TARİHİ EŞİK 2021-22 | XII: İKTİSATÇI HALUK LEVENT –I

Söyleşi: Ulus Atayurt
30 Ocak 2022
Hannah Barcyzk, Eşitsizlik
SATIRBAŞLARI

Türkiye’de kur sıçramasıyla su yüzüne çıkan 2018 krizi pandemiyle iyice derinleşti. Ekim 2021’de Merkez Bankası faizi iki baz puan indirirken şöyle bir açıklama yaptı: “Dış dengeleme sayesinde döviz ihtiyacı azalacak, TL’nin istikrarı sağlanacak.” 18 Kasım’daki bir baz puan indirimini 23 Kasım’da Kara Salı takip etti. 16 Aralık’taki bir baz faiz indiriminin ardından ise dolar 15,60 lirayı gördü. Buna 2021’de yaşanan hangi hadiseler sebep oldu? Faiz ve dövize bu yönelim ne ölçüde zorunluluk, ne ölçüde siyasi tercih?

Haluk Levent: Merkez Bankası’nın bu yönelimi hiç alışık olmadığımız, 2021’den önce hiç görmediğimiz, kitapta yeri olmayan bir yaklaşım. Merkez Bankaları, özellikle gelişmiş ülkelerde, fiyat istikrarına odaklanır. Ama bizim gibi “currency” sayılmayan zayıf paralara sahip ülkelerde Merkez Bankaları döviz kurundaki aşırı oynaklığı da göz ucuyla takip etmek zorundadır. Ama bu kadar. Oysa şimdi, “dış dengeleme” gibi yine alışık olmadığımız bir iktisat kavramı da kullanılıyor. Herhalde “artık cari açığı hedefliyorum, dolayısıyla enflasyonu salacağım” demek isteniyor. Ama ne anladıklarını daha çok izah etmeleri lâzım, çünkü bizden çok onların ne anladığı önemli. Piyasa oyuncularının pozisyonlarını ve kendi pozisyonumuzu ancak böyle kestirebiliriz. Peki bir Merkez Bankası niye cari işlemler açığını hedefler?  En önemlisi, seçim sath-ı mailine girdik, önümüzdeki yılın ortasında seçim olacağını düşünüyorum. Bunun işaretlerinden biri de kasım ayında tekrar faiz indirilmesi ve tabii ücretlerde yapacakları artış.

Haluk Levent

Şu anki kriz ortamı 2001’den ya da 90’lardakinden çok farklı. Ciddi bir hiper-enflasyon tehdidi var. Bunun önünü alamayabilirler. Zaten durum felaket. ABD doları Türkiye’de hem kamuoyunun hem de hükümetlerin nezdinde çok önemli bir araç, çok önemli bir kerteriz noktasıdır. Ülkedeki döviz tevdiat hesapları yüzde 64’e ulaştı. Tarihte bir ilk bu. Yani, aslında fiilen para politikasının alanı kalmadı. Bundan kaynaklı bankacılık sistemindeki döviz taahhütlerinin yerine getirilemeyeceği izlenimi çıkarsa, o zaman bambaşka bir noktaya geliriz. Gerçek anlamda iflas edip moratoryum ilan etmek söz konusu olabilir. Bankacılık sisteminde bir riskin ortaya çıkması ve TL’de aşırı değersizleşme kabul edilebilir bir şey değil, çünkü bunun sonuçlarını herkes gündelik hayatında hissediyor. Ortaya atılan türlü çeşit yalan, komplo teorisi işlevsiz kalıyor. Dövizdeki artış yüzünden ısınmak bile imkânsız hale gelebilir. Doğalgazın, elektriğin fiyatı çok artacak. Bu artışı sübvanse edecek rezerv yok. 2018’den bu yana rezerv tüketildi. Dolayısıyla, anladığımız kadarıyla Merkez Bankası saray tarafından cari açıkla ilgilenmesi için görevlendirilmiş. Bu yönelim, ekonomiye giriş dersi seviyesinde bildikleri arz-talep dengesinden çıkardıkları bir sonuç. Cari işlemler dengesini biraz düzeltirsek, hatta fazla verirsek, belki döviz bollaşır, böylece çarkı döndürmeye devam edebiliriz diye düşünüyorlar. Ciddiye alınabilir bir tarafı yok.

Bir de şöyle bir yaklaşım var: Sermaye sınıfları arasında zorunlu bir tercih yaptılar. İhracata yönelik, döviz getiren tekstil ve turizm gibi sektörleri desteklemek, hiç olmazsa işçi çıkartmalarını engellemek için dövizi yükseltiyorlar. 

Kısmen doğru. İşçi çıkarma meselesi bambaşka: İşçi çıkartmadan ya da istihdamı artırarak ihracatçı sektörleri ne derece destekleyebiliriz? Bunun için 80’lerin başına bakmak öğretici olabilir. Ama şimdilik bunu bir kenara bırakalım. Yapılan sektör tercihi, iktidarın tepesinde oturan grubun ya da bir kişinin “ya dur biraz da şunları destekleyerek yoluma devam edeyim, şunları da arka plana iteyim” demesi anlamına gelmiyor. AKP’nin birikim rejimi esas itibarıyle rantın monetizasyonuna dayanıyordu. Peki bu nerede gerçekleştirilebilir? Ekonomiyi iki alana bölersek, dış ticarete konu olan malları üreten sektörler ve dış ticarete konu olmayan malları üretenler var. Birincisi dünya fiyatlarıyla muhatap olur. Dolayısıyla, etkilenebilecek, hükümet tarafından kontrol edilebilecek bir fiyat sistemi değildir. Ama öbür taraf, hem popülizmin kaynağı olarak hem de siyasi güç birikiminden payını alarak kontrol edilebilir fiyatlara sahiptir. Burada iç ticaret haddini baz alırsak şunu görüyoruz: AKP iktidarı boyunca, dış ticarete konu olan malları üretenlerden dış ticarete konu olmayan malları üretenlere doğru bir rant hareketi gerçekleşti. İnşaat sektörünün yükselişinin, hizmet sektörünün parlamasının nedeni bu. Yeni orta sınıf buralardan beslenerek oluştu. Şimdi enflasyon endeksini de bu temelde ayrıştırmaya çalışıyoruz. Çünkü bu ikisinin ortalaması bize hiçbir şey söylemiyor. Bu türden bir birikim rejiminin sürdürülebilmesi için kaynak gerekiyor. Doğal kaynak olsaydı, onun satışından gelen rantı dağıtırlardı. O da dolayısıyla emtianın yurtdışındaki fiyat dalgalanmalarına bağlı olarak düşer kalkardı. Ama böyle bir kaynak yok. O zaman dış kaynağa mecbursunuz.

Bu kriz daha öncekiler gibi değil. Mesele salt enflasyon olsa 2001’deki gibi yükü emekçi sınıfların üzerine yıkıp beş-altı ayda çıkabilirlerdi. Ama burada birbiriyle çelişen önlemler gerekiyor. Çünkü hem enflasyon ve durgunluk var hem de kurumsal açıdan yerle yeksan olmuş durumdayız.

2009’a kadar, uluslararası likidite bolluğu bu birikim rejiminin devam etmesini sağladı. Sonraki dönemde, kabaca 2018’e kadar büyük ölçüde varlık satışlarıyla finanse edildi. Bir ölçüde gelecekteki harcama kapasitesi o günden kullanılarak finansman gerçekleşti. Kamu-özel işbirliği projeleri bunun şahikası. En ufak bir bütçe esnekliği bırakmayan, gelecek kuşakları borçlandıran, emeklerine, çalışmalarına el koyan bir anlayış. İktisatçı profesör Uğur Emek’in hazırladığı büyük projeler haritasına baktığınızda gülelim mi, ağlayalım mı, kafanız karışır. Marmara Denizi’ni düşünün; İzmir-İstanbul otoyolu Marmara Denizi’ni güneyden boydan boya geçiyor, Balıkesir’e geliyor. Osmangazi köprüsünden İstanbul’a bağlanıyor. Bir tane de Marmara’nın kuzeyinden Çanakkale köprüsüne, Balıkesir’e gelen otoyol var. Marmara Denizi’nin etrafına milyarlarca dolarlık bir halka kuruyorlar. Bunun herhangi bir faydası, kabul edilebilir bir tarafı yok. 

Sermayenin ikinci çevrimine kaçan kapitali almaya yönelik projeler başka yerlerde de yapılıyor. Manş Denizi’nin altından geçen tünel de epey zarar etti. Ama oradaki “hırsızlık” buraya göre daha makul seviyedeydi. Bizdeki kamu-özel ortaklıklarının ekonomiye etkisi ne?

1990’lardaki yolsuzlukları “sürdürülebilir yolsuzluk” olarak adlandırıyordum. Demirel zamanındaki mesela Egebank olayını hatırlayalım. Bir de “sürdürülemez yolsuzluk” var. Piyasadan mevduat toplayıp, hemen dolara çevirip yurtdışına transfer ederseniz, salt yolsuzluk yapmakla kalmaz, likiditeyi de emip götürürsünüz. Bu aslında enikonu bir soygundur. Şimdilerde 86 yolcusu olan milyar dolarlık havaalanları gibi projeleri düşünelim. Sayıştay’ın açıkladığı üzere, kamunun 180 milyar dolarlık bir kamu-özel işbirliği yükü var. Bu, gelecek kuşakların köle olarak çalışmasını bugünden yazgı haline getirmektir. Üstelik borç yükümlülüğü olarak gözükmüyor. Uluslararası kuruluşlardan bunu borca dahil edelim diye yeni düzenlemeler talep ediliyor. GSYH’nin yüzde 62,8’ine denk gelen 450 milyar dolarlık dış borca bu 180 milyar doları da eklersek tablo korkunç. Profesör Refet Gürkaynak’ın hesaplamalarına göre, borç Türkiye’nin ödeme kapasitesi olan GSYH’nin yüzde 40’ını aştığında kriz kaçınılmaz hale geliyor. Kamu-özel yükümlükleriyle beraber oran bunun çok çok üzerinde. Dolayısıyla, fiilen çok derin bir krizin içindeyiz. Şimdilik yüzüyoruz, fakat kendimizi her an dipte görebiliriz. 

Cari açığı kapatmak için debelenmek bir tercihten çok bir mecburiyet mi?

Evet. Bu birikim rejimi duvara toslayınca, döviz kazandırıcı faaliyetlere destek olmaktan başka çareleri kalmadı. Ama bunu o sektörlerin döviz kazandırıcı faaliyetlere girip girmeyeceğini bilmeden yapıyorlar. Çünkü fiyat rekabetiyle uluslararası ticarete girmek çok risklidir. 1980’lerde Özal “IMF benden şu kadar kur artışı istedi, ben masaya yumruğumu vurup fazlasını verdim, dış ticarete yöneleceğiz, döviz kazanacağız” demişti. Öyle olmadı. Çünkü şöyle bir problem var: Bu türden düşük fiyatlı satışlarda esneklik çok önemlidir. Eğer esneklik yüzde 1’in altındaysa, fiyat indirdikçe döviz girişi azalır. Bizim ürettiğimiz bazı mallarda durum böyle. Siz fiyatı mesela yüzde 10 düşürdüğünüzde, satışınız yüzde 5 artarsa, döviz girişinizde tahminen yüzde 5’e yakın bir azalma olur. Ekonomi 101 kitabının ilk sayfalarında takılı kaldıkları, bu esnekliği bilmedikleri için biraz karışık hesapları beceremiyorlar. İş dünyası, büyük ihracatçılar zaten dağıtım kanallarını kurmuş. Bu fiyat indirimine ihtiyaç duymuyorlar. Tersine, 9 TL’nin üstündeki dolar kurunu dayanılmaz buluyorlar. Haberleri var mı bilmem, ama yeni plan ihracatçı sektörlerin işine yaramaz. 

Pandemiyle beraber kapitalist merkezlerde tedarik ağlarının yeniden örgütlenmesi nedeniyle üretimin Avrupa’ya yakınlaşacağını söylüyorlar. Dolayısıyla ihracatı artırmayı, böylece istihdam sorununu çözmeyi de hedeflemiyorlar mı?

TÜİK mutlak yoksulluğu takip etmeyi bıraktı. Batı ülkelerinde, aralık başı itibarıyla, ayda 2 bin TL. Aile açısından hesaplamak için üç buçukla çarpsak 7 bin TL. İki asgari ücretten 1.400 TL fazla. Yani memleketin yarısı mutlak yoksulluk sınırının altında. Tam da bu yüzden intiharlar çığ gibi artıyor, depresyon hızla yaygınlaşıyor.

Böyle bir süreç yaşanıyor, doğru. Sadece Ocak 2020’ye baktığımızda bile bir tek Çin’den tedarik sağlamanın ne kadar risk taşıdığını gördük. Liberal iktisat basınında da CEO’lar tedarik zincirlerinin tek bir ülkeye dayalı olmasının risk taşıdığını, tedarik zincirlerini kısaltmak zorunda olduklarını anlatıyorlar. Ama bu kısaltma “Çin’i atalım, Türkiye’yi alalım” şeklinde değil, “kısaltmak için teknolojiye abanalım” diyorlar. Zaten üretim doğal seyrinde bu noktaya gelecekti, ama pandemi dönüşümü hızlandırdı. Yani, yabancı sermaye ana üssüne, eve dönecek. Bizim gibi ülkelerden metropol ülkelere doğru bir kaçış başlayacak. Bunu buradaki farklı türden üretim yapan fabrikaların kapanmasıyla görüyoruz. Bu durumu Türkiye’nin “destabilizasyonu” olarak yorumluyorlar, ama doğru değil. Türkiye’den çıkanlar AB ülkelerine gidiyor, evlerine dönüyor. ABD için de aynı şey geçerli olacak. Teknolojik gelişmenin üretim sürecinde yol açtığı muazzam dönüşüm ucuz emek peşinde koşmayı bir gereklilik olmaktan çıkardı. Sermaye yoğunluğu arttıkça artık nitelikli emeğe ihtiyaç duyuyorlar. Onu da metropollerde, yani kendi ülkelerinde buluyorlar. Dolayısıyla yatırımların kayması giderek hızlanacak. “Çin’i atacaklar, bizi alacaklar” tezi ham hayal. Öte yandan, tamamen spekülatif  de olsa, Çin’le beraber Trakya’da böyle bir üretim üssü kurma hayalleri de var.

Çin’in çok fazla artık sermayesi var. Kuşak-Yol projesiyle yatırım ve pazar coğrafyaları arıyor. Türkiye’nin etrafına da epey yaklaştılar.

İspat edemeyiz ama, olan bitene haritada bakıp dedektif gibi fikir yürütebiliriz. Mesela, Trakya’daki kapasite artırımına, köprülere, havaalanlarına, İstanbul imar planına bakalım. Planı hazırlayan rahmetli Hüseyin Kaptan kuzeyde aşılmaması gereken bir kırmızı çizgi çekmiş, onun üzerine geçmek cinayet olur demişti. Sonra da “havaalanı bize yetmiyor, ama gelen uçuşların yüzde 30’u lojistik, kargo uçuşu, kargoları Çorlu Havalimanı’na kaydıracağız” demişti. Kargolar Çorlu’dan Ambarlı’ya gelecek, oradan gemilerle taşınacaktı. Marmaray Ambarlı Limanı’na kadar uzatılacaktı. Gerekirse Atatürk Havalimanı’na bir ekstra pist yapılabilecekti. Bu plan tamamen yerle bir edildi, kuzeye büyük bir havaalanı yapıldı. İstanbul Havaalanı’nın kapasitesi üç-dört kat genişletilebilir. Kanal İstanbul projesinin ucunda bir liman projesi var. Kanal İstanbul yapılır mı, yapılmaz mı, bilemiyorum ama, kuzeye çok büyük bir liman yapılacak gibi gözüküyor. Öte yandan, Karadeniz’de Çin’in Kuşak-Yol projesi için Gürcistan’da, Anaklia’da liman alıp yedi kat büyüttüğünü görüyoruz. Romanya’da da Köstence Limanı’nı alıp büyüttüler. İstanbul’a yapılacak liman da bu aksa kolaylıkla adapte edilebilir. Çin bir yandan Pire Limanı’nı da aldığı için büyük gemiler Süveyş’ten çıkıp Avrupa’ya oradan gönderilecek. Aslında ortada büyük bir mücadele var. AB de bu ağa hizmet edecek tren yollarının inşaatını engellemeye çalışıyor. Dolaysıyla, AB’nin kıyısında, Trakya’da böyle bir gelişme olabilir mi? Çok zor görünüyor. Bir yandan, Kanal İstanbul’un cari yasalarla yönetilebilecek bir alan olmadığı söyleniyor. İBB’den öğrendiğimiz kadarıyla, hükümet buraya özel bir bölgesel yasa çıkarmak istiyor. Böyle bir yasa ancak Singapur gibi özerk bir bölge kuracaksanız gerekir. İnanılmaz büyük bir aktivitenin altyapısı hazırlanıyor. Kuzey Marmara otoyolundan başka altta bir otoyol daha geliyor. Avrupa’yla bağlantılı tren yolu genişletiliyor. Çanakkale köprüsü ve İzmir limanı var. Bütün bunlar söz konusu spekülasyon içinde bir anlam taşıyor. Ama böyle bir girişimin şansı yok. Dışarıdan gelen yarı mamûllerin böyle bir üretim üssünde mamûl madde haline getirilip Avrupa’ya Gümrük Birliği çerçevesinde sevk edilmesi gibi bir niyet olabilir. Çin bunun için büyük paralar harcamaya razı olabilir. Çünkü malûm, Orta Asya’daki gibi büyük borçlandırmalarla siyasi bir egemenlik de tesis edebilirler. Ama buna hükümetin ömrü de vefa etmeyecek umarım.

Özal altı senelik başbakanlığının ardından 1989’da “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” olmuştu. Darbeden sonraki dokuz yılda işçi sınıfının GSYH içindeki payı yüzde 38’den 21’e inmişti. Kaçış noktası olarak ücretlere ciddi bir zam yapmış, ama bu işe yaramamıştı. TÜİK bu yılın ilk 11 ayı için enflasyonun 21,31 olduğunu söylerken Enflasyon Araştırma Grubu oranı yüzde 58,65 olarak tespit etti. Böylece oranı düşük gösterip asgari ücrete yüzde 50 zam yaptı. Öte yandan sene başına kıyasla asgari ücret 374 dolardan 274 dolara düştü. AKP Özal taktiği mi deniyor?

Bütün işaretler bu yönde. Bunun için para basılacak. Bu da enflasyonu azdıracak. Zaten döviz kuru artışı nedeniyle maliyet enflasyonuna baktığınızda Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) ile perakende fiyatlar arasında inanılmaz bir fark var. ÜFE’de kasım sonu itibarıyla resmi rakam bile 54,62. Dolayısıyla, bu fark kapanacak. Bu da resmi rakamda bile potansiyel açıdan yüzde 25’lik enflasyon olduğunu gösteriyor. Hiper-enflasyonun gerekçelerinden biri ücret endekslemesidir. Bizde hiçbir zaman olmadı. Çünkü işçi sınıfı, sol sendikal hareket zayıf. Latin Amerika’daki gibi ciddi bir sendikal hareket yok. Bu yüzden ücret endekslemesi olamıyor, krizlerde maliyet emekçi sınıfın üstüne kalıyor. Öte yandan, 1994 krizindeki mikro verilere bakınca şunu görüyoruz: İstihdamın yüzde 40’tan fazlası tarımda, yüzde 25-30 kadarı kendi işinde, esnaf. Ücretli çalışanların oranı çok düşük. Oysa şimdi tarım nüfusu çok küçüldü. Esnaf birikim rejimindeki değişim ve pandemiyle beraber çok azaldı. Orta sınıf esnafa, en azından bir kısmına piyasa fiyatları yoluyla sosyal transfer gözüyle bakarım. Marjinal iş karşılığında para kazanırlar. Ama o imkânları kalmadı. Harap oldular. Mecburen ücretli iş arıyorlar.

Karşı karşıya olduğumuz hasarın ayrıntısı hakkında fikrimiz yok. TOKİ, kamu bankaları, Türkiye Varlık Fonu’nda neler olup bittiğini bilmiyoruz, çünkü denetim dışılar. Tahminimce TOKİ ve kamu bankaları teknik iflas durumunda. Teknik iflastan kurtulmak için ne kadar fon gerektiğini bilemiyoruz.

Asgari ücreti, kamu çalışanlarının ücretlerini artırmak benchmark (gösterge) fiyattır. Yani bütün ücretler onunla beraber artar. Ama Türkiye’de asgari ücret arttığı zaman, ona yakın ücretler asgari ücret seviyesine doğru düşer. Şu anda çalışanların yüzde 45’i asgari ücret alıyor. DİSK’e göre oran yüzde 50’nin üzerinde. Para basıp dağıttığınızda oran yüzde 60’lara doğru çıkacak. Trajikomik bir ülke haline dönüşüyoruz. Ücretli çalışanların yüzde 60’ı asgari ücrete sahip olunca ne anladım ben ekonomiden? Her taraftan sıkışmış, dikiş tutmaz bir noktadayız. Yine de asgari ücretteki artış ortalama ücreti çok hafif yukarı kaydırır. Öte yandan, Türkiye’de işletmelerin çoğunun asgari ücret ödeme kapasitesi bile yok. Esas büyük sorun burada, yani arz tarafında. Çünkü verimli çalışmıyor, maliyet baskısı altında eziliyorlar. Dolayısıyla, ücretler artırılınca ya kayıt dışı istihdam patlayacak ya da yurtdışından Türkiye’ye göçü özendirecek. KOBİ temsilcileri sık sık “Afganların, Suriyelilerin gelmesi çok iyi oldu” diyor. Asgari ücretin altında insan çalıştırabildikleri için marjinal firmalar ayakta kalıyor. Bu durum sürdürülemez. Çünkü bu tür bir üretim yapısına sahipseniz, TL’yi ne kadar değersizleştirirseniz değersizleştirin, esneklikler devreye girer. Diğer taraftan, AB’ye ihracat yapmak da iyice zorlaşacak, çünkü Yeni Yeşil Düzen devreye giriyor. Hem insani çalışma koşulları hem kullanılan teknoloji ve girdiler açısından güçlü denetimler geliyor. Dolayısıyla, AB’ye mal satmak hayal haline gelebilir.

Asgari ücret 2021’in ilk 11 ayında dolar cinsinden neredeyse yarı yarıya eridi. Temel gıdalarda muazzam bir fiyat artışı var. Sizse 2018’den itibaren mutlak yoksulluğun yerleştiğini söylüyorsunuz. Bu tabloda kısa vadede insanların ayakta kalması için, açlık riskine karşı ne gibi önlemler alınabilir?

Ekonominin “zafer günlerinde”, 2014’e kadar, TL aşırı değerliyken, mutlak yoksulluğun uluslararası ölçütü kişi başına günde 2,5 dolardı. Türkiye’de bunun altında gelir elde eden insan sayısı yüzde 2’den azdı. Bu yüzden TÜİK mutlak yoksulluğu takip etmeyi bıraktı. Bizse kendimiz hesaplayabiliyorduk. Şimdi Batı ülkelerinde standart günde 5 doların biraz üzerine çıktı. Günde 5 dolar aralık ayı başı itıbarıyla, ayda kişi başına 2 bin TL ediyor. Aile açısından hesaplamak için üç buçukla çarpsak 7 bin TL eder. Bu da iki asgari ücretten neredeyse 1.400 TL daha fazla. Yani memleketin yarısı, belki daha da fazlası mutlak yoksulluk sınırının altında bir gelire sahip. Bu durum Türkiye’de yoksullaşmanın ne kadar derinleştiğini gösteriyor. Tam da bu yüzden intiharlar çığ gibi artıyor, depresyon hızla yaygınlaşıyor. Acilen günde 5 doların altında gelire sahip kimsenin kalmamasını sağlamalıyız. Ardından yoksullukla mücadeleyi rafine hale getirip fırsat eşitliğini hedefleyen bir mücadele hattına geçebiliriz. Demokrasi için Birlik ve diğer örgütlerin önerdiği Temel Gelir bu mücadeleyi dışlayan değil, tam tersi tamamlayan bir uygulama olur. Bir yandan sınırın altında gelire sahip her vatandaşın minimum refahını sağlayacak bir geliri garanti edelim, öbür taraftan da fırsat eşitliği adına yoksullukla mücadele ile ilgili kurumsal altyapının oluşmasını zorlayalım. Modern yoksullukla mücadele ancak bu şekilde yürütülebiliyor. Üstelik bunun için kapasite var. 180 milyar dolarlık kamu-özel girişimlerinin yükünün önemli bir kısmını iptal edip geleceği kurtarabiliriz. Osman Gazi Köprüsü’nün tüm bağlantı yollarıyla beraber maksimum maliyeti 3 milyar dolar. Oysa kamunun 13 milyar dolarlık taahhüdü var. 10 milyar doları hemen iptal edelim. İkincisi, vergi rejimini değiştirelim. Üçüncüsü, vergi cennetlerinin listesini bir an önce yayınlayıp ilk etapta oraya giden paradan yüzde 30 vergi alalım.

CHP’nin henüz net bir iktisadi programı yok. Üretici sermaye ile emekçi sınıflar arasında üleştirmeye dayalı bir planı var.  Siz olası bir koalisyon hükümetinin ekonomik planını kavrayabildiniz mi?

Mesele salt enflasyon olsa 1994 ya da 2001’deki gibi yükü emekçi sınıfların üzerine yıkıp beş-altı ayda çıkabilirlerdi. Ama şimdi birbirleriyle çelişen önlemler gerekiyor. Çünkü hem enflasyon ve durgunluk var hem de kurumlar yerle yeksan. Bu yüzden sadece bilim değil, yaratıcılık da gerekiyor. Bu da çok yüksek bir koordinasyon gerektiriyor.

Detaylı bir vizyon çalışması yapıldığını düşünmüyorum. Biraz şu kafadalar: “İktidara geldiğimizde uluslararası camia bayram yapacak, kısa vadeli fon problemimizi çözecek.” Doğru olabilir. Hatta anketler bu şekilde devam ettiği takdirde seçim tarihi ilan edildiği gün bu gerçekleşebilir. Fakat iki vahim problemimiz var. İlkin, karşı karşıya olduğumuz hasarın ayrıntısı hakkında fikrimiz yok. Yani TOKİ, kamu bankaları, Türkiye Varlık Fonu’nda neler olup bittiğini bilmiyoruz, çünkü üçü de denetim dışı. Tahminimce TOKİ ve kamu bankaları teknik iflas durumunda. Teknik iflastan kurtulmak için ne kadar fon gerektiğini bilemiyoruz. İkincisi, yapısal durumu detaylandırmak lâzım. Sonuçta, siyasi bir program gerekiyor. Onu yazacak olan da siyasi partilerdir. Böyle bir programı seçime doğru dile getireceklerdir. Ama o da seçim kazanmak üzere söylenecek laflar olacaktır. Vaatlerini seçim sonrası gerçekleştirme imkânları olmayabilir. Merkez Bankası’nı sadece kendi işini yapabileceği bir duruma getirmek, başta Devlet Planlama Teşkilatı, kurumsal yapıyı tekrar oluşturmak, belki de en zoru vergi reformunu gerçekleştirmek atılması gereken adımların başında geliyor. Belki bir “ara düzen” yaşanacaksa, programı siyasete bulaşmayacak teknokrat ağırlıklı bir cumhurbaşkanlığı bir süre yürütebilir. Bunu önerdiğimizde maksimalist olmakla suçlayanlar çıkıyor. Bu derin krizden kurtulmak çok  geniş bir uzlaşma gerektiriyor. Vergi gibi ciddi meselelerin uzlaşmayı zorlaştıracağına dair kayda değer argümanlar var. 

Vergi meselesini sadece siyasi partilere bırakamayız. Bu siyasi partilere haksızlık olur. Dolayısıyla, bu dönemde toplumu zorlu dönüşüme hazırlayacak faaliyetleri gerçekleştirmemiz gerekir. En zoru bu. Bir de tabii AB ile entegrasyon yoluna tekrar geri dönmemiz gerekiyor. Entegre olmaktan değil, entegrasyon yoluna girmekten bahsediyorum. Çünkü o yol kurumsal işleyişi düzenlemek, düzeltmek, keyfiliği ortadan kaldırmak için ciddi bir çıpaydı.

Bu kriz daha öncekiler gibi kitabi değil. Mesele salt enflasyon olsa, 1994 ya da 2001’deki gibi yükü emekçi sınıfların üzerine yıkıp beş-altı ayda çıkabilirlerdi. Ama burada birbiriyle çelişen önlemler gerekiyor. Çünkü hem enflasyon ve durgunluk var hem de kurumsal açıdan yerle yeksan olmuş durumdayız. Bu yüzden işin içine sadece bilimin değil, yaratıcılığın da girmesi gerekiyor. Bu da çok yüksek bir koordinasyon gerektiriyor. 

Türkiye’de borç GSYH’nin yüzde 40’ını aştığında kriz kaçınılmaz hale geliyor. Kamu-özel yükümlükleriyle beraber oran bunun çok çok üzerinde. Fiilen derin bir krizin içindeyiz. Şimdilik yüzüyoruz, fakat her an dibi görebiliriz.

Ufuktaki muhtemel koalisyon açısından koordinasyonun önemi çok büyük. Şu an için “şöyle çözerim, böyle çözerim” diye bir program ilan etmek çok zor, ancak çok kalın çizgilerle bir çerçeve çizebiliriz. İlkin, bu iktidar gidecek ve güven tesis edilecek. Bu, fonlama maliyetlerini düşürüp bir miktar imkân yaratacaktır. İkincisi, kurumsal, uzun vadeli düşünmek tekrar hâkim hale gelecek. Üçüncüsü, bunu yapması gereken ekibin koordinasyonu; bu açıdan bir avantajımız var. Muhalefet partilerinin bir masa etrafına oturduklarında, birbirinin sözünü anlayabilecek, dinleyebilecek, tartışabilecek ve uzlaşabilecek iktisat ekipleri var. Umarım siyaseten engellerle karşılaşmazlar. Yeni dönemde HDP’ye doğal olarak sıkı muhalefet görevi düşecek, HDP sol seçeneği büyütmek için çaba harcayacak. Ama CHP, İyi Parti, DEVA ve Gelecek, bu dört partinin ortodoks iktisattan uzaklaşması muhtemel. Çünkü ortodoksluk uluslararası planda çok geriledi. Artık IMF ve Dünya Bankası gibi temel aktörlerin tamamı sosyal devletten bahsediyor. Ancak iki unsur her zaman başımızın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi duracak. İlkin muhalefet ekibinin büyüme sevdası var, çözümün oradan geçtiğini düşüneceklerdir. Ama çok büyük bir iklim kriziyle karşı karşıyayız ve büyümenin altyapısı hiçbir ülke için garanti değil. Dolayısıyla, refah probleminin çözümü bölüşüm sorunlarına odaklanmaktan geçiyor. Bu da bizi ikinci unsura, sola getiriyor. Eğer solu denkleme dahil edecek bir yol bulamazsak orta vadede büyük bir mesafe kat etmemiz mümkün değil. Bugünden çizebileceğimiz tablo aşağı yukarı bu. Bunun dışında detaylı teknik bir şey söylemek için elimizde yeteri kadar veri yok.

ABD’de enflasyonun 1970’lerde, Jimmy Carter dönemindeki gibi yüzde 10 ve üstüne çıkabileceğine dair iddialar var. AB’de de uzun yıllar sonra yüzde 4-5’e dayandı. FED’in marttan itibaren üç kere faiz artışı yapacağı kesin. Bunun Türkiye açısından 2022’ye etkisi ne olur? 

Bizim açımızdan fon maliyetinin artması kötü bir ortam yaratacak. Bir yandan da likidite bolluğu nedeniyle, acil problemlerimiz için uluslararası kurumlardan piyasa maliyetinin altında bazı fonlar bulma imkânı olabilir. Ama ABD ve Avrupa’daki süreç sermayenin metropole geri dönüşünü hızlandıracak. Eğer sermaye gelişmekte olan ülkelerden çok hızlı geri çekilirse hem uluslararası ölçekteki eşitsizlikler çok artacak hem de iklim yıkımına karşı oluşturmaya çabaladığımız koalisyon paramparça olacak. Bu dönüşümün kontrollü bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekiyor.

1+1 Express, sayı 178, Kış 2021-22

^