“Dokunmak” Bizlere Neden İyi Gelir?

“Dokunmak” Bizlere Neden İyi Gelir?
24 Kasım 2020
Etiketler: ,
Kategoriler: Popüler Makalelerimiz

Irmak Gültekin , Uzman Klinik Psikolog & Psikoterapist

Covid’in yaşamlarımıza hiç beklenmedik bir bomba gibi düşüşüyle birlikte ritüellerimizin, davranışlarımızın, eylemlerimizin çoğunun yeniden düzenlenmesi gerekti. Bazı şeyleri hiç yapamaz olduk veya bazılarını minimum düzeyde tutmak zorunda kaldık. “Dokunmak” da, virüsle birlikte hayatımızda değişen, dönüşen hareketlerden önemli bir tanesi. Aynı evde kiminle yaşıyorsak onlara dokunabiliyoruz; veya aynı evde bile birbirimize dokunmanın tehlikeli olacağı durumlar yaşıyoruz. Süreç hiç kolay değil ancak insan olarak en önemli ve elzem özelliğimiz “adaptif bir varlık” olmak. Ailemize, yakınlarımıza, sevdiklerimize eskisi gibi dokunamazken, dokunmanın insanın ruhsallığı için nasıl bir yeri olduğunu öğrenmenin tam sırası diye düşünerek bu yazıyı hazırladım.

Yazıda teoriye değindiğimde mümkün olduğunca anlaşılır bir dil kullanmaya çalıştım. Ancak hem konuyla ilgilenenlere hem de ruh sağlığı uzmanlarına hitap edebileceğini düşündüğüm bir içerik var.

Bu yazıda neler bulacaksınız?

-Sistin Şapeli’ndeki ünlü Adem’in Yaratılışı tablosuna,
-Freud’un teorisinde dokunma ve bedenle ilgili vurgularına,
-Deri’nin belki de daha önce üzerinde hiç düşünmediğiniz ruhsal işlevlerine,
-Kendini yaralama davranışlarının nasıl bir ruhsal acıya eşlik edebileceklerine,
-Derideki alerjilerin olası ruhsal kökenlerine,
-Harlow’un yavru maymunlarda gözlemlediği “sıcak ve yumuşak bir anneye dokunma” özlemine,
-İnsan yavrusunun dokunmadan mahrum kaldığına gelişiminin nasıl etkileneceğine

dair giriş niteliğinde, bu konularda meraka ve düşünmeye kapı aralamayı hedefleyen bir içeriğe rastlayacaksınız.

İNSAN RUHSALLIĞINDA “DOKUNMA”NIN YERİ

Freud’a göre insanın benliği, bedensel duyumlarından inşa edilir. Dokunma bunun çok önemli ve vazgeçilmez bir parçasını oluşturur. Bebek, ancak ona dokunulursa insan yavrusundan “insan”a doğru büyür. Sistine Şapeli’ndeki “Adem’in Yaratılışı”nda en can alıcı nokta, Tanrı’nın elinin insanınkine dokunmaya o en yaklaştığı kısımdadır. Can, ellerin birbirine dokunacağı yerden doğar.

Konu dokunma olunca, beden ve deri işin içine girer. Deri, iç dünya ve dış dünya arasında canlı bir sınırdır. İnsanın içindeki dünyayla dışındaki dünyanın ilişkisinin birbirine açıldığı geçiş yeridir (Le Breton, 2016). Deri aynı zamanda, sizi diğerlerinden ayırararak siz yapan sınırdır. Her bir insanın parmak izindeki farklılığı barındırdığı gibi, her bir insanın hikayesini de barındırır üzerinde. Bu sebepledir ki derinin üzerindeki izler, insanın özgünlüğüdür. Yaşlılık izleri, yara izleri, benler gibi bilinçsiz izlerin yanı sıra dövme, piercing, kendini yaralama izleri gibi bilinçli izlerin tamamı o hikayenin görüntüsüdür. Freud’un vurgusundan yola çıkarak denebilir ki beden -ve özelde deri- kişinin kendisi olduğu yerdir.

Derinin, bireyin iç dünya ve dış dünya arasında mekik dokuduğu yer olduğunu akılda tutarak ondan yararlanma biçimleriyle ilgili teorilere gelelim. Daha önce Bilim ve Gelecek Dergisi’nde yayınlanan (online olarak hala derginin sitesinden ulaşabilirsiniz) “Mustarip” ve “Hakikatli Sırdaş: Beden” yazılarında da değinilen gerçeği tekrarlamakta fayda var: Beden, daima bir şeyler anlatmaya çalışır, daima konuşur. Ağrılar, alerjiler, astım; dövmeler, piercingler, kendini yaralama izleri… Hepsi daima konuşur. Örneğin; Paris Somatik Okulu alerjinin bireyi ruhsal olarak dağılmaktan koruyan bir işlevi olduğunu ileri sürer. Öyle ki, öteki ve kendi arasındaki sınırlar fazla belirsizse kişinin ruhsallığı bir dağılma tehlikesindedir. Böylece deri, şişip genişler ve sınırları belirginleştirir. Ayrıca libidinal enerjinin ruhsallıktan deriye odaklanmasını sağlar; böyle zamanlarda odağı değiştirmek benliğin bütünlüğünü korumayı içerir. Le Breton (2016) “deriden yararlanma biçimleri” olduğuna işaret eder. Örneğin; kendi kendisini yaralayan bireylerin iç dünyalarındaki acıyı maddileştirdiklerini, deri sayesinde belirginleştirdiklerini söyler. Böylece birey, kontrol edemediği içsel ıstırabı kendisine denetimli bir acı vererek kontrol etmeye çalışabilir. O halde, deriyi bu kadar hayati yapan bir başka özelliği, dokunma duyusuna elvermesidir ve işte bu duyu, insan için hiç de azımsanmayacak nitelikte işlevlere sahiptir.

Pandemi ile birlikte “sosyal mesafe” kavramının günlük yaşama nüfuz etmesi, dokunma ile ilgili pratiklerin yaşamlarımızdaki yerine işaret etti. Tokalaşmak, sarılmak, sırtına vurmak, öpmek gibi eylemlerin ne kadar yer kapladığı, ancak onları yapmak tehlikeli olunca bu kadar fark edilir oldu. Dokunmanın kültürle ilgili pek çok yanı görünür oldu: el öpmek, bayramlaşmak gibi veya sarılmaya, tensel temasa daha yatkın bir şekilde yetişmek gibi. Sosyal medya, dokunmanın engeline yaratıcılıkla karşı koymaya çalışan insanların videolarıyla doldu: Çarşafla birbirlerine sarılanlar, şeffaf bir muşamba ve eldivenin olduğu bir mekanizmayla büyükannesine sarılmayı mümkün kılanlar ve benzerleri. Tüm bu yaratıcı fikirler ve bunları bulma atikliği bizi, insanın dokunmaktan vazgeçemediği gerçeğine götürüyor.

Dokunmanın eksikliğinin ne derece büyük bir yoksunluk yaratacağına dair Harlow’un deneyleri çok ilginç sonuçlar ortaya koymaktadır. Harlow, annenin yalnızca “besleyen” olma rolünün değil, temasının ve şefkatinin bir insan yavrusunun gelişimine katkı sağladığını düşünmüştür. Bir dönem, davranışçı yaklaşımın fazla ileri giden bazı savları, dokunma konusunda insanların kafasını karıştırmıştır. Örneğin meşhur davranışçı psikolog Watson, ebeveynlere çocuklarına fazla dokunmamalarını, bunun çocuklarının iyiliğine olacağını söylemiştir. Ancak Harlow, annenin rolünün bir besleyiciden çok daha fazlası olduğunu ve çocuğun gelişimine esas katkının annenin “dokunmalarının” olduğunu kanıtlamak için bir dizi deney tasarlamıştır. Deneyin temel mantığı, telden ve bezle kaplı yumuşak dokulu iki ayrı maymun anne tasarlayarak, yavru maymunların bu vekil annelerle ilişkilerini izlemektir. Harlow, hem telden olan anneye hem de yumuşak bezle kaplı anneye besin dolu biberon yerleştirdiğinde maymun yavrularının yumuşak bezle kaplı anneyi tercih ettiklerini görmüştür. Bu sonuçtan hareketle deneyi bir adım ileriye götürerek, yalnızca telden annede biberon olduğunda bile maymunların yumuşak anneyi tercih ettiklerini saptamıştır. Yavru maymunların acıktıklarında telden annedeki biberondan karnını doyurup, vakit kaybetmeden yumuşak olan anneye sarılmaya gittiğini kaydetmiştir. Böylece tercih edilenin besin değil, yumuşak bir dokunuş olduğunu gözlemlemiştir.

Her dokunma, benlik için geliştiren bir nitelik taşımasının yanı sıra bir “dinlenme (Schmid, 2020)” dir de. Dokunmanın Gücü Üzerine kitabında Wilhelm Schmid, bedenin dokunma duyusu sayesinde benliğe dinlenebileceği molalar temin edebildiğini vurgular. Pandemide evlerine kapanan insanların bu dönemde spor yapmaya dair eğilimleri olduğu medya ve sosyal medyadaki gözlemlere dayanarak söylenebilir. Bu, birdenbire dışarıyla ilişkileri kısıtlanan ve kendi kendisiyle başbaşa bırakılan benliğin biraz dinlenmek için bulduğu bir yol denebilir mi? Hiç beklenmedik bir zamanda, beklenmedik kaygılarla ve belirsizlikle boğuşan benlik, bedensel egzersizlere yönelerek dokunmanın teskin edici gücüne sığınmış olabilir mi?

Adem’in Yaratılışı, telden anneler ve yavru maymunlar, kendini yaralamalar, bedensel idmanlar ve şuan bu yazıda bulunmasa da konuya dahil olan diğer örnekler tam da dokunmadan imtina etmek zorunda kalınan bu pandemi döneminde insan için bu duyunun ne kadar elzem olduğunu gözler önüne sermekte. Bu yazı düşünsel olarak size “dokunduysa”, konuyla ilgili birkaç kaynak önerisi ile noktalayabiliriz. Wilhelm Schmid “Dokunmanın Gücü Üzerine” isimli kitabında dokunma meselesini çok anlaşılır, akıcı ve merak uyandırarak konu hakkında okurla birlikte düşünme alanı yaratan bir anlatımla tartışmakta. Meselenin kendini yaralama kısmından tutmak isteyen okurlar için, Le Breton’un “Ten ve İz” kitabı oldukça çarpıcı. Ten ve İz, yalnızca konuyla ilgilenen okur için değil, kendini yaralama üzerine çalışmak veya düşünmek isteyen klinisyenlerin zihnine farklı bir yorumla dokunmayı vaadeden bir çalışma. Deri ve sınırlar üzerinden yoluna devam etmek isteyen ama aynı zamanda psikanalitik bir arka plan ile ilerlemek isteyen okurlar içinse, Didier Anzieu’nun “Deri Ben”i fazlasıyla doyurucu olacaktır.

Çoğu zaman önemini fark etmeden geçiverdiğimiz, adapte oluverdiğimiz ve alışıverdiğimiz pek çok mesele gibi, “dokunmak” da durup insan olmamızdaki kıymetinin, yerinin ve işlevinin farkına varılıp üzerine düşünülmesinin ufuk açıcı olacağı konulardan biri. Sevdiklerimize dokunmayı neden severiz? Çünkü, Harlow’un deneyiyle ve psikanalitik teorisyenlerin tezleriyle de açıkça göz önüne serildiği üzere, dokunmak insanın gelişiminin büyük bir parçasıdır ve en insanî ihtiyaçlarındandır. Dokunmak diyince işin içine ister istemez giren “deri”, diğer insanlar ile bizi ayıran ve ayırması sayesinde ilişki kurmamızı sağlayan organımızdır. Öyle ki, insanın en büyük organıdır. İç ve dış dünya diye iki ayrı alanı var eden deri ve onun önemi, işlevleri, rahatsızlıkları insan ruhuyla ilgilenenler veya ruh sağlığı çalışanları için durmadan geçilemeyecek bir duraktır. Adem’in Yaratılışı’na bakın, hatırda kalan detay ve en çarpıcı vurgu, iki elin birbirine dokunmak üzere uzandığı o imgededir.

Pandemi zülfiyare dokunmuşken, bu yazının konusundaki gibi, insan olmanın inceliklerine dokunan meseleler üzerine eğilmeye daha çok ihtiyacımız var.

Kaynakça:
Le Breton, D. (2016). Ten ve İz (Çev: İ. Yerguz). İkinci Baskı. Sel Yayıncılık, İstanbul.
Schmid, W. (2020). Dokunmanın Gücü Üzerine (Çev: T. Bora). İletişim Yayınları, İstanbul.
Anzieu, D. (2008). Deri-Ben (Çev: N. Demiryontan). Metis Yayınları, İstanbul.