabiatını dokuyan unsurlardan biri de tarihtir. Mazinin aktardığı millî-mânevî

değerleri özümseyip koruyamayan

milletlerin varlıklarını devam ettiremeyeceğinin en büyük şahidi tarihin kendisidir. Tarihteki parlak

başarıların veya simaların, milletlere misâl teşkil edip kendine güven, cesaret, hamle ruhu ve hür

yaşama duygusu aşıladığı şüphe

götürmez bir hakikattir.

Suşehri, Selçuklu Devleti tarihi için

önemli olayların yaşandığı bir dönem, mekân olmuştur. Bu dönemde yaşanan olaylar Türk tarihinin

seyrinde önemli gelişmelere yol

açmıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin Moğol baskısı altına girmesi, çocuk yaştaki üç şehzadenin

hükümdar olması, devlet adamlarının yönetimde etkisinin artması, Yakın Doğu’da gelişen siyasî

olayların merkezinde Türkiye Selçuklu Devleti’nin yer alması, devletin ekonomik sıkıntılardan dolayı dış borç alması bu dönemde

gerçekleşmiştir.

Suşehri, Selçuklu

Devleti tarihi için

önemli olayların

yaşandığı bir dönem,

mekân olmuştur. Bu

dönemde yaşanan

olaylar Türk tarihinin

seyrinde önemli

gelişmelere yol açmıştır.

Kösedağ’ın kuzey eteklerinde kurulmuş olan Suşehri ve ovası, 1243

yılında Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasına neden olan Kösedağ Savaşına sahne olduğundan bu savaşa ait tarihî kalıntılara

rastlamak mümkündür. Sivas’ın

80 km kadar doğusunda, Suşehri

Ovası’nda sıralanan dağlar içinde

diğerlerinden sıyrılan Kösedağ,

koynundaki efsaneleri ile bu savaşın hatıralarını taşımaktadır.

Mevlânâ’nın

Suşehri’ne Gelişi

Tarihî kaynaklar, Mevlânâ’nın babası ile birlikte Erzincan’dan Suşehri’ne geldiklerini, Erzincan Emiri Fahrettin Behramşah tarafından

kendilerine Suşehri - Akşar köyünde bir medrese yaptırıldığı, bazı

kaynaklara göre Mevlânâ’nın bu

medresede 2 ya da 4 yıl kalıp, orada

ders verdiği rivayet edilmektedir.

Osmanlılar

Dönemindeki Tarihî

Olaylar

Suşehri’nin kurulduğu Kelkit Vadisi, Anadolu’nun doğuya açılan kapılarından biridir. Bu tarihî yolun

Osmanlı padişahları tarafından

doğu seferlerine çıkışlarında kullanıldığı bilinmektedir. Fatih Sultan

Mehmet’in Otlukbeli, Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran, lV. Murat’ın

Bağdat Seferi sırasında Suşehri’nden geçtikleri tarihleriyle sabittir.

Osmanlı - Rus harbinde ordumuzun doğuda yenilgiye uğraması,

doğu illerimizin düşman işgaline

uğraması üzerine, Suşehri ve çevresi adeta göç yolu haline gelmiş,

bu yolu izleyen binlerce insan Anadolu içlerine göç etmiştir. Bu yıllarda 3. Ordu Karargahı Suşehri’ne

taşınmıştır.

Mevlânâ

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 154 155 ›

P:158

Coğrafya

Türkiye Asya ve Avrupa Kıtası’nın

kesiştiği bir bölgede Dünya tarihi

boyunca çok büyük imparatorluklara ve medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Coğrafî konum itibari ile de dört mevsim yaşanan bir

ülkedir.

Suşehri, ülkemiz batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine, sahip

olduğu doğal güzelliklerin bulunduğu, ovası, yaylaları, ormanları

ile tarihî ve arkeolojik kalıntıları

ile Anadolu’nun turizm destinasyonlarından biri haline gelmiştir.

Suşehri’nde değişik iklimsel koşulları içinde, dört mevsimin yaşanabildiği bir coğrafyaya sahip olması

da ilçe turizmi açısından büyük bir

avantaj oluşturmaktadır.

Suşehri, ülkemiz

batısından doğusuna,

kuzeyinden güneyine,

sahip olduğu doğal

güzelliklerin bulunduğu,

ovası, yaylaları,

ormanları ile tarihî ve

arkeolojik kalıntıları ile

Anadolu’nun turizm

destinasyonlarından

biri haline gelmiştir.

Karadeniz dağları, ilçenin deniz etkilerinden yararlanmasını engellemektedir. İlçe 950 metrelik rakımı

ile Türkiye ortalama yüksekliği seviyesindedir. Coğrafî konumu bakımından Karadeniz ve İç Anadolu Bölgesi’nin pek çok özelliklerini

yansıtır. Kısaca, bu iki bölgenin

farklı özelliklerini birleştiren bir

ara kesit gibidir. İlçenin etrafı Kızıldağ, Kösedağ ve Karadeniz dağlarıyla çevrilidir.

İlçe merkezinin bulunduğu noktadan doğuya doğru uzanan Suşehri Ovası, yükseklerden taşınan

alüvyonlarla kaplıdır. Bu nedenle ova, tarıma oldukça elverişlidir. İlçe sınırları içerisinden geçen

Kelkit Çayı üzerine inşa edilen Kılıçkaya ve Çamlıgöze baraj gölleri

oluşmuştur.

Suşehri, Gemin ve Polat derelerinin sularıyla beslenen Kelkit Çayı

vadinin en önemli akarsuyudur. İlçenin iklimi Karadeniz Bölgesi’nin

ılıman, İç Anadolu Bölgesi’nin karasal iklimi arasında geçiş çizgisindedir. Bu nedenle yazları kurak, kışları İç Anadolu’ya göre ılık

geçmektedir.

Kışın yağışlar genellikle kar şeklindedir. En bol yağmur ilkbaharda

yağmakta, sonbahar ise kısa geçmektedir. İlçeyi etkileyen iklimin

çok değişik etkenlere açık oluşu

bitki örtüsünü de oldukça çeşitlendirmiştir. İlçenin Karadeniz’e doğru sokulan kuzey bölümünde yer

alan Tatar ve güneyinde bulunan

Karacaören bölgeleri ormanlarla

kaplıdır. Ormanlık sahaların dışındaki bölgeler, kısmen çalılık ve fundalık, kısmen de çayır ve meralarla

kaplıdır.

Kültür

Kültür, bizi saran, insanlardan öğrendiğimiz toplumsal mirastır. Ülkemizin kültürel yapısı dünyadaki

diğer ülkelerden farklıdır. Bunun

başlıca sebepleri: İklim şartları, gelenek ve görenekler, dinî inanış, geçim tarzları, doğal ortam özellikleri

olarak ifade edilebilir. Bilhassa kültürün manevî unsurları olan dil,

Akçagıl

Köprüsü

P:159

dinî inancımız, ahlâk kuralları, örf

ve adetler, komşu kültürler, dünya

görüşü, yasalar ve hukuk kuralları

bize has dünyanın bekli de en üst

bir medeniyeti oluşturan kültürümüzü farklı kılmıştır. Kültür ocağı olarak, kültürümüzün doğduğu

yer olan Anadolu, kültürü oluşturan unsurları ile bu ocaktan çıkmış

ve üç kıtaya yayılmıştır.

Kent, sadece

yapılardan da ibaret

değildir. Kentlere

kimlik kazandıran

yegâne unsur mimarî

değildir. Meydanlar,

doğal varlıklar,

parklar, bahçeler,

insanî hareketlilik,

coğrafî koşullar vb.

öğeler de kentsel

kimliğin oluşumunda

önemli etkenlerdir.

Kentlere kimlik ve ruh kazandıran

ayırt edici unsurların başında kenti hatırlatan imgeler ve öğeler gelir. Ancak kent, sadece yapılardan

da ibaret değildir. Kentlere kimlik

kazandıran yegâne unsur mimarî

değildir. Meydanlar, doğal varlıklar, parklar, bahçeler, insanî hareketlilik, coğrafî koşullar vb. öğeler

de kentsel kimliğin oluşumunda

önemli etkenlerdir. Tarihin ve coğrafyanın yanında şehrin kültürel

ve sosyal aktiviteler bakımından

ne noktada olduğu kent kimliğini

belirleyen önemli bir faktör olarak

karşımıza çıkar.

Suşehri’nde kültürel yapıyı etkileyen en önemli faktörlerden biri

coğrafî konumdur. İlçenin İç Anadolu ile Karadeniz bölgelerinin geçiş çizgisinde yer alması, iklim ve

bitki örtüsünde olduğu gibi kültür

ve folklarda da geçiş özelliklerini

ön plana çıkarır. Yörede İç Anadolu

ve Karadeniz kültürü bir arada görülür. Bunun en çarpıcı örneği, İç

Anadolu Bölgesi’ne has davul zurna ile Karadeniz Bölgesi’nin karakteristik enstrümanı kemençenin

yan yana görülmesidir. Halk oyunlarında da geçiş özelliklerini görmek mümkündür. Suşehri’nde Karadeniz Bölgesi’nin “Horon” u ile İç

Anadolu Bölgesi’nin “Halay”ı adeta

iç içe girmiş gibidir. İlçenin tarihindeki olaylar, temel geçim kaynağı

olan tarım ve hayvancılıkla ilgili faaliyetler, Suşehri kültüründe etkin

olan diğer faktörlerdir.

Suşehri, büyük medeniyetlerin

merkezi Anadolu’da, asırlardır sevgi ve kardeşlik kültürünün yoğurduğu, milli ve manevî değerlerimizi bugün de yaşatmaya devam

ediyor. Doğal güzellikleriyle önemli bir yere sahip Suşehri’nde, tarih

de muhakkak ki çok önemli bir yer

tutuyor. Yıllardır aynı sokaklarda, farklı evlerde barış ve kardeşlik

içinde yaşanılan şirin ve güzel bir

şehir. Suşehri, topraklarında yaşayana da ziyaretçilerine de bunu vaat ediyor.

Kılıçkaya

Barajı

Köse Süleyman

Türbesi

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 156 157 ›

P:160

Afrika’ya Hayat Veren

Su Kuyuları

Erhan AKCAN

Esenler Belediyesi Kültür İşleri Müdürlüğü Koordinatörü - İHH Gönüllüsü

MAKALE

P:161

ünyanın en kurak

ve yoksul kıtası Afrika, sömürge dönemi sonrasında

kendi kaynakları

üzerinde egemenlik

kuramamış ve sıklıkla iç çatışmaların yaşandığı bir bölge haline gelmiştir. İklim koşulları ve jeopolitik

özellikleri nedeniyle zor şartların

hakim olduğu Afrika’nın Sahra Altı bölgesinde yer alan ülkelerde, insanlar hayatta kalabilmek için her

alanda mücadele etmişlerdir. Bölgede yaşanan sorunların en önemlisi ise “Susuzluk” olmuştur.

Su nitekim herkes için önemlidir,

her ülke su kaynaklarına yakın olmak suya sahip olmak ister. Suyun

imkânlarından yararlanmak ister.

Bunlar olmadığında da alternatif çözümler üretmek zorunda kalır. Fakat Afrika için bunlar söz konusu değildir. Su Afrika’da her şey

demektir. Yaşamak, yaşatmak, gelişmek, ilerlemek... Her şeyin başı

sudan geçer.

Afrika Kıtası’na geçmiş tarihlerden itibaren yardım eden Türkiye,

2011 Somali krizi ile yardımlarını

daha da arttırmıştır. Halkımız Afrika’nın sessiz çığlıklarına sürekli duyarlılık göstererek, yardımlarını çeşitli kurum ve Sivil Toplum

Kuruluşları aracılığı ile devam ettirmektedir. Günümüzde Afrika

Kıtası’na binlerce su kuyusu açan

ülkemiz kuruluşları, bu çalışmalarına hiçbir karşılık beklemeden devam etmektedirler. Yıllarca

sömürülen ve karşılıksız hizmete

alışık olmayan Afrikalılar ilk başta bu duruma şaşırsalar da, onların gözünde beyaz adam olarak

görülsek de, daha sonradan bizleri tanıdıkça ve insanımızın yardımlarına şahit oldukça, bizlerin

Afrikalılar tarafından bilinen o beyaz adam olmadığımızı anlamaları

uzun sürmedi. Afrika halkının, ülkemiz insanının yardımlarını; dil,

din, ırk farklılığı gözetmeksizin

yapması Afrika Kıtası’nda ülkemiz

D

Su Afrika’da her şey demektir. Yaşamak, yaşatmak, gelişmek,

ilerlemek...

Giriş

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 158 159 ›

P:162

insanlarının sevilmesini ve hoşgörüyle karşılanmasını sağlamıştır.

Halkın direncini iyiden iyiye azaltan susuzluk, Afrika’nın çölleşmesinde ve kuraklığın daha çetin olarak hissedilmesine neden

olmaktadır. Temel yaşam ihtiyacı olan su, temin edilemediğinde

birçok insan hayatını kaybetmekte ve yüz binlerce hayvan telef olmaktadır. Su kaynaklarının yetersiz olduğu yerlerde insanlar

ellerinde bidonlarla kilometrelerce yol yürüyerek evlerine su getirmeye çalışmaktadır. Bu da insanların karşılaştığı zorluklardan

biridir. Susuzluk dışında yaşanan ölümlerden daha acı olanı da

su kaynaklarını elde etmek amaçlı baş gösteren kabile savaşlarıdır.

Az bulunan bir kaynağı elde etmek

için kabileler arasında çıkan savaşlar susuzluktan bitap düşmüş halkın hayatını her geçen gün daha

da zorlaştırmaktadır. Her yıl yaşanan bu çatışmalarda yüzlerce insan

ölmektedir.1

Su ve Kalkınma

Su, sürdürülebilir kalkınmanın

merkezinde yer alır. Su kaynakları ve sağladıkları çeşitli hizmetler,

yoksulluğun azaltılması, ekonomik büyüme ve çevresel sürdürülebilirlik için dayanak oluşturmaktadır. Gıda ve enerji güvenliğinden

insan ve çevre sağlığına; su, sosyal refah ve kapsayıcı büyüme

alanlarındaki gelişmelere katkıda

bulunarak milyarlarca insanın geçimini etkilemektedir.

Su ve sürdürülebilir kalkınma arasındaki bağlantılar sosyal, ekonomik ve çevresel boyutların çok

ötesine ulaşır. İklim değişikliğinin yanı sıra insan sağlığı, gıda ve

enerji güvenliği, kentleşme ve endüstriyel büyüme alanlarında sürdürülebilir kalkınmanın merkezindeki politikalar ve eylemler su

yardımıyla desteklenebilir.2

Susuzluktan kaynaklı olarak insanlar yaşadıkları köyleri terk etmekte

ve topraklarını kullanamamaktadırlar. Bu durum insanları hayattan uzaklaştırmaktadır. Susuzluk

kadar önemli bir diğer faktör de

ulaşılan sağlıksız suların kullanılmasıdır. Halk susuzluktan dolayı

bulduğu tüm su kaynaklarını kirli,

sağlıksız demeden tüketmektedir.

Bunun etkilerini şöyle sıralayabiliriz: Toplumda bulaşıcı hastalıkların

çoğalması ve buna bağlı ölümler,

Afrika da sağlıksız sudan kaynaklı

çok görülen ölümcül ishal hastalığının çoğalması, hastalıklar nedeni

ile toplumsal ve iktisadî kalkınmanın her geçen gün gerilemesi, insan gücü ve insan enerji kaybının

artması, hayvan ölümlerinin çoğalması, kuraklık ve susuzluktan dolayı ziraatın gerilemesi gibi…

Su, sürdürülebilir

kalkınmanın

merkezinde yer alır.

Su kaynakları ve

sağladıkları çeşitli

hizmetler, yoksulluğun

azaltılması, ekonomik

büyüme ve çevresel

sürdürülebilirlik

için dayanak

oluşturmaktadır.

Öte yandan; su kaynaklarına ulaşılabilen bölgelerde ise adeta hayat vardır. Suyun olduğu yerlerde insanlar hayatlarını idame

ettirebilmekte, topraklarını kullanabilmekte, hayvanlarını besleyebilmektedirler. Suyun sonradan ulaştırıldığı yerlerde, göç eden

P:163

halkın geri geldiği ve böylelikle orada yaşamsal faaliyetlerin başladığı,

tarım ve hayvancılığın dolaylı olarak ticaretle süslendiği görülmüştür. Bu da Afrika insanını geliştirmekte ve gelişmelere açık hale

getirmektedir.

Bölgelerde su kuyusu açılma süreci; genellikle Sivil Toplum Kuruluşları’nın bölgedeki partner

kuruluşları aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bölgedeki yerel partner kuruluşlar ihtiyaç olan yerleri

ve sebeplerini belirler, su kuyusu

açan ülkemiz Sivil Toplum Kuruluşları bölgede incelemelerde bulunur ve açılacak su kuyusunun

bölgeye katkılarını belirleyerek su

kuyusu açarlar. Burada asıl amaç

açılan kuyudan ne kadar çok kişinin yararlanabileceğidir. Kuyular herkesin rahatça ulaşabileceği

bölgelere açılarak, hem köyler arasında bir dayanışma ve etkileşim

sağlanır hem de daha fazla insana

ulaşılabilir.

Afrika’da Suyun

Şehirleşme

Sürecindeki Rolü

Afrika’nın her bölgesinde görülmese de toprak özelliği olarak uygun zeminlerin olduğu bölgelerde,

suyun şehirleşme ve medeniyete geçişte rolünün büyük olduğu

söylenebilir. Örneğin Çad’ da su

kaynaklarının yeterli olduğu bir

bölgede halk, kabile hayatında ve

kırsalda kullanılan ağaç ve bambu

evlerden, toprak ve suyu kullanarak kerpiç evlere geçiş yapmıştır.

Bu da suyun medeniyete geçişteki

önemini gözler önüne sermektedir.

Afrika’da su kuyusu açan İHH İnsani Yardım Vakfı’ndan su kuyusu

sorumlusu arkadaşlarla yaptığımız

söyleşide suyun Afrika için bir kutsiyet arz ettiğinden bahsettiler.

Çünkü Afrika da su, sadece içmek

ya da tarımda kullanmak için değil,

hayatın devamı ve gelişmesi için

gerekli en temel varlıktı. Su kutsaldı, su enderdi, su devamlılıktı ,

gelişimdi su ama her şeyden öte su

yaşamdı onlar için.

Afrika’nın her

bölgesinde görülmese

de toprak özelliği olarak

uygun zeminlerin

olduğu bölgelerde,

suyun şehirleşme ve

medeniyete geçişte

rolünün büyük

olduğu söylenebilir.

Sonuç

Dünyadaki yaklaşık 1 milyar insan temiz suya, sağlıklı suya erişemiyor. Özellikle Afrika ve Güney Asya’nın bazı bölgelerinde

her yıl yaklaşık 3,5 milyon kişi su

kaynaklı sağlık problemleri nedeni ile hayatını kaybediyor. Bu sayının yarısını çocuklar oluşturuyor,

ve susuzluktan dolayı, bulunan her

kaynak kullanılıyor. Bu durum birçok hastalığı beraberinde getiriyor. Buna bağlı olarak su olmadığı

için toprağını kullanamıyor, işi varsa işine gidemiyor. Bütün günü su

getirmek için yürümekle geçirdiklerinden bir ticaret de söz konusu

olmuyor. Medeniyetten uzaklaşıyor. Öngörülen, maalesef, 2025 yılında su ile ilgili olarak gerçekleşen

ölümlerin 3 katına çıkması. Su kuyuları ile ilgili sohbetimizde İHH

İnsani Yardım Vakfı Su Kuyusu sorumlusu arkadaşlarımız; bu durumun yalnızca TİKA, Kızılay, Diyanet İşleri, İHH ya da diğer Sivil

Toplum Kuruluşları’nın çalışmaları

ile yeterli olmayacağını belirterek

biz onların yaralarına ancak pansuman olabiliyoruz. Ülke olarak

sadece Afrika’da değil birçok yerde

yardımlar yürütüyoruz. Bu sadece

Türkiye’ nin değil tüm dünya ülkelerinin devlet politikası olması gerektiğini vurguluyorlar.

Kaynakça

1. İHH İnsani Yardım Vakfı Su Kuyuları Projesi- www.ihh.org.tr

2. Kritik Kalkınma Sorunlarının Çözümünde Suyun Rolü (http://www.suhakki.org/2015/08/birlesmis-milletler-dunya-sugelisim-raporu-2015-surdurulebilir-bir-dunya-icin-su-yonetici-ozeti/#.VymbuYSLTGI)

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 160 161 ›

P:164

Yrd. Doç. Dr. Taner KILIÇ

Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü

MAKALE

DİCLE NEHRİ VE

DİYARBAKIR

P:165

lk şehirlerin ortaya çıkışında ve gelişmesinde ticarî,

güvenlik ve dinî

faktörlerin yanı sıra nehir vadileri

önemli bir etken olmuştur. Nehir

vadileri sulamalı tarımın gelişmesine, tarımda artı ürün elde edilmesine (Uğur ve Aliağaoğlu, 2015:

11) ve nüfusun nehirlerin etrafında toplanmasına imkân sağlamıştır. Artı ürün, kentleşmeyi harekete geçiren ivmeyi sağlaması

bakımından önemlidir (Aslanoğlu, 2000: 18). Bundan dolayı nehirler ilk şehirlerin ortaya çıkışında

büyük önem taşımakta ve genellikle şehir ile nehir birlikte anılmaktadır. Dünya’da, Londra-Thames Nehri, Paris-Seine Nehri,

Roma-Tevere Nehri, Viyana-Tuna

Nehri, Kahire-Nil Nehri bunların

en belli başlı olanlarıdır. Türkiye’de

ise Amasya-Yeşilırmak Nehri, Adana-Seyhan Nehri, Edirne-Meriç ve

Diyarbakır-Dicle Nehri ilk akla gelenlerdir (Fotoğraf 1).

Su kaynakları, günümüzde de

yerleşim merkezlerinin sosyo-ekonomik gelişiminde önemini

korumaktadır. Günümüzde su kaynakları; temel ihtiyaçları karşılamada, enerji üretiminde, sanayide,

madencilikte, tarımsal sulamada,

ulusal güvenlikte, turizmde, ulaşımda ve balıkçılıkta kullanılmaktadır (Pektezel, 2015: 107). Bu çalışmada ise Dicle Nehri gibi önemli

bir su kaynağının, Diyarbakır şehrinin kuruluş yeri üzerindeki önemi ele alınmıştır.

Şehirlerin Ortaya

Çıkışı

İlk şehirsel yerleşmeler Mezopotamya ve Mısır’da MÖ 3500, Hindistan’da MÖ 2500, Çin’de MÖ

1800, Orta Amerika’da ise MÖ 200

İ

Nehirler ilk şehirlerin ortaya çıkışında büyük önem taşımakta

ve genellikle şehir ile nehir birlikte anılmaktadır.

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 162 163 ›

Fotoğraf 1.

Diyarbakır

Surları, Tarihî

Suriçi Yerleşmesi

ve Dicle Nehri

(Bu fotoğraf

Diyarbakır

Müzesi’nin giriş

kısmında yer

almaktadır)

P:166

yıllarında ortaya çıkmıştır (Knox &

Marston, 2001: 404 ve Pacione,

2009: 40-42). Bilinen en eski şehirlerin Mezopotamya ve Mısır’da ortaya çıkışında; kurak ve yarı kurak

sahalardan geçen Fırat, Dicle ve Nil

nehirlerinin çevrelerindeki tarımsal alanlara can vermiş olmaları ve

bu durumun sonucunda, nüfusun

bu nehirler etrafında toplanması

etkili olmuştur. Bu bölgelerde yapılan yoğun tarımsal faaliyetlerden

dolayı bu bölge Verimli Hilal olarak

adlandırılmıştır (Harita 1).

Aşağı Mezopotamya’da, bu kurak

ülkeyi ekime elverişli duruma getirmek için gerekli sulama tekniklerini bilen tarım toplumları, öncüllerininkinden daha karmaşık ve

hiyerarşik nitelikte toplumsal örgütlenme biçimlerine doğru hızla

ilerlediler. MÖ 3300-3000 yıllarına gelindiğinde ise bir yazı sistemini geliştirmeye başladılar. Bu sırada ortaya çıkan seçkinler sınıfı,

gücü ve yetkileri elinde toplamaya

başladı; askerî ve dinî iktidar aracılığıyla da giderek ön plana çıkar oldu. Aşağı Mezopotamya’da kent olgusu, işte bu çerçevede ortaya çıktı

(Huot ve diğ., 2000: 37).

Bilinen en eski

şehirlerin Mezopotamya

ve Mısır’da ortaya

çıkışında; kurak ve

yarı kurak sahalardan

geçen Fırat, Dicle

ve Nil nehirlerinin

çevrelerindeki

tarımsal alanlara can

vermiş olmaları ve bu

durumun sonucunda,

nüfusun bu nehirler

etrafında toplanması

etkili olmuştur.

Dicle Nehri ve

Diyarbakır

Diyarbakır’ın en eski yerleşim yeri olan İçkale, Dicle Nehri’nin dirsek yaptığı bir yerde bazalt akıntılarının üzerinde Dicle Nehri

tarafından gelen saldırılara karşı korumalı bir alanda kurulmuştur. Kentin bilinen yerleşme tarihi

MÖ 3000 yılına kadar inmektedir.

Hurri, Mitanni, Asur, Med, Pers,

Roma, Sasani, Bizans, Emevi, Abbasi, Mervani, Selçuklu, Artuklu,

Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlılar

gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yapan Diyarbakır, farklı kültürlerin bir arada eridiği bir pota

gibidir. Diyarbakır denilince akla

gelen ilk şeyler, Diyarbakır surları

ve Dicle Nehri’dir. Bunun yanı sıra; On Gözlü Köprü, Hz. Süleyman

Cami, Ulu Cami, Melik Ahmet Cami, Dört Ayaklı Minare, Kervansaray ve Suriçi’ndeki diğer tarihî

mekânlardır.

Diyarbakır Havzası, kuzeyde Güneydoğu Toroslar, güneyde Mardin-Midyat Eşiği ve batıda Karacadağ volkan konisi ile çevrilidir.

Diyarbakır’ın bulunduğu yerde kurulmasına Dicle Nehri sebep olmuştur. Diyarbakır surları, Dicle

Nehri’nin sekileri üzerindeki genç

bazalt akıntıları üzerinde yükselmiştir. Karacadağ volkan konisinden kaynaklanan bazalt, volkanik,

akıcı ve koyu renkli bir kayaçtır.

Bazaltın bu özelliği, Diyarbakır

surlarına ve sur içindeki konutlara

kendine özgü bir karakter kazandırmıştır. Sur içindeki mekân darlığı ve yazın, sıcaklığın çok yüksek

Harita 1.

İlk Şehirsel

Yerleşmelerin

Ortaya Çıktığı

Alanlar

(Pacione,

2009: 40)

P:167

olması daracık, kuçe adı verilen sokakların ortaya çıkmasına sebep

olmuştur. Her gelen uygarlık surları onarmış, genişletmiş, yenilemiş

ve yükseltmiştir. Diyarbakır Kalesi,

Dicle Vadisi’nden yaklaşık 100 m.

yükseklikteki plato yüzeyinde inşa edilmiştir. Bu sayede Dicle Nehri tarafından (doğu ve güney) gelebilecek tehlikelere karşı önemli bir

set vazifesi görmüştür.

Diyarbakır surlarının dört yönden

dört ana girişi bulunmaktadır: Kuzeyde Harput Kapı ya da diğer ismiyle Dağ Kapı, güneyde Mardin

Kapı, batıda Urfa Kapı ya da Rum

Kapısı ve doğuda Dicle Nehri tarafına bakan Yeni Kapı ya da Dicle

Kapı. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde gizli bir kapının da paşanın bulunduğu İçkale Sarayı’nda ve

doğu yönünde Şat Nehri’ne (Dicle)

doğru açıldığını yazmaktadır (Bruinessen ve Boeschoten, 2015: 254).

Diyarbakır’ın simgesi haline gelen

surlar, üzerindeki yazıtlar, kitabeler ve kabartmalarla önemli bilgiler

veren bir kültür hazinesidir. Diyarbakır surlarının uzunluğu yaklaşık

olarak 5700 m, kalınlığı 3-5 m ve

yüksekliği ise 8-12 m’dir.

Diyarbakır’ın asıl önemi, kuzeydeki dağlık alanlar ile güneydeki çöl

manzaralı ovalar arasında yerleşmeye elverişli olan bir geçiş alanı

üzerinde; Anadolu’yu Suriye üzerinden Irak’a, Mezopotamya’yı Karadeniz’e ve İran’ı, Mezopotamya’ya bağlayan ana yollar üzerinde

kurulmuş olmasından ileri gelmektedir (Darkot, 1988: 601).

Dicle Nehri, Hazar Gölü’nün güneyinde yer alan Hazarbaba dağlarının güney eteklerinden ilk kaynaklarını alır. Hazar Gölü’nün fazla

sularını da içine alarak, Maden ilçesine ulaşır. Bu kısımda Maden

Çayı olarak bilinen Dicle, Ergani

yakınlarından geçerek, Eğil tarafından gelen Zülkarneyn suyu ile

beslenir. Artık bu kısımdan sonra

Dicle Nehri adı ile anılmaya başlanır. Diyarbakır’ı geçtikten sonra

Bismil tarafından Ambar, Pamuk,

Salat çayları ve tarihî Malabadi

Köprüsü’nün altından akan Batman Çayı ile beslenir. Garzan, Botan ve Habur Dicle’ye katılan onlarca koldan en büyük olanlardır.

Botan Çayı’nın debisi yüksek olduğundan bu kısımdan sonra Dicle

Nehri de kuvvetli akar (Saraçoğlu,

1962: 223-224).

Fırat ve Dicle nehirleri

üzerinde antik çağlardan

beri taşımacılık

yapılmaktadır. Önemli

bir ticaret merkezi olan

Diyarbakır’dan ticarî

mallar, Dicle Nehri

vasıtasıyla Bağdat’a

kadar götürülebiliyordu.

Toplam uzunluğu 1900 km olan

Dicle Nehri’nin 523 km’si Türkiye sınırları içerisindedir. Batılıların

Tigris olarak tanıdıkları Dicle, Mezopotamya uygarlıklarını kurmuş

topluluklarca değişik sözcüklerle adlandırılmıştır. Tig-gal Sümerce’de, Ulu Irmak demektir. Süryanilerin Diglath dedikleri bu ırmağın,

hızlı akışından dolayı “ok” anlamına gelen tijle şeklinde söylendiği de

sanılmaktadır (Güney, 1990: 323).

Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde

antik çağlardan beri taşımacılık

yapılmaktadır. Önemli bir ticaret

merkezi olan Diyarbakır’dan ticarî mallar, Dicle Nehri vasıtasıyla Bağdat’a kadar götürülebiliyordu. Dicle Nehri’nde suyun fazla

derin olmaması, Fırat Nehri’ne göre kelek adı verilen taşıtların daha

çok kullanılmasına sebep olmuştur

(Orhonlu, 1984: 124) Dicle Nehri Diyarbakır Havzası’ndan sonra

eğimin az olduğu alanlardan aktığından geçmiş dönemlerde ulaşımda kullanılmıştır. Kuzeyde Hani civarından kesilen ağaçlar, keleklerle

Diyarbakır’a ve daha aşağılara kadar taşınmaktaydı. Bu taşımacılık

Asur dönemlerine kadar inmektedir (Saraçoğlu, 1962: 228). Asur

ticaret kolonisi Kaneş’ten doğuya

doğru mal getiren tüccarlar, Dicle

kıyılarına eriştikleri zaman, artık

yüklerini, yaptırdıkları keleklerle

taşıttırıyorlardı. Kelek, hayvan derilerinden elde edilmiş tulumların,

ağaç iskeletle birbirine bağlanmasıyla elde ediliyordu (Güney, 1990:

324-325). Günümüzde çok az kalan kelekler traktör ve kamyonların iç lâstiklerinden yapılmaktadır.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde

On Gözlü Köprü’yü, Kelek Köprüsü olarak adlandırmıştır: Şat

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 164 165 ›

P:168

(Dicle) üzerinden Hasankeyf›e, Cezire, Musul ve Bağdat›a giden tulumdan kelek gemiler, bu köprü

dibinde yapılır. Üzerleri tahta döşeli tulumdan gemilerdir. İnsanlar,

bu kelek gemilere atlarla, koşumlarla ve binlerce kantar ağırlıklarla

binip dört tarafındaki korkuluklarına dayanıp tavla ve satranç oynayarak, sağı solu seyreder. İnsanlar bazı bayındır kentlere yanaşan ve

mutfağında yemek pişen, bir acayip

yapılmış tulum gemilerle, ta Bağdat’a

ve Basra’ya kadar eğlenerek selametle

giderler. Bu gemilerin özel usta kelekçi gemicileri vardır (Bruinessen ve

Boeschoten, 2015: 289). İngilizler

XIX. Yüzyılda, Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinde taşıma yapacak bir

ticaret filosu kurulması için çalışmalar yapmış ve çeşitli raporlar hazırlamışlardır (Keskin, 2012: 26).

Sur içinde kalan eski Diyarbakır’ın

sebze ihtiyacı Hevsel (Esfel) Bahçeleri’nden karşılanırdı. Hevsel

Bahçeleri Dicle Nehri’nin büyük

bir dirsek çizdiği alan ile Diyarbakır surları arasındaki bölgeye verilen isimdir (Şekil 1). Günümüzde

hâlâ önemli bir sebze üretim alanıdır. Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri, 4 Temmuz 2015’te

UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine alınmıştır. Hevsel Bahçeleri’nden topladıkları maydanoz, marul

vs. gibi yeşillikleri sur içinde satan

kadınlara aşefçiler adı verilirdi. Daha sonra bunlar Aşefçiler Sokağı’nda (günümüzde Ocak Sokak) toplanıp, yeşilliklerini burada satmaya

başladılar. Günümüzde ise bu mesleği yapan neredeyse kalmamıştır. Hevsel Bahçeleri’nde eskiden

güvercin gübresi kullanılarak ünlü Diyarbakır karpuzları ile sulu ve

lezzetli kavunlar da yetiştirilirdi.

Eskiden kent halkı Hevsel Bahçeleri’ndeki çalı çırpıdan yapılan hüllelerde serinlerdi.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde

Dicle Nehri ve Hevsel Bahçeleri ile

ilgili şunları yazmaktadır: Diyarbakır’ın Şattu’l Arap kıyısında olan

Reyhan bağının ve düzenli bostanının Anadolu’da, Arap ve Acem diyarlarında benzeri yoktur. İlkbahar mevsiminde Şattu’l Arap’ın taşması geçip

tatlı suyu durularak akmaya başladığında, Diyarbekir halkının zengin ve

fakiri çoluk çocuğuyla birlikte Şat kıyısına göçer.

Sur içinde kalan

eski Diyarbakır’ın

sebze ihtiyacı Hevsel

(Esfel) Bahçeleri’nden

karşılanırdı. Hevsel

Bahçeleri Dicle

Nehri’nin büyük bir

dirsek çizdiği alan

ile Diyarbakır surları

arasındaki bölgeye

verilen isimdir.

Günümüzde hâlâ

önemli bir sebze

üretim alanıdır.

Nehir kıyısında atalardan ve babalardan verasetle intikal etmiş sınırlar içinde çadır kurup bostanlarına

kavun, karpuz, çeşit çeşit sebzeler ve

çiçekler ekip çalışırlar. Tam yedi ay

boyunca Şat kıyısında, herkes, dost,

arkadaş ve ahbaplarıyla gece gündüz bir hay huy, saz, sözle yiyip içerek

Dicle Köprüsü

(On Gözlü Köprü)

Şekil 1.

Hevsel

Bahçeleri,

Tarihî Suriçi

Yerleşmesi

ve Günümüz

Diyarbakır

Şehri

P:169

Hüseyin Baykara (Timur Sultanı,

D.1438-Ö.1506) sarayına mahsus

zevkleri yaşardı (Bruinessen ve Boeschoten, 2015: 279).

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde,

Diyarbakır’ın Hamravat, Ali Pınar, Balıklı, İçkale Kaynağı, Erbaataş, Şakku’l Acuz gibi içme suyu

kaynakları bakımından zengin olduğunu yazmaktadır. İçkale kaynak sularının, kale içindeki on adet

un değirmenini döndürdüğünden

bahsetmektedir. Bu sular değirmenleri döndürdükten sonra Fıs

Kayası’ndan aşağıya akıp, Dicle

Nehri’ne karışmaktadır.

Diyarbakır Surları

ve Hevsel Bahçeleri,

4 Temmuz 2015’te

UNESCO’nun

Dünya Mirası

Listesine alınmıştır.

Diyarbakır’da su sıkıntısı olmadığını belirten Evliya Çelebi, bazı dönemlerde at sakalarıyla Dicle Nehri’nden su taşındığını ve

bazı evlerde az sayıda su kuyusu

olduğundan da bahsetmektedir

(Bruinessen ve Boeschoten, 2015:

262-265).

Dicle Vadisi’nde yer alan Gazi Köşkü (Seman Köşkü) ve etrafındaki

diğer alanlar günümüzde de Diyarbakırlılar için önemli bir rekreasyon alanıdır. Tarih boyunca Diyarbakır için büyük önem taşıyan

Dicle Nehri ile ilgili olarak, Çevre

ve Şehircilik Bakanlığının, “Dicle

Vadisi Rekreasyon Alanı” adında

bir de projesi bulunmaktadır. Evliya Çelebi

Kaynakça

1. Aslanoğlu, 2000, Kent, Kimlik ve Küreselleşme (2. Baskı), Ezgi Kitabevi, Bursa.

2. Bruinessen, M.V., 2015, Evliya Çelebi Diyarbekir’de (3. Baskı), İletişim Yayınları, İstanbul.

3. Darkot, B., 1988, İslam Ansiklopedisi, Diyarbakır Maddesi, Cilt: 3, Sayfa:601-626, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.

4. Güney, E., 1990, “Dicle Irmağında Kelek Taşımacılığı”, Coğrafya Araştırmaları, Cilt:1, Sayı:2, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih

Yüksek Kurumu Coğrafya Bilim ve Uygulama Kolu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.

5. Huot, J.L., Thalmann J.P., Valbelle D., 2000, Kentlerin Doğuşu (Çev: Ali Bektaş Girgin), İmge Kitabevi, Ankara.

6. Keskin, T., 2012, Dicle ve Fırat Nehirleri Üzerinde Yapılan Ticaret (1838-1914), Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, İktisat Anabilim Dalı, İktisat Tarihi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi (Danışman: Doç. Dr. Rahmi Deniz Özbay).

7. Knox, P.L., ve Marston, S.A., 2001, Places and Regions in Global Context: Human Geography (Second Edition), New Jersey,

USA.

8. Orhonlu, C., 1984, Osmanlı İmparatorluğu’nda Şehircilik ve Ulaşım Üzerine Araştırmalar (Derleyen: Salih Özbaran), Ege

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 31, İzmir.

9. Pacione, M., 2009, Urban Geography -A Global Perspective- (Third Edition), New York, USA.

10. Pektezel, H., 2015, “Kent ve Su Kaynakları”, Kent Çalışmaları II (Editörler: Mehmet Karakuyu, Arif Keçeli, Şaban Çalikoğlu),

Pegem Akademi Yayınları, s. 107-132, Ankara.

11. Saraçoğlu, H., 1962, Türkiye Coğrafyası Üzerine Etüdler, Mevki, Sınırlar, Yüzey Şekilleri, Denizler, İklim, Bitki Örtüsü

Akarsular ve Göller, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.

12. Uğur, A., Aliağaoğlu, A., 2015, Şehir Coğrafyası (4. Basım), Nobel Yayınları, Ankara.

Diyarbakır

Surları

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 166 167 ›

P:170

SUYUN BİR ŞEHRE TANIKLIĞI:

DRİNA KÖPRÜSÜ

Sevilay ACAR

Marmara Üniversitesi SBE, Mahalli İdareler ve Yerel Yönetim Yüksek Lisans Öğrencisi

P:171

u hayattır, medeniyettir, temizliktir, şiirdir, mûsikidir ve

aşktır. Su berekettir. Bazen de su ayrılıktır, özlemdir veya

hasrettir. Canlı hayatının başlangıcı ve devamlılığı için olmazsa olmaz bir unsurdur. İnsanlık tarımda, sanatta, teknolojide, edebiyatta

ve mimarîde suyu kullanarak ilerleme sağlamaktadır. İlk yerleşik

hayata geçişin, tarımda sulama

tekniklerinin keşfi ile başladığı ve

sulu tarımda yaşanan gelişmeler

ile tarihte ilk şehirlerin de kurulduğu bilinmektedir.

Geçmişten bu yana insanlığın gelişiminde belirleyici olan su, zaman

zaman çeşitli taşkınlarla, afetlerle büyük zararlara da yol açmaktadır. İnsanoğlu suyun afetlerinden korunma ve günlük hayatta

suyu daha etkili bir biçimde kullanma yöntemlerini de geliştirerek, su bentleri, kemerler, barajlar ve köprüler inşa etmeye devam

etmektedir. Köprüler, su üzerindeki ulaşımı kolaylaştırma özelliğinin yanında farklı birçok önemli

rolü de üstlenmektedir. Kurulduğu

yerde, yeni şehirler oluşmasını ve

gelişmesini sağlaması, ticareti geliştirmesi ve en önemlisi medeniyetleri birleştirerek insanlığın ilerlemesine hizmet etmesi bunlardan

bazılarıdır.

Bizim kültürümüzde köprü mimarîsi denildiğinde akla gelen

isimlerden biri de elbette Mimar

Sinan (1489-1588)’dır. Mimar Sinan’ın yaptığı ve bir mühendislik

dehası olan köprüler, günümüzde

birçok yerde kullanılmaya devam

etmektedir. Bunlardan bir tanesi

de Bosna-Hersek’te bulunan Drina Köprüsü’dür. Köprü tüm güzelliğiyle yüzlerce yıldır ayaktadır.

Köprüler; ulaşımı sağlamanın yanında, toplumların ekonomik,

teknolojik, sosyolojik, sanatsal ve

günlük yaşamını yansıtan türkü,

şiir, hikâye ve romanlara da ilham

kaynağı olmaktadır. Sırp asıllı yazar, İvo Andriç’in Nobel Ödülü almış olan dünyaca ünlü romanı

“Drina Köprüsü” bunun çok güzel

bir örneğidir.

S

Köprüler, su üzerindeki ulaşımı kolaylaştırma özelliğinin

yanında farklı birçok önemli rolü de üstlenmektedir. Kurulduğu

yerde, yeni şehirler oluşmasını ve gelişmesini sağlaması,

ticareti geliştirmesi ve en önemlisi medeniyetleri birleştirerek

insanlığın ilerlemesine hizmet etmesi bunlardan bazılarıdır.

Drina Köprüsü,

Bosna-Hersek

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 168 169 ›

P:172

Andriç romanında; Drina Nehri

(Bosna Hersek-Sırbistan) üzerine

kurulmuş olan ve kasaba halkının

yaşamına dahil olmasıyla birlikte

tanık olduğu su baskınları, salgın

hastalıklar, savaşlar, işgaller, Sırp

isyanı, aşklar ve intiharları hep

Drina Köprüsü’nün gözünden aktarmaktadır. Köprünün ve nehrin

tanık olduğu 350 yıllık tarihî süreci, efsaneler, masallar, hikâyeler ile kasaba halkının gelenek ve

göreneklerini belli bir mizansende aktarmakta ve köprünün kasaba halkı üzerindeki etkilerini, her

dönemde gelişen önemli olaylarla örneklendirerek güçlü bir anlatım sergilemektedir. Ayrıca Drina

Nehri üzerine Osmanlı İmparatorluğu’nun bir köprü inşa etmesi ile

bu süreçte toplumda gelişen siyasî

sosyolojik ve ekonomik olaylar

kronolojik olarak anlatılmaktadır.

Vişegrad, Drina Nehri ile Rzav

Nehri’nin birleştiği yerde, nehrin

iki yakasına kurulmuş olan büyük

bir kasabadır. Drina Köprüsü, işte bu dağların arasında yer alan ve

nehrin ayrı yakalarında yerleşmiş

olan Hristiyan ve Müslüman mahallelerinin birbirleriyle daha fazla irtibat kurmasını sağlamış ve

böylelikle kasaba gelişerek, büyümüştür. Yazarın ifadesiyle, “Kasaba

köprü sayesinde yaşadı ve sağlam bir

kökten güç alır gibi büyüdü” (Andriç,

2014, s.14).

Bilindiği gibi insanlar fizikî mekânlara biçim verir ve daha sonra bu fizikî mekânlar da insanları şekillendirir. Köprüler, yalnızca üzerinden

gelip geçilen birer araç değil, bir

milletin yaşamının en ince noktalarına kadar nüfuz eden ve o insanları şekillendiren de bir yapıdır. Drina Köprüsü de kasabayı

o kadar derinden etkilemiştir ki,

onları birbirinden ayrı düşünmek

pek mümkün olmamaktadır. Kasaba halkının yaşamını kolaylaştıran ve büyük bir işlev gören köprü

zamanla kasabalıyla bütünleşmiştir. “Onun için köprünün yapılışı ve

alın yazısı üzerine anlatılan hikayeler, aynı zamanda kasabanın ve kasabalıların hayat hikayesidir” (Andriç,

2014, s.23).

Yazar, kasabanın konumunu tasvir

ederken köprünün önemini anlatmak için “bağlar” kelimesine özellikle dikkat çekmektedir. Köprü,

iki yakayı birbiriyle bağlama ve suyu geçirme özelliğinin yanında, kasaba halkının sosyal, kültürel ve

ekonomik yaşamını da bağlamaktadır. İnsanların kaderlerini, geleceklerini ve hayallerini de birbiriyle örerek, adeta dokumaktadır.

“Köprüden başlamak üzere ırmağın

sağ kıyısında, bir bölümü yamaçta,

bir bölümü ovada olmak üzere, çarşı ile kasaba merkezi bulunur. Köprünün öbür yakasında, sol kıyısında,

boylu boyunca Maluhino ovası uzanır

ve Sarayevo’ya giden yolun çevresine

serpilmiş evleriyle ayrı bir mahalle

meydana getirir. Böylece Sarayevo’ya

giden yolun iki parçasını birleştiren

köprü, kasabayı da dış mahallesine

bağlar.

Burada “bağlar” kelimesi; güneş sabahları, biz insanların çevremizi

görmemiz ve işlerimize gitmemiz için

doğar, akşamları da uyuyarak günün

yorgunluğunu dindirmemiz için batar; dediğimiz zamanki kadar bir gerçeğin anlatımıdır” (Andriç, 2014,

s.14).

Köprünün kasaba halkının yaşamı

üzerinde ne kadar gerçek ve anlamlı bir etkiye sahip olduğu yazarın

bu cümlelerinden anlaşılmaktadır.

Aslında Rzav Nehri üzerinde, Drina Köprüsü yapılmadan önce bir

tahta köprü bulunmaktadır. Ancak yıllar geçtikçe halk arasındaki konuşmalarda, deyimlerde köprü dendiğinde akla sadece Drina

Köprüsü’nün gelmesi, kasaba ile

köprü arasındaki ilişkinin ne kadar derin ve güçlü olduğunun da

göstergesidir. “Kasaba su üstüne kurulmuştur. Kasabada başka bir köprü ile başka bir akarsu daha bulunduğu halde, “köprü üstünde” sözü hiçbir

zaman Rzav’ın üstündeki köprü anlamına gelmez. O, ne bir tarihi, ne de

bir özelliği olan, basbayağı tahta bir

köprüdür. O yalnız halka ve hayvanlara geçitlik yapar” (Andriç, 2014,

s.15). Drina Köprüsü, kasaba halkı

için yalnızca bir köprü değildir. O,

Vişegrad halkının yaşamını şekillendiren, hatta onlarla birlikte yaşayan bir ruh da taşımaktadır.

Köprü, iki yakayı

birbiriyle bağlama ve

suyu geçirme özelliğinin

yanında, kasaba

halkının sosyal, kültürel

ve ekonomik yaşamını

da bağlamaktadır.

İnsanların kaderlerini,

geleceklerini ve

hayallerini de

birbiriyle örerek,

adeta dokumaktadır.

Köprü, iki mekân arasında somut bir bağ olmanın ötesine geçerek, kasabanın simgesi olmuştur. Vişegradlıların kimliğinin

Drina Köprüsü

P:173

şekillenmesinde yarattığı etki çok

büyüktür. Kasaba halkının eli açıklığı, umursamazlığı, yarını düşünme kaygılarının olmayışı, kötü

şeyleri hemen unutma eğiliminde

olmaları, tembel ve eğlence düşkünü olmaları hep köprünün onlara

verdiği ortak kimlikten ortaya çıkmaktadır. “Çok eskiden beri (herhalde yabancıydı ve şaka ediyordu), bu

kapiyanın kasabanın kaderi ve kasabalıların karakterleri üstünde büyük

bir etki yaptığını söylemiş. Vişegradlıların hayal kurma ve düşünceye dalma eğilimlerinin, karakterlerindeki o

üzgün sessizliğin nedenini, kapiyada

geçirdikleri o uzun düşünceye dalma

saatlerinde aramak gerekir, demişti”

(Andriç, 2014, s.22).

Köprü, kasabanın kültürel ve sosyolojik yapısını da tamamen etkilemektedir. Özellikle kapiyanın

halkın sosyalleşmesinde ve kültür

aktarımındaki önemi oldukça büyüktür. O zamana kadar nehrin azgın suları üzerinde sal ile yapılan

ulaşım yüzünden, zorunlu olmadıkça bir yakadan diğerine geçmeyen kasabalılar arasındaki iletişim,

köprünün yapımından sonra hızla

gelişmiş; Müslüman ve Hristiyan

halk birbiri ile kaynaşmıştır. Kasabanın iki yakasını bağlamakla kalmamış köprü aynı zamanda farklı

din, ırk ve millete mensup insanların da kaynaşmasına olanak tanımış hatta yaşanan felaketlerin,

üzücü olayların karşısında kenetlenmelerini de sağlamıştır. Her iki

dinden insanların köprü ve çevresinde kaynaşması, aslında hep köprünün kapiyasının ortak mekân

olarak kullanılması ile olabilmiştir.

Köprünün tam ortasında bulunan

kapiya, gelip geçenlerin burada

oturup, sohbet ettikleri, kahve içtikleri bir bölümdür. Kapiyada yaşanan ilişkiler yöre insanının yaşamında çok önemli izler ve etkiler

oluşturmaktadır. Drina Köprüsü

ise 350 yılın bütün acı ve tatlı olaylarını, taşlarının hafızasında saklamaktadır. Halkın yaşamının büyük

bölümü, kapiyada yaşadıkları anılarla doludur. Düğünler, aşklar, ticaret, fikir tartışmaları, eğlenceler,

vaftizler ve daha birçok hayata dair olayın içerisinde mutlaka kapiya

yer almaktadır.

Mutlu hatıraların arasında acı olaylar da yer almaktadır. Avdaga’nın

kızı güzelliği dillere destan Fato’nun kendi rızası dışında, evlenmek zorunda kalması sonucu köprü üzerinden gelinliğiyle intihar

etmesi, 18. yy.’ın sonlarında yaşanan sel felaketi, Kara Corc İsyanı

ve işgal, acı izler bırakan olayların

bir kaçıdır. Bu üzücü olayları halk

hikâyeler, masallar anlatarak, hoş

ve eğlenceli sohbetlerle bir sonraki

nesillere aktarmaktadır. Yaşanan

acı olaylar ne kadar derin olursa olsun, hafızalardan ve hatıralardan

hızla silinmektedir. Onlar için felaketleri ve acıları unutmanın en güzel yolu ise kapiyada toplanıp genç,

yaşlı, kadın-erkek şarkı söylemektir. Andriç bunu şöyle dile getirmektedir; “Ve böylece, gökyüzüyle

dağların arasında ırmağın üstünde

uzanan kapiyada, birbiri ardı sıra gelip geçen kuşaklar, Drina’nın uğultulu

sularının alıp götürdüğü şeylere fazla

üzülmemeyi öğreniyorlardı. Farkında

olmadan küçük kasabanın felsefesini

de orada öğrenmiş oluyorlardı” (Andriç, 2014, s.88).

Kasaba halkı köprü üzerinde de

birçok üzücü olay yaşamasına rağmen, kötülükleri bu mekânla bağdaştırmamıştır. Köprüde yaşanan

idamlar, intiharlar ve sel felaketleri

hızla hafızalardan silinirken, tekrar insanların kapiyada bir araya

gelerek birbirini teselli edici sohbetler yapması, eğlenceli şarkıların

söylenmesi, vaftizlerin veya düğün

alaylarının yapılması, aşkların filizlenmesi ve çocukların ilk oyunlarını köprü çevresinde oynaması, halkın fizikî bir mekân olan köprüye

sadece mutlulukları yakıştırdığının bir göstergesidir. Köprü kasaba halkı ile arasında bir sevgi bağı

oluşturmaktadır. Nehrin suları acı

ve kötü olayları alıp götürürken,

mutlu ve güzel hatıralar köprüye

işlenmiştir.

Romanda 350 yıllık döneme

ait birçok olay ve karakterden

bahsedilmesine rağmen, kitap bittiğinde okuyucunun en son olarak

aklında kalan; kapiya, Drina Nehri, köprü ve orada yaşanan mutlu

anılardır. Bu durum ise yazarın da

köprüye ve kapiyasına aynı değeri

verdiğini ve bunu da anlatımıyla

ustaca aktardığını göstermektedir.

Kapiyanın kasaba halkının kültürel yapısını, sosyal yapısını nasıl

etkilediği ve değiştirdiği romanda birçok bölümde hissedilmektedir. Kasabalıların gelişmeleri için

onlara fırsat sunması (fikir ve düşünce tartışmalarının da orada yapılıyor olması), fizikî bir mekânın

insan yaşamında ne denli etkili olduğunu bizlere aktarmaktadır. Kamusal alanların, toplumların medeniyet inşası açısından olmazsa

olmaz bir ihtiyaç olduğu da burada

görülmektedir.

Suyun ve köprünün bir kasabanın

oluşumunda, gelişiminde, halkın

sosyal ve kültürel yaşamına dokunurken, köprü vasıtasıyla insanlar

arasında bir sevgi bağı kurulmasına da imkân vermektedir. Su, akıp

giderken, bizlere hayatın geçiciliğini ve değişimi de işaret etmektedir. Süreklilik arz eden akışıyla, hayatında acı ve tatlı olaylarıyla akıp

gittiğini anlatmaktadır. Kötünün

içinden iyi olanı bize sunup, kötüleri alıp götürüyor.

Kaynakça

Andriç, İvo, (2014), Drina Köprüsü, 17.

Baskı, İletişim Yayınları.

Ivo Andric

ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 170 171 ›

P:174

Gülmenin onlarca çeşidi var.

En içten olanı gözbebeğimizin gülümsemesidir. Çünkü kalbin tebessümü insanın önce

gözlerine yansır. Şevket Kalaycı gözü gülen bir adamdı. Onu hayatında hiç görmemiş olanlar fotoğraflarına baksalar, aynı şeyi görürler:

Kalbinden sizi tebessümle selamlayan bir adam.

İnsanın yüreğinden gelen sevgiyle

tebessüm edebilmesi için mütevazı ve hırslarını yenmiş olması gerekir. O öyleydi. Derdi çoktu ama

samimiyeti, gayreti, teslimiyeti daha çoktu. Kızdığında önce önüne

bakardı. Kırıldığında sert konuşmaz, ortalığı yakıp yıkmazdı. Altı

çocuklu bir ailenin çocuğu olmak

onu sabırlı, mütevazı, paylaşımcı,

mütevekkil bir ruh sahibi yapmıştı. Sakinliğine rağmen söz konusu

davası olunca pes etmez, geri adım

atmazdı. Konuşmalarında yeri geldikçe ince espriler yapar, olayları

kendine has nükteyle noktalardı.

Zaman zaman sesine tedirginlikler

ilişmeye başlamıştı. Belki de uzaklardan salasını duyuyordu. Hastalığını kendisi fark etmiş ama doktora gitmemiş, gitmek istememiş.

Ailesi öğrendiğinde kızlarının zorlamasıyla doktora gitmeye ikna olmuştu. Belki de hastalığının bir çaresinin olmadığını düşünüyordu.

İşlerini aksatmayı sevmezdi. Eğitimle ilgili hedefleri ve hayalleri

vardı. Kendisi bir yerel yönetimciydi; belediyelerin hizmet standartlarının yükselmesini, şehircilikte

ülkemizin iyi noktalara gelmesini

istiyordu. Siyaset üzerine okumayı sever, sıkça kitaplar alırdı, televizyonlardaki önemli tartışmaları

kaçırmazdı. Pazar günleri, gazete

okuma günleriydi.

Gece gündüz çalışırken, hastalığı

ona dur dedi. O yine de gayret etti; işlerini takip etti, toplantılarına

zaman ayırdı. Cansuyu Derneğindeki çalışmalarını son ana kadar

sürdürdü. Ayrıca Şehir ve Düşünce dergisinin yayınlanmasında da

profesyonelliğin ötesinde emek

sarf etmiş ve derginin tüm basım

süreciyle yakinen ilgilenmişti. Afrika’da su kuyusu açtırmayı ve hacca gitmeyi hayal ediyordu. Ancak,

evlatlarının eğitim hayatları onun

hayallerini sonraki baharlara erteletmişti. Kendisini düşünmez, evlatları için elinden gelenin en iyisini yapar, “Kızlarım” der, başka bir

şey demezdi. Hastalığı gün geçtikçe ağırlaştı. Son günlerini evinde

geçirdi. Doktora gidişinin üzerinden bir yıldan az bir zaman geçmişti ki, hastalığı onu iyice sardı.

Babası Salih Amcayı 2012 yılının Kasım ayının 13’ünde toprağa emanet etmiştik. Kendisi de

babasından üç sene sonra, aynı ayda, aynı günde, 13 Kasım 2015’te

aramızda ayrıldı. Babasını ikindi vaktinden kıldığımız bir cenaze namazıyla uğurlamıştık. Şevket

ağabeyimizi uğurlamak için ise, sevenleriyle birlikte, yatsı namazında Zeytinburnu Kozlu Mezarlığının yakınındaki camide buluştuk.

Saf tuttuk, cenaze namazını kıldık, haklarımız helal olsun dedik,

iyi bir mümin olduğuna şahitlik

ettik, rabbimizden onu cennetine koyması için dua ettik. Biz, gece karanlığında boynumuz bükük

evlerimize giderken cenaze aracı onu memleketi Eflani’nin Kıran

Köyünde hazırlanan mezarına götürüyordu. Allah rahmet eylesin.

Geride kalan ailesinin ömrünü bereketli, amellerini salih, dostlarını

daim eylesin.

Erol ERDOĞAN

Şehir ve Düşünce Dergisi Artık Onsuz

GÖZÜ GÜLEN ADAM: ŞEVKET KALAYCI

ARAMIZDAN SU GİBİ AKIP GİTTİ

(03.01.1965 Eflani – 13.11.2015 İstanbul)

P:175

Ufkî Şehir: Turgut Cansever’in İzinde

Editör: Halil İbrahim Düzenli

Yayınevi: Klasik Yayınları

Ufkî Şehir kitabı son beş yılda sürekli dillendirilen ama ne'liğine dair bilginin

dolaşımda olmadığı bir kavram setinin mimari araştırmasıdır. Kitaba temel

oluşturan araştırmaya: Şehir, mahalle, medeniyet, Osmanlı, geçmiş, bugün,

gelecek, yatay şehir gibi sözüne aşina olunan fakat eylemi hakkında sınırlı bilgi bulunan kavram yumakları hakkında anlamlı düşünce güzergahları

açma niyetiyle başlanmıştır. Kitabın başlığı muhakkik mimar Turgut Cansever'in şehir hakkındaki düşünce ve projelerinden ilhamla "Ufkî Şehir" olarak

belirlenmiştir. Kitapta tercih edilen başlık Cansever'in bu iki kullanımından

mülhemdir. Her ikisini de mündemiç yeni bir kavram üretimidir. Bu kitap yakın tarihte ve bugün görülen müstakil ev arzusunun ve uygulamalarının bir

araştırmasıdır. Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Bölümü hocaları ve öğrencileri tarafından 2014 Güz dönemi boyunca yürütülen araştırma ve atölye

çalışması kitabın ana omurgasını oluşturmaktadır.

İstanbul’un Tarihi Su Yolları I-II

Yazar: Doç. Dr. Said Öztürk

Çeviri: Ali Ertuğrul, Süleyman Gökbulut

Yayınevi: İSKİ (İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi)

Osmanlı tarihi araştırmalarının gösterdiği üzere Devlet-i Aliyye çağını aşan,

bugünlere örnek olabilecek yapı ve uygulamalara sahipti. Osmanlı'nın büyük

birikiminin yoğunlaştığı şehir, Osmanlı'nın hülasahası şüphesiz İstanbul'du.

Diğer bir ismi Dersaadet (Saadet yurdu) olan İstanbul insanının, iaşecilik politikasıyla her türlü ihtiyacının temini için titizlik gösterilmiştir. İaşe meselesinde su olmazsa olmaz bir yer tutmaktaydı. Said Öztürk iki cilten oluşan bu

çalışmasında birincil kaynakların başında yer alan arşiv belgelerinden hareketle artan nüfusun su ihtiyacını karşılamak için Osmanlı'nın çağının imkanlarıyla suyu kaynağından İstanbul içine nasıl taşıdı, suyu nasıl yönetti, su

yollarının muhafaza ve bakımı nasıl sağladı? sorularına cevap arıyor ve 16.

yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar beş yüzyıllık zaman aralığında Osmanlı

üst yönetimin su hususunda verdiği kararları bir araya getiriyor.

Türk Evi

Yazar: Cengiz Bektaş

Yayınevi: Yapı Endüstri Merkezi Yayınları

"Türk Evi", Cengiz Bektaş'ın, içinde doğup büyüdüğü, coğrafyanın birikiminden, yaşama kültüründen doğan "ev"i tanıyabilmek için Balkanlar'da, Adalar'da, tüm Anadolu'da sayısız araştırma-inceleme gezisi yaparak, fotoğraflayarak, yazıp-çizerek, çoğunu ölçüp-biçerek yaptığı ayrıntılı saptamaların

okuyucuya bir sunumu Cengiz Bektaş, ana ilkelerden kullanılan gereçlere,

plan tiplerinden esnekliğe, biçemden dönemlere uzanan geniş bir bakış açısıyla "Türk evi" kavramına bakıyor. Kitap, giriş dışında dokuz bölümden oluşuyor. Bölümlerin başlıkları ise şöyle: Geçmiş, İlkeler, Ana Gerekçeler, Kentten Konuta, Türk Evinin Plan Tipleri, Esneklik, Biçem (Üslup), Dönemler, Sona

Doğru.

ŞehirKitaplığı

P:176

Haber

Adell Armatür ve Vana Fabrikaları Yönetim Kurulu Başkanı Recep

Ali Topçu ve Yönetim Kurulu Üyesi

Dr. Ercan Topçu kardeşlerin ortak

çabasıyla biriktirilen, insanın suyla olan yolculuğu ve iletişimine ait

eserler Adell merkezinde oluşturulan müzede sergileniyor. Roma, Bizans ve Osmanlı dönemi su kültürüne ait sayısız eserin yer aldığı su

müzesinde gündelik yaşamdaki su

ritüelleri, suyun belleği, ruhu ve insana dokunuşu görülebiliyor.

Su ve su kültürüne dair tarihi objeler, bu kültürü konu edinmiş sanat eserleri, araç gereçler ve çeşitli belgelerin yer aldığı “ab-ı hayat”

başlıklı müze ziyaretçileri su ve suyun kullanımının tarihsel yolculuğuna çıkartıyor. Geçmişimize, su

medeniyetimize ait değerler koruma altına alınıyor, yaşatılıyor.

Ab-ı Hayat Su Medeniyeti koleksiyonu, yaklaşık 30 yıllık bir birikim ile damlaya damlaya seçkin

eserlerden oluşmuş, tematik koleksiyonlardan biridir. Tarihi su

medeniyetimize, suya itibarını kazandırmak, kıymetli geçmişimizi geleceğe taşımak ve su medeniyetimize hak ettiği değeri geri

kazandırmak düşüncesiyle hayata geçirilen bu proje, ortaya çıkarılan bu eserler, kültürümüzün,

ecdadımızın hayatı ve değerleri

hakkında önemli bilgileri bir araya

getiren kaynak niteliğindedir.

Bu eserlerde Osmanlı toplumunun zengin mozaiğindeki ortak

yaşam kültürünün yaşandığı farklı yöre, dil ve dini çeşitlilik izleri tasarım, bezeme ve renklere de

yansımaktadır.

Günümüzde kıymetinin daha iyi

anlaşılması gereken su ve su kültürünün geçmişten günümüze

yolculuğunun anlatıldığı “ab-ı hayat” başlıklı bu belgesel sergi hayat kaynağımızı görsel bir sunuma

dönüştürüyor.

4 kıta, 20 ülkeden 305 derginin yer

aldığı fuarda Türkiye’nin ilk Şehir

Düşünce Merkezi, Şehir ve Düşünce Dergisi ile fuarda dergiler arasındaki yerini aldı. Şehir ve Düşünce Dergisi ayrıca fuarda yer alan

tek belediye dergisi olma özelliğine sahip.

Ziyaretçilerin yoğun ilgi gösterdiği stantta dergimiz ve merkezimiz hakkında bilgi verilip, derginin tüm sayılarının yer aldığı dvd

hediye edildi.

Ziyaretçilerimizden Serdar Karaca

Bey “Şehir ve şehircilikle ilgili bir

derginin varlığı oldukça önemli,

öncü çalışmanız dolayısıyla tebrik

ederim. Umarım diğer belediyelere

de örnek olur.” sözleriyle dergimiz

hakkındaki görüşlerini ifade etti.

Ab-ı Hayat

Su Müzesi

Banyo, mutfak armatürleri,

duş sistemleri ve mekanik

tesisat ürünlerinde ülkemizin

tanınmış markalarından

olan Adell, ikitelli üretim

tesislerinde Adell Ab-ı Hayat Su Medeniyeti Koleksiyonuna ve müzesine ev sahipliği yapıyor.

Türkiye Dergiler Birliği (TÜRDEB) tarafından

düzenlenen 7. Uluslararası Dergi Fuarı,

10-15 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşti.

P:177

2012 yılında başlatılan büyük dönüşüm hamlesi kapsamında inşa edilen Türkiye’nin

ilk kentsel dönüşüm konutları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı

törenle hak sahiplerine teslim edildi.

Haber

Hak sahiplerine yeni konutlarının anahtarlarını veren

Cumhurbaşkanı Erdoğan,

dönüşüm için ilk kazmayı vurdukları yerde ilk anahtarları teslim etmenin mutluluğunu yaşadıklarını

ifade etti.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 5 Ekim 2012’de büyük

dönüşüm hamlesi kapsamında

başlattığı ilk proje olan Esenler Havaalanı Mahallesi Kentsel Dönüşüm Konutları’nda 1.403 konut

ve 32 işyerinin anahtarını hak sahiplerine teslim etti. Esenler Bölge

Parkı’nda düzenlenen Havaalanı

Mahallesi Kentsel Dönüşüm Projesi Anahtar Teslim Töreni’ne hak sahipleri ile binlerce Esenlerli katıldı.

Tören, protokol üyelerinin konuşmalarıyla başladı.

Göksu: Lidere

Güvenin Hikâyesi

İlk konuşmayı ev sahibi Esenler

Belediye Başkanı M. Tevfik Göksu

yaptı. Esenler halkının Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a

duyduğu güvenle bu projeye başlandığını hatırlatan Başkan Göksu,

“Bu konutların arkasındaki tarihi

hikâyede en temel değer, bu şehrin

insanlarının, bu millettin liderine

duymuş olduğu güvenin hikâyesidir” dedi. Göksu bu proje ile kentsel dönüşümün bir hayal olmadığını ispat ettiklerini ifade etti.

İlk Kazma da

ilk anahtar da

Erdoğan’dan

Vatandaşların yoğun sevgi gösterilerinde bulunduğu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, konuşmasına Havaalanı Mahallesi

Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında inşa edilen konutların hak

sahiplerine hayırlı olmasını dileyerek başladı. Bundan 4 yıl önce, 5

Ekim 2012 tarihinde, yine burada

kentsel dönüşüm kapsamında ilk

yıkımları başlattığımızda bir söz

vermiştik. ‘İstanbul’u da Türkiye’yi

de bu kamburdan kurtaracağız’ demiştik. Sevgili kardeşlerim; amacımız bir binayı yıkıp yerine bir başka bina yapmak değil. Sizlerin can

ve mal güvenliğini sağlayacak büyük bir dönüşümü gerçekleştirmek olduğunu söylemiştik. Rant

değil, insan odaklı bir proje üreteceğimizi ifade etmiştik. Hamd olsun. Bugün burada sözlerini yerine

getirmiş kişilerin gönül huzuru ile

karışınızda bulunuyoruz.” dedi.

KENTSEL DÖNÜŞÜM KONUTLARI CUMHURBAŞKANIMIZ

RECEP TAYYİP ERDOĞAN TARAFINDAN TESLİM EDİLDİ

P:178

Su ve Şehir

Su ve Şehir

P:180

www.sehirdusunce.com

Create a Flipbook Now
Explore more