4VWFĉFIJS
4VWFĉFIJS
İnsan için hayat kaynağı olan su, canlı organizmalar gibi gelişen, büyüyen ve yok olan şehirlerin
hayatı için de en önemli unsurdur. Şehirlerin tarihi süreç içindeki gelişimi incelendiğinde görülecek en önemli şeylerden biri şehirlerle suyun ilişkisidir. Bu ilişki insanın suya olan ihtiyacından
daha fazla anlam taşımakta, bizzat şehrin su ihtiyacı olarak da ortaya çıkmaktadır. Öyle ki şehirle coğrafyanın ilişkisi hep sular üzerinden kurulmuş ve gelişmiş, su şehrin her türlü canlılığının
kaynağı olmuştur. Ulaşım, ticaret ve yaşamın kaynağı olan su şehrin kurucu unsuru olurken, suyun yokluğu veya taşkınlığı ise yıkıcı bir etki haline gelmiştir.
Şehir ve Düşünce Dergisi bu sayısında suyla şehrin ilişkisini ele alıyor. Birisi canlı olan her şeyin
kaynağı, diğeri yeryüzündeki insanların çok büyük bölümünün yaşadığı yerleşim yeri. İkisi de
hem sorun çözücü, hem de üreticisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Çok değerli akademisyenlerimizin, yazarlarımızın ve uygulamacıların fikirlerinin yer aldığı bu sayımızda konu hem teknik
olarak, hem de varlık ilişkisi açısından ele alınmaktadır. Bir diğer taraftan elbette ki suyun estetik olarak şehre ve edebiyata kattıklarına da yer verilmektedir.
Şehir ve Düşünce Dergisi’nin günden güne sizlerin daha büyük beğenisine mazhar olduğunu
görmek bizim için en önemli motivasyon unsuru olmaktadır. Severek okuduğunuz derginin beğenisinin, sizlerin de katılmasıyla daha artacağına olan inancımla bütün okuyucularımıza ve
dergimizin gönüllülerine teşekkür ediyorum.
M. Tevfik GÖKSU
Esenler Belediye Başkanı
ŞEHİRDEN
Suyun, tarihin, yıldızın, insanın ve fikrin aktığı gibi şehirler de akıp gidiyor. Tarih içinde biri değerini
kaybedip “antik” olurken bir başkası parıldıyor. Su ve
şehir birlikte akıp giderlerken aralarındaki ilişki ontolojik, teknik ve romantik boyutlarıyla devam edip
gidiyor. Öyle ki birbirlerini yapıyor ve yıkıyorlar. Bu
açıdan bakıldığında suyla şehrin ilişkisinde bir diğer
önemli boyut ise ikisinin birbiri için tehdit niteliğinde olmasıdır.
Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun; Mukaddime
adlı eserinin “Bir Şehir Bina Edilirken Göz Önünde
Tutulması Gereken Şartlar ve Bu Şartlara Bakılmadığı
Takdirde Doğacak Zararlar”1
başlıklı faslında şehirlerin kurulması aşamasında dikkat edilmesi gereken
coğrafî şartlara dikkat çekmektedir. İbn Haldun’a göre şehirler kurulurken dikkat edilecek cihetlerden biri
de su işidir. “Şehir bir ırmağın kenarına kurulmalı veyahut şehir kurulacak yerin hizasında suları tatlı olan
kaynaklar ve çeşmeler çokça bulunmalıdır. Çünkü
şehre yakın yerde suların bulunması, ilk ihtiyaç olan
su tedarikini ve ahalisinin geçinmesini kolaylaştırıcı
ve faydası olur.”2
Suyun şehirle ilişkisi elbette ki insanların ve diğer
canlıların su ihtiyacının karşılanmasından ibaret değildir. Su, şehrin mekânsal dokusu için olduğu kadar ekonomik yapısı için de en önemli belirleyici faktörlerden biridir. Ancak gelişen teknoloji ile birlikte
suyun uzak mesafelere taşınabilmesi sayesinde şehirler susuz alanlara da kurulmaya başlanmış; suyla
şehrin ilişkisi insan ihtiyacını karşılayan teknik bir
boyuta indirgenmiştir. Buna rağmen insan yine de
suyun sağladığı görselliği de aramaktadır ve şehirlerde suyla bu boyutta ilişkiler kurulma çalışmaları
yapılmaktadır.
Şehirlerin, içme suyu ve yer altı sularını yok ettiği zamanları yaşıyoruz. Denizleri de kirleterek yok etme
tehdidi altında tutuyoruz. Buna karşılık olarak ise küresel ısınmanın artmasıyla suların şehirleri yok edeceğine dair bir tehditle yüz yüzeyiz. Bu durumda yapılması gereken en akıllıca iş suları tehdit etmekten
vazgeçip şehirlerimizi tehdit eden sorunları da ortadan kaldırmak olmalıdır.
Sizlerin katkılarıyla beğenisi her geçen gün artan
Şehir ve Düşünce Dergisi artık üçüncü senesine girmiş bulunuyor. Her sayıdan sonra birçok çevreden
gelen tebrik ve telkinler bizim için sonraki sayıların
hazırlanmasında yol gösterici olmaktadır.
Bu sayımızda, geçmiş sayılardan farklı olarak ilk kez
bir röportaja yer verdik. Su denilince ülkemizde ve
dünyada akla gelen en önemli bilim insanlarından biri ve uygulamacısı olan Orman ve Su İşleri Bakanımız
Sayın Prof. Dr. Veysel Eroğlu ile şehirlerin su ihtiyacının karşılanması, ülkemizde su yönetimi ve su ile
şehrin ilişkileri konularını içeren bir söyleşi gerçekleştirdik. Oluşmakta olan geleneklerimizde keskin
değişiklikler yapma taraftarı olmasak da sizlerin tekliflerine de açık olduğumuzu belirtmek isteriz.
Bu sayımızda, sizlerle bir de acı bir kaybımızı paylaşmaktayız. Dergimizin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde büyük emekleri olan Şevket Kalaycı ağabeyimizi
sessizce ebediyete uğurladık. Her zaman gülen gözleriyle ve çok sıkıştığımız zamanlarda bile, “Endişe etmeyin, hallederiz.” şeklindeki söylemiyle bizi hep rahatlatan Şevket ağabeyimizi rahmet ve minnetle yâd
ediyoruz. Katı olan her şeyin akıp gitmesi gibi o da
akıp gitti aramızdan. Onunla ilgili de derginin sonunda bir yazı bulacaksınız.
Sizlerin tekliflerine ve katkılarınıza her zaman ihtiyaç
duyduğumuzu belirterek bundan sonraki sayılarımız
için bunun artarak devam etmesini bekleriz. Bir sonraki sayının konusunu ise bu sayının yayımının hemen akabinde web sayfamızda bulabileceksiniz.
DÜŞÜNCEDEN
1 İbn Haldun, Mukaddime Cilt II, Çeviren: Zakir Kadirî Urgan, Milli Eğitim Bakanlığı Şark
İslam Klasikleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1997. s.234.
2 İbn Haldun, s.237.
İÇİNDEKİLER
18
İlâhî Tarzı Temaşâ Petra
Doç. Dr. Aynur CAN
46
Çeşmeler ve Çeşmebaşı Kültürü
Dr. Ercan TOPÇU
06
Şehrin Suyuna Gitmek
Metin Önal MENGÜŞOĞLU
Dicle Nehri ve Diyarbakır
Yrd. Doç. Dr. Taner KILIÇ
162
Afrika’ya Hayat Veren Su Kuyuları
Erhan AKCAN
158
Civilizational Impacts of the Nile River
for Egypt, Sudan and Ethiopia
Anwar HASSEN
130
İstanbul’un Tarihî Mirası:
Su Kemerleri ve Üzerindeki Tehditler
Dr. Hasan SAYILAN
80
58
Sular Diyarı, İmparatorluk Başkenti
İstanbul’da Suyun Serüveni
Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ
Su ve Tenzifat Ruh-ı Memlekettir
Ali Emîrî Efendi
40
88 DOSYA TOPLANTISI
Su ve Şehir Üzerine
Düşünceler
Prof. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ
Prof. Dr. Mazhar BAĞLI
Yrd. Doç. Dr. Ali UYUMAZ
Dr. Cemil ARSLAN
Dr. Fatma ŞENSOY
Dr. Hasan TAŞÇI
Röportaj “Su Yönetimi”
Prof. Dr. Veysel EROĞLU
12
Tarih, Kültür ve Coğrafyasıyla Suşehri
Mehmet GENÇ
152
Yıl: 2016 | Sayı: 9 Şehrin Suyuna Gitmek ¦ Sular Diyarı, İmparatorluk Başkenti İstanbul’da Suyun Serüveni
¦
İlâhî Tarzı Temaşâ Petra
¦
Kanallar Üzerinde Yaşayan Şehirler
¦
Çeşmeler ve Çeşmebaşı Kültürü
¦
Şehri “Pınar Metaforu” ile Düşünmek
¦
İstanbul’un Tarihi Mirası: Su Kemerleri ve Üzerindeki Tehditler
¦
Belge ve Kurmaca Filmlerde Şehir ve Su İlişkisi
¦
Civilizational Impacts of the Nile River for Egypt, Sudan and Ethiopia
¦
Suyun Altındaki Tarih: Halfeti’den Hasankeyf’e…
¦
Kurnalarından Mısra Damlayan İstanbul
¦
Fuzûlî, Mülhim Şehir ve Su Kasidesi
¦
Afrika’ya Hayat Veren Su Kuyuları
¦
www.sehirdusunce.com
Yıl: 2016 Sayı:9 Aktüel-Hakemli Dergi 4 Ayda bir yayımlanır
ISSN:2147-849X.
Yıl: 2016 Sayı:9
Su ve Şehir Su ve Şehir Üzerine Düşünceler
DOSYA TOPLANTISI:
Su ve Şehir Üzerine Düşünceler
Su ve Şehir
Esenler Belediyesi Adına
İmtiyaz Sahibi
M. Tevfik Göksu
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Mazhar Bağlı
Editörler
Dr. Hasan Taşçı
Hüseyin Yeşil
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hüseyin Cerrahoğlu
Yayın Kurulu
Mazhar Bağlı (Prof. Dr.)
Ebru Erdönmez (Doç. Dr.)
Aynur Can (Doç. Dr.)
Murat Şentürk (Yrd. Doç. Dr.)
İhsan Aktaş
Nureddin Nebati (Dr.)
Özlem Zengin
Hasan Taşçı (Dr.)
Faruk Aydın
Cemil Arslan (Dr.)
Hakem Kurulu
Ahmet Fidan (Yrd. Doç.)
Ahmet Kala (Prof. Dr.)
Aynur Can (Doç. Dr.)
Celaleddin Çelik (Prof. Dr.)
Cemil Arslan (Dr.)
Ebru Erdönmez (Doç. Dr.)
Erbay Arıkboğa (Doç. Dr.)
Ertan Özensel (Doç.Dr.)
Ertuğrul Ökten (Dr.)
Faruk Tuncer (Yrd. Doç. Dr.)
Füsun Alioğlu (Prof. Dr.)
Hasan Taşçı (Dr.)
İclal Dinçer (Prof. Dr.)
İsmail Ceritli (Prof. Dr.)
Korkut Tuna (Prof.Dr.)
Mazhar Bağlı (Prof.Dr.)
Mehmet Ocakçı (Prof. Dr.)
Murat Şentürk (Yrd. Doç. Dr.)
Mustafa Kömürcüoğlu (Yrd. Doç. Dr.)
Selim Ökem (Yrd. Doç. Dr.)
Tülin Görgülü (Prof. Dr.)
Yasin Aktay (Prof. Dr.)
Yusuf Arayıcı (Doç. Dr.)
Yusuf Şahin (Prof. Dr.)
Zeynep Tarım (Prof. Dr.)
Zeynep Gemuhluoğlu (Yrd. Doç. Dr.)
Düzenleme
Erhan Akcan, Çağlar Mesci
Redaksiyon ve Tashih
Ayşe Kübra Bekâr
Halkla İlişkiler
Arif Gül, Zeynep Acer
Yayın Türü
4 ayda bir yayımlanır. ISSN: 2147-849X.
Yerel Süreli Yayın. Ücretsizdir.
İletişim
www.sehirdusunce.com
Adres
Şehir Düşünce Merkezi, Oruç Reis Mah.
Vadi Cad. No: 3 Giyimkent/Esenler
Telefon: 0212 438 30 81
Tasarım ve Uygulama
Düzey Ajans
0212 417 92 92 | www.duzeyajans.com
Baskı
İlbey Matbaa | 0212 613 83 63
* Dergide yer alan akademik makaleler hakem
onayından geçmiştir.
22
Fuzûlî, Mülhim Şehir ve Su Kasidesi
Yrd. Doç. Dr. Ali CANÇELİK
Belge ve Kurmaca Filmlerde
Şehir ve Su İlişkisi
İçinde Nehir Geçen Filmler
Hüseyin AYDEMİR
138
Suyun Bir Şehre Tanıklığı:
Drina Köprüsü
Sevilay ACAR
168
Şehir Kitaplığı / Haber
172
146
68 Su Kültürü
Salim ÇAĞLAR
Kurnalarından Mısra Damlayan
İstanbul
Fatma TOKSOY
108
Şehri “Pınar Metaforu” İle Düşünmek
Doç. Dr. Faruk TAŞÇI
74
Suyun Altındaki Tarih:
Halfeti’den Hasankeyf’e…
Dr. Nureddin NEBATİ
32
118
Prof. Dr. Tülin GÖRGÜLÜ
Doç. Dr. Ebru ERDÖNMEZ
Doç. Dr. Selim ÖKEM
Kanallar Üzerinde Yaşayan Şehirler
Faruk FIRAT
Su Kenti İstanbul’un Haliç Kıyısı:
19. Yüzyıla Ait Bir Endüstri Bölgesinin
Kültür Limanı Olarak Yeniden İşlenmesi
Metin Önal MENGÜŞOĞLU
Yazar - Şair
ŞEHRİN SUYUNA GİTMEK
DENEME
ur’ân-ı Kerîm (Nur
Sûresi: 45) meâlen,
“Hayat suda başladı” der. İnsan evrene ve kendisine baktığında, canlı hayatı
neredeyse dörtte üç nispetinde sudan ibaret olarak görür. Öteden
beri gerek ilâhî mesajların uyarısı,
gerekse düşünen insanların tespitleriyle, canlı hayat, evrim, yaratılış
gibi konularda karşımıza şu dört
unsuru çıkarmaktadır: Su, toprak,
hava ve ateş.
Allah’ın son ilâhî mesajında, insanın yaratılışına dair dikkatli okumalar, kişiyi, beşerin maddî bünyesini teşkil eden bu dört unsura dair
hatırlatmalar karşısında bırakacaktır. Bakıldığında ilâhî mesaj, “Hayat suda başladı” demekle sözü orada bırakmaz. İnsanın yaratılışına
dair okumalar sürdürüldüğünde,
görülecektir ki ardı ardına, “İnsan
topraktan yaratıldı, insan balçıktan yaratıldı, insan pişirilmiş balçıktan… İnsan şekil verilebilir balçıktan… İnsan alakadan yaratıldı.”
gibi ifadeler sıralanır. Nihai olarak
da “İnsana ilâhî ruh üflenir.” ve insan daha doğrusu beşer, meydana
gelir.
Yemek yemeden yaşamayı günlerce sürdürmek mümkünken, su içmeden bu süre oldukça kısalacaktır. Su ile insan arasındaki alâka,
alakadan yaratılmış olmakla da yakından alâkalıdır. Neticede alaka
da bir damla sudan ibarettir.
Türküler, hoyratlar vardır sular
üzerine. Hatırlayalım birisini:
Suda yandı su da yandı
Od düştü suda yandı
Seğirttim su serpmeğe
Serptiğim su da yandı
K
“Nizam köpürüyor, med vakti deniz
Nizam köpürüyor, ta çenemde su
Suda bir gizli yol, parıltılı iz
Suda ezel fikri, ebed duygusu.”
Necip Fazıl Kısakürek
“İnsan Bu Su Misali”
Alman Çeşmesi, İstanbul
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 6 7 ›
Çaylar, dereler, ırmaklar, göller, denizler tarih boyunca Allah elçileri, ilim insanları, sanatkârlar bakımından daima hayatın ön safında
rol sahibi olmuştur. Hazreti Nuh,
suların yükseldiği tufan ile, Hazreti İbrahim zemzem, Hazreti Musa
Kızıldeniz ve Nil Nehri ile sınanmışlardır. Son Allah elçisi, sevgili önderimizin de muhtelif defalar
yaşadığı coğrafyanın bir gereği olarak, su ile sınandığını biliyoruz. Nitekim Tebük Seferi sırasında, kuyu
nöbetçilerinin ihmali sonucunda,
suyun tükenmesiyle büyük sıkıntılar yaşamışlardı.
Çaylar, dereler,
ırmaklar, göller,
denizler tarih boyunca
Allah elçileri, ilim
insanları, sanatkârlar
bakımından daima
hayatın ön safında
rol sahibi olmuştur.
Sünni dünyanın klâsik ilmihal kitaplarının birinci bahsi hatırlanırsa, “Temiz sular ve taharet” başlığını taşır. Ferdî ibadetlerin yani
farz-ı ayn dediğimiz ritüellerin başında gelen salâtın ikamesi için,
abdest şartı, suyun İslamî hayattaki fonksiyonunu/vazgeçilmezliğini
gösterir.
Ninelerimiz, “su murattır” derlerdi. Derlerdi ama debisi yüksek
akarsularımızın, bazen dağlardaki karların erken erimesi, bazen de
şiddetli yağmurlar sonrasında, azgın sele dönüşerek, önüne geleni
silip süpürmesi sonrasında yakılan
ağıtları da unutulmamalıdır. Son
yıllarda sıklıkla ve severek okunup
dinlenen birisini hatırlayalım:
“Şu Fırat’ın suyu akar serindir
Yârimi götürdü kanlı zalimdir
Daha gün görmemiş taze gelindir
Söyletmeyin beni yaram derindir.”
Kömürhan Köprüsü Harput’a bakar
Körolası zalim Fırat ocaklar yıkar
Ahbapların gelmiş ağıtlar yakar
Söyletmeyin beni yaram derindir.”
Çeşmeli Şehir
Çeşmesiz Kentler
İnsan tekinin suya olan ferdî ihtiyacı yanında, hadise, insan topluluklarının yaşadığı şehirlerde, ciddi bir mesele halini almıştır. Kadim
tarihî dönemlerde, şehir ahalisinin
su ihtiyacını topluca karşılayabilmek maksadıyla, çok sayıda plan
proje geliştirilmiş, türlü yollar denenmiştir. Anadolu’nun güney doğusunda, çok önceki yüzyıllarda
yaşamış kavimlerin geliştirdikleri
Eğri (Kovuk)
Kemer,
Kemerburgaz,
İstanbul
Balıklıgöl, Urfa
sarnıç sistemleri, bugünkü teknolojik imkânlarla mukayese edildiğinde, geçmiş kavimlerin sanıldığı
kadar ilkel olmadıklarını, bugünün
zihninden hiç de geri kalmadıklarını göstermektedir. Mardin’de, Urfa’da, Ergani’de, Harput’ta hem derin kuyu sularını şehir ahalisinin
hizmetine sunma çalışmaları hem
de yağan kar ve yağmurların birikmesiyle oluşan sarnıçlar, besbelli
önemli işlev görmekteydi.
Ağrı şehri Doğu Beyazıt İlçesinde
bulunan İshak Paşa Sarayı’nın suyu, Ağrı Dağı eteklerinden başlayarak, yer altına döşenmiş künkler
vasıtasıyla, kilometrelerce öteden
akıtılmıştır. Hatta saraydaki insanların süt, yoğurt, yağ gibi ihtiyaçları için de yine aynı bölgeden ayrı
bir künk hattıyla dağda otlayan sürülerin sütü de akıtılmıştır.
Bir benzerini, Kayseri Erciyes Dağı eteklerinden, şehrin içerisine kadar döşeli, yer altı künk hatlarında
da görmek mümkündür.
Hiç şüphesiz şehirlere su temini,
şehrin bulunduğu coğrafî bölgenin
ne ölçüde sulak veya kurak olması
ile de alakalıdır. Yüksek karlı dağların, yaygın ormanların bulunduğu
yörelerdeki şehir halkı, su temini
bakımından güney illerdeki insanlara göre, biraz daha imkân sahibidir. Güçlü ırmak kenarlarında, göl
veya denize yakın bölgelerdeki şehirler de kısmen daha imkânlıdır.
Ne var ki suda kalite, içim yumuşaklığı aranacaksa, o vakit göl ve
deniz kenarlarındaki halkların nimet-külfet dengesi değişecek, tersine dönecektir.
Su, yalnızca beşerî bir
ihtiyaç değildir elbette.
Bütün öteki canlıların,
hayvan ve bitkilerin
de en az insan kadar
suya ihtiyacı vardır.
Suyun kıt bulunduğu, büyük zahmetlerle elde edildiği nispeten güney bölgelerinde, yukarıda bahsi
geçen ilmihal kitaplarının, temiz
sular ve taharet bölümleri, önem
kazanmaktadır. Zira kış aylarında,
bu bölgelerde, az da olsa yağan kar
ve yağmur sularının biriktirildiği
sarnıçlarda, suyun bekleme süresi arttıkça kirlenmesi, bozulması,
kokuşması, kurtlanması da artar.
O vakit bu durumdaki suyun içilip
içilemeyeceği, abdestte kullanılıp
kullanılamayacağı, fıkhî bir mesele
olarak ortaya çıkar. İlim insanlarının bu hususta şehir halkına, meselenin üzerinde ciddi çalışarak,
uyarıcı veya rahatlatıcı önderlikler
yapması beklenir.
Şehirleşme tarihi bir hayli eski
olan İstanbul’da, Doğu Roma İmparatorluğundan bu yana, hâlâ yaşayan Bozdoğan Kemeri ve Yerebatan Sarnıcı, o dönemdeki öteki
büyük şehirlerde görüldüğü gibi,
su ihtiyacını karşılamak maksadıyla, ortaya konulmuş çok önemli ve
değerli mimarî şaheserler olarak
durmaktadır.
Su, yalnızca beşerî bir ihtiyaç değildir elbette. Bütün öteki canlıların,
hayvan ve bitkilerin de en az insan
kadar suya ihtiyacı vardır. İnsan,
besinini çoğunlukla hayvan ve bitkilerden temin ettiğine göre, kendi yaşamasını sağlayan imkânlar
peşinde koştuğu gibi, öteki canlıların bu ihtiyacını karşılamak için
de çalışmak zorundadır. Çünkü onlar yaşarsa insan yaşayabilir. Bitki
ve hayvanların topluca ölüme terk
edildiği yerlerde insan yaşayamaz.
Bu sebeple meselâ, İstanbul’daki
meşhur Belgrat Ormanı’nda da, şehir surları gibi yükseltilmiş kemerler üzerinden su yürütülerek ihtiyaç karşılanmıştır.
İshak Paşa
Sarayı,
Ağrı
Tipik Mardin
Çeşmesi
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 8 9 ›
Kuşların, kedilerin, köpeklerin, büyük ve küçükbaş besi ve binek hayvanların, sineklerin ve arıların da
en az insanlar kadar ihtiyacı olan
suyu temin eden sokak, mahalle
çeşmeleri ne bereketli oluşumlardı. Bu çeşmeleri ortadan kaldırdıkça, sokaklarında suya ihtiyaç duymayan robotların yaşadığı kentler,
metropoller icat edildi. Belki de gelecek zamanların kentlerinde insanlar yaşamadığı gibi, ismini cismini saydığımız hayvanlar da mı
yok olacaklar?
Su Masumdur
Şer İnsandan Bulaşır
Bursa şehri için Evliya Çelebi meşhur Seyahatname’sinde, “Hülâsâ
Bursa sudan ibarettir.” şeklinde bir
değerlendirme yapmıştır.
Altmışlı yılların ortalarına kadar Bursa bu hüviyetini şöyle veya böyle korumuştu. Ankara Asfaltı denilen şehrin İstanbul yönü,
Santral Garajı’ndan öteye bütün
kuzey bölgesi, Bursa ovasıydı. Hemen her bağın bahçenin üst başında kütür kütür ve hiç eksilmeksizin
akan derin kuyu suları mevcuttu.
Şehir halkı dağ yamacındaki evinde oturur, ovadaki bahçelerinde
ise şeftali, armut, elma yetiştirirdi.
Kimileri ise şehrin sebze ihtiyacını karşılamak maksadıyla, tarlasını
eker biçer ve sözü edilen güzel, kaliteli sularla beslerdi. Kaliteli suyu
içen meyve ve sebzenin de kalitesi artardı.
Nasıl ki manevî
anlamdaki en büyük
nimet zamandır. Su da
maddî anlamda belki
de insana bahşedilmiş
en büyük nimettir.
Hatırlamaya çalışıldığında Santral
Garaj denilen son yerleşim bölgesinin, İstanbul yakasına bakan geniş
kuzey kısımları, Ovaakça, Kemerçeşme, Dua Çınarı, Vişne Caddesi, Arabayatağı, Ağaköy, Vakıfköy,
Gürsu ve Kestel diye uzayıp giden
ve yalnızca Bursa’yı değil, bütün
memleketi hatta dünyayı doyuran ve besleyen ürünler yetiştirirdi. Bursa Şeftalisi ve Deveci Armudu’nu bilmeyen var mıdır? Çilek ve
ahududuyu hiç saymıyoruz.
Peki, şimdi o yemişlerden ne haber
diye sorulduğunda, cevap yine bir
sualle gelecektir: Bahsi geçen sular
nerede ise yemişler de oradadır.
Kaç kişi hatırlar ve üzerinde düşünür acaba, Bursa’nın meşhur kestane şekerinin kestanesi, Uludağ’dan
mı toplanmaktadır yoksa Kütahya veya Aydın’dan mı gelmektedir?
Uyanık okuyucu bu sualinin cevabını çoktan bulmuştur.
Bir türkü vardır: “Su sızıyor sızıyor
taşların arasından…” Böyle başlar
ve yürür. Nasıl ki manevî anlamdaki en büyük nimet zamandır. Su
da maddî anlamda belki de insana
bahşedilmiş en büyük nimettir. Su
ile zamanı ortak hareket ettirdiğinizde, meselâ dünyanın en sert, en
granit yapılı mermer parçasına dakikada bir su damlasın. Su, zaman
içerisinde o granit mermeri delip
dışarı sızar. Marifet minik damlada mıdır yoksa onun zamanla yarışında yani sürekliliğinde midir?
Suyun tabiatı budur, daima akar.
Bilindiği gibi tabiatta şer, pislik
yoktur. Deniz ve toprak asla leş kabul etmez. Deniz kıyıya vurur, toprak ise altına alır. Tabiatın ve eşyanın aslı mübahtır, temizdir. Kir ve
pislik sonradan ve yalnızca İblis’in
adımlarına uyan insanoğlu tarafından ona bulaştırılır. Esasen insanın da fıtratı başlangıçta tertemizdir. Bozulma, çürüme, şer ve bela
bulaştırma sonradandır. Fıtratını
bozan, vicdanının üzerini küfreden (örten) kişidir, şerri işleyen.
Elaziz, Urfa ve Adıyaman illerinde yıllar evvel, şehirlerin içindeki
akarsulara, kanalizasyon artıkları bırakılırdı. Suların üstü de kapalı değildi. Bu üç şehirde, (belki bilmediğim başka şehirlerde de) kirli
akan sulardan ötürü bir tür sivrisinek türemişti. Çocukları öyle kötü
ısırırdı ki suratlarında, burunlarının üzerinde, derin yaralar açardı.
Bu yaralara İl Yarası, Şark Çıbanı gibi isimler verilirdi. Hülâsâ su, tek
başına tertemiz iken onun ıslahıyla
uğraşmayıp, bünyesine pislik kattığınız zaman o, bu ihaneti Şark Çıbanı benzeri şer ve belalarla insana
geri çevirir.
İnsan, tabiatı ıslah ile ödevlidir. Onun ilkelliğini, vahşiliği ve
Bursa
bakirliğini, ona dokunarak, budayarak, aşılayarak giderir. Hamlıktan ve saflıktan kurtarır. Sular,
gübre katar, ıslah eder. Böylece ondan yararlanır.
Tabiatı kendi başına bırakır, onun
varlığını unutur, hışmını hesaba katmazsanız, size sel, tsunami,
toprak kayması, çığ gibi felaketlerle
kendini hatırlatır.
Bu sebeple suyun nimeti yanında
gazabını da düşünmelidir. Şehirleri
inşa edenler, bölgenin su, hava ve
toprağına dair özellikleri çok iyi hesaplamak durumundadırlar. Şehre
yerleşecek olan insanlar içme, kullanma, hayvan ve bitkilerin ihtiyacını karşılama gibi sorunlar üzerinde titizlikle durmak, düşünmek
zorundadırlar.
Kaynakların asıl sahibi
Allah’tır ve bence beşerî
ve tabii ihtiyaçların çok
ötesinde, neredeyse
sınırsız kaynaklar ihsan
etmiştir insanlara.
Önemli olan bu
imkânların insanlar
arasında paylaşılarak
kullanılmasıdır.
Modern iktisatçılar kaynakların
sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu tezinden hareketle, türlü teoriler geliştirmiş ve insanı bu hususta tedbire çağırmışlardır. Gelin
görün ki, bir bakıma doğru gibi görünen bu bakış açısının, ihmal ettiği çok önemli hakikatler vardır.
İnsan, yeryüzü kaynaklarının sahibi/maliki mi sanmaktadır kendisini? Kaynakların kıtlığını nereden
çıkarmaktadır?
Oysa kaynakların asıl sahibi Allah’tır ve bence beşerî ve tabii ihtiyaçların çok ötesinde, neredeyse sınırsız kaynaklar ihsan
etmiştir insanlara. Önemli olan
bu imkânların insanlar arasında
paylaşılarak kullanılmasıdır. İşte
bu sebeptendir ki, birbirine muhtaç bulunan insan toplulukları tek
başına yaşamayı değil, şehirlerdeki sosyal hayatı seçmişlerdir. Bu
seçim aynı zamanda bir paylaşım
sözleşmesidir. Nitekim Allah bunu sınamak maksadıyla yaratmıştır insanı bir bakıma.
Öyle ise insan, Allah’ın işine karışmak yerine, kendi sorumluluğunu
bilerek ve hatırlayarak paylaşımcı
bir hayatı yaşamaya bakmalıdır.
İnsana ödevini tekrar hatırlatmak
gerekirse, Allah’ın ikramını, suyu
ve zamanı iyi, sağlıklı kullanmalıdır
evvela. Eldeki imkânları paylaşmayı bilmelidir. Tabiatı ıslah göreviyle geldiğini unutmamalıdır. Hayatının her safhasında unutmaması
gereken asıl görevi ise bahsi geçen
bu nimetlerin hakiki sahibi olan
Allah’tan gafil kalmamasıdır. Nimetleri tüketirken onların asıl sahibine şükretmeli ve bu istikamette yaşamını sürdürmelidir.
Su Sarnıcı,
Diyarbakır
Elazığ
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 10 11 ›
Prof. Dr. Veysel EROĞLU
Orman ve Su İşleri Bakanı
SUSUZ HAYAT
MÜMKÜN DEĞİLDİR
RÖPORTAJ
ayın Bakanım, İSKİ
Genel Müdürü, Devlet Su İşleri Genel
Müdürü, ardından
Orman ve Su İşleri
Bakanı olarak uzun
yıllardan beri ülkemizin su yönetiminin başında bulunuyorsunuz.
Suyun şehirler için neyi ifade ettiğini bize anlatabilir misiniz?
Susuz hayat mümkün değildir. Su,
bütün canlıların hayatlarını idame
ettirebilmeleri için temel unsurlardan birisidir.
Maddenin üç halinde de bulunabilen suyun kendine has özellikleri, su çevrimini ve dolayısıyla canlı
hayatı mümkün kılmıştır. Su; renksiz, kokusuz, elde bile tutulamayan şekilsiz bir maddedir. Ancak
toprakta ve soluduğumuz havada
mevcut olan su, yerini başka hiçbir
tabii veya suni maddenin dolduramayacağı bir kaynaktır.
Sesiyle huzur, gücüyle enerji veren
su; içmek, yiyecek üretmek ve sağlıklı bir hayat için ilk insanlardan
günümüze kadar gelen en eski ihtiyaçlardan biri olmuştur. Suyla buluşmuş toprak, insanoğluna
cömertliğini sunmuş, çeşit çeşit
meyve, sebzenin yetiştirilebilmesini sağlamıştır. Suyla sadece insan nesilleri değil, medeniyetler de
gelişmiştir.
Suyun varlığıyla önem kazanmış,
suyla iç içe yaşayan şehirlerin yanında, su fakiri olan şehirlerin
olduğunu da biliyoruz. Şehirlerin
suyla ilişkisini değerlendirebilir
misiniz?
Ülkemiz bilindiği gibi Dünya’nın
yarı-kurak coğrafyasında bulunmaktadır ve yağış dağılımı düzensizdir. Biz, ülke olarak canlı hayatı
için elzem olan bu eşsiz kaynağın
korunmasını ve sürdürülebilir kullanımını, esasen insanoğlunun tabiata karşı ahlâkî mesuliyeti olarak
S
Suyla buluşmuş toprak, insanoğluna cömertliğini sunmuş,
çeşit çeşit meyve, sebzenin yetiştirilebilmesini sağlamıştır.
Suyla sadece insan nesilleri değil, medeniyetler de gelişmiştir.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 RÖPORTAJ ‹ 12 13 ›
görmekte ve çalışmalarımızı bu
bağlamda devam ettirmekteyiz.
Türkiye’de ziraat, içme suyu, sulama ve taşkın koruma gibi su ile
alakalı faaliyetlerden mesul ana
kuruluş Bakanlığımız bünyesinde
vazife yapan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’dür. Genel Müdürlüğümüz son 13 yılda su güvenliği ve suya adil ulaşım konularında
ciddi çalışmalar yapmaktadır. Bir
yandan baraj ve depolama tesisleri inşa ederek su arzını arttırırken, diğer yandan da su talebini
makul seviyelere indirmenin gayretindeyiz. Suyu israf etmeden
verimli kullanmak ve su talebini karşılayacak yatırımları yapma
mecburiyetindeyiz.
Arzın artırılmasına ilişkin tedbirler kapsamında depolama kapasitesini arttırmaya çalışmaktayız, bu
doğrultuda artan su ihtiyaçlarını
karşılayacak nispette ve gelecek su
ihtiyaçlarını belli oranlarda garanti
altına alacak baraj ve göletler inşa
etmekteyiz.
Suyun fazla olduğu zamanlarda
hem taşkın zararlarını önlemek
hem de suyun fazlasını depolamak
suretiyle kurak zamanlarda kullanıma sunma yönünde su biriktirme yapıları olan barajlar, göletler
ve rezervuarlar ülkemiz için vazgeçilemez yapılardır.
Bir yandan baraj ve
depolama tesisleri
inşa ederek su
arzını arttırırken,
diğer yandan da
su talebini makul
seviyelere indirmenin
gayretindeyiz. Suyu
israf etmeden verimli
kullanmak ve su
talebini karşılayacak
yatırımları yapma
mecburiyetindeyiz.
Son 13 yılda ülkemizin dört bir yanında 320 adet barajı tamamlayarak, aziz milletimizin hizmetine
sunduk. Dünyanın yakından takip
ettiği “GÖLSU-1000 Günde 1000
Gölet ve Sulama Projesi” ile mevcut depolama kapasitemize ciddi
bir destek sağlayacağız.
81 vilayetimiz için İçme Suyu Eylem Planları hazırladık. Böylece şehirlerimizin 2040, 2050 ve hatta
2071 yıllarını planladık.
İşletmeye aldığımız 98 adet içme
suyu projesi ile 41 milyon vatandaşımıza içme suyu temin ettik.
İnşaatları devam eden 45 adet proje tamamlandığında 23 milyon
kişiye daha içme suyu sağlamış
olacağız.
Tamamladığımız 75 adet modern
içme suyu arıtma tesisleri ile günde 7,7 milyon metreküp AB standartlarında arıtılmış su üretiyoruz.
Son 13 yılda; Afyonkarahisar’da
Düzağaç Akdeğirmen Barajı, Ağrı’da Yazıcı Barajı, Aydın’da İkizdere Barajı, Bursa’da Nilüfer Barajı,
Çankırı’da Güldürcek Barajı, Erzurum’da Palandöken Barajı, Kahramanmaraş’ta Ayvalı Barajı, Karaman’da İbrala Barajı, Kars’ta Selim
Barajı, Kilis’te Seve Barajı, Sinop’ta
Erfelek Barajı, Sivas’ta 4 Eylül Barajı, Tekirdağ’a Naipköy Barajı,
Trabzon’da Atasu Barajı, Yozgat’a
Musabeyli Cemil Çiçek Barajı ve
Çanakkale Gelibolu’da Çokal Barajı ile içme suyu meselesini çözdük.
Ülkemizin en büyük metropolü
olan İstanbul için Melen Projesi’ni
uygulamaya koyduk.
Melen Projesi bünyesinde dünyada iki kıtayı birbirine bağlayan
ilk ve tek uzun su altı tüneli olan
Elmalı Barajı
Beykoz-İstanbul
Boğaziçi Tüneli ile Asya ve Avrupa’yı denizin 135 metre altından
birleştirdik.
Melen ve Yeşilçay Projeleri ile İstanbul’un 2071 yılına kadarki içme
suyu ihtiyacını karşılayacağız.
İzmir’in içme suyu problemini çözmek için Gördes Barajı’nı ve isale hattını inşa ettik. Böylelikle İzmir’in içme suyu problemini de
2040 yılına kadar çözmüş olduk.
Ankara’nın rüyası Gerede Projesi’nde çalışmalar devam etmektedir. Ankara’nın 2050 yılına kadar
içme suyu problemini çözecek olan
proje ile yılda 226 milyon metreküp su, 31 bin 600 metre uzunluğunda ve 4,5 metre çapında Türkiye’nin en uzun tüneli ile Çamlıdere
Barajı’na aktarılacaktır.
Kaynaklar ne kadar
fazla olursa olsun,
planlı bir su yönetimi
sergilenmediği sürece
su sıkıntısı yaşanması
kaçınılmazdır.
Asrın projesi “KKTC Su Temin
Projesi” ile 107 kilometre uzunluğundaki isale hattı ile yavru vatana yılda 75 milyon metreküp su
iletiyoruz.
Tarihten günümüze şehirlerin
oluşumunda suyun büyük etkileri olmuştur, geleceğin şehirlerinde
suyun yeri ve önemi ne olacaktır?
Su olmadan hayatın var olamayacağı düşünüldüğünde, su kaynaklarının çok daha dikkatli kullanılmasının önemi kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında su kaynaklarını tehdit eden ciddi meseleler de bulunmaktadır.
Dünya nüfusu arttıkça su tüketimi
de artmakta, sanayileşme ve artan
nüfus dünyadaki su kaynaklarını
kirleterek bu kaynaklar üzerindeki
baskıyı arttırmaktadır.
Özellikle son yıllarda kendini
göstermeye başlayan küresel ısınma ve buna bağlı değişen iklim
şartları da buna eklendiğinde, dünyadaki su kaynakları üzerindeki
mevcut baskı daha da artmaktadır.
Kaynaklar ne kadar fazla olursa
olsun, planlı bir su yönetimi sergilenmediği sürece su sıkıntısı yaşanması kaçınılmazdır. Bu anlayışla su potansiyelimizden teknik
ve ekonomik şartlar çerçevesinde
optimum düzeyde faydalanmaya
çalışmaktayız.
İçme, kullanma ve sanayi suyu temini, zirai sulama, taşkın zararlarından korunma ve hidroelektrik enerji üretimi konularında
kaynakların dikkatli kullanımı ve
sağlanacak denge, muhtemel bir
su sıkıntısı riskini asgari düzeye
indirmektedir.
Su, kaynaklarımızın son damlasına
kadar değerlendirilmesi adına, bütün kamu kurum ve kuruluşlarının
koordinasyon içerisinde yürüttüğü
titiz çalışmalar devam etmektedir.
Ancak kaynakların maksimum düzeyde kullanımı yalnızca kamunun
alacağı tedbirlerle sağlanamayacaktır. Bunun için sivil toplum kuruluşlarının ve basının üzerine de
büyük vazifeler düşmektedir.
Türkiye su zengini bir ülke değildir. Kişi başına düşen yıllık su
miktarına göre; ülkemiz, su azlığı
yaşayan bir ülke konumundadır. KKTC Su Temin
Projesi
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 RÖPORTAJ ‹ 14 15 ›
Dolayısıyla Türkiye’nin gelecek nesillerine sağlıklı ve yeterli su bırakabilmesi için kaynaklarının çok
iyi korunup akılcı kullanılması gerekmektedir. Herkes bu bilinçle
hareket edip suyu tasarruflu kullanmalıdır. Suyun, tabiatta alternatifi olmayan tek kaynak olduğu
unutulmamalı ve vatandaş olarak
üzerimize düşen vazifeleri yerine
getirmeliyiz.
Su; insanoğlunun
tabiata müdahalesinden
en çok nasibini alan
tabii kaynakların
başında gelmektedir.
Ortak geleceğimiz olan
su; canlıdır, akıllıdır, ona
nasıl davranırsanız öyle
karşılık verir. Koruyup
geliştirirseniz pek çok
fayda temin eder. Hoyrat
davranıp yatağını işgal
ederseniz, taşkınla,
selle karşılık verir.
Ülkemizin su politikasında önceliği millî kaynağı olan suyun son
damlasına kadar kullanılması ve
kaynak israfının önlenmesidir. Yani, bir yandan suya yatırım yaparak
arzı arttırmak, bir yandan israfı ve
gereksiz su kullanımını önleyerek
talebi azaltmak.
Suyun kurucu etkisi olduğu kadar yıkıcı etkisi de vardır. Şehri
yönetenler kurucu etkiden yararlanırken yıkıcı etkiye karşı önlem alıyorlar. Su ile şehir ilişkisini bu açıdan da değerlendirebilir
misiniz?
Su; insanoğlunun tabiata müdahalesinden en çok nasibini alan tabii
kaynakların başında gelmektedir.
Ortak geleceğimiz olan su; canlıdır, akıllıdır, ona nasıl davranırsanız size öyle karşılık verir. Koruyup
geliştirirseniz pek çok fayda temin
eder. Hoyrat davranıp yatağını işgal ederseniz, taşkınla, selle karşılık verir.
Meydana getirdiği sosyo-ekonomik kayıplar ve oluş sıklığı açısından değerlendirildiğinde, tabii
afetler içerisinde taşkınlar, depremlerden sonra ikinci sırada yer
almaktadır.
Son yıllarda meydana gelen yüksek
riskli taşkın sayısındaki artışlar,
uzun vadede yürütülen koruma faaliyetlerinin hızlandırılmasını zaruri kılmıştır.
Bu çerçevede büyükşehir belediyesi sınırları içerisindeki derelerin ıslah ve bakımını su ve kanalizasyon
Melen Barajı
Ankara İçme
Suyu Projesi
Gerede Sistemi
idareleri tarafından, belediye sınırları haricindeki derelerin ise ıslahının DSİ tarafından yapılması,
diğer belediyelerde ise belediye ve
DSİ’nin müşterek çalışarak derelerin ıslah ve bakımının yapılması
kararlaştırılmıştır.
Son 13 yılda hizmete aldığımız
1.909 adet taşkın koruma tesisi ile
4,4 milyon dekar alanı taşkınlardan koruduk.
Şehir planlama ve tasarımında su
kaynaklarının önemi nedir?
ÇED ile herhangi bir bölgede gerçekleştirilecek bir faaliyetin tabii
ve yapay çevreye etkileri incelenerek o faaliyetin çevresel sürdürülebilirliğe etkileri değerlendirilir.
Muhtemel olumsuz çevresel etkiler
minimize edilerek o bölgeye ilişkin
kaynakların sürdürülebilirliği sağlanır. Bilimsel ve katılımcı yöntemlerle yapılan planlar sayesinde tabii
kaynaklar verimli kullanılacak ve
gelecek nesillerimize sağlıklı, planlı bir çevre bırakmış olacağız.
Eğer kaynaklarımızı, içinde yaşayan canlılara ve diğer tabii varlıklara zarar vermeden kullanabilirsek,
yani sürdürülebilir kullanımını
sağlayabilirsek, en iyi şekilde yönettiğimizi ispat etmiş oluruz.
Türkiye’deki bütün su havzaları
için “Havza Koruma Eylem Planı”
çalışmalarını 2013 yılı sonu itibarıyla tamamladık ve uygulamaların
takibine başladık.
Bilimsel ve katılımcı
yöntemlerle yapılan
planlar sayesinde tabii
kaynaklar verimli
kullanılacak ve gelecek
nesillerimize sağlıklı,
planlı bir çevre
bırakmış olacağız.
Ülkemizde kentleşme ve ekonomik gelişme neticesinde artan nüfus yoğunluğu temiz su kaynaklarına olan ihtiyacı her geçen gün
arttırmaktadır. Aynı zamanda iklim değişiklikleri ve çevresel kirlenme temiz su kaynaklarını etkilemektedir. Bu bağlamda ülkemiz
şehirleri temiz suyu sağlamaya
nasıl devam edecektir?
Daha önce de belirttiğim gibi şehir
merkezlerimizin içme suyu sıkıntısı çekmemesi ve sağlıklı suya erişimi ile alakalı olarak ilki 2007 yılında 2008-2012 yıllarını kapsayan
“81 Şehir Merkezinin İçme-Kullanma ve Sanayi Suyu Temini Eylem
Planı” hazırladık. 2010 yılında bu
eylem planını, 2010-2014 yılları
için revize ettik ve son olarak 2013
yılında 2013-2017 yıllarını kapsayan yeni bir eylem planı hazırladık.
İller bazında yakın, orta ve uzak
vadede su ihtiyacı tespit ettik ve
su sıkıntısı çekeceği öngörülen
şehirlerde acil eylem planları uygulamaya başladık. Bu çalışmalar neticesinde 81 il merkezinde
mevcut olan ve gelecekte ihtiyaç
duyulacak içme, kullanma ve sanayi suyu miktarları ayrı ayrı belirlenmiştir. Bu eylem planının hedefi; şehir merkezlerimizin asgari
2040 yılına kadar olan su ihtiyaçlarının 2023 yılına kadar yapılacak
tesislerle temin edilmesidir.
Ayrıca GAP, KOP, DOKAP, DAP,
TRAGEP, EGE GEP, AKDENİZ GEP
ORTA ANADOLU GEP, BAKGEP
ve MARMARA GEP gibi ülkemizin
7 bölgesini kapsayan gelişim projeleriyle temiz suya ulaşmayan şehrimiz kalmayacaktır.
Sayın Bakanım, bu yoğunluğunuz
arasında vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Atatürk Barajı
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 RÖPORTAJ ‹ 16 17 ›
İLÂHÎ TARZI TEMAŞÂ
PETRA
Doç. Dr. Aynur CAN
Marmara Üniversitesi - Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Üyesi
MEKÂN
etra, Ürdün’de Lut
Gölünün güneyinde yer alan vaktiyle Baharat Yolu üzerinde kalan kumtaşı
kayalıklarında inşa
edilen antik şehirdir. MÖ 400 ile
MS 106 yılları arasında Nebati İmparatorluğunun başkenti oldu. Nebatiler Arap Yarımadasından gelen göçebe kabileler olup ticarette
hüner sahibi idiler. Bu döneminde
Çin’den ve Hindistan’dan getirilen
tütsü, baharat, yağ ve güzel kokular içeren değerli yükleri Akdeniz’e
ulaştıran Arabistan, Mısır, Suriye,
Hindistan, Yunan Yarımadası ve
Roma’yı birbirine bağlayan zengin
bir kervan ticareti şehri olarak ün
kazanan Petra, aynı zamanda güvenilir ve sağlam bir baharat deposu olarak işlev görmüştü.
Depremlerle ayrılmış kumtaşı kayalıklarının uzun bir zamanda su
taşkınları ile oyulmasıyla oluşan
derin bir vadi olan geçit (The Siq)
aşıldıktan sonra ulaşılan şehirde
Nebatiler baraj ve tünel yapıları
ile gelişmiş bir su yönetim sistemi
kurmuşlardı. Şehrin farklı noktalarında sayısı 20’den fazla sarnıçlarla suyun taşınması sağlanmıştı.
Kumtaşı kayalıklarının suyu emen
bir özelliğe sahip olmasından dolayı kaybı önlemek için kanallar seramik ile kaplanmıştı. Yağmurun
az olduğu ve sıcaklığın 50 dereceyi
bulduğu çöl iklimine sahip bu ortamda sürekli su kaynağına sahip
olunması ve taşkınları önleyici sistemlerin kurulumu yetkin bir alt
yapı çözüm yöntemi olarak halen
P
Şehre insanın sunduğu cezbeden önce ilahi bir cezbe hali ile
karşı karşıyasınızdır. Sizi gerçekliğin bağlamından koparan ve
bir o kadar gerçekliğe bağlayan bir estetik haz haline doğal ve
hızlı bir yoldan eriştiriliverirsiniz. Hayy ve Kayyum ile Cemâl
ve Celâl esmalarının nefes alışlarında salınır insan ruhu bu
şehirde.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 18 19 ›
hayranlık uyandırıcıdır. Son Nebati Kralı II. Rabbel’in Romalılar’a yenilmesi ile şehir Roma İmparatorluğu’nun bir parçası oldu. MS 4.
yüzyılda Hıristiyanlık kültürünün
yaşandığı bir mekân oldu. Sonraları deprem ve ekonomik sıkıntılar
ile şehir tarih haritasından silinmiştir. Bir tür harabe şehir olarak
yaşamıştır.
Nebatiler baraj ve tünel
yapıları ile gelişmiş
bir su yönetim sistemi
kurmuşlardı. Şehrin
farklı noktalarında
sayısı 20’den fazla
sarnıçlarla suyun
taşınması sağlanmıştı.
19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1812
yılında İsviçreli bir seyyah olan
Johann Burkhardt tarafından yeniden keşfedilen şehir, 1985’te
UNESCO’nun Dünya Kültürel Mirası listesine katılmıştır. 2007 yılında da dünyanın yedi harikasından biri olarak belirlenmiş
olup Wadi Musa (Musa’nın vadisi) olarak anılmaktadır. Nebatiler
döneminde o zamanın zenginlik
ve ihtişamını dile getiren El Hazne (Hazine) olarak ifadelendirilen
içinde kral mezarlarının bulunduğu tapınak yapısı, Petra’nın muhteşem yapısı olarak yorumlanmaktadır. 5 metre genişliğinde, 91-182
metreye ulaşan yüksekliğe sahip
kanyon içerisinde ilerleyen geçit
aşıldığında bu yapı belirivermektedir. 39 metre yüksekliğinde, 25
metre genişliğinde gülkurusu rengindeki yekpare kayaların, en yukarıdan aşağıya doğru oyularak biçimlendirilmesi ile oluşturulmuş
zarif bir eser karşınıza çıkmaktadır.
Bir Pagan tapınağı olan eserin gösterişli ön cephesi Nebati, Yunan ve
Mısır kültürünün inançsal figürleri: Hayvanlar, çiçek ve bitki motifleri ile süslenmiştir.
Dünya mirasına hediye edilen bu
eser ve yetkin su mimarisi ile hatırlanan Nebatiler dönemi sonrası Roma eserleri ile şehir süslenmiştir. Roma dönemi, 7.000 kişi
kapasiteli bir antik tiyatro yapısı,
sütunlu yol, kilise yapıları, kaya
bloklarına nakşedilmiş mezarlar,
evler ve rölyefler oluşturulmuştur.
Kumtaşı kayalıklarının içerdiği
kimyasal bileşenlerin taş dokusunda görünür kıldığı sıcak renkler,
güneş ışığının sunduğu farklılık
ve sürpriz etkilerle harikulade bir
doğal dekor sergilemektedir. Bu
haliyle ilahi tarzın temaşa edilebileceği bir ortam oluşmaktadır. Gül
renkleri olan pembe, kırmızı, turuncu ve sarının ışıkla konuşan,
her an farklı tonları ile belirmesi
ve silinmesi arasında bir renk cümbüşünün seyrine dalmak halini yaşatmaktadır. Petra bu renk ahenginden ötürü Gül Şehir (Rose City)
olarak da anılmaktadır. Şehre insanın sunduğu cezbeden önce ilahi
bir cezbe hali ile karşı karşıyasınızdır. Sizi gerçekliğin bağlamından
koparan ve bir o kadar gerçekliğe
bağlayan bir estetik haz haline doğal ve hızlı bir yoldan eriştiriliverirsiniz. Hayy ve Kayyum ile Cemâl ve
Celâl esmalarının nefes alışlarında
salınır insan ruhu bu şehirde. Sadeliğin ve basitliğin muhteşem güzelliğinin derin sükûneti ile bizim
kuşatamadığımız ama bizi sarıp
sarmalayan engin yüceye dönüşümü, renklerin ahengi, ışığın gücü
ve etkisi, taşın estetiği, ışıkla hareket, taşla sükûnet ve zamanın saf
ruhuna dokunabilme tecrübesini
ikram eder şehir. Rahman ve Lâtif
isimlerinin tecelli ettiği kendine
has bir güzellik yorumunu solutur
size. Petra’da taş, rengi ve ahengi
ile sıcacıktır, içinizi ısıtır.
Yağmurun az olduğu ve
sıcaklığın 50 dereceyi
bulduğu çöl iklimine
sahip bu ortamda
sürekli su kaynağına
sahip olunması ve
taşkınları önleyici
sistemlerin kurulumu
yetkin bir alt yapı çözüm
yöntemi olarak halen
hayranlık uyandırıcıdır.
Günümüzde, Amerikan film endüstrisinin ünlü sinema sahnelerine dekor oluşturan işlevsel
görüntüleri ile insanlara ulaşmaktadır. Sinbad and Eye of Tiger
(1977), Indiana Jones: Son Macera
(1989), Mortal Kombat: Annihilation (1997), Çölde Tutku (1997) ve
Mumya Geri Dönüyor (2001) gibi
sinemalara ve televizyon dizilerine ev sahipliği yapmıştır. Şair John William Burgon’ın deyişi ile “tarihin yarısı kadar yaşlı gül kırmızısı
şehir”, güzelliğini bize has bir zevkle tatmak üzere keşfedilmeyi beklemektedir.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 20 21 ›
Yrd. Doç. Dr. Ali CANÇELİK
Kocaeli Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Osmanlı Türkçesi ve İslamî Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
FUZÛLÎ, MÜLHİM ŞEHİR
VE SU KASİDESİ
sıl adı, Süleyman
oğlu Mehmet olan
Fuzûlî’nin doğum yılı ve yeri
konusunda farklı görüşler olsa da
1483’te Kerbela’da doğduğu ve
1556’da Bağdat’ta vefat ettiği kabul görmektedir.
Irak bölgesine gelen Türkmenlerin Bayat Boyu’ndandır. Bayat Boyu, Oğuz boylarındandır. Zamanla
farklı gruplara bölünen bu boyun
bir grubu, Irak Bayatları olarak
isim almıştır. Fuzûlî’nin Bağdat’ta
epey müddet yaşadığı, sonra Kerbelâ’da bulunan Hz. Hüseyin ve
Hz. Abbas türbelerine yakın yerlerde yaşamını sürdürdüğü düşünülmektedir. Mezarı Hz. Hüseyin
Türbesi’nin yakınındadır.
Her büyük sanatkâr gibi, mükemmeliyetçilik ve de eşsiz olma peşindedir. Başkasını taklit etmemiş;
hatta kendi çabalarıyla bulduğu
orijinal şiirleri başkalarıyla olan
benzerliğinden dolayı iptal
etmiş; kayda geçmemiştir.
Üç tip insanı sevmez: Birisi cahil kâtiptir ki, yanlış yazar ve anlamı tamamen ters
çevirir. Diğeri, kötü şiir okuyan insandır. Şiir mi nesir mi
okuyor belli değildir. Üstelik çok iyi şiir okuyorum diye
de övünür. Son olarak da kötü şâirdir. Aslında şâir değildir, şâirlik iddiasında bulunur.
Kötü şiirleriyle herkesi şiirden
nefret ettiren “müteşâ‘ir”dir.
Fuzûlî; âlim, fâzıl, iyi yaratılışlı, hoş sohbet; erdem ve fazilet sahibi, dünya malında hırsı
olmayan, kanaatkâr, izzet ve haysiyet sahibidir. Dünyanın insanı
alçaltan geçici istekleri yerine, fakirlik ve yoklukta hissettiği sekîneti ve huzuru tercih etmiştir.
Sultanlık, dünya nimetleri, güç ve
kudret geçici iken kendisinin aşk,
mihnet ve kanaat saltanatı kalıcıdır. Ona göre padişah, askerlerine
bol bol hediyeler, saçılar verir, ülkeler fetheder. Fethettiği yerlerin
emniyet ve asayişi için uğraşır. Feleğin ters dönmesiyle ülke de asker
de saltanat da yok olup gider. Kendisi söz ülkesinin padişahıdır ki sözünün zaferi ülkeler fetheder. Her
sözü, Allah’ın yardımıyla denizler
ve karalar tutan ve aşan bir pehlivandır. Ne vergi ne de haraç verir.
A
Her büyük sanatkâr gibi, mükemmeliyetçilik ve de eşsiz olma
peşindedir. Başkasını taklit etmemiş; hatta kendi çabalarıyla
bulduğu orijinal şiirleri başkalarıyla olan benzerliğinden dolayı
iptal etmiş; kayda geçmemiştir.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 22 23 ›
Fuzûlî
Irak’ın Coğrafî
Özellikleri
İnsan, yetiştiği toplumun olduğu
kadar coğrafya ve iklimin de bir
meyvesidir. Fuzûlî, her sanatkâr
gibi yaşadığı toprakların güzelliklerini ve zorluklarını yaşamış ve onu
sanatkârane bir üslupla eserlerinde
işlemiştir.
Şâirin doğduğu ve yaşadığı yer
Irak’tır. O zamanlar İran’ın kuzeybatı kesimi için Irak-ı Acem denilmektedir. Irak-ı Arap ise Bağdat ve
çevresi için kullanılmaktaydı. Irak,
Dicle ve Fırat havzaları ile bu havzaların kuzeyinde bulunan dağlık
bölgelerden oluşmaktadır. Grekler tarafından Mezopotamya olarak adlandırılan bu bölge Araplarca
“beyne’n-nehreyn” (iki nehir arası)
olarak adlandırılmıştır. Geçmişte
Irak-ı Arap olarak ifade edilen bölge, Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşerek Basra Körfezi’ne kadar getirdikleri delta üzerinde Bağdat-Basra
Bölgesi ve çevresidir.
Bağdat, karasal iklime sahiptir.
Gündüzleri sıcak, geceleri ise serin
veya soğuk olabilmektedir. Yazları
çok sıcaktır. Bazı bölgelerde hararet ve rutubet dolayısıyla yaşamak
oldukça zordur. Bu sebeple gündüzleri yer altına yapılan bodrumlarda vakit geçirilir. Akşamları ise
damlarda serin havalarda oturulur
ve yatılır. Ağustos’ta esen Semûm
rüzgârının verdiği sıkıntı oldukça boğucudur. Şarkî denilen lodos
rüzgârının hararetini artırmasına
karşın Garbî denilen poyraz rüzgârı ise oldukça ferahlatır. Kış aylarında, Doğu Anadolu dağlarından
esen sert ve keskin rüzgârları çölün tutamamasından dolayı Bağdat’ın güneyine kadar oldukça şiddetli bir hava hissedilir.
İnsan, yetiştiği
toplumun olduğu kadar
coğrafya ve iklimin de
bir meyvesidir. Fuzûlî,
her sanatkâr gibi
yaşadığı toprakların
güzelliklerini ve
zorluklarını yaşamış
ve onu sanatkârane
bir üslupla
eserlerinde işlemiştir.
Bazen taşkınlık bazen kuraklık sebebi olan Fırat ve Dicle, her hâlükârda bu toprakların vazgeçilmez hayat kaynağıdır. Irak’ta
bulunan Necef ve Hindiye göllerinin katkıları ve Fırat ile Dicle’nin
kendi yataklarında taşıdığı verimli
topraklarla, yöre oldukça bereketli
ve mümbit bir araziye sahiptir.
Bağdat bölgesinde çok eskiden ormanlık alanların olduğu söylense
de günümüze kadar çeşitli iklim
olaylarından dolayı, bu ormanlardan eser kalmamıştır. Sadece Fırat
ve Dicle nehirlerinin kıyılarında
söğüt ve ılgın ağaçları bulunmaktadır. Eskiden olduğu gibi şimdi
Bağdat ve Basra yörelerinde hurma bahçeleri şehri hem beslemeye
hem de süslemeye devam etmektedir. Basra’da dünyanın en iyi hurmasının yetiştiği söylenir. Bu hem
ticarî gelir açısından önemlidir. Bununla birlikte hurma birçok işe de
yaramaktadır. Çekirdeği yakıt olarak kullanılır, öğütülüp su katılarak
deve yemi haline getirilebilir, yapraklarından yelpaze, köklerinden
yatak ve iskemle gibi şeyler yapıldığı gibi, kütükleri de yapı işlerinde kullanılır. Bu açıdan bakıldığında hurma başlı başına Bağdat halkı
için çok önemli bir yere sahiptir.
Bağdat’ta nehir bulunan yörelerde aslan, ceylan ve dağlık arazilerde ise kurt, kaplan, çakal gibi
hayvanlar görülebilmektedir. Gözlerinin büyüklüğü, burun deliklerinin genişliği, boylarının inceliği ve
endamlarının güzelliği dolayısıyla Irak atları şöhret bulmuş ve çok
büyük değere sahip olmuştur.
Usta şâire ilham kaynağı olan bu
şehir; toprak evler, damlar ve yollardan oluşur. Yağmur sularının
toprak evlerin damlarından süzülüşü, şâirde gözyaşı olur. Damların yarıkları gözyaşının oluşturduğu izlere dönüşür. Şehrin iki nehri
Hicaz’a doğru yol alır. Bu akış, aşk
ile Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın
temiz topraklarına, bâb-ı saadetinin eşiğine gidiş oluverir. Yakıcı
sıcakların ikliminde insanoğlu su
ararken, su; başını taştan taşa vurur, kendinden geçer ve bir dem
dinlenmeden sevgilisine doğru yol
alır. Tek ve önemli olan, mâşuktur.
Bu ilhamla yazılan kaside hakkında çok şey söylenebilir. Kısaca izah
etmek suretiyle, aşağıda görüleceği
üzere anlamaya ve anlatmaya çalışmış bulunmaktayız.
Bağdat
Su Kasidesi
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki
odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
“Ey göz, gözyaşından gönlümdeki ateşlere su saçma! Çünkü aşk ateşiyle bu kadar tutuşan ateşe su çare
olmaz.”
Fuzûlî’nin şiirlerindeki en önemli tema, “aşk” ve “ızdırap”tır. Aşk
ateşi hiçbir şekilde sönmesi mümkün olmayan bir güce sahiptir. Şâir,
kendisine aşk ateşiyle içi yanarken
ağlamaktan ve ağlarken de ateşin
sönmeyeceğini telkin etmekten
kendisini alamaz. Gözyaşı, ateşi
söndürmek için imdada yetişir; ancak bir faydası olmaz. Âşık, gözüne
boşuna uğraşmaması için uyarıda
bulunmaktadır.
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi
bilmezem
Ya muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
“Şu dönen gökkubbenin rengi su rengi
midir, yoksa gözümden akan yaşlar mı
gök kubbeyi kaplamıştır bilmiyorum.”
Âşık o kadar çok ağlamıştır ki gözünden akan yaşlar, sel olup taşmış
ve gökyüzünü boydan boya kaplamıştır. Gözün baktığı yerleri gözyaşı renginde görür. Gökyüzü
normalde su renginde ve mavidir. Beyit, göz ile gökkubbenin yuvarlaklığı ve su taşıması ve dökmesi arasında bir benzerlik hissi
doğurmaktadır.
Yakıcı sıcakların
ikliminde insanoğlu su
ararken, su; başını taştan
taşa vurur, kendinden
geçer ve bir dem
dinlenmeden sevgilisine
doğru yol alır. Tek ve
önemli olan, mâşuktur.
Zevk-i tîğünden aceb yoh olsa gönlüm çak çak
Kim mürûr ilen bırağur rahneler
dîvâra su
“Kılıcının (açtığı yaranın) zevkinden
gönlümün parça parça olmasına şaşılmaz; çünkü su aka aka zamanla duvarda yarıklar açar.”
Sevgilinin kılıcı; kirpiği, yani bakışıdır. Sevgilinin her bakışı,
kirpiklerini bir kılıç gibi kullanarak âşığın gönlünde yaralar açar.
Âşığın gözünden yaşlar akar. Duvardan akan su nasıl yarıklar oluşturursa, gözünden akan yaşlar da
gönlünde öylece yaralar oluşturur. Âşık, sürekli sevgilinin bakışına mazhar olduğu için bu yarıklar
hiçbir zaman iyileşmez. Zaten şâir
de iyileşmesini istemez; zira şâir,
sevgilinin bakışıyla yaralanmaktan
zevk almaktadır.
Beyit, tasavvuftaki “nazar” kavramına da atıf yapmaktadır. Nazar,
Allah dostlarının, şeyhlerin-mürşidlerin müridlerine, sülûk ehline
(manevî yolda ilerleyen dervişlere)
bakışı demektir. Bu bakış, müntesiplerin ruhlarına tesir ederek onlara olgunluk verir. Kalplerini ilahî
feyizle doldurur ve arındırır.
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su
“Yaralanmış gönül senin (oka benzeyen) kirpiklerinden korkuyla bahseder. Nitekim yaralı olan kimse suyu
tedbirle içer.”
Âşık, sevgilinin bakışlarıyla sürekli yaralanmakta olduğu için her daim yaralıdır. Bu sebeple sevgilinin
nazarından bahsettiği zaman tedbirli olmaya çalışır. Normal bir yaralının su içerken tedbirli davranması gibidir. Bir yandan yaralıdır
ama diğer yandan su kadar ihtiyaç
duymaktadır.
Suya virsün bâg-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse
min gül-zâra su
“Bahçıvan boşuna zahmet çekmesin,
gül bahçesini sele versin. Ne de olsa
binlerce gül bahçesine su verse yüzün
gibi bir gül açılmaz.”
Şâir, sevdiğinin güzelliğine işaret
eder. Öyle güzeldir ki hiçbir gül
onun gibi güzel olamaz. O yüzden
başka güzellikler için uğraşmaya
değmez. Bahçıvan, gül bahçelerine
su basıp onlarla ilgilenmekten vazgeçmelidir. Beyit, Hz. Peygamber
Hattat: Etem Çalışkan
Adell Armatür
Koleksiyonu
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 24 25 ›
Aleyhisselâm’ın gül sembolüyle
anılmasına işaret etmektedir. Hz.
Peygamber gibi hiçbir kimsenin gelemeyeceğini ifade etmektedir.
Ohşadabilmez gubârını muharrir
hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su
“Kâtip, kalem gibi (aşağı doğru)
bakmaktan gözlerine kara sular inse de, hattını yüzündeki tüylere
benzetemez.”
Beyit, gül örneğinde olduğu gibi
sevgiliyle benzerlik kurmanın imkânsızlığını ifade etmektedir. Bu
sefer sevgilinin yüzündeki ayva
tüyleri ile bu imkânsızlık dile getirilir. Gözlerine kara sular inene
kadar çalışsa da hiçbir kâtip bunu
başaramaz.
Burada hat sanatının türü olan gubarî ile ayva tüyleri arasında bir
benzerlik kurulur. Ayva tüyleri,
dengi ve benzeri olmayan bir sanat
eseri gibi güzeldir.
Gubarî hattın en önemli özelliği
çok küçük yazılıyor olmasıdır. Sevgilinin yüzündeki tüyler de bu sebeple gubarî hatta benzetilmiştir.
Kalemin gözüne kara sular inmesi, kalemin baş aşağı tutulduğu zaman uç kısmına mürekkebin gelmesidir. Bu, insanın yazı çalışması
yaparken sürekli aşağıya bakmasından dolayı gözüne kızarma veya
kararma gelmesine benzetilmiştir.
Şâir, sevdiğinin
güzelliğine işaret eder.
Öyle güzeldir ki hiçbir
gül onun gibi güzel
olamaz. O yüzden
başka güzellikler
için uğraşmaya
değmez. Bahçıvan, gül
bahçelerine su basıp
onlarla ilgilenmekten
vazgeçmelidir.
Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânım n’ola
Zâyi’ olmaz gül temennâsıyla vermek hâra su
“Yanağını yâd etmemden dolayı (gözlerimden akan yaşla) kirpiklerim ıslansa ne olur ki; zira gülü düşünerek
dikene su vermekle bir şey zayi
olmaz.”
Nasıl ki gülün dikeni olmasına rağmen gülün yetişmesi temennisiyle su veriliyor ve bu, boşa gitmiş
olmuyorsa senin yanağını anıp
ağlayınca gözyaşım boşa gitmez
demektedir.
Şâir yanak ile gül, kirpik ile diken
arasında benzerlik kurmaktadır.
Buradaki gül temennası Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ı görmek
olarak anlaşılabilir. Zat-ı şerifini
görmek için onu can-ı gönülden
istemek gerekir. Bunun göstergesi de gönülden dökülen gözyaşıdır.
Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun diriğ
Hayrdur virmek karanu gicede
bîmâra su
“Hüzün günü kılıcını hasta gönülden
mahrum etme. Karanlık gecede hastaya su vermek hayırdır.”
Şâir, gönlüne hüzün çöktüğü zaman sevgiliden nazarını mahrum
etmemesini talep etmekte; sevgilinin nazarını gece vakti hastalığı
artan hastaya ferahlaması ve kasvetten kurtulması için verilen suya
benzetir.
Beyitte, karanlık gece, ölümü de
çağrıştırmaktadır. Bu çerçevede
düşünülecek olursa usta şâir, Hz.
Peygamber Aleyhisselâm’dan ölüm
vakti medet ummaktadır. Ölüm
anında hastaya su vermek nasıl
kıymetli bir ikram ise sevgilinin
âşığa nazar kılması da aynı derecede kıymetli bir lütuftur.
İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin et
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm’çün ara su
“Ey gönül! Sevgiliden ayrı kaldığında oka benzeyen kirpiklerini isteyerek
kavuşma arzunu dindir. Bu çölde susuzum, bir kez de benim için su ara.”
Çölde susuz kalan kimse nasıl hararet ve heyecanla su ararsa, şâir
de aynı şekilde sevgilinin oka benzeyen kirpiklerini aramaktadır.
Bu, çeliğe su vermek anlayışını
çağrıştırmaktadır. Çeliğin suyla
buluşmasından sonra daha kuvvetli olması gibi sevgilinin kirpikleri de âşığın gönül kanıyla buluşunca daha kuvvetli olacaktır. Burada
âşığa gerekli olan, gönül kanıdır;
çünkü susuzluğunu sadece onunla
giderebilmektedir.
Men lebün müştâkıyam zühhâd
kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir huş-yâra su
“Ben senin dudağından çıkan (ilâhî
nefese kavuşma) arzusundayım; zâhidlerse kevseri talep etmektedir. Nitekim (ilâhî nefesle) mest olmuş kişiye şarap içmek, ayıklara ise su içmek
hoş gelir.”
Burada Yunus Emre’nin “Bana seni gerek” sözleri hissedilmektedir. Fuzûlî de bizzat sevgiliyi talep
eder ve onun dışındakilere herhangi bir iştiyak ve ihtiyaç duymaz.
Zâhidler ise seni değil, vaatleri
istemektedirler.
Burada ilginç bir mânâ daha belirmektedir: “Leb”, divan şiirinde
tekliğin yani “vahdet”in, “kevser”
ise çokluğun yani “kesret”in sembolüdür. Kesret/çokluk maddîdir.
Zâhidler, maddî olanı istemekte;
kendisi ise maddî olana müstağni
durmakta ve vahdeti istemektedir.
“Mey”, burada ilâhî aşkı temsil
eder. Kendisine hoş gelen de mey
olduğu için ilâhî aşktan yanadır.
Zaten ilâhî aşkla mest olup kendinden geçmiştir. “Huş-yâr”, aklı
başında olan kimseler için kullanılır. Zâhidlerin her şeyi akıllarıyla anlamaya çalışmalarından dolayı bu şekilde isimlendirilirler. Bu
yüzden de akıl, maddî olanı istemektedir. Akıl kuralcı ve hesapçıdır; gönül ise aşkına kulak verir ve
hesap yapmaz.
Çölde susuz kalan
kimse nasıl hararet
ve heyecanla su
ararsa, şâir de aynı
şekilde sevgilinin oka
benzeyen kirpiklerini
aramaktadır. Bu, çeliğe
su vermek anlayışını
çağrıştırmaktadır.
Ravza-i kûyına her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış gâliba ol serv-i
hoş-reftâra su
“Su, galiba o hoş yürüyüşlü serviye
(servi gibi uzun boylu güzele) âşık olmuş. Bir an bile durmadan, onun cennet bahçesine akar.”
O hoş yürüyen sevgiliye âşık olan
su, ona doğru her daim akmaktadır. Suyun tabii akışı sevgiliye
ulaşma sebebine bağlanmıştır.
Beyitte, herhangi bir bahçe anlamına gelecek kelime kullanmak
yerine “ravza” kelimesinin kullanılması, Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın evinin ve mescidinin bulunduğu yeri çağrıştırmak içindir.
Bu sayede okuyucunun zihninde
ravza-i kûy ile Ravza-i Mutahhara
canlandırılmaktadır. Ayrıca Dicle
ve Fırat nehirlerinin güney yönüne doğru akması, kutsal topraklara yani cennet bahçesine ulaşmak
için gösterilmiş olabilir.
Yine beyitte sevgilinin güzel boyunu ifade için kullanılan “servi”, şekil olarak ‘١’(bir) rakamına benzediğinden klasik şiirimizde
“vahdet”in, yani Allah’ın da sembolü olarak değerlendirilmiştir. Serviye doğru gitmek, kesretten vahdete gitmeye işaret etmektedir.
Su yolın ol kûydan toprağ olup
dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahi ol kûya koyman vara su
“Sevgilinin cennet bahçesine gitmesin
diye toprak olup suyun önünü kesmeliyim. Su benim rakibim olduğu için,
onun bahçeye varmasına müsaade
etmem.”
Buraya kadarki beyitlerde şâir suyun sevgiliye ne kadar âşık olduğunu ve onun her daim akıp durduğunu söylemekteydi; ancak şimdi
Yunus Emre
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 26 27 ›
suyu kendisine rakip olarak görmektedir. Onun sevgiliye doğru
yönelmesini kıskandığı için de yâre
varmasını engellemek ister. Bunun
için toprak olup suyun yolunu kapatacaktır. “Toprak olmak” deyimi,
yolunda ölmek anlamına da gelir.
Sevgiliye meyleden her kim olursa
olsun, âşık buna mani olmak için
kendi canından vazgeçmektedir.
Dest-bûsı arzûsiyle ger ölürsem
dûstlar
Kûze eylen toprağım sunun anunla yâra su
“Dostlarım, eğer sevgilinin elini öpme
arzusuyla (öpemeden) ölürsem, toprağımdan testi yapıp onunla sevgiliye
su sunun.”
Önceki beyitte su karşısında kendisini toprak eden usta şâir, burada
toprak haline devam etmektedir.
Eğer bu muradına eremeden ölürse, toprağından testi yapılmasını
ve onunla sevgiliye su sunulmasını ister. Bu şekilde dahi olsa onun
elini öpme bahtiyarlığına erecektir.
Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meğer
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su
“Servi, kumrunun ona yalvarması karşısında dik başlılık ediyor. (Her
halde) servi, sudan eteğini tutarak ve
ayaklarına kapanarak yalvarmasını
istemektedir.”
Kumru servinin üzerinde ona yalvarır, servi ise kumruya yüz vermez. Bunu da suyun kendi ayaklarına kapanıp, eteğini tutup
yalvarmasına vesile olsun diye yapar. Kumrunun çıkardığı ses,
“huu… huu…” şeklinde olduğu için
bu, zikrullah olarak yorumlanmıştır. Servinin normalde şekli “Elif”
harfine benzetilir; ancak rüzgârın
etkisiyle salınınca şekli lâmelife (لا (
benzer. Bu ise “Lâ” yani “Hayır! Olmaz!” anlamına gelir. Servinin “Lâ”
tavrı kumrunun ona yalvarmasına
karşı iltifat göstermemesi olarak
görülür. Sevgili bu yakarışa karşı ilgisiz kalınca devreye su girer. Suyun servi ağacını dolanarak akması
ona yalvarma, ayaklarına kapanma
olarak yorumlanmaktadır.
Servi, elif boyu ile vahdeti simgelediği için Cenâb-ı Hakk’ı, kumru yalvarıp yakaran bir kulu,
su ise şefaatçi olması dolayısıyla Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ı
hatırlatmaktadır.
“Toprak olmak”
deyimi, yolunda ölmek
anlamına da gelir.
Sevgiliye meyleden
her kim olursa olsun,
âşık buna mani olmak
için kendi canından
vazgeçmektedir.
İçmek ister bülbülün kanın meğer
bir reng ile
Gül budağınun mizâcına gire kurtara su
“Meğer gül bir hile ile bülbülün kanını
içmek ister. Su, gülün dalının damarına girsin (mizacına göre hareket ederek bülbülü) kurtarsın.”
Klâsik şiirimizde sıkça konu edinen gül-bülbül hikâyesine telmih
yapılır. Bülbül, gülün kendisine
açılması yani iltifat etmesi için sürekli feryat figan etmektedir. Gül
hileyle, dalındaki dikenle bülbülün
kanını dökmek ister. Çünkü inanışa göre gül, kırmızılığını bülbülün
kanından almaktadır. Tasavvufta
gül, çok yapraklı olmasından dolayı kesreti, insanı vahdetten uzaklaştıran dünyevî arzuları kast eder.
Bülbül ise âşık/derviştir. Su da yine burada âşığı hilelere düşmekten
kurtaracak olan Hz. Peygamber
Aleyhisselâm’dır.
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i
âleme
İktidâ kılmış tarîk-ı Ahmed-i
Muhtâra su
“Su, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yoluna uymakla temiz tabiatını bütün dünyaya açıkça
göstermiştir.”
Usta şâir, doğrudan Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın ism-i şerifini zikretmektedir. Bundan sonra
doğrudan övgüye başlar. Su, Hz.
Peygamber’in yoluna uymuş ve temiz tabiata, mizaca sahip oluşunu ispat etmiştir. Su, sırat-ı müstakîm üzere olan mü’mini temsil
etmektedir. Suyun yaratılışındaki
temizlik, ilâhî yola tabi olmasına
dayandırılmaktadır.
Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-yı
dürr-i ıstıfâ’
Kim sepüpdür mu’cizâtı âteş-i eşrâra su
“Mucizeleri şer sahiplerinin ateşine
su serpen (ateşlerini söndüren zat-ı
şerif), insanların efendisi seçkin inciler denizidir.”
Hz. Peygamber Aleyhisselâm, şerli insanların şer işlerini önlemektedir. Onların, insanların kalplerini
ve zihinlerini ifsat etmesine mani
olmaktadır.
Dünya yer ile gök arasında bir istiridye olarak düşünülmüş Hz. Peygamber Aleyhisselâm da misli ve
dengi olmayan bir inci gibi düşünülmüştür. Nisan yağmurlarıyla
istiridye içinde incinin oluşumu
anlayışından yararlanmaktadır.
Kutlu doğumun da nisan ayında gerçekleşmiş olması benzerliği güçlendirmektedir. Ayrıca kutlu
doğum gerçekleştiği zaman ateşe
tapan Mecûsilerin yanmakta olan
ateşlerinin sönmesi mucizesine de
telmih yapılmaktadır.
Kılmağ içün tâze gül-zâr-ı nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş ızhâr seng-i
hâra su
“Peygamberliğin gül bahçesini taze
kılmak için mucizesiyle sert taştan su
çıkarmıştır.”
Hz. Peygamber Aleyhisselâm, peygamberlik bahçesini sulayıp bahçenin güllerini taze ve canlı kılmak
için taştan su çıkarmış ve onunla nübüvvet bahçesini sulamıştır.
Hz. Fahr-i Kâinat Aleyhisselâm’ın
doğduğu ve yaşadığı Arap yarımadası ve Ortadoğu toprakları, önceki peygamberlere de ev sahipliği
yapmıştır. Onun için bu topraklar birer nübüvvet bahçesi olarak
yorumlanmıştır. Nübüvvet bahçesinin sembolü, güldür. Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın taştan su
çıkarma mucizesine telmih yapılmış; mucizesiyle nübüvvet bahçesini sulamasına benzetilmiştir.
Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş
‘âlemde kim
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffâra su
“Mucizesi, bu âlemde uçsuz bucaksız denizdir ki, ondan binlerce kâfirin
ateş hânesine su ulaşmıştır.”
Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın
mucizeleri uçsuz bucaksız bir denizdir. Bu denizin suyu tüm kâfirlerin ateşlerini söndürmek üzere
onlara ulaşmıştır. Burada bütün
âleme peygamber olarak gönderilme hatırlatılmaktadır. Su imanı,
ateş ise küfrü temsil etmektedir.
Hz. Fahr-i Kâinat
Aleyhisselâm’ın
doğduğu ve yaşadığı
Arap yarımadası ve
Ortadoğu toprakları,
önceki peygamberlere de
ev sahipliği yapmıştır.
Onun için bu topraklar
birer nübüvvet bahçesi
olarak yorumlanmıştır.
Hayret ilen barmağın dişler kim
itse istimâ‘
Barmağından virdüği şiddet güni
Ensâr’a su
“Şiddetli bir savaş gününde parmağından çıkarıp Ensâr’a su verdiğini kim işitse, hayretinden parmağını
ısırır.”
Bir mucizeye telmih yapılmaktadır. Tebük Gazvesi’nde, Hudeybiye’deki çölde şiddetli sıcak ve susuzluk vardır ve Ensâr iyice halsiz
kalmıştır. Bu durum karşısında
bahsi geçen mucize gerçekleşir. Bu
seferin cereyan ettiği mevsim çok
sıcak olduğu için, çok büyük zorluk yaşanmıştır. Tövbe Suresi, 117.
âyette “şiddet günü, güçlük vakti”
anlamlarına gelen “العسرة ساعة “tabiri kullanılmaktadır.
Bir rivayete göre Bizanslılarla Müslümanlar arasında olan Tebük Gazvesi, şiddetli yaz sıcaklarına denk
gelmiştir. Bu yaz sıcağında Ensâr
sıcaktan ve susuzluktan çok bunalmıştır. Önünde bir kap suyla abdest almakta olan Hz. Peygamber
Aleyhisselâm, bu durumu görünce Ensâr’a “Neyiniz var?” diye sorar. Ensâr: “Bundan başka ne içecek ne de abdest alacak suyumuz
var.” der. Resûl-i Ekrem (aleyhisselâtu vesselâm) elini kovaya sokar ve parmaklarının arasından sular akmaya başlar. Ensâr bu sudan
hem içer hem de abdest alır. Usta
şâir, bu mucize karşısında insanın
hayranlık derecesini ifade edebilmek için bunu duyan dahi parmağını ısırmaktan kendini alamaz
demektedir.
Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı
hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i
mâra su
“Eğer Hz. Peygamber aleyhisselam’ın
dostu yılanın zehrini içse bu ona âb-ı
hayât (ölümsüzlük suyu) olur. Düşmanı su içse, hiç şüphesiz, yılanın
zehrine döner.”
Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 28 29 ›
dostu olan kişiye şerrin zarar vermeyeceğini, düşmanlarına ise zararsız diye düşünülen işlerin tam
tersine zarar verdiği ifade edilir.
Dost olana, yılan zehri ölümsüzlük
suyu (âb-ı hayât) gibidir. Düşmana
ise su, zehir gibidir.
Mekke’den Medine’ye hicret ederken saklandıkları Sevr Mağarasında, Yâr-ı gâr (mağara dostu) olan
Hz. Ebubekir (radiyallahu anh)’in
ayağını yılan sokmasına rağmen
zarar vermemesine telmih vardır.
Eylemiş her katreden min bahr-ı
rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû’ içün gül-i
ruhsâra su
“Abdest almak için suyu gül yanağına vurunca her damlasından binlerce
rahmet denizi dalgalanmıştır.”
Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın yanağı güle benzetilmiştir. Abdest
alırken yanağına serptiği suyun
damlaları rahmet olmaktadır. Mümin de abdest alırken eliyle, diliyle
vesâir azalarıyla yaptığı günahlardan arınmaktadır. Ayrıca yağmur
damlalarının rahmet olarak algılanmasını da çağrıştırmaktadır.
Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir
muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer
âvâre su
“Su, ayağının toprağına ulaşayım diye ömrü boyunca başını taştan taşa
vurup serserice gezer.”
Suyun ömrü boyunca
akması sevgilisine
ulaşmak içindir. Bu
uğurda canhıraş
şekilde, başını
taştan taşa vurarak
gezmektedir. Fırat ve
Dicle nehirleri güneye,
yani sevgilinin yöresine
doğru akmaktadır.
Suyun ömrü boyunca akması sevgilisine ulaşmak içindir. Bu uğurda
canhıraş şekilde, başını taştan taşa
vurarak gezmektedir. Fırat ve Dicle nehirleri güneye, yani sevgilinin
yöresine doğru akmaktadır. Nehirler akarken kıvrıla kıvrıla akmakta ve kıvrım yerlerindeki köşelere
çarpa çarpa devam etmektedir. Su,
tıpkı “avare” bir serseri gibi, bir o
yana bir bu yana, başını taşlara çala çala akmaktadır.
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister
sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su
“Su, zerre miktarınca da olsa dergâhının toprağına nur saçmak ister. Şayet
parça parça da olsa o dergâhtan geri
dönmez.”
Su, başını taştan taşa çalarak akarken çarpma esnasında küçük damlacıklar oluşur. Bunlar, dergâhı
aydınlatmak amacıyla suyun ulaştırdığı nurlar olarak yorumlanmıştır. Su zerreleri çarpmanın etkisiyle yükselince, güneşin de
tesiriyle parlak bir hal almaktadır.
Suyun tek amacı dergâhın eşiğini
aydınlatmaktır.
Zikr-i na’tun virdini dermân bilür
ehl-i hatâ
Eyle kim def ’i humâr için içer
meyhâra su
“Sarhoşların içkinin tesirinden kurtulmak için su içmeleri gibi, günahkârlar da na‘tını söylemeyi derman
görürler.”
Sarhoşlar, içtikten sonra baş ağrılarını dindirmek için su içmektedir.
Günahkârlar da Hz. Peygamber
Aleyhisselâm’ın na‘tını söylemeyi
günahın ağırlığından kurtulmak
için derman olarak görürler. Na‘t,
şefaat temennisiyle yazılmış methiye olduğu için günahkâr da onu
okuyarak şefaat dilemektedir.
Yâ Habiba’llah yâ Hayre’l-beşer
müştâkunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler
hemvâra su
“Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların
en hayırlısı! Susuzluktan dudağı kuruyanlar, sürekli hararetle su dileyenler gibi ben de sana hasretim.”
Şu ana kadar dolaylı olarak hasretini, yakarışını ve vuslat temennisini dillendiren Fuzûlî, bu beyitte
bizzat kendisi olarak seslenir. Sanki “artık yeter, sabrım kalmadı, ben
kendim sesleniyorum” der gibidir.
Sensen ol bahr-ı keramet kim şeb-i
Mirâc’da Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su
“Sen, Miraç gecesinde feyzinin çiğ
damlalarıyla yıldız ve gezegenlere su
ulaştırmış keramet denizisin.”
Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ın
Sevr Dağı
mucizesine sınır yoktur. Miraç mucizesine telmih vardır. Bu telmihle
kâinattaki her yere rahmetin ulaşmasına işaret edilmektedir.
Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i
feyz iner Hâcet olsa merkadün
tecdîd iden mi’mâra su
“Senin kabrini yenileyen mimara su
lazım olursa, güneş çeşmesinden her
an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.”
Güneş, hayatın ana kaynaklarından biri olduğu için çeşmeye; güneşin ışık huzmeleri ise ondan
akan saf, temiz ve tatlı suya benzetilmektedir. Güneş, hayatı aydınlattığı gibi, İslâm mimarlarının da
feyiz kaynağı olmaktadır.
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i
sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol
nâra su
“Cehennem korkusu, yanık gönlüme
gam ateşi salmış ama senin bağışlama bulutunun o ateşe su serpeceği
ümidindeyim.”
Fuzûlî, Hz. Peygamber Aleyhisselâm’a duyduğu muhabbete rağmen, kendisini hakir ve günahkâr
bir kul olarak görür. Aşkı vesilesiyle kendisini garantide görmemektedir. Tek ümidi rahmet bulutunun
azap ateşini söndürmesidir.
Yümn-i na‘tünden güher olmış
Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü-i
şehvâra su
“Seni methetmenin uğuru vesilesiyle
Fuzûlî’nin sözleri, nisan bulutundan
düşüp şahane tek inciye dönüşen su
damlası gibi birer inci olmuştur.”
Usta şâir, sözlerindeki kıymetin
kaynağını tamamen Hz. Peygamber Aleyhisselâm’ı methetmesine
bağlar. Zat-ı şerifi övmesi vesilesiyle sözleri padişahlara yaraşır derecede kıymet kazanmıştır. Sözü;
istiridye içindeki tek incidir, incilerin en büyüğü, kıymetlisi ve en
güzelidir.
Güneş, hayatı
aydınlattığı gibi, İslâm
mimarlarının da feyiz
kaynağı olmaktadır.
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda
rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr
mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslın vere men teşne-i dîdâre su
“Mahşer günü gaflet uykusundan
uyanık olan (sana) hasret gözyaşlarından, uyanık gözlere su serptiğinde (ağladığında) umudum odur
ki, kıyamet gününde (senin cemalini görmekten) mahrum olmayayım.
Ben, cemaline susamışa senin vuslat
pınarın su versin.”
Aşk ve ızdırap şâiri Fuzûlî, bir dua
ile kasidesini nihayete erdiriyor.
Tek dileği sevgilinin cemalinden
mahrum kalmamaktır.
Hâsıl-ı Kelâm
Hayatını Su Kasidesi ile özetleyen
bir şâirdir Fuzûlî. Ömrü boyunca
su gibi bazen başını taştan taşa
vurmuş, bazen mest u hayran bir
şekilde kendinden geçmiş; ancak
her daim Yüce Dost’u aramış bir
gönül ehlidir. Çocukluğundan başlayan hayat serüveni içinde insana,
tabiata ve hayvana aşk nazarıyla
bakmış ve öyle dile getirmiştir.
Eserlerindeki hep kendisidir. Rind
olup yollara, Mecnun olup çöllere,
hasta olup yataklara düşen, marazını bir yorgan gibi üstüne çeken hep kendisidir. Her beytinde,
her mısrasında, her harfinde sonu
gelmez ızdıraplar, ayrılıklar, ahlar,
kanlar, feryâd u figânlar kalbinin
sesleridir.
Büyük şâir Fuzûlî, bu çağın insanının anlaması belki imkânsız, belki
zor bir vasfa sahiptir. Çileyi kendine dost bilmiş ve hep onunla varlığını hissetmiştir. Melâl ü mihnetle mesut ve bahtiyardır. Zira onda
Sevgili’yi bulmuştur.
O’nu bulan ne ister ki, Fuzûlî ne istesin.
Kaynakça
1. Doğan, Muhammed Nur, Fuzûlî’nin Poetikası, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2002.
2. Fuzûlî, Fuzûlî Divanı, haz. Kenan Akyüz, Süheyl Beken, Sedit Yüksel, Müjgân Cunbur, Akçağ Yayınları, Ankara 2000.
3. Karahan, Abdülkadir, “Fuzûlî”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 13, İstanbul 1996, s. 240-246.
4. Karahan, Abdülkadir, Fuzûlî Muhiti Hayatı ve Şahsiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2. bs., Ankara 1995.
5. Nazmi-zâde Murteza, Gülşen-i Hulefâ Bağdat Tarihi 762-1717, Tahlil ve Metin Tenkidi: Mehmet Karataş, Türk Tarih
Kurumu, Ankara 2014.
6. Tarlan, Ali Nihat, Fuzûlî Divanı Şerhi, Akçağ Yayınları, 4. bs., Ankara 2005.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 30 31 ›
SUYUN ALTINDAKİ TARİH:
HALFETİ’DEN HASANKEYF’E…
Dr. Nureddin NEBATİ
Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Üyesi
ırat ve Dicle’nin suladığı Bereketli Hilal’in iki müstesna değeri: Halfeti
ve Hasankeyf. Hüzünlü bir gelin gibi
adeta Halfeti. Olabildiğine sakin,
tarihinden gelen hazinesini, zenginliğini bilgelere has bir vakarla
taşıyor. Nice inanca, nice medeniyete ev sahipliği yapmış, bir zamanların şanlı kenti şimdi sessizce ve tevekkülle kaderini yaşıyor.
Diğer yanda 10 bin yıllık bir tarihe
ve dünyanın en zengin doğal miraslarından birine sahip kucağında
nice çocukların doğup büyüdüğü,
bir ana gibi pek çok medeniyete, dile, dine beşiklik etmiş asi bir
kent Hasankeyf. Bir yanda insanlığın ve tarihin geldiği aşamaların
yarattığı zorunluluklar, bir yanda
eşsiz, nadide bir değeri kendi özgünlüğünü bozmaksızın, doğal varoluşuna karışmaksızın korumanın, gelecek nesillere aktarmanın
tarihsel ve vicdani sorumluluğu…
F
Medeniyetlerin kalbi olan Anadolu, tarih boyunca pek çok
medeniyete yaşam alanı sunmuş, onların doğuşlarına, en
ihtişamlı dönemlerine ve yıkılışlarına şahit olmuştur.
Halfeti, Şanlıurfa
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 32 33 ›
Hasankeyf yıllardır kendisine biçilen kaderle savaşıyor. Mecliste
kabul edilen ve Cumhurbaşkanı
tarafından onaylanan torba yasa
ile Hasankeyf’in kaderi de netleşmiştir. “Sofi’nin seçimi” gibi olsa
da millet tercihini barajın getireceği, kalkınma ve gelişmeden yana kullanmıştır. Bu proje 1969 yılından beri yürütülmektedir, hiç
bir siyasî iktidardan onlarca yıldır
bunca emek ve kaynak harcanmış
bir projeyi çöpe atması beklenemez, bu vebali kimse karşılayamaz.
Dolayısıyla bunu beklemek gerçekçi değildir, projenin tamamlanması
bir zorunluluktur. Gönül isterdi ki
Hasankeyf’in tek bir taşına dahi
dokunulmasın, ancak gelinen son
noktada bu mümkün olmadığına
göre, bize düşen Hasankeyf’i eski
ihtişamına, derinliğine, doğallığına en yakın şekilde yeniden işlevlendirmek, korumak ve gelecek nesillere aktarmaktır.
Sakin, Sessiz Ve
Derin: Halfeti
Medeniyetlerin kalbi olan Anadolu, tarih boyunca pek çok medeniyete yaşam alanı sunmuş, onların
doğuşlarına, en ihtişamlı dönemlerine ve yıkılışlarına şahit olmuştur. Fırat ve Dicle nehirlerinin üzerine aktığı Bereketli Hilal tarih
boyunca farklı dinlere, dillere, kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Halfeti (eski adıyla Rumkale) bu mirası yüzlerce yıl kudretli bir şekilde
omuzlarında taşımış, bugün ise
sessizliğe bürünmüş, kendini akışa
teslim etmiştir. Asur Kralı III. Salmanassar’ın sevgili şehri Rumkale’nin bir yanı huzur, bir yanı hüzne bulanmıştır. Bu sessiz ve derin
şehrin ihtişamlı tarihine biraz yakından bakalım.
Rumkale’nin adı tarihi kaynaklarda çeşitli şekillerde geçmektedir.
Kurulduğu zaman “Şitamrat” adını
taşımaktadır. Ermenice’de “Hromklay”, “Klay/Horomakan”, halk dilinde, “Urumgala” ve “Hromgla”
olarak adlandırılmıştır. Ortaçağ’da
“Rumkale” olarak adlandırılmış,
1292’de Memlukler tarafından fethedilince Kal‘at’ül-Müslimin” adını
almıştır. Osmanlıların son dönemlerine kadar “Rumkale” ismiyle zikredilmiş, aynı isimle günümüze kadar gelmiştir (Altınöz, 2015: 154).
Şehir; Med, Pers, Helenistik ve Roma dönemlerinde faal olarak kullanılmıştır. Güneydoğu Anadolu
Bölgesi, Roma İmparatorluğu döneminde Orshoene eyaleti içinde
yer almıştır ve Rumkale de bu eyaletin merkez şehirlerinden birisidir
(Gül, 2002: 361). Bölge daha sonra
Bizans, Emevi, Abbasi ve Memlüklerin eline geçmiş ve Rumkale Fırat
kenarında pek çok kültürün çeşitli dönemlerde yaşadığı zengin bir
kültür, palimpsest bir kent olarak
varlık göstermiştir.
Urfa ve çevresi Hz.
Ömer tarafından
fethedilerek İslâm
coğrafyasına katılmıştır,
buna rağmen Rumkale
stratejik konumu
nedeniyle dışarıda
kalmış Müslüman
topraklarına çok daha
sonra dahil olmuştur.
Rumkale’nin içinde bulunduğu
Urfa bölgesi özellikle Hristiyanlık tarihi açısından büyük öneme sahiptir. İncil’in nüshalarının
Rumkale’de çoğaltıldığı rivayet
edilmektedir. Urfa ve çevresi Hz.
Ömer tarafından fethedilerek İslâm coğrafyasına katılmıştır, buna
rağmen Rumkale stratejik konumu
nedeniyle dışarıda kalmış Müslüman topraklarına çok daha sonra
dahil olmuştur (Gül, 2002: 361). I.
Haçlı Seferi sırasında Rumkale Urfa Kontluğu’nun eline geçmiştir.
Asur Kralı III. Salmanassar
Rumkale,
Urfa
Bizans İmparatorluğu’na satılan
topraklardan stratejik konumu nedeniyle bir tek Rumkale hariç tutulmuş ve burası Ermeni katoliklerine teslim edilmiş ve bölge bir
buçuk asır boyunca Ermeni Katolikosluğunun merkezi olmuştur
(Gül, 2002: 361). 13. yüzyıl boyunca bölgede birçok Yakubi yaşamış,
burası Yakubi mezhebinin patriklik makamı olmuştur. Şehir daha
sonra Moğolların ardından Memluklerin eline geçmiştir. Rumkale,
Memlukler döneminde bir hudut
kalesi olarak kullanılmış ve stratejik önemi artmıştır. 11. yüzyıldan
itibaren Güneydoğu Anadolu Bölgesi yoğun Türkmen göçüne sahne
olmuş ancak Rumkale özel konumu nedeniyle bu yoğunluktan aynı
oranda etkilenmemiştir. Uzun bir
süre İslâm beldeleri içinde fethedilmeyen bir kale olarak varlık göstermiştir. Dolayısıyla Rumkale kilit
konumu nedeniyle yoğun mücadelelere sahne olmuş, Müslüman
toprakları içinde uzun bir süre fethedilmeden yaşamıştır.
1516 Mercidabık Savaşı’nın ardından Rumkale Osmanlı hakimiyetine geçmiş ve Halep eyaletine
katılmıştır. 17. yüzyıl ortalarında Rumkale’yi ziyaret eden Evliya
Çelebi bölgenin Yavuz Sultan Selim tarafından imar edilme çabalarından bahsetmektedir (Bakırcı,
2002: 63). Rumkale Osmanlı döneminde de stratejik konumunu
koruyarak önemli bir lojistik merkezi olarak kullanılmıştır.
Ulu Cami; 1807’de
Ermeni taş ustalarının
yaptığı bir yapı olarak,
Halfeti’nin zengin
tarihinin ve yüzyıllarca
halkların kardeşçe
yaşamasının bir
sembolü niteliğindedir.
Birecik Tersanesi’ne yakın olması sebebiyle Fırat Nehri üzerinden
Basra’ya yapılan nehir taşımacılığının önemli bir merkezi ve lojistik
deposu olmuştur (Altınöz, 2015:
152). Türk hakimiyetine geçmeden evvel Ermeni Katolikosluğunun merkezi olan Rumkale 16.
yüzyılda tamamen Türkleşmiştir
(Altınöz, 2015: 156). Kale 19. yüzyıldan itibaren giderek önemini
kaybetmeye başlamıştır. Zamanla
küçülen şehirde yerleşim yerleri
parmakla sayılacak kadar azalmış,
Rumkale harap olmuştur. Bunun
üzerine yerleşim alanı Fırat’ın karşısına nakledilmiş ve Halfeti ismini almıştır. 1926 yılına kadar bir
kaza merkezi olan Halfeti bu tarihte nahiye merkezi haline getirilmiştir. 1954 yılında ise ilçe statüsü
kazanmıştır.
Bugün ise GAP projesi kapsamında yapılan Ilısu Barajı nedeniyle bu ihtişamlı kentin 2/5’si sular
altındadır. Kent adeta farklı bir
kimliğe bürünmüş, geçmiş ihtişamından geriye sessiz sokakları ve
kardeşliğin ve farklılıklara saygının
bir sembolü olarak sular üzerinden yükselen Ulu Camisi, kalmıştır. 1807’de Ermeni taş ustalarının
yaptığı bir yapı olarak, Halfeti’nin
zengin tarihinin ve yüzyıllarca
halkların kardeşçe yaşamasının bir
sembolü niteliğindedir. Kentin sular altında kalması nedeniyle ilçe
sakinleri 1999 yılında Halfeti’nin
10 km yukarısında bulunan ve daha önce Halfeti’ye bağlı bir mezra
olarak kullanılan Karaotlak Mezrası’na taşınmış ve burası yeni ilçe
merkezi alanı olarak tespit edilmiştir. Dolayısıyla 1999 yılından itibaren şehir merkezi Karaotlak’a taşınmış ve ilçe eski ve yeni Halfeti
olarak ikiye ayrılmıştır.
Eski Halfeti sular altında kaldıktan sonra hem halkın yaşam biçiminde hem de eski Halfeti’nin
Yavuz Sultan Selim
Mercidabık Savaşı
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 34 35 ›
algılanışında birtakım değişiklikler olmuştur. Yeni Halfeti’ye taşınmadan önce kentliler geniş bahçeler içinde çoğunlukla bahçecilik ve
sebzecilikle uğraşmaktaydı. Barajın su toplamasıyla 30 bin civarında ağaç sular altında kaldı. Topraklara bağlılığın simgesi olan “Siyah
Gül”ün mekânının üretken ve çalışkan insanları yeni koşullara uyum
sağlamakta önce zorlandılar. Çünkü eski Halfeti, sular altından yükselen eşsiz mimarisi ile özgün bir
varoluş ve güzellik üretti ve bu bölgelere turist akını başladı. Savaşan
Köyü’nün batık cami minaresinin
özgün görüntüsü, Zeugma’ya olan
yakınlığı, Rumkale’nin tarihsel derinliği ile Halfeti pek çok turisti
kendine çekti. Geçmişte toprakla
uğraşan Halfeti halkı, daha sonra
bu yeni koşullara uyum sağlayarak
turizmi merkeze alan hizmet sektörü içinde çalışmaya başlamıştır.
Tamamına yakını sular altında kalan Savaşan Köyü’nün terk edilmiş
evleri bugün restore edilerek butik
otel olarak kullanılmaktadır. Turizm ve balıkçılık artık yeni kentin
başlıca geçim kaynağı olmuştur.
Bugün sular altından yükselen eşsiz mimarisi ve özgün görüntüsü
ile Halfeti’yi sonbahar ve ilkbahar
aylarında haftada ortalama 22.000
kişi ziyaret etmektedir (Boyraz ve
Bostancı, 2015: 58). Halfeti aynı zamanda 2013 yılında, nüfusu 50.000’in altında olan ve kültür varlıklarını koruyan kentlerin
üye olabildiği “Sakinşehir” olarak
da bilinen Cittaslow Şehirlere üye
olmuştur. Bu durum onun turistik
değerini daha da arttırmıştır.
İstatistiklere baktığımızda, 1997
sayımına göre 32.039 kişinin baraj projesinden etkilendiğini görüyoruz. Yerleşmeden ve yakın
çevresinden zorunlu göçler yaşanmıştır. Fırat Vadisi boyunca kurulmuş köylerde yaşayan 25.539
kişi; Nizip, Birecik, Gaziantep ve
Şanlıurfa’ya göç etmek zorunda
kalmıştır. Barajdan etkilenen ailelerden ancak 850 hane, 6.500 kişi
ise yeniden yerleştirme projesine
dâhil olmuştur (Boyraz ve Bostancı, 2015: 75).
Kültürün ve
medeniyetin buluştuğu
ve dünyanın en zengin
doğal mirasına sahip,
tarımın ilk yapıldığı
kentlerden biri olan
Hasankeyf, 10 bin
yıldır hiç bozulmamış,
yıpranmamış,
yaşlanmamış bir şekilde
zamanın akışına direnen
nadir yerlerden birisidir.
Diclenin Asi Çocuğu:
Hasankeyf
Kültürün ve medeniyetin buluştuğu ve dünyanın en zengin doğal
mirasına sahip, tarımın ilk yapıldığı kentlerden biri olan Hasankeyf,
10 bin yıldır hiç bozulmamış, yıpranmamış, yaşlanmamış bir şekilde zamanın akışına direnen nadir
yerlerden birisidir. Asurlardan bu
yana onlarca medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Kaldırılan her taşın
altında derin bir tarihin izleri mevcuttur. Her yer yaşanmışlık, umut,
coşku ve hüzün kokar. Bu vefalı
Halfeti,
Şanlıurfa
Halfeti,
Şanlıurfa
kentte tüm zamanlara direnen taş
köprünün altından akan Dicle
Nehri yaşamaktan, çoğalmaktan
yorulmamıştır. Öyle bir diyardır
ki bu, onlarca medeniyeti harman
etmiştir, kucağında taşımıştır, büyütmüştür, uğurlamıştır.
Nehre karşı bakan mağaralar farklı
uygarlıklara barınak olmuş ve milattan öncesine uzanan yerleşim
birimleri olmuştur. Asurlar, Urartular, Bizanslılar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler ve
Mervanileri sofrasında ağırlamış,
130 yıl süren Artuklu Beyliği’nin
başkenti olmuştur. Onun içindir
ki bugün kente asıl kimliğini veren Artuklu mimarisidir. Artuklular’dan sonra gelen Eyyubiler, bazı
Artuklu eserlerini yıkmış; çoğunu
ise değiştirerek kendilerine mâl etmiştir. Eyyübiler kentte tam olarak
hükümranlık kurmamış, Moğol istilası nedeniyle 13. yüzyılda kent
yağmalanmış ve tahrip edilmiştir.
Daha sonra kent Eyyubiler, Akkoyunlular, Safaviler ve Osmanlılar
arasında çekişmelere sahne olmuş,
Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğuna geçmiştir.
1926 yılında Mardin ili Gercüş ilçesine bağlı bir bucak merkezi iken
1990’da Batman’ın il olmasıyla birlikte, Hasankeyf ilçe statüsünü
kazanmıştır.
Hasankeyf’in tarihini geri dönülmez bir şekilde değiştirecek olan
Ilısu Barajı projesi çok uzun zamana yayılan ve dünyanın en büyük
projelerinden birisidir. Bu proje
1954 yılında DSİ tarafından başlatılmış, planlama ve proje çalışmaları 1969 yılından itibaren gerçekleştirilmeye başlanmıştır. 1988
yılında ise yatırım programına alınmıştır. Ilısu Barajı tamamlandığında Türkiye’nin 4. büyük barajı olacaktır. Baraj ve HES Projesi’nden;
Mardin, Diyarbakır, Batman, Siirt,
Şırnak il sınırları içerisinde bulunan çeşitli yerleşim yerleri etkilenecektir. Bölgenin her bir taşından
tarih ve yaşanmışlık fışkırsa da az
gelişmişlik, yoksulluk ve yoksunluk da kendisini göstermektedir.
Kaldırılan her taşın
altında derin bir tarihin
izleri mevcuttur. Her
yer yaşanmışlık, umut,
coşku ve hüzün kokar.
Bu vefalı kentte tüm
zamanlara direnen taş
köprünün altından akan
Dicle Nehri yaşamaktan,
çoğalmaktan
yorulmamıştır.
Baraj ülke ekonomisine yılda 300
milyon Euro katma değer sağlayacaktır (T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009: 6). Bölge insanı
bir yandan baraj yapımının hayatlarına getireceği kaliteyi ve refahı
can-ı gönülden desteklemekte, diğer yandan da Hasankeyf için en
iyi çözümün bulunmasını istemektedir. Bugün kamuoyunda en çok
tartışma yaratan konu ise tarihî ve
ekolojik dokusuyla önemli bir kültürel değer olan Hasankeyf ilçesinin nasıl korunacağı, bu mirasın
nasıl gelecek nesillere aktarılacağıdır. (Başkaya ve Türk, 2015: 353).
Ilısu Barajı’nın tamamlanmasının
ardından oluşacak yeni konsept;
detaylı bir şekilde tüm toplumsal, ekonomik, çevresel, kültürel
bileşenler dikkate alınarak hazırlanmıştır. Bu yeni konsepte göre
Hasankeyf bir müze şehre dönüştürülecektir. Yeni projede Kültürel Park ve Müzesi, Arkeolojik Park
ve Açık Hava Müzesi yer alacaktır. Şu an Hasankeyf’te 15’i Aşağı Şehir’de, 6’sı Yukarı Şehir’de olmak üzere toplam 21 adet tescilli
yapı bulunmaktadır (T.C. Çevre ve
Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri
Genel Müdürlüğü, 2009: 54). Bu
bağlamda öncelikle tahrip olmuş
yapılarda güçlendirme çalışmaları tamamlanacaktır (T.C. Çevre ve
Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri
Genel Müdürlüğü, 2009: 55). Bilinenin aksine Hasankeyf’in tamamı
Hasankeyf,
Batman
Artuklu Parası
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 36 37 ›
su altında kalmayacaktır en önemli yapıların bulunduğu Yukarı Şehir
su kotundan etkilenmeyecektir.
Yukarı Şehir, çağdaş müzecilik yaklaşımı merkeze alınarak restorasyon yapılıp, Arkeolojik Park ve Açık
Hava Müzesi olarak dizayn edilecektir (T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009: 58). Sular altında
kalan Aşağı Şehir’de ise baraj vesilesi ile kazı çalışmaları başlamıştır
ve gün ışığına çıkarılan eserler Açık
Hava Müzesi’nde sergilenecektir.
Aşağı Şehir’deki yapıların uluslararası standartlara uygun olarak onarımları yapılmakta ve veri tabanına
kaydedilmektedir. Taşınması gerekli görülen tarihî eserler için taşıma analizleri gerçekleştirilmektedir (T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü,
2009: 58). Ilısu Baraj Gölü’nden etkilenecek olan Aşağı Şehir ve Karşı Şehir alanında bulunan, Zeynel
Bey Türbesi, İmam Abdullah Zaviyesi, Artuklu Köprüsü, El Rızk Cami, Koç Cami, Sultan Süleyman
Cami, Kızlar Cami, Küçük Cami,
2 Kale Kapısı gibi sembol yapılar
uluslararası standartlara uygun şekillerde Hasankeyf’in yeni Kültürel Park Alanı’na taşınarak yerleştirilecektir (Başkaya ve Türk, 2015:
375). Bu bağlamda Hasankeyf’in
sembolü olan yapılar yeni alanlara taşınarak gelecek nesillere aktarılacaktır. Arkeolojik Park ve Açık
Hava Müzesi’nin alan özgünlüğüne dokunulmadan bu alan düzenlenip tasarlanacak ve ziyaretçilere
açılacaktır.
Ilısu Barajı’nın
tamamlanmasının
ardından oluşacak yeni
konsept; detaylı bir
şekilde tüm toplumsal,
ekonomik, çevresel,
kültürel bileşenler
dikkate alınarak
hazırlanmıştır. Bu
yeni konsepte göre
Hasankeyf bir müze
şehre dönüştürülecektir.
Hasankeyf baraj altında kaldıktan sonra yapılan restorasyon çalışmaları ile Yukarı Şehir turizm
merkezi haline getirilecektir. Büyük saray; yönetici odaları, altındaki mağara ve mahzenleri, haremi,
kubbeli taht ve tören salonları, avlu ve hizmet bölümleri ile sarayın
yanındaki türbeler, köşkler, Ulu
Cami ve diğer konutlarla birlikte canlandırılan açık hava müzesi,
Hasankeyf’e her yıl binlerce turist
çekecektir (T.C. Çevre ve Orman
Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel
Müdürlüğü, 2009: 58). Hasankeyf’te özel işletme niteliğinde 69
adet küçük turistik tesis bulunmakta olup bunlardan 47’si aktif
durumda değildir (T.C. Çevre ve
Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri
Genel Müdürlüğü, 2009: 70). Ilısu Projesi’nin gerçekleşmesiyle çay
bahçesi, perakende ve hediyelik eşya satış dükkânları, lokanta gibi
turistik tesislere geniş bir alan ayrılması öngörülmektedir. Hasankeyf’te konaklamak isteyen ziyaretçiler için ise 33 kişilik bir motel
bulunmaktadır. Yeni Hasankeyf’te
Hasankeyf’in sahip olduğu turizm
potansiyelini artırmak maksadıyla yeni konaklama tesisleri ile yatak kapasitesinin 33’ten 673’e çıkarılması hedeflenmektedir (T.C.
Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet
Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009:
69). Kentin turizmden elde edeceği gelir 2009 hedeflerine göre yıllık 41.400 Euro’dan, 3, 5 milyon
Euro’ya çıkartılacaktır. Doğa turizmi, termal turizmi, din turizmi gibi alanlarda bölgenin mevcut potansiyeli ortaya çıkarılacaktır (T.C.
Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet
Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009:
67).
Baraj Rezervuar alanının tamamında flora ve fauna çalışmaları gerçekleştirilmiştir, bölgede yetişen nadir türler koruma altına
alınacaktır. (T.C. Çevre ve Orman
Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel
Müdürlüğü, 2009: 19). Baraj ile
toprak verimliliği artacak baraj gölü hayatın bir unsuru olacaktır. Baraj yapımından 108 yerleşim yeri etkilenmekte, 63 yerleşime ait
arazi sular altında kalacaktır (T.C.
Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet
Su İşleri Genel Müdürlüğü, 2009:
21). Yeniden yerleşim politikaları ile gelir iyileştirici paketler devreye sokulacak hayat standartı iyileştirilecektir. Bölgede yaşayan
Hasankeyf,
Batman
insanlara daha iyi kalitede konutlar verilecek bölge halkı kamulaştırma sürecinde alınan tedbirlerle
mağdur edilmeyecektir.
Esas hedef, insanımızın
yaşam kalitesi ve
standartını arttırarak
o bölgede daha iyi
koşullarda yaşamasını
sağlamaktır. Yeni
dinamiklere ve
ekonomik faaliyetlere
bölge insanının en
hızlı ve sorunsuz
bir şekilde intibak
etmesi gözetilmelidir.
İnsanların çeşitli sebeplerden yerlerini değiştirmesi belirli zorluklar
oluşturmaktadır. Yeni durumlara
intibak edilmesi, yeni ekonomik
faaliyetler benimsenmesi ve gündelik hayatın bu şekilde örgütlenmesi zaman alan süreçlerdir. Halfeti halkı için barajın getirdiği yeni
dinamizmle uyumlanmak on yılı bulmuştur. Yeniden yerleştirme
projesi; ekonomik, toplumsal, kültürel boyutları da içine alan bölge
insanının bütün ihtiyaçlarını gözeten bütüncül bir bakış açısıyla ele
alınmalıdır. Yeniden yerleştirme
projeleri sadece yeni konut yapıp
insanları oraya yerleştirmekten
ibaret olmamalıdır. Esas hedef, insanımızın yaşam kalitesi ve standartını arttırarak o bölgede daha
iyi koşullarda yaşamasını sağlamaktır. Yeni dinamiklere ve ekonomik faaliyetlere bölge insanının
en hızlı ve sorunsuz bir şekilde intibak etmesi gözetilmelidir. Hasankeyf projesi ile zorunlu bir hamle olan baraj inşaatının kurulması
sırasında yaşanan mağduriyetlerin en aza indirgenmesi, insanların
yaşam standartının iyileştirilmesi
ve intibak süresi marjının olabildiğince aşağıya çekilmesi hedeflenmektedir. Ayrıca kültür mirasımızın, daha iyi koşullarda korunarak
gelecek nesillere bırakılması, flora ve faunada yaşayan nadir türlerin koruma altına alınarak çevreyle, tarihle, kültürle, bölge insanının
öncelikleriyle uyumlu bütüncül bir
süreç yönetimi planlanmıştır.
Kaynakça
1. Akkaya Uğur, Gültekin Arzuhan Burcu, Dikmen Çigdem Belgin, Durmuş Gökhan (2009), “Baraj ve Hidroelektrik Santrallerin
(HES) Çevresel Etkilerinin Analizi: Ilısu Barajı Örneği”, 5. Uluslararası İleri Teknolojiler Sempozyumu (IATS’09), 13-15
Mayıs 2009, Karabük, Türkiye.
2. Altınöz İsmail (2015), “Osmanlılar Zamanında Fırat Kıyısında Önemli Bir Lojistik Merkezi: Rumkale” Osmanlı Devletinde
Nehirler ve Göller, Kayseri: Ekspress Baskı, 151–162.
3. Bakırcı Muzaffer (2002), “Türkiye’de Baraj Yapımı Nedeniyle Yer Değiştiren Bir Şehir: Halfeti”, Coğrafya Dergisi, 10, 55–78.
4. Başkaya Zafer ve Emre Türk (2015), “Barajların Olası Çevresel ve Sosyo–Ekonomik Etkilerinin Halkın Bakış Açısıyla
Değerlendirilmesi: Ilısu Barajı ve Hasankeyf Örneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 40(8), 347–383.
5. Boyraz Zeki ve Bostancı M. Salih (2015), Birecik Barajı Sonrası Yer Değiştiren Eski Halfeti’nin (Şanlıurfa) Turizm Potansiyeli,
Zeitschrift für die Welt der Türken, 7(3), 53–77.
6. T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (2009). Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santrali ile Hasankeyf
Gerçeği.
7. Gül Muammer (2002), “Mısır Memlûklarının Hudud Kalesi Rumkale ve Anadolu’da Memlûk İzleri”, Fırat Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 12(2), 359–366.
Yukarı Şehir
(İç Kale),
Hasankeyf,
Batman
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 38 39 ›
Ali Emîrî Efendi
Çeviren: Abdurrahim AYAR
SU VE TENZİFAT
RUH-I MEMLEKETTİR
İKTİBAS
li Emîrî Efendi,
1857 yılında, Diyarbakır’da tanınan,
içinde müderrisler, şairler, hattatlar, âlimler olan münevver ve seçkin bir ailede doğdu.
Şair Seyyid Mehmed Emîrî Çelebi’nin torunlarından Mehmed Şerif Efendi’nin oğludur. Mehmed
Şerif Efendi dönemin zengin tüccarındandı. Ali Emiri Efendi’nin
hayatının ilim ve irfan eksenli şekillenmesinde ailesinin büyük rolü olmuştur. Ali Emiri Efendi, küçük yaşlardan itibaren okumaya ve
öğrenmeye olan merakını yaşamı
boyunca devam ettirmiş ve bu halini istikamet edinmiştir. İlk öğrenimini Sülûkiyye Medresesi’nde
tamamlamıştır. Amcası Fethullah
Feyzi Efendi’den ve büyük amcası
Şaban Kâmil Efendi’den alet ilimleri ve hat dersleri, Şirvan Kaymakamı olan dayısından Farsça dersleri
aldı. 9 yaşındayken beş yüzden fazla şairin şiirlerinin yer aldığı Nevadir-ül Asar isimli eserdeki dört bin
beyiti ezberledi. Gençlik yıllarında
hat sanatıyla meşgul oldu; yazdığı
bazı levhalar Diyarbakır’da camilere asıldı.
Çalışma hayatı memuriyette geçti. Kâtip, maliye müfettişi ve defterdar olarak Diyarbakır, Selanik,
Adana, Leskovik, Kırşehir, Trablusşam, Elazığ, Erzurum, Yanya,
İşkodra, Halep ve Yemen’de otuz
yıl kadar memuriyet görevinde bulundu. 1908’de kendi arzusuyla
emekli oldu.
Millet Kütüphanesinin kurucusu
olan Ali Emirî Efendi, “Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası” ile “Tarih ve Edebiyat Mecmuası” adında
birbirinin devamı niteliğinde olan
iki dergi çıkarmıştır.
Ali Emirî Efendi, bu dergileri
A
Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin
Yahya Kemal
Ali Emîrî Efendi ve
Osmanlı Tarih
ve Edebiyat Mecmuası
Ali Emîrî Efendi
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 İKTİBAS ‹ 40 41 ›
öncelikle vatanına ve milletine faydalı olmak gayesi ile çıkardığını ifade eder. Dergilerde, Osmanlı tarih
ve edebiyatını konu edinen araştırmalara yer verir; bu konudaki
yanlışlıkları düzeltmeyi hedefler.
Bir yazısında, dergileri çıkarmasının amaç ve gayesini şu ifadelerle dile getirmiştir: “…bu mecmuayı neşrden maksat: Osmanlılara
dair ileride yazılacak tarih ve edebiyat kitaplarına müteallik âsâr
ve vesâik-i nâdireyi şimdiden bazı
sahâif-i sâbite âmâde eylemektir.”
Hülasa, dergilerini Osmanlı tarih
ve edebiyatının gelişmesine katkıda bulunmak, bilinmeyen kıymetli
eserleri gün yüzüne çıkarmak gibi
amaçlara hasretmiştir. Onun, dergilerdeki tarih ve edebiyat konulu
makaleleri de bu amaçlar doğrultusunda kaleme alınmış yazılardır. Ali Emirî, çeşitli konularda Evkaf Nezâreti ile Maârif Nezâreti’ni
eleştirmiştir. Burada eski ve kıymetli eserlerin bakımsızlığı, tahrip
edilmesi, kıymetli kitapların kaybolması, yabancılara satılması ve
Evkaf ile Maârif Nezâreti gibi kurumların bu durumlara kayıtsızlığını dile getirir.
Şehir Düşünce Dergisi’nin, “Su ve
Şehir Sayısı” için Ali Emiri Efendi’nin Osmanlı Tarih ve Edebiyat
Mecmuası’nda kaleme aldığı ve İstanbul’un tarihi çeşmelerinin bakımsızlığını konu edinen yazısını
günümüz Türkçesine aktardık.
Bâb-ı âli’den Fatih
civarına gelinceye kadar
Divanyolu Caddesi’nden
55 çeşme ve sebil
ta’dad ettim. Bunların
hiçbirisinde bir katre
su yok. Bazısının o
müzeyyen kitabeleri
bozulmuş; bazısının
san’atlı, yaldızlı yazıları
tozlar, topraklar
içinde kalmıştır.
İstanbul’un Yıkılmakta Olan
Çeşmeleri ve Akmayan Evkâf
Suları Hakkında Hasbetenlillah 2 Hafta Mukaddem Huzûr-ı
Maâlî-nüşûr Cenâb-ı Sadâret-penâhîye Takdim Eylediğim
Vicdan-nâme-i Çâkerânemin
Sûretidir”.
Ma’ruz-ı abd-i memluklarıdır.
Müstağnii arz bulunduğu üzere Evkaf-ı Hümayun, Selâtin-i
Kadime-i Osmaniye’nin pek azametli bir müessese-i kadime-i İslamiyesidir. Pek müseyyep bir idare
ile beraber bugünkü günde bir milyon liralık varidata maliktir.
Geçen gün Bâb-ı âli’den Fatih civarına gelinceye kadar Divanyolu Caddesi’nden 55 çeşme ve sebil
ta’dad ettim. Bunların hiçbirisinde
bir katre su yok. Bazısının o müzeyyen kitabeleri bozulmuş; bazısının san’atlı, yaldızlı yazıları tozlar,
topraklar içinde kalmıştır.
Bunları gördükçe dilhûn olmaksızın bir gün bile geçmek kâbil olamıyor. Numune olarak Bâb-ı âli
Caddesinde İran Sefarethanesi’nin
üst tarafında herkesin gözü önünde dört yol ortasında önüne zincir
gerilmiş ve içi müzahrafat ile dolmuş ve üzerindeki güzel yazı ve
yaldızların mermerlerini etrafında
biten ağaçlar ve otlar şakk ve yazıların birçok yerlerini setr etmiş
olan çeşmeyi gösterebilirim.
Yine Divanyolu’nda Evkaf Nezaretine pek civar olan o müzeyyen Sinan Paşa sebilinin üstünde:
َم ُ اء ك َّل َ ش ْيٍء َ حي
ْ
ْنَ ِ ا م َن ال
َل
َو َجع
ً
ً َ ط ُهورا
ُّ ُهْم َ ش َرابا
ٰ ُيهْم َ رب
i-âyetَ و َسق
kerîmeleri;
Ve kale’n-nebiyyu sallahu aleyhi
vesellem Men seka kafiran fekeennema same savmen senetin
Ve men seka behimeten fekeennema same iflrine seneten
Ve men seka flecereten fekeennema same
Erbeine seneten ve men seka
mu’minen fekeennema
Same seb’ine seneten sadaka Resulullah ve sadake Habibullah.
Hadis-i Şerîf’in anlamı: “Bir kâfire su veren, bir sene oruç tutmuş
gibidir. Bir hayvanı sulayan, yirmi
sene oruç tutmuş gibidir. Bir ağacı
sulayan, kırk sene oruç tutmuş gibidir. Bir mü’mine su veren, yetmiş
sene oruç tutmuş gibidir.” yazılıdır.
Sebilde ise bir damla su yok! Bir
mü’mine bir su vermek yetmiş sene oruç tutmaya muadil olursa,
Sultanahmet
Sebili
artık bu hususa her bir Müslim için
böyle mi çalışmak, yani İstanbul gibi bir payitahtın umumu hayratını
kurutmak mı icap eder?
Öteden beri her daireye bir nazır
tayin ederler de evkafa gelince ya
Bab-ı Meşihata ya Şura-yı Devlet
riyasetine veyahut Maarif Nazırlarına tevdi ederler. Güya dünyada Evkaf-ı Hümayun nezaretinden
daha ehemmiyetsiz hiçbir nezaret
yokmuş gibi…
Veyahut nazırlar tayin olunursa
öyle adamlar tayin olunuyor ki,
icraatı vesile ederek kendi adamlarını veyahut hamilerinin mensuplarını kayıra kayıra ihtimal ki
bugünkü günde varidatı masrafını
idare etmiyor.
Cevami‘ perişan, Ebniye-i Hayriye
perişan, kütüphaneler perişan, kitaplar perişan, her şey perişan ve
şayanı teessüf bir halde!
Evkaf Nezareti için, ne ecanip müdahalesi gibi bir mazeret ne Anadolu karışıklığı gibi bir mümaneat
var. Evet bilirim, zat-ı destur-ı erhamileri muazzamatı umur ile gece ve gündüz meşgul oldukları gibi
dahiliye ve hariciye ve harbiye nazır-ı meali-muzahirleri de pek mühim işlerle meşguldürler.
Bir Evkaf Nazırı için cevami-i şerife
ve mebani-i hayriyeyi ihya ve çeşmeleri hüsnü icradan başka harici
bir vazife var mıdır?
Ecanip, Evkaf-ı İslamiye’ye müdahale edip yaptırmıyor mu?
Re’y-i kasıranemce
Evkaf Nazırları o kadar
mühim bir vazife ile
mükelleftirler ki hatta
siyasî bazı hususattan
dolayı ikide birde
kabine tebdilatına
uğramamak ve bihakkın
vazife-i diniye ve
kudsiyesine devam
etmek için mümkünse
heyet-i vükelâdan dahi
hariç bırakılmalıdır.
Geçen gün Bayezıt Cami Şerîfinin
harimine girdim. Şadırvanın etrafına kayyımlar dizilmiş, ellerinde birer sopa İslâm, Hristiyan su
almaya hücum ediyor. Kayyımlar
“su ancak namaz kılanlara yetişiyor, vermeyiz” diye sopalarla saldırıyorlar. Çocuklar kimisi ağlıyor,
kimisi boğaz boğaza su almak için
kayyımlara müdafaa ediyor. Ecnebi zabıtanından birkaçı da ağlayan
çocuklardan niçin dövüldüklerini
istifsar ediyor. Ben işe karışmak istedim, anladım ki fena halde dayak
yiyeceğim; hemen kemali teessüfle
oradan savuştum. Hâlbuki şimdi o
mudarebeye de hacet kalmadı. 400
seneden beri kesilmeyen Bayezid-i
Veli Cami Şerîfi gibi mabed-i azimin dahi suyu kesildi.
Re’y-i kasıranemce Evkaf Nazırları o kadar mühim bir vazife ile
mükelleftirler ki hatta siyasî bazı
hususattan dolayı ikide birde kabine tebdilatına uğramamak ve
bihakkın vazife-i diniye ve kudsiyesine devam etmek için mümkünse heyet-i vükelâdan dahi hariç
bırakılmalıdır.
Diyarbekirli
Ali Emiri
Efendi’nin
vakıf
kitaplarına
vurduğu
mührü
Kadim Tekke
Çeşmesi,
Cerrahpaşa
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 İKTİBAS ‹ 42 43 ›
Evkafa hüsnü hizmet
edenler dünya ve
ahirette kamiyab ve
feyizyab ve hüsnü
niyetten nukul edenler
hasru’d- dünya ve’lahire olmuşlardır.
Bir kere Fatih Sultan Mehmed Han
Hazretleri’nin Evkaf Nezaretinde
mevcut olan vakıfnamesine olsun
bakılsa acaba neler görülür? Yalnız bir şey arz edeyim, kâfi. Fatih-i
Zişan Efendimiz bir mucib vakıfname-i yevmiye iki memur tayin
etmiştir ki beher gün İstanbul sokaklarını dolaşacaklar. Tebaşir, kiremit boya gibi şeylerle bazı kendini bilmezler tarafından duvarlara
çizilen çizgileri münasebetsiz yazı ve resimleri imha edip sokaklar
menazır-ı amme-i payitaht-ı saltanat-ı seniyyeye lâyık bir halde daima muhafaza edilecek.
Velinimet-i bi-minnetimiz padişahımız efendimiz hazretlerinin
ecdad-ı izam-ı şahanelerinin pek
büyük yadigâr-ı kıymetdarı olan
hayrat-ı celilenin bir taşının bile
yerinden oynamasına ve bir çeşmenin bile bir katre suyunun eksilmesine rızay-ı hümayunları olmadığı müsellem-i alemdir.
Evkafa hüsnü hizmet edenler
dünya ve ahirette kamiyab ve feyizyab ve hüsnü niyetten nukul
edenler hasru’d- dünya ve’l-ahire
olmuşlardır.
Hele bazı şeyler vardır ki hakikatte pek mühim olmakla beraber
hüsn-i icrası pek kolaydır. Bir numune arz edeyim:
El-halete hazihi mesned-i celil-i
meşihate revnak-efza bulunan
Haydarizade İbrahim Efendi Hazretleri’nin evvelki meşihatlarında Cevami-i Şerife abdesthaneleri
pek müteaffin bir hale geldiğini ve
hatta Evkaf Nezaretinin karşısında bulunan Atik Ali Paşa Cami’nin
abdesthane ve bevlhanesi girilmeyecek bir raddeyi bulup, taaffunun etrafa da sirayet ettiğini arz
etmiştim. Ayan-ı reis-i fezail Enisi
Mustafa Asım Efendi Hazretleri de
henüz âyan olmadığı halde orada
hazır idi. Şeyhülislam Efendi Hazretleri bendenize hak verdi. Mustafa Asım Efendi Hazretleri de yerlerinden kalkıp Evkaf Nezaretine
bizzat tebliğat icra ettiydi. O günden o kabinenin tebeddül ettiği
güne kadar, umum cevami-i şerife abdesthanelerini pek temiz gördüm. O kabine tebeddül eder etmez eski hal yine avdet etti. Her
vazifenin elbette bir memuru vardır. Hakk-ı nezaret layıkıyla icra
olunursa evkafa ait pek çok mühim işler var ki kendiliğinden hasıl
olur. İş vazifesini sızıltısızca iş görmek usul-i mehasin-şümulini bilir
hamiyetli nazır tayinindedir.
Zat-ı celili hidiv-i azamileri kabineyi yeni teşkil buyurmuş oldukları cihetle bu ma’ruzatımın zaman-ı
adalet-nişan-ı fehamet penahilerine taalluk ve şumülu yoktur.
Zat-i meali-simat-ı fehamet penahilerinin Yemen’den avdet buyurdukları sırada bu abd-i kemineleri
de heyet-i teftişiyye azalığıyla Yemen’e gitmiştim. Gerek zat-ı fehamet penahilerinin ve gerek ol
Eski
Saraçhane
Sokak
Çeşmesi
vakit Yemen valisi şimdi Maliye
Nazırı bulunan Tevfik Bey Efendi
Hazretleri’nin haklarında şehadet
ederim ki Yemen’de meşhur olan
riyal ağaçlarından bir riyal bile koparmaya tenezzül buyurmadınız.
Yanya ve İşkodra vilayetleri Maliye
Müfettişi bulunup Teselya’nın esnay-ı fethinde Yenişehir’e vardığım
sırada dahi fütuhat-ı celilenin yed-i
yemin-i muvaffakiyet ve muzafferiyeti idiniz.
Ve kabine-i âlilerinin umum heyet-i kiramı da afif muktedir, mustakim zatlardır. Buna ne benim ve
ne de başka kimsenin bir diyeceği
yoktur.
Binaenaleyh Evkaf Nezaret-i Celilesine bir münasip nazırın tayiniyle gerek cevamii şerife gerek
çeşmelerin ve gerek sair umur-ı
muazzama-i vakfiyenin hal-i perişanına saye-i muvaffakiyet-vaye-i hazret-i padişahi de zaman-ı
fehimanelerinde nihayet verilmesine bezl-i merhamet buyurulması müsterhamdir. Her halde emrü
ferman hazret-i veliyyü’l-emrindir.
18 Teşrin-i evvel Sene 1335
Su ve tenzifat ruh-ı memlekettir.
Aradan iki hafta geçmiş olduğu
halde takdim eylediğim baladaki
ariza-i çakeranemden hiçbir haber
çıkmadı.
Her vazifenin elbette
bir memuru vardır.
Hakk-ı nezaret layıkıyla
icra olunursa evkafa
ait pek çok mühim işler
var ki kendiliğinden
hasıl olur. İş vazifesini
sızıltısızca iş görmek
usul-i mehasinşümulini bilir hamiyetli
nazır tayinindedir.
Cenabullah ile ahd eylerim ki, kâinata karşı şan ve şeref-i İslâmiye’yi
muallin mefahir-i azimeden olan
hayrat-ı celile-i Osmaniye’nin nasıl teessüf olunacak bir hale getirildiğini gelecek nüshadan itibaren,
evvela derun-ı arizada arz eylediğim elli beş çeşmeden başlayarak
bir milyon ahalinin senelerden beri suya muhtaç bırakılmasına karşı
rıza-yı ilâhiyi tahsil etmek ve şefaat-ı Resulullah’a nâil olmak emniyesiyle dünya ve mafihanın enzar-ı
dikkat ve teessüfüne tarihî bir surette vaz‘ ve ilan farizasını ifaya devam edeceğim.
Zira, su ve tenzifat ruh-ı memlekettir.
Kaynakça
1. Osmanlı Tarih ve Edebiyat
Mecmuası Cilt 20
Esrar Dede Sokak
Çeşmesi, Cibali
Osmanlı Tarih ve
Edebiyat Mecmuası
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 İKTİBAS ‹ 44 45 ›
Dr. Ercan TOPÇU
Türk ve İslam Eserleri Müzesi Kayıtlı Koleksiyoner, Collection Club üyesi, Adell Armatür Koleksiyonu Koordinatörü
ÇEŞMELER VE ÇEŞMEBAŞI
KÜLTÜRÜ
u hayatın kaynağıdır, yaşamımız için
vazgeçilmez bir nimettir. Canlı olan
bütün varlıklar sudan yaratılmıştır.
İstanbul su uygarlığının başkentidir. İstanbul suyu değerlendirirken, suyu sanat eserlerine kavuşturan üç kadim imparatorluğa
başkentlik yapmış olan bir şehirdir. Sebiller, selsebiller, şadırvanlar, çeşmeler, fıskiyeli havuzlar,
serdablar, bentler birer sanat eseridir. Bizans döneminde durgun su
kültürü hakim olduğu için sarnıçlarda, mahzenlerde muhafaza edilen sular Türklerin İstanbul’u fethiyle beraber hakim olan akarsu
kültürüyle; çeşmeler ve diğer su
yapıları insanlarla buluşmuştur.
(Aksel, M., 2011)
Osmanlı toplumunda 1870’li yıllara kadar, evlerde su tesisatı yoktu.
Su ihtiyacı, dışarıdaki çeşmelerden,
evin bahçesindeki kuyulardan,
sarnıçlardan karşılanırdı. 1873
yılında Osmanlı tebaasından Fransız Ternau (Terno) Bey’e Terkos
Gölü ve bu göle akan Kızıldere’den
İstanbul’un Galata ve Beyoğlu taraflarına su getirme ve dağıtma
imtiyazı verildi. 1882 yılında Terno Bey vasıtası ile Dersaadet Su
Şirketi (Compagnie des Eaux de
Constantinople) kuruldu. 1885 yılından itibaren Galata’da, Beyoğlu’nda, Boğaziçi sahillerin de, 1890
yılından itibaren de İstanbul Suriçi’ndeki evlere Terkos suyu verilmeye başlandı. Üsküdar-Kadıköy
su dağıtım şirketinin kurulmasıyla
da Anadolu yakasındaki evlere su
tesisatı çekilerek, şebeke suyu kullanılmıştır. (Yurdakul, İ. 2010)
Eski dönemlerde gündelik kullanma suyu ihtiyacı için evlerde varsa kuyulardan, yoksa veya ilaveten
meydan çeşmeleri, sokak çeşmelerinden toprak testiler, güğümler vasıtasıyla genellikle kadınlar,
genç kızlar tarafından evlere taşınarak karşılanırdı. Kullanma suyu ihtiyacını ayrıca, yaya veya atlı
olarak çeşmelerden, su kaynaklarından su temin eden ve saka olarak tarif edilen esnaf teşkilatı vardı. Yaya (arka) sakalar kendilerine
ayrılan çeşmelerden kırba denen
deri su taşıma tulumlarıyla, atlı
sakalarda eşek veya at üzerindeki
su tulumlarıyla suları evlere taşırdı. Kırbaların yaklaşık 23-25 litre
su taşıma kapasitesi vardı. Sakalar, evin bahçesindeki gömülü olan
toprak su küpüne, kapıdan evdekilere görünmeden hortum vasıtasıyla suyu boşaltırdı. Her su getirilişinde evin kapısına çentik atılır
S
Sebiller, selsebiller, şadırvanlar, çeşmeler, fıskiyeli havuzlar,
serdablar, bentler birer sanat eseridir. Bizans döneminde
durgun su kültürü hakim olduğu için sarnıçlarda, mahzenlerde
muhafaza edilen sular Türklerin İstanbul’u fethiyle beraber
hakim olan akarsu kültürüyle; çeşmeler ve diğer su yapıları
insanlarla buluşmuştur.
“Tual Üzerine
Kaligrafik
Yazı, Etem
Çalışkan 2011”
Adell Armatür
Koleksiyonu
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 46 47 ›
ve belli sürelerde bunun için bir
ücret alınırdı. İçme suyu ihtiyacı
da Rumeli yakasındaki Hamidiye,
Sarıyer’deki Çırçır, Hünkar Suyu,
Kocataş Suyu, Şifa Suyu, Kestane Suyu, Emirgan’daki Kanlıkavak
suyu, Anadolu yakasında ise Yuşa
Dağı tepesindeki Ab-ı Hayat Suyu,
Büyük ve Küçük Çamlıca Suları,
Beykoz’da Karakulak Suyu, Alemdağı’ndan çıkan Taşdelen Suyu,
Kayışdağı’ndan çıkan Kayışpınarı
veya Kayışdağı Suyu ve Yakacık Suyu (Ayazma Suyu) gibi memba suları sakalar vasıtasıyla evlere ulaştırılırdı. Bu suların içim kaliteleri
kendi aralarında farklılıklar göstermekteydi. Halk hangi suya alışmışsa, o suyu arardı. Bazıları kahveyi
Taşdelen suyundan, gazoz içeceği
zaman Çamlıca Suyunun lezzetini alan Çamlıca Gazozunu arardı.
Hacca giderken ise Karakulak Suyunun götürüldüğü vâkidir.
Çeşmeler
Çeşmeler suyun bir kaynaktan getirilip direkt veya bir haznede toplandıktan sonra lülelerden (musluk olarak da tabir edilir) akıtılarak
insan ve hayvanların su ihtiyacının
karşılanması için yapılmış olan mimarî taş ya da mermer yapılardır.
Çeşmeler, mimarî olarak üzerinde
çeşmeyi yaptıranın adı, yapılış tarihi ve ustası, suyla ilgili Kur’ân-ı
Kerim’den ayetlerin yazılı olduğu
kitabe, çeşitli beyitlerin yazılı olduğu kitabe üzerinde musluğun takılı
olduğu süslemeli mermer, taş çeşme aynası musluk taşı, eğer varsa
hazne (depo) ve yalak-kurna gibi
musluktan akan suların toplanıp
aktığı, genelde zemine oturan bölümlerden oluşur. Büyük meydan
çeşmelerinde ayrıca kubbeyi örten
saçaklar da bulunur. (Özel, 2009)
Çeşmelerin yapımında mimari bir
zevk ve estetikte göz önünde bulundurulmuştur. Mimarî zenginlik, tezyinat ve üslup özellikleri su
medeniyetinin en güzel örneklerini ortaya çıkartmıştır.
Çeşmelerin yapımında
mimari bir zevk ve
estetikte göz önünde
bulundurulmuştur.
Mimarî zenginlik,
tezyinat ve üslup
özellikleri su
medeniyetinin en
güzel örneklerini
ortaya çıkartmıştır.
Çeşmeler ait oldukları yer, bulundukları mekân, mimarî tasarımlarına göre literatürde farklı şekilde
isimlendirilir: Meydan çeşmesi, sokak çeşmesi, duvar çeşmeleri, namazgahlı çeşme, çukur çeşme, çatal çeşme, cami-şadırvan çeşmesi,
çoban çeşmesi, çeşme ve sebilin
birlikte olduğu kombine su yapıları gibi. Özellikle meydan çeşmeleri
saltanat üyeleri tarafından mimarî
birer anıt olarak yaptırılmış olup
döneminin mimarî açıdan en güzel
eserleri arasında yer almaktadırlar.
Bu çeşmeler 18. yüzyıldan itibaren
görülmektedirler. Meydan çeşmeleri mahalle kültüründen şehir kültürüne geçişin de bir göstergesidir.
Topkapı Sarayı girişindeki III. Ahmed Çeşmesi bu çeşmelerin ilkidir. Çeşme yüzeylerinde stilize
meyve ve çiçek motifleri belirgin
olup bütün ihtişamıyla Sultanahmet Meydanı’na ve saraya gelenleri selamlamaktadır.
İstanbul kenti, barındırdığı banisi (yaptıranı) kadın olan eserlerin
sayısının çokluğuyla haklı bir üne
sahiptir. Saltanat ailesinden hanım sultanlar bu hususta ön plana
çıkarlar. İstanbul kadınları, hayrat
çeşmelerini yaptırırken bunları hayatına renk veren ve anlam kazandıran bir iş, ulvi gayesi olan yüce
bir görev olarak görmüşlerdir. Bunlara örnek olarak Azapkapı Saliha
Sultan Çeşme ve Sebili’ni, Eyüp’te
Mihrişah Valide Sultan Çeşme ve
Sebili’ni, Maçka’da Bezmi Alem Valide Sultan Çeşmesi’ni, Kadırga’da
Esma Sultan namazgahlı çeşmeyi,
Sirkeci’de Zeynep Sultan Çeşme ve
Sebili’ni örnek verebiliriz. Azapkapı Saliha Sultan Çeşme ve Sebili ise
yaptırılış hikâyesiyle diğerlerinden
ayrılır. Azapkapı civarında dolaşırken, küçük bir kız çocuğunun kırık bir testi ile çeşme başında ağladığını gören dönemin padişahı IV.
Mehmet’in eşi ve II. Mustafa’nın
“Su Dağıtım
Şirketlerine Ait
Hisse Senetleri,
Osmanlı
Dönemi” Adell
Armatür
Koleksiyonu
“ Yaya (Arka)
Sakaların Saka
Çeşmesinden
Kırbayla Su Alışı”
(Kartpostal)
Adell Armatür
Koleksiyonu
annesi olan Emetullah Gülnuş Valide Sultan çocuğa bir miktar para
gönderir, çocuktan, “Testinin parası için değil, verilen görevi yapamadığım için ağlıyorum.” cevabını alır.
Bu cevabı çok hoşuna giden Valide
Sultan, ailesinin izniyle çocuğu saraya aldırır ve büyütür. Evlenme
çağına gelince haremin gözdelerinden biri olan bu kız dönemin padişahı II. Mustafa ile evlenir, Saliha Sultan olur. Bir çocukları olur,
Allah ona padişahlık nasip eder; bu
Sultan I. Mahmut’tur. Sonuçta çeşme başında bir kırık testi ile, Allah
kendisine padişah eşi ve annesi olmayı bahşetmiştir. Valide Sultan
çocukluğunun geçtiği Azapkapı’ya
çeşme sebil yaptırmayı düşler. Oğlu I. Mahmut annesi adına Azapkapı Saliha Sultan Çeşme ve Sebili’ni M. 1732’de yaptırır.
Çeşmelerin
Yaptırılış Gayeleri
Ve Çeşmelerden
Su Akıtılmasında
Sürekliliğin
Sağlanması
İnsanları suyla buluşturmak Türk
toplumunda sevapların en büyüğü sayılmıştır. Kişi öldükten sonra
bile amel defterinin kapanmayıp,
sevapların yazılacağı güzel işlerden
biri de insanlardan karşılık beklemeksizin maddi imkânına göre hayrat çeşmeleri yaptırmaktır.
Ecdadımız suyun israf edilmemesini ve su isteyenden esirgenmemesini düstur edinmişlerdi. Hayrat çeşmelerini yaptıranlar, hem
sevap işler çeşmelerden su içenin
hayır duasını alırdı, hem de cami, hamam, mezarlık, konaklama
alanlarında, meydan ve sokaklarda yaptırılan çeşmeler; hayratı vakfedenin, insanlar içinde toplumsal
statüsünü de sağlamlaştırırdı.
İnsanları suyla
buluşturmak Türk
toplumunda sevapların
en büyüğü sayılmıştır.
Kişi öldükten sonra
bile amel defterinin
kapanmayıp,
sevapların yazılacağı
güzel işlerden biri de
insanlardan karşılık
beklemeksizin maddi
imkânına göre hayrat
çeşmeleri yaptırmaktır.
Çeşmeler, hayrat olarak yaptırıldığında çeşmeye gelen su yollarının yıllık bakım ve onarım giderlerinin karşılanması için gelir
getiren, mülkü olan çeşme vakıfları kurulmuştur. Çeşme vakfiyelerinde görevlilerin tayini, alacağı
ücretler, çeşmenin sularının getirileceği kaynaklar, yıllık bakımlarının nasıl yapılacağına dair teferruatlı bilgiler yer almaktadır. Ayrıca
vakıf mallarını koruyan ve amaçları doğrultusunda kullanılmasını sağlayanlara dua, amacı dışında kullanılması ve vakıf mallarının
şahsî mal varlıklarına geçilmesi durumunda şiddetli bela ve musibetlere düçar olunması hususunda
beddualar bulunmaktadır.
Çeşmelerde suyun kaynaktan gelip musluktan akıtılması ve bu
hizmetin sürekliliğinin sağlanması
ancak bir ekip ve sistem çalışmasıyla mümkün olmaktaydı. Bu sistem
içerisinde su yolcu, hafız-tas, su
yolları kurşuncu ve ustası, sebilci
(tas- dar), çeşme vakıf kâtibi, vakıf
mütevellisi, vakıf nazırı ve su yolları nazırı yer alırdı. Bu listeye, saka
gediği olan çeşmelerden su alıp evlere taşıyan sakalar da eklenebilir.
(İşli. N., 2007) Bu ekip koordineli
bir şekilde çalışarak her daim çeşmelerden temiz ve sağlıklı su gelmesi için çalışmışlardır. Ne zaman
ki bazı görevliler devre dışı kalınca
artık çarkın işlemesi durmuştur.
“Su yolcu” tabiri, su kaynaklarının
korunmasından sorumlu olan ve
babadan oğula geçme hakkı (gediği) olan görevli için kullanılır. Genellikle Arnavut asıllı, kısa boylu
zayıf bedenli kişiler olup Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışına kadar yeniçeriler arasından seçilirlerdi. Su
yolcu nazırına bağlıydılar.
“Hafız-tas’lar”, görevli olduğu çeşmenin bakımı, onarımı, deposunun temizliği, çeşmeye su getiren
su yollarının künklerinin bakım ve
tamirine ilişkin her şeyden sorumlu olan kişilerdir. Çeşmenin su içme taslarının mevcudiyetinin sağlanması, gerektiğinde kalayının
yenilenmesi görevleri arasındaydı.
(Göncüoğlu, S. F., 2007)
“Tas-dar’lar” ise, sebilli çeşmelerde sebil bardaklarının devamlı dolu olmasını ve temizliğini sağlayan
sebil içerisinde bulunan görevliydi.
Zincirle bağlı olan sebil bardakları
boşaldığında alıp onları temizler,
tekrar suyla doldururdu.
Memba-i
Fevz-i
Hamidi Dua-i
Müstecab
(Su gibi aziz
ol), Basım
Ömer Akalın,
Nevsal-i Afiyet
(Sağlık Yıllığı),
İstanbul
“Minyatür, Köy
Çeşmesi, Cahide
Keskiner 2011”
Adell Armatür
Koleksiyonu
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 48 49 ›
Çeşme Başı Kültürü
Türklerde suya saygı, su tanrısıyla Müslümanlıktan önce geldiği
gibi, Göktürklerce su kutsal kabul edilirdi. İslamiyet’in kabulüyle
beraber su daha da bir önem kazanmıştır. Çeşmeler, Türk toplumunda içme ve kullanma suyu ihtiyacını karşılarken aynı zamanda
ibadetler için gerekli olan abdest,
suyla alındığından hem bedenî temizliğe ve hem de ruhî temizliğe
ve arınmaya aracılık etmiştir. Su,
bu yönüyle kutsal bir varlık olarak
kabul edilmiş; halk arasında “Su gibi aziz ol” ifadeleri kullanılmıştır.
Büyük Mütefekkir Nureddin Topçu, “Şarkın sembolü bir çınarla
çeşme başıdır.” diyerek suyun kainattaki hareketin, temizliğin, saflığın en önemlisi sonsuzluğu arayışın bir remizi (simgesi) olduğunu
belirterek suyun başında oturup,
saatlerce suyun başına baktığını
kendisiyle yapılan mülakatlarda
ifade etmiştir. (Şeker, F. M., 2007)
Anadolu’da, İstanbul’da, Trakya’da
birçok kent merkezi ve köy meydanlarında meşe, söğüt, çınarların
gölgesinde çeşmeler, bunların hemen yanında köy kahvesi, çay ocağı, kıraathane bulunur.
Çeşmeler, Türk
toplumunda içme
ve kullanma suyu
ihtiyacını karşılarken
aynı zamanda ibadetler
için gerekli olan abdest,
suyla alındığından
hem bedenî temizliğe
ve hem de ruhî
temizliğe ve arınmaya
aracılık etmiştir.
Bu satırları yazan olarak çocukluğumun geçtiği Bursa’daki çınaraltı coşkularını unutmam mümkün
değil. Özellikle yaz aylarında, ramazan akşamlarında, bayramlarda bu çoşkuyu kuvvetlice yaşardık. Semtimiz bir çınardan adını
almıştı: Duaçınarı Semti, Şükraniye Mahallesi; nam-ı diğer Macır Mahallesi. Bu mahalle bir göçmen mahallesiydi. Batı Trakyalılar,
Bulgaristan Muhacirleri, Arnavutlar, Boşnaklar, Anadolu’dan (bizim ailemiz, Gürcistan sınırındaki Posof’tan gelmişti), Trakya’dan,
Edirne-Keşan’dan gelenlerden oluşurdu. Buz gibi suları akan çeşmelerimiz, çeşmenin hemen yanında
kahve, çay ocağı vardı. Dondurmacılar, o zamanki tatları bir başka
olan iki ayaklı lahmacun arabalarında satılan lahmacunları afiyetle yerdik. Sünnet cemiyetleri yapılacağında bu alanları seçerlerdi,
bir bardak limonata ve üçgen kesilmiş bir dilim yaş pasta en büyük
keyfimizdi.
Çeşmeler özellikle kadınlar için bir
sosyalleşme alanı idi. Bir taraftan
evin su ihtiyacı karşılanırken cemiyetteki en son havadisler buradan alınırdı. Çeşme başları, gündelik hayatın dedikodu kültürünü
çevresinde yaşatırdı. Hurafeler, rivayetler, destanlar kulaktan kulağa çeşme başlarında yayılırdı. Konu komşuyla dertleşilir, sevinçler
paylaşılırdı. Çeşme başları toplumda kaynaşmaya vesile olurdu.
Genç kızlar burada görücüye çıkar,
yavuklusuna, sevdiğine mektup,
mendil bırakmak buralarda olurdu. Bazen sıra yüzünden veya değişik sebeplerden dolayı saç saça
baş başa kadınlar arasında kavgalar olurdu.
Çeşme başları adres ve yol tarifleri için çok işe yarardı. Eski İstanbul’da sokak adı ve evin kapı numaraları yoktu. Tarifler için odak
noktası çeşme başları olurdu. Hemen her mahallede ve sokakta birçok çeşme adres tarifinde kullanılırdı. Çeşmeler toplumsal kültür
için pusula vazifesi görürdü. (Işın,
E, 1999)
Bazı çeşmeler ve çeşme başları
uğurlama ve karşılamalarda kullanılırdı. Osmanlı döneminde hac
dönemlerinde hacca gidecekler Kadıköy Acıbadem’de bulunan Ayrılık
Çeşmesi’nden uğurlanırdı. Seferden dönen ordu, önemli misafirler
“III. Ahmed
Çeşmesi,
Kartpostal”
Adell
Armatür
Koleksiyonu
Çeşme
Vakfına Ait
Hüccet
ve hac dönüşlerinde Selamet Çeşmesi’nde karşılamalar yapılır, halk
büyük bir coşku içerisinde olurdu.
(Şerifoğlu, Ö.F,2001 )
Çeşme başlarının en önemli kullanım alanlarından biri de mesire alanı olarak piknikler için kullanılmasıydı. Osmanlı döneminde
ulaşımının kolay olması nedeniyle en çok tercih edilen ve en meşhur mesire alanı Kağıthane mesire
yerleriydi. Küçük Çamlıca ve Büyük Çamlıca tepe bölgelerindeki
leziz sular etrafında çeşmeler yapılmış ve insanlar piknik için buralara gelmiştir. Kayışdağı, Alemdağı
(Taşdelen suyunun çıktığı yer) yine tercih edilen yerlerdendi. Buralara atlı arabalarla dostlar veya ailece gidilip hanendeler, sazendeler
ile geceleri de eğlenceler düzenlenirdi. Üsküdar tarafında oturanların en gözde mekânlarıydı. Göksu ve Küçüksu ise Boğaziçi’nin en
muteber mesire yeriydi. Özellikle
Cuma günleri çok kalabalık olurdu.
Çeşmenin olduğu yerin manzarası çok güzel olup eski deyişle “Temaşagâh-ı zevk ü safa” olan yerdi.
Çeşmenin bulunduğu bölgede çınarın altında denizin, hafif esen ve
Mekkizade Poyrazı denen rüzgârın esintisi olur, tepelerden denize
doğru zümrüt gibi inen ağaçlar ve
boğazın seyrine doyum olmazdı.
İnsanların gözü gönlü açılır, stres
atılırdı.
Kanlıca, Kavacık mesire yerleri,
Çengelköy (eski ismi Feyzabad)
çeşme başları mesire alanlarıydı.
Beykoz bölgesinde Beykoz paçası o
dönemler pek meşhur ve makbuldü. Halk Beykoz’da paça yiyip İshak Ağa Çeşmesi başında çubuk ve
kahve içerdi.
Hünkâr, Kestane, Fındık, Çırçır sularının olduğu Sarıyer tarafları rağbet görürdü. İstanbul sularına hakim olan Belgrad Ormanları’nda
Sultan Mahmut ve Valide bentlerin olduğu bölümlere yemekleri
hazırlayıp cuma günleri Müslüman
ahali, pazar günleri Gayri müslim
ahali arabalarla giderlerdi.
Çeşme başları adres
ve yol tarifleri için
çok işe yarardı. Eski
İstanbul’da sokak adı
ve evin kapı numaraları
yoktu. Tarifler için
odak noktası çeşme
başları olurdu.
Belgrad Ormanları’ndaki zümrüt
gibi çimenler, sarı, mor, pembe çiçekler, ağaçların taze yaprakları
arasında, kuşların, bülbüllerin nağmeleri eşliğinde yapılan bu ziyaretler insanları mest ve hayran ederdi. Özellikle tabiat tutkunu olanlar
için bu tarifi imkânsız bir haz verirdi. İnsanlar huzur içinde neşeli ve
mesud zaman geçirirdi. Balıkhane
Nazırı Ali Rıza Bey “ Geçmiş zaman
olur ki hayali cihana değer” diyerek
çeşme başında mesire yerlerinde
yaşadığı güzelliklere ait hatıraların
hayallerini süslediğini ifade etmiştir.( Çoruk, A.Ş , 2007 )
Mesire alanlarına gelenler çeşme
başlarına yakın yerleri tercih ederek ulu çınarların gölgesinde, dere
kıyısında salkım söğütlük, kavak
ağaçlarının altında halılar, kilimler yere sererek otururdu. Etraftaki satıcılar simit, yemiş, meyve,
tatlılar satardı. Dondurmacılar,
yoğurtçular, şerbet ve limonatacılar insanları serinletirdi. ( Schiele,
R.- Wiener,W.M,1988)
Çeşme başları aynı zamanda yolculuklarda mola, dinlenme ve içme
suyu ihtiyacının karşılanmasında
da önemli mekânlar olmuştur. Molalarda yollardaki çeşmelerde insanların su içip alabileceği şekilde
musluklu kısımlar ve yanında hayvanların su içebileceği şekilde suyun oraya devamlı aktığı dar, uzun
su kanallı, hayrat olarak yaptırılan,
yol çeşmeleri olurdu. Bu tip çeşmelerde kıblenin yönünü belli edecek bir taş ve namaz kılınabilecek
bir bölüm de bulunurdu. Literatürde Namazgâhlı Çeşmeler olarak
adlandırılan bu çeşmeler dönem
itibarıyla oldukça işlevsel idiler.
Günümüzde mevcut olan Kadırga’daki Esma Sultan Namazgâhlı
“Çengelköy
Çeşmesi Açılışı,
Kartpostal”
Adell Armatür
Koleksiyonu
“Üsküdar Çeşme Başı,
Kartpostal” Adell
Armatür Koleksiyonu
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 50 51 ›
Çeşmesi gibi üst bölümü namazgâh olabildiği gibi, bazılarında namazgâh bölümü çeşmenin yan tarafında yer alırdı.
Cumhuriyetin ilk
yıllarında çeşme
başlarına gelen genç
kız ve kadınlarımız
hangi yörelerden
gelmişseler o yörenin
geleneksel kıyafetleriyle
çeşmeden su almaya
gelirlerdi. Su testileri,
güğümler de yöresel
özellikler gösterirdi.
Cumhuriyet Dönemi
Çeşme Başları
İstanbul’da 1970’li yıllara kadar
çeşme başı kültürü devam etmiştir. 1870’li yıllardan sonra evlere
su tesisatı çekilerek şebeke suyu
kullanıldıysa da özelikle gecekondu bölgelerinde çeşmeden su alma devam etmiştir. Ayrıca İstanbul’da sık sık yaşanan su kesintileri
ki halk arasında “Çeşmeler kesik”
olarak ifade edilmiştir. Evdeki çeşmelerin kesik olduğu zamanlarda mahalle veya en yakın sokak
çeşmelerinden veya civardaki çeşmelerden bidonlarla su almaya gidilirdi. Bu çeşmelerin önünde bazen uzun kuyruklar olurdu. Birçok
evde üzerinde musluğu olan plastik bidonlar vardı.
Bağ bahçe ve mesire yerlerinin yanında veya yakınında olan çeşme
başları mesire yeri, piknik alanı
olarak kullanılmıştır. Özellikle hafta sonlarında, tatil günlerinde çoluk çocuk pikniğe gidildiğinde ilk
aranan çeşmeler ve su kaynağı olmuştur. Çeşme başına en yakın ve
gölgelik alanı kapmak için sabah
erkenden yola çıkılırdı. Piknikçiler
yanlarında götürdükleri karpuz,
kavun gibi yiyeceklerini de soğutmak için bu çeşmeleri kullanırlardı. İstanbul’da Valide Suyu, Göksu
Çeşmesi mesire alanı, Haliç-Kağıthane civarındaki mesire alanları
piknikler, hıdrellezlerde eğlenceler tertip edilmiştir. Halk buralarda
çocuklarla birlikte atlar, zıplar, top
oynar, kovalamaca, körebe, mendil
kapmaca oynar; ağaçlara kurulan
salıncaklarda sallanırdı. Bazen sudan sebeplerden kavgalar çıkardı.
İstanbul’a farklı bölgelerden göç
eden veya Balkanlardan gelen Boşnak ve Arnavut soydaşlardan oluşan mahallelerde, evdeki çeşmeler
kesikse veya henüz taşındıkları evlere su tesisatı çekilmemişse, mahalle çeşmesinden evlere su temin
edilmeye devam edilmiştir. Başlangıçta tenha semtlerde çeşmeler ihtiyacı karşılıyordu. Semtlerin
göçlerle dolup taşmasıyla çeşme
başları kalabalıklaştı. İlk zamanları
yeni gelen göçmenler, o semte daha önceden gelmiş olanlarla yeterince iletişim kuramadığından su
sıralarında kavgalar çıktığında çözüm kaba kuvvet ve en güçlü olanların sıra beklemeden çeşmeden su
alması oluyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında çeşme başlarına gelen genç kız ve
“Gravür”
Adell
Armatür
Koleksiyonu
“Hamidiye
Çeşmesi,
Kartpostal”
Adell
Armatür
Koleksiyonu
kadınlarımız hangi yörelerden gelmişseler o yörenin geleneksel kıyafetleriyle çeşmeden su almaya gelirlerdi. Su testileri, güğümler de
yöresel özellikler gösterirdi. Karadeniz tarafından gelenlerde Trabzon güğümü, Balkanlardan gelenlerde Bosna işi güğümler, toprak
testilerin kulp yapıları ve görünümleri de farklı olurdu. Su kapları genellikle bakırdan veya bakır
alaşımlı madeni su kaplarıydı.
Bazen su taşıma için “Su Ağacı” denen taşıma sopalarının iki ucuna
birer güğüm veya teneke konur ve
bir omuzda bu taşınır, diğer ele de
başka bir dolu su kabı alınırdı.
1970’li yıllara gelindiğinde çeşme
başına gelen kadın ve genç kızlarımızda yöresel kıyafetler yerini,
o günkü dış giyim özelliklerine bırakmıştı. Mahalli özellik taşıyan
bakır güğümler ve toprak testiler
yerini başlangıçta alüminyum leğen, kazan, kovalara; sonrasında
da plastik su kaplarına bırakmıştır.
Çeşme Kültürü
Üzerine Sanatsal
Yansımalar
Birçok ressam, şâir, yazar esin kaynağı olarak çeşmeleri, çeşme başlarını ve suyu ilham almışlardır.
Çeşmeler ve su kültürü üzerinde edebiyatımızda çok sayıda örnek bulunmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir kitabında
İstanbul bahsine İstanbul’a hayat
veren kaynak sularıyla girer. Babasının görevi nedeniyle çocukluğunun geçtiği Arabistan’ın bir şehrinde, komşuları olan ihtiyar bir
kadının sık sık hastalandığını ve
humma başlar başlamaz kadının “
çırçır, karakulak, şifa suyu, hünkâr
suyu, Taşdelen, Sırmakeş diyerek
sayıkladığını belirtir. Ve bunun
kendisine ilaç, tılsım gibi gelerek
iyileştirdiğini ve İstanbul’un bu kadın için serin, berrak, şifalı suların
şehri olduğunu ifade eder. Kendisinin de İstanbul sularının ismini
duyduğunda dört yanının su sesleriyle, gümüş tas ve billur kadeh
şıkırtıları, güvercin uçuşlarıyla dolu zannettiğini ifade eder. Emirgan
korusundaki kahvede çay, kahve
içmenin çeşmenin su seslerini işitmenin o güzellikleriyle insanlarda ayrı ayrı duygular uyandırdığını
ifade etmektedir. Tanpınar, İstanbul’un büyük mimarî eserlerin olduğu kadar küçük köşelerin, sürpriz peyzajların da şehri olduğunu
belirterek bu küçük köşelerinde
şehrin mahremiyetinde adeta eriyip ona karışmış hissi veren çeşmelerin olduğunu, yolda yürürken
köşe başını döndüğünüzde birdenbire hiç beklemediğiniz bir yerde
mermer bir çeşme aynasının size
gülümsediğini ifade eder. (Tanpınar, A. H, 1946)
Çeşmelerin bize
daima taze bir haz
veren nefis tezyinat
şekilleri o bereketli
suya karşı duyulan
minnettarlık hissinin
kuvvetinden mütevellit
bir mânâ ifade eder.
Hoca Ali Rıza, İstanbul Peyzajına âşık bir ressamdı. Özellikle Boğaz ve Göksu Çeşmesi konulu resimleri meşhurdur. Aslında
“Reklam
Kartı” Adell
Armatür
Koleksiyonu
“Mesire Alanı,
Kartpostal”
Adell Armatür
Koleksiyonu
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 52 53 ›
Göksu Çeşmesi her zaman Oryantalist ressamlara ilham kaynağı
olmuştur.
1940’lı yıllarda Güzel Sanatlar
Akademisi’nde ders veren Profesör
W. Schütte’nin çeşmelerle alakalı
nefis bir yazısı vardır. Yabancı Mimar Gözüyle Türk Çeşmeleri adlı yazısında Schütte: “Çeşmeler, İstanbul
sokaklarının örgüsü içine, bayramlık
elbiselerdeki pırlantalar gibi serpilmişlerdir. Ve insan şehirde dolaştığı
zaman, gözleri bu küçük veya nispeten büyücek yapılara, daima taze bir
hazla dalar, gider. Küçük olsunlar, büyük olsunlar, hepsinin de seve seve
meydana getirildikleri göze çarpar.
Çeşmelerin bize daima taze bir haz
veren nefis tezyinat şekilleri o bereketli suya karşı duyulan minnettarlık
hissinin kuvvetinden mütevellit bir
mânâ ifade eder. Kupkuru teknik bir
ifadeyle çeşme, sadece taştan mamul,
alelade delikli bir su kabıdır; ekseri
çeşmelerin esas müşekkili dört köşe
böyle bir kutu şeklidir, fakat öyle, dört
köşe bir kutu ki! Geniş bir çatı, suya
gelenleri, güneş ve yağmurdan korur
ve çeşme duvarlarını geniş bir gölgeye
boğar. Duvarlar, kitabe, her çeşit tezyinat, çiçekler ve beyitlerle örtülüdür.
Böylelikle bu alelade taş kap heybetli bir kisveye bürünmüştür. Bazı çeşmeler bütün bir mahallenin şah damarı mesabesindedir. Ve eski basma
resimlerde meselâ Tophane Çeşmesi
etrafındaki beşeri faaliyet ve kaynaşmanın alaka verici hatlarını görürüz”
demektedir.
Bazı çeşmeler bütün bir
mahallenin şah damarı
mesabesindedir. Ve
eski basma resimlerde
meselâ Tophane
Çeşmesi etrafındaki
beşeri faaliyet ve
kaynaşmanın alaka
verici hatlarını görürüz.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarında,
yabancı bir entelektüelin çeşmelerimizin ihtişamını bu denli güzel
anlatması takdire şayandır. ( Tanışık, İ.H, 1943 )
Eski İstanbul’un birçok semti
çeşmeleriyle anılmaktadır. Valide
Çeşme, Horhor, Kuruçeşme, Çukurçeşme, Söğütlüçeşme gibi. Maalesef İstanbul çeşmelerinin çoğunun sadece adı kalmıştır. Birçok
çeşmenin suyu akmayıp, kurumuştur. İstanbul çeşmelerinin içler acısı hali, gittikçe yok olmaları birçok
entelektüel sanatçı, aydın, edebiyatçı, şâir ve yazarın dikkatini çekmiş ve yazılarına, mısra ve dizelerine, çalışmalarına konu olmuştur.
Reşat Ekrem Koçu:
Niçin kestiler suyumu?
Kim çaldı pirinç lülemi?
Ne zaman gömüldüm topraklara
Okunmuyor alnımın altın yazısı… ifadeleriyle içler acısı durumu
belirtmektedir.
Tophane semtini çok seven ve belli bir süre Tophane Çeşmesi’nin
karşısında bir evde oturan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Tophane Çeşmesi’nin içler acısı hali karşısında
bir gün çileden çıkar. Faydalı ve
güzele İstanbul çeşmelerini örnek
vermeyi düşündüğünü, alıcı gözle İstanbul çeşmelerini dolaşmak
istediğini ve gezdiğinde İstanbul
çeşmelerinin başlarına geleni görünce çileden çıktığını ve İstanbul
çeşmelerini “Genç yaşta sütü kurumuş analar gibi” gördüğünü belirtmektedir. (Şerifoğlu, Ö., 2010)
“Aşıklar
Çeşmesi,
Kartpostal”
Adell
Armatür
Koleksiyonu
“Gravür Namazgâhlı Çeşme”
Adell Armatür Koleksiyonu
Selim Sırrı Tarcan 1938 tarihinde
Cumhuriyet Gazetesi’nde kaleme
aldığı yazısında İstanbul’un, Üsküdar’ın, Boğaziçi’nin birçok yerinde vaktiyle hayırsever ecdadımızın birçok çeşme yaptırdığını ve
halkın en büyük ihtiyacı olan billur
gibi suları bol bol şehrin her tarafında akıttıklarını belirterek yazısına başlamaktadır. Bir dostunu
ziyaret için Harbiye’den Fatih’e gidişinde yol boyunca çeşmelerin perişan halini gördüğünü, çeşmelerin
tamamının kuruduğunu, bakımsızlıktan her tarafının harap olduğunu ifade etmektedir. “Bu çeşmelerden neden su akmıyor?” diye
kimseyi itham etmek istemediğini ama İstanbul’un bir su şehri olduğunu, gözüne ilişen ve akmayan
çok sayıdaki bu çeşmelerin kendisini müteessir etiğini ve bu kuru
çeşmeleri hüzünle, esefle, elemle
seyrede seyrede dostunun evine
gittiğini belirtmektedir. (Tanışık, İ.
H, 1943)
Çeşme Ve Çeşme Başı
Kültürünün Yok Olma
Süreci Ve Sebepleri
Çeşmeler yapıldıkları döneme tanıklık etmeleri, dönemsel mimarî
özellikler içermeleri sebepleriyle şehirlerin temel somut kültürel miraslarıdır. Geleneksel yaşam
kültüründe önemli olan çeşmeler
maalesef en çok tahrip olan ve gözden düşen eserler olmuştur.
Çeşmeler yapıldıkları
döneme tanıklık
etmeleri, dönemsel
mimarî özellikler
içermeleri sebepleriyle
şehirlerin temel somut
kültürel miraslarıdır.
Yeni şehir ıslah çalışmalarında çoğunlukla Cumhuriyetin ilk yılları ve Menderes döneminde yol açma, caddeler oluşturma, alt yapı
çalışmalarında özellikle eski İstanbul’un korunup, yeni şehrin başka
bölgede oluşturulması gerekirken,
mevcut tarihî eserlerle iç içe olan
su medeniyetimize ilişkin pek çok
eser, bilerek veya farkında olmayarak, gerekli özen gösterilmemiş,
yeni kamu bina inşaatları için anıt
eserler ya ortadan kalkmış, ya yol
seviyesinin çok altında kalmış ya
da su yolları tahrip edildiğinden
kurumuş çeşme olarak kaderine
terk edilmiştir.
Evlere şehir şebeke suyunun bağlanmasıyla yavaş yavaş önemini
kaybeden çeşmeler, mahalleli ve
sokağın suyunu karşılama görevlerini yitirmesi ile önemini kaybetmiştir. Müstakil ahşap evlerden
apartmanlara taşınmaların başlamasıyla mahalle kültüründen şehir
kültürüne geçildi. Böylece çeşme
başları sönük kaldı. Şehrin varoş,
gecekondu bölgelerinde bir müddet daha devam eden çeşmelerden
su alma işi, bu evlere su bağlanmasıyla artık son buldu fakat köylerdeki köy çeşmelerimiz hâlâ akmaya devam etmektedir.
Abonelere ücretli olarak verilen
suyun mahalle çeşmelerinden ücretsiz olarak akıtılması maddî bir
“Dönemin
İstanbul Valisi
Fahrettin
Kerim Gökay
Tarafından
Yapılan,
Yıldız’da Bir
Çeşme Açılışı,
1940’lı yıllar”
Adell Armatür
Koleksiyonu
“Tophane
Çeşmesi”
Adell Armatür
Koleksiyonu
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 54 55 ›
külfet olarak addedilmiştir. Vakıflardan belediyelere bağlanan çeşmelerin belli bir süre sonra suları
kesilmiştir.
Zaman içerisinde halkta suyun temizliği ve içilebilirliği de sorgulanmaya başlamış; halkta mahalle
çeşmeleri, meydan çeşmeleri sularının sağlıksız olduğu, artık bunların suyunun içilemeyeceği kanaati
uyanarak, çeşmeler toplumdan iyice kopartılmıştır.
Çeşmelerin mimarî anıt olarak korunması, gerekli somut kültürel
miras olarak kayıt altına alınması hususunda birden fazla kamu
kuruluşunun işin içinde olması ve
koordinasyon konusunda yaşanan olumsuzluklar nedeniyle yerel yönetimler, Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Vakıflardan Sorumlu
Devlet Bakanlığı ve Vakıflar İdaresi arasında zaman zaman yaşanması muhtemel yetki karmaşasının eserlerin korunmasının önüne
geçmesi mümkün olabilmiştir. Bu
tip eserlerin mülkiyeti konusunda
da sıkıntılar olmakta, mülkiyetler
farklı kurumların uhdesinde olabilmektedir. Bu da korunması konusunda tek elden koordinasyonu
güçleştirmektedir.
İşlevini kaybeden ve kendi haline terk edilen çeşmelerin çoğunun yerlerinde yeller esmektedir. Birçokları tahrip edilmiştir.
Çeşmelerin kitabesi çalınmış, taşları bakımsızlıktan kararmış,
muslukları sökülmüş, suları kesik, çeşmeler kurumuş vaziyette
kalmışlardır.
Müstakil ahşap
evlerden apartmanlara
taşınmaların
başlamasıyla mahalle
kültüründen şehir
kültürüne geçildi.
Böylece çeşme
başları sönük kaldı.
Çeşmelerin muslukları pahalı ve
geri dönüşüm imkânı olan endüstride birçok sektörde kullanılan bakır alaşımlı tunç veya pirinç malzemeden yapıldığı için maalesef
birçokları eritilmek üzere hurdacılara satılmış, bakır haddehanelerinin yolunu tutmuşlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayileşme
hamleleriyle artan hammadde ihtiyacı; maalesef en kolay yoldan,
bakırdan mamul kapkacak, musluk, semaver, mangal, ibrik aklınıza ne kadar gündelik yaşamda
kullanılan eşyalar gelirse eritmeye gönderilmiştir. Bugün ne mutludur ki devlet müzeleri ve kayıtlı
özel koleksiyonlarda musluk koleksiyonları bulunmaktadır. Eğer
bu koleksiyonlar da olmasa, bir
adet eski musluğu görme imkânı
kalmayacaktır.
Ayrıca çeşme ve çeşme başlarımız
gözden düşünce suyla gelen kültürümüzü ve kullanılan su kaplarını da unuttuk. Özellikle köylere
kadar şebeke suyunun getirilmesi, televizyon kültürünün en ücra
köşelere kadar ulaşması nedeniyle
popüler kültür hakim oldu ve somut olmayan kültürel mirasımız
olan geleneksel yaşam kültürümüze ait değerlerimizi yitirdik.
Hayrat olarak yaptırılan çeşme ve
sebillerin, halka ücretsiz su temini için oluşturulan ekiplerin ortadan kalkmasıyla, çeşmeler de yok
olmaya mahkum olmuştur. Sistem yok edilince çeşme yıktırılıp
kitabesi parçalanmış, arsasına bina
veya dükkan yapılmış, çeşme-sebiller amaçları dışında depo, büfe, imam odası, karakol, gazete bayii, çay ocağı olarak kullanılmıştır.
Bu noktada insanın aklına şu soru
geliyor: Vakfedilen çeşmelerin zaman içerisinde amacı dışında kullanılması vakıf bedduasına ve sonuçta susuzluk ve bereketsizliğe
neden olabilir mi?
Sonuç
Bugün çeşmelerin birçoklarının
suyu kesilmiştir ya da “İçilmez”
tabelası asılmıştır. Zamanında birer hayat kaynağı olan bu çeşmeler şimdilerde su medeniyetimizi gösteren mimarî anıtlar olarak
“Koçzade
Vehbi (Vehbi
Koç) ve
arkadaşları
Çeşme
Başında,
Ankara” Adell
Armatür
Koleksiyonu
“Tombak
Musluk”
Osmanlı,
18. Yüzyıl,
Türk ve İslam
Eserleri
Müzesi
caddeleri, sokakları süslemektedir.
Birçokları bakımsız, ayakta kalma
mücadelesi vermektedir. Bu aslında yıllardan beri süregelen ihmalkârlıkların bir sonucu olsa gerek. Tek bir kişi veya kurumu direkt
olarak suçlamak haksızlık olacağı
gibi sadece eleştiri yapmak, su medeniyetimizin seçkin eserlerini geri
getirmeye, bu eserlerin korunmasına, geleceğe taşınmasına yetmiyor. 1980’li yıllarda Güneş Gazetesi’nin öncülüğünde “Çeşmelerimizi
Kurtaralım” kampanyası türünde
çalışmalar başlatmak gerek. Aslında İstanbul Valisi Sayın Muammer
Güler döneminde 100 adet çeşmenin İl Özel İdaresi nezdinde restorasyon programına alınma projesi
olduğunu biliyoruz. Fakat bugün
bu proje hangi aşamadadır? Bununla beraber, son dönemlerde sevindirici, yüreklerimize su serpen
gelişmeler de oluyor. Çekül Vakfı’nın geleneksel yaşam kültürümüzü tanıtma, yaşatma projeleri,
Saka su firmasının Tophane çeşmesini restore ettirmesi, Vakıflar
Bankası’nın iştiraki olan Kuveyt
Türk Katılım Bankasının Azapkapı Saliha Sultan Çeşme ve Sebili’ni
restorasyonu, 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı vasıtasıyla yapılan restorasyonlar İstanbul Ticaret Odasının çeşmeleri restorasyon
projesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü
ve İstanbul I, II. Bölge Müdürlüklerinin koordinasyonunda çeşme sebil rehabilitasyon çalışmaları, yerel
yönetimlerin, özellikle Fatih, Beyoğlu, Eyüp Belediyelerinin tarihî
eserlerin korunması ve rehabilitasyonu çalışmaları, İSKİ, Orman ve
Su İşleri Bakanlığı’nın çalışmaları,
kamu kurum ve kuruluşlarının koordinasyon uyumu Adell Armatür
A.Ş.’nin sosyal sorumluluk projesi
olarak su ve hamam koleksiyonunu müzeleştirme çalışmaları, burada ismi yazılmamış diğer başka
kişi ve veya kuruluşların çalışmaları su medeniyetimize ait eserlerin
ve bu medeniyetle gelen kültürün
yeniden diriliş yaşayacağı günlerin
uzak olmadığının habercileridir.
Zamanında birer
hayat kaynağı olan bu
çeşmeler şimdilerde
su medeniyetimizi
gösteren mimarî
anıtlar olarak caddeleri,
sokakları süslemektedir.
Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer. Bir tatlı huzur almak için,
Boğaziçi’nde, Çamlıca Tepeleri’nde, Emirgan’da, Sarayburnu’nda
ağaçlar ve denizin iç içe olduğu o
güzelim çınaraltında, akan su şırıltılarıyla, çiçekler ve kuş sesleri eşliğinde sizleri çay ve kahve içmeye
bekleriz Efendim. Su gibi aziz olunuz.
Kaynakça
1. Aksel, M, 2011, Sanat ve Folklor, Kapı yayınları, Sayfa; 260- 262.
2. Ceylandağ, H. –Tokalı M, 1973, Çeşme ve Çeşme Başı Kültürü, Folklora Doğru Sayı 31, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları,
sayfa: 33- 40.
3. Çoruk, A. Ş, 2007, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı – Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Kitabevi Yayınları, Sayfa : 88- 144.
4. Göncüoğlu, S.F, 2007, Su İstanbul- Kültür Kış 2007, Sayfa 29- 39.
5. Işın, E, 1999, İstanbul’da Gündelik Hayat, YKY, Sayfa: 246- 258.
6. İşli, N, 2007, Su Müesseseleri- Kültür Kış 2007, Yarım Elma Yayınları, Sayfa: 84- 85.
7. Kılınçer, Gülşen, 2007, Kaybolan Çeşmeler, Kuveyt Türk Yayınları.
8. Özel, A. M, 2009, Su Medeniyeti Ve Çeşmeler, İSKİ, Sayfa 28- 44.
9. Schiele, R.- Wiener, W. M, 1988, 19. Yüzyılda İstanbul Hayatı, Roche Yayınları, Sayfa : 90- 94.
10. Şeker, F. M, 2007, Kal ile Hal Arasında Su- Kültür 2007 Kış, Yarım Elma Yayınları, Sayfa : 25- 27.
11. Şerifoğlu, Ö. F, 2010, İstanbul’un Su Macerası Ve Edebi Yansımaları- Keşkül, Sufi Kitap yayınları, Sayfa 108- 119.
12. Şerifoğlu, Ö.F, 2001, Çeşmeler, Sebiller, Şadırvanlar Su Güzelleri- P Dergi 2001, Raffi Portakal, Sayfa :35- 36.
13. Tanışık, İ. H, 1943, İstanbul Çeşmeleri Cilt I, Maarif Yayınevi, Sayfa : XI- XIV.
14. Tanpınar, A.H, 2008, Beş Şehir, Dergah yayınları, Sayfa:117- 120.
15. Yurdakul, İ. 2010, Aziz Şehre Leziz Su, Kitabevi Yayınları, Sayfa: 28-36.
“Göksu Çeşmesi,
1950 Tarihli,
Resim Sulu
Boya” Adell
Armatür
Koleksiyonu
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 56 57 ›
Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ
Iğdır Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Sular Diyarı,
İmparatorluk Başkenti İstanbul’da
Suyun Serüveni
TARİH
aşamın kaynağı ve
temizlik vasıtası olması nedeniyle tarih boyunca dünya
çapında insanların
ve dahi tüm canlıların hep aradığı, içme ve temizlenme amacıyla istifade ettikleri su,
küçük toplumlar ile köylerin oluşması, şehirlerin kurulması ve uygarlıkların inkişafı üzerinde önemli ve belirleyici bir etkiye sahip
oldu. Eski çağlardan beri su ihtiyacını karşılama endişesinin bir neticesi olarak şehirler, mümkün mertebe akarsu ve ırmaklardan fayda
sağlamaya namzet su kenarlarında, verimli arazilerde teşkil edildi.
İlk uygarlıkların Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki bölgeyi ifade
eden Mezapotamya’da, Afrika çölleri içerisinde bir vadi durumundaki Nil Nehri’nin çevresinde konumlanan Mısır’da ve aynı şekilde
İndus Nehri civarında Hindistan’da ortaya çıkması, bu durumun
bariz göstergesidir. İlk ekonomik
faaliyetler ile devamında gelen sosyal ilişkiler ve dinî inanışlar ile ritüeller de bu uygarlıklar içerisinde
kendisine yer buldu.
Üç tarafı denizle çevrili bir yer olması ve büyük kara parçaları arasında geçişi ve irtibatı sağlaması bakımından stratejik bir önemi
haiz olması nedeniyle İstanbul,
öteden beri toplumların yerleşip
siyasî ve idarî kurumlar oluşturmaları için cazip bir mekân oldu.
Şehrin çok gerilere uzanan eski
tarihi hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte MÖ 3 bin başlarından itibaren bölgede yerleşim
olduğu ileri sürülür. Daha somut
bilgiler ekseninde bakıldığı zaman
Y
Üç tarafı denizle çevrili bir yer olması ve büyük kara parçaları
arasında geçişi ve irtibatı sağlaması bakımından stratejik bir
önemi haiz olması nedeniyle İstanbul, öteden beri toplumların
yerleşip siyasî ve idarî kurumlar oluşturmaları için cazip bir
mekân oldu.
İstanbul
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 58 59 ›
görüldüğü kadarıyla, ilgili coğrafyada evvela İstanbul’un Anadolu
yakasındaki Kadıköy, MÖ 1000 yılı civarında Fenike kolonisi olarak
kurulmuştu.
Güzelin talibi çok
olurdu ve nitekim
öyle de oluverdi.
Coğrafî konumu
nedeniyle çevredeki
devletlerin ilgisini çeken
Byzantion, Trakların
ve Perslerin saldırı
ve işgallerine uğradı.
Tarihî yarımada olarak bilinen Sarayburnu civarındaki sahaya da ilk
olarak Megaralılar yerleştiler. Nitekim Avrupa yakasında İstanbul’un
ilk defa bir Megara kolonisi olarak
MÖ 7. yüzyılda kurulduğu rivayet
edilmektedir. İstanbul’un ilk adı bu
iskânla ilgiliydi. Megaralıların kumandanı Byzas’ın ismi buraya verilerek bölgeye Byzantion denildi. Ayrıca Megaralılar yarımadaya
yerleştikten sonra, kendilerinden
önce bölgeye geldikleri halde, bu
derece göz alıcı bir yeri bırakıp da
karşısında bulunan Kadıköy taraflarını mesken edinen halka izafen
Halkedon’a (Kadıköy) Körler Ülkesi dediler.
Güzelin talibi çok olurdu ve nitekim öyle de oluverdi. Coğrafî konumu nedeniyle çevredeki devletlerin
ilgisini çeken Byzantion, Trakların
ve Perslerin saldırı ve işgallerine
uğradı. Ardından Roma İmparatorluğu, Makedonya ve Yunanistan’a
hâkim olunca Byzantion da önce
Roma’ya serbest şehir olarak bağlandı ve daha sonra (MS 73) Roma topraklarına dâhil edildi. İleriki dönemde İmparator Septimus
Severus zamanında tahribata uğrayan şehir, bu imparator tarafından tekrar imar edildi ve oğlunun
şerefine buraya “Augusta Antonina” adı verildi. Roma İmparatoru
I. Konstantinos, dördüncü yüzyılın
ilk yarısında Byzantion’u yeni imparatorluğun merkezi olarak seçerek burayı inşa ettirmeye başladı,
şehrin alanını genişletti ve güvenlik amacıyla etrafını surlarla çevirdi. Yeni başkentte saray, senato
binası, hipodrom ile kiliseler inşa
ettirdi; netice olarak 330’da şehrin
resmî açılış törenini yaptı. Hristiyanlık inancı, ülkede ve dolayısıyla
şehirde hâkim olmaya başladı.
Ne var ki Roma İmparatorluğu’nda
badireler, acı yüzünü göstermeye
başladı. Öncelikle I. Theodosios’un
395’te ölümünden sonra imparatorluk, iki oğlu arasında ikiye ayrıldı. I. Justinianos döneminde,
532 yılında çıkan Nika İsyanı, şehirde büyük yıkımlara sebep oldu.
Ayasofya Kilisesi dâhil birçok bina
ve anıt tahrip edildi. Justinianos,
Ayasofya’yı yeniden inşa ettirdi. İstanbul, Emevi orduları tarafından
yedinci yüzyıl sonları ile sekizinci
yüzyıl başlarında kuşatıldı; ancak
Müslüman kuvvetleri başarı sağlayamadı. Bundan sonra da Müslümanlar ve Türklerle Bizans arasında mücadele, savaşlar devam etti.
Bu dönem zarfında uzun yıllar boyunca Bizans, taht kavgaları, depremler, yangınlar ve dış tehditler
nedeniyle büyük badireler atlattı;
yeri geldi isyanlar çıktı, şehir harap
edildi, imparatorlar katledildi.
On birinci yüzyılın sonlarına gelindiğinde yeni bir olgu, Doğu’yu
sarsmaktaydı. 1096 yılında Haçlı
Harita
Haliç-İstanbul,
1572,
Braun ve
Hogenberg
orduları tehdit olarak gördükleri
İslâm’a karşı harekete geçerek İstanbul’a geldi. İmparator Aleksios,
Haçlılar ile anlaşarak onların Anadolu’ya geçmesini sağladı. Bizans
iç ve dış mücadelelerle uğraşırken
meydana gelen IV. Haçlı Seferi’nde ise Batılı Hristiyanlar, İstanbul’a girdiler ve bir seri kargaşanın
ardından şehri zapt ettiler (1204).
İstanbul, günlerce tahrip edildi.
Bütün kiliseler, manastırlar, saraylar ve kütüphaneler yağma edildi.
Katliamlar yapıldı. Avrupalılar, İstanbul’da bir Latin imparatorluğu
kurdular. Ancak 1261’de İznik’teki Bizans uzantılı siyasî yapı, yarımadada süren Batı hâkimiyetine
son verdi. Sonrasında İstanbul yine iç karışıklıklar, isyanlar, yangın
ve depremler yüzünden birçok kez
harap oldu.
Şehrin MS 330 tarihindeki kuruluşundan sonra meydana gelen
sosyal ve iktisadî gelişmeler bağlamında bir değerlendirme yapıldığı
zaman görüldüğü kadarıyla, henüz
Konstantinos şehri kurduktan kısa
süre sonra buranın nüfusu, imparatorun belirlediği sınırları aşarak
surların dışına taşmış; nüfus hızla artmıştı. Yarımada etrafında,
Boğaziçi kıyılarında, Üsküdar ve
Kadıköy’de yazlık saraylar ile dinî
eserler kurulmuştu.
Etrafı suyla çevrili olmasına rağmen İstanbul, ne acıdır ki su sıkıntısıyla boğuşuyordu. Suriçi’ni
kaplayan alanda tatlı su kaynağı
olmadığı için sular buraya dışarıdan getirilmek zorundaydı. Böylesi bir durumda başvurulacak ilk
yerler de yarımadaya nispeten yakın olan Lykos (Bayrampaşa), Kydaros (Alibeyköy) ve Barbyzes (Kâğıthane) dereleriydi. Bunların yanı
sıra Belgrad Ormanları ile Halkalı
tarafları da yerine göre İstanbul’un
su kaynakları olarak kullanılmaya müsait diğer yerleriydi. İstanbul’daki su sıkıntısını gidermek,
başından beri idareci kesimin halletmesi gereken önemli bir meseleydi. Bu nedenle Roma imparatoru Valentinianus (364-378),
merkeze su getirmek için bir isale
hattını ve bugün de kalıntıları bulunan Valens su kemerini (Bozdoğan) yaptırdı. Sonraki idareciler de
bu sorun üzerine eğildiler.
Bizans döneminin şehirlerinde
çok fazla meydan, çeşme, su kemeri, sarnıç, lağım ve hamamlar
vardı. Belirtildiği üzere su ihtiyacını karşılamak üzere şehrin dışından getirilen sular için su kemerleri yapılırdı. Kemerlerle gelen su,
sarnıçlarda depolanıp çeşmelere
ve hamamlara dağıtılırdı. Şehirde
sular, Suriçi’nde Aetos (Karagümrük), Aspar (Yavuz Selim Çukurbostanı) ve Mokios Sarnıcı (Altımermer Çukurbostanı) ile surun
dışında Hebdomon Sarnıcı (Bakırköy-Veliefendi) gibi açık sarnıçlarda toplanırdı. Bunlar, geniş bir
sahayı kaplayan havuz şeklinde
yerlerdi. Kalın duvarları, su geçirmeyen bir harçla sıvanırdı. Henüz
Bizans döneminde toprakla doldurularak bağ ve bahçeye çevrildi.
Osmanlı döneminde bostan olarak
kullanıldı.
Bizans döneminin
şehirlerinde çok fazla
meydan, çeşme, su
kemeri, sarnıç, lağım
ve hamamlar vardı.
Belirtildiği üzere su
ihtiyacını karşılamak
üzere şehrin dışından
getirilen sular için su
kemerleri yapılırdı.
Kemerlerle gelen
su, sarnıçlarda
depolanıp çeşmelere ve
hamamlara dağıtılırdı.
Şehirde ahaliye su vermek üzere
inşa edilmiş olan birçok üstü kapalı sarnıç da vardı. Roma döneminden kalan Bazilika (Yerebatan),
Valens/
Bozdoğan Su
Kemeri
I. Theodosios
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 60 61 ›
Filoksenus (Binbirdirek) ve Pantokrator (Zeyrek), İstanbul’un
önemli kapalı sarnıçlarıdır. Bu sarnıçlar, pişmiş toprak borulardan
oluşan sistemle şehrin ana su şebekesine bağlanırdı.
Su, İstanbul’un
Hristiyan halkı için
yerine göre kutsal
mânâlar da kazanırdı.
Şifa dağıttığına inanılan
kuyu, kaynak ve pınar
gibi yerlere bir aziz
veya azizenin adı
verilir; buralar halkın
hizmetine sunulurdu.
Bu şekilde kutsal ve
şifa dağıtıcı kabul
edilen su kaynağına
ayazma denilirdi.
Su, İstanbul’un Hristiyan halkı için
yerine göre kutsal mânâlar da kazanırdı. Şifa dağıttığına inanılan kuyu, kaynak ve pınar gibi yerlere bir
aziz veya azizenin adı verilir; buralar halkın hizmetine sunulurdu.
Bu şekilde kutsal ve şifa dağıtıcı kabul edilen su kaynağına ayazma denilirdi. Böyle mekânlar, şifa
uman ziyaretçilerin akınına uğradı. İstanbul’da Bizans ve Osmanlı
dönemlerinde ortaya çıkarılan birçok ayazma olmakla beraber bunlardan belli başlı bazıları, Gülhane
tarafındaki Hodegetreia, Ayvansaray ile Eğrikapı arasındaki Blakhernai ve Zeyrek’teki Hagia Theodosia
ayazmalarıdır.
Osmanlı Döneminde
İstanbul ve Su
İstanbul, MS 330’dan 1922’ye kadar Roma (330-395), Bizans (395-
1204/1261-1453), Latin İmparatorluğu (1204-1261) ve Osmanlı
Devleti’ne (1453-1922) başkentlik
yaptı. Türkler tarafından ele geçirilmek istenen İstanbul, ilk olarak
1391 ile 1400 yılları arasında I. Bayezid ve 1422 yılında II. Murad tarafından kuşatıldı; ancak ilhak edilemedi. Hummalı bir çalışmanın
ve yoğun hazırlıkların akabinde II.
Mehmed 1453’te İstanbul’u fethetti. İstanbul tabiri, iki farklı coğrafî
alan için kullanılmaktadır. Modern
zamanda Çatalca’dan Kocaeli’ne
kadar uzanan bir yeri kapsayan
İstanbul, esasen tarihî yarımada
denilen, Haliç’in güneyinde Avrupa yakasında bulunan ve Sarayburnu’ndan Zeytinburnu’na, oradan Ayvansaray tarafına ve tekrar
Sarayburnu’na uzan surların içinde kalan toprak parçasıdır. Burası,
surların içerisinde bulunan yedi tepe üzerine kurulmuştur.
İstanbul tepelerinden birincisi,
Ayasofya ve Sultanahmet Cami ile
Topkapı Sarayı’nı içerir; Sirkeci’den
Kadırga’ya kadar uzanır. İkinci tepe, Nuruosmaniye ile Çemberlitaş’ı kapsar, Babıâli ile Kapalıçarşı arasında bulunur. Üçüncü tepe,
Beyazıt Cami ile Süleymaniye Külliyesi’ni ihata eder, güneyde Kumkapı’ya kadar iner. Dördüncü tepe,
Fatih Külliyesi’ni kapsar, güneyde
Aksaray’a, kuzeyde ise Haliç’e dek
uzanır. Beşinci tepe, Sultan Selim
Külliyesi’ni içerir, Haliç’te Fener’e
kadar iner. Altıncı tepe, Edirnekapı ile Ayvansaray’ı içine alır. Yedinci tepe ise Aksaray’dan aşağıya
Marmara sahiline doğru iner.
Osmanlı Devleti, fethin ardından
önemine ve stratejik konumuna
binaen İstanbul’u ülkenin başkenti haline getirdi. Ayasofya kilisesini fethin bir nişanesi olarak camiye
Yerebatan
Sarnıcı
çevirmekle başlayarak şehri, imar
etme hareketine girdi ve İslâmî bir
çehreye soktu. İstanbul fethedildikten sonra ilk zamanlarda imar
ve iskân faaliyetlerinin bir parçası
olarak şehri şenlendirmek amacıyla, daha önce burayı terk eden zümrelerin geri dönmelerine ve evlerine yerleşmelerine olanak sağlandı.
Anadolu’dan aileler getirilerek İstanbul’daki boş evlere yerleştirildi. Şehrin nüfusunu arttırmak için
Anadolu, Sırbistan, Mora, Makedonya, Ege adalarından halk, buraya göç ettirildi. Bizans’ın yerlisi
olan Grek halkın geri dönüşlerine
izin verildi. Saray-ı Atik ile Topkapı Sarayı’nın yanı sıra İstanbul’da,
yüzlerce cami ve mescit ile medreseler, hamamlar, bedesten ve hanlar yaptırıldı. İmar faaliyetleri Fatih’ten sonraki Osmanlı sultanları
tarafından da devam ettirildi.
İstanbul şehri, II. Mehmed’in fethinden sonra değişik adlarla anıldı.
Buraya icabına göre Kostantiniye,
İstanbul, Nefs-i İstanbul ve Dersaadet denildi. Zamanla burası öyle
bir İslâmî merkez haline geldi ki isminde bir güzelleme yapılarak kendisine “İslâmbol” tabiri yakıştırıldı.
Osmanlı Devleti, fethin
ardından önemine ve
stratejik konumuna
binaen İstanbul’u
ülkenin başkenti haline
getirdi. Ayasofya
kilisesini fethin bir
nişanesi olarak camiye
çevirmekle başlayarak
şehri, imar etme
hareketine girdi ve
İslâmî bir çehreye soktu.
Nefs-i İstanbul’un yakın çevresi, genel olarak Bilad-ı Selâse (üç
belde) şeklinde tavsif edilirdi. Bilad-ı Selâse Eyüp, Galata-Beyoğlu
ve Üsküdar (Kadıköy dâhil) semtlerini kapsardı. Söz konusu idari
birimlerin her biri, ayrı kadıların
hükmü altında bulunur; Suriçi bölgesini kapsayan Nefs-i İstanbul, İstanbul kadısı tarafından idare edilirken Üsküdar, Galata-Beyoğlu ve
Eyüp adlarını sıfat olarak taşıyan
ayrı kadılar tarafından yönetilirdi.
Bilad-ı Selâse’nin Eyüp cenahında
bulunan Haliç ya da başka bir tabirle Altın Boynuz, tarih boyunca
İstanbul’un önemli bir ekonomik
ve sosyal merkezi oldu. Burası, tarihî İstanbul yarımadası ile Galata-Beyoğlu tarafını ayıran derin
bir körfez; Kâğıthane ve Alibey derelerinin birleşim noktasıdır. Osmanlı’nın bölgeyi fethinden sonra Haliç hızla gelişti, kıyılar farklı
bir görünüm kazandı. Büyük bir
donanma ve ticaret limanı haline geldi. Kuzey kıyılarda yapılan
Fatih Sultan Mehmet
Bizans
İmparatorluğu
Döneminde
İstanbul
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 62 63 ›
Kasımpaşa Tersanesi, Osmanlı donanmasının merkezi oldu. Yenileşme döneminde bu tesislerin sayısı
daha da artırıldı. Haliç’in güney kıyısı ise daha ziyade sivil gemicilik
açısından gelişim gösterdi. Sarayburnu’nda yazlık köşk, kasır ve saraylar ile Boğaziçi’nde kasırlar yapılırken, Haliç’in Hasköy-Sütlüce
tarafında büyük bir yazlık saray inşa edildi. Burada deniz eğlenceleri
yapılırdı. Osmanlı devlet ricali, havası temiz olan Haliç’in güney kıyısındaki tepeler ile yamaçlara konaklar yaptırdılar. Kaptan-ı derya
konağı da tersaneye yakın olması
hasebiyle Kasımpaşa tarafındaki
tepede inşa edildi.
Yine Haliç kıyısında bulunan ve İstanbul’un bir mesire (seyir, gezi)
yeri olan Kâğıthane deresi boyunca pek çok yalı, köşk ve sahilsaray
vardı. Haliç’in yukarı kısmı, Boğaziçi gibi yazlık yalıların sıralandığı
bir sayfiye semti haline geldi. Bölgede özellikle hanedan mensubu
hanım sultanların sahilsarayları
meşhurdu.
Haliç kıyılarında gümrük emininin makamı olan Eminönü’nden
itibaren Yemişkapanı, Unkapanı ve Odun İskelesi gibi mahaller
ise daha farklı bir hüviyeti taşırdı;
buralar, deniz yoluyla gelen malların boşaltılıp depolandığı ve satıldığı yerlerdi. Fener ile Ayvansaray arasında ahşap tekneler yapan
tezgâhlar; Karaköy ile Azapkapı
arasında kürekçiler ve yelkenciler
vardı. Haliç’in güney kıyısı, Eminönü’nden Ayvansaray’a kadar yoğun
bir yerleşim alanıydı. Haliç kıyılarının yukarı tarafları kuzey rüzgârını
aldığı için oralara evler ve rical konakları yapılırdı. Ne var ki bu yapılar, ekseriyetle yok oldular. Haliç’te
iskeleden yapılan yolcu taşımacılığı, ücret tarifeleri tespit edilen kayıklarla sağlanırdı.
İstanbul’u kuşatan İslâm ordularında görev yaparken şehit olan
sahabilerin kabirleri de Haliç kıyısında bulunmaktadır. Şehir fethedildikten sonra, onların yerleri
tespit edilerek mekânlarına kabirler ve türbeler yapıldı. Cabir b. Abdullah’ın kabri; Ebu Zer el-Gıfari
Cami, Tekkesi ve Türbesi; Ebu Eyyüb el-Ensari Türbesi ile Cami bunlardan bazılarıdır.
Kanuni, Belgrad
Ormanı civarından
su getiren Kırkçeşme
tesislerini inşa ettirdi.
III. Ahmed, Boğaziçi
kıyısında yaşanan su
sıkıntısını çözmek için
Taksim tesislerini inşa
ettirmeye başladı; I.
Mahmud tarafından
1731’de tamamlandı.
Haliç’in panoramasında, yamaçlar
boyunca dağılan camiler önemli bir
yere sahiptir. Fatih Cami ile medreseleri ve darüşşifası ilk mimarî koleksiyonu teşkil ederken, sonradan
bunlara Bayezid Cami ile Yavuz
Sultan Selim Cami katıldı. Veznecilerde Şehzade Cami ile İstanbul siluetinin eşsiz güzellikte bir parçası
olan Süleymaniye Cami ve Külliyesi de bunları izledi. Akabinde Mihrimah Sultan Cami ile Yeni Cami ve
çok sonraları Nuruosmaniye Cami
de bu yapı silsilesine dâhil oldular.
III. Ahmed
Beyazıt
Kulesi’nden
Süleymaniye
ve Galata
Panoraması,
1854
Haliç’in güney ve kuzey yakasını birbirine bağlamak için Bizans
döneminden itibaren çalışmalar
yapıldı ve bu doğrultuda köprüler inşa edildi. Osmanlı döneminde II. Mehmed, henüz 1453’te Bizans’ı kuşatırken Haliç’te ordunun
ikmali için fıçılardan müteşekkil
geçici bir köprü yaptırdı. Haliç’in
iki yakasını bağlayan ilk köprü olmak üzere II. Mahmud döneminde 1836’da Azapkapı ile Unkapanı
arasında Hayratiye Köprüsü kuruldu. Daha sonra 1845’te, Karaköy
ile Eminönü arasında ahşap olarak ilk Karaköy Köprüsü kuruldu.
1863’te yenileme çalışmasıyla birlikte ahşap ikinci Karaköy Köprüsü
yapıldı. Yine 1863’te Ayvansaray
ile Piripaşa arasında ahşap kazıklar
üzerinde bir köprü (Yahudi Köprüsü) yapıldıysa da kısa süre içinde
yıkıldı. 1870’li yılların başlarında
demirden mamul üçüncü Karaköy
Köprüsü yapıldı. 1912’de yeni bir
köprü yapılınca eskisi Unkapanı
Azapkapı arasına çekilerek burada
kullanıldı. Yine 1870’lerin ortalarında demirden Unkapanı Azapkapı Köprüsü de kurulmuştu.
İnsanlar, doğası itibariyle gezmek
ve hoş vakit geçirmek için dere ve
ırmak yakınında bulunan mesire
yerlerine giderlerdi. Bir nevi piknik
de denebilecek olan bu eğlenceler
esnasında gün geçirilirdi. Osmanlı döneminde Haliç’in bir uzantısı olan Kâğıthane bölgesi, İstanbul’un çok ünlü bir mesire yeriydi.
Osmanlı’nın klâsik döneminde kısmen sayfiye olarak ve esnafın tören alanı olarak kullanılan bu bölge, özellikle Lâle Devri diye bilinen
dönemden başlayarak 18. yüzyılın ilk yarısında bir gezi ve eğlence
mekânı haline geldi.
III. Ahmed döneminde uğrak bir
gezi ve eğlence mekânı haline gelen Kâğıthane’de saraylar, kasırlar, bahçeler, çeşmeler, camiler ve
mektep gibi muhtelif amaçlara matuf tesisler inşa edildi. 1722’de bitirilen kasr-ı hümayun ile civarında
bulunan sahaya Sadabad adı verildi. Bölgede yapılan eğlenceler, elçi
kabul törenleri ve düğünler, 1730’a
kadar yoğun biçimde devam etti.
Ne var ki bu tarihte çıkan Patrona
Halil isyanı ile bölge büyük bir tahribata uğradı. Bu nedenle uzun zaman boyunca ihtişamını ve seyirlik önemini yitiren Kâğıthane, 19.
yüzyılın ilk yarısında II. Mahmud
döneminde tadil edildi ve akabinde
tekrar canlı bir mekân haline geldi.
II. Abdülhamid döneminde burası
rağbet görmeye devam etti. Dönemin Türk romanlarına ve şiirlerine
konu olan Kâğıthane eğlenceleri,
Osmanlı zamanının eğlence hayatı
denilirken akla gelen ilk yerlerden
biri olarak bilinegeldi.
Haliç’in kuzey
kıyılarının su ihtiyacı
Taksim su tesisleri
tarafından karşılansa
da zamanla, özellikle de
19. yüzyıl sonlarında
ihtiyaca binaen yeni
tesisler kurulmaya
başlandı. Evvela
Terkos Gölü’nden su
getirme yoluna gidildi.
Daha önce su sıkıntı çekilmesi yönüyle mevzu bahis edilen İstanbul’un su ihtiyacını karşılamaya
yönelik olarak Osmanlı idarecileri
de çareler aradılar. Bu konuda henüz II. Mehmed, şehri fethettikten
sonra başladığı imar faaliyetleri esnasında bazı çalışmalar yürüttü.
Ardından II. Bayezid, şehir merkezine kaynaklardan su yolları uzattı.
Kanuni, Belgrad Ormanı civarından su getiren Kırkçeşme tesislerini inşa ettirdi. III. Ahmed, Boğaziçi kıyısında yaşanan su sıkıntısını
çözmek için Taksim tesislerini inşa
ettirmeye başladı; I. Mahmud tarafından 1731’de tamamlandı. Sonraki ilavelerle birlikte 1839’da Taksim son halini aldı.
Haliç’in kuzey kıyılarının su ihtiyacı Taksim su tesisleri tarafından
karşılansa da zamanla, özellikle de
19. yüzyıl sonlarında ihtiyaca binaen yeni tesisler kurulmaya başlandı. Evvela Terkos Gölü’nden su getirme yoluna gidildi. 1874 yılında
yabancı bir şirketi temsil eden iki
kişiye tanınan su temin imtiyazı,
sonradan Dersaadet Anonim Su
Şirketi (Terkos Şirketi) adlı Fransız şirkete verildi. 1883’te pompa
istasyonu kurularak şehre su getirildi. Yıldız Sarayı ve çevresinde su tüketiminin artmasıyla birlikte artan su sıkıntısını gidermek
için de bir şeyler düşünüldü. Bölge için su temin etmek amacıyla
Hamidiye Suyu tesisleri kurulmasına karar verildi ve bir komisyon
Moğlava Kemeri,
Kırkçeşme
Tesisleri
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 64 65 ›
teşkil edilerek mesele burada görüşüldü. Kısa sürede başlatılan çalışmalar neticesinde 1900 yılında büyük bölümü tamamlanan tesisten
şebekeye 1902’de su nakli yapıldı. Hamidiye tesislerinden şehirde
yüz otuz üç çeşmeye su verilirdi.
Osmanlı döneminde su tesisleri, gerçek şahıslar tarafından veya vakıflar ile miri (devlet) tarafından inşa edilirdi. İstanbul’a su
getirilmesi ve bu suların temiz tutulması için söz konusu kişi ve kurumlar yükümlü tutulurdu. Bunun
yanı sıra suların taşındığı su yollarının etrafından bulunan yerleşim
birimlerine (su yolu karyeleri) de
bazı sorumluluklar getirilirdi. Osmanlı su yollarından Bayezid, Zekeriya Bergosu, Kırkçeşme su yolu,
Kâğıthane su yolu ve Saray-ı Amire su yolunun bakımı, tamiri ve temizliği için bunların civarında bulunan çeşitli köylere görev tevdi
edilmişti. Suların temizliğini sağlamak için tedbirler de alınırdı. Su
yolunun geldiği güzergâhta iskân
yapılması, çöp dökülmesi, bağ ve
bahçe kurulması engellenir; su yollarına zarar veren köyler uzak yerlere nakledilir; su bentleri temizlenir ve çamur birikmesinin önüne
geçilir; su yollarına bakım yapılır
ve bozulan kısımlar tamir edilirdi.
Su yollarını korumak ve temiz tutmakla vazifeli bulunan su yolu
karyeleri, yaptıkları işlerin karşılığı
olarak avarız, tekâlif ve ispenç gibi
çeşitli vergilerden muaf tutulurdu.
Bunun da ötesinde idarî açıdan su
tesislerinin bakım ve muhafazası,
“su nezareti” denilen resmî bir kurum tarafından icra edilirdi.
Medeniyetlerin beşiği
olan, konumu, güzelliği
ve ekonomik imkânları
nedeniyle tarih boyunca
bir cazibe merkezi
halinde kendini tebarüz
ettiren, kıtaların
buluşma alanı İstanbul,
hayat kaynağı suya
dayanan mimarinin
çeşidi ve fazlalığıyla
göz doldurmaktadır.
Su bentlerinin bakımı ve muhafazası, korucular ile bent muhafızları tarafından yürütülürken su yollarının bakım ve muhafazası da
su yolcu denilen görevliler tarafından yürütülürdü. Bu memurların usulsüz hareketlerini önlemek üzere de hassa mimarı ile su
nazırının tasarrufu altında bir üst
idarî mekanizma teşkil edilmişti;
yolsuzluk yapan görevliler cezaya
çarptırılırlardı.
Suyun halka dağıtımının aracı olan
çeşmeler, Osmanlı şehir görüntüsünün önemli mimarî öğeleriydi.
Başka bir yapının parçası olarak
duvara bitişik biçiminde halkın istifadesi için yapılan sade çeşmeler
çok fazla inşa edilir; bunlara cephe
çeşmesi denilirdi. Bunların yanı sıra iki veya üç cephesi olan, duvar
veya meydan çeşmesinin bir türü
olan ve adına çatal çeşme denilen
tür de mevcuttu.
Bir yapıdan bağımsız olan çeşmelere “Meydan Çeşmesi” denilirdi.
Bunlar, meydan ortasında ya da iskeleye bakan meydanda çok cepheli olarak inşa edilirdi. III. Ahmed’in
Topkapı Sarayı’nın dışında yaptırdığı III. Ahmed Çeşmesi (1728-
29) ile aynı tarihli Üsküdar’daki
Meydan Çeşmesi ve I. Mahmud’un yaptırdığı Tophane Çeşmesi (1732) göz dolduran yapılardır. Üsküdar’da III. Selim Çeşmesi
(1802-03), Maçka’da Bezmialem
Valide Sultan Çeşmesi (1839), Selimiye’de Sultan Abdülmecid Çeşmesi (1840-41) ile Sultanahmet’te
Alman Çeşmesi (1901) önemli sanat eserleridir.
Suyun umuma tahsis edilmesinin
önemli bir diğer aracı olmak üzere Roma ve Bizans döneminde halka açık hamam kurma uygulaması
yaygın hale gelmişti. Bu mekânlar sadece yıkanma ve temizlenme
yerleri değildi; dahası buralarda çeşitli meseleler görüşülür ve karara
bağlanırdı. Osmanlı halkı da hamam yapımına çok önem verdi ve
bu binaları yaygın olarak kullandı.
İstanbul’da valide sultan ve hanım
sultanlar ile çeşitli vakıflar tarafından yaptırılan hamamlarda günü
geçirmek adet oldu. Mimarî açıdan İstanbul hamamları, çifte hamam olarak yani erkek ve kadınlar
için ayrı bölümleri olacak şekilde
inşa edildi. Bu hamamların kapıları genelde farklı sokaklara açılacak
biçimde dizayn edildi. Osmanlı zamanında Suriçi’nde Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmet’te hamamlar yapıldı. Türk hamamı, antik
dönem hamamları gibi soyunmalık (camekân), ılıklık ve soğukluk
III. Ahmed
Çeşmesi
gibi belirli bölümlerden oluşurdu.
Hayır kurumları olmaları bakımından değerlendirmeye alınan sebiller, vakıfların güçlü olduğu 18. ve
19. yüzyıllarda ahaliye iyi içme suyu tedarik etmede önemli katkılar sağlardı. Osmanlı Devleti’nde
sebiller genellikle İstanbul, Kahire ve Kudüs’te toplanmıştı. Bu yapılar, bulundukları yere ve konuma göre müstakil, köşe, cephe ve
pencere sebili diye farklı biçimlerde olabilirdi. Sebil denilince akla ilk
gelen tür, müstakil olanlardı. Bunlar mimarî olarak köşeli ya da yuvarlak olabilirdi; etek denilen duvar üzerinde sütunlar vardı; sütun
aralarında şebeke, korniş, kitabe
ve saçaklar bulunurdu. Şebekelerin alt kısmında ahaliye su vermek ve mübarek günlerde şerbet
dağıtmak için açıklık (maşrapalık)
bulunurdu.
Medeniyetlerin beşiği olan, konumu, güzelliği ve ekonomik imkânları nedeniyle tarih boyunca bir
cazibe merkezi halinde kendini tebarüz ettiren, kıtaların buluşma
alanı İstanbul, hayat kaynağı suya
dayanan mimarinin çeşidi ve fazlalığıyla göz doldurmaktadır. Roma,
Bizans ve Osmanlı yapı özelliklerini yansıtan su yolu, su kemeri, hamam, çeşme ve sebiller İstanbul
şehir görüntüsünün vazgeçilmez
öğeleri oldu ve öyle olmaya devam
etmektedir.
Süleymaniye
Hamamı
Kaynakça
1. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, Haz. Ali Şükrü Çoruk, Kitabevi, 2007.
2. Besim Darkot-İbrahim Kafesoğlu-Midhat Sertoğlu, “İstanbul”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5/2, Milli Eğitim Bakanlığı, 1978.
3. Enis Karakaya, “Sarnıç”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 36, 2009.
4. Gülfettin Çelik, “Su Tesislerinin Bakımı, Korunması ve Tamiri”, Osmanlı Arşiv Belgelerinde İstanbul’un Tarihi Su Yolları
Muhafaza ve Bakımı, Cilt 1, İBB-İSKİ, 2006.
5. Işın Demirkent, “Bizans”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, 1992.
6. Kazım Çeçen, “Hamidiye Suyu Tesisleri”, “Kırkçeşme Tesisleri”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 3-5, Kültür
Bakanlığı ve Tarih Vakfı, 1994. “Taksim Suları”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 39, 2010.
7. M. Rıfat Akbulut, “Kadıköy”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 4, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı, 1994.
8. Mehmet Güneş, “Osmanlı Döneminde İstanbul’da Vilayet İdaresinin Teşekkülü”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, Sayı 37, 2015.
9. Meral Avcı, “Terkos Gölü”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 7, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı, 1994.
10. Münir Aktepe, “Kâğıthane”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 24, 2001.
11. Nur Urfalıoğlu, “Sebil”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 36, 2009.
12. Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, Cilt 3-4, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı, 1995.
13. Said Öztürk, “Su Tesislerinin Bakımı, Korunması ve Tamiri”, Osmanlı Arşiv Belgelerinde İstanbul’un Tarihi Su Yolları Muhafaza
ve Bakımı, Cilt 1, İBB-İSKİ, 2006.
14. Semavi Eyice, “Ayazma”, “Çeşme”, “Haliç”, “Hamam”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, 1991; Cilt 8, 1993; Cilt 15,
1997.
15. Stefanos Yerasimos, İstanbul İmparatorluklar Başkenti, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.
16. William H. Mcneill, Dünya Tarihi, İmge, 2002.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 TARİH ‹ 66 67 ›
Salim ÇAĞLAR
Araştırmacı - Yazar
SU KÜLTÜRÜ
DENEME
ürk Dil Kurumunun resmî internet sitesinde en çok
aranan kelimelerden bir seçki: Hayat, yağmur, damla,
su…
Listenin, toplum sosyo-psikolojik veri olarak incelemesini sosyolog ve etnologlara bırakarak hayat
kaynağı olan suyun kültürel yaşam
alışkanlığımızdaki debisine bir göz
atalım.
Orhan Pamuk’un 2016 yılı itibariyle yayınlanan tartışmalı kitabı Kırmızı Saçlı Kadın’da Kuyucu Mahmut Usta şöyle bir söz söyler: “Bir
yerde medeniyet, köy, şehir varsa
orada kuyular olduğu içindir. Susuz
medeniyet, ustasız kuyu olmaz!”
Türkiye’nin ruhunu arama bulma
gayretindeki Pamuk, kitabında ne
kadar haklıdır, hakkı var mıdır, tartışılır fakat Kuyucu Mahmut Usta’nın yerden göğe kadar hakkı var.
Zira tarih de özellikle medeniyet
tarihi de aynı tespitte bulunur. İlk
yerleşim alanlarının dere kenarları,
deltalar ve suya kavuşmanın kolay
olduğu bölgelerde kurulduğu bildirilir. Çünkü su hayattır ve hayatın
kaynağı olduğu gibi, toplumsal bir
alışkanlık ve hayat düzeni de demek olan kültürün şekillenmesinde baş aktörlerden biridir.
Bundan yaklaşık altı bin yıl kadar
evvel, bugünkü Filistin’den kovulan Cürhümlüler kabilesi güneye
göç ederken henüz yerleşime açılmamış kurak ve taşlık bir mevkiye
ulaştıkları vakit bir su pınarı gördüler. Elbette şaşılacak işti, hayretler içinde kaldılar. Uçsuz bucaksız taş ovasında, tahtayı delip
geçen çiviler misali yerden yükselmiş kaya dağlar arasında kıpır kıpır kaynayan su, bu sürgün kabileye “can suyu” olmuştu. Suyun yanı
başındaki, ev denilemez belki ama
bir ikametgâh olması sebebiyle
T
Bir yerde medeniyet, köy, şehir varsa orada kuyular olduğu
içindir. Susuz medeniyet, ustasız kuyu olmaz!
Atatürk Bahçesi
Su Kuyusu
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 68 69 ›
ev yerine geçen barakada oturan
“zenci” hanım kişiden -ki o hanım
valide anamız Hacer idi, pınarın
adı da zemzem- suyu kullanmak ve
böylece yerleşmek için müsaade istediler. Kendilerine “Hak iddia etmeyecek iseniz serbestsiniz.” denildi ve böylelikle “Şehirlerin Anası
Mekke”, iskâna açılmış oldu. Batılıların büyük tufan dedikleri Nuh
Tufanı’na kadar bir mâbede yani
Mescid-i Haram’a ev sahipliği yapan belde, şehirlerin atasıdır da aynı zamanda.
Su ve mâbet! Birleştirince kültüre
ve şehre ulaşırız. Hayatın kaynağı
ve taşıyıcısı olan asil ve aziz su, ilmin ve tefekkürün mekânı mâbet
ile buluşunca bu ikisinin hayat
üzerinde etkisi ve uzamsal yorumu, evvela töre, tarz ve alışkanlık olarak kültürü besler, büyütür.
Bittabi zamanla her organizma/fikir/doğma gibi kendini kopyalama ve devamlılık/sürgit eğilimine
giren kültür de kabına sığamadığı durumlarda, yayılarak daha büyük yerleşim alanlarına yani şehirlere, “kand”, günümüz söyleyişi ile
kentlere evrilir. İktisadın ve coğrafyanın da elverdiği ölçüde evrensel bir öneriye sahip olduğunda ise
kültür, medeniyet örneği ve fikri
olarak söz ister. A. Toynbee’nin görüşüne göre de, öneriden vazgeçip
mevcudu korumaya yöneldiğinde ise medeniyet çöküşe geçmiştir. Bir diğer tarihçi olan Spengler
de her medeniyeti canlıya benzeterek “doğar, büyür, ölür” şeklinde
tanımlamıştı. Tarih sayfalarında,
bir ağaca benzetirsek, kökü kurumuş hatta -etimolojik olarak akrabalığı olsa gerektir- köyü kurumuş
nice medeniyet ve kültür örneği
vardır. Şili’nin bir bölgesinde göl
halkı olarak bilinen bir topluluk tamamen suyun üzerinde, sazlardan
mamul sallar ve evler içinde neredeyse topraktan tecrit halde yaşar.
Geçimlerini ve ihtiyaçlarını gölden
karşılarlar. İncelenmeye değer bir
kültür örneği olarak günümüzde
hâlâ varlıklarını sürdürmekteler.
Bir medeniyet örneği olarak yükselebilmiş Mısır örneği ise şu kısa tanımı belleklere kazımış, su ve
medeniyet ilişkisini özetlemiştir:
“Mısır demek Nil demektir.” Öyle
ki, takvimlerini bile bu aziz nehrin
taşmasına göre ayarlıyorlardı. Günümüzde dahi böyledir.
Türkçenin dil
kurallarına göre hecede
mânâ aranmaz ama
tek heceli “su” hayatın
mânâsı olabileceği gibi,
nasıl nem formuyla
her nesneye sirayet
edebiliyorsa, o misal,
günlük yaşantımızdaki
yeri kadar dilimizde,
meramımızı anlatmada
hatta düş dünyamızda
önemli bir yer tutar.
Ancak konu gereği ister medeniyet
önerisi sunabilmiş olsun, ister kapalı bir bölgede sinik ve donuk taşra sıkıntısı çeken bir kültür olarak
kalsın; her hayat tarz ve alışkanlığının su ile olan ilişkisini incelemek oldukça zevklidir. Türkçenin
dil kurallarına göre hecede mânâ
aranmaz ama tek heceli “su” hayatın mânâsı olabileceği gibi, nasıl
nem formuyla her nesneye sirayet
edebiliyorsa, o misal, günlük yaşantımızdaki yeri kadar dilimizde,
Nil Nehri
meramımızı anlatmada hatta düş
dünyamızda önemli bir yer tutar.
Meselâ, “su gibi aziz olmak” deyimi suyun her hâlükârda vericiliği,
esirgemezliği, asalet kavramına kadar giden bahşetme yetisi örnek
alınmalı mânâsındadır. Kent yaşamında, Allah başımızdan eksik etmesin, hâlâ “su gibi aziz ol evladım”
diyen yaşlı şehirlilere rastlamak
nadir bir mutluluk. Az olunca tabi kıymete biner her şey, “çölde bir
damla su” misâli. Şehirli insan ile
kentli insan aynı kişi değildir. Şehirli insanda hayat, sakin akan bir
ırmak gibiyken, kentli insanda kazanın fokur fokur kaynamasına benzer. Kent insanı pek yerinde duramaz. Kabına sığmaz, taşar. Suyun
akması hem günlük konuşmada
hem edebiyatta hayatın akıp gitmesi, zamanın su gibi akıp geçmesi
şeklinde -ki örnekler çoğaltılabiliryer bulur. Zamanı ve hayatı metafor üzerinden ırmak ve nehir olarak anlatmak sıkça kullanılan bir
yoldur. Zaten zamanın ve hayatın
akması aslında suyun zamana ve
hayata karışmasındandır. Yola gidenin ardından su dökerek “su gibi tez
gidip dönesin” denmesi de Anadolu
insanının berrak zekâsına, kültürünün derinliğine işarettir. Çünkü
su bir döngü halindedir, başladığı yere geri dönecektir. Buharlaşır,
yükselir, soğur ve yağmur olur yağar. Toprağa sızar birikir, kimi yerde kaynak olur kimi yerde gayzer…
Sonra yine buharlaşır. Buhar olup
gitmek de buradan gelir. Buhar demişken, İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi buhar gücünün çarkları döndürmede tatbiki ile mümkün
olmuştu. Çünkü gaz halinde buhar genleşiyor, pistonları hareket
ettirebiliyordu. Değirmenler ve
elektrik santrallerine hiç girmiyoruz bile. Hatta şehir hayatına renk
katması ve bir ticarethane olarak
su parkları, yapay göller ve sayfiye
alanlarını bir yana bırakalım, deyim yerindeyse suyu bulandırmayalım, konumuza odaklanalım. Sudan bahaneler bulmak deriz meselâ,
bol ve artık kanıksanmış alışılmış
olan sıradan olan gerekçeleri öne
sürmek anlamındadır ki, su dahi
alışılmış ve olmazsa olmazımız nevinden bir kanıksamadır. Sudan bahaneler herkes için geçerlidir.
Şırıltı ve su sesinin
insanı dinlendirdiği
hatta teskin ettiği
bilinen bir yöntem.
Günümüzün büyük
ve kalabalık alışveriş
merkezlerinde
havuzların ve
fıskiyelerin bulunması
boşuna değildir elbette.
Şırıltı ve su sesinin insanı dinlendirdiği hatta teskin ettiği bilinen bir
yöntem. Günümüzün büyük ve kalabalık alışveriş merkezlerinde havuzların ve fıskiyelerin bulunması
boşuna değildir elbette. Dev ebatlarda olabilir fakat sonuçta ve yine
de yapay olan bu yapıların içine dekore edilen havuz başı ve minik şelaleler insanın doğallığı yakalama
ya da arayışı olarak bilinçaltı dışavurumudur. Su, doğallıktır. Doğallık demişken şu ayrımın da altını
çizelim: Doğanın çeşmeleri pınarlardır. İnsan eli değince yahut değer ise artık pınar değil “çeşme”
olur. Çeşme nihayetinde şehirli bir
er kişi, pınar tabiattan su gibi dişidir. Çeşme o pınarı nikâhına alır.
Meselâ, çeşmenin suyu kesildiğinde su kesilmiş, kurumuş denmez!
Su küstü denir. Suyun bir karakteri
vardır. Tabi buradan içimi yumuşasın diyerekten işleme tabi tutulan
şehir suları ya da doğal kaynağından sert veya kireçli suları kastetmiyoruz. Elbette şehir insanı ve
taşralı karakteri birbirinden farklıdır. Bu yüzden İstanbul’un suyunu içmek deyişi bize bu farkı pekâlâ
anlatır. Kaba ve sertlikten arınmış,
kibarlaşmış anlamında söylenir.
Ancak dikkat çekilmek istenen karakter, bilimsel mânâda su bilim ve
kimya ile alakalı bir durumdur ki
eskilerin öyle sanıldığı gibi hiç de
cahil olmadıklarının, kadim ve evrensel bir kaynaktan beslendiklerinin apaçık bir göstergesidir. Suya
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 70 71 ›
üflemekten bahsediyoruz. Bugün
deney ve gözlem yoluyla müşahede
edebildiğimiz su, kendisine söylenene moleküler ve kristalize bazda
tepki veriyor. Ve şimdi bilim, suyun hafızasından yani belleğinden
bahsediyor. Sular seller gibi ezberlemek deyimine bir de bu açıdan bakmalıdır. Demek âşık, aşkımı suya
yazdım deyince beyhudelikten ve
unutmaktan söz etmiyormuş, bilakis suyun ulaştığı her yere aşkımı ilan ediyorum, suyu elçi yaptım
ki, sevgilinin dudaklarından cevap bekliyorum demek istiyormuş.
“Su” derinliğe bakar mısınız? Anadolu kültürünün zenginliğinden ve
ilminden dolayı da Allah’a şükretmek gerekir.
Bir de güllü bardak vardır. Hâlâ kullanan bulunur mu bilemiyorum
ancak hatıralarda önemli bir yeri olduğu muhakkak, bildiğimiz
cam bardağın kırmızı gül desenlisidir. Bir nevi vitray da denilebilir. Özellikle sıcak yaz günlerinde
soğuk su ile doldurunca bardağı,
dışında nemi toplar ya da yıkanmıştır büyük ihtimal, dış yüzeyde
kalan su camın ve gülün üzerinde
kâh süzülür kâh boncuk boncuk
kalır, kartpostallık bir resme dönüşür. O bardaklardan su içme şerefine nail oldum. Bahtiyarım. Gül
demişken Gül Muhammed’i (s.a.v.)
anmamak hiç mi hiç olmaz. Güzel
ve davetkâr kokusu ile gül, Efendimiz’in çağrısını da simgeler. O bir
elçi ve davetçidir. Güzele çağırır.
Kâinatın gülü, Yaradan’ın habibidir ve Gül Muhammed’e yazılan
kasideler arasında “Su Kasidesi”nin
ayrı bir yeri vardır. Su içmek için
imal edilmiş bir eşyaya gül resmini
işlemek acar girişimcinin tesadüfî
becerisi ile değil, gelenek ve göreneğin kökleri ile izah edilebilir ancak. Kökünü kurutmak deyimi de bu
bağlamda değerlendirilebilir; nitekim denenmişti bir zamanlar suyun başını tutanlar tarafından. Ama
olmadı, budandı, çok zayiat ve dal
verildi, ama “su” ile bu kadar haşır
neşir olan “Anadolu Söğüdü” yine
kurumadı. Öykü eleştirmeni Üstat
Necip Tosun’un ifadesiyle özetleyecek olursak: “Unutturulmak istenmekle, çeşitli politikalarla unutulmuyor geçmiş birikim, içinde
yaşayanlar tarafından yine çağırılıyor kökler… Ve bu gün geldiğimiz
noktada bakıyoruz ki, aslında hiçbir şey geçmemiş.”
Bir zamanlar, İstanbul’da şebeke
sularına Terkos suyu denirdi. Şimdilerde ekseriya musluk suyu şeklinde
ifade ediliyor. Damacana suyu, arıtma suyu ihtiyaca ve damak tadına
göre bir zamanların sakaları yerine geçmiş durumda. Eskiden daha çoktu çarşıda pazarda, “buz gibi
soğuk sudan içen” naraları atan sucu
çocuklara hâlâ rastlarım. Güzel bir
iştir su satmak. Kısa ve öz bir hikâyesi de vardır, hatta deyim yerine
kullanılır. Adam kırk yıl acı su satmış, bir içen bir daha içmemiş, fakat
yine de evini geçindirmiş. Rızkın,
gayret ve sebat ile elde edilebileceğini öğütleyen zarif bir deyiştir. Yine bir zamanlar İstanbul’da suyun
geldiği kaynağa göre isimlendirilen
ve bir statü göstergesine dönüşen
markalar vardı. Eski sakinlerinden
dinlemiştim. “Filancalar zengindi,
içme suları tâ şurdan gelirdi. Suyun
tadından anlardık kaynağını. Biz Istranca suyunu severdik…” diyordu.
Kültürümüz, susuz
bırakma yerine
bir tas su vermek
üzerine yoğuruludur.
Hatırlayalım:
Osmanlı Devletinin
temel prensibi ve
buyruğu “Yaşat ki
oğul, yaşayasın” idi.
Enteresan bulduğum bir diğer tabir ise “su içerken yılan bile dokunmaz” sözüdür. Neden dokunmasın
ağulu yılan bunca hadsizken hayata karşı? İhanet, sinsilik ve ölüm
ile bağdaştırılan karakteri bu kadar
üzerine oturmuşken… Hem saygısı
da yoktur hayata, su içerken yakaladığı avına neden sabır göstersin?
Deyimi ilk mânâsı ile değil simgesel, metaforik anlatım yolu üzerinden irdelersek; yaşamın, temel hak
ve hürriyetlerin dokunulmazlığı,
Bronz
Tulumba,
Trabzon Rum
İşi, Osmanlı,
19. yy. Başı
Sinanpaşa Hayrat
Su Çeşmesi
hayatta kalma çabasının ulviyetini
fark ederiz ve bence şu öğüdü veriyor: “Hayata saygın yoksa bile hayatı bahşedene saygın olsun, zira o
bahşişten senin de payın var. O kadar da alçalma!” Yılan dahi olsa suya hürmet eder.
Anadolu kültürünün bir diğer inceliği de su getirmek olarak dillenir.
Bir yerde susuzluk, temiz içme suyuna ulaşmada zorluk varsa oraya
su ulaştırmaya yahut mümkünse
kuyu açmaya denir. Bir çeşme yaptırmanın hacca gitmek kadar sevap olduğu, emeği geçen her kimse
dünyadan göçtüğünde dahi çeşmeden her istifade edildiğinde sevap
kazanacağı öğretilir. En büyük yatırımlardan biridir, salih amellerin
başında gelir. Bu yüzden “falanca
kişinin hayratıdır, ruhuna Fatiha”
yazıları, kabartmaları bulunan çeşmeleri sık görürüz.
Düzeltiyorum, eskiden görürdük.
Kültürümüz, susuz bırakma yerine
bir tas su vermek üzerine yoğuruludur. Hatırlayalım: Osmanlı Devletinin temel prensibi ve buyruğu
“Yaşat ki oğul, yaşayasın.” idi. Çeşitli yardım kuruluşlarının Afrika’da kuyular açması ve su şebekeleri döşemesi bu naif yaklaşımın
bir uzantısıdır. Buradaki amaç Su
gibi azizdir. Şehirlere de bu açıdan
bakılabilir. Hayat veren, kabullenen, dışlamayan, sakini olma heveslisini kapısından kovmayan göç
alan şehirlerdendir Aziz İstanbul.
Hayat veren,
kabullenen, dışlamayan,
sakini olma heveslisini
kapısından kovmayan
göç alan şehirlerdendir
Aziz İstanbul.
Sadece göçe bağlı bir durum da değildir bu, şehrin karakterinden tabiiyetinden kaynaklanan yüce gönüllülüktür. Eğer tersi olsaydı aziz
Hong Kong, aziz Newyork diyebilirdik. En azından komik gelmezdi,
öyle ki bu sıfatı takı olarak iğreti taşımayan, yani takısı pek yakışmış
şehir birkaç tanedir yeryüzünde.
“Aziz Medine” deyince beni gülme
tutmuyor.
Bir diğer kullanım şekli olarak susuzluk kelimesi var örneğin. İlk anlamı ile suya olan ihtiyacın şiddetini ifade etmek üzere; susadım,
susuz kaldım deriz. Öte yandan
temel ihtiyacın yaşamsal önemini vurgularken aynı zamanda da
aşkın, arzunun, özlemin şiddeti,
yaşamın temel ihtiyacı haline dönüşmesini ifade etmek için de kullanılır. “Susuzum, sen yoksun…”
Ne de olsa susuzluk yanma hâlidir,
“yokluğunda yandı gönlüm, hasretinden soldu gönlüm.” Nitekim susuzluk soldurur.
“Suya sabuna dokunmak, kırk kez
su dökünmek, suya tutmak, akan
su pislik tutmaz, suya batırıp çıkartmak, havanda su dövmek, pişmiş aşa su katmak, ekmek ve su,
suyundan koymak, su uyur düşman uyumaz” ve daha niceleri…
Dile gelen, gelmeyenlerin yanında
deryada bir damla nispetincedir.
Kaynakça
1. Berat Demirci, Serçe Saati-Denemeler
2. Temrin Düşünce ve Edebiyat Dergisi
3. Necip Tosun, Doğunun Hikâye Kuramı
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 72 73 ›
Doç. Dr. Faruk TAŞÇI
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü
ŞEHRİ “PINAR METAFORU”
İLE DÜŞÜNMEK
DENEME
alum olduğu üzere Türkçede suların
yeryüzüne çıktığı
yerlere pınar denir.
Su/pınar, dağa da
pınardır taşa da pınardır; kurda da pınardır kuzuya
da pınardır; dosta da pınardır düşmana da pınardır; güle de pınardır
dikene de pınardır.
Merhamet: Pınar
Metaforu
Suların yeryüzüne çıktığı yer, pınardır ve pınar, aynı zamanda gözdür, gözedir. Yani pınar, nazardır.
Kullara karşı merhamet nazarıdır.
O nedenledir ki, pınar gibi olmak;
merhamet sahibi olmak demektir.
Merhametse, insan olmak demektir; her koşulda, her yerde, her ülkede merhamet sahibi olmaktır insan olmak, aynen Schopenhauer’in
dediği gibi.
1
Pınar, akar da akar, ama bitmek
bilmez, çünkü kaynağı Yüce!
İ’sar üzere olan şehrin idarecileri de “başkasına akar da akar”
ve nihayetinde bitmez, zira Yüce
olan, i’sar üzere olanların bitmesine müsaade etmez, gelecek nesillere hatırlatır, şehrin gelecek
sakinlerine, bakıp bakıp sükûn ettirecek şekilde hatırlatır!
Yani hakiki ahlâk olan merhamet,
sahte süslerle donanmış olmamanın yanı sıra, hiçbir şekilde kişisel
M
Su/pınar, dağa da pınardır taşa da pınardır; kurda da pınardır
kuzuya da pınardır; dosta da pınardır düşmana da pınardır;
güle de pınardır dikene de pınardır.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 74 75 ›
menfaat gözetmeyen bir çerçeveye sahiptir.2
Bu sebeple her türlü
çıkar gözetmeyen bir iyilik söz konusudur ve bu tarz bir iyilik izahı
muamma anlamına gelmektedir.3
Çünkü “pınar niye kurda da akar
ki?” nin şaşkınlığı belirir merhameti anlamayanın donmuş aklında ve yüzünde!
Adalet: Pınardan
Nasiplendirmek
Suların yeryüzüne çıktığı yer pınardır, yani “kaynak”tır. Su, yani
pınar, kaynaktır. Yani pınar, mülkün de temelidir, adalettir. “Canlı
olan her şeyi sudan yarattık” ilâhî
fermanınca (Enbiya Sûresi, 30) her
şeyin kaynağında suyun payı vardır. Hayatın gelişip akması da, neşvünema bulması da suya bağlanmıştır. Kurt da bir canlıdır ve onun
da hakkıdır su, yani pınardan nasiplenmek. Antik Yunan düşüncesine takılı kalan bir kafa (hesapçı
akıl, donmuş akıl) ile elbette mesele anlaşılmaz ve “eşite eşit, eşit
olmayana farklı muamele” şeklinde kabul edilen adalet gereği, susuz kalır kurt da kuzu da; suyla donanır sadece “eşit olanlar!” Hobbes
ve türevlerinin kafası ile bakanlar
da “sözleşmeye uymamaya” adaletsizlik der ve sözleşmeye uymuşsa, nasiplendirir sudan! Hele iş J.S.
Mill gibi faydacılara kalmışsa, “işin
sonunda menfaati” yoksa, suyun
kokusunu bile aldırmaz susuz dimağlara! Hâl böyle olunca “Adalet,
kendi öz çıkarın saklanması için
kullanılan bir maskedir”4
diyen
Nietzsche amcaya kimse kızamaz
olur!
Hâlbuki ve hak bu ki, adalet pınardan nasiplenmektir! Dağa da adalet taşa da adalet; kurda da adalet
kuzuya da adalet; dikene de adalet
güle de adalet! “Dağlara buğdaylar
serpin, Müslüman ülkede kuşlar
aç demesinler” diyen Hz. Ömer’in
adaletidir pınardan her zerreyi nasiplendiren. Yani adalet, herşeyin
“yerli yerinde olması” dır. İnsan-insan, insan-tabiat, insan-diğer canlılar, insan-devlet, insan-toplum,
toplum-toplum ve devlet-devlet
ilişkilerinin yerli yerinde olmasıdır.
İşte yerli yerinde tutabilme sanatıdır, idare ve şehri idare!
Evet, pınar, her daim akar durur.
Akar durur da, pınar sularının akıtılarak bir mecraya getirilmesi gerekir ki ihtiyaç giderilsin ve böylece
adalet tecelli etsin. Şöyle ki:
1746 yılında Kıbrıs’a tayin edilen
Bekir Paşa, adaya ayak bastığında
Larnaka’da su bulunmadığını, halkın iki saatlik bir yoldan su getirdiğini görünce, pınardan halkı nasiplendirmek ve böylece adaleti tecelli
ettirmek için bir çabaya girer. Plan
ve projeler yaptırır. Suyu şehre iletecek olan köprüler ve bu köprüleri
destekleyecek tam 94 kemer yaptırır.5
94 kemer; bir adaletin tecellisi
için! Zira pınardan gelenin boşa
akması değil, hoşa akmasıdır adalet. Hoşa akması, yani susayan dimağlara en kolay ve hızlı bir şekilde ulaşması.
Suların yeryüzüne
çıktığı yer pınardır,
yani “kaynak”tır. Su,
yani pınar, kaynaktır.
Yani pınar, mülkün de
temelidir, adalettir.
“Canlı olan her şeyi
sudan yarattık”
ilâhî fermanınca
(Enbiya Sûresi, 30)
her şeyin kaynağında
suyun payı vardır.
Herkese akar pınar; yani eşittir.
Ama herkes kabınca nasiplenir pınardan, yani adalettir. Allah’ın, yaratılışta üstün yetenekli olduğu
keşfedilen birine de akar, normal
yetenekli olduğu keşfedilen birine
de akar. Ama üstün yeteneklinin
kabı, içtikçe içesi gelen bir kaptır;
normal yeteneklinin kabı, susuzluğu gidene kadarcıktır. İşte şehrin
idaresi, bu ayrımı bilen adil yöneticilerden oluşmuşsa, kaplar zayi
Çeşme Kitabesi,
Her canlı şeyi
sudan yarattık.
(Enbiya
Sûresi/30. Ayet)
Tarih: H.1298
(M.1880-81)
Hattat:
“Ketebehû
Mehmed Ferîd”
Hat: Celi Sülüs,
Türk ve İslam
Eserleri Müzesi
olmaz! Aksi halde kap kalmaz, kaçak olur şehirlerden üstün yetenekli dimağlar! Sonra da buna “beyin göçü” derler! Herkese pınardan
eşit verilen yerden elbette beyin de
göçer kalp de! Çünkü kalıbına, kabına ve kalbine sığmayanlar vardır
ve bunlar için pınardan nasiplenmek, kabına göre olmalıdır, yani
adil.
Herkese akar pınar;
yani eşittir. Ama herkes
kabınca nasiplenir
pınardan, yani adalettir.
Allah’ın, yaratılışta
üstün yetenekli olduğu
keşfedilen birine de
akar, normal yetenekli
olduğu keşfedilen
birine de akar. Ama
üstün yeteneklinin
kabı, içtikçe içesi
gelen bir kaptır;
normal yeteneklinin
kabı, susuzluğu
gidene kadarcıktır.
Merhamet-Adalet
Dengesi: Pınardan
Çıkanı “Burma” ile
Dengelemek
Osmanlı’nın klasik döneminde
halkın su ihtiyacını karşılamak için
şehrin her mahallesinde mahalle
çeşmeleri vardı. Daha sonraları suların boş yere akmaması için açılıp
kapanan bir musluk ilave edildi ki
bunlara “burma” denilirdi.6
Evet, “pınar, kurda da pınardır kuzuya da pınardır” ama adaletin
dengesi merhamet ile sağlanır. Yani pınardan çıkanı burma ile dengelemek gerekir şehir idaresinde.
Merhametin taşkınlığı da adalet
ile dengelenir.
Nil Nehri’nin senenin bazı zamanlarında çok yükseldiği ve taştığı, bu
nedenle de etrafına büyük zararlar
verdiği nakledilmektedir. Abbasi
halifesi El-Mütevekkil (847-861),
bu soruna çare için dönemin tanınmış bilim adamı el-Fergânî’yi
görevlendirir. El-Fergânî de Nil’in
sularının yükselişini ve taşmasını
önceden haber verecek ve günümüzde de kullanılan bir alet yapar:
Nilometre!7
İşte bunun gibi, merhametin taşkınlığını dengeleyecek
bir adalet gerekir şehrin idaresinde. Pınar çağlar durur da, çağlar boyunca akmasının da bir ayarı vardır. Çağlar boyunca akması
merhametinden, akmasının ayarı
da adaletindendir.
Bundan dolayı su deyip geçilmemiştir. Su ile ilgili ince ayarlara gidilmiştir, ince hesaplamalar ile su
ele alınmıştır. Öyle ki geometri
karşılığı olarak Arapçada kullanılan ve günümüzde de mühendisliğin kökeni olan hendese kelimesi,
su kanallarının hem hesaplanmasına hem de ölçülmesine veya sadece
El-Fergânî
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 76 77 ›
sulama tekniğine delalet eden bir
kelime olarak kullanılmıştır.8
Adaletin tecellisinde
merhametin derecesi,
sonucu etkilemektedir;
merhamet çoksa
adalet “bel lâstiği
gibi gevşek” olmakta,
merhamet azsa adalet,
“kaskatı bir taş” misali
bir hâl almaktadır.
Evet, su, hayattır; belli bir müddet içilmezse ölüm sebebi olabilir. Ama ameliyattan henüz çıkmış
birine, çok istedi diye “merhamet
duygusu” ile su vermek, ona aslında merhamet etmemektir. Zira
bu durumda ölüm vâki olur. Dolayısıyla adalet, burada merhametin
aşırı noktaya kaçmasını veya aşırı merhamet sonucu oluşabilecek
olumsuz sonuca engel olmaktadır.
Zira adaletin tecellisinde merhametin derecesi, sonucu etkilemektedir; merhamet çoksa adalet “bel
lâstiği gibi gevşek” olmakta, merhamet azsa adalet, “kaskatı bir
taş” misali bir hâl almaktadır. Bu
sebeple, adaleti dengeleme noktasında merhamet “orta karar”da
olmalıdır. Meselâ; kasten, planlayarak adam öldüren biri düşünülsün. Bu kişiye karşı merhametin
“çok olması”, o kişiyi belli bir müddet sonra şu veya bu şekilde dışarı
bırakmayı (serbest kalmayı) doğurabilir. Böyle bir durumda merhametin orta kararda olması demek,
bu kişiye işlediği suçun aynısı ile
mukabele etmek demektir. Zira caniye, işlediği suçun aynısı ile karşılık vermek; birincisi, maktule
ve yakınlarına “merhamet” etme anlamına gelmektedir. İkincisi, yeni maktullerin oluşmasına
set çekmek ve böylece potansiyel
maktul(ler)e “merhamet” etmeyi
içermektedir.
Yine meselâ, açlıktan dolayı hırsızlık yapan bir çocuk olsun. Bu çocuğun hırsızlığı “bir şeyi yerinden
etme” bağlamında adaletin kapsamındadır. Ancak bu çocuğun açlık/
yoksulluk gibi “bir yerinden edilmişlik” durumu da söz konusudur.
Çocuk, aç kalmak suretiyle “temel
On Çeşmeler
(İshak Ağa
Çeşmesi),
Beykoz,
İstanbul
ihtiyaçlardan” gelen hakka sahip
olmama açısından “yerinden olma” ile karşı karşıyadır. Bu durumda, merhametin “orta karar”da olması demek, bu çocuğu, hırsızlığı
“adet” (meslek) haline getirenlerle bir tutmamak ve ona hırsızlığı
meslek edinmişlerle aynı muamelede bulunmamaktır. Çünkü bu çocuğun hırsızlık fiilinde kendisinden kaynaklanmayan (ve belki de
toplum ya da idarecilerin sebep
olduğu) bir açlık/yoksulluk durumu bulunmaktadır. Bu, hırsızlık
yapmak isteyen ve bunu alışkanlık haline getiren bir yoksul ile yoksulluk sebebiyle hırsızlık yapmak
durumunda olan iki insanı ayırmayı gerektirmektedir.
Adalet-merhamet
dengesinin
anlaşılmasında, adaletin
“kim tarafından” icra
edileceği de önem
arz etmektedir. Zira
merhamette “orta
karar”da olmayan
birinin adaleti,
adaletsizlik olmaktan
başka bir anlam
ifade etmeyecektir.
Adalet-merhamet dengesinin anlaşılmasında, adaletin “kim tarafından” icra edileceği de önem arz
etmektedir. Zira merhamette “orta karar”da olmayan birinin adaleti, adaletsizlik olmaktan başka bir
anlam ifade etmeyecektir. O hâlde,
adaletin tecellisi için adaleti uygulayan insan (zihniyet) önemlidir.
Doktor ile delinin elindeki bıçak
aynı mıdır? Şeklen aynı olsa da,
“tecellisi” farklı olmaktadır. Doktorun (şehir idarecisinin) elinde o bıçak, ameliyatta hastayı hayata döndürebilirken, delinin elindeki aynı
bıçak, ölüme yol açabilmektedir.
Özetle; pınardan gelen su musluğunun başındaki idareci adilse, sorun yok; zalimse sorun çok! Şehirlerin, pınarın mânâsını bilen, yani
adil ve merhametli idarecilere ihtiyacı var!
Kaynakça
1. Arthur Schopenhauer (2007), Merhamet, Çev. Zekâi Kocatürk, İstanbul, Dergâh Yay, s. 80.
2. A.e., s. 84.
3. Arthur Schopenhauer (2009), Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine, Çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul, Say Yayınları, s. 50.
4. Armağan Öztürk (2007), “Çağdaş Liberal Siyaset Felsefesinde Adalet Sorunu: Rawls, Hayek ve Nozick Örneği,”
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli Üniversitesi, SBE), Kocaeli, s. 25.
5. Ziya Kazıcı (2013), İslâm Medeniyetleri ve Müesseseleri Tarihi, 11. bs., İstanbul, İFAV Yayınları, s. 317.
6. Osman Çetin (2013), “İslâm Toplumunda Değerler ve Tezahürleri: Çeşme, Sebil, Hamam, Darüşşifa, Tabhâne,” Hece
Dergisi: İslâm Medeniyeti Özel Sayısı, Sayı 198-200, s. 221.
7. Mehmet Bayrakdar (2012), İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, 7. bs., Ankara, DİB Yayınları, s. 146-147.
8. Seyyid Hüseyin Nasr (2006), İslâm ve Bilim, Çev. İlhan Kutluer, İstanbul, s. 210.
Uşşaki Tekkesi
Çeşmesi,
Yedikule,
İstanbul
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DENEME ‹ 78 79 ›
İSTANBUL’UN TARİHÎ MİRASI:
SU KEMERLERİ VE ÜZERİNDEKİ
TEHDİTLER
Dr. Hasan SAYILAN
MEB Malatya Bilim ve Sanat Merkezi
MAKALE
u, insanların yaşamları için en
önemli madde olmakla birlikte, yerleşik düzene geçmelerinde de büyük
rol oynamış; yerleşim merkezlerini
nehir veya göl kenarlarında kurmak, insanların suya ulaşması için
en kolay yol olmuştur. Suyun yetersiz kaldığı durumlarda ise başka
yerlerden su temini yoluna gidilmiş, bunun için de su iletim sistemleri kurmak gerekmiştir. Su
iletim sistemleri; suyun toplanması için (bentler, hazneler/kuyular,
sarnıçlar, havuzlar), suyun taşınması için (su yolları, su kemerleri, su terazileri), suyun dağıtılması
için (maksemler, maslaklar) ve suyun kullanımı için (çeşmeler, sebiller) olmak üzere su tesislerinden
oluşmuştur. [1]
Ülkemizde Orta Anadolu’da Hitit, Doğu Anadolu’da Urartu, Batı
ve Güney Anadolu’da Helen, Roma/Bizans, Orta ve Doğu Anadolu’da Selçuklu ve bunlarla beraber
ülkemizin pek çok bölgesinde de
Osmanlı dönemlerinden kalma su
iletim sistemleri yer almaktadır. Bu
iletim sistemlerinin İstanbul’daki
örnekleri Erken Roma/Roma İmparatorluğu, Geç Roma/Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti’ne
aittir. [1, 2]
S
Şehirlere su getirmek için taş, kurşun veya pişmiş toprak
künklerin birbirine eklenmesi yoluyla yapılan su yolları
kullanılmış, engebeli arazi koşullarında ise bir veya birden
fazla katlı su kemerleri inşa edilerek vadiler aşılmış ve su
yolları bu şekilde yollarına devam ettirilmiştir.
Fotoğraf 1
Mağlova Su
Kemeri
1. Giriş
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 80 81 ›
2. Tarihi Süreçte
İstanbul’un
Su İhtiyacının
Karşılanması
Roma İmparatorluğu öncesinde İstanbul’daki su sistemleri hakkında herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Roma döneminde ise halk,
çevrede bulduğu mevzi sulardan ve
membalardan faydalanmış, kuyular açarak ve sarnıçlar yaparak topladıkları sular vasıtasıyla su ihtiyacını gidermiştir.[3]
Su iletim sistemi olarak Roma/Bizans döneminde; İmparator Hadrianus, Konstantinus, Valens ve
Theodosius dönemlerinde olmak
üzere dört adet su sistemi yapılmış olup; sonrasında Osmanlı döneminde gerek bu sistemler kullanılarak, gerekse yeni sistemler
oluşturularak Kırkçeşme, Halkalı,
Taksim, Üsküdar, Terkos ve Hamidiye Su Sistemleri inşa edilmiştir.[4]
Halkalı Su Sistemi, ilk olarak Roma döneminde inşa edilen yapılardan oluşmuş olup, sonrasında Bizans ve Osmanlı dönemlerinde ek
su yolları ile genişletilen en eski su
sistemidir.[5]
Kırkçeşme Su Sistemi, Mimar Sinan tarafından ve öncelikle Roma döneminden kalma kötü durumdaki su sisteminin onarılması
yoluyla,[6] sonrasında ise 1554 yılında yeni tesislerin yapımına başlaması yoluyla yaklaşık on yılda tamamlanmıştır.[7]
Su kemerlerinin
İstanbul’daki bilinen
örnekleri; Kırkçeşme
Su Sistemi’nde 33
adet, Taksim Su
Sistemi’nde 2 adet ve
Halkalı Su Sistemi’nde
8 adet olmak üzere
toplam 43 adettir.
Üsküdar Su Sistemi, 16. yy’dan
sonra küçük kaynakların yetersiz kalması sonrasında, 18 büyük
su yolu, 17 küçük su yolu yapılarak oluşturulmuştur.[7] Taksim Su
Sistemi ise yapımına ilk olarak I.
Mahmut (1730-1754) döneminde 1731 yılında başlanmış olup[8],
günümüzde de Belgrad Ormanları’ndan Hacıosman Pompa İstasyonu’na kadar su getiren bir
sistemdir.
Terkos Su Sistemi, Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde
1868 yılında bir Fransız şirketine imtiyaz verilmesi sonrasında;
Hamidiye Su Sistemi ise II. Abdulhamit (1876-1909) döneminde inşa edilmiştir. Bu iki sistem, diğer
sistemlere göre daha farklı olup ileri teknoloji kullanılarak suyun basınç vasıtasıyla iletilmesini sağlamıştır.[9]
3. İstanbul’un Tarihî
Mirası: Su Kemerleri
Şehirlere su getirmek için taş, kurşun veya pişmiş toprak künklerin
birbirine eklenmesi yoluyla yapılan su yolları kullanılmış, engebeli
arazi koşullarında ise bir veya birden fazla katlı su kemerleri inşa
edilerek vadiler aşılmış ve su yolları bu şekilde yollarına devam ettirilmiştir. Yapılan bu çalışmalarla
şehirlere; tek kattan dört kata kadar ulaşan, büyük ebatlarda, sanat
eseri niteliğinde su kemerleri kazandırılmıştır. Dünyadaki su kemerlerinin çoğu, kemer ve tonoz
inşasında başarılı olan Romalılar
tarafından inşa edilmiştir.
Su kemerlerinin İstanbul’daki bilinen örnekleri; Kırkçeşme Su Sistemi’nde 33 adet, Taksim Su Sistemi’nde 2 adet ve Halkalı Su
Sistemi’nde 8 adet olmak üzere toplam 43 adettir. Bunların bir
kısmı kayıp ya da yıkılmış, bir kısmı ise harap da olsa hâlâ ayakta
kalmıştır.
Çeçen (1999)’e göre; Kırkçeşme Su
Sistemi’ndeki su kemerleri: Uzunkemer (Petnahor Kemeri), Mağlova Kemeri (Manglava Kemeri,
Muallak Kemer), Güzelce Kemer
(Gözlüce Kemeri, Cebeciköy Kemeri), Kovukkemer (Eğri Kemer, Kırık
Kemer), Kirazlıkemer, Develioğlu
(Deveoğlu) Kemeri, Alacahamam
Kemeri, Yosunlu Kemer (Çeşnigir
Kemeri), Karakemer, Ayvad Kemeri (Ortadere Kemeri), Kurt Kemeri (Ayvad Kemeri), Arpacı Kemeri,
Cebeciköy Kemeri, Azizpaşa Kemeri, Deliklikaya Kemeri, Virankemer, Kumrulukemer, Sarı Süleyman Kemeri, Çiftlikönü Kemeri,
Kirazdibi Kemeri, Avludere Kemeri, Uzunkoltuk Kemeri, Bulakbaşı
Kemeri, Çiftekemer 1, Çiftekemer
Fotoğraf 2
Güzelce
(Cebeciköy) Su
Kemeri
2, Balıklıkemer, Valide Kemeri, Dolap Kemeri, Keçesuyu Kemeri, Koyungeçidi Kemeri 1, Koyungeçidi
Kemeri 2 ve Sineklikemer’dir.
Halkalı Su Sistemi’ndeki su kemerleri; Bozdoğan Kemeri (Valens Kemeri), Mazul Kemer (Mazlumkemer, Kemerkeçe), Avasköy Kemeri
(Karakemer, Tekkemer, Yılanlıkemer), Alipaşa Kemeri (Şirinkemer),
Karakemer, Paşa Kemeri, Turunçluk Kemeri ve Kumrulukemer (Akyar Kemeri)’dir.
Taksim Su Sistemi’ndeki su kemerleri ise Bahçeköy Kemeri ve I.
Mahmut Kemeri’dir. Bu su kemerlerinden Halkalı Su Sistemi’nde
yer alan Mazul Kemer, Bozdoğan
Kemeri, Karakemer ve Turunçluk
Kemeri’nin Bizans dönemine ait
oldukları belirtilmektedir.[4,11] Bu
yapıların haricinde, Kırkçeşme Su
Sistemi’ndeki Kovukkemer (Eğri
Kemer, Kırık Kemer) ve Uzunkemer (Petnahor Kemeri)[12] ile Halkalı Su Sistemi’ndeki Kumrulukemer (Akyar Kemeri)’de de Bizans
dönemi izleri görülmektedir.[7] Bu
durum bize Osmanlı döneminden
önce de bu yapıların yerinde birer
su kemeri olabileceğini; kısmen ya
da tamamen bu yapılardan faydalanılarak Osmanlı döneminde yeni
su kemerlerinin inşa edilmiş olabileceğini göstermektedir.
4. Tarihî Su
Kemerleri
Üzerindeki Tehditler
İstanbul’daki su kemerlerine dair
yapılan araştırmalar ve arazi çalışmaları neticesinde, su kemerlerinde bozulmaya etki eden nedenler
iki başlıkta toplanabilir. Bunlar:
Coğrafî Nedenler:
a) Zamanla oluşan doğal nedenler: Nem, don, yağmur, bitkilenmeler, hayvanlar, mikroorganizmalar, böcekler, dalgalar, yer altı
suları vb.
b) Aniden oluşan doğal nedenler: Deprem, sel, tayfun, volkanik
püskürmeler, çığ vb.
İnsan Etkisiyle Ortaya
Çıkan Nedenler:
a) Bireysel kaynaklı etkenler:
Yapım - onarım - bakım hataları,
yanlış kullanım, vandalizm/bilinçli
olarak zarar vermek vb.
b) Toplumsal Kaynaklı Nedenler: Yangınlar, savaşlar, bayındırlık
etkileri, hava kirliliği, trafik, yol-tünel çalışmaları, alt yapı çalışmaları, teknolojik faaliyetler, sanayileşme vb. olduğu, tespit edilmiştir.[1]
Bozulmaya neden olan bu etkenler
sonrasında birtakım bozulma türlerinin ortaya çıktığı ve bu durum
karşısında su kemerlerindeki yapı
bütünlüğünün ve özgünlüğünün
zarar gördüğü saptanmıştır.
Tarihî su kemerleri,
geçmişten günümüze
birçok doğal etki
altında kalarak gerek
malzemelerine etki eden
yüzeysel bozulmalara,
gerekse strüktürel
sistemlerini etkileyen
yapısal bozulmalara
maruz kalmışlardır.
Coğrafî Nedenler
Tarihî su kemerleri, geçmişten
günümüze birçok doğal etki altında kalarak gerek malzemelerine
etki eden yüzeysel bozulmalara,
gerekse strüktürel sistemlerini etkileyen yapısal bozulmalara maruz
kalmışlardır.
Hava şartlarının etkisi, nem ve
don olaylarının tahribatı ve bitki
köklerinin verdiği zararlar gibi nedenlerle oluşan malzeme ve yüzey
kayıpları, su kemerlerinde en çok
görülen bozulmalardır. Su kemerlerinin; üzerlerinden geçen su yollarının ve künklerinin yok olduğu,
cephelerindeki kaplama taşlarının
döküldüğü görülmüş, kaplama taşlarının arkasında ana gövdeyi oluşturan moloz taş bölümün ise daha
sağlam kaldığı saptanmıştır. Bu kayıpların sonrasında tahrip olan kısımların onarımlarının yapılmamış olduğu örneklerde, tahribatın
her geçen gün daha fazla ilerlediği
gözlenmiştir.
Bitkilenmeler, biyolojik kirlenmeler olup su kemerlerine fiziksel ve
çevresel olarak zarar vermektedir.
Polenlerin uçuşarak su kemerlerinin derzlerinin arasına girerek
yeşermesi sonrasında çeşitli bitkilenmeler oluşmaktadır. Bu bitkilenmeler büyüyen gövdesi ve
kökleri ile su kemerlerine zarar
vermektedir.
Oluşan bu biyolojik kirlenmelerin,
küçük ebatta bitkiler olabildiği gibi
Fotoğraf 3
Bozdoğan
(Valens) Su
Kemeri
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 82 83 ›
büyük ebatta ağaçsı bitkiler şeklinde de olabildikleri saptanmıştır. Bununla birlikte yosun, liken,
mantar gibi organizmalar da su kemerlerinde bozulmalara neden olmakta, cepheyi sararak yapıların
nefes almasını engellemekle birlikte (fiziksel yıpranma), görselliğini
de bozmaktadır (çevresel yıpranma) (Fotoğraf 6).
Kirlenmeler; su kemerlerinin etrafındaki binaların yakıt tüketiminin
bir sonucu olduğu gibi, çevrelerinden geçen araçların egzozlarının
da bir sonucu olarak oluşmaktadır.
Bunun neticesinde, malzemenin
yüzeyinde kararmalar şeklinde kirlilikler oluşmakta, “patina” tabakasının üzerini kalın bir “crust” tabakası kaplamaktadır.
Geçmişten günümüze su kemerleri, ani olarak oluşan doğa olayları
(afetler) nedeniyle yoğun bir etkiye maruz kalarak tahrip olmuşlardır. Deprem, sel, tayfun, volkanik
püskürmeler, çığ gibi beklenmeyen
etkiler durumunda, kısmen ya da
tamamen yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bu durum
fiziksel ve çevresel anlamda tahrip
olmalarına neden olmuştur.
Halkalı Su Sistemi’ne ait Valens
Kemeri’nin 1509 yılındaki Küçük
Kıyamet denen depremden[13], Kırkçeşme Su Sistemi’ne ait Uzunkemer’in 1563 ve 1573 yıllarındaki
sel felaketlerinden, Kırkçeşme Su
Sistemi’ne ait Kovukkemer’in yine
1563 yılındaki sel felaketinden etkilenerek tahribata uğradıkları bilinmektedir.[4]
Kirlenmeler; su
kemerlerinin
etrafındaki binaların
yakıt tüketiminin bir
sonucu olduğu gibi,
çevrelerinden geçen
araçların egzozlarının
da bir sonucu olarak
oluşmaktadır.
İnsan Etkisiyle
Ortaya Çıkan
Nedenler:
Su kemerlerinde bilinçli olarak
yapılan “vandalizm” denilen kasıtlı zarar verme[13] ile bilinçsizce yapılan yapım-onarım-bakım
müdahaleleri bu kapsamda değerlendirilmiştir. Bu nedenlerin etkileri yapıda fiziksel ve çevresel
yıpranma olarak görülmüştür.
İnsanlar tarafından bilinçli olarak
su kemerlerinin malzemesine zarar verilmesi, yüzeylerine graffiti ve boyamalar yapılması bireysel
kaynaklı tahribatlardandır. Bu müdahaleler ile su kemerlerine görsel
olarak zarar verilmekle birlikte, sürülen boyaların içerdiği kimyasallar nedeniyle su kemerlerinin özgün yapı malzemesinin bünyesine
de zarar verildiği saptanmıştır.
Su kemerlerinin beden duvarlarının üzerine insanların kimyasal yapıştırıcılar kullanarak afiş yapıştırmaları, hatta çivi kullanarak tabela
asmaları da yapı malzemesinde ciddi tahribatlara yol açmaktadır. Su
kemerlerine zarar verme amacıyla
yapılsa da yapılmasa da yapılan bu
müdahaleler ile zarar verilmektedir. Bilhassa kullanılan çivi, özgün
malzemeyi parçalamakla birlikte,
zamanla yapının iç kısmında da
korozyona uğrayarak hasar oluşumunu sürdürmektedir.
Bilinçsizce yapılan yapım-onarım-bakım müdahaleleri; iyi niyetle yapılsa da, yasal ve/veya teknik
açıdan usule uygun olmadan yapılan uygulamalardır. Laboratuvar
analizi yapılmadan, özgün malzeme ile uyumluluğu belirlenmeden
Fotoğraf 4
Eğri Kemer
kullanılan harç, taş, vb. malzemeler su kemerlerine geri dönüşü olmayan ciddi zararlar verebilmektedir. Nitekim bu şekilde yanlış
uygulamalarla, tarihî yapılarda günümüzde kullanılmayan çimento
malzemenin su kemerlerinde kullanıldığı örnekler tespit edilmiştir.
Yangınlar, savaşlar, bayındırlık etkileri, hava kirliliği, trafik, yol-tünel çalışmaları, alt yapı çalışmaları,
teknolojik faaliyetler, sanayileşme
vb. etkenlerdir. Bu etkenlerin yapıdaki belirtileri fiziksel, işlevsel,
çevresel ve ekonomik yıpranma
şeklinde görülmektedir.
Kentlerde nüfusun artması ile yapılaşmalar da yoğunlaşmış ve bu
yapılaşmaların olumsuz etkilerine
tüm tarihi yapılarda olduğu gibi su
kemerleri de maruz kalmıştır (Fotoğraf 8).
Koruma amaçlı imar planları da
hazırlanmadığı için, yıllarca yapılaşmalar bu şekilde su kemerlerine
yaklaşıncaya dek devam etmiş, etraflarından hatta su kemerlerinin
üzerlerinden yollar geçirilmiştir.
Alt yapı çalışmaları yapılırken de
su kemerlerine zarar verildiği görülmüş, betonarme ekler yapılarak su kemerlerinin malzeme ve
özgünlüğüne zarar verilmiştir. Bu
şekilde yapısal ve çevresel anlamda
tahribat yaratılmıştır.
Kemer açıklıklarından geçirilen
yollar, su kemerlerine verilen zararın diğer bir nedeni olup, bilhassa ağır tonajlı araçlar geçerken yarattıkları titreşimle su kemerlerine
malzeme ve strüktürel açıdan zarar vermişlerdir.
Kırkçeşme Su
Sistemi’ndeki Mağlova
Kemeri ve Güzelce
Kemer gibi baraj
sularının altında
kalarak tahribata
uğrayan su kemerleri
de bulunmaktadır.
Çöp ve atıkların yarattığı kirlenme ve bozulmalar yine toplumun
oluşturduğu bir tahribat olup, bu
şekilde tümüyle enkaz altında kalarak kaybolmuş su kemerleri
mevcuttur.
Kırkçeşme Su Sistemi’ndeki Mağlova Kemeri ve Güzelce Kemer gibi baraj sularının altında kalarak
tahribata uğrayan su kemerleri de
bulunmaktadır (Fotoğraf 1). Yapı
taşının derinliklerine kadar işleyen su, su kemerlerinin bünyesinde nem oluşumuna sebep olarak
tahribat yaratmıştır. Baraj sularının gereğinden fazla yükselmesi
bu tahribatı arttırmaktadır.
İmar faaliyetleri ile kaldırım ve
yolların zemininin üst üste kaplama malzemeleri ile günden güne
yükselmesi neticesinde su kemerlerinin kısmen toprak altında kaldığı örnekler görülmektedir. Bu
Fotoğraf 6
Eğri Kemer’deki
Bitkilenmeler
ve Yüzeysel
Bozulmalar
Fotoğraf 5
Mazul Su
Kemerindeki
Yapısal
Bozulmalar
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 84 85 ›
şekilde özgün malzemenin toprak altında kalmış olması malzemede bozulmaya neden olurken,
görsel olarak da kötü bir görünüm
oluşturmaktadır.
Yapılardaki mülkiyet ve sorumluluğun hangi kuruma ait olduğu
hususu su kemerlerinde tam olarak belli değildir. Oysa vakıf suyu
akması nedeniyle bu yapıların vakıf evveliyatı olduğu muhtemeldir.
Bu durumda Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün sorumluluğunda olması gerekirken tapu
kayıtlarında “maliye hazinesi” gözükmesi, orman alanlarında kalması sebebiyle ise Orman ve Su
İşleri Bakanlığının ya da su ile alakalı olduğundan gerek yine bu Bakanlık, gerekse İSKİ Genel Müdürlüğü’nün sorumlu olduğuna dair
düşüncelerin hukuki olarak netleştirilmemiş olması su kemerlerine
sahip çıkılmasını ve finansmanının
sağlanarak bakım ve onarımlarının
yapılmasını güçleştirmektedir.
Su sistemlerinin
bir parçası olan
su kemerlerinin
İstanbul’daki örnekleri
incelendiğinde; doğal
nedenlerin ve insanların
neden olduğu etkenlerin
bir sonucu olarak
bazı bozulmalara
maruz kaldıkları
tespit edilmiştir.
Su kemerlerinin etrafındaki bilinçsiz yapılaşmalar insanların bireysel sorumluluğundan ziyade; izinsiz yapılaşmalara müsaade eden,
iskân veren ya da iskân vermeden
su, elektrik, doğalgaz bağlanmasına izin veren yönetimin sorumluluğundadır. Bu şekilde, su kemerlerinin toplum ile amacının dışında
yakın temas halinde olması tahrip
olmalarına davetiye çıkartmakta,
beraberinde diğer etkenlerin oluşmasına neden olmaktadır.
5. Sonuç
Su sistemlerinin bir parçası olan su
kemerlerinin İstanbul’daki örnekleri incelendiğinde; doğal nedenlerin ve insanların neden olduğu
etkenlerin bir sonucu olarak bazı
bozulmalara maruz kaldıkları tespit edilmiştir. Oluşan tahribatların
Fotoğraf 8
Bozdoğan
Su Kemeri
Fotoğraf 7
Çatalca Su
Kemeri’ndeki
Tahribat
sadece yapı malzemelerinin zarar
görmesi sonucu yüzeysel olabildiği gibi, taşıyıcı sistemlerine etki ederek yıkılma tehlikesi teşkil
eden boyutta strüktürel de olabildiği anlaşılmıştır.
Önemli bir kültür varlığı
olan su kemerlerimizin
gelecek nesillere
ulaşabilmesi için bu
bozulma nedenlerinin
sonrasında koruma
önerileri geliştirilmeli
ve uygulanmalıdır.
Bu da sadece kişilerin
bilinçlenmesi ve çaba
göstermesi ile değil,
tüm kamu kurum ve
kuruluşların yardımları
ile mümkün olacaktır.
Doğal nedenlerin, sadece uzun süreçle birlikte değil ani olarak da
gerçekleşmesi sonucunda su kemerlerine zarar vermiş olduğu; insanların neden olduğu etkenlerin,
bireysel etkenlerle birlikte toplumsal etkenlerin de bir sonucu olarak
ortaya çıktıkları belirlenmiştir.
Önemli bir kültür varlığı olan su
kemerlerimizin gelecek nesillere ulaşabilmesi için bu bozulma
nedenlerinin sonrasında koruma
önerileri geliştirilmeli ve uygulanmalıdır. Bu da sadece kişilerin bilinçlenmesi ve çaba göstermesi ile
değil, tüm kamu kurum ve kuruluşların yardımları ile mümkün
olacaktır.
Kaynakça
[1] Akova, E., 2012. İstanbul’daki Tarihi Su Sistemleri ve Kumrulukemer (Akyar Kemeri) Örneğinde Bozulma Nedenleri,
Çözüm Önerileri, Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul.
[2] Eser, (Sulhun), N., 1990. Roma Dönemi Su Yolları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara.
[3] Esmer, K., 1983. Tarih Boyunca İstanbul Suları ve İstanbul Su ve Kanalizasyon Sorunu, İSKİ Yayınları,İstanbul.
[4] Çeçen, K., 1999. İstanbul’un Osmanlı Dönemi Su Yolları, İSKİ Yayınları, İstanbul.
[5] Aysel, N. R., 2008. İstanbul’un Tarihi Su Sistemleri: Kırkçeşme Tesisleri, Tarihi Su Yapıları Konferansı, Çevre ve Orman
Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü Dsi 2. Bölge Müdürlüğü, 26-27 Haziran, İzmir.
[6] Saatçi, S., 1989. Mimar Sinan ve Tezkiret-ül Bünyan, MTV Yayınları, İstanbul.
[7] Çeçen, K., 1991. Halkalı Su Yolları, İSKİ Yayınları, İstanbul.
[8] Çeçen, K., 1992. İstanbul’un Vakıf Sularında Taksim ve Hamidiye Suları, İSKİ Yayınları, İstanbul.
[9] İlsever, C., 2011. Edirnekapı Sarnıcı Koruma Sorunları, Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri
Enstitüsü, İstanbul. http://istanbulium.blogspot.com/2011/10/istanbulun-su-kemerlerini-gezelim.html (27 Mart 2016).
[10] Salman, M. Ç., 2008. Avasköy Kemeri Restorasyon Projesi, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri
Enstitüsü, İstanbul.
[11] Ertuğrul, Ö., 1989. İstanbul’da Bizans Devri Su Mimarisi, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İstanbul.
[12] Çeçen, K., 1996b. Sinan’s Water Supply System in İstanbul, İSKİ Yayınları, İstanbul.
[13] Sözen, M., Tanyeli, U., 2003. Sanat Kavram ve Terimleri Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Fotoğraf 9
Atışalan
Su Kemeri,
Esenler
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 86 87 ›
Su ve Şehir Üzerine Düşünceler
DOSYA
TOPLANTISI
Prof. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı
Prof. Dr. Mazhar BAĞLI
Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Başkanı
Yrd. Doç. Dr. Ali UYUMAZ
İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü
Dr. Cemil ARSLAN
Marmara Belediyeler Birliği Genel Sekreteri
Dr. Fatma ŞENSOY
Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü
Dr. Hasan TAŞÇI
Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Üyesi
Hasan Taşçı: Hepiniz hoşgeldiniz.
Şehir Düşünce Dergisi’nin dokuzuncu sayısını hazırlıyoruz. Teşriflerinizden dolayı teşekkür ediyorum. Bildiğiniz üzere her sayının
özel bir konusu var. Şehir Felsefesi, Şehir Hukuku, Şehir Ekonomisi, Şehir Sosyoloji, Şehir Kültürü
sayılarından sonra Şehir ve Ritüel
son sayımızdı. Yeni sayımızın konusu ise “Su ve Şehir”. Konumuzla ilgili olarak teknik detaylardan
daha çok romantik bir sohbet yapalım diyoruz. Yani teknik olarak
suyun şehre getirilmesi taşınmasını konuşmayacağız. Şehirle su ilişkisi tarih boyunca nasıl olmuştur,
suyun şehrin ortaya çıkmasındaki
etkisi gibi konulara eğileceğiz. İstediğiniz an söz alabilir, konuşabilirsiniz. Benim soru sormamı beklemenize gerek yok, dileyen dilediği
zaman katkı sağlayabilir.
Su ve şehir birbirinden ayrılmaz
unsurlardır. Bir yerde su varsa şehir vardır, şehir varsa su vardır. Tarih boyunca şehirler üzerinde kurucu ve yıkıcı etkiye sahip olmuş
bir su ve şehir arasında nasıl bir
ilişki vardır sorusunu Mahfuz hocama yönelterek başlayalım toplantımıza. Buyurun hocam.
Mehmet Mahfuz Söylemez: Bismillahirrahmanirrahim. Su ve şehir deyince benim aklıma öteden
beri hep Mekke gelmektedir. Zira
bu kutlu şehrin kurulduğu mekân
aslında bir kent oluşturmaya, hele
hele bir medeniyet inşa etmeye asla müsait değildi. Kutlu kitabımız
Kur’an’da anlatıldığı üzere: Yüce
Yaradan burayı Arap Yarımadasının merkezi haline getirmeye karar
verince Hz. İbrahim (a.s.)’a emretmiş, o da Hacer validemizle kutlu
oğlu İsmail’i yanına alarak Mekke’ye vasıl olmuş ve ailesini buraya yerleştirmiştir. Hz. İbrahim ailesini bırakıp gittiğinde ancak birkaç
gün yetecek suları bulunmaktaydı.
Suları tükenince anne Hz. Hacer
oğluna su bulmak için telaşa kapılmış, Safa ve Merve tepelerine çıkarak etrafta su aramıştı. Onun telaşla biraz da panik içerisinde, belki
de farkında olmadan bu tepelere
yaptığı yedi koşu daha sonra bizim
için bir ibadet haline gelmiştir. Malum, Hac veya Umre’de bu iki tepe
arasında, adeta Hz. Hacer’i taklit
ederek yürürüz. Bunu yapmamamız durumunda hac veya umremizin makbul olmayacağına inanırız.
Hz. Hacer’in bu uğraşından sonra
zemzem suyu bağışlanır. Zemzem
ile birlikte Mekke, etrafına yerleşilebilecek bir mekâna dönüşecektir.
Bu su ile birlikte de yeni bir medeniyetin yani Tevhit Medeniyeti’nin
temelleri atılmış olacaktır. Bir başka ifadeyle su ile birlikte Mekke,
Tevhidi düşüncenin nirengi noktasını teşkil edecektir. Kuşkusuz suya rağmen Mekke’nin şehir olmak
için epey bir beklemesi gerekecektir. Ama bu su oranın meskûn mahal haline gelmesi için yeterli olacaktır. Dolayısıyla su bir taraftan
şehrin oluşumunu sağlarken öte
taraftan bir medeniyetin kurulmasını sağlamıştır. İşte İslam medeniyetini Mekke’de, Hz. Hacer
ile İsmail’e bağışlanan zemzemle başlatırız. Gördüğünüz gibi İslam medeniyetinin temelini birçok
medeniyette olduğu gibi su teşkil
etmektedir. Bu nedenle biz Müslümanlar bu suyu kutsal olarak kabul ederiz, hacca veya umreye gidenlerimiz onu yanlarında taşırlar
ve memleketlerine döndüklerinde
ziyaretlerine gelen halka verdikleri
en değerli hediye bu su olur. Hatta onu hediye olarak alanlar da ona
karşı bir ihtiram beslerler, içerlerken bir ritüel icra ederler. Çoğunlukla ayağa kalkarlar, kıbleye yani
Mekke’ye dönerler ve besmele ile
bazen dilek tutarak içerler. Bütün
bunların arkasında yatan temel neden İslam medeniyetinin bu su ile
başlamış olmasıdır.
Zemzem ile birlikte
Mekke, etrafına
yerleşilebilecek bir
mekâna dönüşecektir.
Bu su ile birlikte de yeni
bir medeniyetin yani
Tevhit Medeniyeti’nin
temelleri atılmış
olacaktır. Bir
başka ifadeyle su
ile birlikte Mekke,
Tevhidi düşüncenin
nirengi noktasını
teşkil edecektir.
Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye göç etmesi ardından küçük
kümelerinden oluşan bölgedeki
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 88 89 ›
köylerden birine, sonraları bir suyun yani Eris kuyusunun etrafında
şekillenerek Medine’ye dönüşecek
olan Yesrib’e yerleşiyor. Hz. Peygamber öncesinde Medine diye bir
şehirden bahsedemiyoruz, bir şehir yok ortada. Medine köylerden
müteşekkildi. Her biri adına utum
denilen kaleciklerin etrafında şekillenen otuza yakın köy vardı. Hz.
Peygamber, Yesrib’e hicret ettikten sonra mescidin olduğu noktayı
şehrin kurucu nüvesi haline getiriyor ve şehir bu çekirdek noktadan
dışarıya doğru açılmak suretiyle gelişiyor. İslam medeniyetinde
iki kez su merkezli bir kuruluştan
bahsedebiliriz. İslam şehri veya İslam şehirciliğinin asıl banisi hepinizin bildiği gibi Hz. Ömer’dir.
Nitekim onun halifeliği döneminde birçok yeni şehir kurulmuştur.
Mesela Fırat’ın kenarına kurulan
Kufe. Aynı şekilde Basra, Fustat
ve Kahire de suyun hemen yanına inşa edilmiştir. Mezkur şehirler
İslam medeniyetini şekillendiren
şehirler olarak bilinmektedirler.
Dahası, İslam medeniyetinin zirve
kenti Bağdat da böyledir. Az önce
“suyun zaman zaman kentlerin doğuşuna zaman zaman ise kentlerin
ölüşüne vesile olduğunu” belirttiniz bu durum İslam medeniyeti için de geçerlidir. Nitekim Haccac tarafından hicri 87 tarihinde
iskâna açılan Vasıt şehri nehir yatağının değişmesinden sonra tarihe karışacak yerine bugünlerde
ismini sıkça duyduğumuz Kut’ül
Amare kenti doğacaktır. Dolayısıyla Kut’ül Amare Vasıt şehrinin bir
devamıdır. Özetle: Su, İslam medeniyetinin esasını teşkil eden nüvedir. İnsanların etrafına yerleştiği bu nüve, bir taraftan şehirciliğe
diğer taraftan ise etrafına yerleşen
insanların medeniyet algılarının
oluşumuna aracılık etmiştir. Su
medeniyetimizin yapısına, duruşuna, rengine, desenine damgasını
vurmuştur.
Su, İslam medeniyetinin
esasını teşkil eden
nüvedir. İnsanların
etrafına yerleştiği
bu nüve, bir taraftan
şehirciliğe diğer taraftan
ise etrafına yerleşen
insanların medeniyet
algılarının oluşumuna
aracılık etmiştir.
Su, medeniyetin oluşumunun ana
unsurudur. Suyun bu tarafı kadar su medeniyetimizin de konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Suyun çıkarılışı, kentlere
ulaşması, üzerine kurulan köprüler, teknolojik alet ve edevatlarda kullanılışı, sağlık sektöründe
kullanılışı, su ile ilgili teşkilatların
her biri su medeniyetimizin birer
unsurudur. Bunların üzerinde de
konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Horasan’ın merkez kenti
Merv ki ben ona Horasan’ın Bilim
Merkezi derim, Merv bu teşkilatların en önemlilerinden birine sahip
idi. Keşke zamanımız olsa da bunu konuşabilsek. Bu teşkilatı aynı isimli kitabımda ayrıntılı olarak
anlattım. Hülasa, su bir medeniyetin rengini desenini belirleyen en
önemli figürdür. Bu figürün etkisini bildiğiniz zaman zaten medeniyeti çözümlemeniz çok daha kolay
olacaktır.
Hasan Taşçı: Sanki insanın ihtiyacı olan su ile şehrin ihtiyacı olan
suyu birbirinden ayırdık. Şöyle bir
şey dediniz “Mekke şehir olmak
için zemzemi bekledi.” Zemzemden öncede bir yerleşim var ama
Mekke’de değil mi Hocam?
Mehmet Mahfuz Söylemez: Yok
Hasan Taşçı: Ama Hz. Adem Mekke’ye yerleşmemiş mi Hocam? En
azından ben öyle biliyorum.
Mehmet Mahfuz Söylemez: Hz.
Âdem’in nereye indiği tartışmalı bir husustur. Mekke dolaylarına indiğini söyleyen rivayetler vardır. Hatta Kâbe’nin önce melekler
sonra Âdem (a.s.) tarafından inşa edildiğini söyleyen rivayetler de
vardır. Hz. Âdem ile Hz. Havva’yı
Mekke’nin kurulacağı coğrafyada
(Arafat) buluşturan rivayetler de
bulunmaktadır. Fakat İslam tarihi kaynakları Hz. İbrahim’den önce Mekke adında bir şehrin varlığından bahsetmezler. Şehrin ilk
kez Hz. İbrahim tarafından kurulduğunu söylerler. Hatta bu dönemde bile Mekke’ye yerleşenler,
Kâbe’nin etrafında değil de dağlara yerleşmişlerdir. Mekke asıl şehir olarak Hz. Peygamber’in atalarından Kusay b. Kilab tarafından
kurulmuştur.
Hasan Taşçı: Bu durumda şunu
sormam gerekiyor. Şehirlerin anası
tabiri nerden geliyor?
Mehmet Mahfuz Söylemez: Şehirlerin anası tabiri medeniyet kurucu olması hasebiyledir. Hatta
Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ
kimi rivayetler bu ifadeyi Taif için
de kullanır. Bazı tefsirlerde “Ümmü’l-Kurra” ifadesi üç şehir için yani Mekke, Taif ve Horasan’da Merv
için kullanmışlardır
Hasan Taşçı: Ben Kur’an-ı Kerim’deki tabirden bahsediyorum.
Mehmet Mahfuz Söylemez: Ben
de Kur’an-ı Kerim’deki tabiri
söylüyorum.
Hasan Taşçı: Horasan’ı da kastediyor mu oradaki “şehirlerin anası”
ibaresi?
Mehmet Mahfuz Söylemez:
Mukâtil bin Süleyman “Ümmü’l
- Kurra” tabirinin Hicaz’da Mekke’yi, Horasan’da ise Merv’i ifade ettiğini belirtiyor. Dolayısıyla
Ümmü’l-Kurra’nın medeniyet inşa
eden şehirler için kullanıldığını anlıyoruz. İslam Medeniyeti’nin asıl
kurucu şehrinin Mekke olduğunda
bir kuşku yoktur. Dolayısıyla asıl
Ümmü’l-Kurra Mekke’dir. Fakat
Mekke’ye benzer roller üstlenmiş,
medeniyetimizin değişim ve dönüşümünde görev almış, iz bırakmış,
medeniyetimize şekil vermiş, köşe taşı olmuş olan şehirlerin Mekke’nin rolüne benzer roller üstlendiği varsayılarak Ümmü’l-Kurra
mefhumunun bu şehirler için de
kullanılabileceği ifade edilmiştir.
Ali Uyumaz: Şimdi Hocamız daha çok manevi ağırlıklı bir anlatımda bulundu. Bakanımız da der ya “
su hayattır”, “ susuz hayat olmaz”.
Dünya sularının %97’si tuzlu sulardan meydana geliyor. Bu tuzlu sular deniz ve okyanus suları.
Geriye kalan %3’lük kısım ise tatlı
sulardan oluşmaktadır. Tatlı suların %2’ye yakını da kuzey ve güney kutbunda yer alan buzullardan oluşuyor ve kullanılamıyor. Şu
anda üzerinde durduğumuz, esas
istifade ettiğimiz su miktarı yaklaşık olarak %1‘e karşı gelmektedir. %1’lik dilim nehirler, göller,
yeraltı sularından oluşmakta. Günümüzde insanoğlunun kullandığı
su miktarı kişi başına günlük 150
lt civarındadır. Gerçi İstanbul’un
günlük ortalama üç milyon metre
küp su kullandığını söylüyorlar. Bu
hususta İSKİ Genel Müdürü’de aynı şeyi söylüyordu. İstanbul’da yıllık olarak bir milyar metreküp civarında su kullanıyoruz. Bunun
potansiyeli nerden gelir nerden alırız, bunlarla ilgili biz Su Vakfı olarak da fazlaca çalışmalarda bulunduk. İstanbul’un etrafında ufaklı
büyüklü 8-10 tane baraj var.
İslam Medeniyeti’nin
asıl kurucu şehrinin
Mekke olduğunda
bir kuşku yoktur.
Dolayısıyla asıl ümmü’lkurra Mekke’dir.
Melen şu anda tam olarak devreye
girmiş değil. Melen’de çok büyük
bir potansiyel mevcut olup bu derede yılda 1 milyar 77 milyon metre küp su akıyor. Demek ki Melen
İstanbul’un bütün su ihtiyacını halihazırda rahatlıkla karşılayacak
bir potansiyeldedir. İstanbul’un
su ihtiyacı yaklaşık olarak yıllık
880 milyon m3
civarında. Bazen
bu değişiyor. Mesela Ramazan ve
yaz aylarında millet gece gündüz
ayakta olduğu için o günlerde günlük kullanılan su miktarı 3 milyon
500 bin m3
, 3 milyon 600 m3
’e çıkıyor. Biz vakıf olarak su tasarrufuna çok önem veriyoruz. Acaba aynı
işi daha az suyla nasıl yapabiliriz?
Bu konuda güvenilir çalışmaları
olan kurum olarak Devlet Su İşleri var. Suyun tarımda kullanımı konusundan bahsedeyim. Bir hektar
alanın yıllık su ihtiyacının 10 bin
ton olduğu söyleniyor. Bir hektar
10 bin metrekare olduğuna göre,
klasik sulama sisteminde bir yılda bir metrekareye bir ton su kullanılıyor. Acaba bunu nasıl aşağıya
çekebiliriz, bunun üzerinde çalışıyoruz. Sulama tiplerine göre su
kullanımı değişiyor. Yağmurlama
sulamasıyla (bahçelerimizde fıskiyeyle suladığımız tip sulama sisteminde) yıllık su ihtiyacı bir hektar
alan için 10 bin tondan 6 bin tona
düşüyor, bu şekilde %40 civarında
tasarruf sağlanıyor. Damla sulamasında ise 3 bin m3
’e kadar düşüyor. Damla sulamanın kök bölgesine yapılan bir çeşidi var. Örneğin,
Suudi Arabistan gibi sıcaklığın çok
yüksek olduğu ülkelerde damla
sulaması bitkiye tesir etmeyebiliyor ve yüksek sıcaklık dolayısıyla
su bitkinin kök bölgesine ininceye kadar buharlaşıp gidiyor. Kök
sulamasında ise, su boru sistemleri aracılığıyla doğrudan bitkinin
kök bölgesine ulaştırılıyor. Suudi
Arabistan, su ihtiyacının hemen
hemen tamamına yakınını Kızıldeniz’den sağlıyor, deniz suyunun
tuzunu arıtarak kullanıyor ve İsrail’de öyle yapılıyor. Fakat bu tip
kullanımlarda suyun içinden bazı
maddeler de alınmış olduğu için bu
Ali UYUMAZ
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 90 91 ›
da insanlarda belirli bir yaşta kemik erimesine neden olduğundan
tavsiye edilmiyor. Su Vakfı Başkanı Prof. Dr. Zekai Şen Hoca, Suudi
Arabistan da bu konularda danışman. Hoca yer altı sularından içimi
iyi olmayan ama içinde sağlığa zararlı madde bulunmayan sulardan
alıp Kızıldeniz’den alınarak arıtılan sulara katarak suyu biraz daha
tabii hale getirmeye çalıştıklarından bahsediyor. Suudi Arabistan
çok nadir yağmur alan ülkelerdendir ve yılda birkaç kez yağmur alıyor. Ama Taif çok yüksek diyorlar,
orada şöyle bir durum var: Kızıldeniz’de buharlaşan su yukarıya doğru yükseliyor, bulutlar meydana
geliyor, böylelikle Taif’te her gün
olmasa da gün aşırı yağmur yağdığı söyleniyor. Zekai Şen Hoca’nın
anlattığına göre bu sular zemzemi destekliyor. Dünyanın en kurak
yerlerinden birisi de İsrail. İsrail, su
ihtiyacını Akdeniz’den karşılıyor.
Bunun yanında yapılan araştırmalarda suni yağmurlama sisteminin
yağış verimini yükseltmediğinin
görüldüğü ifade edilmiştir.
Hasan Taşçı: Hocam şehirlerin su
ile ilişkisi sadece içme suyundan
ibaret değil. İstanbul içme suyu
kaynakları bakımından fakir olsa
bile bir su şehri: Boğaz, Haliç, Marmara, Karadeniz. Muhtemeldir ki
bu topografik yapı olmasaydı, Boğaz, Haliç ve Marmara olmasaydı estetik açıdan bu denli güzel bir
şehir olmayabilirdi. Daha zengin
içme suyu kaynaklarına sahip olması halinde böyle bir şehir olmayabilirdi. Su ve şehir denilince bu
ilişkiyi de konuşmamız lazım. Elbette ki içme suyu birinci ihtiyaçtır
ve en büyük öneme haizdir. İkincisi tarım için, oda yine şehri ve insanları besleyen bir ihtiyaç, üçüncüsü suyun ulaşım fonksiyonudur
ki bu da çok önemlidir şehirler için.
Tarihin en önemli şehirleri suyun
ulaşımına elverişli olduğu yerlerde
kurulmuştur değil mi Hocam?
Tarihin en önemli
şehirleri suyun
ulaşımına elverişli
olduğu yerlerde
kurulmuştur.
Mehmet Mahfuz Söylemez: Tabi.
Zeugma ile Basra arasında erken
dönemden itibaren gemiler çalışır
bir taraftan yük, diğer taraftan da
yolcu taşırlardı.
Hasan Taşçı: Bir de suyun şehirlere sağladığı çok önemli bir estetik
var. Kanalların, nehirlerin, denizlerin. Suyun, içme suyunun dışında
çok fazla imkân sağlamadığı şehirler de var. Mesela; Urfa.
Mehmet Mahfuz Söylemez: Ben
hocamın söylediğine bir iki şey
ilave etmek istiyorum. Bunlardan
birisi Taif’den Mekke’ye gelen su
kanalı. Aslında keşke derginin bu
sayısında bunu anlatan bir yazı
olsa.
Hasan Taşçı: Hocam o kanalların
kalıntıları duruyor.
Mehmet Mahfuz Söylemez: Evet,
duruyor ve önemli bir şey gerçekten. Diğer ilave etmek istediğim
konu: İslam öncesi dönemde mesela Mekke’de Sikaye isminde bir
su bakanlığı vardı. Bu bakanlık
Peygamber ailesinin idare ettiği iki
bakanlıktan birisi. Hz. Peygamber
ailesi iki bakanlığı deruhte ediyordu. Hz. Peygamber ailesini bu kadar etkili kılan da bu bakanlıklar
olmuştur. Bakanlıkların birisi gelen hacıların barınması ve iaşeyle
ilgi idi. Diğer bakanlık ise “Sikaye”
yani “Su Bakanlığı”. Su Bakanlığı gerçekten önemli, az önce Hocamın dediği gibi Zemzem kuyusu kazılmadan önceki dönemde,
Curhumiler döneminde kuyu kapatıldığı devirde bakanlık su ihtiyacını karşılamak için su kuyuları
açıp, suyu şehre ulaştırıyordu. Ayrıca şehrin içerisinde suyu depoladıkları havuzlar kuruyordu. Su,
uzun süre bekleyip tadı bozulursa
suya Taif’ten getirilen kuru üzüm
katılarak tatlandırılır ve halka ikram edilirdi.
Ali Uyumaz: Hocamın sözlerine
şunu da ilave edebiliriz. Ben konuyu dağıtmamak için gündeme
almadığım su tasarrufu konusuna değinmek istiyorum. Biz suyun
%75’ini tarımda, %10’unu sanayide %15’ini de evlerde kullanıyoruz.
Fakat sulama metotları geliştirildikçe tarımda kullanılan su miktarı azaltılabilir. Sulama metotlarıyla 10 bin metre küp yerine, 2-3
bin metreküp su kullanılıyor artık.
Yani %70 yakın tasarruf sağlanabiliyor. İstanbul’da belki sulama
çok fazla değil İstanbul’un günlük
3 milyon metre küp olan su tüketimini 1,5 milyon metre küpe düşürmeyi arzuluyoruz. Bu sebeple
kullanılan sularda halkın tasarrufa yönlendirilmesi oldukça önem
Mazhar BAĞLI
taşıyor. Evlerde yapılan temizlikte,
bulaşık makinesi, çamaşır makinesi vs. gibi işlerde elle yıkanan bir
çamaşır için mesela 120 lt su kullanılıyorsa makinede bu 60 lt’ye kadar düşüyor ve yarı yarıya tasarruf
sağlamış oluyoruz. Bir de makine
ile yıkamada sıcaklığın daha yüksek olması sebebiyle çamaşırlar daha hijyenik oluyor. Çünkü makine
60 derecede yıkıyor, biz bunu bu
sıcaklıkta elle yıkayamayız. Bir Hadis-i Şerif’te “Nehir kenarında bile
olsanız suyu israf etmeyin.” denmektedir. Peygamberimizin bu sözünü düstur edinmeliyiz.
Mazhar Bağlı: Şehirlerin dönüşümü ve birer işlevsel mekân halini
almaları tabi ki suyla yakından irtibatlı bir konu. Ayrıca bütün peygamberlerin bir su hikâyesi olduğunu biliyoruz, peygamberlerin
hayatında su ile ilgili bir hikaye, bir
anekdot muhakkak vardır: Musa
(a.s.)’ın asasını kayaya vurarak su
çıkarması, Davud (a.s.), İsa (a.s.),
Hz. Peygamber (s.a.v.)… Buradan
hareketle medeniyetin kaynağında su ile ilgili bir dönüşüm olduğu
ve temel, bütünleyici unsur olduğu
kanaatindeyim. Mahfuz Hocama
biraz itirazım var. Kur’an’ın bahsettiği, buyurduğu çerçevede bir
tarih okuması yapıldığında Mekke’nin bir nirengi noktası olduğu
anlaşılıyor. Çünkü Hz. İbrahim’in
ikinci bir Âdem olarak kabul edilmesinin sebebi hakikatle bizi tekrar yüzleştirmesi ve ikinci kez insanları tevhitle buluşturması, ilk
peygamberin başladığı yere, Mekke’ye işaret ediyor. İtirazım şu
noktada: Kur’an-ı Kerim’deki ilk
mekânın Mekke olduğu, Kâbe’nin
inşasıyla ilgili bir haber olmadığından siz İslam kaynaklarına göre
şehrin İbrahim (a.s.) ile başladığını düşünüyorsunuz. Ben aksini düşünüyorum. Hz. Âdem’in çocuklarının mekân ile olan ilişkisi yani
mekânın insanlar tarafından kurgulanması ve dizayn edilmesi son
derece metafizik yani dini bir şey
ve ilahi referanslı olması gerektir.
“Mekke İbrahim (a.s.) ile gün yüzüne çıkmıştır, ondan önce yoktu.”
görüşünüze katılmıyorum. Hz.
Âdem’in çocuklarının hikâyesinde,
kardeş katliyle birlikte ortaya çıkan
dramatik hikâyenin, defin olayı,
kurbana açılan kapı ve dünyayı dönüştürme meselesi bir mekân tarafında gelişiyor. Bu mekânın Mekke
ve Kâbe olduğunu düşünüyorum.
Bu düşüncem de İslam’a mugayir
değil zannediyorum.
Prof. Dr. Mehmet Söylemez: Sizin kurgunuz bizim rivayetlerimizle desteklenmemektedir.
Mazhar Bağlı: Kur’an da var.
İstanbul’un bir şehir
haline gelişinin
tarihine bakalım. Ne
kadar Boğaz’ın, su
kaynağının kenarında
da olsa bir şehrin yaşar
hale gelebilmesi için
suya ihtiyaç vardır.
İstanbul’un içme suyu
ihtiyacını karşılamada
şehrin nüfusunun az
olduğu dönemlerde
tepelerden gelen sular
yeterli olmuştur.
Mehmet Mahfuz Söylemez: Kaçırmamamız gereken tek şey şu:
Hz. Peygamber özelinden dönüp
baktığınızda ki Kur’an da bunu
anlatır her bir millete mutlaka bir
peygamber gönderilmiştir. Peygamberlerin tamamının Mekke’ye
yöneldiğini söyleyemeyiz. Zaten
durum böyle olmuş olsaydı; Müslümanların ilk andan itibaren
Kâbe’ye yönelmeleri icap ederdi.
Oysaki Müslümanların ilk kıblesi
Mescid-Aksa’dır. Yani Kudüs’tür.
Hz. İsa’nın buraya yönelerek ibadet
ettiğini, Hz. Musa’nın oraya yönelerek ibadet ettiğini biliriz. Dolayısıyla aslında bir mekânda vahdeti
ifade etmek üzere kıble ihdas edilirken insanların bildiği mekânlar
üzerinden o vahdet oluşturulmuş.
Bütün peygamberlerin Mekke’ye
yönelerek ibadet ettiklerini, yegâne kutsal mekânın burası olduğunu söyleyemeyiz. Dahası Kur’an
her kavme bir peygamber gönderildiğini söylemektedir. Bu peygamberlerin her birinin kavimleriyle
birlikte hiç bilmedikleri, ulaşmaları ve hacca gitmeleri mümkün olmayan Kâbe’ye yönelerek ibadet
ettiklerini de düşünmüyorum. Ben
her bir Peygamberin, yüce Allah tarafından kendilerinin ve uluslarının bildikleri, ulaşabilecekleri, hac
ederek kendi aralarından bir vahdet oluşturabilecekleri mekânlara
yöneldiklerini bu mekânlar üzerinden ümmet bilinci oluşturduklarına inanıyorum. Kâbe ise Hz.
İbrahim ile Hz. Peygamber’in yöneldikleri mekân olup insanlığın
sonuna kadar da tüm Müslümanların yegâne kıblesidir.
Fatma ŞENSOY
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 92 93 ›
Fatma Şensoy: İstanbul’la devam
edelim dilerseniz. İstanbul’un bir
şehir haline gelişinin tarihine bakalım. Ne kadar Boğaz’ın, su kaynağının kenarında da olsa bir şehrin yaşar hale gelebilmesi için suya
ihtiyaç vardır. İstanbul’un içme suyu ihtiyacını karşılamada şehrin
nüfusunun az olduğu dönemlerde
tepelerden gelen sular yeterli olmuştur. Fakat daha sonra su temini için verilmiş uğraşları görüyoruz. Romalılar döneminde su 242
km uzunlukta bir kanalla Istırancalar’dan getiriliyordu. Bizanslılarda şehre hâkim olabilmek, suyu
bol bir şekilde insanlara ulaştırmak anlamına geldiğinden Bizans
İmparatorlarınca çok fazla su hayrı yapmışlardır. Valens, Bozdoğan
kemerini yapmış daha sonra dönem dönem şehrin suya olan ihtiyacı arttıkça başka kaynaklar bulunmuştur. Bu yeni kaynakların bir
kısmı Belgrat ormanından bir kısmı şimdiki Halkalı civarından olmuştur. Osmanlıların da kullandığı
bu kaynaklardan gelen sular şehrin
içine kadar geliyordu. 1204’te Latinlerin İstanbul’u işgalinde mukavemeti kırmak için şehir dışı isale
şebeke hatlarını tahrip ettikleri gibi şehir içi şebeke hatlarını da tahrip etmişler. Bir şehrin savunmasını kırmanın en kolay yolu şehri su
kaynağından mahrum bırakmaktır. Daha sonra Bizans devam edegelen akınlardan kendini korumak
için açık ve kapalı sarnıçların yapımına hız vermiş. Günümüzde Fındıkzade’deki, Karagümrük’teki büyük statlar o dönemlerde sarnıç
olarak kullanılıyordu.
Bir şehir tesis etmek için
-tabi bir nüve olacakher şeyden önce bir
ibadet ortamı, yani bir
külliye onun ortasında
bir cami, caminin
yanında mektep,
medrese, kervansaray,
hastane elzem.
Yerebatan Sarnıcı yine hepimizin
malumu, dolayısıyla böyle bir sarnıçlara suyu hapsederek savunma
mekanizması oluşturulmuş. 1453
geldiğimizde Fatih İstanbul içine
girdiğinde ya da Konstantinapol
diyelim. Bakıyor ki her şey tahrip
edilmiş. Ayrıca İslamiyet inancına göre, akan su durgun suya tercih edilir. Çünkü akan su daha
sağlıklı. Fetihten sonra sarnıçlardaki su kullanılmıyor, daha önce
kullanılmış kanallar, sular tekrar
yenileniyor ve yeniden yapılmışçasına gürül gürül bir şekilde akıtılıyor. Dursun Bey bunu bize aktarıyor. Fetih sonrası İstanbul’un su
ihtiyacı başta padişahlar ve devlet
adamları olmak üzere pek çok hayır
sahibince karşılanıyor. Bir şehir tesis etmek için -tabi bir nüve olacakher şeyden önce bir ibadet ortamı,
yani bir külliye onun ortasında bir
cami, caminin yanında mektep,
medrese, kervansaray, hastane elzem. Tüm bu hayır eserlerinin yaşaması için de suyun olması lazım.
Su olacak ki orada sağlık olabilsin,
temizlik yapılabilsin hayat devam
edebilsin. Fatih döneminde bütün
paşaların sular getirip, mahalleler
oluşturup şehri yeniden kurduklarını görüyoruz. Halkalı suları diye tabir edilen ve şu an yakınında
bulunduğumuz yerden (Esenler)
tepelerden künklerle, galerilerle getirilmiş sularla büyük külliyeler yapılıyor. Kanuni döneminde
şehir nüfusu artıyor. 1563 yılında Selaniki diyor ki: “O dönemde
yaz günlerinde insanlar bir damla suya muhtaçtı. Bir at kırbası su
15 akçeye satılıyordu.” Devrin işçi
ücretlerine baktığımızda kalifiye
bir elemanın günde yaklaşık 12 akçe alırken vasıfsız işçinin 5-6 akçe
ücret aldığını görüyoruz. Yani 150
litrelik bir at kırbası su için kalifiye
eleman bir gün çalışacak, vasıfsız
olan 3-4 gün çalışacak. Evliya Çelebi, Kanuni’nin Belgrad Ormanları’nda dolaşırken yerde bir su kaynadığını gördüğü ve mimarbaşı
Sinan’a “Acep bu su şehir içine gelse mümkün müdür?” sualine cevaben Mimar Sinan’ın “Tabi ki mümkündür padişahım, siz keseleri yan
yana dizerseniz bu su şehre kadar
gelir.” dediğini aktarıyor. Padişah
“Ben keseleri hem birbiri ardına
hem de yan yana dizerim” diyerek
yanıt veriyor ve Sinan’a bir kese
altını orada ikram ediyor. 1554’te
başlayan Kırkçeşme sularının yapımı 1563’te bitiyor. 1563’te çok
büyük bir sel sebebiyle Mağlova
kemerinin ayakları tahrip oluyor,
kemerin tamiri için yaklaşık 10
milyon akçe harcanıyor. Böylelikle
Kırkçeşme sularının toplam maliyeti 50 milyon akçeyi bulmuştur.
Süleymaniye külliyesi için harcanmış meblağın 35 milyon akçe olduğunu düşünürsek, suyun bir altyapı yatırımı olarak maliyetinin ne
denli büyük meblağlara ulaştığını
ve ne kadar önemli olduğunu da
anlamış oluyoruz.
Hasan Taşçı: Bu kadar yüksek
maliyetine rağmen inşa edildiğine
göre Mağlova kemerin İstanbul’a
katkısı oldukça önemli olmalı, su
sisteminin yapılmasından önce ki
İstanbul ile sonraki İstanbul arasında da çok büyük bir fark olmuş
olmalı.
Fatma Şensoy: Selâniki Tarihi’nden naklen, Rüstem Paşa’nın yahut
Veziriazamın Semiz Ali Paşa’nın(
Mehmet İpşirli Hoca’ya göre Semiz Ali Paşa) Mimar Sinan’ın yanındaki bir su yolcuyu hapsettiriyor. İşin yavaşlaması üzerine
Kanuni su yolcunun neden hapsedildiğini sorunca Sadrazam, “Sultanım eğer biz suyu bollaştırırsak
şimdi sizin zamanınızda herhangi
bir şey olmaz, bir zarar olmaz, kıtlık olmaz fakat sizden sonra gelenler zamanında buraya herkes gelir,
geçim bozulur, nüfus artar. Çünkü su bol, hayat güzel diye herkes
buraya gelecek”. Çekim merkezi olmanın böylesi olumsuz etkileri de
bulunabiliyor.
Hasan Taşçı: O zaman suyun
iki tür tahrip yönü var diyelim.
Birincisi; az önce bahsettiğimiz sel
olup tahrip etme yönü, ikincisi de;
çekiciliğinden dolayı göçle nüfus
artışına sebep olup şehirleri yaşanamaz hale getirmesi. Günümüzde
su sistemleri gökdelenlerin tepesine su taşımaya imkân vermeseydi
bugün belki birçok şeyi tartışmayacaktık. Hatta geçen gün bir arkadaşım “Asansör olmasaydı ne yapardık” dedi. Ben de; “ne güzel olurdu
işte üçüncü kattan daha yüksek bir
bina olmazdı o zaman” dedim. Arkadaş konuyu o açıdan hiç düşünmediğini ifade etti.
Bizim geleneksel
dilimizde ekmeğe
aziz sıfatı verilmiştir,
nan-ı aziz, ama suyun
böyle kutsal bir sıfatı
yok, ilginçtir. Suya
ab-ı hayat deriz fakat
kutsal bir anlam
yüklemeyiz. Oysa kutsal
görülmeyen su, hele bir
mümin için, yaratıcıyla
buluşmasından
önce başvurulması
şart olan bir şey.
Ali Uyumaz: Hoca hanımın dediğine bir iki ilave yapmak istiyorum.
O zamanlar İstanbul’un nüfusu
çok azmış. Geçen haftada İstanbul civarın da bulunan su yolları
ve su kemerleri ile ilgili bir toplantı da bulunmuştum. İstanbul’u nüfusu 40 binlerde iken, Kanuni Sultan Süleyman zamanında 150-160
bine çıktığı belirtilmişti. Günümüz
İstanbul’unun bir ilçesi kadar bile
değil. O zaman tabi pompa yoktu,
yani suyu pompalama şansı yok tu
ancak suyu cazibeyle bir yerden bir
yere ulaştırma ya çalışılıyordu. Mesela o kemerleri o su yolları hepsi
belirli bir koddan uygun bir şekilde
belirli bir yere ulaştırma yolu takip
ediliyordu. O zamanlar günümüzdeki gibi boru sistemi ve pompa
sistemi yoktu. Şu anda durum öyle değil, mesela suyu pompalıyoruz
birkaç metre çapında boruyla dünyanın suyunu istediğimiz yere ve
seviyeye aktarabiliyoruz.
Cemil Arslan: Benim için su tezattır, tüm mahiyetini anlayamadığım bir şey. Suyla ekmek benim
zihnimde kardeş gibi fakat iki tezat
kardeş. Mesela bizim geleneksel
dilimizde ekmeğe aziz sıfatı verilmiştir, nan-ı aziz, ama suyun böyle kutsal bir sıfatı yok, ilginçtir. Suya ab-ı hayat deriz fakat kutsal bir
anlam yüklemeyiz. Oysa kutsal görülmeyen su, hele bir mümin için,
yaratıcıyla buluşmasından önce
başvurulması şart olan bir şey. Biz
namazı müminin miracı olarak biliriz ve eğer koşullar uygunsa, suya müracaat etmeden, yaratıcısıyla
buluşma imkânı yok. Mümin zihni
buna rağmen suya bir kutsiyet atfetmemiş, Hıristiyan düşüncesindeki vaftiz suyu vs. gibi bir kutsiyet yoktur.
Fatma Şensoy: Ama birde şunu
atlamayalım biliyorsunuz çeşmelerin başında bile “Biz bütün canlıları
sudan yarattık.” ayeti var.
Cemil Arslan: Evet, buna rağmen
bir kutsiyet atfetmiyoruz. Mesela
biz günlük dilimizde de suyu kullanmaktan bahsederiz. Kullanmak aslında incitmektir bir şeyi.
Yani günlük hayatımızda herhangi bir şeye alelade davranır gibi davranmaktır, kullanmak. Su
Cemil ARSLAN
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 94 95 ›
bizi temizler, enerji kaynağımızdır, ulaşımı sağlar, evlerimize değer kazandırır ve bizi yaratıcıyla buluşturur. Buradaki tezat gibi
görünen şey kutsallık ilişkisi. Geleneksel düşüncelerdeki kutsallık,
bir şeyle buluşmayı engeller aslında. Bence suyla buluşmayı engellememek için böyle bir kutsallık atfedilmemiş suya ilginç bir şekilde.
Bunlar tabi bütünüyle benim düşüncelerimdir, bilimsel düşünceler
falan değil. İmajinatif şeyler, öyle
diyeyim.
Fatma Şensoy: Biraz da romantik
olmuş Hocam.
Cemil Arslan: Evet romantik.
Murat nehrinin kenarında büyüdüm ben. Evimiz nehre yaklaşık 50
metre mesafedeydi. Sabah namazından sonra arkadaşlarla evden
kaçıp, geceyi Murat nehrinde geçirirdik, balık tutardık. Sabah balıkla kahvaltı yaparak okula giderdik.
Her sene bir arkadaşımızı, Murat
nehrine kurban vermemize rağmen suya hemen her sabah giderdik. Su bize hem coşku verirdi hem
bizi üzerdi.
Benim zihin dünyamda iki şeyin
insanın ufkunun açılması üzerinde
bir etkisi var: Harita ve su. Mesela
ben suyla irtibat halinde olan insanların ufkunun açık olma ihtimalinin daha yüksek olduğuna
inanıyorum. Bu mutlak bir şey değil kuşkusuz.
Odasında veya ofisinde
Türkiye haritası
ile Dünya haritası
bulunduran iki insanı
düşündüğümüzde,
dünya haritası
bulunduran insanın
ufkunun daha geniş
olabileceğine ihtimal
veririm. Dolayısıyla
suyun ve haritanın böyle
bir ufuk geliştirici tarafı
olduğunu düşünüyorum.
Odasında veya ofisinde Türkiye
haritası ile Dünya haritası bulunduran iki insanı düşündüğümüzde, dünya haritası bulunduran
insanın ufkunun daha geniş olabileceğine ihtimal veririm. Dolayısıyla suyun ve haritanın böyle bir
ufuk geliştirici tarafı olduğunu düşünüyorum. İkincisi güç ile ilişki.
Güçle çok ciddi bir ilişkisi var suyun. Şu andaki savaşların önemli
sebeplerinden bir tanesi suyla irtibat biliyorsunuz, okyanus veya değil. Ama neticede suyla, okyanusla
irtibat kuramayan güçlerin küresel
güç olamayacağına ilişkin çok ciddi
teoriler var.
Değer kazandırıcı bir tarafı var suyun öte yandan, bizi kötülüğe sevk
eden taraf bu aynı zamanda. Haliç’e bakan, Boğaza bakan bir evin
değeri gerekçesiz yüksektir, niye
yüksektir bilmeyiz ama yüksektir. Su değer kazandırır, yani suya
çok yüksek estetik değerlerle bakmayan bir insan da o eve o bedeli öder. Dolayısıyla benim zihnimde kutsal olmayan ama değerli olan
bir şey su. Bu nedenle de son dönemlerde suyun, kutular içerisinde zemzem suyu diye mukaddes
formlarla satılmasını da hazine
arazisinde gece kondu yapmak gibi bir sapkınlık olarak görüyorum,
kendi dünyamda. Suyun son derece yararlı, son derece zihnimizi açıcı, bizi yaratıcımızla irtibatlandıran
fakat mukaddes olmayan bir nimet
olduğuna inanıyorum.
Hasan Taşçı: Bu suya doygunluktan kaynaklanıyor. Kuraklık çeken
bir coğrafyada yaşıyor olsa idik su
Tuna Nehri
tasavvurumuz farklı olurdu. Siz
Murat Nehri’nin kenarında yaşadığınız için suya çok fazla ihtiyaç
duymuyorsunuz. Ben senenin 200
günü yağmur yağan bir coğrafyada, Rize’de büyümem sebebiyle suyu ekmek gibi aziz görmem. Dergimizin bu sayısında Afrika’daki su
kuyularının verdiği hayatı anlatan
bir yazı var. Afrika’daki su kuyuların önemini duymuşsunuzdur. Su
kıtlığı içindeki birisi suyun çok aziz
bir şey olduğunu söyleyip, bizim
ekmeğe yüklediğimiz kutsiyeti suya yükleyebilir.
Mazhar Bağlı: Kürtçe’de bir ifade var: “Suyun başında bulunanın
rızkı Allah’tan gelir.” çok sık kullanılan bir tabir. Bizim orada su
yoktur, biz suyu çok zor şartlarda
başka yerlerden getiriyorduk. İnanılmaz bir şey. Sarnıçlarda bekleyen sular olurdu. Yazın sonuna doğru, sonbaharda artık suyun
kokusu içindeki toprak dolayısıyla bozulmaya başlardı. İçine kırmızı toprak atarlardı, kokusunu alsın
diye. Suyun her ne kadar sizin dediğiniz gibi kutsiyet atfedilen bir
yanı olmasa da durgun suya bir şey
atmama tavsiyesi veyahut Hocamın bahsettiği çeşmelerin başında
“her şeyin sudan yaratıldığının” yazılması ayrıca israf edilmemesi gerektiği ile ilgili Hadis-i Şerif’in gösterdiği üzere su; alelade, sıradan
bir nimette değil. Bütün bunlar
işin kutsiyet yani metafizikle ilgili
olan kısmı fakat bariz olan suyun
müthiş dönüştürücü bir şey olması. İslam tarihinde de bilim tarihinde de, ilk bilim insanları suyla ilgili
bir takım teknikleri bulan kişilerdir. İlk medeniyetlerin kurulduğu
yerlerde de insanların en çok kafa
yorduğu şeylerden biri suyla ilgili bir takım düzenlemelerdir. Yani
suyu dizayn etmek ve onun etrafında bir medeniyet oluşturmaktır. Bunun galiba modern dünyada
şöyle bir handikap var. Mesela Dubai’yi kuruyorsunuz diyelim ki ya
da başka bir kent kuruyorsunuz.
Çölün ortasında su yok. Dünyanın,
kentin, ülkenin, coğrafyanın bütün dengesini değiştirerek oraya su
getirebiliyorsunuz. Bu oldukça tahrip edici bir süreç gibi geliyor bana.
Yalnızca şehri değil şehrin gayrısını da tahrip ediyor. Ekonomik harcamalar dengesini de ciddi anlamda bozuyor. Belki de bundan dolayı
şehir ve su arasında illiyet rabıtası, zorunlu bir nedensellik ilişkisi
kuruyoruz.
İlk medeniyetlerin
kurulduğu yerlerde de
insanların en çok kafa
yorduğu şeylerden biri
suyla ilgili bir takım
düzenlemelerdir. Yani
suyu dizayn etmek
ve onun etrafında
bir medeniyet
oluşturmaktır.
Şehirleşmenin temeli, olmazsa olmazı su olduğuna göre susuz bir
yerde şehir kurmak son derece suni, oldukça yapay bir şey ve çok büyük bir maliyeti beraberinde getiriyor. Bir de biz, ülke olarak su
deyince içme suyunu düşünüyoruz.
Fakat suyun insanlığı, şehirleri dönüştüren özelliği ulaşım ve tarımda kullanılmasıdır. Bizim aklımıza
tarım ve ulaşım konusu gelmiyor.
Fırat’a yakın sayılırız, Birecik’ten ki
Suriye’ye Halep’e kadar giden sallar
oluyor. O salları çekerek geri getiriyorlarmış. Yaşlı bir dededen dinlemiştim: Suyun akışına göre Halep’e kadar kayıklarla gidiyorlar,
sonra o kayıkları geri çekiyorlar.
3-5 kişi kayığın yanında yürüyor,
kayığa bağlı ipi çekiyor. Korkunç
bir eziyet. Avrupa’da ise inanılmaz
şeyler yapmışlar. Suyu seviyeleme
konusunda, su asansörleri yapma
konusunda, gemileri ya da kayıkları makineyle çalıştırma konusunda
acayip bir teknoloji geliştirmişler.
Bizim su ile ilgili tekniklerde geri kalmamıza sebebi olarak ilk aklıma gelen şey içme suyuna odaklanmamız. Zeugma’nın mozaikleri
başka yerden kayıklarla getirilmiş.
Memleketim Birecik ilçesine Malatya’dan kayıklarla gelen ağaçlar
evlerin ahşap kısımlarında kullanılıyordu. Birecik’e geliyor, oradaki rıhtıma bırakıyorlar, oradan alıp
köylere götürüyorlar. Ama oradan
o kayığı geri götürmek için bir teknik geliştirememişler. Almanya’nın
Eads Köprüsü,
St. Louis,
Amerika
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 96 97 ›
deniz dışında neredeyse Danimarka’ya kadar yapay kanalları var, yapay kanallar bizde geliştirilememiş.
Ali Uyumaz: Dünyada mesela
Amerika’da Missisipi Nehri var ve
muazzam bir ulaşım can damarı gibi. Ondan sonra Tuna Nehri
var ağırlıklı olarak kullanılan Volga
var, Amazon var ve Nil Nehri var,
tüm bu nehirler ulaşımda kullanılıyor. Türkiye’de işaret ettiğiniz gibi, ulaşımla ilgili fazla bir gelişme
olmamış. Sakarya Nehri’yle Karadeniz’i birleştirme projesine bakacak olursak, Sakarya ile Karadeniz
arasında 140-150 kilometrelik mesafe için nehir ulaşımı yapmak istersek, taşınacak yüklerin evvela
motorlu araçlara veya kamyonlara
yüklenip nehir limanına taşınması,
oradan nehir tipi gemilere yüklenmesi, gemiler Karadeniz’e gelince
nehir gemileri denizde tam sıhhatli
çalışamayacağı için yükün deniz tipi çalışan gemilere yüklenmesi, tabi burada mesafe kısa olması sebebiyle indir bindirden ziyade yükün
motorlu araca yükleyince mesafe
kısalığı sebebiyle yerine bırakılması tercih ediliyor.
Hasan Taşçı: Türkiye’nin üç tarafının denizlerle çevrili olması ve
limanlar arasındaki mesafenin kısalığından dolayı doğrudan son
bindirme limanına gitmek daha avantajlı oluyor, sanıyorum
Hocam.
Amerika’da Missisipi
nehri var ve muazzam
bir ulaşım can damarı
gibi. Ondan sonra Tuna
nehri var ağırlıklı olarak
kullanılan Volga var,
Amazon var ve Nil Nehri
var, tüm bu nehirler
ulaşımda kullanılıyor.
Ali Uyumaz: Missisipi Nehri Şikago’dan başlıyor Üç Göller’den
Meksika körfezine kadar mal taşınıyor. Amerika’da demir yolu taşımacılığı da oldukça yaygın. Demiryolu ile yolcu taşımacılığından
daha çok yük taşımacılığı yapılıyor.
ABD’de tam demir yolu kenarında
evim vardı, orada ben bir kaç kez
bir katardaki vagonları saydım, bir
katarda 160-170 tane vagon çıkıyordu. Bir vagonda 25-30 ton mal
olduğunu düşünürsek, yani 3-4
bin ton mal Meksika körfezine bir
katarla ulaştırılıyor, oradan yükler
gemilere aktarılıyor, gemilerle de
yüklerin taşınacağı yerlere gönderildiği anlaşılıyor. Amerikalıların
% 80’i hava yolu ile ulaşımı tercih
ediyor. Havayoluna yüksek rağbete örnek olarak bir anımı paylaşayım. İstanbul’dan Şikago’ya gitmiştim o zamanlar basketbol final
maçı dolayısıyla tüm uçaklar dolu
idi, yer bulamamıştım. Finale kalma ihtimalimiz kalmayınca bütün rezervasyonlar iptal edilmesi
sonrası uçabilmiştim. Amerika içi
uçuş rezervasyonu yapamamıştım.
Amerika içinde normalden oldukça yüksek bir bedelle uçabilmiştim.
İstanbul’dan Şikago’ya gidiş-dönüş
ücretini 860 dolara almamıza rağmen ABD’de iç hatlarda gidiş-dönüş için 940 dolar ödedim.
Türkiye’de nehir ulaşımına tekrar
dönecek olursak, gerek nehir ulaşımı gerekse ulaşım mesafesi açısından bazı sıkıntılar var. Nehir
ulaşımı için nehirlerin debisi azaldığı zamanlar geçişin rahat sağlanabilmesi için nehirlere su seviyesini arttıran regülatör gibi bazı
bentler ve gemilerin regülatörden
her iki yöne geçişini sağlamak için
Panama
Kanalı
eklüzler yapılması gerekmektedir.
Eklüzlerin yapılması ise masraf ve
zamanlama açısından önem teşkil
etmektedir. Bu sistemle Panama
Kanalında gemiler Büyük Okyanustan, Atlas Okyanusuna geçiriyorlar. Süveyş Kanalında gemiler
kademesiz ve düzayak geçiş sağlanıyor. Muhtemelen Kanal İstanbul
projesi de Süveyş Kanalı’na benzer
şekilde yapılacaktır.
Mazhar Bağlı: Kanal İstanbul’da
suyun seviye farkı olacak mı?
Ali Uyumaz: Çok sembolik yani
35 cm falan tahmin ediliyor. 35 cm
Karadeniz’le Marmara denizi arasındaki yükseklik farkından kaynaklı. Karadeniz Akdeniz’e kıyasla
küçük olduğundan, Tuna, Volga ve
diğer akarsu suları bu farka neden
oluyor.
Hasan Taşçı: Kanal açılsa bile bu
35 cm’lik fark aynı seviyeye gelecek mi?
Ali Uyumaz: Aynı seviyeye de gelse bize fazla bir zararı olmaz, 30-35
cm gözle bile görmek mümkün değil. Tabi burada çok büyük bir maliyet meselesi var. Yaklaşık 40-45
milyar dolar civarında bir maliyetten bahsediliyor. Karşılıklı kanaldan geçişlerin sağlanması için 4-5
adet asma köprü yapılması gerekmektedir. Tabi köprülerin etrafındaki yollarla bağlantıları için ayrıca
bir masraf var. 1-1,5 milyar metre
küp civarında hafriyat gerekebilir.
Bir metre küp hafriyatı on lira olsa yani bir milyar metreküp 10-15
milyar TL eder. Bu yalnızca hafriyat bedeli. Ayrıca su seviyesi aşağıya inecek gibi görünüyor. Gemiler rahat çalışsın diye. Bu durumda
yer altı suları tuzlu suyla karışması
tartışma konusu olabilir, onun için
bilemiyorum nasıl bir önlem almak
lazım. Tabi işin artısı da var eksisi
de var.
Hasan Taşçı: Hocam su medeniyettir dediniz, su ile medeniyet
arasında doğrudan bir ilişki kurdunuz. Bu tarih boyunca böyle olmuştur. Çünkü medeniyetler birbirinin devamı olmuştur her zaman
için. Bir kesinti var mı bilmiyorum,
bu konuda ne söylersiniz? Medeniyetle de şehir arasında doğrudan
bir ilişki var. Su da şehrin olmazsa olmazı. Tabi az önce de söyledim içme suyu ile kullanma suyu
ile kurmuyoruz bu ilişkiyi değil mi
su medeniyeti derken diğer boyutlarıyla birlikte ele alıyoruz konuyu.
Su bir taraftan yaşam
iken diğer taraftan
da estetiktir. Su ile
irtibatı bulunan
şehirler her zaman
en güzel ve en gözde
kentler olmuşlardır.
Mehmet Mahfuz Söylemez: Şehir ve su denilince içme suyu, tarımda kullanılan su, ulaşım ve
şehirleri güzelleştirmek için kullanılan su akla gelmektedir. Tarihi
kentlerimizden Merv, Nesa, Tus,
Meşhet gibi kentlerin geniş devasa
caddelerini kocaman selvi ağaçları
süslemekteydi. Bu ağaçların altından akan sular şehrin güzelliğine
ayrı bir güzellik katmaktaydı. Günümüz Tus ve Meşhet (Bugünkü
İran) şehirlerini ziyaret edildiğinde
bu hoş manzalar halen görülebiliyor. Isfahan’ın ortasından geçen
Zayende Rud’u hatta İstanbul’u
ikiye bölen güzelim boğazı da zikretmemiz gerekmez mi? Anlayacağınız su bir taraftan yaşam iken
diğer taraftan da estetiktir. Su ile
irtibatı bulunan şehirler her zaman en güzel ve en gözde kentler
olmuşlardır.
Su ve şehir demişken medeniyetimizin önemli müesseselerini olan
su ile ilgili vakıfları ve kurumları da anmamız gerek. Bilindiği gibi Hz. Ömer döneminden itibaren
İslam şehirlerinin önemli bir kısmında su işlerinden sorumlu divanlar bulunmaktaydı. Merv gibi
bazı kentlerimizde ise on binlerce
çalışanı bulunan kurumlar vardı.
Bu kurumlar bir taraftan suyun içilebilir duruma gelmesine, diğer taraftan da ihtiyaç sahiplerine ulaşmasına nezaret ederlerdi. Mezkur
kurumların başında bulunan yetkilinin şehir valisi kadar etkili olduğu
rivayet edilmektedir.
Fatma Şensoy: Osmanlıdan bahse devam edeyim. Efendim, İstanbul’da ve Osmanlı topraklarında
su, vakıf olgusu içinde akıyor. Eğer
siz bir mülke sahipseniz ancak onu Haliç
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 98 99 ›
vakıf haline getirebiliyorsunuz dolayısıyla da suya sahip olmanın
tüm koşulları sağlandıktan sonra
da bir su vakfı oluşturulabilir, bir
vakıf su akıtabilirsiniz.
İstanbul’da ve Osmanlı
topraklarında su,
vakıf olgusu içinde
akıyor. Eğer siz bir
mülke sahipseniz
ancak onu vakıf haline
getirebiliyorsunuz
dolayısıyla da suya
sahip olmanın tüm
koşulları sağlandıktan
sonra da bir su vakfı
oluşturulabilir, bir
vakıf su akıtabilirsiniz.
Hocam siz daha iyi bilirsiniz, yanılırsam düzeltin beni lütfen. Suya sahip olmak için, hatırladığım
kadarıyla boş bir arazide kazılmış
bir kuyudan suyu çıkarmak lazım.
Suyun hacmi su kuyudan çıkacaksa 40 arşın eğer kaynak suyu ise bu
500 arşına kadar çıkıyor. Çıkardığınız bu suyu şehre kadar getirebiliyorsunuz. Başlangıçta ekseriyetle
sultanlar, ana su yollarından büyük külliyeler için sular getirmişler şehre. Kırkçeşme suyu, Halkalı
suları, Taksim suları ve Üsküdar
suları gibi İstanbul’un 4 ayrı vakıf
su sistemi vardı. Su vakıf olgusu
içerisinde bir hükmü şahsiyete sahip oluyor ve bir vakıf olduğu için
de onun özel kurulları, kurumları
mevcuttu. Su Nezareti kurulduğunu biliyoruz hatta Fatih bir su nazırı tayin ediyor. Şehir içindeki su
şebekesiyle su nezareti ilgileniyordu. Şehir dışı şebekede bu su yollarının bakımıyla, tamiriyle ilgilenen su yolcular ve su yolu köyleri
var. Bunlar birçok vergilerden muaf tutulmuşlar ve sadece bentlerin
etrafını temizlemek su yolunu korumakla görevliler. Kişilerin boş
bir arazide kuyu kazıp, ana su yoluna bu buldukları suyu eklemelerine, “katma” deniyor. Bu suyun
bir bölümünü “hakkı mecra” olarak bırakıyorlar, geri kalanını da
şehir içindeki evlerine bağlayabiliyorlardı. Mülk sular satılabiliyordu
yahut kiralanabiliyordu. Yine vakıf fazlası sular da kiralanabilirdi.
Tüm bu işlemler yüzyıllar boyunca
kayıt altına alınmış. Kadıya gidip
su sahipliğinizi tescil ettiriliyor. Su
ile ilgili kayıtlar, mahkeme kayıtları olan şer’iyye sicillerinin içinde Mâ-i Leziz defterleri adı altında
toplanmış. Genellikle de şöyle bir
uygulama var: Suyla ilgili bütün işlemleri devrin Eyüp Kadılığı diğer
bir ismiyle Haslar Kadılığı yapıyordu. Diğer kadılıklarda alış satış işlemini, vakıf tescilini yaptırabilirsiniz ama suyla ilgili herhangi bir
işleminiz olunca bunu ancak Haslar ve Havass-ı refia kadılığına yaptırabilirsiniz. Mâ-i Lezîz Defterleri
adı altında Şeriyye sicillerinden bu
bölümü İstanbul su külliyatı içinde
yayınlandı. Bu yayında 15. yy.’dan
19. yy. sonuna kadarlık dönemde İstanbul’da su ile ilgili belgeler,
kayıtlar yer alıyor. Mâ-i Leziz defterleri dışında su nazırının tuttuğu
defterler bulunuyor. Nazırlık defterinde ise suyla ilgili tüm işlemler ve bütün suya sahip olmanın
koşulları yazılı. Arada tabi yoklamalar ve tahrirler yapılıyordu. Örneğin su kıtlığı yaşandığı zamanlarda. Padişah Sultan 3. Murat’ın
“Sen benim suyumu nereye verirsin?” ifadesinin yer aldığı bir tahrir
yani yoklama ve su yolları haritası
Atışalan
Su Kemeri,
Esenler
var. Tahrirlerle beraber haritalar
yapılıyor. İstanbul’un su yollarına
ait pek çok haritaya Topkapı Sarayı Müzesi’nde, Türk İslam Eserleri Müzesi’nde, Vakıf Suları Arşivi’nde ulaşmak mümkün. Köprülü
kütüphanesinde hatta ben bir çalışma yapmıştım bir makalede. Biliyorsunuz haritalar bir iş yapmanın en önde gelen koşulu, hem
başlangıcı hem de teftiş yapmanın
bir kolay yöntemidir. Böyle su yolu haritalarına sahibiz. Su uzmanları sahip olduğunuz suyu Ağustos’
un 15 den sonra suların en kıt olduğu zamanda bile suların başına
kadar gidiyorlar ve onu ölçebiliyorlardı. Su ölçüm birimleri de o dönemin tabirleriyle kamış, masura,
lüle, çuvaldız, hilal diye böyle sıralanıyor. Suyun debisini ölçmek için
kullanılan birimler bunlar. Pek çok
su belgesinde ilk defa bu terimlerle karşılaştığımızda bize çok farklı
geliyordu. Acaba lüle nedir, çuvaldız nedir? diye düşünüyordum.
Tabi siz sahip olduğunuz suyu
eğer vakıf haline getirip insanların hizmetine sunmak isterseniz
bir vakfiye oluşturuyorsunuz. Bu
vakfiyede de suyollarının bakımı,
onarımı… Yüzyıllar boyu akması amaçlanıyor. Çünkü bir vakfın
esas amacı sonsuza değin sürmesi. Dolayısıyla su vakıflarının çok
büyük bir gelir kaynağına sahip
olduğunu biliyoruz. Yine Kanuni Sultan Süleyman’ın Kâğıthane
su yollarına ya da Kırkçeşme su
yollarına dönersek Rumeli de Aydos kasabası ve ona bağlı 5 köyü
bu suyollarının tamiri ve bakımı
için vakfına gelir kaynağı olarak
ayırmış. Yani o kasaba ve köylerin
bütün yer altı, yer üstü insanlardan alınan vergileri de dâhil hepsi sadece bu suyollarının tamiri
ve bakımı için harcanacaktır. “Bir
eksiklik olursa benim diğer vakıf gelirlerimden de eklensin ve
bu sular sonsuza kadar aksın.”,
“Çeşme olabilecek yerlerde çeşmeler inşa edilsin yoksa kuyular
yapılsın. Gelip geçenler, yaşlılar,
çocuklar bu sudan içsinler bana
dua etsinler.” diye, Kanuninin su
vakfiyesinden bunları okuyabiliyoruz. Mihrişah Sultan valide sultanlardan, Sultan 3. Selim’in annesi.
Arabacıoğlu deresi üzerine bir bent
yaptırmış, tabi başka bentlerde var
ama bir hanım sultan olması hasebiyle özellikle belirtmek istedim.
Vakfiyesinde Eyüp’te ki hayratına
ilk önce bu suyun verilmesini istiyor. Daha sonra da bent fazlası
suların isteklilerine kiralanıp veya
satıldığını belgelerden okuyabiliyoruz. Böylece su hayrı yapan hanım sultanların bir örneğinden de
bahsedebiliriz.
Suyu da canlı olarak
kabul ediyoruz, aynen
mekânı canlı olarak
kabul ettiğimiz gibi.
Su canlıdır, Yaradanı
zikreder, O’na şükreder,
hamd eder. Bizim
medeniyetimize göre
mekân da canlıdır.
Allah’a zikreder,
şükreder, hamdeder.
Mekânın insan
üzerinde bir hakkının
olduğuna inanırız.
Hasan Taşçı: Hocam merak ettim
ben çizdiğiniz şeyi. Onu bir açıklarsanız bize.
Mehmet Mahfuz Söylemez: İslam nokta-ı nazarından baktığımız zaman su bir kere hayatı ifade
ediyor, hayat sudan başlıyor zaten.
Yüce Allah onu bir nimet olarak indirdiğini belirtiyor. Ve suyu kendi gücü, kuvveti ve kudretinin bir
nişanesi olarak zikrediyor. Dahası suyu da canlı olarak kabul ediyoruz, aynen mekânı canlı olarak
kabul ettiğimiz gibi. Su canlıdır,
Yaradanı zikreder, O’na şükreder,
hamd eder. Bizim medeniyetimize
göre mekân da canlıdır. Allah’a zikreder, şükreder, hamdeder. Mekânın insan üzerinde bir hakkının
olduğuna inanırız. Ali Suavi’nin
bir risalesi var “Hukuku’ş-Şevari”
yani “Caddelerin İnsan Üzerindeki Hakları”. Suyun da insan üzerinde hakları bulunmaktadır. Yerli
yerinde kullanılmalıdır, israf edilmemelidir. İsraf edilmesi caiz değildir. Akarsuyun kenarında olsanız bile onu israf etmemelisiniz.
Bütün bunlar suyu varlık âleminde kendimizle eşit kategoride kabul etmemiz ve onu da kendimiz
gibi Allah’ın bir bendesi olarak
görmemizden kaynaklanmaktadır. Onun için suyu kullanılması ve
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 100 101 ›
harcanması gereken yerde icap ettiği kadar harcamak durumundayız. Aksi durumunda değerlerimizle çelişmiş oluruz. Çizdiğim şekil
bunu ifade ediyordu.
Hasan Taşçı: Hocam, eyvallah biraz daha devam edelim. Benim yorumlamakta zorluk çektiğim bir
husus var. Mazhar Hocamla Göbeklitepe’ye gittik. Göbeklitepe insanlık tarihini yaklaşık 5 bin sene
geriye götüren bir yer. Herhangi
bir tarımsal uğraşı olmadan ortaya çıkan bir şehir. Bunun gibi Anadolu da suyla pek irtibatı olmayan
çeşitli Antik şehirler var, Efes, Orta
Anadolu’daki Boğazkale, Alacahöyük gibi. Efes denize yakın ama
doğrudan bir su irtibatı göremedim ben. Buralar nasıl şehir haline
gelmişler? Acaba önceden su vardı da çekildiği için mi bu şehirler
ölmüş?
Mazhar Bağlı: Mardin’de Dara diye çok eski bir yer var. Orada çok
büyük, aklınızın almayacağı bir su
arıtma tesisi var. Günyüzüne çıkarılan çok az bir kısmı, çok güzel
bir tesis. Günyüzüne çıkan kısmı
orta büyüklükte bir kasabaya yetecek kadar suyun depolayabileceği bir alana sahip ve rahatlıkla suyu alabileceğiniz bir yapı var. Yani
baktığınızda su yok gibi görünür.
Mesela biz Petra’ya gittik orda da
su kanalı var hala izi belli. 2 tane
su kanalı var, üstelik her 100-150
metrede bir suyu filtreleyecek bir
sistem kurmuşlar suyu bir dereden
getiriyorlar oraya akıtıyorlar.
Aslında şehirler genelde
suyun kenarında
kurulurlar. Ancak
zamanla suyun yatağı
değişebilir veya iklim
dolayısıyla kurur, şehir
de sudan uzağa düşer.
Şehirlerin çoğunda
durum böyledir.
Hasan Taşçı: Hocam ben zaten
susuz da hayat olabilir iddiasında
değilim. Neden şehri doğrudan suyun yanında kurmayıp böyle bir
yeri tercih etmişler?
Mehmet Mahfuz Söylemez: Bir
şehir tarihçisi olarak müsaade
ederseniz sorunuza cevap vereyim. Aslında şehirler genelde suyun kenarında kurulurlar. Ancak
zamanla suyun yatağı değişebilir
veya iklim dolayısıyla kurur, şehir de sudan uzağa düşer. Şehirlerin çoğunda durum böyledir. Vasıt örneğine baktığınızda aynı şey
görülür. Bir nehrin kenarında kurulmuştu, Fırat’ın hemen kenarındaydı, Fırat güzergâh değiştirince,
şehir terkedilmiştir.
Mazhar Bağlı: Yine aynı şekilde su
güzergâhını değiştiren kente doğru işte bu Hama’daki devasa şeyler
görmüşsünüzdür. Suyun dönüştürücü bir gücü vardır. Tabi Urfa
açısından Göbeklitepe ile ilgili bir
şey. Belki çok konu dışı görünebilir
ama Urfa, Göbeklitepe klasik tarih
anlayışını sarsan bir durum ortaya çıkarıyor. Dinler tarihi, modern
dinler tarihi kurumsal bir din anlayışının MÖ 6 binden sonra başladığını belirtiyor. Hatta bir başka
bir yoruma göre MÖ 8 binden başlıyor. Fakat Göbeklitepe’nin MÖ
12-13 bin yıl önce kurumsal dini
ibadetin yapıldığı bir ibadethaneye
sahip olduğu ortaya çıktı. Ama orda da büyük ihtimalle Hocamın dediği gibi su vardı yani su yoksa bile
Dara Antik
Kenti,
Mardin
Londra
suyu taşıyacak su sistemi kuracak
bir mekanizma muhakkak bulunuyordu. Kazılarda çeşitli sarnıçlar,
yani yeraltı sularını yeryüzüne çıkaran mekanizmaların bulunması
su varlığının en büyük kanıtı. Bizde neredeyse her yöreye özgü, kuyudan su çekme işlemi yapan makaralar var. Su bazen kol gücüyle
bazen de merkeplerle çekilir.
Hasan Taşçı: Tabi öyle bir iddia
yok.
Cemil Arslan: Bir de Göbeklitepe’nin ne için kurulduğunu, kuruluş hikâyesini de bilmiyoruz. Şehri kuranların kimler olduğunu ve
geçmişleri, şehri hangi koşul ve gerekçelerle kurduklarını ve hangi saiklerle o tepeye gittiklerini de net
olarak bilemiyoruz.
Mazhar Bağlı: Tepeye halk arasında ziyaret tepesi derler. Yani ziyaret bizde yatırlara söylerler.
Cemil Arslan: Demek ki orada dalga dalga bir şey oldu, aktarılmış bir
şey. Suyun bir de iktisat politikalarını belirleyen bir tarafı var galiba.
Hatta su bizde siyaseti dahi belirliyor. Türk siyasetini son yirmi yılda
belirleyen şey iki tane su vakıasıdır: İSKİ hadisesi ve Yuvacık Barajı.
Hasan Taşçı: Hocam biz iktisat
politikalarından devam edelim.
Cemil Arslan: Suyun Türkiye’de
son 20 yılda politikayı belirlediğini
düşünüyorum. Mesela Türkiye’de
inşaat sektörü bu kadar gelişmiş
olmasaydı son 15-20 senede hükümet Kanal İstanbul konusunda
bu kadar cüretkâr bir iddiada bulunabilir miydi kuşkum var doğrusu? Ya da Hitler çok güçlü bir adam
olmasaydı Ren nehrini o kadar güzel yapabilirler miydi Almanlar bilmiyorum? Benim dikkatimi çeken
şu: Dünya finans piyasasını yönlendiren küresel kentlerin tamamı
ya suyun karşısında yahut ya suya yakın yerlerde. New York böyle Londra böyle Tokyo, Şangay ve
Hong Kong’da. Dubai yapay bir şey
oluşturarak finans piyasasına dâhil
oluyor.
Biz dünyada İstanbul’la mevzi kapmaya çalışıyoruz. İstanbul su kenarında bir şehir. Finans öyle bir
şey ki din, değer, gelenek farklılık hiç bir şey tanımıyor. Mesela
Londra’da “The City” diye bir bölge
var biliyorsunuz finans piyasalarının konuşlandığı bölge. City İngilizce’de şehir anlamında ama “The
City” dediğinizde herkes Londra’daki o finans piyasası merkezini
anlar. Londra demenize gerek yok.
Burada “money molla” dediklerini
adamlar var dalga geçiyorlar, “money molla” diye.
Su mütevazıdır yerden
akar, alçaktan akar ama
bir şey bitirir, bir şey
üretilmesine sebep olur.
Bir şeye kaynaklık eder,
hayat verir, insanların
yararlanabileceği
bir şey üretir.
Tevazuuyla üretimin
iç içe geçtiği bir şey.
Money molla diye tabir edilenler,
bildiğimiz beyaz fistanlı, Arap dünyasından gelen insanlar. Bu insanların iki özelliği var: İslam hukukunu, İslam fıkhını çok iyi biliyorlar,
ve modern finansı çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla nehrin kenarındaki
o küresel kentin çıkardığı kâğıdın
İslam şeriatına uygun olup olmadığı konusunda fetva verebiliyorlar.
Milyon dolarlık danışmanlık ücreti alıyorlar. Dünyayı yönlendiren
bu şehrin nehir kenarında kurulmuş olması, bütün küresel kentlerin suyun kenarında olması, suyla
irtibatta olması bir tesadüf olmasa
gerekir. Kuşkusuz finans merkezi
seçimini ulaşım ağlarının kolaylığıyla, ticaretin kolaylığıyla, insanların farklı ulaşım araçlarıyla oraya
ulaşabilmesiyle bir irtibatı var. Diğer taraftan ben bu finans şehirlerinde her inançtan, her renkten insanın bulunmasını; birinci kısımda
vurguladığım gibi suyla irtibatta
olan şehir insanların dünyaya daha geniş bir çerçeveden bakabilme,
farklı değerler dünyasına ait insanlar ve fikirlerle birlikte çalışabilme
ihtimalinin yüksek olmasına da
bağlıyorum doğrusu.
Hasan Taşçı: Suyun insan zihni
üzerindeki etkisinden bahsediyorsunuz. Yani şöyle bakacak olursak,
okyanusa baktığımızda gördüğümüz mesafeyle normal karada baktığımız zaman gördüğümüz mesafe
farklıdır. Karada son gördüğümüz
nokta karşımızdaki dağdır, tepedir
yahut binadır ve bunların arkasını
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 102 103 ›
göremeyiz. Karşımızda ufkumuzu
engelleyecek olan herhangi bir yüzey şekli vardır. Ama denize doğru
baktığımız zaman gözümüzün görebilme mesafesidir, yani böyle bir
bağlantı kurmamız tabiidir.
Şehri kuran insandır,
ama insanı oluşturan,
şekillendiren şehirdir.
Dolayısıyla tufan
olsa da insan var
olduğu sürece şehri
zihninde taşır. Gittiği
mekâna, sahip olduğu
şehri yeniden kurar.
Cemil Arslan: Üretimle de bir irtibatı var, mesela şöyle bir şey var,
hocalarımın yanında haddimi aşmak olur ama şu an hatırlayıp söyleyemediğim bizim geleneksel bazı
metinlerimizde; suyun hep tevazuyla bir irtibatı kurulur. Fakat tevazuyla ilişki kurulduğunda genellikle üretimle de irtibatı kurulur.
Meyve veren ağaçla, su metaforu nerdeyse aynı anlamda kullanılır. Su mütevazıdır yerden akar, alçaktan akar ama bir şey bitirir, bir
şey üretilmesine sebep olur. Bir şeye kaynaklık eder, hayat verir, insanların yararlanabileceği bir şey
üretir. Tevazuyla üretimin iç içe
geçtiği bir şey. Bunların rastgele
üretildiğini düşünmüyorum doğrusu. Bunun yüzyıllar içerisinde
çok bilinçli bir şekilde oluştuğunu,
öyle dönüştüğünü kanısındayım.
Mazhar Bağlı: Şairlerin yaşadıkları yerde ya su ya dağlar yahut
gökyüzü olmalı derler. Hepsinde
mutlaka özgün bir perspektif olmalı mesela dağlar, gökyüzü olmalı ya da su olmalı ki o zaman şair
olabilesin.
Hasan Taşçı: Hocam bitirmek üzereyiz, ben suyun tahrip gücünden
de bahsetmek istiyorum, hep yapıcı etkisinden bahsettik. Kaynağını net olarak hatırlayamadığım bir
yerde okumuştum. Cümle yaklaşık
olarak şuydu: “Şehir tufandan önce tamamlanmıştır.” Yani tufandan
sonra tekrar ediyordur. Dolayısıyla tufan geldi ve tüm şehirleri yok
etti ve yeniden ya aynısı ya da biraz farklısı kuruldu. Böyle bir etkisi de var. Daha önce hocam Hasankeyf’ten bahsetti, Ilısu barajı da
Hasankeyf’in tufanı oldu bir yerde.
Yani suyun böyle bir yıkıcı etkisi de
söz konusu.
Ali Uyumaz: Hasankeyf’te 40-45
metre civarında su yüksekliği oluşacak. Dünyanın hemen hemen
her yerinden insanlar geliyor, röportajlar yapılıyor, beyanatlarda
bulunuyorlar ve buraya bu baraj
yapılmamalı diyorlar. Türkiye yılda yaklaşık 55 milyar dolar civarında enerjiye para yatırıyor petrol ve
doğalgaz olarak. Doğalgazın büyük
bir kısmıyla elektrik üretiliyor, bu
55 milyar doları acaba kendi kaynaklarımızı kullanarak aşağıya çekebilirmiyiz? Bazı kişiler, gruplar
nükleer enerjiye oldukça tepkili.
Bense biraz daha meseleye farklı bakıyorum. Türkiye’de üç tane
nükleer santral kurulması planlanıyor. Dünyadaki suyla elde edilen
enerji kadar nükleer santrallerden
elde edilen enerji bulunmaktadır.
Dünyada tüketilen elektrik enerjisinin %25‘i nükleer enerji santrallerinde üretiliyor. Santrallerin
Süleymaniye Su
Yolu Haritası,
Türk ve İslam
Eserleri Müzesi
Göbeklitepe
Sinop, Mersin ve Trakya’da kurulması planlanıyor. Bu üç santral
Türkiye’nin yılda kullandığı enerjinin neredeyse yarısını üretecek.
Sadece üç nükleer santral. Nükleer santral sayısını altıya çıkarırsak
tüm enerji ihtiyacımızı bu santrallerden elde edebilecek hale geleceğiz. Nükleer enerji meselesine objektif bakılamıyor. Mesela bazıları
nükleer santraller tehlikelidir kanaatine sahip. Dünyada 2 tane ya da
3 tane nükleer kazası olmuş. Bunlardan bir tanesi de Çernobil, daha sonra da böylesi kazalar olabilir.
Dünyada 470 civarı nükleer santral var. Yine de diğer santrallere göre en emniyetlisi nükleer santraller
diyor, araştırmacılar. Balkanlardaki nükleer santraller burnumuzun
dibinde. Nahcivan’da var bir tane
nükleer santral, sınırımıza 30 km
mesafede. Bize oldukça yakın olan
bu nükleer santrali buraya yapmayın diyemiyoruz, bizim ülkemize
çok yakın gidin başka yere kurun
diyemiyoruz.
Mehmet Mahfuz Söylemez: Hocam insanla şehir arasında ki ilişki
interaktiftir. Şehri kuran insandır,
ama insanı oluşturan, şekillendiren şehirdir. Dolayısıyla tufan olsa da insan var olduğu sürece şehri zihninde taşır. Gittiği mekâna,
sahip olduğu şehri yeniden kurar.
Örneğin İslam coğrafyasına gelen
kolonist İngilizler, Fransızlar hep
kendi şehirlerini dayatmışlardır.
Onlar tarafından kurulan kentlerin Avrupa’daki şehirlerden farklı olmadığını görürsünüz. Bizim
medeniyetimizde şehir yani medine medin yani kuldur. Allah’a
ibadet eder. Gittiğiniz yeni coğrafyada onu inşa ederken bu tarafını unutmazsınız. Kentlerin merkezine mabedi, mabedin etrafına
kente ruh veren yapılar kurarsınız. Bugünkü sıkıntımızın nedenini aslında köklerimizden kopmamızdır. Öyle bir yapı kurmuşuz ki
ne bize ait ne Batı’ya. Dolayısıyla
kentlerimizde tamamen kendi geleneğimizle çelişen kendi anlayışımızla çelişen ruhsuz; bir değer ifade etmeyen mekânlar ürettik. Bu
mekânlar da adeta kimliksiz ve kişiliksiz nesiller doğurmaktadır.
Kendi
medeniyetlerimize
uygun bir şehir
oluşturmak için
tarihimize bakıp, yeni
bir takım referanslar
kurmak gerektiği bir
kez daha ortaya çıkıyor.
Bizim medeniyetimizin
bir su medeniyeti
olmasının sebeplerinden
birisi vakıf sistemi,
vakıf zihnidir.
Hasan Taşçı: Hocam bunu su mühendisleri ve mekanik mühendisleri yaptılar. Suyu yükseğe taşıdıkları için insan da onun peşinden
yükseklere çıktı. Eğer suyu yüzüncü kata taşımasalardı insan da oraya çıkmayacaktı.
Ali Uyumaz: Birkaç dakika müsaade ederseniz bir konuya hiç değinmedik. İnsanların ortalama ömrüyle, su kullanımı arasında direk
bir bağlantı var. Mesela, şu an da
dünyada kişi başına 10 bin metre
küpün üzerinde suya sahip olan ülkelere ‘zengin su ülkesi’ diyorlar.
1.000-10.000 arası olduğu zaman
orta halli, 1.000’in altına düştüğünde ise ülke ‘su fakiri’ görülüyor.
Türkiye’de şu anda eğer yanlış hatırımızda kalmadıysa ortalama yaşama yaşı 72 civarındadır. Bizim
bir iki sene evvel bir sempozyumumuz olmuştu Bursa’da. Etiyopya’dan gelen bir arkadaş vardı, orada üniversitede hoca. Bu arkadaş
Etiyopya’da ortalama yaşam süresinin 40-44 yıl arasında olduğunu
söylesi. Çok düşük bir rakam, bunu kullanılan su miktarının azlığına bağlıyorlar. Kullanılan suyun temiz olmaması, kirli olması sonucu
oluşan ölümcül salgın hastalıklara
neden olduğu belirtti. Kullandığımız suyun temiz, iyi, bakımlı olması lazım. Aksi takdirde Etiyopya’da
olduğu gibi temiz ve hijyenik olmayan su, salgın hastalıklara ve erken
ölümlere sebep oluyor. Öğrencilik
yıllarımda hatırlıyorum Türkiye’de
ortalama yaşam süresi 57 yıl civarındaydı. Amerika’da bulunduğum
sıralarda bana sen burada kal da
biraz daha fazla yaşarsın diyorlardı. Çünkü ABD’de ortalama ömür
yüksekti. Yani bu insanların sıhhi
yaşaması ile suyun miktarı, kullanımı, temizliği direk bağlantılı olduğu kanaatindeyim. Bunlar hakikaten çok önemli, dikkat edildiği
takdirde insanlar daha sağlıklı bir
şekilde daha uzun yaşayabilirler.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 104 105 ›
Hasan Taşçı: O zaman hocam şöyle diyebiliriz miyiz ? Şehirleri insanlara benzetti ya hocam. Çok su
kullanılan şehirler, az su kullanılanlara göre daha uzun yaşar.
Ali Uyumaz: Ama israf tarafı da
var.
Hasan Taşçı: İsraf farklı bir şey.
Kullanımdan bahsediyorum, hakkıyla kullanımdan.
Mazhar Bağlı: Hocamın söylediğine binaen, Steve Jobs’un temel
bir tezi var diyor ki: “Garajı olmayan evlerde yaşayan çocukların büyüdüğü şehirlerde icatlar olmaz.”
Birçok teknolojik ürünleri garajda keşfetmişler. Tamirat, tadilat
yapmadan el becerisi gelişmez diyorlar. Hocamın dediğine ilaveten
kendi medeniyetlerimize uygun
bir şehir oluşturmak için tarihimize bakıp, yeni bir takım referanslar
kurmak gerektiği bir kez daha ortaya çıkıyor. Bizim medeniyetimizin
bir su medeniyeti olmasının sebeplerinden birisi vakıf sistemi, vakıf
zihnidir. Bizde su vakıfların ismi
hayrattır. Çok yaşlı bir teyze vefat
etmeden şuraya bir iki tane sarnıç
kazayım diyordu. O sarnıçlar hala duruyor bizim köyde. Şehirle ilgili kurgumuzda, tasavvurumuzda ilerlerken suyla da bir bileşen
olarak karşılaşıyoruz. Belki işte
Su Vakfı eskiden beri sürekli gündemde tutmaya çalıştı ama yeni
yeni tekrar konu gündeme geldi.
Bu meselelerle ilgili yapılacak olan
çalışma birçok şeyi dönüştüreceğini bende düşünüyorum. Yani hem
insanı, hem şehirleri hem de medeniyeti ve ekonomiyi de dönüştürecek bir potansiyel içerdiğini
düşünüyorum.
Suyun Osmanlı’da
kamusal bir mal olarak
telakki edildiğini,
Allah’ın kulların
refahının sağlanması
için hepsinin suya
erişmesi gerektiği
gibi bir düşünce var.
Fatma Şensoy: Son söz olarak suyun Osmanlı’da kamusal bir mal
olarak telakki edildiğini, Allah’ın
kulların refahının sağlanması için
hepsinin suya erişmesi gerektiği gibi bir düşünce var. Mehmet
Genç bu yapıya provizyonizm ilkesi diyor.
Mazhar Bağlı: Parayla hiç su satılmamış galiba değil mi?
Fatma Şensoy: Var hocam. Vakfa gelir sağlamak için vakıflar su
satabiliyordu.
Tebriz,
İran
Atlı Su
Kırbaları,
İstanbul
Mehmet Mahfuz Söylemez:
Akan su satılmaz, ama kökünden
kopararak kaba koyarsanız size
ait olur satılır. Saka götürüp satar.
Fıkhen böyledir.
Fatma Şensoy: 19. yüzyılın başından itibaren de insanlar köşklerine, evlerine, bahçelerine suyu
bağlatıyorlar.
Hasan Taşçı: Paralı mı?
Fatma Şensoy: Paralı tabi.
Hasan Taşçı: Hocam biz bugün
kökünden kopmadan kullanıyoruz, ama İSKİ bizden para alıyor?
Mehmet Mahfuz Söylemez:
Bu durumda hattın bedelini
ödüyorsunuz.
Fatma Şensoy: Su bir de akıp geçiyorsa siz ondan bir hak iddia edemiyorsunuz. Eğer bir kap koyup ta
onu doldurursanız ancak o şekilde
bir hak iddia etmeniz söz konusu.
Akan su satılmaz, ama
kökünden koparak kaba
koyarsanız size ait olur
satılır. Saka götürüp
satar. Fıkhen böyledir
Dolayısıyla işte bu Terkos Gölü’nün
sularının şehre dağıtılması esnasında yabancı bir şirket Osmanlı tebaasından bir gayrimüslimle
ortaklık yapıyorlar. Ancak orada o
şekilde bir şirket söz konusu olabiliyor. Şura-yı Devletçe bu konu
konuşulurken “Allah’ın kullarının
darlığa düşmemesi” meselesi zikrediliyor. Ama bunu bir şirket yapıyor daha o sırada bile 1800’lü yılların sonunda böyle bir şeye özellikle
dikkat çekiliyor. ‘Suyun satışına
dikkat edilsin’ gibi ifadeler padişah
fermanlarında yer alıyor.
Ali Uyumaz: Şimdi birde şöyle bir
durum var hala devam ediyor tahmin ediyorum. Mesela bir tarlam
var belediye sınırları içinde, oraya
bir tulumba çakar su çekersen İSKİ getirip bir saat takabiliyor. Buna para ödeyeceksin diye, böyle bir
şey var.
Hasan Taşçı: Efendim bu güzel
sohbet için hepinize teşekkür ediyorum.
Terkos Gölü
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DOSYA TOPLANTISI ‹ 106 107 ›
Fatma TOKSOY
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar, Seyyide Dergisi Kültür Sanat Editörü
KURNALARINDAN MISRA
DAMLAYAN İSTANBUL
âirlerimizin şiirlerinden mi İstanbul damladı,
İstanbul’un çeşmelerinden mi şiirler
aktı bilemedim. Bildiğim tek şey, bu şiirlerin yüzyıllardan bu yana çağlayıp çeşmelerden,
kurnalardan, oluklardan coşarak
kâh derelere, kâh denize, Marmara’ya Boğaz’a aktığıdır.
“Bir taşına Acem mülkü fedadır”
diyen Nedim, bu eşsiz değerdeki
paha biçilemeyen İstanbul’u iki deniz arasındaki tek bir elmas parçasına benzeterek havasını suyunu
şöyle metheder:
“Bir gevher-i yekpare iki bahr
arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa
sezadır
Altında mı üstünde midir cennet-i
âlâ
Elhâk bu ne halet bu ne hoş ab u
hevâdır.” 1Nedim
(İki deniz arasında tek bir elmas
parçasıdır, dünyayı aydınlatan
güneşle tartılıp aynı kefeye konsa lâyıktır.
Cennet-i Âlâ altında mı, üstünde
mi? Elhak bu ne güzel durum, ne
güzel su, ne hoş havadır!”)
Taşlıcalı Yahyâ Bey, İstanbul’un
iki deniz tarafından kuşatıldığına
dem vurarak:
“İki bahr eylemiş o şehr-i penâh
Biri bahr-ı sefîd ü biri siyâh” 2
der.
Su denince akla ilk gelenlerden biri
Ş
“Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır
Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ
Elhâk bu ne halet bu ne hoş ab u hevâdır.”
Nedim
III. Ahmed
Çeşmesi,
Üsküdar
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 108 109 ›
deniz ise diğeri nehir, bir diğeri de
çeşmedir.
Su kemerleriyle şehre ulaşmayan,
insanlığın hizmetine sunulmayan
suyu başıboş gezen sofulara benzeten Taşlıcalı Yahyâ Bey, Kırkçeşme
su yollarını Mimar Sinan’a yaptırarak İstanbul’a su getiren Kanuni Sultan Süleyman’ı beyitlerinde
överken, gelen suyu da methede
methede bitiremez.
“Cihânı cennete döndirdi virdi
halka hayât
Bu selsebîl-i musaffâ bu Kevser-i
sânî” 3
Padişahın bu suyu getirmek için
malını selsebil ettiğinden dem
vurarak:
“Menâl-ü mâlını sevl itti fi
sebîli’llâh
Bu selsebîl içün ol pâdişâh-ı Osmânî” 4
Kırkçeşme tesislerindeki galerilerin başlangıçtan Savaklar’a (Eğrikapı maksemi) kadar olan uzunluğunun 55.374 metre olduğu
söylenmektedir.5
Bu yüzden şâirimiz Tûbâ ağacına benzetir bu su
yolunu ve İstanbul’u da Cennet’e…
Çünkü, Tûbâ ağacının kollarının
cenneti kapladığı gibi, Kırkçeşme
su yolu da İstanbul’daki bütün evlere ulaşmaktadır.
“Bu şehr cennete döndi bu nehr
Tûbâya
Uzandı cümlesinün hânesine
agsânı” 6
İstanbul, Kanuni
Sultan Süleyman
döneminde bol suya
kavuşmuştur. Bol su
ise berekettir, arınma,
bol çeşme demektir,
tarih demektir,
sanat demektir, şiir
demektir o çeşmelerin
kurnalarından akan…
Tezkiretü’l-Bünyân’da da Mimar
Sinan tarafından yapılan Kırkçeşme tesislerinin yapımı ayrıntılı
bir şekilde mısralar serpiştirilerek
anlatılmıştır:
“Bağladım künk gibi bir nice yerden kemeri
Olmadığıçün bu safâbahş suyun
rehberi” 7
Tezkiretü’l-Ebniye’de de Kırkçeşme’nin yapılışına başlanması da
şöyle anlatılır:
“Stanbûla çekilüp sûya kıllet
Azaldı Kırkçeşme yâşı gayet
Yine ol semtde sular bulundu
Su yolları yapılmak emrolundu.
Yapub kavsi kuzah gibi kemerler
Çıkardık suları şehre beraber” 8
İstanbul, Kanuni Sultan Süleyman
döneminde bol suya kavuşmuştur. Bol su ise berekettir, arınma,
bol çeşme demektir, tarih demektir, sanat demektir, şiir demektir o
çeşmelerin kurnalarından akan…
Yüzyıllar sonra Yahya Kemal, İstanbul’u özleyip, bu su yollarıyla su
getirilen o tarihî çeşmelerden birini Madrid’te hatırlayacaktır. ”Hüzün ve Hâtıra” şiirinde Emirgân’daki Yesârî Mehmed Esad Efendi’nin
elinden çıkma hatla bezeli çeşmeden bahsederek şöyle dökülür şiirinden mısralar:
“Tenhâ Emirgân’ın Çınaraltı’nda
kahvesi,
Poyrazla söyleşir gibi yaprakların
sesi.
Hem başka hem de hayli yakın
karsı mâbede,
Mermerle kaplı çeşmede, mevzun
kitâbede,
Baktım Yesârî hatlarının bir
nefîsine,
Daldım coşup giden denizin mûsıkîsine” 9
Yahya Kemal, bir başka zamanda
da “Ziyâret” isimli şiiriyle Atik Vâlide’ye giderek, şadırvandan akan
suyun sesiyle uhrevi âlemlere dalarak, “Bu çeşmeyi yapan mimara nasıl rahmet okunmaz?” diye sorar.
“Yine birlikte, bu mevsimde, Atik
Vâlide’deyiz;
Yine birlikte, bu mevsimde, gezip
sezmedeyiz
Bu çınarlarla siyah servilerin
gölgesini;
Bu şadırvanda suyun sanki ledünnî sesini.
Eski mîmâra nasıl rahmet okunmaz burada?
Suyu cennetten akıtmış bu güzel
manzarada.” 10
Çağlayan sularında Nedim’in şiirinin güldüğü, İtrî’nin bestelerinin oluğundan taştığı çeşmeler de
Emirgan
Hamid-i Evvel
Cami
var İstanbul’da. Bakanı, seyredeni Lâle Devri’ne alır götürür. Tarık
Çakmak;
“Ta’rihi Sultân Ahmed’in câri zebân-ı lüleden
Besmeleyle iç suyu Han Ahmed’e
eyle dua” 11
diyerek kitabesine tarih mısrasını
bizzat Sultan III. Ahmed’in kendisinin düştüğü bu muhteşem çeşmeyi anlatır “Üçüncü Ahmed Çeşmesi” şiirinde. Bizi de çeşme gibi
şiirle beraber o muhteşem günlere
götürür. Ama çeşmenin bugünkü
demir korkuluğuna çarpan mısralarla kendimize gelir, bu rüyadan
uyanırız.
“Ayasofya’da hünkâr mahfili
karşısında,
Hümayûn kapısının önünde bir
çeşme var:
Bir çeşme ki geçmişin zevklerini
örüyor
Bir çeşme ki Tunus’un kuyumcu
çarşısında,
Bulunmaz nakışlarla dolu rüya
görüyor.
Sarıklı ve kavuklu birçok hayal
simalar,
Önünde sebillerin çömelmiş su
içiyor;
Çeşmelerden su alan maşlahlı şen
kadınlar
Ellerinde bakırlar yan sokaktan
geçiyor.
Nedim’in şiiri gülmüş, bükülmüş
her taşında;
Itrî’nin besteleri taşsa da
oluğundan,
Geçmez bugünkü basit demir korkuluğundan.” 12
Itrî’nin besteleri III. Ahmed Çeşmesi’nde çağlarken, Günümüzde
“On çeşmeler” ismiyle maruf, İshak Ağa Çeşmesi’nden de Mehmed
Akif’in mısraları çağlar oluk oluk,
tam on çeşme on oluk… Asırlarca Kerem ile Aslı’nın dertleştiğini
bu çeşmeden abdest alıp su içenler
hâlâ duyuyorlar mıdır şâirimiz gibi, bilemem. Ancak Beykoz’daki bu
çeşmenin tam 500 yıldan beri kesintisiz aktığını söyleyebilirim. Bu
çeşmenin ilk banisi Kanuni Sultan
Süleyman’ın Hasodabaşısı Behruz Ağa’dır.13 Kanuni döneminden
bu yana yaklaşık 500 yıldır gürleyen sularında tarihi duymak isteyenleri beklemektedir İshak Ağa
Çeşmesi.
Asırlarca Kerem ile
Aslı’nın dertleştiğini
bu çeşmeden abdest
alıp su içenler hâlâ
duyuyorlar mıdır
şâirimiz gibi, bilemem.
Ancak Beykoz’daki
bu çeşmenin tam 500
yıldan beri kesintisiz
aktığını söyleyebilirim.
“Nasıl her gün yayarsa davarını
bir çoban,
Sürükler düşüncemi sükundan
tevekkül
Sekiz mermer direğe dayanmış bir
şadırvan,
Bilek kalınlığında su akıtan on
lüle...
Uzanır ezan vakti musluğa doğru
yüzler,
İçinde bir mum yanan kâğıt fenerden sarı;
Ve her gelen sükuta ayrı bir sükut
ekler,
Ve çağlar her tarafta Akif ’in
mısraları...
…
Kurnada ak köpükler bir güvercin
kanadı,
Kumrunun dem çekişi, dönen sesler kemerde...
….
On lüleden fışkırıp mermeri oyan
sular,
Asırlarca Kerem’in Aslı’yle
dertleşmesi.
Mermer bir kalp önünde su kesilmiş duygular.
Bir gönül destanıdır İshak Ağa
Çeşmesi!” 14
Arif Nihat Asya’nın “Kubbeler” şiirinde şadırvanlarda güvercinlerdir
yıkanan, tekbirlerine hu hu ları karışan. Onlar sorar Tuna boylarından beklenen müjdeli haberi.
“Kimi yıkanırken şadırvanlarda
Tekbîre hûhûlar katıyor kimi;
Beyazıt önünde güvercinlerin
İncidir yemi...
Söyleyin ey nazlı haber kuşları
Tuna boylarından müjde geldi
mi?” 15
Şadırvandan Arif Nihat Asya’nın
güvercinleri yıkanırken, Oktay Rıfat’ın da kumruları su içer Üsküdar manzarası ve ilerisinde Çamlıca tepeleri gözükürken “İstanbul
Şiiri”nde…
On Çeşmeler
(İshak Ağa
Çeşmesi),
Beykoz
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 110 111 ›
“Türbeler, çeşmeler, sebiller
Aldılar aydınlıkta yerlerini.
Şakımaya başladı bülbül gibi
Bağdat köşkünün çinileri;
Hepsi de alın teri,
Hepsi de el emeği.
Bir yaprak düştü döne döne
şadırvana;
Bir kumru su içti şadırvandan.
Üsküdar’ın fakir evleri göründü
uzaktan
En arkada Çamlıca tepeleri.” 16
Çeşmelerden beyitler, şiirler çağlar mısralardan taşarak, lülelerden
dökülürken, bazı çeşmelerin musluklarından bal akar su ve şiir yerine. Şâir Vehbi de çeşmenin nakışlarında süslemelerinde şiirler
söylemektedir. İşte Fuat Şükrü,
“Topkapı Çeşmesi” adıyla Topkapı
Sarayı civarındaki bir çeşmeyi böyle betimlemektedir:
“Bir çeşmemiz var, bin hazne
elmas
Pırlanta tek tas, parlak ve pek has
Bir çeşme, lâkin köşkten büyüktür,
Zümrütlü tahtlar ondan küçüktür!
Musluklarından akmakta ballar…
İranlı şahlar… Taçsız kırallar,
Ol şaheserden almakta ilham,
Şairle nakkaş; hâkkâkla ressam.
Her zerresinde bir ayrı zevk var
Vehbiyi gördüm söylerken eş’ar.” 17
Çeşmelerden
beyitler, şiirler çağlar
mısralardan taşarak,
lülelerden dökülürken,
bazı çeşmelerin
musluklarından bal
akar su ve şiir yerine.
İstanbul’un sularının tadına doyulmaz. Osman Attilâ da “Bu Şehr-i
İstanbuldur” şiirinde İstanbul’un
meşhur sularından “Hünkâr” suyuna vurgu yaparak “Bir doldur
bir daha doldur” diye su doldurur
mısralarına:
“Ben bende değilim, bu nasıl
hâlet?
Tırmandığım yokuş, indiğim
yoldur
Bir doldur, “Hünkâr”dan bir daha
doldur.
Açılsın “Harem”de sulara denk
gül;
Ey sabah, denize, kubbeye
dökül!”18
Baki Süha Ediboğlu ise İstanbul’un
sularından tas tas içer “İstanbul’u
Dün Dolaştım” isimli şiirinde:
“İstanbul’u dün dolaştım
Sularından tas tas içtim.
Mirgün, Sarıyer, Kandilli
Ordan Üsküdara geçtim.
Gözlerime dolan bulut
Sıyrılıp açıldı:
Minareler, saraylar
Çeşmeler, mezarlar
Sularla çevrili
Bu engin hudut…” 19
Arif Nihat Asya, Göksu’daki “Aynalı Çeşme” olarak bilinen bir
çeşmeden dem vurarak “Aynalı
Çeşme” şiirinde nice zamandır yüzünü görmediği bir dostundan söz
eder gibidir.
Yüzüne aşina ve özlenmeyi hak
eden bir dosttur çeşme:
“Ey Göksu, kenarlarında çiğdem
vardı;
Her yorguna yer, her kuş için yem
vardı…
Artık gideyim ki özlemiştir
yüzümü;
Himmetli’de bir Aynalı Çeşme’m
vardı.” 20
Nevzat Üstün de “İstanbul Üstüne”
isimli şiirinde bir sebil çeşmeye selam verir dosta selam verircesine:
“Ver elini uzun çarşı selamlaşalım
Bu sabah böyle erken erken
Uyanışın
Rahmetli ninemi hatırlattı bana
Yaşmak yaşmak kapanıp
kalmışsın
Tül tül örtünüp duvaklanmışsın
Bütün gece
Sabahın hayırlı olsun
Sebil çeşme.” 21
Sadece çeşmelere, sebillere, şadırvanlara bakıp da insanlar şiir yazdı sanıyorsanız yanılıyorsunuz.
Çeşmeler de insanlara şiirler söylemişler, yüzyıllardır. Meselâ, Üsküdar’da III. Ahmed Çeşmesi, III.
Ahmed Meydan Çeşmesi veya III.
Ahmed Han Çeşmesi olarak bilinen Emetullah Gülnuş Valide Sultan Çeşmesi… Neler söylemiyor ki
III. Ahmed
Çeşmesi,
İstanbul
H. 114/ M. 1728 yılından beri! Denize bakan kitabesi III. Ahmed’in
hattıyla celî sülüs olan bu çeşmeye
Nedim ve Şâkir’in birer şiiri ile yine
Şâkir’in, Rahmî’nin bir mısraını tamamlayarak söylediği bir diğer şiiri ve III. Ahmed ile Damad İbrahim
Paşa’nın beraber söyledikleri bir
tarih beyti hakkedilmiştir. Duyun
bakalım, neler söylemektedir III.
Ahmed Çeşmesi?
Çeşmenin kuzey cephesindeki kısımda yani otobüs duraklarına nazır olan bölümde Nedim, şunları
söylemekte mısra mısra bizlere:
“……
Turâb-ı kabrine merhumenin ikrâm için yapdı
Reh-i Hak’da diyâr-ı Üsküdar’a
çeşme-i pür-âb
O hâkân-ı cihânı dâima Hakk eyleyub te’yid
Ne kâre azm ederse hükm-i takdir
etsin istisvâb
Bu mısra’la Nedimâ söyledi tarih-i itmamın
Bu şehri ma’ ile Sultan Ahmed eyledi sîr-âb” 22
Günümüz Türkçesi ile bize diyor
ki:
“Toprak kabrine merhumenin ikramı için yapıldı
Allah’ın yolunda, Üsküdar diyarında su dolu çeşme
O cihan hakanını daima Allah
kuvvetlendirsin
Ne işe toplanırsa kader hükmünü
doğru takdir etsin
Bu mısra ile Nedim tarihin tamamını söyledi
Sultan Ahmed bu şehri su ile suya
doyurdu.”
Sadece çeşmelere
sebillere şadırvanlara
bakıp da insanlar şiir
yazdı sanıyorsanız
yanılıyorsunuz.
Çeşmeler de insanlara
şiirler söylemişler
yüzyıllardır.
Güney cephedeki Marmaray’a bakan kitabede ise Şâkir, gelen geçene şöyle seslenmektedir:
“….
Bu şehre bünyâd eyleyip cümle
ahâlisi
Hayât-ı tâze buldu re’fet-i hâkân-ı
emcedden
Hemîşe dest-i cûdun maksem-i
erzâk edip Mevlâ
Vücûd-i kâmilin âsûde kılsun dîde-i bedden
Tamâm oldukda ‘atşâna didi târîhini Şâkir
Gel iç mâ-i hayâtı çeşme-i Sultân
Ahmed’den” 23
Günümüz Türkçesi ile bize diyor
ki:
“Bu şehri inşa edip bütün halkı
Taze hayat buldu büyük Hakanın
merhametinden
Daima cömertliğin elini rızık çeşmesi edip Mevla
Olgun varlığını (Vücûd-kâmil)
rahat kılsın, asude kılsın kötü
gözlerden
Susayanlara tarihini tamamlattı
Şakir
Gel iç hayat suyunu Sultan Ahmed
Çeşmesi’nden”
III. Ahmed Çeşmesi’nin Doğu yüzünde, yani Mihrimah Sultan Cami’ne bakan yüzünde Rahmî seslenmektedir yoldakilere:
“…
Öyle dil-cû çeşmesâr-ı bî-bedel
yapdırdı kim
Oldu her bir lülesi âb-ı hayâtın
maksemi
Sa’yini hüsn-i kabûle eyleyip Mevlâ karîn
Hıfz ede dâim hatalardan o Şâh-ı
efhamı
Şâkirâ! Rahmi içip âbın dedi
târihini
Hükm-i Sultan Ahmed icrâ itdi elHakk zemzemi” 24
Çeşme
Kitabesi,
Adell Armatür
Koleksiyonu
III. Ahmed
Çeşmesi, Üsküdar
Güney Cephesi,
Şâkir Şiiri
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 112 113 ›
Günümüz Türkçesi ile bize diyor
ki:
“Öyle gönül cezbeden, bedelsiz bir
çeşme yaptırdı ki
Her musluğu hayat suyunun çeşmesi oldu
Çalışmasını, sayini güzellikle kabul eyleyip Mevla
Daima hatalardan korusun hifzetsin o büyük Şahı
Şükürler olsun! Rahmi suyun içip
dedi tarihini
Sultan Ahmed’in hükmü akıttı
Hakk’ın zemzemini.”
Çeşmenin batı cephesinde, yani
denize bakan yüzünde ise Sultan
III. Ahmed ve Sadrazam Damad
İbrahim Paşa beraber düşmüşler
tarihi:
“Didi Hân Ahmed ile bile İbrahim
târihin
Suvardı ‘âlemi dest-i Muhammed
ile cevâdullâh.” 25
Günümüz Türkçesi ile bize diyor
ki:
“Ahmed Han tarihi İbrahim’le birlikte söyledi
Allah’ın cömertliği, âlemi Muhammed eli ile suladı.”
Sadece Üsküdar’daki çeşmeler mi
konuşmaktadır? Tabii ki de hayır!
III. Ahmed Çeşmesi adıyla tanınan
Topkapı Sarayı’nda III. Ahmed kütüphanesi önündeki III. Ahmed
Kütüphane Çeşmesi de Erzurumlu
Lebib Mahmud Efendi tarafından
yazılan kitabesinde şöyle söylenmektedir bizlere:
“Sordum ol âb-ı lâtifi çeşmeden
Hal-i dille didi kim Han Ahmed’in
Hayrıyım hem ecriyim mahşerde
Hak
Ecrin i’tâ eyleye ol emcedin
‘Ayn-ı ‘ibretle nazar kıl ey Lebib
Ba‘is-i gufrânına ol erşedin
Eyle bu tarihi beş vaktine zamm
Abdest al sünnetiyle Ahmed’in.” 26
Bazı çeşmeler
nazlıdırlar, mekânları
İstanbul gibi… Kim bilir
kime neye darılmışlardır
da akmazlar? Mübarek
sularını salmazlar,
şiirler dökülmez
oluklarından.
III. Ahmed Kütüphane Çeşmesi’ne hakkedilmiş olan Lebîb,
H.1131/M.1718 tarihinden beri
gelip geçenlere “Resûlullah’ın sünneti üzere abdest al” diye tembihleyip, şöyle seslenmektedir:
“O latif suyu çeşmeden sordum
Hal diliyle Ahmed Han’ındır dedi
Hayrıyım hem ecriyim.
Mahşerde Hak karşılığını versin o
yüce zatın
Ey akıllı kişi, ey Lebîb! İbret gözüyle bak
O olgun zatın mağfiret sebebine
Tarihi söyle beş vaktine ekleyip
Ahmed’in (Resûlullah’ın) sünneti
üzere abdest al.”
Bazı çeşmeler nazlıdırlar, mekânları İstanbul gibi… Kim bilir kime
neye darılmışlardır da akmazlar?
Mübarek sularını salmazlar, şiirler dökülmez oluklarından. Sitem
eder buna “Kuruçeşme” isimli şiiriyle Fehmi Eruçar. Sultan I. Mahmud tarafından yaptırılan ve “I.
Mahmud Han Çeşmesi” olarak da
bilinen Tophane Meydanı’ndaki
Tophane Çeşmesi’dir.27
“Bu ne naz,
Bu ne işve,
Yahu bu ne akmaz
Kuru çeşme!” 28
Bazı çeşmeler öyle üzülmüş ve yastalar ki üzüntüden sütü çekilmiş
annelere dönmüşler sanki. Bedri Rahmi Eyüboğlu “İstanbul’un
Çeşmeleri” şiirinde çeşmelerin suyunun kesilmesinden şikâyetle,
tarihin, geçmişin izlerinin de kesildiğine hayıflanır. Artık çeşmeler
konuşmamaktadır, anlatmamaktadır, anlatılanı da duymamaktadır.
Sütü kesilmiş anaların çocuğu gibi aç kalmıştır medeniyet. Dertleşmek için çeşmenin konuşması gerek, suyunun gürül gürül akması...
Onu da Tophane’deki bir çeşmede
bulur ve onunla dertleşir şâir:
“İstanbul’un çeşmeleri
Genç yaşta südü kurumuş analar
gibi
Şahdamarları burulmuş
Kimi yıllardır su demiş yorulmuş
Bırakmış kendini sırt üstü güneşe
Çöp tenekesi olmuş.
Kiminin ocağına incir dikilmiş
Kiminin diri diri dilleri sökülmüş
Kiminin yerlerinde yeller eser
Tophane
Çeşmesi
Taşıyla mermeriyle harman
savrulmuş
Hele bir tane var Kabataş
iskelesinde
Tam rıhtımın üstüne kurulmuş
Gemicilerin güneşten, tuzdan çatlamış dudaklarına
Serin serin tatlı tatlı su getirirmiş
Birden gözümün önüne Barbaros’un yiğitleri geldi
Yorgun argın seferden dönmüşler
İlk işleri çeşmeye koşmak olmuş
Ne gezer... Kurumuş
İnsan hali
Nasılsa bir tane unutmuşuz
Tophane’de
Damızlık misali...
Tophane çeşmesi kapı komşumuz
Sık sık buluşup dertleşiriz.” 29
Melih Cevdet Anday, “Hayvanat
Bahçesi” şiirinde İstanbul’un eski
günlerine, mesire ve eğlence yerlerine duyduğu özlemi dile getirirken çeşme başlarındaki tenekeleri
sorar, merkebin sırtındaki Kayışdağı suyunu arar:
“Nerde, sevda şarkıları nerde
Göksu safaları, Kâğıthane
safaları
Alemdağ, Çırçır, Anadoluhisarı…
…
Ya sen saka kuşu
Hani tenekelerin, hani çeşme başı
Merkebin sırtında Kayışdağ suyu
Çocuk sesleriyle dolu Enez küpleri
Bakır maşrapalar beyaz tülbentler…” 30
Bazı çeşmeler öyle
üzülmüş ve yastalar
ki üzüntüden sütü
çekilmiş annelere
dönmüşler sanki.
Bedri Rahmi Eyüboğlu
“İstanbul’un Çeşmeleri”
şiirinde çeşmelerin
suyunun kesilmesinden
şikâyetle, tarihin,
geçmişin izlerinin de
kesildiğine hayıflanır.
Munis Faik Ozansoy, “Göksu” şiirinde eskiden eğlence ve mesire
alanı olarak en çok bilinen ve sevilen yerlerden olan Göksu’nun sonraki harap haline üzülür. Boş kasırla susuz çeşmeyi birer mezar taşına
benzetir:
“Mermer revaklı çeşme bugün bir
mezar taşı.
Baktım o bos kasırla susuz, eski
çeşmeye,
Maziyi nakleden iki mermer sütun diye.” 31
Sezai Karakoç, kitabının “Çeşmeler” başlıklı kısmında Fındıklılı
Mehmet Ağa Çeşmesi, Üsküdar,
Tophane, Sultanahmet Çeşmesi, Kabataş Çeşmeleri, Valideçeşme, Sofular, Ağa Cami’nin ve Kadıköy’de Osmanağa Cami’nin
yanındaki çeşmeler gibi bazılarının
isimlerini de anarak İstanbul’un tarihî çeşmelerinden tarihe, dirilişe,
uygarlığa dem vurur. Karakoç Üstat, bu çeşmelerin bugünkü terkedilmişliklerini, kurumuşluklarını,
hor kullanılışlarını hayıflanarak,
üzülerek şöyle anlatır:
“Ya ben gidip bir çeşmeye
kapansam
Ya çeşme bana açılsa
Ya çeşme gelip bende kapansa
Ya birlikte bir ağıt olsak
Kurumuş bir ağıt
Kurumuş bir kan gibi
İnsana ve kente
Kadıköy’de Osmanağa Camii’nin
yanındaki
Buruşturulmuş bir kâğıt gibi
Çürümüş sebzelerle yemişlerle
Ödüllendirilmiş
Ruhumun öz penceresi
Üstüne kokmuş isyan afişlerinin
asıldığı
Yavru kedilerin köpeklerin annesi
Kimsenin farkına varmadığı ulu
çeşme
Layık değiliz biz senden af dilemeye bile.
Ve sen Kanuni Sultan Süleyman’ın
adını taşıyan
Onun kadar alçakgönüllü dört yüz
yıllık çeşme
Taşıyorsun her yerinde
“Tamir yapılır” levhalarını
Plastik veya naylondan paslı teneke ve ıvır zıvırdan
Bir takım yeni zaman kolyelerini
Esir olana zincirini taşımak yaraşır bilirsin sen
Hiç bilmediğin bir hayatı
öğreniyorsun
Kölelik ve uşaklık bodrumunun
gizli dersi
Yapıştırılıyor çile balmumuyla o
kutsal alnına
İdam fermanı gibi.” 32
Çeşmelerinden tarihin, sanatın,
Kanuni Sultan
Süleyman
Çeşmesi,
Büyükçekmece
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 114 115 ›
şiirlerin mısra mısra döküldüğü
İstanbul’da onların kıymetini bilmememizden ve onları hor kullanmamızdan dolayı zaman zaman
sitemler de yükselmiştir. “Ah” etmiştir çeşmeler. “Ah, niçin kestiler
suyumu?” diye sormuşlardır yüzyıllar ötesinden biz emanetçilerine:
“Niçin kestiler suyumu?
Kim çaldı pirinç lülemi?
Ne zaman nasıl gömüldüm
topraklara?
Okunmuyor alnımın altın yazısı”
Reşad Ekrem Koçu 33
Çeşmelerin bu serzenişine desteği
de Sezai Karakoç vermiştir:
“Eski zamanların durmuş
saatlarıdırlar
Ne zaman durdular
Kim durdurdu onları
Kim kesti bu neşeli çocukların
sesini
Kim susturdu o canım çeşmeleri.”34
Çeşmelerimizin çoğu
genç yaşta sütü kurumuş
analar gibi olsa da şad
etmek için ecdadımızın
ruhunu ağzımızı
dayayalım kurumuş
çeşmelere, kim bilir
bakarsınız kaynağından
fışkırıverir SU!
Çeşmelerin bu serzenişi boşuna mı? Değil elbette. Günümüzde pek çoğu restore edilmeye
çalışılsa da onlara su getiren kaynaklar ya kurumuş ya kurutulmuş, tıpkı tarihimizle bağımızın
kesilmesi gibi çeşmelerle ve sularıyla da bağlarımız bir şekilde
kesilmiş. Ama yine de ümitvar
olmalıyız. Sezai Karakoç Üstadın
“İstanbul’un Hazan Gazeli” isimli
şiirinde ümitvar olması gibi:
“Ne yapacaksın plaj yerlerini
Gidelim Kâğıthane’ye Sâdabad
harabelerine
Şâd etmek için Nedim’in ruhunu
Ağzımızı dayayalım kurumuş çeşmelerine…” 35
Çeşmelerimizin çoğu genç yaşta
sütü kurumuş analar gibi olsa da
şad etmek için ecdadımızın ruhunu ağzımızı dayayalım kurumuş
çeşmelere, kim bilir bakarsınız
kaynağından fışkırıverir SU!
Kaynakça
1. Ahmed Nedim, Nedim Divanı’ndan Seçmeler, Hazırlayan: Şevket Kutkan, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992, s.s. 22-26.
2. Asaf Halet Çelebi, Divan Şiirinde İstanbul (Antoloji), “Taşlıcalı Yahyâ Bey Şâh-i Gedâ’dan İstanbul Hakkında”, İstanbul: İstanbul
Fethi Derneği Neşriyatı, 1953, s.s. 40-42.
3. Halil İbrahim Yakar, Taşlıcalı Yahyâ Bey’in Eserlerinde İstanbul, . Tez [Yüksek Lisans Tezi, --Marmara Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı- Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, 1996.], s. 48.
4. Halil İbrahim Yakar, a.g.e., s. 48.
5. Kâzım Çeçen, Mimar Sinan ve Kırkçeşme Tesisleri, İstanbul: İstanbul Su Kanalizasyon İdare, 1988, s. 51.
6. Halil İbrahim Yakar, a.g.e., s. 49.
7. Kâzım Çeçen, a.g.e., s.37.
8. Kâzım Çeçen,a.g.e., s.36.
9. Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü, 1967, s.116.
10. Yahya Kemal, a.g.e., s.32.
11. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, III. Ahmed Devri İstanbul Çeşmeleri, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Bel. Kültür İşleri Daire
Başkanlığı, 1995, s.s.175-180.
12. İbrahim Tarık Çakmak, Şelâle, Ankara: Desen Matbaası, , 1954, s.s. 19-20
13. Nuran Kara Pilehvarian, Nur Urfalıoğlu, Lütfi Yazıcıoğlu, Osmanlı Başkenti İstanbul’da Çeşmeler, İstanbul: Yapı Endüstri YayınlarıKültür Bakanlığı, 2000, s.108.
14. Faruk Nafiz Çamlıbel, Akarsu, İstanbul: Kanaat Kitabevi, 1940, s.43-44.
15. Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, İstanbul, 1982, s.79
16. Oktay Rifat, Aşağı Yukarı, İstanbul: Yeditepe Yayınları, 1952, s.25.
17. Fuat Şükrü, Turan ve Türkler, İstanbul, 1931, s.46
18. Bizanstan Günümüze İstanbul Şiirleri, Haz. Enver Ercan, “”Osman Attilâ, Bu Şehr-i İstanbuldur”, İstanbul: Komşu yayınları, 2010,
s. 147.
19. İstanbul Şiirleri Antolojisi, Derleyen: A. Ferhan Oğuzkan, “Baki Süha Ediboğlu-İstanbul’u Dün Dolaştım”, İstanbul: Varlık Yayınları,
1953,s. 57.
20. Arif Nihat Asya, Rübaiyyat-ı Ârif- I, İstanbul, 1976, s.178.
21. Nevzat Üstün, Yaşadığımız Devre Dair Şiirler, İstanbul, 1951, s.30.
22. Affan Egemen, İstanbul’un Çeşme ve Sebilleri, İstanbul: Arıtan Yayınevi, 1993, s.85-87.
23. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, a.g.e., s.s.191-192.
24. Affan Egemen, a.g.e., s.87.
25. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, a.g.e. s.s.194.
26. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, a.g.e., s. 132-133.
27. Nuran Kara Pilehvarian, Nur Urfalıoğlu, Lütfi Yazıcıoğlu, a.g.e.. s.102-103.
28. Fehmi Eruçar, Cehennem Katı, İstanbul, 1964, s.26.
29. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Bütün Eserleri, Beşi Birden ve Dol Karabakır Dol (Bütün Eserleri:1), İstanbul: Bilgi Yayınevi,1995, s.s.
116-117.
30. Melih Cevdet Anday, Rahatı Kaçan Ağaç, İstanbul: Adam Yayınları, 2000, s.79.
31. Munis Faik Ozansoy, Büyük Mabedin Eşiğinde, İstanbul, 1938, s.53-54.
32. Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, İstanbul: Diriliş Yayınları, 2003, s. 478-479.
33. Hatice Aynur-Hakan T. Karateke, a.g.e. s. 12.
34. Sezai Karakoç, a.g.e., s. 467.
35. Sezai Karakoç, a.g.e., s. 618.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ‹ 116 117 ›
SU KENTİ İSTANBUL’UN HALiÇ KIYISI:
19. YÜZYILA AiT BiR ENDÜSTRİ BÖLGESİNİN
KÜLTÜR LiMANI OLARAK YENİDEN İŞLENMESİ
Prof. Dr. Tülin GÖRGÜLÜ
Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü
Doç. Dr. Ebru ERDÖNMEZ
Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü
Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Üyesi
Doç. Dr. Selim ÖKEM
Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü
MAKALE
aliç İstanbul’un en
önemli su kıyılarından bir tanesidir.
Kentin ilk yerleşim
ve yönetim merkezi
olan, bugün tarihî
yarımada olarak adlandırılan kara parçasını, coğrafî bir eşik olarak
Avrupa kıtasında yer alan büyük
parçadan ayırmaktadır. Bu ayrım
kentin bu bölgesine yerleşenler
için önemli bir avantaj haline gelmiş, hem korunma, hem ulaşım,
hem de taşıma için bu su yolunu
kullanmışlardır.
Haliç Bölgesinin
İstanbul İçindeki
Konumu
Haliç, İstanbul’un Avrupa yakasında kuzey-batıdan güney-doğuya
doğru uzanarak, şehri İstanbul ve
Beyoğlu yarım adaları halinde ikiye bölen, 8 kilometre uzunluğunda
(Alibey-Kâğıthane kavşağından Sarayburnu Tophane çizgisine kadar)
ve maksimum 700m genişliğinde
(Kasımpaşa - Cibali arası) Kâğıthane ve Alibey Dereleri’nin döküldüğü bir iç körfezdir. Körfezin en derin yeri Karaköy ağzında 40 m’ye
varırken, en sığ yeri Alibeyköy’ de
3 m’ye kadar düşer. Haliç, güneyde
ve İstanbul Yarımadası’nda 40-60
m yükseklikteki eğime sahip tepelerle Ayasofya - Topkapı Sarayı 40
m, Beyazıt - Süleymaniye 50-60 m,
Edirnekapı - Fatih 60.070 m), kuzeyde ve Beyoğlu Bölgesi’nde de
100 m yükseltiye sahip tepelerle (Taksim, Okmeydanı 90-100m,
H
İstanbul’a hakim olan en büyük uygarlıklar olan, Roma,
Bizans, Osmanlı dönemlerinde Haliç ağırlığını hiç
kaybetmeden yönetim ve ticari merkezle olan ilişkilerini
sürdürmüş, kıyı boyunda var olan limanlar merkeze uzanan
akslar oluşturmuştur. Bu nedenle tarihî yarımada’nın
biçimlenişinde de önemli bir rol oynamıştır.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 118 119 ›
Şişli - Mecidiyeköy 100-200 m)
çevrilmektedir. Haliç kıyılarındaki semt ve mevkileri sayacak olursak Sarayburnu ve Sirkeci’den
başlayarak; Bahçekapı, Eminönü, Rüstempaşa, Yemiş İskelesi ve
Küçükpazar, Unkapanı, Cibali, Küçükmustafapaşa ve Ayakapı, Fener, Balat, Ayvansaray, Defterdar,
Eyüp, Bahariye, Silahtarağa ve Haliç’in bitiminin batı kesimini oluşturan Alibeyköy, Beyoglu yakasındakiler ise Eminönü karşısına
düşen Galata ve Karaköy’den başlayarak Perşembepazarı, Azapkapı, Kasımpaşa, Hasköy, Halıcıoğlu,
Sütlüce ve Haliç’in bitiminin doğu
kesimindeki Kâğıthane’dir. (İstanbul Ansiklopedisi)
Dünyanın en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Haliç; ilkçağlarda Altın Boynuz (Khrysokeras)
olarak anılır. Strabon akıntının palamutların sürü halinde Haliç’e girmeye zorladığını ve dar alanlarda
elle bile yakalandıklarını anlatır.
Antik çağda sıkça görülen, içi meyve dolu bereket boynuzu (cornucapiae), Byzantion’da içi palamut
dolu bereket boynuzu olarak görülür. “Eskiçağ’da İstanbul” kitabının
yazarı Prof. Dr. Oğuz Tekin, palamutların burada altın olarak sembolize edildiğini belirtir. Nitekim
Byzantion’un sikkelerinde de balık bolluğuna işaret eden palamut
betimleri bulunur. Yaşlı Pilinius’da,
“Altın Boynuz” adının Haliç’teki
palamut bereketinden kaynaklandığını anlatır.
İstanbul’a hakim olan en büyük uygarlıklar olan, Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerinde Haliç ağırlığını hiç kaybetmeden yönetim ve
ticari merkezle olan ilişkilerini sürdürmüş, kıyı boyunda var olan limanlar merkeze uzanan akslar
oluşturmuştur. Bu nedenle tarihî
yarımada’nın biçimlenişinde de
önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’un sınırlarının Tarihî Yarımada
dışına taşması Pera (Beyoğlu), Beşiktaş ve giderek Boğaz kıyılarında başlayan yerleşmeler Haliç’in iki
yakasının da etkin bir biçimde kullanılmasını gündeme getirmiştir.
17-18. yüzyılda İstanbul’un mesire ve eğlence yeri olarak en gözde
mekânlar Haliç’in kıyılarında bulunan geniş yeşil alanlardır. Haliç’in
tarihî yarımada kıyısında bulunan
bazı yerleşmeler de özellikle İstanbul’da yaşayan azınlık gruplara
ait mahallelerdir. Musevi, Ermeni
ve Rum nüfusun, 20. yüzyıla dek
kentteki oranı %50’ye yakındır. Bu
nedenle Rum patrikhanesi yine bu
kıyıda bulunan Fener mahallesinde yer almakta, çevrede pek çok
kilise, sinagog gibi ibadethaneler
bulunmaktadır.
19. yüzyılda Osmanlı
İmparatorluğu’nun
çağdaşlaşma çabaları
ve sanayileşme
yolundaki arayışları,
ilk endüstri yapılarının
ortaya çıkmasına yol
açmış, konumu, su
yolu ilişkileri nedeni
ile ilk fabrikalar Haliç
kıyısında yer almıştır.
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaşlaşma çabaları ve
sanayileşme yolundaki arayışları,
ilk endüstri yapılarının ortaya çıkmasına yol açmış, konumu, su yolu
Topoğrafik
Sınır,
Haliç Fiziki
Sınırları
ilişkileri nedeni ile ilk fabrikalar
Haliç kıyısında yer almıştır. Feshane, Lengerhane, mezbaha, giderek
tersaneler vb. sanayi yapıları Haliç’in iki yakasında yoğunlaşmıştır.
Bu süreç Cumhuriyet döneminde de devam ederek İstanbul’un
önemli sanayi akslarından biri Haliç olmuştur.
1980’li yıllarda Türkiye’nin dünyaya entegre olma çabalarının artması ve kent merkezinin sanayisizleşme sürecine girmesi ile birlikte
Haliç kıyılarındaki fabrikalar yıkılarak yeşil alana dönüştürülmüş,
Haliç bölgesi turizm ve kültür merkezi ilan edilerek bir yandan da
sanayi atıkları ile kirlenmiş olan
suyun yeniden temizlenmesi gündeme gelmiştir. Tarihî değeri olan
endüstri mirası yapılar işlev değiştirerek müze, sanat galerileri,
üniversite, kültür merkezi gibi biçimlere dönüştürülmüştür. Bu dönüşümün bir kısmı özel sektör tarafından, bir kısmı da belediyeler
tarafından gerçekleştirilmiştir. Bugün İstanbul’da Haliç yeri ve ulaşım aksları bağlantıları nedeni ile
gene önemli bir akstır ve hâlihazırda yüklendiği kültür ağırlıklı işlevlerin geleceğe yönelik olarak daha
da artacağı beklenmektedir.
Tarihî değeri olan
endüstri mirası yapılar
işlev değiştirerek
müze, sanat galerileri,
üniversite, kültür
merkezi gibi biçimlere
dönüştürülmüştür.
Haliç Bölgesi’nde
Bulunan Tarihî
Eserler
Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof.
Dr. Semih Tezcan’ın direktörlüğünde 18 kişilik uzman grubu tarafından, 1977 yılında oluşturulan
“Haliç Master Planı ve Uygulama
Programı Kesin Raporu” na göre;
Sepetçiler Kasrı, Yalı Köşkü, Yeni Cami Külliyesi ve Mısır Çarşısı, Rüstem Paşa Cami, Süleymaniye Külliyesi, Şehzadebaşı Külliyesi,
Valens Su Kemeri, Hacı Kadir Cami, Şebsefa Hatun Cami, Fatih
Külliyesi, Gül Cami, Sultan Selim
Cami ve Külliyesi, Ferruh Kethuda Cami, Kariye Cami, Tekfur Sarayı, Yatağan Cami, Aya Tekla Cami,
Ivaz Efendi Cami, Anemas Zindanı, Defterdar Cami, Cezari Kasım
Cami, Silahi Cami, Zal Mahmut Paşa Cami ve Külliyesi, Eyüp Sultan
Külliyesi, Piyer Loti Kahvesi, Saadabat Sarayı, İmrahor Köşkü, Halıcıoğlu Cami, Eski Tersane Sarayları, Taşkızak Tersanesi, Aynalıkavak
Kasrı, Kaptanpaşa Cami, Camialtı
Tersanesi, Azapkapı Cami, Galata
Bedesteni, Rüstempaşa Hanı, Arap
Cami ve Galata Kulesi Haliç’te korunacak tarihî, eserlerdir. (Devrim
Işıkkaya)
Haliç Kıyı Bölgesi
İçin Tarih Boyunca
Alınmış Planlama Ve
Uygulamaya Yönelik
Kararlar
- Fatih Sultan Mehmet tarafından,
Haliç’in dolmasının önlenmesi için
(iskan ve insan kastediliyor) çıkarılan fermanda, “Kağıthane yamaçlarının ziraatten men olunması,
yamaçlara ayrı kök ektirilmesi, Haliç’ten bir fersah (5685 m) uzaklığa
kadar yonca ekilmesi ve hayvan otlatmasının yasaklanması “ emredilmiş; yine bu yörede ağaç kesimi de
bu fermanla yasaklanmıştır.
- Kanuni döneminde çıkartılan nizamnamede, “Kentin bina inşa edilecek yerleri belirlenerek, meydanlar, kamuya ait yerler ve mesire
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 120 121 ›
yerlerinin konut alanı olarak kullanılamayacağı” bildirilmiştir.
- 1721-1722’de Sadabad kompleksinin temelinin atılması ile
Haliç’te büyük bir imar hareketi
başlatılmıştır.
- 1828 ‘de alınan bir kararla Eyüp’te
bir Feshane ve halat fabrikası kurulmuş, daha sonra gıda ve mensucat sanayileri ile matbaalar da Haliç’e yerleştirilmiştir.
- İstanbul için ilk imar planı sayılabilecek bir çalışma, Moltke tarafından hazırlanmıştır. Moltke bu
çalışmasında, yeter genişlikte yolların açılması, bazı meydanların da
düzenlenmesi konularına değinmiş, 1837 ‘de bir de İstanbul haritası hazırlamıştır.
- 1913’te Haliç’te Silahtarağa Elektrik Santrali kurulmuş ve tersanelerle birlikte tekstil sanayinin de
Haliç’te yerleşmesi doğrultusunda
kararlar ve izinler çıkmıştır.
- Cumhuriyet dönemi başlarında
(1925 yılı) Unkapanı Hal Tesisleri
ile mezbaha tesisleri kurulmuştur.
Kanuni döneminde
çıkartılan
nizamnamede, “Kentin
bina inşa edilecek yerleri
belirlenerek, meydanlar,
kamuya ait yerler
ve mesire yerlerinin
konut alanı olarak
kullanılamayacağı”
bildirilmiştir.
- 1932 yılında İstanbul’un planlama sorunu ile ilgili çalışmalar gerçekleşmiştir. Kendi ülkelerinde
isim yapmış üç şehirci, Alfred Agache, Herman Elgötz ve H. Lambert
İstanbul’a davet edilmiş ve kendilerinden İstanbul’un planlanması ile
ilgili raporlar istenmiştir.
Bu planın Haliç’le ilgili olan ana
maddeleri aşağıdaki gibidir:
Karadeniz’den gelen güçlü rüzgârlar nedeniyle ağır sanayi Haliç’te
yer almamalıdır. Hafif sanayinin
ise Haliç’te yer almasında bir sakınca yoktur.
Bu sanayide çalışan işçi sınıfının Haliç’in batısında yer alana
konut alanında iskân edilmeleri
önerilmiştir.
Haliç’in kıyı kesiminde yer alan
sahil yolunun inşasına karar verilmiş ve buna ek olarak mevcutta yer alan köprülere ek köprüler
önerilmiştir.
1930’da El Götz planıyla başlayarak Prost’un planının uygulamaya geçirilmesi Haliç üzerinde
olumsuz etkiler yaratmış, Haliç’in
kentsel mekân kalitesini erozyona
uğratmıştır. Aynı zamanda kültürel mirasın sürekliliği de kurulan
700 sanayi tesisi ve 2000 işyerinin yerleştirilmesiyle kültürel sürdürülebilirlik zarar görmüştür.
Fener-Balat bölgesi de bu mekânsal sorunlardan etkilenmiştir. (Ersoy, Keskinok, 2000).
Henri Prost tarafından geliştirilen plan 1938-1950 arasında İstanbul’un gelişimini büyük ölçüde
şekillendirmiştir.
Bu planın Haliç’i ilgilendiren maddeleri aşağıdaki gibidir:
Haliç’in ticaret ve sanayisini düzenlemeyi ve sur duvarlarının korunmasını önermiştir.
+40 kotunun üzerindeki binaların
maksimum gabarisinin 9.50 ile sınırlandırıp İstanbul siluetinin korunmasına vurgu yapmaktadır.
• Kullanılmayan yolların planlanarak azaltılması, yol üzerindeki
mevcut binaların kaldırılması ve
kalan alanla rekreasyon işlevinin
verilmesi
• Atatürk Bulvarı küçük ve kullanışsız parsellerin tevhidi
• Sarayburnu ve Küçükayasofya arasında bir arkeolojik parkın
düzenlenmesi
- 1937 yılında Prost Nazım Planı
ile verilen “Sur dışında 500 metrelik bir şerit bırakılarak sanayi kurulabilir” kararı ile ve 1954 tarihli Beyoğlu Nazım Planı ile Haliç’in
Beyoğlu yakası sahili, sanayi alanı
olarak onaylanmıştır.
- 1950’li yılların ortasında Kâğıthane deresi ve çayırı, teneke ve eski tahta parçalarıyla oturtulmuş
atölye bozuntularının, boğucu ağır
kokuların her yeri kapladığı çamurlaşmış dere sularında kayıkların işleyemediği bir durum almıştır.
- 1954’te geliştirilen Beyoğlu Nazım İmar planı ile Beyoğlu sınırları
içerinde kalan Haliç’in kıyı şeridinin sanayi bölgesi olarak kullanılması kararı kentin makroformunun şekillenmesine çok büyük
etkide bulunmuştur.
- 1950’lerin ortalarına doğru İstanbul batıda Yeşilköy’e, kuzeyde
Levent’e, doğuda Bostancı’ya doğru bir genişleme sergilemiştir. Bu
dönemde İstanbul’un nüfusu yaklaşık 1.5 milyondur.
- 1958-1960 yıllarında İtalyan
Prof. Luigi Piccinato başkanlığındaki, İller Bankası Planlama Bürosu tarafından “Geçit Devresi Nazım Planı” oluşturulmuş. Planın
yeşil alanlarla ilgili bölümünde de,
Büyük Küçük Çamlıca, Kâğıthane
Parkı, Eyüp ve çevresi ve Surlar iç
ve dış yeşilliklerinden oluşan dört
büyük parkın düzenlenmesinin gerekliliği belirtilmiştir.
- 1960’larda sanayinin gelişimine
paralel olarak daha çok sanayi alanına gereksinim duyulmuştur.
- Kartal-Maltepe-Tuzla-Gebze hattı
boyunca kentin çeoperlerine doğru
sanayi alanları yayılmıştır. İstanbul’un batısında ise Zeytinburnu,
Bakırköy, Sefaköy, Halkalı, Firuzköy, Eyüp, Rami, Gaziosmanpaşa
ve kuzeyde Şişli-Maslak aksında
endüstri zonları oluşturulmuştur.
1954’te geliştirilen
Beyoğlu Nazım İmar
planı ile Beyoğlu
sınırları içerinde kalan
Haliç’in kıyı şeridinin
sanayi bölgesi olarak
kullanılması kararı
kentin makroformunun
şekillenmesine
çok büyük etkide
bulunmuştur.
- 1954 tarihli planda Küçükçekmece, Büyükçekmece gölü İkitelli ve Anadolu yakasında Ümraniye
ve Gebze sanayi gelişimini öngörerek 1966’daki imar planı Haliç ve
İstinye sanayi bölgelerinde iptali
öngörülmüştür.
- 1966 ‘da yürürlük kazanan İstanbul Sanayi Planı’na göre alınan
önlemlerle, Haliç yöresinde yoğun
biçimde yer alan sanayi kuruluşlarından, Eminönü’nden Eyüp’e kadar uzanan kıyı bölgesindekilerin
dondurulması, Karaköy’ den Silahtar’a kıyı bölgelerindeki alanda ise,
yeniden sanayi kuruluşu yapılması
kararlaştırılmış.
- 1976 yılında Boğaziçi Üniversitesi tarafından düzenlenen, Haliç’in
temizlenmesi ve düzenlenmesine
ilişkin sempozyumda ortaya konan önerilerden hareketle, Haliç’in
temizlik çalışmaları yapılmıştır.
- 5 Haziran 1981’de Dünya Çevre Günü dolayısıyla düzenlenen
toplantıda Haliç konusu yeniden
gündeme gelmiş, Haliç’i Kurtarma projesinin yürürlüğe girmesi kararlaştırlmış; 8 Mayıs 1984’te
İstanbul Büyükşehir Belediyesince Nazım Plan Bürosu tarafından hazırlanan 1/5000 ölçekli Haliç Düzenleme Planı onaylanarak,
yürürlüğe girmiş, Haliç ve çevresindeki yıkım ve düzenleme çalışmaları planın onayından 15 gün
sonra başlatılmıştır. (İstanbul Anakent Belediyesi Belgeleri 2001)
- 1997 yılında İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, Haliç ile ilgili temizleme projelerini “Dünyanın En
Büyük Çevre Projesi” olarak nitelendiriyordu. Proje için İSKİ’nin
ilk hedefi; Haliç’teki kirliliği önlemek ve suyunu temizlemekti. Haliç’e doğrudan akan derelerin ya
da atık suların önlenmesi için yeni kanallar, tüneller açıldı; kollektörler, arıtma ve deşarj sistemleri
inşa edildi. Neredeyse bir foseptik
Henri Prost
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 122 123 ›
çukuruna dönen Haliç’ten 4.5 milyon metreküp çamur çıkarılarak,
Alibeyköy’deki eski taş ocaklarına
gönderildi. Yaklaşık 530 milyon
dolara mal olan proje 2000’lere
gelindiğinde sonuç verdi ve çevreye yayılan dayanılmaz koku hissedilir biçimde azalırken, dipteki çamur seviyesi de düşmeye başladı.
Belediyeye göre suyun temizliğine
en büyük kanıt haliç’te görülen balıklardı. Temizleme çalışmalarından sonra bu sularda artık 33 çeşit
balık yaşıyordu. Bu başarı Uluslararası Metropolis Organizasyonu
tarafından değerlendirilip, “Haliç Çevre Koruma Projesi” çevreye
yaptığı katkılar nedeniyle 2002’de
düzenlenen projeler yarışmasında Metropolis ödülüne layık görülmüştür. (NG.T)
Bugüne Dek Yapılan
Kentsel Yenileme
Örnekleri Üzerinden
Bakışlar Ve Planlama
Yaklaşımları
Özellikle gelişmiş ülkelerde yaşanan sanayisizleşme süreçleri bağlamında, hâlihazırda kullanılamaz
duruma gelen ağır sanayi tesisleri,
gar, antrepo, liman gibi tesisler, liman alanları, tersaneler dönüştürülerek farklı amaçlarla kullanılmış
ve kentsel dokuya yeniden kazandırılmışlardır. Bu projelerin en bilinenleri: Londra Docklands, Ruhr
Havzası, Emscher Park, Napoli Liman Bölgesi, Hamburg Liman Bölgesi, Cenova Liman Bölgesi Dönüşüm Projeleri, Nantes Tersane
Bölgesi Liman Dönüşüm Projesi
vb. dir. Tekil bina örnekleri olarak
incelendiğinde ise örnekler sonsuz
sayıda karşımıza çıkmaktadır.
Özellikle gelişmiş
ülkelerde yaşanan
sanayisizleşme süreçleri
bağlamında, hâlihazırda
kullanılamaz duruma
gelen ağır sanayi
tesisleri, gar, antrepo,
liman gibi tesisler, liman
alanları, tersaneler
dönüştürülerek farklı
amaçlarla kullanılmış ve
kentsel dokuya yeniden
kazandırılmışlardır.
Ancak tüm bu projeler bütüncül
bir yaklaşım ile ele alınmış, kent ve
kentli ilişkileri düşünülerek yeni
çekim noktaları yaratılmıştır. Tüm
bu projeler incelendikten sonra bazı sonuçlar belirginleşmiştir.
Dünya genelinde eski, işlev dışı kalmış ya da taşınmak zorunda
kalmış ağır sanayi tesisleri, liman
ve tersaneler ve yakın çevreleri için
üretilmiş ya da üretilmekte olan
dönüşüm projelerinde tespit edilen ortak planlama ve uygulama
ilke ve kararları doğrultusundaki
proje yaklaşımları şunlardır:
1. Bölgeyi uluslararası bir çekim
noktasına dönüştürmek, kendi
içinde bir bütün olarak açık şehir
içinde şehir yaratmak
2. Proje alanıyla kenti ilişkilendirmek, suyla kenti ilişkilendirmek,
kamusal alanı maksimize etmek
3. Çok katmanlı kullanıcılı, çok işlevli program yaratmak
4. Mevcudu değerlendirmek, endüstriyel anıtsallığı olan her şeyi
korumak, yeniden kullanım, bölgenin ve şehrin gelişiminin devamlılığını gözeten ucu açık, esnek, geçişli planlama anlayışı
5. Yüksek nitelikli mimari
6. Kentin konut rezervine katkıda
bulunmak ve yeni konut politikaları oluşturmak
7. Koordine bir trafik sistemi
yaratmak
8. Yeşil alan ve park için yeni tasarım stratejileri kurgulamak
Gar, antrepo, ağır sanayi ve yakın
çevreleri dönüşüm projelendirme
yöntemleri ve planlama yaklaşımlarına göz atıldığında ise;
- Bölgelerde yer alan ve anıtsallık
değeri taşıyan tüm endüstriyel obje ve binaları korumak
- Bölgede yer almış sanayinin daha verimli çalışması ve etrafa zarar
vermesi açısından başka bir bölgeye taşımak
- Boşalan bölgede açık strüktürlü
bir yerleşim tasarlamak, böylece
kentle mevcut bölgeyi birbirleriyle
ilişkilendirmek
- Tasarımda, yerleşime eklenecek
muhtemel yeni yerleşim, bina, açık
alanları düşünerek esnek bir tasarıma imkân vermek
- Çok çeşitli işlevi barındıran programlar üretmek bu işlevleri çok
farklı katmanlardan kullanıcıların
yaşamalarını sağlamak
- Mevcut yeşil alanları korumak ve
yeni yeşil alanlar üretmek.
Haliç bölgesi de İstanbul’da daha önce de belirtildiği gibi özel ve
önemli bir konumda bulunmaktadır, ancak hâlihazırda alınmış
kararlar bütüncül bir plan ve bütüncül stratejiler açısından eksik
görünmektedir. 2010 yılının kültür başkentlerinden biri olan İstanbul’un bu alana duyacağı gereksinim açıktır, bu nedenle konunun
daha derinlemesine irdelenmesi
gereklidir.
İstanbul Haliç Kıyı
Bölgesi Ve Haliç
Tersaneleri İçin
Yeni Kentsel Gelişim
Senaryoları
1995 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı Büyükşehir
Planlama Müdürlüğü yapmış olduğu araştırmalar sonucunda kentin gelişim koşullarını göz önünde
bulundurarak 2010 yılına kadar İstanbul şehri için yeni kentsel senaryolar üretmiştir.
Planlama Müdürlüğünün konu
hakkında yayımladığı dökümanları
incelendiğinde, altı tip gelişim senaryosu ortaya çıkmıştır:
1. Senaryoda “Batı ağırlıklı (İstanbul Avrupa Yakası) “ gelişimi öngören yaklaşım benimsenmiş. Bu
senaryoda Alibeyköy Kâğıthane
Bölgesi yeşil alan, Tarihî Yanmada
sınırına kadar Fener - Balat dahil
her iki Haliç kıyısı konut alanı, Kasımpaşa - Şişhane Beyoğlu hattı ve
Tarihî Yarımada MİA (Merkezi İş
Alanı), Sarayburnu - Yeşilköy sahili
yeşil alan olarak planlanmıştır.
“Alternatif planda”
tüm Haliç kıyıları
yeşil alan, Sütlüce
sırtları, Kasımpaşa ve
Alibeyköy arası orman
alanı, Fatih - Aksaray
Bölgesi, Beyoğlu ve
Şişli Bölgesi MİA,
Tarihî Yarımada çevresi
ve Alibeyköy düşük
yoğunluklu konut alanı
olarak öngörülmüştür.
2. Senaryoda, İstanbul’un “doğu - batı yakalarında dengeli bir
gelişim” öngörülmüş, buna bağlı olarak Tarihî Yarımada’nın güney bölümü ve Şişhane - Beyoğlu
hariç tüm Haliç bölgesi Alibeyköy
- Kâğıthane dahil konut alanı şeklinde planlanmıştır.
3. Senaryoda “doğal yapının korunması” öngörülmüş, Alibeyköy’den
Yenikapı’ya kadar büyük bir yeşil
alan düşünülmüş, Tarihî Yarımada
ve Beyoğlu mevki iş merkezi, geri
kalan Haliç kıyı bölgesi konut alanı
olarak planlanmıştır.
4. Senaryoda “tarihî ve kültürel
çevreyi korumak” ön planda tutulmuş, Haliç bölgesi yerleşkeleri
mümkün mertebe korunmuş, Tarihî Yarımada ve Beyoğlu bölgesi
MİA (Merkezi İş Alanı), Sarayburnu Yenikapı arası yeşil alan ve Alibeyköy, Fener-Balat, Alibeyköy Kasımpaşa arası ve Eyüp konut alanı
olarak planlanmıştır.
5. Senaryoda “alt yapı yatırımlarının olmaması ve göçün devam etmesi” dikkate alınarak Beyoğlu,
Şişli, Eminönü, Fatih, Alibeyköy
ve Kâğıthane bölgeleri iş merkezi,
Eyüp, Fener - Balat, Kasımpaşa gibi bölgelerin konut alanı olarak gelişeceği öngörülmüştür
6. Senaryoda sanayinin gelişimi ve
kirletici sanayinin desentralizasyonu esas alınmış, bu doğrultuda Beyoğlu, Şişli ve Tarihî Yarımada MİA, bunun dışında kalan tüm
Haliç bölgesi konut alanı olarak değerlendirilmiştir. (İstanbul Anakent Belediye Belgeleri)
Tüm bu senaryoların sonucunda
Haliç
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 124 125 ›
bir “alternatif plan” oluşturulmuş.
Bu planda tüm Haliç kıyıları yeşil
alan, Sütlüce sırtları, Kasımpaşa ve
Alibeyköy arası orman alanı, Fatih
- Aksaray Bölgesi, Beyoğlu ve Şişli
Bölgesi MİA, Tarihî Yarımada çevresi ve Alibeyköy düşük yoğunluklu
konut alanı olarak öngörülmüştür.
Haliç’te Bugünkü
Kullanım İle
İlgili Sorular Ve
Değerlendirmeler
Hâlihazırda Haliç ve çevresinin
kullanım ile ilgili ciddi sorunları
vardır. Bu sorunlar kentle entegrasyon, alanla ilgili bütüncül kararlar alınması zorunluğu, işlevsel
ilişkiler, var olan kültürlerin vurgulanması, sosyal anlamda iyileştirmedir. Sosyal anlamda burada
yaşayan insanların bu projede oynayacakları rol ve katılımlarıdır.
Yenilenen bir alan yaratırken sosyal yapının da devamlığını sağlamak önem kazanmaktadır.
Dünyada kentsel dönüşüm projeleri örneklerine bakıldığında, proje alanını kesin alt bölgelere ayırmak ve proje programını da bu
doğrultuda parçalamak yöntemine, nadiren rastlanmaktadır. Ancak yine belirtilmelidir ki, bu tip
dönüşüm örneklerinde oluşturulan alt bölgeler birbirine çok iyi bir
ulaşım ağı ve çok zengin çeşitlilikte dinamik bir program dizgisi ile
bağlanmaktadır. İstanbul kentinin
önümüzdeki on yılının planlanması bakımından Haliç bölgesinin de
bir alt bölge olarak tanımlandığı
görülmektedir.
Yenilenen bir alan
yaratırken sosyal
yapının da devamlığını
sağlamak önem
kazanmaktadır.
Oysa Haliç bölgesi, İstanbul gibi
bir metropolün merkezinde, barındırdığı coğrafî, mimarî ve şehirsel güzelliği ve tarihi, endüstriyel kalıntıları, yer altı ve yer üstü
kaynakları ve kent içindeki konumu ve buna karşılık kentsel yerleşim, ulaşım ve çevre kirliliği problemleri ile her bakımdan bütünsel
olarak ele alınmalıdır. Haliç bölgesi bir bütün olarak düşünülmeli ve
buranın bütünden parçaya kadar
bir hikâyesi olmalıdır. Bu hikâyenin tutarlılığı ancak önceden benimsenmiş bazı kentsel tasarım
ilkeleri ve planlama prensipleri-kararlarıyla mümkün kılınabilir. Bu
ilkesel strüktürün başlıkları şöyle
sıralanabilir:
Kentsel Program
Ve İşlevsel Dağılım,
Kentsel İzlerin
Devamlılığı
Çok katmanlı kullanıcılı, çok işlevli kentsel program yaratmak gereği göz önünde bulundurulmalıdır.
Hiçbir yerleşim alanı, kent parçası
tek bir işlevle yaşayamaz. Her bölge için çok çeşitli işlevleri bir araya getiren kentsel düzenlemelere
yönelmek gerekmektedir. Mevcut
ve önerilecek yerleşimler arasına getirilecek işlevsel farklılıklarla
mekânsal kullanımın zenginleştirilmesi önerilebilir. Haliç için düşünülecek böyle bir kentsel program bölgeyi, hem kendi kendine
yeter, hem de kente artı değer sağlayan bir konuma taşıyacaktır. Bununla birlikte, her büyük kent gibi
İstanbul da fiziksel ve sosyal bakımdan çok hızlı bir değişim göstermektedir. Bu bağlamda, kentin
sunduğu tüm yaşam kaynaklarının
tüketiminde büyük değişiklikler
olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, bölgenin ve kentin gelişiminin
devamlılığını gözeten ucu açık, esnek, geçişli kent strüktürü yaratmak önem taşımaktadır.
Bölgede bulunan mimarî
miras değeri olan
tün binaları, kentsel
yerleşim alanlarını,
endüstriyel tesisleri,
doğal yer altı ve yer üstü
kaynaklarını korumak,
yeniden kullanmak
ve yeni kaynaklar
üretmek kentsel izlerin
devamlılığı açısından
önem taşımaktadır.
İstanbul’un en önemli kültürel ve
ticari akslarından biri olan Karaköy, Taksim, Nişantaşı, Dolmabahçe aksı Haliç ile direkt bağlantılıdır, bu durum Haliç ve İstanbul
için önemli bir avantaj sergilemektedir. Bir anlamda kentin merkezi ve kongre vadisi olarak anılan
bu alanların yükünü alacak, lineer bir biçimde dağıtarak, karşı yakada bulunan Tarihî Yarımada’ya
uzanan akslarla birleştirecektir.
Birbirinden Haliç ile kopan bu
iki alan, artık birbirine Haliç ile
bağlanacaktır.
Bölgede bulunan mimarî miras değeri olan tün binaları, kentsel yerleşim alanlarını, endüstriyel tesisleri, doğal yer altı ve yer üstü
kaynaklarını korumak, yeniden
kullanmak ve yeni kaynaklar üretmek kentsel izlerin devamlılığı açısından önem taşımaktadır. Bugün
Haliç bölgesinde 40 civarında korunmaya değer tarihî bina ve yerleşim alanı ve ayrıca sanayi tesisleri
(yukarıda belirtildiği gibi) ve tersaneler bulunmaktadır. Bahsedilen
bu miras için koruma ve yeniden
kullanım politikaları oluşturulmalıdır. Bugün, devlet tarafından neredeyse işlevsiz bırakılmış, gözden
çıkarılmış, son on beş yıldır zarar
eden, hiçbir gemi yapım ihalesine sokulmayan, sadece küçük teknelerin bazı onarım işlerini alabilmiş, çalışanlarının %90 kadarını
son 12 yıl içinde kaybetmiş, bulunduğu konum itibariyle büyüyemeyen, teknolojisini yenilemeyen,
çevreye ve kendisine ekolojik bakımdan son derece zarar veren, yıllardır kentlinin girmesinin yasak
olduğu Haliç Tersane Tesisleri sahip oldukları endüstriyel kalıntılar
(bina ve teçhizat), coğrafî özellikler
ve bulunduğu konum bakımından
İstanbul kentinin ve Haliç bölgesinin uluslararası boyutta bahsi
edilen odak noktalarından biri olmaya adaydır. Tersanelerin sahip
olduğu bu tarihî ve coğrafik mirasın sağlıklı biçimde değerlendirilmesi, ancak önceden alınacak
kentsel dönüşüm proje ilke ve kararlarına sadık kalmakla mümkün
olabilecektir. Her şeyden önce endüstriyel arkeolojik değeri olan
tüm varlıklar; tersanede kullanılan
ve bir çok yerde benzeri bulunamayan makinalar, kızaklar, vinçler ve
havuzlar gece gündüz açık ve kapalı mekânlarda sergilenmelidir.
Sosyal Yapı – Kent
İlişkisi
Haliç bölgesinin iki yakasında da
(özellikle kuzey yakası) tepelere
doğru halk ve sosyal olanaklar zenginleşmekte, deniz seviyesine inildikçe fakirleşmektedir. Bu fiziksel
ve sosyal kent gerçeği Boğaziçi’nde tam tersi biçimde seyretmektedir. Kıyıda yer alan konut alanlarında gerçekleştirilecek iyileştirme
projeleriyle konut bölgelerindeki mekânsal kalite artırılarak sosyal farklar azaltılabilir. Fener - Balat, Kasımpaşa ve Eyüp gibi tarihî
yerleşkelerin rehabilite edilip buraların halk için yeniden çekici hale
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 126 127 ›
getirilmesi gerekmektedir. Alibeyköy, Kâğıthane gibi bölgelerde de
yeni konut alanları düşünülebilir.
Haliç kıyılarının bir başka sosyal
özelliği de çağlar boyunca kıyılarında farklı dinlerin ve kültürlerin bir
arada yaşamış olmasıdır, Cenevizliler, Venedikliler, Rumlar, Ermeniler, Museviler Haliç kıyılarında yaşamış; hâlâ cemaatleri, kiliseleri ile
bu alanda yaşamlarını sürdürmektedirler. Fener Rum Patrikhanesi
Haliç’te bulunmaktadır. Haliç’in bu
özelliği de vurgulanmalı, Haliç’in
semtleri, dinî merkezleri, kentle
ve önerilecek yeni kültür merkezleri ile ilişkilendirilmesi üzerinde
düşünceler geliştirilmelidir. Sosyal
katmanlar ve çok renkliliğin önemli bir getirisi olacağı mutlaktır.
Haliç bölgesi,
kongre vadisi olarak
adlandırılan Taksim,
Dolmabahçe, Nişantaşı
üçgeninden ulaşım
anlamında daha şanslı
bir konumdadır. Hem
çevre yolları, hem deniz
yolu bağlantıları nedeni
ile daha seri ulaşılabilen
bir noktadadır.
Yeşil Ve Kıyı
Kullanımının
Kentsel Yaşamla
Entegrasyonu
Yeşil alanın kıyılarda değil, kıyılardan tepelere doğru belirli arterlerde Sütlüce, Alibeyköy, Eyüp civarı gibi düşeyde, sık ağaçlı orman
ve kültürel, dinamik yeşil tematik
park olarak iki ayrı biçimde tasarlanması gerekliliği vardır. Bu parklar sayesinde kentli düşeyde de birbiriyle, kentle ilişki kurabilecektir.
Kıyılar boyunca giden yeşil alanlar işlevsiz kalmış, kenti sudan koparmış, kıyılarda bulunan binaları
tek başına bırakmıştır. Ayrıca buraları dolgu alanlar oldukları için
buralarda ağaç da yetiştirilememektedir. Bu alanlarda da insan
odaklı düşünmek ve işlevsel açıdan insanların faydalanabilecekleri biçime dönüştürmek önem
kazanmaktadır.
Haliç’te Dolaşım
Aksları Ve Meydanlar
Haliç bölgesi, kongre vadisi olarak
adlandırılan Taksim, Dolmabahçe,
Nişantaşı üçgeninden ulaşım anlamında daha şanslı bir konumdadır.
Hem çevre yolları, hem deniz yolu bağlantıları nedeni ile daha seri ulaşılabilen bir noktadadır. Ayrıca su kıyısı olması nedeni ile lineer
bir yerleşmeye sahip olduğu için
Haliç
Köprüsü
bu alanda yürüyebilmek imkânı
vardır.
Haliç boyunca iki yakayı da kapsayan kültür, din, tarih rotaları da
hem yürüyüş, hem de raylı sistemler olarak hayata geçirilebilir.
Haliç çevresi dışında Aksaray, Saraçhane, Unkapanı, Şişhane, Galata ve Beyoğlu arteri Unkapanı
Köprüsü ile beraber ve yine Cağaloğlu, Eminönü, Karaköy arteri
Galata Köprüsü ile beraber ticaret,
eğlence ve kültürel etkinliklerle
birlikte düşünülerek planlanmalı,
Karaköy ve Eminönü kıyı ve meydanları yeniden düzenlenmelidir.
Kamusal alanlar uygun kentsel işlevlerle donatılarak maksimize
edilmelidir. Kıyıda planlanacak konut ve kültür bantının hemen arkasında E5, TEM, Yeşilköy - Sirkeci - Beşiktaş sahil yolu ve Taksim’e
entegre yeni bir ulaşım ağı (metro,
hafif raylı sistem, teleferik) tasarlanmalı, bu ağ denizden HaIiç boyunca desteklenmelidir.
Değerlendirmeler
İstanbul’un varoluşundan bugüne
dek, en önemli kıyı alanı olan Haliç; (nakliye, liman, yaşama, rekreasyon, endüstri, kültür vb. işlevleri) Bizans döneminde liman ve
yerleşme alanı olarak, Osmanlıda
da aynı işlevlere ek olarak mesire yeri niteliğini kazanmıştır. Endüstri ile 19. yüzyılda tanışan Osmanlı İmparatorluğu, ne yazık ki
üretim alanı olarak Haliç kıyılarını
seçmiştir. Daha sonra İstanbul ile
ilgili yapılan imar planlarında da
bu kararlar sürmüş ve Haliç, kentin sanayi bölgesi olmuş, çevre niteliksiz yapılarla dolmuş ve deniz
kirlenmiştir.
İstanbul’un
varoluşundan bugüne
dek, en önemli kıyı
alanı olan Haliç;
(nakliye, liman, yaşama,
rekreasyon, endüstri,
kültür vb. işlevleri)
Bizans döneminde
liman ve yerleşme alanı
olarak, Osmanlıda
da aynı işlevlere ek
olarak mesire yeri
niteliğini kazanmıştır.
1980’lerde sanayinin bu alandan
boşaltılmasının ardından yeni bir
yaşama kavuşan Haliç, bugün
önemli bir kültürel alana dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Hâlihazır durum ve öneriler yukarıda sayılmıştır, ancak en önemli
konu: Alanın çok kültürlülüğünü,
tarihini ve değerlerini öne çıkartarak bütüncül bir planlama yapmaktır. Bu planı yaparken burada
var olan insanları, onların geleceklerini göz ardı etmemek, Haliç’i de
gelinip geçilen değil, yaşanan bir
mekâna dönüştürmek en önemli girdi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kaynakça
1. ANON, 2006, YTÜ Mimarlık Fakültesi Diploma Projesi.
2. ANON, 2001, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul.
3. Işıkaya, D., 2002, ‘Replanning the Industry and Port Cities and a new Urban Design Scenario for the Haliç District and tha
Haliç Docks’ . YTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
4. Onem, B., A, ‘Kilincaslan, I, 2005, Urban Identity and Environmental Perception in Haliç’, ITU Journal/a, Vol. 4, No: 1,
115-125, March, İstanbul.
5. Sungur, N. , 2007, ‘Zaman Tünelinde Haliç- Haliç In Time Warp’, Natinal Geograghy Turkey, March 2007.
6. Vaggione, P., 2002, ‘An Agenda for Architecture as a Nexus Between Tourism and Sustainable Development, Unesco Virtual
Congress, Ekim.
Haliç Metro
Köprüsü
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 128 129 ›
Civilizational Impacts of the Nile
River for Egypt, Sudan and Ethiopia
Anwar HASSEN
Marmara Üniversitesi SBE, Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi
Hakemli Makale
Hakeme Gidiş Tarihi 28.03.2016
Hakemden Geliş Tarihi 25.04.2016
ARTICLE
he Nile River of Africa is the longest
in the world, covering a distance of
more than 4000
miles (6600 kms).
It is formed from the White Nile,
which originates at Lake Victoria and also the Blue Nile, which
originates at Lake Tana in Ethiopia. These rivers meet in Sudan
and then go on their long journey
northwards to the Mediterranean
Sea. The White Nile contributes
only about 15 % of the flow of the
combined Nile. Whereas the Blue
Nile contributes about 85% to the
flow of the Nile River that passes
through Egypt to the Mediterranean. The name Nile originates from
the Greek word; Neilos, which
means river. Besides, the ancient
Egyptians called the river Aur or
Ar (Black) as a result of the color of
the sediment left after the annual
flood of the river. Both of the main
Nile branches such as the White
Nile (Eastern Africa), and the Blue
Nile (Ethiopia) join at Khartoum
(the Capital city of Sudan which is
North East of Africa). The Nile Basin (the land area drained because
of the river) is very big. It includes
Egypt,Ethiopia, Sudan, Democratic Republic of the Congo,Tanzania,
Burundi, Kenya, Rwanda, Uganda,
and South Sudan.
The Nıle Water ın
Culture, Identıty and
Socıety
Water has a pervasive role in society and religion. From the past to
the present, hunter gatherer societies, tribes, states, and civilizations, nomads, pastoralists and
agriculturalists are all intrinsically
T
Water has a pervasive role in society and religion. From the
past to the present, hunter gatherer societies, tribes, states,
and civilizations, nomads, pastoralists and agriculturalists are
all intrinsically attached with water in which they lived.
Nıle Rıver
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ARTICLE ‹ 130 131 ›
attached with water in which they
lived. Hence, water is not only a
biological necessity and scarce resource, but also an essential part
of people’s identity, culture, religious perceptions of the people.
Water in many facets matters for
humans, while the societal, cultural, ideological and religious roles
of water include identities ranging from personal perceptions
and gender relations to rainmaking and fertility rites for the benefits of the whole society as well as
perceptions of religious beliefs. In
the development of the Nile Basin
region, the water challenges in the
past, present, and for the future is
not only an economic or political
questions of distributing of limited water, but also involves people’s identities, and cultural and
religious dimensions of water. As a
result, various types of water have
been culturally and religiously institutionalized as part of people’s
lives in the different regions and
traditions. In order to understand
the economic and political role of
water and the development of the
whole Nile Region, it is necessary
to include cultural and religious
variables which analyze the role
of water in creating and maintaining identity and the development
of societies. The availability of water creates practices and organizations of collecting, distributing
and sharing of water, particularly
when there is scarcity of water.
Just like other cradles
of civilizations in
the world, the first
civilizations to appear
in history started on a
river valley is in Egypt,
where by a Greek
historian Herodotus
describe this civilization
as “Egypt is the Nile
and the Nile is Egypt.
Traditionally, at a household level,
collecting water has normally been
the task of women, thus creates
gender relations but also relations
and divisions between different
age groups of women. In different
countries of the Nile Basins, there
are different traditions and cultural practices since they do not share
the same experience. The Nile has
been a conceptual bridge of cultural exchange among the countries
of the Nile Basins. From the Ethiopian highlands to the arid deserts
of South Sudan, Sudan, and Egypt,
the Nile River and its tributaries
have shaped the history and fate
of the region’s diverse peoples.
The Nıle’s Impact on
the Development
of Egyptıan
Cıvılızatıons
Just like other cradles of civilizations in the world, the first civilizations to appear in history started
on a river valley is in Egypt, where
by a Greek historian Herodotus describe this civilization as “Egypt is
the Nile and the Nile is Egypt.’’ Being a rich source of water, the Nile
is seen as the foundations of life in
ancient Egypt. The influence of the
Nile is so extensive. The Nile has
been a convenient means of transportation and in the field of writings; Papyrus is a plant that used
to grow on the river bank of the
Nile. The annual Nile floods have
historically been the most important natural event in Egypt by far.
Every year the great flood gifts
North East Africa the water and
the silt that brings life to the Sahara desert. Ancient Egypt would not
have existed to build their ancient
pyramids, temples and tombs were
if not for the Nile River floods. The
ancient Sphinx sits in the shadow
of the incredible great pyramids of
Giza, all there because of the annual Nile flooding. Since the rain
storms which comes from the Ethiopian Highlands washes the rich
organic top soil into the Blue Nile
River, the Nile River valley civilizations relied on this to fertilize their
crops and animal feeds and the
Blue Nile floods to irrigate them.
The Nile also gives the Egyptians
food. They catch fishes and different birds that flow close to the
surface of the Nile water. The Nile
River plain was a suitable living environment for a variety of animals.
The Nile Crocodile has been a major component of the Egyptian culture and way of life since the first
Egyptians settled along the fertile
banks of the Nile.
The River Nile’s civilizational value
has been depicted by the following
Poem written by an Egyptian poet,
Omar Ibrahim, 1994.
‘’behold how the River Nile generously flows
and hugs the banks with its gentile
waves
it flows and smiles to the sun above
it flows as the blood inside a body
it flows as the breaths inside the
lungs
it flows to greet farms and gardens
it flows and waters thirsty throats
it flows and waters flowers and
trees
it flows and offers fish for food
it flows and floods the dry soil
it flows through a valley of its
creation
it flows beside great pyramids and
temples
it flows to crown a heavenly land
it says: ‘’take my waters and grow’’
it says: ‘’let my immortal waters
flow’’
it says: ‘’within my surge life
awakens’’
Nıle Water and the
Nubıans’ Cıvılızatıons
Nubia is a region along the Nile river located in what is today northern Sudan and southern Egypt. It
was one of the earliest civilizations
of ancient Northeastern Africa,
with a history that can be traced
from at least 2000 B.C. onward
(through Nubian monuments
and artifacts, as well as written records from Egypt and Rome), and
was home to one of the African
empires. Nubia, the hottest and
most arid region of the world, has
caused many civilizations to be totally dependent on the Nile for existence. That is to say, the history
of Nubians is closely linked with
that of ancient Egypt. The Nile is
the link that runs through Sudan
and influences the lives of Sudan’s
people, even though many of them
farm and herd far from the two
main tributaries of Nile, the Blue
and White Nile. Not only do Nomads come to the river to water
their herds and cultivators to drain
off its water for their fields, but
the Nile facilitates trade, administrations and urbanizations. Consequently, the confluence of the
Blue Nile and White Nile became
the administrative center of a vast
hinterland because the area commanded the river, its commerce,
and its urban society.
Lake Tana, being the
source of the Blue Nile,
has for centuries played
a significant role in
the evolution of Nile
civilizations. It has a
cultural significance
for the people of
Ethiopia and beyond.
This location enabled the urban
elites to control the scattered
and often isolated population of
the interior while enjoying access to the peoples of the outside
world. The capital city of Sudan
(Khartoum) is built at the convergence of the Blue and White Niles.
Khartoum, has got its name from
Arabic kharṭūm خرطوم meaning elephant’s trunk, probably referring
to the narrow strip of land extending between the Blue and White
Niles. Since ancient times, Sudan
has used the Nile River for transportation and farming. It has been
a central part of the region’s livelihood. Cotton, a major cash crop
for the country and an important
part of the economy, relies heavily
on the Nile River for growth.
The Sıgnıficance of
Blue Nıle/Lake Tana
for the People of
Ethıopıa
The Blue Nile, or Abbay, ‘‘Our Father’’ in Amharic meaning Abbawi,
in Ge’ez meaning Fatherly’ is central to Ethiopia’s culture and history. The fact has been reflected in
endless tales, proverbs, poems and
novels, private names and symbols. Whenever there is a water
shortage in the Ethiopian societies,
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ARTICLE ‹ 132 133 ›
communities or developmental organizations work with the motto “
” meaning ‘‘The son of Nile cannot be
thirsty.’’ Traditionally, there is a
belief whereby the people throw
a coin while crossing the river so
that the Nile God helps them to
cross peacefully. Lake Tana, being the source of the Blue Nile, has
for centuries played a significant
role in the evolution of Nile civilizations. It has a cultural significance for the people of Ethiopia
and beyond. For centuries fishing
has been a commercial activity in
the region. The lake has been an
important means of transportation. It is normal to see different
birds and Hippos in the Lake. In
recent times, it has helped in attracting tourists with many hospitality outlets taking advantage of
the calming, scenic views it offers.
Moreover, Lake Tana serves as a
bridge means between classical
and modern Ethiopia. The lake has
37 islands, serve as repositories for
Ethiopian Orthodox Christian traditions. Twenty of the Islands are
churches and monasteries, some
dating as far back as the 13th century. These islands are store houses for Ethiopian church art, religious parchments, crosses, crowns
and royal regalia which have been
preserved over the years. The Blue
Nile is a source of pride for Ethiopians; it is one of the rivers mentioned in the Bible. The Blue Nile
has been very important to the
Nile civilizations of Ethiopia,
Egypt and Sudan. As a sanctuary
of faith for Ethiopian Orthodox
Christians, many adherents have
embarked on pilgrimages to Lake
Tana, its many islands and the adjoining land forms, including the
Zegie Peninsula, which is home
to the Azewa Mariam, a 13th century Ethiopian Orthodox Christian Church. The values of Nile are
mentioned in the following poems
about River Nile, which was written by an Ethiopian poet, Tsegaye
Gebre Medhin, in August 1997.
The values of Nile
are mentioned in
the following poems
about River Nile,
which was written by
an Ethiopian poet,
Tsegaye Gebre Medhin,
in August 1997.
Nıle! O Nıle!
O Nile, my prodigal daughter on
the wilderness of the desert
Bringing God’s harmony to all
brothers and sisters
And calming down their noises of
brass in their endless nakednesses
O Nile, you are music that restore
the rhythm of existance
Into the awkward stampeding of
these Middle Eastern blindnesses
You are the irrigator that cultivate
peace
From my Ethiopian sacred
mountains of the sun
Across to nod on the East of Aden
and across Sinai
Beyond Gibraltar into the heights
of Mount Moriah
O Nile, my chosen sacrifice for
universal peace offering
Upon whose gift the heritages of
Meroe and Egypt
Still survive for the benefit of our
lone World.
You are the proud daughter O
Nile, who taught
The ancient world how to walk in
upright grace
You are my prodigal daughter who
saved and breast fed
Little lost Jacob whose brothers
sold for food
You, who nurtured, fed and raised
The chils prophet called Moses on
your cradle,
You, who stretched out your
helping hand and protected
The baby Christ from the
slaughtering swords of their
Herods,
O Nile, my infinite prodigal
daughter
At whose feet mountains like
Alexander bent
Their unbendable heads to drink
from your life giving milk,
O Nile, at whose feet giants like
Ceasser Knelt
Conquorors like Napolean bowed
Their unbowable heads to partake
from your imortal bounty.
O Nile, you are the majestic blood
line of my African glory
You are the Adey Abeba my
Nile River
Ethiopian new year flower
That shower my blessings upon
the starved of the world
You are the eloquence that ring
the Ethiopian bell across the deaf
world
You are the gifted dancer of
graceful rhythms
That harmonize with your sisters
Etbara and shabale
With your brothers Awash and
Juba
To fertilize the scorched sands of
Arabia
O Nile, without your gift
Mideterania shall be a rock of
dead waters
And Sahara shall be a basket of
skeletons
You are Africa’s black soil that
produce life
You are the milk that quench the
thirsty multitudes
You are the messenger of my
gospel, O Nile
That bring my abundant harvest
to the mouth of the needy
You are the elegant pilgrim of my
mercy.
You are the first fountain you are
the first ever Ethiopia
You are the appeaser of the lustful
greeds
You are the first Earth Mother of
all fertility
Rising like the sun from the
deepest core of the globe
You are the conquoror of the
scortching pestilence
You are the source you the Africa
you are the Ethiopia you are the
Nile.
O Nile, you are the
majestic blood line of
my African glory
You are the Adey Abeba
my Ethiopian new year
flower
That shower my
blessings upon.
The Nıle Water and
Relıgıon
In fact different types of water are
attributed with specific characteristics depending on the type of water. For example, holy water for rituals such as baptism, ablution or
purification in a different category
than the Nile’s annual inundation
for irrigation, nomads needs for
oases or water stored in dams for
hydroelectric purposes. It is crucial to see water as an important
agency in the dynamics of change
in culture and religion in history, since it has had a fundamental
role in people’s beliefs, value systems and identity. Religions and
divinity can both be understood
through water symbolism. Water
becomes holy as it presents the
material element of the spiritual
core of religion. In many religions
in the Nile Basin, water belongs
to the divine realms; either linking gods to humans or being a medium through which humans can
reach their gods. Water is often
seen as a divine gift and thus the
different bodies of holy water are
used variously in religiously defined settings.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ARTICLE ‹ 134 135 ›
Chrıstıanıty and
Islam as Nıle
Relıgıons ın Egypt
The Nile has had an important role
in all religions, from the ancient
Egyptians to modern Muslim in
Egypt. All religions in the desert
became influenced and incorporated life-giving water into the respective religions bodies of myths
and rituals because in these desert
the river was life itself.
Had it failed to flow, even for one
season, then all Egypt perished.
Every one living in Egypt has been
dependent upon the Nile. The River has had a life giving in the various religions and traditions. Both
Christianity and Islam are high religions or great traditions. So, it is
of interest to see how the river itself transcends the various religions and religious dualism and
multiple co-existing traditions.
The Almıghty Nıle
The almighty Nile River has formed
a society and religions throughout
history, and the changing religions
along the Nile’s shore in Egypt illuminate how transcendental religions incorporate the physical environment and the water world in
a desert. In Egypt, where all life
came from the Nile, the river became identical with these divine
gifts since life is the blessing of
God. Everything good came from
the God, and in a desert nothing
was more precious than the life
giving waters. So, water has a crucial and divine role in both Christianity and Islam.
In ancient Egypt, the
Nile, and its delta, were
worshiped as a god.
The Nile god Hapi, who
came in the shape of a
frog, represented the
Nile delta. Honoring
a god was crucial, and
so very important. So
the Egyptians when
a flood came used to
thank Hapi for brining
fertility for the land.
There are verses in the Bible and
Qur’an which has a direct reference to water and many more references to rivers, wells and rains.
The continuous flow of water in
the Nile has been the source of
religions elaboration, and rituals of the Ancient Egyptians, the
Greek and the Romans, the Christians and the Muslims. As a result
of the river’s character, the different religions have shared many of
the same basic character and perceptions, and consequently there
have been many syncretic beliefs
and overlapping layers of meaning
which combine rather than separate the respective religions. In ancient Egypt, the Nile, and its delta,
were worshiped as a god. The Nile
god Hapi, who came in the shape
of a frog, represented the Nile delta. Honoring a god was crucial, and
so very important. So the Egyptians when a flood came used to
thank Hapi for brining fertility for
the land. Distinct Epiphany water
tanks are found in many churches, especially in the mediaeval
church of old Cairo. Although historical records suggest that original Epiphany ceremonies actually
took place in the Nile, the ceremony was only brought into churches in the 11 century. However, the
Coptic Church does not place the
same importance on holy water
springs as the Ethiopian Orthodox
Church.
Hapi
(Nile god)
Holy Water: PreChrıstıan and
Chrıstıan Water
Assocıatıons ın
Ethıopıa
Water is used as a symbol of death
and rebirth in the Christian faith
and the connection between water and the rite of Baptism, is a notion of spiritual rebirth in the eyes
of God. Source of scared water (holy well) is important in the Christian context. The water often takes
on special powers, often connected with healing and subsequently these loci become pilgrimage
centers and also a great economic boon for what was a very poor
town. As a sanctuary of faith for
Ethiopian Orthodox Christians,
many adherents have embarked
on pilgrimages to ‘Gishe Abay’ or
Lake Tana.
Water Symbolısm
ın the Ethıopıan
Orthodox Church
There are a number of important
pilgrimage sites in centers around
the holy water veneration. One of
the most interesting elements of
water symbolism in the Ethiopian
Orthodox Church is found in the
celebration of Epiphany. This ceremony known as ‘‘Timket’’, it entails bringing the sacred church taboot- a representation of the Ark
of the Covenant to a body of water
where it remains overnight.
One of the most
interesting elements
of water symbolism in
the Ethiopian Orthodox
Church is found in the
celebration of Epiphany.
Regarding the water symbolism,
there is a clear link between the
Ethiopian Orthodox Church and
the Coptic Church of Egypt. First
the Coptic Church has absorbed a
number of cultural and ideological elements from its precursor religions, in terms of burial belief,
symbols and appropriation of sacred space. There is a link to the
Epiphany ceremony in both Ethiopia and Egypt. The Nile has been
a conceptual bridge of cultural exchange. The most important institutions linking the two countries, the Ethiopian church whose
head Abun, was an Egyptian Coptic bishop from the fourth century
to 1950.
Source Cıtatıon
1. NBI project reports; http://www.nilebasin.org/resources.htm
2. Nile River. The Ancient Near East: An Encyclopedia for Students. Ed. Ronald Wallenfels and Jack M. Sasson. Vol. 3. New York:
Charles Scribner’s Sons, 2000. 137-138. World History in Context. Web. 30 Mar. 2016.
3. Oestigaard, T. 2010. Nile Issues: Small Streams from the Nile Basin Research Programme . FOUNTAIN PUBLISHERS,
Kampala, Uganda.
4. Oestigaard. T. and Firew. G.A, 2013. The source of the Blue Nile: Water Rituals and Traditions in the Lake Tana region.
Cambridge Scholars Publishing. Can be loaded at
5. https://books.google.com.tr/books?id=jidQBwAAQBAJ&pg=PA156&lpg
6. https://en.wikipedia.org/wiki/Nile
7. http://highrocklibrary.weebly.com/ancient-egypt.html
8. http://marktanner.com/niletrip/importance-of-nile-river-floods.html
9. http://www.sahistory.org.za/topic/nile-river-and-its-influence-settlement
10. http://www.kidsgen.com/ancient_egypt/role_of_nile.htm
Abu Simbel
Temples,
Egypt
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ARTICLE ‹ 136 137 ›
Hüseyin AYDEMİR
Yönetmen
Belge ve Kurmaca Filmlerde Şehir ve Su İlişkisi
İçinde Nehir Geçen Filmler
SİNEMANIN ORTA YERİ ŞEHİR
u; hayatın olduğu
gibi, şehirlerin ve
dolayısıyla medeniyetlerin de kaynağı. Kadim devirlerden zamanımıza
kadar kültür üreten şehirler daima
büyük nehirlerden beslendi. Eski
Mısır Medeniyeti; Nil’in, Anadolu
medeniyetleri; Fırat’ın, Dicle’nin,
Sakarya’nın, Menderes’in, Kızılırmak ve Yeşilırmak’ın can suyundan doğmuştur. Hint Medeniyeti;
Ganj, Brahmaputra ve İndus nehirleri çevresinde ortaya çıkmış ve
gelişmiştir. Çin Medeniyeti ise; Sarı ve Gökırmak kıyılarında serpilip
yeşermiştir.
Şehirler ve nehirler arasındaki bu
ilişki, efsanelerde ve destanlarda
efsunkâr bir bakışla anlatılır.
“Daha hiçbir şey yokken “Tanrı Kara
Han”la “su” vardı. Kara Han’dan başka gören, sudan başka görünen yoktu. Kara Han yalnızlıktan sıkılıp, ne
yapayım diye düşünürken, su dalgalandı. “Ak Ana” çıktı. Kara Han’a, “yarat” diyip yine suya daldı. Bunun üzerine Kara Han “kişi”yi yarattı.” (Altay
Türkleri Yaradılış Destanı’ndan)
“Hiç kimseye kötülük etmedim. Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim.
Gerçek evinde alçaklık etmedim.
…
Ölmüş balığı tutmadım.
Suları kirletmedim.
Hiç bir arkın suyunu başka yöne
çevirmedim. Ben temizim, temizim,
temizim...” (Eski Mısır’ın Ölüler
Kitabından)
Tarihçi Heredot; kadim Mısır’ı
şu sözlerle özetler: ‘Mısır, Nil’in
hediyesidir.
İbni Haldun, Mukaddime’sinin birinci bölümde ilmin, havanın, suyun, insan hayatı üzerinde ve
medeniyet ilerlemesindeki tesirlerinden söz ederken su ve medeniyet ilişkisinin önemini belirtmiştir.
S
Eski Mısır Medeniyeti; Nil’in, Anadolu medeniyetleri;
Fırat’ın, Dicle’nin, Sakarya’nın, Menderes’in, Kızılırmak ve
Yeşilırmak’ın can suyundan doğmuştur. Hint Medeniyeti;
Ganj, Brahmaputra ve İndus nehirleri çevresinde ortaya
çıkmış ve gelişmiştir. Çin Medeniyeti ise; Sarı ve Gökırmak
kıyılarında serpilip yeşermiştir.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 SİNEMANIN ORTA YERİ ŞEHİR ‹ 138 139 ›
Medeniyet; insanlığın suyu araması, bulması ve suyla birlikte yeni bir
dünya kurması olarak özetlenebilir.
“İç Muhammed Aşkına
Mâ Çeşme’den Âb-ı
Zülâl”
Haliç bir kültürler yumağıdır, Haliç olmadan Sadabad olmaz, tersane, feshane olmaz. Haliç, Medine-i
Münevvere’den bir nurla aydınlanır Eyüp’te.
Boğaziçi bir medeniyetler kuşağıdır; saray, köşk ve yalılarla süslenmiş. Hisarlarla heybet, zümrüt
korularla zarafet saçar. Yuşa Peygamber’in makamı ile onurlanır.
Mimarîsi ve müziğiyle, kayık ve
kayıkçıları, gemileri ve kaptanları
ile kendine özgü bir medeniyettir
Boğaziçi.
Su ile şehir arasındaki bu ilişki ve
güzellik sanatçılara, sanat eserlerine daima ilham ve konu olmuştur. Nedim gazelleriyle su ve şehir
ilişkisinin özgün bir kültürü olan
Sadabad’a götürür bizi. Şâirlerin
hamam ve çeşme kitabelerine düşürdükleri tarihler de bu ilişkinin
farklı bir yanıdır: “İç Muhammed
Aşkına Mâ Çeşme’den Âb-ı Zülâl”
Sinema Susuz Kaldı!
Sinema, su ile insan arasındaki bu
“aziz” bağın kopmaya yakın noktasında doğmuş bir sanat olarak, su
ve şehirle örülmüş bir anlatı kuramamıştır. Su ve medeniyet bağlantısı daha çok belgesel filmlerde
yansıtılmaya çalışılmıştır.
Medeniyet; insanlığın
suyu araması, bulması
ve suyla birlikte yeni
bir dünya kurması
olarak özetlenebilir.
Kurmaca filmlerden su ve şehir
konulu bir hikâye anlatması beklenemez. Dramatik yapılı filmlerin ancak bazı sahnelerinde bu tür
manzaraları bir ayrıntı ya da fon
olarak yakalamak mümkündür.
Türk filmlerinde, balıkçı, kayıkçı
ve hamamcı gibi tiplerin yer aldığı
sahneler nadiren de olsa bu kültürlere ait ipuçları vermektedir.
Türk hamam kültürü yine bazı filmlerde çarpık ve mizahî bir
anlayışla da olsa gösterilmeye
çalışılmıştır.
Köprüleri de bu ilişkinin yapı ve
kültürü sayarsak, Türk filmlerinde yer alan Galata Köprüsü sahneleri araştırmacılar için önem arz
edebilir.
İtalyan filmlerinde, Roma çeşmeleri, Venedik kanaları ve gondolcular bu türden sahneler olarak
zikredilebilir.
Sinema tarihinde nehirlerin başrol
aldığı yüzlerce macera filmi olmasına rağmen, şehir ve nehir ilişkisini okuyabileceğimiz film sayısı çok
azdır. Serüven filmlerindeki nehirler; korku, gizem ve vahşet mekânları olarak gösterilmektedir.
Su Hakkında Kanun
Çıkartan Film
İncelememize Türk sinemasından
bir başyapıtla, “Susuz Yaz”la başlayalım. Metin Erksan filmin senaryosunu Necati Cumalı’nın 1962’de
yazdığı aynı adlı hikâyesinden
uyarlar. Hikaye, su mülkiyeti üzerinedir. Buradan kadın üzerinde
mülkiyet iddia etmeye uzanır.
Osman ve Kardeşi Hasan’ın sahip
olduğu araziden su çıkmıştır. Osman bu suyun kendi hakları olduğunu iddia eder ve köylüsüyle paylaşmak istemez. Kardeşi Hasan ise
tersini düşünmektedir.
Osman, var olan suyun kendi tarlalarına ancak yeteceğini söyleyerek,
diğer köylülerle ölümüne bir mücadeleye girişir. Çıkan kavgada köylülerden birini öldürür, fakat suç
Hasan’ın üstüne kalır.
Hapiste olan Hasan’ın karısına da
göz koyan Osman, suyu köylülere
para ile satmaya başlar.
“Susuz Yaz” Metin Erksan’ın başyapıtlarından biri olmasının yanı
sıra gelmiş geçmiş en önemli Türk
filmlerinden biri olarak kabul edilir. 1963 yapımı film bir sonraki
yıl Berlin Film Festivali’nde büyük
ödül Altın Ayı’yı kazanır ve Türk
sinemasına ilk büyük uluslararası
ödülünü kazandırır.
Metin Erksan, 2008 yılının mayısında yapılan bir röportajında,
Susuz Yaz
Filminden
Bir Sahne
“Filmi bugün çekseniz neyi değiştirirsiniz?” sorusuna şöyle cevap
vermiş: “Susuz Yaz”a bugün şöyle başlardım. Avuçlarına su alan
bir adam bekler. Tutar elinde o suyu, durur. Ama ne yaparsa yapsın
parmaklarının arasından akar o
su. Hâlbuki toprak olsa durur. İşte
böyle başlardım. Ha, bir de “Susuz
Yaz”dan sonra çok garip bir şey oldu. Filmi çektiğim zaman su kaynakları hariç bütün sular devletindi. Yalnız kaynaklar kimin tapulu
arazisinde çıkıyorsa ona aitti. Ama
filmden sonra kanun çıktı, kaynaklar devlete geçti. Dünyada acaba
kaç film kanun çıkarmıştır? “
Dersu Uzala: İnsanTabiat İlişkisi
Dersu Uzala, ünlü yönetmen Akira
Kurosawa’nın onlarca filmi arasında Japonya’da geçmeyen ve Japonca olmayan tek filmidir.1975 yılında gösterime girmiştir. Söz konusu
film Kurosawa’nın ülkesinde film
yönetmenliği konusunda bazı sıkıntılar yaşadığı dönemde, Sovyetler Birliği’nden gelen teklif üzerine
çekilmiştir. Bu durumu Kurosawa,
“Kurbağa Yağı Satıcısı” adlı kitapta, doğduğu ve yetiştiği nehrin suları kirlenince yumurtalarını bırakamayıp çaresizce uzak Sovyet
nehirlerine yüzmek ve yumurtalarını buralara bırakmak zorunda kalan bir somon balığının durumuna
benzetir ve şu suali sorar : ‘’Japon
somonunun doğal olarak yumurtalarını bir Japon nehrine bırakması
gerekmez mi?’’
Film orman içindeki şehir inşaatı
sahnesiyle başlar. Kesilmiş ağaçlar,
yenilmiş bir ordunun ölü askerleri
gibi yerde uzanmaktadır.
Sinema, su ile insan
arasındaki bu “aziz”
bağın kopmaya yakın
noktasında doğmuş
bir sanat olarak, su
ve şehirle örülmüş bir
anlatı kuramamıştır. Su
ve medeniyet bağlantısı
daha çok belgesel
filmlerde yansıtılmaya
çalışılmıştır.
Kuzeydoğu Asya’da, Rusya-Çin sınırında, Amur Nehri akmaktadır.
Balta girmemiş Mançurya ormanları Kılavuz Uzala’nın vatanıdır.
Bu bölgeyi inceleyip haritasını çıkarmak ve yeni yerleşim bölgeleri
bulmak üzere bir grup Rus askerinin başında bölgeye gönderilen
Yüzbaşı Arseniev, Dersu’yu rehber
olarak tutar.
Dersu rehberlik teklifini kabul
eder. Arseniev, Dersu’nun sadece
balta girmemiş ormanda yolculuğunda değil, kendi iç dünyasına da
rehberlik ettiğini fark eder.
Kapiten, Ateş canlı. Ne zaman ki o
kızar, ormanlar günlerce ve günlerce yanar. Ne zaman ki Ateş, Su,
Rüzgâr kızar, ben çok çok korkarım. Ateş, Su, Rüzgâr: Üç güçlü
adam.
Yüzbaşı aklın ve bilginin, Dersu
kalbin ve hikmetin temsilcisidir.
Tuna Nehri Akıyor,
Ulysses Çöken
Uygarlıklara
Bakıyor
Sürgündeki bir Yunan film yapımcısı, Manakis kardeşler tarafından
çekilen bir filmin kayıtlı olduğu üç
bobini arayıp bulmak üzere, savaş
içinde acı çeken insanların arasından geçeceği, tüm Balkanları boydan boya aşması gereken bir yolculuğa çıkar.
“Ulysses’ Gaze – Ulysses’in Bakışı,
Teo Angelopoulos’un 1995 yılında
Dersu Uzala
Filminden
Bir Sahne
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 SİNEMANIN ORTA YERİ ŞEHİR ‹ 140 141 ›
yaptığı bir film. Film, bir sinemacı olan “A.”nın kişisel yolculuğudur aslında, ama bu kişisel yolculuğa Balkanların 20.yy’daki tarihi
de eşlik eder. Bu yolculukta Tuna
Nehri ve kıyısındaki şehirler konumuz açısından önemli görseller
içerir. Bu Balkan yolculuğu, Balkan
tarihini de gözümüzün önüne getirir. Atina, Manastır, Üsküp, Plovdiv, Bükreş, Belgrad, Saraybosna…
Filmin en çarpıcı sahnelerinden
birisi de Bükreş’ten bir gemiye
yüklenip Almanya’ya bir müzeye
gönderilen dev Lenin heykelinin
taşınması sahnesidir. Kayıp ruloların en son Saraybosna’da bir sinematekte olduğunu öğrenen sinemacı, o sıralarda gerçekten savaş
içinde olan Saraybosna’ya gitmeye
karar verir. Gerçek savaş içinde çekilmiş olan (belki bir ateşkes anında) son yarım saatlik kısım, her tarafın yıkılmış, yanmış olduğu ve
keskin nişancıların hareket eden
her şeye ateş ettikleri bir ortamda
geçer.
Neretva Nehri üzerinde asırlarca insanlığa ve medeniyete köprü
olan Mostar yıkılmıştır.
Nil’de Bir Sepet ve
Yeni Bir Medeniyet
Hazreti Musa’nın hayatını konu
alan birçok filmde Nil bu kutsal
emanetin taşıyıcısı olarak görünür. Bu konuda klâsikler arasına
girmiş olan 1956 yapımı, Cecil B.
DeMille’in yönettiği “The Ten
Commandments/10 Emir”, ilk akla gelen filmlerden biridir.
Hazreti Musa’nın,
İsrailoğullarını
özgürlüğüne
kavuşturmak ve imana
gelmelerini sağlamak
için verdiği mücadelede
Nil Nehri ve Kızıldeniz’i
hadiselerin ve tarihin
akışının değişmesinde
oynadıkları rolün
büyüklüğünü görürüz.
Bir falcının, o gün doğan erkek çocuklarından birinin ileride tahtını
ele geçireceğini söylemesi üzerine
Firavun, askerlerini o gün doğan
erkek çocuklarını öldürtmek üzere
Mısır’ın dört bir yanına gönderir.
Yeni doğmuş bebeği Musa’yı kurtarmak isteyen annesi de onu bir
sepete koyarak Nil Nehri’ne bırakır. Firavun’un kız kardeşi tarafından bulunan Musa, Mısır Sarayı’na
getirilecek ve sarayda prens olarak
yetişecektir.
Hazreti Musa’nın, İsrailoğullarını özgürlüğüne kavuşturmak ve
imana gelmelerini sağlamak için
verdiği mücadelede Nil Nehri ve
Kızıldeniz’i hadiselerin ve tarihin
akışının değişmesinde oynadıkları
rolün büyüklüğünü görürüz.
Türk Sinemasında
Köprü ve Baraj Yapımı
“Irmak”, “Nehir”, “Baraj”, “Köprü”,
“Tomruk”, “Kızılırmak – Karakoyun” gibi ismiyle konumuza yakın
gibi duran filmlere baktığımızda,
bu filmlerin nehirleri sadece bir
fon olarak kullandıklarını, ilişki ve
çatışmaların sosyal alanıyla ilgilendiklerini gördük. “Köprü” filminde
geçimini sal taşımacılığıyla kazanan ailenin köprü yapımına karşı çıkmaları, “Tomruk” filminde
ise ormanda kesilen tomrukların
The Ten Commandments/10 Emir
Filminden Bir Sahne
nehir yoluyla taşınması konumuz
açısından önem taşımaktadır.
Folklorik ve kırsal hayatı anlatan
filmlerde nehirlerin gücü karşısında, insanın aciz kalışını ve nehirlerle girdikleri mücadelede yaşadıkları acılı olaylar konu edilmektedir.
Azgın suların sürükleyip götürdüğü taze gelinler ve iğreti köprülerden nehre savrulan düğün alayları seyircinin bilinçaltına sürekli bir
medeniyet göndermesi yapmaktadır aslında. Bu acıların yaşanmaması için sağlam köprüler ve güvenli nehir araçları yapılmasının
gerekliliği vurgulanır adeta.
“Su” filmi ise Keban Barajı’nı konu almaktadır. Baraj çevresinde
bir kumarhaneler bölgesi kurmak
amacıyla tüneller açılması ve yol
yapımı, beraberinde dinamitleme
çalışmalarını da getirmiştir. Barajın mühendislerinden Murat, bu
çalışmaların tehlikesini sezer ve
tüm gücüyle barajı koruma savaşına girer. Filmde Mühendis Murat’ın verdiği tasarruf mesajları ilgi çekicidir:
“Bir tek ampulun dahi boşa yanmaması gereken bu zamanda, bir işe
yaramayan reklam panolarınızı çalıştırmayın, süslü salonlarda mücevherlerinizi sergilemek için memleketimizin bereket kaynağını tüketmeyin”
BBC ve National Geographic; Tuna, Nil, Ganj, Amazon nehirleri ile
uygarlık arasındaki ilişkiyi gözler
önüne seren onlarca belgesel filmin yapımını gerçekleştirmiştir.
Türkiye’de de suyun geçmişte hayat ve medeniyet kaynağı olduğu
birçok belgesel film üretilmiştir.
Batıya Doğru Akan
Nehir
Bu tür bir belgesel film olan “Batıya Doğru Akan Nehir”; medeniyetlerin bugüne kadar anlatılmamış hikâyelerini, modern
dünyanın oluşumunu birbirinden
ilginç görüntüler ve bilgiler ışığında ele almaktadır. Belgesel, Başbakanlık Türk Tanıtma Fonu ve Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet
Araştırmaları Merkezinin (MEDAM) katkılarıyla ortaya çıkmıştır.
20 bölüm halinde yayınlanan belgesel; insanlık tarihinin doğudan
batıya yürüyüşünü insanlığın Göbeklitepe’deki başlangıçlarından
Çatalhöyük’teki tarımın ortaya çıkışına, Mezopotamya’daki ilk şehir
ve krallıklara, dinî inanışların doğuşundan tek Tanrı inancına uzanan bir yolculukla anlatmaktadır.
Bu yolculuk; Dicle Fırat Havzası,
Nil Deltası ve İndus Vadisi gibi medeniyetlerin çıkış noktaları. İnsanların yerleşik hayata geçerek kentleri kurup, dinî yapılar inşa etmesi
ve yazının keşfiyle başlayan medeniyet yolculuğudur.
Folklorik ve kırsal
hayatı anlatan filmlerde
nehirlerin gücü
karşısında, insanın aciz
kalışını ve nehirlerle
girdikleri mücadelede
yaşadıkları acılı olaylar
konu edilmektedir.
Su ve medeniyet ilişkisini anlatan
belgesellerden izleyebildiklerimizi
şu şekilde sıralayalım:
Suyla Gelen Kültür – Ertuğrul
Karslıoğlu (1987 – 1988)
Bir Damla Su İçin - Tülin Erarslan
(1990)
Kutsal Nehirler Üzerinde - Ferhat Yalçıner (2011)
Tuna - Engin Atatimur (2009)
Su Medeniyeti İstanbul – Şükrü
Sim (2010)
Mağlova -Umut Mete Soydan
(2014)
Anadolu Su Medeniyeti – Dursun Özden (2011)
Yaşayan Haliç – Hüseyin Aydemir
(2003)
Bir Masal Denizi: Haliç – Erden
Kral (2010)
Bir Nehir ve Bir Şehir: Sakarya –
7 Renk Yapım
Su Gibi Aziz – 7 Renk Yapım
Tarih Akan Çeşmeler – Ömer
Oral (2013)
Son yıllarda yapılan birçok belgesel
suyun çevre felaketine maruz kalışını ve kapitalizmin elinde bir meta
haline gelişi vurgulamaktadır.
Bu temada üretilmiş ve izlenmesini tavsiye edebileceğimiz bazı belgeseller şu şekildedir:
Dünyanın Susuzluğu / La Soif
Du Monde - / Fransa / 2012 Yönetmen: Yann Arthus-Bertrand
Baraj Devri / DamNation / ABD
/ 2014 Yönetmen: Travis Rummel,
Ben Knight
Şişelenmiş Hayat / Bottled Life / İsviçre/ 2012Yönetmen: Urs
Schnell
Havza: Yeni Batı İçin Yeni Bir Su
Etiği Arayışı / Watershed: Exploring A New Water Ethic For
The New West ABD/ 2012 Yönetmen: Mark Decena.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 SİNEMANIN ORTA YERİ ŞEHİR ‹ 142 143 ›
Hasan Aycın
Gözgü / İz Yayıncılık
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 ŞİİR ‹ 144 145 ›
Muhammed’in
Nağmesi
Muhammed’in Nağmesi
Kayalıklardan fışkıran,
Şu neşe pınarına bakın,
Bir yıldız çakışı sanki;
Bulutlar üzerinde
Yüce ruhlar beslemiş gençliğini,
Derûnunda koruluktaki kayalıkların.
Taptaze gençliğiyle,
Sıyrılıp bulutlardan
Raks eder gibi iner mermer kayalara
Haykırır sevincini yine
Sînesinden asumana.
Katmış da önüne rengârenk çakılları
Sürüklüyor dağ geçitlerinden aşağı,
Ve bir önder azmiyle
Götürüyor beraberinde,
Nice kardeş pınarları.
Vadilerden aşağı
Çiçeklenir geçtiği yerler,
Ve çimenler
Soluğuyla yeşerir.
Lâkin eyleyemez onu,
Ne gölgeli vadiler,
Ne sevdalı bakışlarla yüze gülerek,
Dizlerine kapanan çiçekler:
Basıp ovayı tâ içlere kadar ilerler,
Sonra döne dolana akar gider.
Yoldaşı oluverir akarsular.
Ve şimdi gümüş parıltılar içinde
Girer ovaya,
Ve onunla parıldar ova,
Ve ovalardan gelen ırmaklardan
Ve dağlardan inen derelerden
Sevinçle bir ses yükselir: Kardeş!
Kardeş, kardeşlerini de al yanına,
O kadîm Yaradana,
Kucağını açıp bizi bekleyen
O ebedî ummana kavuştur,
Ah! O kollar ki beyhûde açılmış,
Bağrına basmak için hasret çekenleri;
Zira şu ıssız çölün
Haris kumları bizi yiyip bitirecek;
Güneş yukardan kanımızı içecek;
Bir tümsek engel göle ulaşmamıza!
Kardeş!
Al ovalardan bütün kardeşleri,
Dağlardan bütün kardeşleri al
Eriştir hepsini yüce Yaradana!
Haydi, gelin hepiniz!-
Nasıl da coşmakta şevkle;
Bir nesil ki taşıyor yücelere önderini!
Parlak zaferlerle ilerlerken,
Ülkelere ad verir,
Geçtiği yerlerde şehirler kurulur.
Durdurulamaz, muttasıl akar köpürerek
Öyle cömert bir fıtrat ki o,
Parlayan kuleleri,
Ve görkemli mermer sarayları
Böylece ardında bırakır gider.
Sanki atlas; sedir ağacından gemileri,
Taşıyor devâsâ omuzlarında;
Ve bir uğultu ki rüzgârda,
Sırtında binlerce yelkenli,
Hep onun ihtişamına şahit.
Ve böylece bütün kardeşlerini,
Evlatlarını, hazinelerini,
Neşe saçan kalbiyle
Götürür bekleyen Yaradana.
~ Goethe ~
KANALLAR ÜZERİNDE
YAŞAYAN ŞEHİRLER
Faruk FIRAT
Şehir Düşünce Merkezi, Proje Koordinatörü
DERLEME
ehirler, tüm muhtevası ile olmasa da
su ile olan ilişkisi
bakımından yaşayan canlı vücutlar
gibidir. Yaratılmış
tüm canlı varlıklar “Her canlı şeyi sudan yarattık” (Enbiya, 21/30)
âyet-i kerîmesinde de bahsedildiği üzere sudan yaratılmıştır. Tıpkı
diğer tüm canlı varlıklar gibi şehirlerde su ile hayat bulur ve onunla
şekil alırlar. Bir şehri şehir yapan
en önemli faktör şüphesiz insandır. Fakat o şehri temelde yoğuran,
kimlik kazandıran, ona karakter
veren, o beldenin su ile olan ilişkisidir. İnsanlar yaratılış gereği suya
muhtaçtır ve ilk insandan bugüne kadar su, insanoğlunun en eski
en kadim dostu olmuştur. Dolayısıyla insanoğlu şehir kurarken her
zaman suyu referans almıştır. Hayat kaynağı olan ve bir yeri şehir
yapan bu su, kimi zaman bir nehir,
kimi zaman deniz bazen de bir kanal olmuştur.
Kanal şehirleri nehirler ve denizler etrafında şekillenen şehirlerden
farklı olarak damar damar şehrin içine işleyen su yollarıyla kenti
adeta kucaklayarak daha çok sahiplenmektedir. Bu sahiplenme o şehre farklı bir aidiyet katar ve orada
Ş
‘’Su olursa; önce insan olur sonra şehir,
Su ölürse; önce şehir ölür sonra insan’’
Suzhou,
Çin
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DERLEME ‹ 146 147 ›
fizik ötesi bir çekim gücü oluşturur. Venedik gibi ünlü kanal şehirlerinin belki de böylesine büyülü
ve çekim gücü yüksek şehirler olmasının nedeni budur. Peki, kanal
şehri dediğimizde aklımıza sadece
Venedik mi geliyor. Evet, Venedik
her ne kadar dünyanın en ünlü kanal şehri olsa da onun dışında en
az onun kadar büyülü ve etkileyici
birçok kanal şehri bulunmaktadır.
İşte Venedik ve bazı diğer kanal şehirleri: şunlardır;
Venedik- İtalya
Kanal şehirleri dendiğinde şüphesiz akla ilk gelen Venedik’tir. Evet,
belki de dünyanın en etkileyici ve
büyüleyici kanal şehri olma unvanını günlük ortalama 50.000 ziyaretçiyle korumayı başarmaktadır.
Venedik kendine has özellikleri olan ve her biri birbirinden ayrı 118 adacığın kanallarla ayrılmasından oluşmaktadır. Bu adacıklar
birbirine köprüler vasıtası ile bağlanmaktadır. Venedik kanal şehrinde tam 170 kanal var ve bu
kanallar üzerinde ise 400 kadar
köprü mevcuttur.
Coğrafi yapısıyla benzersiz olan bu
kanal şehri dünyanın en güzel kanal şehri olma unvanını fazlasıyla
hak etmektedir.
Kanal şehirleri
dendiğinde şüphesiz
akla ilk gelen
Venedik’tir. Evet,
belki de dünyanın en
etkileyici ve büyüleyici
kanal şehri olma
unvanını günlük
ortalama 50000
ziyaretçiyle korumayı
başarmaktadır.
Ayrıca Venedik Avrupa’nın en büyük araç kullanımının olmadığı
şehridir. Şehirde ulaşım geleneksel
olan gondollarla sağlanmaktadır.
Şehir bugün itibari ile 350 gondola sahiptir. Eğer Venedik’i ziyaret
edip gondol gezisi yapmadıysanız
bazı şeyler yarım kalmış demektir.
Şehrin en büyük su yolunu 3800
metre uzunluğundaki Büyük Kanal adı verilen kanal oluşturmaktadır. Bu su yolu boyunca ve adacıklar arasında yapılacak olan bir
gondol gezisi şehrin çok büyük bir
kısmının görülmesini sağlayacaktır. Bu benzersiz gondol gezisinin
yanında tarihî yapıların ve büyüleyici güzelliğe sahip diğer yerlerin
de görülmesi ile bu şehrin resmi tamamlanmış olur.
Suzhou Kanalları
- Çin
Suzhou kanal şehri Çin’in batısında Asya’nın en uzun, dünyanın ise
Nil ve Amazon’dan sonra üçüncü
en uzun nehri olan Yangtze veya
Yangzi Jiang (Uzun Irmak) Nehri’nin aşağısında yer almaktadır.
Suzhou şehrini cazibeli kılan en
önemli neden, hiç şüphesiz Yangtze Nehri’nin beslediği su yollarının
şehrin içinden geçerken oluşturduğu eşsiz güzellikteki kanallardır.
Şehre güzellik katan diğer bir unsur ise; benzersiz bahçe tasarımları ve taş köprülerin şehrin mimarisini şekillendirmiş olmasıdır.
Suzhou şehri aynı zamanda ipek
ticareti ile de meşhurdur. Bunun
en önemli nedeni ise dünyadaki en
Venedik,
İtalya
Suzhou, Çin
önemli su yolu ticaretinin yapıldığı Büyük Kanal’a(Grand Canal) yakın oluşudur. Suzhou; dinî yapıları, şatoları ve ılıman iklimi ile Doğu
Çin’in popülaritesi hiç düşmeyen
eşsiz bir yerleşim yeridir.
Brudge - Belçika
Brudge şehri filmlere dahi ilham
kaynağı olan cazibesiyle sanki
yüzyıllar önceki Orta Çağ haliyle zaman donmuşçasına günümüze kadar gelen Batı Avrupa’nın en
çok ziyaret edilen Orta Çağ şehridir. Brudge çekirdek yapısı dışında
şehrin bütünlüğünü bozmayacak
şekilde sonradan yapılan kısımlarıyla oval bir görünüm kazanmıştır. Sokak aralarına kadar girebilen
kanallar Brudge şehrini Venedik’e
rakip yapmaktadır. Şehrin kanallarında tekne ile gezilebilmekte ve
şehrin tarihî yapısına daha yakından tanıklık edilebilmektedir.
Bankok - Tayland
Bankok sahip olduğu ihtişamlı tapınak ve saraylarıyla Asya Kıtası’nın en kozmopolit şehirlerinden
bir tanesidir. Şehrin Tanburi mevkiinde, kanallar üzerinde elbiseden, el yapımı sanatsal çalışmalara kadar birçok ürünün bulunduğu
gondollar vardır. Şehrin belki de en
iyi tarafı trafik derdinin olmamasıdır çünkü kanallar trafiği önemli
ölçüde rahatlatmıştır. Şehirde yaşayan çoğu insanın kendi teknesi
vardır ve ayrıca kanallarda tekne
taksilere sıklıkla rastlanmaktadır.
Brudge şehri filmlere
dahi ilham kaynağı
olan cazibesiyle sanki
yüzyıllar önceki
Orta Çağ haliyle
zaman donmuşçasına
günümüze kadar
gelen Batı Avrupa’nın
en çok ziyaret edilen
Orta Çağ şehridir.
Kanallar etrafında kazıklar üstüne
inşa edilmiş gecekondu tarzı evlere
ve tapınaklar ile meyve bahçelerine rastlamamak mümkün değildir.
Otantik kanallarıyla ve kalabalık
pazarlarıyla bu güzel kanal şehrinde herkes kendine göre bir şeyler
bulabilmektedir.
Giethoorn - Hollanda
Hollanda, su yollarının çaprazlama
bir şekilde birbirini kestiği olağanüstü güzellikteki kanallar ile ünlüdür. Bu kanallar sisteminin de
en güzel şekli Giethoorn’da bulunur. Ülkenin doğusunda yer alan
bu masal şehri dar su yolları, klasik
Hollanda evleri ve ahşap köprüleri ile ünlüdür. Kanallar, sığ gölleri
birbirine bağlar. Şehirde motorlu
Bankok,
Tayland
Brudge,
Belçika
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DERLEME ‹ 148 149 ›
araç trafiği yok denecek kadar azdır. Belki de bu şehrin en etkileyici kısmı motorlu taşıtların çok az
olmasıdır. Burayı ziyarete gelen
turistler ve yerel halk gezintiler
için bot ve bisikleti tercih ediyorlar. Küçük adaların üstüne kurulan evlere ise köprü ve tekneler ile
ulaşılabilmektedir.
Birmingham
– İngiltere
Sanayi Devrimi sırasında ticaretin
merkezi konumunda olan Birmingham İngiltere’nin en büyük ikinci şehridir. Birmingham kanalları, ticarî amaçlı olarak yükleme ve
taşıma işlerinin kolaylıkla yapılabilmesi için yapılmıştır. Kanal etrafındaki yapılara bakıldığında soğuk
grafit taşların sıklıkla kullanıldığı
kolaylıkla görülür. Aslında kanal,
yerli halk tarafından bazı dinî ve
resmî günlerdeki kutlama ve bayramlar dışında fazla kullanılmamaktadır. Fakat geçen son yüz yıl
içerisinde kanal etrafına inşa edilen parklar, bisiklet yolları ve yürüme yolları ile bu görüntü biraz da
olsa değişmiştir. Birmingham’ın
aynı zamanda toplam uzunluk olarak Venedik’ten daha fazla kanala
sahip olduğu söylenmektedir.
Şehri kanallar vasıtası ile bir baştan
bir başa trafiği bypass ederek şehrin asıl yerleşim şeklini görmeden
geçmek ilginç bir seyahat deneyimi olabilir. Ayrıca trafikten kurtulmanın bir diğer yolu da kanal
boyunca yapılmış olan bisiklet yolunu kullanmak olabilir. Şehri kanallar boyunca gezmek tekneler ile
mümkün ama yerli halk günlük yaşamında yürümeyi ve bisiklet kullanmayı tercih etmektedir.
Birmingham kanalları,
ticarî amaçlı olarak
yükleme ve taşıma
işlerinin kolaylıkla
yapılabilmesi için
yapılmıştır. Kanal
etrafındaki yapılara
bakıldığında soğuk
grafit taşların
sıklıkla kullanıldığı
kolaylıkla görülür.
Eğer bir gün yolunuz Birmingham’a düşerse yarım saatinizi ayırıp kanal boyunca yürüyüp şehre
bir de bu gözle bakarsanız Venedik kadar etkilenmeseniz bile hatıranızda iyi bir izlenim kalması
mümkündür.
Giethoorn,
Hollanda
Birmingham,
İngiltere
Tho şehri doğal yolla
oluşmuş kanallarla dolu
bir şehirdir. Kanalların
oluşumundaki en önemli
jeolojik etmen Mekong
Nehri’dir. Tho kanal
şehri çeltik tarlaları,
meyve bahçeleri, sahil
köyleri ve yemyeşil
orman manzarası sunan
su kanalları ile doludur.
Can Tho – Vietnam
Tho şehri doğal yolla oluşmuş kanallarla dolu bir şehirdir. Kanalların oluşumundaki en önemli jeolojik etmen Mekong Nehri’dir. Tho
kanal şehri çeltik tarlaları, meyve
bahçeleri, sahil köyleri ve yemyeşil
orman manzarası sunan su kanalları ile doludur. Ana su yollarında
sallar üzerinde ürünlerin satıldığı
büyük pazarlar kurulur. Bu pazarlara yüzen marketler denilmektedir.
Tho’da tur botları da önemli bir ticaret kapısıdır fakat Bankok kadar
büyük bir Pazar oluşturamamıştır.
1 milyondan fazla nüfusa sahip
Can Tho şehrinde kanal dışında
restoranlar, modern dükkânlar,
geleneksel marketler gibi keyifli zaman geçirilebilecek birçok yer
mevcuttur.
Şehirlerin can damarları olan bu
kanalların şehre kattığı birçok değer yanında en önemli katkısı şüphesiz ekonomik değerdir. Birçok
kanal şehrinin de zaten ekonomisi bu kanallara bağlıdır. Kimi kanal şehri en önemli ticaret yolunu
bu kanallar üzerinden sağlamış ve
ekonomisini canlı tutmuş fakat zamanla bu özelliğini gelişen teknolojiyle birlikte kaybederek yerini
turizme bırakmış ve ekonomik sürdürülebilirliğini devam ettirmiştir.
Kimi kanal şehri ise teknolojik gelişmeleri yakından takip edemediği için ticaret ve turizmi halen birlikte götürmek zorundadır. Netice
itibariyle tüm kanal şehirleri dünde bugünde sahip oldukları kanallar sayesinde ekonomik olarak var
olmayı sürdürebilmektedirler.
Kaynakça
1. http://www.themost10.com/marvelous-canal-cities-accept-venice/
2. http://themysteriousworld.com/most-beautiful-canal-cities-in-the-world/
3. http://www.mnn.com/lifestyle/eco-tourism/photos/beyond-venice-8-must-see-canal-cities/giethoorn#top-desktop
Can Tho,
Vietnam
Can Tho,
Vietnam
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 DERLEME ‹ 150 151 ›
Mehmet GENÇ
Tarihçi - Sancaktepe Belediye Başkan Yardımcısı
TARİH, KÜLTÜR VE
COĞRAFYASIYLA SUŞEHRİ
MEKÂN
u hayatın esas kaynağı olup, tarihi
insanoğlunun hayatı ile özdeşleşen
medeniyetin de tarihidir. Bir ‘su medeniyeti’ diyebileceğimiz bizim
medeniyetimizde, bu sebepledir ki,
‘Su gibi aziz ol’ deyişiyle en veciz
şekilde ifadesini bulmuştur. Ecdadımız da suyun; hayat, şifa, bereket, kuvvet, güzellik ve zevk verici özelliklerini sembolleştirilen
eserler, âbideler yaptırmış ve hatta mekân, şehir, cadde ve sokaklara suya ait isimler vermiştir. Bu
kültürün somutlaşan bir örneği de tarihte Şehr-i Su adıyla anılmış, daha sonra da Suşehri olmuş,
tarih, kültür ve güzel coğrafyası ile şirin ilçemizdir. Son yıllarda,
bu önemli kültürü yaşatmak için
‘Şehr-i Su Kültür ve Sanat Festivali’
yapılmaktadır.
Tarih
Tarihin önemli bir fonksiyonu;
geçmiş, bugün ve gelecek arasında
köprü kurmak, bugünü geçmişin
ışığında mânâlandırmaktır. Zira mazi, bugünün özü, yarınların
çekirdeğidir.
Suşehri’nin doğal güzelliklerini görmek, tarihini ve kültürel
değerlerini öğrenmek, Anadolu’da kök salıp büyümüş derin ve
heybetli medeniyetimizi, şehirlerimizi ve kültürümüzü tanıma
anlamına gelmektedir. Zira şehirler ve kültürler, güçlü yarınların
S
Suşehri’nin doğal güzelliklerini görmek, tarihini ve kültürel
değerlerini öğrenmek, Anadolu’da kök salıp büyümüş derin ve
heybetli medeniyetimizi, şehirlerimizi ve kültürümüzü tanıma
anlamına gelmektedir.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 152 153 ›
oluşumunda gerçek katkıyı sağlayacak olan nesillere muhteşem bir
medeniyet ve tarihin evlatları olduğumuz gerçeğini anlatmaktır.
Suşehri ilçesinin ilk yerleşim yeri
şimdiki merkezin iki kilometre doğusunda Çayırbaşı mevkiinde bulunuyordu. “Bulahi” ve “Bulahiye”
adını taşıyan bu yerleşim yeri depremler sonucu yıkılınca ilçe “Andıryas” adı ile şimdiki bulunduğu yerde gelişmeye başlamıştır.
Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile birlikte kurulmuş yeni bir devlet olmakla
beraber, pek çok devlet geleneğini
Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve
ondan önceki devlet geleneklerinden devralmış, bazılarını zamanla
çeşitli değişikliklere uğratarak yeni
siyasî, idarî, ekonomik yapılanmalar oluşturmuştur.
Anadolu’nun Müslüman Türkler
tarafından iskân edilmeye başlamasından önce pek çok medeniyet
ve kültür bu topraklarda yer almış,
pek çok insan çeşitli devletlerin ve
idarî birimlerin şemsiyesi altında
toplanmış, idare edilmiştir. İnsanlık tarihinin en önemli medeniyetlerinden olan MÖ 2000 yıllarında
Etilerin, Suşehri’nin bulunduğu
topraklarda hüküm sürdüğünü
tarih atlaslarından bile izlemek
mümkündür. Urartular daha sonra
buralarda yer tutmuşlar. Doğu Roma imparatorluğu (Bizans) onlara nazaran daha yakın zamanlarda
bölgeye hâkim olmuştur.
Şehirler ve kültürler,
güçlü yarınların
oluşumunda gerçek
katkıyı sağlayacak olan
nesillere muhteşem bir
medeniyet ve tarihin
evlatları olduğumuz
gerçeğini anlatmaktır.
Suşehri ve komşu ilçeler Türk iskânlarıyla Büyük Selçuklular, Danişmentliler, Mengüçler, Eratna
beyliklerine bağlı idarî birimlerden
Karahisar-ı Şarkî ile ilişkili bir idarî
birimdir. Osmanlıların Suşehri’nin
bulunduğu topraklardaki egemenliği, Fatih Sultan Mehmet’in 1473
yılında yaptığı Otlukbeli Savaşı’na
giderken gerçekleştirdiği, Şebinkarahisar’ın fethiyle birliktedir.
Suşehri XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı idarî bölünüşünde yer almıştır. (20 Mart
1933’e kadar) Şebinkarahisar’a
(Karahisar-ı Şark-î) bağlı bir yerleşim yeri olmuştur. Karye, Nahiye
- Kaza - Liva - Eyalet silsilesi takip
edildiğinde bağlı olduğu sancak, liva değişik dönemlerde Sivas, Trabzon ve Erzurum vilayetleri (Eyaletleri) olarak göze çarpmaktadır.
Tarihî Kalıntılar
Suşehri İlçesi eski bir yerleşim
merkezidir. İlçe tarihinin Bakır
Çağı’na kadar indiği rivayet edilmektedir. Ova kesiminde, Kayadelen köyü civarında (Kılıçkaya Baraj
gölü altında kalmıştır) Bakır Çağı
özelliklerini gösteren eşyalara rastlanmıştır. Akşar, Eskişar, Kale köyleri ve Çataloluk beldesinde Roma,
Bizans ve Selçuklu dönemlerinden
kalma kale kalıntıları mevcuttur.
Büyükgüzel ve Küçükgüzel köylerinin (eski yerleşim yerleri) Roma
devrinde önemli merkezler olduğu, rastlanılan tarihî kalıntılardan
anlaşılmaktadır. Küçükgüzel köyünde bulunan, mermer aslan başı Sivas Müzesi’nde sergilenmektedir. Ayrıca aynı köyde bulunan
önemli bir yapıya ait olduğu sanılan bazı kalıntılar, Hükümet Konağı bahçesinde muhafaza edilmektedir. Şu anda Suşehri’ne bağlı bir
köy olan Akşar’ ın (Akşar-Abat) bilhassa Ortaçağ’da önemli bir merkez olduğu, Suşehri ve civarının
idarî açıdan buraya bağlı olduğu,
Suşehri Ovası’nın “Akşar Ovası”
olarak anıldığı tarihî kaynaklardan
anlaşılmaktadır.
Suşehri’nde Meydana
Gelen Tarihî Olay:
Kösedağ Savaşı
(3 Temmuz 1243)
Milleti millet yapan, toplumun hafızasını, kimliğini ve tabiatını dokuyan unsurlardan biri de tarihtir. Mazinin aktardığı millî-mânevî
değerleri özümseyip koruyamayan
milletlerin varlıklarını devam ettiremeyeceğinin en büyük şahidi tarihin kendisidir. Tarihteki parlak
başarıların veya simaların, milletlere misâl teşkil edip kendine güven, cesaret, hamle ruhu ve hür
yaşama duygusu aşıladığı şüphe
götürmez bir hakikattir.
Suşehri, Selçuklu Devleti tarihi için
önemli olayların yaşandığı bir dönem, mekân olmuştur. Bu dönemde yaşanan olaylar Türk tarihinin
seyrinde önemli gelişmelere yol
açmıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin Moğol baskısı altına girmesi, çocuk yaştaki üç şehzadenin
hükümdar olması, devlet adamlarının yönetimde etkisinin artması, Yakın Doğu’da gelişen siyasî
olayların merkezinde Türkiye Selçuklu Devleti’nin yer alması, devletin ekonomik sıkıntılardan dolayı dış borç alması bu dönemde
gerçekleşmiştir.
Suşehri, Selçuklu
Devleti tarihi için
önemli olayların
yaşandığı bir dönem,
mekân olmuştur. Bu
dönemde yaşanan
olaylar Türk tarihinin
seyrinde önemli
gelişmelere yol açmıştır.
Kösedağ’ın kuzey eteklerinde kurulmuş olan Suşehri ve ovası, 1243
yılında Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasına neden olan Kösedağ Savaşına sahne olduğundan bu savaşa ait tarihî kalıntılara
rastlamak mümkündür. Sivas’ın
80 km kadar doğusunda, Suşehri
Ovası’nda sıralanan dağlar içinde
diğerlerinden sıyrılan Kösedağ,
koynundaki efsaneleri ile bu savaşın hatıralarını taşımaktadır.
Mevlânâ’nın
Suşehri’ne Gelişi
Tarihî kaynaklar, Mevlânâ’nın babası ile birlikte Erzincan’dan Suşehri’ne geldiklerini, Erzincan Emiri Fahrettin Behramşah tarafından
kendilerine Suşehri - Akşar köyünde bir medrese yaptırıldığı, bazı
kaynaklara göre Mevlânâ’nın bu
medresede 2 ya da 4 yıl kalıp, orada
ders verdiği rivayet edilmektedir.
Osmanlılar
Dönemindeki Tarihî
Olaylar
Suşehri’nin kurulduğu Kelkit Vadisi, Anadolu’nun doğuya açılan kapılarından biridir. Bu tarihî yolun
Osmanlı padişahları tarafından
doğu seferlerine çıkışlarında kullanıldığı bilinmektedir. Fatih Sultan
Mehmet’in Otlukbeli, Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran, lV. Murat’ın
Bağdat Seferi sırasında Suşehri’nden geçtikleri tarihleriyle sabittir.
Osmanlı - Rus harbinde ordumuzun doğuda yenilgiye uğraması,
doğu illerimizin düşman işgaline
uğraması üzerine, Suşehri ve çevresi adeta göç yolu haline gelmiş,
bu yolu izleyen binlerce insan Anadolu içlerine göç etmiştir. Bu yıllarda 3. Ordu Karargahı Suşehri’ne
taşınmıştır.
Mevlânâ
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 154 155 ›
Coğrafya
Türkiye Asya ve Avrupa Kıtası’nın
kesiştiği bir bölgede Dünya tarihi
boyunca çok büyük imparatorluklara ve medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Coğrafî konum itibari ile de dört mevsim yaşanan bir
ülkedir.
Suşehri, ülkemiz batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine, sahip
olduğu doğal güzelliklerin bulunduğu, ovası, yaylaları, ormanları
ile tarihî ve arkeolojik kalıntıları
ile Anadolu’nun turizm destinasyonlarından biri haline gelmiştir.
Suşehri’nde değişik iklimsel koşulları içinde, dört mevsimin yaşanabildiği bir coğrafyaya sahip olması
da ilçe turizmi açısından büyük bir
avantaj oluşturmaktadır.
Suşehri, ülkemiz
batısından doğusuna,
kuzeyinden güneyine,
sahip olduğu doğal
güzelliklerin bulunduğu,
ovası, yaylaları,
ormanları ile tarihî ve
arkeolojik kalıntıları ile
Anadolu’nun turizm
destinasyonlarından
biri haline gelmiştir.
Karadeniz dağları, ilçenin deniz etkilerinden yararlanmasını engellemektedir. İlçe 950 metrelik rakımı
ile Türkiye ortalama yüksekliği seviyesindedir. Coğrafî konumu bakımından Karadeniz ve İç Anadolu Bölgesi’nin pek çok özelliklerini
yansıtır. Kısaca, bu iki bölgenin
farklı özelliklerini birleştiren bir
ara kesit gibidir. İlçenin etrafı Kızıldağ, Kösedağ ve Karadeniz dağlarıyla çevrilidir.
İlçe merkezinin bulunduğu noktadan doğuya doğru uzanan Suşehri Ovası, yükseklerden taşınan
alüvyonlarla kaplıdır. Bu nedenle ova, tarıma oldukça elverişlidir. İlçe sınırları içerisinden geçen
Kelkit Çayı üzerine inşa edilen Kılıçkaya ve Çamlıgöze baraj gölleri
oluşmuştur.
Suşehri, Gemin ve Polat derelerinin sularıyla beslenen Kelkit Çayı
vadinin en önemli akarsuyudur. İlçenin iklimi Karadeniz Bölgesi’nin
ılıman, İç Anadolu Bölgesi’nin karasal iklimi arasında geçiş çizgisindedir. Bu nedenle yazları kurak, kışları İç Anadolu’ya göre ılık
geçmektedir.
Kışın yağışlar genellikle kar şeklindedir. En bol yağmur ilkbaharda
yağmakta, sonbahar ise kısa geçmektedir. İlçeyi etkileyen iklimin
çok değişik etkenlere açık oluşu
bitki örtüsünü de oldukça çeşitlendirmiştir. İlçenin Karadeniz’e doğru sokulan kuzey bölümünde yer
alan Tatar ve güneyinde bulunan
Karacaören bölgeleri ormanlarla
kaplıdır. Ormanlık sahaların dışındaki bölgeler, kısmen çalılık ve fundalık, kısmen de çayır ve meralarla
kaplıdır.
Kültür
Kültür, bizi saran, insanlardan öğrendiğimiz toplumsal mirastır. Ülkemizin kültürel yapısı dünyadaki
diğer ülkelerden farklıdır. Bunun
başlıca sebepleri: İklim şartları, gelenek ve görenekler, dinî inanış, geçim tarzları, doğal ortam özellikleri
olarak ifade edilebilir. Bilhassa kültürün manevî unsurları olan dil,
Akçagıl
Köprüsü
dinî inancımız, ahlâk kuralları, örf
ve adetler, komşu kültürler, dünya
görüşü, yasalar ve hukuk kuralları
bize has dünyanın bekli de en üst
bir medeniyeti oluşturan kültürümüzü farklı kılmıştır. Kültür ocağı olarak, kültürümüzün doğduğu
yer olan Anadolu, kültürü oluşturan unsurları ile bu ocaktan çıkmış
ve üç kıtaya yayılmıştır.
Kent, sadece
yapılardan da ibaret
değildir. Kentlere
kimlik kazandıran
yegâne unsur mimarî
değildir. Meydanlar,
doğal varlıklar,
parklar, bahçeler,
insanî hareketlilik,
coğrafî koşullar vb.
öğeler de kentsel
kimliğin oluşumunda
önemli etkenlerdir.
Kentlere kimlik ve ruh kazandıran
ayırt edici unsurların başında kenti hatırlatan imgeler ve öğeler gelir. Ancak kent, sadece yapılardan
da ibaret değildir. Kentlere kimlik
kazandıran yegâne unsur mimarî
değildir. Meydanlar, doğal varlıklar, parklar, bahçeler, insanî hareketlilik, coğrafî koşullar vb. öğeler
de kentsel kimliğin oluşumunda
önemli etkenlerdir. Tarihin ve coğrafyanın yanında şehrin kültürel
ve sosyal aktiviteler bakımından
ne noktada olduğu kent kimliğini
belirleyen önemli bir faktör olarak
karşımıza çıkar.
Suşehri’nde kültürel yapıyı etkileyen en önemli faktörlerden biri
coğrafî konumdur. İlçenin İç Anadolu ile Karadeniz bölgelerinin geçiş çizgisinde yer alması, iklim ve
bitki örtüsünde olduğu gibi kültür
ve folklarda da geçiş özelliklerini
ön plana çıkarır. Yörede İç Anadolu
ve Karadeniz kültürü bir arada görülür. Bunun en çarpıcı örneği, İç
Anadolu Bölgesi’ne has davul zurna ile Karadeniz Bölgesi’nin karakteristik enstrümanı kemençenin
yan yana görülmesidir. Halk oyunlarında da geçiş özelliklerini görmek mümkündür. Suşehri’nde Karadeniz Bölgesi’nin “Horon” u ile İç
Anadolu Bölgesi’nin “Halay”ı adeta
iç içe girmiş gibidir. İlçenin tarihindeki olaylar, temel geçim kaynağı
olan tarım ve hayvancılıkla ilgili faaliyetler, Suşehri kültüründe etkin
olan diğer faktörlerdir.
Suşehri, büyük medeniyetlerin
merkezi Anadolu’da, asırlardır sevgi ve kardeşlik kültürünün yoğurduğu, milli ve manevî değerlerimizi bugün de yaşatmaya devam
ediyor. Doğal güzellikleriyle önemli bir yere sahip Suşehri’nde, tarih
de muhakkak ki çok önemli bir yer
tutuyor. Yıllardır aynı sokaklarda, farklı evlerde barış ve kardeşlik
içinde yaşanılan şirin ve güzel bir
şehir. Suşehri, topraklarında yaşayana da ziyaretçilerine de bunu vaat ediyor.
Kılıçkaya
Barajı
Köse Süleyman
Türbesi
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MEKÂN ‹ 156 157 ›
Afrika’ya Hayat Veren
Su Kuyuları
Erhan AKCAN
Esenler Belediyesi Kültür İşleri Müdürlüğü Koordinatörü - İHH Gönüllüsü
MAKALE
ünyanın en kurak
ve yoksul kıtası Afrika, sömürge dönemi sonrasında
kendi kaynakları
üzerinde egemenlik
kuramamış ve sıklıkla iç çatışmaların yaşandığı bir bölge haline gelmiştir. İklim koşulları ve jeopolitik
özellikleri nedeniyle zor şartların
hakim olduğu Afrika’nın Sahra Altı bölgesinde yer alan ülkelerde, insanlar hayatta kalabilmek için her
alanda mücadele etmişlerdir. Bölgede yaşanan sorunların en önemlisi ise “Susuzluk” olmuştur.
Su nitekim herkes için önemlidir,
her ülke su kaynaklarına yakın olmak suya sahip olmak ister. Suyun
imkânlarından yararlanmak ister.
Bunlar olmadığında da alternatif çözümler üretmek zorunda kalır. Fakat Afrika için bunlar söz konusu değildir. Su Afrika’da her şey
demektir. Yaşamak, yaşatmak, gelişmek, ilerlemek... Her şeyin başı
sudan geçer.
Afrika Kıtası’na geçmiş tarihlerden itibaren yardım eden Türkiye,
2011 Somali krizi ile yardımlarını
daha da arttırmıştır. Halkımız Afrika’nın sessiz çığlıklarına sürekli duyarlılık göstererek, yardımlarını çeşitli kurum ve Sivil Toplum
Kuruluşları aracılığı ile devam ettirmektedir. Günümüzde Afrika
Kıtası’na binlerce su kuyusu açan
ülkemiz kuruluşları, bu çalışmalarına hiçbir karşılık beklemeden devam etmektedirler. Yıllarca
sömürülen ve karşılıksız hizmete
alışık olmayan Afrikalılar ilk başta bu duruma şaşırsalar da, onların gözünde beyaz adam olarak
görülsek de, daha sonradan bizleri tanıdıkça ve insanımızın yardımlarına şahit oldukça, bizlerin
Afrikalılar tarafından bilinen o beyaz adam olmadığımızı anlamaları
uzun sürmedi. Afrika halkının, ülkemiz insanının yardımlarını; dil,
din, ırk farklılığı gözetmeksizin
yapması Afrika Kıtası’nda ülkemiz
D
Su Afrika’da her şey demektir. Yaşamak, yaşatmak, gelişmek,
ilerlemek...
Giriş
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 158 159 ›
insanlarının sevilmesini ve hoşgörüyle karşılanmasını sağlamıştır.
Halkın direncini iyiden iyiye azaltan susuzluk, Afrika’nın çölleşmesinde ve kuraklığın daha çetin olarak hissedilmesine neden
olmaktadır. Temel yaşam ihtiyacı olan su, temin edilemediğinde
birçok insan hayatını kaybetmekte ve yüz binlerce hayvan telef olmaktadır. Su kaynaklarının yetersiz olduğu yerlerde insanlar
ellerinde bidonlarla kilometrelerce yol yürüyerek evlerine su getirmeye çalışmaktadır. Bu da insanların karşılaştığı zorluklardan
biridir. Susuzluk dışında yaşanan ölümlerden daha acı olanı da
su kaynaklarını elde etmek amaçlı baş gösteren kabile savaşlarıdır.
Az bulunan bir kaynağı elde etmek
için kabileler arasında çıkan savaşlar susuzluktan bitap düşmüş halkın hayatını her geçen gün daha
da zorlaştırmaktadır. Her yıl yaşanan bu çatışmalarda yüzlerce insan
ölmektedir.1
Su ve Kalkınma
Su, sürdürülebilir kalkınmanın
merkezinde yer alır. Su kaynakları ve sağladıkları çeşitli hizmetler,
yoksulluğun azaltılması, ekonomik büyüme ve çevresel sürdürülebilirlik için dayanak oluşturmaktadır. Gıda ve enerji güvenliğinden
insan ve çevre sağlığına; su, sosyal refah ve kapsayıcı büyüme
alanlarındaki gelişmelere katkıda
bulunarak milyarlarca insanın geçimini etkilemektedir.
Su ve sürdürülebilir kalkınma arasındaki bağlantılar sosyal, ekonomik ve çevresel boyutların çok
ötesine ulaşır. İklim değişikliğinin yanı sıra insan sağlığı, gıda ve
enerji güvenliği, kentleşme ve endüstriyel büyüme alanlarında sürdürülebilir kalkınmanın merkezindeki politikalar ve eylemler su
yardımıyla desteklenebilir.2
Susuzluktan kaynaklı olarak insanlar yaşadıkları köyleri terk etmekte
ve topraklarını kullanamamaktadırlar. Bu durum insanları hayattan uzaklaştırmaktadır. Susuzluk
kadar önemli bir diğer faktör de
ulaşılan sağlıksız suların kullanılmasıdır. Halk susuzluktan dolayı
bulduğu tüm su kaynaklarını kirli,
sağlıksız demeden tüketmektedir.
Bunun etkilerini şöyle sıralayabiliriz: Toplumda bulaşıcı hastalıkların
çoğalması ve buna bağlı ölümler,
Afrika da sağlıksız sudan kaynaklı
çok görülen ölümcül ishal hastalığının çoğalması, hastalıklar nedeni
ile toplumsal ve iktisadî kalkınmanın her geçen gün gerilemesi, insan gücü ve insan enerji kaybının
artması, hayvan ölümlerinin çoğalması, kuraklık ve susuzluktan dolayı ziraatın gerilemesi gibi…
Su, sürdürülebilir
kalkınmanın
merkezinde yer alır.
Su kaynakları ve
sağladıkları çeşitli
hizmetler, yoksulluğun
azaltılması, ekonomik
büyüme ve çevresel
sürdürülebilirlik
için dayanak
oluşturmaktadır.
Öte yandan; su kaynaklarına ulaşılabilen bölgelerde ise adeta hayat vardır. Suyun olduğu yerlerde insanlar hayatlarını idame
ettirebilmekte, topraklarını kullanabilmekte, hayvanlarını besleyebilmektedirler. Suyun sonradan ulaştırıldığı yerlerde, göç eden
halkın geri geldiği ve böylelikle orada yaşamsal faaliyetlerin başladığı,
tarım ve hayvancılığın dolaylı olarak ticaretle süslendiği görülmüştür. Bu da Afrika insanını geliştirmekte ve gelişmelere açık hale
getirmektedir.
Bölgelerde su kuyusu açılma süreci; genellikle Sivil Toplum Kuruluşları’nın bölgedeki partner
kuruluşları aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bölgedeki yerel partner kuruluşlar ihtiyaç olan yerleri
ve sebeplerini belirler, su kuyusu
açan ülkemiz Sivil Toplum Kuruluşları bölgede incelemelerde bulunur ve açılacak su kuyusunun
bölgeye katkılarını belirleyerek su
kuyusu açarlar. Burada asıl amaç
açılan kuyudan ne kadar çok kişinin yararlanabileceğidir. Kuyular herkesin rahatça ulaşabileceği
bölgelere açılarak, hem köyler arasında bir dayanışma ve etkileşim
sağlanır hem de daha fazla insana
ulaşılabilir.
Afrika’da Suyun
Şehirleşme
Sürecindeki Rolü
Afrika’nın her bölgesinde görülmese de toprak özelliği olarak uygun zeminlerin olduğu bölgelerde,
suyun şehirleşme ve medeniyete geçişte rolünün büyük olduğu
söylenebilir. Örneğin Çad’ da su
kaynaklarının yeterli olduğu bir
bölgede halk, kabile hayatında ve
kırsalda kullanılan ağaç ve bambu
evlerden, toprak ve suyu kullanarak kerpiç evlere geçiş yapmıştır.
Bu da suyun medeniyete geçişteki
önemini gözler önüne sermektedir.
Afrika’da su kuyusu açan İHH İnsani Yardım Vakfı’ndan su kuyusu
sorumlusu arkadaşlarla yaptığımız
söyleşide suyun Afrika için bir kutsiyet arz ettiğinden bahsettiler.
Çünkü Afrika da su, sadece içmek
ya da tarımda kullanmak için değil,
hayatın devamı ve gelişmesi için
gerekli en temel varlıktı. Su kutsaldı, su enderdi, su devamlılıktı ,
gelişimdi su ama her şeyden öte su
yaşamdı onlar için.
Afrika’nın her
bölgesinde görülmese
de toprak özelliği olarak
uygun zeminlerin
olduğu bölgelerde,
suyun şehirleşme ve
medeniyete geçişte
rolünün büyük
olduğu söylenebilir.
Sonuç
Dünyadaki yaklaşık 1 milyar insan temiz suya, sağlıklı suya erişemiyor. Özellikle Afrika ve Güney Asya’nın bazı bölgelerinde
her yıl yaklaşık 3,5 milyon kişi su
kaynaklı sağlık problemleri nedeni ile hayatını kaybediyor. Bu sayının yarısını çocuklar oluşturuyor,
ve susuzluktan dolayı, bulunan her
kaynak kullanılıyor. Bu durum birçok hastalığı beraberinde getiriyor. Buna bağlı olarak su olmadığı
için toprağını kullanamıyor, işi varsa işine gidemiyor. Bütün günü su
getirmek için yürümekle geçirdiklerinden bir ticaret de söz konusu
olmuyor. Medeniyetten uzaklaşıyor. Öngörülen, maalesef, 2025 yılında su ile ilgili olarak gerçekleşen
ölümlerin 3 katına çıkması. Su kuyuları ile ilgili sohbetimizde İHH
İnsani Yardım Vakfı Su Kuyusu sorumlusu arkadaşlarımız; bu durumun yalnızca TİKA, Kızılay, Diyanet İşleri, İHH ya da diğer Sivil
Toplum Kuruluşları’nın çalışmaları
ile yeterli olmayacağını belirterek
biz onların yaralarına ancak pansuman olabiliyoruz. Ülke olarak
sadece Afrika’da değil birçok yerde
yardımlar yürütüyoruz. Bu sadece
Türkiye’ nin değil tüm dünya ülkelerinin devlet politikası olması gerektiğini vurguluyorlar.
Kaynakça
1. İHH İnsani Yardım Vakfı Su Kuyuları Projesi- www.ihh.org.tr
2. Kritik Kalkınma Sorunlarının Çözümünde Suyun Rolü (http://www.suhakki.org/2015/08/birlesmis-milletler-dunya-sugelisim-raporu-2015-surdurulebilir-bir-dunya-icin-su-yonetici-ozeti/#.VymbuYSLTGI)
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 160 161 ›
Yrd. Doç. Dr. Taner KILIÇ
Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü
MAKALE
DİCLE NEHRİ VE
DİYARBAKIR
lk şehirlerin ortaya çıkışında ve gelişmesinde ticarî,
güvenlik ve dinî
faktörlerin yanı sıra nehir vadileri
önemli bir etken olmuştur. Nehir
vadileri sulamalı tarımın gelişmesine, tarımda artı ürün elde edilmesine (Uğur ve Aliağaoğlu, 2015:
11) ve nüfusun nehirlerin etrafında toplanmasına imkân sağlamıştır. Artı ürün, kentleşmeyi harekete geçiren ivmeyi sağlaması
bakımından önemlidir (Aslanoğlu, 2000: 18). Bundan dolayı nehirler ilk şehirlerin ortaya çıkışında
büyük önem taşımakta ve genellikle şehir ile nehir birlikte anılmaktadır. Dünya’da, Londra-Thames Nehri, Paris-Seine Nehri,
Roma-Tevere Nehri, Viyana-Tuna
Nehri, Kahire-Nil Nehri bunların
en belli başlı olanlarıdır. Türkiye’de
ise Amasya-Yeşilırmak Nehri, Adana-Seyhan Nehri, Edirne-Meriç ve
Diyarbakır-Dicle Nehri ilk akla gelenlerdir (Fotoğraf 1).
Su kaynakları, günümüzde de
yerleşim merkezlerinin sosyo-ekonomik gelişiminde önemini
korumaktadır. Günümüzde su kaynakları; temel ihtiyaçları karşılamada, enerji üretiminde, sanayide,
madencilikte, tarımsal sulamada,
ulusal güvenlikte, turizmde, ulaşımda ve balıkçılıkta kullanılmaktadır (Pektezel, 2015: 107). Bu çalışmada ise Dicle Nehri gibi önemli
bir su kaynağının, Diyarbakır şehrinin kuruluş yeri üzerindeki önemi ele alınmıştır.
Şehirlerin Ortaya
Çıkışı
İlk şehirsel yerleşmeler Mezopotamya ve Mısır’da MÖ 3500, Hindistan’da MÖ 2500, Çin’de MÖ
1800, Orta Amerika’da ise MÖ 200
İ
Nehirler ilk şehirlerin ortaya çıkışında büyük önem taşımakta
ve genellikle şehir ile nehir birlikte anılmaktadır.
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 162 163 ›
Fotoğraf 1.
Diyarbakır
Surları, Tarihî
Suriçi Yerleşmesi
ve Dicle Nehri
(Bu fotoğraf
Diyarbakır
Müzesi’nin giriş
kısmında yer
almaktadır)
yıllarında ortaya çıkmıştır (Knox &
Marston, 2001: 404 ve Pacione,
2009: 40-42). Bilinen en eski şehirlerin Mezopotamya ve Mısır’da ortaya çıkışında; kurak ve yarı kurak
sahalardan geçen Fırat, Dicle ve Nil
nehirlerinin çevrelerindeki tarımsal alanlara can vermiş olmaları ve
bu durumun sonucunda, nüfusun
bu nehirler etrafında toplanması
etkili olmuştur. Bu bölgelerde yapılan yoğun tarımsal faaliyetlerden
dolayı bu bölge Verimli Hilal olarak
adlandırılmıştır (Harita 1).
Aşağı Mezopotamya’da, bu kurak
ülkeyi ekime elverişli duruma getirmek için gerekli sulama tekniklerini bilen tarım toplumları, öncüllerininkinden daha karmaşık ve
hiyerarşik nitelikte toplumsal örgütlenme biçimlerine doğru hızla
ilerlediler. MÖ 3300-3000 yıllarına gelindiğinde ise bir yazı sistemini geliştirmeye başladılar. Bu sırada ortaya çıkan seçkinler sınıfı,
gücü ve yetkileri elinde toplamaya
başladı; askerî ve dinî iktidar aracılığıyla da giderek ön plana çıkar oldu. Aşağı Mezopotamya’da kent olgusu, işte bu çerçevede ortaya çıktı
(Huot ve diğ., 2000: 37).
Bilinen en eski
şehirlerin Mezopotamya
ve Mısır’da ortaya
çıkışında; kurak ve
yarı kurak sahalardan
geçen Fırat, Dicle
ve Nil nehirlerinin
çevrelerindeki
tarımsal alanlara can
vermiş olmaları ve bu
durumun sonucunda,
nüfusun bu nehirler
etrafında toplanması
etkili olmuştur.
Dicle Nehri ve
Diyarbakır
Diyarbakır’ın en eski yerleşim yeri olan İçkale, Dicle Nehri’nin dirsek yaptığı bir yerde bazalt akıntılarının üzerinde Dicle Nehri
tarafından gelen saldırılara karşı korumalı bir alanda kurulmuştur. Kentin bilinen yerleşme tarihi
MÖ 3000 yılına kadar inmektedir.
Hurri, Mitanni, Asur, Med, Pers,
Roma, Sasani, Bizans, Emevi, Abbasi, Mervani, Selçuklu, Artuklu,
Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlılar
gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yapan Diyarbakır, farklı kültürlerin bir arada eridiği bir pota
gibidir. Diyarbakır denilince akla
gelen ilk şeyler, Diyarbakır surları
ve Dicle Nehri’dir. Bunun yanı sıra; On Gözlü Köprü, Hz. Süleyman
Cami, Ulu Cami, Melik Ahmet Cami, Dört Ayaklı Minare, Kervansaray ve Suriçi’ndeki diğer tarihî
mekânlardır.
Diyarbakır Havzası, kuzeyde Güneydoğu Toroslar, güneyde Mardin-Midyat Eşiği ve batıda Karacadağ volkan konisi ile çevrilidir.
Diyarbakır’ın bulunduğu yerde kurulmasına Dicle Nehri sebep olmuştur. Diyarbakır surları, Dicle
Nehri’nin sekileri üzerindeki genç
bazalt akıntıları üzerinde yükselmiştir. Karacadağ volkan konisinden kaynaklanan bazalt, volkanik,
akıcı ve koyu renkli bir kayaçtır.
Bazaltın bu özelliği, Diyarbakır
surlarına ve sur içindeki konutlara
kendine özgü bir karakter kazandırmıştır. Sur içindeki mekân darlığı ve yazın, sıcaklığın çok yüksek
Harita 1.
İlk Şehirsel
Yerleşmelerin
Ortaya Çıktığı
Alanlar
(Pacione,
2009: 40)
olması daracık, kuçe adı verilen sokakların ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Her gelen uygarlık surları onarmış, genişletmiş, yenilemiş
ve yükseltmiştir. Diyarbakır Kalesi,
Dicle Vadisi’nden yaklaşık 100 m.
yükseklikteki plato yüzeyinde inşa edilmiştir. Bu sayede Dicle Nehri tarafından (doğu ve güney) gelebilecek tehlikelere karşı önemli bir
set vazifesi görmüştür.
Diyarbakır surlarının dört yönden
dört ana girişi bulunmaktadır: Kuzeyde Harput Kapı ya da diğer ismiyle Dağ Kapı, güneyde Mardin
Kapı, batıda Urfa Kapı ya da Rum
Kapısı ve doğuda Dicle Nehri tarafına bakan Yeni Kapı ya da Dicle
Kapı. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde gizli bir kapının da paşanın bulunduğu İçkale Sarayı’nda ve
doğu yönünde Şat Nehri’ne (Dicle)
doğru açıldığını yazmaktadır (Bruinessen ve Boeschoten, 2015: 254).
Diyarbakır’ın simgesi haline gelen
surlar, üzerindeki yazıtlar, kitabeler ve kabartmalarla önemli bilgiler
veren bir kültür hazinesidir. Diyarbakır surlarının uzunluğu yaklaşık
olarak 5700 m, kalınlığı 3-5 m ve
yüksekliği ise 8-12 m’dir.
Diyarbakır’ın asıl önemi, kuzeydeki dağlık alanlar ile güneydeki çöl
manzaralı ovalar arasında yerleşmeye elverişli olan bir geçiş alanı
üzerinde; Anadolu’yu Suriye üzerinden Irak’a, Mezopotamya’yı Karadeniz’e ve İran’ı, Mezopotamya’ya bağlayan ana yollar üzerinde
kurulmuş olmasından ileri gelmektedir (Darkot, 1988: 601).
Dicle Nehri, Hazar Gölü’nün güneyinde yer alan Hazarbaba dağlarının güney eteklerinden ilk kaynaklarını alır. Hazar Gölü’nün fazla
sularını da içine alarak, Maden ilçesine ulaşır. Bu kısımda Maden
Çayı olarak bilinen Dicle, Ergani
yakınlarından geçerek, Eğil tarafından gelen Zülkarneyn suyu ile
beslenir. Artık bu kısımdan sonra
Dicle Nehri adı ile anılmaya başlanır. Diyarbakır’ı geçtikten sonra
Bismil tarafından Ambar, Pamuk,
Salat çayları ve tarihî Malabadi
Köprüsü’nün altından akan Batman Çayı ile beslenir. Garzan, Botan ve Habur Dicle’ye katılan onlarca koldan en büyük olanlardır.
Botan Çayı’nın debisi yüksek olduğundan bu kısımdan sonra Dicle
Nehri de kuvvetli akar (Saraçoğlu,
1962: 223-224).
Fırat ve Dicle nehirleri
üzerinde antik çağlardan
beri taşımacılık
yapılmaktadır. Önemli
bir ticaret merkezi olan
Diyarbakır’dan ticarî
mallar, Dicle Nehri
vasıtasıyla Bağdat’a
kadar götürülebiliyordu.
Toplam uzunluğu 1900 km olan
Dicle Nehri’nin 523 km’si Türkiye sınırları içerisindedir. Batılıların
Tigris olarak tanıdıkları Dicle, Mezopotamya uygarlıklarını kurmuş
topluluklarca değişik sözcüklerle adlandırılmıştır. Tig-gal Sümerce’de, Ulu Irmak demektir. Süryanilerin Diglath dedikleri bu ırmağın,
hızlı akışından dolayı “ok” anlamına gelen tijle şeklinde söylendiği de
sanılmaktadır (Güney, 1990: 323).
Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde
antik çağlardan beri taşımacılık
yapılmaktadır. Önemli bir ticaret
merkezi olan Diyarbakır’dan ticarî mallar, Dicle Nehri vasıtasıyla Bağdat’a kadar götürülebiliyordu. Dicle Nehri’nde suyun fazla
derin olmaması, Fırat Nehri’ne göre kelek adı verilen taşıtların daha
çok kullanılmasına sebep olmuştur
(Orhonlu, 1984: 124) Dicle Nehri Diyarbakır Havzası’ndan sonra
eğimin az olduğu alanlardan aktığından geçmiş dönemlerde ulaşımda kullanılmıştır. Kuzeyde Hani civarından kesilen ağaçlar, keleklerle
Diyarbakır’a ve daha aşağılara kadar taşınmaktaydı. Bu taşımacılık
Asur dönemlerine kadar inmektedir (Saraçoğlu, 1962: 228). Asur
ticaret kolonisi Kaneş’ten doğuya
doğru mal getiren tüccarlar, Dicle
kıyılarına eriştikleri zaman, artık
yüklerini, yaptırdıkları keleklerle
taşıttırıyorlardı. Kelek, hayvan derilerinden elde edilmiş tulumların,
ağaç iskeletle birbirine bağlanmasıyla elde ediliyordu (Güney, 1990:
324-325). Günümüzde çok az kalan kelekler traktör ve kamyonların iç lâstiklerinden yapılmaktadır.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde
On Gözlü Köprü’yü, Kelek Köprüsü olarak adlandırmıştır: Şat
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 164 165 ›
(Dicle) üzerinden Hasankeyf›e, Cezire, Musul ve Bağdat›a giden tulumdan kelek gemiler, bu köprü
dibinde yapılır. Üzerleri tahta döşeli tulumdan gemilerdir. İnsanlar,
bu kelek gemilere atlarla, koşumlarla ve binlerce kantar ağırlıklarla
binip dört tarafındaki korkuluklarına dayanıp tavla ve satranç oynayarak, sağı solu seyreder. İnsanlar bazı bayındır kentlere yanaşan ve
mutfağında yemek pişen, bir acayip
yapılmış tulum gemilerle, ta Bağdat’a
ve Basra’ya kadar eğlenerek selametle
giderler. Bu gemilerin özel usta kelekçi gemicileri vardır (Bruinessen ve
Boeschoten, 2015: 289). İngilizler
XIX. Yüzyılda, Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinde taşıma yapacak bir
ticaret filosu kurulması için çalışmalar yapmış ve çeşitli raporlar hazırlamışlardır (Keskin, 2012: 26).
Sur içinde kalan eski Diyarbakır’ın
sebze ihtiyacı Hevsel (Esfel) Bahçeleri’nden karşılanırdı. Hevsel
Bahçeleri Dicle Nehri’nin büyük
bir dirsek çizdiği alan ile Diyarbakır surları arasındaki bölgeye verilen isimdir (Şekil 1). Günümüzde
hâlâ önemli bir sebze üretim alanıdır. Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri, 4 Temmuz 2015’te
UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine alınmıştır. Hevsel Bahçeleri’nden topladıkları maydanoz, marul
vs. gibi yeşillikleri sur içinde satan
kadınlara aşefçiler adı verilirdi. Daha sonra bunlar Aşefçiler Sokağı’nda (günümüzde Ocak Sokak) toplanıp, yeşilliklerini burada satmaya
başladılar. Günümüzde ise bu mesleği yapan neredeyse kalmamıştır. Hevsel Bahçeleri’nde eskiden
güvercin gübresi kullanılarak ünlü Diyarbakır karpuzları ile sulu ve
lezzetli kavunlar da yetiştirilirdi.
Eskiden kent halkı Hevsel Bahçeleri’ndeki çalı çırpıdan yapılan hüllelerde serinlerdi.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde
Dicle Nehri ve Hevsel Bahçeleri ile
ilgili şunları yazmaktadır: Diyarbakır’ın Şattu’l Arap kıyısında olan
Reyhan bağının ve düzenli bostanının Anadolu’da, Arap ve Acem diyarlarında benzeri yoktur. İlkbahar mevsiminde Şattu’l Arap’ın taşması geçip
tatlı suyu durularak akmaya başladığında, Diyarbekir halkının zengin ve
fakiri çoluk çocuğuyla birlikte Şat kıyısına göçer.
Sur içinde kalan
eski Diyarbakır’ın
sebze ihtiyacı Hevsel
(Esfel) Bahçeleri’nden
karşılanırdı. Hevsel
Bahçeleri Dicle
Nehri’nin büyük bir
dirsek çizdiği alan
ile Diyarbakır surları
arasındaki bölgeye
verilen isimdir.
Günümüzde hâlâ
önemli bir sebze
üretim alanıdır.
Nehir kıyısında atalardan ve babalardan verasetle intikal etmiş sınırlar içinde çadır kurup bostanlarına
kavun, karpuz, çeşit çeşit sebzeler ve
çiçekler ekip çalışırlar. Tam yedi ay
boyunca Şat kıyısında, herkes, dost,
arkadaş ve ahbaplarıyla gece gündüz bir hay huy, saz, sözle yiyip içerek
Dicle Köprüsü
(On Gözlü Köprü)
Şekil 1.
Hevsel
Bahçeleri,
Tarihî Suriçi
Yerleşmesi
ve Günümüz
Diyarbakır
Şehri
Hüseyin Baykara (Timur Sultanı,
D.1438-Ö.1506) sarayına mahsus
zevkleri yaşardı (Bruinessen ve Boeschoten, 2015: 279).
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde,
Diyarbakır’ın Hamravat, Ali Pınar, Balıklı, İçkale Kaynağı, Erbaataş, Şakku’l Acuz gibi içme suyu
kaynakları bakımından zengin olduğunu yazmaktadır. İçkale kaynak sularının, kale içindeki on adet
un değirmenini döndürdüğünden
bahsetmektedir. Bu sular değirmenleri döndürdükten sonra Fıs
Kayası’ndan aşağıya akıp, Dicle
Nehri’ne karışmaktadır.
Diyarbakır Surları
ve Hevsel Bahçeleri,
4 Temmuz 2015’te
UNESCO’nun
Dünya Mirası
Listesine alınmıştır.
Diyarbakır’da su sıkıntısı olmadığını belirten Evliya Çelebi, bazı dönemlerde at sakalarıyla Dicle Nehri’nden su taşındığını ve
bazı evlerde az sayıda su kuyusu
olduğundan da bahsetmektedir
(Bruinessen ve Boeschoten, 2015:
262-265).
Dicle Vadisi’nde yer alan Gazi Köşkü (Seman Köşkü) ve etrafındaki
diğer alanlar günümüzde de Diyarbakırlılar için önemli bir rekreasyon alanıdır. Tarih boyunca Diyarbakır için büyük önem taşıyan
Dicle Nehri ile ilgili olarak, Çevre
ve Şehircilik Bakanlığının, “Dicle
Vadisi Rekreasyon Alanı” adında
bir de projesi bulunmaktadır. Evliya Çelebi
Kaynakça
1. Aslanoğlu, 2000, Kent, Kimlik ve Küreselleşme (2. Baskı), Ezgi Kitabevi, Bursa.
2. Bruinessen, M.V., 2015, Evliya Çelebi Diyarbekir’de (3. Baskı), İletişim Yayınları, İstanbul.
3. Darkot, B., 1988, İslam Ansiklopedisi, Diyarbakır Maddesi, Cilt: 3, Sayfa:601-626, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.
4. Güney, E., 1990, “Dicle Irmağında Kelek Taşımacılığı”, Coğrafya Araştırmaları, Cilt:1, Sayı:2, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Coğrafya Bilim ve Uygulama Kolu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
5. Huot, J.L., Thalmann J.P., Valbelle D., 2000, Kentlerin Doğuşu (Çev: Ali Bektaş Girgin), İmge Kitabevi, Ankara.
6. Keskin, T., 2012, Dicle ve Fırat Nehirleri Üzerinde Yapılan Ticaret (1838-1914), Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İktisat Anabilim Dalı, İktisat Tarihi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi (Danışman: Doç. Dr. Rahmi Deniz Özbay).
7. Knox, P.L., ve Marston, S.A., 2001, Places and Regions in Global Context: Human Geography (Second Edition), New Jersey,
USA.
8. Orhonlu, C., 1984, Osmanlı İmparatorluğu’nda Şehircilik ve Ulaşım Üzerine Araştırmalar (Derleyen: Salih Özbaran), Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 31, İzmir.
9. Pacione, M., 2009, Urban Geography -A Global Perspective- (Third Edition), New York, USA.
10. Pektezel, H., 2015, “Kent ve Su Kaynakları”, Kent Çalışmaları II (Editörler: Mehmet Karakuyu, Arif Keçeli, Şaban Çalikoğlu),
Pegem Akademi Yayınları, s. 107-132, Ankara.
11. Saraçoğlu, H., 1962, Türkiye Coğrafyası Üzerine Etüdler, Mevki, Sınırlar, Yüzey Şekilleri, Denizler, İklim, Bitki Örtüsü
Akarsular ve Göller, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.
12. Uğur, A., Aliağaoğlu, A., 2015, Şehir Coğrafyası (4. Basım), Nobel Yayınları, Ankara.
Diyarbakır
Surları
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 166 167 ›
SUYUN BİR ŞEHRE TANIKLIĞI:
DRİNA KÖPRÜSÜ
Sevilay ACAR
Marmara Üniversitesi SBE, Mahalli İdareler ve Yerel Yönetim Yüksek Lisans Öğrencisi
u hayattır, medeniyettir, temizliktir, şiirdir, mûsikidir ve
aşktır. Su berekettir. Bazen de su ayrılıktır, özlemdir veya
hasrettir. Canlı hayatının başlangıcı ve devamlılığı için olmazsa olmaz bir unsurdur. İnsanlık tarımda, sanatta, teknolojide, edebiyatta
ve mimarîde suyu kullanarak ilerleme sağlamaktadır. İlk yerleşik
hayata geçişin, tarımda sulama
tekniklerinin keşfi ile başladığı ve
sulu tarımda yaşanan gelişmeler
ile tarihte ilk şehirlerin de kurulduğu bilinmektedir.
Geçmişten bu yana insanlığın gelişiminde belirleyici olan su, zaman
zaman çeşitli taşkınlarla, afetlerle büyük zararlara da yol açmaktadır. İnsanoğlu suyun afetlerinden korunma ve günlük hayatta
suyu daha etkili bir biçimde kullanma yöntemlerini de geliştirerek, su bentleri, kemerler, barajlar ve köprüler inşa etmeye devam
etmektedir. Köprüler, su üzerindeki ulaşımı kolaylaştırma özelliğinin yanında farklı birçok önemli
rolü de üstlenmektedir. Kurulduğu
yerde, yeni şehirler oluşmasını ve
gelişmesini sağlaması, ticareti geliştirmesi ve en önemlisi medeniyetleri birleştirerek insanlığın ilerlemesine hizmet etmesi bunlardan
bazılarıdır.
Bizim kültürümüzde köprü mimarîsi denildiğinde akla gelen
isimlerden biri de elbette Mimar
Sinan (1489-1588)’dır. Mimar Sinan’ın yaptığı ve bir mühendislik
dehası olan köprüler, günümüzde
birçok yerde kullanılmaya devam
etmektedir. Bunlardan bir tanesi
de Bosna-Hersek’te bulunan Drina Köprüsü’dür. Köprü tüm güzelliğiyle yüzlerce yıldır ayaktadır.
Köprüler; ulaşımı sağlamanın yanında, toplumların ekonomik,
teknolojik, sosyolojik, sanatsal ve
günlük yaşamını yansıtan türkü,
şiir, hikâye ve romanlara da ilham
kaynağı olmaktadır. Sırp asıllı yazar, İvo Andriç’in Nobel Ödülü almış olan dünyaca ünlü romanı
“Drina Köprüsü” bunun çok güzel
bir örneğidir.
S
Köprüler, su üzerindeki ulaşımı kolaylaştırma özelliğinin
yanında farklı birçok önemli rolü de üstlenmektedir. Kurulduğu
yerde, yeni şehirler oluşmasını ve gelişmesini sağlaması,
ticareti geliştirmesi ve en önemlisi medeniyetleri birleştirerek
insanlığın ilerlemesine hizmet etmesi bunlardan bazılarıdır.
Drina Köprüsü,
Bosna-Hersek
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 168 169 ›
Andriç romanında; Drina Nehri
(Bosna Hersek-Sırbistan) üzerine
kurulmuş olan ve kasaba halkının
yaşamına dahil olmasıyla birlikte
tanık olduğu su baskınları, salgın
hastalıklar, savaşlar, işgaller, Sırp
isyanı, aşklar ve intiharları hep
Drina Köprüsü’nün gözünden aktarmaktadır. Köprünün ve nehrin
tanık olduğu 350 yıllık tarihî süreci, efsaneler, masallar, hikâyeler ile kasaba halkının gelenek ve
göreneklerini belli bir mizansende aktarmakta ve köprünün kasaba halkı üzerindeki etkilerini, her
dönemde gelişen önemli olaylarla örneklendirerek güçlü bir anlatım sergilemektedir. Ayrıca Drina
Nehri üzerine Osmanlı İmparatorluğu’nun bir köprü inşa etmesi ile
bu süreçte toplumda gelişen siyasî
sosyolojik ve ekonomik olaylar
kronolojik olarak anlatılmaktadır.
Vişegrad, Drina Nehri ile Rzav
Nehri’nin birleştiği yerde, nehrin
iki yakasına kurulmuş olan büyük
bir kasabadır. Drina Köprüsü, işte bu dağların arasında yer alan ve
nehrin ayrı yakalarında yerleşmiş
olan Hristiyan ve Müslüman mahallelerinin birbirleriyle daha fazla irtibat kurmasını sağlamış ve
böylelikle kasaba gelişerek, büyümüştür. Yazarın ifadesiyle, “Kasaba
köprü sayesinde yaşadı ve sağlam bir
kökten güç alır gibi büyüdü” (Andriç,
2014, s.14).
Bilindiği gibi insanlar fizikî mekânlara biçim verir ve daha sonra bu fizikî mekânlar da insanları şekillendirir. Köprüler, yalnızca üzerinden
gelip geçilen birer araç değil, bir
milletin yaşamının en ince noktalarına kadar nüfuz eden ve o insanları şekillendiren de bir yapıdır. Drina Köprüsü de kasabayı
o kadar derinden etkilemiştir ki,
onları birbirinden ayrı düşünmek
pek mümkün olmamaktadır. Kasaba halkının yaşamını kolaylaştıran ve büyük bir işlev gören köprü
zamanla kasabalıyla bütünleşmiştir. “Onun için köprünün yapılışı ve
alın yazısı üzerine anlatılan hikayeler, aynı zamanda kasabanın ve kasabalıların hayat hikayesidir” (Andriç,
2014, s.23).
Yazar, kasabanın konumunu tasvir
ederken köprünün önemini anlatmak için “bağlar” kelimesine özellikle dikkat çekmektedir. Köprü,
iki yakayı birbiriyle bağlama ve suyu geçirme özelliğinin yanında, kasaba halkının sosyal, kültürel ve
ekonomik yaşamını da bağlamaktadır. İnsanların kaderlerini, geleceklerini ve hayallerini de birbiriyle örerek, adeta dokumaktadır.
“Köprüden başlamak üzere ırmağın
sağ kıyısında, bir bölümü yamaçta,
bir bölümü ovada olmak üzere, çarşı ile kasaba merkezi bulunur. Köprünün öbür yakasında, sol kıyısında,
boylu boyunca Maluhino ovası uzanır
ve Sarayevo’ya giden yolun çevresine
serpilmiş evleriyle ayrı bir mahalle
meydana getirir. Böylece Sarayevo’ya
giden yolun iki parçasını birleştiren
köprü, kasabayı da dış mahallesine
bağlar.
Burada “bağlar” kelimesi; güneş sabahları, biz insanların çevremizi
görmemiz ve işlerimize gitmemiz için
doğar, akşamları da uyuyarak günün
yorgunluğunu dindirmemiz için batar; dediğimiz zamanki kadar bir gerçeğin anlatımıdır” (Andriç, 2014,
s.14).
Köprünün kasaba halkının yaşamı
üzerinde ne kadar gerçek ve anlamlı bir etkiye sahip olduğu yazarın
bu cümlelerinden anlaşılmaktadır.
Aslında Rzav Nehri üzerinde, Drina Köprüsü yapılmadan önce bir
tahta köprü bulunmaktadır. Ancak yıllar geçtikçe halk arasındaki konuşmalarda, deyimlerde köprü dendiğinde akla sadece Drina
Köprüsü’nün gelmesi, kasaba ile
köprü arasındaki ilişkinin ne kadar derin ve güçlü olduğunun da
göstergesidir. “Kasaba su üstüne kurulmuştur. Kasabada başka bir köprü ile başka bir akarsu daha bulunduğu halde, “köprü üstünde” sözü hiçbir
zaman Rzav’ın üstündeki köprü anlamına gelmez. O, ne bir tarihi, ne de
bir özelliği olan, basbayağı tahta bir
köprüdür. O yalnız halka ve hayvanlara geçitlik yapar” (Andriç, 2014,
s.15). Drina Köprüsü, kasaba halkı
için yalnızca bir köprü değildir. O,
Vişegrad halkının yaşamını şekillendiren, hatta onlarla birlikte yaşayan bir ruh da taşımaktadır.
Köprü, iki yakayı
birbiriyle bağlama ve
suyu geçirme özelliğinin
yanında, kasaba
halkının sosyal, kültürel
ve ekonomik yaşamını
da bağlamaktadır.
İnsanların kaderlerini,
geleceklerini ve
hayallerini de
birbiriyle örerek,
adeta dokumaktadır.
Köprü, iki mekân arasında somut bir bağ olmanın ötesine geçerek, kasabanın simgesi olmuştur. Vişegradlıların kimliğinin
Drina Köprüsü
şekillenmesinde yarattığı etki çok
büyüktür. Kasaba halkının eli açıklığı, umursamazlığı, yarını düşünme kaygılarının olmayışı, kötü
şeyleri hemen unutma eğiliminde
olmaları, tembel ve eğlence düşkünü olmaları hep köprünün onlara
verdiği ortak kimlikten ortaya çıkmaktadır. “Çok eskiden beri (herhalde yabancıydı ve şaka ediyordu), bu
kapiyanın kasabanın kaderi ve kasabalıların karakterleri üstünde büyük
bir etki yaptığını söylemiş. Vişegradlıların hayal kurma ve düşünceye dalma eğilimlerinin, karakterlerindeki o
üzgün sessizliğin nedenini, kapiyada
geçirdikleri o uzun düşünceye dalma
saatlerinde aramak gerekir, demişti”
(Andriç, 2014, s.22).
Köprü, kasabanın kültürel ve sosyolojik yapısını da tamamen etkilemektedir. Özellikle kapiyanın
halkın sosyalleşmesinde ve kültür
aktarımındaki önemi oldukça büyüktür. O zamana kadar nehrin azgın suları üzerinde sal ile yapılan
ulaşım yüzünden, zorunlu olmadıkça bir yakadan diğerine geçmeyen kasabalılar arasındaki iletişim,
köprünün yapımından sonra hızla
gelişmiş; Müslüman ve Hristiyan
halk birbiri ile kaynaşmıştır. Kasabanın iki yakasını bağlamakla kalmamış köprü aynı zamanda farklı
din, ırk ve millete mensup insanların da kaynaşmasına olanak tanımış hatta yaşanan felaketlerin,
üzücü olayların karşısında kenetlenmelerini de sağlamıştır. Her iki
dinden insanların köprü ve çevresinde kaynaşması, aslında hep köprünün kapiyasının ortak mekân
olarak kullanılması ile olabilmiştir.
Köprünün tam ortasında bulunan
kapiya, gelip geçenlerin burada
oturup, sohbet ettikleri, kahve içtikleri bir bölümdür. Kapiyada yaşanan ilişkiler yöre insanının yaşamında çok önemli izler ve etkiler
oluşturmaktadır. Drina Köprüsü
ise 350 yılın bütün acı ve tatlı olaylarını, taşlarının hafızasında saklamaktadır. Halkın yaşamının büyük
bölümü, kapiyada yaşadıkları anılarla doludur. Düğünler, aşklar, ticaret, fikir tartışmaları, eğlenceler,
vaftizler ve daha birçok hayata dair olayın içerisinde mutlaka kapiya
yer almaktadır.
Mutlu hatıraların arasında acı olaylar da yer almaktadır. Avdaga’nın
kızı güzelliği dillere destan Fato’nun kendi rızası dışında, evlenmek zorunda kalması sonucu köprü üzerinden gelinliğiyle intihar
etmesi, 18. yy.’ın sonlarında yaşanan sel felaketi, Kara Corc İsyanı
ve işgal, acı izler bırakan olayların
bir kaçıdır. Bu üzücü olayları halk
hikâyeler, masallar anlatarak, hoş
ve eğlenceli sohbetlerle bir sonraki
nesillere aktarmaktadır. Yaşanan
acı olaylar ne kadar derin olursa olsun, hafızalardan ve hatıralardan
hızla silinmektedir. Onlar için felaketleri ve acıları unutmanın en güzel yolu ise kapiyada toplanıp genç,
yaşlı, kadın-erkek şarkı söylemektir. Andriç bunu şöyle dile getirmektedir; “Ve böylece, gökyüzüyle
dağların arasında ırmağın üstünde
uzanan kapiyada, birbiri ardı sıra gelip geçen kuşaklar, Drina’nın uğultulu
sularının alıp götürdüğü şeylere fazla
üzülmemeyi öğreniyorlardı. Farkında
olmadan küçük kasabanın felsefesini
de orada öğrenmiş oluyorlardı” (Andriç, 2014, s.88).
Kasaba halkı köprü üzerinde de
birçok üzücü olay yaşamasına rağmen, kötülükleri bu mekânla bağdaştırmamıştır. Köprüde yaşanan
idamlar, intiharlar ve sel felaketleri
hızla hafızalardan silinirken, tekrar insanların kapiyada bir araya
gelerek birbirini teselli edici sohbetler yapması, eğlenceli şarkıların
söylenmesi, vaftizlerin veya düğün
alaylarının yapılması, aşkların filizlenmesi ve çocukların ilk oyunlarını köprü çevresinde oynaması, halkın fizikî bir mekân olan köprüye
sadece mutlulukları yakıştırdığının bir göstergesidir. Köprü kasaba halkı ile arasında bir sevgi bağı
oluşturmaktadır. Nehrin suları acı
ve kötü olayları alıp götürürken,
mutlu ve güzel hatıralar köprüye
işlenmiştir.
Romanda 350 yıllık döneme
ait birçok olay ve karakterden
bahsedilmesine rağmen, kitap bittiğinde okuyucunun en son olarak
aklında kalan; kapiya, Drina Nehri, köprü ve orada yaşanan mutlu
anılardır. Bu durum ise yazarın da
köprüye ve kapiyasına aynı değeri
verdiğini ve bunu da anlatımıyla
ustaca aktardığını göstermektedir.
Kapiyanın kasaba halkının kültürel yapısını, sosyal yapısını nasıl
etkilediği ve değiştirdiği romanda birçok bölümde hissedilmektedir. Kasabalıların gelişmeleri için
onlara fırsat sunması (fikir ve düşünce tartışmalarının da orada yapılıyor olması), fizikî bir mekânın
insan yaşamında ne denli etkili olduğunu bizlere aktarmaktadır. Kamusal alanların, toplumların medeniyet inşası açısından olmazsa
olmaz bir ihtiyaç olduğu da burada
görülmektedir.
Suyun ve köprünün bir kasabanın
oluşumunda, gelişiminde, halkın
sosyal ve kültürel yaşamına dokunurken, köprü vasıtasıyla insanlar
arasında bir sevgi bağı kurulmasına da imkân vermektedir. Su, akıp
giderken, bizlere hayatın geçiciliğini ve değişimi de işaret etmektedir. Süreklilik arz eden akışıyla, hayatında acı ve tatlı olaylarıyla akıp
gittiğini anlatmaktadır. Kötünün
içinden iyi olanı bize sunup, kötüleri alıp götürüyor.
Kaynakça
Andriç, İvo, (2014), Drina Köprüsü, 17.
Baskı, İletişim Yayınları.
Ivo Andric
ŞEHİR DÜŞÜNCE DERGİSİ 2016-9 MAKALE ‹ 170 171 ›
Gülmenin onlarca çeşidi var.
En içten olanı gözbebeğimizin gülümsemesidir. Çünkü kalbin tebessümü insanın önce
gözlerine yansır. Şevket Kalaycı gözü gülen bir adamdı. Onu hayatında hiç görmemiş olanlar fotoğraflarına baksalar, aynı şeyi görürler:
Kalbinden sizi tebessümle selamlayan bir adam.
İnsanın yüreğinden gelen sevgiyle
tebessüm edebilmesi için mütevazı ve hırslarını yenmiş olması gerekir. O öyleydi. Derdi çoktu ama
samimiyeti, gayreti, teslimiyeti daha çoktu. Kızdığında önce önüne
bakardı. Kırıldığında sert konuşmaz, ortalığı yakıp yıkmazdı. Altı
çocuklu bir ailenin çocuğu olmak
onu sabırlı, mütevazı, paylaşımcı,
mütevekkil bir ruh sahibi yapmıştı. Sakinliğine rağmen söz konusu
davası olunca pes etmez, geri adım
atmazdı. Konuşmalarında yeri geldikçe ince espriler yapar, olayları
kendine has nükteyle noktalardı.
Zaman zaman sesine tedirginlikler
ilişmeye başlamıştı. Belki de uzaklardan salasını duyuyordu. Hastalığını kendisi fark etmiş ama doktora gitmemiş, gitmek istememiş.
Ailesi öğrendiğinde kızlarının zorlamasıyla doktora gitmeye ikna olmuştu. Belki de hastalığının bir çaresinin olmadığını düşünüyordu.
İşlerini aksatmayı sevmezdi. Eğitimle ilgili hedefleri ve hayalleri
vardı. Kendisi bir yerel yönetimciydi; belediyelerin hizmet standartlarının yükselmesini, şehircilikte
ülkemizin iyi noktalara gelmesini
istiyordu. Siyaset üzerine okumayı sever, sıkça kitaplar alırdı, televizyonlardaki önemli tartışmaları
kaçırmazdı. Pazar günleri, gazete
okuma günleriydi.
Gece gündüz çalışırken, hastalığı
ona dur dedi. O yine de gayret etti; işlerini takip etti, toplantılarına
zaman ayırdı. Cansuyu Derneğindeki çalışmalarını son ana kadar
sürdürdü. Ayrıca Şehir ve Düşünce dergisinin yayınlanmasında da
profesyonelliğin ötesinde emek
sarf etmiş ve derginin tüm basım
süreciyle yakinen ilgilenmişti. Afrika’da su kuyusu açtırmayı ve hacca gitmeyi hayal ediyordu. Ancak,
evlatlarının eğitim hayatları onun
hayallerini sonraki baharlara erteletmişti. Kendisini düşünmez, evlatları için elinden gelenin en iyisini yapar, “Kızlarım” der, başka bir
şey demezdi. Hastalığı gün geçtikçe ağırlaştı. Son günlerini evinde
geçirdi. Doktora gidişinin üzerinden bir yıldan az bir zaman geçmişti ki, hastalığı onu iyice sardı.
Babası Salih Amcayı 2012 yılının Kasım ayının 13’ünde toprağa emanet etmiştik. Kendisi de
babasından üç sene sonra, aynı ayda, aynı günde, 13 Kasım 2015’te
aramızda ayrıldı. Babasını ikindi vaktinden kıldığımız bir cenaze namazıyla uğurlamıştık. Şevket
ağabeyimizi uğurlamak için ise, sevenleriyle birlikte, yatsı namazında Zeytinburnu Kozlu Mezarlığının yakınındaki camide buluştuk.
Saf tuttuk, cenaze namazını kıldık, haklarımız helal olsun dedik,
iyi bir mümin olduğuna şahitlik
ettik, rabbimizden onu cennetine koyması için dua ettik. Biz, gece karanlığında boynumuz bükük
evlerimize giderken cenaze aracı onu memleketi Eflani’nin Kıran
Köyünde hazırlanan mezarına götürüyordu. Allah rahmet eylesin.
Geride kalan ailesinin ömrünü bereketli, amellerini salih, dostlarını
daim eylesin.
Erol ERDOĞAN
Şehir ve Düşünce Dergisi Artık Onsuz
GÖZÜ GÜLEN ADAM: ŞEVKET KALAYCI
ARAMIZDAN SU GİBİ AKIP GİTTİ
(03.01.1965 Eflani – 13.11.2015 İstanbul)
Ufkî Şehir: Turgut Cansever’in İzinde
Editör: Halil İbrahim Düzenli
Yayınevi: Klasik Yayınları
Ufkî Şehir kitabı son beş yılda sürekli dillendirilen ama ne'liğine dair bilginin
dolaşımda olmadığı bir kavram setinin mimari araştırmasıdır. Kitaba temel
oluşturan araştırmaya: Şehir, mahalle, medeniyet, Osmanlı, geçmiş, bugün,
gelecek, yatay şehir gibi sözüne aşina olunan fakat eylemi hakkında sınırlı bilgi bulunan kavram yumakları hakkında anlamlı düşünce güzergahları
açma niyetiyle başlanmıştır. Kitabın başlığı muhakkik mimar Turgut Cansever'in şehir hakkındaki düşünce ve projelerinden ilhamla "Ufkî Şehir" olarak
belirlenmiştir. Kitapta tercih edilen başlık Cansever'in bu iki kullanımından
mülhemdir. Her ikisini de mündemiç yeni bir kavram üretimidir. Bu kitap yakın tarihte ve bugün görülen müstakil ev arzusunun ve uygulamalarının bir
araştırmasıdır. Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Bölümü hocaları ve öğrencileri tarafından 2014 Güz dönemi boyunca yürütülen araştırma ve atölye
çalışması kitabın ana omurgasını oluşturmaktadır.
İstanbul’un Tarihi Su Yolları I-II
Yazar: Doç. Dr. Said Öztürk
Çeviri: Ali Ertuğrul, Süleyman Gökbulut
Yayınevi: İSKİ (İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi)
Osmanlı tarihi araştırmalarının gösterdiği üzere Devlet-i Aliyye çağını aşan,
bugünlere örnek olabilecek yapı ve uygulamalara sahipti. Osmanlı'nın büyük
birikiminin yoğunlaştığı şehir, Osmanlı'nın hülasahası şüphesiz İstanbul'du.
Diğer bir ismi Dersaadet (Saadet yurdu) olan İstanbul insanının, iaşecilik politikasıyla her türlü ihtiyacının temini için titizlik gösterilmiştir. İaşe meselesinde su olmazsa olmaz bir yer tutmaktaydı. Said Öztürk iki cilten oluşan bu
çalışmasında birincil kaynakların başında yer alan arşiv belgelerinden hareketle artan nüfusun su ihtiyacını karşılamak için Osmanlı'nın çağının imkanlarıyla suyu kaynağından İstanbul içine nasıl taşıdı, suyu nasıl yönetti, su
yollarının muhafaza ve bakımı nasıl sağladı? sorularına cevap arıyor ve 16.
yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar beş yüzyıllık zaman aralığında Osmanlı
üst yönetimin su hususunda verdiği kararları bir araya getiriyor.
Türk Evi
Yazar: Cengiz Bektaş
Yayınevi: Yapı Endüstri Merkezi Yayınları
"Türk Evi", Cengiz Bektaş'ın, içinde doğup büyüdüğü, coğrafyanın birikiminden, yaşama kültüründen doğan "ev"i tanıyabilmek için Balkanlar'da, Adalar'da, tüm Anadolu'da sayısız araştırma-inceleme gezisi yaparak, fotoğraflayarak, yazıp-çizerek, çoğunu ölçüp-biçerek yaptığı ayrıntılı saptamaların
okuyucuya bir sunumu Cengiz Bektaş, ana ilkelerden kullanılan gereçlere,
plan tiplerinden esnekliğe, biçemden dönemlere uzanan geniş bir bakış açısıyla "Türk evi" kavramına bakıyor. Kitap, giriş dışında dokuz bölümden oluşuyor. Bölümlerin başlıkları ise şöyle: Geçmiş, İlkeler, Ana Gerekçeler, Kentten Konuta, Türk Evinin Plan Tipleri, Esneklik, Biçem (Üslup), Dönemler, Sona
Doğru.
ŞehirKitaplığı
Haber
Adell Armatür ve Vana Fabrikaları Yönetim Kurulu Başkanı Recep
Ali Topçu ve Yönetim Kurulu Üyesi
Dr. Ercan Topçu kardeşlerin ortak
çabasıyla biriktirilen, insanın suyla olan yolculuğu ve iletişimine ait
eserler Adell merkezinde oluşturulan müzede sergileniyor. Roma, Bizans ve Osmanlı dönemi su kültürüne ait sayısız eserin yer aldığı su
müzesinde gündelik yaşamdaki su
ritüelleri, suyun belleği, ruhu ve insana dokunuşu görülebiliyor.
Su ve su kültürüne dair tarihi objeler, bu kültürü konu edinmiş sanat eserleri, araç gereçler ve çeşitli belgelerin yer aldığı “ab-ı hayat”
başlıklı müze ziyaretçileri su ve suyun kullanımının tarihsel yolculuğuna çıkartıyor. Geçmişimize, su
medeniyetimize ait değerler koruma altına alınıyor, yaşatılıyor.
Ab-ı Hayat Su Medeniyeti koleksiyonu, yaklaşık 30 yıllık bir birikim ile damlaya damlaya seçkin
eserlerden oluşmuş, tematik koleksiyonlardan biridir. Tarihi su
medeniyetimize, suya itibarını kazandırmak, kıymetli geçmişimizi geleceğe taşımak ve su medeniyetimize hak ettiği değeri geri
kazandırmak düşüncesiyle hayata geçirilen bu proje, ortaya çıkarılan bu eserler, kültürümüzün,
ecdadımızın hayatı ve değerleri
hakkında önemli bilgileri bir araya
getiren kaynak niteliğindedir.
Bu eserlerde Osmanlı toplumunun zengin mozaiğindeki ortak
yaşam kültürünün yaşandığı farklı yöre, dil ve dini çeşitlilik izleri tasarım, bezeme ve renklere de
yansımaktadır.
Günümüzde kıymetinin daha iyi
anlaşılması gereken su ve su kültürünün geçmişten günümüze
yolculuğunun anlatıldığı “ab-ı hayat” başlıklı bu belgesel sergi hayat kaynağımızı görsel bir sunuma
dönüştürüyor.
4 kıta, 20 ülkeden 305 derginin yer
aldığı fuarda Türkiye’nin ilk Şehir
Düşünce Merkezi, Şehir ve Düşünce Dergisi ile fuarda dergiler arasındaki yerini aldı. Şehir ve Düşünce Dergisi ayrıca fuarda yer alan
tek belediye dergisi olma özelliğine sahip.
Ziyaretçilerin yoğun ilgi gösterdiği stantta dergimiz ve merkezimiz hakkında bilgi verilip, derginin tüm sayılarının yer aldığı dvd
hediye edildi.
Ziyaretçilerimizden Serdar Karaca
Bey “Şehir ve şehircilikle ilgili bir
derginin varlığı oldukça önemli,
öncü çalışmanız dolayısıyla tebrik
ederim. Umarım diğer belediyelere
de örnek olur.” sözleriyle dergimiz
hakkındaki görüşlerini ifade etti.
Ab-ı Hayat
Su Müzesi
Banyo, mutfak armatürleri,
duş sistemleri ve mekanik
tesisat ürünlerinde ülkemizin
tanınmış markalarından
olan Adell, ikitelli üretim
tesislerinde Adell Ab-ı Hayat Su Medeniyeti Koleksiyonuna ve müzesine ev sahipliği yapıyor.
Türkiye Dergiler Birliği (TÜRDEB) tarafından
düzenlenen 7. Uluslararası Dergi Fuarı,
10-15 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşti.
2012 yılında başlatılan büyük dönüşüm hamlesi kapsamında inşa edilen Türkiye’nin
ilk kentsel dönüşüm konutları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı
törenle hak sahiplerine teslim edildi.
Haber
Hak sahiplerine yeni konutlarının anahtarlarını veren
Cumhurbaşkanı Erdoğan,
dönüşüm için ilk kazmayı vurdukları yerde ilk anahtarları teslim etmenin mutluluğunu yaşadıklarını
ifade etti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 5 Ekim 2012’de büyük
dönüşüm hamlesi kapsamında
başlattığı ilk proje olan Esenler Havaalanı Mahallesi Kentsel Dönüşüm Konutları’nda 1.403 konut
ve 32 işyerinin anahtarını hak sahiplerine teslim etti. Esenler Bölge
Parkı’nda düzenlenen Havaalanı
Mahallesi Kentsel Dönüşüm Projesi Anahtar Teslim Töreni’ne hak sahipleri ile binlerce Esenlerli katıldı.
Tören, protokol üyelerinin konuşmalarıyla başladı.
Göksu: Lidere
Güvenin Hikâyesi
İlk konuşmayı ev sahibi Esenler
Belediye Başkanı M. Tevfik Göksu
yaptı. Esenler halkının Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a
duyduğu güvenle bu projeye başlandığını hatırlatan Başkan Göksu,
“Bu konutların arkasındaki tarihi
hikâyede en temel değer, bu şehrin
insanlarının, bu millettin liderine
duymuş olduğu güvenin hikâyesidir” dedi. Göksu bu proje ile kentsel dönüşümün bir hayal olmadığını ispat ettiklerini ifade etti.
İlk Kazma da
ilk anahtar da
Erdoğan’dan
Vatandaşların yoğun sevgi gösterilerinde bulunduğu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, konuşmasına Havaalanı Mahallesi
Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında inşa edilen konutların hak
sahiplerine hayırlı olmasını dileyerek başladı. Bundan 4 yıl önce, 5
Ekim 2012 tarihinde, yine burada
kentsel dönüşüm kapsamında ilk
yıkımları başlattığımızda bir söz
vermiştik. ‘İstanbul’u da Türkiye’yi
de bu kamburdan kurtaracağız’ demiştik. Sevgili kardeşlerim; amacımız bir binayı yıkıp yerine bir başka bina yapmak değil. Sizlerin can
ve mal güvenliğini sağlayacak büyük bir dönüşümü gerçekleştirmek olduğunu söylemiştik. Rant
değil, insan odaklı bir proje üreteceğimizi ifade etmiştik. Hamd olsun. Bugün burada sözlerini yerine
getirmiş kişilerin gönül huzuru ile
karışınızda bulunuyoruz.” dedi.
KENTSEL DÖNÜŞÜM KONUTLARI CUMHURBAŞKANIMIZ
RECEP TAYYİP ERDOĞAN TARAFINDAN TESLİM EDİLDİ
Su ve Şehir
Su ve Şehir
www.sehirdusunce.com